Ankara Üniversitesi Açık Erişim Sistemi

advertisement
T.C
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI
Dış Politika ve Kimlik:
İnşacı Perspektiften Türk Dış Politikasının Analizi
Doktora Tezi
Fulya EREKER
Ankara, 2010
T.C
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI
Dış Politika ve Kimlik:
İnşacı Perspektiften Türk Dış Politikasının Analizi
Doktora Tezi
Fulya Ereker
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Ankara, 2010
Bu tez, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) Yurt Dışı
Araştırma Bursu Kapsamında Desteklenmiştir.
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ...........................................................................................................................
1
BİRİNCİ BÖLÜM: KURAMSAL ve KAVRAMSAL ÇERÇEVE........................
8
I. DIŞ POLİTİKANIN ANALİZİ ve YAPI-EDEN (AGENT-STRUCTURE)
SORUNU…………………………………………………………………………….. 8
1. Geleneksel Bireyci ve Bütüncü Yaklaşımlar………………………………………
10
A. Bireyci Yaklaşımlar: İdealizm, Realizm ve Dış Politika Analizleri…………
10
a. İdealizm…………………………………………………………………….. 10
b. Realizm……………………………………………………………………..
12
c. Dış Politika Analizleri (DPA)………………………………………………
14
B. Bütüncü Yaklaşımlar: Neorealizm ve Dünya Sistem Analizleri…………...... 20
a. Neorealizm………………………………………………………………….
20
b. Dünya Sistem Analizi (DSA)………………………………………………
25
2. Eleştirel ve Postmodern Yaklaşımlar: Minimum Etkileşim ve Karar
Verilemezlik….............................................................................................................. 29
A. Eleştirel Yaklaşımlar………………………………………………………...…….
30
B. Postmodernizm…………………………………………………………….....……
34
3. Yapı ve Edenin Ontolojik Eşitliği: İnşacı Yaklaşım (Constructivism)……………. 37
A. Uluslararası İlişkilerde Kurallar ve Onuf’un İnşacılığı………………...…………. 40
B. Uluslararası Politikanın Sosyal Teorisi ve Wendt’in İnşacılığı………...…………
44
4. Dış Politikayı Analiz Etmek……………………………………………………...... 51
II.
KİMLİK
KAVRAMI
VE
ULUSLARARASI
İLİŞKİLER
YAKLAŞIMLARINDA KİMLİK…………………………………………………… 56
1. Kimlik Kavramı……………………………………………………………………
56
2. Kimlik ve Dış Politika…………………………………………………………....... 61
IKINCI BÖLÜM: KİMLİĞİN İNŞASI……………………………………………
65
I. BİRİM DÜZEYİ: TÜRKİYE DEVLETİ KİMLİĞİ……………………………...... 65
1. Devleti ‘Kurtarmaktan’ Devleti ‘Kurmaya’ Modernleşme/Batılılaşma Olgusu…...
66
2. Sıfır Noktası: Kemalizm ve Yeni İnsan……………………………………………
78
II. DEVLET DÜZEYİ: ETKİLEŞİM VE KİMLİK KURUCU ETKİSİ……………..
88
1.İnşa Sürecinde Önemli Öteki/Batıyla Etkileşim……………………………………
89
A. Osmanlı Mirası Diplomasi ve Batı…………………………………….......
89
ii
B. Milli Mücadele: Batı Gibi Olmak İçin Batıya Karşı Olmak………….........
117
C. Kemalist İnşa Süreci: Dış Politikada Batıcılık…………………………….. 127
2.Öteki(ler)………………………………………………………………………........
141
A. Komünizm ve Sovyetler Birliği………………………………………........
142
B. Eski Uyruk, Zelil Düşman ve Yeni Komşu: Yunanistan…………………..
146
C. Geçmişin Referansı: Araplar ve Ortadoğu……………………………........ 158
III. YAPI: ULUSLARARASI SİSTEMİN YAPISI………………………………….. 169
1. Teorik Belirlemeler: Wendt ve Uluslararası Sistem……………………………….
169
2. Avrupa Uyumu’ndan Soğuk Savaş’a Uluslararası Sistemin Yapısı………….........
172
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: KİMLİK, ÇIKARLAR ve DEĞİŞİM (Mİ)………………... 181
I.BIRIM
DÜZEYI:
MİLİTANLAŞMA,
LİBERALLEŞME,
MUHAFAZAKÂRLAŞMA ve KİMLİK.………………………………………........ 181
1. Çok Partili Hayata Geçiş…………………………………………………………... 181
2. 27 Mayıs ve 12 Eylül: Türk Siyasetinin Deus Ex Machina’sı……………………..
188
3. İslamcılıktan Milliyetçiliğe 1990’lı Yıllar……………………………………........
200
4. Muhafazakâr Demokrasi vs. Cumhuriyetçi Muhafazakârlık…………………........
206
iii
II. DEVLET DÜZEYİ: KİMLİK, ÇIKARLAR ve DIŞ POLİTİKA
PRATİKLERİ………………………………………………………………………... 214
1. Batı: Jeopolitiğin Kifayet Etmediği Noktada Öteki’leşmek…………………….....
215
A. Soğuk Savaş Sürecinde Türkiye ve Avrupa……………………………….. 217
B. Kimlikler Sorgulanırken 1990’lı Yıllarda Türkiye ve Avrupa……….........
228
2. Bölgesel Güç Türkiye ve Öteki’ler………………………………………………...
241
A. Yeniden Kuzey Komşu: Rusya Federasyonu……………………………...
241
B. Yeni Bir Türk ve Müslüman ‘Biz’: Orta Asya ve Kafkaslar…………........
245
C. Hep Öteki, Yine Öteki: Yunanistan………………………………………..
251
D. Yaklaştıkça Ötekileşen: Ortadoğu……………………………………........
258
III. ULUSLARARASI YAPI: SOĞUK SAVAŞIN SONA ERMESI VE
LOCKEAN’DAN KANTIAN’A ANARŞI………………………………........ 266
SONUÇ………………………………………………………………………………. 273
KAYNAKÇA……………………………………………………………...................
280
ÖZET…………………………………………………………………….................... 312
ABSTRACT……………………………………………………………………….....
313
iv
GİRİŞ
İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama
kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar,
doğrudan belirli olan ve geçmişten gelen
koşullar içinde yaparlar. 1
Karl Marx’ın Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına ait bu sözü, Uluslararası
İlişkiler disiplininde 1980’li yılların sonlarında başlayan, 1990’lı yıllarda olgunlaşan
‘Üçüncü
Tartışma’
kapsamında
yeniden
canlandırılmış,
bir
bakıma
kutsallaştırılmıştır. Bu kutsallaştırma, temelde Uluslararası İlişkiler bağlamında her
zaman söylenecek iki hikâye olduğuna dair görüşe 2 karşı, daha doğrusu bu iki
hikâyeyi bir araya getirmek amacıyla üçüncü bir hikâye ortaya koyma çabasının
sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Sözü edilen hikâyelerden birisi, toplumun yapısını
üreten ve zaman zaman da dönüştüren eden’in (agent) 3 hikâyesidir. Diğeri ise,
‘eden’lerin pratiklerini olanaklı kılan ve de engelleyen ‘yapı’nın (structure)
hikâyesidir. Bu iki hikâyeyi biraraya getirme çabası sonucunda çok farklı sentezler
ortaya çıkmışsa da, tümünün ortak özelliği yapı ya da eden’den herhangi birine
ontolojik öncelik vermekten kaçınmak olmuştur. 4
Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i, çev. Sevim Belli (Ankara: Sol Yayınları, 1990), s.
13.
2
Martin Hollis ve Steve Smith, Explaining and Understanding International Relations (Oxford:
Calerondon Press, 1991), s. 1. Kitap bütünüyle bu argüman üzerine inşa edilmiş, kitabın yazarları
birisini “iç” (inside), diğerini “dış” (outside) olarak tanımladıkları bu hikayeleri, “açıklamak” ve
“anlamak” bağlamında yaptıkları tartışmalar sonucunda, birbirleri yerine geçemeyecek, ayrı olarak
varlıklarını sürdürmesi gerekli araştırma odakları olarak ortaya koymuşlardır.
3
İngilizce literatürde agent olarak kullanılan sözcüğün Türkçe’de yaygın kullanılan bir karşılığı
yoktur. İlk anda birim veya öğe sözcükleri anlamı karşılar gibi görünse de, agent ‘eylem yeteneği
olan’, ‘birşeylerin eyleyeni’ anlamını taşımaktadır. Birim ve öğe gibi sözcüklerin karşılamadığı açık
olan bu anlamı, “eden” sözcüğü karşılar görünmektedir. Bkz. Faruk Yalvaç, “Uluslararası İlişkiler
Kuramında Yapısalcı Yaklaşımlar”, Atila Eralp (der.), Devlet, Sistem ve Kimlik: Uluslararası
İlişkilerde Temel Yaklaşımlar (İstanbul: İletişim Yayınları, 1997), s. 144, dipnot 22.
4
Roxanne Lynn Doty, “Aporia: A Critical Exploration of the Agent-Structure Problematique in
International Relations”, European Journal of International Relations, Cilt 3 (3), 1997, s. 367.
1
Uluslararası İlişkiler disiplininde yapı-eden (agent-structure) tartışması olarak
bilinen, yapı ya da eden’den hangisine ontolojik öncelik verileceği üzerine inşa
edilen bu tartışma, ‘Üçüncü Tartışma’ (eleştirel dönem) ile başlamışsa da, Hollis ve
Smith’in iki hikâyesinde görüldüğü üzere, aslında disiplindeki tüm tartışmaların
temelinde yatmaktadır. Bu bağlamda yeni bir tartışma da değildir. Disiplinde ‘İkinci
Tartışma’ olarak adlandırılan davranışsalcı dönüşüm döneminde, indirgemecilerlesistemciler,
mikrocularla-makrocular,
içcilerle-dışçılar
arasındaki
tartışmanın
temelinde de yapı-eden sorunu yatmaktadır. Elbette bu tespit yapılırken,
gelenekselci-davranışsalcı tartışmasının epistemolojik açıdan pozitivist sosyal bilim
çerçevesinde yürütülmüş olduğu, bu bağlamda pozitivizme bir meydan okuma olarak
ortaya çıkmış olan eleştirel yaklaşımlardan kesin bir çizgiyle ayrıldığı göz ardı
edilmemektedir.
Üçüncü bir hikâye söylemek amacıyla ortaya koyulan sentezler, birbirinden farklı
biçimlerde ortaya çıkmışlarsa da, bir ‘orta yol’ olmaya en yakın olan, ‘inşacı’
(constructivist) yaklaşım olmuştur. Zaten bu yaklaşım, disiplinde daha önce bir sorun
olarak görülmemiş ve bu nedenle de özel olarak ele alınmamış olan yapı-eden
konusundaki ontolojik varsayımlar üzerine kurulmuştur. İnşacı yaklaşımların
temelinde yer alan, yapı ve eden’den herhangi birisine öncelik verilmemesi gerektiği,
bunların karşılıklı olarak birbirini inşa edici olduğu varsayımı, bu çalışmanın da
dayandığı temel argümandır. En genel anlamda, Türk dış politikasının bir analizi
olarak bu çalışma, yapı ve eden’in birbirlerini karşılıklı inşa ettiği ve birisini diğeri
lehine göz ardı etmenin olanaklı olmadığı varsayımı üzerine temellendirilmiştir.
Kuramsal anlamda yapı ve eden konusuna tek taraflı bir bakış yerine, ilişkili bir
anlayışla yaklaşılmasını sağlayan unsur, pozitivist sosyal bilim çerçevesi dışında,
dünyanın sosyal olarak inşa edildiği argümanına dayanan (eleştirel) bakış açısı
olmuştur. Yapı ve edenlerin karşılıklı etkileşimi üzerine kurulu olan inşacı yaklaşım
da, dünyanın, dolayısıyla da uluslararası ilişkilerin sosyal olarak inşa edildiği
varsayımından yol çıkılarak geliştirilmiştir. Bu bağlamda inşacı yaklaşım, yapı ve
edenlerin öznelerarası anlamlarca inşa edildiğini öne sürerek ‘kimlik’ kavramını
doğrudan yaklaşımın merkezine yerleştirmektedir. Uluslararası ilişkiler, öznelerarası
anlamlarla inşa edilen edenlerin birbirleriyle etkileşimlerinin alanı olarak
2
tanımlanmaktadır ve etkileşimi sağlayan dış politika pratikleri de öznelerarası
anlamlarca inşa edilmiş kabul edilmektedir. Bu bağlamda inşacılığın ve bu yaklaşım
çerçevesinde analiz yapmak üzere yol çıkılmış olan bu çalışmanın anahtar kavramı
da ‘kimlik’ olmaktadır.
Bu çalışma, yapı ve eden kavramsallaştırması bağlamında ve esasında ‘Dış
Politika ve Kimlik’ ana başlığını taşımakla daha en başından kabul edilmiş olduğu
gibi, inşacı bakış açısı sınırları içerisinde geliştirilmeye çalışılacaktır. Fakat
kaçınılmaz bir durum olarak, herhangi bir teorinin/yaklaşımın lehine diğerlerini
dışlamanın, anlayışımızı kısıtlayacağı ve birçok önemli unsuru görmezden gelmeye
yol açacağının farkında olarak, bu çalışmada analitik bir eklektizm tercih edilmiştir.
Dış politikanın analizi bağlamında yeterli bir çerçeveye sahip olmayan inşacı
yaklaşım, Dış Politika Analizi yaklaşımlarından belirli konularda öncülük
edebileceği oranda seçici bir şekilde faydalanılarak tamamlanmaya çalışılacaktır.
Bu açıklamalar ışığında, çalışmanın araştırma sorusu, en genel anlamda ‘kimlik
unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti
devleti,
eden’i
temsil
etmek
üzere
analiz
edilecektir.
Fakat
yapı-eden
kavramsallaştırılmasıyla açıklanmaya çalışıldığı üzere, eden olarak devlete
odaklanmak, bütünüyle devletlerin Uluslararası İlişkiler’deki birincil konumuyla
ilgili ontolojik bir iddia olarak okunmamalıdır. Devlet, açıklamanın kaynağı değil,
bizatihi açıklanması gereken sorun olarak ele alınmaktadır. Eden olarak devlet, bu
çalışmada verili kabul edilmemekte, sosyal olarak inşa edildiği ya da diğer bir
deyişle, bir kimliği olduğu varsayımıyla yola çıkılmaktadır.
Bu çerçevede analiz birimi devlet olan bu çalışmada, analiz düzeyi (levels of
analysis 5) söz konusu olduğunda, dış politikayı analiz etmenin en iyi yolu olduğu
iddiasıyla herhangi bir düzey lehine tercihte bulunulmayacaktır. Kuramsal anlamda
bu çalışmanın dayandığı yapı-eden kavramsallaştırmasının doğal bir sonucu olarak,
5
Analiz düzeyleri konusunda, J. David Singer, “The Level-of-Analysis Problem in International
Relations”, World Politics, Cilt 14 (1), 1961, s. 77-92 ve A. Nuri Yurdusev, “‘Level of Analysis’ and
‘Unit of Analysis’: A Case for Distinction”, Millennium: Journal of International Studies, Cilt 22
(1), 1993, s. 77-88’e bakılabilir. (Bu makalenin Türkçe çevirisi, “’Analiz Seviyesi’ ve ‘Analiz Birimi’:
Bir Ayrım Argümanı” başlığıyla, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt 4 (16), 2007-2008, s.3-19’de
bulunabilir.)
3
esasında farklı analiz düzeylerinden söz etmenin anlamlı olmadığı, çünkü her bir
düzeyin diğeriyle etkileşim içinde olduğu varsayımıyla yola çıkılmıştır. Bu
bağlamda, her analiz düzeyine eşit derecede önem verilmesi gerektiği argümanına
bağlı olarak, öncelikle analiz birimi olarak eden/devletin eylemlerini yorumlamak ve
bu bağlamda bu eylemlerin kaynağına inmek, ardından ortaya çıkan yorumlama
temelinde etkileşimi anlamak ve son olarak da daha derin bağlamı, yani yapıyı ortaya
çıkarmak üzere üç düzeyde de analiz yapılmaya çalışılacaktır. 6
Özetlenen kuramsal dayanaklar ışığında bu çalışmada, ‘Türk dış politikasını
belirleyen kimliğin ne olduğu, bu kimliğin zaman içerisinde değişip değişmediği ve
değişmişse ne yönde değişime uğradığı’ sorularının yanıtlanması amaçlanmaktadır.
Bu bağlamda, üç bölümden oluşan tezde, öncelikle Türk dış politikasının analiz
edileceği kuramsal çerçeve oluşturulacak, ardından kimlik kavramının dış politika
analizinde açıklayıcı gücü ölçülmeye çalışılacaktır. Kimlik kavramının, devletlerin
çıkar ve önceliklerini belirleyen unsur olduğu, dolayısıyla dış politika analizinin de
temelinde yattığı ortaya koyulduktan sonra ise, kimliğin ne olduğu ve ne şekilde inşa
edildiği açıklanacaktır. Bu aşamalardan sonra, söz konusu kimliğin değişip
değişmediği sorusuna, üç farklı analiz düzeyinde yanıt aranacaktır.
Çalışmanın birinci bölümünde, kuramsal çerçeveyi kurmak bakımından,
öncelikle Uluslararası İlişkiler disiplinindeki temel yaklaşımların dış politikayı ne
şekilde açıkladıkları incelenecektir. Disiplinde, kuramsal ayrışmanın temelinde yapıeden kavramsallaştırmasının yattığı varsayımıyla, ele alınan yaklaşım ve teoriler
pozitivist-postpozitivist
genel
çerçevesinde
sınıflandırılacak
ve
yapı-eden
kavramsallaştırması üzerine oturtularak analiz edilecektir. Kimlik kavramının genel
olarak uluslararası ilişkiler, özelde de dış politika analizleri bağlamında
açıklayıcılığını ortaya koymak bakımından, bu kavramı pozitivist kuramsal temelleri
dolayısıyla analizlerinde ihmal eden geleneksel yaklaşımlardan farklı olarak, kimlik
kavramını analizlerinin odağına yerleştiren eleştirel yaklaşımlar biraz daha ayrıntılı
ele alınacaktır. Bu bağlamda, bu çalışmanın da kuramsal dayanağı olan inşacı bakış
açısı, bu bakış açısını Uluslararası İlişkiler literatürüne tanıştıran ve ardından
6
Bu yönde bir öneri için, Heiki Patomäki ve Colin Wight, “After Postpositivism? The Promises of
Critical Realism”, International Studies Quareterly, Cilt 44 (2), 2000, s. 233.
4
günümüzün üzerinde en fazla tartışılan yaklaşımı konumuna getiren iki ayrı teorisyen
olan Alexander Wendt ve Nicholas Onuf’un yaklaşımları ışığında açıklanacaktır.
Ardından, bir bakıma bu yaklaşımların birçok özelliklerini içinde barındıran ve aynı
zamanda onları aşma çabasında olan, bu tez çalışmasında kullanılan yöntem
açıklanmaya çalışılacaktır. Bu çerçevede, kimlik perspektifinde dış politika analizi
yapmanın inşacı yaklaşımla olanaklı olmakla birlikte, bu yaklaşımın dış politika
analizi için yeterli derecede kapsayıcı olmadığı, dahası bizatihi dış politikanın doğası
gereği tek bir yaklaşımın sınırları içerisinde kalamayacak kadar kapsayıcı olduğu
varsayımına ulaşılması, analitik eklektizmin tercih edilmesinin de kaynağı olmuştur.
İlk bölümün ikinci kısmı, doğrudan kimlik kavramını açıklamaya ve anlamaya
ayrılmıştır. Farklı disiplinlerin kimlik kavramına yaklaşımları da içerilmekle birlikte,
bu kısımda kimlik kavramı, temelde Uluslararası İlişkiler bağlamında ele alınacaktır.
Kimlik kavramı, öncelikle uluslararası ilişkiler ve dış politika yazınında açıklayıcı
unsur olarak kullanılan ‘ulusal kimlik’ kavramı ile bu çalışmanın araştırma odağını
oluşturan ‘devlet kimliği’ kavramı arasındaki farklılıkları vurgulamak amacı
çerçevesinde
kavramsallaştırılacaktır.
Ardından,
çalışmanın
daha
sonraki
bölümlerinin alt yapısını oluşturacak şekilde dış politika ve kimlik arasındaki ilişki,
inşacı yaklaşımın argümanları temelinde açıklanacaktır.
Tahmin etmek için açıklamak, ama açıklamak için de anlamak gerektiği
düşüncesiyle ilintili olarak, bir devletin dış politika eylemlerini yorumlamak ve
gelecekle ilgili tahminde bulunmak için öncelikle onun kim olduğunu anlamak
gerektiği argümanı bu çalışmanın temel dayanaklarından birisidir. ‘Kimliğin İnşası’
başlığını taşıyan, ikinci bölümde amaçlanan da Türk dış politikasını analiz etmeye ve
gelecekle ilgili tahmin yürütmeye kalkışmadan önce, Türkiye’yi anlamaktır. Bunun
için devlet olarak Türkiye’nin kimliğinin ne olduğu ortaya koyulmaya çalışılacaktır.
Bu bağlamda, öncelikle bu kimliğin nasıl inşa edildiği, kurucu unsurlarının ne
olduğu, devletin inşa süreci olarak dönemlendirilen bir zaman dilimi çerçevesinde,
hem birim, hem etkileşim ve hem de yapı düzeylerinde ayrı ayrı ele alınacaktır. Bu
çerçevede, Türkiye Devleti kimliğinin nasıl inşa edildiğinin analizi, temelde
modernleşme/batılılaşma olgusu ve bununla ilintili olduğu varsayılan Kemalizm
çerçevesinde
gerçekleştirilmeye
çalışılacaktır.
İnşa
süreci
olarak
yapılan
5
dönemlendirme, devletin kimliğinin nasıl inşa edildiği bağlamında yapılacak bir
analizin tarihsel geçmişi gözardı ederek hedefine ulaşmasının olanaklı olmayacağı
varsayımıyla, Osmanlı İmparatorluğu’nun batılılaşma sürecine girmesiyle bağlantılı
olarak kurgulanmıştır.
İkinci bölümü oluşturan üç kısımın her biri, ‘birim’, ‘devlet’ ve ‘yapı’ olmak
üzere bir analiz düzeyine işaret edecek şekilde oluşturulmuştur. Birinci kısımda, eden
olarak devletin kendisine ve devletin (bileşik) kimliğini inşa eden içsel süreçlere,
ikinci kısımda devletin dış politika pratiklerini ortaya koyduğu etkileşim süreçlerine
ve üçüncü kısımda ise uluslararası sistemin yapısına odaklanılarak, Türkiye
devletinin kimliğinin nasıl inşa edildiği, dolayısıyla da ne olduğu ortaya
koyulacaktır.
Çalışmanın üçüncü ve son bölümünde ise, bir önceki bölümde ortaya çıkan
Türkiye devleti kimliğinin değişim dinamikleri ele alınacaktır. Bu bölüm de bir
önceki bölümde olduğu şekilde, her biri ayrı bir analiz düzeyini gösterecek şekilde üç
kısımdan oluşmaktadır. Bu bağlamda, kimliğin değişim dinamikleri birim, etkileşim
ve yapı düzeylerinde ortaya çıkarılmaya çalışılacaktır. Dış politika pratiklerinde
görülen her değişim dinamiğinin bir kimlik değişimi olarak görülemeyeceği, aksine
bu değişimlerin mevcut kimliği güvence altına almanın bir yolu olarak kullanıldığı
varsayımı bu bölümün temelini teşkil etmektedir. Bu bağlamda, özellikle 1990’lı
yıllarda Türkiye’nin kimliğinin değiştiği, neo-Osmanlıcı, Pan-Türkist vb. açılımlar
gösterdiği iddialarının aksine, kimliğin kriz yaşamakla birlikte değişime uğramadığı
ve söz konusu değişim ve açılımların mevcut kimliği koruma güdüsüyle ortaya
koyulduğu öne sürülecektir.
Türkiye’de Kemalist inşa sürecinin sona erdiği ve toplumsal değişim
dinamiklerinin harekete geçtiği, 1950’li yıllardan 2000’li yıllara birim düzeyinde
yapılacak bir analizle, inşa süreci sonrasında ortaya çıkan yeni bir kimlik olup
olmadığı ortaya koyulmaya çalışılacaktır. Ardından söz konusu kimlik dinamiğinin,
1990’lı yıllarda etkileşim süreçlerindeki dış politika pratiklerine ne şekilde etkide
bulunduğu ve aynı zamanda bu etkileşimlerden nasıl etkilendiği açıklanarak,
Türkiye’nin kimliğinin değişmediğine dair öne sürülen argüman kanıtlanmaya
6
çalışılacaktır. Son olarak, yine 1990’lı yıllarla birlikte uluslararası sistemin yapısının
kimliğin kriz ve değişimine yaptığı etki yapısal süreçlerin analiziyle açıklanacaktır.
7
BİRİNCİ BÖLÜM: KURAMSAL VE KAVRAMSAL ÇERÇEVE
Bu çalışma Türk dış politikasını geleneksel yöntemlerin dışında, inşacı perspektif
içerisinde sayılabilecek, ama bu yaklaşımın da eksikliklerini aşmaya çalışan farklı bir
yöntemle açıklamayı amaçlamaktadır. Bu bağlamda teorik çerçevenin ortaya
koyulabilmesi için öncelikle Uluslararası İlişkiler disiplinindeki temel yaklaşımların
dış politikayı ne şekilde açıkladıkları incelenecek, ardından bir bakıma bu
yaklaşımların birçok özelliklerini içinde barındıran ve aynı zamanda onları aşma
çabasında olan ve bu çalışmada kullanılan yöntem açıklanacaktır.
I.
DIŞ
POLİTİKANIN
ANALİZİ
VE
YAPI-EDEN
(AGENT-
STRUCTURE) SORUNU
Dış politika analizi (Foreign Policy Analysis), Uluslararası İlişkiler disiplininin bir
alt dalı olarak, dış politikanın kaynakları ile dış politikanın tasarlandığı,
kararlaştırıldığı ve uygulandığı süreçleri açıklama girişimleri sonucu ortaya çıkmış
bir çözümleme düzeyi (level of analysis)’dir. En geniş anlamıyla devletlerin
uluslararası sistemde diğer devletlere karşı davranışları olarak tanımlanabilecek dış
politika, tek bir yaklaşımın sınırları içerisine hapsedilemeyecek bir niteliğe sahiptir.7
Bu nedenle dış politika, Uluslararası İlişkiler disiplinindeki hemen tüm temel
yaklaşımlar için olduğu kadar, disiplinlerarası bir inceleme gerektirdiği için sosyal
bilimler
ailesinin
farklı
yaklaşımları
için
de
bir
araştırma
alanı
oluşturmuş/oluşturmaktadır. Dış politika konusunun yalnızca dış politika analizi
yaklaşımının sınırları içinde kalamayacağı gözönüne alındığında, Uluslararası
İlişkiler disiplininin temel yaklaşımlarınca nasıl ele alındığının ortaya koyulması
gerekmektedir. Disiplindeki her yaklaşım farklı bir bakış açısına sahip olduğundan,
dış politika sorunlarını ve dolayısıyla da analizlerini diğerlerinden farklı biçimde
ortaya koymaktadırlar.
7
M. Fatih Tayfur, “Main Approaches to the Study of Foreign Policy: A Review”, METU Studies in
Development, Cilt 21 (1), 1994, s.113.
8
Uluslararası İlişkiler disiplininde dış politika ya da uluslararası politikaya bakış
açılarını ve dolayısıyla analizleri biçimlendiren ve analizlerdeki ayrışmayı belirleyen
en derinde yapı-eden sorununun ele alınış biçimidir. Bu nedenle çalışmada temelde
Uluslararası İlişkiler literatürünün artık klasik ayrımı haline gelmiş olan gelenekseleleştirel teoriler ayrımına sadık kalınmakla birlikte, 8 bu ayrım, dış politikanın odak
noktası olarak alınmasını sağlayacak şekilde yapı-eden tartışması üzerine
oturtulacaktır.
Yapı-eden tartışması aynı zamanda disiplinde uluslararası politika-dış politika
ayrışmasının da temel nedeni olduğundan önemlidir. Disiplinde ‘İkinci Tartışma’ ya
da davranışsalcı etki ile başlamış olan bu ayrışma, özellikle ‘Üçüncü Tartışma’
sonrasında yapı-eden konusunda birçok sentez çabası ortaya çıkmış olmasına karşın,
henüz herhangi bir birleşmeye dönüştürülebilmiş değildir.
Yapı-eden sorunu ontolojik anlamda bu unsurlardan hangisine öncelik verileceği
ayrışmasına dayanmaktadır. Bu bağlamda, teorileri yapı-eden sorununu ele alış
biçimleri açısından bütüncü (holist), bireyci 9 (individualist) yaklaşımlar ile yapı-eden
konusuna etkileşim açısından yaklaşan sentezci yaklaşımlar ve/veya yapılanmacılar10
olarak ayırmak mümkündür. Bunun yanında, bireyci ve bütüncü yaklaşımlar
geleneksel teorinin sınırları içerisinde bulunurken, eleştirel teoriler bireyci ya da
bütüncü olmadıkları gibi, ne ölçüde sentezci oldukları da tartışmalıdır.
Uluslararası İlişkiler literatüründeki klasik ayrımlamanın aksine, bu çalışmada davranışsalcı akım ve
sonrası geleneksel yaklaşımlar birlikte ele alınmaktadır. Klasik yazında, davranışsalcı akımın,
geleneksel diye adlandırdığı yaklaşımlara tepki olarak ortaya çıktığı olgusundan hareketle böyle bir
ayrım yapılmaktadır. Buna karşın, davranışsalcı akımın geleneksel yaklaşımlara yalnızca metodolojik
bir başkaldırı olduğu, epistemolojik açıdan geleneksel yaklaşımlarla aynı çizgide durduğu gerçeğinden
yola çıkıldığında, davranışsalcı akımın geleneksel başlığı altında değerlendirilmesi yanlış
olmayacaktır. Uluslararası İlişkiler disiplininde 1980 sonrasında ortaya çıkan yeni tartışmaların,
gelenekselci ve davranışsalcı yaklaşımların paylaştığı pozitivizme bir meydan okuma oldukları göz
önüne alındığında, eleştirel ve temelde eleştirel teoriden ortaya çıkan yeni Uluslararası İlişkiler
yaklaşımlarının yeni ve ayrı yaklaşımlar olarak ele alınmaları daha uygun olacaktır.
9
Burada bireyci terimi, insan öznesine odaklanmak anlamında değil, eden’e ya da birime odaklanmak
olarak anlaşılmalıdır. Bu birim insan/birey ya da bireylerin oluşturduğu gruplar olabileceği gibi, çoğu
zaman devlettir.
10
Bireyci yaklaşımlar, edene yapı karşısında öncelik tanıyan ve analiz birimi olarak seçtikleri bireysel
aktöre edenliği atfeden yaklaşımlardır. Yapısalcılar, edenleri daha derin yapıların yüzeysel
görünümleri olarak kabul ederek, yapıya eden karşısında öncelik tanımaktadır. Buna karşın
yapılanmacılar, yapı ve edenin birbirine karşılıklı bağımlılığını vurgulamaktadır. Bkz. dipnot 102.
8
9
1. Geleneksel Bireyci ve Bütüncü Yaklaşımlar
A. Bireyci Yaklaşımlar: İdealizm, Realizm ve Dış Politika Analizleri
Geleneksel Uluslararası İlişkiler teorilerinin ilk jenerasyonunu oluşturan idealizm ve
realizm ile ikinci jenerasyon olarak sayabileceğimiz Dış Politika Analizleri (DPA)
yaklaşımları bireyci kategorisi içinde ele alınmalıdır. Bu yaklaşımların “bireyci”
olarak
sınıflandırılması
eden’e
odaklanmalarından
kaynaklanmaktadır.
Bu
yaklaşımlardan idealizm ve realizmde eden, insan doğasından çıkarsanan bir
varsayımla rasyonelliğin yüklendiği devlettir. DPA de kendi içerisinde eden-liği hem
devlet, hem de doğrudan bireye yükleyen, fakat tümü bireyci olan farklı yaklaşımları
barındırmaktadır.
a. İdealizm
İdealistler, 11 temel olarak Ondokuzuncu yüzyıl liberalizminin insan doğasıyla ilgili
görüşlerini benimsemiş ve bu bağlamda insan doğasının esasında iyi ve işbirliğine
yatkın
olduğu
sonucuna
varmışlardır.
İdealizmin
temelindeki
en
önemli
varsayımlarından birisi insanların rasyonel olduğudur. Bu varsayım idealistleri
insanların savaşı dış politika için yararlı bir araç olarak görmeyecekleri sonucuna
götürmüştür. İnsanların kötü davranışlarının ya da daha doğrudan savaşların nedeni,
karşılıklı yanlış anlama ve siyasal süreçlerdeki yanlış yönlendirilmiş zihniyetlerdir.
İdealist yaklaşımda dış politikanın ne şekilde ele alındığı konusunda burada ortaya koyulacak
görüşlerin birer genelleme olduğu ve idealistlerin kendi içlerinde de farklı söylemler barındırdıkları,
tek bir ses olmadıkları belirtilmelidir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya koyulan tüm çalışmaları
tek bir başlık altında “idealist” olarak adlandıranlar, daha sonra bu yaklaşıma bir meydan okuma
olarak ortaya çıkacak olan realistlerdir. Realistler kendilerini bu şekilde adlandırmadan önce aslında
“idealizm” adına konuştuğunu savunan kimse de yoktur. Yine de, tarihsel barış projelerinden
Hıristiyan ahlaka, ticaret serbestliğinden dünya federalizmine iki savaş arası dönemin uluslararası
ilişkiler söylemleri ortak bazı temellere dayanmakta olduğundan genellemelere gidilmesi olanaklı
olmaktadır. Bu bağlamda, disiplinde genel kabul gören bir yaklaşıma dayanılarak, ama aradaki söylem
farklılıklarının da farkında olarak burada idealizmin dış politikayı açıklama biçimini belirleyen temel
noktalar ele alınacaktır. İki savaş arası dönemin idealist söylemlerinin bir karşılaştırması için bkz.
Cameron G. Thies, “Progress, History and Identity in International Relations Theory: The Case of the
Idealist-Realist Debate”, European Journal of International Relations, Cilt 8 (2), 2002, s. 147-185
ayrıca bkz. David Long ve Peter Wilson, Thinkers of Twenty Years’ Crisis (Oxford: Clarendon
Press, 2003).
11
10
Savaşı önlemenin yolu ise, uluslararası toplumda demokrasi ve barışı kuracak kurum
ve mekanizmaların oluşturulmasıdır. Buna göre, nasıl barışı sağlayanlar tarafından
oluşturulan Milletler Cemiyeti’nin bir misyonu varsa, idealizmin de bu yönde bir
misyonu vardır. 12 İdealizm, bu misyonuyla uluslararası kurumsallaşma konusu
üzerinde odaklanmış, hatta Uluslararası İlişkileri uluslararası kurumsallaşmayla aynı
anlama taşımıştır. Bu bağlamda, uluslararası kurumsallaşma yoluyla barışın
sağlanacağı ve sürdürülebileceği akılcı bir uluslararası ortam yaratma çabası,
idealizmin dış politikayı açıklama biçimi haline gelmiştir. 13 Her ne kadar klasik
liberalizmin temel varsayımlarından yola çıkmışlarsa da, idealistlerin tümü
uluslararası ilişkileri liberaller ya da daha doğru bir deyişle Kantçı geleneğe dayanan
liberaller gibi insan toplumunun ilişkileri olarak görmemiş, aksine ulus devletlerin
toplamından oluşan bir sistem olarak görmeyi yeğlemişlerdir. Bu bağlamda,
Ondokuzuncu yüzyıl liberalizminin insana yüklediği rasyonellik varsayımı Yirminci
yüzyılın idealist Uluslararası İlişkiler yaklaşımlarının çoğunda devlete yüklenmiş ve
rasyonellik varsayımı devlete eden olmaklığını sağlayan unsur olmuştur. Bu
çerçevede Uluslararası İlişkilerin idealist teorisi de uluslararası ilişkiler ve dış
politikayı eden’e odaklanarak analiz etmiştir.
İdealist teoride yapıyı oluşturan uluslararası sisteme ulus-devletlerin toplamı (ya
da insan toplumunun bir toplamı) olmaktan öte bir anlam yüklenmediğinden, yapıya
eden üzerinde bir etki olasılığı tanınmamıştır. Uluslararası kurumsallaşma,
uluslararası sistemde rasyonel ulus devletlerin kendi çıktıları sonucu oluşturulacak
bir durum olarak görülmüştür. Yapıyı gözardı eden ve edene odaklı analiz yapan
bireyci bir yaklaşım olmasına karşın idealizm, eden’i açıklayıcı bir çerçeveye sahip
değildir. İdealizm, insanın ve dolayısıyla devletin rasyonelliğini varsayarak,
insanları/devletleri bu rasyonellikten uzaklaştıran etkiler mevcut olmadığında tüm
edenlerin “aynı” rasyonel davranışları ortaya koyacakları argümanına dayandığından,
eden’leri farklılaştıran ve bu farklılıklara dayanarak onu açıklamayı sağlayan bir
çerçeveden yoksun kalmaktadır.
12
13
Hollis ve Smith, Explaining and Understanding International Relations, s. 19-20.
Tayfur, “Main Approaches to the Study of Foreign Policy”, s. 118.
11
b. Realizm
İdealizmde
görüldüğü
şekilde
devlete
yüklenen
eden
olmaklık,
realizme
baktığımızda rasyonellik yanında istek, niyet, inanç gibi diğer insani özelliklerin
yüklenmesiyle de desteklenmiştir. Devlete insani özelliklerin yüklenerek edenliğinin
sağlanması çabası en kolay şekilde realizmin “devletlerin de insanlar gibi güç
çerçevesinde tanımlanan çıkarları peşinde koştukları” önermesinde görülebilir. 14
Bunun yanında, realizmin en güçlü yönlerinden birisini oluşturan, devletlerin
bütüncül aktörler olarak kabul edilmesi de aynı şekilde kişileştirmeyle bağlantılıdır.15
Bu çerçevede realizme göre, devletler de insanlar gibi rasyonel ve bütüncül
olduklarından, dış politika her devlet için aynı olan ulusal çıkarlarla yönlendirilen
devlet davranışlarının etkileşimiyle belirlenmektedir. Yalnızca güç çerçevesinde
tanımlanan ve devletleri bilardo topları 16 gibi aynılaştıran ulusal çıkarlar uluslararası
sistemin ‘durumun’dan kaynaklanmaktadır. Realizmde uluslararası sistemin bu
‘durumu’ anarşi olarak tanımlanmaktadır. Anarşinin Waltz’dan ödünç alınan bir
sözcükle ‘durum’ 17 olarak tanımlanması, realizmde anarşinin yapısalcı anlamda
uluslararası sistemin yapısı olarak görülmediğinin altını çizmek içindir. Devletler
arasında etkileşimin ortaya koyulduğu saha olan uluslararası sistem anarşiktir, fakat
bu anarşi birimlerden bağımsız bir varlığa sahip olan ‘yapı’ değildir. Bu bağlamda
realizmde ve özellikle de Morgenthau’da anarşi kavramı Hobbes’un “doğa
Uluslararası İlişkiler literatüründe, realizmin babası sayılan ve siyasi realizmin altı ilkesini ortaya
koyan Morgenthau’ya göre, devletler doğaları gereği bireyler gibi çıkarları peşinde koşan varlıklardır.
Sürekli çıkarları peşinde koşan devletlerden meydana gelen uluslararası sistemde sonu gelmez bir güç
mücadelesi söz konusudur ve bu anlamda da “çıkar”, güç ilişkileri çerçevesinde tanımlanmaktadır.
Bkz. Hans J. Morgenthau, Uluslararası Politika, Cilt I, çev. Baskın Oran ve Ünal Oskay (Ankara:
Türk Siyasi İlimler Derneği, 1970), s. 4-5.
15
Bütüncül aktör varsayımına göre, devletlerin kendi içindeki farklılıklar dış dünyaya karşı
hükümetlerin tek bir ağızdan konuşmasına olanak sağlayacak şekilde çözümlenir ve dolayısıyla
analitik açıdan dünyaya karşı bütünleşik tek bir birim halinde kabul edilirler. Bkz. Mustafa Aydın,
“Uluslararası İlişkilerin ‘Gerçekçi’ Teorisi: Kökeni, Kapsamı ve Kritiği”, Uluslararası İlişkiler, Cilt
1 (1), Bahar 2004, s. 40.
16
Devletlerin bilardo topları olarak tanımlanması, Morgenthau’un realizmin ilkelerini ortaya attığı
dönemden daha sonra adı konulmuş olan “bilardo topu modeli”ne dayanmaktadır. Realizmin bütüncül
aktör varsayımını en iyi şekilde açıklayan bu modele göre, devletlerin dış politika davranışlarını
belirleyen kendi iç çevrelerinde meydana gelen olaylar değil, birbirleri arasındaki etkileşim (bilardo
toplarının birbirlerine çarparak meydana getirdikleri hareket gibi) olacaktır.
17
Kenneth N. Waltz, “Realist Thought and Neorealist Theory”, Andrew Linklater (der.),
International Relations: Critical Concepts in Political Science, Cilt IV (Londra, New York:
Routledge, 2000), s. 1533.
14
12
durumu”nun realist teoriye aktarımıdır. Bu doğa durumu aynı zamanda realist teori
açısından uluslararası ilişkiler alanında iç ve dış ayrımını yaratan temel unsur olarak
ortaya çıkmaktadır. Uluslararası ilişkilerin edenleri olarak devletlerin içsel alanı
hiyerarşiyle
tanımlanmakta
ve
anarşinin
hakim
olduğu
‘dış’tan
farklılığı
vurgulanarak, uluslararası ilişkiler açısından önemli olanın dışsal alanda bulunacağı
çıkarımıyla, ‘iç’ bütünüyle gözardı edilmektedir.
Realizmin çizilen bu çerçevede eden’e odaklanan, ayrı bağımsız bir varlık olarak
yapının eden üzerindeki etkilerini gözardı eden bireyci bir yaklaşım olduğu açıktır.
Fakat dış politikayı açıklayıcı tek ve en önemli analiz aracının ulusal çıkar ve bu
bağlamda ortaya koyulan davranışlar/etkileşim olduğu realist teoride bu ulusal
çıkarların nereden geldiği konusunda tatmin edici bir açıklama yoktur. İnsan
doğasından yapılan bir çıkarımla, devletlerin temel ulusal çıkarları en başta beka,
yayılma ve hakimiyet olarak belirlenmiştir ve bu ulusal çıkarlar insan doğasına içkin
kabul edildiklerinden, zaman ve mekana bağlı değil, 18 yani verilidirler. Ulusal
çıkarları verili almak, nereden kaynaklandıkları sorusunu sormamak, bu çıkarlar
peşinde koşan devletleri de verili almak anlamına gelmektedir. Bu bağlamda
realizmin eden’e odaklanan, dış politikayı eden açısından açıklayan bireyci bir
yaklaşım olarak eden için söyleyecek birşeyi yoktur.
Bu
durum
realizmin
pozitivist/rasyonalist
çerçevesiyle
de
uyumludur.
Morgenthau’un belirttiği şekilde siyaset nesnel yasalarca yönetilmekteyse, rasyonel
bir uluslararası ilişkiler teorisinin amacı da bu uluslararası ilişkileri yöneten nesnel
yasaları ortaya çıkarmak olmalıdır. 19 Bunun için de rasyonel/bilimsel bir uluslararası
ilişkiler teorisinin temeli, sosyal-kültürel unsurlar gibi zaman ve mekana bağlı ve
göreceli kavramlar yerine evrensel bir kavram olan “güç”e, 20 dolayısıyla da güç
çerçevesinde tanımlanan çıkarlara dayanmalıdır. Fakat tüm devletler için aynı ve
verili olan çıkarlar yoluyla bir devletin belirli koşullar altında, neden belirli bir dış
politika davranışını seçtiğini açıklamak olanaksızdır. Realizmin ulusal çıkar
18
Beate Jahn, The Cultural Construction of International Relations (New York: Palgrave, 2000),
s. 14.
19
Morgenthau, Uluslararası Politika, s. 3.
20
Jahn, The Cultural Construction of International Relations, s. 15.
13
tanımlaması Weldes’in deyimiyle “devlet davranışını açıklamak için fazla geniş,
fazla genel [ve] fazla belirsiz...”dir. 21
c. Dış Politika Analizleri (DPA)
Dış Politika Analizinin disiplinde ayrı bir alan olarak ortaya çıkışı, sosyal bilimlerde
“davranışsalcı” devrimin yaşandığı döneme rastlamaktadır. Bu dönem, uluslararası
politika ve dış politika çalışmalarının Uluslararası İlişkilerde ayrı iki alt-dal olarak
ortaya çıktığı tarih olarak da alınabilir. DPA, disiplinde dış politikanın analiz edilme
yöntemini önemli oranda değiştirmiş, kendisinden önceki yaklaşımların bakış
açılarını bir bakıma tersine çevirmiştir. Bu tersine çeviriş, bir yandan davranışsalcı
akımın etkisiyle ‘bilimsel’ bir dış politika teorisi ortaya koymaya çalışan
karşılaştırmalı dış politika analizleri, diğer yandan realizmin bütüncül aktör
varsayımına soyut varlıklar olan devletlerin kendi başlarına değil, karar alıcıları
aracılığıyla hareket ettiklerini öne süren karar verme yaklaşımı temelinde yapılan
karşı çıkışla gerçekleştirilmiştir. Karşılaştırmalı dış politika analizleri her ne kadar
farklı bir yaklaşım türü olarak görülse de, onun da temelinde karar verme anlayışı
olduğundan, 22 genel olarak DPA’nın temelinde karar verme yaklaşımı olduğu
söylenebilir.
Dış politika analizlerinde bir analiz türü olarak karar verme yaklaşımı, esas
itibariyle ilk kez Synder, Bruck ve Sapin tarafından gündeme getirilmiş ve bu
yazarlar günümüzde bu konuda artık bir klasik haline gelen çalışmalarında
geleneksel yaklaşımlar karşısında devrim sayılabilecek düşünceler öne sürerek karar
verme analizlerinin de öncüsü olmuşlardır. Sözü edilen yazarlar devletlerin
davranışlarını, o devletin resmi karar alıcılarının davranışları olarak tanımlamış ve
analiz için önemli olan unsurun bu karar alıcıların durumu nasıl gördüklerini
anlamak olduğunu ileri sürmüşlerdir. 23 Yazarlar tarafından öne sürülen bu temel
21
Jutta Weldes, “Constructing National Interests”, European Journal of International Relations,
Cilt 2 (3), 1996, s. 278.
22
James N. Rosenau ve Gary D. Hoggard, “Foreign Policy Behavior in Dyadic Relationships: Testing
a Pre-Theoretical Extension”, James N. Rosenau (der.), Comparing Foreign Policies : Theories,
Findings, and Methods (New York-Londra: John Wiley &Sons, 1974), s. 119.
23
Richard C. Snyder, H. W. Bruck ve Burton Sapin, “The Decision-Making Approach to the Study of
International Relations”, James A. Rosenau (der.), International Politics and Foreign Policy: A
Reader in Research (New York: The Free Press, 1969), s. 202.
14
argüman dış politika analizlerine bireyleri, dolayısıyla bu bireylerin içinde çalıştığı
grupları ve bu grupların dış politika kararlarını oluşturmak üzere içinde çalıştıkları
örgütsel süreçleri getirmiştir.
Devlet ve hükümetlerin kendi başlarına değil, karar alıcı olarak adlandırılan
somut
bireyler aracılığıyla hareket
ettikleri
görüşünün
ortaya
koyulması,
davranışsalcıların geleneksel olarak adlandırdıkları yaklaşımların (özellikle realizm)
en önemli dayanak noktası olan rasyonellik konusunun sorgulanmasına yol açmıştır.
Rasyonellik varsayımının sorgulanması; insan rasyonalitesinin “sınırlı” olduğu,
bireylerin ihtiyaç ve arzularını optimize etmek yerine “tatmin” olmaya çalıştıkları;
eksiksiz bilgiye sahip olamayacakları gibi aynı anda iki ya da üçten fazla alternatifi
birden aynı ölçüde değerlendiremeyecekleri; stres altındayken normal koşullarda
olduğundan farklı şekilde bilgi toplayacakları ve bireylerin kişisel özellikleri ve
kültürel-sosyal eğilimlerinin içinde bulundukları durumu yorumlamalarında etkili
olduğu şeklinde önemli çıkarsamalara yol açmıştır. Rasyonellik varsayımına bu
şekilde karşı çıkış dış politika analizlerine bugün “bilişsel devrim” olarak
adlandırılan dönüşümü getirmiştir. Bilişsel devrimin dış politika yapıcısı bireylerin
zihinleri boş birer kukla gibi (tabula rasa) ele alınmalarının olanaksız olduğunu
ortaya koymasıyla birlikte, karar verme analizlerine karar vericilerin algılamaları,
inanç sistemleri, değerleri, duyguları ve karşı karşıya bulundukları durumlarla ilgili
kavramsallaştırmaları dahil olmuştur. Aslında bütün analiz odaklarının ortaya
çıkışında ‘algılama’ anahtar kavram olmuştur. Karar vericilerin algılamalarını hangi
unsurların etkilediğinin bilinmesi çabasıyla birlikte, bireylerin algılamalarının
değerleri, kişisel özellikleri, geçmiş deneyimleri gibi unsurların oluşturduğu inanç
sistemlerinden etkilendiği ortaya koyulmuştur. 24
Dış politika analizlerine bireylerin dahil olması, aynı zamanda bu bireylerin karar
verme sürecinde çalıştıkları grupların öneminin vurgulanmasına da yol açmıştır.25
Karar vermenin her zaman bir grup eylemi olduğu ve dış politikanın oluşturulma
24
James F. Voss ve Ellen Dorsey, “Perception and International Relations”, Eric Singer and Valerie
Hudson (der.), Political Psychology and Foreign Policy (Boulder: Westview Press, 1992), s. 6.
25
Karar alıcıları mensup oldukları küçük grup içerisinde inceleyen ve bu gruba ait olmanın, dış
politika kararını ne şekilde etkileyeceğini ortaya koymaya çalışan temel bir çalışma için bkz. Irving
Janis, Victims of Groupthink (Boston: Houghton-Mifflin, 1972).
15
sürecinin bütünüyle tek bir bireyin elinde olmadığı görüşüyle yola çıkanlar, dış
politika analizlerinde grupların yapısı üzerine odaklanmışlar ve grupların etkisi çok
küçük gruplardan, büyük örgütsel yapı ve bürokrasilere kadar değişen düzeylerde en
çok analiz edilen alanlardan birisi olmuştur. Bu çerçevede, karar verme yaklaşımları
için yapılan klasik bir ayrım olarak dış politikayı açıklamada üç analiz türü olduğu
kabul edilmektedir. Graham T. Allison tarafından yapılan sınıflandırmaya göre bu
analiz türleri; Rasyonel Aktör Modeli (RAM), örgütsel süreç modeli ve bürokratik
politika modelidir. 26
RAM bir DPA yaklaşımı olmasına karşın, aslında realist teorinin DPA
içerisindeki temsilcisi olarak da tanımlanabilir. RAM, karar alma faaliyetini, belirli
durumlarda merkezi şekilde kontrol edilen, tam bilgi edinmiş ve değerleri maksimize
eden rasyonel bir karar alıcı veya bir birimin hareketi olarak açıklamaktadır. 27
Rasyonalite varsayımına dayanan bu modelin temel varsayımları; karar alıcının
bütün alternatifleri göz önüne aldığı, gerekli tüm bilgiyi elde ettiği ve kullandığı,
fayda/maliyet hesabıyla hareket ederek kararın olumlu ve olumsuz tüm sonuçlarıyla,
seçilen kararın uygulanmasının sonuçlarını hesapladığı biçiminde özetlenebilir.
Karar alıcı rasyonel varsayıldığından, bu aşamalarla en iyi kararı seçmeye çalışırken
kişisel özellikleri, önyargıları ve geçmiş tecrübeleri gibi unsurların etkisine açık
değildir, bir bakıma bütün karar alıcılar aynı kişiliğe sahipmiş gibi ele alınır. 28
Bu çerçevede bakıldığında, RAM eden’i dış politika analizlerinin genel
çerçevesine uygun bir görünümle bütüncül almaz, dış politika davranışlarını karar
alıcıların faaliyetlerinin sonucu olarak görür. Fakat bu noktada DPA’nın genel olarak
sorguladığı rasyonalite varsayımına sahip olmasıyla realist argümanlara geri döner.
Bireylerin rasyonel varsayılması, sosyal bağlamdan kopuk, inanç, algılama, istek gibi
nitelikleri görmezden gelinerek mekanik bir öncelikler sürecine oturtulması
26
Graham T. Allison, Essence of Decision: Explaining the Cuban Missile Crisis (Boston: Little
Browm, 1971). Bu klasik ayrıma göre analiz birimi olarak doğrudan bireylerin alındığı analiz
türlerinin rasyonalite varsayımına dayandığı gibi bir sonuç çıksa da, DPA çalışmalarının daha ilk
yirmi yılı geçmeden psikolojik unsurların, dolayısıyla da rasyonaliteyi reddeden birey odaklı
çalışmaların zireye oturmuş olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
27
Allison, Essence of Decision, s. 67.
28
Sydney Verba, “Assumptions of Rationality and Non-Rationality In Models of the International
System”, James N. Rosenau (der.), International Politics and Foreign Policy a Reader in Research
(New York: The Free Press, 1969), s. 219.
16
sonucunu getirmiştir. 29 Sonuçta, rasyonellik dışında bir nitelikleri olmayan karar
alıcıların tercihleriyle ortaya koyulacak dış politika davranışı, yine realist teoride
olduğu gibi bütüncül bir aktör yaratmaktadır. RAM da realist teori gibi dış politikayı
eden üzerinden açıklamasına karşın, eden ile ilgili açıklayıcı bir yaklaşıma sahip
değildir. Aslında RAM, dış politika davranışlarını açıklamak için kullanılan bir
çerçeve olmaktan çok tercih stratejilerini ortaya çıkarmaya yarayan bir modeldir. 30
Yani, belirli bir dış politika davranışının neden seçildiği ile ilgilenmez, belirli
koşullar altında rasyonel aktörlerin rasyonel tercih yapabilmek için hangi tür
stratejiler izleyebileceklerini ortaya koymaya çalışır. Yine devletler arası etkileşim
sürecini rasyonel bir oyun olarak gören bu modelde de oyunların ortaya koyulduğu
yer olan uluslararası sistemin yapısı gözardı edilmiştir.
Bu noktada RAM’ın eksiğini gideren davranışsalcı akımın dış politika
çalışmaları, hatta Uluslararası İlişkilerdeki ilk yansıması olarak karar verme odaklı
analiz türlerinden daha önce ortaya çıkan ve analizlerin odak noktasını davranışlara
yönelterek gidermeye çalışan karşılaştırmalı dış politika analizleri olmuştur.
Karşılaştırmalı dış politika analizlerinin en önemli dürtüsü ‘bilimsel’ bir dış politika
teorisi kurmak olduğundan, gözlemlenebilir davranışlar arasındaki düzenlilikleri
analiz etmeye odaklanmıştır. Karşılaştırmalı dış politika analizlerini Uluslararası
İlişkiler’le tanıştıran James Rosenau’ya göre, devletlerin davranışlarının biricikliğini
(unique) görebilmenin yolu bu davranışların karşılaştırılmasından geçmektedir. 31 Bu
çerçevede Rosenau, öncelikle analizlerde karşılaştırma sağlayıcı değişkenleri (dış
politikayı açıklayıcı değişkenler olarak incelenen devletin büyüklüğü, gelişmişliği ve
siyasal sorumluluk derecesine göre, kişisel, hükümetsel, sosyal, sistemsel ve rol
olarak) belirlemiş, bu değişkenlere göre yapılan karşılaştırmalı analizlerle birden
fazla devletin dış politikalarındaki benzerlik ya da farklılıkların belirlenebileceğini
RAM’da gözardı edilmiş olsa da “öncelik” analizlere sosyal unsurları davet eden bir kavramdır. Dış
politika oyununda aktörlerin öncelikleri etkileşimler sonucu değişebilir, yani ya başka bir devletin
ortaya koyduğu dış politika davranışı ya da yapının zorlaması aktörlerin önceliklerinde değişiklik
yapabilir. Bu değişikliğin gerçekleşmesi aktörün durumu yorumlamasına ve dolayısıyla da
anlamlandırmasına yol açacağından mekanik değil bütünüyle sosyal bir süreçtir. Fakat RAM’da
aktörlerin sabit, değişmez bir öncelikler demetine sahip oldukları varsayılmıştır.
30
Walter Carlsnaes, “The Agency-Structure Problem in Foreign Policy Analysis”, International
Studies Quarterly, Cilt 36 (3), 1992, s. 251.
31
James N. Rosenau, “Introduction”, James N. Rosenau (der.), Comparing Foreign Policies:
Theories, Findings, and Methods (New York-Londra: John Wiley &Sons, 1974), s. 11.
29
17
öne sürmüştür. 32 Bu bağlamda bakıldığında, karşılaştırmalı dış politika analizlerinin
odak noktası olan davranış nesnel olarak ölçülebilir olduğundan, davranışa
odaklanmak aynı zamanda ‘bilimsel’ Uluslararası İlişkiler analizi yapmanın da tek
yolu olarak görülmüştür. 33 Pozitivist sosyal bilim çerçevesine uygun olarak bu
yaklaşım da bireyi sosyal bir varlık olarak görmez, davranışın ardındaki dürtüleri zihinsel süreçleri- dışlar.
Bu eksikliği ise karar verme yaklaşımları denildiğinde ilk akla gelen birey odaklı
analiz türleri tamamlamaya çalışmıştır. Dış politika analizlerine bireylerin karmaşık
iç dünyalarını getiren karar verme yaklaşımlarının eden’i bireylerdir. Bu yaklaşımlar
devleti eden olarak kabul etmezler, çünkü bir soyutlama olan devletin eden olmasına
olanak olmadığını, edenliğin yalnızca insanda bulunabileceğini ve dolayısıyla da
uluslararası ilişkilerin kaynağının bütünüyle insan olduğunu öne sürerler. 34 Bu
bağlamda karar verme yaklaşımlarında analiz düzeyi devlet olmasına karşın, analiz
birimleri bireyler, bireylerin oluşturduğu gruplar veya bu grupların içerisinde
çalıştıkları bürokratik-örgütsel süreçlerdir.
Karar verme yaklaşımları daha çok karar alcıların sübjektif durumuna odaklanmış
ve bunu yaparken de bilimsel olmaya çalışmışlardır. Davranışları, bu davranışların
ardındaki algılamalar, imajlar, inanç sistemleri gibi sosyal psikolojiden alınan
kavramlar yoluyla açıklama yoluna giderek analizlere sübjektif fenomenleri
getirmişlerdir. Fakat her ne kadar sübjektif fenomenlere odaklanmış olsalar da,
pozitivist epistemoloji çerçevesinde bilimsel olma amacını yitirmediklerinden, bu
fenomenleri objektif durumlar olarak tanımlamışlardır. Çünkü pozitivist sosyal
bilime göre insanın sübjektifliği, sosyal davranışların objektif olarak analiz
edilmesine engel değildir. 35 Bütün bu bilişsel ve psikolojik unsurlar karar alıcıların
içerisinde bulundukları objektif gerçekliği doğru şekilde yorumlamalarına ve
32
James N. Rosenau ve Gary D. Hoggard, “Foreign Policy Behavior in Dyadic Relationships: Testing
a Pre-Theoretical Extension”, James N. Rosenau (der.), Comparing Foreign Policies, s. 119.
33
Vendulka Kubalkova, “Foreign Policy, International Politics, and Constructivism”, Vendulka
Kubalkova (der.), Foreign Policy in a Constructed World (New York-Londra: M. E. Sharp, 2001),
s. 18.
34
Valerie M. Hudson, “Foreign Policy Analysis: Actor-Specific Theory and the Ground of
International Relations”, Foreign Policy Analysis, Cilt 1 (1), 2005, s, 2.
35
Richard Ashley, “The Poverty of Neorealism”, Robert E. Keohane (der.), Neorealism and Its
Critics (New York: Cambridge University Press, 1986), s. 281.
18
dolayısıyla da rasyonel olmalarına engel olan unsurlar olarak ele alınmışlardır. Bu
bağlamda, her ne kadar karar alıcıların kararlarını alırken sınırlı bir rasyonaliteye
sahip oldukları öne sürülse de bu durum temelde aktörlerin sorunlar ve zorluklar
altında en iyi seçeneği tercih etmeleri ile ilgili varsayımlardan çıkarsanmaktadır.
Burada karar alıcıların karşısında verili bir seçenekler demetinin varlığı ve bunlar
arasından en iyi olanı seçme beklentisi rasyonalite temelinden bütünüyle
uzaklaşılmamış olduğunu göstermektedir. 36 Ayrıca, karar verme yaklaşımları birey
psikolojisine fazlasıyla odaklandıklarından, bireyin içerisinde bulunduğu sosyal
bağlamı ve dolayısıyla da yapıyı gözardı etmişlerdir. Bununla birlikte bireysel
düzeyde psikolojik unsurlara odaklanmakla karar alma yaklaşımlarının analiz
soruları dış politika ile ilgili olmaktan çok, dış politika kararlarının oluştuğu
süreçlerle ilgili olmuştur. 37
DPA’nın özellikle birey odaklı çalışmalarının yapıyı bütünüyle gözardı etmiş
olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bunun yanında sosyal yapıları bir ölçüde
analizlerine dahil eden DPA yaklaşımlarından da söz etmek olanaklıdır. Örneğin,
bürokratik politika modeli dış politika kararlarının oluştuğu bürokratik süreçleri
inceleyerek, kurumlar yoluyla analizlere yapıyı getirmiştir. Fakat bu modelde sosyal
yapı analize yine yalnızca bireyler aracılığıyla girebilmektedir 38 ve bu yapı da dış
politikanın oluşturulma sürecini ertkileyen içsel sosyal yapı olmakla sınırlıdır.
Dış politika analizlerinde yapının (uluslararası sistemin yapısı olarak) gözardı
edilmiş olması, dış politikayla dünya bağlamı arasında ilişki kurulmasını
engellemektedir. Dış politika kararlarının ne şekilde ortaya çıktığını bilmek analizler
için önemlidir fakat, birey psikolojisinin kararı ne şekilde etkilediği ya da bürokratik
ve örgütsel süreçlerin kararların oluşmasında ne türden etkilerinin olduğunun
bilinmesi devletler arası alanda bu dış politikaların nasıl bir etki yaptığını ve aynı
şekilde devletler arası bağlamın dış politika üzerindeki etkilerini açıklamaya
yetmemektedir.
36
Jutta Weldes, “Bureucratic Politics: A Critical Constructivist Assesment”, Mershon International
Studies Review, Cilt 42 (2), 1998, s. 222.
37
Kubalkova, “Foreign Policy, International Politics, and Constructivism”, s. 18.
38
Carlsnaes, “The Agency-Structure Problem in Foreign Policy Analysis”, s. 252.
19
B. Bütüncü Yaklaşımlar: Neorealizm ve Dünya Sistem Analizleri
a. Neorealizm
Bireyci yaklaşımların sorun ve avantajları bağlamında tam karşısında yer alanlar
bütüncü/yapısalcı yaklaşımlardır. Yapısal realizm olarak da adlandırılan neorealizm,
her ne kadar tartışmalı olsa da geleneksel bütüncü yaklaşımların ilk örneği olarak ele
alınabilir.
Kenneth Waltz’un 1979’da yayınladığı Theory of International Politics39
kitabıyla Uluslararası İlişkiler literatüründe ayrı bir yaklaşım olarak beliren
neorealizm, adından da anlaşılabileceği gibi realist temel üzerine geliştirilmiştir.
Fakat Waltz’un neorealizmini realizmden -ve diğer bireyci yaklaşımlardan- ayıran en
önemli unsur yapısalcı olma iddiasıdır. Bu çerçevede, neorealizmin yapı-eden
tartışmasındaki konumunu belirleyebilmek için öncelikle yapısalcılığı ne şekilde ele
aldığının açıklanması gerekir.
Waltz neorealizmin, dolayısıyla da yapısalcı Uluslararası İlişkiler teorisinin
temellerini öncelikle uluslararası politika teorilerini analiz
yollarına göre
‘indirgemeci’ ve ‘sistemsel’ teoriler olarak sınıflandırmakla atmaktadır. İndirgemeci
teoriler birimlerin teorisidir, uluslararası politikayı birey ya da ulus düzeyinde analiz
ederler. 40 Sistemsel teoriler ise uluslararası sistem düzeyinde işleyen nedenler
üzerine odaklanırlar. 41 Fakat Waltz’a göre kendisinden önceki sistemsel analizler de
aslında indirgemeci yaklaşımlardır. Neorealizm öncesi sistem analizleri, sistemi
devlet ve diğer aktörlerin bir toplamı olarak ele almış ve uluslararası sistemle ilgili
değerlendirmeleri bu aktörlerin davranışları ile bu davranışlarla ortaya çıkan
etkileşimlerden çıkarsamışlardır. Waltz’a göre böyle bir kabulle ortaya koyulan
araştırmalar yine birim düzeyinde bir analiz olacağından, neorealizm öncesi sistem
yaklaşımları da indirgemeci yaklaşımlardır. 42
39
Kenneth N. Waltz, Theory of International Politics (Reading, MA: Addison-Wesley Pub. Co.,
1979).
40
Ibid, s. 60.
41
Ibid., s. 71.
42
Ibid., s. 60-63.
20
Birim düzeyinde analiz yapan indirgemeci yaklaşımlar Waltz’a göre
uluslararası politikayı açıklamak için yeterli değildir. Uluslararası politika ne
devletlerin içsel yapısından, ne de dış politika davranışlarının basit bir toplamından
analiz edilebilir. Birim düzeyindeki değişkenler sistem düzeyindeki değişkenlerle
etkileşim halinde olduğundan, Waltz’a göre devletlerin içsel yapısından yapılacak
analizler uluslararası sistemde gözlemlenen sonuçlarla uyuşmayacaktır. 43 Bu
değerlendirmenin ardından her iki düzeyde de analiz yapmanın önemli olduğu
sonucunu çıkarmak olanaklı olsa da, Waltz bu yönde bir sonuca varmamıştır. Waltz,
uluslararası ve birim düzeyinde etkileşim halindeki değişkenlere dayalı bir analizin,
bir uluslararası politika teorisi değil, ancak bir dış politika teorisi olabileceğini öne
sürererek, 44 birim düzeyinde analiz yapma gerekliliğinden kaçınmıştır. Dış politika
analizi değil, uluslararası politika teorisi kurmanın yolu ise, birim ve sistem
düzeyindeki etkileşimi kabul etmekle beraber, bunları bir yapıya bağlı kılmaktan
geçmektedir. 45 Neorealizmde sistem, birbiriyle etkileşim içindeki birimlerden
oluşmaktadır; fakat bu sistemin, kendisini oluşturan birimlerden farklı bir “yapı”sı
vardır. Waltz’a sistemin parçalarının toplamından fazla birşey olduğunu düşündüren
de bu yapıdır. 46
Yapı, Waltz’un teorisindeki anahtar kavramdır. 47 Yapılar, Waltz’a göre
birimlerin özellikleri, davranışları ve etkileşimlerinden soyutlanarak tanımlanmalıdır.
Çünkü sistem düzeyindeki değişkenlerle, birim düzeyindeki değişkenler arasında
ayrıma gidilebilmesi ve sadece sistem düzeyindeki değişkenlerle analiz yapılan bir
sistem teorisine ulaşılması bu şekilde olanaklı hale gelecektir. 48 Birim düzeyindeki
değişkenlerden soyutlanmak, siyasal liderler, ekonomik-sosyal kurumlar ve ideolojik
43
Ibid., s. 68.
Ibid., s. 71.
45
Waltz bir dış politika teorisi ile uluslararası politika teorisi arasındaki ayrımı şu şekilde ortaya
koymaktadır: “...hem uluslararası hem de içsel düzeyi ve hem siyasal hem ekonomik konuları
kapsayan tek bir teorinin, basit bir uluslararası politika teorisinden çok daha iyi olacağını kimse
reddetmeyecektir. Fakat, kimse henüz bunun nasıl yapılacağını düşünmemiş [bulamamıştır]...” Patrick
James, “Systemisim and International Relations: Toward a Reassessment of Realism”, Micahel
Brecher ve Frank P. Harvey (der.), Millenial Reflections on International Studies (Ann Arbor: The
University of Michigan Press, 2002), s. 131.
46
Waltz, Theory of International Politics, s. 79.
47
Bu noktada Waltz’un öncelikle uluslararası yapılar arasında ayrım yaptığı, yalnızca uluslararası
siyasal yapıyla ilgilendiği, ekonomik, kültürel vb. yapıları dışladığı belirtilmelidir.
48
Waltz, Theory of International Politics, s. 74.
44
21
tutumlar ile devletler arası ekonomik, askeri, siyasi ve kültürel etkileşimlerden
soyutlanmak demektir. 49 Bütün bu soyutlamalar sonrasında Waltz, yapının
birimlerinin konumlanmasına göre tanımlanması gerektiğini öne sürmektedir. Yani,
uluslararası sistemin yapısı onu oluşturan birimlerinin sistem içerisindeki konumları
ve bu konumlanmayı sağlayan ilkeye göre tanımlanmalıdır.
Waltz yapı tanımını oluşturduktan sonra, bir uluslararası politika teorisi
kurulurken birimlerin özellikleri ve davranışlarının soyutlanması, göz ardı
edilmesinin mantığını sağlamlaştırmak için yapının birimler üzerindeki ‘aynılaştırıcı’
etkisini ortaya koymaya çalışır. Waltz’un neorealizminde yapılar, birimlerin
özellikleri, amaçları ve eylemleri farklı olsa da, onları birbirine benzer dış politika
çıktıları ortaya koyacakları şekilde etkilemekte ve sınırlamaktadır.
Neorealizm, uluslararası sistemin birimlerini fonksiyon olarak birbirinin aynı
kabul ettikten sonra, sistem düzeyinde analiz yapabilme olanağını sağlayacak farklı
bir değişken olarak “yetenek”leri ortaya koymaktadır. Yetenekler birimlerin
özellikleri gibi görünse de, Waltz’a göre bir uluslararası politika teorisinin analiz
odağı bu yeteneklerin kendileri değil, “yeteneklerin dağılımı” olmalıdır. Yetenekler
birim düzeyinde değişkenler olmasına karşın, yeteneklerin dağılımı sistem düzeyinde
bir unsurdur. Yeteneklerin dağılımı daha açık bir ifadeyle, devletlerin sahip oldukları
gücün birbirlerine göre durumu olarak ortaya konulabilir.
Waltz’un uluslararası sisteminin yapısı “anarşik”tir. Birimlerin birbirlerine
karşı duruşlarının hiyararşik düzenlenmiş olduğu ulusal sistemlerden farklı olarak,
uluslararası sistemde yapıyı oluşturan birimler arasında hiyerarşi olmadığından,
devletlerin temel motivasyonu “bekâ” olmaktadır. Her birim yalnızca kendi
bekâsıyla ilgilendiğinden, bu bir “kendini kurtarma”(self-help) sistemi olur ve
uluslararası sistemin düzenleyici ilkesi kendini kurtarma (self-help) haline gelir.
Özetlenen bu ana çerçevesinden anlaşılacağı gibi, yapısalcı bir teori olarak
neorealizmde eden’e yer yoktur. Dış politika çıktılarını ortaya koyan aktörler
devletlerdir fakat bu devletlere ‘yapı’ya etki edebilecek, onu değiştirip dönüştürecek
Bu tanımlamayı bir bakıma, hem karar verme, hem de karşılaştırmalı dış politika analizleri
açısından dış politika analizlerinin bir eleştirisi olarak okumak yanlış olmayacaktır.
49
22
eden’lik yüklenmemiştir. Yapının birimleri aynılaştıran bir unsur olarak ele alınmış
olması bu düşüncenin kaynağını oluşturmaktadır. Uluslararası sistemin yapısı tüm
devletlerin aynı güdülerle (örneğin güvenlik) hareket etmelerine sebep olan kendini
kurtarma (self-help) sistemini getirdiğinden, devletler içsel olarak farklılıkları
önemsiz olan bütüncül aktörlerdir. Böylece neorealizmde birimler bütüncül aktör
varsayımı yoluyla yapı karşısında önemsizleştirilmiştir.
Waltz’un amacı teorisini kurarken “yapı”yı bağımsız değişken olarak almaktır.
Yapıyı analizde bağımlı değişken olarak almak indirgemeci yaklaşımların yöntemi
olduğundan
ve
bu
durumda
analizin
kaynaklarının
birimler
ve
birim
etkileşimlerinden çıkarsanması zorunluluğu doğacağından Waltz’un amacına da
hizmet etmeyecektir. 50 Bu sorun karşısında Waltz yapıyı, birime ait bir özellik
olmadığı gerekçesiyle birimlerin uluslararası sistem içerisindeki ‘konumu’ yoluyla
tanımlamaktadır. 51 Birimlerin sistem içerisindeki konumları da, yine Waltz’a göre
birim düzeyinde bir etken olan yetenek değil, sistem düzeyinde bir etken olan
yeteneklerin dağılımı yoluyla belirlenmektedir. Fakat bu noktada Waltz’un her ne
kadar aksini öne sürse de yapıyı birimlerinden bağımsız bir şekilde açıklayamadığı
görülmektedir. Bunun en önemli nedeni Waltz’un yapıyı yalnızca bir soyutlamaya
dayandırmış olmasıdır. 52 Bu, Waltz’un neorealizminin aslında yapısalcı yaklaşımlar
arasında olup olmadığı konusundaki tartışmaların da kilit noktasıdır.53 Waltz son
kertede yapıyı, birimlerinden bağımsız şekilde tanımlayamadığı halde, birimleri
karşısında bağımsız değişken olarak ele almaktadır. Pozitivist sosyal bilim
çerçevesinde davranışsal ve nedensel etkilerle ilgilenen Waltz, yapıyı bağımsız
değişken olarak almasına karşın bunu dayandıracağı bir temele sahip değildir. Bu
50
John G. Ruggie, “International Structure and Internatonal Transformation: Space, Time and
Method”, Ernst Otto Czempiel ve James N. Rosenau (der.), Global Changes and Theoretical
Challenges (Lexington: Lexington Books, 1989), s. 22.
51
Dessler bu bağlamda Waltz’un ontolojisini “konumsal ontoloji” olarak tanımlamaktadır. David
Dessler, “What is at Stake in the Agent-Structure Debate”, International Organization, Cilt 43 (3),
1989, s. 448.
52
Waltz, Theory of International Politics, s. 80.
53
Kendi yaklaşımını büyük oranda neorealizmin eksiklerine karşı kuran Alexander Wendt’in birçok
çalışması bu bağlamda eleştiriler içerir. Özellikle Alexander Wendt, “The Agent-Structure Problem in
International Relations Theory”, International Organization, Cilt 46 (2), 1992 ve Alexander Wendt,
Social Theory of International Politics (Cambridge: Cambridge University Press, 2000). Ayrıca
bkz. Richard Ashley, “The Poverty of Neorealism”.
23
bağlamda Waltz, Wendt’in söylediği gibi, davranışı eden düzeyinde açıklamaktan
kaçınmasına karşın, ontolojik olarak indirgemecidir. 54
Waltz’un yapı kavramsallaştırmasında bir diğer sorun yapıyı yalnızca materyal
olarak görmesidir. Waltz’a göre gözlemleyemediğimiz bir soyutlama olan yapı,
materyal özellikleri yoluyla farkedilmektedir. Sosyal unsurlar (kültür ve ideoloji
gibi) birimlerin özellikleridir ve bu bu özellikler yapıyı etkilemez. Çünkü materyal
yapı birimleri, kültür ve/veya ideolojileri gibi sosyal niteliklerinden bağımsız şekilde
aynı davranışları ortaya koymaya zorlamaktadır. Bu materyal yapı ise birimlerin
davranışlarını iki yolla belirlemektedir; sosyalleşme ve rekabet. 55 Waltz bu etkileri
birimler arasındaki farklılıkları azaltıcı, aynılaştırıcı olarak ortaya koymaktadır. Bu
noktada özellikle sosyalleşmenin etkisinin farklılığının, çeşitliliği azaltmasında
aranmış olması tartışmalı görünmektedir. Sosyalleşme birimlere atfedilen bir
durumdur Waltz’un teorisinde. Birimler sosyalleşme yoluyla, uluslararası sistemin
anarşik yapısının gerektirdiği davranışları ortaya koymayı öğrenmektedirler. Bu
durumda sosyalleşmenin birimler arasında gerçekleşen bir süreç olduğu kabul
edilmiş olmaktadır. Waltz bu şekilde, birimlerin sosyalleşme/sosyal öğrenme yoluyla
kendilerini etkileyen ve sınırlayan yapıyı değiştirebilecek duruma gelebileceklerini
gözardı ederek argümanını zayıflatmaktadır. 56
Waltz’un materyal yapısının paylaşılan anlamlar ve bilgiler gibi sosyal süreçleri
içermemesi ve dolayısıyla eden’in de bu bilgiler yoluyla yapıyı değiştirme
olanaklarının kalmayışı neorealizmin yine en fazla eleştirilen yönlerinden birisi olan
değişimin olanaksızlığı konusuna ulaşmaktadır.
Bizatihi yapısalcılığı tartışmalı olan neorealizmde, sorunlu bir temele dayansa da
son tahlilde yapıya eden karşısında öncelik tanınmış olduğu açıktır. Bu çerçeveye
yerleştirilmiş bir yapısalcılığın varacağı sonucun verili ve değişmeyecek bir yapı
içinde yer alan devletlerin, bu yapıyı değiştirme olanaklarının olmadığının farkına
varmaları ile mevcut yapının meşrulaştırılarak sürdürülmesi olacağı açıktır.
54
Wendt, “The Agent-Structure Problem in International Relations Theory”, s. 341-342.
Waltz, Theory of International Politics, s. 74.
56
Naeem Inayatullah ve David L. Blaney, “Knowing Encounters: Beyond Parochialism in
International Relations Theory”, Yosef Lapid ve Friedrich Kratochwill (der.), The Return of Culture
and Identity in International Relations Theory (Londra, Boulder: Lynne Rienner, 1996), s. 71.
55
24
b. Dünya Sistem Analizleri (DSA)
Yapısalcılığı neorealizm gibi tartışmalı olmayan diğer bir bütüncü yaklaşım
Immanuel Wallerstein’in Uluslararası İlişkiler literatürüne kazandırdığı Dünya
Sistem Analizidir. DSA, en genel ifadesiyle dünya sistemi içerisinde birimlerin
birbirleriyle nasıl ilişkili hale geldiğini ortaya koymaya çalışmaktadır. Fakat, bu
yaklaşımda dünya sistemi, analiz birimleri ve bu birimleri ilişkili hale getiren
değişkenleri, hem aktörleri bireysel olarak ulusal devletler olan, hem de sistemselyapısal olan diğer yaklaşımlardan farklı kavramlarla tanımlanmaktadır.
Wallerstein’a göre sosyal fenomenler, “sosyal sistem” olarak adlandırılan
bütünlük içinde anlaşılabilir. Sosyal ilişkiler birimlerine indirgenemez ve bu ilişkiler
birimlerden analitik olarak bağımsız ve ontolojik olarak da öncel ele alınmalıdır.57
Ulusal devlet ya da birey olsun, dünya sisteminin aktörlerini sistemin ürünü olarak
gören bu yaklaşımla DSA, ilk olarak standart analiz birimi olan ulusal devletin yerine
“dünya-sistemini” koymaktadır. 58
DSA’nın analiz birimi olan dünya-sistemleri, Uluslararası İlişkiler literaratüründe
kendisinden önce ve/veya aynı dönemlerde ortaya koyulmuş olan sistem
yaklaşımlarından farklı bir kavramsallaştırmaya sahiptir. Wallerstein’ın analiz birimi
olan dünya-sistemi, tarihsel-sistemdir. 59 Tarihsel sistem kavramının yeniliği,
57
Carlsnaes, “The Agency-Structure Problem in Foreign Policy Analysis”, s. 252.
Immanuel Wallerstein, World System Analysis: An Introduction (Darham, Londra: Duke
University Press, 2004), s. 16-21.
59
Bu tarihsel-sistem kavramsallaştırması, Annales Okulunun ünlü tarihçisi Fernand Braudel’in II.
Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, (İstanbul: Eren
Yayınları, 1990) başlıklı kitabında ortaya koyduğu kavramsallaştırmaya dayanmaktadır. Braudel,
tarihin farklı zamanlarda ilerlediğini öne sürerek, analizlerin dayanması gereken üç ayrı zaman
kategorisi belirlemiştir. Geleneksel tarihin ilgilendiği olayların ‘kısa-tarihi’, ekonomi biliminin “uzun
dönem eğilimleri” kavramıyla sosyal bilim literatürüne girmiş olan, ekonomik ve sosyal sistemleri
içeren, 20-50 yıllık periyodları kapsayan ‘konjonktürel-tarih’ ve son olarak olayları ve hatta sistem
yapılarını aşan, en az yüz yıllık periyodları kapsayan derindeki yapının tarihi olan ‘uzun-dönem’
tarihdir. Fernand Braudel, “History and the Social Sciences”, Peter Burke (der.), Economy and
Society in Early Modern Europe: Essays from Annales (Londra: Routledge&Kegan Paul, 1972), s.
13-18. Ayrıca bkz. Fernand Braudel, A History of Civilizations (New York: The Penguin Press,
1994), özellikle ilk bölüm. Wallerstein açısından bu yeni kavramsallaştırmanın en önemli etkisini
yapılara yapılan vurguda bulmak mümkündür. Braudel’in tarihte insanların yeri olmadığını
söyleyecek kadar [bkz. Fernand Braudel, On History, trans. Sarah Matthews, (Chicago: The
58
25
sistemlerin öncesiz-sonrasız kabul edilişinin bir yana bırakılması ve her sistemin bir
başlangıcı olduğu gibi dönüşümünün de olacağının kabul edilmesindedir. 60 Bu
çerçevede Wallerstein’ın uluslararası sistem bağlamında yapıyı neorealizmde
görüldüğünün aksine verili almadığı düşünülebilir. Fakat, yapı-eden ilişkisi açısından
bakıldığında Wallerstein’ın bu konuda çelişkiye düştüğü de açıkça ortaya
çıkmaktadır. Dünya sistem analizlerinde yapıya tanınan ontolojik öncelikle birlikte,
edenler bu yapının etkilerine indirgenmiştir. Wallerstein’a göre birey, devlet, sınıf
vb. aktörlerin tümü yalnızca uluslararası yapının etkilerinin bir ürünüdür. 61 Bu yapı,
dünya kapitalist ekonomisinin düzenleyici ilkeleri yoluyla tanımlanır. 62 Devletlerin
eden olarak varlıkları da bu kapitalist dünya sistemi ile ilişkileri çerçevesinde
açıklanmıştır. Wallerstein’a göre, devletler arası bir sistemde yer alan devletler
kapitalizmin kurumlarından birisidir. Kapitalist dünya ekonomisi siyasal bir yapıdan
yoksun olduğundan, 63 sistemi birarada tutacak unsur olarak emeğin bölüşümüne
dayanmaktadır. Emeğin bölüşümü ise büyük oranda devletlerin ya da devletler arası
sistemin varlığına bağlıdır. Çünkü kapitalistlerin her zaman önceliği olan sermaye
birikimini sağlayabilmelerinin yolu, kapitalist firmaların uygulamalarını ortaya
koyabilecekleri siyasal ve kültürel yapılardan geçmektedir. Modern dünyasisteminde bu siyasal ve kültürel yapıları sağlayan da devletlerdir. 64 Bu bağlamda,
University of Chicago Press, 1980), s. 10] determinist olan bakış açısının etkileri, Wallerstein’ın
yaklaşımında da kolaylıkla görülebilir.
60
Wallerstein, World System Analysis, s. 18.
61
Ibid., s. 21.
62
Wallerstein, modern dünya sistemini doğrudan kapitalist dünya ekonomisi olarak tanımlamaktadır.
Wallerstein’a göre 16. Yüzyılan bu yana içinde bulunduğumuz modern dünya sistemi kapitalist dünya
ekonomisidir. Dünya ekonomisi kavramı ise yalnızca dünyaya ait bir sistem ya da ekonomi olmanın
ötesinde bu dünyanın bizatihi kendisidir. Bkz. Wallerstein, Ibid., s. 16-17.
63
Wallerstein’a göre, kapitalist dünya ekonomisi, dünya sistemlerinden bir diğeri olan dünyaimparatorluklarından farklı olarak siyasal yapıdan yoksundur. Dünya-imparatorlukları tüm dünya
sistemini kapsayan geniş siyasal yapılar olarak tanımlanırken, dünya ekonomisi ortak siyasal bir
yapıdan yoksun sayılmaktadır. Devlet olarak adlandırılan birçok siyasal yapı içeren dünya
ekonomilerinde siyasal süreç bu devletler arasında işlemektedir. Fakat, devletlerin sınırları dünya
ekonomisinden çok daha dar olduğundan, dünya ekonomisi bu devletleri, dolayısıyla da siyasal
süreçleri içerir konumdadır. M. Fatih Tayfur, “Systemic-Structural Approaches, World System
Analysis and the Study of Foreign Policy”, METU Studies in Development, Cilt 27 (2-3), 2000, s.
283.
64
Ibid., s. 283-284.
26
DSA’da devletler eden olarak sadece kapitalist dünya sisteminin etkileri olmaktan
ibarettir. 65
Bu çerçevede, eden’e hiçbir kurucu özellik (eden-lik) atfedilmediğinden, yapının
neden ve nasıl kurulduğunu açıklamak da olanaksızlaşmakta, dolayısıyla Wallerstein
yapıyı verili almış olmaktadır. Bu durumda, yapıya ontolojik öncelik tanınan,
bütüncü/yapısalcı bir yaklaşım olarak DSA’da eden için var olmayan açıklayıcı
çerçevenin, aslında yapı için de kurulamadığı görülmektedir.
Bütüncü bir yaklaşım olarak DSA’ya bir diğer açıdan bakıldığında, bu yaklaşımın
aslında dünya sistemini oluşturan devletlerin davranışlarını açıklama çabası üzerine
kurulduğunu da görmek olanaklıdır. Wallerstein analizlerini büyük oranda devletleri
dünya ekonomisindeki yapısal konumlarına göre yaptığı sınıflandırma üzerine
temellendirmektedir. Bu sınıflandırmadaki ölçüt ise, devletler arasındaki bağlantıları
açıklamak amacıyla kullanılan merkez, çevre ve yarı-çevre kavramlarıdır. 66 Bu
sınıflandırma aslında uluslararası ilişkiler literatüründeki güçlü-zayıf ve orta
büyüklükte devlet sınıflandırmasıyla örtüşmektedir. Wallerstein’ın bu noktadaki
farkı, devletler arası etkileşim alanı olarak uluslararası sistemi siyasal değil, kapitalist
dünya ekonomisi adıyla ekonomik olarak olarak kavramsalllaştırmış olması ve
devletlerin gücünü bu yapıdaki rolleriyle açıklıyor olmasıdır. 67
Uluslararası İlişkilerdeki geleneksel kavramsallaştırmanın aksine, anarşik değil
hiyerarşik olarak tanımlanan 68 dünya sisteminde merkez, çevre ve yarı-çevredeki
devletler arasındaki ilişkilerde, yine geleneksel Uluslararası İlişkiler yaklaşımlarının
anahtar kavramı ‘güç’ öne çıkmaktadır. Hiyerarşik olan sistemin en altında yer alan
çevre devletler ve hiyararşinin en üstünde yer alan merkez devletlerdir. Bu
hiyararşide ara bir konumda bulunan yarı-çevre devletlerin statü ve güçlerini merkez
devletler karşısında artırma mücadelesi ise güç dengesi biçimini alan bir rekabetle
65
Wendt, “The Agent-Structure Problem in International Relations Theory”, s. 346.
Wallerstein, World System Analysis, s. 29. Wallerstein, bu noktada merkez, çevre ya da yarı-çevre
olanın devlet değil, üretim süreci olduğunun gözden kaçırılmaması gerektiğinin altını çizmesine
karşın, pratikte analizlerinde bu kavramları doğrudan devletlere karşılık kullanmaktadır.
67
Tayfur, “Systemic-Structural Approaches”, s. 283-284.
68
Immanuel Wallerstein, Geopolitics and Geoculture: Essays on the Changing World System
(Cambridge, New York: Cambridge University Press, 1991), s. 140.
66
27
sonuçlanmaktadır. Güç dengesine göre sistemde tek bir devletin hakim olması ve
istediği gibi davranmasına izin verilmediği halde, merkez devletler güçlerini artırma
çabalarına devam ederler. Bu noktada, Wallerstein’a göre bir devletin sistemde
hakimiyet sağlamasının en etkili yolu, DSA için anahtar bir kavram olan
hegemonya’dır. Wallerstein hegemonik gücü, belirli bir zamanda devletler arası
sistemde oyunun kurallarını belirleyen, dünya-ekonomisine üretim, ticaret ve finans
açısından hakim olan ve amacına en az düzeyde askeri güç kullanımıyla ulaşan, aynı
zamanda dünyanın kültürel dilini de formüle eden güç olarak tanımlamaktadır.
Hegemonya ekonomik güçle başlamasına karşın, bu konumunu sürdürebilmek için
siyasal ve askeri güçle desteklenmelidir. Yine de, kısa bir zamanda diğer merkez
güçler ekonomik kapasitelerini artırıp, hegemonik güce meydan okumaya, hegomon
devlet de gücünü yitirmeye başlayacaktır. 69
Görüldüğü gibi, Wallerstein merkez-çevre ilişkilerini devletler üzerinden
açıklamakla, devletler arası ilişkilerde güç kavramını öne çıkararak ve yine
hegemonya kavramıyla hegemonik güç analizi yaparak, aslında yapısalcılığına karşın
Carlsnaes’in ifadesiyle, “dünya sistemini oluşturan egemen devletlerin davranışlarını
açıklama çabası”ndan çok da uzak değildir. 70
Bu noktada, DSA’nın geleneksel yapısalcı neorealizme bazı kavramsal
farklılıklar dışında çok benzediğini öne sürmenin de olanaklı olmadığı özellikle
vurgulanmalıdır. DSA’nın neorealizmden en önemli farkı, yapıyı bütünüyle materyal
olarak almamasıdır. Wendt’in belirttiği şekilde, yaklaşımı üretim ilişkilerine
odaklamak, sosyal ilişkiler üzerine oturtmak, dolayısıyla da materyal almamayı
getirmektedir. DSA’nın geleneksel Uluslararası İlişkiler yaklaşımları başlığı altında
incelenmesi
konusunda
literatürdeki
tereddüt
de
büyük
oranda
bundan
kaynaklanmaktadır. Fakat Wallerstein’ın bu sosyal ilişkilerin eden’den bağımsız
69
Wallerstein, World System Analysis, s. 58-59.
Carlsnaes, “The Agency-Structure Problem in Foreign Policy Analysis”, s. 252. DSA’nin
determinist yapısalcı teorik çerçevesinin aksine aslında dış politika analizi için uygun bir çerçeve
sağladığını göstermeye yönelik çalışmaların mevcut olması yaklaşımın bu bağlamdaki çelişkisini de
orataya koymaktadır. DSA temelinde yapılmış bir dış politika analizi çalışması için bkz. M. Fatih
Tayfur, Semipheriperal Development and Foreign Policy: The Case of Greece and Spain
(Aldershot: Ashgate, 2003).
70
28
geliştiğini öne sürmesi, bir düzeyde dünya-sistemini devletten bağımsız bir işleyişe
sahip kabul etmesini gerektirdiğinden aslında yapıyı maddeleştirmiş olmaktadır. 71
2. Eleştirel ve Postmodern Yaklaşımlar: Minimum Etkileşim ve Karar
Verilemezlik
Eleştirel teoriler başlığı altına giren tüm teorilerin ortak noktası olan dünya
politikasının sosyal olarak inşa edildiği 72 anlayışı yapı ve eden konusunda tek taraflı
bir bakış açısı yerine, ‘ilişkili’ bir anlayış geliştirmelerini getirmiştir. Bu noktada,
yapı-eden tartışmasının da aslında tek taraflı olduğunu söylemek önemlidir. 73 Yani
bu tartışma, bireyci ya da bütüncü yaklaşımlarca hiç gündeme getirilmemiş olduğu
gibi,
bu
çerçevede
yapısalcılığı
ya
da
eden’i
savunma
girişiminde
de
bulunulmamıştır. Tartışma, inşacı anlayışla gelişen, yapı ve eden arasında bir ilişki
kurma gereğinden doğduğundan, konuyla ilgili çalışma ve tartışmalar da bu
yaklaşımın savunucuları arasında gelişmiştir. Bu bağlamda tartışma konusu da
yapının
mı,
eden’in
mi
önceleneceği
değil,
aralarındaki
ilişkinin
nasıl
kavramsallaştırılacağı üzerine gelişmiştir. 74
A. Eleştirel Yaklaşımlar
Eleştirel Teorinin ve dolayısıyla Eleştirel Uluslararası Teorinin 75 spesifik olarak
yapı-eden konusu üzerinde durduğu söylenemez. Fakat, sosyal bilimlerde insan
71
Wendt, “The Agent-Structure Problem in International Relations Theory”, s. 347.
Wendt bu bağlamda eleştirel teorilerin tümünün aslında inşacı olduklarını vurgulamaktadır.
Alexander Wendt, “Constructing International Politics”, International Security, Cilt 20 (1), 1995, s.
71. İnşacılık/constructivism teriminin bu anlamda kullanıldığı birtakım çalışmalara rastlamak
olanaklıysa da, inşacılık teriminin artık belirli bir yaklaşıma işaret ettiği kabul edildiğinden, bu tür
sınıflandırmaların zaten karmaşık olan eleştirel teoriler konusunu daha da karmaşık/ayırt edilemez
hale getirmek gibi bir olumsuzluk yarattığı söylenebilir.
73
Harry D. Gould “What is at Stake in the Agent-Structure Debate?”, Vendulka Kubalkova, Nicholas
Onuf ve Paul Kowert (der.), International Relations in a Constructed World (Armonk, NY.: M. E.
Sharpe, 1998), s. 83. Sonnot 2’de yazar, bu durumun kendisine Paul Kowert tarafından hatırlatıldığını
belirtmektedir.
74
Ibid.
75
Eleştirel Sosyal ve Uluslararası İlişkiler teorileri daha tanımlanırken tek bir yaklaşım olarak değil,
bir yaklaşımlar dizisi olarak tanımlanabilmektedir. Örneğin, Jones Eleştirel Teoriyi bir
“takımyıldızı”na benzetmektedir. Richard Wyn Jones, “Introduction: Locating Critical International
72
29
öznesine, pozitivist sosyal bilimlerin görmezden geldiği eden-liği geri vererek ve
aynı zamanda sosyal olguların insan eylemlerini etkilediklerini de gözardı etmeyerek
yapı-eden konusunda bir bakıma etkileşimi kabul etmektedir. Eleştirel Teorinin
kaynağı Frankfurt Okulu, geleneksel teorilerin (pozitivist sosyal bilimlerin) aksine
sosyal gerçekliği verili almaz, tarihsel olarak insanlar tarafından inşa edildiğini kabul
eder. Örneğin, Max Horkheimer’a göre dünya, bütünüyle insan eylemlerinin
ürünüdür. 76 Sosyal olgu ve koşullar insan eyleminin ürünleri olarak görüldükten
sonra, bunların değişmez olduğu fikri reddedilerek insanlığın öğretilenlerden farklı
potansiyellere sahip olduğu görüşüne varılmaktadır. Böylece, geleneksel teorilerin
toplumu
verili
alarak
insanı
bu
toplumun
dönüştürülmesi
aşamasında
önemsizleştirmesine karşılık, Eleştirel Teori insanın böyle bir potansiyeli olduğunu
ortaya çıkarmış olur. İnsan öznesini sosyal bilime geri getirmek ve içinde
bulundukları sosyal bağlamın pasif aktörleri olmadıklarını ortaya koymak, doğrudan
Eleştirel Teorinin temel hedefi olan özgürleşimi (emancipation) 77 sağlayacak unsur
olmaktadır. Bu noktada, Eleştirel Teorinin insan öznesini vurgulamasına karşın
yapıyı gözardı eden bireyci bir yaklaşım olduğu düşünülmemelidir. Aksine, gerek
Eleştirel Teori, gerekse de Eleştirel Uluslararası Teorinin yapıyı daha fazla
vurgulayan yaklaşımlar ortaya koydukları söylenebilir.
Bu bağlamda Eleştirel Teorinin Uluslararası İlişkileri en fazla etkilemiş
versiyonlarından birisi olan Jürgen Habermas’ın yaklaşımında da yapısal bir vurgu
olduğunu görmek mümkündür. Habermas yaklaşımına öncelikle pozitivizmi, hiçbir
teorinin bu kriterleri yerine getiremeyeceğini öne sürerek eleştirmekle başlamaktadır.
Bu çerçevede, modern toplumlarda politikanın klasik anlamını yitirdiğini, politikanın
sosyal düzenle değil,
bilimsel rasyonalite çerçevesinde düşünüldüğü için
özgürleştirici özelliğini kaybettiğini öne sürmüştür. Devlet, tamamen fonksiyonel ve
Relations Theory”, Richard Wyn Jones (der.), Critical Theory & World Politics (Boulder, Londra:
Lynne Rienner Pub., 2001), s.4. Bu bağlamda, Eleştirel Teorileri tek tek açıklamak, çalışmanın bu
kısmında güdülen amacı fazlasıyla aşacağından yapı-eden sorunu çerçevesinin dışına çıkılmamaya
özen gösterilmiştir.
76
Max Horkheimer, Critical Theory: Selected Essays, çev. Matthew J. O’Connell vd., (New York:
Seabury, 1972), s. 200.
77
Eleştirel Teoride insanın kendisini gerçekleştirmesi, kendisini engelleyen, sınırlayan derin yapıların
engellerinden kurtulması anlamını karşılamak üzere kullanılan emancipation kelimesini, anlam
bakımından ayırabilmek için özgürleşme değil, özgürleşim kelimesi kullanılmıştır. Özgürleşme
kelimesi ise serbest kalma eyleminin ifade edilmesi gerektiği kısımlarda kullanılmıştır.
30
teknik bir kurum, toplum da bireye dışsal bir düzen olarak düşünülmektedir.
Habermas, politikanın bu teknokratik bakış açısından uzaklaşabilmesi, özgürleştirici
olunabilmesi için bilimsel akıl yürütme ve rasyonalitenin bilginin özü olduğu
görüşünden uzaklaşılması gerektiğini öne sürmüştür. 78 Habermas’a göre, temelinde
bilgi oluşturucu çıkarlar 79 kavramı yatan bu tür bir yaklaşımla tek meşru bilginin
teknik-ampirik bilgi olduğu iddiasının çürütülmesi, insanın içindeki özne-liğin ortaya
çıkarılması, dolayısıyla da Eleştirel Teorinin hedefi olan insan özgürleşmesi
sağlanabilecektir.
Habermas’ın yaklaşımında insanın özne-liğinin geri verilmesi konusundaki
vurguya karşın, diğer yandan öznenin sistem-dünya yaşamı (lifeworld) ayrımı
yoluyla önemsizleştirildiği de bir gerçektir. 80 Habermas’ın eleştirel yaklaşımında
toplum, sistem ve dünya yaşamı olarak iki perspektife ayrılmıştır. Sistem, piyasa ve
siyasal örgütlenmeler gibi çeşitli aygıtlardan oluşurken, dünya yaşamı bireylerin
günlük yaşamı olarak, kültürel şekilde ortaya çıkan, dilsel olarak düzenlenmiş bir
alan olarak tanımlanmaktadır. 81 Buna göre, Habermas eden olarak insanı bürokrasi
ve politika dünyasından çıkarmış ve dünya yaşamına sıkıştırmıştır. Özetle, Habermas
da yapıyı eden aleyhine imtiyazlı hale getiren yapısal bir bakış açısına sahiptir
denilebilir.
78
Mark Hoffman, “Critical Theory and the Inter-Paradigm Debate”, Millenium: Journal of
International Studies, Cilt 16 (2), s. 234.
79
Metodolojik kurallarla ilişkili olan ve pozitivizmin tuzaklarından birisi olan çıkarları tanımlamak
için kullanılan bu kavram Eleştirel Teorinin en temel argümanıdır. Habermas bilgi oluşturucu
çıkarları; teknik, pratik ve eleştirel olarak üçe ayrılmaktadır. Teknik çıkarlar, özneye hiç
başvurulmayan, nesneler arasındaki düzenliliklerle ilgilenen ampirik-analitik bilimlerin çıkarlarıdır.
Pratik çıkarlar, öznelerarası anlamaları kavramaya dayanan tarihsel-yorumsamacı bilimlerin
çıkarlarıdır. Teknik ve pratik çıkarlar birbirlerini desteklemekle birlikte, Habermas’a göre
özgürleştirici özelliğe sahip değildir. Bu noktada, teorik ifadelerin içerdiği ideolojik bağımlılık
ilişkilerini belirlemeyi sağlayan eleştirel bilgiye ihtiyaç vardır. Daha fazla bilgi için Jürgen Habermas,
Knowledge and Human Interests, çev. Jeremy J. Saphiro (Oxford: Polity Press, 1998), özellikle s.
308-311.
80
Roger Sibeon, Rethinking Social Theory (Londra: Sage Pub., 2004), s. 41.
81
Alexander Anievas, “Critical Dialogues: Habermasian Social Theory and International Relations”,
Politics, Cilt 25 (3), 2005, s. 137.
31
Yapıyı eden karşısında vurgulamak Eleştirel Teori içinde Habermas’a özgü bir
durum değildir. Eleştirel Teorinin Gramsci’ci koluna 82 ve Uluslararası İlişkilerdeki
yansıması olan yaklaşımlara baktığımızda bunun çok daha baskın olduğu
görülmektedir. Zaten, Gramsci’ciler çoğunlukla doğrudan yapısalcı yaklaşımlar
içinde sınıflandırılsalar da, 83 yapısalcılıktan farkları olduğu kadar, yapılanmacı
yaklaşımlarla da ortak özellikleri olması yaklaşımı kararsız bir yerde tutmaktadır.
Bunu, yaklaşımını Gramsci’nin görüşleri temelinde geliştiren ve Eleştirel
Teorinin etkilerini Uluslararası İlişkiler literatürüne ilk olarak “Social Forces, States
and World Orders: Beyond International Relations Theory” başlıklı makalesiyle
yansıtan Robert Cox’un görüşlerini izleyerek ortaya çıkarmak olanaklıdır.
Cox’a göre eleştirel bir teori, kurumları ve sosyal ilişkileri verili almaz, tarihsel
olarak inşa edildiklerini kabul eder. 84 Bu bağlamda Cox’un kilit kavramı tarihselyapılar olan yaklaşımında yapılar, kolektif insan eylemlerinin ürünü olmakta 85 ve bu
çerçevede insanlar tarafından oluşturuldukları kabul edilmektedir. Fakat, aynı
zamanda yapının da zaman içinde bireylerin düşünce ve eylemlerini biçimlendirdiği
vurgulanır. Bu görüşlerden yola çıkarak Cox’un yapı-eden konusunda etkileşimi
vurgulayan bir yaklaşıma sahip olduğu sonucuna varmak yanıltıcı olacaktır. Çünkü,
nihayetinde Cox eden’i yapılara içkin saymaktadır. Bunun, eden’in doğrudan
yapılarca belirlendiği (determined) kabulüne dayanan yapısalcılıkla aynı anlama
Eleştirel Uluslararası Teorinin etkilendiği iki önemli kaynak vardır; bunlardan ilki Habermas’ın da
dahil olduğu ve Eleştirel Sosyal Teorinin temel çıkış noktası olan Frankfurt Okulu, diğeri ise Antonio
Gramsci’nin görüşleridir. Gramsci’nin görüşlerinden yola çıkan Gramscici olarak
adlandırabileceğimiz Eleştirel teorisyenler, Frankfurt Okulunun daha fazla vurguladığı kültürel
temalarla tamamen ilgisiz olmamakla birlikte, daha çok üretim ilişkilerinin belirleyici olduğu sosyal
bir teori bağlamında çalışmışlardır. Gramsci’nin görüşleri için temel olarak bkz. Antonio Gramsci,
Letters from Prison, çev. Lynne Lawner (Londra: Quarted Books, 1979). Ayrıca, Gramsci’nin
görüşleri üzerine yazılmış eserler olarak bkz., Paul Randsome, Antonio Gramsci: A New
Introduction (New York, Londra: Harvester Wheatsheaf, 1992) ve Luciano Pellicani, Gramsci: An
Alternative Communism? (Stanford: Hoover Institution Press, 1976).
83
Örneğin Wendt, bireyci ve bütüncü (holist) teorileri gösterdiği tablosunda Gramscici teorileri
bütüncü kategorisine yerleştirmiştir. Wendt, Social Theory of International Politics, s. 32.
84
Robert Cox, “Social Forces, States and World Orders Beyond International Relations Theory”,
Millenium Journal of International Studies, Cilt 10 (2), 1981, s. 129.
85
Robert Cox, “Production, the State, and Change in World Order”, James N. Rosenau (der.), Global
Changes and Theoretical Challenges (Lexington, Mass.: Lexington Books, 1989), s. 38.
82
32
gelmediği iddialarına 86 katılmak bir dereceye kadar olanaklıysa da, sonuçta eden
olarak sosyal güçlerin yapı karşısında önemsizleştirildikleri de gözardı edilemez bir
durumdur. Cox ya da genel olarak Gramsci’ci yaklaşımlarda edenin yapılara içkin
varsayılması, yaklaşımın temelinde yatan tarihsellik fikrinden kaynaklanmaktadır.
Tarihsellik kavramıyla analizlere getirilen zaman unsuru, yapıları şimdiki zamanda
yaşayanlar/edenler için verili hale getirmektedir. 87 Yapılar geçmişte meydana gelen
kolektif insan eylemiyle yaratılmışlardır ve dolayısıyla şimdi’de insanlar verili bir
sosyal yapı içerisinde bulunurlar. Bu durumda da [şimdi’de] içinde bulunulan yapılar
üzerinde edenin bu yapıyı inşa etme olasılığı kalmamış olur. Edene şimdi’de kurucu
özellik tanınmadığı oranda yaklaşımın yapısalcılığa yaklaştığı açıktır. Buna karşın,
Eleştirel Teoriler başlığı altında olabilen yaklaşımları yapısalcı olmaktan çok
minimum etkileşimi öne süren yaklaşımlar olarak ele almak daha doğru olacaktır.
Çünkü, yapılar temelde insan eyleminin ürünü olarak kabul edildiğinden,
değiştirilebilme olasılığı ortadan kaldırılmamıştır. Zaten nihai amacı mevcut derin
yapıları ortaya çıkararak insan özgürleşimini sağlamak olan eleştirel bir teori için de
aksi anlamsız olacaktır.
Edeni yapı karşısında önemsizleştirmesi yanında, Cox’un yaklaşımında Eleştirel
Teoride eden kavrayışının da eksik olduğu söylenebilir. Cox’ta eden’lik sosyal
güçlere atfedilmiştir ve bu sosyal güçler karşılığını sınıf kavramında bulmaktadır.
Bieler ve Merton’un belirttiği şekilde, Cox’un yaklaşımında geçen sınıf terimi
yalnızca tek bir sınıfa indirgenemez olmakla birlikte, 88 yapıların değişim
olasılıklarının son tahlilde üretim ilişkilerine bağlanmış olması, sosyal güçlerin geniş
yelpazesini kısıtlar görünmektedir.
Gramscici tarihsel-yapı yaklaşımının yapısalcı olmadığı ve hatta yapı-eden sorununa en iyi çözümü
sağladığını öne süren bir çalışma için bkz. Andreas Bieler ve Adam David Merton, “The Gordian
Knot of Agent-Structure in International Relations: A Neo-Gramscian Perspective”, European
Journal of International Relations, Cilt 7 (1), 2001, s. 5-35.
87
Yapı-eden konusuna zaman unsurunu ekleyerek çözüm arayışı temelde Giddens’in yapılanma
teorisinin yapı-eden sorununa bir çözüm bulamadığı iddiasıyla yola çıkan Margaret Archer’ın
‘morphogenetic’ yaklaşımına dayanmaktadır. Margaret Archer, Realist Social Theory: The
Morphogenetic Approach (Cambridge: Cambridge University Press, 1995).
88
Bieler ve Merton’a göre Cox sınıf kavramını ulusal, dinsel, etnik ya da cinsel her türlü kolektif
kimliği kapsayacak şekilde kullanmıştır. Bieler and Merton, “The Gordian Knot of Agent-Structure in
International Relations”, s. 22-23.
86
33
B. Postmodernizm 89
Postmodern yaklaşımlar, başlangıçta eleştirel teoriler içinde sayılmalarına karşın,
özellikle Eleştirel Teorinin özgürleşim projesine karşı çıkmaları nedeniyle zamanla
onlardan ayrışmıştır. Postmodern yaklaşımlar özgürleşim projesine, bu projenin yeni
sosyal ve siyasal egemenlik yapılarının tohumlarını attığı gerekçesiyle şüpheyle
yaklaşmışlardır.
Bu tartışmanın merkezinde postmodernlerin, Habermas’ın sosyal öğrenme ve
moral gelişme üzerine kurduğu evrensel ahlak yaklaşımının bizatihi dışlayıcı olduğu
iddiası yatmaktadır. Postmodernlere göre, evrensel ahlakların Batı’nın etik kodlarının
üstünlüğünü açığa çıkarabilmesini beklemek için hiçbir neden yoktur ve Eleştirel
Teori
aslında
tamamen
keyfi
olan
evrensel
ahlak
anlayışları
üzerine
kurulmamalıdır. 90 Bu tartışma, Eleştirel Teoriyi modernite ve aydınlanma projesinin
savunucuları konumuna sokarken, postmodernliğin amacı doğrudan aydınlanma
projesinin getirdiklerinden duyulan kuşku ve hoşnutsuzluğu açıklamak olarak
tanımlanmıştır. 91
Tek bir okul olmamakla birlikte -ki zaten özünde tüm temellere karşı
olduklarından
göstergebilim
bunu
kendileri
(semiotic),
reddederler-
soykütüğü
yapı-çözümcü
(genealogy)
ve
(deconstruction),
metinlerarasıcılık
(intertextualism) olarak ayrılan bu yaklaşımların temel çıkış noktaları bu bağlamda
aynıdır.
Postmodern yaklaşımlar öncelikle bilgi, gerçeklik ve anlamın nasıl inşa edildiğini
sorunsallaştırarak Batı rasyonalizmi ve pozitivizminin dayandığı temelleri sarsmak
Bu yaklaşımlar genellikle postmodern ya da post-yapısalcı olarak adlandırılırlar. Türkçe literatürde
daha yaygın kullanım olduğundan bu çalışmada genellikle postmodern terimi tercih edilmiş, fakat bu
yaklaşıma dahil yazarlardan yapılan alıntılarda –bu şekilde kullanılmışsa- post-yapısalcılık terimi
değiştirilmeden bırakılmıştır. Bu bağlamda, bu çalışmada iki terim birbirlerinin yerine geçecek şekilde
okunmalıdır.
90
Linklater, “The Question of the Next Stage in International in International Relations Theory”,
Richard Wyn Jones (der.), Critical Theory & World Politics (Boulder, Londra: Lynne Rienner
Pub.), s. 80.
91
Donna U. Gregory, “Foreword”, James Der Derian and Michael Shapiro (der.),
International/Intertextual Relations: Postmodern Readings of World Politics (Lexington:
Lexington Books, 1989), s. xiii.
89
34
hedefiyle ona meydan okumaktadırlar. Anlamın nasıl yerleştirildiği, sorgulandığı ve
nasıl yorumlanıp yeniden yerleştirildiği sorusunu sorarak, bilgi pratiklerinin ortaya
koyulduğu metinleri ele alarak hakim hiyerarşileri tersyüz etmeye yönelirler. 92 Bu
çerçevede ilk başta teorinin kendisi, her biri yeni egemenlik temelleri kurmaya
çalışan anlatılar olarak analiz nesnesi haline gelmektedir. Bu nedenle postmodern
yaklaşımlar için kendilerini “hiç bir yer”de konumlandırmak çok önemlidir.93
Postmodern teoriler durdukları bu “hiç bir yer”den geleneksel teorilerin nerede ve
nasıl konumlandığını, bir teorinin hangi koşullarda diğerleri karşısında hakim
konuma ulaştığını ve teorinin nasıl çoğunlukla keyfi olarak olaylardan ayrıştırıldığını
ortaya çıkarmak, böylece verili tüm sınırlara meydan okumak amacındadırlar. 94
Postmodernler bu tür bir yaklaşımla kuramsal tartışmaların merkezine geleneksel
metodoloji tartışmaları yerine epistemolojiyi yerleştirince, Uluslararası İlişkilerin
temel sorusu “bildiklerimizi nasıl biriliriz”e dönüşmüş, çalışmalar da uluslarararası
ilişkilerin (dolayısıyla dış politikanın) ne olduğundan daha çok, disiplin olarak
Uluslararası İlişkilerin söylemsel pratiklerinin bunu nasıl inşa ettikleri olmuştur. 95
Postmodern yaklaşımlar da Eleştirel yaklaşımlar gibi yapı-eden sorunuyla özel
olarak ilgilenmemiştir. Fakat genel olarak, kuramsal bağlamda tüm sentezlere karşı
oldukları gibi yapı-eden konusunda da sentezlere karşıdırlar. Bu tartışmanın temelini
oluşturan yapının mı, edenin mi ontolojik önceliğe sahip olacağı konusunun ise
“karar verilemez” olduğunu öne sürmektedirler. 96 Postmodernlerin bu karar
verilemezlik anlayışı hiç bir konumda konumlanmama tercihi ile ilişkili olsa da, 97
92
Mark Hoffman, , “Restructuring, Reconstruction, Reinterpretation, Rearticulation:Four Voices in
Critical International Theory”, Millennium: Journal of International Studies, Cilt 20 (2), 1991, s.
178.
93
Richard Ashley, “Living on Border Lines: Man, Postructuralism, and War”, James Der Derian and
Michael Shapiro (der.), International/Intertextual Relations (Lexington: Lexington Books, 1989), s.
272.
94
James Der Derian, “Boundaries of Knowledge and Power in International Relations”, James Der
Derian and Michael Shapiro (der.), International/Intertextual Relations (Lexington: Lexington
Books, 1989), s. 6.
95
Kimberly Hutchings, “The Nature of Critique in Critical International Relations Theory”, Richard
Wyn Jones (der.), Critical Theory & World Politics, s. 82.
96
Doty, “Aporia: A Critical Exploration of the Agent-Structure Problematique in International
Relations” ve Ernesto Laclau, Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme, çev. Ertuğrul Başer (İstanbul:
Birikim Yayınları, 2003), s. 93.
97
Ashley, “Living on Border Lines”, s. 278.
35
daha derinde özne ve nesnenin yok oluşuyla ilgili görüşleriyle ilintili görünmektedir.
Postmodern/post-yapısalcı yaklaşımlar bu bağlamdaki fikirlerini, yapısalcı dil
teorisinin metinlerarasıcılığından aktarmışlardır. Metinlerarasıcılık, metinlerin
yalnızca metinlerarası okunabileceğini öne sürmekle yazarı ortadan kaldırmışlardır.
Bu durum doğrudan insan unsuruna götürüldüğünde, insan herhangi birşeyin merkezi
olmaktan çıkmış olur. Bu bağlamda, Aydınlanmanın tarihi yapan insanı ölmüş olur.
Yapısalcı dil teorisinden farklı olsalar da, postmodernler özne ve nesnenin yok oluşu
fikrini sürdürmüşlerdir. 98 Çünkü, özneyi doğrudan söylemin içine yerleştirirler ve
böylece öznenin özne-liğini ortadan kaldırırlar. Yapı-eden açısından bakıldığında,
edenler gibi yapılar da söyleme yerleştirilmiştir. Doty bunu pratiği öne çıkarmak,
vurgulamak olarak açıklamaktadır. 99 Postmodernizme göre yapıları da, edenleri de
inşa eden pratiklerdir. Pratikler ise söylemlere yerleşik olan anlamlardır. Bu
bağlamda edeni de, yapıyı da söylem yaratmış olmaktadır. Postmodern yaklaşımlar
söylemden bağımsız özne varsayımına karşı olduklarından, özneye söylem/sosyal
öncesi eden-lik atfeden tüm yaklaşımları (özelde inşacı yaklaşımı) eleştirirler, 100
çünkü postmodern yaklaşımlar insana içkin bir eden-lik kabul etmez. Zaten, söylem
odak noktası olduğunda verili eden varsayımı da ortadan kalkmış olur. 101
Yapıyı da söylem tarafından inşa edilmiş varsayan postmodern yaklaşımlar,
aktörün özne-liği ile aynı zamanda/dolayısıyla öznelerarasıcılığı da gözardı
ederler. 102 Öznelerarası anlamlar ve etkileşim gibi unsurlar yok sayıldığında yapı ve
eden arasında bir ilişki olması da söz konusu olmayacaktır. Bu bağlamda yapı-eden
kavrayışını bütünüyle söylem içine yerleştirerek postmodernlerin de aslında
yapısalcılar kadar determinist oldukları söylenebilir.
98
Chris Brown, “Turtles All the Way Down: Anti-foundationalism, Critical Theory and International
Relations”, Andrew Linklater (der.), Critical Concepts in Political Science (Londra, NY: Routledge,
2000), s. 1664.
99
Doty, “Aporia: A Critical Exploration of the Agent-Structure Problematique in International
Relations”; s. 377.
100
Ibid., s. 380-381.
101
Roxanne Lynn Doty, “Desire All the Way Down”, Review of International Studies, Cilt 26,
2000, s. 138.
102
Sibeon, Rethinking Social Theory, s. 18.
36
3. Yapı ve Edenin Ontolojik Eşitliği: İnşacı Yaklaşım (Constructivism)
İnşacı yaklaşım doğrudan, kendisinden önceki yaklaşımlar tarafından bir sorun
olarak görülmemiş ve bu nedenle de özel olarak ele alınmamış olan yapı-eden
konusundaki ontolojik varsayımlar üzerine kurulmuştur. İnşacı yaklaşımın bu
özelliği, uluslararası ilişkiler ve dış politikaya bakış açısını da doğrudan yapı ve eden
konusundaki ontolojik kabullerine dayandırmasına yol açtığından, inşacılık yapıeden konusundaki görüşleri ile genel görüşleri arasında ayrım yapılmadan –ki zaten
böyle bir ayrım olanaklı da değildir- anlatılmaya çalışılacaktır.
İnşacıların hemen tümünün entelektüel kökenlerini disiplindeki Üçüncü
Tartışma’ya dayandırarak, kendilerini çeşitli yaklaşımlardan oluşan geniş eleştirel
teoriler ailesinin bir üyesi sayıyor olmaları, 103 disiplinin erken eleştirel teorisyenleri
tarafından bu aileye kabul edilmelerini sağlamamıştır.
Eleştirel teorilerin inşacılığı dışlayıcı tavırlarına karşın, birçok ortak varsayımdan
yola çıktıkları da yadsınamaz. Öncelikle, epistemolojik olarak inşacılık da
pozitivizmi sorgular, gerçekliğin sadece gözlemlenebilir olgularda aranmasını
eleştirir. Buna karşın, yaşadığımız dünya hakkında anlamlı bilgi elde edebileceğimiz
inancını da korur. 104 Epistemoloji sorununun ontolojik kabullerden kaynaklandığını
ve farklı ontolojik kabullerle bu sorunun aşılabileceğini öne sürer. Aslında inşacılar,
Uluslararası İlişkiler disiplininin epistemolojik sorunlarla tıkanıp kalmasından
rahatsızdırlar. Pozitivist ve postpozitivistler arasındaki epistemoloji tartışmasının
disiplini bir yere götürmediğini öne sürerler. 105
Ontolojik olarak, eleştirellerle aynı şekilde dünyanın sosyal olarak inşa edildiği
görüşünü kabul ederler. Fakat bu noktada postmodernlerin gerçekliğin yalnızca dille
Örneğin, İnşacılığın (constructivism) doğrudan isim babası olan Nicholas Onuf yaklaşımının
Habermas’ın eleştirel sosyal teorsine dayandığını belirtmektedir. Nicholas Onuf, “Worlds of Our
Making: The Strange Carrer of Constructivism in International Relations”, Donald J. Puchala (der.),
Visions of International Relations (Columbia: University of South Caroline Press, 2002), s. 126.
104
Ibid.
105
Onuf’a göre, pozitivistlerin epistemoloji konusundaki kendine güvenleri ile post-pozitivistlerin
yöntemi bütünüyle kenara atmalarının yarattığı çıkmazın tek çıkış yolu ontolojide yatmaktadır. Ibid.
Wendt’e göre ise asıl önemli olan “orada/bizim dışımızda ne olduğunu bulmaktır, bunu nasıl
bildiğimiz değil”. Alexander Wendt, Social Theory of International Politics, s. 40.
103
37
inşa edildiği iddiası kadar ileri gitmez, dilden bağımsız bir gerçekliğin de var
olduğunu ve epistemolojik açıdan bu gerçeklik hakkında bilgi sahibi olunabileceğini
kabul ederler. Gerçekliğin sosyal olarak inşa edildiği argümanı, inşanın öznelerarası
anlamlar yoluyla gerçekleştirildiği sonucuna varır. Fakat inşacılar bu sosyal
dünyanın (ya da gerçekliğin) inşasında materyal olanı da bütünüyle reddetmez,
gerçekliğin sosyal inaşasının materyal zeminde ve materyal olan unsurların
yardımıyla gerçekleşeceğini öne sürerler. 106
Bir diğer ontolojik kabul ise, yapı-eden tartışmasının temelini hazırlamış olan
yapı ve edenin birbirini karşılıklı olarak inşa ettiği varsayımıdır. İnşacı yaklaşım,
edeni öncelikli konuma getiren bireyci ve yapıya öncelik veren bütüncü ontolojilerin
aksine, ontolojik eşitlik üzerine kurulmuştur. Yapı ve edene tanınan bu eşitlik,
pozitivizmin epistemolojik özne-nesne ayrımının aşılmasını da sağlamaktadır.
Kökeni Anthony Giddens’in yapılanma (structuration) teorisine 107 dayanan bu
önerme Uluslararası İlişkilere aktarıldığında uluslararası ilişkilerin tek bir etmenle
açıklanmasının (bütüncü-bireyci açıklamaların) önüne geçilmiş olunur.
İnşacı yaklaşımlar metodoloji konusunda ise yorumsamacı stratejilerin altını
çizerler, fakat metodolojik farklılıkları barındıracak şekilde eklektik ya da Onuf’un
deyimiyle bricoleur 108 oldukları da söylenebilir.
106
Emanuel Adler, “Seizing the Middle Ground: Constructivism in World Politics”, European
Journal of International Relations, Cilt 3 (3), 1997, s. 333.
107
Yapılanma teorisi, yapı ve edenin birbirine karşılıklı bağımlılığını vurgulamaktadır. Giddens’e
göre, sosyal sistemlerin yapısal özellikleri hem pratiklerin sonucudur, hem de bu pratiklerin ortaya
koyulabilmesine olanak verir. Bu bağlamda Giddens’e göre, toplumu yaratanlar insanlardır, fakat
bunu tarihsellikleri içinde konumlanmış olarak yaparlar. Bu yaklaşımda, yapısalcılarda olduğu gibi
edeni doğrudan belirleyen bir yapı ya da bireyci yaklaşımlardaki gibi bağımsız bir eden yerine her
ikisinin de etkileşim halinde olduğu öne sürülür. Yapılar Giddens’e göre etkileşimin hem koşulu, hem
de sonucu olmaktadır. Ontolojik olarak böyle bir yaklaşımda yapı da, eden de aynı madalyonun iki
yüzü gibi algılanmaktadır. Yapılanma teorisiyle ilgili daha detaylı bilgi için bkz. Anthony Giddens,
Central Problems in Social Theory: Action, Structure and Contradiction in Social Analysis
(Londra: Macmillan, 1979). Ayrıca daha güncel olan ve eleştirileri de gözönüne alan bir çalışma için
bkz. Anthony Giddens, New Rules of Sociological Method: A Positive Critique of Interpretative
Sociologies (Cambridge: The Polity Press, 2nd edition, 1998).
108
Onuf’un Levi-Strauss’tan ödünç aldığı bu terim, herhangi birşeyi elinde hangi materyal varsa
onunla inşa eden [inşa etmek eylemi bricolage] anlamında kullanılmaktadır. Onuf, “Worlds of Our
Making”, s. 126.
38
Bir yandan sosyal dünyada anlamların önemini vurgulaması, diğer yandan bu
sosyal dünyada materyal gerçekliklerin varlığını da kabul ediyor olması inşacı
yaklaşımı ister istemez bir “orta yol” konumuna getirmektedir. Bazı görüşlere göre
bu “orta yol” daha radikal yaklaşımlarla geleneksel yaklaşımlar arasında köprü
olabilmek ve Eleştirel Uluslararası Teoriyi geliştirmek için yapılmış bilinçli ve doğru
bir tercihtir; 109 bazı görüşlere göre ise Eleştirel projeye zarar vermektedir.
Eleştirel teorilerle karşılaştırılması bağlamında inşacı yaklaşımın ortak noktaları,
argümanları ve kabullerinden söz edilmiş olsa da, aslında bunların ötesinde kendi
içinde görüşbirliğine sahip tek bir inşacılıktan söz etmek olanaklı değildir. Bu
çerçevede yaklaşım, her biri yaklaşımın hem içinden, hem de dışından eleştirilmiş
olan birçok farklı sınıflandırmaya tabi tutulmuştur. 110 Bu sınıflandırmalarda genel
eğilim, modernist-postmodernist ya da geleneksel-postmodernist, radikal-ılımlı veya
radikal-orta yolcu inşacılık ayrımları yapmak yönünde olsa da, hem bu çalışmanın
özelinde, hem de genel olarak kanımca inşacı/constructivist yaklaşım olarak
adlandırılmaya en uygun olanlar modernist, ılımlı ya da orta yolcu olarak tanımlanan
yaklaşımlardır. Ne varki bu orta yolcu inşacıların da kendi aralarında tam bir
görüşbirliği olduğunu söylemek olanaklı değildir. Bu çerçevede karşımıza yeni bir
sınıflandırma çıkmaktadır: sert (hard) ve ılımlı (soft) inşacılar. 111 İnşacı
yaklaşımların birbirlerinden ayrıldıkları noktaları görmek ve böylece yaklaşım
hakkında daha sağlam bir değerlendirme ortaya koyabilmek için, iki tarafın öncü
teorisyenlerinin görüşlerini açıklamak önemli görünmektedir. Bu bağlamda
yaklaşım, bir yanda inşacılığı literatüre tanıtan ve sert inşacı olarak tanımlanan
Nicholas Onuf, diğer yanda da inşacılığı Uluslararası İlişkilerde günümüzdeki
109
Bkz. Richard Pierce ve Christian Reus-Smit, “Critical International Theory and Constructivism”,
European Journal of International Relations, Cilt 4 (3), 1998.
110
Örneğin, Hopf inşacılığı geleneksel ve eleştirel inşacılık olarak ikiye ayırmakta ve aslında bu
çalışmada ‘inşacılık’ terimine karşılık kullanılan yaklaşımı geleneksel, ‘Eleştirel Uluslararası Teori’
terimine karşılık olarak da, tüm Eleştirel Teorileri inşacı teoriler olarak görerek, ‘eleştirel inşacılık’
altında sınıflandırmaktadır. Ted Hopf, “The Promise of Constructivism in International Relations
Theory”, International Security, Cilt 23 (1), 1998. Price ve Reus-Smit ise, modernist ve
postmodernist inşacılık olarak iki kategori sunmakta, modernist inşacılığı da, sistemik ve bütüncül
(holist) olarak iki kategoriye ayırmaktadır. Price ve Reus-Smit, “Critical International Theory and
Constructivism”.
111
Bu sınıflandırma için bkz. Ronen Polan, “A World of Their Making: An Evaluation of the
Constructivist Critique in International Relations”, Review of International Studies, Cilt. 26, 2000,
s. 576.
39
“üzerinde en fazla tartışılan yaklaşım” konumuna getiren ve ılımlı inşacı olarak
tanımlanan Alexander Wendt’in görüşleri üzerinden tartışılacaktır.
A. Uluslararası İlişkilerde Kurallar ve Onuf’un İnşacılığı
World of Our Making 112 başlıklı eseriyle inşacılık/constructivism terimini
Uluslararası İlişkilerle ilk kez tanıştıran Onuf, post-yapısalcı tahrip karşısında
Uluslararası İlişkileri yeniden inşa etmeyi amaçlamıştır. 113
Onuf inşacılığın genel çerçevesi içinde –ya da kendisinin inşacılık için çizdiği
çerçeveyle- pozitivizmi eleştirmekte, fakat post-yapısalcılıkla ulaşılan herhangi bir
teori oluşturma gereğini bir kenara atmak noktasında kendi yolunu çizmeyi uygun
bulmaktadır. Onuf teorisine “başlangıçta edim vardı” 114 diyerek başladığı teorisini,
bir yanda başlangıcı olgular olarak gören, gerçekliği verili olarak alan teorilerle,
diğer yanda sözleri, fikirleri başlangıç olarak alan ve tüm olguları dile bağlayan, dil
dışındaki gerçekliği reddeden yaklaşımların ortasına yerleştirir. Onuf’a göre
başlangıcı edim olarak kabul etmek, felsefi bir konum olarak birey ve toplumların
birbirilerini karşılıklı olarak inşa ettiklerini kabul etmek demektir. Fakat birey ve
toplumların birbirlerini karşılıklı olarak inşa ettiğini söylemek, bunun yalnızca
düşünceyle ya da dille yapıldığı anlamına gelmemektedir. İnşacılık, materyal ve
sosyal olan arasında keskin bir ayrıma gitmez ve ikisinden birine diğerini yok
sayacak şekilde üstünlük tanımaz. 115
Giddens’in yapılanma teorisini dayanak alan Onuf’a göre, uluslararası ilişkiler
dahil her tür sosyal ilişki herzaman için edenlerin ve bu edenlerin içinde yaşadıkları
dünyanın birbirini karşılıklı olarak inşa ettiği bir süreçtir. Bu sosyal inşa süreci,
konuşma ve konuşmanın türevi olan kurallar aracılığıyla gerçekleştirilir. Bu
bağlamda, Onuf’un inşacı yaklaşımında ve dolayısıyla da uluslararası ilişkilere
112
Nicholas Greenwood Onuf, World of Our Making: Rules and Rule in Social Theory and
International Relations (Columbia: University of South Caroline Press, 1989).
113
Onuf daha sonraki çalışmalarında, disiplini yeniden inşa etme çabasının bir teori kurmak demek
olmadığını, zaten inşacılığın da başlı başına bir teori olmadığının altını çizerek vurgulamıştır. İnşacılık
Onuf’a göre bir teori değil, birçok teoriyi biraraya getirme olanağını sağlayan bir çerçevedir. Onuf,
“Worlds of Our Making”, s. 137.
114
Ibid., s. 35.
115
Ibid., s. 40.
40
yaklaşımında dil ve kurallar 116 temel analiz araçlarıdır. 117 Onuf’un yaklaşımında
insanlar dünyalarını konuşarak kurarlar, konuşmak yapmak demektir. Bu argümanın
temelinde söz edimi (speech acts) yatmaktadır. 118 Söz edimi, başka birisini bir
eylemde bulunmaya yönelten konuşmayla gerçekleştirilen eylemdir. Bir söz edimi
sık sık benzer sonuçlarla tekrarlanırsa artık bir anlaşmaya/mutabakata dönüşür ve
insanlar sürekli yaptıkları birşeyi artık aynı şekilde yapmaya devam etmeleri
gerektiğine karar vererek bu mutabakatı bir kurala dönüştürmüş olurlar. 119
Kendi sosyal dünyalarını ve aynı şekilde uluslararası ilişkilerini kuran insanlar
Onuf’un yaklaşımındaki edenlerdir. Fakat aynı zamanda insanların eden konumuna
gelmesinde kuralların da kurucu etkisi vardır. Kurallar insanlara ne yapmaları
gerektiğini söyler, 120 paylaşılan anlamları olanaklı kılar ve insanlara en temelinde
kurala uyma/uymama seçenekleri sunarak bunlar üzerinden eylemde bulunulmasını
sağlar. 121
Kurallar, edenlerin pratiklerine ve birbirlerine 122 bağlıdırlar, fakat edenlerin
eylemlerinin niyet edilmemiş sonuçları da vardır. Kurallar ve kurallara bağlı, niyet
edilmiş ya da edilmemiş tüm pratikler kalıcı (değişmez değil) kalıplar olarak
Dil ve kurallar da birbirini inşa ettiğinden ayrılamaz kabul edilmektedir.
Onuf burada Habermas’ın “konuşma eylemi” teorisine dayanmakta, fakat Habermas’tan
hedeflerinin farklılığı dolayısıyla ayrıldığını ileri sürmektedir. Habermas’ın hedefi iletişim rekabeti ile
ilgili bir teoriye ulaşmak olmasına karşılık, Onuf hedefini dilde yerleşik fonksiyonel kural
kategorilerine ulaşmak olarak açıklamaktadır. Ibid., s. 82-83.
118
Onuf, “Worlds of Our Making”, s. 126.
119
Nicholas G. Onuf, “Constructivism: A User’s Manual”, Vendulka Kubalkova, Nicholas G. Onuf
and Paul Kowert (der.), International Relations in a Constructed World (Armank, N.Y: M.E.
Sharpe, 1998), s. 66.
120
Onuf, World of Our Making, s. 51
121
Onuf, “Constructivism”, s. 60.
122
Onuf, öğretici kurallar (instruction rules), yönlendirici (direction rules) ve taahhüt eden kurallar
(commitment rules) şeklinde fonksiyonel kural kategorileri belirlemiştir. Bu kategorilerin tümü, hem
fonksiyonel açıdan, hem de içerik açısından birbirine bağlıdır. Öğretici bir kural, talimat ve taahhaüt
eden bir kuralla desteklendiği sürece güçlenir ve edenlerin meşru olarak gördükleri resmiyeti
sağlarlar. Örneğin, Onuf egemenlik kurumunu bu şekilde açıklamaktadır: egemenlik öğretici bir
kuraldır (devletin egemen olduğunu söylemesi); bu öğretici kural tanıma olarak adlandırılan taahhüt
edici bir kuralla desteklenir ve bu iki kural birbirini desteklediği oranda ve sürece devlet olmaklığın
materyal ve sosyal koşulları tanımlanmış, kurumlaşmış olur. Bu koşullar da aslında bir diğer öğretici
kural yaratmış olur. Onuf, “Constructivism”, s. 68-69. Daha detaylı bilgi için bkz. Onuf, World of
Our Making.
116
117
41
kurumları meydana getirirler. 123 Kurumlar, kurallar ve edenlerin pratiklerinin niyet
edilmemiş sonuçlarının toplamı da toplumun yapısını meydana getirir.
Toplumun yapısı, 124 edenlerin kendi inşa ettikleri bu dünyada, eylemlerini
sınırlayan gerek materyal, gerekse de sosyal koşulları barındırır. Yani, söz edimleri,
dolayısıyla da kurallar yoluyla kendi sosyal dünyalarını inşa eden edenler, aslında
dünyalarını
kurarken
bütünüyle
özgür
değillerdir.
Onuf’a
göre
edenlerin
özgürlükleri, önlerindeki materyal ve sosyal sınırlılıkları anladıkları ölçüde
artacaktır. 125
Bu çerçevede, Onuf’un inşacı yaklaşımında uluslararası ilişkiler de, kendine
yeterli birçok toplumdan oluşmuş bir toplum olarak insanların kurdukları
dünyalardan
birisidir. 126
Uluslararası
ilişkiler
dünyasının
edenleri
sosyal
topluluklardır, fakat bu geleneksel Uluslararası İlişkiler yaklaşımlarındaki verili
devlet anlamına gelmemektedir. Sosyal topluluklar da bireylerin kural yönelimli
davranışlarıyla üretilmiş, 127 yani sosyal olarak inşa edilmiş varlıklardır. Uluslararası
ilişkiler dünyasının bu edenleriyle yapıyı birbirine bağlayan ya da uluslararası
ilişkilerde ‘ilişki’ olarak belirlediğimiz kalıplar da, Onuf’a göre kurallardır. Bu
bağlamda uluslararası ilişkilerin temel kavramları kural olarak analiz edilmelidir.
Örneğin, bu durumda geleneksel Uluslararası İlişkiler yaklaşımlarınca (özellikle
neorealizm) uluslararası sistemin yapısı olarak analiz edilen anarşi, Onuf’un inşacı
yaklaşımda bir kuraldan öte bir durum değildir. Bu bakış açısının uluslararası
ilişkiler açısından en önemli sonucu, kuralların değiştirilebileceği fikrine
ulaşılabilmesidir. Kurallar insanların söz edimiyle oluştuğundan (ya da uluslararası
ilişkiler açısından sosyal topluluklar tarafından yaratıldığından) değiştirilmeleri de
olanaklı hale gelmektedir. Fakat kuralların da kurucu özellikleri vardır ve başka
kurallarla desteklendikçe, yani kurumlaştıkça değiştirilmeleri güçleşir. Bu durumda
123
Ibid., s. 61.
Onuf, sosyal düzenlemeler demeyi tercih ediyor ve tüm inşacılara da yapı sözcüğünü
sözlüklerinden çıkarmasını tavsiye ediyor.
125
Ibid., s.65.
126
Ibid., s. 61.
127
Steve Smith, “Foreign Policy Is What States Make of It: Social Construction and International
Theory”, Vendulka Kubalkova (der.), Foreign Policy in a Constructed World (Armonk, NY: M. E.
Sharpe, 2001), s. 52.
124
42
edenlerin önlerindeki bu sınırlılıkların farkına varmaları oranında, inşa ettikleri
dünyanın kendilerini kısıtlayan koşullarından sıyrılabilmeleri ya da eden olma
kapasitelerini artırmaları ve kurdukları dünyayı değiştirebilmeleri olanaklı olacaktır.
Bu bakış açısının Eleştirel Uluslararası Teorinin özgürleşim hedefiyle benzerlik
taşıdığını söylemek olanaklıdır. Onuf’un inşacılığının sert (hard) inşacılık olarak
tanımlanmasındaki önemli kriterlerden birisi de Eleştirel Teorilere olan yakınlığıdır
denilebilir.
Onuf’un çizdiği çerçevede inşacı yaklaşımın dış politika analizi açısından açık ya
da hazır bir çerçevesi olduğu söylenemez. Fakat edenler, kurallar ve kurumlar
temelindeki inşa edici sosyal pratikleri dış politika davranışları dilinde okumak, yani
dış politika analizlerine uyarlamak olanaklı görünmektedir. Onuf’un yaklaşımı dış
politika alanına, yine yaklaşımının temelini oluşturan kurallar yoluyla girmektedir.
Kurallar, kurumlar ve bireylerle şekillenen yaklaşım, kurumlar, kurallar ve bireyler
arasındaki ilişkiye odaklanan geleneksel dış politika analizleriyle uyumlu
görünmektedir. Bu bağlamda inşacılığın, Onuf’un çizdiği çerçevede bürokratik
politika/örgütsel süreç modeliyle örtüştüğünü söylemek olanaklıdır. 128 Bu noktada,
Onuf’un inşacı yaklaşımının sosyal gerçekliğin inşa edildiği kabulüyle bürokratik
politika modelinin rasyonel-pozitivist çerçevesini değiştirmesinin dış politika
analizleri için uygun bir çerçeve yarattığı düşünülebilir. Fakat Onuf’un analiz aracı
olarak söz edimine odaklanması, yine geleneksel dış politika analizleriyle benzer bir
sorun yaratmaktadır. Onuf’un yaklaşımında temel argüman ‘konuşmak yapmaktır’
olduğundan, analizler söz edimi ve söz ediminin nasıl ortaya çıktığı ile
ilgilenmektedir. Bu bağlamda, Onuf’un çerçevesiyle geleneksel dış politika
analizlerinde olduğu şekilde, dış politikayı oluşturan söz edimlerinin nasıl
oluştuğunu ortaya çıkarmak olanaklıyken, ortaya çıkan eylemi, yani dış politikayı
analiz etmeyi sağlayacak çerçeve eksik görünmektedir.
Onuf kendisi de karar verme yaklaşımlarını eyleme değil, zihinsel süreçlere odaklandıkları için
pasif olmakla eleştirirken, bürokratik politika modelinin birey ya da devlete değil, eyleme odaklandıgı
için pasif olmayan tek DPA olduğunu söylemiştir. Onuf, “Worlds of Our Making”, s. 232-233.
128
43
B. Uluslararası Politikanın Sosyal Teorisi ve Wendt’in İnşacılığı
Alexander Wendt, çerçevesini çizdiği inşacı yaklaşım dolayısıyla Uluslararası
İlişkiler literatüründe son on yılda üzerinde en çok tartışma yürütülen isimlerden
birisi haline gelmiştir. Temel olarak, disiplinde Waltz’un neorealizmine karşı bir atak
olarak başlattığı çalışmaları, uluslararası ilişkiler için sosyal bir teori kurma
girişimine ulaşmıştır. Wendt, Social Theory of International Politics başlıklı eserinde
amacını, “devletler sisteminin ontolojisini yazmak” olarak açıklamıştır. 129
Wendt yaklaşımını bir yandan Onuf gibi yapılanma teorisine, diğer yandan ise
bilimsel realizme dayandırmaktadır. İnşacı yaklaşımın temelinde, epistemoloji
sorununu postmodernler kadar ileri götürmeme eğilimi yatsa da, Wendt bu konumu
daha da ileri götürmektedir. Wendt, ontolojik olarak post-pozitivist bir duruşa
sahipken, epistemolojik olarak bir pozitivist olduğunu söylemektedir. 130 Wendt’i
teorik tartışmaların merkezine yerleştiren en önemli unsurlardan birisi de
epistemolojik ve ontolojik duruşları arasındaki bu farklılıkta yatmaktadır. Bu durum
Wendt’in
epistemolojik
çerçevesini
bilimsel
realizme
dayandırmasından
kaynaklanmaktadır.
Bilimsel realizm, ortaya koyduğu argümanlarla epistemoloji ile ontolojiyi ilişkili
hale getirdiğinden, yalnızca epistemolojik dayanak olarak görülebilecek bir felsefi
konum değildir. Bilimsel realizme göre bilimsel bilginin nesneleri gözlemleyenlerin
zihinlerinden bağımsızdır. 131 Fakat, pozitivizmden farklı olarak bilimsel bilgi
yalnızca gözlemlenen olgulara dayandırılmaz, gözlemlenemeyen varlıklar da etkileri
gözlemlenebildiği oranda bilimsel teoriye dahil edilir. Varlıkların kendilerini
129
Wendt, Social Theory of International Politics, s. 6.
Wendt, Social Theory of International Politics, s. 90. Wendt’in kendisini pozitivist olarak
tanımlamasının doğru olmadığı, pozitivizm çerçevesine de girmediği birçok çalışmada belirtilmiştir.
Örneğin, Smith’e göre, bir kere Wendt’in yaklaşımını dayandırdığı bilimsel realizm pozitivizmle
uyumlu değildir ve bu durumda Wendt’in kendisini pozitivist olarak adlandırması olanaklı değildir.
bkz. Steve Smith, “Wendt’s World”, Review of International Studies, Cilt l 20 (1), 2000, s. 153 ve
Fred Chernoff, “Scientific Realism as a Meta-Theory of International Politics”, International Studies
Quarterly, Cilt. 46 (2), 2002, s. 194. Chernoff’a göre de Wendt için daha doğru bir tanımlama,
ampirik yönteme inandığı şeklinde olabilirdi.
131
Jeffrey T. Checkel, “Constructivist Approahes to European Integration”, Arena Seminar Paper
Series 06/2006 (Oslo: Center for European Studies, Mayıs 2006), s. 13-14;
http://www.arena.uio.no/events/seminarpapers/2006/Checkel_May06.pdf, erişim tarihi: 31 Mayıs
2006.
130
44
gözlemleyemesek bile etkilerini gözlemleyebildiğimiz için de gerçek varsayılırlar. 132
Bu temelde bizim dışımızda, akıldan, dilden bağımsız bir gerçekliğin var olduğu ve
bilimsel bilgiyle bu gerçekliğe ulaşılabileceği görüşü kabul edilmektedir. Bilimsel
realizmin epistemolojiyi bu şekilde ontolojiye bağlamış olması, Wendt’in kendisine
teorik temel olarak bilimsel realizmi seçmesinde etken olmuştur. 133 Çünkü Wendt,
daha önce de belirtildiği şekilde, disiplinde epistemoloji tartışmalarının yarattığı
uzlaşmazlıkların ontoloji yoluyla çözülebileceğini düşünmektedir. 134
Wendt’in ontolojisi sosyal gerçekliğin inşa edildiği görüşüne dayanmaktadır. Bu
ontolojik konumuyla yapılanma teorisini takip eden Wendt, 135 yapı ve edenlerin eşit
ontolojik konumlara sahip olduğu ve birbirlerini karşılıklı olarak inşa ettikleri
görüşüne katılarak, 136 inşacı yaklaşımının temellerini hazırlar. Fakat Wendt, yapıeden konusunda aslında yapılanma teorisinden daha fazla bilimsel realizme
dayandığından, 137 yapılara “gerçeklik” atfetmektedir. Bu bağlamda yapılar,
gözlemlenememelerine karşın edenler üzerindeki etkileri gözlemlenebildiğinden
“gerçek” olarak analiz edilebilir ve dolayısıyla da nedensel mekanizmaların ortaya
çıkarılmaya çalışıldığı ‘bilimsel’ analizlere dahil edilebilirler. 138 Bir başka deyişle,
birbirini karşılıklı olarak inşa eden yapı ve edenler varsayımı nedensel etkilerin
analizine olanak vermediğinden, 139 Wendt “gerçeklik” yüklediği yapılara ontolojik
bir bağımsızlık sağlar ve böylece inşacı analizlere geleneksel teorilerin nedensel
etkilerini de dahil etmiş olur. Bu bağdaştırma, sosyal ‘bilim’den yana olan,
epistemolojik olarak pozitivistlerin tarafında yer aldığını öne süren ve aynı zamanda
132
Alexander Wendt, “The Agent-Structure Problem in In ternational Relations Theory”, s. 357.
Chernoff, “Scientific Realism as a Meta-Theory of International Politics”, s. 193. Makalede ayrıca,
Wendt’in bu dayanağının geçerli olmadığı, nitekim epistemoloji sorunlarından sıyrılıp ontolojik
sorunlar üzerinde anlaşmanın disiplinde birliği sağlayacak bir yol sunmadığı tartışılmaktadır.
134
Wendt, Social Theory of International Politics, s. 40; 47-91 ve özellikle 90-91. Wendt kitabının
sonuç bölümünde, İnşacı ontolojinin pozitivist epistemolojiyle uyumlu olmayacağı, bunun yerine
post-pozitivist bir epistemolojiye sahip olunması gerektiği iddiasına, bilimsel realizmle karşı çıkmaya
çalıştığı ve bunu da başardığı şeklinde karşılık vermektedir.
135
Wendt, yapılanma teorisinin de altında yatan felsefi düşüncenin bilimsel realizm olduğunu öne
sürmektedir. Wendt, “The Agent-Structure Problem in International Relation Theory”, s. 350.
136
Ibid., s. 360.
137
Gould, “What is at Stake in the Agent-Structure Debate?”, s. 84.
138
Maja Zehfuss, Constructivism in International Relations: The Politics of Reality (Cambridge:
Cambridge University Press, 2002), s. 13.
139
Çünkü nedensel etkiler demek, birbirinden bağımsız unsurların birinde meydana gelen bir
değişikliğin diğerini nasıl etkilediğini analiz etmek anlamına gelmektedir.
133
45
gerçekliğin sosyal olarak inşa edilmiş olduğunu da savunan Wendt için kaçınılmaz
görünmektedir.
Wendt’e göre yapı ve edenler, inşacı yaklaşımın çerçevesine uygun olarak
öznelerarası anlamlarca üretilen sosyal pratikler yoluyla inşa edilirler. Fakat yapıların
öznelerarası anlamlarca inşa edilmiş olması, edenlerin sosyal pratiklerine
indirgenebileceği anlamına gelmediği gibi, yalnızca anlam ya da düşünceden ibaret
oldukları anlamına da gelmemektedir. Wendt’e göre yapılar, düşünsel unsurlar kadar
materyal koşulları da içermektedir. Fakat bu materyal koşullar da ancak onları
oldukları şey haline getiren anlamlar sayesinde bir etkiye sahip olabilirler. Bu
noktada Wendt, tüm gerçekliğin anlam/söylemden ibaret olduğunu söyleyen
yaklaşımların dilini kullanmış olsa da, materyal güçlerin düşüncelerden bağımsız
nedensel etkilerini reddetmemekte, fakat bu materyal güçlerin onlara yüklenen
anlamların oluşturduğu bağlamdan daha az önemli olduklarını öne sürmektedir. 140
Yapılar gibi edenlerin de öznelerarası anlamlarca inşa edildiğini öne sürerek
Wendt,
doğrudan
kimlik
konusuna
girmektedir.
Wendt’e
göre
kimlik,
edenlerin/aktörlerin motivasyonel ve davranışsal eğilimlerini yaratan unsurdur.
Kimlik, edenler/aktörlerin kendilerini anlamasına dayanmaktadır. Fakat bu anlayış,
‘öteki’ edenlerin/aktörlerin de bir şekilde aynı anlayışı yansıtıp yansıtmamalarına da
bağlı olduğundan, öznelerarası niteliğe sahiptir. 141 Öznelerarası sosyal pratiklerle
inşa edilen kimlik, Wendt’in inşacı uluslararası ilişkiler yaklaşımının da anahtar
kavramıdır. Wendt’e göre kimlik (ve çıkarlar) öznelerarası pratikler yoluyla
yaratıldığından, uluslararası politikanın işlediği yapı da verili alınamaz, sosyal olarak
inşa edilmiştir. Başka bir deyişle, uluslararası ilişkilerin üzerinde işlediği yapı,
kimliklerini öznelerarası pratikler yoluyla inşa etmiş aktörlerin, yine öznelerarası
niteliğe sahip sosyal pratikleri yoluyla (etkileşim) inşa edilmiştir.
Bu bağlamda Wendt, öncelikle neorealizmin uluslararası sistemin yapısı
konusundaki görüşlerini çürütmektedir. Wendt’e göre neorealistlerin uluslararası
140
141
Wendt, Social Theory of International Politics, s. 136.
Ibid., s. 224.
46
sistemin yapısı olarak tanımladıkları ve verili olarak aldıkları ‘anarşi’nin öznelerarası
pratiklerden bağımsız bir mantığı yoktur. 142
Aktörlerin eylemlerini yönlendiren yapıyı yaratan kolektif anlamlar olduğundan,
“anarşi devletlerin yaptığı birşey”dir. 143 Bu kolektif anlamlar ise aktörlerin kimlikleri
ile ben ve öteki kavramsallaştırmalarıyla ilişkilidir. Wendt’e göre, uluslararası
ilişkilerin aktörleri (insanlar gibi) nesnelerin kendileri için ifade ettiği anlama göre
hareket ederler. Ben
yaratılmaktadır.
144
ve öteki kavramsallaştırması da sosyal
etkileşimle
Ben ve öteki kavramsallaştırmasının değiştiği noktada, aktörlerin
etkileşimle yarattığı güvenlik kültürünün de değişmesi olanaklıdır. Çünkü ben ve
öteki kavramsallaştırması değiştiğinde, aktörlerin çıkarları da değişecektir. Bu
çerçevede Wendt’in yaklaşımında çıkarlar doğrudan kimliklere bağlanmıştır. Çıkar,
bir aktörün ne istediğini belirleyen unsurdur, fakat bir aktörün ne istediğini bilmesi
için öncelikle kim olduğunu bilmesi gerekli olduğundan, çıkarları yaratan da
kimliklerdir 145 Wendt’in çıkarları kimliklere, kimlikleri de öznelerarası (kolektif)
anlamlara bağlayan bu yaklaşımı uluslararası sistemin değişmez olduğu varsayımını
çürüterek anarşik yapının değiştirilme olanağını aktörlerin eline verdiği, yani yapıyı
bütünüyle edenlerin inşasına bıraktığı anlamında okunmamalıdır. Çünkü Wendt,
yapının değiştirilme olanağı olmasına karşın, yapının da edenler üzerinde kurucu
etkisi olduğu görüşünden hareketle bunun kolay olmadığını yaklaşımına eklemeyi
ihmal etmemektedir. 146 Kimlik ve çıkar yapıları bir kez oluştuktan sonra, bu sosyal
yapı aktörler için sosyal bir geçeklik haline geldiğinden (birimlerinden bağımsız bir
hayata sahip olduğundan) dönüşmeleri kolay değildir 147 ve bu yapı ne kadar
içselleştirilmişse, dönüşmesi de o kadar zor olacaktır. Wendt’e göre yapıyı
(uluslararası sistemin anarşik yapısını) değiştirmenin yolu, kimliklerin ‘kolektif
kimlik’ oluşturacak şekilde değişmesidir. Yani, Wendt’e göre uluslararası ilişkiler
142
Alexander Wendt, “Anarchy is What States Make of it: The Social Construction of Power
Politics”, International Oranization, Cilt 46 (2), 1992, s. 395.
143
Ibid.
144
Ibid.
145
Wendt, Social Theory of International Politics, s. 231.
146
Ibid., s. 313.
147
Martin Hollis ve Steve Smith, “Beware of Gurus: Structure and Action in International Relations”,
Review of International Studies, Cilt 17, 1991, s. 402.
47
aktörlerinin tek tek kimliklerini (ve çıkarlarını) değiştirmesi, uluslararası sistemin
yapısını değiştiremez. 148
Wendt’in uluslararası ilişkiler dünyasında kimlikleri sosyal olarak inşa edilmiş
edenleri devletlerdir. Wendt’in bakış açısına göre uluslararası ilişkiler devletler,
devletler arası etkileşimler ve devletler ile uluslararası yapının karşılıklı
etkileşiminden meydana gelir. Bu bağlamda Wendt de geleneksel Uluslararası
İlişkiler teorileri (realizm, neorealizm) gibi devlet merkezci bir teori kurmaktadır.
Üstelik Wendt’te devlet merkezcilik, geleneksel pozitivist Uluslararası İlişkilerde
olduğundan farklı olarak “gerçek”tir. Yani Wendt, birey düzeyi analizleri dışlamanın
ötesinde, devlet merkezci analizlerin de bir adım önüne geçmekte ve devletin
yalnızca analitik kaygılarla “gerçekmiş gibi” alınmasına karşı çıkmaktadır. Devletler
gerçektir, çünkü gözlemlenebilir etkiler yaratırlar. 149 Wendt’e göre devletler inanç,
istek ve niyet gibi insani özellikleri (edenliği) yükleyebileceğimiz gerçek
aktörlerdir. 150 Yani, Wendt’in yaklaşımında “devletler de insandır”. 151
Nasıl toplumun edenleri bireyler/insanlarsa, Wendt’e göre uluslararası sistemin
edenleri de devletler olmaktadır. Bu noktada da, nasıl toplumun edenleri olarak
insanlar verili ve sosyal etkileşim sürecine öncel kabul ediliyorsa, devletler de verili
ve sosyal sürece öncel olarak alınmalıdır. Devletleri ontolojik olarak sosyal öncesi ve
içsel yapılarca inşa edilmiş kabul eden Wendt, uluslararası politika analizinin
devletler sistemiyle ilgili olduğu ve dolayısıyla da bu içsel inşa sürecini içermesi
gerekmediği için devletin verili alınabileceğini öne sürmüştür. Bu bağlamda
Wendt’in yaklaşımında analiz odağı devletler arası sistemde etkileşim/sosyal
pratikler yoluyla inşa edilen kimlik ve yapılar olmaktadır. Wendt, tek tek devletlerin
Wendt, Social Theory of International Politics, s. 338. Wendt bu durumu, kimlik değişiminin
mikro, oysa yapısal değişimin makro düzeyde gerçekleşmesi dolayısıyla yapısal değişimin kolektif
kimlikle ilgili olması gerektiği şeklinde açıklamaktadır. Wendt’e göre mikro yapılar, edenler/aktörler
düzeyini kapsamaktadır. Örneğin, bu bakış açısına göre, tek tek devletlerin davranış ve etkileşimi
üzerinden yapılan uluslararası politika analizleri mikro yapısal açıklamalar olmaktadır. Makro yapılar
ise, doğrudan sistem düzeyini tanımlamak için kullanılmaktadır. Wendt’in uluslararası sistemin
yapısına atfettiği, edenlerden bağımsız varlık bu noktada da ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda da
Wendt’e göre yapısal değişim, tek tek aktörlerin değil, sistemin bir özelliği olarak analiz edilmelidir.
Bkz. Ibid., s. 147-157.
149
Ibid., s. 216.
150
Ibid., s. 197.
151
Ibid., s. 215.
148
48
dış politikalarının ya da kimliklerinin inşasıyla değil, devletler sistemindeki
etkileşimin kurucu/inşa edici etkisine odaklanmak amacıyla devletin “bütüncül”
aktör olarak inşasıyla ilgilenmektedir. 152
Wendt’in inşacı yaklaşımında devleti “bütüncül” aktör kabul etmesi, yalnızca Dış
Politika
Analizi
yaklaşımlarının
diğer
yaklaşımlara
(realist)
karşı
ortaya
çıkışlarındaki en önemli neden olduğu düşünüldüğünde bile, dış politika analizine
uygun bir çerçeve yaratmadığı kolaylıkla öne sürülebilir. Bunun yanında “inşacı” bir
yaklaşımın teorik kaygılarla dahi olsa analizlerde bazı şeyleri verili olarak alması da
sorunlu görünmektedir. Wendt ise, bu tür eleştirilere amacının bir dış politika teorisi
değil, uluslararası politika teorisi kurmak olduğu ya da “Social Theory of
International Relations” kitabı bağlamında, “...kitabım devletler sisteminin sosyal
olarak inşa edilmişliğini nasıl anlamamız gerekir sorusunu sormaktadır, devletlerin
sosyal olarak nasıl inşa edildiğini değil” 153 şeklinde yanıtlamaktadır.
Her ikisi de inşacı yaklaşım başlığı altında geçen ve birbirlerinden farklı görüşler
ortaya koymuş olan Wendt ve Onuf arasındaki fark, en temelde aslında yapının ne
olduğu konusunda ortaya çıkmaktadır. Sosyal yapıların öznelerarası anlamlarla inşa
edildiği noktasında birleşen Wendt ve Onuf, anlamın ne olduğu konusunda ayrılırlar.
Wendt’e göre gerçeklik kavramımız, bireylerin ona atfettikleri öznel anlamların bir
amalgamı olarak öznelerarasıdır. Yani, Wendt’e göre anlamlandırma, temelde
bireysel zihinsel bir eylem olarak görülmektedir. 154 Wendt’in “devletler de insandır”
demesi bu anlayışla ilintilidir. Analiz birimi devlet olan Wendt, anlamı/öznelerarası
anlamı yaratma işlevini devlete yükleyebilmek için devletlerin de insan olduğunu
söylemeyi seçmiştir. Buna karşın Onuf’a göre, devletler kendileri birer sosyal
inşadan ibaret olduklarından anlamı yaratamazlar. Onuf anlama kolektivist yaklaşır,
152
Ibid., s. 195.
Alexander Wendt, “On the Via Media: a Reponse to the Critics”, Review of International
Studies, Cilt 26, 2000, s. 174.
154
Wendt’in anlamı bu şekilde yorumlaması, sembolik etkileşimciliğe dayanmasından
kaynaklanmaktadır. Sembolik etkileşimciliğe göre anlam, zihinsel bir eylemdir ve anlamlandırma
eylemi öznel anlam yaratır. Onuf’un yaklaşımında ise anlama kolektivist yaklaşılır. Dilin gücü
yadsınmaz, ama bir kelime ya da cümledeki hayatın gerçek kaynağı toplumda aranılır. Bu şekilde bir
bakış açısı da anlamı bireysel yorumlama eyleminden, kural oluşturmanın kolektif eylemine götürür.
153
49
anlamın gerçek kaynağını toplumda arar. Bu da Onuf’un inşacılığını bireysel
yorumlama eyleminden, kural oluşturmanın kolektif eylemine geçirir. 155
Wendt’in devleti de insan varsayması Onuf’la aralarında fark yaratmaktan çok
daha fazla sorunludur. Wendt, devlet düzeyini bütüncül alma çabasıyla devleti de
insan yapmıştır. Oysa böyle bir kabulle devleti maddeleştirmekte ve inşacı
yaklaşımının altını oymaktadır. İnşacı yaklaşımda a priori bütüncül devlet
varsayımıyla Wendt, Doty’nin belirttiği şekilde, sanki bize uygun olduğu yerde
sosyal inşayı, olmadığı yerde ise maddeleştirmeyi tavsiye eder 156 görünmekle
çelişkiye düşmektedir.
Wendt temelde eden-liği insana dayandırmaktadır, fakat devleti bütüncül bir
toplam olarak ele almak uğruna, insanların meydana getirdiği hükümetlerin bir
toplamı olarak görmekten kaçındığından 157 devleti insan varsayarak bütüncül devlet
kabulüne ulaşmıştır. Aslında devlete edenlik yüklemek onu bütüncül kabul etmeyi
gerektirmez. Bu edenliğin hükümetler aracılığıyla gerçekleştiğini kabul ettikten sonra
devlete edenlik yüklemek sorunlu olmayacaktır. Bu aynı zamanda analizlere içsel
etkenleri de eklemenin bir yoludur ya da bunu gerektirir. Wendt’in yaklaşımının dış
politika açısından içsel etkenlere yer vermeyişinin ve bu bağlamda dış politika
analizine uygun bir çerçeve çizmeyişinin nedeni de bu noktada ortaya çıkmaktadır.
Devletin edenliği konusuna bir başka açıdan da bakmak olanaklı, hatta gereklidir.
Devletin bireyler aracılığıyla eden olması yanında, devlet bireylerin edenliklerini
ortaya koyabildikleri sosyal bir bağlam olarak, aslında diğer yandan yapı olarak da
görülebilir. Bu noktada devletin yapı olarak bireye indirgenemeyecek, birey üzerinde
etkide bulunan fonksiyonları olduğu kabul edilebilir. Böyle bir yolla ulaşılacak birey
ve devletin birbirini karşılıklı inşa ettiği şeklindeki sonuç inşacı perspektifle daha
uyumlu görünmektedir. Ayrıca, bu yolla devlet yapı olarak görüldüğünde, bu yapının
nasıl inşa edildiği sorusu sorularak analizlere iç etkenlerin girişine de olanak
tanınmış olunur. Buna karşın Wendt, daha çok bilimsel realizme dayanmakla ve
155
Polan, “A World of Their Making”, s. 582-583.
Doty, “Desire All the Way Down”, s. 138.
157
Colin Wight, “State Agency: Social Action Without Human Activity?”, Review of International
Studies, Cilt 30, 2004, s. 276.
156
50
devleti gerçek kabul etmekle devletin edenliğini bireylerin aracılığından da çıkarıp,
doğrudan, verili bir eden konumuna getirmektedir.
4. Dış Politikayı Analiz Etmek
Dış politka analizi yapmak için en iyi çerçeveyi hangi yaklaşım ya da yaklaşımların
sunduğunu ortaya çıkarmak çabasıyla Uluslararası İlişkilerin temel teorileri ve
yaklaşımlarının genelde uluslararası ilişkiler, özelde de dış politikaya ne şekilde
yaklaştıkları ortaya koyulmaya çalışıldıktan sonra, herhangi bir yaklaşım için dış
politikayı analiz etmenin “en iyi” yolunun bu olduğunu söylemek olanaklı
olmamıştır.
DPA dışında, geleneksel yaklaşımların en temelde devleti bütüncül varsaymakla
dış politikanın analizine olanak tanımadıkları açıktır. DPA’ler ise, daha önce de
değinildiği gibi, dış politikadan daha fazla dış politika kararlarının oluşturulma
süreçlerine odaklandıklarından yeterince açıklayıcı değillerdir. Bununla birlikte
geleneksel bireyci yaklaşımların tümü eden’e odaklanan yaklaşımlar olmalarına
karşın kendi analiz birimlerini açıklayacak çerçeveden yoksundurlar. Büyük oranda
pozitivist/rasyonalist çerçevelerinden kaynaklanan bir anlayışla buna ihtiyaç da
duymazlar. Örneğin realizmde devletlerin çıkarları insan doğasına dayandırılarak
verili kabul edilirken, nereden kaynaklandıkları sorusunu sormak, dolayısıyla da
analiz birimi olan devletin çıkarlarının nasıl inşa edildiği ve bu bağlamda da kim
oldukları sorusunu sormak anlamsız olmaktadır. Bir başka deyişle gerek idealizm,
gerekse de realizmde eden’leri farklılaştıran bir çerçeve olmadığından, bu
farklılıklara dayanarak bizatihi edenleri açıklamak da olanaksızdır. Yine, edene
odaklanan bireyci yaklaşımlar olan DPA’ler ise hemen bütünüyle eden’lerin
birbirinden farklılıklarını ortaya koymaya çalışmaktadır. Fakat edenleri bireyler olan
bu çalışmalarda, farklılıklar bilimsellik adına bireylerin psikolojik çevreleriyle
sınırlandırıldığından ve bu bireylerin içerisinde bulundukları sosyal bağlam
genellikle gözardı edildiğinden, belirli bir dış politika davranışının ancak hangi
süreçlerden geçerek ortaya çıktığını açıklamak olanaklı olmuştur. Oysa dış politikayı
edenlerin bakış açısından anlamak için nasıl sorusunun sorulabilmesi, bir başka
51
deyişle belirli bir durumun nasıl çıkar olarak inşa edildiğinin görülebilmesi
gereklidir. 158 Doğrudan kimlik konusuna giden bu biçimdeki bir akıl yürütme
yalnızca bireyci geleneksel yaklaşımlarca değil, pozitivist/rasyonalist epistemoloji
içinde çalışan tüm geleneksel yaklaşımlarca göz ardı edilmiştir. Örneğin, yapısalcı
bir geleneksel yaklaşım olan neorealizmde “birim ve çıkarları aynılaştıran yapı”
kavrayışı dolayısıyla eden’liğe zaten yer yoktur ve dış politika çıktıları uluslararası
sistemin tüm birimleri için aynı şekilde kendini kurtarma (self-help) ilkesi tarafından
şekillendirilmektedir. Bu bağlamda neorealist yaklaşımın aktörleri olarak devletlerin
fonksiyonel açıdan farklılıkları olmadığı varsayılır 159 ve dış politika çıktılarını nasıl
oluşturdukları, dolayısıyla da nasıl siyasal birimler olduklarının bir önemi yoktur.
Nasıl sorusunun sorulabilmesinin yolu dış politika yapıcı unsurların verili
olmadığını kabul etmek, temelde de sosyal gerçekliğin inşa edildiğini kabul etmekle
olanaklıdır. Sosyal gerçekliğin, dolayısıyla da uluslararası ilişkilerin sosyal olarak
inşa edilmiş olduğu görüşü, kimliklerin nasıl inşa edildiği ve davranışları nasıl
etkilediğini araştırmaya yönelten bir görüştür. 160 Bu bağlamda, varsayımları
açısından nasıl/kim sorusunun sorulmasını eleştirel yaklaşımların olanaklı kıldığı
açıktır. Fakat dış politika analizi açısından bakıldığında eleştirel yaklaşımların bunu
dış politikayla ilintili olarak değil, daha çok kimlikle ilgili mitleri ortaya çıkararak
insan özgürleşimini sağlamak bağlamında ele aldıkları görülmektedir. Bunun dışında
eleştirel yaklaşımların yapı-eden sorunu çerçevesinde eğiliminin yapısalcılık lehinde
olması, dış politikaların içsel süreçlerini gözardı ederek sadece uluslararası yapının
devlet davranışlarına etkilerine odaklanmalarına yol açmakta, dolayısıyla dış
politikayı analiz etmek için yetersiz bir çerçeve sunmaktadır.
Eleştirel yaklaşımlar ailesinden sayılabilecek inşacı perspektif ise, yapısalcı
eğilimleri dolayısıyla diğer eleştirel yaklaşımlarla benzerlik gösterse de, kimlik
158
Weldes, “Constructing National Interests”, s. 222.
Barry Buzan, Charles Johns ve Richard Little, The Logic of Anarchy: Neorealism to Structural
Realism (New York: Columbia University Press, 1993), s. 118-119.
160
Mark Neufeld, “What’s Critical About Critical International Theory?”, Richard Wyn Johns (der.),
Critical Theory and World Politics (Boulder, Londra: Lynne Rienner Publishers, 2001), s. 132.
159
52
konusuna yaklaşımı açısından diğerlerinden önemli oranda farklılaşmaktadır. 161
Öncelikle, kimlik konusunun disiplinde önemli oranda yaygınlaşmasını sağlayan
bizatihi inşacı yaklaşım olmuştur. İnşacı yaklaşım esas olarak kimliğin çıkarların
temeli olduğu varsayımına dayandırılmaktadır. Bu varsayım, “uluslararası ilişkilerde
bir aktörün ne istediğini bilmek için, öncelikle kim olduğunu bilmek gereklidir”
biçiminde bir argümanla açılımlandırılmaktadır. İnşacı yaklaşımda kim sorusunun
muhatabı devlettir, fakat devletin kimliği yapı-eden başlığı altındaki tartışmada
ortaya çıktığı üzere, öznelerarası yapılarca inşa edilmiş kabul edildiğinden, devletin
içsel yapılarından kaynaklanan etkiler gözardı edilmekte, hatta çoğu zaman devlet
doğrudan verili kabul edilmektedir. Bu bağlamda inşacı yaklaşıma göre çıkarlar
kimliklerden, davranışlar da belirli kimliklerle ilişkili olarak oluşmuş yapılardan
kaynaklanmaktadır. Fakat devletin eden olarak karşılaştığı yapılar karşısındaki
davranışları,
bir
başka
deyişle
devletin
bu
yapıları
nasıl
algıladığı
açıklanamamaktadır. Bunu ortaya çıkarmanın yolu eden düzeyine inilmesi olacaktır.
Çünkü bir eden’in/devletin belirli bir yapıyı nasıl algılayacağını ancak kimliği
söyleyebilir. 162
Wendt’in yaklaşımında bu eksikliği açıkça görmek olanaklıdır. Wendt, öncelikle
devletlerin sosyal kimliği ve bileşik (corporate) kimliği arasında ayrıma gitmekte,
devletin içsel özelliklerini içeren bileşik kimliğini bir kenara bırakmaktadır. 163
Sadece öznelerarası anlamlarca inşa edilmiş olarak sosyal kimliğe, dolayısıyla da
uluslararası etkileşimin inşa edici rolüne odaklanmaktadır. Bu şekilde bir analiz
ancak devlet kimlikleri ve bu kimliklerde meydana gelen temel değişimler
Kimlik konusu kavramsal açıdan daha ileride ele alınacak olsa da, inşacı yaklaşımın dış politika
analizine yaklaşımı kimlikle doğrudan ilintili olduğundan, bu ilişkinin genel çerçeveleriyle
açıklanması yaklaşımın dış politikayı analiz etme uygunluğunu irdeleyebilmek için gereklidir.
162
Trine Flockhart, “Complex Socialization: A Framework for the Study of State Socialization”,
European Journal of International Relations, Cilt 12 (1), 2006, s. 94.
163
AlexanderWendt, “Identity and Structural Change in International Politics”, Yosef Lapid ve
Friedrich Kratochwill (der.), The Return of Culture and Identity in International Relations
Theory (Londra, Boulder: Lynne Rienner Pub., 1996), s. 51-54. Wendt daha sonraki çalışmalarında
kimlik türlerini detaylandırmış, ama temelde sosyal ve bileşik kimlik ayrımını korumuştur. Wendt’in
belirlediği dört kimlik türü vardır. Oto-genetik özellikte, ötekiliğe dışsal ve sosyal olmayan bileşik
kimlik; içeriği sosyal olan fakat varlıkları için ötekiye bağlı olmadıklarından yine devletler sistemine
dışsal olan tip kimlik; yalnızca öteki’yle ilişkili olarak oluşan, dolayısıyla da sosyal olan rol kimlikler
ve son olarak da tip ve rol kimlikleri de kapsayan, öteki’yle ilişkinin mantıksal sonucu olarak ortaya
çıkmış olan kolektif kimlik. Wendt, Social Theory of International Politics, s. 225-228.
161
53
açıklanmayacaksa anlamlı olabilir. Çünkü devlet kimliğinin yapısal olmayan
kaynakları ortaya koyulmadan yapılan bir analiz devletle ilgili sabit bir
kavramsallaştırmaya yol açar, bu da edenlerin ve yapıların nasıl değiştiğine dair bir
fikir vermez. 164
Bu çalışma “Dış Politika ve Kimlik” ana başlığını taşımakla geleneksel
Uluslararası İlişkiler yaklaşımlarını daha en baştan reddetmekte ve gerçekliğin sosyal
olarak inşa edildiği varsayımına dayanmış olmaktadır. Çalışmada temel olarak
eleştirel yaklaşımların sınırları içerisinde kalınacaktır, fakat bu noktada hiçbirisi dış
politika analizi için yeterli bir çerçeve sunmayan ve hatta bundan özellikle kaçınmış
olan bu yaklaşımlarla nasıl dış politka analizi yapılabileceği sorunu ile karşı karşıya
kalınmaktadır. Bu bağlamda, çalışmanın disiplinin en belirgin özelliği haline gelmiş
olan
sentezlere
bir
sentez
daha
eklemeden
gerçekleştirilmesi
olanaksız
görünmektedir.
Bu çalışmada sentez, geleneksel Dış Politika Analizlerinin inşacı perspektif içine
yerleştirilmesiyle gerçekleştirilmeye çalışılacaktır. Böylece ilk olarak, DPA’nın
sosyal gerçekliği verili alması yanında, edene odaklanan, bireyci bir yaklaşım
olmasının yarattığı sorunlar da aşılmaya çalışılacaktır. İnşacı perspektifle aşılabilecek
olan bir diğer sorun ise, DPA’nın edene odaklanmasına karşın eden’i açıklayamıyor
oluşudur. İnşacı perspektifle eden’in sosyal olarak inşa edildiğini öne sürmek,
eden’in kim olduğu sorusuna olanak tanımakta ve dolayısıyla eden’i de açıklama
olanağı yaratmaktadır. Diğer yandan, inşacı perspektiflerin ve özellikle Wendt’in
inşacılığının, ulusulararası ilişkiler lehine dış politika analizini dışlayan yapısalcı
eğilimleri ise DPA yardımıyla aşılmaya çalışılacaktır. Bu noktada sözü edilen inşacı
perspektifin özelde ne Onuf, ne de Wendt’in yaklaşımlarına inşacılığın temel
varsayımlarını paylaşmak dışında dayanmayacağı da belirtilmelidir.
İnşacı bakış açısının benimsenerek DPA analizleri ve daha fazla bu bakış
açılarının DPA’ya nasıl entegre edilebileceği konusunda çalışmalar yapılmaktadır. 165
164
Pierce ve Reus-Smit, “Critical International Theory and Constructivism”, s. 268.
Örneğin bkz., Roxanne Lynn Doty, “Foreign Policy as Social Construction: A Post-Positivist
Analysis of US Counterinsurgency Policy in the Philippines”, International Studies Quarterly, Cilt
37 (3), 1997; Carlsnaes, “The Agency-Structure Problem.” ve Weldes, “Bureucratic Politics...”
165
54
Bu tür çalışmalar daha çok DPA’ya dışarıdan (geleneğin dışından) yapılan
katkılardır, fakat disiplindeki yeni tartışmanın eleştiri oklarının da etkisiyle gelenek
içinden de bunu görmezden gelmeyenler vardır. Bu bağlamda gelenek içinden daha
çok, inşacı perspektiflerin temel unsurlarının zaten DPA’da içerildiği, bireysel
psikolojilerin ve rol teorisinin kimlik ve kültür konularını çalışmanın en iyi yolları
olduğu savunulurken, inşacı yaklaşımı telaffuz etmekte pek istekli olmamışlardır. 166
Bu çalışmada, herhangi bir spesifik DPA yaklaşımını (örneğin bürokratik politika
modeli gibi) inşacı unsurları içerisine ekleyerek revize etmek gibi bir amaç
güdülmemektedir. Çalışmada inşacı perspektife dayanarak, DPA’dan iç etkenlerin
analizi gibi belirli konularda öncülük edebileceği oranda seçici bir şekilde
faydalanılacaktır.
Yapı ve edenlerin karşılıklı etkileşimi üzerine kurulu olan inşacı yaklaşım, yapı ve
edenlerin öznelerarası anlamlarca inşa edildiğini öne sürerek kimlik kavramını
doğrudan yaklaşımın merkezine yerleştirmektedir. Öznelerarası anlamlarla inşa
edilen edenlerin, etkileşimlerinin alanı olarak tanımlanan uluslararası ilişkiler
alanında, etkileşimi sağlayan dış politika pratikleri de öznelerarası anlamlarca inşa
edildiğinden, yaklaşımın anahtar kavramı kimlik olmaktadır. Bu bağlamda inşacı
bakış açısıyla dış politika analizi yapmak, doğrudan kimlik konusunu ele almak
anlamına geleceğinden kimlik, bu çalışmanın bağımsız değişkeni olarak analiz
edilecektir. Fakat bu çalışmada kimlik, ulusal düzeyde inşa edilmiş kimliklerden
farklı olarak, devletlerin dış politika pratiklerini belirleyen bir anlamda ‘devlet
kimliği’ olarak analiz edilmeye çalışılacaktır.
Örneğin bkz. Valeri M. Hudson, Culture and Foreign Policy (Boulder, Londra: Lynne Rienner
Pub., 1997), özellikle Valerie M. Hudson, “Culture and Foreign Policy: Developing a Research
Agenda” makalesi; Juliet Kaarbo, “Foreign Policy Analaysis in the Twent-First Century: Back to
Comparison, Forward to Identity and Ideas”, International Studies Review, Cilt 5, 2003.
166
55
II.
KİMLİK
KAVRAMI
ve
ULUSLARARASI
İLİŞKİLER
YAKLAŞIMLARINDA KİMLİK
1. Kimlik Kavramı
Kimlik, Uluslararası İlişkiler literatüründe eleştirel çalışmalarla birlikte ilgi odağı
olmaya başlamış bir kavramdır. İlk olarak 1940’lı yıllarda psikoloji, ardından
sosyoloji ve antropolojide araştırma konusu haline gelen kimliğin, siyaset bilimine ve
ardından Uluslararası İlişkiler disiplinine girmesi ise 1960’lı yıllardaki davranışsalcı
akımla gerçekleşmiştir. Fakat, bu yıllarda Uluslararası İlişkiler’de rol teorisi
kapsamında “ulusal rol” kavramı altında çok sınırlı ve sığ kaldı. Zaten sınırlı olan bu
çalışmalar
disiplinde
neorealizm/pozitivizmin
hakimiyeti
dolayısıyla
marjinalleştirilmiş, 1980’lerin sonundaki eleştirel dönüşüm ve özel olarak da inşacı
yaklaşım bu eğilimi tersine çevirene kadar da marjinal kalmıştır. 1990’ların başından
beri ise kimlik, giderek artan bir oranda disiplinde en çok tartışılan kavramlardan biri
haline gelmiştir. 167
Kimlik konusundaki çalışmalar yekpare olmamış, öncelikle kimlik kavramının
tanımlanması konusunda bir görüş birliği ortaya koyulamamıştır. Kavram, yazarların
bakış açısı ve metodolojisi kapsamında, sözkonusu çalışmanın amacına yönelik
sınıflamalar çerçevesinde ele alınmakta, dolayısıyla da kimlik konusunda son derece
farklı kavramsallaştırmalara rastlanabilmektedir. Bu çalışmada ise kimlik, çalışmanın
özünün dış politika analizi olması dolayısıyla öncelikli olarak dış politika ile ilişkisi
bağlamında kavramsallaştırılmaya çalışılacaktır.
Felsefi olarak kimlik, bir “şeyi” o “şey” yapan unsurdur. Bir başka deyişle
kimlik, söz konusu varlığın kim ya da ne olduğunu belirlemektedir. Bu bağlamda
kimliğin varlık olmanın kaçınılmaz bir boyutu olduğunu söylemek olanaklıdır. Fakat,
Michael Horowitz sekiz önemli Uluslararası İlişkiler dergisinde 1990-2002 arasında yaptığı
araştırma ile kimlik konusundaki çalışmaların söz konusu yıllardaki artışını ortaya koymaktadır.
Michael Horowitz, Research Report on the Use of Identity Concept in International Relations,
http://www.wcfia.harvard.edu/misc/initiative/identity/pubilications/horowitz.pdf’den aktaran Kuniko
Ashizawa, “When Identity Matters: State Idenity, Regional Institutions-Building, and Japanese
Foreign Policy”, International Studies Review, Cilt 10, 2008, s. 572.
167
56
kimliğin kaçınılmaz olduğunu söylemek, verili olduğu anlamına gelmemektedir. 168
Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, bir kimlik belirli bir töze göndermeksizin bir kurguya
dayanır, 169 diğer bir deyişle inşa edilmiştir. Yine kimlik, sosyal bir fenomendir ve bu
bağlamda “farklılık”la ilişkisi yoluyla inşa edilmektedir. 170 Kimliğin bilincine
varılması
ancak
kimlerden
farklı
olunduğunun
bilgisi
ve
yardımıyla
gerçekleşebilmektedir. 171
Bu noktada, kimliğe odaklanan çalışmalarda çok fazla karşılaşılan ve çoğu zaman
da farklılıkla birbirini ikame edecek şekilde kullanılan bir kavram olan
“ötekilik”in 172 aslında farklılıkla aynı şey olmadığı konusunda görüşler olduğu da
gözden kaçırılmamalıdır. Bu bakış açısına göre farklılık, kimliğin mantığı içine
yerleşmiştir ve eğer söz konusu unsurlar farklılık olarak var olmazlarsa, kimlik de
onlardan farkı yoluyla inşa edilemez. Buna karşın ötekilik, kimliğin bir bakıma
özgüven kazanmak amacıyla inşa ettiği bir unsur, Conolly’nin deyişiyle kimlik
mantığının içine sızan bir ayartma olarak görülebilir. 173 Farklılık ve ötekilik
konusuna bu türde bir yaklaşım, ötekiliğin içerdiği olumsuzlamanın farklılıkta
Kimliğin verili olmadığı, sosyal inşacılık perspektifinden ele alındığında öne sürülebilecek bir
argümandır. Fakat, kendi içerisinde farklı düzeyler barındırsa da temel olarak kimliğin verili olduğunu
öne süren, yine kimliği sabit bir ‘öz’e dayandırdıklarından bireylerin tümünün uyumlu ve sorunsuz
kimliklere sahip olduğunu savunan özcü/ilkçi yaklaşımlar da yok sayılmamalıdır. Bu yaklaşımların
argümanları ilk olarak sosyolojide ortaya çıkan rol teorisi ile önemli oranda sarsılmış, ardından rol
teorisinin açtığı yolda bir adım öteye giden sosyal inşacılık ile de -kimliğin verili olduğu noktasındabir bakıma çürütülmüştür denilebilir. Craig Calhoun, “Social Theory and the Politics of Identity”,
Craig Calhoun (der.), Social Theory and The Politics of Identity (Oxford: Blackwell, 1994), s. 13.
169
Nuri Bilgin, Sosyal Bilimlerin Kavşağında Kimlik Sorunu (İzmir: Ege Yayıncılık, 1994), s. 65.
170
A. Nuri Yurdusev, “18. ve 19. Yüzyıllarda Avrupa‘da Türk Kimliği”, Nuri Bilgin (der.),
Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik (İstanbul: Bağlam Yayınlaı, 1997), s. 102.
171
Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği: Kültür Tarihinin Kaynakları (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1997),
s. 3.
172
Ben-Öteki kavramsallaştırmasıyla kimlik oluşumu sorunsalını spesifik olarak ilişkilendiren ilk
teorisyen Hegel olmuştur. Hegel, ben’in kendisini tanıması ile ötekilik arasındaki dolayımlama
ilişkisini kurarak kimlik konusundaki kuramsal işleyişin ilk aşamasını atmıştır. Hegel’e göre,
ben/özne, ancak öteki üzerinden kendini düşündüğünde, ben/özne olarak varlıktır. Yani, ben’in fiili
gerçeklik haline gelmesi ancak kendisinden farklı bir şeyle (ötekiyle) karşı karşıya gelmesiyle
olanaklıdır. Kısaca, Hegel’in kurduğu düşünce sisteminde ben, kendisini bilebilmek için kendinden
başka bir nesneye ihtiyaç duymaktadır ve ötekilik kavramı da bu ben’in kendilik bilincine geçişinde
belirmektedir. Çiler Dursun, “Hegel’de Kendilik Bilinci ve Öteki İçindeki Yolculuk”, Doğu-Batı:
İdeolojiler – I, Cilt 7 (28), 2004, s. 181-193 ve Georg William Friedrich Hegel, Phenomenology of
Sprit (Oxford: Oxford University Press, 1977).
173
William E. Conolly, Kimlik ve Farklılık: Siyasetin Açmazlarına Dair Demokratik Çözüm
Önerileri, çev. Ferma Lekesizalın (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1995), s. 24.
168
57
içerilmediğini vurgulama amacındadır. Bu görüşe bir bakıma katılmakla birlikte, söz
konusu olan dış politika ve uluslararası ilişkiler olduğunda, pratikte içerdiği anlam
bakımından ötekilik’in daha baskın olduğunu söylemek çok yanlış olmayacaktır.
Temelde bireysel ve sosyal psikolojinin konusu olarak akademik çalışmalara
konu olan kimliğin genel anlamda üç boyutundan söz edilmektedir. Bireysel
psikolojinin konusu olarak bireysel kimlik, 174 sosyal psikolojinin konusu olarak
psikososyal kimlik 175 ve son olarak da kolektif kimlik. Kolektif kimlik, sosyal
kimliğin topluluklar düzeyindeki ifadesi olarak ele alındığında sosyal kimliğin bir
boyutu olarak da değerlendirilebilir. Kolektif kimlik, belirli bir insan grubunun
kendine has niteliklere sahip olduğu ve bir tekillik/biriciklik taşıdığı yönündeki
bilinci ve aidiyet duygusudur. 176 Bu anlamda daha çok siyasetin konusu olarak
karşımıza çıkan ulusal kimlikler ile özelde uluslararası ilişkilerin ilgilendiği devlet
kimliği de kolektif kimliğin bir boyutu olarak ele alınmalıdır. 177 Ulusal kimlik,
ulus 178 olmaklığın çeşitli inşa ediliş biçimlerini tanımlamakta kullanılmaktadır.
Bireysel kimlik; kendilik imgesi, bireyi ötekilerden farklılaştıran değerler, tutumlar ve fikirlerin
biraraya geldiği ve etkileştiği içsel psikolojik yapılanma ile ilgilidir. Cengiz Güleç, Türkiye’de
Kültürel Kimlik Krizi (Ankara: Verso Yayınları, 1992), s. 11.
175
Psikososyal kimlik; belirli bir alanda kişinin ötekilerle etkileşimi sonucu ortaya çıkan, kişinin
içinde kendisini algıladığı rollerin bileşkesidir. Güleç, Türkiye’de Kültürel Kimlik Krizi, s. 14.
176
Nuri Bilgin, Kollektif Kimlik (İstanbul: Sistem Yayıncılık, 1999), s. 62.
177
Nuri Bilgin, Kimlik İnşası (Ankara: Aşina Kitaplar, 2007), s. 13.
178
Ulusal kimlik kavramının tanımlanmaya çalışıldığı bu noktada, kavramın en önemli tanımlayıcı
öğelerinden olan ulus kavramının bizatihi kendisinin muğlak ve genel bir tanıma ulaşılamamış bir
noktada olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Latince kan ve soy bağı anlamına gelen nationem kelimesi
aslında 13. yüzyıla kadar bu anlamı ile ilşkili olarak kullanılmamış, kelime asli anlamına 13.
yüzyıldan sonra kavuşmuş ve birbirleriyle kan bağı olan grupları ifade etmek üzere kullanılmaya
başlanmıştır. Erken 17. yüzyılda ulus, etnik kompozisyondan uzak olarak, halk anlamında, aynı
ülkede yaşayanları anlatmak üzere kullanılmaya başlanmıştır. Yine aynı dönemde başlayarak
günümüze kadar gözlemleyebileceğimiz bir eğilim olarak, ulusun doğrudan devlet anlamında
kullanımına da rastlanmaktadır. Ahmet Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal
Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938) (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 27.
Milliyetçiliğin bir ideoloji olarak tarih sahnesine çıktığı onsekizinci yüzyıl ve bir ideoloji olarak
zirveye ulaştığı 19. yüzyılla birlikte ulus kavramı bir sorunsal olarak ortaya çıkmış ve bu bağlamda iki
tip ulus anlayışı gelişmiştir; Aydınlanma felsefesinde anlamını bulan kontrata dayalı ulus anlayışı ve
romantik ulus anlayışı. Aydınlanma felsefesi çerçevesinde kavramsallaştırılan ulus, iktidarı genel
iradeye devreden insanlar bütünüdür. Burada sözleşmesel bir bağdan ibaret, inşa edilmiş bir yapı söz
konusudur. Romantizmin etkisindeki kavrayış ise ulusu tarihin ürünü, topluluğun kolektif ruhu olarak
kavramsallaştırır. Bilgin, Sosyal Bilimlerin Kavşağında Kimlik Sorunu, s. 13. Günümüz ulus
tanımlamaları da farklı anlayışların etkisinde ortaya koyulmakta, fakat aynı kategori altında ele alınan
yaklaşımlar içerisinde dahi ortak bir ulus tanımına rastlanamamaktadır. Ulus kavramsallaştırmalarını
etkileyen yaklaşımlar genel olarak Özcü/İlkçi ve Modernist yaklaşımlar olarak iki başlık altında
174
58
Genel anlamda, ulusların kendine özgü mirasını meydana getiren değer, sembol,
gelenek, mit ve hatıraların sürdürülmesi, sürekli tekrarlanması ve bireylerin
kendilerini bu mirasla tanımlamaları 179 olarak ulusal kimlik, milliyetçilik ideolojisi
ile sıkı sıkıya bağlantılandırılmaktadır. Milliyetçiliğin merkezinde ulus kavramı yer
almaktadır ve bu bağlamda ulus, milliyetçilik tarafından önvarsayılan bir kimlik tipi
olarak açıklanabilmektedir. 180
Ulusal kimlik ortak dil, din, coğrafi konum gibi objektif ve aynı zamanda kolektif
hafıza, kültürel pratikler ve ortak atalar miti gibi sübjektif unsurlara dayandırılabilir.
Farklı ulus tanımlamaları, ulusal kimliğin unsurları konusunda da bazı farklılaşmalar
yaratabilmektedir. Örneğin, ulusal kimliğin zayıf da olsa belirli anlamda bir siyasal
topluluğu gerektirdiğini düşünen Smith’e göre yukarıda sayılanlar yanında ortak
yasal hak ve yükümlülükler de ulusal kimliğin bir unsuru olarak alınmalıdır.181
Siyasal bir topluluk ulus fikrine ulaşmadan bu şekilde bazı dayanaklara sahiptir,
sınıflandırılmaktadır. Bu terimlerin hiçbirisi türdeş bir yaklaşımı tanımlamamakla birlikte, her
kategori altında ortak paydalar bulmak olanaklıdır. Özcü/İlkçi yaklaşımlar ulusları -kimi doğa gereği,
kimi biyolojik evrim ve kimisi de toplumsal bağlar açısından- verili saymaktadır. Modernist
yaklaşımların ortak paydası ise, ulusların modern çağa ait yapılar olduğu ve kapitalizm, sanayileşme,
kentleşme, laikleşme, merkezi devlet gibi modern süreçlerin ürünü olduğudur. Bu iki kategori yanında
etno-sembolcüler olarak bir diğer kategoriden de söz edilmektedir. Yaygın olarak kabul edilmeyen bu
üçüncü kategori temelde özcülüğü reddeden, fakat modernist açıklamaları da eleştiren, milliyetçiliği
modern çağın bir ürünü saymakla birlikte, ulusların kökenini modern öncesi dönemde arayan bakış
açılarını sınıflandırmak için ortaya koyulmuştur. Anthony D. Smith, Küreselleşme Çağında
Milliyetçilik, Çev. Derya Kömürcü (İstanbul: Everest Yayınları, 2002), s. 27-41 ve Umut Özkırımlı,
Milliyetçilik Kuramları: Eleştirel Bir Bakış (İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1999), s. 75-219. Son
olarak denilebilir ki, çalışmaları şekillendiren bakış açısı kadar ulus tanımı bulmak mümkündür.
Örneğin, modernistlerden Smith’e göre, tarihi bir toprağı, ortak mitleri ve belleği, kitlesel kamu
kültürünü, ortak yasal hak ve yükümlülükler ile ortak bir ekonomiyi paylaşan insan topluluğu (Smith,
Milli Kimlik, s. 32); Anderson’a göre, kendisine aynı zamanda hem egemenlik, hem de sınırlılık içkin
olacak şekilde hayal edilmiş bir siyasal topluluktur (Benedict Anderson, Hayali Cemaatler:
Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması (İstanbul: Metis Yayınları, 2004), s. 20); Gellner’e göre, aynı
kültürü paylaşan ve aynı ulusa ait oldukları hissiyatına sahip insanların meydana getirdiği topluluktur
(Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, çev. Büşra Ersanlı ve Günay Göksu Özdoğan (İstanbul: Hil
Yayınları, 2006), s. 78). Son yıllarda daha çok rastlanılan bir eğilim de ulus kavramının tanımlanması
konusunda neden ortak bir görüşe varılamadığı üzerine yazılmasıdır.
179
Anthony D. Smith, “The Sacred Dimension of Nationalism”, Millenium: Journal of
International Studies, Cilt 29 (3), 2000, s. 796.
180
Anthony D. Smith, Milli Kimlik, çev. Bahadır Sina Şener (İstanbul: İletişim Yayınları, 1999), s.
147.
181
Smith, Milli Kimlik, s. 24.
59
fakat bir “ulusal biriciklik” duygusunu sağlayacak asıl araç dış dünyayla etkileşim ve
bu etkileşim sonucu “öteki”nin farkına varılması olacaktır. 182
Kimlik
kavramı
Uluslararası
İlişkilere
aktarılırken
devletlerin
“devlet
olmak”lığına eşitlik sağlanmaya çalışılır. Bu bağlamda kimlik hem ulus, hem de
devlet olmaklığın çeşitli inşa edilmiş biçimlerini tanımlar hale gelmektedir. Bu
noktada birçok çalışmada birbirlerinin yerine kullanılsa 183 ve iki kavram arasında
ayrım yapmak ne kadar zor olsa da, ulusal kimlikle devlet kimliğinin aynı olmadığı
belirtilmelidir. Devlet kimliği, devletin belirli bir uluslararası bağlamda biricikliği ve
farklılığı konusunda sahip olduğu ya da daha basit bir şekilde ifade etmek gerekirse
devletin ne olduğu ve neyi temsil ettiği ile ilgili bir kavramsallaştırmadır. 184 Ulusal
kimlik ise, bir ulusa üye olmakla ilgili toplumsal bir kavramsallaştırmadır. Buna
karşın, ulusal kimlik ve devlet kimliği anlam bakımından hem büyük oranda
çakışmakta, hem de bir bakıma birbirini karşılıklı olarak inşa etmektedir. Ulusal
kimliğin paylaşılan anlatıları, aynı zamanda bu topluluğu başka uluslarla
ilişkilendiren unsurlardır, diğer yandan devlet kimliği dış’a/ötekiye karşı ulusal
topluluğun “biz” duygusunu korumada önemli bir rol oynamaktadır.
182
Ilya Prizel, National Identity and Foreign Policy: Nationalism and Leadership in Poland,
Russia and Ukraine (Cambridge: Cambridge Univeristy Press, 1998), s. 16.
183
Yücel Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity: A Constructivist Approach
(New York & Londra: Routledge, 2003), s. 29 veya Thomas U. Berger, “Norms, Identity and National
Securtiy in Germany and Japan”, (der.) Peter Katzenstein The Culture of National Security: Norms
and Identiy in World Politics (New York: Columbia University Press, 1996). Diğer yandan bu
ayrılığı teorik olarak vurgulayan çalışmalar da bulunmakla birlikte ampirik araştırma aşamasında bu
ayrımı başarabilmek zor görünmektedir. Örneğin, Adamson ve Demetriu devlet kimliği ve ulusal
kimliğin literatürde yaygın olarak ‘bir’miş gibi kabul edilmelerine çeşitli argümanlarla karşı çıkmakla
birlikte, ampirik incelemeleri esnasında devlet ve ulusal kimliği bir kabul etmek durumunda
olduklarını belirtmektedirler. Fiona B. Adamson and Madeleine Demetriu, “Remapping the
Boundaries of ‘State’ and ‘National Identity’: Incorporating Diasporas into IR Theorizing”, European
Journal of International Relations, Cilt 13 (4), 2007, s. 491.
184
Ashizawa, “When Identity Matters”, s. 575. Uluslararası İlişkiler disiplininde farklı yaklaşımların
devlet kimliğini ne şekilde kavramsallaştırdıkları konusunda ayrıntılı bir çalışma için bkz. Jens
Bartelson, “Second Natures: Is the State Identical with Itself?”, European Journal of International
Relations, Cilt 4 (3), 1998.
60
2. Kimlik ve Dış Politika
Bir devleti belirli bir kimliğe göre (bir diğerine göre değil) anlamak eylemler
açısından sonuçlar yaratır. Örneğin, “güçlü-zayıf devlet” kimlikleri, “AB üyesi
devlet” kimliği ya da “saldırgan-pasifist devlet” kimlikleri farklı davranışsal
sonuçlara yol açar çünkü her bir kimliğin ortaya çıkardığı çıkarlar birbirinden
farklıdır. 185 Kimlikle dış politika arasında doğrudan nedensel bir bağ olmadığı,
kimliğin dış politikayı doğrudan biçimlendirmediği genellikle kabul edilmektedir. Bu
noktada kimliklerin kurucu özellikleri kabul edilerek, çalışmalar çıkarlar üzerine
odaklanmaktadır. “Kim olduğumuzu bilmeden ne istediğimizi bilemeyiz” argümanı
bağlamında kimlikler çıkarların, çıkarlar da eylemlerin kaynağıdır. Kimlikler çıkarlar
olmadan motivasyonel güce, çıkarlar da kimlikler olmadan belirli bir yöne sahip
olamazlar. 186 Bu bağlamda bir devletin dış politika eylemlerini açıklamak için
çıkarları, bunun için de yine öncelikle kimliğini anlamak gerektiği öne sürülebilir.
Kimlik ve çıkarların nasıl inşa edildiğini, bu oluşuma hangi süreç ve pratiklerin
eşlik ettiğini anlamak inşacı araştırma programının en önemli parçasıdır. Wendt’in
yaklaşımında 187 kimlik ve çıkarlar etkileşim sürecine yerleştirilmiştir, yani kimlik ve
çıkarlar etkileşim sürecinde inşa edilmektedir. Wendt’e göre etkileşim öncesinde var
olan yalnızca örgütsel yönetim mekanizması ile bunu koruma arzusudur ve bunlar
‘kendi’nin farkında olmayı yaratmazlar, çünkü etkileşim öncesinde aktörlerin
‘ben’likleri yoktur. 188 Wendt’in realizmde olduğu gibi verili, sabit ve tüm aktörler
için aynı varsaydığı etkileşim öncesi kimliklerden kaynaklanan, yani sosyal
bağlamdan bağımsız dört çıkar vardır; fiziksel güvenliği korumak, otonomiyi
korumak, ekonomik refahı ve kolektif kendine saygıyı (self-esteem) korumak. 189 Bu
çıkarlar da kimlikler gibi sabit ve tüm aktörler için aynıdır. Wendt kimlik ve çıkarları
yalnızca etkileşim sürecine yerleştirmekle yapısalcılığının lehine, kökleri içsel
185
Hopf, “The Promise of Constructivism”, s. 191.
Wendt, Social Theory of International Politics, s. 231.
187
Wendt’in uluslararası yapının kimlik inşa edici rolüyle ilgili yaklaşımı, çalışmanın ikinci
bölümünde, “Uluslararası Sistemin Yapısı” başlığı altında ayrıntılı olarak ele alınacağından, bu
kısımda kimlik inşası sürecinin sonuçları bağlamında, genel bir analizle yetinilmiştir. İkinci bölümde
öncelikle Wendt’in yapıyı ne şekilde kavramsallaştırdığı ele alınarak, kimlik üzerindeki kurucu etkisi
araştırılmaya çalışılacaktır.
188
Wendt, “Anarchy is What States Make of It”, s. 401-402.
189
Wendt, Social Theory of International Politics, s. 235-237.
186
61
süreçlerde olan kimlikleri (bileşik kimlik) gözardı etmiş ve çıkarların nasıl
oluştuğuyla ilgili yetersiz bir analiz çerçevesi ortaya koymuştur. Bununla birlikte,
aktörler eğer Wendt’in öne sürdüğü gibi etkileşim öncesi bir “ben”liğe, yani ben ve
öteki kavramsallaştırmasına sahip değilse, neden etkileşime geçme ihtiyacı
duydukları açıklanamamaktadır.
karşılaşmakta, 190
ötekiye
Ben ve öteki Wendt’in elinde tesadüfen
duyulan
ihtiyaç mevcut
kimlikten
bağımsız
ele
alınmaktadır. 191
Devletlerin etkileşim öncesinde uluslararası sistem ve kendi devletlerinin konumu
gibi konularda fikir sahibi olmadıklarını söylemek olanaklı değildir. Wendt’in bileşik
kimlik olarak adlandırdığı ve etkileşime dışsal varsaydığı kimlikler etkileşim
öncesinde devletlere uluslararası alanda yol gösterici olarak işlerler. 192 Yine,
devletlerin kimliği diğer devletlerle etkileşim sürecinde dönüşebilir, fakat devlet
kimliğinin tek kaynağı Wendt’in öne sürdüğü şekilde sadece etkileşim değildir.
Devletlerin çıkarlarını, dolayısıyla dış politika eylemlerini belirleyen kimliği aynı
zamanda içsel süreçlerce de belirlenmektedir. 193
Wendt’in analizine göre aktörler etkileşim sürecinde, bu etkileşimin sonucunda
ortaya çıkan öznelerarası anlamlara göre eylemlerini ortaya koymaktalar ve kimlik,
dolayısıyla da çıkarların değişimini sağlayacak olan, bu süreçte aktörlerin ortaya
koyacakları (stratejik) pratiklerdir. 194 Yani buna göre kimlik değişiminin yollarından
birisi aktörlerin bilinçli çabaları olmaktadır. 195 Buna karşın Wendt bu pratiklerin
Wendt’in aktörler arası etkileşim sürecini nasıl kavramsallaştırdığı en iyi, genel olarak sosyal
eylemleri nasıl kavramsallaştırdığını ortaya koyan, ego-alter örneğine bakılarak anlaşılabilir. İlk
karşılaşma öncesinde ego a-priori kendi durum tanımlamasına dayanarak bir eylemde bulunur ve bu
eylem alter için hem ego’nun kendisine yüklediği rolün, hem de alter’e biçtiği rolün işaretlerini verir.
İkinci aşamada alter ego’nun eylemlerini kendi algılamalarına göre yorumlar, ve alter’in eylemi
başlar. Sonuçta bu da ego’ya aynı işaretleri verir. Son aşamada ego da alter’in eylemini yorumlayarak
buna karşılık verir. Bu sosyal öğrenme süreci etkileşim son bulana kadar sürer. Bu süreçte ego da,
alter de paylaşılan fikirleri öğrenecek ve bunları başlangıç noktası alarak sonraki etkileşimde yeniden
üreteceklerdir. Wendt, Social Theory of International Politics, s. 329-332.
191
Inayatullah ve Blaney, “Knowing Encounters: Beyond Parochialism in International Relations
Theory”, s. 73.
192
Weldes, “Constructing National Interest”, s. 280.
193
Bill McSweeney, Security, Identity and Interest: Sociology of International Relations,
(Cambridge: Cambridge University Press, 1999), s. 127-128.
194
Wendt, “Identity and Structural Change”, s. 55.
195
Zehfuss, Constructivism in International Relations, s. 46.
190
62
nasıl değiştirildiğini, değişime neden ihtiyaç duyulduğunu açıklayamamaktadır. Bu
eksikliği gidermenin yolu, devlet aktörlerinin kimlik ve çıkarları değiştirecek
pratiklerinin kaynağını içsel süreçlerde aramak olacaktır.
Sonuçta, her devletin kimliği temelde içeride kimlik yaratma pratiklerinin bir
ürünüdür. Kimlik yaratma pratikleri devletlerin uluslaşma süreçleriyle yani, hem yeni
bir devletin siyasal varlık olarak kuruluşu, hem de bir (ulusal) kimliğe sahip olma
duygusunu yaratma süreçleriyle ilgilidir. 196 Bu süreçlerde kolektif hafıza çok önemli
bir rol oynamaktadır. Çünkü kimlik, kolektif hafızayı oluşturan sembol, mit, inanç,
alışkanlık ve bilgiler yoluyla inşa edilir. 197 Kimlik bir kere inşa edildikten sonra
devletler bir yandan bu kimliklerini içsel ve uluslararası alanda kurumsallaştırmaya
çalışırlar, diğer yandan da bu içsel ve uluslararası alanın yarattığı etkiler kimlikleri
şekillendirmeye başlar. 198
İçsel alanda kimlik dinamiği sürekli canlı tutulmaya, yeniden uyandırılmaya
çalışılır ve bu devletlerin içerdeki meşruiyeti için önemli bir dayanaktır. 199 Bu
şekilde kimlik dinamiğini uyandırmanın, canlı tutmanın en önemli araçlarından birisi
dış politikadır. Bu bağlamda dış tehdit/tehlike unsuru dış politikanın kimliği
koruyucu
rolünün
dayanağı
olarak
ortaya
çıkmaktadır.
Çünkü
devletler
meşruiyetlerini (ulusal) kimliği dışarıdan (ve içeriden) gelecek tehlikelere karşı
korumak yükümlülüğünü yerine getirmek yoluyla sağlamaktadırlar. 200 Bu bağlamda
dış politika ve kimlik arasındaki ilişkinin yapı-eden kavramsallaştırmasında olduğu
şekilde karşılıklı inşa edici olduğu söylenebilir.
Uluslararası alanda kimliklerin normlarla ilişkilendirilerek analiz edilmesi de
günümüzde oldukça yaygındır. 201 Kratochwill’e göre uluslararası ilişkilerde eylemler
196
William Bloom, Personal Identity, National Identity and International Relations (Cambridge:
Cambridge University Press, 1990), s. 55.
197
Bilgin, Sosyal Bilimlerin Kavşağında Kimlik Sorunu, s. 53.
198
Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity, s. 25.
199
Sanjoy Banerjee, “The Cultural Logic of National Identity Formation: Contending Disourses in
Late Colonial India”, Valerie M. Hudson (der.), Culture and Foreign Policy (Boulder, Londra:
Lynne Rienner Publishers, 1997), s. 33.
200
David Campbell, Writing Security: United States Foreign Policiy and the Politics of Identity
(Minneapolis: University of Minnesota Press, 1998), s. 50.
201
Bu konuda, uluslararası ilişkilerin norm ve kurallar temelinde analiz edilmesi gerektiği
argümanıyla çalışmalarını bu temele dayandıran Friedrich Kratochwill’in çalışmalarına bakılabilir.
63
ancak öznelerarası bağlama oturtulabiliyorsa anlamlı olabilir ve bu öznelerarası
bağlam da normlara dayanmaktadır. 202 Norm, verili bir kimliğe uygun olduğu
düşünülen, yani başkalarının söz konusu kimlikten beklediği davranıştır. 203 Normlar,
gerek doğrudan devlet kimliğini, gerekse de kimlikten kaynaklanan politika
çıktılarını etkileyerek devletlerden beklenen ‘uygun’ davranışı belirler. Bu bağlamda
normlar, uluslararası ilişkilerin eden’leri olarak devletlerin dış politika pratiklerini
düzenlerler. Bir başka deyişle devletlerin izleyebilecekleri dış politika seçeneklerini
sınırlarlar. 204
Normlar bu bağlamda aktörlerin kimliklerini biçimlendiren bir unsur olarak
ortaya çıkmaktadır, fakat normların etkisinin yine aktörlerin/devletlerin kendi içsel
süreçlerince nasıl algılanıp yorumlanacağı ile sınırlı olacağı da gözardı
edilmemelidir.
Örneğin, Friedrich Kratochwill, Rules, Norms and Decisions: On the Conditions of Practical and
Legal Resoning in International Relations and Domestic Affairs (New York: Cambridge
University Press, 1989); “The Embarrassment of Changes: Neo-Realism as the Science of Realpolitik
Without Politics”, Review of International Studies, Cilt 19 (1), 1993, s. 63-80. Yine, bu temelde
hazırlanmış makaleler içeren Peter J. Katzenstein (der.), The Culture of National Security (New
York: Cambridge University Press, 1996) ampirik çalışmalar da içermesi açısından incelenmeye
değerdir.
202
Kratochwill, Rules, Norms and Decisions, s. 24 ve 34.
203
Ronald L. Jepperson, Alexander Wendt ve Peter J. Katzenstein, “Norms, Identity, and Culture in
National Security”, Katzenstein (der.), The Culture of National Security s. 54.
204
Paul Kowert ve Jeffrey Legro, “Norms, Identity and Their Limits: A Theoretical Reprise”,
Katzenstein (der.), The Culture of National Security, s. 468.
64
İKİNCİ BÖLÜM: KİMLİĞİN İNŞASI
Birinci bölümde dış politika analizi için en uygun teorik yaklaşımın hangisi olduğu
ortaya koyulmaya çalışılmış ve bu bağlamda inşacı bakış açısının dış politikayı
analiz etmek için en uygun yaklaşım olduğu öne sürülmüştür. Bu çerçevede, inşacı
yaklaşımların anahtar kavramı olarak “kimlik”in (bu çalışmada ve dış politika analizi
bağlamında devlet kimliğinin) bağımsız değişken olarak analiz edilmesi gerektiği
noktasına varılmıştır. Bu bağlamda ve Türk dış politikasının kaynağı olarak kimliğin
etkisini ortaya çıkarabilmek amacıyla bu bölümde öncelikle Türkiye devleti
kimliğinin ‘nasıl’ inşa edildiği analiz edilecektir. “Türkiye devleti kimliği”
kavramsallaştırması, Wendt’in içsel süreçlerce oluştuğu için uluslararası alana dışsal
saydığı ve dolayısıyla da analizinde verili kabul edip gözardı ettiği bileşik kimlik 205
tanımına karşılık gelmek üzere kullanılmıştır. Fakat Wendt’in aksine, bu çalışmada
içsel ve uluslararası süreçlerin, aynı yapı-eden kavramsallaştırmasında olduğu gibi
etkileşim halinde olduğu, dolayısıyla da birbirlerinden ayrılıp bir kenara
bırakılamayacağı kabul edildiğinden, analiz ne sadece içsel, ne de uluslararası
süreçlere hapsedilmeyecektir. Etkileşim kabul edildikten sonra bu süreçlerin kesin
sınırlarla birbirinden ayrılamayacağı benimsenmekle birlikte, içeriğin analitik olduğu
kadar kronolojik de olabilmesi için üç düzeyli bir başlıklandırma tercih edilmiştir.
I. BİRİM DÜZEYİ: TÜRKİYE DEVLETİ KİMLİĞİ
Bu kısımda, Türk dış politikasının kaynağı olarak Türkiye devleti kimliğinin nasıl
inşa edildiğinin analizi, temelde modernleşme/batılılaşma olgusu ve bununla ilintili
olduğu varsayılan Kemalizm çerçevesinde gerçekleştirilmeye çalışılacaktır. Gerek
modernleşme/batılılaşma, gerekse de Kemalizm çoğunlukla ulusal kimlik ile ilgili
çalışmalarda analiz odağı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışmada devlet kimliği
ve ulusal kimlik birbirinden farklı kavramsallaştırıldığından, sözü edilen kavramların
205
Bu çalışma s. 53’ de dipnot 163.
65
ulusal kimlikten ayrı, hatta onunla çok az örtüşen devlet kimliğini inşa eden unsurlar
olduğu benimsenerek yola çıkılmıştır.
Devletin bileşik kimliği genel olarak devlet inşasıyla eşzamanlı olarak ele alınan
bir süreçtir. Bu çerçevede Türkiye’nin devlet olarak kimliği Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluşuyla birlikte tarihlendirilmesi gerekmektedir. Fakat uluslararası ilişkilerin
aktörleri olarak günümüz devletlerinin hiçbirinde olmadığı gibi, Türkiye de bir
tabula rasa olarak kurulmamıştır. Bir başka deyişle devletin kimliğinin nasıl inşa
edildiği bağlamında yapılacak bir analizin tarihsel geçmiş gözardı edilerek hedefine
ulaşması olanaklı değildir. Bu çerçevede öncelikle Osmanlı geçmişine değinmek,
kimliğin inşası bağlamında ‘nasıl’ sorusunu yanıtlayabilmek için önemlidir.
1. Devleti ‘Kurtarmaktan’ Devleti ‘Kurmaya’ Modernleşme/Batılılaşma
Olgusu
Modernleşme, sözcük anlamı itibariyle ‘modern olana’ doğru ilerleyen süreci
karşılamaktadır. Sosyal bilimler teorisi olarak geleneksel toplumdan, ilk kez Batı
Avrupa’da başlayan sanayileşmiş, evrensel geçerliği olan bir bireysellik ve
rasyonalite kültürüne sahip ve temsili sistemle yönetilen topluma doğru ilerleyen
değişim sürecini anlatmaktadır. 206 Bu çerçevede modernleşme, genel olarak
kapitalizmin gelişme süreçlerine eşlik eden sosyal ve siyasal değişimlerin bütünü
anlamında kullanılmaktadır. Bu anlamda da, geleneksel (ya da az gelişmiş)
toplumların ekonomik ve diğer yapısal özelliklerini edinme doğrultusunda
geçirdikleri dönüşümler olarak tanımlanmaktadır. 207
Batılılaşma ise modernleşmeye göre daha dar kapsamlı bir kavram olarak ele
alınmaktadır. Yine de, süreç olarak modernleşmenin her ülkeyi bir ölçüde Batılı
Levent Köker, “Kemalizm/Atatürkçülük: Modernleşme, Devlet ve Demokrasi”, Ahmet İnsel (der.),
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.101102.
207
Wilbert E. Moore, “İşlevselcilik”, Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Tom Bottomore-Robert
Nisbet, (der.), çev. Şirin Tekeli, (Ankara: Ayraç Yayınları, 1997), s. 364-365’den aktaran Adem Efe,
“II. Meşrutiyet Dönemi İslamcıları ve Çağdaşlaşma Görüşleri”, Doğu-Batı, 11 (46), 2008, s.64.3
206
66
ülkelere benzetmesi nedeniyle kaçınılmaz göründüğünden, 208 bu iki kavramı
biribirinden bütünüyle ayırmak anlamlı değildir.
Türkiye’de modernleşme doğrudan batı modernliği ile özdeşlik taşır ve bu
anlamda modernleşme ve batılılaşma aynı anlamda algılanmaktadır. Öte yandan,
Türkiye’de batılılaşma, modernleşme sürecinin “eden”i durumunda olduğundan, iki
kavramın iç içe geçmesi kaçınılmaz olmaktadır. 209
Türkiye tarihinin son ikiyüz yılını belirleyen bir olgu olarak batılılaşma, ilk
olarak Osmanlı devletinin kendisini Batı’ya karşı savunma ve ona rağmen var olma
mücadelesi olarak gündeme gelmiştir. 210 Kuruluşundan itibaren Avrupa/Batı ile
ilişkide olan Osmanlı devletinin, 211 güçlü olduğu dönemlerde Batı’yı model olarak
izlenmek gibi bir düşüncesi yoktu. 212 Fakat 18. yüzyıl boyunca üst üste gelen askeri
başarısızlıklarla Osmanlı devleti Batı karşısında önce üstünlüğünü, ardından da
varlığını yitirme tehlikesiyle karşılaşınca batılılaşma yoluyla devleti [kısmen]
yeniden inşa etme, 213 dolayısıyla ‘kurtarma’ yoluna gitmiştir. Bu çerçeveden
bakıldığında, batılılaşma sürecini başlatan temel güdünün “güvenlik” olduğu
söylenebilir. Bu bağlamda devletin güvenliğini (bekâsını) sağlayabilecek bir araç
olarak Osmanlı devletinin gündemine giren batılılaşma, zamanla kimlik inşa edici bir
unsura dönüşmüştür. 214
Metin Çulhaoğlu, “Modernleşme, Batılılaşma ve Türk Solu”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt. III: Modernleşme ve Batıcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004,
s.171. Bu noktada, bu değerlendirmeye genel anlamda katılmakla birlikte, her genellemenin bazı
olguları dışarıda bırakacağının bilincinde olarak, Prof. Dr. Nuri Yurdusev’in Japonya örneği
üzerinden, Japonya’nın modernleşmesinin Japonya’yı batılılaştırmadığına dair değerli uyarısının
dikkate alınması ve gözden kaçırılmaması gerektiği de belirtilmelidir.
209
Hasan Bülent Kahraman, “Bir Zihniyet, Kurum ve Kimlik Kurucusu Olarak Batılılaşma”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt. III, s. 125-126.
210
Alper Kaliber, “Türk Modernleşmesini Sorunsallaştıran Üç Ana Paradigma Üzerine”, Modern
Türkiye’de Siyasal Düşünce Cilt. III, s. 107.
211
Aydın’ın deyimiyle, Türkler önce fetihçi bir güç ve düşman, ardından bir bileşen/parçası, bunun
sonrasında başarısız bir taklitçi, en son olarak da takipçi ve müttefik olarak Avrupa ile tarih boyunca
ilişki içerisinde olmuşlardır. Mustafa Aydın, “Determinants of Turkish Foreign Policy: Historical
Framework and Traditional Inputs”, Middle Eastern Studies, Cilt 35 (4), 1999, s. 160.
212
Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi (İstanbul: İletişim Yayınları, 2006), s. 11.
213
Ahmet İnsel, Türkiye Toplumunun Bunalımı (İstanbul: Birikim Yayınları, 2002), s. 40.
214
İhsan D. Dağı, “Transformation of Islamic Political Identity in Turkey: Rethinking the West and
Westernization”, Turkish Studies, Cilt 6 (1), 2005, s. 22.
208
67
Batılılaşma sürecinin ilk işaretleri daha Onsekizinci yüzyılda tartışılmaya
başlanan Batı’nın askeri teknolojisinin alınması olmuştur. Batı’nın askeri kurum ve
teknolojisini örnek alma çabaları, ardından III. Selim döneminde Batı’ya sürekli
elçilerin gönderilmesinin sağladığı bilgi akışı 215 ve özellikle de II. Mahmut
döneminin kendisini önceleyen döneme oranla çok daha radikal askeri, idari ve mali
reformları yanında ‘modern’ eğitimle ilgili reformları, 216 Osmanlı modernleşmesinin
başlangıcı kabul edilen 1839 Tanzimat Fermanı’na giden yolu hazırlamıştır. 217
Fermanı izleyen reformlar da, önceki dönemlerde olduğu gibi ordu, bürokrasi,
vergilendirme ve eğitim alanlarını kapsamıştır. Farklı olan, adli reforma ağırlık
verilmesi 218 ve bu bağlamda Müslüman olmayan tebaa ile müslümanlar arasında
eşitlik (müsavat) uygulamasını başlatarak toplumun yeniden örgütlenmesini
sağlayacak yolu açmış olmasıdır. Eşitlik ilkesi, aslında ulusçuluklar çağında,
özellikle Balkan ulusçuluğu ile karşı karşıya olan Osmanlı devleti için pratik bir
zorunluluk olarak anlamlıydı. Bu ilke, “Osmanlıcılık” siyasetine de temel teşkil
edecek 219 ve Osmanlıcılık Tanzimat döneminin resmi politikası haline gelecektir.
Osmanlıcılık, Osmanlı tebaası arasında birliği sağlamak, dolayısıyla da devletin
bütünlüğünü korumak amacıyla bir siyasal kimlik 220 olarak Osmanlılığı temel alan
bir düşünüş ve eylem olarak tanımlanabilir. 221
Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 10-11.
Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, çev. Yasemin Saner Gönen (İstanbul:
İletişim Yayınları, 2003), s. 63-64.
217
İlber Ortaylı böyle bir tarihlendirme yapmanın doğru olmadığını ve Tanzimat fermanı öncesinde de
yapısal koşulların modernleşmeyi Osmanlıya kendiliğinden getirdiğini öne sürmektedir. “II. Viyana
bozgunundan Tanzimat fermanına kadar Osmanlı modernleşmesini tarih hazırlamış, bu tarihten sonra
Osmanlı yöneticileri modernleşmeyi sırtlamakta ve dikte etmektedir.” İlber Ortaylı, İmparatorluğu
En Uzun Yüzyılı (İstanbul: Alkım Yayınları, 2005), s. 28.
218
Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 88.
219
Halil İnalcık, “Tanzimat Nedir?”, Halil İnalcık ve Mehmet Seyitdanlıoğlu (der.), Tanzimat:
Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu (Ankara: Phoenix Yayınları, 2006), s.29.
220
Kemal H. Karpat, “Tarihsel Süreklilik, Kimlik Değişimi ya da Yenilikçi, Müslüman, Osmanlı ve
Türk Olmak”, çev. Sönmez Taner, Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiyesi (İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, ), s. 25.
221
Osmanlı devletinin toplumsal örgütlenmesini yeni bir kimlik bağlamında yeniden inşası süreci
genellikle devletlerarası ilişkiler odağında, dış baskılarla gelen bir zorunluluk olarak açıklanmakta
olsa da, bu durumu daha derinde doğrudan modernleşme sürecinin bir sonucu olarak da açıklamak
olanaklıdır. Örneğin, Öğün’e göre modernlik, yerel, heterojen ve dinsel farklılıklara dayalı kimlikleri
reddederek standartizasyonu öngörmekte olduğundan ve Osmanlı’nın kimlik dünyası da modernliğin
215
216
68
Tanzimat’la başlayan Osmanlı modernleşmesi, toplumun modernleşmesi olarak
değil, devletin reformu olarak görülmelidir. 222 Dolayısıyla da, Tanzimatçıların
topluma yukarıdan aşağıya dayatmaya çalıştıkları Osmanlılık kimliği de aslında
toplumsal değil, devlet kimliğidir. 223 Osmanlı kimliğinin Karpat’ın belirttiği üzere
yalnızca müslüman ‘Türkler’ için benimsenecek bir kimlik olabilmiş olması, gayr-i
müslimler tarafından rağbet görmediği gibi, Arap kökenli ve diğer müslümanlar için
de kendi etnik ve İslami kimliklerine karşı dayatılan bir kimlik olarak görülmüş
olması bunun bir işareti olarak görülebilir. 224
Osmanlılık kimliği ile ilgili bir diğer kaynak da Islahat Fermanı (1856) olmuştur.
Tanzimat Fermanının ikinci aşaması gibi görünen Islahat Fermanı, Müslümanlardan
“hakim millet” (millet-i hakime) imtiyazını alarak, din farkı gözetmeksizin Osmanlı
vatandaşlığı yaratma çabasını daha da ileri taşımıştır. 225 Bu uygulamanın bir adım
ötesi 1864’de çıkarılan bir yasa ile (Tabiiyet-i Osmaniyye Kanunnamesi) Osmanlı
sınırları içerisinde yaşayan herkesin Osmanlı vatandaşı olarak kabul edilmesi
olmuştur. 226
Tanzimat reformları kısa sürede kendi muhalefetini de doğurmuştur. Reformlar,
daha önce de belirtildiği üzere otokratik olduğundan, zaten kitle desteğine sahip
değildi ve gayr-i Müslim tebaa arasında başlayan ayrılıkçı (ulusalcı) hareketlerin
önünü kesecek kadar etkileyici de olamamıştı. Bunun yanında Tanzimat reformları
ve uygulamalarına karşı en etkili muhalafet, yine Tanzimat bürokrasisinin kendi
içerisinden çıkmıştır. 227 Yeni Osmanlılar 228 olarak adlandırılan bu muhalif grup,
bu reddettiği temellere dayandığından, modernleşme sürecine girildikten sonra bu yöndeki değişim de
kaçınılmaz hale gelmiştir. Süleyman Seyfi Öğün, Türk Politik Kültürü (İstanbul: Alfa Yayınları,
2000), s. 91.
222
Çağlar Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003),
s. 183.
223
Öğün, Türk Politik Kültürü, s. 92.
224
Karpat, “Tarihsel Süreklilik, Kimlik Değişimi”, s.32.
225
Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 14.
226
A. Teyfur Erdoğdu, “Osmanlılığın Evrimi Hakkında Bir Deneme: Bir Grup (Üst Düzey Yönetici)
Kimliğinden Millet Yaratma Projesine”, Doğu-Batı, Cilt 11 (45), Mayıs-Temmuz 2008, s. 31.
227
Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 102-103.
228
Yeni Osmanlılar ile ilgili ayrıntılı bilgi için, Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu,
çev. Mümtaz’er Türköne, Fahri Unan ve İrfan Erdoğan (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003); Şükrü
Hanioğlu, The Young Turks in Opposition (Oxford-New York: Oxford University Press, 1995)’e
bakılabilir.
69
içinde çok farklı görüşleri barındırıyor olsa da, temel olarak liberal ve meşruti bir
reform önerisiyle Tanzimat reformlarına muhalefet etmiştir. 229 Ortaylı’ya göre Yeni
Osmanlılar, anayasacı liberalizm, modernist İslamcılık, hatta Türkçülük ve
sosyalizme kadar çeşitli görüşleri bünyesinde barındırmaktaydı. 230 Bu kadar farklı
referanslarla hareket eden kimselerin bir grup oluşturacak şekilde birarada olmalarını
sağlayan unsur, yönetime duyulan hoşnutsuzluk ve bu hoşnutsuzluğun meşruti ve
temsili bir yönetimle giderilebileceği inancına dayanan ortak hedef için mücadele
etmeleriydi. 231
Yeni Osmanlıların Tanzimat’a karşı çıkışları öncelikle bu reformların Batılı
güçlere taviz vermek bağlamında yapıldığı inancına dayanmaktaydı. Yeni Osmanlılar
Batılılaşmaya karşı değildiler, fakat Batılılaşma olgusuna pragmatik yaklaşıyor ve
reform sürecinde İslami temellerin görmezden gelinmesine karşı çıkıyorlardı. Öte
yandan Yeni Osmanlılar için bir anayasaya sahip olmak, aslında toplumun ihtiyaç ve
Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu (çev.) Metin Kıratlı (Ankara: Türk Tarih Kurumu
Basımevi, 1970), s. 151.
230
Ortaylı, İmparatorluğu En Uzun Yüzyılı, s. 265. Mardin’e göre, Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali
Suavi Yeni Osmanlılar içindeki en temel üç fikir akımının temsilcileridir. Siyasi fikirleri Batı
düşüncesine dayanan Namık Kemal’in temel felsefesi yine İslami öğelere dayanmakta, bu çerçevede
yer yer tutucu olmakla birlikte daha çok liberal modernist (ama) İslamcı bir çizgiye sahiptir. Namık
Kemal’le özdeşleştirilmiş olan hürriyet kavramı da yine bu bağlamda, Mardin’in belirttiği gibi Batılı
kuramsal temellerden uzak, İslami referanslarla algılanan daha sığ bir kavrayışla işlenmiştir. Yeni
Osmanlıların bir diğer temsilcisi olarak anılan Ziya Paşa ise, Namık Kemal’den çok daha
muhafazakar, Batı düşüncesine daha uzaktır. İmparatorluğun durumunun düzeltilmesi için devlet
katında reformun, özellikle de eğitim reformlarının yeterli olacağını savunmuştur. Yeni Osmanlıların
Avrupa’da çıkardığı ilk gazete olan Muhbir’in öncüsü Ali Suavi ise, aldığı medrese eğitiminin
etkisinde, batılı siyasi düşüncelere ters, hatta meşrutiyet fikrine de karşı görüşlere sahiptir. Osmanlı
düşünce hayatına en önemli katkısı “Türk” kavramına ilk değer veren kişilerden olmasıdır.
Türkçülüğün ilk savunucularından sayılmasına sebep olan görüşleri daha çok Türk dili ve alfabesiyle
ilgili görüşlerinden kaynaklanmaktadır. [Şerif Mardin, “Yeni Osmanlılar ve Siyasi Fikirleri”,
Tanzimattan Cuhuriyete Türkiye Ansiklopedisi Cilt: VI (İstanbul: İletişim Yayınları, 1985), s.
1700]. Yazılarında, Osmanlıların dilinin Osmanlıca değil, Türkçe olduğunu, çünkü Osmanlıların da
aynı Özbek ya da Türkmenler gibi Türk halklarından olduğunu öne sürmüştür. Suavi Aydın, Türk
Kimliğinin Yaratılması ve Ulusal Kimlik Sorunu Üzerine (Ankara: Özgür Üniversite Yayınları,
2009), s. 112. Buna karşın siyasal anlamda bir Türkçülük güttüğünü söylemek olanaklı değildir.
Aksine, bu anlamda Ali Suavi İslamcı (ve Osmanlıcı)’dır. Ercüment Kuran, “The Impact of
Nationalism on the Turkish Elite in the Nineteenth Century”, William R. Polk ve Richard L.
Chambers (der.), Beginnings of Modernization in the Middle East (Chicago-Londra: The
University of Chicago Press, 1968), s. 112.
231
Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, s. 91-93.
229
70
talepleriyle değil, devletin kurtarılmasında bir araç olarak görülmesiyle ilgiliydi.232
Buna karşın anayasa fikrinin oluşması ve yayılmasında, dolayısıyla da meşrutiyet
hareketinde dolaylı da olsa önemli bir etkide bulunmuşlardı. Yeni Osmanlı
hareketinin kendisinden sonraki döneme dair bir diğer etkisi ise İslamcılık görüşü
üzerinde olmuştur.
İslamcılık, Osmanlıların Tanzimat’la birlikte kültürel benliğini kaybetmeye
başladığı anlayışına odaklanmış bir fikir akımıydı. 233 Diğer yandan, İslam
medeniyetinin kendisini de sorguluyor ve Batı’nın üstünlüğü karşısında onu taklit
etmek yerine, ‘gerçek’ İslam’a dönülürse yeniden parlak günlere dönülebileceği ve
Batı karşısında eskisi gibi sağlam durulabileceği vurgulanıyordu. İslamcılık II.
Abdülhamit’in iktidarında yoğunlaşmış ve Sultan Abdülhamit kendi iktidarına kadar
çok belirgin olmayan İslamcı tepkiyi devleti kurtarmak adına resmi politikası haline
getirmiştir. Deringil’in deyimiyle, II. Abdülhamit döneminde İslamcılık bir gelenek
olarak icad edilmiş 234 ve kimlik inşasının önemli bir bileşeni haline gelmiştir. 235 Bu
dönemde Osmanlı devleti sınırlarında yaşayan Müslümanlar arasında birlik kurmak
için kullanılan İslamcılık, Osmanlıcılık ile birleştirilerek bir Osmanlı milleti236
kimliği yaratma ideolojisine dönüşmüştür. İslam, ortak kimlik ve vatandaşlığın bir
unsuru ve imparatorluğun müslüman tebaasını biraraya getirmeyi sağlayacak sosyal
çimento olarak görülmüştür. 237
II. Abdülhamit’in İslamcılığının bir diğer yüzü,
Panislamizm olarak dış
politikaya yönelik olmuştur. Abdülhamit’in Panislamizmi ilk anda anlaşıldığı şekilde
Cemil Koçak, “Osmanlı/Türk Siyasi Geleneğinde Modern Bir Toplum Yaratma Projesi Olarak
Anayasanın Keşfi: Yeni Osmanlılar ve I. Meşrutiyet”, Tanıl Bora ve Murat Gültekin (der.), Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce Cit I: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası, Tanzimat ve
Meşrutiyet’in Birikimi (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 81.
233
Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 91.
234
“Geleneğin icadı” kavramıyla ilgili olarak bkz. The Invention of Tradition, Eric Hobsbawm ve
Terence Renger (der.), (Cambridge: Cambridge University Press, 1983).
235
Selim Deringil, Simgeden Millete: II. Abdülhamit’ten Mustafa Kemal’e Devlet ve Millet
(İstanbul: İletişim Yayınları, 2007), s. 29.
236
Burada millet kelimesinin kullanımı, anlam olarak ulustan farklı kullanıldığını belirtmek için
yapılmış bilinçli bir tercihtir. Çünkü bu bağlamdaki Osmanlılık, ulus kavramının içerdiğinin aksine
çok dinlilik, çok kültürlülük ve çok etniliği de içermekte, Osmanılı’ya bağlılık dışında bir homojenliği
getirmemektedir.
237
Gökhan Çetinsaya, “İslami Vatanseverlikten İslam Siyasetine”, Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce, Cilt. I, s. 271.
232
71
bütün dünya Müslümanlarını birleştirmek değil, ülke dışındaki Müslümanları
Halifelik ekseninde birleştirmek anlamında olmuştur. Bu bağlamda aslında hayata
geçirilecek bir politika olmaktan çok, bu politikadan etkilenebilecek durumda olan
(Müslüman sömürgelere sahip İngiltere, Fransa ve Rusya gibi) güçlere karşı pazarlık
olanaklarını artıracak diplomatik bir koz olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Bu şekilde
Panislamizm, sömürge Müslümanlarını Halifelik gücüyle sömürgeci devletlere karşı
ayaklandırabilme potansiyeline sahip bir tehdit olarak canlı tutulmaya çalışılmıştır.238
II. Abdülhamit dönemi İslamcılığı batılılaşma sürecini kesintiye uğratmamış,
pragmatik bir batılılaşma süreci, üstelik yoğun biçimde devam etmiştir. Dahası, bu
dönem batılılaşma bağlamında Tanzimat reformlarının gerçekleştiği ve zirvesine
ulaştığı dönem olarak göze çarpmaktadır. 239 Fakat bu dönemde de batılılaşma seçici
olmuş, teknoloji, idari mekanizma, askeri ve eğitim kurumları çerçevesinde kalmıştır.
II. Abdülhamit döneminin muhalif sesleri ise 1877’de sultanın parlamentoyu
kapatmasıyla sahneden çekilen Yeni Osmanlıların devamı niteliğinde olan Jön
Türkler tarafından yükseltilmiştir. Jön Türkler genel olarak Tanzimat sonrası Batılı
eğitim kurumlarından mezun ve bürokratik görevlerdeki kişilerden oluşmaktaydı.
Yeni Osmanlılar’da olduğu gibi çağdaş, liberal ve anayasacı görüşlerin etkisinde
kalmışlardı. 240 Anayasacı oluşları, Hanioğlu’nun deyimiyle öncelikle söz konusu
dönemde anayasacılığın modernleşmenin bir ölçütü olmasıyla ilgiliydi. Diğer
yandan, Osmanlılık bağlamında bir Osmanlı vatandaşı yaratmanın ancak anayasa ile
olanaklı
olduğu
düşünülmekteydi. 241
Nihayetinde
anayasacılık
bağlamında
modernleşme de, Osmanlı kimliği yaratma arzusu da devletin kurtarılması sorununa
bağlıydı.
François Georgeon, Sultan Abdülhamit, çev. Ali Berktay (İstanbul: Homer Kitabevi, 2006), s.
244. Osmanlı devleti bu kozu içeriğinin aksine ayaklandırma için değil, ayaklanma olasılığına engel
olmak amacıyla (örneğin 1881’de Bosna Müslümanlarına karşı olduğu gibi) kullanmış, fakat
ayaklanma olasılığına engel olabilmesi, ileride ayaklanma çıkmasını sağlayabileceğinin de göstergesi
olduğundan etkili bir tehdit oluşturmuştur. Ibid.
239
Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.177.
240
Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 130.
241
Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön
Türklük, C.I (1889-1902), (İstanbul: İletişim Yayınları, 1985), s. 70.
238
72
Jön Türklük en başında bu şekilde bir zihniyeti temsil etmekte olsa da, sonradan
çok farklı grupları içermeye başlamış ve bir Jön Türk zihniyetinden bahsetmek
güçleşmiştir. Bunun büyük oranda nedeni, dönemin en etkili muhalefet odağının Jön
Türkler olması ve çok çeşitli muhalif grupların etkin olabilmek adına aralarına
katılmak istemesiydi. 242
Jön Türklerin ilk örgütü 1889’da İttihad-ı Osmanî adıyla kurulmuş, fakat
Fransa’da sürgündeyken adını İttihat ve Terakki 243 Cemiyeti olarak değiştirmiştir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklerin etkisi ülkede hızla yayılmış ve subaylar
arasında örgütlü-paramiliter gruplar oluşmaya başladıktan sonra gelişen olaylarla II.
Meşrutiyete giden yol hızla aşılmaya başlanmıştır.
Jön Türkler çok derin bir teori ya da ideoloji ortaya koymamış, tüm
mücadelelerine dayanak noktası olarak kullandıkları ‘hürriyet’le ancak dolaylı
yoldan ilgilenmişlerdi. Bu ilgi, hürriyetin egemen olduğu bir rejimde parçalanmanın
durdurulabileceği
ve
dolayısıyla
devletin
kurtarılabileceği
düşüncesine
dayanmaktaydı. 244 Bu bağlamda, kendilerinden önceki dönemlerin Osmanlıcılık ve
İslamcılık ideolojileri de Jön Türkler için birer araç olmaktan öte anlam
taşımamaktaydı. Buna karşın, yine devleti kurtarmak bağlamında yola Osmanlıcı
olarak çıkmışlardı ve Osmanlıcılık yeniden inşa edilen anayasal rejimin de resmi
ideolojisi durumundaydı. İslamcılık ise, Jön Türklerin siyasi programında yer
almamasına karşın, yine de siyasal bir araç olarak gerektiğinde kullanılmıştır. 245
Jön Türkler Yeni Osmanlıların fikirlerinden etkilenmiş, hatta Mardin’in
ifadesiyle ilk dönemlerinde onları taklit etmiş 246 olmalarına karşın batılılaşma
konusunda Yeni Osmanlılar kadar eleştirel olmamış, aksine yalnızca siyasal rejimi
242
Ibid., s. 645.
İttihat ve Terakki adı bundan sonra, dönemsel olarak cemiyeti, hükümeti/iktidarı sıfatları ile
birarada kullanılmakla birlikte, İT olarak kısaltılarak kullanılacaktır.
244
Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s.
301.
245
Erik Jan Zürcher, “Jön Türkler, Müslüman Osmanlılar ve Türk Milliyetçileri: Kimlik Politikları,
1908-1938”, Kemal H. Karpat (der.), Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiye’si (İstanbul: İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004), s. 265.
246
Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, s. 301.
243
73
değil, hayatın her alanını batılılaştırma çabasına girmişlerdi. 247 Bu dönemdeki
batılılaşmanın önceki dönemlerden en büyük farkı, artık ‘seçici’ batılılaşma yerine
topyekün batılılaşma fikrinin yerleşmeye başlamış olmasıdır. Batı, teknolojisi,
kültürü ve düşünce dünyasıyla bir bütün olarak algılanmaya başlandığından,
batılılaşmanın da topyekun bir program olması gerektiği düşüncesine varılmıştı.248
Fakat batılılaşma ve reform bağlamındaki bu anlayışla ilintili ilerleme, savaş
koşulları -Balkan Savaşları- ile karşılaşıldıktan sonra geriye dönmüştür. 249
Balkan Savaşları İttihat ve Terakki (İT) politikasında önemli bir dönüm noktası
olmuştur. Balkanlardaki savaşların patlak vermesi artık resmi politika olarak
Osmanlıcılığın sürdürülmesini olanaksızlaştırdığından, zayıf da olsa fikir düzeyinde
başlamış olan Türkçülük ideolojisi resmi politikada içerilmeye başlanmıştır. Jön
Türk düşüncesinde bu sürecin öncesinde de Türklük, Türk unsurunun vurgulanması
gibi unsurlara rastlanmaktaydı, hatta bu vurgu zaman içinde Osmanlılık ile
Türklüğün birleştirilmesine kadar gelmiş, fakat bugün anladığımız anlamda bir Türk
ulusalcılığı noktasına varmamıştı. 250
Söz konusu dönemde Türkçülüğün aslında iki farklı ideolojiye dayanan, iki farklı
kolundan söz edilebilir. İlki, tüm Türk halklarının birliğini öngören ve 1908 sonrası
Rusya’dan göç eden Müslümanlar tarafından Osmanlı düşüncesine ulaştırılan PanTürkizm’di. Pan-Türkizm 1912 sonrası İT iktidarı döneminde resmi politika
tarafından içerilmiş olmakla birlikte, günlük siyasetin çıkmazları karşısında öne
çıkmak ötesinde bir derinlik kazanamamıştır. 251 Zeki Velidi Togan, Sadri Maksudi
Arsel, Ahmet Ağaoğlu ve Yusuf Akçura ile anılan Türkçülüğün bu kolu, Osmanlı
Türkleri arasında gelişen, Türkçülüğün diğer kolu üzerinde de önemli etkilerde
bulunmuştur. Pan-Türkizm’in en önemli temsilcisi Yusuf Akçura’nın kaleme aldığı
Üç Tarz-ı Siyaset (1904) Türk milliyetçiliğinin ilk manifestosu sayılmaktadır.
Akçura bu makalesinde, Osmanlı devletini kurtarmak ve güçlendirmek için en iyi
Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, çev. Yavuz Alogan (İstanbul: Kaynak Yayınları,
2002), s. 47-48.
248
Nilgün Toker ve Serdar Tekin, “Batıcı Siyasi Düşüncenin Karakteristikleri ve Evreleri: Kamusuz
Cumhuriyetten Kamusuz Demokrasiye”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. III, s. 83.
249
Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne, s. 185-186.
250
Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti, s. 629-630.
251
Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 189.
247
74
politikanın hangisi olacağını, “bu devlet nasıl kurtulur” sorusuna verilmiş yanıtları
çözümleyerek ortaya koymaya çalışmıştır. Akçura’ya göre, bir Osmanlı milleti
yaratma hedefinde olan Osmanlıcılık, devlet için faydalı bir politika olsa da, çağın
koşullarında uygulanması olanaksızdır, Akçura’nın deyimiyle beyhude yorgunluktan
öte bir işlevi olmayacaktı. 252 İslamcılık ise, yine Akçura’ya göre Osmanlı devletini
güçlendirebilecek bir politika olmasına karşın, büyük güçlerin baskıları dolayısıyla
başarıyla hayata geçirilmesi olanaklı değildi. 253 Sonuç olarak Akçura’ya göre üç tarzı siyaset içinde uygulanabilirliği olan tek politika Pantürkizm, yani ırk temeline
dayalı bir Türk birliğiydi. Bunun için de Osmanlı devleti coğrafi ve kültürel açıdan
Asya’ya yönelerek “Türklük”ün başına geçmeliydi. 254
Türkçülüğün diğer kolu ise zamanla Türk ulusçuluğu olarak ayrıksanabilecek
olan Anadolu Türklüğünü vurgulayan akımdır. Türkçülüğün bu kolu aslında yola
Yeni Osmanlı düşüncesinden miras alınan ‘vatanseverlik’ fikrine dayalı millet
kavramı ile çıkmış ve bir ‘Osmanlı’ ulus-devleti kurma amacını taşımıştır. 255 Fakat
vatan/vatanseverlik kavramı, Osmanlılık çerçevesinde birleştirici işlevini yitirmeye
başladıkça, Türkçülük-Türk ulusçuluğuna doğru evrilmiştir. Türkçülüğün ilk gerçek
ideoloğu olarak kabul edilen Ziya Gökalp’e göre Türkçülük, Türk ulusunu
yükseltmek demektir. 256 Gökalp, bu bağlamdaki ulus kavramını kültür birliğine
dayandırmış, ulusu dil, din, ahlak ve estetik bakımdan ortak olan bireylerden oluşan
topluluk olarak tanımlamıştır. 257 Gökalp’in görüşlerinde dil temel birleştirici işlevi
görmektedir, 258 bunun yanında din, yani İslam da toplumsal birleştirici olarak önemli
ve Türk kültürünün parçası olarak kabul edilmektedir. 259 Hars ve medeniyet ayrımı
yapan Gökalp, bu çerçevede seçici bir batılılaşmanın yanında olmuş, bilim ve
Yusuf Akçura, ÜçTarz-ı Siyaset (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1976), 27-31 ve 35.
İbid., s. 31-35.
254
François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura (1876-1935) (İstanbul:
Türk Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999), s. 135.
255
Masami Arai, “Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt.
I, s. 194.
256
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Mahir Ünlü ve Yusuf Çotuksöken (der.), (İstanbul: İnkılap
Kitabevi, 1987), s. 13.
257
Ibid., s. 18.
258
Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, Füsun Üstel ve Sabir Yücesoy
(der.), (İstanbul: İletişim Yayınları, 1989), s. 45.
259
David Kushner, The Rise of Turkish Nationalism 1876-1908 (Londra: Frank Cass, 1977), s. 100.
252
253
75
teknolojinin alınmasını olumlarken, kültürel unsurların uyarlanmasına şiddetle karşı
çıkmıştır. Bu görüşler öncülüğünde Gökalp siyasal anlamda da, Türklüğün başat rol
oynadığı Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık’tan oluşan bir sentez ortaya koymuştur.
Aslında açıkça görülebildiği üzere, bütün bu fikir akımlarını birbirinden kesin
sınırlarla ayırmak çok da olanaklı değildir. Karpat’ın belirttiği gibi, söz konusu
dönemler süresince Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımları biribiri içine
geçmiş durumda, birbirleriyle varoluyorlardı ve aslında tümü modernleşme
arayışının sonuçlarıydı. 260 Nihayetinde tüm akımlar tek bir amaca hizmet için vardı:
devletin varlığını sürdürmesi, devleti kurtarmak. Yine de, sırf bekâ kaygısıyla
başlatılmış da olsa, batılılaşma süreci, bu süreci başlatmış olan yönetici elitin de
öngöremediği bir şekilde kimlik inşa edici pratiklere dönüşmüş, geleneksel kimlik
kalıplarını sarsarak Osmanlının çözülme ve yok olma sürecine eşlik eder şekilde
uluslaşmaya doğru evrilmiştir. 261
1908 devriminden beri siyasal hayatın belirleyicisi olmasına karşın iktidar
olamayan İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1913’te darbeyle iktidarı ele aldıktan bir yıl
sonra Osmanlı Devletinin son savaşı Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Dört yıl
süren savaş sonunda ise Rus ve Avusturya - Macaristan imparatorlukları ile birlikte
Osmanlı İmparatorluğu da tarihe karıştı. Devleti kurtarmak mümkün olmamıştı ve
bundan sonrası Kemalist yönetim eliyle devleti kurma misyonu olarak devam
edecekti.
Osmanlı devletinin savaş halini sonlandıran Mondros Ateşkesi’nden hemen
sonra, işgal edilen ya da gayr-i müslimlere verilmesi beklenen bölgelerde
Müslümanlık-Türklük temelinde küçük boyutlu direniş örgütleri (Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetleri) ortaya çıkmıştı. Bu yerel direniş örgütleri de aslında İT’nin
girişimleriyle kurulmuştu. 262 Milli Mücadele’de bu yerel direniş örgütleri ile
müslüman esnaf, toprak sahibi ve köylülerin bileşiminden oluşan Kuvay-i Milliye
hareketleri önemli bir dinamik oluşturmuştur.
260
Karpat, “Tarihsel Süreklilik, Kimlik Değişimi”, s. 48.
Zafer Yörük, “Politik Psişe Olarak Türk Kimliği”, Tanıl Bora (der.), Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce Cilt IV: Milliyetçilik (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 310.
262
Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 198.
261
76
Sözü edilen yerel direnişçiler, başlangıçta halkı harekete geçirmekte güçlük
çekmiş olsalar da, Mayıs 1919’daki Yunan işgali direnişi seferber etmede önemli
itici güç olmuştur. Hatta Yıldız’a göre Yunan işgaline karşı koyma iradesi Türk
ulusal bilincinin ilk işareti olmuştur. 263 Anadolu’nun Yunan güçlerince işgal tarihi
aynı zamanda Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçtiği tarihle çakışmaktadır. Mustafa
Kemal Anadolu’ya geçtikten sonra yerel direniş örgütleri etrafında toplanmaya
başlamışlardı. Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi ile başlayan, Sivas Kongresi,
Misak-ı Milli’nin yayınlanması ve Büyük Millet Meclisinin (BMM) açılması ile
sonuçlanan süreçte, özellikle İstanbul’un Mart 1920’de itilaf devletlerince işgali
farklı grupların biraraya gelmesini ve BMM’nin bu örgütler açısından meşruiyet
kazanmasını sağlamıştır. 264
30 Ağustos 1922’de işgal kuvvetlerinin nihai olarak yenilgiye uğratılması ve 29
Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanıyla sonlanan Milli Mücadele doğmakta
olan Türk ulusal kimliğinin kaynağı olmuştur. Milli Mücadele direnişi MüslümanTürk kimliği çerçevesinde oluşmuş, Türk ve Müslüman kimlik algılamaları
birbirinden ayrışmamıştır. Hatta lider kadro tarafından mücadeleyi birleştirici bir
unsur
olarak
İslamiyet
seslendirilmemeye
özen
özellikle
vurgulanmış
gösterilmişti. 265
Erzurum
ve
ve
Türk
Sivas
milliyetçiliği
kongreleri
beyannameleri, Misak-ı Milli gibi Milli Mücadele belgelerinde Türklük, Türk milleti
ve Türk milliyetçiliği gibi deyimlere yer verilmeyip, İslamın seferber edici unsur
olarak kullanıldığı kolaylıkla görülebilmektedir. 266
Milli Mücadelenin 1919’da yerel direniş örgütleri ve bölgesel kongrelerle
başlayan ve 1922’de zaferle sonuçlanan öyküsü aynı zamanda Mustafa Kemal’in
mücadelenin kesin önderi olarak ortaya çıkışının da öyküsü olarak okunabilir. 267
Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene, s. 92.
Eren Deniz (Tol) Göktürk, “1919-1923 Dönemi Türk Milliyetçilikleri”, Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce, Cilt. IV (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 110.
265
Selçuk Akşin Somel, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk Kimliği”, Cumhuriyet, Demokrasi ve
Kimlik, Nuri Bilgin (der.), (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997), s. 79.
266
Milli Mücadele dönemi belgelerinde kimlik konusuyla ilgili ayrıntılı bilgi için, Ergun Özbudun,
“Milli Mücadelede ve Cumhuriyetin Resmi Belgelerinde Yurttaşlık ve Kimlik Sorunu”, Cumhuriyet,
Demokrasi ve Kimlik, s. 63-70.
267
Zürcher, , Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 228.
263
264
77
2. Sıfır Noktası: 268 Kemalizm ve Yeni İnsan
Birinci Dünya Savaşının sonundan cumhuriyetin ilanına kadar askeri ve siyasal
alandaki mücadelelerden zaferle çıkan Kemalist güçler, hedeflerini Batılılaşma
yönünde belirlemişlerdi. Bu bağlamda, aslında 1930’larda resmiyet kazanacak olan
Kemalizm, kendisini önceleyen Batılılaşma girişimlerinin devamı, hatta en başarılı
olanı olarak görülebilir. 269
1923’te cumhuriyetin ilanıyla başlayan süreç, devlet inşası sürecidir ve bu süreçte
temel amaç, bağımsız bir ulus-devlet kurmak, modern bir kimlik yaratmak ve
modernleşmektir. Aslında modernleşme, ilk iki amacın, modern devlet ve kimlik
inşasının gerçekleştirilebileceği yol olarak görülmüştür. 270
Cumhuriyetle birlikte modernleşme/batılılaşma, Cumhuriyet öncesi dönemin Batı
karşısında devleti kurtarma projesinin parçası olmaktan, Batı ailesine dahil olarak
modernleşmeyi öngören bir biçime evrilmiştir. 271 Bu bağlamda, Tanzimat’tan beri
süregelen modernleşme çabalarının ve en son olarak da İT’nin devleti kurtarmak
adına bir araç olarak gördüğü batılılaşma, Cumhuriyet döneminde Kemalizmle
birlikte ideolojileşmiştir.272 Bu tür bir ideolojik algılayışla kimlik inşa edici pratik
olarak anlaşılan batılılaşma, kimliğin güvencesini sağlayan unsur olarak da işlev
görmüştür.
Kimlikler, etkileşim içinde bulunulan ötekiler tarafından tanınmadıkları sürece
anlamlı olmazlar. Diğer yandan kimlikler, yalnızca öteki ile ilişkisi sonucu da inşa
edilmezler. Kimliklerin inşasında, ben’in ne olmak istemediğini tanımlayan ‘öteki’
Sıfır Noktası, bir ulusun sıfırdan modern bir kimlik yarattığı anı tanımlamak üzere kullanılan
terimdir. Bkz. Prizel, National Identity and Foreign Policy, s. 27. ‘Sıfır noktası’ ile Kemalist inşa
sürecinin geçmişten bütünüyle kopuk gerçekleştiği değil, fakat kurucu mantığın bunu bu şekilde
gerçekleştirmeyi hedeflediği ve programlarını bunun üzerine inşa ettikleri anlatılmaya çalışılmaktadır.
Nihayetinde, toplumun kolektif hafızasından geçmişi silmenin olanaklı olmadığı kısa sürede ortaya
çıkacağı gibi, kurucu iradenin kendisinin de o geçmişin ta kendisi olduğu açık bir gerçektir.
269
Mesut Yeğen, “Kemalizm ve Hegemonya?”, Ahmet İnsel (der.), Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 56.
270
E. Fuat Keyman ve Ziya Öniş, Turkish Politics in a Changing World: Global Dynamics and
Domestic Transformations (İstanbul: Istanbul Bilgi University Press, 2007), s. 11.
271
Kaliber, “Türk Modernleşmesini Sorunsallaştıran Üç Ana Paradigma”, s. 107.
272
Kerem Ünüvar, “İttihatçılıktan Kemalizme: İhya’dan İnşaya”, Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce Cit I, s.140.
268
78
kadar önemli olan ve esasında ben’in benzemeye çalıştığını tanımlayan bir ‘etkili
öteki’ (significant other) 273 de aynı oranda etkili ve önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti
bağlamında devletin ‘etkili öteki’si konumundaki Batı, yeni Cumhuriyet’in
kimliğinin kesinliğini sağlamada önemli rol oynamıştır. Batılı olmak, Batı ailesine
dahil olabilmek, yani etkili öteki tarafından kabul edilmek/tanınmak yeni devletin
kimliğinin güvencesi olmuştur. Kimlikleri güvence altına almanın diğer yüzü olan
ötekileştirme 274 ise yeni devletin inşasında “kendiyle farklılık” 275 (difference with
itfself) şeklinde tezahür etmiştir. Bu bağlamda, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin
kimliğinin ötekisi, Osmanlı geçmişi olarak Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal
gerçekliğine içsel olmuştur. 276 İslam da bu geçmişi gerçeklendiren referans noktası
olarak algılandığından, Osmanlı’yı ötekileştirmek İslam’ı da aynı konuma itmiştir.
Bu şekilde, Türkiye Cumhuriyeti inşa edilirken bir yandan devlet-toplum inşası ve
modernleşme, batılılaşma kavrayışıyla gerçekleştirilmeye çalışılırken, diğer yandan
yeni devleti Osmanlı/İslam geçmişinden ayıran sınırlar çizilmeye başlanmıştır. 277
Kemalizmin özünü oluşturan batılılaşma yoluyla modernleşme, 278 Kemalist elitin
algısında devlet eliyle yaratılacak bir süreç olmuştur ve bu bağlamda aslında İT’nin
iktidara sahip olduktan sonra reform programını gerçekleştirmek için izlediği yolla
benzerlik
göstermektedir. 279
Devlet,
modernleşmeyi
sağlayacak
tek
eden
konumundadır ve tam da bu noktada batılılaşma arzusuna uyumlu kimliğin ve bu
Etkili öteki (significant other) aktörlerin başarılı olarak algıladıkları için anlayışlarını uyarladıkları
(taklit ettikleri) ötekiler olarak tanımlanmaktadır. Bkz. Wendt, Social Theory of International
Politics, s. 325.
274
Conolly, Kimlik ve Farklılık, s. 92-93.
275
Zehfuss, Constructivism in International Relations, s. 84-86.
276
Tanıl Bora, “Cumhuriyetin İlk Döneminde Milli Kimlik”, Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik, s.
58.
277
Kaliber, “Türk Modernleşmesini Sorunsallaştıran”, s. 109.
278
Modernleşme ile batılılaşmanın doğrudan Mustafa Kemal tarafından eş anlamda anlaşıldığını
gösteren birçok demeç mevcuttur. Örneğin; “.. Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir
milletin terakkisi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmek lazımdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun
sukutu, [...], kendisini Avrupa milletlerine bağlayan rabıtaları kestiği gün başlamıştır. [...] ...
Memeleketimizi asrîleştirmek istiyoruz. Bütün mesaimiz Türkiye’de âsrî, binaenaleyh garbî bir
hükümet vücude getirmektir. Medeniyete girmek arzu edip de, garba teveccüh etmemiş millet
hangisidir?” Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri III (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1961), s.
68.
279
Ünüvar, “İttihatçılıktan Kemalizme”, s. 108.
273
79
kimliğe uyumlu yeni insanın nasıl yaratılacağı sorunuyla ilişkilenmektedir. Yeni
insanın devlet eliyle yaratılması bir dizi reformla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Saltanatın ardından hilafetin kaldırılması, 1924 Anayasasıyla Osmanlı vatandaşı
kavramı yerine vatandaşlığın Türklükle tanımlanmış olması birincil olarak yeni bir
devlet kimliğinin inşasının göstergeleri olmuştur. 280 Bu süreçte, kıyafet ve şapka
yasası (1925), Gregoryan takvimin kabulü, haftasonu tatilinin pazara alınması,
İsviçre medeni ve İtalya ceza yasaları ile Avrupa rakam ve ölçü birimlerinin kabulü,
Latin alfabesinin Arap alfabesinin yerini alması (1928) gibi modernleştirici reformlar
bir yandan batılı yeni insanı yaratmanın unsurları olarak işlerken, diğer yandan
Osmanlı’ya ait tüm gelenek ve değerleri ötekileştirme işlevini üstlenmiştir. Türk
kimliğinin batılı modern referansla inşası, Yörük’ün belirttiği üzere Osmanlı/İslam
geçmişini egemen söylem düzeyinde ötekileştirmenin tarihi olarak da okunabilir. 281
Osmanlı/İslam geçmişi anılan reformlarla ötekileştirilirken, yeni ‘biz’ kimliğine
kaynaklık edecek, bu çerçevede ortak yaşanmışlıklara referans olacak geçmiş/tarih
de aslında yok edilmiştir. Bu yokediş, ‘biz’ duygusunu sağlamada kolektif hafızaya
referans olacak bir geçmişin/tarihin yeniden inşasını gerektirmiş, bu ihtiyaç da
1932’de yapılan I. Türk Tarih Kongresiyle şekillenen Türk Tarih Tezi ve onu
destekleyen 1936 Türk Dil Kongresinde ortaya çıkan Güneş Dil Teorisi ile
giderilmeye çalışılmıştır.
Türk Tarih Tezi 282 Türklerin köklerini Orta Asya’ya dayandırmaktaydı ve Orta
Asya’dan göç eden Türkler, Çin’den Hindistan ve Mısır’a, Mezopotamya’dan İran,
Yunanistan ve İtalya’ya ve -tabii- Anadolu’ya kadar yayılmışlardı. Bu tezle tüm
Avrupalı uygarlıkların temeli Türklere dayandırılmış ve Anadolu’nun -Eti/Hititlerin
Şaban H. Çalış, Hayaletbilimi ve Hayali Kimikler: Neo-Osmanlıcılık, Özal ve Balkanlar
(Konya: Çizgi Kitabevi, 2004), s. 68.
281
Yörük, “Politik Psişe Olarak Türk Kimliği”, s. 312.
282
Türk Tarih Tezi ile ilgili birincil kaynak olarak, Afet Hf. vd., Türk Tarihinin Ana Hatları
(İstanbul: Devlet Matbaası, 1930) aslından Türkçesi sadeleştirilerek yeniden basılan Türk Tarihinin
Ana Hatları: Kemalist Yönetimin Resmi Tarih Tezi (İstanbul: Kaynak Yayınları 1999). Ayrıca,
ayrıntılı bilgi için Büşra Ersanlı, İktidar ve Tarih: Türkiye’de “Resmi Tarih” Tezinin Oluşumu
(1929-1937) (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), ayrıca Etienne Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında
(1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine, çev. Ali Berktay (İstanbul: Tarih VakfıYurt Yayınları, 1998).
280
80
ataları olmak aracılığıyla- ilk yerli sakinleri Türkler olduğundan, Anadolu da Türk
anavatanı olarak kabul edilmiştir. 283 Türklerin tarihini, hatırlamanın olanaklı
olmadığı bağlantılar üzerinden yürüten Türk Tarih Tezi, Osmanlı - İslam kimliğinin
etkisi ve varlığını görmezden gelmiş, kolektif hafızaya hatırlamayı değil, aksine
unut(tur)mayı (national amnesia) hedeflemiştir. 284
Türk Tarih Tezi’ni tamamlamak ve güçlendirmek gibi bir işlevi de olan Güneş
Dil Teorisi ise özetle, Türk dili ve ırkını Avrupa dil ve ırkının kaynağı olarak ele
almıştır. 285 Teori, Türk ırkının tarihini dil yoluyla keşfetmekle, aynı zamanda dili
laikleştirme ve “İslam boyunduruğundan kurtarma” işlevi de görmüştür. 286
Türklerin kökenini Orta Asya’ya dayandıran ve Türkleri Türk dili ile birlikte tüm
uygarlıkların kaynağı olarak gösteren Türk Tarih Tezinin asıl rolü, Güneş-Dil Teorisi
ile birlikte, kimlik inşası sürecinde ihtiyaç duyulan, kolektif hafızaya referans olacak
mit, anı ve semboller yaratmak olmuştur. 287
Kemalist inşa sürecinde kimlik kurucu unsurlar olarak modernleşme yanında
milliyetçilik de öne çıkmıştır. 288 Fakat söylem düzeyinde fazlaca vurgulanmış olsa da
milliyetçiliğin aslında modernleşmenin bir parçasını oluşturduğu ve bu anlamda daha
araçsal bir nitelik taşımakta olduğu söylenmelidir. 289 Modernleşme kapsamında
gerçekleştirilen laikleştirici reformlar, dinin kamusal alandan silinmesi ve hatta özel
Bkz. Türk Tarihinin Ana Hatları, s. 57-72; Soner Çağaptay, “Otuzlarda Türk Milliyetçiliğinde
Irk, Dil ve Etnisite”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt IV, 246.
284
Süleyman Seyfi Öğün, “Türk Milliyetçiliğinde Hâkim Millet Kodunun Dönüşümü”, Cumhuriyet,
Demokrasi, Kimlik, s. 226.
285
Abdülkadir İnan, Güneş-Dil Teorisi Üzerine Ders Notları (İstanbul: Devlet Matbaası, 1936), s.
56.
286
Şemsettin Günaltay ve H. Reşit Tankut, Dil ve Tarih Tezlerimiz Üzerine Bazı İzahatlar,
(İstanbul: 1938)’den aktaran, Ersanlı, İktidar ve Tarih, s. 209.
287
Bu yönde bir görüş için bkz. Smith, Milli Kimlik, s. 163-164.
288
Ahmet Yıldız, “Kemalist Milliyetçilik”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. II, s. 222.
289
Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne, s. 91.
283
81
alanda da sınırlandırılması, 290 toplumsal alanda bir referans olarak dinin/İslamın
yerine milliyetçiliğin getirilmeye çalışılmasıyla sonuçlanmıştır. 291
Milliyetçilik, Kemalizmin ilkelerinden, bu ilkeleri tanımlamak üzere ortaya
koyulmuş Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ‘Altı Ok’undan (diğerleri, cumhuriyetçilik,
laiklik, devrimcilik, halkçılık, devletçilik) birisidir. Cumhuriyet Halk Fırkasının 1927
tarihli nizamnamesinde 292 ilk kez tanımlanan Altı Ok, 293 1937’de yapılan anayasa
değişikliği ile 294 sadece partinin ilkeleri olmaktan çıkarılarak, 295 1960 Anayasasıyla
değiştirilene dek, devletin de ilkeleri haline getirilmiştir.296 Bu açıdan milliyetçilik,
devletin kimliğinin içerdiği unsurlardan birisi olarak görülmelidir.
Birol Akgün ve Şaban Çalış, “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman: Türk
Milliyetçiliğinin Terkibinde İslamcı Doz”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt. IV, s. 593.
291
Bu noktada ilk kez Rousseau tarafından kullanılmış olan “sivil din” kavramı akla gelmektedir. J. J.
Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çev. Alpagut Erenuluğ (Ankara: Öteki Yayınevi, 1999), s. 195-207.
Yine bu çerçevede, Smith’in milliyetçilikle ilgili, milliyetçiliğin aslında bir ‘siyasal/sivil din’ olarak
işlediği görüşü, Kemalist milliyetçiliğin İslam yerine ikame edilmesi olgusuyla uyumlu
görünmektedir. Smith’e göre, laikleştirici modernleşmeler söz konusu olsa dahi din bunun dışında
kalmayıp, aksine milliyetçiliğin içeriğine transfer edilmiştir. Yalnızca resmi ve popüler düzeylerde
dinsel sembol, motif ve gelenekler kullanılmamış, bunun yerine ulus “kutsal mezhep” olarak
kavramsallaştırılarak milliyetçilik bir siyasal din konumuna gelmiştir. Smith, “The Sacred Dimension
of Nationalism”, s. 811. Kemalizm’in bir “sivil din” olup olmadığı konusunda Mete Tunçay, Türkiye
Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 1999), s. 217-220 ve 333-338; yine Kemalizmi doğrudan bir sivil din olarak ele alan bir
çalışma için, Donald Webster, “Kehanet, Putları Kırmak, Ulusal İnanç: Türkiye Cumhuriyeti’nin
Deneymi”, Atatürk’ün Düşünce ve Uygulamalarının Evrensel Boyutları, 2-6 Kasım 1981
Uluslararası Sempozyumundan Ayrıbasım (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1983). Benzer bir
tartışma için, Dragoş C. Mateescu, “Kemalism in the Era of Totalitarinism: A Conceptual Analysis”,
Turkish Studies, Cilt 7 (2), 2006, özellikle s. 230-232’ye bakılabilir.
292
Cumhuriyet Halk Fırkası (1927 tarihli) nizamnamesi için bkz., Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde
Tek-Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), s. 398.
293
Bu nizamnamede Altı Ok’tan sadece dördü (cumhuriyetçilik, milliyetçilik, laiklik ve halkçılık)
benimsenmiş, devrimcilik ve devletçilik ilkeleri ise 1931’de yapılan III. Kurultayda eklenmiştir. Suna
Kili, 1960-1975 Döneminde Cumhuriyet Halk Partisinde Gelişmeler: Siyaset Bilimi Açısından
Bir İnceleme (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 1976), s. 59.
294
Ergun Özbudun, “The Nature of the Kemalist Political Regime”, Ali Kazancıgil and Ergun
Özbudun (der.), Atatürk: Founder of a Modern State (Londra: C. Hurst & Company, 1997), s. 89.
295
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri Recep Peker yeni parti programının konuşulduğu 13
Mayıs 1935 tarihli Kurultay toplantısında “... esasta partinin ana vasıfları olan cuhuriyetçilik,
ulusçuluk, halkçılık, devrimcilik, devletçilik ve laiklik yeni program onaylandıktan sonra yeni Türkiye
devletinin de vasıfları halini alıyor” şeklindeki açıklamayla bu değişikliğin haberini vermiştir. CHP
Genel Sekreteri Recep Peker’in Söylevleri (Ankara: Ulus Basımevi, 1935), s. 9.
296
Celal Bozkurt, Siyaset Tarihimizde C.H.P: Dünü, Bugünü, İdeolojisi (Y.Y. Yok, T.Yok), s. 147.
290
82
Resmi ve genel düzeyde Kemalist milliyetçiliğin etnik-soya dayalı değil, bu
özellikleri dışlayan toprak-temelli bir milliyetçilik olduğu görüşü hakimdir. Bu
çerçevede yer alan görüşlere göre, Kemalist milliyetçilik, ırkçı olmayan, bölücü değil
birleştirici, sosyal dayanışmayı hedef tutan, laik, barışçı ve medeniyetçi bir
milliyetçiliktir. 297 Buna karşın, birçok çalışmada 298 Kemalist milliyetçiliğin de, farklı
dönemlerde ve bu dönem koşulları içerisinde etnik-soya dayalı tanımlamaları
içerdiğini ortaya koymaktadır. 299 Türkiye’nin ve Türklerin kimliğine köken
arayışlarının sonucu olarak ortaya çıkmış olan, Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi
rahatlıkla bu etnikliğin işareti olarak görülebilir. 300 Bunun yanında, Kemalist
milliyetçiliğin belirleyici unsur olarak içerdiği ve inşa süreci boyunca tanımlamaları
değişmiş olan “ulus” kavramının da etnik referanslar içeren tanımlamalarına
rastlamak olanaklıdır.
Mustafa Kemal’in Türk milletini meydana getiren tabii ve tarihi olgular içersinde
ırk ve menşe birliği de yer almaktadır. 301 Yine, Mustafa Kemal’in kendi ulus
tanımlaması “Türkiye Cumhuriyet’ini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir”
şeklinde, bu defa etniye referans vermeyen bir tanımlamadır. Hukuki olarak 1924
Anayasasında (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) Türklük, “Türkiye ahalisine din ve ırk
Turhan Feyzioğlu, Atatürk ve Milliyetçilik (Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu, 1996), s. özellikle 44-96. Benzer görüşler için Hamza Eroğlu, Atatürk ve Milliyetçilik
(Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, 1992), s. özellikle 57-83.
298
Kemalist milliyetçiliğin etnikliği içerdiğine dair ayrınıtılı bir çalışma olarak Yıldız, Ne Mutlu
Türküm Diyebilene’ye bakılabilir.
299
Anthony Smith’e göre, soya [ve dile] dayanması zaten Batı dışı milliyetçiliklerin ayırıcı özelliğidir.
Smith, Milli Kimlik, s. 28-29.
300
Önemli oranda ırkçılığa kayan bu tezlerin varlığına karşın, Kemalist milliyetçiliğin ırkçı bir
ideoloji olmadığı/olamayacağı konusunda yaygın görüş birliği mevcuttur. Örneğin Öğün’e göre,
Kemalizm bir ulus-inşa süreci değil, devlet-toplum inşasına yönelmiş bir proje olarak milliyetçi bile
sayılamayacağından ırkçılığı da içermesi olanaklı değildir. Süleyman Seyfi Öğün, “Türk
Milliyetçiliğinde Hâkim Millet Kodunun Dönüşümü”, s. 227. Türköne ise, yaşanan tarihsellik,
coğrafyanın bir ırklar haritası olması gibi nedenlerle Türk milliyetçiliği için ırçılığı olanaksız
saymaktadır. Mümtazer Türköne, “Milli Devlet-Laiklik-Demokrasi”, Ersin Kalaycıoğlu ve Ali Yaşar
Sarıbay (der.), Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme (İstanbul: Alfa Yayınları, 2000), s. 332.
301
Bu koşulların tamamı şu şekilde sıralanmıştır; Siyasi varlıkta birlik, dil birliği, ırk ve menşe birliği,
tarihi karabet, ahlaki karabet.
301
A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları (Ankara: Türk Tarih
Kurumu, 1998), s. 22.
297
83
farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” (88. md.) 302 şeklinde,
anayasal vatandaşlık olarak tanımlanmıştır. 303
Kemalizmin milliyetçilik bağlamında ulus kavrayışını en iyi anlatan “millet; dil,
kültür ve mefkûre (ülkü) birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği siyasî ve
içtimaî heyettir” cümlesidir. 304 Bu şekilde milliyetçilik dil, kültür ve ülkü birliği ile
tanımlanır hale gelmiştir. Dil genel olarak, milliyetçilik boyutunda kolektif kimliğin
ve “ortak ben” bilincinin varlığının işareti olduğu gibi, aynı zamanda kimlik inşası
süreçlerinin de önemli kurucu unsuru konumundadır. 305 1921 Anayasasıyla
Türkçe’nin resmi dil olarak kabul edilmesi, 1928’de yeni alfabenin kabulü ve çok
yoğun tartışmalarla yürütülen dilde sadeleştirme ve Türkçeleştirme çalışmalarının306
yanında, dile kimlik bağlamında inşa edici rol yüklendiğinin göstergelerinden birisi
de uygulamada görülen (Rum ve özellikle Yahudi vatandaşlara yönelik) “Vatandaş
Türkçe Konuş” kampanyası olmuştur.
Batılılaşmanın
kültürel
boyutu
öncelikle
toplumsal-kültürel
alanın
sekülerleştirilmesi bağlamında, İslami unsurların bu alandan silinmesi şeklinde
ortaya koyulmuştur. Bunlar ağırlıklı olarak yeni Türk insanının öncelikle dış
görünüşünü, giyim kuşamını batılılaştırmayı kapsamış, şapka ve kravat batılı/laik
yeni insanın üniformaları olarak algılanmıştır. 307 Cumhuriyetin kültür politikaları
gündelik görgü kurallarından, kadının toplumdaki yerine kadar her alanda
batılılaştırmayı kapsamış ve kadının giyim kuşamından, eğitimine, aile içindeki
görevlerinden, yeni yasal haklarına kadar her alandaki değişim, çağdaş kadın
kimliğinin kurucusu olarak kullanılmıştır. Dil konusunda yapılan yenilikler ve bunun
Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002), s.
309.
303
Daha önce sözü edilen 1869 tarihli Tabiiyyet-i Osmaniye Kanunu ve meşrutiyet anayasasının bir
devamı (Osmanlı yerine Türk kullanılması suretiyle) olarak düşünülebilir.
304
Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 18. Aynı millet tanımı,
Cumhuriyet Halk Fırkasının 1931 Programında, millet maddesi altında yer almıştır.
305
M. Berk Balçık, “Milliyetçilik ve Dil Politikaları”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt. IV:
Milliyetçilik, s.777.
306
Dilde Türkçeleştirme özellikle daha İttihat ve Terakki döneminde görülebilecek girişimler
arasındadır. Bu durum, daha önce de sözü edildiği gibi İttihat ve Terakki döneminde başlamış olan ve
sonrasında Türk milliyetçiliğine evrilecek olan Türkçülük politikalarının, yeni bir kimlik tanımlama
ihtiyacı çerçevesinde doğmuş bir gerekliliği olmuştu.
307
Seçil Deren, “Kültürel Batılılaşma”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt III: Modernleşme
ve Batıcılık, s.388.
302
84
benimsetilmesi konusundaki eğitim seferberliği de kültür politikaları kapsamında
olan bir diğer unsurdur. Kültür politikalarının Cumhuriyet döneminde en fazla
yoğunlaştığı alanlardan birisi de müzik olmuştur. 308 Batı müziği ve Türk Halk
müziğinin karışımından bir ‘milli musiki’ yaratılmaya çalışılmış, 309 alaturka müzik
ya da Osmanlı ve İslam bakiyeleri bu ‘milli musiki’ ile yok sayılmaya
çalışılmıştır.310 Çok kısa şekilde ele alındığında dahi görülmektedir ki, kültür
politikaları da yeni batılı ve laik Türk insanını yaratmak adına kullanılmış olan
kimlik inşa edici pratikler görünümündedir.
Ülkü birliği ise ifadesini, yine Kemalizmin ilkelerinden olan cumhuriyetçilikte
bulmuştur. 311 Yeni Cumhuriyetin yurttaşlarının ülküsü, esasen milli hakimiyet
olmakla
birlikte,
Cumhuriyetin,
bunu
yani
gerçekleştirecek
rejimin
kendisi
tek
yol
Cumhuriyet
olmaktadır.
olduğundan
Cumhuriyetin
yeni
Mustafa Kemal 1934’de, TBMM IV. Dönem Toplantı Yılı Açış Konuşmasında kültürel alanda da
muasır medeniyetleri yakalamak bağlamında ve bir yeni ulus/yeni insanı yaratma aracı olarak, en hızlı
ve önemli gelişmenin müzik alanında gerçekleştirilmesi gerektiğine dair, “ Arkadaşlar, Güzel
Sanatların hepsinde ulus gençliğinin ne türlü ilerlemesi istediğimizi bilirim. Bu yapılmaktadır. Ancak
bunda en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan Türk Musikisidir. Bir ulusun yeni değişikliğinde
ölçü, musikide değişikliği olabilmesi, kavrayabilmesidir. Bu gün dinletmeğe yeltenilen musiki yüz
ağartacak derecede olmaktan çok uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal ince duyguları, düşünceleri
anlatan, yüksek değişleri toplamak, onları birgün önce genel son musiki kurallarına göre işlemek
gerekir...” , Fahri Çoker, Türk Parlamento Tarihi: TBMM – IV. Dönem (1931-1935), (Ankara:
TBMM Vakfı Yayınları, 1993), s. 173.
309
Deren, “Kültürel Batılılaşma”, s. 398.
310
Daha 1926’da klasik Türk musikisi yasaklanmıştır. Türk musikisinin yasaklanmasının Mustafa
Kemal’in tercihi olmadığı, sözlerinin yanlış anlaşılması üzerine bu aşamaya gelindiği ve kendisinin de
bu durumu tersine çeviremediğine dair, Mustafa Kemal’in “Ne yazık ki benim sözlerimi yanlış
anladılar ... Ben demek istedim ki, bizim seve seve dinlediğimiz Türk bestelerini onlara [Batı] da
dinletmek çaresi bulunsun. Onların tekniği, onların ilmiyle, onların sazları, onların orkestraları ile...
Türk’ün nağmelerini kaldırıp atalım da sadece Batı milletlerinin hazırdan musikisini alıp kendimize
mal edelim. Yalnız onları dinleyelim demedim” şeklindeki sözlerini Vasfi Rıza Zobu’dan aktaran
Cinuçen Tanrıkorur, Atatürk Devrimleri İdeolojisinin Türk Müzik Kültürüne Doğrudan ve
Dolaylı Etkileri – Açık Oturum (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Türk Müziği Kulübü Yayınları,
1980), s. 48- 49.
311
Cumhuriyet Halk Partisinin 1931 tarihli programında, Cumhuriyet Halk Fırkasının ana vasıfları
başlığı altında, Cumhuriyetçilik maddesi ; “Fırka, Cümhuriyetin, milli hakimiyet mefkûresini en iyi ve
en emin surette temsil ve tatbik eder devlet şekli olduğuna kanidir” cümlesiyle ülkü, milli hakimiyeti
gerçekleştirebilecek en iyi yol olan Cumhuriyet’e yöneltilmiştir.
308
85
insanlarına/yurttaşlarına sunulan ülkü, Cumhuriyete hizmet etmek ve öncelikli olarak
onu korumak olmuştur. 312
Milliyetçilik, Kemalist ideoloji çerçevesinde devlet-ulus kavrayışı bakımından
(resmi) kimliğin ulusal değil, devlet kimliği olarak anlaşılmasını getirmektedir. Bu
durum, Kemalist milliyetçilik anlayışının devlet ve ulus arasındaki sınırları
belirsizleştirmiş olması, devlet ve ulusu birbirlerinin varoluş nedeni olarak
kurgulayıp, 313
nihayetinde
özdeş
varlıklar
olarak
görmesiyle
ilintilidir.314
Kemalizmde devlet ve ulus arasındaki bu özdeşlik, egemenliğin ulusa ait olmasıyla
açıklanmaktadır. 315 En üstün güç olarak egemenliğin ulusa ait oluşu, dolayısıyla
devlet ile ulus arasındaki özdeşlik temelde Kemalizmin bir diğer ilkesi olan
halkçılığa dayandırılmıştır.
Cumhuriyetin temelinde ‘halkın egemenliğine dayalı bir hükümet fikri vardı ve
bu fikir ifadesini halkçılıkta bulmuştu.316 Halk kavramı ise çoğu zaman millet/ulusla
eşdeğer kullanılmıştı. Hatta Eroğlu’na göre, Kemalist kavrayışta halk, milletin henüz
dayanışma duygusuyla biçimlenmemiş halidir. Bu durumda millet de, Türk halkının
Türklük bilinci içinde gelişmesiyle anlam ve değer kazanmış olmaktadır. 317 Bu
bağlamda halkla milletin özdeşliği, Osmanlı gibi çok uluslu bir imparatorluktan
bütünleşmiş bir kimlik inşa etmenin zorluğu ile karşı karşıya kalan Kemalist
yönetimin, bütünlüğü milliyetçiliğin toprak-temelli ve/veya etnik vurgusu yanında,
Kuramsal olarak da Cumhuriyetçiliğin anahtar kavramı “ortak çıkarlar” terimiyle ifade edilen ülkü
birliği olmaktadır. Cumhuriyetçi yönetsel ilke, bireylerin kişisel çıkarlarını maksimize etmelerini
olumsuzlayıp, bunun yerine toplumsal birlikteliğin devamı adına “ortak çıkarlar”ı (ülkü birliği)
belirlemekte ve yurttaşların belirlenen bu çıkarlar doğrultusunda davranmalarını sağlamaya
çalışmaktır. Bu çerçevede cumhuriyetler varlıklarını devam ettirebilmek adına, yurttaşlarından sürekli
olarak “erdem” temelli bir tutum içinde olmalarını talep ederek, kişisel çıkarlarını ikinci plana
itmelerini ve bunun yerine ortak çıkarlara yönelmelerini beklemektedir. Cevat Okutan ve Fulya
Ereker, “Türk Dış Politikasında Rejim Unsuru”, Istanbul Ticaret Universitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, Cilt.4 (8), 2004, s. 191.
313
Nur Betül Çelik, “Kemalizm: Hegemonik Bir Söylem”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt
II, s.85.
314
Örneğin, Medeni Bilgiler kitabında, “Türk milleti, halk idaresi olan cumhuriyetle idare olunur bir
devlettir” ifadesi yer almıştır. Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s.
18.
315
Levent Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi (İstanbul: İletişim Yayınları, 1993), s.
155.
316
Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi (İstanbul: İstanbul Matbaası, 1967), s. 49.
317
Hamza Eroğlu, Atatürk ve Milli Egemenlik (Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1998), s. 61.
312
86
toplumsal alandan da desteklemek gereği ile açıklanabilir. 318. Bir başka deyişle,
ulusal düzeyde ihtiyaç duyulan, fakat Türkiye’nin özgün yapısı dolayısıyla
sağlanabilmesi olanaklı olmayan “bir”lik (türdeş, birleşmiş bir kimlik) halk
düzeyinde bir nevi kültürleme yoluyla sağlanmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda
Kemalist ideolojide halkçılık, toplumsal farlılıkların yokluğu olarak anlaşılmış ve bu
farksızlık
milliyetçilik
anlayışındaki
siyasal
ve
hukuki
eşitlik
fikriyle
bütünleştirilmeye çalışılmıştır. 319
Kemalizmin devleti ve yeni insanını inşasının en önemli unsurlarından bir diğeri,
Mardin’in deyimiyle bu sürecin temel taşı 320 ise yine Kemalizmin ilkelerinden olan
laikliktir. Aslında laiklik, Kemalist modernleşme projesinin ön koşulu gibidir. 321 Bir
yanıyla modern bir toplum inşasının gerektirdiği kurumsal ve toplumsal
dönüşümlerin dayanağını oluşturan laiklik, diğer yanıyla modern/batılı yeni kimliği
oluşturmanın da unsuru olarak işlemiştir. 322 Modernleş(tir)me kapsamında sözü
edilen
birçok
reform
bu
bağlamda
laikleş-tirici
reformlar
olarak
ortaya
koyulmuşlardır. Hilafet ve şeyhülislamlığın kaldırılması, Tevhid-i Tedrisat kanunu
ile eğitimin birleştirilmesi, medreselerin kapatılması ve yerine İlahiyat Fakültesinin
A. Asım Karaömerlioğlu, “Tek Parti Döneminde Halkçılık”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce,
Cilt. II, s. 276.
319
Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, s. 158. Bu yönde Recep Peker’in Cumhuriyet
Halk Partisinin IV. Büyük Kurultayı’nda yaptığı konuşma açıklayıcı görünmektedir; “... ancak bizim
istediğimiz ve anladığımız manada halkçı olmaktır ki milliyetçiliği en temiz ve saf bir değere çıkarır.
Sade milliyetçilik, Türk vatanının sınırı içinde, dil birliği, kültür birliği ile mazi hatıralarına ve
gelecek zamanın emellerine bağlılıkta birleşme yapar. Fakat bu anlayışta birleşmiş olsa da, içinde
sınıf, imtiyaz çarpışmaları kopmayan yani halkçı bir duygu ile birleşmemiş bir ulus yığını hak ve
şerefte müsavi teklerden kurulmuş bir ulusal birlik kitlesi vücuda getiremez”. CHP Genel Sekreteri
Recep Peker’in Söylevleri, s. 11.
320
Şerif Mardin, “Religion and Secularism in Turkey”, Atatürk: Founder of a Modern State, s. 191.
321
Esasen Batılı olmayan toplumların birçoğunda modernleşmenin tarihi aynı zamanda laikleşmenin
de tarihi gibidir. Nuray Mert, Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış (İstanbul: Bağlam
Yayınları, 1994), s. 55. Bu bağlamda Türk laiklaşmesinin de bir anlamda batılılaşma çabalarıyla
birlikte geliştiği, dolayısıyla da izlerinin Cumhuriyet öncesinde, yani Tanzimat’tan itibaren bulunacağı
da gözden kaçırılmamalıdır. Bu çerçevede örneğin, Tanzimat döneminde müslim ve gayr-i
müslimlerin eşitliğini esas alan laik yasaların çıkarılması, Nizamiye Mahkemelerinin kurulması,
sultaniyeler gibi laik devlet okullarının teşvik edilmesi biçimindeki reformlarla başlayan süreç, İttihat
ve Terakki döneminde şer’i mahkemelerin Adliye Nezareti’nin denetimi altına alınması,
Şeyhülislamın kabineden çıkarılması ya da medreselerin Maarif Nezaretine bağlanması ve medrese
öğreniminin laikleştirilmesi ile ilköğretimin kızlar için zorunlu hale getirilmesi gibi reformlarla
Cumhuriyet kadrolarının laikleştirme çabalarının alt-yapısını hazırlamıştır.
322
Nuray Mert, “Cumhuriyet Türkiyesinde Laiklik ve Karşı Laikliğin Düşünsel Boyutu”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt II, s. 204.
318
87
açılması, İsviçre aile ve İtalyan ceza yasalarının kabulü, dini mahkemelerin
kapatılması ve tabii laiklik ilkesinin anayasaya girmesi devletin, eğitim ve hukuk
alanının laikleştirilmesi aşamasını oluşturmuştur. Laikleştirmenin ikinci aşaması,
şapka, kılık-kıyafet kanunları, haftasonu tatilinin Pazar gününe alınması ve
tarikatların kapatılmasıyla toplumsal hayatı laikleştirici, dinsel sembolleri laik/batılı
olanlarla ikame etmeye yönelik reformlar çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Yine,
aslında doğrudan din ile ilgili olmamasına karşın, modernleşmenin doğuracağı
laik/batılı insanın inşası için gerekli olan (Avrupa takvim, rakam, ölçü ve ağırlık
birimlerinin kabulü, kadın hakları ile ilgili reformlar ve bunlar içerisinde en etkili
olan Latin alfabesinin kabulü gibi) diğer bazı reformlar da toplumsal alanın
laikleştirilmesi sürecinde yer almışlardır. 323
II. DEVLET DÜZEYİ: ETKİLEŞİM ve KİMLİK KURUCU ETKİSİ
Devletler, öznelerarası anlamlarca inşa edilmiş olan uluslararası yapı içinde, yine
öznelerarası anlamlarla inşa edilmiş pratikler yoluyla etkileşim içindedirler.
Etkileşim süreci, öznelerarası anlamlarca kurulmuş (dış politika) pratikler yoluyla
işlerken, aynı zamanda devletlerin anlamlandırma pratiklerini de etkilerler. Bir başka
deyişle, dış politikaların yürütüldüğü etkileşim süreci de kimlikler bağlamında
karşılıklı olarak inşa edicidir (mutually constructive).
Bu kısımda, Türkiye devletinin kimlik inşasında, içsel süreçler yanında etkileşim
sürecinin kurucu etkisinin olup olmadığı ve varsa bunun kimlik inşasına ne şekilde
etkide bulunduğu ortaya çıkarılmaya çalışılacaktır. Türkiye devleti kimliğinin inşa
süreci Osmanlı’nın batılılaşma süreciyle başlatıldığından, bu bölümde önce Osmanlı
devletinin dış politika pratiklerinin, söz konusu dönemlerde kimlik inşasına ne
şekilde etkide bulunduğu değerlendirilecektir. Osmanlı Devleti’nin Tanzimat ve
sonrası dönemdeki dış politika pratiklerini incelemek, bu dönemde kimlik inşa edici
unsurlar olarak ortaya çıkan etkenleri anlamamızı sağlayacaktır. Aynı analiz
323
Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 273.
88
çerçevesi, yine inşa süreci kapsamında Milli Mücadele dönemi ve Cumhuriyet’in
kuruluş sürecindeki dış politika etkileşimlerine de uygulanacaktır.
1.İnşa Sürecinde Etkili Öteki/Batıyla Etkileşim
A. Osmanlı Mirası: Diplomasi ve Batı
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kimlik inşa edici pratiği olarak bir önceki kısımda
ele
alınan
batılılaşma/modernleşme
olgusu,
belirtildiği
üzere
Osmanlı
İmparatorluğu’nun bekâ/güvenlik kaygısı ile güdülenmiş bir hareket olarak
başlamıştı.
Onsekizinci
Yüzyıla
gelindiğinde
Batıda
Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu’nun sınırlarından kuzey ve doğuda Rus Çarlığı’na, İran ve Arabistan
yarımadasına ve güneyde Mısır ve Kuzey Afrika’ya kadar geniş bir bölgeye yayılan
Osmanlı İmparatorluğu, aynı zamanda farklı ‘ulusal’ unsurları içinde barındırmakla
çevresinden gelecek baskılara karşı çok zayıf bir durumdaydı. 324 Bu ortamda
diplomasi Osmanlı devleti için bir güvenlik aracı haline gelmeye başlamış, askeri
güç zayıfladıkça diplomasinin hayati önemi artmış, Osmanlı devleti güvenliğini,
güçlü bir devlete karşı bir başka güçlü devlete veya devletlere dayanmak, hatta
müttefiki olan devletleri de birbirlerine karşı oynamak biçiminde kendini gösteren bir
"denge politikası"na dayanmaya başlamıştır. 325
Osmanlıları Avrupa emperyalizminin tehdidine karşı ilk uyaran, 1774 Küçük
Kaynarca antlaşması ile sonuçlanan 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı olmuştur. Kırım
Hanlığı’nın bağımsızlığını ve Rus Çariçesinin Osmanlı topraklarındaki Ortadoks
Marian Kent, “Giriş”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler (İstanbul: Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, 1999), s. 1
325
Ömer Kürkçüoğlu, “”Dış Politika” Nedir? Türkiye’deki Dünü ve Bugünü”, AÜ Siyasal Bilgiler
Fakültesi Dergisi, Cilt 35 (1), 1980, s. 313. Osmanlı devletinin askeri gücü zayıfladıkça diplomasiyi
bir güvenlik aracı olarak kullanmaya başladığı doğru olmakla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu’nun
daha oluşmaya başladığı onbeşinci yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa sisteminin bir parçası olduğu
ve bu sistem içerisinde denge unsuru olmak bağlamında aktif bir role sahip olarak sistemin
korunmasında etkili olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Bu konuda detaylı bilgi için bkz. A. Nuri
Yurdusev, “The Ottoman Attitude Towards Diplomacy”, A. Nuri Yurdusev (der.), Ottoman
Diplomacy: Conventional or Unconventional? (New York: Plagrave & MacMillan, 2004), s. 5-35.
324
89
kilisesinin koruyucusu olduğunu öngören bu antlaşma, Avrupalıların “Doğu Sorunu”
olarak adlandıracağı krizlerin de bir bakıma başlangıcı olmuştur. 326 Aynı döneme
denk gelen, Napoleon’un Mısır’ı işgali (1798) de son derece travmatik olmuş ve
Osmanlı modernleşmesine yönelik ilk adımlar Doğu Akdeniz’de Napoleon
dönemiyle çakışmıştır. 327 III. Selim döneminde başlayan, II. Mahmut döneminde
yoğunlaşan ve Osmanlı modernleşmesini başlatan Tanzimat fermanının ön
hazırlıkları diyebileceğimiz askeri, idari, mali ve eğitim reformları, Osmanlı’nın
çevresindeki güç dengelerinde kaymalara yol açan böyle bir ortamda gerçekleşmiştir.
Napoleon’un Mısır’a çıkışı, o tarihe kadar güçlü olduğu dolayısıyla Hindistan
yolunun doğal bekçisi olarak görmek dışında Osmanlı’nın durumuyla çok ilgili
olmayan İngiltere’nin, Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü koruma politikası gütmeye
başlamasına, dolayısıyla da doğrudan Osmanlı dış politikasının bir unsuru haline
gelmesine yol açmıştır. Bu bağlamda Osmanlı perspektifinden Avrupa güç
dengesinde de kaymalara yol açacaktır. Benzer şekilde, Fransa’nın Mısır’ın ardından
Anadolu’ya, daha da önemlisi adalar yoluyla Balkanlara ulaşması ihtimalinin
yarattığı endişe, Rusya’nın da İngiltere gibi Fransa’ya karşı Osmanlı’nın yanında yer
almasına yol açmıştır. 328
Fransa’nın Mısır’ı işgali dolaylı ya da rastlantısal olarak Osmanlı’nın geleceğine
önemli bir etkide bulunacaktır. Napoleon Mısır’ı işgal ettiğinde iktidarı elinde
bulunduran Memlûkların siyasal ve toplumsal gücünü yok etmiş, iktidarı ele geçiren
Mehmet Ali Paşa, kısa sürede Osmanlı devletinin kaderini dramatik biçimde
etkileyecek biri haline gelmiştir.329
Söz konusu dönemde Napoleon savaşları ile Avrupa haritası alt-üst olurken,
Osmanlı devleti de Avrupa’daki güç dengesi kaymaları arasında beka sorunuyla
bağlantılı olarak yeni dış politika pratiklerine yönelme ihtiyacını duymuştur. Osmanlı
Carter Vaugh Findley, “The Tanzimat”, Reşat Kasaba (der.), Turkey in the Modern World
(Cambridge: Cambridge University Press, 2008), s. 11.
327
Feroz Ahmad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Marian Kent (der.), Osmanlı
İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999), s. 7.
328
Fahir Armaoğlu, Siyasi Tarih: 1789-1960 (Ankara: Sevinç Matbaası, 1973), s. 20.
329
Feroz Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, çev. Sedat Cem Karadeli (İstanbul: Bilgi Üniversitesi
Yayınları, 2007), s. 33.
326
90
devletinin ondokuzuncu yüzyıl boyunca sürdürecek olduğu ve devletin bir yüzyıl
daha ayakta kalmasını sağladığı yaygın olarak kabul edilen “denge politikası” da
böyle bir ortamda başlatılmıştır.
Napoleon’un Mısır’ı işgali sırasında, düşmanlıkları müttefikliklerinden daha
sağlam olan Osmanlı ve Rusya arasındaki (1798) ittifak, sadece Fransız tehlikesine
karşı acil ve geçici bir çözüm olarak kurulduğundan sağlam değildi. Buna karşın
Osmanlı ve hatta Avrupa bakımından çok önemli etkileri olmuştur. Babıali, 1798’e
kadar Avrupa’daki ittifaklar sistemine dahil olmamış, bir nevi yalnızcılık politikası
sürdürmüştü. Bu tarihten sonra ise askeri alandaki zayıflıklarını örtmek için Avrupa
ittifaklar sisteminin önemli bir aktörü olacak, bu yanıyla Avrupa politikasına da –
özellikle
Rusya’yı
Yakındoğu
sorunlarına
dahil
etmiş
olmakla-
etkide
bulunacaktır. 330 İttifakın önemli bir diğer yanı ise, gizli hükümlerine göre Osmanlı
devletinin savaş süresince Boğazları Rus savaş gemilerine açacak olması ve
dolayısıyla ilk kez Boğazların kapalılığı ilkesine aykırı bir politika güdülmüş
olmasıdır. Bu ödün, ileride Boğazlar konusunun uluslararası bir sorun haline
dönüşmesindeki ilk adım olarak görülebilir. 331
Osmanlı-Rus ittifakı Rusya ve Fransa arasında 1801’de barış imzaladıktan sonra
anlamını yitirmeye başlamış, hatta zaman içinde Rusya’da Osmanlı’nın Fransa ile
Rusya arasında bölüşülmesini savunan görüşler sivrilmeye başlamıştı. 332 Rusya’nın
ardından İngiltere 1802’de Fransa ile Amnies barışını imzalayınca, Babıâli de aynı
tarihte Fransa ile anlaşma imzalamıştır. Fransa’nın işgal ettiği Mısır ve Yedi Ada’dan
çekilmeyi kabul ettiği ve ayrıca Fransız tüccarlarının Karadeniz’e girişini
garantileyen hükümler de içeren barış, Osmanlı devletinin müttefikleri olan İngiliz ve
Rus desteğinden yoksun şekilde imzalanmıştı.333
İngiltere ve Rusya’nın Fransa ile ittifakları uzun soluklu olmayacaktı; İngiltere
Napoleon’un Avrupa kıtasındaki, Rusya ise Balkanlara yönelik hareketlerinden
Oral Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü: Osmanlı Diplomasi Tarihi Üzerine Bir Deneme
(Ankara: A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1987), s. 114.
331
Ibid.
332
M.S. Anderson, The Eastern Question: 1774-1923 (Londra: MacMillan Press, 1978), s. 30.
333
Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi V. Cilt: Nizam-ı Cedit ve Tanzimat Devirleri (Ankara: Türk
Tarih Kurumu Basımevi, 1988), s. 46.
330
91
rahatsızlık duyuyordu. Fransız tehdidi karşısında duyulan bu rahatsızlık, yeni bir
İngiliz-Rus ittifakını getirmiş, fakat bu ittifakın konusu Rusya’nın ilgi alanı olan
Doğu Akdeniz’le değil, Fransa’yı Avrupa’da tehdit konusu olmaktan çıkarmakla
ilgili olmuştur. 334 1805 Rus-İngiliz ittifakı, Rusya’nın 1798 ittifakının yenilenmesi
konusundaki baskıları da eklenince, diplomatik bir yalnızlık içerisinde bulunan
Osmanlı devletini Rusya ile yeni bir ittifak yapmaya yöneltmiştir. Görünüşte bir
savunma ittifakı olan bu anlaşmada, Rusya’ya barış zamanı da savaş gemilerini
Boğazlardan geçirme hakkı tanındığı gibi, başka devletlerin savaş gemilerine yönelik
Boğazların kapalılığı ilkesini öngören hükümler bulunmaktaydı. 335 Bu ittifakın
imzalanmasından kısa bir süre sonra Fransa’nın, Üç İmparator Savaşı da denen
Avusturya-Rusya ortak kuvvetlerinin yer aldığı Austerlitz savaşındaki zaferinin
haberleri Osmanlı’da büyük etki yaratmış, Fransa’ya karşı bir ittifakta yer almaktan
duyulan rahatsızlık artmış ve sonuçta Babıâli Rusya ile yapılan ittifakı
onaylamamıştır. 336
Osmanlı devleti, içeride yürütülen modernleşme programına karşı yeniçeri
isyanları dolayısıyla da çok kırılgan ve zayıf olduğu bu süreçte, Fransa’ya
yakınlaşma konusunda başka işaretler de vermiştir. Bunlardan biri olan Eflak ve
Boğdan Prenslerini, daha Fransız yanlısı denilebilecek olanlarla değiştirmesi, bir
sonraki Osmanlı-Rus savaşının da sebebi olmuştur. Osmanlı devleti prensleri
değiştirince, Rusya buna karşı çıkarak Eflak ve Boğdan’a askerlerini sokmuş, bunun
üzerine biraz da Fransa’nın Prusya’ya karşı kazandığı Jena zaferinin de etkisiyle
Osmanlı devleti Rusya’ya savaş ilan etmiştir. Osmanlı-Rus savaşı karşısında
İngiltere, Fransa’ya karşı en güçlü müttefikinin bu savaş nedeniyle zayıflaması
endişesiyle harekete geçmiş, Çanakkale boğazına donanma yollamış ve ayrıca
Mısır’a da saldırmıştır. 337 Osmanlı’nın bir yandan Rusya, diğer yandan da İngiltere
ile savaş içinde bulunduğu bir ortamda, yeniçeriler de III. Selim’e karşı isyana
başlamışlardı. 338 Tüm bu baskılara rağmen süren Osmanlı-Rus savaşı, Fransa’nın
Jena’dan sonra Rusya’ya karşı da zafer elde etmesi sonucu imzalanan Tilsit barışının
334
Anderson, The Eastern Question, s. 35.
Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 38-39.
336
Anderson, The Eastern Question, s. 36.
337
Ibid., s. 38-39.
338
Karal, Osmanlı Tarihi V. Cilt, s. 54.
335
92
etkisiyle 1807’de ateşkesle sonuçlanmıştır. Tilsit anlaşması, Osmanlı devleti ile ilgili
hükümler de içerdiğinden Babıali için önemli olmuştur. Buna göre, Napoleon’un
Osmanlı devleti ve Rusya arasında arabuluculuk yapması, fakat bu arabuluculuk
sonuç vermezse Osmanlı’nın Avrupa’daki topraklarının (İstanbul hariç) Fransa ile
Rusya arasında paylaşılması öngörülmekteydi. Sözü edilen arabuluculuk sonuç
vermediğinde, Rusya Fransa’ya Osmanlı topraklarının paylaşımı konusunda baskı
yapmaya başlamış, 1808’de Erfurt’ta taraflar bu konuyla ilgili olarak bir araya
geldiklerinde, Fransa Rusya’nın Eflak ve Boğdan’ı almasını kabul etmiştir.339
Erfurt’ta Fransız-Rus görüşmeleri sürerken, 1807 yeniçeri isyanıyla tahttan indirilen
III. Selim’in yerine getirilen II. Mahmut, devlet otoritesini yeniden sağlamlaştırmak
amacıyla hazırlanmış olan Sened-i İttifak’ı ilan etmekteydi. 340
Tilsit barışı, Osmanlı devleti ile İngiltere arasındaki barışın da sağlayıcısı
olmuştur. Anlaşmaya göre Fransa, Rusya ile Osmanlı arasında arabuluculuk
yaparken, Rusya da Fransa ile İngiltere arasında arabulucu olacaktı. Fakat Rusya’nın
girişimlerinin başarısız kalması sonucu İngiltere’ye sırtını çevirmiş olması ve Fransa
ile Rusya arasındaki Erfurt görüşmelerinde Osmanlı’nın paylaşımının konuşulması
İngiltere’yi Osmanlı devleti ile barışa itmiştir. Boğazların kapalılığı ilkesinin taahhüt
edildiği bu anlaşmanın gizli hükümlerine göre, Osmanlı devleti Fransa tarafından
tehdit edilirse, İngiltere Osmanlı lehine yardımda bulunacaktı. Böylece, bir bakıma
Fransız-Rus ittifakı karşısında, bir İngiliz-Osmanlı ittifakı ortaya çıkmıştır.341
Ondokuzuncu yüzyılın ilk Osmanlı-Rus savaşı iki tarafın da barış koşullarını kabul
etmemesi dolayısıyla 1812 yılına kadar sürmüş, bu tarihte Napoleon’un Moskova
seferlerinin hazırlıklarına başlaması üzerine Rusya’nın barış önerisiyle sona ermiştir.
Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 24.
Sened-i İttifak konusunda, bu belgenin Türk anayasa tarihinin ve hatta demokrasi tarihinin ilk
adımı sayılabileceği (Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 115; Karal, Osmanlı Tarihi V. Cilt,
s. 93; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’nin Siyasal Hayatında Batılılaşma Hareketleri (İstanbul: Arba
Yayınları, 1996), s. 25-26), derebeylerle padişah arasında imzalanmış bir Türk Magna Carta’sı
olduğuna (Sina Akşin, “Siyasal Tarih 1789 – 1908”, Metin Kunt, Sina Akşin vd. (der.), Osmanlı
Devleti (İstanbul: Cem Yayınevi, 1997), s. 95), Magna Carta ile benzerlik göstermesine karşın çok
gecikmiş olduğundan dönemin gereklerine ters bir belge olduğuna (Ortaylı, İmparatorluğun En
Uzun Yüzyılı, s. 29-30) ve hatta feodaliteyi, feodalitenin öldüğü bir çağda yücelten çağdışı bir belge
olduğuna (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1973), s. 121) dair çok
farklı görüşler bulunmaktadır.
341
Anderson, The Eastern Question, s. 44.
339
340
93
Bükreş barışına göre, Rusya Eflak ve Boğdan’ı Osmanlı devletine geri vermiş,
Beserabya’yı ise elinde tutmuştur. Bunun yanında anlaşmada, 1804’de isyan eden
Sırplar da söz konusu edilmiş ve bazı ayrıcalıklar tanınarak Balkanlardaki ulusçuluk
hareketleri konusunda ilk ödün bu anlaşmayla verilmiştir. 342 Osmanlı devleti, bu
anlaşmayla bir kez daha Avrupa’daki güç dengelerine oynayarak mevcut durumunu
daha iyi bir konuma getirebilmiştir.
Osmanlı devleti Rusya ile barış imzaladıktan kısa bir süre sonra Napoleon
Moskova seferine başlamış ve bu seferde uğradığı hezimet tüm Avrupa’nın
birleşerek Napoleon’u Avrupa’dan silmesine yol açmıştır. 1813’te Leipzig’teki
yenilgisinin ardından, 1814’te Paris’in de teslim olmasıyla Fransa 1792 sınırlarına
geri dönmüş ve yeni Avrupa düzenini görüşmek üzere Viyana Kongresi (1815)
toplanmıştır.
Osmanlı devleti de Fransa’ya karşı savaşmış olduğundan Metternich tarafından
kongreye davet edilmiş, ayrıca Metternich Osmanlı devletinin büyük güçlerden
toprak bütünlüğü konusunda güvence talep etmesini de önermiştir. Osmanlı devleti
öncelikle güvence konusuna büyük güçlerin himayesi altına girmek olarak
baktığından, 343 diğer yandan da kongrede özellikle Sırbistan’a bağımsızlık verilmesi
konusunun görüşülmesinden çekindiğinden 344 kongreye katılmayı kabul etmemiştir.
Viyana Kongresi sonrası Avrupa güç dengesinde, Osmanlı bakımından önemli
olan Rusya’nın büyük güçler arasında sivrilmiş olmasıdır. Kendi hakimiyet alanı
olarak Balkanlar’la ilgilenen Rusya, özellikle 1804 Sırp isyanıyla birlikte artan bir
Sırp isyanı, etkileri bakımından genellikle Osmanlı-Rus savaşı ve Osmanlı devletinin kaderini
önemli oranda etkileyecek şekilde bağımsızlıkla sonuçlanmış olan Yunan isyanının öncelikleri
karşısında daha geri planda kalmıştır denilebilir. Aslında büyük güçlerin yalnız bu isyan karşısındaki
tutumları bile 1830’lara kadar doğu sorunu konusundaki genel tutumlarını ortaya koyacak şekildedir.
Örneğin, Fransa açık şekilde Sırp isyanını desteklerken, Rusya kendi etki alanı olarak gördüğü
bölgedeki Fransız etkisinden duyduğu rahatsızlıkla isyandaki etkinliğini artırmıştı. Avusturya
Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü koruma politikası kapsamında arabuluculuk yapma çabası içinde
olmuş, İngiltere ise Osmanlı-Rus ilişkilerinin gerginleştiği ana kadar bu soruna müdahale etmeyen tek
büyük güç olmuştur. Lawrence P. Meriage, “The First Serbian Uprising (1804-1813) and the
Nineteenth Century Origins of the Eastern Question”, Slavic Review, Cilt 37 (3), 1978, s. 421-426.
343
Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 42-43.
344
Sırplar kendileri de Viyana Kongresine başvurarak Avrupa’nın kendi lehlerinde müdahalesini
istemişler, fakat bağımsız Sırbistan fikrine karşı olan Metternich bunu kabul etmemişti. Karal,
Osmanlı Tarihi, s. 106.
342
94
şekilde bölgede Osmanlı yönetimine karşı başlayan, zaman içinde ulusalcılık boyutu
kazanacak isyanlarla yakından ilgilenmiştir. Sırp isyanı, Viyana Kongresinin hemen
sonrasında, Rusya’nın müdahalesi tehdidinin de etkisiyle özerkliğe yaklaşan önemli
imtiyazlar elde etmeleri karşılığı kontrol altına alınabilmişti. Fakat aynı tarihlerde
Mora’da Yunan isyanının hazırlıkları başlamıştı.
Yunan isyanının hazırlayıcısı olan Etniki Eterya örgütü daha 1814’de Odessa’da,
tüm Balkanları Osmanlı yönetiminden kurtarma hedefiyle kurulmuştu. Fakat isyanın
ilk ateşleyicisi sarayla arasının açılması sonucu 1820’de isyan eden bir Osmanlı
yöneticisi (Tepedelenli Ali Paşa) olmuştur. Yunan isyanı (1821) Osmanlı
kontrolünün hemen bütünüyle yok olduğu koşullar altında başlamıştı. 345
Rusya dışında 346 büyük güçler Napoleon savaşları sonrası Avrupa’da çıkan diğer
isyanlarda olduğu gibi, Yunan isyanına destek vermemiş, bu isyanın Avrupa düzeni
için bir tehdit olduğuna dair rahatsızlıklarını ifade etmişlerdi. Fakat ilerleyen
dönemde özellikle Rum Ortadoks Patriği ile Avrupa’daki Rum örgütlerinin
çabalarıyla, Hıristiyan Rumların maruz kaldıkları katliam haberleri, devletlerin
tutumunda değişikliğe neden olmamışsa da isyana sempati duyulmasına yol açmıştır.
İsyanın Avrupa’da Rumlar lehine sempati kazandığı süreçte, Rusya Babıâli’ye
Küçük Kaynarca anlaşmasına dayanarak Sultan’ın Ortodoks unsurlarının korumasına
dair garanti isteyen, aksi halde elçilerini çekeceğini bildiren bir ultimatom
vermiştir. 347 İngiltere de 1822 sonrasında 348 Yunanistan’ın bağımsızlığı artık
kaçınılmaz göründüğünden, bu bölgeyi tek başına Rus etkisine bırakmamak için
isyan karşısındaki politikasını değiştirmiştir. Metternich ise, konuya müdahil
olmamakla birlikte, isyanın bastırılması için Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’dan
yardım istenmesini Osmanlı devletine tavsiye etmiş ve ayrıca konuyu uluslararası
platforma taşımıştır. 349 St. Petersburg’da toplanan bir konferansın sonucunda
345
A. L. Macfie, The Eastern Question 1774-1923 (Londra-New York: Longman, 1996), s. 14-15.
Rusya daha 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşı sırasında Rumlara propaganda broşürleri
dağıtıyorlardı. Richard Clogg, “Aspects of the Movement for Greek Independence”, Richard Clogg
(der.), The Struggle for Greek Independence (Londra: Macmillan Press, 1973), s. 16.
347
Macfie, The Eastern Question, s.15-16.
348
Bu politika değişikliği büyük oranda Castlereagh yerine dışişleri bakanlığına gelen Canning’in
etkisiyle gerçekleşmiştir.
349
Armaoğlu, Siyasi Tarih, s.101.
346
95
Yunanlılar için bazı imtiyazlar verilmesi kararına varılmış, fakat isyana karşı
mücadele Mısır Valisinin oğlu İbrahim Paşa’nın yardıma gelmesiyle Osmanlı lehine
dönmüş olduğundan, Babıâli bu kararları kabul etmemiştir.350 Bu noktada önce
İngiltere taraflar arasında ateşkes yapılması konusunda Osmanlı devletine ultimatom
vermiş (1825), diğer taraftan İngiltere’nin bu derece sivrilmiş olması Rusya’yı
rahatsız ettiğinden Osmanlı devleti üzerinde Rus baskıları artmıştı. İngiltere ve
Rusya Yunanistan’ın bağımsızlığı konusunda birbirlerini frenlemek üzere sürekli
yeni girişimlerde bulunurken, 1827’de St. Petersburg’da toplanarak yeni bir protokol
imzaladılar. Yunanistan’ın Osmanlı’ya vergi ile bağlı özerk bir devlet olmasını
öngören bu protokol, Avusturya, Prusya ve Fransa’ya da bildirilmiş, Avusturya ve
Prusya kabul etmezken, Fransa protokole katılmıştır. Osmanlı devleti protokolü
kabul etmeyince, bir Rus, İngiliz ve Fransız ortak donanması (1827) Navarin’de
Osmanlı (ve Mısır) donanmasını yakmıştır. Osmanlı devleti savaş durumu olmadığı
halde donanmasının yakılması dolayısıyla tazminat olanakları ararken, Rusya
Osmanlı devletine savaş açmıştı (1828). 351
Yüzyılın ikinci Osmanlı-Rus savaşı, Ruslar Erzurum’a kadar girip, Trabzon’a
doğru
ilerlemeye
başladıklarında
Osmanlı
devletinin
barış
talebi
ile
sonuçlanmıştır. 352 1829’da yapılan Edirne anlaşması, toprak kayıpları açısından
savaşın sonucuna göre çok da olumsuz olmamış, buna karşın Tuna ve Prut boyunca
Yunan isyanı sırasında Osmanlı devletine destek için gönderilmiş olan ve Mısır Valisi Mehmet
Ali’nin Mısır’da giriştiği askeri reformlar sonucu hayata geçirdiği yeni/modern ordu, uzun zamandır
bir sorun yatağı olmak dışında bir fonksiyonu olmayan yeniçeri ocağının kaldırılması konusunda II.
Mahmut’un düşüncelerini destekler bir olgu olmuştu. Zaten ocağın kaldırılması da Yunan isyanı
sırasında 1826’da gerçekleştirilmiştir.
351
Karal, Osmanlı Tarihi V. Cilt, s.118-119.
352
Savaşı sona erdiren anlaşmanın imzalanmasının hemen öncesinde, Rusya’nın Osmanlı’nın durumu
ile ilgili kurduğu özel komite ve bu komitenin, Osmanlı devletinin parçalanmasının mı, yoksa toprak
bütünlüğünün korunmasının mı Rusya’nın çıkarlarına yarar sağlayacağına dair yaptığı çalışmalar ve
ortaya çıkardığı senaryolar ilginçtir. Osmanlı’nın Avrupa topraklarının ne şekilde paylaşılacağı,
Boğazların durumunun ne olacağı gibi senaryoların da yapıldığı bu komitenin çalışmaları, Edirne
anlaşmasının imzalanması ile sona ermiştir. Komite, anlaşma sonrasında Osmanlı’nın parçalanması
durumunda çıkacak uluslararası kaosun yaratacağı olumsuzluklarla yüzleşmemek için, bir
parçalanmanın Rusya’nın dahli olmadan uluslararası koşullar gerektirdiği için gerçekleşmesinin, fakat
parçalanma olduktan sonra yeni düzenin büyük güçlerle beraber görüşülerek karalaştırılmasının
Rusya’nın doğu sorunu karşısındaki genel tutumu olması gerektiğine dair sonuca varmıştır. Bu
konuda detaylı bilgi için bkz. Robert J. Kerner, “Russia’s New Policy in the Near East After the Peace
of Adrianople: Including the Text of 16 September 1829”, Cambridge Historical Journal, Cilt. 5
(3), 1937, s. 280-290.
350
96
Osmanlı’nın kale yapmaması koşulu, ileride savaş durumunda Rusların Osmanlı
topraklarına girmesini kolaylaştırmıştır. Bunun yanında, Rus ticaret gemilerine
Boğazlardan geçiş hakkı ve Ruslara da Avrupalı devletlerin vatandaşlarına tanınan
kapitülasyonlar tanınmıştır. 353 Bu anlaşmayla bağımsızlığını kazanan Yunanistan
sorunu anlaşmanın imzalanmasıyla sona ermemiş, Yunanlılar kendilerine verilen
toprakları yeterli bulmadıklarından, 1832’ye kadar devletler arasındaki görüşmeler
devam etmiştir. Yunanistan konusu tam olarak gündemden düşmeden, Doğu
Akdeniz’de kendisine stratejik bir nokta elde etmek isteyen Fransa, çok önemli ticari
çıkarlarının olduğu Cezayir’i işgal etmiş ve 1830’da Osmanlı’nın Kuzey Afrika’daki
en önemli topraklarından birisini, Osmanlı devleti tarafından bir protesto dışında
direniş görmeden elinden almıştır.
Osmanlı devleti Yunan bağımsızlığı ve Cezayir’in Fransa tarafından işgali gibi
olayların etkilerini daha hazmetmeden Mısır valisi Mehmet Ali’nin isyanı patlak
vermişti. Mısır Valisi’nin isyanı, Yunan isyanı sürecindeki yardımlarından ötürü
kendisine Suriye valiliğinin verilmesi talebinin, Girit valiliği verilmesi karşılığında
geri çevrilmesi ile başlamıştır. Bunun dışında Mehmet Ali Osmanlı-Rus savaşı
sırasında kendisinden istenen askeri yardımı göndermemek ve Navarin olayı
sonrasında Osmanlı’nın talimatını beklemeden, Avrupa devletlerinin isteği üzerine
kuvvetlerini Mora’dan çekmiş olmakla Osmanlı padişahını çok rahatsız etmişti.
Bunlara valinin gücünün kontrol edilemeyecek kadar artmış olması da eklenince,
saray Mehmet Ali’yi ortadan kaldırma planları yapmaya başlamış, fakat Mısır valisi
bu planlardan haberdar olunca ilk harekete geçen olmak istemiştir. Saray, 1831’de
Suriye’yi işgal eden Mehmet Ali’nin üzerine ancak 1832’de Osmanlı ordusunu
göndermiş ve ordu biri Belen, diğeri de Konya’da olmak üzere iki savaşta Mehmet
Ali kuvvetlerine yenilmiştir. 354 Konya yenilgisi, Mısır sorununu Osmanlı’nın iç
meselesi olmaktan çıkarıp, büyük güçlerin konuya müdahil olmasına yol açmıştır.
Yenilgiden sonra Osmanlı devleti büyük devletlerden, esasında Fransa başından beri
Mehmet Ali’yi desteklediğinden ve Rusya’ya da güven duyulmadığından
İngiltere’den yardım talebinde bulunmuştur. Fakat İngiltere Avrupa sorunlarıyla
Stanford J. Shaw ve Ezel Kural Shaw, Osmanlı imparatorluğu ve Modern Türkiye II. Cilt, çev.
Mehmet Harmancı (İstanbul: E Yayınları, 1982), s. 60-61.
354
Ibid., s. 62.
353
97
(Belçika’nın bağımsızlığı ve Portekiz’de İngiltere’nin müdahale ettiği liberalmutlakiyetçi iktidar mücadelesi) meşgul olduğundan, Mehmet Ali’nin ilerlemesi
çıkarlarına aykırı olmasına karşın herhangi bir yardımda bulunmamıştır. Fransa ise
zaten Mısır lehine politika yürüttüğünden, Osmanlı devleti için Rusya’dan başka
seçenek kalmamış ve Babıâli, daha önce reddettiği Rus yardımını kabul etmek
zorunda kalmıştır. Bu yardım kapsamında 1833’de İstanbul’a bir Rus donanması ve
5000 kişilik ordunun girmiş olması, çıkarları çatışıyor olsa da, Fransa ve İngiltere’yi
Osmanlı üzerindeki Rus etkisi karşısında birlikte hareket etmeye sevketmiş ve Mısır
valisi üzerine yapılan baskılar sonucu Kütahya anlaşması imzalanmıştır. İngiltere ve
Fransa, bir yandan İngiltere’nin istediği şekilde Osmanlı devletinin toprak
bütünlüğünü, diğer yandan da Fransa’nın talebi olarak Mehmet Ali’nin savaşta elde
ettiği üstünlüğü koruyacak bir çözüm bulmak zorunda kalmıştır. Bu bağlamda
yapılan anlaşmaya göre, Mehmet Ali’ye Mısır ve Girit valiliklerinin yanında Suriye
valiliği, oğlu İbrahim Paşa’ya da Cidde valiliği ve Adana’dan vergi toplama hakkı
tanınmıştır. 355
Rusya, Osmanlı devleti ile Mehmet Ali’nin doğrudan anlaşmaya varmış
olmasından rahatsızlık duymuş ve Osmanlı devleti nezdindeki üstünlüğünü
pekiştirecek bir ittifak anlaşması yapılması için harekete geçmiştir. Rusya’nın
girişimleri sonucu, özelde Mısır, genelde de Doğu Sorunu kapsamında büyük
güçlerin politikalarını yeniden gözden geçirmelerini sağlayacak olan Hünkâr İskelesi
antlaşması Osmanlı devleti ile Rusya arasında imzalanmıştır (1833). Antlaşma,
tarafların karşılaştıkları sorunlar karşısında birbirlerine yardımda bulunmayı taahhüt
ettikleri klasik bir savunma ittifakıydı. Fakat antlaşmanın gizli maddesine göre,
Osmanlı devletinin zayıflığı dolayısıyla Rusya’ya yardım edemeyeceği düşünülerek,
bir savaş durumunda Boğazların bütün yabancı devlet gemilerine kapatılması
öngörülmüştü. 356
İngiltere bu ittifaktan çok rahatsız olmuş, hem Osmanlı devletini hem de
Rusya’yı protesto etmiştir. Fransa da Rusya’yı protesto etmiş ve hatta ortak bir
İngiliz-Fransız donanması Çanakkale önlerine gönderilmiştir. İngiltere ve Rusya
Gilbert Sinoué, Kavalalı Mehmet Ali Paşa: Son Firavun, çev. Ali Cevat Akkoyunlu (İstanbul:
Doğan Kitapçılık, 1999), s. 312.
356
Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 121.
355
98
arasındaki gerginliği yatıştırmaya çalışan ise, Hünkâr İskelesi anlaşması sonrasında
Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu’nun korunmasını ve eğer dağılacak olursa yeni
düzenin kurulmasında iki gücün uyumlu davranacaklarını öngören bir anlaşma
(Münchengrätz) imzalamış olan Avusturya olmuştur. Metternich, doğu sorununu ele
alan resmi olmayan toplantılar düzenleyerek, İngiltere ve Fransa’yı da ikna etmeye
çalışmıştır. 357 Fakat İngiltere, Rusya’dan çok fazla endişe duyduğundan, 1835’de
Fransa’ya Osmanlı devletini Rusya’ya karşı korumak için bir ortak İngiliz-Fransız
anlaşması yapılmasını dahi önermiş, ama Fransa böyle bir anlaşma yapmaya
yanaşmamıştır. 358 Bu süreçte İngiltere, Osmanlı devleti nezdinde etkin bir tutum
almaya başlamış, 1835’den itibaren Osmanlı ordusu ve donanmasını güçlendirmek
amacıyla, daha çok eğitime yönelik görevlileri Babıâli’ye göndermiştir. Bu görevliler
başarıya ulaşamamışlarsa da, 1838’e gelindiğinde İngiltere ile Osmanlı devleti
arasında bir ticaret anlaşmasının (Baltalimanı) imzalanmış olması önemlidir.
İmparatorluğun tamamında serbest ticarete olanak sağlayan bu anlaşmanın Osmanlı
devleti için asıl anlamı, Mısır sorununda İngiliz desteğini sağlamaktı denilebilir.
Bunun yanında anlaşma, Mısır ticaretini olumsuz etkilediği için de Mısır sorunuyla
ilişkilendirilebilir.359
Osmanlı devleti anlaşmanın da etkisiyle Mısır valisine karşı yeniden harekete
geçmek için İngiltere’den yardım istemiş, fakat İngiltere yalnızca Mısır valisi
bağımsızlık ilan ederse böyle bir yardımın söz konusu olabileceği yanıtını
vermiştir. 360 Bunun üzerine Osmanlı devleti, Sultan II. Mahmut’un Mehmet Ali’yi
alt etme kararından vazgeçmemiş ve tek başına harekete geçmeye karar vermiştir.
Sultanın ordusu bir kez daha İbrahim Paşa tarafından yenilgiye uğratılınca, İngiltere,
Avusturya, Rusya ve Prusya 1840’da Londra’da bir konferans toplayarak, Mısır
sorununa bir çözüm buldular; Mısır babadan oğula geçmek üzere, Suriye ve Akka ise
hayatta olduğu süre için Mehmet Ali’ye bırakılacaktı. Eğer vali on gün içerisinde
357
G. H. Bolsover, “Palmerston and Metternich on the Eastern Question in 1834”, The English
Historical Review, Cilt 51 (202), 1936, s. 238 ve 244.
358
Anderson, The Eastern Question, s. 91.
359
Bu noktada anlaşmaya batılılaşma perspektifinden bakmak da anlamlı olabilir. Örneğin, Ahmad’a
göre, Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması, aslında Osmanlı devletinin dünya ekonomik sistemine
katılma amacıyla, batılılaşmacı mantıkla atılmış bir adımdır. Ahmad, Modern Türkiye’nin Doğuşu,
s. 38.
360
Anderson, The Eastern Question, s. 95.
99
bunları kabul etmezse, yalnız Mısır kendisine bırakılacak, ikinci on gün de kabul
etmezse Mısır elinden alınabilecekti. 361
Fransa, Mehmet Ali’nin tarafında olduğu ve o güne kadar elde ettiği kazançları
elinde tutmasında ısrarlı olduğundan İngiltere ile uzlaşamamış ve konferansa
katılmamıştı. Buna bir de Rus-İngiliz yakınlaşması eklenince, Fransa diğer güçlerden
tamamıyla uzak kalmıştı. Rus-İngiliz yakınlaşması, büyük oranda Rusya’nın
Osmanlı üzerindeki etkinliğini daha fazla sürdüremeyeceğini ve bu durumda
İngiltere ile uzlaşmanın kendi çıkarına olacağını öngörmesiyle gerçekleşmiştir. Bu
bağlamda,
1841’de
sona
erecek
olan
Hünkâr
İskelesi
anlaşmasının
yenilenmeyeceğini, bu nedenle Boğazlar konusunda uluslararası bir konferans
toplanmasını teklif eden Rusya, İngiltere’yi endişelerinden önemli oranda
kurtarmıştı. 362
Mısır Valisi Mehmet Ali Londra konferansı kararlarını kabul etmeyince, bir
Avusturya-İngiliz donanması Suriye kıyılarına gönderildi ve İngiliz askerleri de
Lübnan’a çıktı. Bu sırada itirazlarının görmezden gelindiğini anlayan Fransa da, daha
fazla süreçten dışlanmamak için Londra kararlarını kabul etti. Bunun üzerine
bütünüyle yalnız kaldığını gören Mehmet Ali de kararları kabul etmek zorunda
kalmış, Mısır sorunu 1841’de yeni sultan I. Abdülmecit’in yayınladığı ve Londra
kararlarını onaylayan bir fermanla son bulmuştur.
Mısır sorunu süreci, bir bakıma Osmanlı devletinin beka kaygısının zirveye
çıktığı dönem olmuştur. Osmanlı devleti, sorunlarının üstesinden gelemeyecek,
kendisine bağlı bir valisiyle baş edemeyecek durumda olduğunu artık iyice
anladığından, Avrupalı güçler arasında oynanan güç dengesi Osmanlı politikasının
tek dayanağı haline gelmişti.
Bütün bu sorunlar arasında, daha Mısır sorunu çözüme kavuşturulmadan Osmanlı
devletinin önünde yepyeni bir dönem açan, Tanzimat fermanı 1839’da ilan
edilmiştir. Fermanın bütünüyle dış güçlerin baskısı olduğu, Osmanlı devletinin içsel
süreçlerinden etkilenmeden devlete dayatıldığına dair görüşler artık büyük oranda
361
362
Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 123.
Anderson, The Eastern Question, s. 97.
100
kabul görmemektedir. Çalışmanın bir önceki kısmında da incelendiği üzere, fermanın
ilanını getiren, Osmanlı’nın batılılaşma/modernleşme süreciyle ilintili gelişmelerdir.
Diğer yandan, batılılaşma gereğini ortaya çıkaran en temel güdü de bekâ kaygısı
olmuştur. Bu bağlamda ferman, Osmanlı yönetici elitinin devleti kurtarma
çarelerinden birisi olarak ortaya çıkmıştır. Batılılaşma olarak adlandırılan bir sürecin
Batı’nın etkisi göz ardı edilerek açıklanması elbette olanaksızdır, fakat bunun bir
dayatma olmasından çok, bir etkileşimin ürünü olduğunu söylemek daha doğru bir
tespit olacaktır. Tanzimat’ın ilanının hemen öncesinde, fermanın mimarı Mustafa
Reşid Paşa’nın İngiltere’de temaslarda bulunduğu, dışişleri bakanı Palmerston’la
fermanı tartıştığı bilinmektedir. 363 Yine, Osmanlı yönetici elitinin sultanı
denetleyecek içsel güçler olmadığından, büyük güçlerden fermanın uygulanmasını
izlemelerini, hatta İstanbul yönetiminin sözlerini yerine getirip getirmediğini zımnen
denetlemelerini dahi istedikleri, 364 bu durumun ise büyük güçlerin Osmanlı içişlerine
karışmalarını kolaylaştırdığı da gerçektir. Fakat dış politika ve modernleşmeyi,
Ortaylı’nın deyimiyle Metternich zihniyetiyle kavrayan ve imparatorluğun dış
politikadaki gücünü, içsel düzenin gücüne bağlayan Osmanlı eliti, 365 tehdit altında
hissettiği varlığını, onu tehdit edenlerin araçlarına başvurarak savunmaya
çalışmıştır. 366 Dahası, Ondokuzuncu yüzyıl Avrupa yüzyılıdır ve bu bağlamda Batı,
güçlü olmakla bir tutulmuştur. Osmanlı yönetici elitinin algılamalarında Batı, güçlü
olmanın temel eşitleyeni konumuna geldiği noktada Osmanlı devletinde batılılaşma
yoluyla kimlik değişimi süreci başlamıştı. Tanzimat fermanı ile tarihlendirdiğimiz bu
süreçte, bir yandan kimlik değişiminin dış politikayı, diğer yandan dış politika
yoluyla ortaya koyulan etkileşimlerin de kimliği değişime uğratmaya başladığını
rahatça gözlemlemek mümkündür. Bu bağlamda, Tanzimat’la başlayan Osmanlıcılık
ve bunu izleyen dönemlerdeki İslamcılık ve Türkçülük politikalarının, etkileşimle
uyandırılmış olan, ama esasen içsel süreçlerde gerçekleştirilmeye çalışılan kimlik
değişiminin yansıttığı politika stratejileri olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır.
Bir devletin kimliğinin, modernleşme sürecinin başladığı noktada, başka bir deyişle
363
Frederick Stanley Rodkey, “Lord Palmerston and the Rejuvenation of Turkey, 1830-1841”, The
Journal of Modern History, Cilt 2 (2), 1930, s. 203.
364
Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, s. 41.
365
Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s. 235.
366
Deringil, Simgeden Millete, s. 23.
101
bir gecede değişebileceğini düşünmek anlamlı olmayacaktır. Devletlerin dış politika
pratiklerinde gözlemlenen her değişim, söz konusu devletin kimlik değiştirdiğinin bir
göstergesi olarak da alınamaz. Devletlerin dış politikaları belirli bir esnekliğe sahiptir
ve karşı karşıya olunan koşullara göre değişik stratejilere başvurabilirler. Fakat bir
genelleme kapsamında herhangi bir başlangıçtan söz etmek zaruri olduğunda, bunun
için Tanzimat’ı kullanmak en doğru tercih gibi görünmektedir. Bu çerçevede, söz
konusu dönemde asıl olanın Osmanlı’nın iç ve dış politika pratiklerinin reform
noktasında çakışmış olduğu tespitini yapmak olanaklıdır.
Tanzimat fermanının Mehmet Ali krizini izlemesi gibi, Osmanlı batılılaşma
sürecinde bir diğer aşama olan Islahat fermanın ilan edilmesi de Kırım Savaşı’nı
izlemiştir. Kırım Savaşı, Osmanlı tarihi açısından olduğu kadar, Avrupa tarihi
açısından da önemli bir olay olmuştur. Savaş, bir bakıma Avrupa Uyumu’nun
bozulduğu tarih olarak da kabul edilmektedir. 367
Mısır sorunu çözüme kavuştuktan sonra, Osmanlı devleti Lübnan, Eflak ve
Boğdan ve Bosna-Hersek’te çıkan, fakat nispeten daha rahat çözülen sorunlar dışında
fazla bir sorunla karşılaşmadığından içeride Tanzimat reformlarıyla ilgilenebilecek,
dış politika bakımından rahat bir döneme girmişti. Aynı dönemde Mısır sorunu
sırasında başlayan İngiltere-Rusya yakınlaşması da artarak devam etmekteydi.
Fransa’nın Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz’deki (özellikle Fas üzerinde) hareketleri
İngiltere’yi fazlasıyla rahatsız ettiğinden, bu İngiliz-Rus yakınlaşması Fransa’ya
karşı oluşturulmuş görünüyordu. 368 Rusya, bu tarihlerde Osmanlı devletinin toprak
bütünlüğünün korunması politikasını terk ederek, Osmanlı topraklarının paylaşılması
politikasına geri dönmüştü. Bu politikayı İngiltere’nin onayı olmadan hayata
geçiremeyeceğini bildiği için de, 1841 Boğazlar sözleşmesiyle açılan yakınlık
kapısını bu yönde zorlamaya başlamıştır. Rusya’nın yakınlaşma isteği 1844’de,
Osmanlı devletinin Avrupa topraklarının parçalanması söz konusu olduğunda bu
toprakların güç dengesini bozmayacak şekilde el değiştirmesi konusunda İngiltere ve
Rusya’nın işbirliği yapmalarına dair varılan görüş birliği ile hedefine ulaşmıştır.369
367
Richard N. Rosecrance, Action and Reaction in World Politics: International Systems in
Perspective (Boston, Toronto: Little, Brown and Company, 1963), s. 117.
368
Anderson, The Eastern Question, s. 111-112.
369
Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 140.
102
Fakat bu görüş birliği sözlü olmuş, yazılı bir anlaşma yapılmamış olduğundan
İngiltere, Fransa ile arasındaki sorunlar çözülmeye başlar başlamaz Rusya’ya
anlaşmanın kendisini bağlamayacağını bildirmekten çekinmemiştir. 370
Bu dönemde Avrupa politikasını sarsan 1848 ihtilalleri de aslında bir İngiliz ve
Rus işbirliğinin ne kadar zor olduğunun göstergesi olmuştur. 1848 ihtilalleri sırasında
Macaristan ve Eflâk’tan kaçan Macar ve Polonyalılar Osmanlı devletine
sığındıklarında, Avusturya Macar sığınmacıların, Rusya da Polonyalı sığınmacıların
iadesini talep etmiş, Babıâli bu talepleri reddedince Osmanlı devleti ile diplomatik
ilişkilerini kesmişlerdi. Fakat Osmanlı devleti arkasındaki İngiliz desteği (savaş
çıkması olasılığına karşı bir İngiliz donanması hazır edilmişti) bir süre sonra
Rusya’nın, Rus desteğinden yoksun kalmak da Avusturya’nın taleplerini geri
çekmesini sağlamıştır. Bu olayla birlikte zaten suni olan İngiliz-Rus yakınlaşması da
sona ermiştir. 371 Buna karşın Rusya, Osmanlı devleti üzerindeki politikasından
vazgeçmediğinden, İngiliz desteğine her zaman ihtiyaç duymaktaydı. Bu dönemde,
Kırım Savaşı’nın çıkış noktası sayılan ve Filistin’deki kutsal yerler üzerinde
hakimiyet kurma çabası olarak ortaya çıkan Kutsal Yerler Sorunu, Rusya’nın İngiliz
desteği arayışlarına hız kazandırmasına neden olmuştur. Uzun süredir Fransa ve
Rusya arasında gerilim yaratan bu sorun 372 1851’de Fransa’nın Osmanlı devletine
başvurarak 1740 tarihli kapitülasyon anlaşmasına saygı gösterilmesini istemesi
üzerine, Rusya’nın da aynı şekilde 1774 anlaşmasının hükümlerine saygı
gösterilmesi için başvurmasıyla artık açıkça bir Fransız-Rus mücadelesine
dönüşmüştü. Fransa ve Rusya bu kapsamda çekişirken, Rusya İngiltere nezdinde
temaslarda bulunarak 1844’de İngiltere ile aralarında varılan görüşbirliğini
(Osmanlı’nın Avrupa topraklarının paylaşımı konusunda) hayata geçirmeye çalışmış,
370
Anderson, The Eastern Question, s. 113.
Karal, Osmanlı Tarihi V. Cilt, s. 221.
372
Sorunu gerilim noktasına getiren olaylar, 1852’de Fransa’nın desteklediği Katolikler ile Rusların
desteklediği Ortadokslar arasında kendilerine tanınacak ayrıcalıklar konusunda şiddetli
anlaşmazlıkların çıkmış olmasıdır. Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 143. Zürcher’e göre, bu
sorunun bu derece büyümesi aslında bütünüyle Rusya ve Fransa’nın içsel politik kaygılarından
kaynaklanmaktaydı. Gerek III. Napoleon, gerekse Rus çarı dinsel duygulara seslenerek içsel
meşruiyetlerini sağlamaya ve pekiştirmeye çalışıyorlardı. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi,
s. 83.
371
103
fakat Rus teklifleri İngiltere tarafından reddedilmiştir. 373 Bunun üzerine Rusya tek
başına hareket ederek Babıâli’ye temsilci göndermiş ve Rus Çarı’nın Osmanlı
İmparatorluğu sınırlarındaki tüm Ortodoksların koruyucusu olduğunu teyid edecek
bir ittifak anlaşması teklif etmiş, Osmanlı devleti bu teklifi reddedince de
Ondokuzuncu yüzyılın üçüncü Osmanlı-Rus savaşı başlamıştır. İngiltere ve Fransa
ise Osmanlı devleti Rusya’ya savaş ilan etmeden önce donanmalarını Çanakkale
Boğazı’na göndermişlerdi.
Kırım savaşı, İngiltere ve Fransa’nın savaşa Osmanlı tarafında katılmalarıyla,
Osmanlı devletinin Ondokuzuncu yüzyılda Rusya’ya karşı kazandığı tek savaş
olmuştur. İngiltere ve Fransa’nın bu savaşa Rusya’ya karşı Osmanlı tarafında
katılmaları,
Sander’in
deyimiyle
Osmanlı
devletinin
toprak
bütünlüğünün
korunmasından ziyade Avrupa güç dengesinin korunmasıyla ilgili olmuştur.374
Özellikle İngiltere açısından, Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünün korunması,
aslında Avrupa güç dengelerini koruma politikalarının parçası olarak görülmekteydi.
İngiltere için Rusya’nın Osmanlı devletini yenerek Avrupa dengesini tek taraflı
olarak değiştirmesi kabul edilemez bir durumdu. Buna karşılık İngiltere’nin yanında
Rusya’ya karşı savaşan Fransa sadece Avrupa güç dengesini Rusya’ya karşı
korumayı
değil,
aynı
zamanda
bu
dengeyi
kendi
lehine
çevirmeyi
de
amaçlamaktaydı. 375
Avusturya hem Rusya, hem de İngiltere ve Fransa tarafından savaşa katılması
yönünde zorlandıysa da tarafsız kalmayı tercih etmişti. Buna karşılık, savaş sonunda
yapılacak barışın esaslarını tespit etmek konusunda taraflar arasında müzakereler
yürütmüş, fakat tarafsız kalmakla ileride çok ihtiyaç duyacağı Rus desteğinden
yoksun kalarak kendisini Avrupa güç dengesi içinde zayıflamış bulmuştur. 376 Yine
de savaşın sona ermesinde Avusturya’nın Rusya’yı karşı ittifaka geçmekle tehdit
Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 139.
Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 146.
375
Ibid.
376
Anderson, The Eastern Question, s. 146. Avusturya’nın, bu şekilde izole edilmiş ve daha
önemlisi Rus desteğinden yoksun kalmış olmasının etkileri ileride Alman ve İtalyan birliklerinin
kurulmasında açıkça hissedilecekti. Anderson’a göre İtalyan ve Alman birliklerinin temeli aslında
Kırım savaşında yatmaktadır. Ibid. Sander’e göre de Kırım Savaşı’nın asıl galipleri Bismarck ve Kont
Cavour olmuştur. Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 151.
373
374
104
etmesinin etkisi önemli olmuştur. İtalyan ulusal birliğinin kurulması hedefiyle yola
çıkan Piyemonte devleti de İngiltere ve Fransa’nın yardımlarına ihtiyaç
duyabileceğini hesaplayarak 1855’te savaşa katılmış, buna karşılık Alman ulusal
birliğinin kurulmasında Rusya’ya ihtiyaç duyabileceğini hesaplayan Prusya tarafsız
kalmıştı. 377
Osmanlı İmparatorluğu’nun ondokuzuncu yüzyılda Rusya’ya karşı kazandığı tek
savaş olmasına karşın, Kırım’da hiçbir tarafın savaş bağlamında önemli kazançları
olmamıştır. Savaşı sona erdiren Paris Barış Konferansı Şubat-Mart 1856’da
toplanmış, savaşın galipleri olarak İngiltere, Fransa ve Avusturya’nın temel
isteklerini içeren bir anlaşmayla sonuçlanmış ve Osmanlı İmparatorluğu’nun
savunulması sebebiyle çıkmış bir savaş olmasına karşın, barış koşulları Osmanlı
devletine hiç danışılmadan belirlenmişti. 378
Paris Konferansında sonuçlandırılan anlaşma ile sınırlarda herhangi bir değişiklik
söz konusu olmamıştır. Yani bir diğer deyişle, Osmanlı devleti kazanan tarafta
olmasına karşın herhangi bir toprak kazancı sağlayamamıştır. Karadeniz’in her iki
yakasının da silahsızlandırılması, Eflak ve Boğdan’ın özerkliğinin ve Sırbistan’ın
Osmanlı devletinden aldığı hak ve imtiyazların devletlerin ortak güvencesi altına
alınması anlaşmanın içerdiği önemli maddelerdendir. Yine, Osmanlı devletinin diğer
devletlerin onayını almadan Sırbistan’a askeri müdahalede bulunamayacağı da
anlaşmanın hükümleri arasında yer almıştır.
Paris Anlaşması’nın Osmanlı İmparatorluğu açısından en fazla dikkat çekilen
maddesi, Osmanlı devletinin “Avrupa Uyumu”na kabul edildiğini ve toprak
bütünlüğü ve bağımsızlığının Avrupa devletlerinin ortak garantisi altına alındığını
teyid eden 7. maddesidir. 379 Anlaşmanın bir diğer ilgi çekici maddesi, Avrupalı
377
Ibid., s. 146-147.
Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 84.
379
Birçok çalışmada 1856 Paris Barış Konferansı Osmanlı’nın Avrupa devletler sistemine ilk kez
dahil olduğu tarih olarak ele alınmaktadır. Diplomatik ve hukuksal bağlamda bu doğru bir
tarihlendirme olsa da, Yurdusev’in çalışmasında açıkça ortaya koyduğu ve özellikle onaltıncı yüzyıl
sonrası Osmanlı siyasi tarihi incelendiğinde görülebileceği gibi, Osmanlı devleti 1856’ya gelindiğinde
zaten Avrupa devletler sisteminin önemli bir aktörü durumundadır. Detaylı bilgi için bkz. A. Nuri
Yurdusev ve Esin Yurdusev, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa Devletler Sistemine Girişi ve 1856
378
105
devletlerin Osmanlı devletinin konferans sürerken ilan ettiği Islahat Fermanı’nı
hoşnutlukla kabul ettiklerinin ve fermanın Osmanlı devletinin içişlerine karışma
hakkını vermediğinin not edildiği 9. Maddesidir.
Daha önce sözü edildiği şekilde Osmanlılık kimliği kavramına yaklaşmada
önemli bir adım olarak, Müslüman tebaadan “hakim millet” imtiyazını alarak gayr-i
Müslimlere eşitlik tanıyan bu yeni reform paketinin zamanlaması, gerek doğrudan
Avrupalı devletler tarafından dikta ettirildiği, 380 gerekse de Babıali’nin Avrupalıları
içişlerine karışmaktan bir nebze olsun uzak tutmak için büyük güçlerin telkinlerini
kendi inisiyatifiyle kabul ettiği yorumlarını destekleyecek oranda ilginçtir.
Türk siyasi tarihinde batılılaşma yolunda atılmış adımlardan birisi olarak anılan
Islahat Fermanı, gerçekte Batılı büyük güçleri Osmanlı devletinin içişlerine
karışmaktan alıkoymak, bir bakıma onları uzak tutmak adına ilan edilmiş olmasıyla
dikkat çekici bir durum ortaya çıkarmaktadır. Aynı süreçte Osmanlı devleti Avrupa
Uyumu’na kabul edilmekle de “onlardan olmak”, reform yoluyla yapmaya çalıştığı
şekilde “onlar tarafından onaylanmak” gibi bir çaba içerisine girmiş, bu şekilde
güvenliğini, hatta varlığını korumaya çalışmıştır.
Kırım savaşı Avrupa tarihinde bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Avrupa
uyumunu bozmuş, Avrupa barışının geleneksel garantörlerini zayıflatarak Napoleon,
Bismarck ve Cavour’un önünü açacak koşulları sağlamıştır. 381 Bunun yanında,
çözüme kavuşturmak üzere tasarlandığı Doğu Sorunu bağlamında bir etkinliği
olduğu söylenemez. Anlaşmayla, Rusya’nın Karadeniz üzerindeki kontrolü ele
geçirme hedefine engel olmak (silahsızlandırma /tarafsızlaştırma yoluyla) ve iç
Paris Konferansı”, İsmail Soysal (der.), Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç (Ankara: Türk
Tarih Kurumu Basımevi, 1999), s. 137-147.
380
Zürcher’e göre, Islahat Fermanı büyük oranda İstanbul’daki İngiliz ve Fransız büyükelçileri
tarafından yazdırılmıştır. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 85. Aynı yönde görüşler için
bkz., Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 153, Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 149. Sonuçta,
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hıristiyanların durumu konferans sırasında tartışılan bir konu olmuş,
devletlerin ortaya attığı çeşitli görüşler içerisinde Fransa’nın Osmanlı devletinin uyrukları olarak
Müslüman ve Hıristiyanlar arasındaki farkların Padişahın bir fermanı ile ortadan kaldırılması ve bu
durumun barış anlaşmasında tespit edilmesi yönündeki görüşü hayata geçirilmiştir. Tartışmalar
sırasında Osmanlı devletinin ortaya attığı görüş, devletin Hıristiyan uyrukların haklarını yeniden –ama
kendi içinde- teyid etmesi yönünde olmuştur. Ibid., s. 147-148.
381
Stephen J. Lee, Avrupa Tarihinden Kesitler (1789-1980), (Ankara: Dost Kitabevi, 2002), s. 85
86.
106
sorunlar dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma tehlikesinin reform yoluyla
engellenmeye çalışılması (Islahat Fermanı) gibi çözümler beklenildiği şekilde etkili
olmamıştır. Her ne kadar konferans sonrası yirmi yıllık süreç büyük çatışmalar
olmadan geçmişse de, bu Doğu Sorunu üzerinde büyük güçlerin uzlaşmış olması ile
değil, Avrupa’da ortaya çıkan gelişmeler karşısında Doğu Sorununun bir süreliğine
ikinci plana atılmasından kaynaklanmıştı.
Doğu Sorununun en önemli aktörlerinden Avusturya İmparatorluğu, İtalyan ve
Alman birliklerinin kurulması sürecinde var olma mücadelesi içine düşmüş, yine
Rusya bu dönemde dikkatini Orta Asya ve Çin yönünde topraklarını genişletmeye
vermişti. İngiltere ise, Orta Avrupa’da ortaya çıkan gelişmeler karşısında siyaseten
başarısızlığa uğrayınca bir belirsizlik dönemine girmiş ve dolayısıyla Osmanlı
imparatorluğunun toprak bütünlüğünün korunmasına duyduğu ilgi azalmıştır. 382
1871’den itibaren, yani Avrupa içindeki gelişmelerin yerli yerine oturduğu
noktada Doğu Sorunu özellikle Avusturya-Macaristan ve Rusya arasındaki ilişkiler
dolayısıyla yeniden alevlenecektir. Diğer yandan Osmanlı topraklarındaki sorunlar
büyük güçler arasındaki ilişkileri krize sokacak boyutlara gelmese de, eski kalıbına
uygun olarak bölgesel ayaklanmalar, bu olaylara büyük güçlerden birisinin
müdahalesi ve bu müdahale ile güç dengesinin bozulmasını engellemek üzere diğer
güçlerin müdahalesi şeklinde seyretmeye devam etmiştir. 1860 Lübnan, 1866 Girit
ve 1875 Bosna-Hersek isyanları bu şekilde büyük güçlerin müdahalesi ile yatıştırılan,
ama aynı oranda Osmanlı’nın iktidar kaybına da sebep olan örneklerdendir. Zaten
Bosna-Hersek isyanı, Avrupa’daki Osmanlı varlığını hemen hemen sona erdiren
olaylar dizisinin başlamasına sebep olmuştur. 383
Bosna-Hersek’te vergi sorunundan dolayı çıkan söz konusu ayaklanma, ilk
dolayımda yüzyılın dördüncü Osmanlı-Rus savaşının da başlatıcısı olmuştur. BosnaHersek’teki ayaklanma, bu bölgede en fazla çıkar ve hedefleri bulunan Avusturya ve
Rusya arasında yoğun müzakereleri başlatmış ve müzakereler Bosna-Hersek’te
yabancı gözetiminde reformlar uygulanmasını öngören Andrassy Notası ile
sonuçlanmıştır. Osmanlı devleti prensipte notayı kabul etmişse de, bu ayaklananları
382
383
Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 156.
Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 86.
107
durdurmaya yetmemiştir. Ayrıca, daha Bosna krizi çözülmeden 1876 Mayısında
Sultan Abdülaziz’e karşı bir hükümet darbesinin gerçekleştirilmiş olması,
Balkanlar’da durumu daha da kötüleştirecek ve Sırbistan’ın Osmanlı Devleti’ne
savaş açmasını cesaretlendirecekti. Osmanlı devleti Sırbistan’la savaşında, çok da
zorlanmadan üstünlüğü sağlayınca, Rusya bu durumdan duyduğu rahatsızlıkla bir
ultimatom vererek Osmanlı devletinin ateşkes ilan etmesini istemiş, Babıâli’nin bunu
kabul etmesiyle de ateşkes sağlanmıştır. Ateşkesin Rus baskısı ile sağlanmış olması,
yine Rus nüfuzu endişesiyle İngiltere’yi harekete geçirmiş ve İstanbul’da Balkanlar
sorunu çerçevesinde bir konferans düzenlemiştir. Söz konusu konferansın
çalışmalarına başladığı sabah, daha önceki reform adımlarının başlatılmasına benzer
şekilde Osmanlı Devleti Meşrutiyet ilan etmiştir. Konferans sırasında ilan edilen
Kanun-i Esasi’den beklenenin, yine daha önce de görüldüğü şekilde büyük güçlerin
Osmanlı’nın Hıristiyan uyrukları konusunda, burada özellikle Balkanlarda, reform
öneri ve taleplerine bir son vermek olduğu açıktır. Konferansa bu şekilde başlayan
Osmanlı devleti, anayasa ile tüm uyruklarına eşit şekilde meşruti haklar verdiğinden,
bunun ötesinde reform talebinin anlamlı olmayacağını hesaplamıştı. Buna karşın,
Avrupalı güçler taleplerini sürdürmüş, fakat bu fikre dayanan Osmanlı’nın talepleri
reddetmesi konferansın çözümsüz sona ermesine yol açmıştır. 384
Konferansın sona ermesiyle birlikte Rusya Osmanlı devletine savaş açmış (1877),
1878’e gelindiğinde Ruslar İstanbul’a kadar (Ayastefonos) ilerlemiş ve sonuçta
burada Osmanlı-Rus barış anlaşması imzalanmıştır. Anlaşmayla Osmanlı devletine
dayatılan koşullar; Ege denizine uzanacak, özerk ve genişletilmiş bir Bulgaristan
devleti; Romanya, Sırbistan ve Karadağ’a bağımsızlık tanınması; Kars, Ardahan ve
Batum’un
Rusya’ya
bırakılması
Macaristan’a bırakılması şeklindedir.
ve
Bosna-Hersek
yönetiminin
Avusturya-
385
Ayastefanos anlaşmasının koşulları başta İngiltere olmak üzere, Avrupalı güçleri
yeniden harekete geçirmiştir. İngiltere, Avusturya-Macaristan ile birlikte Rusya’ya
Ayastefanos’un koşullarının değiştirilmesi konusunda baskı yapmaya başlamıştır.
Büyük güçler arasında yine bir krize yol açacak duruma gelmiş olduğundan, bu defa
Anderson, The Eastern Question, s. 181-182; Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 260-267; Zürcher,
Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. ,110-114.
385
Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, s. 49.
384
108
Bismarck’ın öncülüğünde Almanya’nın çabalarıyla Doğu Sorununun görüşülmesi ve
çözüme kavuşturulması amacıyla Haziran 1878’de Berlin’de bir konferans
toplanmıştır. 1814’te Viyana’da kurulmuş olan konferans diplomasisi döneminin de
sonu olan Berlin’de Ayastefanos anlaşmasının koşulları tamamıyla değiştirilmemiş,
ancak bölgede Rusya, Avusturya-Macaristan ve İngiltere arasında denge kuracak
şekilde hafifletilmişti. Buna göre, özerk Bulgaristan’ın sınırları küçültülmüş,
Bulgaristan’ın güneyinde, Osmanlı kontrolünde ve Hıristiyan bir valinin yönetiminde
Doğu Rumeli vilayeti kurulmuş; Sırbistan, Karadağ ve Romanya’nın bağımsızlıkları,
Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan yönetimine verilmesi ve Rusya’nın Doğu
Anadolu’daki kazançları onaylanmıştır. Berlin Anlaşmasına ayrıca, Ermenilerin
yerleştiği vilayetlerde reform yapılması, Ermenilerin Çerkez ve Kürtlere karşı
korunması ve bu konuda büyük güçlerin denetimini getiren bir madde de
eklenmişti. 386
Görüldüğü üzere, Berlin Kongresi ve anlaşması gerek Osmanlı, gerekse de
Avrupa için bir dönüm noktası oluşturmaktadır. Öncelikle, Büyük Güçler
ondokuzuncu yüzyıl süresince Doğu Sorunu olarak adlandırdıkları Osmanlı
İmparatorluğu’nun dağılma ve dolayısıyla da Avrupa Barışını tehdit etme tehlikesi
karşısında Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma politikalarını terk etmişlerdi. Yeni
süreç, Avrupalı büyük güçlerin dağılması kaçınılmaz görünen Osmanlı topraklarının
paylaşılması politikalarını yürürlüğe koymasına yol açmıştır. Diğer yandan,
uluslararası alanda hareket alanı iyice kısıtlanan, kendisini neredeyse yüz yıldır
ayakta tutan geleneksel denge politikasını yürütebileceği koşullar ortadan kalkmış
olan Osmanlı devletinin 1774’ten beri toprak kayıpları dolayısıyla taşıdığı bekâ
kaygısı, artık bir parçalanma korkusu olarak Osmanlı yönetiminde çok daha sağlam
bir şekilde yerleşmiştir.
Berlin anlaşması Osmanlı dışındaki tarafları da tatmin edememişti; ne Balkan
halkları, ne Rusya ve ne de Avusturya sonuçlardan tatmin olmamış, Berlin
düzenlemeleri bir bakıma gelecekteki Balkan bunalımlarının da temelini atmıştır.
Büyük devletlerin Berlin’de kurdukları yeni düzende, Osmanlı devletinin güçlü bir
Avrupa devletine dayanma politikası temelde değişmemişse de, söz konusu
386
Ibid., s. 49-50.
109
politikanın aktörleri değişmiştir. Artık Osmanlı topraklarının parçalanması
politikasında İngiltere ve Fransa’nın yerini, Avrupa diplomasisinin yeni büyük gücü
Almanya almıştı.
Sömürgeleri arasında Müslüman toprağı bulunmayan ve Osmanlı toprakları
üzerinde o güne kadar herhangi bir talebi olmamış tek ülke Almanya’ydı. Avrupa
sahnesine geç çıkmış olmakla birlikte, Avrupa dengesini altüst etmiş olan bu güç, dış
politika bağlamında hareket alanı neredeyse kalmamış olan Osmanlı için yeniden
dengelere dayanma politikasını uygulama olanağı sağlamıştı. Osmanlı yöneticileri
için Almanya’ya yakınlaşmanın Berlin Kongresinde başladığı söylenebilir. Kongrede
Almanya’nın amacı her ne kadar salt Avrupa’da istikrar sağlamak olsa da, Osmanlı
devletinden bir şey istemeyen tek devlet olarak Osmanlı açısından öne çıkmıştı. 387
Bu ortamda, daha 1881’de Osmanlı ordusunu yeniden düzenlemek amacıyla
Almanya’dan Colmar von Goltz (Goltz Paşa) başkanlığında askeri bir heyet
gelmiştir. Alman askerleri, arkalarından Alman tüccar ve bankerleri de Osmanlı
devletine çekmiştir ki, Almanya’nın Osmanlı politikasında gerçekte en temel unsur,
Alman ticaretinin ve yatırımlarının geliştirilmesi olmuştur. 388 1890’lara gelindiğinde,
Alman dış politikası (Bismarck’ın dışişlerinden uzaklaştırılmasıyla birlikte) salt
Avrupa’da istikrarı korumak amacından saparak, II. Wilhelm’in Weltpolitik’i
kapsamında bir dünya gücü olmaya eğilim gösterince, daha açık olarak Osmanlı
yanlısı tutum almaya başlamıştır.
Almanya ile ilişkilerin gelişmesinde Abdülhamit’in Panislamizm politikası da
etkide bulunmuştur. Daha önce sözü edildiği şekilde, kavramsal içeriğindeki tüm
dünya Müslümanlarını birleştirme hedefinden uzak, sadece bu olasılığın diplomatik
bir koz olarak kullanılmaya çalışıldığı bir formülasyon olarak Panislamizm,
Müslüman ülkeleri sömürgeleştirmemiş bir güç olan Almanya tarafından
desteklenmişti. Diğer yandan, Müslümanlar tarafından emperyalist bir güç olarak
Murat Özyüksel, “Abdülhamit Dönemi Dış İlişkileri”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış
Politikasının Analizi (İstanbul: Der Yayınları, 1998), s. 8.
388
Ulrich Trumpener, “Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, s. 141-142. Trumpenere’e göre, aslında Osmanlı
devleti bağlamında Almanya’nın değişmez tek politikası ticari olan olmuş, sanıldığının aksine II.
Wilhelm’in Osmanlı politikası önemli oranda esnek olmuştur. Ibid.
387
110
görülmediğinden, Almanya’nın müttefikliği, bu politikanın destekçileri tarafından da
olumlu karşılanmıştı.389
Almanya’nın Osmanlı yanlısı politikalarının ve diğer yandan da İngiltere’nin
Osmanlı devletinin parçalanması politikasına geçtiğinin ilk göstergesi Ermeni
sorununda görülebilir. Berlin anlaşmasının 61. Maddesinde öngörülen reformların
gerçekleştirilmesi talebiyle 1880’lerden itibaren silahlı mücadeleye yönelen
Ermeniler 1894’te ayaklanmış, bu soruna en başta İngiltere olmak üzere büyük
güçler fazlaca müdahalede bulunmuş olmalarına karşın Almanya sorundan uzak
durmayı tercih etmişti. 390 Yine ayrıca Alman İmparatoru II. Wilhelm’in İstanbul’a
ikinci ziyaretinin Ermeni sorunu dolayısıyla Osmanlı devletine Avrupa’da büyük
tepki duyulduğu sırada (1898) gerçekleşmiş olması da Almanya’nın Osmanlı yanlısı
tutumunun bir göstergesi sayılabilir. 391
Aynı dönemde Osmanlı-Yunan savaşına dönüşen Girit ayaklanması (1897)
sürecinde Almanya dışında büyük güçler konuya müdahil olmuş, hatta önce
Yunanistan’ın yenilgisi üzerine araya girerek Osmanlı’nın toprak kazancının önüne
geçip, tazminatla yetinmesini sağlamışlar; savaşın ardından adada yeniden
ayaklanma çıkması üzerine Osmanlı devletine bir nota vererek, adanın İngiltere,
Fransa, Rusya ve İtalya’nın işgaline bırakılmasını talep etmişlerdi. Almanya ise bu
sorunun hiçbir aşamasına aktif olarak müdahil olmamış, Osmanlı’nın yanında bir
tutum sergilemiştir. 392
Abdülhamit’in Almanya’yı işin içine sokarak İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı
kullanma planı bir bakıma işe yaramıştır. Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun
dayandığı yeni güç olmasıyla, Avrupa’daki güç dengelerinin mevcut hassaslığına393
389
İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu (İstanbul: Kaynak Yayınları, 1983), s.
57.
Almanya bu soruna karışmama politikasını Dünya savaşına girildiği sıralarda bırakmış, hatta
Ortaylı’nın belirttiği üzere 1915’deki tehcir olaylarında Almanya’nın bizatihi yönlendirici olduğu
görülmüştür. Ibid., s. 122.
391
Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 166.
392
Georgeon, Sultan Abdülhamit, s.393.
393
Bu tarihlerde Avrupa güç dengesi artık Viyana Kongresi sonrası dönemde olduğundan çok farklı
bir boyuta ulaşmıştı. En önemli farklılık, bu dönemde artık güç dengesinin Birinci Dünya savaşına
giden yolda askeri bloklaşmaları hazırlamış olan devletler arasındaki ittifaklara dayanmaya başlamış
olmasıdır.
390
111
ek olarak doğu sorunu daha karmaşık hale gelmiştir. Fakat Abdülhamit’in politikası,
resmi ittifak önerip, büyük güç dengesiyle oynamanın ötesine geçmemiş,
imparatorluğun güvenliği bütünüyle Almanya’nın eline de bırakılmamıştı. 394
Abdülhamit iktidara geldiğinde uluslararası politikada hareket alanı iyice
sınırlanmış olan Osmanlı Devleti’nin bir de mali iflası gerçekleşmişti. Kırım
savaşıyla başlayan dış borç süreci maliyenin iflasıyla sonuçlanmış, Osmanlı 1875
Ekiminde mali iflasını açıklamak zorunda kalmıştı. Bu süreç, 1881’de Düyun-u
Umumiye idaresinin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Aynı süreçte, içeride de
Abdülhamit ve özellikle dış politikası, 1877’de parlamentonun kapatılması ile
dağılmış olan Yeni Osmanlıların yerine yükselmeye başlayan bir başka muhalif
grupça çok sert eleştirilmeye başlanmıştı.
Daha önceki bölümlerde görüldüğü gibi, 1889’da kurdukları İttihat ve Terakki
Cemiyeti çatısı altında Jön Türkler, meşrutiyet rejimini yeniden getirerek devleti
kurtaracaklarına inanır ve bu yönde hareket ederken, Abdülhamit’in Almanya’ya
dayanan dış politikasını da eleştirmekteydiler. 1908 devrimiyle meşrutiyet
yönetiminin yeniden yürürlüğe girmesi, Jön Türkler üzerinde devletin varolma
sorununun bile artık çözümlenebileceğine dair aşırı iyimser bir etki yaratmıştı.
Bunda, İngiltere ve Rusya’nın Reval buluşmasında Boğazlar ve Balkanlarla ilgili
görüşmelerinde, Makedonya sorunu çerçevesinde aldıkları kararları geri çekmiş
olmaları 395 gibi somut olaylar da etkili olmuştu.396 Ne var ki, bu iyimser hava,
Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi, ardından Avusturya-Macaristan’ın BosnaHersek’i ilhakı ve Girit’in Yunanistan’la birleştiğini açıklaması gibi üst üste gelen
olaylar sonucu çok kısa sürede yok olmuştur.
Avusturya’nın 1908’de Bosna-Hersek’i ilhakına karşı uluslararası alanda tepki
olmasına karşın, büyük güçler arasındaki hassas dengeler Osmanlı lehine bir tutum
göstermelerine engel olmuştu. Söz konusu tarihte Osmanlı devletine en yakın güç
Almanya olmasına karşın, Avusturya ile ittifak ilişkisi dolayısıyla Almanya da
Ahmad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, s. 13-14.
A. Gül Tokay, “Makedonya Sorununa Tarihsel Bir Bakış: 1878-1908”, Kemali Saybaşılı ve Gencer
Özcan (der.), Yeni Balkanlar Eski Sorunlar (İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 1997), s. 43.
396
Sina Akşin, Jön Türkler, İttihat ve Terakki (Ankara: İmge Kitabevi, 1998), s. 127.
394
395
112
Osmanlı lehinde tutum almamıştır. Zaten İT gibi hükümet de büyük güçlerden
İngiltere’ye dayanma politikasından yana olduğundan, İngiltere’den destek aranmış
fakat karşılık bulunamamıştır. Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhakı, doğrudan büyük
güçlerce hazırlanan ve imzalanmış olan Berlin Anlaşmasına aykırı olmasına rağmen
Osmanlı devleti kendisini uluslararası alanda yalnız ve tecrit edilmiş bulmuştur.397
Bunun üzerine Avusturya malları boykot edilmiş ve Bosna-Hersek’in ilhakı
konusunda bir uluslararası konferans için hazırlıklara başlanmıştır. Toplanacak
konferansla ilgili hazırlıklarda büyük güçlerle uzlaşma sağlanamayınca sorunun
çözümü ikili anlaşmalara bırakılmış, bu bağlamda Avusturya-Osmanlı anlaşması
Şubat 1909’da imzalanmıştır. Anlaşmayla Osmanlı devleti ilhakı tanımış, Avusturya
da 2,5 milyon Lira tazminat ödemeyi ve Yeni Pazar (Novi Bazar) sancağındaki
haklarından vazgeçmeyi kabul etmiştir. 398
Bulgaristan’ın bağımsızlık ilanı konusunda ise büyük güçlerin tutumları ilk
bakışta Osmanlı devleti lehinedir. İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya ve Almanya
Bulgaristan’ın bağımsızlık ilanını tanımayacaklarını bildirmişlerdir. Osmanlı devleti
ise Balkanlar’da Bulgaristan’a karşı ittifak arayışlarına girmiş ve Girit’in
Yunanistan’la birleşme kararını açıklamış olmasına rağmen Yunanistan’la ittifak
görüşmelerine başlamıştır. Aslında Osmanlı devleti bu ittifak arayışlarının sonuçsuz
kalacağının bilincinde olarak bu çabayı göstermiş, daha çok özellikle Sırpları
oyalayarak Sofya ve Viyana üzerinde baskı kurmayı amaçlamıştı. 399 Nihayetinde
Avusturya ile Bosna-Hersek konusunda anlaşmaya varıldıktan sonra Bulgaristan ile
de benzer bir anlaşma yapılmış, Osmanlı devletinin Bulgaristan’ın bağımsızlığını
tanıması karşılığında Bulgaristan’dan tazminat almıştır. 400
Ahmad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, s. 15.
A. Gül Tokay, “II. Meşrutiyet Dönemi Dış İlişkileri: 1908-1914”, Türk Dış Politikasının Analizi,
s. 37.
399
Hasan Ünal, “Balkan Diplomasisinden Bir Kesit: Bulgaristan’ın Bağımsızlık İlanı ve Osmanlı Dış
Politikası: 1908-1909”, Yeni Balkanlar Eski Sorunlar, s. 57.
400
Bulgaristan’dan alınacak tazminat konusu görüşmelerde önemli bir sorun olmuş ve ancak
Rusya’nın aracılığıyla çözümlenebilmiştir. Osmanlı devletinin talep ettiği 125 milyon franklık
tazminatı Bulgaristan ödemeyeceği konusunda ısrar edince, Rusya arabuluculuk yapmış ve sonunda
anlaşma tazminatın Osmanlı devletinin 1877-78 savaşından Rusya’ya olan borcundan silinerek
ödenmesi şeklinde bir çözümle sonuçlandırılmıştır. Ibid., s. 64.
397
398
113
Bosna-Hersek ve Bulgaristan sorunları anlaşmalarla sonuçlandıktan sonra
Osmanlı yönetimi devleti yeni reformlar yoluyla güçlendirmek üzere içeriye
yönelmişti ve 1911’de Trablusgarp savaşı patlak verdiğinde uluslararası alanda yine
yalnızdı. Hükümet tekrar İngiltere ve İtilaf güçlerine ittifak önerileriyle başvurduysa
da reddedilmişti. Almanya da Bosna-Hersek’te olduğu şekilde müttefiki İtalya’ya
karşı harekette bulunamayacağından Osmanlı’nın yanında yer alamayacaktı. Berlin
Kongresinden tek pay alamamış devlet olan İtalya’ya Trablusgarp bir bakıma daha
önce vaat edilmişti. Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhakı sonrasında, çıkarları
zedelenen iki devlet olarak yakınlaşan Rusya ve İtalya bir anlaşma (Racconigi)
imzalayarak birbirlerinin Boğazlar ve Trablusgarp üzerindeki çıkarlarını tanımışlardı.
Anlaşmadan iki yıl sonra, 1911 Eylülünde İtalya ciddi ekonomik çıkarlarının
bulunduğu
Trablusgarp’ı
işgale
başlamıştı.
İtalya’nın
Trablusgarp’ı
işgali
beklenildiği kadar kolay olmamış, İtalya Oniki adayı da işgal ettikten sonra savaşın
genişleyerek Balkanlar’a da sıçramasından endişelenen büyük güçler taraflar
arasında arabuluculuğa ve aslında Osmanlı devletine baskı yapmaya başlamışlardı.
Fakat Babıâli’yi Trablusgarp’tan çekilmeye zorlayan bu baskılar değil, Ekim
1912’de başlayan Balkan savaşları olmuştur. 401 Savaşın başlaması üzerine Osmanlı
devleti ile İtalya arasında, Trablusgarp ve Oniki adayı İtalya’ya bırakan Quchy
anlaşması imzalanmıştır.
Bosna-Hersek bunalımından beri Balkanlar’da süren ittifak arayışları 1912’de
sonuçlanmış, Sırbistan, Karadağ, Yunanistan ve Bulgaristan’dan oluşan Balkan
ittifakı, İtalya’yla süren savaşı da fırsat bilerek Ekim 1912’de Osmanlı devletine
savaş açmıştı. Birkaç hafta içinde bozguna uğrayan Osmanlı devleti, büyük
güçlerden ve aslında İngiltere’den destek arayışlarına yine cevap bulamamış, savaş
başladığında bölgede statükonun değişmesine izin vermeyeceklerini açıklamış olan
büyük güçler, savaş Osmanlı aleyhine döndüğünde bu tutumlarını bırakmışlardı.
Osmanlı devletinin İngiltere’ye ittifak için başvurusu, toprak bütünlüğünün
devamının artık olanaksız olduğu gerekçesiyle reddedilmişti. 402 Bunların üzerine
Osmanlı devleti ateşkes istemek zorunda kalmıştı ve savaşan taraflar Londra’da bir
konferansla (San James) toplandı. Tarafların kendi aralarında toplanmış olmaları
401
402
Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 251.
Tokay, “II. Meşrutiyet Dönemi Dış İlişkileri: 1908-1914”, s. 43.
114
büyük güçleri harekete geçirdi ve onlar da büyükelçiler konferansı düzenlediler.
Konferans, Edirne ve Ege adaları konusunda Osmanlı devletinin taviz vermemekte
diretmesi nedeniyle sonuçlanamadı, büyük güçlerin Edirne’nin Bulgaristan’a teslim
edilmesini öngören toplu notası ise içeride Babıali baskını olarak bilinen darbeye yol
açtı ve bu darbe sonrasında İT ilk kez doğrudan iktidar oldu. 403 Bu arada ateşkesin
süresi dolmuş, çatışmalar da yeniden başlamıştı. Yeni hükümet de İngiltere’den
destek aramışsa da Edirne’nin verilmesi koşulu dayatıldığından gerçekleşmemiş,
sonunda Edirne savaşarak kaybedilmiştir. Taraflar arasında savaşı bitiren anlaşma
Mayıs 1913’te Londra’da imzalanmış, anlaşmaya göre Osmanlı devletinin sınırı
Edirne dışarıda kalacak şekilde Midye-Enes hattı olarak belirlenmiş, Girit’in
Yunanistan’la birleşmesi ve ayrıca Arnavutluk’un bağımsızlığı kabul edilmiştir. 404
Balkan savaşları bu noktada bitmemiş, Balkan devletlerinin toprak paylaşımı
konusunda kendi aralarındaki sorunlar dolayısıyla, ikinci Balkan savaşı, bir bakıma
Osmanlı’nın da lehine, Bulgaristan’ın Sırbistan ve Yunanistan’a saldırmasıyla 30
Haziran 1913’de başlamıştır. Osmanlı devleti de Bulgaristan’a karşı oluşan ittifaka
katılmış ve savaş sonunda Edirne’yi geri alabilmiştir. Osmanlı devletinin Edirne’yi
geri almış olması Londra anlaşmasının ihlali anlamına geldiğinden, Babıâli’nin
önünde büyük devletlerin onayını almak gibi bir sorun duruyordu. Büyük devletler
beklenildiği şekilde bir nota ile Osmanlı devletinin Londra anlaşmasına saygı
göstermesini istemiş, fakat Babıâli’nin bunu reddetmesi karşısında yine birlikte
hareket etmeyi başaramadıkları için fazla baskıcı olamamışlardı. Bunun üzerine
Osmanlı devleti ile Bulgaristan ikili görüşmeler sonucu Bükreş anlaşmasını
imzalamış ve Osmanlı devletinin Edirne’yi alması onaylanmıştır. 405
Balkan savaşlarında yaşadıkları diplomatik yalnızlığa rağmen, uluslararası alanda
dünya savaşının rüzgarları eserken İT hükümeti yine de, İngiltere ve İtilaf
devletleriyle yapılacak bir ittifakın güvenliği sağlayacak tek çözüm olduğunu
düşünmeye devam etmişlerdi. Bu nedenle İngiltere’ye yeniden ittifak teklifinde
bulunulmuş, fakat İngiltere’ye teklifi kabul ettirememiştir. Ardından Rusya ve
Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, s. 50-52.
Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 253.
405
Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki: 1908-1914, çev. Nuran Yavuz (İstanbul: Kaynak Yayınları,
1999), s. 164.
403
404
115
Fransa’ya da ittifak önerilmiş, fakat bu iki İtilaf devleti de Osmanlı’nın teklifini
reddetmişlerdi. Nihayetinde, İtilaf yanlısı olsalar dahi tüm İttihatçılar yine yalnız
kalmamak için Almanya’yla ittifak yapmak dışında bir seçenek olmadığını kabul
etmiş ve 2 Ağustos 1914’te Alman-Osmanlı ittifakı gerçekleşmiştir. Başlangıçta
Almanya da Osmanlı devleti ile bir ittifak fikrine, Osmanlı’nın savaşta daha çok bir
yük olacağı düşüncesiyle sıcak bakmamıştır. Osmanlı devleti ile ittifakın Almanya
için asıl anlamı, Fransız ve İngiliz sömürgelerinde ve de Balkanlar’daki Müslümanlar
üzerindeki etkisinde yatıyordu. 406
Birinci Dünya Savaşı başladığında İttihatçılar, savaşa girmek konusunda, en
azından Almanlardan güçlü bir para ve silah yardımı alınmadıkça beklemek
amacındaydılar. İttifakı, savaşmak arzusuyla değil, tarafsızlığın Osmanlı’yı yalnız
bırakacağı endişesiyle imzalamışlardı. Oysa savaş ilerledikçe ve bir siper savaşına
döndükçe Osmanlı’nın savaşa girmesi Almanya için önemli olmaya başlamış ve
sonunda Alman baskısıyla savaşa girilmiştir. 407
Birinci Dünya Savaşının İtilaf devletlerinin zaferiyle sonuçlanması, Osmanlı
İmparatorluğunun da sonunu getirmiştir. Osmanlı devleti için savaşı bitiren 30 Ekim
1918’de imzaladığı ve bir silah bırakışması olmaktan çok öte maddeler içeren
Mondros Ateşkesi olmuştur. Öncelikle, İtilaf güçlerine savaş sırasında yapılmış gizli
anlaşmalarda 408 belirtilen yerleri işgal etme hakkına ek olarak, (7. Madde ile)
müttefiklerin kendi güvenliklerini tehdit edecek herhangi bir durum ortaya çıkarsa,
herhangi bir stratejik noktayı işgal etme hakkını da veriyordu. Bu madde hiç zaman
Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 166.
Ibid., s. 167-168.
408
Birinci Dünya savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğunun topraklarının paylaşılması çerçevesinde
birçok gizli anlaşma yapılmıştı. Bunlardan ilki, 1915 Mart’ında İngiltere, Fransa ve Rusya arasında
imzalanan ve İngiltere ve Fransa’nın Asya Türkiye’sini paylaşmaları karşısında Rusya’ya İstanbul
dahil Boğazlar bölgesini bırakan anlaşmadır. Nisan 1915’te ise bu üç İtilaf devletine İtalya da katılmış
ve anlaşmayla İtalya’ya Antalya ve Oniki ada vaadedilmiştir. 1916’da Ortadoğu’nun paylaşımını
belirleyen ve Musul hariç tüm Irak bölgesini İngiltere’ye, Kilikya ve Suriye’yi de Fransa’ya bırakan
Sykes-Picot anlaşması yapılmış ve bu anlaşmaya ses çıkarmaması karşılığında Rusya’ya Boğazlar
bölgesi yanında Trabzon’a kadar Doğu Karadeniz ile Erzurum, Van ve Bitlis’i veren Petrograd
Protokolü imzalanmıştır. Son olarak 1917’de İtalya’ya İzmir-Kayseri-Mersin hattında ek pay veren St.
Jean de Maurienne anlaşması yapılmıştır. Haluk Ülman, Birinci Dünya Savaşına Giden Yol ve
Savaş (Ankara: İmge Kitabevi, 2002), s. 328-224.
406
407
116
kaybedilmeden ve barış anlaşması beklenmeden İtilaf güçleri tarafından kullanılarak
İmparatorluk toprakları işgal edilmeye başlanmıştı. 409
Bu süreçte, bir an önce ulaşılabilecek en olumlu koşullarda bir barış anlaşması
yapmak dışında umudu kalmamış olan ve mevcut işgallere de tepki vermeyen Sultan
ve birçok aydın ise tarihi İngiltere’ye bağımlılık politikasına geri dönerek
beklemekteyken, Anadolu’da bir ulusal direniş hareketi örgütlenmeye başlamıştı. 410
B. Milli Mücadele: Batı Gibi Olmak İçin Batıya Karşı Olmak
Milli mücadele, öncelikle Anadolu’da işgal edilen ya da edilmesi beklenen yerlerde
Mondros Ateşkesinden sonra (1 Kasım 1918’de yapılan son yıllık kongresinde parti
olarak kendini fesheden) İT’nin bir girişimi olarak kurulmuş olan Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetleri çerçevesinde başlamıştır. 411 Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçip
direnişi örgütlemesi sonrasında ise, Osmanlı devletinin yüz yıllık devleti kurtarma
mücadelesi, yeni bir devlet kurma mücadelesi halini alacak olan Milli Mücadele
süreciyle devam etmiştir.
Milli mücadele olağanüstü bir savaş dönemidir, verilen savaşın sonuçları kesin ve
belirlenmiş bir dış politikadan ve diplomasiden faydalanılarak var olma mücadelesini
lehine çevirebilmiştir. Bu bağlamda gerek kendi yönelimini etkilemesi, gerekse de
etkileşime konu olan tarafları yöneltmesi anlamında Milli Mücadele dönemi dış
politikası önemlidir.
Dönemin dış politika ilkesi kesin, açık ve tektir; bağımsızlık. Mustafa Kemal
Anadolu’ya geçtikten sonra yerel direniş örgütlerini tek bir çatı altında toplamak için
girişimlere başlamış ve ilk olarak Amasya’da Rauf (Orbay), Ali Fuat (Cebesoy) ve
Baskın Oran, “Mondros Silah Bırakışması”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş
Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları,
2001), s. 111-112
410
Ahmad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, s. 20.
411
İttihat ve Terakki’nin Milli Mücadeleye katkısı bağlamında detaylı bir çalışma için bkz., Erik Jan
Zürcher, Milli Mücadelede İttihatçılık (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1987). Zürcher bu eserinde,
İttihat ve Terakki kadrolarının Anadolu’daki direniş hareketini başlatma ve sonrasında destekleme
konusunda gösterdikleri çaba ve öncü rolü, İttihatçı bir yer altı örgütü olan Karakol’un faaliyetleri
üzerinden detaylı bir şekilde anlatmaktadır. Zürcher ayrıca, İttihatçı kadronun önde gelenlerinin ulusal
bir direniş olarak Anadolu hareketini desteklemekle birlikte, hiçbir zaman Mustafa Kemal’le doğrudan
işbirliğine yanaşmadıklarını da vurgulamaktadır.
409
117
Refet (Bele) beylerle buluşarak Anadolu’da hemen tüm sivil ve askeri makamlara
gönderilecek bir genelge (Amasya Tamimi) hazırlamıştır. Genelgede ülkenin
tehlikede olduğu, İstanbul’daki hükümetin onu koruyamadığı ve ülkeyi ancak
milletin kendisinin kurtarabileceği (“milletin istiklalini yine milletini azim ve kararı
kurtaracaktır”) belirtiliyordu. Ayrıca Anadolu’da güvenli bir yer olan Sivas’ta bir
kongre düzenlenmesine de karar verilmişti. Fakat Sivas’tan önce Mustafa Kemal,
yerel bir girişim olarak düzenlenmiş 412 olan Erzurum Kongresine 413 katılmış (23
Temmuz 1919), kongrenin ilk günü kongre başkanlığına seçilmiştir. Erzurum
Kongresinden çıkan kararlarda vatanın ‘milli hudutları içinde bölünmez bir bütün
olduğu’ ve dışarıdan gelen her türlü saldırıya, İstanbul’daki hükümet boyun eğse bile
kuvvetle karşı koyulacağı duyurulmuştur. Bunun yanında başkanlığına Mustafa
Kemal’in getirildiği ve BMM’nin açılışına kadar Anadolu’da fiili (de facto) hükümet
görevini yürütecek olan Heyet-i Temsiliye seçilmiştir. 4-11 Eylül tarihleri arasında
Sivas’ta 414 düzenlenen kongre de büyük oranda Erzurum Kongresi kararlarını
tekrarlamış ve bu kararlarla bir bakıma, milli mücadelenin tam bağımsızlığa dair dış
politikasının temel hedefleri belirlenmiştir. 415
Milli mücadelenin dış politikasının ‘resmi metni’ olarak adlandırabileceğimiz
belge ise Misak-ı Milli olmuştur. Aralık 1919’da yapılan son Osmanlı seçimleri
sonucunda, Ocak 1920’de toplanarak çalışmalarına başlayan Osmanlı Mebusan
meclisinin 28 Ocak 1920’de kabul ettiği Misak-ı Milli ilk maddesiyle;
[Osmanlı devletinin, özellikle Arap çoğunluğun oturduğu ve 30 Ekim 1918 tarihli
silah bırakışmasının imzalandığı sırada düşman ordularının işgali altında kalan
kısımlarının geleceğinin, halklarının serbestçe açıklayacakları oylara göre
belirlenmesi gerekli olduğundan, söz konusu silah bırakışması çizgisi içinde ve
Ulusal direniş günlerinde iyi bilinen Erzurum ve Sivas Kongreleri dışında, yerel girişimler olarak
ve Mustafa Kemal’in önderliği dışında onlarca kongre düzenlenmiş, hatta BMM’nin açılışı sonrasında
da devam etmiştir. Esasen bu nedenle, milli mücadele literatüründe Mondros Ateşkesi ile BMM’nin
açılışı arasındaki döneme Kongreler Dönemi denilmektedir. Bu konuda ayrıntılı bir çalışma için bkz.
Bülent Tanör, Türkiye’de Yerel Kongre İktidarları (1918-1920) (İstanbul: Afa Yayınları, 1992).
413
Ayrıntılı bilgi için Mahmut Goloğlu, Erzurum Kongresi (Ankara: Nüve Matbaası, 1968).
414
Sivas Kongresi konusunda bkz. Mahmut Goloğlu, Sivas Kongresi (Ankara: Başnur Matbaası,
1969).
415
Salahi Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika–I (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi,
1995), s. 135-136.
412
118
dışında; dinen, örfen ve emelen birbirine bağlı, karşılıklı saygı ve özveri duyguları
besleyen, birbirlerinin ırksal ve toplumsal hakları ile bölgelerinin koşullarına
tamamen saygılı Osmanlı-İslam çoğunluğunun oturduğu kısımların tamamı,
hakikaten veya hükmen hiçbir nedenle birbirinden ayrılma kabul etmez bir
bütündür.] 416
özünde, Arap nüfusun çoğunlukta olduğu Ortadoğu topraklarının ve işgal altındaki
toprakların çoğunun bırakılması kabul edilmiş, yalnız Müslümanların çoğunlukta
yaşadığı toprakların ayrılmaz bir bütün olduğu kabul edilmiştir.417
Heyet-i Temsiliye’nin fiili hükümet görevini yürüttüğü bu dönemde, esasen
Osmanlı ülkesini işgal etmiş güçlere karşı milli mücadele başlatılmış olmakla
birlikte, bu güçlerle temsilcileri aracılığıyla diplomatik ilişkiler kurulması ve kendini
anlatma ve kabul ettirme çabası mücadelenin önemli bir ayağını oluşturmuştur. Daha
Erzurum Kongresi günlerinden itibaren, İtilaf devletlerinin temsilcileri ile gayr-i
resmi ve düzensiz de olsa bağlantılar kurulmuştur. Sivas kongresi sırasında, aslında
kurulması tasarlanan Ermenistan’ın durumu ile ilgili incelemeler amacıyla bölgeye
gönderilmiş olan Amerikalı temsilci General Harboud ile Mustafa Kemal arasında
bir görüşme gerçekleştirilmiş ve Mustafa Kemal emperyalist amaçları olmayan bir
devlet olarak ABD’den yardım talebinde bulunmuştur. 418 Sivas’ta Fransız Yüksek
Komiseri George Picot ile de görüşmüş, Fransız temsilci birtakım ekonomik
ayrıcalıklar karşılığında Adana, Urfa ve Antep’i geri vermeyi önermiştir. Böyle bir
anlaşma gerçekleşmemiş olsa dahi, daha henüz başlangıcında direnişin dikkate
alındığının göstergesi olmuştur. 419
Milli mücadele dönemi dış politikasının temel uğraşlarından en önemlisi
dışarıdan yardım bulma olduğundan ve ilk aşamada bu yardımın sağlanabilmesinin
olanaklı göründüğü tek ülke Sovyet Rusya olduğundan daha 1919 Eylülünde
Bolşeviklerle temas kurulması için bölgeye temsilciler gönderilmiştir. Diğer yandan
Baskın Oran, “Dönemin Bilançosu”, Türk Dış Politikası Cilt I: 1919-1980, s. 105.
Diğer maddelerde, İstanbul’un kesinlikle milli sınırlar içinde bulunacağı (madde 4), Batı Trakya
(madde 5) ile Kars, Ardahan ve Batum (madde 2) için halkın oyuna başvurulabileceği,
kapitülasyonların kaldırılmasının gereği (madde 6) belirtilmiştir. Ibid. , s. 105-106.
418
Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika-I, s. 159.
419
İlhan Uzgel, “Fransa’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası Cilt. I: 1919-1980, s. 148.
416
417
119
Bolşevik rejimi de en başından beri Anadolu’daki harekete sıcak bakmış ve yakın
olmaya çaba göstermiştir. Bu durumun en baş sebebi, ‘düşmanımın düşmanı
dostumdur’
ilkesi
olmuştur. 420
İngiltere
tarafından
kuşatılmış
bir
ülke
durumundayken, Sovyet Rusya’nın Anadolu’daki direnişi desteklemesi anlaşılır bir
tercihtir. Aslında bu dönemde de Osmanlı’nın son yüz yılında olduğu gibi İngiltere
ile Rusya arasındaki ilişkiler Türklerin bu ilişkilerin yöneliminde seçimini
belirlemiştir denilebilir. Bir kez daha (Sovyet) Rusya emperyalist Batı’ya karşı
kullanılacak bir denge unsuru, bir koz olarak değerlendirilmiştir. Bu aşamada Sovyet
Rusya’nın Bolşevizm ideolojisini Anadolu hareketine benimsetme hedefi de milli
mücadeleye yakınlaşma isteğinde etkili olmuştur.
Heyet-i Temsiliye bir yandan da İstanbul hükümetiyle, İstanbul’a kendi dış
politikasını kabul ettirebilmek bağlamında ilişkisini sürdürmüş, hatta işbirliği
yollarını da aramıştır. 421 Misak-ı Milli’nin Osmanlı meclisinde kabul edilmiş olması
da bu çabaların bir sonucu olarak ortaya çıkmış bir gelişmedir.
Misak-ı Milli’nin Osmanlı meclisinde kabul edilmesiyle milli mücadele direnişi
gittikçe güçlenirken, müttefik devletler bir an önce Osmanlı devletiyle barış
anlaşmasının imzalanması için görüşmelere devam ediyorlardı. Osmanlı meclisinin
Anadolu’daki direniş lehine bu tür tutumlarının da etkisiyle, İtilaf kuvvetleri 16 Mart
1920’de İstanbul’u işgal etmiş, ardından Meclis-i Mebusan’ı basmış ve ileri gelen
milletvekilleri tutuklanarak Malta’ya sürülmüştür. Bunun üzerine, Ankara’da (23
Nisan 1920) Büyük Millet Meclisi açılmış ve milli mücadele yeni bir aşamaya
taşınmıştır.
Erel Tellal, “Sovyetlerle İlişkiler”, Türk Dış Politikası Cilt I: 1919-1980, s. 161. Eylül 1920’de
Bakü’de düzenlenen Doğu Halkları Kurultayı’nda, Kurultay Başkanı Zinoviev’in konuşması bunu
kanıtlar bir örnek olacaktır. Zinoviev; “… Mustafa Kemal’in Türkiye’de yürüttüğü siyaset Komünist
Enternasyonal’in siyasetiş değildir. Fakat İngiliz hükümetinin aleyhine yürüyen her inkılap
mücadelesine yardım etmeğe hazırız” demekle düşmanımın düşmanı dostumdur ilkesini açıkça ifade
etmiştir. Kongre ile ilgili Kamuran Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri (1920-1953) (Ankara: Türk Tarih
Kurumu Basımevi, 1991), Zinoviev’in konuşması s. 59.
421
Damat Ferit Paşa hükümetinin yerine (3 Ekim 1919) direnişçilere daha yakın davranacak olan Ali
Rıza Paşa hükümeti bu işbirliği arayışını kolaylaştırmıştır. Ekim ayında Mustafa Kemal ile İstanbul
hükümetinin temsilcisi olarak Bahriye Nazırı Salih Paşa arasında yapılan görüşmede (23 Ekim 1919)
“Amasya Protokolü” imzalanmış ve Sivas kongresi kararlarının İstanbul hükümetince kabul edilmesi
bu protokolle kararlaştırılmıştır.
420
120
BMM hükümeti göreve başlar başlamaz, dış dünyada tanınmasını sağlama, dış
yardım, Misak-ı Milli’nin uygulanması ve savaş halinin sona erdirilmesi konularında
diplomasiyi olabildiğince yoğun kullanmaya başlamıştır. Millet Meclisi hükümetinin
göreve başladığı sırada müttefik güçler de San Remo’da (18-24 Nisan 1920) Osmanlı
devleti ile yapılacak barış anlaşması koşullarını belirleyecek olan bir konferansta
toplanmışlardı. Konferansta, Sévres Anlaşmasının koşulları olarak, Arap bölgesinin
imparatorluktan ayrılması; Yunanistan’ın Batı Trakya dışında Çatalca hattına kadar
Trakya’yı alması, İzmir ve çevresinin beş yıl süreyle Yunan yönetimine bırakılması
ve bu süre sonunda Yunan hükümetinin isterse bölgeyi kendi topraklarına
katabilmesi
kararlaştırılmıştı.
Yine
kararlaştırıldığı
üzere,
Ege
adaları
da
Yunanistan’a verilecek, Rodos dahil Oniki ada ise İtalyanlara bırakılacaktı. Ayrıca,
Ermenistan’ın bağımsızlığı kabul edilmiş, Fırat’ın doğusu ise Kürdistan’ın
özerkliğine verilmiştir (istedikleri takdirde 1 yıl sonra Milletler Cemiyetine (MC)
başvurarak bağımsızlık ilan edebilecekleri koşuluyla). Tasarıya göre Boğazlar
uluslararası denetime girecek, kıyıları ise askerden arındırılacaktı. Ayrıca, Birinci
Dünya Savaşında İT hükümeti tarafından (9 Eylül 1914’te) tek taraflı olarak
kaldırılmış olan kapitülasyonlar yeniden yürürlüğe koyulacak, Düyun-u Umumiye
uygulaması ise yeni bir komisyon kurularak sürdürülecekti.
Osmanlı temsilcileri Sévres’de (Mayıs 1920) kendilerine sunulan bu barış
koşullarını kabul edemeyeceklerini bildirdikten sonra, anlaşmanın imzalanmasını
zorlamak için müttefiklerin teşvikiyle Yunan kuvvetleri Haziran’da Anadolu’nun
içlerine doğru taaruza geçmiş, Zürcher’e göre Yunan kuvvetlerinin İstanbul’a kadar
girebilmesinin önündeki tek engel ise müttefik güçlerin baskısı olmuştur. 422 Bu
gelişmelerin üzerine İstanbul Sévres anlaşmasının imzalanmasına karar vermiş ve
anlaşma Sévres’e gönderilen Osmanlı heyeti tarafından 10 Ağustos 1920’de
imzalanmıştır. Sévres’in imzalanmasıyla, direnişin başlangıç aşamasında Ankara ile
İstanbul arasında kurulmasına özen gösterilen son bağ da kopmuştur.
1920 yazından itibaren savaş alanlarında yavaş yavaş alınmaya başlayan
başarıların etkisiyle diplomatik gelişmeler de mücadelenin lehine sonuç vermeye
başlamıştır. Fransa ile BMM hükümetinin daha Mayıs 1920’de ateşkes görüşmeleri
422
Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 228.
121
için bir araya gelmiş olmaları, dolayısıyla Fransa’nın BMM hükümetini tanımış
olması bunun en iyi ve ilk örneği sayılabilir. Ateşkes teklifi Türk tarafından gelmiş
ve bu durum Fransa ile İngiltere arasındaki farklılık ve anlaşmazlıklardan
yararlanarak diplomatik başarı elde etme çabasının bir sonucu olarak ortaya
çıkmıştır. Milli mücadele boyunca cephe ile diplomasi sıkı sıkıya bağlı olacak ve
hemen her örnekte askeri başarıların arkası diplomatik olanları getirecektir.
Bu durumun en açık örnekleri, aslında milli mücadelenin kaderini de belirleyen
Yunan savaşı ile görülmüştür. 1920 yazında Yunan ordularının ilerleyişi karşısında
çok zor duruma düşen Türk kuvvetleri için durum 1921’in ilk aylarında tersine
dönmeye başlamıştı. 9 Ocak 1921’de İnönü’de Eskişehir’i almak üzere ilerleyen
Yunan ordusunun durdurulması (Birinci İnönü zaferi) askeri başarısından çok
diplomatik başarı açısından önemli sonuçlar doğurmuş, müttefik kuvvetlerin Sévres
anlaşmasını gözden geçirmek üzere Londra’da bir konferans toplamasına yol
açmıştır. 21 Şubat 1921’de toplanan konferansa, BMM hükümeti ile İstanbul
hükümetinin
temsilcileri
birlikte
katılmış, 423
konferansta
Sévres’de
milli
mücadelenin hedeflerini karşılaması olanaksız çok küçük değişiklikler önerilmiş,
sonuçta öneriler BMM tarafından kabul edilmemiştir. 424
Birinci İnönü Zaferi ve ardından Londra Konferansı’nda BMM hükümetinin
Müttefik güçlerle masaya oturmuş olması, milli mücadelenin başından beri ilişkide
olan ve Ekim 1920’den beri bir anlaşma imzalamak amacıyla resmi görüşmelerde
bulunan Sovyet Rusya ile BMM hükümeti arasında Moskova Anlaşması (16 Mart
Başlangıçta konferans davetinde BMM hükümeti temsilcisinin, İstanbul hükümetinin göndereceği
heyetin içinde yer alması önerilmişse de, BMM hükümeti bu duruma itiraz edince, ayrı bir davet
gönderilmiştir.
424
Melek Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası Cilt I: 1919-1980 , s. 187. Konferans
sırasında Ankara hükümetinin temsilcisi olarak bulunan Bekir Sami Bey, İngiliz, Fransız ve İtalyan
temsilcilerle gizli görüşmelerde bulunarak üç ayrı devletle gizli anlaşmalar imzalamıştı. İngilizlerle
savaş esirlerinin değişimi konusunda; Fransızlarla birtakım ekonomik ayrıcalıklar karşılığında,
Fransızların Kilikya’dan çekilmesini öngören ve İtalyanlarla birtakım ekonomik ayrıcalıklar
karşılığında İtalyan askerlerinin Anadolu’dan çekilmesi ve İzmir ile Trakya’nın Türklere geri
verilmesi konusunda destek sağlanmasını içeren anlaşmalar Ankara hükümeti tarafından Misak-ı
Milli’ye aykırı olduğu gerekçesiyle kabul edilmemiştir. Detaylı bilgi için, Salahi Sonyel, Türk
Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika-II (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2003), s. 132-140
bakılabilir.
423
122
1921 Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması)’nın imzalanmasıyla sonuçlanmasında da
etkili olmuştur.
Londra Konferansı sona erdikten hemen sonra, daha Londra’dan ayrılan heyet
Ankara’ya ulaşamadan Yunan ordusu Anadolu’da yeniden saldırıya geçmiş (23 Mart
1921) ve yine İnönü’de Türk kuvvetleri tarafından durdurulmuştur. İkinci İnönü
Zaferi de İtalyanların Anadolu’dan çekilmeye başlaması ve Fransa’nın barış
görüşmelerini başlatma girişiminde bulunması gibi diplomatik açıdan önemli
sonuçlar doğurmuştur.
Temmuz 1921’de yeniden saldıran Yunan ordusu, bu sefer durdurulmakla
kalmamış, Türk ordusu karşı saldırıya geçerek Yunan kuvvetlerini muharebenin
yapıldığı Sakarya’dan atmıştır. Sakarya muharebesindeki başarının meyvesi de yine
diplomatik bir başarıyı, Türk-Fransız (Ankara) anlaşmasını (20 Ekim 1921)
getirmiştir. Türk ve Fransız kuvvetleri arasındaki savaş halini sona erdiren anlaşmaya
göre Suriye sınırı, durumu sonradan tespit edilecek Hatay dışında bugünkü sınırına
çekilmiştir.
Bu gelişmelerin ardından Yunanistan’ın askeri başarısızlıklarından ve aynı
zamanda kendisinden özellikle maddi destek talebinden bulunmuş olmasından
rahatsız olan İngiltere, politikasını bir ölçüde değiştirerek Türk-Yunan savaşı için
diplomatik çözüm bulma arayışına girmiştir. Bu çerçevede 22 Mart 1922’de müttefik
devletler İngiltere, Fransa ve İtalya Paris’te bir araya gelerek yeni barış koşullarını
belirlemiş ve bunları Yunan, İstanbul ve Ankara hükümetlerine bildirmiştir.
Yunanistan olumlu yanıt vermiş olmasına karşın, BMM hükümeti ancak silah
bırakışmasıyla aynı anda Anadolu boşaltılırsa teklifi kabul edebileceğini bildirmiş,
müttefikler ise bu koşulu kabul etmemiştir. 425 Yunanistan’ın İngiltere’nin tam
desteğini kaybettiğinin ve askeri olarak da zor durumda olduğunun farkında olan
Ankara 26 Ağustos’ta ilk kez saldırıya geçmiş ve 2 Eylül’de Türk orduları
Eskişehir’e, 9 Eylül’de de İzmir’e girmiştir. Bunun ardından Türk ordusu Boğazlar’a
kadar ilerlemiş, hatta İngiltere ile savaş bir an meselesine dönmüş, fakat soğukkanlı
davranılarak çözüm için diplomasiye başvurulmuştur. Bunda İngiltere’nin yardım
425
Ibid., s. 192.
123
talebine İtalya ve Fransa’nın Boğazlardan kuvvetlerini çekerek yanıt vermiş olması
da etkili olmuştur. Sonuçta 3 Ekim 1922’de silah bırakışması konferansı toplanmış
ve 11 Ekim’de Mudanya Ateşkesinin imzalanmasıyla Türk-Yunan Savaşı da sona
ermiştir.
Mudanya Ateşkesi, milli mücadelenin bir parçası olarak önemli bir diplomatik
başarı olmuştur. Öncelikle Yunan güçlerinin yenilgisinin ardından İtilaf güçlerine
karşı askeri güç kullanmadan, ilk kez resmi görüşmeler için masaya oturulmuş ve
bırakışmasının imzalanması sağlanabilmişti.426 O tarihe kadar bağımsızlık hedefine
ulaşmada askeri güç ve diplomasi biribiriyle iç içe kullanılmış, hatta İtilaf güçleri
açısından belirleyici olan askeri zaferler olmuşken, Mudanya ateşkesi sonrasında
belirleyici unsur olarak diplomasi ortaya çıkacaktır.
Ateşkesin ardından İtilaf devletleri zaman kaybetmeden barış görüşmelerini
başlatmak üzere BMM hükümetine konferans çağrısında bulunmuşlardı. Fakat
görüşmelerin başlaması da sorunsuz olmamıştı. Öncelikle henüz BMM hükümetinin
yanında, İstanbul hükümeti de fiili varlığını sürdürmekte olduğundan, her iki taraf da
konferansa davet edilmişti. Bu sorun 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması kararı
ile büyük ölçüde ortadan kaldırıldı, fakat bağımsızlığını yeniden kazanmış bu ülkenin
devlet olarak niteliğinin ne olacağı henüz belirsizdi. Bu belirsizlik içeride dahi
sürüyorken, devletler arası arenada anlaşılır olması beklenemezdi. Esasen barış
görüşmelerinin gerçekleştirildiği Lausanne Konferansı sırasında İtilaf devletleri (en
başta da İngiltere) BMM hükümetini, kendilerine karşı bağımsızlık mücadelesi
kazanmış bir devlet olarak değil, hala Dünya Savaşı’nın yenik devleti olarak
görmekteydiler. Bu bakış açısı konferansın gidişatını önemli oranda etkilemişse de,
BMM hükümeti kendisini yenik Osmanlı hükümetinden ayıran, farklı bir kimlikle
sunmakta ısrarcı olmuş ve konferanstaki diplomatik başarı bu bakış açısından
kaynaklanmıştır. 21 Kasım 1922’de başlayan Lausanne Konferansında Türk tarafının
temsilcisi İsmet (İnönü) bağımsızlık noktasında herhangi bir ödün vermekten ısrarla
kaçınmış, bu durum özellikle kapitülasyonlar konusunda yaşanmış ve konferansın
işlemez hale gelerek kesintiye uğramasında azınlıklar konusuyla birlikte etkili
olmuştur. Konferansın ilk dönemi sürerken, Mustafa Kemal bir taraftan Trakya’daki
426
Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika-II, s. 289.
124
son kentleri ele geçirerek Türk tarafının durumunu sağlamlaştırmış, diğer yandan 6
Aralık’ta Halk Fırkası’nı kurarak ülkedeki siyasal belirsizliği giderme yolunda bir
adım daha atmıştır. 427 Konferans 4 Şubat 1923’te tatil edildikten sonra Mustafa
Kemal, esasen konferansın gidişatını etkilemek, bir başka deyişle konferans tarafı
devletlere mesaj vermek amacıyla İzmir İktisat Kongresi’ni düzenlemiş ve bu
Konferans’ta İtilaf devletlerine iki önemli mesaj verilmiştir. 428 Öncelikle, tam
bağımsızlık bağlamında yeni Türkiye’nin kapitülasyonlar ve benzeri uygulamaları
asla kabul etmeyeceği vurgulanırken, diğer yandan tam bağımsız olmakla birlikte,
Türkiye’nin Batılı (kapitalist) sistem içerisinde kalacağı da belirtilmiştir. 429
Barış görüşmelerinin 23 Nisan 1923’te ikinci dönemi başlamadan, BMM kendi
barış önerilerini hazırlamış, İsmet (İnönü) bu sefer elindeki önerilerle konferansa
katılmış ve gerekli bazı ödünler dışında istediklerini elde etmeyi başarmıştır.
Türkiye’yi bağımsız bir devlet olarak tanıyan ve uluslararası alanda bunu tescil
eden 430 Lausanne Antlaşması 24 Temmuz 1923’te imzalanmış ve Misak-ı Milli ile
belirtilen toprak bütünlüğü, Musul hariç kabul edilmiştir.
Anlaşmaya göre Türkiye, Meriç’e kadar doğu Trakya’yı ve batı kıyısında
Karaağaç’ı alacak, Yunanistan’dan savaş tazminatı istemeyecekti. Yunanistan da,
halklarının Rum olması sebebiyle Ege adalarını, Çanakkale girişindeki stratejik
konumlarından dolayı İmroz ve Bozcaada hariç, almıştır. Suriye sınırı, Fransa ile
imzalanan Ankara Anlaşmasına (20 Ekim 1921) göre çizilmiş, fakat Hatay bu sınırın
dışında tutulmuştur. Musul konusunda anlaşma sağlanamadığından, Irak sınırı
tarafların sonradan anlaşarak saptamaları koşuluyla belirsiz bırakılmıştır. Boğazlar
ise başkanı Türk olacak bir komisyon yoluyla uluslararası denetime bırakılmış ve
Shaw ve Shaw, Osmanlı imparatorluğu ve Modern Türkiye II. Cilt, s. 435.
İzmir İktisat Kongresi için, A. Gündüz Ökçün, Türkiye İktisat Kongresi 1923-İzmir: Haberler,
Belgeler, Yorumlar (Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1968) ve A.
Afetinan, İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat-4 Mart 1923 (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi,
1982).
429
Baskın Oran, “Lausanne Barış Antlaşması”, Türk Dış Politikası Cilt I: 1919-1980, s. 218.
430
Oran bu nedenle Lasuanne Antlaşmasının Türkiye devletinin kurucu belgesi olduğunu
belirtmektedir. Ibid., s. 222. Anlaşmayla ilgili ayrıntılı bilgi için, Lozan Konferansı: Tutanaklar,
Belgeler – 8 Kitap, çev. Seha L. Meray (Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Yayınları, 1969-1973) ve Lozan Barış Andlaşması: Lozan’da İmzalanan Sözleşmeler, Senetler,
Barış Andlaşmasına Ekli Mektuplar ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi, T.C Dışişleri Bakanlığı
(der.), (Ankara: Y.Y, 1984).
427
428
125
İstanbul’da asayişi sağlamak amacıyla bulundurulabilecek 12.000 kişilik garnizon
dışında askerden arındırılmıştır.
Kapitülasyonların kaldırıldığı kabul edilmiş, 431 adli olanlar da yabancı ve karma
mahkemelerin kaldırılması ile sona erdirilmiştir. Ayrıca ülkedeki tüm yabancı posta
hizmetleri kaldırılmıştır. Azınlıklar konusunda Türkiye doğum, milliyet ve dil farkı
gözetmeksizin tüm halkın yaşam ve özgürlüklerini koruyacağını taahhüt etmiş,
karşılığında yabancıların ülkedeki azınlıkları denetleme hakları kaldırılmıştır.
Lausanne anlaşması ile uluslararası alanda bağımsızlığını tescil ettiren yeni
Türkiye devleti, Onsekizinci yüzyılın sonlarından beri sahip olmak için uğraş verilen
güvenliği sağlamış olarak içeriye dönmek ve henüz belirsiz durumda bekleyen
devletin niteliği sorununu çözmek olanağını bulmuş ve bu yolda zaman kaybetmeden
harekete geçmiştir. Bir başka deyişle, Onsekizinci yüzyıldan beri süregelen devletin
nasıl kurtulacağı sorunu çözülmüş, sıra (yeni) devletin nasıl kurulacağı sorusuna
gelmiştir. Bu çerçevede 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesi, yeni devletin
modern bir ulus-devlet olarak kuruluşunun da ilanı olmuştur. 432
C. Kemalist İnşa Süreci: Dış Politikada Batıcılık
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte hem savaş, hem de diplomasi yoluyla kazanılan
bağımsızlığın korunması ilk sırada olmakla birlikte, içeriye dönmek ve yeni devletin
inşası yönünde harekete geçmek gündemin ilk sırasını almıştır. Fakat içeriye dönmek
dış ile bütünüyle ilişiksiz değil, aksine önemli oranda ilişkilidir. Yeni bir devletin
inşa edilmesi sürecine giden yolda temel dürtü güvenlik/bekâ -elbette Onsekizinci
yüzyıl ortalarından beri yaşanan süreçle de birlikte ele alındığında- olduğundan,
etkileşim boyutunda ‘dış’arıda barışçı bir ortamın olması önemlidir. Zaten erken
Cumhuriyet dönemi dış politikasının temel ilkesi olan “yurtta sulh cihanda sulh”un
mantığı da buradadır. 433 Bir başka deyişle, dış politika ortamında barışın hakim
Buna karşın yabancılara verilmiş imtiyazları kaldırmak zaman almıştı, örneğin Türkiye gümrük
tarifelerini 1929’a kadar değiştiremeyecekti.
432
A. Fuat Keyman, “Atatürk ve Dış Politika Vizyonu”, Haydar Çakmak (der.), Türk Dış Politikası
1919-2008 (Ankara: Platin Yayınları, 2008), s. 157.
433
Mustafa Kemal de TBMM’de (1 Kasım 1928) dış politikayal ilgili konuşmasına başlarken, farklı
cümlelerle aynı anlama gelen açıklamayı yapmayı ihmal etmemiştir; “ …esaslı ıslahat ve inkişafat
içinde bulunan bir memleketin hem kendisinde, hem de muhitlerinde sulh ve huzuru cidden arzu
431
126
olması, içeriye dönülerek devletin inşasına odaklanılmasını olanaklı kılmak
bakımından önemlidir.
Güvenlik kaygısı -yalnızca içeriden bakıldığında da- inşa sürecinin önemli bir
belirleyenidir ve yine etkileşimle doğrudan ilişkilidir; kendi içinde güçlü bir toplum
olmak, dış ilişkilerde de güvenliği getirecektir. Kemalist yöneticiler için güçlü
olmanın yolu, daha önceki başlıklarda sözü edildiği şekilde, modern-laik bir
kimlikten geçmekte olduğundan, batılılaşma yoluyla modernleşme güvenli bir siyasal
alan yaratmanın da ön koşulu haline gelmiştir. 434
Kemalist inşa sürecinin dış politikası yine batılılaşma temelinde, batı yönelimli
ama bağımsız bir dış politika olarak tezahür etmiştir. 435 Batılı güçlere karşı yapılmış
bir mücadele sonucunda kurulmuş bir devletin dış politikasının Batı yönelimli olarak
tanımlanması bir çelişki gibi görünse de, aslında Türkiye özelinde bakıldığında
değildir. Bu durum, tam da bu çalışmada vurgulanmaya çalışıldığı gibi kimlik’le
ilgilidir. Sözü edildiği gibi, batılılaşma yoluyla modernleşmeyi devletin varlığının
koşulu haline getiren anlayış, elbette dış politikasını da bu bağlamda belirleyecek,
hatta dış politikayı mevcut hedefini gerçekleştirmekte de bir araç olarak
kullanabilecektir. Ülman ve Sander’in artık klasikleşmiş ifadelerini kullanırsak,
“milli mücadele Batılı devletlere karşı yapılmıştı, Batılı değerlere karşı değil”.
Mustafa Kemal alt edilmesi gereken emperyalizmden söz ederken, Batının ekonomik
ve siyasal düzenini değil, ekonomik ve siyasal üstünlüğünü kastetmiştir. 436
Yine de Lausanne sonrası Batı ile etkileşimde, Lausanne’dan arta kalan
sorunların çözülmesi bağlamında ilişkiler, güvensiz ve gergin olmaya devam
etmesinden daha kolay izah olunabilecek bir keyfiyet olamaz…” Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I:
TBMM Meclislerinde ve CHP Kurultaylarında (1919-1938) (İstanbul: Maarif Matbaası, 1945),
s.342.
434
Ibid.
435
Keyman, “Atatürk ve Dış Politika Vizyonu”, s. 157.
436
Haluk Ülman ve Oral Sander, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-1968) – II”,
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt. 27 (1), 1972, s. 2-3. Bu noktada, bu
şekilde bir emperyalizm tanımlamasının çok farklı da okunabileceği belirtilmelidir. Başka bir deyişle,
esas emperyalizm yaratanın söz konusu Batılı ekonomik ve siyasal düzen olduğu rahatlıkla iddia
edilebilir. Fakat bu ifade, Ülman ve Sander’in bakış açılarını yansıtmanın dışında, inşa sürecinin
kurucularının algılamalarını da yansıttığı oranda çelişkili olmamaktadır. (bu tür bir açıklama yapma
gereği konusunda beni uyaran Prof. Dr. Mustafa Aydın’dır).
127
etmiştir. Lausanne sonrasında İtilaf devletleri ile Türkiye arasındaki ilişkilerde
Musul, nüfus mübadelesi ve Osmanlı borçları gibi sorunlar belirleyici olmuştur.
Fakat bunun yanında, daha bu sorunların çözümüne girişilmeden, müttefiklerin yeni
Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘tam’ bağımsızlık hassasiyetini zedeleyecek ve hatta Sévres
anlaşmasının hükümlerini hatırlatan konulardaki talepleri ilişkilerde gerginliği taze
tutan ilk unsurlar olarak ortaya çıkmıştır.
Söz konusu sorunlardan ilki, Türkiye’deki yabancı okullar konusunda ortaya
çıkmıştır. Bu konu Lausanne anlaşmasının imzalandığı gün, Türk, İngiliz, Fransız ve
İtalyan heyetleri arasında mektup teatisi yoluyla görüşülmüş, fakat sonradan taraflar
kendi lehlerine mektupları farklı yorumlamışlardır. Türkiye Özel Okullar
Talimatnamesiyle, Türkçe’den başka bir dilde eğitim yapan özel okullarda tarih ve
coğrafya derslerinin Türk öğretmenler tarafından Türkçe okutulması gereğini karara
bağlayınca, İngiltere, Fransa ve İtalya söz konusu Lausanne mektuplarını öne sürerek
Türk hükümetinin yabancı okulların işleyişine müdahale edemeyeceği gerekçesiyle
bu karara itiraz etmişlerdir. 437 Sorun 1926’lı yıllara kadar sürmüş, bazı yabancı
okullar kapanmış (ya da kapatılmış), hatta Lausanne anlaşmasının henüz ülke
meclislerinde onaylanmamış olduğu günlerde, anlaşmanın onaylanmayabileceği
tehditleri de savrulmuş, fakat sonrasında Türk hükümetinin kararı uygulanmıştır. 438
Yabancı okullar sorununda olduğu gibi Boğazlar komisyonu konusunda da,
komisyonun kendine ait bayrağının bulunmasını isteyen İtilaf devletleri Osmanlı
döneminde kalan içişlerine karışma politikasını sürdürmenin yollarını aramış, fakat
burada da başarılı olamamışlardı. Bu sorunlarla İtilaf devletleri ile Türkiye arasındaki
gerginlikler sürerken, Lausanne’dan kalan sorunların çözümü süreci de ilişkilerin
1930’lara kadar gergin kalmasına yol açmıştır.
Mektupta, “Ecnebi müessesatı tedrisiye, diniye ve sairesinin Türk kanunlarına ve mümasil Türk
müessesatının tâbi oldukları bilcümle kanun ve nizâmlara tâbi olacakları ve mektepler hakkında, Türk
hükümetinin, bunların tedrisatının amelî cihetten tanzimi keyfiyetini nazarı itibara alacağı”
belirtilmiştir. Yusuf Hikmet (Bayur), Yeni Türkiye Devletinin Haricî Siyaseti (İstanbul: Akşam
Matbaası, 1934), s. 145. Sorun ortaya çıktığında İtilaf devletleri Türk hükümetinin, bunların
tedrisatının amelî cihetten tanzimi keyfiyetini nazarı itibara alacağı ibaresini öne sürerken, Türk
hükümeti Ecnebi müessesatı tedrisiye, diniye ve sairesinin Türk kanunlarına ve mümasil Türk
müessesatının tâbi oldukları bilcümle kanun ve nizâmlara tâbi olacakları’nda ısrar etmiştir.
438
Ibid., s. 145-146.
437
128
Lausanne’da varılan anlaşmaya göre Türkiye ile Yunanistan arasında yapılacak
nüfus mübadelesi, Mübadele Komisyonunun hemen Ekim 1923’te çalışmalarına
başlamasıyla ilk yıl sorunsuz gerçekleştirilmişti. Fakat Yunanistan’ın İstanbul ve
çevresinde yaşayan Rum halkından mümkün olduğu kadar fazlasını mübadele dışı
bırakma çabası ve Batı Trakya’da bulunan Türklerin mallarına el koyarak buraya
mübadele Rumlarını yerleştirmesi mübadele konusunu çıkmaza sokmuş ve 1926’da
Türkiye ile Yunanistan arasında 1 Aralık 1926’da yapılan bir anlaşmayla siyasi
çözüme kavuşturulmuştur. Yine de 1926 anlaşması tüm sorunların çözülmesini
sağlamamış, iki devlet arasındaki gerginlikler Haziran 1930’da, imzalanan ve nüfus
mübadelesi
sorunlarına
kesin
çözüm
getiren
Ankara
Sözleşmesine
kadar
sürmüştür. 439 Bu tarihten sonra ise Türkiye ve Yunanistan arasında çeşitli dostluk ve
ticaret anlaşmalarının da imzalanmasıyla resmileştirilen barışçı ilişkiler dönemi
başlayabilmiştir.
Lausanne sonrası sorunlardan çözümü en zor olan Musul konusu, Türkiye ile
İngiltere arasında, zaten gergin olan ilişkilerin daha da bozulmasına, hatta taraflar
arasında savaşın telaffuz edilmesine yol açmıştır. Lausanne antlaşmasının 3.
maddesinin 2. Fıkrasında, Türkiye ile Irak arasındaki sınır konusu taraflar arasında
yapılacak görüşmeler yoluyla dokuz ay içerisinde çözülecek, eğer anlaşma
sağlanamazsa konu MC’ne götürülecek ibaresi yer almaktaydı. Bu çerçevede, 19
Mayıs 1924’te İstanbul’da Haliç Konferansı gerçekleştirilmiş, fakat bir uzlaşma
sağlanamamıştır. Haliç Konferansı’nda 440 Türkiye, en başta Misak-ı Milli sınırları
içerisinde olması dolayısıyla Musul’un, Kerkük ve Süleymaniye ile birlikte
Türkiye’ye bırakılarak sınırın buna göre çizilmesi gerektiğini, buna karşılık İngiltere
ise Musul’un Irak’ta kalması konusundaki görüşlerini tekrarlamıştır. 441 Konferansta
uzlaşma sağlanamayınca İngiltere sorunun çözümü için Ağustos 1924’te MC’ne
başvuruda bulunmuş, MC meclisi sorunla ilgili olarak tarafsız devletlerin
temsilcilerinden oluşacak bir komisyon kurulmasına karar vermiş ve Temmuz
Mehmet Gönlübol ve Cem Sar, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”, Olaylarla Türk Dış
Politikası (1919-1995) (Ankara: Siyasal Kitabevi, 1996), s. 63-69. Bu konuda ayrıntılı bilgi için;
ayrıca, Melek Fırat, “1923-1939 Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası, s. 325-356 bakılabilir.
440
Haliç Konferansında İngiliz ve Türk görüşleri ve genel olarak Musul sorunuyla ilgili olarak bkz.
Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926) (Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi,
1978).
441
Ibid., s. 290-291.
439
129
1925’te sunulan komisyonun raporu; Musul’un Irak’a bırakılması ve Irak’ta manda
rejiminin 25 yıl uzatılmasını öngörmüştür. Buna karşı Türkiye, komisyon raporunu
tanımadığını belirtmiş ve ayrıca konunun Milletlerarası Daimi Adalet Divanında
görüşülmesini
de
kabul
etmeyerek
Divana
kendisini
savunacak
temsilci
göndermemiştir. Divan ise MC’nin vereceği kararın bağlayıcı olacağına dair karar
vermiş, ardından 16 Aralık 1925’te MC komisyon raporunu kabul ederek, Musul’un
Irak’a bırakılması yönünde karar almıştır. 442 Türkiye bu kararı tanımayı reddetmiş,
Misak-ı Milli sınırları içinde yer aldığından Musul için savaşılması dahi gündeme
gelmiştir. Fakat savaştan daha yeni çıkmış ve tüm enerjisini yeni kurulan devlet ve
de toplumun inşasına harcamak için sabırsızlanan, ayrıca böyle bir savaşı kazanma
olasılığının düşüklüğü de dikkate alınarak savaştan kaçınılmıştır. Sonuçta bir
anlaşma yapmak üzere İngilizlerle görüşmeler başlatılmış ve görüşmeler sonucunda
5 Haziran 1926’da Türkiye, İngiltere ve Irak arasında Türk-Irak sınırını belirleyen
anlaşma imzalanmıştır. Anlaşmaya göre; Türkiye Irak sınırı, Türkiye lehine küçük
bir değişiklikle, MC meclisi tarafından kabul edilen sınır (Brüksel Hattı: yaklaşık
olarak Musul’u Hakkâri’den ayıran eski vilayet sınırı) olarak belirlenmiştir.
Anlaşmanın bir diğer maddesi, Irak hükümetinin Musul üzerindeki haklarından
vazgeçen Türkiye’ye 25 yıl süreyle petrol gelirlerinin %10’unu vermesini
öngörmekteydi. 1926 antlaşmasına ek notalarda belirlendiği üzere Türkiye’nin tercih
ederse 500 bin İngiliz lirası karşılığında petrol üzerindeki haklarından feragat
edebileceği maddesi de yer almış ve Türkiye’nin bu maddeye dayanarak petrol
üzerindeki haklarından vazgeçtiği resmi yayınlar da dahil olmak üzere son
dönemlere kadar genel olarak kabul edilmiştir. Buna karşın 1995’de yayınlanan ve
bütçe gelirlerinin incelendiği İmparatorluktan Cumhuriyet’e Petropolitik başlıklı
eserde Türkiye’nin petrol gelirlerinden pay aldığı (1934-1958), dolayısıyla aslında
petrol gelirlerinden feragat ettiği söyleminin gerçek olmadığı ortaya koyulmuştur. 443
Musul sorununun 1926 antlaşmasıyla çözümlenmesi sonrasında Türkiye’nin
İngiltere ve diğer batılı devletlerle ilişkilerinin normalleşmesi çok kolay olmamıştır.
442
Ibid., s. 297-299.
Hikmet Uluğbay, İmparatorluktan Cumhuriyete Petropolitik (Ankara: Ayraç Yayınları,
1995)’den aktaran İlhan Uzgel ve Ömer Kürkçüoğlu, “İngiltere’yle İlişkiler”,Türk Dış Politikası,
Cilt. I: 1919-1980, s. 267-271.
443
130
Batılı devletler her ne kadar antlaşma yoluyla Türkiye’yi bağımsız ve eşit egemen
devlet olarak tanımışlarsa da, milli mücadele ve öncesi algılamalarını değiştirmeleri,
yeni Cumhuriyeti bu kimlikle kabullenmeleri ve buna göre pratikler ortaya koymaları
zaman almış ve bunun için gerek ulusal, gerekse de uluslararası koşullarda birtakım
değişiklilerin gerçekleşmesi gerekmiştir. Musul sorununun MC’de çözüm şekli de bu
algılamalar hakkında bir fikir verecek niteliktedir, çünkü genel kabul gördüğü şekilde
sorunun Türkiye aleyhine çözülmüş olması Irak ya da İngiltere’nin hukuki anlamda
haklı olmasından değil, Birinci Dünya savaşının galiplerinden birisi olarak MC
içerisinde siyasi anlamda güçlü olan İngiltere’nin çıkarlarından kaynaklanmıştır.
Bu ortamda, Türkiye’nin, Sovyetler birliği ile yeniden bir yakınlaşma içerisine
girmiş olması şaşırtıcı değildir. Batılı büyük güçler tarafından yalnız bırakıldığı bir
dönemde Türkiye, aynı şekilde Batılı devletler tarafından dışlanmış olan Sovyetler
Birliği’ni ‘yeniden’ Batılı güçlere karşı denge unsuru olarak görmeye başlamıştır.
Sovyetler Birliği’nin 1921 anlaşmasını geliştirecek bir anlaşma imzalanması
talebinde bulunması üzerine de taraflar hazırlıklara başlamış ve 17 Aralık 1926’da
Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması imzalanmıştır. 444
Musul sorunu, dolaylı olarak zaten sorunlu ve gergin olan Fransa ile ilişkileri de
etkilemiştir. Milli mücadele sırasında Türkiye ile ilk yakınlaşan Batılı güç olmasına
karşın Lausanne konferansı sırasında, özellikle kapitülasyonlar konusundaki tutumu
dolayısıyla Fransa ile Türkiye arasındaki ilişkiler de gerginleşmişti. Türkiye-Suriye
sınırının tespit edildiği 1921 anlaşmasında sınırın tesbiti için bir komisyon kurulması
öngörülmüş, fakat komisyon ancak 1925 Eylülünde çalışmalarına başlayabilmişti.
Komisyon çalışmalarında bir sonuç elde edilememiş, nihayetinde ikili temaslar
sonucu sınır sorununu çözüme kavuşturan “Dostluk ve İyi Komşuluk” sözleşmesi
imzalanmıştır. Sözleşme ilk olarak 18 Şubat 1926’da parafe edilmiş olmasına karşın,
Türkiye İngiltere ile Musul sorununu henüz çözememiş olduğundan, İngiltere ile
ilişkilerine dikkat eden Fransa sözleşmeyi imzalamayı geciktirmiş ve ancak Türk-
444
Gönlübol ve Sar, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”, s. 77.
131
İngiliz anlaşmasının imzalanması kesinleştikten sonra 30 Mayıs
imzalamıştır.
1926’da
445
Fransa ile Türkiye arasında gerginlik yaratan önemli sorunlardan bir diğeri de
Osmanlı ülkesinde en çok yatırım yapmış ve imtiyazlardan en fazla faydalanmış
devlet Fransa olduğundan, Osmanlı borçları olmuştur. Bu konuda Türkiye ve Fransa
dahil ilgili diğer devletler arasında çeşitli görüşmeler yapılmış ve sorun Haziran
1928’de yapılan bir sözleşme ile çözüme kavuşturulmuştur. 446 Ülman’a göre, aslen
güvenliğinin peşinde olan Türkiye bu borç düzenlemesini kabul etmekle Musul’un
ardından yeni bir bedel daha ödemek durumunda kalmıştır. 447
Milli mücadele döneminde, İtilaf devletleri arasında uğradığı haksızlık ve
dolayısıyla duyduğu tatminsizlik nedeniyle, mücadelenin lehine dönen ilk devlet olan
İtalya’nın söz konusu hoşnutsuzlukları yeni cumhuriyet için, bir önceki dönemin
aksine endişe verici olmuştur. İtalya’nın tarihsel yayılma alanının Akdeniz ve
Balkanlar oluşu ve 1920’li yılların ortalarından itibaren bu bölgelerde etkinliğini
artırmaya başlamış olması, Türkiye’nin güvenlik kaygılarını tetiklemiştir. Özellikle
Musul sorunu sırasında, Türkiye ile İngiltere arasındaki ilişkiler kötüye gittikçe
Mussolini’nin Türkiye’yi de içeren yayılmacı açıklamaları, hatta Batı Anadolu’ya
çıkarma yapılabileceğine dair söylentiler Türkiye açısından çok kaygı verici
olmuştur. Musul sorunu çözülüp, İngiltere ile ilişkiler normalleşme sürecine
girdikten sonra İtalya ile ilişkiler de durulmuş, hatta temelinde yine İtalya’nın
Balkanlardaki emelleri yatıyor olsa da ilişkiler 1928’de Tarafsızlık, Uzlaşma,
Yargısal Çözüm Antlaşmasının imzalanmasına kadar geliştirilebilmiştir. 448 Fakat
antlaşma sözü edildiği şekilde temelinde İtalya’nın yayılmacı emellerinden
kaynaklandığından ve 1930’lu yıllardan itibaren bu emellere yönelik pratikler daha
445
Ibid., s. 86.
Bu sözleşmeye göre Türkiye, 1912 öncesindeki Osmanlı borçlarının % 62’sini, daha sonra alınan
borçlarınsa % 73’ünü ödemeyi kabul etmiştir. Türkiye ilk ödemeyi zamanında yapmakla birlikte bir
yıl sonra ortaya çıkan 1929 ekonomik buhranının da etkisiyle ödemelerde sorun yaşamış ve 30 Kasım
1930’da ödemelerini durdurmuştur. Türkiye’nin borç ödemelerinde yeni bir düzenlenme talep etmesi
üzerine görüşmeler başlamış ve 1933’te Türkiye’nin lehine yapılan değişikliklerle ödemeler yeniden
düzenlenmiştir. İlhan Uzgel, “Fransa’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 279.
447
Haluk Ülman, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-1968)- I”, Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 23 (3), 1968, s. 249.
448
Gönlübol ve Sar, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”, s. 81-84.
446
132
açık ortaya koyulmaya başlandığından ilişkiler gerçekte sağlam ve dostane
kurulamamıştır.
Lausanne sonrası yeni bir devlet olarak ortaya çıkmış olan ve ikili etkileşimlerde
de görüldüğü üzere temel kaygısı güvenlik olan Türkiye, Birinci Dünya savaşı
sonrası bu tür bir yıkımın bir daha yaşanmamasına yönelik kolektif güvenlik
çabalarına da seyirci kalmamıştı. Söz konusu dönemdeki bu kolektif güvenlik
çabalarının en önemli ve etkilisi şüphesiz Milletler Cemiyeti olmuş, fakat
kuruluşunda savaşın yenilenleri arasında olduğundan Türkiye üyeliğe alınmamış,
sonrasında da üyelik Türkiye’nin tercihi olmamıştır. 449 Bunun en baştaki sebebi,
Musul sorununda çok da iyi gözlemlenebildiği gibi Cemiyetin, İngiltere ve
Fransa’nın güdümünde hareket ediyor olmasıdır. Bununla birlikte, MC kapsamında
yapılan silahsızlanma çalışmalarına, 450 tüm silahların ortadan kaldırılmasını savunan
yaklaşımları destekleyecek kadar hevesli bir tutumla katılmış, iki savaş arası
dönemde savaşı yasaklayan tek belge olan Briand-Kellog Paktı’nı 451 ve aynı içerikte
bir başka belge olan Litvinov protokolü 452nü de imzalamıştır.
1930’lu yıllara ulaşıldığında, Batı Avrupalı devletlerle bir bir sorunlarını çözüme
kavuşturmasıyla birlikte Türkiye, MC üyeliğine de artık eskisi kadar olumsuz tavır
almamaya başlamıştır. İngiltere ve Fransa’nın güdümünde bir örgüt olmasının
yarattığı endişe, sorunlar çözümlendikten sonra hafiflemiş, diğer yandan Musul
sorununda Cemiyete üye olmamanın Türkiye’nin aleyhine işlediği görülmüş 453 ve
MC’ye katılımın hala çözüme kavuşturulamamış olan Hatay ve Osmanlı borçlarının
büyük bunalım dolayısıyla yeniden düzenlenmesi gibi sorunların çözümünü
kolaylaştırabileceği gündeme gelmeye başlamıştı. Türkiye’nin batılı devletlerle
Türkiye üye olmamasına karşın, Musul, azınlıklar ve Boğazlar gibi konularda Cemiyetin otorite ve
yetkisini fiilen tanımıştı.
450
Birinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası silahsızlanma çabaları karşısında Türkiye’nin konum ve
tutumları konusunda detaylı bilgi için, Aptülahat Akşin, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve
Diplomasisi (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1991) içinde s. 138-158.
451
27 Ağustos 1928’de imzalanan pakt, TBMM’de 28 Ocak 1929’da onaylanmıştır.
452
Briand-Kellog Paktının onay sürecinin beklenmeden bir an önce yürürlüğe koyulması amacıyla
Sovyet Dışişleri Bakanı Litvinov’un girişimiyle SSCB ve komşularına yönelik bir belgedir. Protokol 9
Şubat 1929’da imzalanmış, Türkiye buna 3 Temmuz 1929’da taraf olmuştur.
453
İlhan Uzgel, “Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 19191980, s. 310.
449
133
sorunlarını büyük oranda çözümlediği 1930’lu yılların bir diğer özelliği de, savaş
sonrasının durgun sürecinin ardından, devletler arasında statükocu ve revizyonist
gruplaşmaların iyice belirginleşmeye başlamış olması ve revizyonist devletlerin
(1933 Almanya ve Japonya, 1935 İtalya) bir bir MC’den uzaklaşmaya
başlamalarıdır. Bu ortamda Türkiye’yi statükocu devletler arasında görmek, başta
İngiltere olmak üzere statükocu devletler için önemli olmaya başlamış ve Türkiye
Cemiyet üyeliğine teşvik edilmiştir. 454 Sonuçta Türkiye’nin üyeliği Mustafa
Kemal’in talebi doğrultusunda, MC Genel Kurulunda (6 Temmuz 1932) Türkiye’nin
üyeliğe davet edilmesi kararının alınması ve Türkiye’nin 9 Temmuz 1932’de daveti
kabul ettiğini bildirmesi üzerine gerçekleşmiştir. Türkiye, Cemiyete üyeliğinde çok
aktif olmuş, 1935-1937 arasında Konsey üyeliği yapmış, İtalya’nın Habeşistan’ı
işgali sırasında öngörülen yaptırımlara duraksamadan katılmakla bu politikasını
ortaya koymuştur.
Milletler Cemiyeti dünya barışını korumak konusunda başarılı olamamış olsa da,
Türkiye açısından üyelik farklı anlamlar içermiştir. Yirmi yıl önce savaş halinde
olduğu, savaş sonrasında ise kendisini eşit bir egemen kimlikle tanımakta zorlanan
batılı büyük güçler arasında eşit ve etkin bir üye olarak yer almak, henüz inşa etme
uğraşı içerisinde olduğu kimliğini “öteki”lere kabul ettirmek/ettirmiş olmak
anlamında çok önemlidir. Kimlikler öteki’lerce tanındıkları oranda anlamlı
olduklarına göre, devletin kuruluşu sonrasındaki yimi yıllık süreçte, MC üyeliği ile
sembolize edilebilirse, 1930’lu yıllar sonrası dönemde yeni Türkiye devletinin ‘etkili
öteki’si tarafından ancak tanınmaya başlandığı rahatlıkla söylenebilir.
Bu durum gerek içte süregiden inşa sürecine, gerekse de dış politika pratikleri
yoluyla etkileşim sürecine yansıyacak, 1932 sonrasında elbette uluslararası
ilişkilerdeki tüm etkileşimlerin de etkisiyle Türkiye daha aktif bir dış politika
izleyecektir. Bölgesel güvenlik arayışları şeklinde tezahür eden bu aktif dış
politikanın en önemli tetikleyicisi, bir kez daha Balkanlar olmuştur. Balkanların
kendi içindeki bölünmesi ve ilintili olarak İtalya’dan algılanan tehditler Türkiye’nin,
en azından savaşı Balkanlar’dan uzak tutmak amacıyla Balkanlar’da bölgesel
454
Gönlübol ve Sar, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”, s. 97.
134
güvenlik arayışlarına katılmasını gerekli kılmıştır. 455 1934’de asıl olarak Balkanların
revizyonist devleti Bulgaristan’a karşı kurulmuş olan, ama Türkiye açısından
İtalya’yı da durdurabilecek bir unsur olarak görülen Balkan Paktı, aslında Hale’in de
belirttiği üzere, geçmişte olduğu şekilde Batılı büyük güçlerle ittifak arayışlarına
girme durumunu geciktirmek için de bir adım olarak görülebilir. 456
Türkiye her ne kadar Osmanlı döneminin ittifak yapmak yoluyla güvenliğini
büyük güçlere dayandırma politikasından kaçınmaya çalışsa da, bu politikadaki ısrar
çok uzun sürmeyecekti. İtalya’nın Habeşistan’ı işgali (1935) sonrasında Milletler
Cemiyeti kapsamında yaptırımlara katılmış olan Akdeniz devletlerine, İngiltere
tarafından, herhangi bir tehlike karşısında yardım garantisi önerilmiş, Türkiye,
Yugoslavya, Yunanistan ve Fransa bu teklife olumlu yanıt verince Akdeniz Paktı
oluşmuştu. Fakat İtalya’nın Habeşistan’ı ilhakı sonrasında İngiltere, pakta katılmış
devletlere verdiği yardım garantisini geri çekmiş, bunun üzerine Türkiye İngiltere’ye
bir ittifak anlaşması önermekle
457
dış politikasında çok önemli bir değişiklik yapmak
üzere adım atmış, fakat İngiltere’nin bu teklifi reddetmesi nedeniyle bu değişiklik
gerçekleşmemiştir.
İtalya’nın Habeşistan’ı işgali ve bunun karşısında MC’nin etkisizliği, bir başka
açıdan Türkiye’nin uzun süredir, gerek uluslararası silahsızlanma konferansları
sırasında, gerekse de Balkan Antant’ı toplantılarında dile getirdiği Boğazlar
Sözleşmesinin değiştirilmesi talebi konusunda adım atabilmesi için dolaylı bir etkide
bulunmuştur. Şöyle ki, Türkiye’nin bu talebini olumsuz karşılayan İngiltere, bu
tarihten sonra bölgenin askerden arındırılmış olmasının yarardan çok zarar getirdiğini
farketmiş ve ayrıca Türkiye’nin 1936’da Almanya’nın Ren bölgesinde yaptığı gibi
tek taraflı bir kararla bölgeyi silahlandırması ihtimalini de göz önüne alarak, bu
455
Brock Millman, “Turkish Foreign and Strategic Policy 1934-1942”, Middle Eastern Studies, Cilt
32 (3), 1995, s. 489.
456
William Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, çev. Petek Demir (İstanbul: Mozaik Yayınları,
2003), s. 66.
457
Feridun Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 Yıl Anılar – Yorumlar (Ankara: Türk Tarih Kurumu
Basımevi, 1980), s. 83’den aktaran Engin Berber, “Dönemin Dış Politika Değerlendirmesi”, Haydar
Çakmak (der.), Türk Dış Politikası 1919-2008, s. 246.
135
konuda uluslararası bir anlaşma yapmak isteyen Türkiye’nin teklifine olumlu yanıt
vermiştir. 458
Bu gelişme üzerine, Türkiye 11 Nisan 1936’da Lausanne Boğazlar Sözleşmesine
taraf devletlere, Boğazlarda yeni bir rejimin saptanması amacıyla bir konferans
toplanmasını isteyen bir nota göndermiştir. Türkiye notasında, kolektif güvenlik
sisteminin artık işlemez hale geldiği ve yakın bir savaş tehlikesinin söz konusu
olması gibi noktalar üzerine vurguda bulunmuştur. 459 Notanın ardından, sözleşmeye
taraf devletlerden rejimin değiştirilmesine tek karşı çıkan devlet olan İtalya dışındaki
tarafların katılımıyla 22 Haziran 1936’da Montreaux’de Boğazlar konferansı
toplanmıştır. Türkiye en başta Boğazların silahsızlandırılmasını öngören maddenin
değiştirilmesini, Boğazlar Komisyonunun kaldırılmasını istemekteydi, bunların
dışında savaş ve ticaret gemilerinin Boğazlardan geçisinde birtakım kısıtlamalar
öngörmüştür. Tük tasarısına göre savaş gemilerinin Boğazlardan geçiş serbestliği
gemilerin toplam tonajıyla ve Boğazlarda kalış süreleri de onbeş gün olarak
sınırlandırılmalıydı. Burada Karadeniz’e kıyıdaş devletler ile olmayanlar arasında bir
ayrıma gidilmiş ve kıyıdaş devletlerin savaş gemilerinin toplam tonajı, önceden
bilgilendirilmek koşuluyla daha fazla olarak belirlenmişti. Savaş zamanında ise
Türkiye tarafsızsa söz konusu geçiş rejimi uygulanacak, Türkiye savaşan taraflar
arasındaysa savaş gemilerinin geçişi Türkiye’nin tasarrufunda olacaktı. Ayrıca,
mevcut sözleşmede yer almayan “savaş tehlikesi” durumu da öngörülmüş ve Türkiye
kendisini savaş tehdidi altında hissettiğinde, savaş gemilerinin geçişi kendi kararına
bırakılacaktı. 460
Konferansta en fazla İngiltere ve Sovyetler Birliği arasında tartışma yaşanmış,
İngiltere savaş gemilerinin geçişlerinin kısıtlanmasını Sovyetler Birliği’ni gözönüne
alarak kabul etmekle birlikte, Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin gemilerine
koyulacak
kısıtlamaların
azaltılmasını
istemiş,
Boğazlar
komisyonunun
kaldırılmasına karşı çıkmıştır. Sovyetler Birliği ise Karadeniz’e kıyısı olmayan
devletlerin gemilerine uygulanacak kısıtlamaları desteklemekle birlikte, Karadeniz
Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, s. 56-57.
Kudret Özersay, “Montreaux Boğazlar Sözleşmesi”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980, s.
371.
460
Gönlübol ve Sar, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”, s. 123.
458
459
136
devletlerinin
sürmüştür.
gemilerinin
Boğazlardan
serbestçe
geçmesi
gerektiğini
öne
461
İki ay süren konferans sonunda (20 Temmuz 1936) Montreaux Boğazlar
sözleşmesi, Türkiye, Bulgaristan, Fransa, İngiltere, Japonya, Romanya, Sovyetler
Birliği, Yugoslavya ve Yunanistan tarafından imzalanmış, konferansa katılmamış
olan İtalya sözleşmeye 2 Mayıs 1938’de katılmıştır. Sonuç olarak, Boğazların
askerileştirilmesi, Boğazlar komisyonunun kaldırılması ve Türkiye’nin kendisini
savaş tehdidi altında hissetmesi durumundaki koşullar konusunda Türk tasarısına,
savaş gemilerine uygulanacak kısıtlamalar açısından ise İngiltere’nin tasarısına
uygun bir sözleşme ortaya çıkmıştır. 462
Boğazlar’da Türkiye’nin egemenliğini yeniden kuran Montreaux Boğazlar
sözleşmesi çok önemli bir diplomatik başarıdır ve Türkiye’nin devletler arası
ortamda henüz benimsetmeye çalıştığı kimliğini sağlamlaştıran bir olay olmuştur.
Uluslararası
ortamın
savaşa
yaklaştığı,
Avrupa’da
revizyonist
devletlerin
tehditlerinin kaygı uyandırdığı, buna karşın ve aslında ilişkili olarak Türkiye’nin
batılı güçler gözünde hem saygınlığının arttığı, hem de kendisine Avrupa güvenliği
bağlamında ihtiyaç duyulduğu böyle bir dönemde Boğazlar’ın ardından diplomatik
bir diğer başarı da Sancak-Hatay sorununda elde edilmiştir.
Misak-ı Milli’de yer almasına karşın milli mücadele koşullarında, Fransa ile
yapılan 1921 anlaşması kapsamında sınırların dışında bırakılmış olan Sancak’ın bir
sorun olarak gündeme gelmesi, 1936’da Fransa’nın Suriye’ye (1939 itibariyle)
bağımsızlığını vermek üzere harekete geçmesiyle olmuştur. Fransa Suriye üzerindeki
tüm haklarını Suriye hükümetine devretmekle, aslında özerk statüde olan Sancak’taki
haklarını da Suriye’ye devretmiş olacaktı. Bu durumdan rahatsız olan Türkiye, ikili
görüşme yoluyla Fransa’nın Suriye ile yaptığı anlaşmanın aynısının Sancak ile de
yapılması konusunda ısrar etmiş, fakat Fransa manda anlaşmasına aykırı olduğu
461
Ibid.
Montreaux Boğazlar Sözleşmesi metni ve açıklamalar için İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal
Andlaşmaları – I. Cilt (1920-1945), (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2000), s. 501-526.
462
137
gerekçesiyle bu teklifi kabul etmemiş 463 ve konuyu MC’ne götürmeyi teklif etmiştir.
Türkiye’nin bunu kabul etmesi üzerine, MC kapsamında bir raportör tayin edilmiş ve
bir gözlemci heyeti kurulmuş, diğer yandan Türkiye ve Fransa ikili görüşmeleri de
sürdürmüş, fakat görüşmeler sonuçsuz kalmıştır. 464
Sancak’ta çatışmaların çıktığı, dolayısıyla Türkiye-Fransa arasındaki ilişkilerin de
gerginleşmeye başladığı sırada, Ocak 1937’de Türkiye ve Fransa MC toplantıları
sırasında ikili görüşmeler yaparak sonunda bir ilke anlaşmasına varmışlardır. Buna
göre, Sancak Suriye ile gümrük birliği olan, içişlerinde tam bağımsız, kendi
anayasası olan ‘ayrı’ bir siyasal varlık teşkil edecekti. İlke anlaşması sorunları tam
olarak çözememiş ve bölgede karışıklıklar devam ederken MC Konseyi Sancak
anayasasını (29 Mayıs 1937) kabul etmiş ve aynı gün Fransa ile Türkiye “Sancak’ın
Toprak Bütünlüğünü Güvence Altına Alan Antlaşma” ve “Türkiye-Suriye Sınırınının
Güvence Altına Alınmasına İlişkin Antlaşma” ları imzalamıştır.465
Sancak’ın ayrı bir siyasi varlık olarak hukuki statüsü kabul edildilkten sonra,
Sancak’ta yapılacak seçimleri düzenlemek ve denetlemek üzere MC tarafından
belirlenen Seçim Komitesi’nin çalışmaları sırasında da gerginlikler bitmemişti.
Komitenin Türk toplumu aleyhine kararlar alması dolayısıyla çıkan çatışmalar ve
Türkiye’ye danışılmadan hazırlanan Seçim Yönetmeliği’nin MC Konseyine
gönderilmesi üzerine gerginlik Türkiye’nin 1930 tarihli Türk-Fransız Dostluk
Antlaşmasını feshetmesine kadar tırmanmıştır. Bu süreçte, Avrupa’da yaklaşan savaş
dolayısıyla Türkiye’nin müttefikliğinin öneminin artması ve bu yönde İngiltere’nin
de Fransa’ya telkinde bulunmasıyla söz konusu Seçim Komitesi Türkiye ve
Fransa’nın MC’ye başvurmasıyla feshedilmiş ve Sancak seçimleri uluslararası
denetimden
çıkarılmıştır.
Bunun
üzerine,
1
Ağustos
1938’de
seçimler
gerçekleştirilmiş, kırk üyeli meclisin yirmiikisini Türkler kazanmış ve 2 Eylül
1938’de bağımsız Hatay Cumhuriyeti ilan edilmiştir. 466
Fransa’nın Sancak’ı bir başka yabancı güce terk etmesi Suriye’yi yönettiği manda anlaşmasının 4.
Maddesine göre aykırı olduğundan, MC de 1939’da Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne katılmasına
rıza göstermeyecektir. Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, s. 61.
464
Gönlübol ve Sar, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”, s. 128-129.
465
Melek Fırat, “Sancak (Hatay) Sorunu”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980, s. 285.
466
Ibid., s. 288-289.
463
138
Hatay Devleti bir yıl sonra 29 Haziran 1939’da Hatay Meclisinin oybirliğiyle
aldığı karar üzerine Türkiye’ye katılmıştır. Hatay’ın Türkiye’ye katılması,
Avrupa’nın hızla savaşa sürüklendiği ve Türkiye ile ittifakın, özellikle de İngiltere
açısından önemli olduğu bir ortamda eldeki fırsatların değerlendirilmesiyle, yani
aslında diplomatik bir başarı olarak gerçekleştirilmiştir. Hatay’ın Türkiye’ye
katılımı, savaş arefesinde neredeyse Türkiye ile kurulacak bir ittifakın koşulu olarak
ortaya sürülerek sağlanmıştır denilebilir. Almanya’nın Çekoslavakya’yı işgal ettiği
(15 Mart 1939) ve İtalya’yla Çelik Paktı kurduğu (22 Mayıs 1939) bir dönemde
İngiltere, Akdeniz’in güvenliği için müttefik arayışında Türkiye’ye yönelmiş, bu
bağlamda 12 Mayıs 1939’da Türkiye ile İngiltere bir Ortak Bildiri yayınlayarak
ileride kurulacak bir ittifakın ilk adımını atmışlardı. Akdeniz’de savaşa mahal
verecek bir durum gelişmesi karşısında her iki tarafın da fiili olarak birbirlerine her
türlü yardımı yapacaklarının taahhüt edildiği bu bildiriye, anlamlı bir ittifaka
dönüşmesi bakımından Fransa’nın da katılması gerekliydi. Fakat Türkiye, bunun
gerçekleşebilmesi için Hatay’ın kendi ülkesine katılması koşulunu öne sürerek
hedefini gerçekleştirmek amacıyla bir kez daha uluslararası koşulları, devletlerarası
dengeleri kendi lehine kullanmayı başarabilmiştir. Nitekim Hatay’ın Türkiye’ye
katılmasının ardından, İngiliz, Fransız ve Türk hükümetleri ittifaka giden yolda
görüşmelere başlamışlardı.
Misak-ı Milli sınırları içerisinde olan, fakat sınırlar içerisine katılamamış bir
bölge olarak Hatay’ın Türkiye topraklarına katılması Atatürk için, belki de daha
ulaşılabilir görüldüğünden, Musul kadar kolay vazgeçilmeyecek bir hedefti. Hatay’ın
Türkiye’ye katılarak bu hedefin gerçekleştiğini göremeyen Mustafa Kemal Atatürk,
devletin kurucusu, dolayısıyla devletin kurucu mantığının kaynağı olmakla, dış
politikasının da belirleyicisi olmuştur. Modern, batılı bir devlet ve bu çerçevede bir
kimlik inşa etmek hedefiyle yola çıkan Mustafa Kemal, devletin dış politikasını da
hem bu yönelimle belirlemiş, hem de bu dış politikayı anılan hedeflere ulaşmada bir
araç olarak da kullanmıştır.
Bu kısımda görüldüğü üzere, devletin etkili ötekisi olarak batıyla etkileşimlerinin
ana çerçevesi de bu mantık üzerine oturtulmuş, devletin güvenliği/bekâsı esas
belirleyen olmak üzere, Türk dış politika pratikleri Batılı sisteme yönelik, statükodan
139
yana, realist ve hatta pragmatist olarak tezahür etmiştir. 467 Aslında, kuramsal olarak
da ortaya koyulmuş olduğu gibi, daha en başında devletin etkili ötekisini Batı olarak
belirlemiş olmak, yani bir başka deyişle devletin kimliğini tanımlama biçimi, dış
politika pratiklerinin de yönelimini belirlemiştir. Bundan sonrasında Sander’in çok
kullanılan ‘Türkiye’nin izlediği dış politikanın Batıya yönelik olmasının, sınırlı ve
geçici bir olay değil, şaşılacak kadar sürekli bir dış politika tercihi olmuş’468
olmasına dair çok doğru tespitinin, hayret uyandıracak bir durum olmaktan çok,
kimlik
kavramı
çerçevesinde
kendiliğinden
bir
durum
olduğu
rahatlıkla
söylenebilecektir.
Batılılaşmanın-Batılı devletler ailesine üye olmanın güvenlik kaygısı ile ilgili
olması, ilk bakışta realist bir analizle verili çıkarlar üzerinden rahatlıkla
açıklanabilecek bir durum gibi görünebilir. Fakat kuramsal tartışma bölümünde de
görüldüğü üzere, realistlerin açıklayamadıkları bu söz konusu çıkarın nasıl ve
nereden kaynaklandığını ve daha önemlisi ne şekilde tanımlandığını ortaya
koyabilmek kimlikle ilişki kurmayı gerektirmektedir. En başta belirtildiği gibi “ne
istediğimiz
kim
olduğumuza
bağlı”
olduğuna
göre,
devletin
kimliğinin
modernlik/batılılıkla tanımlanması ve bu tanımlama çerçevesinde Batı’nın kimlik
tanımında bir belirleyen olarak etkili öteki biçiminde alınması, çıkarların da Batıyla
birlikteliğini getirmiştir. Ayrıca, güvenlik kaygısının kimlikten kaynaklandığını göz
ardı ederek verili kabul etmek, Türk dış politikası pratikleri içinde birçok örneği
anlamsız da kılabilecektir. Örneğin, Türkiye’nin Batı’ya en fazla bağlandığı (hatta
bağımlı olduğu) Soğuk Savaş döneminde, Küba Krizi (1962) ve Kıbrıs konusunda
görüldüğü gibi, örgütsel anlamda Batıya bağlanmış olmanın hiç de güvenlik garantisi
sağlamadığı halde bu yönelimde bir değişim olmaması çıkarların değil, kimliğin
değişmediğinin göstergesi olsa gerekir. Batının bir parçası olmak, kimlik projesinin
özüdür aslında ve fiziksel güvenlikten daha fazla, kimliği güvenlik altına almanın bir
aracı olarak görülebilir.
Aydın, “Determinants of Turkish Foreign Policy”, s. 171; Baskın Oran, “TDP’nin Kuramsal
Çerçevesi”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980, s. 46-53; ayrıca bkz., Mehmet Gönlübol,
“Atatürk’ün Dış Politikası: Amaçlar ve İlkeler”, Turhan Feyzioğlu (der.), Atatürk Yolu (Ankara:
Atatürk Araştırma Merkezi, 1995), s. 235-277, Akşin, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve
Diplomasisi.
468
Oral Sander, “Türk Dış Politikasında Sürekliliğin Nedenleri”, Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 37 (3-4), 1982, s. 105.
467
140
2. Öteki(ler)
Türkiye Cumhuriyeti devletinin kimlik inşasındaki kurucu ötekisi, bir önceki kısımda
sözü edildiği üzere kendiyle farklılık şeklinde ve Osmanlı geçmişi olarak
Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal gerçekliğine içsel olmuştur. Bir başka deyişle, yeni
kimliğin ötekisi dış’arıda değil, Osmanlı geçmişi olarak doğrudan içeride
bulunmuştur. Kimlik kavramı çerçevesinde öteki, ben’in ne olmak istemediğini
gösteren bir kavram olarak tanımlanmaktadır. Bu tanım bağlamında Osmanlı geçmişi
de, gerek yönetim felsefesi ve egemenliğin kaynağı ile kullanım biçimi, gerek
kültürel oluşumu ve hatta devletlerarası etkileşim sisteminde bulunduğu konumla da
yeni Türkiye’nin ne olmak istemediğini tanımlamak açısından tatmin edici olmuştur.
Buna karşın, devletler kimliklerini güvence altına almak ve içsel alanda
meşrulaştırmak gereği çerçevesinde, dış tehdit/tehlike bağlamında her zaman bir
jeopolitik ötekiye de ihtiyaç duymaktadırlar. Çünkü Campbell’ın da öne sürdüğü
şekilde, devletler açısından kimlik (dış ve/veya iç) tehditler üzerine kurulu “tehlike”
söyleminin oluşturduğu pratiklerin bir ürünüdür aslında. 469
Kurucu ötekisinin ‘kendi’ geçmişi olması çerçevesinde Türkiye Cumhuriyetinin
aslında jeopolitik olarak ötekisiz bir kimlik inşa ettiği 470 öne sürülebilse bile, dış
tehdit/tehlike ve hatta düşman bağlamında dış politika yoluyla ötekiler yaratmış
olduğu da yadsınamaz. Bu söz konusu ötekiler Yunanistan 471 Ortadoğu 472 ve
kuramsal anlamda ötekilikle tanımlanmamış olsa da, Sovyet Rusya olarak analizlerde
karşımıza çıkmaktadır.
Campbell, Writing Security, s. 68. Dış tehdit/tehlike söyleminin dış politika yoluyla mevcut
kimliği güvence altına alma ve de meşrulaştırma aracı olduğu yaygın kabul edilmekte olan bir
görüştür, bu yönde bazı görüşler için, Bloom, Personal Identity, National Identity and
International Relations ve Prizel, National Identity and Foreign Policy bakılabilir.
470
Bora, “Cumhuriyetin İlk Döneminde Milli Kimlik”, s. 58; Öğün, “Türk Milliyetçiliğinde Hakim
Millet Kodunun Dönüşümü”, s. 224; Çalış, Hayaletbilimi ve Hayali Kimikler, s. 51-101; Akgün ve
Çalış, “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman”, s. 587.
471
Herkül Millas, “Milli Türk Kimliği ve ‘Öteki’ (Yunan)”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce
Cilt IV: Milliyetçilik, 193-201.
472
Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity.
469
141
A. Komünizm ve Sovyetler Birliği
Sovyet Rusya, gerek Türkiye topraklarında gözü olan tehlikeli kuzey komşu, gerekse
de komünizm bağlamında Türkiye’nin ötekisi konumunda görülmüş devletlerden
birisidir. Hatta her ne kadar milli mücadele döneminde kendisinden yardım
alınabilen tek devlet olsa da, kimliğin inşasında öteki olarak kurucu bir etkisi olduğu
dahi öne sürülebilir. Mustafa Kemal’in önce yardım, sonra da dostluk ilişkisi içinde
olmaya özen gösterdiği Sovyet Rusya’nın rejimi Bolşevizm-Komünizm konusundaki
görüşleri ve elbette bu görüşlerine uygun olarak gerçekleştirdiği aksine uygulamalar
bu durumun açık bir göstergesidir.
Mustafa Kemal’in daha Ağustos 1920’de Mecliste, Sovyetler’den Türkiye’ye
yönelik Bolşevizmi yayma çabalarına da değindiği, Şark Cephesi’nin durumu ile
ilgili yaptığı konuşmada bolşevizme karşı tutumu görülebilmektedir;
… biz memleket ve milletimizin mevcudiyetini ve istiklalini kurtarmak için karar
verdiğimiz zaman kendi nokta-i nazarlarımıza tâbi bulunuyorduk ve kendi
kuvvetimize istinâd ediyorduk. … bizim nokta-i nazarlarımız, bizim prensiplerimiz
cümlece malumdur ki Bolşevik prensipleri değildir ve Bolşevik prensiplerini
milletimize kabul ettirmek için de şimdiye kadar da hiç düşünmedik ve teşebbüste
bulunmadık. 473
Yine benzer içerikte bir demeci Kasım 1921’de Hakimiyet-i Milliye’ye vermiş ve
Komünizm içtimai bir meseledir. Memleketimizin hali, memleketimizin içtimai
şeraiti, dini ve milli ananelerinin kuvveti Rusya’daki komünizmin bizce tatbikine
müsait olmadığı kanaatını teyid eder bir mahiyettedir. .. binanenaleyh bizim Ruslarla
olan münesabat ve muhadenetimiz ancak iki müstakil devletin ittihad ve ittifak
esaslarıyle alakalıdır demiştir. 474
Konuşmaların yapıldığı dönem, milli mücadele dönemidir ve Sovyet Rusya ile
her ne kadar mücadelenin lehine işbirliği içinde olunmaya çalışılsa da, komünizm
mecliste endişe uyandıran, kaçınılması gereken bir ideoloji olarak tartışılmakta,
473
474
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s. 97.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri III, s. 20.
142
sorgulanmaktadır. Yine ayrıca, Kemalizmin ve de yeni devletin kuruluş ilkelerinden
kabul edilen halkçılık fikri 475 sınıfların varlığını reddetmek üzere kurgulanmış
olduğundan, 476 doğrudan sınıf çatışması temeline dayanan Marksizmin de bir
alternatifi konumunda sunulmaktadır. Bu bağlamda, dolaylı da olsa yeni Türkiye’nin
inşa sürecinde Sovyet Rusya’nın dostluğuna güvenilmez, ezeli düşman olmaktan
daha fazla yeni rejimi dolayısıyla benzemekten kaçınılması gereken, olmak
istenmeyen yani öteki olarak yeni kimliğin inşasında kurucu bir etkisi olduğu dahi
söylenebilir.
İkili temasların daha milli mücadelenin başında başlandığı Sovyet Rusya ile yeni
cumhuriyet arasındaki ilişkiler, Lausanne sonrasında da dostane gelişmiş, aslında bu
dönemde Lausanne’dan arta kalan sorunlar dolayısıyla Batılı devletlerle ilişkileri
gergin olan Türkiye’nin dayandığı tek büyük güç haline gelmiştir. Bu durum
1930’lara gelinip, Türkiye Batılı devletlerle sorunlarını büyük oranda çözümledikten
ve dahası ardından MC’ye girdikten sonra değişmeye başlamış, iki ülke ilişkileri
bozulmamışsa da Türkiye Batılı sisteme kabul edilmiş olmakla bir bakıma
rahatlamıştır. Bu durumun da etkisiyle ve ayrıca uluslararası koşulların iki devletin
önceliklerini değiştirmiş olmasıyla Türkiye ile Sovyet Rusya arasındaki yol ayrımı
ortaya çıkmıştır. 477 Esasen Montreaux sonrası başlayan bu ayrışma, İkinci Dünya
Savaşında tamamlanmış ve Türkiye ile Sovyetler Birliğinin yolları bütünüyle
ayrılmıştır.
Sovyetler Birliği 23 Ağustos 1939’da Almanya’yla saldırmazlık paktı
imzalayınca Türkiye için dış politikası açısından yeni bir safha açılmış, Türkiye bir
taraf seçmek bağlamında İngiltere-Fransa ile Almanya ve Sovyetler Birliği arasında
kalmıştır. Türkiye savaş başladıktan sonra, İngiltere ve Fransa ile sadece
imzalanmaya hazır olan ittifak anlaşmasıyla Sovyet Rusya’yı da bağdaştırma
Bu çalışmada s. 86-87.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri Recep Peker 1935’de yeni parti programını açıklarken,
“Türkiye’desınıf yoktur, cin yoktur, imtiyaz yoktur... Türkiye’de değer ancak bilgi üstünlüğü, kapasite
ve çalışma ile yükselebilir. Bir taraftan işçilerin çokluğa ve parti kuvvetine dayanan kuvvetle ulusal
çalışmanın ahengibi bozcacak zorlu hareketlerine ve öte taraftan sermaye sahiplerinin para ve varlık
gücüne dayanarak işçilerin haklarını çiğnemesine yol bırakmıyoruz…” demekle bu çelişkiye vurgu
yapmaktadır. CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in Söylevleri, s. 11.
477
Erel Tellal, “SSCB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980, s. 321.
475
476
143
amacıyla, Saraçoğlu başkanlığında bir heyeti Moskova’ya göndermiş, Sovyetlerin
Türkiye’nin İngiltere ve Fransa birlikteliğine engel olma çabaları dolayısıyla
görüşmeler başarısız olmuş ve Türkiye ile Sovyetler Birliği’nin yolları bütünüyle
ayrılmıştır. 478
İkinci Dünya Savaşında Sovyet Rusya’nın topraklarına saldırmasına bir şekilde
engel olabilmiş olan Türkiye, savaş sonrasında çok daha zor bir durumla karşı
karşıya kalmış ve ilişkiler uzun süre düzelmeyecek şekilde bozulmuştur. Daha savaş
sona ermeden SSCB, 1925’te imzalanan Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nı
feshettiğini açıklamış, yeniden bir anlaşma yapılmasının koşulları olarak da
Boğazlar’da üs ve 1921 Moskova antlaşmasının değiştirilerek Kars ve Ardahan’ın
kendisine verilmesini talep etmiştir. 479
Sovyetlerin talepleri müttefikler arasında (17 Temmuz-2 Ağustos) yapılan
Potsdam Konferansı’nda da görüşülmüş ve Boğazlarla ilgili talepler konsunda
taraflar arasında konunun görüşülmesine karar verilmiştir. Bunun üzerine notalar
savaşı olarak adlandırılan, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye gönderdiği notalar
çerçevesinde tüm taraflar arasında nota teatileri süreci başlamıştır. Sovyetlerin ilk
notası 8 Ağustos 1946’da Türkiye’ye verilmiş ve bu notada, Boğazların tüm
devletlerin ticaret gemilerine ve Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin savaş gemilerine
de açık olması; buna karşılık Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin istisnai
durumlar hariç savaş gemilerinin Boğazlardan geçişinin yasak olması gerektiği ve en
dikkat çekici talepler olarak Boğazlarda geçiş rejiminin Türkiye ve Karadeniz’e
kıyısı olan devletlerin selahiyetinde olması ile Boğazların Türkiye ve Sovyetler
Birliği tarafından savunulması talepleri öne sürülmüştür.
Bu notaya Türkiye’den önce İngiltere ve ABD yanıt vermiş Boğazlar rejiminin
sadece Karadeniz’e kıyıdaş devletler tarafından düzenlenmesine ve tabii Boğazların
savunulmasında Sovyetler Birliği’nin de yer almasına karşı çıkmışlardır. Türkiye de
22 Ağustos’ta gönderdiği yanıtında aynı şekilde son iki maddeyi kabul edilemez
bulduğunu bildirmiştir. Sovyetler Birliği ise 24 Eylül’de gönderdiği ikinci notada
Mustafa Aydın, “İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980s. 418422.
479
Tellal, “SSCB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980, s. 501-502.
478
144
Türkiye’nin reddettiği bu iki madde üzerinde ısrar etmiş, fakat yine Türkiye’den
önce İngiltere ve ABD’nin cevapları gelmiş ve bu notalar yoluyla yapılan
yazışmaların sonlandırılması gereğini vurgulamışlardır. Türkiye ise bu ikinci notaya
yanıtını Japonya dışında, Montreaux’nün tüm imzacı devletlerine göndererek ileride
bu konuda yapılabilecek bir konferans olması durumunda bilgilenmelerini
sağlamıştır. 480
Sovyetlerle ilişkilerin, bir daha çok zor düzelecek boyuta geldiği bu süreçte,
ABD’nin artık Sovyet tehdidine karşı harekete geçmeye karar verdiğinde ortaya
çıkan Truman Doktrini (1947) ve onu izleyen Marshall yardımı (1948) Türkiye’nin
İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni düzende Batı’ya bağlanmasının da zeminini
hazırlamıştır. Zaten Türk dış politikası analizlerinde genel kabul gören görüş de
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin Batı’ya bağlanmasının ve hatta
NATO’ya üye olmasının en önemli sebebinin, Sovyetler Birliği’nin bu dönemdeki
tutumu, yani Türkiye için oluşturduğu güvenlik tehdidi olduğu yönündedir.481
Aslında bu aşamada Türkiye, Osmanlı’yı hatırlatır şekilde yeniden Rus tehdidi
karşısında büyük bir güce dayanma politikasına dönmüş gibidir ve bu güç savaş
sonrasının lideri ve elbette para bulunabilecek tek batılı devlet olan ABD
olmuştur. 482
Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin seyri, Soğuk Savaşın başladığı
ve iki kutuplu bir uluslararası sistemin oluştuğu ortamda karşı taraflarda yer alarak
birbirlerine ötekilik yüklemeye varmıştır. Zaten artık bu dönemde Türkiye’nin
Sovyetler Birliği’ni öteki konumunda tanımlaması kendisine özel bir durum değildir;
Sovyetler Birliği Batı dünyasının, dönemin terimiyle Batı blokunun ötekisi olmuştur.
Türkiye’nin kendisinin de zamanla daha sıkı bağlarla bağlanacağı Batı bloku
kapsamında Sovyetler’i öteki olarak konumlandırmış olması, gerek kendi kimlik
tanımı çerçevesinde bir çelişki yaratmadığı, gerekse de mevcut dışsal koşullarla
uyumlu olduğu için rahatlıkla içselleştirilebilmiştir.
480
Ibid., s. 504-506.
Ferenc A. Váli, Bridge Across the Bosporus: The Foreign Policy of Turkey
(Baltimore&Londra: The John Hopkins Press, 1971), s. 37-38; Mustafa Aydın, “Securitization of
History and Geography: Understanding of Security in Turkey”, Southeast European and Black Sea
Studies, Cilt 3 (2), 2003, s. 172.
482
Mustafa Aydın, Turkish Foreign Policy: Framework and Analysis (Ankara, SAM, 2004), s. 52.
481
145
B. Eski Uyruk, Zelil Düşman ve Yeni Komşu: Yunanistan
Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki topraklarından ulusçu ilk kopuşun
yaşandığı Mora isyanı, Türk tarih yazımında çoğunlukla sonun başlangıcı olarak da
ele alınmaktadır. 483 Gerçekten de Yunan isyanı 484 ile başlayan kopuş, Osmanlı
devletinin uyruklarını bir arada tutacak çareler arayışı içinde, kimlik bağlamında
harekete geçmesine etki eden olaylardan birisidir. Daha önce Osmanlı ve Batı
başlığında ele alındığı gibi, isyan Osmanlı’nın karşısındaki güç dengelerini yerinden
oynatmanın yanısıra, Ondokuzuncu yüzyılın ikinci Osmanlı-Rus savaşına da yol
açmış, fakat asıl olarak Tanzimat’ın ilanına varacak olaylar zincirinde önemli, hatta
başlatıcı halka olarak yer almıştır.
Bilindiği gibi Tanzimat Fermanı ile Osmanlı uyrukları arasında eşitlik (musavat)
ilkesi ilk kez kabul edilmiştir. Bu yönüyle ferman, Yunan isyanıyla uyanan Balkan
ulusçuluklarına karşı bir önlem olarak düşünülmüş ve bu çerçevede Osmanlıcılık
politikasının ve bir Osmanlı kimliği yaratma düşüncesinin de zemini olmuştur.
Yunan isyanı ise bu pencereden bakıldığında, dolaylı da olsa Osmanlı devletinin
kimlik kavramı çerçevesinde düşünüp, harekete geçmesine yol açan etmenlerden
birisi olmuştur.
Osmanlı kimliği fikrinin harekete geçmesi,
doğal olarak Osmanlı’nın
uyruklarından Yunanistan dışındaki Rumlar’ı ötekileştirmemiş, aksine Rumlar
söylem düzeyinde Osmanlı uyrukları olarak kapsanmaya çalışılmıştır. Fakat bu
tarihten sonra Tercüme Odasının başına her zaman getirilen Fenerli Rumlar’ın yerini
artık Müslüman Türkler’in almış olması 485 gibi toplumsal ve siyasal olaylara
bakıldığında Rum’dan şüphe duyulduğu, sürecin başladığını söylemek yanlış
olmayacaktır.
Millas, “Milli Türk Kimliği ve ‘Öteki’ (Yunan), s. 195.
Yunan isyanı s. 85-97’de etkileşim kapsamında anlatılmıştır. Bir Yunanlı için Yunan bağımsızlık
savaşı olarak tanımlanan bu sürecin, Türkiye’nin algılamalarında Batılı büyük güçlerce teşvik edilen
ve desteklenen bir ‘isyan’ olması, diğer yandan Türkiye’nin milli mücadele’sinin Yunanlılar için hala
“Küçük Asya Felaketi” olarak anılması da karşılıklı bir ötekileştirmenin varlığını göstermektedir.
Mustafa Aydın, “Crypto-optimism in Turkish-Greek Relations. What is Next?”, Journal of Southern
Europe and Balkans, Cilt 5 (2), 2003, s. 224.
485
Millas, “Milli Türk Kimliği ve ‘Öteki’ (Yunan), s. 195. Ortaylı’da bu konuda biraz daha detaylı
bilgi bulunabilir, Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s. 126-127.
483
484
146
Osmanlı’nın çöküşe hızla yaklaştığı ve artık Osmanlıcılığın imparatorluğu bir
arada tutacak birleştirici politika olmaktan çıkarak yerini önce İslamcılık ve ardından
gitgide Türkçülüğe bıraktığı Ondokuzuncu yüzyılın son yılları ile yirminci yüzyılın
başlarında Yunan faktörü artık ciddi bir güvenlik tehdidi haline gelmiştir. 1897’de
başlayan Girit ayaklanması bir Osmanlı-Yunan savaşına dönüşmüş, ardından
imparatorluğun gerçek çöküşünü simgeleyen Balkan Savaşları Türk milliyetçiliğinin
başlaması ve gelişmesi aşamasında önemli bir etmen olmuş, bu bağlamda Yunan da
öteki konumuna artık yerleşmiştir. Yine Balkan savaşlarının bir sonucu olarak,
İT’nin güttüğü milli iktisat politikası çerçevesinde, Balkanlardan göç eden
Müslümanların, Rumların tekelindeki işlere yerleştirilmesiyle başlayan süreç,486
Birinci Dünya Savaşı’na yaklaşıldığında ‘Türkleştirme’ politikasına dönüşmüş,
dışarıdaki Yunan devletinin ardından içerideki Rum/Yunan unsur için de ötekileşme
süreci tamamlanmıştır.
Birinci Dünya Savaşı’na yaklaşıldığı yıllarda Yunan devletinin Makedonya’daki
Müslüman unsurlara uyguladığı ‘zulüm’e tepki, Türkiye Rumlarına misilleme
yapılmasına kadar varmış ve Ahmad’a göre aslında araya savaş girmemiş olsaydı her
iki devlet de 1914’te nüfus mübadelesini görüşmeye hazır hale gelmişlerdi.487
İlişkilerin bu raddeye geldiği ortamda, savaş sonrasında Anadolu’nun Yunanlılar
tarafından işgali milli mücadele ve ardından yeni devletin kuruluşu aşamasında inşa
edilecek Türk kimliğinin önünde hazır bir öteki bulmasına katkı sağlamıştır
denilebilir.
Türkiye, bir ulus-devlet olarak kuruluşunu ancak Yunan kuvvetlerini Anadolu
topraklarından çıkardıktan sonra gerçekleştirebilmiş, milli mücadele sadece
Yunanistan’a karşı değilse de, Yunan cephesinde kazanılan zaferle hedefine
ulaşabilmiştir. Bu noktada Yunanistan’ın Türk algılamalarında yukarıdaki ifadenin
işaret ettiği kadar önemli/değerli bir yer işgal etmediği, Anadolu’ya çıkan Yunan
kuvvetlerinin sadece büyük güçlerin bir maşası olarak görüldüğü ve kendi başına bir
değer taşımadığı da gözden kaçırılmamalıdır. Bu durum aslında ötekileştirmenin bir
486
Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar (İstanbul: İletişim Yayınları, 1989), özellikle s. 54-
60.
Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, çev. Fatmagül Berktay (İstanbul: Kaynak Yayınları,
1986), s. 148.
487
147
parçası olmaktan öte bir durum değildir; öteki biz’e göre değersizdir, aşağıdır ve
kendi başına bir tehdit olabilecek kadar önemli olamaz. 488
Bu ötekileştirme pratiğini Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sonrası yeni
kimliğin inşa sürecinde gözlemlemek olanaklıdır. Kendi geçmişini unutturma ve
dolayısıyla yeni kimliğe referans olabilecek bir başka tarihi inşa etme çabasının
ürünü olan Türk Tarih Tezi Osmanlı geçmişini, üstelik görmezden gelerek
ötekileştirirken, bu öteki Osmanlı’nın içsel bir parçası sayılan Yunan unsurunu da
aynı yolda ötekileştirmiştir. Türklerin tarihini Orta Asya steplerine dayandıran ve
Anadolu’yu saf bir Türk yurdu olarak tanımlayan Türk Tarih Tezi, 489 bir yandan
Yunan uygarlığını (ve dahi Latin uygarlığını) Türk uygarlığının parçalarına
indirgemekle kalmayıp, Osmanlı geçmişini Türk tarihinden koparmakla da bu
geçmişin parçası Yunan’ı hiçleştirmiştir. 490
Türk Tarih Tezi’nin dışında, ırkçı söylemlerin azalmaya ve Osmanlı
çalışmalarının artmaya başladığı 1940’lı yıllardan itibaren Rum/Yunan unsuru
yeniden hatırlanmaya başlanır, fakat bu çoğunlukla Osmanlı devletinin çürümüş,
bozulmuş yanlarıyla ilintilendirilen bir hatırlamadır. Rum milletin, büyük güçlerce
içişlerine karışılması için kullanılmış olduğu ve yine aynı şekilde başkalarının
kışkırtmalarıyla Osmanlı devletine isyan etmeleri kolektif hafızaya kazınmış
örneklerdir. Yunan unsuru Türklerin tarihinde bozulma, dağılma ve ihanetle birarada
ele alınır ve yaklaşık dört yüzyıllık geçmişleri ortak olmasına karşın iki taraf da
kimliklerini sadece birbirlerine karşı verdikleri savaşlara referansla tanımlarlar. 491
Bir başka bakış açısıyla, Türk Tarih Tezi ile Anadolu’da yüzyıllardır yaşayan
toplulukların aslında köken olarak Türk olduklarının vurgulanması, bir yandan Türk-
Millas, “Milli Türk Kimliği ve ‘Öteki’ (Yunan), s. 197. Ötekileştirmenin bir aşaması olarak
öteki’yi değersizleştirme, aşağılama ve hatta hiçleştirme pratikleri olarak Osmanlı’nin ötekileştirilmesi
sürecini ele alan bir bakış için Çalış, Hayaletbilimi ve Hayali Kimikler, söz konusu terim ve
tanımlamalar için özellikle s. 82-85.
489
Türk Tarih Tezi ile ilgili açıklama ve referanslar için s. 80-81.
490
Genel olarak Türk tarih yazımını ve gelişme evrelerini inceleyen bir eser olan ve böyle bir
çalışmanın doğal olarak kapsadığı Yunan unsurunun Türk tarih yazımında görmezden gelinmesi ile
ilgili çok detaylı bir çalışma için bkz., Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih
Tezinden Türk İslam Sentezine.
491
Aydın, “Crypto-optimism in Turkish-Greek Relations. What is Next?”, s. 224.
488
148
biz’in kapsamını genişletirken, diğer yandan kendi etnik, dini ve de kültürel
kimliklerini koruyan gayr-i Müslim azınlıkları da öteki kategorisine koymuştur.492
Bu durum zaten daha İT döneminde başlamış olan Türkleştirme politikalarının,
Cumhuriyet’in inşa sürecinde de devam ettirilmesi, dolayısıyla bir tür azınlık karşıtı
politikalar güdülmesi durumuyla da pekiştirilmiştir. 493 Türkleştime politikaları
ağırlıklı olarak dil politikaları kapsamında yürütülmüş, hatta İT dönemi benzeri (bir
nevi devamı niteliğindeki) milli iktisat politikası uygulamalarında da dil unsuru öne
çıkarılmıştır. 1928’de Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti’nin başlattığı “Vatandaş
Türkçe konuş” kampanyası büyük oranda Türkçeye daha uzak kalmış olan Yahudi
toplumuna yönelik olsa da, Rumlar (ve Ermeniler) da bu kampanya sürecinde yoğun
olarak hedef alınmıştır. Kampanya, dönemin kanaat önderleri olarak gazetelerde
desteklenmiş, 1930 ve 1940’larda resmi söylemde etnik vurguların dozunun
artmasıyla da orantılı bir biçimde yoğunluk kazanmış, Türkçe konuşmayanlardan
‘sahte vatandaş’ diye söz edilmesine kadar varmıştır. 494 Sahte vatandaş tanımlaması,
toplumsal alanda da yaygın kabul görmüş olmasıyla aslında Rum’un (ve diğer gayr-i
Müslimlerin) algılanış şeklini, öteki’liğini uzun açıklamalar gerektirmeden açıkça
ortaya çıkaracak niteliktedir.
Türkçe, ekonominin Türkleştirilmesi uygulamalarında da kullanılmış, Türkiye
dahilindeki şirketlerin, yabancı sermayeli şirketlerin dahil, yazışmalarında Türkçe
kullanmaları 1926’da çıkarılan bir kanunla öngörülmüştür. 495 Yine, ekonominin
Türkleştirilmesi
kapsamında
1932
tarihli
bir
kanunla
(Türkiye’de
Türk
Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanun) daha önce
Doktorluk, Eczacılık ve Kabotaj kanunlarıyla yapılanlara ek olarak, şoförlük ve
kapıcılık gibi meslekler de vatandaş olmayanlara kapatılmıştır. Bu bağlamda, aslında
Ayhan Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları (İstanbul: İletişim Yayınları, 2000), s.
102.
493
Cumhuriyet’in azınlıklara yönelik politikaları çok kapsamlı bir konu olmakla birlikte, burada
sadece Rum’u ötekileştirme kapsamında konuyu örneklendirebilmek ve zenginleştirmek açısından ele
alınacaktır. Dolayısıyla bu konuda, M. Çağatay Okutan, Tek Parti Döneminde Azınlık Politikaları
(İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004) gibi kapsamlı çalışmalara bakılabilir. Yine
Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları da bu konuda başvurulabilecek kaynaklar
arasındadır.
494
Okutan, Tek Parti Döneminde Azınlık Politikaları, s. 194.
495
Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, s. 117.
492
149
İstanbul’da vatandaş olmadan yerleşik (etablis) statüsüyle oturan Rumlara496
(mülteci statüsü olan Beyaz Ruslara) yönelik bir girişim olmuştur. 497 Zaten bu
kapsamda daha 1923’de çıkarılmış bir kanunla tüm yabancı sermayeli şirketlerin
personellerinin % 50’sinin Müslüman-Türk olması öngörülmüştür. Bu şirketlerde
çalışanların %90’ının gayr-i Müslim ve yabancılardan oluştuğu göz önüne
alındığında azınlıklara yönelik olduğu kolayca anlaşılmaktadır. 498 Bir başka alan
olarak, kamu hizmetleri alanında da 1926’da çıkarılan memurlara yönelik kanunda,
memur olabilmenin ilk şartının “Türk olmak” olarak belirlenmiş olması, Türk
vatandaşı olmak teriminin neden kullanılmamış olduğunu düşündürür niteliktedir. 499
Hükümetlerin sözü edilen uygulamalarla Rum’un (ve diğer azınlıkların)
ötekiliğini pekiştirir bir diğer uygulaması, İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı
sıralarda (1939) askere alınan azınlıkların silahlı eğitim görmesinin yasaklanmış
olmasıdır. Bu, azınlıklardan -özellikle Rum ve Ermenilerle ilgili geçmiş anıların da
tesiriyle olsa gerek- içerideki işbirlikçiler, “beşinci kol” olabilecekleri endişesi
duyulmuş olduğunu kanıtlar bir gelişmedir.
Tüm bu olgular arasında, Yunanistan tarafının da benzer bir şekilde Türk’ü
ötekileştirdiği süreçleri gözardı etmeden 500 ve Yunanistan’ın devlet olarak Türkiye
karşısında ortaya koyduğu/ve ileride koyacağı dış politika pratiklerini de akılda
tutarak Cumhuriyet sonrasında devletin genel dış politika tutumu çerçevesinde
ilişkilerin, mevcut sorunlar çözümlendikten sonra 501 işbirliği yapabilecek boyuta
gelebilmiş olduğu görülmektedir. Bunda elbette savaştan yeni çıkmış ve enerjisini
içeride yeni kimliğini (hatta yeni insanını) inşa etmeye yöneltmek hedefindeki
Aslında kanun İstanbul’da yine vatandaş değil, mülteci statüsüyle bulunduklarından Beyaz Ruslar’ı
da etkilemiş, fakat ABD elçisinin hem özel girişimi, hem de MC’yi devreye sokmasıyla Beyaz Ruslar
işsiz kalmaktan kurtulmuştur.
497
Aktar’a göre, kanunun çıkmasının ardından, 1934 yılına gelindiğinde işsiz kalan 15.000 Rum’dan
çoğu Atina’ya göçmüş, söz konusu dönemde dış politika bağlamındaki Türk-Yunan yakınlaşması dahi
bu süreci geriye çevirememiştir. Ibid., s.121.
498
Okutan, Tek Parti Döneminde Azınlık Politikaları, s. 214.
499
Ibid., s. 136
500
Bu konuda Millas’ın çalışmalarına bakılabilir, Herkül Millas, Türk Yunan İlişkilerine Bir
Önsöz: Tencere Dibin Kara (İstanbul: Amaç Yayınları, 1989), yine Millasın Türk ve Yunan
romanlarındaki karşılıklı ötekilik unsurlarını ele aldığı, Türk ve Yunan Romanlarında “Öteki” ve
Kimlik (İstanbul: İletişim Yayınları, 2005) başlıklı çalışma da aydınlatıcı olacaktır.
501
Lausanne ve sonrasında Yunanistan’la Türkiye arasındaki sorunların çözümleri ve bu konudaki
referanslar için s. 129-130.
496
150
Türkiye’nin ya da bu hedefin mimarı Mustafa Kemal’in, tüm Batı dünyasıyla olduğu
gibi artık komşusu saydığı Yunanistan’la da barışçı ilişkiler tesis etme amacında
olması ve elbette karşı tarafta Venizelos’un Yunanistan’ının da benzer şekilde dostça
ilişkilere ihtiyaç duyması önemli bir etkendir. 502 Bunun dışında, 1930’lu yıllarda
Akdeniz için ortaya çıkan İtalyan tehdidinin (Mare Nostrum politikası) varlığı 503 ve
bu tehdit karşısında İngiltere’nin iki devleti işbirliğine teşvik etmiş olması da
önemlidir. 504
İşbirliği, 10 Haziran 1930’da Ankara’da Türkiye ile Yunanistan arasındaki tüm
sorunları çözecek nitelikte bir anlaşmanın imzalanması, ardından Yunanistan
başbakanı Venizelos’un Türkiye’yi ziyareti ve bu ziyaret sırasında iki devlet arasında
bir Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaştırma ve Hakemlik Antlaşması imzalanması ile
sağlamlaştırılmıştır. Ertesi yıl başbakan İsmet İnönü, iade-i ziyarette bulunmak üzere
Atina’ya gitmiş ve bu ziyaret ileride Balkan işbirliğine gidecek yolda bir adım daha
atılmıştır. 1933’de revizyonist Bulgaristan’a karşı imzalanan “Türkiye ve Yunanistan
Arasında Samimi Anlaşma Belgesi” ile birlikte 1930’larda başlamış olan yakınlaşma,
nihayetinde Balkan Paktı’yla sonuçlanmıştır.
1934’de Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya tarafından imzalanan
Balkan Paktı’nın amacı, Balkan sınırlarını bir Balkan devleti tarafından
girişilebilecek bir saldırıya karşı güvence altına almak şeklinde özetlenebilir. Paktın
imzalandığı dönemde Türkiye ve Yunanistan dahil, Balkanlarda İtalya’dan algılanan
ciddi bir tehdidin varlığı, paktın İtalya’ya karşı oluşturulduğu izlenimini yaratmış
olsa da, amacından da anlaşılacağı gibi revizyonist Bulgaristan’a karşı bir önlem
olmaktan öte hükümler içermemekteydi. Zira, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce İtalya
Şükrü Sina Gürel’in aktardığı ve Yunanistan’ın 1932’deki resmi dış politikasını ortaya koyan,
Yunan hükümetinin İngiltere’ye gönderdiği bir bildirimde ; “Akdenizde asıl büyük tehlike,İtalya’dan
gelmektedir. Oniki ada İtalya’nın Türkiye’nin zararına olarak büyüme isteklerine hizmet etmesi
düşünülen üslerdir. İngiltere Yunanistan gibi Türkiyeyi de yanına alabilir… iki ulusun da duygularını
yansıtan bir belge olan son Türk-Yunan anlaşması, İtalya yüzünden yapılabilmiştir” ifadesi YunanTürk yakınlaşması ve işbirliğinin gerekçelerini de bir açıdan ortaya koymaktadır. Şükrü Sina Gürel,
Tarihsel Boyut İçinde Türk Yunan İlişkileri (1821-1993) (Ankara: Ümit Yayıncılık, 1993), s. 42.
503
Faruk Sönmezoğlu, “Türkiye-Yunanistan İlişkileri ve Kıbrıs”, Murat Metinsoy ve Mustafa Eroğlu
(der.), Değişen Dünya ve Türkiye’nin Dış Politika Gündemi (İstanbul: Donkişot Yayınları, 2001),
s. 102-103.
504
Aydın, “Crypto-optimism in Turkish-Greek Relations. What is Next?”, s. 227.
502
151
ve ardından da Almanya’nın saldırısına uğrayan Yunanistan, Türkiye’nin kendisine
yardımcı olmaktan kaçındığından şikayet ettiği iddası dayanaktan yoksundur. Çünkü
Pakt sadece Balkan sınırlarını, bir Balkan devletinden gelebilecek saldırıya karşı
güvence altına aldığından, savaşta İtalya, Yunanistan’a saldırdığında Balkan
Paktı’nın harekete geçirilmesi olanaklı da değildi.
505
Bunula birlikte, savaş sırasında
Türkiye Yunanistan’a karşı dostane bir tutum içinde olmuş, savaşa katılmak için
Yunanistan’a gitmek isteyen İstanbul Rumlar’ına izin vermiş, İstanbul’da toplanan
maddi yardımların Yunanistan’a ulaşmasına olanak tanımıştır. Bunun yanı sıra,
Yunanistan’a gıda yardımında bulunmuş, Alman güçlerinden kaçan Yunan gemisinin
Türk karasularına sığınmasına ve askeri personelin Türkiye’den geçmesine izin
vermiştir. 506
Buna karşın, aynı dönemlerde içerideki Rum’a (ve diğer azınlıklara) karşı yeni
bir politika “Varlık Vergisi” uygulaması 11 Kasım 1942’de başlatılmış ve bu
uygulamayla toplam nüfusun % 0.55’ini oluşturan Rumlar, Varlık Vergisinden elde
edilen gelirin % 20’sini ödemek durumunda kalmışlardı. 507
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, iki devletin yine işbirliği yapabildikleri, fakat
bunun savaş öncesine benzer şekilde yine uluslararası sistemin lider gücünün (savaş
öncesinin İngiltere’si yerine ABD’nin) teşvikiyle ve bir güvenlik tehdidi (o tarihte
artık İtalya yerine Sovyetler Birliği ve komünizm) varlığında gerçekleşebildiği
görülmektedir. Truman Doktrini ve Marshall Planı ile teşvik edilmiş olan bu süreç,
bir bakıma iki tarafın da ‘ortak’ bir öteki etrafında birleş(tiril)meleri olarak
gerçekleştirilmiş ve ortak ötekileri henüz ortadan kalkmamış olduğu halde, çok kısa
sürede, 1950’lerin ortalarından başlayarak eski/tarihsel konumuna geri dönmüştür.
12 Mart 1947’de ABD başkanı Harry Truman, Kongrede Yunanistan’ın savaş
sonrası yıkımının üzerine bir de komünistler tarafından iç savaşa sürüklenmiş
olması 508 dolayısıyla acil yardıma ihtiyacı olduğunu ve bu yardımın kendisine
Gürel, Tarihsel Boyut İçinde Türk Yunan İlişkileri, s. 44.
Melek Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 580-581.
507
Ibid., s. 579.
508
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, savaş sırasında işbirliği yapan Komünist Partisi’nin direniş örgütü
(EAM) ve Cumhuriyetçi subayların direniş örgütü (EDES) arasında ortaya çıkan iktidar mücadelesi
Yunanistan’ı bir iç savaşa sürüklemiş ve 1947 Truman Doktrini ile başlayan ABD yardımları
505
506
152
yapılmasının gerekliliğini vurgulayan bir konuşma yapmıştır. Sonradan Truman
Doktrini olarak adlandırılan bu konuşmada, Truman, Türkiye’ye de değinmiş ve
aslında Yunanistan kadar vahim durumda olmasa da, ulusal bütünlüğünü sağlayacak
olan modernleşme programını gerçekleştirebilmek için yardıma ihtiyaç duyan
Türkiye’nin hedefini gerçekleştirebilmesinin Ortadoğu’nun düzeni için önemli
olduğu vurgulanmıştır. Truman bu koşullarda Türkiye ve Yunanistan’a toplam 400
milyon dolarlık yardım yapılmasını, bunun yanında Amerikan sivil ve askeri
personelinin yeniden inşa, yardımın denetlenmesi ve ülke personelinin eğitiminde
kullanılabilmesi için yetki istemiştir.509
Savaş sonrası Batı Avrupa’nın yeniden eski gücüne kavuşmasını amaçlayan ABD
başkanı Truman’ı bu içerikte bir konuşma yapmak ve ardından uygulamak üzere ilk
harekete geçiren İngiltere olmuştur. İngiltere, ABD Dışişleri Bakanlığı’na, Türkiye
ve Yunanistan’a yaptığı yardımları 1947 Martı’nda keseceğini bildiren ve bu iki
devletin Batı savunması için önemli olduğunu vurgulayarak kendisinden doğacak
olan boşluğu ABD’nin doldurmasını öneren bir nota göndermekle, 510 aslında
yalnızca ABD’nin değil, aynı zamanda Soğuk Savaş’ın da harekete geçmesine neden
olmuştur.
Türkiye 12 Temmuz 1947’de ABD’yle bir yardım anlaşması imzalayarak,
Truman doktrini yoluyla 100 milyon dolar olarak öngörülen yardımı almayı kabul
etmiştir. Yunanistan da ABD’yle 300 milyon dolarlık yardım anlaşmasını
imzalayarak Truman doktirinini kabul etmiştir. Truman doktrini ve Marshall
yardımları, 511 Soğuk Savaş ve iki kutuplu uluslararası sistemin hüküm sürdüğü bir
ortamda Türkiye ve Yunanistan’ın aynı kutupta, Batı’ya sıkı bir şekilde bağlanarak
sayesinde ancak 1949’da fiilen son erdirilmiştir. Bkz. Melek Fırat, “Yunan İç Savaşı Kutusu”, Türk
Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 582.
509
Çağrı Erhan, “ABD ve NATO’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 528-529.
510
Ibid., s. 530.
511
ABD’nin savaş sonrasında Avrupa’nın yeniden imarı amacıyla başlattığı yardımlardır. Yardım,
savaşta yıkıma uğramış Avrupa devletlerine yönelik olarak başlatılmasına, üstelik yardım
programında Türkiye’ye de hammadde ihracı yapma rolü verilmesine rağmen, Türkiye yardımları
almak üzere başvuruda bulunmuştur. Talebinin kabul edilmesi, doğrudan Amerikan hükümetine
başvurması ve sonrasında kalkınma programında Marshall Planına uygun değişikliklerin yapılmasını
kabul etmesi sonucu gerçekleşmiştir. Türkiye 4 Temmuz 1948’de ABD ile imzaladığı Ekonomik
İşbirliği Anlaşması ile Marshall Yardımlarını almaya başlamıştır. Detaylı bilgi için bkz. Erhan, “ABD
ve NATO’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 538-542.
153
yer almalarını sağlamış, dolayısıyla ilişkilerde işbirliği ve dostluğu da teşvik etmiştir.
Türkiye ve Yunanistan’ın Batı’ının güvenlik şemsiyesine girme konusunda aynı
oranda istekli olmaları, Kore Savaşı sonrası artık bir dünya lideri olmaya karar veren
ve Sovyetler Birliği’ni çevreleme politikasını başlatacak olan ABD’nin de bu yönde
düşünmeye başlaması sonucu Türkiye ve Yunanistan aynı anda, 18 Şubat 1952’de
NATO’ya üye olmuşlardır.
1950’li yıllara bu şekilde girildiğinde ve NATO’ya da üye olarak Türkiye ve
Yunanistan hem içinde bulundukları ittifaklara, hem de bu bağlamda birbirlerine
bağlanmış oluyorlardı. Bir bakıma Avrupa’nın (daha sonra tüm dünyanın) komünizm
tehlikesinden kurtarılması ve korunması hedefi altında, dünyanın lider gücünün,
ABD’nin elleriyle buna itilmişlerdi. 1954’e gelindiğinde Türkiye ve Yunanistan
arasında Yugoslavya ile birlikte kurulan yeni bir işbirliği örneği olarak Balkan Paktı
İttifakı’nda da yine ABD’nin payı büyük olmuştur. ABD’nin çevreleme politikası
kapsamında, Balkanlarda önemli bir boşluk olarak duran Yugoslavya’nın
Moskova’dan uzaklaşıp, Kominform’dan atılması ABD için önemli bir fırsat
yaratmıştı. ABD hiç vakit kaybetmeden Yugoslavya’nın kazanılması amacıyla
Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında bir ittifakın kurulmasını teşvik etmiş ve
bu teşvik 1954 Balkan İttifakı ile sonuçlanmıştır. 9 Ağustos 1954’te imzalanan
Balkan Paktı İttifakı elbette ABD’nin yönlendirmesi dışında, özellikle Sovyetler’den
algılanan tehditin etkisi gibi üç ülkenin de ortak tercihlerinden bağımsız
kurulmamıştır, fakat yönlendirici bir etkinin varlığı da açıkça ortada olmuştur.
Nihayetinde Balkan İttifakı, oluşmasına neden olan koşullar ortadan kalkmaya
başladıkça kısa sürede etkisizleşmeye başlamıştır. 512 İlk olarak Stalin’in ölümü
sonrası Moskova’nın politika değiştirmesi ve Yugoslavya’yla yaşanan yumuşuma,
Yugoslavya’nın Pakta ilgisiz kalmasına ve bağlantısız ülkeler grubuna katılmasına
yol açmıştır. Aynı dönemlerde Türkiye ve Yunanistan ise ilişkilerindeki, Gürel’in
deyimiyle “balayı” sürecini sonlandıracak potansiyelde bir sorunun içine yavaş yavaş
sürüklenmeye başlamışlardı. 513
512
513
Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 590-591.
Gürel, Tarihsel Boyut İçinde Türk Yunan İlişkileri, s. 51.
154
Kıbrıs, ilk kez bir sorun olarak ortaya çıkmaya başladığında, Yunanistan’la olan
mevcut dostluğun az da olsa etkisiyle birlikte, Türkiye asıl olarak NATO dışında bir
politika geliştirmekte güçlük çektiğinden ve ittifak içinde İngiltere ve Yunanistan’la
dostluğunu önemsediğinden bu sorun konusunda bir politika ortaya koymaktan adeta
kaçınmıştı. Statükonun korunmasını savunmak dışında politikası olmayan Türkiye,
bir taraf olarak sorunun içine aslında İngiltere tarafından çekilmiştir. Yunanistan da
Kıbrıs sorununu uluslararasılaştırırken esasen, Ortadoğu’da Batı ittifakının değil,
kendi çıkarlarının peşinde olan İngiltere’den rahatsızlık duyan ABD tarafından teşvik
edilmişti.
Yunanistan Kıbrıs sorununu ilk kez, aklında énosis 514 hedefini gerçekleştirmek
üzere Birleşmiş Milletler’e başvurarak uluslararasılaştırmış, fakat BM konuyu
görüşmeyi reddetmiştir. Bunun ardından Kıbrıs’ta EOKA (Kıbrıs Mücadelesi Ulusal
Örgütü) silahlı eylemlerini başlatmış (1955) ve bu da İngiltere’nin Kıbrıs konusunu
taraflar arasında görüşmek üzere Yunanistan ve Türkiye’yi bir konferansa davet
etmesine yol açmıştır. Bu davetle Türkiye de soruna resmen taraf olmuş ve 29
Ağustos 1955’te başlayan Londra Konferansı’nda Kıbrısla ilgili ilk kez bir politika
oluşturarak, statükonun korunmasından yana olduğunu, fakat eğer adada statüko
değişecekse, bunun Kıbrıs’ın Türkiye’ye geri verilmesi şeklinde gerçekleştirilmesi
gerektiğini savunmuştur. Konferansta Yunanistan self-determinasyon hakkını
savunurken, İngiltere stratejik önemi dolayısıyla adaya self-determinasyon hakkını
tanıyamayacağını ileri sürmüştür. 515
Londra’da konferans sürerken İstanbul’da, Rum azınlığa yönelik saldırı ve
yağmalar gerçekleşmiştir. 6-7 Eylül olayları olarak adlandırılan ve Selanik’te
Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberiyle harekete geçmiş olan olaylar Türkiye ile
Yunanistan herhangi bir sorun yaşandığında, bunun acısının kendi vatandaşı olan
Rum azınlıktan çıkarılabileceğini ve devamının da gelebileceğini göstermiştir. 6-7
Yunan dilinde ‘birleşme’ anlamına gelen ‘énosis’, siyasal anlamda bir ülkenin sınırlarına dâhil
olma, birleşme anlamındadır. Bu bağlamda énosis, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması anlamında
kullanılmıştır. Aynı şekilde Girit’in Yunan Krallığına ilhakı da énosis’le tanımlanmıştır. Faruk
Sönmezoğlu (der.), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, (İstanbul: Der Yayınları, 1996), s. 172-173.
515
Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980 s. 600-602.
514
155
Eylül olayları Rumları, ‘biz’den değil, onlardan yani öteki varsaymanın açık
örneklerinden birisini oluşturmaktadır.
Londra Konferansı tarafların anlaşamaması, ama daha çok 6-7 Eylül olayları
nedeniyle sonuç alınamadan dağılmış, bu arada adada Türkiye’nin soruna taraf
olmasının da etkisiyle Türk toplumu silahlanarak, direniş örgütü Volkan aracılığıyla
Türk toplumunu EOKA saldırılarına karşı korumak üzere harekete geçmiştir. Şiddet
olaylarının İngilizler’e yönelik olmaktan çıkıp 516, doğrudan iki toplum arasındaki
olaylara dönüşmeye başladığı bu dönemde, İngiltere’nin Ortadoğu politikasının
Süveyş Krizinde iflas etmesiyle, Kıbrıs için yeni bir aşamaya geçilmekteydi.
İngiltere’nin Mısır’a karşı Süveyş harekatında başarısız olması sonucu İngiltere
Ortadoğu’daki üstün konumunu kaybetmiş ve 1957’de ABD Başkanı Eisenhower’ın
açıkladığı
Eisenhower
Doktrini 517
ile
ABD’ye
devretmiştir.
İngiltere’nin
Ortadoğu’da üstünlüğünü yitirmesine bağlı olarak Kıbrıs’ın da İngiltere açısından
stratejik önemi azalmış olduğundan, İngiltere Kıbrıs politikasını değiştirerek adada
self-determinasyon hakkına yaklaşmıştır. Bu süreçten sonra Türkiye de politikasını
değiştirecek ve adanın Türkiye ve Yunanistan arasında bölünmesini yansıtan ‘taksim’
fikrini savunmaya başlayacaktır. Aslında ‘taksim’i bir seçenek olarak ortaya koyan
da yine İngiliz yönetiminin kendisi olmuştur.518 Yunanistan ise ortada sunulan
seçeneklerden tatmin olmadığından, sorunu uluslararasılaştırmaya devam etmiş, bu
süreçte adada toplumlar arasında çıkan şiddet olayları artmaya, sorun çözümsüzlüğe
kilitlenmeye ve hatta Türk-Yunan ilişkileri tehlikeli bir boyuta gelmeye başlamıştır.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki bu sorunların NATO’nun güney kanadını
zayıflatmasından rahatsız olan ABD’nin Kıbrıs konusunda başından beri savunduğu
bağımsızlık yönünde taraflar üzerinde baskıda bulunması, nihayetinde Batı ittifakı
içinde yer almayı kendi ulusal çıkarlarını terkedecek kadar önemseyen Türkiye ve
EOKA’nın eylemleri aslen İngiliz yönetimini temsil ettikleri için polislere yönelik olmuş, fakat
İngiliz yönetimi de polisleri çoğunlukla Türklerden seçmiş olduğundan EOKA eylemlerinin başından
beri bir yönüyle Türklere de yönelmiş olduğu görülür. Ibid., s. 603.
517
Eisenhower doktirini, ABD Başkanı Dwight Eisenhower’ın 5 Ocak 1957’de Kongre’ye gönderdiği
mesajla o güne kadar Ortadoğu ile ilgili olarak, İngiltere ve yakın bölge ülkeleri üzerinden
politikalarını yürüten ABD’nin inisiyatifi ele alışının açıklamasıdır.
518
Ibid., s. 604-605.
516
156
Yunanistan’ın politikalarını değiştirmelerine yol açmıştır. ABD baskısı ve telkinleri
sonrasında énosis ve taksim politikalarından vazgeçen Türkiye ve Yunanistan’ın
adanın bağımsızlığı çözümüne dönmeleriyle birlikte, 1959 Zürih ve Londra
anlaşmalarıyla 1960’ta Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu gerçekleşmiştir.
Kıbrıs’ın
bağımsız
bir
cumhuriyet
olarak
kurulması
sorunları
çözüme
kavuşturmamış, aksine sorunlar daha da giriftleşmiş ve artık bu tarihten sonra
Yunanistan ile Türkiye arasındaki ilişkiler işbirliğinin olanaksızlaştığı bir düzeye
gelmiştir. Bu tarihten sonra Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkileri büyük oranda
Kıbrıs ve ardından buna eklenen Ege sorunları belirler hale gelecektir.
Birbirlerine karşı ötekilik konumları tarihsel derinlikte ve bu anlamda çok sağlam
olan Türkiye ve Yunanistan’ın her iki savaş (dünya savaşları) sonrası ortaya çıkan
koşullarda işbirliğine gidebilmiş olmaları, elbette ulusal çıkarları ile ilişkilidir. Fakat
her işbirliği döneminin aslında Batılı büyük güç konumundaki devlet tarafından
teşvik edilmiş olması ve yine bu işbirliğinin kurulduğu sürecin Batı ittifakının
güvenlik tehdidi algıladığı süreçlerde gerçekleşmiş olması da dikkat çekicidir.
Nitekim Kıbrıs sorunu kapsamında baktığımızda, başlangıçta mevcut işbirliği ve
dostça ilişkilerin Soğuk Savaş’ın en katı günlerinde Batı ittifakına referansla
kurulabildiğini, bu işbirliği ve dostluğun Soğuk Savaş’ın yumuşamaya doğru
yaklaştığı ve güvenlik anlayışının kısmen değişmeye başladığı dönemde çıkmaza
girmesi tesadüf değildir.
C. Geçmişin Referansı: Araplar ve Ortadoğu
Yüzyıllarca aynı topraklarda beraber yaşamış, İslam gibi önemli birleştirici bir
unsurla bağlanabilmiş Araplarla Türkler arasındaki ilişkilerin, Türkiye Cumhuriyeti
tarihinde hiç de bu tarihsel manzaraya uygun gerçekleşmemiş olduğu açıktır. Söz
konusu yüzyılların mirası olumlu olmamış, geçmişin olumsuz izleri, Türkiye’nin
yeni kimliğini laik/batılı referans üzerinden inşa etmesi ve yine Osmanlı’nın dağılma
sürecinden miras kalan toprak sorunları gibi birçok unsur ilişkilerin işbirliği ve
dostluk olarak kurulmasını engellemiştir.
Gemişin izleri hem olumsuz, hem de önemli oranda belirleyici olmuştur. Araplar
Osmanlı İmparatorluğu’nu emperyalist bir güç olmakla olumsuzlamaktadırlar ve
157
Arap milliyetçi uyanışını da büyük oranda İT dönemi Türkleştirme politikalarına
dayandırmaktadırlar. İT’nin Türkleştirme politikalarının diğer Osmanlı uyrukları gibi
Arapları da hedef aldığı, bunun bir yandan Arapların kamu hizmetlerinden
çıkarılması, diğer yandan dilde Türkçeleştirme gibi reformlarla gerçekleştirildiği,
Arap milliyetçiliğinin de aslında bu noktada başladığı öne sürülmektedir. 519 Yine
Arap bakış açısında, Osmanlı devleti Araplara uyguladığı baskıcı yönetimle
Arapların Batı ve de Batılılaşmadan uzak, dolayısıyla geri kalmalarına yol açmış,
aynı zamanda ulusal ruhu geliştirememelerine de sebep olmuştur. 520
Diğer yandan, Araplara göre İT’nin Türkleştirme politikaları dolayısıyla başlamış
olan Arap milliyetçiliği ve sonuçları Türkiye’de de kolektif hafızaya kazınmış ve
derin izler bırakmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Arapların Osmanlı’ya karşı
işgalci güçlerle işbirliği yapmış olmaları, özellikle de Mekke Şerifi Hüseyin’in
İngiliz desteğiyle Osmanlı Devletine savaş açması (1916) gibi deneyimler
günümüzde dahi Arapların ‘ihanet eden, arkadan vuran nankörler’ olarak
tanımlanmasına yol açacak derin izler bırakmıştır. Buna karşılık aynı olay Arapların
gözünde, gerçek bir ulusal hedefe ulaşmak için yapılmış meşru ve asla ihanetle
tanımlanamayacak bir harekettir. 521 Bu bağlamda ilişkilerin derininde karşılıklı
şüphe ve olumsuzlama yattığı, dolayısıyla meydana gelen yanlış algılamaların
ilişkileri belirlemede önemli bir role sahip olduğu açıktır.
Ötekileştirme bağlamında bakıldığında aslında sözü edilen tüm geçmiş etkenler,
Türkiye açısından birer neden olmaktan daha fazla, birer araç olarak kullanılmışlardır
denilebilir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan ve kendisini yeni bir kimlikle inşa etme
sürecine girdikten sonra, daha önce de birçok kez vurgulandığı gibi yeni kimliğini
Osmanlı geçmişini ötekileştirmek üzerinden inşa etmiştir. Osmanlı geçmişini İslam
üzerinden ötekileştiren Türkiye, Osmanlı’ya atfettiği yozlaşmış İslamı bu sefer
Araplara özgüleyerek, eski kimliğin uzantısı olarak güncelleştirdiği Arap kimliğini
519
Ankara Papers, “Main Determinants of Turkish Policy in the Middle East”, Cilt 8 (1), 2003, s. 7.
Ofra Bengio ve Gencer Özcan, “Old Grivances New Fears: Arab Perceptions of Turkey and its
Alignment with Israel”, Middle Eastern Studies, Cilt 37 (2), 2001, s. 52.
521
Bu cümle Arap bir yazar tarafından kaleme alınmış bir kitabın önsözünü yazan Cemal AbdülNasır’ın kendisine aittir. Amin Shakir, Sa’id al-Aryan, Muhammed Mustafa Ata, Turkiyya walSiyasa al-Arabiyya, (dar al-ma’arif bi-misr)’den aktaran, Ibid.
520
158
dışsal bir öteki olarak kurmuştur. 522 Karşı taraftan bakıldığında ise, Türkiye Kemalist
reformlarla İslam’dan uzaklaştıkça, Araplar da Türkiye’den uzaklaşmış, İslam’ın
Türkiye’de ötekileştirilmesi ve bu süreçte kamusal alandan silinmesi gibi hareketlere
kuşkuyla yaklaşmış, hatta bu durumun kendi siyasal sistemlerine nüfuz edebilme
olasılığından da fazlasıyla rahatsızlık duymuşlardır. 523
‘Arap’ı Osmanlı geçmişi ve İslamla aynı süreçte ötekileştirme konusunda,
Afetinan’ın Medeni Bilgiler’de yazdıkları örnek teşkil edebilir;
“Türkler İslam dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Bu dini kabul
ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de
sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesir etmedi. Bilâkis, Türk
milletinin milli bağlarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu…” 524
Aslında bu örnekler üzerinden bakıldığında, karşılıklı olarak tarafların
algılamalarının aynı çerçeve içerisinde ve birbirine çok benzer oldukları açıktır.
Türkiye yeni kimliğini İslam ötekisi üzerinden inşa ederken, İslam’ı özdeşleştirdiği
Arapları, Araplar ise emperyalist bir güç olarak İslam liderliğini de ellerinden almış
olan Osmanlıyı, mevcut ‘kötü’ durumlarının müsebbibi saymakta, eksik, bozuk,
çürümüş ne varsa karşı tarafın sırtına yüklemeye çalışmaktadırlar.
Bütün bu süreçlerin Türk-Arap etkileşimlerine yansıdığı açık olmakla birlikte,
sözü edilen unsurlarla bir arada güvenlik ve toprak sorunlarının da varlığı ilişkilerin
üzerine oturduğu mevcut zeminin daha da zayıf olmasına yol açmıştır. Türkiye
Cumhuriyeti 1923’te kurulduğunda, Arap dünyasına karşı politikası genellikle bir tür
‘ilgisizlik’ olarak tanımlanmaktadır. 525 Aslında bölgedeki Arap ülkeleri İngiliz ve
Fransız yönetimi altında olduklarından, ilişkiler de İngiltere ve Fransa ile ilişkilerin
bir uzantısı olmuştur.526 Hatta bu ilişkilerin Hatay sorununda görüldüğü gibi olumsuz
Tanıl Bora, “Cumhuriyet Döneminde Milli Kimlik”, Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik, s. 58.
Bengio ve Özcan, “Old Grivances New Fears”, s. 58.
524
Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 21.
525
Ömer Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası (1945-1970) (Ankara:
Sevinç Matbaası, 1972), s. 6; Bengio ve Özcan, “Old Grivances New Fears”, s. 54; Hale, Türk Dış
Politikası 1774-2000, s. 126; Leonore Martin, “Turkey’s National Security in the Middle East”,
Turkish Studies, Cilt 1 (1), 2000, s. 84.
526
Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası, s. 6.
522
523
159
etkileri de olmuştur. Türkiye 1930’larda sorunlarını çözümleyip Batılılarla iyi
ilişkiler kurduktan sonra gerçekleşen Hatay’ın Türkiye’ye katılımı 527 Araplar için
affedilmez olmuş, Araplara göre Türkiye, Arapların bağımsızlık mücadelesi içinde
oldukları Batılı devletlerle işbirliği yaparak Suriye’ye ait bir toprağı elinden almıştır.
Kürkçüoğlu’na göre, o tarihe kadar Türkler ve Araplar arasında mevcut ama
somutlaşmamış uzaklaşma, Hatay’la somut bir nitelik almıştır.528
Buna karşın yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm komşularıyla iyi geçinme hedefi,
1930’ların sonuna doğru, bağımızlığını kazanmış Arap devletleriyle artık dostluk
anlaşmalarını gündeme getirmiş ve 1937’de hem Mısır’la, hem de mevcut 1926
anlaşmasının
süresini
uzatmak
çerçevesinde
Irakla
dostluk
anlaşmaları
imzalanmıştır. Bu bağlamda Arap olmayan İran’la da ilişkilere önem verilmiş,
özellikle Kürt aşiretler dolayısıyla ortaya çıkan sınır sorunları çözümlendikten sonra,
ilişkiler Sadabat Paktı’nı meydana getirecek boyutta düzelmiştir. Sadabat Paktı, İran,
Türkiye ve Aganistan’la birlikte Arap Ortadoğu’sundan Irak’ın da katılmasıyla
1937’de imzalanmıştır. Bir savunma ittifakı olmayıp, esasen bir dostluk ve
saldırmazlık anlaşmasıdır. 529 Bunun dışında zaten henüz Arapların ülkelerinde
manda yönetimleri vardır ve bağımsızlık mücadelesi vermektedirler, dolayısıyla
etkileşim sürecini gözlemlemek için İkinci Dünya Savaşı’nın sonunu beklemek
gerekecektir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, artık bağımsız Arap devletleriyle Türkiye’nin
ilişkileri, Türkiye’nin Soğuk Savaş sürecinde bağlandığı Batı ile ilişkileri ve
yakınlığı çerçevesinde belirlenecektir. Türkiye’nin Batı bağlantısı sıkılaştıkça,
Araplara olan uzaklığı da artacaktır. Fakat Aydın’ın da belirttiği üzere, Türkiye’nin
Ortadoğu’ya yönelik politikası her ne kadar doğrudan Batı bağlantısının yansıması
da olsa, bizatihi kendisi de Sovyetler’in etkisine girecek Arap devletleriyle
çevrelenmek kaygısını duymuştur. 530
527
Hatay konusunda bkz. s. 137-139.
Ibid.
529
Atay Akdevelioğlu ve Ömer Kürkçüoğlu, “Ortadoğu’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I:
1919-1980, s. 365.
530
Aydın, Turkish Foreign Policy: Framework and Analysis, s. 58.
528
160
Türkiye’nin henüz Batı ittifakına tam olarak bağlanmış sayılamayacağı 19461947 yıllarına baktığımızda Arap devletlerle göreceli bir yakınlığın söz konusu
olduğu söylenebilir. 1946’da Irak ve Ürdün’le Dostluk ve İyi Komşuluk anlaşmaları
imzalanmış, hatta 1947’de Türkiye BM’de Arap ülkelerinin Filistin’e bağımsızlık
verilmesi yönündeki tasarısını desteklemiş ve Genel Kurul’un taksim kararına
aleyhte oy vermiştir. 531
1947’de Filistin konusunda Araplar’ı desteklemiş ve BM önünde bunu oylarıyla
göstermiş olan Türkiye, iki yıl sonra yani 1949’da İsrail devletini tanıyan ilk
Müslüman ülke olarak politikasını tam tersine çevirmiştir. Türkiye’nin bu davranışı
Arap
dünyasında
çok
olumsuz
karşılanmış,
İsrail’in
kuruluşunu
Batı
emperyalizminin bir oyunu ve Türkiye’yi de Batı emperyalizminin bir piyonu olarak
tanımlayan Araplar, bunu 1916’nın intikamı olarak görmüşlerdir. 532
Türkiye’nin Arap dünyasıyla ilişkilerindeki olumsuzlukları İsrail üzerinden
açıklamak çok yaygındır ve yanlış olmasa da sorunların daha derin ve karmaşık
olduğu da -en azından buraya kadar yapılan açıklamalarda dahi görülebildiği üzereaçıktır. Sonuçta, Özcan’ın da belirttiği şekilde Türkiye’nin bu kararından sonra hiçbir
Arap devleti Türkiye ile diplomatik ilişkilerini kesmemiştir, oysa 1961’de Suriye
Birleşik Arap Cumhuriyetinden ayrıldığı ve Türkiye, Suriye’yi tanıdığında Mısır
Türkiye ile diplomatik ilişkilerini kesecektir. 533
Türkiye’nin bakış açısına göre İsrail’in tanınması kararı Batıcılığından
kaynaklanan pragmatik bir karardır. Truman doktrini (1947), Marshall Yardımları
(1948), Avrupa Konseyi üyeliği (1949) ile başlamış olan Batı’ya bağlanma süreci, bu
tarihten itibaren NATO üyeliğine odaklanacak, gerek üyelik öncesi, gerekse de
sonrasında bu hedef için ortaya koyulan politikalar Arapları hoşnut etmeyecektir.
Ortadoğu’nun Arap milliyetçiliği ile çalkalanacağı 1950’li yıllarda Türkiye,
Ortadoğu’da aktif bir politika izlemek yönünde ciddi bir atak yapmış, fakat hedefi
Batılı devletlerin çıkarlarıyla örtüşür biçimde, Sovyetler ve komünizm tehlikesini
Ortadoğu’dan uzak tutmak olduğundan başarılı olamamıştır. Esasen Türkiye’nin bu
Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası, s. 15.
Bengio ve Özcan, “Old Grivances New Fears”, s. 57-58.
533
Ibid.
531
532
161
noktada anlayamadığı, Araplar için asıl tehlikenin Sovyetler değil, İsrail olarak
görüldüğüydü. Arap dünyasında Sovyetler bir tehlike olmaktan çok, Amerikan
nüfuzu ve İsrail’e karşı tercih edilen bir denge unusuru olmuştur. 534
Nitekim, Türkiye’nin kendi öncülüğünde Arap devletlerini, güvenlik garantisi
sağlayarak Batı ittifakına dahil etme yönündeki ‘aktif’ politikası, başta Mısır’ın
tutumları nedeniyle daha en başından başarısızlığa mahkum olmuştur. Bir Ortadoğu
Komutanlığı 535 (Middle East Command MEC) 536 kurulması fikri İngiltere’nin
Süveyş’ten askeri birliklerini çekmesine paralel, Ortadoğu’daki varlığını sürdürme
amacının bir yansıması olarak ortaya çıkmıştır. Bu fikir daha sonra Türkiye’nin
NATO’ya üye olma istek ve çabaları çerçevesinde İngiltere’nin Türkiye’nin
NATO’ya dahil edilmesi yerine Ortadoğu’nun savunması ile ilgili bir yapıda Batı
ittifakına bağlanması gerektiğine dair görüşüyle geliştirilmiş. ABD’nin Türkiye’ (ve
Yunanistan’ın) nin NATO’ya katılması yönünde karar verip, bu konuda İngiltere’ye
de telkinde bulunmasının ardından, Ortadoğu Savunma Komutanlığı fikri
Türkiye’nin NATO’ya katılmasının bir koşulu haline gelmiş, Türkiye de bunu
memnuniyetle kabul etmiştir. Türkiye, zaten NATO içinde yer aldıktan sonra
kendisine Ortadoğu’da biçilecek rolü oynamaya hazırdı. Daha önce de sözü edildiği
gibi, bu yolla Arap dünyasını Batı ittifakına bağlayacak, dolayısıyla da Sovyet
unsurunu
Ortadoğu’dan
hesaplamaktaydı.
537
uzak
tutabilecek
bir
rol
oynayabileceğini
Fakat Mısır, Ortadoğu savunmasında İngiltere, Fransa, ABD ve
Türkiye ile aynı platformda yer almasını getirecek böyle bir teklifi tereddütsüz geri
çevirmiştir. Zaten İngiliz karşıtı hareketlerle çalkalandığı bir dönemde bunu kabul
etmesi de beklenebilir bir durum değildi. Teklif edilen savunma paktı Batının
Ortadoğu’yu nüfuzları altına alma çabalarının bir başka boyutu olarak görülmüş ve
Ali L. Karaosmanoğlu, “Turkey’s Security and the Middle East”, Foreign Affairs, Cilt 62 (1),
1983, s. 163.
535
Türkiye’nin NATO üyeliğine kabulü ile ilgili tartışmalar üzerinden, Ortadoğu Savunma
Komutanlığı fikrinin nasıl ortaya çıktığı ve bu konudaki gelişmelerle ilgili ayrıntılı bir çalışma için
Behçet K. Yeşilbursa, “Turkey’s Participation in the Middle East Command and its Admission to
NATO 1950-1952”, Middle Eastern Studies, Cilt 35 (4), 1999, s. 70-102.
536
Ortadoğu Komutanlığı (MEC) Mısır’a Ekim 1951’de teklif edilmiş, bu teklifin reddedilmesinin
ardından ikinci bir deneme daha yapılarak bu sefer Ortadoğu Savunma Örgütü (Middle East Defence
Organization-MEDO) ismiyle bir savunma planlama örgütü olarak teklif edilmiştir.
537
Hüseyin Bağcı, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar (Ankara: METU Press, 2001), s. 44-45.
534
162
eleştiriler bundan sorumlu tutulan Türkiye’nin yok edilmesi gereken bir ‘ikinci İsrail’
olarak tanımlanmasına kadar gitmiştir. 538
Türkiye’nin, Ortadoğu’nun savunması konusunda göstermiş olduğu bu hevesli
tutum, ABD’nin yine Ortadoğu savunması için geliştirdiği yeni bir plan olan ‘Kuzey
Kuşağı Stratejisi’ kapsamında da kendisine öncü rolü verilmesine yol açmıştır.
‘Kuzey Kuşağı’ kavramı, Türkiye, İran, Irak ve Pakistan gibi devletler Ortadoğu’daki
diğer devletlerden daha fazla Sovyet tehididine yakın olduklarından, Ortadoğu ile
ilgili
bir
savunma
paktının
bu
devletleri
kapsaması
gerektiği
fikrine
dayanmaktadır. 539 Bağdat Paktı ile sonuçlanacak olan bu fikir, Türkiye’nin
girişimleri ile hayata geçirilmeye başlanmış ve ilk olarak Irak, Suriye ve Lübnan’a
ziyaretler gerçekleştirilerek Paktın kurulmasıyla ilgili görüşmeler başlamıştır. Bu
ziyaretlerde Irak’ın pakt fikrini kabul etmesi sağlanırken, Arap dünyasında bu fikrin
nasıl karşılanacağının işaretleri de alınmaya başlanmış, fakat bir bakıma görmezden
gelinmiştir. Mısır’ın başını çektiği Arap devletlerinin pakt fikrine muhalefetleri çok
sert olmuş, paktın ilk adımı olarak Türkiye ile Irak arasında bir savunma
anlaşmasının imzalanacağının açıklandığı andan itibaren bunun Arap Birliği’ne
büyük bir darbe olacağı, Türkiye’nin Batılı güçlerin temsilcisi olarak bölgeye
yeniden eski işgalci güçleri sokacağı ve hatta Türkiye ile anlaşma yapmanın İsrail’le
anlaşma yapmak anlamına geleceği yönünde eleştiriler dillendirilmiştir. 540 Bu
noktada, Arap devletlerinin sert tutumlarının saf bir Batı karşıtlığından ileri
gelmediği de ayrıca belirtilmelidir. Aralık 1954’te Kahire’de düzenlenen Arap
dışişleri bakanları konferansında, Arap devletleri arasında görüşbirliği sağlandıktan
sonra batı ile stratejik işbirliğinin olanaklı olduğuna dair bir karar dahi çıkmıştır.
Fakat bu kararın ardından Irak’ın Türkiye ile böyle bir görüşbirliğine başvurmadan
anlaşma yapması, diğer etkenler yanında ayrıca hayal kırıklığı yaratmış, Arapların
538
Kemal H. Karpat, “Turkish and Arab-Isareli Relations”, Kemal H. Karpat (der.), Turkey’s
Foreign Policy in Transition: 1950:1974 (Leiden: E. J. Brill, 1975), s. 115.
539
Ayşegül Sever, “The Compliant Ally? Turkey and the West in the Middle East 1954-1958”,
Middle Eastern Studies, Cilt 34 (2), 1998, s. 74.
540
Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası, s. 62.
163
aynı kimlik ve dolayısıyla çıkarlara sahip olmaları gerektiğine dair bakış açısını
yıkmakla Arap milliyetçiliğine darbe olmuştur. 541
Arap dünyasının bölünmesi açık hale gelmesine karşın, pakta ilişkin çabalarını
durdurmamış olan Türkiye sonuçta Irak’la 24 Şubat 1955’te Savunma ve İşbirliği
Anlaşması’nı imzalamış ve tüm olumsuzluklara karşın diğer Arap devletlerinden de
katılım sağlamak üzere çaba göstermeyi sürdürmüştür. 542 İngiltere (4 Nisan 1955),
Pakistan (23 Eylül 1955)ve İran’ın (3 Kasım 1955) katılımı ile Irak dışında ancak
‘Arap olmayan’ Ortadoğu’dan katılım sağlanarak genişleyen Bağdat Paktı’nın Arap
dünyasında yarattığı endişe ve rahatsızlık da genişlemiştir.
Mısır, Suriye ve Suudi Arabistan’ın savunma anlaşmaları imzalayacakları ve bu
üç devletin Bağdat Paktı’na katılmama kararı aldıklarını bildirmeleri pakta açıkça
cephe aldıklarının da göstergesi olmuştur. Türkiye’nin ise bu karşı hareketlere tepkisi
sert olmuş, fakat bu cephe alıştan Mısır’ı sorumlu tuttuğundan, 543 Mısır’ın etkisi
altında kalmış olan Suriye’yi etkileyebileceğini ve anlaşmaların gerçekleşmesini
önleyebileceğini hesaplayarak diplomatik yollara başvurmuştur. Bu bağlamda
Başbakan Menderes’in, Mısır’la yapılacak anlaşmanın, Suriye’nin Türkiye’ye
düşmanca bir tutum takındığı anlamına geldiğini ve bu tutumunda ısrar ederse
Türkiye’nin de farklı davranamayacağını bildiren 544 bir nota göndermiştir (7 Mart
1955). Suriye’nin Mısır’la kurulacak paktın Türkiye değil, İsrail’e yönelik olacağına
dair cevabının ardından, Türkiye tatmin olmamış ve gönderdiği ikinci notada (13
Mart 1955) Suriye tutumunu değiştirmezse Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerini gözden
geçireceğini bildirmiştir. Suriye’nin ikinci notayı üslubundan dolayı kabul
etmeyeceğini bildirmesi üzerine, Başbakan Menderes, Suriye tutumunda ısrar ederse
541
Michael N. Barnett, “Identity and Alliances in the Middle East”, Peter Katzenstein (der.), The
Culture of National Security: Norms, Identity in World Politics (New York: CUP, 1996), s. 418.
542
Sever, “The Coompliant Ally?”, s. 75.
543
Türkiye Başbakanı Menderes, Mısır-Suriye anlaşması üzerine verdiği bir demeçte, Suriye’nin
Mısır’ın baskıları sonucu bu anlaşmaya katıldığını ifade etmiştir. Aktaran Kürkçüoğlu, Türkiye’nin
Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası, s. 74.
544
Ayşegül Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Ortadoğu 1945-1958 (İstanbul:
Boyut Kitapları, 1997), s. 138.
164
Suriye ile ilişkileri kesmeyi düşünmek durumunda kalacağına dair bir açıklama
yapmıştır. 545
Türkiye’nin bu derecede sert tepki vermesi Arap dünyası için olduğu kadar, ABD
ve İngiltere için de kaygı verici olmuş, Mısır başta olmak üzere Arap devletlerini
tamamen yabancılaştırıp, uzaklaştırmamaya büyük önem veren (ve buna ihtiyaç
duyan) ABD ve İngiltere, Türkiye’yi Suriye’ye karşı politikasıyla ilgili
uyarmışlardır. Bu uyarıdan dolayı hayal kırıklığına uğramış olan Türkiye, bunun
üzerine bir de İngiltere ve ABD’nin Mısır’ın Asuan Barajı projesine Dünya Bankası
işbirliğiyle destek vereceklerini açıklamaları üzerine çok zor durumda kalmış,
Türkiye’nin etkin kılmak için bu kadar çaba sarfettiği Pakta muhalefet edenlerin
ödüllendiriliyor olmasından rahatsız olmuştu. 546
Bu noktada, Pakt’tan İsrail’in de, kendisine karşı yapılmış bir pakt olduğu
düşüncesiyle rahatsızlık duyduğu belirtilmelidir. 547 Türkiye, Bağdat Paktı’nı üye
bakımından genişletmek çabası içindeyken, Arapları memnun etmek için, 548 Süveyş
krizi sürecinde İsrail elçisini de geri çekecek (29 Kasım 1956) ve İsrail’le iyi olan
ilişkilerini bozacaktır.
Sonuç olarak Türkiye, kurulması konusunda Batılı müttefikleri tarafından teşvik
edildiği bu paktı gerçekleştirmek ve Arap dünyasına yaymak için kendisinden
beklenenden daha fazla çaba göstermiş olmasına rağmen, Araplar’ın olumsuz
tepkisini üzerine çekmekle ve mevcut karşılıklı şüpheleri derinleştirmekle kalmamış,
aynı zamanda en güvendiği müttefiki ABD’nin tutumlarından da hayal kırıklığına
uğramıştır. 549
545
Ibid.
Ibid., s. 153.
547
Paktın anlaşmasında (5. Madde) yer alan ve Pakt’ın Arap Birliği’ne üye ülkeler ve taraflarca
tanınmış ülkelere açık olduğu hükmü İsrail’e işaret ettiğinden, İsrail Paktın varlığını kendisine
yöneltilmiş olarak değerlendirmiştir. Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı
Politikası, s. 67.
548
Melek Fırat ve Ömer Kürkçüoğlu, “Arap Devletleriyle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I:
1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 629.
549
Aslında ABD, en başında Bağdat Paktı’na üye değil, gözlemci statüsünde katılmak kararıyla
Türkiye’den farklı olarak, gerek Arap ülkeleri, gerekse de İsrail’e karşı kendi çıkarlarını zedelememek
üzerine kurulu bir politika izleyeceğinin işaretlerini de vermişti.
546
165
1958 darbesinden sonra, Irak’ın Pakt’tan çekilmesiyle Merkezi Anlaşma Örgütü
(Central Treaty Organization-CENTO) olarak, 1979 İran devrimine kadar varlığını
sürdürmesine karşın bu tarihten sonra önemini yitirmiştir. 550 Türkiye ise bu tarihe
kadar her platformda Pakt’ın ve daha da fazla Batı ittifakının savunuculuğuna devam
etmiştir. Türkiye, her türlü bloklaşmaya karşı bağlantısızlık politikasını savunan
Bağlantısızlar grubu ülkelerinin düzenlediği Bandung Konferansı’nda dahi,
komünizm
tehlikesine
değerlendirerek,
551
karşı
bağlantısızlığı
zayıf
bir
politika
olarak
NATO ve Batı savunuculuğunu sürdürmüştür.
1950’li yılların ikinci yarısı Ortadoğu’da krizlerle dolu geçmiş, her bir krizde
Türkiye olayları NATO/Batı gözüyle değerlendirmeyi sürdürmüştür. 1956 Süveyş
bunalımında, ABD dahi İngiltere’yi kınamışken, Türkiye Bağdat Paktı çerçevesinde
İngiltere ve Fransa’nın Mısır’dan askerlerini geri çekmesi ve Mısır’ın toprak
bütünlüğü ve egemenliğine saygı duyulması gerektiğine dair bir açıklama ile
yetinmiştir. 552 Yine Türkiye’nin 1957’de yaşanan Suriye krizinde 553 sınıra asker
yığmak gibi ABD’yi dahi rahatsız edebilecek kadar sert bir tutum takınmış olması,
Araplar arasında Türkiye’ye karşı genel olumsuz tavrı pekiştirmekle kalmamış,
Türkiye’ye yakın olarak bilinen Irak ve Ürdün gibi ülkeleri de Türkiye ile ilgili
şüpheye düşürmüştür.
Türkiye, 1958’de çıkan Lübnan ve Ürdün krizlerinde de müttefiklerinin yanında
yer almış, hatta Lübnan krizinde Eisenhower doktrininin ilk kez yürütülmüş
olmasından da memnun olmuştur. Ayrıca, bununla kalmayarak müdahale sırasında
İncirlik üssünün kullanılmasına da izin vermiş, Ürdün’e yapılan İngiliz müdahalesini
CENTO Bağdat Paktı’ndan daha fazla kültürel ve ekonomik içerikli olmuş, ayrıca taraf ülkelerin
savunmalarına katkıda bulunmak bir yana, daha çok İngiltere’nin İran’ı batı ittifakı içerisinde tutma
çabalarının bir zemini gibi işlev görmüştür. CENTO ile ilgili daha detaylı bilgi için Cihat Göktepe,
“The Forgotten Alliance? Anglo-Turkish Relations and CENTO 1959-1965”, Middle Eastern
Studies, Cilt 35 (4), 1999, s. 103-139.
551
Mehmet Gönlübol ve Haluk Ülman, “İkinci Dünya Savaşından Sonra Türk Dış Politikası (19451965) Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995) (Ankara: Siyasal Kitabevi, 1996), s. 274-275.
552
Aynı açıklamada İngiltere değilse de, İsrail’in saldırısı kınanmıştır. Kürkçüoğlu, Türkiye’nin
Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası, s. 97
553
Ağustos 1957’de Suriye ile Sovyetler Birliği arasında yapılan teknik ve ekonomik işbirliği
anlaşmasının ardından, Amerikalı bazı diplomatların ülkede darbe yapmaya çalışmakla suçlanarak
sınır dışı edilmesi gibi, Suriye’nin bir Sovyet uydusuna dönüşmekte olduğuna dair endişeleri harekete
geçiren olaylarla ortaya çıkmıştır. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında
Türkiye, Batı ve Ortadoğu 1945-1958, s. 181-204.
550
166
de desteklemiştir. 554 Nihayetinde söz konusu krizlerde Türkiye’nin tutumları, bir kez
daha Türkler ve Araplar arasındaki karşılıklı olumsuz ve şüphe dolu algılamaların
zemininin sağlamlaşmasına, hatta dayanak bulmasına yol açmak ötesinde bir katkı
sağlamamıştır.
1950’li yılların Ortadoğu’ya yönelik politikalarının başarısızlığı ve düzeltilmesi
gereği artık 1960’lı yıllarda gündeme gelecek, fakat tarafların tarihsel mirasla
birbirlerine yükledikleri öteki konumlarından dolayı zaten iyi olmayan ilişkilerin
düzeltilmesi öyle kolay olmayacaktır. Ortadoğu konusunda ‘aktif’ bir dış politika
izlemek üzere atak yapmış olan Menderes hükümetinin dışişleri bakanı Fatin Rüştü
Zorlu’nun 1951 tarihli bir açıklaması, Türkiye açısından Ortadoğu politikasının
‘Batı’ya göre’ yapılmasının da bir bakıma açıklaması gibidir. Zorlu,
“Biz Araplara hiç güvenmedik ve güveneceğimiz de şüphelidir. Hem kendilerine
güvenmek çok zordur, hem de uluslararası siyasette hiç de gerçekçi değiller. Filistin
sorununda duygularını ön plana aldılar ve aynı şeyleri tekrar tekrar söylüyorlar.
Herhangi bir şey yolunda gitmezse kendi kusurları için suçu yükleyecek bir kimseyi
ararlar” 555 demekle aslında Ortadoğu politikasının zaten güvenilmeyen ve hatta
önemsenmeyen Araplar’a göre değil, batıya göre yapılmasının mantığını ortaya
koymaktadır.
Araplar zaten ötekidir, onlara güvenilmez, ayrıca geri kalmışlardır ve kolaylıkla
komünizmin kucağına düşebilirler; bu durumda söz konusu dönemde en önemli
güvenlik tehdidini Sovyetler ve komünizm olarak algılayan Türkiye’nin, bu
tehlikeyle çevrelenmekten kaçınabilmek için aynı hedefe sahip batıyla işbirliği
yapması çok doğaldır. Türkiye’nin söz konusu dönemdeki Ortadoğu politikasına bu
çerçeveden bakıldığında, Türkiye’nin çıkar tanımlamasına uygun hareket etmiş
olduğu söylenebilir. Arapların ötekiliği, ötekiye yüklenen değersiz, önemsiz olma
durumuyla birleşince, ötekinin ne istediğini dikkate almak, anlamaya çalışmak gereği
de ortadan kalkmaktadır. Bu bağlamda, bağımsızlığını ‘emperyalizme’ karşı verdiği
Söz konusu krizlerle ilgili ayrıntılı bilgi için .Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna
Karşı Politikası, s.101-136 ve Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Ortadoğu
1945-1958, s. 217-244.
555
Aktaran Bağcı, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, s. 44.
554
167
mücadele sonucu kazandığını sıkça vurgulamış ve yeni bir devlet olarak kuruluşunun
ilk on yılları içinde dış politikasında da bağımsızlığı en önemli ilke haline getirmiş
bir ülke olarak Türkiye’nin, çok değil yirmi-otuz yıl sonra aynı tercihlerle hareket
etmeye çalışan Arap devletlerini anlayamamış olması anlaşılmaz olmaktan
çıkmaktadır.
III. YAPI: ULUSLARARASI SİSTEMİN YAPISI
1. Teorik Belirlemeler: Wendt ve Uluslararası Sistem
Bu bölümün amacı, uluslararası sistemin yapısının Türkiye devleti kimliğinin
inşasındaki kurucu etkisine bakmaktır. İnşacı bakış açısı çerçevesinde çalışıldıktan
sonra, yapının kimlik üzerinde kurucu etkisi olduğu, çalışmanın başında da ifade
edildiği şekilde kabul edilmektedir. Kimliğin inşasını önce birim düzeyinde, ardından
da etkileşim düzeyinde analiz ettikten sonra yapının kimlik üzerindeki etkisine
bakmak, çalışmanın temelinde yatan ‘analiz düzeyleri arasında tercih yapmama’
çabasının da bir gereğidir.
Bu amaçla öncelikle, çalışmalarını yapının kimlik kurucu etkisi üzerine kurmuş
olan Wendt’in yaklaşımı ele alınacak, ardından söz konusu yapı kavramsallaştırması
pratikte Türkiye cumhuriyeti devletinin inşa sürecine oturtulmaya çalışılacaktır.
Fakat çalışmanın bu bölümü, uluslararası sistemin yapısının kuramsal anlamda nasıl
oluştuğu ile değil, Türkiye’nin devlet kimliğinin bu yapıdan nasıl etkilendiği ve/veya
etkilenip etkilenmediği ile ilgili olduğundan, içsel süreçleri dışlayan ve kimlik
inşasını yalnızca yapısal düzeyde etkileşim süreçlerine içkin kabul eden Wendt’in
yaklaşımından yine seçici bir şekilde faydalanılacaktır.
Wendt’in perspektifinde inşacı yaklaşımın geleneksel yaklaşımlara –özelde
neorealizme en radikal karşı çıkışı uluslarararası sistemin ‘yapı’sı noktasında ortaya
çıkmaktadır. Uluslararası İlişkiler literatüründe uluslararası sistemin yapısı, yaygın
olarak Waltzçı terimlerle, yani yeteneklerin dağılımına göre tanımlanmakta, bu
bağlamda ise yeteneklerin dağılımına işaret eden güç dengesi, çok-kutupluluk, tekkutupluluk gibi kavramlarla açıklanmaya çalışılmaktadır. Yaklaşımını büyük oranda
168
neorealizmin yapı kavramsallaştırmasının eleştirisi üzerine kurmuş olan Wendt’e
göre ise, çok-kutupluluk, tek-kutupluluk gibi oluşumlar dış politikalar düzeyinde
farklı dinamikler yaratmakla birlikte, devletler üzerinde kurucu/inşa edici olabilecek
tek unsur, geleneksel tanımdan farklı olarak sosyal terimlerle kavramsallaştırılan
‘yapı’dır. 556
Bu çerçevede uluslararası sistemin yapısının sosyal olarak inşa edildiğini kabul
etmek, aynı zamanda aktörlerin/edenlerin tercihlerini yaparken birbirlerini hesaba
kattıklarının da kabulünü getirmektedir. Bu süreç, Wendt’e göre aktörlerin ben ve
öteki kavramsallaştırmalarından kaynaklanan “paylaşılan bilgiler”den (shared
knowledge) oluşmaktadır. Wendt, bu şekilde ben ve öteki kavramsallaştırmalarından
kaynaklanan paylaşılan bilgileri kültür olarak tanımlamakta, dolayısıyla uluslararası
sistemin yapısı Wendt’in yaklaşımında kültür olmaktadır. 557 Wendt’in argümanı
özetle şudur; devletlerin herhangi bir zamanda kendilerini içinde buldukları kültür,
devletlerin ben ve öteki kavramsallaştırmasını yansıtan sosyal pratiklerin bir
ürünüdür. 558 Bu çerçevede bakıldığında, uluslararası sistemin örneğin çatışmacı ya
da barışçı olması anarşinin değil, sosyal pratikler yoluyla yaratılan kültürün bir
fonksiyonu olmaktadır.
Wendt’e göre anarşinin üç kültürü olabilir, fakat otorite yokluğu olmak dışında
kendi başına bir mantığa sahip değildir. 559 Anarşinin bir mantığının olması, ancak
yapının bir fonksiyonu olarak paylaşılan bilgilerce içinin doldurulmasına bağlıdır.560
Anarşinin söz konusu kültürlerini Hobbesian, Lockean ve Kantian olarak tanımlamış
olan Wendt, bu üç anarşiyi analiz etmek için aktörlere yüklenen rolleri
556
Wendt, Social Theory of International Politics, s. 249.
Ibid., s. 253.
558
Dale Copeland, “The Constructivist Challenge to Structural Realism”, International Security, Cilt
25 (2), 2000, s. 195. Bu çerçeveden, daha önce kuramsal tartışma kısmında da sözü edildiği şekilde
çıkan sonuç, anarşinin devletlerin yaptığı birşey olduğu, dolayısıyla da yine devletlerin ortaya
koyacağı sosyal pratikler yoluyla değiştirilebileciğidir.
559
Wendt aslında bu belirlemesiyle, Buzan, Jones ve Little’ın özde Waltz eleştirisi üzerinden yapısal
realizmi geliştirmeye çalıştıkları çalışmalarında; Waltz’ın anarşinin tek bir mantığı -kendini kurtarmaolduğuna dair belirlemesininin yerine anarşinin birden fazla mantığı olabileceğini vurgulamalarına
gönderme yapmaktadır. Buzan, Jones ve Little, The Logic of Anarchy.
560
Wendt, Social Theory of International Politics, s. 249.
557
169
kullanmaktadır. Fakat bu roller sistemde yer alan devletlerin değil, doğrudan yapının
nitelikleri olarak analiz edilmektedir. 561
Hobbessian kültürde eden/devletin konumu, yani devletlerin karşılıklı olarak
rolleri düşman olarak belirlenir. Düşmanlık, öteki temsilleriyle kurulur ve öteki,
“ben”in var olma hakkını tanımayan, dolayısıyla da şiddet kullanımını sınırlandırma
ihtiyacı duymayacak bir düşman olarak tanımlanır. 562 Ötekinin düşman olarak
temsili devletlerin dış politikalarında, aynı şekilde karşısındaki düşmanı yok etmek
üzere hareket etmelerine yol açacaktır. Wendt’e göre, esas kendini-kurtarma (selfhelp) sistemi, herkesin herkesle savaşta olduğu, Hobbesçu mantığa çok uyan bu
kültürdür. 563
Hobbesian kültürden farklı rol yapısına dayanan Lockean kültürde devletlerin
rolleri rakip olarak belirlenir. Öteki yine şiddete referansla temsil edilir, fakat burada
öteki artık ben’in egemen olarak yaşam hakkını tanıdığından, kendi çıkarları için
şiddet kullanımı olanaklı olmakla birlikte, birbirlerini yok etme hedefi taşımazlar.564
Lockean kültürün devletlerin dış politika davranışlarına en önemli etkisi, aralarındaki
çatışmalar ne olursa olsun, birbirlerinin egemenliklerini tanımalarıdır. 565
Son olarak, Kantian kültürün dayandığı rol yapısı ‘dostluk’tur ve devletlerin
izledikleri iki temel kural vardır. İlki, sorunların savaş ya da savaş tehdidiyle
çözümlenmeyeceği, ikincisi de birisinin güvenliği üçüncü bir tarafca tehdit
edildiğinde diğerlerinin de bir takım halinde davranmalarıdır. 566 Bu belirlemeler
ittifakları akla getirse de, dostluk kurumu ittifaktan farklıdır. Öncelikle ittifaklar
belirli bir süre ile sınırlıdır, dostluk ise, pratikte bozulması olanaklı olsa da, en
azından beklenti olarak süreklidir. Yine, ittifaklarda devletler, her biri bireysel olarak
aynı tehdit altında olduklarını hissederken, dostluk kurumunu, dolayısıyla Kantian
561
Ibid., s. 257.
Ibid., s. 260-261.
563
Ibid., s. 265.
564
Ibid., s. 279-281.
565
Ibid., s. 282.
566
Ibid., s. 299.
562
170
kültürü temsil eden kolektif güvenlik ise tehdit odaklı değildir. Üyeler birbirlerini tek
bir birim olarak (biz) algıladıklarından karşılıklı yardım taahhüdü içine girerler. 567
Wendt, anarşinin bu üç kültürünün de tarihsel süreçte farklı zaman ve mekanlarda
örnekleri olduğunu öne sürmektedir. Örneğin, Hobbessian, onyedinci yüzyıla kadar
olan süreçte dünya politikasına hâkimken, Lockean kültür Westphalia’dan beri
modern devlet sistemin temel kültürü olagelmiştir. 568 Kantian kültürü ise günümüzde
ancak demokrasiler arasında gözlemlemek mümkündür. 569
2. Avrupa Uyumu’ndan Soğuk Savaş’a Uluslararası Sistemin Yapısı ve
Türkiye
Uluslararası sistemin yapısının kimlik kurucu etkisini, Türkiye pratiğinde analiz
edebilmek için, uluslararası sistemin tarihsel süreçlere oturtularak analiz edilmesi
uygun olacaktır. Türkiye devleti kimliğinin inşa sürecinin, Wendt’in tanımlamasıyla
Lockean kültür içinde geçtiği kabulüyle birlikte, yalnızca dış politika davranışlarını
etkilediği, ama kimlik inşa etmediği öne sürülen güç-dengesi, kutupluluk gibi
sistemsel süreçler de göz ardı edilmeyecektir.
Türkiye devleti kimliğinin inşa sürecinin dayandığı tarihsel geçmişi ondokuzuncu
yüzyıl Osmanlı devletine kadar dayandırdığımızdan, yapının etkisi bağlamında
yapacağımız analizde de aynı döneme dönmekte fayda olacaktır. Ondokuzuncu
yüzyılda henüz global bir uluslararası sistemden söz etmek olanaklı değildir, sistem
özünde bir Avrupa sistemidir. Osmanlı devletinin etkileşim içinde bulunduğu büyük
güçler bu sistemin temel taşları ve sadece Osmanlı ile ilişkileri bağlamında değil,
sistem içerisinde de büyük güçlerdir.
Ondokuzuncu yüzyılda uluslararası sistemi sembolize eden en önemli unsur
Avrupa Uyumu’dur (Concert of Europe). 1815 Viyana Kongresinden sonra kurulan
Avrupa Uyumu, kendisini önceleyen uluslararası sistemden farklı bir oluşum
meydana getirmiş ve en önemlisi farklı normlar üzerine inşa edilmiştir. Osmanlı
devleti’nin de başlangıçta fiilen, daha sonra ise hukuken bir parçası olacağı bu
567
Ibid, s. 301.
Ibid., s. 279.
569
Ibid., s. 297.
568
171
sistem,
taraf
devletlerin
–özellikle
büyük
güçlerin-
etkileşimlerinden
çıkarsanabileceği gibi, ben ve öteki kavramsallaştırmalarını biçimlendiren ve
yansıtan, etkileşimleri ile Osmanlı devletinin geleceğini de biçimlendirebilmiş bir
sistemdir.
Napoleon savaşlarının ardından 1815 Viyana kongresi ile yapılan barış
düzenlemeleri kapsamında kurulan Avrupa Uyumu, Avrupa’da barış ve istikrarı
korumak amacı etrafında sistemin beş büyük “rakip” gücünü (İngiltere, Fransa,
Rusya, Avusturya ve Prusya) bir araya getirmiş ve Viyana düzenlemeleri ile kurulan
statükonun korunması bağlamında güç dengesi temelinde kurulmuştur. Watson
Avrupa uyumunu, beş büyük gücün birbirleri ve kendilerine bağlı devletlerle
ilişkilerini, uluslararası sistemin korunmasından sağladıkları kazançlara zarar
vermeyecek şekilde düzenlemek çabaları olarak açıklamaktadır. 570
Avrupa Uyumu aynı zamanda güç dengesini olanaklı hale getiren bir zemin de
olmuştur. Uyumun temel belirleyeni güç dengesi olmakla birlikte, uyumun birtakım
normlar da ortaya koyduğu ve büyük güçlerin bu normlar üzerinde görüş birliğine
vardıkları oranda bir arada kalmalarının kolaylaştığı öne sürülebilir. 571 Diğer yandan,
sisteme taraf devletlerin en azından Avrupa Uyumu’nun ilk yarısında, birbirlerinden
daha fazla dünyalarını tehdit eden tehlikelerden endişe duydukları için biraraya
gelmiş olmaları da görüşbirliği sağlamalarında etkili olmuştur.572 Büyük güçlerden
her biri diğerini, yalnızca (sözde) dostlukla baş edebileceği potansiyel bir rakip
olarak görmektedir, ama rekabetleri diğerlerini alt edip üstünlük kurmaya değil,
uluslararası koşullardan daha çok kazanç sağlamaya dayanmaktaydı. 573 Wendt’in
Lockean kültür olarak tanımladığı yapıya çok uyan bu belirleme, tarafların belirli
normlar etrafında uzlaşma sağlayabilmiş olmalarıyla da bu tanımı desteklemektedir.
570
Adam Watson, The Evolution of International Society: A Comparative Historical Analysis
(Londra &New York: Routledge, 2001), s. 241.
571
James J. Richardson, Crisis Diplomacy: The Great Powers Since the Mid-Nineteenth Century
(Cambridge: Cambridge University Press, 1994), s. 228.
572
Watson, The Evolution of International Society, s. 242.
573
Paul W. Schroeder, “The 19th Century International System: Cahnges in the Structure”, World
Politics, Cilt 39 (1), 1986, s. 11.
172
Uluslararası sistemin normlar etrafında bir yapı oluşturması, Wendt’in öne
sürdüğü kültürün, öznelerarası paylaşılan anlamlar olarak varlığını da kanıtlar
durumdadır. Dönemin iki büyük rakip gücü, Rusya ve İngiltere’yi aynı sistem
içerisinde, aynı tarafta biraraya getiren, 1815 sınır düzenlemelerinin korunması
konusunda ortak sorumluluğun kabul edilmiş olmasıydı. Yine, uluslararası sorunların
çözümünde birbirlerine danışma yoluyla çözüm bulunması ve statükonun tek taraflı
değiştirilmesinin yasaklanması, Avrupa’nın güvenliğinin kolektif bir sorumluluk
olarak görüldüğünün de işareti sayılabilir. 574
Avrupa Uyumu, büyük güçleri Avrupa dışı çatışmalardan uzak tutmayı da
amaçları içerisinde kapsamıştır. Nihayetinde tarafların Avrupa dışı uzlaşmazlıklarını
bir kenara bırakmamaları halinde böyle bir yapıda birarada olmaları da olanaksız
olurdu. Örneğin, Osmanlı toprakları üzerindeki emellerini (bir süreliğine de olsa) bir
kenara
bırakamamış
bir
Avusturya
ve
Rusya
ile
bir
Avrupa
Uyumu
oluşturulamayacağı açıktır. Schroeder’e göre, Rusya, Osmanlı’yı koruması gereken
zayıf komşusu ve Avusturya’yı da bu konuda partneri olarak gördüğü sürece
Avusturya ve Rusya Uyum’u koruyabilmişlerdir. 575
Osmanlı devleti Avrupa Uyumu’nda yalnızca Avusturya ve Rusya arasında bir
aracı olarak yer almaz, daha Avrupa devletler sisteminin oluşmaya başladığı
onbeşinci yüzyıldan beri güç dengesinin önemli bir aktörüdür aslında 576 ve
ondokuzuncu yüzyılda da söz konusu sistemin güç dengesini etkileyebilen bir unsuru
durumundadır. Doğu sorunu çerçevesinde Mehmet Ali ayaklanması 577 ve Kırım
savaşı 578 bir bakıma Avrupa Uyumu’nun sınandığı olaylar olmuştur. Nihayetinde
Osmanlı devleti 1856 Paris Konferansında 579 resmi olarak da Avrupa sistemine dahil
olmuştur.
Osmanlı Devletinin belirli normlar etrafında biraraya gelmiş, diğer bir deyişle
öznelerarası anlamlarla belirli bir kültür oluşturmuş bir uluslararası sistem olarak
574
Richardson, Crisis Diplomacy, s. 229.
Schroeder, “The 19th Century International System”, s. 23.
576
Yurdusev, “The Ottoman Attitude Towards Diplomacy”, s. 21.
577
Bkz. s. 97-100.
578
Bkz. s. 102-105.
579
Bkz. 105-106.
575
173
tanımlanan bu sisteme dâhil olması, söz konusu kültüre de dâhil olduğu anlamını
çağrıştırmakta olsa da, bu savı öne sürmek kolay değildir. Osmanlı devletinin
Paris’te Avupa Uyumuna kabul edilmesi, onun eşit bir üye olarak kabullenildiği
anlamına gelmemektedir. Osmanlı devleti Avrupa devletler sistemine dahil edilmiştir
ama değerler, normlar ve hatta çıkarlar açısından Osmanlı ile Avrupa arasında tam
bir ortaklık/eşitlik olabileceği de kabullenilmemiştir. 580 Bu durumun doğrudan ben
ve öteki kavramsallaştırmalarıyla ilgili olduğu açıktır, ancak gerek birim düzeyi,
gerekse de etkileşim düzeylerinde açıklanmaya çalışıldığı gibi, Wendt’in iddasının
aksine bu kavramsallaştırmanın özü yalnızca yapısal düzeyde bulunamaz. Buna
karşın, Batılı devletlerin oluşturduğu uluslararası sistemin güç dengesi kaygıları
dışında bir değerler sistemine dayanıyor olması, bu değerler sistemine dahil
olamayacağından şüphe duymadıkları Osmanlı’nın ötekili’ğini pekiştirmiştir
denilebilir. Neumann’ın deyişiyle, Osmanlı (Avrupa) devletler sisteminin bir parçası
olmakla birlikte, sistemin dayandığı mantığa eşit olarak kabul edilmemiştir. 581
Avrupa Uyumu’nun yarattığı kültür, Avrupa’nın öteki kavramsallaştırmasını 582
temelde
değiştirememiş,
aksine
pekiştirmişse
de
Osmanlı
çerçevesinden
baktığımızda, ondokuzuncu yüzyılda Batı’nın aşamalı olarak Osmanlı’nın etkili
ötekisi konumuna geldiğini gözlemleyerek, bir değişimin söz konusu olduğu
söylenebilir. Osmanlı devleti’nin belki sadece bekâ gibi temel bir ‘realist’ kaygıyla
girmek istediği Avrupa’lı devletler kulübüne dahil olmanın, bir takım değerlere sahip
olmak, mevcut normlara uymak gibi koşullarının olması 583 bu değişimi tetiklemiştir
denilebilir. 584 Bu tespit, aslında kuramsal tartışmada ortaya koyulmaya çalışılan
580
Hedley Bull, The Anarchical Society: A Study of Order in World Politics (Londra: Macmillan
Press, 1995), s. 13-14.
581
Iver B. Neumann ve Jennifer M. Welsh, “The Other in European Self-definition: an Addendum to
the Literature on International Society”, Review of International Studies, Cilt 17 (4), 1991, s. 345.
582
Osmanlı’nın (Türk’ün) Avrupa’nın ötekisi olduğu konusunda ayrıntılı bir çalışma için Neumann ve
Welsh, “The Other in European Self-definition”.
583
Watson, Avrupalı devletlerin Avrupalı olmayanlardan sisteme dahil olmak isteyenlerin, sistemin
kurallarını [normlar olarak okunabilir] kabul eder ve yeterli medeniyet seviyesine ulaşırlarsa
katılabilecekleri koşulunu öne sürdüklerini ve yalnızca Avrupalı devletlerle ilişkilerine göre değil,
aynı zamanda kendilerini nasıl yönettiklerine göre de değerlendirildiklerini belirtmektedir. Bkz.
Watson, The Evolution of International Society, s. 273-274.
584
Bu bağlamda, Osmanlı devletinin batılılaşma çabaları çerçevesinde ortaya çıkan Tanzimat ve
Islahat fermanlarının ve hatta Meşrutiyetin, etkileşim düzeyinde tartışıldığı gibi batılı büyük güçlerin
baskısıyla ortaya koyulduğu iddiasını, söz konusu etkileşimlerin gerçekleştiği uluslararası sistem
174
kimlik değişiminde yapısal koşulların da bir etken olduğunu göstermekte ve inşacı
bir bakış açısının temel dayanağı olan yapı ve eden’in birbirini karşılıklı olarak inşa
ettiği savını kanıtlamaktadır.
Avrupa Uyumu, 1848 ihtilallerinden dolayı zayıflamış, üyelerin sisteme olan
bağlılıkları azalmıştır. Sistemin iki büyük gücü Rusya ve İngiltere’yi karşı karşıya
getiren Kırım savaşından sonra ise Avrupa Uyumu yıkılmış, fakat ortaya koyduğu
normlar bir dönem daha, zayıf da olsa, Avrupa’da denge sağlamak üzere uzlaşma
zemini olmaya devam etmiştir. 585 1870’lerden sonra büyük güçler yine anlaşma
yoluyla yayılma alanlarını kıta dışına taşımış ve uzun bir barış dönemi
sağlanabilmiştir, fakat norm paylaşımı bağlamında işbirliği çok düşük seviyelerde
gerçekleşmiştir.
Yirminci yüzyıla gelindiğinde esnek bir Avrupa Uyumu’ndan çıkılarak
Avrupa’da iki rakip bloklaşmanın meydana gelmiş olması, Avrupa’yı Birinci Dünya
savaşına götürmüştür. Dünya savaşına doğru gidildiği dönemde, sistemin aktörleri
güç dengesinden anladıkları konusunda dahi farklılaşmışlardır. Örneğin, İngiltere
için güç dengesi Avrupa güç dengesinde Almanya’nın artan ağırlığına karşı bir
unsurken, Almanya’nın gözünde ise güç dengesi İngiltere’nin elinde Almanya’nın
bir dünya gücü olmasını engellemek için kullandığı bir araç haline gelmiştir. Daha
önemlisi söz konusu dönemde, Avrupa Uyumu’nun normları etkisizleşirken, ulusal
çıkar, üzerinde görüşbirliği olan tek norm haline gelmiştir. 586
Dünya savaşı olarak adlandırılsa da, 1914’teki savaş Avrupa’ya ait çıkarlar ve
hırslarla yapılmış bir Avrupa savaşıdır aslında. Fakat savaş sonrası ortaya çıkan
uluslararası sistem artık global bir sistemdir, her ne kadar Avrupa merkezli olsa da.
Savaşın ardından oluşan yeni sistem de, self-determinasyon, sorunların barışçı
yollarla çözümü gibi çok belirgin normlar üzerine kurulmuştur. Fakat bu normlar
düzeyinde yapının bir etkisi olarak görmek daha doğru olacaktır. Fakat en nihayetinde, doğrudan dış
güçlerin baskısı ya da yapısal bir etki olarak da açıklansa, bu baskı ya da etkilerin gerçeklendirildiği
süreçler içsel süreçlerdir. Bu tür çıkarsamalar, düzeyleri birbirinden ayırmanın, yapı ya da eden
arasında tercih yapmanın eksik açıklamalara yol açacağını ortaya koymaktadır.
585
Watson, The Evolution of International Society, s. 246-247.
586
Richardson, Crisis Diplomacy, s. 230.
175
üzerinde Avrupa Uyumu’nun ilk döneminde gözlemlenene benzer bir görüşbirliği
olduğunu söylemek zordur. Hatta yirminci yüzyılın yeni büyük güçleri Almanya,
ABD, Japonya ve Rusya’nın MC sisteminin normlarına hiç bağlanmamış olması da
zayıflığının bir göstergesidir. 587 Milletler Cemiyeti özünde, Kantçı anlamda barışı
korumak hedefiyle ortaya çıkmış bir anlaşmanın ürünü olmasına karşın, bu Kantçı
öze temelde inanan ve bağlanan olmadığından daha çok Dünya Savaşı’nın
galiplerinin dünyayı daha güvenli bir hale getirmek üzere kurdukları bir ittifak olarak
işlev görmüştür.
Milletler Cemiyeti ile temsil edilen bu yeni sistem, Osmanlı İmparatorluğu’nun
yıkılıp, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak içine kurulduğu
uluslararası sistemdir. Osmanlı döneminden farklı olarak, Türkiye Cumhuriyeti 1923
sonrasında, uluslararası sistemin eşit ve egemen bir üyesi olarak kabul edilmiş, diğer
küçük Avrupa-dışı devletler gibi, büyük güçlerle aynı sistemin bir parçası olmaya
devam etmiştir. Bu bağlamda, her ne kadar sağlam olmasa da sistemin özellikle
saldırganlığı yasaklayıcı ve sorunların barışçı yollarla çözümünü destekleyici
normlarına kendi inisiyatifiyle bağlı olduğu, en azından dönemin dış politika
çıktılarına bakılarak söylenebilir. İçeride kendi kimliğini inşa etmek ve bu kimliğe
meşruiyet kazandırmak çabası içindeyken, dış politika bağlamında tam bağımsızlık
ve yurtta sulh cihanda sulh ilkelerini benimsemişken, yeni sistemin bu hedefleri
pekiştirici normlarına bağlanmış olması da beklenir bir durumdur. Diğer yandan
batılılaşma ve batılı değerleri benimseme üzerine kurulu Kemalist reformlar da
sistemin merkezi güçleri olan Avrupalı büyük güçlerle ortak değerleri paylaşma
noktasında çakışmaktdır. Fakat her ne kadar belirsizlik ve ayrışma içerisinde de
olunsa, sistemin başat güçleri, Avrupalılık temelinde yüzyıllardır inşa edegeldikleri
‘biz’ duygusunu, öteki’ler karşısında yitirmemişlerdir. Bu bağlamda Türkiye’nin,
Osmanlı zamanından beri süregelen öteki’lik konumunda bir değişme olmadığını,
Batılı güçlerin öteki kavramsallaştırmasında yerini koruduğunu söylemek de yanlış
olmayacaktır.
Buna karşın, Avrupa’nın statükocu ve revizyonist devletler olarak bloklaşmaya
başladığı yeni ‘denges’izlik ortamında Türkiye hedeflediği şekilde içeriye dönme
587
Watson, The Evolution of International Society, s. 284.
176
olanağını bulacak kadar rahat bir uluslararası ortam bulmuştur karşısında. Kantçı
anlamlarla ortaya çıkan MC uluslararası yapıyı, Wendt’in deyimiyle uluslararsı
sistemin kültürünü değiştirmemiş, Lockean kültür varlığını sürdürmüştür. Devletler
ikili bloka ayrılmış da olsa, devletler birbirlerini rakip olarak algılamaya devam
etmektedir. Bloklaşmanın nedeni sistemin revizyonist devletlerinin hedefi diğerlerini
yok
etmek
değil,
birinci
savaş
sonrasında
tatmin
edilmemiş
hırslarını
gerçekleştirmektir. Bu çerçevede anarşi kültürünün değişmemiş olduğu rahatlıkla öne
sürülebilir. MC sisteminin sağlam olmadığı, büyük güçlerin bu sisteme
bağlılıklarının zayıflığında ortaya çıkmaktadır. Fakat hiçbirisi, ki özellikle İngiltere,
geçen yüzyılların klasik güç dengesine dönmekte çok isteksiz olduğundan,
revizyonist Almanya ve Japonya’yı dengeleyecek bir unsur da ortaya çıkmamıştır.
Nihayetinde sistem ikinci bir dünya savaşına doğru sürüklenmiştir.
Savaşın uluslararası yapıyı bütünüyle yok ettiğini söylemek olanaksızdır, savaş
sırasında dahi bu kültür bazı kurum ve normlarıyla sürdürülmüştür. Savaşan taraflar
birbirlerini düşman olarak gördüklerinden, aynı sistemin parçaları olarak sistemin
kurumları üzerinden işbirliğine girmemiş olsalar da, kendi aralarında ve üçüncü
taraflara karşı bu kurum ve normları sürdürmüşlerdir. Hatta örneğin savaş esirleri
konusunda her iki tarafın da büyük oranda Cenevre Konvansiyonu’na uymuş olması
da bunu göstermektedir. Uluslararası sistemin dayandığı kültür, norm ve
kurumlarıyla bir savaş içinde ne kadar olabilirse, o kadar devam edebilmiştir.
Bununla birlikte, ikinci savaş sona erdiğinde dünya daha başkadır artık,
uluslararası sistem iki süper gücün etrafında yapılanan iki kutuplu bir sistem haline
gelmiştir. Kutupların bir tarafında liberal ve demokratik batı, diğer tarafında ise
sosyalist blok vardır. Uluslararası sistem iki kutupludur, fakat iki kutup da tek bir
uluslararası sistem tarafından içerilmiştir. Diğer yandan, iki kutup da, liderleri kıta
dışından olmakla birlikte Avrupa kültür geleneğinin içinden gelmektedir. Bu
bağlamda Avrupa geleneği, norm ve kurumları yaşatılmaya devam etmiştir.
Birleşmiş Milletler sisteminin gerçekleşmesi ve iki süper gücün de bu sisteme üye
oluşu, ortak bir uluslararası hukuk yapısının geliştirilmesi, geleneksel diplomatik
temsil ve diğer Avrupa geleneğine dayalı kurumların sürdürülmesiyle iki kutuba
177
ayrılmış da olsalar, devletler global (ama Avrupa geleneğine dayanan) tek bir
sistemde yer almışlardır. 588
Bu bloklaşma doğaldır ki, iki tarafın da ötekisini belirleyen unsur olmuştur.
Blokların varlığı, her iki bloğa üye devletler için de ‘biz’ kavramsallaştırmasının
zemini olmuş, dolayısıyla karşı blok da öteki’yi temsil etmiştir. Batı Avrupa, Soğuk
Savaş süresince, hem öteki’ne karşı olan, hem de kendi aralarında ortak kültür
vurgusunu sağlayan norm ve kurumlarla bu kavramsallaştırmaları pekiştirmişlerdir.
NATO’yu öteki’ye karşı “güvenlik” amacıyla oluşturmuş, diğer yandan Avrupa
devletler topluluğunun geçen yüzyıllardan beri sahip olduğu ‘biz’ duygusunu
pekiştirecek, kültürel ortaklıkla olanaklı hale gelmiş bir Avrupa Birliği’ni
gerçekleştirecek süreçleri tamamlamışlardır.
Bu yapı içerisinde Türkiye, savaş öncesinden de başlamış olan Batı’ya yaklaşma
politikasında bir değişikliğe gitmeden, Batı’nın öteki’si Sovyetlerin Türkiye’ye
yönelik politikasının da etkisiyle kendi blokunu seçmekte hiç tereddüt etmemiştir.
Türkiye bu seçimiyle zorlanmadan Batı sistemine önemli bir aktör, bir müttefik
olarak dahil edilmiştir. Müftüler-Bac’a göre, Soğuk Savaş Sovyetler Birliği ile Batı
Avrupa arasında bir tampon rolü üstlenen Türkiye’ye, Avrupalı statüsüne erişmesi
için altın bir fırsat yaratmıştı.589 Bac, bu durumu Soğuk Savaş’ta Avrupa’nın
kimliğini güvenlik sınırları içerisinde kavramasıyla açıklamakta ve Demir Perde’nin
varlığının Türkiye’nin Avrupalılığının açıkça tartışılmasını engellediğini öne
sürmektedir. 590 Türkiye’nin NATO’ya üye oluşuyla temsil edilen bu dahil oluşu,
arkasından Avrupa Birliği’ne de dahil olmasını getirmemiştir. Gerçi 1963’de Avrupa
Ekonomik Topluluğu (AET) ve Türkiye arasında ortaklık yaratan Ankara Anlaşması
imzalanmıştı ve Avrupa Komisyonu Başkanı’nın anlaşmanın imzalanmasının
ardından ifade ettiği gibi, ‘Türkiye Avrupa’nın bir parçası’ sayılıyordu 591 ama bunun
Türkiye’nin Avrupa’nın kültürel ötekisi olma konumunu değiştirmemiş olduğu
588
Watson, The Evolution of International Society, s. 290.
Meltem Müftüler-Bac, “The Never-Ending Story: Turkey and the European Union”, Middle
Eastern Studies, Cilt 34 (4), 1998, s. 243.
590
Meltem Müftüler-Bac, “Through the Looking Glass: Turkey in Europe”, Turkish Studies, Cilt 1
(1), 2000, s. 29.
591
Meltem Müftüler-Bac, Europe in Change: Turkey’s Relations with a Changing Europe
(Manchester & New York: Manchester University Press, 1997), s. 5.
589
178
Türkiye-Avrupa ilişkilerinin seyrinde ortaya çıkacaktır. Soğuk Savaş döneminin
uluslararası koşulları en azından ilk 20 yılında, Avrupa’nın ben ve öteki
kavramsallaştırmasını güvenlik öncelikli ortaya koymasına yol açmış, bu da
Türkiye’nin söz konusu güvenlik çerçevesine dahil edilmesini getirmişti. Fakat bu
tam da “Avrupa’da olmak, fakat Avrupalı olmamak” çelişkisini çağrıştırır bir durum
ortaya çıkaracaktır. 592 Bu çelişki, Soğuk Savaş sona erdikten sonra uluslararası
sistemin ‘yeni’ düzeninde çok daha açık ve net bir şekilde hissedilecektir.
Bu konuda ayrıntılı bir tartışma için, Nuri Yurdusev, “Perceptions and Images in Turkish
(Ottoman) – European Relations”, Tareq Y. Ismael ve Mustafa Aydın (der.), Turkey’s Foreign
Policy in the 21st Century: A Changing Role in World Politics (Burlington: Ashgate, 2003), s. 7799. Ayrıca yine A. Nuri Yurdusev, “Avrupa’yı Kurmak, Türkiye’yi İdare Etmek ve Tarihin
İpoteğinden Kurtulmak”, Şaban H. Çalış, İhsan D. Dağı ve Ramazan Gözen (ed), Türkiye’nin Dış
Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik (Ankara: Liberte Yayınları, 2001), s. 161-183.
592
179
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: KİMLİK, ÇIKARLAR ve DEĞİŞİM (Mİ)
I.
BİRİM
DÜZEYİ:
MİLİTANLAŞMA,
LİBERALLEŞME,
MUHAFAZAKÂRLAŞMA ve KİMLİK
Kimlik inşası, süregiden, sonu olmayan dinamik bir süreçtir Bu bağlamda kimliğin
inşa sürecinin bittiğine gönderme yapan bir dönemlendirme de doğru olmayacaktır.
Ancak kuruluş dönemleri ile değişimlerin içerilmeye başlandığı gelişme dönemleri
arasında bir ayrım, bu değişimlere ve değişimin dinamiklerine vurgu yapabilmek
bağlamında gerekli ve önemlidir. Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin inşa
sürecini İkinci Dünya Savaşı sonrasında, çok partili hayata geçişle sonlandırmak,
birtakım değişimleri yakalamak anlamında yanlış olmayacaktır. Söz konusu
değişimin göstergelerinden ilk ve en belirgin olanı da 1950’de Cumhuriyet’in kurucu
siyasal odağının yerine yeni bir siyasal odağın gelmesi ve bu siyasal odağın, özellikle
toplumsal anlamda tetiklediği değişim dinamikleridir.
1. Çok Partili Hayata Geçiş
Türkiye’de çok partili siyasal hayata geçiş, genel anlamda Türk siyasal hayatı
açısından olduğu gibi, Kemalist tek parti yönetimi altında yirmi senelik batılı/laik
kimlik inşa etme pratikleri açısından da önemli bir değişimin öncüsü olmuştur. 1
Kasım 1945’te Cumhurbaşkanı İnönü’nün TBMM açılış konuşmasında, sistemdeki
temel eksikliğin bir muhalefet partisinin yokluğu olduğunu belirtmesiyle başlayan
süreç, 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’nin (DP) kuruluşu 593 ve 1950 genel seçimleri
sonrasında iktidara gelmesiyle devam etmiştir.
İkinci Dünya Savaşı arafesinde, Atatürk’ün ölümünün ve yerine İsmet İnönü’nün
Cumhurbaşkanı olmasının ardından, o dönemde Avrupa’da hakim olan totaliter
rejimlere benzer şekilde bir yapı oluşturularak İsmet İnönü Milli Şef ve değişmez
Esasında Demokrat Parti’nin kuruluşu ilk muhalefet partisi kurma girişimi değildir. Nuri Demirağ
başkanlığında, Eylül 1945’te Milli Kalkınma Partisi 1945 sonrasının ilk muhalafet partisi olarak
kurulmuştur. Parti 1946 ve 1950 seçimlerinde bir varlık gösterememiş, 1954 seçimlerinde genel
başkanı Demirağ DP listesinden meclise girmiş ve 1958’de ise parti kendisini feshetmiştir.
593
180
Genel Başkan olarak ilan edilmiştir (26 Aralık 1938, CHP I. Olağanüstü Kurultayı).
Bu otoriter yapının, çok partili siyasi hayata dönüştürülmesi, aslında yine partinin
kendi inisiyatifiyle gerçekleştirilmiştir denilebilir. Özbudun, bu durumu, var olan
kurumsal düzenlemelerden ani bir kopuş olan ruptura değil, otoriter rejimde yetkiyi
ellerinde tutanlar tarafından başlatılan ve kontrol eden reforma örneği olarak
tanımlamaktadır. 594 Bu bağlamda, CHP’de liberalleşme eğilimlerini daha 1939’da
parti içinde bir “Müstakil Grup” kurulması süreci kadar erken bir döneme indiren
görüşler varsa da, 595 1945 yılı öncesi gelişmeler liberalleşme isteğine değil, parti içi
muhalifleri kontrol altına alma gayretine bağlanabilir. 596
1945 yılının farklılığı büyük oranda savaş sonrası Batı’nın kurmak üzere
harekete geçtiği demokrasiye dayalı düzenle ilgili olmuştur denilebilir. Türkiye’de
demokrasi ve demokrasinin geliştirilmesi yönünde, yönetici kadro tarafından verilen
mesajların, BM’nin kurulma sürecindeki çeşitli aşamalarla çakışması tesadüf olmasa
gerektir. İnönü’nün, “savaş koşulları ortadan kalktığında demokratik ilklerin ülkenin
siyasi ve kültürel hayatında tedricen daha büyük yer edineceği”ni ileri sürdüğü
konuşmasının 597 19 Mayıs 1945’te, San Fransisco’da BM Anayasası görüşüldüğü
bir sırada yapılmış olması tek örnek değildir. İnönü’nün konuşmasından birkaç gün
önce, BM Anyasası’nı imzalamak üzere San Fransisco’ya gönderilen Türk
Delgasyonu’nun başkanı ve Dışişleri Bakanı Hasan Saka’nın, Cumhuriyet rejiminin
modern bir demokrasi olma yolunda hızla ilerlediği ve savaştan sonra her demokratik
tezahürün Türkiye’de gelişeceğine dair verdiği demeç de bu durumla ilintili
görünmektedir.598 Yine, sonradan muhalefet partisini oluşturacak konumdaki siyasi
kişiliklerin de BM çerçevesinde Batı’daki gelişmeleri, aynı şekilde algılamış ve
hareket tarzlarını bu gelişmelere göre ayarlamış oldukları da söylenebilir. Nisan
1945’te San Fransisco konferansı yapıldığı sırada, eski dışişleri bakanı (1925-1938)
Ergun Özbudun, Çağdaş Türk Politikası: Demokratik Pekişmenin Önündeki Engeller, çev. Ali
Resul Usul, (İstanbul: Doğan Kitap, 2003), s. 20.
595
Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 335, Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (19451980), çev. Ahmet Fethi (İstanbul: Hil Yayınları, 1996), s. 21-22.
596
Nihal Kara-İncioğlu, “Türkiye’de Çok Partili Sisteme Geçiş ve Demokrasi Sorunları”, Üniversite
Öğretim Üyeleri Derneği (der.), Tarih ve Demokrasi: Tarık Zafer Tunaya’ya Armağan (İstanbul:
Cem Yayınevi, 1992), s. 71.
597
Özbudun, Çağdaş Türk Politikası, s. 20.
598
Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 126.
594
181
Tevfik Rüştü Aras’ın ileride DP’nin temel unsurlarından olacak olan Fuat Köprülü
ve Adnan Menderes’in de bulunduğu bir toplulukta;
“San Fransisco’da eski Cemiyet-i Akvam’ın yerine konacak bir BM Anayasası
hazırlanıyor. …Demokrasi cephesi zaferi kazanmıştır. Kurulacak yeni dünya
demokrasi dünyasıdır. Eğer biz hala Milli Şeflikle avunur gidersek bizi bu teşkilata
almazlar. Bir ayak önce teşebbüse geçmeli ve partiyi uyarıp İsmet Paşa’nın çiftliği
olmaktan kurtarmalıdır…” 599 şeklindeki konuşması, Türkiye siyasetinde yer alan
tüm tarafların Batı’daki gelişmeleri aynı şekilde algılayıp yorumladıklarının bir
göstergesidir.
Savaş sonrasında, Batı merkezli kurulmaya başlanan yeni uluslararası sistemin
içinde yer alma arzusunun, demokrasi olma koşulu dolayısıyla Türkiye’de çok partili
hayata geçişi etkilemiş olduğu 600 ve bu yönde ülke içi olanakları hızlandırdığı doğru
olmakla birlikte, içsel alandaki mevcut koşullar da göz ardı edilmemelidir. Diğer
yandan, çok partili düzene geçildikten sonra ortaya çıkan gelişmeler, konunun içeriği
bakımından çok partili hayata geçiş aşamasının koşullarından daha açıklayıcı
görünmektedir. 1946 seçimlerini saymazsak, çok partili düzene geçildikten çok kısa
bir süre sonra, muhalefet partisinin Cumhuriyetin kurucu partisi karşısındaki ezici
zaferinin koşullarına bakmak, beklenen açıklayıcılığı sağlayacaktır.
Liberal ve muhafazakâr bir ‘yeni’ bir parti olarak DP’nin 14 Mayıs 1950’deki
seçimden ezici bir çoğunlukla iktidar partisi olarak çıkması, Kemalist reformlarla
yaratılmaya çalışılan yeni insan’ın kolektif hafızasında devletin ötekisi olarak
tanımlanmış olan ‘geçmiş’in aslında mevcut ve hatta canlı durduğunun bir göstergesi
olmuştur. Bir başka deyişle devletin inşa sürecinde tanımladığı ötekisi olarak
Osmanlı/İslam geçmişi, devletle eş zamanlı olarak ve yeni bir kimlikle inşa edilmeye
çalışılan ulusun da ötekisi olamamıştır. Burada geçmiş’in özellikle İslam
bağlamındaki konumu önemli görünmektedir, çünkü İslam’ın Osmanlı’nın referansı
İsmet Bozdağ, Demokrat Parti ve Ötekiler (İstanbul: Kervan Yayınları, 1977), s. 11. Yazar bu
konuşmaya dair referansını 1953’te Başbakanlık makamında doğrudan Adnan Menderes’in anlatımına
dayandırmaktadır.
600
Çok Partili düzene geçişte, dışsal koşulları ayrıntılı bir şekilde inceleyen bir çalışma için Necdet
Ekinci, II. Dünya Savaşından Sonra Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte Dış Etkenler
(İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1997).
599
182
olarak gerek kamu, gerekse de özel hayattan silinmeye çalışılması, toplumsal tabanda
yabancılaşmaya neden olmuş, dolayısıyla da sunulanın aksine İslam/Osmanlı olarak
geçmişe atıfla alternatif aidiyet kalıplarını ortaya çıkarmıştır. 601 Bu bağlama yeni
düzenden yeterince pay alamayıp mutsuz olanlar, eski konumlarını kaybedenler,
marjinaller ve dışlanmışlar birarada dahil olmuş 602 ve DP örneğinde de
görülebileceği gibi farklı ‘siyasal’ (İslamcı, liberal, muhafazakar, vs.) vurgulara sahip
olsalar da, kurucu iktidara karşı ilk alternatif karşısında birarada hareket etmişlerdir.
DP’nin, kurucu iktidar olarak tek parti yönetimine muhalif yanları, söylem
düzeyinden öteye gitmese de demokrasi açılımı, ekonomik liberalleşme ve
progamlarında içermiş olsalar da, Kemalist ilkelerin daha muhafazakâr bir yorumunu
sunmaları olmuştur.
DP’nin demokrasiyi geliştirme yönündeki söylemleri, her ne kadar iktidara
geldikten sonra bir kenara bırakılmış da olsa, söz konusu dönemde CHP’nin otoriter
yönetiminden rahatsızlık duyan her tür kitle için çekici bir unsur olmuştur. Mevcut
iktidarın ekonomi politikalarına bir alternatif olarak sunulan ekonomik liberalleşme
ise, savaş sonrası Türkiye’sinin gündemindeki temel sorun olan ekonomik sıkıntılara
bir çare olarak görülmekle halkı yakalamış ve desteğini kazanmıştır. Milli Koruma
Kanunu ve sıkı bürokratik denetim mekanizmaları kurularak yürütülen devletin
müdahaleci politikaları, artan enflasyon ve mal kıtlığı gibi sonuçlarıyla ekonomik
sıkıntılara çare olarak görünmüyordu. 603 Buna karşın, DP’nin ekonomik kalkınmaya
ve bu kalkınmayı gerçekleştirecek unsur olarak özel sektöre yaptığı vurgu ile birlikte
ekonomik liberalleşme söylemi özellikle işadamları çevresine oldukça cazip gelmişti.
Batı’da DP’nin ‘Türk Liberaller’ olarak adlandırılması da büyük oranda serbest
girişimciliğe yapılan bu vurguyla ilgiliydi. 604
Kimlik çerçevesinde baktığımızda ise daha önemli olan, DP’nin muhafazakâr bir
temelde kendi iktidarına kadar geçen sürede gerçekleştirilmeye çalışılan toplumsal
dönüşümün gözden geçirilmesi, bir başka deyişle Kemalist reformların dayandığı
Bu konuda ayrıntılı bir çalışma için bkz. Çalış, Hayaletbilimi ve Hayali Kimikler, özellikle s. 51101.
602
Ibid., s. 91.
603
Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, s. 23.
604
Ibid., s. 30.
601
183
temelin farklı bir biçimde yorumlanması gereğine dair öne sürdükleri ve iktidar
oldukları dönemde uygulamaya koydukları fikirler olmuştur. DP genel olarak
(Türkiye bağlamında) muhafazakâr düşünce diye tanımlayabileceğimiz ve devletin
batılılaşma anlamında modernleşme çerçevesinde, Kemalist reformlar yoluyla
yaratmaya çalıştığı ulusal kimliğin yeniden, ama geçmişe atıfla dinsel ve geleneğe
dayalı öğeler üzerinden yorumlanmasını ifade eden bir düşünce sistemine605
dayanmış, bir bakıma bu düşünce sisteminin siyasal ifadesi haline gelmiştir.
DP’nin siyasal alanda temsil ettiği ‘muhafazakârlık’, temelde toplumun gündelik
hayatına yerleşik olan kültürden 606 kaynaklanmıştır. Genel olarak öngörüldüğünün
aksine, Kemalist yeni insan’ın inşa süreci ve bu süreçte uygulanan reformlar
toplumsal tabanda bir değişim yaratmamış değildir. Reformların kitlesel olarak
onaylanmamış olduğu, dönüştürülmeye çalışılan insan’ın devlete yabancılaşmasına
yol açtığı ve toplumun kolektif hafızasında unutturulmaya çalışılan geçmişin,
değerleriyle birlikte silinmemiş olduğu yönünde yapılan tespitler doğru olmakla
birlikte, toplumsal tabanı etkilemeden teğet geçtiğini söylemek olanaklı değildir.
Cumhuriyet reform ve politikalarıyla laik/batılı kimliğe sahip yeni insan’ı yaratma
hedefi, içeriği farklılaşmış da olsa gerçekleşmiş, esas olarak bu inşa, yukarıdan
aşağıya dayatılanla, aşağıda mevcut olanın bir sentezi biçiminde tezahür etmiştir.
Başka bir deyişle, 1950’li yıllara baktığımızda yeni insan, kolektif hafızasından
silemediği geçmişi ile Kemalist batıcı/laik insanın bir sentezi olmuştur. Bu bağlamda
İslam, milliyetçilik, Kemalizm ve batılılaşma, muhafazakârlığın değerler sistemini
oluşturan ilginç bir sentez yaratmıştır. 607
Bu çerçevede, toplumda oluşmuş olan mevcut değerler sistemini temsil ettiği ve
esas olarak ulusal kimliği yaklaşımına uygun şekilde yeniden tanımlamak amacını
içerdiği öne sürülen DP’nin, zaman zaman öne sürüldüğü şekilde bütünüyle antiKemalist bir çerçeveden hareket ettiğini söylemek de doğru olmayacaktır. DP ve
savunduğu fikirler bir bakıma Kemalizm’e içsel dahi sayılabilir. Her şeyden önce DP
Nuray Mert, “Muhafazakârlık ve Laiklik”, Ahmet Çiğdem (der.), Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 336.
606
Kahraman, “Bir Zihniyet, Kurum ve Kimlik Kurucusu Olarak Batılılaşma”, s. 136.
607
Erol Göka, F. Sevinç Göral ve Çetin Güney, “Bir Hayat İnsanı Olarak Türk Muhafazakârı ve
Kaygan Siyasal Tercih”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 5: Muhafazakârlık, s. 304.
605
184
iktidarı CHP kadroları içinden çıkmıştır ve Kemalizm’in normatif çerçevesi içinde
düşünmeye devam etmektedirler, fakat Kemalist değerlerin Tek Parti iktidarı
tarafından yozlaştırıldığı düşüncesiyle bir düzeltme/yeniden yorumlama çabası
içindedirler. Bu noktada Ahmad’ın tespit ettiği gibi, DP’liler 1930’lar Kemalizm’ini
zorunlu bir Stalinizm olarak değerlendirmekte ve artık bu kötülüğe gerek
kalmadığını öne sürerek yeniden yorumlayabileceklerini düşünmektedirler. 608 Bu
yeniden yorumlama çabasının Kemalizm karşıtlığının en önemli işaretleri sayılan
dinsel/İslami unsurların kapsanmasıyla gerçekleştirildiği ve bu yolla Kemalizmi
toplumsal boyutta da sorunsallaştırmış olduğu tartışma götürmez bir durumdur.609
Fakat daha geniş bir açıdan bakıldığında, DP’nin de Kemalizm’in en kapsayıcı
ifadesi olan modernleşme çerçevesi içinde yerini bulduğunu ve Kemalizm’le bağını
bu ilişki üzerinden kurduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 610
Modernleşme kapsamında DP ile Kemalizm’in aynı geniş çerçevede dayanak
bulduğunu söylemekle birlikte, bir noktanın altının çizilmesi önemli görünmektedir.
Daha önce sözü edildiği şekilde, inşa süreci Kemalizm’inde modernleşme tartışmasız
batılılaşma ile eş anlamlarda kullanılırken, Kemalizm’in muhafazakâr yorumu
çerçevesi içinde değerlendirilen DP döneminde zihinsel anlamda bir ayrışma söz
konusudur. Kahraman’ın deyimiyle, 1950 sonrasında baskıcı kültürel batılılaşmanın
terk edildiği, bir tür ‘muhafazakâr modernleşme’ söz konusudur ve batılılaşma
Kemalist kadroların gözünde olduğu gibi bir öz değil, bir araç olarak
algılanmaktadır. 611 Son tahlilde DP hareketi modernleşmeyi evetleyen ama radikal
batıcılığı reddeden kitlelerin temsil edildiği bir oluşum halini almıştır. 612 Bu
bağlamda batılılaşma, kimlik inşa edici bir unsur olarak görülmemiş ve kimliğin
kurucu unsurları konusundaki algılama da batılı/laik insanı yaratma özünden
Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, s. 133.
Tanıl Bora ve Yüksel Taşkın, “Sağ Kemalizm”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II:
Kemalizm, s. 531. Bora ve Taşkın DP’yi de içerdikleri merkez sağ görüşleri sağ Kemalizm olarak
tanımlamaktadır.
610
Bu konuyu da kapsayan, fakat genel çerçeve olarak Muhafazakâr düşünce açısından konuya
yaklaşan bir çalışma için Öğün, Türk Politik Kültürü, s. 311-375, bu konuda özellikle s. 312-317’ye
bakılabilir.
611
Kahraman, “Bir Zihniyet, Kurum ve Kimlik Kurucusu Olarak Batılılaşma”, s. 136-137.
612
Göka, Göral ve Güney, “Bir Hayat İnsanı Olarak Türk Muhafazakârı ve Kaygan Siyasal Tercih”, s.
306.
608
609
185
uzaklaştıkça değişmiş, nihayetinde kurucu mantığın ötekileştirdiği İslam unsuruyla
yeniden tanımlanmaya başlamıştır.
Bu noktada, kültürel düzeyde ya da daha doğru bir anlamda ulusal kimlik
tanımlarında modernleşmenin çerçevesinin batılılaşmadan ayrışmış olmasının, dışsal
alanda Batı’yla bütünleşme önünde bir engel oluşturmamış olması, hatta aksine
Batı’yla bütünleşme çabalarının en fazla ivme kazandığı dönem olması ilginç
görünmektedir. Bir önceki bölümde, ‘Etkileşim ve Kimlik Kurucu Etkisi’ ve ayrıca
‘Uluslararası Sistemin Yapısı’ ana başlıkları altında söz edildiğinden burada tekrar
edilmeyecek olan, Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında Batı’yla bütünleşme konusunda
özellikle NATO üyeliği ile ABD’ye bağımlılık üzerinden gösterilen heveslilik belki
de ilginç olmanın ötesinde, devletin kimliğinin (dış politikasını belirleyen
kimliğinin), aslında mevcut ulusal kimliğinden farklı olduğu yönündeki –bu
çalışmanın temelinde yer alan- savı da destekler bir durum ortaya çıkarmaktadır. DP
hükümetinin Batı dışındaki bölgeler, daha doğrusu Ortadoğu konusunda göstermiş
olduğu açılım ve atılımın da yine Batılı ve Batıcı politikalara paralel bir düzlemde
ilerlemesi, Ortadoğu’ya yönelmiş görünen Türkiye’nin aslında bölgede Batı’yı
aradığının, dolayısıyla devlet kimliğinin -ulusal/toplumsal düzeyde aidiyet formları
ne ölçüde yeniden tanımlanmaya tabi olsa da- değişmediğinin göstergesidir.
DP dönemine yüklenen muhafazakârlığın kendisini farklılaştıran en önemli
bileşeni, bilindiği gibi din/İslam unsurudur. DP iktidarı sırasında laiklik uygulamaları
gevşetilmiş ve İslam’a hiçbir kayıt getirilmemiştir. İlk aşamada ezanın Arapça
okunması üzerindeki yasak kaldırılmış ve müezzinlerin tercihine bırakılmış,
radyolarda dini programlara izin verilmiş ve okullarda din dersleri fiilen zorunlu hale
getirilmiştir. Ancak laikliğin gevşetilmesi yönünde ilk girişimlerin, DP iktidarında
laikliğin muhafızları rolünü üstlenecek olan CHP tarafından gerçekleştirildiği de bir
gerçektir. 1949’da imam hatip okullarının açılması, ilkokulda din dersleri okutulması
(çocukları için din dersi isteyen ailelerin dilekçe ile başvurması uygulaması yerine,
istemeyen ailelerin başvurması uygulaması getirilmiş), Tekke ve Zaviye kanununda
yapılan değişiklikle bazı türbelerin ziyarete açılması ve Şubat 1949’da Ankara’da
186
İlahiyat Fakültesi’nin açılması aslında toplumsal tabanın bu yönde bir talebinin
olduğunun 613 CHP tarafından fark edildiğinin bir göstergesi olsa gerektir.
Buna karşın, DP iktidarı her tür CHP ve uygulamalarına karşıtlığın bir bileşeni
haline gelince, DP iktidarını bu konuda önlemler almaya zorlayacak bir aşırılığa yol
açmıştır. Örneğin, 1951’de İçişleri Bakanlığı valilere Atatürk’ün büst, heykel ve
resimlerini korumaları için gereken önlemleri almalarını emreden bir genelge
göndermiş, İslamcı/gerici yayınlara karşı davalar açılmış ve hatta laiklik ilkesini ihlal
ettiği gerekçesiyle Millet Partisi kapatılmıştır. Yine de, özellikle 1954 seçimleri
sonrasında, en başta ülkenin ekonomik durumunun kötüleşmesi nedeniyle DP taban
kaybetmeye başladığını fark edince, İslam’ı daha açıkça siyasal bir araç olarak
kullanmaya başlamıştır. 614
2. 27 Mayıs ve 12 Eylül: Türk Siyasetinin Deus Ex Machina’sı
Türkiye’nin çok partili demokrasi denemesi, ordunun 27 Mayıs 1960’ta yönetime el
koyması sonucu ilk kez –ama son olmayacak- bir kesintiye uğramıştır. Darbe günü
Ankara radyosundan yapılan açıklamada, müdahalenin ülke demokrasinin içine
düştüğü kriz nedeniyle, kardeşin kardeşi vurmasını önlemek ve partileri içine
düştükleri uzlaşmazlık durumundan kurtarmak için yapıldığı söylenmişti. 27 Mayıs
1960’ta silahlı kuvvetlerin bu müdahalesi, orduyu hem beklenti düzeyinde, hem de
pratikte ilerideki onyıllar içinde sistemin tıkandığı, çıkmaza girdiği her an ortaya
çıkıverecek ve Türk siyasi hayatını ‘olması gereken’ düzenine döndürecek bir deus
ex machina 615 konumuna yerleştiren bir geleneğin başlatıcısı olmuştur denilebilir. Bu
gelenek daha çok, ordunun Kemalist ilkelerin koruyucusu olmasına, üstelik Anayasal
Zürcher’e göre, DP zamanında İslam’ın dirilişi diye endişe duyulan şey aslında yalnızca halk
kitlesinin yaşamaya devam eden geleneksel kültürüydü. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi,
s. 340.
614
Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, s. 363-372.
615
Deus ex machina, tam çevirisi makinadan Tanrı olan Latince bir kalıptır. Dramalarda, beklenmedik
bir anda, beklenmedik bir karakterin, beklenmedik bir yerden ortaya çıkarak bir anda sorunları
çözmesi için kullanılan bir kalıptır. Genellikle Yunan Antik Tiyatrosunda, çok başvurulan bir
yöntemdir ve hikaye karmaşıklaşıp, içinden çıkılmaz bir hal aldığında bir anda mitolojik Tanrıların
ortaya çıkıp duruma ek koyması ve hikayedeki karmaşayı çözmesi şeklinde uygulanmıştır. Makine
terimi, söz konusu Tanrıların ipli bir düzenekle havadan sahneye indirilmesi dolayısıyla bu düzeneğe
verilen isimden kaynaklanmaktadır.
613
187
bir nitelik olarak dayandırılmıştır.616 Bir bakıma “devleti kurtarmak” misyonunun
ardından “devleti kurmak” misyonunun da tamamlandığını gören ordu, bu tarihten
sonra “demokrasiyi kurtarmak” olarak adlandırılabilecek yeni bir misyon
üstlenmiştir. 617 Ordu siyasete 27 Mayıs sonrasında, birisi 12 Eylül 1980’de yine
doğrudan, diğerleri de 12 Mart 1971 ve 27 Şubat 1998’de hükümete verilen
muhtıralar şeklinde olmak üzere üç kez daha müdahale edecektir, fakat bu yönde
toplumsal tabandaki (olumlu-olumsuz) beklenti, pratikte uygulanandan daha yerleşik
hale gelecektir.
İktidarı ele geçiren ordu siyasete müdahale ettiği anda amacının yönetimi sivil
otoriteye devretmek olduğunu açıklamış ve bu yönde de hareket etmiştir. Fakat
öncesinde kendisine Milli Birlik Komitesi (MBK) adını vermiş olan askeri cunta
basit bir hükümet değişikliğiyle yetinmenin yeterli olmayacağı düşüncesiyle, Türk
siyasal hayatında yeni bir sayfa açacak olan yeni bir anayasa hazırlanması işine
girişmiştir. 618 Beş kişilik bir profesörler kurulu tarafından hazırlıklarına başlanmış
olan ve bir Kurucu Meclis tarafından tamamlanan 1961 Anayasası, kendisini
önceleyenden çok farklı, liberal içerikli bir anayasa olmuştur. En başta siyasal
partiler yasasını nispi temsil sistemine dönüştürerek siyasal yelpazede yer alan tüm
görüşlerin TBMM’ye yansımasını sağlamış olması siyasal yaşamda önemli
değişimlere yol açmıştır.
27 Mayıs özellikle büyük kentlerde, aydınlar ve hatta basın tarafından 619 büyük
oranda memnuniyetle karşılanmış, fakat bu kesimler dışındaki büyük çoğunluk
şaşırtıcı şekilde sessiz kalmıştır. Yeni anayasa için 9 Temmuz 1961’de yapılan
referandumun sonuçları ise sessiz çoğunluğun büyük oranda, ortadan kaldırılmış da
olsa DP’ye bağlılığının (oyların %33,8’inin aleyhte olması) devam ettiğinin bir
1961 Anayasası’nın 111. maddesi, milli güvenlikle ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun
sağlanmasında yardımcılık etmek üzere gerekli temel görüşleri Bakanlar Kurulu’na bildiren bir organ
olarak Milli Güvenlik Kurulu’nu (MGK) yaratmıştır. (1972’de yapılan bir anayasa değişikliğiyle
MGK, kararlarını “bildiren” bir kurum olmaktan çıkartılarak “tavsiye eden” bir kurum konumuna
çıkartılmış, dolayısıyla ordunun siyasetteki rolü de artırılmıştır.) Özbudun, Çağdaş Türk Politikası,
s. 99.
617
Nurşen Mazıcı, “27 Mayıs, Kemalizmin Restorasyonu Mu?”, Ahmet İnsel (der.), Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm, s.558.
618
Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 352.
619
Mazıcı, “27 Mayıs, Kemalizmin Restorasyonu Mu?”, s. 562-565.
616
188
göstergesi olmuştur. 620 Zaten darbe sonrası yapılan ilk genel seçimler de bu durumu
destekler bir şekilde sonuçlanacaktır.
Darbenin ardından, sivil siyasete önce siyasi partiler üzerindeki yasak
kaldırılarak, yapılacak seçimler için yeni partilerin kurulmasının önü açılmıştır. Bu
ilk dalgada, sonradan varlık gösteremeyecek olan birçok siyasi parti kurulmuş,
özellikle de DP’nin devamı olmak bağlamında ve Demokrat adını kullanmak
amacıyla kurulan partiler, İçişleri Bakanlığı’nın hiçbir partinin Demokrat adını
kullanamayacağına yönelik kararıyla kapanmıştır. 621 Oysa Demokrat Partinin
mirasını devralmak ve sürdürmek için partinin adında Demokrat olmasının
gerekmediği, Adalet Partisi’nin (AP) kuruluşu (Şubat 1961) sonrası gelişmelerle
anlaşılacaktır. AP ile aynı tarihte kurulan, Türkiye İşçi Partisi (TİP), Yeni Türkiye
Partisi (YTP) ve Güven Partisi (GP) dönemin siyasetinde nispeten daha etkili olacak
olan partiler olmuşlardır.
15 Ekim 1961’de yapılan ilk genel seçimlerin sonucu, DP yaklaşımının hala
ülkedeki en önemli güç olduğunun göstergesi olmuştur. DP’nin muhafazakar
yaklaşımının en ciddi temsilcisi AP seçimde 158, CHP 173 milletvekili çıkarmıştır,
fakat AP ile birlikte 54 milletvekiliyle CKMP ve 65 milletvekili çıkaran YTP de aynı
zihniyetin temsilcileri olarak toplamda CHP’nin üstünde bir güçle meclise girme
olanağı bulmuştur. 622 Buna göre denilebilir ki, CHP’nin temsil ettiği düşünülen
devlet kimliğine bir alternatif aidiyet formu olarak ortaya çıkan ve farklı dozlarda da
olsa muhafazakârlığın, milliyetçiliğin ve İslam’ın bir bileşkesi olarak temsil edilen
kimliğin gücü, onu temsil eden güçler devlet eliyle engellenmiş de olsa 27 Mayıs’ın
hemen ardından dahi hala yerindedir.
27 Mayıs sonrasında bu durumun farkına varılmış olduğu açıktır. En basitinden,
DP’ye özellikle dini siyasete alet etmeleri bakımından yapılan sert eleştirilere
rağmen çok katı laik politikalara geri dönülmemiş olması bunu kanıtlamaktadır.
Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 358.
Örneğin, Fuat Köprülü öncülüğünde kurulan Yeni Demokrat Partisi ve adında olmadığı halde
amblemi DP şeklinde olduğundan Devrim Partisi İçişleri bakanlığının kararıyla faaliyete geçemeden
kapanmışlardır. Muzaffer Sencer, Türkiye’de Siyasal Partilerin Sosyal Temelleri (İstanbul: May
Yayınları, 1974), s. 267-268.
622
Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 359.
620
621
189
Gerçekte türbelerin onarılması, yeni camilerin inşa edilmesi ya da okullarda din
eğitimi üzerinde daha özenle durulması gibi uygulamalar, tabanın taleplerinin devlet
eliyle tatmin edilmesi suretiyle İslamcılığın kontrol altına alınmasına yönelik
olmuştur, ama bu da bir nevi farkındalığın sonucu olmuştur. 1961 Anayasası’na dinin
siyasal amaçla kullanılmasını yasaklayan bir madde eklenmesi de 623 bununla ilintili
bir durum olarak ortaya çıkmıştır. Yani devlet, bir yandan İslam’ı (İslamcılığı)
kontrol altına almak üzere dinsel öğeleri de kendi eliyle kullanmaya çalışırken, diğer
yandan kontrol edememe endişesini üzerinden atamamış ve buna karşı önlemlerini
de almak üzere harekete geçmiştir.
1965’e kadar koalisyon ortaklığı yapmış, kurabilmiş olan AP ise, 1965’te iktidar
olmayı başardıktan sonra, DP’ye benzer bir şekilde temsil ettiği tabanın farkında
olarak bu tabana yönelik politika yapmakta gecikmemiştir. Partinin İslami niteliği
sıkça vurgulanmakla birlikte, Süleyman Demirel dönemi AP’sinin daha öne çıkan bir
özelliği ise sol-komünizm karşıtlığı olmuştur. Komünizm karşıtlığı ile İslam vurgusu
aslında birbirinden çok ayrılamayacak unsurlar olarak hep birarada olmuş 624, fakat
1961 Anayasası’nın siyaset bağlamında sağladığı özgürlük ortamında kendini çok
daha fazla ve açık ifade etme olanağı bulan sol/komünist görüş ve oluşumlara ‘karşı
olmak’, muhafazakârlar için dönemin en önemli birleştirici unsuru olarak işlemiştir.
1960’ların ilk yarısında solda Amerikan karşıtlığının yükselişi ve özellikle dış
politika konusunda DP döneminde yaratılan ABD ve Batı bağımlılığının sol
görüşlerce eleştirisi, İslam’ı kullanma derecesini artırdığı kadar, muhafazakâr sağın
ayrışması ve içinden farklı siyasal oluşumlar çıkarması sürecine de etkide
bulunmuştur.
623
(19. Md) Kimse, Devletin sosyal, iktisâdî, siyasî veya hukûkî temel düzenini, kısmen de olsa, din
kurallarına dayandırma veya siyasî veya şahsi çıkar veya nüfuz sağlama amaciyle, her ne suretle
olursa olsun, dinî veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye
kullanamaz. Bu yasak dışına çıkan veya başkasını bu yolda kışkırtalar, kanuna göre cezalandırılır;
dernekler, yetkili mahkemece ve siyasi partiler Anayasa Mahkemesince temelli kapatılır. Suna Kili ve
Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri: Sened-i İttifaktan Günümüze (İstanbul: Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, 2000), s. 178.
624
Bilindiği gibi, komünizme karşı İslam vurgusu dönem olarak sadece Türkiye’ye özgü bir durum
değildir. İslam’ın komünizme karşı bir panzehir olarak kullanılması fikri, temelde ABD’nin Ortadoğu
politikası kapsamında yayınlanan bir belgeyle (NSC 5820/1) ABD’de üretilmiştir. Ahmad, Bir
Kimlik Peşinde Türkiye, s. 158.
190
1970’lere gelindiğinde AP çatısı altında, daha İslamcı kanat ayrılarak kendi
partisini kurmuş, radikal milliyetçiler ise Alparslan Türkeş’in Milliyetçi Hareket
Partisi (MHP) 625 altında birleşmişlerdi. Bu tarihlerde artık muhafazakârlık yeterince
birleştirici olma gücünü yitirmiş, İslamcı ve daha reaksiyoner milliyetçi unsurlar
ayrışmıştır. Necmettin Erbakan’ın Milli Nizam Partisi (MNP) ve Türkeş’in MHP’si
henüz AP’ye ciddi birer siyasal rakip olacak düzeye gelememiş olsalar da, daha
ilerde görüleceği gibi ayrışma zaman içinde toplumsal tabanda da içselleştirilerek söz
konusu grupları iktidara kadar taşıyacaktır. Esasen, AP’nin temel siyasi kadroları, DP
örneğinde
görüldüğünden
çok
farklı
olmayan
bir
biçimde,
Cumhuriyet
modernleşmesinin muhafazakâr yorumu ötesinde Cumhuriyet devletinin modern
kimliğinden çok da uzak değildirler. Bir başka deyişle, AP yöneticileri AP’ye oy
veren kitlelerden daha az İslamcı bakış açısına sahip olmuşlardır. 626 İslam’ı temsil
etme misyonunu üstlenerek oluşan MNP gibi oluşumlar, aynı zamanda 194550’lerde DP için olduğu gibi, toplumdaki sosyo-ekonomik değişimlerden de
beslenmişlerdir. Sanayileşmenin giderek büyük sermayenin lehine işlemesi, küçük
çiftçi, tüccar ve esnaf gibi kesimlerde önemli statü kayıplarına yol açmış, statü
kayıplarını Batı’ya açılmakta gören kitleler kendilerini AP politikalarına muhalif ve
büyük oranda da İslamcı kesimlere yakın bulmuşlardır. 627
Türkeş’in MHP’si ise, MNP ile hemen aynı tabakadaki kitlelerin oylarıyla
ilgilenmekte ve bu bağlamda belirli oranda İslami doz kullanmakta olsa da, söz
konusu dönemde en fazla komünistlere karşı mücadelesi ve bu mücadelenin
yöntemiyle
öne
çıkmış
bir
parti
görünümündeydi.
Partinin,
milliyetçilik
kılavuzluğunda, Türk-İslam uygarlığını canlandırmak ve yeniden kurmak amacıyla
kurulduğunu ve siyasetle ilişkilerinin olmadığını açıkladığı 628 gençlik örgütlerinin
(Bozkurt) olaysız sokak gösterileriyle başlayan komünizme karşı mücadelesi, kısa
sürede komünistlere (solcu öğrenci, akademisyen, yazar ve hatta siyasetçilere) karşı
MHP, 8-9 Şubat 1969’da yapılan kongrede Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin (CKMP) adının
değiştirilmesiyle kurulmuştur.
626
Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne, s. 91.
627
Ahmet N. Yücekök, Türkiye’de Örgütlenmiş Dinin Sosyo-Ekonomik Tabanı (1946-1968)
(Ankara: Sevinç Matbaası, 1971), s. 101-102.
628
Jacob M. Landau, Türkiye’de Sağ ve Sol Akımlar, çev. Erdinç Baykal (Ankara: Turhan Kitabevi,
1979), 307.
625
191
düzenlenen silahlı eylemlere dönüşerek 1970’lerde Türkiye’nin sağ-sol çatışması
olarak içine düştüğü kargaşa ortamına büyük etkisi/katkısı olmuştur.
Söz edilen çatışma ortamı 1971 yılına gelindiğinde, silahlı kuvvetlerin bir kez
daha bozulan düzeni yerli yerine oturtmak üzere siyasete müdahale etmesinin bir
gerekçesi olarak kullanılacaktır. 12 Mart 1971’de Genelkurmay Başkanı ile Kara,
Hava ve Deniz kuvvetleri komutanları, Cumhurbaşkanı, Meclis ve Senato
başkanlarına birer muhtıra vererek, anarşiyi sona erdirebilecek ve anayasaca
belirlenmiş reformları uygulayabilecek güçlü bir iktidarın kurulmasını, aksi halde
anayasal hakkı olarak iktidara el koyacağını bildirmiştir. 629 Muhtıra üzerine Demirel
hükümetten istifa etmiş, fakat ordu iktidara el koymayı tercih etmemiş olduğundan,
CHP’li (ama daha sağda olan) Nihat Erim başkanlığında ‘partilerüstü’ bir hükümet
kurdurmuştur.
Muhtıra sonrası hükümetler, birincil iş olarak yeniden asayiş ve düzenin
sağlanması işine yönelerek ve düzeltilmesi gerekenin solcular olduğuna karar vererek
öğrenci ve gençlik örgütlerinden derneklere her tür sol hareketi yok etmek üzere
harekete geçmişlerdir. Bu süreçte, liderleri komünist propaganda yapmakla suçlanan
Türkiye İşçi Partisi (TİP) de kapatılmıştır. MNP de aynı süreçte kapatılmış, fakat
birkaç ay içerisinde Milli Selamet Partisi (MSP) adıyla yeniden kurulurken herhangi
bir engelle de karşılaşmamıştır.
Kitlelerin gözünde yukarıdan dayatılan reformları, batılılaşmayı, laikliği,
Kemalizm’i ve aslında Cumhuriyet devletini temsil ettiği oranda kaybettiğinin
ayırdına varan CHP ise, 1960’ların ortalarında başladığı arayışını (İnönü’nün 1965
seçimlerinden önce partiyi ortanın solu’nda tanımlaması), 1970’lere gelindiğinde
özellikle devletin ve bürokrasinin partisi ‘olmama’ kararıyla önemli bir noktaya
ulaştırmıştı. Geçmişin temsilcisi İnönü’yü de, yeniliğin temsilcisi Bülent Ecevit’le
değiştirmek (1972) kitlelerin partisi olma isteğine de katkıda bulunacaktı.630
Geleneksel devlet otoritesiyle (eşittir Kemalizm’le) parti arasına belirli bir mesafe
koymayı başarabilmiş olmasının CHP için ne derecede önemli olduğu, muhtıra
sonrası olağan siyasi hayata dönüldüğünde çok çabuk ortaya çıkacaktır. Söz konusu
629
630
Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 375.
İsmail Cem, Siyaset Yazıları: 1975-1980 Türkiye’si (İstanbul: Cem Yayınevi, 1980), s. 353.
192
dönem, CHP’nin sağ-muhafazakârlık karşısında yenilgiye uğramadığı tek dönem
olacaktır. CHP’nin 1973 ve 1977 seçimlerinde sağ-muhafazakâr AP karşısında
birinci parti olması, elbette yalnızca CHP’deki bu değişiklikle açıklanabilecek bir
durum değildir. TİP’in kapatılmasının sol tarafından doldurulması beklenen bir
boşluk yaratmış olduğu ve CHP’nin yeni benimsediği sosyal demokratlığın bu
boşluğu doldurmak konusunda umut vermiş olduğu doğru olmakla birlikte, sağ
siyasetin aşırı bölünmüş olması da göz ardı edilemeyecek bir etkendir. Zaten
1970’lerdeki bu hava sona erdiğinde, CHP yine eski konumuna dönecek ve
geçmişten gelen Türkiye’nin ‘yeni’ insanlarıyla devlet arasındaki benimsememe
durumu 631 kendini göstermeye devam edecektir.
Toplumsal algılamalarda çok önemli bir değişiklik olmadığının bir diğer işareti
de, Erbakan’ın kapatılan MNP’nin yerine kurduğu MSP’nin seçimlerden üçüncü
parti olarak çıkabilmiş olmasıdır. İslami esaslara dayalı ekonomi vurgusuyla, İslami
köktencilikten daha fazla bir tür İslam sosyalizmini andıran görüşleriyle MSP,
bundan sonrasında siyasal İslamın, sağ-muhafazakârlık şemsiyesinden ayrı, ciddi bir
potansiyel olarak dikkate alınmasının da yolunu açmıştır. 632
1971 müdahalesi sonrası, 1973 seçimleriyle normal siyasete dönülmüş olmasına
karşın, Türkiye’de işlerin normalleştiği söylenemez. Özellikle zayıf koalisyonlar,
hükümet krizleri ve onu izleyen ekonomik kriz ve Hale’in, Hobbes’un Leviathan’ına
atıfla, “herkesin herkese karşı savaştığı” durum 633 olarak tanımlayabileceği kadar
çıkmaza girmiş olan toplumsal çatışma ortamı, işleri içinden çıkılmaz hale getirmiş,
oyuncu ve senaristlerin düğümlendiği noktada da devreye, bir kez daha deus ex
machina girmiştir.
Görevini ‘demokrasiyi siyasetçilerden kurtarmak’ olarak tanımlamış olan 634 ordu,
darbeden sonra kurulan Milli Güvenlik Konseyi aracılığıyla ve başkanlığında Kenan
Evren olmak üzere tüm iktidarı eline almıştı. Darbeden bir hafta kadar sonra (21
Levent Köker, “Liberal Muhafazakârlık ve Türkiye”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt
V: Muhafazakârlık, s. 288.
632
Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, s. 171.
633
William Hale, Türkiye’de Ordu ve Siyaset: 1789’dan Günümüze, çev. Ahmet Fethi (İstanbul:
Hil Yayınları, 1996), s. 196.
634
Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 406.
631
193
Eylül) emekli bir amiral olan Bülend Ulusu başkanlığında, üyeleri büyük çoğunlukla
emekli subay ve bürokratlardan oluşan yeni kabine oluşturulmuş, fakat kabinenin
faaliyetleri Milli Güvenlik Konseyi’nin kararlarını uygulamaktan öteye gitmemiştir.
Ardından, siyasal hayatı normale çevirmek ve ‘terörü’ durdurmak adına ilk iş olarak
mevcut tüm siyasal partilerin faaliyetleri durdurulmuş, parti liderleri tutuklanmış ve
aynı zamanda birkaç hafta içinde sayısı onbinleri geçmiş (bir yıl sonra
tutuklananların sayısı 120 bini geçecekti) olan tutuklamalar sonucu toplumsal
çatışma yok denecek kadar azaltılabilmişti.635
Milli Güvenlik Konseyi belirli bir ‘düzen’ kurduktan sonra, Ekim 1981’de yeni
bir anayasa hazırlanması konusunda girişimleri başlatmış ve yeni anayasa
referandumdan geçtikten sonra normal siyasal hayatın yeniden başlayacağını
açıklamıştır. Fakat bu süreç içerisinde 1980 parlamentosunun tüm üyelerini beş
yıllığına, parti liderlerini de on yıllığına her tür siyasi faaliyetten uzaklaştıracak yeni
kanunlar çıkarılmış 636, bir bakıma yeni rejimde eski siyasetçilere yer verilmemesi
konusunda kararlı bir tutum takınılmıştı. 1960 Anayasası’nın hükümlerini tersine
çevirir hükümler üzerine kurulmuş olan yeni anayasa, Cumhurbaşkanı’na en başta
parlamentoyu feshedip seçim kararı alma yetkisi de tanıyarak Cumhurbaşkanlığı’nın
yetkilerini artırmıştır. Yine, 1971’de hükümete ‘bildiren’ bir kurumdan, ‘tavsiye
eden bir kurum’a dönüştürülen MGK, bu sefer “alınmasını zorunlu gördüğü
tedbirlere ait kararların öncelikle dikkate alınmasını sağlayan” bir kurum konumuna
getirilmiştir. 637 Bunların yanında basın özgürlüğü, sendikal özgürlükler ve kişi hak
ve özgürlükleri de büyük oranda kısıtlanmıştı. Bu kısıtlamalar, toplumun siyaset
dışında tutulması planı üzerine hareket eden 638 bir oluşumun doğuracağı anayasa
bağlamında kaçınılmaz hükümlerdi.
Yeni anayasa 7 Kasım 1982’de yapılan referandumda, %91,4 evet oyuyla kabul
edildikten sonra, yeni seçimlerin 1983’te yapılabileceği açıklanmış ve ardından yeni
Siyasi Partiler yasası ilan edilerek yeni partilerin kurulabilmesinin önü açılmış oldu.
635
Ibid., s. 407.
Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, s. 188.
637
Gencer Özcan, “Türkiye’de Siyasal Rejim ve Dış Politika”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış
Politikasının Analizi (İstanbul: Der Yayınları, 1994), s. 297.
638
Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, s. 186.
636
194
Yeni kurulacak siyasi partiler için, Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanma
koşulu, kurulan onbeş partiden yalnızca üç tanesinin 6 Kasım 1983’te yapılan genel
seçime katılabilmesine yol açmıştır. Onaylanmayan paritler içinde AP’nin ve
CHP’nin devamı olduğu bilinen Doğru Yol Partisi (DYP) ve Sosyal Demokrasi
Partisi de yer almıştı. Milli Güvenlik Konseyi’nin onayından geçen partiler, askeri
yönetimin açıkça desteklediği Milliyetçi Demokrasi Partisi, CHP’nin geleneksel
kanadını temsil ettiğini söyleyebileceğimiz Halkçı Parti ve 1980 sonrası siyasal
yaşama izlerini bırakacak olan Turgut Özal’ın Anavatan Partisi (ANAP)’dı. Özal’ın
partisi yönetimin açık desteğine sahip olmamakla birlikte, bu durum onun avantajına
olmuş ve askeri yönetimin artık siyasette olmasını istemeyenler için tek demokratik
seçenek olarak göründüğünden % 45,14’ünü alarak Meclis’te salt çoğunluğu
sağlamayı başarmıştır.
ANAP, aslında geçmiştekinden farklı olarak eski partilerin hiçbirinin doğrudan
devamı olmayan yeni bir partiydi ve büyük oranda siyasal kısıtlamalar dolayısıyla
AP’den MHP’ye ve hatta CHP’ye kadar tüm eski oluşumların unsurlarını içinde
barındırmaktaydı. Bu bağlamda, muhafazakârlığı, milliyetçiliği, İslamcılığı ve hatta
sosyal
adalete
olan
inancından
dolayı
solculuğu
(ortanın
solu)
dahi
sahiplenmekteydi. 639 Esasen Özal ve partisinin siyasal yaklaşımlarının temelinde
yatan düşünce olan ‘Türk-İslam Sentezi’ 640 bağlamında bakıldığında bu garip gibi
duran birleşim, abartılı da olsa olanaksız değildi. 1960’lı yıllardan sonra gelişen ve
esas olarak 1970’li yıllarda Aydınlar Ocağı 641 tarafından formüle edilen Türk-İslam
Sentezi, sağcı muhafazakâr bir çizgide, din ile milliyetçiliği buluşturan bir sentez
639
Ibid., s. 191.
Türk-İslam Sentezi konusunda, İbrahim Kafesoğlu, Türk-İslam Sentezi (İstanbul: Ötüken
Yayınları, 2008); Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk
İslam Sentezine, Yüksel Taşkın, “Muhafazakâr Bir Proje Olarak Türk-İslam Sentezi”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 5: Muhafazakârlık, s. 381-401;
641
Temeli 1960’lı yıllarda kurulan ve 1965’te kapanan Aydınlar Kulübü’ne dayanan Aydınlar Ocağı,
14 Mayıs 1970’te İbrahim Kafesoğlu başkanlığında kurulmuştur. 1970’li yıllar boyunca, seminer ve
kongreler gibi bilimsel toplantılar düzenleyerek görüşlerini geliştirmek ve yaymak üzerine
yoğunlaşmışken, 1980 darbesinin ardından Türk-İslam sentezinin yeni yönetimce benimsenmesiyle
bir bakıma resmileşmiş olması, Ocağın çalışmalarının da onaylanması sonucunu doğurmuştur. Zaten
1980 sonrasının, Özal dâhil, sağ muhafazakâr/milliyetçi siyasetçilerinin yolu 1970’lerde bu Ocak’tan
geçmiştir. Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk İslam
Sentezine, s. 57-59.
640
195
olarak ortaya koyulmuştur. 642 Bu bağlamda, Türklerin kendi geçmişleriyle İslamiyet
geçmişi arasında bir sentez yapan, Türk kimliğini İslam aracılığıyla tanımlayan
milliyetçi bir ideolojidir. Türk-İslam Sentezinde ‘Milli Türk Kültürü’ne dönüş öne
çıkarılmakla birlikte, İslam, Türk kültüründen üstün tutulur, fakat Türk kültürü de
İslamiyet’in körelmesini önlemiş bir unsur olmak bakımından önemsenmektedir. Bu
çerçevede, siyaseten İslamcılıktan farklılaşmaktadır. 643
Bu noktada, Türk-İslam sentezinin Özal’ın siyasete hakim olmasından itibaren
Türk siyasetine dahil edilmediği, aslında Türk-İslam Sentezi’ne ilk olarak 1980
darbesinin askeri yönetiminin sahip çıktığı, bir bakıma devletin yeni ideolojisi olarak
benimsemiş olduğu belirtilmeden geçilmemelidir. 644 Zürcher’e göre, komünizmi
devletin en büyük düşmanı olarak görmeye koşullanmış olan ordu, milliyetçilik ve
devletle dost bir İslam anlamına gelen Türk-İslam Sentezi’ni, bir panzehir olarak
kullanmaya kararlıydı. Bir başka deyişle, Türk-İslam Sentezi’nden beklenen, hem
toplumu depolitize etmek, 645 hem de ideolojik olarak parçalanmış toplumda yeni bir
toplumsal fikir birliği sağlamak olmuştur. 646 Vatan, ordu, anne, baba sevgisinin dini
bir görev gibi sunulduğu ‘Din ve Ahlak’ derslerinin askeri yönetim zamanında bütün
okullarda zorunlu hale getirilmiş olması bu durumun uygulamalarından sadece
birisidir. 647
Türk-İslam Sentezi üzerinden, milliyetçi-muhafazakâr bir çizgide toplumu
dönüştürme hedefi, 12 Eylül rejiminin devletin geleneksel mantığını da aynı çizgide
yeniden yorumlamasına ve sol Kemalizm’e karşı duyulan rahatsızlık dolayısıyla
yeniden adlandırılmasına yol açarak 12 Eylül Atatürkçü’lüğü diyebileceğimiz bir
Çalış, Hayaletbilimi ve Hayali Kimikler, s. 113.
Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine, s.
56-57.
644
M. Hakan Yavuz, “Değişen Türk Kimliği ve Dış Politika: Neo-Osmanlıcılığın Yükselişi”,
Türkiye’nin Dış Politika Gündemi, s. 49.
645
Yavuz, “Değişen Türk Kimliği ve Dış Politika: Neo-Osmanlıcılığın Yükselişi”, s. 48.
646
Zerrin Kurtoğlu, “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Siyaset: Pozitivist Yönetim İdeolojisinin
İslam’ın Siyasallaşmasına Katkısı”, Yasin Aktay (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt
VI: İslamcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 213.
647
Gerçi Türk-İslam Sentezi’nin, bir diğer deyişle Aydınlar Ocağı’nın etkisi 12 Eylül askeri rejimine
sundukları anayasa taslağının izlerinin 1982 Anayasası’nın da bulunabilmesi, hatta 24 Ocak
kararlarının hazırlanışındaki öncü rolleri ile de rahatlıkla görülebilecek kadar açıktır. Copeaux, Tarih
Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine, s. 62.
642
643
196
çerçeve ortaya çıkarmıştır. Bu çerçeve Atatürkçülükle, muasır medeniyetler
seviyesine yükselme bağlamında modernleşmeye bağlılık sürdürülmüştür, fakat
kültürel politikalarda da ortaya koyulduğu şekilde, sağ değerlerle örtüşecek biçimde
restore edilmiştir. 648 Esasen, 12 Eylül’ün Atatürkçülüğü (ya da sağ Kemalizm),
Kemalizm’i muhafazakâr çevrelerle yapılan ittifaka ters düşmeyecek bir biçimde/ya
da bu amaçla doğrudan milliyetçilikle tanımlamaktadır. Nihayetinde, Kemalizm’in
‘sol’ yorumundan arındırılmış bir Atatürkçülük ve aynı zamanda batılılaşma
anlamından ayrılmaya başlayan bir modernleşme kavramı, ulusal zeminde daha fazla
onaylanabilecek olması bakımından devlet eliyle uygulamaya koyulmuştur.
Başlatıcısı 12 Eylül rejimi olmasına karşın, Türk-İslam sentezi çerçevesindeki
uygulamalar 1983 sonrası Özal iktidarı ile daha fazla belirginlik kazanmış ve bazı
görüşlere göre asıl bu dönemde resmileşmiştir. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT)’nın
1983’te ulusal birliği sağlamlaştırmak için İslami ahlakın eğitime yeniden dahil
edilmesini önerdiği 649 Milli Kültür Raporu, Türk-İslam Sentezi’ne devlet politikası
niteliği kazandıran unsur olarak kabul edilmektedir. Bunun ötesinde, Türk Dil
Kurumu ve Türk Tarih Kurumu arasında eşgüdümü sağlamak üzere, 1982
anayasasıyla (134. md) kurulmuş olan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
(AKDTYK) da, Türk-İslam Sentezi’nin resmileştirildiği en önemli kurumlardan
birisi olmuştur. AKDTYK’nın 1986’da yayınladığı bir rapor, Türk Tarih Tezi özünü
korumakla birlikte, Türk kültürünün Asyalı olduğu kadar, Müslüman olduğunu da
vurgulamakta ve içeriğiyle Türk-İslam Sentezi’ni onaylamaktadır. 650 Ayrıca, 12
Eylül sonrasında eğitim ve kültürü denetlemekle görevli kuruluşların (Milli Eğitim
Bakanlığı, YÖK, TRT personeli ve Üniversite rektörleri) personelinin Aydınlar
Ocağı’nın önde gelen üyeleri olduğu da göz ardı edilmemelidir. 651
1983 sonrası ANAP (ya da Özal) döneminde Türk-İslam Senteziyle çelişir
görünen bir farklılık, Özal’ın ‘çağ atlamak’ olarak tanımlamış olduğu Batı gibi
Yüksel Taşkın, “12 Eylül Atatürkçülüğü ya da Bir Kemalist Restorasyon Teşebbüsü Olarak 12
Eylül”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık, s. 570-571.
649
Yavuz, “Değişen Türk Kimliği ve Dış Politika: Neo-Osmanlıcılığın Yükselişi”, s. 48.
650
Taşkın, “Muhafazakâr Bir Proje Olarak Türk-İslam Sentezi”, s. 400.
651
Hugh Poulton, Silindir Şapka, Bozkurt ve Hilal: Türk Ulusçuluğu ve Türkiye Cumhuriyeti,
çev. Yavuz Alogan, (İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1999), s. 223; Emin Alper ve Özgür Sevgi Göral,
“Aydınlar Ocağı”, ”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık, s. 587.
648
197
olmak, Batı’ya yetişmek için teknolojik batılılaşma gibi tek yönlü de olsa, bir
batılılaşmanın tasdikinde bulunabilir. Aslında bu süreci modernleşme olarak
tanımlamak daha doğru olacaktır, çünkü Özal’ın ünlü ‘çağ atlama’ deyimi, muasır
medeniyetler seviyesine çıkma idealinde içerilen batılılaşma ile modernleşmenin
anlamdaşlığından farklı olarak, modernleşme ile ilişkilidir. Bir başka deyişle, bu
dönemde batılılaşma ile modernleşme anlam olarak birbirlerinden ayrılmıştır 652 ve
bu ayrışmada 24 Ocak 1980 kararlarıyla temsil edilen ekonomik liberalizmin de
önemli bir etkisi olmuştur. Batı, refah seviyesini batılılaştırmak bağlamında
ekonomik bir projenin referansı olmaya başlamış, 653 kültürel batılılaşma dışlanırken
ekonominin batılılaşması onaylanmıştır.
654
Bu noktada 1980’lerin sonuna
yaklaşıldığı bir tarihte, başından beri kendisini batılılaşma retoriğinden uzak tutmaya
çalışan Türk-İslam sentezcilerinin teknoloji, sanayileşme, pozitif bilim ve çağdaşlıkla
sembolize edilen Batı’yı projelerinde içerecek ve bunu Türk-İslam-Batı Sentezi
olarak
sunacak
şekilde
bir
dönüşüm
geçirmiş
oldukları
da
gözden
kaçırılmamalıdır. 655
Özal-ANAP iktidarının içerdiği bu liberal-muhafazakâr çizginin, ulusal kimlik
bağlamında, devletin belirlediği cumhuriyetçi-batılı-laik kimlikten daha uyumlu
olduğu, 1950’lerden beri iktidara taşınan partilerin kimliklerine bakılarak dahi öne
sürülebilir. Bununla birlikte, Özal’ın ANAP’ında biraraya gelen milliyetçi, İslamcı
ve liberal birlikteliğinin bir sentez olmaktan çok, darbe sonrası kısıtlı siyasal hareket
olanakları altında oluşan bir çıkar birlikteliği olduğu 1980’lerin sonlarına
gelindiğinde,
liberallerle,
milliyetçi-muhafazakârların
(İslamcıların)
kamplara
bölünmesinde görülebilir. Aynı ayrışma toplumsal tabanda da tedrici olarak
Deren, “Kültürel Batılılaşma, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt III: Modernleşme ve
Batıcılık, s. 400.
653
Toker ve Tekin, “Batıcı Siyasi Düşüncenin Karakteristikleri ve Evreleri”, Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce, Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık, s. 103.
654
Esasen Türkiye’de sağ-muhafazakârlıkla liberalliğin bir koşutluk içerisinde olması, DP
iktidarından itibaren gözlemlenen bu durumu onaylar görünmektedir. Türkiye’de muhafazakârlığınliberallikle ilişkisi konsunda; Köker, “Liberal Muhafazakârlık ve Türkiye”, Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce, Cilt. V: Muhafazakârlık, s. 274-290; batılılaşma ile ilişkisi bağlamında Toker ve
Tekin, “Batıcı Siyasi Düşüncenin Karakteristikleri ve Evreleri”, Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce, Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık’a da bakılabilir.
655
Alper ve Göral, “Aydınlar Ocağı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V:
Muhafazakârlık, s. 588.
652
198
görülmeye ve 1980 öncesi siyasi liderlerin yasakları kalkıp, siyasete döndükleri
1987’den sonra belirginleşmeye başladı. 1980’lerin sonlarına yaklaşılırken,
birbirlerinden farklı politikalar ortaya koyamayan, neredeyse birbirinin aynı olan
sağ-muhafazakâr partiler arasından sıyrılan, yükselişe geçen unsur İslam olacaktı.
İslam’a devlet eliyle taviz verilmesi çok partili hayata geçişle birlikte başlamış
olsa da, devlet ve din arasındaki mesafe 12 Eylül’e kadar korunmuştu. 12 Eylül
rejimi devlet’in kimlik tanımlamasında öteki’si olan İslam’ın, bir başka öteki olan
komünizme karşı kullanılması sürecini başlatmakla, İslam’ı devlet siyasetinin asli bir
bileşeni haline getirmiştir. 656 Devletin kendi meşruiyetini dinden ödünç aldığı
kavramlarla inşa etme yoluna gitmiş olması, toplumsal hafızada zaten canlı ve etkin
olan İslam’ın siyasallaşacak hareket alanını sağlayacak bir süreci de başlatmıştır.
1990’lı yıllara damgasını vuracak olan siyasal İslam’ın yükselişi, iktidara İslamcı
kimliğiyle tanımlanan bir partiyi taşıdıktan sonra ise, esas öteki’ye verilen ödünlerin
sonuçları, üstelik karşısına çıkarıldığı diğer öteki (komünizm) de tarih sahnesinden
yok olmuşken, orduda bir kez daha Kemalist-laik dürtüyü harekete geçirecek ve bu
yükselişin önü alınmaya çalışılacaktır.
3. İslamcılıktan Milliyetçiliğe 1990’lı Yıllar
1990’lı yıllar, 12 Eylül rejiminin başlattığı ve 1980’li yıllar boyunca Özal ve Demirel
iktidarlarının sürdürdüğü, İslamcılığı yükselişe geçiren uygulamalar, aslında daha
1990’ların başlarında düşündürücü ve yeniden kaygı verici olmaya başlamıştı. Bu
durumu ANAP’ın özelinde, partinin muhafazakâr ve milliyetçi kanat yerine daha
fazla liberal tarafına ağırlık vermesinde de görmek mümkündür. Diğer yandan,
ordunun üstü pek de kapalı olmayan demeçlerle laikliğin muhafazası konusunda
uyarıları duyulmaya başlamıştı.
1990’lı yılların başında ağırlıkla hissedilmeye başlanan İslamcı yükseliş, temelde
en iyi şekilde 1991 seçimlerinde, 12 Eylül sonrasında kapatılan Erbakan’ın
MSP’sinin yerine kurulmuş olan Refah Partisi’nin (RP) %16,9’luk bir oy oranıyla
(Milliyetçi Çalışma Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisiyle ittifak yaparak) meclise
Kurtoğlu, “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Siyaset: Pozitivist Yönetim İdeolojisinin İslam’ın
Siyasallaşmasına Katkısı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık, s. 214.
656
199
girmiş olmasıyla temsil edilebilir. RP kuruluşunun hemen ardından katıldığı ilk
seçimlerden itibaren sürekli bir yükseliş göstermiş, oylarını her seçimde ikiye
katlayarak (1987 genel seçiminde % 7,1; 1989 yerel seçimde %9,8; 1991 genel
seçimde %16,9) oylarını sürekli artırabilen tek parti olarak iktidara yaklaşmak
anlamında önemli yol katetmiştir. Bu yükseliş 1995 genel seçimlerinde %21,38 oy
oranıyla birinci parti olmasına ve Erbakan’ın başbakanlık koltuğuna oturmasına
kadar sürecektir.
İslamcı kimliği ile tanımlanan bir partinin ilk kez olarak bu oranda oy almış
olmasının ardında, muhafazakâr-sağ partilerin ve aynı şekilde merkez sol partilerin
parçalanmışlığı, 1990’lı yıllarda siyaseti kısır çekişmelerle kilitlemiş olmaları ve
mevcut sorunlara çözüm sunan yenilikçi programlar üretememiş olmaları gibi
sebepler yattığı söylenebilir. Bununla birlikte, elbette 1980’lerin ikinci yarısından
sonra liberal ekonomi politikalarının yarattığı sorunların etkilerinin, özellikle
enflasyonun güçlü bir şekilde hissedilmeye başlanmış olması, kırsal kesimden kente
göçlerin de etkilediği artan işsizlik gibi ekonomik unsurlar ve RP’nin Türkiye’nin
önemli bir gerçeği olan gecekondu yoksullarına yönelik bir siyaset izlemesi de bu
yükselişte önemli etkenler olmuştur. 657 İslamcı kimliğiyle RP’yi iktidara taşıyan bu
tür etkenlerin, daha geniş bir açıdan bakıldığında, 12 Eylül rejiminin İslam’ı
kullanmak suretiyle onaylayan uygulamalarının yarattığı hareket alanı içinde ortaya
çıkabildiği söylenebilir.
1950’lerde başlayan, fakat 1980 sonrasında resmileşen devlet eliyle İslam’ın
ulusal düzeyde birleştirici bir unsur, hatta devlet kimliğine bir meşruiyet dayanağı
olarak kullanılması, İslamcıların ilk başta eğitim yoluyla bürokrasiye dahil olmaları
ve 1990’lara gelindiğinde artık devlet katında laik seçkinlerin üstünlüğünü ve
bütünlüğünü yitirmiş olmalarına yol açmıştır. 658 Ekonomik yaşamda, 1990’da
kurulan Müstakil İş Adamları Derneği’nin (MÜSİAD) temsil ettiği İslami
kuruluşların gücünün artması da aynı döneme rastlamıştır. Bu çevreler, Batı
kapitalizmine, batılılaşmaya karşı çıkarak kendi kültürel ve sosyal düzenlerini,
İhsan D. Dağı, Kimlik, Söylem ve Siyaset: Doğu-Batı Ayrımında Refah Partisi Geleneği
(Ankara: İmge Kitabevi, 1998), s. 19-20.
658
Yavuz, “Değişen Türk Kimliği ve Dış Politika: Neo-Osmanlıcılığın Yükselişi”, Türkiye’nin Dış
Politika Gündemi, s. 52.
657
200
dolayısıyla İslami değerleri ön plana çıkarmışlardır. 659 MÜSİAD İslami değerleri
savunmakla birlikte, aynı zamanda 1980 sonrası liberal ekonomi politikalarından
olumsuz etkilenmiş olan küçük ve orta ölçekli sanayi ve iş gruplarının sesi olmakla
da etkinlik sağlamıştır. Yine aynı sürecin bir uzantısı olarak çeşitli tarikat ve
cemaatlerin etkinliğinin artması ve siyasi partilerin açıkça bu cemaatlerce
desteklenmesi (siyasi partilerin oy arayışıyla bunlara yönelmesi ile birlikte), özellikle
İslami entelektüel diyebileceğimiz bir çevrenin de katkılarıyla İslamın ve
değerlerinin siyasal ve toplumsal alana daha açıkça yayılmasına yol açmıştır. Söz
konusu bu cemaat ve tarikatların 1990’lara yaklaşırken, radikal
yönleri
törpülenmiş 660, çoğunlukla devletle uyum içinde (Fethullah Gülen örneğinde olduğu
gibi) 661 bir yaklaşıma sahip olmaları da siyasal İslam’ın toplumsal desteğini artıran
unsurlardan olmuştur.
Tüm etkenler biraraya geldiğinde, 1990’lı yıllarda Türk kimliğinin, içinde
barındırdığı İslami unsur bakımından ve laik/batılı devlet kimliğinin sorgulanması
bağlamında fazlasıyla tartışıldığı, 1950’lerden beri yapılan muhafazakâr yeniden
yorumlamaların İslami unsurun ağırlığıyla birlikte artık bir ‘yeni’ kimlik çerçevesine
ulaştırıldığı bir noktaya gelinmiştir. Bu dönemde artık İslamcı fikirler değerlerini, bu
değerleri benimsemeye açık, hazır bir kitleye yönlendirmekteydiler. Kimlikteki bu
yeni tanımlamalar, Cumhuriyet’in devlet kimliğinin öteki’leştirerek kendisini
tanımladığı Osmanlı ve İslam geçmişini referans almakta ve bu bağlamda bir neoOsmanlıcılık olarak tezahür etmektedir. 662
Heinz Kramer, Avrupa ve Amerika Karşısında Değişen Türkiye, çev. Ali Çimen (İstanbul:
Timaş Yayınları, 2001), s. 109.
660
1990’lı yıllarda İslam devleti kurma hedefiyle silahlı şiddet kullanma eğilimindeki radikal İslamcı
grupların da varlığı, özellikle laik gazeteci, yazar, akademisyen cinayetleriyle kendini hissettirmiştir.
659
661
Fethullah Gülen cemaati ile ilgili olarak, M.H. Yavuz, 'Towards an Islamic Liberalism? The Nurcu
Movement of Fettullah Gulen', Middle East Journal, Cilt 53 (4), 1999, s. 584-605 veya M. Hakan
Yavuz, “Neo-Nurcular: Gülen Hareketi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. VI: İslamcılık,
s. 307.
662
Neo-Osmanlıcılık, dış politika etkileşimleri bağlamında da etkileri gözlemlenebilen, dolayısıyla
devlet kimliğini dönüştürmeyi başarmış bir unsur olarak çok fazla tartışılmıştır. Bu konu, bir sonraki
kısımda inceleneceği için burada dışsal boyut ele alınmayacaktır. Fakat şu kadarı söylenebilir ki,
Soğuk Savaş sonrası Türk dış politikasında davranışsal anlamda neo-Osmanlıcılığı hatırlatan pek çok
olguya rastlanmakla birlikte, bunun bir kimlik değişiminden mi kaynaklandığını ortaya koyabilmek,
ancak yapısal süreçler dahil, tüm etkileşim süreçlerini analiz etmekle olanaklı olabilir. Aksi halde,
201
1996’da ilk kez İslamcı kimliği baskın bir siyasal parti iktidara geldiğinde ve
partinin İslamcı lideri Erbakan başbakan olduğunda, mitinglerinde sık sık duyulan
şeriat’a dönüş çağrılarının gerçekleşebileceği endişesi, cumhuriyetin temel
değerlerini değiştirmeye yönelik küçük ama uzun vadeli adımlar atılmaya
başlandığında zirveye çıkmıştı. Bir İslam Cumhuriyeti kurmaya yönelik radikal
adımlar atılmamış da olsa, önce siyasetin, ardından da devletin temel dayanaklarının
İslamlaştırılmasına yönelik girişimlere duyulan tepki ve korku ordunun yeniden
devreye
girmesiyle
sonlandırılmaya
çalışıldı.
28
Şubat
1997’de
Erbakan
başkanlığında toplanan MGK toplantısında, siyasal İslam’ı en ciddi tehdit olarak ilan
eden ve siyasal İslam’ın etkisini devlet mekanzimalarından uzaklaştırmayı
hedefleyen yirmi maddelik bir önlem paketi sunulmuş ve Erbakan da imzalamak
zorunda kalmıştır. Öncekilerden farklı olarak silahlı kuvvetlerin yönetime el koyması
değil, fakat el koyması durumunda yapacaklarını doğrudan sivil hükümete yaptırması
şeklinde ortaya çıkan 28 Şubat müdahalesi bu özelliğiyle postmodern darbe olarak
nitelendirilmiştir. En temel hedefi, siyasal İslam’ın toplumdaki etkisini azaltmak ve
devlet mekanizmalarından uzaklaştırmak olmuştur ve bu amaçla da ilköğretimin beş
yıldan sekiz yıla çıkarılarak, İslami eğitimin (İmam-Hatip Okulları) önünün alınması
gibi önlemlere başvurulmuştur. 663
Ordunun 28 Şubat’ta gerçekleştirdiği bu postmodern darbe, 1998’in ilk ayında,
Erbakan’ın liderliğindeki MNP ve MSP’nin ardından, üçüncü partisi RP’nin de
kapatılmasıyla
sonuçlanmıştır.
Bu
noktada
RP’nin
Cumhuriyet’in
temel
dayanaklarına ya da başka bir deyişle laik/batılı kimliğine bir tehdit olarak ortaya
çıkan İslamcılığının temellendiği düşünce sistemini anlamak önemlidir. Bu düşünce
sistemi, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli bağımsız İslami hareketi olarak
tanımlanan 664 ve lideri doğrudan Erbakan olan ‘Milli Görüş’tür.
Cumhuriyet Türkiye’sinde batılılaşma yoluyla gerçekleştirilen kültürel dönüşüme
karşı İslam’ın ve İslami geleneğin korunması amacıyla ortaya çıkan İslami bir
birçok çalışmada yapılan bir hataya, doğrudan davranışlara bakılarak kimlik bağlamında sonuç
çıkarma hatasına düşülmüş olunur.
663
Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, 210.
664
Ruşen Çakır, “Milli Görüş Hareketi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. VI: İslamcılık,
s. 544.
202
hareket olarak Milli Görüş 665, en temelde milletin ve değerlerinin özü olarak
tanımlanmakta ve bu öz, milletin İslam tarafından biçimlendirilmiş olan tarihi ve
kültüründe aranmaktadır. Milletin özünü yansıtan tarihi, yani geçmiş Osmanlı’dır
ama bu batılılaşma öncesi döneme yapılan bir göndermedir. Çünkü Milli Görüş’ün
misyonu batılılaşma yoluyla kendi öz değerlerinden uzaklaşan millete, yeniden
özüne dönme olanağını sağlamak üzerine kurulmuştur. 666 Bu bakımdan İslamcılık ve
Osmanlıcılığı barındırdığı gibi, batı ve batılılaşma karşıtlığı, milli öze dönüşle ilintili
olarak milli bağımsızlıkçılığı ve hatta sanayileşme ve teknolojik gelişim vurgusuyla
modernizmi de bünyesinde barındırmaktadır. 667 Milli Görüş ‘millidir’ fakat kendisini
milliyetçilikle tanımlanmaz, çünkü geçmişe yapılan atıf ve hatta gelecekte yaratılmak
istenen ‘Büyük Türkiye’ ulus bağıyla değil, din/İslam bağıyla açıklanmaktadır. 668
Milli Görüş’ün siyaset sahnesinde farklı dönemlerde, farklı kavramlara daha fazla
vurgu yaptığı görülmektedir. MSP döneminde siyasal program olarak, sosyal hayat
içinde ve ayrıca ekonomide de inançlı insan yaratma hedefiyle ‘ahlaki düzene’ ve
bağımsızlığın (Batıdan) temeli olarak milli kalkınmanın çerçevesinde ‘sanayileşme’
üzerinde durulmuştur. 669 RP döneminde ise söylemde dinsel kavramların ağırlığı
azaltılmış, ekonomik politikalar alanında ise korumacı politikalar bırakılarak
liberalleşme olmuştur. Bu liberalleşme, Milli Görüş’ün tabanındaki sosyo-ekonomik
değişimle ilgili olarak gelmiş, ayrıca ‘adalet ve ahlak’ kavramlarının anlamı, Adil
Düzen’le ekonomik ve sosyal sistemden olumsuz şekilde etkilenenlere dokunmak
hedefiyle değiştirilmiştir.670 1990’lı yılların Milli Görüş’le temsil edilen İslamcılığı,
daha geniş bir çerçeveden bakıldığında, tüm alanlarda söylem düzeyinde
liberalleşmişti. Bu liberalleşme en fazla sivil toplum vurgusunda görülmekteydi ve
Mert’in deyimiyle bu vurgu, 1950’li yıllarda muhafazakâr-sağın demokrasiye
yüklediği anlamla aynı çerçevedeydi. Bir başka deyişle, nasıl 1950’li yıllarda
demokratlık cumhuriyetçi muhafazakârlara karşı milletin iradesini temsil etmekle
M Hakan Yavuz, “Milli Görüş Hareketi: Muhalif ve Modernist Gelenek”, Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce, Cilt. VI: İslamcılık, s. 592.
666
Dağı, Kimlik, Söylem ve Siyaset, s. 25.
667
Çakır, “Milli Görüş Hareketi”, s. 546.
668
Ali Yaşar Sarıbay, “Milli Nizam Partisinin Kuruluşu ve Programının İçeriği”, Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce, Cilt. VI: İslamcılık, s. 581.
669
Ibid., s. 579.
670
Yavuz, “Milli Görüş Hareketi: Muhalif ve Modernist Gelenek”, s. 597.
665
203
eşanlamlı kullanılmışsa, 1990’lı yılların İslamcılığında da sivil topluma devletin
dayattığı resmi kimliğinin alternatifi olma anlamı yüklenmişti. 671
Mili Görüşle ilgili sayılan tüm özellikler, aslında tek bir kavramın çatısını
oluşturan unsurlar olarak görülmelidir. Adil düzen, ahlak ve adalet gibi vurguların
tümü İslamcı kimliğe, öteki’lerden farklılıklarına referans olması bağlamında
kullanılmıştır. Bir başka deyişle Milli Görüş hareketinin zaman içinde değişen
kavramları, kurucu unsurlar olarak işlemediğinden, çok ciddi bir farklılık
yaratmamış, İslamcılık ana çerçeve olma özelliğini korumuştur.
28 Şubat sonrasında, ilk olarak milliyetçi oylarda bir yükselmenin gözlemlendiği
ve MHP’nin oylarını beklenmedik şekilde iki katına çıkarttığı bir süreç yaşanmıştır
(%18). Bu durum esasen milliyetçi oylardan değil, MHP’nin İslamcı kesime
yaklaşmaya yönelik girişimlerinden, özellikle de türban konusundaki tutumundan
kaynaklanmıştır. Bu noktada ANAP ve DYP’nin siyasal çekişmelerinin yarattığı
kısırdöngü krizlerin halkın tepkisini topladığı ve sağ oyları bir başka sağa
yönlendirmiş olduğu da MHP’nin yükseliş nedenleri arasında sayılmalıdır. Ecevit’in
DSP’sinin birinci parti oluşunda da, yine sol oylardan daha fazla (bu dönemde
Ecevit’in sol yerine milliyetçiliğe kaydığını gösteren etkenlerle birlikte) PKK lideri
Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının başbakan Ecevit’e kazandırdığı itibar etkili
olmuştur. Nihayetinde, 28 Şubat gibi bir müdahalenin ardından, toplumsal alanda
aniden bir kimlik değişiminin meydana gelerek oyların yönünü tersine çevirmesi de
beklenebilecek bir durum değildir, oylar durumsal olarak kaymalara uğrasa da,
oyların sahibi toplumsal tabanın kimliği bu derece değişken değildir. Bu durumu,
muhafazakârlığın, demokratlığın, sağ-merkezciliğin, İslamcılığın iç içe geçtiği
söylem ve pratikler yoluyla temsil edildiği Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) örneği
üzerinden ortaya çıkarmak olanaklıdır.
Nuray Mert, “Türkiye İslamcılığına Tarihsel Bir Bakış”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce,
Cilt. VI: İslamcılık, s. 418.
671
204
4. Muhafazakâr Demokrasi vs. Cumhuriyetçi Muhafazakârlık
3 Kasım 2002’de yeni kurulmuş bir siyasal partinin girdiği ilk seçimden oyların
%34’ünü alarak ve mecliste hükümet kurmaya yetecek çoğunluğu sağlayarak
çıkması, seçim öncesi yapılan yoklamalar partinin gücü lehinde olmasına karşın
halen daha tartışılabilecek kadar abartılı bir şaşkınlık yaratmıştır. Şaşkınlık, 2001
Haziran’ında, RP’nin ardılı olarak kurulmuş (1998 Şubat) olan Fazilet Partisi
(FP)’nin de kapatılması sonrasında, bu partinin içinden yenilikçi olarak adlandırılan
kanadın
kurduğu
(Ağustos
2001)
AKP’nin,
İslamcılığın
devamı
olarak
görülmesinden kaynaklanmıştır. 28 Şubat’a rağmen oyların İslamcılara yönelmiş
olduğu algısı da abartının sebebi olsa gerektir. Buna karşın AKP’nin gerek
İslamcılığı ve gerekse de yeniliği (aslında genel olarak siyasal kimliği), üzerinde
fazlaca tartışılan/tartışılmakta olan bir konudur.
AKP’nin ‘yeniliği’ kendine özgü olmakla birlikte, siyasal İslam’ın kendisini
değiştirme süreci ilk olarak FP çatısı altında başlatılmaya çalışılmıştır. FP’nin
kendisini Milli Görüş’ün doğrudan bir devamı olmaktan uzak tutmaya çalışması, 28
Şubat sonrasında siyasal İslam’ın yaşam alanı bulabilmesinin, ancak değişime
gitmekle olanaklı olabileceğine dair bir düşünceden kaynaklanmış olduğu
söylenebilir. 672
ötekileştirerek
Siyasal
tanımlayan
olarak
Milli
yükselişteyken
Görüş’ün
eski,
kendi
kimliklerini
FP’nin
yeni
Batı’yı
neferlerinin
Batı’ya/Avrupa’ya bakışlarını değiştirmeleri, hatta FP lideri Recai Kutan’ın
Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası olduğuna dair söylemleri var olma mücadelesinin
zorunluluğundan kaynaklanmış da olsa bir değişim yaşandığının göstergesidir. Yine,
AKP’nin siyasal kimliğini tanımlamada en fazla önemsediği, merkez sağa yerleşme
girişimi de FP çatısı altında başlatılmıştır. Çakır’a göre, DP’nin 14 Mayıs 1950
seçimlerinde başarısına atıfla bir ‘14 Mayıs Günü’ nün düzenlenmesi ve Özal’ın
misyonunu taşıdığını öne sürmesi FP’nin Milli Görüş’ten uzak, merkez sağda bir
parti olmaya kalkıştığının göstergeleridir. 673
672
Ergun Özbudun, “From Political Islam to Conservative Democracy: The Case of Justice and
Development Party in Turkey”, South European Society & Politics, Cilt 11 (3-4), 2006, 546.
673
Çakır, “Milli Görüş Hareketi”, s. 572.
205
Siyasal İslam’ın 28 Şubat sonrası kabuk değiştirme çabasının en iyi temsil
edileceği ve bu bağlamda başarıya ulaşacağı hareket, FP’nin kapanmasının ardından
değişimden yana olan üyelerin, gelenekçilerden ayrılarak kurdukları AKP olacaktır.
AKP’nin en temel yeniliği, Milli Görüş’ten sıyrılarak merkez sağ bir parti olma
iddiası olmuştur. Bu bağlamda partinin söylemlerinde laikliği demokrasinin bir
teminatı olarak tanımlaması ve demokratik- laik hukuk devletini savunması merkezi
önemde bir konu olmaktadır. Dağı’ya göre laikliğe bu tür bir yaklaşım, partinin
siyasal İslam’dan uzaklaştığının bir işaretidir, fakat bunun yerine bir tür ‘sosyal
İslam’ ikame edilmiştir. 674 AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi sözleriyle,
‘AK Parti dine sosyal bir değer olarak önem atfetmektedir, fakat dine dayalı siyaset
yapmayacaktır… [çünkü] dini siyasal bir araç olarak kullanmak sosyal barışa, siyasal
çoğulculuğa ve de dinin kendisine zarar verir.’ 675 Yine Erdoğan’ın, ‘Milli Görüş
gömleğini çıkardığı’na dair açıklaması ve başörtüsü meselesinin partinin birincil
öncelikli meselesi olmadığı ve bu konunun aslında bireysel haklarla ilgili olduğuna
dair açıklamaları partinin siyasal İslamcı bir parti olmadığını gösterme çabasının bir
parçası olmuştur.
Partinin kendisini ‘muhafazakâr demokratlık’la tanımlaması da bununla ilintili bir
durumdur. Muhafazakârlık, toplumsal alanda devrimci, tepeden dayatmacı
dönüşümlere ve bu yolla geleneksel kurumların tahribine karşı, aşamalı ve doğal bir
toplumsal değişimden yana bir bakış açısıdır. Bu bağlamda, AKP söyleminde
muhafazakârlık, geçmişte de içerdiği anlamıyla toplumun kimliğinin, devlet
tarafından dayatılana alternatif olarak yeniden yorumlanmasını içerir. 676 Bu yeniden
yorumlamanın muhafazakâr değerlere dayalı, ama çağdaş gelişmeler ışığında
olacağı, yani İslami değerlere dayanmayacağı vurgusu muhafazakâr kimliğin neden
seçildiğinin de bir işaretidir aslında. 1950’li yıllardan beri gözlemlendiği şekilde,
İhsan Dağı, “Turkey’s AKP in Power”, Journal of Democracy, Cilt 19 (3), 2008, s. 27.
Recep Tayyip Erdoğan, “Açılış Konuşması”, Uluslararası Muhafazakârlık ve Demokrasi
Sempozyumu, (İstanbul: AK Parti Siyasi ve Hukuki İşler Başkanlığı Yayını, 2004), s. 11.
676
Simten Coşar ve Aylin Özman, “Centre-right Politics After the November 2002 General Election:
Neo-liberalism with a Muslim Face”, Contemporary Politics, Cilt 10 (1), 2004, s. 63.
674
675
206
Türkiye’de
muhafazakâr
İslamlaştırılmasını değil.
değerler
İslam’ı
içerir,
fakat
rejimin
doğrudan
677
AKP muhafazakârlığının demokratlık yanı ise, çoğulculuk, çokseslilik ve
hoşgörüye dayalı bir demokrasi talebine bağlı olarak 678, en temelde toplumsal
farklılıkların birer çatışma nedeni değil, zenginlik olarak kabul edilmesi ile
somutlaştırılmaya çalışılmıştır.679 Bu bağlamda demokrasi, laik (Kemalist)
kavramlara karşı, İslam yerine getirilmiş bir alternatif gibi görünmektedir. 680 Benzer
şekilde Yavuz da, AKP algılamalarında demokratlığın Kemalist elite karşı durmakla
bir tutulduğunu öne sürmektedir. 681 Demokratlığın bir diğer boyutu da, modern
kurum ve değerleri savunma bağlamında ortaya koyulmaktadır. Modernlik,
globalleşme karşısında toplumun korunması ve desteklenmesi amacıyla ekonomik ve
teknolojik batılılaşma, ama daha fazla Avrupa Birliği (AB) ile bütünleşme çerçevesi
içinde anlaşılmaktadır. 682 Daha fazla demokrasinin global süreçlerle daha fazla
bütünleşmeyi getireceği anlayışı, bir bakıma AKP’nin global modernleşme projesinin
içinde yer alma tercihinin de göstergesi olmaktadır. 683
Muhafazakâr demokratlık, AKP’nin siyasal kimliğini tanımlama çabasını
dayandırdığı bir kavram olarak ortaya çıkmıştır, bununla birlikte bu yeni kimliğin de
hizmet etmesi beklenen temel hedef, partiyi merkez sağa yerleştirmek olmuştur.
AKP kendini tanımlama sürecinde, DP mirasına sahip çıkmış ve AKP’yi, DP’den
sonra ilk kez millet tarafından demokrasiyi gerçekleştirmekle görevlendirilmiş bir
parti olarak konumlandırmıştır. Kendi içerisinde İslamcı, milliyetçi, muhafazakâr ve
Öğün’ün Türk muhafazakârları ile ilgili tespiti bu savı destekleyicidir. Öğün’e göre Türk
muhafazakârları, dindar bir toplum ile dine hassas bir devlet arasında ince bir bağlantı kurmaktadır.
Bu programın en önemli unsuru da dindarlığın kamuoyundaki etkilerinin artırılmasıdır ve bu
politikanın dinselleştirilmesi sonucuna gidecek bir durumdur. Süleyman Seyfi Öğün, “Türk
Muhafazakârlığının Kültürel Politik Kökleri”, Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık,
s. 576-577.
678
Erdoğan, “Açılış Konuşması”, s. 8.
679
Coşar ve Özman, “Centre-right Politics After the November 2002 General Election”, s. 64.
680
Dağı, “Turkey’s AKP in Power”, s. 28.
681
Yavuz, “Milli Görüş Hareketi: Muhalif ve Modernist Gelenek”, s. 603.
682
Coşar ve Özman, “Centre-right Politics After the November 2002 General Election”, s. 64.
683
Hasan Turunç, “Islamist or Democratic? The AKP’s Search for Identity in Turkish Politics”,
Journal of Contemporary European Politics, Cilt 15 (1), 2007, s. 89.
677
207
hatta merkez sol görüşleri barındırmasıyla 684 da Özal’ın ANAP’ına benzetilmektedir.
Kasım 2002 genel seçimlerinin görüntüsü de, AKP’nin büyük oranda merkez sağ
oyları aldığının bir göstergesidir. 685 Öncelikle söylem düzeyinde bakıldığında,
muhafazakâr demokratlığın büyük oranda Türkiye bağlamında muhafazakâr sağ ile
örtüştüğü, bu bağlamda AKP’nin merkez sağda yer alabilecek bir parti olduğu
söylenebilir. Yine de gerek entelektüel düzeyde, gerekse de toplumsal olarak
AKP’nin büyük oranda ‘Müslüman Demokrat’ olarak daha anlamlı olduğunun da
altının çizilmesi önemlidir. 686 Nihayetinde, partinin Milli Görüş geçmişi ve Şeriatın
savunulduğu, demokrasinin Şeriata ulaşmak için bir araç olarak tanımlandığı ve
Kemalizm’e yönelik ağır eleştirilerin ortaya koyulduğu yıllar henüz –özellikle de
Kemalist/laik- hafızalardan silinmemişti.
AKP’nin tanımladığı kimliği konusunda, en başta da İslamcı olmadıkları
konusunda ikna olmayan ve bu nedenle 1990’larda başlayan İslamcı-laik
kutuplaşmasının tırmanmasında önemli bir payı olan diğer taraf Kemalist/laikler
olmuştur. Esasen 2000’li yıllara gelindiğinde artık Kemalistler de birtakım
dönüşümler yaşamış ve bir bakıma AKP muhafazakârlığının karşısındaki
‘cumhuriyetçi’ muhafazakâr cephe konumuna yerleşmişlerdir. Sol Kemalistlerin
muhafazakârlaşması, Kemalistlere uzak durmayı tercih eden ve hatta yaşanan
sorunlardan onları sorumlu tutmuş olan 12 Eylül yönetimiyle başlamış bir süreçtir.687
1950’lerden beri Kemalizm’in bir sağ yorumu, muhafazakârlaşma-milliyetçilik
bağlamında ortaya çıkmış 688 ve 12 Eylül rejiminin Türk-İslam Sentezi ile birlikte bu
yoruma meşruiyet sağlamış olması, sol Kemalistlerin de muhafazakârlaşması, yani
cumhuriyetçi muhafazakâr çizgiye savrulmalarına yol açmıştır. Kemalistlerin devlet
Ziya Öniş, “Conservative Globalists versus Defensive Nationalists: Political Parties and Paradoxes
of Europeanization in Turkey”, Journal of Balkan and Near Eastern Studies, Cilt 9 (3), 2007, s.
248-249.
685
Özbudun, “From Political Islam to Conservative Democracy”, s. 546.
686
Sultan Tepe, “Turkey’s AKP: A Model “Muslim Democratic Party?”, Journal of Democracy, Cilt
16 (3), 2005; Ziya Öniş, “Globalization and Party Transformation”, Turkey’s Justice and
Development Party in Perspective”, Peter Brunell (der.), Globalising Democracy: Party Politics in
Emerging Democracies (New York: Routledge, 2006); Ergün Yıldırım, Hüsamettin İnanç ve
Hayrettin Özler, “A Sociological Representation of the Justice and Development Party: Is it a Political
Design or a Political Becoming?”, Turkish Studies, Cilt 8 (1), 2007, s. 9.
687
Taşkın, “12 Eylül Atatürkçülüğü ya da Bir Kemalist Restorasyon Teşebbüsü Olarak 12 Eylül”, s.
577.
688
Bora ve Taşkın, “Sağ Kemalizm”, s. 533-545.
684
208
katlarında ancak sol’dan sıyrılıp muhafazakârlaşması durumunda kabul görmeleri, bu
duruma diğer etkenler yanında yol açan önemli bir unsur olmuştur. Taşkın’ın
deyimiyle sol Kemalistlerin muhafazakârlaşmasının en güzel örnekleri, 28 Şubat
sürecindeki, muhafazakâr düzen koruyuculuğu tutumlarıyla somutlaşmıştır. 689 Bu
süreçten itibaren, yani siyasal İslam’ın iktidar gücünü eline alacak kadar yükselişe
geçtiği süreçten itibaren, Kemalizm ve laiklik üzerinden yaşanan toplumsal
kutuplaşma ve gerginliklerin temelinde de bu muhafazakârlaşmanın etkileri
aranmalıdır.
AKP iktidarı süresince Kemalistler, AKP’nin siyasal İslam’dan sıyrılmış olduğu
konusunda ikna olmamış ve kendi kimlik tanımlarıyla birebir uyuştuğuna/uyuşması
gerektiğine inandıkları devlet kimliğini korumak üzere militan bir tepkisellik ortaya
koymuşlardır. Bu tepkisellik, 1990’lı yıllardan itibaren artık yalnızca CHP tarafından
temsil edilmemekte, toplumsal alanda kendisini –eninde sonunda siyasal yapılarla
çakışsalar da- ayrı bir güç olarak ortaya koyan sivil toplum tarafından da
sahiplenilmiştir. Toplumsal ve siyasal gerilim ve kutuplaşmanın kuşkusuz temel
dayanağı (Kemalist) laiklik olmuştur ve AKP’nin laiklik, dolayısıyla da Kemalizm’i
yeniden yorumlama girişimi, CHP ve Kemalistlerin tepkisini toplamıştır. AKP’nin
Kemalizm’i ve laikliği, çoğulculuk ve farklılıklara hoşgörü üzerinden tanımladıkları
demokrasi çerçevesi içinde yeniden yorumlama girişimleri, demokrasiyi ancak
laikliğin siyasal ve sosyal alanda sağlamlaştırılmış olduğu sistemlerde olanaklı gören
Kemalistler için en önemli tehlike sayılmıştır. 690 Kemalist anlamlandırmada, laiklik
ve milliyetçilik (ulusalcılık) Türk modernleşmesinin ve de kimliğinin temel taşları
olarak değerlendirilmektedir. 691 Dolayısıyla, laiklik aynı zamanda ülkenin birliği ve
bütünlüğünün de teminatı sayıldığından, AKP doğrudan ülkenin birlik ve
bütünlüğüne bir tehdit olarak sunulmuştur.
Kemalizm ve laiklik üzerinden gelişen toplumsal ve siyasal gerilim sürecinde, bu
sürece CHP kadar katkısı olan AKP, ılımlı ama İslami bir dil kullanmıştır.
Taşkın, “12 Eylül Atatürkçülüğü ya da Bir Kemalist Restorasyon Teşebbüsü Olarak 12 Eylül”, s.
574.
690
Özlem Demirtaş Bagdonas, “The Clash of Kemalisms? Reflections on the Past and Present Politics
of Kemalism in Turkish Political Discourse”, Turkish Studies, Cilt 9 (1), 2008, s. 108-110.
691
M. Hakan Yavuz ve Nihat Ali Özcan, “Crisis in Turkey: The Conflıct of Political Languages”,
Middle East Policy, Cilt 14 (3), 2007, s. 119.
689
209
Nihayetinde özellikle siyasal aktörler arasında, hem de toplumsal alanda,
laik/İslamcı, Kemalist/anti-Kemalist, ulusalcı/liberal gibi farklılıklar üzerinden
yürütülen dışlama pratikleri ötekileştirilmeyle sonuçlanmıştır. Bu elbette özellikle
siyasal İslam’ın siyaset sahnesinde gücünü artırdığından beri devam eden, yeni
sayılamayacak bir süreç olmakla birlikte, CHP-AKP çatışmasında sınırları
keskinleşmiş ve somutlaşmıştır. Bu süreçte, Cumhurbaşkanlığı seçimleri dolayısıyla
ortaya çıkan yeni bir siyasal kriz ortamında yeniden, bir kez daha silahlı kuvvetlerin
siyasete bir müdahalesi, gerginlik ve kutuplaşmanın sağlamlaşması yönünde önemli
oranda katkıda bulunan bir unsur olmuştur. 27 Nisan 2007’de yapılan bu seferki
müdahale, Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde yayınlanan bir basın
açıklaması ile gerçekleşmiş ve bu özelliğinden dolayı e-muhtıra olarak anılmıştır.
Hükümeti, gerekli önlemleri almadığı sürece, ordunun gerekeni yapacağı konusunda
uyaran metinin temel sorunu laikliğe karşı hareketlerdir ve Cumhurbaşkanı seçimi
sürecinde yaşanan kriz, Başkomutan olarak silahlı kuvvetlerin de başı sayılan
Cumhurbaşkanı’nın seçiminin silahlı kuvvetleri doğrudan ilgilendirdiği mantığıyla
bu açıklama için zemin oluşturmuştur. Genelkurmay Başkanı’nın hükümete mesajı,
aşağıda metnin bir kısmından yapılan alıntıda görülebileceği üzere açıktır;
… Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin
tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri
tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu
tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı
Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin
olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde
ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir.
… Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm
diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle
kalacaktır.
… Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla
verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz
210
kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı
kesindir. 692
Hükümetin bu e-muhtıra karşısındaki tavrı sert olmuş, tavizsiz bir tutumla
muhtıranın karşısında durmuştur. Bunun bir göstergesi, muhtıra’nın yayınlanması
sonrasında hükümet sözcüsü Cemil Çiçek’in, Genelkurmay Başkanlığının hükümetin
emrinde bir kurum olduğunu ve Genelkurmay Başkanı’nın da görev ve yetkilerinden
dolayı Başbakan’a karşı sorumlu olduğunu hatırlatan konuşması olacaktır. 693 Gerek
siyasal, gerekse de toplumsal alanda büyük tartışmalara neden olan bu muhtıranın
hükümetin tutum ve davranışlarını etkilememiş olması bir yana, 22 Temmuz 2002’de
yapılan genel seçim sonuçlarının da gösterdiği gibi silahlı kuvvetlerin, hükümetin
lehinde prestij kaybına neden olduğu açıktır.
Cumhurbaşkanlığı’nın seçim krizi sürecinde sivil toplum kuruluşlarının öncülük
ettiği ve sayıları yüzbinleri bulan, modern/laik/Kemalist kesimlerin Cumhuriyet’in
temel dayanaklarına tehdit olduğunu düşündüğü hükümet ve uygulamalarına karşı
biraraya gelerek düzenledikleri ‘cumhuriyet mitingleri’ de toplumsal kutuplaşmanın
açık bir göstergesi olmuştur. Yavuz ve Özcan’a göre, bu mitinglere katılan kitleler,
Kemalist devlet kimliğinin kendilerine sağladıkları ‘modern’ yaşam standartlarının
tehlikede olduğunu düşünen kitlelerdir. 694 Bu tepkilerin, belki muhtıranın etkisiyle
birlikte, erken seçim kararının alınması, Erdoğan’ın milletvekilliği aday listesinden
İslamcı adayların büyük çoğunluğunu çıkarması gibi sonuçları olmuşsa da, uzun
vadede değiştirmek istenenler adına bir gelişmeye yol açmamıştır.
22 Temmuz 2007’de yapılan genel seçimlerde AKP’nin %46,54 oy oranıyla
birinci parti seçilmesi, merkez sağın parçalanmışlık krizi (DP ve ANAP’ın birleşme
kararı almalarına karşın bunu gerçekleştirememiş olmaları), Cumhurbaşkanlığı seçim
sürecinde yaşanan krizin mağduriyet üzerinden oy potansiyeline çevrilmiş olması ve
daha birçok sebeple açıklanabilir/açıklanmaya çalışılmıştır. Fakat daha geniş bir
çerçeveden bakıldığında, Göka vd.’nin tespiti çok yerinde görünmektedir, gerçekte 3
692
“Genelkurmay Başkanının 27 Nisan 2007 tarihli, BA 08/07 No’lu Basın Açıklaması”,
http://www.tsk.tr/10_ARSIV/10_1_Basin_Yayin_Faaliyetleri/10_1_Basin_Aciklamalari/2007/BA_08
.html.
693
“Hükümet Genelkurmay’ın Açıklamasını Değerlendirdi”, Hürriyet, 28 Nisan 2007.
694
Yavuz ve Özcan, “Crisis in Turkey: The Conflıct of Political Languages”, s. 122-123.
211
Kasım’dan beri olan 1950’lerden beri hem nicelik hem de nitelik bakımından içini
dolduran muhafazakârlığın, konjonktürel sebeplerle bir o limana, bir bu limana
uğramasının bir tezahürü olmaktan öte bir şey değildir. 695
Üçüncü bölümün ilk kısmında açıklanmaya çalışılan olgulardan bir sonuç
çıkarabilmek bağlamında bir değerlendirme yapılması, temel argümanın başlıklar
arasında dağılmasına olanak vermemek bağlamında gerekli görünmektedir. Aslında,
çeşitli ayrımlar altında ele alınan konulardan çok genel bir sonuç ortaya çıkmaktadır;
devletin meşruiyetini dayandırdığı kimliğiyle, ulus olarak adlandırdığımız topluluğun
kimliği (ulusal kimlik) birbiriyle uyuşmamaktadır. Kemalist inşa süreci sonrası, yani
çok partili siyasal hayata geçişle başlamış olan eğilimlerin, devlet eliyle yapılan
müdahaleler, siyaset sahnesinin düzenlenişi ve birtakım konjonktürel kaymalar
dışında pek de değişmediği çok rahat gözlemlenebilmektedir. Devletin kendini
tanımladığı ve aynı zamanda topluma da dayattığı kimliği, modernleş(tir)me yoluyla,
İslamcılar dahil toplumun her katmanına nüfuz etmiş olsa da bütünüyle toplumsal
meşruiyet sağlayamamıştır. En temelde devletin inşa sürecinde, yeni kimliğini
tanımlamakta dayandığı referansı olan öteki, ulusun geneli için de bir öteki olmamış,
sonrasında uygulanan modernleş(tir)me reformlarıyla da ötekileştirme toplumsal
alanda yaygınlık kazanamamıştır. Kemalist inşa sürecinde hedeflenen ‘yeni insan’
yaratılmıştır, fakat bu ‘yeni insan’ hedeflenen içeriği bütünüyle içselleştirememiş,
farklı etkenlerle ve farklı süreçler içerisinde hep bir yeniden yorumlama girişimi söz
konusu olmuştur. Esasen yaşanan kısaca “bastırılmışın geri dönüşü” olarak
tanımlanabilir. 696
Kimlik inşasının bir süreci olarak tarihin yeniden yorumlanma çabası, ulusun
dayandığı tarihi tümden değiştirip, geçmişin belirli bir kısmını göz ardı etmek, bir
bakıma tarihsiz bir ulus inşa etmek şeklinde ortaya koyulmuş, fakat geçmişin
Osmanlı olduğu kadar İslam olarak da geri dönmesinin önüne geçilememiştir. Bu
bağlamda geri dönen geçmişi kendine referans alanların kimliği ise içinde İslami
değerleri de güçlü bir şekilde barındıran bir muhafazakârlık, ya da doğrudan İslam
olmuştur.
Göka, Göral ve Güney, “Bir Hayat İnsanı Olarak Türk Muhafazakârı ve Kaygan Siyasal Tercih”, s.
313.
696
Çalış, Hayalet Bilimi ve Hayali Kimlikler, s. 86.
695
212
Bütün bu çıkarsamalar elbette sadece Kemalizm ve Kemalist modernleştirme
süreci çerçevesi içinde algılanamaz, bu sürece konjonktürel siyasal hesaplardan,
ekonomik faktörlere birçok içsel etken katkıda bulunduğu gibi, bir sonraki bölümün
konusunu oluşturan devletler arası etkileşimler ve uluslararası sistemin etkileri de
önemlidir. Hatta bu etkiler de açıklanmadan, kesin bir yargıya varılması da doğru
olmayacaktır. Zaten, kimlik üzerine yapılacak bir çalışmada, özellikle de aranan bir
kimlik değişimi ise tüm analiz düzeylerinin birarada ele alınması gerektiği, çünkü
tüm düzeylerin birbiriyle etkileşim içerisinde olduğu bu çalışmanın temel savıdır.
Çalışmanın dayandığı savlardan bir diğeri de, devletin dış politikasını yapan
(ulusal kimlikten) ‘ayrı’ bir kimliği olduğudur. Bu ‘ayrı’ kimliği ortaya koyabilmenin
yolu ise, kimlik pratikleri bağlamındaki tüm içsel dönüşümler yanında, devletin
etkileşim sürecinde ortaya koyacağı dış politika pratiklerine de bakmak olacaktır.
II.
DEVLET
DÜZEYİ:
KİMLİK,
ÇIKAR
ve
DIŞ
POLİTİKA
PRATİKLERİ
Türkiye’de özellikle dış politika bağlamında bir kimlik değişiminden en fazla söz
edilmeye başlandığı dönem 1990’lı yıllardır. 1990’lı yıllar boyunca Türkiye’nin
bölgesel güç olma girişimleri, özellikle Osmanlı coğrafyasıyla ilintili olduğundan
Türkiye’nin değişen kimliğine sıkça vurgu yapılmıştır. Bu değişim süreci ulusal
kimlik tanımlarındaki neo-Osmanlıcı eğilimlerle birlikte, Türkiye’nin kimliğinin
değiştiğine/değişiyor olduğuna dair argümanları sağlamlaştırmıştır. Ne var ki, bir
kimlik değişiminden söz edebilmek, yalnızca davranışlara bakılarak ortaya
koyulamaz, bir kimlik değişiminden söz edebilmek için devletin dış politika
algılamalarının değiştiğinin ve bir süreklilik kazanarak dış politikanın mantığını
tümden dönüştürdüğünün ortaya koyulabilmesi gereklidir.
Buna karşın dış politika pratiklerinin, bir önceki kısımda sözü edilen içsel
gelişmelere karşın bir süreklilik göstermesi, hem ‘ayrı’ olduğu öne sürülen devlet
kimliği argümanını güçlendirecek bir unsurdur, hem de devlet kimliğinin, tüm içsel
dönüşümlere karşın bir değişime uğramadığının göstergesi olacaktır. Bu bağlamda,
213
örneğin Özal dönemi dış politikalarında görülen açılımların bir kimlik değişiminin
sonucu olduğunu söylemek güçtür. Özal’ın çoğu zaman neo-Osmanlıcılık olarak
tanımlanan politikaları, toplumsal dönüşümle uyumlu görünse ve bir kimlik
değişimini akla getirse de algılamaların referans noktasının Batı olmaya devam
ediyor oluşu bir kimlik değişiminden söz edilmesini olanaksızlaştırmaktadır.
1. Batı: Jeopolitiğin Kifayet Etmediği Noktada Öteki’leşmek
Türkiye’nin ‘etkili öteki’si olarak Batı’yla etkileşimleri, devletin inşa sürecinde ele
alındığı biçimde, bir yandan inşa edilen kimliğin bir unsuru, diğer yandan ise kimliği
inşa edici bir unsur olarak işlemiştir. Soğuk Savaş sürecinde de bu genel yönelimde
ciddi bir sapma olmamış, ancak 1960 ve 1970’li yıllar içinde ortaya koyulan dış
politika pratikleri bağlamında bir gevşeme söz konusu olmuştur.
Bu gevşeme, 1960 sonrası kamuoyunda sol hareketlerin ABD karşıtı seslerinin
yükseldiği ortamda, Kıbrıs konusunda müttefik ve ekonomik sorunlara çare
arayışının birer sonucu olarak ortaya çıkmıştı. 697 1960’lı yıllar boyunca, DP
iktidarının tam aksine ABD’ye karşı çıkılabilen, görece özerk bir politika izlenmeye
başlanmıştı. Hatta ekonomik anlamda sanayi yatırımları için SSCB’yle yakınlaşma
başlatılmıştı. Yine, 12 Mart dönemi hariç, 1970’ler süresince de Batı’dan, bağımlılık
anlamında uzak politikalar üretilmişti. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’na karşı Batı’nın
gösterdiği tepkinin bu politikaların teşvikindeki etkisi yineleme gerektirmeyecek
kadar bilinen bir durumdur. 1960’larda NATO’dan çıkma tartışmaları bile gündeme
gelmişti ve 1976’da tek taraflı bir kararla AET ile ilişkiler de dondurulmuştu. Bütün
bu gelişmelere rağmen, NATO’dan ayrılma söz konusu olmamış, 698 Ortadoğu’da
Batı/ABD’den özerk politikalar gözlemlense de, özünde ABD’nin üstünlüğü
çerçevesindeki politikaların dışına da çıkıl(a)mamıştır. Türkiye 1967 Arap-İsrail
savaşı sonrası BM’de, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini öngören
Yugoslav tasarısı çerçevesinde oy vermiştir, fakat burada da Batı’ya karşı dengeyi
Baskın Oran, “Dönemin Bilançosu, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 679.
Hatta Kıbrıs Harekâtı sonrasında Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadından ayrılması üzerine,
Yunanistan’ın yarattığı boşluğun Türkiye tarafından doldurulması hesaplanmıştır. Ibid.
697
698
214
yitirmemeye özen göstermiş olduğu, İsrail’i saldırgan ilan eden Sovyet tasarısı
yönünde oy vermemesinden çıkarsanabilir. 699
Dış politika pratiklerinde, Batı’dan özerkleşme yönünde görülen bu dönüşümün
Türkiye’nin çıkarlarını belirleyen kimliğinde bir değişim anlamına gelmediği, dış
politika pratiklerinin sürekliliği içinde kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Türkiye’nin
Avrupa anlamında Batı’yla etkileşimlerinin özünde kimlik unsurunun belirleyiciliği
Soğuk Savaş koşullarında su yüzüne çıkmamış/çıkarılmamış olduğundan, dış politika
pratikleri bakımından temel unsur olarak, güvenlik gereğiyle Batı’ya ittifak
bağlarıyla bağlanmak sayılmıştır. Oysa daha Osmanlı mirasının incelenmesiyle
ortaya çıkmaktadır ki, Türkiye’nin Batılı devletler sistemi içindeki konumu her
zaman için bir kimlik meselesi olagelmiştir. 700
Bu durum 1980 sonrası dönemde daha fazla hissedilmeye başlanacak ve Soğuk
Savaş sonrası dönemde ise Türkiye’nin Avrupa’yla ilişkileri neredeyse bütünüyle
kimlik kapsamında belirlenecektir. Bu bağlamda Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemi
ve sonrası Batı’yla etkileşimlerini ele almak, bu etkileşimler sürecinde kimlik
etkenini ortaya çıkarmak bakımından önemlidir. 1960’lı yıllardan itibaren bu
etkileşimler Avrupa Birliği (AB, AT, AET) perspektifinde gerçekleştirildiğinden,
Türkiye ve Avrupa arasındaki etkileşim sürecini bu perspektife oturtmak yanlış
olmayacaktır.
Türkiye’nin Batı ile etkileşimleri bağlamında Avrupa ile etkileşiminin ele
alınacağı bu noktada Batı olarak ABD unsuru ile ilgili bir şeyler söylemek de gerekli
olmaktadır. Dış politika pratikleri bağlamında ele alındığında Batı genellemesi içinde
kuşkusuz ABD’nin de yer almasına karşın Türkiye’nin kimliği ile ilgili kurucu bir
unsur olarak işleyen Batı’nın, esasen Avrupa olduğunu belirtmek gereklidir. Avrupa,
bir önceki bölümde incelenen her üç düzeyde de görüldüğü şekilde, Türkiye
devletinin inşa sürecinde kurucu bir öteki (etkili öteki) olarak varlığını ortaya
koymuştur ve aslında halen daha koymaktadır. Buna karşın ABD, Türkiye’de Batı
kavramsallaştırması
699
700
içinde,
Bora’nın
deyimiyle
‘başka
Batı’
olarak
Aydın, Turkish Foreign Policy: Framework and Analysis, s. 75.
Müftüler-Bac, Europe in Change: Turkey’s Relations with a Changing Europe, s. 3.
215
algılanmıştır/algılanmaktadır. 701 ABD modernleşmenin uç ve de pragmatik bir örneği
olarak imgelendiği ve Batılılaşma hedefinin bir noktası olarak gösterildiği 1950’li ve
1980’li yıllarda dahi aslında ‘başka’ bir Batı’dır. Hatta ABD, farklı kültürellik
biçimlerine, farklı modernliklere ve daha da fazla farklı demokrasi biçimlerine
hoşgörü gösteremeyen Avrupa’ya göre daha elverişli de görünmüş ve bundan dolayı
özellikle 1950 ve 1980’li yılların muhafazakâr ama batılılaşmacı zihniyeti tarafından
batılılaşmanın yönü olarak belirlenebilmiştir. Fakat ABD türü batılılaşma Kemalist
seçkinler için her zaman batılılaşmanın yozlaşması olarak algılanmış ve
olumsuzlanmıştır. 702 Nihayetinde, Cumhuriyet’in kimliğini kuran Batı, Avrupa’dır
ve Osmanlı tarihinden beri Türkiye’nin temel dış politika hedefi olan Batı tarafından
kabullenilme hedefi, Avrupa ve Avrupa sistemine yönelik olmuştur.
A. Soğuk Savaş Sürecinde Türkiye ve Avrupa
Türkiye, sözü edildiği gibi İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Avrupa
oluşumlarının tümünde yer almak için vakit kaybetmemiş, hatta özellikle NATO
üyeliğini dış politika gündeminin birincil konusu haline getirmişti. Avrupalı bir
güç/devlet olarak kabul edilebilmek açısından 1958’de Roma Antlaşması’yla
oluşturulan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik 1959’dan itibaren gündeme
gelmiştir.
Esasen Türkiye en başında, geleceği belirsiz görüldüğü için AET’ye (NATO’ya
göre) daha temkinli yaklaşmış, fakat Yunanistan’ın AET’ye üyelik için yaptığı
başvuru Türkiye’yi harekete geçiren unsur olmuştur. Yunanistan’ın 15 Temmuz
1959’daki başvurusu olmasa Türkiye’nin muhtemelen AET’ye üyelik için daha geç
başvuruda bulunacağı çoğunlukla kabul edilen bir belirlemedir. 703 Elbette dönemin
Tanıl Bora, “Türkiye’de Siyasal İdeolojilerde ABD/Amerika İmgesi: ‘En Batı’ ve ‘Başka Batı’”,
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık, s. 147.
702
Ibid., s. 159.
703
Müftüler-Bac, Europe in Change: Turkey’s Relations with a Changing Europe, s. 54.
Yunanistan ve Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Batılı kurumlara karşı yaklaşımları
paralel olmuştu. AET konusunda da ortak hareket etmek istediklerine dair hükümet düzeyinde
açıklamaları olmasına karşın, Yunanistan’ın Türkiye ile görüşmeden başvuru yapmış olması
Türkiye’de tedirginliğe sebep olmuştu. Daha önemlisi, ihracatında Türkiye ile aynı ürünlere sahip olan
Yunanistan’ın Türkiye’nin hedefindeki pazarları ele geçirmesi olasılığı ve NATO başta olmak üzere
uluslararası platformlarda Türkiye’nin önüne geçeceği endişesi Türkiye’nin başvuru yapmasını teşvik
eden en önemli unsurlardandır. Çağrı Erhan ve Tuğrul Arat, “AET’yle İlişkiler”, Baskın Oran (der.),
701
216
dış politikasında ABD bağımlılığının belirleyici olduğu da göz önünde tutulduğunda,
AET’ye yaklaşımdaki ihtiyatlılığında, bu oluşumun içinde ABD’nin yer almıyor
olmasının etkisi de unutulmamalıdır.
Türkiye’nin 31 Temmuz 1959’da, Yunanistan’ın başvurusundan sadece 16 gün
sonra AET’ye başvurusu, AET’de siyasal açıdan memnuniyetle karşılanmıştı. Aynı
dönemde (3 Mayıs 1960) İngiltere’nin öncülüğünde kurulan Avrupa Serbest Ticaret
Birliği (EFTA)’nın yerine AET’nin tercih edilmiş olması, yeni, kendine güvensiz ve
tecrübesiz topluluk için siyasi bir başarı sayılmıştı. 704 Sonrasında başlayacak süreçte
de, kültürel olarak Türkiye’nin Avrupa’nın ötekisi olma gerçekliğinde bir değişiklik
olmamasına ve hatta toplumsal düzeyde açıkça ortaya koyuluyor olmasına karşın,
Soğuk Savaş koşullarında, Batı ittifakının sadık bir üyesi olduğundan bu tür
farklılıklar siyasal düzeyde dile getirilmemiştir. Bu farklılıkların dillendirilmesi,
üstelik Türkiye’ye karşı bir baskı olarak ortaya koyulması 1980’li yıllarla birlikte
başlayacak, 1990’larda zirvesine ulaşacaktır.
Buna karşın Türkiye’nin farklılığı daha hazırlık görüşmeleri sürecinde ortaya
çıkmaya başlamış ve henüz üçüncü görüşmeye gelindiğinde AET tarafında, Türkiye
ile olan sürecin yavaşlatılması noktasına varılmıştır. Zaten resmi müzakereler için
belirlenen tarihten önce Türkiye’de 27 Mayıs müdahalesinin gerçekleşmiş olması
süreci bir belirsizlikle kesintiye uğratmıştır. 27 Mayıs yönetiminin daha önce de sözü
edildiği gibi ilk açıklaması Türkiye’nin bütün ittifak ve taahhütlerine sadık olacağı
yönünde olmuş olsa da, askeri müdahale ve yönetimi (MBK) Avrupa’da kuşkuyla
karşılanmış, bir tür bekle-gör politikası izlemek üzere ilişkiler soğutulmuştu. 705
Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 19802001(İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 811-816. Yunanistan ve Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı
sonrası dönemde Batılı kurumlara karşı yaklaşımları paralel olmuştu.
704
Mehmet Ali Birand, Bir Pazar Hikâyesi: Türkiye-AET İlişkileri (İstanbul: Milliyet Yayınları,
1978), s. 28.
705
Bu durum özellikle Yassıada mahkemeleri ve verilen idam kararlarına karşı tepkisini koyan ve
Türkiye ile görüşmelerin derhal kesilmesini isteyen Fransa ile Türkiye’nin ortaklık konusunda örgüt
içindeki tek destekçisi olan ve Türkiye’nin –stratejik sebeplerle- kaybedilmemesinde ısrarcı olan
Almanya’nın görüşlerinin uzlaştırılmasının sonucudur. Yani ilişkiler kesilmemiş, ama belirsiz bir süre
için ertelenmiştir. İlhan Tekeli ve Selim İlkin, Türkiye ve Avrupa Topluluğu I: Ulus Devletini
Aşma Çabasındaki Avrupa’ya Türkiye’nin Yaklaşımı (Ankara: Ümit Yayıncılık, 1993), s. 166167.
217
Bütün olumsuz gelişmelere karşın, 15 Ekim 1961’de yapılan seçimlerle yeniden
demokrasiye dönülmüş olması ve Türkiye’nin ısrarlı diplomatik girişimleri -özellikle
Türkiye’nin başvurusunun reddedilmesi halinde- SSCB ve Doğu Bloku’na
kayabileceği yönündeki açıklamalarla birlikte sonuç vermiş ve 12 Eylül 1963 Ankara
Antlaşması ile ortaklık süreci başlamıştır. 706 Nihayetinde, 1960’lı yıllar Türkiye’nin
Avrupa güvenliğine katkı sağlayan, Bilgin’in deyimiyle Avrupa açısından ‘güvenlik
üreten’ (producer of security) bir ülke konumunda olduğu 707 ve kaybedilmemesi
gereken bir ülke olarak görüldüğü bir dönemdir ve etkileşim süreçlerindeki
olumsuzluklara karşın ortaklık anlaşmasına ulaşılmasında bu bakış açısı etkili
olmuştur. 708
Ankara Antlaşması’nın imzalanması öncesinde, TBMM’deki tüm siyasal partiler,
Batı dünyasında gerçekleşen bütünleşme hareketlerinin dışında kalınmaması,
dolayısıyla
Türkiye’nin
savunmuşlardı.
709
AET’ye
(Ortak
Pazar’a)
girmesi
gerektiğini
Bunun dışında ise, kamuoyu, birkaç sol yayın dışında basın, hatta
üniversiteler dahi sessiz kalmışlardı, Birand’ın deyimiyle Ankara Antlaşması
Türkiye’nin yaptığı en ‘sessiz’ anlaşma olmuştur. 710 Türkiye ile AET arasında
ortaklık kuran Ankara Antlaşması, ‘hazırlık’, ‘geçiş’ ve gümrük birliğiyle
tamamlanacak ‘son dönem’den oluşmaktaydı. 711
İmzalanması sonrasında ise, Ankara Antlaşması’yla Türkiye’de, Batılılığının
onaylanmış olduğu algısıyla çok olumlu bir hava ortaya çıkmış, diğer yandan AET
Erhan ve Arat, “AET’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, s. 830.
Pınar Bilgin, “Turkey & the EU: Yesterday’s Answers to Tomorrow’s Security Problems?”,
Graeme P. Herd ve Jouko Huru (der.), EU Civilian Crisis Management, (Camberley: Conflict
Studies Research Center, 2001), s. 41.
708
Bu bağlamda ABD’nin desteği de göz ardı edilmemelidir. 1962’de NATO Konseyi toplantısında,
Türkiye’nin (ve Yunanistan’ın) Atlantik örgütüne katkıları dikkate alınarak, hayat düzeyini
yükseltmek için dış yardıma ihtiyacı olduğunun saptanması ve en kısa sürede olanak sahibi
müttefiklerin yardım yapmalarının kararlaştırılmış olmasıyla, ABD/NATO sürece ağırlığını koymuş,
AET’nin itirazlarını geri çekmesini etkilemiştir. Birand, Bir Pazar Hikâyesi, s. 123.
709
Adil Aşırım ve Hülya Yalçınsoy, Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı
(Ankara: Sude Ajans, 2000), s. 27.
710
Birand, Bir Pazar Hikâyesi, s. 153.
711
Atilla Eralp, “Turkey and the European Community in the Cahnging Post-War International
System”, Canan Balkır ve Alan M. Williams (der.), Turkey and Europe (Londra&New York: Pinter
Publishers, 1993), s. 28.
706
707
218
de bu havayı -farklı dayanaklarla olsa da- desteklemiştir. 712 Buna karşın sürecin
işletilmesinde, üzerine aldığı yükümlülükleri ve verilen taahhütleri yerine getirmek
bakımından Türkiye’de aynı heyecanlı ve ısrarcı tutum sergilenmemiştir. Geçiş
dönemi için gerekli yapısal hazırlıklar yapılmamasına karşın, hazırlık döneminin
bitirilip, geçiş döneminin başlatılması için acele edilmiştir. Türkiye, esasen
Avrupalılığının onayı dışında AET ortaklığının özellikle ekonomik etkilerinin dahi
ayırdına oldukça geç varmış, hatta ekonomik sorunlar etkilerini hissettirmeye
başladığı ilk dönemde göz ardı edilerek, 713 Gümrük Birliği’nin (GB) kurulmasına
yönelik 22 yıllık geçiş dönemini başlatan Katma Protokol 23 Kasım 1970’te
imzalanmıştır.
Ankara Antlaşması’nın imzalanmasından, Katma Protokol’e uzanan süreçte AET
ile ilişkiler konusunda Türkiye’de muhalif sesler de yükselmeye başlamıştı. Fakat
bunlar henüz NATO ve ABD’ye yöneltilen eleştirilerin arasında kalıyor, pek
yükselmiyordu. Muhalif sesler, daha çok sol ve İslamcı kesimden gelmiş ve en fazla
bu iki kesimin birarada bulunduğu devlet bürokrasinin en prestijli kurumu DPT’den
yükseltilmiştir. 714 Türkiye’nin önce ekonomisini AET ülkeleri düzeyine çıkarması ve
ardından üyelikle ilgilenmesi gerektiğini savunan DPT’nin müsteşarı ise 1987’de
Türkiye’nin AT’ye tam üyelik başvurusunun mimarı olacak olan Turgut Özal’dı.
Katma Protokol’ün hazırlıklarının ilerlediği süreçte ise, eleştiriler özellikle etkin
olmaya başlamıştır. Ankara Antlaşması’nı bizzat imzalamış olan CHP, temel olarak
hazırlık döneminde gerekli hazırlıklar yapılmadan geçiş dönemine gidilmesine karşı
çıkmıştır. Buna karşın Milli Görüş ve sol doğrudan topluluğa katılma konusunda
muhalif olmuşlardı. Meclis’te Milli Görüş’ü temsil eden Erbakan, muhalefetini
doğrudan hükümet hakkında, Ortak Pazar konusundaki tutumlarından dolayı gensoru
önergeleri (15 Mayıs ve 11 Aralık 1970) vererek ortaya koymuştur. Erbakan, AET
konusunun ekonomik boyutla sınırlı olmadığını ileri sürerek, topluluğun kültürel ve
siyasi boyutlarını tartışmaya açmıştır. Özellikle ‘milli hakimiyet’in elden gideceğini,
böylelikle Türkiye’nin Batı’nın sömürgesi haline geleceğini savunan Erbakan, bir
Ortak Pazar kurulacaksa bunun Müslüman devletlerle kurulması gerektiğini öne
712
Bkz. s. 172.
Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity, s. 71.
714
Erhan ve Arat, “AET’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, s. 840.
713
219
sürerek Milli Görüş’ün yaklaşımını sergilemiştir. 715 Mecliste temsil edilen sol görüş
de doğrudan AET’ye karşı bir tutum sergilemiş, hatta TİP’li milletvekili Sadun Aren,
sosyalist ülkelerle ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi yanında bir Ortak Pazar
kurulacaksa, bunun Ortadoğu ülkeleriyle gerçekleştirilmesinin daha doğru olacağını
savunmuştur. 716
Katma Protokol daha onaylanma sürecini geçemeden Türkiye’de 12 Mart
müdahalesi gerçekleşmiş, Demirel hükümetinin istifasının ardından kurulan yeni
Erim hükümeti ile Katma Protokol TBMM’de onaylanmıştır. Erim hükümeti ilk
programında çok fazla tartışmaya konu olduğundan Katma Protokol’ün bazı
yönlerinin iyileştirilebileceğini öne sürmüşse de, daha yürürlüğe girmeden revizyon
istemenin AET ile ilişkileri kopma noktasına getireceği endişesi hakim olduğundan
bu süreçte böyle bir talepte bulunulmamıştır. 12 Mart müdahalesi esasında AET ile
ilişkiler çok derinden etkilenmemişti. AET esasında demokrasi kurallarının
işlemediği ülkelerle ilişki kurmuyor, ya da Yunanistan örneğinde olduğu gibi
ilişkilerini donduruyordu. Fakat askeri müdahale ile parlamentonun kapatılmamış
olmasının da etkisiyle bu süreç Türkiye için işletilmemişti.717 Yine de bu dönemde
ortaya çıkan önemli bir unsur, ileride Türkiye’nin çok fazla karşılaşacağı, Türkiye’de
insan hakları ihlalleri konusundaki eleştirilerin Avrupa Parlamentosu’nda ilk kez
dillendirilmiş olmasıdır. 718
1970’li yıllar zaten AET’nin Türkiye’ye yalnızca güvenlik penceresinden
bakmayı bıraktığı ve daha çok ekonomik açıdan değerlendirdiği, siyasi hesapların da
ağırlıklı olduğu bir dönem olmuştur.
719
Bunun dışında 1970’li yıllar, AET içinde
yaşanan gelişmeler dolayısıyla birçok şeyin artık değiştiği ve değişimin etkilerinin
Türkiye’ye, beklentilerinden farklı yönde yansıyacağı bir dönem olacaktır. Bir kere
AT Türkiye açısından Katma Protokol’ün yürürlüğe girdiği 1973 yılına, ilk
genişlemesini
(İngiltere,
İrlanda,
Danimarka)
tamamlayarak
girmişti.
Bu
Tekeli ve Selim İlkin, Türkiye ve Avrupa Topluluğu, s. 116.
Aşırım ve Yalçınsoy, Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı, s. 53.
717
Tekeli ve Selim İlkin, Türkiye ve Avrupa Topluluğu, s. 141-142.
718
Erhan ve Arat, “AET’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 847.
719
Atila Eralp, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye ve Avrupa Birliği”, Alan Makovsky ve Sabri
Sayarı (der.), Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri (İstanbul:
Alfa Yayınları, 2002), s. 235.
715
716
220
genişlemenin etkileriyle ilgilenildiği bir dönemde, ayrıca petrol krizinin baş
göstermesi ve krizle topluluk ülkelerinin ulusal ekonomilerini korumaya yönelik
politikalar izlemeye başlaması ve dahası Akdeniz ülkeleriyle ikili serbest ticaret
anlaşmaları imzalayarak ucuz tarım ürünleri elde etmeye başlaması Türkiye’yi çok
olumsuz etkilemiştir. 720
Türkiye’nin AET konusundaki en önemli gündemi ise Katma Protokol’de
revizyon yapılması olmaya devam ederken, Kıbrıs Barış Harekatı’nın gerçekleşmesi
ilişkileri o güne dek olmadığı kadar gerginleştirecektir. Türkiye’nin 20 Temmuz
1974’te Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunması, garantörlük hakkına dayandığı ve
gerekli dış temaslarda da bulunduğundan AT’de tepkiye neden olmamıştı. Fakat
Ağustos’ta ikinci harekâtın gerçekleştirilmesi, ardından Yunanistan’da Albaylar
Cuntası’nın devrilmesi ve Yunanistan’ın demokrasiye dönmesi Türkiye’yi çok
olumsuz etkilemiştir. Demokrasiye dönmüş Yunanistan toplulukta çok olumlu
karşılanırken, Türkiye Ekim 1974’te yapılan Paris Zirvesi’nde harekâttan dolayı
kınanmıştı. Bundan sonrasında ilişkiler AET’nin Türkiye’nin isteklerini sürekli
reddettiği ve ilişkilerin her aşamada daha fazla gerginleştiği bir noktaya gelecek,
sonuç olarak Türkiye Katma Protokol’den doğan yükümlülüklerini (Katma
Protokol’ün 60. Maddesine dayanarak) 1 yıllığına ertelediğini açıklayacaktır. 721
İlişkiler gerginliğini korurken, Ocak 1978’de kurulan yeni Ecevit hükümeti 1978
yılı boyunca topluluk nezdinde yoğun temaslarda bulunmaya özen göstermişti.
Aslında Türkiye’nin tüm kredi kanallarının tıkandığı, IMF’yle yapılan anlaşmanın da
siyasi hesaplarla uygulamaya koyulmadığı bir ortamda ülkenin içine düştüğü
ekonomik bunalım da bunu gerektirmekteydi. 722 Türkiye, Mayıs ayında AET’ye
tarım konusunda kapsamlı ödünler ve mali yardım içeren bir öneriler paketi iletmiş,
fakat topluluktan bir türlü cevap alınamamış olduğundan 28 Aralık 1978’de ilişkileri
dondurma kararı almıştır. Türkiye’nin yükümlülüklerini askıya alması diğer tarafta,
Tekeli ve Selim İlkin, Türkiye ve Avrupa Topluluğu, s. 165.
Erhan ve Arat, “AET’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, s. 848.
722
Tekeli ve Selim İlkin, Türkiye ve Avrupa Topluluğu, s. 176.
720
721
221
gerek genişlemesinin etkileri, gerekse de petrol krizi sonrası ekonomik sorunlarla
uğraşan topluluk için bir rahatlama dahi sağlamıştır denilebilir. 723
1979 yılına gelindiğinde Demirel başkanlığında kurulan Milliyetçi Cephe
Hükümeti döneminde ilişkiler tersine çevrilmek istenmiş ve 1980 yılı başlarında
Türkiye’nin tam üyelik başvurusunda bulunabileceği açıklamaları yapılmaya
başlanmış, fakat 12 Eylül’de gelen yeni bir askeri müdahale tüm süreçleri bir kez
daha kesintiye uğratmıştır. 12 Eylül, topluluk içinde demokrasi konusunun daha fazla
ele alınmaya başladığı bir döneme denk gelmiş, Türkiye’nin süreci geri döndürme
çabalarına karşın aradaki uzaklığı kapatmak olanaklı olmamıştır. AET’nin demokrasi
önceliğinde siyasi kaygılarla ilgisi, daha 1970’li yılların ortalarında kendini belli
etmeye başlamış ve İspanya, Portekiz ve Yunanistan’ın üyelik başvuruları,
topluluğun demokratik rejimleri güçlendirebileceği inancını yerleştirmesine sebep
olmuştu. 724 Askeri müdahale ilk anda topluluktan çok sert tepkiler almamakla
birlikte, ilerleyen süreçte insan hakları ihlalleri konusu topluluğun tepki ve
eleştirilerinin sertleşmesinin yönünü belirleyecekti. Avrupa Parlamentosu (AP)
Türkiye’den, Türk halkının siyasi özgürlüklerden yararlandırılmasını, siyasi
tutukluların hayatlarının güvenceye alınmasını, demokrasiye dönüş takviminin
bildirilmesini istemiş, ayrıca insan haklarına saygının AET ile diyaloğun temel
koşulu olduğunu hatırlatma gereği duymuştur. 725
12 Eylül yönetimi ise, Türkiye’nin demokrasiye geçiş programını açıklamasının
ilişkileri yoluna sokmak için yeterli olacağını hesaplamaktaydı. Buna bir de
ekonomide liberalleşmenin hayata geçirilmesi programı (24 Ocak kararları)
eklenince, Türkiye’nin bakış açısına göre AT ile sorun yaşamak için bir sebep
kalmayacak ve ilişkiler düzeltilebilecekti. Oysa artık toplulukla ilişkilerin sadece
ekonomiye bağlı olmadığı, demokrasi ve insan haklarının öncelikli konular olarak
yerleştiği 726 ilişkilerin seyrinde siyasi bir organ olan Avrupa Parlamentosu’nun
eleştirilerinin etkinliğinden bile çıkarsanabilir.
Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity, s. 74.
Eralp, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye ve Avrupa Birliği”, s. 241.
725
Aşırım ve Yalçınsoy, Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı, s. 146.
726
Eralp, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye ve Avrupa Birliği”, s. 242.
723
724
222
Bütün bu olumsuzluklara karşın Türkiye, 1981’de yapılan Ortaklık Konseyi
toplantısında,
demokrasiye
dönüldükten
sonra
tam
üyelik
başvurusunda
bulunulacağını açıklıyor, buna karşın aynı dönemde topluluğun Türkiye’ye karşı
eleştirileri sertleşiyordu. AP’nin 4. Mali Protokol’ün askıya alınmasına yönelik
kararı, Konsey tarafından onaylanmasa bile ertelenerek fiilen uygulanıyor, Haziran
1982’de Türkiye’de genel seçimler yapılıp parlamento tekrar oluşturulana kadar ATKarma Parlamento Komisyonu iptal ediliyordu. Yeni anayasanın 17 Kasım 1982’de
referandumla
kabul
edilmesi
de,
referandumun
sıkıyönetim
koşullarında
yapılmasından dolayı eleştirilmiş, 1983 yılı boyunca yeni kurulan siyasi partilerin
kapatılması ve liderlerin Milli Güvenlik Konseyi tarafından veto edilmesi de çok
olumsuz karşılanmış ve AP yapılan seçimleri demokrasinin gerçek bir ifadesi
olmamakla
kınamıştır. 727
Kasım
1983’te
genel
seçimlerin
yapılması
ve
parlamentonun işlemeye başlaması da Türkiye’ye yönelik eleştirel tutumda önemli
bir değişiklik yaratmamıştır. Parlamento gibi, topluluğun diğer organları da
Türkiye’deki yeni rejimi onaylamak ve ortaklık anlaşmasını yeniden harekete
geçirmek için acele etmemiştir. 1985’de Siyasi İşler Komitesi’nin hazırladığı bir
rapora göre, Türkiye halen insan hakları konusunda temel standartlara dahi
ulaşamamıştır ve bundan dolayı Karma Parlamento Komisyonu’nun toplanması
ertelenmelidir. Bu raporla birlikte, AP’nin işkence, idam cezaları, siyasi yasaklıları
ve Kürtlere uygulanan baskıları kınayan çok ağır bir kararı da çıkmış ve Türkiye’de
hiddetle karşılanmıştır. 728 Gerek askeri yönetim, gerekse de seçimlerden sonra iktidar
olan Özal hükümeti, Türkiye’de yeniden tesis edilen demokrasiyi gereken
standartların çok altında değerlendiren topluluğun eleştirilerini anlamlandırmakta
güçlük çekmiş, hatta bu eleştirileri içişlerine haksız bir müdahale olarak
değerlendirmiştir. 729
Özal hükümetinin ilişkileri normalleştirme yönündeki çabaları sonuç vermediği
gibi, bu dönemde Yunanistan’ın topluluk içinde Türkiye’ye karşı etkinlikleri ve
1986’da uygulamaya geçmesi gereken Türk işçilerinin serbest dolaşımını özellikle
İhsan Dağı, “Human Rights, Democratization and the European Community in Turkish Politics:
The Özal Years, 1983-87”, Middle Eastern Studies, Cilt 37 (1), 2001, s. 20.
728
Ibid., s. 22-23.
729
Eralp, “Turkey and the European Community in the Changing Post-War International System”, s.
32.
727
223
Almanya’nın engelleme çabaları önemli sorunlar olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye
Kasım 1986’da işçilerin serbest dolaşımının başlatılması için başvuruda bulunsa da,
Bakanlar Konseyi’nin verdiği cevap, uygulamanın başlatılması için hukuksal
gerekçelerin oluşmadığı, bu konuda ciddi bir hazırlık yapılmasının ardından karar
verileceği bildirilmişti. 730 1986’da AP’nin Türkiye ve AET ilişkileri konusunda
aldığı bir karar da, demokrasi ve insan hakları sorunları yanında, Türkiye’ye
Yunanistan ile iyi komşuluk politikası gütmesi tavsiyesinde bulunmakla, aslında hep
var olan Yunanistan etkenini açıkça gündeme getirmiştir. 731
İlişkilerin henüz normalleştiğinin söylenemeyeceği bir süreçte, 14 Nisan 1987’de
Türkiye’nin tam üyelik başvurusunda bulunması, topluluk içinde şaşkınlık
yaratmıştır. Türkiye’de ise başvuru konusunda mecliste temsil edilen siyasi partilerin
hepsi bu kararı, başvuru öncesinde gerekli ekonomik ve siyasi reformların
gerçekleştirilmesine dikkat çekmeleri dışında, Türkiye’nin Avrupalı oluşuna ve
bunun tescil edilecek olmasına yaptıkları vurgularla beraber desteklemişlerdi.
Türkiye’nin Avrupalılığı’na bu derecede bir vurgu, Avrupalılığı kimliğinde
içselleştirmiş bir devletin siyasal temsilcilerinin, 1980 sonrası dönemde ortaya çıkan
gelişmelerle Avrupa’dan dışlanmışlığı çok fazla hissetmiş olmalarıyla ilgili
görünmektedir. Zaten, bu süreçten itibaren toplulukla ilgili konular, bir ulusal gurur
meselesi haline getirilecektir. 732
Siyasal partiler içinde mecliste temsil edilmeyen RP ise Türkiye’nin, İslam
dünyasını yok etmek için örgütlenmiş bu Hıristiyan topluluğuna üyeliğine kesnlikle
karşı çıkmıştır. AT’nin ekonomik değil, ideolojik bir siyasi birlik olduğunu ve
Türkiye’nin sömürü düzeninin içine atıldığını belirten Erbakan ve RP (Milli Görüş
olarak da okunabilir), Türkiye’nin, Avrupa’dan farklı bir kültür ve kimliğe sahip
olduğunu vurgulamakla, kısa bir süre sonra Avrupa’nın gündeme getireceği kimlik
meselesini içeriden bir bakışla ortaya koymuştur. 733
Erhan ve Arat, “AT’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular,
Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001, s. 92-93.
731
Dağı, “Human Rights, Democratization and the European Communityin Turkish Politics”, s. 23.
732
Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity, s. 74.
733
Dağı, Kimlik, Söylem ve Siyaset, s. 52-53.
730
224
Türkiye’nin başvurusu AT tarafından da olumsuz karşılanmış, Yunanistan’ın
açıkça Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğunu açıklamış olması beklenir bir durumken,
Almanya’nın da karşı çıkanlar arasında yer alması hayal kırıklığı yaratmıştır.
Komisyonun, Türkiye’nin başvurusunu değerlendirmesi iki yıl sürmüş, Konsey’e
Türkiye’nin başvurusunun askıya alınması yönündeki önerisini 18 Aralık 1989’da
bildirmiştir. Komisyon’un temel gerekçesi 1993’e kadar yeni bir genişleme yapılmak
istenmemesine bağlanmıştı. Eralp’e göre Türkiye’nin başvurusunun zamanlaması
hatalı olmuş, topluluk 1970 ve 1980’ler boyunca bir şekilde ertelemiş olduğu
bütünleşme sürecini Tek Avrupa Senedi’ni (1986) kabul ederek yeniden harekete
geçirmeye çalışmaktaydı. Tek Avrupa Senedi’nin öngördüğü Tek Pazar’ın 1992
yılına kadar tamamlanması gereği, böyle bir aşamada yeni bir üyenin kabul
edilmesini zorlaştırıyordu. 734 Türkiye’nin üyeliğinin reddi elbette sadece bu topluluk
içi etkenle açıklanacak bir durum değildir. Komisyon’un temel gerekçesi de bununla
ilintili olarak ortaya koyulmuş, ama Türkiye özelinde ortaya çıkan ekonomik, siyasi
ve de kültürel unsurlar da kararda yer almıştı. Türk ekonomisinin üyeliğe olanak
sağlayacak gelişmişlik düzeyinde olmaması, Türkiye’nin Avrupa demokrasilerinin
çok gerisinde olması ve Yunanistan’la Kıbrıs konusunda yaşanan sorunların
toplulukla ilişkileri olumsuz etkiliyor olması Türkiye’nin üyeliğini olanaksızlaştıran
sebepler olarak sıralanmıştır. Türkiye ile ilişkilerin gelecekte gümrük birliğinin
tamamlanması, mali işbirliğinin canlandırılması, teknolojik işbirliğinin geliştirilmesi
ile siyasal ve kültürel bağların geliştirilmesi noktasında şekillenmesi gerektiği de
ayrıca belirtilmişti.735
Gerek topluluğun kendi sorunları, gerekse de Türkiye’nin topluluk tarafından
belirlenen yetersizlikleri bir kenara, Türkiye’nin başvurusunun reddedilmesinde
dönemin koşulları göz ardı edilemeyecek kadar etkili bir unsur olarak ortaya
çıkmıştır. Nihayetinde Türkiye’nin tam üyelik başvurusunun reddedildiği tarih,
Berlin duvarının yıkıldığı ve Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinin başladığı
734
Eralp, “Turkey and the European Community in the Cahnging Post-War International System”, s.
36-37.
735
Erhan ve Tuğrul Arat, “AT’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 99-100.
225
tarihtir, dolayısıyla topluluğun kısa vadede bir Doğu Avrupa gündeminin oluşacağı
da hesaplanmıştır. 736
Siyasi olandan, kültürele, ekonomik olandan sistemsel olana topluluğun tüm
argümanları karşısında Türkiye tek bir argümana, Soğuk Savaş süresince Batı
dünyası için taşıdığı stratejik öneminin vazgeçilmez olduğuna dayanarak hareket
etmişti. Türkiye’de AET’ye genel yaklaşım, NATO ve tüm Avrupalı kurumlara üye
olan ve Avrupa’nın güvenliğine önemli katkısı olmuş bir Türkiye’nin doğal olarak
AET’ye de üye olması gerektiği yönünde olmuştur. 737 Oysa sözü edildiği şekilde,
1990’lı yıllara girerken Türkiye’nin stratejik önemi, dolayısıyla Soğuk Savaş
süresince Türkiye ve Avrupa arasındaki en temel birleştirici unsur örselenmiştir ve
gündeme gelecek olan, kimlik ve kültür söylemi üzerinden ‘farklılıklar’ olacaktır.
Türkiye ve Avrupa (Batı) çerçevesinde bu çalışmada, buraya kadar yapılmış olan
tüm analizin de gösterdiği gibi farklılıklar, konjonktürel koşullar gerektirdiği
durumlarda sahne gerisine itilmekte de olsa, aslında her zaman gündemdedir. Bunun
bir kimlik meselesi olduğu anlayışı kavrandıktan sonra aksinin olanaklı olmadığı da
zaten kendiliğinden ortaya çıkan bir gerçektir. Türkiye tarihinden beri Batı’nın
ötekisidir, Batı, kendi kimliğini Türk’ün ötekiliğine karşı inşa etmiştir. Buna karşılık,
Batı’ya karşı gücü azaldığı oranda Batı’yı etkili ötekisi konumuna yerleştirmiş ve
kimliğini Batı’ya benzeme, ‘gibi olma’ duyuşuyla’ inşa etmiş bir Türkiye karşısında
Batı’nın tutumunun Yurdusev’in çok yerinde deyimiyle ‘idare etmek’ olduğu 738,
Türkiye-Avrupa ilişkilerinde çok açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu durum,
farklılıkların belirli bir oranda görmezden gelinmesini sağlayan dışsal etkenlerin
ortadan kalktığı 1990’lı yıllarda çok daha belirginleşecek, hatta karşılıklı
etkileşimlerdeki temel belirleyici unsur haline gelecektir.
736
Ibid., s. 101.
Dağı, “Human Rights, Democratization and the European Communityin Turkish Politics”, s. 26.
738
Yurdusev, “Avrupa’yı Kurmak, Türkiye’yi İdare Etmek ve Tarihin İpoteğinden Kurtulmak”, s.
179.
737
226
B. Kimlikler Sorgulanırken 1990’lı Yıllarda Türkiye ve Avrupa
1990’lı yıllar, kimliğini Batılılıkla tanımlayan Türkiye’nin, bu kimliğinin aynı
şekilde etkileşim içinde olunan öteki’si tarafından onaylanmadığının açıkça ortaya
çıktığı ve bu bağlamda Türkiye için bir kimlik sorununun (değişiminin değil)
varlığını ortaya koyan, dolayısıyla Türkiye’nin Avrupa ile etkileşimlerini sorunlu bir
zemine yerleştiren koşulları yaratmıştır. Soğuk Savaş sona erip, Sovyetler Birliği
dağıldığında, (kolektif) ‘ben’ kavramsallaştırmasını komünizmin ötekiliğine karşı
inşa etmiş olan Batı dünyası, ötekisini yitirmiş ve (kolektif) ‘ben’i yeniden
tanımlamak üzere harekete geçmek durumunda kalmıştır. Bu bağlamda, Soğuk
Savaş’ın komünizm karşısındaki blokta yer alan her aktörü kapsayabilen Batı
tanımlaması, sınırlarını Avrupa Birliği’nin çizdiği, daha sınırlı bir ‘Avrupa’ olarak
ortaya koyulmuş ve bu yeni kimlik Avrupa Birliği çerçevesinde ve Doğu Avrupa
devletlerini de kapsayacak bir biçimde yeniden tanımlanmıştır. Avrupa’nın bu yeni
(esasında eski, Soğuk Savaş öncesi kimliği olarak da bakılabilir) kimlik tanımlaması,
Soğuk Savaş sürecinde kendisini Batı’da görmekten çok hoşnut olan Türkiye’yi
farklılıkları dolayısıyla dışarıda tutmak eğilimini getirmiştir. Bu eğilim ve süreç
kendisini en açık şekilde Soğuk Savaş sonrası Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerinde
ortaya koymuştur.
Türkiye, 1990’lı yıllara Avrupa Birliği’ne yaptığı tam üyelik başvurusunun,
üstelik üyelik ile ilgili herhangi bir taahhüdün verilmediği bir kararla reddedilmesiyle
başlamıştır. AB’nin Türkiye ile ilişkilerine yaklaşımı, Türkiye’ye tam üyelik
perspektifi vermeksizin, GB ile somutlaşan ortaklık ilişkisini sürdürmek olmuş,
dolayısıyla da GB’nin tamamlanması üzerinde yoğunlaşılmıştır. Komisyon’un,
Konsey’in talebi üzerine hazırladığı (6 Haziran 1990), Türkiye ile ilişkilerin
geliştirilmesine yönelik işbirliği programında 739 da asıl ağırlık ortaklık ilişkisi ve
GB’ne verilmiş, Türkiye ile GB’nin 1995 sonu itibariyle gerçekleştirilmesi
öngörülmüştü.
Bu programın hazırlanmasındaki katkılarından dolayı, 1996-2000 yılları arasında İspanya Dışişleri
Bakanlığı’nı yürütecek olan dönemin AB Komisyonu komiseri Abel Matutes’in adıyla “Matutes
Planı” olarak anılmaktadır.
739
227
Bu tarihten sonra, Türkiye’nin siyasi eğilimi de GB’ne yönelmiş, GB’nin
gerçekleştirilmesi tam üyeliğe giden yolda bir (son) aşama olarak algılandığından ve
kamuoyuna da o şekilde sunulduğundan ve aslında AB tarafından da başka bir
perspektif sunulmadığından, Türkiye-Avrupa ilişkilerinin temel meselesi haline
gelmiştir. 1963 Ankara Antlaşmasında belirlenen nihai hedef de esasen GB’dir.
Fakat ortaklık anlaşmasının belirlemelerinden Türkiye ve AB tarafı farklı sonuçlar
çıkarmış ve GB’nin gerçekleşmesi sonrası meydana gelen gelişmelerin de
göstereceği gibi, bu farklılık bir kez daha Türkiye’nin hayal kırıklığına sebep
olacaktır. Ankara Antlaşması’nın 28. Maddesinde yer alan, “Anlaşmanın işleyişi,
Topluluğu kuran Antlaşma’dan doğan yükümlülüklerin tümünün Türkiye’ce
üstlenebileceğini gösterdiğinde, Akit Taraflar, Türkiye’nin Topluluğa katılması
olanağını incelerler” 740 ifadesi, Türkiye’de (siyasilerce) Türkiye’nin nihai hedef
GB’yi tamamlamasının ardından otomatikman AB üyeliğinin geleceği şeklinde
yorumlanmıştır. 741 Buna karşın AB, GB’nin tamamlanması halinde dahi, ortaklık
anlaşmasını bu şekilde, Türkiye’ye verilmiş bir tam üyelik taahhüdü olarak
yorumlama niyetinde değildi. 742
Türkiye’deki bu yaklaşım, en iyi şekilde 1990 sonrası iktidar partilerinin
yaklaşımında görmek olanaklıdır. Ekim 1991 genel seçimleri sonucu kurulan DYPSHP koalisyonu da hedefini tam üyelik olarak belirlemişse de, önceliği Ankara
Antlaşması’nın işletilmesi ve GB olarak belirlemiş, bu tutum AB tarafından da
olumlu karşılanmıştı. 743 Bu bağlamda ilk adımlar, Kasım 1992 Ortaklık Konseyi
toplantısında atılmış, taraflar arasında GB’nin kurulması için gerekli önlemlerin
alınması ve bu kapsamda teknik görüşmelerin başlaması kararlaştırılmıştır. Bu
tarihten sonra GB’nin tamamlanması yönünde çalışmaları yürütmek üzere görüşme
ve müzakereler sürdürülmüştür.
GB’ne yönelik süreç başladıktan sonra, 1993’te Özal’ın yerine Demirel’in
Cumhurbaşkanlığına seçilmesi sonrasında Tansu Çiller başkanlığında kurulan DYPAnkara Antlaşması’nın metni http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=117&l=1.
Kramer, Avrupa ve Amerika Karşısında Değişen Türkiye, s. 281, dipnot. 25.
742
Ibid. , s. 282.
743
Sanem Baykal ve Tuğrul Arat, “AB’yle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası:
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001(İstanbul: İletişim
Yayınları, 2002), s. 329.
740
741
228
SHP koalisyonunun programında da GB, tam üyelik yolunda bir aşama olarak
gösterilmiş, bu tutum GB anlaşmasının imzalanmasına kadar sürdürülmüş, DYPCHP koalisyonlarının en temel unsuru haline gelmiştir. 744
Buna karşılık, meclisteki muhalefet partileri ise AB’nin yaklaşımını daha
gerçekçi bir değerlendirmeyle ortaya koymuş ve genel olarak GB’nin tam üyelik
yolunda bir aşama olmadığını özellikle vurgulamışlardı. Bunun dışında GB’nin
Türkiye’ye tek taraflı yükümlülük getireceği, anlaşmalardan doğan haklarımız olan
yardım ve serbest dolaşım hakları alınmadan GB’ye girmenin sakıncaları, tam üyelik
olmadan GB’ni imzalamanın yanlışlığı ve de GB’ye girmenin bedelinin Kıbrıs gibi
bir milli davadan ödünler vermekle sonuçlanabileceği yönündeki eleştiriler ANAP,
MHP, DSP ve BBP tarafından meclis tartışmalarında gündeme getirilmiştir. RP ise
eleştiri yöneltmekle yetinmemiş ve hükümetin tek taraflı tavizlerle Türkiye’yi GB’ne
sokarak ülkeyi ekonomik yıkıma ve siyasi bakımdan da bağımsızlığını terke
sürüklediği iddiasını taşıyan bir gensoru önergesi vermiştir. 745
Nihayetinde 6 Mart 1995’te Türkiye-AT Ortaklık Konseyi’nin, 1995 sonu
itibariyle gümrük birliğinin gerçekleşebileceğine yönelik kararı ile GB süreci
tamamlanmış ve 1 Ocak 1996’da yürürlüğe girmiştir. Bu tarihten sonra Türkiye,
GB’den duyulan (tek taraflı) beklentiyle uyumlu olarak, AB’nin bundan sonraki
genişleme dalgasına dahil edilebilmek üzerine yoğunlaşmıştır. Fakat GB’nin
gerçekleşmiş olması, beklenilenin aksine Türkiye-AB ilişkilerinin gelişmesiyle
sonuçlanmamıştı. 746 Aksine 1997 yılına gelindiğinde önemli krizler yaşanacak, ilk
kez Türkiye’nin “kültürel farklılık, kimlik ve aidiyet” temelinde Avrupa’nın dışında
tutulması gerektiği dillendirilecekti. Mart 1997’de yapılan Hıristiyan Demokrat
partilerinin zirve toplantısında Türkiye’nin bir medeniyet projesi sayılan AB’ye tam
üyeliğe aday bir ülke olamayacağı konusunda görüş birliği oluştuğu açıklanmıştır.
Toplantı sonunda Belçika Başbakanı Martens’in yaptığı “bir Avrupa medeniyet
projesi kurulmaya çalışıldığı, Türkiye’nin ise bu kültürün bir parçası olmadığı”
yönündeki açıklaması sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da da tepkilere neden
olmuştur. Ancak Avrupa’dan gelen tepkiler, daha çok Türkiye’nin din ve kültür
Aşırım ve Yalçınsoy, Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı, s. 202-203.
Ibid., s. 207-211.
746
Kramer, Avrupa ve Amerika Karşısında Değişen Türkiye, s.283.
744
745
229
farklılıkları dolayısıyla değil, insan hakları, Güneydoğu sorunları ve Kıbrıs
konusundaki yaklaşımları nedeniyle AB’ye üye olamayacağı yönünde olmuştur.747
Özetle, Avrupa’da Türkiye’nin AB üyesi olmaması konusunda yaygın bir görüş
birliği söz konusu iken, ayrışmanın sadece nedenler üzerinde olması oldukça anlamlı
görünmektedir.
Avrupa Komisyonu’nun Temmuz 1997’de açıkladığı genişlemeyle ilgili raporu,
‘Gündem 2000’’de Türkiye, 2000’li yıllarda iki dalga şeklinde katılımları öngörülen
aday ülkeler 748 arasında yer almamıştır. Ayrı bir başlık altında, Türkiye’nin AB
adaylığına ehil olduğunun belirtilmiş olması, tam üyelikle ilgili bir perspektifin
verilmemiş olmasına duyulan öfke ve hayal kırıklığını yatıştırmaya yetmeyecekti.
Yine de Lüksemburg Zirvesi öncesinde Türkiye, diplomatik girişimler yoluyla
Türkiye’nin AB üyeliğine adaylığının resmen ilan edilmesini ve adaylığın bir katılım
stratejisiyle desteklenmesinin zirve raporunda yer almasını sağlamaya çalışmıştır.749
Buna karşın, 13 Aralık 1997’de Lüksemburg Zirvesinde Avrupa Konseyi’nin,
Türkiye’nin tam üyeliğe ehil olduğunu belirtmekle birlikte, Türkiye resmi olarak
aday listesine dahil etmediği, bunun yerine Türkiye’yi AB’ye yaklaştıracak bir
strateji izleneceğini belirttiği kararı, böyle bir karar çıkacağının işaretleri zirve
öncesinde ortaya çıkmış olmasına karşın Türkiye’de dehşetle karşılanmıştır. 750
Türkiye’nin aday listesinde yer almaması haksız bir ayrımcılık olarak nitelendirilmiş
ve Ankara, AB ile siyasal diyaloğu askıya aldığını açıklamıştır. Bu kararda Zirve’nin
sonuç bildirgesinde Türkiye ile AB arasındaki bağların güçlendirilmesinin bağlandığı
koşullar daha fazla etkili olmuştur. Bu koşullar, insan hakları alanındaki norm ve
uygulamaların AB’ninkilerle uyumlaştırılması, azınlıklara saygı gösterilmesi ve
korunması, Yunanistan ve Türkiye arasında istikrarlı ilişkilerin oluşturulması ve
anlaşmazlıkların Uluslararası Adalet Divanı yoluyla çözülmesi ile BM Güvenlik
Konseyi kararlarından hareketle, Kıbrıs’ta siyasi bir çözüme ulaşmak amacıyla BM
koruması altında yürütülen müzakerelere Türkiye’nin destek vermesi şeklinde
Aşırım ve Yalçınsoy, Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı, s. 224.
İlk dalgada Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya, Estonya ve Kıbrıs Cumhuriyeti
(Güney Kıbrıs), ikinci dalgada ise Slovakya, Letonya, Litvanya, Bulgaristan ve Romanya yer
alıyordu.
749
Baykal ve Arat, “AB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt. II: 1980-2001, s. 346.
750
William Park, “Turkey’s European Union Candidacy: From Luxembourg to Helsinki-to Ankara?”,
Mediterranean Politics, Cilt 5 (3), 2000, s. 35.
747
748
230
sıralanmış 751 ve Türkiye, Türkiye’nin hem iç, hem de dış politikasındaki en sorunlu
alanlara yönelik bu koşulların kabul edilemez olduğunu açıklamıştır.
Demokratikleşme ve ekonomik gelişmişlik düzeyi bakımından Türkiye’nin
gerisinde bulunan bazı ülkeler katılım müzakereleri sürecine dahil edilirken
Türkiye’nin dışarıda bırakılmasının ayrımcılık olduğu ve özellikle Güney Kıbrıs ile
müzakerelerin başlayacak olması Türkiye’den yükselen tepkilerin temel eksenini
oluşturmuştur. Kamuoyunda ise, Türkiye’de artık birliğe girme düşüncesinden
kurtulmak gerektiği, Türkiye’nin Avrupa olmadan da yaşayabileceği, ekonomik
kalkınma için AB’ye ihtiyaç olmadığı ve belki en fazla da Avrupa’da yer almadan da
Avrupa’lı olunabileceği yönündeki tepkiler en yetkili siyasi aktörlerce ortaya
koyulmaya başlanmıştı. 752 AB üyeliği bir kez daha ve belki de en fazla Lüksemburg
Zirvesi sonrasında milli gurur meselesi haline gelmişti. Başbakan Mesut Yılmaz, bu
konuda ardı ardına en sert açıklamaları yapmaktaydı ve Cardiff’te yapılacak Avrupa
Konseyi’nde Lüksemburg kararlarında değişiklik yapılmazsa üyelik adaylığının
çekileceğini dahi dile getirmişti. 753 Ayrıca, Yılmaz’ın AB’nin dinsel sebeplerden
ötürü ırkçılık yaptığı iddiası, Türkiye’de tam üyelik perspektifinden dışlanmanın bir
kimlik sorunu olarak ortaya koyulduğu ve Türkiye’ye din ve kültür ekseninde
ayrımcılık yapılmış olduğuna yönelik yaygın kanının bir ifadesi olmuştur.
“Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olduğunun tescili için Avrupalı devlet adamlarının
açıklamalarına gereksinim yoktur” 754 türü tepkiler, Türkiye’de AB konusunun ne
derecede Avrupalılaşmanın/Batılılaşmanın onayı olarak algılandığının da açık bir
göstergesidir.
Mart 1998 Cardiff Zirvesi’nde Türkiye’yi tam üyeliğe hazırlamak üzere
uygulanacak olan Avrupa Stratejisi onaylanmış, daha önemlisi Türkiye aday
ülkelerin tam üyeliğe hazırlanma aşamasında işletilen mekanizmaya dahil edilmiş,
İlerleme Raporu’na Türkiye ile ilgili bir bölüm eklenmesine karar verilmiş, böylece
dolaylı da olsa Türkiye’nin de aday ülke olarak değerlendirilmesi söz konusu
Baykal ve Arat, “AB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt. II: 1980-2001, s. 246-347.
Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity, s. 81.
753
Kramer, Avrupa ve Amerika Karşısında Değişen Türkiye, s. 290.
754
DSP grubu adına Bursa Milletvekili Rahmi Beyreli’nin Meclis Araştırma Komisyonu
görüşmelerinden. Aşırım ve Yalçınsoy, Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı, s.
284.
751
752
231
olmuştur.
Türkiye
ise
bu
gelişmeden
tatmin
olmamış,
yine
de
‘ayrı’
değerlendirilmesini kabul etmek istememiş ve Brüksel’le yeniden siyasal diyalog
tesis etmeye yanaşmamıştır. 755
Bu tarihten sonra ise Türkiye’nin tutumunu aşamalı olarak değiştirmeye başladığı
gözlemlenmektedir. Türkiye 1998 yazında, Dışişleri Bakanlığı tarafından ilişkilerin
geliştirilmesine yönelik kendi stratejisini ortaya koyarak yeniden diyaloğa
başlanmasına yönelik bir adım atmıştır. Fakat asıl gelişme AB dönem Başkanlığı’nı
Almanya’nın alması ile başlamış, Almanya gibi birçok AB ülkesinde Hıristiyan
Demokratlar’ın yerini Sosyal Demokrat ve Yeşillerin alması da Türkiye’ye karşı
yaklaşımların değişmesinde etkili olmuştur. Almanya dönem başkanlığı sürecinde
Türkiye ile birlik arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi yönünde etkili olmuş, Alman
Şansölyesi Gerhard Schröder ve Ecevit’in mektuplaşmaları da sürece katkıda
bulunmuştur. Ecevit mektubunda, Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini karşılamak
üzere gerekli reformları yapacağına dair taahhütte bulunmuştur. 756 Bu olumlu hava
Haziran 1999’da yapılan Köln zirvesine yansımış olmasına karşın, Yunanistan, İsveç
ve İtalya’nın tutumları dolayısıyla ancak, Türkiye konusunun Helsinki Zirvesi’nde
yeniden ele alınmasına yönelik bir karar çıkabilmiştir.
İlişkilerde meydana gelen bu olumlu gelişmeler, Ekim 1999’da açıklanan
İlerleme Raporu’nda Türkiye’nin tam üyeliğe aday gösterilmesi ve Türkiye’ye
Lüksemburg’da diğer aday ülkelere önerilmiş olan Katılım Ortaklığı Stratejisi’nin
önerilmesiyle, Türkiye açısından umut verici bir noktaya gelmiştir. Bu süreçte
Türkiye, Helsinki’de toplanacak Avrupa Konseyi’nde de adaylık statüsünün
açıklanmasına yönelik beklentisiyle siyasi girişimlerini yoğunlaştırmıştı. Bu
girişimlerin belki de en etkilisi hükümetin, Türkiye’ye adaylık statüsü tanınmasına
engel olabileceği muhtemel olan Abdullah Öcalan’ın idam cezasının, Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nin 30 Kasım 1999 tarihli ve Öcalan`ın başvurusunun
incelenmesi tamamlanıncaya kadar infaz sürecinin işletilmemesini talep eden ihtiyati
tedbir kararı üzerine, idam kararını meclise sevketmeyi erteleyerek sorunu o süreç
755
756
Park, “Turkey’s European Union Candidacy: From Luxembourg to Helsinki-to Ankara?”, s. 36.
Ibid.,
232
için dondurmuş olmasıdır. 757 Bu girişim, Türkiye’nin aleyhinde kullanılacak oyların
bir kısmını tersine çevirebilmiş ve konunun Helsinki Zirve’sinde bir sorun olarak ele
alınmasının da önünü kesmişti.758
10-11 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nde, Türkiye’nin beklentileri boşa çıkmamış
ve Türkiye oybirliğiyle AB’ye aday ülke kabul edilmiştir. Türkiye açısından daha
önemlisi Türkiye’nin diğer aday ülkelerle eşit konumda olacağının kabul edilmesidir.
AB’nin bu kararından, Türkiye’nin Avrupa medeniyeti içinde yeri olmadığına dair
söylemden, AB’nin genişleme sürecine dahil edilmemesine, insan hakları,
demokratikleşme sorunlarından, ekonomik yetersizliklerine kadar Türkiye’nin AB’ye
tam üyeliği önündeki engellerin 1997 Lüksemburg Zirvesi sonrasında iki yıl içinde
büyük oranda kalkmış olduğuna dair bir sonuç çıkarmak elbette olası değildir. Bu
çerçevede AB’yi bu kararı verecek noktaya getiren birçok neden sıralanabilir.
1999’da Kosova’ya gerçekleştirilen uluslararası müdahalenin Türkiye’nin stratejik
önemini hatırlatmış olması, Türkiye’nin çoğu zaman bilinçli bir şekilde bir koz
olarak kullandığı NATO Konseyi’ndeki veto yetkisinin, oluşturulmaya çalışılan
Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği’nin (AGSK) önünde engel olabileceği
gerçeği, 759 Yunanistan’ın politikasını yumuşatarak Ankara’yı tavizsiz veto etmekten
vazgeçmesi, 760 ABD’nin Türkiye lehine desteği, Öcalan’ın yakalanmasının ardından
demokratikleşme yönünde yeni olanakların doğmuş olması söz konusu sebepler
arasında yer almaktadır.
Bütün bu sıralanan sebepler önemli birer etken olmakla birlikte, konuya başka bir
bakış açısından yaklaşmak da olanaklıdır. Örneğin, Helsinki Kararı’nın AB’nin
Türkiye’yi idare etmek (oyalamak olarak da okunabilir) siyasetinin bir sonucu
olduğunu öne süren Yurdusev’e göre, AB, Lüksemburg formülünün işe yaramadığını
görmüş ve bir başka yöntem denemeye karar vermiştir. 761 Baykal ve Arat da bu
argümanı destekleyen tespitler ortaya koymakta ve Helsinki Kararı’nı esasen AB’nin
Gökçen Alpkaya, “İnsan Hakları Konusu”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 538.
Park, “Turkey’s European Union Candidacy: From Luxembourg to Helsinki-to Ankara?”, s. 37.
759
Baykal ve Arat, “AB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 352.
760
Yunanistan’ın bu tutumu, büyük oranda Türkiye’nin üzerinde kendi lehine baskıyı ancak AB
üzerinden gerçekleştirebileceğinin ayırdına varması ile ilgili olmuştur.
761
Yurdusev, “Avrupa’yı Kurmak, Türkiye’yi İdare Etmek ve Tarihin İpoteğinden Kurtulmak”, s.
180.
757
758
233
Türkiye’yi dışlamasının, Türkiye’ye adaylık statüsü tanınmasından daha sakıncalı
olacağını hesaplamış olmasıyla açıklamaktadır. Sonuçta, nihai olarak üyeliğe karar
verme yetkisini elinde bulunduran AB, kendisini ileride bir karar vermek üzere
bağlamamış olacak, buna karşın adaylık statüsü verilmiş bir Türkiye’yi AB çıkarları
yönünde etkileme olasılığını da elinde bulunduracaktı. 762
Bu noktada, Helsinki Zirvesi’nin sonuç bildirgesinde bulunan Ege ve Kıbrıs
sorunları ile ilgili değerlendirmeler, Türkiye’nin Zirve’den çıkan aday statüsüne dair
memnuniyetinde tereddütlere sebep olmuştu. Kıbrıs sorunuyla ilgili bölümde,
Türkiye’nin Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik adımlar atmazsa, AB Konseyi’nin
sorunun Türkiye’nin kabul edeceği şekilde çözümlenmesini beklemeden Güney
Kıbrıs’ın AB’ye entegrasyonuna karar verebileceği belirtilmişti. 763 Ege sorunlarıyla
ilgili bölüm ise, tarafları aralarındaki anlaşmazlıkları, BM Antlaşmasına uygun
olarak barışçı yollardan çözmeye davet etmekte, eğer bunda başarılı olunamazsa
sorunun, Uluslararası Adalet Divanı’na götürülmesi gerektiğini bildirmekteydi. 764
Aynı bölümde yer alan, “Avrupa Birliği Konseyi, özellikle üyelik sürecindeki
yansımalarıyla ilgili olarak ve en geç 2004 yılı sonuna kadar Divan yoluyla çözüme
762
Baykal ve Arat, “AB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 352.
763
Bu paragrafın tam metni, “9. (a) Avrupa Birliği Konseyi, 3 Aralık tarihinde New York'ta Kıbrıs
meselesinin kapsamlı bir çözümüne yönelik olarak başlatılan görüşmeleri memnuniyetle karşılar ve
BM Genel Sekreteri'nin bu süreci başarıyla sonuçlandırma yönündeki gayretlerine güçlü desteğini
ifade eder.
(b) Avrupa Birliği Konseyi, politik bir çözümün Kıbrıs'ın Avrupa Birliği'ne katılımını
kolaylaştıracağının altını çizer. Üyelik müzakerelerinin tamamlanmasına kadar kapsamlı bir çözüme
ulaşılamamış olursa, Konsey'in üyelik konusundaki kararı, yukarıdaki husus bir ön şart olmaksızın
verilecektir. Bu konuda, Konsey tüm ilgili faktörleri dikkate alacaktır” şeklindedir.
[http://www.belgenet.com/arsiv/ab/helsinki_sonuc.html]
764
Paragrafın tam metni, “4. Avrupa Birliği Konseyi, şimdi 13 aday devleti tek bir çerçeve içinde
kapsayan katılım sürecinin içerici mahiyetini tekrar teyit eder. Aday devletler, üyelik sürecine eşit bir
temelde katılmaktadırlar. Avrupa Birliği'nin Antlaşmalar'da ifade edilen değerlerini ve amaçlarını
paylaşmalıdırlar. Bu bakımdan, Avrupa Birliği Konseyi, anlaşmazlıkların BM Anayasası'na uygun
olarak barışçı yoldan çözülmesi ilkesini vurgular ve aday devletleri, devam eden sınır anlaşmazlıkları
ve ilgili diğer konuları çözmek için her gayreti göstermeye davet eder. Bunda başarılı olunamadığı
takdirde, anlaşmazlığı makul bir süre içinde Uluslararası Adalet Divanı'na (UAD) götürmelidirler.
Avrupa Birliği Konseyi, özellikle üyelik süreci üzerindeki yansımalarıyla ilgili olarak ve en geç 2004
yılı sonuna kadar UAD yoluyla çözüme bağlanmalarını teşvik etmek amacıyla, devam eden
anlaşmazlıklara ilişkin durumu gözden geçirecektir. Ayrıca, Avrupa Birliği Konseyi hatırlatır ki
Kopenhag'da belirlenmiş olan politik kriterlere uyum, üyelik müzakereleri açılmasının bir ön şartıdır
ve tüm Kopenhag kriterlerine uyum AB'ye üye olarak katılmanın temelidir” şeklindedir.
[http://www.belgenet.com/arsiv/ab/helsinki_sonuc.html].
234
bağlamalarını teşvik etmek amacıyla, devam eden anlaşmazlıklara ilişkin durumu
gözden geçirecektir”ifadesi Türkiye için çok endişe verici olmuştur.
Türkiye’nin tereddütlerini AB’ye iletmesi sonrasında, AB dönem başkanı
Lipponen, bu tereddütleri gidermek üzere Başbakan Ecevit’e hitaben bir mektup
yazmıştır. Lipponen’in Ege sorunuyla ilgili bölümde yer alan “2004 tarihine kadar”
ifadesinin Uluslararası Adalet Divanı’na gitmek için değil, Konsey’in bu konudaki
gelişmelerle ilgili yapacağı değerlendirme için yer aldığını ve Kıbrıs konusunda ise
çözümün tam üyelik için bir önkoşul olmadığını açıklamasının ardından Türkiye
adaylığı kabul etmeye karar verebilmiştir. 765
Türkiye’nin aday ülke olarak tanınmasının ardından, bir Katılım Ortaklığı
Belgesi’nin (KOB) hazırlanması ve buna paralel olarak Türkiye’nin de Ulusal
Programı’nı hazırlaması ile Türkiye üyelik için öngörülmüş olan bir hazırlık sürecine
girmiştir. AB, KOB’ni Mart 2001’de açıklamış, buna karşılık Türkiye de Ulusal
Programı’nı yayınlamıştır. Türkiye’nin Ulusal Programı AB çevrelerini tatmin
etmemiş, Kıbrıs sorunun çözümü, azınlık hakları ve ordunun Türk siyasetindeki yeri
gibi konularda AB kriterlerinin karşılanmadığı öne sürülmüştür. Haziran 2001
Göteburg Zirvesi’nde Ulusal Program 'olumlu bir gelişme' olarak tanımlanmış
olmakla birlikte, Türkiye’nin, özellikle insan hakları ve azınlıklar konusunda daha
fazla ilerleme kaydetmesi gerektiği üzerinde durulmuştur.
Bu tarihten sonra reform süreci belirli bir oranda hız kazanmış, 2001 Ekim’inde
yapılan 34 anayasa değişikliğinin ardından, 2002-2004 yılları ise reform sürecinin en
yoğun ve hızlı yaşandığı dönem olmuştur. AB bütünleşme tarihinde en kapsamlı
genişleme kararının alındığı 766 2002 Kopenhag Zirvesi’nde Türkiye'ye ilişkin olarak,
2004 yılı Aralık ayındaki Zirve toplantısında, Avrupa Komisyonu'nun hazırlayacağı
2004 Yılı İlerleme Raporu ve tavsiyesi doğrultusunda, Kopenhag siyasi kriterlerinin
karşılandığının
belirlenmesi
halinde
gecikmeksizin
katılım
müzakerelerine
Baykal ve Arat, “AB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt. II: 1980-2001, s. 354.
Zirvede onüç aday ülkeden Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Estonya,
Letonya, Litvanya, Malta ve Güney Kıbrıs'ın 1 Mayıs 2004'ten itibaren AB'ye üye olmaları
kararlaştırılırken, Bulgaristan ile Romanya'ya da 2007’de üyeliklerini hedefleyen bir yol haritası
verilmiştir.
765
766
235
başlanmasının kararlaştırılmış olması, reform sürecinin hızlanmasında büyük oranda
teşvik edici olmuştur.
Bu olumlu hava, 2003 Selanik Zirvesi’ne de yansımış ve Konsey Türk
hükümetinin reform sürecinin takip edilmesi yönündeki girişimlerinden duyduğu
memnuiyeti ifade etmiştir. Türkiye-AB ilişkilerini yepyeni bir aşamaya taşıyacak
olan ise 17 Aralık 2004 Brüksel Zirvesi'nde, Türkiye'nin, adaylığın teyidinden
itibaren başlattığı ve 2002 Kopenhag Zirvesi sonrasında hız verdiği siyasi kriterlere
uyum yönünde gerçekleştirilen reformları ve uygulamanın güçlendirilmesine yönelik
çalışmalar sonucunda, Türkiye'nin siyasi kriterleri karşıladığına ve Türkiye ile
katılım müzakerelerinin 3 Ekim 2005 tarihinde başlatılmasına karar vermişlerdir.
Türkiye ile katılım müzakerelerinin başlatılması kararı, gerçekten de Türkiye AB
ilişkilerinin, nerdeyse yarım asırlık tarihinin önemli bir dönüm noktasıdır. Karar, ilk
anda büyük bir coşkuyla karşılanmıştır. Başbakanın Brüksel’den Ankara’ya
döndükten sonra halka, "Bayramınız kutlu olsun. Geleceğiniz aydınlık olsun. Artık
dünya ile bütünleşen bir Türkiye var" şeklinde seslenmiş olması da bu coşku ve
bayram havasının bir göstergesidir. 767 Fakat bu hava çok uzun sürmeyecektir ve
Brüksel Zirvesi’nin kararları, çok geçmeden tartışılmaya ve eleştirilmeye
başlanacaktır. İlk olarak Zirvede müzakerelerin ‘açık uçlu’ (open-ended) olduğunun
özellikle belirtilmiş olması ve ne zaman sona ereceği konusunda bir takvim
çizilmemesi, bunun AB’nin Türkiye’yi ‘oyalama’ taktiklerinden birisi olduğu ve
müzakerelerin sonsuza dek sürebileceği algısına yol açmıştır. Diğer yandan, “eğer
görüşmeler tam üyelik ile sonuçlanmazsa, bu durumda Türkiye’yi Avrupa’ya
bağlayacak yeni bir bağ bulunmalıdır” şeklindeki ifade de, Türkiye için asıl
düşünülenin
“imtiyazlı
ortaklık”
olduğu,
dolayısıyla
Türkiye’nin
AB’ye
alınmayacağı yönündeki endişeleri uyandırmıştır. Bunlarla birlikte, müzakerelerin
başlayacağı tarihe kadar (3 Ekim 2005) Güney Kıbrıs’ın diğer yeni üye olan dokuz
ülke ile birlikte Ankara Anlaşması’nın kapsamına alınacağının Türkiye tarafından
taahhüt edilmesi, yine milli gurur hassasiyetlerini uyandırmış ve müzakere tarihi elde
Erdoğan:
Bayramınız
Kutlu
Olsun,
http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2004/12/18/hurriyetim.asp.
767
Hürriyet,
18
Aralık
2004.
236
edebilmenin bedeli olarak ‘Kıbrıs’ı Verdik’ şeklinde ifade edilen bir infiale
dönüşmüştür. 768
Zirve kararında yer alan koşullarla Türkiye’de oluşan AB’ye yönelik bu eleştirel
hava sönmemiş, aksine müzakereler başladığı ve ilerlediği süreçte de artarak devam
etmiştir. Dahası, hükümetin 2002-2004 arasında reformlar konusunda gösterdiği
performans, 2005’le birlikte önemli oranda azalmış, hatta durma noktasına gelmiştir.
Hükümetin reformlar konusundaki ya da doğrudan AB konusundaki hevesliliğini
yitirmesinin ardında, birbirine bağlı birçok neden bulunabilir. Öncelikle, hükümetin
(AKP’nin) kendisine yönelik 2002’den beri mevcut olan ulusalcı tepkinin yükselmiş
olması sayılabilir. 2002’den beri İslamcı kimliğinden ötürü AKP’ye karşı mevcut
olan ulusalcı tepki, AB’ye üyelik perspektifinin gerektirdiği reformları da AKP’nin
liberalleşme yoluyla ülkede İslamcı uygulamaların önündeki engelleri kaldırmaya
çalışmasının bir aracı olarak değerlendirmiştir. Bu tepkinin yükselmesi, AKP’nin
hızlı ve yoğun reform sürecini sürdürememiş olmasının nedenlerinden birisi olmakla
birlikte, söz konusu tepkinin yükselmesinde AKP’den daha fazla AB’nin katkısının
olduğu da gözden kaçırılmamalıdır.
Türkiye reform sürecinde olumlu ilerleme sağladıkça, Avrupa’da Türkiye’nin
üyeliği konusundaki hoşnutsuzlukları daha fazla gizlemek olanaksızlaşmıştır. 769 Bu
dönemde, AB çevrelerinde birliğin Türkiye’yi “hazmetme kapasitesi”nin tartışılmaya
başlanması, Türkiye’de AB’ye karşı şüphe ve hoşnutsuzluğu uyandıran en temel
unsur olmaktadır. Hazmetme kapasitesi, Türkiye’nin ‘büyük, fakir ve farklı’ 770 bir
ülke olmasıyla ilgilidir. Türkiye’nin nüfusu dolayısıyla, kurumsal ağırlık açısından
Ankara Antlaşması’nın AB’nin 1 Mayıs 2004 tarihli genişlemesi doğrultusunda uyarlanması ve
Gümrük Birliği uygulamalarının yeni AB üyelerini de kapsayacak şekilde genişletilmesine yönelik Ek
Protokol, 29 Temmuz 2005’te Türkiye tarafından imzalanmıştır. Fakat protokolle birlikte, söz konusu
imzanın Ek Protokol’de atıfta bulunulan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tanınması anlamına
gelmeyeceğine ilişkin bir Deklarasyon hazırlanmıştır. Buna karşılık AB de bir karşı deklarasyon
yayınlayarak (21 Eylül 2005), tüm AB üyesi ülkelerin tanınmasının, katılım sürecinin zaruri bir
parçası olduğunu ifade etmiştir.
769
Luigi Narbone ve Nathalie Tocci, “Running in Circles? The Cyclical Relationship Between Turkey
and the European Union”, Susannah Verney ve Kostas Ifantis (der.), Turkey’s Road to European
Union Membership: National Identity and Political Change (Londra&New York: Routledge,
2009), s. 26.
770
Susannah Verney, “The Dynamics of EU Accession: Turkish Travails in Comparative
Perspective”, Turkey’s Road to European Union Membership: National Identity and Political
Change, s. 95.
768
237
birlik içinde ikinci büyük devlet olacak olması ve ekonomik entegrasyonunun AB’ye
getireceği hesaplanan yükün ağırlığı AB ülkelerinde Türkiye’ye karşı olumsuz
tutumun sebeplerindendir. Fakat asıl nedenin, 1990’lardan beri görülen ve 2004
sonrası daha da yoğunlaşan bir tartışmaya, Türkiye’nin ‘farklılığı’na dayandığı
açıktır.
Avusturya’da
AP
seçimlerinde,
yine
aynı
şekilde
Fransa’da
2005
referandumunda ve 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Türkiye’nin üyeliği
konusunun bir rekabet unsuru haline getirilmesi, katılım müzakereleri başlamış olsa
da, Türkiye’nin tam tam üyeliğinin sürekli engelleneceği yönündeki şüpheleri sürekli
beslemiştir. Bu şüpheler, “imtiyazlı ortaklık” formülünün sürekli dile getirilmesi ve
Alman Şansölyesi Angela Merkel ve Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin bu
formülü açıkça savunmalarıyla da güçlenmiştir. 771 Mart 2007’de AB dönem
başkanlığı’nı yürüten Merkel’in, AB’yi birarada tutan değerlerin Hıristiyan değerler
olduğuna dair açıklaması, Türkiye’yi birliğin öteki din ve kültürlerle etkileşiminin bir
parçası olarak tanımlaması 772 gibi Türkiye’nin farklılığına, Avrupa’lı olmayışına
vurgu yapan daha birçok örnek Türkiye’deki rahatsızlıkları sürekli canlı
tutmuş/tutmaktadır. Aslında katılım müzakereleri her ülkede Avrupa karşıtlığını
uyandıran, zorlu bir süreçtir. Orta ve Doğu Avrupa’nın katılım süreçlerinde de
yaşanmıştır, fakat yine de Türkiye’nin durumu sorunların temelinde ‘kimlik’
olduğundan farklıdır. 773
Katılım müzakerelerinin başladığı süreçte Kıbrıs’da AB’ye karşı hoşnutsuzlukları
besleyen bir başka sorun olmuştur. En başta, Kıbrıs sorununun çözümünün üyelik
koşulu haline getirilmesi, Annan Planı’nın işletilmesinde Türkiye üzerine düşeni
yaptığı halde AB’nin yapmamış olduğu düşüncesi ve AB Komisyonu’nun 29 Kasım
2006 tarihli, Türkiye’nin Ek Protokolden kaynaklanan yükümlülükleri yerine
getirene kadar (Türkiye limanlarını Güney Kıbrıs’ın gemi ve uçaklarına açana kadar)
Öniş, “Conservative Globalists versus Defensive Nationalists: Political Parties and Paradoxes of
Europeanization in Turkey”, s. 252-253.
772
Hakan Yılmaz, “Turkish Identity on the Road to the EU: Basic Elements of French and German
Oppositional Discourses”, Turkey’s Road to European Union Membership: National Identity and
Political Change, s. 84.
773
Öniş, “Conservative Globalists versus Defensive Nationalists: Political Parties and Paradoxes of
Europeanization in Turkey”, s. 255.
771
238
sekiz fasılda 774 müzakerelerin başlatılmaması ve hiçbir fasılda müzakerelerin
kapatılmamasına dair tavsiye kararının 15 Aralık Zirvesi’nde kabul edilmiş olması,
AB’nin Türkiye’ye karşı ayrımcılık yaptığı düşüncesini pekiştiren unsurlar olmuştur.
Bütün bu nedenlere, reformlara rağmen PKK terörünün artması, Ermeni
soykırımı iddialarına karşı Avrupa’nın tutumları da eklenebilir, fakat AB’ye yönelik
hevesli tutumun değişmesi, dolayısıyla da reform sürecinin yavaşlamasına ayrı bir
bağlamda, AKP üzerinden de bakılabilir. AKP, Türk hükümeti olarak AB’nin
ilişkileri olumsuz etkileyecek eğilimlerinden etkilendiği kadar, kendi siyasal
kimliğinden kaynaklanan rahatsızlıkları da olmuştur. Öniş’e göre AKP’nin AB
konusundaki dönüm noktası, AİHM’nin 2005’de Türkiye’de başörtüsü yasağının
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olmadığına dair kararı olmuştur. 775 AKP
lideri Erdoğan bu karar karşısındaki hoşnutsuzluğunu, başörtüsünün mahkeme değil,
ulemanın ilgi konusu olduğunu söyleyecek kadar açık şekilde belli etmiştir. Bu karar,
AKP’nin parti kimliğine meşruiyet sağlayacak bir unsur olarak sarıldığı ve
Türkiye’de dinsel özgürlük alanında liberalleşme sağlayacağını düşündüğü AB’ye
olan inancını zayıflatmıştır.
1990’lı yıllardan beri, yani aslında AB ile Türkiye’nin konumlarını belirleyen
unsurun jeopolitikten kimliğe kaydığı süreçte, ilişkilerde gözlemlenen, sürekli olarak
AB karar ve tutumlarının, geleceğe yönelik olumlu işaretler içerdiği durumlarda,
içerideki muhafazakâr/laik/ulusalcı AB karşıtı seslerin alçaldığı ve ilişkilerin olumlu
gelişmeler kaydedebildiği, buna karşın AB eğilimlerinin tersine döndüğü anda Türk
ulusalcılığı ve şüpheciliğinin canlanarak ilişkilerin ilerlemesine engel olduğudur. 776
AB ve Türkiye çerçevesinde yapılan analizin tümünden, ama daha 1990’lar
sonrası dönemin gelişmelerinden çıkarılabilecek en temel sonuç, Türkiye’nin
AB/Avrupa ile ilişkilerinin özünde kimlik kavramına dayandığı ve tarafların
farklılıkları
göz
ardı
edecek
kolektif
bir
‘biz’
kavramsallaştırmasına
Bu fasıllar, Malların Serbest Dolaşımı, İş Kurma Hakkı ve Hizmet Sunum Serbestisi, Mali
hizmetler, Tarım ve Kırsal Kalkınma, Balıkçılık, Ulaştırma Politikası, Gümrük Birliği, Dış İlişkilerdir.
775
Öniş, “Conservative Globalists versus Defensive Nationalists: Political Parties and Paradoxes of
Europeanization in Turkey”, s.254.
776
Narbone ve Tocci, “Running in Circles? The Cyclical Relationship Between Turkey and the
European Union”, s. 25.
774
239
ulaşamadıkları/ulaşmak istemedikleri sürece bu sorunun aşılamayacağıdır. Soğuk
Savaş dönemi, komünizme karşı Batı ittifakı olarak, bir ölçüde ortak bir ‘biz’
tanımına ulaşılabildiği, fakat Avrupa’lı devletler Batı’dan kendilerini ayıracak bir
‘Avrupa’ içinde bütünleştikçe, Türkiye’nin dışlandığını söylemek olanaklıdır.
Avrupa’nın ‘biz’ kavramsallaştırmasının Hıristiyan değerler üzerine, dolayısıyla
Müslüman
öteki’ye karşı
inşa
edildiği
düşünüldüğünde
bu
oldukça zor
görünmektedir. Belki, Bilgin’in önerisi doğrultusunda, Türkiye Müslüman karşıtı
olmayan, çok kültürlüğü içeren yeni bir Avrupa kimliği inşasında bir unsur olarak
yer alabilir, 777 ki bu gerçekleştiği noktada farklılıklar da büyük oranda alt edilmiş
olacaktır.
2. Bölgesel Güç Türkiye ve Öteki’ler
A. Yeniden Kuzey Komşu: Rusya Federasyonu
Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile Batı ittifakının
öteki’si komünizm çökmüş, Batı için Rusya Federasyonu (RF) istikrarsız, güvensiz
ve sorunlu ilişkiler yaratan ama dönüştürülmesi, dolayısıyla da içerilmesi gereken bir
devlet olarak konumlanmıştı. 1989’da çöken, Batı’nın ötekisi komünizm olmuştur,
fakat komünizmi üzerinden silkeledikten sonra ortaya çıkan, Türkiye’nin tarihsel
ötekisi olan Kuzey Komşu Rusya (Federasyonu) olmuştur. Çöküşün ve dağılmanın
etkisi altında, büyük oranda güçsüz olduğu hesaplanan, belki de hiç hesaba
katılmayan 778 Rusya’nın ötekiliği 1990’lı yılların başında hatırlanmayacaktı. Fakat
çok geçmeden RF’nin bölgedeki tek büyük güç olmaya devam ettiğinin, üstelik
Türkiye’nin bölgeye yönelik politikalarıyla, RF’nin politikalarının çatıştığının ve bu
durumun Türkiye’nin hareket alanını kısıtladığının ayırdına varılacaktı.
Bölgeyle ilgili olarak en başından beri farklı, dolayısıyla çatışan çıkarlara sahip
olan Türkiye ve RF ilişkileri, güvensiz ve istikrarsız bir zeminde başlamış ve
gelişmiştir. İlk olarak, 1991-1993 döneminde Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkasya’da
bir bakıma Rusya’nın yerini almaya soyunduğu düşüncesi tarihsel karşılıklı
777
Bilgin, “Turkey & the EU: Yesterday’s Answers to Tomorrow’s Security Problems?”, s. 46.
Mustafa Aydın, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından
Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001, s. 422.
778
240
güvensizlikleri canlandırmış, RF 1993’te Orta Asya ve Kafkasya’yı da kapsayacak
şekilde “yakın çevre” politikasıyla, kendisini bölgedeki barışın tek koruyucusu
olarak ilan etmiştir. 779 Bu politika, bölgede Sovyetler Birliği’nin yerini doldurmaya
çalışan tüm başka güçler gibi, Türkiye’ye de yönelik olmuştur.
Bu noktada, Rusya’nın bölgede kendi çıkarlarına tehdit olarak gördüğü
Türkiye’nin, kendi başına değil, Batı’nın, daha spesifik olarak ABD ve NATO’nun
bir uzantısı (maşası?) olarak değerlendirildiği için tehdit sayıldığının da altının
çizilmesi gerekmektedir. 780 RF Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkasya’daki etki
mücadelesinden rahatsızlık duyarken, Türkiye de benzer şekilde RF’nin Sovyet
İmparatorluğu’nu yeniden canlandırma çabası içinde olmasından rahatsızlık
duymaktaydı. 781 Orta Asya konusundaki rahatsızlık ve endişeler, Orta Asya
devletlerinin Ekonomik İşbirliği Teşkilatına (ECO) üye olmaları, 1992 ve 1994’te
düzenlenen Türk Cumhuriyetleri zirveleri, bu arada Türkiye’de canlanmış olan PanTürkist söylemlerle somutlaşmış, fakat Türkiye’nin bölgede beklenilen etkinliği
sağlayamayacağı anlaşılınca yatışmıştır. Aynı durum Kafkasya için geçerli
olmayacak, Türkiye bölge ülkeleriyle ilişkilerini geliştirdiği oranda RF ile çıkarları
çatışacak, dahası bölgesel çatışmalarda, karşı taraflarda yer alarak rekabet
edeceklerdi. Örneğin, Dağlık Karabağ sorununda başından beri Türkiye Azerbaycan,
Rusya da Ermenistan yanında yer almış, fakat bu rekabetin belirli bir dengede
korunmasına da dikkat edilmiştir.782
Orta Asya ve Kafkasya haricinde, RF’nin kendi topraklarında yaşayan ve RF’den
bağımsızlıklarını kazanmak için mücadele eden Müslüman Çeçenler’e Türkiye’nin
Duygu Bazoğlu Sezer, “Türk Rus ilişkileri: Düşmanlıktan ‘Fiili’ Yakınlaşmaya”, Türkiye’nin
Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri, s. 133.
780
Nurşin Ateşoğlu Güney, “Rusya Federasyonu’nun Yeni Güvenlik Politikası Çerçevesinde
Türkiye’ye Bakışı”, Mustafa Türkeş ve İlhan Uzgel (der.), Türkiye’nin Komşuları (Ankara: İmge
Kitabevi), 2002, s. 369. Orta Asya ile ilişkiler başlığında da görülebileceği gibi, Türkiye bölgeye
yönelik politikalarında ABD desteğini almışsa da, bir başka açıdan bakıldığında, Batı’nın bir uzantısı
olarak hareket etmiş olduğu görülür. Türkiye’nin bölgeye Batılı değerlerin bir ‘model’i olarak
gösterilmesi ve bunun Türkiye tarafından benimsenmesi de Batı’nın bölgeye girişi olarak görülebilir.
781
Sezer, “Türk Rus ilişkileri: Düşmanlıktan ‘Fiili’ Yakınlaşmaya”, Türkiye’nin Yeni Dünyası:
Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri, s.137.
782
İdil Tuncer, “Rusya Federasyonu’nun Yeni Güvenlik Doktrini: Yakın Çevre ve Türkiye”, Gencer
Özcan ve Şule Kut (der.), En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika
Gündeminde Doksanlı Yıllar (İstanbul: Büke Yayınları, 2000), s. 450.
779
241
gösterdiği ilgi de önemli bir gerginlik nedeni olmuştur. Türkiye’de Çeçenler’e karşı
açık bir sempatinin varlığı, bununla kalmayarak Türkiye’den Çeçenya’ya savaşmaya
giden gönüllülerin olması ve Çeçen Lider Cehar Dudayev’in Türkiye’yi ziyaretleri
RF’yi çok rahatsız etmiş ve bu rahatsızlık resmi yollarla da dile getirilmişti.
Rusya’ya göre Türkiye, topraklarındaki ayrılıkçı bir harekete destek veren bir
ülkeydi ve elinde bu ülkeye karşı karşı kullanabileceği çok önemli bir koz vardı. Bu
bağlamda Rusya Türkiye’ye karşı PKK kartını oynamaktan hiç çekinmemiştir.783
Türkiye Rus ve Çeçen ateşkesinin (1996) ardından, çatışmaların yeniden başladığı
1999 Ekim’inden sonra, Çeçen sorununa doğrudan karışmamaya özellikle dikkat
etmiştir. 784
Rusya elindeki PKK kozunu, ilişkilerdeki başka bir önemli çatışma konusu olan
boru hatları rekabetinde, Bakü-Ceyhan seçeneğini rekabetin dışına atmak için
kullanılmıştır.785 RF’nin PKK’ya verdiği desteğin en açık örneği ise, 1998’de
Abdullah Öcalan Suriye’den çıkarıldığında, Rusya’ya getirilmesi ve kendisine
Duma’dan sığınma hakkı tanıyacak bir karar çıkarılması olmuştur. RF, Türkiye’nin
diplomatik girişimleri sonucu Öcalan’ı ülkesinden çıkarmış, fakat Türkiye’ye teslim
etmemiştir.
Hazar enerji güzergâhları bölgede, özellikle 1990’ların sonlarına doğru en önemli
rekabet konusu haline gelmiş, Rusya ve Türkiye bu rekabette karşı taraflarda yer
almışlardı. Rusya, Azeri petrolünün Batı’ya taşınmasında Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC)
seçeneğine alternatif olarak, Bakü-Novorossisk hattını desteklemiştir. Bu hattın
hayata geçirilmesi, Moskova’ya bölgenin enerji kaynaklarının stratejik kontrolünü
elinde tutma olanağını sağlayacaktı. Buna karşın, Türkiye’nin desteklediği BaküTiflis-Ceyhan hattı ise Türkiye’nin daha fazla nüfuz sahibi olmasını sağlayacaktı. 786
Ciddi bir rekabete dönüşmüş olan bu güzergâhlar sorunu, en son olarak Azeri
petrolünün taşınmasında bir ana boru hattı (Bakü-Ceyhan) ve bunun yanında başka
Aydın, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne
Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001, s. 424-425.
784
Mustafa Aydın, “Foucault’s Pendulum: Turkey in Central Asia and the Caucasus”, Turkish
Studies, Cilt 5 (2), 2004, s. 12.
785
Sezer, “Türk Rus ilişkileri: Düşmanlıktan ‘Fiili’ Yakınlaşmaya”, Türkiye’nin Yeni Dünyası:
Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri, s.145.
786
Aydın, “Foucault’s Pendulum: Turkey in Central Asia and the Caucasus”, s. 13.
783
242
hatları da kabul eden çok seçenekli bir stratejiyle çözüme kavuşmuştur. Bu çok
seçenekli yaklaşımı ortaya koyarak, çözüm üreten ABD olmuştur. ABD aslında en
başından beri, boru hattının güzergâhı Batıcı devletlerin topraklarından geçtiğinden
ve bu devletleri batının çıkarlarına daha fazla yaklaştıracağı için BTC’yi
desteklemiştir. 787
Geçmişi hatırlatır şekilde, Boğazlar konusunda dahi sorun 788 yaşayan bu iki
ülkenin ilişkileri 2000’li yıllara istikrarsız bir şekilde girmiştir. Fakat 1990’lı yılların
bütün sorunlarına rağmen, ekonomik alanda Türkiye ile Rusya arasındaki işbirliği
sürekli gelişme göstermiş ve 1990’lı yılların sonunda RF Türkiye’nin ikinci ticaret
ortağı haline gelmiştir. Türkiye ile Rusya’nın bu ilişkisinin temelini enerji sektörü
oluşturmaktadır. Türkiye, doğalgazda Rusya açısından ikinci en büyük pazar, yine
petrol açısından da önemli bir pazar konumundadır.
Türkiye
ve
Rusya
arasındaki
ekonomik
ilişkilerin
düzeyi
ve
bunun
geliştirilmesinin her iki taraf için de önemli olduğunun farkına varılması, ilişkilerin
güvensizlik ve istikrarsızlıktan işbirliğine doğru evrilmesi açısından teşvik edici
olmuştur. 2000’lerin ilk yarısında, AKP hükümeti bu ekonomik kavrayışla hareket
edecek, ilişkilerde belirli düzeyde gelişme sağlanabilecektir. 2004’de Rusya Devlet
Başkanı Viladimir Putin’in ziyareti, Türkiye’yi ziyaret eden ilk Rusya Devlet başkanı
olması bakımından önemli bir mesaj olmuştur. Bu tarihten sonra ise, AKP’nin dış
politika önceliklerinin Avrupa/AB yönünden, Ortadoğu ve Avrasya’ya doğru
kaydığını gözlemlemek mümkündür. Yalnız bu dönemde Avrasyacılık olarak
adlandırılan politika “ılımlı” bir politika olarak, 789 Rusya ile işbirliği zeminlerini
yıkmadan yürütülmesi olasılığı düşünülerek ortaya koyulmuştur.
Türkiye’nin Osmanlı döneminden beri en fazla tehdit aldığı Kuzey komşusu,
Sovyetler Birliği çatısından ve komünizmden sıyrıldığı süreçten sonra, Türkiye için
doğrudan varlığına bir tehdit olmaktan çok (ki bu her an, her ilişkide tersine
787
Ibid., s. 14.
Türkiye 1994’te Boğazlardaki trafiği düzenlemek ve kazaları önlemek amacıyla Boğaz’dan geçen
gemilere Türk kılavuz kaptan alma zorunluluğunu getiren bir tüzük çıkarmış, RF ise bu değişikliğin
Montreaux’yü imzalamış devletlere danışılmadan yapıldığı iddiasıyla karşı çıkmıştır.
789
Ziya Öniş ve Şuhnaz Yılmaz, “Between Europeanization and Euro-Asianism: Foreign Policy
Activism in Turkey During the AKP Era”, Turkish Studies, Cilt 10 (1), 2000, s. 9.
788
243
dönebilir), çıkarları için bir tehdit olarak algılanmaktadır. Buna karşın, tarihsel olarak
inşa edilmiş karşılıklı güvensizliklerin yıkılması ve sorunsuz bir işbirliği çerçevesine
dönüştürülmesi, bu iki devletin tarihlerinde hiçbir işbirliği çerçevesi içinde birarada
olamadıkları da göz önüne alındığında, çok kolay değildir. Sadece Türkiye ve Rusya
için değil, tüm global ve bölgesel aktörler için bir rekabet alanı ve güvenlik açısından
hala çok istikrarsız ve güvensiz bir bölgede rekabet eden iki aktör olarak Türkiye ve
Rusya’nın işbirliği perspektifine ulaşmaları, biraz da bu tarihsel güvensizlikleri
tetikleyen bölgedeki istikrar ve güven ortamının sağlanabilmesine bağlı gibi
görünmektedir.
B. Yeni Bir Türk ve Müslüman ‘Biz’: Orta Asya ve Kafkaslar
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Batı ittifakı’nın öteki’si komünizmin ortadan
kalkması, Türkiye için, kimliğini sağlamlaştıracak bir unsur olarak Orta Asya’da
Türk kökenli ve Müslüman, Türk(i) devletleri ortaya çıkarmıştır. Sovyetler
Birliği’nin dağılmasının ardından Orta Asya ve Kafkasya’da Türk(i)-Müslüman
devletler bağımsızlıklarını kazanırken, Türkiye’de 12 Eylül’le canlandırılan ve bir
devlet politikası haline getirilen, dönemin başbakanı ve ardından Cumhurbaşkanı
Özal tarafından da içselleştirilmiş olan Türk-İslam Sentezi, bu yeni devletlerin
“Adriyatik’ten Çin Seddine” söylemiyle Türk dış politikasının merkezine
yerleştirilmesinde destekleyici bir unsur olmuştur. 1980’li yılların sonu ve 1990’lı
yıllar, aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa’da dışlanması, ötekileştirilmesi sürecinin
de başladığı dönemlere denk geldiğinden, Türk(i) devletlerin ortaya çıkışı,
Türkiye’yi yıllardır süren sıkışmışlıktan ve yalnızlıktan kurtaracak, Türkiye’nin
önünde siyasal, ekonomik ve psikolojik avantajlar sağlayabilecek birer hayati fırsat
olarak görülmüştü. 790 Özetle, Türk(i) cumhuriyetler bir yandan Türkiye’nin etki
alanını genişletebileceği, diğer yandan ise Avrupa ile yaşanan güçlükleri
dengeleyebilecek bir yol olarak değerlendirilmişti. 791
Mustafa Aydın, “Global Değişim ve Genişleyen Türk Dünyası: Türkler ve Türkiler”, Türkiye’nin
Dış Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik, s. 273.
791
F. Stephen Larrabbee ve Ian O. Lesser, Belirsizlik Döneminde Türk Dış Politikası, çev. Mustafa
Yıldırım (İstanbul: Ötüken Yayınları, 2002), s. 133.
790
244
Bu bakış açısıyla ve biraz da fazlaca duygusal, aynı zamanda da programsız
başlayan Türkiye’nin bölgeye yönelik politikası, 792 çok geçmeden gerçeklerle
yüzleşecek ve yeniden Batı’ya, en azından Batı ve Doğu arasındaki köprü olma
görevini üstlenmek üzere geri dönecekti.
Zaten Batı da Türkiye’ye, demokratik, laik yapısı ve serbest ekonomisiyle bu
devletlere “model olma” rolü yüklemişti. Türkiye, özellikle 1990’lı yılların başında,
demokratikleşme ve insan hakları konusunda Batı tarafından sert eleştirilere uğruyor
ve hatta kınanıyordu. Buna karşın, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bile büyük
oranda eski komünist kadrolarca yönetilen ve köktenci İslam’ın yerleşmesine müsait
olan, otoriter yapılı Türk(i) devletler için Türkiye, diğer alternatifler olan İran ya da
Çin modellerinden çok daha fazla tercih edilir durumdaydı. Diğer yandan Karpat’a
göre, Batı Türkiye’yi kendi değerlerini bu Müslüman Türk(i) devletlere aktarabilecek
bir araç olarak kullanmıştır ve bu söz konusu devletlerin Türk kökenli olmalarından
değil, Müslüman olmalarından kaynaklanmıştır. Bu devletler Baltık devletleri gibi
Hıristiyan olsa, Batı ilk aşamada da Türkiye’ye ihtiyaç duymayacaktı. 793 Nihayetinde
bu devletlerde “Türk modeli”nin kabul görmemesi bir yana, sunulan modelin
Batı’nın modeli olduğunun da bilincinde olmuşlardır. Sonuçta Batı, özellikle petrol
şirketlerinin bölgeye gelmesiyle birlikte bu devletlerle doğrudan temasa başladığında
da Türkiye’nin aracılığına gerek kalmayacaktı. 794
Türkiye, başlangıçtaki tüm heyecanına karşın Orta Asya ile arzulanan düzeyde ve
yönde etkileşimde bulunamayacağını kısa sürede anlamıştı, örneğin hiçbir Türk(i)
devletin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) tanımasını sağlayamamıştı.
Ayrıca Rusya Federasyonu’nun hala bölgedeki tek büyük güç olduğunun ve bölge
ülkeleriyle Rusya arasındaki karşılıklı bağımlılıkların, Rusya’yı göz ardı eden bir
Ayrıntılı bilgi için bkz. Aydın, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, s. 366-439.
Kemal Karpat, “The Ottoman Rule in Europe From the Perspective of 1994”, Vojtech Mastny ve
R. Craig Nation (der.), Turkey Between East and West: New Challenges for a Rising Regional
Power (Boulder: Westview Press, 1996), s. 2.
794
Mustafa Aydın, “Between Euphoria and Realpolitik: Turkish Policy Toward Central Asia and the
Caucasus”, Tareq Y. Ismael ve Mustafa Aydın (der.), Turkey’s Foreign Policy in the 21st Century:
A Changing Role in World Politics (Aldershot: Ashgate Pub., 2003), s. 146.
792
793
245
devletin politikalarını yürütmesine engel olacağının anlaşılması da çok uzun zaman
almayacaktı. 795
Nihayetinde Türkiye, ilgisini Orta Asya’dan daha fazla işbirliği olasılığı yaratan
ve enerji kaynakları dolayısıyla da önemli olan Kafkasya’ya yönlendirmiştir.
Esasında Türkiye’nin öncelikli ilgi alanı, genel olarak Kafkasya, güneybatı Rusya,
İran ve Orta Asya devletlerinden Kazakistan ve Türkmenistan’ı kapsayan Hazar
Bölgesi olmuştur. 796 Türkiye, Orta Asya’da etkinlik sağlayabilmek için çok çaba
harcamasına karşın sınırlı bir başarı elde edebilmişken, Kafkasya’da daha etkin bir
rol üstlenebilmişti. Öncelikle Azerbaycan ile ilişkiler, 1990’ların başında hemen sıkı
bağlarla bağlanmaya doğru ilerlemiş, Ebulfeyz Elçibey yönetimindeki Azerbaycan,
“Türk modeli”ni benimsemişti. Elçibey’in bir darbe ile indirilmesinin ardından, süreç
kesintiye uğramış olsa da, daha Batı yanlısı olan Haydar Aliyev döneminde, verilen
arayı kapatma olanağı doğmuştur. Azerbaycan’la olan bu yakın ilişkiler, bir bakıma
Ermensitan’la olan sorunlu ilişkiler için de bir zemin olmuştur. Bağımsızlık sonrası
Ermenistan’la ilişkiler, daha Ermenistan’ın bağımsızlık bildirgesinde 1921 Kars
Antlaşması’yla oluşturulmuş sınırları tanımadığını göstermesiyle sorunlu başlamıştı.
Buna karşın, Türkiye Ermenistan’a Batı’dan gönderilecek yardımların kendi
topraklarından geçmesine izin vererek ilişkilerin normalleşmesi yönünde adım
atmıştı. Bu ilk adımı Türkiye’nin Ermenistan’a elektrik göndermeyi kabul etmesi
(Azerbaycan baskısı nedeniyle sonradan bu fikirden vazgeçildi) gibi başka adımlar
izlemişse de, 1992 ortalarından itibaren Dağlık Karabağ’da savaşın yoğunlaşması,
Ermenilerin Azerbaycan topraklarına girmeye başlaması, Türkiye için yakınlaşma
olasılıklarını tamamen ortadan kaldırmıştı. 797 Elbette Ermenistan’la Türkiye’nin
ilişkilerindeki tek sorun Dağlık Karabağ sorunu değildir ve ABD ve Avrupa’daki
Ermeni diasporasının Ermeni soykırımı iddialarını sürekli gündemde tutma çabaları
ilişkilerde düzelme olasılıklarını ortadan kaldıran bir unsur olarak işlemektedir.
2000’li yılların ilk yarısında, Türkiye Ermenistan’la ilişkileri yeniden başlatma
yönünde birtakım adımlar atmaya başlamışsa da, bu dönemde Ermenistan’dan bir
karşılık alınamamıştır. Büyük oranda AKP’nin dış politika önceliklerinden birisinin,
Aydın, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 422-423.
Aydın, “Between Euphoria and Realpolitik”, s. 147.
797
Aydın, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 410-411.
795
796
246
Türkiye’nin tüm komşularıyla iyi geçinme, ‘sıfır sorun’ yaşama olmasından 798
kaynaklanan bu politika yürütülürken, ABD ve AB’nin ve hatta Rusya’nın bir tür
‘ikna edici’ politika yürütmeleri, bir bakıma arabulucu rolü üstlenmeleri de
istenmiştir. 799 Türkiye’nin çabalarına Ermenistan’dan ancak 2000’lerin il onyılı
biterken bir tepki gelmiş ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Dünya Kupası
kapsamında oynanan Türkiye-Ermenistan maçı için Erivan’a gitmesi (6 Eylül 2008),
ilişkilerin geleceği için umut verici olmuş, nitekim bundan sonra daha ileri bir
aşamaya geçme olasılığı doğmuştur.
10 Ekim 2009 tarihinde Zürih’te, Türkiye ve Ermenistan’ın birisi diplomatik
ilişkilerin kurulmasına, diğeri Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin
geliştirilmesine dair protokolleri imzalamaları, protokoller ortak sınırın açılması ve
diplomatik ilişkilerin kurulması gibi unsurları içerdiğinden, ilişkilerin normalleşmesi
açısından tarihsel birer aşama olarak görülmüştür. Buna karşın, protokollerin
parlamentolarda onaylanma süreci, Ermenistan’ın protokollerin onayını soykırım
iddialarının tanınmasına bağlamış olması nedeniyle tıkanmış, son olarak 22 Nisan
2010’da Ermenistan, protokollerin parlamentodaki onay sürecini askıya aldığını
açıklamıştır. Ermenistan’la yapılan protokoller, Türkiye’nin Karabağ sorunu
çözülmeden Ermenistan sınırını açma olasılığı dolayısıyla Azerbaycan’ı rahatsız
etmiş ve Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin bundan olumsuz etkileneceği yönünde
açıklama yapmıştır. Bununla birlikte, kendi milletvekillerinden oluşan bir grubu
Türkiye'ye göndererek bu olumsuzlukları medyaya taşıyacak girişimlerde de
bulunmuştur. 800 Azeri Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’den ise ard arda, doğalgaz
hatlarının Türkiye’den geçmesinin kendileri açısından pek de yararlı olmadığı, bu
nedenle gerekirse bu hatları değiştirecekleri ve Türkiye’ye satılan doğalgazın
olağanüstü ucuz bir fiyattan, makul bir fiyata çıkmasını istedikleri şeklinde
açıklamalar gelmiştir. 801 Azerbaycan’ın bu yöndeki tutumu, Erdoğan’ın “…bu sınır
Öniş ve Yılmaz, “Between Europeanization and Euro-Asianism: Foreign Policy Activism in
Turkey During the AKP Era”, s. 9.
799
Sedat Laçiner, Türkler ve Ermeniler: Bir Uluslararası İlişkiler Çalışması (Ankara: USAK
Yayınları, 2005), s. 290.
800
“Azerbaycan Milletvekili Heyeti”, 16 Nisan 2009. [http://www.haberler.com/azerbaycanmilletvekili-heyeti-ermenistan-a-firsat-haberi/].
801
“Türkiyesiz
Gaz
Rotası
Arıyor”,
Hürriyet,
19
Ekim
2009.
[http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=12720858].
798
247
kapılarının kapanması Dağlık Karabağ ile alakalıdır. Orada yapılan müdahaleler
sonucunda bizim kapılarımız kapatılmıştır.… Dolayısıyla bu sebep oradan
kalkmadıkça biz de kapılarımızı açamayız. Bunu, AK Parti iktidarı olarak biz bu
şekilde açıklıyoruz, ifade ediyoruz. Bunun birbiriyle ilişkisi yoktur yaklaşımını da
doğru bulmuyoruz.” 802 Şeklindeki açıklamasında açıkça ortaya çıktığı gibi,
Türkiye’nin politikalarını yönlendirmekte etkili olmuştur.
Diğer bir Kafkasya ülkesi Gürcistan’la ise ilişkiler bağımsızlıktan itibaren olumlu
yönde ilerleme kaydetmiştir. Genel Kafkasya politikalarının üç rekabet alanı olan
güvenlik, ticaret ve enerji alanlarının tümünde işbirliği perspektifi sürdürülebilmiştir.
İlk olarak, Türkiye Gürcistan’ın en büyük ticaret ortağı olmuştur. Batum havaalanı
Türkiye’nin iç hat uçuşlarında kullanılmaya başlanmış ve Temmuz 2008’de BaküTiflis-Kars Demiryolu hattının temeli atılmıştır. Türkiye ile Gürcistan enerji
konusunda da birbirleriyle işbirliği içinde olmuşlar, Türkiye Gürcistan lehine BaküSupsa hattına destek verirken, Gürcistan da Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru hattını
Türkiye lehinde desteklemiştir. 803 2007’de Bakü-Tiflis-Erzurum doğalgaz boru hattı
çalışmaya başlamış, bu enerji hatlarına 2009’da anlaşması imzalanan ve Türkiye’den
AB ülkelerine doğal gaz taşımak amacıyla yapılması düşünülen Nabucco boru hattı
projesi de eklenmiştir. Türkiye’nin Gürcistan’ın kendi içindeki Abhazya ve Osetya
sorunlarına karşı, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü onaylayan politikaları, iki ülke
arasındaki işbirliği zeminini sağlamlaştıran bir unsur olmuştur. Esasen Türkiye’nin
Kafkasya’da genellikle de etnik kökenli çatışmalar karşısındaki tutumu, her zaman
için bölgesel sorunların kendi güvenliğini tehdit edecek sıcak bir çatışmaya
dönüşmeyecek düzeyde tutulması yönünde olmuştur. Gerçi bu irade 2008
Ağustos’unda Gürcistan birliklerinin “anayasal düzeni sağlama operasyonu” adı
altında Güney Osetya’ya girmesi ve Rus birlikleriyle çatışmasıyla başlayan savaşta
gösterilememiştir.
Kafkasya, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden beri Türkiye’nin dış politikasında
öncelikleri olan bir bölge olmuş olmuştur. Bununla birlikte, 2000’li yıllardan itibaren
özellikle Ermenistan’la ilişkilere yaklaşım açısından ve elbette enerji yönelimli
“Erdoğan: Türkiye Azerbaycan’ı Yalnız Bırakmaz”, Hürriyet, 16 Mayıs 2009.
[http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=11664390]
803
Aydın, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s.421.
802
248
işbirlikleri açısından bakıldığında, Türkiye’nin bölgeye yönelik ilgi ve etkinliğinde
önemli bir artış olduğu ve edilgen olmayan bir politika izlenmek üzere harekete
geçildiği sonucu çıkarsanabilir. Öniş, özellikle 2005 sonrasında daha fazla
gözlemlenen bu aktif politikayı, AKP’nin bu tarihten sonra AB konusunda duyduğu
rahatsızlıklar dolayısıyla AB merkezli politikaları terkederek, ılımlı Avrasya’cı bir
politika izlemesine bağlamaktadır. 804
1990’lı yıllarda, Türkiye’nin hem içsel, hem uluslararası koşullarca yaratılan
yalnızlığını, Türk ve Müslüman olan yeni devletlerle, Türklük fikri üzerinden
kolektif bir “ben” yaratarak giderme ve bu yolla aynı zamanda bölgesel bir lider
olma girişiminin, esasen Türkiye’nin Batılı/Batıcı dış politikasının bir yönü olduğu
rahatlıkla söylenebilir. Daha önce de değinildiği gibi, Türkiye özellikle Orta
Asya’ya, Batılılaşmış, demokratikleşmiş ve laikleşmiş örnek bir ‘ağabey’ olarak
giderken, zaten Batı’yı bölgeye taşıma misyonunu üstlenmiştir. Bu heyecanlı
politikanın özünde Orta Asya’ya mı, yoksa Avrupa’ya mı yönelik olduğu dahi
sorgulanabilir bir durumdur. Gerçi, özellikle coğrafi yakınlık-komşuluk ve enerji
politikalarının ağırlığı açısından Kafkasya devletlerinin durumu farklıdır, ama bu
politikanın da Batı’nın desteği olmadan yürütülemeyeceği bir başka gerçektir. Kaldı
ki, Batı desteği esasen Türk dış politikasında hiçbir zaman arzulanmayan bir unsur da
olmamıştır.
AKP iktidarı döneminde, özellikle de 2005 sonrasında Türkiye’nin dış
politikasının Avrupa yöneliminden uzaklaşarak, ılımlı bir Avrasyacılığa doğru
kaydığı ya da İslamcı eksende yürütülmeye başlandığı tartışmaları bir yana, ilgimizi
ortaya koyulan pratiklerden daha kapsayıcı bir perspektife kaydırdığımızda, bu
dönem politikalarının da temelinde Avrupa’yı bulmak olanaklıdır. Söz konusu
politikalar, Avrupa’nın Türkiye’ye karşı olumsuz tutumları nedeniyle başlatılan,
dolayısıyla 1990’ların başında olduğu gibi, aslında Avrupa’ya bakan politikalardır.
Ancak özünde Avrupa da olsa, bu politikaların hangi yeni yöne kaydırılacağı,
konjonktürel koşul ve olanaklara bağlı olduğu kadar, bu politikanın üretildiği ülkenin
Öniş ve Yılmaz, “Between Europeanization and Euro-Asianism: Foreign Policy Activism in
Turkey During the AKP Era”, s. 13.
804
249
kimliği ve hatta politikaları üreten kişi ve kurumların kimlikleriyle de gevşek de olsa
ilgisi olduğu gözden çıkarılmamalıdır.
C. Hep Öteki, Yine Öteki: Yunanistan
Soğuk Savaş döneminde, komünizmin ortak tehdidi ve ABD’nin yönlendirmesi
sonucu Batı ittifakı içinde, ABD desteğine muhtaç iki ülke olarak Türkiye ve
Yunanistan birarada ve işbirliği içerisinde olabilmişlerdi. Buna karşın, daha Soğuk
Savaş’ın yumuşamaya başladığı, bu bağlamda kendilerini birleştirici unsurlar
gevşediği anda sorunlu ve birbirlerine karşı ötekiliklerini onaylayıcı konumlarına
dönmüşlerdir.
Soğuk Savaş’ın ikinci yarısına denk gelen bu süreç, Türkiye ile Yunanistan
arasında halen varlığını sürdüren sorunların ard arda dizilmeye başladığı yıllar
olmuştur. 1950’li yıllarda, belirli bir ölçüde taraflar arasında dostça çözümlenebilmiş
Kıbrıs sorunu, 1963’te yeniden başladığında ve 1974’te Türkiye’nin askeri
müdahalesine kadar vardığında, iki ülke de 1950’li yılların ‘Batı ittifakının
çıkarlarını kendi çıkarlarından üstün tutma’ anlayışını 805 terk etmişlerdi.
Buna karşın Batı, ilişkilerde her zaman bir referans noktası olarak işlemeye
devam etmiştir. Referans noktası olan Batı, başlangıçta her iki devletin de üye
olduğu NATO ve ABD iken, 1981’de Yunanistan’ın AB’ye üye olmasıyla birlikte
AB’ye kaymıştır. AB’ye yalnızca Yunanistan’ın üye olması ve Türkiye’nin ‘bir
türlü’ olamaması, süreci Türkiye’nin aleyhine işletecek bir unsur olmuştur.
Yunanistan’ın AB’ye üye olduğu tarih de, Türk-Yunan ilişkilerinde Avrupa
bağlamına bakarsak ilginçtir. Çünkü bu tarih, Türkiye’nin 12 Eylül sonrası
Avrupa’dan eleştiri yağmuruna tutulmaya başlandığı ve aslında Avrupa’dan açıkça
dışlandığı döneme denk gelmektedir. Yunanistan, Türkiye’nin hem dışarıda oluşunu,
hem de dışlanmasını kendi lehine kullanmakta başarılı olacaktır.
Türkiye gibi, Yunanistan da 1990’lı yıllara Soğuk Savaş’ın sona ermesinin
yarattığı şaşkınlık içinde girecek ve Yunanistan Balkanlar’da meydana gelen
gelişmelerden etkilendiği oranda, Türkiye ile kısa süreli de olsa bir yakınlaşma
805
Aydın, “Crypto-optimism in Turkish-Greek Relations. What is Next?”, s. 227.
250
arayışına girecekti. Yunanistan bu dönemde Yugoslavya’nın dağılması sonrası
yaşadığı güvenlik sorunları bir yana, Balkanlar’daki gelişmelerde olumlu bir rol
oynamayı başaramadığı ve politikalarında AB’den de farklılaştığı için birlikle
sorunlar yaşamıştır. 806
Yunanistan’ın bu ortamda Türkiye ile diyalog başlatma arayışı, Türkiye
tarafından olumlu karşılanmış, fakat 1990’ların ilk yarısı boyunca, diyalog
bağlamında başlayan her adımın arkasından bir kriz çıkmış ve süreci geriye
döndürmüştür. Fırat’a göre bunun nedeni, Yunanistan’da siyasal iktidarların diyalog
girişimlerine karşı, içeride oluşan kamuoyunun ve muhalefetin baskısı olmuştur.807
Türkiye’de ise sorunların genel çizgisine baktığımızda, böyle bir durum ortaya
çıkmamaktadır, çünkü zaten Türkiye hiçbir zaman Yunanistan’la, Yunanistan’ın
Türkiye ile olduğu kadar ilgili olmamıştır. 808 Krizler, sorunlar genellikle Yunanistan
tarafından alevlendirilir, Türkiye de tepki verir, çünkü sürekli sorun yaratmasa,
Yunanistan hiç de önemli değildir Türkiye’nin algısında. 809
1990’lı yılların bu diyalog ve küçük krizlerle geçen ilk yarısında, Türkiye
açısından asıl sorun, (Güney) Kıbrıs’ın AB’ye tam üyelik başvurusu yapmış olması
ve sorunun artık, Türkiye’nin üyesi olmadığı (ama olmaya çalıştığı) AB çerçevesine
girmiş olmasıdır. Bundan sonra Türkiye’nin AB ile ilgili her adımında, karşısına
Kıbrıs ve Ege sorunları çıka(rtıla)caktır.
Türkiye Kıbrıs’ın AB’ye tam üyelik başvurusuna hemen tepki göstererek, bu
başvurunun Zürih-Londra anlaşmalarına göre yasal olmadığını bildirmiş, fakat AB
Konseyi başvuruyu normal süreç içerisinde kabul etmişti. Müftüler-Bac’a göre, AB
bu şekilde bir tutumla aslında üyelik sürecini kullanarak, adanın birleşmesi yolunda
ilk diplomatik başarısını elde edebileceğini hesaplamıştır. 810 Fakat daha Kıbrıs’ın
üyeliği konusunu ele aldığı ilk aşamada kendisi için düşündüğü arabuluculuk rolünde
Melek M. Fırat, “Soğuk Savaş Sonrası Yunanistan Dış Politikasının Yeniden Biçimleniş Süreci”,
Mustafa Türkeş ve İlhan Uzgel (der.), Türkiye’nin Komşuları (Ankara: İmge Kitabevi, 2002), s. 23.
807
Ibid., s. 26.
808
Aydın, “Crypto-optimism in Turkish-Greek Relations. What is Next?”, s. 235.
809
Bu elbette Türkiye’nin sorunları önemsemediği anlamına gelmemektedir. Bu durumun esasında
ötekileştirmeyle, ötekileştirdiğini değersizleştirme ile ilgili olduğu konusunda Bkz. s. 143.
810
Meltem Müftüler-Bac ve Aylin Güney, “The European Union and the Cyprus Problem 19612003”, Middle Eastern Studies, Cilt 41 (2), 2005, s. 286.
806
251
başarılı olamamış, adayı bir bütün olarak görmelerine karşın, Türk kesimiyle işbirliği
yapamamış ve daha en başından sadece adanın Güney kesimine odaklı
kalmışlardı. 811
1994 Korfu Zirvesi’nde (Güney) Kıbrıs’ın gelecek genişleme aşamasında yer
almasına kararına karşı da Türkiye’nin tepkisi sert olmuştur. Kıbrıs’ın AB’ye
üyeliğinin gerçekleşmesi durumunda, Türkiye’nin aynı türde bir entegrasyonu KKTC
ile gerçekleştireceği yönündeki açıklamalar, farklı zamanlarda (Mart 1995) Dışişleri
Bakanı Murat Karayalçın ve hatta (Aralık 1996) Başbakan Erbakan tarafından dile
getirilmiştir. 812 Aynı bağlamda, Türkiye ve KKTC arasında, entegrasyonu
çağrıştıran, ilişkileri derinleştirmeye yönelik bir bildiri (mutabakat metni) de
yayınlanmıştır. Korfu zirvesinden çıkan karar, büyük oranda Yunanistan’ın
Türkiye’nin GB müzakerelerinde kullandığı (1994 ve 1995’te) vetosunu, Kıbrıs’la
katılım müzakerelerinin başlatılması karşılığında kaldıracaklarını bildirmeleriyle
ilgiliydi. Türkiye, Yunanistan’ın GB antlaşmasını veto etmeyeceğine dair işaretleri
aldığında ise sessiz kalarak sürecin nasıl gelişeceğini beklemeye karar vermiştir.813
Süreç, Türkiye’nin AB ile 6 Mart 1995’te GB kararının imzalanmasıyla sonuçlanmış
ve aynı gün Konsey’in Kıbrıs Rum Hükümeti’nin bütün adayı temsilen yaptığı tam
üyelik başvurusuna ilişkin görüşmelerin takvime alınması kararına tepki vermemiştir.
Yunanistan, veto hakkını, Kıbrıs sorununa çözüm bulunmadan, adanın birliğe
katılımı yönünde bir baskı aracı olarak kullanmış ve sonuçta başarılı olmuştur.
1996 yılına gelindiğinde, Ege denizinde bulunan insansız kayalıklar üzerindeki
hakimiyet iddialarından kaynaklanan bir kriz (Kardak Krizi) iki ülkeyi sıcak
çatışmanın eşiğine getirmiştir. Kriz, Türk bandıralı bir geminin (Figen Akat) karaya
oturmasıyla, iki ülkenin kurtarma ekipleri arasında sorun çıkıp, her iki ülke
kayalıkların kendi karasularında bulunduğunu iddia edince patlak vermiştir. Kriz, iki
ülkenin de siyasi iradelerinin durumu iç politikalarında kullanmaları ve aynı
zamanda basınının da etkisiyle tırmanmış ve geri dönülemez bir noktaya giderken,
811
Ibid.
Kramer, Avrupa ve Amerika Karşısında Değişen Türkiye, s. 263-264.
813
Melek M. Fırat, “AB-Kıbrıs İlişkileri ve Türkiye’nin Politikaları”, Gencer Özcan ve Şule Kut
(der.), En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar
(İstanbul: Büke Yayınları, 2000), s. 250-251.
812
252
ABD’nin arabuluculuğuyla çözülmüştü. Krizin en fazla tırmandığı ve kayalıklara
asker çıkarılması noktasına gelindiğinde, esasen hükümetler sıcak çatışma
olasılığından rahatsız ve geri adım atacak noktaya gelmişlerdi. Bu aşamada Türk
bayrağının Yunan bayrağının olduğu kayalığa değil, bir başka kayalığa dikilmesi
çözüm için ilk adım olmuş, ardından ABD’nin, “ilk ateş eden karşısında ABD’yi
bulur” şeklindeki mesajıyla kriz sona ermişti. 814 Kardak krizinden sonra ilişkileri
yumuşatacak herhangi bir gelişme meydana gelmemiş, aksine mevcut sorunlar
üzerinden yeni krizler yaşanmıştır.
1997’de Rusya Federasyonu ile Kıbrıs Rum Yönetimi arasında imzalanan
anlaşma uyarınca S-300 füzelerinin (Güney) Kıbrıs’a yerleştirilmesi söz konusu
olduğunda ilişkilerin tarihine yeni bir kriz daha eklenecektir. Yunanistan’ın ve Kıbrıs
Rum Kesimi’nin füzeleri adaya yerleştirmekteki temel amacı, adadaki Türk askerinin
varlığını müzakere konusu haline getirmek olmuştur. Buna göre, adanın önce
silahsızlandırılması sağlanacak, ardından NATO/AB koruması altına alınacak adada
enosis gerçekleştirilebilecekti. 815
Kriz, ABD’nin arabuluculuğuyla ve füzelerin
Girit’e yerleştirilmesiyle aşılmıştır, fakat Türkiye Ege denizindeki güvenlik
önceliklerini gözden geçirmek ve bir silahlanma yarışı durumuna kendini hazırlamak
sorunuyla karşı karşıya kalmıştır. 816
Türkiye’nin 1997 Lüksemburg Zirvesi’nde Kıbrıs’ın AB’ye ilk katılacak ülkeler
arasında açıklanmasına karşın, aday ülkeler arasında açıklanmamıştır. Bununla
birlikte, Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin sağlamlaştırılması için gerekli koşulların
Yunanistan’la ikili sorunlar ile Kıbrıs sorununun çözümüne bağlanmış olması,
Yunanistan’ın sorunları AB çatısına taşıma hedefinin gerçekleştiğinin göstergesidir.
Bundan sonra Türkiye’nin adaylığının her aşamasında Kıbrıs ve ikili sorunların
çözümü bir önkoşul gibi işletilecektir. 817
1990’larda Türkiye ile Yunanistan sadece yıllanmış sorunları çerçevesinde değil,
aynı zamanda Kafkaslar ile Balkanlar’da da karşı karşıya gelmişlerdir. Yunanistan
814
Fuat Aksu, “Turkish-Greek Relations: From Conflict to Détente the Last Decade”, Turkish
Review of Balkan Studies, Annual 2001, s. 10- 11
815
Ibid., s. 15-17.
816
Fırat, “Soğuk Savaş Sonrası Yunanistan Dış Politikasının Yeniden Biçimleniş Süreci”, s. 60-61.
817
Bkz. s. 229; 232; 234.
253
bir yandan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİ) çatısı altında biraraya
gelirken (1992), diğer taraftan Balkanlar’da karşı karşıya geliyorlardı. Türkiye,
Yugoslavya’nın
dağılmasının
ardından
yeni
kurulan
ve
Yunanistan’ın
kabullenmediği Makedonya ile yakın ilişki kurmuş, aynı şekilde Yunanistan’ın
sorunlar yaşadığı Arnavutluğa da yakın durmuştur. 1992’de Bosna-Hersek savaşı
patlak verdiğinde, Yunanistan Sırplara destek olur ve uluslararası ambargo
uygulanan Belgrat’a yardım yaparken, Ankara da Saraybosna hükümetine hem
diplomatik, hem de gizli askeri destek sağlamıştır. 818 Yunanistan, bir süre sonra
Balkanlar’a yönelik politikalarını AB’yle de uyumlu olacak şekilde değiştirmiş ve
bölgede, başlangıçta Türkiye’nin sağlayabileceği düşünülen nüfuzu AB üyesi olma
avantajıyla sağlamayı başarmıştır.
Yunanistan, Kafkasya’da Türkiye’nin rekabet içinde olduğu Rusya ile işbirliği
arayışına girmiş, Hazar enerji hatları konusunda Bulgaristan’la ve Rusya ile birlikte
Novorossisk-Burgaz-Dedeağaç (Alexandroupolis) hattını savunmuş, dahası 1996’da
Ermenistan’la savunma anlaşması imzalayarak, anlaşmayı kendisine karşı yapılmış
olarak algılayan Türkiye’yi oldukça rahatsız etmiştir. Bütün bunlara Yunanistan’ın
PKK’ya açık destek vermesi, bu bağlamda bir de 1995’te Suriye’yle stratejik ortaklık
oluşturması, Türkiye’nin güvenlik tehdidi algıladığı her yerde Yunanistan’ın da
olacağı izlenimini uyandırmıştır.
PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’da Yunanistan Büyükelçiliği’nde
yakalanıp Türkiye’ye getirilmesinin ardından, Türkiye’nin Yunanistan’a uzun
zamandır Öcalan’ı barındırmak, PKK’ya destek vermek konusunda yaptığı
suçlamaların haklılığı ortaya çıkmıştı. Yunanistan, PKK’yı terörist bir örgüt kabul
etmemekle birlikte, Öcalan ve PKK ile bağlarını her zaman inkar etmişti.819
Öcalan’ın
yakalanmasıyla
suçluluğu
ortaya
çıktıktan
sonra
ise,
mevcut
politikalarında önemli bir dönüşüm gerçekleştirmek zorunluluğu hissetmiştir.
Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi sonrasında, Yunanistan’da birçok siyasi görevinden
alınmış, ardından Türk-Yunan ilişkilerinde yumuşamaya gidilerek diyalog başlatacak
Tözün Bahçeli, “Türkiye’nin Yunanistan Politikası”, Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış
Politikasının Değişen Dinamikleri, s. 187-188.
819
Aksu, “Turkish-Greek Relations: From Conflict to Détente the Last Decade”, s. 18-19.
818
254
yeni bir çerçeve çizilmiştir. Bu kararın, ilk meyvesinin 1999 Helsinki Zirvesi’nde
alındığı söylenebilir. 820
Helsinki Zirvesi yapıldığı sırada, New York’ta BM Genel Sekreteri Kofi Annan
ve Kıbrıs özel danışmanı Alvaro de Soto gözetiminde Rauf Denktaş ve Glafkos
Klerides arasında görüşmeler başlamıştı. Taraflar, zirveden çıkacak sonuca
odaklanmışlardı. Konsey’in Türkiye’ye aday ülke statüsü verilmesi kararı olumlu bir
adım olarak karşılanmış, fakat Kıbrıs’ın AB üyeliği için Türk tarafıyla uyuşmazlığını
çözmesinin ön koşul olmadığının belirtilmiş olması tartışmalara yol açmıştı. Türkiye
ise Helsinki sonrasında Kıbrıs’ın AB’nin de sorunu olduğunu zamanla kabullenmeye
başlayacaktı. 821
3 Kasım 2002 seçimleri ile iktidara gelen AKP, iktidarının ilk günlerinden
itibaren Kıbrıs konusunda aktif bir tutum sergileyeceğini ortaya koymuştu. Seçim
ertesinde Erdoğan, Yunanistan gezisi sırasında, Kıbrıs için ‘Belçika Modeli’ni
önerdiklerini açıklamıştı. 822 Bundan sonra AKP kanadından Denktaş’a eleştiriler
yöneltilmeye başlanacak, örneğin bu kapsamda Abdullah Gül 2003 Ekim’inde
Yunanistan ziyareti sırasında ‘çözümsüzlük çözüm değildir’ açıklamasında
bulunacaktı. Türkiye’nin, AB üyeliğini neredeyse varlık nedeni sayan AKP, bunun
gerçekleşmesinin Kıbrıs’la doğrudan ilgili olduğunun farkında olarak Kıbrıs’ta
çözüm bağlamında, o güne kadar hiçbir hükümette görülmemiş bir irade ortaya
koymuştu. Buna karşın, AKP’nin tutumunun devletin politikası olarak ortaya
koyulabildiğini söylemek olanaksızdır. Ordu, siyasi partiler ve toplum düzeyinde
ulusalcı kesimlerde Kıbrıs’ta ‘ver-kurtul’ siyasetinin izlendiği ve bunun sonucunun
Türkiye ve Kıbrıs için çok olumsuz olacağına dair yoğun itirazlar yükseliyordu.
Bu arada, ABD ve AB de çözüm yönünde ortak fikir beyan ediyor, bir bakıma
AKP’nin çabalarına destek oluyorlardı. Görüşmeleri yeniden başlatmak, (Güney)
Kıbrıs 1 Mayıs 2004’te AB üyesi olacağından önemliydi. Bu bağlamda Erdoğan,
toplumlar arası görüşmelerin yeniden başlaması için Kofi Annan’la görüşmüş ve
Melek Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler”, ”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası, Cilt. II: 19802001 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 478.
821
Müftüler-Bac ve Aylin Güney, “The European Union and the Cyprus Problem 1961-2003”, s. 289.
822
Ayın Tarihi, Kasım 2002. [http://www.byegm.gov.tr/ayintarihidetay.aspx?Id=92&Yil=2002&
Ay=11]
820
255
Annan’ın süreci yeniden başlatmak için öne sürdüğü şartları da kabul etmişti. Kofi
Annan bu defa görüşmeleri başlatmadan önce, Annan Planı’nın doğrudan çözüm
belgesi olarak kabul edilmesini şart koşmuş, zorlu bir süreçle de olsa taraflar buna
ikna edilmişti.
AKP iktidarı, Kıbrıs’ta uluslararası düzeyde kabul görebilecek bir çözüme
ulaşılabilmesi ve dolayısıyla bunun AB politikalarını etkileyebilmesi için gerçekten
çok kararlı davranmış ve 24 Nisan 2004’te yapılan oylama sonucunda % 65’e yakın
evet oyu Türk kesiminden çıkmıştı. Buna karşın çözüm, Rum kesiminin AB’ye
adanın
tamamını
temsil
eden
irade
olarak
girme
tercihi
dolayısıyla
gerçekleşememiştir. Diğer yandan Türkiye açısından 17 Aralık Brüksel Zirvesi’nde
beklenen olmuş ve Türkiye’ye katılım müzakerelerine başlamak için tarih verilmişti.
AKP’nin, kendi siyasal kimliğine meşruiyet sağlayacak bir dayanak olarak
gördüğü AB, iktidara geldiği anda Kıbrıs konusunda bir çözüme ulaşılabilmesi
bağlamında gösterdiği iradenin sebebi olmuştur. Ancak ne var ki daha önce de sözü
edildiği şekilde AB hedefine olan bu sıkı bağlanış 2005 sonrasında gevşemiştir. Buna
karşın, AKP’nin ikinci iktidar döneminde ortaya koyduğu ve uyguladığı komşularla
“sıfır sorun” yaklaşımı Türk-Yunan ilişkileri konusunda da bir zemin olarak
işletilmek istenmektedir.
Türk-Yunan ilişkilerinin içerdiği sorunlar, Kıbrıs ve Ege ile sınırlı olmadığı gibi,
sözü edilen sorunların da çözümü kolay değildir. İkili ilişkilerde olduğu gibi, her iki
tarafın kendi politika yönelimlerinde de Batı/Avrupa çok önemli bir referans
noktasıdır. Buna karşın, taraflardan birisinin dışarıda, diğerinin ise içeride/Avrupalı
olması, bu ilişkilerin genel olarak olumsuz etkilenmesine de neden olmaktadır.
Türkiye ve Yunanistan’ın tarihsel olarak birbirlerine karşı inşa ettikleri kimlikleri,
AB bağlamında Yunanistan’ın Avrupalı, Türkiye’nin ise öteki konumunda olması,
mevcut ötekiliği Avrupa perspektifinden de pekiştirmektedir. Türkiye’nin AB’ye
girmesinin sorunları bir anda yok edebileceğini söylemek elbette olanaklı değildir.
Soğuk Savaş döneminde, Batı ittifakında yer almanın koşullarıyla sınırlı da olsa
ilişkilerini işbirliği üzerinden geliştirebildikleri bir gerçekliktir. Bu ittifak,
konjonktürel bir tehdit etrafında güvenlik kaygısıyla biraraya gelmiştir ve birbirlerini
ötekileştirmiş, üstelik elle tutulur, somut birçok sorunu olan iki aktörü, ittifakın
256
çıkarları lehinde sorunları çözmeye itecek güçte bir dürtüye sahip olmamıştır.823
Buna karşın, AB’nin belirli değerler sistemi üzerine inşa edilmiş bir kimliği vardır,
yani kolektif bir ‘biz’ yaratma işlevi yüklenmiştir. Bu bağlamda eğer AB’nin temsil
ettiği bir ‘biz’ gerçekten varsa, birlik içinde yer alan aktörlerin de ‘biz’i, kendi bileşik
(ben) kimliklerinin önünde tutmaları beklenmelidir. Devletlerin ortaya koydukları
pratikler, kuramsal zemine bu ölçüde uyuyor/uyabiliyorsa, Türk -Yunan sorunlarının
Türkiye’nin üyeliği öncesinde çözülmesi değil, çözümünün Türkiye’nin üyeliğinden
beklenmesi gerekecektir. Ne var ki, kuramsal çıkarsamalarla pratiklerin her zaman
bu kadar örtüşmediğini öne sürmek de olanaklıdır.
D. Yaklaştıkça Ötekileşen: Ortadoğu
Ortadoğu 1990’lı yılların, daha doğrusu Soğuk Savaş’ın sona ermesinin etkilerini
Körfez Savaşı’yla karşılamıştır. Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan kriz, uluslararası
koalisyon güçlerinin Irak’ı yenilgiye uğratmasıyla sona ermişti. Türkiye ise bu
savaşın kısa ve uzun vadede yarattığı birçok olumsuz sonuçla karşı karşıya kalmış,
uluslararası
politikadaki
konumuyla
beraber,
dış
politikasını
da
yeniden
değerlendirmek durumunda kalmıştır. Cumhurbaşkanı Özal savaşın ABD’nin zaferi
ile sonuçlanacağı, dolayısıyla bu fırsattan faydalanmanın Türkiye’nin stratejik
önemini artıracağı düşüncesiyle ABD’nin yanında, aktif bir politika üretmek için çok
hevesli olmuştu. Bununla birlikte, ABD’nin zaferinin Körfez’de kalıcı bir güvenlik
sağlayacağı düşüncesi de Özal’ın tutumlarında etkili olmuştur. 824 Buna karşın,
Özal’la aynı fikri paylaşmayan ve Türk dış politikasını geleneksel çizgisinden
kaydırmayacak bir politika izlenmesinden yana olan, Türkiye’yi tehlikeli bir
serüvenin içine atmanın sorumluluğunu paylaşmak istemeyen Genelkurmay Başkanı
Necip Torumtay ve dışişleri bakanı Ali Bozer istifa etmişlerdi. 825 Yine de Türkiye,
Kerkük-Yumurtalık Boru Hattı’nın kapatmak ve Irak sınırına asker yığmakla birlikte,
NATO üyelikleri çerçevesinde Türk-Yunan ilişkilerini analiz eden ve NATO üyeliğinin TürkYunan sorunlarını çözüme yöneltecek bir ‘çoğulcu güvenlik toplumu’ yaratmadığı argümanıyla
benzer bir sonuca ulaşan ayrıntılı bir çalışma için, Fotios Moustakis, The Greek-Turkish
Relationship and NATO (Londra: Frank Cass, 2003).
824
Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, s. 237.
825
Meliha B. Altunışık, “Güvenlik Kıskacında Türkiye ve Ortadoğu İlişkileri”, En Uzun Onyıl:
Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar, s. 322.
823
257
BM’in Irak’a uyguladığı ambargoya da katılmış ve ABD’nin İncirlik üssünü
kullanmasına izin vermiştir.
Bu aktif tutumun sonuçları Türkiye için hem kısa, hem de uzun vadede çok
olumsuz olacaktı. İlk olarak, Irak’lı Kürtlere, Kuzey Irak’ta ‘güvenlikli bölge’
sağlanmasıyla Bağdat Kuzey Irak’ta egemenliğini kaybetmiş, bu durum bölgenin
PKK için bir üs haline gelmesine, dolayısıyla Türkiye için çok ciddi güvenlik
problemlerine yol açmıştır. Diğer yandan, Kürt meselesi uluslararasılaştığı oranda,
Türkiye’de PKK şiddeti yükselmiş ve Kürtler siyasi faaliyetlerini artırmışlardır. 826
Kürt sorununun savaş sonrası hem içsel, hem de dışsal boyutlarıyla geldiği nokta,
dolaylı olarak Türkiye’nin zaten sorunlu olan Batı’yla ilişkilerini de zedelemiştir.
Türkiye’nin PKK ve Kürt sorununa yaklaşımlarını insan hakları ihlalleri bağlamında
eleştirilmekle kalmamış, Belçika, Almanya, Norveç gibi birtakım Avrupa devletleri
Türkiye’ye silah satışlarını durdurmuşlardı. 827 Irak Türkiye’yi, Batılıların yanında
yer aldığı için suçlamış ve sonrasında artık PKK’yı açıkça desteklemeye
başlamıştır. 828 Saddam Hüseyin’in saldırılarından kaçan Iraklı Kürtler’in korunması
amacıyla oluşturulan ‘Çekiç Güç’ işlevi ve de süresi açısından her zaman bir sorun
oluşturmuştur. Ayrıca son olarak, Irak’la ticaretin kesilmesi Türkiye’yi milyarlarca
dolar 829 zarara uğratmıştır.
Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, bir kez daha Ortadoğu’da
Batı’lı müttefiklerinin yanında yer almasının sonuçları beklentilerin aksine olumsuz
olmuştur. Bu noktada, Özal’ın aktif dış politika tutumuyla kişisel bir politika izlediği
doğru olmakla birlikte, temelde Batılı müttefiklerine Soğuk Savaş sonrasında da
stratejik önemini koruduğunu göstermek isteği olduğunu söylemek yanlış
olmayacaktır. Körfez Savaşı sürecinde de Batı, Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik
politikasının referans noktası olmuştur. Bununla birlikte, Türkiye’nin bölgedeki
Mustafa Aydın, Ten Years After: Turkey’s Gulf Policy (1990-91) Revisited (Londra: Frank
Cass, 2002), s. 58.
827
M. Hakan Yavuz, “Turkish-Israeli Relations Through the Lens of the Turkish Identity Debate”,
Journal Palestine Studies, Cilt 27 (1), 1997, s. 27.
828
Kemal Kirişçi, “Türkiye ve Müslüman Ortadoğu”, Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış
Politikasının Değişen Dinamikleri, s. 61.
829
Hale bu kaybı yılda 2.000.000.000 dolar olarak vermektedir. Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000,
s. 328.
826
258
konumu dolayısıyla daha farklı bir politika izleme olasılığı olduğu, en azından ittifak
bağları düşünüldüğünde çok da olanaklı görünmemektedir. 830 Bir kere Türkiye,
Körfez savaşının başarısı için, Irak’ın çevrelenmesi bağlamında kilit konumda
bulunmaktaydı. Ayrıca, Irak’a karşı uygulanan ambargonun başarı şansı, petrol
satışının durdurulmasına, yani Türkiye ve Suudi Arabistan üzerinden geçen boru
hatlarının kapatılmasına bağlıydı. Bu durumda, Türkiye’nin tarafsız kalmak gibi bir
stratejisi olamayacağı açıktı, ya Irak’ın ya da koalisyon güçlerinin yanında yer
alacaktı. 831
Irak’taki durumun yarattığı belirsizlik ve güvensizlik ortamının yanı sıra, bu
dönemde Türkiye’nin Ortadoğu politikasının bütünü sorun ve istikrarsızlıklara
yönelik olmuştur. En başta Suriye ile ilişkiler, PKK ve su sorunu yüzünden sürekli
çatışmacı bir ortamda yürütülmüştür. Suriye, Hatay üzerindeki geleneksel
iddialarından vazgeçmemiş, ama bunu bir dış politika unsuru olarak değil, daha çok
içeride rejimine destek sağlamak için iç politikaya yönelik kullanmıştır. 832 Suriye ile
Fırat ve Dicle sularının paylaşımı konusunda yaşanan sorunlar da güvensizlik
iklimini sürekli canlı tutmuştur. Suriye su sorununu öncelikle Arap devletlerinin
dikkatine sunarak uluslararasılaştırmaya çalışırken, 833 Türkiye de PKK’ya verilen
destek karşısında birçok kere Fırat’ın sularının kesilmesi alternatifini dile
getirmiştir. 834
Suriye’nin PKK’ya verdiği destek ve Öcalan’ı önemli bir PKK kadrosuyla
topraklarında barındırması, iki ülkenin sıcak çatışmanın eşiğine gelmesine sebep
olacaktır. 1990’lı yılların ikinci yarısında Suriye’nin PKK’ya verdiği desteğin
Türkiye’nin krize dahil olmasının, temkinli bekleyişten, aktif müdahaleye doğru aşamalarını hem
içsel, hem de dışsal koşullara göre ele alan ve kriz döneminin genel değerlendirmesini yapan bir
çalışma için bkz. Aydın, Ten Years After: Turkey’s Gulf Policy (1990-91) Revisited, özellikle s.
14-32.
831
Ramazan Gözen, “Türkiye’nin II. Körfez Savaşı Politikası: Aktif Politika ve Sonuçları”, İhsan D.
Dağı (der.), Türk Dış Politikasında Gelenek ve Değişim (Ankara: Siyasal Kitabevi, s. 1998), s. 188.
832
Ibid., s. 63.
833
Melek Fırat ve Ömer Kürkçüoğlu, “Ortadoğuyla İlişkiler”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş
Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. II: 1980-2001, s. 559.
834
Suyun Ortadoğu güç dengesi açısından hayati olduğu ve Türkiye’nin Fırat ve Dicle’nin kontrolünü
elinde bulundurmasının kendisine imtiyazlı bir üstünlük sağladığı Körfez Savaşı sürecinde açıkça
ortaya çıkmış ve Türkiye bu potansiyeli bir koz olarak kullanmaya başlamıştı. Aydın, Ten Years
After: Turkey’s Gulf Policy (1990-91) Revisited, s. 59.
830
259
arttığını düşünen Türkiye, politikalarını sertleştirme yoluna gitmiş, 23 Ocak 1996’da
Suriye’ye gönderdiği notada Ankara açıkça Suriye’ye aynı şeklide karşılık bulacağı
uyarısında bulunmuştur. Su sorunu üzerinde başlamış olan diyalog sürecini de kesen
Türkiye, Suriye’nin sürecin yeniden başlaması için yaptığı çağrılara, Öcalan’ın
Türkiye’ye iade edilmesi ya da üçüncü bir ülkeye sınırdışı edilmesi koşuluyla
karşılık vermiştir. 835 Suriye ile sertleşen ilişkiler, diğer yandan İsrail’le askeri
işbirliğinin geliştirilmesiyle desteklenmeye çalışılmıştır. İsrail’le 1993’te başlamış
olan işbirliği süreci 1996’da Askeri Eğitim (Şubat 1996) ve Savunma Sanayi İşbirliği
(Ağustos 1996) anlaşmalarının imzalanmasıyla pekiştirilmiştir. Bu anlaşmalar
bölgede Suriye’ye karşı oluşturulmuş klasik ittifakın canlandırılması olarak
değerlendirilmiştir. 836 Arap Birliği de, Türkiye’nin İsrail’le yaptığı askeri anlaşmayı
yeniden değerlendirmesini talep eden bir bildiri yayınlamıştır. 837 İsrail’le
sıkılaştırılan bu işbirliğinin, zamanlama açısından Arap-İsrail barış sürecinin
tıkanmaya başladığı bir dönemde gerçekleştirilmiş olması, Suriye bir yana tüm Arap
devletlerinde rahatsızlık uyandıracaktır. 838 Arap devletlerini uzaklaştıracağı kesin
olan bu girişim, esasında dönemin dış politikasında güvenlik kaygılarının ve askeri
yapının artan etkisinin bir göstergesi olsa gerektir. 839
1996’nın ikinci yarısında, Kuzey Irak konusunda önemli ve Türkiye’nin
1991’den beri yürüttüğü politikasında değişiklik yaratacak gelişmeler yaşanmıştır.
ABD’nin arabuluculuğu sonucu, Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Kürdistan
Yurtseverler Birliği (KYP), Ankara’da Türkiye’nin yer aldığı bir diyalog sürecini
başlatmışlardır. Türkiye bu sürecin içinde, hem ABD’den gelen baskı, hem de
PKK’ya karşı mücadelede destek sözü karşılığında Kuzey Irak’taki geçici rejimin
meşruluğunu kabul etmiştir. 840 Aynı dönemde (Ekim 1996) Türkiye, PKK’ya karşı,
ama diğer yandan KDP’yi de destekleyerek Kuzey Irak’a çok kapsamlı bir sınırötesi
835
Gencer Özcan, “Turkey’s Changing Neighbourhood Policy”, The Turkish Yearbook of
International Relations, Cilt. 35, 2004, s. 5.
836
Ibid.,
837
Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, s. 320.
838
Altunışık, “Güvenlik Kıskacında Türkiye ve Ortadoğu İlişkileri”, s. 331.
839
Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması’nın 28 Ağustos 1996’da RP-DYP (Refah-Yol) hükümetinde
ve başbakan Erbakan tarafından imzalanmış olması da bu durumla ilgili görünmektedir.
840
Fırat ve Kürkçüoğlu, “Ortadoğuyla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt. II: 1980-2001, s.563.
260
operasyon gerçekleştirmiştir. 841 Operasyonlarla Kuzey Irak’ta PKK’nın faaliyetlerini
büyük ölçüde engelleyen Türkiye, bu sefer Suriye’ye dönmüş ve silahlı kuvvetlerin
de desteğiyle caydırıcı baskı politikası başlatmıştır. 842 Bu politika, Suriye’ye 1987 ve
1992 anlaşmalarından 843 doğan yükümlülükleri yerine getirmesi konusunda, silahlı
kuvvetlerin desteğiyle güçlü bir kampanya başlatmıştı. Bu bağlamda Eylül 1998’de
askeri birlikler sınıra doğru ilerlerken, Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş, Suriye
sınırında “Türkiye, Suriye ile iyi ilişkiler konusunda gerekli çabayı gösterdi. Ancak
sabrımız taşmak üzeredir… Türkiye beklediği karşılığı alamazsa, her türlü tedbiri
almaya hak kazanacaktır” sözleriyle Suriye’ye karşı başlatılan politikanın
açıklamasını yapmıştır. Cumhurbaşkanı’ndan, Genelkurmay Başkanı’na en yetkili
ağızlardan açıkça Suriye’ye karşı askeri bir harekâta her an başlayabileceği mesajları
verilirken, Türkiye’ye ABD ve İsrail de dahil, uluslararası alandan hiç destek
gelmemiştir. Bunun üzerine Türkiye diplomatik girişimlere açık olduğu mesajını
vererek Mısır ve İran’ın arabulucuğunu kabul etmiş, bu sürecin sonucu ise 17 Ekim
1998’de Abdullah Öcalan’ın Suriye’den ayrılması olmuştur. 844
Öcalan’ın Suriye’den ayrılması ve ardından 1999’da Kenya’da yakalanarak
Türkiye’ye getirilmesiyle, 2000’li yıllarda Suriye ile ilişkilerde aşamalı bir düzelme
söz konusu olmuştur. Haziran 2002’de imzalanan askeri eğitim anlaşmasının
ardından, 2003’de üst düzey ziyaretlerle pekişmiş, Nisan 2003’te Suriye, İran ve
Türkiye arasında Irak konusunda bir danışma mekanizması başlatılmıştır. 845
Bu gelişmeler, 20 Mart 2003’te, ABD’nin Saddam Hüseyin’in elinde olduğu
iddia edilen Kitle İmha Silahlarını yok etmek, Irak’ı silahsızlandırmak, Ortadoğu’ya
demokrasiyi getirmek ve Irak halkını özgürleştirmek söylemi ile Irak’ı işgali ettiği
bir sırada gerçekleşmiş olduğundan, ABD’yi memnun etmemiştir. 1 Mart 2003’te
TBMM’nin ABD silahlı kuvvetlerinin Türkiye üzerinden Irak’a geçmesine dair
841
Özcan, “Turkey’s Changing Neighbourhood Policy”, s. 7.
Ibid.
843
1987’de su sorunu çerçevesinde yapılan görüşmeler sırasında imzalanan ve Türkiye’nin sınırdan
500m3/sn su bırakacağını taahhüt eden Ekonomik İşbirliği Protokolüyle birlikte, PKK'nın Bekaa
Vadisindeki üslerinin ve Suriye topraklarındaki faaliyetlerinin denetim altına alınmasını amaçlayan
Güvenlik Protokolü 1992’de benzer taahhütlerle tekrarlanmıştır.
844
Fırat ve Kürkçüoğlu, “Ortadoğuyla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s.565-566.
845
Özcan, “Turkey’s Changing Neighbourhood Policy”, s. 8.
842
261
tezkereyi geçirmemiş olmasıyla ilişkiler kopma noktasına gelmiş, ardından
Türkiye’nin bir de Suriye ve İran’la yakınlaşma işaretleri ABD’yi fazlasıyla rahatsız
etmişti.
Türkiye’nin ABD’nin Irak’a bu müdahalesine karışmama politikasına ulaşması,
aslında hükümetin bu konuda baştan beri kararlı olduğu bir politika yürütmesiyle
ilgili de olmamıştır. ABD ile (Ocak-Şubat) 2003’te yoğun diplomatik müzakereler
yapılmıştı. ABD, Türkiye’nin ortaya koyduğu ekonomik, siyasi ve askeri taleplerini
tatmin edici düzeyde karşılamaya yanaşmamıştı. Müzakereler, Türkiye’nin PKK
terörüyle mücadelesi kapsamında Irak topraklarına müdahalesine (Iraklı Kürtlerin
muhalefeti nedeniyle) destek vermeye yanaşmamış olması nedeniyle çökmüştü.
Bunun sonucunda, 1 Mart 2003 tezkeresinin TBMM’den geri dönmesi gelmişti.
Türkiye’nin ABD’nin Irak’ı işgaline dahil olmaması için birçok sebep vardı; bir
kere işgalin gerekçeleri sadece Türkiye’de değil, uluslararası alanda da kabul
görmemiş, inanılır bulunmamıştı. Dahası, Türkiye henüz Körfez Savaşı’nın etkilerini
üzerinde hissetmeye devam ediyordu. Ayrıca ABD, Körfez Savaşı’ndan Türkiye’nin
beklentilerini karşılamakta çok isteksiz olmuştu. Kamuoyunun hafızasında bunlar
canlıydı ve sürekli kurulan analojilerle bu durum güçleniyor, bir anti-Amerikancılığa
dönüşüyordu. 846 Ayrıca, ABD’nin Kuzey Irak bağlamındaki düşünceleri, söylemde
aynı olsa da Irak’ın toprak bütünlüğünden yana, bağımsız bir Kürdistan fikrinden
hoşlanmayan ve bunu kendisine en önemli tehdit olarak gören Türkiye ile
uyuşmuyordu. Bütün bunlara, daha önce sözü edildiği gibi, AKP’nin 2002 sonrası
politikalarının temelini oluşturan AB etkeni de eklenebilir. Gözen’e göre Türkiye,
ABD’nin Irak’ı işgaline açıkça karşı çıkmış olan Fransa ve Almanya ile aynı safta
yer aldı; 1990’lardan farklı olarak, Atlantikçi dış politikayı değil, Avrupacı bir dış
politikayı desteklemiş ve Türkiye’yi AB’ye yaklaştırma yolunda ilerlemişti.847
Nihayetinde, Irak’ın işgali sonrasında Türkiye kendisini, federal bir Irak devletinin
kurulmasıyla çevrelenmiş bulmuştu ki, bu durum Türkiye için her zaman olabilecek
en kötü senaryo olarak tanımlanmaktaydı.
846
Philip Robins, “The Opium Crisis and Iraqi War: Historical Parallels in Turkey-US Relations”,
Mediterranean Politics, Cilt 12 (1), 2007, s. 18.
847
Ramazan Gözen, “Türk Dış Politikasının Avrupa Birliği’ne Doğru Dönüşümü”, Uluslararası
Hukuk ve Politika, Cilt 2 (6), 2006, s. 8.
262
2003’te TBMM’de tezkerenin kabul edilmemiş olması, buna Türkiye’nin AB
yolunda ilerlemesi de eklenince Arap dünyasında bir sempati oluşmasını sağlamış ve
Türkiye öncelikle Irak’ın geleceği konusunda Irak’a Komşu Ülkeler İnisiyatifi
(2007) kapsamında, diyalog süreçlerini başlatmıştır. 2007, diyaloğun yalnız Arap
devletlerle sınırlı kalmadığı ve ABD ile de görüşmelere başlandığı bir tarihtir. ABD
ve Türkiye arasında Kasım 2007’de başlayan görüşmelerde, PKK terör örgütüne
karşı ortak hareket etme prensibine varılmıştır. Irak’ın kuzeyinde Türkiye lehine
daha dengeli bir tablo ortaya çıkmaya başladığı oranda, Kuzey Irak konusunda Irak
Merkezi Hükümeti’ni (ve ABD’yi) muhatap alan hükümet, bu yöndeki politikasını
değiştirmiş ve Ekim 2008’de Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ile doğrudan diyaloğa
geçilmiştir. Bu değişimin en önemli dinamiği, Türkiye’nin Iraklı Kürtleri PKK
sorununun çözümünde bir işbirliği aracı olarak hesaplamaya başlaması olmuştur. Bu
işbirliğinin temel parametresini ise Iraklı
geliştirilmesi oluşturmaktadır.
848
Kürtlerle ekonomik
işbirliğinin
Ekonomik işbirliği, bu dönemde AKP’nin bölgesel
tüm politikalarının zeminini oluşturduğundan, bu perspektif Kuzey Irak’la sınırlı
olmamış, özellikle komşularla “sıfır sorun” politikası kapsamında Ortadoğu
bağlamında da ilerletilmeye çalışılmıştır.
Ortadoğu’nun Arap devletleri ile Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası ilişkileri
beklenebilir bir şekilde sorunlu başlamıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemin,
Ortadoğu’da Türkiye’yi bir kez daha Batı’nın maşası/sözcüsü gibi görmesine yol
açacak olan Körfez Savaşı ile başlamış olması bunda bir etkendir. 1990’lı yıllara bu
şekilde başlamak, geçmiş algılamaları pekiştirmekle kalmamış, ayrıca Türkiye
açısından bölge devletleriyle sorunlu ilişkileri giriftleştirecek bir de Kürt sorununu
dış politikanın bir konusu haline getirerek ateşlemiştir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Türkleri arkadan vuran Araplar algısı, bu sefer
de Türkiye’ye düşman, Türkiye’yi bölmek, parçalamak isteyen güçlerle işbirliği
zemininde daha da güçlenmiştir. Araplar Türkiye’nin ötekisidir, ama diğer yandan
Türkiye, Osmanlı/İslam geçmişinden uzaklaşarak inşa etmeye çalıştığı laik ve batılı
kimliğiyle Arap’ların ‘daha fazla’ ötekisi olmuştur. Geçmişin referansı her iki taraf
848
Henry J. Barkey, “Turkey’s New Engagement in Iraq: Embracing Iraqi Kurdistan”, Special
Report, United States Institute of Peace, s. 11-12.
263
için de olumlu değildir, fakat yine de İslam unsuru kullanılarak bir ortak zemin
bulunması olanağı hep var görünmüştür. Buna karşın, 1980’ler ve 1990’ların ilk
yarısı, Türkiye’de İslam’ı olumlama anlamında çok elverişli bir ortama sahip
olmasına, üstelik 1996’da iktidarda ‘en İslamcı’ parti olan RP olmasına karşın,
ilişkilerde özel bir farklılık yaratılamamıştır. Bunun yalnızca RP’nin içsel alanda
hareket alanının kısıtlanmış olmasıyla ilgili değildir, RP’nin gerek devlet, gerekse de
toplumsal düzeyde kabullenebilir olan birçok alanda dahi değişiklik yaratmayı tercih
etmediği genellikle kabul edilen bir görüştür. 849 Bu bağlamda, Türkiye’nin Arap
dünyası karşısındaki kimliksel konumu, tersine bir etkiyle Avrupa karşısındaki
konumunu çağrıştırmaktadır. Türkiye’nin ‘Avrupa’da olduğu, fakat ‘Avrupalı’
olmadığı argümanına benzer şekilde, Türkiye coğrafi konum olarak Ortadoğu’da
olmasına karşın, bir Ortadoğulu da değildir. 850
Etkileşim öznelerarası anlamlarca inşa edilen bir süreçtir, bir başka deyişle
etkileşim içinde bulunan taraflar kendi anlayışlarından kaynaklanan pratikler ortaya
koymaktadırlar. Bununla birlikte, etkileşimin asıl işlevi kuramsal bağlamda kabul
edildiği gibi, bu anlayışları karşılıklı olarak etkileyip, dönüştürmek ise tarafların
karşılıklı etkileşim içinde anlayışlarını değiştirmelerini beklemek olanaksız değildir.
Fakat en nihayetinde bir kimlik değişimine gidecek olan bu akıl yürütme Türkiye ve
Arap dünyası düşünüldüğünde çok da olanaklı görünmemektedir. Bir kere,
Türkiye’nin kimliğinin Batılılığı, Batı tarafından onaylanmaya devam ettiği sürece
geriye bir tek Arap dünyasının kimliğini Batı referansı üzerinden yeniden inşa
edilmesini beklemek kalır.
III. Uluslararası Yapı: Soğuk Savaşın Sona Ermesi ve Lockean’dan
Kantian’a Anarşi
Soğuk Savaş’ın beklenmedik bir şekilde sona ermesinin ardından, uluslararası
ilişkiler literatürünü en fazla meşgul eden konu, yeni uluslararası sistemin yapısının
Altunışık, “Güvenlik Kıskacında Türkiye ve Ortadoğu İlişkileri”, s. 337.
William Hale, “Turkey, the Middle East and the Gulf Crisis”, International Affairs, Cilt 68 (4),
1992, s. 679.
849
850
264
ne olduğu olmuştur. Yeni dünya düzeni, (genellikle tırnak içinde bir düzensizlik de
kullanılarak) olarak bir türlü tanımlanamayan yapı, farklı teorik yaklaşımlar
içerisinde kapsanmaya çalışılmış, diğer yandan ‘yeni düzen’ de kendi yaklaşımlarını
teşvik etmiştir.
Soğuk Savaşı sona erdiren gelişmelerin beklenmedik olması bir yana, Batı’yla
güç mücadelesi içinde olan blokun yıkılışının, savaş yaşanmadan ve bu bağlamda
kan dökülmeden, çok kısa sürede gerçekleşmiş olması da uluslararası ilişkiler
açısından beklenmedik, öngörülemeyen bir durum olarak ortaya çıkmıştır. Bununla
birlikte, Fransız devriminden beri gözlemlenenden farklı olarak, Sovyet blokunun
yıkımı uluslararası sistemi değiştirecek güçte olmasına karşın, yeni bir ‘düzen/norm’
getirme iddiasını taşımaması ve üstelik mevcut uluslararası normlara (Batılılık,
demokrasi, modernite olarak okunabilir) hızlı ve sancısız bir şekilde bağlanmak
üzere harekete geçmiş olması da ‘yeni dünyanın düzeninin’ ne olacağı konusunda
tereddüt yaşanmasına yol açmıştır. 851 Yine, Soğuk Savaş’ı sona erdiren gelişmeler
Avrupa merkezli olsa da, bir bütün olarak uluslararası sistemde bir dönemin sonuna
işaret etmektedir. Bu gelişmelerin etkilerinin çok daha yeni olduğu ve yoğun
hissedildiği 1990’lı yıllar, birçok uluslararası ilişkiler teorisyeni için yirminci
yüzyılın sonu ya da yirmibirinci yüzyılın başlangıcı olarak kabul edilmiştir. 852
Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistem tanımlamalarında yine temel unsurlar,
yapının çok-kutuplu mu, tek-kutuplu mu, tam bir hegemonik çerçeve mi olduğu
üzerinde yoğunlaşmıştır. 1990’ların başlarında ABD’nin liderliğinde tek-kutuplu bir
sistem görünümü içinde, ABD’nin egemen bir güç olarak ortaya çıktığı, uluslararası
sistemin tek kutuplu bir yapıya büründüğü görüşü yaygın kabul gördü. Avrupa,
Rusya, Çin gibi aktörler, ABD’nin karşısında dengeleyici bir güç veya güçler olmaya
aday da gösterilmiyordu. 853 Bu bağlamda hegemonik güç teorileri de önemli oranda
851
Fred Halliday, Rethinking International Relations (Londra: MacMillan, 1994), s. 217.
Örneğin, Barry Buzan, “New Patterns of Global Security in the Twenty-First Century”,
International Affairs, Cilt 67 (3), 1991, s. 432.
853
Ertan Efegil ve Neziha Musaoğlu, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemim Uluslararası Sisteminin
Yapısına İlişkin Görüşler Üzerine Bir Eleştiri”, Akademik Bakış, Cilt 2 (4), 2009, s. 5. Esasında, bu
görüş henüz etkilerini sürdürmektedir, AB, Çin ve Rusya’nın neden ABD hegemonyasına meydan
okuyabilecek güçler olamadıkları üzerine odaklanan çalışmalar, 2000’li yıllarda da eskisinden daha az
852
265
işlerlik kazanmışlardı. 854 1990’lı yıllarda ortaya çıkan gelişmeler ve bu gelişmelere
diğer güç odakalarının, özellikle de Avrupa’nın verdiği (ya da veremediği) tepkiler,
ABD hegemonyasının canlanışının kanıtları olarak ortaya koyulmuştur. 855 Yine de,
1990’lı yıllarda uluslararası sistemin ABD hegemonyası bağlamında tanımlanması,
özellikle böyle bir tanımlama uluslararası sistemin yapısının hiyerarşik olduğu
çağrışımını yaptığından tartışmasız kabul edilmemiş, sistemin çok-kutuplu olduğu ve
bu sistemde yer alan diğer güç merkezlerinin AB, Rusya ve Çin olduğuna dair
görüşler de yaygın olarak ortaya koyulmuştur. 856 Bu iki görüş arasında ve genelde
daha fazla tercih edilen yol ise, askeri bağlamda ABD’ye hegemon rolü yüklemekle
birlikte, AB, Japonya, Çin ve Rusya’yı ekonomik bağlamda güç merkezi olarak
tanımlamak şeklinde tezahür etmiştir.
Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin çok-kutuplu olduğuna yönelik görüşler
11 Eylül 2001’de ABD’ye gerçekleştirilen terörist saldırılar sonrasında daha fazla
geçerlilik kazanmışlardır. 11 Eylül saldırılarıyla ABD’nin hegemonik imparatorluk
görüntüsü zedelenmiş ve esasında sistem içinde mevcut olan çok-kutupluluk lehinde
değişmiş, bölgesel güç merkezlerine yapılan vurgu, AB, Çin, Rusya ve Japonya’nın
daha tereddütsüz biçimde yeni sistemin güç merkezleri olarak ortaya koyulmasına
yol açmıştır.
Daha önce sözü edildiği şekilde, 857 tek-kutupluluk, çok-kutupluluk mevcut
uluslararası yapı içinde işleyen sistemsel unsurlardır ve anarşi kültürü içinde bir
değişiklik dinamiği olduklarından, yani temelde anarşiyi değiştirmediklerinden yine
anarşi yapısı çerçevesinde ele alınmaları yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda, 11 Eylül
değildir. Örneğin bkz., Michael Cox, “September 11th and US Hegemony-Or Will the 21st Century
Be American Too?”, International Studies Perspectives, Cilt 3 (1), 2002, s. 53-70.
854
ABD’nin hegemonik bir güç olduğuna dair görüş 1990’larda ortaya çıkmış değildir. İkinci Dünya
Savaşı sonrası dönemde ABD’nin hegemon bir güç olduğu pek fazla itiraz edilmeyen bir görüştü.
Buna karşın, özellikle Vietnam savaşının etkileriyle, 1970’lerde başlayan ve 1980’lerde yaygınlaşan
bir süreçte ABD hegemonyası sorgulanmaya ve ABD ‘sıradan’ bir büyük güç kategorisinde analiz
edilmeye başlanmıştır. 1990’larda olan ise ABD hegemonyasının yeniden canlanışı olarak
görülmüştür.
855
Bu bağlamda içeriği tartışmalı da olsa, Bosna’daki savaşı sona erdiren uzlaşının Roma ya da
Paris’te değil, ABD’nin Ohio eyaletine bağlı Dayton’da sağlanmış olması, bu dönemde ABD
hegemonyasını sembolize eden bir unsur olarak görülmüştür. Cox, “September 11th and US
Hegemony-Or Will the 21st Century Be American Too?”, s. 62.
856
Örneğin, Buzan, “New Patterns of Global Security in the Twenty-First Century”, s. 434.
857
Bkz. s. 168-169.
266
öncesinde sistemde yer alan hegemonik eğilimlere dair yaklaşım, zayıf da olsa
hiyerarşik bir yapılanmayı çağrıştırmış olsa da, nihayetinde çok merkezli bir sistemin
varlığı artık ortaya çıkmıştır. 858 Bu bağlamda, Wendt’e atıfla kurulan Hobbesian,
Lockean ve Kantian anarşi kültürleri 859, Soğuk Savaş sonrası uluslararası yapıyı
açıklayıcı çerçeveler olarak kullanılmaya devam edilecektir.
Sovyetler Birliği’nin dağılması ve iki kutuplu uluslararası sistemin geçerliğini
yitirmesiyle birlikte, ortaya çıkan sistemsel manzara, uluslararası literatürde kimlik
dinamiğini çok fazla öne çıkarmıştır. Soğuk Savaş’ın koşulları altında, Sovyet ve
Batı bloku olarak kurulan ve kimliklerini birbirlerine karşı tanımlamakla birarada
bulunan yapılar, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında kimlik tanımlarındaki
öteki’yi yitirdiklerinden, yeniden bir kavramsallaştırma sürecine girmişlerdir. ABD
kendisine İslam gibi, ‘rough state” gibi ‘düzeltilmesi gereken’ yeni, global öteki’ler
yaratırken, Avrupa ise Orta ve Doğu Avrupa ile bütünleşme hedefi içinde, Soğuk
Savaş’ın Batı ittifakı tanımlaması çerçevesinden ayrılarak, yeni bir Avrupa inşa etme
yoluna gitmiştir. Sovyet bloku ise dağılmanın ortaya çıkardığı koşullarda, yeni
kimliklerine referans olacak unsurları, bir bakıma geçmişten yararlanarak
oluşturmaya yöneleceklerdir. Bu ülkelerde, yeni kimlik tanımlamalarında geçmişe
referans, Orta ve Doğu Avrupa’nın çok kısa sürede, hatta neredeyse tereddütsüz
AB’ye yönelmelerini de açıklayıcıdır. Bununla birlikte, örneğin Balkanlar’da ortaya
çıkan mikro-milliyetçi eğilimler de ‘geçmiş’le oldukça ilgili görünmektedir.
Çalışmanın
kuramsal
çerçevesinden
bakıldığında,
sistemsel
dinamikler
değişmesine, hatta aynı dönem içerisinde bile farklılıklar ortaya koymasına karşın,
uluslararası sistemin yapısı anarşik olmuş ve bu Soğuk Savaş döneminden farklı
olmayan Lockean kültürü yansıtmıştır. Daha önce, devletlerin birbirlerine karşı rakip
olarak belirlendikleri, bu rakipler kendi çıkarları için şiddet kullanımını olanaklı
görse de birbirlerini yok etme hedefi taşımadıkları bir durum olarak tanımlanan
Lockean kültür, Soğuk Savaş sonrası uluslararası yapıyı da yansıtabilmektedir.
Bununla birlikte, söz konusu dönemde Kantian kültüre doğru evrilme yönünde güçlü
bir eğilim de olduğu ve bu eğilimin esasında uluslararası politikanın tüm işleyiş
Daha önce sözü edildiği gibi, uluslararası sistemin halen ABD hegemonyası ile tanımlanması
gerektiğine dair görüşler de geçerliliğini yitirmiş değildir. Bkz. dipnot. 851.
859
Bkz. s. 169-171.
858
267
biçimine, tek tek aktörler üzerinden dahi etki edebildiği, AB örneği üzerinden
düşünüldüğünde güçlü bir argümandır. Avrupa’nın, Kantian bir anarşi kültürüne
doğru evriliyor olması, sonuçta gerçekleşmese dahi, şu an için etkileşim içinde
bulunulan her aktör ve yapıya etki etmektedir.
Türkiye Avrupa’daki bu Kantian kültüre doğru evrilme eğiliminden, uluslararası
alanda belki de en fazla etkilenen aktör olmuştur. Türk dış politikasının etkileşim
süreçlerinde ortaya çıktığı gibi, Türkiye’nin dış politika pratiklerinde günümüze
kadar değişmemiş tek referans noktası Batı/Avrupa olmuştur. Bu durumun kimliksel
bir eğilim olduğu, kimlikten kaynaklandığı inşa süreci ele alınırken ortaya
koyulmaya çalışıldığından, burada yinelenmeyecektir. Bu çerçevede, kimliğin
inşasında olduğu gibi, kimliğin sürdürülme stratejileri ve değişim süreçleri
bağlamında da yapı’nın etkisi ortaya çıkarılmaya çalışılacaktır.
Soğuk Savaş koşullarında, Avrupa, genel bir çerçeve içinde, Sovyet blokuna karşı
Batı bloku olarak oluşturulan kolektif kimlikle kendisini tanımlamıştır. Bu
tanımlama, komünizme karşı olmanın ve Avrupa’nın yerleşmiş normlarını
benimsemenin yeterli olduğu bir sınırdan, Soğuk Savaş’ın yumuşama dinamiklerine
bağlı olarak, yeni normların eklenmesiyle gittikçe daha daralan bir çerçeveye
oturtulmaya başlanmıştı. Avrupa, daha Soğuk Savaş sona ermeden kimlik
tanımlamasında Batı kavramının genel çerçevesinden sıyrılmaya, farklılaşmaya
başlamıştır. Avrupa bütünleşmesinin temel dinamiklerinden birisi olan, Avrupa tek
pazarı ve siyasi işbirliğini başlatan Avrupa Tek Senedi (1986), üstelik 1970’lerin
ortalarında başlatılan bir süreçle Soğuk Savaş içinde ortaya çıkmıştır. Yine,
uluslararası politikanın alanı yeni dünya ‘düzensizliği’ diye tanımlanır ve uluslararası
sistemde belirsizlikler sürerken, Avrupa birlik olma yolunda ilerlemesine ara
vermemiş, aksine hızlandırmaya çalışmıştır. Yeni bir kimlik tanımlamasına doğru
giden süreç içerisinde Avrupa’nın ortaya koyduğu normlar, üyelerin birbirlerini tek
bir birim olarak (biz) algılamaları üzerine inşa edilen Kantian kültürü de çağrıştıran
bir ilerleme gösterecektir.
Soğuk Savaş sona erip, Batı ittifakı ötekisini yitirdiğinde ise, ittifakın üyeleri için
ben kavramsallaştırmalarının değişme süreci de başlamıştı. Bu süreç içerisinde
268
Avrupa yeni ‘ben/biz’ kavramsallaştırmasına referans olacak normları üretirken 860,
Türkiye
de
geçmişte
olduğuna
benzer
şekilde,
Avrupa’nın
‘öteki’
kavramsallaştırması içerisindeki yerini almıştır. Avrupa’nın kimliğini tanımlamayan
yeni normları temelde demokrasi, insan hakları ve aslında dile getirilmese de kültürel
anlamda Hıristiyanlık olarak ortaya koyulduğunda, Türkiye’nin ötekileştirilmesi de
kendiliğinden gerçekleşmiştir. İçselleştirilemediğinden işlemeyen demokrasisi
sürekli askeri müdahalelerle kesilen, çoğulculuk fikrine tahammülü olmayan, insan
hakları ihlallerini toplumsal düzeyde bile normalleştirmiş, üstelik de Müslüman bir
Türkiye Avrupa normlarına uymuyordu.
Buna karşın, tarihsel olarak kimliğinin inşasında en önemli referans noktası Batı
olan, kimlik inşası sürecini Batılılaşma çerçevesi içinde gerçekleştiren Türkiye, diğer
yandan tarihsel olarak da etkileşim içinde bulunduğu tek sistem olan Avrupa’nın
ötekileştirmesi karşısında gerçek anlamda bir kimlik krizi yaşamıştır. 1990’larda,
özellikle dış politika analizlerinde kimlik krizi olarak ortaya koyulan süreç, bu
noktada başlamıştır. Türkiye’nin 1990’lı yıllarda, büyük oranda Avrupa bağlamında
yaşadığı bir kimlik krizi olmakla birlikte, bir kimlik değişimi olduğunu söylemek
zordur. Bir kere, öncelikle çalışmanın ilk bölümünde görebildiğimiz gibi,
Türkiye’nin kimliğini Batılı değerler üzerinden inşa etmesi, büyük oranda
etkileşimlerden de etkilenerek beslenen, yine de içsel bir süreçtir. Bu içsel
süreçlerde, Batılı kimlik yaratılır ve ardından yaygın şekilde içselleştirilmeye
çalışılırken, uluslararası alanda ortaya çıkan koşullar da zaman içinde Türkiye’yi
Batı’nın içinde yer almaya itmiştir.
Batı içinde yer almasına olanak sağlayan uluslararası koşullar değiştiği için
dışarıda kalan, ama yeniden içeride olmak isteği güçlü olan Türkiye’nin kimlik
bağlamında önemli çelişkiler içerisine düşmesi kaçınılmaz olmuştur. Türkiye’nin
daha İslamcı, daha Doğulu, daha Türk, daha Osmanlı olmaya başladığına dair
1990’lı yıllar süresince gözlemlenenler, bu çelişkiler içerisindeki arayışın
görüntüleridir. Burada esas olan, Türkiye’de bir kimlik değişimi olduğunu
düşündüren tüm davranışsal unsurların, Türk dış politika pratiklerinde de
860
Barry Buzan ve Thomas Diez, “The European Union and Turkey”, Survival, Cil 41 (1), 1999, s.
49-50.
269
görebileceğimiz gibi, Batı referansından uzaklaşmamış olmasıdır. Davranışsal olarak
gözlemlediğimiz değişimler, örneğin Ortadoğu’ya açılımlar, Orta Asya’da PanTürkist eğilimlere yaklaşan politikalar, Balkanlar’a
yönelik neo-Osmanlıcı
yönelimler, hatta toplamda bölgesel güç olma iddia ve çabası dahi aslında Batı’nın
referans alındığı olgulardır. Bunlar, Batı Türkiye’yi kendisinden uzaklaştırdığında
söylem düzeyinde Batı’ya karşı olan, aslında Batı’nın tepkisini yaratma beklentisiyle
güdülenmiş politikalardır.
Gerek global düzeyde, gerekse Avrupa düzeyinde ortaya çıkan koşullar, bu
yönelimi değiştirememişse, Türkiye’nin kimlik değiştirdiğini söylemek de olanaklı
olmayacaktır. Bir değişimden söz edilecekse, bu değişim Türkiye’nin Batılı
kimliğinin, Batı kavrayışındaki değişim olabilir. Avrupa’nın Soğuk Savaş sonrasında
ortaya koyduğu yeni Avrupalılığı, Türkiye’nin kimliğini inşa ederken referans aldığı
ve büyük oranda içsel süreçlerce şekillendirilen, hatta içeriği değiştirilen ve daha çok
biçimsel
unsurlara
dayandırılmış
olan
Batı’dan
çok
farklı
bir
kimlik
dayatmaktadır. 861
Diğer yandan Avrupa, yeni kimliği ve bu kimliği içselleştirmekle yükümlü birçok
yeni Avrupalı ile birlikte, aralarında rekabeti de dışlayan (örneğin ortak bir dış
politikadan beklenen), kolektif bir ‘ben’ üzerinden işleyen ve Kantian kültüre
yaklaşması beklenen bir evrilme geçirmeye devam etmektedir. Kantian anarşi
kültürünün uluslararası ilişkilerde olanaklı olup olmayacağı tartışması bir yana, böyle
bir oluşum gerçekleşir ve üstelik Türkiye de içinde olursa, o zaman Türkiye’nin
kimlik değiştirdiğini söylemek olanaklı olacaktır.
Türkiye’nin Batı kavrayışını geç yirminci yüzyılın liberal geleneğine değil, Avrupa’nın
Ondokuzuncu yüzyıl sonlarına ve erken Yirminci yüzyıla ait milliyetçi ve otoriter görünümüne
referansla kurduğuna dair bir görüş için, Ibid., s. 45.
861
270
SONUÇ
“Kim olduğumuzu bilmeden ne istediğimizi bilemeyiz.”
Uluslararası İlişkiler disiplininde, kimliğin nasıl kavramsallaştırıldığına dair, en kısa,
en açık ve en kesin belirleme olan bu argüman, bu çalışmanın da üzerine
temellendirildiği bir sav olmuştur. Bu argüman bağlamında, devletlerin dış politika
pratikleri olarak ortaya çıkan eylemlerinin kaynağı, genel olarak kabul edildiği gibi
çıkarları olmakla birlikte, bu çıkarların verili olmadığı ve bir kimlikten kaynaklandığı
görüşü, uluslararası ilişkiler ve dış politika analizlerine bir araştırma odağı olarak
‘kimlik’ konusunun dahil edilmesini sağlayan unsur olmuştur. Yine bu argümana
bağlı olarak, bir devletin dış politika pratiklerini açıklamak için çıkarlarını, bunun
için de öncelikle kimliğini anlamak gereklidir.
Kimlik ve çıkarların nasıl inşa edildiğini ve bu oluşuma hangi süreç ve pratiklerin
eşlik ettiğini anlamak, inşacı yaklaşımın araştırma programının en önemli parçasıdır.
Fakat bu çalışmada Wendt üzerinden açıklanmaya çalışılan inşacı yaklaşım, devletin
kimliği ve bu kimliğin değişim dinamiklerini uluslararası alanda, öteki devletlerle
etkileşim sürecine yerleştirmektedir. Buna karşın bu çalışmada, devlet kimliğinin tek
kaynağı olarak etkileşimi görmenin, dolayısıyla devlet kimliğinin belirleyicisi olarak
içsel süreçleri dışlamanın, kimliği devletler arasında akdolunan bir şeye
indirgeyeceği ve dolayısıyla açıklayıcı gücünü yitireceği savından yola çıkılmıştır.
Bir başka deyişle, devlet kimliğinin, sistemsel olmayan kaynakları, yani içsel
süreçler ortaya koyulmadan yapılacak bir analiz, devletle ilgili statik bir
kavramsallaştırmaya neden olur ve bu da kimliklerin nasıl değiştiği konusundaki
anlayışımızı sınırlandıracaktır. 862 Sonuçta, her devletin kimliği, içsel alanda kimlik
yaratma pratiklerinin bir ürünüdür. Kimlik yaratma pratikleri, devletlerin uluslaşma
süreçleriyle yani, hem yeni bir devletin siyasal varlık olarak kuruluşu, hem de bir
kimliğe sahip olma duygusunu yaratma süreçleriyle ilgilidir. 863
862
863
Pierce ve Reus-Smit, “Critical International Theory and Constructivism”, s. 268.
Bloom, Personal Identity, National Identity and International Relations, s. 55.
271
Kimlikler bir kere inşa edildikten sonra devletler bir yandan bu kimliklerini içsel
ve uluslararası alanda kurumsallaştırmaya çalışırlar, diğer yandan da bu içsel ve
uluslararası alanın yarattığı etkiler kimlikleri şekillendirmeye başlar. Bu bağlamda
dış politika ve kimlik arasındaki ilişkinin karşılıklı inşa edici olduğu söylenebilir.
Fakat dış politikanın kimliği inşa etmesi, elbette mevcut kimlik üzerinden
gerçekleşecek bir durumdur, aksi halde dış politikanın kimliği öncelediği gibi bir
sonuca varılır ki bu da olanaklı değildir.
Bu çalışma, günümüzde, dış politika analizleri bağlamında, çok fazla kabul
görmeye başlayan ‘Türk kimliğinin değiştiği’ savından hareketle, sözü edilen
anlamda bir değişimin olup olmadığı ve varsa bunun ne yönde bir değişim olduğunu
ortaya çıkarma amacıyla yola çıkılarak geliştirilmiştir. Bu çerçevede, bir kimlik
değişiminden söz edebilmek için, öncelikle mevcut kimliğin ortaya koyulması
gerektiği görüşüne dayanılarak öncelikle Türkiye devletinin kimliğinin ne olduğu
sorusuna yanıt aranmıştır. Kimlik yalnızca davranışlar üzerindeki pratik etkisiyle
gözlemlenebildiğinden, kimlik değişiminin de tek gözlemlenebilir işareti davranışlar
olmaktadır. Bu noktada, davranışsal değişim ile kimlik değişimi arasındaki farklılığı
kavramsal olarak yakalayabilmek önemlidir. 864 Bu çalışmada da, öncelikle Türk
devleti kimliğinin, inşa edildiği süreçler içerisine yerleştirilerek açıklanmaya ve
anlaşılmaya çalışılmasının temeli, analizde davranışsal unsurlarla kimlik arasındaki
farklılığı gözden kaçırmamak olmuştur.
Türk dış politikasının kaynağı olarak Türkiye devleti kimliğinin inşası, inşa
süreçlerinin
modernleşme/batılılaşma
olgusu
ve
Kemalizm
çerçevesine
yerleştirilerek analiz edilmesiyle ortaya çıkarılmıştır. Bu bağlamda devletin
kimliğinin batılı/modern/laik ekseninde inşa edilişi, Osmanlı devleti geçmişinden
başlayan bir süreç olmuştur. Osmanlı devletiyle başlayan batılılaşma süreci, temelde
‘devleti kurtarmak’ misyonuyla simgeleşen bir bekâ kaygısıyla başlatılmış da olsa,
bu süreç öngörülemeyen bir şekilde kimlik inşa edici pratiklere dönüşmüştür.
1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla başlayan süreç ise, devlet inşası sürecidir ve bu
süreçte doğrudan, batılı/laik yeni bir kimlik yaratılması, temel amaç olarak
864
McSweeney, Security, Identity and Interest: Sociology of International Relations, s. 166.
272
belirlenmiştir. Bir başka deyişle, Cumhuriyetle birlikte modernleşme/batılılaşma,
Cumhuriyet öncesi dönemin Batı karşısında devleti kurtarma projesinin parçası
olmaktan, Batı ailesine dahil olarak modernleşmeyi öngören bir biçime evrilmiştir.865
Bu bağlamda, Tanzimat’tan beri süregelen modernleşme/batılılaşma çabaları, devleti
kurtarmak adına bir araç olmaktan çıkarak, Kemalizm’in ideolojileştirici etkisiyle
birlikte, doğrudan kimlik inşa edici bir pratik olarak algılanmış ve uygulanmıştır. Bu
süreçte devlet, batılılaşmayı sağlayacak tek eden olarak konumlanmış ve yeni
kimliğin devlet eliyle yaratılması, Kemalizm’in ilkelerinde anlamını bulan bir dizi
reformla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Kimlikler, etkileşim içinde bulunulan ‘öteki’ler tarafından tanınmadıkları sürece
anlamlı olmazlar ve kimliklerin tanımlanmasında ‘ben’ kavramsallaştırması ‘öteki’
ile ilişkisine göre oluşturulur. Diğer yandan kimlikler, yalnızca ‘öteki’ ile ilişkisi
sonucu da inşa edilmezler. Kimliklerin inşasında, ‘ben’in ne olmak istemediğini
tanımlayan ‘öteki’ kadar önemli olan ve esasında ‘ben’in benzemeye çalıştığını
tanımlayan bir ‘etkili öteki’ (significant other) de aynı oranda etkili ve önemlidir.
Türkiye Cumhuriyeti bağlamında devletin ‘etkili öteki’si, Batı/Avrupa’dır. Batılı
olmak, Batı ailesine dahil olabilmek, yani ‘etkili öteki’ tarafından kabul
edilmek/tanınmak devletin kimliğinin bir bakıma güvencesi olmuştur. Diğer yandan,
kimliğin doğrudan ‘öteki’si ise, devletin inşasında “kendiyle farklılık” (difference
with itfself) şeklinde tezahür etmiş, bu bağlamda da Osmanlı geçmişi olarak devletin
tarihsel ve toplumsal gerçekliğine içsel olmuştur. İslam, bu geçmişi gerçeklendiren
referans noktası olarak algılandığından, Osmanlı’yı ötekileştirmek İslam’ı da aynı
konuma itmiştir.
Kimlikler yalnızca, içsel süreçlerce inşa edilmezler, devletlerin kimliklerinden
kaynaklanan dış politika pratiklerini ortaya koydukları etkileşim süreçleri de
kimlikler açısından inşa edici olabilmektedir. Bu bağlamda devletin ‘etkili ötekisi’ ve
‘öteki’ olarak tanımladığı diğer devletlerle etkileşimleri kurucu etkiler ortaya
koymaktadır.
865
Kaliber, “Türk Modernleşmesini Sorunsallaştıran Üç Ana Paradigma”, s. 107.
273
Osmanlı İmparatorluğu döneminde, batılılaşma sürecinin kimlik inşa edici bir
etkiye dönüşmesi, büyük oranda bu dönemde ‘etkili öteki’ olarak Batı’yla yaşanan
etkileşimlerle de pekiştirilmiş bir olgudur. Batılılaşmanın kaynağı olarak, Tanzimat
sürecinden
Birinci
Dünya
Savaşı
sonunda
yıkılmasına
kadar,
Osmanlı
İmparatorluğu’nun Batı ile etkileşimlerinin ayrıntılı bir analizi, Türkiye Cumhuriyeti
kimliğinde içerilecek olan batılılığın, esasında bu süreçte ve etkileşim yoluyla ortaya
çıkarıldığını açıkça ortaya koymaktadır. Osmanlı devleti Batı ile etkileşimlerinde,
“onlardan olmak”, reform yoluyla yapmaya çalıştığı şekilde “onlar tarafından
onaylanmak” gibi bir çaba içerisine girmiş, bu şekilde güvenliğini, hatta varlığını
korumaya çalışmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin, inşa sürecinde de etkileşimlerinin ana kaynağı
‘etkili öteki’si olan Batı olmuş, ‘öteki’ ise Sovyetler Birliği (başlangıçta varlığını
tehdit eden kuzey komşu, daha sonra komünizm anlamında), Yunanistan ve Arap
dünyası olarak ortaya çıkmıştır. Bu süreçte de, gerek ‘etkili öteki’, gerekse de
‘öteki’ler bağlamında dış politika pratikleri yoluyla yaşanan etkileşim, en temelde
içeride inşa edilen Batılı/laik kimliğin sağlamlaştırılması ve onaylanması bağlamında
kurucu
özellikler
içermiştir.
Devletin
kimliğinin,
içsel
süreçlerde
modernlik/batılılıkla tanımlanması ve bu tanımlama çerçevesinde Batı’nın kimlik
tanımında bir belirleyen olarak ‘etkili öteki’ biçiminde alınması, devletin çıkarlarının
da Batıyla birlikteliğini getirmiştir. Etkileşim süreci Batının bir parçası olmak
hedefinin ifadesine dönüşmüş ve aynı zamanda kimliği güvenlik altına almanın bir
aracı olarak işlemiştir.
Türkiye’nin öteki olarak tanımladığı devletlerle etkileşimleri de, kimliğinden
kaynaklanan ve etkileşimle sağlamlaştırılan Batılılığının bir tezahürü olmuştur.
Osmanlı geçmişinden beri, varlığına bir tehdit olarak algıladığı Rusya/Sovyetler
Birliği’nin öteki’liği, Batı’nın da öteki’sine dönüştüğü oranda Türkiye’nin batılı
kimliğini onaylayıcı bir işlev görmüş ve bu hedefe yönelik olarak bilinçli bir şekilde
kullanılmıştır. Birbirlerine karşı ötekilikleri tarihsel derinlikte olan Yunanistan ve
Türkiye’nin etkileşimleri de, inşa sürecinde Türkiye’nin kimliğinden kaynaklanan
çıkarlarla belirlenmiş ve aynı şekilde
yine bu etkileşimler çerçevesinde
pekiştirilmiştir. Türkiye ve Yunanistan’ın bu süreçte, işbirliği perspektifinde bir
274
araya gelebilmiş olmaları, Batılı devletler ailesinde yer alma güdüsüyle hareket eden
iki devletin, çıkarlarını Batılı referansla kurmuş olmalarının bir sonucu olmuştur.
Türkiye kimliğini inşa ettiği içsel süreçlerde, Osmanlı geçmişini İslam’a referansla
ötekileştirirken, dışsal alanda da bu İslam’ı atfettiği Arap dünyasını ötekileştirmiştir.
Diğer yandan, aynı ötekileştirme, Türkiye’de laik reformlarla İslam’dan uzaklaşma
süreci yerleştikçe, Araplar tarafından da Türkiye açısından işletilmiştir. Bu karşılıklı
öteki’lik konumuyla başlayan etkileşimler ise, Türkiye’nin kimliğinin Batılı
referanslarının en açık ifadesi haline gelmiştir.
İnşacı bakış açısı çerçevesinde temellendirilen bu çalışma, bu bakış açısının bir
gereği olarak, birim ve etkileşim düzeyleri yanında uluslararası sistemin yapısının da
kimlik üzerinde kurucu etkisi olduğunu benimsemiştir. Diğer yandan, kimliğin birim
ve etkileşim düzeyinde analiz edilmesinin ardından, yapının da kimlik üzerindeki
kurucu etkisini araştırmak, çalışmanın temelinde yatan ‘analiz düzeyleri arasında
tercih yapmama’ çabasının da bir gereği olarak ortaya çıkmıştır.
İnşacı bakış açısına göre uluslararası sistemin yapısı, geleneksel Uluslararası
İlişkiler yaklaşımlarından farklı olarak kavramsallaştırılmaktadır. Sosyal olarak inşa
edildiği kabul edilen yapının, devletlerin kimlikleri üzerindeki kurucu etkisi bu
yaklaşımın en önemli araştırma sorusunu oluşturmaktadır. Öznelerarası anlamlarca
inşa edildiği varsayılan yapının kimlik üzerinde kurucu etkisi olduğu, bu çalışmada
Türkiye bağlamında yapılan bir analizle de ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede,
Ondokuzuncu yüzyılın ‘Avrupa Uyumu’ndan, iki savaş arası döneme ve İkinci
Dünya Savaşı sonrasına uzanan bir analizle ortaya koyulmaya çalışılan uluslararası
sistemin yapısı ve bunun Türkiye bağlamında kimlik kurucu etkisi, birim ve devlet
düzeylerinde ortaya çıkan sonuçları onaylayıcı olmuştur. Bu durum bir yandan,
devletlerin
dış
politikalarının
kaynağı
olan
kimliklerinin,
yapı-eden
kavramsallaştırmasına uygun olarak, her düzeyde karşılıklı inşa edici unsurlarla
kurulduğunun, diğer yandan ise Türkiye’nin Batılı kimliğinin bir kanıtı olmuştur.
Kimlik inşası, devletler açısından tamamlanmayan, sonu olmayan bir süreç olarak
işler. Bu bağlamda, (ulusal) kimlik yeniden inşa edilmesi olanaklı olmakla birlikte,
çoğu zaman aslında içinde barındırdığı, fakat dile getirilmemiş unsurların
275
uyandırılması ile yeniden yorumlanmaya açılarak canlı tutulmaya çalışılır. 866 Türkiye
bağlamında da inşa sürecinin dinamiklerinden uzaklaşma görüldüğü oranda ve
bununla ilintili olarak gerek içsel, gerekse de dışsal süreçlerde gözlemlenen bazı
değişim
dinamikleri,
Türkiye’de
kimliğin
değiştiği
izlenimini
uyandırmış/uyandırmaktadır. 1950’li yıllarda başlayan ve özellikle toplumsal
düzeyde gözlemlenen değişimler, muhafazakârlaşmadan İslamlaşmaya ve son olarak
da liberalleşmeye doğru evrilen, esasında tüm bu unsurları birarada içererek gelişen
yeni bir kimlik dinamiğini gündeme getirmiştir. Bu çerçevede önemli olan, kimlikle
ilgili yeni olanın ya da değişimin devletin kimliği düzeyinde değil, toplumsal
düzeyde gerçekleştiğidir. Bu durum, yani devletin meşruiyetini dayandırdığı
kimliğiyle, ulus olarak adlandırdığımız topluluğun kimliğinin (ulusal kimlik)
birbiriyle uyuşmaması, devletlerin ulusal kimlikten ayrı bir kimliklerinin olduğu ve
dış politikanın kaynağının da bu kimlik olduğu savını kanıtlamaktadır.
Devletin kendini tanımladığı ve aynı zamanda topluma da dayattığı kimliği,
modernleş(tir)me yoluyla, İslamcılar dahil toplumun her katmanına nüfuz etmiş olsa
da bütünüyle toplumsal meşruiyet sağlayamamıştır. En temelde devletin inşa
sürecinde, yeni kimliğini tanımlamakta dayandığı referansı olan ‘öteki’, ulusun
geneli için de bir ‘öteki’ olmamış, sonrasında uygulanan modernleş(tir)me
reformlarıyla da ötekileştirme toplumsal alanda yaygınlık kazanamamıştır. Kimliğin
inşa sürecinde hedeflenen, batılı/laik yeni kimlik gerçekleştirilmiş olmakla birlikte,
içeriği bütünüyle içselleştirememiş, farklı etkenlerle ve farklı süreçler içerisinde hep
bir yeniden yorumlama girişimi söz konusu olmuştur. Bu yeniden yorumlama süreci,
‘bastırılmışın geri dönüşü’ olarak, geçmişin Osmanlı olduğu kadar İslam olarak da
geri dönmesi şeklinde tezahür etmiştir. Bu bağlamda, geri dönen geçmişi kendine
referans alanların kimliği, içinde İslami değerleri de güçlü bir şekilde barındıran bir
muhafazakârlık, ya da doğrudan İslam olmuştur.
Ulusal kimlik tanımlarındaki söz konusu yeni eğilimlerle birlikte, Türkiye’nin dış
politika bağlamında da kimliğinin değiştiği/değişiyor olduğu, özellikle 1990’lı
yıllarla birlikte çok fazla dile getirilmiş ve üzerinde tartışılmış bir konudur. Ne var ki,
866
Banerjee, “The Cultural Logic of National Identity Formation: Contending Disourses in Late
Colonial India”, s. 33.
276
bir kimlik değişiminden söz edebilmek için devletin dış politika algılamalarının
değiştiğinin ve bir süreklilik kazanarak dış politikanın mantığını tümden
dönüştürdüğünün ortaya koyulabilmesi gereklidir. Bu bağlamda, aynı süreçlerde
devletin dış politika pratikleri analiz edildiğinde, devletin dış politikasının kaynağı
olarak ‘ayrı’ kimliğinin, batılı/laik referansı bağlamında değişime uğramamış olduğu
gözlemlenmektedir.
1990’lı yıllardan günümüze, Türkiye bir yandan içsel alanda İslamlaşmanın
güçlendiği süreçleri yaşar, diğer yandan ‘etkili öteki’si Batı/Avrupa ile olan
etkileşimlerinde bir yeniden ‘ötekileştirme’ye maruz kalırken dahi, kimliğinin Batılı
referansını değiştirmemiş, aksine öteki aktörlerle olan etkileşimlerinde de bu Batılı
referansı sağlamlaştırmak çerçevesinin dışına çıkamamıştır. Bu süreçte örneğin, Orta
Asya ve Kafkasya’da yeni bir ‘ben’ tanımlamasına olanak sağlayacak Türk(i) ve
Müslüman devletlerle olan etkileşimlerinin bile Batı referansına dayanmış olması bu
durumu kanıtlamaktadır. Bir başka açıdan, Türkiye’de iktidara gelen en katısından,
en ılımlısına İslamcı olarak adlandırılan iktidarlar döneminde de bu yönelimde bir
değişme ol(a)mamış olması ilginç olmaktan öte, devlet kimliğinin değişmemiş
olduğunun bir göstergesi olmaktadır.
Buna karşın, söz konusu dönemde dış politika pratikleri bağlamında,
etkileşimlerin ortaya koyulduğu uluslararası sistemin yapısında yaşanan dönüşümler,
birtakım değişim dinamiklerini ortaya çıkarmıştır. Batı/Avrupa uluslararası sistemin
değişim koşullarıyla ilintili olarak, ‘Avrupalılık’ tanımını değiştirmeye, dolayısıyla
yeni bir ‘ben’ kavramsallaştırması geliştirmeye başladığı süreçte, Türkiye’yi tarihsel
‘öteki’lik konumuna geri gönderme eğiliminde olmuş ve bu durum Türkiye
bağlamında bir kimlik krizine neden olmuştur. Avrupa’nın Soğuk Savaş sonrasında
tanımladığı yeni Avrupalılığı, Türkiye’nin kimliğini inşa ederken referans aldığı
Batı’dan çok farklı bir kimlik dayatmakla, Türkiye’nin Batılı kimliğini değilse de,
Batı’yı kavrayışında bir değişimi başlatmıştır.
277
KAYNAKÇA
A. KİTAPLAR
AFETİNAN, A., İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat-4 Mart 1923 (Ankara: Türk
Tarih Kurumu Basımevi, 1982).
AFET Hf. vd., Türk Tarihinin Ana Hatları (İstanbul: Devlet Matbaası, 1930)
aslından aynı yeniden basım, Türk Tarihinin Ana Hatları: Kemalist Yönetimin
Resmi Tarih Tezi (İstanbul: Kaynak Yayınları 1999).
AFETİNAN, A., Medeni Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazıları (Ankara: Türk Tarih
Kurumu, 1998).
AHMAD, Feroz, İttihatçılıktan Kemalizme, çev. Fatmagül Berktay (İstanbul:
Kaynak Yayınları, 1986).
AHMAD, Feroz, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), çev. Ahmet Fethi
(İstanbul: Hil Yayınları, 1996).
AHMAD, Feroz, İttihat ve Terakki: 1908-1914, çev. Nuran Yavuz (İstanbul:
Kaynak Yayınları, 1999).
AHMAD, Feroz, Modern Türkiye’nin Oluşumu, çev Yavuz Alogan (İstanbul:
Kaynak Yayınları, 2002).
AHMAD, Feroz, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, çev. Sedat Cem Karadeli (İstanbul:
Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007).
AKÇURA, Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1976).
AKŞİN, Aptülahat, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi (Ankara: Türk
Tarih Kurumu Basımevi, 1991).
AKŞİN, Sina, Jön Türkler, İttihat ve Terakki (Ankara: İmge Kitabevi, 1998).
AKTAR, Ayhan, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2000).
ALLISON, Graham T., Essence of Decision: Explaining the Cuban Missile Crisis
(Boston: Little Brown, 1971).
ANDERSON, Benedict, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve
Yayılması, çev. İskender Savaşır (İstanbul: Metis Yayınları, 2004).
278
ANDERSON, M.S., The Eastern Question: 1774-1923 (Londra: MacMillan Press,
1978).
ARMAOĞLU, Fahir, Siyasi Tarih: 1789-1960 (Ankara: Sevinç Matbaası, 1973).
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I: TBMM Meclislerinde
Kurultaylarında (1919-1938), (İstanbul: Maarif Matbaası, 1945).
ve
CHP
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri III (1918-1937), (Ankara: Türk Tarih Kurumu
Basımevi, 1961).
AYDIN, Mustafa, Ten Years After: Turkey’s Gulf Policy (1990-91) Revisited
(Londra: Frank Cass, 2002).
AYDIN, Mustafa, Turkish Foreign Policy: Framework and Analysis (Ankara,
SAM, 2004).
AYDIN, Suavi, Türk Kimliğinin Yaratılması ve Ulusal Kimlik Sorunu Üzerine
(Ankara: Özgür Üniversite Yayınları, 2009).
BAĞCI, Hüseyin, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar (Ankara: METU Press,
2001).
(BAYUR), Yusuf Hikmet, Yeni Türkiye Devletinin Haricî Siyaseti (İstanbul:
Akşam Matbaası, 1934).
BİLGİN, Nuri, Kimlik İnşası (Ankara: Aşina Kitaplar, 2007).
BİLGİN, Nuri, Kollektif Kimlik (İstanbul: Sistem Yayıncılık, 1999).
BİLGİN, Nuri, Sosyal Bilimlerin Kavşağında Kimlik Sorunu (İzmir: Ege
Yayıncılık, 1994).
BİRAND, Mehmet Ali, Bir Pazar Hikayesi: Türkiye-AET İlişkileri (İstanbul:
Milliyet Yayınları, 1978).
BLOOM, William, Personal Identity, National Identity and International
Relations (Cambridge: Cambridge University Press, 1990).
BOZDAĞ, İsmet, Demokrat Parti ve Ötekiler (İstanbul: Kervan Yayınları, 1977).
BOZDAĞLIOĞLU, Yücel, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity: A
Constructivist Approach (New York &Londra: Routledge, 2003).
BOZKURT, Celal, Siyaset Tarihimizde C.H.P: Dünü, Bugünü, İdeolojisi (Y.Yok,
T.Yok).
279
BRAUDEL, Fernand, On History, çev. Sarah Matthews (Chicago: The University of
Chicago Press, 1980).
BRAUDEL, Fernand, A History of Civilizations (New York: The Penguin Press,
1994).
BULL, Hedley, The Anarchical Society: A Study of Order in World Politics
(Londra: Macmillan Press, 1995).
BUZAN, Barry, JOHNS, Charles and LITTLE, Richard, The Logic of Anarchy:
Neorealism to Structural Realism (New York: Columbia University Press, 1993).
CAMPBELL, David, Writing Security: United States Foreign Policiy and the
Politics of Identity (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1998).
CEM, İsmail, Siyaset Yazıları: 1975-1980 Türkiyesi (İstanbul: Cem Yayınevi,
1980).
CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in Söylevleri (Ankara: Ulus Basımevi, 1935).
CONOLLY, William E., Kimlik ve Farklılık: Siyasetin Açmazlarına Dair
Demokratik Çözüm Önerileri (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1995).
COPEAUX, Etienne, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden
Türk İslam Sentezine, çev. Ali Berktay (İstanbul: Tarih Vakfı-Yurt Yayınları,
1998).
ÇALIŞ, Şaban H., Hayaletbilimi ve Hayali Kimikler: Neo-Osmanlıcılık, Özal ve
Balkanlar (Konya: Çizgi Kitabevi, 2004).
ÇOKER, Fahri, Türk Parlamento Tarihi: TBMM – IV. Dönem (1931-1935)
(Ankara: TBMM Vakfı Yayınları, 1993).
DAĞI, İhsan D., Kimlik, Söylem ve Siyaset: Doğu-Batı Ayrımında Refah Partisi
Geleneği (Ankara: İmge Kitabevi, 1998).
DERİNGİL, Selim, Simgeden Millete: II. Abdülhamit’ten Mustafa Kemal’e
Devlet ve Millet (İstanbul: İletişim Yayınları, 2007).
EKİNCİ, Necdet, II. Dünya Savaşından Sonra Türkiye’de Çok Partili Düzene
Geçişte Dış Etkenler (İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1997).
ERKİN, Feridun Cemal, Dışişlerinde 34 Yıl Anılar – Yorumlar (Ankara: Türk
Tarih Kurumu Basımevi, 1980).
280
EROĞLU, Hamza, Atatürk ve Milliyetçilik (Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu, 1992).
EROĞLU, Hamza, Atatürk ve Milli Egemenlik (Ankara: Atatürk Araştırma
Merkezi, 1998).
FEYZİOĞLU, Turhan, Atatürk ve Milliyetçilik (Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve
Tarih Yüksek Kurumu, 1996).
GELLNER, Ernest, Uluslar ve Ulusçuluk, çev. Büşra Ersanlı ve Günay Göksu
Özdoğan (İstanbul: Hil Yayınları, 2008).
GEORGEON, François, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura (18761935), (İstanbul: Türk Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999).
GEORGEON, François, Sultan Abdülhamit, çev. Ali Berktay (İstanbul: Homer
Kitabevi, 2006).
GIDDENS, Anthony, Central Problems in Social Theory: Action, Structure and
Contradiction in Social Analysis (Londra: Macmillan, 1979).
GIDDENS, Anthony, New Rules of Sociological Method: A Positive Critique of
Interpretative Sociologies (Cambridge: The Polity Press, 1998).
GOLOĞLU, Mahmut, Erzurum Kongresi (Ankara: Nüve Matbaası, 1968).
GÖKALP, Ziya, Türkçülüğün Esasları, Mahir Ünlü ve Yusuf Çotuksöken (der.),
(İstanbul: İnkılap Kitabevi, 1987).
GÜLEÇ, Cengiz, Türkiye’de Kültürel Kimlik Krizi (Ankara: Verso Yayınları,
1992).
GÜREL, Şükrü Sina, Tarihsel Boyut İçinde Türk Yunan İlişkileri (1821-1993),
(Ankara: Ümit Yayıncılık, 1993).
GÜRÜN, Kamuran, Türk-Sovyet İlişkileri (1920-1953), (Ankara: Türk Tarih
Kurumu Basımevi, 1991).
GÜVENÇ, Bozkurt, Türk Kimliği: Kültür Tarihinin Kaynakları (İstanbul: Remzi
Kitabevi, 1997).
HABERMAS, Jürgen, Knowlegde and Human Interests, çev. Jeremy J Saphiro
(Oxford: Polity Press, 1998).
HALE, William, Türkiye’de Ordu ve Siyaset: 1789’dan Günümüze, çev. Ahmet
Fethi (İstanbul: Hil Yayınları, 1996).
281
HALE, William, Türk Dış Politikası 1774-2000, çev. Petek Demir (İstanbul:
Mozaik Yayınları, 2003).
HALLIDAY, Fred, Rethinking International Relations (Londra: MacMillan,
1994).
HANİOĞLU, Şükrü, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki
Cemiyeti ve Jön Türklük, C.I (1889-1902), (İstanbul: İletişim Yayınları, 1985).
HANİOĞLU, Şükrü, The Young Turks in Opposition (Oxford-New York: Oxford
University Press, 1995).
HEGEL, Georg William Friedrich, Phenomenology of Sprit, (Oxford: Oxford
University Press, 1977).
HOBSBAWM Eric, ve RENGER, Terence, The Invention of Tradition,
(Cambridge: Cambridge University Press, 1983).
HORKHEIMER, Max, Critical Theory: Selected Essays, çev. Matthew J.
O’Connell vd. (New York: Seabury, 1972).
HOLLIS, Martin ve SMITH, Steve, Explaining and Understanding International
Relations (Oxford: Calerondon Press, 1991).
İNSEL, Ahmet, Türkiye Toplumunun Bunalımı (İstanbul: Birikim Yayınları,
2002).
JAHN, Beate, The Cultural Construction of International Relations (New York:
Palgrave, 2000).
KAFESOĞLU, İbrahim, Türk-İslam Sentezi (İstanbul: Ötüken Yayınları, 2008).
KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi V. Cilt: Nizam-ı Cedit ve Tanzimat
Devirleri (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1988).
KARPAT, Kemal, Türk Demokrasi Tarihi (İstanbul: İstanbul Matbaası, 1967).
KEGLEY, Charles W. ve WITTKOPF, Eugene R., World Politics: Trend and
Transformation (New York: Saint Martin’s Press, 1995).
KEYDER, Çağlar, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar (İstanbul: İletişim Yayınları,
1989).
KEYDER, Çağlar, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2003).
282
KEYMAN, E. Fuat ve ÖNİŞ, Ziya, Turkish Politics in a Changing World: Global
Dynamics and Domestic Transformations (İstanbul: Istanbul Bilgi University
Press, 2007).
KİLİ, Suna, 1960-1975 Döneminde Cumhuriyet Halk Partisinde Gelişmeler:
Siyaset Bilimi Açısından Bir İnceleme (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları,
1976).
KİLİ, Suna ve GÖZÜBÜYÜK, Şeref, Türk Anayasa Metinleri: Sened-i İttifaktan
Günümüze (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2000).
KÖKER, Levent, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi (İstanbul: İletişim
Yayınları, 1993).
KRAMER, Heinz, Avrupa ve Amerika Karşısında Değişen Türkiye, çev. Ali
Çimen (İstanbul: Timaş Yayınları, 2001).
KRATOCHWILL, Friedrich, Rules, Norms and Decisions: On the Conditions of
Practical and Legal Resoning in International Relations and Domestic Affairs
(Cambridge: Cambridge University Press, 1989).
KUSHNER, David, The Rise of Turkish Nationalism 1876-1908 (London: Frank
Cass, 1977).
KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası
(1945-1970), (Ankara: Sevinç Matbaası, 1972).
LACLAU, Ernesto, Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme, çev. Ertuğrul Başer,
(İstanbul: Birikim Yayınları, 2003).
LAÇİNER, Sedat, Türkler ve Ermeniler: Bir Uluslararası İlişkiler Çalışması
(Ankara: USAK Yayınları, 2005).
LANDAU, Jacob M., Türkiye’de Sağ ve Sol Akımlar, çev. Erdinç Baykal (Ankara:
Turhan Kitabevi, 1979).
LARRABBEE, F. Stephen ve LESSER, Ian O., Belirsizlik Döneminde Türk Dış
Politikası, çev. Mustafa Yıldırım (İstanbul: Ötüken Yayınları, 2002).
LEE, Stephen J., Avrupa Tarihinden Kesitler (1789-1980), (Ankara: Dost
Kitabevi, 2002).
LEWIS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı (Ankara: Türk
Tarih Kurumu Basımevi, 1970).
283
LINKLATER, Andrew, Beyond Realism and Marxism: Critical Theory and
International Relations (Londra: Macmillan Press, 1990).
LONG, David and WILSON, Peter, Thinkers of Twenty Years’ Crisis, (Oxford:
Clarendon Press, 2003).
Lozan Konferansı: Tutanaklar, Belgeler – 8 Kitap, çev. Seha L. Meray (Ankara:
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1969-1973).
MACFIE, A. L., The Eastern Question 1774-1923 (Londra-New York: Longman,
1996).
MARDİN, Şerif, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908 (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2003).
MARDİN, Şerif, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, çev. Mümtaz’er Türköne,
Fahri Unan ve İrfan Erdoğan (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003).
MARDİN, Şerif, Türk Modernleşmesi (İstanbul: İletişim Yayınları, 2006).
MCSWEENEY, Bill, Security, Identity and Interest: Sociology of International
Relations (Cambridge: Cambridge University Press, 1999).
MERT, Nuray, Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış (İstanbul: Bağlam
Yayınları, 1994).
MORGENTHAU, Hans. J., Uluslararası Politika, Cilt I., çev. Baskın Oran ve Ünal
Oskay (Ankara: Türk Siyasi İlimler Derneği, 1970).
MOUSTAKIS, Fotios, The Greek-Turkish Relationship and NATO (Londra:
Frank Cass, 2003).
OKUTAN, M. Çağatay, Tek Parti Döneminde Azınlık Politikaları (İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004).
ONUF, Nicholas Greenwood, World of Our Making: Rules and Rule in Social
Theory and International Relations (Columbia: University of South Caroline
Press, 1989).
ORTAYLI, İlber, Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu (İstanbul: Kaynak
Yayınları, 1983).
ORTAYLI, İlber, İmparatorluğu En Uzun Yüzyılı (İstanbul: Alkım Yayınları,
2005).
ÖĞÜN, Süleyman Seyfi, Türk Politik Kültürü (İstanbul: Alfa Yayınları, 2000).
284
ÖKÇÜN, A. Gündüz, Türkiye İktisat Kongresi 1923-İzmir: Haberler, Belgeler,
Yorumlar (Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1968).
ÖZBUDUN, Ergun, Çağdaş Türk Politikası: Demokratik Pekişmenin Önündeki
Engeller, çev. Ali Resul Usul (İstanbul: Doğan Kitap, 2003).
ÖZKIRIMLI, Umut, Milliyetçilik Kuramları: Eleştirel Bir Bakış (İstanbul: Sarmal
Yayınevi, 1999).
PARLA, Taha, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, der. Füsun
Üstel ve Sabir Yücesoy (İstanbul: İletişim Yayınları, 1989).
PELLICANI, Luciano, Gramsci: An Alternative Communism? (Stanford: Hoover
Institution Press, 1976).
PRIZEL, Ilya, National Identitiy and Foreign Policy: Nationalism and
Leadership in Poland, Russia and Ukraine (Cambridge: Cambridge University
Press, 1998).
RANDSOME, Paul, Antonio Gramsci: A New Introduction (New York, Londra:
Harvester Wheatsheaf, 1992).
RICHARDSON, James J., Crisis Diplomacy: The Great Powers since the MidNineteenth Century (Cambridge: Cambridge University Press, 1994).
ROSECRANCE, Richard N., Action and Reaction in World Politics:
International Systems in Perspective (Boston, Toronto: Little, Brown and
Company, 1963).
ROSENAU, James (der.), Comparing Foreign Policies: Theories, Findings, and
Methods,(New York-Londra: John Wiley & Sons, 1974).
SANDER, Oral, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü: Osmanlı Diplomasi Tarihi
Üzerine Bir Deneme (Ankara: A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1987).
SENCER, Muzaffer, Türkiye’de Siyasal Partilerin Sosyal Temelleri (İstanbul:
May Yayınları, 1974).
SHAW, Stanford J. ve SHAW, Ezel Kural, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern
Türkiye II. Cilt, çev. Mehmet Harmancı (İstanbul: E Yayınları, 1982).
SIBEON, Roger, Rethinking Social Theory (Londra: Sage Pub., 2004).
SINOUÉ, Gilbert, Kavalalı Mehmet Ali Paşa: Son Firavunk, çev. Ali Cevat
Akkoyunlu, (İstanbul: Doğan Kitapçılık, 1999).
285
SMITH, Anthony, Milli Kimlik, çev. Bahadır Sina Şener (İstanbul: İletişim
Yayınları, 1999).
SMITH, Anthony D., Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, çev. Derya Kömürcü
(İstanbul: Everest Yayınları, 2002).
SONYEL, Salahi, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika–I (Ankara: Türk Tarih
Kurumu Basımevi, 1995).
SONYEL, Salahi, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika-II (Ankara: Türk Tarih
Kurumu Basımevi, 2003).
SOYSAL, İsmail, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları–I. Cilt (1920-1945), (Ankara:
Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2000).
SÖNMEZOĞLU, Faruk (der.), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü (İstanbul: Der
Yayınları, 1996).
STEANS, Jill ve PETTIFORD, Lloyd, International Relations: Perspectives and
Themes (Harlow: Longman, 2001).
TAYFUR, M. Fatih, Semipheriperal Development and Foreign Policy: The Case
of Greece and Spain (Aldershot: Ashgate, 2003).
TANÖR, Bülent, Türkiye’de Yerel Kongre İktidarları (1918-1920), (İstanbul: Afa
Yayınları, 1992).
TANRIKORUR, Cinuçen, Atatürk Devrimleri İdeolojisinin Türk Müzik
Kültürüne Doğrudan ve Dolaylı Etkileri – Açık Oturum (İstanbul: Boğaziçi
Üniversitesi Türk Müziği Kulübü Yayınları, 1980).
TEKELİ, İlhan ve İLKİN, Selim, Türkiye ve Avrupa Topluluğu I: Ulus Devletini
Aşma Çabasındaki Avrupa’ya Türkiye’nin Yaklaşımı (Ankara: Ümit Yayıncılık,
1993).
TUNÇAY, Mete, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması
(1923-1931), (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999).
ÜLMAN, Haluk, Birinci Dünya Savaşına Giden Yol ve Savaş (Ankara: İmge
Kitabevi, 2002).
VÁLİ, Ferenc A., Bridge Across the Bosporus: The Foreign Policy of Turkey
(Baltimore&Londra: The John Hopkins Press, 1971).
286
WALLERSTEIN, Immanuel, Geopolitics and Geoculture: Essays on the
Changing World System (Cambridge, New York: Cambridge University Press,
1991).
WALLERSTEIN, Immanuel, World System Analysis: An Introduction (Darham,
Londra: Duke University Press, 2004).
WALTZ, Kenenth N., Theory of International Politics (Reading, MA: AddisonWesley Pub. Co. 1979).
WATSON, Adam, The Evolution of International Society: A Comparative
Historical Analysis (Londra &New York: Routledge, 2001).
WENDT, Alexander, Social Theory of International Politics (Cambridge:
Cambridge University Press, 2000).
YILDIZ, Ahmet, Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal Kimliğinin EtnoSeküler Sınırları (1919-1938), (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004).
YURDUSEV, A. Nuri, Ottoman Diplomacy: Conventional or Unconventional?
(New York: Plagrave&MacMillan, 2004).
ZEHFUSS, Maja, Constructivism in International Relations: The Politics of
Reality (Cambridge: Cambridge University Press, 2002).
ZÜRCHER, Erik Jan, Milli Mücadelede İttihatçılık (İstanbul: Bağlam Yayınları,
1987).
ZÜRCHER, Erik Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2003).
B. MAKALELER ve KİTAP BÖLÜMLERİ
ADAMSON Fiona B. ve DEMETRIU, Madeleine, “Remapping the Boundaries of
‘State’ and ‘National Identity’: Incorporating Diasporas into IR Theorizing”,,
European Journal of International Relations, Cilt 13 (4), 2007, s. 489-526.
ADLER, Emanuel, “Seizing the Middle Ground: Constructivism in World Politics”,
European Journal of International Relations, Cilt 3 (3), 1997, s. 319-363.
AHMAD, Feroz, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun
Sonu ve Büyük Güçler, Marian Kent (der.), (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
1999), s. 6-35.
287
AKDEVELİOĞLU, Atay ve KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, “Ortadoğu’yla İlişkiler”,
Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular,
Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 357369.
AKGÜN, Birol, ve ÇALIŞ, Şaban, “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar
Müslüman: Türk Milliyetçiliğinin Terkibinde İslamcı Doz”, Tanıl Bora (der.),
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt IV: Milliyetçilik (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2003), s. 584-600.
AKSU, Fuat, “Turkish-Greek Relations: From Conflict to Détente the Last Decade”,
Turkish Review of Balkan Studies, Annual 2001, s. 1-43.
ALPKAYA, Gökçen, “İnsan Hakları Konusu”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş
Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001, Baskın
Oran (der.), (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 524-539.
ALTUNIŞIK, Meliha B., “Güvenlik Kıskacında Türkiye ve Ortadoğu İlişkileri”,
Gencer Özcan ve Şule Kut (der.), En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve
Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar (İstanbul: Büke Yayınları, 2000), s. 321344.
ANIEVAS, Alexander, “Critical Dialogues: Habermasian Social Theory and
International Relations”, Politics, Cilt 25 (3), 2005, s. 135-143.
Ankara Papers, “Main Determinants of Turkish Policy in the Middle East”, Cilt 8
(1), 2003, s. 5-22.
ARAI, Masami, “Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği”, Tanıl Bora ve Murat
Gültekin (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt I: Cumhuriyet’e
Devreden Düşünce Mirası, Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2003), s. 180-195.
ASHIZAWA, Kuniko, “When Identity Matters: State Idenity, Regional InstitutionsBuilding, and Japanese Foreign Policy”, International Studies Review, Cilt 10,
2008, s. 571-598.
ASHLEY, Richard, “The Poverty of Neorealism”, Robert E. Keohane (der.),
Neorealism and Its Critics (New York: Cambridge University Press, 1986), s. 255300.
ASHLEY, Richard, “Living on Border Lines: Man, Postructuralism, and War” ,
James Der Derian and Michael Shapiro (der.), International/Intertextual
288
Relations: Postmodern Readings of World Politics (Lexington: Lexington Books,
1989), s.259-321.
ASHLEY, Richard and WALKER, R. B. J., “Reading Dissidence/Writing the
Discipline: Crisis and the Question of Sovereignty in International Studies”,
International Studies Quarterly, Cilt 34 (3), 1990, s. 367-416.
AYDIN, Mustafa, “Uluslararası İlişkilerde Yaklaşım, Teori ve Analiz”, AÜ SBF
Dergisi, Cilt 51 (1-4), Ocak-Aralık 1996, s. 71-114.
AYDIN, Mustafa, “Determinants of Turkish Foreign Policy: Historical Framework
and Traditional Inputs”, Middle Eastern Studies, Cilt 35 (4), 1999, s. 152-186.
AYDIN, Mustafa , “İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye”, Baskın Oran (der.), Türk Dış
Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I:
1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 399-476.
AYDIN, Mustafa, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk
Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt
II: 1980-2001 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 366-439.
AYDIN, Mustafa, “Global Değişim ve Genişleyen Türk Dünyası: Türkler ve
Türkiler”, Şaban H. Çalış, İhsan D. Dağı ve Ramazan Gözen (der.), Türkiye’nin Dış
Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik (Ankara: Liberte Yayınları,
2001), s.271-291.
AYDIN, Mustafa, “Between Euphoria and Realpolitik: Turkish Policy Toward
Central Asia and the Caucasus”, Tareq Y. Ismael ve Mustafa Aydın (der.), Turkey’s
Foreign Policy in the 21st Century: A Changing Role in World Politics
(Aldershot: Ashgate Pub., 2003), s. 139-160.
AYDIN, Mustafa, “Crypto-optimism in Turkish-Greek Relations. What is Next?”,
Journal of Southern Europe and Balkans, Cilt 5 (2), 2003, s. 223-240.
AYDIN, Mustafa, “Securatization of History and Geography: Understanding of
Security in Turkey”, Southeast European and Black Sea Studies, Cilt 3 (2), 2003,
s. 163-184.
AYDIN, Mustafa, “Uluslararası İlişkilerin ‘Gerçekçi’ Teorisi: Kökeni, Kapsamı,
Kritiği”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 1 (1), Bahar 2004, s. 33-60.
AYDIN, Mustafa, “Foucault’s Pendulum: Turkey in Central Asia and the Caucasus”,
Turkish Studies, Cilt 5 (2), 2004, s. 1-22.
289
BAGDONAS, Özlem Demirtaş, “The Clash of Kemalisms? Reflections on the Past
and Present Politics of Kemalism in Turkish Political Discourse”, Turkish Studies,
Cilt 9 (1), 2008, s. 99-111.
BAHÇELİ, Tözün, “Türkiye’nin Yunanistan Politikası”, Alan Makovsky ve Sabri
Sayarı (der.), Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen
Dinamikleri (İstanbul: Alfa Yayınları, 2002), s. 180-207.
BALÇIK, M. Berk, “Milliyetçilik ve Dil Politikaları”, Tanıl Bora (der.), Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt IV: Milliyetçilik (İstanbul: İletişim Yayınları,
2003), s.777-787.
BANERJEE, Sanjoy, “The Cultural Logic of National Identity Formation:
Contending Disourses in Late Colonial India”, Valerie M. Hudson (der.), Culture
and Foreign Policy (Boulder, Londra: Lynne Rienner Publishers, 1997), s. 27-44.
BARKEY, Henry J., “Turkey’s New Engagement in Iraq: Embracing Iraqi
Kurdistan”, Special Report, United States Institute of Peace, s. 3-19.
BARNETT, Michael N., “Identity and Alliances in the Middle East”, Peter
Katzenstein (der.), The Culture of National Security: Norms, Identity in World
Politics (New York: Cambridge University Press, 1996), s. 400-447.
BARTELSON, Jens, “Second Natures: Is the State Identical with Itself?”, European
Journal of International Relations, Cilt 4 (3), 1998, s. 295-326.
BAYKAL, Sanem ve ARAT, Tuğrul, “AB’yle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk
Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt.
II: 1980-2001(İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 326-365.
BENGIO, Ofra ve ÖZCAN, Gencer, “Old Grivances New Fears: Arab Perceptions of
Turkey and its Alignment with Israel”, Middle Eastern Studies, Cilt 37 (2), 2001, s.
50-92.
BERBER, Engin, “Dönemin Dış Politika Değerlendirmesi”, Haydar Çakmak (der.),
Türk Dış Politikası 1919-2008 (Ankara: Platin Yayınları, 2008), s. 236-246.
BERGER, Thomas U., “Norms, Identity and National Securtiy in Germany and
Japan, Peter Katzenstein (der.), The Culture of National Security: Norms and
Identiy in World Politics, (New York: Columbia University Press, 1996), s. 317356.
BIELER, Andreas and MERTON, Adam David, “The Gordian Knot of AgentStructure in International Relations: A Neo-Gramscian Perspective”, European
Journal of International Relations, Cilt 7 (1), 2001, s. 5-35.
290
BİLGİN, Pınar, “Turkey & the EU: Yesterday’s Answers to Tomorrow’s Security
Problems?”, Graeme P. Herd ve Jouko Huru (der.), EU Civilian Crisis
Management, (Camberley: Conflict Studies Research Center, 2001), s. 38-51.
BOLSOVER, G. H., “Palmerston and Metternich on the Eastern Question in 1834”,
The English Historical Review, Cilt 51 (202), 1936, s. 237-256.
BORA, Tanıl, “Cumhuriyetin İlk Döneminde Milli Kimlik”, Nuri Bilgin (der.),
Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997), s.53-62.
BORA, Tanıl ve TAŞKIN, Yüksel, “Sağ Kemalizm”, Ahmet İnsel (der.), Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004),
s. 529- 545.
BORA, Tanıl, “Türkiye’de Siyasal İdeolojilerde ABD/Amerika İmgesi: ‘En Batı’ ve
‘Başka Batı’”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt.
III: Modernleşme ve Batıcılık, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 147-169.
BRAUDEL, Fernand, “History and the Social Sciences”, Peter Burke (der.),
Economy and Society in Early Modern Europe: Essays from Annales (Londra:
Routledge&Kegan Paul, 1972), s. 11-42.
BROWN, Chris, “Turtles All the Way Down: Anti-foundationalism, Critical Theory
and International Relations”, Andrew Linklater (der.), Critical Concepts in Political
Science (Londra, NY: Routledge, 2000), s. 1655-1678.
BROWN, Chris, “Our Side? Critical Theory and International Relations”, Richard
Wyn Jones (der.), Critical Theory&World Politics (Boulder, Londra: Lynne
Rienner Pub., 2001), s. 191-203.
BUZAN, Barry, “New Patterns of Global Security in the Twenty-First Century”,
International Affairs, Cilt 67 (3), 1991, s. 431-451.
BUZAN, Barry ve DIEZ, Thomas, “The European Union and Turkey”, Survival,
Cilt 41 (1), 1999, s. 41-57.
CALHOUN, Craig, “Social Theory and the Politics of Identity”, Craig Calhoun
(der.), Social Theory and The Politics of Identity (Oxford: Blackwell, 1994), s. 936.
CARLSNAES, Walter, “The Agency-Structure Problem in Foreign Policy Analysis”,
International Studies Quareterly, Cilt 36 (3), 1992, s. 245-270.
CHERNOFF, Fred, “Scientific Realism as a Meta-Theory of International Politics”,
International Studies Quarterly, Cilt 46 (2), 2002, s. 189-207.
291
CLOGG, Richard, “Aspects of the Movement for Greek Independence”, Richard
Clogg (der.), The Struggle for Greek Independence (Londra: Macmillan Press,
1973).
COPELAND, Dale, “The Constructivist Challenge to Structural Realism”,
International Security, Cilt 25 (2), 2000, s. 187-212.
COX, Michael, “September 11th and US Hegemony - Or Will the 21st Century Be
American Too?”, International Studies Perspectives, Cilt 3 (1), 2002, s. 53-70.
COŞAR, Simten ve ÖZMAN, Aylin, “Centre-right Politics After the November 2002
General Election: Neo-liberalism with a Muslim Face”, Contemporary Politics, Cilt
10 (1), 2004, s. 57-74.
COX, Robert, “Social Forces, States and World Orders: Beyond International
Relations Theory”, Millenium: Journal of International Studies, Cilt 10 (2), 1981,
s. 126-155.
COX, Robert, “Production, the State, and Change in World Order”, James N.
Rosenau (der.), Global Changes and Theoretical Challenges (Lexington:
Lexington Books, 1989), s. 39-41.
ÇAKIR, Ruşen, “Milli Görüş Hareketi”, Yasin Aktay (der.), Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.544-575.
ÇELİK, Nur Betül, “Kemalizm: Hegemonik Bir Söylem”, Ahmet İnsel (der.),
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2004), s.75-91.
ÇETİNSAYA, Gökhan, “İslami Vatanseverlikten İslam Siyasetine”, Tanıl Bora ve
Murat Gültekin (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt I: Cumhuriyet’e
Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi (İstanbul:
İletişim Yayınları, 2003), s. 265-272.
ÇULHAOĞLU, Metin, “Modernleşme, Batılılaşma ve Türk Solu”, Uygur
Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt. III: Modernleşme
ve Batıcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.170-188.
DAĞI, İhsan, “Human Rights, Democratization and the European Community in
Turkish Politics: The Özal Years, 1983-87”, Middle Eastern Studies, Cilt 37 (1),
2001, s. 17-40.
DAĞI, İhsan D., “Transformation of Islamic Political Identity in Turkey: Rethinking
the West and Westernization”, Turkish Studies, Cilt 6 (1), 2005, s. 21-37.
292
DAĞI, İhsan, “Turkey’s AKP in Power”, Journal of Democracy, Cilt 19 (3), 2008,
s. 25-50.
DER DERIAN, James “Boundaries of Knowledge and Power in International
Relations”,
James
Der
Derian
and
Michael
Shapiro
(der.),
International/Intertextual Relations: Postmodern Readings of World Politics
(Lexington: Lexington Books, 1989), s. 1-10.
DEREN, Seçil, “Kültürel Batılılaşma”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt. III: Modernleşme ve Batıcılık (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2004), s.382-402.
DESSLER, David, “What is at Stake in the Agent-Structure Debate”, International
Organization, Cilt 43 (3), 1989, s. 441-473.
DOTY, Roxanne Lynn, “Aporia: A Critical Exploration of the Agent-Structure
Problematique in International Relations”, European Journal of International
Relations, Cilt 3 (3), 1997, s. 365-392.
DOTY, Roxanne Lynn, “Foreign Policy as Social Construction: A Post-Positivist
Analysis of US Counterinsurgency Policy in the Philippines”, International Studies
Quarterly, Cilt 37 (3), 1997, s. 297-320.
DOTY, Roxanne Lynn, “Desire All the Way Down”, Review of International
Studies, Cilt 26, 2000, s. 137-139.
DURSUN, Çiler, “Hegel’de Kendilik Bilinci ve Öteki İçindeki Yolculuk”, DoğuBatı: İdeolojiler–I, Cilt 7 (28), 2004, s. 181-193.
EFE, Adem, “II. Meşrutiyet Dönemi İslamcıları ve Çağdaşlaşma Görüşleri”, DoğuBatı, Cilt 11 (46), 2008, s. 243-272.
EFEGİL, Ertan ve MUSAOĞLU, Neziha, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemin
Uluslararası Sisteminin Yapısına İlişkin Görüşler Üzerine Bir Eleştiri”, Akademik
Bakış, Cilt 2 (4), 2009, s. 1-24.
ERALP, Atila, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye ve Avrupa Birliği”, Alan
Makovsky ve Sabri Sayarı (der.), Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış
Politikasının Değişen Dinamikleri (İstanbul: Alfa Yayınları, 2002), s. 235-254.
ERDOĞDU, A. Teyfur, “Osmanlılığın Evrimi Hakkında Bir Deneme: Bir Grup (Üst
Düzey Yönetici) Kimliğinden Millet Yaratma Projesine”, Doğu-Batı, Cilt 11 (45),
Mayıs-Temmuz 2008, s. 19-46.
293
ERHAN, Çağrı ve ARAT, Tuğrul, “AT’yle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış
Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I:
1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 808-853.
ERHAN, Çağrı ve ARAT, Tuğrul, “AT’yle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış
Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. II:
1980-2001 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 83-101.
FIRAT, Melek M., “AB-Kıbrıs İlişkileri ve Türkiye’nin Politikaları”, Gencer Özcan
ve Şule Kut (der.), En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika
Gündeminde Doksanlı Yıllar (İstanbul: Büke Yayınları, 2000), s. 250-251.
FIRAT, Melek, “Yunanistan’la İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası:
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980
(İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 178-193.
FIRAT, Melek, “Sancak (Hatay) Sorunu”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası:
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980
(İstanbul: İletişim Yayınları, 2001),s. 279-292.
FIRAT, Melek, “Yunanistan’la İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası:
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980
(İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s.576-614.
FIRAT, Melek ve KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, “Arap Devletleriyle İlişkiler”, Baskın
Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler,
Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 615-635.
FIRAT, Melek M., “Soğuk Savaş Sonrası Yunanistan Dış Politikasının Yeniden
Biçimleniş Süreci”, Mustafa Türkeş ve İlhan Uzgel (der.), Türkiye’nin Komşuları
(Ankara: İmge Kitabevi, 2002), s. 21-73.
FIRAT, Melek, “Yunanistan’la İlişkiler”, ”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası:
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. II: 1980-2001
(İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 440-480.
FINDLEY, Carter Vaugh, “The Tanzimat”, Reşat Kasaba (der.), Turkey in the
Modern World, (Cambridge: Cambridge University Press, 2008), s.11-37.
FLOCKHART, Trine, “Complex Socialization: A Framework for the Study of State
Socialization”, European Journal of International Relations, Cilt 12 (1), 2006, s.
89-118.
294
GEORGE, Jim and CAMPBELL, David, “Patterns of Dissident and the Celebration
of Difference: Critical Social Theory and International Relations”, International
Studies Quarterly, Cilt 34 (3), 1990, s. 269-293.
GOULD, Harry D. “What is at Stake in the Agent-Structure Debate?”, Vendulka
Kubalkova, Nicholas Onuf and Paul Kowert (der.), International Relations in a
Constructed World (Armonk, NY.: M. E. Sharpe, 1998), s. 79-98.
GÖKA, Erol, GÖRAL, F. Sevinç ve GÜNEY, Çetin, “Bir Hayat İnsanı Olarak Türk
Muhafazakârı ve Kaygan Siyasal Tercih”, Ahmet Çiğdem (der.), Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık (İstanbul: İletişim Yayınları,
2003), s. 302-313.
GÖKTEPE, Cihat, “The Forgotten Alliance? Anglo-Turkish Relations and CENTO
1959-1965”, Middle Eastern Studies, Cilt 35 (4), 1999, s. 103-139.
GÖKTÜRK, Eren Deniz (Tol), “1919-1923 Dönemi Türk Milliyetçilikleri”, Tanıl
Bora (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt IV: Milliyetçilik (İstanbul:
İletişim Yayınları, 2003), s.103-116.
GÖNLÜBOL, Mehmet ,“Atatürk’ün Dış Politikası: Amaçlar ve İlkeler”, Turhan
Feyzioğlu (der.), Atatürk Yolu (Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1995), s. 235277.
GÖNLÜBOL, Mehmet ve SAR, Cem, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”,
Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995) (Ankara: Siyasal Kitabevi, 1996), s. 59133.
GÖNLÜBOL, Mehmet ve ÜLMAN, Haluk, “İkinci Dünya Savaşından Sonra Türk
Dış Politikası (1945-1965) Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995) (Ankara:
Siyasal Kitabevi, 1996), s. 191-334.
GÖZEN, Ramazan, “Türk Dış Politikasının Avrupa Birliği’ne Doğru Dönüşümü”,
Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt 2 (6), 2006, s. 1-16.
GREGORY, Donna U., “Foreword”, James Der Derian and Michael Shapiro (der.),
International/Intertextual Relations (Lexington: Lexington Books, 1989), s. xiii.
GÜNEY, Nurşin Ateşoğlu, “Rusya Federasyonu’nun Yeni Güvenlik Politikası
Çerçevesinde Türkiye’ye Bakışı”, Mustafa Türkeş ve İlhan Uzgel (der.),
Türkiye’nin Komşuları (Ankara: İmge Kitabevi, 2002), s. 333-376.
HAACKE, Jürgen, “The Critical Social Theory of the Frankfurt School, and the
‘social turn’ in IR”, Review of International Studies, Cilt 31, 2005, s. 195-209.
295
HALE, William, “Turkey, the Middle East and the Gulf Crisis”, International
Affairs, Cilt 68 (4), 1992, s. 679-692.
HOFFMAN, Mark, “Critical Theory and the Inter-Paradigm Debate”, Millenium:
Journal of International Studies, Cilt 16 (2), 1987, s. 231-249.
HOFFMAN, Mark, “Restructuring, Reconstruction, Reinterpretation, Rearticulation:
Four Voices in Critical International Theory”, Millennium: Journal of
International Studies, Cilt 20 (2), 1991, s. 169-185.
HOLLIS, Martin and SMITH, Steve, “Beware of Gurus: Structure and Action in
International Relations”, Review of International Studies, Cilt 17, 1991, s. 393410.
HOPF, Ted, “The Promise of Constructivism in International Relations Theory”,
International Security, Cilt 23 (1), 1998, s. 171-200.
HUDSON, Valerie M., “Culture and Foreign Policy: Developing a Research
Agenda”, Valeri M. Hudson (der.), Culture and Foreign Policy (Boulder, Londra:
Lynne Rienner Pub., 1997), s. 1-24.
HUDSON, Valerie M., “Foreign Policy Analysis: Actor-Specific Theory and the
Ground of International Relations”, Foreign Policy Analysis, Cilt 1 (1), 2005, s, 130.
HUDSON, Valeri M. and VORE, Christopher S., “Foreign Policy Analysis
Yesterday, Today, and Tomorrow”, Mershon International Studies Review, Cilt 39
(2), 1995, s. 209-238.
HUTCHINGS, Kimberly, “The Nature of Critique in Critical International Relations
Theory”, Richard Wyn Jones (der.), Critical Theory & World Politics (Boulder,
Londra: Lynne Rienner Pub., 2001), s. 79-90.
İNALCIK, Halil, “Tanzimat Nedir?”, Halil İnalcık ve Mehmet Seyitdanlıoğlu (der.),
Tanzimat: Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu (Ankara: Phoenix
Yayınları, 2006, s.13-35..
INAYATULLAH, Naeem and BLANEY,David L., “Knowing Encounters: Beyond
Parochialism in International Relations Theory”, Yosef Lapid and Friedrich
Kratochwill (der.), The Return of Culture and Identity in International Relations
Theory (Londra, Boulder: Lynne Rienner Pub., 1996), s. 65-84.
İNCİOĞLU- KARA, Nihal, “Türkiye’de Çok Partili Sisteme Geçiş ve Demokrasi
Sorunları”, Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği (der.), Tarih ve Demokrasi: Tarık
Zafer Tunaya’ya Armağan (İstanbul: Cem Yayınevi, 1992), s. 69-86.
296
JAMES, Patrick, “Systemisim and International Relations: Toward a Reassessment
of Realism”, Micahel Brecher ve Frank P. Harvey (der.), Millenial Reflections on
International Studies (Ann Arbor: The University of Michigan Press, 2002), s. 131142.
JEPPERSON, Ronald L., WENDT, Alexander, KATZENSTEİN, Peter J., “Norms,
Identity, and Culture in National Security”, Peter J. Katzenstein (der.), The Culture
of National Security (New York: Cambridge University Press, 1996), s.33-75.
JONES, Richard Wyn, “Introduction: Locating Critical International Relations
Theory”, Richard Wyn Jones (der.), Critical Theory & World Politics
(Boulder,Londra: Lynne Rienner Pub., 2001), s.1-19.
KAARBO, Juliet, “Foreign Policy Analysis in the Twenty-First Century: Back to
Comparison, Forward to Identity and Ideas”, International Studies Review, Cilt 5,
2003, s. 156-163.
KAHRAMAN, Hasan Bülent, “Bir Zihniyet, Kurum ve Kimlik Kurucusu Olarak
Batılılılaşma”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt
III: Modernleşme ve Batıcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 125-140.
KALİBER, Alper, “Türk Modernleşmesini Sorunsallaştıran Üç Ana Paradigma
Üzerine”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt III:
Modernleşme ve Batıcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 107-124.
KARAOSMANOĞLU, Ali L., “Turkey’s Security and the Middle East”, Foreign
Affairs, Cilt 62 (1), 1983, s. 157-175.
KARAÖMEROĞLU, A. Asım, “Tek Parti Döneminde Halkçılık”, Ahmet İnsel
(der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2004), s.272-283.
KARPAT, Kemal H., “Turkish and Arab-Isareli Relations”, Kemal H. Karpat (der.),
Turkey’s Foreign Policy in Transition: 1950:1974 (Leiden: E. J. Brill, 1975), s.
108-134.
KARPAT, Kemal, “The Ottoman Rule in Europe From the Perspective of 1994”,
Vojtech Mastny ve R. Craig Nation (der.), Turkey Between East and West: New
Challenges for a Rising Regional Power (Boulder: Westview Press, 1996), s. 1-44.
KARPAT, Kemal H,. “Tarihsel Süreklilik, Kimlik Değişimi ya da Yenilikçi,
Müslüman, Osmanlı ve Türk Olmak”, çev. Sönmez Taner, Osmanlı Geçmişi ve
Bugünün Türkiyesi, (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ), s. 19-50.
297
KENT, Marian, “Giriş”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler
(İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999), s. 1-5.
KEOHANE, Robert, “International Institutions: Two Approaches”, International
Studies Quarterly, Cilt 32 (4), 1988, s. 379-396.
KERNER, Robert J., “Russia’s New Policy in the Near East After the Peace of
Adrianople: Including the Text of 16 September 1829”, Cambridge Historical
Journal, Cilt 5 (3), 1937, s. 280-290.
KEYMAN, E. Fuat, “Atatürk ve Dış Politika Vizyonu”, Haydar Çakmak (der.),
Türk Dış Politikası 1919-2008 (Ankara: Platin Yayınları, 2008), s. 155-162.
KİRİŞÇİ, Kemal, “Türkiye ve Müslüman Ortadoğu”, Alan Makovsky ve Sabri
Sayarı (der.), Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen
Dinamikleri (İstanbul: Alfa Yayınları, 2002), s. 51-78.
KOÇAK, Cemil, “Osmanlı/Türk Siyasi Geleneğinde Modern Bir Toplum Yaratma
Projesi Olarak Anayasanın Keşfi: Yeni Osmanlılar ve I. Meşrutiyet”, Tanıl Bora ve
Murat Gültekin (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cit I: Cumhuriyet’e
Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi (İstanbul:
İletişim Yayınları, 2003), s. 71-82.
KÖKER, Levent “Liberal Muhafazakârlık ve Türkiye”, Ahmet Çiğdem (der.),
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2003), s. 274-290.
KÖKER, Levent, “Kemalizm/Atatürkçülük: Modernleşme, Devlet ve Demokrasi”,
Ahmet İnsel (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm
(İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.97-112.
KRATOCHWILL, Friedrich, The Embarrassment of Changes: Neo-Realism as the
Science of Realpolitik Without Politics”, Review of International Studies, Cilt 19,
1993, s. 63-80.
KUBALKOVA, Vendulka, “Foreign Policy, International Politics, and
Constructivism”, Vendulka Kubalkova (der.), Foreign Policy in a Constructed
World (New York, Londra: M.E. Sahrp, 2001), s. 15-37.
KURAN, Ercüment, “The Impact of Nationalism on the Turkish Elite in the
Nineteenth Century”, William R. Polk and Richard L. Chambers (der.), Beginnings
of Modernization in the Middle East (Chicago-Londra: The University of Chicago
Press, 1968), s. 109- 117.
298
KURTOĞLU, Zerrin, “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Siyaset: Pozitivist
Yönetim İdeolojisinin İslam’ın Siyasallaşmasına Katkısı”, Yasin Aktay (der.),
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2004), s.201-216.
LINKLATER, Andrew, “The Question of the Next Stage in International Relations
Theory”, Millennium: Journal of International Studies, Cilt 21 (1), 1992, s. 77-98.
LINKLATER, Andrew, “The Changing Countours of Critical International Relations
Theory”, Richard Wyn Jones (der.), Critical Theory & World Politics (Boulder,
Londra: Lynne Rienner Pub., 2001), s. 23-43.
MARDİN, Şerif, “Yeni Osmanlılar ve Siyasi Fikirleri”, Tanzimattan Cuhuriyete
Türkiye Ansiklopedisi Cilt: VI (İstanbul: İletişim Yayınları, 1985), s. 1698-1703.
MARDİN, Şerif, “Religion and Secularism in Turkey”, Ali Kazancıgil and Ergun
Özbudun (der.), Atatürk: Founder of a Modern State, (Londra: C. Hurst &
Company, 2006), s.191-219.
MARTIN, Leonore, “Turkey’s National Security in the Middle Esat”, Turkish
Studies, Cilt 1 (1), 2000, s. 83-106.
MATEESCU, Dragoş C., “Kemalism in the Era of Totalitarinism: A Conceptual
Analysis”, Turkish Studies, Cilt 7 (2), 2006, s. 225-241.
MAZICI, Nurşen, “27 Mayıs, Kemalizmin Restorasyonu Mu?”, Ahmet İnsel (der.),
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2004), s.555-569.
MERIAGE, Lawrence P., “The First Serbian Uprising (1804-1813) and the
Nineteenth Century Origins of the Eastern Question”, Slavic Review, Cilt 37 (3),
1978, s. 421-439.
MERT, Nuray, “Muhafazakârlık ve Laiklik”, Ahmet Çiğdem (der.), Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık (İstanbul: İletişim Yayınları,
2003), s. 314-345.
MERT, Nuray, “Cumhuriyet Türkiyesinde Laiklik ve Karşı Laikliğin Düşünsel
Boyutu”, Tanıl Bora ve Murat Gültekingil (der.), Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 197-209.
MERT, Nuray, “Türkiye İslamcılığına Tarihsel Bir Bakış”, Yasin Aktay (der.),
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2004), s. 411-419.
299
MİLLAS, Herkül, “Milli Türk Kimliği ve ‘Öteki’ (Yunan)”, Tanıl Bora (der.),
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt IV: Milliyetçilik (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2003), 193-201.
MILLMAN, “Brock Turkish Foreign and Strategic Policy 1934-1942”, Middle
Eastern Studies, Cilt 32 (3), 1995, s. 483-508.
MÜFTÜLER-, BAC, Meltem, “The Never-Ending Story: Turkey and the European
Union”, Middle Eastern Studies, Cilt 34 (4), 2998, s. 240-258.
MÜFTÜLER-BAC, Meltem, “Through the Looking Glass: Turkey in Europe”,
Turkish Studies, Cilt 1 (1), 2000, s. 21-35.
MÜFTÜLER-BAC, Meltem ve GÜNEY, Aylin “The European Union and the
Cyprus Problem 1961-2003”, Middle Eastern Studies, Cilt 41 (2), 2005, s. 281-293.
NARBONE, Luigi ve TOCCI, Nathalie, “Running in Circles? The Cyclical
Relationship Between Turkey and the European Union”, Susannah Verney ve Kostas
Ifantis (der.), Turkey’s Road to European Union Membership: National Identity
and Political Change (Londra&New York: Routledge, 2009), s. 21-33.
NEUMANN, Iver B. ve WELSH, Jennifer M., “The Other in European Selfdefinition: an Addendum to the Literature on International Society”, Review of
International Studies, Cilt 17 (4), 1991, s. 327-348.
OKUTAN Cevat ve EREKER, Fulya, “Türk Dış Politikasında Rejim Unsuru”,
Istanbul Ticaret Universitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt4 (8), 2004, s. 189-204.
ONUF, Nicholas G., “Constructivism: A User’s Manual”, Vendulka Kubalkova,
Nicholas G. Onuf ve Paul Kowert (der.), International Relations in a Constructed
World (Armank, N.Y: M.E. Sharpe, 1998), s. 58-78.
ONUF, Nicholas, “Worlds of Our Making: The Strange Carrer of Constructivism in
International Relations”, Donald J. Puchala (der.), Visions of International
Relations (Columbia: University of South Caroline Press, 2002), s.119-141.
ORAN, Baskın, “Dönemin Bilançosu”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası:
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980
(İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 97-109.
ORAN, “Baskın, Mondros Silah Bırakışması”, Baskın Oran (der.), Türk Dış
Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I:
1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 110-112.
300
ORAN, Baskın, “Lausanne Barış Antlaşması”, Baskın Oran (der.), Türk Dış
Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I:
1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 215-238.
Baskın Oran, “Dönemin Bilançosu”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası:
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980
(İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 655-680.
ÖĞÜN, Süleyman Seyfi, “Türk Milliyetçiliğinde Hakim Millet Kodunun
Dönüşümü”, Nuri Bilgin (der.), Cumhuriyet, Demokrasi, Kimlik (İstanbul: Bağlam
Yayınları, 1997), s. 207-230.
ÖĞÜN, Süleyman Seyfi, “Türk Muhafazakârlığının Kültürel Politik Kökleri”, Ahmet
Çiğdem (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık
(İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 538-582.
ÖNİŞ, Ziya, “Globalization and Party Transformation”, Turkey’s Justice and
Development Party in Perspective”, Peter Brunell (der.), Globalising Democracy:
Party Politics in Emerging Democracies (New York: Routledge, 2006), s. 122-144.
ÖNİŞ, Ziya, “Conservative Globalists versus Defensive Nationalists: Political Parties
and Paradoxes of Europeanization in Turkey”, Journal of Balkan and Near
Eastern Studies, Cilt 9 (3), 2007, s. 247-261.
ÖNİŞ, Ziya ve YILMAZ, Şuhnaz, “Between Europeanization and Euro-Asianism:
Foreign Policy Activism in Turkey During the AKP Era”, Turkish Studies, Cilt 10
(1), 2000, s. 7-24.
ÖZBUDUN, Ergun, “Milli Mücadelede ve Cumhuriyetin Resmi Belgelerinde
Yurttaşlık ve Kimlik Sorunu”, Nuri Bilgin (der.), Cumhuriyet, Demokrasi ve
Kimlik (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997), s. 63-70.
ÖZBUDUN, Ergun, “The Nature of the Kemalist Political Regime”, Ali Kazancıgil
and Ergun Özbudun (der.), Atatürk: Founder of a Modern State (Londra: C. Hurst
& Company, 1997), s. 79-102.
ÖZBUDUN, Ergun, “From Political Islam to Conservative Democracy: The Case of
Justice and Development Party in Turkey”, South European Society & Politics, Cilt
11 (3-4), 2006, 543-557.
ÖZCAN, Gencer, “Türkiye’de Siyasal Rejim ve Dış Politika”, Faruk Sönmezoğlu
(der.), Türk Dış Politikasının Analizi (İstanbul: Der Yayınları, 1994).
301
ÖZERSAY, Kudret, “Montreaux Boğazlar Sözleşmesi”, Baskın Oran (der.), Türk
Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I:
1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 370-384.
ÖZYÜKSEL, Murat, “Abdülhamit Dönemi Dış İlişkileri”, Faruk Sönmezoğlu (der.),
Türk Dış Politikasının Analizi (İstanbul: Der Yayınları, 1998), s. 5-32.
PARK, William, “Turkey’s European Union Candidacy: From Luxembourg to
Halsinki-to Ankara?”, Mediterranean Politics, Cilt 5 (3), 2000, s. 31-53.
PATOMÄKI, Heiki ve WIGHT, Colin, “After Postpositivism? The Promises of
Critical Realism”, International Studies Quareterly, Cilt 44 (2), 2000, s. 213-237.
PIERCE, Richard and REUS-SMIT, Christian, “Critical International Theory and
Constructivism”, European Journal of International Relations, Cilt 4 (3), 1998, s.
259-294.
POLAN, Ronen, “A World of Their Making: An Evaluation of the Constructivist
Critique in International Relations”, Review of International Studies, Cilt 26, 2000,
s. 575-598.
ROBINS, Philip, “The Opium Crisis and Iraqi War: Historical Parallels in TurkeyUS Relations”, Mediterranean Politics, Cilt 12 (1), 2007, s. 17-38.
RODKEY, Frederick Stanley, “Lord Palmerston and the Rejuvenation of Turkey,
1830-1841”, The Journal of Modern History, Cilt 2 (2), 1930, s. 193-225.
ROSENAU, James N. ve HOGGARD, Gary D., “Foreign Policy Behavior in Dyadic
Relationships: Testing a Pre-Theoretical Extension”, James N. Rosenau (der.),
Comparing Foreign Policies: Theories, Findings, and Methods (New YorkLondra: John Wiley &Sons, 1974), s. 117-149.
ROTHSTEIN, Robert R., “On The Costs of Realism”, Richard Little and Michael
Smith (der.), Perspectives on World Politics (London: Routledge, 1991), s.
RUGGIE,John G., “International Structure and Internatonal Transformation: Space,
Time and Method”, Ernst Otto Czempiel ve James N. Rosenau (der.), Global
Changes and Theoretical Challenges (Lexington: Lexington Books, 1989), s. 2135.
SANDER, Oral, “Türk Dış Politikasında Sürekliliğin Nedenleri”, Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 37 (3-4), 1982, s. 105-124.
302
SARIBAY, Ali Yaşar, “Milli Nizam Partisinin Kuruluşu ve Programının İçeriği”,
Yasin Aktay (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık
(İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 576-590.
SCHROEDER, Paul W., “The 19th Century International System: Cahnges in the
Structure”, World Politics, Cilt 39 (1), 1986, s. 1-26.
SEVER, Ayşegül, “The Coompliant Ally? Turkey and the West in the Middle East
1954-1958”, Middle Eastern Studies, Cilt 34 (2), 1998, s. 73-90.
SEZER, Duygu Bazoğlu, “Türk Rus ilişkileri: Düşmanlıktan ‘Fiili’ Yakınlaşmaya”,
Alan Makovsky ve Sabri Sayarı (der.), Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış
Politikasının Değişen Dinamikleri (İstanbul: Alfa Yayınları, 2002), s. 123-156.
SINGER, David “The Level of Analysis Problem in International Relations”, James
N. Rosenau (der.), International Politics and Foreign Policy: A Reader in
Research (NY: The Free Pres, 1969), s.77-88.
SMITH, Anthony D., “The Sacred Dimension of Nationalism”, Millenium: Journal
of International Studies, Cilt 29 (3), 2000, s. 791-814.
SMITH, Steve “Foreign Policy is What States Make of It: Social Construction and
International Theory”, Vendulka Kubalkova (der.), Foreign Policy in a Constructed
World (Armonk, NY: M. E. Sharpe, 2001), s. 38-55.
SOMEL, Selçuk Akşin, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk Kimliği”, Nuri Bilgin
(der.), Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997), s.
71-83.
SNYDER, Richard C., BRUCK, H. W. ve SAPIN, Burton, “The Decision-Making
Approach to the Study of International Relations”, James A. Rosenau (der.),
International Politics and Foreign Policy: A Reader in Research (NY: The Free
Press, 1969), s. 199-206.
SÖNMEZOĞLU, Faruk, “Türkiye-Yunanistan İlişkileri ve Kıbrıs”, Murat Metinsoy
ve Mustafa Eroğlu (der.), Değişen Dünya ve Türkiye’nin Dış Politika Gündemi
(İstanbul: Donkişot Yayınları, 2001), s. 101-117.
TAŞKIN, Yüksel, “12 Eylül Atatürkçülüğü ya da Bir Kemalist Restorasyon
Teşebbüsü Olarak 12 Eylül”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce Cilt: III Modernleşme ve Batıcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.
570-583.
TAYFUR, M. Fatih, “Main Approaches to the Study of Foreign Policy: A Review”,
METU Studies in Development, Cilt 21 (1), 1994, s. 113-138.
303
TAYFUR, M. Fatih, “Systemic-Structural Approaches, World System Analysis and
the Study of Foreign Policy”, METU Studies in Development, Cilt 27 (2-3), 2000,
s. 265-299.
TELLAL, Erel, “Sovyetlerle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası:
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980
(İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 155-177.
TELLAL, Erel, “SSCB’yle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası:
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980
(İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 314-324.
TEPE, Sultan, “Turkey’s AKP: A Model “Muslim Democratic Party?”, Journal of
Democracy, Cilt 16 (3), 2005, s. 69-82.
THIES, Cameron G., “Progress, History and Identity in International Relations
Theory: The Case of the Idealist-Realist Debate”, European Journal of
International Relations, Cilt 8 (2), 2002, s. 147-185.
TOKAY, A. Gül, “Makedonya Sorununa Tarihsel Bir Bakış: 1878-1908”, Kemali
Saybaşılı ve Gencer Özcan (der.), Yeni Balkanlar Eski Sorunlar (İstanbul: Bağlam
Yayıncılık, 1997), s. 23-52.
TOKAY, A. Gül, “II. Meşrutiyet Dönemi Dış İlişkileri: 1908-1914”, Faruk
Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının Analizi (İstanbul: Der Yayınları, 1998),
s. 33-53.
TOKER, Nilgün ve TEKİN, Serdar, “Batıcı Siyasi Düşüncenin Karakteristikleri ve
Evreleri: Kamusuz Cumhuriyetten Kamusuz Demokrasiye”, Uygur Kocabaşoğlu
(der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık
(İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.82-106.
TUNCER, İdil, “Rusya Federasyonu’nun Yeni Güvenlik Doktrini: Yakın Çevre ve
Türkiye”, Gencer Özcan ve Şule Kut (der.), En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal
Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar (İstanbul: Büke Yayınları,
2000), s. 435-460.
TURUNÇ, Hasan, “Islamist or Democratic? The AKP’s Search for Identity in
Turkish Politics”, Journal of Contemporary European Politics, Cilt 15 (1), 2007,
s. 79-91.
TÜRKÖNE, Mümtazer, “Milli Devlet-Laiklik-Demokrasi”, Ersin Kalaycıoğlu ve Ali
Yaşar Sarıbay (der.), Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme (İstanbul: Alfa
Yayınları, 2000), s. 319-334.
304
UZGEL, İlhan ve KÜRKÇÜOĞLU, Ömer , “İngiltere’yle İlişkiler”, Baskın Oran
(der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler,
Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 258-277.
UZGEL, İlhan, “Fransa’yla İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası:
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980
(İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 277-279.
UZGEL, İlhan, “Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye”, Baskın Oran (der.),
Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar,
Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 308-313.
ÜLMAN, Haluk, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-1968)-I”,
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 23 (3), 1968, s. 241273.
ÜLMAN, Haluk ve SANDER, Oral, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler
(1923-1968)–II”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 27
(1), 1972, s. 2-24.
ÜNAL, Hasan, “Balkan Diplomasisinden Bir Kesit: Bulgaristan’ın Bağımsızlık İlanı
ve Osmanlı Dış Politikası: 1908-1909”, Kemali Saybaşılı ve Gencer Özcan (der.),
Yeni Balkanlar Eski Sorunlar (İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 1997), s. 53-70.
ÜNÜVAR, Kerem, “İttihatçılıktan Kemalizme: İhya’dan İnşaya”, Tanıl Bora ve
Murat Gültekin, (der.) Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cit I: Cumhuriyet’e
Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi (İstanbul:
İletişim Yayınları, 2003), s.129-142.
VERBA, Sydney, “Assumptions of Rationality and Non-Rationality In Models of the
International System”, James N. Rosenau (der.), International Politics and Foreign
Policy a Reader in Research (NY: The Free Press, 1969), s. 217-271.
VERNEY, Susannah, “The Dynamics of EU Accession: Turkish Travails in
Comparative Perspective”, Susannah Verney ve Kostas Ifantis (der.), Turkey’s
Road to European Union Membership: National Identity and Political Change
(Londra&New York: Routledge, 2009), s. 93-108.
VOSS, James F. ve DORSEY, Ellen, “Perception and International Relations”, Eric
Singer and Valerie Hudson (der.), Political Psychology and Foreign Policy
(Boulder: Westview Press, 1992), s. 3-27.
305
WALTZ, Kenneth N., “Realist Thought and Neorealist Theory”, Andrew Linklater
(der.), International Relations: Critical Concepts in Political Science, Cilt. IV
(Loraon, New York: Rouledge, 2000), s.1521-1536.
WEBSTER, Donald, “Kehanet, Putları Kırmak, Ulusal İnanç: Türkiye
Cumhuriyeti’nin Deneymi”, Atatürk’ün Düşünce ve Uygulamalarının Erensel
Boyutları, 2-6 Kasım 1981 Uluslararası Sempozyumundan Ayrıbasım, (Ankara:
Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1983), s. 33-40.
WELDES, Jutta, “Constructing National Interests”, European Journal of
International Relations, Cilt 2 (3), 1996, s.275-318.
WELDES, Jutta, “Bureucratic Politics: A Critical Constructivist Assesment”,
Mershon International Studies Review, Cilt 42 (2), 1998, s. 216-225.
WENDT, Alexander “The Agent-Structure Problem in International Relations
Theory”, International Organization, Cilt 41 (3), 1987, s. 335-370.
WENDT, Alexander, “Anarchy is What States Make of it: the Social Construction of
Power Politics”, International Oranization, Cilt 46 (2), 1992, s. 391-425.
WENDT, Alexander, “Constructing International Politics”, International Security,
Cilt 20 (1), 1995, s. 71-81.
WENDT, Alexander, “Identity and Structural Change in International Politics”,
Yosef Lapid and Friedrich Kratochwill (der.), The Return of Culture and Identity
in International Relations Theory (Londra, Boulder: Lynne Rienner Pub., 1996),
s.47-64.
WENDT, Alexander, “On the Via Media: a Reponse to the Critics”, Review of
International Studies, Cilt 26, 2000, s. 165-180.
WIGHT, Colin, “State Agency: Social Action Without Human Activity?”, Review of
International Studies, Cilt 30, 2004, s. 269-280.
YALVAÇ, Faruk, “Uluslararası İlişkiler Kuramında Yapısalcı Yaklaşımlar”, Atila
Eralp (der.), Devlet, Sistem ve Kimlik: Uluslararası İlişkilerde Temel
Yaklaşımlar (İstanbul: İletişim Yayınları, 1997), s. 131-184.
YAVUZ, M. Hakan, “Turkish-Israeli Relations Through the Lens of the Turkish
Identity Debate”, Journal Palestine Studies, Cilt 27 (1), 1997, s. 22-37.
YAVUZ, M. Hakan, 'Towards an Islamic Liberalism? The Nurcu Movement of
Fettullah Gulen', Middle East Journal, Cilt 53 (4), 1999, s. 584-605.
306
YAVUZ, M. Hakan, “Değişen Türk Kimliği ve Dış Politika: Neo-Osmanlıcılığın
Yükselişi”, Şaban H. Çalış, İhsan D. Dağı ve Ramazan Gözen (der.), Türkiye’nin
Dış Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik (Ankara: Liberte Yayınları,
2001), s. 35-63.
YAVUZ, M. Hakan, “Neo-Nurcular: Gülen Hareketi”, Yasin Aktay (der.), Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004),
s. 295-307.
YAVUZ, M Hakan, “Milli Görüş Hareketi: Muhalif ve Modernist Gelenek”, Yasin
Aktay (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık (İstanbul:
İletişim Yayınları, 2004), s. 591- 603.
YAVUZ, M. Hakan ve ÖZCAN, Nihat Ali, “Crisis in Turkey: The Conflıct of
Political Languages”, Middle East Policy, Cilt 14 (3), 2007, s. 118-135.
YEĞEN, Mesut, “Kemalizm ve Hegemonya?”, Ahmet İnsel (der.), Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004),
s. 56-74.
YEŞİLBURSA, Behçet K., “Turkey’s Participation in the Middle East Command
and its Admission to NATO 1950-1952”, Middle Eastern Studies, Cilt 35 (4), 1999,
s. 70-102.
YILDIRIM, Ergün, Hüsamettin İnanç ve Hayrettin Özler, “A Sociological
Representation of the Justice and Development Party: Is it a Political Design or a
Political Becoming?”, Turkish Studies, Cilt 8 (1), 2007, s. 5-24.
YÖRÜK, Zafer, “Politik Psişe Olarak Türk Kimliği”, Tanıl Bora (der.), Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt IV: Milliyetçilik (İstanbul: İletişim Yayınları,
2003), s. 309-324.
YURDUSEV, A. Nuri “‘Level of Analysis’ and ‘Unit of Analysis’: A Case for
Distinction”, Millennium: Journal of International Studies, Cilt 22 (1), 1993, s.
77-88.
YURDUSEV, A. Nuri, “18. ve 19. Yüzyıllarda Avrupa‘da Türk Kimliği”, Nuri
Bilgin (der.), Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik (İstanbul: Bağlam Yayınları,
1997), s.101-115.
YURDUSEV, A. Nuri ve YURDUSEV, Esin, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa
Devletler Sistemine Girişi ve 1856 Paris Konferansı”, İsmail Soysal (der.), Çağdaş
Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1999),
s. 137-147.
307
YURDUSEV, A. Nuri, “Avrupa’yı Kurmak, Türkiye’yi İdare Etmek ve Tarihin
İpoteğinden Kurtulmak”, Şaban H. Çalış, İhsan D. Dağı ve Ramazan Gözen (der.),
Türkiye’nin Dış Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik (Ankara:
Liberte Yayınları, 2001), s. 161-183.
YURDUSEV, Nuri, “Perceptions and Images in Turkish (Ottoman)–European
Relations”, Tareq Y. Ismael ve Mustafa Aydın (der.), Turkey’s Foreign Policy in
the 21st Century: A Changing Role in World Politics (Burlington: Ashgate,
2003), s. 77-99.
ZÜRCHER, Erik Jan, “Jön Türkler, Müslüman Osmanlılar ve Türk Milliyetçileri:
Kimlik Politikları, 1908-1938”, Kemal H. Karpat (der.), Osmanlı Geçmişi ve
Bugünün Türkiye’si, (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ), s. 261-303.
C. INTERNETTEN ULAŞILAN KAYNAKLAR
1. Makaleler
CHECKEL, Jeffrey T., “Constructivist Approahes to European Integration”, Arena
Seminar Papers, (Center for European Studies, May 2006), s. 1-41.
http://www.arena.uio.no/events/seminarpapers/2006/Checkel_May06.pdf.
2. Belgeler
“Genelkurmay Başkanının 27 Nisan 2007 tarihli, BA 08/07 No’lu Basın
Açıklaması”.http://www.tsk.tr/10_ARSIV/10_1_Basin_Yayin_Faaliyetleri/10_1_
Basin_Aciklamalari/2007/BA_08.html.
Helsinki Zirvesi Sonuç Bildirgesi, [http://www.belgenet.com/ arsiv/ab/ helsinki
_sonuc.html]
3. Gazete Haberleri
Ayın Tarihi, Kasım 2002.
Id=92&Yil=2002& Ay=11].
[http://www.byegm.gov.tr/ayintarihidetay.aspx?
Erdoğan:
Bayramınız
Kutlu
Olsun,
Hürriyet,
[http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2004/12/18/hurriyetim.asp].
18
Aralık
2004.
“Hükümet
Genelkurmay’ın Açıklamasını Değerlendirdi”, Hürriyet, 28 Nisan 2007.
[http://www.hurriyet.com.tr/gundem/6424353.asp?gid=7].
308
“Türkiyesiz
Gaz
Rotası
Arıyor”,
Hürriyet,
19
Ekim
[http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=12720858].
2009.
“Erdoğan: Türkiye Azerbaycan’ı Yalnız Bırakmaz”, Hürriyet, 16 Mayıs 2009.
[http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=11664390].
309
ÖZET
Ereker, Fulya, Dış Politika ve Kimlik: İnşacı Perspektiften Türk Dış Politikasının
Analizi, Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. Mustafa Aydın, 311 s.
Bu çalışma, eleştirel uluslararası ilişkiler yaklaşımlarından inşacı bakış açısı
çerçevesinde, Türk dış politikasının belirlenmesinde kimlik unsurunun etkisini
ortaya koymaya çalışmaktadır. Bir başka deyişle, günümüzde yaygın kabul gören
‘Türk kimliğinin değiştiği’ savından hareketle, ‘Türk dış politikasını belirleyen
kimliğin ne olduğu, bu kimliğin zamanla değişip değişmediği ve değişmişse ne
yönde değişime uğradığı’ sorusuna yanıt aranmıştır.
Bir kimlik değişiminden söz edebilmek için öncelikle mevcut kimliğin ortaya
koyulması gerektiği görüşüne dayanılarak, ilk olarak Türkiye devletinin kimliğinin
ne olduğu ortaya koyulmuştur. Bu bağlamda, Tanzimat döneminden başlayan ve
Cumhuriyetin
kuruluşuyla
birlikte
içselleştirilen
batılılaşma/modernleşme
süreçlerinin kimlik inşa edici bir pratik olarak işlediği ve etkileşim ile yapısal
süreçlerle de desteklenen bu pratiklerin, Türkiye’nin kimliğini batılı/modern ve
laik bir kimlik olarak inşa ettiği sonucuna varılmıştır. Buna karşın, devletin
kendini tanımladığı ve topluma da dayattığı kimliği, modernleş(tir)me yoluyla
toplumun her katmanına nüfuz etmiş olsa da, bütünüyle toplumsal meşruiyet
sağlayamamış, farklı etkenlerle ve farklı süreçler içerisinde hep bir yeniden
yorumlama girişimi söz konusu olmuştur. Bu bağlamda, devletin meşruiyetini
dayandırdığı kimliğiyle, ulus olarak adlandırdığımız topluluğun kimliğinin (ulusal
kimlik) birbiriyle uyuşmadığı ve devletin ‘ayrı’ bir kimliğinin olduğu sonucuna
varılmıştır.
Devletlerin dış politikalarını belirleyen kimliği, sözü edilen ve ulusal kimlikten
‘ayrı’ olan devlet kimliğidir. Devletin dış politika pratikleri bu çerçevede analiz
edildiğinde, dış politikanın kaynağı olan ‘ayrı’ kimliğinin, batılı/laik referansı
bağlamında değişime uğramamış olduğu gözlemlenmiştir. Buna karşın değişimin
Türkiye’nin Batı’yı kavrayışında gerçekleştiği, bu durumun içsel süreçlerce
olduğu kadar, etkileşim ve yapısal süreçlerce de desteklendiği sonucuna
varılmıştır.
310
ABSTRACT
Ereker, Fulya, Foreign Policy and Identity: An Analysis of Turkish Foreign Policy
Through the Lenses of the Constructivist Approach, PhD. Thesis, Supervisor:
Prof.Mustafa Aydın, 311 p.
This thesis aims to reveal the identity of Turkish foreign policy, and whether there
occurred a change in this identity. Although the theoretical framework is based on
the constructivist approach, however an analytical eclectisism is preffered, because
of the comprehensive nature of foreign policy analyzing.
It is firstly tried to find out the identity of Turkey, with the argument in mind
that ‘to detect an identity change, it is imperative to identify the identity an actor
has’. Since the Tanzimat reforms, westernization/modernization processes
operated as constructive practices of identity, and through these practices Turkey’s
identity was constructed as western/modern and secular. In the meantime, it is
contended that the interaction and structural processes were in the same way
constitutive. However, the identity which the state based its legitimacy, has not
been identical with the identity of the nation. At the national level, there has
always been a trend to reinterpret the identity imposed by the state, with references
to the Islamic/Ottoman past. In this context, state identity which determines
foreign policy is distinct from the identity of the nation.
In terms of Turkish foreign policy, an analysis of foreign policy practices
reveals that the western/modern and secular identity of the state, unlike the
national identity, has not underwent a dramatic change since the construction
period. However, although Turkey’s (state) identity keeps its western formation,
Turkey has been faced with an identity crisis, mostly because the conception of
West has been changed since the end of the Cold War.
311
Download