T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI Dış Politika ve Kimlik: İnşacı Perspektiften Türk Dış Politikasının Analizi Doktora Tezi Fulya EREKER Ankara, 2010 T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI Dış Politika ve Kimlik: İnşacı Perspektiften Türk Dış Politikasının Analizi Doktora Tezi Fulya Ereker Tez Danışmanı Prof. Dr. Mustafa Aydın Ankara, 2010 Bu tez, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) Yurt Dışı Araştırma Bursu Kapsamında Desteklenmiştir. İÇİNDEKİLER GİRİŞ........................................................................................................................... 1 BİRİNCİ BÖLÜM: KURAMSAL ve KAVRAMSAL ÇERÇEVE........................ 8 I. DIŞ POLİTİKANIN ANALİZİ ve YAPI-EDEN (AGENT-STRUCTURE) SORUNU…………………………………………………………………………….. 8 1. Geleneksel Bireyci ve Bütüncü Yaklaşımlar……………………………………… 10 A. Bireyci Yaklaşımlar: İdealizm, Realizm ve Dış Politika Analizleri………… 10 a. İdealizm…………………………………………………………………….. 10 b. Realizm…………………………………………………………………….. 12 c. Dış Politika Analizleri (DPA)……………………………………………… 14 B. Bütüncü Yaklaşımlar: Neorealizm ve Dünya Sistem Analizleri…………...... 20 a. Neorealizm…………………………………………………………………. 20 b. Dünya Sistem Analizi (DSA)……………………………………………… 25 2. Eleştirel ve Postmodern Yaklaşımlar: Minimum Etkileşim ve Karar Verilemezlik….............................................................................................................. 29 A. Eleştirel Yaklaşımlar………………………………………………………...……. 30 B. Postmodernizm…………………………………………………………….....…… 34 3. Yapı ve Edenin Ontolojik Eşitliği: İnşacı Yaklaşım (Constructivism)……………. 37 A. Uluslararası İlişkilerde Kurallar ve Onuf’un İnşacılığı………………...…………. 40 B. Uluslararası Politikanın Sosyal Teorisi ve Wendt’in İnşacılığı………...………… 44 4. Dış Politikayı Analiz Etmek……………………………………………………...... 51 II. KİMLİK KAVRAMI VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER YAKLAŞIMLARINDA KİMLİK…………………………………………………… 56 1. Kimlik Kavramı…………………………………………………………………… 56 2. Kimlik ve Dış Politika…………………………………………………………....... 61 IKINCI BÖLÜM: KİMLİĞİN İNŞASI…………………………………………… 65 I. BİRİM DÜZEYİ: TÜRKİYE DEVLETİ KİMLİĞİ……………………………...... 65 1. Devleti ‘Kurtarmaktan’ Devleti ‘Kurmaya’ Modernleşme/Batılılaşma Olgusu…... 66 2. Sıfır Noktası: Kemalizm ve Yeni İnsan…………………………………………… 78 II. DEVLET DÜZEYİ: ETKİLEŞİM VE KİMLİK KURUCU ETKİSİ…………….. 88 1.İnşa Sürecinde Önemli Öteki/Batıyla Etkileşim…………………………………… 89 A. Osmanlı Mirası Diplomasi ve Batı……………………………………....... 89 ii B. Milli Mücadele: Batı Gibi Olmak İçin Batıya Karşı Olmak…………......... 117 C. Kemalist İnşa Süreci: Dış Politikada Batıcılık…………………………….. 127 2.Öteki(ler)………………………………………………………………………........ 141 A. Komünizm ve Sovyetler Birliği………………………………………........ 142 B. Eski Uyruk, Zelil Düşman ve Yeni Komşu: Yunanistan………………….. 146 C. Geçmişin Referansı: Araplar ve Ortadoğu……………………………........ 158 III. YAPI: ULUSLARARASI SİSTEMİN YAPISI………………………………….. 169 1. Teorik Belirlemeler: Wendt ve Uluslararası Sistem………………………………. 169 2. Avrupa Uyumu’ndan Soğuk Savaş’a Uluslararası Sistemin Yapısı…………......... 172 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: KİMLİK, ÇIKARLAR ve DEĞİŞİM (Mİ)………………... 181 I.BIRIM DÜZEYI: MİLİTANLAŞMA, LİBERALLEŞME, MUHAFAZAKÂRLAŞMA ve KİMLİK.………………………………………........ 181 1. Çok Partili Hayata Geçiş…………………………………………………………... 181 2. 27 Mayıs ve 12 Eylül: Türk Siyasetinin Deus Ex Machina’sı…………………….. 188 3. İslamcılıktan Milliyetçiliğe 1990’lı Yıllar……………………………………........ 200 4. Muhafazakâr Demokrasi vs. Cumhuriyetçi Muhafazakârlık…………………........ 206 iii II. DEVLET DÜZEYİ: KİMLİK, ÇIKARLAR ve DIŞ POLİTİKA PRATİKLERİ………………………………………………………………………... 214 1. Batı: Jeopolitiğin Kifayet Etmediği Noktada Öteki’leşmek……………………..... 215 A. Soğuk Savaş Sürecinde Türkiye ve Avrupa……………………………….. 217 B. Kimlikler Sorgulanırken 1990’lı Yıllarda Türkiye ve Avrupa………......... 228 2. Bölgesel Güç Türkiye ve Öteki’ler………………………………………………... 241 A. Yeniden Kuzey Komşu: Rusya Federasyonu……………………………... 241 B. Yeni Bir Türk ve Müslüman ‘Biz’: Orta Asya ve Kafkaslar…………........ 245 C. Hep Öteki, Yine Öteki: Yunanistan……………………………………….. 251 D. Yaklaştıkça Ötekileşen: Ortadoğu……………………………………........ 258 III. ULUSLARARASI YAPI: SOĞUK SAVAŞIN SONA ERMESI VE LOCKEAN’DAN KANTIAN’A ANARŞI………………………………........ 266 SONUÇ………………………………………………………………………………. 273 KAYNAKÇA……………………………………………………………................... 280 ÖZET…………………………………………………………………….................... 312 ABSTRACT………………………………………………………………………..... 313 iv GİRİŞ İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan belirli olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar. 1 Karl Marx’ın Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına ait bu sözü, Uluslararası İlişkiler disiplininde 1980’li yılların sonlarında başlayan, 1990’lı yıllarda olgunlaşan ‘Üçüncü Tartışma’ kapsamında yeniden canlandırılmış, bir bakıma kutsallaştırılmıştır. Bu kutsallaştırma, temelde Uluslararası İlişkiler bağlamında her zaman söylenecek iki hikâye olduğuna dair görüşe 2 karşı, daha doğrusu bu iki hikâyeyi bir araya getirmek amacıyla üçüncü bir hikâye ortaya koyma çabasının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Sözü edilen hikâyelerden birisi, toplumun yapısını üreten ve zaman zaman da dönüştüren eden’in (agent) 3 hikâyesidir. Diğeri ise, ‘eden’lerin pratiklerini olanaklı kılan ve de engelleyen ‘yapı’nın (structure) hikâyesidir. Bu iki hikâyeyi biraraya getirme çabası sonucunda çok farklı sentezler ortaya çıkmışsa da, tümünün ortak özelliği yapı ya da eden’den herhangi birine ontolojik öncelik vermekten kaçınmak olmuştur. 4 Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i, çev. Sevim Belli (Ankara: Sol Yayınları, 1990), s. 13. 2 Martin Hollis ve Steve Smith, Explaining and Understanding International Relations (Oxford: Calerondon Press, 1991), s. 1. Kitap bütünüyle bu argüman üzerine inşa edilmiş, kitabın yazarları birisini “iç” (inside), diğerini “dış” (outside) olarak tanımladıkları bu hikayeleri, “açıklamak” ve “anlamak” bağlamında yaptıkları tartışmalar sonucunda, birbirleri yerine geçemeyecek, ayrı olarak varlıklarını sürdürmesi gerekli araştırma odakları olarak ortaya koymuşlardır. 3 İngilizce literatürde agent olarak kullanılan sözcüğün Türkçe’de yaygın kullanılan bir karşılığı yoktur. İlk anda birim veya öğe sözcükleri anlamı karşılar gibi görünse de, agent ‘eylem yeteneği olan’, ‘birşeylerin eyleyeni’ anlamını taşımaktadır. Birim ve öğe gibi sözcüklerin karşılamadığı açık olan bu anlamı, “eden” sözcüğü karşılar görünmektedir. Bkz. Faruk Yalvaç, “Uluslararası İlişkiler Kuramında Yapısalcı Yaklaşımlar”, Atila Eralp (der.), Devlet, Sistem ve Kimlik: Uluslararası İlişkilerde Temel Yaklaşımlar (İstanbul: İletişim Yayınları, 1997), s. 144, dipnot 22. 4 Roxanne Lynn Doty, “Aporia: A Critical Exploration of the Agent-Structure Problematique in International Relations”, European Journal of International Relations, Cilt 3 (3), 1997, s. 367. 1 Uluslararası İlişkiler disiplininde yapı-eden (agent-structure) tartışması olarak bilinen, yapı ya da eden’den hangisine ontolojik öncelik verileceği üzerine inşa edilen bu tartışma, ‘Üçüncü Tartışma’ (eleştirel dönem) ile başlamışsa da, Hollis ve Smith’in iki hikâyesinde görüldüğü üzere, aslında disiplindeki tüm tartışmaların temelinde yatmaktadır. Bu bağlamda yeni bir tartışma da değildir. Disiplinde ‘İkinci Tartışma’ olarak adlandırılan davranışsalcı dönüşüm döneminde, indirgemecilerlesistemciler, mikrocularla-makrocular, içcilerle-dışçılar arasındaki tartışmanın temelinde de yapı-eden sorunu yatmaktadır. Elbette bu tespit yapılırken, gelenekselci-davranışsalcı tartışmasının epistemolojik açıdan pozitivist sosyal bilim çerçevesinde yürütülmüş olduğu, bu bağlamda pozitivizme bir meydan okuma olarak ortaya çıkmış olan eleştirel yaklaşımlardan kesin bir çizgiyle ayrıldığı göz ardı edilmemektedir. Üçüncü bir hikâye söylemek amacıyla ortaya koyulan sentezler, birbirinden farklı biçimlerde ortaya çıkmışlarsa da, bir ‘orta yol’ olmaya en yakın olan, ‘inşacı’ (constructivist) yaklaşım olmuştur. Zaten bu yaklaşım, disiplinde daha önce bir sorun olarak görülmemiş ve bu nedenle de özel olarak ele alınmamış olan yapı-eden konusundaki ontolojik varsayımlar üzerine kurulmuştur. İnşacı yaklaşımların temelinde yer alan, yapı ve eden’den herhangi birisine öncelik verilmemesi gerektiği, bunların karşılıklı olarak birbirini inşa edici olduğu varsayımı, bu çalışmanın da dayandığı temel argümandır. En genel anlamda, Türk dış politikasının bir analizi olarak bu çalışma, yapı ve eden’in birbirlerini karşılıklı inşa ettiği ve birisini diğeri lehine göz ardı etmenin olanaklı olmadığı varsayımı üzerine temellendirilmiştir. Kuramsal anlamda yapı ve eden konusuna tek taraflı bir bakış yerine, ilişkili bir anlayışla yaklaşılmasını sağlayan unsur, pozitivist sosyal bilim çerçevesi dışında, dünyanın sosyal olarak inşa edildiği argümanına dayanan (eleştirel) bakış açısı olmuştur. Yapı ve edenlerin karşılıklı etkileşimi üzerine kurulu olan inşacı yaklaşım da, dünyanın, dolayısıyla da uluslararası ilişkilerin sosyal olarak inşa edildiği varsayımından yol çıkılarak geliştirilmiştir. Bu bağlamda inşacı yaklaşım, yapı ve edenlerin öznelerarası anlamlarca inşa edildiğini öne sürerek ‘kimlik’ kavramını doğrudan yaklaşımın merkezine yerleştirmektedir. Uluslararası ilişkiler, öznelerarası anlamlarla inşa edilen edenlerin birbirleriyle etkileşimlerinin alanı olarak 2 tanımlanmaktadır ve etkileşimi sağlayan dış politika pratikleri de öznelerarası anlamlarca inşa edilmiş kabul edilmektedir. Bu bağlamda inşacılığın ve bu yaklaşım çerçevesinde analiz yapmak üzere yol çıkılmış olan bu çalışmanın anahtar kavramı da ‘kimlik’ olmaktadır. Bu çalışma, yapı ve eden kavramsallaştırması bağlamında ve esasında ‘Dış Politika ve Kimlik’ ana başlığını taşımakla daha en başından kabul edilmiş olduğu gibi, inşacı bakış açısı sınırları içerisinde geliştirilmeye çalışılacaktır. Fakat kaçınılmaz bir durum olarak, herhangi bir teorinin/yaklaşımın lehine diğerlerini dışlamanın, anlayışımızı kısıtlayacağı ve birçok önemli unsuru görmezden gelmeye yol açacağının farkında olarak, bu çalışmada analitik bir eklektizm tercih edilmiştir. Dış politikanın analizi bağlamında yeterli bir çerçeveye sahip olmayan inşacı yaklaşım, Dış Politika Analizi yaklaşımlarından belirli konularda öncülük edebileceği oranda seçici bir şekilde faydalanılarak tamamlanmaya çalışılacaktır. Bu açıklamalar ışığında, çalışmanın araştırma sorusu, en genel anlamda ‘kimlik unsurunun Türk dış politikasına etkisi’dir. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti devleti, eden’i temsil etmek üzere analiz edilecektir. Fakat yapı-eden kavramsallaştırılmasıyla açıklanmaya çalışıldığı üzere, eden olarak devlete odaklanmak, bütünüyle devletlerin Uluslararası İlişkiler’deki birincil konumuyla ilgili ontolojik bir iddia olarak okunmamalıdır. Devlet, açıklamanın kaynağı değil, bizatihi açıklanması gereken sorun olarak ele alınmaktadır. Eden olarak devlet, bu çalışmada verili kabul edilmemekte, sosyal olarak inşa edildiği ya da diğer bir deyişle, bir kimliği olduğu varsayımıyla yola çıkılmaktadır. Bu çerçevede analiz birimi devlet olan bu çalışmada, analiz düzeyi (levels of analysis 5) söz konusu olduğunda, dış politikayı analiz etmenin en iyi yolu olduğu iddiasıyla herhangi bir düzey lehine tercihte bulunulmayacaktır. Kuramsal anlamda bu çalışmanın dayandığı yapı-eden kavramsallaştırmasının doğal bir sonucu olarak, 5 Analiz düzeyleri konusunda, J. David Singer, “The Level-of-Analysis Problem in International Relations”, World Politics, Cilt 14 (1), 1961, s. 77-92 ve A. Nuri Yurdusev, “‘Level of Analysis’ and ‘Unit of Analysis’: A Case for Distinction”, Millennium: Journal of International Studies, Cilt 22 (1), 1993, s. 77-88’e bakılabilir. (Bu makalenin Türkçe çevirisi, “’Analiz Seviyesi’ ve ‘Analiz Birimi’: Bir Ayrım Argümanı” başlığıyla, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt 4 (16), 2007-2008, s.3-19’de bulunabilir.) 3 esasında farklı analiz düzeylerinden söz etmenin anlamlı olmadığı, çünkü her bir düzeyin diğeriyle etkileşim içinde olduğu varsayımıyla yola çıkılmıştır. Bu bağlamda, her analiz düzeyine eşit derecede önem verilmesi gerektiği argümanına bağlı olarak, öncelikle analiz birimi olarak eden/devletin eylemlerini yorumlamak ve bu bağlamda bu eylemlerin kaynağına inmek, ardından ortaya çıkan yorumlama temelinde etkileşimi anlamak ve son olarak da daha derin bağlamı, yani yapıyı ortaya çıkarmak üzere üç düzeyde de analiz yapılmaya çalışılacaktır. 6 Özetlenen kuramsal dayanaklar ışığında bu çalışmada, ‘Türk dış politikasını belirleyen kimliğin ne olduğu, bu kimliğin zaman içerisinde değişip değişmediği ve değişmişse ne yönde değişime uğradığı’ sorularının yanıtlanması amaçlanmaktadır. Bu bağlamda, üç bölümden oluşan tezde, öncelikle Türk dış politikasının analiz edileceği kuramsal çerçeve oluşturulacak, ardından kimlik kavramının dış politika analizinde açıklayıcı gücü ölçülmeye çalışılacaktır. Kimlik kavramının, devletlerin çıkar ve önceliklerini belirleyen unsur olduğu, dolayısıyla dış politika analizinin de temelinde yattığı ortaya koyulduktan sonra ise, kimliğin ne olduğu ve ne şekilde inşa edildiği açıklanacaktır. Bu aşamalardan sonra, söz konusu kimliğin değişip değişmediği sorusuna, üç farklı analiz düzeyinde yanıt aranacaktır. Çalışmanın birinci bölümünde, kuramsal çerçeveyi kurmak bakımından, öncelikle Uluslararası İlişkiler disiplinindeki temel yaklaşımların dış politikayı ne şekilde açıkladıkları incelenecektir. Disiplinde, kuramsal ayrışmanın temelinde yapıeden kavramsallaştırmasının yattığı varsayımıyla, ele alınan yaklaşım ve teoriler pozitivist-postpozitivist genel çerçevesinde sınıflandırılacak ve yapı-eden kavramsallaştırması üzerine oturtularak analiz edilecektir. Kimlik kavramının genel olarak uluslararası ilişkiler, özelde de dış politika analizleri bağlamında açıklayıcılığını ortaya koymak bakımından, bu kavramı pozitivist kuramsal temelleri dolayısıyla analizlerinde ihmal eden geleneksel yaklaşımlardan farklı olarak, kimlik kavramını analizlerinin odağına yerleştiren eleştirel yaklaşımlar biraz daha ayrıntılı ele alınacaktır. Bu bağlamda, bu çalışmanın da kuramsal dayanağı olan inşacı bakış açısı, bu bakış açısını Uluslararası İlişkiler literatürüne tanıştıran ve ardından 6 Bu yönde bir öneri için, Heiki Patomäki ve Colin Wight, “After Postpositivism? The Promises of Critical Realism”, International Studies Quareterly, Cilt 44 (2), 2000, s. 233. 4 günümüzün üzerinde en fazla tartışılan yaklaşımı konumuna getiren iki ayrı teorisyen olan Alexander Wendt ve Nicholas Onuf’un yaklaşımları ışığında açıklanacaktır. Ardından, bir bakıma bu yaklaşımların birçok özelliklerini içinde barındıran ve aynı zamanda onları aşma çabasında olan, bu tez çalışmasında kullanılan yöntem açıklanmaya çalışılacaktır. Bu çerçevede, kimlik perspektifinde dış politika analizi yapmanın inşacı yaklaşımla olanaklı olmakla birlikte, bu yaklaşımın dış politika analizi için yeterli derecede kapsayıcı olmadığı, dahası bizatihi dış politikanın doğası gereği tek bir yaklaşımın sınırları içerisinde kalamayacak kadar kapsayıcı olduğu varsayımına ulaşılması, analitik eklektizmin tercih edilmesinin de kaynağı olmuştur. İlk bölümün ikinci kısmı, doğrudan kimlik kavramını açıklamaya ve anlamaya ayrılmıştır. Farklı disiplinlerin kimlik kavramına yaklaşımları da içerilmekle birlikte, bu kısımda kimlik kavramı, temelde Uluslararası İlişkiler bağlamında ele alınacaktır. Kimlik kavramı, öncelikle uluslararası ilişkiler ve dış politika yazınında açıklayıcı unsur olarak kullanılan ‘ulusal kimlik’ kavramı ile bu çalışmanın araştırma odağını oluşturan ‘devlet kimliği’ kavramı arasındaki farklılıkları vurgulamak amacı çerçevesinde kavramsallaştırılacaktır. Ardından, çalışmanın daha sonraki bölümlerinin alt yapısını oluşturacak şekilde dış politika ve kimlik arasındaki ilişki, inşacı yaklaşımın argümanları temelinde açıklanacaktır. Tahmin etmek için açıklamak, ama açıklamak için de anlamak gerektiği düşüncesiyle ilintili olarak, bir devletin dış politika eylemlerini yorumlamak ve gelecekle ilgili tahminde bulunmak için öncelikle onun kim olduğunu anlamak gerektiği argümanı bu çalışmanın temel dayanaklarından birisidir. ‘Kimliğin İnşası’ başlığını taşıyan, ikinci bölümde amaçlanan da Türk dış politikasını analiz etmeye ve gelecekle ilgili tahmin yürütmeye kalkışmadan önce, Türkiye’yi anlamaktır. Bunun için devlet olarak Türkiye’nin kimliğinin ne olduğu ortaya koyulmaya çalışılacaktır. Bu bağlamda, öncelikle bu kimliğin nasıl inşa edildiği, kurucu unsurlarının ne olduğu, devletin inşa süreci olarak dönemlendirilen bir zaman dilimi çerçevesinde, hem birim, hem etkileşim ve hem de yapı düzeylerinde ayrı ayrı ele alınacaktır. Bu çerçevede, Türkiye Devleti kimliğinin nasıl inşa edildiğinin analizi, temelde modernleşme/batılılaşma olgusu ve bununla ilintili olduğu varsayılan Kemalizm çerçevesinde gerçekleştirilmeye çalışılacaktır. İnşa süreci olarak yapılan 5 dönemlendirme, devletin kimliğinin nasıl inşa edildiği bağlamında yapılacak bir analizin tarihsel geçmişi gözardı ederek hedefine ulaşmasının olanaklı olmayacağı varsayımıyla, Osmanlı İmparatorluğu’nun batılılaşma sürecine girmesiyle bağlantılı olarak kurgulanmıştır. İkinci bölümü oluşturan üç kısımın her biri, ‘birim’, ‘devlet’ ve ‘yapı’ olmak üzere bir analiz düzeyine işaret edecek şekilde oluşturulmuştur. Birinci kısımda, eden olarak devletin kendisine ve devletin (bileşik) kimliğini inşa eden içsel süreçlere, ikinci kısımda devletin dış politika pratiklerini ortaya koyduğu etkileşim süreçlerine ve üçüncü kısımda ise uluslararası sistemin yapısına odaklanılarak, Türkiye devletinin kimliğinin nasıl inşa edildiği, dolayısıyla da ne olduğu ortaya koyulacaktır. Çalışmanın üçüncü ve son bölümünde ise, bir önceki bölümde ortaya çıkan Türkiye devleti kimliğinin değişim dinamikleri ele alınacaktır. Bu bölüm de bir önceki bölümde olduğu şekilde, her biri ayrı bir analiz düzeyini gösterecek şekilde üç kısımdan oluşmaktadır. Bu bağlamda, kimliğin değişim dinamikleri birim, etkileşim ve yapı düzeylerinde ortaya çıkarılmaya çalışılacaktır. Dış politika pratiklerinde görülen her değişim dinamiğinin bir kimlik değişimi olarak görülemeyeceği, aksine bu değişimlerin mevcut kimliği güvence altına almanın bir yolu olarak kullanıldığı varsayımı bu bölümün temelini teşkil etmektedir. Bu bağlamda, özellikle 1990’lı yıllarda Türkiye’nin kimliğinin değiştiği, neo-Osmanlıcı, Pan-Türkist vb. açılımlar gösterdiği iddialarının aksine, kimliğin kriz yaşamakla birlikte değişime uğramadığı ve söz konusu değişim ve açılımların mevcut kimliği koruma güdüsüyle ortaya koyulduğu öne sürülecektir. Türkiye’de Kemalist inşa sürecinin sona erdiği ve toplumsal değişim dinamiklerinin harekete geçtiği, 1950’li yıllardan 2000’li yıllara birim düzeyinde yapılacak bir analizle, inşa süreci sonrasında ortaya çıkan yeni bir kimlik olup olmadığı ortaya koyulmaya çalışılacaktır. Ardından söz konusu kimlik dinamiğinin, 1990’lı yıllarda etkileşim süreçlerindeki dış politika pratiklerine ne şekilde etkide bulunduğu ve aynı zamanda bu etkileşimlerden nasıl etkilendiği açıklanarak, Türkiye’nin kimliğinin değişmediğine dair öne sürülen argüman kanıtlanmaya 6 çalışılacaktır. Son olarak, yine 1990’lı yıllarla birlikte uluslararası sistemin yapısının kimliğin kriz ve değişimine yaptığı etki yapısal süreçlerin analiziyle açıklanacaktır. 7 BİRİNCİ BÖLÜM: KURAMSAL VE KAVRAMSAL ÇERÇEVE Bu çalışma Türk dış politikasını geleneksel yöntemlerin dışında, inşacı perspektif içerisinde sayılabilecek, ama bu yaklaşımın da eksikliklerini aşmaya çalışan farklı bir yöntemle açıklamayı amaçlamaktadır. Bu bağlamda teorik çerçevenin ortaya koyulabilmesi için öncelikle Uluslararası İlişkiler disiplinindeki temel yaklaşımların dış politikayı ne şekilde açıkladıkları incelenecek, ardından bir bakıma bu yaklaşımların birçok özelliklerini içinde barındıran ve aynı zamanda onları aşma çabasında olan ve bu çalışmada kullanılan yöntem açıklanacaktır. I. DIŞ POLİTİKANIN ANALİZİ VE YAPI-EDEN (AGENT- STRUCTURE) SORUNU Dış politika analizi (Foreign Policy Analysis), Uluslararası İlişkiler disiplininin bir alt dalı olarak, dış politikanın kaynakları ile dış politikanın tasarlandığı, kararlaştırıldığı ve uygulandığı süreçleri açıklama girişimleri sonucu ortaya çıkmış bir çözümleme düzeyi (level of analysis)’dir. En geniş anlamıyla devletlerin uluslararası sistemde diğer devletlere karşı davranışları olarak tanımlanabilecek dış politika, tek bir yaklaşımın sınırları içerisine hapsedilemeyecek bir niteliğe sahiptir.7 Bu nedenle dış politika, Uluslararası İlişkiler disiplinindeki hemen tüm temel yaklaşımlar için olduğu kadar, disiplinlerarası bir inceleme gerektirdiği için sosyal bilimler ailesinin farklı yaklaşımları için de bir araştırma alanı oluşturmuş/oluşturmaktadır. Dış politika konusunun yalnızca dış politika analizi yaklaşımının sınırları içinde kalamayacağı gözönüne alındığında, Uluslararası İlişkiler disiplininin temel yaklaşımlarınca nasıl ele alındığının ortaya koyulması gerekmektedir. Disiplindeki her yaklaşım farklı bir bakış açısına sahip olduğundan, dış politika sorunlarını ve dolayısıyla da analizlerini diğerlerinden farklı biçimde ortaya koymaktadırlar. 7 M. Fatih Tayfur, “Main Approaches to the Study of Foreign Policy: A Review”, METU Studies in Development, Cilt 21 (1), 1994, s.113. 8 Uluslararası İlişkiler disiplininde dış politika ya da uluslararası politikaya bakış açılarını ve dolayısıyla analizleri biçimlendiren ve analizlerdeki ayrışmayı belirleyen en derinde yapı-eden sorununun ele alınış biçimidir. Bu nedenle çalışmada temelde Uluslararası İlişkiler literatürünün artık klasik ayrımı haline gelmiş olan gelenekseleleştirel teoriler ayrımına sadık kalınmakla birlikte, 8 bu ayrım, dış politikanın odak noktası olarak alınmasını sağlayacak şekilde yapı-eden tartışması üzerine oturtulacaktır. Yapı-eden tartışması aynı zamanda disiplinde uluslararası politika-dış politika ayrışmasının da temel nedeni olduğundan önemlidir. Disiplinde ‘İkinci Tartışma’ ya da davranışsalcı etki ile başlamış olan bu ayrışma, özellikle ‘Üçüncü Tartışma’ sonrasında yapı-eden konusunda birçok sentez çabası ortaya çıkmış olmasına karşın, henüz herhangi bir birleşmeye dönüştürülebilmiş değildir. Yapı-eden sorunu ontolojik anlamda bu unsurlardan hangisine öncelik verileceği ayrışmasına dayanmaktadır. Bu bağlamda, teorileri yapı-eden sorununu ele alış biçimleri açısından bütüncü (holist), bireyci 9 (individualist) yaklaşımlar ile yapı-eden konusuna etkileşim açısından yaklaşan sentezci yaklaşımlar ve/veya yapılanmacılar10 olarak ayırmak mümkündür. Bunun yanında, bireyci ve bütüncü yaklaşımlar geleneksel teorinin sınırları içerisinde bulunurken, eleştirel teoriler bireyci ya da bütüncü olmadıkları gibi, ne ölçüde sentezci oldukları da tartışmalıdır. Uluslararası İlişkiler literatüründeki klasik ayrımlamanın aksine, bu çalışmada davranışsalcı akım ve sonrası geleneksel yaklaşımlar birlikte ele alınmaktadır. Klasik yazında, davranışsalcı akımın, geleneksel diye adlandırdığı yaklaşımlara tepki olarak ortaya çıktığı olgusundan hareketle böyle bir ayrım yapılmaktadır. Buna karşın, davranışsalcı akımın geleneksel yaklaşımlara yalnızca metodolojik bir başkaldırı olduğu, epistemolojik açıdan geleneksel yaklaşımlarla aynı çizgide durduğu gerçeğinden yola çıkıldığında, davranışsalcı akımın geleneksel başlığı altında değerlendirilmesi yanlış olmayacaktır. Uluslararası İlişkiler disiplininde 1980 sonrasında ortaya çıkan yeni tartışmaların, gelenekselci ve davranışsalcı yaklaşımların paylaştığı pozitivizme bir meydan okuma oldukları göz önüne alındığında, eleştirel ve temelde eleştirel teoriden ortaya çıkan yeni Uluslararası İlişkiler yaklaşımlarının yeni ve ayrı yaklaşımlar olarak ele alınmaları daha uygun olacaktır. 9 Burada bireyci terimi, insan öznesine odaklanmak anlamında değil, eden’e ya da birime odaklanmak olarak anlaşılmalıdır. Bu birim insan/birey ya da bireylerin oluşturduğu gruplar olabileceği gibi, çoğu zaman devlettir. 10 Bireyci yaklaşımlar, edene yapı karşısında öncelik tanıyan ve analiz birimi olarak seçtikleri bireysel aktöre edenliği atfeden yaklaşımlardır. Yapısalcılar, edenleri daha derin yapıların yüzeysel görünümleri olarak kabul ederek, yapıya eden karşısında öncelik tanımaktadır. Buna karşın yapılanmacılar, yapı ve edenin birbirine karşılıklı bağımlılığını vurgulamaktadır. Bkz. dipnot 102. 8 9 1. Geleneksel Bireyci ve Bütüncü Yaklaşımlar A. Bireyci Yaklaşımlar: İdealizm, Realizm ve Dış Politika Analizleri Geleneksel Uluslararası İlişkiler teorilerinin ilk jenerasyonunu oluşturan idealizm ve realizm ile ikinci jenerasyon olarak sayabileceğimiz Dış Politika Analizleri (DPA) yaklaşımları bireyci kategorisi içinde ele alınmalıdır. Bu yaklaşımların “bireyci” olarak sınıflandırılması eden’e odaklanmalarından kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşımlardan idealizm ve realizmde eden, insan doğasından çıkarsanan bir varsayımla rasyonelliğin yüklendiği devlettir. DPA de kendi içerisinde eden-liği hem devlet, hem de doğrudan bireye yükleyen, fakat tümü bireyci olan farklı yaklaşımları barındırmaktadır. a. İdealizm İdealistler, 11 temel olarak Ondokuzuncu yüzyıl liberalizminin insan doğasıyla ilgili görüşlerini benimsemiş ve bu bağlamda insan doğasının esasında iyi ve işbirliğine yatkın olduğu sonucuna varmışlardır. İdealizmin temelindeki en önemli varsayımlarından birisi insanların rasyonel olduğudur. Bu varsayım idealistleri insanların savaşı dış politika için yararlı bir araç olarak görmeyecekleri sonucuna götürmüştür. İnsanların kötü davranışlarının ya da daha doğrudan savaşların nedeni, karşılıklı yanlış anlama ve siyasal süreçlerdeki yanlış yönlendirilmiş zihniyetlerdir. İdealist yaklaşımda dış politikanın ne şekilde ele alındığı konusunda burada ortaya koyulacak görüşlerin birer genelleme olduğu ve idealistlerin kendi içlerinde de farklı söylemler barındırdıkları, tek bir ses olmadıkları belirtilmelidir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya koyulan tüm çalışmaları tek bir başlık altında “idealist” olarak adlandıranlar, daha sonra bu yaklaşıma bir meydan okuma olarak ortaya çıkacak olan realistlerdir. Realistler kendilerini bu şekilde adlandırmadan önce aslında “idealizm” adına konuştuğunu savunan kimse de yoktur. Yine de, tarihsel barış projelerinden Hıristiyan ahlaka, ticaret serbestliğinden dünya federalizmine iki savaş arası dönemin uluslararası ilişkiler söylemleri ortak bazı temellere dayanmakta olduğundan genellemelere gidilmesi olanaklı olmaktadır. Bu bağlamda, disiplinde genel kabul gören bir yaklaşıma dayanılarak, ama aradaki söylem farklılıklarının da farkında olarak burada idealizmin dış politikayı açıklama biçimini belirleyen temel noktalar ele alınacaktır. İki savaş arası dönemin idealist söylemlerinin bir karşılaştırması için bkz. Cameron G. Thies, “Progress, History and Identity in International Relations Theory: The Case of the Idealist-Realist Debate”, European Journal of International Relations, Cilt 8 (2), 2002, s. 147-185 ayrıca bkz. David Long ve Peter Wilson, Thinkers of Twenty Years’ Crisis (Oxford: Clarendon Press, 2003). 11 10 Savaşı önlemenin yolu ise, uluslararası toplumda demokrasi ve barışı kuracak kurum ve mekanizmaların oluşturulmasıdır. Buna göre, nasıl barışı sağlayanlar tarafından oluşturulan Milletler Cemiyeti’nin bir misyonu varsa, idealizmin de bu yönde bir misyonu vardır. 12 İdealizm, bu misyonuyla uluslararası kurumsallaşma konusu üzerinde odaklanmış, hatta Uluslararası İlişkileri uluslararası kurumsallaşmayla aynı anlama taşımıştır. Bu bağlamda, uluslararası kurumsallaşma yoluyla barışın sağlanacağı ve sürdürülebileceği akılcı bir uluslararası ortam yaratma çabası, idealizmin dış politikayı açıklama biçimi haline gelmiştir. 13 Her ne kadar klasik liberalizmin temel varsayımlarından yola çıkmışlarsa da, idealistlerin tümü uluslararası ilişkileri liberaller ya da daha doğru bir deyişle Kantçı geleneğe dayanan liberaller gibi insan toplumunun ilişkileri olarak görmemiş, aksine ulus devletlerin toplamından oluşan bir sistem olarak görmeyi yeğlemişlerdir. Bu bağlamda, Ondokuzuncu yüzyıl liberalizminin insana yüklediği rasyonellik varsayımı Yirminci yüzyılın idealist Uluslararası İlişkiler yaklaşımlarının çoğunda devlete yüklenmiş ve rasyonellik varsayımı devlete eden olmaklığını sağlayan unsur olmuştur. Bu çerçevede Uluslararası İlişkilerin idealist teorisi de uluslararası ilişkiler ve dış politikayı eden’e odaklanarak analiz etmiştir. İdealist teoride yapıyı oluşturan uluslararası sisteme ulus-devletlerin toplamı (ya da insan toplumunun bir toplamı) olmaktan öte bir anlam yüklenmediğinden, yapıya eden üzerinde bir etki olasılığı tanınmamıştır. Uluslararası kurumsallaşma, uluslararası sistemde rasyonel ulus devletlerin kendi çıktıları sonucu oluşturulacak bir durum olarak görülmüştür. Yapıyı gözardı eden ve edene odaklı analiz yapan bireyci bir yaklaşım olmasına karşın idealizm, eden’i açıklayıcı bir çerçeveye sahip değildir. İdealizm, insanın ve dolayısıyla devletin rasyonelliğini varsayarak, insanları/devletleri bu rasyonellikten uzaklaştıran etkiler mevcut olmadığında tüm edenlerin “aynı” rasyonel davranışları ortaya koyacakları argümanına dayandığından, eden’leri farklılaştıran ve bu farklılıklara dayanarak onu açıklamayı sağlayan bir çerçeveden yoksun kalmaktadır. 12 13 Hollis ve Smith, Explaining and Understanding International Relations, s. 19-20. Tayfur, “Main Approaches to the Study of Foreign Policy”, s. 118. 11 b. Realizm İdealizmde görüldüğü şekilde devlete yüklenen eden olmaklık, realizme baktığımızda rasyonellik yanında istek, niyet, inanç gibi diğer insani özelliklerin yüklenmesiyle de desteklenmiştir. Devlete insani özelliklerin yüklenerek edenliğinin sağlanması çabası en kolay şekilde realizmin “devletlerin de insanlar gibi güç çerçevesinde tanımlanan çıkarları peşinde koştukları” önermesinde görülebilir. 14 Bunun yanında, realizmin en güçlü yönlerinden birisini oluşturan, devletlerin bütüncül aktörler olarak kabul edilmesi de aynı şekilde kişileştirmeyle bağlantılıdır.15 Bu çerçevede realizme göre, devletler de insanlar gibi rasyonel ve bütüncül olduklarından, dış politika her devlet için aynı olan ulusal çıkarlarla yönlendirilen devlet davranışlarının etkileşimiyle belirlenmektedir. Yalnızca güç çerçevesinde tanımlanan ve devletleri bilardo topları 16 gibi aynılaştıran ulusal çıkarlar uluslararası sistemin ‘durumun’dan kaynaklanmaktadır. Realizmde uluslararası sistemin bu ‘durumu’ anarşi olarak tanımlanmaktadır. Anarşinin Waltz’dan ödünç alınan bir sözcükle ‘durum’ 17 olarak tanımlanması, realizmde anarşinin yapısalcı anlamda uluslararası sistemin yapısı olarak görülmediğinin altını çizmek içindir. Devletler arasında etkileşimin ortaya koyulduğu saha olan uluslararası sistem anarşiktir, fakat bu anarşi birimlerden bağımsız bir varlığa sahip olan ‘yapı’ değildir. Bu bağlamda realizmde ve özellikle de Morgenthau’da anarşi kavramı Hobbes’un “doğa Uluslararası İlişkiler literatüründe, realizmin babası sayılan ve siyasi realizmin altı ilkesini ortaya koyan Morgenthau’ya göre, devletler doğaları gereği bireyler gibi çıkarları peşinde koşan varlıklardır. Sürekli çıkarları peşinde koşan devletlerden meydana gelen uluslararası sistemde sonu gelmez bir güç mücadelesi söz konusudur ve bu anlamda da “çıkar”, güç ilişkileri çerçevesinde tanımlanmaktadır. Bkz. Hans J. Morgenthau, Uluslararası Politika, Cilt I, çev. Baskın Oran ve Ünal Oskay (Ankara: Türk Siyasi İlimler Derneği, 1970), s. 4-5. 15 Bütüncül aktör varsayımına göre, devletlerin kendi içindeki farklılıklar dış dünyaya karşı hükümetlerin tek bir ağızdan konuşmasına olanak sağlayacak şekilde çözümlenir ve dolayısıyla analitik açıdan dünyaya karşı bütünleşik tek bir birim halinde kabul edilirler. Bkz. Mustafa Aydın, “Uluslararası İlişkilerin ‘Gerçekçi’ Teorisi: Kökeni, Kapsamı ve Kritiği”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 1 (1), Bahar 2004, s. 40. 16 Devletlerin bilardo topları olarak tanımlanması, Morgenthau’un realizmin ilkelerini ortaya attığı dönemden daha sonra adı konulmuş olan “bilardo topu modeli”ne dayanmaktadır. Realizmin bütüncül aktör varsayımını en iyi şekilde açıklayan bu modele göre, devletlerin dış politika davranışlarını belirleyen kendi iç çevrelerinde meydana gelen olaylar değil, birbirleri arasındaki etkileşim (bilardo toplarının birbirlerine çarparak meydana getirdikleri hareket gibi) olacaktır. 17 Kenneth N. Waltz, “Realist Thought and Neorealist Theory”, Andrew Linklater (der.), International Relations: Critical Concepts in Political Science, Cilt IV (Londra, New York: Routledge, 2000), s. 1533. 14 12 durumu”nun realist teoriye aktarımıdır. Bu doğa durumu aynı zamanda realist teori açısından uluslararası ilişkiler alanında iç ve dış ayrımını yaratan temel unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Uluslararası ilişkilerin edenleri olarak devletlerin içsel alanı hiyerarşiyle tanımlanmakta ve anarşinin hakim olduğu ‘dış’tan farklılığı vurgulanarak, uluslararası ilişkiler açısından önemli olanın dışsal alanda bulunacağı çıkarımıyla, ‘iç’ bütünüyle gözardı edilmektedir. Realizmin çizilen bu çerçevede eden’e odaklanan, ayrı bağımsız bir varlık olarak yapının eden üzerindeki etkilerini gözardı eden bireyci bir yaklaşım olduğu açıktır. Fakat dış politikayı açıklayıcı tek ve en önemli analiz aracının ulusal çıkar ve bu bağlamda ortaya koyulan davranışlar/etkileşim olduğu realist teoride bu ulusal çıkarların nereden geldiği konusunda tatmin edici bir açıklama yoktur. İnsan doğasından yapılan bir çıkarımla, devletlerin temel ulusal çıkarları en başta beka, yayılma ve hakimiyet olarak belirlenmiştir ve bu ulusal çıkarlar insan doğasına içkin kabul edildiklerinden, zaman ve mekana bağlı değil, 18 yani verilidirler. Ulusal çıkarları verili almak, nereden kaynaklandıkları sorusunu sormamak, bu çıkarlar peşinde koşan devletleri de verili almak anlamına gelmektedir. Bu bağlamda realizmin eden’e odaklanan, dış politikayı eden açısından açıklayan bireyci bir yaklaşım olarak eden için söyleyecek birşeyi yoktur. Bu durum realizmin pozitivist/rasyonalist çerçevesiyle de uyumludur. Morgenthau’un belirttiği şekilde siyaset nesnel yasalarca yönetilmekteyse, rasyonel bir uluslararası ilişkiler teorisinin amacı da bu uluslararası ilişkileri yöneten nesnel yasaları ortaya çıkarmak olmalıdır. 19 Bunun için de rasyonel/bilimsel bir uluslararası ilişkiler teorisinin temeli, sosyal-kültürel unsurlar gibi zaman ve mekana bağlı ve göreceli kavramlar yerine evrensel bir kavram olan “güç”e, 20 dolayısıyla da güç çerçevesinde tanımlanan çıkarlara dayanmalıdır. Fakat tüm devletler için aynı ve verili olan çıkarlar yoluyla bir devletin belirli koşullar altında, neden belirli bir dış politika davranışını seçtiğini açıklamak olanaksızdır. Realizmin ulusal çıkar 18 Beate Jahn, The Cultural Construction of International Relations (New York: Palgrave, 2000), s. 14. 19 Morgenthau, Uluslararası Politika, s. 3. 20 Jahn, The Cultural Construction of International Relations, s. 15. 13 tanımlaması Weldes’in deyimiyle “devlet davranışını açıklamak için fazla geniş, fazla genel [ve] fazla belirsiz...”dir. 21 c. Dış Politika Analizleri (DPA) Dış Politika Analizinin disiplinde ayrı bir alan olarak ortaya çıkışı, sosyal bilimlerde “davranışsalcı” devrimin yaşandığı döneme rastlamaktadır. Bu dönem, uluslararası politika ve dış politika çalışmalarının Uluslararası İlişkilerde ayrı iki alt-dal olarak ortaya çıktığı tarih olarak da alınabilir. DPA, disiplinde dış politikanın analiz edilme yöntemini önemli oranda değiştirmiş, kendisinden önceki yaklaşımların bakış açılarını bir bakıma tersine çevirmiştir. Bu tersine çeviriş, bir yandan davranışsalcı akımın etkisiyle ‘bilimsel’ bir dış politika teorisi ortaya koymaya çalışan karşılaştırmalı dış politika analizleri, diğer yandan realizmin bütüncül aktör varsayımına soyut varlıklar olan devletlerin kendi başlarına değil, karar alıcıları aracılığıyla hareket ettiklerini öne süren karar verme yaklaşımı temelinde yapılan karşı çıkışla gerçekleştirilmiştir. Karşılaştırmalı dış politika analizleri her ne kadar farklı bir yaklaşım türü olarak görülse de, onun da temelinde karar verme anlayışı olduğundan, 22 genel olarak DPA’nın temelinde karar verme yaklaşımı olduğu söylenebilir. Dış politika analizlerinde bir analiz türü olarak karar verme yaklaşımı, esas itibariyle ilk kez Synder, Bruck ve Sapin tarafından gündeme getirilmiş ve bu yazarlar günümüzde bu konuda artık bir klasik haline gelen çalışmalarında geleneksel yaklaşımlar karşısında devrim sayılabilecek düşünceler öne sürerek karar verme analizlerinin de öncüsü olmuşlardır. Sözü edilen yazarlar devletlerin davranışlarını, o devletin resmi karar alıcılarının davranışları olarak tanımlamış ve analiz için önemli olan unsurun bu karar alıcıların durumu nasıl gördüklerini anlamak olduğunu ileri sürmüşlerdir. 23 Yazarlar tarafından öne sürülen bu temel 21 Jutta Weldes, “Constructing National Interests”, European Journal of International Relations, Cilt 2 (3), 1996, s. 278. 22 James N. Rosenau ve Gary D. Hoggard, “Foreign Policy Behavior in Dyadic Relationships: Testing a Pre-Theoretical Extension”, James N. Rosenau (der.), Comparing Foreign Policies : Theories, Findings, and Methods (New York-Londra: John Wiley &Sons, 1974), s. 119. 23 Richard C. Snyder, H. W. Bruck ve Burton Sapin, “The Decision-Making Approach to the Study of International Relations”, James A. Rosenau (der.), International Politics and Foreign Policy: A Reader in Research (New York: The Free Press, 1969), s. 202. 14 argüman dış politika analizlerine bireyleri, dolayısıyla bu bireylerin içinde çalıştığı grupları ve bu grupların dış politika kararlarını oluşturmak üzere içinde çalıştıkları örgütsel süreçleri getirmiştir. Devlet ve hükümetlerin kendi başlarına değil, karar alıcı olarak adlandırılan somut bireyler aracılığıyla hareket ettikleri görüşünün ortaya koyulması, davranışsalcıların geleneksel olarak adlandırdıkları yaklaşımların (özellikle realizm) en önemli dayanak noktası olan rasyonellik konusunun sorgulanmasına yol açmıştır. Rasyonellik varsayımının sorgulanması; insan rasyonalitesinin “sınırlı” olduğu, bireylerin ihtiyaç ve arzularını optimize etmek yerine “tatmin” olmaya çalıştıkları; eksiksiz bilgiye sahip olamayacakları gibi aynı anda iki ya da üçten fazla alternatifi birden aynı ölçüde değerlendiremeyecekleri; stres altındayken normal koşullarda olduğundan farklı şekilde bilgi toplayacakları ve bireylerin kişisel özellikleri ve kültürel-sosyal eğilimlerinin içinde bulundukları durumu yorumlamalarında etkili olduğu şeklinde önemli çıkarsamalara yol açmıştır. Rasyonellik varsayımına bu şekilde karşı çıkış dış politika analizlerine bugün “bilişsel devrim” olarak adlandırılan dönüşümü getirmiştir. Bilişsel devrimin dış politika yapıcısı bireylerin zihinleri boş birer kukla gibi (tabula rasa) ele alınmalarının olanaksız olduğunu ortaya koymasıyla birlikte, karar verme analizlerine karar vericilerin algılamaları, inanç sistemleri, değerleri, duyguları ve karşı karşıya bulundukları durumlarla ilgili kavramsallaştırmaları dahil olmuştur. Aslında bütün analiz odaklarının ortaya çıkışında ‘algılama’ anahtar kavram olmuştur. Karar vericilerin algılamalarını hangi unsurların etkilediğinin bilinmesi çabasıyla birlikte, bireylerin algılamalarının değerleri, kişisel özellikleri, geçmiş deneyimleri gibi unsurların oluşturduğu inanç sistemlerinden etkilendiği ortaya koyulmuştur. 24 Dış politika analizlerine bireylerin dahil olması, aynı zamanda bu bireylerin karar verme sürecinde çalıştıkları grupların öneminin vurgulanmasına da yol açmıştır.25 Karar vermenin her zaman bir grup eylemi olduğu ve dış politikanın oluşturulma 24 James F. Voss ve Ellen Dorsey, “Perception and International Relations”, Eric Singer and Valerie Hudson (der.), Political Psychology and Foreign Policy (Boulder: Westview Press, 1992), s. 6. 25 Karar alıcıları mensup oldukları küçük grup içerisinde inceleyen ve bu gruba ait olmanın, dış politika kararını ne şekilde etkileyeceğini ortaya koymaya çalışan temel bir çalışma için bkz. Irving Janis, Victims of Groupthink (Boston: Houghton-Mifflin, 1972). 15 sürecinin bütünüyle tek bir bireyin elinde olmadığı görüşüyle yola çıkanlar, dış politika analizlerinde grupların yapısı üzerine odaklanmışlar ve grupların etkisi çok küçük gruplardan, büyük örgütsel yapı ve bürokrasilere kadar değişen düzeylerde en çok analiz edilen alanlardan birisi olmuştur. Bu çerçevede, karar verme yaklaşımları için yapılan klasik bir ayrım olarak dış politikayı açıklamada üç analiz türü olduğu kabul edilmektedir. Graham T. Allison tarafından yapılan sınıflandırmaya göre bu analiz türleri; Rasyonel Aktör Modeli (RAM), örgütsel süreç modeli ve bürokratik politika modelidir. 26 RAM bir DPA yaklaşımı olmasına karşın, aslında realist teorinin DPA içerisindeki temsilcisi olarak da tanımlanabilir. RAM, karar alma faaliyetini, belirli durumlarda merkezi şekilde kontrol edilen, tam bilgi edinmiş ve değerleri maksimize eden rasyonel bir karar alıcı veya bir birimin hareketi olarak açıklamaktadır. 27 Rasyonalite varsayımına dayanan bu modelin temel varsayımları; karar alıcının bütün alternatifleri göz önüne aldığı, gerekli tüm bilgiyi elde ettiği ve kullandığı, fayda/maliyet hesabıyla hareket ederek kararın olumlu ve olumsuz tüm sonuçlarıyla, seçilen kararın uygulanmasının sonuçlarını hesapladığı biçiminde özetlenebilir. Karar alıcı rasyonel varsayıldığından, bu aşamalarla en iyi kararı seçmeye çalışırken kişisel özellikleri, önyargıları ve geçmiş tecrübeleri gibi unsurların etkisine açık değildir, bir bakıma bütün karar alıcılar aynı kişiliğe sahipmiş gibi ele alınır. 28 Bu çerçevede bakıldığında, RAM eden’i dış politika analizlerinin genel çerçevesine uygun bir görünümle bütüncül almaz, dış politika davranışlarını karar alıcıların faaliyetlerinin sonucu olarak görür. Fakat bu noktada DPA’nın genel olarak sorguladığı rasyonalite varsayımına sahip olmasıyla realist argümanlara geri döner. Bireylerin rasyonel varsayılması, sosyal bağlamdan kopuk, inanç, algılama, istek gibi nitelikleri görmezden gelinerek mekanik bir öncelikler sürecine oturtulması 26 Graham T. Allison, Essence of Decision: Explaining the Cuban Missile Crisis (Boston: Little Browm, 1971). Bu klasik ayrıma göre analiz birimi olarak doğrudan bireylerin alındığı analiz türlerinin rasyonalite varsayımına dayandığı gibi bir sonuç çıksa da, DPA çalışmalarının daha ilk yirmi yılı geçmeden psikolojik unsurların, dolayısıyla da rasyonaliteyi reddeden birey odaklı çalışmaların zireye oturmuş olduğu gözden kaçırılmamalıdır. 27 Allison, Essence of Decision, s. 67. 28 Sydney Verba, “Assumptions of Rationality and Non-Rationality In Models of the International System”, James N. Rosenau (der.), International Politics and Foreign Policy a Reader in Research (New York: The Free Press, 1969), s. 219. 16 sonucunu getirmiştir. 29 Sonuçta, rasyonellik dışında bir nitelikleri olmayan karar alıcıların tercihleriyle ortaya koyulacak dış politika davranışı, yine realist teoride olduğu gibi bütüncül bir aktör yaratmaktadır. RAM da realist teori gibi dış politikayı eden üzerinden açıklamasına karşın, eden ile ilgili açıklayıcı bir yaklaşıma sahip değildir. Aslında RAM, dış politika davranışlarını açıklamak için kullanılan bir çerçeve olmaktan çok tercih stratejilerini ortaya çıkarmaya yarayan bir modeldir. 30 Yani, belirli bir dış politika davranışının neden seçildiği ile ilgilenmez, belirli koşullar altında rasyonel aktörlerin rasyonel tercih yapabilmek için hangi tür stratejiler izleyebileceklerini ortaya koymaya çalışır. Yine devletler arası etkileşim sürecini rasyonel bir oyun olarak gören bu modelde de oyunların ortaya koyulduğu yer olan uluslararası sistemin yapısı gözardı edilmiştir. Bu noktada RAM’ın eksiğini gideren davranışsalcı akımın dış politika çalışmaları, hatta Uluslararası İlişkilerdeki ilk yansıması olarak karar verme odaklı analiz türlerinden daha önce ortaya çıkan ve analizlerin odak noktasını davranışlara yönelterek gidermeye çalışan karşılaştırmalı dış politika analizleri olmuştur. Karşılaştırmalı dış politika analizlerinin en önemli dürtüsü ‘bilimsel’ bir dış politika teorisi kurmak olduğundan, gözlemlenebilir davranışlar arasındaki düzenlilikleri analiz etmeye odaklanmıştır. Karşılaştırmalı dış politika analizlerini Uluslararası İlişkiler’le tanıştıran James Rosenau’ya göre, devletlerin davranışlarının biricikliğini (unique) görebilmenin yolu bu davranışların karşılaştırılmasından geçmektedir. 31 Bu çerçevede Rosenau, öncelikle analizlerde karşılaştırma sağlayıcı değişkenleri (dış politikayı açıklayıcı değişkenler olarak incelenen devletin büyüklüğü, gelişmişliği ve siyasal sorumluluk derecesine göre, kişisel, hükümetsel, sosyal, sistemsel ve rol olarak) belirlemiş, bu değişkenlere göre yapılan karşılaştırmalı analizlerle birden fazla devletin dış politikalarındaki benzerlik ya da farklılıkların belirlenebileceğini RAM’da gözardı edilmiş olsa da “öncelik” analizlere sosyal unsurları davet eden bir kavramdır. Dış politika oyununda aktörlerin öncelikleri etkileşimler sonucu değişebilir, yani ya başka bir devletin ortaya koyduğu dış politika davranışı ya da yapının zorlaması aktörlerin önceliklerinde değişiklik yapabilir. Bu değişikliğin gerçekleşmesi aktörün durumu yorumlamasına ve dolayısıyla da anlamlandırmasına yol açacağından mekanik değil bütünüyle sosyal bir süreçtir. Fakat RAM’da aktörlerin sabit, değişmez bir öncelikler demetine sahip oldukları varsayılmıştır. 30 Walter Carlsnaes, “The Agency-Structure Problem in Foreign Policy Analysis”, International Studies Quarterly, Cilt 36 (3), 1992, s. 251. 31 James N. Rosenau, “Introduction”, James N. Rosenau (der.), Comparing Foreign Policies: Theories, Findings, and Methods (New York-Londra: John Wiley &Sons, 1974), s. 11. 29 17 öne sürmüştür. 32 Bu bağlamda bakıldığında, karşılaştırmalı dış politika analizlerinin odak noktası olan davranış nesnel olarak ölçülebilir olduğundan, davranışa odaklanmak aynı zamanda ‘bilimsel’ Uluslararası İlişkiler analizi yapmanın da tek yolu olarak görülmüştür. 33 Pozitivist sosyal bilim çerçevesine uygun olarak bu yaklaşım da bireyi sosyal bir varlık olarak görmez, davranışın ardındaki dürtüleri zihinsel süreçleri- dışlar. Bu eksikliği ise karar verme yaklaşımları denildiğinde ilk akla gelen birey odaklı analiz türleri tamamlamaya çalışmıştır. Dış politika analizlerine bireylerin karmaşık iç dünyalarını getiren karar verme yaklaşımlarının eden’i bireylerdir. Bu yaklaşımlar devleti eden olarak kabul etmezler, çünkü bir soyutlama olan devletin eden olmasına olanak olmadığını, edenliğin yalnızca insanda bulunabileceğini ve dolayısıyla da uluslararası ilişkilerin kaynağının bütünüyle insan olduğunu öne sürerler. 34 Bu bağlamda karar verme yaklaşımlarında analiz düzeyi devlet olmasına karşın, analiz birimleri bireyler, bireylerin oluşturduğu gruplar veya bu grupların içerisinde çalıştıkları bürokratik-örgütsel süreçlerdir. Karar verme yaklaşımları daha çok karar alcıların sübjektif durumuna odaklanmış ve bunu yaparken de bilimsel olmaya çalışmışlardır. Davranışları, bu davranışların ardındaki algılamalar, imajlar, inanç sistemleri gibi sosyal psikolojiden alınan kavramlar yoluyla açıklama yoluna giderek analizlere sübjektif fenomenleri getirmişlerdir. Fakat her ne kadar sübjektif fenomenlere odaklanmış olsalar da, pozitivist epistemoloji çerçevesinde bilimsel olma amacını yitirmediklerinden, bu fenomenleri objektif durumlar olarak tanımlamışlardır. Çünkü pozitivist sosyal bilime göre insanın sübjektifliği, sosyal davranışların objektif olarak analiz edilmesine engel değildir. 35 Bütün bu bilişsel ve psikolojik unsurlar karar alıcıların içerisinde bulundukları objektif gerçekliği doğru şekilde yorumlamalarına ve 32 James N. Rosenau ve Gary D. Hoggard, “Foreign Policy Behavior in Dyadic Relationships: Testing a Pre-Theoretical Extension”, James N. Rosenau (der.), Comparing Foreign Policies, s. 119. 33 Vendulka Kubalkova, “Foreign Policy, International Politics, and Constructivism”, Vendulka Kubalkova (der.), Foreign Policy in a Constructed World (New York-Londra: M. E. Sharp, 2001), s. 18. 34 Valerie M. Hudson, “Foreign Policy Analysis: Actor-Specific Theory and the Ground of International Relations”, Foreign Policy Analysis, Cilt 1 (1), 2005, s, 2. 35 Richard Ashley, “The Poverty of Neorealism”, Robert E. Keohane (der.), Neorealism and Its Critics (New York: Cambridge University Press, 1986), s. 281. 18 dolayısıyla da rasyonel olmalarına engel olan unsurlar olarak ele alınmışlardır. Bu bağlamda, her ne kadar karar alıcıların kararlarını alırken sınırlı bir rasyonaliteye sahip oldukları öne sürülse de bu durum temelde aktörlerin sorunlar ve zorluklar altında en iyi seçeneği tercih etmeleri ile ilgili varsayımlardan çıkarsanmaktadır. Burada karar alıcıların karşısında verili bir seçenekler demetinin varlığı ve bunlar arasından en iyi olanı seçme beklentisi rasyonalite temelinden bütünüyle uzaklaşılmamış olduğunu göstermektedir. 36 Ayrıca, karar verme yaklaşımları birey psikolojisine fazlasıyla odaklandıklarından, bireyin içerisinde bulunduğu sosyal bağlamı ve dolayısıyla da yapıyı gözardı etmişlerdir. Bununla birlikte bireysel düzeyde psikolojik unsurlara odaklanmakla karar alma yaklaşımlarının analiz soruları dış politika ile ilgili olmaktan çok, dış politika kararlarının oluştuğu süreçlerle ilgili olmuştur. 37 DPA’nın özellikle birey odaklı çalışmalarının yapıyı bütünüyle gözardı etmiş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bunun yanında sosyal yapıları bir ölçüde analizlerine dahil eden DPA yaklaşımlarından da söz etmek olanaklıdır. Örneğin, bürokratik politika modeli dış politika kararlarının oluştuğu bürokratik süreçleri inceleyerek, kurumlar yoluyla analizlere yapıyı getirmiştir. Fakat bu modelde sosyal yapı analize yine yalnızca bireyler aracılığıyla girebilmektedir 38 ve bu yapı da dış politikanın oluşturulma sürecini ertkileyen içsel sosyal yapı olmakla sınırlıdır. Dış politika analizlerinde yapının (uluslararası sistemin yapısı olarak) gözardı edilmiş olması, dış politikayla dünya bağlamı arasında ilişki kurulmasını engellemektedir. Dış politika kararlarının ne şekilde ortaya çıktığını bilmek analizler için önemlidir fakat, birey psikolojisinin kararı ne şekilde etkilediği ya da bürokratik ve örgütsel süreçlerin kararların oluşmasında ne türden etkilerinin olduğunun bilinmesi devletler arası alanda bu dış politikaların nasıl bir etki yaptığını ve aynı şekilde devletler arası bağlamın dış politika üzerindeki etkilerini açıklamaya yetmemektedir. 36 Jutta Weldes, “Bureucratic Politics: A Critical Constructivist Assesment”, Mershon International Studies Review, Cilt 42 (2), 1998, s. 222. 37 Kubalkova, “Foreign Policy, International Politics, and Constructivism”, s. 18. 38 Carlsnaes, “The Agency-Structure Problem in Foreign Policy Analysis”, s. 252. 19 B. Bütüncü Yaklaşımlar: Neorealizm ve Dünya Sistem Analizleri a. Neorealizm Bireyci yaklaşımların sorun ve avantajları bağlamında tam karşısında yer alanlar bütüncü/yapısalcı yaklaşımlardır. Yapısal realizm olarak da adlandırılan neorealizm, her ne kadar tartışmalı olsa da geleneksel bütüncü yaklaşımların ilk örneği olarak ele alınabilir. Kenneth Waltz’un 1979’da yayınladığı Theory of International Politics39 kitabıyla Uluslararası İlişkiler literatüründe ayrı bir yaklaşım olarak beliren neorealizm, adından da anlaşılabileceği gibi realist temel üzerine geliştirilmiştir. Fakat Waltz’un neorealizmini realizmden -ve diğer bireyci yaklaşımlardan- ayıran en önemli unsur yapısalcı olma iddiasıdır. Bu çerçevede, neorealizmin yapı-eden tartışmasındaki konumunu belirleyebilmek için öncelikle yapısalcılığı ne şekilde ele aldığının açıklanması gerekir. Waltz neorealizmin, dolayısıyla da yapısalcı Uluslararası İlişkiler teorisinin temellerini öncelikle uluslararası politika teorilerini analiz yollarına göre ‘indirgemeci’ ve ‘sistemsel’ teoriler olarak sınıflandırmakla atmaktadır. İndirgemeci teoriler birimlerin teorisidir, uluslararası politikayı birey ya da ulus düzeyinde analiz ederler. 40 Sistemsel teoriler ise uluslararası sistem düzeyinde işleyen nedenler üzerine odaklanırlar. 41 Fakat Waltz’a göre kendisinden önceki sistemsel analizler de aslında indirgemeci yaklaşımlardır. Neorealizm öncesi sistem analizleri, sistemi devlet ve diğer aktörlerin bir toplamı olarak ele almış ve uluslararası sistemle ilgili değerlendirmeleri bu aktörlerin davranışları ile bu davranışlarla ortaya çıkan etkileşimlerden çıkarsamışlardır. Waltz’a göre böyle bir kabulle ortaya koyulan araştırmalar yine birim düzeyinde bir analiz olacağından, neorealizm öncesi sistem yaklaşımları da indirgemeci yaklaşımlardır. 42 39 Kenneth N. Waltz, Theory of International Politics (Reading, MA: Addison-Wesley Pub. Co., 1979). 40 Ibid, s. 60. 41 Ibid., s. 71. 42 Ibid., s. 60-63. 20 Birim düzeyinde analiz yapan indirgemeci yaklaşımlar Waltz’a göre uluslararası politikayı açıklamak için yeterli değildir. Uluslararası politika ne devletlerin içsel yapısından, ne de dış politika davranışlarının basit bir toplamından analiz edilebilir. Birim düzeyindeki değişkenler sistem düzeyindeki değişkenlerle etkileşim halinde olduğundan, Waltz’a göre devletlerin içsel yapısından yapılacak analizler uluslararası sistemde gözlemlenen sonuçlarla uyuşmayacaktır. 43 Bu değerlendirmenin ardından her iki düzeyde de analiz yapmanın önemli olduğu sonucunu çıkarmak olanaklı olsa da, Waltz bu yönde bir sonuca varmamıştır. Waltz, uluslararası ve birim düzeyinde etkileşim halindeki değişkenlere dayalı bir analizin, bir uluslararası politika teorisi değil, ancak bir dış politika teorisi olabileceğini öne sürererek, 44 birim düzeyinde analiz yapma gerekliliğinden kaçınmıştır. Dış politika analizi değil, uluslararası politika teorisi kurmanın yolu ise, birim ve sistem düzeyindeki etkileşimi kabul etmekle beraber, bunları bir yapıya bağlı kılmaktan geçmektedir. 45 Neorealizmde sistem, birbiriyle etkileşim içindeki birimlerden oluşmaktadır; fakat bu sistemin, kendisini oluşturan birimlerden farklı bir “yapı”sı vardır. Waltz’a sistemin parçalarının toplamından fazla birşey olduğunu düşündüren de bu yapıdır. 46 Yapı, Waltz’un teorisindeki anahtar kavramdır. 47 Yapılar, Waltz’a göre birimlerin özellikleri, davranışları ve etkileşimlerinden soyutlanarak tanımlanmalıdır. Çünkü sistem düzeyindeki değişkenlerle, birim düzeyindeki değişkenler arasında ayrıma gidilebilmesi ve sadece sistem düzeyindeki değişkenlerle analiz yapılan bir sistem teorisine ulaşılması bu şekilde olanaklı hale gelecektir. 48 Birim düzeyindeki değişkenlerden soyutlanmak, siyasal liderler, ekonomik-sosyal kurumlar ve ideolojik 43 Ibid., s. 68. Ibid., s. 71. 45 Waltz bir dış politika teorisi ile uluslararası politika teorisi arasındaki ayrımı şu şekilde ortaya koymaktadır: “...hem uluslararası hem de içsel düzeyi ve hem siyasal hem ekonomik konuları kapsayan tek bir teorinin, basit bir uluslararası politika teorisinden çok daha iyi olacağını kimse reddetmeyecektir. Fakat, kimse henüz bunun nasıl yapılacağını düşünmemiş [bulamamıştır]...” Patrick James, “Systemisim and International Relations: Toward a Reassessment of Realism”, Micahel Brecher ve Frank P. Harvey (der.), Millenial Reflections on International Studies (Ann Arbor: The University of Michigan Press, 2002), s. 131. 46 Waltz, Theory of International Politics, s. 79. 47 Bu noktada Waltz’un öncelikle uluslararası yapılar arasında ayrım yaptığı, yalnızca uluslararası siyasal yapıyla ilgilendiği, ekonomik, kültürel vb. yapıları dışladığı belirtilmelidir. 48 Waltz, Theory of International Politics, s. 74. 44 21 tutumlar ile devletler arası ekonomik, askeri, siyasi ve kültürel etkileşimlerden soyutlanmak demektir. 49 Bütün bu soyutlamalar sonrasında Waltz, yapının birimlerinin konumlanmasına göre tanımlanması gerektiğini öne sürmektedir. Yani, uluslararası sistemin yapısı onu oluşturan birimlerinin sistem içerisindeki konumları ve bu konumlanmayı sağlayan ilkeye göre tanımlanmalıdır. Waltz yapı tanımını oluşturduktan sonra, bir uluslararası politika teorisi kurulurken birimlerin özellikleri ve davranışlarının soyutlanması, göz ardı edilmesinin mantığını sağlamlaştırmak için yapının birimler üzerindeki ‘aynılaştırıcı’ etkisini ortaya koymaya çalışır. Waltz’un neorealizminde yapılar, birimlerin özellikleri, amaçları ve eylemleri farklı olsa da, onları birbirine benzer dış politika çıktıları ortaya koyacakları şekilde etkilemekte ve sınırlamaktadır. Neorealizm, uluslararası sistemin birimlerini fonksiyon olarak birbirinin aynı kabul ettikten sonra, sistem düzeyinde analiz yapabilme olanağını sağlayacak farklı bir değişken olarak “yetenek”leri ortaya koymaktadır. Yetenekler birimlerin özellikleri gibi görünse de, Waltz’a göre bir uluslararası politika teorisinin analiz odağı bu yeteneklerin kendileri değil, “yeteneklerin dağılımı” olmalıdır. Yetenekler birim düzeyinde değişkenler olmasına karşın, yeteneklerin dağılımı sistem düzeyinde bir unsurdur. Yeteneklerin dağılımı daha açık bir ifadeyle, devletlerin sahip oldukları gücün birbirlerine göre durumu olarak ortaya konulabilir. Waltz’un uluslararası sisteminin yapısı “anarşik”tir. Birimlerin birbirlerine karşı duruşlarının hiyararşik düzenlenmiş olduğu ulusal sistemlerden farklı olarak, uluslararası sistemde yapıyı oluşturan birimler arasında hiyerarşi olmadığından, devletlerin temel motivasyonu “bekâ” olmaktadır. Her birim yalnızca kendi bekâsıyla ilgilendiğinden, bu bir “kendini kurtarma”(self-help) sistemi olur ve uluslararası sistemin düzenleyici ilkesi kendini kurtarma (self-help) haline gelir. Özetlenen bu ana çerçevesinden anlaşılacağı gibi, yapısalcı bir teori olarak neorealizmde eden’e yer yoktur. Dış politika çıktılarını ortaya koyan aktörler devletlerdir fakat bu devletlere ‘yapı’ya etki edebilecek, onu değiştirip dönüştürecek Bu tanımlamayı bir bakıma, hem karar verme, hem de karşılaştırmalı dış politika analizleri açısından dış politika analizlerinin bir eleştirisi olarak okumak yanlış olmayacaktır. 49 22 eden’lik yüklenmemiştir. Yapının birimleri aynılaştıran bir unsur olarak ele alınmış olması bu düşüncenin kaynağını oluşturmaktadır. Uluslararası sistemin yapısı tüm devletlerin aynı güdülerle (örneğin güvenlik) hareket etmelerine sebep olan kendini kurtarma (self-help) sistemini getirdiğinden, devletler içsel olarak farklılıkları önemsiz olan bütüncül aktörlerdir. Böylece neorealizmde birimler bütüncül aktör varsayımı yoluyla yapı karşısında önemsizleştirilmiştir. Waltz’un amacı teorisini kurarken “yapı”yı bağımsız değişken olarak almaktır. Yapıyı analizde bağımlı değişken olarak almak indirgemeci yaklaşımların yöntemi olduğundan ve bu durumda analizin kaynaklarının birimler ve birim etkileşimlerinden çıkarsanması zorunluluğu doğacağından Waltz’un amacına da hizmet etmeyecektir. 50 Bu sorun karşısında Waltz yapıyı, birime ait bir özellik olmadığı gerekçesiyle birimlerin uluslararası sistem içerisindeki ‘konumu’ yoluyla tanımlamaktadır. 51 Birimlerin sistem içerisindeki konumları da, yine Waltz’a göre birim düzeyinde bir etken olan yetenek değil, sistem düzeyinde bir etken olan yeteneklerin dağılımı yoluyla belirlenmektedir. Fakat bu noktada Waltz’un her ne kadar aksini öne sürse de yapıyı birimlerinden bağımsız bir şekilde açıklayamadığı görülmektedir. Bunun en önemli nedeni Waltz’un yapıyı yalnızca bir soyutlamaya dayandırmış olmasıdır. 52 Bu, Waltz’un neorealizminin aslında yapısalcı yaklaşımlar arasında olup olmadığı konusundaki tartışmaların da kilit noktasıdır.53 Waltz son kertede yapıyı, birimlerinden bağımsız şekilde tanımlayamadığı halde, birimleri karşısında bağımsız değişken olarak ele almaktadır. Pozitivist sosyal bilim çerçevesinde davranışsal ve nedensel etkilerle ilgilenen Waltz, yapıyı bağımsız değişken olarak almasına karşın bunu dayandıracağı bir temele sahip değildir. Bu 50 John G. Ruggie, “International Structure and Internatonal Transformation: Space, Time and Method”, Ernst Otto Czempiel ve James N. Rosenau (der.), Global Changes and Theoretical Challenges (Lexington: Lexington Books, 1989), s. 22. 51 Dessler bu bağlamda Waltz’un ontolojisini “konumsal ontoloji” olarak tanımlamaktadır. David Dessler, “What is at Stake in the Agent-Structure Debate”, International Organization, Cilt 43 (3), 1989, s. 448. 52 Waltz, Theory of International Politics, s. 80. 53 Kendi yaklaşımını büyük oranda neorealizmin eksiklerine karşı kuran Alexander Wendt’in birçok çalışması bu bağlamda eleştiriler içerir. Özellikle Alexander Wendt, “The Agent-Structure Problem in International Relations Theory”, International Organization, Cilt 46 (2), 1992 ve Alexander Wendt, Social Theory of International Politics (Cambridge: Cambridge University Press, 2000). Ayrıca bkz. Richard Ashley, “The Poverty of Neorealism”. 23 bağlamda Waltz, Wendt’in söylediği gibi, davranışı eden düzeyinde açıklamaktan kaçınmasına karşın, ontolojik olarak indirgemecidir. 54 Waltz’un yapı kavramsallaştırmasında bir diğer sorun yapıyı yalnızca materyal olarak görmesidir. Waltz’a göre gözlemleyemediğimiz bir soyutlama olan yapı, materyal özellikleri yoluyla farkedilmektedir. Sosyal unsurlar (kültür ve ideoloji gibi) birimlerin özellikleridir ve bu bu özellikler yapıyı etkilemez. Çünkü materyal yapı birimleri, kültür ve/veya ideolojileri gibi sosyal niteliklerinden bağımsız şekilde aynı davranışları ortaya koymaya zorlamaktadır. Bu materyal yapı ise birimlerin davranışlarını iki yolla belirlemektedir; sosyalleşme ve rekabet. 55 Waltz bu etkileri birimler arasındaki farklılıkları azaltıcı, aynılaştırıcı olarak ortaya koymaktadır. Bu noktada özellikle sosyalleşmenin etkisinin farklılığının, çeşitliliği azaltmasında aranmış olması tartışmalı görünmektedir. Sosyalleşme birimlere atfedilen bir durumdur Waltz’un teorisinde. Birimler sosyalleşme yoluyla, uluslararası sistemin anarşik yapısının gerektirdiği davranışları ortaya koymayı öğrenmektedirler. Bu durumda sosyalleşmenin birimler arasında gerçekleşen bir süreç olduğu kabul edilmiş olmaktadır. Waltz bu şekilde, birimlerin sosyalleşme/sosyal öğrenme yoluyla kendilerini etkileyen ve sınırlayan yapıyı değiştirebilecek duruma gelebileceklerini gözardı ederek argümanını zayıflatmaktadır. 56 Waltz’un materyal yapısının paylaşılan anlamlar ve bilgiler gibi sosyal süreçleri içermemesi ve dolayısıyla eden’in de bu bilgiler yoluyla yapıyı değiştirme olanaklarının kalmayışı neorealizmin yine en fazla eleştirilen yönlerinden birisi olan değişimin olanaksızlığı konusuna ulaşmaktadır. Bizatihi yapısalcılığı tartışmalı olan neorealizmde, sorunlu bir temele dayansa da son tahlilde yapıya eden karşısında öncelik tanınmış olduğu açıktır. Bu çerçeveye yerleştirilmiş bir yapısalcılığın varacağı sonucun verili ve değişmeyecek bir yapı içinde yer alan devletlerin, bu yapıyı değiştirme olanaklarının olmadığının farkına varmaları ile mevcut yapının meşrulaştırılarak sürdürülmesi olacağı açıktır. 54 Wendt, “The Agent-Structure Problem in International Relations Theory”, s. 341-342. Waltz, Theory of International Politics, s. 74. 56 Naeem Inayatullah ve David L. Blaney, “Knowing Encounters: Beyond Parochialism in International Relations Theory”, Yosef Lapid ve Friedrich Kratochwill (der.), The Return of Culture and Identity in International Relations Theory (Londra, Boulder: Lynne Rienner, 1996), s. 71. 55 24 b. Dünya Sistem Analizleri (DSA) Yapısalcılığı neorealizm gibi tartışmalı olmayan diğer bir bütüncü yaklaşım Immanuel Wallerstein’in Uluslararası İlişkiler literatürüne kazandırdığı Dünya Sistem Analizidir. DSA, en genel ifadesiyle dünya sistemi içerisinde birimlerin birbirleriyle nasıl ilişkili hale geldiğini ortaya koymaya çalışmaktadır. Fakat, bu yaklaşımda dünya sistemi, analiz birimleri ve bu birimleri ilişkili hale getiren değişkenleri, hem aktörleri bireysel olarak ulusal devletler olan, hem de sistemselyapısal olan diğer yaklaşımlardan farklı kavramlarla tanımlanmaktadır. Wallerstein’a göre sosyal fenomenler, “sosyal sistem” olarak adlandırılan bütünlük içinde anlaşılabilir. Sosyal ilişkiler birimlerine indirgenemez ve bu ilişkiler birimlerden analitik olarak bağımsız ve ontolojik olarak da öncel ele alınmalıdır.57 Ulusal devlet ya da birey olsun, dünya sisteminin aktörlerini sistemin ürünü olarak gören bu yaklaşımla DSA, ilk olarak standart analiz birimi olan ulusal devletin yerine “dünya-sistemini” koymaktadır. 58 DSA’nın analiz birimi olan dünya-sistemleri, Uluslararası İlişkiler literaratüründe kendisinden önce ve/veya aynı dönemlerde ortaya koyulmuş olan sistem yaklaşımlarından farklı bir kavramsallaştırmaya sahiptir. Wallerstein’ın analiz birimi olan dünya-sistemi, tarihsel-sistemdir. 59 Tarihsel sistem kavramının yeniliği, 57 Carlsnaes, “The Agency-Structure Problem in Foreign Policy Analysis”, s. 252. Immanuel Wallerstein, World System Analysis: An Introduction (Darham, Londra: Duke University Press, 2004), s. 16-21. 59 Bu tarihsel-sistem kavramsallaştırması, Annales Okulunun ünlü tarihçisi Fernand Braudel’in II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, (İstanbul: Eren Yayınları, 1990) başlıklı kitabında ortaya koyduğu kavramsallaştırmaya dayanmaktadır. Braudel, tarihin farklı zamanlarda ilerlediğini öne sürerek, analizlerin dayanması gereken üç ayrı zaman kategorisi belirlemiştir. Geleneksel tarihin ilgilendiği olayların ‘kısa-tarihi’, ekonomi biliminin “uzun dönem eğilimleri” kavramıyla sosyal bilim literatürüne girmiş olan, ekonomik ve sosyal sistemleri içeren, 20-50 yıllık periyodları kapsayan ‘konjonktürel-tarih’ ve son olarak olayları ve hatta sistem yapılarını aşan, en az yüz yıllık periyodları kapsayan derindeki yapının tarihi olan ‘uzun-dönem’ tarihdir. Fernand Braudel, “History and the Social Sciences”, Peter Burke (der.), Economy and Society in Early Modern Europe: Essays from Annales (Londra: Routledge&Kegan Paul, 1972), s. 13-18. Ayrıca bkz. Fernand Braudel, A History of Civilizations (New York: The Penguin Press, 1994), özellikle ilk bölüm. Wallerstein açısından bu yeni kavramsallaştırmanın en önemli etkisini yapılara yapılan vurguda bulmak mümkündür. Braudel’in tarihte insanların yeri olmadığını söyleyecek kadar [bkz. Fernand Braudel, On History, trans. Sarah Matthews, (Chicago: The 58 25 sistemlerin öncesiz-sonrasız kabul edilişinin bir yana bırakılması ve her sistemin bir başlangıcı olduğu gibi dönüşümünün de olacağının kabul edilmesindedir. 60 Bu çerçevede Wallerstein’ın uluslararası sistem bağlamında yapıyı neorealizmde görüldüğünün aksine verili almadığı düşünülebilir. Fakat, yapı-eden ilişkisi açısından bakıldığında Wallerstein’ın bu konuda çelişkiye düştüğü de açıkça ortaya çıkmaktadır. Dünya sistem analizlerinde yapıya tanınan ontolojik öncelikle birlikte, edenler bu yapının etkilerine indirgenmiştir. Wallerstein’a göre birey, devlet, sınıf vb. aktörlerin tümü yalnızca uluslararası yapının etkilerinin bir ürünüdür. 61 Bu yapı, dünya kapitalist ekonomisinin düzenleyici ilkeleri yoluyla tanımlanır. 62 Devletlerin eden olarak varlıkları da bu kapitalist dünya sistemi ile ilişkileri çerçevesinde açıklanmıştır. Wallerstein’a göre, devletler arası bir sistemde yer alan devletler kapitalizmin kurumlarından birisidir. Kapitalist dünya ekonomisi siyasal bir yapıdan yoksun olduğundan, 63 sistemi birarada tutacak unsur olarak emeğin bölüşümüne dayanmaktadır. Emeğin bölüşümü ise büyük oranda devletlerin ya da devletler arası sistemin varlığına bağlıdır. Çünkü kapitalistlerin her zaman önceliği olan sermaye birikimini sağlayabilmelerinin yolu, kapitalist firmaların uygulamalarını ortaya koyabilecekleri siyasal ve kültürel yapılardan geçmektedir. Modern dünyasisteminde bu siyasal ve kültürel yapıları sağlayan da devletlerdir. 64 Bu bağlamda, University of Chicago Press, 1980), s. 10] determinist olan bakış açısının etkileri, Wallerstein’ın yaklaşımında da kolaylıkla görülebilir. 60 Wallerstein, World System Analysis, s. 18. 61 Ibid., s. 21. 62 Wallerstein, modern dünya sistemini doğrudan kapitalist dünya ekonomisi olarak tanımlamaktadır. Wallerstein’a göre 16. Yüzyılan bu yana içinde bulunduğumuz modern dünya sistemi kapitalist dünya ekonomisidir. Dünya ekonomisi kavramı ise yalnızca dünyaya ait bir sistem ya da ekonomi olmanın ötesinde bu dünyanın bizatihi kendisidir. Bkz. Wallerstein, Ibid., s. 16-17. 63 Wallerstein’a göre, kapitalist dünya ekonomisi, dünya sistemlerinden bir diğeri olan dünyaimparatorluklarından farklı olarak siyasal yapıdan yoksundur. Dünya-imparatorlukları tüm dünya sistemini kapsayan geniş siyasal yapılar olarak tanımlanırken, dünya ekonomisi ortak siyasal bir yapıdan yoksun sayılmaktadır. Devlet olarak adlandırılan birçok siyasal yapı içeren dünya ekonomilerinde siyasal süreç bu devletler arasında işlemektedir. Fakat, devletlerin sınırları dünya ekonomisinden çok daha dar olduğundan, dünya ekonomisi bu devletleri, dolayısıyla da siyasal süreçleri içerir konumdadır. M. Fatih Tayfur, “Systemic-Structural Approaches, World System Analysis and the Study of Foreign Policy”, METU Studies in Development, Cilt 27 (2-3), 2000, s. 283. 64 Ibid., s. 283-284. 26 DSA’da devletler eden olarak sadece kapitalist dünya sisteminin etkileri olmaktan ibarettir. 65 Bu çerçevede, eden’e hiçbir kurucu özellik (eden-lik) atfedilmediğinden, yapının neden ve nasıl kurulduğunu açıklamak da olanaksızlaşmakta, dolayısıyla Wallerstein yapıyı verili almış olmaktadır. Bu durumda, yapıya ontolojik öncelik tanınan, bütüncü/yapısalcı bir yaklaşım olarak DSA’da eden için var olmayan açıklayıcı çerçevenin, aslında yapı için de kurulamadığı görülmektedir. Bütüncü bir yaklaşım olarak DSA’ya bir diğer açıdan bakıldığında, bu yaklaşımın aslında dünya sistemini oluşturan devletlerin davranışlarını açıklama çabası üzerine kurulduğunu da görmek olanaklıdır. Wallerstein analizlerini büyük oranda devletleri dünya ekonomisindeki yapısal konumlarına göre yaptığı sınıflandırma üzerine temellendirmektedir. Bu sınıflandırmadaki ölçüt ise, devletler arasındaki bağlantıları açıklamak amacıyla kullanılan merkez, çevre ve yarı-çevre kavramlarıdır. 66 Bu sınıflandırma aslında uluslararası ilişkiler literatüründeki güçlü-zayıf ve orta büyüklükte devlet sınıflandırmasıyla örtüşmektedir. Wallerstein’ın bu noktadaki farkı, devletler arası etkileşim alanı olarak uluslararası sistemi siyasal değil, kapitalist dünya ekonomisi adıyla ekonomik olarak olarak kavramsalllaştırmış olması ve devletlerin gücünü bu yapıdaki rolleriyle açıklıyor olmasıdır. 67 Uluslararası İlişkilerdeki geleneksel kavramsallaştırmanın aksine, anarşik değil hiyerarşik olarak tanımlanan 68 dünya sisteminde merkez, çevre ve yarı-çevredeki devletler arasındaki ilişkilerde, yine geleneksel Uluslararası İlişkiler yaklaşımlarının anahtar kavramı ‘güç’ öne çıkmaktadır. Hiyerarşik olan sistemin en altında yer alan çevre devletler ve hiyararşinin en üstünde yer alan merkez devletlerdir. Bu hiyararşide ara bir konumda bulunan yarı-çevre devletlerin statü ve güçlerini merkez devletler karşısında artırma mücadelesi ise güç dengesi biçimini alan bir rekabetle 65 Wendt, “The Agent-Structure Problem in International Relations Theory”, s. 346. Wallerstein, World System Analysis, s. 29. Wallerstein, bu noktada merkez, çevre ya da yarı-çevre olanın devlet değil, üretim süreci olduğunun gözden kaçırılmaması gerektiğinin altını çizmesine karşın, pratikte analizlerinde bu kavramları doğrudan devletlere karşılık kullanmaktadır. 67 Tayfur, “Systemic-Structural Approaches”, s. 283-284. 68 Immanuel Wallerstein, Geopolitics and Geoculture: Essays on the Changing World System (Cambridge, New York: Cambridge University Press, 1991), s. 140. 66 27 sonuçlanmaktadır. Güç dengesine göre sistemde tek bir devletin hakim olması ve istediği gibi davranmasına izin verilmediği halde, merkez devletler güçlerini artırma çabalarına devam ederler. Bu noktada, Wallerstein’a göre bir devletin sistemde hakimiyet sağlamasının en etkili yolu, DSA için anahtar bir kavram olan hegemonya’dır. Wallerstein hegemonik gücü, belirli bir zamanda devletler arası sistemde oyunun kurallarını belirleyen, dünya-ekonomisine üretim, ticaret ve finans açısından hakim olan ve amacına en az düzeyde askeri güç kullanımıyla ulaşan, aynı zamanda dünyanın kültürel dilini de formüle eden güç olarak tanımlamaktadır. Hegemonya ekonomik güçle başlamasına karşın, bu konumunu sürdürebilmek için siyasal ve askeri güçle desteklenmelidir. Yine de, kısa bir zamanda diğer merkez güçler ekonomik kapasitelerini artırıp, hegemonik güce meydan okumaya, hegomon devlet de gücünü yitirmeye başlayacaktır. 69 Görüldüğü gibi, Wallerstein merkez-çevre ilişkilerini devletler üzerinden açıklamakla, devletler arası ilişkilerde güç kavramını öne çıkararak ve yine hegemonya kavramıyla hegemonik güç analizi yaparak, aslında yapısalcılığına karşın Carlsnaes’in ifadesiyle, “dünya sistemini oluşturan egemen devletlerin davranışlarını açıklama çabası”ndan çok da uzak değildir. 70 Bu noktada, DSA’nın geleneksel yapısalcı neorealizme bazı kavramsal farklılıklar dışında çok benzediğini öne sürmenin de olanaklı olmadığı özellikle vurgulanmalıdır. DSA’nın neorealizmden en önemli farkı, yapıyı bütünüyle materyal olarak almamasıdır. Wendt’in belirttiği şekilde, yaklaşımı üretim ilişkilerine odaklamak, sosyal ilişkiler üzerine oturtmak, dolayısıyla da materyal almamayı getirmektedir. DSA’nın geleneksel Uluslararası İlişkiler yaklaşımları başlığı altında incelenmesi konusunda literatürdeki tereddüt de büyük oranda bundan kaynaklanmaktadır. Fakat Wallerstein’ın bu sosyal ilişkilerin eden’den bağımsız 69 Wallerstein, World System Analysis, s. 58-59. Carlsnaes, “The Agency-Structure Problem in Foreign Policy Analysis”, s. 252. DSA’nin determinist yapısalcı teorik çerçevesinin aksine aslında dış politika analizi için uygun bir çerçeve sağladığını göstermeye yönelik çalışmaların mevcut olması yaklaşımın bu bağlamdaki çelişkisini de orataya koymaktadır. DSA temelinde yapılmış bir dış politika analizi çalışması için bkz. M. Fatih Tayfur, Semipheriperal Development and Foreign Policy: The Case of Greece and Spain (Aldershot: Ashgate, 2003). 70 28 geliştiğini öne sürmesi, bir düzeyde dünya-sistemini devletten bağımsız bir işleyişe sahip kabul etmesini gerektirdiğinden aslında yapıyı maddeleştirmiş olmaktadır. 71 2. Eleştirel ve Postmodern Yaklaşımlar: Minimum Etkileşim ve Karar Verilemezlik Eleştirel teoriler başlığı altına giren tüm teorilerin ortak noktası olan dünya politikasının sosyal olarak inşa edildiği 72 anlayışı yapı ve eden konusunda tek taraflı bir bakış açısı yerine, ‘ilişkili’ bir anlayış geliştirmelerini getirmiştir. Bu noktada, yapı-eden tartışmasının da aslında tek taraflı olduğunu söylemek önemlidir. 73 Yani bu tartışma, bireyci ya da bütüncü yaklaşımlarca hiç gündeme getirilmemiş olduğu gibi, bu çerçevede yapısalcılığı ya da eden’i savunma girişiminde de bulunulmamıştır. Tartışma, inşacı anlayışla gelişen, yapı ve eden arasında bir ilişki kurma gereğinden doğduğundan, konuyla ilgili çalışma ve tartışmalar da bu yaklaşımın savunucuları arasında gelişmiştir. Bu bağlamda tartışma konusu da yapının mı, eden’in mi önceleneceği değil, aralarındaki ilişkinin nasıl kavramsallaştırılacağı üzerine gelişmiştir. 74 A. Eleştirel Yaklaşımlar Eleştirel Teorinin ve dolayısıyla Eleştirel Uluslararası Teorinin 75 spesifik olarak yapı-eden konusu üzerinde durduğu söylenemez. Fakat, sosyal bilimlerde insan 71 Wendt, “The Agent-Structure Problem in International Relations Theory”, s. 347. Wendt bu bağlamda eleştirel teorilerin tümünün aslında inşacı olduklarını vurgulamaktadır. Alexander Wendt, “Constructing International Politics”, International Security, Cilt 20 (1), 1995, s. 71. İnşacılık/constructivism teriminin bu anlamda kullanıldığı birtakım çalışmalara rastlamak olanaklıysa da, inşacılık teriminin artık belirli bir yaklaşıma işaret ettiği kabul edildiğinden, bu tür sınıflandırmaların zaten karmaşık olan eleştirel teoriler konusunu daha da karmaşık/ayırt edilemez hale getirmek gibi bir olumsuzluk yarattığı söylenebilir. 73 Harry D. Gould “What is at Stake in the Agent-Structure Debate?”, Vendulka Kubalkova, Nicholas Onuf ve Paul Kowert (der.), International Relations in a Constructed World (Armonk, NY.: M. E. Sharpe, 1998), s. 83. Sonnot 2’de yazar, bu durumun kendisine Paul Kowert tarafından hatırlatıldığını belirtmektedir. 74 Ibid. 75 Eleştirel Sosyal ve Uluslararası İlişkiler teorileri daha tanımlanırken tek bir yaklaşım olarak değil, bir yaklaşımlar dizisi olarak tanımlanabilmektedir. Örneğin, Jones Eleştirel Teoriyi bir “takımyıldızı”na benzetmektedir. Richard Wyn Jones, “Introduction: Locating Critical International 72 29 öznesine, pozitivist sosyal bilimlerin görmezden geldiği eden-liği geri vererek ve aynı zamanda sosyal olguların insan eylemlerini etkilediklerini de gözardı etmeyerek yapı-eden konusunda bir bakıma etkileşimi kabul etmektedir. Eleştirel Teorinin kaynağı Frankfurt Okulu, geleneksel teorilerin (pozitivist sosyal bilimlerin) aksine sosyal gerçekliği verili almaz, tarihsel olarak insanlar tarafından inşa edildiğini kabul eder. Örneğin, Max Horkheimer’a göre dünya, bütünüyle insan eylemlerinin ürünüdür. 76 Sosyal olgu ve koşullar insan eyleminin ürünleri olarak görüldükten sonra, bunların değişmez olduğu fikri reddedilerek insanlığın öğretilenlerden farklı potansiyellere sahip olduğu görüşüne varılmaktadır. Böylece, geleneksel teorilerin toplumu verili alarak insanı bu toplumun dönüştürülmesi aşamasında önemsizleştirmesine karşılık, Eleştirel Teori insanın böyle bir potansiyeli olduğunu ortaya çıkarmış olur. İnsan öznesini sosyal bilime geri getirmek ve içinde bulundukları sosyal bağlamın pasif aktörleri olmadıklarını ortaya koymak, doğrudan Eleştirel Teorinin temel hedefi olan özgürleşimi (emancipation) 77 sağlayacak unsur olmaktadır. Bu noktada, Eleştirel Teorinin insan öznesini vurgulamasına karşın yapıyı gözardı eden bireyci bir yaklaşım olduğu düşünülmemelidir. Aksine, gerek Eleştirel Teori, gerekse de Eleştirel Uluslararası Teorinin yapıyı daha fazla vurgulayan yaklaşımlar ortaya koydukları söylenebilir. Bu bağlamda Eleştirel Teorinin Uluslararası İlişkileri en fazla etkilemiş versiyonlarından birisi olan Jürgen Habermas’ın yaklaşımında da yapısal bir vurgu olduğunu görmek mümkündür. Habermas yaklaşımına öncelikle pozitivizmi, hiçbir teorinin bu kriterleri yerine getiremeyeceğini öne sürerek eleştirmekle başlamaktadır. Bu çerçevede, modern toplumlarda politikanın klasik anlamını yitirdiğini, politikanın sosyal düzenle değil, bilimsel rasyonalite çerçevesinde düşünüldüğü için özgürleştirici özelliğini kaybettiğini öne sürmüştür. Devlet, tamamen fonksiyonel ve Relations Theory”, Richard Wyn Jones (der.), Critical Theory & World Politics (Boulder, Londra: Lynne Rienner Pub., 2001), s.4. Bu bağlamda, Eleştirel Teorileri tek tek açıklamak, çalışmanın bu kısmında güdülen amacı fazlasıyla aşacağından yapı-eden sorunu çerçevesinin dışına çıkılmamaya özen gösterilmiştir. 76 Max Horkheimer, Critical Theory: Selected Essays, çev. Matthew J. O’Connell vd., (New York: Seabury, 1972), s. 200. 77 Eleştirel Teoride insanın kendisini gerçekleştirmesi, kendisini engelleyen, sınırlayan derin yapıların engellerinden kurtulması anlamını karşılamak üzere kullanılan emancipation kelimesini, anlam bakımından ayırabilmek için özgürleşme değil, özgürleşim kelimesi kullanılmıştır. Özgürleşme kelimesi ise serbest kalma eyleminin ifade edilmesi gerektiği kısımlarda kullanılmıştır. 30 teknik bir kurum, toplum da bireye dışsal bir düzen olarak düşünülmektedir. Habermas, politikanın bu teknokratik bakış açısından uzaklaşabilmesi, özgürleştirici olunabilmesi için bilimsel akıl yürütme ve rasyonalitenin bilginin özü olduğu görüşünden uzaklaşılması gerektiğini öne sürmüştür. 78 Habermas’a göre, temelinde bilgi oluşturucu çıkarlar 79 kavramı yatan bu tür bir yaklaşımla tek meşru bilginin teknik-ampirik bilgi olduğu iddiasının çürütülmesi, insanın içindeki özne-liğin ortaya çıkarılması, dolayısıyla da Eleştirel Teorinin hedefi olan insan özgürleşmesi sağlanabilecektir. Habermas’ın yaklaşımında insanın özne-liğinin geri verilmesi konusundaki vurguya karşın, diğer yandan öznenin sistem-dünya yaşamı (lifeworld) ayrımı yoluyla önemsizleştirildiği de bir gerçektir. 80 Habermas’ın eleştirel yaklaşımında toplum, sistem ve dünya yaşamı olarak iki perspektife ayrılmıştır. Sistem, piyasa ve siyasal örgütlenmeler gibi çeşitli aygıtlardan oluşurken, dünya yaşamı bireylerin günlük yaşamı olarak, kültürel şekilde ortaya çıkan, dilsel olarak düzenlenmiş bir alan olarak tanımlanmaktadır. 81 Buna göre, Habermas eden olarak insanı bürokrasi ve politika dünyasından çıkarmış ve dünya yaşamına sıkıştırmıştır. Özetle, Habermas da yapıyı eden aleyhine imtiyazlı hale getiren yapısal bir bakış açısına sahiptir denilebilir. 78 Mark Hoffman, “Critical Theory and the Inter-Paradigm Debate”, Millenium: Journal of International Studies, Cilt 16 (2), s. 234. 79 Metodolojik kurallarla ilişkili olan ve pozitivizmin tuzaklarından birisi olan çıkarları tanımlamak için kullanılan bu kavram Eleştirel Teorinin en temel argümanıdır. Habermas bilgi oluşturucu çıkarları; teknik, pratik ve eleştirel olarak üçe ayrılmaktadır. Teknik çıkarlar, özneye hiç başvurulmayan, nesneler arasındaki düzenliliklerle ilgilenen ampirik-analitik bilimlerin çıkarlarıdır. Pratik çıkarlar, öznelerarası anlamaları kavramaya dayanan tarihsel-yorumsamacı bilimlerin çıkarlarıdır. Teknik ve pratik çıkarlar birbirlerini desteklemekle birlikte, Habermas’a göre özgürleştirici özelliğe sahip değildir. Bu noktada, teorik ifadelerin içerdiği ideolojik bağımlılık ilişkilerini belirlemeyi sağlayan eleştirel bilgiye ihtiyaç vardır. Daha fazla bilgi için Jürgen Habermas, Knowledge and Human Interests, çev. Jeremy J. Saphiro (Oxford: Polity Press, 1998), özellikle s. 308-311. 80 Roger Sibeon, Rethinking Social Theory (Londra: Sage Pub., 2004), s. 41. 81 Alexander Anievas, “Critical Dialogues: Habermasian Social Theory and International Relations”, Politics, Cilt 25 (3), 2005, s. 137. 31 Yapıyı eden karşısında vurgulamak Eleştirel Teori içinde Habermas’a özgü bir durum değildir. Eleştirel Teorinin Gramsci’ci koluna 82 ve Uluslararası İlişkilerdeki yansıması olan yaklaşımlara baktığımızda bunun çok daha baskın olduğu görülmektedir. Zaten, Gramsci’ciler çoğunlukla doğrudan yapısalcı yaklaşımlar içinde sınıflandırılsalar da, 83 yapısalcılıktan farkları olduğu kadar, yapılanmacı yaklaşımlarla da ortak özellikleri olması yaklaşımı kararsız bir yerde tutmaktadır. Bunu, yaklaşımını Gramsci’nin görüşleri temelinde geliştiren ve Eleştirel Teorinin etkilerini Uluslararası İlişkiler literatürüne ilk olarak “Social Forces, States and World Orders: Beyond International Relations Theory” başlıklı makalesiyle yansıtan Robert Cox’un görüşlerini izleyerek ortaya çıkarmak olanaklıdır. Cox’a göre eleştirel bir teori, kurumları ve sosyal ilişkileri verili almaz, tarihsel olarak inşa edildiklerini kabul eder. 84 Bu bağlamda Cox’un kilit kavramı tarihselyapılar olan yaklaşımında yapılar, kolektif insan eylemlerinin ürünü olmakta 85 ve bu çerçevede insanlar tarafından oluşturuldukları kabul edilmektedir. Fakat, aynı zamanda yapının da zaman içinde bireylerin düşünce ve eylemlerini biçimlendirdiği vurgulanır. Bu görüşlerden yola çıkarak Cox’un yapı-eden konusunda etkileşimi vurgulayan bir yaklaşıma sahip olduğu sonucuna varmak yanıltıcı olacaktır. Çünkü, nihayetinde Cox eden’i yapılara içkin saymaktadır. Bunun, eden’in doğrudan yapılarca belirlendiği (determined) kabulüne dayanan yapısalcılıkla aynı anlama Eleştirel Uluslararası Teorinin etkilendiği iki önemli kaynak vardır; bunlardan ilki Habermas’ın da dahil olduğu ve Eleştirel Sosyal Teorinin temel çıkış noktası olan Frankfurt Okulu, diğeri ise Antonio Gramsci’nin görüşleridir. Gramsci’nin görüşlerinden yola çıkan Gramscici olarak adlandırabileceğimiz Eleştirel teorisyenler, Frankfurt Okulunun daha fazla vurguladığı kültürel temalarla tamamen ilgisiz olmamakla birlikte, daha çok üretim ilişkilerinin belirleyici olduğu sosyal bir teori bağlamında çalışmışlardır. Gramsci’nin görüşleri için temel olarak bkz. Antonio Gramsci, Letters from Prison, çev. Lynne Lawner (Londra: Quarted Books, 1979). Ayrıca, Gramsci’nin görüşleri üzerine yazılmış eserler olarak bkz., Paul Randsome, Antonio Gramsci: A New Introduction (New York, Londra: Harvester Wheatsheaf, 1992) ve Luciano Pellicani, Gramsci: An Alternative Communism? (Stanford: Hoover Institution Press, 1976). 83 Örneğin Wendt, bireyci ve bütüncü (holist) teorileri gösterdiği tablosunda Gramscici teorileri bütüncü kategorisine yerleştirmiştir. Wendt, Social Theory of International Politics, s. 32. 84 Robert Cox, “Social Forces, States and World Orders Beyond International Relations Theory”, Millenium Journal of International Studies, Cilt 10 (2), 1981, s. 129. 85 Robert Cox, “Production, the State, and Change in World Order”, James N. Rosenau (der.), Global Changes and Theoretical Challenges (Lexington, Mass.: Lexington Books, 1989), s. 38. 82 32 gelmediği iddialarına 86 katılmak bir dereceye kadar olanaklıysa da, sonuçta eden olarak sosyal güçlerin yapı karşısında önemsizleştirildikleri de gözardı edilemez bir durumdur. Cox ya da genel olarak Gramsci’ci yaklaşımlarda edenin yapılara içkin varsayılması, yaklaşımın temelinde yatan tarihsellik fikrinden kaynaklanmaktadır. Tarihsellik kavramıyla analizlere getirilen zaman unsuru, yapıları şimdiki zamanda yaşayanlar/edenler için verili hale getirmektedir. 87 Yapılar geçmişte meydana gelen kolektif insan eylemiyle yaratılmışlardır ve dolayısıyla şimdi’de insanlar verili bir sosyal yapı içerisinde bulunurlar. Bu durumda da [şimdi’de] içinde bulunulan yapılar üzerinde edenin bu yapıyı inşa etme olasılığı kalmamış olur. Edene şimdi’de kurucu özellik tanınmadığı oranda yaklaşımın yapısalcılığa yaklaştığı açıktır. Buna karşın, Eleştirel Teoriler başlığı altında olabilen yaklaşımları yapısalcı olmaktan çok minimum etkileşimi öne süren yaklaşımlar olarak ele almak daha doğru olacaktır. Çünkü, yapılar temelde insan eyleminin ürünü olarak kabul edildiğinden, değiştirilebilme olasılığı ortadan kaldırılmamıştır. Zaten nihai amacı mevcut derin yapıları ortaya çıkararak insan özgürleşimini sağlamak olan eleştirel bir teori için de aksi anlamsız olacaktır. Edeni yapı karşısında önemsizleştirmesi yanında, Cox’un yaklaşımında Eleştirel Teoride eden kavrayışının da eksik olduğu söylenebilir. Cox’ta eden’lik sosyal güçlere atfedilmiştir ve bu sosyal güçler karşılığını sınıf kavramında bulmaktadır. Bieler ve Merton’un belirttiği şekilde, Cox’un yaklaşımında geçen sınıf terimi yalnızca tek bir sınıfa indirgenemez olmakla birlikte, 88 yapıların değişim olasılıklarının son tahlilde üretim ilişkilerine bağlanmış olması, sosyal güçlerin geniş yelpazesini kısıtlar görünmektedir. Gramscici tarihsel-yapı yaklaşımının yapısalcı olmadığı ve hatta yapı-eden sorununa en iyi çözümü sağladığını öne süren bir çalışma için bkz. Andreas Bieler ve Adam David Merton, “The Gordian Knot of Agent-Structure in International Relations: A Neo-Gramscian Perspective”, European Journal of International Relations, Cilt 7 (1), 2001, s. 5-35. 87 Yapı-eden konusuna zaman unsurunu ekleyerek çözüm arayışı temelde Giddens’in yapılanma teorisinin yapı-eden sorununa bir çözüm bulamadığı iddiasıyla yola çıkan Margaret Archer’ın ‘morphogenetic’ yaklaşımına dayanmaktadır. Margaret Archer, Realist Social Theory: The Morphogenetic Approach (Cambridge: Cambridge University Press, 1995). 88 Bieler ve Merton’a göre Cox sınıf kavramını ulusal, dinsel, etnik ya da cinsel her türlü kolektif kimliği kapsayacak şekilde kullanmıştır. Bieler and Merton, “The Gordian Knot of Agent-Structure in International Relations”, s. 22-23. 86 33 B. Postmodernizm 89 Postmodern yaklaşımlar, başlangıçta eleştirel teoriler içinde sayılmalarına karşın, özellikle Eleştirel Teorinin özgürleşim projesine karşı çıkmaları nedeniyle zamanla onlardan ayrışmıştır. Postmodern yaklaşımlar özgürleşim projesine, bu projenin yeni sosyal ve siyasal egemenlik yapılarının tohumlarını attığı gerekçesiyle şüpheyle yaklaşmışlardır. Bu tartışmanın merkezinde postmodernlerin, Habermas’ın sosyal öğrenme ve moral gelişme üzerine kurduğu evrensel ahlak yaklaşımının bizatihi dışlayıcı olduğu iddiası yatmaktadır. Postmodernlere göre, evrensel ahlakların Batı’nın etik kodlarının üstünlüğünü açığa çıkarabilmesini beklemek için hiçbir neden yoktur ve Eleştirel Teori aslında tamamen keyfi olan evrensel ahlak anlayışları üzerine kurulmamalıdır. 90 Bu tartışma, Eleştirel Teoriyi modernite ve aydınlanma projesinin savunucuları konumuna sokarken, postmodernliğin amacı doğrudan aydınlanma projesinin getirdiklerinden duyulan kuşku ve hoşnutsuzluğu açıklamak olarak tanımlanmıştır. 91 Tek bir okul olmamakla birlikte -ki zaten özünde tüm temellere karşı olduklarından göstergebilim bunu kendileri (semiotic), reddederler- soykütüğü yapı-çözümcü (genealogy) ve (deconstruction), metinlerarasıcılık (intertextualism) olarak ayrılan bu yaklaşımların temel çıkış noktaları bu bağlamda aynıdır. Postmodern yaklaşımlar öncelikle bilgi, gerçeklik ve anlamın nasıl inşa edildiğini sorunsallaştırarak Batı rasyonalizmi ve pozitivizminin dayandığı temelleri sarsmak Bu yaklaşımlar genellikle postmodern ya da post-yapısalcı olarak adlandırılırlar. Türkçe literatürde daha yaygın kullanım olduğundan bu çalışmada genellikle postmodern terimi tercih edilmiş, fakat bu yaklaşıma dahil yazarlardan yapılan alıntılarda –bu şekilde kullanılmışsa- post-yapısalcılık terimi değiştirilmeden bırakılmıştır. Bu bağlamda, bu çalışmada iki terim birbirlerinin yerine geçecek şekilde okunmalıdır. 90 Linklater, “The Question of the Next Stage in International in International Relations Theory”, Richard Wyn Jones (der.), Critical Theory & World Politics (Boulder, Londra: Lynne Rienner Pub.), s. 80. 91 Donna U. Gregory, “Foreword”, James Der Derian and Michael Shapiro (der.), International/Intertextual Relations: Postmodern Readings of World Politics (Lexington: Lexington Books, 1989), s. xiii. 89 34 hedefiyle ona meydan okumaktadırlar. Anlamın nasıl yerleştirildiği, sorgulandığı ve nasıl yorumlanıp yeniden yerleştirildiği sorusunu sorarak, bilgi pratiklerinin ortaya koyulduğu metinleri ele alarak hakim hiyerarşileri tersyüz etmeye yönelirler. 92 Bu çerçevede ilk başta teorinin kendisi, her biri yeni egemenlik temelleri kurmaya çalışan anlatılar olarak analiz nesnesi haline gelmektedir. Bu nedenle postmodern yaklaşımlar için kendilerini “hiç bir yer”de konumlandırmak çok önemlidir.93 Postmodern teoriler durdukları bu “hiç bir yer”den geleneksel teorilerin nerede ve nasıl konumlandığını, bir teorinin hangi koşullarda diğerleri karşısında hakim konuma ulaştığını ve teorinin nasıl çoğunlukla keyfi olarak olaylardan ayrıştırıldığını ortaya çıkarmak, böylece verili tüm sınırlara meydan okumak amacındadırlar. 94 Postmodernler bu tür bir yaklaşımla kuramsal tartışmaların merkezine geleneksel metodoloji tartışmaları yerine epistemolojiyi yerleştirince, Uluslararası İlişkilerin temel sorusu “bildiklerimizi nasıl biriliriz”e dönüşmüş, çalışmalar da uluslarararası ilişkilerin (dolayısıyla dış politikanın) ne olduğundan daha çok, disiplin olarak Uluslararası İlişkilerin söylemsel pratiklerinin bunu nasıl inşa ettikleri olmuştur. 95 Postmodern yaklaşımlar da Eleştirel yaklaşımlar gibi yapı-eden sorunuyla özel olarak ilgilenmemiştir. Fakat genel olarak, kuramsal bağlamda tüm sentezlere karşı oldukları gibi yapı-eden konusunda da sentezlere karşıdırlar. Bu tartışmanın temelini oluşturan yapının mı, edenin mi ontolojik önceliğe sahip olacağı konusunun ise “karar verilemez” olduğunu öne sürmektedirler. 96 Postmodernlerin bu karar verilemezlik anlayışı hiç bir konumda konumlanmama tercihi ile ilişkili olsa da, 97 92 Mark Hoffman, , “Restructuring, Reconstruction, Reinterpretation, Rearticulation:Four Voices in Critical International Theory”, Millennium: Journal of International Studies, Cilt 20 (2), 1991, s. 178. 93 Richard Ashley, “Living on Border Lines: Man, Postructuralism, and War”, James Der Derian and Michael Shapiro (der.), International/Intertextual Relations (Lexington: Lexington Books, 1989), s. 272. 94 James Der Derian, “Boundaries of Knowledge and Power in International Relations”, James Der Derian and Michael Shapiro (der.), International/Intertextual Relations (Lexington: Lexington Books, 1989), s. 6. 95 Kimberly Hutchings, “The Nature of Critique in Critical International Relations Theory”, Richard Wyn Jones (der.), Critical Theory & World Politics, s. 82. 96 Doty, “Aporia: A Critical Exploration of the Agent-Structure Problematique in International Relations” ve Ernesto Laclau, Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme, çev. Ertuğrul Başer (İstanbul: Birikim Yayınları, 2003), s. 93. 97 Ashley, “Living on Border Lines”, s. 278. 35 daha derinde özne ve nesnenin yok oluşuyla ilgili görüşleriyle ilintili görünmektedir. Postmodern/post-yapısalcı yaklaşımlar bu bağlamdaki fikirlerini, yapısalcı dil teorisinin metinlerarasıcılığından aktarmışlardır. Metinlerarasıcılık, metinlerin yalnızca metinlerarası okunabileceğini öne sürmekle yazarı ortadan kaldırmışlardır. Bu durum doğrudan insan unsuruna götürüldüğünde, insan herhangi birşeyin merkezi olmaktan çıkmış olur. Bu bağlamda, Aydınlanmanın tarihi yapan insanı ölmüş olur. Yapısalcı dil teorisinden farklı olsalar da, postmodernler özne ve nesnenin yok oluşu fikrini sürdürmüşlerdir. 98 Çünkü, özneyi doğrudan söylemin içine yerleştirirler ve böylece öznenin özne-liğini ortadan kaldırırlar. Yapı-eden açısından bakıldığında, edenler gibi yapılar da söyleme yerleştirilmiştir. Doty bunu pratiği öne çıkarmak, vurgulamak olarak açıklamaktadır. 99 Postmodernizme göre yapıları da, edenleri de inşa eden pratiklerdir. Pratikler ise söylemlere yerleşik olan anlamlardır. Bu bağlamda edeni de, yapıyı da söylem yaratmış olmaktadır. Postmodern yaklaşımlar söylemden bağımsız özne varsayımına karşı olduklarından, özneye söylem/sosyal öncesi eden-lik atfeden tüm yaklaşımları (özelde inşacı yaklaşımı) eleştirirler, 100 çünkü postmodern yaklaşımlar insana içkin bir eden-lik kabul etmez. Zaten, söylem odak noktası olduğunda verili eden varsayımı da ortadan kalkmış olur. 101 Yapıyı da söylem tarafından inşa edilmiş varsayan postmodern yaklaşımlar, aktörün özne-liği ile aynı zamanda/dolayısıyla öznelerarasıcılığı da gözardı ederler. 102 Öznelerarası anlamlar ve etkileşim gibi unsurlar yok sayıldığında yapı ve eden arasında bir ilişki olması da söz konusu olmayacaktır. Bu bağlamda yapı-eden kavrayışını bütünüyle söylem içine yerleştirerek postmodernlerin de aslında yapısalcılar kadar determinist oldukları söylenebilir. 98 Chris Brown, “Turtles All the Way Down: Anti-foundationalism, Critical Theory and International Relations”, Andrew Linklater (der.), Critical Concepts in Political Science (Londra, NY: Routledge, 2000), s. 1664. 99 Doty, “Aporia: A Critical Exploration of the Agent-Structure Problematique in International Relations”; s. 377. 100 Ibid., s. 380-381. 101 Roxanne Lynn Doty, “Desire All the Way Down”, Review of International Studies, Cilt 26, 2000, s. 138. 102 Sibeon, Rethinking Social Theory, s. 18. 36 3. Yapı ve Edenin Ontolojik Eşitliği: İnşacı Yaklaşım (Constructivism) İnşacı yaklaşım doğrudan, kendisinden önceki yaklaşımlar tarafından bir sorun olarak görülmemiş ve bu nedenle de özel olarak ele alınmamış olan yapı-eden konusundaki ontolojik varsayımlar üzerine kurulmuştur. İnşacı yaklaşımın bu özelliği, uluslararası ilişkiler ve dış politikaya bakış açısını da doğrudan yapı ve eden konusundaki ontolojik kabullerine dayandırmasına yol açtığından, inşacılık yapıeden konusundaki görüşleri ile genel görüşleri arasında ayrım yapılmadan –ki zaten böyle bir ayrım olanaklı da değildir- anlatılmaya çalışılacaktır. İnşacıların hemen tümünün entelektüel kökenlerini disiplindeki Üçüncü Tartışma’ya dayandırarak, kendilerini çeşitli yaklaşımlardan oluşan geniş eleştirel teoriler ailesinin bir üyesi sayıyor olmaları, 103 disiplinin erken eleştirel teorisyenleri tarafından bu aileye kabul edilmelerini sağlamamıştır. Eleştirel teorilerin inşacılığı dışlayıcı tavırlarına karşın, birçok ortak varsayımdan yola çıktıkları da yadsınamaz. Öncelikle, epistemolojik olarak inşacılık da pozitivizmi sorgular, gerçekliğin sadece gözlemlenebilir olgularda aranmasını eleştirir. Buna karşın, yaşadığımız dünya hakkında anlamlı bilgi elde edebileceğimiz inancını da korur. 104 Epistemoloji sorununun ontolojik kabullerden kaynaklandığını ve farklı ontolojik kabullerle bu sorunun aşılabileceğini öne sürer. Aslında inşacılar, Uluslararası İlişkiler disiplininin epistemolojik sorunlarla tıkanıp kalmasından rahatsızdırlar. Pozitivist ve postpozitivistler arasındaki epistemoloji tartışmasının disiplini bir yere götürmediğini öne sürerler. 105 Ontolojik olarak, eleştirellerle aynı şekilde dünyanın sosyal olarak inşa edildiği görüşünü kabul ederler. Fakat bu noktada postmodernlerin gerçekliğin yalnızca dille Örneğin, İnşacılığın (constructivism) doğrudan isim babası olan Nicholas Onuf yaklaşımının Habermas’ın eleştirel sosyal teorsine dayandığını belirtmektedir. Nicholas Onuf, “Worlds of Our Making: The Strange Carrer of Constructivism in International Relations”, Donald J. Puchala (der.), Visions of International Relations (Columbia: University of South Caroline Press, 2002), s. 126. 104 Ibid. 105 Onuf’a göre, pozitivistlerin epistemoloji konusundaki kendine güvenleri ile post-pozitivistlerin yöntemi bütünüyle kenara atmalarının yarattığı çıkmazın tek çıkış yolu ontolojide yatmaktadır. Ibid. Wendt’e göre ise asıl önemli olan “orada/bizim dışımızda ne olduğunu bulmaktır, bunu nasıl bildiğimiz değil”. Alexander Wendt, Social Theory of International Politics, s. 40. 103 37 inşa edildiği iddiası kadar ileri gitmez, dilden bağımsız bir gerçekliğin de var olduğunu ve epistemolojik açıdan bu gerçeklik hakkında bilgi sahibi olunabileceğini kabul ederler. Gerçekliğin sosyal olarak inşa edildiği argümanı, inşanın öznelerarası anlamlar yoluyla gerçekleştirildiği sonucuna varır. Fakat inşacılar bu sosyal dünyanın (ya da gerçekliğin) inşasında materyal olanı da bütünüyle reddetmez, gerçekliğin sosyal inaşasının materyal zeminde ve materyal olan unsurların yardımıyla gerçekleşeceğini öne sürerler. 106 Bir diğer ontolojik kabul ise, yapı-eden tartışmasının temelini hazırlamış olan yapı ve edenin birbirini karşılıklı olarak inşa ettiği varsayımıdır. İnşacı yaklaşım, edeni öncelikli konuma getiren bireyci ve yapıya öncelik veren bütüncü ontolojilerin aksine, ontolojik eşitlik üzerine kurulmuştur. Yapı ve edene tanınan bu eşitlik, pozitivizmin epistemolojik özne-nesne ayrımının aşılmasını da sağlamaktadır. Kökeni Anthony Giddens’in yapılanma (structuration) teorisine 107 dayanan bu önerme Uluslararası İlişkilere aktarıldığında uluslararası ilişkilerin tek bir etmenle açıklanmasının (bütüncü-bireyci açıklamaların) önüne geçilmiş olunur. İnşacı yaklaşımlar metodoloji konusunda ise yorumsamacı stratejilerin altını çizerler, fakat metodolojik farklılıkları barındıracak şekilde eklektik ya da Onuf’un deyimiyle bricoleur 108 oldukları da söylenebilir. 106 Emanuel Adler, “Seizing the Middle Ground: Constructivism in World Politics”, European Journal of International Relations, Cilt 3 (3), 1997, s. 333. 107 Yapılanma teorisi, yapı ve edenin birbirine karşılıklı bağımlılığını vurgulamaktadır. Giddens’e göre, sosyal sistemlerin yapısal özellikleri hem pratiklerin sonucudur, hem de bu pratiklerin ortaya koyulabilmesine olanak verir. Bu bağlamda Giddens’e göre, toplumu yaratanlar insanlardır, fakat bunu tarihsellikleri içinde konumlanmış olarak yaparlar. Bu yaklaşımda, yapısalcılarda olduğu gibi edeni doğrudan belirleyen bir yapı ya da bireyci yaklaşımlardaki gibi bağımsız bir eden yerine her ikisinin de etkileşim halinde olduğu öne sürülür. Yapılar Giddens’e göre etkileşimin hem koşulu, hem de sonucu olmaktadır. Ontolojik olarak böyle bir yaklaşımda yapı da, eden de aynı madalyonun iki yüzü gibi algılanmaktadır. Yapılanma teorisiyle ilgili daha detaylı bilgi için bkz. Anthony Giddens, Central Problems in Social Theory: Action, Structure and Contradiction in Social Analysis (Londra: Macmillan, 1979). Ayrıca daha güncel olan ve eleştirileri de gözönüne alan bir çalışma için bkz. Anthony Giddens, New Rules of Sociological Method: A Positive Critique of Interpretative Sociologies (Cambridge: The Polity Press, 2nd edition, 1998). 108 Onuf’un Levi-Strauss’tan ödünç aldığı bu terim, herhangi birşeyi elinde hangi materyal varsa onunla inşa eden [inşa etmek eylemi bricolage] anlamında kullanılmaktadır. Onuf, “Worlds of Our Making”, s. 126. 38 Bir yandan sosyal dünyada anlamların önemini vurgulaması, diğer yandan bu sosyal dünyada materyal gerçekliklerin varlığını da kabul ediyor olması inşacı yaklaşımı ister istemez bir “orta yol” konumuna getirmektedir. Bazı görüşlere göre bu “orta yol” daha radikal yaklaşımlarla geleneksel yaklaşımlar arasında köprü olabilmek ve Eleştirel Uluslararası Teoriyi geliştirmek için yapılmış bilinçli ve doğru bir tercihtir; 109 bazı görüşlere göre ise Eleştirel projeye zarar vermektedir. Eleştirel teorilerle karşılaştırılması bağlamında inşacı yaklaşımın ortak noktaları, argümanları ve kabullerinden söz edilmiş olsa da, aslında bunların ötesinde kendi içinde görüşbirliğine sahip tek bir inşacılıktan söz etmek olanaklı değildir. Bu çerçevede yaklaşım, her biri yaklaşımın hem içinden, hem de dışından eleştirilmiş olan birçok farklı sınıflandırmaya tabi tutulmuştur. 110 Bu sınıflandırmalarda genel eğilim, modernist-postmodernist ya da geleneksel-postmodernist, radikal-ılımlı veya radikal-orta yolcu inşacılık ayrımları yapmak yönünde olsa da, hem bu çalışmanın özelinde, hem de genel olarak kanımca inşacı/constructivist yaklaşım olarak adlandırılmaya en uygun olanlar modernist, ılımlı ya da orta yolcu olarak tanımlanan yaklaşımlardır. Ne varki bu orta yolcu inşacıların da kendi aralarında tam bir görüşbirliği olduğunu söylemek olanaklı değildir. Bu çerçevede karşımıza yeni bir sınıflandırma çıkmaktadır: sert (hard) ve ılımlı (soft) inşacılar. 111 İnşacı yaklaşımların birbirlerinden ayrıldıkları noktaları görmek ve böylece yaklaşım hakkında daha sağlam bir değerlendirme ortaya koyabilmek için, iki tarafın öncü teorisyenlerinin görüşlerini açıklamak önemli görünmektedir. Bu bağlamda yaklaşım, bir yanda inşacılığı literatüre tanıtan ve sert inşacı olarak tanımlanan Nicholas Onuf, diğer yanda da inşacılığı Uluslararası İlişkilerde günümüzdeki 109 Bkz. Richard Pierce ve Christian Reus-Smit, “Critical International Theory and Constructivism”, European Journal of International Relations, Cilt 4 (3), 1998. 110 Örneğin, Hopf inşacılığı geleneksel ve eleştirel inşacılık olarak ikiye ayırmakta ve aslında bu çalışmada ‘inşacılık’ terimine karşılık kullanılan yaklaşımı geleneksel, ‘Eleştirel Uluslararası Teori’ terimine karşılık olarak da, tüm Eleştirel Teorileri inşacı teoriler olarak görerek, ‘eleştirel inşacılık’ altında sınıflandırmaktadır. Ted Hopf, “The Promise of Constructivism in International Relations Theory”, International Security, Cilt 23 (1), 1998. Price ve Reus-Smit ise, modernist ve postmodernist inşacılık olarak iki kategori sunmakta, modernist inşacılığı da, sistemik ve bütüncül (holist) olarak iki kategoriye ayırmaktadır. Price ve Reus-Smit, “Critical International Theory and Constructivism”. 111 Bu sınıflandırma için bkz. Ronen Polan, “A World of Their Making: An Evaluation of the Constructivist Critique in International Relations”, Review of International Studies, Cilt. 26, 2000, s. 576. 39 “üzerinde en fazla tartışılan yaklaşım” konumuna getiren ve ılımlı inşacı olarak tanımlanan Alexander Wendt’in görüşleri üzerinden tartışılacaktır. A. Uluslararası İlişkilerde Kurallar ve Onuf’un İnşacılığı World of Our Making 112 başlıklı eseriyle inşacılık/constructivism terimini Uluslararası İlişkilerle ilk kez tanıştıran Onuf, post-yapısalcı tahrip karşısında Uluslararası İlişkileri yeniden inşa etmeyi amaçlamıştır. 113 Onuf inşacılığın genel çerçevesi içinde –ya da kendisinin inşacılık için çizdiği çerçeveyle- pozitivizmi eleştirmekte, fakat post-yapısalcılıkla ulaşılan herhangi bir teori oluşturma gereğini bir kenara atmak noktasında kendi yolunu çizmeyi uygun bulmaktadır. Onuf teorisine “başlangıçta edim vardı” 114 diyerek başladığı teorisini, bir yanda başlangıcı olgular olarak gören, gerçekliği verili olarak alan teorilerle, diğer yanda sözleri, fikirleri başlangıç olarak alan ve tüm olguları dile bağlayan, dil dışındaki gerçekliği reddeden yaklaşımların ortasına yerleştirir. Onuf’a göre başlangıcı edim olarak kabul etmek, felsefi bir konum olarak birey ve toplumların birbirilerini karşılıklı olarak inşa ettiklerini kabul etmek demektir. Fakat birey ve toplumların birbirlerini karşılıklı olarak inşa ettiğini söylemek, bunun yalnızca düşünceyle ya da dille yapıldığı anlamına gelmemektedir. İnşacılık, materyal ve sosyal olan arasında keskin bir ayrıma gitmez ve ikisinden birine diğerini yok sayacak şekilde üstünlük tanımaz. 115 Giddens’in yapılanma teorisini dayanak alan Onuf’a göre, uluslararası ilişkiler dahil her tür sosyal ilişki herzaman için edenlerin ve bu edenlerin içinde yaşadıkları dünyanın birbirini karşılıklı olarak inşa ettiği bir süreçtir. Bu sosyal inşa süreci, konuşma ve konuşmanın türevi olan kurallar aracılığıyla gerçekleştirilir. Bu bağlamda, Onuf’un inşacı yaklaşımında ve dolayısıyla da uluslararası ilişkilere 112 Nicholas Greenwood Onuf, World of Our Making: Rules and Rule in Social Theory and International Relations (Columbia: University of South Caroline Press, 1989). 113 Onuf daha sonraki çalışmalarında, disiplini yeniden inşa etme çabasının bir teori kurmak demek olmadığını, zaten inşacılığın da başlı başına bir teori olmadığının altını çizerek vurgulamıştır. İnşacılık Onuf’a göre bir teori değil, birçok teoriyi biraraya getirme olanağını sağlayan bir çerçevedir. Onuf, “Worlds of Our Making”, s. 137. 114 Ibid., s. 35. 115 Ibid., s. 40. 40 yaklaşımında dil ve kurallar 116 temel analiz araçlarıdır. 117 Onuf’un yaklaşımında insanlar dünyalarını konuşarak kurarlar, konuşmak yapmak demektir. Bu argümanın temelinde söz edimi (speech acts) yatmaktadır. 118 Söz edimi, başka birisini bir eylemde bulunmaya yönelten konuşmayla gerçekleştirilen eylemdir. Bir söz edimi sık sık benzer sonuçlarla tekrarlanırsa artık bir anlaşmaya/mutabakata dönüşür ve insanlar sürekli yaptıkları birşeyi artık aynı şekilde yapmaya devam etmeleri gerektiğine karar vererek bu mutabakatı bir kurala dönüştürmüş olurlar. 119 Kendi sosyal dünyalarını ve aynı şekilde uluslararası ilişkilerini kuran insanlar Onuf’un yaklaşımındaki edenlerdir. Fakat aynı zamanda insanların eden konumuna gelmesinde kuralların da kurucu etkisi vardır. Kurallar insanlara ne yapmaları gerektiğini söyler, 120 paylaşılan anlamları olanaklı kılar ve insanlara en temelinde kurala uyma/uymama seçenekleri sunarak bunlar üzerinden eylemde bulunulmasını sağlar. 121 Kurallar, edenlerin pratiklerine ve birbirlerine 122 bağlıdırlar, fakat edenlerin eylemlerinin niyet edilmemiş sonuçları da vardır. Kurallar ve kurallara bağlı, niyet edilmiş ya da edilmemiş tüm pratikler kalıcı (değişmez değil) kalıplar olarak Dil ve kurallar da birbirini inşa ettiğinden ayrılamaz kabul edilmektedir. Onuf burada Habermas’ın “konuşma eylemi” teorisine dayanmakta, fakat Habermas’tan hedeflerinin farklılığı dolayısıyla ayrıldığını ileri sürmektedir. Habermas’ın hedefi iletişim rekabeti ile ilgili bir teoriye ulaşmak olmasına karşılık, Onuf hedefini dilde yerleşik fonksiyonel kural kategorilerine ulaşmak olarak açıklamaktadır. Ibid., s. 82-83. 118 Onuf, “Worlds of Our Making”, s. 126. 119 Nicholas G. Onuf, “Constructivism: A User’s Manual”, Vendulka Kubalkova, Nicholas G. Onuf and Paul Kowert (der.), International Relations in a Constructed World (Armank, N.Y: M.E. Sharpe, 1998), s. 66. 120 Onuf, World of Our Making, s. 51 121 Onuf, “Constructivism”, s. 60. 122 Onuf, öğretici kurallar (instruction rules), yönlendirici (direction rules) ve taahhüt eden kurallar (commitment rules) şeklinde fonksiyonel kural kategorileri belirlemiştir. Bu kategorilerin tümü, hem fonksiyonel açıdan, hem de içerik açısından birbirine bağlıdır. Öğretici bir kural, talimat ve taahhaüt eden bir kuralla desteklendiği sürece güçlenir ve edenlerin meşru olarak gördükleri resmiyeti sağlarlar. Örneğin, Onuf egemenlik kurumunu bu şekilde açıklamaktadır: egemenlik öğretici bir kuraldır (devletin egemen olduğunu söylemesi); bu öğretici kural tanıma olarak adlandırılan taahhüt edici bir kuralla desteklenir ve bu iki kural birbirini desteklediği oranda ve sürece devlet olmaklığın materyal ve sosyal koşulları tanımlanmış, kurumlaşmış olur. Bu koşullar da aslında bir diğer öğretici kural yaratmış olur. Onuf, “Constructivism”, s. 68-69. Daha detaylı bilgi için bkz. Onuf, World of Our Making. 116 117 41 kurumları meydana getirirler. 123 Kurumlar, kurallar ve edenlerin pratiklerinin niyet edilmemiş sonuçlarının toplamı da toplumun yapısını meydana getirir. Toplumun yapısı, 124 edenlerin kendi inşa ettikleri bu dünyada, eylemlerini sınırlayan gerek materyal, gerekse de sosyal koşulları barındırır. Yani, söz edimleri, dolayısıyla da kurallar yoluyla kendi sosyal dünyalarını inşa eden edenler, aslında dünyalarını kurarken bütünüyle özgür değillerdir. Onuf’a göre edenlerin özgürlükleri, önlerindeki materyal ve sosyal sınırlılıkları anladıkları ölçüde artacaktır. 125 Bu çerçevede, Onuf’un inşacı yaklaşımında uluslararası ilişkiler de, kendine yeterli birçok toplumdan oluşmuş bir toplum olarak insanların kurdukları dünyalardan birisidir. 126 Uluslararası ilişkiler dünyasının edenleri sosyal topluluklardır, fakat bu geleneksel Uluslararası İlişkiler yaklaşımlarındaki verili devlet anlamına gelmemektedir. Sosyal topluluklar da bireylerin kural yönelimli davranışlarıyla üretilmiş, 127 yani sosyal olarak inşa edilmiş varlıklardır. Uluslararası ilişkiler dünyasının bu edenleriyle yapıyı birbirine bağlayan ya da uluslararası ilişkilerde ‘ilişki’ olarak belirlediğimiz kalıplar da, Onuf’a göre kurallardır. Bu bağlamda uluslararası ilişkilerin temel kavramları kural olarak analiz edilmelidir. Örneğin, bu durumda geleneksel Uluslararası İlişkiler yaklaşımlarınca (özellikle neorealizm) uluslararası sistemin yapısı olarak analiz edilen anarşi, Onuf’un inşacı yaklaşımda bir kuraldan öte bir durum değildir. Bu bakış açısının uluslararası ilişkiler açısından en önemli sonucu, kuralların değiştirilebileceği fikrine ulaşılabilmesidir. Kurallar insanların söz edimiyle oluştuğundan (ya da uluslararası ilişkiler açısından sosyal topluluklar tarafından yaratıldığından) değiştirilmeleri de olanaklı hale gelmektedir. Fakat kuralların da kurucu özellikleri vardır ve başka kurallarla desteklendikçe, yani kurumlaştıkça değiştirilmeleri güçleşir. Bu durumda 123 Ibid., s. 61. Onuf, sosyal düzenlemeler demeyi tercih ediyor ve tüm inşacılara da yapı sözcüğünü sözlüklerinden çıkarmasını tavsiye ediyor. 125 Ibid., s.65. 126 Ibid., s. 61. 127 Steve Smith, “Foreign Policy Is What States Make of It: Social Construction and International Theory”, Vendulka Kubalkova (der.), Foreign Policy in a Constructed World (Armonk, NY: M. E. Sharpe, 2001), s. 52. 124 42 edenlerin önlerindeki bu sınırlılıkların farkına varmaları oranında, inşa ettikleri dünyanın kendilerini kısıtlayan koşullarından sıyrılabilmeleri ya da eden olma kapasitelerini artırmaları ve kurdukları dünyayı değiştirebilmeleri olanaklı olacaktır. Bu bakış açısının Eleştirel Uluslararası Teorinin özgürleşim hedefiyle benzerlik taşıdığını söylemek olanaklıdır. Onuf’un inşacılığının sert (hard) inşacılık olarak tanımlanmasındaki önemli kriterlerden birisi de Eleştirel Teorilere olan yakınlığıdır denilebilir. Onuf’un çizdiği çerçevede inşacı yaklaşımın dış politika analizi açısından açık ya da hazır bir çerçevesi olduğu söylenemez. Fakat edenler, kurallar ve kurumlar temelindeki inşa edici sosyal pratikleri dış politika davranışları dilinde okumak, yani dış politika analizlerine uyarlamak olanaklı görünmektedir. Onuf’un yaklaşımı dış politika alanına, yine yaklaşımının temelini oluşturan kurallar yoluyla girmektedir. Kurallar, kurumlar ve bireylerle şekillenen yaklaşım, kurumlar, kurallar ve bireyler arasındaki ilişkiye odaklanan geleneksel dış politika analizleriyle uyumlu görünmektedir. Bu bağlamda inşacılığın, Onuf’un çizdiği çerçevede bürokratik politika/örgütsel süreç modeliyle örtüştüğünü söylemek olanaklıdır. 128 Bu noktada, Onuf’un inşacı yaklaşımının sosyal gerçekliğin inşa edildiği kabulüyle bürokratik politika modelinin rasyonel-pozitivist çerçevesini değiştirmesinin dış politika analizleri için uygun bir çerçeve yarattığı düşünülebilir. Fakat Onuf’un analiz aracı olarak söz edimine odaklanması, yine geleneksel dış politika analizleriyle benzer bir sorun yaratmaktadır. Onuf’un yaklaşımında temel argüman ‘konuşmak yapmaktır’ olduğundan, analizler söz edimi ve söz ediminin nasıl ortaya çıktığı ile ilgilenmektedir. Bu bağlamda, Onuf’un çerçevesiyle geleneksel dış politika analizlerinde olduğu şekilde, dış politikayı oluşturan söz edimlerinin nasıl oluştuğunu ortaya çıkarmak olanaklıyken, ortaya çıkan eylemi, yani dış politikayı analiz etmeyi sağlayacak çerçeve eksik görünmektedir. Onuf kendisi de karar verme yaklaşımlarını eyleme değil, zihinsel süreçlere odaklandıkları için pasif olmakla eleştirirken, bürokratik politika modelinin birey ya da devlete değil, eyleme odaklandıgı için pasif olmayan tek DPA olduğunu söylemiştir. Onuf, “Worlds of Our Making”, s. 232-233. 128 43 B. Uluslararası Politikanın Sosyal Teorisi ve Wendt’in İnşacılığı Alexander Wendt, çerçevesini çizdiği inşacı yaklaşım dolayısıyla Uluslararası İlişkiler literatüründe son on yılda üzerinde en çok tartışma yürütülen isimlerden birisi haline gelmiştir. Temel olarak, disiplinde Waltz’un neorealizmine karşı bir atak olarak başlattığı çalışmaları, uluslararası ilişkiler için sosyal bir teori kurma girişimine ulaşmıştır. Wendt, Social Theory of International Politics başlıklı eserinde amacını, “devletler sisteminin ontolojisini yazmak” olarak açıklamıştır. 129 Wendt yaklaşımını bir yandan Onuf gibi yapılanma teorisine, diğer yandan ise bilimsel realizme dayandırmaktadır. İnşacı yaklaşımın temelinde, epistemoloji sorununu postmodernler kadar ileri götürmeme eğilimi yatsa da, Wendt bu konumu daha da ileri götürmektedir. Wendt, ontolojik olarak post-pozitivist bir duruşa sahipken, epistemolojik olarak bir pozitivist olduğunu söylemektedir. 130 Wendt’i teorik tartışmaların merkezine yerleştiren en önemli unsurlardan birisi de epistemolojik ve ontolojik duruşları arasındaki bu farklılıkta yatmaktadır. Bu durum Wendt’in epistemolojik çerçevesini bilimsel realizme dayandırmasından kaynaklanmaktadır. Bilimsel realizm, ortaya koyduğu argümanlarla epistemoloji ile ontolojiyi ilişkili hale getirdiğinden, yalnızca epistemolojik dayanak olarak görülebilecek bir felsefi konum değildir. Bilimsel realizme göre bilimsel bilginin nesneleri gözlemleyenlerin zihinlerinden bağımsızdır. 131 Fakat, pozitivizmden farklı olarak bilimsel bilgi yalnızca gözlemlenen olgulara dayandırılmaz, gözlemlenemeyen varlıklar da etkileri gözlemlenebildiği oranda bilimsel teoriye dahil edilir. Varlıkların kendilerini 129 Wendt, Social Theory of International Politics, s. 6. Wendt, Social Theory of International Politics, s. 90. Wendt’in kendisini pozitivist olarak tanımlamasının doğru olmadığı, pozitivizm çerçevesine de girmediği birçok çalışmada belirtilmiştir. Örneğin, Smith’e göre, bir kere Wendt’in yaklaşımını dayandırdığı bilimsel realizm pozitivizmle uyumlu değildir ve bu durumda Wendt’in kendisini pozitivist olarak adlandırması olanaklı değildir. bkz. Steve Smith, “Wendt’s World”, Review of International Studies, Cilt l 20 (1), 2000, s. 153 ve Fred Chernoff, “Scientific Realism as a Meta-Theory of International Politics”, International Studies Quarterly, Cilt. 46 (2), 2002, s. 194. Chernoff’a göre de Wendt için daha doğru bir tanımlama, ampirik yönteme inandığı şeklinde olabilirdi. 131 Jeffrey T. Checkel, “Constructivist Approahes to European Integration”, Arena Seminar Paper Series 06/2006 (Oslo: Center for European Studies, Mayıs 2006), s. 13-14; http://www.arena.uio.no/events/seminarpapers/2006/Checkel_May06.pdf, erişim tarihi: 31 Mayıs 2006. 130 44 gözlemleyemesek bile etkilerini gözlemleyebildiğimiz için de gerçek varsayılırlar. 132 Bu temelde bizim dışımızda, akıldan, dilden bağımsız bir gerçekliğin var olduğu ve bilimsel bilgiyle bu gerçekliğe ulaşılabileceği görüşü kabul edilmektedir. Bilimsel realizmin epistemolojiyi bu şekilde ontolojiye bağlamış olması, Wendt’in kendisine teorik temel olarak bilimsel realizmi seçmesinde etken olmuştur. 133 Çünkü Wendt, daha önce de belirtildiği şekilde, disiplinde epistemoloji tartışmalarının yarattığı uzlaşmazlıkların ontoloji yoluyla çözülebileceğini düşünmektedir. 134 Wendt’in ontolojisi sosyal gerçekliğin inşa edildiği görüşüne dayanmaktadır. Bu ontolojik konumuyla yapılanma teorisini takip eden Wendt, 135 yapı ve edenlerin eşit ontolojik konumlara sahip olduğu ve birbirlerini karşılıklı olarak inşa ettikleri görüşüne katılarak, 136 inşacı yaklaşımının temellerini hazırlar. Fakat Wendt, yapıeden konusunda aslında yapılanma teorisinden daha fazla bilimsel realizme dayandığından, 137 yapılara “gerçeklik” atfetmektedir. Bu bağlamda yapılar, gözlemlenememelerine karşın edenler üzerindeki etkileri gözlemlenebildiğinden “gerçek” olarak analiz edilebilir ve dolayısıyla da nedensel mekanizmaların ortaya çıkarılmaya çalışıldığı ‘bilimsel’ analizlere dahil edilebilirler. 138 Bir başka deyişle, birbirini karşılıklı olarak inşa eden yapı ve edenler varsayımı nedensel etkilerin analizine olanak vermediğinden, 139 Wendt “gerçeklik” yüklediği yapılara ontolojik bir bağımsızlık sağlar ve böylece inşacı analizlere geleneksel teorilerin nedensel etkilerini de dahil etmiş olur. Bu bağdaştırma, sosyal ‘bilim’den yana olan, epistemolojik olarak pozitivistlerin tarafında yer aldığını öne süren ve aynı zamanda 132 Alexander Wendt, “The Agent-Structure Problem in In ternational Relations Theory”, s. 357. Chernoff, “Scientific Realism as a Meta-Theory of International Politics”, s. 193. Makalede ayrıca, Wendt’in bu dayanağının geçerli olmadığı, nitekim epistemoloji sorunlarından sıyrılıp ontolojik sorunlar üzerinde anlaşmanın disiplinde birliği sağlayacak bir yol sunmadığı tartışılmaktadır. 134 Wendt, Social Theory of International Politics, s. 40; 47-91 ve özellikle 90-91. Wendt kitabının sonuç bölümünde, İnşacı ontolojinin pozitivist epistemolojiyle uyumlu olmayacağı, bunun yerine post-pozitivist bir epistemolojiye sahip olunması gerektiği iddiasına, bilimsel realizmle karşı çıkmaya çalıştığı ve bunu da başardığı şeklinde karşılık vermektedir. 135 Wendt, yapılanma teorisinin de altında yatan felsefi düşüncenin bilimsel realizm olduğunu öne sürmektedir. Wendt, “The Agent-Structure Problem in International Relation Theory”, s. 350. 136 Ibid., s. 360. 137 Gould, “What is at Stake in the Agent-Structure Debate?”, s. 84. 138 Maja Zehfuss, Constructivism in International Relations: The Politics of Reality (Cambridge: Cambridge University Press, 2002), s. 13. 139 Çünkü nedensel etkiler demek, birbirinden bağımsız unsurların birinde meydana gelen bir değişikliğin diğerini nasıl etkilediğini analiz etmek anlamına gelmektedir. 133 45 gerçekliğin sosyal olarak inşa edilmiş olduğunu da savunan Wendt için kaçınılmaz görünmektedir. Wendt’e göre yapı ve edenler, inşacı yaklaşımın çerçevesine uygun olarak öznelerarası anlamlarca üretilen sosyal pratikler yoluyla inşa edilirler. Fakat yapıların öznelerarası anlamlarca inşa edilmiş olması, edenlerin sosyal pratiklerine indirgenebileceği anlamına gelmediği gibi, yalnızca anlam ya da düşünceden ibaret oldukları anlamına da gelmemektedir. Wendt’e göre yapılar, düşünsel unsurlar kadar materyal koşulları da içermektedir. Fakat bu materyal koşullar da ancak onları oldukları şey haline getiren anlamlar sayesinde bir etkiye sahip olabilirler. Bu noktada Wendt, tüm gerçekliğin anlam/söylemden ibaret olduğunu söyleyen yaklaşımların dilini kullanmış olsa da, materyal güçlerin düşüncelerden bağımsız nedensel etkilerini reddetmemekte, fakat bu materyal güçlerin onlara yüklenen anlamların oluşturduğu bağlamdan daha az önemli olduklarını öne sürmektedir. 140 Yapılar gibi edenlerin de öznelerarası anlamlarca inşa edildiğini öne sürerek Wendt, doğrudan kimlik konusuna girmektedir. Wendt’e göre kimlik, edenlerin/aktörlerin motivasyonel ve davranışsal eğilimlerini yaratan unsurdur. Kimlik, edenler/aktörlerin kendilerini anlamasına dayanmaktadır. Fakat bu anlayış, ‘öteki’ edenlerin/aktörlerin de bir şekilde aynı anlayışı yansıtıp yansıtmamalarına da bağlı olduğundan, öznelerarası niteliğe sahiptir. 141 Öznelerarası sosyal pratiklerle inşa edilen kimlik, Wendt’in inşacı uluslararası ilişkiler yaklaşımının da anahtar kavramıdır. Wendt’e göre kimlik (ve çıkarlar) öznelerarası pratikler yoluyla yaratıldığından, uluslararası politikanın işlediği yapı da verili alınamaz, sosyal olarak inşa edilmiştir. Başka bir deyişle, uluslararası ilişkilerin üzerinde işlediği yapı, kimliklerini öznelerarası pratikler yoluyla inşa etmiş aktörlerin, yine öznelerarası niteliğe sahip sosyal pratikleri yoluyla (etkileşim) inşa edilmiştir. Bu bağlamda Wendt, öncelikle neorealizmin uluslararası sistemin yapısı konusundaki görüşlerini çürütmektedir. Wendt’e göre neorealistlerin uluslararası 140 141 Wendt, Social Theory of International Politics, s. 136. Ibid., s. 224. 46 sistemin yapısı olarak tanımladıkları ve verili olarak aldıkları ‘anarşi’nin öznelerarası pratiklerden bağımsız bir mantığı yoktur. 142 Aktörlerin eylemlerini yönlendiren yapıyı yaratan kolektif anlamlar olduğundan, “anarşi devletlerin yaptığı birşey”dir. 143 Bu kolektif anlamlar ise aktörlerin kimlikleri ile ben ve öteki kavramsallaştırmalarıyla ilişkilidir. Wendt’e göre, uluslararası ilişkilerin aktörleri (insanlar gibi) nesnelerin kendileri için ifade ettiği anlama göre hareket ederler. Ben yaratılmaktadır. 144 ve öteki kavramsallaştırması da sosyal etkileşimle Ben ve öteki kavramsallaştırmasının değiştiği noktada, aktörlerin etkileşimle yarattığı güvenlik kültürünün de değişmesi olanaklıdır. Çünkü ben ve öteki kavramsallaştırması değiştiğinde, aktörlerin çıkarları da değişecektir. Bu çerçevede Wendt’in yaklaşımında çıkarlar doğrudan kimliklere bağlanmıştır. Çıkar, bir aktörün ne istediğini belirleyen unsurdur, fakat bir aktörün ne istediğini bilmesi için öncelikle kim olduğunu bilmesi gerekli olduğundan, çıkarları yaratan da kimliklerdir 145 Wendt’in çıkarları kimliklere, kimlikleri de öznelerarası (kolektif) anlamlara bağlayan bu yaklaşımı uluslararası sistemin değişmez olduğu varsayımını çürüterek anarşik yapının değiştirilme olanağını aktörlerin eline verdiği, yani yapıyı bütünüyle edenlerin inşasına bıraktığı anlamında okunmamalıdır. Çünkü Wendt, yapının değiştirilme olanağı olmasına karşın, yapının da edenler üzerinde kurucu etkisi olduğu görüşünden hareketle bunun kolay olmadığını yaklaşımına eklemeyi ihmal etmemektedir. 146 Kimlik ve çıkar yapıları bir kez oluştuktan sonra, bu sosyal yapı aktörler için sosyal bir geçeklik haline geldiğinden (birimlerinden bağımsız bir hayata sahip olduğundan) dönüşmeleri kolay değildir 147 ve bu yapı ne kadar içselleştirilmişse, dönüşmesi de o kadar zor olacaktır. Wendt’e göre yapıyı (uluslararası sistemin anarşik yapısını) değiştirmenin yolu, kimliklerin ‘kolektif kimlik’ oluşturacak şekilde değişmesidir. Yani, Wendt’e göre uluslararası ilişkiler 142 Alexander Wendt, “Anarchy is What States Make of it: The Social Construction of Power Politics”, International Oranization, Cilt 46 (2), 1992, s. 395. 143 Ibid. 144 Ibid. 145 Wendt, Social Theory of International Politics, s. 231. 146 Ibid., s. 313. 147 Martin Hollis ve Steve Smith, “Beware of Gurus: Structure and Action in International Relations”, Review of International Studies, Cilt 17, 1991, s. 402. 47 aktörlerinin tek tek kimliklerini (ve çıkarlarını) değiştirmesi, uluslararası sistemin yapısını değiştiremez. 148 Wendt’in uluslararası ilişkiler dünyasında kimlikleri sosyal olarak inşa edilmiş edenleri devletlerdir. Wendt’in bakış açısına göre uluslararası ilişkiler devletler, devletler arası etkileşimler ve devletler ile uluslararası yapının karşılıklı etkileşiminden meydana gelir. Bu bağlamda Wendt de geleneksel Uluslararası İlişkiler teorileri (realizm, neorealizm) gibi devlet merkezci bir teori kurmaktadır. Üstelik Wendt’te devlet merkezcilik, geleneksel pozitivist Uluslararası İlişkilerde olduğundan farklı olarak “gerçek”tir. Yani Wendt, birey düzeyi analizleri dışlamanın ötesinde, devlet merkezci analizlerin de bir adım önüne geçmekte ve devletin yalnızca analitik kaygılarla “gerçekmiş gibi” alınmasına karşı çıkmaktadır. Devletler gerçektir, çünkü gözlemlenebilir etkiler yaratırlar. 149 Wendt’e göre devletler inanç, istek ve niyet gibi insani özellikleri (edenliği) yükleyebileceğimiz gerçek aktörlerdir. 150 Yani, Wendt’in yaklaşımında “devletler de insandır”. 151 Nasıl toplumun edenleri bireyler/insanlarsa, Wendt’e göre uluslararası sistemin edenleri de devletler olmaktadır. Bu noktada da, nasıl toplumun edenleri olarak insanlar verili ve sosyal etkileşim sürecine öncel kabul ediliyorsa, devletler de verili ve sosyal sürece öncel olarak alınmalıdır. Devletleri ontolojik olarak sosyal öncesi ve içsel yapılarca inşa edilmiş kabul eden Wendt, uluslararası politika analizinin devletler sistemiyle ilgili olduğu ve dolayısıyla da bu içsel inşa sürecini içermesi gerekmediği için devletin verili alınabileceğini öne sürmüştür. Bu bağlamda Wendt’in yaklaşımında analiz odağı devletler arası sistemde etkileşim/sosyal pratikler yoluyla inşa edilen kimlik ve yapılar olmaktadır. Wendt, tek tek devletlerin Wendt, Social Theory of International Politics, s. 338. Wendt bu durumu, kimlik değişiminin mikro, oysa yapısal değişimin makro düzeyde gerçekleşmesi dolayısıyla yapısal değişimin kolektif kimlikle ilgili olması gerektiği şeklinde açıklamaktadır. Wendt’e göre mikro yapılar, edenler/aktörler düzeyini kapsamaktadır. Örneğin, bu bakış açısına göre, tek tek devletlerin davranış ve etkileşimi üzerinden yapılan uluslararası politika analizleri mikro yapısal açıklamalar olmaktadır. Makro yapılar ise, doğrudan sistem düzeyini tanımlamak için kullanılmaktadır. Wendt’in uluslararası sistemin yapısına atfettiği, edenlerden bağımsız varlık bu noktada da ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda da Wendt’e göre yapısal değişim, tek tek aktörlerin değil, sistemin bir özelliği olarak analiz edilmelidir. Bkz. Ibid., s. 147-157. 149 Ibid., s. 216. 150 Ibid., s. 197. 151 Ibid., s. 215. 148 48 dış politikalarının ya da kimliklerinin inşasıyla değil, devletler sistemindeki etkileşimin kurucu/inşa edici etkisine odaklanmak amacıyla devletin “bütüncül” aktör olarak inşasıyla ilgilenmektedir. 152 Wendt’in inşacı yaklaşımında devleti “bütüncül” aktör kabul etmesi, yalnızca Dış Politika Analizi yaklaşımlarının diğer yaklaşımlara (realist) karşı ortaya çıkışlarındaki en önemli neden olduğu düşünüldüğünde bile, dış politika analizine uygun bir çerçeve yaratmadığı kolaylıkla öne sürülebilir. Bunun yanında “inşacı” bir yaklaşımın teorik kaygılarla dahi olsa analizlerde bazı şeyleri verili olarak alması da sorunlu görünmektedir. Wendt ise, bu tür eleştirilere amacının bir dış politika teorisi değil, uluslararası politika teorisi kurmak olduğu ya da “Social Theory of International Relations” kitabı bağlamında, “...kitabım devletler sisteminin sosyal olarak inşa edilmişliğini nasıl anlamamız gerekir sorusunu sormaktadır, devletlerin sosyal olarak nasıl inşa edildiğini değil” 153 şeklinde yanıtlamaktadır. Her ikisi de inşacı yaklaşım başlığı altında geçen ve birbirlerinden farklı görüşler ortaya koymuş olan Wendt ve Onuf arasındaki fark, en temelde aslında yapının ne olduğu konusunda ortaya çıkmaktadır. Sosyal yapıların öznelerarası anlamlarla inşa edildiği noktasında birleşen Wendt ve Onuf, anlamın ne olduğu konusunda ayrılırlar. Wendt’e göre gerçeklik kavramımız, bireylerin ona atfettikleri öznel anlamların bir amalgamı olarak öznelerarasıdır. Yani, Wendt’e göre anlamlandırma, temelde bireysel zihinsel bir eylem olarak görülmektedir. 154 Wendt’in “devletler de insandır” demesi bu anlayışla ilintilidir. Analiz birimi devlet olan Wendt, anlamı/öznelerarası anlamı yaratma işlevini devlete yükleyebilmek için devletlerin de insan olduğunu söylemeyi seçmiştir. Buna karşın Onuf’a göre, devletler kendileri birer sosyal inşadan ibaret olduklarından anlamı yaratamazlar. Onuf anlama kolektivist yaklaşır, 152 Ibid., s. 195. Alexander Wendt, “On the Via Media: a Reponse to the Critics”, Review of International Studies, Cilt 26, 2000, s. 174. 154 Wendt’in anlamı bu şekilde yorumlaması, sembolik etkileşimciliğe dayanmasından kaynaklanmaktadır. Sembolik etkileşimciliğe göre anlam, zihinsel bir eylemdir ve anlamlandırma eylemi öznel anlam yaratır. Onuf’un yaklaşımında ise anlama kolektivist yaklaşılır. Dilin gücü yadsınmaz, ama bir kelime ya da cümledeki hayatın gerçek kaynağı toplumda aranılır. Bu şekilde bir bakış açısı da anlamı bireysel yorumlama eyleminden, kural oluşturmanın kolektif eylemine götürür. 153 49 anlamın gerçek kaynağını toplumda arar. Bu da Onuf’un inşacılığını bireysel yorumlama eyleminden, kural oluşturmanın kolektif eylemine geçirir. 155 Wendt’in devleti de insan varsayması Onuf’la aralarında fark yaratmaktan çok daha fazla sorunludur. Wendt, devlet düzeyini bütüncül alma çabasıyla devleti de insan yapmıştır. Oysa böyle bir kabulle devleti maddeleştirmekte ve inşacı yaklaşımının altını oymaktadır. İnşacı yaklaşımda a priori bütüncül devlet varsayımıyla Wendt, Doty’nin belirttiği şekilde, sanki bize uygun olduğu yerde sosyal inşayı, olmadığı yerde ise maddeleştirmeyi tavsiye eder 156 görünmekle çelişkiye düşmektedir. Wendt temelde eden-liği insana dayandırmaktadır, fakat devleti bütüncül bir toplam olarak ele almak uğruna, insanların meydana getirdiği hükümetlerin bir toplamı olarak görmekten kaçındığından 157 devleti insan varsayarak bütüncül devlet kabulüne ulaşmıştır. Aslında devlete edenlik yüklemek onu bütüncül kabul etmeyi gerektirmez. Bu edenliğin hükümetler aracılığıyla gerçekleştiğini kabul ettikten sonra devlete edenlik yüklemek sorunlu olmayacaktır. Bu aynı zamanda analizlere içsel etkenleri de eklemenin bir yoludur ya da bunu gerektirir. Wendt’in yaklaşımının dış politika açısından içsel etkenlere yer vermeyişinin ve bu bağlamda dış politika analizine uygun bir çerçeve çizmeyişinin nedeni de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Devletin edenliği konusuna bir başka açıdan da bakmak olanaklı, hatta gereklidir. Devletin bireyler aracılığıyla eden olması yanında, devlet bireylerin edenliklerini ortaya koyabildikleri sosyal bir bağlam olarak, aslında diğer yandan yapı olarak da görülebilir. Bu noktada devletin yapı olarak bireye indirgenemeyecek, birey üzerinde etkide bulunan fonksiyonları olduğu kabul edilebilir. Böyle bir yolla ulaşılacak birey ve devletin birbirini karşılıklı inşa ettiği şeklindeki sonuç inşacı perspektifle daha uyumlu görünmektedir. Ayrıca, bu yolla devlet yapı olarak görüldüğünde, bu yapının nasıl inşa edildiği sorusu sorularak analizlere iç etkenlerin girişine de olanak tanınmış olunur. Buna karşın Wendt, daha çok bilimsel realizme dayanmakla ve 155 Polan, “A World of Their Making”, s. 582-583. Doty, “Desire All the Way Down”, s. 138. 157 Colin Wight, “State Agency: Social Action Without Human Activity?”, Review of International Studies, Cilt 30, 2004, s. 276. 156 50 devleti gerçek kabul etmekle devletin edenliğini bireylerin aracılığından da çıkarıp, doğrudan, verili bir eden konumuna getirmektedir. 4. Dış Politikayı Analiz Etmek Dış politka analizi yapmak için en iyi çerçeveyi hangi yaklaşım ya da yaklaşımların sunduğunu ortaya çıkarmak çabasıyla Uluslararası İlişkilerin temel teorileri ve yaklaşımlarının genelde uluslararası ilişkiler, özelde de dış politikaya ne şekilde yaklaştıkları ortaya koyulmaya çalışıldıktan sonra, herhangi bir yaklaşım için dış politikayı analiz etmenin “en iyi” yolunun bu olduğunu söylemek olanaklı olmamıştır. DPA dışında, geleneksel yaklaşımların en temelde devleti bütüncül varsaymakla dış politikanın analizine olanak tanımadıkları açıktır. DPA’ler ise, daha önce de değinildiği gibi, dış politikadan daha fazla dış politika kararlarının oluşturulma süreçlerine odaklandıklarından yeterince açıklayıcı değillerdir. Bununla birlikte geleneksel bireyci yaklaşımların tümü eden’e odaklanan yaklaşımlar olmalarına karşın kendi analiz birimlerini açıklayacak çerçeveden yoksundurlar. Büyük oranda pozitivist/rasyonalist çerçevelerinden kaynaklanan bir anlayışla buna ihtiyaç da duymazlar. Örneğin realizmde devletlerin çıkarları insan doğasına dayandırılarak verili kabul edilirken, nereden kaynaklandıkları sorusunu sormak, dolayısıyla da analiz birimi olan devletin çıkarlarının nasıl inşa edildiği ve bu bağlamda da kim oldukları sorusunu sormak anlamsız olmaktadır. Bir başka deyişle gerek idealizm, gerekse de realizmde eden’leri farklılaştıran bir çerçeve olmadığından, bu farklılıklara dayanarak bizatihi edenleri açıklamak da olanaksızdır. Yine, edene odaklanan bireyci yaklaşımlar olan DPA’ler ise hemen bütünüyle eden’lerin birbirinden farklılıklarını ortaya koymaya çalışmaktadır. Fakat edenleri bireyler olan bu çalışmalarda, farklılıklar bilimsellik adına bireylerin psikolojik çevreleriyle sınırlandırıldığından ve bu bireylerin içerisinde bulundukları sosyal bağlam genellikle gözardı edildiğinden, belirli bir dış politika davranışının ancak hangi süreçlerden geçerek ortaya çıktığını açıklamak olanaklı olmuştur. Oysa dış politikayı edenlerin bakış açısından anlamak için nasıl sorusunun sorulabilmesi, bir başka 51 deyişle belirli bir durumun nasıl çıkar olarak inşa edildiğinin görülebilmesi gereklidir. 158 Doğrudan kimlik konusuna giden bu biçimdeki bir akıl yürütme yalnızca bireyci geleneksel yaklaşımlarca değil, pozitivist/rasyonalist epistemoloji içinde çalışan tüm geleneksel yaklaşımlarca göz ardı edilmiştir. Örneğin, yapısalcı bir geleneksel yaklaşım olan neorealizmde “birim ve çıkarları aynılaştıran yapı” kavrayışı dolayısıyla eden’liğe zaten yer yoktur ve dış politika çıktıları uluslararası sistemin tüm birimleri için aynı şekilde kendini kurtarma (self-help) ilkesi tarafından şekillendirilmektedir. Bu bağlamda neorealist yaklaşımın aktörleri olarak devletlerin fonksiyonel açıdan farklılıkları olmadığı varsayılır 159 ve dış politika çıktılarını nasıl oluşturdukları, dolayısıyla da nasıl siyasal birimler olduklarının bir önemi yoktur. Nasıl sorusunun sorulabilmesinin yolu dış politika yapıcı unsurların verili olmadığını kabul etmek, temelde de sosyal gerçekliğin inşa edildiğini kabul etmekle olanaklıdır. Sosyal gerçekliğin, dolayısıyla da uluslararası ilişkilerin sosyal olarak inşa edilmiş olduğu görüşü, kimliklerin nasıl inşa edildiği ve davranışları nasıl etkilediğini araştırmaya yönelten bir görüştür. 160 Bu bağlamda, varsayımları açısından nasıl/kim sorusunun sorulmasını eleştirel yaklaşımların olanaklı kıldığı açıktır. Fakat dış politika analizi açısından bakıldığında eleştirel yaklaşımların bunu dış politikayla ilintili olarak değil, daha çok kimlikle ilgili mitleri ortaya çıkararak insan özgürleşimini sağlamak bağlamında ele aldıkları görülmektedir. Bunun dışında eleştirel yaklaşımların yapı-eden sorunu çerçevesinde eğiliminin yapısalcılık lehinde olması, dış politikaların içsel süreçlerini gözardı ederek sadece uluslararası yapının devlet davranışlarına etkilerine odaklanmalarına yol açmakta, dolayısıyla dış politikayı analiz etmek için yetersiz bir çerçeve sunmaktadır. Eleştirel yaklaşımlar ailesinden sayılabilecek inşacı perspektif ise, yapısalcı eğilimleri dolayısıyla diğer eleştirel yaklaşımlarla benzerlik gösterse de, kimlik 158 Weldes, “Constructing National Interests”, s. 222. Barry Buzan, Charles Johns ve Richard Little, The Logic of Anarchy: Neorealism to Structural Realism (New York: Columbia University Press, 1993), s. 118-119. 160 Mark Neufeld, “What’s Critical About Critical International Theory?”, Richard Wyn Johns (der.), Critical Theory and World Politics (Boulder, Londra: Lynne Rienner Publishers, 2001), s. 132. 159 52 konusuna yaklaşımı açısından diğerlerinden önemli oranda farklılaşmaktadır. 161 Öncelikle, kimlik konusunun disiplinde önemli oranda yaygınlaşmasını sağlayan bizatihi inşacı yaklaşım olmuştur. İnşacı yaklaşım esas olarak kimliğin çıkarların temeli olduğu varsayımına dayandırılmaktadır. Bu varsayım, “uluslararası ilişkilerde bir aktörün ne istediğini bilmek için, öncelikle kim olduğunu bilmek gereklidir” biçiminde bir argümanla açılımlandırılmaktadır. İnşacı yaklaşımda kim sorusunun muhatabı devlettir, fakat devletin kimliği yapı-eden başlığı altındaki tartışmada ortaya çıktığı üzere, öznelerarası yapılarca inşa edilmiş kabul edildiğinden, devletin içsel yapılarından kaynaklanan etkiler gözardı edilmekte, hatta çoğu zaman devlet doğrudan verili kabul edilmektedir. Bu bağlamda inşacı yaklaşıma göre çıkarlar kimliklerden, davranışlar da belirli kimliklerle ilişkili olarak oluşmuş yapılardan kaynaklanmaktadır. Fakat devletin eden olarak karşılaştığı yapılar karşısındaki davranışları, bir başka deyişle devletin bu yapıları nasıl algıladığı açıklanamamaktadır. Bunu ortaya çıkarmanın yolu eden düzeyine inilmesi olacaktır. Çünkü bir eden’in/devletin belirli bir yapıyı nasıl algılayacağını ancak kimliği söyleyebilir. 162 Wendt’in yaklaşımında bu eksikliği açıkça görmek olanaklıdır. Wendt, öncelikle devletlerin sosyal kimliği ve bileşik (corporate) kimliği arasında ayrıma gitmekte, devletin içsel özelliklerini içeren bileşik kimliğini bir kenara bırakmaktadır. 163 Sadece öznelerarası anlamlarca inşa edilmiş olarak sosyal kimliğe, dolayısıyla da uluslararası etkileşimin inşa edici rolüne odaklanmaktadır. Bu şekilde bir analiz ancak devlet kimlikleri ve bu kimliklerde meydana gelen temel değişimler Kimlik konusu kavramsal açıdan daha ileride ele alınacak olsa da, inşacı yaklaşımın dış politika analizine yaklaşımı kimlikle doğrudan ilintili olduğundan, bu ilişkinin genel çerçeveleriyle açıklanması yaklaşımın dış politikayı analiz etme uygunluğunu irdeleyebilmek için gereklidir. 162 Trine Flockhart, “Complex Socialization: A Framework for the Study of State Socialization”, European Journal of International Relations, Cilt 12 (1), 2006, s. 94. 163 AlexanderWendt, “Identity and Structural Change in International Politics”, Yosef Lapid ve Friedrich Kratochwill (der.), The Return of Culture and Identity in International Relations Theory (Londra, Boulder: Lynne Rienner Pub., 1996), s. 51-54. Wendt daha sonraki çalışmalarında kimlik türlerini detaylandırmış, ama temelde sosyal ve bileşik kimlik ayrımını korumuştur. Wendt’in belirlediği dört kimlik türü vardır. Oto-genetik özellikte, ötekiliğe dışsal ve sosyal olmayan bileşik kimlik; içeriği sosyal olan fakat varlıkları için ötekiye bağlı olmadıklarından yine devletler sistemine dışsal olan tip kimlik; yalnızca öteki’yle ilişkili olarak oluşan, dolayısıyla da sosyal olan rol kimlikler ve son olarak da tip ve rol kimlikleri de kapsayan, öteki’yle ilişkinin mantıksal sonucu olarak ortaya çıkmış olan kolektif kimlik. Wendt, Social Theory of International Politics, s. 225-228. 161 53 açıklanmayacaksa anlamlı olabilir. Çünkü devlet kimliğinin yapısal olmayan kaynakları ortaya koyulmadan yapılan bir analiz devletle ilgili sabit bir kavramsallaştırmaya yol açar, bu da edenlerin ve yapıların nasıl değiştiğine dair bir fikir vermez. 164 Bu çalışma “Dış Politika ve Kimlik” ana başlığını taşımakla geleneksel Uluslararası İlişkiler yaklaşımlarını daha en baştan reddetmekte ve gerçekliğin sosyal olarak inşa edildiği varsayımına dayanmış olmaktadır. Çalışmada temel olarak eleştirel yaklaşımların sınırları içerisinde kalınacaktır, fakat bu noktada hiçbirisi dış politika analizi için yeterli bir çerçeve sunmayan ve hatta bundan özellikle kaçınmış olan bu yaklaşımlarla nasıl dış politka analizi yapılabileceği sorunu ile karşı karşıya kalınmaktadır. Bu bağlamda, çalışmanın disiplinin en belirgin özelliği haline gelmiş olan sentezlere bir sentez daha eklemeden gerçekleştirilmesi olanaksız görünmektedir. Bu çalışmada sentez, geleneksel Dış Politika Analizlerinin inşacı perspektif içine yerleştirilmesiyle gerçekleştirilmeye çalışılacaktır. Böylece ilk olarak, DPA’nın sosyal gerçekliği verili alması yanında, edene odaklanan, bireyci bir yaklaşım olmasının yarattığı sorunlar da aşılmaya çalışılacaktır. İnşacı perspektifle aşılabilecek olan bir diğer sorun ise, DPA’nın edene odaklanmasına karşın eden’i açıklayamıyor oluşudur. İnşacı perspektifle eden’in sosyal olarak inşa edildiğini öne sürmek, eden’in kim olduğu sorusuna olanak tanımakta ve dolayısıyla eden’i de açıklama olanağı yaratmaktadır. Diğer yandan, inşacı perspektiflerin ve özellikle Wendt’in inşacılığının, ulusulararası ilişkiler lehine dış politika analizini dışlayan yapısalcı eğilimleri ise DPA yardımıyla aşılmaya çalışılacaktır. Bu noktada sözü edilen inşacı perspektifin özelde ne Onuf, ne de Wendt’in yaklaşımlarına inşacılığın temel varsayımlarını paylaşmak dışında dayanmayacağı da belirtilmelidir. İnşacı bakış açısının benimsenerek DPA analizleri ve daha fazla bu bakış açılarının DPA’ya nasıl entegre edilebileceği konusunda çalışmalar yapılmaktadır. 165 164 Pierce ve Reus-Smit, “Critical International Theory and Constructivism”, s. 268. Örneğin bkz., Roxanne Lynn Doty, “Foreign Policy as Social Construction: A Post-Positivist Analysis of US Counterinsurgency Policy in the Philippines”, International Studies Quarterly, Cilt 37 (3), 1997; Carlsnaes, “The Agency-Structure Problem.” ve Weldes, “Bureucratic Politics...” 165 54 Bu tür çalışmalar daha çok DPA’ya dışarıdan (geleneğin dışından) yapılan katkılardır, fakat disiplindeki yeni tartışmanın eleştiri oklarının da etkisiyle gelenek içinden de bunu görmezden gelmeyenler vardır. Bu bağlamda gelenek içinden daha çok, inşacı perspektiflerin temel unsurlarının zaten DPA’da içerildiği, bireysel psikolojilerin ve rol teorisinin kimlik ve kültür konularını çalışmanın en iyi yolları olduğu savunulurken, inşacı yaklaşımı telaffuz etmekte pek istekli olmamışlardır. 166 Bu çalışmada, herhangi bir spesifik DPA yaklaşımını (örneğin bürokratik politika modeli gibi) inşacı unsurları içerisine ekleyerek revize etmek gibi bir amaç güdülmemektedir. Çalışmada inşacı perspektife dayanarak, DPA’dan iç etkenlerin analizi gibi belirli konularda öncülük edebileceği oranda seçici bir şekilde faydalanılacaktır. Yapı ve edenlerin karşılıklı etkileşimi üzerine kurulu olan inşacı yaklaşım, yapı ve edenlerin öznelerarası anlamlarca inşa edildiğini öne sürerek kimlik kavramını doğrudan yaklaşımın merkezine yerleştirmektedir. Öznelerarası anlamlarla inşa edilen edenlerin, etkileşimlerinin alanı olarak tanımlanan uluslararası ilişkiler alanında, etkileşimi sağlayan dış politika pratikleri de öznelerarası anlamlarca inşa edildiğinden, yaklaşımın anahtar kavramı kimlik olmaktadır. Bu bağlamda inşacı bakış açısıyla dış politika analizi yapmak, doğrudan kimlik konusunu ele almak anlamına geleceğinden kimlik, bu çalışmanın bağımsız değişkeni olarak analiz edilecektir. Fakat bu çalışmada kimlik, ulusal düzeyde inşa edilmiş kimliklerden farklı olarak, devletlerin dış politika pratiklerini belirleyen bir anlamda ‘devlet kimliği’ olarak analiz edilmeye çalışılacaktır. Örneğin bkz. Valeri M. Hudson, Culture and Foreign Policy (Boulder, Londra: Lynne Rienner Pub., 1997), özellikle Valerie M. Hudson, “Culture and Foreign Policy: Developing a Research Agenda” makalesi; Juliet Kaarbo, “Foreign Policy Analaysis in the Twent-First Century: Back to Comparison, Forward to Identity and Ideas”, International Studies Review, Cilt 5, 2003. 166 55 II. KİMLİK KAVRAMI ve ULUSLARARASI İLİŞKİLER YAKLAŞIMLARINDA KİMLİK 1. Kimlik Kavramı Kimlik, Uluslararası İlişkiler literatüründe eleştirel çalışmalarla birlikte ilgi odağı olmaya başlamış bir kavramdır. İlk olarak 1940’lı yıllarda psikoloji, ardından sosyoloji ve antropolojide araştırma konusu haline gelen kimliğin, siyaset bilimine ve ardından Uluslararası İlişkiler disiplinine girmesi ise 1960’lı yıllardaki davranışsalcı akımla gerçekleşmiştir. Fakat, bu yıllarda Uluslararası İlişkiler’de rol teorisi kapsamında “ulusal rol” kavramı altında çok sınırlı ve sığ kaldı. Zaten sınırlı olan bu çalışmalar disiplinde neorealizm/pozitivizmin hakimiyeti dolayısıyla marjinalleştirilmiş, 1980’lerin sonundaki eleştirel dönüşüm ve özel olarak da inşacı yaklaşım bu eğilimi tersine çevirene kadar da marjinal kalmıştır. 1990’ların başından beri ise kimlik, giderek artan bir oranda disiplinde en çok tartışılan kavramlardan biri haline gelmiştir. 167 Kimlik konusundaki çalışmalar yekpare olmamış, öncelikle kimlik kavramının tanımlanması konusunda bir görüş birliği ortaya koyulamamıştır. Kavram, yazarların bakış açısı ve metodolojisi kapsamında, sözkonusu çalışmanın amacına yönelik sınıflamalar çerçevesinde ele alınmakta, dolayısıyla da kimlik konusunda son derece farklı kavramsallaştırmalara rastlanabilmektedir. Bu çalışmada ise kimlik, çalışmanın özünün dış politika analizi olması dolayısıyla öncelikli olarak dış politika ile ilişkisi bağlamında kavramsallaştırılmaya çalışılacaktır. Felsefi olarak kimlik, bir “şeyi” o “şey” yapan unsurdur. Bir başka deyişle kimlik, söz konusu varlığın kim ya da ne olduğunu belirlemektedir. Bu bağlamda kimliğin varlık olmanın kaçınılmaz bir boyutu olduğunu söylemek olanaklıdır. Fakat, Michael Horowitz sekiz önemli Uluslararası İlişkiler dergisinde 1990-2002 arasında yaptığı araştırma ile kimlik konusundaki çalışmaların söz konusu yıllardaki artışını ortaya koymaktadır. Michael Horowitz, Research Report on the Use of Identity Concept in International Relations, http://www.wcfia.harvard.edu/misc/initiative/identity/pubilications/horowitz.pdf’den aktaran Kuniko Ashizawa, “When Identity Matters: State Idenity, Regional Institutions-Building, and Japanese Foreign Policy”, International Studies Review, Cilt 10, 2008, s. 572. 167 56 kimliğin kaçınılmaz olduğunu söylemek, verili olduğu anlamına gelmemektedir. 168 Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, bir kimlik belirli bir töze göndermeksizin bir kurguya dayanır, 169 diğer bir deyişle inşa edilmiştir. Yine kimlik, sosyal bir fenomendir ve bu bağlamda “farklılık”la ilişkisi yoluyla inşa edilmektedir. 170 Kimliğin bilincine varılması ancak kimlerden farklı olunduğunun bilgisi ve yardımıyla gerçekleşebilmektedir. 171 Bu noktada, kimliğe odaklanan çalışmalarda çok fazla karşılaşılan ve çoğu zaman da farklılıkla birbirini ikame edecek şekilde kullanılan bir kavram olan “ötekilik”in 172 aslında farklılıkla aynı şey olmadığı konusunda görüşler olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Bu bakış açısına göre farklılık, kimliğin mantığı içine yerleşmiştir ve eğer söz konusu unsurlar farklılık olarak var olmazlarsa, kimlik de onlardan farkı yoluyla inşa edilemez. Buna karşın ötekilik, kimliğin bir bakıma özgüven kazanmak amacıyla inşa ettiği bir unsur, Conolly’nin deyişiyle kimlik mantığının içine sızan bir ayartma olarak görülebilir. 173 Farklılık ve ötekilik konusuna bu türde bir yaklaşım, ötekiliğin içerdiği olumsuzlamanın farklılıkta Kimliğin verili olmadığı, sosyal inşacılık perspektifinden ele alındığında öne sürülebilecek bir argümandır. Fakat, kendi içerisinde farklı düzeyler barındırsa da temel olarak kimliğin verili olduğunu öne süren, yine kimliği sabit bir ‘öz’e dayandırdıklarından bireylerin tümünün uyumlu ve sorunsuz kimliklere sahip olduğunu savunan özcü/ilkçi yaklaşımlar da yok sayılmamalıdır. Bu yaklaşımların argümanları ilk olarak sosyolojide ortaya çıkan rol teorisi ile önemli oranda sarsılmış, ardından rol teorisinin açtığı yolda bir adım öteye giden sosyal inşacılık ile de -kimliğin verili olduğu noktasındabir bakıma çürütülmüştür denilebilir. Craig Calhoun, “Social Theory and the Politics of Identity”, Craig Calhoun (der.), Social Theory and The Politics of Identity (Oxford: Blackwell, 1994), s. 13. 169 Nuri Bilgin, Sosyal Bilimlerin Kavşağında Kimlik Sorunu (İzmir: Ege Yayıncılık, 1994), s. 65. 170 A. Nuri Yurdusev, “18. ve 19. Yüzyıllarda Avrupa‘da Türk Kimliği”, Nuri Bilgin (der.), Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik (İstanbul: Bağlam Yayınlaı, 1997), s. 102. 171 Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği: Kültür Tarihinin Kaynakları (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1997), s. 3. 172 Ben-Öteki kavramsallaştırmasıyla kimlik oluşumu sorunsalını spesifik olarak ilişkilendiren ilk teorisyen Hegel olmuştur. Hegel, ben’in kendisini tanıması ile ötekilik arasındaki dolayımlama ilişkisini kurarak kimlik konusundaki kuramsal işleyişin ilk aşamasını atmıştır. Hegel’e göre, ben/özne, ancak öteki üzerinden kendini düşündüğünde, ben/özne olarak varlıktır. Yani, ben’in fiili gerçeklik haline gelmesi ancak kendisinden farklı bir şeyle (ötekiyle) karşı karşıya gelmesiyle olanaklıdır. Kısaca, Hegel’in kurduğu düşünce sisteminde ben, kendisini bilebilmek için kendinden başka bir nesneye ihtiyaç duymaktadır ve ötekilik kavramı da bu ben’in kendilik bilincine geçişinde belirmektedir. Çiler Dursun, “Hegel’de Kendilik Bilinci ve Öteki İçindeki Yolculuk”, Doğu-Batı: İdeolojiler – I, Cilt 7 (28), 2004, s. 181-193 ve Georg William Friedrich Hegel, Phenomenology of Sprit (Oxford: Oxford University Press, 1977). 173 William E. Conolly, Kimlik ve Farklılık: Siyasetin Açmazlarına Dair Demokratik Çözüm Önerileri, çev. Ferma Lekesizalın (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1995), s. 24. 168 57 içerilmediğini vurgulama amacındadır. Bu görüşe bir bakıma katılmakla birlikte, söz konusu olan dış politika ve uluslararası ilişkiler olduğunda, pratikte içerdiği anlam bakımından ötekilik’in daha baskın olduğunu söylemek çok yanlış olmayacaktır. Temelde bireysel ve sosyal psikolojinin konusu olarak akademik çalışmalara konu olan kimliğin genel anlamda üç boyutundan söz edilmektedir. Bireysel psikolojinin konusu olarak bireysel kimlik, 174 sosyal psikolojinin konusu olarak psikososyal kimlik 175 ve son olarak da kolektif kimlik. Kolektif kimlik, sosyal kimliğin topluluklar düzeyindeki ifadesi olarak ele alındığında sosyal kimliğin bir boyutu olarak da değerlendirilebilir. Kolektif kimlik, belirli bir insan grubunun kendine has niteliklere sahip olduğu ve bir tekillik/biriciklik taşıdığı yönündeki bilinci ve aidiyet duygusudur. 176 Bu anlamda daha çok siyasetin konusu olarak karşımıza çıkan ulusal kimlikler ile özelde uluslararası ilişkilerin ilgilendiği devlet kimliği de kolektif kimliğin bir boyutu olarak ele alınmalıdır. 177 Ulusal kimlik, ulus 178 olmaklığın çeşitli inşa ediliş biçimlerini tanımlamakta kullanılmaktadır. Bireysel kimlik; kendilik imgesi, bireyi ötekilerden farklılaştıran değerler, tutumlar ve fikirlerin biraraya geldiği ve etkileştiği içsel psikolojik yapılanma ile ilgilidir. Cengiz Güleç, Türkiye’de Kültürel Kimlik Krizi (Ankara: Verso Yayınları, 1992), s. 11. 175 Psikososyal kimlik; belirli bir alanda kişinin ötekilerle etkileşimi sonucu ortaya çıkan, kişinin içinde kendisini algıladığı rollerin bileşkesidir. Güleç, Türkiye’de Kültürel Kimlik Krizi, s. 14. 176 Nuri Bilgin, Kollektif Kimlik (İstanbul: Sistem Yayıncılık, 1999), s. 62. 177 Nuri Bilgin, Kimlik İnşası (Ankara: Aşina Kitaplar, 2007), s. 13. 178 Ulusal kimlik kavramının tanımlanmaya çalışıldığı bu noktada, kavramın en önemli tanımlayıcı öğelerinden olan ulus kavramının bizatihi kendisinin muğlak ve genel bir tanıma ulaşılamamış bir noktada olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Latince kan ve soy bağı anlamına gelen nationem kelimesi aslında 13. yüzyıla kadar bu anlamı ile ilşkili olarak kullanılmamış, kelime asli anlamına 13. yüzyıldan sonra kavuşmuş ve birbirleriyle kan bağı olan grupları ifade etmek üzere kullanılmaya başlanmıştır. Erken 17. yüzyılda ulus, etnik kompozisyondan uzak olarak, halk anlamında, aynı ülkede yaşayanları anlatmak üzere kullanılmaya başlanmıştır. Yine aynı dönemde başlayarak günümüze kadar gözlemleyebileceğimiz bir eğilim olarak, ulusun doğrudan devlet anlamında kullanımına da rastlanmaktadır. Ahmet Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938) (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 27. Milliyetçiliğin bir ideoloji olarak tarih sahnesine çıktığı onsekizinci yüzyıl ve bir ideoloji olarak zirveye ulaştığı 19. yüzyılla birlikte ulus kavramı bir sorunsal olarak ortaya çıkmış ve bu bağlamda iki tip ulus anlayışı gelişmiştir; Aydınlanma felsefesinde anlamını bulan kontrata dayalı ulus anlayışı ve romantik ulus anlayışı. Aydınlanma felsefesi çerçevesinde kavramsallaştırılan ulus, iktidarı genel iradeye devreden insanlar bütünüdür. Burada sözleşmesel bir bağdan ibaret, inşa edilmiş bir yapı söz konusudur. Romantizmin etkisindeki kavrayış ise ulusu tarihin ürünü, topluluğun kolektif ruhu olarak kavramsallaştırır. Bilgin, Sosyal Bilimlerin Kavşağında Kimlik Sorunu, s. 13. Günümüz ulus tanımlamaları da farklı anlayışların etkisinde ortaya koyulmakta, fakat aynı kategori altında ele alınan yaklaşımlar içerisinde dahi ortak bir ulus tanımına rastlanamamaktadır. Ulus kavramsallaştırmalarını etkileyen yaklaşımlar genel olarak Özcü/İlkçi ve Modernist yaklaşımlar olarak iki başlık altında 174 58 Genel anlamda, ulusların kendine özgü mirasını meydana getiren değer, sembol, gelenek, mit ve hatıraların sürdürülmesi, sürekli tekrarlanması ve bireylerin kendilerini bu mirasla tanımlamaları 179 olarak ulusal kimlik, milliyetçilik ideolojisi ile sıkı sıkıya bağlantılandırılmaktadır. Milliyetçiliğin merkezinde ulus kavramı yer almaktadır ve bu bağlamda ulus, milliyetçilik tarafından önvarsayılan bir kimlik tipi olarak açıklanabilmektedir. 180 Ulusal kimlik ortak dil, din, coğrafi konum gibi objektif ve aynı zamanda kolektif hafıza, kültürel pratikler ve ortak atalar miti gibi sübjektif unsurlara dayandırılabilir. Farklı ulus tanımlamaları, ulusal kimliğin unsurları konusunda da bazı farklılaşmalar yaratabilmektedir. Örneğin, ulusal kimliğin zayıf da olsa belirli anlamda bir siyasal topluluğu gerektirdiğini düşünen Smith’e göre yukarıda sayılanlar yanında ortak yasal hak ve yükümlülükler de ulusal kimliğin bir unsuru olarak alınmalıdır.181 Siyasal bir topluluk ulus fikrine ulaşmadan bu şekilde bazı dayanaklara sahiptir, sınıflandırılmaktadır. Bu terimlerin hiçbirisi türdeş bir yaklaşımı tanımlamamakla birlikte, her kategori altında ortak paydalar bulmak olanaklıdır. Özcü/İlkçi yaklaşımlar ulusları -kimi doğa gereği, kimi biyolojik evrim ve kimisi de toplumsal bağlar açısından- verili saymaktadır. Modernist yaklaşımların ortak paydası ise, ulusların modern çağa ait yapılar olduğu ve kapitalizm, sanayileşme, kentleşme, laikleşme, merkezi devlet gibi modern süreçlerin ürünü olduğudur. Bu iki kategori yanında etno-sembolcüler olarak bir diğer kategoriden de söz edilmektedir. Yaygın olarak kabul edilmeyen bu üçüncü kategori temelde özcülüğü reddeden, fakat modernist açıklamaları da eleştiren, milliyetçiliği modern çağın bir ürünü saymakla birlikte, ulusların kökenini modern öncesi dönemde arayan bakış açılarını sınıflandırmak için ortaya koyulmuştur. Anthony D. Smith, Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, Çev. Derya Kömürcü (İstanbul: Everest Yayınları, 2002), s. 27-41 ve Umut Özkırımlı, Milliyetçilik Kuramları: Eleştirel Bir Bakış (İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1999), s. 75-219. Son olarak denilebilir ki, çalışmaları şekillendiren bakış açısı kadar ulus tanımı bulmak mümkündür. Örneğin, modernistlerden Smith’e göre, tarihi bir toprağı, ortak mitleri ve belleği, kitlesel kamu kültürünü, ortak yasal hak ve yükümlülükler ile ortak bir ekonomiyi paylaşan insan topluluğu (Smith, Milli Kimlik, s. 32); Anderson’a göre, kendisine aynı zamanda hem egemenlik, hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir siyasal topluluktur (Benedict Anderson, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması (İstanbul: Metis Yayınları, 2004), s. 20); Gellner’e göre, aynı kültürü paylaşan ve aynı ulusa ait oldukları hissiyatına sahip insanların meydana getirdiği topluluktur (Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, çev. Büşra Ersanlı ve Günay Göksu Özdoğan (İstanbul: Hil Yayınları, 2006), s. 78). Son yıllarda daha çok rastlanılan bir eğilim de ulus kavramının tanımlanması konusunda neden ortak bir görüşe varılamadığı üzerine yazılmasıdır. 179 Anthony D. Smith, “The Sacred Dimension of Nationalism”, Millenium: Journal of International Studies, Cilt 29 (3), 2000, s. 796. 180 Anthony D. Smith, Milli Kimlik, çev. Bahadır Sina Şener (İstanbul: İletişim Yayınları, 1999), s. 147. 181 Smith, Milli Kimlik, s. 24. 59 fakat bir “ulusal biriciklik” duygusunu sağlayacak asıl araç dış dünyayla etkileşim ve bu etkileşim sonucu “öteki”nin farkına varılması olacaktır. 182 Kimlik kavramı Uluslararası İlişkilere aktarılırken devletlerin “devlet olmak”lığına eşitlik sağlanmaya çalışılır. Bu bağlamda kimlik hem ulus, hem de devlet olmaklığın çeşitli inşa edilmiş biçimlerini tanımlar hale gelmektedir. Bu noktada birçok çalışmada birbirlerinin yerine kullanılsa 183 ve iki kavram arasında ayrım yapmak ne kadar zor olsa da, ulusal kimlikle devlet kimliğinin aynı olmadığı belirtilmelidir. Devlet kimliği, devletin belirli bir uluslararası bağlamda biricikliği ve farklılığı konusunda sahip olduğu ya da daha basit bir şekilde ifade etmek gerekirse devletin ne olduğu ve neyi temsil ettiği ile ilgili bir kavramsallaştırmadır. 184 Ulusal kimlik ise, bir ulusa üye olmakla ilgili toplumsal bir kavramsallaştırmadır. Buna karşın, ulusal kimlik ve devlet kimliği anlam bakımından hem büyük oranda çakışmakta, hem de bir bakıma birbirini karşılıklı olarak inşa etmektedir. Ulusal kimliğin paylaşılan anlatıları, aynı zamanda bu topluluğu başka uluslarla ilişkilendiren unsurlardır, diğer yandan devlet kimliği dış’a/ötekiye karşı ulusal topluluğun “biz” duygusunu korumada önemli bir rol oynamaktadır. 182 Ilya Prizel, National Identity and Foreign Policy: Nationalism and Leadership in Poland, Russia and Ukraine (Cambridge: Cambridge Univeristy Press, 1998), s. 16. 183 Yücel Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity: A Constructivist Approach (New York & Londra: Routledge, 2003), s. 29 veya Thomas U. Berger, “Norms, Identity and National Securtiy in Germany and Japan”, (der.) Peter Katzenstein The Culture of National Security: Norms and Identiy in World Politics (New York: Columbia University Press, 1996). Diğer yandan bu ayrılığı teorik olarak vurgulayan çalışmalar da bulunmakla birlikte ampirik araştırma aşamasında bu ayrımı başarabilmek zor görünmektedir. Örneğin, Adamson ve Demetriu devlet kimliği ve ulusal kimliğin literatürde yaygın olarak ‘bir’miş gibi kabul edilmelerine çeşitli argümanlarla karşı çıkmakla birlikte, ampirik incelemeleri esnasında devlet ve ulusal kimliği bir kabul etmek durumunda olduklarını belirtmektedirler. Fiona B. Adamson and Madeleine Demetriu, “Remapping the Boundaries of ‘State’ and ‘National Identity’: Incorporating Diasporas into IR Theorizing”, European Journal of International Relations, Cilt 13 (4), 2007, s. 491. 184 Ashizawa, “When Identity Matters”, s. 575. Uluslararası İlişkiler disiplininde farklı yaklaşımların devlet kimliğini ne şekilde kavramsallaştırdıkları konusunda ayrıntılı bir çalışma için bkz. Jens Bartelson, “Second Natures: Is the State Identical with Itself?”, European Journal of International Relations, Cilt 4 (3), 1998. 60 2. Kimlik ve Dış Politika Bir devleti belirli bir kimliğe göre (bir diğerine göre değil) anlamak eylemler açısından sonuçlar yaratır. Örneğin, “güçlü-zayıf devlet” kimlikleri, “AB üyesi devlet” kimliği ya da “saldırgan-pasifist devlet” kimlikleri farklı davranışsal sonuçlara yol açar çünkü her bir kimliğin ortaya çıkardığı çıkarlar birbirinden farklıdır. 185 Kimlikle dış politika arasında doğrudan nedensel bir bağ olmadığı, kimliğin dış politikayı doğrudan biçimlendirmediği genellikle kabul edilmektedir. Bu noktada kimliklerin kurucu özellikleri kabul edilerek, çalışmalar çıkarlar üzerine odaklanmaktadır. “Kim olduğumuzu bilmeden ne istediğimizi bilemeyiz” argümanı bağlamında kimlikler çıkarların, çıkarlar da eylemlerin kaynağıdır. Kimlikler çıkarlar olmadan motivasyonel güce, çıkarlar da kimlikler olmadan belirli bir yöne sahip olamazlar. 186 Bu bağlamda bir devletin dış politika eylemlerini açıklamak için çıkarları, bunun için de yine öncelikle kimliğini anlamak gerektiği öne sürülebilir. Kimlik ve çıkarların nasıl inşa edildiğini, bu oluşuma hangi süreç ve pratiklerin eşlik ettiğini anlamak inşacı araştırma programının en önemli parçasıdır. Wendt’in yaklaşımında 187 kimlik ve çıkarlar etkileşim sürecine yerleştirilmiştir, yani kimlik ve çıkarlar etkileşim sürecinde inşa edilmektedir. Wendt’e göre etkileşim öncesinde var olan yalnızca örgütsel yönetim mekanizması ile bunu koruma arzusudur ve bunlar ‘kendi’nin farkında olmayı yaratmazlar, çünkü etkileşim öncesinde aktörlerin ‘ben’likleri yoktur. 188 Wendt’in realizmde olduğu gibi verili, sabit ve tüm aktörler için aynı varsaydığı etkileşim öncesi kimliklerden kaynaklanan, yani sosyal bağlamdan bağımsız dört çıkar vardır; fiziksel güvenliği korumak, otonomiyi korumak, ekonomik refahı ve kolektif kendine saygıyı (self-esteem) korumak. 189 Bu çıkarlar da kimlikler gibi sabit ve tüm aktörler için aynıdır. Wendt kimlik ve çıkarları yalnızca etkileşim sürecine yerleştirmekle yapısalcılığının lehine, kökleri içsel 185 Hopf, “The Promise of Constructivism”, s. 191. Wendt, Social Theory of International Politics, s. 231. 187 Wendt’in uluslararası yapının kimlik inşa edici rolüyle ilgili yaklaşımı, çalışmanın ikinci bölümünde, “Uluslararası Sistemin Yapısı” başlığı altında ayrıntılı olarak ele alınacağından, bu kısımda kimlik inşası sürecinin sonuçları bağlamında, genel bir analizle yetinilmiştir. İkinci bölümde öncelikle Wendt’in yapıyı ne şekilde kavramsallaştırdığı ele alınarak, kimlik üzerindeki kurucu etkisi araştırılmaya çalışılacaktır. 188 Wendt, “Anarchy is What States Make of It”, s. 401-402. 189 Wendt, Social Theory of International Politics, s. 235-237. 186 61 süreçlerde olan kimlikleri (bileşik kimlik) gözardı etmiş ve çıkarların nasıl oluştuğuyla ilgili yetersiz bir analiz çerçevesi ortaya koymuştur. Bununla birlikte, aktörler eğer Wendt’in öne sürdüğü gibi etkileşim öncesi bir “ben”liğe, yani ben ve öteki kavramsallaştırmasına sahip değilse, neden etkileşime geçme ihtiyacı duydukları açıklanamamaktadır. karşılaşmakta, 190 ötekiye Ben ve öteki Wendt’in elinde tesadüfen duyulan ihtiyaç mevcut kimlikten bağımsız ele alınmaktadır. 191 Devletlerin etkileşim öncesinde uluslararası sistem ve kendi devletlerinin konumu gibi konularda fikir sahibi olmadıklarını söylemek olanaklı değildir. Wendt’in bileşik kimlik olarak adlandırdığı ve etkileşime dışsal varsaydığı kimlikler etkileşim öncesinde devletlere uluslararası alanda yol gösterici olarak işlerler. 192 Yine, devletlerin kimliği diğer devletlerle etkileşim sürecinde dönüşebilir, fakat devlet kimliğinin tek kaynağı Wendt’in öne sürdüğü şekilde sadece etkileşim değildir. Devletlerin çıkarlarını, dolayısıyla dış politika eylemlerini belirleyen kimliği aynı zamanda içsel süreçlerce de belirlenmektedir. 193 Wendt’in analizine göre aktörler etkileşim sürecinde, bu etkileşimin sonucunda ortaya çıkan öznelerarası anlamlara göre eylemlerini ortaya koymaktalar ve kimlik, dolayısıyla da çıkarların değişimini sağlayacak olan, bu süreçte aktörlerin ortaya koyacakları (stratejik) pratiklerdir. 194 Yani buna göre kimlik değişiminin yollarından birisi aktörlerin bilinçli çabaları olmaktadır. 195 Buna karşın Wendt bu pratiklerin Wendt’in aktörler arası etkileşim sürecini nasıl kavramsallaştırdığı en iyi, genel olarak sosyal eylemleri nasıl kavramsallaştırdığını ortaya koyan, ego-alter örneğine bakılarak anlaşılabilir. İlk karşılaşma öncesinde ego a-priori kendi durum tanımlamasına dayanarak bir eylemde bulunur ve bu eylem alter için hem ego’nun kendisine yüklediği rolün, hem de alter’e biçtiği rolün işaretlerini verir. İkinci aşamada alter ego’nun eylemlerini kendi algılamalarına göre yorumlar, ve alter’in eylemi başlar. Sonuçta bu da ego’ya aynı işaretleri verir. Son aşamada ego da alter’in eylemini yorumlayarak buna karşılık verir. Bu sosyal öğrenme süreci etkileşim son bulana kadar sürer. Bu süreçte ego da, alter de paylaşılan fikirleri öğrenecek ve bunları başlangıç noktası alarak sonraki etkileşimde yeniden üreteceklerdir. Wendt, Social Theory of International Politics, s. 329-332. 191 Inayatullah ve Blaney, “Knowing Encounters: Beyond Parochialism in International Relations Theory”, s. 73. 192 Weldes, “Constructing National Interest”, s. 280. 193 Bill McSweeney, Security, Identity and Interest: Sociology of International Relations, (Cambridge: Cambridge University Press, 1999), s. 127-128. 194 Wendt, “Identity and Structural Change”, s. 55. 195 Zehfuss, Constructivism in International Relations, s. 46. 190 62 nasıl değiştirildiğini, değişime neden ihtiyaç duyulduğunu açıklayamamaktadır. Bu eksikliği gidermenin yolu, devlet aktörlerinin kimlik ve çıkarları değiştirecek pratiklerinin kaynağını içsel süreçlerde aramak olacaktır. Sonuçta, her devletin kimliği temelde içeride kimlik yaratma pratiklerinin bir ürünüdür. Kimlik yaratma pratikleri devletlerin uluslaşma süreçleriyle yani, hem yeni bir devletin siyasal varlık olarak kuruluşu, hem de bir (ulusal) kimliğe sahip olma duygusunu yaratma süreçleriyle ilgilidir. 196 Bu süreçlerde kolektif hafıza çok önemli bir rol oynamaktadır. Çünkü kimlik, kolektif hafızayı oluşturan sembol, mit, inanç, alışkanlık ve bilgiler yoluyla inşa edilir. 197 Kimlik bir kere inşa edildikten sonra devletler bir yandan bu kimliklerini içsel ve uluslararası alanda kurumsallaştırmaya çalışırlar, diğer yandan da bu içsel ve uluslararası alanın yarattığı etkiler kimlikleri şekillendirmeye başlar. 198 İçsel alanda kimlik dinamiği sürekli canlı tutulmaya, yeniden uyandırılmaya çalışılır ve bu devletlerin içerdeki meşruiyeti için önemli bir dayanaktır. 199 Bu şekilde kimlik dinamiğini uyandırmanın, canlı tutmanın en önemli araçlarından birisi dış politikadır. Bu bağlamda dış tehdit/tehlike unsuru dış politikanın kimliği koruyucu rolünün dayanağı olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü devletler meşruiyetlerini (ulusal) kimliği dışarıdan (ve içeriden) gelecek tehlikelere karşı korumak yükümlülüğünü yerine getirmek yoluyla sağlamaktadırlar. 200 Bu bağlamda dış politika ve kimlik arasındaki ilişkinin yapı-eden kavramsallaştırmasında olduğu şekilde karşılıklı inşa edici olduğu söylenebilir. Uluslararası alanda kimliklerin normlarla ilişkilendirilerek analiz edilmesi de günümüzde oldukça yaygındır. 201 Kratochwill’e göre uluslararası ilişkilerde eylemler 196 William Bloom, Personal Identity, National Identity and International Relations (Cambridge: Cambridge University Press, 1990), s. 55. 197 Bilgin, Sosyal Bilimlerin Kavşağında Kimlik Sorunu, s. 53. 198 Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity, s. 25. 199 Sanjoy Banerjee, “The Cultural Logic of National Identity Formation: Contending Disourses in Late Colonial India”, Valerie M. Hudson (der.), Culture and Foreign Policy (Boulder, Londra: Lynne Rienner Publishers, 1997), s. 33. 200 David Campbell, Writing Security: United States Foreign Policiy and the Politics of Identity (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1998), s. 50. 201 Bu konuda, uluslararası ilişkilerin norm ve kurallar temelinde analiz edilmesi gerektiği argümanıyla çalışmalarını bu temele dayandıran Friedrich Kratochwill’in çalışmalarına bakılabilir. 63 ancak öznelerarası bağlama oturtulabiliyorsa anlamlı olabilir ve bu öznelerarası bağlam da normlara dayanmaktadır. 202 Norm, verili bir kimliğe uygun olduğu düşünülen, yani başkalarının söz konusu kimlikten beklediği davranıştır. 203 Normlar, gerek doğrudan devlet kimliğini, gerekse de kimlikten kaynaklanan politika çıktılarını etkileyerek devletlerden beklenen ‘uygun’ davranışı belirler. Bu bağlamda normlar, uluslararası ilişkilerin eden’leri olarak devletlerin dış politika pratiklerini düzenlerler. Bir başka deyişle devletlerin izleyebilecekleri dış politika seçeneklerini sınırlarlar. 204 Normlar bu bağlamda aktörlerin kimliklerini biçimlendiren bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır, fakat normların etkisinin yine aktörlerin/devletlerin kendi içsel süreçlerince nasıl algılanıp yorumlanacağı ile sınırlı olacağı da gözardı edilmemelidir. Örneğin, Friedrich Kratochwill, Rules, Norms and Decisions: On the Conditions of Practical and Legal Resoning in International Relations and Domestic Affairs (New York: Cambridge University Press, 1989); “The Embarrassment of Changes: Neo-Realism as the Science of Realpolitik Without Politics”, Review of International Studies, Cilt 19 (1), 1993, s. 63-80. Yine, bu temelde hazırlanmış makaleler içeren Peter J. Katzenstein (der.), The Culture of National Security (New York: Cambridge University Press, 1996) ampirik çalışmalar da içermesi açısından incelenmeye değerdir. 202 Kratochwill, Rules, Norms and Decisions, s. 24 ve 34. 203 Ronald L. Jepperson, Alexander Wendt ve Peter J. Katzenstein, “Norms, Identity, and Culture in National Security”, Katzenstein (der.), The Culture of National Security s. 54. 204 Paul Kowert ve Jeffrey Legro, “Norms, Identity and Their Limits: A Theoretical Reprise”, Katzenstein (der.), The Culture of National Security, s. 468. 64 İKİNCİ BÖLÜM: KİMLİĞİN İNŞASI Birinci bölümde dış politika analizi için en uygun teorik yaklaşımın hangisi olduğu ortaya koyulmaya çalışılmış ve bu bağlamda inşacı bakış açısının dış politikayı analiz etmek için en uygun yaklaşım olduğu öne sürülmüştür. Bu çerçevede, inşacı yaklaşımların anahtar kavramı olarak “kimlik”in (bu çalışmada ve dış politika analizi bağlamında devlet kimliğinin) bağımsız değişken olarak analiz edilmesi gerektiği noktasına varılmıştır. Bu bağlamda ve Türk dış politikasının kaynağı olarak kimliğin etkisini ortaya çıkarabilmek amacıyla bu bölümde öncelikle Türkiye devleti kimliğinin ‘nasıl’ inşa edildiği analiz edilecektir. “Türkiye devleti kimliği” kavramsallaştırması, Wendt’in içsel süreçlerce oluştuğu için uluslararası alana dışsal saydığı ve dolayısıyla da analizinde verili kabul edip gözardı ettiği bileşik kimlik 205 tanımına karşılık gelmek üzere kullanılmıştır. Fakat Wendt’in aksine, bu çalışmada içsel ve uluslararası süreçlerin, aynı yapı-eden kavramsallaştırmasında olduğu gibi etkileşim halinde olduğu, dolayısıyla da birbirlerinden ayrılıp bir kenara bırakılamayacağı kabul edildiğinden, analiz ne sadece içsel, ne de uluslararası süreçlere hapsedilmeyecektir. Etkileşim kabul edildikten sonra bu süreçlerin kesin sınırlarla birbirinden ayrılamayacağı benimsenmekle birlikte, içeriğin analitik olduğu kadar kronolojik de olabilmesi için üç düzeyli bir başlıklandırma tercih edilmiştir. I. BİRİM DÜZEYİ: TÜRKİYE DEVLETİ KİMLİĞİ Bu kısımda, Türk dış politikasının kaynağı olarak Türkiye devleti kimliğinin nasıl inşa edildiğinin analizi, temelde modernleşme/batılılaşma olgusu ve bununla ilintili olduğu varsayılan Kemalizm çerçevesinde gerçekleştirilmeye çalışılacaktır. Gerek modernleşme/batılılaşma, gerekse de Kemalizm çoğunlukla ulusal kimlik ile ilgili çalışmalarda analiz odağı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışmada devlet kimliği ve ulusal kimlik birbirinden farklı kavramsallaştırıldığından, sözü edilen kavramların 205 Bu çalışma s. 53’ de dipnot 163. 65 ulusal kimlikten ayrı, hatta onunla çok az örtüşen devlet kimliğini inşa eden unsurlar olduğu benimsenerek yola çıkılmıştır. Devletin bileşik kimliği genel olarak devlet inşasıyla eşzamanlı olarak ele alınan bir süreçtir. Bu çerçevede Türkiye’nin devlet olarak kimliği Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte tarihlendirilmesi gerekmektedir. Fakat uluslararası ilişkilerin aktörleri olarak günümüz devletlerinin hiçbirinde olmadığı gibi, Türkiye de bir tabula rasa olarak kurulmamıştır. Bir başka deyişle devletin kimliğinin nasıl inşa edildiği bağlamında yapılacak bir analizin tarihsel geçmiş gözardı edilerek hedefine ulaşması olanaklı değildir. Bu çerçevede öncelikle Osmanlı geçmişine değinmek, kimliğin inşası bağlamında ‘nasıl’ sorusunu yanıtlayabilmek için önemlidir. 1. Devleti ‘Kurtarmaktan’ Devleti ‘Kurmaya’ Modernleşme/Batılılaşma Olgusu Modernleşme, sözcük anlamı itibariyle ‘modern olana’ doğru ilerleyen süreci karşılamaktadır. Sosyal bilimler teorisi olarak geleneksel toplumdan, ilk kez Batı Avrupa’da başlayan sanayileşmiş, evrensel geçerliği olan bir bireysellik ve rasyonalite kültürüne sahip ve temsili sistemle yönetilen topluma doğru ilerleyen değişim sürecini anlatmaktadır. 206 Bu çerçevede modernleşme, genel olarak kapitalizmin gelişme süreçlerine eşlik eden sosyal ve siyasal değişimlerin bütünü anlamında kullanılmaktadır. Bu anlamda da, geleneksel (ya da az gelişmiş) toplumların ekonomik ve diğer yapısal özelliklerini edinme doğrultusunda geçirdikleri dönüşümler olarak tanımlanmaktadır. 207 Batılılaşma ise modernleşmeye göre daha dar kapsamlı bir kavram olarak ele alınmaktadır. Yine de, süreç olarak modernleşmenin her ülkeyi bir ölçüde Batılı Levent Köker, “Kemalizm/Atatürkçülük: Modernleşme, Devlet ve Demokrasi”, Ahmet İnsel (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.101102. 207 Wilbert E. Moore, “İşlevselcilik”, Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Tom Bottomore-Robert Nisbet, (der.), çev. Şirin Tekeli, (Ankara: Ayraç Yayınları, 1997), s. 364-365’den aktaran Adem Efe, “II. Meşrutiyet Dönemi İslamcıları ve Çağdaşlaşma Görüşleri”, Doğu-Batı, 11 (46), 2008, s.64.3 206 66 ülkelere benzetmesi nedeniyle kaçınılmaz göründüğünden, 208 bu iki kavramı biribirinden bütünüyle ayırmak anlamlı değildir. Türkiye’de modernleşme doğrudan batı modernliği ile özdeşlik taşır ve bu anlamda modernleşme ve batılılaşma aynı anlamda algılanmaktadır. Öte yandan, Türkiye’de batılılaşma, modernleşme sürecinin “eden”i durumunda olduğundan, iki kavramın iç içe geçmesi kaçınılmaz olmaktadır. 209 Türkiye tarihinin son ikiyüz yılını belirleyen bir olgu olarak batılılaşma, ilk olarak Osmanlı devletinin kendisini Batı’ya karşı savunma ve ona rağmen var olma mücadelesi olarak gündeme gelmiştir. 210 Kuruluşundan itibaren Avrupa/Batı ile ilişkide olan Osmanlı devletinin, 211 güçlü olduğu dönemlerde Batı’yı model olarak izlenmek gibi bir düşüncesi yoktu. 212 Fakat 18. yüzyıl boyunca üst üste gelen askeri başarısızlıklarla Osmanlı devleti Batı karşısında önce üstünlüğünü, ardından da varlığını yitirme tehlikesiyle karşılaşınca batılılaşma yoluyla devleti [kısmen] yeniden inşa etme, 213 dolayısıyla ‘kurtarma’ yoluna gitmiştir. Bu çerçeveden bakıldığında, batılılaşma sürecini başlatan temel güdünün “güvenlik” olduğu söylenebilir. Bu bağlamda devletin güvenliğini (bekâsını) sağlayabilecek bir araç olarak Osmanlı devletinin gündemine giren batılılaşma, zamanla kimlik inşa edici bir unsura dönüşmüştür. 214 Metin Çulhaoğlu, “Modernleşme, Batılılaşma ve Türk Solu”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt. III: Modernleşme ve Batıcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s.171. Bu noktada, bu değerlendirmeye genel anlamda katılmakla birlikte, her genellemenin bazı olguları dışarıda bırakacağının bilincinde olarak, Prof. Dr. Nuri Yurdusev’in Japonya örneği üzerinden, Japonya’nın modernleşmesinin Japonya’yı batılılaştırmadığına dair değerli uyarısının dikkate alınması ve gözden kaçırılmaması gerektiği de belirtilmelidir. 209 Hasan Bülent Kahraman, “Bir Zihniyet, Kurum ve Kimlik Kurucusu Olarak Batılılaşma”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt. III, s. 125-126. 210 Alper Kaliber, “Türk Modernleşmesini Sorunsallaştıran Üç Ana Paradigma Üzerine”, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce Cilt. III, s. 107. 211 Aydın’ın deyimiyle, Türkler önce fetihçi bir güç ve düşman, ardından bir bileşen/parçası, bunun sonrasında başarısız bir taklitçi, en son olarak da takipçi ve müttefik olarak Avrupa ile tarih boyunca ilişki içerisinde olmuşlardır. Mustafa Aydın, “Determinants of Turkish Foreign Policy: Historical Framework and Traditional Inputs”, Middle Eastern Studies, Cilt 35 (4), 1999, s. 160. 212 Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi (İstanbul: İletişim Yayınları, 2006), s. 11. 213 Ahmet İnsel, Türkiye Toplumunun Bunalımı (İstanbul: Birikim Yayınları, 2002), s. 40. 214 İhsan D. Dağı, “Transformation of Islamic Political Identity in Turkey: Rethinking the West and Westernization”, Turkish Studies, Cilt 6 (1), 2005, s. 22. 208 67 Batılılaşma sürecinin ilk işaretleri daha Onsekizinci yüzyılda tartışılmaya başlanan Batı’nın askeri teknolojisinin alınması olmuştur. Batı’nın askeri kurum ve teknolojisini örnek alma çabaları, ardından III. Selim döneminde Batı’ya sürekli elçilerin gönderilmesinin sağladığı bilgi akışı 215 ve özellikle de II. Mahmut döneminin kendisini önceleyen döneme oranla çok daha radikal askeri, idari ve mali reformları yanında ‘modern’ eğitimle ilgili reformları, 216 Osmanlı modernleşmesinin başlangıcı kabul edilen 1839 Tanzimat Fermanı’na giden yolu hazırlamıştır. 217 Fermanı izleyen reformlar da, önceki dönemlerde olduğu gibi ordu, bürokrasi, vergilendirme ve eğitim alanlarını kapsamıştır. Farklı olan, adli reforma ağırlık verilmesi 218 ve bu bağlamda Müslüman olmayan tebaa ile müslümanlar arasında eşitlik (müsavat) uygulamasını başlatarak toplumun yeniden örgütlenmesini sağlayacak yolu açmış olmasıdır. Eşitlik ilkesi, aslında ulusçuluklar çağında, özellikle Balkan ulusçuluğu ile karşı karşıya olan Osmanlı devleti için pratik bir zorunluluk olarak anlamlıydı. Bu ilke, “Osmanlıcılık” siyasetine de temel teşkil edecek 219 ve Osmanlıcılık Tanzimat döneminin resmi politikası haline gelecektir. Osmanlıcılık, Osmanlı tebaası arasında birliği sağlamak, dolayısıyla da devletin bütünlüğünü korumak amacıyla bir siyasal kimlik 220 olarak Osmanlılığı temel alan bir düşünüş ve eylem olarak tanımlanabilir. 221 Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 10-11. Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, çev. Yasemin Saner Gönen (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 63-64. 217 İlber Ortaylı böyle bir tarihlendirme yapmanın doğru olmadığını ve Tanzimat fermanı öncesinde de yapısal koşulların modernleşmeyi Osmanlıya kendiliğinden getirdiğini öne sürmektedir. “II. Viyana bozgunundan Tanzimat fermanına kadar Osmanlı modernleşmesini tarih hazırlamış, bu tarihten sonra Osmanlı yöneticileri modernleşmeyi sırtlamakta ve dikte etmektedir.” İlber Ortaylı, İmparatorluğu En Uzun Yüzyılı (İstanbul: Alkım Yayınları, 2005), s. 28. 218 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 88. 219 Halil İnalcık, “Tanzimat Nedir?”, Halil İnalcık ve Mehmet Seyitdanlıoğlu (der.), Tanzimat: Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu (Ankara: Phoenix Yayınları, 2006), s.29. 220 Kemal H. Karpat, “Tarihsel Süreklilik, Kimlik Değişimi ya da Yenilikçi, Müslüman, Osmanlı ve Türk Olmak”, çev. Sönmez Taner, Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiyesi (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ), s. 25. 221 Osmanlı devletinin toplumsal örgütlenmesini yeni bir kimlik bağlamında yeniden inşası süreci genellikle devletlerarası ilişkiler odağında, dış baskılarla gelen bir zorunluluk olarak açıklanmakta olsa da, bu durumu daha derinde doğrudan modernleşme sürecinin bir sonucu olarak da açıklamak olanaklıdır. Örneğin, Öğün’e göre modernlik, yerel, heterojen ve dinsel farklılıklara dayalı kimlikleri reddederek standartizasyonu öngörmekte olduğundan ve Osmanlı’nın kimlik dünyası da modernliğin 215 216 68 Tanzimat’la başlayan Osmanlı modernleşmesi, toplumun modernleşmesi olarak değil, devletin reformu olarak görülmelidir. 222 Dolayısıyla da, Tanzimatçıların topluma yukarıdan aşağıya dayatmaya çalıştıkları Osmanlılık kimliği de aslında toplumsal değil, devlet kimliğidir. 223 Osmanlı kimliğinin Karpat’ın belirttiği üzere yalnızca müslüman ‘Türkler’ için benimsenecek bir kimlik olabilmiş olması, gayr-i müslimler tarafından rağbet görmediği gibi, Arap kökenli ve diğer müslümanlar için de kendi etnik ve İslami kimliklerine karşı dayatılan bir kimlik olarak görülmüş olması bunun bir işareti olarak görülebilir. 224 Osmanlılık kimliği ile ilgili bir diğer kaynak da Islahat Fermanı (1856) olmuştur. Tanzimat Fermanının ikinci aşaması gibi görünen Islahat Fermanı, Müslümanlardan “hakim millet” (millet-i hakime) imtiyazını alarak, din farkı gözetmeksizin Osmanlı vatandaşlığı yaratma çabasını daha da ileri taşımıştır. 225 Bu uygulamanın bir adım ötesi 1864’de çıkarılan bir yasa ile (Tabiiyet-i Osmaniyye Kanunnamesi) Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan herkesin Osmanlı vatandaşı olarak kabul edilmesi olmuştur. 226 Tanzimat reformları kısa sürede kendi muhalefetini de doğurmuştur. Reformlar, daha önce de belirtildiği üzere otokratik olduğundan, zaten kitle desteğine sahip değildi ve gayr-i Müslim tebaa arasında başlayan ayrılıkçı (ulusalcı) hareketlerin önünü kesecek kadar etkileyici de olamamıştı. Bunun yanında Tanzimat reformları ve uygulamalarına karşı en etkili muhalafet, yine Tanzimat bürokrasisinin kendi içerisinden çıkmıştır. 227 Yeni Osmanlılar 228 olarak adlandırılan bu muhalif grup, bu reddettiği temellere dayandığından, modernleşme sürecine girildikten sonra bu yöndeki değişim de kaçınılmaz hale gelmiştir. Süleyman Seyfi Öğün, Türk Politik Kültürü (İstanbul: Alfa Yayınları, 2000), s. 91. 222 Çağlar Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 183. 223 Öğün, Türk Politik Kültürü, s. 92. 224 Karpat, “Tarihsel Süreklilik, Kimlik Değişimi”, s.32. 225 Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 14. 226 A. Teyfur Erdoğdu, “Osmanlılığın Evrimi Hakkında Bir Deneme: Bir Grup (Üst Düzey Yönetici) Kimliğinden Millet Yaratma Projesine”, Doğu-Batı, Cilt 11 (45), Mayıs-Temmuz 2008, s. 31. 227 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 102-103. 228 Yeni Osmanlılar ile ilgili ayrıntılı bilgi için, Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, çev. Mümtaz’er Türköne, Fahri Unan ve İrfan Erdoğan (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003); Şükrü Hanioğlu, The Young Turks in Opposition (Oxford-New York: Oxford University Press, 1995)’e bakılabilir. 69 içinde çok farklı görüşleri barındırıyor olsa da, temel olarak liberal ve meşruti bir reform önerisiyle Tanzimat reformlarına muhalefet etmiştir. 229 Ortaylı’ya göre Yeni Osmanlılar, anayasacı liberalizm, modernist İslamcılık, hatta Türkçülük ve sosyalizme kadar çeşitli görüşleri bünyesinde barındırmaktaydı. 230 Bu kadar farklı referanslarla hareket eden kimselerin bir grup oluşturacak şekilde birarada olmalarını sağlayan unsur, yönetime duyulan hoşnutsuzluk ve bu hoşnutsuzluğun meşruti ve temsili bir yönetimle giderilebileceği inancına dayanan ortak hedef için mücadele etmeleriydi. 231 Yeni Osmanlıların Tanzimat’a karşı çıkışları öncelikle bu reformların Batılı güçlere taviz vermek bağlamında yapıldığı inancına dayanmaktaydı. Yeni Osmanlılar Batılılaşmaya karşı değildiler, fakat Batılılaşma olgusuna pragmatik yaklaşıyor ve reform sürecinde İslami temellerin görmezden gelinmesine karşı çıkıyorlardı. Öte yandan Yeni Osmanlılar için bir anayasaya sahip olmak, aslında toplumun ihtiyaç ve Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu (çev.) Metin Kıratlı (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1970), s. 151. 230 Ortaylı, İmparatorluğu En Uzun Yüzyılı, s. 265. Mardin’e göre, Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi Yeni Osmanlılar içindeki en temel üç fikir akımının temsilcileridir. Siyasi fikirleri Batı düşüncesine dayanan Namık Kemal’in temel felsefesi yine İslami öğelere dayanmakta, bu çerçevede yer yer tutucu olmakla birlikte daha çok liberal modernist (ama) İslamcı bir çizgiye sahiptir. Namık Kemal’le özdeşleştirilmiş olan hürriyet kavramı da yine bu bağlamda, Mardin’in belirttiği gibi Batılı kuramsal temellerden uzak, İslami referanslarla algılanan daha sığ bir kavrayışla işlenmiştir. Yeni Osmanlıların bir diğer temsilcisi olarak anılan Ziya Paşa ise, Namık Kemal’den çok daha muhafazakar, Batı düşüncesine daha uzaktır. İmparatorluğun durumunun düzeltilmesi için devlet katında reformun, özellikle de eğitim reformlarının yeterli olacağını savunmuştur. Yeni Osmanlıların Avrupa’da çıkardığı ilk gazete olan Muhbir’in öncüsü Ali Suavi ise, aldığı medrese eğitiminin etkisinde, batılı siyasi düşüncelere ters, hatta meşrutiyet fikrine de karşı görüşlere sahiptir. Osmanlı düşünce hayatına en önemli katkısı “Türk” kavramına ilk değer veren kişilerden olmasıdır. Türkçülüğün ilk savunucularından sayılmasına sebep olan görüşleri daha çok Türk dili ve alfabesiyle ilgili görüşlerinden kaynaklanmaktadır. [Şerif Mardin, “Yeni Osmanlılar ve Siyasi Fikirleri”, Tanzimattan Cuhuriyete Türkiye Ansiklopedisi Cilt: VI (İstanbul: İletişim Yayınları, 1985), s. 1700]. Yazılarında, Osmanlıların dilinin Osmanlıca değil, Türkçe olduğunu, çünkü Osmanlıların da aynı Özbek ya da Türkmenler gibi Türk halklarından olduğunu öne sürmüştür. Suavi Aydın, Türk Kimliğinin Yaratılması ve Ulusal Kimlik Sorunu Üzerine (Ankara: Özgür Üniversite Yayınları, 2009), s. 112. Buna karşın siyasal anlamda bir Türkçülük güttüğünü söylemek olanaklı değildir. Aksine, bu anlamda Ali Suavi İslamcı (ve Osmanlıcı)’dır. Ercüment Kuran, “The Impact of Nationalism on the Turkish Elite in the Nineteenth Century”, William R. Polk ve Richard L. Chambers (der.), Beginnings of Modernization in the Middle East (Chicago-Londra: The University of Chicago Press, 1968), s. 112. 231 Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, s. 91-93. 229 70 talepleriyle değil, devletin kurtarılmasında bir araç olarak görülmesiyle ilgiliydi.232 Buna karşın anayasa fikrinin oluşması ve yayılmasında, dolayısıyla da meşrutiyet hareketinde dolaylı da olsa önemli bir etkide bulunmuşlardı. Yeni Osmanlı hareketinin kendisinden sonraki döneme dair bir diğer etkisi ise İslamcılık görüşü üzerinde olmuştur. İslamcılık, Osmanlıların Tanzimat’la birlikte kültürel benliğini kaybetmeye başladığı anlayışına odaklanmış bir fikir akımıydı. 233 Diğer yandan, İslam medeniyetinin kendisini de sorguluyor ve Batı’nın üstünlüğü karşısında onu taklit etmek yerine, ‘gerçek’ İslam’a dönülürse yeniden parlak günlere dönülebileceği ve Batı karşısında eskisi gibi sağlam durulabileceği vurgulanıyordu. İslamcılık II. Abdülhamit’in iktidarında yoğunlaşmış ve Sultan Abdülhamit kendi iktidarına kadar çok belirgin olmayan İslamcı tepkiyi devleti kurtarmak adına resmi politikası haline getirmiştir. Deringil’in deyimiyle, II. Abdülhamit döneminde İslamcılık bir gelenek olarak icad edilmiş 234 ve kimlik inşasının önemli bir bileşeni haline gelmiştir. 235 Bu dönemde Osmanlı devleti sınırlarında yaşayan Müslümanlar arasında birlik kurmak için kullanılan İslamcılık, Osmanlıcılık ile birleştirilerek bir Osmanlı milleti236 kimliği yaratma ideolojisine dönüşmüştür. İslam, ortak kimlik ve vatandaşlığın bir unsuru ve imparatorluğun müslüman tebaasını biraraya getirmeyi sağlayacak sosyal çimento olarak görülmüştür. 237 II. Abdülhamit’in İslamcılığının bir diğer yüzü, Panislamizm olarak dış politikaya yönelik olmuştur. Abdülhamit’in Panislamizmi ilk anda anlaşıldığı şekilde Cemil Koçak, “Osmanlı/Türk Siyasi Geleneğinde Modern Bir Toplum Yaratma Projesi Olarak Anayasanın Keşfi: Yeni Osmanlılar ve I. Meşrutiyet”, Tanıl Bora ve Murat Gültekin (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cit I: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası, Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 81. 233 Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 91. 234 “Geleneğin icadı” kavramıyla ilgili olarak bkz. The Invention of Tradition, Eric Hobsbawm ve Terence Renger (der.), (Cambridge: Cambridge University Press, 1983). 235 Selim Deringil, Simgeden Millete: II. Abdülhamit’ten Mustafa Kemal’e Devlet ve Millet (İstanbul: İletişim Yayınları, 2007), s. 29. 236 Burada millet kelimesinin kullanımı, anlam olarak ulustan farklı kullanıldığını belirtmek için yapılmış bilinçli bir tercihtir. Çünkü bu bağlamdaki Osmanlılık, ulus kavramının içerdiğinin aksine çok dinlilik, çok kültürlülük ve çok etniliği de içermekte, Osmanılı’ya bağlılık dışında bir homojenliği getirmemektedir. 237 Gökhan Çetinsaya, “İslami Vatanseverlikten İslam Siyasetine”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. I, s. 271. 232 71 bütün dünya Müslümanlarını birleştirmek değil, ülke dışındaki Müslümanları Halifelik ekseninde birleştirmek anlamında olmuştur. Bu bağlamda aslında hayata geçirilecek bir politika olmaktan çok, bu politikadan etkilenebilecek durumda olan (Müslüman sömürgelere sahip İngiltere, Fransa ve Rusya gibi) güçlere karşı pazarlık olanaklarını artıracak diplomatik bir koz olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Bu şekilde Panislamizm, sömürge Müslümanlarını Halifelik gücüyle sömürgeci devletlere karşı ayaklandırabilme potansiyeline sahip bir tehdit olarak canlı tutulmaya çalışılmıştır.238 II. Abdülhamit dönemi İslamcılığı batılılaşma sürecini kesintiye uğratmamış, pragmatik bir batılılaşma süreci, üstelik yoğun biçimde devam etmiştir. Dahası, bu dönem batılılaşma bağlamında Tanzimat reformlarının gerçekleştiği ve zirvesine ulaştığı dönem olarak göze çarpmaktadır. 239 Fakat bu dönemde de batılılaşma seçici olmuş, teknoloji, idari mekanizma, askeri ve eğitim kurumları çerçevesinde kalmıştır. II. Abdülhamit döneminin muhalif sesleri ise 1877’de sultanın parlamentoyu kapatmasıyla sahneden çekilen Yeni Osmanlıların devamı niteliğinde olan Jön Türkler tarafından yükseltilmiştir. Jön Türkler genel olarak Tanzimat sonrası Batılı eğitim kurumlarından mezun ve bürokratik görevlerdeki kişilerden oluşmaktaydı. Yeni Osmanlılar’da olduğu gibi çağdaş, liberal ve anayasacı görüşlerin etkisinde kalmışlardı. 240 Anayasacı oluşları, Hanioğlu’nun deyimiyle öncelikle söz konusu dönemde anayasacılığın modernleşmenin bir ölçütü olmasıyla ilgiliydi. Diğer yandan, Osmanlılık bağlamında bir Osmanlı vatandaşı yaratmanın ancak anayasa ile olanaklı olduğu düşünülmekteydi. 241 Nihayetinde anayasacılık bağlamında modernleşme de, Osmanlı kimliği yaratma arzusu da devletin kurtarılması sorununa bağlıydı. François Georgeon, Sultan Abdülhamit, çev. Ali Berktay (İstanbul: Homer Kitabevi, 2006), s. 244. Osmanlı devleti bu kozu içeriğinin aksine ayaklandırma için değil, ayaklanma olasılığına engel olmak amacıyla (örneğin 1881’de Bosna Müslümanlarına karşı olduğu gibi) kullanmış, fakat ayaklanma olasılığına engel olabilmesi, ileride ayaklanma çıkmasını sağlayabileceğinin de göstergesi olduğundan etkili bir tehdit oluşturmuştur. Ibid. 239 Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.177. 240 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 130. 241 Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük, C.I (1889-1902), (İstanbul: İletişim Yayınları, 1985), s. 70. 238 72 Jön Türklük en başında bu şekilde bir zihniyeti temsil etmekte olsa da, sonradan çok farklı grupları içermeye başlamış ve bir Jön Türk zihniyetinden bahsetmek güçleşmiştir. Bunun büyük oranda nedeni, dönemin en etkili muhalefet odağının Jön Türkler olması ve çok çeşitli muhalif grupların etkin olabilmek adına aralarına katılmak istemesiydi. 242 Jön Türklerin ilk örgütü 1889’da İttihad-ı Osmanî adıyla kurulmuş, fakat Fransa’da sürgündeyken adını İttihat ve Terakki 243 Cemiyeti olarak değiştirmiştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklerin etkisi ülkede hızla yayılmış ve subaylar arasında örgütlü-paramiliter gruplar oluşmaya başladıktan sonra gelişen olaylarla II. Meşrutiyete giden yol hızla aşılmaya başlanmıştır. Jön Türkler çok derin bir teori ya da ideoloji ortaya koymamış, tüm mücadelelerine dayanak noktası olarak kullandıkları ‘hürriyet’le ancak dolaylı yoldan ilgilenmişlerdi. Bu ilgi, hürriyetin egemen olduğu bir rejimde parçalanmanın durdurulabileceği ve dolayısıyla devletin kurtarılabileceği düşüncesine dayanmaktaydı. 244 Bu bağlamda, kendilerinden önceki dönemlerin Osmanlıcılık ve İslamcılık ideolojileri de Jön Türkler için birer araç olmaktan öte anlam taşımamaktaydı. Buna karşın, yine devleti kurtarmak bağlamında yola Osmanlıcı olarak çıkmışlardı ve Osmanlıcılık yeniden inşa edilen anayasal rejimin de resmi ideolojisi durumundaydı. İslamcılık ise, Jön Türklerin siyasi programında yer almamasına karşın, yine de siyasal bir araç olarak gerektiğinde kullanılmıştır. 245 Jön Türkler Yeni Osmanlıların fikirlerinden etkilenmiş, hatta Mardin’in ifadesiyle ilk dönemlerinde onları taklit etmiş 246 olmalarına karşın batılılaşma konusunda Yeni Osmanlılar kadar eleştirel olmamış, aksine yalnızca siyasal rejimi 242 Ibid., s. 645. İttihat ve Terakki adı bundan sonra, dönemsel olarak cemiyeti, hükümeti/iktidarı sıfatları ile birarada kullanılmakla birlikte, İT olarak kısaltılarak kullanılacaktır. 244 Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 301. 245 Erik Jan Zürcher, “Jön Türkler, Müslüman Osmanlılar ve Türk Milliyetçileri: Kimlik Politikları, 1908-1938”, Kemal H. Karpat (der.), Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiye’si (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004), s. 265. 246 Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, s. 301. 243 73 değil, hayatın her alanını batılılaştırma çabasına girmişlerdi. 247 Bu dönemdeki batılılaşmanın önceki dönemlerden en büyük farkı, artık ‘seçici’ batılılaşma yerine topyekün batılılaşma fikrinin yerleşmeye başlamış olmasıdır. Batı, teknolojisi, kültürü ve düşünce dünyasıyla bir bütün olarak algılanmaya başlandığından, batılılaşmanın da topyekun bir program olması gerektiği düşüncesine varılmıştı.248 Fakat batılılaşma ve reform bağlamındaki bu anlayışla ilintili ilerleme, savaş koşulları -Balkan Savaşları- ile karşılaşıldıktan sonra geriye dönmüştür. 249 Balkan Savaşları İttihat ve Terakki (İT) politikasında önemli bir dönüm noktası olmuştur. Balkanlardaki savaşların patlak vermesi artık resmi politika olarak Osmanlıcılığın sürdürülmesini olanaksızlaştırdığından, zayıf da olsa fikir düzeyinde başlamış olan Türkçülük ideolojisi resmi politikada içerilmeye başlanmıştır. Jön Türk düşüncesinde bu sürecin öncesinde de Türklük, Türk unsurunun vurgulanması gibi unsurlara rastlanmaktaydı, hatta bu vurgu zaman içinde Osmanlılık ile Türklüğün birleştirilmesine kadar gelmiş, fakat bugün anladığımız anlamda bir Türk ulusalcılığı noktasına varmamıştı. 250 Söz konusu dönemde Türkçülüğün aslında iki farklı ideolojiye dayanan, iki farklı kolundan söz edilebilir. İlki, tüm Türk halklarının birliğini öngören ve 1908 sonrası Rusya’dan göç eden Müslümanlar tarafından Osmanlı düşüncesine ulaştırılan PanTürkizm’di. Pan-Türkizm 1912 sonrası İT iktidarı döneminde resmi politika tarafından içerilmiş olmakla birlikte, günlük siyasetin çıkmazları karşısında öne çıkmak ötesinde bir derinlik kazanamamıştır. 251 Zeki Velidi Togan, Sadri Maksudi Arsel, Ahmet Ağaoğlu ve Yusuf Akçura ile anılan Türkçülüğün bu kolu, Osmanlı Türkleri arasında gelişen, Türkçülüğün diğer kolu üzerinde de önemli etkilerde bulunmuştur. Pan-Türkizm’in en önemli temsilcisi Yusuf Akçura’nın kaleme aldığı Üç Tarz-ı Siyaset (1904) Türk milliyetçiliğinin ilk manifestosu sayılmaktadır. Akçura bu makalesinde, Osmanlı devletini kurtarmak ve güçlendirmek için en iyi Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, çev. Yavuz Alogan (İstanbul: Kaynak Yayınları, 2002), s. 47-48. 248 Nilgün Toker ve Serdar Tekin, “Batıcı Siyasi Düşüncenin Karakteristikleri ve Evreleri: Kamusuz Cumhuriyetten Kamusuz Demokrasiye”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. III, s. 83. 249 Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne, s. 185-186. 250 Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti, s. 629-630. 251 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 189. 247 74 politikanın hangisi olacağını, “bu devlet nasıl kurtulur” sorusuna verilmiş yanıtları çözümleyerek ortaya koymaya çalışmıştır. Akçura’ya göre, bir Osmanlı milleti yaratma hedefinde olan Osmanlıcılık, devlet için faydalı bir politika olsa da, çağın koşullarında uygulanması olanaksızdır, Akçura’nın deyimiyle beyhude yorgunluktan öte bir işlevi olmayacaktı. 252 İslamcılık ise, yine Akçura’ya göre Osmanlı devletini güçlendirebilecek bir politika olmasına karşın, büyük güçlerin baskıları dolayısıyla başarıyla hayata geçirilmesi olanaklı değildi. 253 Sonuç olarak Akçura’ya göre üç tarzı siyaset içinde uygulanabilirliği olan tek politika Pantürkizm, yani ırk temeline dayalı bir Türk birliğiydi. Bunun için de Osmanlı devleti coğrafi ve kültürel açıdan Asya’ya yönelerek “Türklük”ün başına geçmeliydi. 254 Türkçülüğün diğer kolu ise zamanla Türk ulusçuluğu olarak ayrıksanabilecek olan Anadolu Türklüğünü vurgulayan akımdır. Türkçülüğün bu kolu aslında yola Yeni Osmanlı düşüncesinden miras alınan ‘vatanseverlik’ fikrine dayalı millet kavramı ile çıkmış ve bir ‘Osmanlı’ ulus-devleti kurma amacını taşımıştır. 255 Fakat vatan/vatanseverlik kavramı, Osmanlılık çerçevesinde birleştirici işlevini yitirmeye başladıkça, Türkçülük-Türk ulusçuluğuna doğru evrilmiştir. Türkçülüğün ilk gerçek ideoloğu olarak kabul edilen Ziya Gökalp’e göre Türkçülük, Türk ulusunu yükseltmek demektir. 256 Gökalp, bu bağlamdaki ulus kavramını kültür birliğine dayandırmış, ulusu dil, din, ahlak ve estetik bakımdan ortak olan bireylerden oluşan topluluk olarak tanımlamıştır. 257 Gökalp’in görüşlerinde dil temel birleştirici işlevi görmektedir, 258 bunun yanında din, yani İslam da toplumsal birleştirici olarak önemli ve Türk kültürünün parçası olarak kabul edilmektedir. 259 Hars ve medeniyet ayrımı yapan Gökalp, bu çerçevede seçici bir batılılaşmanın yanında olmuş, bilim ve Yusuf Akçura, ÜçTarz-ı Siyaset (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1976), 27-31 ve 35. İbid., s. 31-35. 254 François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura (1876-1935) (İstanbul: Türk Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999), s. 135. 255 Masami Arai, “Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. I, s. 194. 256 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Mahir Ünlü ve Yusuf Çotuksöken (der.), (İstanbul: İnkılap Kitabevi, 1987), s. 13. 257 Ibid., s. 18. 258 Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, Füsun Üstel ve Sabir Yücesoy (der.), (İstanbul: İletişim Yayınları, 1989), s. 45. 259 David Kushner, The Rise of Turkish Nationalism 1876-1908 (Londra: Frank Cass, 1977), s. 100. 252 253 75 teknolojinin alınmasını olumlarken, kültürel unsurların uyarlanmasına şiddetle karşı çıkmıştır. Bu görüşler öncülüğünde Gökalp siyasal anlamda da, Türklüğün başat rol oynadığı Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık’tan oluşan bir sentez ortaya koymuştur. Aslında açıkça görülebildiği üzere, bütün bu fikir akımlarını birbirinden kesin sınırlarla ayırmak çok da olanaklı değildir. Karpat’ın belirttiği gibi, söz konusu dönemler süresince Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımları biribiri içine geçmiş durumda, birbirleriyle varoluyorlardı ve aslında tümü modernleşme arayışının sonuçlarıydı. 260 Nihayetinde tüm akımlar tek bir amaca hizmet için vardı: devletin varlığını sürdürmesi, devleti kurtarmak. Yine de, sırf bekâ kaygısıyla başlatılmış da olsa, batılılaşma süreci, bu süreci başlatmış olan yönetici elitin de öngöremediği bir şekilde kimlik inşa edici pratiklere dönüşmüş, geleneksel kimlik kalıplarını sarsarak Osmanlının çözülme ve yok olma sürecine eşlik eder şekilde uluslaşmaya doğru evrilmiştir. 261 1908 devriminden beri siyasal hayatın belirleyicisi olmasına karşın iktidar olamayan İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1913’te darbeyle iktidarı ele aldıktan bir yıl sonra Osmanlı Devletinin son savaşı Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Dört yıl süren savaş sonunda ise Rus ve Avusturya - Macaristan imparatorlukları ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu da tarihe karıştı. Devleti kurtarmak mümkün olmamıştı ve bundan sonrası Kemalist yönetim eliyle devleti kurma misyonu olarak devam edecekti. Osmanlı devletinin savaş halini sonlandıran Mondros Ateşkesi’nden hemen sonra, işgal edilen ya da gayr-i müslimlere verilmesi beklenen bölgelerde Müslümanlık-Türklük temelinde küçük boyutlu direniş örgütleri (Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri) ortaya çıkmıştı. Bu yerel direniş örgütleri de aslında İT’nin girişimleriyle kurulmuştu. 262 Milli Mücadele’de bu yerel direniş örgütleri ile müslüman esnaf, toprak sahibi ve köylülerin bileşiminden oluşan Kuvay-i Milliye hareketleri önemli bir dinamik oluşturmuştur. 260 Karpat, “Tarihsel Süreklilik, Kimlik Değişimi”, s. 48. Zafer Yörük, “Politik Psişe Olarak Türk Kimliği”, Tanıl Bora (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt IV: Milliyetçilik (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 310. 262 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 198. 261 76 Sözü edilen yerel direnişçiler, başlangıçta halkı harekete geçirmekte güçlük çekmiş olsalar da, Mayıs 1919’daki Yunan işgali direnişi seferber etmede önemli itici güç olmuştur. Hatta Yıldız’a göre Yunan işgaline karşı koyma iradesi Türk ulusal bilincinin ilk işareti olmuştur. 263 Anadolu’nun Yunan güçlerince işgal tarihi aynı zamanda Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçtiği tarihle çakışmaktadır. Mustafa Kemal Anadolu’ya geçtikten sonra yerel direniş örgütleri etrafında toplanmaya başlamışlardı. Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi ile başlayan, Sivas Kongresi, Misak-ı Milli’nin yayınlanması ve Büyük Millet Meclisinin (BMM) açılması ile sonuçlanan süreçte, özellikle İstanbul’un Mart 1920’de itilaf devletlerince işgali farklı grupların biraraya gelmesini ve BMM’nin bu örgütler açısından meşruiyet kazanmasını sağlamıştır. 264 30 Ağustos 1922’de işgal kuvvetlerinin nihai olarak yenilgiye uğratılması ve 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanıyla sonlanan Milli Mücadele doğmakta olan Türk ulusal kimliğinin kaynağı olmuştur. Milli Mücadele direnişi MüslümanTürk kimliği çerçevesinde oluşmuş, Türk ve Müslüman kimlik algılamaları birbirinden ayrışmamıştır. Hatta lider kadro tarafından mücadeleyi birleştirici bir unsur olarak İslamiyet seslendirilmemeye özen özellikle vurgulanmış gösterilmişti. 265 Erzurum ve ve Türk Sivas milliyetçiliği kongreleri beyannameleri, Misak-ı Milli gibi Milli Mücadele belgelerinde Türklük, Türk milleti ve Türk milliyetçiliği gibi deyimlere yer verilmeyip, İslamın seferber edici unsur olarak kullanıldığı kolaylıkla görülebilmektedir. 266 Milli Mücadelenin 1919’da yerel direniş örgütleri ve bölgesel kongrelerle başlayan ve 1922’de zaferle sonuçlanan öyküsü aynı zamanda Mustafa Kemal’in mücadelenin kesin önderi olarak ortaya çıkışının da öyküsü olarak okunabilir. 267 Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene, s. 92. Eren Deniz (Tol) Göktürk, “1919-1923 Dönemi Türk Milliyetçilikleri”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. IV (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 110. 265 Selçuk Akşin Somel, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk Kimliği”, Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik, Nuri Bilgin (der.), (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997), s. 79. 266 Milli Mücadele dönemi belgelerinde kimlik konusuyla ilgili ayrıntılı bilgi için, Ergun Özbudun, “Milli Mücadelede ve Cumhuriyetin Resmi Belgelerinde Yurttaşlık ve Kimlik Sorunu”, Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik, s. 63-70. 267 Zürcher, , Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 228. 263 264 77 2. Sıfır Noktası: 268 Kemalizm ve Yeni İnsan Birinci Dünya Savaşının sonundan cumhuriyetin ilanına kadar askeri ve siyasal alandaki mücadelelerden zaferle çıkan Kemalist güçler, hedeflerini Batılılaşma yönünde belirlemişlerdi. Bu bağlamda, aslında 1930’larda resmiyet kazanacak olan Kemalizm, kendisini önceleyen Batılılaşma girişimlerinin devamı, hatta en başarılı olanı olarak görülebilir. 269 1923’te cumhuriyetin ilanıyla başlayan süreç, devlet inşası sürecidir ve bu süreçte temel amaç, bağımsız bir ulus-devlet kurmak, modern bir kimlik yaratmak ve modernleşmektir. Aslında modernleşme, ilk iki amacın, modern devlet ve kimlik inşasının gerçekleştirilebileceği yol olarak görülmüştür. 270 Cumhuriyetle birlikte modernleşme/batılılaşma, Cumhuriyet öncesi dönemin Batı karşısında devleti kurtarma projesinin parçası olmaktan, Batı ailesine dahil olarak modernleşmeyi öngören bir biçime evrilmiştir. 271 Bu bağlamda, Tanzimat’tan beri süregelen modernleşme çabalarının ve en son olarak da İT’nin devleti kurtarmak adına bir araç olarak gördüğü batılılaşma, Cumhuriyet döneminde Kemalizmle birlikte ideolojileşmiştir.272 Bu tür bir ideolojik algılayışla kimlik inşa edici pratik olarak anlaşılan batılılaşma, kimliğin güvencesini sağlayan unsur olarak da işlev görmüştür. Kimlikler, etkileşim içinde bulunulan ötekiler tarafından tanınmadıkları sürece anlamlı olmazlar. Diğer yandan kimlikler, yalnızca öteki ile ilişkisi sonucu da inşa edilmezler. Kimliklerin inşasında, ben’in ne olmak istemediğini tanımlayan ‘öteki’ Sıfır Noktası, bir ulusun sıfırdan modern bir kimlik yarattığı anı tanımlamak üzere kullanılan terimdir. Bkz. Prizel, National Identity and Foreign Policy, s. 27. ‘Sıfır noktası’ ile Kemalist inşa sürecinin geçmişten bütünüyle kopuk gerçekleştiği değil, fakat kurucu mantığın bunu bu şekilde gerçekleştirmeyi hedeflediği ve programlarını bunun üzerine inşa ettikleri anlatılmaya çalışılmaktadır. Nihayetinde, toplumun kolektif hafızasından geçmişi silmenin olanaklı olmadığı kısa sürede ortaya çıkacağı gibi, kurucu iradenin kendisinin de o geçmişin ta kendisi olduğu açık bir gerçektir. 269 Mesut Yeğen, “Kemalizm ve Hegemonya?”, Ahmet İnsel (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 56. 270 E. Fuat Keyman ve Ziya Öniş, Turkish Politics in a Changing World: Global Dynamics and Domestic Transformations (İstanbul: Istanbul Bilgi University Press, 2007), s. 11. 271 Kaliber, “Türk Modernleşmesini Sorunsallaştıran Üç Ana Paradigma”, s. 107. 272 Kerem Ünüvar, “İttihatçılıktan Kemalizme: İhya’dan İnşaya”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cit I, s.140. 268 78 kadar önemli olan ve esasında ben’in benzemeye çalıştığını tanımlayan bir ‘etkili öteki’ (significant other) 273 de aynı oranda etkili ve önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti bağlamında devletin ‘etkili öteki’si konumundaki Batı, yeni Cumhuriyet’in kimliğinin kesinliğini sağlamada önemli rol oynamıştır. Batılı olmak, Batı ailesine dahil olabilmek, yani etkili öteki tarafından kabul edilmek/tanınmak yeni devletin kimliğinin güvencesi olmuştur. Kimlikleri güvence altına almanın diğer yüzü olan ötekileştirme 274 ise yeni devletin inşasında “kendiyle farklılık” 275 (difference with itfself) şeklinde tezahür etmiştir. Bu bağlamda, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kimliğinin ötekisi, Osmanlı geçmişi olarak Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal gerçekliğine içsel olmuştur. 276 İslam da bu geçmişi gerçeklendiren referans noktası olarak algılandığından, Osmanlı’yı ötekileştirmek İslam’ı da aynı konuma itmiştir. Bu şekilde, Türkiye Cumhuriyeti inşa edilirken bir yandan devlet-toplum inşası ve modernleşme, batılılaşma kavrayışıyla gerçekleştirilmeye çalışılırken, diğer yandan yeni devleti Osmanlı/İslam geçmişinden ayıran sınırlar çizilmeye başlanmıştır. 277 Kemalizmin özünü oluşturan batılılaşma yoluyla modernleşme, 278 Kemalist elitin algısında devlet eliyle yaratılacak bir süreç olmuştur ve bu bağlamda aslında İT’nin iktidara sahip olduktan sonra reform programını gerçekleştirmek için izlediği yolla benzerlik göstermektedir. 279 Devlet, modernleşmeyi sağlayacak tek eden konumundadır ve tam da bu noktada batılılaşma arzusuna uyumlu kimliğin ve bu Etkili öteki (significant other) aktörlerin başarılı olarak algıladıkları için anlayışlarını uyarladıkları (taklit ettikleri) ötekiler olarak tanımlanmaktadır. Bkz. Wendt, Social Theory of International Politics, s. 325. 274 Conolly, Kimlik ve Farklılık, s. 92-93. 275 Zehfuss, Constructivism in International Relations, s. 84-86. 276 Tanıl Bora, “Cumhuriyetin İlk Döneminde Milli Kimlik”, Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik, s. 58. 277 Kaliber, “Türk Modernleşmesini Sorunsallaştıran”, s. 109. 278 Modernleşme ile batılılaşmanın doğrudan Mustafa Kemal tarafından eş anlamda anlaşıldığını gösteren birçok demeç mevcuttur. Örneğin; “.. Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmek lazımdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sukutu, [...], kendisini Avrupa milletlerine bağlayan rabıtaları kestiği gün başlamıştır. [...] ... Memeleketimizi asrîleştirmek istiyoruz. Bütün mesaimiz Türkiye’de âsrî, binaenaleyh garbî bir hükümet vücude getirmektir. Medeniyete girmek arzu edip de, garba teveccüh etmemiş millet hangisidir?” Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri III (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1961), s. 68. 279 Ünüvar, “İttihatçılıktan Kemalizme”, s. 108. 273 79 kimliğe uyumlu yeni insanın nasıl yaratılacağı sorunuyla ilişkilenmektedir. Yeni insanın devlet eliyle yaratılması bir dizi reformla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Saltanatın ardından hilafetin kaldırılması, 1924 Anayasasıyla Osmanlı vatandaşı kavramı yerine vatandaşlığın Türklükle tanımlanmış olması birincil olarak yeni bir devlet kimliğinin inşasının göstergeleri olmuştur. 280 Bu süreçte, kıyafet ve şapka yasası (1925), Gregoryan takvimin kabulü, haftasonu tatilinin pazara alınması, İsviçre medeni ve İtalya ceza yasaları ile Avrupa rakam ve ölçü birimlerinin kabulü, Latin alfabesinin Arap alfabesinin yerini alması (1928) gibi modernleştirici reformlar bir yandan batılı yeni insanı yaratmanın unsurları olarak işlerken, diğer yandan Osmanlı’ya ait tüm gelenek ve değerleri ötekileştirme işlevini üstlenmiştir. Türk kimliğinin batılı modern referansla inşası, Yörük’ün belirttiği üzere Osmanlı/İslam geçmişini egemen söylem düzeyinde ötekileştirmenin tarihi olarak da okunabilir. 281 Osmanlı/İslam geçmişi anılan reformlarla ötekileştirilirken, yeni ‘biz’ kimliğine kaynaklık edecek, bu çerçevede ortak yaşanmışlıklara referans olacak geçmiş/tarih de aslında yok edilmiştir. Bu yokediş, ‘biz’ duygusunu sağlamada kolektif hafızaya referans olacak bir geçmişin/tarihin yeniden inşasını gerektirmiş, bu ihtiyaç da 1932’de yapılan I. Türk Tarih Kongresiyle şekillenen Türk Tarih Tezi ve onu destekleyen 1936 Türk Dil Kongresinde ortaya çıkan Güneş Dil Teorisi ile giderilmeye çalışılmıştır. Türk Tarih Tezi 282 Türklerin köklerini Orta Asya’ya dayandırmaktaydı ve Orta Asya’dan göç eden Türkler, Çin’den Hindistan ve Mısır’a, Mezopotamya’dan İran, Yunanistan ve İtalya’ya ve -tabii- Anadolu’ya kadar yayılmışlardı. Bu tezle tüm Avrupalı uygarlıkların temeli Türklere dayandırılmış ve Anadolu’nun -Eti/Hititlerin Şaban H. Çalış, Hayaletbilimi ve Hayali Kimikler: Neo-Osmanlıcılık, Özal ve Balkanlar (Konya: Çizgi Kitabevi, 2004), s. 68. 281 Yörük, “Politik Psişe Olarak Türk Kimliği”, s. 312. 282 Türk Tarih Tezi ile ilgili birincil kaynak olarak, Afet Hf. vd., Türk Tarihinin Ana Hatları (İstanbul: Devlet Matbaası, 1930) aslından Türkçesi sadeleştirilerek yeniden basılan Türk Tarihinin Ana Hatları: Kemalist Yönetimin Resmi Tarih Tezi (İstanbul: Kaynak Yayınları 1999). Ayrıca, ayrıntılı bilgi için Büşra Ersanlı, İktidar ve Tarih: Türkiye’de “Resmi Tarih” Tezinin Oluşumu (1929-1937) (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), ayrıca Etienne Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine, çev. Ali Berktay (İstanbul: Tarih VakfıYurt Yayınları, 1998). 280 80 ataları olmak aracılığıyla- ilk yerli sakinleri Türkler olduğundan, Anadolu da Türk anavatanı olarak kabul edilmiştir. 283 Türklerin tarihini, hatırlamanın olanaklı olmadığı bağlantılar üzerinden yürüten Türk Tarih Tezi, Osmanlı - İslam kimliğinin etkisi ve varlığını görmezden gelmiş, kolektif hafızaya hatırlamayı değil, aksine unut(tur)mayı (national amnesia) hedeflemiştir. 284 Türk Tarih Tezi’ni tamamlamak ve güçlendirmek gibi bir işlevi de olan Güneş Dil Teorisi ise özetle, Türk dili ve ırkını Avrupa dil ve ırkının kaynağı olarak ele almıştır. 285 Teori, Türk ırkının tarihini dil yoluyla keşfetmekle, aynı zamanda dili laikleştirme ve “İslam boyunduruğundan kurtarma” işlevi de görmüştür. 286 Türklerin kökenini Orta Asya’ya dayandıran ve Türkleri Türk dili ile birlikte tüm uygarlıkların kaynağı olarak gösteren Türk Tarih Tezinin asıl rolü, Güneş-Dil Teorisi ile birlikte, kimlik inşası sürecinde ihtiyaç duyulan, kolektif hafızaya referans olacak mit, anı ve semboller yaratmak olmuştur. 287 Kemalist inşa sürecinde kimlik kurucu unsurlar olarak modernleşme yanında milliyetçilik de öne çıkmıştır. 288 Fakat söylem düzeyinde fazlaca vurgulanmış olsa da milliyetçiliğin aslında modernleşmenin bir parçasını oluşturduğu ve bu anlamda daha araçsal bir nitelik taşımakta olduğu söylenmelidir. 289 Modernleşme kapsamında gerçekleştirilen laikleştirici reformlar, dinin kamusal alandan silinmesi ve hatta özel Bkz. Türk Tarihinin Ana Hatları, s. 57-72; Soner Çağaptay, “Otuzlarda Türk Milliyetçiliğinde Irk, Dil ve Etnisite”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt IV, 246. 284 Süleyman Seyfi Öğün, “Türk Milliyetçiliğinde Hâkim Millet Kodunun Dönüşümü”, Cumhuriyet, Demokrasi, Kimlik, s. 226. 285 Abdülkadir İnan, Güneş-Dil Teorisi Üzerine Ders Notları (İstanbul: Devlet Matbaası, 1936), s. 56. 286 Şemsettin Günaltay ve H. Reşit Tankut, Dil ve Tarih Tezlerimiz Üzerine Bazı İzahatlar, (İstanbul: 1938)’den aktaran, Ersanlı, İktidar ve Tarih, s. 209. 287 Bu yönde bir görüş için bkz. Smith, Milli Kimlik, s. 163-164. 288 Ahmet Yıldız, “Kemalist Milliyetçilik”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. II, s. 222. 289 Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne, s. 91. 283 81 alanda da sınırlandırılması, 290 toplumsal alanda bir referans olarak dinin/İslamın yerine milliyetçiliğin getirilmeye çalışılmasıyla sonuçlanmıştır. 291 Milliyetçilik, Kemalizmin ilkelerinden, bu ilkeleri tanımlamak üzere ortaya koyulmuş Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ‘Altı Ok’undan (diğerleri, cumhuriyetçilik, laiklik, devrimcilik, halkçılık, devletçilik) birisidir. Cumhuriyet Halk Fırkasının 1927 tarihli nizamnamesinde 292 ilk kez tanımlanan Altı Ok, 293 1937’de yapılan anayasa değişikliği ile 294 sadece partinin ilkeleri olmaktan çıkarılarak, 295 1960 Anayasasıyla değiştirilene dek, devletin de ilkeleri haline getirilmiştir.296 Bu açıdan milliyetçilik, devletin kimliğinin içerdiği unsurlardan birisi olarak görülmelidir. Birol Akgün ve Şaban Çalış, “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman: Türk Milliyetçiliğinin Terkibinde İslamcı Doz”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt. IV, s. 593. 291 Bu noktada ilk kez Rousseau tarafından kullanılmış olan “sivil din” kavramı akla gelmektedir. J. J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çev. Alpagut Erenuluğ (Ankara: Öteki Yayınevi, 1999), s. 195-207. Yine bu çerçevede, Smith’in milliyetçilikle ilgili, milliyetçiliğin aslında bir ‘siyasal/sivil din’ olarak işlediği görüşü, Kemalist milliyetçiliğin İslam yerine ikame edilmesi olgusuyla uyumlu görünmektedir. Smith’e göre, laikleştirici modernleşmeler söz konusu olsa dahi din bunun dışında kalmayıp, aksine milliyetçiliğin içeriğine transfer edilmiştir. Yalnızca resmi ve popüler düzeylerde dinsel sembol, motif ve gelenekler kullanılmamış, bunun yerine ulus “kutsal mezhep” olarak kavramsallaştırılarak milliyetçilik bir siyasal din konumuna gelmiştir. Smith, “The Sacred Dimension of Nationalism”, s. 811. Kemalizm’in bir “sivil din” olup olmadığı konusunda Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999), s. 217-220 ve 333-338; yine Kemalizmi doğrudan bir sivil din olarak ele alan bir çalışma için, Donald Webster, “Kehanet, Putları Kırmak, Ulusal İnanç: Türkiye Cumhuriyeti’nin Deneymi”, Atatürk’ün Düşünce ve Uygulamalarının Evrensel Boyutları, 2-6 Kasım 1981 Uluslararası Sempozyumundan Ayrıbasım (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1983). Benzer bir tartışma için, Dragoş C. Mateescu, “Kemalism in the Era of Totalitarinism: A Conceptual Analysis”, Turkish Studies, Cilt 7 (2), 2006, özellikle s. 230-232’ye bakılabilir. 292 Cumhuriyet Halk Fırkası (1927 tarihli) nizamnamesi için bkz., Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), s. 398. 293 Bu nizamnamede Altı Ok’tan sadece dördü (cumhuriyetçilik, milliyetçilik, laiklik ve halkçılık) benimsenmiş, devrimcilik ve devletçilik ilkeleri ise 1931’de yapılan III. Kurultayda eklenmiştir. Suna Kili, 1960-1975 Döneminde Cumhuriyet Halk Partisinde Gelişmeler: Siyaset Bilimi Açısından Bir İnceleme (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 1976), s. 59. 294 Ergun Özbudun, “The Nature of the Kemalist Political Regime”, Ali Kazancıgil and Ergun Özbudun (der.), Atatürk: Founder of a Modern State (Londra: C. Hurst & Company, 1997), s. 89. 295 Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri Recep Peker yeni parti programının konuşulduğu 13 Mayıs 1935 tarihli Kurultay toplantısında “... esasta partinin ana vasıfları olan cuhuriyetçilik, ulusçuluk, halkçılık, devrimcilik, devletçilik ve laiklik yeni program onaylandıktan sonra yeni Türkiye devletinin de vasıfları halini alıyor” şeklindeki açıklamayla bu değişikliğin haberini vermiştir. CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in Söylevleri (Ankara: Ulus Basımevi, 1935), s. 9. 296 Celal Bozkurt, Siyaset Tarihimizde C.H.P: Dünü, Bugünü, İdeolojisi (Y.Y. Yok, T.Yok), s. 147. 290 82 Resmi ve genel düzeyde Kemalist milliyetçiliğin etnik-soya dayalı değil, bu özellikleri dışlayan toprak-temelli bir milliyetçilik olduğu görüşü hakimdir. Bu çerçevede yer alan görüşlere göre, Kemalist milliyetçilik, ırkçı olmayan, bölücü değil birleştirici, sosyal dayanışmayı hedef tutan, laik, barışçı ve medeniyetçi bir milliyetçiliktir. 297 Buna karşın, birçok çalışmada 298 Kemalist milliyetçiliğin de, farklı dönemlerde ve bu dönem koşulları içerisinde etnik-soya dayalı tanımlamaları içerdiğini ortaya koymaktadır. 299 Türkiye’nin ve Türklerin kimliğine köken arayışlarının sonucu olarak ortaya çıkmış olan, Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi rahatlıkla bu etnikliğin işareti olarak görülebilir. 300 Bunun yanında, Kemalist milliyetçiliğin belirleyici unsur olarak içerdiği ve inşa süreci boyunca tanımlamaları değişmiş olan “ulus” kavramının da etnik referanslar içeren tanımlamalarına rastlamak olanaklıdır. Mustafa Kemal’in Türk milletini meydana getiren tabii ve tarihi olgular içersinde ırk ve menşe birliği de yer almaktadır. 301 Yine, Mustafa Kemal’in kendi ulus tanımlaması “Türkiye Cumhuriyet’ini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” şeklinde, bu defa etniye referans vermeyen bir tanımlamadır. Hukuki olarak 1924 Anayasasında (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) Türklük, “Türkiye ahalisine din ve ırk Turhan Feyzioğlu, Atatürk ve Milliyetçilik (Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, 1996), s. özellikle 44-96. Benzer görüşler için Hamza Eroğlu, Atatürk ve Milliyetçilik (Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, 1992), s. özellikle 57-83. 298 Kemalist milliyetçiliğin etnikliği içerdiğine dair ayrınıtılı bir çalışma olarak Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene’ye bakılabilir. 299 Anthony Smith’e göre, soya [ve dile] dayanması zaten Batı dışı milliyetçiliklerin ayırıcı özelliğidir. Smith, Milli Kimlik, s. 28-29. 300 Önemli oranda ırkçılığa kayan bu tezlerin varlığına karşın, Kemalist milliyetçiliğin ırkçı bir ideoloji olmadığı/olamayacağı konusunda yaygın görüş birliği mevcuttur. Örneğin Öğün’e göre, Kemalizm bir ulus-inşa süreci değil, devlet-toplum inşasına yönelmiş bir proje olarak milliyetçi bile sayılamayacağından ırkçılığı da içermesi olanaklı değildir. Süleyman Seyfi Öğün, “Türk Milliyetçiliğinde Hâkim Millet Kodunun Dönüşümü”, s. 227. Türköne ise, yaşanan tarihsellik, coğrafyanın bir ırklar haritası olması gibi nedenlerle Türk milliyetçiliği için ırçılığı olanaksız saymaktadır. Mümtazer Türköne, “Milli Devlet-Laiklik-Demokrasi”, Ersin Kalaycıoğlu ve Ali Yaşar Sarıbay (der.), Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme (İstanbul: Alfa Yayınları, 2000), s. 332. 301 Bu koşulların tamamı şu şekilde sıralanmıştır; Siyasi varlıkta birlik, dil birliği, ırk ve menşe birliği, tarihi karabet, ahlaki karabet. 301 A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1998), s. 22. 297 83 farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” (88. md.) 302 şeklinde, anayasal vatandaşlık olarak tanımlanmıştır. 303 Kemalizmin milliyetçilik bağlamında ulus kavrayışını en iyi anlatan “millet; dil, kültür ve mefkûre (ülkü) birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği siyasî ve içtimaî heyettir” cümlesidir. 304 Bu şekilde milliyetçilik dil, kültür ve ülkü birliği ile tanımlanır hale gelmiştir. Dil genel olarak, milliyetçilik boyutunda kolektif kimliğin ve “ortak ben” bilincinin varlığının işareti olduğu gibi, aynı zamanda kimlik inşası süreçlerinin de önemli kurucu unsuru konumundadır. 305 1921 Anayasasıyla Türkçe’nin resmi dil olarak kabul edilmesi, 1928’de yeni alfabenin kabulü ve çok yoğun tartışmalarla yürütülen dilde sadeleştirme ve Türkçeleştirme çalışmalarının306 yanında, dile kimlik bağlamında inşa edici rol yüklendiğinin göstergelerinden birisi de uygulamada görülen (Rum ve özellikle Yahudi vatandaşlara yönelik) “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası olmuştur. Batılılaşmanın kültürel boyutu öncelikle toplumsal-kültürel alanın sekülerleştirilmesi bağlamında, İslami unsurların bu alandan silinmesi şeklinde ortaya koyulmuştur. Bunlar ağırlıklı olarak yeni Türk insanının öncelikle dış görünüşünü, giyim kuşamını batılılaştırmayı kapsamış, şapka ve kravat batılı/laik yeni insanın üniformaları olarak algılanmıştır. 307 Cumhuriyetin kültür politikaları gündelik görgü kurallarından, kadının toplumdaki yerine kadar her alanda batılılaştırmayı kapsamış ve kadının giyim kuşamından, eğitimine, aile içindeki görevlerinden, yeni yasal haklarına kadar her alandaki değişim, çağdaş kadın kimliğinin kurucusu olarak kullanılmıştır. Dil konusunda yapılan yenilikler ve bunun Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002), s. 309. 303 Daha önce sözü edilen 1869 tarihli Tabiiyyet-i Osmaniye Kanunu ve meşrutiyet anayasasının bir devamı (Osmanlı yerine Türk kullanılması suretiyle) olarak düşünülebilir. 304 Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 18. Aynı millet tanımı, Cumhuriyet Halk Fırkasının 1931 Programında, millet maddesi altında yer almıştır. 305 M. Berk Balçık, “Milliyetçilik ve Dil Politikaları”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt. IV: Milliyetçilik, s.777. 306 Dilde Türkçeleştirme özellikle daha İttihat ve Terakki döneminde görülebilecek girişimler arasındadır. Bu durum, daha önce de sözü edildiği gibi İttihat ve Terakki döneminde başlamış olan ve sonrasında Türk milliyetçiliğine evrilecek olan Türkçülük politikalarının, yeni bir kimlik tanımlama ihtiyacı çerçevesinde doğmuş bir gerekliliği olmuştu. 307 Seçil Deren, “Kültürel Batılılaşma”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık, s.388. 302 84 benimsetilmesi konusundaki eğitim seferberliği de kültür politikaları kapsamında olan bir diğer unsurdur. Kültür politikalarının Cumhuriyet döneminde en fazla yoğunlaştığı alanlardan birisi de müzik olmuştur. 308 Batı müziği ve Türk Halk müziğinin karışımından bir ‘milli musiki’ yaratılmaya çalışılmış, 309 alaturka müzik ya da Osmanlı ve İslam bakiyeleri bu ‘milli musiki’ ile yok sayılmaya çalışılmıştır.310 Çok kısa şekilde ele alındığında dahi görülmektedir ki, kültür politikaları da yeni batılı ve laik Türk insanını yaratmak adına kullanılmış olan kimlik inşa edici pratikler görünümündedir. Ülkü birliği ise ifadesini, yine Kemalizmin ilkelerinden olan cumhuriyetçilikte bulmuştur. 311 Yeni Cumhuriyetin yurttaşlarının ülküsü, esasen milli hakimiyet olmakla birlikte, Cumhuriyetin, bunu yani gerçekleştirecek rejimin kendisi tek yol Cumhuriyet olmaktadır. olduğundan Cumhuriyetin yeni Mustafa Kemal 1934’de, TBMM IV. Dönem Toplantı Yılı Açış Konuşmasında kültürel alanda da muasır medeniyetleri yakalamak bağlamında ve bir yeni ulus/yeni insanı yaratma aracı olarak, en hızlı ve önemli gelişmenin müzik alanında gerçekleştirilmesi gerektiğine dair, “ Arkadaşlar, Güzel Sanatların hepsinde ulus gençliğinin ne türlü ilerlemesi istediğimizi bilirim. Bu yapılmaktadır. Ancak bunda en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan Türk Musikisidir. Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği olabilmesi, kavrayabilmesidir. Bu gün dinletmeğe yeltenilen musiki yüz ağartacak derecede olmaktan çok uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek değişleri toplamak, onları birgün önce genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir...” , Fahri Çoker, Türk Parlamento Tarihi: TBMM – IV. Dönem (1931-1935), (Ankara: TBMM Vakfı Yayınları, 1993), s. 173. 309 Deren, “Kültürel Batılılaşma”, s. 398. 310 Daha 1926’da klasik Türk musikisi yasaklanmıştır. Türk musikisinin yasaklanmasının Mustafa Kemal’in tercihi olmadığı, sözlerinin yanlış anlaşılması üzerine bu aşamaya gelindiği ve kendisinin de bu durumu tersine çeviremediğine dair, Mustafa Kemal’in “Ne yazık ki benim sözlerimi yanlış anladılar ... Ben demek istedim ki, bizim seve seve dinlediğimiz Türk bestelerini onlara [Batı] da dinletmek çaresi bulunsun. Onların tekniği, onların ilmiyle, onların sazları, onların orkestraları ile... Türk’ün nağmelerini kaldırıp atalım da sadece Batı milletlerinin hazırdan musikisini alıp kendimize mal edelim. Yalnız onları dinleyelim demedim” şeklindeki sözlerini Vasfi Rıza Zobu’dan aktaran Cinuçen Tanrıkorur, Atatürk Devrimleri İdeolojisinin Türk Müzik Kültürüne Doğrudan ve Dolaylı Etkileri – Açık Oturum (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Türk Müziği Kulübü Yayınları, 1980), s. 48- 49. 311 Cumhuriyet Halk Partisinin 1931 tarihli programında, Cumhuriyet Halk Fırkasının ana vasıfları başlığı altında, Cumhuriyetçilik maddesi ; “Fırka, Cümhuriyetin, milli hakimiyet mefkûresini en iyi ve en emin surette temsil ve tatbik eder devlet şekli olduğuna kanidir” cümlesiyle ülkü, milli hakimiyeti gerçekleştirebilecek en iyi yol olan Cumhuriyet’e yöneltilmiştir. 308 85 insanlarına/yurttaşlarına sunulan ülkü, Cumhuriyete hizmet etmek ve öncelikli olarak onu korumak olmuştur. 312 Milliyetçilik, Kemalist ideoloji çerçevesinde devlet-ulus kavrayışı bakımından (resmi) kimliğin ulusal değil, devlet kimliği olarak anlaşılmasını getirmektedir. Bu durum, Kemalist milliyetçilik anlayışının devlet ve ulus arasındaki sınırları belirsizleştirmiş olması, devlet ve ulusu birbirlerinin varoluş nedeni olarak kurgulayıp, 313 nihayetinde özdeş varlıklar olarak görmesiyle ilintilidir.314 Kemalizmde devlet ve ulus arasındaki bu özdeşlik, egemenliğin ulusa ait olmasıyla açıklanmaktadır. 315 En üstün güç olarak egemenliğin ulusa ait oluşu, dolayısıyla devlet ile ulus arasındaki özdeşlik temelde Kemalizmin bir diğer ilkesi olan halkçılığa dayandırılmıştır. Cumhuriyetin temelinde ‘halkın egemenliğine dayalı bir hükümet fikri vardı ve bu fikir ifadesini halkçılıkta bulmuştu.316 Halk kavramı ise çoğu zaman millet/ulusla eşdeğer kullanılmıştı. Hatta Eroğlu’na göre, Kemalist kavrayışta halk, milletin henüz dayanışma duygusuyla biçimlenmemiş halidir. Bu durumda millet de, Türk halkının Türklük bilinci içinde gelişmesiyle anlam ve değer kazanmış olmaktadır. 317 Bu bağlamda halkla milletin özdeşliği, Osmanlı gibi çok uluslu bir imparatorluktan bütünleşmiş bir kimlik inşa etmenin zorluğu ile karşı karşıya kalan Kemalist yönetimin, bütünlüğü milliyetçiliğin toprak-temelli ve/veya etnik vurgusu yanında, Kuramsal olarak da Cumhuriyetçiliğin anahtar kavramı “ortak çıkarlar” terimiyle ifade edilen ülkü birliği olmaktadır. Cumhuriyetçi yönetsel ilke, bireylerin kişisel çıkarlarını maksimize etmelerini olumsuzlayıp, bunun yerine toplumsal birlikteliğin devamı adına “ortak çıkarlar”ı (ülkü birliği) belirlemekte ve yurttaşların belirlenen bu çıkarlar doğrultusunda davranmalarını sağlamaya çalışmaktır. Bu çerçevede cumhuriyetler varlıklarını devam ettirebilmek adına, yurttaşlarından sürekli olarak “erdem” temelli bir tutum içinde olmalarını talep ederek, kişisel çıkarlarını ikinci plana itmelerini ve bunun yerine ortak çıkarlara yönelmelerini beklemektedir. Cevat Okutan ve Fulya Ereker, “Türk Dış Politikasında Rejim Unsuru”, Istanbul Ticaret Universitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt.4 (8), 2004, s. 191. 313 Nur Betül Çelik, “Kemalizm: Hegemonik Bir Söylem”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II, s.85. 314 Örneğin, Medeni Bilgiler kitabında, “Türk milleti, halk idaresi olan cumhuriyetle idare olunur bir devlettir” ifadesi yer almıştır. Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 18. 315 Levent Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi (İstanbul: İletişim Yayınları, 1993), s. 155. 316 Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi (İstanbul: İstanbul Matbaası, 1967), s. 49. 317 Hamza Eroğlu, Atatürk ve Milli Egemenlik (Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1998), s. 61. 312 86 toplumsal alandan da desteklemek gereği ile açıklanabilir. 318. Bir başka deyişle, ulusal düzeyde ihtiyaç duyulan, fakat Türkiye’nin özgün yapısı dolayısıyla sağlanabilmesi olanaklı olmayan “bir”lik (türdeş, birleşmiş bir kimlik) halk düzeyinde bir nevi kültürleme yoluyla sağlanmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda Kemalist ideolojide halkçılık, toplumsal farlılıkların yokluğu olarak anlaşılmış ve bu farksızlık milliyetçilik anlayışındaki siyasal ve hukuki eşitlik fikriyle bütünleştirilmeye çalışılmıştır. 319 Kemalizmin devleti ve yeni insanını inşasının en önemli unsurlarından bir diğeri, Mardin’in deyimiyle bu sürecin temel taşı 320 ise yine Kemalizmin ilkelerinden olan laikliktir. Aslında laiklik, Kemalist modernleşme projesinin ön koşulu gibidir. 321 Bir yanıyla modern bir toplum inşasının gerektirdiği kurumsal ve toplumsal dönüşümlerin dayanağını oluşturan laiklik, diğer yanıyla modern/batılı yeni kimliği oluşturmanın da unsuru olarak işlemiştir. 322 Modernleş(tir)me kapsamında sözü edilen birçok reform bu bağlamda laikleş-tirici reformlar olarak ortaya koyulmuşlardır. Hilafet ve şeyhülislamlığın kaldırılması, Tevhid-i Tedrisat kanunu ile eğitimin birleştirilmesi, medreselerin kapatılması ve yerine İlahiyat Fakültesinin A. Asım Karaömerlioğlu, “Tek Parti Döneminde Halkçılık”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. II, s. 276. 319 Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, s. 158. Bu yönde Recep Peker’in Cumhuriyet Halk Partisinin IV. Büyük Kurultayı’nda yaptığı konuşma açıklayıcı görünmektedir; “... ancak bizim istediğimiz ve anladığımız manada halkçı olmaktır ki milliyetçiliği en temiz ve saf bir değere çıkarır. Sade milliyetçilik, Türk vatanının sınırı içinde, dil birliği, kültür birliği ile mazi hatıralarına ve gelecek zamanın emellerine bağlılıkta birleşme yapar. Fakat bu anlayışta birleşmiş olsa da, içinde sınıf, imtiyaz çarpışmaları kopmayan yani halkçı bir duygu ile birleşmemiş bir ulus yığını hak ve şerefte müsavi teklerden kurulmuş bir ulusal birlik kitlesi vücuda getiremez”. CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in Söylevleri, s. 11. 320 Şerif Mardin, “Religion and Secularism in Turkey”, Atatürk: Founder of a Modern State, s. 191. 321 Esasen Batılı olmayan toplumların birçoğunda modernleşmenin tarihi aynı zamanda laikleşmenin de tarihi gibidir. Nuray Mert, Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1994), s. 55. Bu bağlamda Türk laiklaşmesinin de bir anlamda batılılaşma çabalarıyla birlikte geliştiği, dolayısıyla da izlerinin Cumhuriyet öncesinde, yani Tanzimat’tan itibaren bulunacağı da gözden kaçırılmamalıdır. Bu çerçevede örneğin, Tanzimat döneminde müslim ve gayr-i müslimlerin eşitliğini esas alan laik yasaların çıkarılması, Nizamiye Mahkemelerinin kurulması, sultaniyeler gibi laik devlet okullarının teşvik edilmesi biçimindeki reformlarla başlayan süreç, İttihat ve Terakki döneminde şer’i mahkemelerin Adliye Nezareti’nin denetimi altına alınması, Şeyhülislamın kabineden çıkarılması ya da medreselerin Maarif Nezaretine bağlanması ve medrese öğreniminin laikleştirilmesi ile ilköğretimin kızlar için zorunlu hale getirilmesi gibi reformlarla Cumhuriyet kadrolarının laikleştirme çabalarının alt-yapısını hazırlamıştır. 322 Nuray Mert, “Cumhuriyet Türkiyesinde Laiklik ve Karşı Laikliğin Düşünsel Boyutu”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt II, s. 204. 318 87 açılması, İsviçre aile ve İtalyan ceza yasalarının kabulü, dini mahkemelerin kapatılması ve tabii laiklik ilkesinin anayasaya girmesi devletin, eğitim ve hukuk alanının laikleştirilmesi aşamasını oluşturmuştur. Laikleştirmenin ikinci aşaması, şapka, kılık-kıyafet kanunları, haftasonu tatilinin Pazar gününe alınması ve tarikatların kapatılmasıyla toplumsal hayatı laikleştirici, dinsel sembolleri laik/batılı olanlarla ikame etmeye yönelik reformlar çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Yine, aslında doğrudan din ile ilgili olmamasına karşın, modernleşmenin doğuracağı laik/batılı insanın inşası için gerekli olan (Avrupa takvim, rakam, ölçü ve ağırlık birimlerinin kabulü, kadın hakları ile ilgili reformlar ve bunlar içerisinde en etkili olan Latin alfabesinin kabulü gibi) diğer bazı reformlar da toplumsal alanın laikleştirilmesi sürecinde yer almışlardır. 323 II. DEVLET DÜZEYİ: ETKİLEŞİM ve KİMLİK KURUCU ETKİSİ Devletler, öznelerarası anlamlarca inşa edilmiş olan uluslararası yapı içinde, yine öznelerarası anlamlarla inşa edilmiş pratikler yoluyla etkileşim içindedirler. Etkileşim süreci, öznelerarası anlamlarca kurulmuş (dış politika) pratikler yoluyla işlerken, aynı zamanda devletlerin anlamlandırma pratiklerini de etkilerler. Bir başka deyişle, dış politikaların yürütüldüğü etkileşim süreci de kimlikler bağlamında karşılıklı olarak inşa edicidir (mutually constructive). Bu kısımda, Türkiye devletinin kimlik inşasında, içsel süreçler yanında etkileşim sürecinin kurucu etkisinin olup olmadığı ve varsa bunun kimlik inşasına ne şekilde etkide bulunduğu ortaya çıkarılmaya çalışılacaktır. Türkiye devleti kimliğinin inşa süreci Osmanlı’nın batılılaşma süreciyle başlatıldığından, bu bölümde önce Osmanlı devletinin dış politika pratiklerinin, söz konusu dönemlerde kimlik inşasına ne şekilde etkide bulunduğu değerlendirilecektir. Osmanlı Devleti’nin Tanzimat ve sonrası dönemdeki dış politika pratiklerini incelemek, bu dönemde kimlik inşa edici unsurlar olarak ortaya çıkan etkenleri anlamamızı sağlayacaktır. Aynı analiz 323 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 273. 88 çerçevesi, yine inşa süreci kapsamında Milli Mücadele dönemi ve Cumhuriyet’in kuruluş sürecindeki dış politika etkileşimlerine de uygulanacaktır. 1.İnşa Sürecinde Etkili Öteki/Batıyla Etkileşim A. Osmanlı Mirası: Diplomasi ve Batı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kimlik inşa edici pratiği olarak bir önceki kısımda ele alınan batılılaşma/modernleşme olgusu, belirtildiği üzere Osmanlı İmparatorluğu’nun bekâ/güvenlik kaygısı ile güdülenmiş bir hareket olarak başlamıştı. Onsekizinci Yüzyıla gelindiğinde Batıda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun sınırlarından kuzey ve doğuda Rus Çarlığı’na, İran ve Arabistan yarımadasına ve güneyde Mısır ve Kuzey Afrika’ya kadar geniş bir bölgeye yayılan Osmanlı İmparatorluğu, aynı zamanda farklı ‘ulusal’ unsurları içinde barındırmakla çevresinden gelecek baskılara karşı çok zayıf bir durumdaydı. 324 Bu ortamda diplomasi Osmanlı devleti için bir güvenlik aracı haline gelmeye başlamış, askeri güç zayıfladıkça diplomasinin hayati önemi artmış, Osmanlı devleti güvenliğini, güçlü bir devlete karşı bir başka güçlü devlete veya devletlere dayanmak, hatta müttefiki olan devletleri de birbirlerine karşı oynamak biçiminde kendini gösteren bir "denge politikası"na dayanmaya başlamıştır. 325 Osmanlıları Avrupa emperyalizminin tehdidine karşı ilk uyaran, 1774 Küçük Kaynarca antlaşması ile sonuçlanan 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı olmuştur. Kırım Hanlığı’nın bağımsızlığını ve Rus Çariçesinin Osmanlı topraklarındaki Ortadoks Marian Kent, “Giriş”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999), s. 1 325 Ömer Kürkçüoğlu, “”Dış Politika” Nedir? Türkiye’deki Dünü ve Bugünü”, AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 35 (1), 1980, s. 313. Osmanlı devletinin askeri gücü zayıfladıkça diplomasiyi bir güvenlik aracı olarak kullanmaya başladığı doğru olmakla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu’nun daha oluşmaya başladığı onbeşinci yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa sisteminin bir parçası olduğu ve bu sistem içerisinde denge unsuru olmak bağlamında aktif bir role sahip olarak sistemin korunmasında etkili olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Bu konuda detaylı bilgi için bkz. A. Nuri Yurdusev, “The Ottoman Attitude Towards Diplomacy”, A. Nuri Yurdusev (der.), Ottoman Diplomacy: Conventional or Unconventional? (New York: Plagrave & MacMillan, 2004), s. 5-35. 324 89 kilisesinin koruyucusu olduğunu öngören bu antlaşma, Avrupalıların “Doğu Sorunu” olarak adlandıracağı krizlerin de bir bakıma başlangıcı olmuştur. 326 Aynı döneme denk gelen, Napoleon’un Mısır’ı işgali (1798) de son derece travmatik olmuş ve Osmanlı modernleşmesine yönelik ilk adımlar Doğu Akdeniz’de Napoleon dönemiyle çakışmıştır. 327 III. Selim döneminde başlayan, II. Mahmut döneminde yoğunlaşan ve Osmanlı modernleşmesini başlatan Tanzimat fermanının ön hazırlıkları diyebileceğimiz askeri, idari, mali ve eğitim reformları, Osmanlı’nın çevresindeki güç dengelerinde kaymalara yol açan böyle bir ortamda gerçekleşmiştir. Napoleon’un Mısır’a çıkışı, o tarihe kadar güçlü olduğu dolayısıyla Hindistan yolunun doğal bekçisi olarak görmek dışında Osmanlı’nın durumuyla çok ilgili olmayan İngiltere’nin, Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü koruma politikası gütmeye başlamasına, dolayısıyla da doğrudan Osmanlı dış politikasının bir unsuru haline gelmesine yol açmıştır. Bu bağlamda Osmanlı perspektifinden Avrupa güç dengesinde de kaymalara yol açacaktır. Benzer şekilde, Fransa’nın Mısır’ın ardından Anadolu’ya, daha da önemlisi adalar yoluyla Balkanlara ulaşması ihtimalinin yarattığı endişe, Rusya’nın da İngiltere gibi Fransa’ya karşı Osmanlı’nın yanında yer almasına yol açmıştır. 328 Fransa’nın Mısır’ı işgali dolaylı ya da rastlantısal olarak Osmanlı’nın geleceğine önemli bir etkide bulunacaktır. Napoleon Mısır’ı işgal ettiğinde iktidarı elinde bulunduran Memlûkların siyasal ve toplumsal gücünü yok etmiş, iktidarı ele geçiren Mehmet Ali Paşa, kısa sürede Osmanlı devletinin kaderini dramatik biçimde etkileyecek biri haline gelmiştir.329 Söz konusu dönemde Napoleon savaşları ile Avrupa haritası alt-üst olurken, Osmanlı devleti de Avrupa’daki güç dengesi kaymaları arasında beka sorunuyla bağlantılı olarak yeni dış politika pratiklerine yönelme ihtiyacını duymuştur. Osmanlı Carter Vaugh Findley, “The Tanzimat”, Reşat Kasaba (der.), Turkey in the Modern World (Cambridge: Cambridge University Press, 2008), s. 11. 327 Feroz Ahmad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Marian Kent (der.), Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999), s. 7. 328 Fahir Armaoğlu, Siyasi Tarih: 1789-1960 (Ankara: Sevinç Matbaası, 1973), s. 20. 329 Feroz Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, çev. Sedat Cem Karadeli (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007), s. 33. 326 90 devletinin ondokuzuncu yüzyıl boyunca sürdürecek olduğu ve devletin bir yüzyıl daha ayakta kalmasını sağladığı yaygın olarak kabul edilen “denge politikası” da böyle bir ortamda başlatılmıştır. Napoleon’un Mısır’ı işgali sırasında, düşmanlıkları müttefikliklerinden daha sağlam olan Osmanlı ve Rusya arasındaki (1798) ittifak, sadece Fransız tehlikesine karşı acil ve geçici bir çözüm olarak kurulduğundan sağlam değildi. Buna karşın Osmanlı ve hatta Avrupa bakımından çok önemli etkileri olmuştur. Babıali, 1798’e kadar Avrupa’daki ittifaklar sistemine dahil olmamış, bir nevi yalnızcılık politikası sürdürmüştü. Bu tarihten sonra ise askeri alandaki zayıflıklarını örtmek için Avrupa ittifaklar sisteminin önemli bir aktörü olacak, bu yanıyla Avrupa politikasına da – özellikle Rusya’yı Yakındoğu sorunlarına dahil etmiş olmakla- etkide bulunacaktır. 330 İttifakın önemli bir diğer yanı ise, gizli hükümlerine göre Osmanlı devletinin savaş süresince Boğazları Rus savaş gemilerine açacak olması ve dolayısıyla ilk kez Boğazların kapalılığı ilkesine aykırı bir politika güdülmüş olmasıdır. Bu ödün, ileride Boğazlar konusunun uluslararası bir sorun haline dönüşmesindeki ilk adım olarak görülebilir. 331 Osmanlı-Rus ittifakı Rusya ve Fransa arasında 1801’de barış imzaladıktan sonra anlamını yitirmeye başlamış, hatta zaman içinde Rusya’da Osmanlı’nın Fransa ile Rusya arasında bölüşülmesini savunan görüşler sivrilmeye başlamıştı. 332 Rusya’nın ardından İngiltere 1802’de Fransa ile Amnies barışını imzalayınca, Babıâli de aynı tarihte Fransa ile anlaşma imzalamıştır. Fransa’nın işgal ettiği Mısır ve Yedi Ada’dan çekilmeyi kabul ettiği ve ayrıca Fransız tüccarlarının Karadeniz’e girişini garantileyen hükümler de içeren barış, Osmanlı devletinin müttefikleri olan İngiliz ve Rus desteğinden yoksun şekilde imzalanmıştı.333 İngiltere ve Rusya’nın Fransa ile ittifakları uzun soluklu olmayacaktı; İngiltere Napoleon’un Avrupa kıtasındaki, Rusya ise Balkanlara yönelik hareketlerinden Oral Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü: Osmanlı Diplomasi Tarihi Üzerine Bir Deneme (Ankara: A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1987), s. 114. 331 Ibid. 332 M.S. Anderson, The Eastern Question: 1774-1923 (Londra: MacMillan Press, 1978), s. 30. 333 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi V. Cilt: Nizam-ı Cedit ve Tanzimat Devirleri (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1988), s. 46. 330 91 rahatsızlık duyuyordu. Fransız tehdidi karşısında duyulan bu rahatsızlık, yeni bir İngiliz-Rus ittifakını getirmiş, fakat bu ittifakın konusu Rusya’nın ilgi alanı olan Doğu Akdeniz’le değil, Fransa’yı Avrupa’da tehdit konusu olmaktan çıkarmakla ilgili olmuştur. 334 1805 Rus-İngiliz ittifakı, Rusya’nın 1798 ittifakının yenilenmesi konusundaki baskıları da eklenince, diplomatik bir yalnızlık içerisinde bulunan Osmanlı devletini Rusya ile yeni bir ittifak yapmaya yöneltmiştir. Görünüşte bir savunma ittifakı olan bu anlaşmada, Rusya’ya barış zamanı da savaş gemilerini Boğazlardan geçirme hakkı tanındığı gibi, başka devletlerin savaş gemilerine yönelik Boğazların kapalılığı ilkesini öngören hükümler bulunmaktaydı. 335 Bu ittifakın imzalanmasından kısa bir süre sonra Fransa’nın, Üç İmparator Savaşı da denen Avusturya-Rusya ortak kuvvetlerinin yer aldığı Austerlitz savaşındaki zaferinin haberleri Osmanlı’da büyük etki yaratmış, Fransa’ya karşı bir ittifakta yer almaktan duyulan rahatsızlık artmış ve sonuçta Babıâli Rusya ile yapılan ittifakı onaylamamıştır. 336 Osmanlı devleti, içeride yürütülen modernleşme programına karşı yeniçeri isyanları dolayısıyla da çok kırılgan ve zayıf olduğu bu süreçte, Fransa’ya yakınlaşma konusunda başka işaretler de vermiştir. Bunlardan biri olan Eflak ve Boğdan Prenslerini, daha Fransız yanlısı denilebilecek olanlarla değiştirmesi, bir sonraki Osmanlı-Rus savaşının da sebebi olmuştur. Osmanlı devleti prensleri değiştirince, Rusya buna karşı çıkarak Eflak ve Boğdan’a askerlerini sokmuş, bunun üzerine biraz da Fransa’nın Prusya’ya karşı kazandığı Jena zaferinin de etkisiyle Osmanlı devleti Rusya’ya savaş ilan etmiştir. Osmanlı-Rus savaşı karşısında İngiltere, Fransa’ya karşı en güçlü müttefikinin bu savaş nedeniyle zayıflaması endişesiyle harekete geçmiş, Çanakkale boğazına donanma yollamış ve ayrıca Mısır’a da saldırmıştır. 337 Osmanlı’nın bir yandan Rusya, diğer yandan da İngiltere ile savaş içinde bulunduğu bir ortamda, yeniçeriler de III. Selim’e karşı isyana başlamışlardı. 338 Tüm bu baskılara rağmen süren Osmanlı-Rus savaşı, Fransa’nın Jena’dan sonra Rusya’ya karşı da zafer elde etmesi sonucu imzalanan Tilsit barışının 334 Anderson, The Eastern Question, s. 35. Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 38-39. 336 Anderson, The Eastern Question, s. 36. 337 Ibid., s. 38-39. 338 Karal, Osmanlı Tarihi V. Cilt, s. 54. 335 92 etkisiyle 1807’de ateşkesle sonuçlanmıştır. Tilsit anlaşması, Osmanlı devleti ile ilgili hükümler de içerdiğinden Babıali için önemli olmuştur. Buna göre, Napoleon’un Osmanlı devleti ve Rusya arasında arabuluculuk yapması, fakat bu arabuluculuk sonuç vermezse Osmanlı’nın Avrupa’daki topraklarının (İstanbul hariç) Fransa ile Rusya arasında paylaşılması öngörülmekteydi. Sözü edilen arabuluculuk sonuç vermediğinde, Rusya Fransa’ya Osmanlı topraklarının paylaşımı konusunda baskı yapmaya başlamış, 1808’de Erfurt’ta taraflar bu konuyla ilgili olarak bir araya geldiklerinde, Fransa Rusya’nın Eflak ve Boğdan’ı almasını kabul etmiştir.339 Erfurt’ta Fransız-Rus görüşmeleri sürerken, 1807 yeniçeri isyanıyla tahttan indirilen III. Selim’in yerine getirilen II. Mahmut, devlet otoritesini yeniden sağlamlaştırmak amacıyla hazırlanmış olan Sened-i İttifak’ı ilan etmekteydi. 340 Tilsit barışı, Osmanlı devleti ile İngiltere arasındaki barışın da sağlayıcısı olmuştur. Anlaşmaya göre Fransa, Rusya ile Osmanlı arasında arabuluculuk yaparken, Rusya da Fransa ile İngiltere arasında arabulucu olacaktı. Fakat Rusya’nın girişimlerinin başarısız kalması sonucu İngiltere’ye sırtını çevirmiş olması ve Fransa ile Rusya arasındaki Erfurt görüşmelerinde Osmanlı’nın paylaşımının konuşulması İngiltere’yi Osmanlı devleti ile barışa itmiştir. Boğazların kapalılığı ilkesinin taahhüt edildiği bu anlaşmanın gizli hükümlerine göre, Osmanlı devleti Fransa tarafından tehdit edilirse, İngiltere Osmanlı lehine yardımda bulunacaktı. Böylece, bir bakıma Fransız-Rus ittifakı karşısında, bir İngiliz-Osmanlı ittifakı ortaya çıkmıştır.341 Ondokuzuncu yüzyılın ilk Osmanlı-Rus savaşı iki tarafın da barış koşullarını kabul etmemesi dolayısıyla 1812 yılına kadar sürmüş, bu tarihte Napoleon’un Moskova seferlerinin hazırlıklarına başlaması üzerine Rusya’nın barış önerisiyle sona ermiştir. Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 24. Sened-i İttifak konusunda, bu belgenin Türk anayasa tarihinin ve hatta demokrasi tarihinin ilk adımı sayılabileceği (Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 115; Karal, Osmanlı Tarihi V. Cilt, s. 93; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’nin Siyasal Hayatında Batılılaşma Hareketleri (İstanbul: Arba Yayınları, 1996), s. 25-26), derebeylerle padişah arasında imzalanmış bir Türk Magna Carta’sı olduğuna (Sina Akşin, “Siyasal Tarih 1789 – 1908”, Metin Kunt, Sina Akşin vd. (der.), Osmanlı Devleti (İstanbul: Cem Yayınevi, 1997), s. 95), Magna Carta ile benzerlik göstermesine karşın çok gecikmiş olduğundan dönemin gereklerine ters bir belge olduğuna (Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s. 29-30) ve hatta feodaliteyi, feodalitenin öldüğü bir çağda yücelten çağdışı bir belge olduğuna (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1973), s. 121) dair çok farklı görüşler bulunmaktadır. 341 Anderson, The Eastern Question, s. 44. 339 340 93 Bükreş barışına göre, Rusya Eflak ve Boğdan’ı Osmanlı devletine geri vermiş, Beserabya’yı ise elinde tutmuştur. Bunun yanında anlaşmada, 1804’de isyan eden Sırplar da söz konusu edilmiş ve bazı ayrıcalıklar tanınarak Balkanlardaki ulusçuluk hareketleri konusunda ilk ödün bu anlaşmayla verilmiştir. 342 Osmanlı devleti, bu anlaşmayla bir kez daha Avrupa’daki güç dengelerine oynayarak mevcut durumunu daha iyi bir konuma getirebilmiştir. Osmanlı devleti Rusya ile barış imzaladıktan kısa bir süre sonra Napoleon Moskova seferine başlamış ve bu seferde uğradığı hezimet tüm Avrupa’nın birleşerek Napoleon’u Avrupa’dan silmesine yol açmıştır. 1813’te Leipzig’teki yenilgisinin ardından, 1814’te Paris’in de teslim olmasıyla Fransa 1792 sınırlarına geri dönmüş ve yeni Avrupa düzenini görüşmek üzere Viyana Kongresi (1815) toplanmıştır. Osmanlı devleti de Fransa’ya karşı savaşmış olduğundan Metternich tarafından kongreye davet edilmiş, ayrıca Metternich Osmanlı devletinin büyük güçlerden toprak bütünlüğü konusunda güvence talep etmesini de önermiştir. Osmanlı devleti öncelikle güvence konusuna büyük güçlerin himayesi altına girmek olarak baktığından, 343 diğer yandan da kongrede özellikle Sırbistan’a bağımsızlık verilmesi konusunun görüşülmesinden çekindiğinden 344 kongreye katılmayı kabul etmemiştir. Viyana Kongresi sonrası Avrupa güç dengesinde, Osmanlı bakımından önemli olan Rusya’nın büyük güçler arasında sivrilmiş olmasıdır. Kendi hakimiyet alanı olarak Balkanlar’la ilgilenen Rusya, özellikle 1804 Sırp isyanıyla birlikte artan bir Sırp isyanı, etkileri bakımından genellikle Osmanlı-Rus savaşı ve Osmanlı devletinin kaderini önemli oranda etkileyecek şekilde bağımsızlıkla sonuçlanmış olan Yunan isyanının öncelikleri karşısında daha geri planda kalmıştır denilebilir. Aslında büyük güçlerin yalnız bu isyan karşısındaki tutumları bile 1830’lara kadar doğu sorunu konusundaki genel tutumlarını ortaya koyacak şekildedir. Örneğin, Fransa açık şekilde Sırp isyanını desteklerken, Rusya kendi etki alanı olarak gördüğü bölgedeki Fransız etkisinden duyduğu rahatsızlıkla isyandaki etkinliğini artırmıştı. Avusturya Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü koruma politikası kapsamında arabuluculuk yapma çabası içinde olmuş, İngiltere ise Osmanlı-Rus ilişkilerinin gerginleştiği ana kadar bu soruna müdahale etmeyen tek büyük güç olmuştur. Lawrence P. Meriage, “The First Serbian Uprising (1804-1813) and the Nineteenth Century Origins of the Eastern Question”, Slavic Review, Cilt 37 (3), 1978, s. 421-426. 343 Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 42-43. 344 Sırplar kendileri de Viyana Kongresine başvurarak Avrupa’nın kendi lehlerinde müdahalesini istemişler, fakat bağımsız Sırbistan fikrine karşı olan Metternich bunu kabul etmemişti. Karal, Osmanlı Tarihi, s. 106. 342 94 şekilde bölgede Osmanlı yönetimine karşı başlayan, zaman içinde ulusalcılık boyutu kazanacak isyanlarla yakından ilgilenmiştir. Sırp isyanı, Viyana Kongresinin hemen sonrasında, Rusya’nın müdahalesi tehdidinin de etkisiyle özerkliğe yaklaşan önemli imtiyazlar elde etmeleri karşılığı kontrol altına alınabilmişti. Fakat aynı tarihlerde Mora’da Yunan isyanının hazırlıkları başlamıştı. Yunan isyanının hazırlayıcısı olan Etniki Eterya örgütü daha 1814’de Odessa’da, tüm Balkanları Osmanlı yönetiminden kurtarma hedefiyle kurulmuştu. Fakat isyanın ilk ateşleyicisi sarayla arasının açılması sonucu 1820’de isyan eden bir Osmanlı yöneticisi (Tepedelenli Ali Paşa) olmuştur. Yunan isyanı (1821) Osmanlı kontrolünün hemen bütünüyle yok olduğu koşullar altında başlamıştı. 345 Rusya dışında 346 büyük güçler Napoleon savaşları sonrası Avrupa’da çıkan diğer isyanlarda olduğu gibi, Yunan isyanına destek vermemiş, bu isyanın Avrupa düzeni için bir tehdit olduğuna dair rahatsızlıklarını ifade etmişlerdi. Fakat ilerleyen dönemde özellikle Rum Ortadoks Patriği ile Avrupa’daki Rum örgütlerinin çabalarıyla, Hıristiyan Rumların maruz kaldıkları katliam haberleri, devletlerin tutumunda değişikliğe neden olmamışsa da isyana sempati duyulmasına yol açmıştır. İsyanın Avrupa’da Rumlar lehine sempati kazandığı süreçte, Rusya Babıâli’ye Küçük Kaynarca anlaşmasına dayanarak Sultan’ın Ortodoks unsurlarının korumasına dair garanti isteyen, aksi halde elçilerini çekeceğini bildiren bir ultimatom vermiştir. 347 İngiltere de 1822 sonrasında 348 Yunanistan’ın bağımsızlığı artık kaçınılmaz göründüğünden, bu bölgeyi tek başına Rus etkisine bırakmamak için isyan karşısındaki politikasını değiştirmiştir. Metternich ise, konuya müdahil olmamakla birlikte, isyanın bastırılması için Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’dan yardım istenmesini Osmanlı devletine tavsiye etmiş ve ayrıca konuyu uluslararası platforma taşımıştır. 349 St. Petersburg’da toplanan bir konferansın sonucunda 345 A. L. Macfie, The Eastern Question 1774-1923 (Londra-New York: Longman, 1996), s. 14-15. Rusya daha 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşı sırasında Rumlara propaganda broşürleri dağıtıyorlardı. Richard Clogg, “Aspects of the Movement for Greek Independence”, Richard Clogg (der.), The Struggle for Greek Independence (Londra: Macmillan Press, 1973), s. 16. 347 Macfie, The Eastern Question, s.15-16. 348 Bu politika değişikliği büyük oranda Castlereagh yerine dışişleri bakanlığına gelen Canning’in etkisiyle gerçekleşmiştir. 349 Armaoğlu, Siyasi Tarih, s.101. 346 95 Yunanlılar için bazı imtiyazlar verilmesi kararına varılmış, fakat isyana karşı mücadele Mısır Valisinin oğlu İbrahim Paşa’nın yardıma gelmesiyle Osmanlı lehine dönmüş olduğundan, Babıâli bu kararları kabul etmemiştir.350 Bu noktada önce İngiltere taraflar arasında ateşkes yapılması konusunda Osmanlı devletine ultimatom vermiş (1825), diğer taraftan İngiltere’nin bu derece sivrilmiş olması Rusya’yı rahatsız ettiğinden Osmanlı devleti üzerinde Rus baskıları artmıştı. İngiltere ve Rusya Yunanistan’ın bağımsızlığı konusunda birbirlerini frenlemek üzere sürekli yeni girişimlerde bulunurken, 1827’de St. Petersburg’da toplanarak yeni bir protokol imzaladılar. Yunanistan’ın Osmanlı’ya vergi ile bağlı özerk bir devlet olmasını öngören bu protokol, Avusturya, Prusya ve Fransa’ya da bildirilmiş, Avusturya ve Prusya kabul etmezken, Fransa protokole katılmıştır. Osmanlı devleti protokolü kabul etmeyince, bir Rus, İngiliz ve Fransız ortak donanması (1827) Navarin’de Osmanlı (ve Mısır) donanmasını yakmıştır. Osmanlı devleti savaş durumu olmadığı halde donanmasının yakılması dolayısıyla tazminat olanakları ararken, Rusya Osmanlı devletine savaş açmıştı (1828). 351 Yüzyılın ikinci Osmanlı-Rus savaşı, Ruslar Erzurum’a kadar girip, Trabzon’a doğru ilerlemeye başladıklarında Osmanlı devletinin barış talebi ile sonuçlanmıştır. 352 1829’da yapılan Edirne anlaşması, toprak kayıpları açısından savaşın sonucuna göre çok da olumsuz olmamış, buna karşın Tuna ve Prut boyunca Yunan isyanı sırasında Osmanlı devletine destek için gönderilmiş olan ve Mısır Valisi Mehmet Ali’nin Mısır’da giriştiği askeri reformlar sonucu hayata geçirdiği yeni/modern ordu, uzun zamandır bir sorun yatağı olmak dışında bir fonksiyonu olmayan yeniçeri ocağının kaldırılması konusunda II. Mahmut’un düşüncelerini destekler bir olgu olmuştu. Zaten ocağın kaldırılması da Yunan isyanı sırasında 1826’da gerçekleştirilmiştir. 351 Karal, Osmanlı Tarihi V. Cilt, s.118-119. 352 Savaşı sona erdiren anlaşmanın imzalanmasının hemen öncesinde, Rusya’nın Osmanlı’nın durumu ile ilgili kurduğu özel komite ve bu komitenin, Osmanlı devletinin parçalanmasının mı, yoksa toprak bütünlüğünün korunmasının mı Rusya’nın çıkarlarına yarar sağlayacağına dair yaptığı çalışmalar ve ortaya çıkardığı senaryolar ilginçtir. Osmanlı’nın Avrupa topraklarının ne şekilde paylaşılacağı, Boğazların durumunun ne olacağı gibi senaryoların da yapıldığı bu komitenin çalışmaları, Edirne anlaşmasının imzalanması ile sona ermiştir. Komite, anlaşma sonrasında Osmanlı’nın parçalanması durumunda çıkacak uluslararası kaosun yaratacağı olumsuzluklarla yüzleşmemek için, bir parçalanmanın Rusya’nın dahli olmadan uluslararası koşullar gerektirdiği için gerçekleşmesinin, fakat parçalanma olduktan sonra yeni düzenin büyük güçlerle beraber görüşülerek karalaştırılmasının Rusya’nın doğu sorunu karşısındaki genel tutumu olması gerektiğine dair sonuca varmıştır. Bu konuda detaylı bilgi için bkz. Robert J. Kerner, “Russia’s New Policy in the Near East After the Peace of Adrianople: Including the Text of 16 September 1829”, Cambridge Historical Journal, Cilt. 5 (3), 1937, s. 280-290. 350 96 Osmanlı’nın kale yapmaması koşulu, ileride savaş durumunda Rusların Osmanlı topraklarına girmesini kolaylaştırmıştır. Bunun yanında, Rus ticaret gemilerine Boğazlardan geçiş hakkı ve Ruslara da Avrupalı devletlerin vatandaşlarına tanınan kapitülasyonlar tanınmıştır. 353 Bu anlaşmayla bağımsızlığını kazanan Yunanistan sorunu anlaşmanın imzalanmasıyla sona ermemiş, Yunanlılar kendilerine verilen toprakları yeterli bulmadıklarından, 1832’ye kadar devletler arasındaki görüşmeler devam etmiştir. Yunanistan konusu tam olarak gündemden düşmeden, Doğu Akdeniz’de kendisine stratejik bir nokta elde etmek isteyen Fransa, çok önemli ticari çıkarlarının olduğu Cezayir’i işgal etmiş ve 1830’da Osmanlı’nın Kuzey Afrika’daki en önemli topraklarından birisini, Osmanlı devleti tarafından bir protesto dışında direniş görmeden elinden almıştır. Osmanlı devleti Yunan bağımsızlığı ve Cezayir’in Fransa tarafından işgali gibi olayların etkilerini daha hazmetmeden Mısır valisi Mehmet Ali’nin isyanı patlak vermişti. Mısır Valisi’nin isyanı, Yunan isyanı sürecindeki yardımlarından ötürü kendisine Suriye valiliğinin verilmesi talebinin, Girit valiliği verilmesi karşılığında geri çevrilmesi ile başlamıştır. Bunun dışında Mehmet Ali Osmanlı-Rus savaşı sırasında kendisinden istenen askeri yardımı göndermemek ve Navarin olayı sonrasında Osmanlı’nın talimatını beklemeden, Avrupa devletlerinin isteği üzerine kuvvetlerini Mora’dan çekmiş olmakla Osmanlı padişahını çok rahatsız etmişti. Bunlara valinin gücünün kontrol edilemeyecek kadar artmış olması da eklenince, saray Mehmet Ali’yi ortadan kaldırma planları yapmaya başlamış, fakat Mısır valisi bu planlardan haberdar olunca ilk harekete geçen olmak istemiştir. Saray, 1831’de Suriye’yi işgal eden Mehmet Ali’nin üzerine ancak 1832’de Osmanlı ordusunu göndermiş ve ordu biri Belen, diğeri de Konya’da olmak üzere iki savaşta Mehmet Ali kuvvetlerine yenilmiştir. 354 Konya yenilgisi, Mısır sorununu Osmanlı’nın iç meselesi olmaktan çıkarıp, büyük güçlerin konuya müdahil olmasına yol açmıştır. Yenilgiden sonra Osmanlı devleti büyük devletlerden, esasında Fransa başından beri Mehmet Ali’yi desteklediğinden ve Rusya’ya da güven duyulmadığından İngiltere’den yardım talebinde bulunmuştur. Fakat İngiltere Avrupa sorunlarıyla Stanford J. Shaw ve Ezel Kural Shaw, Osmanlı imparatorluğu ve Modern Türkiye II. Cilt, çev. Mehmet Harmancı (İstanbul: E Yayınları, 1982), s. 60-61. 354 Ibid., s. 62. 353 97 (Belçika’nın bağımsızlığı ve Portekiz’de İngiltere’nin müdahale ettiği liberalmutlakiyetçi iktidar mücadelesi) meşgul olduğundan, Mehmet Ali’nin ilerlemesi çıkarlarına aykırı olmasına karşın herhangi bir yardımda bulunmamıştır. Fransa ise zaten Mısır lehine politika yürüttüğünden, Osmanlı devleti için Rusya’dan başka seçenek kalmamış ve Babıâli, daha önce reddettiği Rus yardımını kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu yardım kapsamında 1833’de İstanbul’a bir Rus donanması ve 5000 kişilik ordunun girmiş olması, çıkarları çatışıyor olsa da, Fransa ve İngiltere’yi Osmanlı üzerindeki Rus etkisi karşısında birlikte hareket etmeye sevketmiş ve Mısır valisi üzerine yapılan baskılar sonucu Kütahya anlaşması imzalanmıştır. İngiltere ve Fransa, bir yandan İngiltere’nin istediği şekilde Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünü, diğer yandan da Fransa’nın talebi olarak Mehmet Ali’nin savaşta elde ettiği üstünlüğü koruyacak bir çözüm bulmak zorunda kalmıştır. Bu bağlamda yapılan anlaşmaya göre, Mehmet Ali’ye Mısır ve Girit valiliklerinin yanında Suriye valiliği, oğlu İbrahim Paşa’ya da Cidde valiliği ve Adana’dan vergi toplama hakkı tanınmıştır. 355 Rusya, Osmanlı devleti ile Mehmet Ali’nin doğrudan anlaşmaya varmış olmasından rahatsızlık duymuş ve Osmanlı devleti nezdindeki üstünlüğünü pekiştirecek bir ittifak anlaşması yapılması için harekete geçmiştir. Rusya’nın girişimleri sonucu, özelde Mısır, genelde de Doğu Sorunu kapsamında büyük güçlerin politikalarını yeniden gözden geçirmelerini sağlayacak olan Hünkâr İskelesi antlaşması Osmanlı devleti ile Rusya arasında imzalanmıştır (1833). Antlaşma, tarafların karşılaştıkları sorunlar karşısında birbirlerine yardımda bulunmayı taahhüt ettikleri klasik bir savunma ittifakıydı. Fakat antlaşmanın gizli maddesine göre, Osmanlı devletinin zayıflığı dolayısıyla Rusya’ya yardım edemeyeceği düşünülerek, bir savaş durumunda Boğazların bütün yabancı devlet gemilerine kapatılması öngörülmüştü. 356 İngiltere bu ittifaktan çok rahatsız olmuş, hem Osmanlı devletini hem de Rusya’yı protesto etmiştir. Fransa da Rusya’yı protesto etmiş ve hatta ortak bir İngiliz-Fransız donanması Çanakkale önlerine gönderilmiştir. İngiltere ve Rusya Gilbert Sinoué, Kavalalı Mehmet Ali Paşa: Son Firavun, çev. Ali Cevat Akkoyunlu (İstanbul: Doğan Kitapçılık, 1999), s. 312. 356 Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 121. 355 98 arasındaki gerginliği yatıştırmaya çalışan ise, Hünkâr İskelesi anlaşması sonrasında Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu’nun korunmasını ve eğer dağılacak olursa yeni düzenin kurulmasında iki gücün uyumlu davranacaklarını öngören bir anlaşma (Münchengrätz) imzalamış olan Avusturya olmuştur. Metternich, doğu sorununu ele alan resmi olmayan toplantılar düzenleyerek, İngiltere ve Fransa’yı da ikna etmeye çalışmıştır. 357 Fakat İngiltere, Rusya’dan çok fazla endişe duyduğundan, 1835’de Fransa’ya Osmanlı devletini Rusya’ya karşı korumak için bir ortak İngiliz-Fransız anlaşması yapılmasını dahi önermiş, ama Fransa böyle bir anlaşma yapmaya yanaşmamıştır. 358 Bu süreçte İngiltere, Osmanlı devleti nezdinde etkin bir tutum almaya başlamış, 1835’den itibaren Osmanlı ordusu ve donanmasını güçlendirmek amacıyla, daha çok eğitime yönelik görevlileri Babıâli’ye göndermiştir. Bu görevliler başarıya ulaşamamışlarsa da, 1838’e gelindiğinde İngiltere ile Osmanlı devleti arasında bir ticaret anlaşmasının (Baltalimanı) imzalanmış olması önemlidir. İmparatorluğun tamamında serbest ticarete olanak sağlayan bu anlaşmanın Osmanlı devleti için asıl anlamı, Mısır sorununda İngiliz desteğini sağlamaktı denilebilir. Bunun yanında anlaşma, Mısır ticaretini olumsuz etkilediği için de Mısır sorunuyla ilişkilendirilebilir.359 Osmanlı devleti anlaşmanın da etkisiyle Mısır valisine karşı yeniden harekete geçmek için İngiltere’den yardım istemiş, fakat İngiltere yalnızca Mısır valisi bağımsızlık ilan ederse böyle bir yardımın söz konusu olabileceği yanıtını vermiştir. 360 Bunun üzerine Osmanlı devleti, Sultan II. Mahmut’un Mehmet Ali’yi alt etme kararından vazgeçmemiş ve tek başına harekete geçmeye karar vermiştir. Sultanın ordusu bir kez daha İbrahim Paşa tarafından yenilgiye uğratılınca, İngiltere, Avusturya, Rusya ve Prusya 1840’da Londra’da bir konferans toplayarak, Mısır sorununa bir çözüm buldular; Mısır babadan oğula geçmek üzere, Suriye ve Akka ise hayatta olduğu süre için Mehmet Ali’ye bırakılacaktı. Eğer vali on gün içerisinde 357 G. H. Bolsover, “Palmerston and Metternich on the Eastern Question in 1834”, The English Historical Review, Cilt 51 (202), 1936, s. 238 ve 244. 358 Anderson, The Eastern Question, s. 91. 359 Bu noktada anlaşmaya batılılaşma perspektifinden bakmak da anlamlı olabilir. Örneğin, Ahmad’a göre, Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması, aslında Osmanlı devletinin dünya ekonomik sistemine katılma amacıyla, batılılaşmacı mantıkla atılmış bir adımdır. Ahmad, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 38. 360 Anderson, The Eastern Question, s. 95. 99 bunları kabul etmezse, yalnız Mısır kendisine bırakılacak, ikinci on gün de kabul etmezse Mısır elinden alınabilecekti. 361 Fransa, Mehmet Ali’nin tarafında olduğu ve o güne kadar elde ettiği kazançları elinde tutmasında ısrarlı olduğundan İngiltere ile uzlaşamamış ve konferansa katılmamıştı. Buna bir de Rus-İngiliz yakınlaşması eklenince, Fransa diğer güçlerden tamamıyla uzak kalmıştı. Rus-İngiliz yakınlaşması, büyük oranda Rusya’nın Osmanlı üzerindeki etkinliğini daha fazla sürdüremeyeceğini ve bu durumda İngiltere ile uzlaşmanın kendi çıkarına olacağını öngörmesiyle gerçekleşmiştir. Bu bağlamda, 1841’de sona erecek olan Hünkâr İskelesi anlaşmasının yenilenmeyeceğini, bu nedenle Boğazlar konusunda uluslararası bir konferans toplanmasını teklif eden Rusya, İngiltere’yi endişelerinden önemli oranda kurtarmıştı. 362 Mısır Valisi Mehmet Ali Londra konferansı kararlarını kabul etmeyince, bir Avusturya-İngiliz donanması Suriye kıyılarına gönderildi ve İngiliz askerleri de Lübnan’a çıktı. Bu sırada itirazlarının görmezden gelindiğini anlayan Fransa da, daha fazla süreçten dışlanmamak için Londra kararlarını kabul etti. Bunun üzerine bütünüyle yalnız kaldığını gören Mehmet Ali de kararları kabul etmek zorunda kalmış, Mısır sorunu 1841’de yeni sultan I. Abdülmecit’in yayınladığı ve Londra kararlarını onaylayan bir fermanla son bulmuştur. Mısır sorunu süreci, bir bakıma Osmanlı devletinin beka kaygısının zirveye çıktığı dönem olmuştur. Osmanlı devleti, sorunlarının üstesinden gelemeyecek, kendisine bağlı bir valisiyle baş edemeyecek durumda olduğunu artık iyice anladığından, Avrupalı güçler arasında oynanan güç dengesi Osmanlı politikasının tek dayanağı haline gelmişti. Bütün bu sorunlar arasında, daha Mısır sorunu çözüme kavuşturulmadan Osmanlı devletinin önünde yepyeni bir dönem açan, Tanzimat fermanı 1839’da ilan edilmiştir. Fermanın bütünüyle dış güçlerin baskısı olduğu, Osmanlı devletinin içsel süreçlerinden etkilenmeden devlete dayatıldığına dair görüşler artık büyük oranda 361 362 Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 123. Anderson, The Eastern Question, s. 97. 100 kabul görmemektedir. Çalışmanın bir önceki kısmında da incelendiği üzere, fermanın ilanını getiren, Osmanlı’nın batılılaşma/modernleşme süreciyle ilintili gelişmelerdir. Diğer yandan, batılılaşma gereğini ortaya çıkaran en temel güdü de bekâ kaygısı olmuştur. Bu bağlamda ferman, Osmanlı yönetici elitinin devleti kurtarma çarelerinden birisi olarak ortaya çıkmıştır. Batılılaşma olarak adlandırılan bir sürecin Batı’nın etkisi göz ardı edilerek açıklanması elbette olanaksızdır, fakat bunun bir dayatma olmasından çok, bir etkileşimin ürünü olduğunu söylemek daha doğru bir tespit olacaktır. Tanzimat’ın ilanının hemen öncesinde, fermanın mimarı Mustafa Reşid Paşa’nın İngiltere’de temaslarda bulunduğu, dışişleri bakanı Palmerston’la fermanı tartıştığı bilinmektedir. 363 Yine, Osmanlı yönetici elitinin sultanı denetleyecek içsel güçler olmadığından, büyük güçlerden fermanın uygulanmasını izlemelerini, hatta İstanbul yönetiminin sözlerini yerine getirip getirmediğini zımnen denetlemelerini dahi istedikleri, 364 bu durumun ise büyük güçlerin Osmanlı içişlerine karışmalarını kolaylaştırdığı da gerçektir. Fakat dış politika ve modernleşmeyi, Ortaylı’nın deyimiyle Metternich zihniyetiyle kavrayan ve imparatorluğun dış politikadaki gücünü, içsel düzenin gücüne bağlayan Osmanlı eliti, 365 tehdit altında hissettiği varlığını, onu tehdit edenlerin araçlarına başvurarak savunmaya çalışmıştır. 366 Dahası, Ondokuzuncu yüzyıl Avrupa yüzyılıdır ve bu bağlamda Batı, güçlü olmakla bir tutulmuştur. Osmanlı yönetici elitinin algılamalarında Batı, güçlü olmanın temel eşitleyeni konumuna geldiği noktada Osmanlı devletinde batılılaşma yoluyla kimlik değişimi süreci başlamıştı. Tanzimat fermanı ile tarihlendirdiğimiz bu süreçte, bir yandan kimlik değişiminin dış politikayı, diğer yandan dış politika yoluyla ortaya koyulan etkileşimlerin de kimliği değişime uğratmaya başladığını rahatça gözlemlemek mümkündür. Bu bağlamda, Tanzimat’la başlayan Osmanlıcılık ve bunu izleyen dönemlerdeki İslamcılık ve Türkçülük politikalarının, etkileşimle uyandırılmış olan, ama esasen içsel süreçlerde gerçekleştirilmeye çalışılan kimlik değişiminin yansıttığı politika stratejileri olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. Bir devletin kimliğinin, modernleşme sürecinin başladığı noktada, başka bir deyişle 363 Frederick Stanley Rodkey, “Lord Palmerston and the Rejuvenation of Turkey, 1830-1841”, The Journal of Modern History, Cilt 2 (2), 1930, s. 203. 364 Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, s. 41. 365 Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s. 235. 366 Deringil, Simgeden Millete, s. 23. 101 bir gecede değişebileceğini düşünmek anlamlı olmayacaktır. Devletlerin dış politika pratiklerinde gözlemlenen her değişim, söz konusu devletin kimlik değiştirdiğinin bir göstergesi olarak da alınamaz. Devletlerin dış politikaları belirli bir esnekliğe sahiptir ve karşı karşıya olunan koşullara göre değişik stratejilere başvurabilirler. Fakat bir genelleme kapsamında herhangi bir başlangıçtan söz etmek zaruri olduğunda, bunun için Tanzimat’ı kullanmak en doğru tercih gibi görünmektedir. Bu çerçevede, söz konusu dönemde asıl olanın Osmanlı’nın iç ve dış politika pratiklerinin reform noktasında çakışmış olduğu tespitini yapmak olanaklıdır. Tanzimat fermanının Mehmet Ali krizini izlemesi gibi, Osmanlı batılılaşma sürecinde bir diğer aşama olan Islahat fermanın ilan edilmesi de Kırım Savaşı’nı izlemiştir. Kırım Savaşı, Osmanlı tarihi açısından olduğu kadar, Avrupa tarihi açısından da önemli bir olay olmuştur. Savaş, bir bakıma Avrupa Uyumu’nun bozulduğu tarih olarak da kabul edilmektedir. 367 Mısır sorunu çözüme kavuştuktan sonra, Osmanlı devleti Lübnan, Eflak ve Boğdan ve Bosna-Hersek’te çıkan, fakat nispeten daha rahat çözülen sorunlar dışında fazla bir sorunla karşılaşmadığından içeride Tanzimat reformlarıyla ilgilenebilecek, dış politika bakımından rahat bir döneme girmişti. Aynı dönemde Mısır sorunu sırasında başlayan İngiltere-Rusya yakınlaşması da artarak devam etmekteydi. Fransa’nın Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz’deki (özellikle Fas üzerinde) hareketleri İngiltere’yi fazlasıyla rahatsız ettiğinden, bu İngiliz-Rus yakınlaşması Fransa’ya karşı oluşturulmuş görünüyordu. 368 Rusya, bu tarihlerde Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünün korunması politikasını terk ederek, Osmanlı topraklarının paylaşılması politikasına geri dönmüştü. Bu politikayı İngiltere’nin onayı olmadan hayata geçiremeyeceğini bildiği için de, 1841 Boğazlar sözleşmesiyle açılan yakınlık kapısını bu yönde zorlamaya başlamıştır. Rusya’nın yakınlaşma isteği 1844’de, Osmanlı devletinin Avrupa topraklarının parçalanması söz konusu olduğunda bu toprakların güç dengesini bozmayacak şekilde el değiştirmesi konusunda İngiltere ve Rusya’nın işbirliği yapmalarına dair varılan görüş birliği ile hedefine ulaşmıştır.369 367 Richard N. Rosecrance, Action and Reaction in World Politics: International Systems in Perspective (Boston, Toronto: Little, Brown and Company, 1963), s. 117. 368 Anderson, The Eastern Question, s. 111-112. 369 Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 140. 102 Fakat bu görüş birliği sözlü olmuş, yazılı bir anlaşma yapılmamış olduğundan İngiltere, Fransa ile arasındaki sorunlar çözülmeye başlar başlamaz Rusya’ya anlaşmanın kendisini bağlamayacağını bildirmekten çekinmemiştir. 370 Bu dönemde Avrupa politikasını sarsan 1848 ihtilalleri de aslında bir İngiliz ve Rus işbirliğinin ne kadar zor olduğunun göstergesi olmuştur. 1848 ihtilalleri sırasında Macaristan ve Eflâk’tan kaçan Macar ve Polonyalılar Osmanlı devletine sığındıklarında, Avusturya Macar sığınmacıların, Rusya da Polonyalı sığınmacıların iadesini talep etmiş, Babıâli bu talepleri reddedince Osmanlı devleti ile diplomatik ilişkilerini kesmişlerdi. Fakat Osmanlı devleti arkasındaki İngiliz desteği (savaş çıkması olasılığına karşı bir İngiliz donanması hazır edilmişti) bir süre sonra Rusya’nın, Rus desteğinden yoksun kalmak da Avusturya’nın taleplerini geri çekmesini sağlamıştır. Bu olayla birlikte zaten suni olan İngiliz-Rus yakınlaşması da sona ermiştir. 371 Buna karşın Rusya, Osmanlı devleti üzerindeki politikasından vazgeçmediğinden, İngiliz desteğine her zaman ihtiyaç duymaktaydı. Bu dönemde, Kırım Savaşı’nın çıkış noktası sayılan ve Filistin’deki kutsal yerler üzerinde hakimiyet kurma çabası olarak ortaya çıkan Kutsal Yerler Sorunu, Rusya’nın İngiliz desteği arayışlarına hız kazandırmasına neden olmuştur. Uzun süredir Fransa ve Rusya arasında gerilim yaratan bu sorun 372 1851’de Fransa’nın Osmanlı devletine başvurarak 1740 tarihli kapitülasyon anlaşmasına saygı gösterilmesini istemesi üzerine, Rusya’nın da aynı şekilde 1774 anlaşmasının hükümlerine saygı gösterilmesi için başvurmasıyla artık açıkça bir Fransız-Rus mücadelesine dönüşmüştü. Fransa ve Rusya bu kapsamda çekişirken, Rusya İngiltere nezdinde temaslarda bulunarak 1844’de İngiltere ile aralarında varılan görüşbirliğini (Osmanlı’nın Avrupa topraklarının paylaşımı konusunda) hayata geçirmeye çalışmış, 370 Anderson, The Eastern Question, s. 113. Karal, Osmanlı Tarihi V. Cilt, s. 221. 372 Sorunu gerilim noktasına getiren olaylar, 1852’de Fransa’nın desteklediği Katolikler ile Rusların desteklediği Ortadokslar arasında kendilerine tanınacak ayrıcalıklar konusunda şiddetli anlaşmazlıkların çıkmış olmasıdır. Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 143. Zürcher’e göre, bu sorunun bu derece büyümesi aslında bütünüyle Rusya ve Fransa’nın içsel politik kaygılarından kaynaklanmaktaydı. Gerek III. Napoleon, gerekse Rus çarı dinsel duygulara seslenerek içsel meşruiyetlerini sağlamaya ve pekiştirmeye çalışıyorlardı. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 83. 371 103 fakat Rus teklifleri İngiltere tarafından reddedilmiştir. 373 Bunun üzerine Rusya tek başına hareket ederek Babıâli’ye temsilci göndermiş ve Rus Çarı’nın Osmanlı İmparatorluğu sınırlarındaki tüm Ortodoksların koruyucusu olduğunu teyid edecek bir ittifak anlaşması teklif etmiş, Osmanlı devleti bu teklifi reddedince de Ondokuzuncu yüzyılın üçüncü Osmanlı-Rus savaşı başlamıştır. İngiltere ve Fransa ise Osmanlı devleti Rusya’ya savaş ilan etmeden önce donanmalarını Çanakkale Boğazı’na göndermişlerdi. Kırım savaşı, İngiltere ve Fransa’nın savaşa Osmanlı tarafında katılmalarıyla, Osmanlı devletinin Ondokuzuncu yüzyılda Rusya’ya karşı kazandığı tek savaş olmuştur. İngiltere ve Fransa’nın bu savaşa Rusya’ya karşı Osmanlı tarafında katılmaları, Sander’in deyimiyle Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünün korunmasından ziyade Avrupa güç dengesinin korunmasıyla ilgili olmuştur.374 Özellikle İngiltere açısından, Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünün korunması, aslında Avrupa güç dengelerini koruma politikalarının parçası olarak görülmekteydi. İngiltere için Rusya’nın Osmanlı devletini yenerek Avrupa dengesini tek taraflı olarak değiştirmesi kabul edilemez bir durumdu. Buna karşılık İngiltere’nin yanında Rusya’ya karşı savaşan Fransa sadece Avrupa güç dengesini Rusya’ya karşı korumayı değil, aynı zamanda bu dengeyi kendi lehine çevirmeyi de amaçlamaktaydı. 375 Avusturya hem Rusya, hem de İngiltere ve Fransa tarafından savaşa katılması yönünde zorlandıysa da tarafsız kalmayı tercih etmişti. Buna karşılık, savaş sonunda yapılacak barışın esaslarını tespit etmek konusunda taraflar arasında müzakereler yürütmüş, fakat tarafsız kalmakla ileride çok ihtiyaç duyacağı Rus desteğinden yoksun kalarak kendisini Avrupa güç dengesi içinde zayıflamış bulmuştur. 376 Yine de savaşın sona ermesinde Avusturya’nın Rusya’yı karşı ittifaka geçmekle tehdit Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 139. Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 146. 375 Ibid. 376 Anderson, The Eastern Question, s. 146. Avusturya’nın, bu şekilde izole edilmiş ve daha önemlisi Rus desteğinden yoksun kalmış olmasının etkileri ileride Alman ve İtalyan birliklerinin kurulmasında açıkça hissedilecekti. Anderson’a göre İtalyan ve Alman birliklerinin temeli aslında Kırım savaşında yatmaktadır. Ibid. Sander’e göre de Kırım Savaşı’nın asıl galipleri Bismarck ve Kont Cavour olmuştur. Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 151. 373 374 104 etmesinin etkisi önemli olmuştur. İtalyan ulusal birliğinin kurulması hedefiyle yola çıkan Piyemonte devleti de İngiltere ve Fransa’nın yardımlarına ihtiyaç duyabileceğini hesaplayarak 1855’te savaşa katılmış, buna karşılık Alman ulusal birliğinin kurulmasında Rusya’ya ihtiyaç duyabileceğini hesaplayan Prusya tarafsız kalmıştı. 377 Osmanlı İmparatorluğu’nun ondokuzuncu yüzyılda Rusya’ya karşı kazandığı tek savaş olmasına karşın, Kırım’da hiçbir tarafın savaş bağlamında önemli kazançları olmamıştır. Savaşı sona erdiren Paris Barış Konferansı Şubat-Mart 1856’da toplanmış, savaşın galipleri olarak İngiltere, Fransa ve Avusturya’nın temel isteklerini içeren bir anlaşmayla sonuçlanmış ve Osmanlı İmparatorluğu’nun savunulması sebebiyle çıkmış bir savaş olmasına karşın, barış koşulları Osmanlı devletine hiç danışılmadan belirlenmişti. 378 Paris Konferansında sonuçlandırılan anlaşma ile sınırlarda herhangi bir değişiklik söz konusu olmamıştır. Yani bir diğer deyişle, Osmanlı devleti kazanan tarafta olmasına karşın herhangi bir toprak kazancı sağlayamamıştır. Karadeniz’in her iki yakasının da silahsızlandırılması, Eflak ve Boğdan’ın özerkliğinin ve Sırbistan’ın Osmanlı devletinden aldığı hak ve imtiyazların devletlerin ortak güvencesi altına alınması anlaşmanın içerdiği önemli maddelerdendir. Yine, Osmanlı devletinin diğer devletlerin onayını almadan Sırbistan’a askeri müdahalede bulunamayacağı da anlaşmanın hükümleri arasında yer almıştır. Paris Anlaşması’nın Osmanlı İmparatorluğu açısından en fazla dikkat çekilen maddesi, Osmanlı devletinin “Avrupa Uyumu”na kabul edildiğini ve toprak bütünlüğü ve bağımsızlığının Avrupa devletlerinin ortak garantisi altına alındığını teyid eden 7. maddesidir. 379 Anlaşmanın bir diğer ilgi çekici maddesi, Avrupalı 377 Ibid., s. 146-147. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 84. 379 Birçok çalışmada 1856 Paris Barış Konferansı Osmanlı’nın Avrupa devletler sistemine ilk kez dahil olduğu tarih olarak ele alınmaktadır. Diplomatik ve hukuksal bağlamda bu doğru bir tarihlendirme olsa da, Yurdusev’in çalışmasında açıkça ortaya koyduğu ve özellikle onaltıncı yüzyıl sonrası Osmanlı siyasi tarihi incelendiğinde görülebileceği gibi, Osmanlı devleti 1856’ya gelindiğinde zaten Avrupa devletler sisteminin önemli bir aktörü durumundadır. Detaylı bilgi için bkz. A. Nuri Yurdusev ve Esin Yurdusev, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa Devletler Sistemine Girişi ve 1856 378 105 devletlerin Osmanlı devletinin konferans sürerken ilan ettiği Islahat Fermanı’nı hoşnutlukla kabul ettiklerinin ve fermanın Osmanlı devletinin içişlerine karışma hakkını vermediğinin not edildiği 9. Maddesidir. Daha önce sözü edildiği şekilde Osmanlılık kimliği kavramına yaklaşmada önemli bir adım olarak, Müslüman tebaadan “hakim millet” imtiyazını alarak gayr-i Müslimlere eşitlik tanıyan bu yeni reform paketinin zamanlaması, gerek doğrudan Avrupalı devletler tarafından dikta ettirildiği, 380 gerekse de Babıali’nin Avrupalıları içişlerine karışmaktan bir nebze olsun uzak tutmak için büyük güçlerin telkinlerini kendi inisiyatifiyle kabul ettiği yorumlarını destekleyecek oranda ilginçtir. Türk siyasi tarihinde batılılaşma yolunda atılmış adımlardan birisi olarak anılan Islahat Fermanı, gerçekte Batılı büyük güçleri Osmanlı devletinin içişlerine karışmaktan alıkoymak, bir bakıma onları uzak tutmak adına ilan edilmiş olmasıyla dikkat çekici bir durum ortaya çıkarmaktadır. Aynı süreçte Osmanlı devleti Avrupa Uyumu’na kabul edilmekle de “onlardan olmak”, reform yoluyla yapmaya çalıştığı şekilde “onlar tarafından onaylanmak” gibi bir çaba içerisine girmiş, bu şekilde güvenliğini, hatta varlığını korumaya çalışmıştır. Kırım savaşı Avrupa tarihinde bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Avrupa uyumunu bozmuş, Avrupa barışının geleneksel garantörlerini zayıflatarak Napoleon, Bismarck ve Cavour’un önünü açacak koşulları sağlamıştır. 381 Bunun yanında, çözüme kavuşturmak üzere tasarlandığı Doğu Sorunu bağlamında bir etkinliği olduğu söylenemez. Anlaşmayla, Rusya’nın Karadeniz üzerindeki kontrolü ele geçirme hedefine engel olmak (silahsızlandırma /tarafsızlaştırma yoluyla) ve iç Paris Konferansı”, İsmail Soysal (der.), Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1999), s. 137-147. 380 Zürcher’e göre, Islahat Fermanı büyük oranda İstanbul’daki İngiliz ve Fransız büyükelçileri tarafından yazdırılmıştır. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 85. Aynı yönde görüşler için bkz., Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 153, Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 149. Sonuçta, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hıristiyanların durumu konferans sırasında tartışılan bir konu olmuş, devletlerin ortaya attığı çeşitli görüşler içerisinde Fransa’nın Osmanlı devletinin uyrukları olarak Müslüman ve Hıristiyanlar arasındaki farkların Padişahın bir fermanı ile ortadan kaldırılması ve bu durumun barış anlaşmasında tespit edilmesi yönündeki görüşü hayata geçirilmiştir. Tartışmalar sırasında Osmanlı devletinin ortaya attığı görüş, devletin Hıristiyan uyrukların haklarını yeniden –ama kendi içinde- teyid etmesi yönünde olmuştur. Ibid., s. 147-148. 381 Stephen J. Lee, Avrupa Tarihinden Kesitler (1789-1980), (Ankara: Dost Kitabevi, 2002), s. 85 86. 106 sorunlar dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma tehlikesinin reform yoluyla engellenmeye çalışılması (Islahat Fermanı) gibi çözümler beklenildiği şekilde etkili olmamıştır. Her ne kadar konferans sonrası yirmi yıllık süreç büyük çatışmalar olmadan geçmişse de, bu Doğu Sorunu üzerinde büyük güçlerin uzlaşmış olması ile değil, Avrupa’da ortaya çıkan gelişmeler karşısında Doğu Sorununun bir süreliğine ikinci plana atılmasından kaynaklanmıştı. Doğu Sorununun en önemli aktörlerinden Avusturya İmparatorluğu, İtalyan ve Alman birliklerinin kurulması sürecinde var olma mücadelesi içine düşmüş, yine Rusya bu dönemde dikkatini Orta Asya ve Çin yönünde topraklarını genişletmeye vermişti. İngiltere ise, Orta Avrupa’da ortaya çıkan gelişmeler karşısında siyaseten başarısızlığa uğrayınca bir belirsizlik dönemine girmiş ve dolayısıyla Osmanlı imparatorluğunun toprak bütünlüğünün korunmasına duyduğu ilgi azalmıştır. 382 1871’den itibaren, yani Avrupa içindeki gelişmelerin yerli yerine oturduğu noktada Doğu Sorunu özellikle Avusturya-Macaristan ve Rusya arasındaki ilişkiler dolayısıyla yeniden alevlenecektir. Diğer yandan Osmanlı topraklarındaki sorunlar büyük güçler arasındaki ilişkileri krize sokacak boyutlara gelmese de, eski kalıbına uygun olarak bölgesel ayaklanmalar, bu olaylara büyük güçlerden birisinin müdahalesi ve bu müdahale ile güç dengesinin bozulmasını engellemek üzere diğer güçlerin müdahalesi şeklinde seyretmeye devam etmiştir. 1860 Lübnan, 1866 Girit ve 1875 Bosna-Hersek isyanları bu şekilde büyük güçlerin müdahalesi ile yatıştırılan, ama aynı oranda Osmanlı’nın iktidar kaybına da sebep olan örneklerdendir. Zaten Bosna-Hersek isyanı, Avrupa’daki Osmanlı varlığını hemen hemen sona erdiren olaylar dizisinin başlamasına sebep olmuştur. 383 Bosna-Hersek’te vergi sorunundan dolayı çıkan söz konusu ayaklanma, ilk dolayımda yüzyılın dördüncü Osmanlı-Rus savaşının da başlatıcısı olmuştur. BosnaHersek’teki ayaklanma, bu bölgede en fazla çıkar ve hedefleri bulunan Avusturya ve Rusya arasında yoğun müzakereleri başlatmış ve müzakereler Bosna-Hersek’te yabancı gözetiminde reformlar uygulanmasını öngören Andrassy Notası ile sonuçlanmıştır. Osmanlı devleti prensipte notayı kabul etmişse de, bu ayaklananları 382 383 Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 156. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 86. 107 durdurmaya yetmemiştir. Ayrıca, daha Bosna krizi çözülmeden 1876 Mayısında Sultan Abdülaziz’e karşı bir hükümet darbesinin gerçekleştirilmiş olması, Balkanlar’da durumu daha da kötüleştirecek ve Sırbistan’ın Osmanlı Devleti’ne savaş açmasını cesaretlendirecekti. Osmanlı devleti Sırbistan’la savaşında, çok da zorlanmadan üstünlüğü sağlayınca, Rusya bu durumdan duyduğu rahatsızlıkla bir ultimatom vererek Osmanlı devletinin ateşkes ilan etmesini istemiş, Babıâli’nin bunu kabul etmesiyle de ateşkes sağlanmıştır. Ateşkesin Rus baskısı ile sağlanmış olması, yine Rus nüfuzu endişesiyle İngiltere’yi harekete geçirmiş ve İstanbul’da Balkanlar sorunu çerçevesinde bir konferans düzenlemiştir. Söz konusu konferansın çalışmalarına başladığı sabah, daha önceki reform adımlarının başlatılmasına benzer şekilde Osmanlı Devleti Meşrutiyet ilan etmiştir. Konferans sırasında ilan edilen Kanun-i Esasi’den beklenenin, yine daha önce de görüldüğü şekilde büyük güçlerin Osmanlı’nın Hıristiyan uyrukları konusunda, burada özellikle Balkanlarda, reform öneri ve taleplerine bir son vermek olduğu açıktır. Konferansa bu şekilde başlayan Osmanlı devleti, anayasa ile tüm uyruklarına eşit şekilde meşruti haklar verdiğinden, bunun ötesinde reform talebinin anlamlı olmayacağını hesaplamıştı. Buna karşın, Avrupalı güçler taleplerini sürdürmüş, fakat bu fikre dayanan Osmanlı’nın talepleri reddetmesi konferansın çözümsüz sona ermesine yol açmıştır. 384 Konferansın sona ermesiyle birlikte Rusya Osmanlı devletine savaş açmış (1877), 1878’e gelindiğinde Ruslar İstanbul’a kadar (Ayastefonos) ilerlemiş ve sonuçta burada Osmanlı-Rus barış anlaşması imzalanmıştır. Anlaşmayla Osmanlı devletine dayatılan koşullar; Ege denizine uzanacak, özerk ve genişletilmiş bir Bulgaristan devleti; Romanya, Sırbistan ve Karadağ’a bağımsızlık tanınması; Kars, Ardahan ve Batum’un Rusya’ya bırakılması Macaristan’a bırakılması şeklindedir. ve Bosna-Hersek yönetiminin Avusturya- 385 Ayastefanos anlaşmasının koşulları başta İngiltere olmak üzere, Avrupalı güçleri yeniden harekete geçirmiştir. İngiltere, Avusturya-Macaristan ile birlikte Rusya’ya Ayastefanos’un koşullarının değiştirilmesi konusunda baskı yapmaya başlamıştır. Büyük güçler arasında yine bir krize yol açacak duruma gelmiş olduğundan, bu defa Anderson, The Eastern Question, s. 181-182; Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 260-267; Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. ,110-114. 385 Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, s. 49. 384 108 Bismarck’ın öncülüğünde Almanya’nın çabalarıyla Doğu Sorununun görüşülmesi ve çözüme kavuşturulması amacıyla Haziran 1878’de Berlin’de bir konferans toplanmıştır. 1814’te Viyana’da kurulmuş olan konferans diplomasisi döneminin de sonu olan Berlin’de Ayastefanos anlaşmasının koşulları tamamıyla değiştirilmemiş, ancak bölgede Rusya, Avusturya-Macaristan ve İngiltere arasında denge kuracak şekilde hafifletilmişti. Buna göre, özerk Bulgaristan’ın sınırları küçültülmüş, Bulgaristan’ın güneyinde, Osmanlı kontrolünde ve Hıristiyan bir valinin yönetiminde Doğu Rumeli vilayeti kurulmuş; Sırbistan, Karadağ ve Romanya’nın bağımsızlıkları, Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan yönetimine verilmesi ve Rusya’nın Doğu Anadolu’daki kazançları onaylanmıştır. Berlin Anlaşmasına ayrıca, Ermenilerin yerleştiği vilayetlerde reform yapılması, Ermenilerin Çerkez ve Kürtlere karşı korunması ve bu konuda büyük güçlerin denetimini getiren bir madde de eklenmişti. 386 Görüldüğü üzere, Berlin Kongresi ve anlaşması gerek Osmanlı, gerekse de Avrupa için bir dönüm noktası oluşturmaktadır. Öncelikle, Büyük Güçler ondokuzuncu yüzyıl süresince Doğu Sorunu olarak adlandırdıkları Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma ve dolayısıyla da Avrupa Barışını tehdit etme tehlikesi karşısında Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma politikalarını terk etmişlerdi. Yeni süreç, Avrupalı büyük güçlerin dağılması kaçınılmaz görünen Osmanlı topraklarının paylaşılması politikalarını yürürlüğe koymasına yol açmıştır. Diğer yandan, uluslararası alanda hareket alanı iyice kısıtlanan, kendisini neredeyse yüz yıldır ayakta tutan geleneksel denge politikasını yürütebileceği koşullar ortadan kalkmış olan Osmanlı devletinin 1774’ten beri toprak kayıpları dolayısıyla taşıdığı bekâ kaygısı, artık bir parçalanma korkusu olarak Osmanlı yönetiminde çok daha sağlam bir şekilde yerleşmiştir. Berlin anlaşması Osmanlı dışındaki tarafları da tatmin edememişti; ne Balkan halkları, ne Rusya ve ne de Avusturya sonuçlardan tatmin olmamış, Berlin düzenlemeleri bir bakıma gelecekteki Balkan bunalımlarının da temelini atmıştır. Büyük devletlerin Berlin’de kurdukları yeni düzende, Osmanlı devletinin güçlü bir Avrupa devletine dayanma politikası temelde değişmemişse de, söz konusu 386 Ibid., s. 49-50. 109 politikanın aktörleri değişmiştir. Artık Osmanlı topraklarının parçalanması politikasında İngiltere ve Fransa’nın yerini, Avrupa diplomasisinin yeni büyük gücü Almanya almıştı. Sömürgeleri arasında Müslüman toprağı bulunmayan ve Osmanlı toprakları üzerinde o güne kadar herhangi bir talebi olmamış tek ülke Almanya’ydı. Avrupa sahnesine geç çıkmış olmakla birlikte, Avrupa dengesini altüst etmiş olan bu güç, dış politika bağlamında hareket alanı neredeyse kalmamış olan Osmanlı için yeniden dengelere dayanma politikasını uygulama olanağı sağlamıştı. Osmanlı yöneticileri için Almanya’ya yakınlaşmanın Berlin Kongresinde başladığı söylenebilir. Kongrede Almanya’nın amacı her ne kadar salt Avrupa’da istikrar sağlamak olsa da, Osmanlı devletinden bir şey istemeyen tek devlet olarak Osmanlı açısından öne çıkmıştı. 387 Bu ortamda, daha 1881’de Osmanlı ordusunu yeniden düzenlemek amacıyla Almanya’dan Colmar von Goltz (Goltz Paşa) başkanlığında askeri bir heyet gelmiştir. Alman askerleri, arkalarından Alman tüccar ve bankerleri de Osmanlı devletine çekmiştir ki, Almanya’nın Osmanlı politikasında gerçekte en temel unsur, Alman ticaretinin ve yatırımlarının geliştirilmesi olmuştur. 388 1890’lara gelindiğinde, Alman dış politikası (Bismarck’ın dışişlerinden uzaklaştırılmasıyla birlikte) salt Avrupa’da istikrarı korumak amacından saparak, II. Wilhelm’in Weltpolitik’i kapsamında bir dünya gücü olmaya eğilim gösterince, daha açık olarak Osmanlı yanlısı tutum almaya başlamıştır. Almanya ile ilişkilerin gelişmesinde Abdülhamit’in Panislamizm politikası da etkide bulunmuştur. Daha önce sözü edildiği şekilde, kavramsal içeriğindeki tüm dünya Müslümanlarını birleştirme hedefinden uzak, sadece bu olasılığın diplomatik bir koz olarak kullanılmaya çalışıldığı bir formülasyon olarak Panislamizm, Müslüman ülkeleri sömürgeleştirmemiş bir güç olan Almanya tarafından desteklenmişti. Diğer yandan, Müslümanlar tarafından emperyalist bir güç olarak Murat Özyüksel, “Abdülhamit Dönemi Dış İlişkileri”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının Analizi (İstanbul: Der Yayınları, 1998), s. 8. 388 Ulrich Trumpener, “Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, s. 141-142. Trumpenere’e göre, aslında Osmanlı devleti bağlamında Almanya’nın değişmez tek politikası ticari olan olmuş, sanıldığının aksine II. Wilhelm’in Osmanlı politikası önemli oranda esnek olmuştur. Ibid. 387 110 görülmediğinden, Almanya’nın müttefikliği, bu politikanın destekçileri tarafından da olumlu karşılanmıştı.389 Almanya’nın Osmanlı yanlısı politikalarının ve diğer yandan da İngiltere’nin Osmanlı devletinin parçalanması politikasına geçtiğinin ilk göstergesi Ermeni sorununda görülebilir. Berlin anlaşmasının 61. Maddesinde öngörülen reformların gerçekleştirilmesi talebiyle 1880’lerden itibaren silahlı mücadeleye yönelen Ermeniler 1894’te ayaklanmış, bu soruna en başta İngiltere olmak üzere büyük güçler fazlaca müdahalede bulunmuş olmalarına karşın Almanya sorundan uzak durmayı tercih etmişti. 390 Yine ayrıca Alman İmparatoru II. Wilhelm’in İstanbul’a ikinci ziyaretinin Ermeni sorunu dolayısıyla Osmanlı devletine Avrupa’da büyük tepki duyulduğu sırada (1898) gerçekleşmiş olması da Almanya’nın Osmanlı yanlısı tutumunun bir göstergesi sayılabilir. 391 Aynı dönemde Osmanlı-Yunan savaşına dönüşen Girit ayaklanması (1897) sürecinde Almanya dışında büyük güçler konuya müdahil olmuş, hatta önce Yunanistan’ın yenilgisi üzerine araya girerek Osmanlı’nın toprak kazancının önüne geçip, tazminatla yetinmesini sağlamışlar; savaşın ardından adada yeniden ayaklanma çıkması üzerine Osmanlı devletine bir nota vererek, adanın İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya’nın işgaline bırakılmasını talep etmişlerdi. Almanya ise bu sorunun hiçbir aşamasına aktif olarak müdahil olmamış, Osmanlı’nın yanında bir tutum sergilemiştir. 392 Abdülhamit’in Almanya’yı işin içine sokarak İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı kullanma planı bir bakıma işe yaramıştır. Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun dayandığı yeni güç olmasıyla, Avrupa’daki güç dengelerinin mevcut hassaslığına393 389 İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu (İstanbul: Kaynak Yayınları, 1983), s. 57. Almanya bu soruna karışmama politikasını Dünya savaşına girildiği sıralarda bırakmış, hatta Ortaylı’nın belirttiği üzere 1915’deki tehcir olaylarında Almanya’nın bizatihi yönlendirici olduğu görülmüştür. Ibid., s. 122. 391 Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 166. 392 Georgeon, Sultan Abdülhamit, s.393. 393 Bu tarihlerde Avrupa güç dengesi artık Viyana Kongresi sonrası dönemde olduğundan çok farklı bir boyuta ulaşmıştı. En önemli farklılık, bu dönemde artık güç dengesinin Birinci Dünya savaşına giden yolda askeri bloklaşmaları hazırlamış olan devletler arasındaki ittifaklara dayanmaya başlamış olmasıdır. 390 111 ek olarak doğu sorunu daha karmaşık hale gelmiştir. Fakat Abdülhamit’in politikası, resmi ittifak önerip, büyük güç dengesiyle oynamanın ötesine geçmemiş, imparatorluğun güvenliği bütünüyle Almanya’nın eline de bırakılmamıştı. 394 Abdülhamit iktidara geldiğinde uluslararası politikada hareket alanı iyice sınırlanmış olan Osmanlı Devleti’nin bir de mali iflası gerçekleşmişti. Kırım savaşıyla başlayan dış borç süreci maliyenin iflasıyla sonuçlanmış, Osmanlı 1875 Ekiminde mali iflasını açıklamak zorunda kalmıştı. Bu süreç, 1881’de Düyun-u Umumiye idaresinin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Aynı süreçte, içeride de Abdülhamit ve özellikle dış politikası, 1877’de parlamentonun kapatılması ile dağılmış olan Yeni Osmanlıların yerine yükselmeye başlayan bir başka muhalif grupça çok sert eleştirilmeye başlanmıştı. Daha önceki bölümlerde görüldüğü gibi, 1889’da kurdukları İttihat ve Terakki Cemiyeti çatısı altında Jön Türkler, meşrutiyet rejimini yeniden getirerek devleti kurtaracaklarına inanır ve bu yönde hareket ederken, Abdülhamit’in Almanya’ya dayanan dış politikasını da eleştirmekteydiler. 1908 devrimiyle meşrutiyet yönetiminin yeniden yürürlüğe girmesi, Jön Türkler üzerinde devletin varolma sorununun bile artık çözümlenebileceğine dair aşırı iyimser bir etki yaratmıştı. Bunda, İngiltere ve Rusya’nın Reval buluşmasında Boğazlar ve Balkanlarla ilgili görüşmelerinde, Makedonya sorunu çerçevesinde aldıkları kararları geri çekmiş olmaları 395 gibi somut olaylar da etkili olmuştu.396 Ne var ki, bu iyimser hava, Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi, ardından Avusturya-Macaristan’ın BosnaHersek’i ilhakı ve Girit’in Yunanistan’la birleştiğini açıklaması gibi üst üste gelen olaylar sonucu çok kısa sürede yok olmuştur. Avusturya’nın 1908’de Bosna-Hersek’i ilhakına karşı uluslararası alanda tepki olmasına karşın, büyük güçler arasındaki hassas dengeler Osmanlı lehine bir tutum göstermelerine engel olmuştu. Söz konusu tarihte Osmanlı devletine en yakın güç Almanya olmasına karşın, Avusturya ile ittifak ilişkisi dolayısıyla Almanya da Ahmad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, s. 13-14. A. Gül Tokay, “Makedonya Sorununa Tarihsel Bir Bakış: 1878-1908”, Kemali Saybaşılı ve Gencer Özcan (der.), Yeni Balkanlar Eski Sorunlar (İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 1997), s. 43. 396 Sina Akşin, Jön Türkler, İttihat ve Terakki (Ankara: İmge Kitabevi, 1998), s. 127. 394 395 112 Osmanlı lehinde tutum almamıştır. Zaten İT gibi hükümet de büyük güçlerden İngiltere’ye dayanma politikasından yana olduğundan, İngiltere’den destek aranmış fakat karşılık bulunamamıştır. Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhakı, doğrudan büyük güçlerce hazırlanan ve imzalanmış olan Berlin Anlaşmasına aykırı olmasına rağmen Osmanlı devleti kendisini uluslararası alanda yalnız ve tecrit edilmiş bulmuştur.397 Bunun üzerine Avusturya malları boykot edilmiş ve Bosna-Hersek’in ilhakı konusunda bir uluslararası konferans için hazırlıklara başlanmıştır. Toplanacak konferansla ilgili hazırlıklarda büyük güçlerle uzlaşma sağlanamayınca sorunun çözümü ikili anlaşmalara bırakılmış, bu bağlamda Avusturya-Osmanlı anlaşması Şubat 1909’da imzalanmıştır. Anlaşmayla Osmanlı devleti ilhakı tanımış, Avusturya da 2,5 milyon Lira tazminat ödemeyi ve Yeni Pazar (Novi Bazar) sancağındaki haklarından vazgeçmeyi kabul etmiştir. 398 Bulgaristan’ın bağımsızlık ilanı konusunda ise büyük güçlerin tutumları ilk bakışta Osmanlı devleti lehinedir. İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya ve Almanya Bulgaristan’ın bağımsızlık ilanını tanımayacaklarını bildirmişlerdir. Osmanlı devleti ise Balkanlar’da Bulgaristan’a karşı ittifak arayışlarına girmiş ve Girit’in Yunanistan’la birleşme kararını açıklamış olmasına rağmen Yunanistan’la ittifak görüşmelerine başlamıştır. Aslında Osmanlı devleti bu ittifak arayışlarının sonuçsuz kalacağının bilincinde olarak bu çabayı göstermiş, daha çok özellikle Sırpları oyalayarak Sofya ve Viyana üzerinde baskı kurmayı amaçlamıştı. 399 Nihayetinde Avusturya ile Bosna-Hersek konusunda anlaşmaya varıldıktan sonra Bulgaristan ile de benzer bir anlaşma yapılmış, Osmanlı devletinin Bulgaristan’ın bağımsızlığını tanıması karşılığında Bulgaristan’dan tazminat almıştır. 400 Ahmad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, s. 15. A. Gül Tokay, “II. Meşrutiyet Dönemi Dış İlişkileri: 1908-1914”, Türk Dış Politikasının Analizi, s. 37. 399 Hasan Ünal, “Balkan Diplomasisinden Bir Kesit: Bulgaristan’ın Bağımsızlık İlanı ve Osmanlı Dış Politikası: 1908-1909”, Yeni Balkanlar Eski Sorunlar, s. 57. 400 Bulgaristan’dan alınacak tazminat konusu görüşmelerde önemli bir sorun olmuş ve ancak Rusya’nın aracılığıyla çözümlenebilmiştir. Osmanlı devletinin talep ettiği 125 milyon franklık tazminatı Bulgaristan ödemeyeceği konusunda ısrar edince, Rusya arabuluculuk yapmış ve sonunda anlaşma tazminatın Osmanlı devletinin 1877-78 savaşından Rusya’ya olan borcundan silinerek ödenmesi şeklinde bir çözümle sonuçlandırılmıştır. Ibid., s. 64. 397 398 113 Bosna-Hersek ve Bulgaristan sorunları anlaşmalarla sonuçlandıktan sonra Osmanlı yönetimi devleti yeni reformlar yoluyla güçlendirmek üzere içeriye yönelmişti ve 1911’de Trablusgarp savaşı patlak verdiğinde uluslararası alanda yine yalnızdı. Hükümet tekrar İngiltere ve İtilaf güçlerine ittifak önerileriyle başvurduysa da reddedilmişti. Almanya da Bosna-Hersek’te olduğu şekilde müttefiki İtalya’ya karşı harekette bulunamayacağından Osmanlı’nın yanında yer alamayacaktı. Berlin Kongresinden tek pay alamamış devlet olan İtalya’ya Trablusgarp bir bakıma daha önce vaat edilmişti. Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhakı sonrasında, çıkarları zedelenen iki devlet olarak yakınlaşan Rusya ve İtalya bir anlaşma (Racconigi) imzalayarak birbirlerinin Boğazlar ve Trablusgarp üzerindeki çıkarlarını tanımışlardı. Anlaşmadan iki yıl sonra, 1911 Eylülünde İtalya ciddi ekonomik çıkarlarının bulunduğu Trablusgarp’ı işgale başlamıştı. İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali beklenildiği kadar kolay olmamış, İtalya Oniki adayı da işgal ettikten sonra savaşın genişleyerek Balkanlar’a da sıçramasından endişelenen büyük güçler taraflar arasında arabuluculuğa ve aslında Osmanlı devletine baskı yapmaya başlamışlardı. Fakat Babıâli’yi Trablusgarp’tan çekilmeye zorlayan bu baskılar değil, Ekim 1912’de başlayan Balkan savaşları olmuştur. 401 Savaşın başlaması üzerine Osmanlı devleti ile İtalya arasında, Trablusgarp ve Oniki adayı İtalya’ya bırakan Quchy anlaşması imzalanmıştır. Bosna-Hersek bunalımından beri Balkanlar’da süren ittifak arayışları 1912’de sonuçlanmış, Sırbistan, Karadağ, Yunanistan ve Bulgaristan’dan oluşan Balkan ittifakı, İtalya’yla süren savaşı da fırsat bilerek Ekim 1912’de Osmanlı devletine savaş açmıştı. Birkaç hafta içinde bozguna uğrayan Osmanlı devleti, büyük güçlerden ve aslında İngiltere’den destek arayışlarına yine cevap bulamamış, savaş başladığında bölgede statükonun değişmesine izin vermeyeceklerini açıklamış olan büyük güçler, savaş Osmanlı aleyhine döndüğünde bu tutumlarını bırakmışlardı. Osmanlı devletinin İngiltere’ye ittifak için başvurusu, toprak bütünlüğünün devamının artık olanaksız olduğu gerekçesiyle reddedilmişti. 402 Bunların üzerine Osmanlı devleti ateşkes istemek zorunda kalmıştı ve savaşan taraflar Londra’da bir konferansla (San James) toplandı. Tarafların kendi aralarında toplanmış olmaları 401 402 Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 251. Tokay, “II. Meşrutiyet Dönemi Dış İlişkileri: 1908-1914”, s. 43. 114 büyük güçleri harekete geçirdi ve onlar da büyükelçiler konferansı düzenlediler. Konferans, Edirne ve Ege adaları konusunda Osmanlı devletinin taviz vermemekte diretmesi nedeniyle sonuçlanamadı, büyük güçlerin Edirne’nin Bulgaristan’a teslim edilmesini öngören toplu notası ise içeride Babıali baskını olarak bilinen darbeye yol açtı ve bu darbe sonrasında İT ilk kez doğrudan iktidar oldu. 403 Bu arada ateşkesin süresi dolmuş, çatışmalar da yeniden başlamıştı. Yeni hükümet de İngiltere’den destek aramışsa da Edirne’nin verilmesi koşulu dayatıldığından gerçekleşmemiş, sonunda Edirne savaşarak kaybedilmiştir. Taraflar arasında savaşı bitiren anlaşma Mayıs 1913’te Londra’da imzalanmış, anlaşmaya göre Osmanlı devletinin sınırı Edirne dışarıda kalacak şekilde Midye-Enes hattı olarak belirlenmiş, Girit’in Yunanistan’la birleşmesi ve ayrıca Arnavutluk’un bağımsızlığı kabul edilmiştir. 404 Balkan savaşları bu noktada bitmemiş, Balkan devletlerinin toprak paylaşımı konusunda kendi aralarındaki sorunlar dolayısıyla, ikinci Balkan savaşı, bir bakıma Osmanlı’nın da lehine, Bulgaristan’ın Sırbistan ve Yunanistan’a saldırmasıyla 30 Haziran 1913’de başlamıştır. Osmanlı devleti de Bulgaristan’a karşı oluşan ittifaka katılmış ve savaş sonunda Edirne’yi geri alabilmiştir. Osmanlı devletinin Edirne’yi geri almış olması Londra anlaşmasının ihlali anlamına geldiğinden, Babıâli’nin önünde büyük devletlerin onayını almak gibi bir sorun duruyordu. Büyük devletler beklenildiği şekilde bir nota ile Osmanlı devletinin Londra anlaşmasına saygı göstermesini istemiş, fakat Babıâli’nin bunu reddetmesi karşısında yine birlikte hareket etmeyi başaramadıkları için fazla baskıcı olamamışlardı. Bunun üzerine Osmanlı devleti ile Bulgaristan ikili görüşmeler sonucu Bükreş anlaşmasını imzalamış ve Osmanlı devletinin Edirne’yi alması onaylanmıştır. 405 Balkan savaşlarında yaşadıkları diplomatik yalnızlığa rağmen, uluslararası alanda dünya savaşının rüzgarları eserken İT hükümeti yine de, İngiltere ve İtilaf devletleriyle yapılacak bir ittifakın güvenliği sağlayacak tek çözüm olduğunu düşünmeye devam etmişlerdi. Bu nedenle İngiltere’ye yeniden ittifak teklifinde bulunulmuş, fakat İngiltere’ye teklifi kabul ettirememiştir. Ardından Rusya ve Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, s. 50-52. Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 253. 405 Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki: 1908-1914, çev. Nuran Yavuz (İstanbul: Kaynak Yayınları, 1999), s. 164. 403 404 115 Fransa’ya da ittifak önerilmiş, fakat bu iki İtilaf devleti de Osmanlı’nın teklifini reddetmişlerdi. Nihayetinde, İtilaf yanlısı olsalar dahi tüm İttihatçılar yine yalnız kalmamak için Almanya’yla ittifak yapmak dışında bir seçenek olmadığını kabul etmiş ve 2 Ağustos 1914’te Alman-Osmanlı ittifakı gerçekleşmiştir. Başlangıçta Almanya da Osmanlı devleti ile bir ittifak fikrine, Osmanlı’nın savaşta daha çok bir yük olacağı düşüncesiyle sıcak bakmamıştır. Osmanlı devleti ile ittifakın Almanya için asıl anlamı, Fransız ve İngiliz sömürgelerinde ve de Balkanlar’daki Müslümanlar üzerindeki etkisinde yatıyordu. 406 Birinci Dünya Savaşı başladığında İttihatçılar, savaşa girmek konusunda, en azından Almanlardan güçlü bir para ve silah yardımı alınmadıkça beklemek amacındaydılar. İttifakı, savaşmak arzusuyla değil, tarafsızlığın Osmanlı’yı yalnız bırakacağı endişesiyle imzalamışlardı. Oysa savaş ilerledikçe ve bir siper savaşına döndükçe Osmanlı’nın savaşa girmesi Almanya için önemli olmaya başlamış ve sonunda Alman baskısıyla savaşa girilmiştir. 407 Birinci Dünya Savaşının İtilaf devletlerinin zaferiyle sonuçlanması, Osmanlı İmparatorluğunun da sonunu getirmiştir. Osmanlı devleti için savaşı bitiren 30 Ekim 1918’de imzaladığı ve bir silah bırakışması olmaktan çok öte maddeler içeren Mondros Ateşkesi olmuştur. Öncelikle, İtilaf güçlerine savaş sırasında yapılmış gizli anlaşmalarda 408 belirtilen yerleri işgal etme hakkına ek olarak, (7. Madde ile) müttefiklerin kendi güvenliklerini tehdit edecek herhangi bir durum ortaya çıkarsa, herhangi bir stratejik noktayı işgal etme hakkını da veriyordu. Bu madde hiç zaman Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 166. Ibid., s. 167-168. 408 Birinci Dünya savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğunun topraklarının paylaşılması çerçevesinde birçok gizli anlaşma yapılmıştı. Bunlardan ilki, 1915 Mart’ında İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan ve İngiltere ve Fransa’nın Asya Türkiye’sini paylaşmaları karşısında Rusya’ya İstanbul dahil Boğazlar bölgesini bırakan anlaşmadır. Nisan 1915’te ise bu üç İtilaf devletine İtalya da katılmış ve anlaşmayla İtalya’ya Antalya ve Oniki ada vaadedilmiştir. 1916’da Ortadoğu’nun paylaşımını belirleyen ve Musul hariç tüm Irak bölgesini İngiltere’ye, Kilikya ve Suriye’yi de Fransa’ya bırakan Sykes-Picot anlaşması yapılmış ve bu anlaşmaya ses çıkarmaması karşılığında Rusya’ya Boğazlar bölgesi yanında Trabzon’a kadar Doğu Karadeniz ile Erzurum, Van ve Bitlis’i veren Petrograd Protokolü imzalanmıştır. Son olarak 1917’de İtalya’ya İzmir-Kayseri-Mersin hattında ek pay veren St. Jean de Maurienne anlaşması yapılmıştır. Haluk Ülman, Birinci Dünya Savaşına Giden Yol ve Savaş (Ankara: İmge Kitabevi, 2002), s. 328-224. 406 407 116 kaybedilmeden ve barış anlaşması beklenmeden İtilaf güçleri tarafından kullanılarak İmparatorluk toprakları işgal edilmeye başlanmıştı. 409 Bu süreçte, bir an önce ulaşılabilecek en olumlu koşullarda bir barış anlaşması yapmak dışında umudu kalmamış olan ve mevcut işgallere de tepki vermeyen Sultan ve birçok aydın ise tarihi İngiltere’ye bağımlılık politikasına geri dönerek beklemekteyken, Anadolu’da bir ulusal direniş hareketi örgütlenmeye başlamıştı. 410 B. Milli Mücadele: Batı Gibi Olmak İçin Batıya Karşı Olmak Milli mücadele, öncelikle Anadolu’da işgal edilen ya da edilmesi beklenen yerlerde Mondros Ateşkesinden sonra (1 Kasım 1918’de yapılan son yıllık kongresinde parti olarak kendini fesheden) İT’nin bir girişimi olarak kurulmuş olan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri çerçevesinde başlamıştır. 411 Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçip direnişi örgütlemesi sonrasında ise, Osmanlı devletinin yüz yıllık devleti kurtarma mücadelesi, yeni bir devlet kurma mücadelesi halini alacak olan Milli Mücadele süreciyle devam etmiştir. Milli mücadele olağanüstü bir savaş dönemidir, verilen savaşın sonuçları kesin ve belirlenmiş bir dış politikadan ve diplomasiden faydalanılarak var olma mücadelesini lehine çevirebilmiştir. Bu bağlamda gerek kendi yönelimini etkilemesi, gerekse de etkileşime konu olan tarafları yöneltmesi anlamında Milli Mücadele dönemi dış politikası önemlidir. Dönemin dış politika ilkesi kesin, açık ve tektir; bağımsızlık. Mustafa Kemal Anadolu’ya geçtikten sonra yerel direniş örgütlerini tek bir çatı altında toplamak için girişimlere başlamış ve ilk olarak Amasya’da Rauf (Orbay), Ali Fuat (Cebesoy) ve Baskın Oran, “Mondros Silah Bırakışması”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 111-112 410 Ahmad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, s. 20. 411 İttihat ve Terakki’nin Milli Mücadeleye katkısı bağlamında detaylı bir çalışma için bkz., Erik Jan Zürcher, Milli Mücadelede İttihatçılık (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1987). Zürcher bu eserinde, İttihat ve Terakki kadrolarının Anadolu’daki direniş hareketini başlatma ve sonrasında destekleme konusunda gösterdikleri çaba ve öncü rolü, İttihatçı bir yer altı örgütü olan Karakol’un faaliyetleri üzerinden detaylı bir şekilde anlatmaktadır. Zürcher ayrıca, İttihatçı kadronun önde gelenlerinin ulusal bir direniş olarak Anadolu hareketini desteklemekle birlikte, hiçbir zaman Mustafa Kemal’le doğrudan işbirliğine yanaşmadıklarını da vurgulamaktadır. 409 117 Refet (Bele) beylerle buluşarak Anadolu’da hemen tüm sivil ve askeri makamlara gönderilecek bir genelge (Amasya Tamimi) hazırlamıştır. Genelgede ülkenin tehlikede olduğu, İstanbul’daki hükümetin onu koruyamadığı ve ülkeyi ancak milletin kendisinin kurtarabileceği (“milletin istiklalini yine milletini azim ve kararı kurtaracaktır”) belirtiliyordu. Ayrıca Anadolu’da güvenli bir yer olan Sivas’ta bir kongre düzenlenmesine de karar verilmişti. Fakat Sivas’tan önce Mustafa Kemal, yerel bir girişim olarak düzenlenmiş 412 olan Erzurum Kongresine 413 katılmış (23 Temmuz 1919), kongrenin ilk günü kongre başkanlığına seçilmiştir. Erzurum Kongresinden çıkan kararlarda vatanın ‘milli hudutları içinde bölünmez bir bütün olduğu’ ve dışarıdan gelen her türlü saldırıya, İstanbul’daki hükümet boyun eğse bile kuvvetle karşı koyulacağı duyurulmuştur. Bunun yanında başkanlığına Mustafa Kemal’in getirildiği ve BMM’nin açılışına kadar Anadolu’da fiili (de facto) hükümet görevini yürütecek olan Heyet-i Temsiliye seçilmiştir. 4-11 Eylül tarihleri arasında Sivas’ta 414 düzenlenen kongre de büyük oranda Erzurum Kongresi kararlarını tekrarlamış ve bu kararlarla bir bakıma, milli mücadelenin tam bağımsızlığa dair dış politikasının temel hedefleri belirlenmiştir. 415 Milli mücadelenin dış politikasının ‘resmi metni’ olarak adlandırabileceğimiz belge ise Misak-ı Milli olmuştur. Aralık 1919’da yapılan son Osmanlı seçimleri sonucunda, Ocak 1920’de toplanarak çalışmalarına başlayan Osmanlı Mebusan meclisinin 28 Ocak 1920’de kabul ettiği Misak-ı Milli ilk maddesiyle; [Osmanlı devletinin, özellikle Arap çoğunluğun oturduğu ve 30 Ekim 1918 tarihli silah bırakışmasının imzalandığı sırada düşman ordularının işgali altında kalan kısımlarının geleceğinin, halklarının serbestçe açıklayacakları oylara göre belirlenmesi gerekli olduğundan, söz konusu silah bırakışması çizgisi içinde ve Ulusal direniş günlerinde iyi bilinen Erzurum ve Sivas Kongreleri dışında, yerel girişimler olarak ve Mustafa Kemal’in önderliği dışında onlarca kongre düzenlenmiş, hatta BMM’nin açılışı sonrasında da devam etmiştir. Esasen bu nedenle, milli mücadele literatüründe Mondros Ateşkesi ile BMM’nin açılışı arasındaki döneme Kongreler Dönemi denilmektedir. Bu konuda ayrıntılı bir çalışma için bkz. Bülent Tanör, Türkiye’de Yerel Kongre İktidarları (1918-1920) (İstanbul: Afa Yayınları, 1992). 413 Ayrıntılı bilgi için Mahmut Goloğlu, Erzurum Kongresi (Ankara: Nüve Matbaası, 1968). 414 Sivas Kongresi konusunda bkz. Mahmut Goloğlu, Sivas Kongresi (Ankara: Başnur Matbaası, 1969). 415 Salahi Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika–I (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1995), s. 135-136. 412 118 dışında; dinen, örfen ve emelen birbirine bağlı, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen, birbirlerinin ırksal ve toplumsal hakları ile bölgelerinin koşullarına tamamen saygılı Osmanlı-İslam çoğunluğunun oturduğu kısımların tamamı, hakikaten veya hükmen hiçbir nedenle birbirinden ayrılma kabul etmez bir bütündür.] 416 özünde, Arap nüfusun çoğunlukta olduğu Ortadoğu topraklarının ve işgal altındaki toprakların çoğunun bırakılması kabul edilmiş, yalnız Müslümanların çoğunlukta yaşadığı toprakların ayrılmaz bir bütün olduğu kabul edilmiştir.417 Heyet-i Temsiliye’nin fiili hükümet görevini yürüttüğü bu dönemde, esasen Osmanlı ülkesini işgal etmiş güçlere karşı milli mücadele başlatılmış olmakla birlikte, bu güçlerle temsilcileri aracılığıyla diplomatik ilişkiler kurulması ve kendini anlatma ve kabul ettirme çabası mücadelenin önemli bir ayağını oluşturmuştur. Daha Erzurum Kongresi günlerinden itibaren, İtilaf devletlerinin temsilcileri ile gayr-i resmi ve düzensiz de olsa bağlantılar kurulmuştur. Sivas kongresi sırasında, aslında kurulması tasarlanan Ermenistan’ın durumu ile ilgili incelemeler amacıyla bölgeye gönderilmiş olan Amerikalı temsilci General Harboud ile Mustafa Kemal arasında bir görüşme gerçekleştirilmiş ve Mustafa Kemal emperyalist amaçları olmayan bir devlet olarak ABD’den yardım talebinde bulunmuştur. 418 Sivas’ta Fransız Yüksek Komiseri George Picot ile de görüşmüş, Fransız temsilci birtakım ekonomik ayrıcalıklar karşılığında Adana, Urfa ve Antep’i geri vermeyi önermiştir. Böyle bir anlaşma gerçekleşmemiş olsa dahi, daha henüz başlangıcında direnişin dikkate alındığının göstergesi olmuştur. 419 Milli mücadele dönemi dış politikasının temel uğraşlarından en önemlisi dışarıdan yardım bulma olduğundan ve ilk aşamada bu yardımın sağlanabilmesinin olanaklı göründüğü tek ülke Sovyet Rusya olduğundan daha 1919 Eylülünde Bolşeviklerle temas kurulması için bölgeye temsilciler gönderilmiştir. Diğer yandan Baskın Oran, “Dönemin Bilançosu”, Türk Dış Politikası Cilt I: 1919-1980, s. 105. Diğer maddelerde, İstanbul’un kesinlikle milli sınırlar içinde bulunacağı (madde 4), Batı Trakya (madde 5) ile Kars, Ardahan ve Batum (madde 2) için halkın oyuna başvurulabileceği, kapitülasyonların kaldırılmasının gereği (madde 6) belirtilmiştir. Ibid. , s. 105-106. 418 Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika-I, s. 159. 419 İlhan Uzgel, “Fransa’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası Cilt. I: 1919-1980, s. 148. 416 417 119 Bolşevik rejimi de en başından beri Anadolu’daki harekete sıcak bakmış ve yakın olmaya çaba göstermiştir. Bu durumun en baş sebebi, ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ ilkesi olmuştur. 420 İngiltere tarafından kuşatılmış bir ülke durumundayken, Sovyet Rusya’nın Anadolu’daki direnişi desteklemesi anlaşılır bir tercihtir. Aslında bu dönemde de Osmanlı’nın son yüz yılında olduğu gibi İngiltere ile Rusya arasındaki ilişkiler Türklerin bu ilişkilerin yöneliminde seçimini belirlemiştir denilebilir. Bir kez daha (Sovyet) Rusya emperyalist Batı’ya karşı kullanılacak bir denge unsuru, bir koz olarak değerlendirilmiştir. Bu aşamada Sovyet Rusya’nın Bolşevizm ideolojisini Anadolu hareketine benimsetme hedefi de milli mücadeleye yakınlaşma isteğinde etkili olmuştur. Heyet-i Temsiliye bir yandan da İstanbul hükümetiyle, İstanbul’a kendi dış politikasını kabul ettirebilmek bağlamında ilişkisini sürdürmüş, hatta işbirliği yollarını da aramıştır. 421 Misak-ı Milli’nin Osmanlı meclisinde kabul edilmiş olması da bu çabaların bir sonucu olarak ortaya çıkmış bir gelişmedir. Misak-ı Milli’nin Osmanlı meclisinde kabul edilmesiyle milli mücadele direnişi gittikçe güçlenirken, müttefik devletler bir an önce Osmanlı devletiyle barış anlaşmasının imzalanması için görüşmelere devam ediyorlardı. Osmanlı meclisinin Anadolu’daki direniş lehine bu tür tutumlarının da etkisiyle, İtilaf kuvvetleri 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal etmiş, ardından Meclis-i Mebusan’ı basmış ve ileri gelen milletvekilleri tutuklanarak Malta’ya sürülmüştür. Bunun üzerine, Ankara’da (23 Nisan 1920) Büyük Millet Meclisi açılmış ve milli mücadele yeni bir aşamaya taşınmıştır. Erel Tellal, “Sovyetlerle İlişkiler”, Türk Dış Politikası Cilt I: 1919-1980, s. 161. Eylül 1920’de Bakü’de düzenlenen Doğu Halkları Kurultayı’nda, Kurultay Başkanı Zinoviev’in konuşması bunu kanıtlar bir örnek olacaktır. Zinoviev; “… Mustafa Kemal’in Türkiye’de yürüttüğü siyaset Komünist Enternasyonal’in siyasetiş değildir. Fakat İngiliz hükümetinin aleyhine yürüyen her inkılap mücadelesine yardım etmeğe hazırız” demekle düşmanımın düşmanı dostumdur ilkesini açıkça ifade etmiştir. Kongre ile ilgili Kamuran Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri (1920-1953) (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1991), Zinoviev’in konuşması s. 59. 421 Damat Ferit Paşa hükümetinin yerine (3 Ekim 1919) direnişçilere daha yakın davranacak olan Ali Rıza Paşa hükümeti bu işbirliği arayışını kolaylaştırmıştır. Ekim ayında Mustafa Kemal ile İstanbul hükümetinin temsilcisi olarak Bahriye Nazırı Salih Paşa arasında yapılan görüşmede (23 Ekim 1919) “Amasya Protokolü” imzalanmış ve Sivas kongresi kararlarının İstanbul hükümetince kabul edilmesi bu protokolle kararlaştırılmıştır. 420 120 BMM hükümeti göreve başlar başlamaz, dış dünyada tanınmasını sağlama, dış yardım, Misak-ı Milli’nin uygulanması ve savaş halinin sona erdirilmesi konularında diplomasiyi olabildiğince yoğun kullanmaya başlamıştır. Millet Meclisi hükümetinin göreve başladığı sırada müttefik güçler de San Remo’da (18-24 Nisan 1920) Osmanlı devleti ile yapılacak barış anlaşması koşullarını belirleyecek olan bir konferansta toplanmışlardı. Konferansta, Sévres Anlaşmasının koşulları olarak, Arap bölgesinin imparatorluktan ayrılması; Yunanistan’ın Batı Trakya dışında Çatalca hattına kadar Trakya’yı alması, İzmir ve çevresinin beş yıl süreyle Yunan yönetimine bırakılması ve bu süre sonunda Yunan hükümetinin isterse bölgeyi kendi topraklarına katabilmesi kararlaştırılmıştı. Yine kararlaştırıldığı üzere, Ege adaları da Yunanistan’a verilecek, Rodos dahil Oniki ada ise İtalyanlara bırakılacaktı. Ayrıca, Ermenistan’ın bağımsızlığı kabul edilmiş, Fırat’ın doğusu ise Kürdistan’ın özerkliğine verilmiştir (istedikleri takdirde 1 yıl sonra Milletler Cemiyetine (MC) başvurarak bağımsızlık ilan edebilecekleri koşuluyla). Tasarıya göre Boğazlar uluslararası denetime girecek, kıyıları ise askerden arındırılacaktı. Ayrıca, Birinci Dünya Savaşında İT hükümeti tarafından (9 Eylül 1914’te) tek taraflı olarak kaldırılmış olan kapitülasyonlar yeniden yürürlüğe koyulacak, Düyun-u Umumiye uygulaması ise yeni bir komisyon kurularak sürdürülecekti. Osmanlı temsilcileri Sévres’de (Mayıs 1920) kendilerine sunulan bu barış koşullarını kabul edemeyeceklerini bildirdikten sonra, anlaşmanın imzalanmasını zorlamak için müttefiklerin teşvikiyle Yunan kuvvetleri Haziran’da Anadolu’nun içlerine doğru taaruza geçmiş, Zürcher’e göre Yunan kuvvetlerinin İstanbul’a kadar girebilmesinin önündeki tek engel ise müttefik güçlerin baskısı olmuştur. 422 Bu gelişmelerin üzerine İstanbul Sévres anlaşmasının imzalanmasına karar vermiş ve anlaşma Sévres’e gönderilen Osmanlı heyeti tarafından 10 Ağustos 1920’de imzalanmıştır. Sévres’in imzalanmasıyla, direnişin başlangıç aşamasında Ankara ile İstanbul arasında kurulmasına özen gösterilen son bağ da kopmuştur. 1920 yazından itibaren savaş alanlarında yavaş yavaş alınmaya başlayan başarıların etkisiyle diplomatik gelişmeler de mücadelenin lehine sonuç vermeye başlamıştır. Fransa ile BMM hükümetinin daha Mayıs 1920’de ateşkes görüşmeleri 422 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 228. 121 için bir araya gelmiş olmaları, dolayısıyla Fransa’nın BMM hükümetini tanımış olması bunun en iyi ve ilk örneği sayılabilir. Ateşkes teklifi Türk tarafından gelmiş ve bu durum Fransa ile İngiltere arasındaki farklılık ve anlaşmazlıklardan yararlanarak diplomatik başarı elde etme çabasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Milli mücadele boyunca cephe ile diplomasi sıkı sıkıya bağlı olacak ve hemen her örnekte askeri başarıların arkası diplomatik olanları getirecektir. Bu durumun en açık örnekleri, aslında milli mücadelenin kaderini de belirleyen Yunan savaşı ile görülmüştür. 1920 yazında Yunan ordularının ilerleyişi karşısında çok zor duruma düşen Türk kuvvetleri için durum 1921’in ilk aylarında tersine dönmeye başlamıştı. 9 Ocak 1921’de İnönü’de Eskişehir’i almak üzere ilerleyen Yunan ordusunun durdurulması (Birinci İnönü zaferi) askeri başarısından çok diplomatik başarı açısından önemli sonuçlar doğurmuş, müttefik kuvvetlerin Sévres anlaşmasını gözden geçirmek üzere Londra’da bir konferans toplamasına yol açmıştır. 21 Şubat 1921’de toplanan konferansa, BMM hükümeti ile İstanbul hükümetinin temsilcileri birlikte katılmış, 423 konferansta Sévres’de milli mücadelenin hedeflerini karşılaması olanaksız çok küçük değişiklikler önerilmiş, sonuçta öneriler BMM tarafından kabul edilmemiştir. 424 Birinci İnönü Zaferi ve ardından Londra Konferansı’nda BMM hükümetinin Müttefik güçlerle masaya oturmuş olması, milli mücadelenin başından beri ilişkide olan ve Ekim 1920’den beri bir anlaşma imzalamak amacıyla resmi görüşmelerde bulunan Sovyet Rusya ile BMM hükümeti arasında Moskova Anlaşması (16 Mart Başlangıçta konferans davetinde BMM hükümeti temsilcisinin, İstanbul hükümetinin göndereceği heyetin içinde yer alması önerilmişse de, BMM hükümeti bu duruma itiraz edince, ayrı bir davet gönderilmiştir. 424 Melek Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası Cilt I: 1919-1980 , s. 187. Konferans sırasında Ankara hükümetinin temsilcisi olarak bulunan Bekir Sami Bey, İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerle gizli görüşmelerde bulunarak üç ayrı devletle gizli anlaşmalar imzalamıştı. İngilizlerle savaş esirlerinin değişimi konusunda; Fransızlarla birtakım ekonomik ayrıcalıklar karşılığında, Fransızların Kilikya’dan çekilmesini öngören ve İtalyanlarla birtakım ekonomik ayrıcalıklar karşılığında İtalyan askerlerinin Anadolu’dan çekilmesi ve İzmir ile Trakya’nın Türklere geri verilmesi konusunda destek sağlanmasını içeren anlaşmalar Ankara hükümeti tarafından Misak-ı Milli’ye aykırı olduğu gerekçesiyle kabul edilmemiştir. Detaylı bilgi için, Salahi Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika-II (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2003), s. 132-140 bakılabilir. 423 122 1921 Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması)’nın imzalanmasıyla sonuçlanmasında da etkili olmuştur. Londra Konferansı sona erdikten hemen sonra, daha Londra’dan ayrılan heyet Ankara’ya ulaşamadan Yunan ordusu Anadolu’da yeniden saldırıya geçmiş (23 Mart 1921) ve yine İnönü’de Türk kuvvetleri tarafından durdurulmuştur. İkinci İnönü Zaferi de İtalyanların Anadolu’dan çekilmeye başlaması ve Fransa’nın barış görüşmelerini başlatma girişiminde bulunması gibi diplomatik açıdan önemli sonuçlar doğurmuştur. Temmuz 1921’de yeniden saldıran Yunan ordusu, bu sefer durdurulmakla kalmamış, Türk ordusu karşı saldırıya geçerek Yunan kuvvetlerini muharebenin yapıldığı Sakarya’dan atmıştır. Sakarya muharebesindeki başarının meyvesi de yine diplomatik bir başarıyı, Türk-Fransız (Ankara) anlaşmasını (20 Ekim 1921) getirmiştir. Türk ve Fransız kuvvetleri arasındaki savaş halini sona erdiren anlaşmaya göre Suriye sınırı, durumu sonradan tespit edilecek Hatay dışında bugünkü sınırına çekilmiştir. Bu gelişmelerin ardından Yunanistan’ın askeri başarısızlıklarından ve aynı zamanda kendisinden özellikle maddi destek talebinden bulunmuş olmasından rahatsız olan İngiltere, politikasını bir ölçüde değiştirerek Türk-Yunan savaşı için diplomatik çözüm bulma arayışına girmiştir. Bu çerçevede 22 Mart 1922’de müttefik devletler İngiltere, Fransa ve İtalya Paris’te bir araya gelerek yeni barış koşullarını belirlemiş ve bunları Yunan, İstanbul ve Ankara hükümetlerine bildirmiştir. Yunanistan olumlu yanıt vermiş olmasına karşın, BMM hükümeti ancak silah bırakışmasıyla aynı anda Anadolu boşaltılırsa teklifi kabul edebileceğini bildirmiş, müttefikler ise bu koşulu kabul etmemiştir. 425 Yunanistan’ın İngiltere’nin tam desteğini kaybettiğinin ve askeri olarak da zor durumda olduğunun farkında olan Ankara 26 Ağustos’ta ilk kez saldırıya geçmiş ve 2 Eylül’de Türk orduları Eskişehir’e, 9 Eylül’de de İzmir’e girmiştir. Bunun ardından Türk ordusu Boğazlar’a kadar ilerlemiş, hatta İngiltere ile savaş bir an meselesine dönmüş, fakat soğukkanlı davranılarak çözüm için diplomasiye başvurulmuştur. Bunda İngiltere’nin yardım 425 Ibid., s. 192. 123 talebine İtalya ve Fransa’nın Boğazlardan kuvvetlerini çekerek yanıt vermiş olması da etkili olmuştur. Sonuçta 3 Ekim 1922’de silah bırakışması konferansı toplanmış ve 11 Ekim’de Mudanya Ateşkesinin imzalanmasıyla Türk-Yunan Savaşı da sona ermiştir. Mudanya Ateşkesi, milli mücadelenin bir parçası olarak önemli bir diplomatik başarı olmuştur. Öncelikle Yunan güçlerinin yenilgisinin ardından İtilaf güçlerine karşı askeri güç kullanmadan, ilk kez resmi görüşmeler için masaya oturulmuş ve bırakışmasının imzalanması sağlanabilmişti.426 O tarihe kadar bağımsızlık hedefine ulaşmada askeri güç ve diplomasi biribiriyle iç içe kullanılmış, hatta İtilaf güçleri açısından belirleyici olan askeri zaferler olmuşken, Mudanya ateşkesi sonrasında belirleyici unsur olarak diplomasi ortaya çıkacaktır. Ateşkesin ardından İtilaf devletleri zaman kaybetmeden barış görüşmelerini başlatmak üzere BMM hükümetine konferans çağrısında bulunmuşlardı. Fakat görüşmelerin başlaması da sorunsuz olmamıştı. Öncelikle henüz BMM hükümetinin yanında, İstanbul hükümeti de fiili varlığını sürdürmekte olduğundan, her iki taraf da konferansa davet edilmişti. Bu sorun 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması kararı ile büyük ölçüde ortadan kaldırıldı, fakat bağımsızlığını yeniden kazanmış bu ülkenin devlet olarak niteliğinin ne olacağı henüz belirsizdi. Bu belirsizlik içeride dahi sürüyorken, devletler arası arenada anlaşılır olması beklenemezdi. Esasen barış görüşmelerinin gerçekleştirildiği Lausanne Konferansı sırasında İtilaf devletleri (en başta da İngiltere) BMM hükümetini, kendilerine karşı bağımsızlık mücadelesi kazanmış bir devlet olarak değil, hala Dünya Savaşı’nın yenik devleti olarak görmekteydiler. Bu bakış açısı konferansın gidişatını önemli oranda etkilemişse de, BMM hükümeti kendisini yenik Osmanlı hükümetinden ayıran, farklı bir kimlikle sunmakta ısrarcı olmuş ve konferanstaki diplomatik başarı bu bakış açısından kaynaklanmıştır. 21 Kasım 1922’de başlayan Lausanne Konferansında Türk tarafının temsilcisi İsmet (İnönü) bağımsızlık noktasında herhangi bir ödün vermekten ısrarla kaçınmış, bu durum özellikle kapitülasyonlar konusunda yaşanmış ve konferansın işlemez hale gelerek kesintiye uğramasında azınlıklar konusuyla birlikte etkili olmuştur. Konferansın ilk dönemi sürerken, Mustafa Kemal bir taraftan Trakya’daki 426 Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika-II, s. 289. 124 son kentleri ele geçirerek Türk tarafının durumunu sağlamlaştırmış, diğer yandan 6 Aralık’ta Halk Fırkası’nı kurarak ülkedeki siyasal belirsizliği giderme yolunda bir adım daha atmıştır. 427 Konferans 4 Şubat 1923’te tatil edildikten sonra Mustafa Kemal, esasen konferansın gidişatını etkilemek, bir başka deyişle konferans tarafı devletlere mesaj vermek amacıyla İzmir İktisat Kongresi’ni düzenlemiş ve bu Konferans’ta İtilaf devletlerine iki önemli mesaj verilmiştir. 428 Öncelikle, tam bağımsızlık bağlamında yeni Türkiye’nin kapitülasyonlar ve benzeri uygulamaları asla kabul etmeyeceği vurgulanırken, diğer yandan tam bağımsız olmakla birlikte, Türkiye’nin Batılı (kapitalist) sistem içerisinde kalacağı da belirtilmiştir. 429 Barış görüşmelerinin 23 Nisan 1923’te ikinci dönemi başlamadan, BMM kendi barış önerilerini hazırlamış, İsmet (İnönü) bu sefer elindeki önerilerle konferansa katılmış ve gerekli bazı ödünler dışında istediklerini elde etmeyi başarmıştır. Türkiye’yi bağımsız bir devlet olarak tanıyan ve uluslararası alanda bunu tescil eden 430 Lausanne Antlaşması 24 Temmuz 1923’te imzalanmış ve Misak-ı Milli ile belirtilen toprak bütünlüğü, Musul hariç kabul edilmiştir. Anlaşmaya göre Türkiye, Meriç’e kadar doğu Trakya’yı ve batı kıyısında Karaağaç’ı alacak, Yunanistan’dan savaş tazminatı istemeyecekti. Yunanistan da, halklarının Rum olması sebebiyle Ege adalarını, Çanakkale girişindeki stratejik konumlarından dolayı İmroz ve Bozcaada hariç, almıştır. Suriye sınırı, Fransa ile imzalanan Ankara Anlaşmasına (20 Ekim 1921) göre çizilmiş, fakat Hatay bu sınırın dışında tutulmuştur. Musul konusunda anlaşma sağlanamadığından, Irak sınırı tarafların sonradan anlaşarak saptamaları koşuluyla belirsiz bırakılmıştır. Boğazlar ise başkanı Türk olacak bir komisyon yoluyla uluslararası denetime bırakılmış ve Shaw ve Shaw, Osmanlı imparatorluğu ve Modern Türkiye II. Cilt, s. 435. İzmir İktisat Kongresi için, A. Gündüz Ökçün, Türkiye İktisat Kongresi 1923-İzmir: Haberler, Belgeler, Yorumlar (Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1968) ve A. Afetinan, İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat-4 Mart 1923 (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1982). 429 Baskın Oran, “Lausanne Barış Antlaşması”, Türk Dış Politikası Cilt I: 1919-1980, s. 218. 430 Oran bu nedenle Lasuanne Antlaşmasının Türkiye devletinin kurucu belgesi olduğunu belirtmektedir. Ibid., s. 222. Anlaşmayla ilgili ayrıntılı bilgi için, Lozan Konferansı: Tutanaklar, Belgeler – 8 Kitap, çev. Seha L. Meray (Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1969-1973) ve Lozan Barış Andlaşması: Lozan’da İmzalanan Sözleşmeler, Senetler, Barış Andlaşmasına Ekli Mektuplar ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi, T.C Dışişleri Bakanlığı (der.), (Ankara: Y.Y, 1984). 427 428 125 İstanbul’da asayişi sağlamak amacıyla bulundurulabilecek 12.000 kişilik garnizon dışında askerden arındırılmıştır. Kapitülasyonların kaldırıldığı kabul edilmiş, 431 adli olanlar da yabancı ve karma mahkemelerin kaldırılması ile sona erdirilmiştir. Ayrıca ülkedeki tüm yabancı posta hizmetleri kaldırılmıştır. Azınlıklar konusunda Türkiye doğum, milliyet ve dil farkı gözetmeksizin tüm halkın yaşam ve özgürlüklerini koruyacağını taahhüt etmiş, karşılığında yabancıların ülkedeki azınlıkları denetleme hakları kaldırılmıştır. Lausanne anlaşması ile uluslararası alanda bağımsızlığını tescil ettiren yeni Türkiye devleti, Onsekizinci yüzyılın sonlarından beri sahip olmak için uğraş verilen güvenliği sağlamış olarak içeriye dönmek ve henüz belirsiz durumda bekleyen devletin niteliği sorununu çözmek olanağını bulmuş ve bu yolda zaman kaybetmeden harekete geçmiştir. Bir başka deyişle, Onsekizinci yüzyıldan beri süregelen devletin nasıl kurtulacağı sorunu çözülmüş, sıra (yeni) devletin nasıl kurulacağı sorusuna gelmiştir. Bu çerçevede 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesi, yeni devletin modern bir ulus-devlet olarak kuruluşunun da ilanı olmuştur. 432 C. Kemalist İnşa Süreci: Dış Politikada Batıcılık Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte hem savaş, hem de diplomasi yoluyla kazanılan bağımsızlığın korunması ilk sırada olmakla birlikte, içeriye dönmek ve yeni devletin inşası yönünde harekete geçmek gündemin ilk sırasını almıştır. Fakat içeriye dönmek dış ile bütünüyle ilişiksiz değil, aksine önemli oranda ilişkilidir. Yeni bir devletin inşa edilmesi sürecine giden yolda temel dürtü güvenlik/bekâ -elbette Onsekizinci yüzyıl ortalarından beri yaşanan süreçle de birlikte ele alındığında- olduğundan, etkileşim boyutunda ‘dış’arıda barışçı bir ortamın olması önemlidir. Zaten erken Cumhuriyet dönemi dış politikasının temel ilkesi olan “yurtta sulh cihanda sulh”un mantığı da buradadır. 433 Bir başka deyişle, dış politika ortamında barışın hakim Buna karşın yabancılara verilmiş imtiyazları kaldırmak zaman almıştı, örneğin Türkiye gümrük tarifelerini 1929’a kadar değiştiremeyecekti. 432 A. Fuat Keyman, “Atatürk ve Dış Politika Vizyonu”, Haydar Çakmak (der.), Türk Dış Politikası 1919-2008 (Ankara: Platin Yayınları, 2008), s. 157. 433 Mustafa Kemal de TBMM’de (1 Kasım 1928) dış politikayal ilgili konuşmasına başlarken, farklı cümlelerle aynı anlama gelen açıklamayı yapmayı ihmal etmemiştir; “ …esaslı ıslahat ve inkişafat içinde bulunan bir memleketin hem kendisinde, hem de muhitlerinde sulh ve huzuru cidden arzu 431 126 olması, içeriye dönülerek devletin inşasına odaklanılmasını olanaklı kılmak bakımından önemlidir. Güvenlik kaygısı -yalnızca içeriden bakıldığında da- inşa sürecinin önemli bir belirleyenidir ve yine etkileşimle doğrudan ilişkilidir; kendi içinde güçlü bir toplum olmak, dış ilişkilerde de güvenliği getirecektir. Kemalist yöneticiler için güçlü olmanın yolu, daha önceki başlıklarda sözü edildiği şekilde, modern-laik bir kimlikten geçmekte olduğundan, batılılaşma yoluyla modernleşme güvenli bir siyasal alan yaratmanın da ön koşulu haline gelmiştir. 434 Kemalist inşa sürecinin dış politikası yine batılılaşma temelinde, batı yönelimli ama bağımsız bir dış politika olarak tezahür etmiştir. 435 Batılı güçlere karşı yapılmış bir mücadele sonucunda kurulmuş bir devletin dış politikasının Batı yönelimli olarak tanımlanması bir çelişki gibi görünse de, aslında Türkiye özelinde bakıldığında değildir. Bu durum, tam da bu çalışmada vurgulanmaya çalışıldığı gibi kimlik’le ilgilidir. Sözü edildiği gibi, batılılaşma yoluyla modernleşmeyi devletin varlığının koşulu haline getiren anlayış, elbette dış politikasını da bu bağlamda belirleyecek, hatta dış politikayı mevcut hedefini gerçekleştirmekte de bir araç olarak kullanabilecektir. Ülman ve Sander’in artık klasikleşmiş ifadelerini kullanırsak, “milli mücadele Batılı devletlere karşı yapılmıştı, Batılı değerlere karşı değil”. Mustafa Kemal alt edilmesi gereken emperyalizmden söz ederken, Batının ekonomik ve siyasal düzenini değil, ekonomik ve siyasal üstünlüğünü kastetmiştir. 436 Yine de Lausanne sonrası Batı ile etkileşimde, Lausanne’dan arta kalan sorunların çözülmesi bağlamında ilişkiler, güvensiz ve gergin olmaya devam etmesinden daha kolay izah olunabilecek bir keyfiyet olamaz…” Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I: TBMM Meclislerinde ve CHP Kurultaylarında (1919-1938) (İstanbul: Maarif Matbaası, 1945), s.342. 434 Ibid. 435 Keyman, “Atatürk ve Dış Politika Vizyonu”, s. 157. 436 Haluk Ülman ve Oral Sander, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-1968) – II”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt. 27 (1), 1972, s. 2-3. Bu noktada, bu şekilde bir emperyalizm tanımlamasının çok farklı da okunabileceği belirtilmelidir. Başka bir deyişle, esas emperyalizm yaratanın söz konusu Batılı ekonomik ve siyasal düzen olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Fakat bu ifade, Ülman ve Sander’in bakış açılarını yansıtmanın dışında, inşa sürecinin kurucularının algılamalarını da yansıttığı oranda çelişkili olmamaktadır. (bu tür bir açıklama yapma gereği konusunda beni uyaran Prof. Dr. Mustafa Aydın’dır). 127 etmiştir. Lausanne sonrasında İtilaf devletleri ile Türkiye arasındaki ilişkilerde Musul, nüfus mübadelesi ve Osmanlı borçları gibi sorunlar belirleyici olmuştur. Fakat bunun yanında, daha bu sorunların çözümüne girişilmeden, müttefiklerin yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘tam’ bağımsızlık hassasiyetini zedeleyecek ve hatta Sévres anlaşmasının hükümlerini hatırlatan konulardaki talepleri ilişkilerde gerginliği taze tutan ilk unsurlar olarak ortaya çıkmıştır. Söz konusu sorunlardan ilki, Türkiye’deki yabancı okullar konusunda ortaya çıkmıştır. Bu konu Lausanne anlaşmasının imzalandığı gün, Türk, İngiliz, Fransız ve İtalyan heyetleri arasında mektup teatisi yoluyla görüşülmüş, fakat sonradan taraflar kendi lehlerine mektupları farklı yorumlamışlardır. Türkiye Özel Okullar Talimatnamesiyle, Türkçe’den başka bir dilde eğitim yapan özel okullarda tarih ve coğrafya derslerinin Türk öğretmenler tarafından Türkçe okutulması gereğini karara bağlayınca, İngiltere, Fransa ve İtalya söz konusu Lausanne mektuplarını öne sürerek Türk hükümetinin yabancı okulların işleyişine müdahale edemeyeceği gerekçesiyle bu karara itiraz etmişlerdir. 437 Sorun 1926’lı yıllara kadar sürmüş, bazı yabancı okullar kapanmış (ya da kapatılmış), hatta Lausanne anlaşmasının henüz ülke meclislerinde onaylanmamış olduğu günlerde, anlaşmanın onaylanmayabileceği tehditleri de savrulmuş, fakat sonrasında Türk hükümetinin kararı uygulanmıştır. 438 Yabancı okullar sorununda olduğu gibi Boğazlar komisyonu konusunda da, komisyonun kendine ait bayrağının bulunmasını isteyen İtilaf devletleri Osmanlı döneminde kalan içişlerine karışma politikasını sürdürmenin yollarını aramış, fakat burada da başarılı olamamışlardı. Bu sorunlarla İtilaf devletleri ile Türkiye arasındaki gerginlikler sürerken, Lausanne’dan kalan sorunların çözümü süreci de ilişkilerin 1930’lara kadar gergin kalmasına yol açmıştır. Mektupta, “Ecnebi müessesatı tedrisiye, diniye ve sairesinin Türk kanunlarına ve mümasil Türk müessesatının tâbi oldukları bilcümle kanun ve nizâmlara tâbi olacakları ve mektepler hakkında, Türk hükümetinin, bunların tedrisatının amelî cihetten tanzimi keyfiyetini nazarı itibara alacağı” belirtilmiştir. Yusuf Hikmet (Bayur), Yeni Türkiye Devletinin Haricî Siyaseti (İstanbul: Akşam Matbaası, 1934), s. 145. Sorun ortaya çıktığında İtilaf devletleri Türk hükümetinin, bunların tedrisatının amelî cihetten tanzimi keyfiyetini nazarı itibara alacağı ibaresini öne sürerken, Türk hükümeti Ecnebi müessesatı tedrisiye, diniye ve sairesinin Türk kanunlarına ve mümasil Türk müessesatının tâbi oldukları bilcümle kanun ve nizâmlara tâbi olacakları’nda ısrar etmiştir. 438 Ibid., s. 145-146. 437 128 Lausanne’da varılan anlaşmaya göre Türkiye ile Yunanistan arasında yapılacak nüfus mübadelesi, Mübadele Komisyonunun hemen Ekim 1923’te çalışmalarına başlamasıyla ilk yıl sorunsuz gerçekleştirilmişti. Fakat Yunanistan’ın İstanbul ve çevresinde yaşayan Rum halkından mümkün olduğu kadar fazlasını mübadele dışı bırakma çabası ve Batı Trakya’da bulunan Türklerin mallarına el koyarak buraya mübadele Rumlarını yerleştirmesi mübadele konusunu çıkmaza sokmuş ve 1926’da Türkiye ile Yunanistan arasında 1 Aralık 1926’da yapılan bir anlaşmayla siyasi çözüme kavuşturulmuştur. Yine de 1926 anlaşması tüm sorunların çözülmesini sağlamamış, iki devlet arasındaki gerginlikler Haziran 1930’da, imzalanan ve nüfus mübadelesi sorunlarına kesin çözüm getiren Ankara Sözleşmesine kadar sürmüştür. 439 Bu tarihten sonra ise Türkiye ve Yunanistan arasında çeşitli dostluk ve ticaret anlaşmalarının da imzalanmasıyla resmileştirilen barışçı ilişkiler dönemi başlayabilmiştir. Lausanne sonrası sorunlardan çözümü en zor olan Musul konusu, Türkiye ile İngiltere arasında, zaten gergin olan ilişkilerin daha da bozulmasına, hatta taraflar arasında savaşın telaffuz edilmesine yol açmıştır. Lausanne antlaşmasının 3. maddesinin 2. Fıkrasında, Türkiye ile Irak arasındaki sınır konusu taraflar arasında yapılacak görüşmeler yoluyla dokuz ay içerisinde çözülecek, eğer anlaşma sağlanamazsa konu MC’ne götürülecek ibaresi yer almaktaydı. Bu çerçevede, 19 Mayıs 1924’te İstanbul’da Haliç Konferansı gerçekleştirilmiş, fakat bir uzlaşma sağlanamamıştır. Haliç Konferansı’nda 440 Türkiye, en başta Misak-ı Milli sınırları içerisinde olması dolayısıyla Musul’un, Kerkük ve Süleymaniye ile birlikte Türkiye’ye bırakılarak sınırın buna göre çizilmesi gerektiğini, buna karşılık İngiltere ise Musul’un Irak’ta kalması konusundaki görüşlerini tekrarlamıştır. 441 Konferansta uzlaşma sağlanamayınca İngiltere sorunun çözümü için Ağustos 1924’te MC’ne başvuruda bulunmuş, MC meclisi sorunla ilgili olarak tarafsız devletlerin temsilcilerinden oluşacak bir komisyon kurulmasına karar vermiş ve Temmuz Mehmet Gönlübol ve Cem Sar, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”, Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995) (Ankara: Siyasal Kitabevi, 1996), s. 63-69. Bu konuda ayrıntılı bilgi için; ayrıca, Melek Fırat, “1923-1939 Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası, s. 325-356 bakılabilir. 440 Haliç Konferansında İngiliz ve Türk görüşleri ve genel olarak Musul sorunuyla ilgili olarak bkz. Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926) (Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1978). 441 Ibid., s. 290-291. 439 129 1925’te sunulan komisyonun raporu; Musul’un Irak’a bırakılması ve Irak’ta manda rejiminin 25 yıl uzatılmasını öngörmüştür. Buna karşı Türkiye, komisyon raporunu tanımadığını belirtmiş ve ayrıca konunun Milletlerarası Daimi Adalet Divanında görüşülmesini de kabul etmeyerek Divana kendisini savunacak temsilci göndermemiştir. Divan ise MC’nin vereceği kararın bağlayıcı olacağına dair karar vermiş, ardından 16 Aralık 1925’te MC komisyon raporunu kabul ederek, Musul’un Irak’a bırakılması yönünde karar almıştır. 442 Türkiye bu kararı tanımayı reddetmiş, Misak-ı Milli sınırları içinde yer aldığından Musul için savaşılması dahi gündeme gelmiştir. Fakat savaştan daha yeni çıkmış ve tüm enerjisini yeni kurulan devlet ve de toplumun inşasına harcamak için sabırsızlanan, ayrıca böyle bir savaşı kazanma olasılığının düşüklüğü de dikkate alınarak savaştan kaçınılmıştır. Sonuçta bir anlaşma yapmak üzere İngilizlerle görüşmeler başlatılmış ve görüşmeler sonucunda 5 Haziran 1926’da Türkiye, İngiltere ve Irak arasında Türk-Irak sınırını belirleyen anlaşma imzalanmıştır. Anlaşmaya göre; Türkiye Irak sınırı, Türkiye lehine küçük bir değişiklikle, MC meclisi tarafından kabul edilen sınır (Brüksel Hattı: yaklaşık olarak Musul’u Hakkâri’den ayıran eski vilayet sınırı) olarak belirlenmiştir. Anlaşmanın bir diğer maddesi, Irak hükümetinin Musul üzerindeki haklarından vazgeçen Türkiye’ye 25 yıl süreyle petrol gelirlerinin %10’unu vermesini öngörmekteydi. 1926 antlaşmasına ek notalarda belirlendiği üzere Türkiye’nin tercih ederse 500 bin İngiliz lirası karşılığında petrol üzerindeki haklarından feragat edebileceği maddesi de yer almış ve Türkiye’nin bu maddeye dayanarak petrol üzerindeki haklarından vazgeçtiği resmi yayınlar da dahil olmak üzere son dönemlere kadar genel olarak kabul edilmiştir. Buna karşın 1995’de yayınlanan ve bütçe gelirlerinin incelendiği İmparatorluktan Cumhuriyet’e Petropolitik başlıklı eserde Türkiye’nin petrol gelirlerinden pay aldığı (1934-1958), dolayısıyla aslında petrol gelirlerinden feragat ettiği söyleminin gerçek olmadığı ortaya koyulmuştur. 443 Musul sorununun 1926 antlaşmasıyla çözümlenmesi sonrasında Türkiye’nin İngiltere ve diğer batılı devletlerle ilişkilerinin normalleşmesi çok kolay olmamıştır. 442 Ibid., s. 297-299. Hikmet Uluğbay, İmparatorluktan Cumhuriyete Petropolitik (Ankara: Ayraç Yayınları, 1995)’den aktaran İlhan Uzgel ve Ömer Kürkçüoğlu, “İngiltere’yle İlişkiler”,Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980, s. 267-271. 443 130 Batılı devletler her ne kadar antlaşma yoluyla Türkiye’yi bağımsız ve eşit egemen devlet olarak tanımışlarsa da, milli mücadele ve öncesi algılamalarını değiştirmeleri, yeni Cumhuriyeti bu kimlikle kabullenmeleri ve buna göre pratikler ortaya koymaları zaman almış ve bunun için gerek ulusal, gerekse de uluslararası koşullarda birtakım değişiklilerin gerçekleşmesi gerekmiştir. Musul sorununun MC’de çözüm şekli de bu algılamalar hakkında bir fikir verecek niteliktedir, çünkü genel kabul gördüğü şekilde sorunun Türkiye aleyhine çözülmüş olması Irak ya da İngiltere’nin hukuki anlamda haklı olmasından değil, Birinci Dünya savaşının galiplerinden birisi olarak MC içerisinde siyasi anlamda güçlü olan İngiltere’nin çıkarlarından kaynaklanmıştır. Bu ortamda, Türkiye’nin, Sovyetler birliği ile yeniden bir yakınlaşma içerisine girmiş olması şaşırtıcı değildir. Batılı büyük güçler tarafından yalnız bırakıldığı bir dönemde Türkiye, aynı şekilde Batılı devletler tarafından dışlanmış olan Sovyetler Birliği’ni ‘yeniden’ Batılı güçlere karşı denge unsuru olarak görmeye başlamıştır. Sovyetler Birliği’nin 1921 anlaşmasını geliştirecek bir anlaşma imzalanması talebinde bulunması üzerine de taraflar hazırlıklara başlamış ve 17 Aralık 1926’da Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması imzalanmıştır. 444 Musul sorunu, dolaylı olarak zaten sorunlu ve gergin olan Fransa ile ilişkileri de etkilemiştir. Milli mücadele sırasında Türkiye ile ilk yakınlaşan Batılı güç olmasına karşın Lausanne konferansı sırasında, özellikle kapitülasyonlar konusundaki tutumu dolayısıyla Fransa ile Türkiye arasındaki ilişkiler de gerginleşmişti. Türkiye-Suriye sınırının tespit edildiği 1921 anlaşmasında sınırın tesbiti için bir komisyon kurulması öngörülmüş, fakat komisyon ancak 1925 Eylülünde çalışmalarına başlayabilmişti. Komisyon çalışmalarında bir sonuç elde edilememiş, nihayetinde ikili temaslar sonucu sınır sorununu çözüme kavuşturan “Dostluk ve İyi Komşuluk” sözleşmesi imzalanmıştır. Sözleşme ilk olarak 18 Şubat 1926’da parafe edilmiş olmasına karşın, Türkiye İngiltere ile Musul sorununu henüz çözememiş olduğundan, İngiltere ile ilişkilerine dikkat eden Fransa sözleşmeyi imzalamayı geciktirmiş ve ancak Türk- 444 Gönlübol ve Sar, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”, s. 77. 131 İngiliz anlaşmasının imzalanması kesinleştikten sonra 30 Mayıs imzalamıştır. 1926’da 445 Fransa ile Türkiye arasında gerginlik yaratan önemli sorunlardan bir diğeri de Osmanlı ülkesinde en çok yatırım yapmış ve imtiyazlardan en fazla faydalanmış devlet Fransa olduğundan, Osmanlı borçları olmuştur. Bu konuda Türkiye ve Fransa dahil ilgili diğer devletler arasında çeşitli görüşmeler yapılmış ve sorun Haziran 1928’de yapılan bir sözleşme ile çözüme kavuşturulmuştur. 446 Ülman’a göre, aslen güvenliğinin peşinde olan Türkiye bu borç düzenlemesini kabul etmekle Musul’un ardından yeni bir bedel daha ödemek durumunda kalmıştır. 447 Milli mücadele döneminde, İtilaf devletleri arasında uğradığı haksızlık ve dolayısıyla duyduğu tatminsizlik nedeniyle, mücadelenin lehine dönen ilk devlet olan İtalya’nın söz konusu hoşnutsuzlukları yeni cumhuriyet için, bir önceki dönemin aksine endişe verici olmuştur. İtalya’nın tarihsel yayılma alanının Akdeniz ve Balkanlar oluşu ve 1920’li yılların ortalarından itibaren bu bölgelerde etkinliğini artırmaya başlamış olması, Türkiye’nin güvenlik kaygılarını tetiklemiştir. Özellikle Musul sorunu sırasında, Türkiye ile İngiltere arasındaki ilişkiler kötüye gittikçe Mussolini’nin Türkiye’yi de içeren yayılmacı açıklamaları, hatta Batı Anadolu’ya çıkarma yapılabileceğine dair söylentiler Türkiye açısından çok kaygı verici olmuştur. Musul sorunu çözülüp, İngiltere ile ilişkiler normalleşme sürecine girdikten sonra İtalya ile ilişkiler de durulmuş, hatta temelinde yine İtalya’nın Balkanlardaki emelleri yatıyor olsa da ilişkiler 1928’de Tarafsızlık, Uzlaşma, Yargısal Çözüm Antlaşmasının imzalanmasına kadar geliştirilebilmiştir. 448 Fakat antlaşma sözü edildiği şekilde temelinde İtalya’nın yayılmacı emellerinden kaynaklandığından ve 1930’lu yıllardan itibaren bu emellere yönelik pratikler daha 445 Ibid., s. 86. Bu sözleşmeye göre Türkiye, 1912 öncesindeki Osmanlı borçlarının % 62’sini, daha sonra alınan borçlarınsa % 73’ünü ödemeyi kabul etmiştir. Türkiye ilk ödemeyi zamanında yapmakla birlikte bir yıl sonra ortaya çıkan 1929 ekonomik buhranının da etkisiyle ödemelerde sorun yaşamış ve 30 Kasım 1930’da ödemelerini durdurmuştur. Türkiye’nin borç ödemelerinde yeni bir düzenlenme talep etmesi üzerine görüşmeler başlamış ve 1933’te Türkiye’nin lehine yapılan değişikliklerle ödemeler yeniden düzenlenmiştir. İlhan Uzgel, “Fransa’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 279. 447 Haluk Ülman, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-1968)- I”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 23 (3), 1968, s. 249. 448 Gönlübol ve Sar, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”, s. 81-84. 446 132 açık ortaya koyulmaya başlandığından ilişkiler gerçekte sağlam ve dostane kurulamamıştır. Lausanne sonrası yeni bir devlet olarak ortaya çıkmış olan ve ikili etkileşimlerde de görüldüğü üzere temel kaygısı güvenlik olan Türkiye, Birinci Dünya savaşı sonrası bu tür bir yıkımın bir daha yaşanmamasına yönelik kolektif güvenlik çabalarına da seyirci kalmamıştı. Söz konusu dönemdeki bu kolektif güvenlik çabalarının en önemli ve etkilisi şüphesiz Milletler Cemiyeti olmuş, fakat kuruluşunda savaşın yenilenleri arasında olduğundan Türkiye üyeliğe alınmamış, sonrasında da üyelik Türkiye’nin tercihi olmamıştır. 449 Bunun en baştaki sebebi, Musul sorununda çok da iyi gözlemlenebildiği gibi Cemiyetin, İngiltere ve Fransa’nın güdümünde hareket ediyor olmasıdır. Bununla birlikte, MC kapsamında yapılan silahsızlanma çalışmalarına, 450 tüm silahların ortadan kaldırılmasını savunan yaklaşımları destekleyecek kadar hevesli bir tutumla katılmış, iki savaş arası dönemde savaşı yasaklayan tek belge olan Briand-Kellog Paktı’nı 451 ve aynı içerikte bir başka belge olan Litvinov protokolü 452nü de imzalamıştır. 1930’lu yıllara ulaşıldığında, Batı Avrupalı devletlerle bir bir sorunlarını çözüme kavuşturmasıyla birlikte Türkiye, MC üyeliğine de artık eskisi kadar olumsuz tavır almamaya başlamıştır. İngiltere ve Fransa’nın güdümünde bir örgüt olmasının yarattığı endişe, sorunlar çözümlendikten sonra hafiflemiş, diğer yandan Musul sorununda Cemiyete üye olmamanın Türkiye’nin aleyhine işlediği görülmüş 453 ve MC’ye katılımın hala çözüme kavuşturulamamış olan Hatay ve Osmanlı borçlarının büyük bunalım dolayısıyla yeniden düzenlenmesi gibi sorunların çözümünü kolaylaştırabileceği gündeme gelmeye başlamıştı. Türkiye’nin batılı devletlerle Türkiye üye olmamasına karşın, Musul, azınlıklar ve Boğazlar gibi konularda Cemiyetin otorite ve yetkisini fiilen tanımıştı. 450 Birinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası silahsızlanma çabaları karşısında Türkiye’nin konum ve tutumları konusunda detaylı bilgi için, Aptülahat Akşin, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1991) içinde s. 138-158. 451 27 Ağustos 1928’de imzalanan pakt, TBMM’de 28 Ocak 1929’da onaylanmıştır. 452 Briand-Kellog Paktının onay sürecinin beklenmeden bir an önce yürürlüğe koyulması amacıyla Sovyet Dışişleri Bakanı Litvinov’un girişimiyle SSCB ve komşularına yönelik bir belgedir. Protokol 9 Şubat 1929’da imzalanmış, Türkiye buna 3 Temmuz 1929’da taraf olmuştur. 453 İlhan Uzgel, “Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 19191980, s. 310. 449 133 sorunlarını büyük oranda çözümlediği 1930’lu yılların bir diğer özelliği de, savaş sonrasının durgun sürecinin ardından, devletler arasında statükocu ve revizyonist gruplaşmaların iyice belirginleşmeye başlamış olması ve revizyonist devletlerin (1933 Almanya ve Japonya, 1935 İtalya) bir bir MC’den uzaklaşmaya başlamalarıdır. Bu ortamda Türkiye’yi statükocu devletler arasında görmek, başta İngiltere olmak üzere statükocu devletler için önemli olmaya başlamış ve Türkiye Cemiyet üyeliğine teşvik edilmiştir. 454 Sonuçta Türkiye’nin üyeliği Mustafa Kemal’in talebi doğrultusunda, MC Genel Kurulunda (6 Temmuz 1932) Türkiye’nin üyeliğe davet edilmesi kararının alınması ve Türkiye’nin 9 Temmuz 1932’de daveti kabul ettiğini bildirmesi üzerine gerçekleşmiştir. Türkiye, Cemiyete üyeliğinde çok aktif olmuş, 1935-1937 arasında Konsey üyeliği yapmış, İtalya’nın Habeşistan’ı işgali sırasında öngörülen yaptırımlara duraksamadan katılmakla bu politikasını ortaya koymuştur. Milletler Cemiyeti dünya barışını korumak konusunda başarılı olamamış olsa da, Türkiye açısından üyelik farklı anlamlar içermiştir. Yirmi yıl önce savaş halinde olduğu, savaş sonrasında ise kendisini eşit bir egemen kimlikle tanımakta zorlanan batılı büyük güçler arasında eşit ve etkin bir üye olarak yer almak, henüz inşa etme uğraşı içerisinde olduğu kimliğini “öteki”lere kabul ettirmek/ettirmiş olmak anlamında çok önemlidir. Kimlikler öteki’lerce tanındıkları oranda anlamlı olduklarına göre, devletin kuruluşu sonrasındaki yimi yıllık süreçte, MC üyeliği ile sembolize edilebilirse, 1930’lu yıllar sonrası dönemde yeni Türkiye devletinin ‘etkili öteki’si tarafından ancak tanınmaya başlandığı rahatlıkla söylenebilir. Bu durum gerek içte süregiden inşa sürecine, gerekse de dış politika pratikleri yoluyla etkileşim sürecine yansıyacak, 1932 sonrasında elbette uluslararası ilişkilerdeki tüm etkileşimlerin de etkisiyle Türkiye daha aktif bir dış politika izleyecektir. Bölgesel güvenlik arayışları şeklinde tezahür eden bu aktif dış politikanın en önemli tetikleyicisi, bir kez daha Balkanlar olmuştur. Balkanların kendi içindeki bölünmesi ve ilintili olarak İtalya’dan algılanan tehditler Türkiye’nin, en azından savaşı Balkanlar’dan uzak tutmak amacıyla Balkanlar’da bölgesel 454 Gönlübol ve Sar, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”, s. 97. 134 güvenlik arayışlarına katılmasını gerekli kılmıştır. 455 1934’de asıl olarak Balkanların revizyonist devleti Bulgaristan’a karşı kurulmuş olan, ama Türkiye açısından İtalya’yı da durdurabilecek bir unsur olarak görülen Balkan Paktı, aslında Hale’in de belirttiği üzere, geçmişte olduğu şekilde Batılı büyük güçlerle ittifak arayışlarına girme durumunu geciktirmek için de bir adım olarak görülebilir. 456 Türkiye her ne kadar Osmanlı döneminin ittifak yapmak yoluyla güvenliğini büyük güçlere dayandırma politikasından kaçınmaya çalışsa da, bu politikadaki ısrar çok uzun sürmeyecekti. İtalya’nın Habeşistan’ı işgali (1935) sonrasında Milletler Cemiyeti kapsamında yaptırımlara katılmış olan Akdeniz devletlerine, İngiltere tarafından, herhangi bir tehlike karşısında yardım garantisi önerilmiş, Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Fransa bu teklife olumlu yanıt verince Akdeniz Paktı oluşmuştu. Fakat İtalya’nın Habeşistan’ı ilhakı sonrasında İngiltere, pakta katılmış devletlere verdiği yardım garantisini geri çekmiş, bunun üzerine Türkiye İngiltere’ye bir ittifak anlaşması önermekle 457 dış politikasında çok önemli bir değişiklik yapmak üzere adım atmış, fakat İngiltere’nin bu teklifi reddetmesi nedeniyle bu değişiklik gerçekleşmemiştir. İtalya’nın Habeşistan’ı işgali ve bunun karşısında MC’nin etkisizliği, bir başka açıdan Türkiye’nin uzun süredir, gerek uluslararası silahsızlanma konferansları sırasında, gerekse de Balkan Antant’ı toplantılarında dile getirdiği Boğazlar Sözleşmesinin değiştirilmesi talebi konusunda adım atabilmesi için dolaylı bir etkide bulunmuştur. Şöyle ki, Türkiye’nin bu talebini olumsuz karşılayan İngiltere, bu tarihten sonra bölgenin askerden arındırılmış olmasının yarardan çok zarar getirdiğini farketmiş ve ayrıca Türkiye’nin 1936’da Almanya’nın Ren bölgesinde yaptığı gibi tek taraflı bir kararla bölgeyi silahlandırması ihtimalini de göz önüne alarak, bu 455 Brock Millman, “Turkish Foreign and Strategic Policy 1934-1942”, Middle Eastern Studies, Cilt 32 (3), 1995, s. 489. 456 William Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, çev. Petek Demir (İstanbul: Mozaik Yayınları, 2003), s. 66. 457 Feridun Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 Yıl Anılar – Yorumlar (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1980), s. 83’den aktaran Engin Berber, “Dönemin Dış Politika Değerlendirmesi”, Haydar Çakmak (der.), Türk Dış Politikası 1919-2008, s. 246. 135 konuda uluslararası bir anlaşma yapmak isteyen Türkiye’nin teklifine olumlu yanıt vermiştir. 458 Bu gelişme üzerine, Türkiye 11 Nisan 1936’da Lausanne Boğazlar Sözleşmesine taraf devletlere, Boğazlarda yeni bir rejimin saptanması amacıyla bir konferans toplanmasını isteyen bir nota göndermiştir. Türkiye notasında, kolektif güvenlik sisteminin artık işlemez hale geldiği ve yakın bir savaş tehlikesinin söz konusu olması gibi noktalar üzerine vurguda bulunmuştur. 459 Notanın ardından, sözleşmeye taraf devletlerden rejimin değiştirilmesine tek karşı çıkan devlet olan İtalya dışındaki tarafların katılımıyla 22 Haziran 1936’da Montreaux’de Boğazlar konferansı toplanmıştır. Türkiye en başta Boğazların silahsızlandırılmasını öngören maddenin değiştirilmesini, Boğazlar Komisyonunun kaldırılmasını istemekteydi, bunların dışında savaş ve ticaret gemilerinin Boğazlardan geçisinde birtakım kısıtlamalar öngörmüştür. Tük tasarısına göre savaş gemilerinin Boğazlardan geçiş serbestliği gemilerin toplam tonajıyla ve Boğazlarda kalış süreleri de onbeş gün olarak sınırlandırılmalıydı. Burada Karadeniz’e kıyıdaş devletler ile olmayanlar arasında bir ayrıma gidilmiş ve kıyıdaş devletlerin savaş gemilerinin toplam tonajı, önceden bilgilendirilmek koşuluyla daha fazla olarak belirlenmişti. Savaş zamanında ise Türkiye tarafsızsa söz konusu geçiş rejimi uygulanacak, Türkiye savaşan taraflar arasındaysa savaş gemilerinin geçişi Türkiye’nin tasarrufunda olacaktı. Ayrıca, mevcut sözleşmede yer almayan “savaş tehlikesi” durumu da öngörülmüş ve Türkiye kendisini savaş tehdidi altında hissettiğinde, savaş gemilerinin geçişi kendi kararına bırakılacaktı. 460 Konferansta en fazla İngiltere ve Sovyetler Birliği arasında tartışma yaşanmış, İngiltere savaş gemilerinin geçişlerinin kısıtlanmasını Sovyetler Birliği’ni gözönüne alarak kabul etmekle birlikte, Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin gemilerine koyulacak kısıtlamaların azaltılmasını istemiş, Boğazlar komisyonunun kaldırılmasına karşı çıkmıştır. Sovyetler Birliği ise Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin gemilerine uygulanacak kısıtlamaları desteklemekle birlikte, Karadeniz Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, s. 56-57. Kudret Özersay, “Montreaux Boğazlar Sözleşmesi”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980, s. 371. 460 Gönlübol ve Sar, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”, s. 123. 458 459 136 devletlerinin sürmüştür. gemilerinin Boğazlardan serbestçe geçmesi gerektiğini öne 461 İki ay süren konferans sonunda (20 Temmuz 1936) Montreaux Boğazlar sözleşmesi, Türkiye, Bulgaristan, Fransa, İngiltere, Japonya, Romanya, Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Yunanistan tarafından imzalanmış, konferansa katılmamış olan İtalya sözleşmeye 2 Mayıs 1938’de katılmıştır. Sonuç olarak, Boğazların askerileştirilmesi, Boğazlar komisyonunun kaldırılması ve Türkiye’nin kendisini savaş tehdidi altında hissetmesi durumundaki koşullar konusunda Türk tasarısına, savaş gemilerine uygulanacak kısıtlamalar açısından ise İngiltere’nin tasarısına uygun bir sözleşme ortaya çıkmıştır. 462 Boğazlar’da Türkiye’nin egemenliğini yeniden kuran Montreaux Boğazlar sözleşmesi çok önemli bir diplomatik başarıdır ve Türkiye’nin devletler arası ortamda henüz benimsetmeye çalıştığı kimliğini sağlamlaştıran bir olay olmuştur. Uluslararası ortamın savaşa yaklaştığı, Avrupa’da revizyonist devletlerin tehditlerinin kaygı uyandırdığı, buna karşın ve aslında ilişkili olarak Türkiye’nin batılı güçler gözünde hem saygınlığının arttığı, hem de kendisine Avrupa güvenliği bağlamında ihtiyaç duyulduğu böyle bir dönemde Boğazlar’ın ardından diplomatik bir diğer başarı da Sancak-Hatay sorununda elde edilmiştir. Misak-ı Milli’de yer almasına karşın milli mücadele koşullarında, Fransa ile yapılan 1921 anlaşması kapsamında sınırların dışında bırakılmış olan Sancak’ın bir sorun olarak gündeme gelmesi, 1936’da Fransa’nın Suriye’ye (1939 itibariyle) bağımsızlığını vermek üzere harekete geçmesiyle olmuştur. Fransa Suriye üzerindeki tüm haklarını Suriye hükümetine devretmekle, aslında özerk statüde olan Sancak’taki haklarını da Suriye’ye devretmiş olacaktı. Bu durumdan rahatsız olan Türkiye, ikili görüşme yoluyla Fransa’nın Suriye ile yaptığı anlaşmanın aynısının Sancak ile de yapılması konusunda ısrar etmiş, fakat Fransa manda anlaşmasına aykırı olduğu 461 Ibid. Montreaux Boğazlar Sözleşmesi metni ve açıklamalar için İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları – I. Cilt (1920-1945), (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2000), s. 501-526. 462 137 gerekçesiyle bu teklifi kabul etmemiş 463 ve konuyu MC’ne götürmeyi teklif etmiştir. Türkiye’nin bunu kabul etmesi üzerine, MC kapsamında bir raportör tayin edilmiş ve bir gözlemci heyeti kurulmuş, diğer yandan Türkiye ve Fransa ikili görüşmeleri de sürdürmüş, fakat görüşmeler sonuçsuz kalmıştır. 464 Sancak’ta çatışmaların çıktığı, dolayısıyla Türkiye-Fransa arasındaki ilişkilerin de gerginleşmeye başladığı sırada, Ocak 1937’de Türkiye ve Fransa MC toplantıları sırasında ikili görüşmeler yaparak sonunda bir ilke anlaşmasına varmışlardır. Buna göre, Sancak Suriye ile gümrük birliği olan, içişlerinde tam bağımsız, kendi anayasası olan ‘ayrı’ bir siyasal varlık teşkil edecekti. İlke anlaşması sorunları tam olarak çözememiş ve bölgede karışıklıklar devam ederken MC Konseyi Sancak anayasasını (29 Mayıs 1937) kabul etmiş ve aynı gün Fransa ile Türkiye “Sancak’ın Toprak Bütünlüğünü Güvence Altına Alan Antlaşma” ve “Türkiye-Suriye Sınırınının Güvence Altına Alınmasına İlişkin Antlaşma” ları imzalamıştır.465 Sancak’ın ayrı bir siyasi varlık olarak hukuki statüsü kabul edildilkten sonra, Sancak’ta yapılacak seçimleri düzenlemek ve denetlemek üzere MC tarafından belirlenen Seçim Komitesi’nin çalışmaları sırasında da gerginlikler bitmemişti. Komitenin Türk toplumu aleyhine kararlar alması dolayısıyla çıkan çatışmalar ve Türkiye’ye danışılmadan hazırlanan Seçim Yönetmeliği’nin MC Konseyine gönderilmesi üzerine gerginlik Türkiye’nin 1930 tarihli Türk-Fransız Dostluk Antlaşmasını feshetmesine kadar tırmanmıştır. Bu süreçte, Avrupa’da yaklaşan savaş dolayısıyla Türkiye’nin müttefikliğinin öneminin artması ve bu yönde İngiltere’nin de Fransa’ya telkinde bulunmasıyla söz konusu Seçim Komitesi Türkiye ve Fransa’nın MC’ye başvurmasıyla feshedilmiş ve Sancak seçimleri uluslararası denetimden çıkarılmıştır. Bunun üzerine, 1 Ağustos 1938’de seçimler gerçekleştirilmiş, kırk üyeli meclisin yirmiikisini Türkler kazanmış ve 2 Eylül 1938’de bağımsız Hatay Cumhuriyeti ilan edilmiştir. 466 Fransa’nın Sancak’ı bir başka yabancı güce terk etmesi Suriye’yi yönettiği manda anlaşmasının 4. Maddesine göre aykırı olduğundan, MC de 1939’da Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne katılmasına rıza göstermeyecektir. Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, s. 61. 464 Gönlübol ve Sar, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”, s. 128-129. 465 Melek Fırat, “Sancak (Hatay) Sorunu”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980, s. 285. 466 Ibid., s. 288-289. 463 138 Hatay Devleti bir yıl sonra 29 Haziran 1939’da Hatay Meclisinin oybirliğiyle aldığı karar üzerine Türkiye’ye katılmıştır. Hatay’ın Türkiye’ye katılması, Avrupa’nın hızla savaşa sürüklendiği ve Türkiye ile ittifakın, özellikle de İngiltere açısından önemli olduğu bir ortamda eldeki fırsatların değerlendirilmesiyle, yani aslında diplomatik bir başarı olarak gerçekleştirilmiştir. Hatay’ın Türkiye’ye katılımı, savaş arefesinde neredeyse Türkiye ile kurulacak bir ittifakın koşulu olarak ortaya sürülerek sağlanmıştır denilebilir. Almanya’nın Çekoslavakya’yı işgal ettiği (15 Mart 1939) ve İtalya’yla Çelik Paktı kurduğu (22 Mayıs 1939) bir dönemde İngiltere, Akdeniz’in güvenliği için müttefik arayışında Türkiye’ye yönelmiş, bu bağlamda 12 Mayıs 1939’da Türkiye ile İngiltere bir Ortak Bildiri yayınlayarak ileride kurulacak bir ittifakın ilk adımını atmışlardı. Akdeniz’de savaşa mahal verecek bir durum gelişmesi karşısında her iki tarafın da fiili olarak birbirlerine her türlü yardımı yapacaklarının taahhüt edildiği bu bildiriye, anlamlı bir ittifaka dönüşmesi bakımından Fransa’nın da katılması gerekliydi. Fakat Türkiye, bunun gerçekleşebilmesi için Hatay’ın kendi ülkesine katılması koşulunu öne sürerek hedefini gerçekleştirmek amacıyla bir kez daha uluslararası koşulları, devletlerarası dengeleri kendi lehine kullanmayı başarabilmiştir. Nitekim Hatay’ın Türkiye’ye katılmasının ardından, İngiliz, Fransız ve Türk hükümetleri ittifaka giden yolda görüşmelere başlamışlardı. Misak-ı Milli sınırları içerisinde olan, fakat sınırlar içerisine katılamamış bir bölge olarak Hatay’ın Türkiye topraklarına katılması Atatürk için, belki de daha ulaşılabilir görüldüğünden, Musul kadar kolay vazgeçilmeyecek bir hedefti. Hatay’ın Türkiye’ye katılarak bu hedefin gerçekleştiğini göremeyen Mustafa Kemal Atatürk, devletin kurucusu, dolayısıyla devletin kurucu mantığının kaynağı olmakla, dış politikasının da belirleyicisi olmuştur. Modern, batılı bir devlet ve bu çerçevede bir kimlik inşa etmek hedefiyle yola çıkan Mustafa Kemal, devletin dış politikasını da hem bu yönelimle belirlemiş, hem de bu dış politikayı anılan hedeflere ulaşmada bir araç olarak da kullanmıştır. Bu kısımda görüldüğü üzere, devletin etkili ötekisi olarak batıyla etkileşimlerinin ana çerçevesi de bu mantık üzerine oturtulmuş, devletin güvenliği/bekâsı esas belirleyen olmak üzere, Türk dış politika pratikleri Batılı sisteme yönelik, statükodan 139 yana, realist ve hatta pragmatist olarak tezahür etmiştir. 467 Aslında, kuramsal olarak da ortaya koyulmuş olduğu gibi, daha en başında devletin etkili ötekisini Batı olarak belirlemiş olmak, yani bir başka deyişle devletin kimliğini tanımlama biçimi, dış politika pratiklerinin de yönelimini belirlemiştir. Bundan sonrasında Sander’in çok kullanılan ‘Türkiye’nin izlediği dış politikanın Batıya yönelik olmasının, sınırlı ve geçici bir olay değil, şaşılacak kadar sürekli bir dış politika tercihi olmuş’468 olmasına dair çok doğru tespitinin, hayret uyandıracak bir durum olmaktan çok, kimlik kavramı çerçevesinde kendiliğinden bir durum olduğu rahatlıkla söylenebilecektir. Batılılaşmanın-Batılı devletler ailesine üye olmanın güvenlik kaygısı ile ilgili olması, ilk bakışta realist bir analizle verili çıkarlar üzerinden rahatlıkla açıklanabilecek bir durum gibi görünebilir. Fakat kuramsal tartışma bölümünde de görüldüğü üzere, realistlerin açıklayamadıkları bu söz konusu çıkarın nasıl ve nereden kaynaklandığını ve daha önemlisi ne şekilde tanımlandığını ortaya koyabilmek kimlikle ilişki kurmayı gerektirmektedir. En başta belirtildiği gibi “ne istediğimiz kim olduğumuza bağlı” olduğuna göre, devletin kimliğinin modernlik/batılılıkla tanımlanması ve bu tanımlama çerçevesinde Batı’nın kimlik tanımında bir belirleyen olarak etkili öteki biçiminde alınması, çıkarların da Batıyla birlikteliğini getirmiştir. Ayrıca, güvenlik kaygısının kimlikten kaynaklandığını göz ardı ederek verili kabul etmek, Türk dış politikası pratikleri içinde birçok örneği anlamsız da kılabilecektir. Örneğin, Türkiye’nin Batı’ya en fazla bağlandığı (hatta bağımlı olduğu) Soğuk Savaş döneminde, Küba Krizi (1962) ve Kıbrıs konusunda görüldüğü gibi, örgütsel anlamda Batıya bağlanmış olmanın hiç de güvenlik garantisi sağlamadığı halde bu yönelimde bir değişim olmaması çıkarların değil, kimliğin değişmediğinin göstergesi olsa gerekir. Batının bir parçası olmak, kimlik projesinin özüdür aslında ve fiziksel güvenlikten daha fazla, kimliği güvenlik altına almanın bir aracı olarak görülebilir. Aydın, “Determinants of Turkish Foreign Policy”, s. 171; Baskın Oran, “TDP’nin Kuramsal Çerçevesi”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980, s. 46-53; ayrıca bkz., Mehmet Gönlübol, “Atatürk’ün Dış Politikası: Amaçlar ve İlkeler”, Turhan Feyzioğlu (der.), Atatürk Yolu (Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1995), s. 235-277, Akşin, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi. 468 Oral Sander, “Türk Dış Politikasında Sürekliliğin Nedenleri”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 37 (3-4), 1982, s. 105. 467 140 2. Öteki(ler) Türkiye Cumhuriyeti devletinin kimlik inşasındaki kurucu ötekisi, bir önceki kısımda sözü edildiği üzere kendiyle farklılık şeklinde ve Osmanlı geçmişi olarak Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal gerçekliğine içsel olmuştur. Bir başka deyişle, yeni kimliğin ötekisi dış’arıda değil, Osmanlı geçmişi olarak doğrudan içeride bulunmuştur. Kimlik kavramı çerçevesinde öteki, ben’in ne olmak istemediğini gösteren bir kavram olarak tanımlanmaktadır. Bu tanım bağlamında Osmanlı geçmişi de, gerek yönetim felsefesi ve egemenliğin kaynağı ile kullanım biçimi, gerek kültürel oluşumu ve hatta devletlerarası etkileşim sisteminde bulunduğu konumla da yeni Türkiye’nin ne olmak istemediğini tanımlamak açısından tatmin edici olmuştur. Buna karşın, devletler kimliklerini güvence altına almak ve içsel alanda meşrulaştırmak gereği çerçevesinde, dış tehdit/tehlike bağlamında her zaman bir jeopolitik ötekiye de ihtiyaç duymaktadırlar. Çünkü Campbell’ın da öne sürdüğü şekilde, devletler açısından kimlik (dış ve/veya iç) tehditler üzerine kurulu “tehlike” söyleminin oluşturduğu pratiklerin bir ürünüdür aslında. 469 Kurucu ötekisinin ‘kendi’ geçmişi olması çerçevesinde Türkiye Cumhuriyetinin aslında jeopolitik olarak ötekisiz bir kimlik inşa ettiği 470 öne sürülebilse bile, dış tehdit/tehlike ve hatta düşman bağlamında dış politika yoluyla ötekiler yaratmış olduğu da yadsınamaz. Bu söz konusu ötekiler Yunanistan 471 Ortadoğu 472 ve kuramsal anlamda ötekilikle tanımlanmamış olsa da, Sovyet Rusya olarak analizlerde karşımıza çıkmaktadır. Campbell, Writing Security, s. 68. Dış tehdit/tehlike söyleminin dış politika yoluyla mevcut kimliği güvence altına alma ve de meşrulaştırma aracı olduğu yaygın kabul edilmekte olan bir görüştür, bu yönde bazı görüşler için, Bloom, Personal Identity, National Identity and International Relations ve Prizel, National Identity and Foreign Policy bakılabilir. 470 Bora, “Cumhuriyetin İlk Döneminde Milli Kimlik”, s. 58; Öğün, “Türk Milliyetçiliğinde Hakim Millet Kodunun Dönüşümü”, s. 224; Çalış, Hayaletbilimi ve Hayali Kimikler, s. 51-101; Akgün ve Çalış, “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman”, s. 587. 471 Herkül Millas, “Milli Türk Kimliği ve ‘Öteki’ (Yunan)”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt IV: Milliyetçilik, 193-201. 472 Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity. 469 141 A. Komünizm ve Sovyetler Birliği Sovyet Rusya, gerek Türkiye topraklarında gözü olan tehlikeli kuzey komşu, gerekse de komünizm bağlamında Türkiye’nin ötekisi konumunda görülmüş devletlerden birisidir. Hatta her ne kadar milli mücadele döneminde kendisinden yardım alınabilen tek devlet olsa da, kimliğin inşasında öteki olarak kurucu bir etkisi olduğu dahi öne sürülebilir. Mustafa Kemal’in önce yardım, sonra da dostluk ilişkisi içinde olmaya özen gösterdiği Sovyet Rusya’nın rejimi Bolşevizm-Komünizm konusundaki görüşleri ve elbette bu görüşlerine uygun olarak gerçekleştirdiği aksine uygulamalar bu durumun açık bir göstergesidir. Mustafa Kemal’in daha Ağustos 1920’de Mecliste, Sovyetler’den Türkiye’ye yönelik Bolşevizmi yayma çabalarına da değindiği, Şark Cephesi’nin durumu ile ilgili yaptığı konuşmada bolşevizme karşı tutumu görülebilmektedir; … biz memleket ve milletimizin mevcudiyetini ve istiklalini kurtarmak için karar verdiğimiz zaman kendi nokta-i nazarlarımıza tâbi bulunuyorduk ve kendi kuvvetimize istinâd ediyorduk. … bizim nokta-i nazarlarımız, bizim prensiplerimiz cümlece malumdur ki Bolşevik prensipleri değildir ve Bolşevik prensiplerini milletimize kabul ettirmek için de şimdiye kadar da hiç düşünmedik ve teşebbüste bulunmadık. 473 Yine benzer içerikte bir demeci Kasım 1921’de Hakimiyet-i Milliye’ye vermiş ve Komünizm içtimai bir meseledir. Memleketimizin hali, memleketimizin içtimai şeraiti, dini ve milli ananelerinin kuvveti Rusya’daki komünizmin bizce tatbikine müsait olmadığı kanaatını teyid eder bir mahiyettedir. .. binanenaleyh bizim Ruslarla olan münesabat ve muhadenetimiz ancak iki müstakil devletin ittihad ve ittifak esaslarıyle alakalıdır demiştir. 474 Konuşmaların yapıldığı dönem, milli mücadele dönemidir ve Sovyet Rusya ile her ne kadar mücadelenin lehine işbirliği içinde olunmaya çalışılsa da, komünizm mecliste endişe uyandıran, kaçınılması gereken bir ideoloji olarak tartışılmakta, 473 474 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s. 97. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri III, s. 20. 142 sorgulanmaktadır. Yine ayrıca, Kemalizmin ve de yeni devletin kuruluş ilkelerinden kabul edilen halkçılık fikri 475 sınıfların varlığını reddetmek üzere kurgulanmış olduğundan, 476 doğrudan sınıf çatışması temeline dayanan Marksizmin de bir alternatifi konumunda sunulmaktadır. Bu bağlamda, dolaylı da olsa yeni Türkiye’nin inşa sürecinde Sovyet Rusya’nın dostluğuna güvenilmez, ezeli düşman olmaktan daha fazla yeni rejimi dolayısıyla benzemekten kaçınılması gereken, olmak istenmeyen yani öteki olarak yeni kimliğin inşasında kurucu bir etkisi olduğu dahi söylenebilir. İkili temasların daha milli mücadelenin başında başlandığı Sovyet Rusya ile yeni cumhuriyet arasındaki ilişkiler, Lausanne sonrasında da dostane gelişmiş, aslında bu dönemde Lausanne’dan arta kalan sorunlar dolayısıyla Batılı devletlerle ilişkileri gergin olan Türkiye’nin dayandığı tek büyük güç haline gelmiştir. Bu durum 1930’lara gelinip, Türkiye Batılı devletlerle sorunlarını büyük oranda çözümledikten ve dahası ardından MC’ye girdikten sonra değişmeye başlamış, iki ülke ilişkileri bozulmamışsa da Türkiye Batılı sisteme kabul edilmiş olmakla bir bakıma rahatlamıştır. Bu durumun da etkisiyle ve ayrıca uluslararası koşulların iki devletin önceliklerini değiştirmiş olmasıyla Türkiye ile Sovyet Rusya arasındaki yol ayrımı ortaya çıkmıştır. 477 Esasen Montreaux sonrası başlayan bu ayrışma, İkinci Dünya Savaşında tamamlanmış ve Türkiye ile Sovyetler Birliğinin yolları bütünüyle ayrılmıştır. Sovyetler Birliği 23 Ağustos 1939’da Almanya’yla saldırmazlık paktı imzalayınca Türkiye için dış politikası açısından yeni bir safha açılmış, Türkiye bir taraf seçmek bağlamında İngiltere-Fransa ile Almanya ve Sovyetler Birliği arasında kalmıştır. Türkiye savaş başladıktan sonra, İngiltere ve Fransa ile sadece imzalanmaya hazır olan ittifak anlaşmasıyla Sovyet Rusya’yı da bağdaştırma Bu çalışmada s. 86-87. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri Recep Peker 1935’de yeni parti programını açıklarken, “Türkiye’desınıf yoktur, cin yoktur, imtiyaz yoktur... Türkiye’de değer ancak bilgi üstünlüğü, kapasite ve çalışma ile yükselebilir. Bir taraftan işçilerin çokluğa ve parti kuvvetine dayanan kuvvetle ulusal çalışmanın ahengibi bozcacak zorlu hareketlerine ve öte taraftan sermaye sahiplerinin para ve varlık gücüne dayanarak işçilerin haklarını çiğnemesine yol bırakmıyoruz…” demekle bu çelişkiye vurgu yapmaktadır. CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in Söylevleri, s. 11. 477 Erel Tellal, “SSCB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980, s. 321. 475 476 143 amacıyla, Saraçoğlu başkanlığında bir heyeti Moskova’ya göndermiş, Sovyetlerin Türkiye’nin İngiltere ve Fransa birlikteliğine engel olma çabaları dolayısıyla görüşmeler başarısız olmuş ve Türkiye ile Sovyetler Birliği’nin yolları bütünüyle ayrılmıştır. 478 İkinci Dünya Savaşında Sovyet Rusya’nın topraklarına saldırmasına bir şekilde engel olabilmiş olan Türkiye, savaş sonrasında çok daha zor bir durumla karşı karşıya kalmış ve ilişkiler uzun süre düzelmeyecek şekilde bozulmuştur. Daha savaş sona ermeden SSCB, 1925’te imzalanan Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nı feshettiğini açıklamış, yeniden bir anlaşma yapılmasının koşulları olarak da Boğazlar’da üs ve 1921 Moskova antlaşmasının değiştirilerek Kars ve Ardahan’ın kendisine verilmesini talep etmiştir. 479 Sovyetlerin talepleri müttefikler arasında (17 Temmuz-2 Ağustos) yapılan Potsdam Konferansı’nda da görüşülmüş ve Boğazlarla ilgili talepler konsunda taraflar arasında konunun görüşülmesine karar verilmiştir. Bunun üzerine notalar savaşı olarak adlandırılan, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye gönderdiği notalar çerçevesinde tüm taraflar arasında nota teatileri süreci başlamıştır. Sovyetlerin ilk notası 8 Ağustos 1946’da Türkiye’ye verilmiş ve bu notada, Boğazların tüm devletlerin ticaret gemilerine ve Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin savaş gemilerine de açık olması; buna karşılık Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin istisnai durumlar hariç savaş gemilerinin Boğazlardan geçişinin yasak olması gerektiği ve en dikkat çekici talepler olarak Boğazlarda geçiş rejiminin Türkiye ve Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin selahiyetinde olması ile Boğazların Türkiye ve Sovyetler Birliği tarafından savunulması talepleri öne sürülmüştür. Bu notaya Türkiye’den önce İngiltere ve ABD yanıt vermiş Boğazlar rejiminin sadece Karadeniz’e kıyıdaş devletler tarafından düzenlenmesine ve tabii Boğazların savunulmasında Sovyetler Birliği’nin de yer almasına karşı çıkmışlardır. Türkiye de 22 Ağustos’ta gönderdiği yanıtında aynı şekilde son iki maddeyi kabul edilemez bulduğunu bildirmiştir. Sovyetler Birliği ise 24 Eylül’de gönderdiği ikinci notada Mustafa Aydın, “İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980s. 418422. 479 Tellal, “SSCB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt. I: 1919-1980, s. 501-502. 478 144 Türkiye’nin reddettiği bu iki madde üzerinde ısrar etmiş, fakat yine Türkiye’den önce İngiltere ve ABD’nin cevapları gelmiş ve bu notalar yoluyla yapılan yazışmaların sonlandırılması gereğini vurgulamışlardır. Türkiye ise bu ikinci notaya yanıtını Japonya dışında, Montreaux’nün tüm imzacı devletlerine göndererek ileride bu konuda yapılabilecek bir konferans olması durumunda bilgilenmelerini sağlamıştır. 480 Sovyetlerle ilişkilerin, bir daha çok zor düzelecek boyuta geldiği bu süreçte, ABD’nin artık Sovyet tehdidine karşı harekete geçmeye karar verdiğinde ortaya çıkan Truman Doktrini (1947) ve onu izleyen Marshall yardımı (1948) Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni düzende Batı’ya bağlanmasının da zeminini hazırlamıştır. Zaten Türk dış politikası analizlerinde genel kabul gören görüş de İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin Batı’ya bağlanmasının ve hatta NATO’ya üye olmasının en önemli sebebinin, Sovyetler Birliği’nin bu dönemdeki tutumu, yani Türkiye için oluşturduğu güvenlik tehdidi olduğu yönündedir.481 Aslında bu aşamada Türkiye, Osmanlı’yı hatırlatır şekilde yeniden Rus tehdidi karşısında büyük bir güce dayanma politikasına dönmüş gibidir ve bu güç savaş sonrasının lideri ve elbette para bulunabilecek tek batılı devlet olan ABD olmuştur. 482 Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin seyri, Soğuk Savaşın başladığı ve iki kutuplu bir uluslararası sistemin oluştuğu ortamda karşı taraflarda yer alarak birbirlerine ötekilik yüklemeye varmıştır. Zaten artık bu dönemde Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ni öteki konumunda tanımlaması kendisine özel bir durum değildir; Sovyetler Birliği Batı dünyasının, dönemin terimiyle Batı blokunun ötekisi olmuştur. Türkiye’nin kendisinin de zamanla daha sıkı bağlarla bağlanacağı Batı bloku kapsamında Sovyetler’i öteki olarak konumlandırmış olması, gerek kendi kimlik tanımı çerçevesinde bir çelişki yaratmadığı, gerekse de mevcut dışsal koşullarla uyumlu olduğu için rahatlıkla içselleştirilebilmiştir. 480 Ibid., s. 504-506. Ferenc A. Váli, Bridge Across the Bosporus: The Foreign Policy of Turkey (Baltimore&Londra: The John Hopkins Press, 1971), s. 37-38; Mustafa Aydın, “Securitization of History and Geography: Understanding of Security in Turkey”, Southeast European and Black Sea Studies, Cilt 3 (2), 2003, s. 172. 482 Mustafa Aydın, Turkish Foreign Policy: Framework and Analysis (Ankara, SAM, 2004), s. 52. 481 145 B. Eski Uyruk, Zelil Düşman ve Yeni Komşu: Yunanistan Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki topraklarından ulusçu ilk kopuşun yaşandığı Mora isyanı, Türk tarih yazımında çoğunlukla sonun başlangıcı olarak da ele alınmaktadır. 483 Gerçekten de Yunan isyanı 484 ile başlayan kopuş, Osmanlı devletinin uyruklarını bir arada tutacak çareler arayışı içinde, kimlik bağlamında harekete geçmesine etki eden olaylardan birisidir. Daha önce Osmanlı ve Batı başlığında ele alındığı gibi, isyan Osmanlı’nın karşısındaki güç dengelerini yerinden oynatmanın yanısıra, Ondokuzuncu yüzyılın ikinci Osmanlı-Rus savaşına da yol açmış, fakat asıl olarak Tanzimat’ın ilanına varacak olaylar zincirinde önemli, hatta başlatıcı halka olarak yer almıştır. Bilindiği gibi Tanzimat Fermanı ile Osmanlı uyrukları arasında eşitlik (musavat) ilkesi ilk kez kabul edilmiştir. Bu yönüyle ferman, Yunan isyanıyla uyanan Balkan ulusçuluklarına karşı bir önlem olarak düşünülmüş ve bu çerçevede Osmanlıcılık politikasının ve bir Osmanlı kimliği yaratma düşüncesinin de zemini olmuştur. Yunan isyanı ise bu pencereden bakıldığında, dolaylı da olsa Osmanlı devletinin kimlik kavramı çerçevesinde düşünüp, harekete geçmesine yol açan etmenlerden birisi olmuştur. Osmanlı kimliği fikrinin harekete geçmesi, doğal olarak Osmanlı’nın uyruklarından Yunanistan dışındaki Rumlar’ı ötekileştirmemiş, aksine Rumlar söylem düzeyinde Osmanlı uyrukları olarak kapsanmaya çalışılmıştır. Fakat bu tarihten sonra Tercüme Odasının başına her zaman getirilen Fenerli Rumlar’ın yerini artık Müslüman Türkler’in almış olması 485 gibi toplumsal ve siyasal olaylara bakıldığında Rum’dan şüphe duyulduğu, sürecin başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Millas, “Milli Türk Kimliği ve ‘Öteki’ (Yunan), s. 195. Yunan isyanı s. 85-97’de etkileşim kapsamında anlatılmıştır. Bir Yunanlı için Yunan bağımsızlık savaşı olarak tanımlanan bu sürecin, Türkiye’nin algılamalarında Batılı büyük güçlerce teşvik edilen ve desteklenen bir ‘isyan’ olması, diğer yandan Türkiye’nin milli mücadele’sinin Yunanlılar için hala “Küçük Asya Felaketi” olarak anılması da karşılıklı bir ötekileştirmenin varlığını göstermektedir. Mustafa Aydın, “Crypto-optimism in Turkish-Greek Relations. What is Next?”, Journal of Southern Europe and Balkans, Cilt 5 (2), 2003, s. 224. 485 Millas, “Milli Türk Kimliği ve ‘Öteki’ (Yunan), s. 195. Ortaylı’da bu konuda biraz daha detaylı bilgi bulunabilir, Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s. 126-127. 483 484 146 Osmanlı’nın çöküşe hızla yaklaştığı ve artık Osmanlıcılığın imparatorluğu bir arada tutacak birleştirici politika olmaktan çıkarak yerini önce İslamcılık ve ardından gitgide Türkçülüğe bıraktığı Ondokuzuncu yüzyılın son yılları ile yirminci yüzyılın başlarında Yunan faktörü artık ciddi bir güvenlik tehdidi haline gelmiştir. 1897’de başlayan Girit ayaklanması bir Osmanlı-Yunan savaşına dönüşmüş, ardından imparatorluğun gerçek çöküşünü simgeleyen Balkan Savaşları Türk milliyetçiliğinin başlaması ve gelişmesi aşamasında önemli bir etmen olmuş, bu bağlamda Yunan da öteki konumuna artık yerleşmiştir. Yine Balkan savaşlarının bir sonucu olarak, İT’nin güttüğü milli iktisat politikası çerçevesinde, Balkanlardan göç eden Müslümanların, Rumların tekelindeki işlere yerleştirilmesiyle başlayan süreç,486 Birinci Dünya Savaşı’na yaklaşıldığında ‘Türkleştirme’ politikasına dönüşmüş, dışarıdaki Yunan devletinin ardından içerideki Rum/Yunan unsur için de ötekileşme süreci tamamlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı’na yaklaşıldığı yıllarda Yunan devletinin Makedonya’daki Müslüman unsurlara uyguladığı ‘zulüm’e tepki, Türkiye Rumlarına misilleme yapılmasına kadar varmış ve Ahmad’a göre aslında araya savaş girmemiş olsaydı her iki devlet de 1914’te nüfus mübadelesini görüşmeye hazır hale gelmişlerdi.487 İlişkilerin bu raddeye geldiği ortamda, savaş sonrasında Anadolu’nun Yunanlılar tarafından işgali milli mücadele ve ardından yeni devletin kuruluşu aşamasında inşa edilecek Türk kimliğinin önünde hazır bir öteki bulmasına katkı sağlamıştır denilebilir. Türkiye, bir ulus-devlet olarak kuruluşunu ancak Yunan kuvvetlerini Anadolu topraklarından çıkardıktan sonra gerçekleştirebilmiş, milli mücadele sadece Yunanistan’a karşı değilse de, Yunan cephesinde kazanılan zaferle hedefine ulaşabilmiştir. Bu noktada Yunanistan’ın Türk algılamalarında yukarıdaki ifadenin işaret ettiği kadar önemli/değerli bir yer işgal etmediği, Anadolu’ya çıkan Yunan kuvvetlerinin sadece büyük güçlerin bir maşası olarak görüldüğü ve kendi başına bir değer taşımadığı da gözden kaçırılmamalıdır. Bu durum aslında ötekileştirmenin bir 486 Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar (İstanbul: İletişim Yayınları, 1989), özellikle s. 54- 60. Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, çev. Fatmagül Berktay (İstanbul: Kaynak Yayınları, 1986), s. 148. 487 147 parçası olmaktan öte bir durum değildir; öteki biz’e göre değersizdir, aşağıdır ve kendi başına bir tehdit olabilecek kadar önemli olamaz. 488 Bu ötekileştirme pratiğini Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sonrası yeni kimliğin inşa sürecinde gözlemlemek olanaklıdır. Kendi geçmişini unutturma ve dolayısıyla yeni kimliğe referans olabilecek bir başka tarihi inşa etme çabasının ürünü olan Türk Tarih Tezi Osmanlı geçmişini, üstelik görmezden gelerek ötekileştirirken, bu öteki Osmanlı’nın içsel bir parçası sayılan Yunan unsurunu da aynı yolda ötekileştirmiştir. Türklerin tarihini Orta Asya steplerine dayandıran ve Anadolu’yu saf bir Türk yurdu olarak tanımlayan Türk Tarih Tezi, 489 bir yandan Yunan uygarlığını (ve dahi Latin uygarlığını) Türk uygarlığının parçalarına indirgemekle kalmayıp, Osmanlı geçmişini Türk tarihinden koparmakla da bu geçmişin parçası Yunan’ı hiçleştirmiştir. 490 Türk Tarih Tezi’nin dışında, ırkçı söylemlerin azalmaya ve Osmanlı çalışmalarının artmaya başladığı 1940’lı yıllardan itibaren Rum/Yunan unsuru yeniden hatırlanmaya başlanır, fakat bu çoğunlukla Osmanlı devletinin çürümüş, bozulmuş yanlarıyla ilintilendirilen bir hatırlamadır. Rum milletin, büyük güçlerce içişlerine karışılması için kullanılmış olduğu ve yine aynı şekilde başkalarının kışkırtmalarıyla Osmanlı devletine isyan etmeleri kolektif hafızaya kazınmış örneklerdir. Yunan unsuru Türklerin tarihinde bozulma, dağılma ve ihanetle birarada ele alınır ve yaklaşık dört yüzyıllık geçmişleri ortak olmasına karşın iki taraf da kimliklerini sadece birbirlerine karşı verdikleri savaşlara referansla tanımlarlar. 491 Bir başka bakış açısıyla, Türk Tarih Tezi ile Anadolu’da yüzyıllardır yaşayan toplulukların aslında köken olarak Türk olduklarının vurgulanması, bir yandan Türk- Millas, “Milli Türk Kimliği ve ‘Öteki’ (Yunan), s. 197. Ötekileştirmenin bir aşaması olarak öteki’yi değersizleştirme, aşağılama ve hatta hiçleştirme pratikleri olarak Osmanlı’nin ötekileştirilmesi sürecini ele alan bir bakış için Çalış, Hayaletbilimi ve Hayali Kimikler, söz konusu terim ve tanımlamalar için özellikle s. 82-85. 489 Türk Tarih Tezi ile ilgili açıklama ve referanslar için s. 80-81. 490 Genel olarak Türk tarih yazımını ve gelişme evrelerini inceleyen bir eser olan ve böyle bir çalışmanın doğal olarak kapsadığı Yunan unsurunun Türk tarih yazımında görmezden gelinmesi ile ilgili çok detaylı bir çalışma için bkz., Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine. 491 Aydın, “Crypto-optimism in Turkish-Greek Relations. What is Next?”, s. 224. 488 148 biz’in kapsamını genişletirken, diğer yandan kendi etnik, dini ve de kültürel kimliklerini koruyan gayr-i Müslim azınlıkları da öteki kategorisine koymuştur.492 Bu durum zaten daha İT döneminde başlamış olan Türkleştirme politikalarının, Cumhuriyet’in inşa sürecinde de devam ettirilmesi, dolayısıyla bir tür azınlık karşıtı politikalar güdülmesi durumuyla da pekiştirilmiştir. 493 Türkleştime politikaları ağırlıklı olarak dil politikaları kapsamında yürütülmüş, hatta İT dönemi benzeri (bir nevi devamı niteliğindeki) milli iktisat politikası uygulamalarında da dil unsuru öne çıkarılmıştır. 1928’de Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti’nin başlattığı “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyası büyük oranda Türkçeye daha uzak kalmış olan Yahudi toplumuna yönelik olsa da, Rumlar (ve Ermeniler) da bu kampanya sürecinde yoğun olarak hedef alınmıştır. Kampanya, dönemin kanaat önderleri olarak gazetelerde desteklenmiş, 1930 ve 1940’larda resmi söylemde etnik vurguların dozunun artmasıyla da orantılı bir biçimde yoğunluk kazanmış, Türkçe konuşmayanlardan ‘sahte vatandaş’ diye söz edilmesine kadar varmıştır. 494 Sahte vatandaş tanımlaması, toplumsal alanda da yaygın kabul görmüş olmasıyla aslında Rum’un (ve diğer gayr-i Müslimlerin) algılanış şeklini, öteki’liğini uzun açıklamalar gerektirmeden açıkça ortaya çıkaracak niteliktedir. Türkçe, ekonominin Türkleştirilmesi uygulamalarında da kullanılmış, Türkiye dahilindeki şirketlerin, yabancı sermayeli şirketlerin dahil, yazışmalarında Türkçe kullanmaları 1926’da çıkarılan bir kanunla öngörülmüştür. 495 Yine, ekonominin Türkleştirilmesi kapsamında 1932 tarihli bir kanunla (Türkiye’de Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanun) daha önce Doktorluk, Eczacılık ve Kabotaj kanunlarıyla yapılanlara ek olarak, şoförlük ve kapıcılık gibi meslekler de vatandaş olmayanlara kapatılmıştır. Bu bağlamda, aslında Ayhan Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları (İstanbul: İletişim Yayınları, 2000), s. 102. 493 Cumhuriyet’in azınlıklara yönelik politikaları çok kapsamlı bir konu olmakla birlikte, burada sadece Rum’u ötekileştirme kapsamında konuyu örneklendirebilmek ve zenginleştirmek açısından ele alınacaktır. Dolayısıyla bu konuda, M. Çağatay Okutan, Tek Parti Döneminde Azınlık Politikaları (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004) gibi kapsamlı çalışmalara bakılabilir. Yine Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları da bu konuda başvurulabilecek kaynaklar arasındadır. 494 Okutan, Tek Parti Döneminde Azınlık Politikaları, s. 194. 495 Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, s. 117. 492 149 İstanbul’da vatandaş olmadan yerleşik (etablis) statüsüyle oturan Rumlara496 (mülteci statüsü olan Beyaz Ruslara) yönelik bir girişim olmuştur. 497 Zaten bu kapsamda daha 1923’de çıkarılmış bir kanunla tüm yabancı sermayeli şirketlerin personellerinin % 50’sinin Müslüman-Türk olması öngörülmüştür. Bu şirketlerde çalışanların %90’ının gayr-i Müslim ve yabancılardan oluştuğu göz önüne alındığında azınlıklara yönelik olduğu kolayca anlaşılmaktadır. 498 Bir başka alan olarak, kamu hizmetleri alanında da 1926’da çıkarılan memurlara yönelik kanunda, memur olabilmenin ilk şartının “Türk olmak” olarak belirlenmiş olması, Türk vatandaşı olmak teriminin neden kullanılmamış olduğunu düşündürür niteliktedir. 499 Hükümetlerin sözü edilen uygulamalarla Rum’un (ve diğer azınlıkların) ötekiliğini pekiştirir bir diğer uygulaması, İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı sıralarda (1939) askere alınan azınlıkların silahlı eğitim görmesinin yasaklanmış olmasıdır. Bu, azınlıklardan -özellikle Rum ve Ermenilerle ilgili geçmiş anıların da tesiriyle olsa gerek- içerideki işbirlikçiler, “beşinci kol” olabilecekleri endişesi duyulmuş olduğunu kanıtlar bir gelişmedir. Tüm bu olgular arasında, Yunanistan tarafının da benzer bir şekilde Türk’ü ötekileştirdiği süreçleri gözardı etmeden 500 ve Yunanistan’ın devlet olarak Türkiye karşısında ortaya koyduğu/ve ileride koyacağı dış politika pratiklerini de akılda tutarak Cumhuriyet sonrasında devletin genel dış politika tutumu çerçevesinde ilişkilerin, mevcut sorunlar çözümlendikten sonra 501 işbirliği yapabilecek boyuta gelebilmiş olduğu görülmektedir. Bunda elbette savaştan yeni çıkmış ve enerjisini içeride yeni kimliğini (hatta yeni insanını) inşa etmeye yöneltmek hedefindeki Aslında kanun İstanbul’da yine vatandaş değil, mülteci statüsüyle bulunduklarından Beyaz Ruslar’ı da etkilemiş, fakat ABD elçisinin hem özel girişimi, hem de MC’yi devreye sokmasıyla Beyaz Ruslar işsiz kalmaktan kurtulmuştur. 497 Aktar’a göre, kanunun çıkmasının ardından, 1934 yılına gelindiğinde işsiz kalan 15.000 Rum’dan çoğu Atina’ya göçmüş, söz konusu dönemde dış politika bağlamındaki Türk-Yunan yakınlaşması dahi bu süreci geriye çevirememiştir. Ibid., s.121. 498 Okutan, Tek Parti Döneminde Azınlık Politikaları, s. 214. 499 Ibid., s. 136 500 Bu konuda Millas’ın çalışmalarına bakılabilir, Herkül Millas, Türk Yunan İlişkilerine Bir Önsöz: Tencere Dibin Kara (İstanbul: Amaç Yayınları, 1989), yine Millasın Türk ve Yunan romanlarındaki karşılıklı ötekilik unsurlarını ele aldığı, Türk ve Yunan Romanlarında “Öteki” ve Kimlik (İstanbul: İletişim Yayınları, 2005) başlıklı çalışma da aydınlatıcı olacaktır. 501 Lausanne ve sonrasında Yunanistan’la Türkiye arasındaki sorunların çözümleri ve bu konudaki referanslar için s. 129-130. 496 150 Türkiye’nin ya da bu hedefin mimarı Mustafa Kemal’in, tüm Batı dünyasıyla olduğu gibi artık komşusu saydığı Yunanistan’la da barışçı ilişkiler tesis etme amacında olması ve elbette karşı tarafta Venizelos’un Yunanistan’ının da benzer şekilde dostça ilişkilere ihtiyaç duyması önemli bir etkendir. 502 Bunun dışında, 1930’lu yıllarda Akdeniz için ortaya çıkan İtalyan tehdidinin (Mare Nostrum politikası) varlığı 503 ve bu tehdit karşısında İngiltere’nin iki devleti işbirliğine teşvik etmiş olması da önemlidir. 504 İşbirliği, 10 Haziran 1930’da Ankara’da Türkiye ile Yunanistan arasındaki tüm sorunları çözecek nitelikte bir anlaşmanın imzalanması, ardından Yunanistan başbakanı Venizelos’un Türkiye’yi ziyareti ve bu ziyaret sırasında iki devlet arasında bir Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaştırma ve Hakemlik Antlaşması imzalanması ile sağlamlaştırılmıştır. Ertesi yıl başbakan İsmet İnönü, iade-i ziyarette bulunmak üzere Atina’ya gitmiş ve bu ziyaret ileride Balkan işbirliğine gidecek yolda bir adım daha atılmıştır. 1933’de revizyonist Bulgaristan’a karşı imzalanan “Türkiye ve Yunanistan Arasında Samimi Anlaşma Belgesi” ile birlikte 1930’larda başlamış olan yakınlaşma, nihayetinde Balkan Paktı’yla sonuçlanmıştır. 1934’de Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya tarafından imzalanan Balkan Paktı’nın amacı, Balkan sınırlarını bir Balkan devleti tarafından girişilebilecek bir saldırıya karşı güvence altına almak şeklinde özetlenebilir. Paktın imzalandığı dönemde Türkiye ve Yunanistan dahil, Balkanlarda İtalya’dan algılanan ciddi bir tehdidin varlığı, paktın İtalya’ya karşı oluşturulduğu izlenimini yaratmış olsa da, amacından da anlaşılacağı gibi revizyonist Bulgaristan’a karşı bir önlem olmaktan öte hükümler içermemekteydi. Zira, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce İtalya Şükrü Sina Gürel’in aktardığı ve Yunanistan’ın 1932’deki resmi dış politikasını ortaya koyan, Yunan hükümetinin İngiltere’ye gönderdiği bir bildirimde ; “Akdenizde asıl büyük tehlike,İtalya’dan gelmektedir. Oniki ada İtalya’nın Türkiye’nin zararına olarak büyüme isteklerine hizmet etmesi düşünülen üslerdir. İngiltere Yunanistan gibi Türkiyeyi de yanına alabilir… iki ulusun da duygularını yansıtan bir belge olan son Türk-Yunan anlaşması, İtalya yüzünden yapılabilmiştir” ifadesi YunanTürk yakınlaşması ve işbirliğinin gerekçelerini de bir açıdan ortaya koymaktadır. Şükrü Sina Gürel, Tarihsel Boyut İçinde Türk Yunan İlişkileri (1821-1993) (Ankara: Ümit Yayıncılık, 1993), s. 42. 503 Faruk Sönmezoğlu, “Türkiye-Yunanistan İlişkileri ve Kıbrıs”, Murat Metinsoy ve Mustafa Eroğlu (der.), Değişen Dünya ve Türkiye’nin Dış Politika Gündemi (İstanbul: Donkişot Yayınları, 2001), s. 102-103. 504 Aydın, “Crypto-optimism in Turkish-Greek Relations. What is Next?”, s. 227. 502 151 ve ardından da Almanya’nın saldırısına uğrayan Yunanistan, Türkiye’nin kendisine yardımcı olmaktan kaçındığından şikayet ettiği iddası dayanaktan yoksundur. Çünkü Pakt sadece Balkan sınırlarını, bir Balkan devletinden gelebilecek saldırıya karşı güvence altına aldığından, savaşta İtalya, Yunanistan’a saldırdığında Balkan Paktı’nın harekete geçirilmesi olanaklı da değildi. 505 Bunula birlikte, savaş sırasında Türkiye Yunanistan’a karşı dostane bir tutum içinde olmuş, savaşa katılmak için Yunanistan’a gitmek isteyen İstanbul Rumlar’ına izin vermiş, İstanbul’da toplanan maddi yardımların Yunanistan’a ulaşmasına olanak tanımıştır. Bunun yanı sıra, Yunanistan’a gıda yardımında bulunmuş, Alman güçlerinden kaçan Yunan gemisinin Türk karasularına sığınmasına ve askeri personelin Türkiye’den geçmesine izin vermiştir. 506 Buna karşın, aynı dönemlerde içerideki Rum’a (ve diğer azınlıklara) karşı yeni bir politika “Varlık Vergisi” uygulaması 11 Kasım 1942’de başlatılmış ve bu uygulamayla toplam nüfusun % 0.55’ini oluşturan Rumlar, Varlık Vergisinden elde edilen gelirin % 20’sini ödemek durumunda kalmışlardı. 507 İkinci Dünya Savaşı sonrasında, iki devletin yine işbirliği yapabildikleri, fakat bunun savaş öncesine benzer şekilde yine uluslararası sistemin lider gücünün (savaş öncesinin İngiltere’si yerine ABD’nin) teşvikiyle ve bir güvenlik tehdidi (o tarihte artık İtalya yerine Sovyetler Birliği ve komünizm) varlığında gerçekleşebildiği görülmektedir. Truman Doktrini ve Marshall Planı ile teşvik edilmiş olan bu süreç, bir bakıma iki tarafın da ‘ortak’ bir öteki etrafında birleş(tiril)meleri olarak gerçekleştirilmiş ve ortak ötekileri henüz ortadan kalkmamış olduğu halde, çok kısa sürede, 1950’lerin ortalarından başlayarak eski/tarihsel konumuna geri dönmüştür. 12 Mart 1947’de ABD başkanı Harry Truman, Kongrede Yunanistan’ın savaş sonrası yıkımının üzerine bir de komünistler tarafından iç savaşa sürüklenmiş olması 508 dolayısıyla acil yardıma ihtiyacı olduğunu ve bu yardımın kendisine Gürel, Tarihsel Boyut İçinde Türk Yunan İlişkileri, s. 44. Melek Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 580-581. 507 Ibid., s. 579. 508 İkinci Dünya Savaşı sonrasında, savaş sırasında işbirliği yapan Komünist Partisi’nin direniş örgütü (EAM) ve Cumhuriyetçi subayların direniş örgütü (EDES) arasında ortaya çıkan iktidar mücadelesi Yunanistan’ı bir iç savaşa sürüklemiş ve 1947 Truman Doktrini ile başlayan ABD yardımları 505 506 152 yapılmasının gerekliliğini vurgulayan bir konuşma yapmıştır. Sonradan Truman Doktrini olarak adlandırılan bu konuşmada, Truman, Türkiye’ye de değinmiş ve aslında Yunanistan kadar vahim durumda olmasa da, ulusal bütünlüğünü sağlayacak olan modernleşme programını gerçekleştirebilmek için yardıma ihtiyaç duyan Türkiye’nin hedefini gerçekleştirebilmesinin Ortadoğu’nun düzeni için önemli olduğu vurgulanmıştır. Truman bu koşullarda Türkiye ve Yunanistan’a toplam 400 milyon dolarlık yardım yapılmasını, bunun yanında Amerikan sivil ve askeri personelinin yeniden inşa, yardımın denetlenmesi ve ülke personelinin eğitiminde kullanılabilmesi için yetki istemiştir.509 Savaş sonrası Batı Avrupa’nın yeniden eski gücüne kavuşmasını amaçlayan ABD başkanı Truman’ı bu içerikte bir konuşma yapmak ve ardından uygulamak üzere ilk harekete geçiren İngiltere olmuştur. İngiltere, ABD Dışişleri Bakanlığı’na, Türkiye ve Yunanistan’a yaptığı yardımları 1947 Martı’nda keseceğini bildiren ve bu iki devletin Batı savunması için önemli olduğunu vurgulayarak kendisinden doğacak olan boşluğu ABD’nin doldurmasını öneren bir nota göndermekle, 510 aslında yalnızca ABD’nin değil, aynı zamanda Soğuk Savaş’ın da harekete geçmesine neden olmuştur. Türkiye 12 Temmuz 1947’de ABD’yle bir yardım anlaşması imzalayarak, Truman doktrini yoluyla 100 milyon dolar olarak öngörülen yardımı almayı kabul etmiştir. Yunanistan da ABD’yle 300 milyon dolarlık yardım anlaşmasını imzalayarak Truman doktirinini kabul etmiştir. Truman doktrini ve Marshall yardımları, 511 Soğuk Savaş ve iki kutuplu uluslararası sistemin hüküm sürdüğü bir ortamda Türkiye ve Yunanistan’ın aynı kutupta, Batı’ya sıkı bir şekilde bağlanarak sayesinde ancak 1949’da fiilen son erdirilmiştir. Bkz. Melek Fırat, “Yunan İç Savaşı Kutusu”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 582. 509 Çağrı Erhan, “ABD ve NATO’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 528-529. 510 Ibid., s. 530. 511 ABD’nin savaş sonrasında Avrupa’nın yeniden imarı amacıyla başlattığı yardımlardır. Yardım, savaşta yıkıma uğramış Avrupa devletlerine yönelik olarak başlatılmasına, üstelik yardım programında Türkiye’ye de hammadde ihracı yapma rolü verilmesine rağmen, Türkiye yardımları almak üzere başvuruda bulunmuştur. Talebinin kabul edilmesi, doğrudan Amerikan hükümetine başvurması ve sonrasında kalkınma programında Marshall Planına uygun değişikliklerin yapılmasını kabul etmesi sonucu gerçekleşmiştir. Türkiye 4 Temmuz 1948’de ABD ile imzaladığı Ekonomik İşbirliği Anlaşması ile Marshall Yardımlarını almaya başlamıştır. Detaylı bilgi için bkz. Erhan, “ABD ve NATO’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 538-542. 153 yer almalarını sağlamış, dolayısıyla ilişkilerde işbirliği ve dostluğu da teşvik etmiştir. Türkiye ve Yunanistan’ın Batı’ının güvenlik şemsiyesine girme konusunda aynı oranda istekli olmaları, Kore Savaşı sonrası artık bir dünya lideri olmaya karar veren ve Sovyetler Birliği’ni çevreleme politikasını başlatacak olan ABD’nin de bu yönde düşünmeye başlaması sonucu Türkiye ve Yunanistan aynı anda, 18 Şubat 1952’de NATO’ya üye olmuşlardır. 1950’li yıllara bu şekilde girildiğinde ve NATO’ya da üye olarak Türkiye ve Yunanistan hem içinde bulundukları ittifaklara, hem de bu bağlamda birbirlerine bağlanmış oluyorlardı. Bir bakıma Avrupa’nın (daha sonra tüm dünyanın) komünizm tehlikesinden kurtarılması ve korunması hedefi altında, dünyanın lider gücünün, ABD’nin elleriyle buna itilmişlerdi. 1954’e gelindiğinde Türkiye ve Yunanistan arasında Yugoslavya ile birlikte kurulan yeni bir işbirliği örneği olarak Balkan Paktı İttifakı’nda da yine ABD’nin payı büyük olmuştur. ABD’nin çevreleme politikası kapsamında, Balkanlarda önemli bir boşluk olarak duran Yugoslavya’nın Moskova’dan uzaklaşıp, Kominform’dan atılması ABD için önemli bir fırsat yaratmıştı. ABD hiç vakit kaybetmeden Yugoslavya’nın kazanılması amacıyla Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında bir ittifakın kurulmasını teşvik etmiş ve bu teşvik 1954 Balkan İttifakı ile sonuçlanmıştır. 9 Ağustos 1954’te imzalanan Balkan Paktı İttifakı elbette ABD’nin yönlendirmesi dışında, özellikle Sovyetler’den algılanan tehditin etkisi gibi üç ülkenin de ortak tercihlerinden bağımsız kurulmamıştır, fakat yönlendirici bir etkinin varlığı da açıkça ortada olmuştur. Nihayetinde Balkan İttifakı, oluşmasına neden olan koşullar ortadan kalkmaya başladıkça kısa sürede etkisizleşmeye başlamıştır. 512 İlk olarak Stalin’in ölümü sonrası Moskova’nın politika değiştirmesi ve Yugoslavya’yla yaşanan yumuşuma, Yugoslavya’nın Pakta ilgisiz kalmasına ve bağlantısız ülkeler grubuna katılmasına yol açmıştır. Aynı dönemlerde Türkiye ve Yunanistan ise ilişkilerindeki, Gürel’in deyimiyle “balayı” sürecini sonlandıracak potansiyelde bir sorunun içine yavaş yavaş sürüklenmeye başlamışlardı. 513 512 513 Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 590-591. Gürel, Tarihsel Boyut İçinde Türk Yunan İlişkileri, s. 51. 154 Kıbrıs, ilk kez bir sorun olarak ortaya çıkmaya başladığında, Yunanistan’la olan mevcut dostluğun az da olsa etkisiyle birlikte, Türkiye asıl olarak NATO dışında bir politika geliştirmekte güçlük çektiğinden ve ittifak içinde İngiltere ve Yunanistan’la dostluğunu önemsediğinden bu sorun konusunda bir politika ortaya koymaktan adeta kaçınmıştı. Statükonun korunmasını savunmak dışında politikası olmayan Türkiye, bir taraf olarak sorunun içine aslında İngiltere tarafından çekilmiştir. Yunanistan da Kıbrıs sorununu uluslararasılaştırırken esasen, Ortadoğu’da Batı ittifakının değil, kendi çıkarlarının peşinde olan İngiltere’den rahatsızlık duyan ABD tarafından teşvik edilmişti. Yunanistan Kıbrıs sorununu ilk kez, aklında énosis 514 hedefini gerçekleştirmek üzere Birleşmiş Milletler’e başvurarak uluslararasılaştırmış, fakat BM konuyu görüşmeyi reddetmiştir. Bunun ardından Kıbrıs’ta EOKA (Kıbrıs Mücadelesi Ulusal Örgütü) silahlı eylemlerini başlatmış (1955) ve bu da İngiltere’nin Kıbrıs konusunu taraflar arasında görüşmek üzere Yunanistan ve Türkiye’yi bir konferansa davet etmesine yol açmıştır. Bu davetle Türkiye de soruna resmen taraf olmuş ve 29 Ağustos 1955’te başlayan Londra Konferansı’nda Kıbrısla ilgili ilk kez bir politika oluşturarak, statükonun korunmasından yana olduğunu, fakat eğer adada statüko değişecekse, bunun Kıbrıs’ın Türkiye’ye geri verilmesi şeklinde gerçekleştirilmesi gerektiğini savunmuştur. Konferansta Yunanistan self-determinasyon hakkını savunurken, İngiltere stratejik önemi dolayısıyla adaya self-determinasyon hakkını tanıyamayacağını ileri sürmüştür. 515 Londra’da konferans sürerken İstanbul’da, Rum azınlığa yönelik saldırı ve yağmalar gerçekleşmiştir. 6-7 Eylül olayları olarak adlandırılan ve Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberiyle harekete geçmiş olan olaylar Türkiye ile Yunanistan herhangi bir sorun yaşandığında, bunun acısının kendi vatandaşı olan Rum azınlıktan çıkarılabileceğini ve devamının da gelebileceğini göstermiştir. 6-7 Yunan dilinde ‘birleşme’ anlamına gelen ‘énosis’, siyasal anlamda bir ülkenin sınırlarına dâhil olma, birleşme anlamındadır. Bu bağlamda énosis, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması anlamında kullanılmıştır. Aynı şekilde Girit’in Yunan Krallığına ilhakı da énosis’le tanımlanmıştır. Faruk Sönmezoğlu (der.), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, (İstanbul: Der Yayınları, 1996), s. 172-173. 515 Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980 s. 600-602. 514 155 Eylül olayları Rumları, ‘biz’den değil, onlardan yani öteki varsaymanın açık örneklerinden birisini oluşturmaktadır. Londra Konferansı tarafların anlaşamaması, ama daha çok 6-7 Eylül olayları nedeniyle sonuç alınamadan dağılmış, bu arada adada Türkiye’nin soruna taraf olmasının da etkisiyle Türk toplumu silahlanarak, direniş örgütü Volkan aracılığıyla Türk toplumunu EOKA saldırılarına karşı korumak üzere harekete geçmiştir. Şiddet olaylarının İngilizler’e yönelik olmaktan çıkıp 516, doğrudan iki toplum arasındaki olaylara dönüşmeye başladığı bu dönemde, İngiltere’nin Ortadoğu politikasının Süveyş Krizinde iflas etmesiyle, Kıbrıs için yeni bir aşamaya geçilmekteydi. İngiltere’nin Mısır’a karşı Süveyş harekatında başarısız olması sonucu İngiltere Ortadoğu’daki üstün konumunu kaybetmiş ve 1957’de ABD Başkanı Eisenhower’ın açıkladığı Eisenhower Doktrini 517 ile ABD’ye devretmiştir. İngiltere’nin Ortadoğu’da üstünlüğünü yitirmesine bağlı olarak Kıbrıs’ın da İngiltere açısından stratejik önemi azalmış olduğundan, İngiltere Kıbrıs politikasını değiştirerek adada self-determinasyon hakkına yaklaşmıştır. Bu süreçten sonra Türkiye de politikasını değiştirecek ve adanın Türkiye ve Yunanistan arasında bölünmesini yansıtan ‘taksim’ fikrini savunmaya başlayacaktır. Aslında ‘taksim’i bir seçenek olarak ortaya koyan da yine İngiliz yönetiminin kendisi olmuştur.518 Yunanistan ise ortada sunulan seçeneklerden tatmin olmadığından, sorunu uluslararasılaştırmaya devam etmiş, bu süreçte adada toplumlar arasında çıkan şiddet olayları artmaya, sorun çözümsüzlüğe kilitlenmeye ve hatta Türk-Yunan ilişkileri tehlikeli bir boyuta gelmeye başlamıştır. Türkiye ve Yunanistan arasındaki bu sorunların NATO’nun güney kanadını zayıflatmasından rahatsız olan ABD’nin Kıbrıs konusunda başından beri savunduğu bağımsızlık yönünde taraflar üzerinde baskıda bulunması, nihayetinde Batı ittifakı içinde yer almayı kendi ulusal çıkarlarını terkedecek kadar önemseyen Türkiye ve EOKA’nın eylemleri aslen İngiliz yönetimini temsil ettikleri için polislere yönelik olmuş, fakat İngiliz yönetimi de polisleri çoğunlukla Türklerden seçmiş olduğundan EOKA eylemlerinin başından beri bir yönüyle Türklere de yönelmiş olduğu görülür. Ibid., s. 603. 517 Eisenhower doktirini, ABD Başkanı Dwight Eisenhower’ın 5 Ocak 1957’de Kongre’ye gönderdiği mesajla o güne kadar Ortadoğu ile ilgili olarak, İngiltere ve yakın bölge ülkeleri üzerinden politikalarını yürüten ABD’nin inisiyatifi ele alışının açıklamasıdır. 518 Ibid., s. 604-605. 516 156 Yunanistan’ın politikalarını değiştirmelerine yol açmıştır. ABD baskısı ve telkinleri sonrasında énosis ve taksim politikalarından vazgeçen Türkiye ve Yunanistan’ın adanın bağımsızlığı çözümüne dönmeleriyle birlikte, 1959 Zürih ve Londra anlaşmalarıyla 1960’ta Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu gerçekleşmiştir. Kıbrıs’ın bağımsız bir cumhuriyet olarak kurulması sorunları çözüme kavuşturmamış, aksine sorunlar daha da giriftleşmiş ve artık bu tarihten sonra Yunanistan ile Türkiye arasındaki ilişkiler işbirliğinin olanaksızlaştığı bir düzeye gelmiştir. Bu tarihten sonra Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkileri büyük oranda Kıbrıs ve ardından buna eklenen Ege sorunları belirler hale gelecektir. Birbirlerine karşı ötekilik konumları tarihsel derinlikte ve bu anlamda çok sağlam olan Türkiye ve Yunanistan’ın her iki savaş (dünya savaşları) sonrası ortaya çıkan koşullarda işbirliğine gidebilmiş olmaları, elbette ulusal çıkarları ile ilişkilidir. Fakat her işbirliği döneminin aslında Batılı büyük güç konumundaki devlet tarafından teşvik edilmiş olması ve yine bu işbirliğinin kurulduğu sürecin Batı ittifakının güvenlik tehdidi algıladığı süreçlerde gerçekleşmiş olması da dikkat çekicidir. Nitekim Kıbrıs sorunu kapsamında baktığımızda, başlangıçta mevcut işbirliği ve dostça ilişkilerin Soğuk Savaş’ın en katı günlerinde Batı ittifakına referansla kurulabildiğini, bu işbirliği ve dostluğun Soğuk Savaş’ın yumuşamaya doğru yaklaştığı ve güvenlik anlayışının kısmen değişmeye başladığı dönemde çıkmaza girmesi tesadüf değildir. C. Geçmişin Referansı: Araplar ve Ortadoğu Yüzyıllarca aynı topraklarda beraber yaşamış, İslam gibi önemli birleştirici bir unsurla bağlanabilmiş Araplarla Türkler arasındaki ilişkilerin, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiç de bu tarihsel manzaraya uygun gerçekleşmemiş olduğu açıktır. Söz konusu yüzyılların mirası olumlu olmamış, geçmişin olumsuz izleri, Türkiye’nin yeni kimliğini laik/batılı referans üzerinden inşa etmesi ve yine Osmanlı’nın dağılma sürecinden miras kalan toprak sorunları gibi birçok unsur ilişkilerin işbirliği ve dostluk olarak kurulmasını engellemiştir. Gemişin izleri hem olumsuz, hem de önemli oranda belirleyici olmuştur. Araplar Osmanlı İmparatorluğu’nu emperyalist bir güç olmakla olumsuzlamaktadırlar ve 157 Arap milliyetçi uyanışını da büyük oranda İT dönemi Türkleştirme politikalarına dayandırmaktadırlar. İT’nin Türkleştirme politikalarının diğer Osmanlı uyrukları gibi Arapları da hedef aldığı, bunun bir yandan Arapların kamu hizmetlerinden çıkarılması, diğer yandan dilde Türkçeleştirme gibi reformlarla gerçekleştirildiği, Arap milliyetçiliğinin de aslında bu noktada başladığı öne sürülmektedir. 519 Yine Arap bakış açısında, Osmanlı devleti Araplara uyguladığı baskıcı yönetimle Arapların Batı ve de Batılılaşmadan uzak, dolayısıyla geri kalmalarına yol açmış, aynı zamanda ulusal ruhu geliştirememelerine de sebep olmuştur. 520 Diğer yandan, Araplara göre İT’nin Türkleştirme politikaları dolayısıyla başlamış olan Arap milliyetçiliği ve sonuçları Türkiye’de de kolektif hafızaya kazınmış ve derin izler bırakmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Arapların Osmanlı’ya karşı işgalci güçlerle işbirliği yapmış olmaları, özellikle de Mekke Şerifi Hüseyin’in İngiliz desteğiyle Osmanlı Devletine savaş açması (1916) gibi deneyimler günümüzde dahi Arapların ‘ihanet eden, arkadan vuran nankörler’ olarak tanımlanmasına yol açacak derin izler bırakmıştır. Buna karşılık aynı olay Arapların gözünde, gerçek bir ulusal hedefe ulaşmak için yapılmış meşru ve asla ihanetle tanımlanamayacak bir harekettir. 521 Bu bağlamda ilişkilerin derininde karşılıklı şüphe ve olumsuzlama yattığı, dolayısıyla meydana gelen yanlış algılamaların ilişkileri belirlemede önemli bir role sahip olduğu açıktır. Ötekileştirme bağlamında bakıldığında aslında sözü edilen tüm geçmiş etkenler, Türkiye açısından birer neden olmaktan daha fazla, birer araç olarak kullanılmışlardır denilebilir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan ve kendisini yeni bir kimlikle inşa etme sürecine girdikten sonra, daha önce de birçok kez vurgulandığı gibi yeni kimliğini Osmanlı geçmişini ötekileştirmek üzerinden inşa etmiştir. Osmanlı geçmişini İslam üzerinden ötekileştiren Türkiye, Osmanlı’ya atfettiği yozlaşmış İslamı bu sefer Araplara özgüleyerek, eski kimliğin uzantısı olarak güncelleştirdiği Arap kimliğini 519 Ankara Papers, “Main Determinants of Turkish Policy in the Middle East”, Cilt 8 (1), 2003, s. 7. Ofra Bengio ve Gencer Özcan, “Old Grivances New Fears: Arab Perceptions of Turkey and its Alignment with Israel”, Middle Eastern Studies, Cilt 37 (2), 2001, s. 52. 521 Bu cümle Arap bir yazar tarafından kaleme alınmış bir kitabın önsözünü yazan Cemal AbdülNasır’ın kendisine aittir. Amin Shakir, Sa’id al-Aryan, Muhammed Mustafa Ata, Turkiyya walSiyasa al-Arabiyya, (dar al-ma’arif bi-misr)’den aktaran, Ibid. 520 158 dışsal bir öteki olarak kurmuştur. 522 Karşı taraftan bakıldığında ise, Türkiye Kemalist reformlarla İslam’dan uzaklaştıkça, Araplar da Türkiye’den uzaklaşmış, İslam’ın Türkiye’de ötekileştirilmesi ve bu süreçte kamusal alandan silinmesi gibi hareketlere kuşkuyla yaklaşmış, hatta bu durumun kendi siyasal sistemlerine nüfuz edebilme olasılığından da fazlasıyla rahatsızlık duymuşlardır. 523 ‘Arap’ı Osmanlı geçmişi ve İslamla aynı süreçte ötekileştirme konusunda, Afetinan’ın Medeni Bilgiler’de yazdıkları örnek teşkil edebilir; “Türkler İslam dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesir etmedi. Bilâkis, Türk milletinin milli bağlarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu…” 524 Aslında bu örnekler üzerinden bakıldığında, karşılıklı olarak tarafların algılamalarının aynı çerçeve içerisinde ve birbirine çok benzer oldukları açıktır. Türkiye yeni kimliğini İslam ötekisi üzerinden inşa ederken, İslam’ı özdeşleştirdiği Arapları, Araplar ise emperyalist bir güç olarak İslam liderliğini de ellerinden almış olan Osmanlıyı, mevcut ‘kötü’ durumlarının müsebbibi saymakta, eksik, bozuk, çürümüş ne varsa karşı tarafın sırtına yüklemeye çalışmaktadırlar. Bütün bu süreçlerin Türk-Arap etkileşimlerine yansıdığı açık olmakla birlikte, sözü edilen unsurlarla bir arada güvenlik ve toprak sorunlarının da varlığı ilişkilerin üzerine oturduğu mevcut zeminin daha da zayıf olmasına yol açmıştır. Türkiye Cumhuriyeti 1923’te kurulduğunda, Arap dünyasına karşı politikası genellikle bir tür ‘ilgisizlik’ olarak tanımlanmaktadır. 525 Aslında bölgedeki Arap ülkeleri İngiliz ve Fransız yönetimi altında olduklarından, ilişkiler de İngiltere ve Fransa ile ilişkilerin bir uzantısı olmuştur.526 Hatta bu ilişkilerin Hatay sorununda görüldüğü gibi olumsuz Tanıl Bora, “Cumhuriyet Döneminde Milli Kimlik”, Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik, s. 58. Bengio ve Özcan, “Old Grivances New Fears”, s. 58. 524 Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 21. 525 Ömer Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası (1945-1970) (Ankara: Sevinç Matbaası, 1972), s. 6; Bengio ve Özcan, “Old Grivances New Fears”, s. 54; Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, s. 126; Leonore Martin, “Turkey’s National Security in the Middle East”, Turkish Studies, Cilt 1 (1), 2000, s. 84. 526 Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası, s. 6. 522 523 159 etkileri de olmuştur. Türkiye 1930’larda sorunlarını çözümleyip Batılılarla iyi ilişkiler kurduktan sonra gerçekleşen Hatay’ın Türkiye’ye katılımı 527 Araplar için affedilmez olmuş, Araplara göre Türkiye, Arapların bağımsızlık mücadelesi içinde oldukları Batılı devletlerle işbirliği yaparak Suriye’ye ait bir toprağı elinden almıştır. Kürkçüoğlu’na göre, o tarihe kadar Türkler ve Araplar arasında mevcut ama somutlaşmamış uzaklaşma, Hatay’la somut bir nitelik almıştır.528 Buna karşın yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm komşularıyla iyi geçinme hedefi, 1930’ların sonuna doğru, bağımızlığını kazanmış Arap devletleriyle artık dostluk anlaşmalarını gündeme getirmiş ve 1937’de hem Mısır’la, hem de mevcut 1926 anlaşmasının süresini uzatmak çerçevesinde Irakla dostluk anlaşmaları imzalanmıştır. Bu bağlamda Arap olmayan İran’la da ilişkilere önem verilmiş, özellikle Kürt aşiretler dolayısıyla ortaya çıkan sınır sorunları çözümlendikten sonra, ilişkiler Sadabat Paktı’nı meydana getirecek boyutta düzelmiştir. Sadabat Paktı, İran, Türkiye ve Aganistan’la birlikte Arap Ortadoğu’sundan Irak’ın da katılmasıyla 1937’de imzalanmıştır. Bir savunma ittifakı olmayıp, esasen bir dostluk ve saldırmazlık anlaşmasıdır. 529 Bunun dışında zaten henüz Arapların ülkelerinde manda yönetimleri vardır ve bağımsızlık mücadelesi vermektedirler, dolayısıyla etkileşim sürecini gözlemlemek için İkinci Dünya Savaşı’nın sonunu beklemek gerekecektir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, artık bağımsız Arap devletleriyle Türkiye’nin ilişkileri, Türkiye’nin Soğuk Savaş sürecinde bağlandığı Batı ile ilişkileri ve yakınlığı çerçevesinde belirlenecektir. Türkiye’nin Batı bağlantısı sıkılaştıkça, Araplara olan uzaklığı da artacaktır. Fakat Aydın’ın da belirttiği üzere, Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik politikası her ne kadar doğrudan Batı bağlantısının yansıması da olsa, bizatihi kendisi de Sovyetler’in etkisine girecek Arap devletleriyle çevrelenmek kaygısını duymuştur. 530 527 Hatay konusunda bkz. s. 137-139. Ibid. 529 Atay Akdevelioğlu ve Ömer Kürkçüoğlu, “Ortadoğu’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 365. 530 Aydın, Turkish Foreign Policy: Framework and Analysis, s. 58. 528 160 Türkiye’nin henüz Batı ittifakına tam olarak bağlanmış sayılamayacağı 19461947 yıllarına baktığımızda Arap devletlerle göreceli bir yakınlığın söz konusu olduğu söylenebilir. 1946’da Irak ve Ürdün’le Dostluk ve İyi Komşuluk anlaşmaları imzalanmış, hatta 1947’de Türkiye BM’de Arap ülkelerinin Filistin’e bağımsızlık verilmesi yönündeki tasarısını desteklemiş ve Genel Kurul’un taksim kararına aleyhte oy vermiştir. 531 1947’de Filistin konusunda Araplar’ı desteklemiş ve BM önünde bunu oylarıyla göstermiş olan Türkiye, iki yıl sonra yani 1949’da İsrail devletini tanıyan ilk Müslüman ülke olarak politikasını tam tersine çevirmiştir. Türkiye’nin bu davranışı Arap dünyasında çok olumsuz karşılanmış, İsrail’in kuruluşunu Batı emperyalizminin bir oyunu ve Türkiye’yi de Batı emperyalizminin bir piyonu olarak tanımlayan Araplar, bunu 1916’nın intikamı olarak görmüşlerdir. 532 Türkiye’nin Arap dünyasıyla ilişkilerindeki olumsuzlukları İsrail üzerinden açıklamak çok yaygındır ve yanlış olmasa da sorunların daha derin ve karmaşık olduğu da -en azından buraya kadar yapılan açıklamalarda dahi görülebildiği üzereaçıktır. Sonuçta, Özcan’ın da belirttiği şekilde Türkiye’nin bu kararından sonra hiçbir Arap devleti Türkiye ile diplomatik ilişkilerini kesmemiştir, oysa 1961’de Suriye Birleşik Arap Cumhuriyetinden ayrıldığı ve Türkiye, Suriye’yi tanıdığında Mısır Türkiye ile diplomatik ilişkilerini kesecektir. 533 Türkiye’nin bakış açısına göre İsrail’in tanınması kararı Batıcılığından kaynaklanan pragmatik bir karardır. Truman doktrini (1947), Marshall Yardımları (1948), Avrupa Konseyi üyeliği (1949) ile başlamış olan Batı’ya bağlanma süreci, bu tarihten itibaren NATO üyeliğine odaklanacak, gerek üyelik öncesi, gerekse de sonrasında bu hedef için ortaya koyulan politikalar Arapları hoşnut etmeyecektir. Ortadoğu’nun Arap milliyetçiliği ile çalkalanacağı 1950’li yıllarda Türkiye, Ortadoğu’da aktif bir politika izlemek yönünde ciddi bir atak yapmış, fakat hedefi Batılı devletlerin çıkarlarıyla örtüşür biçimde, Sovyetler ve komünizm tehlikesini Ortadoğu’dan uzak tutmak olduğundan başarılı olamamıştır. Esasen Türkiye’nin bu Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası, s. 15. Bengio ve Özcan, “Old Grivances New Fears”, s. 57-58. 533 Ibid. 531 532 161 noktada anlayamadığı, Araplar için asıl tehlikenin Sovyetler değil, İsrail olarak görüldüğüydü. Arap dünyasında Sovyetler bir tehlike olmaktan çok, Amerikan nüfuzu ve İsrail’e karşı tercih edilen bir denge unusuru olmuştur. 534 Nitekim, Türkiye’nin kendi öncülüğünde Arap devletlerini, güvenlik garantisi sağlayarak Batı ittifakına dahil etme yönündeki ‘aktif’ politikası, başta Mısır’ın tutumları nedeniyle daha en başından başarısızlığa mahkum olmuştur. Bir Ortadoğu Komutanlığı 535 (Middle East Command MEC) 536 kurulması fikri İngiltere’nin Süveyş’ten askeri birliklerini çekmesine paralel, Ortadoğu’daki varlığını sürdürme amacının bir yansıması olarak ortaya çıkmıştır. Bu fikir daha sonra Türkiye’nin NATO’ya üye olma istek ve çabaları çerçevesinde İngiltere’nin Türkiye’nin NATO’ya dahil edilmesi yerine Ortadoğu’nun savunması ile ilgili bir yapıda Batı ittifakına bağlanması gerektiğine dair görüşüyle geliştirilmiş. ABD’nin Türkiye’ (ve Yunanistan’ın) nin NATO’ya katılması yönünde karar verip, bu konuda İngiltere’ye de telkinde bulunmasının ardından, Ortadoğu Savunma Komutanlığı fikri Türkiye’nin NATO’ya katılmasının bir koşulu haline gelmiş, Türkiye de bunu memnuniyetle kabul etmiştir. Türkiye, zaten NATO içinde yer aldıktan sonra kendisine Ortadoğu’da biçilecek rolü oynamaya hazırdı. Daha önce de sözü edildiği gibi, bu yolla Arap dünyasını Batı ittifakına bağlayacak, dolayısıyla da Sovyet unsurunu Ortadoğu’dan hesaplamaktaydı. 537 uzak tutabilecek bir rol oynayabileceğini Fakat Mısır, Ortadoğu savunmasında İngiltere, Fransa, ABD ve Türkiye ile aynı platformda yer almasını getirecek böyle bir teklifi tereddütsüz geri çevirmiştir. Zaten İngiliz karşıtı hareketlerle çalkalandığı bir dönemde bunu kabul etmesi de beklenebilir bir durum değildi. Teklif edilen savunma paktı Batının Ortadoğu’yu nüfuzları altına alma çabalarının bir başka boyutu olarak görülmüş ve Ali L. Karaosmanoğlu, “Turkey’s Security and the Middle East”, Foreign Affairs, Cilt 62 (1), 1983, s. 163. 535 Türkiye’nin NATO üyeliğine kabulü ile ilgili tartışmalar üzerinden, Ortadoğu Savunma Komutanlığı fikrinin nasıl ortaya çıktığı ve bu konudaki gelişmelerle ilgili ayrıntılı bir çalışma için Behçet K. Yeşilbursa, “Turkey’s Participation in the Middle East Command and its Admission to NATO 1950-1952”, Middle Eastern Studies, Cilt 35 (4), 1999, s. 70-102. 536 Ortadoğu Komutanlığı (MEC) Mısır’a Ekim 1951’de teklif edilmiş, bu teklifin reddedilmesinin ardından ikinci bir deneme daha yapılarak bu sefer Ortadoğu Savunma Örgütü (Middle East Defence Organization-MEDO) ismiyle bir savunma planlama örgütü olarak teklif edilmiştir. 537 Hüseyin Bağcı, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar (Ankara: METU Press, 2001), s. 44-45. 534 162 eleştiriler bundan sorumlu tutulan Türkiye’nin yok edilmesi gereken bir ‘ikinci İsrail’ olarak tanımlanmasına kadar gitmiştir. 538 Türkiye’nin, Ortadoğu’nun savunması konusunda göstermiş olduğu bu hevesli tutum, ABD’nin yine Ortadoğu savunması için geliştirdiği yeni bir plan olan ‘Kuzey Kuşağı Stratejisi’ kapsamında da kendisine öncü rolü verilmesine yol açmıştır. ‘Kuzey Kuşağı’ kavramı, Türkiye, İran, Irak ve Pakistan gibi devletler Ortadoğu’daki diğer devletlerden daha fazla Sovyet tehididine yakın olduklarından, Ortadoğu ile ilgili bir savunma paktının bu devletleri kapsaması gerektiği fikrine dayanmaktadır. 539 Bağdat Paktı ile sonuçlanacak olan bu fikir, Türkiye’nin girişimleri ile hayata geçirilmeye başlanmış ve ilk olarak Irak, Suriye ve Lübnan’a ziyaretler gerçekleştirilerek Paktın kurulmasıyla ilgili görüşmeler başlamıştır. Bu ziyaretlerde Irak’ın pakt fikrini kabul etmesi sağlanırken, Arap dünyasında bu fikrin nasıl karşılanacağının işaretleri de alınmaya başlanmış, fakat bir bakıma görmezden gelinmiştir. Mısır’ın başını çektiği Arap devletlerinin pakt fikrine muhalefetleri çok sert olmuş, paktın ilk adımı olarak Türkiye ile Irak arasında bir savunma anlaşmasının imzalanacağının açıklandığı andan itibaren bunun Arap Birliği’ne büyük bir darbe olacağı, Türkiye’nin Batılı güçlerin temsilcisi olarak bölgeye yeniden eski işgalci güçleri sokacağı ve hatta Türkiye ile anlaşma yapmanın İsrail’le anlaşma yapmak anlamına geleceği yönünde eleştiriler dillendirilmiştir. 540 Bu noktada, Arap devletlerinin sert tutumlarının saf bir Batı karşıtlığından ileri gelmediği de ayrıca belirtilmelidir. Aralık 1954’te Kahire’de düzenlenen Arap dışişleri bakanları konferansında, Arap devletleri arasında görüşbirliği sağlandıktan sonra batı ile stratejik işbirliğinin olanaklı olduğuna dair bir karar dahi çıkmıştır. Fakat bu kararın ardından Irak’ın Türkiye ile böyle bir görüşbirliğine başvurmadan anlaşma yapması, diğer etkenler yanında ayrıca hayal kırıklığı yaratmış, Arapların 538 Kemal H. Karpat, “Turkish and Arab-Isareli Relations”, Kemal H. Karpat (der.), Turkey’s Foreign Policy in Transition: 1950:1974 (Leiden: E. J. Brill, 1975), s. 115. 539 Ayşegül Sever, “The Compliant Ally? Turkey and the West in the Middle East 1954-1958”, Middle Eastern Studies, Cilt 34 (2), 1998, s. 74. 540 Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası, s. 62. 163 aynı kimlik ve dolayısıyla çıkarlara sahip olmaları gerektiğine dair bakış açısını yıkmakla Arap milliyetçiliğine darbe olmuştur. 541 Arap dünyasının bölünmesi açık hale gelmesine karşın, pakta ilişkin çabalarını durdurmamış olan Türkiye sonuçta Irak’la 24 Şubat 1955’te Savunma ve İşbirliği Anlaşması’nı imzalamış ve tüm olumsuzluklara karşın diğer Arap devletlerinden de katılım sağlamak üzere çaba göstermeyi sürdürmüştür. 542 İngiltere (4 Nisan 1955), Pakistan (23 Eylül 1955)ve İran’ın (3 Kasım 1955) katılımı ile Irak dışında ancak ‘Arap olmayan’ Ortadoğu’dan katılım sağlanarak genişleyen Bağdat Paktı’nın Arap dünyasında yarattığı endişe ve rahatsızlık da genişlemiştir. Mısır, Suriye ve Suudi Arabistan’ın savunma anlaşmaları imzalayacakları ve bu üç devletin Bağdat Paktı’na katılmama kararı aldıklarını bildirmeleri pakta açıkça cephe aldıklarının da göstergesi olmuştur. Türkiye’nin ise bu karşı hareketlere tepkisi sert olmuş, fakat bu cephe alıştan Mısır’ı sorumlu tuttuğundan, 543 Mısır’ın etkisi altında kalmış olan Suriye’yi etkileyebileceğini ve anlaşmaların gerçekleşmesini önleyebileceğini hesaplayarak diplomatik yollara başvurmuştur. Bu bağlamda Başbakan Menderes’in, Mısır’la yapılacak anlaşmanın, Suriye’nin Türkiye’ye düşmanca bir tutum takındığı anlamına geldiğini ve bu tutumunda ısrar ederse Türkiye’nin de farklı davranamayacağını bildiren 544 bir nota göndermiştir (7 Mart 1955). Suriye’nin Mısır’la kurulacak paktın Türkiye değil, İsrail’e yönelik olacağına dair cevabının ardından, Türkiye tatmin olmamış ve gönderdiği ikinci notada (13 Mart 1955) Suriye tutumunu değiştirmezse Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerini gözden geçireceğini bildirmiştir. Suriye’nin ikinci notayı üslubundan dolayı kabul etmeyeceğini bildirmesi üzerine, Başbakan Menderes, Suriye tutumunda ısrar ederse 541 Michael N. Barnett, “Identity and Alliances in the Middle East”, Peter Katzenstein (der.), The Culture of National Security: Norms, Identity in World Politics (New York: CUP, 1996), s. 418. 542 Sever, “The Coompliant Ally?”, s. 75. 543 Türkiye Başbakanı Menderes, Mısır-Suriye anlaşması üzerine verdiği bir demeçte, Suriye’nin Mısır’ın baskıları sonucu bu anlaşmaya katıldığını ifade etmiştir. Aktaran Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası, s. 74. 544 Ayşegül Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Ortadoğu 1945-1958 (İstanbul: Boyut Kitapları, 1997), s. 138. 164 Suriye ile ilişkileri kesmeyi düşünmek durumunda kalacağına dair bir açıklama yapmıştır. 545 Türkiye’nin bu derecede sert tepki vermesi Arap dünyası için olduğu kadar, ABD ve İngiltere için de kaygı verici olmuş, Mısır başta olmak üzere Arap devletlerini tamamen yabancılaştırıp, uzaklaştırmamaya büyük önem veren (ve buna ihtiyaç duyan) ABD ve İngiltere, Türkiye’yi Suriye’ye karşı politikasıyla ilgili uyarmışlardır. Bu uyarıdan dolayı hayal kırıklığına uğramış olan Türkiye, bunun üzerine bir de İngiltere ve ABD’nin Mısır’ın Asuan Barajı projesine Dünya Bankası işbirliğiyle destek vereceklerini açıklamaları üzerine çok zor durumda kalmış, Türkiye’nin etkin kılmak için bu kadar çaba sarfettiği Pakta muhalefet edenlerin ödüllendiriliyor olmasından rahatsız olmuştu. 546 Bu noktada, Pakt’tan İsrail’in de, kendisine karşı yapılmış bir pakt olduğu düşüncesiyle rahatsızlık duyduğu belirtilmelidir. 547 Türkiye, Bağdat Paktı’nı üye bakımından genişletmek çabası içindeyken, Arapları memnun etmek için, 548 Süveyş krizi sürecinde İsrail elçisini de geri çekecek (29 Kasım 1956) ve İsrail’le iyi olan ilişkilerini bozacaktır. Sonuç olarak Türkiye, kurulması konusunda Batılı müttefikleri tarafından teşvik edildiği bu paktı gerçekleştirmek ve Arap dünyasına yaymak için kendisinden beklenenden daha fazla çaba göstermiş olmasına rağmen, Araplar’ın olumsuz tepkisini üzerine çekmekle ve mevcut karşılıklı şüpheleri derinleştirmekle kalmamış, aynı zamanda en güvendiği müttefiki ABD’nin tutumlarından da hayal kırıklığına uğramıştır. 549 545 Ibid. Ibid., s. 153. 547 Paktın anlaşmasında (5. Madde) yer alan ve Pakt’ın Arap Birliği’ne üye ülkeler ve taraflarca tanınmış ülkelere açık olduğu hükmü İsrail’e işaret ettiğinden, İsrail Paktın varlığını kendisine yöneltilmiş olarak değerlendirmiştir. Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası, s. 67. 548 Melek Fırat ve Ömer Kürkçüoğlu, “Arap Devletleriyle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 629. 549 Aslında ABD, en başında Bağdat Paktı’na üye değil, gözlemci statüsünde katılmak kararıyla Türkiye’den farklı olarak, gerek Arap ülkeleri, gerekse de İsrail’e karşı kendi çıkarlarını zedelememek üzerine kurulu bir politika izleyeceğinin işaretlerini de vermişti. 546 165 1958 darbesinden sonra, Irak’ın Pakt’tan çekilmesiyle Merkezi Anlaşma Örgütü (Central Treaty Organization-CENTO) olarak, 1979 İran devrimine kadar varlığını sürdürmesine karşın bu tarihten sonra önemini yitirmiştir. 550 Türkiye ise bu tarihe kadar her platformda Pakt’ın ve daha da fazla Batı ittifakının savunuculuğuna devam etmiştir. Türkiye, her türlü bloklaşmaya karşı bağlantısızlık politikasını savunan Bağlantısızlar grubu ülkelerinin düzenlediği Bandung Konferansı’nda dahi, komünizm tehlikesine değerlendirerek, 551 karşı bağlantısızlığı zayıf bir politika olarak NATO ve Batı savunuculuğunu sürdürmüştür. 1950’li yılların ikinci yarısı Ortadoğu’da krizlerle dolu geçmiş, her bir krizde Türkiye olayları NATO/Batı gözüyle değerlendirmeyi sürdürmüştür. 1956 Süveyş bunalımında, ABD dahi İngiltere’yi kınamışken, Türkiye Bağdat Paktı çerçevesinde İngiltere ve Fransa’nın Mısır’dan askerlerini geri çekmesi ve Mısır’ın toprak bütünlüğü ve egemenliğine saygı duyulması gerektiğine dair bir açıklama ile yetinmiştir. 552 Yine Türkiye’nin 1957’de yaşanan Suriye krizinde 553 sınıra asker yığmak gibi ABD’yi dahi rahatsız edebilecek kadar sert bir tutum takınmış olması, Araplar arasında Türkiye’ye karşı genel olumsuz tavrı pekiştirmekle kalmamış, Türkiye’ye yakın olarak bilinen Irak ve Ürdün gibi ülkeleri de Türkiye ile ilgili şüpheye düşürmüştür. Türkiye, 1958’de çıkan Lübnan ve Ürdün krizlerinde de müttefiklerinin yanında yer almış, hatta Lübnan krizinde Eisenhower doktrininin ilk kez yürütülmüş olmasından da memnun olmuştur. Ayrıca, bununla kalmayarak müdahale sırasında İncirlik üssünün kullanılmasına da izin vermiş, Ürdün’e yapılan İngiliz müdahalesini CENTO Bağdat Paktı’ndan daha fazla kültürel ve ekonomik içerikli olmuş, ayrıca taraf ülkelerin savunmalarına katkıda bulunmak bir yana, daha çok İngiltere’nin İran’ı batı ittifakı içerisinde tutma çabalarının bir zemini gibi işlev görmüştür. CENTO ile ilgili daha detaylı bilgi için Cihat Göktepe, “The Forgotten Alliance? Anglo-Turkish Relations and CENTO 1959-1965”, Middle Eastern Studies, Cilt 35 (4), 1999, s. 103-139. 551 Mehmet Gönlübol ve Haluk Ülman, “İkinci Dünya Savaşından Sonra Türk Dış Politikası (19451965) Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995) (Ankara: Siyasal Kitabevi, 1996), s. 274-275. 552 Aynı açıklamada İngiltere değilse de, İsrail’in saldırısı kınanmıştır. Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası, s. 97 553 Ağustos 1957’de Suriye ile Sovyetler Birliği arasında yapılan teknik ve ekonomik işbirliği anlaşmasının ardından, Amerikalı bazı diplomatların ülkede darbe yapmaya çalışmakla suçlanarak sınır dışı edilmesi gibi, Suriye’nin bir Sovyet uydusuna dönüşmekte olduğuna dair endişeleri harekete geçiren olaylarla ortaya çıkmıştır. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Ortadoğu 1945-1958, s. 181-204. 550 166 de desteklemiştir. 554 Nihayetinde söz konusu krizlerde Türkiye’nin tutumları, bir kez daha Türkler ve Araplar arasındaki karşılıklı olumsuz ve şüphe dolu algılamaların zemininin sağlamlaşmasına, hatta dayanak bulmasına yol açmak ötesinde bir katkı sağlamamıştır. 1950’li yılların Ortadoğu’ya yönelik politikalarının başarısızlığı ve düzeltilmesi gereği artık 1960’lı yıllarda gündeme gelecek, fakat tarafların tarihsel mirasla birbirlerine yükledikleri öteki konumlarından dolayı zaten iyi olmayan ilişkilerin düzeltilmesi öyle kolay olmayacaktır. Ortadoğu konusunda ‘aktif’ bir dış politika izlemek üzere atak yapmış olan Menderes hükümetinin dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun 1951 tarihli bir açıklaması, Türkiye açısından Ortadoğu politikasının ‘Batı’ya göre’ yapılmasının da bir bakıma açıklaması gibidir. Zorlu, “Biz Araplara hiç güvenmedik ve güveneceğimiz de şüphelidir. Hem kendilerine güvenmek çok zordur, hem de uluslararası siyasette hiç de gerçekçi değiller. Filistin sorununda duygularını ön plana aldılar ve aynı şeyleri tekrar tekrar söylüyorlar. Herhangi bir şey yolunda gitmezse kendi kusurları için suçu yükleyecek bir kimseyi ararlar” 555 demekle aslında Ortadoğu politikasının zaten güvenilmeyen ve hatta önemsenmeyen Araplar’a göre değil, batıya göre yapılmasının mantığını ortaya koymaktadır. Araplar zaten ötekidir, onlara güvenilmez, ayrıca geri kalmışlardır ve kolaylıkla komünizmin kucağına düşebilirler; bu durumda söz konusu dönemde en önemli güvenlik tehdidini Sovyetler ve komünizm olarak algılayan Türkiye’nin, bu tehlikeyle çevrelenmekten kaçınabilmek için aynı hedefe sahip batıyla işbirliği yapması çok doğaldır. Türkiye’nin söz konusu dönemdeki Ortadoğu politikasına bu çerçeveden bakıldığında, Türkiye’nin çıkar tanımlamasına uygun hareket etmiş olduğu söylenebilir. Arapların ötekiliği, ötekiye yüklenen değersiz, önemsiz olma durumuyla birleşince, ötekinin ne istediğini dikkate almak, anlamaya çalışmak gereği de ortadan kalkmaktadır. Bu bağlamda, bağımsızlığını ‘emperyalizme’ karşı verdiği Söz konusu krizlerle ilgili ayrıntılı bilgi için .Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası, s.101-136 ve Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Ortadoğu 1945-1958, s. 217-244. 555 Aktaran Bağcı, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, s. 44. 554 167 mücadele sonucu kazandığını sıkça vurgulamış ve yeni bir devlet olarak kuruluşunun ilk on yılları içinde dış politikasında da bağımsızlığı en önemli ilke haline getirmiş bir ülke olarak Türkiye’nin, çok değil yirmi-otuz yıl sonra aynı tercihlerle hareket etmeye çalışan Arap devletlerini anlayamamış olması anlaşılmaz olmaktan çıkmaktadır. III. YAPI: ULUSLARARASI SİSTEMİN YAPISI 1. Teorik Belirlemeler: Wendt ve Uluslararası Sistem Bu bölümün amacı, uluslararası sistemin yapısının Türkiye devleti kimliğinin inşasındaki kurucu etkisine bakmaktır. İnşacı bakış açısı çerçevesinde çalışıldıktan sonra, yapının kimlik üzerinde kurucu etkisi olduğu, çalışmanın başında da ifade edildiği şekilde kabul edilmektedir. Kimliğin inşasını önce birim düzeyinde, ardından da etkileşim düzeyinde analiz ettikten sonra yapının kimlik üzerindeki etkisine bakmak, çalışmanın temelinde yatan ‘analiz düzeyleri arasında tercih yapmama’ çabasının da bir gereğidir. Bu amaçla öncelikle, çalışmalarını yapının kimlik kurucu etkisi üzerine kurmuş olan Wendt’in yaklaşımı ele alınacak, ardından söz konusu yapı kavramsallaştırması pratikte Türkiye cumhuriyeti devletinin inşa sürecine oturtulmaya çalışılacaktır. Fakat çalışmanın bu bölümü, uluslararası sistemin yapısının kuramsal anlamda nasıl oluştuğu ile değil, Türkiye’nin devlet kimliğinin bu yapıdan nasıl etkilendiği ve/veya etkilenip etkilenmediği ile ilgili olduğundan, içsel süreçleri dışlayan ve kimlik inşasını yalnızca yapısal düzeyde etkileşim süreçlerine içkin kabul eden Wendt’in yaklaşımından yine seçici bir şekilde faydalanılacaktır. Wendt’in perspektifinde inşacı yaklaşımın geleneksel yaklaşımlara –özelde neorealizme en radikal karşı çıkışı uluslarararası sistemin ‘yapı’sı noktasında ortaya çıkmaktadır. Uluslararası İlişkiler literatüründe uluslararası sistemin yapısı, yaygın olarak Waltzçı terimlerle, yani yeteneklerin dağılımına göre tanımlanmakta, bu bağlamda ise yeteneklerin dağılımına işaret eden güç dengesi, çok-kutupluluk, tekkutupluluk gibi kavramlarla açıklanmaya çalışılmaktadır. Yaklaşımını büyük oranda 168 neorealizmin yapı kavramsallaştırmasının eleştirisi üzerine kurmuş olan Wendt’e göre ise, çok-kutupluluk, tek-kutupluluk gibi oluşumlar dış politikalar düzeyinde farklı dinamikler yaratmakla birlikte, devletler üzerinde kurucu/inşa edici olabilecek tek unsur, geleneksel tanımdan farklı olarak sosyal terimlerle kavramsallaştırılan ‘yapı’dır. 556 Bu çerçevede uluslararası sistemin yapısının sosyal olarak inşa edildiğini kabul etmek, aynı zamanda aktörlerin/edenlerin tercihlerini yaparken birbirlerini hesaba kattıklarının da kabulünü getirmektedir. Bu süreç, Wendt’e göre aktörlerin ben ve öteki kavramsallaştırmalarından kaynaklanan “paylaşılan bilgiler”den (shared knowledge) oluşmaktadır. Wendt, bu şekilde ben ve öteki kavramsallaştırmalarından kaynaklanan paylaşılan bilgileri kültür olarak tanımlamakta, dolayısıyla uluslararası sistemin yapısı Wendt’in yaklaşımında kültür olmaktadır. 557 Wendt’in argümanı özetle şudur; devletlerin herhangi bir zamanda kendilerini içinde buldukları kültür, devletlerin ben ve öteki kavramsallaştırmasını yansıtan sosyal pratiklerin bir ürünüdür. 558 Bu çerçevede bakıldığında, uluslararası sistemin örneğin çatışmacı ya da barışçı olması anarşinin değil, sosyal pratikler yoluyla yaratılan kültürün bir fonksiyonu olmaktadır. Wendt’e göre anarşinin üç kültürü olabilir, fakat otorite yokluğu olmak dışında kendi başına bir mantığa sahip değildir. 559 Anarşinin bir mantığının olması, ancak yapının bir fonksiyonu olarak paylaşılan bilgilerce içinin doldurulmasına bağlıdır.560 Anarşinin söz konusu kültürlerini Hobbesian, Lockean ve Kantian olarak tanımlamış olan Wendt, bu üç anarşiyi analiz etmek için aktörlere yüklenen rolleri 556 Wendt, Social Theory of International Politics, s. 249. Ibid., s. 253. 558 Dale Copeland, “The Constructivist Challenge to Structural Realism”, International Security, Cilt 25 (2), 2000, s. 195. Bu çerçeveden, daha önce kuramsal tartışma kısmında da sözü edildiği şekilde çıkan sonuç, anarşinin devletlerin yaptığı birşey olduğu, dolayısıyla da yine devletlerin ortaya koyacağı sosyal pratikler yoluyla değiştirilebileciğidir. 559 Wendt aslında bu belirlemesiyle, Buzan, Jones ve Little’ın özde Waltz eleştirisi üzerinden yapısal realizmi geliştirmeye çalıştıkları çalışmalarında; Waltz’ın anarşinin tek bir mantığı -kendini kurtarmaolduğuna dair belirlemesininin yerine anarşinin birden fazla mantığı olabileceğini vurgulamalarına gönderme yapmaktadır. Buzan, Jones ve Little, The Logic of Anarchy. 560 Wendt, Social Theory of International Politics, s. 249. 557 169 kullanmaktadır. Fakat bu roller sistemde yer alan devletlerin değil, doğrudan yapının nitelikleri olarak analiz edilmektedir. 561 Hobbessian kültürde eden/devletin konumu, yani devletlerin karşılıklı olarak rolleri düşman olarak belirlenir. Düşmanlık, öteki temsilleriyle kurulur ve öteki, “ben”in var olma hakkını tanımayan, dolayısıyla da şiddet kullanımını sınırlandırma ihtiyacı duymayacak bir düşman olarak tanımlanır. 562 Ötekinin düşman olarak temsili devletlerin dış politikalarında, aynı şekilde karşısındaki düşmanı yok etmek üzere hareket etmelerine yol açacaktır. Wendt’e göre, esas kendini-kurtarma (selfhelp) sistemi, herkesin herkesle savaşta olduğu, Hobbesçu mantığa çok uyan bu kültürdür. 563 Hobbesian kültürden farklı rol yapısına dayanan Lockean kültürde devletlerin rolleri rakip olarak belirlenir. Öteki yine şiddete referansla temsil edilir, fakat burada öteki artık ben’in egemen olarak yaşam hakkını tanıdığından, kendi çıkarları için şiddet kullanımı olanaklı olmakla birlikte, birbirlerini yok etme hedefi taşımazlar.564 Lockean kültürün devletlerin dış politika davranışlarına en önemli etkisi, aralarındaki çatışmalar ne olursa olsun, birbirlerinin egemenliklerini tanımalarıdır. 565 Son olarak, Kantian kültürün dayandığı rol yapısı ‘dostluk’tur ve devletlerin izledikleri iki temel kural vardır. İlki, sorunların savaş ya da savaş tehdidiyle çözümlenmeyeceği, ikincisi de birisinin güvenliği üçüncü bir tarafca tehdit edildiğinde diğerlerinin de bir takım halinde davranmalarıdır. 566 Bu belirlemeler ittifakları akla getirse de, dostluk kurumu ittifaktan farklıdır. Öncelikle ittifaklar belirli bir süre ile sınırlıdır, dostluk ise, pratikte bozulması olanaklı olsa da, en azından beklenti olarak süreklidir. Yine, ittifaklarda devletler, her biri bireysel olarak aynı tehdit altında olduklarını hissederken, dostluk kurumunu, dolayısıyla Kantian 561 Ibid., s. 257. Ibid., s. 260-261. 563 Ibid., s. 265. 564 Ibid., s. 279-281. 565 Ibid., s. 282. 566 Ibid., s. 299. 562 170 kültürü temsil eden kolektif güvenlik ise tehdit odaklı değildir. Üyeler birbirlerini tek bir birim olarak (biz) algıladıklarından karşılıklı yardım taahhüdü içine girerler. 567 Wendt, anarşinin bu üç kültürünün de tarihsel süreçte farklı zaman ve mekanlarda örnekleri olduğunu öne sürmektedir. Örneğin, Hobbessian, onyedinci yüzyıla kadar olan süreçte dünya politikasına hâkimken, Lockean kültür Westphalia’dan beri modern devlet sistemin temel kültürü olagelmiştir. 568 Kantian kültürü ise günümüzde ancak demokrasiler arasında gözlemlemek mümkündür. 569 2. Avrupa Uyumu’ndan Soğuk Savaş’a Uluslararası Sistemin Yapısı ve Türkiye Uluslararası sistemin yapısının kimlik kurucu etkisini, Türkiye pratiğinde analiz edebilmek için, uluslararası sistemin tarihsel süreçlere oturtularak analiz edilmesi uygun olacaktır. Türkiye devleti kimliğinin inşa sürecinin, Wendt’in tanımlamasıyla Lockean kültür içinde geçtiği kabulüyle birlikte, yalnızca dış politika davranışlarını etkilediği, ama kimlik inşa etmediği öne sürülen güç-dengesi, kutupluluk gibi sistemsel süreçler de göz ardı edilmeyecektir. Türkiye devleti kimliğinin inşa sürecinin dayandığı tarihsel geçmişi ondokuzuncu yüzyıl Osmanlı devletine kadar dayandırdığımızdan, yapının etkisi bağlamında yapacağımız analizde de aynı döneme dönmekte fayda olacaktır. Ondokuzuncu yüzyılda henüz global bir uluslararası sistemden söz etmek olanaklı değildir, sistem özünde bir Avrupa sistemidir. Osmanlı devletinin etkileşim içinde bulunduğu büyük güçler bu sistemin temel taşları ve sadece Osmanlı ile ilişkileri bağlamında değil, sistem içerisinde de büyük güçlerdir. Ondokuzuncu yüzyılda uluslararası sistemi sembolize eden en önemli unsur Avrupa Uyumu’dur (Concert of Europe). 1815 Viyana Kongresinden sonra kurulan Avrupa Uyumu, kendisini önceleyen uluslararası sistemden farklı bir oluşum meydana getirmiş ve en önemlisi farklı normlar üzerine inşa edilmiştir. Osmanlı devleti’nin de başlangıçta fiilen, daha sonra ise hukuken bir parçası olacağı bu 567 Ibid, s. 301. Ibid., s. 279. 569 Ibid., s. 297. 568 171 sistem, taraf devletlerin –özellikle büyük güçlerin- etkileşimlerinden çıkarsanabileceği gibi, ben ve öteki kavramsallaştırmalarını biçimlendiren ve yansıtan, etkileşimleri ile Osmanlı devletinin geleceğini de biçimlendirebilmiş bir sistemdir. Napoleon savaşlarının ardından 1815 Viyana kongresi ile yapılan barış düzenlemeleri kapsamında kurulan Avrupa Uyumu, Avrupa’da barış ve istikrarı korumak amacı etrafında sistemin beş büyük “rakip” gücünü (İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya ve Prusya) bir araya getirmiş ve Viyana düzenlemeleri ile kurulan statükonun korunması bağlamında güç dengesi temelinde kurulmuştur. Watson Avrupa uyumunu, beş büyük gücün birbirleri ve kendilerine bağlı devletlerle ilişkilerini, uluslararası sistemin korunmasından sağladıkları kazançlara zarar vermeyecek şekilde düzenlemek çabaları olarak açıklamaktadır. 570 Avrupa Uyumu aynı zamanda güç dengesini olanaklı hale getiren bir zemin de olmuştur. Uyumun temel belirleyeni güç dengesi olmakla birlikte, uyumun birtakım normlar da ortaya koyduğu ve büyük güçlerin bu normlar üzerinde görüş birliğine vardıkları oranda bir arada kalmalarının kolaylaştığı öne sürülebilir. 571 Diğer yandan, sisteme taraf devletlerin en azından Avrupa Uyumu’nun ilk yarısında, birbirlerinden daha fazla dünyalarını tehdit eden tehlikelerden endişe duydukları için biraraya gelmiş olmaları da görüşbirliği sağlamalarında etkili olmuştur.572 Büyük güçlerden her biri diğerini, yalnızca (sözde) dostlukla baş edebileceği potansiyel bir rakip olarak görmektedir, ama rekabetleri diğerlerini alt edip üstünlük kurmaya değil, uluslararası koşullardan daha çok kazanç sağlamaya dayanmaktaydı. 573 Wendt’in Lockean kültür olarak tanımladığı yapıya çok uyan bu belirleme, tarafların belirli normlar etrafında uzlaşma sağlayabilmiş olmalarıyla da bu tanımı desteklemektedir. 570 Adam Watson, The Evolution of International Society: A Comparative Historical Analysis (Londra &New York: Routledge, 2001), s. 241. 571 James J. Richardson, Crisis Diplomacy: The Great Powers Since the Mid-Nineteenth Century (Cambridge: Cambridge University Press, 1994), s. 228. 572 Watson, The Evolution of International Society, s. 242. 573 Paul W. Schroeder, “The 19th Century International System: Cahnges in the Structure”, World Politics, Cilt 39 (1), 1986, s. 11. 172 Uluslararası sistemin normlar etrafında bir yapı oluşturması, Wendt’in öne sürdüğü kültürün, öznelerarası paylaşılan anlamlar olarak varlığını da kanıtlar durumdadır. Dönemin iki büyük rakip gücü, Rusya ve İngiltere’yi aynı sistem içerisinde, aynı tarafta biraraya getiren, 1815 sınır düzenlemelerinin korunması konusunda ortak sorumluluğun kabul edilmiş olmasıydı. Yine, uluslararası sorunların çözümünde birbirlerine danışma yoluyla çözüm bulunması ve statükonun tek taraflı değiştirilmesinin yasaklanması, Avrupa’nın güvenliğinin kolektif bir sorumluluk olarak görüldüğünün de işareti sayılabilir. 574 Avrupa Uyumu, büyük güçleri Avrupa dışı çatışmalardan uzak tutmayı da amaçları içerisinde kapsamıştır. Nihayetinde tarafların Avrupa dışı uzlaşmazlıklarını bir kenara bırakmamaları halinde böyle bir yapıda birarada olmaları da olanaksız olurdu. Örneğin, Osmanlı toprakları üzerindeki emellerini (bir süreliğine de olsa) bir kenara bırakamamış bir Avusturya ve Rusya ile bir Avrupa Uyumu oluşturulamayacağı açıktır. Schroeder’e göre, Rusya, Osmanlı’yı koruması gereken zayıf komşusu ve Avusturya’yı da bu konuda partneri olarak gördüğü sürece Avusturya ve Rusya Uyum’u koruyabilmişlerdir. 575 Osmanlı devleti Avrupa Uyumu’nda yalnızca Avusturya ve Rusya arasında bir aracı olarak yer almaz, daha Avrupa devletler sisteminin oluşmaya başladığı onbeşinci yüzyıldan beri güç dengesinin önemli bir aktörüdür aslında 576 ve ondokuzuncu yüzyılda da söz konusu sistemin güç dengesini etkileyebilen bir unsuru durumundadır. Doğu sorunu çerçevesinde Mehmet Ali ayaklanması 577 ve Kırım savaşı 578 bir bakıma Avrupa Uyumu’nun sınandığı olaylar olmuştur. Nihayetinde Osmanlı devleti 1856 Paris Konferansında 579 resmi olarak da Avrupa sistemine dahil olmuştur. Osmanlı Devletinin belirli normlar etrafında biraraya gelmiş, diğer bir deyişle öznelerarası anlamlarla belirli bir kültür oluşturmuş bir uluslararası sistem olarak 574 Richardson, Crisis Diplomacy, s. 229. Schroeder, “The 19th Century International System”, s. 23. 576 Yurdusev, “The Ottoman Attitude Towards Diplomacy”, s. 21. 577 Bkz. s. 97-100. 578 Bkz. s. 102-105. 579 Bkz. 105-106. 575 173 tanımlanan bu sisteme dâhil olması, söz konusu kültüre de dâhil olduğu anlamını çağrıştırmakta olsa da, bu savı öne sürmek kolay değildir. Osmanlı devletinin Paris’te Avupa Uyumuna kabul edilmesi, onun eşit bir üye olarak kabullenildiği anlamına gelmemektedir. Osmanlı devleti Avrupa devletler sistemine dahil edilmiştir ama değerler, normlar ve hatta çıkarlar açısından Osmanlı ile Avrupa arasında tam bir ortaklık/eşitlik olabileceği de kabullenilmemiştir. 580 Bu durumun doğrudan ben ve öteki kavramsallaştırmalarıyla ilgili olduğu açıktır, ancak gerek birim düzeyi, gerekse de etkileşim düzeylerinde açıklanmaya çalışıldığı gibi, Wendt’in iddasının aksine bu kavramsallaştırmanın özü yalnızca yapısal düzeyde bulunamaz. Buna karşın, Batılı devletlerin oluşturduğu uluslararası sistemin güç dengesi kaygıları dışında bir değerler sistemine dayanıyor olması, bu değerler sistemine dahil olamayacağından şüphe duymadıkları Osmanlı’nın ötekili’ğini pekiştirmiştir denilebilir. Neumann’ın deyişiyle, Osmanlı (Avrupa) devletler sisteminin bir parçası olmakla birlikte, sistemin dayandığı mantığa eşit olarak kabul edilmemiştir. 581 Avrupa Uyumu’nun yarattığı kültür, Avrupa’nın öteki kavramsallaştırmasını 582 temelde değiştirememiş, aksine pekiştirmişse de Osmanlı çerçevesinden baktığımızda, ondokuzuncu yüzyılda Batı’nın aşamalı olarak Osmanlı’nın etkili ötekisi konumuna geldiğini gözlemleyerek, bir değişimin söz konusu olduğu söylenebilir. Osmanlı devleti’nin belki sadece bekâ gibi temel bir ‘realist’ kaygıyla girmek istediği Avrupa’lı devletler kulübüne dahil olmanın, bir takım değerlere sahip olmak, mevcut normlara uymak gibi koşullarının olması 583 bu değişimi tetiklemiştir denilebilir. 584 Bu tespit, aslında kuramsal tartışmada ortaya koyulmaya çalışılan 580 Hedley Bull, The Anarchical Society: A Study of Order in World Politics (Londra: Macmillan Press, 1995), s. 13-14. 581 Iver B. Neumann ve Jennifer M. Welsh, “The Other in European Self-definition: an Addendum to the Literature on International Society”, Review of International Studies, Cilt 17 (4), 1991, s. 345. 582 Osmanlı’nın (Türk’ün) Avrupa’nın ötekisi olduğu konusunda ayrıntılı bir çalışma için Neumann ve Welsh, “The Other in European Self-definition”. 583 Watson, Avrupalı devletlerin Avrupalı olmayanlardan sisteme dahil olmak isteyenlerin, sistemin kurallarını [normlar olarak okunabilir] kabul eder ve yeterli medeniyet seviyesine ulaşırlarsa katılabilecekleri koşulunu öne sürdüklerini ve yalnızca Avrupalı devletlerle ilişkilerine göre değil, aynı zamanda kendilerini nasıl yönettiklerine göre de değerlendirildiklerini belirtmektedir. Bkz. Watson, The Evolution of International Society, s. 273-274. 584 Bu bağlamda, Osmanlı devletinin batılılaşma çabaları çerçevesinde ortaya çıkan Tanzimat ve Islahat fermanlarının ve hatta Meşrutiyetin, etkileşim düzeyinde tartışıldığı gibi batılı büyük güçlerin baskısıyla ortaya koyulduğu iddiasını, söz konusu etkileşimlerin gerçekleştiği uluslararası sistem 174 kimlik değişiminde yapısal koşulların da bir etken olduğunu göstermekte ve inşacı bir bakış açısının temel dayanağı olan yapı ve eden’in birbirini karşılıklı olarak inşa ettiği savını kanıtlamaktadır. Avrupa Uyumu, 1848 ihtilallerinden dolayı zayıflamış, üyelerin sisteme olan bağlılıkları azalmıştır. Sistemin iki büyük gücü Rusya ve İngiltere’yi karşı karşıya getiren Kırım savaşından sonra ise Avrupa Uyumu yıkılmış, fakat ortaya koyduğu normlar bir dönem daha, zayıf da olsa, Avrupa’da denge sağlamak üzere uzlaşma zemini olmaya devam etmiştir. 585 1870’lerden sonra büyük güçler yine anlaşma yoluyla yayılma alanlarını kıta dışına taşımış ve uzun bir barış dönemi sağlanabilmiştir, fakat norm paylaşımı bağlamında işbirliği çok düşük seviyelerde gerçekleşmiştir. Yirminci yüzyıla gelindiğinde esnek bir Avrupa Uyumu’ndan çıkılarak Avrupa’da iki rakip bloklaşmanın meydana gelmiş olması, Avrupa’yı Birinci Dünya savaşına götürmüştür. Dünya savaşına doğru gidildiği dönemde, sistemin aktörleri güç dengesinden anladıkları konusunda dahi farklılaşmışlardır. Örneğin, İngiltere için güç dengesi Avrupa güç dengesinde Almanya’nın artan ağırlığına karşı bir unsurken, Almanya’nın gözünde ise güç dengesi İngiltere’nin elinde Almanya’nın bir dünya gücü olmasını engellemek için kullandığı bir araç haline gelmiştir. Daha önemlisi söz konusu dönemde, Avrupa Uyumu’nun normları etkisizleşirken, ulusal çıkar, üzerinde görüşbirliği olan tek norm haline gelmiştir. 586 Dünya savaşı olarak adlandırılsa da, 1914’teki savaş Avrupa’ya ait çıkarlar ve hırslarla yapılmış bir Avrupa savaşıdır aslında. Fakat savaş sonrası ortaya çıkan uluslararası sistem artık global bir sistemdir, her ne kadar Avrupa merkezli olsa da. Savaşın ardından oluşan yeni sistem de, self-determinasyon, sorunların barışçı yollarla çözümü gibi çok belirgin normlar üzerine kurulmuştur. Fakat bu normlar düzeyinde yapının bir etkisi olarak görmek daha doğru olacaktır. Fakat en nihayetinde, doğrudan dış güçlerin baskısı ya da yapısal bir etki olarak da açıklansa, bu baskı ya da etkilerin gerçeklendirildiği süreçler içsel süreçlerdir. Bu tür çıkarsamalar, düzeyleri birbirinden ayırmanın, yapı ya da eden arasında tercih yapmanın eksik açıklamalara yol açacağını ortaya koymaktadır. 585 Watson, The Evolution of International Society, s. 246-247. 586 Richardson, Crisis Diplomacy, s. 230. 175 üzerinde Avrupa Uyumu’nun ilk döneminde gözlemlenene benzer bir görüşbirliği olduğunu söylemek zordur. Hatta yirminci yüzyılın yeni büyük güçleri Almanya, ABD, Japonya ve Rusya’nın MC sisteminin normlarına hiç bağlanmamış olması da zayıflığının bir göstergesidir. 587 Milletler Cemiyeti özünde, Kantçı anlamda barışı korumak hedefiyle ortaya çıkmış bir anlaşmanın ürünü olmasına karşın, bu Kantçı öze temelde inanan ve bağlanan olmadığından daha çok Dünya Savaşı’nın galiplerinin dünyayı daha güvenli bir hale getirmek üzere kurdukları bir ittifak olarak işlev görmüştür. Milletler Cemiyeti ile temsil edilen bu yeni sistem, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılıp, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak içine kurulduğu uluslararası sistemdir. Osmanlı döneminden farklı olarak, Türkiye Cumhuriyeti 1923 sonrasında, uluslararası sistemin eşit ve egemen bir üyesi olarak kabul edilmiş, diğer küçük Avrupa-dışı devletler gibi, büyük güçlerle aynı sistemin bir parçası olmaya devam etmiştir. Bu bağlamda, her ne kadar sağlam olmasa da sistemin özellikle saldırganlığı yasaklayıcı ve sorunların barışçı yollarla çözümünü destekleyici normlarına kendi inisiyatifiyle bağlı olduğu, en azından dönemin dış politika çıktılarına bakılarak söylenebilir. İçeride kendi kimliğini inşa etmek ve bu kimliğe meşruiyet kazandırmak çabası içindeyken, dış politika bağlamında tam bağımsızlık ve yurtta sulh cihanda sulh ilkelerini benimsemişken, yeni sistemin bu hedefleri pekiştirici normlarına bağlanmış olması da beklenir bir durumdur. Diğer yandan batılılaşma ve batılı değerleri benimseme üzerine kurulu Kemalist reformlar da sistemin merkezi güçleri olan Avrupalı büyük güçlerle ortak değerleri paylaşma noktasında çakışmaktdır. Fakat her ne kadar belirsizlik ve ayrışma içerisinde de olunsa, sistemin başat güçleri, Avrupalılık temelinde yüzyıllardır inşa edegeldikleri ‘biz’ duygusunu, öteki’ler karşısında yitirmemişlerdir. Bu bağlamda Türkiye’nin, Osmanlı zamanından beri süregelen öteki’lik konumunda bir değişme olmadığını, Batılı güçlerin öteki kavramsallaştırmasında yerini koruduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. Buna karşın, Avrupa’nın statükocu ve revizyonist devletler olarak bloklaşmaya başladığı yeni ‘denges’izlik ortamında Türkiye hedeflediği şekilde içeriye dönme 587 Watson, The Evolution of International Society, s. 284. 176 olanağını bulacak kadar rahat bir uluslararası ortam bulmuştur karşısında. Kantçı anlamlarla ortaya çıkan MC uluslararası yapıyı, Wendt’in deyimiyle uluslararsı sistemin kültürünü değiştirmemiş, Lockean kültür varlığını sürdürmüştür. Devletler ikili bloka ayrılmış da olsa, devletler birbirlerini rakip olarak algılamaya devam etmektedir. Bloklaşmanın nedeni sistemin revizyonist devletlerinin hedefi diğerlerini yok etmek değil, birinci savaş sonrasında tatmin edilmemiş hırslarını gerçekleştirmektir. Bu çerçevede anarşi kültürünün değişmemiş olduğu rahatlıkla öne sürülebilir. MC sisteminin sağlam olmadığı, büyük güçlerin bu sisteme bağlılıklarının zayıflığında ortaya çıkmaktadır. Fakat hiçbirisi, ki özellikle İngiltere, geçen yüzyılların klasik güç dengesine dönmekte çok isteksiz olduğundan, revizyonist Almanya ve Japonya’yı dengeleyecek bir unsur da ortaya çıkmamıştır. Nihayetinde sistem ikinci bir dünya savaşına doğru sürüklenmiştir. Savaşın uluslararası yapıyı bütünüyle yok ettiğini söylemek olanaksızdır, savaş sırasında dahi bu kültür bazı kurum ve normlarıyla sürdürülmüştür. Savaşan taraflar birbirlerini düşman olarak gördüklerinden, aynı sistemin parçaları olarak sistemin kurumları üzerinden işbirliğine girmemiş olsalar da, kendi aralarında ve üçüncü taraflara karşı bu kurum ve normları sürdürmüşlerdir. Hatta örneğin savaş esirleri konusunda her iki tarafın da büyük oranda Cenevre Konvansiyonu’na uymuş olması da bunu göstermektedir. Uluslararası sistemin dayandığı kültür, norm ve kurumlarıyla bir savaş içinde ne kadar olabilirse, o kadar devam edebilmiştir. Bununla birlikte, ikinci savaş sona erdiğinde dünya daha başkadır artık, uluslararası sistem iki süper gücün etrafında yapılanan iki kutuplu bir sistem haline gelmiştir. Kutupların bir tarafında liberal ve demokratik batı, diğer tarafında ise sosyalist blok vardır. Uluslararası sistem iki kutupludur, fakat iki kutup da tek bir uluslararası sistem tarafından içerilmiştir. Diğer yandan, iki kutup da, liderleri kıta dışından olmakla birlikte Avrupa kültür geleneğinin içinden gelmektedir. Bu bağlamda Avrupa geleneği, norm ve kurumları yaşatılmaya devam etmiştir. Birleşmiş Milletler sisteminin gerçekleşmesi ve iki süper gücün de bu sisteme üye oluşu, ortak bir uluslararası hukuk yapısının geliştirilmesi, geleneksel diplomatik temsil ve diğer Avrupa geleneğine dayalı kurumların sürdürülmesiyle iki kutuba 177 ayrılmış da olsalar, devletler global (ama Avrupa geleneğine dayanan) tek bir sistemde yer almışlardır. 588 Bu bloklaşma doğaldır ki, iki tarafın da ötekisini belirleyen unsur olmuştur. Blokların varlığı, her iki bloğa üye devletler için de ‘biz’ kavramsallaştırmasının zemini olmuş, dolayısıyla karşı blok da öteki’yi temsil etmiştir. Batı Avrupa, Soğuk Savaş süresince, hem öteki’ne karşı olan, hem de kendi aralarında ortak kültür vurgusunu sağlayan norm ve kurumlarla bu kavramsallaştırmaları pekiştirmişlerdir. NATO’yu öteki’ye karşı “güvenlik” amacıyla oluşturmuş, diğer yandan Avrupa devletler topluluğunun geçen yüzyıllardan beri sahip olduğu ‘biz’ duygusunu pekiştirecek, kültürel ortaklıkla olanaklı hale gelmiş bir Avrupa Birliği’ni gerçekleştirecek süreçleri tamamlamışlardır. Bu yapı içerisinde Türkiye, savaş öncesinden de başlamış olan Batı’ya yaklaşma politikasında bir değişikliğe gitmeden, Batı’nın öteki’si Sovyetlerin Türkiye’ye yönelik politikasının da etkisiyle kendi blokunu seçmekte hiç tereddüt etmemiştir. Türkiye bu seçimiyle zorlanmadan Batı sistemine önemli bir aktör, bir müttefik olarak dahil edilmiştir. Müftüler-Bac’a göre, Soğuk Savaş Sovyetler Birliği ile Batı Avrupa arasında bir tampon rolü üstlenen Türkiye’ye, Avrupalı statüsüne erişmesi için altın bir fırsat yaratmıştı.589 Bac, bu durumu Soğuk Savaş’ta Avrupa’nın kimliğini güvenlik sınırları içerisinde kavramasıyla açıklamakta ve Demir Perde’nin varlığının Türkiye’nin Avrupalılığının açıkça tartışılmasını engellediğini öne sürmektedir. 590 Türkiye’nin NATO’ya üye oluşuyla temsil edilen bu dahil oluşu, arkasından Avrupa Birliği’ne de dahil olmasını getirmemiştir. Gerçi 1963’de Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Türkiye arasında ortaklık yaratan Ankara Anlaşması imzalanmıştı ve Avrupa Komisyonu Başkanı’nın anlaşmanın imzalanmasının ardından ifade ettiği gibi, ‘Türkiye Avrupa’nın bir parçası’ sayılıyordu 591 ama bunun Türkiye’nin Avrupa’nın kültürel ötekisi olma konumunu değiştirmemiş olduğu 588 Watson, The Evolution of International Society, s. 290. Meltem Müftüler-Bac, “The Never-Ending Story: Turkey and the European Union”, Middle Eastern Studies, Cilt 34 (4), 1998, s. 243. 590 Meltem Müftüler-Bac, “Through the Looking Glass: Turkey in Europe”, Turkish Studies, Cilt 1 (1), 2000, s. 29. 591 Meltem Müftüler-Bac, Europe in Change: Turkey’s Relations with a Changing Europe (Manchester & New York: Manchester University Press, 1997), s. 5. 589 178 Türkiye-Avrupa ilişkilerinin seyrinde ortaya çıkacaktır. Soğuk Savaş döneminin uluslararası koşulları en azından ilk 20 yılında, Avrupa’nın ben ve öteki kavramsallaştırmasını güvenlik öncelikli ortaya koymasına yol açmış, bu da Türkiye’nin söz konusu güvenlik çerçevesine dahil edilmesini getirmişti. Fakat bu tam da “Avrupa’da olmak, fakat Avrupalı olmamak” çelişkisini çağrıştırır bir durum ortaya çıkaracaktır. 592 Bu çelişki, Soğuk Savaş sona erdikten sonra uluslararası sistemin ‘yeni’ düzeninde çok daha açık ve net bir şekilde hissedilecektir. Bu konuda ayrıntılı bir tartışma için, Nuri Yurdusev, “Perceptions and Images in Turkish (Ottoman) – European Relations”, Tareq Y. Ismael ve Mustafa Aydın (der.), Turkey’s Foreign Policy in the 21st Century: A Changing Role in World Politics (Burlington: Ashgate, 2003), s. 7799. Ayrıca yine A. Nuri Yurdusev, “Avrupa’yı Kurmak, Türkiye’yi İdare Etmek ve Tarihin İpoteğinden Kurtulmak”, Şaban H. Çalış, İhsan D. Dağı ve Ramazan Gözen (ed), Türkiye’nin Dış Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik (Ankara: Liberte Yayınları, 2001), s. 161-183. 592 179 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: KİMLİK, ÇIKARLAR ve DEĞİŞİM (Mİ) I. BİRİM DÜZEYİ: MİLİTANLAŞMA, LİBERALLEŞME, MUHAFAZAKÂRLAŞMA ve KİMLİK Kimlik inşası, süregiden, sonu olmayan dinamik bir süreçtir Bu bağlamda kimliğin inşa sürecinin bittiğine gönderme yapan bir dönemlendirme de doğru olmayacaktır. Ancak kuruluş dönemleri ile değişimlerin içerilmeye başlandığı gelişme dönemleri arasında bir ayrım, bu değişimlere ve değişimin dinamiklerine vurgu yapabilmek bağlamında gerekli ve önemlidir. Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin inşa sürecini İkinci Dünya Savaşı sonrasında, çok partili hayata geçişle sonlandırmak, birtakım değişimleri yakalamak anlamında yanlış olmayacaktır. Söz konusu değişimin göstergelerinden ilk ve en belirgin olanı da 1950’de Cumhuriyet’in kurucu siyasal odağının yerine yeni bir siyasal odağın gelmesi ve bu siyasal odağın, özellikle toplumsal anlamda tetiklediği değişim dinamikleridir. 1. Çok Partili Hayata Geçiş Türkiye’de çok partili siyasal hayata geçiş, genel anlamda Türk siyasal hayatı açısından olduğu gibi, Kemalist tek parti yönetimi altında yirmi senelik batılı/laik kimlik inşa etme pratikleri açısından da önemli bir değişimin öncüsü olmuştur. 1 Kasım 1945’te Cumhurbaşkanı İnönü’nün TBMM açılış konuşmasında, sistemdeki temel eksikliğin bir muhalefet partisinin yokluğu olduğunu belirtmesiyle başlayan süreç, 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’nin (DP) kuruluşu 593 ve 1950 genel seçimleri sonrasında iktidara gelmesiyle devam etmiştir. İkinci Dünya Savaşı arafesinde, Atatürk’ün ölümünün ve yerine İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olmasının ardından, o dönemde Avrupa’da hakim olan totaliter rejimlere benzer şekilde bir yapı oluşturularak İsmet İnönü Milli Şef ve değişmez Esasında Demokrat Parti’nin kuruluşu ilk muhalefet partisi kurma girişimi değildir. Nuri Demirağ başkanlığında, Eylül 1945’te Milli Kalkınma Partisi 1945 sonrasının ilk muhalafet partisi olarak kurulmuştur. Parti 1946 ve 1950 seçimlerinde bir varlık gösterememiş, 1954 seçimlerinde genel başkanı Demirağ DP listesinden meclise girmiş ve 1958’de ise parti kendisini feshetmiştir. 593 180 Genel Başkan olarak ilan edilmiştir (26 Aralık 1938, CHP I. Olağanüstü Kurultayı). Bu otoriter yapının, çok partili siyasi hayata dönüştürülmesi, aslında yine partinin kendi inisiyatifiyle gerçekleştirilmiştir denilebilir. Özbudun, bu durumu, var olan kurumsal düzenlemelerden ani bir kopuş olan ruptura değil, otoriter rejimde yetkiyi ellerinde tutanlar tarafından başlatılan ve kontrol eden reforma örneği olarak tanımlamaktadır. 594 Bu bağlamda, CHP’de liberalleşme eğilimlerini daha 1939’da parti içinde bir “Müstakil Grup” kurulması süreci kadar erken bir döneme indiren görüşler varsa da, 595 1945 yılı öncesi gelişmeler liberalleşme isteğine değil, parti içi muhalifleri kontrol altına alma gayretine bağlanabilir. 596 1945 yılının farklılığı büyük oranda savaş sonrası Batı’nın kurmak üzere harekete geçtiği demokrasiye dayalı düzenle ilgili olmuştur denilebilir. Türkiye’de demokrasi ve demokrasinin geliştirilmesi yönünde, yönetici kadro tarafından verilen mesajların, BM’nin kurulma sürecindeki çeşitli aşamalarla çakışması tesadüf olmasa gerektir. İnönü’nün, “savaş koşulları ortadan kalktığında demokratik ilklerin ülkenin siyasi ve kültürel hayatında tedricen daha büyük yer edineceği”ni ileri sürdüğü konuşmasının 597 19 Mayıs 1945’te, San Fransisco’da BM Anayasası görüşüldüğü bir sırada yapılmış olması tek örnek değildir. İnönü’nün konuşmasından birkaç gün önce, BM Anyasası’nı imzalamak üzere San Fransisco’ya gönderilen Türk Delgasyonu’nun başkanı ve Dışişleri Bakanı Hasan Saka’nın, Cumhuriyet rejiminin modern bir demokrasi olma yolunda hızla ilerlediği ve savaştan sonra her demokratik tezahürün Türkiye’de gelişeceğine dair verdiği demeç de bu durumla ilintili görünmektedir.598 Yine, sonradan muhalefet partisini oluşturacak konumdaki siyasi kişiliklerin de BM çerçevesinde Batı’daki gelişmeleri, aynı şekilde algılamış ve hareket tarzlarını bu gelişmelere göre ayarlamış oldukları da söylenebilir. Nisan 1945’te San Fransisco konferansı yapıldığı sırada, eski dışişleri bakanı (1925-1938) Ergun Özbudun, Çağdaş Türk Politikası: Demokratik Pekişmenin Önündeki Engeller, çev. Ali Resul Usul, (İstanbul: Doğan Kitap, 2003), s. 20. 595 Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 335, Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (19451980), çev. Ahmet Fethi (İstanbul: Hil Yayınları, 1996), s. 21-22. 596 Nihal Kara-İncioğlu, “Türkiye’de Çok Partili Sisteme Geçiş ve Demokrasi Sorunları”, Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği (der.), Tarih ve Demokrasi: Tarık Zafer Tunaya’ya Armağan (İstanbul: Cem Yayınevi, 1992), s. 71. 597 Özbudun, Çağdaş Türk Politikası, s. 20. 598 Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 126. 594 181 Tevfik Rüştü Aras’ın ileride DP’nin temel unsurlarından olacak olan Fuat Köprülü ve Adnan Menderes’in de bulunduğu bir toplulukta; “San Fransisco’da eski Cemiyet-i Akvam’ın yerine konacak bir BM Anayasası hazırlanıyor. …Demokrasi cephesi zaferi kazanmıştır. Kurulacak yeni dünya demokrasi dünyasıdır. Eğer biz hala Milli Şeflikle avunur gidersek bizi bu teşkilata almazlar. Bir ayak önce teşebbüse geçmeli ve partiyi uyarıp İsmet Paşa’nın çiftliği olmaktan kurtarmalıdır…” 599 şeklindeki konuşması, Türkiye siyasetinde yer alan tüm tarafların Batı’daki gelişmeleri aynı şekilde algılayıp yorumladıklarının bir göstergesidir. Savaş sonrasında, Batı merkezli kurulmaya başlanan yeni uluslararası sistemin içinde yer alma arzusunun, demokrasi olma koşulu dolayısıyla Türkiye’de çok partili hayata geçişi etkilemiş olduğu 600 ve bu yönde ülke içi olanakları hızlandırdığı doğru olmakla birlikte, içsel alandaki mevcut koşullar da göz ardı edilmemelidir. Diğer yandan, çok partili düzene geçildikten sonra ortaya çıkan gelişmeler, konunun içeriği bakımından çok partili hayata geçiş aşamasının koşullarından daha açıklayıcı görünmektedir. 1946 seçimlerini saymazsak, çok partili düzene geçildikten çok kısa bir süre sonra, muhalefet partisinin Cumhuriyetin kurucu partisi karşısındaki ezici zaferinin koşullarına bakmak, beklenen açıklayıcılığı sağlayacaktır. Liberal ve muhafazakâr bir ‘yeni’ bir parti olarak DP’nin 14 Mayıs 1950’deki seçimden ezici bir çoğunlukla iktidar partisi olarak çıkması, Kemalist reformlarla yaratılmaya çalışılan yeni insan’ın kolektif hafızasında devletin ötekisi olarak tanımlanmış olan ‘geçmiş’in aslında mevcut ve hatta canlı durduğunun bir göstergesi olmuştur. Bir başka deyişle devletin inşa sürecinde tanımladığı ötekisi olarak Osmanlı/İslam geçmişi, devletle eş zamanlı olarak ve yeni bir kimlikle inşa edilmeye çalışılan ulusun da ötekisi olamamıştır. Burada geçmiş’in özellikle İslam bağlamındaki konumu önemli görünmektedir, çünkü İslam’ın Osmanlı’nın referansı İsmet Bozdağ, Demokrat Parti ve Ötekiler (İstanbul: Kervan Yayınları, 1977), s. 11. Yazar bu konuşmaya dair referansını 1953’te Başbakanlık makamında doğrudan Adnan Menderes’in anlatımına dayandırmaktadır. 600 Çok Partili düzene geçişte, dışsal koşulları ayrıntılı bir şekilde inceleyen bir çalışma için Necdet Ekinci, II. Dünya Savaşından Sonra Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte Dış Etkenler (İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1997). 599 182 olarak gerek kamu, gerekse de özel hayattan silinmeye çalışılması, toplumsal tabanda yabancılaşmaya neden olmuş, dolayısıyla da sunulanın aksine İslam/Osmanlı olarak geçmişe atıfla alternatif aidiyet kalıplarını ortaya çıkarmıştır. 601 Bu bağlama yeni düzenden yeterince pay alamayıp mutsuz olanlar, eski konumlarını kaybedenler, marjinaller ve dışlanmışlar birarada dahil olmuş 602 ve DP örneğinde de görülebileceği gibi farklı ‘siyasal’ (İslamcı, liberal, muhafazakar, vs.) vurgulara sahip olsalar da, kurucu iktidara karşı ilk alternatif karşısında birarada hareket etmişlerdir. DP’nin, kurucu iktidar olarak tek parti yönetimine muhalif yanları, söylem düzeyinden öteye gitmese de demokrasi açılımı, ekonomik liberalleşme ve progamlarında içermiş olsalar da, Kemalist ilkelerin daha muhafazakâr bir yorumunu sunmaları olmuştur. DP’nin demokrasiyi geliştirme yönündeki söylemleri, her ne kadar iktidara geldikten sonra bir kenara bırakılmış da olsa, söz konusu dönemde CHP’nin otoriter yönetiminden rahatsızlık duyan her tür kitle için çekici bir unsur olmuştur. Mevcut iktidarın ekonomi politikalarına bir alternatif olarak sunulan ekonomik liberalleşme ise, savaş sonrası Türkiye’sinin gündemindeki temel sorun olan ekonomik sıkıntılara bir çare olarak görülmekle halkı yakalamış ve desteğini kazanmıştır. Milli Koruma Kanunu ve sıkı bürokratik denetim mekanizmaları kurularak yürütülen devletin müdahaleci politikaları, artan enflasyon ve mal kıtlığı gibi sonuçlarıyla ekonomik sıkıntılara çare olarak görünmüyordu. 603 Buna karşın, DP’nin ekonomik kalkınmaya ve bu kalkınmayı gerçekleştirecek unsur olarak özel sektöre yaptığı vurgu ile birlikte ekonomik liberalleşme söylemi özellikle işadamları çevresine oldukça cazip gelmişti. Batı’da DP’nin ‘Türk Liberaller’ olarak adlandırılması da büyük oranda serbest girişimciliğe yapılan bu vurguyla ilgiliydi. 604 Kimlik çerçevesinde baktığımızda ise daha önemli olan, DP’nin muhafazakâr bir temelde kendi iktidarına kadar geçen sürede gerçekleştirilmeye çalışılan toplumsal dönüşümün gözden geçirilmesi, bir başka deyişle Kemalist reformların dayandığı Bu konuda ayrıntılı bir çalışma için bkz. Çalış, Hayaletbilimi ve Hayali Kimikler, özellikle s. 51101. 602 Ibid., s. 91. 603 Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, s. 23. 604 Ibid., s. 30. 601 183 temelin farklı bir biçimde yorumlanması gereğine dair öne sürdükleri ve iktidar oldukları dönemde uygulamaya koydukları fikirler olmuştur. DP genel olarak (Türkiye bağlamında) muhafazakâr düşünce diye tanımlayabileceğimiz ve devletin batılılaşma anlamında modernleşme çerçevesinde, Kemalist reformlar yoluyla yaratmaya çalıştığı ulusal kimliğin yeniden, ama geçmişe atıfla dinsel ve geleneğe dayalı öğeler üzerinden yorumlanmasını ifade eden bir düşünce sistemine605 dayanmış, bir bakıma bu düşünce sisteminin siyasal ifadesi haline gelmiştir. DP’nin siyasal alanda temsil ettiği ‘muhafazakârlık’, temelde toplumun gündelik hayatına yerleşik olan kültürden 606 kaynaklanmıştır. Genel olarak öngörüldüğünün aksine, Kemalist yeni insan’ın inşa süreci ve bu süreçte uygulanan reformlar toplumsal tabanda bir değişim yaratmamış değildir. Reformların kitlesel olarak onaylanmamış olduğu, dönüştürülmeye çalışılan insan’ın devlete yabancılaşmasına yol açtığı ve toplumun kolektif hafızasında unutturulmaya çalışılan geçmişin, değerleriyle birlikte silinmemiş olduğu yönünde yapılan tespitler doğru olmakla birlikte, toplumsal tabanı etkilemeden teğet geçtiğini söylemek olanaklı değildir. Cumhuriyet reform ve politikalarıyla laik/batılı kimliğe sahip yeni insan’ı yaratma hedefi, içeriği farklılaşmış da olsa gerçekleşmiş, esas olarak bu inşa, yukarıdan aşağıya dayatılanla, aşağıda mevcut olanın bir sentezi biçiminde tezahür etmiştir. Başka bir deyişle, 1950’li yıllara baktığımızda yeni insan, kolektif hafızasından silemediği geçmişi ile Kemalist batıcı/laik insanın bir sentezi olmuştur. Bu bağlamda İslam, milliyetçilik, Kemalizm ve batılılaşma, muhafazakârlığın değerler sistemini oluşturan ilginç bir sentez yaratmıştır. 607 Bu çerçevede, toplumda oluşmuş olan mevcut değerler sistemini temsil ettiği ve esas olarak ulusal kimliği yaklaşımına uygun şekilde yeniden tanımlamak amacını içerdiği öne sürülen DP’nin, zaman zaman öne sürüldüğü şekilde bütünüyle antiKemalist bir çerçeveden hareket ettiğini söylemek de doğru olmayacaktır. DP ve savunduğu fikirler bir bakıma Kemalizm’e içsel dahi sayılabilir. Her şeyden önce DP Nuray Mert, “Muhafazakârlık ve Laiklik”, Ahmet Çiğdem (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 336. 606 Kahraman, “Bir Zihniyet, Kurum ve Kimlik Kurucusu Olarak Batılılaşma”, s. 136. 607 Erol Göka, F. Sevinç Göral ve Çetin Güney, “Bir Hayat İnsanı Olarak Türk Muhafazakârı ve Kaygan Siyasal Tercih”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 5: Muhafazakârlık, s. 304. 605 184 iktidarı CHP kadroları içinden çıkmıştır ve Kemalizm’in normatif çerçevesi içinde düşünmeye devam etmektedirler, fakat Kemalist değerlerin Tek Parti iktidarı tarafından yozlaştırıldığı düşüncesiyle bir düzeltme/yeniden yorumlama çabası içindedirler. Bu noktada Ahmad’ın tespit ettiği gibi, DP’liler 1930’lar Kemalizm’ini zorunlu bir Stalinizm olarak değerlendirmekte ve artık bu kötülüğe gerek kalmadığını öne sürerek yeniden yorumlayabileceklerini düşünmektedirler. 608 Bu yeniden yorumlama çabasının Kemalizm karşıtlığının en önemli işaretleri sayılan dinsel/İslami unsurların kapsanmasıyla gerçekleştirildiği ve bu yolla Kemalizmi toplumsal boyutta da sorunsallaştırmış olduğu tartışma götürmez bir durumdur.609 Fakat daha geniş bir açıdan bakıldığında, DP’nin de Kemalizm’in en kapsayıcı ifadesi olan modernleşme çerçevesi içinde yerini bulduğunu ve Kemalizm’le bağını bu ilişki üzerinden kurduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 610 Modernleşme kapsamında DP ile Kemalizm’in aynı geniş çerçevede dayanak bulduğunu söylemekle birlikte, bir noktanın altının çizilmesi önemli görünmektedir. Daha önce sözü edildiği şekilde, inşa süreci Kemalizm’inde modernleşme tartışmasız batılılaşma ile eş anlamlarda kullanılırken, Kemalizm’in muhafazakâr yorumu çerçevesi içinde değerlendirilen DP döneminde zihinsel anlamda bir ayrışma söz konusudur. Kahraman’ın deyimiyle, 1950 sonrasında baskıcı kültürel batılılaşmanın terk edildiği, bir tür ‘muhafazakâr modernleşme’ söz konusudur ve batılılaşma Kemalist kadroların gözünde olduğu gibi bir öz değil, bir araç olarak algılanmaktadır. 611 Son tahlilde DP hareketi modernleşmeyi evetleyen ama radikal batıcılığı reddeden kitlelerin temsil edildiği bir oluşum halini almıştır. 612 Bu bağlamda batılılaşma, kimlik inşa edici bir unsur olarak görülmemiş ve kimliğin kurucu unsurları konusundaki algılama da batılı/laik insanı yaratma özünden Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, s. 133. Tanıl Bora ve Yüksel Taşkın, “Sağ Kemalizm”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm, s. 531. Bora ve Taşkın DP’yi de içerdikleri merkez sağ görüşleri sağ Kemalizm olarak tanımlamaktadır. 610 Bu konuyu da kapsayan, fakat genel çerçeve olarak Muhafazakâr düşünce açısından konuya yaklaşan bir çalışma için Öğün, Türk Politik Kültürü, s. 311-375, bu konuda özellikle s. 312-317’ye bakılabilir. 611 Kahraman, “Bir Zihniyet, Kurum ve Kimlik Kurucusu Olarak Batılılaşma”, s. 136-137. 612 Göka, Göral ve Güney, “Bir Hayat İnsanı Olarak Türk Muhafazakârı ve Kaygan Siyasal Tercih”, s. 306. 608 609 185 uzaklaştıkça değişmiş, nihayetinde kurucu mantığın ötekileştirdiği İslam unsuruyla yeniden tanımlanmaya başlamıştır. Bu noktada, kültürel düzeyde ya da daha doğru bir anlamda ulusal kimlik tanımlarında modernleşmenin çerçevesinin batılılaşmadan ayrışmış olmasının, dışsal alanda Batı’yla bütünleşme önünde bir engel oluşturmamış olması, hatta aksine Batı’yla bütünleşme çabalarının en fazla ivme kazandığı dönem olması ilginç görünmektedir. Bir önceki bölümde, ‘Etkileşim ve Kimlik Kurucu Etkisi’ ve ayrıca ‘Uluslararası Sistemin Yapısı’ ana başlıkları altında söz edildiğinden burada tekrar edilmeyecek olan, Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında Batı’yla bütünleşme konusunda özellikle NATO üyeliği ile ABD’ye bağımlılık üzerinden gösterilen heveslilik belki de ilginç olmanın ötesinde, devletin kimliğinin (dış politikasını belirleyen kimliğinin), aslında mevcut ulusal kimliğinden farklı olduğu yönündeki –bu çalışmanın temelinde yer alan- savı da destekler bir durum ortaya çıkarmaktadır. DP hükümetinin Batı dışındaki bölgeler, daha doğrusu Ortadoğu konusunda göstermiş olduğu açılım ve atılımın da yine Batılı ve Batıcı politikalara paralel bir düzlemde ilerlemesi, Ortadoğu’ya yönelmiş görünen Türkiye’nin aslında bölgede Batı’yı aradığının, dolayısıyla devlet kimliğinin -ulusal/toplumsal düzeyde aidiyet formları ne ölçüde yeniden tanımlanmaya tabi olsa da- değişmediğinin göstergesidir. DP dönemine yüklenen muhafazakârlığın kendisini farklılaştıran en önemli bileşeni, bilindiği gibi din/İslam unsurudur. DP iktidarı sırasında laiklik uygulamaları gevşetilmiş ve İslam’a hiçbir kayıt getirilmemiştir. İlk aşamada ezanın Arapça okunması üzerindeki yasak kaldırılmış ve müezzinlerin tercihine bırakılmış, radyolarda dini programlara izin verilmiş ve okullarda din dersleri fiilen zorunlu hale getirilmiştir. Ancak laikliğin gevşetilmesi yönünde ilk girişimlerin, DP iktidarında laikliğin muhafızları rolünü üstlenecek olan CHP tarafından gerçekleştirildiği de bir gerçektir. 1949’da imam hatip okullarının açılması, ilkokulda din dersleri okutulması (çocukları için din dersi isteyen ailelerin dilekçe ile başvurması uygulaması yerine, istemeyen ailelerin başvurması uygulaması getirilmiş), Tekke ve Zaviye kanununda yapılan değişiklikle bazı türbelerin ziyarete açılması ve Şubat 1949’da Ankara’da 186 İlahiyat Fakültesi’nin açılması aslında toplumsal tabanın bu yönde bir talebinin olduğunun 613 CHP tarafından fark edildiğinin bir göstergesi olsa gerektir. Buna karşın, DP iktidarı her tür CHP ve uygulamalarına karşıtlığın bir bileşeni haline gelince, DP iktidarını bu konuda önlemler almaya zorlayacak bir aşırılığa yol açmıştır. Örneğin, 1951’de İçişleri Bakanlığı valilere Atatürk’ün büst, heykel ve resimlerini korumaları için gereken önlemleri almalarını emreden bir genelge göndermiş, İslamcı/gerici yayınlara karşı davalar açılmış ve hatta laiklik ilkesini ihlal ettiği gerekçesiyle Millet Partisi kapatılmıştır. Yine de, özellikle 1954 seçimleri sonrasında, en başta ülkenin ekonomik durumunun kötüleşmesi nedeniyle DP taban kaybetmeye başladığını fark edince, İslam’ı daha açıkça siyasal bir araç olarak kullanmaya başlamıştır. 614 2. 27 Mayıs ve 12 Eylül: Türk Siyasetinin Deus Ex Machina’sı Türkiye’nin çok partili demokrasi denemesi, ordunun 27 Mayıs 1960’ta yönetime el koyması sonucu ilk kez –ama son olmayacak- bir kesintiye uğramıştır. Darbe günü Ankara radyosundan yapılan açıklamada, müdahalenin ülke demokrasinin içine düştüğü kriz nedeniyle, kardeşin kardeşi vurmasını önlemek ve partileri içine düştükleri uzlaşmazlık durumundan kurtarmak için yapıldığı söylenmişti. 27 Mayıs 1960’ta silahlı kuvvetlerin bu müdahalesi, orduyu hem beklenti düzeyinde, hem de pratikte ilerideki onyıllar içinde sistemin tıkandığı, çıkmaza girdiği her an ortaya çıkıverecek ve Türk siyasi hayatını ‘olması gereken’ düzenine döndürecek bir deus ex machina 615 konumuna yerleştiren bir geleneğin başlatıcısı olmuştur denilebilir. Bu gelenek daha çok, ordunun Kemalist ilkelerin koruyucusu olmasına, üstelik Anayasal Zürcher’e göre, DP zamanında İslam’ın dirilişi diye endişe duyulan şey aslında yalnızca halk kitlesinin yaşamaya devam eden geleneksel kültürüydü. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 340. 614 Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, s. 363-372. 615 Deus ex machina, tam çevirisi makinadan Tanrı olan Latince bir kalıptır. Dramalarda, beklenmedik bir anda, beklenmedik bir karakterin, beklenmedik bir yerden ortaya çıkarak bir anda sorunları çözmesi için kullanılan bir kalıptır. Genellikle Yunan Antik Tiyatrosunda, çok başvurulan bir yöntemdir ve hikaye karmaşıklaşıp, içinden çıkılmaz bir hal aldığında bir anda mitolojik Tanrıların ortaya çıkıp duruma ek koyması ve hikayedeki karmaşayı çözmesi şeklinde uygulanmıştır. Makine terimi, söz konusu Tanrıların ipli bir düzenekle havadan sahneye indirilmesi dolayısıyla bu düzeneğe verilen isimden kaynaklanmaktadır. 613 187 bir nitelik olarak dayandırılmıştır.616 Bir bakıma “devleti kurtarmak” misyonunun ardından “devleti kurmak” misyonunun da tamamlandığını gören ordu, bu tarihten sonra “demokrasiyi kurtarmak” olarak adlandırılabilecek yeni bir misyon üstlenmiştir. 617 Ordu siyasete 27 Mayıs sonrasında, birisi 12 Eylül 1980’de yine doğrudan, diğerleri de 12 Mart 1971 ve 27 Şubat 1998’de hükümete verilen muhtıralar şeklinde olmak üzere üç kez daha müdahale edecektir, fakat bu yönde toplumsal tabandaki (olumlu-olumsuz) beklenti, pratikte uygulanandan daha yerleşik hale gelecektir. İktidarı ele geçiren ordu siyasete müdahale ettiği anda amacının yönetimi sivil otoriteye devretmek olduğunu açıklamış ve bu yönde de hareket etmiştir. Fakat öncesinde kendisine Milli Birlik Komitesi (MBK) adını vermiş olan askeri cunta basit bir hükümet değişikliğiyle yetinmenin yeterli olmayacağı düşüncesiyle, Türk siyasal hayatında yeni bir sayfa açacak olan yeni bir anayasa hazırlanması işine girişmiştir. 618 Beş kişilik bir profesörler kurulu tarafından hazırlıklarına başlanmış olan ve bir Kurucu Meclis tarafından tamamlanan 1961 Anayasası, kendisini önceleyenden çok farklı, liberal içerikli bir anayasa olmuştur. En başta siyasal partiler yasasını nispi temsil sistemine dönüştürerek siyasal yelpazede yer alan tüm görüşlerin TBMM’ye yansımasını sağlamış olması siyasal yaşamda önemli değişimlere yol açmıştır. 27 Mayıs özellikle büyük kentlerde, aydınlar ve hatta basın tarafından 619 büyük oranda memnuniyetle karşılanmış, fakat bu kesimler dışındaki büyük çoğunluk şaşırtıcı şekilde sessiz kalmıştır. Yeni anayasa için 9 Temmuz 1961’de yapılan referandumun sonuçları ise sessiz çoğunluğun büyük oranda, ortadan kaldırılmış da olsa DP’ye bağlılığının (oyların %33,8’inin aleyhte olması) devam ettiğinin bir 1961 Anayasası’nın 111. maddesi, milli güvenlikle ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere gerekli temel görüşleri Bakanlar Kurulu’na bildiren bir organ olarak Milli Güvenlik Kurulu’nu (MGK) yaratmıştır. (1972’de yapılan bir anayasa değişikliğiyle MGK, kararlarını “bildiren” bir kurum olmaktan çıkartılarak “tavsiye eden” bir kurum konumuna çıkartılmış, dolayısıyla ordunun siyasetteki rolü de artırılmıştır.) Özbudun, Çağdaş Türk Politikası, s. 99. 617 Nurşen Mazıcı, “27 Mayıs, Kemalizmin Restorasyonu Mu?”, Ahmet İnsel (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm, s.558. 618 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 352. 619 Mazıcı, “27 Mayıs, Kemalizmin Restorasyonu Mu?”, s. 562-565. 616 188 göstergesi olmuştur. 620 Zaten darbe sonrası yapılan ilk genel seçimler de bu durumu destekler bir şekilde sonuçlanacaktır. Darbenin ardından, sivil siyasete önce siyasi partiler üzerindeki yasak kaldırılarak, yapılacak seçimler için yeni partilerin kurulmasının önü açılmıştır. Bu ilk dalgada, sonradan varlık gösteremeyecek olan birçok siyasi parti kurulmuş, özellikle de DP’nin devamı olmak bağlamında ve Demokrat adını kullanmak amacıyla kurulan partiler, İçişleri Bakanlığı’nın hiçbir partinin Demokrat adını kullanamayacağına yönelik kararıyla kapanmıştır. 621 Oysa Demokrat Partinin mirasını devralmak ve sürdürmek için partinin adında Demokrat olmasının gerekmediği, Adalet Partisi’nin (AP) kuruluşu (Şubat 1961) sonrası gelişmelerle anlaşılacaktır. AP ile aynı tarihte kurulan, Türkiye İşçi Partisi (TİP), Yeni Türkiye Partisi (YTP) ve Güven Partisi (GP) dönemin siyasetinde nispeten daha etkili olacak olan partiler olmuşlardır. 15 Ekim 1961’de yapılan ilk genel seçimlerin sonucu, DP yaklaşımının hala ülkedeki en önemli güç olduğunun göstergesi olmuştur. DP’nin muhafazakar yaklaşımının en ciddi temsilcisi AP seçimde 158, CHP 173 milletvekili çıkarmıştır, fakat AP ile birlikte 54 milletvekiliyle CKMP ve 65 milletvekili çıkaran YTP de aynı zihniyetin temsilcileri olarak toplamda CHP’nin üstünde bir güçle meclise girme olanağı bulmuştur. 622 Buna göre denilebilir ki, CHP’nin temsil ettiği düşünülen devlet kimliğine bir alternatif aidiyet formu olarak ortaya çıkan ve farklı dozlarda da olsa muhafazakârlığın, milliyetçiliğin ve İslam’ın bir bileşkesi olarak temsil edilen kimliğin gücü, onu temsil eden güçler devlet eliyle engellenmiş de olsa 27 Mayıs’ın hemen ardından dahi hala yerindedir. 27 Mayıs sonrasında bu durumun farkına varılmış olduğu açıktır. En basitinden, DP’ye özellikle dini siyasete alet etmeleri bakımından yapılan sert eleştirilere rağmen çok katı laik politikalara geri dönülmemiş olması bunu kanıtlamaktadır. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 358. Örneğin, Fuat Köprülü öncülüğünde kurulan Yeni Demokrat Partisi ve adında olmadığı halde amblemi DP şeklinde olduğundan Devrim Partisi İçişleri bakanlığının kararıyla faaliyete geçemeden kapanmışlardır. Muzaffer Sencer, Türkiye’de Siyasal Partilerin Sosyal Temelleri (İstanbul: May Yayınları, 1974), s. 267-268. 622 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 359. 620 621 189 Gerçekte türbelerin onarılması, yeni camilerin inşa edilmesi ya da okullarda din eğitimi üzerinde daha özenle durulması gibi uygulamalar, tabanın taleplerinin devlet eliyle tatmin edilmesi suretiyle İslamcılığın kontrol altına alınmasına yönelik olmuştur, ama bu da bir nevi farkındalığın sonucu olmuştur. 1961 Anayasası’na dinin siyasal amaçla kullanılmasını yasaklayan bir madde eklenmesi de 623 bununla ilintili bir durum olarak ortaya çıkmıştır. Yani devlet, bir yandan İslam’ı (İslamcılığı) kontrol altına almak üzere dinsel öğeleri de kendi eliyle kullanmaya çalışırken, diğer yandan kontrol edememe endişesini üzerinden atamamış ve buna karşı önlemlerini de almak üzere harekete geçmiştir. 1965’e kadar koalisyon ortaklığı yapmış, kurabilmiş olan AP ise, 1965’te iktidar olmayı başardıktan sonra, DP’ye benzer bir şekilde temsil ettiği tabanın farkında olarak bu tabana yönelik politika yapmakta gecikmemiştir. Partinin İslami niteliği sıkça vurgulanmakla birlikte, Süleyman Demirel dönemi AP’sinin daha öne çıkan bir özelliği ise sol-komünizm karşıtlığı olmuştur. Komünizm karşıtlığı ile İslam vurgusu aslında birbirinden çok ayrılamayacak unsurlar olarak hep birarada olmuş 624, fakat 1961 Anayasası’nın siyaset bağlamında sağladığı özgürlük ortamında kendini çok daha fazla ve açık ifade etme olanağı bulan sol/komünist görüş ve oluşumlara ‘karşı olmak’, muhafazakârlar için dönemin en önemli birleştirici unsuru olarak işlemiştir. 1960’ların ilk yarısında solda Amerikan karşıtlığının yükselişi ve özellikle dış politika konusunda DP döneminde yaratılan ABD ve Batı bağımlılığının sol görüşlerce eleştirisi, İslam’ı kullanma derecesini artırdığı kadar, muhafazakâr sağın ayrışması ve içinden farklı siyasal oluşumlar çıkarması sürecine de etkide bulunmuştur. 623 (19. Md) Kimse, Devletin sosyal, iktisâdî, siyasî veya hukûkî temel düzenini, kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya şahsi çıkar veya nüfuz sağlama amaciyle, her ne suretle olursa olsun, dinî veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz. Bu yasak dışına çıkan veya başkasını bu yolda kışkırtalar, kanuna göre cezalandırılır; dernekler, yetkili mahkemece ve siyasi partiler Anayasa Mahkemesince temelli kapatılır. Suna Kili ve Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri: Sened-i İttifaktan Günümüze (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2000), s. 178. 624 Bilindiği gibi, komünizme karşı İslam vurgusu dönem olarak sadece Türkiye’ye özgü bir durum değildir. İslam’ın komünizme karşı bir panzehir olarak kullanılması fikri, temelde ABD’nin Ortadoğu politikası kapsamında yayınlanan bir belgeyle (NSC 5820/1) ABD’de üretilmiştir. Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, s. 158. 190 1970’lere gelindiğinde AP çatısı altında, daha İslamcı kanat ayrılarak kendi partisini kurmuş, radikal milliyetçiler ise Alparslan Türkeş’in Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) 625 altında birleşmişlerdi. Bu tarihlerde artık muhafazakârlık yeterince birleştirici olma gücünü yitirmiş, İslamcı ve daha reaksiyoner milliyetçi unsurlar ayrışmıştır. Necmettin Erbakan’ın Milli Nizam Partisi (MNP) ve Türkeş’in MHP’si henüz AP’ye ciddi birer siyasal rakip olacak düzeye gelememiş olsalar da, daha ilerde görüleceği gibi ayrışma zaman içinde toplumsal tabanda da içselleştirilerek söz konusu grupları iktidara kadar taşıyacaktır. Esasen, AP’nin temel siyasi kadroları, DP örneğinde görüldüğünden çok farklı olmayan bir biçimde, Cumhuriyet modernleşmesinin muhafazakâr yorumu ötesinde Cumhuriyet devletinin modern kimliğinden çok da uzak değildirler. Bir başka deyişle, AP yöneticileri AP’ye oy veren kitlelerden daha az İslamcı bakış açısına sahip olmuşlardır. 626 İslam’ı temsil etme misyonunu üstlenerek oluşan MNP gibi oluşumlar, aynı zamanda 194550’lerde DP için olduğu gibi, toplumdaki sosyo-ekonomik değişimlerden de beslenmişlerdir. Sanayileşmenin giderek büyük sermayenin lehine işlemesi, küçük çiftçi, tüccar ve esnaf gibi kesimlerde önemli statü kayıplarına yol açmış, statü kayıplarını Batı’ya açılmakta gören kitleler kendilerini AP politikalarına muhalif ve büyük oranda da İslamcı kesimlere yakın bulmuşlardır. 627 Türkeş’in MHP’si ise, MNP ile hemen aynı tabakadaki kitlelerin oylarıyla ilgilenmekte ve bu bağlamda belirli oranda İslami doz kullanmakta olsa da, söz konusu dönemde en fazla komünistlere karşı mücadelesi ve bu mücadelenin yöntemiyle öne çıkmış bir parti görünümündeydi. Partinin, milliyetçilik kılavuzluğunda, Türk-İslam uygarlığını canlandırmak ve yeniden kurmak amacıyla kurulduğunu ve siyasetle ilişkilerinin olmadığını açıkladığı 628 gençlik örgütlerinin (Bozkurt) olaysız sokak gösterileriyle başlayan komünizme karşı mücadelesi, kısa sürede komünistlere (solcu öğrenci, akademisyen, yazar ve hatta siyasetçilere) karşı MHP, 8-9 Şubat 1969’da yapılan kongrede Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin (CKMP) adının değiştirilmesiyle kurulmuştur. 626 Keyder, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne, s. 91. 627 Ahmet N. Yücekök, Türkiye’de Örgütlenmiş Dinin Sosyo-Ekonomik Tabanı (1946-1968) (Ankara: Sevinç Matbaası, 1971), s. 101-102. 628 Jacob M. Landau, Türkiye’de Sağ ve Sol Akımlar, çev. Erdinç Baykal (Ankara: Turhan Kitabevi, 1979), 307. 625 191 düzenlenen silahlı eylemlere dönüşerek 1970’lerde Türkiye’nin sağ-sol çatışması olarak içine düştüğü kargaşa ortamına büyük etkisi/katkısı olmuştur. Söz edilen çatışma ortamı 1971 yılına gelindiğinde, silahlı kuvvetlerin bir kez daha bozulan düzeni yerli yerine oturtmak üzere siyasete müdahale etmesinin bir gerekçesi olarak kullanılacaktır. 12 Mart 1971’de Genelkurmay Başkanı ile Kara, Hava ve Deniz kuvvetleri komutanları, Cumhurbaşkanı, Meclis ve Senato başkanlarına birer muhtıra vererek, anarşiyi sona erdirebilecek ve anayasaca belirlenmiş reformları uygulayabilecek güçlü bir iktidarın kurulmasını, aksi halde anayasal hakkı olarak iktidara el koyacağını bildirmiştir. 629 Muhtıra üzerine Demirel hükümetten istifa etmiş, fakat ordu iktidara el koymayı tercih etmemiş olduğundan, CHP’li (ama daha sağda olan) Nihat Erim başkanlığında ‘partilerüstü’ bir hükümet kurdurmuştur. Muhtıra sonrası hükümetler, birincil iş olarak yeniden asayiş ve düzenin sağlanması işine yönelerek ve düzeltilmesi gerekenin solcular olduğuna karar vererek öğrenci ve gençlik örgütlerinden derneklere her tür sol hareketi yok etmek üzere harekete geçmişlerdir. Bu süreçte, liderleri komünist propaganda yapmakla suçlanan Türkiye İşçi Partisi (TİP) de kapatılmıştır. MNP de aynı süreçte kapatılmış, fakat birkaç ay içerisinde Milli Selamet Partisi (MSP) adıyla yeniden kurulurken herhangi bir engelle de karşılaşmamıştır. Kitlelerin gözünde yukarıdan dayatılan reformları, batılılaşmayı, laikliği, Kemalizm’i ve aslında Cumhuriyet devletini temsil ettiği oranda kaybettiğinin ayırdına varan CHP ise, 1960’ların ortalarında başladığı arayışını (İnönü’nün 1965 seçimlerinden önce partiyi ortanın solu’nda tanımlaması), 1970’lere gelindiğinde özellikle devletin ve bürokrasinin partisi ‘olmama’ kararıyla önemli bir noktaya ulaştırmıştı. Geçmişin temsilcisi İnönü’yü de, yeniliğin temsilcisi Bülent Ecevit’le değiştirmek (1972) kitlelerin partisi olma isteğine de katkıda bulunacaktı.630 Geleneksel devlet otoritesiyle (eşittir Kemalizm’le) parti arasına belirli bir mesafe koymayı başarabilmiş olmasının CHP için ne derecede önemli olduğu, muhtıra sonrası olağan siyasi hayata dönüldüğünde çok çabuk ortaya çıkacaktır. Söz konusu 629 630 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 375. İsmail Cem, Siyaset Yazıları: 1975-1980 Türkiye’si (İstanbul: Cem Yayınevi, 1980), s. 353. 192 dönem, CHP’nin sağ-muhafazakârlık karşısında yenilgiye uğramadığı tek dönem olacaktır. CHP’nin 1973 ve 1977 seçimlerinde sağ-muhafazakâr AP karşısında birinci parti olması, elbette yalnızca CHP’deki bu değişiklikle açıklanabilecek bir durum değildir. TİP’in kapatılmasının sol tarafından doldurulması beklenen bir boşluk yaratmış olduğu ve CHP’nin yeni benimsediği sosyal demokratlığın bu boşluğu doldurmak konusunda umut vermiş olduğu doğru olmakla birlikte, sağ siyasetin aşırı bölünmüş olması da göz ardı edilemeyecek bir etkendir. Zaten 1970’lerdeki bu hava sona erdiğinde, CHP yine eski konumuna dönecek ve geçmişten gelen Türkiye’nin ‘yeni’ insanlarıyla devlet arasındaki benimsememe durumu 631 kendini göstermeye devam edecektir. Toplumsal algılamalarda çok önemli bir değişiklik olmadığının bir diğer işareti de, Erbakan’ın kapatılan MNP’nin yerine kurduğu MSP’nin seçimlerden üçüncü parti olarak çıkabilmiş olmasıdır. İslami esaslara dayalı ekonomi vurgusuyla, İslami köktencilikten daha fazla bir tür İslam sosyalizmini andıran görüşleriyle MSP, bundan sonrasında siyasal İslamın, sağ-muhafazakârlık şemsiyesinden ayrı, ciddi bir potansiyel olarak dikkate alınmasının da yolunu açmıştır. 632 1971 müdahalesi sonrası, 1973 seçimleriyle normal siyasete dönülmüş olmasına karşın, Türkiye’de işlerin normalleştiği söylenemez. Özellikle zayıf koalisyonlar, hükümet krizleri ve onu izleyen ekonomik kriz ve Hale’in, Hobbes’un Leviathan’ına atıfla, “herkesin herkese karşı savaştığı” durum 633 olarak tanımlayabileceği kadar çıkmaza girmiş olan toplumsal çatışma ortamı, işleri içinden çıkılmaz hale getirmiş, oyuncu ve senaristlerin düğümlendiği noktada da devreye, bir kez daha deus ex machina girmiştir. Görevini ‘demokrasiyi siyasetçilerden kurtarmak’ olarak tanımlamış olan 634 ordu, darbeden sonra kurulan Milli Güvenlik Konseyi aracılığıyla ve başkanlığında Kenan Evren olmak üzere tüm iktidarı eline almıştı. Darbeden bir hafta kadar sonra (21 Levent Köker, “Liberal Muhafazakârlık ve Türkiye”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık, s. 288. 632 Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, s. 171. 633 William Hale, Türkiye’de Ordu ve Siyaset: 1789’dan Günümüze, çev. Ahmet Fethi (İstanbul: Hil Yayınları, 1996), s. 196. 634 Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 406. 631 193 Eylül) emekli bir amiral olan Bülend Ulusu başkanlığında, üyeleri büyük çoğunlukla emekli subay ve bürokratlardan oluşan yeni kabine oluşturulmuş, fakat kabinenin faaliyetleri Milli Güvenlik Konseyi’nin kararlarını uygulamaktan öteye gitmemiştir. Ardından, siyasal hayatı normale çevirmek ve ‘terörü’ durdurmak adına ilk iş olarak mevcut tüm siyasal partilerin faaliyetleri durdurulmuş, parti liderleri tutuklanmış ve aynı zamanda birkaç hafta içinde sayısı onbinleri geçmiş (bir yıl sonra tutuklananların sayısı 120 bini geçecekti) olan tutuklamalar sonucu toplumsal çatışma yok denecek kadar azaltılabilmişti.635 Milli Güvenlik Konseyi belirli bir ‘düzen’ kurduktan sonra, Ekim 1981’de yeni bir anayasa hazırlanması konusunda girişimleri başlatmış ve yeni anayasa referandumdan geçtikten sonra normal siyasal hayatın yeniden başlayacağını açıklamıştır. Fakat bu süreç içerisinde 1980 parlamentosunun tüm üyelerini beş yıllığına, parti liderlerini de on yıllığına her tür siyasi faaliyetten uzaklaştıracak yeni kanunlar çıkarılmış 636, bir bakıma yeni rejimde eski siyasetçilere yer verilmemesi konusunda kararlı bir tutum takınılmıştı. 1960 Anayasası’nın hükümlerini tersine çevirir hükümler üzerine kurulmuş olan yeni anayasa, Cumhurbaşkanı’na en başta parlamentoyu feshedip seçim kararı alma yetkisi de tanıyarak Cumhurbaşkanlığı’nın yetkilerini artırmıştır. Yine, 1971’de hükümete ‘bildiren’ bir kurumdan, ‘tavsiye eden bir kurum’a dönüştürülen MGK, bu sefer “alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararların öncelikle dikkate alınmasını sağlayan” bir kurum konumuna getirilmiştir. 637 Bunların yanında basın özgürlüğü, sendikal özgürlükler ve kişi hak ve özgürlükleri de büyük oranda kısıtlanmıştı. Bu kısıtlamalar, toplumun siyaset dışında tutulması planı üzerine hareket eden 638 bir oluşumun doğuracağı anayasa bağlamında kaçınılmaz hükümlerdi. Yeni anayasa 7 Kasım 1982’de yapılan referandumda, %91,4 evet oyuyla kabul edildikten sonra, yeni seçimlerin 1983’te yapılabileceği açıklanmış ve ardından yeni Siyasi Partiler yasası ilan edilerek yeni partilerin kurulabilmesinin önü açılmış oldu. 635 Ibid., s. 407. Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, s. 188. 637 Gencer Özcan, “Türkiye’de Siyasal Rejim ve Dış Politika”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının Analizi (İstanbul: Der Yayınları, 1994), s. 297. 638 Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, s. 186. 636 194 Yeni kurulacak siyasi partiler için, Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanma koşulu, kurulan onbeş partiden yalnızca üç tanesinin 6 Kasım 1983’te yapılan genel seçime katılabilmesine yol açmıştır. Onaylanmayan paritler içinde AP’nin ve CHP’nin devamı olduğu bilinen Doğru Yol Partisi (DYP) ve Sosyal Demokrasi Partisi de yer almıştı. Milli Güvenlik Konseyi’nin onayından geçen partiler, askeri yönetimin açıkça desteklediği Milliyetçi Demokrasi Partisi, CHP’nin geleneksel kanadını temsil ettiğini söyleyebileceğimiz Halkçı Parti ve 1980 sonrası siyasal yaşama izlerini bırakacak olan Turgut Özal’ın Anavatan Partisi (ANAP)’dı. Özal’ın partisi yönetimin açık desteğine sahip olmamakla birlikte, bu durum onun avantajına olmuş ve askeri yönetimin artık siyasette olmasını istemeyenler için tek demokratik seçenek olarak göründüğünden % 45,14’ünü alarak Meclis’te salt çoğunluğu sağlamayı başarmıştır. ANAP, aslında geçmiştekinden farklı olarak eski partilerin hiçbirinin doğrudan devamı olmayan yeni bir partiydi ve büyük oranda siyasal kısıtlamalar dolayısıyla AP’den MHP’ye ve hatta CHP’ye kadar tüm eski oluşumların unsurlarını içinde barındırmaktaydı. Bu bağlamda, muhafazakârlığı, milliyetçiliği, İslamcılığı ve hatta sosyal adalete olan inancından dolayı solculuğu (ortanın solu) dahi sahiplenmekteydi. 639 Esasen Özal ve partisinin siyasal yaklaşımlarının temelinde yatan düşünce olan ‘Türk-İslam Sentezi’ 640 bağlamında bakıldığında bu garip gibi duran birleşim, abartılı da olsa olanaksız değildi. 1960’lı yıllardan sonra gelişen ve esas olarak 1970’li yıllarda Aydınlar Ocağı 641 tarafından formüle edilen Türk-İslam Sentezi, sağcı muhafazakâr bir çizgide, din ile milliyetçiliği buluşturan bir sentez 639 Ibid., s. 191. Türk-İslam Sentezi konusunda, İbrahim Kafesoğlu, Türk-İslam Sentezi (İstanbul: Ötüken Yayınları, 2008); Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine, Yüksel Taşkın, “Muhafazakâr Bir Proje Olarak Türk-İslam Sentezi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 5: Muhafazakârlık, s. 381-401; 641 Temeli 1960’lı yıllarda kurulan ve 1965’te kapanan Aydınlar Kulübü’ne dayanan Aydınlar Ocağı, 14 Mayıs 1970’te İbrahim Kafesoğlu başkanlığında kurulmuştur. 1970’li yıllar boyunca, seminer ve kongreler gibi bilimsel toplantılar düzenleyerek görüşlerini geliştirmek ve yaymak üzerine yoğunlaşmışken, 1980 darbesinin ardından Türk-İslam sentezinin yeni yönetimce benimsenmesiyle bir bakıma resmileşmiş olması, Ocağın çalışmalarının da onaylanması sonucunu doğurmuştur. Zaten 1980 sonrasının, Özal dâhil, sağ muhafazakâr/milliyetçi siyasetçilerinin yolu 1970’lerde bu Ocak’tan geçmiştir. Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine, s. 57-59. 640 195 olarak ortaya koyulmuştur. 642 Bu bağlamda, Türklerin kendi geçmişleriyle İslamiyet geçmişi arasında bir sentez yapan, Türk kimliğini İslam aracılığıyla tanımlayan milliyetçi bir ideolojidir. Türk-İslam Sentezinde ‘Milli Türk Kültürü’ne dönüş öne çıkarılmakla birlikte, İslam, Türk kültüründen üstün tutulur, fakat Türk kültürü de İslamiyet’in körelmesini önlemiş bir unsur olmak bakımından önemsenmektedir. Bu çerçevede, siyaseten İslamcılıktan farklılaşmaktadır. 643 Bu noktada, Türk-İslam sentezinin Özal’ın siyasete hakim olmasından itibaren Türk siyasetine dahil edilmediği, aslında Türk-İslam Sentezi’ne ilk olarak 1980 darbesinin askeri yönetiminin sahip çıktığı, bir bakıma devletin yeni ideolojisi olarak benimsemiş olduğu belirtilmeden geçilmemelidir. 644 Zürcher’e göre, komünizmi devletin en büyük düşmanı olarak görmeye koşullanmış olan ordu, milliyetçilik ve devletle dost bir İslam anlamına gelen Türk-İslam Sentezi’ni, bir panzehir olarak kullanmaya kararlıydı. Bir başka deyişle, Türk-İslam Sentezi’nden beklenen, hem toplumu depolitize etmek, 645 hem de ideolojik olarak parçalanmış toplumda yeni bir toplumsal fikir birliği sağlamak olmuştur. 646 Vatan, ordu, anne, baba sevgisinin dini bir görev gibi sunulduğu ‘Din ve Ahlak’ derslerinin askeri yönetim zamanında bütün okullarda zorunlu hale getirilmiş olması bu durumun uygulamalarından sadece birisidir. 647 Türk-İslam Sentezi üzerinden, milliyetçi-muhafazakâr bir çizgide toplumu dönüştürme hedefi, 12 Eylül rejiminin devletin geleneksel mantığını da aynı çizgide yeniden yorumlamasına ve sol Kemalizm’e karşı duyulan rahatsızlık dolayısıyla yeniden adlandırılmasına yol açarak 12 Eylül Atatürkçü’lüğü diyebileceğimiz bir Çalış, Hayaletbilimi ve Hayali Kimikler, s. 113. Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine, s. 56-57. 644 M. Hakan Yavuz, “Değişen Türk Kimliği ve Dış Politika: Neo-Osmanlıcılığın Yükselişi”, Türkiye’nin Dış Politika Gündemi, s. 49. 645 Yavuz, “Değişen Türk Kimliği ve Dış Politika: Neo-Osmanlıcılığın Yükselişi”, s. 48. 646 Zerrin Kurtoğlu, “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Siyaset: Pozitivist Yönetim İdeolojisinin İslam’ın Siyasallaşmasına Katkısı”, Yasin Aktay (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 213. 647 Gerçi Türk-İslam Sentezi’nin, bir diğer deyişle Aydınlar Ocağı’nın etkisi 12 Eylül askeri rejimine sundukları anayasa taslağının izlerinin 1982 Anayasası’nın da bulunabilmesi, hatta 24 Ocak kararlarının hazırlanışındaki öncü rolleri ile de rahatlıkla görülebilecek kadar açıktır. Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine, s. 62. 642 643 196 çerçeve ortaya çıkarmıştır. Bu çerçeve Atatürkçülükle, muasır medeniyetler seviyesine yükselme bağlamında modernleşmeye bağlılık sürdürülmüştür, fakat kültürel politikalarda da ortaya koyulduğu şekilde, sağ değerlerle örtüşecek biçimde restore edilmiştir. 648 Esasen, 12 Eylül’ün Atatürkçülüğü (ya da sağ Kemalizm), Kemalizm’i muhafazakâr çevrelerle yapılan ittifaka ters düşmeyecek bir biçimde/ya da bu amaçla doğrudan milliyetçilikle tanımlamaktadır. Nihayetinde, Kemalizm’in ‘sol’ yorumundan arındırılmış bir Atatürkçülük ve aynı zamanda batılılaşma anlamından ayrılmaya başlayan bir modernleşme kavramı, ulusal zeminde daha fazla onaylanabilecek olması bakımından devlet eliyle uygulamaya koyulmuştur. Başlatıcısı 12 Eylül rejimi olmasına karşın, Türk-İslam sentezi çerçevesindeki uygulamalar 1983 sonrası Özal iktidarı ile daha fazla belirginlik kazanmış ve bazı görüşlere göre asıl bu dönemde resmileşmiştir. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT)’nın 1983’te ulusal birliği sağlamlaştırmak için İslami ahlakın eğitime yeniden dahil edilmesini önerdiği 649 Milli Kültür Raporu, Türk-İslam Sentezi’ne devlet politikası niteliği kazandıran unsur olarak kabul edilmektedir. Bunun ötesinde, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu arasında eşgüdümü sağlamak üzere, 1982 anayasasıyla (134. md) kurulmuş olan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu (AKDTYK) da, Türk-İslam Sentezi’nin resmileştirildiği en önemli kurumlardan birisi olmuştur. AKDTYK’nın 1986’da yayınladığı bir rapor, Türk Tarih Tezi özünü korumakla birlikte, Türk kültürünün Asyalı olduğu kadar, Müslüman olduğunu da vurgulamakta ve içeriğiyle Türk-İslam Sentezi’ni onaylamaktadır. 650 Ayrıca, 12 Eylül sonrasında eğitim ve kültürü denetlemekle görevli kuruluşların (Milli Eğitim Bakanlığı, YÖK, TRT personeli ve Üniversite rektörleri) personelinin Aydınlar Ocağı’nın önde gelen üyeleri olduğu da göz ardı edilmemelidir. 651 1983 sonrası ANAP (ya da Özal) döneminde Türk-İslam Senteziyle çelişir görünen bir farklılık, Özal’ın ‘çağ atlamak’ olarak tanımlamış olduğu Batı gibi Yüksel Taşkın, “12 Eylül Atatürkçülüğü ya da Bir Kemalist Restorasyon Teşebbüsü Olarak 12 Eylül”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık, s. 570-571. 649 Yavuz, “Değişen Türk Kimliği ve Dış Politika: Neo-Osmanlıcılığın Yükselişi”, s. 48. 650 Taşkın, “Muhafazakâr Bir Proje Olarak Türk-İslam Sentezi”, s. 400. 651 Hugh Poulton, Silindir Şapka, Bozkurt ve Hilal: Türk Ulusçuluğu ve Türkiye Cumhuriyeti, çev. Yavuz Alogan, (İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1999), s. 223; Emin Alper ve Özgür Sevgi Göral, “Aydınlar Ocağı”, ”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık, s. 587. 648 197 olmak, Batı’ya yetişmek için teknolojik batılılaşma gibi tek yönlü de olsa, bir batılılaşmanın tasdikinde bulunabilir. Aslında bu süreci modernleşme olarak tanımlamak daha doğru olacaktır, çünkü Özal’ın ünlü ‘çağ atlama’ deyimi, muasır medeniyetler seviyesine çıkma idealinde içerilen batılılaşma ile modernleşmenin anlamdaşlığından farklı olarak, modernleşme ile ilişkilidir. Bir başka deyişle, bu dönemde batılılaşma ile modernleşme anlam olarak birbirlerinden ayrılmıştır 652 ve bu ayrışmada 24 Ocak 1980 kararlarıyla temsil edilen ekonomik liberalizmin de önemli bir etkisi olmuştur. Batı, refah seviyesini batılılaştırmak bağlamında ekonomik bir projenin referansı olmaya başlamış, 653 kültürel batılılaşma dışlanırken ekonominin batılılaşması onaylanmıştır. 654 Bu noktada 1980’lerin sonuna yaklaşıldığı bir tarihte, başından beri kendisini batılılaşma retoriğinden uzak tutmaya çalışan Türk-İslam sentezcilerinin teknoloji, sanayileşme, pozitif bilim ve çağdaşlıkla sembolize edilen Batı’yı projelerinde içerecek ve bunu Türk-İslam-Batı Sentezi olarak sunacak şekilde bir dönüşüm geçirmiş oldukları da gözden kaçırılmamalıdır. 655 Özal-ANAP iktidarının içerdiği bu liberal-muhafazakâr çizginin, ulusal kimlik bağlamında, devletin belirlediği cumhuriyetçi-batılı-laik kimlikten daha uyumlu olduğu, 1950’lerden beri iktidara taşınan partilerin kimliklerine bakılarak dahi öne sürülebilir. Bununla birlikte, Özal’ın ANAP’ında biraraya gelen milliyetçi, İslamcı ve liberal birlikteliğinin bir sentez olmaktan çok, darbe sonrası kısıtlı siyasal hareket olanakları altında oluşan bir çıkar birlikteliği olduğu 1980’lerin sonlarına gelindiğinde, liberallerle, milliyetçi-muhafazakârların (İslamcıların) kamplara bölünmesinde görülebilir. Aynı ayrışma toplumsal tabanda da tedrici olarak Deren, “Kültürel Batılılaşma, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık, s. 400. 653 Toker ve Tekin, “Batıcı Siyasi Düşüncenin Karakteristikleri ve Evreleri”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık, s. 103. 654 Esasen Türkiye’de sağ-muhafazakârlıkla liberalliğin bir koşutluk içerisinde olması, DP iktidarından itibaren gözlemlenen bu durumu onaylar görünmektedir. Türkiye’de muhafazakârlığınliberallikle ilişkisi konsunda; Köker, “Liberal Muhafazakârlık ve Türkiye”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. V: Muhafazakârlık, s. 274-290; batılılaşma ile ilişkisi bağlamında Toker ve Tekin, “Batıcı Siyasi Düşüncenin Karakteristikleri ve Evreleri”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık’a da bakılabilir. 655 Alper ve Göral, “Aydınlar Ocağı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık, s. 588. 652 198 görülmeye ve 1980 öncesi siyasi liderlerin yasakları kalkıp, siyasete döndükleri 1987’den sonra belirginleşmeye başladı. 1980’lerin sonlarına yaklaşılırken, birbirlerinden farklı politikalar ortaya koyamayan, neredeyse birbirinin aynı olan sağ-muhafazakâr partiler arasından sıyrılan, yükselişe geçen unsur İslam olacaktı. İslam’a devlet eliyle taviz verilmesi çok partili hayata geçişle birlikte başlamış olsa da, devlet ve din arasındaki mesafe 12 Eylül’e kadar korunmuştu. 12 Eylül rejimi devlet’in kimlik tanımlamasında öteki’si olan İslam’ın, bir başka öteki olan komünizme karşı kullanılması sürecini başlatmakla, İslam’ı devlet siyasetinin asli bir bileşeni haline getirmiştir. 656 Devletin kendi meşruiyetini dinden ödünç aldığı kavramlarla inşa etme yoluna gitmiş olması, toplumsal hafızada zaten canlı ve etkin olan İslam’ın siyasallaşacak hareket alanını sağlayacak bir süreci de başlatmıştır. 1990’lı yıllara damgasını vuracak olan siyasal İslam’ın yükselişi, iktidara İslamcı kimliğiyle tanımlanan bir partiyi taşıdıktan sonra ise, esas öteki’ye verilen ödünlerin sonuçları, üstelik karşısına çıkarıldığı diğer öteki (komünizm) de tarih sahnesinden yok olmuşken, orduda bir kez daha Kemalist-laik dürtüyü harekete geçirecek ve bu yükselişin önü alınmaya çalışılacaktır. 3. İslamcılıktan Milliyetçiliğe 1990’lı Yıllar 1990’lı yıllar, 12 Eylül rejiminin başlattığı ve 1980’li yıllar boyunca Özal ve Demirel iktidarlarının sürdürdüğü, İslamcılığı yükselişe geçiren uygulamalar, aslında daha 1990’ların başlarında düşündürücü ve yeniden kaygı verici olmaya başlamıştı. Bu durumu ANAP’ın özelinde, partinin muhafazakâr ve milliyetçi kanat yerine daha fazla liberal tarafına ağırlık vermesinde de görmek mümkündür. Diğer yandan, ordunun üstü pek de kapalı olmayan demeçlerle laikliğin muhafazası konusunda uyarıları duyulmaya başlamıştı. 1990’lı yılların başında ağırlıkla hissedilmeye başlanan İslamcı yükseliş, temelde en iyi şekilde 1991 seçimlerinde, 12 Eylül sonrasında kapatılan Erbakan’ın MSP’sinin yerine kurulmuş olan Refah Partisi’nin (RP) %16,9’luk bir oy oranıyla (Milliyetçi Çalışma Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisiyle ittifak yaparak) meclise Kurtoğlu, “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Siyaset: Pozitivist Yönetim İdeolojisinin İslam’ın Siyasallaşmasına Katkısı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık, s. 214. 656 199 girmiş olmasıyla temsil edilebilir. RP kuruluşunun hemen ardından katıldığı ilk seçimlerden itibaren sürekli bir yükseliş göstermiş, oylarını her seçimde ikiye katlayarak (1987 genel seçiminde % 7,1; 1989 yerel seçimde %9,8; 1991 genel seçimde %16,9) oylarını sürekli artırabilen tek parti olarak iktidara yaklaşmak anlamında önemli yol katetmiştir. Bu yükseliş 1995 genel seçimlerinde %21,38 oy oranıyla birinci parti olmasına ve Erbakan’ın başbakanlık koltuğuna oturmasına kadar sürecektir. İslamcı kimliği ile tanımlanan bir partinin ilk kez olarak bu oranda oy almış olmasının ardında, muhafazakâr-sağ partilerin ve aynı şekilde merkez sol partilerin parçalanmışlığı, 1990’lı yıllarda siyaseti kısır çekişmelerle kilitlemiş olmaları ve mevcut sorunlara çözüm sunan yenilikçi programlar üretememiş olmaları gibi sebepler yattığı söylenebilir. Bununla birlikte, elbette 1980’lerin ikinci yarısından sonra liberal ekonomi politikalarının yarattığı sorunların etkilerinin, özellikle enflasyonun güçlü bir şekilde hissedilmeye başlanmış olması, kırsal kesimden kente göçlerin de etkilediği artan işsizlik gibi ekonomik unsurlar ve RP’nin Türkiye’nin önemli bir gerçeği olan gecekondu yoksullarına yönelik bir siyaset izlemesi de bu yükselişte önemli etkenler olmuştur. 657 İslamcı kimliğiyle RP’yi iktidara taşıyan bu tür etkenlerin, daha geniş bir açıdan bakıldığında, 12 Eylül rejiminin İslam’ı kullanmak suretiyle onaylayan uygulamalarının yarattığı hareket alanı içinde ortaya çıkabildiği söylenebilir. 1950’lerde başlayan, fakat 1980 sonrasında resmileşen devlet eliyle İslam’ın ulusal düzeyde birleştirici bir unsur, hatta devlet kimliğine bir meşruiyet dayanağı olarak kullanılması, İslamcıların ilk başta eğitim yoluyla bürokrasiye dahil olmaları ve 1990’lara gelindiğinde artık devlet katında laik seçkinlerin üstünlüğünü ve bütünlüğünü yitirmiş olmalarına yol açmıştır. 658 Ekonomik yaşamda, 1990’da kurulan Müstakil İş Adamları Derneği’nin (MÜSİAD) temsil ettiği İslami kuruluşların gücünün artması da aynı döneme rastlamıştır. Bu çevreler, Batı kapitalizmine, batılılaşmaya karşı çıkarak kendi kültürel ve sosyal düzenlerini, İhsan D. Dağı, Kimlik, Söylem ve Siyaset: Doğu-Batı Ayrımında Refah Partisi Geleneği (Ankara: İmge Kitabevi, 1998), s. 19-20. 658 Yavuz, “Değişen Türk Kimliği ve Dış Politika: Neo-Osmanlıcılığın Yükselişi”, Türkiye’nin Dış Politika Gündemi, s. 52. 657 200 dolayısıyla İslami değerleri ön plana çıkarmışlardır. 659 MÜSİAD İslami değerleri savunmakla birlikte, aynı zamanda 1980 sonrası liberal ekonomi politikalarından olumsuz etkilenmiş olan küçük ve orta ölçekli sanayi ve iş gruplarının sesi olmakla da etkinlik sağlamıştır. Yine aynı sürecin bir uzantısı olarak çeşitli tarikat ve cemaatlerin etkinliğinin artması ve siyasi partilerin açıkça bu cemaatlerce desteklenmesi (siyasi partilerin oy arayışıyla bunlara yönelmesi ile birlikte), özellikle İslami entelektüel diyebileceğimiz bir çevrenin de katkılarıyla İslamın ve değerlerinin siyasal ve toplumsal alana daha açıkça yayılmasına yol açmıştır. Söz konusu bu cemaat ve tarikatların 1990’lara yaklaşırken, radikal yönleri törpülenmiş 660, çoğunlukla devletle uyum içinde (Fethullah Gülen örneğinde olduğu gibi) 661 bir yaklaşıma sahip olmaları da siyasal İslam’ın toplumsal desteğini artıran unsurlardan olmuştur. Tüm etkenler biraraya geldiğinde, 1990’lı yıllarda Türk kimliğinin, içinde barındırdığı İslami unsur bakımından ve laik/batılı devlet kimliğinin sorgulanması bağlamında fazlasıyla tartışıldığı, 1950’lerden beri yapılan muhafazakâr yeniden yorumlamaların İslami unsurun ağırlığıyla birlikte artık bir ‘yeni’ kimlik çerçevesine ulaştırıldığı bir noktaya gelinmiştir. Bu dönemde artık İslamcı fikirler değerlerini, bu değerleri benimsemeye açık, hazır bir kitleye yönlendirmekteydiler. Kimlikteki bu yeni tanımlamalar, Cumhuriyet’in devlet kimliğinin öteki’leştirerek kendisini tanımladığı Osmanlı ve İslam geçmişini referans almakta ve bu bağlamda bir neoOsmanlıcılık olarak tezahür etmektedir. 662 Heinz Kramer, Avrupa ve Amerika Karşısında Değişen Türkiye, çev. Ali Çimen (İstanbul: Timaş Yayınları, 2001), s. 109. 660 1990’lı yıllarda İslam devleti kurma hedefiyle silahlı şiddet kullanma eğilimindeki radikal İslamcı grupların da varlığı, özellikle laik gazeteci, yazar, akademisyen cinayetleriyle kendini hissettirmiştir. 659 661 Fethullah Gülen cemaati ile ilgili olarak, M.H. Yavuz, 'Towards an Islamic Liberalism? The Nurcu Movement of Fettullah Gulen', Middle East Journal, Cilt 53 (4), 1999, s. 584-605 veya M. Hakan Yavuz, “Neo-Nurcular: Gülen Hareketi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. VI: İslamcılık, s. 307. 662 Neo-Osmanlıcılık, dış politika etkileşimleri bağlamında da etkileri gözlemlenebilen, dolayısıyla devlet kimliğini dönüştürmeyi başarmış bir unsur olarak çok fazla tartışılmıştır. Bu konu, bir sonraki kısımda inceleneceği için burada dışsal boyut ele alınmayacaktır. Fakat şu kadarı söylenebilir ki, Soğuk Savaş sonrası Türk dış politikasında davranışsal anlamda neo-Osmanlıcılığı hatırlatan pek çok olguya rastlanmakla birlikte, bunun bir kimlik değişiminden mi kaynaklandığını ortaya koyabilmek, ancak yapısal süreçler dahil, tüm etkileşim süreçlerini analiz etmekle olanaklı olabilir. Aksi halde, 201 1996’da ilk kez İslamcı kimliği baskın bir siyasal parti iktidara geldiğinde ve partinin İslamcı lideri Erbakan başbakan olduğunda, mitinglerinde sık sık duyulan şeriat’a dönüş çağrılarının gerçekleşebileceği endişesi, cumhuriyetin temel değerlerini değiştirmeye yönelik küçük ama uzun vadeli adımlar atılmaya başlandığında zirveye çıkmıştı. Bir İslam Cumhuriyeti kurmaya yönelik radikal adımlar atılmamış da olsa, önce siyasetin, ardından da devletin temel dayanaklarının İslamlaştırılmasına yönelik girişimlere duyulan tepki ve korku ordunun yeniden devreye girmesiyle sonlandırılmaya çalışıldı. 28 Şubat 1997’de Erbakan başkanlığında toplanan MGK toplantısında, siyasal İslam’ı en ciddi tehdit olarak ilan eden ve siyasal İslam’ın etkisini devlet mekanzimalarından uzaklaştırmayı hedefleyen yirmi maddelik bir önlem paketi sunulmuş ve Erbakan da imzalamak zorunda kalmıştır. Öncekilerden farklı olarak silahlı kuvvetlerin yönetime el koyması değil, fakat el koyması durumunda yapacaklarını doğrudan sivil hükümete yaptırması şeklinde ortaya çıkan 28 Şubat müdahalesi bu özelliğiyle postmodern darbe olarak nitelendirilmiştir. En temel hedefi, siyasal İslam’ın toplumdaki etkisini azaltmak ve devlet mekanizmalarından uzaklaştırmak olmuştur ve bu amaçla da ilköğretimin beş yıldan sekiz yıla çıkarılarak, İslami eğitimin (İmam-Hatip Okulları) önünün alınması gibi önlemlere başvurulmuştur. 663 Ordunun 28 Şubat’ta gerçekleştirdiği bu postmodern darbe, 1998’in ilk ayında, Erbakan’ın liderliğindeki MNP ve MSP’nin ardından, üçüncü partisi RP’nin de kapatılmasıyla sonuçlanmıştır. Bu noktada RP’nin Cumhuriyet’in temel dayanaklarına ya da başka bir deyişle laik/batılı kimliğine bir tehdit olarak ortaya çıkan İslamcılığının temellendiği düşünce sistemini anlamak önemlidir. Bu düşünce sistemi, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli bağımsız İslami hareketi olarak tanımlanan 664 ve lideri doğrudan Erbakan olan ‘Milli Görüş’tür. Cumhuriyet Türkiye’sinde batılılaşma yoluyla gerçekleştirilen kültürel dönüşüme karşı İslam’ın ve İslami geleneğin korunması amacıyla ortaya çıkan İslami bir birçok çalışmada yapılan bir hataya, doğrudan davranışlara bakılarak kimlik bağlamında sonuç çıkarma hatasına düşülmüş olunur. 663 Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, 210. 664 Ruşen Çakır, “Milli Görüş Hareketi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. VI: İslamcılık, s. 544. 202 hareket olarak Milli Görüş 665, en temelde milletin ve değerlerinin özü olarak tanımlanmakta ve bu öz, milletin İslam tarafından biçimlendirilmiş olan tarihi ve kültüründe aranmaktadır. Milletin özünü yansıtan tarihi, yani geçmiş Osmanlı’dır ama bu batılılaşma öncesi döneme yapılan bir göndermedir. Çünkü Milli Görüş’ün misyonu batılılaşma yoluyla kendi öz değerlerinden uzaklaşan millete, yeniden özüne dönme olanağını sağlamak üzerine kurulmuştur. 666 Bu bakımdan İslamcılık ve Osmanlıcılığı barındırdığı gibi, batı ve batılılaşma karşıtlığı, milli öze dönüşle ilintili olarak milli bağımsızlıkçılığı ve hatta sanayileşme ve teknolojik gelişim vurgusuyla modernizmi de bünyesinde barındırmaktadır. 667 Milli Görüş ‘millidir’ fakat kendisini milliyetçilikle tanımlanmaz, çünkü geçmişe yapılan atıf ve hatta gelecekte yaratılmak istenen ‘Büyük Türkiye’ ulus bağıyla değil, din/İslam bağıyla açıklanmaktadır. 668 Milli Görüş’ün siyaset sahnesinde farklı dönemlerde, farklı kavramlara daha fazla vurgu yaptığı görülmektedir. MSP döneminde siyasal program olarak, sosyal hayat içinde ve ayrıca ekonomide de inançlı insan yaratma hedefiyle ‘ahlaki düzene’ ve bağımsızlığın (Batıdan) temeli olarak milli kalkınmanın çerçevesinde ‘sanayileşme’ üzerinde durulmuştur. 669 RP döneminde ise söylemde dinsel kavramların ağırlığı azaltılmış, ekonomik politikalar alanında ise korumacı politikalar bırakılarak liberalleşme olmuştur. Bu liberalleşme, Milli Görüş’ün tabanındaki sosyo-ekonomik değişimle ilgili olarak gelmiş, ayrıca ‘adalet ve ahlak’ kavramlarının anlamı, Adil Düzen’le ekonomik ve sosyal sistemden olumsuz şekilde etkilenenlere dokunmak hedefiyle değiştirilmiştir.670 1990’lı yılların Milli Görüş’le temsil edilen İslamcılığı, daha geniş bir çerçeveden bakıldığında, tüm alanlarda söylem düzeyinde liberalleşmişti. Bu liberalleşme en fazla sivil toplum vurgusunda görülmekteydi ve Mert’in deyimiyle bu vurgu, 1950’li yıllarda muhafazakâr-sağın demokrasiye yüklediği anlamla aynı çerçevedeydi. Bir başka deyişle, nasıl 1950’li yıllarda demokratlık cumhuriyetçi muhafazakârlara karşı milletin iradesini temsil etmekle M Hakan Yavuz, “Milli Görüş Hareketi: Muhalif ve Modernist Gelenek”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. VI: İslamcılık, s. 592. 666 Dağı, Kimlik, Söylem ve Siyaset, s. 25. 667 Çakır, “Milli Görüş Hareketi”, s. 546. 668 Ali Yaşar Sarıbay, “Milli Nizam Partisinin Kuruluşu ve Programının İçeriği”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. VI: İslamcılık, s. 581. 669 Ibid., s. 579. 670 Yavuz, “Milli Görüş Hareketi: Muhalif ve Modernist Gelenek”, s. 597. 665 203 eşanlamlı kullanılmışsa, 1990’lı yılların İslamcılığında da sivil topluma devletin dayattığı resmi kimliğinin alternatifi olma anlamı yüklenmişti. 671 Mili Görüşle ilgili sayılan tüm özellikler, aslında tek bir kavramın çatısını oluşturan unsurlar olarak görülmelidir. Adil düzen, ahlak ve adalet gibi vurguların tümü İslamcı kimliğe, öteki’lerden farklılıklarına referans olması bağlamında kullanılmıştır. Bir başka deyişle Milli Görüş hareketinin zaman içinde değişen kavramları, kurucu unsurlar olarak işlemediğinden, çok ciddi bir farklılık yaratmamış, İslamcılık ana çerçeve olma özelliğini korumuştur. 28 Şubat sonrasında, ilk olarak milliyetçi oylarda bir yükselmenin gözlemlendiği ve MHP’nin oylarını beklenmedik şekilde iki katına çıkarttığı bir süreç yaşanmıştır (%18). Bu durum esasen milliyetçi oylardan değil, MHP’nin İslamcı kesime yaklaşmaya yönelik girişimlerinden, özellikle de türban konusundaki tutumundan kaynaklanmıştır. Bu noktada ANAP ve DYP’nin siyasal çekişmelerinin yarattığı kısırdöngü krizlerin halkın tepkisini topladığı ve sağ oyları bir başka sağa yönlendirmiş olduğu da MHP’nin yükseliş nedenleri arasında sayılmalıdır. Ecevit’in DSP’sinin birinci parti oluşunda da, yine sol oylardan daha fazla (bu dönemde Ecevit’in sol yerine milliyetçiliğe kaydığını gösteren etkenlerle birlikte) PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının başbakan Ecevit’e kazandırdığı itibar etkili olmuştur. Nihayetinde, 28 Şubat gibi bir müdahalenin ardından, toplumsal alanda aniden bir kimlik değişiminin meydana gelerek oyların yönünü tersine çevirmesi de beklenebilecek bir durum değildir, oylar durumsal olarak kaymalara uğrasa da, oyların sahibi toplumsal tabanın kimliği bu derece değişken değildir. Bu durumu, muhafazakârlığın, demokratlığın, sağ-merkezciliğin, İslamcılığın iç içe geçtiği söylem ve pratikler yoluyla temsil edildiği Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) örneği üzerinden ortaya çıkarmak olanaklıdır. Nuray Mert, “Türkiye İslamcılığına Tarihsel Bir Bakış”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt. VI: İslamcılık, s. 418. 671 204 4. Muhafazakâr Demokrasi vs. Cumhuriyetçi Muhafazakârlık 3 Kasım 2002’de yeni kurulmuş bir siyasal partinin girdiği ilk seçimden oyların %34’ünü alarak ve mecliste hükümet kurmaya yetecek çoğunluğu sağlayarak çıkması, seçim öncesi yapılan yoklamalar partinin gücü lehinde olmasına karşın halen daha tartışılabilecek kadar abartılı bir şaşkınlık yaratmıştır. Şaşkınlık, 2001 Haziran’ında, RP’nin ardılı olarak kurulmuş (1998 Şubat) olan Fazilet Partisi (FP)’nin de kapatılması sonrasında, bu partinin içinden yenilikçi olarak adlandırılan kanadın kurduğu (Ağustos 2001) AKP’nin, İslamcılığın devamı olarak görülmesinden kaynaklanmıştır. 28 Şubat’a rağmen oyların İslamcılara yönelmiş olduğu algısı da abartının sebebi olsa gerektir. Buna karşın AKP’nin gerek İslamcılığı ve gerekse de yeniliği (aslında genel olarak siyasal kimliği), üzerinde fazlaca tartışılan/tartışılmakta olan bir konudur. AKP’nin ‘yeniliği’ kendine özgü olmakla birlikte, siyasal İslam’ın kendisini değiştirme süreci ilk olarak FP çatısı altında başlatılmaya çalışılmıştır. FP’nin kendisini Milli Görüş’ün doğrudan bir devamı olmaktan uzak tutmaya çalışması, 28 Şubat sonrasında siyasal İslam’ın yaşam alanı bulabilmesinin, ancak değişime gitmekle olanaklı olabileceğine dair bir düşünceden kaynaklanmış olduğu söylenebilir. 672 ötekileştirerek Siyasal tanımlayan olarak Milli yükselişteyken Görüş’ün eski, kendi kimliklerini FP’nin yeni Batı’yı neferlerinin Batı’ya/Avrupa’ya bakışlarını değiştirmeleri, hatta FP lideri Recai Kutan’ın Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası olduğuna dair söylemleri var olma mücadelesinin zorunluluğundan kaynaklanmış da olsa bir değişim yaşandığının göstergesidir. Yine, AKP’nin siyasal kimliğini tanımlamada en fazla önemsediği, merkez sağa yerleşme girişimi de FP çatısı altında başlatılmıştır. Çakır’a göre, DP’nin 14 Mayıs 1950 seçimlerinde başarısına atıfla bir ‘14 Mayıs Günü’ nün düzenlenmesi ve Özal’ın misyonunu taşıdığını öne sürmesi FP’nin Milli Görüş’ten uzak, merkez sağda bir parti olmaya kalkıştığının göstergeleridir. 673 672 Ergun Özbudun, “From Political Islam to Conservative Democracy: The Case of Justice and Development Party in Turkey”, South European Society & Politics, Cilt 11 (3-4), 2006, 546. 673 Çakır, “Milli Görüş Hareketi”, s. 572. 205 Siyasal İslam’ın 28 Şubat sonrası kabuk değiştirme çabasının en iyi temsil edileceği ve bu bağlamda başarıya ulaşacağı hareket, FP’nin kapanmasının ardından değişimden yana olan üyelerin, gelenekçilerden ayrılarak kurdukları AKP olacaktır. AKP’nin en temel yeniliği, Milli Görüş’ten sıyrılarak merkez sağ bir parti olma iddiası olmuştur. Bu bağlamda partinin söylemlerinde laikliği demokrasinin bir teminatı olarak tanımlaması ve demokratik- laik hukuk devletini savunması merkezi önemde bir konu olmaktadır. Dağı’ya göre laikliğe bu tür bir yaklaşım, partinin siyasal İslam’dan uzaklaştığının bir işaretidir, fakat bunun yerine bir tür ‘sosyal İslam’ ikame edilmiştir. 674 AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi sözleriyle, ‘AK Parti dine sosyal bir değer olarak önem atfetmektedir, fakat dine dayalı siyaset yapmayacaktır… [çünkü] dini siyasal bir araç olarak kullanmak sosyal barışa, siyasal çoğulculuğa ve de dinin kendisine zarar verir.’ 675 Yine Erdoğan’ın, ‘Milli Görüş gömleğini çıkardığı’na dair açıklaması ve başörtüsü meselesinin partinin birincil öncelikli meselesi olmadığı ve bu konunun aslında bireysel haklarla ilgili olduğuna dair açıklamaları partinin siyasal İslamcı bir parti olmadığını gösterme çabasının bir parçası olmuştur. Partinin kendisini ‘muhafazakâr demokratlık’la tanımlaması da bununla ilintili bir durumdur. Muhafazakârlık, toplumsal alanda devrimci, tepeden dayatmacı dönüşümlere ve bu yolla geleneksel kurumların tahribine karşı, aşamalı ve doğal bir toplumsal değişimden yana bir bakış açısıdır. Bu bağlamda, AKP söyleminde muhafazakârlık, geçmişte de içerdiği anlamıyla toplumun kimliğinin, devlet tarafından dayatılana alternatif olarak yeniden yorumlanmasını içerir. 676 Bu yeniden yorumlamanın muhafazakâr değerlere dayalı, ama çağdaş gelişmeler ışığında olacağı, yani İslami değerlere dayanmayacağı vurgusu muhafazakâr kimliğin neden seçildiğinin de bir işaretidir aslında. 1950’li yıllardan beri gözlemlendiği şekilde, İhsan Dağı, “Turkey’s AKP in Power”, Journal of Democracy, Cilt 19 (3), 2008, s. 27. Recep Tayyip Erdoğan, “Açılış Konuşması”, Uluslararası Muhafazakârlık ve Demokrasi Sempozyumu, (İstanbul: AK Parti Siyasi ve Hukuki İşler Başkanlığı Yayını, 2004), s. 11. 676 Simten Coşar ve Aylin Özman, “Centre-right Politics After the November 2002 General Election: Neo-liberalism with a Muslim Face”, Contemporary Politics, Cilt 10 (1), 2004, s. 63. 674 675 206 Türkiye’de muhafazakâr İslamlaştırılmasını değil. değerler İslam’ı içerir, fakat rejimin doğrudan 677 AKP muhafazakârlığının demokratlık yanı ise, çoğulculuk, çokseslilik ve hoşgörüye dayalı bir demokrasi talebine bağlı olarak 678, en temelde toplumsal farklılıkların birer çatışma nedeni değil, zenginlik olarak kabul edilmesi ile somutlaştırılmaya çalışılmıştır.679 Bu bağlamda demokrasi, laik (Kemalist) kavramlara karşı, İslam yerine getirilmiş bir alternatif gibi görünmektedir. 680 Benzer şekilde Yavuz da, AKP algılamalarında demokratlığın Kemalist elite karşı durmakla bir tutulduğunu öne sürmektedir. 681 Demokratlığın bir diğer boyutu da, modern kurum ve değerleri savunma bağlamında ortaya koyulmaktadır. Modernlik, globalleşme karşısında toplumun korunması ve desteklenmesi amacıyla ekonomik ve teknolojik batılılaşma, ama daha fazla Avrupa Birliği (AB) ile bütünleşme çerçevesi içinde anlaşılmaktadır. 682 Daha fazla demokrasinin global süreçlerle daha fazla bütünleşmeyi getireceği anlayışı, bir bakıma AKP’nin global modernleşme projesinin içinde yer alma tercihinin de göstergesi olmaktadır. 683 Muhafazakâr demokratlık, AKP’nin siyasal kimliğini tanımlama çabasını dayandırdığı bir kavram olarak ortaya çıkmıştır, bununla birlikte bu yeni kimliğin de hizmet etmesi beklenen temel hedef, partiyi merkez sağa yerleştirmek olmuştur. AKP kendini tanımlama sürecinde, DP mirasına sahip çıkmış ve AKP’yi, DP’den sonra ilk kez millet tarafından demokrasiyi gerçekleştirmekle görevlendirilmiş bir parti olarak konumlandırmıştır. Kendi içerisinde İslamcı, milliyetçi, muhafazakâr ve Öğün’ün Türk muhafazakârları ile ilgili tespiti bu savı destekleyicidir. Öğün’e göre Türk muhafazakârları, dindar bir toplum ile dine hassas bir devlet arasında ince bir bağlantı kurmaktadır. Bu programın en önemli unsuru da dindarlığın kamuoyundaki etkilerinin artırılmasıdır ve bu politikanın dinselleştirilmesi sonucuna gidecek bir durumdur. Süleyman Seyfi Öğün, “Türk Muhafazakârlığının Kültürel Politik Kökleri”, Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık, s. 576-577. 678 Erdoğan, “Açılış Konuşması”, s. 8. 679 Coşar ve Özman, “Centre-right Politics After the November 2002 General Election”, s. 64. 680 Dağı, “Turkey’s AKP in Power”, s. 28. 681 Yavuz, “Milli Görüş Hareketi: Muhalif ve Modernist Gelenek”, s. 603. 682 Coşar ve Özman, “Centre-right Politics After the November 2002 General Election”, s. 64. 683 Hasan Turunç, “Islamist or Democratic? The AKP’s Search for Identity in Turkish Politics”, Journal of Contemporary European Politics, Cilt 15 (1), 2007, s. 89. 677 207 hatta merkez sol görüşleri barındırmasıyla 684 da Özal’ın ANAP’ına benzetilmektedir. Kasım 2002 genel seçimlerinin görüntüsü de, AKP’nin büyük oranda merkez sağ oyları aldığının bir göstergesidir. 685 Öncelikle söylem düzeyinde bakıldığında, muhafazakâr demokratlığın büyük oranda Türkiye bağlamında muhafazakâr sağ ile örtüştüğü, bu bağlamda AKP’nin merkez sağda yer alabilecek bir parti olduğu söylenebilir. Yine de gerek entelektüel düzeyde, gerekse de toplumsal olarak AKP’nin büyük oranda ‘Müslüman Demokrat’ olarak daha anlamlı olduğunun da altının çizilmesi önemlidir. 686 Nihayetinde, partinin Milli Görüş geçmişi ve Şeriatın savunulduğu, demokrasinin Şeriata ulaşmak için bir araç olarak tanımlandığı ve Kemalizm’e yönelik ağır eleştirilerin ortaya koyulduğu yıllar henüz –özellikle de Kemalist/laik- hafızalardan silinmemişti. AKP’nin tanımladığı kimliği konusunda, en başta da İslamcı olmadıkları konusunda ikna olmayan ve bu nedenle 1990’larda başlayan İslamcı-laik kutuplaşmasının tırmanmasında önemli bir payı olan diğer taraf Kemalist/laikler olmuştur. Esasen 2000’li yıllara gelindiğinde artık Kemalistler de birtakım dönüşümler yaşamış ve bir bakıma AKP muhafazakârlığının karşısındaki ‘cumhuriyetçi’ muhafazakâr cephe konumuna yerleşmişlerdir. Sol Kemalistlerin muhafazakârlaşması, Kemalistlere uzak durmayı tercih eden ve hatta yaşanan sorunlardan onları sorumlu tutmuş olan 12 Eylül yönetimiyle başlamış bir süreçtir.687 1950’lerden beri Kemalizm’in bir sağ yorumu, muhafazakârlaşma-milliyetçilik bağlamında ortaya çıkmış 688 ve 12 Eylül rejiminin Türk-İslam Sentezi ile birlikte bu yoruma meşruiyet sağlamış olması, sol Kemalistlerin de muhafazakârlaşması, yani cumhuriyetçi muhafazakâr çizgiye savrulmalarına yol açmıştır. Kemalistlerin devlet Ziya Öniş, “Conservative Globalists versus Defensive Nationalists: Political Parties and Paradoxes of Europeanization in Turkey”, Journal of Balkan and Near Eastern Studies, Cilt 9 (3), 2007, s. 248-249. 685 Özbudun, “From Political Islam to Conservative Democracy”, s. 546. 686 Sultan Tepe, “Turkey’s AKP: A Model “Muslim Democratic Party?”, Journal of Democracy, Cilt 16 (3), 2005; Ziya Öniş, “Globalization and Party Transformation”, Turkey’s Justice and Development Party in Perspective”, Peter Brunell (der.), Globalising Democracy: Party Politics in Emerging Democracies (New York: Routledge, 2006); Ergün Yıldırım, Hüsamettin İnanç ve Hayrettin Özler, “A Sociological Representation of the Justice and Development Party: Is it a Political Design or a Political Becoming?”, Turkish Studies, Cilt 8 (1), 2007, s. 9. 687 Taşkın, “12 Eylül Atatürkçülüğü ya da Bir Kemalist Restorasyon Teşebbüsü Olarak 12 Eylül”, s. 577. 688 Bora ve Taşkın, “Sağ Kemalizm”, s. 533-545. 684 208 katlarında ancak sol’dan sıyrılıp muhafazakârlaşması durumunda kabul görmeleri, bu duruma diğer etkenler yanında yol açan önemli bir unsur olmuştur. Taşkın’ın deyimiyle sol Kemalistlerin muhafazakârlaşmasının en güzel örnekleri, 28 Şubat sürecindeki, muhafazakâr düzen koruyuculuğu tutumlarıyla somutlaşmıştır. 689 Bu süreçten itibaren, yani siyasal İslam’ın iktidar gücünü eline alacak kadar yükselişe geçtiği süreçten itibaren, Kemalizm ve laiklik üzerinden yaşanan toplumsal kutuplaşma ve gerginliklerin temelinde de bu muhafazakârlaşmanın etkileri aranmalıdır. AKP iktidarı süresince Kemalistler, AKP’nin siyasal İslam’dan sıyrılmış olduğu konusunda ikna olmamış ve kendi kimlik tanımlarıyla birebir uyuştuğuna/uyuşması gerektiğine inandıkları devlet kimliğini korumak üzere militan bir tepkisellik ortaya koymuşlardır. Bu tepkisellik, 1990’lı yıllardan itibaren artık yalnızca CHP tarafından temsil edilmemekte, toplumsal alanda kendisini –eninde sonunda siyasal yapılarla çakışsalar da- ayrı bir güç olarak ortaya koyan sivil toplum tarafından da sahiplenilmiştir. Toplumsal ve siyasal gerilim ve kutuplaşmanın kuşkusuz temel dayanağı (Kemalist) laiklik olmuştur ve AKP’nin laiklik, dolayısıyla da Kemalizm’i yeniden yorumlama girişimi, CHP ve Kemalistlerin tepkisini toplamıştır. AKP’nin Kemalizm’i ve laikliği, çoğulculuk ve farklılıklara hoşgörü üzerinden tanımladıkları demokrasi çerçevesi içinde yeniden yorumlama girişimleri, demokrasiyi ancak laikliğin siyasal ve sosyal alanda sağlamlaştırılmış olduğu sistemlerde olanaklı gören Kemalistler için en önemli tehlike sayılmıştır. 690 Kemalist anlamlandırmada, laiklik ve milliyetçilik (ulusalcılık) Türk modernleşmesinin ve de kimliğinin temel taşları olarak değerlendirilmektedir. 691 Dolayısıyla, laiklik aynı zamanda ülkenin birliği ve bütünlüğünün de teminatı sayıldığından, AKP doğrudan ülkenin birlik ve bütünlüğüne bir tehdit olarak sunulmuştur. Kemalizm ve laiklik üzerinden gelişen toplumsal ve siyasal gerilim sürecinde, bu sürece CHP kadar katkısı olan AKP, ılımlı ama İslami bir dil kullanmıştır. Taşkın, “12 Eylül Atatürkçülüğü ya da Bir Kemalist Restorasyon Teşebbüsü Olarak 12 Eylül”, s. 574. 690 Özlem Demirtaş Bagdonas, “The Clash of Kemalisms? Reflections on the Past and Present Politics of Kemalism in Turkish Political Discourse”, Turkish Studies, Cilt 9 (1), 2008, s. 108-110. 691 M. Hakan Yavuz ve Nihat Ali Özcan, “Crisis in Turkey: The Conflıct of Political Languages”, Middle East Policy, Cilt 14 (3), 2007, s. 119. 689 209 Nihayetinde özellikle siyasal aktörler arasında, hem de toplumsal alanda, laik/İslamcı, Kemalist/anti-Kemalist, ulusalcı/liberal gibi farklılıklar üzerinden yürütülen dışlama pratikleri ötekileştirilmeyle sonuçlanmıştır. Bu elbette özellikle siyasal İslam’ın siyaset sahnesinde gücünü artırdığından beri devam eden, yeni sayılamayacak bir süreç olmakla birlikte, CHP-AKP çatışmasında sınırları keskinleşmiş ve somutlaşmıştır. Bu süreçte, Cumhurbaşkanlığı seçimleri dolayısıyla ortaya çıkan yeni bir siyasal kriz ortamında yeniden, bir kez daha silahlı kuvvetlerin siyasete bir müdahalesi, gerginlik ve kutuplaşmanın sağlamlaşması yönünde önemli oranda katkıda bulunan bir unsur olmuştur. 27 Nisan 2007’de yapılan bu seferki müdahale, Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde yayınlanan bir basın açıklaması ile gerçekleşmiş ve bu özelliğinden dolayı e-muhtıra olarak anılmıştır. Hükümeti, gerekli önlemleri almadığı sürece, ordunun gerekeni yapacağı konusunda uyaran metinin temel sorunu laikliğe karşı hareketlerdir ve Cumhurbaşkanı seçimi sürecinde yaşanan kriz, Başkomutan olarak silahlı kuvvetlerin de başı sayılan Cumhurbaşkanı’nın seçiminin silahlı kuvvetleri doğrudan ilgilendirdiği mantığıyla bu açıklama için zemin oluşturmuştur. Genelkurmay Başkanı’nın hükümete mesajı, aşağıda metnin bir kısmından yapılan alıntıda görülebileceği üzere açıktır; … Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir. … Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır. … Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz 210 kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir. 692 Hükümetin bu e-muhtıra karşısındaki tavrı sert olmuş, tavizsiz bir tutumla muhtıranın karşısında durmuştur. Bunun bir göstergesi, muhtıra’nın yayınlanması sonrasında hükümet sözcüsü Cemil Çiçek’in, Genelkurmay Başkanlığının hükümetin emrinde bir kurum olduğunu ve Genelkurmay Başkanı’nın da görev ve yetkilerinden dolayı Başbakan’a karşı sorumlu olduğunu hatırlatan konuşması olacaktır. 693 Gerek siyasal, gerekse de toplumsal alanda büyük tartışmalara neden olan bu muhtıranın hükümetin tutum ve davranışlarını etkilememiş olması bir yana, 22 Temmuz 2002’de yapılan genel seçim sonuçlarının da gösterdiği gibi silahlı kuvvetlerin, hükümetin lehinde prestij kaybına neden olduğu açıktır. Cumhurbaşkanlığı’nın seçim krizi sürecinde sivil toplum kuruluşlarının öncülük ettiği ve sayıları yüzbinleri bulan, modern/laik/Kemalist kesimlerin Cumhuriyet’in temel dayanaklarına tehdit olduğunu düşündüğü hükümet ve uygulamalarına karşı biraraya gelerek düzenledikleri ‘cumhuriyet mitingleri’ de toplumsal kutuplaşmanın açık bir göstergesi olmuştur. Yavuz ve Özcan’a göre, bu mitinglere katılan kitleler, Kemalist devlet kimliğinin kendilerine sağladıkları ‘modern’ yaşam standartlarının tehlikede olduğunu düşünen kitlelerdir. 694 Bu tepkilerin, belki muhtıranın etkisiyle birlikte, erken seçim kararının alınması, Erdoğan’ın milletvekilliği aday listesinden İslamcı adayların büyük çoğunluğunu çıkarması gibi sonuçları olmuşsa da, uzun vadede değiştirmek istenenler adına bir gelişmeye yol açmamıştır. 22 Temmuz 2007’de yapılan genel seçimlerde AKP’nin %46,54 oy oranıyla birinci parti seçilmesi, merkez sağın parçalanmışlık krizi (DP ve ANAP’ın birleşme kararı almalarına karşın bunu gerçekleştirememiş olmaları), Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşanan krizin mağduriyet üzerinden oy potansiyeline çevrilmiş olması ve daha birçok sebeple açıklanabilir/açıklanmaya çalışılmıştır. Fakat daha geniş bir çerçeveden bakıldığında, Göka vd.’nin tespiti çok yerinde görünmektedir, gerçekte 3 692 “Genelkurmay Başkanının 27 Nisan 2007 tarihli, BA 08/07 No’lu Basın Açıklaması”, http://www.tsk.tr/10_ARSIV/10_1_Basin_Yayin_Faaliyetleri/10_1_Basin_Aciklamalari/2007/BA_08 .html. 693 “Hükümet Genelkurmay’ın Açıklamasını Değerlendirdi”, Hürriyet, 28 Nisan 2007. 694 Yavuz ve Özcan, “Crisis in Turkey: The Conflıct of Political Languages”, s. 122-123. 211 Kasım’dan beri olan 1950’lerden beri hem nicelik hem de nitelik bakımından içini dolduran muhafazakârlığın, konjonktürel sebeplerle bir o limana, bir bu limana uğramasının bir tezahürü olmaktan öte bir şey değildir. 695 Üçüncü bölümün ilk kısmında açıklanmaya çalışılan olgulardan bir sonuç çıkarabilmek bağlamında bir değerlendirme yapılması, temel argümanın başlıklar arasında dağılmasına olanak vermemek bağlamında gerekli görünmektedir. Aslında, çeşitli ayrımlar altında ele alınan konulardan çok genel bir sonuç ortaya çıkmaktadır; devletin meşruiyetini dayandırdığı kimliğiyle, ulus olarak adlandırdığımız topluluğun kimliği (ulusal kimlik) birbiriyle uyuşmamaktadır. Kemalist inşa süreci sonrası, yani çok partili siyasal hayata geçişle başlamış olan eğilimlerin, devlet eliyle yapılan müdahaleler, siyaset sahnesinin düzenlenişi ve birtakım konjonktürel kaymalar dışında pek de değişmediği çok rahat gözlemlenebilmektedir. Devletin kendini tanımladığı ve aynı zamanda topluma da dayattığı kimliği, modernleş(tir)me yoluyla, İslamcılar dahil toplumun her katmanına nüfuz etmiş olsa da bütünüyle toplumsal meşruiyet sağlayamamıştır. En temelde devletin inşa sürecinde, yeni kimliğini tanımlamakta dayandığı referansı olan öteki, ulusun geneli için de bir öteki olmamış, sonrasında uygulanan modernleş(tir)me reformlarıyla da ötekileştirme toplumsal alanda yaygınlık kazanamamıştır. Kemalist inşa sürecinde hedeflenen ‘yeni insan’ yaratılmıştır, fakat bu ‘yeni insan’ hedeflenen içeriği bütünüyle içselleştirememiş, farklı etkenlerle ve farklı süreçler içerisinde hep bir yeniden yorumlama girişimi söz konusu olmuştur. Esasen yaşanan kısaca “bastırılmışın geri dönüşü” olarak tanımlanabilir. 696 Kimlik inşasının bir süreci olarak tarihin yeniden yorumlanma çabası, ulusun dayandığı tarihi tümden değiştirip, geçmişin belirli bir kısmını göz ardı etmek, bir bakıma tarihsiz bir ulus inşa etmek şeklinde ortaya koyulmuş, fakat geçmişin Osmanlı olduğu kadar İslam olarak da geri dönmesinin önüne geçilememiştir. Bu bağlamda geri dönen geçmişi kendine referans alanların kimliği ise içinde İslami değerleri de güçlü bir şekilde barındıran bir muhafazakârlık, ya da doğrudan İslam olmuştur. Göka, Göral ve Güney, “Bir Hayat İnsanı Olarak Türk Muhafazakârı ve Kaygan Siyasal Tercih”, s. 313. 696 Çalış, Hayalet Bilimi ve Hayali Kimlikler, s. 86. 695 212 Bütün bu çıkarsamalar elbette sadece Kemalizm ve Kemalist modernleştirme süreci çerçevesi içinde algılanamaz, bu sürece konjonktürel siyasal hesaplardan, ekonomik faktörlere birçok içsel etken katkıda bulunduğu gibi, bir sonraki bölümün konusunu oluşturan devletler arası etkileşimler ve uluslararası sistemin etkileri de önemlidir. Hatta bu etkiler de açıklanmadan, kesin bir yargıya varılması da doğru olmayacaktır. Zaten, kimlik üzerine yapılacak bir çalışmada, özellikle de aranan bir kimlik değişimi ise tüm analiz düzeylerinin birarada ele alınması gerektiği, çünkü tüm düzeylerin birbiriyle etkileşim içerisinde olduğu bu çalışmanın temel savıdır. Çalışmanın dayandığı savlardan bir diğeri de, devletin dış politikasını yapan (ulusal kimlikten) ‘ayrı’ bir kimliği olduğudur. Bu ‘ayrı’ kimliği ortaya koyabilmenin yolu ise, kimlik pratikleri bağlamındaki tüm içsel dönüşümler yanında, devletin etkileşim sürecinde ortaya koyacağı dış politika pratiklerine de bakmak olacaktır. II. DEVLET DÜZEYİ: KİMLİK, ÇIKAR ve DIŞ POLİTİKA PRATİKLERİ Türkiye’de özellikle dış politika bağlamında bir kimlik değişiminden en fazla söz edilmeye başlandığı dönem 1990’lı yıllardır. 1990’lı yıllar boyunca Türkiye’nin bölgesel güç olma girişimleri, özellikle Osmanlı coğrafyasıyla ilintili olduğundan Türkiye’nin değişen kimliğine sıkça vurgu yapılmıştır. Bu değişim süreci ulusal kimlik tanımlarındaki neo-Osmanlıcı eğilimlerle birlikte, Türkiye’nin kimliğinin değiştiğine/değişiyor olduğuna dair argümanları sağlamlaştırmıştır. Ne var ki, bir kimlik değişiminden söz edebilmek, yalnızca davranışlara bakılarak ortaya koyulamaz, bir kimlik değişiminden söz edebilmek için devletin dış politika algılamalarının değiştiğinin ve bir süreklilik kazanarak dış politikanın mantığını tümden dönüştürdüğünün ortaya koyulabilmesi gereklidir. Buna karşın dış politika pratiklerinin, bir önceki kısımda sözü edilen içsel gelişmelere karşın bir süreklilik göstermesi, hem ‘ayrı’ olduğu öne sürülen devlet kimliği argümanını güçlendirecek bir unsurdur, hem de devlet kimliğinin, tüm içsel dönüşümlere karşın bir değişime uğramadığının göstergesi olacaktır. Bu bağlamda, 213 örneğin Özal dönemi dış politikalarında görülen açılımların bir kimlik değişiminin sonucu olduğunu söylemek güçtür. Özal’ın çoğu zaman neo-Osmanlıcılık olarak tanımlanan politikaları, toplumsal dönüşümle uyumlu görünse ve bir kimlik değişimini akla getirse de algılamaların referans noktasının Batı olmaya devam ediyor oluşu bir kimlik değişiminden söz edilmesini olanaksızlaştırmaktadır. 1. Batı: Jeopolitiğin Kifayet Etmediği Noktada Öteki’leşmek Türkiye’nin ‘etkili öteki’si olarak Batı’yla etkileşimleri, devletin inşa sürecinde ele alındığı biçimde, bir yandan inşa edilen kimliğin bir unsuru, diğer yandan ise kimliği inşa edici bir unsur olarak işlemiştir. Soğuk Savaş sürecinde de bu genel yönelimde ciddi bir sapma olmamış, ancak 1960 ve 1970’li yıllar içinde ortaya koyulan dış politika pratikleri bağlamında bir gevşeme söz konusu olmuştur. Bu gevşeme, 1960 sonrası kamuoyunda sol hareketlerin ABD karşıtı seslerinin yükseldiği ortamda, Kıbrıs konusunda müttefik ve ekonomik sorunlara çare arayışının birer sonucu olarak ortaya çıkmıştı. 697 1960’lı yıllar boyunca, DP iktidarının tam aksine ABD’ye karşı çıkılabilen, görece özerk bir politika izlenmeye başlanmıştı. Hatta ekonomik anlamda sanayi yatırımları için SSCB’yle yakınlaşma başlatılmıştı. Yine, 12 Mart dönemi hariç, 1970’ler süresince de Batı’dan, bağımlılık anlamında uzak politikalar üretilmişti. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’na karşı Batı’nın gösterdiği tepkinin bu politikaların teşvikindeki etkisi yineleme gerektirmeyecek kadar bilinen bir durumdur. 1960’larda NATO’dan çıkma tartışmaları bile gündeme gelmişti ve 1976’da tek taraflı bir kararla AET ile ilişkiler de dondurulmuştu. Bütün bu gelişmelere rağmen, NATO’dan ayrılma söz konusu olmamış, 698 Ortadoğu’da Batı/ABD’den özerk politikalar gözlemlense de, özünde ABD’nin üstünlüğü çerçevesindeki politikaların dışına da çıkıl(a)mamıştır. Türkiye 1967 Arap-İsrail savaşı sonrası BM’de, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini öngören Yugoslav tasarısı çerçevesinde oy vermiştir, fakat burada da Batı’ya karşı dengeyi Baskın Oran, “Dönemin Bilançosu, Türk Dış Politikası, Cilt I: 1919-1980, s. 679. Hatta Kıbrıs Harekâtı sonrasında Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadından ayrılması üzerine, Yunanistan’ın yarattığı boşluğun Türkiye tarafından doldurulması hesaplanmıştır. Ibid. 697 698 214 yitirmemeye özen göstermiş olduğu, İsrail’i saldırgan ilan eden Sovyet tasarısı yönünde oy vermemesinden çıkarsanabilir. 699 Dış politika pratiklerinde, Batı’dan özerkleşme yönünde görülen bu dönüşümün Türkiye’nin çıkarlarını belirleyen kimliğinde bir değişim anlamına gelmediği, dış politika pratiklerinin sürekliliği içinde kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Türkiye’nin Avrupa anlamında Batı’yla etkileşimlerinin özünde kimlik unsurunun belirleyiciliği Soğuk Savaş koşullarında su yüzüne çıkmamış/çıkarılmamış olduğundan, dış politika pratikleri bakımından temel unsur olarak, güvenlik gereğiyle Batı’ya ittifak bağlarıyla bağlanmak sayılmıştır. Oysa daha Osmanlı mirasının incelenmesiyle ortaya çıkmaktadır ki, Türkiye’nin Batılı devletler sistemi içindeki konumu her zaman için bir kimlik meselesi olagelmiştir. 700 Bu durum 1980 sonrası dönemde daha fazla hissedilmeye başlanacak ve Soğuk Savaş sonrası dönemde ise Türkiye’nin Avrupa’yla ilişkileri neredeyse bütünüyle kimlik kapsamında belirlenecektir. Bu bağlamda Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemi ve sonrası Batı’yla etkileşimlerini ele almak, bu etkileşimler sürecinde kimlik etkenini ortaya çıkarmak bakımından önemlidir. 1960’lı yıllardan itibaren bu etkileşimler Avrupa Birliği (AB, AT, AET) perspektifinde gerçekleştirildiğinden, Türkiye ve Avrupa arasındaki etkileşim sürecini bu perspektife oturtmak yanlış olmayacaktır. Türkiye’nin Batı ile etkileşimleri bağlamında Avrupa ile etkileşiminin ele alınacağı bu noktada Batı olarak ABD unsuru ile ilgili bir şeyler söylemek de gerekli olmaktadır. Dış politika pratikleri bağlamında ele alındığında Batı genellemesi içinde kuşkusuz ABD’nin de yer almasına karşın Türkiye’nin kimliği ile ilgili kurucu bir unsur olarak işleyen Batı’nın, esasen Avrupa olduğunu belirtmek gereklidir. Avrupa, bir önceki bölümde incelenen her üç düzeyde de görüldüğü şekilde, Türkiye devletinin inşa sürecinde kurucu bir öteki (etkili öteki) olarak varlığını ortaya koymuştur ve aslında halen daha koymaktadır. Buna karşın ABD, Türkiye’de Batı kavramsallaştırması 699 700 içinde, Bora’nın deyimiyle ‘başka Batı’ olarak Aydın, Turkish Foreign Policy: Framework and Analysis, s. 75. Müftüler-Bac, Europe in Change: Turkey’s Relations with a Changing Europe, s. 3. 215 algılanmıştır/algılanmaktadır. 701 ABD modernleşmenin uç ve de pragmatik bir örneği olarak imgelendiği ve Batılılaşma hedefinin bir noktası olarak gösterildiği 1950’li ve 1980’li yıllarda dahi aslında ‘başka’ bir Batı’dır. Hatta ABD, farklı kültürellik biçimlerine, farklı modernliklere ve daha da fazla farklı demokrasi biçimlerine hoşgörü gösteremeyen Avrupa’ya göre daha elverişli de görünmüş ve bundan dolayı özellikle 1950 ve 1980’li yılların muhafazakâr ama batılılaşmacı zihniyeti tarafından batılılaşmanın yönü olarak belirlenebilmiştir. Fakat ABD türü batılılaşma Kemalist seçkinler için her zaman batılılaşmanın yozlaşması olarak algılanmış ve olumsuzlanmıştır. 702 Nihayetinde, Cumhuriyet’in kimliğini kuran Batı, Avrupa’dır ve Osmanlı tarihinden beri Türkiye’nin temel dış politika hedefi olan Batı tarafından kabullenilme hedefi, Avrupa ve Avrupa sistemine yönelik olmuştur. A. Soğuk Savaş Sürecinde Türkiye ve Avrupa Türkiye, sözü edildiği gibi İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Avrupa oluşumlarının tümünde yer almak için vakit kaybetmemiş, hatta özellikle NATO üyeliğini dış politika gündeminin birincil konusu haline getirmişti. Avrupalı bir güç/devlet olarak kabul edilebilmek açısından 1958’de Roma Antlaşması’yla oluşturulan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik 1959’dan itibaren gündeme gelmiştir. Esasen Türkiye en başında, geleceği belirsiz görüldüğü için AET’ye (NATO’ya göre) daha temkinli yaklaşmış, fakat Yunanistan’ın AET’ye üyelik için yaptığı başvuru Türkiye’yi harekete geçiren unsur olmuştur. Yunanistan’ın 15 Temmuz 1959’daki başvurusu olmasa Türkiye’nin muhtemelen AET’ye üyelik için daha geç başvuruda bulunacağı çoğunlukla kabul edilen bir belirlemedir. 703 Elbette dönemin Tanıl Bora, “Türkiye’de Siyasal İdeolojilerde ABD/Amerika İmgesi: ‘En Batı’ ve ‘Başka Batı’”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık, s. 147. 702 Ibid., s. 159. 703 Müftüler-Bac, Europe in Change: Turkey’s Relations with a Changing Europe, s. 54. Yunanistan ve Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Batılı kurumlara karşı yaklaşımları paralel olmuştu. AET konusunda da ortak hareket etmek istediklerine dair hükümet düzeyinde açıklamaları olmasına karşın, Yunanistan’ın Türkiye ile görüşmeden başvuru yapmış olması Türkiye’de tedirginliğe sebep olmuştu. Daha önemlisi, ihracatında Türkiye ile aynı ürünlere sahip olan Yunanistan’ın Türkiye’nin hedefindeki pazarları ele geçirmesi olasılığı ve NATO başta olmak üzere uluslararası platformlarda Türkiye’nin önüne geçeceği endişesi Türkiye’nin başvuru yapmasını teşvik eden en önemli unsurlardandır. Çağrı Erhan ve Tuğrul Arat, “AET’yle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), 701 216 dış politikasında ABD bağımlılığının belirleyici olduğu da göz önünde tutulduğunda, AET’ye yaklaşımdaki ihtiyatlılığında, bu oluşumun içinde ABD’nin yer almıyor olmasının etkisi de unutulmamalıdır. Türkiye’nin 31 Temmuz 1959’da, Yunanistan’ın başvurusundan sadece 16 gün sonra AET’ye başvurusu, AET’de siyasal açıdan memnuniyetle karşılanmıştı. Aynı dönemde (3 Mayıs 1960) İngiltere’nin öncülüğünde kurulan Avrupa Serbest Ticaret Birliği (EFTA)’nın yerine AET’nin tercih edilmiş olması, yeni, kendine güvensiz ve tecrübesiz topluluk için siyasi bir başarı sayılmıştı. 704 Sonrasında başlayacak süreçte de, kültürel olarak Türkiye’nin Avrupa’nın ötekisi olma gerçekliğinde bir değişiklik olmamasına ve hatta toplumsal düzeyde açıkça ortaya koyuluyor olmasına karşın, Soğuk Savaş koşullarında, Batı ittifakının sadık bir üyesi olduğundan bu tür farklılıklar siyasal düzeyde dile getirilmemiştir. Bu farklılıkların dillendirilmesi, üstelik Türkiye’ye karşı bir baskı olarak ortaya koyulması 1980’li yıllarla birlikte başlayacak, 1990’larda zirvesine ulaşacaktır. Buna karşın Türkiye’nin farklılığı daha hazırlık görüşmeleri sürecinde ortaya çıkmaya başlamış ve henüz üçüncü görüşmeye gelindiğinde AET tarafında, Türkiye ile olan sürecin yavaşlatılması noktasına varılmıştır. Zaten resmi müzakereler için belirlenen tarihten önce Türkiye’de 27 Mayıs müdahalesinin gerçekleşmiş olması süreci bir belirsizlikle kesintiye uğratmıştır. 27 Mayıs yönetiminin daha önce de sözü edildiği gibi ilk açıklaması Türkiye’nin bütün ittifak ve taahhütlerine sadık olacağı yönünde olmuş olsa da, askeri müdahale ve yönetimi (MBK) Avrupa’da kuşkuyla karşılanmış, bir tür bekle-gör politikası izlemek üzere ilişkiler soğutulmuştu. 705 Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 19802001(İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 811-816. Yunanistan ve Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Batılı kurumlara karşı yaklaşımları paralel olmuştu. 704 Mehmet Ali Birand, Bir Pazar Hikâyesi: Türkiye-AET İlişkileri (İstanbul: Milliyet Yayınları, 1978), s. 28. 705 Bu durum özellikle Yassıada mahkemeleri ve verilen idam kararlarına karşı tepkisini koyan ve Türkiye ile görüşmelerin derhal kesilmesini isteyen Fransa ile Türkiye’nin ortaklık konusunda örgüt içindeki tek destekçisi olan ve Türkiye’nin –stratejik sebeplerle- kaybedilmemesinde ısrarcı olan Almanya’nın görüşlerinin uzlaştırılmasının sonucudur. Yani ilişkiler kesilmemiş, ama belirsiz bir süre için ertelenmiştir. İlhan Tekeli ve Selim İlkin, Türkiye ve Avrupa Topluluğu I: Ulus Devletini Aşma Çabasındaki Avrupa’ya Türkiye’nin Yaklaşımı (Ankara: Ümit Yayıncılık, 1993), s. 166167. 217 Bütün olumsuz gelişmelere karşın, 15 Ekim 1961’de yapılan seçimlerle yeniden demokrasiye dönülmüş olması ve Türkiye’nin ısrarlı diplomatik girişimleri -özellikle Türkiye’nin başvurusunun reddedilmesi halinde- SSCB ve Doğu Bloku’na kayabileceği yönündeki açıklamalarla birlikte sonuç vermiş ve 12 Eylül 1963 Ankara Antlaşması ile ortaklık süreci başlamıştır. 706 Nihayetinde, 1960’lı yıllar Türkiye’nin Avrupa güvenliğine katkı sağlayan, Bilgin’in deyimiyle Avrupa açısından ‘güvenlik üreten’ (producer of security) bir ülke konumunda olduğu 707 ve kaybedilmemesi gereken bir ülke olarak görüldüğü bir dönemdir ve etkileşim süreçlerindeki olumsuzluklara karşın ortaklık anlaşmasına ulaşılmasında bu bakış açısı etkili olmuştur. 708 Ankara Antlaşması’nın imzalanması öncesinde, TBMM’deki tüm siyasal partiler, Batı dünyasında gerçekleşen bütünleşme hareketlerinin dışında kalınmaması, dolayısıyla Türkiye’nin savunmuşlardı. 709 AET’ye (Ortak Pazar’a) girmesi gerektiğini Bunun dışında ise, kamuoyu, birkaç sol yayın dışında basın, hatta üniversiteler dahi sessiz kalmışlardı, Birand’ın deyimiyle Ankara Antlaşması Türkiye’nin yaptığı en ‘sessiz’ anlaşma olmuştur. 710 Türkiye ile AET arasında ortaklık kuran Ankara Antlaşması, ‘hazırlık’, ‘geçiş’ ve gümrük birliğiyle tamamlanacak ‘son dönem’den oluşmaktaydı. 711 İmzalanması sonrasında ise, Ankara Antlaşması’yla Türkiye’de, Batılılığının onaylanmış olduğu algısıyla çok olumlu bir hava ortaya çıkmış, diğer yandan AET Erhan ve Arat, “AET’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, s. 830. Pınar Bilgin, “Turkey & the EU: Yesterday’s Answers to Tomorrow’s Security Problems?”, Graeme P. Herd ve Jouko Huru (der.), EU Civilian Crisis Management, (Camberley: Conflict Studies Research Center, 2001), s. 41. 708 Bu bağlamda ABD’nin desteği de göz ardı edilmemelidir. 1962’de NATO Konseyi toplantısında, Türkiye’nin (ve Yunanistan’ın) Atlantik örgütüne katkıları dikkate alınarak, hayat düzeyini yükseltmek için dış yardıma ihtiyacı olduğunun saptanması ve en kısa sürede olanak sahibi müttefiklerin yardım yapmalarının kararlaştırılmış olmasıyla, ABD/NATO sürece ağırlığını koymuş, AET’nin itirazlarını geri çekmesini etkilemiştir. Birand, Bir Pazar Hikâyesi, s. 123. 709 Adil Aşırım ve Hülya Yalçınsoy, Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı (Ankara: Sude Ajans, 2000), s. 27. 710 Birand, Bir Pazar Hikâyesi, s. 153. 711 Atilla Eralp, “Turkey and the European Community in the Cahnging Post-War International System”, Canan Balkır ve Alan M. Williams (der.), Turkey and Europe (Londra&New York: Pinter Publishers, 1993), s. 28. 706 707 218 de bu havayı -farklı dayanaklarla olsa da- desteklemiştir. 712 Buna karşın sürecin işletilmesinde, üzerine aldığı yükümlülükleri ve verilen taahhütleri yerine getirmek bakımından Türkiye’de aynı heyecanlı ve ısrarcı tutum sergilenmemiştir. Geçiş dönemi için gerekli yapısal hazırlıklar yapılmamasına karşın, hazırlık döneminin bitirilip, geçiş döneminin başlatılması için acele edilmiştir. Türkiye, esasen Avrupalılığının onayı dışında AET ortaklığının özellikle ekonomik etkilerinin dahi ayırdına oldukça geç varmış, hatta ekonomik sorunlar etkilerini hissettirmeye başladığı ilk dönemde göz ardı edilerek, 713 Gümrük Birliği’nin (GB) kurulmasına yönelik 22 yıllık geçiş dönemini başlatan Katma Protokol 23 Kasım 1970’te imzalanmıştır. Ankara Antlaşması’nın imzalanmasından, Katma Protokol’e uzanan süreçte AET ile ilişkiler konusunda Türkiye’de muhalif sesler de yükselmeye başlamıştı. Fakat bunlar henüz NATO ve ABD’ye yöneltilen eleştirilerin arasında kalıyor, pek yükselmiyordu. Muhalif sesler, daha çok sol ve İslamcı kesimden gelmiş ve en fazla bu iki kesimin birarada bulunduğu devlet bürokrasinin en prestijli kurumu DPT’den yükseltilmiştir. 714 Türkiye’nin önce ekonomisini AET ülkeleri düzeyine çıkarması ve ardından üyelikle ilgilenmesi gerektiğini savunan DPT’nin müsteşarı ise 1987’de Türkiye’nin AT’ye tam üyelik başvurusunun mimarı olacak olan Turgut Özal’dı. Katma Protokol’ün hazırlıklarının ilerlediği süreçte ise, eleştiriler özellikle etkin olmaya başlamıştır. Ankara Antlaşması’nı bizzat imzalamış olan CHP, temel olarak hazırlık döneminde gerekli hazırlıklar yapılmadan geçiş dönemine gidilmesine karşı çıkmıştır. Buna karşın Milli Görüş ve sol doğrudan topluluğa katılma konusunda muhalif olmuşlardı. Meclis’te Milli Görüş’ü temsil eden Erbakan, muhalefetini doğrudan hükümet hakkında, Ortak Pazar konusundaki tutumlarından dolayı gensoru önergeleri (15 Mayıs ve 11 Aralık 1970) vererek ortaya koymuştur. Erbakan, AET konusunun ekonomik boyutla sınırlı olmadığını ileri sürerek, topluluğun kültürel ve siyasi boyutlarını tartışmaya açmıştır. Özellikle ‘milli hakimiyet’in elden gideceğini, böylelikle Türkiye’nin Batı’nın sömürgesi haline geleceğini savunan Erbakan, bir Ortak Pazar kurulacaksa bunun Müslüman devletlerle kurulması gerektiğini öne 712 Bkz. s. 172. Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity, s. 71. 714 Erhan ve Arat, “AET’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, s. 840. 713 219 sürerek Milli Görüş’ün yaklaşımını sergilemiştir. 715 Mecliste temsil edilen sol görüş de doğrudan AET’ye karşı bir tutum sergilemiş, hatta TİP’li milletvekili Sadun Aren, sosyalist ülkelerle ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi yanında bir Ortak Pazar kurulacaksa, bunun Ortadoğu ülkeleriyle gerçekleştirilmesinin daha doğru olacağını savunmuştur. 716 Katma Protokol daha onaylanma sürecini geçemeden Türkiye’de 12 Mart müdahalesi gerçekleşmiş, Demirel hükümetinin istifasının ardından kurulan yeni Erim hükümeti ile Katma Protokol TBMM’de onaylanmıştır. Erim hükümeti ilk programında çok fazla tartışmaya konu olduğundan Katma Protokol’ün bazı yönlerinin iyileştirilebileceğini öne sürmüşse de, daha yürürlüğe girmeden revizyon istemenin AET ile ilişkileri kopma noktasına getireceği endişesi hakim olduğundan bu süreçte böyle bir talepte bulunulmamıştır. 12 Mart müdahalesi esasında AET ile ilişkiler çok derinden etkilenmemişti. AET esasında demokrasi kurallarının işlemediği ülkelerle ilişki kurmuyor, ya da Yunanistan örneğinde olduğu gibi ilişkilerini donduruyordu. Fakat askeri müdahale ile parlamentonun kapatılmamış olmasının da etkisiyle bu süreç Türkiye için işletilmemişti.717 Yine de bu dönemde ortaya çıkan önemli bir unsur, ileride Türkiye’nin çok fazla karşılaşacağı, Türkiye’de insan hakları ihlalleri konusundaki eleştirilerin Avrupa Parlamentosu’nda ilk kez dillendirilmiş olmasıdır. 718 1970’li yıllar zaten AET’nin Türkiye’ye yalnızca güvenlik penceresinden bakmayı bıraktığı ve daha çok ekonomik açıdan değerlendirdiği, siyasi hesapların da ağırlıklı olduğu bir dönem olmuştur. 719 Bunun dışında 1970’li yıllar, AET içinde yaşanan gelişmeler dolayısıyla birçok şeyin artık değiştiği ve değişimin etkilerinin Türkiye’ye, beklentilerinden farklı yönde yansıyacağı bir dönem olacaktır. Bir kere AT Türkiye açısından Katma Protokol’ün yürürlüğe girdiği 1973 yılına, ilk genişlemesini (İngiltere, İrlanda, Danimarka) tamamlayarak girmişti. Bu Tekeli ve Selim İlkin, Türkiye ve Avrupa Topluluğu, s. 116. Aşırım ve Yalçınsoy, Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı, s. 53. 717 Tekeli ve Selim İlkin, Türkiye ve Avrupa Topluluğu, s. 141-142. 718 Erhan ve Arat, “AET’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 847. 719 Atila Eralp, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye ve Avrupa Birliği”, Alan Makovsky ve Sabri Sayarı (der.), Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri (İstanbul: Alfa Yayınları, 2002), s. 235. 715 716 220 genişlemenin etkileriyle ilgilenildiği bir dönemde, ayrıca petrol krizinin baş göstermesi ve krizle topluluk ülkelerinin ulusal ekonomilerini korumaya yönelik politikalar izlemeye başlaması ve dahası Akdeniz ülkeleriyle ikili serbest ticaret anlaşmaları imzalayarak ucuz tarım ürünleri elde etmeye başlaması Türkiye’yi çok olumsuz etkilemiştir. 720 Türkiye’nin AET konusundaki en önemli gündemi ise Katma Protokol’de revizyon yapılması olmaya devam ederken, Kıbrıs Barış Harekatı’nın gerçekleşmesi ilişkileri o güne dek olmadığı kadar gerginleştirecektir. Türkiye’nin 20 Temmuz 1974’te Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunması, garantörlük hakkına dayandığı ve gerekli dış temaslarda da bulunduğundan AT’de tepkiye neden olmamıştı. Fakat Ağustos’ta ikinci harekâtın gerçekleştirilmesi, ardından Yunanistan’da Albaylar Cuntası’nın devrilmesi ve Yunanistan’ın demokrasiye dönmesi Türkiye’yi çok olumsuz etkilemiştir. Demokrasiye dönmüş Yunanistan toplulukta çok olumlu karşılanırken, Türkiye Ekim 1974’te yapılan Paris Zirvesi’nde harekâttan dolayı kınanmıştı. Bundan sonrasında ilişkiler AET’nin Türkiye’nin isteklerini sürekli reddettiği ve ilişkilerin her aşamada daha fazla gerginleştiği bir noktaya gelecek, sonuç olarak Türkiye Katma Protokol’den doğan yükümlülüklerini (Katma Protokol’ün 60. Maddesine dayanarak) 1 yıllığına ertelediğini açıklayacaktır. 721 İlişkiler gerginliğini korurken, Ocak 1978’de kurulan yeni Ecevit hükümeti 1978 yılı boyunca topluluk nezdinde yoğun temaslarda bulunmaya özen göstermişti. Aslında Türkiye’nin tüm kredi kanallarının tıkandığı, IMF’yle yapılan anlaşmanın da siyasi hesaplarla uygulamaya koyulmadığı bir ortamda ülkenin içine düştüğü ekonomik bunalım da bunu gerektirmekteydi. 722 Türkiye, Mayıs ayında AET’ye tarım konusunda kapsamlı ödünler ve mali yardım içeren bir öneriler paketi iletmiş, fakat topluluktan bir türlü cevap alınamamış olduğundan 28 Aralık 1978’de ilişkileri dondurma kararı almıştır. Türkiye’nin yükümlülüklerini askıya alması diğer tarafta, Tekeli ve Selim İlkin, Türkiye ve Avrupa Topluluğu, s. 165. Erhan ve Arat, “AET’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, s. 848. 722 Tekeli ve Selim İlkin, Türkiye ve Avrupa Topluluğu, s. 176. 720 721 221 gerek genişlemesinin etkileri, gerekse de petrol krizi sonrası ekonomik sorunlarla uğraşan topluluk için bir rahatlama dahi sağlamıştır denilebilir. 723 1979 yılına gelindiğinde Demirel başkanlığında kurulan Milliyetçi Cephe Hükümeti döneminde ilişkiler tersine çevrilmek istenmiş ve 1980 yılı başlarında Türkiye’nin tam üyelik başvurusunda bulunabileceği açıklamaları yapılmaya başlanmış, fakat 12 Eylül’de gelen yeni bir askeri müdahale tüm süreçleri bir kez daha kesintiye uğratmıştır. 12 Eylül, topluluk içinde demokrasi konusunun daha fazla ele alınmaya başladığı bir döneme denk gelmiş, Türkiye’nin süreci geri döndürme çabalarına karşın aradaki uzaklığı kapatmak olanaklı olmamıştır. AET’nin demokrasi önceliğinde siyasi kaygılarla ilgisi, daha 1970’li yılların ortalarında kendini belli etmeye başlamış ve İspanya, Portekiz ve Yunanistan’ın üyelik başvuruları, topluluğun demokratik rejimleri güçlendirebileceği inancını yerleştirmesine sebep olmuştu. 724 Askeri müdahale ilk anda topluluktan çok sert tepkiler almamakla birlikte, ilerleyen süreçte insan hakları ihlalleri konusu topluluğun tepki ve eleştirilerinin sertleşmesinin yönünü belirleyecekti. Avrupa Parlamentosu (AP) Türkiye’den, Türk halkının siyasi özgürlüklerden yararlandırılmasını, siyasi tutukluların hayatlarının güvenceye alınmasını, demokrasiye dönüş takviminin bildirilmesini istemiş, ayrıca insan haklarına saygının AET ile diyaloğun temel koşulu olduğunu hatırlatma gereği duymuştur. 725 12 Eylül yönetimi ise, Türkiye’nin demokrasiye geçiş programını açıklamasının ilişkileri yoluna sokmak için yeterli olacağını hesaplamaktaydı. Buna bir de ekonomide liberalleşmenin hayata geçirilmesi programı (24 Ocak kararları) eklenince, Türkiye’nin bakış açısına göre AT ile sorun yaşamak için bir sebep kalmayacak ve ilişkiler düzeltilebilecekti. Oysa artık toplulukla ilişkilerin sadece ekonomiye bağlı olmadığı, demokrasi ve insan haklarının öncelikli konular olarak yerleştiği 726 ilişkilerin seyrinde siyasi bir organ olan Avrupa Parlamentosu’nun eleştirilerinin etkinliğinden bile çıkarsanabilir. Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity, s. 74. Eralp, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye ve Avrupa Birliği”, s. 241. 725 Aşırım ve Yalçınsoy, Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı, s. 146. 726 Eralp, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye ve Avrupa Birliği”, s. 242. 723 724 222 Bütün bu olumsuzluklara karşın Türkiye, 1981’de yapılan Ortaklık Konseyi toplantısında, demokrasiye dönüldükten sonra tam üyelik başvurusunda bulunulacağını açıklıyor, buna karşın aynı dönemde topluluğun Türkiye’ye karşı eleştirileri sertleşiyordu. AP’nin 4. Mali Protokol’ün askıya alınmasına yönelik kararı, Konsey tarafından onaylanmasa bile ertelenerek fiilen uygulanıyor, Haziran 1982’de Türkiye’de genel seçimler yapılıp parlamento tekrar oluşturulana kadar ATKarma Parlamento Komisyonu iptal ediliyordu. Yeni anayasanın 17 Kasım 1982’de referandumla kabul edilmesi de, referandumun sıkıyönetim koşullarında yapılmasından dolayı eleştirilmiş, 1983 yılı boyunca yeni kurulan siyasi partilerin kapatılması ve liderlerin Milli Güvenlik Konseyi tarafından veto edilmesi de çok olumsuz karşılanmış ve AP yapılan seçimleri demokrasinin gerçek bir ifadesi olmamakla kınamıştır. 727 Kasım 1983’te genel seçimlerin yapılması ve parlamentonun işlemeye başlaması da Türkiye’ye yönelik eleştirel tutumda önemli bir değişiklik yaratmamıştır. Parlamento gibi, topluluğun diğer organları da Türkiye’deki yeni rejimi onaylamak ve ortaklık anlaşmasını yeniden harekete geçirmek için acele etmemiştir. 1985’de Siyasi İşler Komitesi’nin hazırladığı bir rapora göre, Türkiye halen insan hakları konusunda temel standartlara dahi ulaşamamıştır ve bundan dolayı Karma Parlamento Komisyonu’nun toplanması ertelenmelidir. Bu raporla birlikte, AP’nin işkence, idam cezaları, siyasi yasaklıları ve Kürtlere uygulanan baskıları kınayan çok ağır bir kararı da çıkmış ve Türkiye’de hiddetle karşılanmıştır. 728 Gerek askeri yönetim, gerekse de seçimlerden sonra iktidar olan Özal hükümeti, Türkiye’de yeniden tesis edilen demokrasiyi gereken standartların çok altında değerlendiren topluluğun eleştirilerini anlamlandırmakta güçlük çekmiş, hatta bu eleştirileri içişlerine haksız bir müdahale olarak değerlendirmiştir. 729 Özal hükümetinin ilişkileri normalleştirme yönündeki çabaları sonuç vermediği gibi, bu dönemde Yunanistan’ın topluluk içinde Türkiye’ye karşı etkinlikleri ve 1986’da uygulamaya geçmesi gereken Türk işçilerinin serbest dolaşımını özellikle İhsan Dağı, “Human Rights, Democratization and the European Community in Turkish Politics: The Özal Years, 1983-87”, Middle Eastern Studies, Cilt 37 (1), 2001, s. 20. 728 Ibid., s. 22-23. 729 Eralp, “Turkey and the European Community in the Changing Post-War International System”, s. 32. 727 223 Almanya’nın engelleme çabaları önemli sorunlar olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye Kasım 1986’da işçilerin serbest dolaşımının başlatılması için başvuruda bulunsa da, Bakanlar Konseyi’nin verdiği cevap, uygulamanın başlatılması için hukuksal gerekçelerin oluşmadığı, bu konuda ciddi bir hazırlık yapılmasının ardından karar verileceği bildirilmişti. 730 1986’da AP’nin Türkiye ve AET ilişkileri konusunda aldığı bir karar da, demokrasi ve insan hakları sorunları yanında, Türkiye’ye Yunanistan ile iyi komşuluk politikası gütmesi tavsiyesinde bulunmakla, aslında hep var olan Yunanistan etkenini açıkça gündeme getirmiştir. 731 İlişkilerin henüz normalleştiğinin söylenemeyeceği bir süreçte, 14 Nisan 1987’de Türkiye’nin tam üyelik başvurusunda bulunması, topluluk içinde şaşkınlık yaratmıştır. Türkiye’de ise başvuru konusunda mecliste temsil edilen siyasi partilerin hepsi bu kararı, başvuru öncesinde gerekli ekonomik ve siyasi reformların gerçekleştirilmesine dikkat çekmeleri dışında, Türkiye’nin Avrupalı oluşuna ve bunun tescil edilecek olmasına yaptıkları vurgularla beraber desteklemişlerdi. Türkiye’nin Avrupalılığı’na bu derecede bir vurgu, Avrupalılığı kimliğinde içselleştirmiş bir devletin siyasal temsilcilerinin, 1980 sonrası dönemde ortaya çıkan gelişmelerle Avrupa’dan dışlanmışlığı çok fazla hissetmiş olmalarıyla ilgili görünmektedir. Zaten, bu süreçten itibaren toplulukla ilgili konular, bir ulusal gurur meselesi haline getirilecektir. 732 Siyasal partiler içinde mecliste temsil edilmeyen RP ise Türkiye’nin, İslam dünyasını yok etmek için örgütlenmiş bu Hıristiyan topluluğuna üyeliğine kesnlikle karşı çıkmıştır. AT’nin ekonomik değil, ideolojik bir siyasi birlik olduğunu ve Türkiye’nin sömürü düzeninin içine atıldığını belirten Erbakan ve RP (Milli Görüş olarak da okunabilir), Türkiye’nin, Avrupa’dan farklı bir kültür ve kimliğe sahip olduğunu vurgulamakla, kısa bir süre sonra Avrupa’nın gündeme getireceği kimlik meselesini içeriden bir bakışla ortaya koymuştur. 733 Erhan ve Arat, “AT’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001, s. 92-93. 731 Dağı, “Human Rights, Democratization and the European Communityin Turkish Politics”, s. 23. 732 Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity, s. 74. 733 Dağı, Kimlik, Söylem ve Siyaset, s. 52-53. 730 224 Türkiye’nin başvurusu AT tarafından da olumsuz karşılanmış, Yunanistan’ın açıkça Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğunu açıklamış olması beklenir bir durumken, Almanya’nın da karşı çıkanlar arasında yer alması hayal kırıklığı yaratmıştır. Komisyonun, Türkiye’nin başvurusunu değerlendirmesi iki yıl sürmüş, Konsey’e Türkiye’nin başvurusunun askıya alınması yönündeki önerisini 18 Aralık 1989’da bildirmiştir. Komisyon’un temel gerekçesi 1993’e kadar yeni bir genişleme yapılmak istenmemesine bağlanmıştı. Eralp’e göre Türkiye’nin başvurusunun zamanlaması hatalı olmuş, topluluk 1970 ve 1980’ler boyunca bir şekilde ertelemiş olduğu bütünleşme sürecini Tek Avrupa Senedi’ni (1986) kabul ederek yeniden harekete geçirmeye çalışmaktaydı. Tek Avrupa Senedi’nin öngördüğü Tek Pazar’ın 1992 yılına kadar tamamlanması gereği, böyle bir aşamada yeni bir üyenin kabul edilmesini zorlaştırıyordu. 734 Türkiye’nin üyeliğinin reddi elbette sadece bu topluluk içi etkenle açıklanacak bir durum değildir. Komisyon’un temel gerekçesi de bununla ilintili olarak ortaya koyulmuş, ama Türkiye özelinde ortaya çıkan ekonomik, siyasi ve de kültürel unsurlar da kararda yer almıştı. Türk ekonomisinin üyeliğe olanak sağlayacak gelişmişlik düzeyinde olmaması, Türkiye’nin Avrupa demokrasilerinin çok gerisinde olması ve Yunanistan’la Kıbrıs konusunda yaşanan sorunların toplulukla ilişkileri olumsuz etkiliyor olması Türkiye’nin üyeliğini olanaksızlaştıran sebepler olarak sıralanmıştır. Türkiye ile ilişkilerin gelecekte gümrük birliğinin tamamlanması, mali işbirliğinin canlandırılması, teknolojik işbirliğinin geliştirilmesi ile siyasal ve kültürel bağların geliştirilmesi noktasında şekillenmesi gerektiği de ayrıca belirtilmişti.735 Gerek topluluğun kendi sorunları, gerekse de Türkiye’nin topluluk tarafından belirlenen yetersizlikleri bir kenara, Türkiye’nin başvurusunun reddedilmesinde dönemin koşulları göz ardı edilemeyecek kadar etkili bir unsur olarak ortaya çıkmıştır. Nihayetinde Türkiye’nin tam üyelik başvurusunun reddedildiği tarih, Berlin duvarının yıkıldığı ve Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinin başladığı 734 Eralp, “Turkey and the European Community in the Cahnging Post-War International System”, s. 36-37. 735 Erhan ve Tuğrul Arat, “AT’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 99-100. 225 tarihtir, dolayısıyla topluluğun kısa vadede bir Doğu Avrupa gündeminin oluşacağı da hesaplanmıştır. 736 Siyasi olandan, kültürele, ekonomik olandan sistemsel olana topluluğun tüm argümanları karşısında Türkiye tek bir argümana, Soğuk Savaş süresince Batı dünyası için taşıdığı stratejik öneminin vazgeçilmez olduğuna dayanarak hareket etmişti. Türkiye’de AET’ye genel yaklaşım, NATO ve tüm Avrupalı kurumlara üye olan ve Avrupa’nın güvenliğine önemli katkısı olmuş bir Türkiye’nin doğal olarak AET’ye de üye olması gerektiği yönünde olmuştur. 737 Oysa sözü edildiği şekilde, 1990’lı yıllara girerken Türkiye’nin stratejik önemi, dolayısıyla Soğuk Savaş süresince Türkiye ve Avrupa arasındaki en temel birleştirici unsur örselenmiştir ve gündeme gelecek olan, kimlik ve kültür söylemi üzerinden ‘farklılıklar’ olacaktır. Türkiye ve Avrupa (Batı) çerçevesinde bu çalışmada, buraya kadar yapılmış olan tüm analizin de gösterdiği gibi farklılıklar, konjonktürel koşullar gerektirdiği durumlarda sahne gerisine itilmekte de olsa, aslında her zaman gündemdedir. Bunun bir kimlik meselesi olduğu anlayışı kavrandıktan sonra aksinin olanaklı olmadığı da zaten kendiliğinden ortaya çıkan bir gerçektir. Türkiye tarihinden beri Batı’nın ötekisidir, Batı, kendi kimliğini Türk’ün ötekiliğine karşı inşa etmiştir. Buna karşılık, Batı’ya karşı gücü azaldığı oranda Batı’yı etkili ötekisi konumuna yerleştirmiş ve kimliğini Batı’ya benzeme, ‘gibi olma’ duyuşuyla’ inşa etmiş bir Türkiye karşısında Batı’nın tutumunun Yurdusev’in çok yerinde deyimiyle ‘idare etmek’ olduğu 738, Türkiye-Avrupa ilişkilerinde çok açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu durum, farklılıkların belirli bir oranda görmezden gelinmesini sağlayan dışsal etkenlerin ortadan kalktığı 1990’lı yıllarda çok daha belirginleşecek, hatta karşılıklı etkileşimlerdeki temel belirleyici unsur haline gelecektir. 736 Ibid., s. 101. Dağı, “Human Rights, Democratization and the European Communityin Turkish Politics”, s. 26. 738 Yurdusev, “Avrupa’yı Kurmak, Türkiye’yi İdare Etmek ve Tarihin İpoteğinden Kurtulmak”, s. 179. 737 226 B. Kimlikler Sorgulanırken 1990’lı Yıllarda Türkiye ve Avrupa 1990’lı yıllar, kimliğini Batılılıkla tanımlayan Türkiye’nin, bu kimliğinin aynı şekilde etkileşim içinde olunan öteki’si tarafından onaylanmadığının açıkça ortaya çıktığı ve bu bağlamda Türkiye için bir kimlik sorununun (değişiminin değil) varlığını ortaya koyan, dolayısıyla Türkiye’nin Avrupa ile etkileşimlerini sorunlu bir zemine yerleştiren koşulları yaratmıştır. Soğuk Savaş sona erip, Sovyetler Birliği dağıldığında, (kolektif) ‘ben’ kavramsallaştırmasını komünizmin ötekiliğine karşı inşa etmiş olan Batı dünyası, ötekisini yitirmiş ve (kolektif) ‘ben’i yeniden tanımlamak üzere harekete geçmek durumunda kalmıştır. Bu bağlamda, Soğuk Savaş’ın komünizm karşısındaki blokta yer alan her aktörü kapsayabilen Batı tanımlaması, sınırlarını Avrupa Birliği’nin çizdiği, daha sınırlı bir ‘Avrupa’ olarak ortaya koyulmuş ve bu yeni kimlik Avrupa Birliği çerçevesinde ve Doğu Avrupa devletlerini de kapsayacak bir biçimde yeniden tanımlanmıştır. Avrupa’nın bu yeni (esasında eski, Soğuk Savaş öncesi kimliği olarak da bakılabilir) kimlik tanımlaması, Soğuk Savaş sürecinde kendisini Batı’da görmekten çok hoşnut olan Türkiye’yi farklılıkları dolayısıyla dışarıda tutmak eğilimini getirmiştir. Bu eğilim ve süreç kendisini en açık şekilde Soğuk Savaş sonrası Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerinde ortaya koymuştur. Türkiye, 1990’lı yıllara Avrupa Birliği’ne yaptığı tam üyelik başvurusunun, üstelik üyelik ile ilgili herhangi bir taahhüdün verilmediği bir kararla reddedilmesiyle başlamıştır. AB’nin Türkiye ile ilişkilerine yaklaşımı, Türkiye’ye tam üyelik perspektifi vermeksizin, GB ile somutlaşan ortaklık ilişkisini sürdürmek olmuş, dolayısıyla da GB’nin tamamlanması üzerinde yoğunlaşılmıştır. Komisyon’un, Konsey’in talebi üzerine hazırladığı (6 Haziran 1990), Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesine yönelik işbirliği programında 739 da asıl ağırlık ortaklık ilişkisi ve GB’ne verilmiş, Türkiye ile GB’nin 1995 sonu itibariyle gerçekleştirilmesi öngörülmüştü. Bu programın hazırlanmasındaki katkılarından dolayı, 1996-2000 yılları arasında İspanya Dışişleri Bakanlığı’nı yürütecek olan dönemin AB Komisyonu komiseri Abel Matutes’in adıyla “Matutes Planı” olarak anılmaktadır. 739 227 Bu tarihten sonra, Türkiye’nin siyasi eğilimi de GB’ne yönelmiş, GB’nin gerçekleştirilmesi tam üyeliğe giden yolda bir (son) aşama olarak algılandığından ve kamuoyuna da o şekilde sunulduğundan ve aslında AB tarafından da başka bir perspektif sunulmadığından, Türkiye-Avrupa ilişkilerinin temel meselesi haline gelmiştir. 1963 Ankara Antlaşmasında belirlenen nihai hedef de esasen GB’dir. Fakat ortaklık anlaşmasının belirlemelerinden Türkiye ve AB tarafı farklı sonuçlar çıkarmış ve GB’nin gerçekleşmesi sonrası meydana gelen gelişmelerin de göstereceği gibi, bu farklılık bir kez daha Türkiye’nin hayal kırıklığına sebep olacaktır. Ankara Antlaşması’nın 28. Maddesinde yer alan, “Anlaşmanın işleyişi, Topluluğu kuran Antlaşma’dan doğan yükümlülüklerin tümünün Türkiye’ce üstlenebileceğini gösterdiğinde, Akit Taraflar, Türkiye’nin Topluluğa katılması olanağını incelerler” 740 ifadesi, Türkiye’de (siyasilerce) Türkiye’nin nihai hedef GB’yi tamamlamasının ardından otomatikman AB üyeliğinin geleceği şeklinde yorumlanmıştır. 741 Buna karşın AB, GB’nin tamamlanması halinde dahi, ortaklık anlaşmasını bu şekilde, Türkiye’ye verilmiş bir tam üyelik taahhüdü olarak yorumlama niyetinde değildi. 742 Türkiye’deki bu yaklaşım, en iyi şekilde 1990 sonrası iktidar partilerinin yaklaşımında görmek olanaklıdır. Ekim 1991 genel seçimleri sonucu kurulan DYPSHP koalisyonu da hedefini tam üyelik olarak belirlemişse de, önceliği Ankara Antlaşması’nın işletilmesi ve GB olarak belirlemiş, bu tutum AB tarafından da olumlu karşılanmıştı. 743 Bu bağlamda ilk adımlar, Kasım 1992 Ortaklık Konseyi toplantısında atılmış, taraflar arasında GB’nin kurulması için gerekli önlemlerin alınması ve bu kapsamda teknik görüşmelerin başlaması kararlaştırılmıştır. Bu tarihten sonra GB’nin tamamlanması yönünde çalışmaları yürütmek üzere görüşme ve müzakereler sürdürülmüştür. GB’ne yönelik süreç başladıktan sonra, 1993’te Özal’ın yerine Demirel’in Cumhurbaşkanlığına seçilmesi sonrasında Tansu Çiller başkanlığında kurulan DYPAnkara Antlaşması’nın metni http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=117&l=1. Kramer, Avrupa ve Amerika Karşısında Değişen Türkiye, s. 281, dipnot. 25. 742 Ibid. , s. 282. 743 Sanem Baykal ve Tuğrul Arat, “AB’yle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001(İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 329. 740 741 228 SHP koalisyonunun programında da GB, tam üyelik yolunda bir aşama olarak gösterilmiş, bu tutum GB anlaşmasının imzalanmasına kadar sürdürülmüş, DYPCHP koalisyonlarının en temel unsuru haline gelmiştir. 744 Buna karşılık, meclisteki muhalefet partileri ise AB’nin yaklaşımını daha gerçekçi bir değerlendirmeyle ortaya koymuş ve genel olarak GB’nin tam üyelik yolunda bir aşama olmadığını özellikle vurgulamışlardı. Bunun dışında GB’nin Türkiye’ye tek taraflı yükümlülük getireceği, anlaşmalardan doğan haklarımız olan yardım ve serbest dolaşım hakları alınmadan GB’ye girmenin sakıncaları, tam üyelik olmadan GB’ni imzalamanın yanlışlığı ve de GB’ye girmenin bedelinin Kıbrıs gibi bir milli davadan ödünler vermekle sonuçlanabileceği yönündeki eleştiriler ANAP, MHP, DSP ve BBP tarafından meclis tartışmalarında gündeme getirilmiştir. RP ise eleştiri yöneltmekle yetinmemiş ve hükümetin tek taraflı tavizlerle Türkiye’yi GB’ne sokarak ülkeyi ekonomik yıkıma ve siyasi bakımdan da bağımsızlığını terke sürüklediği iddiasını taşıyan bir gensoru önergesi vermiştir. 745 Nihayetinde 6 Mart 1995’te Türkiye-AT Ortaklık Konseyi’nin, 1995 sonu itibariyle gümrük birliğinin gerçekleşebileceğine yönelik kararı ile GB süreci tamamlanmış ve 1 Ocak 1996’da yürürlüğe girmiştir. Bu tarihten sonra Türkiye, GB’den duyulan (tek taraflı) beklentiyle uyumlu olarak, AB’nin bundan sonraki genişleme dalgasına dahil edilebilmek üzerine yoğunlaşmıştır. Fakat GB’nin gerçekleşmiş olması, beklenilenin aksine Türkiye-AB ilişkilerinin gelişmesiyle sonuçlanmamıştı. 746 Aksine 1997 yılına gelindiğinde önemli krizler yaşanacak, ilk kez Türkiye’nin “kültürel farklılık, kimlik ve aidiyet” temelinde Avrupa’nın dışında tutulması gerektiği dillendirilecekti. Mart 1997’de yapılan Hıristiyan Demokrat partilerinin zirve toplantısında Türkiye’nin bir medeniyet projesi sayılan AB’ye tam üyeliğe aday bir ülke olamayacağı konusunda görüş birliği oluştuğu açıklanmıştır. Toplantı sonunda Belçika Başbakanı Martens’in yaptığı “bir Avrupa medeniyet projesi kurulmaya çalışıldığı, Türkiye’nin ise bu kültürün bir parçası olmadığı” yönündeki açıklaması sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da da tepkilere neden olmuştur. Ancak Avrupa’dan gelen tepkiler, daha çok Türkiye’nin din ve kültür Aşırım ve Yalçınsoy, Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı, s. 202-203. Ibid., s. 207-211. 746 Kramer, Avrupa ve Amerika Karşısında Değişen Türkiye, s.283. 744 745 229 farklılıkları dolayısıyla değil, insan hakları, Güneydoğu sorunları ve Kıbrıs konusundaki yaklaşımları nedeniyle AB’ye üye olamayacağı yönünde olmuştur.747 Özetle, Avrupa’da Türkiye’nin AB üyesi olmaması konusunda yaygın bir görüş birliği söz konusu iken, ayrışmanın sadece nedenler üzerinde olması oldukça anlamlı görünmektedir. Avrupa Komisyonu’nun Temmuz 1997’de açıkladığı genişlemeyle ilgili raporu, ‘Gündem 2000’’de Türkiye, 2000’li yıllarda iki dalga şeklinde katılımları öngörülen aday ülkeler 748 arasında yer almamıştır. Ayrı bir başlık altında, Türkiye’nin AB adaylığına ehil olduğunun belirtilmiş olması, tam üyelikle ilgili bir perspektifin verilmemiş olmasına duyulan öfke ve hayal kırıklığını yatıştırmaya yetmeyecekti. Yine de Lüksemburg Zirvesi öncesinde Türkiye, diplomatik girişimler yoluyla Türkiye’nin AB üyeliğine adaylığının resmen ilan edilmesini ve adaylığın bir katılım stratejisiyle desteklenmesinin zirve raporunda yer almasını sağlamaya çalışmıştır.749 Buna karşın, 13 Aralık 1997’de Lüksemburg Zirvesinde Avrupa Konseyi’nin, Türkiye’nin tam üyeliğe ehil olduğunu belirtmekle birlikte, Türkiye resmi olarak aday listesine dahil etmediği, bunun yerine Türkiye’yi AB’ye yaklaştıracak bir strateji izleneceğini belirttiği kararı, böyle bir karar çıkacağının işaretleri zirve öncesinde ortaya çıkmış olmasına karşın Türkiye’de dehşetle karşılanmıştır. 750 Türkiye’nin aday listesinde yer almaması haksız bir ayrımcılık olarak nitelendirilmiş ve Ankara, AB ile siyasal diyaloğu askıya aldığını açıklamıştır. Bu kararda Zirve’nin sonuç bildirgesinde Türkiye ile AB arasındaki bağların güçlendirilmesinin bağlandığı koşullar daha fazla etkili olmuştur. Bu koşullar, insan hakları alanındaki norm ve uygulamaların AB’ninkilerle uyumlaştırılması, azınlıklara saygı gösterilmesi ve korunması, Yunanistan ve Türkiye arasında istikrarlı ilişkilerin oluşturulması ve anlaşmazlıkların Uluslararası Adalet Divanı yoluyla çözülmesi ile BM Güvenlik Konseyi kararlarından hareketle, Kıbrıs’ta siyasi bir çözüme ulaşmak amacıyla BM koruması altında yürütülen müzakerelere Türkiye’nin destek vermesi şeklinde Aşırım ve Yalçınsoy, Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı, s. 224. İlk dalgada Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya, Estonya ve Kıbrıs Cumhuriyeti (Güney Kıbrıs), ikinci dalgada ise Slovakya, Letonya, Litvanya, Bulgaristan ve Romanya yer alıyordu. 749 Baykal ve Arat, “AB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt. II: 1980-2001, s. 346. 750 William Park, “Turkey’s European Union Candidacy: From Luxembourg to Helsinki-to Ankara?”, Mediterranean Politics, Cilt 5 (3), 2000, s. 35. 747 748 230 sıralanmış 751 ve Türkiye, Türkiye’nin hem iç, hem de dış politikasındaki en sorunlu alanlara yönelik bu koşulların kabul edilemez olduğunu açıklamıştır. Demokratikleşme ve ekonomik gelişmişlik düzeyi bakımından Türkiye’nin gerisinde bulunan bazı ülkeler katılım müzakereleri sürecine dahil edilirken Türkiye’nin dışarıda bırakılmasının ayrımcılık olduğu ve özellikle Güney Kıbrıs ile müzakerelerin başlayacak olması Türkiye’den yükselen tepkilerin temel eksenini oluşturmuştur. Kamuoyunda ise, Türkiye’de artık birliğe girme düşüncesinden kurtulmak gerektiği, Türkiye’nin Avrupa olmadan da yaşayabileceği, ekonomik kalkınma için AB’ye ihtiyaç olmadığı ve belki en fazla da Avrupa’da yer almadan da Avrupa’lı olunabileceği yönündeki tepkiler en yetkili siyasi aktörlerce ortaya koyulmaya başlanmıştı. 752 AB üyeliği bir kez daha ve belki de en fazla Lüksemburg Zirvesi sonrasında milli gurur meselesi haline gelmişti. Başbakan Mesut Yılmaz, bu konuda ardı ardına en sert açıklamaları yapmaktaydı ve Cardiff’te yapılacak Avrupa Konseyi’nde Lüksemburg kararlarında değişiklik yapılmazsa üyelik adaylığının çekileceğini dahi dile getirmişti. 753 Ayrıca, Yılmaz’ın AB’nin dinsel sebeplerden ötürü ırkçılık yaptığı iddiası, Türkiye’de tam üyelik perspektifinden dışlanmanın bir kimlik sorunu olarak ortaya koyulduğu ve Türkiye’ye din ve kültür ekseninde ayrımcılık yapılmış olduğuna yönelik yaygın kanının bir ifadesi olmuştur. “Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olduğunun tescili için Avrupalı devlet adamlarının açıklamalarına gereksinim yoktur” 754 türü tepkiler, Türkiye’de AB konusunun ne derecede Avrupalılaşmanın/Batılılaşmanın onayı olarak algılandığının da açık bir göstergesidir. Mart 1998 Cardiff Zirvesi’nde Türkiye’yi tam üyeliğe hazırlamak üzere uygulanacak olan Avrupa Stratejisi onaylanmış, daha önemlisi Türkiye aday ülkelerin tam üyeliğe hazırlanma aşamasında işletilen mekanizmaya dahil edilmiş, İlerleme Raporu’na Türkiye ile ilgili bir bölüm eklenmesine karar verilmiş, böylece dolaylı da olsa Türkiye’nin de aday ülke olarak değerlendirilmesi söz konusu Baykal ve Arat, “AB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt. II: 1980-2001, s. 246-347. Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity, s. 81. 753 Kramer, Avrupa ve Amerika Karşısında Değişen Türkiye, s. 290. 754 DSP grubu adına Bursa Milletvekili Rahmi Beyreli’nin Meclis Araştırma Komisyonu görüşmelerinden. Aşırım ve Yalçınsoy, Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı, s. 284. 751 752 231 olmuştur. Türkiye ise bu gelişmeden tatmin olmamış, yine de ‘ayrı’ değerlendirilmesini kabul etmek istememiş ve Brüksel’le yeniden siyasal diyalog tesis etmeye yanaşmamıştır. 755 Bu tarihten sonra ise Türkiye’nin tutumunu aşamalı olarak değiştirmeye başladığı gözlemlenmektedir. Türkiye 1998 yazında, Dışişleri Bakanlığı tarafından ilişkilerin geliştirilmesine yönelik kendi stratejisini ortaya koyarak yeniden diyaloğa başlanmasına yönelik bir adım atmıştır. Fakat asıl gelişme AB dönem Başkanlığı’nı Almanya’nın alması ile başlamış, Almanya gibi birçok AB ülkesinde Hıristiyan Demokratlar’ın yerini Sosyal Demokrat ve Yeşillerin alması da Türkiye’ye karşı yaklaşımların değişmesinde etkili olmuştur. Almanya dönem başkanlığı sürecinde Türkiye ile birlik arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi yönünde etkili olmuş, Alman Şansölyesi Gerhard Schröder ve Ecevit’in mektuplaşmaları da sürece katkıda bulunmuştur. Ecevit mektubunda, Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini karşılamak üzere gerekli reformları yapacağına dair taahhütte bulunmuştur. 756 Bu olumlu hava Haziran 1999’da yapılan Köln zirvesine yansımış olmasına karşın, Yunanistan, İsveç ve İtalya’nın tutumları dolayısıyla ancak, Türkiye konusunun Helsinki Zirvesi’nde yeniden ele alınmasına yönelik bir karar çıkabilmiştir. İlişkilerde meydana gelen bu olumlu gelişmeler, Ekim 1999’da açıklanan İlerleme Raporu’nda Türkiye’nin tam üyeliğe aday gösterilmesi ve Türkiye’ye Lüksemburg’da diğer aday ülkelere önerilmiş olan Katılım Ortaklığı Stratejisi’nin önerilmesiyle, Türkiye açısından umut verici bir noktaya gelmiştir. Bu süreçte Türkiye, Helsinki’de toplanacak Avrupa Konseyi’nde de adaylık statüsünün açıklanmasına yönelik beklentisiyle siyasi girişimlerini yoğunlaştırmıştı. Bu girişimlerin belki de en etkilisi hükümetin, Türkiye’ye adaylık statüsü tanınmasına engel olabileceği muhtemel olan Abdullah Öcalan’ın idam cezasının, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 30 Kasım 1999 tarihli ve Öcalan`ın başvurusunun incelenmesi tamamlanıncaya kadar infaz sürecinin işletilmemesini talep eden ihtiyati tedbir kararı üzerine, idam kararını meclise sevketmeyi erteleyerek sorunu o süreç 755 756 Park, “Turkey’s European Union Candidacy: From Luxembourg to Helsinki-to Ankara?”, s. 36. Ibid., 232 için dondurmuş olmasıdır. 757 Bu girişim, Türkiye’nin aleyhinde kullanılacak oyların bir kısmını tersine çevirebilmiş ve konunun Helsinki Zirve’sinde bir sorun olarak ele alınmasının da önünü kesmişti.758 10-11 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nde, Türkiye’nin beklentileri boşa çıkmamış ve Türkiye oybirliğiyle AB’ye aday ülke kabul edilmiştir. Türkiye açısından daha önemlisi Türkiye’nin diğer aday ülkelerle eşit konumda olacağının kabul edilmesidir. AB’nin bu kararından, Türkiye’nin Avrupa medeniyeti içinde yeri olmadığına dair söylemden, AB’nin genişleme sürecine dahil edilmemesine, insan hakları, demokratikleşme sorunlarından, ekonomik yetersizliklerine kadar Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği önündeki engellerin 1997 Lüksemburg Zirvesi sonrasında iki yıl içinde büyük oranda kalkmış olduğuna dair bir sonuç çıkarmak elbette olası değildir. Bu çerçevede AB’yi bu kararı verecek noktaya getiren birçok neden sıralanabilir. 1999’da Kosova’ya gerçekleştirilen uluslararası müdahalenin Türkiye’nin stratejik önemini hatırlatmış olması, Türkiye’nin çoğu zaman bilinçli bir şekilde bir koz olarak kullandığı NATO Konseyi’ndeki veto yetkisinin, oluşturulmaya çalışılan Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği’nin (AGSK) önünde engel olabileceği gerçeği, 759 Yunanistan’ın politikasını yumuşatarak Ankara’yı tavizsiz veto etmekten vazgeçmesi, 760 ABD’nin Türkiye lehine desteği, Öcalan’ın yakalanmasının ardından demokratikleşme yönünde yeni olanakların doğmuş olması söz konusu sebepler arasında yer almaktadır. Bütün bu sıralanan sebepler önemli birer etken olmakla birlikte, konuya başka bir bakış açısından yaklaşmak da olanaklıdır. Örneğin, Helsinki Kararı’nın AB’nin Türkiye’yi idare etmek (oyalamak olarak da okunabilir) siyasetinin bir sonucu olduğunu öne süren Yurdusev’e göre, AB, Lüksemburg formülünün işe yaramadığını görmüş ve bir başka yöntem denemeye karar vermiştir. 761 Baykal ve Arat da bu argümanı destekleyen tespitler ortaya koymakta ve Helsinki Kararı’nı esasen AB’nin Gökçen Alpkaya, “İnsan Hakları Konusu”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 538. Park, “Turkey’s European Union Candidacy: From Luxembourg to Helsinki-to Ankara?”, s. 37. 759 Baykal ve Arat, “AB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 352. 760 Yunanistan’ın bu tutumu, büyük oranda Türkiye’nin üzerinde kendi lehine baskıyı ancak AB üzerinden gerçekleştirebileceğinin ayırdına varması ile ilgili olmuştur. 761 Yurdusev, “Avrupa’yı Kurmak, Türkiye’yi İdare Etmek ve Tarihin İpoteğinden Kurtulmak”, s. 180. 757 758 233 Türkiye’yi dışlamasının, Türkiye’ye adaylık statüsü tanınmasından daha sakıncalı olacağını hesaplamış olmasıyla açıklamaktadır. Sonuçta, nihai olarak üyeliğe karar verme yetkisini elinde bulunduran AB, kendisini ileride bir karar vermek üzere bağlamamış olacak, buna karşın adaylık statüsü verilmiş bir Türkiye’yi AB çıkarları yönünde etkileme olasılığını da elinde bulunduracaktı. 762 Bu noktada, Helsinki Zirvesi’nin sonuç bildirgesinde bulunan Ege ve Kıbrıs sorunları ile ilgili değerlendirmeler, Türkiye’nin Zirve’den çıkan aday statüsüne dair memnuniyetinde tereddütlere sebep olmuştu. Kıbrıs sorunuyla ilgili bölümde, Türkiye’nin Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik adımlar atmazsa, AB Konseyi’nin sorunun Türkiye’nin kabul edeceği şekilde çözümlenmesini beklemeden Güney Kıbrıs’ın AB’ye entegrasyonuna karar verebileceği belirtilmişti. 763 Ege sorunlarıyla ilgili bölüm ise, tarafları aralarındaki anlaşmazlıkları, BM Antlaşmasına uygun olarak barışçı yollardan çözmeye davet etmekte, eğer bunda başarılı olunamazsa sorunun, Uluslararası Adalet Divanı’na götürülmesi gerektiğini bildirmekteydi. 764 Aynı bölümde yer alan, “Avrupa Birliği Konseyi, özellikle üyelik sürecindeki yansımalarıyla ilgili olarak ve en geç 2004 yılı sonuna kadar Divan yoluyla çözüme 762 Baykal ve Arat, “AB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 352. 763 Bu paragrafın tam metni, “9. (a) Avrupa Birliği Konseyi, 3 Aralık tarihinde New York'ta Kıbrıs meselesinin kapsamlı bir çözümüne yönelik olarak başlatılan görüşmeleri memnuniyetle karşılar ve BM Genel Sekreteri'nin bu süreci başarıyla sonuçlandırma yönündeki gayretlerine güçlü desteğini ifade eder. (b) Avrupa Birliği Konseyi, politik bir çözümün Kıbrıs'ın Avrupa Birliği'ne katılımını kolaylaştıracağının altını çizer. Üyelik müzakerelerinin tamamlanmasına kadar kapsamlı bir çözüme ulaşılamamış olursa, Konsey'in üyelik konusundaki kararı, yukarıdaki husus bir ön şart olmaksızın verilecektir. Bu konuda, Konsey tüm ilgili faktörleri dikkate alacaktır” şeklindedir. [http://www.belgenet.com/arsiv/ab/helsinki_sonuc.html] 764 Paragrafın tam metni, “4. Avrupa Birliği Konseyi, şimdi 13 aday devleti tek bir çerçeve içinde kapsayan katılım sürecinin içerici mahiyetini tekrar teyit eder. Aday devletler, üyelik sürecine eşit bir temelde katılmaktadırlar. Avrupa Birliği'nin Antlaşmalar'da ifade edilen değerlerini ve amaçlarını paylaşmalıdırlar. Bu bakımdan, Avrupa Birliği Konseyi, anlaşmazlıkların BM Anayasası'na uygun olarak barışçı yoldan çözülmesi ilkesini vurgular ve aday devletleri, devam eden sınır anlaşmazlıkları ve ilgili diğer konuları çözmek için her gayreti göstermeye davet eder. Bunda başarılı olunamadığı takdirde, anlaşmazlığı makul bir süre içinde Uluslararası Adalet Divanı'na (UAD) götürmelidirler. Avrupa Birliği Konseyi, özellikle üyelik süreci üzerindeki yansımalarıyla ilgili olarak ve en geç 2004 yılı sonuna kadar UAD yoluyla çözüme bağlanmalarını teşvik etmek amacıyla, devam eden anlaşmazlıklara ilişkin durumu gözden geçirecektir. Ayrıca, Avrupa Birliği Konseyi hatırlatır ki Kopenhag'da belirlenmiş olan politik kriterlere uyum, üyelik müzakereleri açılmasının bir ön şartıdır ve tüm Kopenhag kriterlerine uyum AB'ye üye olarak katılmanın temelidir” şeklindedir. [http://www.belgenet.com/arsiv/ab/helsinki_sonuc.html]. 234 bağlamalarını teşvik etmek amacıyla, devam eden anlaşmazlıklara ilişkin durumu gözden geçirecektir”ifadesi Türkiye için çok endişe verici olmuştur. Türkiye’nin tereddütlerini AB’ye iletmesi sonrasında, AB dönem başkanı Lipponen, bu tereddütleri gidermek üzere Başbakan Ecevit’e hitaben bir mektup yazmıştır. Lipponen’in Ege sorunuyla ilgili bölümde yer alan “2004 tarihine kadar” ifadesinin Uluslararası Adalet Divanı’na gitmek için değil, Konsey’in bu konudaki gelişmelerle ilgili yapacağı değerlendirme için yer aldığını ve Kıbrıs konusunda ise çözümün tam üyelik için bir önkoşul olmadığını açıklamasının ardından Türkiye adaylığı kabul etmeye karar verebilmiştir. 765 Türkiye’nin aday ülke olarak tanınmasının ardından, bir Katılım Ortaklığı Belgesi’nin (KOB) hazırlanması ve buna paralel olarak Türkiye’nin de Ulusal Programı’nı hazırlaması ile Türkiye üyelik için öngörülmüş olan bir hazırlık sürecine girmiştir. AB, KOB’ni Mart 2001’de açıklamış, buna karşılık Türkiye de Ulusal Programı’nı yayınlamıştır. Türkiye’nin Ulusal Programı AB çevrelerini tatmin etmemiş, Kıbrıs sorunun çözümü, azınlık hakları ve ordunun Türk siyasetindeki yeri gibi konularda AB kriterlerinin karşılanmadığı öne sürülmüştür. Haziran 2001 Göteburg Zirvesi’nde Ulusal Program 'olumlu bir gelişme' olarak tanımlanmış olmakla birlikte, Türkiye’nin, özellikle insan hakları ve azınlıklar konusunda daha fazla ilerleme kaydetmesi gerektiği üzerinde durulmuştur. Bu tarihten sonra reform süreci belirli bir oranda hız kazanmış, 2001 Ekim’inde yapılan 34 anayasa değişikliğinin ardından, 2002-2004 yılları ise reform sürecinin en yoğun ve hızlı yaşandığı dönem olmuştur. AB bütünleşme tarihinde en kapsamlı genişleme kararının alındığı 766 2002 Kopenhag Zirvesi’nde Türkiye'ye ilişkin olarak, 2004 yılı Aralık ayındaki Zirve toplantısında, Avrupa Komisyonu'nun hazırlayacağı 2004 Yılı İlerleme Raporu ve tavsiyesi doğrultusunda, Kopenhag siyasi kriterlerinin karşılandığının belirlenmesi halinde gecikmeksizin katılım müzakerelerine Baykal ve Arat, “AB’yle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt. II: 1980-2001, s. 354. Zirvede onüç aday ülkeden Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Estonya, Letonya, Litvanya, Malta ve Güney Kıbrıs'ın 1 Mayıs 2004'ten itibaren AB'ye üye olmaları kararlaştırılırken, Bulgaristan ile Romanya'ya da 2007’de üyeliklerini hedefleyen bir yol haritası verilmiştir. 765 766 235 başlanmasının kararlaştırılmış olması, reform sürecinin hızlanmasında büyük oranda teşvik edici olmuştur. Bu olumlu hava, 2003 Selanik Zirvesi’ne de yansımış ve Konsey Türk hükümetinin reform sürecinin takip edilmesi yönündeki girişimlerinden duyduğu memnuiyeti ifade etmiştir. Türkiye-AB ilişkilerini yepyeni bir aşamaya taşıyacak olan ise 17 Aralık 2004 Brüksel Zirvesi'nde, Türkiye'nin, adaylığın teyidinden itibaren başlattığı ve 2002 Kopenhag Zirvesi sonrasında hız verdiği siyasi kriterlere uyum yönünde gerçekleştirilen reformları ve uygulamanın güçlendirilmesine yönelik çalışmalar sonucunda, Türkiye'nin siyasi kriterleri karşıladığına ve Türkiye ile katılım müzakerelerinin 3 Ekim 2005 tarihinde başlatılmasına karar vermişlerdir. Türkiye ile katılım müzakerelerinin başlatılması kararı, gerçekten de Türkiye AB ilişkilerinin, nerdeyse yarım asırlık tarihinin önemli bir dönüm noktasıdır. Karar, ilk anda büyük bir coşkuyla karşılanmıştır. Başbakanın Brüksel’den Ankara’ya döndükten sonra halka, "Bayramınız kutlu olsun. Geleceğiniz aydınlık olsun. Artık dünya ile bütünleşen bir Türkiye var" şeklinde seslenmiş olması da bu coşku ve bayram havasının bir göstergesidir. 767 Fakat bu hava çok uzun sürmeyecektir ve Brüksel Zirvesi’nin kararları, çok geçmeden tartışılmaya ve eleştirilmeye başlanacaktır. İlk olarak Zirvede müzakerelerin ‘açık uçlu’ (open-ended) olduğunun özellikle belirtilmiş olması ve ne zaman sona ereceği konusunda bir takvim çizilmemesi, bunun AB’nin Türkiye’yi ‘oyalama’ taktiklerinden birisi olduğu ve müzakerelerin sonsuza dek sürebileceği algısına yol açmıştır. Diğer yandan, “eğer görüşmeler tam üyelik ile sonuçlanmazsa, bu durumda Türkiye’yi Avrupa’ya bağlayacak yeni bir bağ bulunmalıdır” şeklindeki ifade de, Türkiye için asıl düşünülenin “imtiyazlı ortaklık” olduğu, dolayısıyla Türkiye’nin AB’ye alınmayacağı yönündeki endişeleri uyandırmıştır. Bunlarla birlikte, müzakerelerin başlayacağı tarihe kadar (3 Ekim 2005) Güney Kıbrıs’ın diğer yeni üye olan dokuz ülke ile birlikte Ankara Anlaşması’nın kapsamına alınacağının Türkiye tarafından taahhüt edilmesi, yine milli gurur hassasiyetlerini uyandırmış ve müzakere tarihi elde Erdoğan: Bayramınız Kutlu Olsun, http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2004/12/18/hurriyetim.asp. 767 Hürriyet, 18 Aralık 2004. 236 edebilmenin bedeli olarak ‘Kıbrıs’ı Verdik’ şeklinde ifade edilen bir infiale dönüşmüştür. 768 Zirve kararında yer alan koşullarla Türkiye’de oluşan AB’ye yönelik bu eleştirel hava sönmemiş, aksine müzakereler başladığı ve ilerlediği süreçte de artarak devam etmiştir. Dahası, hükümetin 2002-2004 arasında reformlar konusunda gösterdiği performans, 2005’le birlikte önemli oranda azalmış, hatta durma noktasına gelmiştir. Hükümetin reformlar konusundaki ya da doğrudan AB konusundaki hevesliliğini yitirmesinin ardında, birbirine bağlı birçok neden bulunabilir. Öncelikle, hükümetin (AKP’nin) kendisine yönelik 2002’den beri mevcut olan ulusalcı tepkinin yükselmiş olması sayılabilir. 2002’den beri İslamcı kimliğinden ötürü AKP’ye karşı mevcut olan ulusalcı tepki, AB’ye üyelik perspektifinin gerektirdiği reformları da AKP’nin liberalleşme yoluyla ülkede İslamcı uygulamaların önündeki engelleri kaldırmaya çalışmasının bir aracı olarak değerlendirmiştir. Bu tepkinin yükselmesi, AKP’nin hızlı ve yoğun reform sürecini sürdürememiş olmasının nedenlerinden birisi olmakla birlikte, söz konusu tepkinin yükselmesinde AKP’den daha fazla AB’nin katkısının olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Türkiye reform sürecinde olumlu ilerleme sağladıkça, Avrupa’da Türkiye’nin üyeliği konusundaki hoşnutsuzlukları daha fazla gizlemek olanaksızlaşmıştır. 769 Bu dönemde, AB çevrelerinde birliğin Türkiye’yi “hazmetme kapasitesi”nin tartışılmaya başlanması, Türkiye’de AB’ye karşı şüphe ve hoşnutsuzluğu uyandıran en temel unsur olmaktadır. Hazmetme kapasitesi, Türkiye’nin ‘büyük, fakir ve farklı’ 770 bir ülke olmasıyla ilgilidir. Türkiye’nin nüfusu dolayısıyla, kurumsal ağırlık açısından Ankara Antlaşması’nın AB’nin 1 Mayıs 2004 tarihli genişlemesi doğrultusunda uyarlanması ve Gümrük Birliği uygulamalarının yeni AB üyelerini de kapsayacak şekilde genişletilmesine yönelik Ek Protokol, 29 Temmuz 2005’te Türkiye tarafından imzalanmıştır. Fakat protokolle birlikte, söz konusu imzanın Ek Protokol’de atıfta bulunulan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tanınması anlamına gelmeyeceğine ilişkin bir Deklarasyon hazırlanmıştır. Buna karşılık AB de bir karşı deklarasyon yayınlayarak (21 Eylül 2005), tüm AB üyesi ülkelerin tanınmasının, katılım sürecinin zaruri bir parçası olduğunu ifade etmiştir. 769 Luigi Narbone ve Nathalie Tocci, “Running in Circles? The Cyclical Relationship Between Turkey and the European Union”, Susannah Verney ve Kostas Ifantis (der.), Turkey’s Road to European Union Membership: National Identity and Political Change (Londra&New York: Routledge, 2009), s. 26. 770 Susannah Verney, “The Dynamics of EU Accession: Turkish Travails in Comparative Perspective”, Turkey’s Road to European Union Membership: National Identity and Political Change, s. 95. 768 237 birlik içinde ikinci büyük devlet olacak olması ve ekonomik entegrasyonunun AB’ye getireceği hesaplanan yükün ağırlığı AB ülkelerinde Türkiye’ye karşı olumsuz tutumun sebeplerindendir. Fakat asıl nedenin, 1990’lardan beri görülen ve 2004 sonrası daha da yoğunlaşan bir tartışmaya, Türkiye’nin ‘farklılığı’na dayandığı açıktır. Avusturya’da AP seçimlerinde, yine aynı şekilde Fransa’da 2005 referandumunda ve 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Türkiye’nin üyeliği konusunun bir rekabet unsuru haline getirilmesi, katılım müzakereleri başlamış olsa da, Türkiye’nin tam tam üyeliğinin sürekli engelleneceği yönündeki şüpheleri sürekli beslemiştir. Bu şüpheler, “imtiyazlı ortaklık” formülünün sürekli dile getirilmesi ve Alman Şansölyesi Angela Merkel ve Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin bu formülü açıkça savunmalarıyla da güçlenmiştir. 771 Mart 2007’de AB dönem başkanlığı’nı yürüten Merkel’in, AB’yi birarada tutan değerlerin Hıristiyan değerler olduğuna dair açıklaması, Türkiye’yi birliğin öteki din ve kültürlerle etkileşiminin bir parçası olarak tanımlaması 772 gibi Türkiye’nin farklılığına, Avrupa’lı olmayışına vurgu yapan daha birçok örnek Türkiye’deki rahatsızlıkları sürekli canlı tutmuş/tutmaktadır. Aslında katılım müzakereleri her ülkede Avrupa karşıtlığını uyandıran, zorlu bir süreçtir. Orta ve Doğu Avrupa’nın katılım süreçlerinde de yaşanmıştır, fakat yine de Türkiye’nin durumu sorunların temelinde ‘kimlik’ olduğundan farklıdır. 773 Katılım müzakerelerinin başladığı süreçte Kıbrıs’da AB’ye karşı hoşnutsuzlukları besleyen bir başka sorun olmuştur. En başta, Kıbrıs sorununun çözümünün üyelik koşulu haline getirilmesi, Annan Planı’nın işletilmesinde Türkiye üzerine düşeni yaptığı halde AB’nin yapmamış olduğu düşüncesi ve AB Komisyonu’nun 29 Kasım 2006 tarihli, Türkiye’nin Ek Protokolden kaynaklanan yükümlülükleri yerine getirene kadar (Türkiye limanlarını Güney Kıbrıs’ın gemi ve uçaklarına açana kadar) Öniş, “Conservative Globalists versus Defensive Nationalists: Political Parties and Paradoxes of Europeanization in Turkey”, s. 252-253. 772 Hakan Yılmaz, “Turkish Identity on the Road to the EU: Basic Elements of French and German Oppositional Discourses”, Turkey’s Road to European Union Membership: National Identity and Political Change, s. 84. 773 Öniş, “Conservative Globalists versus Defensive Nationalists: Political Parties and Paradoxes of Europeanization in Turkey”, s. 255. 771 238 sekiz fasılda 774 müzakerelerin başlatılmaması ve hiçbir fasılda müzakerelerin kapatılmamasına dair tavsiye kararının 15 Aralık Zirvesi’nde kabul edilmiş olması, AB’nin Türkiye’ye karşı ayrımcılık yaptığı düşüncesini pekiştiren unsurlar olmuştur. Bütün bu nedenlere, reformlara rağmen PKK terörünün artması, Ermeni soykırımı iddialarına karşı Avrupa’nın tutumları da eklenebilir, fakat AB’ye yönelik hevesli tutumun değişmesi, dolayısıyla da reform sürecinin yavaşlamasına ayrı bir bağlamda, AKP üzerinden de bakılabilir. AKP, Türk hükümeti olarak AB’nin ilişkileri olumsuz etkileyecek eğilimlerinden etkilendiği kadar, kendi siyasal kimliğinden kaynaklanan rahatsızlıkları da olmuştur. Öniş’e göre AKP’nin AB konusundaki dönüm noktası, AİHM’nin 2005’de Türkiye’de başörtüsü yasağının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olmadığına dair kararı olmuştur. 775 AKP lideri Erdoğan bu karar karşısındaki hoşnutsuzluğunu, başörtüsünün mahkeme değil, ulemanın ilgi konusu olduğunu söyleyecek kadar açık şekilde belli etmiştir. Bu karar, AKP’nin parti kimliğine meşruiyet sağlayacak bir unsur olarak sarıldığı ve Türkiye’de dinsel özgürlük alanında liberalleşme sağlayacağını düşündüğü AB’ye olan inancını zayıflatmıştır. 1990’lı yıllardan beri, yani aslında AB ile Türkiye’nin konumlarını belirleyen unsurun jeopolitikten kimliğe kaydığı süreçte, ilişkilerde gözlemlenen, sürekli olarak AB karar ve tutumlarının, geleceğe yönelik olumlu işaretler içerdiği durumlarda, içerideki muhafazakâr/laik/ulusalcı AB karşıtı seslerin alçaldığı ve ilişkilerin olumlu gelişmeler kaydedebildiği, buna karşın AB eğilimlerinin tersine döndüğü anda Türk ulusalcılığı ve şüpheciliğinin canlanarak ilişkilerin ilerlemesine engel olduğudur. 776 AB ve Türkiye çerçevesinde yapılan analizin tümünden, ama daha 1990’lar sonrası dönemin gelişmelerinden çıkarılabilecek en temel sonuç, Türkiye’nin AB/Avrupa ile ilişkilerinin özünde kimlik kavramına dayandığı ve tarafların farklılıkları göz ardı edecek kolektif bir ‘biz’ kavramsallaştırmasına Bu fasıllar, Malların Serbest Dolaşımı, İş Kurma Hakkı ve Hizmet Sunum Serbestisi, Mali hizmetler, Tarım ve Kırsal Kalkınma, Balıkçılık, Ulaştırma Politikası, Gümrük Birliği, Dış İlişkilerdir. 775 Öniş, “Conservative Globalists versus Defensive Nationalists: Political Parties and Paradoxes of Europeanization in Turkey”, s.254. 776 Narbone ve Tocci, “Running in Circles? The Cyclical Relationship Between Turkey and the European Union”, s. 25. 774 239 ulaşamadıkları/ulaşmak istemedikleri sürece bu sorunun aşılamayacağıdır. Soğuk Savaş dönemi, komünizme karşı Batı ittifakı olarak, bir ölçüde ortak bir ‘biz’ tanımına ulaşılabildiği, fakat Avrupa’lı devletler Batı’dan kendilerini ayıracak bir ‘Avrupa’ içinde bütünleştikçe, Türkiye’nin dışlandığını söylemek olanaklıdır. Avrupa’nın ‘biz’ kavramsallaştırmasının Hıristiyan değerler üzerine, dolayısıyla Müslüman öteki’ye karşı inşa edildiği düşünüldüğünde bu oldukça zor görünmektedir. Belki, Bilgin’in önerisi doğrultusunda, Türkiye Müslüman karşıtı olmayan, çok kültürlüğü içeren yeni bir Avrupa kimliği inşasında bir unsur olarak yer alabilir, 777 ki bu gerçekleştiği noktada farklılıklar da büyük oranda alt edilmiş olacaktır. 2. Bölgesel Güç Türkiye ve Öteki’ler A. Yeniden Kuzey Komşu: Rusya Federasyonu Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile Batı ittifakının öteki’si komünizm çökmüş, Batı için Rusya Federasyonu (RF) istikrarsız, güvensiz ve sorunlu ilişkiler yaratan ama dönüştürülmesi, dolayısıyla da içerilmesi gereken bir devlet olarak konumlanmıştı. 1989’da çöken, Batı’nın ötekisi komünizm olmuştur, fakat komünizmi üzerinden silkeledikten sonra ortaya çıkan, Türkiye’nin tarihsel ötekisi olan Kuzey Komşu Rusya (Federasyonu) olmuştur. Çöküşün ve dağılmanın etkisi altında, büyük oranda güçsüz olduğu hesaplanan, belki de hiç hesaba katılmayan 778 Rusya’nın ötekiliği 1990’lı yılların başında hatırlanmayacaktı. Fakat çok geçmeden RF’nin bölgedeki tek büyük güç olmaya devam ettiğinin, üstelik Türkiye’nin bölgeye yönelik politikalarıyla, RF’nin politikalarının çatıştığının ve bu durumun Türkiye’nin hareket alanını kısıtladığının ayırdına varılacaktı. Bölgeyle ilgili olarak en başından beri farklı, dolayısıyla çatışan çıkarlara sahip olan Türkiye ve RF ilişkileri, güvensiz ve istikrarsız bir zeminde başlamış ve gelişmiştir. İlk olarak, 1991-1993 döneminde Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkasya’da bir bakıma Rusya’nın yerini almaya soyunduğu düşüncesi tarihsel karşılıklı 777 Bilgin, “Turkey & the EU: Yesterday’s Answers to Tomorrow’s Security Problems?”, s. 46. Mustafa Aydın, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001, s. 422. 778 240 güvensizlikleri canlandırmış, RF 1993’te Orta Asya ve Kafkasya’yı da kapsayacak şekilde “yakın çevre” politikasıyla, kendisini bölgedeki barışın tek koruyucusu olarak ilan etmiştir. 779 Bu politika, bölgede Sovyetler Birliği’nin yerini doldurmaya çalışan tüm başka güçler gibi, Türkiye’ye de yönelik olmuştur. Bu noktada, Rusya’nın bölgede kendi çıkarlarına tehdit olarak gördüğü Türkiye’nin, kendi başına değil, Batı’nın, daha spesifik olarak ABD ve NATO’nun bir uzantısı (maşası?) olarak değerlendirildiği için tehdit sayıldığının da altının çizilmesi gerekmektedir. 780 RF Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkasya’daki etki mücadelesinden rahatsızlık duyarken, Türkiye de benzer şekilde RF’nin Sovyet İmparatorluğu’nu yeniden canlandırma çabası içinde olmasından rahatsızlık duymaktaydı. 781 Orta Asya konusundaki rahatsızlık ve endişeler, Orta Asya devletlerinin Ekonomik İşbirliği Teşkilatına (ECO) üye olmaları, 1992 ve 1994’te düzenlenen Türk Cumhuriyetleri zirveleri, bu arada Türkiye’de canlanmış olan PanTürkist söylemlerle somutlaşmış, fakat Türkiye’nin bölgede beklenilen etkinliği sağlayamayacağı anlaşılınca yatışmıştır. Aynı durum Kafkasya için geçerli olmayacak, Türkiye bölge ülkeleriyle ilişkilerini geliştirdiği oranda RF ile çıkarları çatışacak, dahası bölgesel çatışmalarda, karşı taraflarda yer alarak rekabet edeceklerdi. Örneğin, Dağlık Karabağ sorununda başından beri Türkiye Azerbaycan, Rusya da Ermenistan yanında yer almış, fakat bu rekabetin belirli bir dengede korunmasına da dikkat edilmiştir.782 Orta Asya ve Kafkasya haricinde, RF’nin kendi topraklarında yaşayan ve RF’den bağımsızlıklarını kazanmak için mücadele eden Müslüman Çeçenler’e Türkiye’nin Duygu Bazoğlu Sezer, “Türk Rus ilişkileri: Düşmanlıktan ‘Fiili’ Yakınlaşmaya”, Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri, s. 133. 780 Nurşin Ateşoğlu Güney, “Rusya Federasyonu’nun Yeni Güvenlik Politikası Çerçevesinde Türkiye’ye Bakışı”, Mustafa Türkeş ve İlhan Uzgel (der.), Türkiye’nin Komşuları (Ankara: İmge Kitabevi), 2002, s. 369. Orta Asya ile ilişkiler başlığında da görülebileceği gibi, Türkiye bölgeye yönelik politikalarında ABD desteğini almışsa da, bir başka açıdan bakıldığında, Batı’nın bir uzantısı olarak hareket etmiş olduğu görülür. Türkiye’nin bölgeye Batılı değerlerin bir ‘model’i olarak gösterilmesi ve bunun Türkiye tarafından benimsenmesi de Batı’nın bölgeye girişi olarak görülebilir. 781 Sezer, “Türk Rus ilişkileri: Düşmanlıktan ‘Fiili’ Yakınlaşmaya”, Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri, s.137. 782 İdil Tuncer, “Rusya Federasyonu’nun Yeni Güvenlik Doktrini: Yakın Çevre ve Türkiye”, Gencer Özcan ve Şule Kut (der.), En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar (İstanbul: Büke Yayınları, 2000), s. 450. 779 241 gösterdiği ilgi de önemli bir gerginlik nedeni olmuştur. Türkiye’de Çeçenler’e karşı açık bir sempatinin varlığı, bununla kalmayarak Türkiye’den Çeçenya’ya savaşmaya giden gönüllülerin olması ve Çeçen Lider Cehar Dudayev’in Türkiye’yi ziyaretleri RF’yi çok rahatsız etmiş ve bu rahatsızlık resmi yollarla da dile getirilmişti. Rusya’ya göre Türkiye, topraklarındaki ayrılıkçı bir harekete destek veren bir ülkeydi ve elinde bu ülkeye karşı karşı kullanabileceği çok önemli bir koz vardı. Bu bağlamda Rusya Türkiye’ye karşı PKK kartını oynamaktan hiç çekinmemiştir.783 Türkiye Rus ve Çeçen ateşkesinin (1996) ardından, çatışmaların yeniden başladığı 1999 Ekim’inden sonra, Çeçen sorununa doğrudan karışmamaya özellikle dikkat etmiştir. 784 Rusya elindeki PKK kozunu, ilişkilerdeki başka bir önemli çatışma konusu olan boru hatları rekabetinde, Bakü-Ceyhan seçeneğini rekabetin dışına atmak için kullanılmıştır.785 RF’nin PKK’ya verdiği desteğin en açık örneği ise, 1998’de Abdullah Öcalan Suriye’den çıkarıldığında, Rusya’ya getirilmesi ve kendisine Duma’dan sığınma hakkı tanıyacak bir karar çıkarılması olmuştur. RF, Türkiye’nin diplomatik girişimleri sonucu Öcalan’ı ülkesinden çıkarmış, fakat Türkiye’ye teslim etmemiştir. Hazar enerji güzergâhları bölgede, özellikle 1990’ların sonlarına doğru en önemli rekabet konusu haline gelmiş, Rusya ve Türkiye bu rekabette karşı taraflarda yer almışlardı. Rusya, Azeri petrolünün Batı’ya taşınmasında Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) seçeneğine alternatif olarak, Bakü-Novorossisk hattını desteklemiştir. Bu hattın hayata geçirilmesi, Moskova’ya bölgenin enerji kaynaklarının stratejik kontrolünü elinde tutma olanağını sağlayacaktı. Buna karşın, Türkiye’nin desteklediği BaküTiflis-Ceyhan hattı ise Türkiye’nin daha fazla nüfuz sahibi olmasını sağlayacaktı. 786 Ciddi bir rekabete dönüşmüş olan bu güzergâhlar sorunu, en son olarak Azeri petrolünün taşınmasında bir ana boru hattı (Bakü-Ceyhan) ve bunun yanında başka Aydın, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001, s. 424-425. 784 Mustafa Aydın, “Foucault’s Pendulum: Turkey in Central Asia and the Caucasus”, Turkish Studies, Cilt 5 (2), 2004, s. 12. 785 Sezer, “Türk Rus ilişkileri: Düşmanlıktan ‘Fiili’ Yakınlaşmaya”, Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri, s.145. 786 Aydın, “Foucault’s Pendulum: Turkey in Central Asia and the Caucasus”, s. 13. 783 242 hatları da kabul eden çok seçenekli bir stratejiyle çözüme kavuşmuştur. Bu çok seçenekli yaklaşımı ortaya koyarak, çözüm üreten ABD olmuştur. ABD aslında en başından beri, boru hattının güzergâhı Batıcı devletlerin topraklarından geçtiğinden ve bu devletleri batının çıkarlarına daha fazla yaklaştıracağı için BTC’yi desteklemiştir. 787 Geçmişi hatırlatır şekilde, Boğazlar konusunda dahi sorun 788 yaşayan bu iki ülkenin ilişkileri 2000’li yıllara istikrarsız bir şekilde girmiştir. Fakat 1990’lı yılların bütün sorunlarına rağmen, ekonomik alanda Türkiye ile Rusya arasındaki işbirliği sürekli gelişme göstermiş ve 1990’lı yılların sonunda RF Türkiye’nin ikinci ticaret ortağı haline gelmiştir. Türkiye ile Rusya’nın bu ilişkisinin temelini enerji sektörü oluşturmaktadır. Türkiye, doğalgazda Rusya açısından ikinci en büyük pazar, yine petrol açısından da önemli bir pazar konumundadır. Türkiye ve Rusya arasındaki ekonomik ilişkilerin düzeyi ve bunun geliştirilmesinin her iki taraf için de önemli olduğunun farkına varılması, ilişkilerin güvensizlik ve istikrarsızlıktan işbirliğine doğru evrilmesi açısından teşvik edici olmuştur. 2000’lerin ilk yarısında, AKP hükümeti bu ekonomik kavrayışla hareket edecek, ilişkilerde belirli düzeyde gelişme sağlanabilecektir. 2004’de Rusya Devlet Başkanı Viladimir Putin’in ziyareti, Türkiye’yi ziyaret eden ilk Rusya Devlet başkanı olması bakımından önemli bir mesaj olmuştur. Bu tarihten sonra ise, AKP’nin dış politika önceliklerinin Avrupa/AB yönünden, Ortadoğu ve Avrasya’ya doğru kaydığını gözlemlemek mümkündür. Yalnız bu dönemde Avrasyacılık olarak adlandırılan politika “ılımlı” bir politika olarak, 789 Rusya ile işbirliği zeminlerini yıkmadan yürütülmesi olasılığı düşünülerek ortaya koyulmuştur. Türkiye’nin Osmanlı döneminden beri en fazla tehdit aldığı Kuzey komşusu, Sovyetler Birliği çatısından ve komünizmden sıyrıldığı süreçten sonra, Türkiye için doğrudan varlığına bir tehdit olmaktan çok (ki bu her an, her ilişkide tersine 787 Ibid., s. 14. Türkiye 1994’te Boğazlardaki trafiği düzenlemek ve kazaları önlemek amacıyla Boğaz’dan geçen gemilere Türk kılavuz kaptan alma zorunluluğunu getiren bir tüzük çıkarmış, RF ise bu değişikliğin Montreaux’yü imzalamış devletlere danışılmadan yapıldığı iddiasıyla karşı çıkmıştır. 789 Ziya Öniş ve Şuhnaz Yılmaz, “Between Europeanization and Euro-Asianism: Foreign Policy Activism in Turkey During the AKP Era”, Turkish Studies, Cilt 10 (1), 2000, s. 9. 788 243 dönebilir), çıkarları için bir tehdit olarak algılanmaktadır. Buna karşın, tarihsel olarak inşa edilmiş karşılıklı güvensizliklerin yıkılması ve sorunsuz bir işbirliği çerçevesine dönüştürülmesi, bu iki devletin tarihlerinde hiçbir işbirliği çerçevesi içinde birarada olamadıkları da göz önüne alındığında, çok kolay değildir. Sadece Türkiye ve Rusya için değil, tüm global ve bölgesel aktörler için bir rekabet alanı ve güvenlik açısından hala çok istikrarsız ve güvensiz bir bölgede rekabet eden iki aktör olarak Türkiye ve Rusya’nın işbirliği perspektifine ulaşmaları, biraz da bu tarihsel güvensizlikleri tetikleyen bölgedeki istikrar ve güven ortamının sağlanabilmesine bağlı gibi görünmektedir. B. Yeni Bir Türk ve Müslüman ‘Biz’: Orta Asya ve Kafkaslar Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Batı ittifakı’nın öteki’si komünizmin ortadan kalkması, Türkiye için, kimliğini sağlamlaştıracak bir unsur olarak Orta Asya’da Türk kökenli ve Müslüman, Türk(i) devletleri ortaya çıkarmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Orta Asya ve Kafkasya’da Türk(i)-Müslüman devletler bağımsızlıklarını kazanırken, Türkiye’de 12 Eylül’le canlandırılan ve bir devlet politikası haline getirilen, dönemin başbakanı ve ardından Cumhurbaşkanı Özal tarafından da içselleştirilmiş olan Türk-İslam Sentezi, bu yeni devletlerin “Adriyatik’ten Çin Seddine” söylemiyle Türk dış politikasının merkezine yerleştirilmesinde destekleyici bir unsur olmuştur. 1980’li yılların sonu ve 1990’lı yıllar, aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa’da dışlanması, ötekileştirilmesi sürecinin de başladığı dönemlere denk geldiğinden, Türk(i) devletlerin ortaya çıkışı, Türkiye’yi yıllardır süren sıkışmışlıktan ve yalnızlıktan kurtaracak, Türkiye’nin önünde siyasal, ekonomik ve psikolojik avantajlar sağlayabilecek birer hayati fırsat olarak görülmüştü. 790 Özetle, Türk(i) cumhuriyetler bir yandan Türkiye’nin etki alanını genişletebileceği, diğer yandan ise Avrupa ile yaşanan güçlükleri dengeleyebilecek bir yol olarak değerlendirilmişti. 791 Mustafa Aydın, “Global Değişim ve Genişleyen Türk Dünyası: Türkler ve Türkiler”, Türkiye’nin Dış Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik, s. 273. 791 F. Stephen Larrabbee ve Ian O. Lesser, Belirsizlik Döneminde Türk Dış Politikası, çev. Mustafa Yıldırım (İstanbul: Ötüken Yayınları, 2002), s. 133. 790 244 Bu bakış açısıyla ve biraz da fazlaca duygusal, aynı zamanda da programsız başlayan Türkiye’nin bölgeye yönelik politikası, 792 çok geçmeden gerçeklerle yüzleşecek ve yeniden Batı’ya, en azından Batı ve Doğu arasındaki köprü olma görevini üstlenmek üzere geri dönecekti. Zaten Batı da Türkiye’ye, demokratik, laik yapısı ve serbest ekonomisiyle bu devletlere “model olma” rolü yüklemişti. Türkiye, özellikle 1990’lı yılların başında, demokratikleşme ve insan hakları konusunda Batı tarafından sert eleştirilere uğruyor ve hatta kınanıyordu. Buna karşın, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bile büyük oranda eski komünist kadrolarca yönetilen ve köktenci İslam’ın yerleşmesine müsait olan, otoriter yapılı Türk(i) devletler için Türkiye, diğer alternatifler olan İran ya da Çin modellerinden çok daha fazla tercih edilir durumdaydı. Diğer yandan Karpat’a göre, Batı Türkiye’yi kendi değerlerini bu Müslüman Türk(i) devletlere aktarabilecek bir araç olarak kullanmıştır ve bu söz konusu devletlerin Türk kökenli olmalarından değil, Müslüman olmalarından kaynaklanmıştır. Bu devletler Baltık devletleri gibi Hıristiyan olsa, Batı ilk aşamada da Türkiye’ye ihtiyaç duymayacaktı. 793 Nihayetinde bu devletlerde “Türk modeli”nin kabul görmemesi bir yana, sunulan modelin Batı’nın modeli olduğunun da bilincinde olmuşlardır. Sonuçta Batı, özellikle petrol şirketlerinin bölgeye gelmesiyle birlikte bu devletlerle doğrudan temasa başladığında da Türkiye’nin aracılığına gerek kalmayacaktı. 794 Türkiye, başlangıçtaki tüm heyecanına karşın Orta Asya ile arzulanan düzeyde ve yönde etkileşimde bulunamayacağını kısa sürede anlamıştı, örneğin hiçbir Türk(i) devletin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) tanımasını sağlayamamıştı. Ayrıca Rusya Federasyonu’nun hala bölgedeki tek büyük güç olduğunun ve bölge ülkeleriyle Rusya arasındaki karşılıklı bağımlılıkların, Rusya’yı göz ardı eden bir Ayrıntılı bilgi için bkz. Aydın, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, s. 366-439. Kemal Karpat, “The Ottoman Rule in Europe From the Perspective of 1994”, Vojtech Mastny ve R. Craig Nation (der.), Turkey Between East and West: New Challenges for a Rising Regional Power (Boulder: Westview Press, 1996), s. 2. 794 Mustafa Aydın, “Between Euphoria and Realpolitik: Turkish Policy Toward Central Asia and the Caucasus”, Tareq Y. Ismael ve Mustafa Aydın (der.), Turkey’s Foreign Policy in the 21st Century: A Changing Role in World Politics (Aldershot: Ashgate Pub., 2003), s. 146. 792 793 245 devletin politikalarını yürütmesine engel olacağının anlaşılması da çok uzun zaman almayacaktı. 795 Nihayetinde Türkiye, ilgisini Orta Asya’dan daha fazla işbirliği olasılığı yaratan ve enerji kaynakları dolayısıyla da önemli olan Kafkasya’ya yönlendirmiştir. Esasında Türkiye’nin öncelikli ilgi alanı, genel olarak Kafkasya, güneybatı Rusya, İran ve Orta Asya devletlerinden Kazakistan ve Türkmenistan’ı kapsayan Hazar Bölgesi olmuştur. 796 Türkiye, Orta Asya’da etkinlik sağlayabilmek için çok çaba harcamasına karşın sınırlı bir başarı elde edebilmişken, Kafkasya’da daha etkin bir rol üstlenebilmişti. Öncelikle Azerbaycan ile ilişkiler, 1990’ların başında hemen sıkı bağlarla bağlanmaya doğru ilerlemiş, Ebulfeyz Elçibey yönetimindeki Azerbaycan, “Türk modeli”ni benimsemişti. Elçibey’in bir darbe ile indirilmesinin ardından, süreç kesintiye uğramış olsa da, daha Batı yanlısı olan Haydar Aliyev döneminde, verilen arayı kapatma olanağı doğmuştur. Azerbaycan’la olan bu yakın ilişkiler, bir bakıma Ermensitan’la olan sorunlu ilişkiler için de bir zemin olmuştur. Bağımsızlık sonrası Ermenistan’la ilişkiler, daha Ermenistan’ın bağımsızlık bildirgesinde 1921 Kars Antlaşması’yla oluşturulmuş sınırları tanımadığını göstermesiyle sorunlu başlamıştı. Buna karşın, Türkiye Ermenistan’a Batı’dan gönderilecek yardımların kendi topraklarından geçmesine izin vererek ilişkilerin normalleşmesi yönünde adım atmıştı. Bu ilk adımı Türkiye’nin Ermenistan’a elektrik göndermeyi kabul etmesi (Azerbaycan baskısı nedeniyle sonradan bu fikirden vazgeçildi) gibi başka adımlar izlemişse de, 1992 ortalarından itibaren Dağlık Karabağ’da savaşın yoğunlaşması, Ermenilerin Azerbaycan topraklarına girmeye başlaması, Türkiye için yakınlaşma olasılıklarını tamamen ortadan kaldırmıştı. 797 Elbette Ermenistan’la Türkiye’nin ilişkilerindeki tek sorun Dağlık Karabağ sorunu değildir ve ABD ve Avrupa’daki Ermeni diasporasının Ermeni soykırımı iddialarını sürekli gündemde tutma çabaları ilişkilerde düzelme olasılıklarını ortadan kaldıran bir unsur olarak işlemektedir. 2000’li yılların ilk yarısında, Türkiye Ermenistan’la ilişkileri yeniden başlatma yönünde birtakım adımlar atmaya başlamışsa da, bu dönemde Ermenistan’dan bir karşılık alınamamıştır. Büyük oranda AKP’nin dış politika önceliklerinden birisinin, Aydın, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 422-423. Aydın, “Between Euphoria and Realpolitik”, s. 147. 797 Aydın, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s. 410-411. 795 796 246 Türkiye’nin tüm komşularıyla iyi geçinme, ‘sıfır sorun’ yaşama olmasından 798 kaynaklanan bu politika yürütülürken, ABD ve AB’nin ve hatta Rusya’nın bir tür ‘ikna edici’ politika yürütmeleri, bir bakıma arabulucu rolü üstlenmeleri de istenmiştir. 799 Türkiye’nin çabalarına Ermenistan’dan ancak 2000’lerin il onyılı biterken bir tepki gelmiş ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Dünya Kupası kapsamında oynanan Türkiye-Ermenistan maçı için Erivan’a gitmesi (6 Eylül 2008), ilişkilerin geleceği için umut verici olmuş, nitekim bundan sonra daha ileri bir aşamaya geçme olasılığı doğmuştur. 10 Ekim 2009 tarihinde Zürih’te, Türkiye ve Ermenistan’ın birisi diplomatik ilişkilerin kurulmasına, diğeri Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine dair protokolleri imzalamaları, protokoller ortak sınırın açılması ve diplomatik ilişkilerin kurulması gibi unsurları içerdiğinden, ilişkilerin normalleşmesi açısından tarihsel birer aşama olarak görülmüştür. Buna karşın, protokollerin parlamentolarda onaylanma süreci, Ermenistan’ın protokollerin onayını soykırım iddialarının tanınmasına bağlamış olması nedeniyle tıkanmış, son olarak 22 Nisan 2010’da Ermenistan, protokollerin parlamentodaki onay sürecini askıya aldığını açıklamıştır. Ermenistan’la yapılan protokoller, Türkiye’nin Karabağ sorunu çözülmeden Ermenistan sınırını açma olasılığı dolayısıyla Azerbaycan’ı rahatsız etmiş ve Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin bundan olumsuz etkileneceği yönünde açıklama yapmıştır. Bununla birlikte, kendi milletvekillerinden oluşan bir grubu Türkiye'ye göndererek bu olumsuzlukları medyaya taşıyacak girişimlerde de bulunmuştur. 800 Azeri Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’den ise ard arda, doğalgaz hatlarının Türkiye’den geçmesinin kendileri açısından pek de yararlı olmadığı, bu nedenle gerekirse bu hatları değiştirecekleri ve Türkiye’ye satılan doğalgazın olağanüstü ucuz bir fiyattan, makul bir fiyata çıkmasını istedikleri şeklinde açıklamalar gelmiştir. 801 Azerbaycan’ın bu yöndeki tutumu, Erdoğan’ın “…bu sınır Öniş ve Yılmaz, “Between Europeanization and Euro-Asianism: Foreign Policy Activism in Turkey During the AKP Era”, s. 9. 799 Sedat Laçiner, Türkler ve Ermeniler: Bir Uluslararası İlişkiler Çalışması (Ankara: USAK Yayınları, 2005), s. 290. 800 “Azerbaycan Milletvekili Heyeti”, 16 Nisan 2009. [http://www.haberler.com/azerbaycanmilletvekili-heyeti-ermenistan-a-firsat-haberi/]. 801 “Türkiyesiz Gaz Rotası Arıyor”, Hürriyet, 19 Ekim 2009. [http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=12720858]. 798 247 kapılarının kapanması Dağlık Karabağ ile alakalıdır. Orada yapılan müdahaleler sonucunda bizim kapılarımız kapatılmıştır.… Dolayısıyla bu sebep oradan kalkmadıkça biz de kapılarımızı açamayız. Bunu, AK Parti iktidarı olarak biz bu şekilde açıklıyoruz, ifade ediyoruz. Bunun birbiriyle ilişkisi yoktur yaklaşımını da doğru bulmuyoruz.” 802 Şeklindeki açıklamasında açıkça ortaya çıktığı gibi, Türkiye’nin politikalarını yönlendirmekte etkili olmuştur. Diğer bir Kafkasya ülkesi Gürcistan’la ise ilişkiler bağımsızlıktan itibaren olumlu yönde ilerleme kaydetmiştir. Genel Kafkasya politikalarının üç rekabet alanı olan güvenlik, ticaret ve enerji alanlarının tümünde işbirliği perspektifi sürdürülebilmiştir. İlk olarak, Türkiye Gürcistan’ın en büyük ticaret ortağı olmuştur. Batum havaalanı Türkiye’nin iç hat uçuşlarında kullanılmaya başlanmış ve Temmuz 2008’de BaküTiflis-Kars Demiryolu hattının temeli atılmıştır. Türkiye ile Gürcistan enerji konusunda da birbirleriyle işbirliği içinde olmuşlar, Türkiye Gürcistan lehine BaküSupsa hattına destek verirken, Gürcistan da Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru hattını Türkiye lehinde desteklemiştir. 803 2007’de Bakü-Tiflis-Erzurum doğalgaz boru hattı çalışmaya başlamış, bu enerji hatlarına 2009’da anlaşması imzalanan ve Türkiye’den AB ülkelerine doğal gaz taşımak amacıyla yapılması düşünülen Nabucco boru hattı projesi de eklenmiştir. Türkiye’nin Gürcistan’ın kendi içindeki Abhazya ve Osetya sorunlarına karşı, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü onaylayan politikaları, iki ülke arasındaki işbirliği zeminini sağlamlaştıran bir unsur olmuştur. Esasen Türkiye’nin Kafkasya’da genellikle de etnik kökenli çatışmalar karşısındaki tutumu, her zaman için bölgesel sorunların kendi güvenliğini tehdit edecek sıcak bir çatışmaya dönüşmeyecek düzeyde tutulması yönünde olmuştur. Gerçi bu irade 2008 Ağustos’unda Gürcistan birliklerinin “anayasal düzeni sağlama operasyonu” adı altında Güney Osetya’ya girmesi ve Rus birlikleriyle çatışmasıyla başlayan savaşta gösterilememiştir. Kafkasya, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden beri Türkiye’nin dış politikasında öncelikleri olan bir bölge olmuş olmuştur. Bununla birlikte, 2000’li yıllardan itibaren özellikle Ermenistan’la ilişkilere yaklaşım açısından ve elbette enerji yönelimli “Erdoğan: Türkiye Azerbaycan’ı Yalnız Bırakmaz”, Hürriyet, 16 Mayıs 2009. [http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=11664390] 803 Aydın, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s.421. 802 248 işbirlikleri açısından bakıldığında, Türkiye’nin bölgeye yönelik ilgi ve etkinliğinde önemli bir artış olduğu ve edilgen olmayan bir politika izlenmek üzere harekete geçildiği sonucu çıkarsanabilir. Öniş, özellikle 2005 sonrasında daha fazla gözlemlenen bu aktif politikayı, AKP’nin bu tarihten sonra AB konusunda duyduğu rahatsızlıklar dolayısıyla AB merkezli politikaları terkederek, ılımlı Avrasya’cı bir politika izlemesine bağlamaktadır. 804 1990’lı yıllarda, Türkiye’nin hem içsel, hem uluslararası koşullarca yaratılan yalnızlığını, Türk ve Müslüman olan yeni devletlerle, Türklük fikri üzerinden kolektif bir “ben” yaratarak giderme ve bu yolla aynı zamanda bölgesel bir lider olma girişiminin, esasen Türkiye’nin Batılı/Batıcı dış politikasının bir yönü olduğu rahatlıkla söylenebilir. Daha önce de değinildiği gibi, Türkiye özellikle Orta Asya’ya, Batılılaşmış, demokratikleşmiş ve laikleşmiş örnek bir ‘ağabey’ olarak giderken, zaten Batı’yı bölgeye taşıma misyonunu üstlenmiştir. Bu heyecanlı politikanın özünde Orta Asya’ya mı, yoksa Avrupa’ya mı yönelik olduğu dahi sorgulanabilir bir durumdur. Gerçi, özellikle coğrafi yakınlık-komşuluk ve enerji politikalarının ağırlığı açısından Kafkasya devletlerinin durumu farklıdır, ama bu politikanın da Batı’nın desteği olmadan yürütülemeyeceği bir başka gerçektir. Kaldı ki, Batı desteği esasen Türk dış politikasında hiçbir zaman arzulanmayan bir unsur da olmamıştır. AKP iktidarı döneminde, özellikle de 2005 sonrasında Türkiye’nin dış politikasının Avrupa yöneliminden uzaklaşarak, ılımlı bir Avrasyacılığa doğru kaydığı ya da İslamcı eksende yürütülmeye başlandığı tartışmaları bir yana, ilgimizi ortaya koyulan pratiklerden daha kapsayıcı bir perspektife kaydırdığımızda, bu dönem politikalarının da temelinde Avrupa’yı bulmak olanaklıdır. Söz konusu politikalar, Avrupa’nın Türkiye’ye karşı olumsuz tutumları nedeniyle başlatılan, dolayısıyla 1990’ların başında olduğu gibi, aslında Avrupa’ya bakan politikalardır. Ancak özünde Avrupa da olsa, bu politikaların hangi yeni yöne kaydırılacağı, konjonktürel koşul ve olanaklara bağlı olduğu kadar, bu politikanın üretildiği ülkenin Öniş ve Yılmaz, “Between Europeanization and Euro-Asianism: Foreign Policy Activism in Turkey During the AKP Era”, s. 13. 804 249 kimliği ve hatta politikaları üreten kişi ve kurumların kimlikleriyle de gevşek de olsa ilgisi olduğu gözden çıkarılmamalıdır. C. Hep Öteki, Yine Öteki: Yunanistan Soğuk Savaş döneminde, komünizmin ortak tehdidi ve ABD’nin yönlendirmesi sonucu Batı ittifakı içinde, ABD desteğine muhtaç iki ülke olarak Türkiye ve Yunanistan birarada ve işbirliği içerisinde olabilmişlerdi. Buna karşın, daha Soğuk Savaş’ın yumuşamaya başladığı, bu bağlamda kendilerini birleştirici unsurlar gevşediği anda sorunlu ve birbirlerine karşı ötekiliklerini onaylayıcı konumlarına dönmüşlerdir. Soğuk Savaş’ın ikinci yarısına denk gelen bu süreç, Türkiye ile Yunanistan arasında halen varlığını sürdüren sorunların ard arda dizilmeye başladığı yıllar olmuştur. 1950’li yıllarda, belirli bir ölçüde taraflar arasında dostça çözümlenebilmiş Kıbrıs sorunu, 1963’te yeniden başladığında ve 1974’te Türkiye’nin askeri müdahalesine kadar vardığında, iki ülke de 1950’li yılların ‘Batı ittifakının çıkarlarını kendi çıkarlarından üstün tutma’ anlayışını 805 terk etmişlerdi. Buna karşın Batı, ilişkilerde her zaman bir referans noktası olarak işlemeye devam etmiştir. Referans noktası olan Batı, başlangıçta her iki devletin de üye olduğu NATO ve ABD iken, 1981’de Yunanistan’ın AB’ye üye olmasıyla birlikte AB’ye kaymıştır. AB’ye yalnızca Yunanistan’ın üye olması ve Türkiye’nin ‘bir türlü’ olamaması, süreci Türkiye’nin aleyhine işletecek bir unsur olmuştur. Yunanistan’ın AB’ye üye olduğu tarih de, Türk-Yunan ilişkilerinde Avrupa bağlamına bakarsak ilginçtir. Çünkü bu tarih, Türkiye’nin 12 Eylül sonrası Avrupa’dan eleştiri yağmuruna tutulmaya başlandığı ve aslında Avrupa’dan açıkça dışlandığı döneme denk gelmektedir. Yunanistan, Türkiye’nin hem dışarıda oluşunu, hem de dışlanmasını kendi lehine kullanmakta başarılı olacaktır. Türkiye gibi, Yunanistan da 1990’lı yıllara Soğuk Savaş’ın sona ermesinin yarattığı şaşkınlık içinde girecek ve Yunanistan Balkanlar’da meydana gelen gelişmelerden etkilendiği oranda, Türkiye ile kısa süreli de olsa bir yakınlaşma 805 Aydın, “Crypto-optimism in Turkish-Greek Relations. What is Next?”, s. 227. 250 arayışına girecekti. Yunanistan bu dönemde Yugoslavya’nın dağılması sonrası yaşadığı güvenlik sorunları bir yana, Balkanlar’daki gelişmelerde olumlu bir rol oynamayı başaramadığı ve politikalarında AB’den de farklılaştığı için birlikle sorunlar yaşamıştır. 806 Yunanistan’ın bu ortamda Türkiye ile diyalog başlatma arayışı, Türkiye tarafından olumlu karşılanmış, fakat 1990’ların ilk yarısı boyunca, diyalog bağlamında başlayan her adımın arkasından bir kriz çıkmış ve süreci geriye döndürmüştür. Fırat’a göre bunun nedeni, Yunanistan’da siyasal iktidarların diyalog girişimlerine karşı, içeride oluşan kamuoyunun ve muhalefetin baskısı olmuştur.807 Türkiye’de ise sorunların genel çizgisine baktığımızda, böyle bir durum ortaya çıkmamaktadır, çünkü zaten Türkiye hiçbir zaman Yunanistan’la, Yunanistan’ın Türkiye ile olduğu kadar ilgili olmamıştır. 808 Krizler, sorunlar genellikle Yunanistan tarafından alevlendirilir, Türkiye de tepki verir, çünkü sürekli sorun yaratmasa, Yunanistan hiç de önemli değildir Türkiye’nin algısında. 809 1990’lı yılların bu diyalog ve küçük krizlerle geçen ilk yarısında, Türkiye açısından asıl sorun, (Güney) Kıbrıs’ın AB’ye tam üyelik başvurusu yapmış olması ve sorunun artık, Türkiye’nin üyesi olmadığı (ama olmaya çalıştığı) AB çerçevesine girmiş olmasıdır. Bundan sonra Türkiye’nin AB ile ilgili her adımında, karşısına Kıbrıs ve Ege sorunları çıka(rtıla)caktır. Türkiye Kıbrıs’ın AB’ye tam üyelik başvurusuna hemen tepki göstererek, bu başvurunun Zürih-Londra anlaşmalarına göre yasal olmadığını bildirmiş, fakat AB Konseyi başvuruyu normal süreç içerisinde kabul etmişti. Müftüler-Bac’a göre, AB bu şekilde bir tutumla aslında üyelik sürecini kullanarak, adanın birleşmesi yolunda ilk diplomatik başarısını elde edebileceğini hesaplamıştır. 810 Fakat daha Kıbrıs’ın üyeliği konusunu ele aldığı ilk aşamada kendisi için düşündüğü arabuluculuk rolünde Melek M. Fırat, “Soğuk Savaş Sonrası Yunanistan Dış Politikasının Yeniden Biçimleniş Süreci”, Mustafa Türkeş ve İlhan Uzgel (der.), Türkiye’nin Komşuları (Ankara: İmge Kitabevi, 2002), s. 23. 807 Ibid., s. 26. 808 Aydın, “Crypto-optimism in Turkish-Greek Relations. What is Next?”, s. 235. 809 Bu elbette Türkiye’nin sorunları önemsemediği anlamına gelmemektedir. Bu durumun esasında ötekileştirmeyle, ötekileştirdiğini değersizleştirme ile ilgili olduğu konusunda Bkz. s. 143. 810 Meltem Müftüler-Bac ve Aylin Güney, “The European Union and the Cyprus Problem 19612003”, Middle Eastern Studies, Cilt 41 (2), 2005, s. 286. 806 251 başarılı olamamış, adayı bir bütün olarak görmelerine karşın, Türk kesimiyle işbirliği yapamamış ve daha en başından sadece adanın Güney kesimine odaklı kalmışlardı. 811 1994 Korfu Zirvesi’nde (Güney) Kıbrıs’ın gelecek genişleme aşamasında yer almasına kararına karşı da Türkiye’nin tepkisi sert olmuştur. Kıbrıs’ın AB’ye üyeliğinin gerçekleşmesi durumunda, Türkiye’nin aynı türde bir entegrasyonu KKTC ile gerçekleştireceği yönündeki açıklamalar, farklı zamanlarda (Mart 1995) Dışişleri Bakanı Murat Karayalçın ve hatta (Aralık 1996) Başbakan Erbakan tarafından dile getirilmiştir. 812 Aynı bağlamda, Türkiye ve KKTC arasında, entegrasyonu çağrıştıran, ilişkileri derinleştirmeye yönelik bir bildiri (mutabakat metni) de yayınlanmıştır. Korfu zirvesinden çıkan karar, büyük oranda Yunanistan’ın Türkiye’nin GB müzakerelerinde kullandığı (1994 ve 1995’te) vetosunu, Kıbrıs’la katılım müzakerelerinin başlatılması karşılığında kaldıracaklarını bildirmeleriyle ilgiliydi. Türkiye, Yunanistan’ın GB antlaşmasını veto etmeyeceğine dair işaretleri aldığında ise sessiz kalarak sürecin nasıl gelişeceğini beklemeye karar vermiştir.813 Süreç, Türkiye’nin AB ile 6 Mart 1995’te GB kararının imzalanmasıyla sonuçlanmış ve aynı gün Konsey’in Kıbrıs Rum Hükümeti’nin bütün adayı temsilen yaptığı tam üyelik başvurusuna ilişkin görüşmelerin takvime alınması kararına tepki vermemiştir. Yunanistan, veto hakkını, Kıbrıs sorununa çözüm bulunmadan, adanın birliğe katılımı yönünde bir baskı aracı olarak kullanmış ve sonuçta başarılı olmuştur. 1996 yılına gelindiğinde, Ege denizinde bulunan insansız kayalıklar üzerindeki hakimiyet iddialarından kaynaklanan bir kriz (Kardak Krizi) iki ülkeyi sıcak çatışmanın eşiğine getirmiştir. Kriz, Türk bandıralı bir geminin (Figen Akat) karaya oturmasıyla, iki ülkenin kurtarma ekipleri arasında sorun çıkıp, her iki ülke kayalıkların kendi karasularında bulunduğunu iddia edince patlak vermiştir. Kriz, iki ülkenin de siyasi iradelerinin durumu iç politikalarında kullanmaları ve aynı zamanda basınının da etkisiyle tırmanmış ve geri dönülemez bir noktaya giderken, 811 Ibid. Kramer, Avrupa ve Amerika Karşısında Değişen Türkiye, s. 263-264. 813 Melek M. Fırat, “AB-Kıbrıs İlişkileri ve Türkiye’nin Politikaları”, Gencer Özcan ve Şule Kut (der.), En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar (İstanbul: Büke Yayınları, 2000), s. 250-251. 812 252 ABD’nin arabuluculuğuyla çözülmüştü. Krizin en fazla tırmandığı ve kayalıklara asker çıkarılması noktasına gelindiğinde, esasen hükümetler sıcak çatışma olasılığından rahatsız ve geri adım atacak noktaya gelmişlerdi. Bu aşamada Türk bayrağının Yunan bayrağının olduğu kayalığa değil, bir başka kayalığa dikilmesi çözüm için ilk adım olmuş, ardından ABD’nin, “ilk ateş eden karşısında ABD’yi bulur” şeklindeki mesajıyla kriz sona ermişti. 814 Kardak krizinden sonra ilişkileri yumuşatacak herhangi bir gelişme meydana gelmemiş, aksine mevcut sorunlar üzerinden yeni krizler yaşanmıştır. 1997’de Rusya Federasyonu ile Kıbrıs Rum Yönetimi arasında imzalanan anlaşma uyarınca S-300 füzelerinin (Güney) Kıbrıs’a yerleştirilmesi söz konusu olduğunda ilişkilerin tarihine yeni bir kriz daha eklenecektir. Yunanistan’ın ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin füzeleri adaya yerleştirmekteki temel amacı, adadaki Türk askerinin varlığını müzakere konusu haline getirmek olmuştur. Buna göre, adanın önce silahsızlandırılması sağlanacak, ardından NATO/AB koruması altına alınacak adada enosis gerçekleştirilebilecekti. 815 Kriz, ABD’nin arabuluculuğuyla ve füzelerin Girit’e yerleştirilmesiyle aşılmıştır, fakat Türkiye Ege denizindeki güvenlik önceliklerini gözden geçirmek ve bir silahlanma yarışı durumuna kendini hazırlamak sorunuyla karşı karşıya kalmıştır. 816 Türkiye’nin 1997 Lüksemburg Zirvesi’nde Kıbrıs’ın AB’ye ilk katılacak ülkeler arasında açıklanmasına karşın, aday ülkeler arasında açıklanmamıştır. Bununla birlikte, Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin sağlamlaştırılması için gerekli koşulların Yunanistan’la ikili sorunlar ile Kıbrıs sorununun çözümüne bağlanmış olması, Yunanistan’ın sorunları AB çatısına taşıma hedefinin gerçekleştiğinin göstergesidir. Bundan sonra Türkiye’nin adaylığının her aşamasında Kıbrıs ve ikili sorunların çözümü bir önkoşul gibi işletilecektir. 817 1990’larda Türkiye ile Yunanistan sadece yıllanmış sorunları çerçevesinde değil, aynı zamanda Kafkaslar ile Balkanlar’da da karşı karşıya gelmişlerdir. Yunanistan 814 Fuat Aksu, “Turkish-Greek Relations: From Conflict to Détente the Last Decade”, Turkish Review of Balkan Studies, Annual 2001, s. 10- 11 815 Ibid., s. 15-17. 816 Fırat, “Soğuk Savaş Sonrası Yunanistan Dış Politikasının Yeniden Biçimleniş Süreci”, s. 60-61. 817 Bkz. s. 229; 232; 234. 253 bir yandan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİ) çatısı altında biraraya gelirken (1992), diğer taraftan Balkanlar’da karşı karşıya geliyorlardı. Türkiye, Yugoslavya’nın dağılmasının ardından yeni kurulan ve Yunanistan’ın kabullenmediği Makedonya ile yakın ilişki kurmuş, aynı şekilde Yunanistan’ın sorunlar yaşadığı Arnavutluğa da yakın durmuştur. 1992’de Bosna-Hersek savaşı patlak verdiğinde, Yunanistan Sırplara destek olur ve uluslararası ambargo uygulanan Belgrat’a yardım yaparken, Ankara da Saraybosna hükümetine hem diplomatik, hem de gizli askeri destek sağlamıştır. 818 Yunanistan, bir süre sonra Balkanlar’a yönelik politikalarını AB’yle de uyumlu olacak şekilde değiştirmiş ve bölgede, başlangıçta Türkiye’nin sağlayabileceği düşünülen nüfuzu AB üyesi olma avantajıyla sağlamayı başarmıştır. Yunanistan, Kafkasya’da Türkiye’nin rekabet içinde olduğu Rusya ile işbirliği arayışına girmiş, Hazar enerji hatları konusunda Bulgaristan’la ve Rusya ile birlikte Novorossisk-Burgaz-Dedeağaç (Alexandroupolis) hattını savunmuş, dahası 1996’da Ermenistan’la savunma anlaşması imzalayarak, anlaşmayı kendisine karşı yapılmış olarak algılayan Türkiye’yi oldukça rahatsız etmiştir. Bütün bunlara Yunanistan’ın PKK’ya açık destek vermesi, bu bağlamda bir de 1995’te Suriye’yle stratejik ortaklık oluşturması, Türkiye’nin güvenlik tehdidi algıladığı her yerde Yunanistan’ın da olacağı izlenimini uyandırmıştır. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’da Yunanistan Büyükelçiliği’nde yakalanıp Türkiye’ye getirilmesinin ardından, Türkiye’nin Yunanistan’a uzun zamandır Öcalan’ı barındırmak, PKK’ya destek vermek konusunda yaptığı suçlamaların haklılığı ortaya çıkmıştı. Yunanistan, PKK’yı terörist bir örgüt kabul etmemekle birlikte, Öcalan ve PKK ile bağlarını her zaman inkar etmişti.819 Öcalan’ın yakalanmasıyla suçluluğu ortaya çıktıktan sonra ise, mevcut politikalarında önemli bir dönüşüm gerçekleştirmek zorunluluğu hissetmiştir. Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi sonrasında, Yunanistan’da birçok siyasi görevinden alınmış, ardından Türk-Yunan ilişkilerinde yumuşamaya gidilerek diyalog başlatacak Tözün Bahçeli, “Türkiye’nin Yunanistan Politikası”, Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri, s. 187-188. 819 Aksu, “Turkish-Greek Relations: From Conflict to Détente the Last Decade”, s. 18-19. 818 254 yeni bir çerçeve çizilmiştir. Bu kararın, ilk meyvesinin 1999 Helsinki Zirvesi’nde alındığı söylenebilir. 820 Helsinki Zirvesi yapıldığı sırada, New York’ta BM Genel Sekreteri Kofi Annan ve Kıbrıs özel danışmanı Alvaro de Soto gözetiminde Rauf Denktaş ve Glafkos Klerides arasında görüşmeler başlamıştı. Taraflar, zirveden çıkacak sonuca odaklanmışlardı. Konsey’in Türkiye’ye aday ülke statüsü verilmesi kararı olumlu bir adım olarak karşılanmış, fakat Kıbrıs’ın AB üyeliği için Türk tarafıyla uyuşmazlığını çözmesinin ön koşul olmadığının belirtilmiş olması tartışmalara yol açmıştı. Türkiye ise Helsinki sonrasında Kıbrıs’ın AB’nin de sorunu olduğunu zamanla kabullenmeye başlayacaktı. 821 3 Kasım 2002 seçimleri ile iktidara gelen AKP, iktidarının ilk günlerinden itibaren Kıbrıs konusunda aktif bir tutum sergileyeceğini ortaya koymuştu. Seçim ertesinde Erdoğan, Yunanistan gezisi sırasında, Kıbrıs için ‘Belçika Modeli’ni önerdiklerini açıklamıştı. 822 Bundan sonra AKP kanadından Denktaş’a eleştiriler yöneltilmeye başlanacak, örneğin bu kapsamda Abdullah Gül 2003 Ekim’inde Yunanistan ziyareti sırasında ‘çözümsüzlük çözüm değildir’ açıklamasında bulunacaktı. Türkiye’nin, AB üyeliğini neredeyse varlık nedeni sayan AKP, bunun gerçekleşmesinin Kıbrıs’la doğrudan ilgili olduğunun farkında olarak Kıbrıs’ta çözüm bağlamında, o güne kadar hiçbir hükümette görülmemiş bir irade ortaya koymuştu. Buna karşın, AKP’nin tutumunun devletin politikası olarak ortaya koyulabildiğini söylemek olanaksızdır. Ordu, siyasi partiler ve toplum düzeyinde ulusalcı kesimlerde Kıbrıs’ta ‘ver-kurtul’ siyasetinin izlendiği ve bunun sonucunun Türkiye ve Kıbrıs için çok olumsuz olacağına dair yoğun itirazlar yükseliyordu. Bu arada, ABD ve AB de çözüm yönünde ortak fikir beyan ediyor, bir bakıma AKP’nin çabalarına destek oluyorlardı. Görüşmeleri yeniden başlatmak, (Güney) Kıbrıs 1 Mayıs 2004’te AB üyesi olacağından önemliydi. Bu bağlamda Erdoğan, toplumlar arası görüşmelerin yeniden başlaması için Kofi Annan’la görüşmüş ve Melek Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler”, ”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası, Cilt. II: 19802001 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 478. 821 Müftüler-Bac ve Aylin Güney, “The European Union and the Cyprus Problem 1961-2003”, s. 289. 822 Ayın Tarihi, Kasım 2002. [http://www.byegm.gov.tr/ayintarihidetay.aspx?Id=92&Yil=2002& Ay=11] 820 255 Annan’ın süreci yeniden başlatmak için öne sürdüğü şartları da kabul etmişti. Kofi Annan bu defa görüşmeleri başlatmadan önce, Annan Planı’nın doğrudan çözüm belgesi olarak kabul edilmesini şart koşmuş, zorlu bir süreçle de olsa taraflar buna ikna edilmişti. AKP iktidarı, Kıbrıs’ta uluslararası düzeyde kabul görebilecek bir çözüme ulaşılabilmesi ve dolayısıyla bunun AB politikalarını etkileyebilmesi için gerçekten çok kararlı davranmış ve 24 Nisan 2004’te yapılan oylama sonucunda % 65’e yakın evet oyu Türk kesiminden çıkmıştı. Buna karşın çözüm, Rum kesiminin AB’ye adanın tamamını temsil eden irade olarak girme tercihi dolayısıyla gerçekleşememiştir. Diğer yandan Türkiye açısından 17 Aralık Brüksel Zirvesi’nde beklenen olmuş ve Türkiye’ye katılım müzakerelerine başlamak için tarih verilmişti. AKP’nin, kendi siyasal kimliğine meşruiyet sağlayacak bir dayanak olarak gördüğü AB, iktidara geldiği anda Kıbrıs konusunda bir çözüme ulaşılabilmesi bağlamında gösterdiği iradenin sebebi olmuştur. Ancak ne var ki daha önce de sözü edildiği şekilde AB hedefine olan bu sıkı bağlanış 2005 sonrasında gevşemiştir. Buna karşın, AKP’nin ikinci iktidar döneminde ortaya koyduğu ve uyguladığı komşularla “sıfır sorun” yaklaşımı Türk-Yunan ilişkileri konusunda da bir zemin olarak işletilmek istenmektedir. Türk-Yunan ilişkilerinin içerdiği sorunlar, Kıbrıs ve Ege ile sınırlı olmadığı gibi, sözü edilen sorunların da çözümü kolay değildir. İkili ilişkilerde olduğu gibi, her iki tarafın kendi politika yönelimlerinde de Batı/Avrupa çok önemli bir referans noktasıdır. Buna karşın, taraflardan birisinin dışarıda, diğerinin ise içeride/Avrupalı olması, bu ilişkilerin genel olarak olumsuz etkilenmesine de neden olmaktadır. Türkiye ve Yunanistan’ın tarihsel olarak birbirlerine karşı inşa ettikleri kimlikleri, AB bağlamında Yunanistan’ın Avrupalı, Türkiye’nin ise öteki konumunda olması, mevcut ötekiliği Avrupa perspektifinden de pekiştirmektedir. Türkiye’nin AB’ye girmesinin sorunları bir anda yok edebileceğini söylemek elbette olanaklı değildir. Soğuk Savaş döneminde, Batı ittifakında yer almanın koşullarıyla sınırlı da olsa ilişkilerini işbirliği üzerinden geliştirebildikleri bir gerçekliktir. Bu ittifak, konjonktürel bir tehdit etrafında güvenlik kaygısıyla biraraya gelmiştir ve birbirlerini ötekileştirmiş, üstelik elle tutulur, somut birçok sorunu olan iki aktörü, ittifakın 256 çıkarları lehinde sorunları çözmeye itecek güçte bir dürtüye sahip olmamıştır.823 Buna karşın, AB’nin belirli değerler sistemi üzerine inşa edilmiş bir kimliği vardır, yani kolektif bir ‘biz’ yaratma işlevi yüklenmiştir. Bu bağlamda eğer AB’nin temsil ettiği bir ‘biz’ gerçekten varsa, birlik içinde yer alan aktörlerin de ‘biz’i, kendi bileşik (ben) kimliklerinin önünde tutmaları beklenmelidir. Devletlerin ortaya koydukları pratikler, kuramsal zemine bu ölçüde uyuyor/uyabiliyorsa, Türk -Yunan sorunlarının Türkiye’nin üyeliği öncesinde çözülmesi değil, çözümünün Türkiye’nin üyeliğinden beklenmesi gerekecektir. Ne var ki, kuramsal çıkarsamalarla pratiklerin her zaman bu kadar örtüşmediğini öne sürmek de olanaklıdır. D. Yaklaştıkça Ötekileşen: Ortadoğu Ortadoğu 1990’lı yılların, daha doğrusu Soğuk Savaş’ın sona ermesinin etkilerini Körfez Savaşı’yla karşılamıştır. Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan kriz, uluslararası koalisyon güçlerinin Irak’ı yenilgiye uğratmasıyla sona ermişti. Türkiye ise bu savaşın kısa ve uzun vadede yarattığı birçok olumsuz sonuçla karşı karşıya kalmış, uluslararası politikadaki konumuyla beraber, dış politikasını da yeniden değerlendirmek durumunda kalmıştır. Cumhurbaşkanı Özal savaşın ABD’nin zaferi ile sonuçlanacağı, dolayısıyla bu fırsattan faydalanmanın Türkiye’nin stratejik önemini artıracağı düşüncesiyle ABD’nin yanında, aktif bir politika üretmek için çok hevesli olmuştu. Bununla birlikte, ABD’nin zaferinin Körfez’de kalıcı bir güvenlik sağlayacağı düşüncesi de Özal’ın tutumlarında etkili olmuştur. 824 Buna karşın, Özal’la aynı fikri paylaşmayan ve Türk dış politikasını geleneksel çizgisinden kaydırmayacak bir politika izlenmesinden yana olan, Türkiye’yi tehlikeli bir serüvenin içine atmanın sorumluluğunu paylaşmak istemeyen Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay ve dışişleri bakanı Ali Bozer istifa etmişlerdi. 825 Yine de Türkiye, Kerkük-Yumurtalık Boru Hattı’nın kapatmak ve Irak sınırına asker yığmakla birlikte, NATO üyelikleri çerçevesinde Türk-Yunan ilişkilerini analiz eden ve NATO üyeliğinin TürkYunan sorunlarını çözüme yöneltecek bir ‘çoğulcu güvenlik toplumu’ yaratmadığı argümanıyla benzer bir sonuca ulaşan ayrıntılı bir çalışma için, Fotios Moustakis, The Greek-Turkish Relationship and NATO (Londra: Frank Cass, 2003). 824 Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, s. 237. 825 Meliha B. Altunışık, “Güvenlik Kıskacında Türkiye ve Ortadoğu İlişkileri”, En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar, s. 322. 823 257 BM’in Irak’a uyguladığı ambargoya da katılmış ve ABD’nin İncirlik üssünü kullanmasına izin vermiştir. Bu aktif tutumun sonuçları Türkiye için hem kısa, hem de uzun vadede çok olumsuz olacaktı. İlk olarak, Irak’lı Kürtlere, Kuzey Irak’ta ‘güvenlikli bölge’ sağlanmasıyla Bağdat Kuzey Irak’ta egemenliğini kaybetmiş, bu durum bölgenin PKK için bir üs haline gelmesine, dolayısıyla Türkiye için çok ciddi güvenlik problemlerine yol açmıştır. Diğer yandan, Kürt meselesi uluslararasılaştığı oranda, Türkiye’de PKK şiddeti yükselmiş ve Kürtler siyasi faaliyetlerini artırmışlardır. 826 Kürt sorununun savaş sonrası hem içsel, hem de dışsal boyutlarıyla geldiği nokta, dolaylı olarak Türkiye’nin zaten sorunlu olan Batı’yla ilişkilerini de zedelemiştir. Türkiye’nin PKK ve Kürt sorununa yaklaşımlarını insan hakları ihlalleri bağlamında eleştirilmekle kalmamış, Belçika, Almanya, Norveç gibi birtakım Avrupa devletleri Türkiye’ye silah satışlarını durdurmuşlardı. 827 Irak Türkiye’yi, Batılıların yanında yer aldığı için suçlamış ve sonrasında artık PKK’yı açıkça desteklemeye başlamıştır. 828 Saddam Hüseyin’in saldırılarından kaçan Iraklı Kürtler’in korunması amacıyla oluşturulan ‘Çekiç Güç’ işlevi ve de süresi açısından her zaman bir sorun oluşturmuştur. Ayrıca son olarak, Irak’la ticaretin kesilmesi Türkiye’yi milyarlarca dolar 829 zarara uğratmıştır. Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, bir kez daha Ortadoğu’da Batı’lı müttefiklerinin yanında yer almasının sonuçları beklentilerin aksine olumsuz olmuştur. Bu noktada, Özal’ın aktif dış politika tutumuyla kişisel bir politika izlediği doğru olmakla birlikte, temelde Batılı müttefiklerine Soğuk Savaş sonrasında da stratejik önemini koruduğunu göstermek isteği olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Körfez Savaşı sürecinde de Batı, Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik politikasının referans noktası olmuştur. Bununla birlikte, Türkiye’nin bölgedeki Mustafa Aydın, Ten Years After: Turkey’s Gulf Policy (1990-91) Revisited (Londra: Frank Cass, 2002), s. 58. 827 M. Hakan Yavuz, “Turkish-Israeli Relations Through the Lens of the Turkish Identity Debate”, Journal Palestine Studies, Cilt 27 (1), 1997, s. 27. 828 Kemal Kirişçi, “Türkiye ve Müslüman Ortadoğu”, Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri, s. 61. 829 Hale bu kaybı yılda 2.000.000.000 dolar olarak vermektedir. Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, s. 328. 826 258 konumu dolayısıyla daha farklı bir politika izleme olasılığı olduğu, en azından ittifak bağları düşünüldüğünde çok da olanaklı görünmemektedir. 830 Bir kere Türkiye, Körfez savaşının başarısı için, Irak’ın çevrelenmesi bağlamında kilit konumda bulunmaktaydı. Ayrıca, Irak’a karşı uygulanan ambargonun başarı şansı, petrol satışının durdurulmasına, yani Türkiye ve Suudi Arabistan üzerinden geçen boru hatlarının kapatılmasına bağlıydı. Bu durumda, Türkiye’nin tarafsız kalmak gibi bir stratejisi olamayacağı açıktı, ya Irak’ın ya da koalisyon güçlerinin yanında yer alacaktı. 831 Irak’taki durumun yarattığı belirsizlik ve güvensizlik ortamının yanı sıra, bu dönemde Türkiye’nin Ortadoğu politikasının bütünü sorun ve istikrarsızlıklara yönelik olmuştur. En başta Suriye ile ilişkiler, PKK ve su sorunu yüzünden sürekli çatışmacı bir ortamda yürütülmüştür. Suriye, Hatay üzerindeki geleneksel iddialarından vazgeçmemiş, ama bunu bir dış politika unsuru olarak değil, daha çok içeride rejimine destek sağlamak için iç politikaya yönelik kullanmıştır. 832 Suriye ile Fırat ve Dicle sularının paylaşımı konusunda yaşanan sorunlar da güvensizlik iklimini sürekli canlı tutmuştur. Suriye su sorununu öncelikle Arap devletlerinin dikkatine sunarak uluslararasılaştırmaya çalışırken, 833 Türkiye de PKK’ya verilen destek karşısında birçok kere Fırat’ın sularının kesilmesi alternatifini dile getirmiştir. 834 Suriye’nin PKK’ya verdiği destek ve Öcalan’ı önemli bir PKK kadrosuyla topraklarında barındırması, iki ülkenin sıcak çatışmanın eşiğine gelmesine sebep olacaktır. 1990’lı yılların ikinci yarısında Suriye’nin PKK’ya verdiği desteğin Türkiye’nin krize dahil olmasının, temkinli bekleyişten, aktif müdahaleye doğru aşamalarını hem içsel, hem de dışsal koşullara göre ele alan ve kriz döneminin genel değerlendirmesini yapan bir çalışma için bkz. Aydın, Ten Years After: Turkey’s Gulf Policy (1990-91) Revisited, özellikle s. 14-32. 831 Ramazan Gözen, “Türkiye’nin II. Körfez Savaşı Politikası: Aktif Politika ve Sonuçları”, İhsan D. Dağı (der.), Türk Dış Politikasında Gelenek ve Değişim (Ankara: Siyasal Kitabevi, s. 1998), s. 188. 832 Ibid., s. 63. 833 Melek Fırat ve Ömer Kürkçüoğlu, “Ortadoğuyla İlişkiler”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. II: 1980-2001, s. 559. 834 Suyun Ortadoğu güç dengesi açısından hayati olduğu ve Türkiye’nin Fırat ve Dicle’nin kontrolünü elinde bulundurmasının kendisine imtiyazlı bir üstünlük sağladığı Körfez Savaşı sürecinde açıkça ortaya çıkmış ve Türkiye bu potansiyeli bir koz olarak kullanmaya başlamıştı. Aydın, Ten Years After: Turkey’s Gulf Policy (1990-91) Revisited, s. 59. 830 259 arttığını düşünen Türkiye, politikalarını sertleştirme yoluna gitmiş, 23 Ocak 1996’da Suriye’ye gönderdiği notada Ankara açıkça Suriye’ye aynı şeklide karşılık bulacağı uyarısında bulunmuştur. Su sorunu üzerinde başlamış olan diyalog sürecini de kesen Türkiye, Suriye’nin sürecin yeniden başlaması için yaptığı çağrılara, Öcalan’ın Türkiye’ye iade edilmesi ya da üçüncü bir ülkeye sınırdışı edilmesi koşuluyla karşılık vermiştir. 835 Suriye ile sertleşen ilişkiler, diğer yandan İsrail’le askeri işbirliğinin geliştirilmesiyle desteklenmeye çalışılmıştır. İsrail’le 1993’te başlamış olan işbirliği süreci 1996’da Askeri Eğitim (Şubat 1996) ve Savunma Sanayi İşbirliği (Ağustos 1996) anlaşmalarının imzalanmasıyla pekiştirilmiştir. Bu anlaşmalar bölgede Suriye’ye karşı oluşturulmuş klasik ittifakın canlandırılması olarak değerlendirilmiştir. 836 Arap Birliği de, Türkiye’nin İsrail’le yaptığı askeri anlaşmayı yeniden değerlendirmesini talep eden bir bildiri yayınlamıştır. 837 İsrail’le sıkılaştırılan bu işbirliğinin, zamanlama açısından Arap-İsrail barış sürecinin tıkanmaya başladığı bir dönemde gerçekleştirilmiş olması, Suriye bir yana tüm Arap devletlerinde rahatsızlık uyandıracaktır. 838 Arap devletlerini uzaklaştıracağı kesin olan bu girişim, esasında dönemin dış politikasında güvenlik kaygılarının ve askeri yapının artan etkisinin bir göstergesi olsa gerektir. 839 1996’nın ikinci yarısında, Kuzey Irak konusunda önemli ve Türkiye’nin 1991’den beri yürüttüğü politikasında değişiklik yaratacak gelişmeler yaşanmıştır. ABD’nin arabuluculuğu sonucu, Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYP), Ankara’da Türkiye’nin yer aldığı bir diyalog sürecini başlatmışlardır. Türkiye bu sürecin içinde, hem ABD’den gelen baskı, hem de PKK’ya karşı mücadelede destek sözü karşılığında Kuzey Irak’taki geçici rejimin meşruluğunu kabul etmiştir. 840 Aynı dönemde (Ekim 1996) Türkiye, PKK’ya karşı, ama diğer yandan KDP’yi de destekleyerek Kuzey Irak’a çok kapsamlı bir sınırötesi 835 Gencer Özcan, “Turkey’s Changing Neighbourhood Policy”, The Turkish Yearbook of International Relations, Cilt. 35, 2004, s. 5. 836 Ibid., 837 Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, s. 320. 838 Altunışık, “Güvenlik Kıskacında Türkiye ve Ortadoğu İlişkileri”, s. 331. 839 Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması’nın 28 Ağustos 1996’da RP-DYP (Refah-Yol) hükümetinde ve başbakan Erbakan tarafından imzalanmış olması da bu durumla ilgili görünmektedir. 840 Fırat ve Kürkçüoğlu, “Ortadoğuyla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt. II: 1980-2001, s.563. 260 operasyon gerçekleştirmiştir. 841 Operasyonlarla Kuzey Irak’ta PKK’nın faaliyetlerini büyük ölçüde engelleyen Türkiye, bu sefer Suriye’ye dönmüş ve silahlı kuvvetlerin de desteğiyle caydırıcı baskı politikası başlatmıştır. 842 Bu politika, Suriye’ye 1987 ve 1992 anlaşmalarından 843 doğan yükümlülükleri yerine getirmesi konusunda, silahlı kuvvetlerin desteğiyle güçlü bir kampanya başlatmıştı. Bu bağlamda Eylül 1998’de askeri birlikler sınıra doğru ilerlerken, Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş, Suriye sınırında “Türkiye, Suriye ile iyi ilişkiler konusunda gerekli çabayı gösterdi. Ancak sabrımız taşmak üzeredir… Türkiye beklediği karşılığı alamazsa, her türlü tedbiri almaya hak kazanacaktır” sözleriyle Suriye’ye karşı başlatılan politikanın açıklamasını yapmıştır. Cumhurbaşkanı’ndan, Genelkurmay Başkanı’na en yetkili ağızlardan açıkça Suriye’ye karşı askeri bir harekâta her an başlayabileceği mesajları verilirken, Türkiye’ye ABD ve İsrail de dahil, uluslararası alandan hiç destek gelmemiştir. Bunun üzerine Türkiye diplomatik girişimlere açık olduğu mesajını vererek Mısır ve İran’ın arabulucuğunu kabul etmiş, bu sürecin sonucu ise 17 Ekim 1998’de Abdullah Öcalan’ın Suriye’den ayrılması olmuştur. 844 Öcalan’ın Suriye’den ayrılması ve ardından 1999’da Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirilmesiyle, 2000’li yıllarda Suriye ile ilişkilerde aşamalı bir düzelme söz konusu olmuştur. Haziran 2002’de imzalanan askeri eğitim anlaşmasının ardından, 2003’de üst düzey ziyaretlerle pekişmiş, Nisan 2003’te Suriye, İran ve Türkiye arasında Irak konusunda bir danışma mekanizması başlatılmıştır. 845 Bu gelişmeler, 20 Mart 2003’te, ABD’nin Saddam Hüseyin’in elinde olduğu iddia edilen Kitle İmha Silahlarını yok etmek, Irak’ı silahsızlandırmak, Ortadoğu’ya demokrasiyi getirmek ve Irak halkını özgürleştirmek söylemi ile Irak’ı işgali ettiği bir sırada gerçekleşmiş olduğundan, ABD’yi memnun etmemiştir. 1 Mart 2003’te TBMM’nin ABD silahlı kuvvetlerinin Türkiye üzerinden Irak’a geçmesine dair 841 Özcan, “Turkey’s Changing Neighbourhood Policy”, s. 7. Ibid. 843 1987’de su sorunu çerçevesinde yapılan görüşmeler sırasında imzalanan ve Türkiye’nin sınırdan 500m3/sn su bırakacağını taahhüt eden Ekonomik İşbirliği Protokolüyle birlikte, PKK'nın Bekaa Vadisindeki üslerinin ve Suriye topraklarındaki faaliyetlerinin denetim altına alınmasını amaçlayan Güvenlik Protokolü 1992’de benzer taahhütlerle tekrarlanmıştır. 844 Fırat ve Kürkçüoğlu, “Ortadoğuyla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt II: 1980-2001, s.565-566. 845 Özcan, “Turkey’s Changing Neighbourhood Policy”, s. 8. 842 261 tezkereyi geçirmemiş olmasıyla ilişkiler kopma noktasına gelmiş, ardından Türkiye’nin bir de Suriye ve İran’la yakınlaşma işaretleri ABD’yi fazlasıyla rahatsız etmişti. Türkiye’nin ABD’nin Irak’a bu müdahalesine karışmama politikasına ulaşması, aslında hükümetin bu konuda baştan beri kararlı olduğu bir politika yürütmesiyle ilgili de olmamıştır. ABD ile (Ocak-Şubat) 2003’te yoğun diplomatik müzakereler yapılmıştı. ABD, Türkiye’nin ortaya koyduğu ekonomik, siyasi ve askeri taleplerini tatmin edici düzeyde karşılamaya yanaşmamıştı. Müzakereler, Türkiye’nin PKK terörüyle mücadelesi kapsamında Irak topraklarına müdahalesine (Iraklı Kürtlerin muhalefeti nedeniyle) destek vermeye yanaşmamış olması nedeniyle çökmüştü. Bunun sonucunda, 1 Mart 2003 tezkeresinin TBMM’den geri dönmesi gelmişti. Türkiye’nin ABD’nin Irak’ı işgaline dahil olmaması için birçok sebep vardı; bir kere işgalin gerekçeleri sadece Türkiye’de değil, uluslararası alanda da kabul görmemiş, inanılır bulunmamıştı. Dahası, Türkiye henüz Körfez Savaşı’nın etkilerini üzerinde hissetmeye devam ediyordu. Ayrıca ABD, Körfez Savaşı’ndan Türkiye’nin beklentilerini karşılamakta çok isteksiz olmuştu. Kamuoyunun hafızasında bunlar canlıydı ve sürekli kurulan analojilerle bu durum güçleniyor, bir anti-Amerikancılığa dönüşüyordu. 846 Ayrıca, ABD’nin Kuzey Irak bağlamındaki düşünceleri, söylemde aynı olsa da Irak’ın toprak bütünlüğünden yana, bağımsız bir Kürdistan fikrinden hoşlanmayan ve bunu kendisine en önemli tehdit olarak gören Türkiye ile uyuşmuyordu. Bütün bunlara, daha önce sözü edildiği gibi, AKP’nin 2002 sonrası politikalarının temelini oluşturan AB etkeni de eklenebilir. Gözen’e göre Türkiye, ABD’nin Irak’ı işgaline açıkça karşı çıkmış olan Fransa ve Almanya ile aynı safta yer aldı; 1990’lardan farklı olarak, Atlantikçi dış politikayı değil, Avrupacı bir dış politikayı desteklemiş ve Türkiye’yi AB’ye yaklaştırma yolunda ilerlemişti.847 Nihayetinde, Irak’ın işgali sonrasında Türkiye kendisini, federal bir Irak devletinin kurulmasıyla çevrelenmiş bulmuştu ki, bu durum Türkiye için her zaman olabilecek en kötü senaryo olarak tanımlanmaktaydı. 846 Philip Robins, “The Opium Crisis and Iraqi War: Historical Parallels in Turkey-US Relations”, Mediterranean Politics, Cilt 12 (1), 2007, s. 18. 847 Ramazan Gözen, “Türk Dış Politikasının Avrupa Birliği’ne Doğru Dönüşümü”, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt 2 (6), 2006, s. 8. 262 2003’te TBMM’de tezkerenin kabul edilmemiş olması, buna Türkiye’nin AB yolunda ilerlemesi de eklenince Arap dünyasında bir sempati oluşmasını sağlamış ve Türkiye öncelikle Irak’ın geleceği konusunda Irak’a Komşu Ülkeler İnisiyatifi (2007) kapsamında, diyalog süreçlerini başlatmıştır. 2007, diyaloğun yalnız Arap devletlerle sınırlı kalmadığı ve ABD ile de görüşmelere başlandığı bir tarihtir. ABD ve Türkiye arasında Kasım 2007’de başlayan görüşmelerde, PKK terör örgütüne karşı ortak hareket etme prensibine varılmıştır. Irak’ın kuzeyinde Türkiye lehine daha dengeli bir tablo ortaya çıkmaya başladığı oranda, Kuzey Irak konusunda Irak Merkezi Hükümeti’ni (ve ABD’yi) muhatap alan hükümet, bu yöndeki politikasını değiştirmiş ve Ekim 2008’de Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ile doğrudan diyaloğa geçilmiştir. Bu değişimin en önemli dinamiği, Türkiye’nin Iraklı Kürtleri PKK sorununun çözümünde bir işbirliği aracı olarak hesaplamaya başlaması olmuştur. Bu işbirliğinin temel parametresini ise Iraklı geliştirilmesi oluşturmaktadır. 848 Kürtlerle ekonomik işbirliğinin Ekonomik işbirliği, bu dönemde AKP’nin bölgesel tüm politikalarının zeminini oluşturduğundan, bu perspektif Kuzey Irak’la sınırlı olmamış, özellikle komşularla “sıfır sorun” politikası kapsamında Ortadoğu bağlamında da ilerletilmeye çalışılmıştır. Ortadoğu’nun Arap devletleri ile Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası ilişkileri beklenebilir bir şekilde sorunlu başlamıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemin, Ortadoğu’da Türkiye’yi bir kez daha Batı’nın maşası/sözcüsü gibi görmesine yol açacak olan Körfez Savaşı ile başlamış olması bunda bir etkendir. 1990’lı yıllara bu şekilde başlamak, geçmiş algılamaları pekiştirmekle kalmamış, ayrıca Türkiye açısından bölge devletleriyle sorunlu ilişkileri giriftleştirecek bir de Kürt sorununu dış politikanın bir konusu haline getirerek ateşlemiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Türkleri arkadan vuran Araplar algısı, bu sefer de Türkiye’ye düşman, Türkiye’yi bölmek, parçalamak isteyen güçlerle işbirliği zemininde daha da güçlenmiştir. Araplar Türkiye’nin ötekisidir, ama diğer yandan Türkiye, Osmanlı/İslam geçmişinden uzaklaşarak inşa etmeye çalıştığı laik ve batılı kimliğiyle Arap’ların ‘daha fazla’ ötekisi olmuştur. Geçmişin referansı her iki taraf 848 Henry J. Barkey, “Turkey’s New Engagement in Iraq: Embracing Iraqi Kurdistan”, Special Report, United States Institute of Peace, s. 11-12. 263 için de olumlu değildir, fakat yine de İslam unsuru kullanılarak bir ortak zemin bulunması olanağı hep var görünmüştür. Buna karşın, 1980’ler ve 1990’ların ilk yarısı, Türkiye’de İslam’ı olumlama anlamında çok elverişli bir ortama sahip olmasına, üstelik 1996’da iktidarda ‘en İslamcı’ parti olan RP olmasına karşın, ilişkilerde özel bir farklılık yaratılamamıştır. Bunun yalnızca RP’nin içsel alanda hareket alanının kısıtlanmış olmasıyla ilgili değildir, RP’nin gerek devlet, gerekse de toplumsal düzeyde kabullenebilir olan birçok alanda dahi değişiklik yaratmayı tercih etmediği genellikle kabul edilen bir görüştür. 849 Bu bağlamda, Türkiye’nin Arap dünyası karşısındaki kimliksel konumu, tersine bir etkiyle Avrupa karşısındaki konumunu çağrıştırmaktadır. Türkiye’nin ‘Avrupa’da olduğu, fakat ‘Avrupalı’ olmadığı argümanına benzer şekilde, Türkiye coğrafi konum olarak Ortadoğu’da olmasına karşın, bir Ortadoğulu da değildir. 850 Etkileşim öznelerarası anlamlarca inşa edilen bir süreçtir, bir başka deyişle etkileşim içinde bulunan taraflar kendi anlayışlarından kaynaklanan pratikler ortaya koymaktadırlar. Bununla birlikte, etkileşimin asıl işlevi kuramsal bağlamda kabul edildiği gibi, bu anlayışları karşılıklı olarak etkileyip, dönüştürmek ise tarafların karşılıklı etkileşim içinde anlayışlarını değiştirmelerini beklemek olanaksız değildir. Fakat en nihayetinde bir kimlik değişimine gidecek olan bu akıl yürütme Türkiye ve Arap dünyası düşünüldüğünde çok da olanaklı görünmemektedir. Bir kere, Türkiye’nin kimliğinin Batılılığı, Batı tarafından onaylanmaya devam ettiği sürece geriye bir tek Arap dünyasının kimliğini Batı referansı üzerinden yeniden inşa edilmesini beklemek kalır. III. Uluslararası Yapı: Soğuk Savaşın Sona Ermesi ve Lockean’dan Kantian’a Anarşi Soğuk Savaş’ın beklenmedik bir şekilde sona ermesinin ardından, uluslararası ilişkiler literatürünü en fazla meşgul eden konu, yeni uluslararası sistemin yapısının Altunışık, “Güvenlik Kıskacında Türkiye ve Ortadoğu İlişkileri”, s. 337. William Hale, “Turkey, the Middle East and the Gulf Crisis”, International Affairs, Cilt 68 (4), 1992, s. 679. 849 850 264 ne olduğu olmuştur. Yeni dünya düzeni, (genellikle tırnak içinde bir düzensizlik de kullanılarak) olarak bir türlü tanımlanamayan yapı, farklı teorik yaklaşımlar içerisinde kapsanmaya çalışılmış, diğer yandan ‘yeni düzen’ de kendi yaklaşımlarını teşvik etmiştir. Soğuk Savaşı sona erdiren gelişmelerin beklenmedik olması bir yana, Batı’yla güç mücadelesi içinde olan blokun yıkılışının, savaş yaşanmadan ve bu bağlamda kan dökülmeden, çok kısa sürede gerçekleşmiş olması da uluslararası ilişkiler açısından beklenmedik, öngörülemeyen bir durum olarak ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, Fransız devriminden beri gözlemlenenden farklı olarak, Sovyet blokunun yıkımı uluslararası sistemi değiştirecek güçte olmasına karşın, yeni bir ‘düzen/norm’ getirme iddiasını taşımaması ve üstelik mevcut uluslararası normlara (Batılılık, demokrasi, modernite olarak okunabilir) hızlı ve sancısız bir şekilde bağlanmak üzere harekete geçmiş olması da ‘yeni dünyanın düzeninin’ ne olacağı konusunda tereddüt yaşanmasına yol açmıştır. 851 Yine, Soğuk Savaş’ı sona erdiren gelişmeler Avrupa merkezli olsa da, bir bütün olarak uluslararası sistemde bir dönemin sonuna işaret etmektedir. Bu gelişmelerin etkilerinin çok daha yeni olduğu ve yoğun hissedildiği 1990’lı yıllar, birçok uluslararası ilişkiler teorisyeni için yirminci yüzyılın sonu ya da yirmibirinci yüzyılın başlangıcı olarak kabul edilmiştir. 852 Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistem tanımlamalarında yine temel unsurlar, yapının çok-kutuplu mu, tek-kutuplu mu, tam bir hegemonik çerçeve mi olduğu üzerinde yoğunlaşmıştır. 1990’ların başlarında ABD’nin liderliğinde tek-kutuplu bir sistem görünümü içinde, ABD’nin egemen bir güç olarak ortaya çıktığı, uluslararası sistemin tek kutuplu bir yapıya büründüğü görüşü yaygın kabul gördü. Avrupa, Rusya, Çin gibi aktörler, ABD’nin karşısında dengeleyici bir güç veya güçler olmaya aday da gösterilmiyordu. 853 Bu bağlamda hegemonik güç teorileri de önemli oranda 851 Fred Halliday, Rethinking International Relations (Londra: MacMillan, 1994), s. 217. Örneğin, Barry Buzan, “New Patterns of Global Security in the Twenty-First Century”, International Affairs, Cilt 67 (3), 1991, s. 432. 853 Ertan Efegil ve Neziha Musaoğlu, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemim Uluslararası Sisteminin Yapısına İlişkin Görüşler Üzerine Bir Eleştiri”, Akademik Bakış, Cilt 2 (4), 2009, s. 5. Esasında, bu görüş henüz etkilerini sürdürmektedir, AB, Çin ve Rusya’nın neden ABD hegemonyasına meydan okuyabilecek güçler olamadıkları üzerine odaklanan çalışmalar, 2000’li yıllarda da eskisinden daha az 852 265 işlerlik kazanmışlardı. 854 1990’lı yıllarda ortaya çıkan gelişmeler ve bu gelişmelere diğer güç odakalarının, özellikle de Avrupa’nın verdiği (ya da veremediği) tepkiler, ABD hegemonyasının canlanışının kanıtları olarak ortaya koyulmuştur. 855 Yine de, 1990’lı yıllarda uluslararası sistemin ABD hegemonyası bağlamında tanımlanması, özellikle böyle bir tanımlama uluslararası sistemin yapısının hiyerarşik olduğu çağrışımını yaptığından tartışmasız kabul edilmemiş, sistemin çok-kutuplu olduğu ve bu sistemde yer alan diğer güç merkezlerinin AB, Rusya ve Çin olduğuna dair görüşler de yaygın olarak ortaya koyulmuştur. 856 Bu iki görüş arasında ve genelde daha fazla tercih edilen yol ise, askeri bağlamda ABD’ye hegemon rolü yüklemekle birlikte, AB, Japonya, Çin ve Rusya’yı ekonomik bağlamda güç merkezi olarak tanımlamak şeklinde tezahür etmiştir. Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin çok-kutuplu olduğuna yönelik görüşler 11 Eylül 2001’de ABD’ye gerçekleştirilen terörist saldırılar sonrasında daha fazla geçerlilik kazanmışlardır. 11 Eylül saldırılarıyla ABD’nin hegemonik imparatorluk görüntüsü zedelenmiş ve esasında sistem içinde mevcut olan çok-kutupluluk lehinde değişmiş, bölgesel güç merkezlerine yapılan vurgu, AB, Çin, Rusya ve Japonya’nın daha tereddütsüz biçimde yeni sistemin güç merkezleri olarak ortaya koyulmasına yol açmıştır. Daha önce sözü edildiği şekilde, 857 tek-kutupluluk, çok-kutupluluk mevcut uluslararası yapı içinde işleyen sistemsel unsurlardır ve anarşi kültürü içinde bir değişiklik dinamiği olduklarından, yani temelde anarşiyi değiştirmediklerinden yine anarşi yapısı çerçevesinde ele alınmaları yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda, 11 Eylül değildir. Örneğin bkz., Michael Cox, “September 11th and US Hegemony-Or Will the 21st Century Be American Too?”, International Studies Perspectives, Cilt 3 (1), 2002, s. 53-70. 854 ABD’nin hegemonik bir güç olduğuna dair görüş 1990’larda ortaya çıkmış değildir. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ABD’nin hegemon bir güç olduğu pek fazla itiraz edilmeyen bir görüştü. Buna karşın, özellikle Vietnam savaşının etkileriyle, 1970’lerde başlayan ve 1980’lerde yaygınlaşan bir süreçte ABD hegemonyası sorgulanmaya ve ABD ‘sıradan’ bir büyük güç kategorisinde analiz edilmeye başlanmıştır. 1990’larda olan ise ABD hegemonyasının yeniden canlanışı olarak görülmüştür. 855 Bu bağlamda içeriği tartışmalı da olsa, Bosna’daki savaşı sona erdiren uzlaşının Roma ya da Paris’te değil, ABD’nin Ohio eyaletine bağlı Dayton’da sağlanmış olması, bu dönemde ABD hegemonyasını sembolize eden bir unsur olarak görülmüştür. Cox, “September 11th and US Hegemony-Or Will the 21st Century Be American Too?”, s. 62. 856 Örneğin, Buzan, “New Patterns of Global Security in the Twenty-First Century”, s. 434. 857 Bkz. s. 168-169. 266 öncesinde sistemde yer alan hegemonik eğilimlere dair yaklaşım, zayıf da olsa hiyerarşik bir yapılanmayı çağrıştırmış olsa da, nihayetinde çok merkezli bir sistemin varlığı artık ortaya çıkmıştır. 858 Bu bağlamda, Wendt’e atıfla kurulan Hobbesian, Lockean ve Kantian anarşi kültürleri 859, Soğuk Savaş sonrası uluslararası yapıyı açıklayıcı çerçeveler olarak kullanılmaya devam edilecektir. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve iki kutuplu uluslararası sistemin geçerliğini yitirmesiyle birlikte, ortaya çıkan sistemsel manzara, uluslararası literatürde kimlik dinamiğini çok fazla öne çıkarmıştır. Soğuk Savaş’ın koşulları altında, Sovyet ve Batı bloku olarak kurulan ve kimliklerini birbirlerine karşı tanımlamakla birarada bulunan yapılar, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında kimlik tanımlarındaki öteki’yi yitirdiklerinden, yeniden bir kavramsallaştırma sürecine girmişlerdir. ABD kendisine İslam gibi, ‘rough state” gibi ‘düzeltilmesi gereken’ yeni, global öteki’ler yaratırken, Avrupa ise Orta ve Doğu Avrupa ile bütünleşme hedefi içinde, Soğuk Savaş’ın Batı ittifakı tanımlaması çerçevesinden ayrılarak, yeni bir Avrupa inşa etme yoluna gitmiştir. Sovyet bloku ise dağılmanın ortaya çıkardığı koşullarda, yeni kimliklerine referans olacak unsurları, bir bakıma geçmişten yararlanarak oluşturmaya yöneleceklerdir. Bu ülkelerde, yeni kimlik tanımlamalarında geçmişe referans, Orta ve Doğu Avrupa’nın çok kısa sürede, hatta neredeyse tereddütsüz AB’ye yönelmelerini de açıklayıcıdır. Bununla birlikte, örneğin Balkanlar’da ortaya çıkan mikro-milliyetçi eğilimler de ‘geçmiş’le oldukça ilgili görünmektedir. Çalışmanın kuramsal çerçevesinden bakıldığında, sistemsel dinamikler değişmesine, hatta aynı dönem içerisinde bile farklılıklar ortaya koymasına karşın, uluslararası sistemin yapısı anarşik olmuş ve bu Soğuk Savaş döneminden farklı olmayan Lockean kültürü yansıtmıştır. Daha önce, devletlerin birbirlerine karşı rakip olarak belirlendikleri, bu rakipler kendi çıkarları için şiddet kullanımını olanaklı görse de birbirlerini yok etme hedefi taşımadıkları bir durum olarak tanımlanan Lockean kültür, Soğuk Savaş sonrası uluslararası yapıyı da yansıtabilmektedir. Bununla birlikte, söz konusu dönemde Kantian kültüre doğru evrilme yönünde güçlü bir eğilim de olduğu ve bu eğilimin esasında uluslararası politikanın tüm işleyiş Daha önce sözü edildiği gibi, uluslararası sistemin halen ABD hegemonyası ile tanımlanması gerektiğine dair görüşler de geçerliliğini yitirmiş değildir. Bkz. dipnot. 851. 859 Bkz. s. 169-171. 858 267 biçimine, tek tek aktörler üzerinden dahi etki edebildiği, AB örneği üzerinden düşünüldüğünde güçlü bir argümandır. Avrupa’nın, Kantian bir anarşi kültürüne doğru evriliyor olması, sonuçta gerçekleşmese dahi, şu an için etkileşim içinde bulunulan her aktör ve yapıya etki etmektedir. Türkiye Avrupa’daki bu Kantian kültüre doğru evrilme eğiliminden, uluslararası alanda belki de en fazla etkilenen aktör olmuştur. Türk dış politikasının etkileşim süreçlerinde ortaya çıktığı gibi, Türkiye’nin dış politika pratiklerinde günümüze kadar değişmemiş tek referans noktası Batı/Avrupa olmuştur. Bu durumun kimliksel bir eğilim olduğu, kimlikten kaynaklandığı inşa süreci ele alınırken ortaya koyulmaya çalışıldığından, burada yinelenmeyecektir. Bu çerçevede, kimliğin inşasında olduğu gibi, kimliğin sürdürülme stratejileri ve değişim süreçleri bağlamında da yapı’nın etkisi ortaya çıkarılmaya çalışılacaktır. Soğuk Savaş koşullarında, Avrupa, genel bir çerçeve içinde, Sovyet blokuna karşı Batı bloku olarak oluşturulan kolektif kimlikle kendisini tanımlamıştır. Bu tanımlama, komünizme karşı olmanın ve Avrupa’nın yerleşmiş normlarını benimsemenin yeterli olduğu bir sınırdan, Soğuk Savaş’ın yumuşama dinamiklerine bağlı olarak, yeni normların eklenmesiyle gittikçe daha daralan bir çerçeveye oturtulmaya başlanmıştı. Avrupa, daha Soğuk Savaş sona ermeden kimlik tanımlamasında Batı kavramının genel çerçevesinden sıyrılmaya, farklılaşmaya başlamıştır. Avrupa bütünleşmesinin temel dinamiklerinden birisi olan, Avrupa tek pazarı ve siyasi işbirliğini başlatan Avrupa Tek Senedi (1986), üstelik 1970’lerin ortalarında başlatılan bir süreçle Soğuk Savaş içinde ortaya çıkmıştır. Yine, uluslararası politikanın alanı yeni dünya ‘düzensizliği’ diye tanımlanır ve uluslararası sistemde belirsizlikler sürerken, Avrupa birlik olma yolunda ilerlemesine ara vermemiş, aksine hızlandırmaya çalışmıştır. Yeni bir kimlik tanımlamasına doğru giden süreç içerisinde Avrupa’nın ortaya koyduğu normlar, üyelerin birbirlerini tek bir birim olarak (biz) algılamaları üzerine inşa edilen Kantian kültürü de çağrıştıran bir ilerleme gösterecektir. Soğuk Savaş sona erip, Batı ittifakı ötekisini yitirdiğinde ise, ittifakın üyeleri için ben kavramsallaştırmalarının değişme süreci de başlamıştı. Bu süreç içerisinde 268 Avrupa yeni ‘ben/biz’ kavramsallaştırmasına referans olacak normları üretirken 860, Türkiye de geçmişte olduğuna benzer şekilde, Avrupa’nın ‘öteki’ kavramsallaştırması içerisindeki yerini almıştır. Avrupa’nın kimliğini tanımlamayan yeni normları temelde demokrasi, insan hakları ve aslında dile getirilmese de kültürel anlamda Hıristiyanlık olarak ortaya koyulduğunda, Türkiye’nin ötekileştirilmesi de kendiliğinden gerçekleşmiştir. İçselleştirilemediğinden işlemeyen demokrasisi sürekli askeri müdahalelerle kesilen, çoğulculuk fikrine tahammülü olmayan, insan hakları ihlallerini toplumsal düzeyde bile normalleştirmiş, üstelik de Müslüman bir Türkiye Avrupa normlarına uymuyordu. Buna karşın, tarihsel olarak kimliğinin inşasında en önemli referans noktası Batı olan, kimlik inşası sürecini Batılılaşma çerçevesi içinde gerçekleştiren Türkiye, diğer yandan tarihsel olarak da etkileşim içinde bulunduğu tek sistem olan Avrupa’nın ötekileştirmesi karşısında gerçek anlamda bir kimlik krizi yaşamıştır. 1990’larda, özellikle dış politika analizlerinde kimlik krizi olarak ortaya koyulan süreç, bu noktada başlamıştır. Türkiye’nin 1990’lı yıllarda, büyük oranda Avrupa bağlamında yaşadığı bir kimlik krizi olmakla birlikte, bir kimlik değişimi olduğunu söylemek zordur. Bir kere, öncelikle çalışmanın ilk bölümünde görebildiğimiz gibi, Türkiye’nin kimliğini Batılı değerler üzerinden inşa etmesi, büyük oranda etkileşimlerden de etkilenerek beslenen, yine de içsel bir süreçtir. Bu içsel süreçlerde, Batılı kimlik yaratılır ve ardından yaygın şekilde içselleştirilmeye çalışılırken, uluslararası alanda ortaya çıkan koşullar da zaman içinde Türkiye’yi Batı’nın içinde yer almaya itmiştir. Batı içinde yer almasına olanak sağlayan uluslararası koşullar değiştiği için dışarıda kalan, ama yeniden içeride olmak isteği güçlü olan Türkiye’nin kimlik bağlamında önemli çelişkiler içerisine düşmesi kaçınılmaz olmuştur. Türkiye’nin daha İslamcı, daha Doğulu, daha Türk, daha Osmanlı olmaya başladığına dair 1990’lı yıllar süresince gözlemlenenler, bu çelişkiler içerisindeki arayışın görüntüleridir. Burada esas olan, Türkiye’de bir kimlik değişimi olduğunu düşündüren tüm davranışsal unsurların, Türk dış politika pratiklerinde de 860 Barry Buzan ve Thomas Diez, “The European Union and Turkey”, Survival, Cil 41 (1), 1999, s. 49-50. 269 görebileceğimiz gibi, Batı referansından uzaklaşmamış olmasıdır. Davranışsal olarak gözlemlediğimiz değişimler, örneğin Ortadoğu’ya açılımlar, Orta Asya’da PanTürkist eğilimlere yaklaşan politikalar, Balkanlar’a yönelik neo-Osmanlıcı yönelimler, hatta toplamda bölgesel güç olma iddia ve çabası dahi aslında Batı’nın referans alındığı olgulardır. Bunlar, Batı Türkiye’yi kendisinden uzaklaştırdığında söylem düzeyinde Batı’ya karşı olan, aslında Batı’nın tepkisini yaratma beklentisiyle güdülenmiş politikalardır. Gerek global düzeyde, gerekse Avrupa düzeyinde ortaya çıkan koşullar, bu yönelimi değiştirememişse, Türkiye’nin kimlik değiştirdiğini söylemek de olanaklı olmayacaktır. Bir değişimden söz edilecekse, bu değişim Türkiye’nin Batılı kimliğinin, Batı kavrayışındaki değişim olabilir. Avrupa’nın Soğuk Savaş sonrasında ortaya koyduğu yeni Avrupalılığı, Türkiye’nin kimliğini inşa ederken referans aldığı ve büyük oranda içsel süreçlerce şekillendirilen, hatta içeriği değiştirilen ve daha çok biçimsel unsurlara dayandırılmış olan Batı’dan çok farklı bir kimlik dayatmaktadır. 861 Diğer yandan Avrupa, yeni kimliği ve bu kimliği içselleştirmekle yükümlü birçok yeni Avrupalı ile birlikte, aralarında rekabeti de dışlayan (örneğin ortak bir dış politikadan beklenen), kolektif bir ‘ben’ üzerinden işleyen ve Kantian kültüre yaklaşması beklenen bir evrilme geçirmeye devam etmektedir. Kantian anarşi kültürünün uluslararası ilişkilerde olanaklı olup olmayacağı tartışması bir yana, böyle bir oluşum gerçekleşir ve üstelik Türkiye de içinde olursa, o zaman Türkiye’nin kimlik değiştirdiğini söylemek olanaklı olacaktır. Türkiye’nin Batı kavrayışını geç yirminci yüzyılın liberal geleneğine değil, Avrupa’nın Ondokuzuncu yüzyıl sonlarına ve erken Yirminci yüzyıla ait milliyetçi ve otoriter görünümüne referansla kurduğuna dair bir görüş için, Ibid., s. 45. 861 270 SONUÇ “Kim olduğumuzu bilmeden ne istediğimizi bilemeyiz.” Uluslararası İlişkiler disiplininde, kimliğin nasıl kavramsallaştırıldığına dair, en kısa, en açık ve en kesin belirleme olan bu argüman, bu çalışmanın da üzerine temellendirildiği bir sav olmuştur. Bu argüman bağlamında, devletlerin dış politika pratikleri olarak ortaya çıkan eylemlerinin kaynağı, genel olarak kabul edildiği gibi çıkarları olmakla birlikte, bu çıkarların verili olmadığı ve bir kimlikten kaynaklandığı görüşü, uluslararası ilişkiler ve dış politika analizlerine bir araştırma odağı olarak ‘kimlik’ konusunun dahil edilmesini sağlayan unsur olmuştur. Yine bu argümana bağlı olarak, bir devletin dış politika pratiklerini açıklamak için çıkarlarını, bunun için de öncelikle kimliğini anlamak gereklidir. Kimlik ve çıkarların nasıl inşa edildiğini ve bu oluşuma hangi süreç ve pratiklerin eşlik ettiğini anlamak, inşacı yaklaşımın araştırma programının en önemli parçasıdır. Fakat bu çalışmada Wendt üzerinden açıklanmaya çalışılan inşacı yaklaşım, devletin kimliği ve bu kimliğin değişim dinamiklerini uluslararası alanda, öteki devletlerle etkileşim sürecine yerleştirmektedir. Buna karşın bu çalışmada, devlet kimliğinin tek kaynağı olarak etkileşimi görmenin, dolayısıyla devlet kimliğinin belirleyicisi olarak içsel süreçleri dışlamanın, kimliği devletler arasında akdolunan bir şeye indirgeyeceği ve dolayısıyla açıklayıcı gücünü yitireceği savından yola çıkılmıştır. Bir başka deyişle, devlet kimliğinin, sistemsel olmayan kaynakları, yani içsel süreçler ortaya koyulmadan yapılacak bir analiz, devletle ilgili statik bir kavramsallaştırmaya neden olur ve bu da kimliklerin nasıl değiştiği konusundaki anlayışımızı sınırlandıracaktır. 862 Sonuçta, her devletin kimliği, içsel alanda kimlik yaratma pratiklerinin bir ürünüdür. Kimlik yaratma pratikleri, devletlerin uluslaşma süreçleriyle yani, hem yeni bir devletin siyasal varlık olarak kuruluşu, hem de bir kimliğe sahip olma duygusunu yaratma süreçleriyle ilgilidir. 863 862 863 Pierce ve Reus-Smit, “Critical International Theory and Constructivism”, s. 268. Bloom, Personal Identity, National Identity and International Relations, s. 55. 271 Kimlikler bir kere inşa edildikten sonra devletler bir yandan bu kimliklerini içsel ve uluslararası alanda kurumsallaştırmaya çalışırlar, diğer yandan da bu içsel ve uluslararası alanın yarattığı etkiler kimlikleri şekillendirmeye başlar. Bu bağlamda dış politika ve kimlik arasındaki ilişkinin karşılıklı inşa edici olduğu söylenebilir. Fakat dış politikanın kimliği inşa etmesi, elbette mevcut kimlik üzerinden gerçekleşecek bir durumdur, aksi halde dış politikanın kimliği öncelediği gibi bir sonuca varılır ki bu da olanaklı değildir. Bu çalışma, günümüzde, dış politika analizleri bağlamında, çok fazla kabul görmeye başlayan ‘Türk kimliğinin değiştiği’ savından hareketle, sözü edilen anlamda bir değişimin olup olmadığı ve varsa bunun ne yönde bir değişim olduğunu ortaya çıkarma amacıyla yola çıkılarak geliştirilmiştir. Bu çerçevede, bir kimlik değişiminden söz edebilmek için, öncelikle mevcut kimliğin ortaya koyulması gerektiği görüşüne dayanılarak öncelikle Türkiye devletinin kimliğinin ne olduğu sorusuna yanıt aranmıştır. Kimlik yalnızca davranışlar üzerindeki pratik etkisiyle gözlemlenebildiğinden, kimlik değişiminin de tek gözlemlenebilir işareti davranışlar olmaktadır. Bu noktada, davranışsal değişim ile kimlik değişimi arasındaki farklılığı kavramsal olarak yakalayabilmek önemlidir. 864 Bu çalışmada da, öncelikle Türk devleti kimliğinin, inşa edildiği süreçler içerisine yerleştirilerek açıklanmaya ve anlaşılmaya çalışılmasının temeli, analizde davranışsal unsurlarla kimlik arasındaki farklılığı gözden kaçırmamak olmuştur. Türk dış politikasının kaynağı olarak Türkiye devleti kimliğinin inşası, inşa süreçlerinin modernleşme/batılılaşma olgusu ve Kemalizm çerçevesine yerleştirilerek analiz edilmesiyle ortaya çıkarılmıştır. Bu bağlamda devletin kimliğinin batılı/modern/laik ekseninde inşa edilişi, Osmanlı devleti geçmişinden başlayan bir süreç olmuştur. Osmanlı devletiyle başlayan batılılaşma süreci, temelde ‘devleti kurtarmak’ misyonuyla simgeleşen bir bekâ kaygısıyla başlatılmış da olsa, bu süreç öngörülemeyen bir şekilde kimlik inşa edici pratiklere dönüşmüştür. 1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla başlayan süreç ise, devlet inşası sürecidir ve bu süreçte doğrudan, batılı/laik yeni bir kimlik yaratılması, temel amaç olarak 864 McSweeney, Security, Identity and Interest: Sociology of International Relations, s. 166. 272 belirlenmiştir. Bir başka deyişle, Cumhuriyetle birlikte modernleşme/batılılaşma, Cumhuriyet öncesi dönemin Batı karşısında devleti kurtarma projesinin parçası olmaktan, Batı ailesine dahil olarak modernleşmeyi öngören bir biçime evrilmiştir.865 Bu bağlamda, Tanzimat’tan beri süregelen modernleşme/batılılaşma çabaları, devleti kurtarmak adına bir araç olmaktan çıkarak, Kemalizm’in ideolojileştirici etkisiyle birlikte, doğrudan kimlik inşa edici bir pratik olarak algılanmış ve uygulanmıştır. Bu süreçte devlet, batılılaşmayı sağlayacak tek eden olarak konumlanmış ve yeni kimliğin devlet eliyle yaratılması, Kemalizm’in ilkelerinde anlamını bulan bir dizi reformla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Kimlikler, etkileşim içinde bulunulan ‘öteki’ler tarafından tanınmadıkları sürece anlamlı olmazlar ve kimliklerin tanımlanmasında ‘ben’ kavramsallaştırması ‘öteki’ ile ilişkisine göre oluşturulur. Diğer yandan kimlikler, yalnızca ‘öteki’ ile ilişkisi sonucu da inşa edilmezler. Kimliklerin inşasında, ‘ben’in ne olmak istemediğini tanımlayan ‘öteki’ kadar önemli olan ve esasında ‘ben’in benzemeye çalıştığını tanımlayan bir ‘etkili öteki’ (significant other) de aynı oranda etkili ve önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti bağlamında devletin ‘etkili öteki’si, Batı/Avrupa’dır. Batılı olmak, Batı ailesine dahil olabilmek, yani ‘etkili öteki’ tarafından kabul edilmek/tanınmak devletin kimliğinin bir bakıma güvencesi olmuştur. Diğer yandan, kimliğin doğrudan ‘öteki’si ise, devletin inşasında “kendiyle farklılık” (difference with itfself) şeklinde tezahür etmiş, bu bağlamda da Osmanlı geçmişi olarak devletin tarihsel ve toplumsal gerçekliğine içsel olmuştur. İslam, bu geçmişi gerçeklendiren referans noktası olarak algılandığından, Osmanlı’yı ötekileştirmek İslam’ı da aynı konuma itmiştir. Kimlikler yalnızca, içsel süreçlerce inşa edilmezler, devletlerin kimliklerinden kaynaklanan dış politika pratiklerini ortaya koydukları etkileşim süreçleri de kimlikler açısından inşa edici olabilmektedir. Bu bağlamda devletin ‘etkili ötekisi’ ve ‘öteki’ olarak tanımladığı diğer devletlerle etkileşimleri kurucu etkiler ortaya koymaktadır. 865 Kaliber, “Türk Modernleşmesini Sorunsallaştıran Üç Ana Paradigma”, s. 107. 273 Osmanlı İmparatorluğu döneminde, batılılaşma sürecinin kimlik inşa edici bir etkiye dönüşmesi, büyük oranda bu dönemde ‘etkili öteki’ olarak Batı’yla yaşanan etkileşimlerle de pekiştirilmiş bir olgudur. Batılılaşmanın kaynağı olarak, Tanzimat sürecinden Birinci Dünya Savaşı sonunda yıkılmasına kadar, Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı ile etkileşimlerinin ayrıntılı bir analizi, Türkiye Cumhuriyeti kimliğinde içerilecek olan batılılığın, esasında bu süreçte ve etkileşim yoluyla ortaya çıkarıldığını açıkça ortaya koymaktadır. Osmanlı devleti Batı ile etkileşimlerinde, “onlardan olmak”, reform yoluyla yapmaya çalıştığı şekilde “onlar tarafından onaylanmak” gibi bir çaba içerisine girmiş, bu şekilde güvenliğini, hatta varlığını korumaya çalışmıştır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin, inşa sürecinde de etkileşimlerinin ana kaynağı ‘etkili öteki’si olan Batı olmuş, ‘öteki’ ise Sovyetler Birliği (başlangıçta varlığını tehdit eden kuzey komşu, daha sonra komünizm anlamında), Yunanistan ve Arap dünyası olarak ortaya çıkmıştır. Bu süreçte de, gerek ‘etkili öteki’, gerekse de ‘öteki’ler bağlamında dış politika pratikleri yoluyla yaşanan etkileşim, en temelde içeride inşa edilen Batılı/laik kimliğin sağlamlaştırılması ve onaylanması bağlamında kurucu özellikler içermiştir. Devletin kimliğinin, içsel süreçlerde modernlik/batılılıkla tanımlanması ve bu tanımlama çerçevesinde Batı’nın kimlik tanımında bir belirleyen olarak ‘etkili öteki’ biçiminde alınması, devletin çıkarlarının da Batıyla birlikteliğini getirmiştir. Etkileşim süreci Batının bir parçası olmak hedefinin ifadesine dönüşmüş ve aynı zamanda kimliği güvenlik altına almanın bir aracı olarak işlemiştir. Türkiye’nin öteki olarak tanımladığı devletlerle etkileşimleri de, kimliğinden kaynaklanan ve etkileşimle sağlamlaştırılan Batılılığının bir tezahürü olmuştur. Osmanlı geçmişinden beri, varlığına bir tehdit olarak algıladığı Rusya/Sovyetler Birliği’nin öteki’liği, Batı’nın da öteki’sine dönüştüğü oranda Türkiye’nin batılı kimliğini onaylayıcı bir işlev görmüş ve bu hedefe yönelik olarak bilinçli bir şekilde kullanılmıştır. Birbirlerine karşı ötekilikleri tarihsel derinlikte olan Yunanistan ve Türkiye’nin etkileşimleri de, inşa sürecinde Türkiye’nin kimliğinden kaynaklanan çıkarlarla belirlenmiş ve aynı şekilde yine bu etkileşimler çerçevesinde pekiştirilmiştir. Türkiye ve Yunanistan’ın bu süreçte, işbirliği perspektifinde bir 274 araya gelebilmiş olmaları, Batılı devletler ailesinde yer alma güdüsüyle hareket eden iki devletin, çıkarlarını Batılı referansla kurmuş olmalarının bir sonucu olmuştur. Türkiye kimliğini inşa ettiği içsel süreçlerde, Osmanlı geçmişini İslam’a referansla ötekileştirirken, dışsal alanda da bu İslam’ı atfettiği Arap dünyasını ötekileştirmiştir. Diğer yandan, aynı ötekileştirme, Türkiye’de laik reformlarla İslam’dan uzaklaşma süreci yerleştikçe, Araplar tarafından da Türkiye açısından işletilmiştir. Bu karşılıklı öteki’lik konumuyla başlayan etkileşimler ise, Türkiye’nin kimliğinin Batılı referanslarının en açık ifadesi haline gelmiştir. İnşacı bakış açısı çerçevesinde temellendirilen bu çalışma, bu bakış açısının bir gereği olarak, birim ve etkileşim düzeyleri yanında uluslararası sistemin yapısının da kimlik üzerinde kurucu etkisi olduğunu benimsemiştir. Diğer yandan, kimliğin birim ve etkileşim düzeyinde analiz edilmesinin ardından, yapının da kimlik üzerindeki kurucu etkisini araştırmak, çalışmanın temelinde yatan ‘analiz düzeyleri arasında tercih yapmama’ çabasının da bir gereği olarak ortaya çıkmıştır. İnşacı bakış açısına göre uluslararası sistemin yapısı, geleneksel Uluslararası İlişkiler yaklaşımlarından farklı olarak kavramsallaştırılmaktadır. Sosyal olarak inşa edildiği kabul edilen yapının, devletlerin kimlikleri üzerindeki kurucu etkisi bu yaklaşımın en önemli araştırma sorusunu oluşturmaktadır. Öznelerarası anlamlarca inşa edildiği varsayılan yapının kimlik üzerinde kurucu etkisi olduğu, bu çalışmada Türkiye bağlamında yapılan bir analizle de ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede, Ondokuzuncu yüzyılın ‘Avrupa Uyumu’ndan, iki savaş arası döneme ve İkinci Dünya Savaşı sonrasına uzanan bir analizle ortaya koyulmaya çalışılan uluslararası sistemin yapısı ve bunun Türkiye bağlamında kimlik kurucu etkisi, birim ve devlet düzeylerinde ortaya çıkan sonuçları onaylayıcı olmuştur. Bu durum bir yandan, devletlerin dış politikalarının kaynağı olan kimliklerinin, yapı-eden kavramsallaştırmasına uygun olarak, her düzeyde karşılıklı inşa edici unsurlarla kurulduğunun, diğer yandan ise Türkiye’nin Batılı kimliğinin bir kanıtı olmuştur. Kimlik inşası, devletler açısından tamamlanmayan, sonu olmayan bir süreç olarak işler. Bu bağlamda, (ulusal) kimlik yeniden inşa edilmesi olanaklı olmakla birlikte, çoğu zaman aslında içinde barındırdığı, fakat dile getirilmemiş unsurların 275 uyandırılması ile yeniden yorumlanmaya açılarak canlı tutulmaya çalışılır. 866 Türkiye bağlamında da inşa sürecinin dinamiklerinden uzaklaşma görüldüğü oranda ve bununla ilintili olarak gerek içsel, gerekse de dışsal süreçlerde gözlemlenen bazı değişim dinamikleri, Türkiye’de kimliğin değiştiği izlenimini uyandırmış/uyandırmaktadır. 1950’li yıllarda başlayan ve özellikle toplumsal düzeyde gözlemlenen değişimler, muhafazakârlaşmadan İslamlaşmaya ve son olarak da liberalleşmeye doğru evrilen, esasında tüm bu unsurları birarada içererek gelişen yeni bir kimlik dinamiğini gündeme getirmiştir. Bu çerçevede önemli olan, kimlikle ilgili yeni olanın ya da değişimin devletin kimliği düzeyinde değil, toplumsal düzeyde gerçekleştiğidir. Bu durum, yani devletin meşruiyetini dayandırdığı kimliğiyle, ulus olarak adlandırdığımız topluluğun kimliğinin (ulusal kimlik) birbiriyle uyuşmaması, devletlerin ulusal kimlikten ayrı bir kimliklerinin olduğu ve dış politikanın kaynağının da bu kimlik olduğu savını kanıtlamaktadır. Devletin kendini tanımladığı ve aynı zamanda topluma da dayattığı kimliği, modernleş(tir)me yoluyla, İslamcılar dahil toplumun her katmanına nüfuz etmiş olsa da bütünüyle toplumsal meşruiyet sağlayamamıştır. En temelde devletin inşa sürecinde, yeni kimliğini tanımlamakta dayandığı referansı olan ‘öteki’, ulusun geneli için de bir ‘öteki’ olmamış, sonrasında uygulanan modernleş(tir)me reformlarıyla da ötekileştirme toplumsal alanda yaygınlık kazanamamıştır. Kimliğin inşa sürecinde hedeflenen, batılı/laik yeni kimlik gerçekleştirilmiş olmakla birlikte, içeriği bütünüyle içselleştirememiş, farklı etkenlerle ve farklı süreçler içerisinde hep bir yeniden yorumlama girişimi söz konusu olmuştur. Bu yeniden yorumlama süreci, ‘bastırılmışın geri dönüşü’ olarak, geçmişin Osmanlı olduğu kadar İslam olarak da geri dönmesi şeklinde tezahür etmiştir. Bu bağlamda, geri dönen geçmişi kendine referans alanların kimliği, içinde İslami değerleri de güçlü bir şekilde barındıran bir muhafazakârlık, ya da doğrudan İslam olmuştur. Ulusal kimlik tanımlarındaki söz konusu yeni eğilimlerle birlikte, Türkiye’nin dış politika bağlamında da kimliğinin değiştiği/değişiyor olduğu, özellikle 1990’lı yıllarla birlikte çok fazla dile getirilmiş ve üzerinde tartışılmış bir konudur. Ne var ki, 866 Banerjee, “The Cultural Logic of National Identity Formation: Contending Disourses in Late Colonial India”, s. 33. 276 bir kimlik değişiminden söz edebilmek için devletin dış politika algılamalarının değiştiğinin ve bir süreklilik kazanarak dış politikanın mantığını tümden dönüştürdüğünün ortaya koyulabilmesi gereklidir. Bu bağlamda, aynı süreçlerde devletin dış politika pratikleri analiz edildiğinde, devletin dış politikasının kaynağı olarak ‘ayrı’ kimliğinin, batılı/laik referansı bağlamında değişime uğramamış olduğu gözlemlenmektedir. 1990’lı yıllardan günümüze, Türkiye bir yandan içsel alanda İslamlaşmanın güçlendiği süreçleri yaşar, diğer yandan ‘etkili öteki’si Batı/Avrupa ile olan etkileşimlerinde bir yeniden ‘ötekileştirme’ye maruz kalırken dahi, kimliğinin Batılı referansını değiştirmemiş, aksine öteki aktörlerle olan etkileşimlerinde de bu Batılı referansı sağlamlaştırmak çerçevesinin dışına çıkamamıştır. Bu süreçte örneğin, Orta Asya ve Kafkasya’da yeni bir ‘ben’ tanımlamasına olanak sağlayacak Türk(i) ve Müslüman devletlerle olan etkileşimlerinin bile Batı referansına dayanmış olması bu durumu kanıtlamaktadır. Bir başka açıdan, Türkiye’de iktidara gelen en katısından, en ılımlısına İslamcı olarak adlandırılan iktidarlar döneminde de bu yönelimde bir değişme ol(a)mamış olması ilginç olmaktan öte, devlet kimliğinin değişmemiş olduğunun bir göstergesi olmaktadır. Buna karşın, söz konusu dönemde dış politika pratikleri bağlamında, etkileşimlerin ortaya koyulduğu uluslararası sistemin yapısında yaşanan dönüşümler, birtakım değişim dinamiklerini ortaya çıkarmıştır. Batı/Avrupa uluslararası sistemin değişim koşullarıyla ilintili olarak, ‘Avrupalılık’ tanımını değiştirmeye, dolayısıyla yeni bir ‘ben’ kavramsallaştırması geliştirmeye başladığı süreçte, Türkiye’yi tarihsel ‘öteki’lik konumuna geri gönderme eğiliminde olmuş ve bu durum Türkiye bağlamında bir kimlik krizine neden olmuştur. Avrupa’nın Soğuk Savaş sonrasında tanımladığı yeni Avrupalılığı, Türkiye’nin kimliğini inşa ederken referans aldığı Batı’dan çok farklı bir kimlik dayatmakla, Türkiye’nin Batılı kimliğini değilse de, Batı’yı kavrayışında bir değişimi başlatmıştır. 277 KAYNAKÇA A. KİTAPLAR AFETİNAN, A., İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat-4 Mart 1923 (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1982). AFET Hf. vd., Türk Tarihinin Ana Hatları (İstanbul: Devlet Matbaası, 1930) aslından aynı yeniden basım, Türk Tarihinin Ana Hatları: Kemalist Yönetimin Resmi Tarih Tezi (İstanbul: Kaynak Yayınları 1999). AFETİNAN, A., Medeni Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazıları (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1998). AHMAD, Feroz, İttihatçılıktan Kemalizme, çev. Fatmagül Berktay (İstanbul: Kaynak Yayınları, 1986). AHMAD, Feroz, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), çev. Ahmet Fethi (İstanbul: Hil Yayınları, 1996). AHMAD, Feroz, İttihat ve Terakki: 1908-1914, çev. Nuran Yavuz (İstanbul: Kaynak Yayınları, 1999). AHMAD, Feroz, Modern Türkiye’nin Oluşumu, çev Yavuz Alogan (İstanbul: Kaynak Yayınları, 2002). AHMAD, Feroz, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, çev. Sedat Cem Karadeli (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007). AKÇURA, Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1976). AKŞİN, Aptülahat, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1991). AKŞİN, Sina, Jön Türkler, İttihat ve Terakki (Ankara: İmge Kitabevi, 1998). AKTAR, Ayhan, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları (İstanbul: İletişim Yayınları, 2000). ALLISON, Graham T., Essence of Decision: Explaining the Cuban Missile Crisis (Boston: Little Brown, 1971). ANDERSON, Benedict, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, çev. İskender Savaşır (İstanbul: Metis Yayınları, 2004). 278 ANDERSON, M.S., The Eastern Question: 1774-1923 (Londra: MacMillan Press, 1978). ARMAOĞLU, Fahir, Siyasi Tarih: 1789-1960 (Ankara: Sevinç Matbaası, 1973). Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I: TBMM Meclislerinde Kurultaylarında (1919-1938), (İstanbul: Maarif Matbaası, 1945). ve CHP Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri III (1918-1937), (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1961). AYDIN, Mustafa, Ten Years After: Turkey’s Gulf Policy (1990-91) Revisited (Londra: Frank Cass, 2002). AYDIN, Mustafa, Turkish Foreign Policy: Framework and Analysis (Ankara, SAM, 2004). AYDIN, Suavi, Türk Kimliğinin Yaratılması ve Ulusal Kimlik Sorunu Üzerine (Ankara: Özgür Üniversite Yayınları, 2009). BAĞCI, Hüseyin, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar (Ankara: METU Press, 2001). (BAYUR), Yusuf Hikmet, Yeni Türkiye Devletinin Haricî Siyaseti (İstanbul: Akşam Matbaası, 1934). BİLGİN, Nuri, Kimlik İnşası (Ankara: Aşina Kitaplar, 2007). BİLGİN, Nuri, Kollektif Kimlik (İstanbul: Sistem Yayıncılık, 1999). BİLGİN, Nuri, Sosyal Bilimlerin Kavşağında Kimlik Sorunu (İzmir: Ege Yayıncılık, 1994). BİRAND, Mehmet Ali, Bir Pazar Hikayesi: Türkiye-AET İlişkileri (İstanbul: Milliyet Yayınları, 1978). BLOOM, William, Personal Identity, National Identity and International Relations (Cambridge: Cambridge University Press, 1990). BOZDAĞ, İsmet, Demokrat Parti ve Ötekiler (İstanbul: Kervan Yayınları, 1977). BOZDAĞLIOĞLU, Yücel, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity: A Constructivist Approach (New York &Londra: Routledge, 2003). BOZKURT, Celal, Siyaset Tarihimizde C.H.P: Dünü, Bugünü, İdeolojisi (Y.Yok, T.Yok). 279 BRAUDEL, Fernand, On History, çev. Sarah Matthews (Chicago: The University of Chicago Press, 1980). BRAUDEL, Fernand, A History of Civilizations (New York: The Penguin Press, 1994). BULL, Hedley, The Anarchical Society: A Study of Order in World Politics (Londra: Macmillan Press, 1995). BUZAN, Barry, JOHNS, Charles and LITTLE, Richard, The Logic of Anarchy: Neorealism to Structural Realism (New York: Columbia University Press, 1993). CAMPBELL, David, Writing Security: United States Foreign Policiy and the Politics of Identity (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1998). CEM, İsmail, Siyaset Yazıları: 1975-1980 Türkiyesi (İstanbul: Cem Yayınevi, 1980). CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in Söylevleri (Ankara: Ulus Basımevi, 1935). CONOLLY, William E., Kimlik ve Farklılık: Siyasetin Açmazlarına Dair Demokratik Çözüm Önerileri (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1995). COPEAUX, Etienne, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine, çev. Ali Berktay (İstanbul: Tarih Vakfı-Yurt Yayınları, 1998). ÇALIŞ, Şaban H., Hayaletbilimi ve Hayali Kimikler: Neo-Osmanlıcılık, Özal ve Balkanlar (Konya: Çizgi Kitabevi, 2004). ÇOKER, Fahri, Türk Parlamento Tarihi: TBMM – IV. Dönem (1931-1935) (Ankara: TBMM Vakfı Yayınları, 1993). DAĞI, İhsan D., Kimlik, Söylem ve Siyaset: Doğu-Batı Ayrımında Refah Partisi Geleneği (Ankara: İmge Kitabevi, 1998). DERİNGİL, Selim, Simgeden Millete: II. Abdülhamit’ten Mustafa Kemal’e Devlet ve Millet (İstanbul: İletişim Yayınları, 2007). EKİNCİ, Necdet, II. Dünya Savaşından Sonra Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte Dış Etkenler (İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1997). ERKİN, Feridun Cemal, Dışişlerinde 34 Yıl Anılar – Yorumlar (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1980). 280 EROĞLU, Hamza, Atatürk ve Milliyetçilik (Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, 1992). EROĞLU, Hamza, Atatürk ve Milli Egemenlik (Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1998). FEYZİOĞLU, Turhan, Atatürk ve Milliyetçilik (Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, 1996). GELLNER, Ernest, Uluslar ve Ulusçuluk, çev. Büşra Ersanlı ve Günay Göksu Özdoğan (İstanbul: Hil Yayınları, 2008). GEORGEON, François, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura (18761935), (İstanbul: Türk Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999). GEORGEON, François, Sultan Abdülhamit, çev. Ali Berktay (İstanbul: Homer Kitabevi, 2006). GIDDENS, Anthony, Central Problems in Social Theory: Action, Structure and Contradiction in Social Analysis (Londra: Macmillan, 1979). GIDDENS, Anthony, New Rules of Sociological Method: A Positive Critique of Interpretative Sociologies (Cambridge: The Polity Press, 1998). GOLOĞLU, Mahmut, Erzurum Kongresi (Ankara: Nüve Matbaası, 1968). GÖKALP, Ziya, Türkçülüğün Esasları, Mahir Ünlü ve Yusuf Çotuksöken (der.), (İstanbul: İnkılap Kitabevi, 1987). GÜLEÇ, Cengiz, Türkiye’de Kültürel Kimlik Krizi (Ankara: Verso Yayınları, 1992). GÜREL, Şükrü Sina, Tarihsel Boyut İçinde Türk Yunan İlişkileri (1821-1993), (Ankara: Ümit Yayıncılık, 1993). GÜRÜN, Kamuran, Türk-Sovyet İlişkileri (1920-1953), (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1991). GÜVENÇ, Bozkurt, Türk Kimliği: Kültür Tarihinin Kaynakları (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1997). HABERMAS, Jürgen, Knowlegde and Human Interests, çev. Jeremy J Saphiro (Oxford: Polity Press, 1998). HALE, William, Türkiye’de Ordu ve Siyaset: 1789’dan Günümüze, çev. Ahmet Fethi (İstanbul: Hil Yayınları, 1996). 281 HALE, William, Türk Dış Politikası 1774-2000, çev. Petek Demir (İstanbul: Mozaik Yayınları, 2003). HALLIDAY, Fred, Rethinking International Relations (Londra: MacMillan, 1994). HANİOĞLU, Şükrü, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük, C.I (1889-1902), (İstanbul: İletişim Yayınları, 1985). HANİOĞLU, Şükrü, The Young Turks in Opposition (Oxford-New York: Oxford University Press, 1995). HEGEL, Georg William Friedrich, Phenomenology of Sprit, (Oxford: Oxford University Press, 1977). HOBSBAWM Eric, ve RENGER, Terence, The Invention of Tradition, (Cambridge: Cambridge University Press, 1983). HORKHEIMER, Max, Critical Theory: Selected Essays, çev. Matthew J. O’Connell vd. (New York: Seabury, 1972). HOLLIS, Martin ve SMITH, Steve, Explaining and Understanding International Relations (Oxford: Calerondon Press, 1991). İNSEL, Ahmet, Türkiye Toplumunun Bunalımı (İstanbul: Birikim Yayınları, 2002). JAHN, Beate, The Cultural Construction of International Relations (New York: Palgrave, 2000). KAFESOĞLU, İbrahim, Türk-İslam Sentezi (İstanbul: Ötüken Yayınları, 2008). KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi V. Cilt: Nizam-ı Cedit ve Tanzimat Devirleri (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1988). KARPAT, Kemal, Türk Demokrasi Tarihi (İstanbul: İstanbul Matbaası, 1967). KEGLEY, Charles W. ve WITTKOPF, Eugene R., World Politics: Trend and Transformation (New York: Saint Martin’s Press, 1995). KEYDER, Çağlar, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar (İstanbul: İletişim Yayınları, 1989). KEYDER, Çağlar, Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003). 282 KEYMAN, E. Fuat ve ÖNİŞ, Ziya, Turkish Politics in a Changing World: Global Dynamics and Domestic Transformations (İstanbul: Istanbul Bilgi University Press, 2007). KİLİ, Suna, 1960-1975 Döneminde Cumhuriyet Halk Partisinde Gelişmeler: Siyaset Bilimi Açısından Bir İnceleme (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 1976). KİLİ, Suna ve GÖZÜBÜYÜK, Şeref, Türk Anayasa Metinleri: Sened-i İttifaktan Günümüze (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2000). KÖKER, Levent, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi (İstanbul: İletişim Yayınları, 1993). KRAMER, Heinz, Avrupa ve Amerika Karşısında Değişen Türkiye, çev. Ali Çimen (İstanbul: Timaş Yayınları, 2001). KRATOCHWILL, Friedrich, Rules, Norms and Decisions: On the Conditions of Practical and Legal Resoning in International Relations and Domestic Affairs (Cambridge: Cambridge University Press, 1989). KUSHNER, David, The Rise of Turkish Nationalism 1876-1908 (London: Frank Cass, 1977). KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası (1945-1970), (Ankara: Sevinç Matbaası, 1972). LACLAU, Ernesto, Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme, çev. Ertuğrul Başer, (İstanbul: Birikim Yayınları, 2003). LAÇİNER, Sedat, Türkler ve Ermeniler: Bir Uluslararası İlişkiler Çalışması (Ankara: USAK Yayınları, 2005). LANDAU, Jacob M., Türkiye’de Sağ ve Sol Akımlar, çev. Erdinç Baykal (Ankara: Turhan Kitabevi, 1979). LARRABBEE, F. Stephen ve LESSER, Ian O., Belirsizlik Döneminde Türk Dış Politikası, çev. Mustafa Yıldırım (İstanbul: Ötüken Yayınları, 2002). LEE, Stephen J., Avrupa Tarihinden Kesitler (1789-1980), (Ankara: Dost Kitabevi, 2002). LEWIS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1970). 283 LINKLATER, Andrew, Beyond Realism and Marxism: Critical Theory and International Relations (Londra: Macmillan Press, 1990). LONG, David and WILSON, Peter, Thinkers of Twenty Years’ Crisis, (Oxford: Clarendon Press, 2003). Lozan Konferansı: Tutanaklar, Belgeler – 8 Kitap, çev. Seha L. Meray (Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1969-1973). MACFIE, A. L., The Eastern Question 1774-1923 (Londra-New York: Longman, 1996). MARDİN, Şerif, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003). MARDİN, Şerif, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, çev. Mümtaz’er Türköne, Fahri Unan ve İrfan Erdoğan (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003). MARDİN, Şerif, Türk Modernleşmesi (İstanbul: İletişim Yayınları, 2006). MCSWEENEY, Bill, Security, Identity and Interest: Sociology of International Relations (Cambridge: Cambridge University Press, 1999). MERT, Nuray, Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1994). MORGENTHAU, Hans. J., Uluslararası Politika, Cilt I., çev. Baskın Oran ve Ünal Oskay (Ankara: Türk Siyasi İlimler Derneği, 1970). MOUSTAKIS, Fotios, The Greek-Turkish Relationship and NATO (Londra: Frank Cass, 2003). OKUTAN, M. Çağatay, Tek Parti Döneminde Azınlık Politikaları (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004). ONUF, Nicholas Greenwood, World of Our Making: Rules and Rule in Social Theory and International Relations (Columbia: University of South Caroline Press, 1989). ORTAYLI, İlber, Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu (İstanbul: Kaynak Yayınları, 1983). ORTAYLI, İlber, İmparatorluğu En Uzun Yüzyılı (İstanbul: Alkım Yayınları, 2005). ÖĞÜN, Süleyman Seyfi, Türk Politik Kültürü (İstanbul: Alfa Yayınları, 2000). 284 ÖKÇÜN, A. Gündüz, Türkiye İktisat Kongresi 1923-İzmir: Haberler, Belgeler, Yorumlar (Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1968). ÖZBUDUN, Ergun, Çağdaş Türk Politikası: Demokratik Pekişmenin Önündeki Engeller, çev. Ali Resul Usul (İstanbul: Doğan Kitap, 2003). ÖZKIRIMLI, Umut, Milliyetçilik Kuramları: Eleştirel Bir Bakış (İstanbul: Sarmal Yayınevi, 1999). PARLA, Taha, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, der. Füsun Üstel ve Sabir Yücesoy (İstanbul: İletişim Yayınları, 1989). PELLICANI, Luciano, Gramsci: An Alternative Communism? (Stanford: Hoover Institution Press, 1976). PRIZEL, Ilya, National Identitiy and Foreign Policy: Nationalism and Leadership in Poland, Russia and Ukraine (Cambridge: Cambridge University Press, 1998). RANDSOME, Paul, Antonio Gramsci: A New Introduction (New York, Londra: Harvester Wheatsheaf, 1992). RICHARDSON, James J., Crisis Diplomacy: The Great Powers since the MidNineteenth Century (Cambridge: Cambridge University Press, 1994). ROSECRANCE, Richard N., Action and Reaction in World Politics: International Systems in Perspective (Boston, Toronto: Little, Brown and Company, 1963). ROSENAU, James (der.), Comparing Foreign Policies: Theories, Findings, and Methods,(New York-Londra: John Wiley & Sons, 1974). SANDER, Oral, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü: Osmanlı Diplomasi Tarihi Üzerine Bir Deneme (Ankara: A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1987). SENCER, Muzaffer, Türkiye’de Siyasal Partilerin Sosyal Temelleri (İstanbul: May Yayınları, 1974). SHAW, Stanford J. ve SHAW, Ezel Kural, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye II. Cilt, çev. Mehmet Harmancı (İstanbul: E Yayınları, 1982). SIBEON, Roger, Rethinking Social Theory (Londra: Sage Pub., 2004). SINOUÉ, Gilbert, Kavalalı Mehmet Ali Paşa: Son Firavunk, çev. Ali Cevat Akkoyunlu, (İstanbul: Doğan Kitapçılık, 1999). 285 SMITH, Anthony, Milli Kimlik, çev. Bahadır Sina Şener (İstanbul: İletişim Yayınları, 1999). SMITH, Anthony D., Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, çev. Derya Kömürcü (İstanbul: Everest Yayınları, 2002). SONYEL, Salahi, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika–I (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1995). SONYEL, Salahi, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika-II (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2003). SOYSAL, İsmail, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları–I. Cilt (1920-1945), (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2000). SÖNMEZOĞLU, Faruk (der.), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü (İstanbul: Der Yayınları, 1996). STEANS, Jill ve PETTIFORD, Lloyd, International Relations: Perspectives and Themes (Harlow: Longman, 2001). TAYFUR, M. Fatih, Semipheriperal Development and Foreign Policy: The Case of Greece and Spain (Aldershot: Ashgate, 2003). TANÖR, Bülent, Türkiye’de Yerel Kongre İktidarları (1918-1920), (İstanbul: Afa Yayınları, 1992). TANRIKORUR, Cinuçen, Atatürk Devrimleri İdeolojisinin Türk Müzik Kültürüne Doğrudan ve Dolaylı Etkileri – Açık Oturum (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Türk Müziği Kulübü Yayınları, 1980). TEKELİ, İlhan ve İLKİN, Selim, Türkiye ve Avrupa Topluluğu I: Ulus Devletini Aşma Çabasındaki Avrupa’ya Türkiye’nin Yaklaşımı (Ankara: Ümit Yayıncılık, 1993). TUNÇAY, Mete, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999). ÜLMAN, Haluk, Birinci Dünya Savaşına Giden Yol ve Savaş (Ankara: İmge Kitabevi, 2002). VÁLİ, Ferenc A., Bridge Across the Bosporus: The Foreign Policy of Turkey (Baltimore&Londra: The John Hopkins Press, 1971). 286 WALLERSTEIN, Immanuel, Geopolitics and Geoculture: Essays on the Changing World System (Cambridge, New York: Cambridge University Press, 1991). WALLERSTEIN, Immanuel, World System Analysis: An Introduction (Darham, Londra: Duke University Press, 2004). WALTZ, Kenenth N., Theory of International Politics (Reading, MA: AddisonWesley Pub. Co. 1979). WATSON, Adam, The Evolution of International Society: A Comparative Historical Analysis (Londra &New York: Routledge, 2001). WENDT, Alexander, Social Theory of International Politics (Cambridge: Cambridge University Press, 2000). YILDIZ, Ahmet, Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal Kimliğinin EtnoSeküler Sınırları (1919-1938), (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004). YURDUSEV, A. Nuri, Ottoman Diplomacy: Conventional or Unconventional? (New York: Plagrave&MacMillan, 2004). ZEHFUSS, Maja, Constructivism in International Relations: The Politics of Reality (Cambridge: Cambridge University Press, 2002). ZÜRCHER, Erik Jan, Milli Mücadelede İttihatçılık (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1987). ZÜRCHER, Erik Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003). B. MAKALELER ve KİTAP BÖLÜMLERİ ADAMSON Fiona B. ve DEMETRIU, Madeleine, “Remapping the Boundaries of ‘State’ and ‘National Identity’: Incorporating Diasporas into IR Theorizing”,, European Journal of International Relations, Cilt 13 (4), 2007, s. 489-526. ADLER, Emanuel, “Seizing the Middle Ground: Constructivism in World Politics”, European Journal of International Relations, Cilt 3 (3), 1997, s. 319-363. AHMAD, Feroz, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, Marian Kent (der.), (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999), s. 6-35. 287 AKDEVELİOĞLU, Atay ve KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, “Ortadoğu’yla İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 357369. AKGÜN, Birol, ve ÇALIŞ, Şaban, “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman: Türk Milliyetçiliğinin Terkibinde İslamcı Doz”, Tanıl Bora (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt IV: Milliyetçilik (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 584-600. AKSU, Fuat, “Turkish-Greek Relations: From Conflict to Détente the Last Decade”, Turkish Review of Balkan Studies, Annual 2001, s. 1-43. ALPKAYA, Gökçen, “İnsan Hakları Konusu”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001, Baskın Oran (der.), (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 524-539. ALTUNIŞIK, Meliha B., “Güvenlik Kıskacında Türkiye ve Ortadoğu İlişkileri”, Gencer Özcan ve Şule Kut (der.), En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar (İstanbul: Büke Yayınları, 2000), s. 321344. ANIEVAS, Alexander, “Critical Dialogues: Habermasian Social Theory and International Relations”, Politics, Cilt 25 (3), 2005, s. 135-143. Ankara Papers, “Main Determinants of Turkish Policy in the Middle East”, Cilt 8 (1), 2003, s. 5-22. ARAI, Masami, “Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği”, Tanıl Bora ve Murat Gültekin (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt I: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası, Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 180-195. ASHIZAWA, Kuniko, “When Identity Matters: State Idenity, Regional InstitutionsBuilding, and Japanese Foreign Policy”, International Studies Review, Cilt 10, 2008, s. 571-598. ASHLEY, Richard, “The Poverty of Neorealism”, Robert E. Keohane (der.), Neorealism and Its Critics (New York: Cambridge University Press, 1986), s. 255300. ASHLEY, Richard, “Living on Border Lines: Man, Postructuralism, and War” , James Der Derian and Michael Shapiro (der.), International/Intertextual 288 Relations: Postmodern Readings of World Politics (Lexington: Lexington Books, 1989), s.259-321. ASHLEY, Richard and WALKER, R. B. J., “Reading Dissidence/Writing the Discipline: Crisis and the Question of Sovereignty in International Studies”, International Studies Quarterly, Cilt 34 (3), 1990, s. 367-416. AYDIN, Mustafa, “Uluslararası İlişkilerde Yaklaşım, Teori ve Analiz”, AÜ SBF Dergisi, Cilt 51 (1-4), Ocak-Aralık 1996, s. 71-114. AYDIN, Mustafa, “Determinants of Turkish Foreign Policy: Historical Framework and Traditional Inputs”, Middle Eastern Studies, Cilt 35 (4), 1999, s. 152-186. AYDIN, Mustafa , “İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 399-476. AYDIN, Mustafa, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II: 1980-2001 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 366-439. AYDIN, Mustafa, “Global Değişim ve Genişleyen Türk Dünyası: Türkler ve Türkiler”, Şaban H. Çalış, İhsan D. Dağı ve Ramazan Gözen (der.), Türkiye’nin Dış Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik (Ankara: Liberte Yayınları, 2001), s.271-291. AYDIN, Mustafa, “Between Euphoria and Realpolitik: Turkish Policy Toward Central Asia and the Caucasus”, Tareq Y. Ismael ve Mustafa Aydın (der.), Turkey’s Foreign Policy in the 21st Century: A Changing Role in World Politics (Aldershot: Ashgate Pub., 2003), s. 139-160. AYDIN, Mustafa, “Crypto-optimism in Turkish-Greek Relations. What is Next?”, Journal of Southern Europe and Balkans, Cilt 5 (2), 2003, s. 223-240. AYDIN, Mustafa, “Securatization of History and Geography: Understanding of Security in Turkey”, Southeast European and Black Sea Studies, Cilt 3 (2), 2003, s. 163-184. AYDIN, Mustafa, “Uluslararası İlişkilerin ‘Gerçekçi’ Teorisi: Kökeni, Kapsamı, Kritiği”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 1 (1), Bahar 2004, s. 33-60. AYDIN, Mustafa, “Foucault’s Pendulum: Turkey in Central Asia and the Caucasus”, Turkish Studies, Cilt 5 (2), 2004, s. 1-22. 289 BAGDONAS, Özlem Demirtaş, “The Clash of Kemalisms? Reflections on the Past and Present Politics of Kemalism in Turkish Political Discourse”, Turkish Studies, Cilt 9 (1), 2008, s. 99-111. BAHÇELİ, Tözün, “Türkiye’nin Yunanistan Politikası”, Alan Makovsky ve Sabri Sayarı (der.), Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri (İstanbul: Alfa Yayınları, 2002), s. 180-207. BALÇIK, M. Berk, “Milliyetçilik ve Dil Politikaları”, Tanıl Bora (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt IV: Milliyetçilik (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s.777-787. BANERJEE, Sanjoy, “The Cultural Logic of National Identity Formation: Contending Disourses in Late Colonial India”, Valerie M. Hudson (der.), Culture and Foreign Policy (Boulder, Londra: Lynne Rienner Publishers, 1997), s. 27-44. BARKEY, Henry J., “Turkey’s New Engagement in Iraq: Embracing Iraqi Kurdistan”, Special Report, United States Institute of Peace, s. 3-19. BARNETT, Michael N., “Identity and Alliances in the Middle East”, Peter Katzenstein (der.), The Culture of National Security: Norms, Identity in World Politics (New York: Cambridge University Press, 1996), s. 400-447. BARTELSON, Jens, “Second Natures: Is the State Identical with Itself?”, European Journal of International Relations, Cilt 4 (3), 1998, s. 295-326. BAYKAL, Sanem ve ARAT, Tuğrul, “AB’yle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. II: 1980-2001(İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 326-365. BENGIO, Ofra ve ÖZCAN, Gencer, “Old Grivances New Fears: Arab Perceptions of Turkey and its Alignment with Israel”, Middle Eastern Studies, Cilt 37 (2), 2001, s. 50-92. BERBER, Engin, “Dönemin Dış Politika Değerlendirmesi”, Haydar Çakmak (der.), Türk Dış Politikası 1919-2008 (Ankara: Platin Yayınları, 2008), s. 236-246. BERGER, Thomas U., “Norms, Identity and National Securtiy in Germany and Japan, Peter Katzenstein (der.), The Culture of National Security: Norms and Identiy in World Politics, (New York: Columbia University Press, 1996), s. 317356. BIELER, Andreas and MERTON, Adam David, “The Gordian Knot of AgentStructure in International Relations: A Neo-Gramscian Perspective”, European Journal of International Relations, Cilt 7 (1), 2001, s. 5-35. 290 BİLGİN, Pınar, “Turkey & the EU: Yesterday’s Answers to Tomorrow’s Security Problems?”, Graeme P. Herd ve Jouko Huru (der.), EU Civilian Crisis Management, (Camberley: Conflict Studies Research Center, 2001), s. 38-51. BOLSOVER, G. H., “Palmerston and Metternich on the Eastern Question in 1834”, The English Historical Review, Cilt 51 (202), 1936, s. 237-256. BORA, Tanıl, “Cumhuriyetin İlk Döneminde Milli Kimlik”, Nuri Bilgin (der.), Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997), s.53-62. BORA, Tanıl ve TAŞKIN, Yüksel, “Sağ Kemalizm”, Ahmet İnsel (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 529- 545. BORA, Tanıl, “Türkiye’de Siyasal İdeolojilerde ABD/Amerika İmgesi: ‘En Batı’ ve ‘Başka Batı’”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt. III: Modernleşme ve Batıcılık, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 147-169. BRAUDEL, Fernand, “History and the Social Sciences”, Peter Burke (der.), Economy and Society in Early Modern Europe: Essays from Annales (Londra: Routledge&Kegan Paul, 1972), s. 11-42. BROWN, Chris, “Turtles All the Way Down: Anti-foundationalism, Critical Theory and International Relations”, Andrew Linklater (der.), Critical Concepts in Political Science (Londra, NY: Routledge, 2000), s. 1655-1678. BROWN, Chris, “Our Side? Critical Theory and International Relations”, Richard Wyn Jones (der.), Critical Theory&World Politics (Boulder, Londra: Lynne Rienner Pub., 2001), s. 191-203. BUZAN, Barry, “New Patterns of Global Security in the Twenty-First Century”, International Affairs, Cilt 67 (3), 1991, s. 431-451. BUZAN, Barry ve DIEZ, Thomas, “The European Union and Turkey”, Survival, Cilt 41 (1), 1999, s. 41-57. CALHOUN, Craig, “Social Theory and the Politics of Identity”, Craig Calhoun (der.), Social Theory and The Politics of Identity (Oxford: Blackwell, 1994), s. 936. CARLSNAES, Walter, “The Agency-Structure Problem in Foreign Policy Analysis”, International Studies Quareterly, Cilt 36 (3), 1992, s. 245-270. CHERNOFF, Fred, “Scientific Realism as a Meta-Theory of International Politics”, International Studies Quarterly, Cilt 46 (2), 2002, s. 189-207. 291 CLOGG, Richard, “Aspects of the Movement for Greek Independence”, Richard Clogg (der.), The Struggle for Greek Independence (Londra: Macmillan Press, 1973). COPELAND, Dale, “The Constructivist Challenge to Structural Realism”, International Security, Cilt 25 (2), 2000, s. 187-212. COX, Michael, “September 11th and US Hegemony - Or Will the 21st Century Be American Too?”, International Studies Perspectives, Cilt 3 (1), 2002, s. 53-70. COŞAR, Simten ve ÖZMAN, Aylin, “Centre-right Politics After the November 2002 General Election: Neo-liberalism with a Muslim Face”, Contemporary Politics, Cilt 10 (1), 2004, s. 57-74. COX, Robert, “Social Forces, States and World Orders: Beyond International Relations Theory”, Millenium: Journal of International Studies, Cilt 10 (2), 1981, s. 126-155. COX, Robert, “Production, the State, and Change in World Order”, James N. Rosenau (der.), Global Changes and Theoretical Challenges (Lexington: Lexington Books, 1989), s. 39-41. ÇAKIR, Ruşen, “Milli Görüş Hareketi”, Yasin Aktay (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.544-575. ÇELİK, Nur Betül, “Kemalizm: Hegemonik Bir Söylem”, Ahmet İnsel (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.75-91. ÇETİNSAYA, Gökhan, “İslami Vatanseverlikten İslam Siyasetine”, Tanıl Bora ve Murat Gültekin (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt I: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 265-272. ÇULHAOĞLU, Metin, “Modernleşme, Batılılaşma ve Türk Solu”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt. III: Modernleşme ve Batıcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.170-188. DAĞI, İhsan, “Human Rights, Democratization and the European Community in Turkish Politics: The Özal Years, 1983-87”, Middle Eastern Studies, Cilt 37 (1), 2001, s. 17-40. DAĞI, İhsan D., “Transformation of Islamic Political Identity in Turkey: Rethinking the West and Westernization”, Turkish Studies, Cilt 6 (1), 2005, s. 21-37. 292 DAĞI, İhsan, “Turkey’s AKP in Power”, Journal of Democracy, Cilt 19 (3), 2008, s. 25-50. DER DERIAN, James “Boundaries of Knowledge and Power in International Relations”, James Der Derian and Michael Shapiro (der.), International/Intertextual Relations: Postmodern Readings of World Politics (Lexington: Lexington Books, 1989), s. 1-10. DEREN, Seçil, “Kültürel Batılılaşma”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt. III: Modernleşme ve Batıcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.382-402. DESSLER, David, “What is at Stake in the Agent-Structure Debate”, International Organization, Cilt 43 (3), 1989, s. 441-473. DOTY, Roxanne Lynn, “Aporia: A Critical Exploration of the Agent-Structure Problematique in International Relations”, European Journal of International Relations, Cilt 3 (3), 1997, s. 365-392. DOTY, Roxanne Lynn, “Foreign Policy as Social Construction: A Post-Positivist Analysis of US Counterinsurgency Policy in the Philippines”, International Studies Quarterly, Cilt 37 (3), 1997, s. 297-320. DOTY, Roxanne Lynn, “Desire All the Way Down”, Review of International Studies, Cilt 26, 2000, s. 137-139. DURSUN, Çiler, “Hegel’de Kendilik Bilinci ve Öteki İçindeki Yolculuk”, DoğuBatı: İdeolojiler–I, Cilt 7 (28), 2004, s. 181-193. EFE, Adem, “II. Meşrutiyet Dönemi İslamcıları ve Çağdaşlaşma Görüşleri”, DoğuBatı, Cilt 11 (46), 2008, s. 243-272. EFEGİL, Ertan ve MUSAOĞLU, Neziha, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemin Uluslararası Sisteminin Yapısına İlişkin Görüşler Üzerine Bir Eleştiri”, Akademik Bakış, Cilt 2 (4), 2009, s. 1-24. ERALP, Atila, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye ve Avrupa Birliği”, Alan Makovsky ve Sabri Sayarı (der.), Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri (İstanbul: Alfa Yayınları, 2002), s. 235-254. ERDOĞDU, A. Teyfur, “Osmanlılığın Evrimi Hakkında Bir Deneme: Bir Grup (Üst Düzey Yönetici) Kimliğinden Millet Yaratma Projesine”, Doğu-Batı, Cilt 11 (45), Mayıs-Temmuz 2008, s. 19-46. 293 ERHAN, Çağrı ve ARAT, Tuğrul, “AT’yle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 808-853. ERHAN, Çağrı ve ARAT, Tuğrul, “AT’yle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. II: 1980-2001 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 83-101. FIRAT, Melek M., “AB-Kıbrıs İlişkileri ve Türkiye’nin Politikaları”, Gencer Özcan ve Şule Kut (der.), En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar (İstanbul: Büke Yayınları, 2000), s. 250-251. FIRAT, Melek, “Yunanistan’la İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 178-193. FIRAT, Melek, “Sancak (Hatay) Sorunu”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001),s. 279-292. FIRAT, Melek, “Yunanistan’la İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s.576-614. FIRAT, Melek ve KÜRKÇÜOĞLU, Ömer, “Arap Devletleriyle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 615-635. FIRAT, Melek M., “Soğuk Savaş Sonrası Yunanistan Dış Politikasının Yeniden Biçimleniş Süreci”, Mustafa Türkeş ve İlhan Uzgel (der.), Türkiye’nin Komşuları (Ankara: İmge Kitabevi, 2002), s. 21-73. FIRAT, Melek, “Yunanistan’la İlişkiler”, ”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. II: 1980-2001 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), s. 440-480. FINDLEY, Carter Vaugh, “The Tanzimat”, Reşat Kasaba (der.), Turkey in the Modern World, (Cambridge: Cambridge University Press, 2008), s.11-37. FLOCKHART, Trine, “Complex Socialization: A Framework for the Study of State Socialization”, European Journal of International Relations, Cilt 12 (1), 2006, s. 89-118. 294 GEORGE, Jim and CAMPBELL, David, “Patterns of Dissident and the Celebration of Difference: Critical Social Theory and International Relations”, International Studies Quarterly, Cilt 34 (3), 1990, s. 269-293. GOULD, Harry D. “What is at Stake in the Agent-Structure Debate?”, Vendulka Kubalkova, Nicholas Onuf and Paul Kowert (der.), International Relations in a Constructed World (Armonk, NY.: M. E. Sharpe, 1998), s. 79-98. GÖKA, Erol, GÖRAL, F. Sevinç ve GÜNEY, Çetin, “Bir Hayat İnsanı Olarak Türk Muhafazakârı ve Kaygan Siyasal Tercih”, Ahmet Çiğdem (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 302-313. GÖKTEPE, Cihat, “The Forgotten Alliance? Anglo-Turkish Relations and CENTO 1959-1965”, Middle Eastern Studies, Cilt 35 (4), 1999, s. 103-139. GÖKTÜRK, Eren Deniz (Tol), “1919-1923 Dönemi Türk Milliyetçilikleri”, Tanıl Bora (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt IV: Milliyetçilik (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s.103-116. GÖNLÜBOL, Mehmet ,“Atatürk’ün Dış Politikası: Amaçlar ve İlkeler”, Turhan Feyzioğlu (der.), Atatürk Yolu (Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1995), s. 235277. GÖNLÜBOL, Mehmet ve SAR, Cem, “Lausanne’dan Sonra Türk Dış Politikası”, Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995) (Ankara: Siyasal Kitabevi, 1996), s. 59133. GÖNLÜBOL, Mehmet ve ÜLMAN, Haluk, “İkinci Dünya Savaşından Sonra Türk Dış Politikası (1945-1965) Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995) (Ankara: Siyasal Kitabevi, 1996), s. 191-334. GÖZEN, Ramazan, “Türk Dış Politikasının Avrupa Birliği’ne Doğru Dönüşümü”, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt 2 (6), 2006, s. 1-16. GREGORY, Donna U., “Foreword”, James Der Derian and Michael Shapiro (der.), International/Intertextual Relations (Lexington: Lexington Books, 1989), s. xiii. GÜNEY, Nurşin Ateşoğlu, “Rusya Federasyonu’nun Yeni Güvenlik Politikası Çerçevesinde Türkiye’ye Bakışı”, Mustafa Türkeş ve İlhan Uzgel (der.), Türkiye’nin Komşuları (Ankara: İmge Kitabevi, 2002), s. 333-376. HAACKE, Jürgen, “The Critical Social Theory of the Frankfurt School, and the ‘social turn’ in IR”, Review of International Studies, Cilt 31, 2005, s. 195-209. 295 HALE, William, “Turkey, the Middle East and the Gulf Crisis”, International Affairs, Cilt 68 (4), 1992, s. 679-692. HOFFMAN, Mark, “Critical Theory and the Inter-Paradigm Debate”, Millenium: Journal of International Studies, Cilt 16 (2), 1987, s. 231-249. HOFFMAN, Mark, “Restructuring, Reconstruction, Reinterpretation, Rearticulation: Four Voices in Critical International Theory”, Millennium: Journal of International Studies, Cilt 20 (2), 1991, s. 169-185. HOLLIS, Martin and SMITH, Steve, “Beware of Gurus: Structure and Action in International Relations”, Review of International Studies, Cilt 17, 1991, s. 393410. HOPF, Ted, “The Promise of Constructivism in International Relations Theory”, International Security, Cilt 23 (1), 1998, s. 171-200. HUDSON, Valerie M., “Culture and Foreign Policy: Developing a Research Agenda”, Valeri M. Hudson (der.), Culture and Foreign Policy (Boulder, Londra: Lynne Rienner Pub., 1997), s. 1-24. HUDSON, Valerie M., “Foreign Policy Analysis: Actor-Specific Theory and the Ground of International Relations”, Foreign Policy Analysis, Cilt 1 (1), 2005, s, 130. HUDSON, Valeri M. and VORE, Christopher S., “Foreign Policy Analysis Yesterday, Today, and Tomorrow”, Mershon International Studies Review, Cilt 39 (2), 1995, s. 209-238. HUTCHINGS, Kimberly, “The Nature of Critique in Critical International Relations Theory”, Richard Wyn Jones (der.), Critical Theory & World Politics (Boulder, Londra: Lynne Rienner Pub., 2001), s. 79-90. İNALCIK, Halil, “Tanzimat Nedir?”, Halil İnalcık ve Mehmet Seyitdanlıoğlu (der.), Tanzimat: Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu (Ankara: Phoenix Yayınları, 2006, s.13-35.. INAYATULLAH, Naeem and BLANEY,David L., “Knowing Encounters: Beyond Parochialism in International Relations Theory”, Yosef Lapid and Friedrich Kratochwill (der.), The Return of Culture and Identity in International Relations Theory (Londra, Boulder: Lynne Rienner Pub., 1996), s. 65-84. İNCİOĞLU- KARA, Nihal, “Türkiye’de Çok Partili Sisteme Geçiş ve Demokrasi Sorunları”, Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği (der.), Tarih ve Demokrasi: Tarık Zafer Tunaya’ya Armağan (İstanbul: Cem Yayınevi, 1992), s. 69-86. 296 JAMES, Patrick, “Systemisim and International Relations: Toward a Reassessment of Realism”, Micahel Brecher ve Frank P. Harvey (der.), Millenial Reflections on International Studies (Ann Arbor: The University of Michigan Press, 2002), s. 131142. JEPPERSON, Ronald L., WENDT, Alexander, KATZENSTEİN, Peter J., “Norms, Identity, and Culture in National Security”, Peter J. Katzenstein (der.), The Culture of National Security (New York: Cambridge University Press, 1996), s.33-75. JONES, Richard Wyn, “Introduction: Locating Critical International Relations Theory”, Richard Wyn Jones (der.), Critical Theory & World Politics (Boulder,Londra: Lynne Rienner Pub., 2001), s.1-19. KAARBO, Juliet, “Foreign Policy Analysis in the Twenty-First Century: Back to Comparison, Forward to Identity and Ideas”, International Studies Review, Cilt 5, 2003, s. 156-163. KAHRAMAN, Hasan Bülent, “Bir Zihniyet, Kurum ve Kimlik Kurucusu Olarak Batılılılaşma”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 125-140. KALİBER, Alper, “Türk Modernleşmesini Sorunsallaştıran Üç Ana Paradigma Üzerine”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 107-124. KARAOSMANOĞLU, Ali L., “Turkey’s Security and the Middle East”, Foreign Affairs, Cilt 62 (1), 1983, s. 157-175. KARAÖMEROĞLU, A. Asım, “Tek Parti Döneminde Halkçılık”, Ahmet İnsel (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.272-283. KARPAT, Kemal H., “Turkish and Arab-Isareli Relations”, Kemal H. Karpat (der.), Turkey’s Foreign Policy in Transition: 1950:1974 (Leiden: E. J. Brill, 1975), s. 108-134. KARPAT, Kemal, “The Ottoman Rule in Europe From the Perspective of 1994”, Vojtech Mastny ve R. Craig Nation (der.), Turkey Between East and West: New Challenges for a Rising Regional Power (Boulder: Westview Press, 1996), s. 1-44. KARPAT, Kemal H,. “Tarihsel Süreklilik, Kimlik Değişimi ya da Yenilikçi, Müslüman, Osmanlı ve Türk Olmak”, çev. Sönmez Taner, Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiyesi, (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ), s. 19-50. 297 KENT, Marian, “Giriş”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999), s. 1-5. KEOHANE, Robert, “International Institutions: Two Approaches”, International Studies Quarterly, Cilt 32 (4), 1988, s. 379-396. KERNER, Robert J., “Russia’s New Policy in the Near East After the Peace of Adrianople: Including the Text of 16 September 1829”, Cambridge Historical Journal, Cilt 5 (3), 1937, s. 280-290. KEYMAN, E. Fuat, “Atatürk ve Dış Politika Vizyonu”, Haydar Çakmak (der.), Türk Dış Politikası 1919-2008 (Ankara: Platin Yayınları, 2008), s. 155-162. KİRİŞÇİ, Kemal, “Türkiye ve Müslüman Ortadoğu”, Alan Makovsky ve Sabri Sayarı (der.), Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri (İstanbul: Alfa Yayınları, 2002), s. 51-78. KOÇAK, Cemil, “Osmanlı/Türk Siyasi Geleneğinde Modern Bir Toplum Yaratma Projesi Olarak Anayasanın Keşfi: Yeni Osmanlılar ve I. Meşrutiyet”, Tanıl Bora ve Murat Gültekin (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cit I: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 71-82. KÖKER, Levent “Liberal Muhafazakârlık ve Türkiye”, Ahmet Çiğdem (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 274-290. KÖKER, Levent, “Kemalizm/Atatürkçülük: Modernleşme, Devlet ve Demokrasi”, Ahmet İnsel (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.97-112. KRATOCHWILL, Friedrich, The Embarrassment of Changes: Neo-Realism as the Science of Realpolitik Without Politics”, Review of International Studies, Cilt 19, 1993, s. 63-80. KUBALKOVA, Vendulka, “Foreign Policy, International Politics, and Constructivism”, Vendulka Kubalkova (der.), Foreign Policy in a Constructed World (New York, Londra: M.E. Sahrp, 2001), s. 15-37. KURAN, Ercüment, “The Impact of Nationalism on the Turkish Elite in the Nineteenth Century”, William R. Polk and Richard L. Chambers (der.), Beginnings of Modernization in the Middle East (Chicago-Londra: The University of Chicago Press, 1968), s. 109- 117. 298 KURTOĞLU, Zerrin, “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Siyaset: Pozitivist Yönetim İdeolojisinin İslam’ın Siyasallaşmasına Katkısı”, Yasin Aktay (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.201-216. LINKLATER, Andrew, “The Question of the Next Stage in International Relations Theory”, Millennium: Journal of International Studies, Cilt 21 (1), 1992, s. 77-98. LINKLATER, Andrew, “The Changing Countours of Critical International Relations Theory”, Richard Wyn Jones (der.), Critical Theory & World Politics (Boulder, Londra: Lynne Rienner Pub., 2001), s. 23-43. MARDİN, Şerif, “Yeni Osmanlılar ve Siyasi Fikirleri”, Tanzimattan Cuhuriyete Türkiye Ansiklopedisi Cilt: VI (İstanbul: İletişim Yayınları, 1985), s. 1698-1703. MARDİN, Şerif, “Religion and Secularism in Turkey”, Ali Kazancıgil and Ergun Özbudun (der.), Atatürk: Founder of a Modern State, (Londra: C. Hurst & Company, 2006), s.191-219. MARTIN, Leonore, “Turkey’s National Security in the Middle Esat”, Turkish Studies, Cilt 1 (1), 2000, s. 83-106. MATEESCU, Dragoş C., “Kemalism in the Era of Totalitarinism: A Conceptual Analysis”, Turkish Studies, Cilt 7 (2), 2006, s. 225-241. MAZICI, Nurşen, “27 Mayıs, Kemalizmin Restorasyonu Mu?”, Ahmet İnsel (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.555-569. MERIAGE, Lawrence P., “The First Serbian Uprising (1804-1813) and the Nineteenth Century Origins of the Eastern Question”, Slavic Review, Cilt 37 (3), 1978, s. 421-439. MERT, Nuray, “Muhafazakârlık ve Laiklik”, Ahmet Çiğdem (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 314-345. MERT, Nuray, “Cumhuriyet Türkiyesinde Laiklik ve Karşı Laikliğin Düşünsel Boyutu”, Tanıl Bora ve Murat Gültekingil (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 197-209. MERT, Nuray, “Türkiye İslamcılığına Tarihsel Bir Bakış”, Yasin Aktay (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 411-419. 299 MİLLAS, Herkül, “Milli Türk Kimliği ve ‘Öteki’ (Yunan)”, Tanıl Bora (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt IV: Milliyetçilik (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), 193-201. MILLMAN, “Brock Turkish Foreign and Strategic Policy 1934-1942”, Middle Eastern Studies, Cilt 32 (3), 1995, s. 483-508. MÜFTÜLER-, BAC, Meltem, “The Never-Ending Story: Turkey and the European Union”, Middle Eastern Studies, Cilt 34 (4), 2998, s. 240-258. MÜFTÜLER-BAC, Meltem, “Through the Looking Glass: Turkey in Europe”, Turkish Studies, Cilt 1 (1), 2000, s. 21-35. MÜFTÜLER-BAC, Meltem ve GÜNEY, Aylin “The European Union and the Cyprus Problem 1961-2003”, Middle Eastern Studies, Cilt 41 (2), 2005, s. 281-293. NARBONE, Luigi ve TOCCI, Nathalie, “Running in Circles? The Cyclical Relationship Between Turkey and the European Union”, Susannah Verney ve Kostas Ifantis (der.), Turkey’s Road to European Union Membership: National Identity and Political Change (Londra&New York: Routledge, 2009), s. 21-33. NEUMANN, Iver B. ve WELSH, Jennifer M., “The Other in European Selfdefinition: an Addendum to the Literature on International Society”, Review of International Studies, Cilt 17 (4), 1991, s. 327-348. OKUTAN Cevat ve EREKER, Fulya, “Türk Dış Politikasında Rejim Unsuru”, Istanbul Ticaret Universitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt4 (8), 2004, s. 189-204. ONUF, Nicholas G., “Constructivism: A User’s Manual”, Vendulka Kubalkova, Nicholas G. Onuf ve Paul Kowert (der.), International Relations in a Constructed World (Armank, N.Y: M.E. Sharpe, 1998), s. 58-78. ONUF, Nicholas, “Worlds of Our Making: The Strange Carrer of Constructivism in International Relations”, Donald J. Puchala (der.), Visions of International Relations (Columbia: University of South Caroline Press, 2002), s.119-141. ORAN, Baskın, “Dönemin Bilançosu”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 97-109. ORAN, “Baskın, Mondros Silah Bırakışması”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 110-112. 300 ORAN, Baskın, “Lausanne Barış Antlaşması”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 215-238. Baskın Oran, “Dönemin Bilançosu”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 655-680. ÖĞÜN, Süleyman Seyfi, “Türk Milliyetçiliğinde Hakim Millet Kodunun Dönüşümü”, Nuri Bilgin (der.), Cumhuriyet, Demokrasi, Kimlik (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997), s. 207-230. ÖĞÜN, Süleyman Seyfi, “Türk Muhafazakârlığının Kültürel Politik Kökleri”, Ahmet Çiğdem (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt V: Muhafazakârlık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 538-582. ÖNİŞ, Ziya, “Globalization and Party Transformation”, Turkey’s Justice and Development Party in Perspective”, Peter Brunell (der.), Globalising Democracy: Party Politics in Emerging Democracies (New York: Routledge, 2006), s. 122-144. ÖNİŞ, Ziya, “Conservative Globalists versus Defensive Nationalists: Political Parties and Paradoxes of Europeanization in Turkey”, Journal of Balkan and Near Eastern Studies, Cilt 9 (3), 2007, s. 247-261. ÖNİŞ, Ziya ve YILMAZ, Şuhnaz, “Between Europeanization and Euro-Asianism: Foreign Policy Activism in Turkey During the AKP Era”, Turkish Studies, Cilt 10 (1), 2000, s. 7-24. ÖZBUDUN, Ergun, “Milli Mücadelede ve Cumhuriyetin Resmi Belgelerinde Yurttaşlık ve Kimlik Sorunu”, Nuri Bilgin (der.), Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997), s. 63-70. ÖZBUDUN, Ergun, “The Nature of the Kemalist Political Regime”, Ali Kazancıgil and Ergun Özbudun (der.), Atatürk: Founder of a Modern State (Londra: C. Hurst & Company, 1997), s. 79-102. ÖZBUDUN, Ergun, “From Political Islam to Conservative Democracy: The Case of Justice and Development Party in Turkey”, South European Society & Politics, Cilt 11 (3-4), 2006, 543-557. ÖZCAN, Gencer, “Türkiye’de Siyasal Rejim ve Dış Politika”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının Analizi (İstanbul: Der Yayınları, 1994). 301 ÖZERSAY, Kudret, “Montreaux Boğazlar Sözleşmesi”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 370-384. ÖZYÜKSEL, Murat, “Abdülhamit Dönemi Dış İlişkileri”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının Analizi (İstanbul: Der Yayınları, 1998), s. 5-32. PARK, William, “Turkey’s European Union Candidacy: From Luxembourg to Halsinki-to Ankara?”, Mediterranean Politics, Cilt 5 (3), 2000, s. 31-53. PATOMÄKI, Heiki ve WIGHT, Colin, “After Postpositivism? The Promises of Critical Realism”, International Studies Quareterly, Cilt 44 (2), 2000, s. 213-237. PIERCE, Richard and REUS-SMIT, Christian, “Critical International Theory and Constructivism”, European Journal of International Relations, Cilt 4 (3), 1998, s. 259-294. POLAN, Ronen, “A World of Their Making: An Evaluation of the Constructivist Critique in International Relations”, Review of International Studies, Cilt 26, 2000, s. 575-598. ROBINS, Philip, “The Opium Crisis and Iraqi War: Historical Parallels in TurkeyUS Relations”, Mediterranean Politics, Cilt 12 (1), 2007, s. 17-38. RODKEY, Frederick Stanley, “Lord Palmerston and the Rejuvenation of Turkey, 1830-1841”, The Journal of Modern History, Cilt 2 (2), 1930, s. 193-225. ROSENAU, James N. ve HOGGARD, Gary D., “Foreign Policy Behavior in Dyadic Relationships: Testing a Pre-Theoretical Extension”, James N. Rosenau (der.), Comparing Foreign Policies: Theories, Findings, and Methods (New YorkLondra: John Wiley &Sons, 1974), s. 117-149. ROTHSTEIN, Robert R., “On The Costs of Realism”, Richard Little and Michael Smith (der.), Perspectives on World Politics (London: Routledge, 1991), s. RUGGIE,John G., “International Structure and Internatonal Transformation: Space, Time and Method”, Ernst Otto Czempiel ve James N. Rosenau (der.), Global Changes and Theoretical Challenges (Lexington: Lexington Books, 1989), s. 2135. SANDER, Oral, “Türk Dış Politikasında Sürekliliğin Nedenleri”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 37 (3-4), 1982, s. 105-124. 302 SARIBAY, Ali Yaşar, “Milli Nizam Partisinin Kuruluşu ve Programının İçeriği”, Yasin Aktay (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 576-590. SCHROEDER, Paul W., “The 19th Century International System: Cahnges in the Structure”, World Politics, Cilt 39 (1), 1986, s. 1-26. SEVER, Ayşegül, “The Coompliant Ally? Turkey and the West in the Middle East 1954-1958”, Middle Eastern Studies, Cilt 34 (2), 1998, s. 73-90. SEZER, Duygu Bazoğlu, “Türk Rus ilişkileri: Düşmanlıktan ‘Fiili’ Yakınlaşmaya”, Alan Makovsky ve Sabri Sayarı (der.), Türkiye’nin Yeni Dünyası: Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri (İstanbul: Alfa Yayınları, 2002), s. 123-156. SINGER, David “The Level of Analysis Problem in International Relations”, James N. Rosenau (der.), International Politics and Foreign Policy: A Reader in Research (NY: The Free Pres, 1969), s.77-88. SMITH, Anthony D., “The Sacred Dimension of Nationalism”, Millenium: Journal of International Studies, Cilt 29 (3), 2000, s. 791-814. SMITH, Steve “Foreign Policy is What States Make of It: Social Construction and International Theory”, Vendulka Kubalkova (der.), Foreign Policy in a Constructed World (Armonk, NY: M. E. Sharpe, 2001), s. 38-55. SOMEL, Selçuk Akşin, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk Kimliği”, Nuri Bilgin (der.), Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997), s. 71-83. SNYDER, Richard C., BRUCK, H. W. ve SAPIN, Burton, “The Decision-Making Approach to the Study of International Relations”, James A. Rosenau (der.), International Politics and Foreign Policy: A Reader in Research (NY: The Free Press, 1969), s. 199-206. SÖNMEZOĞLU, Faruk, “Türkiye-Yunanistan İlişkileri ve Kıbrıs”, Murat Metinsoy ve Mustafa Eroğlu (der.), Değişen Dünya ve Türkiye’nin Dış Politika Gündemi (İstanbul: Donkişot Yayınları, 2001), s. 101-117. TAŞKIN, Yüksel, “12 Eylül Atatürkçülüğü ya da Bir Kemalist Restorasyon Teşebbüsü Olarak 12 Eylül”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt: III Modernleşme ve Batıcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 570-583. TAYFUR, M. Fatih, “Main Approaches to the Study of Foreign Policy: A Review”, METU Studies in Development, Cilt 21 (1), 1994, s. 113-138. 303 TAYFUR, M. Fatih, “Systemic-Structural Approaches, World System Analysis and the Study of Foreign Policy”, METU Studies in Development, Cilt 27 (2-3), 2000, s. 265-299. TELLAL, Erel, “Sovyetlerle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 155-177. TELLAL, Erel, “SSCB’yle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 314-324. TEPE, Sultan, “Turkey’s AKP: A Model “Muslim Democratic Party?”, Journal of Democracy, Cilt 16 (3), 2005, s. 69-82. THIES, Cameron G., “Progress, History and Identity in International Relations Theory: The Case of the Idealist-Realist Debate”, European Journal of International Relations, Cilt 8 (2), 2002, s. 147-185. TOKAY, A. Gül, “Makedonya Sorununa Tarihsel Bir Bakış: 1878-1908”, Kemali Saybaşılı ve Gencer Özcan (der.), Yeni Balkanlar Eski Sorunlar (İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 1997), s. 23-52. TOKAY, A. Gül, “II. Meşrutiyet Dönemi Dış İlişkileri: 1908-1914”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının Analizi (İstanbul: Der Yayınları, 1998), s. 33-53. TOKER, Nilgün ve TEKİN, Serdar, “Batıcı Siyasi Düşüncenin Karakteristikleri ve Evreleri: Kamusuz Cumhuriyetten Kamusuz Demokrasiye”, Uygur Kocabaşoğlu (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt III: Modernleşme ve Batıcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.82-106. TUNCER, İdil, “Rusya Federasyonu’nun Yeni Güvenlik Doktrini: Yakın Çevre ve Türkiye”, Gencer Özcan ve Şule Kut (der.), En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar (İstanbul: Büke Yayınları, 2000), s. 435-460. TURUNÇ, Hasan, “Islamist or Democratic? The AKP’s Search for Identity in Turkish Politics”, Journal of Contemporary European Politics, Cilt 15 (1), 2007, s. 79-91. TÜRKÖNE, Mümtazer, “Milli Devlet-Laiklik-Demokrasi”, Ersin Kalaycıoğlu ve Ali Yaşar Sarıbay (der.), Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme (İstanbul: Alfa Yayınları, 2000), s. 319-334. 304 UZGEL, İlhan ve KÜRKÇÜOĞLU, Ömer , “İngiltere’yle İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 258-277. UZGEL, İlhan, “Fransa’yla İlişkiler”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 277-279. UZGEL, İlhan, “Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt. I: 1919-1980 (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 308-313. ÜLMAN, Haluk, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-1968)-I”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 23 (3), 1968, s. 241273. ÜLMAN, Haluk ve SANDER, Oral, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-1968)–II”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 27 (1), 1972, s. 2-24. ÜNAL, Hasan, “Balkan Diplomasisinden Bir Kesit: Bulgaristan’ın Bağımsızlık İlanı ve Osmanlı Dış Politikası: 1908-1909”, Kemali Saybaşılı ve Gencer Özcan (der.), Yeni Balkanlar Eski Sorunlar (İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 1997), s. 53-70. ÜNÜVAR, Kerem, “İttihatçılıktan Kemalizme: İhya’dan İnşaya”, Tanıl Bora ve Murat Gültekin, (der.) Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cit I: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s.129-142. VERBA, Sydney, “Assumptions of Rationality and Non-Rationality In Models of the International System”, James N. Rosenau (der.), International Politics and Foreign Policy a Reader in Research (NY: The Free Press, 1969), s. 217-271. VERNEY, Susannah, “The Dynamics of EU Accession: Turkish Travails in Comparative Perspective”, Susannah Verney ve Kostas Ifantis (der.), Turkey’s Road to European Union Membership: National Identity and Political Change (Londra&New York: Routledge, 2009), s. 93-108. VOSS, James F. ve DORSEY, Ellen, “Perception and International Relations”, Eric Singer and Valerie Hudson (der.), Political Psychology and Foreign Policy (Boulder: Westview Press, 1992), s. 3-27. 305 WALTZ, Kenneth N., “Realist Thought and Neorealist Theory”, Andrew Linklater (der.), International Relations: Critical Concepts in Political Science, Cilt. IV (Loraon, New York: Rouledge, 2000), s.1521-1536. WEBSTER, Donald, “Kehanet, Putları Kırmak, Ulusal İnanç: Türkiye Cumhuriyeti’nin Deneymi”, Atatürk’ün Düşünce ve Uygulamalarının Erensel Boyutları, 2-6 Kasım 1981 Uluslararası Sempozyumundan Ayrıbasım, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1983), s. 33-40. WELDES, Jutta, “Constructing National Interests”, European Journal of International Relations, Cilt 2 (3), 1996, s.275-318. WELDES, Jutta, “Bureucratic Politics: A Critical Constructivist Assesment”, Mershon International Studies Review, Cilt 42 (2), 1998, s. 216-225. WENDT, Alexander “The Agent-Structure Problem in International Relations Theory”, International Organization, Cilt 41 (3), 1987, s. 335-370. WENDT, Alexander, “Anarchy is What States Make of it: the Social Construction of Power Politics”, International Oranization, Cilt 46 (2), 1992, s. 391-425. WENDT, Alexander, “Constructing International Politics”, International Security, Cilt 20 (1), 1995, s. 71-81. WENDT, Alexander, “Identity and Structural Change in International Politics”, Yosef Lapid and Friedrich Kratochwill (der.), The Return of Culture and Identity in International Relations Theory (Londra, Boulder: Lynne Rienner Pub., 1996), s.47-64. WENDT, Alexander, “On the Via Media: a Reponse to the Critics”, Review of International Studies, Cilt 26, 2000, s. 165-180. WIGHT, Colin, “State Agency: Social Action Without Human Activity?”, Review of International Studies, Cilt 30, 2004, s. 269-280. YALVAÇ, Faruk, “Uluslararası İlişkiler Kuramında Yapısalcı Yaklaşımlar”, Atila Eralp (der.), Devlet, Sistem ve Kimlik: Uluslararası İlişkilerde Temel Yaklaşımlar (İstanbul: İletişim Yayınları, 1997), s. 131-184. YAVUZ, M. Hakan, “Turkish-Israeli Relations Through the Lens of the Turkish Identity Debate”, Journal Palestine Studies, Cilt 27 (1), 1997, s. 22-37. YAVUZ, M. Hakan, 'Towards an Islamic Liberalism? The Nurcu Movement of Fettullah Gulen', Middle East Journal, Cilt 53 (4), 1999, s. 584-605. 306 YAVUZ, M. Hakan, “Değişen Türk Kimliği ve Dış Politika: Neo-Osmanlıcılığın Yükselişi”, Şaban H. Çalış, İhsan D. Dağı ve Ramazan Gözen (der.), Türkiye’nin Dış Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik (Ankara: Liberte Yayınları, 2001), s. 35-63. YAVUZ, M. Hakan, “Neo-Nurcular: Gülen Hareketi”, Yasin Aktay (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 295-307. YAVUZ, M Hakan, “Milli Görüş Hareketi: Muhalif ve Modernist Gelenek”, Yasin Aktay (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt VI: İslamcılık (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 591- 603. YAVUZ, M. Hakan ve ÖZCAN, Nihat Ali, “Crisis in Turkey: The Conflıct of Political Languages”, Middle East Policy, Cilt 14 (3), 2007, s. 118-135. YEĞEN, Mesut, “Kemalizm ve Hegemonya?”, Ahmet İnsel (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt II: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 56-74. YEŞİLBURSA, Behçet K., “Turkey’s Participation in the Middle East Command and its Admission to NATO 1950-1952”, Middle Eastern Studies, Cilt 35 (4), 1999, s. 70-102. YILDIRIM, Ergün, Hüsamettin İnanç ve Hayrettin Özler, “A Sociological Representation of the Justice and Development Party: Is it a Political Design or a Political Becoming?”, Turkish Studies, Cilt 8 (1), 2007, s. 5-24. YÖRÜK, Zafer, “Politik Psişe Olarak Türk Kimliği”, Tanıl Bora (der.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt IV: Milliyetçilik (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s. 309-324. YURDUSEV, A. Nuri “‘Level of Analysis’ and ‘Unit of Analysis’: A Case for Distinction”, Millennium: Journal of International Studies, Cilt 22 (1), 1993, s. 77-88. YURDUSEV, A. Nuri, “18. ve 19. Yüzyıllarda Avrupa‘da Türk Kimliği”, Nuri Bilgin (der.), Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1997), s.101-115. YURDUSEV, A. Nuri ve YURDUSEV, Esin, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa Devletler Sistemine Girişi ve 1856 Paris Konferansı”, İsmail Soysal (der.), Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1999), s. 137-147. 307 YURDUSEV, A. Nuri, “Avrupa’yı Kurmak, Türkiye’yi İdare Etmek ve Tarihin İpoteğinden Kurtulmak”, Şaban H. Çalış, İhsan D. Dağı ve Ramazan Gözen (der.), Türkiye’nin Dış Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik (Ankara: Liberte Yayınları, 2001), s. 161-183. YURDUSEV, Nuri, “Perceptions and Images in Turkish (Ottoman)–European Relations”, Tareq Y. Ismael ve Mustafa Aydın (der.), Turkey’s Foreign Policy in the 21st Century: A Changing Role in World Politics (Burlington: Ashgate, 2003), s. 77-99. ZÜRCHER, Erik Jan, “Jön Türkler, Müslüman Osmanlılar ve Türk Milliyetçileri: Kimlik Politikları, 1908-1938”, Kemal H. Karpat (der.), Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiye’si, (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ), s. 261-303. C. INTERNETTEN ULAŞILAN KAYNAKLAR 1. Makaleler CHECKEL, Jeffrey T., “Constructivist Approahes to European Integration”, Arena Seminar Papers, (Center for European Studies, May 2006), s. 1-41. http://www.arena.uio.no/events/seminarpapers/2006/Checkel_May06.pdf. 2. Belgeler “Genelkurmay Başkanının 27 Nisan 2007 tarihli, BA 08/07 No’lu Basın Açıklaması”.http://www.tsk.tr/10_ARSIV/10_1_Basin_Yayin_Faaliyetleri/10_1_ Basin_Aciklamalari/2007/BA_08.html. Helsinki Zirvesi Sonuç Bildirgesi, [http://www.belgenet.com/ arsiv/ab/ helsinki _sonuc.html] 3. Gazete Haberleri Ayın Tarihi, Kasım 2002. Id=92&Yil=2002& Ay=11]. [http://www.byegm.gov.tr/ayintarihidetay.aspx? Erdoğan: Bayramınız Kutlu Olsun, Hürriyet, [http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2004/12/18/hurriyetim.asp]. 18 Aralık 2004. “Hükümet Genelkurmay’ın Açıklamasını Değerlendirdi”, Hürriyet, 28 Nisan 2007. [http://www.hurriyet.com.tr/gundem/6424353.asp?gid=7]. 308 “Türkiyesiz Gaz Rotası Arıyor”, Hürriyet, 19 Ekim [http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=12720858]. 2009. “Erdoğan: Türkiye Azerbaycan’ı Yalnız Bırakmaz”, Hürriyet, 16 Mayıs 2009. [http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=11664390]. 309 ÖZET Ereker, Fulya, Dış Politika ve Kimlik: İnşacı Perspektiften Türk Dış Politikasının Analizi, Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. Mustafa Aydın, 311 s. Bu çalışma, eleştirel uluslararası ilişkiler yaklaşımlarından inşacı bakış açısı çerçevesinde, Türk dış politikasının belirlenmesinde kimlik unsurunun etkisini ortaya koymaya çalışmaktadır. Bir başka deyişle, günümüzde yaygın kabul gören ‘Türk kimliğinin değiştiği’ savından hareketle, ‘Türk dış politikasını belirleyen kimliğin ne olduğu, bu kimliğin zamanla değişip değişmediği ve değişmişse ne yönde değişime uğradığı’ sorusuna yanıt aranmıştır. Bir kimlik değişiminden söz edebilmek için öncelikle mevcut kimliğin ortaya koyulması gerektiği görüşüne dayanılarak, ilk olarak Türkiye devletinin kimliğinin ne olduğu ortaya koyulmuştur. Bu bağlamda, Tanzimat döneminden başlayan ve Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte içselleştirilen batılılaşma/modernleşme süreçlerinin kimlik inşa edici bir pratik olarak işlediği ve etkileşim ile yapısal süreçlerle de desteklenen bu pratiklerin, Türkiye’nin kimliğini batılı/modern ve laik bir kimlik olarak inşa ettiği sonucuna varılmıştır. Buna karşın, devletin kendini tanımladığı ve topluma da dayattığı kimliği, modernleş(tir)me yoluyla toplumun her katmanına nüfuz etmiş olsa da, bütünüyle toplumsal meşruiyet sağlayamamış, farklı etkenlerle ve farklı süreçler içerisinde hep bir yeniden yorumlama girişimi söz konusu olmuştur. Bu bağlamda, devletin meşruiyetini dayandırdığı kimliğiyle, ulus olarak adlandırdığımız topluluğun kimliğinin (ulusal kimlik) birbiriyle uyuşmadığı ve devletin ‘ayrı’ bir kimliğinin olduğu sonucuna varılmıştır. Devletlerin dış politikalarını belirleyen kimliği, sözü edilen ve ulusal kimlikten ‘ayrı’ olan devlet kimliğidir. Devletin dış politika pratikleri bu çerçevede analiz edildiğinde, dış politikanın kaynağı olan ‘ayrı’ kimliğinin, batılı/laik referansı bağlamında değişime uğramamış olduğu gözlemlenmiştir. Buna karşın değişimin Türkiye’nin Batı’yı kavrayışında gerçekleştiği, bu durumun içsel süreçlerce olduğu kadar, etkileşim ve yapısal süreçlerce de desteklendiği sonucuna varılmıştır. 310 ABSTRACT Ereker, Fulya, Foreign Policy and Identity: An Analysis of Turkish Foreign Policy Through the Lenses of the Constructivist Approach, PhD. Thesis, Supervisor: Prof.Mustafa Aydın, 311 p. This thesis aims to reveal the identity of Turkish foreign policy, and whether there occurred a change in this identity. Although the theoretical framework is based on the constructivist approach, however an analytical eclectisism is preffered, because of the comprehensive nature of foreign policy analyzing. It is firstly tried to find out the identity of Turkey, with the argument in mind that ‘to detect an identity change, it is imperative to identify the identity an actor has’. Since the Tanzimat reforms, westernization/modernization processes operated as constructive practices of identity, and through these practices Turkey’s identity was constructed as western/modern and secular. In the meantime, it is contended that the interaction and structural processes were in the same way constitutive. However, the identity which the state based its legitimacy, has not been identical with the identity of the nation. At the national level, there has always been a trend to reinterpret the identity imposed by the state, with references to the Islamic/Ottoman past. In this context, state identity which determines foreign policy is distinct from the identity of the nation. In terms of Turkish foreign policy, an analysis of foreign policy practices reveals that the western/modern and secular identity of the state, unlike the national identity, has not underwent a dramatic change since the construction period. However, although Turkey’s (state) identity keeps its western formation, Turkey has been faced with an identity crisis, mostly because the conception of West has been changed since the end of the Cold War. 311