xvı. yüzyılın ikinci yarısındaki osmanlı yenilgilerinin osmanlı tarih

advertisement
T.C.
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TARİH ANABİLİM DALI
YENİÇAĞ TARİHİ BİLİM DALI
XVI. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDAKİ OSMANLI
YENİLGİLERİNİN OSMANLI TARİH YAZARLARI VE
ESERLERİNDEKİ YANSIMALARI
YÜKSEK LİSANS TEZİ
HAZIRLAYAN
Zehra GÖRGEL
TEZ DANIŞMANI
Prof. Dr. Ahmet GÜNEŞ
ANKARA - 2010
T.C.
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TARİH ANABİLİM DALI
YENİÇAĞ TARİHİ BİLİM DALI
XVI. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDAKİ OSMANLI
YENİLGİLERİNİN OSMANLI TARİH YAZARLARI VE
ESERLERİNDEKİ YANSIMALARI
YÜKSEK LİSANS TEZİ
HAZIRLAYAN
Zehra GÖRGEL
TEZ DANIŞMANI
Prof. Dr. Ahmet GÜNEŞ
ANKARA - 2010
ÖNSÖZ
Her devri, kendine has kılan pek çok özellik vardır. Bunlar, içinde
yaşanılan zamanda net olarak görülemeyeceği gibi, yaşandığı târihten çok
uzak
bir
zaman
diliminden
seyredildiğinde
de
kesin
çizgilerle
şekillendirilemeyebilir. Zîrâ târih ilminin birincil öğesi, başka hiçbir alanda
olamayağı kadar, insandır.
Bir târihçi sıfatıyla bu çalışmadaki amacımız, modern dünyâ düzeninin
kurallarının şekillenmeye başladığı, siyâsî, iktisâdî, teknolojik, ilmî vb. alanda
büyük değişimlerin yaşandığı ve denizciliğin vazgeçilmez olmasıyla dünyânın
giderek küçülüp, alışılagelmiş dengelerin bozulduğu XVI. yüzyılın ikinci
yarısında Osmanlı Devleti’nin aldığı iki büyük yenilginin, Selânikî Mustafa
Efendi, Gelibolulu Mustafa Âlî, Peçevî İbrahim Efendi, Hasan Beyzâde
Ahmed Paşa ve Kâtip Çelebi gibi mühim târihçiler tarafından ne tür bir bakış
açısıyla ele alındığını ortaya koymaya çalışmaktır. Tüm bunları yaparken,
içinde yaşadığımız dünyânın söz konusu dönemin dünyâsından büyük
farklılıklar arz ettiği ve tıpkı bizler gibi birer insan olan uzak seleflerimizin de,
yine tıpkı bizler gibi, var oldukları dönemsel gerçekliklerden etkilenmiş
olabilecekleri de göz önünde bulundurulacaktır.
Târihçi olmayanlar, kurgulanmış bir geçmiş üzerinde anımsamadan da
mutlu yaşanabileceğine inanabilirken, gerçek târihçi unutmamayı seçerek,
va’dedilmiş tüm mutlulukları, ulaşabilme umudunu her zaman taşıyacağı
târihî gerçekler uğruna bir kenara itmiştir. Nietzsche’nin ifâdesiyle, üstüne
başka yazılar yazılmış geçmişi ancak, bir gün aralarında yer almaktan şeref
duyacağım, yapıcı hedef sâhibi târihçiler temize çekecek ve târihin
suiistimâlini önleyebileceklerdir.
Târihçi olmaya karar verdiğim andan itibâren desteklerini ve sonsuz
sevgilerini esirgemeyip, bir gün geçmiş ve geleceği birbirine bağlayacak
büyüklükte bir târihçi olacağıma duydukları inançla beni yüreklendiren, başta
biricik annem olmak üzere aileme ve bilhassa sevgisiyle dünyâmı aydınlatan
ümit ışığım, yeğenim Anisa’ya sonsuz teşekkürler. Ayrıca erken vedâları
ii
sebebiyle berâber büyüyememenin eksikliğini her zaman duyduğum,
kardeşim, ilk arkadaşım Hacer’i ve kıymetli babamı da, insanlığıma kattıkları
mühim değerler için derin özlem ve sevgiyle anarım.
Târihçilik gibi meşakkatli bir yolda ihtiyâcım olan özgüveni kazandırıp
kendime inanmamı sağlayan, çalışmamız sırasında çıkmaza girdiğim her
husûsta yeni yollar gösteren, öğrencisi olmayı büyük şans addettiğim
saygıdeğer hocam Prof. Dr. Ahmet Güneş’e de teşekkür etmeyi bir borç
bilirim.
Selânikî Mustafa Efendi, Gelibolulu Mustafa Âlî, Peçevî İbrahim
Efendi, Hasan Beyzâde Ahmed Paşa ve Kâtip Çelebi nezdinde tüm geçmiş
zaman târihçilerini de saygıyla anarım.
Zehra GÖRGEL
Nisan 2010
iii
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ............................................................................................................ i
İÇİNDEKİLER ............................................................................................... iii
KISALTMALAR .............................................................................................. v
GİRİŞ .............................................................................................................. 1
BİRİNCİ BÖLÜM
XVI. YÜZYILIN İKİNCİ YARISI VE AKDENİZ’DEKİ BÜYÜK YENİLGİLER . 16
1.1. XVI. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDA OSMANLI DEVLETİ ................. 16
1.1.1. Malta ve İnebahtı Yolunda Osmanlı Deniz Gücü ................... 20
1.2. AKDENİZ HÂKİMİYETİ: SUYA YAZILAN YAZI ................................ 28
1.3. ÇANLAR MALTA İÇİN ÇALIYOR ..................................................... 31
1.4. YANLIŞ HESAP İNEBAHTI’DAN DÖNER ........................................ 41
1.4.1. Kelebek Etkisi: İnebahtı’nın İzinde ......................................... 48
İKİNCİ BÖLÜM
MALTA VE İNEBAHTI YENİLGİLERİNİN OSMANLI TARİH
YAZARLARINDAN YANSIMASI .................................................................. 55
2.1. OSMANLI TÂRİH YAZICILIĞINA GENEL BİR BAKIŞ...................... 55
2.2. SELANİKÎ MUSTAFA EFENDİ VE TÂRİH-İ SELÂNİKÎ..................... 61
2.2.1. Selânikî’nin Kaleminden Malta Muhâsarası ........................... 64
2.2.2. Selânikî’nin Kaleminden İnebahtı Savaşı ............................... 71
2.3. GELİBOLULU MUSTAFA ÂLÎ VE KÜNHÜ’L AHBÂR ...................... 73
2.3.1. Âlî’nin Kaleminden İnebahtı Savaşı ........................................ 79
2.4. PEÇEVÎ İBRAHİM EFENDİ VE PEÇEVİ TARİHİ ............................... 83
2.4.1. Peçevî’nin Kaleminden Malta Muhâsarası ............................ 85
2.4.2. Peçevî’nin Kaleminden İnebahtı Savaşı ................................. 88
iv
2.5. HASAN BEYZÂDE AHMED PAŞA VE HASAN BEYZÂDE TÂRİHİ . 92
2.5.1. Hasan Beyzâde’nin Kaleminden İnebahtı Savaşı .................. 93
2.6. KÂTİP ÇELEBİ VE TUHFETÜ’L KİBÂR FÎ ESFÂRİ’L-BİHÂR .......... 95
2.6.1. Kâtip Çelebi’nin Kaleminden Malta Muhâsarası ve İnebahtı
Savaşı .......................................................................................... 98
SONUÇ ....................................................................................................... 101
KAYNAKLAR ............................................................................................. 107
EKLER........... ............................................................................................. 123
EK I - TÂRİH-İ SELÂNİKÎ’DE MALTA MUHÂSARASI .......................... 123
EK II - TÂRİH-İ SELÂNİKÎ’DE İNEBAHTI SAVAŞI ................................ 128
EK III - KÜNHÜ’L-AHBÂR’DA İNEBAHTI SAVAŞI ................................ 131
EK IV - PEÇEVÎ TÂRİHİ’NDE MALTA MUHÂSARASI .......................... 135
EK V - PEÇEVÎ TÂRİHİ’NDE İNEBAHTI SAVAŞI .................................. 137
EK VI - HASAN BEYZÂDE TÂRİHİ’NDE İNEBAHTI SAVAŞI ............... 141
EK VII - TUHFETÜ’L-KİBÂR’DA MALTA MUHÂSARASI...................... 143
EK VIII - TUHFETÜ’L-KİBÂR’DA İNEBAHTI SAVAŞI ........................... 147
EK IX - GÖRSEL MALZEMELER ........................................................... 153
ÖZET
....................................................................................................... 165
ABSTRACT ................................................................................................ 166
v
KISALTMALAR
a.g.e. : adı geçen eser
a.g.m. : adı geçen makale
bkz.
: Bakınız
BOA
: Başbakanlık Osmanlı Arşivi
c.
: cilt
C.Ü.
: Cumhuriyet Üniversitesi
Çev.
: Çeviren
d.
: Doğumu
Ed.
: Editör
Haz.
: hazırlayan
MD
: Mühimme Defteri
MEB
: Milli Eğitim Bakanlığı
ö.
: Ölümü
s.
: sayfa
S.
: sayı
SBE
: Sosyal Bilimler Enstitüsü
TTK
: Türk Tarih Kurumu
t.y.
: Târihi yok
Vb.
: ve benzerî
vd.
: ve diğerleri
vs.
: vesâire
Yay.
: Yayınları
Yay. haz.: Yayına hazırlayan
YKY
: Yapı Kredi Yayınları
GİRİŞ
“On üçüncü yüzyılın sonlarında Anadolu’nun batı sınır bölgelerinde
ortaya çıkan ve bir kaç nesil sonra, Osmanlı hanedanının yönetimi altında
merkezileşmiş ve kendi bilincinde olan emperyal bir devlete dönüşen, Osman
adında birinin önderliğindeki siyasî teşebbüsün büyüleyici gelişimi”1 ve bunun
dünyâ siyâsî ve toplumsal düzenine getirdiği yenilikler ve yaptığı değişiklikler
üzerinde durulmaksızın içinde yaşadığımız dünyâyı anlamlandırmak pek
mümkün olmayacaktır.
“Batı Türklüğünün en büyük siyâsî ve medenî teşkilâtlanması”2 olan
Osmanlı Devleti, daha kuruluş aşamasında, Edirne’nin fethi, kendisine
Balkan ve Sırbistan’ın kapılarını açan Sırp Sındığı Muhârebesi ve onu takip
eden Kosova Zaferi gibi muazzam başarılara imzâ atmıştır. Devletin, Batı
Avrupa tarafından da büyük bir tehlike olarak kabûl edilmesine yol açan
Kosova Savaşı’nın ardından Papa IX. Boniface (1389-1404) tarafından
yapılan çağrı üzerine bir araya gelen Haçlı kuvvetleri karşısında alınan
Niğbolu zaferiyle (1396) yeni bir efsâne doğmuştur: Eyvah! Türkler Geliyor!
Ankara Savaşı (1402) ve sonrasında Yıldırım Bâyezid’in (1389-1403)
ölmesiyle Osmanlı’da baş gösteren taht mücâdeleleri, bu efsanenin canlı
renklerini kısa bir süreliğine soldurmuşsa da, I. Mehmed (1413-1421) kısa
sürede devleti yeniden toparlamış, kaybolan zamânın telâfisini ise oğlu
Murad’a bırakmıştır. II. Murad (1421-1451), dedesi zamanında başlayan
İstanbul’un sistematik olarak kuşatılması denemelerine3 devam etmekle
kalmamış, Makedonya ve Sırbistan’ın büyük bölümünü Osmanlı topraklarına
dâhil ederek, efsânenin yeniden dirilmesine sebebiyet vermiştir. Bu dönemde
Arnavutluk ve Macaristan’a da düzenlenen seferler, Batılı devletleri, Papa IV.
1
Cemal Kafadar, İki Cihan Âresinde: Osmanlı Devletinin Kuruluşu, çev. Ceren Çıkın, yay. haz.
Mehmet Öz, Ankara, Birleşik, 2010, s. XI.
2
Fahri Unan, “XV ve XVI. Asırlarda İslâm Dünyasında Osmanlı Gücü”, Türk Yurdu, 23/190,
Ankara, Haziran 2003, s. 38.
3
Leyla Coşan, Tanrım Bizi Türklerden Koru: 16. yüzyılda Almanların Türklerden Korunmak
İçin Yazdığı Dualar, İstanbul, Yeditepe, 2009, s. 19.
2
Eugene’den (1431-1447) gelen4 çağrıyla, bir kez daha birleştirmiştir: Türkler
Avrupa’dan atılmalı!
Avrupa’dan
Ne var ki Varna ve II. Kosova savaşları, Türkler’in
atılmasının
hiç
de
sanıldığı
kadar
kolay
ve
çabuk
gerçekleştirilemeyeceğini göstermiştir.
XV. Yüzyılın ikinci yarısına girerken, coğrafya ilminde büyük ilerleme
kaydetmekte olan Avrupa’nın dünyânın geri kalanı hakkındaki bilgisi “mühim
bir dönüşüm”5 geçirmeye ve dolayısıyla denizcilik kaçınılmaz bir gereklilik
hâline gelmeye başlamıştır. Portekizliler Verde Burnu’nu6 bulmuş ve Afrika’da
köle ticâretini başlatmış, bilimde yaşanan gelişmelere paralel olarak sanatsal
çalışmaların da artmasıyla Floransa İtalyan Rönesansının merkezi hâline
gelmiş, Medici Kütüphânesi ve Platon Akademisi kurulmuş, Jan Gutenberg
matbaayı geliştirmiş, İngiltere’de vebaya karşı karantina uygulanmışken7,
gizemli Osmanlı ülkesinde de Mehmed adında bir çocuk tahta geçmiştir.
İleride daha ziyâde bir fâtih olarak anılacağına kendisinden başka belki de
kimsenin emîn olmadığı II. Mehmed, gazâ ilkesiyle kendisine bir yol bulmuş
olan Osmanlı hedeflerini gerçekleştirmek üzere tahtı devralmadan önce,
daha
ziyâde
kendisiyle
bütünleşecek
olan
gelecek
ideallerin
gerçekleştirilebilmesi için gereken ortam babası II. Murad tarafından zaten
hazırlanmış8, devletin hayatî önem arz eden kurumlarının kusurları da kesip
atılmıştır9. Artık Konstantinapol alınmalıdır.
Saltanâtının ilk senelerinde genç sultânın bazı iç meseleler10
sebebiyle biraz ihtiyatlı davranmak durumunda kalması, Avrupa’da Osmanlı
gücünün zayıflayacağına dâir bir kanaat oluşmasına sebebiyet vermişse de,
ataları gibi kendisinin de temel görev olarak kabul ettiği gazâ ilkesinden
4
Coşan, a.g.e., s. 22.
David Arnold, The Age of Discovery 1400-1600, New York, Routledge, 2. Baskı, 2002, s. XI.
6
Atlas Okyanusu’nda, bugün Senegal ve Moritanya açıklarındaki takımadalarda bulunan bir Afrika
ülkesi. 10 ada ve 8 adacıktan oluşur.
7
Hikmet Yıldırım, Karşılaştırmalı Kronolojik Dünya Tarihi, Ankara, Maya Akademi, 2007, s.47.
8
Halil İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye: Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar I, İstanbul, Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, s. 105.
9
Daniel Goffman, Osmanlı Dünyası ve Avrupa 1300-1700, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2008, s. 70.
10
Halil İnalcık, Fatih Devri Üzerine Tetkikler ve Vesîkalar, Ankara, TTK, 1995, s. 113.
5
3
hareket11 eden II. Mehmed, 1453’te Konstantinapol’ü almıştır. Roma’nın
mirasçısı
sayıldığından
Avrupa’nın
büyük
saygı
duyduğu
Bizans
İmparatorluğu’ndan12 İstanbul’u alması onu, İslâm dünyasının bir numaralı
hükümdârı konumuna getirirken, Roma İmparatorluğu’nun son kalıntısını yol
üstünden çekerek, batıya doğru yapılacak olan fütûhatın önündeki büyük bir
engeli bertaraf etmesi de, batı gözüyle korku ve endişe uyandıran “Yenilmez
Türk” imajının bir efsâne olmaktan çıkıp, adetâ ete kemiğe bürünmesine
sebebiyet vermiştir. XIV. yüzyıldan beri Osmanlı kimliğiyle bütünleştirilen
Türklerin13 Batı’ya saldırıp Hıristiyanlığın egemenliğini yıkacağı korkusunun
tetiklenmesiyle14 fetih, dünyânın sonunun gelmesi gibi büyük bir felâket
olarak algılanmıştır. Fethin güncesini tutan Nicolo Barbaro’nun (d.1420ö.1494) “Türk köpekleri” deyimini kullanması, dönemin bir keşişi tarafından
fethin o zamana kadar yaşanmış ve ondan sonra yaşanacak en kötü olay
olarak nitelenmesi, Danimarka ve Norveç kralının Fâtih’i, Hıristiyan kıyâmet
metinlerinde bahsedilen canavar, Papa V. Nicolaus’un, yine Fâtih’i şeytanın
oğlu addedip, Hıristiyan inanışındaki yedi başı, yedi tâcı, on boynuzu olup
Hıristiyanların kanına susamış ejderha olarak betimlesi15 ve hâdisenin
etkisiyle pek çok ağıtlar yakılmasıyla Bessarion (d.1403-ö.1472), Francesco
Filelfo (d.1398-ö.1481), Flavio Biondo (d.1392-ö.1463) gibi pek çok
hümanistin, insanları Kutsal Savaş’a çağırarak pek yakında güzel günlerin
geleceği
kehânetleriyle
teselliye
çalışmaları16,
felâketin
boyutunu
göstermiştir. Diğer taraftan İstanbul’un fethi II. Mehmed’e, kendisini evrensel
bir imparatorluğun vârisi olarak görme hakkı verirken, İstanbul’u da kurmayı
hedeflediği bu cihân devletinin merkezi hâline getirme isteğini açığa
11
İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s.109
Goffman, a.g.e., s. 28
13
Kemal H. Karpat, “Türkçe Çeviriye Önsöz”, Osmanlı ve Dünya: Osmanlı Devleti ve Dünya
Tarihindeki Yeri, Haz. Kemal Karpat, Çev. Mustafa Armağan vd., İstanbul, Ufuk Kitap, 5. Baskı,
2006, s. 10.
14
Kemal H. Karpat, “Giriş”, Osmanlı ve Dünya: Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri,
Haz. Kemal Karpat, Çev. Mustafa Armağan vd., İstanbul, Ufuk Kitap, 5. Baskı, 2006, s. 18.
15
Sina Akşin, “Batı’da Türk İmgesi”, Mülkiye, cilt 29, sayı 245, Kış 2004, (Erişim)
htt://www.mulkiyedergi.org/index.php?option=com_rokdownloads&view=file&Itemid=63&id=1020:
batida-tuerk-imgesi-sina-akin, 14 Ocak 2010, s. 2.
16
Carl Göllner, “İstanbul’un Düşüşünden Sonra Haçlı Seferi Planları”, çev. Doğan Gün, Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Araştırmaları Dergisi, cilt 22, sayı
35, t.y., s. 252.
12
4
çıkarmış17, böylece, Türk, İslâm ve Bizans geleneklerinin bağdaştırılması
sûretiyle klâsik Osmanlı pâdişah tipi de onun şahsında oluşmuştur.
Avrupa’nın genelinde18 geniş bir yankı uyandıran bu gelişmenin
ardından Papa V. Nicolaus (1447-1455), sefere katılacak olanların tüm
günahlarının affolunacağı19 vurgusuyla yayınladığı haçlı fermanıyla tüm
Hıristiyan hükümdârlara çağrıda bulunarak, “deccal” kabûl ettiği II. Mehmed’e
karşı20 birleşilmesi gerektiğini duyurmuştur. Türklerle iyi ilişkiler içinde
bulunmaktansa Haçlı siyâseti uygulamayı tercih eden21 Avrupalı devletlerin iç
meseleleri sebebiyle askerî açıdan etkin bir dinamizm oluşturulamamakla
berâber Avrupa -ya da Christendom22-, “şeytanî dinleri ve göçebe yaşam
biçimleriyle”23 ötekinin sınıfına dâhil olmaya başlayan bu egzotik ve
bilinmeyen yabancıya karşı tabîatıyla büyük bir merak beslemeye başlamış,
bilhassa Batı ve Orta Avrupa’da, doğunun gizemiyle tuhaf bir cazibe de
kazanan
Türk
tehlikesine
ilişkin
yazılı
eserler,
yoğun
bir
ilgi
ile
karşılanmıştır24. Güneydoğudan gelip, yeni bir siyâsi güç olarak Avrupa’nın
karşısına çıkan25 ve Papa II. Pius’nun (1458-1464) ifâdesiyle Hıristiyanları
sadece yabancı ülkelerde değil, kendi toprakları olan Avrupa’da da vurmaya
başlayan bu “barbar”26 ve “öcü Türk”27 devleti, çoktan “Yenilmez Türk”28
17
İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s.110.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II: İstanbul’un Fethinden Kanuni Sultan
Süleyman’ın Ölümüne Kadar, Ankara, TTK, 9. Baskı, 2006, s. 4.
19
Nejat Göyünç, “Osmanlı Devleti Hakkında: Kuruluşunun 700. Yılı Münasebetiyle”, Cogito:
Osmanlılar Özel Sayısı, sayı 19, İstanbul, YKY, Yaz 1999, s. 87.
20
Coşan, Türklerden Koru, s. 100-101.
21
Robert Schwoebel, “Coexistence, Conversion and the Crusade Against the Turks”, Studies in
Renaissance, sayı 12, 1965, s. 172.
22
“Hıristiyan âlemi” olarak Türkçeleştirilebilecek olan “Christendom” kavramının yerini, ilerleyen
senelerde ortaya çıkacak olan “Avrupa” kavramı alacaktır. Bu konuda bkz. M. E. Yapp, “Europe in
the Turkish Mirror”, Past & Present: The Cultural and Political Construction of Europe, sayı 137,
Kasım 1992.
23
Goffman, a.g.e., s. 5
24
Carl Göllner, “XVI. Yüzyılda Avrupa’da Türklere Dair Matbuat”, çev. Doğan Gün, Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tarih Araştırmaları Dergisi, cilt 23, sayı 36, 2004,
s. 263.
25
Nejat Göyünç, “16. Yüzyılda Avrupa’da Türklerle İlgili Yayınlar”, Cogito: Osmanlılar Özel
Sayısı, sayı 19, İstanbul, YKY, Yaz 1999, s. 313
26
W. R. Jones, “The Image of the Barbarian in Medieval Europe”, Comparative Studies in Society
and History, cilt 13, sayı 4, Ekim 1971, s. 392.
27
William H. McNeill, “Dünya Tarihinde Osmanlı İmparatorluğu”, Osmanlı ve Dünya: Osmanlı
Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, haz. Kemal Karpat, İstanbul, Ufuk Kitap, 5. Baskı, 2006, s. 57.
18
5
imajını benimsemiş, Anadolu’da Karaman’ı ve Candarlı Beyliği’ni ilhâk etmiş,
ülkenin kuzey sınırını ise Balkanlar’da Tuna’ya dayandırarak dünyânın
gördüğü en büyük siyâsî yapılar arasında29 yer almaya başlamıştır. 1480’de
de cihân imparatorluğu hedefi doğrultusunda biraz acele de olsa30 Roma
üzerine yürümek amacıyla31 Otranto’ya asker çıkarmıştır.
1481’de, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerçek anlamda kurusucu olan32
Fâtih Sultan Mehmed’in ölmesiyle tahta geçen II. Bâyezid dönemi, daha
önceki fetihlerin pekiştirildiği, I. Selim ve Süleyman zamanında gerçekleşecek
fetihlerin altyapısının hazırlandığı bir dönemdir33. Cem hâdisesi sebebiyle
Memlûklere açılan savaştan bir netîce alınamaması II. Bâyezid’in orduda
modernleşmeye giderek ateşli silahlara ağırlık vermesine sebep olmuştur.
Dönemin en çarpıcı gelişmesi, ilerleyen senelerde önemi daha fazla
belirginleşecek
olan
denizcilikle
ilgilidir.
Fâtih
zamanında
Mora
ve
Arnavutluk’un ilhâkıyla Osmanlı, o sırada Akdeniz’de en güçlü donanmaya
sâhip olan Venedik’le doğrudan karşı karşıya gelmiş, ancak denizlerdeki
tecrübesi karada sâhip olduğu kadar yeterli olmayan devlet, savaşmaktan
kaçınmıştır. Ne var ki II. Bâyezid döneminde Osmanlı donanması, Venedik’in
elindeki Modon, Koron ve İnebahtı’yı alabilecek kadar mühim bir gelişme
göstermiş, daha Fâtih döneminde adet bakımından Akdeniz’deki en geniş
donanmaya sahip olan Osmanlı34, Venedik donanmasıyla eşit düzeye
gelerek35, açık denizlerde de söz sâhibi olabileceğini ispatlamıştır. Artık
Avrupalı güçler, Osmanlı gücünün yadsınamayacağı gerçeğinin idrâkine
varırken, kararlı bir şekilde oyuna dâhil olan bu yeni oyuncu da, Avrupa
28
Erhan Afyoncu, “Avrupalılar’ın Günahlarının Cezası”, Osmanlı’nın Hayaleti, İstanbul, Yeditepe,
2005, s. 53.
29
Mehmet Genç, “İdeal ‘Osmanlı’ Yok: Açıkoturum”, Cogito: Osmanlılar Özel Sayısı, sayı 19,
İstanbul, YKY, Yaz 1999, s. 233.
30
İlber Ortaylı, “Fatih Sultan Mehmed ve Otranto Seferi”, Üç Kıtada Osmanlılar, İstanbul, Timaş,
2007, s. 21.
31
Ortaylı, “a.g.m.”, s. 19.
32
Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300-1600), İstanbul, YKY, 4. Baskı, 2004, s.
34.
33
İnalcık, a.g.e., s. 38.
34
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 202.
35
Colin Imber, Osmanlı İmparatorluğu 1300-1650, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
2006, s. 57.
6
siyâsetinde rol almaya başlayarak36, bir anlamda gücünü tescilletmiştir. II.
Bâyezid’in vefâtının ardından Osmanlı’ya kalan bir büyük miras da, I. Selim
olacaktır.
Osmanlı İmparatorluğu için XVI. yüzyılın, Fernand Braudel’in ifâdesiyle
“Türklerin Çağı” olmasının kapısını aralamada, imparatorluğun her bakımdan
kurucusu olan37 II. Mehmed’in Fâtih sıfatıyla etkisi ne kadar büyükse, I.
Selim’in de o kapıyı ardına kadar açacak şerâitin oluşmasını sağlamadaki
etkisi yadsınamaz bir gerçektir. I. Selim (1512-1520), Suriye ve Mısır’ı
topraklarına katıp, o dönemde Doğu ve Batı arasındaki “ticârî ve teknolojik
alışverişin en hareketli”38 bölgesi olan Doğu Akdeniz’de Osmanlı denetimini
sağlamayı ve dolayısıyla Doğu ve Güney’deki tehlikeleri ortadan kaldırmayı
başararak, oğlu Süleyman’ın saltanât döneminin bir Altın Çağ olabilmesi için
gereken elverişli zemîni hazırlamıştır. Bunların yanı sıra, XV. yüzyıl
ortalarından başlayıp XVII. yüzyılın ilk bir kaç senesine kadar sürecek olan
savaş teknolojisindeki “önüne geçilmez bir hızla gerçekleşen değişimin”39
varlığını göz ardı etmeyerek Avrupa’ya karşı sadece kara savaşıyla
mücâdele edilemeyeceğini fark ederek denizciliğe yatırım yapması ve arazi,
nüfus ve bütçe açısından dönemin Avrupalı devletlerinden fark edilir
derecede üstün bir imparatorluğu, “ortaksız” bir şekilde oğluna bırakmasının
olumlu
yansımaları,
daha
Kânûnî’nin
ilk
senelerinden
hissedilmeye
başlanacaktır.
II. Mehmed döneminin atak politikalarına dönüş yapan40 I. Selim,
babası döneminde
doğuda yeni ve büyük bir güç olarak ortaya çıkan41
Safevî tehlikesine öncelik tanımış, bu sâyede yine babasının iç siyâseti tımarların, savaşçı gâziler yerine merkezî güçlerle iyi ilişkiler içinde
36
İnalcık, Klâsik Çağ, s. 36.
Halil İnalcık, “Osmanlı Tarihi Üzerine Kamuoyunu İlgilendiren Bazı Sorular”, Doğu Batı:
Makaleler I, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2005, s. 199.
38
Halil İnalcık, “Türkiye ve Avrupa:Dün Bugün”, Doğu Batı: Makaleler I, Ankara, Doğu Batı
Yayınları, 2005, s. 225.
39
John F. Guilmartin, “Ideology and Conflict: The Wars of the Ottoman Empire 1453-1606”, Journal
of Interdisciplinary History, cilt 18, sayı 4, Bahar 1988, s. 733.
40
Guilmartin, “a.g.m.”, s. 739.
41
Taner Timur, Osmanlı Toplumsal Düzeni, Ankara, İmge, 4. Baskı, 2001, s. 147.
37
7
bulunanlara verilmesi gibi- ülke içinde beliren Safevî bağlantılı toplumsal
kaos havasını42 da dağıtmıştır. Bu arada, belki de daha ziyâde kendi tebaaını
Şiîlik anlayışı altında birleştiren Safevî Devleti’ne bir karşı hamle olarak43
Memlûklerle girdiği mücâdelenin ardından Mekke ve Medine’yi de Osmanlı
bünyesine katmayı başararak, hem bu kutsal toprakların koruyucusu ve
hizmetkârı ünvanını44 almış, hem Müslüman hükümdârların en önemlisi
hâline gelmiş45, hem de devletin uçsuz bucaksız bir itibâr kazanmasını46
sağlamıştır.
İslâmî
coğrafyanın
genişletilmesi
ideolojisini,
saltanatın
meşrûlaştırılmasını büyük ölçüde kolaylaştırıcı47 bir etken olarak kabûl eden
Osmanlı Devleti, siyasî anlamda Dârü’l-İslâm ve Dârü’l-Harb olarak ikiye
böldüğü48 dünyâda artık yadsınamaz bir güç olurken, XV. yüzyıldan beri var
olan Sünnî İslâm destekçiliği49 ve “kendisini İslâmın hedeflerine adama
ilkesi”50
I.
Selim’le
berâber
Sünnî
İslâm’ın
koruyucusu
şeklinde
resmîleştirilmiş ve daha siyâsî bir boyut kazanmıştır.
I. Selim’in saltanâtı sırasında Osmanlı’nın batıdan ziyâde doğu
tarafından tehlikelere marûz kalması51 sebebiyle batının aldığı rahat nefes,
sultânın kısa süren saltanâtı ve akabinde Kanûnî Sultan Süleyman’ın (15201566) tahta geçmesiyle, verilmeye bile fırsat bulamamıştır. Osmanlı târihinin
en şan‘s’lı hükümdârlarının başında kuşkusuz Süleyman gelmektedir. Babası
zamanında Mekke ve Medîne’nin alınmasıyla sınır devleti olmaktan çıkıp,
42
Timur, a.g.e., s. 148.
Metin Kunt, “Süleyman Dönemine Kadar Devlet ve Sultan: Uç Beyliğinden Dünya
İmparatorluğuna”, Kanuni ve Çağı: Yeniçağda Osmanlı Dünyası, ed. Metin Kunt vd., çev. Sermet
Yalçın, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2002, s. 24.
44
Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi: 1300-1600, I. cilt, ed.
Halil İnalcık vd., İstanbul, Eren, 2. Baskı, 2004, s. 56.
45
Kunt, “a.g.m.”, s. 24.
46
Guilmartin, “a.g.m.”, s. 740.
47
Suraiya Faroqhi, Osmanlı İmparatorluğu ve Etrafındaki Dünya, çev. Ayşe Berktay, İstanbul,
Kitap Yayınevi, 2007, s. 21.
48
Yapp, “a.g.m.”, s. 139.
49
Faroqhi, a.g.e., 60.
50
Albert Hourani, “Modern Ortadoğu’nun Osmanlı Geçmişi”, Osmanlı ve Dünya: Osmanlı Devleti
ve Dünya Tarihindeki Yeri, Haz. Kemal Karpat, Çev. Mustafa Armağan, vd., İstanbul, Ufuk Kitap,
5. Baskı, 2006, s. 103.
51
Andrew C. Hess, “The Ottoman Conquest of Egypt (1517) and the Beginning of the SixteenthCentury World War”, International Journal of Middle East Studies, cilt 4, sayı 1, Ocak 1973, s. 67.
43
8
“İslâm halîfeliğine”52 dönüşmüş olan bir imparatorluğun tahtına, “kardeş
cesedi üzerine basmamış”53 olmanın verdiği manevî huzurla, çok elverişli
şartlarda oturmuştur zîrâ. Doğu meselesinin halledilmiş ve batıya yapılmak
istenen kapsamlı seferin gerektirdiği büyük donanmanın altyapısının hazır
olmasından başka, devlet bütçesi, Mısır’ın fethinin de katkısıyla, o sırada
coğrafî
keşifler
sâyesinde
önemli
sömürgeler
elde
etmiş
olan
İspanya’nınkinden bile geniş bir hâl almıştır. Manevî ve maddî huzuru tam
olan Süleyman, artık kendisine hazırlanıp sunulmuş yeni bir çağda54 en
kudretli pâdişâh konumunda olacaktır.
Osmanlı târihinin en mühim aşamalarından55 birinde saltanat süren
Süleyman döneminde Avrupa, en güçlü meşrûiyyet aracı Türklere karşı
mücâdele vermek56 olan “Habsburgların hegemonyası”57 altındadır. Yeni
sultân, klâsik çağı boyunca kendini birincil olarak İslâmiyetle meşrûlaştıran bir
devletin58 pâdişâhı olarak, “taze Osmanlı toprakları olan Suriye ve Mısır”59
dâhilinde meydâna gelen ve “ülkenin kaynaşık yapısına”60 doğrudan bir tehdit
olarak gördüğü isyânı bastırmaya öncelik tanımış, ardından yeniden batı
siyâsetine hız kazandırmıştır. Süleyman’ın gözüne kestirdiği ilk hedefler olan
Belgrad ve Rodos, tesâdüfî seçimler değildir. II. Mehmed 1456’da Belgrad
üzerine
yürümüş, ancak “etkin
Macar
direnişi”61
sebebiyle emeline
ulaşamamıştır. II. Mehmed’den sonra II. Bâyezid de, Orta Avrupa’yı kendi
hükümranlığı altında birleştirmek amacıyla Belgrad üzerine62 yürümüşse de,
umulan netîce yine elde edilememiştir. I. Selim zamanında esas tehlikenin
52
İnalcık, Klâsik Çağ, s. 39.
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 307.
54
İnalcık, Klâsik Çağ, s. 39.
55
J. Von Hammer, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi I, İstanbul, İlgi Kültür Sanat, 2007, s. 447.
56
Faroqhi, a.g.e., s. 21.
57
Goffman, a.g.e., s. 165
58
Ussama Makdisi, “Ottoman Orientalism”, The American Historical Review, cilt 107, sayı 3,
Haziran 2002, s. 773.
59
Caroline Finkel, “Suleiman”, The Reader’s Companion to Military History, ed. Robert Cowley
vd., New York, Houghton Mifflin Company, 2001, s. 451.
60
Martin Sicker, Islamic World in Ascendency: From the Arab Conquests to the Siege of Vienna,
Connecticut, Greenwood Publishing Group, 2000, s. 207.
61
Subhi Labib, “The Era of Suleyman the Magnificent: Crisis of Orientation”, International Journal
of Middle East Studies, cilt 10, sayı 4, Kasım 1979s. 439.
62
Labib, “a.g.m.”, s. 440.
53
9
doğudan gelmiş olması sebebiyle, bazı ufak sınır hâdiseleri gerçekleşmiş
olsa da63, batı siyâsetini agresif kılacak bir durum oluşmamıştır. Ne var ki
Süleyman’ın tahta geçmesiyle, Avusturya ve Macaristan üzerine bir dizi
hücûmun64 gerçekleştirileceği bir dönem başlamıştır. Alenî bir şekilde ortaya
konma cesâretinin ancak fâtihleşen Mehmed tarafından gösterildiği cihân
hâkimiyeti idealinin aktif olarak sürdürülmesi için imkânlar da son derece
elverişlidir. Yâni II. Mehmed’in kudretinin değilse de hayâllerinin eriştiği yerleri
fethetme görevi, artık Kânûnî Sultan Süleyman’dadır.
Osmanlı İmparatorluğu Süleyman döneminde, öncekilere kıyasla çok
daha esaslı rakiplerle muhâtap olmak durumunda olsa da, bunların hepsiyle
mücâdele edebilecek bir güce sâhiptir65. Zîrâ zaten Reform döneminin bölücü
etkisine marûz kalmış olan Avrupa, siyâsî olarak da V. Charles (1516-1556) –
aynı zamanda I. Charles olarak İspanya kralı- ve Fransa kralı I. François
(1515-1547) arasında ikiye bölünmüş durumdadır66. Yeni pâdişâh, âdet
olduğu üzere otoritesini resmen sağlamak için ihtiyâcı olan gazâ67 hareketini,
1521 Şubat’ında İstanbul’dan hareket ederek68 başlatmış ve netîcede
Belgrad’ı alarak hem ilk büyük zaferini kazanmış69, hem de batıya doğru
sürdürülecek gazânın70 önündeki büyük bir engeli kaldırmıştır. Süleyman’ın
bundan sonraki hedefi olmakla berâber Akdeniz’de Kıbrıs’tan başka
Hıristiyanların mühim bir üssü konumunda olan Rodos, Saint Jean
Şövalyeleri’nin elindedir ve Akdeniz ticâreti ve hacıların güvenliği açısından
stratejik önemi hâizdir. 1480’de kuşatılmış olmasına rağmen alınamayan71
adanın fethi I. Selim’in Suriye seferi dönüşünde de gündeme gelmişse de
63
Yaşar Yücel, Ali Sevim, “Kanunî Sultan Süleyman Devri”, Türkiye Tarihi II: Osmanlı Dönemi
(1300-1566), Ankara, TTK, 1990, s. 260.
64
Harry Clark, “The Publication of the Koran in Latin Reformation Dilemma”, The Sixteenth
Century Journal, cilt 15, sayı 1, Bahar 1984, s. 4.
65
Goffman, a.g.e., s. 123.
66
İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 149.
67
Alphonse de Lamartine, Osmanlı Tarihi, çev. Serhat Bayram, İstanbul, Kapı Yayınları, 2008, s.
392.
68
George Satterfield, “Suleiman”, Berkshire Encyclopedia of World History, IV. Cilt, ed. William
H. McNeill, Massachusetts, Berkshire Publishing Group, 2005, s. 1794.
69
Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 63.
70
İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 149.
71
Palmira Brummett, “The Overrated Adversary: Rhodes and Ottoman Naval Power”, The Historical
Journal, cilt 36, sayı 3, Cambridge, Cambridge University Press, 1993, s. 518-519.
10
saldırıda bulunulmamıştır72. Ancak bilindiği gibi I. Selim, doğuyu emniyete
aldıktan sonra batıya karşı büyük bir sefere çıkmaya niyetlenmiş, ömrü vefâ
etmediğinden bunu gerçekleştirememiştir. Fâtih’in cihân hâkimiyeti idealini
iyiden iyiye benimsemiş olan Kânûnî, dönemin en müstahkem mevkîsi
sayılabilecek73 Rodos’u Aralık 1522’de alarak, Fâtih’in yapamadığını yapan
pâdişâh olmuş74 ve Osmanlı’nın denizlerdeki emsâlsiz genişlemesinin75
başlayacağı bir dönemi başlatmıştır.
Bu esnâda bazı Avrupalı devletlerin Habsburg egemenliğine karşı
denge sağlayabilecekleri bir destek ihtiyacına girmeleri76, Osmanlı Devleti’nin
dengeleyici bir güç olarak belirginlik arz etmesini sağlamıştır. Güçlüye karşı
zayıfın yanında yer alma siyâsetini çıkarlarına uygun gören devlet, bu sâyede
“Avrupa devletler sisteminde”77 kendine yer edinmiştir. Rodos’un fethinden
sonra karada mı yoksa denizlerde mi ilerlenmesi gerektiği husûsunu 1525’e
kadar netliğe kavuşturamayan78 devletin kararını etkileyen de zaten bahsi
geçen sistem içinde elde ettiği konum olmuştur. Bir yandan Mısır’da patlak
veren isyan, diğer yandan büyük bir deniz gücü hâline gelmiş olan Portekiz’in
kutsal topraklara yakınlaşma ihtimâli79 işleri daha da zorlaştırırken, tam bu
noktada V. Charles’ın Fransızları Kuzey İtalya’da80 yenip François’yı esir
alması, sultânın kesin bir karar vermesini sağlamıştır. Zîrâ esir düşen Fransa
kralı kurtuluşun yolunu, “İslâm dünyâsının tartışmasız en büyük gücü”81 olan
Osmanlı Devleti’nin kapısını çalmakta görmüştür. 1525’in Aralık ayında
gelen82 ve Kânûnî’nin zaten hedefleri dâhilinde bulunan Macaristan seferini
meşrû kılan yardım talebi üzerine harekete geçen Süleyman, 1526 Ağustos
72
Brummett, “a.g.m.”, s. 519.
Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, cilt I, İstanbul, Ötüken, 1994, s. 243.
74
Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 63.
75
Brummett, “The Overrated Adversary”, s. 517.
76
İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 150.
77
İnalcık, a.g.e., s. 151.
78
Andrew C. Hess, “The Evolution of Ottoman Seaborne Empire in the Age of the Oceanic
Discoveries 1453-1525”, The American Historical Review, cilt 75, sayı 7, Aralık 1970, s. 1912.
79
Hess, “Ottoman Seaborne Empire”, s. 1912-1914.
80
İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 151.
81
Geoffrey Woodward, “The Ottomans in Europe”, History Review, sayı 39, Mart 2001, s. 1.
82
Namık Sinan Turan, “Kanuni’nin Macaristan Siyâseti: Macaristan’da Osmanlı Kültüründen İzler”,
Toplumsal Tarih, sayı 138, Haziran 2005, s. 47.
73
11
sonundaki Mohaç Muharebesi’nden bir buçuk83 - iki84 saat içinde gâlip çıkıp,
“İkinci İstanbul”85 yapılmak istenen Budin’i almıştır. “Macar krallığının
yıkılışının habercisi”86 olan bu Osmanlı zaferine rağmen Habsburgların
bölgede egemenlik kurma87 ideallerinde bir değişiklik olmaması Süleyman’ı,
1529 senesinde ikinci kez88 Macaristan üzerine harekete geçirmiştir.
“Fransa’nın hâmisi”89 konumunda olan büyük gücün pâdişâhı olarak
Süleyman, hem Mohaç zaferinin verdiği cesaretin90 etkisiyle, hem de V.
Charles’a gözdağı vermek amacıyla91, “târihinin en büyük akın hareketini”92
gerçekleştirerek Viyana’yı kuşatmışsa da, “güçlü Türk savaş makinesi”93 bu
kez teknik yetersizliğin, olumsuz iklim koşullarının94 ve kararlı bir direnişin95
azizliğine
uğramıştır.
1526’da
başlatılan
ve
netîcesinde
Viyana’ya
dayanılan96 ancak “Avrupa’nın kalbine”97 girilemeyen bu seferle pâdişâh hem
ilk yenilgisini almış98, hem de uzun seneler devam edecek olan OsmanlıHabsburg mücâdelesinin fitili ateşlenmiştir99.
Kısa sürede târih sahnesinden silineceği kehânetinde bulunulmuş
olan
83
100
bu “alt edilmesi veya uzak durulması gereken doğulu yabancılar”101
Caroline Finkel, “Battle of Mohacs”, The Reader’s Companion to Military History, ed. Robert
Cowley, Geoffrey Parker, New York, Houghton Mifflin Company, 2001, s.306.
84
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 326.
85
İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 154.
86
Kelly DeVries, “The Lack of a Western European Military Response to the Ottoman Invasions of
Eastern Europe from Nicopolis (1396) to Mohacs (1526)”, The Journal of Military History, cilt 63,
sayı 3, Temmuz 1999, s. 544.
87
N. S. Turan, “a.g.m.”, s. 46.
88
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 329.
89
İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 151.
90
Labib, “a.g.m.”, s. 444.
91
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 330.
92
Yılmaz Öztuna, Kanuni Sultan Süleyman, İstanbul, Babıali Kültür Yayıncılığı, 2. baskı, 2008, s.
54.
93
Fernand Braudel, The Mediterranean and the Mediterranean World in the Age of Philip II, cilt
II, Berkeley, University of California Press, 1996, s. 907.
94
N. S. Turan, “a.g.m.”, s. 47.
95
Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 65.
96
Hess, “Ottoman Seaborne Empire”, s. 1914.
97
Lord Kinross, Osmanlı – İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü, çev. Meral Gaspıralı, İstanbul,
Altın Kitaplar, 3. baskı, 2009, s. 194.
98
Kinross, a.g.e., s. 190.
99
Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 65.
100
Fernando Fernandez Lanza, “Habsburg-Osmanlı Rekabeti Bağlamında 16. Yüzyılda İspanya’da
Türk İmajı”, çev. Kıvanç Ulusoy, Dünyada Türk İmgesi, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2. baskı, 2008, s.
93.
12
artık Macaristan’a yerleşmiş, Süleyman da dünyâ hâkimiyeti fikrine iyice
ısınmış ve hatta 1532’deki üçüncü Macaristan Seferi öncesinde, batılı
hükümdârlara özgü olup Doğu ve Batı’nın tek siyâsi gücünü simgeleyen102 bir
imparatorluk tâcı ile tören kıyafeti siparişi bile vermiştir103. Ne var ki, Daha
ziyâde Alaman Seferi olarak bilinip Osmanlı târihlerinde Güns ya da Nemçe
Seferi104 olarak da zikredilen bu harekât, Yeniçağın en popüler iki
imparatorunun,
mücâdelelerinden
son
105
nefeslerine
kadar
sürecek
olan
netîcesiz
biri olmuş, Süleyman, doğuya gerçekleştirmesi gereken
sefer için, batıdan gelen ateşkes106 teklifini kabûl etmiştir. Bununla berâber
aynı sene içinde Osmanlı ve Habsburg mücâdelesini Akdeniz’e taşıyan
gelişmeler de yaşanmıştır zîrâ Süleyman’ın 1533-36 arasındaki İran Seferi’ni
fırsat bilen V. Charles Koron, Patras ve İnebahtı’yı ele geçirmiştir107. Bu
gelişme Osmanlı sultânını, Venedik’le işbirliği içinde olan108 V. Charles’a
karşı bir müttefik ihtiyâcına109 düşürmüş ve en uygun namzet olan Fransa’yla
diplomatik ilişkiler geliştirilmiştir110. Bir zamanlar, dinî taassuptan ötürü
topraklarında Fâtih’in oğlu Cem’i bile istemeyen Fransa111, Hıristiyan
dünyâsında “skandal”112 etkisi yaratacak anlaşmaya 1535’te imzâ atarak,
torun Süleyman zamanında Osmanlı’nın tabiî müttefîki hâline gelmiştir.
XV. yüzyılın sonuna doğru gelişmeye başlayan okyanus gemiciliği113
netîcesinde XVI. yüzyıl dünyâsında Akdeniz, büyük mücâdelelerin odak
101
Timothy Hampton, “Turkish Dogs: Rabelais, Erasmus and the Rhetoric of Alterity”,
Representations, sayı 41, Kış 1993, s. 61.
102
Özlem Kumrular, “Köpekler ve Domuzlar Savaşında Kanuni’nin Batı Siyasetinin Bir İzdüşümü
Olarak Türk İmajı”, Dünyada Türk İmgesi, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2. baskı, 2008, s. 124.
103
İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 155.
104
Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi I: Siyasî Tarih, İstanbul, Ötüken, 2006, s. 148.
105
Kumrular, “a.g.m.”, s. 109.
106
Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 65.
107
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 370.
108
Ann Williams, “Akdeniz Çatışması”, Kanuni ve Çağı: Yeniçağda Osmanlı Dünyası, ed. Metin
Kunt, Christine Woodhead, çev. Sermet Yalçın, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2002, s. 44.
109
Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 66.
110
İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 157.
111
Nicolas Vatin, “Soylu Misafir Cem Sultan”, Popüler Tarih, sayı 74, Ekim 2006, s.33.
112
Alain Servainte, “Batılıların Gözünde Türk İmajının Geçirdiği Değişimler”, Dünyada Türk
İmgesi, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2. baskı, 2008, s. 64.
113
Richard Harding, “Deniz Savaşları 1453-1815”, çev. Yavuz Alogan, Top, Tüfek ve SüngüYeniçağda Savaş Sanatı 1453-1815, ed. Jeremy Black, çev. Yavuz Alogan, İstanbul, Kitap Yayınevi,
2003, s. 107.
13
noktası olmuştur114 ancak dönemin Hıristiyan güçleri denizcilikte oldukça
ilerlemiş115
olmasına
rağmen
Batı116
ve
Orta
Akdeniz’de
hâkimiyet
kurmaya117 çalışan Osmanlı, deniz mücâdelelerinde aynı oranda tecrübeli
değildir118. Koron ve İnebahtı’nın V. Charles’ın eli geçmesi Süleyman’ı, deniz
kuvvetlerinin de takviye edilmesine yönlendirmiş119 ve pâdişâh, uzunca bir
süredir üzerinde düşündüğü işi gerçekleştirilerek120 1534’te121 muhteşem
ekibine122 kaptân-ı deryâlık tevcîh edilen123 Barbaros Hayreddin Paşa’yı
katarak, hem kendisini Hakanü’l Bahreyn mertebesine, hem de Osmanlı
denizciliğini uluslararası boyuta124 taşıyacak bir dönemi başlatmıştır.
Denizlerde hâkimiyet kurmanın öneminin farkında olan125 Barbaros’un
donanma gücünün başına getirilmesiyle, Osmanlı-Habsburg mücâdelesinin
merkezi, Sicilya’ya olan yakınlığı sebebiyle126 stratejik önemi hâiz olan Tunus
olmuştur127. Müslümanları bir daha geri gelmemecesine Avrupa’dan
sürmeye128 ve Reconquista’yı tamamlamak için Batı Akdeniz’i bir İspanyol
gölü hâline getirmeye olan kararlılık129 ile Roma idealini gerçekleştirme
çabası arasında süren mücâdele, V. Charles ve Süleyman’ı 1538 senesinde
Preveze’de karşı karşıya getirmiştir. Bahsi geçen senede Osmanlı Devleti bir
taraftan
Boğdan,
donanmasının
114
130
diğer
taraftan
Hind
seferiyle
meşgûlken,
Osmanlı’ya âit bir deniz üssü olan Preveze’ye
131
Papalık
saldırması
Erhan Afyoncu, “Osmanlı’nın Denizlerdeki Gücü: Prof. Dr. İdris Bostan’la Röportaj”, Popüler
Tarih, sayı 60, Ağustos 2005, s. 57.
115
Afyoncu, “a.g.m.”, s. 55.
116
Labib, “a.g.m.”, s. 444.
117
Afyoncu, “Osmanlı’nın Denizlerdeki Gücü”, s. 57.
118
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 371.
119
Kinross, a.g.e., s. 213.
120
Jean-Louis Belachemi, Barbaros Kardeşler, çev. Nihan Önol, İstanbul, Milliyet Yayınları, 1995,
s. 215.
121
Öztuna, Kanuni, s. 70.
122
Yılmaz Öztuna, Tarih Sohbetleri I, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 1998, s. 18.
123
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 372.
124
Afyoncu, “Osmanlı’nın Denizlerdeki Gücü”, s. 57.
125
André Clot, Muhteşem Süleyman: Osmanlı’nın Altın Çağı, çev. Turhan Ilgaz, İstanbul, Epsilon,
5. baskı, 2005, s. 98.
126
Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi I, s. 160.
127
İdris Bostan, “Simancas Arşivi’ndeki Osmanlı-Belgelerle Kanuni’nin Akdeniz Politikası”,
Toplumsal Tarih, sayı 137, Mayıs 2005, s. 86.
128
Clot, a.g.e., s. 94.
129
Clot, a.g.e., s. 40.
130
Uzunçarşılı, a.g.e., s. 376.
14
üzerine Barbaros da Adalar Denizi’ne açılmıştır132. 25 Eylül 1538’de133
kazanan tarafın Akdeniz hâkimiyetini meşrû kılacak olan çarpışmalar
netîcesinde Osmanlı Devleti, Akdeniz’e mührünü vurmuştur. Avrupalı
devletler, “Preveze felâketinin”134 ardından bir daha ancak İnbehatı’da birleşik
bir kuvvetle Osmanlı’yla karşılaşmayı135 göze alacaklardır.
Dünyâ hâkimiyeti konusundaki iddialarını gemileri yakmışçasına
sürdüren yüzyılın iki büyük hükümdârı arasında yaklaşık otuz sene süren
mücâdeleler, Osmanlı Sultânı’nın üstünlerin üstünü olduğunu resmîleştiren,
V. Charles’ı ise sadece İspanya Kralı konumuna düşüren 1547 İstanbul
Muâhedesi ile sona ermiş136, Osmanlı Devleti de böylece varlığının şâhit
olabileceği en yüksek zirveye çıkmıştır. Süleyman bundan sonra da siyâsi
konumunu, “diplomatik bir devrim”137 yaratan müttefiklik ilişkisinin yardımıyla
ve Reform hareketinin Avrupa’da yarattığı bölünmüşlüğü kendi emellerine
hizmet
edecek
şekilde
körüklemek138
sûretiyle,
denge
siyâsetinin
nimetlerinden olabildiğince faydalanmaya çalışacaktır. Dünyâ siyâsetine yön
veren bu büyük devlet, onu cihân hâkimiyetine götüreceğini sandığı sistemin
de yardımıyla, uzunca bir süre “bulunduğu bölgenin barış ve siyâsî birlik
içinde yaşamasını sağlamış ender imparatorluklardan biri”139 olacaksa da,
yüzyılın ikinci yarısı beklenmedik gelişmelere sahne olacaktır.
XVI. yüzyılın ilk yarısını muazzam bir özgüvenle tamamlamış olan
Osmanlı Devleti aynı yüzyılın ikinci yarısında, gerek içte ve gerekse dışta
meydâna gelen değişimlerle, devletin bundan sonraki gidişâtında belirleyici
rol oynayacak bir takım antagonik etkilere marûz kalacak, bu etkilerin askerî
131
Aksun, a.g.e., s. 287.
Aksun, a.g.e., s. 286-287.
133
Kâtip Çelebi, Deniz Savaşları Hakkında Büyüklere Armağan: Tuhfetü’l-Kibâr Fî Esfâri’lBihâr, haz. Seda Çakmakcıoğlu, Çetin Sarı, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2007, s. 72.
134
Clot, a.g.e., s. 106.
135
İdris Bostan, Osmanlılar ve Deniz: Deniz Politikaları, Teşkilat, Gemiler, İstanbul, Küre
Yayınları, 2007, s. 21.
136
Öztuna, Kanuni, s. 64-65.
137
Franklin L. Baumer, “England, The Turk and The Common Corps of Christendom”, The
American Historical Review, cilt 50, sayı 1, Ekim 1944, s. 27.
138
İlber Ortaylı, Tarihimiz ve Biz, İstanbul, Timaş, 3. baskı, 2008, s. 81.
139
Arnold J. Toynbee, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Dünya Tarihindeki Yeri”, Osmanlı ve Dünya:
Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, Haz. Kemal Karpat, Çev. Mustafa Armağan vd., Ufuk
Kitap, 5. Baskı, 2006, s. 34.
132
15
alandaki en belirgin netîceleri de Malta ve İnebahtı yenilgileri olacaktır. Bu
sebeple çalışmamızın birinci bölümünde, Osmanlı Devleti için bir dönüm
noktası olarak addettiğimiz XVI. yüzyılın ikinci yarısı genel hatlarıyla ele
alınacak ve bahsi geçen iki yenilginin denizlerde yaşanmış olması hasebiyle
kuruluş devrinden ilgili zaman dilimine kadar Osmanlı denizciliğinden
bahsedilecektir. Yine aynı bölümde, Malta Muhâsarası ve İnebahtı Savaşı da
ayrı başlıklar hâlinde çağdaş kaynaklardan faydalanılarak ele alınacak,
böylelikle, XVI. ve XVII. yüzyıl târihçilerinin iki yenilgiyi ne şekilde ele
aldıklarının incelenmesinden önce, bahsi geçen dönem ve savaşların, genel
manzaradaki yeri belirginleştirilmeye çalışılacaktır.
Çalışmamızın ikinci bölümü, Osmanlı târih yazıcılığının gelişimine ve
Malta ve İnebahtı yenilgilerinin Selânikî, Âlî, Peçevî, Hasan Beyzâde ve Kâtip
Çelebi tarafından eserlerine nasıl yansıtıldığına ayrılmıştır. Bahsi geçen
târihçilerden Selânikî ve Âlî, doğrudan Malta ve İnebahtı yenilgilerinin
yaşandığı ancak Kânûnî döneminin görkemli Osmanlılık algısının hüküm
sürdüğü döneme şahâdet etmiş olmaları, Peçevî, Hasan Beyzâde ve Kâtip
Çelebi ise, yaşanan iki büyük yenilgiye, yaşadıkları çalkantılı zaman dilimi
göz önünde bulundurularak, yakın geçmişin bakış açısı hakkında fikir
verebilecek olmaları hasebiyle çalışmamıza dâhil edilmişlerdir.
16
BİRİNCİ BÖLÜM
XVI. YÜZYILIN İKİNCİ YARISI VE AKDENİZ’DEKİ BÜYÜK YENİLGİLER
1.1. XVI. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDA OSMANLI DEVLETİ
Osmanlı Devleti’nin en büyük ve hızlı büyüme gösterdiği dönemin140
son ayağı olan ve aynı zamanda Osmanlı târihinin “birinci klâsik
döneminin”141 kapanışını temsîl eden XVI. yüzyılın ikinci yarısı, devletin
geleceği açısından da bir dönüm noktası olarak addedilebilir. XVI. yüzyıl
karmaşasının baş verme aşamasını, Kânûnî idâresinde genel olarak sonsuz
bir özgüvenle, siyâsi bakımdan zirvede geçiren, gücü Avrupa’nın kalbine
kadar dayanmış ve Akdeniz’in hemen hemen tümüne hâkim142 olan,
neredeyse tüm dünyada muazzam bir itibâra143 sâhip olan Osmanlı Devleti,
yüzyılın ikinci yarısına girerken âdetâ Herman Hesse’in Damien isimli
eserinde bahsi geçen, içinde hem iyiliği, hem de kötülüğü barındıran ve Tanrı
ile yeryüzü arasında habercilik görevi yapan bir tanrıcık olan Abraxas’ı gibidir.
Osmanlı’nın o dönemde en güçlü rakîbi olan Habsburglarla 1547’de yapılan
İstanbul Muâhedesi’nin verdiği rahatlık, tam da yüzyılın ikinci yarısına
girilmişken Ferdinand’la Macaristan üzerine bitmek bilmeyen mücâdelelerin
yeniden baş göstermesi, Fransa’ya yeni bir deniz yardımının gönderilmesi ve
İran’daki taht kavgalarının Osmanlı’yı da içine çekmesiyle144 müzmin doğu
sorununun patlak vermesi gibi sebeplerle, yerini sancılı bir hareketliliğe
bırakmıştır. 1555 senesindeki Amasya Muâhedesi ile aralıklı olarak otuz yedi
sene sürecek olan İran savaşları 1576’da yeniden gündeme gelinceye kadar
sona erdirilmiştir145 ancak bu kez de, önüne ancak 1561’de Bâyezid’in
öldürülmesiyle geçilebilecek olan, şehzâde mücâdeleleri baş göstermiştir. Bu
esnâda uzun seneler boyunca dünya hâkimiyetinde Süleyman’la başa baş
140
Guilmartin, “a.g.m.”, s. 725.
İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 196.
142
Clot, a.g.e., s. 151.
143
Kinross, a.g.e., s. 252.
144
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 359.
145
Uzunçarşılı, a.g.e., s. 361.
141
17
mücâdele veren V. Charles, mezhep hürriyetini teminât altına alan146 1555
Augsburg Barışı’nın147 ardından tahttan çekilmiş ve 1558’de ölmüştür, ancak
Habsburgların Akdeniz üzerindeki iddiası canlılığını korumuştur. Macaristan
hâlen problemli bir bölgedir. 1562 senesinde Orta Macaristan’ın Osmanlı’ya
âit olduğu ve Erdel’in de yine Osmanlı vesâyeti altında kalmaya devam
edeceği bir anlaşmaya varılmıştır ancak o sırada Ferdinand’ın ölerek yerine
Maksimilyan’ın geçmesi, işleri yeniden içinden çıkılmaz hâle getirmiştir.
Bunlardan başka bilhassa sultânın, Hürrem başta olmak üzere ikinci ve
üçüncü şahısların etkisi altına girdiği, ancak yine de aklî melekeleri yerinde
olarak kararlar aldığı148 ihtiyârlık çağında, gerek şehzâde mücâdeleleri
dolayısıyla yaşanan hazin hâdiseler karşısında sergilediği tutum, gerekse
sefersiz geçen uzun seneler, halk arasında ve bazı “sufî çevrelerde” sultâna
karşı büyük hoşnutsuzluk doğmasına sebebiyet vermiş, üstelik tüm bunlara
bir de, aşağıda detaylı olarak bahsedileceği gibi, beklenmedik Malta hezîmeti
eklenmiştir.
“Kızı
dindar
Mihrimah
ile
çevresindeki
şeyhler
ve
din
adamlarının”149 da telkinleriyle büyük askerî başarılarla süslenmiş saltanâtını
bu gölgenin karanlığında noktalamak istemeyen “eski dünyânın en büyük
imparatoru”150 Süleyman, 1566 baharında “bir daha görmemek üzere
İstanbul’dan ayrılarak”151 Zigetvar’a doğru yola çıkmıştır.
Genel kabûle göre Süleyman’ın ölümünden sonra devlet tüm
kurumlarıyla berâber çözülme sürecine girmiş, fetihler azalmaya başlamış
ancak yine de, bilhassa 1570’lerden itibâren genişleme devâm etmiştir. 1571
senesinde yaşanan İnebahtı yenilgisi, Avrupa’da bir süreliğine Türk
tehlikesinin sona ermesi olarak addedilerek kutlamalara vesîle olmuş, hatta
İspanya, Venedik ve Papalık gibi Hıristiyan devletler, doğrudan İstanbul’a
yapılacak bir saldırıyı bile düşünebilmişlerdir152. Ne var ki devlet, bu büyük
146
Öztuna, Kanuni, s. 68.
Daniel Philpott, “The Religious Roots of Modern International Relations”, World Politics, cilt 52,
sayı 2, Ocak 2000, s. 211.
148
Clot, a.g.e., s. 146.
149
Clot, a.g.e., s. 160.
150
Labib, “a.g.m.”, s. 444.
151
Clot, a.g.e., s. 161.
152
İnalcık, Klâsik Çağ, s. 47.
147
18
yenilginin ardından kısa sürede donanmasını toparlamış ve Avrupa’da kısa
süreliğine de olsa Türkler hakkında değişen kanaat kesinliğini yitirmiştir.
Yüzyılın sonlarına doğru 1593-1606 arasında Avusturya’yla ve 1578-1590
arasında İran’la uzun süreli ve astarı yüzünden pahalıya gelen savaşlara
girilmesinin, devlet bütçesi ve dolayısıyla ordu üzerinde menfî etkileri
olmuştur. Daha ziyâde kuşatma savaşı mâhiyeti arz eden Avusturya
savaşları sırasında Yanık (1594), Eğri (1596) ve Kanije (1600) alınmışsa da,
Avrupa’nın yenilenmiş etkin savunma sistemleri sebebiyle bunlar kalıcı toprak
kazanımları niteliğinde olmamıştır. Hıristiyan birliklerin ateş gücü üstünlüğünü
kesin olarak kanıtlamış olan Haçova Savaşı (1596), devleti bazı tedbirler
almaya sevk etmiş, bu doğrultuda yeniçeri mevcûdu artırılmış ve sekban
denilen silahlı bir piyâde ordusu oluşturmuştur. Ne var ki, nicelikteki bu artış,
nitelikte de aynı oranda bir düşüş yaşanmasına sebebiyet vermiş ve artan
askerin maaşı, devlet bütçesine ciddî bir yük getirmiştir ki zaten 1592’den
itibâren hazîne giderek açık vermeye başlamıştır.
Giderek
“Akdeniz’de,
Karadeniz’de
ve
Kızıldeniz’de
Hıristiyan
dünyasının Osmanlı ülkesinin yaşam damarlarına her yerde saldırmasının”153
Osmanlı ekonomisini büyük oranda baltalamasına paralel olarak Osmanlı
toplumsal ve idârî düzeninde de çözülmelerin başlamasının, devlet üzerinde
yıkıcı etkileri olmuştur. Hızlı nüfûs artışına bağlı olarak artan işsizlik, köyden
kente göçlere sebep olmuştur. Uzun süren Avusturya ve İran savaşları
sebebiyle asker sayısını artırmak durumunda kalan devlet, bu yeni kent
nüfûsunu
paralı
asker
olarak
orduda
istihdâm
etmiş
ancak
barış
zamanlarında açıkta kalan paralı askerler, ülkenin dört bir yanında eşkıyalığa
başlamıştır154. Yine bunun gibi timarları saraylıların eline geçen ya da
değerden düşen sipâhilerle, Osmanlı genişlemesinin yavaşlamasına ve hatta
durmasına paralel olarak akıncı örgütlenmesinin kalkmasıyla gönüllü
askerliğe yazılıp enerjilerini yapıcı bir yöne kanalize edemeyen genç köylüler,
dinî zümrenin imtiyâzlarından faydalanabilmek amacıyla medreselere akın
etmeye ve gerek kırsal alanda, gerekse kentlerde yağmacılık yapmaya
153
154
İnalcık, a.g.e., s. 51.
İnalcık, Ekonomik ve Sosyal Tarih, s. 59.
19
başlamışlardır155.
Devletin
bel
kemiğini
teşkîl
eden
kul
ve
timar
sistemlerinden başka II. Selim döneminden itibâren saray çehresinin
değişmeye başlaması, pâdişâhın otoritesini azaltmıştır. Bu ve buna benzer
çeşitli gelişmeler, sınırları dışındaki etkinliğini kaybetmekte olan devletin,
kendi içinden de çürümesine sebebiyet vermiştir.
Rusların da belirleyici bir güç olarak yükselişe geçtiği sırada İran da bir
taraftan ordusunu ateşli silâhlarla donatıp, bir taraftan da Osmanlı’ya karşı
Ruslar ve Batılı devletlerle ittifâk arayışına girmiştir. Teknik ve ekonomik
gelişmeye paralel olarak Batı’da değişmeye başlayan güçler dengesi Doğu
ve Kuzey’de de kendini göstermiş ve bu durum, Osmanlı’nın bölgedeki
etkisinin giderek azalmasına sebebiyet vermiştir. İnebahtı sonrasında
Akdeniz’deki hâkimiyetini de koruyamayan Osmanlı Devleti’nin bu duruma
paralel olarak Kuzey Afrika’daki kontrolü de zayıflamaya başlamış,
Trablusgarp, Tunus ve Cezâyir gibi mühim merkezler “korsan yuvalarına”156
dönüşmüştür. Yüzyılın sonlarına doğru İngiltere ve Hollanda gemileri de
Akdeniz’de boy göstermeye başlamış, Amerika’dan gelen ucuz mallar dünyâ
ekonomisinin seyrini değiştirmiş ve Avrupa’nın merkantilist para politikası
Osmanlı mâliyesini çökertmiştir157. Bundan sonra da yaşanan siyâsî,
ekonomik, teknolojik, toplumsal vb. pek çok değişimle berâber devlet giderek
bölgesel bir imparatorluk konumuna düşecek ve sâhip olduğu alanın
bütünlüğünü gerek içte, gerekse dışta güçlükle savunabilir hâle gelecektir.
Kısaca, XVI. yüzyılın ikinci yarısında dünyâ, “Osmanlı Devleti’nin ve
dolayısıyla “İslâm’ın... üstünlüklerinin yıkılması,... yaşamsal sektörlerinin
çalışmasının bozulup çözülmeleri gibi üstü kapalı ve hâlâ çözülmemiş”158
sorunlara şâhit olmuştur. Yeniçağ’ın bu en güçlü devleti, Kânûnî saltanâtının
son senelerinden itibâren yavaş yavaş çözülme sürecine girmiş, bununla
eşzamanlı olarak, bilhassa dünyâ iktisâdının Avrupa merkezli bir hâl
155
İnalcık, Ekonomik ve Sosyal Tarih, s. 58.
İnalcık, Klâsik Çağ, s. 48.
157
İnalcık, Ekonomik ve Sosyal Tarih, s. 42.
158
Fernand Braudel, “Akdeniz: Sonuç”, Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, haz. Ali Boratav,
İstanbul, Kırmızı, 2007, s. 177.
156
20
alması159 ve zaten çoktandır merkeze alınmaya başlanan denizciliğin artan
etkisiyle Batı ise, hızlı bir ilerleme kaydetmeye başlamıştır. Bu denge
değişimi, dünyâyı pek çok bakımdan etkileyecektir.
1.1.1. Malta ve İnebahtı Yolunda Osmanlı Deniz Gücü
Osmanlı Devleti, bir kara devleti olarak târih sahnesine çıkmıştır.
Ancak kuruluş döneminden itibaren denizlere de büyük önem atfetmiştir. XIV.
yüzyılın ilk yarısından itibâren Anadolu’nun batısında kurulmuş olan
beyliklerin katkısıyla Ege adaları ciddî Türkmen akınlarına marûz kalmış ve
Hıristiyan kuvvetler Türklere karşı savunma birlikleri kurma ihtiyâcına
düşmüştür160. 1347-1348 senelerinde Karesi Beyliği’nin Osmanlı sınırlarına
dâhil olmasının ardından, daha Orhan Bey zamanında bir donanmaya sâhip
olmanın
kaçınılmaz
olduğu
idrâk
edilmiştir161.
1354’te
Gelibolu’nun
fethedilmesiyle, Karesi Beyliği’nin ilhâkıyla başlayan Osmanlı denizciliği
mühim bir yol kat etmiş ve Rumeli’ye geçiş sürecinde Gelibolu, “denizlere
çıkışın ilk hareket noktası”162 olmuştur. Dönemin güçlü denizci devletleri
Venedik ve Ceneviz’e karşı ilk ciddî girişimleri başlatan Yıldırım Bâyezid
döneminde, boğaz güvenliğini sağlayan Gelibolu’da bir tersâne inşa
edilmesinden ve donanma oluşturma çalışmalarının başlatılmasından başka,
boğazların da Türk denetiminde olduğu ilân edilmiştir163.
İstanbul’un fethinden itibâren başlayıp Kânûnî Sultân Süleyman’ın
ölümüne kadar süren klâsik çağında devlet, daha ziyâde Balkanlar ve
Anadolu’daki hâkimiyetini güçlendirmeye çalışmış, jeopolitik konumu, iktisâdî
kaynakları ve “bunların devletin hedeflerine hizmet etmek için seferber
159
Patrick Karl O’brien, Atlas of World History: Concise Edition, NY, Oxfor University Press,
2002, s. 132.
160
Halil İnalcık, “Batı Anadolu’da Gâzî Beylikler, Bizans ve Haçlılar”, Osmanlılar: Fütûhat,
İmparatorluk, Avrupa ile İlişkiler, İstanbul, Timaş, 2010, s. 18.
161
İdris Bostan, “Beylikten İmparatorluğa Osmanlı Denizciliği”, Osmanlı Denizciliği: Beylikten
İmparatorluğa, İstanbul, Kitap, 3. Baskı, 2008, s. 14.
162
Bostan, “a.g.m.”, s. 15.
163
Bostan, “a.g.m.”, s. 15.
21
edilmesini mümkün kılan merkez ve taşra yönetimi sâyesinde”164 dünyânın
en kudretli siyâsî gücü hâline gelmiştir. II. Mehmed 1453’te İstanbul’u
fethettiği sıralarda, savaş teknolojisinde köklü -XVI. yüzyılın ikinci yarısında
Osmanlı gücünü de büyük oranda olumsuz olarak etkileyecek olan165değişikliklere yol açacak gelişmelere paralel olarak denizcilik büyük bir önem
arz etmeye başlamıştır. İnalcık’ın belirttiği gibi166, nasıl ki İstanbul’a sahip
olan tüm devletler öncelikle Karadeniz’e yönelmişse, Constantinapol’ü ele
geçiren II. Mehmed de öncelikle Karadeniz’e yönelmiş, Amasra, Sinop,
Trabzon Rum İmparatorluğu, Kırım ve Kefe’yi Osmanlı topraklarına katmış,
böylece Karadeniz’in bir Türk gölü hâline gelmesinin yolu açılmıştır167. Bu
dönemde Mora’nın alınmasıyla Osmanlı, denizlerde yüksek tecrübe sâhibi
olan Venedik’le doğrudan karşı karşıya gelmiş, devletin batı yönünde
ilerlemesini sağlayacak bazı adalar ele geçirilmiş ve nihâyet 1480’de Otranto
kuşatılmıştır168. Artık efsâtı arasına “sultân-ı berr u bahr”ı169 da eklemiş olan
II. Mehmed’le berâber, Osmanlı Devleti’nin bir deniz imparatorluğu olmasının
önü açılmıştır170. Ancak her ne kadar Otranto ve Rodos seferleri Osmanlı’nın
Akdeniz’deki gücünün giderek etkinleştiğini göstermişse de, Osmanlı
denizciliği henüz Osmanlı idealinin içini doldurabilecek nitelikte değildir.
Ayrıca bahsi geçen dönemde coğrafî keşiflerin de etkisiyle batı denizciliği de
giderek ilerlemeye başlamıştır.
II. Bayezid devri, Fatih devrinde geliştirilen Osmanlı denizciliğinin
devamı niteliğindedir. Kili ve Akkirman’ın alınmasıyla (1484) İstanbul ve Doğu
Avrupa arasındaki ticârete hâkim olunduğu gibi, meydâna gelen bazı
gelişmeler, başta lojistik destek olmak üzere, Osmanlı denizciliğindeki
zaafiyetlerin fark edilmesini de sağlamıştır. Bu bağlamda bilhassa Venedik’in
164
Gabor Agoston, “Avrupa’da Osmanlı Savaşları 1453-1826”, Top, Tüfek ve Süngü: Yeniçağda
Savaş Sanatı 1453-1815, ed. Jeremy Black, çev. Yavuz Alogan, İstanbul, Kitap, 2003, s. 128.
165
Guilmartin, “a.g.m.”, s. 733.
166
Bostan, “Osmanlı Denizciliği”, s. 18. Halil İnalcık’ın bu görüşü için bkz. Halil İnalcık, “The
Question of the Black Sea under the Ottomans”, Archeion Pontou, 1979, s. 74-89.
167
Bostan, “a.g.m.”, s. 18.
168
Christon I. Archer v.d., World History of Warfare, Nebraska, University of Nebraska Press,
2002, s. 256.
169
“Kara ve denizlerin sultânı” anlamınadır.
170
Bostan, “Osmanlı Denizciliği”, s. 18.
22
elinde olan ve II. Mehmed’in Rodos ve İtalya seferlerinde de zaafiyet yaratan
Magosa limanının devlet açısından taşıdığı önem de ortaya çıkmıştır.
İhtiyaçlar hâsıl oldukça ortaya çıkan bu eksikliklerin kapatılması amacıyla bu
dönemde 150 farklı tipte 300’den fazla gemiden oluşan bir Osmanlı
donanması meydâna getirilmiştir171. Böylece II. Bâyezid saltanâtında
Osmanlı donanması nicelik olarak o dönemde Akdeniz’deki en mühim güç
olan Venedik’in donanmasından üstün bir konuma erişmişse de devlet,
alanında uzman ve tecrübeli denizcilerden yoksundur172. Bu açığın
kapatılabilmesi için sultânın dâveti üzerine Kemal Reis, Burak Reis ve Pirî
Reis gibi pek çok mühim denizci Osmanlı hizmetine alınmış, devletin
denizlerdeki ilerlemesi için mühim bir aşama daha kaydedilmiştir173. Bundan
başka Venedik, Ceneviz ve İspanya gibi denizcilikte ileri devletlerin
teknolojileri takip edilmeye başlanmasıyla, Osmanlı gemi inşa teknikleri de
geliştirilmiş ve artık devlet, “Akdeniz’deki hâkimiyet mücâdelesinde varlığını
göstermeye”174 başlamıştır. Bu sâyededir ki, İbn Haldun’un XIV. yüzyılda,
Müslümanların gelecekte Hıristiyanlara karşı atağa geçip denizlerdeki
hâkimiyeti ele geçireceklerine dâir savunduğu düşünce bundan sonra
gerçekleşmeye başlayacaktır175.
Osmanlı Devleti’nin giderek genişleyen sınırlarının ve dolayısıyla
denetim altına alınan ticâret yollarının emniyeti açısından gerek Akdeniz’de,
gerekse Kızıldeniz’de sürdürülen mücâdeleler, denizciliğin gelişimini zorunlu
kılmıştır. Bu doğrultuda I. Selim, Haliç tersânesini Galata’dan Kağıthâne’ye
kadar genişletmiş, İbn Kemal’in belirttiğine göre 300 gemi yapımına uygun
kapasitede bir tersâne meydana getirmiş, 1515’te ise I. Selim 400 gemiden
oluşan bir donanmaya sâhip olmuştur176. 1499-1502 arasındaki OsmanlıVenedik savaşlarının ardından İnebahtı, Modon, Koron ve Navarin’in ele
geçirilmesiyle
171
Venedik’in
elinde
bulunan
ticâret
yollarının
Türkler’e
Agoston, “Avrupa’da Osmanlı Savaşları”, s. 138.
Bostan, “Osmanlı Denizciliği”, s. 22.
173
Hess, “Ottoman Seaborne Empire”, s. 1905.
174
Bostan, “Osmanlı Denizciliği”, s. 22.
175
Palmira Brummett, Ottoman Seapower and Levantine Diplomacy in The Age of Discovery,
Albany, State University Press, 1994, s. 89.
176
Bostan, “Osmanlı Denizciliği”, s. 26.
172
23
devrolduğu sırada bahsi geçen iki devletten başka sadece Rodos
şövalyelerinin Akdeniz’de düzenli filoları vardır177. II. Bâyezid dönemindeki
gelişmelerle Osmanlı deniz gücünün Kuzey Afrika’ya doğru ilerlemesinin
kapısının açıldığı sıralarda178, yeni bir gemi tipi olan karavellerle Hindistan’ın
batı kıyılarına ve Kızıldeniz’e ulaşan Portekiz tehdîdi sebebiyle Memlûk
Devleti’nin Osmanlı’dan yardım talep etmesiyle başlayan süreç, Safevî
tehlikesi ve kutsal topraklar faktörünün de eklenmesiyle farklı bir boyut
kazanmış, nihâyetinde Mısır’ın fethedilmesi, dünyânın en zengin ticâret
yollarını Osmanlı denetimine sokmuştur. I. Selim’in kısa ancak verimli
saltânâtıyla elde edilen bu kazanımlar, Süleyman’ın “dünyâ çapında fetih
planlarını”179 beslemiştir.
1521’de Belgrad’ı alan Süleyman, hemen ertesi sene, “Memluk
sultanlığı toprakları Osmanlı ülkesine katılınca, ol diyarın seçkin mallarını
tahtkentine taşımak için deniz yollarının açık ve güven içinde bulunması,
saltanatın görkemi gereği ve de en uygun bir önlem olmağın”180 demek
sûretiyle Hoca Sa’deddin başta olmak üzere Osmanlı târihçilerinin bilhassa
hacıların ve Kutsal Topraklar’ın güvenliği ve istihbarât açısından önemini
vurguladıkları181 Rodos seferini başlatmıştır. Bu arada vezîr-i azâm İbrahim
Paşa, Sultân Süleyman’a, giriş kısmında Portekiz’in Kutsal Topraklar’a
yakınlaşmasının göz ardı edilemiyeceğinin vurgulandığı Kitab’ı Bahriye’nin,
içerisinde Yeni Dünya ve Hint Okyanusu’na yapılacak seyahatlerle, ticârî
faaliyetlerle ve Portekiz deniz teknolojisiyle ilgili detaylı bilgiler içeren yeni
düzenlemesini sunmuş, bunun üzerine pâdişâh Selman Reis’ten, Hint
Okyanusu’ndaki Portekiz ve Osmanlı deniz gücü ve hedefleri hakkında
detaylı bilgi istemiştir182. Hess’in detaylı incelemesinden öğrendiğimiz
kadarıyla Selman Reis, Yemen’deki tarım arazilerinden ve ticârî alışverişten
sağlanabilecek vergilerin üzerinde durmuş ve devletin, Kızıl Deniz ve Hint
177
Agoston, “Avrupa’da Osmanlı Savaşları”, s. 138.
Archer, World History of Warfare, s. 257.
179
İnalcık, Klâsik Çağ, s. 39.
180
Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t-Tevarih IV, haz. İsmet Parmaksızoğlu, Ankara, Kültür Bakanlığı
Yay., 3. Baskı, 1999, s. 352.
181
Hess, “Ottoman Seaborne Empire”, s. 1912.
182
Hess, “Ottoman Seaborne Empire”, s. 1914.
178
24
Okyanusu’na ağırlık vermesinin doğru olacağını bildirmiştir. Ancak o sırada
devletin siyâsî hedefi daha ziyâde Akdeniz ve Macaristan üzerine
olduğundan, Portekiz’le açık denizlerde bir mücâdele içine girmek uygun
görülmemiştir. Nihâyet yeni bir kara seferi başlatan Süleyman, 1526’da
“köhne Macar feodal ordusunu”183 Mohaç’ta büyük bir yenilgiye uğratmıştır.
İktisâden sırtını daha ziyâde tarım arazilerinde dayandırmış olan Osmanlı
Devleti böylece karadan sağlanan avantajları denizlerden sağlanması
muhtemel avantajlara değişmemiş, Portekiz ise, kısa bir süre sonra teknolojik
ve ekonomik olarak Batı’yı üstün konuma getirecek olan denizcilikte bir
süreliğine daha rakipsiz olarak ilerlemeye devam etmiştir.
Osmanlı Devleti, I. François ile V. Charles arasındaki çekişmenin de
etkisiyle mühim siyâsî değişimlerin yaşandığı bu dönemde vazgeçilmez bir
denge unsuru olarak Avrupa devletler sisteminde mühim bir konuma
gelmiştir. Habsburg yayılmacılığına karşı Osmanlı’yla yakın ilişkiler içine
giren Fransa, 1531’den itibâren Süleyman’ı, İtalya’ya bir harekât düzenlemesi
yönünde teşvîk etmeye başlamıştır184. Reconquista idealini gerçekleştirme
peşinde olan V. Charles’ın Andrea Doria idâresindeki donanmasının Moron’u
ele geçirdiği sıralarda Süleyman da tüm deniz gücünü Barbaros Hayreddin
Paşa’ya emânet etmiştir. Barbaros’un Osmanlı hizmetine girmesi, Osmanlı
denizciliği açısından bir başka dönüm noktasını teşkîl etmiştir. Denizlerde
hâkimiyet kurmanın öneminin farkında olan185 Barbaros görevine başlar
başlamaz bir kaç ay içinde büyük bir donanma oluşturarak186, 1534
Mayıs’ındaki ilk seferini Tunus187 üzerine yapmıştır. Türkler eline geçmesi
Sicilya’yı doğrudan tehlikeye düşüreceğinden, Akdeniz mücâdelesinin
merkezi bundan sonra Tunus olmuştur. V. Charles’ın donanması ertesi sene
Tunus’u geri almışsa da, 1538’de Barbaros, ateşli silâhlarla donatılmış
askerle yüklü kadırgalardan oluşan donanmasıyla188 Haçlıları Preveze’de
183
Agoston, “Avrupa’da Osmanlı Savaşları”, s. 139.
İnalcık, Klâsik Çağ, s. 41.
185
Clot, a.g.e., s. 98.
186
Clot, a.g.e., s. 98.
187
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 372.
188
Archer, World History of Warfare, s. 257.
184
25
büyük bir yenilgiye uğratarak, Osmanlı Devleti’ni Akdeniz’in “tartışmasız
hâkimi”189 konumuna yükseltmiştir. 1541’de V. Charles’ın altmış beş kadırga,
dört yüz elli ikmâl gemisi, on iki bin denizci ve yirmi dört bin askerden190
müteşekkil donanması Cezâyir’e saldırdığında, sadece altı bin askeri bulunan
Barbaros’a hava şartları dolayısıyla Hıristiyan donanmasında bulunan
barutun ıslanması191 yardım etmiştir. 1546 senesinde Basra’nın alınmasıyla
İran körfezine ve Hint Okyanusu’na açılma imkânının ve o bölgeden geçen
tüm ticâret yollarının elde edilmiş olmasına rağmen Portekiz’in yeni denizcilik
teknolojisinin benimsenmeyip “demode” bir denizcilik anlayışında ısrar
edilmesi
sebebiyle,
Hess’e
göre,
teknolojik
ve
ekonomik
anlamda
Hıristiyanların elde etmeye başladığı üstünlük, ilerleyen senelerde Avrupalı
küçük devletlerin geniş İslâm ülkeleri üzerinde siyâsî ağırlık kazanmalarına
sebep olacaktır192.
Süleyman döneminde devletin en büyük avantajlarından biri, rakîplerin
aksine silah ve mühimmat imâlâtı için, barut tozu, demir, kereste gibi gereken
hammaddelerin devletin muazzam genişlikteki topraklarından karşılanabiliyor
olmasıdır. (Hatta bu sebepledir ki İnebahtı Savaşı’ndan kısa bir süre sonra
devletin yeni bir donanma meydana getirmesi üzerine Hıristiyan askerî
uzmanlar,
Osmanlı
topraklarındaki
ormanların
yakılmasını
gündeme
getirecektir.) Ayrıca askerlerin maaşlarının karşılanmasında da her hangi bir
sıkıntı çekilmemektedir. Tüm bunlar, Osmanlı ordusunu dönemin en güçlü
ordularından biri hâline getirmiştir. Ancak daha önce değinildiği gibi okyanus
gemiciliğinin keşfiyle inşâ edilen manevra kabiliyeti yüksek gemilerle XV.
yüzyıl ortalarında Portekiz’in Hint Okyanusu’na ve Afrika kıyılarına,
İspanya’nın ise Amerika’ya ulaşması, denizcilik ufkunu genişletmiş ve hâsıl
olan ihtiyaçlar karşısında gemicilik büyük aşamalar katetmiş, savunma
sistemleri başta olmak üzere denizcilikte mühim ilerlemeler kaydedilmiştir.
Bunun yanı sıra kara savaşında uygulanan savunma sistemlerinin de
189
İnalcık, Klâsik Çağ, s. 41.
Archer, World History of Warfare, s. 257.
191
Archer, a.g.e., s. 257.
192
Hess, “Ottoman Seaborne Empire”, s. 1915.
190
26
yenilenmesi karşısında Macaristan ilerlemesi kilitlenen Osmanlı Devleti bir
de, aşağıda detaylı olarak incelenecek olan Malta yenilgisini almıştır. Malta
muhâsarasında ağır toplarla mücehhez Osmanlı ordusu, yeni sisteme göre
tahkîm edilmiş kaleler, modern topçu birliği ve arkebüzlerle donatılmış Malta
gücü tarafından her seferinde geri püskürtülmüş, 24.000’e yakın asker, 24
büyük topun yanı sıra çok sayıda küçük top ve techizâtın193 kaybedilmesinin
ardından, geri çekilmekten başka yapılacak bir şey kalmamıştır. Bu yenilgiyle
başlayan süreç, bir deniz imparatorluğunu, yenilikten nasîbini almamış bir
kadırga gücüyle sürdürmenin pek de kolay olmayacağını kanıtlamaktan
başka, Gelibolu ve İstanbul’un Orta Akdeniz’e uzaklığı ile Kuzey Afrika’daki
denetim yetersizliği gibi sebeplerin de etkisiyle, deniz teknolojisinin uzak
menzilli seferler için uygun olmadığını göstermeye başlamıştır194. Osmanlı
donanması Malta’da eski tip kaleleri yerle bir etmiş olmasına rağmen,
modern Malta askeri tarafından her seferinde geri püskürtülmüştür. Bir önceki
yüzyılda en fazla iki haftalık bir kuşatmanın ardından genellikle net bir
netîcenin alınabilmesine karşılık Malta muhâsarası aylarca sürmüş, bu süre
içerisinde askerler açlık ve pek çok hastalıkla da baş etmek durumunda
kalmıştır.
1570’lerden
başlayarak
ucuz
demirden
imâl
edilen
topların
kullanılmaya başlanması, kadırgalarda ateş gücünü yaygınlaştırırken, bu
alanda uzman denizcilerin de önemi artmıştır. Batılı devletlerin geleceğin
denizlerde gizlendiğinin farkına varıp bu konuya gereken özeni göstermeleri
ve deniz faaliyetlerine özel bütçe tahsîs etmeleriyle, denizlerdeki güçler
dengesi Batı lehine bir seyir almaya başlamıştır. 1571 senesinde gerçekleşen
İnebahtı Savaşı’nın netîcesinde bu gelişmelerin de büyük etkisi olmuştur.
Savaşta, 750 top yüklü olan 230 civârındaki Osmanlı donanması, 1.815 top
yüklü toplamda 200’ün üzerindeki Haçlı donanmasıyla karşılaşmıştır195.
Ayrıca çoğu arkebüz ve ağır zırhlarla mücehhez 20 ilâ 25.000 Haçlı askerine
193
Christon I. Archer v.d., Dünya Savaş Tarihi, çev. Cem Demirkan, İstanbul, Tümzamanlar, 2006,
s. 237.
194
Harding, “a.g.m.”, s. 105.
195
Archer, World History of Warfare, s. 258.
27
karşılık, çoğu zırhsız olan 16.000 Osmanlı kara askerinin sadece 6.000’inde
arkebüz vardır, geri kalanı ise hâlen ok ve yayla savaşmaktadır. Hâl
böyleyken Osmanlı Devleti, târihinin en büyük yenilgilerinden birini aldığı
savaş netîcesinde, 30.000’e yakın asker, 200 civârında kadırga, 15.000’e
yakın kürek mahkûmu ve en mühimi bir daha kazanılması mümkün
olmayacak yetkin denizcilerini kaybetmiştir. Müttefik donanmasının uğradığı
asker kaybı ise 8.000, yaralı askerlerin sayısı ise 21.000’dir196. Devlet her ne
kadar kısa sürede yeni bir donanma meydâna getirebilmiş ve kendisini
toparlamışsa da, meşhûr Osmanlı târihçilerinden Kemâlpaşazâde’nin de
Osmanlı kudretinin kaynağı olarak gördüğü deniz gücü197 kaybedilmiştir.
XVI. yüzyılın sonlarına doğru, devletlerin dünyâ siyâset arenasındaki
başarıları daha ziyâde teknolojik gelişmeleri ne derece benimsemiş
olmalarıyla doğrudan ilintili hâle gelmiştir. Osmanlı Devleti, Preveze’de elde
ettiği konumu bir daha geri kazanamamacasına kaybederken, Amerika’dan
gelen madenlerle muazzam bir servete kavuşan İspanya’dan başka İngiltere
ve Hollanda da denizcilik sâyesinde büyük atılımlar gerçekleştirmiştir.
Bununla berâber yine de “savaş masrafları, tahkimât, silahlar, techizât,
nakliye ve askerin maaş ve iâşesi en büyük devletler için bile gerçekten
büyük bir sorun”198 olmuştur. Devletler, sahillerini korumak ve deniz
hâkimiyetini sağlamakla görevli donanmanın masraflarını karşılamak için yeni
malî kaynaklar bulmak ve halktan vergi almak zorunda kalmışlardır. Hatta
yukarıda belirtildiği gibi Amerika’dan gelen muazzam zenginliklere rağmen
İspanya, 1557’den XVI. yüzyılın sonuna kadar bir kaç kez iflâsını açıklamış,
Fransa da aynı dönemde iki kez iflâs etmiştir199. 1588’de İngiltere’nin
Hollanda’ya düzenlediği askerî haretkât 23 bin sterlinken, 1597’de 175 bin
sterline çıkmış, yüzyılın sonunda İrlanda’nın işgâlinin mâliyeti ise 2 milyon
sterlin olmuştur200. XVI. yüzyılın ikinci yarısında kalıplaşmış ve artık çoktan
196
İdris Bostan, “İnebahtı Deniz Savaşı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 22,
İstanbul, Ali Rıza Baskan Güzel Sanatlar Matbaası A.Ş., 2000, s. 288.
197
İnalcık, Ekonomik ve Sosyal Tarih I, s. 55
198
Archer, Dünya Savaş Tarihi, s. 230.
199
Archer, a.g.e., s. 231.
200
Archer, a.g.e., s. 231.
28
geçerliğini kaybetmiş Roma ideali doğrultusunda Anti-Habsburg ittifaklarına
sıkışan Osmanlı’nın askerî performansı, Rhoads Murphey’nin tespîtine göre;
teknolojik ve malî kısıtlamalar, fizikî engeller ve çevresel kısıtlamalar (sefer
sezonu, yiyecek kısıtlaması, ordunun kat ettiği mesafe, hava koşulları,
nakliye) motivasyonla ilgili sınırlar (din, ideoloji, yiyecek, para, sefer koşulları,
mükafat) ve devlet gücünün (asker üzerindeki kontrol) sınırlarına bağlı olarak
düşmüştür201.
XVII. yüzyıldan itibâren denizcilikteki gelişmeler mümkün
mertebe takip edilmeye çalışılacaktır ancak yukarıda belirtildiği gibi,
Preveze’de elde edilen konuma bir daha asla ulaşılamayacaktır. Bu sırada
Yeni yüzyılla berâber denizci devletler uzak menzilli uzun seferlere çıkarken
Osmanlı Devleti değişen siyâsî, ekonomik ve toplumsal şartların hâsıl ettiği
bir buhrânın pençesine düşecektir.
1.2. AKDENİZ HÂKİMİYETİ: SUYA YAZILAN YAZI
XVI. yüzyılın en belirgin iki büyük gücü ve dolayısıyla birbirlerinin
rakîbi olan Osmanlı Devleti ve Habsburg İmparatorluğu’nun düello alanı olan
Akdeniz,
bahsi
geçen
devletlerin
dünyâ
hâkimiyeti
müddeisi
olan
hükümdârları açısından büyük önem taşımıştır. Tabiî olarak burada cereyân
eden savaşlar, târihin akışına doğrudan etki etmiştir. I. Selim döneminde
Mısır’ın ele geçirilmesinin ardından aktive edilmeye başlayan Kuzey Afrika
siyâseti, Doğu Akdeniz’deki Müslüman korsanların Osmanlı hizmetine
girmesiyle, devletin sınırlarını Batı Akdeniz’e doğru genişletme tasarısını da
gerçekleştirebilecek koşulları sağlamıştır202. Osmanlı Devleti’nin, hem Roma
idealini gerçekleştirmek203, hem de Avrupa’daki topraklarının emniyetini
sağlamak
açısından
Akdeniz’e
hâkim
olması
gerekirken204,
Katolik
hükümdârlarda zaten hep vâr olagelmiş Kutsal Topraklar’ı geri alabilme
201
Rhoads Murphey, Osmanlı’da Ordu ve Savaş 1500-1700, çev. M. Tanju Akad, İstanbul, Homer,
2007, s. 35.
202
Andrew C. Hess, “The Battle of Lepanto and Its Place in Mediterranean History”, Past and
Present, sayı 57, Kasım 1972, s. 57-58.
203
Marcello Maria Marrocco Trischitta, The Knights of Malta – A Legend Towards the Future,
Roma, Association of the Italian Knights of the Sovereign Military Order of Malta, 2000, s. 16.
204
Bostan, Osmanlılar ve Deniz, s. 17.
29
eğilimine hız kazandıran205 Habsburg imparatoru V. Charles’ın da benzer
sebeplerden ve Reconquista gereği Akdeniz’i kendi denetimi altında
bulundurmaktan başka seçeneği yoktur.
Yüzyılın ikinci yarısına girerken Akdeniz’de üstün konumda olan
Osmanlı Devleti’dir206. Barbaros Hayreddin Paşa artık yoktur ancak ardında,
en az kendisi kadar iyi denizciler bırakmıştır207. Bundan sonra Osmanlı deniz
savaşlarının ön plândaki ismi olarak karşımıza, bahsi geçen denizcilerden biri
ve neredeyse Barbaros kadar ün salmış208 olan Turgut Reis çıkmaktadır.
Turgut Reis, Cerbe adasını üs edindikten sonra hızla bir dizi faaliyete girişmiş
ve 1544’te Kuzey Afrika’nın mühim merkezlerinden biri olan Mehdiye’yi ele
geçirmiştir209. Bu duruma seyirci kalamayacak olan V. Charles, 1550 yazında
Andrea Doria komutasında bir donanma göndererek210, gelişmelere müdâhil
olmuştur. Cezâyir’le ilgisi sebebiyle olaylara uzak kalmayan Osmanlı Devleti,
1551 senesinde Turgut Reis’in donanmasıyla birleşmek üzere bölgeye bir
donanma göndermiş ve bu kuvvet, Akdeniz’de Hıristiyanlar için bir üs görevi
gören Malta adasını muhâsara etmiş, ardından yine Malta şövalyelerinin
elinde bulunan211 ve stratejik olarak Tunus ile Malta kadar değerli olan
Trablus alınmıştır212. Bu gelişme netîcesinde Turgut Reis Osmanlı hizmetine
girmiş213, beylerbeyilik hâline getirilen Trablus214 ona emânet edilmiştir. Bu
sırada, taht değişikliği yaşayarak II. Philippe’in taç giydiği ve rakîbi Fransa ile
1559’da Cateau-Cambrésis barışını imzalamış olan İspanya’nın en büyük
amaçlarından biri, Osmanlı tehlikesini olabildiğince Doğu Akdeniz’de
tutabilmektir215. Bu sebeple Trablus’un Osmanlı denetimine geçmesi ve
205
August Bover, “Conflict and Culture in the Mediterranean: Catalonia and the Battle of Lepanto
(1571), Mediterranean World, sayı 17, Tokyo, The Mediterranean Studies Group Hitotsubashi
University, 2004, s. 66.
206
Clot, a.g.e., s. 151.
207
Clot, a.g.e., s. 151.
208
Öztuna, Kanuni, s. 90.
209
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 385.
210
Öztuna, Kanuni, s. 90.
211
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 385.
212
Clot, a.g.e., s. 152.
213
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 386.
214
İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 163.
215
Hüseyin Serdar Tabakoğlu, “The Reestablishment of Ottoman-Spanish Relations in 1782”,
Turkish Studies, sayı 2/3, yaz 2007, s. 501.
30
ardından Türk denizcilerin Batı Akdeniz’deki faaliyetleri üzerine harekete
geçen Papalık, Malta ve İspanya donanmalarından oluşan Haçlı kuvveti216,
1560
senesinde
Cerbe
adasını
işgâl
etmiştir.
Yılmaz
Öztuna’nın
“Preveze’den beri meydâna getirilen en iyi Haçlı Armada”217 olarak tasvîr
ettiği Hıristiyan kuvvetlerin attığı bu adım, Ziya Nur Aksun’un ifâdesiyle “Türk
denizcilik târihinin en şanlı muhârebelerinden biri”218 olan Cerbe Savaşı’nı
doğurmuştur. Mücâdele netîcesinde, Turgut Reis’in büyük katkısıyla219 gâlip
gelen Osmanlı Devleti kesin bir zafer kazanırken220, Türkler karşısında büyük
bir başarı kazanma hevesinde olan İspanya’nın yeni kralı II. Philippe221 ve
diğer Hıristiyan kuvvetler de Akdeniz’deki en büyük bozgununu yaşamıştır222.
Piyâle Paşa komutasında Cerbe seferine iştirâk eden bir tersâne kâtibi
olup, sefer boyunca görüp işittiği hâdiseleri kaleme alan Zekeriyyazâde,
Cerbe kalesinin en az Rodos kadar müstahkem olduğuna vurgu yapıp,
savaşın kazanılmasını Tanrı lütfûna bağlayarak, Hendek Savaşı’yla benzerlik
kurmuştur223. Zaferin büyüklüğünü, “Bu sonu sevinç olandan daha şaşılacak
ve bu insanın içine ferahlık veren menkıbelerden daha ferahlık verici bir
rivâyet ve gönülden pas silen bir hikâyet, denizlerde gezen râvîlerin ve
adalardaki şehirleri dolaşan kara askerlerinin dillerine destân olmamıştır.”224
ifâdesini kullanan yazar, Hıristiyanların yaşadığı üzüntüyü de “Kolu kanadı
kırılmış ve hâlleri perişan kâfir gemilerinin bu savaşta kurtulanları Malta
Adası’na varıp geçtiler. Bu yasları dolayısıyla tentelerini ve sancaklarını,
dinleri gibi karalara boyadılar. Mesine Adası’na geçip geldiklerinde, o adanın
küçükleri ve büyükleri, erkekleri ve kadınları yalılara inip saçlarını başlarını
yoldular. Yakalarını yırtıp feryat ederek ve nâra vurarak tırnaklarıyla yüzlerini
yırttılar. Gemilerdeki kâfirler ise bunlardan daha ileri gittiler. İki yandan
216
İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 164.
Öztuna, Kanuni, s. 95.
218
Aksun, a.g.e., s. 326.
219
Kinross, a.g.e., s. 242.
220
İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 164.
221
Clot, a.g.e., s. 153.
222
Kinross, a.g.e., s. 242.
223
Zekeriyyazâde, Ferah (Cerbe Fetihnâmesi), haz. Orhan Şaik Gökyay, Ankara, Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları, 1988, s. 55.
224
Zekeriyyazâde, a.g.e., s. 97.
217
31
cehennem deresindekilerin seslerinin yankısını andırır ah dumanları göklere
erişti. İşbu yasın ağlayıp inlemeleri kiliselerinde çalınan orgların sesleri gibi
ciğerlerini deldi. Her biri saralı ve mecnun gibi topraklara bulanıp öylesine
acılar çekmişler, bir zaman sessiz sadasız ölümün tadını tatmış gibi yatıp
kalmışlar.”225 şeklinde kağıda dökmüştür. O sıralarda Avusturya elçisi olarak
İstanbul’da bulunan Ogier Ghislain de Busbecq, “tatsız”226 olarak yorumladığı
zaferin haberi İstanbul’a ulaştığında, büyük bir coşku yaşandığını belirtmiş ve
coşkunun Türkler’de yarattığı özgüveni şu cümleyle dile getirmiştir: “Kendi
yiğitliklerini
göklere
çıkarıp
bizim
korkaklığımızı
aşağılamaktan
hiç
yorulmadılar”227. Bununla berâber mağlup tarafın savunusunu da etraflıca
yapan elçinin dikkat çektiği bir diğer husûs da, Hıristiyanlar’ı büyük bir kedere
sürükleyen böylesine büyük bir zafere rağmen, Osmanlı pâdişâhının içinde
bulunduğu sükûnet olmuştur. Busbecq’e göre Süleyman zaferle hiç
ilgilenmemiş, en ufak bir heyecan duymamıştır228. Bunun sebebi, uzun
saltanâtı boyunca pek çok muazzam hâdiseler yaşamış olması mı ya da o
sıralarda taht için yaşanan mücâdelelerin verdiği keder229 midir bilinmez,
ancak şöyle bir gerçek vardır ki, Osmanlı, bir daha asla 1560’daki kadar
denizler hâkimi olamayacak230 ve “Yenilmez Türk” imajını yine denizlerde
kaybedecektir.
1.3. ÇANLAR MALTA İÇİN ÇALIYOR
Cerbe zaferinin ardından, kaptân-ı deryâ Piyâle Paşa komutasında
Osmanlı donanması Batı Akdeniz akınlarının boyutlarını genişletme fırsatı
bulmuş231 ve devlet, tüm dikkatini Akdeniz’e toplamaya başlamıştır232. Avrupa
ise genel olarak, Türkler’in yeni bir harekât başlatacağı söylentileriyle,
225
Zekeriyyazâde, a.g.e., s. 97-98.
Ogier Ghislain de Busbecq, Türk Mektupları, çev. Derin Türkömer, İstanbul, Doğan Kitap, 2005,
s. 117.
227
Busbecq, a.g.e., s. 118.
228
Busbecq, a.g.e., s. 120.
229
Clot, a.g.e., s. 155.
230
Clot, a.g.e., s. 155.
231
Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 76.
232
İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 164.
226
32
tedirgin bir bekleme sürecine girmiştir233. Malta’nın hedef hâline gelme
ihtimâli, İspanyollar için göze alınamayacak bir durumdur. Zîrâ Doğu
Akdeniz’den Batı Akdeniz’e geçişi denetleyen234 adanın kaybedilmesi
hâlinde, Sicilya ve Napoli bölgesinin Osmanlı tehdîdine maruz kalacağı
âşikârdır235. Osmanlı Devleti için de Malta’nın alınması, Akdeniz’in tümüne
hâkim olmanın kapısını açmakla236 birlikte, Hıristiyanların bölgedeki bu
önemli üssünün yok edilmesini de sağlamış olacaktır. Hıristiyan dünyâsının
1519’dan bu yana yaşadığı en korkunç deniz yenilgisi olan237 Cerbe sonrası
kurduğu etkin istihbarât ve sabotaj teşkilâtı238 sâyesinde, tam zamanını
kestirememekle berâber Türkler’in kısa sürede yeniden harekete geçmekte
gecikmeyeceğini düşünen II. Philippe, deniz ve kara kuvvetlerini takviyeye
başlamıştır239.
Rodos’un Türkler tarafından ele geçirilmesinin ardından, Süleyman’ın
burada kalmakta ya da gitmekte serbest bıraktığı240 Saint Jean Şövalyeleri,
1523 senesinin ilk günlerinde Osmanlı gemilerine binerek Kandiye’ye
doğru241, yeni bir vatan bulmak ümidiyle242 yola çıkmışlardır. Venedik’e bağlı
olan Girit adasında bulunan bu yerde de uzun süre kalmayan şövalyeler,
Papalık’a bağlı Viterbo’ya yerleştirilmişlerdir243. Ne var ki şövalyeler daha
ziyâde denizlerde faaliyet gösterdiklerinden ve Viterbo da bir kara şehri
olduğundan244, burada da yerleşik bir düzen kuramamışlardır. Nihâyet V.
Charles, Trablusgarp’ın muhâfazasını da sağlayabilmek amacıyla245, kendi
233
Clot, a.g.e., s. 155.
Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 76.
235
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 389.
236
Kinross, a.g.e., s. 242.
237
Tony Rothman, “The Great Siege of Malta”, History Today, cilt 57, sayı 1, Ocak 2007, s. 14.
238
Emilio Sola, “Cervantes Döneminde Magripli, Mürtet ve İspanyol Gizli Ajanları”, çev. Paulino
Toledo, OTAM, sayı 4, Ankara, Ocak 1993, s. 688.
239
Tabakoğlu, “a.g.m.”, s. 501.
240
Şerafettin Turan, Rodos’un Zaptından Malta Muhasarasına – Kanunî Armağanı 1970’den
ayrıbasım, Ankara, TTK, 1970, s. 68.
241
Ş. Turan, a.g.e., s. 70.
242
Ş. Turan, a.g.e., s. 72.
243
Ş. Turan, a.g.e., s. 72-73.
244
Ş. Turan, a.g.e., s. 73.
245
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 388.
234
33
mülkü dâhilinde bulunan Malta adasını 1530’da246 Saint Jean Şövalyeleri’ne
tahsîs etmiştir. Zamanla ada, korsanlık faaliyetleri netîcesinde ele geçirilen
Müslümanlardan oluşan bir esir kampı247 hâline gelmiştir. Cerbe zaferinin
ardından, Akdeniz’deki fetih ufku daha da genişlemiş olan ve İtalya düşünü
muhafaza eden248 Osmanlı’nın Malta için harekete geçmesi artık kaçınılmaz
olmuştur.
Papa, kendi aralarında tabiî husûmetlerini yaşayan Hıristiyan güçleri
Türkler’e karşı harekete geçirebilmek için kendi tabîîliğinde, “kutsal ve resmî
teşvik”249 görevini yerine getirirken, Osmanlı Devleti de yapılacak yeni sefer
için 1564 senesinden 1565 baharına kadar250 o zamana kadar görülmemiş
büyüklükte251, “devâsâ”252 bir donanma meydana getirmiştir. Bu süre
içerisinde iki tarafın Akdeniz’de karşılıklı ufak taciz saldırıları da devam
etmiştir253. 1564 sonlarına doğru II. Philippe’in donanmasının, Endülüs’ün
karşı kıyısında bulunan Velez’i ele geçirmesi, büyük bir sevinç yaratmış, bu
zaferin haberinin her tarafa yayılması sağlanmış ve hatta bu hâdiseden yola
çıkarak, Osmanlı deniz gücünün artık eski üstünlüğünün kalmadığı kanısına
varılmıştır254. Süleyman ise Malta’nın alınmasının, artık hiç olmazsa devletin
güvenliği açısından gerektiğinin bilincindedir. Zîrâ adada yerleşik bulunan
şövalyeler, korsanlık faaliyetleri sebebiyle büyük zarara sebep olmuşlardır.
1889-1901 arasında Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı olarak İstanbul patrikliği
yapan Sanminiatelli Zabarella’dan naklen Şerafettin Turan’ın belirttiği üzere,
Cerbe’den Malta muhâsarasına kadar geçen süre boyunca elliye yakın Türk
gemisi, ada korsanlarının saldırısına uğramıştır255. Bu gemiler arasında
Müslüman hacıları taşıyanlar da yer almaktadır256. Pâdişâhın kızı Mihrimâh
246
Ş. Turan, a.g.e., s. 73.
Bostan, Osmanlılar ve Deniz, s. 22.
248
Trischitta, a.g.e., s. 16.
249
Trischitta, a.g.e., s. 16.
250
Helen Vella Bonavita, “Key to Christendom: The 1565 siege of Malta, Its Histories and Their Use
in Reformation Polemic”, The Sixteenth Century Journal, cilt 33, sayı 4, kış 2002, s. 1021.
251
Trischitta, a.g.e., s. 16.
252
Bonavita, “a.g.m.”, s. 1021.
253
Clot, a.g.e., s. 155.
254
Clot, a.g.e., s. 156.
255
Ş. Turan, a.g.e., s. 78.
256
Bostan, Osmanlılar ve Deniz, s. 22.
247
34
sultan da, bilhassa hacılara yönelik bu tür davranışlardan duyduğu
rahatsızlığı257 ve adanın fetholunması durumunda, Peygamber’in övgüsüne
mazhâr olunacağını258, bu sebeple fethin kutsal bir vazîfe olduğunu259 dile
getirerek, Süleyman’ın kararında etkili olmaya çalışmıştır260. Harem için261
çeşitli eşyâ getiren bir Türk gemisine Malta korsanlarınca el konulması
üzerine262 Osmanlı Devleti, harekete geçme kararı almıştır.
1565 Mayıs’ında Osmanlı donanmasının Malta önlerine gelmesiyle
berâber263, Hıristiyan dünyâsının tedirgin bekleyişi de nihâyet bulmuştur.
Yaklaşık dört ay süren mücâdele, kaynaklar arasında ihtilaf olmaksızın, son
derece kanlı geçmiştir. Hıristiyan dünyâsı için Malta’nın savunulmasına dinî
bir
ehemmiyet
atfedilmiştir.
Kinross,
Şövalyelerin
büyük
üstâdı
ve
Süleyman’ın akranı olup, vaktiyle Rodos savunmasında da hazır bulunan
Jean de La Valette’in, muhâsara öncesinde askerlerine şöyle bir konuşma
yaptığını yazar: “Bugün dinimiz tehlikede, bugün İncil, Kur’an’a yenik düşecek
ya da düşmeyecek. Tanrı şimdi bizden görevimiz gereği ona vakfettiğimiz
hayatlarımızı bizden istiyor. Hayatlarını feda edecekler Tanrı’nın sevgili
kulları olacaktır”264. Katolik ünvanı ile anılan II. Philippe ise, Akdeniz’de
Haç’ın hâkimiyetini265 sağlamak amacındadır. Osmanlı açısından da
Malta’nın alınması, o taraftan Müslüman hacılara gelen ziyânın ortadan
kaldırılması bakımından, İslâmiyet’i temsîl eden en büyük güç olması266
hasebiyle göz ardı edilemeyecek bir gerekçedir. Ancak yine de din kozunun
aktif bir şekilde ortaya sürülmesi, Hıristiyan kuvvetlerle kıyaslanabilecek
düzeyde değildir kanaatindeyiz. Zîrâ Osmanlı Devleti’nin doğuda İran’la ve
batıda Venedik, Fransa, Avusturya ve Portekiz gibi güçlerle mûtedil bir ilişki
içinde olmaması hâlinde, yalnızca dinî temelden kalkış yaparak bu denli
257
Clot, a.g.e., s. 156.
Lamartine, a.g.e., s. 462.
259
Aksun, a.g.e., s. 328.
260
Kinross, a.g.e., s. 242.
261
Clot, a.g.e., s. 156.
262
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 388.
263
Bonavita, “a,g,m,”, s. 1021.
264
Kinross, a,g,e,, s. 243.
265
Ş. Turan, a.g.e., s. 76.
266
Tabakoğlu, “a.g.m.”, s. 503.
258
35
büyük çaplı bir mücâdelenin içine atılması pek de mümkün olmayacaktır.
Buna karşılık 1565’te Hıristiyan güçler arasında ise tabîî gerginlikler devâm
etmektedir. Fransa ve İspanya arasında anlaşmaya varılmış da olsa Fransa,
Osmanlı ile dostâne ilişkileri sürdürme niyetinde olmuştur267. Venedik ise
ticâri menfaatlerinden ötürü Türklerle barış içinde olmayı uygun görmekle
kalmamış, muhâsara sırasında Osmanlı askerine gönderilecek zahire için
kira karşılığında bir gemisini tahsîs etmiş ve pâyitahtla sefer serdârı
arasındaki haberleşmede yardım sağlamıştır268. Dolayısıyla esâsen Hıristiyan
dünyâsı da kendisini Osmanlı ile böylesine büyük bir mücâdelenin ortasına
atabilecek mutlak bir güvenden yoksundur. Savaş kaçınılmaz bir hâl alınca, o
güvenin içini doldurmada din unsuruna dramatik bir yoğunlukta rol verilmiştir.
Malta mücâdeledesinde iki tarafın askerî gücü hakkında kaynakların
verdiği sayılar arasında farklılıklar269 olmakla birlikte, muhâsaraya şahâdet
etmiş olan M. Pietro’dan ve mühimme kayıtlarından hareketle, konuyu en
teferruatlı şekilde ele alan Turan, muhâsaraya katılan Osmanlı donanmasını
237 parça270 olarak vermiştir. Aynı ihtilâf, Osmanlı’nın asker sayısı için de
geçerlidir271. Turan’ın buna dâir verdiği sayı ise 30-36.000’dir272. Buna benzer
olarak, Osmanlı’ya nispeten düşük olan Hıristiyan tarafın asker sayısı
husûsunda da kesin bir ittifak yoktur. Ancak dikkate şâyan bir tutum olarak,
yerli kaynakların bir kısmında bu durum fark edilir şekilde üstün körü
geçilirken, yabancı kaynaklarda da gerek yer yer satır aralarından
anlaşılacak bir üslûpla, yer yer de özellikle üstünde durulmak kaydıyla,
267
Ş. Turan, a.g.e., s. 80.
Ş. Turan, a.g.e, s. 81.
269
Aksun’a göre 227 (Aksun, a.g.e., s. 329), Clot’ya göre 200 (Clot, a.g.e., s. 156), Kâtip Çelebi’ye
göre 150 (Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 100), Selânikî’ye göre 300 parçadan eksik (Selânikî Mustafa Efendi,
Tarih-i Selânikî I, haz. Mehmet İpşirli, Ankara, TTK, 1999, s. 6), Solakzâde’ye göre 300 (Solakzâde
Mehmed Hemdemî, Solak-zâde Tarihi, haz. Vahid Çabuk, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1989,
s. 294), Rothman’a göre 200 (Rothman, “The Great Siege of Malta”, s. 12), Öztuna’ya göre 177
(Öztuna, Kanuni, s. 100), Uzunçarşılı’ya göre 300 (Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III/I, s. 389).
270
Ş. Turan, a.g.e., s. 86.
271
Aksun’a göre 30.000 (Aksun, a.g.e., s. 329), Bonavita’ya göre 28-38.000 (Bonavita, “a.g.m.”, s.
1021), Clot’ya göre 29-30.000 (Clot, a.g.e., s. 156), Öztuna’ya göre 29.000 (Öztuna, Kanuni, s. 100),
Rothman’a göre 40.000 (Rothman, “The Great Siege of Malta”, s. 12).
272
Ş. Turan, a.g.e., s. 87.
268
36
taraflar arasındaki Osmanlı lehine olan kuvvet dengesizliğine vurgu
yapılmıştır. Buna fırsat verense elbette savaşın netîcesidir.
Malta için verilen mücâdelede, kuvvet bakımından Osmanlı Devleti’nin
üstünlüğü, yukarıda detaylandırıldığı gibi kesindir. Ne var ki 11 Eylül 1565,
Osmanlı için öngörülemeyecek ölçüde bir hezîmetin yaşandığı gün olarak
târihe geçmiştir. Braudel’in dediği gibi “Akdeniz’i doğu ve batı olarak ikiye
ayıran bir sınır bölgesi konumunda olan Malta”273 için verilen mücâdele
netîcesinde oluşan bu gerçek, kadırga savaşının sınırlarını274 göstermek
dışında, Ranke’ye göre “Hıristiyanların Preveze’den sonra bir daha asla açık
deniz savaşına cüret edemeyeceğini düşünen Türklerin”275 “muhteşem”
pâdişâhının artık denizlerde yenilmez olmadığını276 ortaya çıkarmıştır. Bu,
Hıristiyan dünyâsı için sonsuz övgüye lâyık bir başarı olarak telakkî edilmiş,
yaklaşık yüz senedir Türklere karşı alınan tek kesin zaferin mimarları olan
şövalyeler adetâ kahramanlaştırılmıştır277. Zîrâ onlar bir görüşe göre, İslâm
ordusunu
yenerek,
başarmışlardır
278
üstün
Osmanlı
gücünü
de
küçük
düşürmeyi
. Tabîî olarak Hıristiyan dünyâsı için bu zafer, şenliklerle
kutlanacak, üzerine şiirler, methiyeler yazılacak bir sevinç kaynağı olmuştur.
Hâdiseden yaklaşık iki yüz sene sonra bile Voltaire, “Hiç birşey Malta
kuşatması kadar meşhur değildir”279 diyecektir.
En az Rodos kadar müstahkem olmasına rağmen kuşatma boyunca
yapılan top atışları sebebiyle harâbeye dönmüş olan adanın yeniden imâr
edilmesine, II. Philippe’in telkini ve desteğiyle280 büyük özen gösterilmiş,
ada281,
273
Türkler
karşısında
Hıristiyanlığın
kazandığı zaferin
bir
anıtı
Brian W. Blouet, “The Impact of Armed Conflict on the Rural Settlement Pattern of Malta (A.D.
1400-1800)”, Transactions of the Institute of British Geographers, New Series, cilt 3, sayı 3,
Settlement and Conflict in the Mediterranean World, 1978, s. 367.
274
Tabakoğlu, “a.g.m.”, s. 503.
275
Edwarde Barton & Edwin Pears, “The Spanish Armada and the Ottoman Porte”, The English
Historical Review, cilt 8, sayı 31, Temmuz 1893, s. 441.
276
Clot, a.g.e., s. 158.
277
Rothman, “a.g.m.”, s. 12.
278
Trischitta, a.g.e., s. 20.
279
Rothman, “a.g.m.”, s. 12.
280
Ş. Turan, a.g.e., s. 104.
281
Sicilya’ya 100, Tunus’a 300 km. uzaklıkta olan Malta, bir büyük (Malta) ve dört küçük (Gozo,
Comino, Cominotto ve Filfola) adadan müteşekkildir. Toplam yüzölçümü 316 kilometrekare olan
37
sayılmıştır. Büyük üstâdın isminin verildiği yeni şehir La Valette, bugün de
adanın
merkezidir282.
La
Valette’in
savunmadaki
rolünün
efsânevîleştirilmesindeki en büyük etken, tahmin edilen zamandan önce karşı
karşıya kalınan Türk tehlikesinin sebep olduğu korku ve panik hâli283
karşısında, o dönemin târihçilerinden Viperano tarafından “doğuştan korkak
ve savaşmaya alışkın olmayan”284 olarak nitelenen yerli halk üzerinde
sağladığı kontrol285 olmuştur. La Valette bu doğrultuda bilhassa dinî öğelere
ağırlık vermiş, bir târihçi tarafından “kâfir köpekler” olarak bahsedilen
Türklere karşı yine aynı târihçi tarafından “çok dindar ve iyi Katolikler”286
olarak ifâde edilen Maltalılara, daha evvel marûz kalınan tehditlerden de ilâhî
mucizeler sâyesinde kurtuldukları inancı verilip287 hislerine hitâp edilmek
sûretiyle, korkularını yenmeleri sağlanmıştır288. Malta savunması ve La
Valette’in kahramanlığı, zaferin tüm Avrupa’da kutlandığı sırada, hâdiselere
şahâdet etmiş Luca de Armenia isimli bir Maltalı tarafından kaleme alınan289
şiirde de kendine yer bulmuştur. Malta halkının dinine ve idârecilerine
duyduğu sadâkâtin belirtildiği dizelerle başlayan O Melita Infelix isimli şiirde
La Valette için kullanılan “Büyük Sezar gibi, Cennet sözü veren” ve “Şarkın
büyük donanmasına karşı Malta’yı savunan”290 ifâdelerinden de, bahsi geçen
kişiye atfedilen önem görülebilmektedir.
1453’te Konstantinapol’ün artık İstanbul olmasıyla berâber siyâsî ve
dinî boyutlarıyla yazarların değişmez ilgi odağı hâline gelen Osmanlı
adanın 2003 senesindeki tahminî nüfûsu 383.000’dir. Bkz. İdris Bostan, “Malta”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 27, İstanbul, Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Matbaacılık ve Ticaret
İşletmesi, Ankara, 2003, s. 538. Günümüzde Hıristiyanlığın en katı yaşandığı yerlerden birisi olarak
kabûl edilen Malta’da, resmî olmamakla birlikte, “senenin her günü için bir kilise” anlayışıyla, üç yüz
altmış beş kilise bulunduğu yerli halk tarafından söylenmektedir.
282
Ş. Turan, a.g.e., s. 104.
283
P. Cassar, “1565 Malta Kuşatmasının Psikolojik ve Tıbbî Yönleri I-II”, çev. Akif Erdoğru, Tarihin
İçinden – Doğumunun 65. Yılında Prof. Dr. Ahmet Özgiray’a Armağan, ed. Akif Erdoğru,
İstanbul, IQ Yayıncılık, 2006, s. 117.
284
P. Cassar, “a.g.m.”, s. 118.
285
P. Cassar, “a.g.m.”, s. 126.
286
P. Cassar, “a.g.m.”, s. 112.
287
P. Cassar, “a.g.m.”, s. 123.
288
P. Cassar, “a.g.m.”, s. 124.
289
Carmel Cassar, “Malta Kuşatması Hakkında 1565’te Yazılmış Bir Şiir: O Melita Infelix”, çev. Akif
Erdoğru, Tarihin İçinden – Doğumunun 65. Yılında Prof. Dr. Ahmet Özgiray’a Armağan, ed.
Akif Erdoğru, İstanbul, IQ Yayıncılık, 2006, s. 112.
290
C. Cassar, “a.g.m.”, s. 115.
38
Devleti’nin291 Malta’dan çekildiği haberinin kısa sürede Avrupa’da duyulması
üzerine, vaktiyle Cem Sultan’ın “misafir” edildiği Saint Angelo kalesinden top
atışları yapılmış ve bazı kiliselerde görkemli törenler tertip edilerek kapsamlı
bir endüljans ilân edilmiştir292. Dünyânın sonunun geldiği sanılırken293, adetâ
bir yeniden doğuş yaşanmıştır. Zafer öncesinde Papa’nın siyâsî ve dinî
çekişmelerle parçalanmış Avrupa hakkındaki “ordusuz bir imparator,
korusuna doğru geri çekilmiş bir İspanya kralı ile kadınlar ve oğlanlar
tarafından idâre edilen Fransa, İngiltere ve Portekiz”294 yorumundan
anlaşılacağı gibi, böylesi bir zaferin hayâl edilmesi bile söz konusu değilken,
savaşın netîcesinin sağladığı sevincin bu boyuta ulaşması da şaşırtıcı
değildir.
İmkânsızın
başarıldığına
inanmaktan
kaynaklanan
coşkunun
etkisiyle ilgi alanlarında savaş kavramına fazlasıyla yer ayıran yazarlar295
kanalıyla Malta zaferi, edebiyatta da kısa dürede kendine hatırı sayılır bir yer
edinmiştir. Ne var ki, Hıristiyan dünyâsının bölünmüşlüğü, kendini bu alanda
da göstermiş, zafer, bağlı olunan inanışı ya da tâbî olunan hükümdârı
yüceltecek şekilde ele alınmıştır. Bu maksatla metinlerin bazısında Katolik
inancını empoze etmek için Protestanlığın reddettiği azizler ve Papa ile
şövalyelerin hâmîsi olan azizler ön plâna çıkartılırken296, bazısında ise ezelî
düşmana karşı birlik anlayışına vurgu yapılmış297 ya da İspanya’nın taahhüt
ettiği yardımı göndermekte geç kalışı haklı gerekçelere bağlanmaya
çalışılmıştır298. Yine de bunların hiç birisi, Türkler karşısında elde edilen
zaferin ihtişâmını gölgede bırakamamış, Maltalı târihçi Henry Frendo’nun
“Büyük Üstat La Valette’in idâresinde şövalyeler ve Maltalılar, sadece
Müslümanların Katolikler karşısında bir yenilgisi olarak değil, tüm Avrupa’nın
Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kazandığı bir zafer olarak görülebilecek
hâdisede, Muhteşem Süleyman’ın yayılmacı ordusu geri püskürtülmüştür”
291
Bonavita, “a.g.m.”, s. 1022.
Ş. Turan, a.g.e., s. 104.
293
Rothman, “a.g.m.”, s. 16.
294
Bonavita, “a.g.m.”, s. 1026.
295
Bonavita, “a.g.m.”, s. 1023.
296
Bonavita, “a.g.m.”, s. 1033.
297
Bonavita, “a.g.m.”, s. 1035.
298
Bonavita, “a.g.m.”, s. 1037.
292
39
şeklinde ifâde ettiği Malta zaferi, her sene şenliklerle kutlanmaya değer bir
hâdise muamelesi görmüştür299.
Osmanlı açısından bakıldığında, 1565 senesinde Malta’da alınan
netîce tamâmen bir “terslik”300, pek sık rastlanmayan bir durum olmuştur.
Viyana’yı almakla Osmanlı’nın elde etmiş olabileceği fırsatlara benzer olarak
Malta’nın
alınması
da
devlete
İtalya’nın
kapılarını
açabilecekken301,
Muhteşem Süleyman “beklenmedik” bir yenilgi almıştır. 1470’lerden itibâren
başlayan okyanus gemiciliği dolayısıyla gelişen denizcilik teknolojisine
rağmen, uzak deniz faaliyetlerinden elde edilebilecek kazanımlara genel
siyâseti içerisinde yeterli ağırlığı vermediğinden302 hâlen kadırga gücüyle303
denizlerde hâkimiyet mücâdelesi veren devlet, genellikle yerel halk ve onların
idârecileri arasındaki bilhassa dinî farklılıklardan faydalanarak uyguladığı
“böl-fethet” yöntemini de uygulayamadığı304 Malta’dan, ateşli silahların ve
gelişen savunma stratejilerinin bir cilvesi olarak eli boş dönmüştür. Üstelik
netîce itibâriyle Osmanlı’nın kale savaşlarında uğradığı en büyük asker
kaybına ve ağır masraflara girmesine yol açan305 bahsi geçen adaya
düzenlenecek sefer için Tatar Hanı tarafından Ruslara karşı düzenlenmesi
teklif edilen sefer, teklifin son derece uygun bulunmasına rağmen tehir
edilmesi gerektiği yönünde bir karar alınarak306, ilerisi için hayâtî önem arz
eden bir tehlikenin büyümesine fırsat verilmiştir. Elde edilen bir şey olmadığı
gibi, şehzâde mücâdeleleri dolayısıyla da iyice yıpranmış olan Süleyman,
saltanâtının ve ömrünün son günlerinde, kabullenilmesi hiç de kolay
olmayan307 bir yenilgiye uğratılmıştır. Dahası Malta’nın fethi için donanmaya
ve kara kuvvetlerine serdâr tayin olunan vezîr Mustafa Paşa ve emrine
299
Andrea L. Smith, Colonial Memory and Postcolonial Europe – Maltese Settlers in Algeria and
France, Bloomington, Indiana University Press, 2006, s. 22.
300
Harding, “a.g.m.”, s. 105.
301
Goffman, a.g.e., s. 178.
302
Hess, “Ottoman Seaborne Empire”, s. 1916.
303
Harding, “a.g.m.”, s. 105.
304
Goffman, a.g.e., s. 179.
305
Ş. Turan, a.g.e., s. 105.
306
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 6 Numaralı Mühimme Defteri (972/1564-1565): Özet-Transkripsiyon
ve İndeks II, O.A.D.B. Yayınları, Ankara, 1995, s. 53, hüküm no: 906.
307
Ş. Turan, a.g.e., s. 106.
40
verilmiş olan Cezâyir Beylerbeyi Kaptan Piyâle Paşa308 arasında zaten var
olan husûmet, yenilgi sonrasında daha da artmış ve nihâyetinde, Mustafa
Paşa vezâretten azledilmiştir309. Turan’ın, Osmanlı kaynaklarının yenilginin
en büyük sebebi olduğu konusunda mutâbık olduklarını belirttiği bu
husûmetin310 alevlenmesine daha ziyâde, muhâsara öncesinde hükümet
tarafından bilhassa üzerinde durulduğu hâlde311, Mustafa Paşa’nın Turgut
Reis’in tavsiyelerine uymaması yol açmıştır. Zîrâ Mustafa Paşa Turgut Reis’i
beklemeden Saint Elmo için harekete geçmiş, kale alınmış312 ancak bu
esnâda hem zaman, hem de Turgut Reis’in de içinde bulunduğu pek çok
Osmanlı askerinin kaybına sebebiyet verilmiştir. Şu da var ki, sefere
katılması yedi ay öncesinden313 bildirildiği hâlde durumundan haber
alınamayan Turgut Reis’in314, Saint Elmo muhâsarası başladıktan, Kâtip
Çelebi’ye göre yedi315, Turan’a göre on dört gün316 sonra bölgeye gelmesi de
dikkat çekicidir. Peçevî’ye göre bunun sebebi, paşanın hazırlıklarının eksik
olmasıyken317, onun bu tutumunun sebebinin, Barbaros’un vefâtının ardından
kaptân-ı deryâlığa getirilmemesinden318 başka olarak ikinci kez Malta seferi
sırasında, Piyâle Paşa’nın donanma kumandanlığına getirilip kendisinin göz
ardı edilmiş319 olması da muhtemeldir. Netîcede Saint Elmo, Turgut Reis’in
“hiçe
satılarak”320
hayatının
sona
ermesine,
Malta
yenilgisi
de
Nostradamus’un kehânetini yalanlarcasına321 Süleyman’ın şânına gölge
308
BOA, MD, no. 6-II, s. 50, hüküm no: 902.
Ş. Turan, a.g.e. , s. 106.
310
Ş. Turan, a.g.e., s. 92.
311
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 6 Numaralı Mühimme Defteri (972/1564-1565): Özet-Transkripsiyon
ve İndeks I, O.A.D.B. Yayınları, Ankara, 1995, s. 307, hüküm no: 562.
312
BOA, MD, no. 6-II, s. 368, hüküm no: 1479.
313
Ş. Turan, a.g.e. , s. 93.
314
BOA, MD, no. 6-II, s. 337, hüküm no: 1423.
315
Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 100.
316
Ş. Turan, a.g.e. , s. 92.
317
Peçevî İbrahim Efendi, Peçevî Tarihi I, haz. Bekir Sıtkı Baykal, Ankara, Kültür Bakanlığı, 3.
baskı, 1999a.g.e., s. 411.
318
Ali Haydar Emir, Kılıç Ali ve Lepanto: Lepanto Deniz Muharebesinin Üçyüz Altmışıncı Yıl
Dönümü Dolayısile ve Resmi Vesikalara Göre Yazılmıştır – 322 Numaralı Deniz Mecmuasının
Tarih Kısmı İlâvesi, İstanbul, Deniz Matbaası, 1931, s. 4.
319
Ş. Turan, a.g.e. , s. 93.
320
Solakzâde, a.g.e., s. 296.
321
Nostradamus, The Complete Prophecies of Nostradamus, ed. Ned Halley, Wordsworth Editions
Ltd., 1999, s. 17. Nostradamus, Malta’nın aniden ortadan kaldırılacağı kehânetinde bulunmuştur.
309
41
düşmesine sebebiyet vererek, Andrea Amati’nin322 kemanlarından çıkan ilk
nağmelerle, Osmanlı târihini beklemekte olan değişim ve hüznün işâretini
vermiştir.
1.4. YANLIŞ HESAP İNEBAHTI’DAN DÖNER
Fransa’da Katolikler ile Huguenotlar323 arasında yeniden mücâdeleler
başlar ve Lutheryenler ile Calvinistler, Cizvitlere karşı birlik oluştururken,
kâhin Nostradamus ve meşhûr şâir Fuzûlî ömürlerinin son günlerini
yaşarken324, Süleyman’ın ölümünün ardından tahta oturan II. Selim’in orta
yaşta sürmeye başladığı saltânâtının ilk senelerinden itibâren Osmanlı
Devleti de bir takım ayaklanmalara, Macaristan sorununa ve kuzeyde
belirmeye başlayan Rus tehlikesine325 şâhit olmuştur. Devlet, yine bu
dönemde, acilen karara bağlamak durumunda olduğu bir ikilemle – 1525’te
bir yandan karada Habsburg diğer yanda Kızıl Deniz’de Portekiz tehlikesinin
yaşattığına benzer olarak326, ağırlık merkezinin Akdeniz mi yoksa Doğu
Avrupa mı olması gerektiği327 -, karşı karşıya kalmıştır. Bu ikileme bir çözüm
getiren, tahta çıkan her pâdişâhın meşrûiyyet gerekçesiyle başvurduğu ilk
hamle olan, yeni bir toprak fethetme geleneği olmuştur328.
Sokollu’nun
yükselen Rus tehlikesine karşı fiiliyata dökmeye başladığı projeleri başarılı
olamayınca329, bundan sonra sıklıkla rastlanılacak olan “yöneten seçkinler
arasındaki”330 mücâdelelerin etkin olduğu Kıbrıs seferinde karar kılınmıştır.
İlk Haçlı Seferi sırasında bir Katolik derebeylik hâline getirilmiş olan
Kıbrıs331, 1192’den 1489’a kadar Fransız Lusignan krallarının hâkimiyetinde
322
XVI. yüzyılda yaşamış meşhûr İtalyan kemancı. Fransa kralı IX. Charles için de keman yaptığı
bilinmektedir.
323
XVI. yüzyıldaki Reform hareketi sırasında Fransa’da ortaya çıkan Protestan topluluk.
324
Yıldırım, a.g.e., s. 65.
325
Imber, Osmanlı İmparatorluğu, s. 78.
326
Hess, “Ottoman Seaborne Empire”, s. 1914.
327
İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 165.
328
Goffman, a.g.e., s. 185.
329
İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 165.
330
Faroqhi, a.g.e., s. 17.
331
Goffman, a.g.e., s. 183.
42
kalmış332 ve daha sonra ise Venedik’in eline geçmiştir. Şimdi de Osmanlı,
Sokollu’ya rağmen, adanın yeni hâkimi olabilmek için harekete geçmek
üzeredir. Her ne kadar savaş için yeterli gerekçe ve uygun bir zaman olmasa
da, adanın Osmanlı tarafından alınması siyâsî, stratejik, ekonomik ve dinî333
gerekçelerle önem arz etmektedir. Ancak fethin zamanının tayininde,
Sokollu’nun rakîbi olan Lala Mustafa Paşa334 ile II. Selim döneminde her
nasılsa sarayın ileri gelenleri arasında kendine bir yer verilmiş335 ve pâdişâh
tarafından kendisine Kıbrıs krallık tâcı va’dedilmiş olan336 Naksos Dükası ve
aynı zamanda bir şarap tüccarı olan Yasef Nassi’nin telkinleri de etkili
olmuştur. Böylece, devletin en mühim düşmanının hâlen İspanya olduğuna
inanan Sokollu’nun, esâsen krala karşı ayaklanmış olan Moriskolara337 Granada
Mağribîlerine338-
gönderilmesine
taraftar
olduğu
donanma,
İstanbul’daki Venedik elçisinin çabalarına rağmen 1570 senesinde, şarabıyla
meşhûr Kıbrıs için harekete geçmiştir339. Bu durum karşısında Venedik bir
refleks olarak Papa’ya acil yardım çağrısı göndermişse de, Papa’nın birlik
oluşturma çabasına İspanya ve Malta Şövalyeleri340 hâricinde kulak asan
olmamıştır. Zîrâ o esnâda Fransa ile Osmanlı iyi ilişkiler içindedir ve
Avusturya ile de 1568’de sekiz senelik bir muâhede imzalanmıştır.
Dolayısıyla kendi hayatîyetlerini tehdît etmedikçe, zaten iç meseleleriyle
yeterince meşgûl olan devletlerin, tabiri câizse, taşın altına ellerini koymak
gibi bir eğilimleri olmamıştır.
Kıbrıs, 1570 Mayıs’ında İstanbul’dan yola çıkan Osmanlı donanması
tarafından aynı senenin Ekim ayına kadar, Magosa hâriç, ele geçirilmiştir341.
Kuşatma öncesinde geleneksel istimâlet siyâsetini uygulayıp düşmanla birlik
332
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 9.
Hüseyin Kabasakal, Kıbrıs’ın Fethi (1570-1571) – Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik
Etüt Başkanlığı Türk Asker Büyükleri ve Zaferleri Serisi, Ankara, Günkur, 1986, s. 17-22.
334
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III/I, s. 11.
335
Lamartine, a.g.e., s. 504.
336
Kinross, a.g.e., s. 261.
337
Faroqhi, a.g.e., s. 63.
338
Kinross, a.g.e., s. 260.
339
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 11.
340
Uzunçarşılı, a.g.e., s. 12.
341
Uzunçarşılı, a.g.e., s. 14.
333
43
olunmaması şartıyla halkın mal ve can güvenliklerine teminât veren342
Osmanlı, adanın doğrudan teslîm olmamasına ve dolayısıyla Osmanlı
askerlerinin –Selânikî’nin tabiriyle “Leşker-i İslâm bu gazâda bir vechile mâl-i
ganâ’im ve usârâya mâlik oldılar ki hiç bir târîhde görülmiş değildi”343yağmalamalarına
durumunda
kalan
rağmen
senelerdir
Ortodoks
Rum
Katolik
halk
hâkimiyetinde
tarafından
yaşamak
kurtarıcı
gibi
karşılanmıştır344. Böylece İspanya’daki Müslümanlar İslâm’ın bir numaralı
savunucusu
olan
Osmanlı
Devleti’nin
manevî
desteğiyle
yetinmek
durumunda kalırken, pâdişâh II. Selim de -esâsen “kâfirin” onursuzca bir
hareketi karşısında uygulanması haklı olan345, ancak vezîr-i azâma göre
yeterli bir gerekçe olmadığı halde fiiliyata geçirilen- gazâ ilkesi ile
meşrûiyyetini sağlamıştır. Ne var ki Osmanlı sultânının, vezîr-i azâm Sokullu
Mehmed Paşa’yı “ilk ve son kez devre dışı bırakarak”346 aldığı sefer kararı
devletin, XVI. yüzyılın ikinci yarısındaki ikinci büyük yenilgisini almasına yol
açacaktır.
Selânikî’nin “Sene 979 rebî’ulevvel gurresinde deryâdan ba’zı ümerâ
mektûblarıyle haberler gelüp tahkik itdilerki Venedik Dojları İspanya la’în ile
dostluk üzre ittifâk ü ittihâd eyleyüp...”347 cümlesiyle anlatmaya başladığı
İnebahtı savaşı, Kıbrıs’ın ele geçirilmesinin doğrudan bir netîcesidir.
Akdeniz’deki mühim bir üs konumunda olan Kıbrıs’ın kaybedilmesini kabûl
edemeyen348 ve büyük bir endişeye sürüklenen349 Hıristiyan güçler, bir
misilleme350 yapabilmek amacıyla harekete geçmiştir. Reform hareketinin
etkileri sebebiyle artık eski otoritesi kalmamış olan Papa’nın Türkleri “güçten
düşürmek”351 amacıyla yaptığı ittifak çağrısı, kendi aralarında çekişme
342
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 12 Numaralı Mühimme Defteri (978-979/1570-1572): ÖzetTranskripsiyon ve İndeks I, O.A.D.B. Yayınları, Ankara, 1996, s. 17, hüküm no: 19.
343
Selânikî, Tarih-i Selânikî I, s. 78.
344
Goffman, a.g.e., s. 186.
345
Kafadar, a.g.e., s. 132.
346
Kinross, a.g.e., s. 261.
347
Selânikî, Tarih-i Selânikî I, s. 81.
348
Kabasakal, a.g.e., s. 103.
349
Ertuğrul Önalp, “Cervantes’in Türklere Esir Düşmesi ve Esaretinin Eserlerine Yansıması”,
OTAM, sayı 3, 1990, s. 299.
350
Kinross, a.g.e., s. 264.
351
Hammer, a.g.e., s. 151.
44
hâlinde olan Fransa, Almanya, Polonya352, Avusturya, Rusya ve İngiltere353
gibi Avrupalı devletlerin çoğunun, Osmanlı’ya karşı elde edilecek muhtemel
bir zaferin, savaşan devletlerden çok savaşmayanlara fayda getireceği
düşüncesinde olmaları sebebiyle, umulan genişlikte bir katılım meydana
getirmemiştir. “Daimî surette Türklerle mücâdele etmeyi”354 ahdederek, büyük
çabalarla kurulabilen ittifâka dâhil olan Papalık, İspanya, Malta ve Venedik’in
harekete geçmek üzere Messina’da355 toplanmalarıyla, Kıbrıs seferi öncesi
Sokollu’nun taşıdığı kaygılar tecessüm etmiştir.
Kıbrıs seferi sırasında adanın en mühim şehri olan Magosa’nın
muhâsarası mevsimin geçmesine rağmen tamamlanamadığından, kara
kuvvetlerinin
başında
olan
Lala
Mustafa
Paşa
burada
bırakılarak
donanmanın geri kalanı İstanbul’a dönmüştür356. Ancak şehrin düşürülmesi,
düşmanın çok sayıda asker, zahire ve silahı kaleye istiflemiş olması
sebebiyle, bir türlü mümkün olmadığından, destek kuvvet talebinde bulunan
Mustafa Paşa’ya, “gönderilen takviye kuvvetler gelene kadar Kıbrıs’taki
fethedilmiş yerleri muhafaza etmesi” bildirilerek357, Magosa’nın düşmesinden
sonra Pertev Paşa358 komutasındaki diğer gemilerle birleşecek olan
Müezzinzâde
Ali
gönderilmiştir359.
Paşa
komutasındaki
Donanmanın
Osmanlı
ulaşmasıyla
donanması
Magosa
yardıma
kuşatmasını
şiddetlendiren Osmanlı, nihâyetinde Ağustos ayında şehrin teslim olmasıyla
amacına ulaşmıştır. Sonrasında Lala Mustafa Paşa’nın, kendisine aylarca
direnmiş olan Magosa kale kumandanı Bragadino’ya yaptığı işkenceler,
muhtemelen Lamartine’in dediği gibi sadece idam edilen “elli Türk hacısının
intikâmını almak”360 ya da şehrin anahtarlarının teslim edileceği günün
gecesinde elli Türk esîrinin katledilmesine361 misilleme yapmak için değildir.
352
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 15.
Kabasakal, a.g.e., s. 26.
354
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 16.
355
Kinross, a.g.e., s. 264.
356
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 14.
357
BOA, MD, no: 12-I, s. 48, hüküm no: 16.
358
BOA, MD, no: 12-I, s. 207, hüküm no: 314.
359
BOA, MD, no: 12-I, s. 135-136, hüküm no: 183, 184.
360
Lamartine, a.g.e., s. 510.
361
Kabasakal, a.g.e., s. 99.
353
45
Mühimme kayıtlarında yer alan Mustafa Paşa’nın destek talebiyle ilgili
maddelerin bir kısmından362 son derece zorlayıcı ve stresli geçtiği anlaşılan
kuşatmanın yarattığı psikolojinin bir etkisi olması da muhtemeldir.
Bu sırada Osmanlı’nın kulağına, düşman donanmasının ittifâk ederek
harekete geçtiği haberlerinin gelmesiyle363, Lala Mustafa Paşa’ya yiyecek,
mühimmat ve asker desteği364 ulaştırmasının ardından oradan ayrılmış olan
Müezzinzâde Ali Paşa365, yukarıda bahsedildiği gibi donanmanın diğer
kısmıyla birleşmiştir. Haziran 1571’de birleşen kuvvetlere Barbaros’un oğlu
Hasan Paşa366 ve ardından Cezâyir-i Garb Beylerbeyi Uluç Ali Paşa367 da
dâhil olmuştur. Kaynaklarda, cenkçi ve kürekçi eksikliği gerçeğinin368 altı
çizilerek belirtilen Akdeniz’de bulunan tüm Osmanlı donanmasının mevcûdu
hakkında muhtelif sayılar369 zikredilmekle berâber, Uzunçarşılı’nın savaşa
katılan Osmanlı donanması için verdiği net sayı 224’tür370. Müttefik
donanması ise, yine sayı belirten kaynaklarda ihtilâf371 olmakla berâber, 278
gemiden oluşmaktadır372. 7 Ekim 1571’in “kristâl gibi duru sabahında”373
İnebahtı suları, bazı görüşe göre “Rönesans’ın en büyük deniz savaşı”374
kabûl edilebilecek olan savaşa şahâdet etmek, Avrupa güçler dengesinin
362
BOA, MD, no: 12-I, s. 71, 138, 147, hüküm no: 57, 186, 201.
BOA, MD, no: 12-I, s. 256-259, 299, 305, hüküm no: 394, 464, 474.
364
Kabasakal, a.g.e., s. 100.
365
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 15.
366
Uzunçarşılı, a.g.e., s. 16.
367
Uzunçarşılı, a.g.e., s. 17.
368
BOA, MD, no: 12-I, s. 210, 299, hüküm no: 317, 464.
369
Bu konu hakkında; Gelibolulu 400 (Faris Çerçi, Gelibolulu Mustafa Âlî ve Künhü’l-Ahbâr’ında
II. Selim, III. Murat ve III. Mehmet Devirleri, Kayseri, Erciyes Üniversitesi Yayınları, 2000, s. 80),
Kâtip Çelebi 180 (a.g.e., s. 115), Hasan Beyzâde 250 (Hasan Bey-zâde Ahmed Paşa, Hasan Bey-zâde
Târîhi II: Metin (926-1003 / 1520-1595), haz. Şevki Nezihi Aykut, Ankara, TTK, 2004, s. 206),
Peçevî 400 ( Peçevî, a.g.e., s. 475), Selânikî 184 (Selânikî, Târih-i Selânikî I, s. 81), Solakzâde 250
(Solakzâde, a.g.e., s. 325) sayılarını vermektedirler.
370
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 19.
371
Müttefik donanması için; Aksun 295 (Aksun, a.g.e., s. 357), Hasan Beyzâde 300 (Hasan Beyzâde,
a.g.e., s. 300), Kâtip Çelebi 229 (Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 114), Solakzâde 300 (Solakzâde, a.g.e., s.
325) sayılarını zikretmektedirler.
372
Kabasakal, a.g.e., s. 103. Ayrıca bkz. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 19.
373
Jenny Jordan, “Imagined Lepanto: Turks, Mapbooks, Intrigue and Spectacular in the Sixteenth
Century Construction of 1571”, PhD Dissertation of UCLA, 2004, s. 1.
374
Angus Konstam, Lepanto 1571: The Greatest Naval Battle of the Renaissance, Oxford, Osprey
Publishing, 2003, s. 10.
363
46
değiştinin resmî belgesi de, görünmez mürekkeple imzâlanmak üzeredir.
Osmanlı Devleti morötesi ışık altında gerçeklerle yüzleştiğinde, geçmişin
gölgesi soğuk bir karanlığa dönüşmüş olacaktır.
İnebahtı Savaşı bittiğinde, artık Osmanlı donanması diye bir şey
kalmamıştır375. Bir deniz savaşından ziyâde adetâ bir kara savaşını
andırırcasına adam adama süren savaş son derece kanlı olmuş, Kaptân-ı
deryâ Müezzinzâde Ali Paşa376 ve pek çok beyle377
berbâber yaklaşık
30.000378 asker kaybedilmiştir. Esâsen bu durum, yenilginin utanca
dönüşmesini engelleyen Uluç Ali Paşa gibi deniz savaşları konusunda bilgi
sâhibi olanlar için hiç de sürpriz olmamıştır. Zîrâ müttefik donanmasının
yaklaştığı haberi alınınca kurulan mecliste, savaşta takip edilecek taktik
hakkında harâretli tartışmalar meydâna gelmiş, Uluç Ali Paşa’nın altı aydır
denizde olan donanmanın hasar görmüş ve cenkçi ile kürekçi eksiği
olduğunu379 belirtmiş olmasına rağmen, Kâtip Çelebi’nin “aslında yarar ve
gayretliydi”380 diye tanımladığı, daha Zigetvar Seferi sırasında Yeniçeri
ağasıyken, deniz savaşları hakkında hiç bir tecrübesi olmadığı hâlde II.
Selim’in kaptân-ı deryâlığa getirdiği Müezzinzâde Ali Paşa, bu sözlere kulak
asmamıştır. Gerçekten Osmanlı donanmasının yadsınamaz dezavantajları
mevcûttur. Uluç Ali Paşa’nın zikrettiklerinden başka, hissedilebilir ölçüde
otorite zayıflığı da göze çarpmaktadır. İlgili mühimme defterinde görevlerini
aksatan, çağırıldıkları hâlde emrolunan yer ve zamanda hazır bulunmayan
375
Bostan, “İnebahtı Deniz Savaşı”, s. 287. Ayrıca konuyla ilgili olarak Uzunçarşılı , tıpkı Peçevî gibi
190 Türk gemisinin battığından ve müttefiklerin eline geçtiğinden bahsederken, Kâtip Çelebi de
batanlar hâriç düşman eline geçen gemi sayısını 60 olarak zikretmiştir.
376
Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi I, s. 220.
377
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 19. Kâtip Çelebi eserinde, savaşta şehîd olan beylerin
isimlerini tafsîlatlı olarak vermiştir. Buna göre; Çorum, Karahisar-ı Şarkî, Engürü, Niğbolu, İnebahtı,
Sakız, Midilli, Sığacık, Biga, Mısır İskenderiyesi, Şolok beyleriyle ve sancağı belirtilmeyen bir bey ile
tersâne emîni ve kethüdâsı, kapudanlardan Dumdum Memi, Ali Müslüman ve başkaları ve bu
sancakların tüm sipahileri şehit olmuş, çok azı kurtulabilmiştir. Bkz. Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 117.
378
Archer, World History of Warfare, s. 259.
379
Svat Soucek, “İnebahtı Savaşı (1571) Hakkında Bazı Mülâhazalar”, Tarih Enstitüsü Dergisi, sayı
4-5, İstanbul, 1974, s. 38.
380
Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 115.
47
askerle ilgili pek çok hüküm bulunmaktadır381. Bundan başka elbette uzun
süredir sefer hâlinde olmaktan mütevellit askerde, psikolojik ve fizikî zayıflık
mevcuttur ki Osmanlı kronikleri bu durumun özellikle altını çizmişlerdir.
“Donanmamız nakıstır, âleti iyi değildir, deryada gezmekle gemiler
bozgundur, sipah ve yeniçeri icazetli icazetsiz dağılmışlardır, Boğaz
hisarlarından küffar donanması içeri giremez, karşı çıkmak doğru değildir”382
sözleriyle donanmanın asker eksiğinin üzerinde duran ancak buna rağmen
savaşmak kaçınılmazsa, bunun açık denizde yapılması gerektiğini bildiren
Uluç Ali Paşa’ya cevâben Müezzinzâde Ali Paşa’nın asker eksiğini ve
düşmanın gücünü ciddîye almayarak, “Sizde İslâm gayreti ve pâdişâhın
namusunu muhafaza himmeti yok mudur?”383 demesi
ve yine Uluç’un
gemilerin alâmetlerinin kaldırılması önerisini de reddetmesi de dikkate değer
bir husûstur. Bir deniz albayı olan İnci’ye göre “suyu bardakta, gemiyi
duvarda görmüş olan bir yeniçeri ağasını” –Atsız’ın “harcanmış” olduğunu
düşündüğü bahsi geçen şahsın bu göreve getirilmesinde kıskançlık
hesaplaşması içinde olan Sokollu’nun parmağı vardır384. Bu görüş, Mantran
tarafından da zikredilmiştir385-kaptân-ı deryâ yapmakla Osmanlı donanmasını
sırtından hançerleyen esas kişi II. Selim olmuş386, netîce itibâriyle Osmanlı
donanması o zamana kadar gerçekleşen hiç bir savaşta olmadığı kadar
büyük zarara uğradığı bir yenilgi almıştır387. Topçu birlikleri ve ateşli
silâhlarının yanı sıra Haçlı donanmasına komuta eden Don Juan’ın
uyguladığı incelikli taktik –Donanmayı bir hilâl şeklinde düzenleyerek, bu hilâli
güçlü bir ihtiyat filosuyla emniyete almıştır. Müttefik donanmasında sık
rastlanılan bir durum olan firarların önüne geçebilmek amacıyla her bir
381
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 12 Numaralı Mühimme Defteri (978-979/1570-1572): ÖzetTranskripsiyon ve İndeks II, O.A.D.B. Yayınları, Ankara, 1996, s. 37, 42, 45, 73, hüküm no: 771, 779,
784, 785, 835.
382
Zarif Orgun, “Selim II.nin Kapudan-ı Derya Kılıç Ali Paşa’ya Emirleri”, Tarih Vesikaları, İkinci
cilt on birinci sayıdan ayrı basım, Maarif Matbaası, 1943, s. 1.
383
Tevfik İnci, “Lepanto ve Uluç Ali Paşa”, Resimli Tarih Mecmuası, cilt 3, sayı 38, İstanbul, Nisan
1952, s. 1389.
384
Yağmur Atsız, Cervantes – İnebahtı’nın Tek Kollusu, İstanbul, Boyut, 1997, s. 15.
385
Robert Mantran, XVI-XVIII. Yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu, çev. Mehmet Ali Kılıçbay,
Ankara, İmge, 1995, s. 94.
386
İnci, “a.g.m.”, s. 1390.
387
Mantran, a.g.e., s. 95.
48
ülkenin gemilerini bir arada tutmak yerine, tüm gemileri filo içinde karışık
olarak görevlendirmiştir388- ve
çoğu zırhlı ve arkebüzle mücehhez 20 ilâ
25.000 Haçlı askeri karşısında harap Osmanlı donanması, paşalar arasındaki
husûmetin de etkisiyle büyük taktik hataları yapmış ve zaten ateşli silâhtan ve
zırhtan yoksun 30.000’e yakın Osmanlı askeri ve denizcisi ile 15.000 kürek
mahkûmu ve çok sayıda ağır top kaybedilmiş, 190 gemi batmış, 60 gemi
müttefik kuvvetlerin eline geçmiştir389.
1.4.1. Kelebek Etkisi: İnebahtı’nın İzinde
Hıristiyan dünyâsı açısından İnebahtı, gerçekten Braudel’in dediği gibi
“hiçbiryere götürmeyen bir zafer”390 midir? O hâlde nedir o ki, Roma’yı bir
imparatorluğa dönüştüren Aktium Savaşı’yla ya da Büyük İskender’le Darius
arasında geçen Salamis Savaşı’yla İnebahtı’yı kıyaslama391 ihtiyâcına
yönlendirmiştir Hıristiyanları? Voltaire’in gerçek muzaffer taraf olarak Türkleri
kabûl ettiği bir Hıristiyan zaferinin o dönemde “deliler gibi”392 kutlanmasına ve
Papa’nın Haçlı komutanı Don Juan de Austria’yı “Hazret-i Yahyâ ile
mukâyese”393 etmesine sebep ne olmuştur? Bu sorulara verilecek en yalın
tek cevap vardır: Bir tabu yıkılmış, yenilmez denilen Türk, yenilmiştir. Artık
Zeus, Poseidon’dan saklanmak için sığındığı mağaradan çıkabilecektir.
Pandora’nın Kutusu’ndan Hıristiyan dünyâsının payına, kutuda iyilik nâmına
vâr olan tek şey olan “umut” düşmüştür.
İnebahtı’nın
netîcesinin
yaklaşık
iki
hafta
sonra
Avrupa’da
duyulmasıyla394 Hıristiyan dünyâsı, bir çağın sonu demek olan395 kendilerine
bahşedilmiş bu muazzam nimet için Tanrı’ya şükranlarını sunma ihtiyâcına
girmişlerdir. Kutlama törenlerinin ilki sayılabilecek High Mass396, Venedik
388
Archer, Dünya Savaş Tarihi, s. 237.
Archer, a.g.e., s. 238.
390
Konstam, a.g.e., s. 89.
391
Jordan, “a.g.m.”, s. 100.
392
Atsız, a.g.e., s. 17.
393
Atsız, a.g.e., s. 17.
394
Bover, “Conflict and Culture in the Mediterranean”, s. 67.
395
Braudel, The Mediterranean and the Mediterranean World, s. 843.
396
Katolik Kilisesi’nde ekmek ve şarabın kutsanması âyini ve bu âyine özgü müzik.
389
49
doçunun da katılımıyla San Marco meydanında düzenlenmiştir397. Kilise
orgları eşliğinde ilâhiler söylenmiş, kilisenin sadece kutsal törenlerde
kullandığı haç meydanda dolaştırılmış, böylece Tanrı’nın zaferi ve tüm
Hıristiyanlığın özgürlüğü kutlanmıştır. Bundan başka, yine Venedik’te, büyük
kanal üzerindeki köprülerden biri olan Rialto üzerinde ve San Giacomo
Kilisesi’nin önündeki meydanda üç gün boyunca yapılan kutlamada, ilâhiler
ve savaş ânını yansıtan sesler eşliğinde İnebahtı’da elde edilen ganîmetler
ve silâhlar sergilenmiştir398. Barselona’da Fransiskenler bir şükrân töreni
düzenlerken, Müezzinzâde Ali Paşa’nın kaptan köşkünü ele geçiren
denizcinin karşılandığı gün olan 18 Kasım’da da, Corpus Christi399 kadar
görkemli bir tören düzenlenmiş, Ali Paşa’nın feneri de Montserrat
Manastırı’na götürülmüş, dört bir yana bayraklar ve flamalar dağıtılmıştır400.
İngiltere’de ise, İnebahtı zaferine özel duâlar basılmakla birlikte401, edebiyat
ve resim gibi sanatın pek çok alanına da yansımaya başlayan zafer
sevincinin etkisi, özellikle Akdeniz ülkelerinde kendini göstermiştir402.
İnebahtı’dan yüzyıllar sonra bile sürecek olan bu yansımalarda ön plâna
çıkarılan da daha ziyâde dinî öğeler olmuştur. Dawkins’in, İnebahtı savaşına
katılmış ve buradan, aziz Spyridon tarafından kurtarıldığına inanan bir
Hıristiyanın isteğiyle keşiş Lawrence tarafından yapılmış bir resim403 üzerine
yaptığı çalışmasında bu konu hakkında ilginç detaylar göze çarpmaktadır.
Resmin en üstünde dört aziz ve ortalarında da kucağında bebek İsâ’yı
taşıyan Hz. Meryem bulunmaktadır. Her bir azizin savaş sırasında
İnebahtı’da olduğu inanışına ayrı anlamlar yüklenmiştir. Bebek İsâ’nın elinde
zaferi müjdeleyen bir ağaç dalı vardır. Bir alt kısımda ellerinde mızrak ve kılıç
bulunan üç melek uçuşmaktadır. Resmin en alt kısmında ise, üzeri gemilerle
397
Fiona Kisby, Music and Musicians in Renaissance Cities and Towns, Cambridge, Cambridge
University Press, 2. baskı, 2002, s. 40.
398
Kisby, a.g.e., s. 41.
399
Hıristiyanlıkta, Hz. İsâ’nın son akşam yemeğini yediği günün anısına kutlanan gün. Corpus Christi,
Latince’de “İsâ’nın Bedeni” anlamınadır.
400
Bover, “a.g.m.”, s. 68.
401
Lena Cowen Orlin, Center or Margin: Revisions of the English Renaissance in Honor of Leeds
Barroll, Cranbury, Rosement Publishing & Printing Corp., 2006, s. 29.
402
Bover, “a.g.m.”, s. 68.
403
R. M. Dawkins, “A Picture of the Battle of Lepanto”, The Journal of Hellenic Studies, cilt 50,
bölüm 1, 1930, s. 2.
50
kaplı deniz gösterilmiştir. Gemilerin ortasında ise, kollarını açmış hâlde Hz.
İsâ resmedilmiştir. En üstte bir şerit üzerine, okunabildiği kadarıyla, “The
Battle of Lepanto in which the Venetians destroyed the fleet of the Hagarens
and... was blockaded, and St. Spyridon of Kerkyra saved him.”404 yazılmıştır.
Hıristiyan ressamlarla berâber pek çok târihçi, filozof, din adamı ve şâir
giderek artırılan ve yayılan405 zaferin ihtişâmını bundan sonra da benzer
çalışmalara yansıtacaklardır.
İnebahtı zaferinin yansımalarında dinî öğelerin ön plâna çıkarılması,
kuşkusuz Avrupa’nın o dönemde büyük bir dinî kaos içerisinde olmasıyla
yakından alâkalıdır. Avrupalı devletlerin, zaferin kendilerine mâl edilecek
yönlerini bulmaya çalışması gibi, farklı tarîkatlar da, tıpkı daha önce Malta’nın
ardından yapıldığı gibi, zaferi kullanarak kendi inançlarının propagandasını
yapma amacını gütmüşlerdir. O kadar ki Papa V. Pius (1566-1572), zaferin
arifesinde Meryem Ana’nın görünerek zaferi müjdeledeğini duyurmuş ve 7
Ekim’i kutsal bir gün olarak ilân etmiştir406. Bu anlayış, yeniden keşfedilmesi
için uğraşılan Katolik inancında Hz. Meryem figürünün güçlenmesine hizmet
ederken407, Kilise’nin bu zaferdeki en büyük payı elde etmek sûretiyle
zedelenen otoritesini tamir etmeye çalıştığını da göstermiştir. Bu zafer,
ihtiyaç duyuldukça günümüzde dahî Hıristiyan dinî-siyâsî söylemlerinde
zikredilmektedir. Papa II. Jean Paul II (1978-2005) 22 Eylül 2002 târihinde
yaptığı konuşmasında, “Meryem Ana’nın tüm Hıristiyanlara duânın gücünü
yeniden hatırlatmaktaki önemini” belirtmiş ve “barış için duâ edilmesini”
istemiştir408. Bir gazetenin internet sayfasında yer alan 29 Aralık 2009 târihli
bir haberde ise, İtalya’daki Kuzey Birliği Partisi’nin resmî yayın organı olan La
Padania gazetesinin, “İslâm’ı durdurmak için yeni bir İnebahtı” başlığı altında,
Batı’nın İslâm tehlikesi karşısında yeniden Haçlı seferleri düzenlemesi
404
“Venediklilerin, Hacer soyundan gelenlerin filosunu yok edip kuşattığı İnebahtı Savaşı, ve Aziz
Spyridon onu kurtardı.”
405
Mantran, a.g.e., s. 91.
406
Bover, “a.g.m.”, s. 69.
407
Nathan D. Mitchell, The Mystery of the Rosary: Marian Devotion and Reinvention of
Catholicism, New York, NY University Press, 2009, s. 23.
408
Vatikan Resmî İnternet Sayfası, (Erişim)
http://www.vatican.va/holy_father/john_paul_ii/angelus/2002/documents/hf_jpii_ang_20020929_en.html.
51
gerektiğini ve yeni bir Papa V. Pius’a ihtiyaç duyulduğunu belirttiği
kaydedilmiştir409. Buradan anlaşılabileceği gibi İnebahtı ve ifâde ettiği anlam,
bugün bile Hıristiyan dünyâsı için bir bellik olmaya devâm etmektedir.
Savaş sonrası Osmanlı Devleti’nin, IX. Charles’a (1560-1574) yazılan
bir mektupta “Kendi gözlerimle görüp, değerlendirmesini yapma fırsatını
bulmamış olsaydım, asla bu monarşinin gücüne inanmazdım. Ama gerçekten
de tek bir gün geçmiyor ki, yeni etkilerle karşılaşmayayım”410 cümlelerini
yazdıracak kadar muazzam bir ivedilikle donanmasını yeniden toparladığı ve
yenilginin ertesi senesi “iki yüz otuz dört kadırga, sekiz mavna ile Navarin
önlerinde gözüktüğü”411 ve Venedikle yapılan anlaşmanın daha ziyâde
Türkler lehine bir mâhiyet arz etmiş kabûl edildiği bilinmektedir. Netîce
itibâriyle yenik taraf olsa da devlet, hâlen Doğu Akdeniz’deki ağırlığını
koruması ve Macaristan’ın büyük kısmına hükmediyor olması412 gibi mevcut
durumu muhâfaza etmeye devam etmiştir. Her ne kadar Öztuna bu
bozgunun “Osmanlıların ne derece kudretli ve müreffeh bir ümmet olduğunu
isbât etmelerine yaradığını”413 vurgulamış olsa da, bahsi geçen yenilginin o
dönemde sırf böyle bir yaklaşımla değerlendirilmemiş olması da kuvvetle
muhtemeldir. Nihâyetinde o zamana kadar görülmemiş ölçüde ziyâna yol
açan beklenmedik bir yenilgi alınmıştır ve dolayısıyla yenilgi sonrasında
girişilen donanmanın yeniden yapılandırılması süreci, “kudretli ve müreffeh
bir ümmet” olmanın ötesinde somut gerekliliklere ihtiyaç duymuştur.
II. Selim, yenilginin haberini, kışı geçirmek üzere gittiği Edirne’ye
vardığı gün haber almış ve acilen İstanbul’a dönmüştür. Başarısızlığın
müsebbîbi olarak görülen mazûl Pertev Paşa ve çarpışmalar sırasında
hayatını
kaybeden
Müezzinzâde
Ali
Paşa’nın
mallarının
müsâdere
edilmesinin ardından, Sokollu Mehmed Paşa’ya yeni donanmanın inşâsı emri
409
Milliyet Gazetesi İnternet Sitesi, (Erişim) http://www.milliyet.com.tr/italya-da-hacli-sefericagrisi/dunya/sondakikaarsiv/03.04.2010/1179629/default.htm?ver=00.
410
Erhan Afyoncu, Sorularla Osmanlı İmparatorluğu IV, İstanbul, Yeditepe, 2004, s. 51.
411
Orgun, “a.g.m.”, s. 2.
412
Anthony Pagden, Worlds at War: The 2500-year Struggle Between East and West, New York,
Oxford University Press, 2008, s. 230.
413
Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi I, s. 221.
52
verilmiştir414. Gösterdiği başarıdan ötürü Uluç Ali Paşa, “Kılıç” lakâbıyla taltîf
edilerek kaptân-ı deryâlığa getirilmiş ve saray bahçesinin bir bölümü
tersaneye bağışlanmıştır. Kuşkusuz adetâ bir seferberlik hâlinde başlatılan
bu çalışmaların, devletin tüm tersanelerinde çalıştırılan işçi unsuru ve gemi
inşâsında kullanılan tahta, yelken bezi, halat vb. malzemenin tedâriki
düşünüldüğünde, mâlîyeti de o oranda büyük olmuştur. Bunun için devlet,
bazı olağanüstü vergilere başvurmakla berâber “ekâbirân ile yüksek
görevlilerin bağışları”ndan da faydalanmıştır415. İlgili mühimme defterinde
çeşitli beylere yazılmış hükümlerle birlikte, Sinop kadısı ve bazı gönüllü
reislerin de yaptırmayı talep ettikleri gemilerin acilen gönderilmesinin istendiği
hükümler mevcuttur416. Aynı şekilde donanmanın cenkçi ve kürekçi açığının
kapatılması için pek çok beye haber gönderilerek forsa istenmiş417, hatta kimi
zaman Müslümanlar’dan da ücret karşılığı kürekçi olarak istihdâm edilenler
olmuştur418. Bunun gibi, ateşli silâh kullanan asker sayısını artırabilmek için
de bir takım arayışlara giren devlet, sancak beylerine gönderdiği emirlerle bir
grup timarlı sipâhiyi de yeni donanmada istihdâm edilmek üzere çağırmış,
hepsinin ateşli silâh kullanmayı öğrenmesi istenmiş ve gelirken yanlarında
tüfek getirmeyenlerin timarlarının ellerinden alınacağı bildirilerek “tehdît
edilmiş”, ayrıca reayâdan da donanmaya gönüllü yazılıp, mücâdeleler
sırasında başarı gösterenlere timarlar vaat edilmiştir419.
Anlaşılacağı üzere, her ne kadar ileriki bölümlerde görüleceği gibi târih
yazarları gerek bu husûsta, gerekse kamuoyunun tepkisi husûsunda fazlaca
detay vermek gereğini duymamış olsalar da, İnebahtı yenilgisi, Mantran’ın da
belirttiği gibi esâsen idâre tarafından hiç de hafife alınmamış ve tüm imkânlar
seferber edilerek, başarısızlığın telâfisine çalışılmıştır. Ancak yenilginin Batı
dünyâsında yarattığı etki, diğer dönemsel gelişmelerin de katkısıyla daha
yapıcı ve kalıcı olmuştur. Bilindiği gibi, Avrupa uzunca bir süre Türk
414
Mantran, a.g.e., s. 96.
Mantran, a.g.e., s. 98.
416
BOA, MD, no: 12-II, s. 220, 221, 234, hüküm no: 1119, 1121, 1122.
417
BOA, MD, no: 12-II, s. 172, 237, 247, hüküm no: 1028, 1155, 1173, 1174.
418
Orgun, “a.g.m.”, s. 8.
419
Gabor Agoston, Guns For The Sultan: Military Power and The Weapons Industry in The
Ottoman Empire, Cambridge, Cambridge University Press, 2005, s. 54.
415
53
korkusunun gölgesinde yaşamış ve içinden çıkılmaz bir Osmanlı fenomeni
ortaya çıkmıştır. Hâl böyleyken hem Hıristiyan devletler arasındaki
çekişmeler, hem de Luther’in başlattığı hareket, Türk tehlikesine karşı,
kollektif bir mücâdele bilinci oluşturulamamasına sebebiyet vermiştir. V.
Charles’ın önderliğinde Osmanlı’yla güç mücâdelesi sürdürülmüş olmasına
rağmen, nasıl olup da böylesine muazzam bir güce sâhip olduğu merak
edilen Türkleri alt edebilmek için bir mûcize beklenmiştir. İşte beklenen o
mûcize, İnebahtı’yla gerçek olmuştur. İnebahtı’yla başlayan bu süreçle
berâber Osmanlı, İnalcık’ın ifâdesiyle “...korkulan, Avrupa sahnesinde
gücüne başvurulan bir devlet durumunu kaybetmiştir; daha ziyade Avrupa
kapitalizmi için, sömürülen geniş pazar olarak görülmeye başlamıştır.”420
İnalcık’ın ifâdesinden hareketle, İnebahtı yenilgisinin, kalıplaşmış bir
Türklük algısının yıkılmasına sebebiyet verdiğini söylemek çok da yanlış
olmayacaktır. Bununla berâber, ezelî düşmanın nasıl olup da bir geniş pazar
hâline geldiği de mühim bir konudur. Bu Hıristiyan zaferiyle berâber “Osmanlı
vebâsından”421 kurtulmanın sevincini mümkün olan her alanda yaşatarak
kutlayan bir anlayış, hangi sebeple “Katolik devletler bağlaşmasını ileri
götürücü
bir
etki
oluşturamamıştır”422.
Bunun
cevâbını,
daha
önce
bahsettiğimiz gibi, daha ziyâde Christendom bilincinin yerini Avrupa
kavramının almaya başlamış olmasıyla vermek mümkündür kanaatindeyiz.
Dünyâ ekonomisinin giderek, din etkisinden sıyrılmaya başlamış olan Batı
merkezli bir hâl alması, ilerleyen teknoloji, Amerika’dan çıkan madenler ve
yeni kazanılmış vizyonun etkisiyle İngiltere ve giderek Portekiz’i geride
bırakmaya başlayan Hollanda gibi denizci devletlerin Akdeniz’e doğru yelken
açmaları, XVI. yüzyıl boyunca dünyâ ticâretini mühim ölçüde elinde
bulunduran423 Osmanlı Devleti’ni, ciddî iktisâdî tehlikelere marûz bırakmıştır.
İnebahtı sonrasında İspanya’ya karşı destek arama ihtiyâcına düşmüş olan
devlet424, ticârî alanda etkin “Avrupa millî monarşileri”425 ile dostâne ilişkiler
420
İnalcık, “Türk Korkusu”, s. 252.
Goffman, a.g.e., s. 189.
422
Goffman, a.g.e., s. 191.
423
İnalcık, Ekonomik ve Sosyal Tarih, s. 42.
424
İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, s. 169.
421
54
içinde bulunmak ve dolayısıyla bunun göstergesi olarak bir takım imtiyâzlar
vermek durumunda kalmıştır. Nüfûs artışı, işsizlik ve buna bağlı olarak
asâyişin bozulması, örfî hukûkun yerini giderek fetvâya dayalı bir uygulamaya
bırakması, bilhassa II. Selim’le birlikte güçlenen elit zümrenin, “bürokrasinin
devlet
çıkarlarını
ve
düzenini
her
şeyin
üstünde
tutan
geleneksel
bağımsızlığını çiğnemesi”426 ve uzun süreli savaşların yarattığı çöküntü gibi
mühim meselelerle başa çıkmaya çalışan, “yeni koşullara elverişli bir durum
için gereken maddî ve manevî öğelerden yoksun olduğu için gerçek bir
reform yapamayan”427 devleti, otomatikman pek çok manâda bir serbest
pazar hâline getirmeye başlamıştır.
425
İnalcık, a.g.e., s. 171.
İnalcık, a.g.e., s. 193.
427
İnalcık, a.g.e., s. 197.
426
55
İKİNCİ BÖLÜM
MALTA VE İNEBAHTI YENİLGİLERİNİN OSMANLI TARİH
YAZARLARINDAN YANSIMASI
2.1. OSMANLI TÂRİH YAZICILIĞINA GENEL BİR BAKIŞ
Osmanlı Devleti’nde târih alanındaki eserler, bilindiği gibi, devletin
kuruluşundan yaklaşık yüz sene sonra verilmeye başlanmıştır. Bu sebeple,
Imber’in de belirttiği gibi, “ilk dönem Osmanlı tarihinin sağlam bir kronolojisi
mevcut değildir ve olayları tarafsız anlatan kaynaklar çok azdır”428. XV.
yüzyılın son dönemlerinin öncesinden çok az sayıda orijinal malzeme
kalmışken, XIV. yüzyıldan geriye kalan ise, az sayıda güvenirliği tartışılmaz
olan bir kaç Osmanlı belgesidir429. Bu alanda ortaya koyulan ilk eserlerde
Arap ve İran târih yazıcılığının etkisi ve destansı bir üslûp hâkimdir430.
Beyliğin varlık göstermeye başladığı ilk zamanlarda baskın olan gazâ
ruhunun eserlere yansıtılması, ilk örneklerin menâkıbnâme ve gazâvatnâme
niteliğine bürünmesine sebebiyet vermiştir431. Osmanlı târih yazıcılığına dâir
bilinen ilk eserler, Ahmedî’nin İskendernâmesi’nin sonuna eklenmiş olan
Dâsitân-i Tevârih-i Mülûk-i Âl-i Osman ile aslı bulunamamış432 olmakla
berâber
Âşıkpaşazâde
sâyesinde
tanıdığımız433
Yahşi
Fakih
Menâkıbnâmesi’dir. 1390’larda yazılmış olduğu tahmîn edilen Ahmedî’nin, bir
dünyâ târihi mâhiyetinde olan İskendernâme’sinin sonuna eklenmiş Dâsitân-ı
Tevârih-i Mülûk-i Osman’ı, XIV. yüzyıldan târihçilik adına günümüze kalan tek
eserdir. Esâsen bir şâir olan ve XIV. yüzyılın sonlarında Süleyman Çelebi’nin
428
Colin Imber, “İlk Dönem Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, Söğüt’ten İstanbul’a: Osmanlı
Devleti’nin Kuruluşu Üzerine Tartışmalar, haz. Oktay Özel, Mehmet Öz, Ankara, İmge, 2. Baskı,
2005, s. 39.
429
Imber, “a.g.m.”, s. 39.
430
Franz Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, çev. Prof. Dr. Coşkun Üçok, Ankara,
Kültür Bakanlığı Yayınları, 3. baskı, 2000, s. 8.
431
Mehmet İpşirli, “Osmanlı Tarih Yazıcılığı”, Osmanlı, cilt 8, Ankara, 1999, s. 247.
432
Taner Timur, Osmanlı Kimliği, Ankara, İmge, 4. Baskı, s. 104.
433
İlber Ortaylı, Tarih Yazıcılık Üzerine, Ankara, Cedit Neşriyat, 2009, s. 86.
56
mâiyetine giren434 Ahmedî tarafından ahlâkî435 bir eksende kaleme alınmış
olan bu eserin Osmanlı Devleti ile ilgili son kısmı, Ertuğrul Bey’den
başlayarak ithâf edildiği Emir Süleyman’a kadar geçen dönemi içermektedir.
1390’lara ait bir diğer târih çalışması, II. Bâyezid döneminde yaşamış ve
Osmanlı’nın ilk dönemlerine dâir mühim bilgiler içeren bir târih kaleme almış
olan Âşıkpaşazâde’nin, 1484’te bitirdiği Tevârih-i Âl-i Osman’ında, bir
rastlantı sonucu okumuş bulunduğu Yahşi Fakih’in eserinin bazı kısımlarını
kullanmış olması dolayısıyla bilinen Yahşî Fakih Menâkıbnâmesi’dir436.
Devam eden senelerde Osmanlı târih yazıcılığının, bilhassa Yahşi Fakih’in
etkisi altında kaldığı görülecektir.
II. Murad döneminde İslâm târihi açısından önem arz eden bazı
eserlerin Türkçe’ye kazandırılmasının yanı sıra, bahsi geçen sultâna takdîm
edilmiş Târihî Takvimler’e de rastlanmaktadır437. Hz. Âdem’den başlayarak
tüm peygamberlerin, halîfelerin sıralanmasının ardından, Selçuklu, Karaman
ve diğer beylikler ile Osmanlı’da meydâna gelmiş bazı mühim hâdiselerin
kronolojik olarak zikredildiği bu takvimlerde, takvimlerin kaleme alındığı
seneler hakkında da bilgiler mevcûttur438. Seferlerin, fetihlerin, benzerî diğer
etkinliklerin ve vebâ, deprem gibi doğal afetlerin de sene sene gösterildiği bu
takvimler, fazla kullanışlı olmamakla berâber güvenilir kaynaklar da
değillerdir439. Ancak Imber’in de belirttiği gibi, Osmanlı târih yazarları
eserlerini bu takvimlere dayandırmakta beis görmemişlerdir. Bunlardan başka
yine aynı dönemde, halkın târihe duyduğu merâkın bir netîcesi olarak kaleme
alınmış ve kim tarafından yazıldıkları belli olmayan Tevârih-i Âl-i Osman
geleneğinin başladığı da bilinmektedir440.
434
Victor L. Ménage, “Osmanlı Tariyazıcılığının İlk Dönemleri”, Söğüt’ten İstanbul’a: Osmanlı
Devleti’nin Kuruluşu Üzerine Tartışmalar, haz. Oktay Özel, Mehmet Öz, Ankara, İmge, 2. Baskı,
2005, s. 75.
435
Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 40.
436
Imber, “a.g.m.”, s. 40.
437
Osman Turan, İstanbul’un Fethinden Önce Yazılmış Tarihî Takvimler, Ankara, TTK, 1984, s.
4.
438
O. Turan, a.g.e., s. 6.
439
Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 41.
440
Hasan Hüseyin Adalıoğlu, “Osmanlı Tarih Yazıcılığında Tevârih-i Âl-i Osman Geleneği”,
Osmanlı, cilt 8, Ankara, 1999, s. 288.
57
İstanbul’un fethi, Osmanlı Devleti için pek çok yeniliği berâberinde
getirmiş olmasına rağmen, İran târihçiliğinin bir ürünü ve etkinliği Kânûnî
döneminde belirginleşecek olan şehnâmecilik geleneğinin ortaya çıkması
hâricinde târihçilik alanında mühim bir gelişme olmamıştır. Son Bizans
imparatoru Konstantin Paleologos’un baş mabeyncisi olan Francis, Dukas,
Halkondilas ve II. Mehmed’in mâiyetinde bulunan Kritovulos gibi bazı
yazarların fetihle ilgili eserler441 kaleme almış olmalarından başka dönemin
içeriden belli başlı târih eserleri; Enverî’nin Düstûrnâme’si, Şükrullah’ın
Farsça yazdığı Behçetü’t-Tevârih’i ve vezîr-i azâm Karamanî Mehmed
Paşa’nın Arapça kaleme aldığı Tevârih-i Selâtinü’s-Sultâniye’sidir. Ulemâ
zümresinden olan Şükrullah, yirmi iki yaşındayken Osmanlı hizmetine girmiş,
kendisine II. Murad tarafından pek çok görev tevcîh edilmiştir442. 1460’larda
tamamladığı Behçetü’t-Tevârih, bir evrensel târihtir ve on üç bölümden
oluşan eserin son bölümü, Osmanlı ile ilgilidir443. Bu özelliğinin yanı sıra
kronolojiye çok az yer vermesi ve Osmanlı sultânlarına methiye niteliğinde
olması hasebiyle Ahmedî’nin târihiyle benzerlik arz etmektedir444. Enverî’nin
hayatı hakkında bilinenler kısıtlı olmakla berâber, Düstûrnâme’yi 1465’te
bitirmiştir445. Vezîr-i azâm Mahmud Paşa’ya sunduğu Osmanlı târihi, yirmi iki
kitaptan oluşan446 evrensel târihin parçasıdır447. Eserinin son iki kitabı,
himâyesi altında bulunduğu Mahmud Paşa’nın başarılarına ve hayır işlerine
ayrılmıştır448. Karamânî Mehmed Paşa’nın eseri ise iki bölümden ibârettir.
Diğerlerinden farklı olarak bu eser, kuruluştan II. Mehmed dönemine kadar
geçen hâdiselerin anlatıldığı, müstakil bir Osmanlı târihi niteliğindedir.
II. Bâyezid dönemiyle berâber Osmanlı târih yazıcılığında bir dönüm
yaşanmıştır.
Bu
dönemde
eser
ortaya
koymuş
mühim
târihçiler;
Kemâlpaşazâde, Âşıkpaşazâde, Tursun Bey -esasen II. Mehmed dönemi
441
Kritovulos, İstanbul’un Fethi, çev. Karolidi, İstanbul, Kaknüs, 2005, s. 7.
Ménage, “a.g.m.”, s. 82.
443
Ménage, “a.g.m.”, s. 82.
444
Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 41.
445
Ménage, “a.g.m.”, s. 82.
446
Ménage, “a.g.m.”, s. 82.
447
Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 41.
448
Ménage, “a.g.m.”, s. 82.
442
58
târihçisidir ancak eserini II. Bâyezid döneminde tamamlamıştır-, Oruç Bey,
Neşrî ve İdris-i Bitlisî’dir. Âşıkpaşazâde, 1422’den itibâren Tarihî Takvimler’e
dayanmayan tek kronik yazarıdır449. 1400 civârında
doğan
müellif,
kroniğindeki bazı bölümleri kendi hâtıralarından faydalanarak kaleme
almıştır450. Târihindeki popüler İslâmî üslûbun, askerlik geçmişinden
kaynaklanmış olması muhtemeldir ve içinde bulunduğu çevrenin bazı
taleplerini karşılayabilmek gayesinden ötürü “hamâsî ve epizodik” bir söylem
hâkimdir451. Gerekli gördüğü durumlarda dönemin büyük devlet adamlarını
eleştirmekten de geri durmamıştır452. Tarihlendirme konusunda güvenilmez
olmakla
berâber,
kendisinden
sonraki
Osmanlı
târihlerinin
temellerindendir453. Hakkında fazlaca bir bilgi bulunmayan ancak müderris
olma
ihtimâlinden
faydalanmıştır
455
bahsedilen454
Neşrî
de
Âşıkpaşazâde’den
. 1485’e kadar olan Osmanlı târihini âhenkli bir üslûpla
kaleme aldığı ve yine evrensel târih niteliğinde olan Cihannümâ, sonraki
târihçilerin de standart kaynağı olmuştur456. Eserin son kısmı doğrudan
“Oğuz Kağan’ın evlâdı, Selçuklular ve Osmanlılar” hakkındadır ve II.
Bâyezid’e sunulan bu eser, o zamana dek yazılmış en uzun Osmanlı
târihidir457. Imber’e göre “Neşrî’nin kaynaklarının niteliği, kendisini ve
takipçilerini sağlam bir kronolojik tarih yazmaktan alıkoymuştur”458. Bunlardan
başka olarak yine bu dönemde Tursun Bey, Oruç Bey, İdris-i Bitlisî ve
Kemâlpaşazâde tarafından da eserler yazılmıştır. Esâsen II. Mehmed dönemi
târihçilerinden olan ancak eseri Târih-i Ebû’l-Feth’i II. Bâyezid döneminde
tamamlayan Tursun Bey’in târihi, Osmanlı târih yazıcılığında methiye türünün
ilk örneği olarak bilinmektedir459. Ayrıca, II. Mehmed dönemi için en mühim
449
Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 42.
Imber, “a.g.m.”, s. 42.
451
Imber, “a.g.m.”, s. 42.
452
Ménage, “a.g.m.”, s. 84.
453
Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 43.
454
Ménage, “a.g.m.”, s. 85.
455
Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 43.
456
Imber, “a.g.m.”, s. 43.
457
Ménage, “a.g.m.”, s. 85.
458
Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 43.
459
Kenan İnan, “Sade Nesirden Süslü Nesire: Fatih’in Tarihçisi Tursun Bey ve Tarih Yazma Tarzı”,
Osmanlı, cilt 8, Ankara, 1999, s. 293.
450
59
kaynaklarından başında gelmektedir. Oruç Târihi’nin de içinde bulunduğu ve
hepsi Süleyman Şah’ın Anadolu’ya göçüşüyle başlayan Anonim Tevârihler,
Âşıkpaşazâde ve Neşrî târihleri,
XV. yüzyıl sonlarında yazılmaları,
Osmanlı’nın başlangıcından kendi dönemlerine kadar genel târihler oluşları
ve ortak kaynaklardan faydalanılmış olması sebebiyle ayrı bir grup olarak
telakkî edilebilir460. Bu döneme kadar daha ziyâde yalın bir üslûpla kaleme
alınan eserlerde, İran etkisinin de yoğunluk kazanmasıyla, ağır bir dil
kullanılmaya başlanmıştır461. Bunun en meşhûr örneklerinden birisi, Hoca
Sadeddin tarafından “külfetli”462 bir üslûpla kaleme alınacak olan Tâcü’tTevârih’le görülecektir.
Târih yazıcılığındaki dönüm noktasını temsîl eden iki isim, İdris-i Bitlisî
ve Kemâlpaşazâde’dir463. Ménage’in ifâdesiyle; “İdris-i Bitlisî, Osmanlı
târihinin başka hânedân târihleri kadar zarif ve tumturaklı bir şekilde Farsça
yazılabileceğini, Kemâlpaşazâde ise Türk dilinin aynı belâgât oyunları için
uygun bir vâsıta olduğunu göstermişti”464. İdris-i Bitlisî Heş Behişt’i, II.
Bâyezid’in emriyle Osmanlı hânedânının yaptığı işleri, meşrûiyyet kaygısıyla,
yüceltmek amacıyla yazmıştır. Orta ve Doğu Anadolu hakkında verdiği bazı
mühim bilgiler, Osmanlı sarayı ve yönetimine ayırdığı özel bir bölüm içermesi
sebebiyle
Osmanlı
târihleri
arasında
ayrı
bir
yere
sâhiptir465.
Kemâlpaşazâde’nin önemi, eserinin büyük kısmının yazmalarının yakın bir
târihte bulunmasından kaynaklanmaktadır466. İlk sekiz kitabı II. Bâyezid’in
emriyle yazdığı eserini, çağdaşı İdris gibi süslü bir üslûpla ancak Türkçe
olarak kaleme almıştır467. Esâsen asker zümresinin bir mensûbudur ancak
Kanûnî dönemininde şeyhülislâmlık makâmına getirilmiştir. Anonim Tevârih,
Âşıkpaşazâde, İdris ve Neşrî gibi kendinden önceki târihçilerin aksine,
olayları birbiriyle bağlantılı bir şekilde aktarmış olması onu, Osmanlı târih
460
Imber, “Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, s. 43.
Mehmet Bayrakdar, Bitlisli İdris (İdris-i Bitlisî), Ankara, Kültür Bakanlığı Yay., 1991, s. 56.
462
Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t-Tevarih I, haz. İsmet Parmaksızoğlu, Ankara, Kültür Bakanlığı
Yay., 4. Baskı, 1999, s. VII.
463
Ménage, “a.g.m.”, s. 73.
464
Ménage, “a.g.m.”, s. 73.
465
İnalcık, “Osmanlı Tarihçiliğinin Doğuşu”, s. 117.
466
Ménage, “a.g.m.”, s. 87.
467
Ménage, “a.g.m.”, s. 87.
461
60
yazıcılığında
farklı
bir
konuma
taşımıştır468.
Bundan
başka
olarak
Hıristiyanlar’dan alışılagelmiş ifâdelerle bahsetmenin ötesinde, aktardığı
hâdiselerin
geçtiği
ülkeler
hakkında
da
kısa
bilgiler
vermiştir469.
Kemâlpaşazâde, kaynakların seçimi husûsunda titizlikle durmuş, dönemin
pek çok mühim şahsiyetinin görgü tanıklarına da başvurmuştur470.
Yavuz Sultan Selim’le başlayan ve biyografik bir muhtevâ içeren
selimnâme geleneği, Kânûnî döneminde süleymannâme hâline dönüşerek,
varlığını sürdürmüştür. I. Selim dönemindeki fetihlerin etkisiyle târih
yazıcılıktaki İran etkisi yerini Arap etkisine bırakırken, Fâtih döneminde ortaya
çıkmış olan şehnâmecilik de Kânûnî’yle birlikte kurumsallaşmıştır471 ancak
târih yazıcılığının Divân-ı Hümâyûn’a bağlanması XVIII. yüzyıl başlarında
gerçekleşmiştir. XVIII. yüzyıla kadar, eserimize dâhil edilmiş olan Selânikî,
Âlî, Peçevî, Hasan Beyzâde ve Kâtip Çelebi’den başka pek çok târihçi
tarafından eserler ortaya koyulmuştur. Solakzâde, Müneccimbaşı, Lütfî Paşa,
Matrakçı Nasuh, Peçevî, Cenâbî, Hoca Sadeddin, Pîrî, Rahîmîzâde ve
Rumûzî bunlardan sadece bir kısmıdır472.
İster medrese öğreniminden geçmiş ya da geçmemiş, ister çeşitli idârî
hizmetlerde bulunmuş ya da çok arzuladığı hâlde hâyâlindeki hedeflere
ulaşamadan vasat bir hayat sürmüş olsun, Osmanlı târihi alanında eser
vermiş olan isimlerin hepsi, birer Osmanlı târihi kaleme almaya karar
verdiklerinde kuşkusuz çeşitli amaçlar taşımışlardır. Örneğin Âşıkpaşazâde
kendi amacını, eseri sâyesinde pâdişâhların kahramanlıkları hakkında
insanların bilgi sâhibi olmasını ve sonrasında
pâdişâhların ruhlarına duâ
edilmesini sağlamak olarak dile getirirken, Enverî geçmişten ders çıkarılması
ve Şükrullah ise “dünyâda kalıcı bir eser bırakmak” amacını gütmüştür473.
Neşrî’nin düşüncesine göre ise bir târihçinin temel özelliği, hâdiselerdeki
468
Ménage, “a.g.m.”, s. 88.
Ménage, “a.g.m.”, s. 88.
470
Ménage, “a.g.m.”, s. 88.
471
Timur, Osmanlı Kimliği, s. 105.
472
Hasan Bey-zâde, Hasan Bey-zâde Târîhi I, s. 58.
473
Uğur Akbulut, “Osmanlı Tarih Yazıcılarına Göre Tarih ve Tarihçi”, Atatürk Üniversitesi, SBE,
(Yayımlanmamış Doktora Tezi), Erzurum, 2006, s. 47-48.
469
61
hakîkâtin tespît edilmesine duyulan arzu olmalıdır474. Târihçilerin kendi
amaçları hakkında bu son derece iyi niyetli ifâdelerine rağmen, çoğunlukla
ikinci ve hatta üçüncü bir amaç taşımış oldukları da muhakkaktır. Bu
amaçların temelinde şahsî kaygıların yanı sıra, devletin ya da târihçinin
mâiyetine dâhil bulunduğu bir devlet adamının menfaatlerini gözetme
kaygısının yatabildiği de bir gerçektir.
Osmanlı Devleti açısından târih yazıcılığının önemi, meşrûiyyet
kaygılarının bir netîcesi olarak artmıştır. Bilhassa Timur istilâsının ardından
yaşanan kaosun netîcesinde diğer Türk beyliklerinin yeniden güçlenmeye
başlaması, II. Murad döneminde hânedânın kökeninin Kayı boyuna
dayandığı iddiasının güdülmesine sebebiyet vermiş ve sonraki dönemlerde
şecerenin Nûh475 peygambere kadar götürüldüğü bir gelenek hâline gelmiştir.
Buna bağlı olarak güçlü meşrûiyyet dayanakları kabûl edilen dinî öğelerin
Osmanlı târihlerinde hatırı sayılır bir yer edinmiş olduğunu söylemek de
mümkündür.
2.2. SELANİKÎ MUSTAFA EFENDİ VE TÂRİH-İ SELÂNİKÎ
XVI. yüzyılın ikinci yarısına şâhit olabilmiş olan Selânikî Mustafa
Efendi hakkındaki bilgilerin çoğu, Mehmet İpşirli tarafından hazırlanmış olan
Târih-i Selânikî’den edindiklerimizdir. Zîrâ İpşirli’nin de eserinde belirtmiş
olduğu gibi, Selânikî’nin hayatıyla ilgili bilgiler yeterli değildir476. Târihçinin
eserinde, şahsî hayatına dâir bazı bilgiler yer almaktadır. Eser, bilhassa
müellifin hayatının son demleri hakkında detaylı bilgi vermekle berâber,
soyuna dâir her hangi bir bilgiyi kapsamamaktadır477. İpşirli, târihçinin
kendisinden “Selâniklü” olarak bahsettiğini ve babasının da Selânik’te vefât
etmiş olmasına dayanarak, târihçimizin Selânikli olduğunu belirtmektedir478.
474
Ménage, “a.g.m.”, s. 87.
Âşıkpaşazâde, Âşıkpaşaoğlu Tarihi, haz. Atsız, İstanbul, MEB Yay., 1992, s. 12.
476
Selânikî Mustafa Efendi, Târih-i Selânikî I, haz. Prof. Dr. Mehmet İpşirli, Ankara, TTK, 2. baskı,
1999, s. XIII.
477
Babinger, a.g.e., s. 150.
478
Selânikî, Târih-i Selânikî I, s. XIV.
475
62
1566 Zigetvar seferinde vezîr-i azâm Sokollu Mehmed Paşa ve onun
sır kâtibi Feridun Ahmed Bey’in emrinde çalışan479 Selânikî Mustafa
Efendi’nin pek çok devlet hizmetinde bulunduğu bilinmektedir. Bilhassa Târihi Selânikî’yi kaleme aldığı dönemlerde mühim mâliye hizmetleri yapmıştır480.
Devlet hizmetindeki ilk konumu, bilinmeyen bir târihten 1580’e kadar
sürdürdüğü Haremeyn Mukataacılığıdır481. Daha sonra uzun müddet Nişancı
Mehmed Paşa’nın482 kâtipliğini ve devatdârlığını yapmıştır483. Dört sene
sürdürdüğü bu hizmeti sırasında ondan memnûn kalan vezîr-i azâm
Özdemiroğlu
Osman
Paşa’nın484
referansıyla485,
Silahdâr
Kâtipliğine
getirilmiştir486. Bu görevi esnâsında Gence Seferi’ne de katılan Selânikî, sefer
dönüşü Sipâhiler Kâtipliğine geçirilmiş, kısa süre sonra da sebebi
bilinmemekle berâber işine son verilmiştir. Kuvvetle muhtemeldir ki, bu
hâdise Selânikî’yi derinden etkilmiş, yaşadığı üzüntüyü eserinde “Müddet-i
ömrümüzde vâsıl olduğumuz mansîba, zemâne ihdâsı bî-tekellüf gelüp
alurlar”487 cümlesiyle dile getirmiştir.
Bunlardan başka târihçimize, 1590 senesinde İran’dan gelen bir heyeti
ağırlama görevi verilmiş, ertesi sene vezîr-i azâm Ferhad Paşa’nın488
ruznâmeciliği ve buna ek olarak Anadolu muhasebeciliği görevlerine
479
Selânikî, a.g.e., s. XIV.
Selânikî, a.g.e., s. XIV.
481
Selânikî, a.g.e., s. XV.
482
Boyalı Mehmed Paşa olarak da bilinen Nişancı Mehmed Paşa, muhtelif tâarihlerde üç kez
nişancılık görevinde bulunmuştur. Bir aralık vezirlik görevinde de bulunmuştur ki muhtemelen
Selânikî o dönemde kendisinin hizmetinde çalışmıştır. Mehmed Paşa, 1593’te vefât etmiştir.
483
Babinger, a.g.e., s. 150.
484
Kafkasya fâtihi olarak da bilinir. 1527 Kahire doğumludur. Annesi Mısır Abbâsî halife soyundan,
babası Mısır Çerkes Memlûklerindendir. Mısır sancakbeyliği ve Mısır emîr-i haclığı ( Haccın
kurallarına uygun ve emniyetli olarak edâ edilmesini sağlamak üzere görevlendirilen kimse) ile
Yemen, Habeş ve Diyarbakır beylerbeyiliği yapmıştır. Lala Mustafa Paşa’nın maiyetinde Osmanlıİran savaşlarına katılmış ve Şirvan beylerbeyi olmuştur. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II/II, s. 343345.
485
Selânikî, Târih-i Selânikî I, s. XV.
486
Babinger, a.g.e., s. 150.
487
Selânikî, Târih-i Selânikî I, s. 215.
488
Aslen Arnavut olan Ferhad Paşa, küçük yaşta devşirilmiş ve Enderûn’da yetişmiştir. Zigetvar
Seferi’ne katılmış, pâdişâhın naaşı onun nezâretinde İstanbul’a getirilmiştir. Yeniçeri Ağalığı, Rumeli
Beylerbeyiliği, vezirlik ve iki kez de vezîr-i azâmlık yapmıştır. Bir başka Osmanlı vezîr-i azâmı olan
Koca Sinan Paşa ile aralarında olan husûmetten dolayı, pek çok hâdise yaşanmıştır. Görevinden
azlinde ve katlinde de Sinan Paşa ve taraftarlarının faaliyetleri etkili olmuştur. Bkz. Uzunçarşılı,
Osmanlı Tarihi II/II, s. 347-349.
480
63
getirilmiştir. Vezîr-i azâmın azliyle bu görevinden de alınmış ve yerine
“...kerrât u merrât hıyânet ü habâset-i nefs ile meşhûr u benâm olup, cezîre-i
Kıbrıs’a sürgün olan...”489 Ali Çelebi getirilmiştir. Daha sonra Matbâh-ı Âmire
kâtipliği için müracaat etmişse de, bu göreve de, Selânikî’ye göre, yine ehil
olmayan
bir
zât
getirilmiştir.
İki
sene
boyunca
bulunduğu
Evkaf
Muhâsebeciliği hizmetinden de benzer sebeplerle ayrılmak durumunda kalan
Selânikî, bu süre içerisinde vakıfların içinde bulunduğu yozlaşmaya şahâdet
etmiştir490. Bu konu hakkındaki fikirlerini de “Hakikaten evkaf-ı selâtin-i izâma
za’f gelüp, üç ayda küllî pîşkeş ü hedâyâlar ile tevliyet birinden birine
virilmekle mahsûlât-ı evkaf mâl-ı rüşvete vefâ itmeyüp ve erzâzil ü nâmüstahaklar dahi zevâ’id-i evkafdan vezâ’ife mutasarrıflar olup...”491 şeklinde
dile getirmiştir.
Târih-i Selânikî, 1563-1600 arasında tamamen müellifinin yaşadığı
dönemde cereyân eden hâdiseleri içermektedir. Eseri kaleme alırken Selânikî
daha ziyâde kendi gözlemlerinden, mektuplar, divan kayıtları, mâliye
defterleri gibi bazı yazılı kaynaklardan ve bulunduğu hizmetler dolayısıyla
yakından tanıma fırsatı bulduğu Sokollu Mehmed Paşa, Feridun Ahmed Bey,
Ferhad Paşa, Kızıl Ahmedlü Mustafa Paşa, Koca Sinan Paşa, Siyavuş Paşa
gibi devlet adamlarının bilgilerinden faydalanmıştır492. Bu açıdan târihçinin
verdiği bilgiler çok kıymetlidir. Zîrâ hâdiselerin iç yüzünü olabildiğince
öğrenme ve hâdiselerin aktörlerini etraflıca çözümleme fırsatı bulmuştur. XVI.
yüzyılın ikinci yarısı gibi karmaşık bir dönemde kaleme alınmış olan bu eserin
içerdiği bir diğer kıymet de, devlette ve toplumda meydâna gelmeye başlayan
bozulma ve çözülmeye de değinmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu konu
hakkındaki görüşlerine ayrı başlıklar hâlinde yeri geldikçe “...leşker-i İslâmda
gayret-i İslâmda za’f gelüp, ekseriyya tâlib-i hutâm-ı dünyâ olmağla nâmûs-ı
dîn-i mübîn husûsunda be-gâyet süst hareket ider olmışlardur. Kat’â
489
Selânikî, Târih-i Selânikî I, s. 266.
Selânikî, a.g.e., s. XVIII.
491
Selânikî Mustafa Efendi, Târih-i Selânikî II, haz. Prof. Dr. Mehmet İpşirli, Ankara, TTK, 1999, s.
796.
492
Selânikî, Târih-i Selânikî I, s. XXI.
490
64
harâmdan ictinâb olunmayup...”493 ya da “...zimam-ı umûr-ı mülk-ü millet
nâkârdânlar eline düşdi...”494 gibi cümlelerle dile getirmiştir.
1565 Malta muhâsarası sırasında Rumeli Beylerbeyi Ahmed Şemsî
Paşa mâiyetinde Kur’an okuyucusu olarak görev yapmakta olan ve
Kânûnî’nin vefâtında da bu görevi icrâ etmiş olan495 Selânikî’nin, doğum târihi
gibi vefât târihi de net olarak bilinmemektedir. Fleischer’ın ifâdesiyle Selânikî
bir kalem ehlidir ve yine kendisi gibi kalem ehli olan Âlî ile “aynı düşünsel
ortamı ve yönelimi”496 paylaşmıştır.
2.2.1. Selânikî’nin Kaleminden Malta Muhâsarası
Târih-i Selânikî’de Malta Muhâsarası, yaklaşık altı sayfada ele
alınmıştır. Metnin genelinde, Selânikî’nin serdâr Mustafa Paşa lehinde bir
tavır sergilediği göze çarpmaktadır. Candaroğulları soyuna mensûp olan Kızıl
Ahmedli Mustafa Paşa o dönemde beşinci vezîrdir ve Malta seferinde
donanmanın kara askerine komuta görevi ona verilmiştir497. Seferin
başarısızlıkla netîcelenmesinin ardından, her iki görevinden de azledilmiştir.
Müellifin metin boyunca bahsi geçen paşayı himâyeci tavrının sebebinin,
daha önce bahsedildiği üzere paşayla olan yakınlık derecesi olması
muhtemeldir. Nitekim Selânikî, muhâsarayı nakletmeye başladığı ilk
satırlardan itibâren bunu hissettirerek, Mustafa Paşa’nın şan ve şerefini
yüceltmiş ancak Mustafa Paşa ile birbirlerinden pek hazzetmeyen498 Piyâle
Paşa’ya özel bir muamele uygulamamıştır. Yine bu sebepten olsa gerek,
metinde Turgut Reis de neredeyse görmezden gelinmiş, şehâdeti üzerinde
bile fazlaca durulmamıştır. Hatırlanacağı gibi, muhâsara sonrası Mustafa
Paşa vezâretten azledilmiştir ve muhtemelen müellif de bunun müsebbîbinin
esâsen Turgut Reis olduğunu düşünmüştür. Zîra ilgili bölümde belirtildiği
493
Selânikî, a.g.e., s. 87.
Selânikî, a.g.e., s. 290.
495
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 417.
496
Cornell H. Fleischer, Tarihçi Mustafa Âli: Bir Osmanlı Aydın ve Bürokratı, çev. Ayla Ortaç,
İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 3. Baskı, 2009, s. 135.
497
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 389.
498
Clot, a.g.e., s. 156.
494
65
üzere Mustafa Paşa, sefer görevine vakitlice dâhil olmayan Turgut Reis
sebebiyle Saint Elmo kalesini kuşatarak, donanmanın zaman ve içinde
Turgut Reis’in de bulunduğu pek çok askerin kaybına sebebiyet vermiştir.
Eserinde devlette ve toplumda meydana gelen çözülmelerden duyduğu
rahatsızlığı yeri geldikçe dile getirmekten çekinmemiş olması hasebiyle,
Mustafa Paşa’yı himâye etmek uğruna Turgut Reis’in geçmiş başarılarını ve
şöhretini göz ardı etmiş olması dikkate değer bir noktadır.
Selânikî’nin Turgut Reis’e karşı takındığı tavrı destekleyici bir başka
örnek ise, Kânûnî Sultân Süleyman’ın dâmâdı olan Rüstem Paşa’nın kardeşi
Sinan Paşa bahsinde fark edilmektedir. Zîrâ bilindiği gibi Rüstem Paşa ve
Sinan Paşa, Turgut Reis’e karşı hasmâne bir tutum içindedirler. Uzunçarşılı
bu konu hakkında şöyle bir detay vermiştir: “Turgud’un şöhreti, Rüstem
Paşa’nın biraderi kaptan Sinan Paşa tarafından çekilmez olmuş ve kaptan
bulunduğu müddetçe onunla uğraşmıştır. Bir aralık Sultan Süleyman, Karlıeli
sancakbeyi
olan
Turgud’un
bilhassa
Batı
Akdeniz’deki
büyük
muvaffakiyetlerinden fevkalâde memnun olarak kendisine kaptanlıkla Cezayir
beylerbeğiliğini vermek isterse de Rüstem Paşa Turgud’un ‘Taşra’da yetiştim,
dergâh-ı muallâda hizmet edemem’ demiş olduğunu söyleyerek mâni olur.
Trablusgarp bunun gayretiyle elde edilmiş ve beylerbeğilik de vaad olunmuş
ise de hasmı olan Sinan Paşa, Murad Bey’e verdirmişti. Nihayet bir gün
Turgud
Bey
sefere
gitmekte
olan
pâdişahı
etekleyip
Trablusgarp
beylerbeğiliğini ister ve pâdişah da derhal verir ve bu suretle on sene yani
vefatına kadar orada beylerbeğilik eder”499. Haşmetli kelimelerini Sinan
Paşa’nın isminin geçtiği cümlelerde cömertçe kullanmaktan imtinâ etmeyen
Selânikî, bu sûretle Turgut Reis’e beslediği olumsuz hisleri bir kez daha
yansıtmıştır.
Selânikî’nin Mustafa Paşa tarafgirliği içinde belirttiği bir diğer husûs da,
sefer için gönüllü yazılanlardan bahsettiği sırada göze çarpmaktadır. Zîrâ
müellif, gönüllüler arasında vezîr Mustafa Paşa’nın kardeşi Şemsî Paşa’nın
da bulunduğunun altını çizmeye özen göstermiştir. Bu detayla birlikte,
499
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 387-388.
66
Selânikî Mustafa Efendi’nin bir ikinci tarafgirlik içine girmiş olması
muhtemeldir. Bunun için biraz kuşkucu bir yaklaşımla Şemsî Paşa’nın, ileride
Sokollu Mehmed Paşa’nın hasımları arasında yer alıp, katlinde de rol
oynayan isimlerden biri olarak zikredileceğini hatırlamak yeterli olacaktır.
Ancak Selânikî’nin Sokollu’yla her hangi bir husûmet içine girip girmediğini
bilemiyoruz. Yine de metnin ilerleyen kısımlarında karşımıza çıkan Semiz Ali
Paşa ismi ve Selânikî’nin bu esnâdaki tavrı, kuşkuyu körükler niteliktedir.
Bilindiği gibi Ali Paşa, Sokollu Mehmed Paşa’nın selefidir ve bir iddiaya göre
Don-Volga projesi ilk kez onun zamanında düşünülmüştür500. Ancak pek çok
başarılı icraattan başka bahsi geçen proje de Sokollu Mehmed Paşa’yla
özdeşleşmiş, zaten Malta seferinin olduğu yıl boğaz iltihâbından vefât
eden501 Ali Paşa’nın ismi daha ziyâde iri cüssesiyle hatırlanmıştır. Müellifin
üslûbundan donanmanın sefere çıktığı sırada müthiş bir tereddüt içinde
olduğu anlaşılan Ali Paşa’ya göre Malta kalesi kolaylıkla ele geçirilebilecek
bir hedef değildir ve ne yazık ki paşalar, hâdisenin ciddiyetinin farkında
değillerdir. Selânikî burada, Ali Paşa’nın kuşatmanın netîcesini önceden
sezdiğini ve vezîr-i azâmın bu sebeple çokça gözyaşı döktüğünü
kaydetmiştir. Şemsî Paşa’dan başka Ali Paşa hakkındaki bu detayın eserde
kendine bir yer bulmuş olmasının Sokollu Mehmed Paşa’nın şahsına özel bir
sebebi olmasa da, onun karşısında yer alan isimlerle ilgili bir sebebi
olabileceği kanaatindeyiz. Zîrâ Selânikî, Kânûnî’nin ölümü hakkında bilgi
verirken Sokollu’yu , “...bu saltanat vezîri Hırvat içinde nâm-dâr Sokolovikoğlı, kutlu yüzlü ve tatlu sözlü ulu Pâdişâh’un makbûli, sözi geçer tedbîrlü
Mehmed Paşa hazretleri...”502 şeklinde anlatmıştır. Ancak aşağıda İnebahtı
bahsinde görüleceği gibi tedbirliliğe son derece ehemmiyet atfeden müellif,
Sokollu Mehmed Paşa üzerinde fazlaca durmamıştır. Bununla berâber
Sokollu’nun katlinin nakledildiği kısımda, din ulemâsının gasil husûsunda
ihtilâfa düştüğünden de bahsedilmiştir. Selânikî, esâsen Sokollu’nun şehîd-i
500
Halil İnalcık, “Osmanlı-Rus Rekabetinin Menşei ve Don-Volga Kanal Teşebbüsü (1569)”,
Belleten, cilt XIII, sayı 46, Ankara, 1948, s. 371.
501
Selânikî, Tarih-i Selânikî, s. 8.
502
Selânikî, a.g.e., s. 33.
67
hükmî503 iken şehîd-i hakikî hükmüne göre gasl edildiği detayını vermiştir504.
Yine de bu husûsta sağlıklı çıkarımlara varabilmek için müellifin hayatına ve
bulunduğu devlet görevlerine dâir daha detaylı bilgiye ihtiyaç vardır. Bilindiği
üzere Selânikî’nin hayatı hakkında yeterli bilgiye ulaşılamadığı gibi,
kendinden
sonraki
târihçiler
de
Selânikî
Mustafa
Efendi’den
pek
bahsetmemişlerdir.
Müellifin Mustafa Paşa sempatizanlığıyla alâkalı en çarpıcı kısım,
Saint Elmo’nun fetih haberiyle ön plâna çıkmıştır. Müellifin bir “müjde”, târihin
ise tek başına ele geçirilmiş olması bir anlam ifâde etmediğinden bir “taktik
hatası” olarak kaydettiği Saint Elmo muhâsarasının –ki muhâsara kararını
Mustafa Paşa vermiştir ve müellif bu kaleyi “pek çok kaleye bedel” olarak
kaydetmiştir- fetihle netîcelendiğini haber vermek üzere gönderilen Abdî
Çavuş, kardeşi Mustafa Paşa’yı merâk eden Şemsî Paşa’yı da bu husûsta
bilgilendirmiştir. Buna göre Mustafa Paşa’nın şehît olup kurtuluşa ermekten
başka bir murâdı yoktur ve bu uğurda savaş sırasında gösterdiği gözüpeklik,
kelimelerle bile ifâde edilemeyecek derecededir. Mustafa Paşa öylesi bir
kahramandır ki, düşman ateşine göğsünü siper etmekten kaçınmamaktadır.
Turgut Reis’in Saint Elmo muhâsarası sırasında vefât etmiş olması ise müellif
tarafından üzerinde durulmaya lâyık görülmemiş, bunun yerine Mustafa
Paşa’nın sefer sonrasında vezâretten azledilmesi karşısında hissettiği
duyguları, onun unutulmuş ve terk edilmişliğini vurgulamak sûretiyle
dokunaklı bir üslûpla dile getirmiştir.
Bunlardan başka değerlendirilmesi gereken bir diğer husûs da, dinî
unsurlara metinde ne şekilde ve ne derecede yer verildiğidir. Düşman için
yeri geldikçe kullanılan ve dönem itibâriyle gâyet tabiî ve alışılagelmiş olan
tahkîr edici “hâli perişân kâfirler”, “din düşmânı” ya da “lânetlik” ifâdelerinden
başkaca aşırılık hissi uyandıran bir üslûba yer verilmemiştir. Malta gemilerinin
503
Ferit Devellioğlu’nun Lûgat’ine göre şehîd-i hükmî; yangında yanarak, suda boğularak ya da
herhangi bir ilmî araştırmada veya hastalık sebebiyle hayatını kaybeden Müslüman kimse
anlamınadır. Bununla berâber aynı ifâde, görünüşte Müslüman olup esâsen kalpleri itibâriyle kâfir
olduğu hâlde ölenler, yâni münâfıklar için de kullanılmaktadır. Bkz. Ferit Devellioğlu, OsmanlıcaTürkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara, Aydın Kitabevi, 19. Baskı, 2002, s. 984.
504
Selânikî, Tarih-i Selânikî, s. 125.
68
her fırsatta İslâm gemilerine tasallutta bulunduğunu vurgulayan müellif, sefer
gerekçesi olarak da içinde tüccâr ve hacıların bulunduğu, çeşitli emtiâ ile
yüklü barçanın saldırıya uğramasını göstermiştir. Müellif bu noktada,
Müslümanların başına gelen bu hâlin büyük bir üzüntü yarattığını ve
pâdişâhın hemen sefer kararı aldığını belirtmiştir. Selânikî’ye göre zaten
düşman da durmaksızın kaleleri istihkâm etmekte ve donanmasını
genişletmektedir. İçinde hacıların da bulunduğu bilhassa belirtilen barçaya
yapılan bu saldırının, esâsen Sicilya ve Napoli’yi gözüne kestirmiş olan505
Osmanlı Devleti için bir fırsat olmasına rağmen, müellif tarafından başlı
başına bir gerekçe olarak gösterilmesi dikkate değerdir. Elbette bu tutum,
daha önce detaylı olarak anlatıldığı gibi, müellifin yaşadığı dünyâ ve dönem
üzerinden değerlendirildiğinde ve Malta’da yerleşik olanların da Hıristiyan
kimliğiyle ön plâna çıkmış şövalyeler olduğu göz önünde bulundurulduğunda
son derece tabiîdir.
Selânikî’nin ön plâna çıkardığı İslâmî öğeler arasında “gazâ ve cihâd”
da yer almaktadır. Malta seferine gönüllü506 cezbetmek amacıyla fermân
çıkarıldığından bahseden müellif, bunun hemen arkasından pek çok kişinin
büyük bir şevk ve zevkle donanmaya katıldığını belirtmiştir. Elbette bunda,
gazâ ve cihâd sevâbı kazanmak kadar, hizmet karşılığında yüksek rütbeler
taahhüt edilmesi de etkili olmuştur kanaatindeyiz. Gerçekten de ilgili
mühimme kayıtlarında507 da görülebileceği gibi, sefer sonunda yararlık
gösterenler çeşitli rütbeler ve timarla taltif edilmiştir.
Bundan başka Selânikî, halkın sefere giden ve kendisinin de övme
husûsunda gâyet cömert davrandığı askere karşı duyduğu sevgiyi çeşitli
şekillerde dile getirmiş, burada da “duâ” öğesini baş rolde kullanmıştır. Halk,
ordu ve pâdişâhla öyle bir bütünlük içindedir ki, İslâm askerinin her dâim
muzaffer olması için duâ etmeyi ihmâl etmemektedir. Donanmanın sefere
uğurlanması sırasında ortaya çıkan tabloyla ise, İslâm’ı temsîl eden
505
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 389.
BOA, MD, no: 6-I, s. 330, hüküm no: 597.
507
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 5 Numaralı Mühimme Defteri (973/1565-1566): Özet ve İndeks ,
O.A.D.B. Yayınları, Ankara, 1994, s. 99, 107, 115, hüküm no: 546, 547, 594, 644.
506
69
pâdişâhın “kâfire karşı” başlattığı bu harekâtın halk tarafından büyük bir
coşkuyla desteklendiği gösterilmeye çalışılmıştır. Süleyman döneminin
yenilgiye alışkın olmayan halkı, müellifin kaleminden yansıdığı kadarıyla
İslâm askerine karşı büyük bir güven duymaktadır. Ancak müellifin yeri
geldikçe bazı İslâm askerini sert bir üslûpla tahkîr ettiğine de rastlanmıştır.
Seferden dönüş yolunda Osmanlı donanmasının şövalyelerin saldırısına
uğramasından sorumlu tuttuğu askerleri “korkak ve namussuz” olarak
nitelemiştir. Elbette bu arada Mustafa Paşa’nın elinden geleni yapmış olduğu
da vurgulanmadan geçilmemiştir.
Osmanlı halkının İslâm askerine duyduğu güven kadar Mustafa
Paşa’ya duyduğu sempatiyle ön plâna çıkmış olan müellif, Saint Elmo
muhâsarası sırasında bahsi geçen paşanın, şövalyelerin elinde esîr olan pek
çok Müslümanın hunharca katline sebep olduğu husûsunda ise suskun
kalmıştır. Muhâsara sırasında şövalyelerin ve Malta halkının maneviyâtını
kırmak isteyen Mustafa Paşa’nın “ölü şövalyelerin boynunu vurdurup enli
tahtalara bağlatmak sûretiyle limana göndermesinin”508 ardından La Valette
de misilleme olarak tüm Müslüman esîrlerin öldürülmesini emretmiş ve Saint
John
yortusuna
denk
gelen
günde
pek
çok
Müslüman
“parçalara
ayrılarak”509, taşlanarak katledilmiş ve bazısından çıkarılan iç organlar
sokaklarda teşhîr edilmiştir510. Muhâsara öncesinde adadaki Müslüman
esîrlerin hazîn durumunu dile getirmekten kaçınmamış olan müellif, ya
yaşananlardan haberdâr olmadığından, ya da yine Mustafa Paşa’yı himâye
etmek adına seçmeci bir aktarım sergilediği hissini uyandırmıştır.
Selânikî, haberleşme zorluğunun yanı sıra erzak sorununun üzerinde
de durmuştur. Müellife göre, muhâsara boyunca donanmanın yüklü miktarda
erzak ihtiyâcında olacağı önceden bildirilmiştir. Ancak hatırlanacağı gibi
kuşatma boyunca erzak meselesi, ordunun en büyük sıkıntılarından biri
olmuştur. Braudel’in, “Mesâfeye karşı mücâdele”511 olarak nitelediği bu
508
P. Cassar, “Malta Kuşatmasının Psikolojik ve Tıbbi Yönleri”, s. 125.
P. Cassar, “a.g.m.”, s. 126.
510
P. Cassar, “a.g.m.”, s. 128.
511
Ş. Turan, a.g.e., s. 96.
509
70
durum, ordu ve ikmâl üslerinin arasındaki uzaklıktan kaynaklanmıştır.
Turan’ın da belirttiği gibi “böyle bir ihtiyâcın belireceği önceden dikkat
nazarına alınıp Malta’ya yakın bulunan Trablus-Garb ve Cezayir gibi Osmanlı
ülkelerinde yığınak yapılmamış olması bir tedbirsizlik”512 olmuştur. İlgili
mühimme defterlerinde513 ordunun erzak ihtiyâcının karşılanması için yazılan
hükümler ve kuşatma sonrasında İstanbul’da zâhire sıkıntısı çekilmiş
olması514 da bu tedbirsizliğin delîlidir. Her husûsta ihtimâm gösterilmiş
olduğunu bildiren Selânikî tarafından erzak sıkıntısının vurgulanması, böyle
bir sıkıntının netîce üzerinde belirgin bir rol oynadığını imâ etmek olabilir
kanaatindeyiz.
Elbette
varsayımlarda
bulunurken,
devletin
o
sırada
Macaristan üzerine bir sefer hazırlığı içinde olduğunun da göz önünde
bulundurulması gerekmektedir.
Donanmanın “niyet üzere” sefere çıkmaklığının belirtildiği metnin ilk
başından itibâren Malta kalesinin çok iyi tahkîm edildiği üzerinde de duran
Selânikî, kale için daha ziyade “kal’a-i metîn” ifâdesini kullanmayı tercih
etmiştir. Ancak fethin başarısızlıkla netîcelenmesinin sebebi olarak gösterilen
gerekçe, sefer mevsiminin geçmiş olmasıdır. Bununla berâber Selânikî, bu
husûsta pek çok rivâyet bulunduğunu da eklemiştir ki detaylarından
bahsedilmeyen bu rivâyetin paşalar arasındaki ihtilâf dolayısıyla cereyân
eden hâdiseler üzerine olması ve müellifin Mustafa Paşa’yı gözeterek bu
rivâyeti aktarmamayı seçmiş olması ihtimâl dâhilidir. Zaten daha önce de
belirtildiği gibi, Selânikî’nin kaleminden döküldüğü şekliyle Malta Muhâsarası,
Mustafa Paşa merkezlidir. Müellifin “İslâm âlemini ve yaratılmış olan herşeyi”
ümitsizliğe düşürdüğünü belirttiği yenilgi bile Mustafa Paşa’nın duyduğu
keder ve utanç üzerinden aktarılarak, böylesine büyük bir hüsrâna yol açan
yenilgi bile neredeyse Mustafa Paşa’nın gölgesinde bırakılmıştır.
Muhâsaranın yapıldığı döneme şahâdet etmiş olmasına rağmen
Selânikî fazlaca detay vermemiş, Turgut Reis’in şehâdeti, paşalar arasındaki
512
Ş. Turan, a.g.e., s. 97.
BOA, MD, no. 5, s. 7, hüküm no: 29; BOA, MD, no. 6-II, s. 128, 362, hüküm no: 1049, 1469;
BOA, MD, no. 6-I, s. 315-316, hüküm no: 575.
514
BOA, MD, no. 5, s. 107, hüküm no: 595, 596.
513
71
ihtilâfın iç yüzü ve yenilginin doğurduğu hâlet-i rûhiye gibi mühim husûsları
yeterince aydınlatmamıştır. Sefere çıkmak üzere olan donanmanın ve
paşaların özgüveninden duyduğu rahatsızlığı dile getiren Ali Paşa’nın seferin
netîcesi hakkındaki kaygısından bahsederek müellif, hüsrâna yol açmış olsa
da devletin zirvesi tarafından zaten ihtimâl dâhilinde tutulmuş olması
hasebiyle, yenilginin pek de mühimsenecek bir etki yapmamış olduğu
izlenimini vermek istemiş olabilir. Bununla berâber yenilgilere alışkın olmayan
Süleyman dönemi Osmanlı halkından birisi olan Selânikî’nin, pâdişâha ve
devlete duyduğu/duymak zorunda olduğu güven dolayısıyla bu başarısızlığı
ciddîye almamış ya da indirgemeye çalışmış olması da muhtemeldir.
2.2.2. Selânikî’nin Kaleminden İnebahtı Savaşı
Mühimme defterlerinde yer alan ilgili hükümlerden biri515 25 Mart 1571,
diğeri516 de 19 Nisan 1571 târihini göstermekle berâber Selânikî’ye göre 1571
yazında, Hıristiyan kuvvetlerin yeni bir Haçlı ittifâkı içine girdiği haberi
alınmıştır. 16 Haziran 1571 târihli ilgili bir başka hükümde517 ise, Papa ile Kral
Philippe’in Venediklilerle işbirliği yapıp yapmadıklarına dâir bilgileri istenmiş
olan Dubrovnik beylerinin, durumdan haberleri olmadığı bildirilmiş ve düşman
hakkında bilgi edinilip gönderilmesi istenmiştir. Düşmanın Kıbrıs’ın intikâmını
almakta kararlı olduğunun altını çizen müellif, uzayan Magosa muhâsarası
dolayısıyla yaşanan gelişmelere bağlı olarak denizde dağınık hâlde bulunan
donanmanın bir araya geldiği târihi kullanmayı tercîh etmiştir.
Daha önce bahsedilmiş olduğu gibi, İnebahtı savaşı sırasında Osmanlı
donanmasının durumu pek de iç açıcı değildir. Uzun süredir denizde bulunan
gemilerin bakım ihtiyâcı olduğu gibi, asker eksiği de mevcûttur. Selânikî de
eserinde
bahsi
kesinleşmemiş
geçen
sıkıntıya
olduğundan,
bazı
değinmiş,
sefer
askerlerin
rüşvet
kararı
da
vermek
henüz
sûretiyle
donanmadan ayrıldığını belirtmiştir. Savaş kesinleştiğinde ise bu sıkıntının
515
BOA, MD, no. 12-I, s. 152, hüküm no: 211.
BOA, MD, no. 12-I, s. 256, hüküm no: 394.
517
BOA, MD, no. 12-I, s. 335, hüküm no: 529.
516
72
giderilmesi için gösterilen çabaya rağmen yeterli sayıda asker tedârik
edilemediğini kaydetmiştir.
İncelenen ikincil kaynakların çoğunda olduğu gibi, Selânikî de paşalar
arasındaki ihtilâftan bahsederken Uluç Ali Paşa lehinde bir tavır sergilemiştir
ancak Malta muhâsarasını naklederken takındığı kişi odaklı üslûbu
kullanmamış, bu sebeple tarafgirlik kaygısından ârî bir nakilde bulunmuştur.
Bununla berâber müellifte, İslâm askerine karşı derin bir öfke de göze
çarpmaktadır.
Kıbrıs
Seferi’nde
sefer
öncesi
yerine
getirilen
dinî
vecîbelerden, İslâm donanmasının haşmetinden518 ve oradaki gazâ ve cihâdı
ne yazacak ne anlatacak kelimenin bulunabileceği derecede muazzam
olarak519 niteleyip İslâm askerini yücelten müellif, İnebahtı Savaşı’ndaki
askeri savaştan çekinmekle ithâm edip, Pertev Paşa’nın da kaçtığını imâ
etmiştir.
Malta muhâsarasındakine kıyasla, Kıbrıs seferi de dâhil olmak üzere
Selânikî’nin İnebahtı bahsindeki üslûbu, daha agresif ve öfkelidir. Bilhassa
Kıbrıs fethi sırasında İslâm askerinin mücâdelesini coşkulu bir havada
aktarıp, ölenlere cenneti lâyık görürken, lânetlikleri tereddütsüz cehenneme
göndermiştir. Lamartine’in haklı bulmakla berâber “insanlığa ve doğaya karşı
bir işkence”520 olarak nitelediği Lala Mustafa Paşa tarafından, Müslümanlara
çektirdiği ezâya karşılık Magosa eski komutanı Bragadino’nun “ser-tâ-pâ”521
derisinin yüzdürülmesini aktarmakta bile beis görmemiştir. Bu öfke İnebahtı
bahsinde ise düşmân askeri ve Pertev Paşa üzerinden açığa çıkarılmıştır.
Selânikî’ye göre düşmân askeri, “aşağılıklar, bayağılar, alçaklar, kalleşler”
tayfasıdır. Müezzinzâde Ali Paşa ile tedbirsiz davranmakla ithâm edilen
Pertev Paşa ise bedduâya lâyık birer korkaktan başka bir şey değillerdir.
Selânikî’nin bildirdiğine göre bu hezîmetin haberi kısa sürede ağızdan
ağıza yayılmış ve savaşın cereyân ettiği ayın ortalarında pâdişâh da
durumdan haberdâr olarak, üstüne bir yorgunluk çökmüştür. Burada
518
Selânikî, Tarih-i Selânikî I, s. 78.
Selânikî, a.g.e., s. 80.
520
Lamartine, Osmanlı Tarihi, s. 510.
521
Selânikî, Tarih-i Selânikî, s. 80.
519
73
Selânikî’nin, zaten dinlenmekten başka bir meşgalesi olmayan pâdişaha
inceden bir gönderme yapmış olması da ihtimâl dâhilindedir ancak şu noktayı
bilhassa tekrarlamak yerinde olacaktır ki, Malta Muhâsarası’ndaki Selânikî
değildir bu kez karşımızdaki. İnebahtı’yla karşımıza çıkan müellifin niyeti
daha net ve tektir. Bir hezîmet yaşanmıştır ve bunun sebebi de tedbirsizliktir.
Hezîmetin bir diğer sebebi olarak “olmayacak istek” tabirini kullanmakla kast
ettiği de muhtemelen bu tedbirsizlikte paşalardan başka kimselerin de payı
olduğudur. Ancak kaynakların pek çoğunda zikredilenin aksine, Sokollu
Mehmed Paşa’nın daha Kıbrıs Seferi’ne karar verildiği zaman İnebahtı’da
yaşanacak hezîmetle ilgili öngörüsü hakkında Selânikî’nin belirgin bir
ifâdesine
rastlanmamıştır.
Sadece,
“Gösterdiği
başarılardan
dolayı
kaptanpaşalığa tayin olunarak Cezâyir Beylerbeğiliği ve Tunus eyâletinin
kendisine tevcîh olunduğu”522 Uluç Ali Paşa’nın lakâbının Kılıç’a çevrildiğini
ve Pertev Paşa’nın da azledildiğini bildirdikten sonra, yenilginin ardından yeni
donanmanın inşâ sürecinden bahsederken, memleket işlerinde tedbirli
davrananların birlik hâlinde, kaybedilenlerin telâfî edilmesi için harekete
geçtiğinden bahsetmiştir. Bu süreci anlatırken seçtiği haşmetli kelimelerle,
âdetâ hezîmetin acısını çıkarmış ve süreç netîcesinde meydâna getirilen
donanmanın,
düşmânı
büyük
bir
hayrete
düşürdüğünden
gururla
bahsetmiştir.
2.3. GELİBOLULU MUSTAFA ÂLÎ VE KÜNHÜ’L AHBÂR
Mustafa Âlî, XVI. yüzyıl Osmanlı Devleti’nin karmaşık ve çelişikliğine
neredeyse tüm hayatı boyunca şâhit olmuş bir şahsiyettir. Kariyer peşinde
koşarak geçirdiği zorlu ve yorucu ömrünün sonlarına doğru kaleme aldığı
Künhü’l Ahbâr ise, onun târihçi kimliğiyle ön plâna çıkmasına sebebiyet
vermiştir. 28 Nisan 1541’de Gelibolu’da dünyâya gelen Âlî, tanınmış tüccâr
bir babanın523 ve şeyh torunu bir annenin524 üç erkek çocuğundan biridir525.
522
BOA, MD, no. 12-II, s. 204, hüküm no: 1088.
Fleischer, a.g.e., s. 11-12.
524
Flesicher, a.g.e., s. 15.
525
Fleischer, a.g.e., s. 19.
523
74
Hakkındaki bilgileri daha ziyâde Fleischer’ın çalışmasından edindiğimiz
Âlî’nin İstanbul serüveni, 1556-1557 senelerinde medrese tahsîli için buraya
gelmesiyle başlamıştır. Bu dönemde başta, hocası Şemseddin Ahmed –ki
kendisi Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin oğludur- olmak üzere, Celâlzâde
Mustafa Çelebi526 ve Ramazanzâde Mehmed Paşa527 gibi iki mühim devlet
adamı
ve
târihçiyle
tanışma
fırsatı
bulmuştur.
Yine
Fleischer’dan
öğrendiğimiz kadarıyla medrese arkadaşları arasında meşhûr şâir Bâkî
(d.1526-ö.1600) de vardır.
1560’ta medrese öğrenimini tamamlayan Âlî, öğrencilik senelerinde
yazmış olduğu Mihr ü Mâh isimli eserini takdîm etmek üzere o sırada
Konya’da bulunan şehzâde Selim’in sarayına gitmiş, meslekî kariyerine
kolaylıkla başlayabilmek maksadıyla şehzâdenin yakınlığını kazanmaya
niyetlenmiştir528. Ne var ki bu girişimi onun ilmî kariyer hayâllerine mâl olmuş
ve hayatının bundan sonraki akışında belirleyici bir rol oynamıştır. Zîrâ
şehzâde Selim, Âlî’yi divan kâtipliğine getirmiş529, böylece siyâsî rüzgârların
etkisinde geçecek meslek hayâtına umduğundan farklı bir yönde ve hızla
girmiş, üç sene sonra da başkâtip olup yaşına göre büyük bir saygınlık
kazanmıştır530. Pâdişâh olması muhtemel şehzâdenin saray mâiyeti arasında
kendine bir yer edinmiş olan Âlî’nin, hedeflerini yükseltmemesi için bir sebep
yoktur ancak Selim’in yeni lalasının Âlî’den hiç hazzetmemesi, ona ilk
kırgınlığını yaşatarak şehzâde sancağını mecbûren terk etmesine sebebiyet
vermiştir.
Bu noktadan sonra yirmi iki yaşındaki Âlî, Halep beylerbeyiliğine
getirilmiş olan Lala Mustafa Paşa’nın yanında sır kâtipliğine girerek, “siyâsî
526
Koca Nişancı olarak da bilinir. I. Selim zamânında divân kâtipliğne girmiş, Kânûnî’nin
saltânatında da yükselme imkânı bulmuştur. Yirmi üç sene boyunca nişancılık görevini ifâ etmiştir. İlk
kez Osmanlı Türkçesi’yle kaleme alınan ve Osmanlı hânedânı târihi niteliğinde olan Tabakatü’lMemâlik fi Derecâti’l-Mesâlik adlı eseri yazmıştır. Bkz. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 271-273.
527
Küçük Nişancı olarak da bilinir. Celâlzâde’nin halefidir. Târih-i Nişancı adlı eseri, dünyâ ve
Osmanlı târihi niteliğindedir.
528
Fleischer, a.g.e., s. 33.
529
Fleischer, a.g.e., s. 33.
530
Fleischer, a.g.e., s. 36.
75
geleceğini biçimlendirecek olan hâmîlik ilişkisini”531 kurmuştur. Lala Mustafa
Paşa, büyük bir özlemle hayâlini kurduğu vezîr-i azâmlık görevine ancak III.
Murad döneminde gelebilecek olan bir devlet adamıdır. Bâyezid ve Selim
arasındaki hazin mücâdeleler esnâsında etkin bir rol oynamış, Bâyezid’i “asî
göstermek sûretiyle”532 Kânûnî’nin Selim’den yana bir tavır almasına
sebebiyet vermiştir. 1563’te Şam beylerbeyiliğine getirilen Lala Mustafa
Paşa’nın mâiyetinde yer alan Âlî, 1566’da Selim’in de tahta oturmasıyla bahsi
geçen iki ismin “gönüllerini okşamak”533 maksadıyla edebî eserler ortaya
çıkarmıştır. Şam’da bulunduğu sırada Ahlâk-ı Alâ’î’nin yazarı Kınalızâde Ali
Çelebi ile tanışma fırsatı da bulmuş ve ondan “eleştirinin temel ilkesinin,
dostluktan murâdın düşmân gözü ile nazâr”534 olduğunu öğrenmiştir.
1568 senesi Âlî’nin hayatında başka bir dönüm noktasını teşkîl
etmiştir. Zîrâ o sene cereyân eden Yemen Meselesi535 netîcesinde ortaya
çıkan “siyâsî ittifaklar ve kişisel düşmanlıklar”536, Âlî’nin bundan sonraki
hayatının gidişâtını büyük ölçüde etkilemiştir. Fleischer’ın eserinden yansıyan
Yemen Meselesi sırasında şâhit olunan şahsî menfaat odaklı siyâsî hamleler,
XVI. yüzyılın karmaşık yapısına yakışır bir mâhiyet arz etmektedir. Dönemin
vezîr-i azâmı, Âlî’nin “pâdişâh-ı manevî”537 dediği Sokollu Mehmed Paşa’dır.
Devlet içinde büyük bir gücü vardır ancak Selim döneminde, Kânûnî’den
miras kalmış bir devlet adamıdır ve konumunu muhâfaza etmesi için çaba
göstermek durumundadır. Lala Mustafa Paşa’nın makam hırsından da
bîhaber olmamakla berâber hem akrabalık bağları olması hem de Mustafa
Paşa’nın Selim’le yakınlığı sebebiyle onu kendi safında tutmak niyetindedir.
Sokollu’nun “denetim altında tutmak istediği”538 Lala Mustafa Paşa’yı Yemen
seferi için görevlendirmesi, şahsî menfaat ve düşmanlıkların yön vereceği bir
dizi hâdiseyi de berâberinde getirmiştir. Aralarında husûmet bulunan Lala
531
Fleischer, a.g.e., s. 39.
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 406.
533
Fleischer, a.g.e., s. 43.
534
Fleischer, a.g.e., s. 42.
535
Yemen’in Zeydiye hânedânına mensûp olan İmam Mutahhar tarafından başlatılan isyân. Bkz.
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III/II, s. 343.
536
Fleischer, a.g.e., s. 45.
537
Fleischer, a.g.e., s. 52.
538
Flesicher, a.ğ.e., s. 47.
532
76
Mustafa Paşa ve Mısır beylerbeyi Sinan Paşa539 merkezinde cereyân eden
hâdiseler, kutuplaşmanın daha belirgin bir hâl almasına sebebiyet vermiş ve
belki de Âlî’nin iddia ettiği gibi esâsen gelişmelerin bu yönde olacağını ilk
baştan beri bilen ve herşeyi Lala Mustafa Paşa’nın gözden düşmesi için
plânlamış olan540 Sokollu Mehmed Paşa maksadına ermiş, Mustafa Paşa’nın
pâyeleri Sinan Paşa’ya verilmiştir. Yaşananların derinleştirdiği kutuplaşma,
ilerleyen senelerde Sokollu’nun karşı safını sıkılaştırırken, daha önce
bahsedildiği gibi Âlî’nin hayatına da büyük bir etkide bulunmuştur. Zîrâ
meslekî hayâtı boyunca bir türlü istediğini elde edemeyecek olan Âlî,
aksaklıkların altında Lala Mustafa Paşa ve mâiyetine duyduğu kin sebebiyle
Sinan Paşa’nın olduğuna inanacak, Künhü’l-Ahbâr’ında onu “çöküşün
mimarlarının başında” gösterecektir541.
Osmanlı Devleti’nin Kıbrıs seferi için hazırlandığı sıralarda Sokollu
Mehmed Paşa ile Lala Mustafa Paşa’nın arasındaki gerginlik sona ermiş
ancak bu kez de Âlî ve Lala Mustafa Paşa’nın arası açılmıştır. 1569
senesinin sonlarına doğru İstanbul’a dönen işsiz Âlî, Kıbrıs seferi için
görevlendirilmiş olan Lala Mustafa Paşa’ya mektuplar yazarak eski hâmîsinin
gönlünü kazanmaya çalışırken, bir yandan da Sokollu Mehmed Paşa’yla
yakınlık kurma peşine düşmüştür542. Sokollu’ya sunduğu Heft Meclis isimli
eseri sâyesinde, Dalmaçya’da Klis sancağında divân kâtibi543 olarak işe
girmeyi başarmışsa da, Âlî’nin hâlen hayâllerini süsleyen, bir “saraylı”544
olabilmektir.
Âlî 1570-1577 arasında divan kâtipliğini sürdürürken İstanbul’da da bir
taht değişikliği yaşanmış ve 1574’te III. Murad pâdişâh olmuştur. Yeni
pâdişâhla berâber Sokollu Mehmed Paşa’nın devlet içindeki konumu
ehemmiyetini kaybetmeye başlayınca, Âlî de yeni arayışlar içine girmek
durumunda kalmış, Sokollu’ya duyduğu saygıyı korumaya devâm etmişse de,
539
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 27.
Flesicher, a.g.e., s. 47-50.
541
Flesicher, a.g.e., s. 50.
542
Fleischer, a.g.e., s. 54-57.
543
Fleischer, a.g.e., s. 58.
544
Fleischer, a.g.e., s. 68.
540
77
güçlenen tarafın yanında yer alabilmek için faaliyetlere girişmiştir. Hırsla
bağlandığı tutkularının peşinden koşan Âlî, yeni pâdişâhın hocası olan ve
meşhûr Tâcü’t-Tevârih’in sâhibi Hoca Sa’deddin Efendi ve daha önce
Selânikî bahsinden hatırlanacak olan Kızıl Ahmedli Şemsî Paşa başta olmak
üzere sarayda etkin olan isimlerle yakınlık kurmayı başarmıştır545. Aslına
bakılırsa Kânûnî döneminde altyapısı hazırlanmak sûretiyle II. Selim’den
itibâren Osmanlı sarayında, bilhassa Yahudi asıllılar olmak üzere, bir harem
kilercisi bile söz sâhibi olmaya başlamıştır546. Âlî de, ilerleyen senelerde
pişmanlığını547 dile getirecek olsa da, hırsları uğrunda düzene ayak
uydurmayı tercîh etmiş ve ömrünü menfaat rüzgârına göre yönlendirmiştir.
Hilyetü’l-Ricâl’i III. Murad’a sunduğu sene Âlî’ye, Hoca Sa’deddin’in de
devreye girmesiyle548, Gürcistan seferine hazırlanan ordunun sefer kâtipliği
görevi verilmiş, Lala Mustafa Paşa ile de aralarındaki buzları eriten Âlî, daha
sonra da Halep defterdârlığına getirilmiştir549. Ancak Lala Mustafa Paşa’nın
1580’deki ölümü, Âlî’nin devlette ağırlığı olan Sinan Paşa karşısındaki
hâmîsini ve yüksek makam hayâllerini de kaybetmesi anlamına gelmiştir550.
1582’de Sinan Paşa’nın vezîr-i azâmlıktan azli üzerine umutları yeşeren Âlî,
Nusretnâme’si sâyesinde III. Murad’ın beğenisini kazanmış551, bir süreliğine
parlayan yıldızı sâyesinde552 1584’te Erzurum defterdârlığına getirilmiş553
ancak yine de beklentileri bir türlü yerine gelmemiştir. Bir yandan sürekli
eserler kaleme alan Âlî, bunların, hırslarından beslenen tutkularına kapı
açması ümidini taşımıştır. Ancak hayâl ettiği saray hayâtına bir türlü
kavuşamamış olan Âlî, artık çok eskide kaldığına inandığı adâlet özleminin
ve yaklaşan Hicrî bininci yılın da etkisiyle, içsel bir dönüşüm yaşamaya
545
Fleischer, a.g.e., s. 75.
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 121.
547
Fleischer, a.g.e. s. 141.
548
Fleischer, a.g.e., s. 78.
549
Fleischer, a.g.e., s. 84.
550
Fleischer, a.g.e., s. 91.
551
Fleischer, a.g.e., s. 114.
552
H. Mustafa Eravcı, “Gelibolulu Mustafa Âlî’nin ‘Nushatü’s-Selâtînde 1578-1579 Trans-Kafkas
Seferine Dair Eleştirileri ve Bunların Tarihi Önemi”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, cilt 3, sayı 1, 2001, s. 33.
553
Fleischer, a.g.e., s. 119.
546
78
başlamıştır554. Müellif meşhûr Künhü’l-Ahbâr’ı da işte böyle bir hâlet-i rûhiye
içerisinde, “ilâhî bir ilhamla”555 kaleme almıştır. Fleischer’a göre Âlî bu
dönemde “yerini bulamamış, topluma yabancılaşmış birisidir” ve Künhü’lAhbâr’a “gençliğinin daha düzenli ve mutlu dünyâsına bir kaçış arayışından”
ileri gelen ayrı bir ehemmiyet atfetmiştir556.
Âlî, henüz on beş yaşındayken âlim olma arzusuyla ayrıldığı
Gelibolu’ya, ömrünü makam hırsı peşinde geçirmiş olarak 1593’te geri
dönmüştür. Ancak gençliğine mâl olmuş bu sevdâsı sebebiyle, meslek hayatı
boyunca hep yoluna taş koyduğuna inandığı Sinan Paşa’yla arasını
düzeltmeye çalışmaktan kendini alamamış, Hoca Sadeddin’in yardımıyla
Habsburglara
karşı
sefere
çıkan
paşa
için
fetihnâme
yazmakla
görevlendirilmiştir557. 1600 senesinde son nefesini verinceye dek gençlik
hırslarını aşamamış, asla kendisine lâyık görmediği muhtelif devlet
görevleriyle yetinmek durumunda kalmıştır. O öldüğünde, dünyâ artık yeni bir
yüzyılı yaşamaya başlayacaktır.
Pek çok alanda elliye558 yakın eser kaleme almış olan Gelibolulu
Mustafa Âlî’nin ismiyle anılan en meşhûr eseri, zaten yazarken en büyük
beklentisinin saygınlık olduğunu bildiğimiz559 Künhü’l-Ahbâr’dır. Müellifin
şâheseri olan Künhü’l-Ahbâr, ilki kozmoloji, coğrafya ve yaratılışa, ikincisi
İslâm öncesindeki peygamberlerden Moğol istilâsına kadar geçen döneme,
üçüncüsü Moğol ve Türk hânedanlarına ve sonuncusu da Osmanlı târihine
dâir olmak üzere dört bölümden oluşmaktadır560. Bunlardan başka eserde
târih ilminin faydalarından ve bir târihçide olması gereken özelliklerden de
bahsetmiştir. Bir ilim olarak târihe yaklaşımı daha ziyâde insanların geçmiş
tecrübelerden ders çıkarmasına hizmet ettiği yönündedir561. Târihçilerde
bulunması gereken en mühim özelliği ise adâlet çerçevesine sığdırmıştır.
554
Fleischer, a.g.e., s. 144.
Akbulut, “a.g.m.”, s. 74.
556
Fleischer, a.g.e., s. 148.
557
Fleischer, a.g.e., s. 156.
558
Akbulut, “a.g.m.”, s. 73.
559
Fleischer, a.g.e., s. 145.
560
Fleischer, a.g.e., s. 253.
561
Akbulut, “a.g.m.”, s. 75.
555
79
Yine de bunun eserine, hüsranlarla geçen bir hayâtın belirlediği vizyondan
süzülerek yansımış olması kuvvetle muhtemeldir.
2.3.1. Âlî’nin Kaleminden İnebahtı Savaşı
Âli’nin kaleminden yansıyan İnebahtı, Selânikî’ye kıyasla daha sakin
ve yer yer daha detaylıdır. Müellif, uzayan Magosa muhâsarasının haberini
verdikten sonra, muhâsaranın başında olan Lala Mustafa Paşa’ya destek
amacıyla, 300 parçadan müteşekkil yeni donanmanın Müezzinzâde Ali Paşa
komutasında Cuma gününe denk düşen 1570 nevrûzunda İstanbul
limanından
çıkarıldığını
bildirmiştir.
Akdeniz’e
çıkıldığında
bu
sayı,
donanmaya dâhil olan diğer gemilerle birlikte 400’e ulaşmıştır. Ancak ilgili
başlıkta daha önce belirtmiş olduğumuz gibi bu sayıyla, doğrudan İnebahtı
Savaşı’na iştirâk eden gemiler kast edilmemiştir. Daha sonra Uluç Ali
Paşa’nın da 20 parça gemiyle dâhil olduğu donanma, Kefalonya ve Korfu
adasını yağmalamıştır. Âlî bu husûsu, “Her birinde ki küffâra gâret u hasâret
âteşleri salındı”562 şeklinde belirtmiştir.
Buradan itibâren, daha ziyâde Osmanlı donanmasın yenilgisinin
gerekçeleri arasında gösterilmiş olan detaylardan bahsedilmiştir. Âlî, Osmanlı
donanmasının bu süre içerisinde denizde fazlaca oyalandığını ve çarpışma
cesâreti
olmadığı
düşünülen
düşmânın,
donanmayla
karşı
karşıya
gelmediğini belirtmiştir. Zaman geçmiş, kış yaklaşmış ve motivasyonu düşen
asker, cenkçi ve kürekçilerin yarısından fazlası da dâhil olmak üzere,
dağılmaya başlamıştır. Hatırlanacağı gibi bu husûs hem mühimme
kayıtlarından
müşahade
edilmiş,
hem
de
Selânikî
tarafından
da
vurgulanmıştır. Dolayısıyla, Âlî’nin de dediği gibi Osmanlı donanması, büyük
asker eksiğiyle İnebahtı’ya gelmiştir. Bu sırada, Hıristiyan kuvvetlerinin
Osmanlı’ya karşı bir ittifâka girdikleri ve gemileri asker dolu olarak yola
çıktıkları haberi alınmıştır.
562
Çerçi, a.g.e., s. 80.
80
İnebahtı Savaşı’nın belki de en meşhûr hâdisesi olan paşalar arası
tartışma, Âlî’nin naklinde de kendine bir yer edinmiştir. Serdâr Pertev Paşa
ve Kapudân Ali Paşa’yla birlikte diğer ümerânın toplanıp, cenkçi ve kürekçisi
eksik olan donanmanın durumu hakkında müşâvere ettiklerini, Pertev
Paşa’nın konuşulanlara itirâz etmediğini bildirmiştir. Âlî’ye göre kuruntulu
yapısı ve korkaklığıyla bilinen Pertev Paşa bu tavrıyla hem yaratılışına uygun
davranmış, hem de zaman ne gerektirirse ona göre davranılması gerektiğini
kast etmiştir. Ancak Âlî’ye göre “yiğitlikte ve ululukta parmakla gösterilen”563
ve kendisine gönderilen emirde, savaşın başarısızlıkla netîcelenmesi
durumunda görevlerinden azledileceği ve bu sebeple mutlaka düşmanı alt
etmesi gerektiği bildirilen Ali Paşa, kendi kararını kabûl ettirmiştir. “Yaratılış
itibâriyle ve cesârette sönmüş bir muma benzeyen ancak vezirliğin zirvesinde
bulunan” Pertev Paşa ile Uluç Ali Paşa, Müezzinzâde Ali Paşa’nın hiddeti
karşısında muhâlefet edememişlerdir. Gelibolulu Mustafa Âlî’nin, burada Uluç
Ali Paşa için kullandığı “necm-i sühâ” ifâdesi dikkate değerdir. Zîrâ eski
dönemlerde, gözlerin görüş derecesini ölçebilmek amacıyla, Büyükayı yıldız
kümesinin en küçük üyesi olan bu yıldızın kullanıldığı bilinmektedir. Âlî
yaptığı bu benzetmeyle, fazlaca ön plâna taşımadığı Uluç Ali Paşa’nın
tecrübesini ve dolayısıyla ileri görüşlülüğünü imâ etmiş olabilir kanaatindeyiz.
Nihâyet 7 Ekim 1571 Pazar günü iki donanma karşı karşıya gelmiştir.
Âlî’ye göre rüzgâr, düşmana elverişli yönde esmektedir. Bu hâl üzere güneşin
doğuşundan batışına kadar şiddetli ve kanlı bir çarpışma cereyân etmiş, Ali
Paşa ve oğulları katledilmiş, pek çok bey perişân hâlde esîr düşmüş,
Osmanlı donanmasından 190 gemi ile sayısız savaş âleti düşman eline
geçmiştir. Metnin geneline nazaran bu bölümden itibâren Âlî’nin dinî öğelere
fazlaca yer verdiği ve bunu ağdalı bir üslûpla yaptığı dikkat çekmektedir.
Düşman askeri, “doğru yoldan sapmışlar” olarak ifâde edilirken, Osmanlı
askeri “Allah adamı” olarak nitelenmiştir. Müellife göre düşmân eline geçen
savaş âletleri, “din ve devlet düşmanlarının kabzalarında mahzûn” kalmış,
esîr edilip bağlanan binlerce gâzî ve mücâhit “gam ve hüzün” içine düşmüş,
563
Çerçi, a.g.e., s. 81.
81
binlerce Müslüman katledilmiş, yaralanmış ve her yer kana bulanmıştır. Âlî
için bu manzara, ancak kıyâmette yaşanabilecek türdendir. Dünyâ kurulalı ve
Nûh peygamber ilk gemiyi inşâ ettiğinden beri böyle büyük bir felâket
yaşanmamıştır.
Bu hâdisenin duyulduğu sıralarda Âlî, büyük şeyhlerden biri olarak
telâkkî ettiği birini ziyârete gittiğinden ve derin keder içinde bu ender
görülecek hezîmetten konuşup çokça gözyaşı döktüğünden bahsetmiştir.
İsmi zikredilmemiş olan şeyh, muhtemelen Balî Efendi ya da Nûreddinzâde
Muslihiddin’dir. Zîrâ Fleischer, Âlî’nin işsiz geçirdiği 1569-1570 kışında
Halvetîliğe bağlandığından ve Şeyh Ramazan’ın mürîdlerinden Sarhoş Balî
Efendi ve Nureddinzâde ile yakınlaştığından bahsetmektedir564. Bahsi geçen
iki isim de Halvetî olmakla berâber, aralarında büyük bir husûmet vardır.
Âlî’nin bu iki isimle yakınlık kurmuş olmasının sebebi, daha önce bahsedildiği
gibi, bitmek bilmeyen hırsıdır. Zîrâ kerâmet sâhibi olduğuna inanılan Balî,
aynı zamanda şâir olarak da hatrı sayılır bir üne sâhiptir. Halkın dinî
duygularını sömürdüğüne inandığı Balî’yi şiddetle eleştiren Nureddinzâde ise,
vezîr-i azâm Sokollu Mehmed Paşa’nın pîridir. Âlî, hangi tarafın siyâsî
bakımdan daha güçlü olduğuna karar verene kadar, kendi menfaatini
gözeterek bu iki isimle de bağlarını sıkı tutmaya çalışmıştır. Balî 1572’de,
Nureddinzâde ise 1573’te ölmüş olduğundan ve İnebahtı Savaşı’nın
netîcesinin de her iki târihten daha önce duyulduğu gerçeğinden hareketle,
her iki ismin de Âlî’nin bahsettiği “büyük şeyh” olma ihtimâli vardır. Yine de
kimliğinden emîn olamadığımız bu isim, yenilgi sonrasında kendisini ziyâret
eden Âlî’ye, “sadece Müslümanların değil, herkesin aynı şekilde Allah’ın kulu
olduğunu” söylemiştir.
Âli, hezîmetin görünen sebebi olarak Müezzinzâde Ali Paşa’nın “yersiz
cüretini ve gemilerdeki alâmetlerin aşikâr edilmiş olmasını” göstermiştir. Bu
tavrı Ali Paşa’nın hem kendi canına, hem de donanmanın hezîmetine mâl
olmuştur. Müellife göre yapılan bu hata çok büyüktür zirâ böyle bir savaş
durumunda “hangi gemiye kimin komuta ettiğinin bildirilmemesi gerektiği
564
Fleischer, a.g.e., s. 57.
82
bellidir”. Âlî, görünen sebep olarak naklettiği bu gerçeğin ardından, sahih
olduğunu belirttiği bir rivâyete dayanarak, ikinci bir sebepten daha
bahsetmiştir. Rivâyete göre zaten uzun süredir denizde olan ve büyük asker
eksiği bulunan donanma bu açığı kapatmak için, uğradığı kıyılarda gerek
Müslüman, gerek kâfir pek çok kişiyi cebren alıkoymuştur. Âlî’ye göre
bunlardan alınan âhın üstüne, donanmanın böylesi büyük bir felâket
yaşamaması zaten pek de mümkün değildir.
Müellif özet olarak “tonanma sındı”565 diyerek, felâketin ardından
yaşananlardan bahsetmiştir. Osmanlı donanmasından düşmân eline geçen
parçaların Avrupa’nın muhtelif şehir ve kasabalarında, zafer kutlamaları
kapsamında
gezdirildiğini
yazan
Âlî’nin,
“leb-i
deryâdaki
ma’berler”
ifâdesinden, daha önce ilgili başlıkta anlatıldığı üzere, donanmaya âit
parçalardan bir kısmının Venedik’teki köprüler üzerinde sergilendiğinden de
haberi olmuştur. Netîcenin Osmanlı ülkesindeki etkileri üzerinde de duran Âlî,
fecî haberin duyulduğu ilk andan itibâren Müslüman halkın, mücâhitlerin ve
vezîrlerin
gam
ve
kedere
düşmekle
berâber,
büyük
bir
şaşkınlık
yaşadıklarından da bahsetmiştir. Müellif buradan sonra gâyet soğukkanlı bir
üslûpla, Sokollu Mehmed Paşa’nın var gücüyle yeni donanma hazırlığına
girdiğini, bunu yaparken de hiç bir sıkıntının yaşanmadığını “Pes altı ayın
içinde iki yüz pâre kadırga ve mavna tedârükin gördi. Hâlâ ki ne ekâbir ü
mâldârlara gemi yaptırıldı ne teklîf olındı. Ve ne hizâne-i âmirede akça kılleti
çekildi”566 diyerek vurgulamıştır. Bununla berâber mühimme kayıtlarında
Sinop kadısı gibi ulemâdan kimselere Donanma-i Hümâyûn’a göndermek
üzere gemi yaptırmaları husûsunda gönderilmiş hükümler567 mevcûttur.
Nihâyet, altı ayın sonunda 200 parçalık yeni bir donanma inşâ edilmiştir.
İnebahtı’nın en meşhûr netîcelerinden biri olarak, Uluç Ali’nin lakâbının Kılıç’a
çevrildiğini de atlamayan müellif son bir detay olarak, her ne kadar İnebahtı
sonrasında yeniden denizlere çıkılmış olsa da, yaşanmış olan büyük
hezîmetin “kalplere yerleşmiş olan korkusu” sebebiyle yiğit İslâm askerinin
565
Çerçi, a.g.e., s. 83.
Çerçi, a.g.e., s. 83.
567
BOA, MD, no. 12-II, s. 185, 221, 233, 261, hüküm no: 1053, 1121, 1147, 1201, 1202.
566
83
intikâma cüret göstermeye meyletmediğini, daha tedbîrli davranıldığını
eklemiştir.
İnebahtı felâketi yaşandığında, Gelibolulu Mustafa Âlî henüz otuz
yaşındadır. Künhü’l-Ahbâr’ını kaleme almaya başladığında ellili yaşlara adım
atmış, 1597-98’de eserinin Osmanlı cildini neredeyse tamamladığındaysa568,
artık ömrünün son senelerine girmiştir.
2.4. PEÇEVÎ İBRAHİM EFENDİ VE PEÇEVİ TARİHİ
XVII. yüzyılda yetişen mühim târihçilerden biri olan569 Peçevî İbrahim
Efendi 1574 senesinde Macaristan Pecs’te dünyâya gelmiş570, Boşnak
kökenli olmakla berâber doğum yerine atfen kendisine “Peçevî” denmiştir.
Eserinde, hayatı hakkında kısıtlı olmakla berâber bazı bilgiler mevcûttur.
Buna göre Bosna’nın zengin ailelerinden birine mensûb ve aynı zamanda
Bosna Alaybeyi olan büyük dedesi Kara Dâvûd, II. Mehmed’in silhatarlığını
da yapmıştır. Babası, yine Bosna Alaybeyliği’nde bulunmış olan Cafer Bey’in
sekiz oğlundan biri571, annesi ise meşhûr Sokollu ailesindendir572 ve Sokollu
Mehmed Paşa’nın amcalarından birinin kızıdır573. Enderûndan yetişmiş olan
dayısı Ferhad Paşa, iki kez vezîr-i azâmlık görevinde bulunmuş, Peçevî de
on dört yaşındayken o esnâda Budin beylerbeyi olan Ferhad Paşa’nın
konağına yerleşmiştir. Bundan sonra ise ailesinden bir başka meşhûr isim
olan ve aynı zamanda Sokollu soyundan gelip, Anadolu ve Rumeli
beylerbeyiliği ile vezîr-i azâmlık görevinde bulunan574 Lala Mehmed Paşa’nın
himâyesine girmiş, on beş sene burada kalmıştır575.
568
Fleischer, a.g.e., s. 255.
Emin Yolalıcı, “Türk Tarihinin Kaynaklarına Genel Bir Bakış”, Uluslararası Sosyal
Araştırmalar Dergisi: The Journal of International Social Research, cilt 1, sayı 3, Bahar 2008, s.
478, (Erişim) http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt1/sayi3/sayi3_pdf/yolalici_memin.pdf.
570
Babinger, a.g.e., s. 211.
571
Peçevî İbrahim Efendi, Peçevî Tarihi I, haz. Bekir Sıtkı Baykal, Ankara, Kültür Bakanlığı, 1992,
s. XVII.
572
Babinger, a.g.e., s. 211.
573
Peçevî, Peçevî Tarihi I, s. XVII.
574
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / II, s. 361.
575
Babinger, a.g.e., s. 211.
569
84
1593 senesinde girdiği askerî hizmet dolayısıyla pek çok sefere
katılmış,
gösterdiği
başarılar
sebebiyle
takdir
kazanarak,
Anadolu
defterdârlığı da dâhil olmak üzere yine pek çok devlet görevlerinde
bulunmuştur. Hâmisi olan Lala Mehmed Paşa’nın ölümünün ardından bile
gözden düşmemiş olması ve mühim devlet hizmetlerine devam etmiş olması
da dikkate değerdir. 1641 senesinde son devlet görevi olan Temeşvar
defterdârlığından ayrılıp memleketine dönmüş ve gençliğinden beri ilgi
duyduğu târihçiliğe yönelerek, o zamana kadar edindiği bilgi ve belgelere
dayanarak Târih-i Peçevî’yi kaleme almıştır. Eserini takdîm ettiği Budin
beylerbeyi Musâ Paşa’nın, barış ve barışla ilgili konulara yeterince
değinilmemiş olmasını bir eksiklik olarak görmesi üzerine, İslâm târihçilerinin
eserlerinde fazlaca yer bulmamış olan barış anlaşmalarıyla ilgili ayrıntıları
yabancı kaynaklardan yararlanmak sûretiyle derlemiş ve eserini gözden
geçirmiş, bu vesîleyle eserin târih aralığını da genişletmiştir576.
Bilhassa 1600-1639 seneleri için temel bir kaynak olan577 Tarih-i
Peçevî’de müellif, aralarında Âlî, Celâlzâde Mustafa, Cenâbî, Hadidî, Hoca
Sa’dettin, Hasan Beyzâde ve Nişancı Mehmed Paşa’nın da bulunduğu pek
çok yerli578 ve Heltai, İstvanffy579 gibi bazı Macar târihçilerinin eserlerinden
faydalanmış, böylece aynı zamanda yabancı kaynakları kullanan ilk Osmanlı
târih yazarı olmuştur. Baykal, Peçevî’nin târih anlayışının belirgin herhangi bir
özelliği bulunmadığı ancak hâdiselerin anlatımında gerçekçilik ve samimiyet
olduğu görüşündedir. Fleischer ise süssüz bir üslûbu580 olan Peçevî’nin,
Gelibolulu Mustafa Âlî hakkında belirttiği bazı ifâdelere dayanarak,581 çokça
uydurmalarda bulunduğunu savunmaktadır582.
576
Peçevî, Peçevî Tarihi I, s. XIX.
Yolalıcı, “a.g.m.”, s. 479.
578
Peçevî, Peçevî Tarihi I, s. XX.
579
Babinger, a.g.e., s. 212.
580
Fleischer, Tarihçi Mustafa Âli, s. 244.
581
Fleischer’a göre Peçevî, Gelibolulu Mustafa Âlî Künhü’l Ahbâr’da, dayısı Ferhad Paşa’ya hakaret
etmiştir ve bu sebeple Âlî’yle ilgili muhtemelen aslı olmayan iddialarda bulunmuştur. Bkz. Fleischer,
a.g.e., s. 54, 149.
582
Fleischer, a.g.e., s. 150.
577
85
Peçevî İbrahim Efendi’nin ölüm târihini Kâtip Çelebi 1650 senesi
olarak verirken, 1649 târihli bir kayıt kendisinden “merhûm” olarak
bahsetmektedir. Dolayısıyla bu konu hakkında kesin bir târih belirtmek
mümkün değildir.
2.4.1. Peçevî’nin Kaleminden Malta Muhâsarası
Peçevî,
Malta
Muhâsarası’nı
aktarmaya,
seferin
gerekçelerini
esgeçerek, doğrudan donanma ve serdârlar hakkında bilgi vererek
başlamıştır. Müellife göre içinde Rumeli, Anadolu583 ve Karaman584
timarlarından sayı belirtilmemekle berâber çokça askerin bulunduğu kadırga,
kalite, barça ve baştardadan müteşekkil üç yüz gemilik bir donanma
hazırlanmış ve Kaptân-ı deryâ Piyâle Paşa ile serdâr Kızılahmetli Mustafa
Paşa idâresinde Malta’ya doğru yelken açılmıştır. Donanmanın mevcûdu
hakkında müellifin, Selânikî’nin zikrettiği net sayıyı kullanmış olmasına
rağmen, daha önce de belirtildiği gibi bu konu hakkında muhtelif görüşler
vardır. Malta bahsinde detaylı olarak verildiği gibi, Kâtip Çelebi yüz elli
gemilik bir donanmadan bahsederken, Solakzâde de donanma mevcûdunu
üç yüz olarak kaydetmiştir. Pek çok kaynaktan yararlandığı çalışmasında
Turan ise, hatırlanacağı gibi, iki yüz otuz yedi sayısını vermiştir. Bununla
berâber Peçevî, Malta bahsini anlatmaya başlarken, 1562 târihini zikretmiştir.
Oysa her ne kadar Akdeniz hâkimiyetinin kapısını açacak olan adanın fethi
plân dâhilinde olsa da, sefer hazırlıklarına 1564 senesinde başlanmıştır.
Müellif muhtemelen, 1560 Cerbe Zaferi sonrasından Malta Muhâsarası’na
kadar geçen sürede meydâna gelen küçük çarpışmaları göz önünde
bulundurarak bu târihi vermiştir. Zîra Cerbe’nin ardından Avrupa’da, Türklerin
kısa sürede mühim İspanyol üslerine saldıracağı söylentileri dolaşmaktadır
ve 1561’de elliye yakın Osmanlı gemisi Adriyatik’e ilerlemiş, 1562’de
583
BOA, MD, no. 6-I, s. 326-328, hüküm no: 594. İlgili mühimme defterinde yer alan 594 numaralı
hüküm, silahlarıyla birlikte askerlerini hazırlaması buyrulan sancakbeyleri kaydedilmiştir. Buna göre
Mora, İlbasan, Çirmen, Selânik, Rodos, Midillü, İnebahtı, Ağrıboz, Hamîdili, Karesi, Tekeili, Aydın,
Burusa, Sultânöni, Kastamonı, Biga, Menteşe, Anatolı, Niğde, Aksarây ve Kırşehir beylerinden asker
talep edilmiştir.
584
BOA, MD, no. 6-I, s. 248, 328, hüküm no: 454, 595.
86
Heredura Körfezi’nde bir çarpışma meydâna gelmiş, peşinden Oran’a bir
saldırıda bulunulmuştur585. İspanyolların yüz elli gemiden oluşan bir
donanmayla Velez’i ele geçirdiği 1564 senesinde büyük bir donanma
hazırlığına girilmiş, ertesi sene ise Malta seferine çıkılmıştır.
Daha önce Târih-i Selânikî’de rastladığımız Semiz Ali Paşa detayı,
Peçevî Târihi’nde de kendisine bir yer bulmuştur. Peçevî’nin belirttiğine göre
“güler yüzlü ve şakacı” bir mizâcı olan Ali Paşa, donanmanın İstanbul’dan
ayrılmasının ardından, donanmanın başına getirilen isimlerden duyduğu
tereddütlerini, “ikisi de keyiflerine düşkün kimseler diye bilinir; iki kafadarı
adalar seyrine gönderdik, herhalde bereş586 ve kahve ile gemileri doludur.
Bilmem ne hizmet görürler, hele bereş ve kahve ile iyice sefa sürerler”587
diyerek dile getirmiştir. Peçevî’ye göre Ali Paşa bu sözlerle, Mustafa Paşa ve
Piyâle Paşa’nın kalplerinin temiz olmadığına işâret etmiş ve yaşanacak
yenilginin haberini vermiştir.
Peçevî’nin üzerinde durduğu bir diğer husûs da, Selânikî’nin
esgeçmeyi tercih ettiği Turgut Reis’tir. Müellife göre pâdişâh, Mustafa Paşa
ve Piyâle Paşa’ya, Turgut Reis’in görüşlerine başvurulmasını ve onun
sözünün hilâfına hareket edilmemesini emretmiştir. İlgili mühimme defterinde
yer alan hükümler588 ise daha ziyâde Turgut Reis’in âcilen donanmaya dâhil
olması ve fethin başarılı olması için dikkat edilmesi gibi husûslarda tafsîlâtlı
görüş bildirmesinin istendiği yönündedir. Bununla berâber bilindiği gibi Turgut
Reis donanmaya vakitlice dâhil olmamış, daha önce belirtildiği üzere Kâtip
Çelebi’ye göre yedi, Turan’a göre on dört gün sonra Malta’ya gelmiştir.
Peçevî ise Turgut Reis’in, metnin ilerleyen bölümlerinde yedi gün geciktiğini
bildirmekle berâber, sadece bir kaç gün geciktiğini belirterek, burada da
kabahati diğer paşalara yüklemiş ve “Kaptanpaşa ile serdar da onu birkaç
gün beklemediler”589 ifâdesini kullanmıştır. Müellife göre paşaların hataya
düştüğü
585
husûs,
Saint
Elmo’nun
muhâsarasının
Clot, a.g.e. s. 155.
Keten tohumundan yapılan afyonlu bir içki.
587
Peçevî, Peçevî Tarihi I, s. 288.
588
BOA, MD, no. 6-I, s. 233, 307, hüküm no: 429, 561, 562.
589
Peçevî, Peçevî Tarihi I, s. 289.
586
Malta’nın
fethini
87
kolaylaştıracağını düşünmeleri olmuştur. Zîrâ bahsi geçen kale en az Malta
kadar sağlamdır ve zaten yedi gün sonra gelen Turgut Reis Saint Elmo’nun
muhâsarası sebebiyle büyük üzüntü yaşamış ve Malta alınmadıkça bahsi
geçen kalenin alınmasının hiç fayda getirmeyeceğini belirtmiştir. Nitekim on
yedi gün sonra kale alınmış ancak, “seçkin askerler” yaralanmış, çokça asker
yitirilmiş ve geriye kalanların da motivasyonları kaybolmuştur. Bununla
berâber Peçevî metnin bir cümlesini, hiçbir getirisi olmayan bu kuşatma
boyunca savaş araç ve gereçleri ile erzâkın çoğunun harcandığı detayına da
ayırmıştır.
Donanmanın
durumu
bu
hâldeyken
esas
Malta
kuşatmasına
başlandığını belirten Peçevî’ye göre, fethin henüz zamanı değildir ve askerin
“nasîbinde” fetih yoktur. Yine müellife göre sefer sırasında pek çok engelle
karşılaşılması da, fethin nasîpte olmamasından kaynaklanmıştır.
Selânikî ve Kâtip Çelebi’nin aksine Peçevî, Turgut Reis’in şehît olduğu
haberini Saint Elmo kuşatması bahsinde vermek yerine, bahsi geçen kalenin
ardından başlatılan esas Malta kuşatmasından bahsederken vermiştir.
Bununla berâber yine de Turgut Reis’in Malta kuşatması esnâsında öldüğüne
dâir net bir ifâde de kullanmamıştır. Müellifin, fethin nasîp olmayağını ispât
edercesine bir takım aksiliklerin yaşandığını belirttikten sonra bahsi geçen
paşanın şehâdetini bu aksiliklere bir örnek olarak vermesi, gelişmelerin
aktarılış sırasının ister istemez bozulmuş olabileceği kanaatini uyandırmıştır.
Malta bahsi boyunca gerek Osmanlı, gerekse düşman askeri için
abartılı ifâdelerden uzak durmayı tercîh eden Peçevî, bir kereye mahsûs
olarak “tecrübeli yiğitler” ve “seçkin askerler” olarak nitelediği İslâm askerinin
yenilgide herhangi bir kabahatinin olmadığını, Piyâle Paşa ve Mustafa Paşa
arasındaki husûmetten etkilendiklerini belirtmiştir. Selânikî’nin hissedilir
ölçüde Mustafa Paşa tarafgirliği içinde ele aldığı Malta Muhâsarası’nı Peçevî,
herhangi bir isme iltimas geçmek kaygısı taşımadan anlatmış, yeri geldikçe
her iki ismin hatalarını da gündeme getirmiştir. Müellifin aktardığına göre
sefer sırasında Piyâle Paşa top atışı yapıldıkça askere, Mustafa Paşa’nın
rahatsız olabileceğini ve top atılmamasını tenbîh etmiştir. Zîra İstanbul’a
88
dönüldüğünde Piyâle Paşa, Mustafa Paşa’nın o durumdayken bile öğle
uykusunu ihmâl etmediğini müstehzî bir üslûpla dile getirmiştir. Müellife göre
donanma halkı, paşalardan bu yönde direktifler aldıklarını ve hâl böyleyken
ellerinden
birşey gelemeyeceğini belirtmiş, sorumluluğu daha ziyâde
paşalara yüklemişlerdir. Bundan başka, müellif Saint Reme olarak zikrettiği
Saint Elmo kuşatmasının ardından Mustafa Paşa’nın kendi kolundaki
askerlere “dil dökerek vaatlerde, ikram ve ihsanlarda bulunmak” sûretiyle
onları şevklendirdiğini, ancak en az Turgut Reis kadar tecrübeli olduğunu
vurguladığı Piyâle Paşa’nın ise, Mustafa Paşa’nın uyarısına rağmen askerin
moralini takviye etmek lüzûmunu duymadığını da söz konusu etmiştir.
Müellife göre daha ziyâde Mustafa Paşa ve Piyâle Paşa sebebiyle
“yüz kızartıcı”590 bir netîcenin alındığı Malta Muhâsarası’nda “yok yere bu
kadar mal ve para”591 harcanmıştır. Uzunca bir süre defterdârlık hizmetinde
bulunmasına ve mâli konulara uzak olmamasına rağmen Peçevî, tahminî de
olsa muhâsaranın mâli boyutu hakkında her hangi bir detay vermediği gibi,
alınan netîcenin yarattığı etkiden de bahsetmemiştir.
Peçevî İbrahim Efendi Selânikî’ye kıyasla Malta Muhâsarası’nı, tıpkı
Baykal’ın belirttiği gibi, kasıttan uzak bir üslûpla aktarmıştır ancak yenilginin
müsebbîbi olarak gördüğü isimlerden bahsederken, Ortaylı’nın “zehirli” olarak
nitelediği dilini kullanmaktan çekinmemiştir.
2.4.2. Peçevî’nin Kaleminden İnebahtı Savaşı
Peçevî Tarihi’nin İnebahtı bahsi, “eşsiz vezir” Lala Mustafa Paşa’nın
Magosa kuşatmasında bırakılarak, geri kalan donanmanın Kıbrıs’tan dönüp,
devlet tersanesinde savaş gereçlerinin tamamlanmaya başlandığını ve bu
esnâda Uluç Ali Paşa’nın da yirmi parça gemiyle tersaneye geldiğini haber
vererek başlamaktadır. Peçevî’ye göre 1571 Haziran ayının sonlarına denk
gelen bir Cuma günü, üç yüzden fazla gemi, İstanbul limanından harekete
geçmiştir. Daha sonra taşrada bulunan gemilerin de katılmasıyla bu sayı, dört
590
591
Peçevî, Peçevî Tarihi I, s. 290
Peçevî, a.g.e., s. 290.
89
yüzü geçmiştir. Müellif, bir araya gelen donanmanın hep berâber Kıbrıs’a
varıp oradaki orduya gereken yardımı yaptığından ve sonra bunların
“denizleri gözetlemek” amacıyla düşman adalarına doğru yol aldıklarını
kaydetmiş olsa da, bilindiği gibi gelişmeler biraz daha karışık ilerlemiştir.
Esâsen incelenen Osmanlı târihlerinde, donanmanın bir araya gelme
sürecine
fazlaca
yer
verilmemiştir.
Selânikî’nin
İnebahtı
bahsinde
değinmediği bu detay, Âlî ve Peçevî’de de kısa ifâdelerle verilmiştir. İlgili
mühimme defterinde yer alan târihsiz bir hükümde592, Ali Paşa komutasında
Kıbrıs’a gönderilen donanmanın Kıbrıs’a vardığında cenkçi ve kürekçileri
bozmamasını, silah ve mühimmatlarıyla ada etrafında muhâfaza hizmetinde
bulunmalarının sağlanması bildirilmiştir. 27 Nisan 1571 târihli bir diğer
hüküm593,
düşman
donanmasıyla
savaşmak
üzere
denize
çıkacak
donanmanın başına Vezîr Pertev Paşa’nın tayin edildiğiyle ilgilidir. Pertev
Paşa’nın denize açılmasının ardından Ali Paşa’ya gönderilen ilgili bir diğer
târihsiz hükümle594, Ali Paşa’nın Kıbrıs’ta yirmi gemi bırakarak acilen Pertev
Paşa’nın donanmasıyla birleşmesi buyurulmuştur. 11 Haziran 1571 târihli bir
diğer hükümde de, Uluç Ali Paşa’nın sefere hazır olduğunu bildirdiği, Pertev
Paşa’nın da donanmanın durumu ve nerede olduğu ile Kıbrıs’tan gelecek
gemilerin gelip gelmediği ve düşman donanmasının durumu hakkında bilgi
vermesi istenmiştir. Uzunçarşılı’ya göre, Magosa muhâsarasında olan Lala
Mustafa Paşa’nın yardım talebi üzerine Kapudan Müezzinzâde Ali Paşa
komutasında donanmanın bir kısmı Magosa’ya gönderilmiş, diğer kısmı ise
Pertev Paşa komutasında Akdeniz’e çıkarılmıştır. Magosa’nın alınmasının
ardından yirmi gemiyi orada bırakan Müezzinâde Ali Paşa, 10 Mayıs 1571’de
adadan ayrılmış ve 1571 senesinin Haziran ayında Pertev Paşa ile
birleşmiştir. Daha sonra bunlara, biri Barbaros’un oğlu Hasan Paşa
idâresinde, diğeri Uluç Ali Paşa idâresinde olmak üzere yirmişer gemilik iki
kuvvet dâhil olmuştur.
592
BOA, MD, no. 12-I, s. 149, hüküm no: 206.
BOA, MD, no. 12-I, s. 207, hüküm no: 314.
594
BOA, MD, no. 12-I, s. 258, hüküm no: 396.
593
90
Her hâl u kârda görülmektedir ki, netîce itibâriyle 1571 senesinin
yazında donanma yelken açmıştır. Peçevî, donanmanın bu sene her
zamankinden daha erken harekete geçmiş olması sebebiyle, tıpkı Selânikî ve
Âlî gibi, cenkçi ve kürekçi eksiğinin bulunduğunu, bu hâldeyken Kefalonya ve
Korfu’nun yağmalanıp, Preveze ve oradan da İnebahtı’ya gelindiğini
kaydetmiştir. Esâsen donanmanın diğer senelere oranla bu sene daha erken
bir târihte sefere çıktığını müellif, Magosa muhâsarası sebebiyle uzayan
Kıbrıs seferi üzerine acilen o bölgeye yardım gönderilmiş olmasına ve
sonrasında hâdiselerin hızla cereyân etmiş olmasına istinâden belirtmiş
olmalıdır. Selânikî ve Âlî bu durumu, o sene donanmanın denizlerde fazlaca
oyalanmış olduğunu belirtmek sûretiyle dile getirmişlerdir.
İnebahtı’ya
gelindiğinde
düşmanın
“İslâm
donanması”
üzerine
gelmekte olduğunun haberinin alınması üzerine paşaların toplanıp ne
yapılması gerektiği hakkında “söyleştikleri”, Peçevî Tarihi’nde de fazlaca yer
bulmuştur. Peçevî, tıpkı Âlî gibi, Pertev Paşa için “kuruntulu” nitelemesinde
bulunmuş ve onun, isminin kötüye çıkmasından endişe duyarak tüm
ihtimâlleri göz önünde bulundurmaya çalıştığını bildirmiştir. Buna göre Pertev
Paşa, donanmanın her bakımdan eksiği olduğunu, hâl böyleyken yapılması
gereken en doğru hareketin İnebahtı Limanı’nda kalınması, “kâfirin”
saldırması hâlinde savaşılması olduğunu görüşünü savunmuştur. Kendisine
İstanbul’dan gelen “tehditkâr” buyruklar sebebiyle “can korkusu” yaşayan
Müezzinzâde Ali Paşa ise böylesi bir tutumun, “Müslümanlık gayreti” ile
“cihân pâdişâhının namûs ve şerefine” sığmayacağını savunarak, “Tanrı
isterse” asker eksiğine rağmen donanmanın başarılı olabileceğini söylemiştir.
Pertev Paşa’nın görüşünü destekleyen Uluç Ali Paşa’nın hiddetten “sakalını
yolduğunu” ve Turgut Reis’le berâber savaşlara katılmış olan askerlere
yönelerek, donanmanın karaya yakın yerde kalması gerektiğini savunduğunu
yazan Peçevî, Müezzinzâde Ali Paşa’nın düşüncesi yönünde karara
varıldığını bildirmiştir.
Müellif,
“hoyrat
bahâdırlık”
gösteren
tecrübesiz
Ali
Paşa’nın
gemisindeki alâmetleri kaldırmadığını ve bu sebeple düşman donanmasının
91
Kapudan gemisine yüklendiğini, netîcede Ali Paşa ile oğullarının şehît
olduğunu yazmıştır. Bu gelişmenin bir netîcesi olarak diğer gemilerdeki
askerler ile Pertev Paşa da “karaya dökülmüş”, paşa, türlü sıkıntılardan sonra
canını kurtarabilmiştir. Savaşın cereyân ettiği bölgeyi görme şansı bulduğunu
yazan Peçevî, bölgenin konumu hakkında da tafsîlâtlı bilgi vermiş, düşman
elinden kurtulanların buradaki sarp bir dağa “sığındığını” ileri sürmüştür.
Daha sonra Uluç Ali Paşa’nın gösterdiği başarıya da değinen Peçevî,
Uluç Ali Paşa’nın “bir çok kâfiir” öldürdüğünü, paşanın gemilerine ise sadece
düşmanın bir iki topunun dokunmakla kaldığını vurgulamıştır. Netîcede Uluç
Ali Paşa hiç bir kayba uğramamanın ötesinde düşmandan da bir iki gemi
alarak İstanbul’a dönmüş ve lakâbı “Kılıç”a çevrilmiştir.
Tıpkı Âlî gibi Peçevî’ye göre de İnebahtı Savaşı kadar “uğursuz” bir
savaş ne bir İslâm devletinde, ne de Nûh Peygamber gemiyi icât ettiğinden
beri dünyada görülmüştür. Yüz doksan parça gemi, “din düşmanlarının” eline
geçmiş, mühimmat ve asker kaybı da aynı oranda büyük olmuştur. Peçevî,
her gemide en az üç yüz askerin bulunduğundan yola çıkarak, kaybedilen
asker sayısının yirmi bini bulduğunu yazmıştır.
Böylesine beklenmedik bir netîcenin alındığı savaşın ardından
yaşananlar, Peçevî Tarihi’nde de fazlaca yer bulmamıştır. Müellif, o esnâda
Edirne’de bulunan pâdişâhın haberi alır almaz İstanbul’a döndüğünü ve
kaybedilenlerin telâfisi için acilen çalışmaları başlattığını belirtmiştir. Bu
doğrultuda tersane yakınında bulunan saray bahçesinin bir bölümüne, sekiz
gemi yapılabilecek genişlikte bir tersane kurulmuştur. Peçevî, Kılıç Ali Paşa
ile vezîr-i azâm arasında geçtiği kabûl edilen konuşmayı da, akrabası Sokollu
Mehmed Paşa’yı rahmetle anarak aktarmayı ihmâl etmemiştir. Peçevî
Tarihi’nde İnebahtı bahsinin tamamına bakıldığında, Kılıç Ali Paşa ve Sokollu
Mehmed Paşa arasında geçtiği varsayılan ve devletin gücünün vurgulandığı
konuşmaya oldukça geniş bir yer verilmesi, kuşkusuz tesâdüfî değildir.
Müellif, başlatılan çalışmalar netîcesinde nevrûzdan önce, “tamamen devletin
kendi imkânlarıyla” iki yüzden fazla gemiden oluşan “mükemmel bir
donanma” meydana getirildiğini kaydetmiştir. Devletin böyle büyük bir
92
yenilgiden sonra kendini kolay kolay toparlayamayacağını, yeterli sayıda
gemi inşâ edilse bile kalifiye eleman ihtiyâcının karşılanamayacağını
düşünen “kâfirlerin” bu büyük başarı karşısında “hayranlık ve hayret” içinde
kaldıklarını dile getirerek İnebahtı bahsini kapatan Peçevî, İnebahtı Savaşı
sonrasında yaşanan gelişmelere şahâdet etmiş olmasına rağmen yenilgiyi
gerçekten “kesilen sakal” olarak görmeyi tercîh ettiği izlenimini vermiştir.
2.5. HASAN BEYZÂDE AHMED PAŞA VE HASAN BEYZÂDE
TÂRİHİ
XVII. yüzyılın mühim târihçilerinden biri olan Ahmed Paşa’nın ne
zaman ve nerede dünyâya geldiği hakkında bilgi bulunmamakla berâber595,
babası reisülküttâb596 Küçük Hasan Bey597 sebebiyle Hasan Beyzâde olarak
tanındığı bilinmektedir. Hakkındaki bilgilerimizi daha ziyâde Şevki Nezihi
Aykut’tan edindiğimiz Hasan Beyzâde, iyi derecede medrese tahsîli
gördükten sonra, daha yüksek gelir sağlayabilmek amacıyla ilmiye sınıfını
terk etmiş, 1590-1591 senelerinde Divân-ı Hümâyûn hizmetine girmiştir.
Hasan Beyzâde’nin, meslek hayâtı boyunca katıldığı pek çok seferden
ilki, III. Mehmed’in 1596’daki Egri Seferi’dir. Bu sefer sırasında teslimâtçılık
ve vezîr-i azâm İbrahim Paşa’nın tezkireciliğini598 yapan Hasan Beyzâde, iki
sene sonra Varad, bundan bir sene sonra da ikinci tezkireci olarak Uyvar
Seferi’ne katılmıştır. Uyvar Seferi sırasında baştezkirecilik görevine getirilen
müellif, bu sıfatla bulunduğu 1600 senesindeki Kanije Seferi sırasında geçici
olarak reisülküttâblığa getirilmiştir. 1604 senesinden itibâren baştezkirecilik
görevinden azledilmiş, ancak tezkirecilik hizmetini sürdürmeye devam
etmiştir. 1605 senesinde mâliye hizmeti başlamış olan Hasan Beyzâde,
595
Hasan Bey-zâde Ahmed Paşa, Hasan Bey-zâde Târîhi I: Tahlil-Kaynak Tenkidi, haz. Şevki
Nezihi Aykut, Ankara, TTK, 2004, s. 30.
596
XVII. yüzyıl sonuna kadar divan-ı hümâyûn kâtiplerinin ve kalemlerinin başıdır. İlk başlarda
nişancının maiyetinden olmakla berâber divan-ı hümâyunun ehemmiyetini kaybetmeye başlamasıyla
reisülküttâblığın yetki alanı genişlemiştir. Ayrıca bknz. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı
Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı, Ankara, TTK, 3. Baskı, 1988, s. 242-248.
597
Babinger, a.g.e., s. 192.
598
Divân-ı Hümâyûn’da vezîr-i azâmın yanında bulunmak sûretiyle konuşulacak ve karara bağlanacak
konuları sırasıyla söyleyen kişi. Ayrıca bkz. Zekeriya Bülbül, Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyeti
Tarihi, Ankara, Nobel, 2. Baskı, 2000, s. 101.
93
bundan sonra da aralarında Anadolu Defterdârlığı, Kefe ve Karaman
Beylerbeyilikleri’nin de bulunduğu pek çok mühim görevde bulunmuştur. İki
kez bulunduğu Tuna Defterdârlığı’ndan azledilmesinin ardından, Usûlü’lhikem fî Nizâmi’l-âlem isimli eserini dönemin vezîr-i azâmına sunarak
haksızlığa uğramış olduğunu bildirmiş ve yeni bir hizmet talep etmiştir599. Son
olarak IV. Murad’ın Revan Seferi’e katılmış olan ancak buradaki görevi
hakkında bilgi bulunmayan Hasan Beyzâde, 1636 senesinde ölmüştür.
Müellifin, devrin ulemâsının teşvîkiyle kaleme almış olduğunu600
bildiğimiz Osmanlı târihi, iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümün, Hoca
Sadeddin’in Tâcü’t-Tevârîh’inin özetini arz ettiğini yine Aykut’tan öğrendiğimiz
eserde Kânûnî dönemi için başta Kemâl Paşazâde olmak üzere pek çok
târihçiye başvurulmuştur. İkinci bölümün büyük bir kısmı ise müellifin kendi
gözlemlerine dayandığından büyük ehemmiyet arz etmektedir. Peçevî,
Solakzâde ve Nâimâ gibi bazı târihçiler de Hasan Beyzâde târihinden
faydalanmıştır601. Eserde yer alan II. Selim ve III. Murad dönemlerine dâir
bilgilerin hangi kaynağa dayandırıldığı bilinmemektedir. Ancak Hasan
Beyzâde Târîhi’nin kaleme alındığı dönemde Osmanlı Devleti’nde başta
Celâlî isyanları olmak üzere pek çok sıkıntının yaşanmışlığı göz önünde
bulundurulursa, yakın geçmişi aktarmadaki bakış açısını yakalayabilmek
açısından müellifin –Malta Muhâsarası’nı da eserine dâhil etmediği
düşünülecek olursa- İnebahtı yenilgisini ne şekilde ele aldığını görmek
mühimdir kanaatindeyiz.
2.5.1. Hasan Beyzâde’nin Kaleminden İnebahtı Savaşı
1571’i “tuhaf hâdiselerin meydâna geldiği bir sene” olarak kaydeden
müellif, İnebahtı Savaşı’nın bir hezîmet olduğunu belirterek başlamıştır. İki
yüz elli gemiden oluşan İslâm donanmasının başında olan Pertev Paşa ile
Müezzinzâde Ali Paşa’nın denize açıldığını ve düşmana âit bazı limanlarda
yağma yapıldığını belirttikten sonra doğrudan paşalar arasındaki ihtilâf ve
599
Hasan Bey-zâde, Hasan Bey-zâde Târîhi I, s. 45.
Hasan Bey-zâde, a.g.e., s. 83.
601
Babinger, a.g.e., s. 192.
600
94
tartışma husûsuna değinmiştir. Müellife göre Ali Paşa deniz savaşları
hakkında bilgisizdir, Pertev Paşa ise savaşta takip edilecek taktik husûsunda
görüş bildirmekten geri durmuştur. Bahsi geçen isimler denizde bir süre
beyhûde gezinmişler, daha sonra Mora yakınlarında Venedik ve İspanya
keferesinin üç yüz gemilik donanmasıyla karşılaşmışlardır. Hâl böyleyken
mecbûren savaşmak durumunda kalan Osmanlı donanmasının esâsen
fazlaca asker ve mühimmât eksiği olduğunu vurgulamıştır.
Yaşanan bu hezîmetin Sıngun-donanması olarak bilindiğini belirten
müellif, geçmiş zamânı naklediyor olmaktan mütevellit, kişiler üzerinde
fazlaca durmamayı tercih etmiş olabilir. Dolayısıyla bahsi geçen hâdiselerle
ilgili olarak Selânikî ve Âlî’de rastlanabilecek türden bir tarafgirliğe
rastlanamamış olması tabiîdir. Bununla berâber, bilhassa Pertev Paşa için
ağır ifâdeler kullanmaktan da geri durmamış olan müellif, bahsi geçen
paşanın halk arasında rezîl bir duruma düştüğünü, isminin karalandığını,
azledilmek sûretiyle itibârının sıfırlandığını belirtmiştir. Bu bilgilerin akabinde
Hasan Beyzâde, hezîmetten sonra yapılanlar üzerinde durarak o seneyi
“Allah’ın yardımıyla sonlanan sene” ya da “üstünlükle sonlanan sene” olarak
kaydetmeyi tercih etmiştir. Zîrâ müellife göre Sokollu Mehmed Paşa ve Kılıç
Ali Paşa’nın geceyi gündüze katarak gösterdikleri gayret sebebiyle 250
parçalık yeni bir donanma meydâna getirilmiştir. Yeni donanma, müellife
göre, İslâm donanmasından kaçanların peşine düşmüş ancak başlangıçtaki
niyetin aksine, geçen senenin intikâmını almak cihetine gidilmemiştir.
Osmanlı donanması yenilmiş olsa da, Fransa aracılığıyla Venedik, -her ne
kadar fırsat buldukça düşmanlık etmekten geri durmasa da- elçiler vâsıtasıyla
türlü hediyeler göndermek sûretiyle Osmanlı’dan bir ahidnâme talep etmiştir.
Hasan Beyzâde İnebahtı ile ilgili bahiste alışılageldiği gibi düşman için
“kefere, küffâr-ı li’âm, a’dâ-i dîn” gibi ifâdeler kullanmış, herhangi bir aşırılığa
kaçmamıştır. İslâm askerini ise, bilhassa paşaların isimlerinin yanına eklediği
“harp âletleriyle donatılmış askerin serdârı”, “asker saflarını süsleyen paşa”,
“İslam askerinin serdârı” ya da “zaferin habercisi olan askerlerin en büyüğü”
gibi tamlamalarla övmüştür.
95
Daha önce bahsedildiği gibi müellifin, II. Selim döneminin hâdiselerini
aktarırken hangi kaynaklardan faydalandığı bilinmemekle berâber, Âlî ya da
Selânikî’nin başvurulan kaynaklar arasında olmadığı bilinmektedir602. Hasan
Beyzâde’nin kaleminden yansıyan bu yenilgi, ne bir Nûh tûfânı, ne de bir
kıyâmettir. Müellifin, Celâlî isyanları başta olmak üzere pek çok iç ve dış
meselenin,
mesleği
gereğince
bir
şekilde
içinde
bulunmuş
olduğu
düşünülürse, İnebahtı yenilgisini kıyametle özdeşleştirmeyi pek de uygun
bulmamış olması da muhtemeldir. Hâdisenin, müellifin faydalanmış olduğu
kaynaklar tarafından da bu şekilde görülüp görülmediği hakkında da kesin bir
hükme varmak mümkün değildir zîrâ Hasan Beyzâde Târîhi’nde ifâdeyi
basitleştirebilmek amacıyla müellif tarafından fazlaca kısaltma yapıldığı
bilinmektedir603. Müellifin faydalandıklarından ziyâde faydalanmamayı tercîh
ettiği eserler üzerinden hareketle daha sağlıklı netîceler elde edilebileceği
kanaatindeyiz.
2.6. KÂTİP ÇELEBİ VE TUHFETÜ’L KİBÂR FÎ ESFÂRİ’L-BİHÂR
XVII. yüzyılın en mühim isimlerinden biri olan Kâtip Çelebi,
Cihannümâ’da verilen bilgilere göre 1608 senesinde604, annesinin kendisine
bildirdiğine göreyse 1609’da605 İstanbul’da dünyâya gelmiştir. Asıl ismi
Mustafa olan Kâtip Çelebi’nin, askerî sınıfa dâhil olan babasının ismi
Abdullah’tır606. Oğluna bıraktığı yüklü miras göz önünde bulundurularak,
annesinin de İstanbul’un varlıklı ve meşhûr ailelerinden birine mensûp olduğu
tahmin edilmektedir607. II. Osman hâdisesinin cereyân ettiği sene olan
1622’de608 Anadolu muhâsebe kalemine giren Kâtip Çelebi, 1624 senesinde
Tercan ve bir sene sonra da Bağdat seferinde bulunmuştur609. Sefer dönüşü
602
Hasan Bey-zâde, Hasan Bey-zâde Târîhi I, s. 58.
Hasan Bey-zâde, a.g.e., 52.
604
Gottfried Hagen, “Kâtip Çelebi”, (Erişim), http://www.ottomanhistorians.com, haz. Cemal
Kafadar, H. Karateke, Cornell Fleischer, 2009, s. 1.
605
Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 1.
606
Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 1.
607
Hagen, “a.g.m.”, s. 1.
608
Hagen, “a.g.m.”, s. 1.
609
Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 1.
603
96
babasının ölmesi sebebiyle muhâsebe hizmetinden ayrılan Kâtip Çelebi,
Kadızâde Mehmed Efendi’nin610 derslerine katılmaya başlamış ve bu, kariyeri
için bir dönüm noktasını teşkîl ederek611, yeniden ilim yoluna girme fikrine
sempati duymaya başlamıştır.
1629-1630’daki
Hemedan
ve
Bağdat
seferlerine
katılmasının
ardından612 Kâtip Çelebi, Kadızâde ile birlikte kelâm ve fıkıh üzerine
çalışmaya başlamıştır613. Fakat bu çalışma, yeni bir askerî hizmet sebebiyle
Halep’e gitmesi üzerine kesintiye uğramıştır. Bu sırada Mekke’yi ziyâret etme
fırsatı da bulan Kâtip Çelebi, daha sonra IV. Murad’ın Revan seferine
katılmıştır614. 1635’ten itibâren ilim hayâtına aktif bir dönüş yapan Kâtip
Çelebi, askerî hizmetleri dolayısıyla bizzat şâhit olduğu pek çok tecrübe
edinmiş olmasına rağmen, eserlerini bunlardan ziyâde yazılı kaynaklara
dayandırmaya özen göstermiştir615. Dönemin meşhûr ulemâsından dersler
alarak medrese açığını kapatan Kâtip Çelebi, bir yandan da kendisi kelâm,
fıkıh, tefsir başta olmak üzere matemik ve astronomi alanlarında ders
vermiştir. Bu faaliyetleri esnâsında kitaplara büyük paralar harcamaktan
imtinâ
etmemiş,
bu
sâyede
o
dönem
İstanbul’unun
en
büyük
kütüphânelerinden birine sâhip olmuştur616. 1645-1646’daki Girit seferi
dolayısıyla da, Tuhfetü’l-Kibâr fî Esfâri’l-Bihâr’ı yazmasının yolunu açacak
olan haritacılık ve denizcilik ilgisi başlamış olan Kâtip Çelebi, Osmanlı
bürokrasisinde çok mühim bir kademede bulunmamış olmasına rağmen, pek
610
Kâtip Çelebi Mizânü’l-Hakk fî İhtiyâri’l-Ahakk’ta Kadızâde Mehmed Efendi’den şu şekilde
bahseder: “Balıkesirli Doğancı Şeyhi Mustafa Efendi adında bir kadının oğlu Şeyh Mehmed
Efendi’dir. Memleketinde Birgili Mehmed Efendi’nin öğrencilerinden, türlü konuların ilk bilgilerini
okuduktan sonra bu da yine İstanbul’a gelip Dursunzâde Abdullah Efendi müderris iken muîdi
olduktan sonra şeyhlik semtini seçti, bir zaman Tercüman Tekkesi’nde şeyh Ömer Efendi hizmetinde
içini arıtmaya bakarken tasavvuf meşrebine uygun görünmeyerek nazar yolunu tuttu. Nice zaman
Aksaray’da Murad Paşa Camii’nde ders verip Birgilizâde Fazlullah Efendi yerine Sultan Selim vâizi
oldu. Ve evinin yakınındaki mescitte va’z ve ders vermekle ün salmıştı”. Ayrıca bknz. M. Hulusi
Lekesiz, “XVI. Yüzyıl Osmanlı Düzenindeki Değişimin Tasfiyeci (Prütanist) Bir Eleştirisi: Birgivî
Mehmed Efendi ve Fikirleri”, Hacettepe Üniversitesi, SBE, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Ankara,
1997, s. 235-246.
611
Hagen “a.g.m.”, s. 1.
612
Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 1.
613
Hagen, “a.g.m.”, s. 1.
614
Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 1.
615
Hagen, “a.g.m.”, s. 2.
616
Hagen, “a.g.m.”, s. 2.
97
çok üst düzey isimle yakın ilişki içinde olmuştur. Ancak yaygın olarak
düşünülenin aksine, Evliyâ Çelebi ile tanışıklığına dâir her hangi bir delîl
yoktur617.
Hıristiyanlıkla özdeşleşmiş Avrupa’nın, dinî kimliğinden soyutlanmaya
başlarken her nasılsa güçler dengesinin de kendi lehine değiştiği, bununla
paralel olarak İslâm medeniyetinin çöküşün son aşamalarını yaşadığı bir
döneme şâhitlik etmiştir Kâtip Çelebi. Belki de bu sebeple, kâh devletin
güçten düşmesine yol açan etkenleri irdeleyerek, kâh pek çok yabancı eseri
tercüme ederek ya da Osmanlı’nın dışındaki dünyâyı devletin ayağına
getirerek kaleme aldığı eserlerinin amacı, “Müslümanları gaflet uykusundan
uyandırmak” olmuştur. Ne var ki Kâtip Çelebi bunları yaparken, “yazdıklarının
devrin büyüklerinin kulaklarına gitmeyeceğini” de daha baştan bilmiş, hiç
değilse tarafını belli ederek şahsî sorumluluğunu yerine getirmek istemiştir.
İlim hâricinde en büyük meraklarından birisinin çiçek yetiştirmek olduğu ve
katmer salkımlı mavi bir sümbül yetiştirdiği bilinen Kâtip Çelebi, muhtemelen
1657 senesinin sonlarında hayâta vedâ etmiştir.
Kısa ama ilmen verimli bir hayat sürerek Osmanlı ilim târihinde bir
dönüm noktasını teşkîl eden618 Kâtip Çelebi, yukarıda da bahsedildiği gibi
arkasında, tamamlanmış ve tamamlanmamış pek çok eser bırakmıştır.
Bunlar arasında bugün en meşhûr olanlar; “Kadızâdeliler hareketi ve
tarîkâtler arasındaki ihtilâfa gecikmiş bir müdahele”619 olan Mizânü’l-Hakk fî
İhtiyari’l-Ahakk, devletin içinde bulunduğu sıkıntının sebepleri ve bunların
çâreleri üzerine yazılmış olan Düstûrü’l-amel li ıslâhi’l-halel, dünyâ coğrafyası
mâhiyetindeki Cihannümâ ve deniz savaşlarını anlatan Tuhfetü’l-Kibâr fî
Esfâri’l-Bihâr. Bahsi geçen son eserin kaleme alındığı târih olan 1656,
Osmanlı târihi açısından pek çok mühim hâdiseyi de berâberinde getirmiştir.
O sene hem Vak’a-i Vakvakiye620 diye meşhûr olan Çınar vakası yaşanmış,
617
Hagen, “a.g.m.”, s. 2.
Hagen, “a.g.m.”, s. 3.
619
Hagen, “a.g.m.”, s. 10.
620
Yeniçeri nüfûsunun hızla artması ve yaşanan mâlî buhran sebebiyle asker aylıkları
verilememektedir. Bir kısım yeniçeriye züyûf ve kızıl akçe üzerinden verilen aylık ise esnaf tarafından
kabûl görmemekte, bu sebeple her gün pek çok vukuat yaşanmaktadır. Bu hâl üzerine yeniçeriler
618
98
hem Köprülüler dönemi başlamış ve hem de Osmanlı donanması Venedik
donanması tarafından “fecî bir saldırıya”621 uğrayarak, Bozcaada ile Limni
kaybedilmiştir. Böyle bir ortamda bahsi geçen eseri kaleme alarak, Orhan
Şaik Gökyay’ın ifâdesiyle “pek uzakta olmayan eski günlerin göğüs kabartan
hikâyelerini anlatan”622 Kâtip Çelebi, zaten ertesi sene vefât etmiştir.
2.6.1. Kâtip Çelebi’nin Kaleminden Malta Muhâsarası ve İnebahtı
Savaşı
Pek de uzak sayılmayacak bir geçmişte yaşanmış yenilgileri
sorumluluk duygusuyla sâhiplenmiş bir bakış açısı hâkimdir Kâtip Çelebi’de.
Müellife göre içinde bulunulan dönemde “düşmânlar azmıştır, bunun sebebi
de çekilen para kıtlığı, hazîne ile reâyâ işlerinin bozukluğu ve bunların
giderilmesi için gereken yolların arayıp bulunmasındaki eksikliktir”623. Devletin
içine düştüğü duruma kayıtsız kalamayan Kâtip Çelebi kitabının birinci
bölümüne başlarken, “Geçmişte olan donanmalar, fütûhat ve denizle ilgili
savaşlardır ki örnek olsun diye târih kitaplarından toplanıp özetlendi” diyerek,
niyetini de ortaya koymuştur.
Kâtip Çelebi’den yansıyan Malta Muhâsarası ve İnebahtı Savaşı’nda,
yukarıda zikredilen târihçilere nispeten verilen teknik bilginin fazlalığı dikkat
çekmektedir. Kuşkusuz bunda, müellifin eseri yazmaktaki amacı belirleyici rol
oynamıştır. Yine bundan mütevellit, Kâtip Çelebi’nin şahıslar üzerinde,
tarafgirlik olarak nitelenebilecek her hangi bir yorumu yoktur. Müellif daha
ziyâde, savaşların netîcelerine etki etmiş olabileceğini düşündüğü noktalar
üzerinde
durmayı
uygun
görmüştür.
Bunun
örnekleri
gerek
Malta
Muhâsarası’nda, gerekse İnebahtı Savaşı’nda paşalar arasındaki ihtilâfların
Atmeydanı’nda toplanarak, öldürülmesini istedikleri otuz kişinin ismini pâdişâha iletmişlerdir. İsyânın
yatıştırılması için bir takım aziller yapılmış ve pek çok yol denenmişse de asker kararından
dönmemiştir. Bunun üzerine Dârü’s-saâde Ağa’sı Behram, Kapıağası Bosnalı Ahmed, Raca İbrahim
Ağa boğdurulmuş ve maktullerin cesetleri Atmeydanı’ndaki çınar ağacına asılmıştır. Meyvesi insan
olan bir ağaç olduğuna inanılan Vakvak’a izâfeten, Vak’a-i Vakvakiye diye meşhûr olmuştur. Bkz.
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III / I, s. 293-294.
621
Uzunçarşılı, a.g.e., s. 339.
622
Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 9.
623
Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 201.
99
aktarıldığı kısımlarda görülmektedir. Kâtip Çelebi, her ne sebeple yapılmış
olursa olsun, hatalar üzerinde durmayı uygun görmüştür. Malta’da Saint Elmo
kalesi sebebiyle yaşanan ihtilâf sırasında Piyâle Paşa, “Turgutça gibi bir
deniz eri”624 olduğu hâlde Turgut Reis’in görüşüne meyletmemiş olması
sebebiyle eleştirilirken, İnebahtı’daki Müezzinzâde Ali Paşa’nın esâsen “yarar
ve gayretli”625 olduğu ancak deniz savaşları hakkında yeterli tecrübeye sâhip
olmaması sebebiyle, Uluç Ali Paşa’yı dinlemek yerine, tehditkâr fermânda
buyrulanlara uymayı seçtiği vurgulanmıştır. Müellif, Saint Elmo’da yaşananlar
karşısında, hakkında kimi târihlerde “Malta Adası’nın her hâlini çok iyi bilir,
sakın onun dediğinden aykırı gidilmeye”626 yazılı olduğunu belirttiği Turgut
Reis’in görüşünün haklılığına katılmakla berâber, bahsi geçen paşanın
Malta’daki hizmetine geciktiğini ve o gelinceye kadar diğer paşaların kendi
görüşleri üzerine bir karara varmak durumunda kaldıklarını bir detay olarak
vermiş olması da dikkatten kaçmamıştır. İnebahtı Savaşı esnâsında Ali Paşa
ve Pertev Paşa’nın düştüğü durumu görüp, tecrübesinin verdiği öngörüyle
tedbir almakta gecikmeyen Uluç Ali Paşa ise net ifâdelerle desteklenmiş,
“Bozgun olup umut kesildikte ister istemez bir tarafa çıkmak da hünerdir.
Bütün askerin kırılmasından bir serdârın alınması zararı artuktur”627
çıkarımına varılmıştır.
Kaleme aldığı zafer ve yenilgilerin bazısının sonuna kıssadan hisseler
eklemiş olan Kâtip Çelebi, geçmişte yaşanmış hâdiselerin bugün ve gelecek
açısından değer taşıdığına inanmış ve târihi, bir ilim olarak kabûl ettiğini ifâde
etmiştir. Malta Muhâsarası’nın kıssadan hisse kısmında, târihin sadece
masaldan ibâret görülmesini eleştirerek, geçmiş tecrübelerin ehemmiyeti
üzerinde durmuştur. Kâtip Çelebi’ye göre, “Bir işi alınyazısına havâle, yoluyla
sebebe yapışup çalıştıktan sonra ele girmediği zaman olur, eksik tedbîrle
tamâm olmayanı
takdîre
havâle
suç
ve
kusurdur”628.
Buradan
da
anlaşılabileceği gibi, Kâtip Çelebi hâdiselere gerçekçi gözlerle bakmayı yeğ
624
Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 102.
Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 115.
626
Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 101.
627
Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 117.
628
Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 103.
625
100
tutmuştur.
Bunun
bir
örneğine,
İnebahtı
yenilgisinin
ardından
yeni
donanmanın inşâ sürecinden bahsedilmesi esnâsında da rastlanmaktadır.
1572 senesinin baharına kadar, “bir önceki seneyi aratmayacak bir donanma”
meydâna getirildiğini kaydetmiş olan müellif, o zamanlara şâhitlik etmiş olan
bazı ihtiyâr kaptanların sözlerine de yer vermiştir. Bahsi geçen kaptanlar,
daha önce üzerinde durulduğu gibi hem Gelibolulu Mustafa Âlî’nin ve hem de
Peçevî’nin aksine, “devletin bazı sayılı adamlarına ve ileri gelenlerine,
herkese hâlince gemi salındığından”629 bahsetmişlerdir. Müellif, bu iddianın
doğruluk derecesinin hazîne defterlerinden anlaşılabileceğini de eklemiştir.
Eserini,
sıkıntıların
çözümüne
hizmet
edecek
bir
sorumluluk
hissederek kaleme almış olan Kâtip Çelebi, hâfızası nisyân ile malûl olan
beşere ciddiyet ve gerçekçilik penceresinden, geçmiş yenilgilerin gelecek
için nasıl yapıcı bir niteliğe büründürülebileceğini göstermiştir kanaatindeyiz.
629
Kâtip Çelebi, a.g.e., s. 118.
101
SONUÇ
XVI. yüzyıl Avrupa ve Osmanlı Devleti özelinde dünyânın geneli için,
tâbiri câizse hareketli bir dönem olmuştur. Baş döndürücü bir süratle
meydâna gelen hâdiseler, bahsi geçen dönemi âdetâ bir panayır havasına
büründürmüş, bir önceki yüzyıldan aldığı güçle yeni yüzyılın en azâmetli
siyâsî yapısı konumuna gelen Osmanlı Devleti, Kânûnî Sultân Süleyman’la
berâber panayır yerinde “ride operator” hüviyetini de elde etmiştir. Avrupa
ise o esnâda, Habsburg İmparatorluğu’nun hegemonyası altına girmiş ve
dünyâ hâkimiyeti husûsunda Osmanlı Devleti’ne karşı iflâh olmaz bir gayretle
mücâdele vermeye başlamıştır. İki büyük gücün en mühim meşrûiyyet
dayanağını ise din unsuru teşkîl etmiştir. Bu iki imparatorluğun sonu
gelmezcesine ve zamana kör bakarak mücâdelelerini sürdürdüğü sırada,
modern dünyânın altyapısını hazırlayacak olan değişikler yaşanmaya
başlamıştır.
XVI. yüzyılda yaşanan gelişmelere kadar siyâsî güçler kendi
kimliklerini daha ziyâde bağlı bulundukları dinler üzerinden açıklamış ve
dünyâ bu bağlamda iki kutuplu bir mâhiyet arz etmiştir. Ortaçağ Avrupasının
karanlık zihniyetinde, Hıristiyan Batı’dan Müslüman ve zengin Doğu’ya din
kisvesi altında pek çok tacizde bulunulmuş, XIV. yüzyılın sonlarından itibâren
Osmanlı Devleti’nin belirgin bir güç olarak Batı’ya doğru önüne geçilmez
ilerleyişi, Doğu’yu hayranlıkla karışık korku ve saygı duyulan bir konuma
yükseltmiştir. Egzotik Doğu masallarından çıkmışçasına büyüyen bu
“Yenilmez Türk”, İslâmiyet’i de kendi bünyesine iliştirmiş hâlde Hıristiyan
dünyâsını tehdît etmeye başlamıştır. Avrupa’nın bu büyük güce karşı, hemen
hemen XVI. yüzyıl otalarına kadar daha ziyâde din temelinden kalkış alan
mücâdelesi, yüzyılın ilk çeyreğinde başlayan Reform hareketi ile bir önceki
yüzyılda başlayan coğrafî keşiflerin sağladığı imkânlar ve kazandırdığı
vizyonla başlayan teknolojik ve ilmî faaliyetler sâyesinde, daha somut
dinamiklere dayandırılmaya başlanmıştır.
102
Osmanlı Devleti için ise siyâsî bağlamda zirve döneminin yaşandığı
XVI. yüzyıl, esâsen dilemmalar çağının başlangıcıdır. Devlet, mükemmelen
işlediği düşünülen tüm kurumlarıyla berâber yüzyıla büyüleyici bir gelişimin
olası tüm kazanımlarıyla girmiştir ancak etrâfındaki dünyâda da köklü
değişiklikler meydâna gelmeye başlamıştır. Devlet iç hâkimiyetini daha
ziyâde vâr olan düzeni korumakla sağlarken, bilhassa yüzyılın sonlarına
doğru bu sistem zaafiyet göstermeye başlamıştır. XVI. yüzyılla açığa çıkan
yenilikler gelişimin, vâr olan düzeni muhâfaza etmek yerine, değişimle kâim
kılınmaya başlandığı bir sistem üretmiş, Osmanlı Devleti ise bu sistemi
mevcûdiyetine adapte edememiştir. Askerî başarıları giderek yavaşlayan
devletin ekonomik bağlamda da zayıflamaya başlamasına paralel olarak
etkileri yıkıcı olan toplumsal çözülmelere marûz kalınması, iktisâdî, teknolojik
ve ilmî çalışmaların müspet getirileriyle yükselen ve Hıristiyanlık kimliğinden
sıyrılarak Avrupalılık bilincini oluşturmaya başlayan Batı dünyâsı karşısında
tâbiri câizse eli kolu bağlanmıştır.
XVI. yüzyılı Osmanlı Devleti için dilemmalar çağına dönüştüren en
mühim etkenlerden biri de denizlerin önüne geçilmez yükselişi olmuştur.
Kuruluş senelerinden itibâren denizlerin sağlayabileceği avantajlar göz ardı
edilmemiştir ancak deniz hâkimiyeti, devletin zirve dönemini yaşadığı Kânûnî
saltanâtı sırasında bile daha ziyâde II. Mehmed’le belirginleşen cihân
hâkimiyeti ideali çerçevesinde değerlendirilmiştir. Eski dünyâ düzenine göre
tasarlanmış olan cihân hâkimiyeti fikri XVI. yüzyılla birlikte rasyonelliğini
yitirmiş olmasına rağmen devlet bu mefkûreyi, zamana kör bakarak, yeni
düzene adapte edememiş ve siyâsî eylemlerini bu eski tasarı üzerinden
sürdürmeye devâm etmiştir. Bu düzlem üzerinde kendisine bir yer verilen
denizciliği de dolayısıyla gereken önem atfedilememiştir. Devletin Altın
Çağı’nı yaşadığı kabûl edilen bir dönemde alınan Malta ve çözülmenin
başlangıcı kabûl edilen II. Selim döneminde yaşanan İnebahtı yenilgileri,
böyle bir anlayışın doğrudan netîceleridir.
Zirve-çözülme ikileminin yaşandığı bir dönemin bu iki büyük deniz
yenilgisi, ne o döneme doğrudan şahâdet etmiş olan Selânikî ile Âlî, ne de
103
Peçevî, Hasan Beyzâde ve Kâtip Çelebi tarafından detaylarıyla görülmüştür.
Târihçiler hâdiseleri daha ziyâde gelenekselleşmiş bir şablon üzerinden
aktarmayı tercîh ederek, teferruatlı anlatımlardan uzak durmuşlardır.
Üslûplarında belirleyici olan en mühim üç unsûrun; devlet ideolojisi, din ve
şahsî konum olduğu dikkat çekmektedir. Bu çerçeveden bakılarak kaleme
alınan Malta Muhâsarası ve İnebahtı Savaşı’na târihçilerin yaklaşımı
aşağıdaki gibi genellenebilir:
•
Sefer gerekçesi: Meşrûiyyet ve ideolojinin savunulması adına daha
ziyâde din düşmanlarının İslâm gemilerine saldırması, bunun halk ve devlet
ileri gelenlerinde yarattığı üzüntü sebebiyle İslâm’ı temsîl eden pâdişâhın
kâfire karşı mücâdele etme azmi ile gazâ ve cihâd hevesi olarak
gösterilmiştir.
•
Yenilgi gerekçesi: Belirgin sûrette kişi odaklı yaklaşımlarda
bulunulmuş, bu doğrultuda gerek Malta Muhâsarası’nda, gerekse İnebahtı
Savaşı’nda paşalar arasındaki ihtilâflara ve bu sebeple yapılan taktik
hatalarına geniş yer verilmiştir. Bundan başka târihçilerin çoğu erzak ve
haberleşme sıkıntısını, motivasyon eksikliğini, asker ve mühimmat eksikliğini
ve donanmanın bakımsızlığını belirtmeden geçmemişlerdir. Ancak bu
husûslara yeterli önem atfedilmeyerek kullanılan silahlar, top mevcûdu, zırhlı
ve zırhsız asker sayısı gibi mühim noktalarda detay verme gereği
duyulmamış olması, var olan gerçekleri yansıtma amacından ziyâde
yenilgileri
müsbet
gerekçelere
bağlama
kaygısı
taşındığı
izlenimi
uyandırmıştır. Bunun gibi, savaşlara katılan asker mevcûdunun yanı sıra,
yenilgilerde uğranılan asker kayıpları da “pek çok, binlerce” gibi muğlak
ifâdelerle geçilmiştir. Düşman gücü hakkında da aynı şekilde detaylı bilgilere
rastlanmamıştır. Yer yer düşman gemilerinin sayısı zikredilmişse de, düşman
askerinin sayısı “askerle dolu gemiler” gibi yine muğlak bir ifâdeyle verilmiş,
kuşatılan kaleler hakkındaysa iyi tahkîm edilmiş olmasının hâricinde her
hangi bir detay kaydedilmemiştir. En dikkat çekici yenilgi gerekçelerinden biri
Âlî tarafından gösterilen, asker eksiğini gidermek amacıyla cebren Osmanlı
donanmasında istihdâm edilmek üzere alıkonanlardan “âh alınması” ve
104
Peçevî tarafından gösterilen “zaten fethin nasîpte olmaması sebebiyle pek
çok aksaklığın başarısızlığa vesîle” olmuş olmasıdır. Son tahlilde en çok
başvurulan yenilgi gerekçesi ise, sefer mevsiminin geçmesidir.
• Kişi odaklı yaklaşım: Hâdiselerin yaşandığı döneme şahâdet etmiş
olan
târihçilerin,
bu
ihtilâflardan
bahsederken,
şahsî
hayatlarında
yakınlıklıkları bulunan isimleri korumak gibi bir görev benimsemiş oldukları
müşâhade edilmiş, hatta kimi zaman yenilgiler ve sebepleri bile şahısların
gölgesinde bırakılmıştır.
•
Savunma mekanizmaları:
ƒ
Alınan beklenmedik yenilgilerin etkisiyle yer yer düşman askeri,
komutanı ya da rüşvet vererek donanmadan ayrılmak ve savaştan kaçmak
sûretiyle yenilgiye sebep olduğu düşünülen Osmanlı askeri kötülenmiş ya da
küçümsenmiştir.
ƒ
Bir şahsı savunmak adına yenilginin sorumluluğu bir başka isme ya
da sebebe mâl edilebilmiştir.
ƒ
Pâdişâha ya da üst kademedeki her hangi bir devlet adamına
yöneltilemeyen öfke, dil uzatılabilecek bir başkasına yöneltilebilmiştir.
ƒ
Yenilgilerin ağırlığını hafifletmek ya da onu rasyonel bir sebebe
bağlamak isteyen Selânikî ya da Âlî gibi târih yazarları, rüzgârın düşmandan
yana olduğu, Osmanlı askerinin düşük motivasyonla savaştığı ya da yenilgi
sonrası alınan tedbirlerle eski başarıları aratmayacak başarılar elde edildiği
gibi gerçeklik payı olabilecek gerekçeleri öne çıkarma eğilimi göstermişlerdir.
•
Yenilgiler sonrası yaşananlar: Çalışmamıza dâhil edilen târihçiler
tarafından en fazla göz ardı edilen husûslardan birisi, yenilgilerin ardından
yaşanan gelişmelerdir. Bilhassa yenilgilerin yaşandığı döneme şahâdet etmiş
târihçiler olan Selânikî ve Âlî bile bu husûsta son derece yetersiz kalmışlardır.
Selânikî, yenilgi sonrası yaşananlardan yeni donanmanın kısa sürede inşâ
edilmesinden gururla bahsetmekle yetinmişken Âlî biraz daha cömert
davranarak yenilgi dolayısıyla büyük bir şaşkınlık yaşayan Müslüman halkın
105
gam ve kedere düştüğünü, Osmanlı donanmasından düşman eline geçen
parçaların çeşitli Avrupa şehirlerinde sergilendiğini kısaca belirttikten sonra,
mühimme kayıtlarının aksine, tıpkı Peçevî gibi kimseye muhtaç olunmadan
altı ayda yeni bir donanma inşâ edildiğinin altını çizmiştir.
• Gözardı edilen mühim detaylar: Çalışmamıza dâhil edilen Kâtip
Çelebi hâricindeki târihçiler, Malta ve İnebahtı yenilgilerine, deniz savaşı
penceresinden bakmamışlardır. Daha önce bahsedildiği gibi, XVI. yüzyılın
ikinci yarısında Avrupalı devletler denizcilik alanında hızlı bir ilerleme
kaydetmeye başlamışlar ve bu doğrultuda hem donanmaları modernize
edilmiş, hem kaleler yeni yöntemlerle tahkîm edilmiş, hem de ateşli silah
kullanımını artırmışlardır. Osmanlı donanmasında ise ateşli silah kullanan
asker sayısının kısıtlı olmasından başka, askerlerin çoğu zırhtan bile
yoksundur. Bu detayları göz önünde bulundurmayan târih yazıcıları kimi
zaman Osmanlı askerini acımasızca eleştirebilmişlerdir. Bundan başka,
Avrupa
donanmasına
kıyasla
zaten
demode
kalmış
olan
Osmanlı
donanması, yenilgiler sonrasında bir de tecrübeli denizcilerini kaybetmiştir.
Hatırlanacağı gibi bu husûs, Avrupalı uzmanlar tarafından fark edilmiş ve
İnebahtı sonrasında Osmanlı Devleti’nin donanmayı toparlayabilme ihtimâline
karşın kaybedilen denizcilerin telâfî edilemeyeceği görüşünde mutâbık
kalmışlardır. Oysa târih yazarları hem bu husûsu atladıkları gibi, hem de yeni
donanmanın asker ihtiyâcının ne sûrette giderildiği hakkında tatmîn edici
bilgiler vermemişlerdir.
Son söz olarak denebilir ki; Osmanlı târih yazarları eserlerini bir
gelenek üzere kaleme almayı tercîh etmişlerdir. Söz konusu devletin şahsını
ilgilendiren yenilgiler olduğunda dahî bu gelenekçilik korunmuş, genel
manzaranın eski ahenginin muhâfazasına itinâ gösterilmiştir. Bunda daha
ziyâde, devlet bünyesinde edindikleri konumların ya da ulaşmayı ümit ettikleri
makamların da etkisi olmuştur. Osmanlı geçiş dönemine doğrudan şâhit
olmuş olan Selânikî ve Âlî’nin, yenilgileri ele alırken kullandıkları üslûp göz
önünde bulundurularak, hâlen Osmanlı Devleti’nin “ride operator” olduğu
zamanların etkisi altında oldukları fark edilmektedir. Malta Muhâsarası ve
106
İnebahtı Savaşı’nda alınan yenilgilerden dolayı büyük bir hüsrân ve şaşkınlık
yaşanmış ancak istisnâî bir durum olarak telakkî edilerek, devlete
duyulan/duyulması gereken güven vurgulanmıştır. Bu hâliyle, geçmiş
başarısızlıkları şimdiki zaman ve gelecek adına yapıcı kılmak amacı taşımış
olması hasebiyle Kâtip Çelebi hâricindeki târihçilerin üslûplarında, daha
ziyâde “şimdiki zaman” kaygısının hâkim olduğu söylenebilir.
Târih ilmi, ideal olduğu varsayılanı kurgulamak ve bu uğurda
manipülasyona marûz bırakılmak yerine, ideal olana ulaşabilmek amacıyla
yapıcı bir hedefle gerçeğin peşine düşülmesi hâlinde değer kazanacaktır.
Bunun için, içinde yaşanılan dünyânın genel gidişâtının farkında olmak ve
hangi amaca ne için hizmet edildiğini anlamak zarûrîdir. İlgili dönem hakkında
kapsamlı bir inceleme yapılmasının ardından, şahıslar ve eserlerinin mercek
altına alınarak, devâm eden senelerde, giderek küçülen dünyâda beliren
toplumsal, teknolojik, siyâsî, iktisâdî ve ahlâkî değişimlerle bağlantılı olarak
bir netîceye varılması, yapıcı târihçilik adına daha sağlıklı olacaktır.
107
KAYNAKLAR
NEŞREDİLMİŞ OSMANLI KRONİKLERİ
ÂŞIKPAŞAZÂDE, Âşıkpaşaoğlu Tarihi, haz. Atsız, İstanbul, MEB Yay.,
1992.
HASAN BEY-ZÂDE AHMED PAŞA, Hasan Bey-zâde Târîhi I: TahlilKaynak Tenkidi, Haz. Şevki Nezihi Aykut, Ankara, TTK, 2004.
HASAN BEY-ZÂDE AHMED PAŞA, Hasan Bey-zâde Târihi II: Metin (9261003 / 1520-1595), Haz. Şevki Nezihi Aykut, Ankara, TTK, 2004.
HOCA SADETTİN EFENDİ, Tacü’t-Tevarih I, Haz. İsmet Parmaksızoğlu,
Ankara, Kültür Bakanlığı Yay., 4. Baskı, 1999.
HOCA SADETTİN EFENDİ, Tacü’t-Tevarih IV, Haz. İsmet Parmaksızoğlu,
Ankara, Kültür Bakanlığı Yay., 3. Baskı, 1999.
KÂTİP ÇELEBİ, Deniz Savaşları Hakkında Büyüklere Armağan –
Tuhfetü’l-Kibâr Fî Esfâri’l-Bihâr, Haz. Seda Çakmakcıoğlu, Çetin Sarı,
İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2007.
KRİTOVULOS, İstanbul’un Fethi, Çev. Karolidi, İstanbul, Kaknüs, 2005.
PEÇEVÎ İBRAHİM EFENDİ, Peçevî Tarihi I, haz. Bekir Sıtkı Baykal, Ankara,
Kültür Bakanlığı, 3. Baskı, 1999.
PEÇEVÎ İBRAHİM EFENDİ, Peçevî Tarihi I, Haz. Bekir Sıtkı Baykal, Ankara,
Kültür Bakanlığı, 1992.
SELÂNİKÎ MUSTAFA EFENDİ, Tarih-i Selânikî I, haz. Mehmet İpşirli,
Ankara, TTK, 1999.
SELÂNİKÎ MUSTAFA EFENDİ, Tarih-i Selânikî II, haz. Mehmet İpşirli,
Ankara, TTK, 1999.
108
SOLAKZÂDE MEHMED HEMDEMÎ, Solak-zâde Tarihi, haz. Vahid Çabuk,
Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1989.
ZEKERİYYAZÂDE, Ferah (Cerbe Fetihnâmesi), Haz. Orhan Şaik Gökyay,
Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1988.
NEŞREDİLMİŞ ARŞİV BELGELERİ
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 5 Numaralı Mühimme Defteri (973/1565-1566):
Özet ve İndeks , O.A.D.B. Yayınları, Ankara, 1994.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 6 Numaralı Mühimme Defteri (972/1564-1565):
Özet-Transkripsiyon ve İndeks I, O.A.D.B. Yayınları, Ankara, 1995.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 6 Numaralı Mühimme Defteri (972/1564-1565):
Özet-Transkripsiyon ve İndeks II, O.A.D.B. Yayınları, Ankara, 1995.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 12 Numaralı Mühimme Defteri (978-979/15701572): Özet-Transkripsiyon ve İndeks I, O.A.D.B. Yayınları, Ankara, 1996.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 12 Numaralı Mühimme Defteri (978-979/15701572): Özet-Transkripsiyon ve İndeks II, O.A.D.B. Yayınları, Ankara, 1996.
ARAŞTIRMA İNCELEME ESERLERİ
ADALIOĞLU, Hasan Hüseyin; “Osmanlı Tarih Yazıcılığında Tevârih-i Âl-i
Osman Geleneği”, Osmanlı, Cilt 8, Ankara, 1999, s. 471-484.
AFYONCU, Erhan; “Avrupalılar’ın Günahlarının Cezası”, Osmanlı’nın
Hayaleti, İstanbul, Yeditepe, 2005, s. 53-54.
AFYONCU,
Erhan;
Sorularla
Osmanlı
İmparatorluğu
IV,
İstanbul,
Yeditepe, 2004.
AFYONCU, Erhan; “Osmanlı’nın Denizlerdeki Gücü: Prof. Dr. İdris Bostan’la
Röportaj”, Popüler Tarih, Sayı 60, Ağustos 2005, s. 54-61.
109
AGOSTON, Gabor; “Avrupa’da Osmanlı Savaşları 1453-1826”, Top, Tüfek
ve Süngü: Yeniçağda Savaş Sanatı 1453-1815, ed. Jeremy Black, Çev.
Yavuz Alogan, İstanbul, Kitap, 2003, s. 128-153.
AGOSTON, Gabor; Guns For The Sultan: Military Power and The
Weapons Industry in The Ottoman Empire, Cambridge, Cambridge
University Press, 2005.
AKBULUT, Uğur; “Osmanlı Tarih Yazıcılarına Göre Tarih ve Tarihçi”, Atatürk
Üniversitesi, SBE, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Erzurum, 2006.
AKSUN, Ziya Nur; Osmanlı Tarihi, cilt I, İstanbul, Ötüken, 1994.
ARCHER, Christon I., FERRIS, John R., HERWIG, Holger H., TRAVERS,
Timothy H. E.; World History of Warfare, Nebraska, University of Nebraska
Press, 2002.
ARCHER, Christon I., FERRIS, John R., HERWIG, Holger H., TRAVERS,
Timothy H. E.; Dünya Savaş Tarihi, çev. Cem Demirkan, İstanbul,
Tümzamanlar, 2006.
ARNOLD, David; The Age of Discovery 1400-1600, New York, Routledge,
2. Baskı, 2002.
ATSIZ, Yağmur; Cervantes: İnebahtı’nın Tek Kollusu, İstanbul, Boyut,
1997.
BABINGER, Franz; Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, Çev. Prof. Dr.
Coşkun Üçok, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 3. baskı, 2000.
BARTON, Edwarde, PEARS, Edwin; “The Spanish Armada and the Ottoman
Porte”, The English Historical Review, Cilt 8, Sayı 31, Temmuz 1893, s.
439-466.
110
BAUMER, Franklin L.; “England, The Turk and The Common Corps of
Christendom”, The American Historical Review, cilt 50, Sayı 1, Ekim 1944,
s. 26-48.
BAYRAKDAR, Mehmet; Bitlisli İdris (İdris-i Bitlisî), Ankara, Kültür
Bakanlığı Yay., 1991.
BELACHEMI, Jean-Louis; Barbaros Kardeşler, çev. Nihan Önol, İstanbul,
Milliyet Yayınları, 1995.
BLOUET, Brian W.; “The Impact of Armed Conflict on the Rural Settlement
Pattern of Malta (A.D. 1400-1800)”, Transactions of the Institute of British
Geographers, New Series, Cilt 3, Sayı 3, Settlement and Conflict in the
Mediterranean World, 1978, s. 367-380.
BONAVITA, Helen Vella; “Key to Christendom: The 1565 Siege of Malta, Its
Histories and Their Use in Reformation Polemic”, The Sixteenth Century
Journal, Cilt 33, Sayı 4, Kış 2002, s. 1021-1043.
BOSTAN, İdris; “Simancas Arşivi’ndeki Osmanlı-Belgelerle Kanuni’nin
Akdeniz Politikası”, Toplumsal Tarih, Sayı 137, Mayıs 2005, s. 84-90.
BOSTAN, İdris; Osmanlılar ve Deniz: Deniz Politikaları, Teşkilat, Gemiler,
İstanbul, Küre Yayınları, 2007.
BOSTAN, İdris; “Beylikten İmparatorluğa Osmanlı Denizciliği”, Osmanlı
Denizciliği: Beylikten İmparatorluğa, İstanbul, Kitap, 3. Baskı, 2008, s. 1331.
BOSTAN, İdris; “İnebahtı Deniz Savaşı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, Cilt 22, İstanbul, Ali Rıza Baskan Güzel Sanatlar Matbaası
A.Ş., 2000, s. 287-289.
111
BOSTAN, İdris; “Malta”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 27,
İstanbul, Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi,
Ankara, 2003, s. 538-542.
BOVER, August; “Conflict and Culture in the Mediterranean: Catalonia and
the Battle of Lepanto (1571), Mediterranean World, Sayı 17, Tokyo, The
Mediterranean Studies Group Hitotsubashi University, 2004, s. 65-70.
BRAUDEL, Fernand; The Mediterranean and the MediterraneanWorld in
the Age of Philip II, Cilt II, Berkeley, University of California Press, 1996.
BRAUDEL, Fernand; “Akdeniz: Sonuç”, Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu
İzinde, haz. Ali Boratav, İstanbul, Kırmızı, 2007, s. 173-185.
BRUMMETT, Palmira; “The Overrated Adversary: Rhodes and Ottoman
Naval Power”, The Historical Journal, cilt 36, Sayı 3, Cambridge,
Cambridge University Press, 1993, s. 517-541.
BRUMMETT, Palmira; Ottoman Seapower and Levantine Diplomacy in
The Age of Discovery, Albany, State University Press, 1994.
BUSBECQ, Ogier Ghislain de; Türk Mektupları, Çev. Derin Türkömer,
Doğan Kitap, İstanbul, 2005.
BÜLBÜL, Zekeriya; Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyeti Tarihi, Ankara,
Nobel, 2. Baskı, 2000.
CASSAR, Carmel; “Malta Kuşatması Hakkında 1565’te Yazılmış Bir Şiir: O
Melita Infelix”, çev. Akif Erdoğru, Tarihin İçinden – Doğumunun 65. Yılında
Prof. Dr. Ahmet Özgiray’a Armağan, ed. Akif Erdoğru, İstanbul, IQ
Yayıncılık, 2006, s. 107-115.
CASSAR, P.; “1565 Malta Kuşatmasının Psikolojik ve Tıbbî Yönleri I-II”, çev.
Akif Erdoğru, Tarihin İçinden – Doğumunun 65. Yılında Prof. Dr. Ahmet
112
Özgiray’a Armağan, ed. Akif Erdoğru, İstanbul, IQ Yayıncılık, 2006, s. 116156.
CLARK, Harry; “The Publication of the Koran in Latin Reformation Dilemma”,
The Sixteenth Century Journal, Cilt 15, Sayı 1, Bahar 1984, s. 3-12.
CLOT, André; Muhteşem Süleyman: Osmanlı’nın Altın Çağı, Çev. Turhan
Ilgaz, İstanbul, Epsilon, 5. Baskı, 2005.
COŞAN, Leyla; Tanrım bizi Türklerden Koru: 16. Yüzyılda Almanların
Türklerden Korunmak İçin Yazdığı Dualar, İstanbul, Yeditepe, 2009.
ÇERÇİ, Faris; Gelibolulu Mustafa Âlî ve Künhü’l-Ahbâr’ında II. Selim, III.
Murat ve III. Mehmet Devirleri, Kayseri, Erciyes Üniversitesi Yayınları,
2000.
DEVELLİOĞLU, Ferit; Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara,
Aydın Kitabevi, 19. Baskı, 2002.
DeVRIES, Kelly; “The Lack of a Western European Military Response to the
Ottoman Invasions of Eastern Europe from Nicopolis (1396) to Mohacs
(1526)”, The Journal of Military History, Cilt 63, Sayı 3, Temmuz 1999, s.
539-559.
EMİR, Ali Haydar; Kılıç Ali ve Lepanto: Lepanto Deniz Muharebesinin
Üçyüz Altmışıncı Yıl Dönümü Dolayısile ve Resmi Vesikalara Göre
Yazılmıştır – 322 Numaralı Deniz Mecmuasının Tarih Kısmı İlâvesi,
İstanbul, Deniz Matbaası, 1931.
ERAVCI, H. Mustafa; “Gelibolulu Mustafa Âlî’nin ‘Nushatü’s-Selâtînde 15781579 Trans-Kafkas Seferine Dair Eleştirileri ve Bunların Tarihi Önemi”, Afyon
Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 1, 2001, s. 3140.
113
FAROQHI, Suraiya; Osmanlı İmparatorluğu ve Etrafındaki Dünya, çev.
Ayşe Berktay, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2007.
FINKEL, Caroline; “Suleiman”, The Reader’s Companion to Military
History, ed. Robert Cowley vd., New York, Houghton Mifflin Company, 2001.
FINKEL, Caroline; “Battle of Mohacs”, "The Reader’s Companion to
Military History, ed. Robert Cowley, Geoffrey Parker, New York, Houghton
Mifflin Company, 2001.
FLEISCHER, Cornell H.; Tarihçi Mustafa Âli: Bir Osmanlı Aydın ve
Bürokratı, çev. Ayla Ortaç, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 3. Baskı,
2009.
GENÇ, Mehmet; “İdeal ‘Osmanlı’ Yok: Açıkoturum”, Cogito: Osmanlılar
Özel Sayısı, sayı 19, İstanbul, YKY, Yaz 1999, s. 232-258.
GOFFMAN, Daniel; Osmanlı Dünyası ve Avrupa 1300-1700, İstanbul, Kitap
Yayınevi, 2. Baskı, 2008.
GÖLLNER, Carl; “XVI. Yüzyılda Avrupa’da Türklere Dair Matbuat”, Çev.
Doğan Gün, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tarih
Araştırmaları Dergisi, Cilt 23, Sayı 36, 2004, s. 263-267.
GÖLLNER, Carl; “İstanbul’un Düşüşünden Sonra Haçlı Seferi Planları”, çev.
Doğan Gün, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih
Bölümü Araştırmaları Dergisi, Cilt 22, Sayı 35, t.y., s. 251-257.
GÖYÜNÇ, Nejat; “Osmanlı Devleti Hakkında: Kuruluşunun 700. Yılı
Münasebetiyle”, Cogito: Osmanlılar Özel Sayısı, Sayı 19, İstanbul, YKY,
Yaz 1999, s. 86-92.
GÖYÜNÇ, Nejat; “16. Yüzyılda Avrupa’da Türklerle İlgili Yayınlar”, Cogito:
Osmanlılar Özel Sayısı, Sayı 19, İstanbul, YKY, Yaz 1999, s. 313-319.
114
GUILMARTIN, John F.; “Ideology and Conflict: The Wars of the Ottoman
Empire 1453-1606”, Journal of Interdisciplinary History, Cilt 18, Sayı 4,
Bahar 1988, s.721-747.
HAMMER, J. Von; Osmanlı İmparatorluğu Tarihi I-II, İstanbul, İlgi Kültür
Sanat, 2007.
HAMPTON, Timothy; “Turkish Dogs: Rabelais, Erasmus and the Rhetoric of
Alterity”, Representations, Sayı 41, Kış 1993, s. 58-82.
HARDING, Richard; “Deniz Savaşları 1453-1815”, çev. Yavuz Alogan, Top,
Tüfek ve Süngü-Yeniçağda Savaş Sanatı 1453-1815, Çev. Yavuz Alogan,
İstanbul, Kitap Yayınevi, 2003, s. 104-127.
HESS, Andrew C.; “The Ottoman Conquest of Egypt (1517) and the
Beginning of the Sixteenth-Century World War”, International Journal of
Middle East Studies, Cilt 4, Sayı 1, Ocak 1973, s. 55-76.
HESS, Andrew C.; “The Evolution of Ottoman Seaborne Empire in the Age of
the Oceanic Discoveries, 1453-1525”, The American Historical Review, Cilt
75, Sayı 7, Aralık 1970, s. 1892-1919.
HESS, Andrew C.; “The Battle of Lepanto and Its Place in Mediterranean
History”, Past and Present, Sayı 57, Kasım 1972, s. 53-73.
HOURANI, Albert; “Modern Ortadoğu’nun Osmanlı Geçmişi”, Osmanlı ve
Dünya: Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, Haz. Kemal Karpat,
Çev. Mustafa Armağan vd., İstanbul, Ufuk Kitap, 5. Baskı, 2006, s. 93-117.
IMBER, Colin; Osmanlı İmparatorluğu 1300-1650, İstanbul, İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, 2006.
IMBER, Colin; “İlk Dönem Osmanlı Tarihinin Kaynakları”, Söğüt’ten
İstanbul’a: Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Üzerine Tartışmalar, haz. Oktay
Özel, Mehmet Öz, Ankara, İmge, 2. Baskı, 2005, s. 39-71.
115
İNALCIK, Halil;
Devlet-i ‘Aliyye: Osmanlı İmparatorluğu Üzerine
Araştırmalar I, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009.
İNALCIK, Halil; Fatih Devri Üzerine Tetkikler ve Vesîkalar, Ankara, TTK,
1995.
İNALCIK, Halil; Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300-1600), çev.
Ruşen Sezer, İstanbul, YKY, 4. Baskı, 2004.
İNALCIK, Halil; “Osmanlı Tarihi Üzerine Kamuoyunu İlgilendiren Bazı
Sorular”, Doğu Batı: Makaleler I, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2005, 197211.
İNALCIK, Halil; “Türkiye ve Avrupa:Dün Bugün”, Doğu Batı: Makaleler I,
Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2005, s. 215-240.
İNALCIK, Halil; “Türk Korkusu”, Doğu Batı: Makaleler II, Ankara, Doğu Batı
Yayınları, 2008, s. 246-260.
İNALCIK, Halil; Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi:
1300-1600, I. cilt, ed. Halil İnalcık, Donald Quataert, Çev. Halil Berktay,
İstanbul, Eren, 2. baskı, 2004.
İNALCIK, Halil; “Osmanlı-Rus Rekabetinin Menşei ve Don-Volga Kanal
Teşebbüsü (1569)”, Belleten, Cilt XIII, Sayı 46, Ankara, 1948, s. 349-402.
İNALCIK, Halil; “Batı Anadolu’da Gâzî Beylikler, Bizans ve Haçlılar”,
Osmanlılar: Fütûhat, İmparatorluk, Avrupa ile İlişkiler, İstanbul, Timaş,
2010, s. 11-47.
İNALCIK, Halil; “The Question of the Black Sea under the Ottomans”,
Archeion Pontou, 1979, s. 74-89.
İNAN, Kenan; “Sade Nesirden Süslü Nesire: Fatih’in Tarihçisi Tursun Bey ve
Tarih Yazma Tarzı”, Osmanlı, Cilt 8, Ankara, 1999, s. 293-300.
116
İNCİ, Tevfik; “Lepanto ve Uluç Ali Paşa”, Resimli Tarih Mecmuası, Cilt 3,
Sayı 38, İstanbul, Nisan 1952, s. 1389-1391.
İPŞİRLİ, Mehmet; “Osmanlı Tarih Yazıcılığı”, Osmanlı, Cilt 8, Ankara, 1999,
s. 247-256.
JONES, W. R.; “The Image of the Barbarian in Medieval Europe”,
Comparative Studies in Society and History, Cilt 13, Sayı 4, Ekim 1971,
376-407.
JORDAN, Jenny; “Imagined Lepanto: Turks, Mapbooks, Intrigue and
Spectacular in the Sixteenth Century Construction of 1571”, PhD Dissertation
of UCLA, 2004.
KABASAKAL, Hüseyin; Kıbrıs’ın Fethi (1570-1571) – Genelkurmay Askeri
Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Türk Asker Büyükleri ve Zaferleri
Serisi, Ankara, Günkur, 1986.
KAFADAR, Cemal; İki Cihan Âresinde – Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu,
Çev. Ceren Çıkın, Yay. Haz. Mehmet Öz, Ankara, Birleşik, 2010.
KARPAT, Kemal H.; “Türkçe Çeviriye Önsöz”, Osmanlı ve Dünya: Osmanlı
Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, Haz. Kemal Karpat, Çev. Mustafa
Armağan vd., İstanbul, Ufuk Kitap, 5. Baskı, 2006, s. 9-14.
KARPAT, Kemal H.; “Giriş”, Osmanlı ve Dünya: Osmanlı Devleti ve Dünya
Tarihindeki Yeri, Haz. Kemal Karpat, Çev. Mustafa Armağan vd., İstanbul,
Ufuk Kitap, 5. Baskı, 2006, s. 15-31.
KINROSS, Lord; Osmanlı: İmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü, çev.
Meral Gaspıralı, İstanbul, Altın Kitaplar, 3. Baskı, 2009.
KISBY, Fiona; Music and Musicians in Renaissance Cities and Towns,
Cambridge, Cambridge University Press, 2. Baskı, 2002.
117
KONSTAM, Angus; Lepanto 1571: The Greatest Naval Battle of the
Renaissance, Oxford, Osprey Publishing, 2003.
KUMRULAR, Özlem; “Köpekler ve Domuzlar Savaşında Kanuni’nin Batı
Siyasetinin Bir İzdüşümü Olarak Türk İmajı”, Dünyada Türk İmgesi, İstanbul,
Kitap Yayınevi, 2. Baskı, 2008, s. 109-125.
KUNT, Metin; “Süleyman Dönemine Kadar Devlet ve Sultan: Uç Beyliğinden
Dünya İmparatorluğuna”, Kanuni ve Çağı: Yeniçağda Osmanlı Dünyası,
ed. Metin Kunt vd., Çev. Sermet Yalçın, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
2002, s. 4-29.
LABIB, Subhi; “The Era of Suleyman the Magnificent: Crisis of Orientation”,
International Journal of Middle East Studies, cilt 10, Sayı 4, Kasım 1979,
s. 435-451.
LAMARTINE, Alphonse de; Osmanlı Tarihi, çev. Serhat Bayram, İstanbul,
Kapı Yayınları, 2008.
LANZA, Fernando Fernandez; “Habsburg-Osmanlı Rekabeti Bağlamında 16.
Yüzyılda İspanya’da Türk İmajı”, çev. Kıvanç Ulusoy, Dünyada Türk İmgesi,
İstanbul, Kitap Yayınevi, 2. Baskı, 2008, s. 87-107.
LEKESİZ, M. Hulusi; “XVI. Yüzyıl Osmanlı Düzenindeki Değişimin Tasfiyeci
(Prütanist) Bir Eleştirisi: Birgivî Mehmed Efendi ve Fikirleri”, Hacettepe
Üniversitesi, SBE, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Ankara, 1997.
MAKDISI, Ussama; “Ottoman Orientalism”, The American Historical
Review, Cilt 107, Sayı 3, Haziran 2002, s.768-796.
MANTRAN, Robert; XVI-XVIII. Yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu, Çev.
Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara, İmge, 1995.
118
McNEILL, William H.; “Dünya Tarihinde Osmanlı İmparatorluğu”, Osmanlı ve
Dünya: Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, Haz. Kemal Karpat,
İstanbul, Ufuk Kitap, 5. Baskı, 2006, s. 57-78.
MENAGE, Victor L.; “Osmanlı Tariyazıcılığının İlk Dönemleri”, Söğüt’ten
İstanbul’a: Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Üzerine Tartışmalar, haz. Oktay
Özel, Mehmet Öz, Ankara, İmge, 2. Baskı, 2005, s. 73-91.
MITCHELL, Nathan D.; The Mystery of the Rosary: Marian Devotion and
Reinvention of Catholicism, New York, NY University Press, 2009.
MURPHEY, Rhoads; Osmanlı’da Ordu ve Savaş 1500-1700, çev. M. Tanju
Akad, İstanbul, Homer, 2007.
NOSTRADAMUS, The Complete Prophecies of Nostradamus, ed. Ned
Halley, Wordsworth Editions Ltd., 1999.
O’BRIEN, Patrick Karl; Atlas of World History: Concise Edition, NY, Oxfor
University Press, 2002.
ORGUN, Zarif; “Selim II.nin Kapudan-ı Derya Kılıç Ali Paşa’ya Emirleri”,
Tarih Vesikaları, İkinci Cilt On birinci Sayıdan Ayrı Basım, Maarif Matbaası,
1943, s. 1-9.
ORLIN, Lena Cowen; Center or Margin: Revisions of the English
Renaissance in Honor of Leeds Barroll, Cranbury, Rosement Publishing &
Printing Corp., 2006.
ORTAYLI, İlber; “Fatih Sultan Mehmed ve Otranto Seferi”, Üç Kıtada
Osmanlılar, İstanbul, Timaş, 2007, s. 17-23.
ORTAYLI, İlber; Tarihimiz ve Biz, İstanbul, Timaş, 3. Baskı, 2008.
ORTAYLI, İlber; Tarih Yazıcılık Üzerine, Ankara, Cedit Neşriyat, 2009.
119
ÖNALP, Ertuğrul; “Cervantes’in Türklere Esir Düşmesi ve Esaretinin
Eserlerine Yansıması”, OTAM, Sayı 3, 1990, s. 297-321.
ÖZTUNA, Yılmaz; Kanuni Sultan Süleyman, İstanbul, Babıali Kültür
Yayıncılığı, 2. Baskı, 2008.
ÖZTUNA, Yılmaz; Osmanlı Devleti Tarihi I: Siyasî Tarih, İstanbul, Ötüken,
2006.
ÖZTUNA, Yılmaz; Tarih Sohbetleri I, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 1998.
PAGDEN, Anthony; Worlds at War: The 2500-year Struggle Between East
and West, New York, Oxford University Press, 2008.
PHILPOTT, Daniel; “The Religious Roots of Modern International Relations”,
World Politics, Cilt 52, Sayı 2, Ocak 2000, s. 206-245.
ROTHMAN, Tony; “The Great Siege of Malta”, History Today, Cilt 57, Sayı
1, Ocak 2007, s. 12-19.
SATTERFIELD, George; “Suleyman”, Berkshire Encyclopedia of World
History, Cilt IV, ed. William H. McNeill, Massachusetts, Berkshire Publishing
Group, 2005.
SCHWOEBEL, Robert; “Coexistence, Conversion and the Crusade Against
the Turks”, Studies in Renaissance, Sayı 12, 1965, s. 164-187.
SERVAINTE, Alain; “Batılıların Gözünde Türk İmajının Geçirdiği Değişimler”,
Dünyada Türk İmgesi, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2. Baskı, 2008, s. 27-85.
SICKER, Martin; Islamic World in Ascendency: From the Arab
Conquests to the Siege of Vienna, Connecticut, Greenwood Publishing
Group, 2000.
120
SMITH, Andrea L.; Colonial Memory and Postcolonial Europe – Maltese
Settlers in Algeria and France, Bloomington, Indiana University Press,
2006.
SOLA, Emilio; “Cervantes Döneminde Magripli, Mürtet ve İspanyol Gizli
Ajanları”, Çev. Paulino Toledo, OTAM, Sayı 4, Ankara, Ocak 1993, s. 687695.
SOUCEK, Svat; “İnebahtı Savaşı (1571) Hakkında Bazı Mülâhazalar”, Tarih
Enstitüsü Dergisi, Sayı 4-5, İstanbul, 1974, s. 35-48.
TABAKOĞLU, Hüseyin Serdar; “The Reestablishment of Ottoman-Spanish
Relations in 1782”, Turkish Studies, Sayı 2/3, Yaz 2007, s. 496-524.
TİMUR, Taner; Osmanlı Kimliği, Ankara, İmge, 4. Baskı, 2000.
TİMUR, Taner; Osmanlı Toplumsal Düzeni, 4. Baskı, Ankara, İmge, 2001.
TOYNBEE, Arnold J.; “Osmanlı İmparatorluğu’nun Dünya Tarihindeki Yeri”,
Osmanlı ve Dünya: Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, Haz.
Kemal Karpat, Çev. Mustafa Armağan vd., İstanbul, Ufuk Kitap, 5. Baskı,
2006, s. 33-49.
TRISCHITTA, Marcello Maria Marrocco; The Knights of Malta – A Legend
Towards the Future, Roma, Association of the Italian Knights of the
Sovereign Military Order of Malta, 2000.
TURAN, Namık Sinan; “Kanuni’nin Macaristan Siyâseti: Macaristan’da
Osmanlı Kültüründen İzler”, Toplumsal Tarih, Sayı 138, Haziran 2005, s.4653.
TURAN, Şerafettin; Rodos’un Zaptından Malta Muhasarasına – Kanunî
Armağanı 1970’den ayrıbasım, Ankara, TTK, 1970.
TURAN, Osman; İstanbul’un Fethinden Önce Yazılmış Tarihî Takvimler,
Ankara, TTK, 1984.
121
UNAN, Fahri; “XV ve XVI. Asırlarda İslâm Dünyasında Osmanlı Gücü”, Türk
Yurdu, 23/190, Ankara, Haziran 2003, s. 37-43.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı; Osmanlı Tarihi II – İstanbul’un Fethinden
Kanuni Sultan Süleyman’ın Ölümüne Kadar, Ankara, TTK, 2006.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı; Osmalı Tarihi III / I. Kısım – II. Selim’in Tahta
Çıkışından 1699 Karlofça Andlaşmasına Kadar, Ankara, TTK, 6. Baskı,
2003.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı; Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye
Teşkilâtı, Ankara, TTK, 3. Baskı, 1988.
VATIN, Nicolas; “Soylu Misafir Cem Sultan”, Popüler Tarih, Sayı 74, Ekim
2006, s.32-34.
WILLIAMS, Ann; “Akdeniz Çatışması”, Kanuni ve Çağı: Yeniçağda
Osmanlı Dünyası, ed. Metin Kunt, Christine Woodhead, Çev. Sermet Yalçın,
İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2002, s. 39-55.
WOODWARD, Geoffrey; “The Ottomans in Europe”, History Review, Sayı
39, Mart 2001, s. 1-4.
YAPP, M. E.; “Europe in the Turkish Mirror”, Past & Present: The Cultural
and Political Construction of Europe, Sayı 137, Kasım 1992, s. 134-155.
YILDIRIM, Hikmet; Karşılaştırmalı Kronolojik Dünya Tarihi, Ankara, Maya
Akademi, 2007.
YÜCEL, Yaşar, SEVİM, Ali; “Kanunî Sultan Süleyman Devri”, Türkiye Tarihi
II: Osmanlı Dönemi (1300-1566), Ankara, TTK, 1990, s. 259-305.
122
İNTERNET KAYNAKLARI:
AKŞİN, Sina; “Batı’da Türk İmgesi”, Mülkiye, cilt 29, Sayı 245, Kış 2004,
(Erişim)http://www.mulkiyedergi.org/index.php?option=com_rokdownloads&vi
ew=file&Itemid=63&id=1020:batida-tuerk-imgesi-sina-akin, 14 Ocak 2010.
HAGEN, Gottfried; “Kâtip Çelebi”, (Erişim) http://www.ottomanhistorians.com,
haz. Cemal Kafadar, H. Karateke, Cornell Fleischer, 2009.
MİLLİYET GAZETESİ İNTERNET SİTESİ, (Erişim)
http://www.milliyet.com.tr/italya-da-hacli-sefericagrisi/dunya/sondakikaarsiv/03.04.2010/1179629/default.htm?ver=00.
VATİKAN
RESMÎ
İNTERNET
SAYFASI,
(Erişim)
http://www.vatican.va/holy_father/john_paul_ii/angelus/2002/documents/hf_jp
-ii_ang_20020929_en.html
YOLALICI,
Emin;
“Türk
Tarihinin
Kaynaklarına
Genel
Bir
Bakış”,
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi: The Journal of International
Social Research, cilt 1, sayı 3, Bahar 2008, s. 471-484, (Erişim)
http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt1/sayi3/sayi3_pdf/yolalici_memin.pdf,
06 Mayıs 2010.
123
EK I - TÂRİH-İ SELÂNİKÎ’DE MALTA MUHÂSARASI
Cezîre-i Malta’da vâki’ kal’a-i metîn-i küffâr-ı haksârı almağa niyyet-i
âli-himmet ile Donanma-yı Hümâyûn tedârük olunup Serdâr-ı âlî-şân
Mustafa
Paşa
ile
Kapudan
Piyâle
Paşa
asâkir-i
mansûre
ile
gitdükleridür.
Ve târih-i hicretün dokuz yüz yetmiş ikisinde deryâ seferin iden ehl-i
İslâm gemilerinün her-gâh arkurı güzergâhlarına gelen Malta’nun dört pâre
kadırgalarına sâbıka Rüstem Paşa karındaşı neheng-i lücce-i deryâ Kapudan
Sinan Paşa mevsim ile çıkup bi-inâyeti’llâhi ta’âlâ kuvvet-i kâhire darbet-i
şemşîrin gösterüp merdân-ı kâr-zâr ile kırup geçürüp keşân ber-keşân
akdarmaların yedüp Âsitân-ı âsumân-nişânda Tersâne-i Âmire’ye sancakları
ma’kûs gelüp bağlamışlardı. Nice ruzgâr idi ki rûy-ı deryâdan şerr ü şûrları
def’ olmışdı. Ol zamândan berü melâ’in-i hâsirîn kal’a-i metînlerine istihkâm
virmekde ve donanmaların arturmakda olup üsâra-i Müslimîn mihnet ile âh u
enînde kalmışlar idi.
Ve bu esnâda Bostancı-başı barçası tüccâr u hüccâc ile mâl-â-mâl
gelürken ceng-i azîm ile üşüp aldukları haberi gelüp şâyî’ olmağla mesâ’ib-i
Müslimîne giryân olmaduk kimse kalmadı. Ve ayak-dîvânı olup, vükelâ-i
devlet ü saltanat, vüzerâ-i izâm hazretleriyle kal’a-i Malta müzâkere olur, her
biri ile söyleşilen re’y-i ber-savâb üzre hazret-i Pâdişâh-ı melâ’ik-sipâh
hazretleri sarâya gelüp karâr buyurduklarında Sadrıa’zam Ali Paşa
hazretlerine mufassal tezkire-i hümâyûn gönderüp “Tersâne-i Âmire’ye varup
Kapudan Piyâle Paşa ile eski korsanları ve rü’esâyı getürdüp âlî dîvân
eyleyüp,
azîm
donanma
gemileri
tedârükin
eylesin”
diyü
fermân
buyurduklarında ve başka bir tezkire-i şerîfelerin dahî Kapudan Piyâle Paşa
hazretlerine gönderüp “Seni Donanma-i Hümâyûnumla bu def’a yine gazâya
göndermeğe niyyet ü azîmetüm mukarrer ü muhakkardur, fikr ü re’y-i rezîn ile
esbâb u âlât-ı mühimmât tedârükinde bezl-i makdûr eyleyüp müstevfâ barut
ve yat u yarak getürmekde ikdâm u ihtimâmda dakîka fevt itmeyesin, hâzır u
124
müheyyâ olasın, umarım Allâh ta’âlâ dergâhından a’dâ-i dîn üzerine gâlib ü
zâfir olup asker-i İslâm mansûr u muzaffer olalar” diyü buyurmışlardı.
Gurre-i şehr-i recebde penç-şenbîh günü Sadrıa’zam Ali Paşa pürhaşmet ü şevket ile Tersaneye gelüp, âli dîvân eyledi. Deryâ fenninde fâ’ik,
fenar çeker, kadîmî, mahmiye-i Galata’da ocak-erleri nâmdâr korsanlar ve
kurnazlar söz yerinde cevâhir derc eyleyüp söylediler: “Üç yüz pâreden eksik
gemiyle çıkılmamak gerektür. Ve kal’ayı döğmeye yigirmi ikişer vakıyye atar
yigirmi pâre yarak ve yüz yigirmi pâre kolonborna ve şâhî darbuzen ve beş
kıt’a havâ’i top ve yigirmi bin kantar bârût-ı siyâh ve kırk bin aded yuvalak ve
onar bin kazma ve kürek ve külünk ve elli pâre barça ve top gemileri ve at
gemileri ve asker-i İslâma lâzım olan zâhire, beksimed ve kumanya ve sâ’ir
levâzım u mühimmâtda taksîr olunmayup getürülmek gerekdür, istedüğümüz
denlü virün yüklenelüm, zahîreden bunalmayalum, virmek Allâh ta’âlânundur”
didiler “Eskâl ü ahmâl-i ceng ü cidâl ve harb u kıtâl ne denlü murâd üzre
uydurulsa guzât u mücâhidîne ol denlü kuvvet-i kalbdür” diyü söylediler. Her
husûsda dikkat u ihtimâm eyleyüp kusûr itmediler. Ez-în-cânib gereği gibi
mühimmât u âlât u esbâb görilmekde ve Pâdişâh-ı âlem-penâh hazretleri
“Gazâ vü cihâd ecr ü sevâbına tâlib ü râgıb olanlardan ve kapum kullarından
yararlık idüp her kimse ki terakkî ve mertebe isterse varsunlar, rızâ-yı
hümâyûnum vardur” diyü fermân olınmağla Âsitâne-i sa’âdet kullarından her
sınıfdan çok kimse şevk u zevk ile yazılup donanmacı oldılar. Vezîr-i
mukarreb-i kâm-gâr Kızıl Ahmedlü Şemsi Paşa karındaşı Mustafa Paşa-yı
nâm-dâr hazretleri dahî Serdâr-ı asâkir-i mansûre olmak isteyüp bî-tereddüd
“Mahall ü münâsibdür” diyü serdâr ta’yîn buyurılup, inşâe’llâhu ta’âlâ envâ’-ı
fütûhât-ı celîleye mukarîn olup, a’dâ-i dîn makhûr u muhakkar ola. Hemîşe
leşker-i İslâm mansûr u muzaffer olmak içün âmme-i âlem du’âlar ve senâlar
eylediler.
Sene-i merkûme şa’bânınun nevrûz-ı Hârezimşâhî şeref-i âfitâbda
serdâr-ı zafer-şi’âr ile asâkir-i mansûre bâ-şevket ü haşmet müretteb ü
müzeyyen südde-i sa’âdet-medâra gelüp vüzerâ-i izâm hazretleri cümle
125
erkân-ı sa’âdet ile ikbâl ü istikbâl eyledüklerinde vakâr u izzet üzre
selâmlayup içerü Pâdişâh-ı gerdûn-cenâb hazretlerine gitdiler. Eğlenmeyüp
hil’ât-ı fâhire ve murassa’ şemşîr-i zerrîn ile çıkup râyât-ı feth-âyât-ı İslâm
açılup, debdebe-i tabl ü nakkâre-i saltanat çalınup, a’yân-ı sa’âdet önine
düşüp Emîn İskelesi’ne baştardaya gelüp vüzerâ-i izâm hazretleri kânûn üzre
bile girüp Beşiktaş İskelesi’ne ma’an gitdiler ve Donanma-yı Hümâyûn
gemileri leşker-i merdân-ı kârzâr ile bir vechile pür-haşmet ü şevket
müzeyyen idiler ki halk-ı âlem seyr ü temâşâda tahsîn ve şâbâşlar okuyup
dilâverânun her biri bebr ü peleng-mânend mehâbet ü salâbet ile pür yat u
yarak, sâz u seleblerin geyüp, zîb ü zînet ile göründiler, ki “Allâhu ta’âlâ
yavuz gözden saklayup niyyetlerin dürüst eyleyüp, şerr işlerin hayra tebdîl
eyleyü-vire” didiler. Allâhümme eyyid ve unsur du’âların dest-i niyâz ile mele’i a’lâya çıkardılar. Ve heman ol gün Beşiktaş’dan lenger koparup, tamâmen
çıkup Sarây-ı Âmire Burnı’nda alaylar bağlayup toplar sekdirüp tâk-ı ayyûka
tarrâka koyup âleme velvele saldılar. Sadrıa’zamn hazretleri çıkmayup YediKulle’ye dek bile gidüp, umûra müte’allik meşkûk ü müştebeh maslahat
komayup söyleşdiler. Vedâ’ idüp çıkduklarında dimişlerdi ki “Bizim bengî
paşalarımuz Malta kal’asın helvâdan sanup yimek isterler. Tutumların ve
kılınışların kalbüm tutmadı, hâtıruma hoş gelmedi ve söylemedik söz
kalmadı. Anladım ki nasîhatüm kulaklarına girmedi. Allâh tebârek ve ta’âlâ
sonunı hayr eyleye. Bolay ki perişânlıkların ben görmeyim, yetişeceğim Allâh
bilür. Hele göresiz bunlar nice ser-encâm görecekdür” diyüp vâfir göz yaşları
dökmişdi. Ve Donanma-yı Hümâyûn harcına Hazîne-i Âmire’den mübâlaga
mâl virilüp, “Kifâyet itmez” diyü Serdâr hazretleriyle Kapudan Paşa tekrâr betekrâr Hazîne-i Enderûn’dan akçalar taleb eylediler. Sa’âdetlü Pâdişâh-ı
sa’âdet-destgâh hazretlerinün mübârek hâtır-ı âtırlarına keder ü kelâl gelüp
bi’z-zarûre sözlerin redd itmeyüp Hazîne-i Enderûn’dan kîseler ile altunlar
irsâl ü îsâl buyurmışlar ki “Senün kayın-atan tekrâr hazîne istedüğinde
nefsüm darılup beşeriyyet vâsıtasıyle ağzumdan aceb kelâm sâdır oldı.
Anlayamam ki işleri rast gele. Sonra muhkem peşîmân oldum, ne fâ’ide,
peşîmanlık ıssı itmez. Ceddüm Sultân Mehmed Han’a da ol söz vâki’
olmışdur. Nice idelüm hele göresin” diyü hikâyet buyurmışlar ve “Ben darbî
126
söyletdi” dimişler. Fakîr-i hakîrûn hak semâ’ıdur. Hikâyet eyledüklerinde
“Aceb buyurdukları ne ola” didükte beyân itmedilerdi. Bir nice gün âsâyiş ü
ârâmişden sonra dergâh-ı mu’allâ çavuşlarından Yügrük Abdî Çavuş ki Malta
üstüne giden Serdâr-ı bâ-vakâr Mustafa Paşa hazretlerinün selâm çavuşu idi,
Âsitâne-i sa’âdete müjde haberiyle gelüp ve müstakil, karındaşı Mîrimîrân
Şemsî Paşa hazretlerine mektûb ile göndermişler idi. Vitoş nâm yaylakda
ashâb ve ahbâb ile hüsn-i mu’âşeret üzere ulûm u ma’ârif musâhabetinde
iken gelüp vusûl buldı. Ve haber istihbâr olundukda, “Donanma-yı Hümâyûn
ile cezîre-i Malta’ya sıhhat u selâmet üzre yanaşup iskele urılup, bîmâni’ ü
müzâhim çıkılup metrisler kurmağa şurû’ olunup, birkaç günde evvel liman
zabt olundı, ba’dehû Sent-Erme (St. Elmo) nâm mustahkem kal’a döğülüp
rûz u şeb muhkem ceng ü âşûb oldı. Bi’l-âhire ittifâk ile göz karardup bî-sabr
u karâr umûm üzre hucûm idüp yürüyüş oldukda bi-inâyeti’llâhi ta’âlâ kal’a
alındı velâkin nice kal’alar değer, asker-i mansûreden benâmlar şerbet-i
şahâdet nûş eyleyüp müstes’ad oldılar. Cümleden, Trablusgarb Beğlerbeğisi
Turgud Paşa ve Sinan Paşalu Koca-ili Beği süheyl Beğ ve dahi niceler” diyü
haber virüp ve “Şimden girü ihâta olunup toplar kurulmışdı. İnşâe’llâhu ta’âlâ
feth ü zafer haberleri an-karîb mute’âkıben gelecekdür” diyü i’lâm-ı hâl eyledi.
Ve mektûb okunup hâl u mekâl ma’lûm olduktan sonra Şemsî Paşa
hazretleri “Çavuş Ağa! Yâ karındaşum dahi ne hâl üzredür” didiler. “Sultânum
karındaşunuz bir vechile dilîr ü bahâdır, server dilâverdür ki kâbil-i vasf u
beyân değildür” didi. “Âşikâren top ve tüfeng atılduğı yerlerde göğsin gerüp
turur, hây Sultânım neylersin didiğümüzce mukadder ise sakınmanun ne
fâ’idesi var, mukadder degülse hod ne zarar ider diyüp kemâl mertebe
teveccüh ü tevekküldedür ki şerh olunmaz” diyicek “Siz anun murâdın
anlamamışsız” didi. “Bolayki şehîd olam kurtulam” dimek ister. Sa’âdetlü
Pâdişâhumuzun küçükden rikâb-ı hümâyûnında hâsıl olmış emekdâr u
hidmetkârı, cümleden makbûl sevgilü vezîri iken nesine yarar idi, serdâr olup
gözünden ve gönlinden dûr u mehcûr olmak dimişdi.
Ve bu esnâda evâhir-i sene 973 zilhiccesinde Malta kal’ası cenginde
olan asker-i İslâma feth müyesser olmayup, ekâvîl ü rivâyât u hikâyât
127
muhtelif, mevsim mürûr eyleyüp zamân az kalmağla, toplar çekdirilüp
gemilere alınup göçüp gitmek mukarrer olmak tedârük olundukda sâbıkâ
Cerbe kal’ası fethinde donanmasıyle esîr ü dest-gîr olan Donaryo (Don
Alvaro) nâm la’în, ki Kapudan Piyâle Paşa hazretleri i’âneti ile bahâsı alınup
amâm virilmişdi, bir gice deryâ cânibini, ağyârdan hâlî fursat düşürüp cezîre-i
Malta’nun hilâf semtinde Medîne nâm kal’aya gemiler ile yanaşup, atlu ve
yaya soltat döküp, deryâ muhâfazasında nigehbân olan Kapudan Paşa gaflet
idüp, mukadderât-ı İlâhî olsa gerek, serdâr-ı âli-mikdâr hazretleri kâfirün
geleceğinden haberdâr olup, niyyet-i gazâ, kast-ı kâfir darbet-i şemşîrin
göstermek azîmeti üzre “Asker-i İslâma yoklama vardur” diyü çok kimseyi
kendüziyle cezîrede eğleyüp seherden kuşluk vaktine değin turup, alayın
bağlayup, ceng tedârükinde iken küffâr-ı hâksâr dahi bu tedbîr-i şecâ’atşi’ârdan âgâh olup, tersân u lerzân çıkduklarında peşîmân yine girüsine
nigerân kaçmakda hayrân iken leşker-i İslâm içinde olan tâ’ife-i cebân ve
kaltaban “Bire kâfir geldi basdı” diyü feryâd u figâna başlayup ve huzûr-ı
melâ’in ve hâsirîn alayınun karaltısı göründükde asker cengden yüz
dönderüp, kimse ardına bakmayup, serdârı tenhâ koyup, küffâr-ı haksâr dahi
alayların perîşân olduğın görüp, hücûm ile yürüyüp kaçan tâ’ifenün
gemilerine yetişince vehmden zehresi çâk olup kaldılar. Ve deryâ kenârına
gelenler dahi gemisin bulmağa kâdir olamayup, canluca gelüp tâkatı olanlar
halâs olup, mâ’adâsın a’dâ-i dîn yetişüp helâk eyleyüp, serdâr-ı bâ-vakâr
hazretleri dahi “Böyle bed-ahd u bîkarâr, firâr eyleyen leşkere levm u
serzenişden ne hâsıl ola” diyüp nâm u nâmûs eksikliği ve hezâr gayret ü âr
ile baştardasına girüp hâ’ib ü hâsir avdet itdüğü muvahhiş haberler gelüp
Âsitâne-i sa’âdetde dinildi ve işidildi. Ahâli-i İslâm ve enâmun hüsrân u
hırmânlarına bâ’is oldı.”
128
EK II - TÂRİH-İ SELÂNİKÎ’DE İNEBAHTI SAVAŞI
“Âmeden-i ahbâr-ı düşmen-i dîn ve mülâkât-ı donanma ve
vukû-ı inhizâm bi-emrri’llâhi ta’âlâ.
Sene 979 rebî’ulevvel gurresinde deryâdan ba’zı ümerâ mektûblarıyle
haberler gelüp tahkîk itdilerki Venedik Dojları İspanya la’în ile dostluk üzre
ittifâk ü ittihâd eyleyüp, küllî donanma tedârükine harc-ı mâl-i ferâvân idüp,
azîm cengci cem’ eylemeğe bu def’a deryâ yüzine çıkan ehl-i İslâm
donanmasıyle buluşmağa âyîn-i bâtılaları üzre eymân idüp ahd ü mîsâk
eylemişlerdür: “Cezîre-i Kıbrıs intikâmın aluruz” didiler. Yine diller gönderüp
tenbîhât ile “Gaflet câ’iz değüldür” dimişlerdi.
Hazret-i Pâdişâh-ı âlem-penâh deryâya giden Serdâr hazretlerine ve
Kapudan Paşa cânibine hatt-ı hümâyûnlarıyle tezkire-i şerîfelerin gönderüp
“Elbette Zaklise ve Çuka adaların urup, asker-i İslâma ganîmet itdüresin. Ve
küffâr-ı hâksârun donanması haberin alup üzerine varasın” diyü tenbîh ü
te’kîd buyurmışlar imiş. “Hikmet-i İlâhî ile zikr olınan cezîrelere uğranup el
virdüğince urılıp, Venedik mukâbelesine varılup, karada olan Serdâr Ahmed
Paşa hazretleriyle haberleşüp mülâkât olundukda ekser cengci gemilerden
çıkup ve gemilerin çoğu askerden hâlî olup ve adalarda toyumluk iden
Yeniçeri ve Sipâhî serdârlarına pîşkeşcik çeküp şefâ’atle, “Sılaya yakın
geldüm” diyü icâzetle karaya çıkup ve ol zemânda dahi tezkire-i Pâdişâhî
gelmiş olmayup, donanma dahi deryâda buluşmağa muntazır olduğı
mukarrerdür” diyü haber-i sahîh alınup ceng muhakkak olıcak zarûrî zor u zâr
ile kılâ’dan cengci hisâr-eri ve azeb alınup, gemilere ancak bir kat âdem
tedârük idüp sene 979 cumâdelûlâsınun on sekizinci ahad güni cezîreler
öninde kara görünür mahalde Serdâr Pertev Paşa ve Kapudan Ali Paşa ve
merhûm Hayreddin Paşa-oğlı Hasan Paşa ve Cezâyir-i Garb Beğlerbeğisi
Uluc Ali Paşa bir yere gelüp meşveret ü tedbîr eyleyüp, Uluç Ali Paşa “Gelün
deryâya çıkalum, kara görünüyor, adalar arasında ceng olmaz” dimiş.
Kapudan Ali Paşa düşmeni hor görüp, “Kâfir ne kelbdür” diyüp, “Gemilerde
cengcü yokdur” didükleri sözi eslemeyüp, kendüzi mukaddem çekdirüp pür-
129
yarak bir kâfirün mavunasına çatup, ceng-i azîm eyleyüp, tüfeng ile şehîd
olup ve asker-i İslâm dahi ber-dest çatup cenge şurû’ eyledüklerinde kara
cânibin gözedüp ven cengden ibâ gösterüp, ekser karaya oturup, içinde olan
leşker suya dökilüp Pertev Paşa dahi bu esnâda bir furkateye girüp, kenâra
çıkup ve Uluç Ali Paşa yiğirmi iki pâre Cezâyir gemileriyle deryâ tarafından
çatduğı gemileri alup, mansûr u muzaffer olup ve bu cânibde karaya oturup
leşkeri kaçup sahtullâh cânibine mübtelâ olan tâ’ife-i hazele hezâr mihnet ü
meşakkate giriftâr olup yabanda bulunup halâs olan birkaç pâre gemiler ile
Pertev Paşa İstanbul’a mahzûl münhezim gemisin aldırmış ve dahi erbâb-ı
mesâ’ibün bed-du’âsın alarak evine geldi...
...Ve bi’l-cümle eğer Pertev Paşa’nun ve eğer Kapudan’un sû-i
tedbîrleriyle düşmen-i dîn bâbında mukâbele vü mukâteleleri sahîfe-i
rûzgârda bu vechile sebt olundı...
...Sultân Selim Han...Edirne kışlasına teveccüh buyurup... Mahrûsa-i
Edirne’ye varılduğı günde donanmanun haber-i muvahhiş eseri tevâtüren ve
te’âkuben gelüp küllî kelâle sebeb oldı. Gâlibâ inhizâm vâki’ olduğı yevm-i
ahadde İstanbul’dan çıkılmış imiş...
...Ve Cezâ’ir Beğlerbeğisi Ali Paşa kapudan olmak fermân olunup,
“Kimse Uluç dimesün, Kılıç Ali yazsun” diyü buyuruldı. Kapudanlık müjdesi
Re’îs-i Dîvân Feridun Beğ’e virildi. Ve şehîd olan Kapudan Ali Paşa’nun
küffâr elinde esîr ü giriftâr olan oğulları kendü mallarıyle alınmak fermân
olundı. Ve Pertev Paşa ma’zûl-ı ebed buyuruldı. Vâki’ olan hasâret ü inhizâm
sû-i tedbîr ve tema’-ı hâm ile olup kazâ-i mâ-fât içün müdebbirân-ı umûr-ı
memleket yek-dil ü yek-cihet olmakla gazâ-i ekber niyyetine azîm donanma
tedârükine şurû’ emr olundı, fî gurre-i cumâdelâhire...
...Fî sene 979 gurre-i şâ’bânında müşârun-ileyh kapudan olan Kılıç Ali
Paşa kırk iki pâre kadırga ve baştarda ve kaleyte ile mahrûsa-i İstanbul’a
gelüp dâhil olduğı hînde toğrı Tersâne-i Âmireye çıkup, ikdâm-ı tâm ve
130
ihtimâm-ı malâ-kelâm ile donanma gemileri yapdurmak tedârükine başlayup
etrâf u eknâfda kadîmden kadırgalar ve sâ’ir nev’ gemiler yapulı-gelen
ocaklarda dörder ve beşer baştardeler ve kadırgalar ziyâde yapdırılmak içün
bezl-i mâl ve sarf-ı makdûr idüp ve dahi ocak kurdurmak kâbil olan yerlerde
ocaklar ihdâs itdirilüp ve vüzerâ-i izâm hazretlerinün her biri kudretleri
yetdükce fî-sebîli’llâh gazâ ve cihâd içün ve i’ânet-i dîn-i mübîn kasd idüp,
dörder ve beşer baştardalar yapdırmak içün agaç denizünün her cânibinden
kerestisi kesilüp indirilmek içün reâyâ-yı memlekete çavuşlar ve ulaklar ile
mü’ekked ahkâm-ı şerîfe gidüp ve memâlik-i mahrûsadan avârız akçası ve
kürekçi ihrâc olunmakda ihtimâmlar olunup, kullar gönderildi. Bi-inâyeti’llâhi
ta’âlâ ve tevfîkıhî gayret-i dîn-i mübîn bâbında dakîka fevt olunmayup, yüz
yiğirimi gün diyince nevrûz-ı hümâyûna dek deryâ yüzine müceddeden yüz
otuz dört pâre kadırga ve baştarda ve mavnalar ki kaluçe kürek çekdürür
tamâmen merdân-ı kâr-zâr ile ve âlât-ı harb ü kıtâl mâl-â-mâl olup, Yeniçeri
ve Bölük-halkı dilâverleri yarar ve güzîde asker ile Donanma-yı Hümâyûn bu
def’â bir vechile haşmet ü şevket tutup, meydâna geldi ki kâr-âzmûde olan
âkil ü kâmiller vasf u beyânda kâsır u lâl oldılar. El-hamdü li’llâhi ta’âlâ vezîr-i
kâm-dâr vâsıtasıyle ve hüsn-i re’y ü tedbîr ile bir maslahat görüldi ki a’dâ-i dîn
ü millet hayrân kalup, engüşt ber-dehân eylediler. Allâh subhânehû ve ta’âlâ
eğerçi ehl-i İslâma küffâr-ı hâksâr eliyle gûşmâl eyledi, ma’nâda terbiye idi.
Ke-ennehû asker-i ehl-i îmân u İslâma virdüği kuvvet ü kudreti ızhâr u i’lân
eylemeğe irâdet-i ezeliyyesi ve meşiyyeti ta’alluk eyleyüp, sene 979
ramazânında merhûm Sultân Selîm Han hazretleri mahsûsa-i Edirne’den
İstanbul cânibine azîmet-i hümâyûn itmek üzre olup...”.
131
EK III - KÜNHÜ’L-AHBÂR’DA İNEBAHTI SAVAŞI
Sekizinci Hâdise-i Garîbe: İki senede vâkı’ olâsı hezîmet ile şâyi’
tonanmalar husûsıdır ki Cezîre-i Kıbrıs feth olunduğı senede henüz Ser-dâr
Mustafa Paşa Magosa fethine mukayyed idi. Vezîr-i sânî Pertev Paşa
tonanma ile varub Memâlik-i Firengistân tahrîbine ser-leşker ta’yîn
olunmuşidi. Sâbıku’z-zikr Ali Paşa ki Müezzin-zâde şöhretiyle müsemmâdır.
Anlar Kapudân ve Cezâyir Beglerbegiligile zî-şân olub sene-i semân ve
seb’in nevrûzunda ki rûz-ı cum’a idi. Üçyüz pâre kadırga ve mavuna ve
kalyete ile Konstantiniyye limânından çıkıldı. Akdeniz’e çekdürilüb ummâna
varıldıkda ümerâ-i sevâhil kadırgaları ve levend gemileri inzimâmı ile dört yüz
oldı. Ammâ ol târîhde Cezâyir-i Garb Beglerbegisi olan Kılıç Ali Paşa ki senei seb’un ve seb’în şevvâlinde Emîr Ahmed Hafsiman’ın elinden Tunus’ı feth
idüp müstakil Beglerbegilik kıldıktan sonra ol şehr-i saferde ki sene-i tis’a ve
tis’în hudûdında dâhildür. Deryâya çıkub Cezîre-i Malta gemileriyle mukâbil
ve mukâtil olub hattâ bir kaç pâresin alub Tunus’a avdet itdükden sonra
deryâ beylerinden nâm-dâr korsân, kehayyâli’l-fursân anılan Kara Hocayı
Ser-dâr Mustafa Paşa cenâbına gönderüb Tunus fethini ve Malta gemilerinün
ahzini i’lâm itdükden gayri Cezâyir gemileri ile cem’an yigirmi pâre idi. Gelüb
tonanma-i hümâyûna kavuşdı. Ba’dehû ittifâkla Kefelonya Cezîresini gâret u
hasârâta düşürdi. Andan sonra Cezîre-i Kürfüs’e varıldı. Nice günler
muhâsara kılındı. Ve etrâf u cevânibdeki ziyâ ve nevâhîsi ve bağ u bağçeleri
tahrîb olundı. Ba’de-zâlik ba’zı Cezâyire dahi varıldı. Her birinde ki küffâra
gâret u hasâret âteşleri salındı. Ve bi’l-cümle niçe zamânlar rûy-ı deryâda
gezdiler. Küffârın tonanmasında mukâbele vü mukâtele cür’etini fehm
itmediler. Eyyâm-ı şitâda dahi yaklaşdı. Levend gemileri ve etrâf beyleri
Pertev Paşa’dan mürâca’ata icâzet istedi. Bu tarîkle tefrika ve şıtâb vâkı’ oldı.
Cenkçi de ve kürekçi de nısfından ziyâdesi tagılub tonanma-i hümâyûn az
cüzvî âdemle kaldı. Pes bakıyye-i sefâyin-i nusret-defâyin ki İnebahtı
Limanı’na geldi. Küffâr cânibinden mütâbe’atla kendüyi adû leşkerine
bildürmemek ve ol makûle mahalde haberler alındı ki gemilerini cenkciler ile
memlû kılmışlar deyu her hâl asâkir-i müslimînle mukâbele ve mukâteleyi
132
mukarrer itmişler. Vaktâ ki ser-dâr Pertev Paşa ve Kapudan Ali Paşa ve sâyir
ümerâ ve melik’i-ümerâ bir yere cem olub meşveret olundı. Gemilerimizün
cenkcisi ve kürekcisi kâmil degüldür. Pertev Paşa mukâbil olmamak semtini
sevk itdi ve hadd-i zâtinde vehhâm ü havt ü haşyetle ma’lûm-ı havâss
olmağın hem muktezâ-yı tab’ına rağbet ve hem iktizâ-i zamân-ı ri’âyet kast
eyledi. Lâkin Ali Paşa celâdet ü celâlet ile engüşt-nümâ oldıkdan mâ-‘adâ
kendüye vârid olan evâmir-i aliyyede ve vüzerâdan
gelen mekâtib-i
seniyyede elbette ve elbette küffâr-ı hâk-sâr tonanmasına mukâbil olasın.
Hılâfına zâhib olduğın takdîrce mes’ûl-ı ma’zûl u me’âtib olmanı mukarrer
bilesin buyrulmış olmağın tekâbül ü tekâtül ve tezâvül ü tesâvül semtini
mukarrer itdi. Pertev Paşa ise semt-i evc-i vezâret iken hilkatde ve cür’etde
şem’-ı mürde gibi Pertev Paşa ve Ali Paşa burc-ı devletde necm-i sühâ
makûlesi iken mirh-i nur-efzâ gibi envâr-ı celâlet ü celâdetle pür-nûr ve pür
alevv olmağın cidden muhâlefete kâdir olamadı. Siz bilürsiz deyu Ali Paşa’nın
re’yine mütâbe’at gösterdi. Pes sene-i mezbûre cemâzi’l-ûlâsının on yedinci
güni ki yevmü’l-ihdâ idi. Preveze mukâbelesinde tonanma-i hümâyûn ve
küffâra müte’allik sefâyin-i dalâlet-makrûn birbirine mukâbil oldı. Rüzgâr onlar
tarafına müsâ’id ve dâire-i ricâlu’llâha nazar kılındıkda onların zahrında vâkı’
ve vârid olmağın tülû’-ı şemsden vakt-ı gurûba dek kıtâl-ı ekîd ve cidâl-ı
şedîdden sonra Kapudan Ali Paşa maktûl ve ogulları ve niçe beyler esîr ü
mahzûl ve yüz toksan pâre ehl-i İslâm gemileri küffârın ahz u tasarrufına
makrûn ve nihâyetsiz âlât-ı ceng ve edevât tob u tüfeng-a’dâ-i dîn ü devlet
kabzalarında mahzûn, husûsâ niçe bin guzât ü mücâhidin esîr alınub kayd u
bend-ile magmûm ü mahzûn husûsâ niçe bin müslimîn ü müsellemîn maktûl
ü mecrûh ve gark-ı hûn bir hasâret-i kıyâmet-eser vâkı’ oldı ki, mâ-lâ aynün
reet ve-lâ-üzünün semi’at ve lâ-hatara alâ-kalbi beşerin ma’lûm degildür ki
dünyâ turalı ve Hazret-i Nûh Nebi sefîneyi îcâd idüp rûy-i deryâda merâkib ü
sefâyin nakl ü hareket ideli ol gûne müsîbet-i uzmâ ve fetret-i garîbe-i kübrâ
vukû bulmış degildir. Meşâyih-i izâmdan birini bu hakîr ol esnâlarda ziyârete
vardım ve gumûm ü teessüfle ol hezîmet-i nâdirei zikr idüb vâfir yaş dökdüm.
Cevâbında “Hazret-i sâni’-i semâvât ü arzın mücerred hâlıkı müslimîn
değildür. Fi’l-hakîka rezzâk-ı âlemîn idüginde şübhe yokdur” deyu buyurdular.
133
Ammâ bu hezîmete sebeb-i zâhirî Kapudan Ali Paşa’nın nâ-mahal cür’eti ve
üç fânusla zîb ü zînet-i direng cihetinden vaz-ı mahsûsla müşârün-ileyh-i bi’lbenân bi’z-zât cenge mübâşereti hattâ çekdürüb a’dânın cümle kadırgaları ve
mavnaları mâ-beynine girüb hoyrâd bahâdırlığıyla nehzatı evvelâ kendünün
katl ü hasâretine, sâniyen Tonanma-i Hümâyûnın hezîmet-i hasâretine bâdî
düşmişdür. Fi-nefsi’l-emr ser-dâr olanlara esnâ-i ma’rekede miyândan kenârı
râcihdür. (Husûsâ ki, el-harbü hud’âtün fehvâsına mütâbe’atla kendüyi adû
leşkerine bildürmemek ve ol makûle mahalde) üç fânûsun birisi ile iktifâ idüb
ayn-ı a’dâya girmemek münâsib idügi vâzıhdır. Fe-emmâ bir azîzden menkûl
ve esahh rivâyetle mervî ve makbûldür ki tonanma-yı hümâyûn ol senede
rûy-ı deryâya mukaddemce makrûn olmağın kürekçiler nâ-tamâm iken çıkdı
ve Gelibolıya ve sâyir kenâr-ı deryâda vâkı’ kasabâta gelindikce erbâb-ı
hirefden kendü kârına, kimi müslim ve kimi kâfir-i mahzûl niçe fakîr-i zarîr-i
nâ-ma’kûl
cebren
tutılurdı.
Mücrimler
gibi
kürek
hizmetine
koşılub
kaçmasunlar deyu ayaklarına kadana urılub ba’zı fukarâ-yı belâ-yı nâ-gehânî
gibi kapmışlar. Evine varmağa ve tedârükin görmege koyuvirmeyüb
anbarlara kapamışlar. Anlar mahbûs-ı giryân, ehl-i iyâlları fakr u fâka ile sergerdân rûzân ü şebân işleri Cenâb-ı vâcibe tazarru’-ı bî-kerân ve nefrîn ü
bed-du’âya müte’allik nâle vü figân olmakda iken, hiç olur mıydı ki tonanma-i
hümâyûna fursat u nusret müyesser olaydı ve bunca göz yaşları deryâya
karışub Tûfân-ı Nûh beliyyâtını âfâka zâhir ü nümâyân itmeye idi. El-kıssa
tonanma sındı. Gemiler alındı. Kapudân Kadırgasının fânûsları meksûr ve
sancakları ser-nigûn, dîb ü Frengistâna gönderilüb leb-i deryâdaki ma’berler
ve kasabalarında gezdürildi. Pertev Paşa Kapudân-ı engüşt-nümâ olmaduğı
berekâta binâ’en bilinmeyüb halkı ile kenâra dökildi. Bin belâ ile sâhil-i necâta
yol buldı. Âmme-i müslimîn ve kâffe-i mücâhidîn ve vüzerâ-, izâm-i celâletkarîn magmûm ü endûh-gîn oldılar. Fe-sübhâne’llâhi’l-Kâdir’l-Hakîm. “İnne
zelzelete’s-sâ’ati şey’ün azîm” deyu istigrâb u ta’accübinden hâlî olmadılar.
Pes vekîl-i celîl Muhammed Paşa-yı Tavîl var kuvveti bâzûya getürdi. Pes altı
ayın içinde iki yüz pâre kadırga ve mavna tedârükin gördi. Hâlâ ki ne ekâbir ü
mâldârlara gemi yaptırıldı ne teklîf olındı. Ve ne hizâne-i âmirede akça kılleti
çekildi. Ve bunca tob u tüfeng âlât-ı neberd ü ceng ki alınmışidi. Kemâ fi’l-
134
evvel bel-etemme ve ekmel hüsn-i tedârikle tekmîl kılındı. Fe-emmâ Cezâyir-i
Garb Beglerbegisi Uluç Ali Paşa, Cezâyir gemilerine reh-nûmâ ve cümlesi
yek-dil u yek-cihet ve bi-pervâ birbirine kafâ-dâr olmağın anlardan bir gemi
alınmadı. Cümlesi kapudânlarını der-miyân idüp her kenârdan tedârükle
cengle meşgûl oldı. Ve küffârın niçe gemilerin aldıkdan sonra yine baş
kurtardı. Bu Hidmeti ve hüsn-i tedbîr ve şecâ’ati mukâbelesinde kendüye
kapudanlık virildi. Ve Uluç lakâbı Kılıç lafzına tebdîl kılınub her kes Kılıç Paşa
söylemege ve ana yazılan evâmir-i aliyyede dahi ol elkâba ri’âyet olunmak
buyruldı. Ammâ evâil-i hucûm u peygâr ve mukaddemâ(t-ı işti’âl-ı) âteş-i
harb-i kâr-zârda ehl-i İslâm gemileri gâlib ve küffâr-ı füccâr sefâyini maglûb-ı
şekl olub ba’zı gemilerimiz birer ikişer gemi söyündürmüşler iken rûzgârın
zâhiren ve bâtınen anlar tarafına müsâ’adesi (ve Kapudân Ali Paşa’nın
gemisinin azâmet ü celâdetle ortaya atılub miyân-ı mübâ’adesi) âhır-kâr
hezîmetle târ u mâr (olmalarına) sebeb oldı. Ve kenâra dökilen sipâh u
mellâhân-ı bî-günâh kat’-ı siyâset ve bevâdî ile nâ-suvâr u piyâde, zâd ü
zevâdeleri derd ü gam ve sirişk-i dem (be) dem tarîkında amâde bin belâyla
şehirlü şehrine vusûl buldı. Ve sene-i semânînde ki (980 H./1572 M.) saferde
pây-ı taht limânından çıkub Avarna mukâbilindeki gemilere mukâbil olan
tonanma-i hümâyûn ki yüz elli pâre sefâyin-i nusret-karîn idi. Egerçi ki
mukâbil olındı. Lâkin tekâdüm ü tehâcüme tarafeynden cür’et olınmayub
küffâr-ı liâm geçen sene itdükleri igtinâm behresiyle iktifâ itdiler. Ve dilirân-ı
ehl-i İslâm sene-i sâbıkdaki hezîmet-i uzmâyı hâtıra itdükçe kulûb-ı mergûb-ı
pür-hirâslarında ahz-ı intikâmda çokluk cür’et müşâhede itmediler. Husûsâ ki
Kapudân-ı zî-şân dahi korkıtmış sınugından halâs olmış, askerine ceng u
cidâla cür’eti müşkil bilinmegin ol mıkdâr arz-ı kudret ve salâbeti evlâ gördi.
Elbette mukâbil ü mukâtil olurın deyu sâbıkdaki Ali Paşa gibi gaflet ü
sefâhete rızâ göstermedi. Ve ol şeb küffâr-ı hâk-sâr firâr ihtiyâr idüb asâkir-i
İslâmın havf u haşyetleri zümre-i melâ’ini târ ü mâr kıldı.
135
EK IV - PEÇEVÎ TÂRİHİ’NDE MALTA MUHÂSARASI
Yıl 969 (1562). O sırada Derya kapudanı olan Piyale Oaşa ile serdarlığa
atanan Kızılahmetli Şems Paşa’nın ağabeyisi Mustafa Paşa, kadırga, kalite,
barça ve baştardadan oluşan üç yüz gemi ile ve Rumeli, Anadolu ve
Karaman timarlarından çok sayıda tecrübeli yiğitlerle, yeniçeri, cebeci ve
topçudan binlerce tüfenkendaz ile Malta’ya doğru yelken açtılar. Güler yüzlü
ve şakacı olan zamanın sadrâzamı Semiz Ali Paşa, öteki vezirlerle birlikte,
geleneğe uygun olarak Kaptanpaşa’nın baştardasına binip donanmayı
uğurladılar.
Ayrıldıktan sonra Ali Paşa, öteki vezirlere şaka yollu “İkisi de keyiflerine
düşkün kimseler diye bilinir; iki kafadarı adalar seyrine gönderdik, herhalde
bereş ve kahve ile gemileri doludur. Bilmem ne hizmet görürler, hele bereş ve
kahve ile iyice sefa sürerler” diyerek ikisinin de kalpleri temiz olmadığına
işaret ederek bir çeşit uğursuzluk haberini verdi.
O sırada Turgutça Paşa, Tarabulusgarp Beylerbeyi idi. “Malta adasının
her bakımdan durumunu, kalesinin dövülerek noktalarını ve metrisler
kurulacak yerlerini herkesten daha iyi o bilir, sakın onun düşüncelerine karşı
çıkmayın” diye padişah tarafından tembih edilmişti. Fakat bunlar Malta’ya
vardıkları
zaman
Turgutça
Paşa,
Tarabulus
donanmasını
henüz
tamamlayamamıştı ve bu sebeple Malta’ya beraber gidemedi. Kaptanpaşa ile
serdar da onu bir kaç gün beklemediler. “Malta’yı kuşatmak için onu
bekleyelim, ama Malta’ya hakim ve sağlam bir burç olan St. Reme Kalesi’ni
gayret edip ele geçirelim, o zamana kadar Turgutça da gelir ve ondan sonra
hep beraber Malta’ya yükleniriz” diye kararlaştırdılar. Böylece metrisler kurup
St. Reme’ye sıkıca sarıldılar.
Ama adı geçen kale sağlamlık bakımından hiç de Malta’dan aşağı
kalmıyordu. Yedi gün sonra Turgutça geldiği zaman, St. Reme’ye
yapıştıklarına çok üzüldü. “St. Reme’nin alınması bize ne yarar sağlar, on St.
136
Reme daha inşa etseniz Malta alınmadıkça adanın zaptı mümkün değildir”
diye çok yandı yakındı. Bununla beraber Turgutça’nın da yardımı ile on
yedinci günü St. Reme fetolundu. Fakat neye yarar, seçkin askerler
yaralanmış, çok kimseler şehit olmuştur. Kısacası, kılıca gelen askerin
kılağısı bozulmuştu. Turgutça Paşa’nın da beli incinmişti. St. Reme fethinde
savaş araç ve gereçleri ile yiyeceğin de çoğu harcanmıştı.
Böyle olmakla birlikte sonunda yine Malta üzerine yüklendiler ve
metrisler kurup kaleyi dövmeye başladılar. Fakat fethi, zamanını bekliyormuş
ve o sırada nasip değilmiş ki, birtakım engeller ortaya çıkmaya başladı.
Turgutça Paşa top serpintisinden yaralandı. Kimi kimseler bu serpintinin
düşman toplarından, kimileri ise bizim toplarımızdan geldiğini söylerler. Her
nereden olursa olsun, sonucunda Turgutça Paşa aldığı yaralardan şehitlik
şerbetini içerek bu gurur dünyasını unuttu. Yüce Tanrı’nın rahmeti üzerine
olsun.
Serdar, herhalde bir iş görülmelidir düşüncesiyle askere yüreklendirici
diller dökerek vaatlerde, ikram ve ihsanlarda bulundu; maaşlarını artırdı.
Fakat Turgutça Paşa’ya denk bir tecrübeli savaşçı olan Kaptanpaşa tarafına
hiç önem vermedi; onun kolunda görev yapan gazilerle donanmadaki
leventlere hiçbir ihsanda bulunmadı. Kaptanpaşa da bu tutumu pek
önemsemedi ve serdarı pek sayıp dinlemedi. Böylece aralarına soğukluk
girdi ve en sonunda kaleyi almaktan vazgeçtiler; başarısızlıkla ve büyük
kayıplara uğramış olarak İstanbul’a döndüler.
İstanbul’da birbirini suçladılar. Kaptanpaşa top atıldıkça “serdar öğle
uykucuğundadır, top atılmasın” diye topçulara tembih ettirdi. Donanma halkı
“böyle tembihli olan topçu ne yapsın, İslâm askeri ne kadar dikkat gösterip
çaba harcasın” diyerek suçu serdara yüklediler. Yok yere bu kadar mal ve
para harcandı, bu kadar gazi canlarını yitirdi. Böyle yüz kızartıcı bir durumda
İstanbul’a geldikleri zaman, bu suçundan dolayı serdarın vezirliği üzerinden
alındı.
137
EK V - PEÇEVÎ TÂRİHİ’NDE İNEBAHTI SAVAŞI
Osmanlı Donanmasının Bozguna Uğraması
17 Cemâziyelevvel 979 Osmanlı donanması Kıbrıs’tan dönüp devlet
tersânesinde savaş gereçleri tamamlanmakta iken Uluç Ali Paşa da kendine
has yirmi parça çektiri gemisiyle gelip tersâneye girdi. Eşsiz vezîr Mustafa
Paşa,
İslâm
askerinin
başında
henüz
Magosa
Kalesinin
fethiyle
uğraştığından, olmaya kâfir donanması bizden daha önce davranıp orada
olan askerimiz üzerine gelir düşüncesiyle, Osmanlı donanmasının bir gün
önce Kıbrıs’a gönderilmesine çalıştı. İkinci Vezîr Pertev Paşa serdârlığa
atandı ve “Müezzinzâde” diye ün kazanan Kapudan Ali Paşa ile Uluç Ali Paşa
da yanına verildi.
Aynı yıl safer ayının başına rastlayan Cuma ve nevruz günü üç yüzden fazla
gemi ile İstanbul limanından hareket etti. Taşrada bulunan ümera gemileri ve
levent kayıtlarının da katılması ile donanma gemilerinin sayısı dört yüzü
aşarak varılmak istenen yere doğru yelken açıldı. Lakin bu yıl donanma her
zamankinden daha erken harekete geçirildiğinden, kürekçi ve savaşçıları
eksik kalmıştı. Bununla birlikte hepsi Kıbrıs’a vardı ve oradaki orduya gerekli
yardımı yaptılar. Sonra denizleri gözetlemek ve korumak üzere düşman
adaları yönüne doğru yollandılar. Kefalonya adasına asker çıkarılıp yağma ve
talan edildi. Kimi başka adalara levent gemileri gönderilip bir miktar ganimet
alındı. Oradan Korfu ve Preveze Limanı’na gelindi. Sonunda dönüp İnebahtı
Limanı’na demir salındı.
Düşmanın donanmasını hazırladığı ve İslâm donanması üzerine
gelmekte bulunduğu haberi burada alındı. Bunun üzerine komutanlar toplanıp
ne yapılması gerektiğini söyleştiler. Kuruntulu bir yaradılışta olan Pertev
Paşa, tüm ihtimalleri hesaba katarak; adının kötüye çıkmasından dikkatle
kaçındı ve şöyle konuştu: “Savaşçı ve kürekçilerimiz eksiktir diye her zaman
sızlanır durursunuz; özellikle bu kıyı boylarındaki sancakların timarlı
askerlerinin birer bahane ile izin alarak gittikleri anlaşılmıştır. Her bakımdan
138
donanmamızda eksiklik olduğu gerçektir. Bu durumda İnebahtı Limanı’nda
kalmamız ve eğer kâfir üzerimize gelirse savaşmamız yerinde olur.” Kapudan
Paşa ise “Elbette ki Müslümanlık gayreti ile cihan padişahının namus ve
şerefi bu yolda bir tutumu gerektirmez. Diyelim ki her gemide beşer, onar
adam eksiktir –ki bu apaçıktır- ama unutulur ki, eğer yüce Tanrı isterse, bu
yüzden bize bir zarar gelmez.” Diyerek düşmana karşı çıkmanın daha doğru
olacağı düşüncesini ileri sürdü. Uluç Paşa da savaşa atılmayı, hele kâfirler
üzerine yürümeyi uygun bulmadı. Fakat Kapudan Paşa “bana İstanbul’dan
üst üste gelen buyruklarda pek çok tehditlerle karşılaştım, ben değil,
mevkiimden başımdan korkarım” diye ısrar edince, öteki komutanlar karşı
çıkmadılar. Sonunda düşman üzerine gitmeye karar verildi.
Karardan sonra Uluç Paşa deniz yanının Osmanlı donanması
tarafından tutulması gereğini ileri sürdü. Kapudan Paşa ise kıyı yanının
tutulmasının daha doğru olacağı görüşünde direndi. Bu mesele üzerinde
çetin ve inatçı tartışmalar oldu. Sonunda Uluç sakalını tuttu ve yoldu. “Hani
Hayrettin Paşa ile ve Turgut Reis ile savaş görenler, niçin söylemiyorlar, top
yarası alan bir geminin batmak ihtimali yüzünden karaya doğru gitmesi
gerekir, bu ise ötekilerin bozguna uğramasına yol aöar” diye feryat etti ise de
dinletemedi. Böylece bizi donanmamız kıyıdan ve kâfir donanması denizden
olmak üzere karşı karşıya geldiler.
Kapudan Paşa hemen hoyrat bahadırlığını göstererek ilk hamlede
düşman gemileri üzerine atıldı. Kâfir de gelen geminin üç fanuslu olmasından
Kapudan gemisi olduğunu tanıdı ve donanmasının çoğunu onun üzerine
sürdü. O anda Kapudan paşanın kendisi şehit ve oğulları baştarde ile esir
düştüler. Öteki teknelerdeki asker ve gemiciler karaya döküldüler. Pertev
Paşa da karaya çıktı ve yaya olarak dağlara düşüp türlü sıkıntı ve
tehlikelerden sonra canını kurtarabildi.
Bu fakir, bu savaşın yapıldığı yeri gördüm. İnebahtı’nın aiağısında
Karlıili sancağında denizi sığ olan bir yerde, padişah haslarından Anatoikoz
139
adını taşıyan büyük bir köyün alt yanında, yeni Karlıili sancağına bağlı Ergili
Kasrı denen ufak bir kasabanın karşısındadır ve sarp, kayalık bir dağın
dibinde bulunmaktadır. Kurtulanlar o dağa sığınabilenler olmuştur.
Uluç Paşa ise, kendine ait yirmi parça gemiyi toparlayıp yeni bir
düzene girdi ve düşmanın sol kanadına düştü, Osmanlı donanmasının sağ
yanından üzerine gelen kâfir gemileri ile savaşarak birkaçını yaraladı ve
birçok kâfir öldürdü. Kendi gemilerine de düşmanın bir, iki topu dokundu.
Sonunda düşman yönünden esen rüzgâr kendisi için elverişli olduğundan sağ
salim kurtuldu. Düşmandan bir, iki gemi almasına karşılık kendisi hiçbir kayba
uğramadan İstanbul’a geldi. Kaptanlığa getirilerek Uluç adının Kılıç’a
çevrilmesine ferman buyuruldu. Hatta kendisine yazılan buyruklara da Kılıç
sözcüğü kaydedildi.
Böyle uğursuz bir savaş, değil bir İslâm devletinde, Hz. Nuh
Peygamber gemi icat edeli beri dünya denizlerinde bile görülmüş değildir.
Yüz doksan parça gemi din düşmanlarının eline geçti. Top, tüfek ile daha
başka savaş araç ve gereçleri, forsa kürekçileri ve İslâm savaşçıları gibi
uğranılan başka kayıplar da bununla orantılı idi. Gemilerin her birinde en az
üç yüz adam bulunurdu. Buna göre hesap edilse yitirilen insan sayısı yirmi
bini bulur.
O sırada padişah hazretleri –yüce Allah onu yüceltsin ve yardımcısı
olsun- Edirne’de bulunuyordu. Olayı duyunca hemen İstanbul’a döndü ve
yeni savaş gemileri yapılması çabalarını hızlandırdı. Tersâne yakınında
bulunan saray bahçesinin bir parçasını ayırarak sekiz gemi yapılabilecek
genişlikte bir tersâne meydana getirildi. Anlatıldığına göre Kapudan Kılıç Ali
Paşa her zaman sadrâzam Mehmet Paşa’ya “tekne yapmak imkânı vardır,
ama sözgelişi iki yüz gemi için beş, altı yüz demir ve buna göre eshâb-ı
sefîne denen aletler, yani halat, ip ve her gemiye yelken gibi donatım
takımları tamamlamak imkânı yoktur” dermiş. Rahmetli Mehmet Paşa da
şöyle karşılık verirmiş: “Paşa hazretleri, sen henüz bu Osmanlı devletini
140
tanımamışsın! Allah aşkına şuna inan: Bu devlet öyle bir devlettir ki, isterse
bütün
donanmanın
demirlerini
gümüşten,
halatlarını
ibrişimden
ve
yelkenlerini atlastan yapmakta güçlük çekmez. Herhangi bir geminin gerekli
alet ve yelkenlerinin yetiştirmezsem, dediğim biçimde benden al.” Bunun
üzerine Ali Paşa kalkıp sadâzamın elini öpmüş ve “kesin olarak inandım ki,
bu donanmayı siz tamamlarsınız” demiş. Gerçekten de iki yüzü aşkın kadırga
ve baştarde Nevruz’dan önce hazırlandı, tümünün araç ve gereçleri, kürekçisi
ve savaşçısı, bunca top ve tüfek, bütün savaş silahları ve aletleri eksiksiz
tamamlandıktan sonra tam zamanında mükemmel bir donanma meydana
getirip Akdeniz’e çıkardılar. Hiç kimseden ne bir gemi, ne de bir akçe ve
yardım aldılar.
Kâfirler ise bütün bunların beş, altı ayda meydana getirilmesine imkân
bulunmadığı,
tekneler
yapılabilse
bile
bunları
kullanacak
adam
bulunmayacağı fikrinde idiler. Ama yine mükemmel bir Osmanlı donanması
denize açıldığını görünce hayran oldular ve hayretten şaşa kaldılar. “Hâlâ
bunlar o budundur ki, bir anda bu kadar gemi kaydı verdiler ve aradan altı ay
geçmeden eskisi gibi, belki ondan da öte dört başı mamur bir donanma
yerine koydular” derlermiş
141
EK VI - HASAN BEYZÂDE TÂRİHİ’NDE İNEBAHTI SAVAŞI
Zikr-i İnhizâm-ı Donanma-yı hümâyûn ve şehîd geşten-i
Kapudan Ali Paşa
Târih-i Hicret’ün tokuzyüz yetmiştokuz sâl-i acîbü’l-ahvâlinde, Cezîr-i
sânî Pertev Paşa, serdâr-ı seriyye-i İslâm ve sipehsâlâr-ı cünûd-ı zafer-i’lâm
olup, ikiyüz elli pâre kadırga ile Kapudan-ı erkân olan Ali Paşa, (bile, koşılup,)
deryâya çıkarılup, (sevâhilde olan) memâlik-i küffârı gârete ve (sefâ’in-i
füccârı buldukları limunlarda,) emvâl ü erzâklarını hasârete gönderilmiş idi.
Mûmâ-ileyh Kapudanun deryâ ilminde vukûfı olmaduğından kat’-ı nazar,
Serdâr-ı asker-i cerrâr olan Pertev Paşa-yı saffârâyun dahı umûr-ı harb u
kıtâlde, kemâl-i mertebe, ihmâli ve korsanlar re’y ü ilkâsına adem-i imtisâli
olmağın, (rûy-ı deryâda, bir mıkdâr zamân-ı bî-hûde, deverân itdükden
sonra,) Mora-kal’ası mukâbelesinde, Venedik (ve İspanya) keferesinün bîkem ü kâst, üçyüz pâre kadırgalarına rast gelinüp, (zarûrî,) kıtâle mübâşeret
itdüklerinde, sefâ’in-i ehl-i İslâmda olan zu’amâ ve erbâb-ı tîmâra mukaddem,
icâzet virilmiş olup, kadırgalarun ekseri askerle mâlî olmayup, âlât-ı harb u
kıtâlden ve guzâtdan hâlî bulınmağla, asker-i İslâma küffâr-ı li’âmdan kesr ü
inhizâm târî ve cümle-i Donanma’ya sârî olup, Kapudan Ali Paşa, şehîd ve
Serdâr Pertev Paşa, kadırgasiyle Donanma içinden kaçup, nâ-pedîd olup,
sâ’ir-i sefâ’in dahı, perîşân ve ekseri, deryâyı ummânda, bî-nâm u nişân olup;
ancak içlerinden Cezâyir beylerbeyisi olan Kılıc Ali Paşa, otuz, kırk pâre,
sefâ’in-i Cezâyir ile halâs ve ba’zı mîrî kadırgalar dahı, anlara mülhak
olmağla, semt-i rehâ vü menâs bulup, dârü’l-İslâma ve sevâhil-i tahtgâh-ı
Pâdişâh-ı
enâma
gelmişdür.
Zikr
olan
Donanma
seferine
“Sıngun-
donanması” diyü nâm konılup, beyne’l-havâss ve’l avâm, iştihâr-ı tâmm
bulmışdur. (Serdâr nâmına olan Pertev Paşa, beyne’l-enâm, müftazıh u bednâm olup, taraf-ı Pâdişâh-ı İslâmdan te’bîd-i azl ile rüsvâ-yı âmm kılınup,
ömri âhır olınca, mesned-i vezârete vaz’-ı akdâm itmek müyesser
olmamışdur.
142
Ve Kapudanlık, Kılıc Ali Paşa’ya tevcîh olınup,) gerçi adû-yı dînden
intikâm almak kasdı ile sene-i âtiye olan âm-ı nusret-fercâm donanmasına
cell-i himmet-i Pâdişâh-ı İslâm, masrûf olup, Vezîr-i a’zâm Mehemmed
Paşa’nun ikdâmı ve Kapudan-ı cedîd Kılıc Ali Paşa’nun ihtimâm-ı mâ-lâkelâmı ile ol kış, bî-işret ü ayş ve dağdağa vü teşvîş, (etrâf u eknâfdan
kârâste ve sâ’ir-i mühimmât u levâzımı getürdüp, müceddeden, sefâ’in-i
zafer-karâ’in binâsına) bezl-i gayret idüp ve giceyi gündüze katup, (a’dâ-yı
dîn ü devlet, muhâl add iderler iken,) evvel-bahâr-ı ferhunde-âsâra değin,
tersânelerde, ikiyüz elli pâre kadırga (ve ana göre mavna ve sâ’ir-i keştîleri)
binâ itdürüp, (Kapudan-ı cedîd Kılıc Ali Paşa ile) cânib-i deryâya gönderdiler;
hattâ Vezîr-i a’zâm mezbûr, “Lâzım gelürse, her kadırganun resenlerini
ibrişimden ve tente vü yelkenlerini atlas u dîbâdan iderin” diyü kelimât idüp,
a’dâ-i dîne kuvvet ü kudret gösterdiler (ve her kadırgayı gerek, esbâb-ı kıtâl
ve gerek, asker-i zafer-nevâl ile bir vechile, memlû vü mükemmel eylediler ki,
her kadırga, bir hisâra ve her mavna, bir kûhsâra döndi;) lâkin melâ’in-i
hâsirîn, havfa karîn düşüp, Donanma-yı mislimîn’den gürîzân ve deryâda nâma’lûm semtlere revân olup, üstlerine varılup, mukâbele ve ahz-ı intikâm
içün, mukâtele müyesser olmayup; ancak deryâ yüzini muhâfaza ve
Memâlik-i İslâmiyye’ye zarar def’ini hıdmet mülâhaza idüp, deryâ zamânı
mürûr idince, ataları ve cezîreleri devr idüp, fasl-ı şitâ’ irişdükde, Halîc-i
İstanbul’a vusûl ve Tersâne-i âmire önüne duhûl eylediler.
Sâl-i âyende içre, bu tedârük, pâyende olmayup, Fırance vesâtatı ile
Venediklü, dostluğa tâlib ve sulha râgıb olup, ilçileri hedâyâ’-i kesîre ile gelüp,
Pâdişâh-ı âlî-şândan istîmân eylemeğin, musâlaha ve terk-i mükâfaha
olınmışdur ve tarafeynden ahid-nâmeler yazılup, ile’l-ân, Venediklü olan ehl-i
tuğyân, dostlık da’vâsın nümâyân iderler; lâkin tebdîl-i alâ’im idüp, yine,
deryâda, sefâ’in-i ehl-i İslâma ta’arruza âzim ve fursat buldukda, Donanma-yı
Osmâniyân’ı hazîm olmakdan hâlî degüllerdür.
143
EK VII - TUHFETÜ’L-KİBÂR’DA MALTA MUHÂSARASI
Malta Seferi ve Turgut Paşa’nın Şehit Olması
Dokuz yüz altmış sekizde (1560/61) adı geçen Paşa donanma-yı
hümayunla korumaya çıkup geldikte Malta seferi içün gemiler hazırlanması
buyuruldu. Dördüncü vezir Kızılahmetlü Mustafa Paşa serdar oldu.
Dokuz yüz yetmiş iki şabanı sonlarında (Mart 1565 sonları) Anadolu ve
Rumeli askeri ve yüz elli parça kadırga ve kalitesi olan donanma-yı
hümayunla Kapudan Piyale Paşa Akdeniz’e salup şevvalin on dördüncü günü
(15 Mayıs 1565) Avarin Limanı’ndan kalkarak Malta’ya doğru yöneldiler.
Üç gün enginde gidüp dördüncü günü Malta Adası’nın batı yanına demir
attılar. Ertesi gün Marsaşolok Limanı’na girüp danışık olunduktan sonra bu
limanın iki yanına tabur çevrildi. Toplar ve biraz yarar tüfekçi konup
korunması işi bütünledi. Sonra bu ayın yirmibirinci günü (22 Mayıs) yıldızlar
sayısınca asker çadırıyla bu adaya çıktı, hisar yakınında Bey Bahçesi diye
bilinen bahçeden akan su üzerine vardıklarında yedi sekiz yüz kadar gök
demürlü atlu kâfirler sayısız piyade çıkup İslam askeriyle karşılaştılar. Bir iki
saat savaştan sonra kâfirler bozulup çok kâfir kırıldı. Kılıç artıkları hisara
kaçtı. O gece söylediğimiz gönül açıcı Bahçe Suyu üzerinde kalındı.
Santarma
Burcunun
Kuşatılması:
Ordunun
ileri
gelenlerinin
düşüncesiyle limanı korumak içün yapılan Santarma Burcu’nun fethi önemli
görülüp ertesi gün yirmi dört parça topla dört yerden dövülüp her iki üç günde
bir büyük yürüyüşler oldu. Sonunda o yılın zilkadesinin yirmi dördüncü
gününde (28 Haziran 1565) Müslüman gazileri tekbir getirüp yürüdüler.
Tanrı’nın yardımıyla girdiler ve içinde bulunan kâfirlerden bin kadar kötünün
kötüsü, parlak kılıcın lokması oldu.
Turgut Paşa’nın Şehit Olması: Tanrı’nın rahmeti üzerine olsun. Bundan
önce kuşatmanın yedinci gününde Turgut Paşa, Tarabulusgarp’tan on üç
144
parça kadırgayla gelüp yarar adamlarıyla bu burcun kuşatılmasına çalışub
dürişürken
başına
top
serpindisi
dokunup
ağzından,
burnundan,
kulaklarından kan gelmişti. Dört gün dört gece kendini bilmeden yatup beşinci
günde –ki bu kalenin fethedildiği gündür- çin sabah vaktinde göçüp kendisinin
beş parça kadırgasıyla cenazesi Tarabulus’a götürülerek orada gömüldü.
Santarma Hisarı’nın Kuşatılması: Bundan sonra, bu ayın yirmi altıncı
günü (25 Haziran) bu burcun yakın yerlerine metrisler ve tabyalar kurulup
içine yarar tüfekçiler girdi. Ve o burçtan hisar hendeği dileğince korunup elde
tutulmuştu. Bu hendek çok derin olup doldurulması kolay olmadığından bir
elverişli yerinden yarılup iki top kuruldu. Hisar duvarını temelinden dövüp
adam saklanacak kadar açıldıktan sonra içine nakkablar girüp istedikleri gibi
söktüler. Ve on tane kadırga sereni getirüp hendek üzerine köprü kurulan
yerin üzerini toplarla dövüp gedik açtılar ve kimi mümkün olan yerlerden
yürüyüş içün merdivenler konulup zilhiccenin on yedinci günü (16 Temmuz
1565)
İslam
askeri
köprüden
ve
merdivenlerden
yürüyüş
ettiler.
Kovakuşluktan ikindiye değin büyük vuruş ve kırış olup iki taraftan çok adam
düştü. Sonunda o taraftan zafer mümkün olmayup İslam askeri çekildiler.
Sonra kara tarafından sekiz yerden otuz pare top kurup metrise girdiler.
Bir nice yerden hendekler yarılup toplarla gedikler açıldı. Gece gündüz
dürişilüp o ayın yirmi üçüncü günü (23 Temmuz 1565) gaziler yine yürüyüş
ettiler. O gün de akşama dek savaş ve uğraş olup denizde yüz parça kadırga
Malta Hisarı’ndan gelen yardım yolunu kestiğinden içinde olan kâfirler zabun
olduktan sonra Santarma Hisarı alındı. Kuleleri ve surları üzerine İslam
bayrakları dikildi. Kırılandan başka bin dört yüz kâfir tutsak zincire vurulup ulu
Tanrı’nın yardımıyla bu kale halkı bütün yöresi ve çevresiyle ele geçti,
bundan sonra asıl Malta kuşatmasına dürişildi.
İslam gazileri buna çalışup metrise girdiler. Lakin deniz zamanı
geçmeye yakın olduğundan zahire azlığından İslam askeri sıkıldılar ve kaleye
çevreden donanma ve zahire gelmekteydi, hisar berk olduğu gibi durmadan
145
yardım geldiğinden ötürü yakın zamanlarda ele geçirilemeyeceği bilindi. Söz
birliğiyle vazgeçmek yeğ görüldü. Bu ada köyleri yakılup yıkılarak ve yağma
edilerek kalkup Rûm tarafına döndüler. Sağ esen ve doyum olmuş olarak
gelüp Tersâne-i Âmire’ye girdiler.
Kimi tarihte yazılıdır ki Turgut Paşa, Malta Adası’nın her halini çok iyi
bilir tanır, metris yerlerini ve kuşatmanın kolayını bilir, sakın onun dediğine
aykırı gidilmeye, diye âlemin sığınağı olan padişah sıkı sıkı ısmarlamıştı.
Donanma-yı hümayun Malta’ya vardıkta Turgut Paşa daha donanmasını
tamamlayup henüz gelmemişti. Serdar ve adı geçen kapudan, Turgut Paşa
gelinceye kadar bir maslahat görelim, diye Malta Hisarı’na yapışmayı onun
düşüncesine bıraktılar. Santarma Burcu, Malta Hisarı’na havaledir, önceden
alınması gerektir, o zamana dek Turgutça da gelir, sonra Malta’ya yapışmak
kolay olur, dediler. Bu burç da berklikte Malta benzeriydi.
Yedi günden sonra Turgutça gelüp Santarma’ya yapıştıklarında üzüldü.
“Santarma fethinin yararı nedir? On Santarma yapılsa Malta Hisarı
alınmayınca bunları elde tutmak mümkün müdür?” diye çok söyledi. Ama ne
fayda? Başlamış olmak susturucudur. Dürişüp on yedinci günde aldılar. Lakin
çok kimse kırılup kılıca gelen askerin kılağısı orada bozuldu. Turgutça da
düşüp barut ve başka gereçlerin çoğu orada tüketilip artanıyla ister istemez
Malta Hisarı’na yapıştılar.
Serdar kapu askerine terakkiler ve ihsanlar edüp Kapudan Piyale Paşa
da Turgutça gibi bir savaş eriyken onun tarafına iltifat etmedü; kolunda olan
gazilere ve leventlere bakmadı. Kapudan Paşa da o kadar aldırmayup
serdara çokluk başvurup uymadı. Aralarına soğukluk düşüp kalktılar, yok
yere bu kadar harç ve sarf, bu kadar gazi boşa gitti. Baştan ayağa utanç
içinde, yüzleri kıpkırmızı İstanbul’a gelüp birbirini suçladılar. Top atıldıkça
“serdar uyur, sabredin” derlerdi; topçu ve asker neylesin. Donanma halkı
suçu serdara yüklettiler ve bu suçla adı geçen serdar vezirlikten çıkarıldı.
146
Lakin kâfir tarihlerinde yazılıdır ki İspanya Anabolusu kaptana yardıma
gelüp karaya çıktıkta asker savaş edüp kâfirler üstün geldiğinden hisardan el
çektiler ve gemilere girüp döndüler. Toplar yerinde kaldı. Bugün de
Malta’dadır, diye çok böbürlenirler.
Kıssadan hisse budur: bir vilayetin önce hükümet merkezine yapışmak
gerek; fethi mümkün olursa öteki yerler kolaylıkla ele gelür, yoksa ona bağlı
olan yerlerde uğraşmak boşunadır.
Hüsrev Paşa Şehrizûl’ü Hille’ye asker kodu; bu denlü kayıba uğradı,
Bağdat alınmadıkça onları elde tutmak mümkün olmadı. O zaman asker ve
serdar Malta kıssasını bilseler ona göre davranırlardı ve Kapudan Yusuf
Paşa, Girit’e vardıkta ilkin Kandiye Hisarı’nı alırdı.
Lakin dünya halkının çoğu tarih ilmini masal yerine koyup “Varak-ı mihr
ü vefayı kim okur, kim dinler?” atasözünü söylerler, ondan ötürü böyle olur.
Bu yolda yazılan buymuş, demek söz değildir. Çünkü bir işi alınyazısına
havale yoluyla sebebe yapışup çalıştıktan sonra ele girmediği zaman olur,
eksik tedbirle tamam olmayanı takdire havale suç ve kusurdur. Çünkü asker
ve halk tevekkül-i surf erbabından olan keramet sahibi şeyhler gibi olmayup
İnsanların Efendisi –Tanrı’nın salat ve selamı üzerine olsun- “bağla da sonra
tevekkül et” buyurduğu Arabî yerindedir. Bir işe yolunda başlayarak elde
edilmezse, o zaman, mukadder değilmiş demek gerek.
147
EK VIII - TUHFETÜ’L-KİBÂR’DA İNEBAHTI SAVAŞI
İnebahtı Yenilgisi: Önceleri başkumandan Pertev Paşa ile kapudan Ali
Paşa Kıbrıs’tan Rodos’a gelüp birkaç gün o çevrede dinlendiler. Düşman
donanmasından eser ve haber belirmeyüp Girit Adası’na saldılar. Kıyılarını
yağma edüp gezerken Cezayir beylerbeyi Uluç Ali Paşa da yirmi parça
gemiyle gelüp onlara katıldı. Söz birliğiyle varup Kefalonya Adası’nı yağma
edip yıktılar. Sonra Rumeli kıyısında Venedik kalelerinden Sobut, Ülgün ve
Bar
adındaki
hisarları
aldılar.
Nice
zaman
denizde
gezüp
kâfir
donanmasından eser ve haber belirmedi.
Kış mevsimi yaklaştığı içün levent gemileri derya beyleri gemilerinde
tımar erbabı az kalup birer bahaneyle gitmişlerdi. Savaşçı ve kürekçi
kısmının birazı dağılup askerin gerisi donanma gemileriyle İnebahtı Limanı’na
gelüp demir attılar. Orada yere batası düşman gemilerinin mutlaka gelüp
donanma-yı hümayunla karşılaşarak vuruşmalarının kesin olduğu haber
alındı.
Kâfir Gemileri: Yüz kadırga Venedik’ten ki her birinde yüz savaşçı vardı.
On iki de Papa’dan, dört Marine’den, dört Malta’dan, otuz İspanya
Anabolusu’ndan, on da Ceneviz’den ki İspanya’ya bağlı olup başları olan
Oğlan Kapudan dedikleri Anderya idi. On da dukadan ki Florensiya ülkesinin
dukası ve Ligorna hâkimidir. Dört Kalavri’den, on iki Çiçilye’den, dört
Portokal’dan, on iki de gönüllü gemisi, hepsi iki yüz parça çekdirir, yirmi
dokuz ve yirmi sekiz oturak, en aşağısı dörder oturaktır, yedi mavuna da
Venedik’ten ki her birinde üçer yüz savaşçı vardı. Ve yine iki kalyon
Venedik’ten ki her birinde biner cenkçi vardı. Yirmi barça da Venedik’ten, her
birinde yedişer yüz nefer konmuştu.
Bu gemilerin serdarı Roma kapudanı Marko Anton ve İspanya kapudanı
Cevan Osteryako, yani Avusturyalı Beşinci Karlos İmparatorun zinadan olma
148
oğluydu. Venedik kapudanı Sebastiyano Verniyo ki Venedik beylerindendi;
Duka kapudanı, Ceneviz kapudanı ve Tiranda adında gönüllü kapudanıydı.
Venedik gemilerinin azığa çok darlığı olup İspanya gemileri biraz
çürümüş peksimet vermişti; o da bulunmuyordu. Bunlar Mesine’de toplanup
çıktılar ve on yedinci günde Holumuç önüne geldiler. Venedik’ten feryatçı
vardıkça “daha sabredin, zebun olsunlar” diye avuturlardı. İspanya’dan
savaşa gücü yeten yirmi bin kişi toplanup Ceneviz’de gemilere girmişlerdi.
Alaman’dan dokuz bin, Malta’dan ve Cicilye’den bir o kadar daha, hepsi yirmi
beş bin, öncekiyle kırk elli bin kâfir defter olunmuştu.
İslam Askerinin Danışığı: Serdar Pertev Paşa, Kapudan Ali Paşa,
Cezayir beylerbeyi Uluç Ali Paşa, Tarabulus beylerbeyi Cafer Paşa,
Hayreddin Paşaoğlu Hasan Paşa, on beş sancak beyi ve askerin başka ileri
gelenleri bir yere gelüp danışık eylediler.
Uluç Ali Paşa savaşa rıza vermeyüp “donanmamız eksiktir, altı ay kadar
denizde gezmekle gemiler bozgundur. Eskiden Körfez’den İnebahtı’ya
dönüldükte, dönüştür diye sipah ve yeniçeri, izinli izinsiz dağılmışlardır.
Boğaz Hisarları’ndan kâfir donanması içeri giremez, çıkılmak korkuludur”
dedikte Pertev Paşa ona uydu. Kapudan Paşa “İslam gayreti, padişahın
şerefi yok mudur? Her gemiden beşer onar kişi eksik olmağla ne olur?”
dedikte başkaları da yer yer karşı çıkup savaş yanlısı oldular.
Ali Paşa “düşman üzerine yürümeği kararlaştırdığınıza göre, hiç
olmazsa deniz tarafına gidelim” dedi. Kapudan Paşa “kıyı tutmak yeğdir”
dedi.
Bu yolda çok kavga olup Uluç Ali Paşa, “hani Hayreddin Paşa ile,
Turgutça Paşa ile savaş görenler, niçin söylemezler? Bir gemiye top
dokunduğu gibi batması ihtimalinden karaya dönse gerek, ötekilerin
bozgununa yol açar” diyegördü, ama olmadı. “Gemilerden fanusları, büyük
149
bayrakları ve flandıraları giderin” diye öğüt verdi. Kapudan Paşa alaya
kalkışınca o da vazgeçti.
Bu Kapudan Paşa aslında yarar ve gayretliydi; ama deniz savaşlarını
görmeyüp korsanlık fennini bilmez, tanınmış, sert bir kimseydi ve kendisine
gelen buyruklar da “elbette kâfirin donanması her nerdeyse üzerine varup
karşılaşasın, yoksa öfkeme uğrar, azar yersin” diye ferman olunduğundan
bütün askeri kendi düşüncesine uydurup savaşa karar verdiler.
İslam Gemilerinin Çıkışı ve Bozgun: Adı geçen Kapudan Paşa büyük
öfke ve böbürlenmeyle dokuz yüz yetmiş dokuz cumadelûlâsının on yedinci
pazar günü (7 Ekim 1571) kalkup Pertev Paşa sol kola ve Ali Paşa sağ kola,
kendi ortaya girüp hepsi yüz seksen parça gemiyle alay bağladılar. İnebahtı
Boğazı’ndan çıktılar, Mora’da Holumuç kıyısında, bu boğaza yakın bir burun
vardı, o zamandan beri Kanluburun derler, kâfir donanması o burun ardında
yaturdu.
O yerde Ali Paşa, kapudana haber gönderüp “kâfirlerin barça ve
mavunası, kale ve metristir; ilkin önünden savulup sonra dönüp ya ardından
ya böğründen girelim” dedikte Kapudan Paşa “ben padişahın donanmasına
kaçtı namını komazam” deyüp yürüyüp karşı vardı.
Hemen kâfirin elli parça gemisi seçilüp Kanluburun’dan taşra gelüp
kalan gemileri burun ardında saklanup görünmezdi. İslam gemileri o elli
gemiye çatup tamam ellisini söyündürmekle uğraşırken öteki gemileri burun
ardından çıkup donanmayı çevirerek topa tuttular.
Beri yandan da, durum gereği, bir yerde toplaşurken Kapudan Paşa
hemen baştardayla alaydan seçilüp önce bir gemiye çatarak sçyündürmeye
uğraşırken kâfirler üç fenerlerinden bilerek üşündü ettiler. İki parça barça,
baştardayı araya alup kapudanı şehit ettiler; iki oğlu ve içinde olanlar tutsak
oldu. Pertev Paşa gemisini de topla vurup batardılar; kendisi denize düşüp
150
yüzerken Hasan Paşaoğlu Mahmud Bey rast gelüp kancayla gemisine aldı.
Baş gidince ayak kalmaz, öteki askere tam bozgun olup herkes başının
kaygısına düştü.
Uluç Ali Paşa, ne zaman ki bu durumları gördü, eski korsandı, gemisine
bir alamet koymayup deniz tarafına açılmıştı. Kapudan Paşa gemisinin
girdaba düştüğünü görünce çektirirken Malta kapudanının üzerine gelüp
çatup aldı ve bu kapudanın başını kendi eliyle kesüp birkaç gemi daha
söyündürdükten sonra; kâfirler üstün geldiklerinden Cezayir gemileri birbirinin
ardına düşüp savaşarak Moton tarafına doğru çektirüp gittiler.
Askerin çoğu kâfirlerle savaşta şehit oldu. Savaş yeri olan Anatokola,
Mora kıyısına yakın topuklu sığ yer olduğundan on beş parça gemi oturup
halkı suya döküldü; bunların birazı karaya çıkup kurtuldu. Kalanından kimisi
alınup kimi boğulup gitti. Ağriboz beyi Salih Paşazade tutsak olmuşken
Hasan Paşa gemisiyle kurtuldu; Pertev Paşa da Mahmud Bey gemisiyle
Preveze’ye çıkarak karadan İnebahtı’ya geldi.
Şehitler: Çorum beyi Gülâbi, Karahisar-ı Şarkî beyi Ahmed, Engürü beyi
Mimarzade, İnebahtı beyi Firdevz, Sakız beyi Abdülcebbar, Midilli beyi Hızır,
Sığacık beyi Karabatak, Biga beyi Ali, Mısır İskenderiyesi beyi Şolok ve bir
bey daha, hepsi onbir sancak beyi, tersane emini ve kethüdası;
kapudanlardan Dumdum Memi, Ali Müslüman ve başkaları ve bu sancakların
sipahileri hepsi şehit olup az kimse kurtuldu. Kâfir hepsi altmış parça kadırga
alup halatını ve gereçlerini Venedik Cebehanesi’ne kodu.
Kıssadan hisse budur ki serdarlar düşmanın durumunu yoklayup iyice
anlayup bildikten sonra, eğer karşı koymaya gücü yetse bile, barış
mümkünken savaşa kalkışılmaya. Kalkışılırsa iyice araştırılup kanun üzere
savaş ola. Serdar olanlar kendileri savaşa başlamayalar, yerinde durup öteki
askeri gereğine göre kullanalar. Bozgun olup umut kesildikte ister istemez bir
tarafa çıkmakta hünerdir. Bütün askerin kırılmasından bir serdarın alınması
151
zararı artuktur. Hele deniz savaşlarını kara savaşına benzetmeyenler, savaş
kanunlarını tarihlerde ve hükema kitaplarında göreler.
Mansıplar Verilmesi ve Kılıç Ali Paşa’nın Kapudanlığı: Âlemin
sığınağı olan padişah Edirne’deyken cumadelâhirenin üçünde (23 Ekim
1571) Uluç Ali Paşa’nın bür adamı gelüp bu korkunç haberi getirdi. Bütün
Müslümanlar tasalanup bu kıyameti andıran bozgunun olmasına “sübhân elKadir el-Hakîm, inne zelzeleti’s-sâate şey’ün azîm” diye şaşarak istircâ
eylediler.
O sırada kapudanlık mansıbı yiğitliği ve güzel tedbiri karşılığı adı geçen
Uluç Ali Paşa’ya verildi, Uluç lakabı Kılıç ile değiştirildi. Ona yazılan yazılarda
bu lakap yazılup herkes bundan böyle Kılıç Ali dediler.
Düşen sancak beylerinin yerleri verilüp Murad Reis’e de Sığacık sancağı
verildi.
Veziri Âzam Mehmed Paşa’nın Hazırlığı ve Tedbiri: O sırada Cem
güçlü padişah yeniden gemiler yapılmasını ferman etti, tersane yakınında
olan Hasbahçe’den biraz yer ayırdı ve Sekiz Kemerli Tersane yaptılar. Veziri
âzam Mehmed Paşa da var gücü bazuya getirdi; o kış içinde yüz elli parça
kadırga ve sekiz mavuna kurdurdu.
Kapudan Kılıç Ali Paşa hep derdi ki “tekne yapmak kolaydır, iki yüz
parça gemiye beş altı yüz demir ve ona göre halat, yelken ve başka
gereçlerini tamamlamak güç görünür.”
Koca Mehmed Paşa karşılığında “Paşa Hazretleri, yüce devletin gücü ve
kudreti öyledir ki bütün donanma demirlerini gümüşten, iplerini ibrişimden
yelkenlerini atlastan etmek ferman olunsa yapmak mümkündür. Herhangi
geminin yat ve yarağı yetişmezse bu minval üzere benden al” dedikte Ali
152
Paşa el arkasını yere koyup alkışlayup dua eyledi. “Gerçi bildim ki bu
donanmayı tekmil edersiz” dedi.
Gerçekte de ilkyaza dek bütün tedariklerini görüp bu kadar top, tüfek,
dövüş ve savaş araçları ki geçen yıl alınmıştı, eskisi gibi, belki daha çok
tekmil etti.
Kavga: Burada şu kaldı: Bu gemileri bütün beylikten verilen mal ile mi
yaptı; yoksa devlet adamları ve belli kişiler mi yardım etti? Peçevî aydur: “Ne
kimseye gemi saldılar ve ne akçe yardım aldılar.”
Ama Tersane-i Âmire’de kimi yaşlı kapudanlar, yetiştikleri o devir devlet
adamlarından işiterek anlatırlar ki devletin sayılı adamlarına ve ileri
gelenlerine, herkese halince gemi saldılar. Yalansa söyleyenin üzerine,
bunun doğru olup olmadığı hazine defterlerinden belli olur.
153
EK IX – GÖRSEL MALZEMELER
“İnebahtı Savaşı” – Paolo Veronese (1528-1588)
“İnebahtı” – Matthaeus Guenther (1705-1788)
154
“İnebahtı Savaşı” – Venedikli Tomasz Dolabella (1570-1650)
“İnebahtı Savaşı’ndan Bir Detay” – Venedikli Tomasz Dolabella (1570-1650)
155
“İnebahtı Savaşı” – Venedikli Tomasz Dolabella (1570-1650)
“İnebahtı Savaşı 1571” –Don Juan ve Kardinaller
156
“İnebahtı’nın Kahramanları” - Anonim
“İnebahtı Savaşı” – Vatikan Müzesi’ndeki Coğrafi Haritalar Galerisi’ndedir.
157
“İnebahtı Savaşı, 7 Ekim 1571” XVIII. Yüzyılın ikinci yarısına ait bir eser.
“İnebahtı Savaşı” – Londra National Maritime Museum’da
158
“İnebahtı Savaşı” – Andrea Vicentino (1542-1617)
İnebahtı Savaşı’nı anlatan bir fresk.
159
“Monument to Don Juan de Austria” – Don Juan de Austria’nın
Messina’daki Anıtı.
Sevilla Santa Maria Magdalena Kilisesi’nde bulunan bir fresk. Bakire
Meryem’in İnebahtı Savaşı’nda İspanyol gemilerini koruması.
160
Kral Philippe II’ye Tanrı’nın bir lütfû olarak erkek bir mirasçı gönderilirken.
Kral’ın ayaklarının dibinde bir Osmanlı askeri ve bir köpek görülmekte. Arka
plânda ise İnebahtı Savaşı resmedilmiş. İtalyan Titian’ın XVI. yüzyılın
sonlarına ait bir çalışması.
161
Malta Muhâsarası 1565
162
Malta savunmasına katılmış olan Hospitalier Şövalyesi Ulrich von
Rambschwang’ın XVII. Yüzyılın başında yapılmış mezar taşı. Bugün Münih’te
Bayerisches Ulusal Müzesi’ndedir.
Charles Philippe Lariviere (1798-1876) tarafından XIX. Yüzyılın ilk yarısında
yapılmış bir çalışma.
163
“Malta Muhâsarası – Türklerin Kaçışı” – Matteo Perez d’Aleccio tarafından
yapılmış bir fresk. Malta – Valetta’daki Grandmaster’s Palace’ın büyük
salonunda bulunmaktadır.
“Malta Muhâsarası – Saint Elmo’nun Zaptı” Matteo Perez d’Aleccio
tarafından yapılmış bir fresk.
164
“Malta Muhâsarası- Türk Donanmasının Gelişi” Matteo Perez d’Aleccio
tarafından yapılmış bir diğer fresk.
Maltalı Heykeltraş Antonio Sciortino (1879-1947) tarafından yapılmış Malta
Muhâsarası Anıtı.
165
ÖZET
GÖRGEL, Zehra. XVI. Yüzyılın İkinci Yarısındaki Osmanlı Yenilgilerinin
Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserlerindeki Yansımaları, Yükseklisans Tezi,
Ankara, 2010.
XVI. yüzyılın ikinci yarısı, dünyâda olduğu kadar Osmanlı Devleti’nde
de pek çok değişim ve dönüşümün meydâna geldiği bir dönemdir. XIV.
yüzyılın ikinci ve XV. yüzyılın ilk yarısından itibâren hızla gelişen Osmanlı
Devleti, XVI. yüzyılda dünyâ siyâsetinin en mühim güçlerinden biri olarak,
döneme damgasını vurmuştur. Ne var ki aynı yüzyılın ikinci yarısında mühim
iktisâdî, siyâsî, teknolojik, toplumsal vb. değişim ve dönüşümlerin yaşanması
Osmanlı Devleti’nde de etkisini göstermiş ve devlet, pek çok bakımdan zirveçözülme
ikilemine girmiştir. Bu ikilem döneminin iki mühim yenilgisinin
alındığı Malta Muhâsarası ve İnebahtı Savaşı, denizler üzerinden değişmekte
olan güçler dengesinin ve “Yenilmez Türk” efsânesinin bitişinin habercisidir.
Osmanlı yenilgilerinin Osmanlı târih yazar ve eserlerindeki yansımalarının
incelendiği, iki bölümden oluşan bu çalışma, değişen dünyâ ve devlet
düzenine rağmen târihçilerin yenilgileri kimi zaman ısrarla ezberlenmiş
doğrular üzerinden yaklaşarak, kimi zaman şahsî menfaat, devlet ideolojisi ve
gerçekçilik çıkmazına düşerek, kimi zaman da yapıcı bir üslûpla kaleme
almış olduklarını göstermeye çalışmaktadır.
Anahtar Sözcükler
1. Osmanlı yenilgileri
2. XVI. yüzyıl
3. Târih yazıcılık
4. Malta
5. İnebahtı
166
ABSTRACT
GÖRGEL, Zehra. The Reflections of the Ottoman Defeats in the Second Half
of the XVIth Century, Through the Ottoman History Writers and Their
Chronicles. Master’s Thesis Degree. Ankara, 2010.
The second half of the XVIth century is a period that many alterations
and radical changes occured both in the world and in the Ottoman Empire.
Starting from the second half of the XIVth century and from the first half of
the XVth century the rapidly growing Ottoman Empire as one of the most
important powers of the world, affixed its own seal to the period mentioned
above. However, because of the effects of the important economic, political,
technical, social etc. alterations and radical changes that had emerged in the
second half of the same century, the Empire reached a dead-lock. The Siege
of Malta and the Battle of Lepanto, as two important defeats of the
contradictory period between the Golden Age and the stand-still, are the
messengers of the new power balance emerging from the sea and the swan
song of “The Undefeatable Turk”. This two chaptered work that surveys the
reflections of the Ottoman defeats from the Ottoman history writers and from
their chronicles, tries to show that in spite of the changing world and state
system, the history writers sometimes insistently kept writing their chronicles
through the learned facts, sometimes under the contradictory effects of the
reality or of the advantages of their own and the empire and sometimes in a
way that makes history useful for the future.
Key Words
1. Ottoman defeats
2. XVIth century
3. History writing
4. Malta
5. Lepanto
Download