T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI SİYASET VE SOSYAL BİLİMLER BİLİM DALI ELEŞTİREL DEVLET KURAMLARI BAĞLAMINDA TÜRKİYE’DE SİYASAL DEĞİŞİM: 1980-SONRASI DOKTORA TEZİ Hazırlayan Melehat KUTUN GÜRGEN Tez Danışmanı Prof. Dr. Levent KÖKER Ankara-2011 T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI SİYASET VE SOSYAL BİLİMLER BİLİM DALI ELEŞTİREL DEVLET KURAMLARI BAĞLAMINDA TÜRKİYE’DE SİYASAL DEĞİŞİM: 1980-SONRASI DOKTORA TEZİ Hazırlayan Melehat KUTUN GÜRGEN Tez Danışmanı Prof. Dr. Levent KÖKER Ankara-2011 ONAY Melehat KUTUN GÜRGEN tarafından hazırlanan “Eleştirel Devlet Kuramları Bağlamında Türkiye’de Siyasal Değişim: 1980-Sonrası” başlıklı bu çalışma, 15.12.2011 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği ile başarılı bulunarak jürimiz tarafından Kamu Yönetimi Anabilim Siyaset ve Sosyal Bilimler Bilim dalında doktora tezi olarak kabul edilmiştir. Prof.Dr. Levent KÖKER (Başkan) Prof.Dr. Ahmet ÇİĞDEM Prof.Dr. İhsan D. DAĞI Doç. Dr. Tevfik ERDEM Doç.Dr. Ali Murat ÖZDEMİR ÖNSÖZ “Eleştirel Devlet Kuramları Bağlamında Türkiye’de Siyasal Değişim: 1980- Sonrası” başlığını taşıyan bu çalışma, konusunu 1980 sonrası devletin yeniden yapılanmasında yöntemsel olarak birbirine alternatifmiş gibi görünen devletçi ve liberal bakışların ötesinde, bütüncül bir yaklaşıma duyulan eksiklikten almaktadır. Çalışma konusunun özgünlüğü, yöntemsel olarak yeniden yapılanma meselesinin ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik düzeyleriyle ilişkilendirilmesinin yanı sıra sıklıkla yapıldığı gibi devletin örgütlenmesindeki ve işlevlerindeki dönüşüme odaklanılmasının ötesine geçmesinden ileri gelmektedir. Meseleye teknik bir bakış açısının reform paketlerinin teknik bir incelemesi biçiminde somutlaşmasının, yeniden yapılanmanın ekonomik, siyasal ve toplumsal ilişkilerle ilgili bir süreç olduğunu gözden kaçıracak olması, sürecin bütünsel bir değerlendirmesini gerektirmiştir. Bu gereklilikten hareket eden çalışmada; ekonomi-siyaset, devlet–toplum gibi toplumsal gerçekliğe ilişkin kategoriler arasındaki ilişkilerin birbirine dışsal kavrandığı ya da bu kategorilerin birbirlerine özerkliği ile devlet alanının özerk kabul edildiği çalışmaların sorunlu yanlarını ortaya koyacak alternatif bir siyasal analiz ihtiyacı etkili olmuştur. Böylesi bir çalışma, kuşkusuz birçok emeğin bir araya gelmesiyle sonlanabildi. Eleştirel devlet kuramları bağlamında Türkiye’de 1980 sonrası devlet-toplum ilişkilerinin değerlendirilmesi konusunda bir tez yazmam için öneride bulunan, doktora öğrenimim süresince gerek takip ettiğim dersleriyle, gerekse tez çalışması boyunca ilgisi ve yönlendiriciliğiyle akademik gelişimim üzerindeki değerli katkılarından dolayı sevgili hocam Prof. Dr. Levent Köker’e teşekkürlerimi sunuyorum. Mersin Üniversitesi’nde yüksek lisans öğrenciliğimden başlayarak, siyaset ve sosyal bilimler alanına yönelik bütünlüklü bir analiz yapabilmemi sağlayacak kuramsal temel üzerindeki emeği ile birlikte, akademik alandaki her türlü konuda desteğini esirgemeyen, kırılan cesaretimi tekrar kazandıran değerli hocam Doç. Dr. Atilla Güney’e ise minnettarım. O, olmasa tez eksik kalırdı. ii University of York’taki bir yıllık misafir öğrenciliğim boyunca hem ders içerikleriyle, hem de haftalık okuma grubu toplantılarındaki tartışmalarla çalışmaya farklı bir boyut kazandıran Prof.Dr. Werner Bonefeld’in danışmanlığında bulunmak benim için büyük bir şans oldu. Aynı dönemde Dr. Christos Memos’un seminer saatlerinin sınırlılığını aşan rehberliği ve dostluğu ise bu süreci daha nitelikli kıldı. Gazi Üniversitesi’nde katıldığım derslerinden ve sürekli açık olan odalarında ders kapsamını aşan sohbetlerinden edindiklerimin hayatıma ve bu tezin satırlarına mutlaka yansıdığı Prof. Dr. Kemal Görmez, Prof.Dr. Kadir Cangızbay ve Prof.Dr. Ahmet Çiğdem’i burada anmadan geçmek bu sayfayı eksik bırakırdı. Prof.Dr. İhsan D. Dağı, Doç.Dr. Ali Murat Özdemir ve Doç. Dr. Tevfik Erdem ise tez savunması sırasında biçim ve içeriğe yönelik getirdikleri yapıcı eleştirilerle çalışmanın son şeklini almasına katkıda bulundular. Kendilerine teşekkür ediyorum. Aynı dönemde doktora çalışması yaptığımız sevgili arkadaşlarım Fuat Özdinç, İrşat Sarıalioğlu, M.Kürşat Birinci ve Mustafa Altunoğlu ise “ölü ozanlar derneği” toplanmalarıyla sürecin sıkıntılı sınırlarını tersine çevirdiler. Makale ve kitap katkısı nedeniyle Fuat’a ayrıca teşekkürü bir borç bilirim. Bu tez’in yazım aşamasında geleceğini duyduğumuz, teslim tarihine kadar sabırla bekleyen, erken gelişini dahi savunmadan sonraki bir güne, 19 Aralık’a, bırakan “çekirdeğimiz” Güney’i, getirdiği tüm güzelliklerin farkındalığı ile kucaklıyorum. Annemi, babamı ve Zeycan’ı ise bu süreçteki yeri doldurulamaz destekleri için sevgiyle anıyorum. Son olarak, yüksek lisans tezi’nden kalma borcumla birlikte, Ender’e, “ender bulunan insan”a, bir an’a, bir duruma ya da bir aralığa denk düşen “teşekkür” sözcüğünden öte, hayatımdaki anlamı için teşekkür ediyorum. Bunu hep koruyacağım… iii İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ i İÇİNDEKİLER iii KISALTMALAR viii GİRİŞ 1 1. BÖLÜM: DEVLET TEORİSİNE LİBERAL YAKLAŞIMLAR 24 1.1. EKONOMİ-SİYASET AYRIMININ KURAMSAL KÖKENLERİ: WEBER’DE DEVLETİN ANLAMI ve İŞLEVLERİ 24 1.1.1. Weber Sosyolojinin Temel Kavramları 25 1.1.2. Weber Sosyolojisinde Devletin Anlamı ve İşlevleri 29 1.1.3. Weber’de Ekonomi-Siyaset İlişkisinin Görünümü 36 1.2. EKONOMİ-SİYASET AYRIMININ BELİRGİNLEŞMESİ: NEO-LİBERAL DEVLET TEZLERİ 1.2.1. Neo-liberalizm ve Devlet-Piyasa Karşıtlığı Tezi 41 42 1.2.2. Serbest Piyasa Ekonomisi İçin Devletin Vazgeçilmezliği ve Minimal Devlet Tezi 50 1.2.3. Neo-liberalizmin Güçlü Devleti ve Piyasanın Demokrasiye Önceliği 58 iv 2. BÖLÜM: DEVLET TEORİSİNE RADİKAL YAKLAŞIMLAR 67 2.1. MARKSİST ARAÇÇI ve YAPISAL-İŞLEVSELCİ DEVLET TARTIŞMALARI 69 2.1.1. Araççı Yaklaşım: Sınıf Egemenliğinin Bir Aracı Olarak Devlet 70 2.1.2. Yapısal-İşlevselci Yaklaşım: Sınıflar Üzerinde Tarafsız-Özerk Bir Güç Olarak Devlet 76 2.1.3. Düzenleme Okulu Yaklaşımı: Yapısal-İşlevselci Analizin Sürdürülmesi 81 2.1.4. Devlet Türetme Okulu: Sınıfların Analize Dahil Edilmesi 88 2.2. ELEŞTİREL MARKSİST BİR ÇERÇEVE: AÇIK MARKSİST OKUL’UN BÜTÜNCÜL YAKLAŞIMI 91 2.2.1. Açık Marksist Okul’un Araççı ve Yapısal-İşlevselcilik Esinli Yaklaşımlara Eleştirisi 92 2.2.2. Açık Marksist Okul’un Temel Kuramsal Çerçevesi 98 2.2.3. Kapitalist Devletin Kavramsallaştırılması: Toplumsal Bir İlişki Biçimi Olarak Devlet 104 2.2.4. Devlet-Toplum İlişkilerinin Biçimi: Yasa’nın Kuralı ve Güçlü Devlet 112 3. BÖLÜM: TÜRKİYE’DE DEVLETİN DÖNÜŞÜMÜNÜN ANALİZİNDE HAKİM PARADİGMA ve ELEŞTİRİSİ 117 3.1. TÜRKİYE’DE EKONOMİ-SİYASET İLİŞKİSİNİN ANALİZİNDE HAKİM PARADİGMA: GİRİŞ 117 3.2. TOPLUMSAL İLİŞKİLERİN ANALİZİNDE HAKİM SÖYLEM: “GÜÇLÜ DEVLET GELENEĞI TEZİ” ve TEMEL YAKLAŞIMLARI 123 v 3.2.1. Osmanlı’dan Miras Patrimonyal Devlet Anlayışı 126 3.2.2. Devlet-Toplum İlişkilerinin Merkez-Çevre İkiliği ile Açıklanması 131 3.2.3. Toplumsal Çatışmanın Bürokratik Elitler ve Siyasal Elitler Arasındaki Çatışmaya İndirgenmesi 137 3.3. HAKİM PARADİGMANIN BİR ELEŞTİRİSİ ve DEVLETİN TOPLUMSAL BİR İLİŞKİ BİÇİMİ OLARAK KAVRANMASI 142 4. BÖLÜM: DÖNÜŞÜMÜN EKONOMİ-POLİTİK DÜZEYİ 150 4.1. GEÇ 1970’LERİN EKONOMİ-POLİTİK GÖRÜNÜMÜ ve 1980 ASKERİ MÜDAHALESİNİN ESASI 151 4.2. KAPİTALİST TOPLUMSAL İLİŞKİLERİN BİÇİMSEL BİR GÖRÜNÜMÜ OLARAK EKONOMİ-SİYASET İLİŞKİSİNİN YENİDEN YAPILANMASI 159 4.2.1. Askeri Yönetim Yılları ve Devletin Yönetsel Kapasitesinin Güçlenmesi 160 4.2.2. Demokrasiye Geçiş Yılları ve Yasama Organının Ekonominin Yönetiminden Çekilmesi 166 4.3. EKONOMİ-SİYASET AYRILIĞININ BELİRGİNLEŞMESİ: EKONOMİK KRİZLER ve DEVLETİN DÜZENLEYİCİ KAPASİTESİNİN ARTIŞI 173 4.3.1. Ekonomik Krizler ve Ekonominin Yönetiminde IMF ve AB’nin Genişleyen Rolü 174 4.3.2. Ekonomik Krizler ve Devletin Düzenleyici Rolünde Artış 182 vi 4.4. EKONOMİ-POLİTİK DÖNÜŞÜMÜN ANALİZİNDE HAKİM PARADİGMANIN BİR ELEŞTİRİSİ 191 5. BÖLÜM: DÖNÜŞÜMÜN TOPLUMSAL DÜZEYİ 212 5.1. APOLİTİZASYON SÜRECİ: ‘SİYASETİ BASKILAMA SANATI’ 214 5.1.1. Siyasetin Siyasal Süreçlerin Dışında Tutulması 216 5.1.2. “Evrensel” Demokrasi Normu Olarak Sivil Toplum’un Demokrasi Adına Yüceltilişi 5.2. DEPOLİTİZASYON SÜRECİ: SİYASETİN ‘GÖRÜNMEZ EL’İ 230 243 5.2.1. “Evrensel” Demokrasi Normlarının Yerleşmesinin Etkili Aktörü Olarak AB 245 5.2.2. Ekonominin Yönetiminin Siyasal Süreçlerden “Bağımsızlaşması” 254 5.3. TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN ANALİZİNDE HAKİM PARADİGMANIN BİR ELEŞTİRİSİ 263 6. BÖLÜM: DÖNÜŞÜMÜN İDEOLOJİK DÜZEYİ 278 6.1. NEOLİBERAL EKONOMİ POLİTİKALARI ÜZERİNDE KİMLİK POLİTİKALARININ İDEOLOJİK İŞLEVİ 279 6.2. YENİ SİYASET TARZI: YENİ SAĞ YA DA NEOLİBERALMUHAFAZAKÂR İTTİFAK 287 6.2.1.1980 Sonrası Siyasal İslam’ın Yükselişi ve Resmi İdeoloji ile Eklemlenişi 288 6.2.2. Radikal Siyasal İslam’ın Dönüşümü: AKP’nin ilk Dönemi 300 6. 2.3 Siyasal İslam’ın İçeriğindeki Sınıf Siyaseti 307 vii 6.3. İDEOLOJİK DÖNÜŞÜMÜN ANALİZİNDE HAKİM PARADIGMANIN BİR ELEŞTİRİSİ 314 SONUÇ 326 KAYNAKÇA 351 TÜRKÇE ÖZET 375 İNGİLİZCE ÖZET 376 viii KISALTMALAR AB: Avrupa Birliği ABD Amerika Birleşik Devletleri AKP: Adalet ve Kalkınma Partisi ANAP: Anavatan Partisi AP: Adalet Partisi BBP: Büyük Birlik Partisi BDDK: Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu CHP: Cumhuriyet Halk Partisi DB: Dünya Bankası DDK: Devlet Denetleme Kurulu DEHAP: Demokratik Halk Partisi DEP: Demokrasi Partisi DGM: Devlet Güvenlik Mahkemesi DİSK: Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DP: Demokrat Parti DPT: Devlet Planlama Teşkilatı DSP: Demokratik Sol Parti DYP: Doğru Yol Partisi EPDK: Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu FP: Fazilet Partisi GB: Gümrük Birliği Hak-İş: Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu ILO: Uluslararası Çalışma Örgütü IMF: Uluslararası Para Fonu KAYA: Kamu Yönetimi Araştırması KHK: Kanun Hükmünde Kararname KİT: Kamu İktisadi Teşebbüsleri KOB: Katılım Ortaklığı Belgesi MC: Milliyetçi Cephe MCP: Milliyetçi Çalışma Partisi MDP: Milliyetçi Demokrasi Partisi MDP: Milliyetçi Demokrasi Partisi MEHTAP: Merkezî Hükümet Teşkilâtı Araştırma Projesi MESS: Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası'na MGK: Milli Güvenlik Kurulu MHP: Milliyetçi Hareket Partisi MİSK: Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu MSP: Milli Selamet Partisi MTTB: Milli Türk Talebe Birliği MÜSİAD: Müstakil Sanayi ve İşadamları derneği ix RK: Rekabet Kurulu RP: Refah Partisi RTÜK: Radyo Televizyon Üst Kurulu SHP: Sosyaldemokrat Halkçı Parti SİAD: Sanayici ve İşadamları Derneği SODEP: Sosyal Demokrat Parti SPK: Sermaye Piyasası Kurulu SSCB: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ŞK: Şeker Kurulu TAPDK: Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurulu TC: Türkiye Cumhuriyeti TGTV: Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı TK: Telekominikasyon Kurulu TMSF: tasarruf mevduat sigorta fonu TMSF: Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TOBB: Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği TSK: Türk Silahlı Kuvvetleri TÜSİAD: Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği YÖK: Yüksek Öğrenim Kurumu GİRİŞ Türkiye Devleti 24 Ocak ekonomik istikrar kararlarını takiben 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi ile başlayan ve halen sürmekte olan bir dönüşüm sürecinin içindedir. Ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik olmak üzere birbiriyle ilişkili farklı düzeyleri bulunan bu süreç, 1983’de askeri diktatörlüğün sona ermesi ve “sınırlı demokrasi”ye geçişle başka bir aşamaya evrilir. 1990’ların başına dek devam eden “sınırlı demokrasi” yıllarından bir diğer aşamaya geçişin başlangıcını ise 1994 krizinin ardından uygulamaya konulan 5 Nisan Kararları ile alınan önlemler oluşturur. Ekonominin yönetiminde devletin doğrudan müdahalesini sınırlandırarak yönetsel kapasitesini artırmaya yönelik düzenlemeleri de içeren bu kararların “parçalı parti sistemi” altında uygulanamasının sonucu olarak görülen 2001 krizi sonrası devletin düzenleyici kapasitesini artırmaya yönelik düzenlemeler ise başka bir aşamayı ifade eder. Askeri yönetimin ardından “sınırlı demokrasiye geçiş” yılları, burjuva demokratik-parlamenter sistemlerinde siyasal istikrarın “iki parti sistemi” ile yerleşeceği görüşüne uygun biçimde, iki ılımlı merkez sağ partisinin kurulmasını ve radikal sol partilerin, ultra-milliyetçilerin ve islami fundemantalizmin siyasetin dışında tutulması (Sayarı, 1996-7: 36) ile Anavatan Partisi (ANAP) Hükümeti’nin ekonomik istikrar programının uygulanmasında tek aktör olması ile karakterizedir. “Yeni politikacı”, “yeni politikalar” nosyonuna uygun (Ahmad, 1983: 216-7) biçimde, 24 Ocak ekonomik istikrar programının aktörü Turgut Özal’ın kurduğu ANAP’ın, hem askeri müdahaleyi gerçekleştirenlerin, hem de iç ve dış burjuvazinin güvenini alması “istikrar ve uyum programı”nın uygulanması için uygun bir ortam oluşturmuştu. İthal malları üzerindeki vergi önlemlerinin kaldırıldığı, sermaye üzerindeki sınırlamaların azaltıldığı ve yabancı sermaye geçişlerinin önemli oranda kolaylaştığı bu dönem (Arıcanlı ve Rodrik, 1990: 1344), ekonominin liberalizasyonunda önemli bir aşamayı temsil eder. İhracat odaklı kalkınma stratejisi gereği dış talebin karşılanması için büyüyen iç talebin frenlenmesi, düşük enflasyon ve ücretlerin baskılanmasına dayalı ANAP ekonomi politiğinin (Yeldan, 2003: 43) 1980’lerin sonunda 2 ekonomik ve toplumsal sınırlarına dayanması, “parçalı siyasal parti sistemi” ile ekonomi-politik dönüşümde bir sonraki aşamaya geçişe neden olur. Kamu açıklarının azaltılamaması, yükselen enflasyon ve işsizlik oranlarının yarattığı düş kırıklığının yanı sıra, 1989/1991 bahar eylemlerinde işçilere verilen ödünlerin burjuvazi sınıfında yarattığı huzursuzluğun ANAP oylarında neden olduğu düşüş, bu aşamadaki ekonomi politikası değişikliklerinin nedenlerinden bazılarıdır. Bu dönemde ihraacat öncülüğünde dışa açık birikim modelinin 1987 yılından itibaren tıkanmasının yarattığı istikrarsızlığı doğrudan kısa vadeli spekülatif nitelikli sermaye girişi ile aşmayı amaçlayan (Bağımsız Sosyal Bilimciler, 2001: 16; Aydın, 2005: 97) “Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında 32 sayılı karar”, 1990’ların ekonomi politiğine rengini veren önemli politikalardan biri olup, “sıcak para politikalarına geçiş”le (Yeldan, 2003: 39) sermaye hareketlerinin ya da finans piyasalarının tümüyle serbestleşmesini ifade eder. Bununla ilişkili olarak bu yıllarda üzerinde durulması gereken bir diğer konu, ekonomik krizlerin siyasal istikrarsızlıktan kaynaklandığı anlayışı doğrultusunda 1994 krizinin ardından “iyi işleyen bir serbest piyasa ekonomisi” için devletin yönetsel kapasitesini artırmaya yönelik düzenlemelerdir. Bu anlamda krizin ardından uygulamaya konulan 5 Nisan Kararları’nın bir sonucu; “bahar eylemleri” sonrasında işçilere verilen ödünlerin ücretlerdeki sert düşüşle geri alınması biçiminde iken, bir diğeri ekonominin yönetimine ilişkin yasal-kurumsal standartların oluşturulması biçimindedir. Bu anlamda Avrupa Birliği (AB) üyelik sürecinin ve Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) ekonomik reformların yapılmasında itici güç olmaya başlamasıyla Türkiye’nin ticari politikasının AB’ninki ile uyumlulaştırılması için Gümrük Birliği’ne (GB) giriş önemlidir. GB, sonraki süreçte hizmetler ve kamu ihalelerini de içerecek şekilde kapsamının genişletilmesi, malların serbest dolaşımına ilişkin engellerin kaldırılması ve diğer alanlarda işbirliğinin güçlendirilmesi için ilave çabaları içerecek biçimde (KOB, 2003: 2), AB üyelik sürecinin de bir parçasını oluşturmaktadır. Bu süreç, 1993 Kopenhag Kriterleri, 1999 Helsinki Zirvesi ve 2001 krizinin ardından da IMF ve AB’nin ekonomi-politik ve toplumsal yeniden yapılanmada rolünün genişlemesi ve sürekliliği ile devam etmektedir. 1990’larda IMF’nin ekonominin yönetiminde 3 artan müdahalesine rağmen, düzenleyici önlemlerin alınmaması ve “zayıf finansal sistem”in neden olduğu tekrarlayan krizlerin ve derin siyasal istikrarsızlıkların (Öniş, 2009: 5) sonucu olarak görülen 2001 krizi sonrası ekonomi-politik ve toplumsal reformların yapılmasında AB’nin rolünün sürekliliğini gerektirmiştir (Öniş ve Bakır, 2007: 12). Bu sayede kriz sonrasında hükümet ve bazı çıkar gruplarının IMF reformlarına olan direncinin kırılması sağlanabilmiş, stand-by anlaşmalarında ve uyum kriterlerinde sürekli vurgulanan ekonominin yönetiminin siyasetten özerkliği de görünürde gerçekleşmeye başlamıştır. Ekonominin yönetimine müdahilliği artan IMF programları ve siyasal iktidara yönelik farklı sermaye gruplarından gelen stand-by anlaşmalarının ve AB uyum kriterlerinin yerine getirilmesi yönündeki baskı, makro-ekonomik istikrarın hedeflendiği düşük enflasyon ve iç talebin bastırılmasına dayalı sıkı finans ve parasalcı politikaların uygulanmasının kurumsal çerçevesinin oluşturulmasına yöneliktir (Buğra ve Keyder, 2006: 212). Bu anlamda, 2001 krizinden çıkış programı olarak takdim edilen “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nın amacı, güven bunalımını ve istikrarsızlığı ortadan kaldırarak kamu yönetiminin ve ekonominin yeniden yapılandırılmasına yönelik sağlam bir alt yapı oluşturmaktır (Bağımsız Sosyal Bilimciler, 2001: 13). Bu alt yapının gerçekleşmesinin devletin düzenleyici kapasitesitesindeki artışı gerektirmesi ise ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın kaynağı olarak görülen çeşitli koalisyon hükümetlerinin yerine (Sayarı, 2007: 197; Öniş, 2009: 9), ekonominin liberalizasyonunda daha etkili olacak olan “tek parti yönetimi”ne geçişi gerektirmiştir. Bu, İslami kökleri olan ancak öncellerine kıyasla daha ılımlı/uyumlu ve Türkiye siyasetinin merkez sağını işgal eden yeni bir partinin, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP), çıkmasının da ekonomi-politik nedeni olarak görülebilir. Yerel ve uluslararası sermaye gruplarınca sürekli vurgulanan; uzun dönemli ekonomik istikrar için güven oluşturan AKP, tek parti olmasından aldığı siyasal güçle ekonomi politikalarının uygulanmasında görünür bir “istikrar” sağlayarak, AB uyum kriterlerinin siyasal ve toplumsal düzeylere ilişkin reformlarının sürdürülmesindeki kararlılığı ile de geniş 4 toplumsal destek almıştır (Öniş, 2009: 12; 4 Mayıs 2003 Tarihli IMF Niyet Mektubu). Dönüşümün toplumsal düzey bakımından görünümü ise daha ilk aşamada, 1970’lerin ekonomik kriz ve siyasal çıkmaz ortamında, Vehbi Koç’un işçi eylemlerine ve grevlere sonverilmesi konusunda Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) uyarılması için askeri rejimden destek almasında olduğu gibi büyük burjuvazinin askeri müdahalenin destekçilerinden biri olması biçimindedir (Savran, 2004). Bütün sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerinin yasaklandığı, emek örgütlerinin siyasal karar alma süreçlerinden dışlandığı bir ortamda büyük burjuvazinin temsilcisi Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği’nin (TÜSİAD), faaliyetlerine devam edebilmesi müdahalenin farklı toplumsal kesimlerle olan ilişkilerinin niteliğini gözler önüne sermektedir. Nitekim ekonomik liberalizasyon ve siyasal otoriterlikle eşzamanlı bir süreç olan (ayrıca bkz: Bozkurt, 2008: 6) askeri yönetim yıllarında, 24 Ocak ekonomik istikrar kararlarına devam edileceğinin ve ekonomik krizle başa çıkmanın başka bir alternatifinin olmadığının belirtilmesi, yapısal uyum programının uygulanmasını aksatacak bütün toplumsal grupların baskı altına alınmasının gerekçesini oluşturmuştur. Bütün siyasal partilerin, işçi sendikalarının, derneklerin ve toplumun diğer önemli kesimlerinin siyaset dışı kaldığı “sınırlı demokrasiye geçiş” döneminde siyasal iktidarı kuran ANAP’ın sekiz yıllık hükümeti boyunca da bu ekonomi politikalarının yürütülmesine odaklanılmıştır. Dolayısıyla ekonominin yönetimi ile uğraşırken “yasa ve düzenin korunması” işlevini sıkıyönetime bırakan ANAP yönetimi altında (Ahmad, 2002: 228), ülkenin ekonomi-politik yapısının tümden yeniden yapılanmasının yanı sıra sınıf güçleri dengesinde de bir dönüşüm söz konusu olmuştur (Savran, 1987: 153). Bu dönüşüm sayesinde 1970’lerin sonunda siyasal olgunluğun zirvesinde olan işçi hareketleri ve emek gücü piyasası 1980’lerden itibaren askeri yönetim döneminde “zor”la, sonrasında da yasal yöntemlerle baskı altına alınabilmiştir. Müdahale sonrasında yeni parti sistemi ve askeri darbe öncesi siyasal partilerin yasaklı olmasının avantajıyla (Sayarı, 1996-7: 33), siyasal iktidarı alan ANAP Hükümeti döneminde, “önce ekonomi sonra demokrasi” (Ahmad, 2002: 232) 5 nosyonu ile askeri rejim döneminden kalan sendikalar, siyasal partiler ve seçim kanunu gibi antidemokratik yasalarda hiçbir değişiklik yapılmamıştır (Ahmad, 1985: 214-215; Yeşilada- Fisunoğlu, 1992: 190). Bu nedenle bu dönem, yüksek oranda mobilize olmuş toplumsal gruplar üzerindeki geniş ölçekli siyasal kontrolün “sınırlı demokrasiye geçiş” döneminde de devam etmesi, siyasal kararalma süreçlerinden toplumsal güçlerin önemli bir kısmının dışlanması anlamında apolitizasyonun ilk ve önemli bir aşamasını ifade eder. 1980’lerin sonunda neoliberal politikaların ücret baskılamasına dayalı birikim rejimine bir tepki olarak bahar eylemleri ile işçi sınıfı taleplerinin daha fazla ertelenemeyeceğinin anlaşılması, 1994 krizine kadar işçi ücretlerini yüksek seviyede tutmuştur (Akkaya, 2004: 157). Emek hareketlerindeki yükselmeye karşılık, yüksek ücret taleplerinin karşılanmasının piyasa istikrarını bozduğu ya da “patronaj” siyaseti olduğu gerekçesi, emek-sermaye ilişkilerinde apolilitizasyonun bir sonraki aşamasını, yani bu ilişkilerin piyasanın kendiliğinden doğal düzeninde; yoğunlaştırılmış iş haftası, çalışma süresinin yıllık olarak ayarlanması, esnek vardiya, işverenin ilave ödemeler yapmak zorunda kalmadan çalışma günlerini sayı ve uzunluk olarak ayarlayabilmesi gibi esnek çalışma ilişkileriyle biçimlenmesini ifade eder. Siyasal iktidarın ekonominin doğrudan yönetiminden çekilmesiyle karakterize bu süreç; depolitizasyon süreci, emek gücü sahibi olarak işçi ve sermaye sahibi olarak işveren’in, eşit bireyler olarak piyasada faaliyette bulunmalarını ve devletin bu ilişkilere karşı herhangi bir müdahalede bulunmamasını ya da sorumluluk politikalarını üstlenmemesini uygularken içerir. popüler Siyasal olmayan iktidarların politikaların yeni ekonomi sonuçlarından korunmalarının (Burnham, 2001) bir stratejisi olarak depolitizasyon süreci, aynı zamanda 1990’lardan itibaren IMF programları, AB üyelik süreci, TÜSİAD ve Müstakil Sanayi ve İşadamları derneği (MÜSİAD) gibi kimi sivil toplum örgütlerinin “evrensel” burjuva demokratik değerlerinin taşıyıcısı olarak liberal demokrasinin kurumsallaşmasındaki baskısını da ifade eder. Uluslararası politik ekonominin kurallarının yerleşmesine yönelik düzenlemelerin gerçekleştiği bu aşamada, ekonominin liberalizasyonu için bir 6 yandan istikarlı ve tahminedilebilirlik adına “evrensel” piyasa normları zorunlu kılınırken, diğer yandan bunlar toplumsal düzeyde “evrensel” burjuva liberal demokratik değerleri olarak sunulmaktadır. Kitleleri siyasal karar alma süreçlerinden uzaklaştırmanın bir stratejisi olarak apolitizasyonun yanı sıra, ekonominin yönetiminin sorumlularının görünmez kılınması anlamında (Burnham, 2001: 129) depolitizasyon ile ekonomik karar alma süreçlerinin siyasal karar alma süreçlerinden ve sınıfsal mücadelelerden özerkliği sağlanmaya çalışılmaktadır. Bunun pratikteki görünümü ise AB ve IMF gibi uluslararası kurulların yönlendiriciliğinde alınan kararların uygulanması ve hükümetlerin imzaladığı taahhütlerin başarılmasının bir güvencesi olarak, görevlerin iktidar partisinden siyaset dışı özerk kurullara taşınması biçimlerinde olabilmektedir (Burnham, 2001: 137). Özellikle 1994 ve 2001 krizini takiben burjuvazi ve AB’nin örtüşen ekonomik ve demokratik taleplerinde somutlaşan bu durum, yerel sermaye örgütlerinin AB üyeliğine verdiği geniş destekte görünümünü bulmaktadır. 1999 Helsinki Zirvesi ile Kopenhag Kriterleri’nin gerçekleştirilmesine yönelik ekonomik ve siyasal düzeyde önerilen değişikliklerle, AB üyeliği için yerine getirilmesi gerekli reformlar büyük ulusal proje olmuştur bu dönemde (Güveloğlu, 2003: 3). Aday ülkenin yerine getirmesi gereken siyasal kriterler kapsamında hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıklara saygı ve onların korunmasının güvence altına alınması sosyo-ekonomik haklardan önce gelip, ekonomik bakımdan işleyen bir piyasa ekonomisinin varlığı ve Birlik içinde rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile baş edebilme kapasitesi üzerinde durulmaktadır (KOB, 2003: 9). Dönüşümün ideolojik düzeyi ise genel olarak hem kapitalist ilişkilerin Türkiye’de yerleştirilmesinin, hem de ekonomik-yönetsel-siyasal aygıtların bu ilişkilere uyum sağlayacak biçimde yeniden yapılanmasının meşruiyetini oluşturan devlet merkezli modernleşme anlayışına meydan okunması biçimindedir. Kapitalist toplum idealinin farklı bir biçimde takip edildiği 1980 sonrasında bunun yerini, devlet-piyasa karşıtlığı söyleminde piyasanın yüce bir değer olarak kabul edildiği sivil toplum’cu post-modernleşme ideolojisi almıştır. Toplumu homojen bir kültürel-ekonomik bütünlük olarak kavrayan 7 devlet merkezli modernleşme anlayışının “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olarak toplum söyleminin (Köker, 2008: 245) meşruluk krizine girmesi bunda etkili olmuştur. Başka bir ifadeyle, 1980 sonrası ekonominin liberalizasyonunu takiben 1990’larda kimlik-farklılık taleplerinin kamusal alana taşınmasındaki yükselişin neden olduğu devlet-toplum ilişkilerindeki çok boyutluluk, devlet-toplum egemenliği ve homojen bir kimlik temelinde yönetme mantığının “meşruluk krizi”ni ortaya çıkarmıştır (İçduygu ve Keyman, 1998: 144). Bu anlamda, kültürel bir eleştiri olarak, 1990 sonrası dönem, devlet merkezli modernleşme modernleşme”/postmodernleşme anlayışının söyleminin yerinin almaya “alternatif başlamasıyla karakterizedir. Bu dönemde; modern döneme özgü sınıf farklılıkları arasındaki dikey eşitsizliğe dayalı sınıflı toplum algısı da yerini, insanlar arasındaki yatay eşitsizliğe dayalı birey-toplumu algısına bıraktığından sınıf kategorisi analiz birimi olmaktan çıkmıştır. Bireyselleşmenin artmasıyla kişilerin ortak ekonomik-maddi konumlarından kaynaklı aidiyetliklerinin yerini, farklılığa dayalı öznel kimliklerin aldığı ileri sürülmektedir (İnsel, 2008: 21). Bu dönemde ayrıca “bireysel özgürlük” kavramının pekiştirdiği “serbest piyasa ekonomisi” anlayışı ile 1970 sonrası kapitalizmin bunalımına çözüm olarak sunulan “neoliberal-muhafazakar ittifak”; toplumsal eşitsizlikleri, çatışmaları, hoşnutsuzlukları ve bunların doğal sonucunda yaygınlık kazanabilecek olan radikal dönüşümlere yönelik düşünce ve eylemleri bastırmaya yönelik (Köker, 1992: 96) bir işlev görmektedir. Bunun Türkiye’deki görünümü ise serbest piyasa ekonomisine yönelik ekonomi politikalarının benimsenmesi ve İslam’ın siyasal bir unsur haline gelerek siyaseti yönlendiriciliğinin devlet merkezli yaklaşıma karşı ortak muhalif bir harekette birleşmesi biçimindedir. Bu birleşme, Buğra’nın ifadesiyle yeni siyaset tarzı ideolojisinin, iktidar ilişkilerinin resmi bir unsuru olarak siyasal İslam’ın, 1980 sonrasında devlet-din ilişkisinin dönüşümüyle, Türk-İslam sentezi olarak bilinen ideolojik pozisyona evrilişini ifade eder (2002: 189). Bu sentez sayesinde 1980’lere kadar, devlet desteklerinden mahrum bırakılan orta ve üst sınıf azınlık ile kentli fakirlerden oluşan gruplar, karşıt sınıf çıkarlarını temsil etmelerine rağmen, devlet merkezli anlayış karşıtlığında 8 birleşebilmiştir. Başka bir ifadeyle, farklı sınıf dilimleri arasındaki çıkarlar, devlet merkezci anlayış karşıtlığı söyleminde ve İslami yaşam biçimi talebiyle kimlik politikaları içinde başarılı bir şekilde asimile edilebilmiştir (Gülalp, 2001: 435). Devlet merkezli ekonomiden ihracat odaklı neoliberal ekonomi politikalarına geçişle güçlenen İslami sermaye grubu MUSİAD ve Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (Hak-İş) etkin bir biçimde İslami siyasal partilerin örgütlenmesine verdiği destek bu bağlamda değerlendirilebilir. Bu kısa girişten de anlaşıldığı gibi çalışmanın amacı; 1980 sonrası devletin yeniden yapılanmasında neo-liberal politikaların etkisinin değerlendirilmesidir. Yöntemsel olarak bütüncül bir yaklaşımın alındığı çalışmada, dönüşümün ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik düzeyleri birbiriyle ilişkilendirilerek değerlendirilmiştir. Devleti toplumun üzerinde ve ona tarafsız kabul eden yapısal-işlevselcilik esinli yaklaşımların yanı sıra birbirine alternatifmiş gibi görünen liberal ve devletçi anlayışların da bir eleştirisini amaçlayan çalışma konusu, yöntemin seçimi üzerinde etkili olmuştur. Bu nedenle çalışmada, Türkiye özelinde 1980 sonrasında devletin yeniden yapılanmasının ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik dönüşümlerine ve yeni siyaset tarzına odaklanılmıştır. Böylesi bir çalışmanın önemi ise; yöntemsel olarak yeniden yapılanma meselesinin ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik düzeylerle ilişkilendirilmesinin yanı sıra, sıklıkla yapıldığı gibi devletin örgütlenmesindeki ve işlevlerindeki dönüşüme odaklanılmasının ötesine geçmesinden ileri gelmektedir. Meseleye teknik bir bakış açısının reform paketlerinin teknik bir incelemesi biçiminde somutlaşmasının yeniden yapılanmanın ekonomik, siyasal ve toplumsal ilişkilerle ilgili bir süreç olduğunu gözden kaçıracak olması, çalışmada 1980 sonrası sürecin bütünsel bir değerlendirmesini gerektirmiştir. Bunun yanı sıra yeniden yapılanma konusu üzerine yapılan çalışmalarda; birbirlerine karşıt tezler geliştirdiği iddiasındaki liberal ve devletçi yaklaşımların her ikisinin birden benzer kuramsal temelden beslenmeleri, bu her iki modelin uygulamaya geçiş sürecinin analizi ile buna alternatif bir üçüncü model ihtiyacını doğurmaktadır. Bu gereklilikten hareket eden çalışmada; ekonomi-siyaset, devlet–toplum gibi toplumsal gerçekliğe 9 ilişkin kategoriler arasındaki ilişkilerin birbirine dışsal kavrandığı ya da bu kategorilerin birbirlerine özerkliği ile devlet alanının özerk kabul edildiği çalışmaların sorunlu yanlarını ortaya koyacak alternatif bir siyasal analiz ihtiyacı etkili olmuştur. Böylesi bir değerlendirme hem ekonomi-siyaset ve devlet-toplum gibi kategoriler arasındaki ayrımların, hem de demokrasinin farklı düzeyde analizine imkan verecektir. İlgili literatür ve çalışmanın kuramsal çerçevesi: Türkiye siyasal hayatı yazınında devlet-toplum ilişkilerinin analizinde uzun zamandır hakim olan paradigma, “merkez-çevre” metaforunun kullanılmasıdır. Türkiye siyasal hayatını Batı-Avrupa toplumsal biçimindeki gelişmelere referansla açıklayan kuramsal çerçeveye göre, Osmanlı’da ve Türkiye Devleti’ne geçiş sürecinde temel toplumsal dinamikler arasındaki karşılaşmanın tek boyutlu olması, devlet ve toplumsal güçlerin çatışma zemininde karşı karşıya gelmemeleri merkez ve çevre arasında bir “sözleşme” sonucu ulaşılabilecek “uzlaşma”yı değil karşıtlığı getirmiştir. Bu nedenle de özerk bir toplum ve devlet arasında kapitalist ilişkileri başlatacak herhangi bir karşılaşma mümkün olmamıştır (Mardin, 1973: 169; Heper ve Güney, 2000: 76; Heper, 2006: 176-177). Osmanlı’dan Cumhuriyet’e süreklilik gösterdiği iddiasındaki sözkonusu karşıtlığın tarihsel arka planını ise “güçlü devlet geleneği” tezi oluşturmakta olup, bunun kaynağı da Osmanlı toplumunda rasyonel ekonominin ve kapitalist ilişkilerin gelişememe nedeni olarak görülen, Weber’in iktidarın kaynağını gelenekte gördüğü ideal tiplerinden biri olan, patrimonyal devlet yapısının varlığıdır (Weber, 1978; Mardin, 1973; Heper ve Güney, 2000: 77; 2006: 248-9). Bu analize göre patrimonyal davranış örüntüleri nedeniyle, 1970’lerin sonuna kadar Türkiye bürokrasisinin “kadiri mutlak devlet” anlayışı, özel sektöre ya da toplumda özerk bir güç olarak gelişme eğiliminde olan herhangi bir gruba şüpheyle bakma eğiliminde olduğundan devletten özerk bir girişimci sınıf oluşamamıştır (Mardin, 1973: 171; 1990: 124; Heper, 2006: 173). Kapitalistleşme sürecinde de bu sınıfların devlet eliyle yapılmış olmasının burjuvaziyi devlete bağımlı kılması ve farklı toplumsal grupların cılızlığı, sözkonusu sınıfların devletle arasındaki uzlaşma sonucunda oluşacak demokratik ilişkilerin gelişimine engel olmuştur. Hakim paradigmaya 10 göre Türkiye Devleti’nde Merkez-çevre arasındaki bu yarılmanın, farklı biçimlerde devam etmesinin yanı sıra, temel nedeni, güçlü yönetsel kapasiteye sahip kalkınmacı devletin özerk toplumsal gruplarla ilişkisinin ya da bu gruplara sürekli müdahalesinin ekonomik belirsizliğe ve burjuvazinin liberal özgürlükler için mücadelesine engel olmasıdır (Keyder, 1987: 118; Öniş, 1992: 4; Buğra, 2010: 106). Merkez-çevre yarılmasının bir görünümü olarak bürokrasi ile siyasal iktidarı elinde çatışmanın toplumsal dönüşümün temel bulunduranlar arasındaki dinamiği olarak görülmesi; Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinde devletin ekonomik alana müdahalesinin fazlalığının, güçlü devlet geleneği nedeniyle, burjuvazinin zayıflığı biçiminde açıklanmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla bu kuramsal çerçeve göre, 1980’lere kadar ki devlet merkezli kalkınma ideolojisinin kuşatıcılığı ve devletin gücü nedeniyle sivil toplum gelişememiş; Batıcı, vesayetçi, jakoben, ceberrut nitelikleriyle devlet her dönemde muhafazakar-dindar-ekonomide serbestlik yanlısı halk kitlelerine baskı uygulamıştır. “Merkez”in toplumsal gruplar üzerindeki bu baskısının nedeni ise organize olmuş toplumsal güçlerin otoriteryan merkeze bağlılıklarının azalabileceği, özerkliklerini alma mücadeleleri sonunda da temel sivil haklar ve güç ilişkileri ile çoğulcu yapıların oluşacak olması endişesidir. Yani bir sınıf olarak bürokrasi, devletin bekası adına yapılan her türlü reformu ya da bu reformları sekteye uğratacak girişimlere karşı alınan siyaset dışı önlemleri kendi sınıfsal varlığınının devamı için desteklemektedir (Heper ve Keyman, 1998: 259; Toprak, 1996: 89). Sözkonusu kuramsal çerçevenin devlet-toplum ilişkilerinin analizinde “güçlü devlet”in oluşumunu tarihsel bir sürece dayandırması önemli olmakla birlikte; kapitalist ilişkilerin gelişiminin analize dahil edilmemesi, uluslararası olandan ziyade yerel olanın üzerinde durulması, Batı-Avrupa toplumunun ideal tip olarak alınması ve bürokratların toplumsal bir sınıf olarak görülmesi gibi sorunlu yanları bulunmaktadır. Bunun yanı sıra Türkiye’nin kapitalistleşme/modernleşme sürecini “güçlü devlet geleneği” veya “merkezçevre” modeli bağlamında açıklamaya çalışan bu kuramsal çerçeve içerisinde ele alınabilecek toplumbilimcilerin, devletin 11 kavramsallaştırılmasında sözü edilen ikiliklerin sürekliliğini ekonomik-siyasal, toplumsal ve ideolojik sorunların nedeni olarak görme konusunda hemfikir olmaları ile birlikte, toplumsal ilişkilerin biçimlenmesi sürecinde siyasete ya da devlete öncelik atfetme ve ekonomik unsurların analizlerine dâhil edilip edilmemesi noktasında farklılaşmaları iki eğilimde somutlaşmaktadır. Birbirlerinden farklılaşan yanlarının kabulü ile siyasal analiz yapan yazarlara örnek olarak; Heper, Mardin, Kazancıgil, Keyman, Özbudun, Köker ve Göle gösterilebilir (benzer değerlendirmeler için bkz: Yalman, 2002; Dinler, 2003; Güngen, 2006; Güney, 2006; Bozkurt, 2008). Buna karşılık Öniş, Buğra, Keyder ve Sayarı gibi yazarlar ise özellikle azgelişmiş ya da kapitalist ilişkilere sonradan dahil olan toplumlarda, ekonomik kalkınmada devletin siyasal rolüne, devlet ve özel sektör arasındaki işbirliğine dikkat çekerek ekonomiyi analizlerine dahil etmekte, ancak bu alanlar arasındaki ilişkiyi dışsallaştırarak birbirlerine özerkliğini vurgulamaktadırlar (Öniş, 1992; Keyder, 1987; 2007; Buğra, 2010 benzer değrlendirmeler için bkz: Yalman, 2002; Güney 2006; Bozkurt, 2008; Ercan 2009). Nitekim bu kuramsal çerçeve, 24 Ocak 1980 ekonomik istikrar programının uygulamaya konulmasından sonra da Türkiye tarihinin belli bir bakış açısından okunması temelinde, devlet toplum ilişkilerinin analizinde devlet merkezli kalkınma yaklaşımına muhaliflik iddiası ile konumlanmıştır. Ekonomi-siyaset, devlet-sivil toplum gibi toplumsal gerçekliğe ilişkin kategorilerin birbirinden ayrıştırılmasının Türkiye’nin sorunlarını çözmede olmazsa olmaz olduğu görüşündeki (Yalman, 2002: 315) bu kuramsal çerçeve, Osmanlı’dan bu yana değişmediği düşünülen toplumdan kopuk, toplumun taleplerine duyarsız ve ona hükmeden gücü kendinden menkul bir devlet imgesinin ancak bu biçimde dönüşeceği görüşündedir. Bizim çalışmada ise bu normatif bakış açılarının aksine, toplumsal sınıfların mücadele alanı olarak devlet; daha genel düzeyde, üretim ilişkileri bütününün ayrılmaz bir parçası olan, toplumsal ilişki biçimi olarak devletin yeniden yapılanması üzerinde durulmuştur. Böylece 1980 sonrası yeniden yapılanma sürecinin altında yatan siyaset yapma tarzının incelendiği çalışma, ekonomisiyaset, devlet-toplum gibi kategoiler arasındaki ilişkiselliği farklı dolayımlarda 12 ortaya koymaya çalışmaktadır. Siyaset, burada liberal kavrayışın benimsediği biçimiyle “reel politik” olarak değil, devlet-toplumsal sınıflar ve toplumsal sınıfların kendi aralarındaki mücadele alanı olarak tanımlanmaktadır. Yeniden yapılanma ise salt devletin kurumsal örgütlenişi anlamında kamu yönetimi içerisinde teknik bir süreci değil, topluma ilişkin kavrayışımızı da kökünden değiştirecek olan toplumsal ilişkilerin farklı dolayımlarına ilişkin bütünsel bir süreci ifade etmektedir. Toplumların özgül niteliklerinin ve devlet-toplum ilişkilerinin gelişmesinde farklı yörüngelerinin varlığını dikkate alan çalışma, kullanılacak metodolojinin seçiminde analitik olarak evrensel ve verili toplumsal formasyonun tarihsel olarak özgül karakteristiğine duyarlı olmasına özen gösterdi (Güngen ve Erten, 2005: 9). Bu anlamda, toplumun kapitalist yeniden yapılanmasında devlet-toplum arasındaki ilişkilerin bütün dolayımları ile birlikte analizi Marksist tartışmalarda zengindir. Bu tartışmalar kendi içlerinde sorunsuz olmamakla birlikte, devlet ve ekonomi arasındaki ilişkinin nasıl açıklandığı noktasında çeşitlilik gösterirler. Soğuk savaş döneminde, Klasik Marksizm’in “ekonomik indirgemeciliğini” aşma hedefiyle siyasal alanın özerkliği noktasında yoğunlaşan “araççılık ve yapısalcılık” arasındaki tartışma, siyasal alanın sınıf mücacedelesi terimlerinde açıklanamayacağı konusunda benzerlik göstermekteydi. 1980’lerde yapısalcılık esinli “düzenleme okulu”nca sürdürülen bu tartışma, kapitalist devletin rasyonel ve bürokratik mekanizmalarla karakterize olduğunu belirten Weberyan sosyoloji geleneğinin Marksizmle birleştirilme girişimiydi. Buna göre devlet, ekonomik alan ve sınıf ilişkileri temelinde değil, siyasal sistemin istikrarının sürdürülmesinde bir yapı olarak gördüğü siyasal işlevleriyle açıklanabilir. Bu açıklamadan da anlaşılacağı gibi ekonomi ve siyaset arasında güçlü ilişkiler olduğu pozisyonundaki klasik Marksizm’in aksine, Weberyan sosyoloji geleneği etkisindeki bu yaklaşımlar, her iki alan arasında ilişkisellikten ziyade, ayrım olduğunu belirtmektedirler. Başka bir ifadeyle devletin sınıf karakterini ihmal ederek, onun düzenleyici rolünü vurgulayan bu yaklaşımların, farklı varsayımlara ve ilkelere dayanmakla birlikte ortak yanları her iki alanın birbirlerine özerk olduğu düşüncesi ile (ayrıca bkz: Clarke, 2004; Jessop, 13 2008: 55) kapitalist devletin sınıf karakterinin tamamen devlet dışındaki faktörlere bağlanmasıdır. Örneğin, sosyal demokrat ve tekelci devlet kapitalizmi çalışmalarına benzer biçimde Marksist “araççı” yaklaşım içinden Miliband’a göre devlet, burjuvazinin temsilcileri ve savunucuları tarafından kontrol edildiği ölçüde kapitalisttir. Marksist yapısalcılık içinden Poulantzas ve bundan esinli diğer yaklaşımlar ise devletin kapitalizmin hakimiyetindeki bir toplumsal formasyon içine gömülü olması nedeniyle onun sınıfsal doğasının garantilendiğini belirterek, özerk-tarafsız bir yapı olarak devletin kapitalist toplumsal bütünlüğü yeniden üreten işlevinden sözetmektedirler. Devletin yeniden yapılandırılması bağlamında Marksist “araççılık” ve “yapısalcılık” esinli tartışmaların ötesinde eleştirel bir çözümleme ihtiyacı ise devlet tartışmasında sınıf mücadelesinin önemi üzerinde durmayı gerektirmektedir. 1980’lerin Marksist tartışmaları içerisinde hem klasik Marksizm, hem de araççı-yapısalcı ve yapısalcılık esinli yaklaşımları eleştiren alternatif bir model, İngiltere kaynaklı eleştirel-açık Marksist Okul tarafından geliştirildi. Bu yaklaşım hem klasik Marksizm’in “ekonomik indirgemeciliğini”, hem de genel olarak siyasal alanı kapitalist ilişkilere bağımsız bir varlık olarak alan eğilimleri eleştirerek, sınıf mücadelesinin devlet-toplum ilişkilerinin analizinde temel bir unsur olduğunda ısrar eder (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992). Buna göre, ne siyasal alan ekonomiyi, ne de ekonomi siyasal alanı tek yönlü biçimlendirebilir. Çünkü toplumsal bir ilişki olarak ekonomi ve siyaset, bütünsel bir biçimde birbirine bağlı ve ilişkili analiz edilebilir. Böylesi bir analiz, ekonomi-siyaset/ yapı-mücadele ve devlet-toplum gibi kategoriler arasındaki içsel ilişkileri birbirinden ayıran, sınıf mücadelesini azaltan ve kapitalist gelişmenin nesnel yasalarından bütün olarak ayrılan pozisyonları eleştirerek, kapitalist ilişkilerin anlaşılmasında Marksist analizin tarihsel ve kavramsal önceliğini sınıf mücacelesine verir (Bonefeld ve Holloway, 1991: 5; Bonefeld, 1992; Clarke, 1992; Holloway ve Picciotto, 2004). Açıklama birimi olarak sınıf mücadelesinin alınması örneğin, piyasa mekanizmalarının toplam sermaye birikiminin yeniden üretimini sürdürmede başarısız olması durumunda devletin neden müdahale ettiğinin anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Clarke’e göre doğrudan siyasal müdahale, siyasal 14 egemenlik biçimlerinin yeniden yapılanmasını gerektiren kriz dönemlerinde daha bir önem kazanır. Burada kapitalist sınıfın bazı kısımlarının kendi içlerindeki mücadele önemli olmakla birlikte, sermaye ve devlet arasında kapitalist sınıfın çıkarlarının doğrudan temsilinin ardında sermaye sınıfının devlet üzerindeki tahakkümünü güvence altına alacak temel ilişkiler de önemlidir (2001: 194). Çünkü yeniden yapılanmanın zorunlu olarak ekonomik ve siyasal biçimlerinin varlığı kriz’in, yani kapitalizmin dönemsel krizlerinin, ekonomik ya da siyasal bir kriz değil sermaye ilişkisinin bir krizi olduğunu, yani bu ilişkiye ilişkin çelişkilerin kaçınılmaz kıldığı bir kriz olduğu anlamına gelmektedir (Holloway ve Picciotto, 2004: 163). Clarke’in ifadesiyle; “..ücretli emek ile sermaye arasındaki dolaysız ilişki ekonomik bir ilişki olmayıp, aynı anda hem sömürüyü, tahakkümü ve ideolojik savaşımı içerdiğinden, birbirinden ayrılmaz biçimde ‘ekonomik’, ‘siyasal’ ve ‘ideolojik’ boyutlar taşıyan toplumsal bir ilişkidir. Bu boyutların birbirlerinden ideolojik ve kurumsal ayrılığı toplumsal ilişkiye içkin değildir. Bu ayrılığın yeniden üretimi üzerinde verilen mücadelelerden doğar. Ekonomik, siyasal ve ideolojik alanlar böylece tek bir toplumsal ilişkinin tümleyici biçimleri olur” (2004: 17). Dolayısıyla devleti anlamaya toplumsal ilişkilerden başlanılması, devlet-sermaye ve sınıf ilişkisinin analizinde başlangıç noktasıdır. Devlet kavramını kullanmaya başlamak için devletin ve devlete özgü biçimlerin belli tarihsel özgüllükte toplumsal ilişkiler olarak nasıl kurulduğunun ve bellli tarihsel özgüllükteki somut durumda bu kavramlardan ne anlaşılması gerektiğinin analizi de devletin işlevlerine değil biçimine odaklanmayı gerektirir. Devletin kapitalist ilişkilerin gündelik pratiği üzerindeki etkisini çözümleyebilmek için oluşturulacak bu kuramsal temel, devletin toplumsal ilişkilerin belli bir biçimi olarak ele alınmasını, altyapı-üstyapı modelinde ve onun yapısalcı versiyonlarında anlamını bulan ekonomik belirlenimcilikten ve devletin işlevsel niteliğinden kesin bir kopuşu getirecektir (Holloway, 1995: 120; Clarke, 2001: 186). Marksist yaklaşımlar içinde 1980 sonrası tartışmalarda kapitalist devletin kavramsallaştırılmasına yoğunlaşan eleştirel-açık Marksist Okul’un analizi; bizim çalışmada kuramsal çerçevenin seçiminde etkili oldu. Devletçi ve liberal yaklaşımların dışında kapitalist toplumsal ilişkilerin açıklanmasında bütüncül bir yaklaşıma duyulan ihtiyaç ve araştırmada izi sürülen temel araştırma sorularının çözümlenmesi bu kuramsal ve yöntemsel çerçevenin 15 seçiminin bir diğer önemli nedenini oluşturmaktadır. Bu kuramsal ve yöntemsel çerçeve ışığında, Türkiye’de 1980 sonrasında başlayan dönüşüm politikaları kapsamında, devlet-toplum ilişkilerinin analizi ve bu dönüşümün açıklanmasında yaygınlıkla kullanılan devlet-toplum arasındaki ikiliğe dayalı, “merkez-çevre” ve “güçlü devlet geleneği” gibi, kavramsallaştırmaların eleştirel bir değerlendirmesi yapılabilmiştir. Bunun yanı sıra devlet toplum ilişkilerinin bu kavramsal ve yöntemsel çerçeveye dayanarak açıklanması, Türkiye’de devletin dönüşümünde neoliberal politikaların nasıl yönlendirildiğinin ve kavramsallaştırmalarının bu politikaların meşruiyeti için ideolojik rolünde nasıl bir rol oynadığının da daha iyi anlaşılmasında etkili oldu. Çalışmanın kuramsal ve yöntemsel çerçevesinin seçimi üzerinde etkili olan temel araştırma soruları ise şunlardır; - Yönetim-siyaset, ekonomi-siyaset, devlet-toplum gibi kategoriler arasındaki yapay ikilikler kapitalist toplumsal formasyonda teorik ve pratik düzeyde devletin yeniden yapılanmasını nasıl etkiler? - Bu ikiliklerin tarihsel ve teorik temelleri nelerdir? -Türkiye’de 1980 sonrasında devletin yeniden yapılanması ve ekonomi/politik, toplumsal ve ideolojik dönüşüm arasındaki ilişki nasıldır? - 1980’den sonrasının “yeni siyaset tarzı”: neo-liberal düşünce, Türkiye’de siyasetin dönüşümünde apolitizasyon ve depolitizasyon süreçlerini hangi düzeylerde etkiledi? - Devlet-toplum ilişkilerinin açıklanmasında 1980 öncesi kullanılan kuramsal çerçeve, 1980 sonrası devlet-toplum ilişkilerini tanımlarken nasıl dönüştü? Başka bir ifadeyle, 1980 öncesi kuramsal çerçevenin dönüşüm sürecinin meşruiyeti üzerindeki ideolojik etkisi ne yönde oldu? Çalışmanın kapsam ve sınırlılıkları üzerinde ise 1980 sonrası neoliberal politikalar bağlamında ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik dönüşümlerin hakim paradigmaca analizi ve bunun eleştirisine odaklanan araştırma konusunun temel soruları etkili olmuştur. 24 Ocak 1980 ekonomik istikrar önlemlerini takiben askeri müdahale ve sonrasında kapitalist devletin yeniden yapılanmasına yönelik bir değerlendirmenin yapılmaya çalışıldığı 16 çalışma, 2001 krizi ve sonrasında kurulan “tek parti iktidarı” AKP’nin ilk dönemi ile sınırlandırılmıştır. Çalışmanın bütününde ele alınan dönem içerisinde her bir aşamanın kendi başına bir tez konusu oluşturacak önemde olması, bizim çalışmada bu aşamaların ayrıntılı analizinden ziyade, neoliberal politikalar bağlamında her bir aşamanın temel özelliklerinin esas alınmasıyla bir toplumsal ilişki biçimi olarak devletin yeniden yapılanması üzerinde durmayı gerektirmiştir. Çalışma konusunun incelenmesinde esas alınan veri toplama tekniğine karar verilmesi ise bütün sosyal bilimciler gibi bir siyaset bilimci için de araştırma konusunun anahtar sorularının çözümlenmesinde hangisinin en iyi yöntemi sağlayacağı ile ilgilidir. Örneğin niteliksel araştırmalar, araştırma konusunun genelleştirilmesi pahasına bütünsel olarak araştırmacının baştan sona kuramsal bilgiye odaklanmasını gerektirebilir. Burada ihtiyaç olunan uygun verilerin toplanmasında en iyi yol, araştırma sorularının kanıtlanmasına ilişkin olanının seçilmesidir (Burnham, Gilland, Grant, Henry, 2004: 31). Bunun yanı sıra araştırma dizaynı da veri toplama tekniği üzerinde iki temel işleve sahiptir. Bunlardan ilki, çalışma planının yürütülmesinin kavramsallaştırılması ya da gelişimi olup, diğeri araştırma sorunsalının geçerli, somut ve nesnel çözümleri sağlamak için yeterli olup olmadığı ile ilgilidir. Burada araştırmacı uygun yöntemle toplanmış verileri kullanarak araştırma sorularını geliştirmeli ve onları mantıklı-tutarlı bir yolla araştırmanın teorik çerçevesine uyacak biçimde organize etmelidir. Bu aynı zamanda ilgili konuda hangi araştırmaların yapıldığı ve hangi kanıtların bulunabilirliği için de maliyet bakımından uygun bir yol olup (Burnham, Gilland, Grant, Henry, 2004: 33-34), toplanan verilerin kapsamlı bir analizi ile araştırma sorularının olası cevaplarının açığa çıkarılmasıyla yeni araştırma konularına ihtiyaç duyulduğunu ortaya koyabilir. Özellikle niteliksel çalışmaların genişletilmesi için uygun olan bu veri toplama tekniği, sınırlılıklarına rağmen sosyal bilimlerde ve siyaset biliminde özellikle teorik tartışmalarda ve eleştirel olay incelemelerinde kullanılmaktadır (Burnham, Gilland, Grant, Henry, 2004: 534). Bu anlamda, bizim çalışmada kullanılan veri toplama tekniği; ikincil veri toplama tekniği olup, mevcut ulaşılabilen literatürün toplanmasına ve 17 aralarından seçim yapılmasına dayalıdır. Bunun yanı sıra, çalışmada temel alınan kuramsal çerçeve, eleştirel/açık-Marksist Okul, içinden yazarlardan Prof.Dr. Werner Bonefeld ile İngiltere University of York’taki bir yıllık çalışma süresi boyunca takip edilen dersler ve tartışmalar ise “kişisel görüşme” yöntemi olarak belirtilebilir. Çalışmanın kuramsal bölümlerine ilişkin makale ve kitap kısımlarının büyük bir kısmı bu süre boyunca Bonefeld’in yürüttüğü derslerin takibinde kullanılan kaynaklardan oluşmaktadır. Gerek söz konusu kaynakların, gerekse University of York kütüphanesinden alınan diğer yayınların İngilizce’den Türkçe’ye çevirisi ise tarafımca gerçekleştirilmiştir. Bu anlamda çevirilere ilişkin sorumluluk tarafıma aittir. Araştırmanın planınına gelince; altı bölümden oluşan çalışmada birinci bölümün konusu; kapitalist toplum biçiminde devletin yeniden yapılanması, ekonomi-siyaset kategorileri arasındaki ikiliğin ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik düzeylerde yeniden ve başka biçimlerde kuruluyor olması nedeniyle neoliberal devlet tezlerinde aldığı biçimler üzerinedir. Toplumsal gerçekliğe ilişkin kategorilerin ayrı düzeylerde ve farklı gerçeklik alanlarının konusu olarak anlaşılmasının tarihsel dayanağının Weber sosyolojisine uzanması, bu ikiliğin tarihsel ve teorik temellerine, yani Weberyan devlet çözümlemesine değinmeyi gerektirmiştir. Weber sosyolojisinin ‘metedolojik bireycilik’, ‘ideal tipler’, ‘ekonomi’ ve ‘sınıf-statü’ gibi temel kavramlarının incelenmesi hem ekonomi-siyaset ilişkisinin, hem de kültürün toplumsal ilişkileri açıklamadaki artan rolü nedeniyle burada üzerinde durulmayı gerektirdi. Devletin anlam ve işlevlerinin bu kuramsal bağlamda incelenmesi devlet teorisi içinden hem liberal devlet tezlerini, hem de buna eleştirel Marksist devlet teorisi içinden çeşitli yaklaşımları etkilemesi nedeniyle önemlidir. Bu bağlamda klasik liberalizmin ‘bireycilik’, ‘özgürlük’, ‘kendiliğinden doğal düzen ve piyasa ekonomisi’ ve ‘hukukun hakimiyeti ve sınırlı devlet’ gibi temel ilkelerinin (Yayla, 2002: 149) güncellenmiş biçimi olarak neoliberalizmin 1970’lerin derin ekonomi-politik ve toplumsal krizlerini, devletin ekonomik alana müdahalesinde görmesi, kapitalist devletin neoliberal devlet biçiminde bu temel tezlerin tartışılmasını gerektirdi. Bu anlamda Weber sosyolojisinde temel kavramlar ve devletin anlam ve 18 işlevlerinin yanı sıra lliberalizmin devlet-piyasa karşıtlığı, minimal devlet ve yasanın kuralının uygulayıcısı güçlü devlet tezleri bu bölümde ele alındı. İkinci bölümde ise; neoliberal yeniden yapılanmanın ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel sonuçları üzerine Marksist yaklaşım içerisindeki tartışmalar üzerinde duruldu. Bu bağlamda ekonominin belirleyiciliği iddiasındaki araççılık, bu ‘belirlenim’ ilişkisini aşma iddiasındaki yapısalcı yaklaşım ve Marksizm’in bu temel kategorileri arasında birinin diğerine önceliği ya da özerkliği biçiminde sunulan ilişkinin kategorileri donuklaştırdığı ve teorinin kendi içinde kapanımına neden olduğu eleştirisi ile her iki yaklaşımı birden hedef alan açık-Marksizm tartışmaları çalışma için önem oluşturmaktadır. Eleştirel/açık Marksizm’e göre, özellikle 1970’lerin ortasından itibaren yaşanan ekonomi-politik dönüşümü Marksist devlet kuramını geliştirerek açıklama çabasındaki bu tartışmalar, kuramsal bir canlanmaya işaret etsede esasında teorinin kendi içinde kapanımını da getirmiştir (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992: x-xi). Bugün Marksist teorinin kendi içindeki bu kapanımını aşma çabası, teorinin kendi içinden yapılan, çalışmanın kuramsal dayanağını da oluşturan, eleştirel/açık-Marksist yaklaşım ışığında aşılmaya çalışılmaktadır. Toplumsal gerçekliği ikili düzeylerle açıklayan yaklaşımları eleştirerek, kategorilerinin açıklığını ve kapitalist toplumsal ilişkilerin görünür olmayan yapılarının görünür kılınması katkısını sunması ve çalışmada benimsenen temel kuramsal çerçeve olması nedeniyle bu bölümde açık-Marksizm’in temel teorik çerçevesine Marksizm içindeki diğer tartışmalardan daha fazla yer ayrılmıştır. Marksist kuram içinden araççı, yapısalcı, tekelci devlet kapitalizmi, düzenleme ve türetme okulu gibi 1980’ler’in Marksist devlet tartışmalarına ise çalışma için önem oluşturacağı düşünülen temel tartışma noktaları itibariyle yer verilmiştir. Çalışmanın üçüncü bölümünde ise; Türkiye’de ekonomi-siyaset ilişkisi üzerine birbirlerine karşıt tezler geliştiren, ancak benzer kuramsal temelden beslenen iki hakim yaklaşımdan, devletçi-liberal, özellikle 1980 sonrası devlet-toplum ilişkilerinin devlet merkezli kalkınma yaklaşımına muhaliflik iddiasında konumlanan hakim paradigmanın temel tezleri üzerinde durulmuştur. Özellikle 1980’lerden itibaren egemenliğini sürdüren ve gündelik 19 söylemde de yaygın kabul gören bu yaklaşım, diğerine eleştirel olmakla birlikte, Türkiye’de devlet-toplum ilişkilerinin Batı’dan farklı ve kendine özgü bir biçimde gelişmesini sivil toplum ve demokrasinin gelişiminde önemli bir engel olarak görür. Bunun nedeni, Osmanlı’dan devralınan “güçlü devlet geleneği”nin ülkede modern anlamda sınıflar, sermaye ve işçi sınıfının oluşumuna izin vermeyişidir. Buna göre, 1980’lere kadar ki devlet merkezli kalkınma ideolojisinin kuşatıcılığı ve devletin gücü nedeniyle sivil toplum gelişememiş; batıcı, vesayetçi, jakoben, ceberrut nitelikleriyle devlet, her dönemde muhafazakar, dindar ve ekonomide serbestlik yanlısı halk kitlelerine baskı uygulamıştır. Bürokratik elitlerin ülkeyi sınıflar üstü kılacak ve kendi çıkarlarını sürdürecek biçimde yönetimi ise 1980’lerden itibaren dönüşmeye başlamıştır. Ekonomi ve siyaset arasındaki ilişkileri biribirine özerk gören, bu anlamda da ekonominin teknik, rasyonel ve siyasal etkilerden uzak olduğunda etkin işleyeceği düşüncesindeki bu yaklaşım, tıpkı Weber’de ve liberalizm’de olduğu gibi devleti düzenleyici işlevleri ile tanımlar. 1970’lerin kapitalist ilişkilerinin krizine çözüm olarak sunulan neoliberal dönüşümü 1980 öncesi ve sonrası karşıtlık biçiminde gören yaklaşıma, 1980 sonrası ekonomi-siyaset ilişkilerinin analizinde hakim paradigma haline gelmesi nedeniyle bu bölümde geniş yer almıştır. Bu nedenle çalışmanın bu bölümü 1980 sonrası ekonomi-siyaset ilişkilerini devlet merkezli kalkınma anlayışına muhalif bir konumda okuyan hakim paradigmanın temel tezlerine, “güçlü devlet geleneği”-“güçlü merkez-zayıf çevre” “bürokratik elitler-siyasal elitler çatışması”na, ayrılmıştır. Bu bölüm ayrıca dönüşümünün ekonomipolitik, toplumsal ve ideolojik düzeylerine ilişkin çözümlemelerinin yapılacağı izleyen kısımlardaki tartışmalar için de bir giriş olması nedeniyle önemlidir. Bu bağlamda çalışmanın bu kısmında, “Türkiye’de 1980 öncesi ekonomisiyaset ilişkilerini tanımlamada kullanılan baskın kuramsal çerçevenin ne olduğu?” sorusu cevaplanmış olup, çalışmanın izleyen bölümlerinde izi sürülen; “1980 öncesi kuramsal çerçevenin sonrasında nasıl dönüştüğü” sorusunun da anlaşılabilmesine çalışılmıştır. Bu, sözkonusu kuramsal çerçevenin ideolojik etkisinin dönüşüm sürecinin meşruiyeti üzerindeki etkisinin anlaşılabilmesi bakımından da ayrıca önem oluşturmaktadır. Bu 20 bölümün son başlığında ise, devlet merkezli yaklaşıma yönelik hakim paradigma içinden eğilimlerce yapılan eleştirilerin yöntemsel ve kuramsal eksikliği üzerinde durulmuştur. Bu eksiklik, çalışmanın yöntemsel dayanağını oluşturan eleştirel/açık Marksizm’in “toplumsal bir ilişki biçimi olarak devlet” kavrayışı ile aşılmaya çalışılmıştır. Çalışmanın dördüncü bölümünün konusu ise 1980 sonrası ekonomipolitik dönüşümün değerlendirilmesi olup, iki temel soru etrafında analiz edilmeye çalışılmıştır. Bunlardan ilki, 1980 sonrasının neoliberal ekonomi politikaları ve bu politikaların uygulanma araçları ve düşünsel dayanağını oluşturan “yeni siyaset tarzı”nın Türkiye’de dönüşümün ekonomik-politik düzeyini nasıl etkilediği? üzerinedir. Diğeri, ekonomi-siyaset ilişkilerinin açıklanmasında 1980 öncesi devlet merkezli kalkınma anlayışına muhalif hakim paradigmanın/liberal yaklaşımın 1980 sonrasında, bu ilişkilerin analizinde nasıl dönüştüğü? hakkındadır. Bu anlamda, 24 Ocak ekonomik istikrar kararlarının hemen ardından gelen 1980 askeri müdahalesi ile başlayan ekonomi-politik dönüşümün ilk aşamasını, ekonominin liberalizasyonu ve siyasetin otoriterleşmesi ile karakterize askeri yönetim yılları ve “sınırlı demokrasiye geçiş” dönemi oluşturmaktadır. Bu nedenle, bu dönemin ihracat odaklı kalkınma stratejisine dayalı temel ekonomi politikalarının ve bunların yasal-kurumsal araçlarının yerleşme biçimi bu bölümün konuları arasındadır. Devletin yönetsel kapasitesinin arttırılması amacındaki bu düzenlemelerin 1994 ve 2001 krizlerinin ardından yoğunlaşması ise IMF ve AB’nin Türkiye’nin ekonomi-politik reformları üzerinde artan etkisinin “iyi işleyen bir piyasa ekonomisi” adına zorunlu kılınmasını gerektirmesi bu bölümde ayrıca sermaye örgütleri, uluslararası kuruluşlar ve devlet üzerinde durmayı gerektirmiştir. Son olarak, hakim paradigmanın 1980 sonrasının ekonomi-politiğinin analizi ve bunun araştırmada benimsenen kuramsal çerçeve ışığında eleştirisi de bu bölümde üzerinde durulacak konular arasında yer almaktadır. Çalışmanın beşinci bölümü ise kapitalist toplumsal biçimin emeksermaye/devlet-toplum/ekonomi-siyaset gibi temel kategorileri arasındaki ilişkilerinin neoliberal yeniden yapılanma sürecini sekteye uğratmayacak 21 şekilde yeniden düzenlenmesinin, dönüşümün ekonomi-politik yanıyla olduğu kadar toplumsal düzeyi ile de ilgili olduğu üzerinedir. Bu anlamda, bu bölümde izi sürülen temel araştırma soruları şöyledir; -Bütün siyasal faaliyetlerin yasaklandığı 1980 askeri müdahalesi sonrasında büyük burjuvazi neden faaliyetlerine devam edebildi? 1990’lara gelindiğinde, 28 Şubat sürecinde bu büyük burjuvazi neden önemli bir aktör oldu? - Müdahale sonrası büyük burjuvaziyi temsil eden sivil toplum örgütünün siyasal karar alma süreçlerine olan etkisinin aksine, emek sendikaları ve siyasal partiler gibi sivil toplum bütününün diğer unsurlarının siyasetin dışında bırakılması demokrasi-sivil toplum ilişkisi bakımından nasıl açıklanabilir? Bununla bağlantılı olarak -1980 askeri müdahalesinin ardından faaliyetine devam edebilen tek sivil toplum örgütü olarak büyük burjuvazi, TÜSİAD, ve 1990’larda yükselişe geçen küçük sermaye örgütlerinin temsilcisi MÜSİAD neden 1990’ların sonundan itibaren AB’ye üyelik sürecine ve demokratikleşme reformlarına yoğun destek vermeye başladı? -Özellikle 1994 ve 2001 ekonomik krizlerinden sonra ekonomik karar alma süreçlerinin teknikleştirilerek siyasetten bağımsızlaştırılmasının toplumsal güçlerin bu kararları etkileme düzeyi üzerindeki etkisi nasıl olmuştur? Dolayısıyla, askeri müdahale sonrasında emek örgütlerinden siyasal partilere kadar, ekonominin yönetimine müdahil olabilecek olası bütün siyasal faaliyetlerin yasaklanmasının neoliberal ekonomi politikalarının uygulanmasında ne gibi etkisinin olduğu bu bölümün temel tartışmalarından birini oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra “demokratikleşme” reformlarına sivil toplumun önemli parçası sermaye gruplarından yoğun desteğin geldiği sonraki aşamada, ekonominin yönetiminin bu kez çeşitli düzenlemelerle teknikleştirilerek olası müdahalelere kapatılmasının devlet-sivil toplum ilişkisi bakımından anlamı da çalışmada üzerinde durulacak diğer tartışma konuları arasındadır. Bu bağlamda, devletin nötrlüğü çerçevesinde yeni bir kamusal algılama kurmayı amaçlayan bir süreç olarak, siyasal öznelerin siyaset dışı ya da karar alma süreçleri dışında bırakılması anlamında apolitizasyon ve özellikle 1990 sonrası neoliberal dönüşüm politikalarına ilişkin karar alma süreçlerinin ve uygulamalarının politika dışıymış gibi gösterilmesi anlamında da 22 depolitizasyon kavramları sözkonusu aşamaların/soruların cevaplanmasında temel referans noktaları olarak alınmıştır. Bu bölümde son olarak, hakim paradigmaca 1980 sonrası toplumsal dönüşümün analizi ve bunun araştırmada benimsenen kuramsal çerçeve ışığında eleştirisi ile ele alınan tartışma soruları farklı bir bağlamda açıklanmaya çalışılmıştır. Çalışmanın altıncı ve son bölümü ise; dönüşümün ideolojik düzey bakımından analizi olup, bunun kimlik siyasetinde görünümünü bulan biçimlerinin esas itibari ile kapitalist toplumsal ilişkilerin sürdürülebilirliği ile ilişkili olduğunun değerlendirilmesi üzerinedir. Bu bölümde ayrıca, aralarındaki belirgin farklılıklarla birlikte, 1980 öncesini “güçlü devlet geleneği” tezinin temel iddialarıyla analiz eden hakim paradigma içinden yazarların benimsedikleri kuramsal çerçevenin 1980 sonrasında nasıl dönüştüğü; başka bir ifadeyle dönüşüm sürecinin meşruiyeti üzerindeki ideolojik etkisinin nasıl olduğu? soruları dönüşümün ideolojik düzeyi bağlamında irdelenmeye çalışıldı. Bununla 1980 sonrası devlet-toplum ilişkilerini biçimlendiren “yeni siyaset tarzı”nın temel unsurlarının beslendikleri benzer kuramsal ve yöntemsel çerçeve itibari ile öncekilerle arasında belirgin bir kopuş olmadığı anlatılmaya çalışıldı. Çalışmanın bu bölümünde ayrıca, ideolojik dönüşümün bir sonucu ve aşağıdaki temel sorularla da ilişkili olarak Türkiye özelinde; -siyasal İslam’ın neden 1980 sonrasında yükselişe geçtiği? ve 1980 sonrasında neo-liberal-muhafazakâr ittifakın biçimlendirdiği “yeni siyaset tarzı”nın siyasal İslam’ın yükselişini ne yönde etkilediği? üzerinde de duruldu. Bütün bunlar kültür politikalarının neoliberalizmle uyumu, buna bağlı olarak muhafazakar söylemle eklemlenişi ve bunun Türkiye özelinde siyasal İslam’ın yükselişi ile örtüşmesi ile ilişki kurularak çözümlenmeye çalışıldı. Böylece, ekonomi-politik olarak serbest piyasanın temel değer olarak yüceltildiği bir ortamda, ideolojik olarak sınıf siyasetinin kimlik siyaseti içinde dönüştürülmesinin yeniden yapılanmanın meşruiyeti üzerindeki etkisi ortaya konulmaya çalışıldı. Bu bölümde son olarak, ideolojik dönüşüm bağlamında hakim paradigma içinden yazarlara referansla yapılan eleştirel bir değerlendirme ile bu yaklaşımın eksik yönleri ortaya konularak çalışmada 23 benimsenen kuramsal çerçeve ışığında bütünlüklü bir değerlendirme yapılmaya çalışıldı. BİRİNCİ BÖLÜM: DEVLET TEORİSİNE LİBERAL YAKLAŞIMLAR Kapitalist toplum biçiminde devletin yeniden yapılanmasının anlamı, ekonomi-siyaset kategorileri arasındaki ikiliğin teorik ve pratik ya da ekonomipolitik, toplumsal ve ideolojik düzeylerde yeniden ve başka bir biçimde kurulmasıdır. Bu biçimin esasına ilişkin bir açıklamayı amaçlayan çalışmanın bu kısmının konusu, kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden yapılanmanın ekonomi-siyaset ikiliğinin özellikle neoliberal devlet tezlerinde aldığı görünüm üzerinedir. Ancak toplumsal gerçekliğe ilişkin kategorilerin ayrı düzeyler biçiminde ve farklı gerçeklik alanlarının konusu olarak anlaşılmasının tarihsel dayanağı Weber sosyolojisine uzanır. Neoliberal devlet tezlerinin analizinden önce bu ikiliğin tarihsel ve teorik temellerine, yani Weberyan devlet çözümlemesine değinmek yöntemsel bakımdan bir zorunluluk oluşturmaktadır. 1.1. EKONOMİ-SİYASET AYRIMININ KURAMSAL KÖKENLERİ: WEBER’DE DEVLETİN ANLAMI ve İŞLEVLERİ Batı gelişmesinin temel dinamiği olarak ifade edilen ‘rasyonel ekonomik eylem’; kapitalist ilişkilerde özel mülkiyet, piyasa, para, emeğin bölünmesi, ücretler ve kar gibi ekonomik kategorileri siyasetin dışında tutar. Ekonomik rasyonelliğin kavramsal ifadesi bu kurumlar, özgül toplumsal ilişkilerle ilgili olmalarına rağmen, insanın toplumsal varlığının yeniden üretiminden bağımsız ve rasyonel bir ilkenin somutlaşması biçiminde görünür. Verimlilik adına ekonominin yönetiminin siyasal etkilerin uzağında teknik bir kavrayışla gerçekleşebileceği savunusu ise kuramsal köklerini Weber’in özne-nesne, ekonomi-siyaset, devlet-toplum gibi toplumsal gerçekliğin ikili düzeylerde açıklanmasında bulur. Bürokrat ve liderliğin ayrı düzeyler olarak birbirlerinin alanlarına müdahale etmemeleri gerektiğini, ekonominin gelişimi için temel ilke olarak alan Weber sosyolojisinin ‘metedolojik bireycilik’, ‘ideal tipler’, ‘ekonomi’ ve ‘sınıf-statü’ gibi temel kavramlarının incelenmesi hem ekonomi-siyaset ilişkisinin, hem de kültürün toplumsal ilişkileri açıklamadaki rolü nedeniyle burada üzerinde durulmayı gerektirmektedir. Devletin anlam ve işlevlerinin bu kuramsal bağlamla 25 belirtilmesi devlet teorisi içinden hem liberal devlet tezlerini, hem de buna eleştirel Marksist devlet teorisi içinden çeşitli yaklaşımları etkilemesi nedeniyle önemlidir. 1.1.1. Weber Sosyolojisinin Temel Kavramları Sosyal bilimlerin ilgi alanını oluşturan problemlerin kültürel öneme sahip belirli sorunlarla ilişkili oldukları düşüncesindeki Weber, bilimsel nesnelliğin kurallarını formüle etmeye çalışır. Buna göre sosyoloji, sosyokültürel bilimler hiyerarşisinde bağımsız bir bilim dalı olarak yerini bu nesnellikte bulacaktır (Çiğdem, 1997: 38). Sosyal bilimler ise zorunlu olarak, doğa bilimlerinin inceleme nesnelerinde bulunmayan, özellikle insani nitelikli manevi veya ideal olgularla ilgilidir. Toplumsal gerçekliğin özne-nesne, olgudeğer gibi ikilikler üzerinden açıklanmasına dayalı bu yaklaşım, “ampirik bir disiplinin olması gereken” şeyi tanımlayan idealleri bilimsel olarak inşa etmesinin imkansızlığı üzerinedir (Giddens, 2009: 219). Weber’in toplumsal gerçekliği bu biçimde ikiye bölmesi ve analizini ‘değer’ odaklı bir temele dayandırması, öznenin dışındaki nesnel gerçeklik alanının onun eylemlerinin tek kaynağı olduğuna ilişkin yaklaşıma duyduğu tepki nedeniyledir. Metodolojik olarak birey’den, özne’den hareket eden Weber, insanların ve yarattıkları toplumsal dünyanın fizik bilimleriyle aynı yöntem ve kavramlar kullanılarak anlaşılabileceğini varsayan pozitivist bilgi teorisini reddeder. Pozitivizmde bilimsel bilgi, ‘insan özne’nin dışında bir nesnel gerçeklik alanının kabul edilmemesi nedeniyle, ‘olgu’sal içeriği bulunan önermelerle dile getirilmekte ve bilimsel olmayan ‘bilgi’yi ifade eden önermeler, olgusal içerikten yoksun oldukları için sınanmaları da mümkün olmadığından bilimsel sayılmamaktadır (Köker, 1998: 27). Pozitivist yöntem bilimin, yalnızca olgular-nesneler alanına ait olanı bilimsel kabul etmesine olan tepkisi, dışsal doğa ile insan kültürü arasında kurduğu karşıtlığın da nedenidir. Dolayısıyla Weber’in “yorumlayıcı anlayışı”, öncelikle eylemin onu gerçekleştiren kişi için öznel anlamını–kaynaklandığı inanç ve arzuları- belirlemeyi içerir. Buna göre, yorumlama/anlama, insanla ilgilenen ahlak ve kültür bilimlerine ait kendine 26 özgü bir yaklaşımdır (Weber, 2002: 102). ‘Ekonomi ve Toplum’ çalışmasında da belirtildiği gibi; “…süreçleri ve sonuçlarının nedensel açıklaması ile toplumsal eylemin anlamını yorumlayan bir bilim, onun davranışının anlamının öznesiyle ilişkilendirilen bireysel eylem olarak davranıştan konuşmalıyız, açık ya da kapalı olan, toplumsal eylem şimdiye kadar onun öznel anlamı diğerlerinin davranışıyla ilişkili ve süreci ile bağlantılıdır” (Weber, 1978: 4). Yöntemsel olarak birey’i esas alan Weber’e göre birey’in eylemleri iki şekilde rasyoneldir. Çevredeki nesnelerin ve öteki insanların davranışlarına yönelik beklentiler tarafından belirlenen ‘araçsal akıl/rasyonel eylem’ ile etik, estetik, din ya da diğer davranış biçimleri adına bireyin başarı beklentisinden bağımsız bilinçli biçimde inanmasının ifadesi ‘değer1 amaçlı eylemdir’ (Weber, 1978: 25-26). Rasyonel eylem, bireyin kendisinin akılcı bir biçimde hesapladığı amaçlarına ulaşması için koşullar ya da araçlar olarak kullanıldığından işlevseldir. Birey, belli bir amacı gerçekleştirmek için özel bir aracı kullanırken girdiği etkinliği ve başka bireyler ve gruplarla ilişkili olduğu eylemdir. Değer akılcı eylem ise eylemin amaçlarıyla ilgilenmekte olup rasyonel eylemlerin gerekçesini oluşturur (Çiğdem, 1997: 42; Giddens, 2009: 240). Bireyin rasyonel eylemi ekonomik merkezli olup, faydalar için arzuların tatmin edilmesi ile ilgilidir. Öznenin ekonomik merkezli amaçlarla sonuçlanacak olan temel dürtüleri için barışcı araçlarla arzulanan faydaların kontrolünü ele geçirmeye çalışmaktır. Bu nedenle rasyonel ekonomik eylem özellikle planlanan, hesaplanan araçsal rasyonalite gerektirir. Özgül tip, bir öznel anlama sahip olduğu düşünülen malların üretimi, fiyatlar hatta “malların öznel değeri” gibi ekonomik eylemin devamı organize sistemlerle kurulmuş bir ekonomiye neden olur (Weber, 1978: 63-64). Weber’de sınıf kavramının başlangıcı piyasada ekonomik eylem üzerine daha genel analizi ile ilgilidir. Weber ekonomik olguların insanların düşüncelerinin doğasını doğrudan etkilediği fikrine karşı çıktığından, bu değerlendirmelerin sınıfsal çıkarlardan bağımsız olarak kavramsallaştırması gerektiği sonucu çıkar. Bu yüzden sınıfsal konumu statü konumundan ayırır. Buna göre, bir bireyin statü konumu, diğerlerinin ona ve toplumsal konumuna 1 Değerden arınmışlık teorik ve kavramsal tutarlılık ve ampirik doğrulamadan azade kalma anlamında değil, ampirik-aktüel veriler tarafından empoze edilen sınırlar içinde serbetliktir (Çiğdem, 1997:42). 27 ilişkin yaptıkları, böylece bir ölçüde onun toplumsal prestij veya itibar biçimine yükledikleri değerlendirmeleri ifade eder. Bir statü grubu, aynı statü grubunu paylaşan bireyler toplamıdır. Sınıflardan farklı olarak ortak konumlarının hemen her zaman bilincindedirler. Statü grubu, sınıfsal açıdan sosyal sınıfa en yakın ve ticari sınıfa en uzak konumdadır (Weber,1978: 306-307). Dolayısıyla, statü konumuyla Weber’in belirlediği üç sınıf; bedensel emek sahipleri, küçük burjuvazi (mülksüz beyaz yakalılar, teknisyenler, aydın sınıf) ve egemen girişimci ve mülk sahibi sınıf (Weber, 1978: 305), arasında herhangi bir zorunlu ya da evrensel ilişki yoktur. Mülk sahibi sınıflar her zaman değilse bile çoğu kez belirli statü gruplarını oluştururlarken, bu durum ticari sınıflar için nadiren söz konusudur (Giddens, 2009: 264). Weber sosyolojisinde baskın bir diğer kavram; değer ya da öznel yönelimli eylemin anlaşılmasıyla ilişkili olası sıkıntılar nedeniyle, ‘genelde rasyonel tipler’ inşa etmek üzerinedir. Rasyonel eylemi oluşturan şey, ideal tip içinde ortaya konulduğundan ondan sapma, irrasyonel unsurların etkisine göre incelenebilecektir (Giddens, 2009: 239-240). Çünkü Weber’e göre sosyoloji, ampirik sürecin genelleştirilmiş biçimliliklerini ve tip kavramlarını formüle etmeyi amaçladığından (Weber, 1978: 19-20), gerçekliğin olgusal/nesnel örgütlenişine, zihinsel inşaalardan başka bir şey olmayan ideal tipler aracılığıyla nüfuz edilebilir. Gerçekte, ideal tiplere karşılık gelen bir nesnel gerçeklik bulunmaz. Ancak, ideal tiplerin ideal oluşu, bir toplumsal olgunun verili bütün özelliklerini kapsayabilmesinden ileri gelir. Buna göre, sosyal bilimlerde kullanılan kavramlar değer kabulleri olmadan doğrudan gerçeklikten elde edilemezler, zira ilgi konularını tanımlayan problemler bu tür ön kabullere dayanır. İdeal tip kavramının biçimsel özellikleri ortaya konulurken yeni bir kavramsal türü geliştirdiğini değil, zaten pratikte yapılan şeye açıklık kazandırdığını düşünür. Bir ideal tip, her ne kadar gerçeklikte yer alsa da bu özel biçimiyle nadiren ortaya çıkan birçok sayısız unsurun soyutlanması ve birleştirilmesiyle inşa edilir (Giddens, 2009: 229). Teorik anlaşılma için meşru kabul edilecek ‘ideal tip’lerin oluşturulabileceğini belirtir. Bu nedenle, belirli tipteki toplumsal ilişkilerin anlaşılması için gerçeklikle tam 28 olarak uyuşması gerekmeyen ideal tipler teorisi soyut olmak zorundadır. Buna göre; “.. ideal tip kavramı, gerçekliğin belli öğelerinin mantıksal tutarlılığa sahip bir kavram olarak soyutta inşasıdır… ideal teriminin herhangi bir değer yargısıyla ilgisi yoktur” (Weber, 2002: 107). Bir ideal tip, mantıksal anlamda saf bir tip olduğundan, bir zihinsel inşa olarak kavramsal saflığı içinde somut olarak hiçbir yerde bulunmaz. Örneğin bir sosyal bilimci rasyonel kapitalizmle ilişkili bir ideal tip formüle ederken, özel kapitalizm biçimlerini ampirik olarak inceleyerek, geliştirdiği ilgileriyle ilişki içinde rasyonel kapitalizmin ayırt edici en önemli özelliklerini belirlemeye çalışır(Giddens, 2009: 230). Sosyolojisine ilişkin temel kavramlarla kültürün toplumsal ilişkileri açıklamadaki rolünü vurgulayan Weber, toplumsal değişimi hem nesnel yapıya, hem de öznel insan eylemine dayanarak analiz ettiğinden kültür ve toplum bilimlerinin bir birleşimini yapmıştır (Swingwood, 1998: 368). Sosyal bilimlerde teorinin rolü konusundaki endişeleri nedeniyle yönteminde hem tarihsel bakışı, hem de sosyolojik olanı içermesi, O’nun sosyolojisinin özgüllüğünü oluşturur. Öte yandan, varsayılan tarihsel yorumun varsayımlarında ısrar etmesi, sosyal bilimlerin saf bir teorinin biçiminde tipik ilişkilerin bir analitik çerçevesiyle analizine neden olur (Clarke, 1982:196197). Toplumsal gerçekliği nesnel süreçlere indirgenemeyecek değer sistemleri olarak gördüğünden, insan’ın dışsal doğası dışındaki gerçekliğin yorumlayıcı bir biçimde anlaşılmasının süreç ve sonuçlarının nedensel açıklamalarına eğilmesi (Callanicos, 2007: 241-242), birey davranışını merkeze almasına neden olmuştur. Buna göre, toplumsal olguların bireysel eylemlerin ‘maksat dışı’/doğal ya da rastlantısal sonuçları olduğunu gösteren ‘metodolojik bireycilik’ kavramı; devlet, aile ve bireylerin gerçek ya da olası eylemlerinin belirli bir gelişimini ifade eder. Eylemin bu iki türünden rasyonel olanı, bireyin maksatlı eylemi ile sonuçları bellirli, nesnel ve kesin kurallara dayalı amaçları içerir. Örneğin toplumsal ilişkilerin ekonomi ve yönetim kategorileri bu kapsamdadır. Ekonomik rasyonellik sözkonusu olduğunda yorumlama yöntemindeki açıklama türü, insan davranışının ardındaki neden 29 ya da amaçları bunları gerçekleştiren bireylerin amaçlarına göre değil, somut işlevlerine göre açıklamaya çalışır. Dolayısıyla metedolojik bireycilik; Weber’in bazı verili hedefleri gerçekleştirmek için en etkili araçları seçmeye yönelten amaçlı-akılcılık ya da araçsal akılcı eylem dediği, özgül bir eylem türünün kurumsallaşmasını içerir. Weber’e göre toplumsal yaşamın akılcılaştırılması, amaçları peşindeki bireylerin mümkün olan en etkili eylem biçimini belirleyebilmek için, bilimsel yöntemlerin eşlik ettiği bir süreç olan davranışın, artan biçimde geleneksel değerler ve normlardan çok araçsal akılcılaştırma tarafından düzenlenmesinden oluşmaktadır (Callanicos, 2001: 59). Weber’in bu yöntemsel kavrayışı, toplumsal bir yapıyı meydana getiren ekonomi, siyaset, yönetim, aile, din gibi tüm kurumsal alanların karşılıklı ve birbirlerine özerk ilişkiler biçiminde anlaşılmasına neden olur. Buna göre askeri, dini, siyasal, hukuksal kurumlar işlevsel olarak çeşitli biçimlerde olgular alanına ait olan ekonomi ve yönetimle olan bağlantıları nedeniyle değerler alanına ait olup, etik idealler için önemlidirler. Bu nedenle, her iki kategorinin işlevlerini iyi yapabilmesi ekonomi ve siyasetin birbirlerinin alanlarına müdahale etmemesini gerektirir. Siyasal alana ait kurumların aksine, uzmanlık isteyen işlevler olmaları nedeniyle bürokrasi, yönetim ve ekonomi gibi kapitalist kurumlar rasyonalitenin biçimleri olduğundan nesnel gerçeklik alanının konusunu oluştururlar. 1.1.2. Weber Sosyolojisinde Devletin Anlamı ve İşlevleri Weber’in yazılarındaki anahtar temanın ekonomik olana karşıt olarak, siyasi olanın bağımsız etkisi üzerine olan vurgusu (Giddens, 1996: 41), ‘Ekonomi ve Toplum’ adlı eserinin de konusunu oluşturan ekonomik ilişkilerden ayrı ve genel olarak devlet/siyasal iktidar kavramının oluşturulmasına yöneliktir. Devletin anlam ve işlevlerinin anlaşılması bakımından merkezi bir önem arzeden modern devletin tanımlanma biçimi ve bu devletin egemenliğini kullanırken ki meşruiyetinin dayanağının 30 açıklanması, işlevselciliği temel alan devlet teorilerinin2 anlaşılmasına da temel sağlayacaktır. Ekonomi–siyaset ilişkisinin kurulma biçimi bakımından da ekonomik alanın bürokrasi, siyasal alanın da siyasal liderlikle ilişkilendirildiği Weber metedolojisinde, toplumsal gerçekliğin ikiye bölünerek incelenmesi, bu kategorilere farklı işlevler yüklendiğini göstermektedir. Siyasete ilişkin bir görünüm olması nedeniyle liderlik, öznel bir kategori olup, değer’ler alanının konusu iken, ekonomik bir kategori olarak bürokrasi, nesnel niteliği itibari ile olgu’lar alanının bir görünümünü oluşturmaktadır. Bu alanların birbirlerine özerkliği ve siyasetin ekonomiye önceliği ise sistem içindeki yapıların işlevselliği nedeniyle gerekli görülmektedir. Nesnel, tarafsız ve teknik bir alan olarak ekonominin verimliliğini sağlayacak olan yönetsel alanın, yani ‘rasyonel bürokrasi’nin işlevleri ile öznel alanın konusunu oluşturan ‘meşru şiddet kullanma tekeli’ne sahip devletinkiler birbirinden farklı olacaktır. Rasyonel ve bürokratik yönetim mekanizması olarak tanımlanan ‘modern devlet’in ayırt edici özelliği ise onun bürokratik biçimde örgütlenmiş olmasından gelir (Gülalp, 1993: 10). Rasyonel bürokrasi, burada toplumsal hayatın farklı alanlarındaki hesaplanabilir aklın gerçekleşmesi olarak kültürel, toplumsal, entellektüel ve ekonomik rasyonalizasyon süreçlerinin işlevsel hale gelmesini ifade eder (Çiğdem, 1997: 149). Bu anlamda, tarihsel olarak kapitalist toplumsal ilişkilerin ortaya çıkışı ile aynı süreci paylaşan modern devletin yönetsel aygıtı bürokrasinin işlevleri, ekonominin yönetiminin verimliliği ile karakterizedir. Weber’e göre, modern devletle piyasa ekonomisinin eş zamanlı ortaya çıkışı, ücretli profesyonel olan bürokratların varlığının parasal ekonomiyi, bunun da devleti ayakta tutacak güçlü bir vergi tabanını gerektirmesi ile ilişkilidir. Bu da ancak parasal bir ekonomide mümkündür. Buna göre, Batı Avrupa’da devletin bürokratikleşmesinin ekonomik alandaki bürokratikleşmeden önce ortaya çıkmış olması, modern kapitalist 2 devletin varlığını sürdürebilmesinin tümüyle bürokratik Burada özellikle çalışmanın hem bu bölümündeki liberal devlet teorisinin temel ilkelerinin Weber’in modern devlet kavramsallaştırması ile ilişkisinden, hem de bir sonraki bölümde Marksist devlet teorileri içinde özellikle yapısal-işlevselcilik esinli yaklaşımlardan sözedilmektedir. 31 organizasyona bağlı olduğunu gösterir. Özel yönetsel görevleri yerine getirmek için uzmanlaşma zorunluluğu, bürokratik uzmanlaşmanın artışında verimlilik artışı kadar önemlidir. Modern kapitalist bir ekonomide mal ve hizmetlerin düzenli ve koordineli dağılımı için üst-yerel bir piyasanın oluşumu, bürokrasinin gelişiminde temel bir koşuldur. Bu tür rutinleşmiş görevlerin yerine getirilmesini ve ekonomik işlerin hızlı ve dakik bir biçimde gerçekleştirilmesini gerektiren kapitalist ekonomi, böyle bir bürokrasi ile varlığını devam ettirebilir (Giddens, 2009: 254-255). Bunun yanı sıra, devletin yönetsel aygıtı bürokrasinin işlevlerinin kusursuz, hızlı ve sürekli biçimde yerine getirilmesini en başta kapitalist piyasa ekonomisi talep etmektedir. Dolayısıyla Weber’e göre bürokrasi; “....uzmanlık eğitimine, işlerin görülmesinde işlevsel uzmanlaşmaya, tek tek, ama bir sistem oluşturan, işlevlerin mekanik ama virtüözce yürütülmesini sağlayan bir yaklaşıma dayanmaktadır” (Weber, 2002: 312). Bu tam gelişmiş bürokratik mekanizmanın üstünlüğü, makineyle yapılan üretimin mekanik olmayan öteki üretim biçimlerine olan üstünlüğüdür. Doğruluk, hız, kesinlik, dosya bilgisi, süreklilik, gizlilik gibi karmaşık işlevler sözkonusu olduğunda ücretli bürokratik emek, daha verimli ve etkili olacaktır (Weber, 2002: 308). Modern toplumun kurumsal yapılanmasında özellikle bürokrasi ve ekonomik grupların örgütlenmesinde biçimsel rayonalitenin önemine ağırlık veren Weber, bununla toplumsal eylemin hesaplanabilirlik ve yeterlik kuralları altında yönlendirildiğini ifade eder (Çiğdem, 1997: 153). Dolayısıyla, modern bürokratik devlet yapısının toplumsal ve ekonomik önkoşullarının para ekonomisinin gelişmesini gerektirmesi (Weber, 2002: 301) ve bu sayede memurların hizmetlerinin karşılığının parasal ifadesi O’na göre kapitalist toplumsal biçimin modern devletin tarihi ile ilişkisini ortaya koymaktadır. Weber ayrıca yönetim faaliyetinin her yerde ve temel karakteristikleri bakımından tek bir iş olduğunu belirterek durağan, teknik bir sürecin inceleme konusu olması nedeniyle nesnel ve tarafsız niteliğini özellikle vurgular. Weber’in kendi ifadesiyle; “..çağdaş girişimciye özgü özelliklerinden biri, işletmesinin ‘birinci derecedeki görevlisi’ gibi davranmasıdır, tıpkı çağdaş bürokratik bir devletin başkanının kendini devletin ‘birinci hizmetkarı’ olarak tanımlaması gibi” (Weber, 2002: 293). 32 Siyasal iktidarın kaynağı konusuna gelince; üç ideal meşrulaştırma tipine, geleneksel, karizmatik ve hukuki-rasyonel, göre geleneksel otorite uzun süredir varlığını sürdüren kurallara ve güçlere duyulan inanca dayanır (Weber, 1978: 226). Mısır, Çin, Roma ve Osmanlı gibi doğudaki yönetimler kadar, yakındoğunun ve orta çağ Avrupası’nın geleneksel despotik yönetimlerinde de görülen patrimonyalizmin aşırı biçimi Sultanizm, geleneksel otoriteye dayalı olup, askeri bir güç ve yönetim olarak Sultan’ın kişisel araçlarında örgütlenir. Sultanın kişisel hakkı içinde saklı bulunan otorite, herhangi bir ekonomik varlığı sömürebilme, satma, güvenlik için rehin tutma ya da miras için bölme hakkına sahiptir (Weber, 1978: 232, 254). Otoritenin kullanıldığı uzman yönetici kadrolar bulunmadığından saray hayatı ile hükümet işleri iç içedir. Memurlar ise öncelikle yöneticinin kişisel mahiyetindeki hizmetkarlardan devşirilir (Giddens, 2009: 252). Hukuki ve rasyonel egemenliğe dayalı rasyonel tip’le karşıtlık içindeki bu örgütlerde rasyonel yasa yapma süreci olmadığından, üyelerin görevleri muğlak tanımlanır. Birey otoritesine tabi olmayan rasyonel hukuksal otoritenin aksine, haklar ve görevler yöneticinin eğilimine göre biçimlenir. Oysa rasyonel bürokraside kişiler, kişisel olmayan üst bir düzene tabi olup, eylemleri kendi kişisel tasarrufları ve yetkileri bakımından bir hukuki düzene yöneliktir (Weber, 1978: 216-8). Sadece modern kapitalizmde bu ideal tipe yakın düşen rasyonel-hukuksal bürokrasinin aksine, Mısır, Çin, Roma ve Osmanlı bürokrasileri büyük ölçüde ayni ödemeye dayanır. Bu durum, daha önceki para ekonomisi biçiminin bürokratik örgütlenmenin ortaya çıkışının temel bir önkoşulu olmadığını gösterir. Ancak para ekonomisi modern rasyonel bürokrasinin gelişimini hızlandırmada büyük öneme sahiptir (Giddens, 2009: 253). Dolayısıyla, bürokrasinin kapitalizme çok uygun gelen özgül niteliği, onun ne denli ‘insanlıktan uzaklaşırsa’ o denli kusursuz gelişeceğini, resmi işlerden sevgi, nefret ve tüm hesaplanamaz kişisel, irrasyonel ve duygusal öğelerden ne denli ayıklanırsa bürokrasinin asıl niteliğine o denli yaklaşacağı savunulur (Weber, 2002: 310). 33 Bütün bunların yanısıra Weber, kitlelerin maddi geleceğinin giderek özel kapitalizmin daha da bürokratikleşen organizasyonunun doğru ve istikrarlı işleyişine bağlı hale gelmekte olduğunun (Weber, 2002: 312) kaygısını duyar. Buna göre, modern ekonomik düzenin muazzam kozmosu tümüyle bir “demir kafes” gibidir. Kapitalist, yasalcı, bürokratik ve kaskatı olan bu mekanizma içine doğan tüm bireylerin yaşamlarını karşı konulmaz bir güçle belirler. Bir özne olarak dünya içinde ve üzerinde tepki, yargı ve eylem yetisine sahip bir canlı kimliğiyle modern insan yok olup gitmiştir (Berman, 2005: 44-45). Ama yine de bürokrasi, O’na göre varolan en iyi seçenektir. Etkin ve verimli işleyebilen bir rasyonel bürokratik yönetim, bütün teknik özelliklerinin yanında siyasetten, yani değerler alanından ne denli uzaklaşırsa ideale o kadar yaklaşacaktır. Dolayısıyla, eyleyen öznenin ‘demir kafes’ten kaçabilmesinin mümkün olduğunu belirten sosyalizm gibi kapitalist toplumsal ilişkilerin dışında herhangi bir alternatifin bulunmadığına ilişkin bu yaklaşım, toplumsal sınıflar arasındaki çelişkilerin dönüştürücü dinamiğini de göz ardı etmektedir. Weber’de modern devletin kavramsallaştırılmasının diğer unsuru, belirleyici bir düzey olarak siyasal alana yapılan vurguda görülür. ‘Şiddet kullanma tekelini elinde bulundurma hakkı’nın meşruluğu, öznel alana ait siyasal düzeye verdiği ayrıcalıktan gelir. Siyasal egemenliğin kaynağına dayanarak yaptığı ideal tip’ler analizinde modern devletin egemenliğinin kaynağı yasal-rasyonel otoritedir (Güllap, 1993: 10). Modern devlet, bölgesel esasla varolan zorlayıcı bir birliktelik olup, sınırları içerisinde gücün kullanımının meşru denetimini elinde bulundurur (Giddens, 1996: 43; Giddens, 2009: 250). Sadece devlet tarafından belirli bir alanda kullanılan bu hak, devletin varlığı ve bunu devam ettirmesi için zorunludur. Bu hakka sahip olmak, aynı zamanda diğer birlikler ve bireyler üzerinde devletin gücünü genişletmek için de uygulanır. Bu hakkın kullanımının gerekçesi ise en açık haliyle Weber’in kendi ifadesinden izlenebilir; “ iktidara sahip bir idari teşkilat, muayyen bir coğrafik alan içinde kendi mevcudiyetini ve düzeninin geçerliliğini idari organının uyguladığı fiziki şiddet ve tehdit sayesinde daimi şekilde güvence altına alıyorsa bu teşkilata siyasi teşkilat denir. Siyasi bir kurumun idari organı, tekelinde bulundurduğu meşru 34 fiziki şiddete, düzeni uygulayabilmek için başarılı bir şekilde başvurabiliyorsa bu siyasi kuruma devlet denir” (Weber, 2002b: 107, Weber, 2002a: 132). Devlete işlevsel3 bakan bu yaklaşım, toplumsal yapının sürekliliğinde devlet kurumlarının rolü veya amacı konusuna odaklanmaktadır. Buna göre, devletin değişmeyen temel işlevi, toplumsal düzenin devamlılığının garantiye alınmasıdır. Devlet, toplumsal düzeni destekleyen ve toplumsal istikrarı sağlayan bir kurumlar bütünüdür çünkü. Bu yaklaşım örneğin, devleti kapitalist sistemi uzun vadede ayakta tutmayı sağlayacak biçimde sınıf çatışmasını düzenleyen bir mekanizma olarak görme eğilimindedir (Keat ve Urry, 2001: 311-313). Bu işlevleri gereği Weber’in modern devleti, tıpkı özel kapitalist yönetim gibi devlet kurumlarının da rasyonel ve verimli olmasını, bunun için de yönetim ve siyasetin birbirinden kesin sınırlarla ayrılmasını, yani devletin bütün toplum ve kurumları üzerinde nesnelliğini ve tarafsızlığını kurmayı gerektirir. Clarke’ göre de Weber sosyolojisinde ekonomi, bir etik bilimi değildir. Bu yüzden, ekonomi etik düzeyin yükselmesi için bir şey veremez ama katı bir şekilde nesnel sürdürülmelidir (1982: 196). Başka bir ifadeyle, kapitalizmde iş bölümünün ilerlemesinin genel paradigmasının modern devletle ilişkilendirilmesi, hukuki-rasyonel örgütlenme sayesinde ekonomik verimlilik işlevlerinin gerçekleştirilmesinde siyasal olanın bağımsız karakterini de vurgulamaktadır (Giddens, 1996: 44). Devletin toplumdan bu özerkliğinin bir diğer gerekçesi, siyasal kuralın ulusal çıkarı sağlayacak sonuçlara göre düzenlenmesi nedeniyledir. Siyasal düzeylerin özerkliğinin yanında, toplumsal güçler içinde herhangi bir sınıfın varlığının reddi, ulusal siyasette siyasal liderliğin sağlanmasında ayrıca önemlidir. Siyasal liderlik, kapitalist gelişmeyi düzenleyen ulusal, siyasal ve etik ideallere göre biçimlendiğinden ekonominin yönetiminden tümüyle ayrıdır. Ekonomi politikasının değerlendirilmesinde etik ve siyasal kriterlerin önemi, bölgesel çıkarlar üzerinde ulusal çıkarların önceliği nedeniyledir. 3 Weber’in Hegel gibi toplumu organik bir bütün olarak kabul etmekle birlikte toplumu işlevleri açısından konumlandırması, bürokrasi kuramının ‘verimlilik’ kavramına oturtulması ile paralellik oluşturur. İşlevselcilik, organik bütün içindeki tek tek parçaların gördükleri iş ve yaptıkları etki bakımından diğer parçalarla bir ve karşılıklı bağlılık ve etkileşim içinde olduğunu varsayar (Swingwood, 1998). Yani bürokrasi işlevselciliğin görünür bir biçimidir denilebilir. 35 Çünkü devlet, ‘ulusun somutlaşmış biçimi’dir (Clarke, 1982: 196). Ekonomik düzeyi, siyasal olana dayalı biçimde kuran Weber, ekonomik sürece katılan kuruluşların, sosyalist ya da komünist olmamak şartıyla devletin ve mali özerkliği bulunan diğer bütün kuruluşların, yani asıl amacı ekonomik nitelikte olmayan bütün eğitsel kuruluşların ve birliklerin ‘ekonomi alanında düzenleyici kuruluşlar’ olduğunu belirtir4. Siyasal düzeni yürüten kuruluş olarak devlet, bireysel haneleri ve işletmeleri ekonomik etkinliklerinde tümden özerk bırakır ve yalnızca şiddet kullanma tekeli ile özgür sözleşmelerden doğan yükümlülüklerin yerine getirilmesine ilişkin anlaşmazlıkları çözer. Yani ekonomik etkinlik içinde faaliyette bulunan her türlü insan etkinliğinin içerikçe özerk olduğunu, bunların sadece biçim bakımından yönlendirildiğini belirtir. Ayrıca rasyonel bir ekonomide maddi kaynakların, çağdaş mülkiyet düzenine göre olduğunu ve bireylerce sahiplenildiğini söyler (Weber, 1995: 116-117; 2002: 290-292). Çiğdem’in de belirttiği gibi, Weber’in rasyonalite kavramına başvurması kapitalist ekonomik etkinliği, özel mülkiyeti ve bürokratik otoriteyi tanımlama amacına dönüktür (1997: 155). Piyasa ekonomisinin genelleştirilmesine yönelik çaba, sadece rasyonel bürokrasinin koşulu olmayıp, aynı zamanda ekonomik eylemin biçimsel rasyonalitesi için de gereklidir (Clarke, 1982: 212). Örneğin çalışma sürecinin teknik rasyonel organizasyonu; bu öncelikle özgül piyasa koşullarında üstün, uygun ve etkili bir yönetim biçiminin vazgeçilmezliği için gereklidir. Yönetimin bu geniş kontrolü daha uygun çalışma disiplini ve koşullarını, işçilerin kullanılma biçimlerini, özgür emeği ve uygun üretim araçlarının organizasyonudur aynı zamanda. Dolayısıyla Weber sosyolojisinde ekonomi-siyaset ilişkisi, kapitalist rasyonelliğin tarihsel özgüllüğü bağlamında ekonomik rasyonalitenin ulusal varlığa, toplumsal istikrara, ulusun kültürel ve siyasal devamlılığına katkısı için etik idealle bağlantısı düzeyindedir. Buna göre, dinsel ya da siyasal fikirlerin ekonomik kurumlar için önem taşıması, onları ekonomik etmenlere dönüştürmeyip, bunların ‘ekonomiyle’ ilgilerini ifade eder (Clarke, 1982: 204). 4 Bunlar işveren dernekleri, sendikalar, üretici birlikleri ve devlet olabilir. 36 Bu nedenle, Weber çözümlemesinde tarihteki belirleyici unsur ekonomi değil siyasettir. Çünkü toplumsal ilişkilerin temeli, siyasal meşruiyet sorunu olarak görülür. Ekonomik olandan toplumsal olana değil, siyasal olandan ekonomik olana genelleme yapılır. Ekonomi ve siyaset arasındaki bu ayrılıkla birincinin nesnel, ikincinin öznel ilişkiler alanına ait olduğu ve bu iki alanın birbirlerine müdahale etmediği sürece demokratik bir ilişki kurulabileceği vurgulanır. Siyasetin ekonomiye, ya da tersi, müdahalesinin önlenmesi, devletin işlevlerinin en önemlilerinden biri olup, bu işlevlerin bürokratik niteliğinin yasal-ussal bir ilkeye dayanması ise kapitalist ilişkilerle uyumu ile ilgilidir. 1.1.3. Weber’de Ekonomi-Siyaset İlişkisinin Görünümü Weber’in devlet kuramı, modern devletin gelişimini, rasyonel ekonomik toplumu, bu toplumun liberal unsurlarını, devletin nasıl korunacağını ve toplumsal örgütlenmenin yeniden üretimi gibi değerleri içerir. Şiddet kullanma tekelini elinde bulundurma hakkının meşruluğu, devletin yerine getireceği bu işlevlerini gerçekleştirebilme kapasitesi ile ilgilidir. Bu nedenle, devlet, toplumsal ilişkilerde sanki bir yapı/makine gibi toplumun uzağında ve bütün topluma aynı tarafsızlıkta duran biçimsel bir örgüt gibi kavranır. Devletin ekonomiye özerkliği ise bireyin toplumsal eylemle olan ilişkisinde ortaya çıkan ekonomi-hukuk ilişkisinin içeriğini oluşturur. Buna göre, mal ve hizmetler üzerinde dağıtımın kontrolü ekonomik düzenle ilgili olup, ortaklaşa sınıfsal çıkarları ifade eder. Dağıtımın diğer yönünü gücün doğası, yani hukukla ilişkisi oluşturur. Dolayısıyla, siyasal alana ilişkin bir kategori olarak hukuk ve ekonomik düzen kavramları birbiriyle örtüşmeyip, farklı işlevleri gerçekleştirirler. Siyasal düzen, dünyanın ekonomik yönetimiyle doğrudan ilgili olmayıp, öznel değerlere göre yapılmış bir şey olarak kurulduğundan insan davranışının gerçek belirlenimlerinin bir karşımıdır. Bunun tersine ekonomik düzen, olanla, yani nesnel gerçeklikle ilişkili olup mantıksal olarak gösterilebilir doğruluk nomlarının setidir (Weber, 1978: 3112). Siyaset ise basitçe ‘zorlayıcı aygıtlar’ının varlığı ile toplumsal ilişkilerin düzenlenmesini garantiler. Devletin zorlayıcı aygıtlarından biri olarak 37 hukukun rolü, burada piyasa ekonomisinin gelişiminde tahminedilebilir piyasa ilişkilerinin garantisini sunar (Weber, 1978: 314). Devletin bu biçimde, biçimsel özelliklerine ağırlık verilerek, kavranması onun bu özelliklerinin ardında yatan tarihsel nedenlerinin gözden kaçırılmasına neden olur. Özellikle söz konusu biçimsel yapıların içerdiği sınıfsal güç ilişkilerinin analizine dahil edilmemiş olması (Gülalp, 1993: 10), biçimin ardındaki ilişkilerin görünmez kılınmasının nedenidir. Çünkü devletin bir yapı olarak siyasal işlevleri ile tanımlanması, ekonomik alandan kendisini soyutlaması gibi ‘sınıf mücadelesi’ konusundaki rolünü de gizler. Ancak sınıf mücadeleleri ve bunların tarihteki yeri inkar edilmediği gibi toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminde temel dinamik oldukları da kabul edilmez (Weber, 1978b: 928; Weber, 2002a: 92). Weber’e göre aynı piyasayı, ya da sınıfsal konumu paylaşanların hepsi, hem maddi varoluş standartlarını, hem de sahip olabilecekleri kişisel yaşam deneyimlerini nedensel olarak etkileyen benzer ekonomik zorunluluklara tabidirler. Yani bir sınıf, aynı sınıfsal konumu paylaşan bireyler toplamını ifade eder. Bu koşullarda mülksüzler ve sadece piyasa hizmetlerini sunanlar, tıpkı mülk sahiplerinin sahip oldukları şeylere ve onları kendi ekonomik hedefleri için nasıl kullandıklarına göre ayrılmalarında olduğu gibi, sunabilecekleri hizmet türlerine göre ayrılırlar5. Sadece mülk sahipliği temelinde bir araya gelen özel kombinasyonları tarihsel bakımdan önemli gören Weber, piyasada alınıp satılan bir şey olarak emek gücünü metaa olarak görmez (Giddens, 2009: 262). Bu, aynı zamanda emek gücü sahiplerinin, yani işçilerin tarihsel bakımdan önemli bir dinamik oluşturmadığı anlamına gelir. Weber’e göre birey grupları, farkında olmadan ve ortak sınıfsal çıkarlarını geliştirmek için örgütlenme yoluna gitmeden ortak bir sınıfsal konumu paylaşabilirler. O’na göre sınıf mücadelelerine yönelten faktör, her zaman mülkiyet dağılımındaki belirgin eşitsizlik değildir. Çünkü sınıf çatışmasının ortaya çıkma ihtimali, sadece yaşam fırsatlarının eşitsiz dağılımı kaçınılmaz bir olgu olarak algılandığında yüksektir. Tarihin birçok 5 Weber, Marx gibi mülk sahipliği ve mülksüzlük karşıtlığının rekabetçi piyasadaki sınıfsal ayrışmaların en önemli temeli olduğunu kabul eder. Ayrıca mülk sahipleri, rantiye sınıfı ve girişimciler ayrımı yaparken Marx’ı izler. Girişimci sınıfları da mülk sahibi ve ticari sınıflar olarak ikiye ayırır. 38 döneminde negatif avantajlı gruplar, kendi alt konumlarını meşru kabul ederler (Giddens, 2009:263). O’na göre, bir toplumda işbölümü tarafından belirlenen toplumsal sınıfların yanı sıra etnik, dinsel, yöresel, kültürel, mesleksel, siyasal vb. kollektiviteler de bulunmaktadır (Weber, 1995: 116117). Bu nedenle sınıflar ortak, ulusal ekonomik çıkarı sürdürmek için bireylerin birleşmesi sonucu oluşmaktadır. Sınıf terimi, bu yüzden ekonomik durumdan çıkarsanan ortak bir çıkarı ifade etmektedir (Weber, 1978: 302305). Buna göre statü grupları, sınıfların aksine tarihsel gelişmenin birçok evresinde hayati bir öneme sahip olup, piyasanın işleyişini doğrudan etkileyerek sınıfsal ilişkileri etkileyebilmiştir. Bunun tarihsel örneği piyasanın yönetimine bırakılan ekonomik alanlara sınırlama getirilmesidir (Giddens, 2009: 266). Ekonomi siyaset ikiliği bakımından bunun anlamı, iktidar ilişkilerinin kurumsallaşmış biçimi olarak ifade edilen devletin, hiçbir grubun, sınıfın ya da kollektivitenin denetiminde olmadığıdır. Bundan ziyade, sınıfsal gruplar arasındaki yarışmanın amaca yönelik aracı konumunda olduğudur. Başka bir ifadeyle, devletin sınıflar karşısındaki tarafsızlığının düzenleyici işlevi ile ilişkilendirilmesidir. Devlet-toplum ilişkilerinin bu biçimde; çatışma olarak değil de uzlaşma üzerine kurulduğu bir yapıda devletin temel düzenleyici işlevi ise bu uzlaşmayı sağlayacak biçimde meşru şiddet tehdidi ile katı bir şekilde örgütlenmiş olmasıdır (Clarke, 1982: 218). Bir siyasal organizasyonun üyesi olarak birey/özne ise kurulmuş düzen içinde bir bölgede sürdürülen şiddet tehdidinin muhatabı konumundadır. Devletin bu işlevi, toplumsal özneler üzerinde meşru şiddet tekelini elinde tutan tek kurum olması nedeniyle, sınıflar üzerinde sağladığı geniş kontrolle birlikte onların apolitizasyonunu ve depolitizasyonunu, yani siyasal süreçleri etkilemelerini önlemeyi de amaçlar. Kapitalist rasyonel örgütlenmenin en akılcı seçenek olarak sunulması ve olası alternatiflerin önlenmesi, böylesi bir yapıda toplumsal ilişkilerin depolitizasyonunun desteklenmesine katkı sağlar. 39 Weber’in bürokratik örgütlenmeye ilişkin makinenin denetiminin6 yapıyı özne’den öne geçirdiği duruma ilişkin rahatsızlığını belirtmesine rağmen, bunun yine de ideal’e en yakın sistem olduğunu, bunun dışında başka bir rasyonel sistem olamayacağını belirtmesi ise toplumsal ilişkileri dondurur. Callanicos’un da ifade ettiği gibi, O’na göre giderek daha çok bürokrasinin egemenliğine giren bir dünyada sosyalist devrimin yeri yoktur (2007: 262263). Akılcı biçimde düzenlenmiş bir toplumsal yapıya ulaşmayı sağlayacak en yakın model burjuva toplumudur. Modern liberalizm ise bunun en iyi örneğidir. Varolan modernliği kökten iyileştirecek bir toplumsal devrim umudu, yalnızca bir yanılsamadan ibarettir (Callanicos, 2007: 93-94). Çünkü modern devletin karşılaştığı en büyük sorun, kapitalizm ya da sosyalizm arasında bir seçim yapmak değil, otoriteyi paylaşmada siyasetçiler ile bürokratlar arasında bir dengenin kurulamamış olduğu durumdur. Bürokratikleşme ve tahakkümün uzmanlaşmış seçkinlerin eliyle artması durumunda bunun tekrar dengeye oturması, iktidar mücadelesi sonucunda, yani siyasal alanın sorumluluğunda gerçekleşecektir (Swingwood, 1998: 368). Dolayısıyla Weber’e göre gerçek sınıfsal çatışma, bürokratlar ve siyasetçiler, yani statü grupları arasındadır. Bir devletin karşılaşabileceği en önemli sorun, bu iki sınıfın görevlerinin alanına giren konulara el atmasıdır. Bu nedenle yönetim-siyaset, ekonomi-siyaset alanlarının birbirlerine özerklikleri katı sınırlarla çizilmelidir. Başka bir ifadeyle, bürokrasi-demokrasi karşıtlığı ile yönetici ve siyasetçilerin görevlerinin farklılığı vurgulanmakta ve bu farklılık bürokrasinin kapitalizmin rasyonel doğasının en önemli özelliği olması nedeniyle uzmanlık gerektiren bir iş ve nesnel hareket etmesinin zorunluluğunu ifade etmektedir (Akbulut, 2005: 58). Dolayısıyla Weber’de modern devletin biçimsel görünümünün analizinin yapılmamış olması, kapitalist toplumsal biçimin içsel çelişkilerinin gizlenmesine neden olur. Örneğin, kapitalizm rasyonel işleyişin en yüksek biçimi olarak görüldüğünden dönemsel krizleri ve dalgalanmaları gibi 6 Weber, var olan gerçekliğe uyum sağlama, araçları ve amaçları uyumlaştırmaya çalışarak araçsal olarak hesap yapma girişiminin zorunlu olarak bizi ‘demir kafes’ in içine sokacağını, ancak bundan kaçmak için dünyayı koşulsuz olarak reddetmemiz gerektiğini (Callanicos, 2007: 262-263), dolayısıyla kapitalist toplumsal ilişkilere alternatif olmadığını belirtir. 40 sorunlarının olmadığı varsayılır. Krizlerin nedeni, rasyonel işleyişin bozulması, yani siyasetin ekonomiye müdahale etmesi yüzündendir. Bu nedenle, rasyonel işleyişin en önemli özelliği siyasal, yönetsel ve ekonomik alanların ilişkisel değil özerk konumlanmasıdır. Böyle bir rasyonel örgütlenme, kendi kendini düzenleyen bir ekonomi anlayışını ve siyasal kurumlardan bağımsız bir toplum kavramını ifade eder. Siyaset ve ekonomi arasına çekilen bu katı özerklik nedeniyle herhangi bir müdahale sözkonusu olamayacağından krizler de olmayacaktır. Modern dünyada bürokratikleşmeye başka bir alternatif olmaması ise siyasal tercihlerin nasıl yansıtılacağının sınırlarını çizer. Buna göre, siyasal topluluğun varlığı olarak devlet, devlet yönetimini etkilemeye yönelik eylemlerin siyasal partiler kanalıyla gerçekleşmesi için yasal kurumsal yapıyı kurar. Siyasal ve dinsel sorunların ekonomik olanla ilişkisinin özerkliği nedeniyle siyasal eylem, doğrudan kendi amacı içinde siyasal gücün başarılmasıya ilgilidir. Yani siyasal eylemin ekonomik bir amacı bulunmamaktadır (Clarke, 1982: 218). Devlet, toplumsal sınıflar ve gruplar üzerinde nesnelliği ya da tarafsızlığı sağlamakla sorumlu olduğundan, bu sınıflar devletle karşı karşıya geldiklerinde ekonomik bir kategori olarak görünmezler. Clarke’e göre, Weber’de politik ve dinsel eylemlerin dolaylı ekonomik etkilerinin olabilmesine rağmen, bunların ekonomik amaçlı olmadığı yönündeki varsayım hatalıdır. Weber’in bu eylemleri ekonomik değil de, ‘ekonomik biçimde akılcı’ olarak düşünmesi, ekonomik eylemin yasal ve politik düzenin varlığına bağlı olmasına rağmen, toplumsal düzenden soyutlanmış biçimde sunulmasının meşrululuğu nedeniyledir (1982: 208-9). Benzer biçimde Gülalp’da, kapitalist sınıf ve rasyonel bürokrasinin kapitalizmin kuruluşunun unsurları olduğunu ve bu nedenle de birbirlerine nesnel olarak bağlandıklarının Weber analizinde açıklanmadığını belirtir (1993: 13). İdeal tipler inşaası ise ekonomi siyaset kategorilerinin birinden diğerine soyutlanmasının formülasyonu gibidir. Gerçekte ekonomik, politik ve dinsel özerklik eyleminin sürdürülmesi bunların aralarındaki ilişkilerin biçimlerinin içeriği hakkında bir şey söylemez. Ancak kiliseler, devletler, 41 siyasal partiler v.b. kendi varlıklarını sürdürebilmek için ekonomik eylemle ilişkili olmak zorundadırlar. Kendi politik ve dinsel sonuçları için ekonomik hayata müdahale edebilen bu kurumlardan örneğin bir kartel, siyasal tercihte bulunabilir, bir sendika yasal koruma isteyebilir ve bir siyasal parti dinsel onaya ihtiyaç duyabilir. Finansörler sempatilerini yükseltmek, sanayiciler onları rekabetten korusun diye ve sermaye sahipleri işçi sınıfı üzerinde baskı kurabilmek için devleti destekleyebilirler (Clarke, 1982: 218). Sonuçta Weber’in tarih yorumu amaçsal olup, dünyanın Avrupa dışındaki kalan kısmı için bir şey söylemez. Bu Avrupa merkezci yaklaşım, tarihsel gelişmelerin her zaman ve önceden kapitalist örgütlenme amacına varılacak yola işaret ettiğini, farklı toplumsal biçimler arasındaki farklılıkların da bu tek tarihsel hedefe ulaşma çabasını yansıttığını ortaya koyar (Wood, 2003: 179-180). İdeal tiplerle kurduğu yapısal çözümleme, modern kapitalist toplumsal gerçekliğin kurumlarına dayanarak tüm tarihin yorumlanması iddiasını taşır. Bunu ideal toplum yapısı olarak kabul edilen modern topluma ulaşmanın yolunun bu toplumları izlemekten geçtiği izler. Bu, kapitalist toplumsal biçime ulaşma arzusunda olan azgelişmiş ülkelere modernleşme kuramı ile yansıyarak, bu ülkelerde kalkınma kuramlarına eşlik eder ve geleneksel toplumların bir gün modernleşeceği varsayılır. 1.2. EKONOMİ-SİYASET AYRILIĞININ BELİRGİNLEŞMESİ: NEOLİBERAL DEVLET TEZLERİ Devletin toplumsal alandan “geri itilmesi”yle gerçekleşeceği düşünülen ‘serbest’ ve ‘adil’ bir piyasa düzeni için bu iki alanın yeniden yapılanmasını zorunlu gören neoliberalizm, ‘bireycilik’, ‘özgürlük’, ‘kendiliğinden doğal düzen ve piyasa ekonomisi’ ve ‘hukukun hakimiyeti ve sınırlı devlet’ gibi klasik liberalizmin (Yayla, 2002: 149), temel ilkelerinin güncellenmiş biçimi olarak yorumlanabilir. 1970’lerin derin ekonomi-politik ve toplumsal krizlerini devletin sosyo-ekonomik alanda yüklendiği işlevlerinin sonucu olarak gören yaklaşım, devletin işlevleri ve doğası ve onun toplumla olan ilişkileri üzerine çeşitli tez’ler ileri sürer. Bu nedenle çalışmanın bu kısmı, kapitalist devletin neoliberal devlet biçiminde bu temel tezler üzerine tartışmayı 42 amaçlamaktadır. İlkin neoliberal yaklaşımca toplumsal gerçekliğin iki ayrı düzeyi olarak görülen devlet ve piyasanın birbirlerine karşıt olduğu iddiasının aksine, kapitalist ilişkilerin bu iki temel kurumunun birbirinden soyutlanamayacağı üzerinde durulacaktır. Bunu yaparken hem klasik liberalizmde, hem de Weber’de toplumsal ilişkilerin bireyden hareketle incelendiği metodolojik bireycilik ve “özgürlük” temel ilkelerinin devlet-piyasa ilişkisi bakımından ne anlama geldiği üzerinde durulacaktır. İkinci başlıkta neoliberal ideolojinin devlet ve piyasanın karşıt iki düzey olduğu temel savına dayalı serbet piyasanın kendiliğinden doğal düzeninde, devletin yasanın kuralı’nın uygulayıcısı olarak piyasa için vazgeçilmez bir önemde olduğu üzerinde durulacaktır. Klasik liberalizmin ‘kendiliğinden doğal düzen ve piyasa ekonomisi’ ile ‘yasanın hakimiyeti’ ilkeleri, ‘minimal’ güçlü devletin düzenleyici işlevinin piyasa düzeninin yeniden üretimi bakımından önemi göz önünde bulundurulacaktır. Son başlıkta ise yasanın kuralı’nın uygulayıcısı olma işlevi ile ‘zor’ kullanma tekelini elinde tutan devletin piyasa düzeninin sürdürülmesi için farklı toplumsal güçlerle arasındaki ilişkileri üzerinde durulacaktır. Bu anlamda, özellikle siyasal karar alma süreçlerini etileyecek muhalif toplumsal güçlerin siyasetten uzaklaştırılması anlamında apolitizasyon ve depolitizasyon süreçlerinin de güçlü ve etkin bir kurumu olarak kapitalist ilişkilerin yeniden üretimindeki işlevinin altı çizilecektir. 1.2.1. Neo-Liberalizm ve Devlet-Piyasa Karşıtlığı Tezi 1970’lerin ortasından itibaren ekonomi-siyaset ilişkisinin yeniden yapılanmasının yönünü biçimlendiren neoliberalizm, bir ideoloji olmasının yanı sıra serbest piyasa, özel mülkiyet, piyasa niteliği ve piyasa oyuncularının davranışları hakkındaki varsayımlarıyla klasik politik ekonominin bilimsel temellerine dayanır. 1945 sonrasında Avusturya Okulu’ndan Friedman, Hayek ve Nozick gibi düşünürlerin çalışmalarıyla klasik liberalizm 7 içinden 7 Hayek piyasa düzeninin ortak amaçlara değil, mutekabiliyete, yani katılanların karşılıklı yararları için farklı amaçların uzlaşmasına dayandığını belirtir. O’na göre piyasa düzeninin tarihsel kaynakları, Anglo-Sakson geleneğinin temsilcisi İngiliz liberalizmine dayanır. Bu, bütün kültür ve zihin fenomenlerinin evrimci bir yorumunun ve insan aklının sınırlı olduğunu ifade eder. Ancak KıtaAvrupası liberalizmi, insan aklını medeniyeti dizayn etmeye muktedir gördüğü, geleneği küçümsediği 43 Locke felsefesinin bireysel özgürlük, özel mülkiyet ve sınırlı devlet gibi ilkelerinin (Erdoğan, 2002: 104) devlet-piyasa ilişkilerini açıklarken yeniden güncellenmesidir. Locke’da yaşama, özgürlük ve mülkiyet hakları içiçe olup bu hakların kaynağı devlet’te değil doğal hukuk’ta bulunur (Yayla, 2002: 42). Tek kollektif eylem biçimi olan ‘toplum sözleşmesi’yle oluşan devlet/siyasal iktidar ise yasa yapma, bunları uygulama ve toplumu dışarıdan gelecek şiddet eylemlerine karşı koruma ve ortak çıkarı sağlama gücüne sahiptir (Didier, 2009: 64). Kaynağını doğal hukuk’tan alan temel hakların güvenceye alınması için kurulan siyasal iktidarı, bireyden hareketle ve halkın rızası ile tanımlayan Locke’da en temel hak, geniş anlamda mülkiyet hakkıdır. Devletin asli işlevi ise bu en temel hak olan mülkiyet hakkının korunması olduğundan devletin varlık nedeni, mülkiyetin korunması olarak ifade edilebilir (Cevizci, 2007: 317). Devletin ‘doğal durum’dan ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğunu vurgulayan Nozick, doğal durumdaki insanların siyasi otoritenin kurulmasından önce gelen ahlaki özneler olduğunu belirtir. Buna göre, kurumsallaşmış bir siyasal iktidarın var olmadığı “doğal durum”daki bu ahlaki bireylerin eylemleri ile meşru bir devletin oluşumu sağlanmıştır. Birey haklarını koruma göreviyle sınırlı bu devletin yapılma sürecinde ‘toplum sözleşmesi’, bireysel veya kolektif irade tarafından tasarlanarak değil “görünmez el” aracılığıyla kendiliğinden işleyecektir (Erdoğan, 2002: 100) Piyasanın da ‘görünmez el’ aracılığıyla kendiliğinden işleyeceğini savunan bu düşünürler, toplumcu değil bireyci, pozitif değil negatif özgürlükçü, yaygın müdahaleci ve baskıcı değil, sınırlı ve sorumlu devletçi olup, yeniden dağıtımcı sosyal adalet anlayışına karşı çıkarak, adaletin en iyi şekilde piyasa ekonomisi içinde kendiliğinden gerçekleşeceğine için eleştirir. Buna göre geleneğe saygılı İngiliz liberalizmi, bütün bilginin ve bütün medeniyetin geleneğe dayandığını kabul eder. Kıta Avrupası, akla herhangi bir şekilde sınırlamalar konulmasını istemez ve aklın belirli somut düzenlemelerin arzu edilebilirliğini kanıtlamaya muktedir olduğuna inanır (Hayek, 1993: 122; Hayek, 2005: 45, 1993: 137). Bu nedenle Hayek’e göre devlete asli işlevlerine ek olarak sosyo-ekonomik işlevler yükleyen Kıta-Avrupası yaklaşımı birey ‘özgürlük’lerini kısıtladığı, piyasanın kendiliğinden doğal düzenini aksattığı için tercih edilmez. Nitekim 1980 sonrası kapitalist ilişkilerin dönüşümünün bir görünümünün de Kıta-Avrupası liberalizminden Angla-Sakson olanına doğru bir tercih yönünde olduğu söylenebilir. 44 inanmaktadırlar (Yayla, 2002: 28). Bu nedenle Hayek’ e göre bir “genel ilkeler sistemi” ya da bir “ideoloji” olarak tanımlanan liberalizmde temel ilke; hizmet sunan bir organizasyon olarak devletin faaliyet alanı ne olursa olsun, yaptırım gücü olan bir kurum olarak belli nitelikere sahip yasalarla sınırlandırılması gerektiği üzerinedir (Yumer, 1993: 110). Bu yasaların nitelikleri ile ilgili bir kuram olan liberalizm, liberal bir eşitlik kuramının uygulanması için yeniden dağıtıma yönelik vergilendirme politikalarının kullanımına karşı çıkarak serbest piyasanın doğuştan adil olduğu savunusundadır (Kymlika, 2004: 141). Yöntemsel olarak Weber’le benzer kavrayıştan hareket eden Avusturya Okulu, politik ve ekonomik analizde pozitivist bilimi eleştirerek sosyal bilimlerin sadece ölçülebilene önem vermesini kusurlu bulur. Buna göre, bir piyasa süreci çalışmasının birçok bilinmeyen ve ölçülemeyen değişkeni gerektirmesi örneğinde olduğu gibi, sosyal bilimler göreceli ve yoruma açıktır. Weber’in bireyin eylemlerinin ‘maksatlı’ ve ‘maksat dışı’ niteliği ile uyumlu olacak biçimde, toplumsal yapıların bireysel eylemlerin piyasa ve özel mülkiyet gibi ‘maksat dışı’ sonuçlarının olduğunun ileri sürülmesi (Dunleavy, O’Leary, 1999: 91; Ashford, 1993: 25), liberalizmin bireyciliğinin metedolojik bireycilik olduğunu gösterir. Burada birey; belirsiz, ihmalkar ve ön plandaki beklentilerini sergiler göründüğünden insan kapasitesinin sınırlı olabileceği üzerinde durulur. Eylemin ‘maksat dışı’ oluşu ise bireyin mükemmel olmayan bilgisinin bir sonucudur. Birey eylemi sonucunda oluşan, ancak bireyin sınırlı kapasitesi nedeniyle herhangi bir dizaynın sonucu olmayan, kendiliğinden oluşan toplumsal yapıların varlığı bu okul içinde geleneği savunan eski muhafazakârlığın 8 da yeni bir biçimini ifade eder (Dunleavy, O’Leary, 1999: 92). Benzer biçimde Hayek de toplumun, insanın bilinçli eylemi sonucunda belirlenmiş amaçlı bir oluşum olmadığını belirtir. Buna göre insan işbirliğinin gelişmiş düzeni kapitalizm, insan 8 Liberal ve muhafazakar kökenli karşıt iki yaklaşımın bileşenlerinden çıkan ve “yeni sağ” olarak ifade edilen bu siyaset tarzı, neoliberalizm ve neomuhafazakarlık kavramlarını birbirine yakınlaştırır. Avusturya Okulu düşünürlerinin çalışmalarında da sıkça vurgulandığı gibi; neoliberal tanım öncelikle bireysel özgürlükle ilgilenirken, neomuhafazakarlar geleneksel değerlerin yeniden değerlendirilmesine odaklanmaktadır (Ashford, 1993: 19). 45 tasarımından ya da amaçlı eyleminden kaynaklanmayıp, doğal bir sürecin sonunda ortaya çıkmıştır. Planlanmamış ama yine de yapılmış kurumlar olarak dil ve piyasa da buna örnektir (Hayek, 2005: 45)9. Hayek’in aynı isimdeki çalışmasında da belirtildiği gibi; “..özgürlük politikası, bilinçli eylemden uzak, yönü tayin edilmemiş ve kendiliğinden vuku bulan bir şey” (2005: 57). Nitekim liberalizmde birey, temel varlık olduğundan bireye toplumdan ve diğer kolektif bütünlerden daha fazla değer verilir (Yayla, 2002: 151). İnsan eylem ve davranışlarının incelenmesine bireyden başlanması, zaten sınıf ve toplum gibi bireyin dışında ve üstünde olduğu varsayılan kolektif bütünlerin varlığının reddini ifade eder. Çünkü soyut bir kavram olan sınıf, seçimde bulunamaz, biriktiremez, tüketemez veya yatırım yapamaz. Bunun yanı sıra, seçimlerin bireylerce onların tercihleri ve zevklerine göre yapılması da bir metaanın ya da eylemin değerinin göreceli olduğunu, diğer bireylerinkinden farklı olduğunu ortaya koyar. Bunun anlamı farklı bireyler tarafından farklı değer tavırlarının olabileceği ve nesnelerin gerçek değere sahip olmadığıdır (Ashford, 1993: 25; Dunleavy ve O’Leary, 1999: 88). Toplumun ontolojik temelini bireyde gören, toplumsal sorunların çözülmesinde bireysel girişim ve bireyin seçim özgürlüğünü en temel değer olarak gören liberalizmin ikinci temel ilkesi olan ‘özgürlük’ ise bireyin dışarıdan gelen keyfi bir zorlama olmaksızın davranabilmesi anlamında genelde ‘negatif özgürlük’le ilişkilendirilir (Yayla, 2002: 163-164). Ilımlı ve refah devletçi sosyal teorilerde vurgulanan, bir şeye karşı özgürlük anlamında pozitif özgürlükten ziyade, liberaller bir şeyden özgürlük anlamında negatif özgürlüğü savunur. Buna göre bireysel seçim özgürlüğü, en iyi serbest piyasa düzeninde gerçekleşeceğinden devletin sosyo-ekonomik alana müdahalesi bu özgürlüğü kısıtlayacağı gerekçesiyle reddedilir. Örneğin devletin piyasa üzerindeki yerini ve etkisini sorgulayan Hayek, ekonomideki devlet etkinliğinin bireysel özgürlüklere zarar vereceğini bu nedenle, devletin 9 Hayek iki farklı liberal anlayıştan İngiliz geleneğini tercihinde olduğu gibi, ‘özgürlük’ teorisi bakımından da deneysel ve kendiliğinden olduğunu ifade ettiği İngiliz geleneğini bir ütopyanın inşaasını amaç edinme biçiminde açıkladığı Fransa geleneğine tercih eder. Buna göre Fransız geleneği rasyonalist, ikna edici ve mantıki içerikli iken İngiliz geleneği amaçsal niteliktedir (Hayek, 2005: 45; 1993: 137). 46 piyasalara müdahale etmekten vazgeçmesi gerektiğini belirtir (2004). Mises’e göre ise ekonomik özgürlükle genel olarak özgürlük içiçe olup, ekonomik özgürlüğün olması piyasa ekonomisinin varlığı demek olduğundan, piyasa ekonomisi kaldırıldığında bütün siyasal özgürlükler de son bulacaktır (Mises, Human Action, akt: Yayla, 2002: 280). Piyasa ekonomisinin insanların özgürlüğünü nasıl sağladığı sorusunun cevabı ise herkesin piyasada dilediği işte çalışabileceği iddiasındaki rekabetçi sistemdir. Bu sistemde ‘bırakınızyapsınlar’-‘bırakınız geçsinler’ ilkesi ve arz/talep kuralına dayalı serbest fiyat mekanizmasının ‘görünmez el’i ile düzenlenen piyasa aracılığıyla her bireyin peşinde koştuğu kişisel çıkarlarını gerçekleştireceği ileri sürülür. Bu aynı zamanda, bütün toplumun sosyal refahının maksimize edilmesi için kaynakların bölüşülmesinin de en etkili yoludur (Smith, 2004: 71-73). Bu nedenle Hayek, dağıtımcı adalet işlevine ve sosyal adaleti sağlama çabasına girişen bir devletin, zorunlu olarak bireyin haklarını ihlal edeceği varsayımı ile ekonomik alandan tamamen çekilmesini ve piyasanın kendi işleyişine bırakılmasını savunur (2004). Nitekim klasik liberalizmin temel ilkelerini yeniden güncelleyen neoliberalizmin temel eleştirisi, liberalizmin siyasal olarak kabul edilebilirliğine inanan ve devlet müdahalesine ekonomik ve toplumsal düzeylerde geniş olanak tanıyan Keynesyen politikalaradır (Gamble, 2001: 130). Dolayısıyla, ekonomi politik bakımdan neoliberalizm ekonomik yaşamda devlet müdahalesinin en aza indirilmesini, tüm ekonomi içinde kamu sektörü payının azaltılmasını ve ekonomik ilişkileri kendi ‘yasaları’na tabi kılmayı öngören programın adıdır. Ekonomi ve siyaseti ayrı ilişki düzeylerinde ele alan liberalizm, bu ayrılığa bağlı olarak devletin ekonomiye müdahale etmesinden sonra bu müdahalenin toplumsal, ekonomik ve siyasi sonuçlarını gideren düzenlemeler önerir. Belirli bir ekonomik örgütlenme tipinin ‘iyi’ olarak idealleştirildiği liberalizmin, neoliberalizm aşaması ise idealleştirilmiş bir ‘piyasa ekonomisi modeli’ ve ‘tam rekabetçi kapitalizm’ biçimine bürünerek (Köker, 1987: 69), devlet-piyasa karşıtlığı biçiminde konumlanmaktadır. Neoliberalizme göre serbest piyasa ve birey ‘özgürlüğü’ ile verimlilik, etkililik, büyüme ve yaygın refah kendiliğinden gerçekleşecektir. 47 Piyasanın bu nitelikleri üstlenebilmesi ise ‘devletin sınırlarının geri itilmesi’yle genişleyen ekonomik alanın rasyonalize edilmesi ve parasalcı politikalarla piyasa ilişkilerinin genişlemesine dayalı Thatcherism ve Reaganism gibi yeni ekonomi-politik biçimlerin varlığını gerektirir (Larner, 2000: 36). Gamble, bu biçimlerin hem politik ekonomi biçiminin, hem de ideoloji olarak neoliberalizm formunda değişmesi, yeniden “üçüncü canlanmasının dünya”da sosyal demokrasinin yörüngesinin “kalkınma” alternatiflerinin solması ve SSCB’nin çöküşü gibi etkiler nedeniyle olduğunu söyler (2001: 127). Savaş sonrası dönemin yeniden inşa süreci ile bağlantılı “kalkınmacı devlet” ya da Keynesçi refah devleti dönemi, yeniden bölüşüm aracı olarak sistemli bir maliye politikası uygulamasına ve piyasanın aksaklıklarına çözüm getirmek amacıyla makro ekonomik düzenlemelere dayanıyordu. Özgül bir kapitalist üretim biçimi olarak finans sermayesinin üretim sermayesi üzerindeki baskınlığı ile karakterize neoliberalizm ise küresel kapitalist birikimin hızındaki yavaşlamanın neden olduğu 1970’lerin krizine alternatif olarak ortaya çıkmıştı. Bu anlamda neoliberal yeniden yapılanma ekonomik, siyasal, toplumsal ve ideolojik düzeylerdeki dönüşümlerin zorunluluğunu krizden çıkmanın tek çaresi olarak görür. Devletin sosyo-ekonomik alanda artan düzenleyici işlevinin krizlerin nedeni olarak görülmesi ise ekonomi ve siyaset ilişkilerinin de bu süreçte birbirinden katı sınırlarla ayrılacak biçimde yeniden yapılanmasını önerir. Devlet-piyasa karşıtlığının derinleşmesinin temel gerekçesi, devletin ekonomik ve toplumsal faaliyetlerdeki müdahaleciliğinin en aza indirilerek, emek ve mali piyasaların kendi haline bırakıldıklarında daha yaratıcı ve üretken olacağı savunusudur (Navarro, 2006: 27). Başka bir ifadeyle neoliberalizmin bu ilk aşaması, serbestleştirme ve metaalaştırma yoluyla serbest piyasa mantığının yayılması anlamında Keynesci ve “kalkınmacı devlet” siyasi matrisinden geri adım atılmasını, emek piyasasının düzenlemelerden arındırılarak esnek hale getirilmesini ve piyasanın siyasal kısıtlarından etkilenmesini engelleyen politikaları ifade eder (Munck, 2005: 111). Washington Konsensüsü ile netlik kazanan bu politikalar paketinde, bir dizi ekonomik reform arasında özellikle özel mülkiyetin garantisi olarak yasanın rolü vurgulanır. Konsensüs’e göre reformlar, serbest piyasa yasasını 48 destekleyen bir modeli beimsemekte olup, mülkiyet haklarının korunması ve değişimi gibi neoliberal değerler etrafında biçimlenmelidir (Glinavos, 2008: 1088). Nihai olarak da devletin serbest piyasanın işleyişinin garantisi, sözleşme yasası ve mülkiyet haklarının korunmasındaki rolü dışındaki işlevlerinin tümünün rededilmesi gerektiği belirtilmektedir. Devletin müdahaleci niteliğinin sivil toplum ve piyasanın gelişiminde en büyük engel olarak görülmesi, onun “minimal devlet” formülü ile asli görevlerine dönmesini gerektirmektedir. Çünkü liberallere göre en büyük tehlike, müdahaleciliği abartan, ekonomik planlamayı ve soyut bir kamu yararı geliştirme amacını amaç edinen hükümetlerdir (Yayla, 2003: 171). 1990’larda başlayan neoliberalizmin ikinci evresi ise ‘devletin geriye itilmesi’nin ötesinde, toplumsal alana nüfuz edici sosyal güvenlik, kamu yönetimi reformu ve kentsel reform gibi yeniden yapılanma politikalarıyla tekrar ‘öne çıkarılması’na sahne olunması biçimindedir (Munck, 2005: 111). Post-Washigton Konsensüsü ile karakterize ikinci dönem, devletin piyasa işlevleri için önemini özellikle vurgulamakta ve piyasa mekanizmasının devletin kendi işlevselliği, yani kendi yeniden üretimi açısından önemine dikkat çekmektedir. Glinavos, kalkınma teorilerinin Washington Konsensüsü’nün eleştirisiyle devlet-piyasa ilişkisi karşıtlığında ters biçimde sunulduğunu, fakat diyalektik olarak devlet ve piyasanın birbirlerini karşılıklı destekler biçimde varolduklarını belirtir. Post-Washington Konsensüsü’nde örneğin, demokratik anlatımın altını kazan neoliberalizmin varsayımlarının aşılması ihtiyacı ve ekonominin kontrolünde demokratik politikaların getirilmesi için (2008: 1093), devletin düzenleyici gücü piyasa lehine desteklenmiştir. Dolayısıyla emek-sermaye arasındaki çelişkili ilişkilerin mücadele alanı olarak devlet, Bonefeld’e göre neoliberal birikimin ilk döneminde de toplumsal ilişkilere müdahalesi ile piyasada düzenleyici işlevini sürdürmeye farklı bir biçimde devam etmiştir (2010: 16). Glinavos’un ifadesini destekleyen bu ifade, toplumsal ilişkilerin bir biçimi olarak devlet ve piyasanın devlet ve piyasa karşıtlığı biçiminde ayrılamayacağına dikkat çeker. Neoliberal yeniden yapılanmanın kapitalist toplumsal ilişkilerin temel kurumları olan ekonomi ve siyaset ya da devlet ve piyasa ilişkisinin sürekli 49 yeniden yapılanması sürecinin bir uğrağı olarak anlaşılması bunu ortaya koyar. Bonefeld’e göre, “devletin mi piyasaya, piyasanın mı devlete karşı olduğu?” sorusu yerine, bunların toplumsal ilişkilerin farklı biçimleri olarak toplumsal oluşumlarıyla ilişkilendirilmeleri gerekir. Çünkü kapitalist devlet, liberal devlettir ve bu, kavram belirleyen bir kategori olarak sınıfı ve onun biçimini, yani toplumsal ilişkileri içerir (2010: 15). Radice’in de belirttiği gibi; “….devlet ve piyasa arasındaki çelişkiler bir yanda, politik ve ekonomik olarak onların kendi alanlarının faaliyeti ise öte yanda..” dır (2008: 1155). Nitekim neoliberal ideolojinin ve kapitalist sistemin diğer biçimlerinde sürekli vurgulanan piyasa ve devletin birbirine karşıt ilişki alanları içinde yer aldığı tezinin gerçekte hiç de öyle olmadığı, aksine bu iki alanın tarihsel olarak toplumsal ilişki dinamiklerinin içinde birlikte yer aldığının belirtilmesi gerekmektedir. Başka bir ifadeyle; “..politik ideoloji olarak liberalizm, doğallıkla onun hem tarihsel sınırlarını hem de onun kapitalizmin sömürü karakterini gizlediğini inkar eder” (Radice, 2008: 1155). Kapitalist devletin sınıf karakterinin gizlenmesi, bu ilişkilerin yeniden üretiminde ihtiyaç duyulan bir kurum olarak toplumun üzerinde ona tarafsız bir ideal kurum olarak durmasıyla ilgilidir. Devletin bu özgül konumunun faaliyetleridir ki kendi kendini düzenleyen piyasa toplumunda onun spesifik işlevler edinmesini gerektirir. Örneğin neoliberalizmin ekonomi politikalarının uygulanmasında hukuk ve yasa yapma süreci yeniden yapılanma işlevi için önemli bir araçtır. Bunun devletin yasa yapma ve yasanın kuralını uygulama işlevi ile birlikte kavranması, devlet ve piyasanın karşıt konumlanmadığının anlaşılmasını kolaylaştırır. Glinavos’un da işaret ettiği gibi, neoliberal ideolojide hangi ekonomik davranışın varsayımlarının yeniden yapılanmanın yasal çerçevesini belirlediğinin üzerinde durulması, bu ilişkiyi daha görünür kılar. O’na göre dünya genelinde piyasa liberalizminin geliştirilmesi çabası, neoliberal politikaların ve istikrar paketlerinin yasal-kurumsal çerçevesini oluşturmaktadır (2008: 1087-1088). Yasal-kurumsal düzenlemenin kapsamı ise piyasa çerçevesi politikası olarak neoliberalizmin yaygın kavramsallaştırması ve piyasaya müdahalenin engellenmesindeki piyasa vurgulaması olup, sermaye birikiminin küreselleşmesi politikalarıyla görünüm kazanmaktadır. Rekabet, ekonomik etkililik ve seçimle ilişkili piyasaların 50 ekonomik faaliyetin örgütlenmesinin en rasyonel biçimleri olacağı varsayımı, bu yasal-kurumsal çerçevenin gerekçesi olarak sunulmaktadır (Larner, 2000: 36). Bu anlamda neoliberal ideoloji, daha fazla piyasa, deregülasyon ve özelleştirme merkezli politikalar ve devletin bunları etkin kılacak düzenlemeleriyle somutluk kazanmaktadır. Bugünün etkili politikası ve ideolojisi olarak da kalkınmacı/keynesyen refah devletinin neoliberal devlete dönüşmesinin, ya da yeniden yapılanmasının sonucunun kullanışlı amacı olarak hizmet görmektedir (Larner, 2000: 39-40). Bunu yaparken de piyasanın serbestliğini ve rasyonel işleyişini sağlamak için ekonomi, siyaset alanlarının birbirine soyutlanması noktasından hareket etmektedir. Çünkü siyasetin ekonomiye müdahale ettiği bir durum verimsizlik ve krizlerle sonuçlanacaktır. Bu nedenle tıpkı Weber’de olduğu gibi, ekonomik alanın siyasal etkilerin uzağında kurala dayalı ve teknik ilkelerle biçimlenmesi gerekmektedir. 1.2.2. Serbest Piyasa Ekonomisi İçin Devletin Vazgeçilmezliği ve Minimal Devlet Tezi Yayla, Locke’un ‘doğal haklar’ öğretisinin teorik kurguların ötesinde gerçekliğe taşındığında ‘kendiliğinden doğal düzenin ve piyasa ekonomisi’nin temellerini oluşturduğunu söyler (2002: 188). Buna göre, toplum sözleşmesi ile siyasi toplumun oluşturulmasından sonra birey özgürlüğünün korunmasındaki en önemli nokta, siyasi yönetime karşı korunma olup, bu “minimal devlet”i gerektirir. Ne devletin, ne de başka bireylerin müdahale edemeyeceği bir özel alanın korunması gereği, devletin bireylerin hayatına yönelik müdahalelerinin sınırlanmasını gerektirmektedir. Sosyo-ekonomik işlevleri daraltılıp, ‘yasa ve düzen’ işlevi ön plana çıkartılan sınırlı devletle bireyler mümkün olan en geniş özgürlük alanından yararlanacaktır (Heywood, 2006: 138). Liberalizmin temel ilkelerinden piyasa sistemi ile aynı anlama gelen ‘kendiliğinden doğal düzen’, “minimal devlet”in gerçekleşmesi sayesinde bireyleri kendi bilgilerini kendi amaçları için kullanmakta serbest bırakan soyut kuralların işleyişini güçlendirecektir. Çünkü buyruklara dayanan bir örgütlenme veya bilinçli insan eyleminin dizaynı olan düzenlemeler, 51 bireyin üzerinde sınırlandırıcı, özgürlüğünü kısıtlayıcı etkide bulunur (Hayek, 1993: 123). Bu nedenle kendiliğinden doğal düzenin düzenleyici güçlerini, yani bireylerin davranışlarının düzenliliğini kullanarak, bilinçli bir düzenlemeyle elde edebileceğimizden çok daha kompleks ve gerçekçi bir sistem elde edebiliriz. Bilinçli organizasyon düzeninden farklı olarak kendiliğinden doğal düzenin yol açacağı sonuçlar hakkında bir ortak görüş ya da anlaşma olmasına gerek yoktur (Yayla, 2002: 189-90). Çünkü kendiliğinden doğal düzen insan eyleminin ‘maksat dışı’ ve tasarımlanmamış sonuçları ile ilgili olduğundan herhangi bir özel amaçtan bağımsızdır (Hayek, 1993: 122). Piyasanın kendiliğinden doğal düzenin işleyişine bırakılmasının yeni siyasal meşruiyet arayışı ile ‘özgürlük’ kavramını yeniden yorumlayan Nozick, klasik liberalizmin ‘minimal devlet’ anlayışına geri döner. Buna göre sosyoekonomik işlevlerinden soyutlanmış devlet, liberal ekonominin ‘görünmez el’i aracılığıyla piyasaya ilişkin bütün düzenleyici işlevlerini yerine getirebilecektir. Nozick’e göre bütün bireyler, tam bir özgürlük içinde birbirlerinin haklarına saygılı olur ve piyasa mekanizmasının işleyişine müdahalede bulunmazlarsa etik açıdan insanı rahatsız edecek sorunlarla karşılaşılmayacak, bütün sorunlar kendiliğinden çözülecektir (Nozick, 2005). Her bireyin temel haklara sahip olduğu Locke’cu doğal durumu esas alan Nozick, ‘görünmez el’ sürecinin, herhangi bir bireyin özgül amacı olmasa bile, kaynakların piyasa ekonomisinde etkin tahsisi gibi toplumdaki bireyler için faydalı sonuçlar üretebilen bir süreç olduğunu belirtir (Yayla, 2002: 207). Nozick’in kavramsallaştırmasında mülkiyet hakkı ve özgür mübadele merkezi bir yer almakla birlikte, piyasa ekonomisi doğrudan savunulmaz. Onun hareket noktası devlet-piyasa karşıtlığının doğrudan savunusundan ziyade, ‘özgürlük’ ile ‘zor’ arasındaki ayrımdadır (Erdoğan, 2002: 104). Bu noktada minimal devlet’in temel özelliği olan ‘yasanın egemenliği” ve ‘sınırlı devlet’ gündeme gelir. Buna göre varlığı ve meşruiyeti toplum sözleşmesine dayanan ve pozitif hukuktan önce varolan doğal hukuk ve doğal haklarla sınırlanmış olan devlet bunları ihlal ettiğinde meşruiyetini de kaybeder (Yayla, 2002: 203). Liberal devletin ‘sınırlılık’ niteliği, ‘hukuk devleti’ gereği ‘yasaların egemenliği’ olup 52 devletin yaptırım gücünün soyut ve genel yasalarla sınırlandırılması nedeniyle devleti bağlayıcı niteliktedir. Burada yasanın kaynağı devlet değil, devletin varlık nedeni yasaların uygulanmasıdır (Yumer, 1993: 110) . Birincil işlevi ‘yasa ve düzen’in sağlanması olan devletin, verimliliği arttırmak için dahi piyasaya müdahale hakkının olmadığını belirten Nozick, piyasa ve adalet arasında şöyle bir ilişki kurar; ‘yetkilendirme kuramı’na göre herkesin şimdi sahip olduğu mallarda hakkı olduğu kabul edilirse adil bir dağılım; insanların serbest değişimi ile gerçekleşecek olan dağılımdır. Hükümetin bu değiş tokuşu, birinin isteğine aykırı olarak, vergiler doğuştan engelli birinin ekstra masraflarını karşılamaya yönelik olsa bile, vergilendirilmesi adil değildir. Tek meşru vergilendirme ise güvenlik ve adalet gibi serbest piyasa sistemini korumayı amaçlayan kurumları ayakta tutmayı sağlayacak geliri elde etmeye yönelik vergilendirmelerdir (Kymlika, 2004: 144). Nozick’e göre esasında devletin koruma hizmetini sadece bedelini ödeyenlere sağlayan bir konumda olması ultra-minimal devleti ifade ederken, bedelini ödeyemeyecek olanların bu hizmetten yararlanması minimal devleti ortaya çıkarmıştır (Erdoğan, 2002: 101). Başka bir ifadeyle adalet10, iç güvenlik ve ulusal savunmanın yanı sıra bireyler arasında zor kullanımını önlemek için zorlayıcı bir aygıt olarak devlete ‘şiddet kullanma tekeli’nin verilmesi (Yayla, 2002: 207), liberalizme özgü olup tıpkı Weberyan anlayışta olduğu gibi serbest piyasa ekonomisinin sürekliliği ile ilişkili olarak devletin toplumsal düzeni sağlama işlevi ile ilgilidir. Bu nedenle Nozick, devlet faaliyetinin kapsamı ve sınırı konusunda meşru devletin asgari büyüklükteki devlet olduğunu ve koruma ve hukuk düzeninin ötesine geçerek yeniden dağıtım politikalarını üstlenen devletin birey haklarını ihlal edeceğinden gayri meşru kabul eder (Erdoğan, 2002: 101). Çünkü ‘meşru şiddet kullanma tekelini’ elinde bulundurması itibari ile bir ‘zor’ aracı olarak devletin görevi, piyasaya ve bireylerin piyasa tarafından yönlendirilen faaliyetlerine müdahalede bulunmak değildir. Aksine bireylerin piyasa ekonomisinin korunmasına ve düzgün işlemesine yönelik ‘karşı’ eylemlerini önlemektir. 10 “Adalet” kavramı burada iç ve dış güvenliğin sağlanması ya da yasa ve düzen işlevi nedeniyle verginin sadece devletin bu işlevlerini gerçekleştirmek için alınabileceğini ifade etmektedir. 53 Başka bir ifade ile devlet bireylerin sağlığını, hayatını ve mülkiyetini olası şiddet eylemlerine karşı koruyarak piyasa ekonomisinin güven içinde işleyebileceği ortamı yaratmak ve muhafaza etmekle mükelleftir (Yayla, 2002: 195). Hayek’in de belirttiği gibi; “..özgür bir toplumda devlet pek çok gerekli teşkilattan birisidir- kendisini üreten düzenlerin teşekkül edebileceği etkili bir çerçeve temin etmek için gereken, fakat hükümet aygıtına hasredilen ve hür bireylerin faaliyetlerini belirlemeyen bir teşkilat devletin bu teşkilatı pek çok gönüllü örgütü kapsayacaksa da toplumları teşkil eden, bireyler arasındaki kendiliğinden gelişen ilişkiler ağı ve onların meydana getirdikleri çeşitli örgütlerdir” (Hayek, 1997b: 210). Devletin topladığı vergilerin kamusal eğitim, kamusal sağlık hizmeti gibi Rawls’cı11 kendiliğinden yeniden doğal dağıtım düzenini politikalarından sürdürmek için ziyade, (Kymlika, piyasanın 2004: 153) kullanılabileceğinden liberalizm; ekonomik eşitlik, yeniden dağıtım ve sosyal adalet gibi sorunların çözümünü dert edinmez (Ashford, 1993: 27). Çünkü ekonomik, sosyal ve kültürel sorumlulukların bireylere ait olduğu liberal kapitalist toplumların yapısı temelden sağlamsa toplumsal sorunlar uyumsuz bireylerden, onların kusurlu davranışlarından kaynaklanmaktadır (Callanicos, 2007: 464). Ekonomik kararlar en önemli bilgi aygıtı piyasa aklının kendiliğindenliğine teslim edilmiş olduğundan, bu rekabettçi sistemde bireyler özgürce ekonomik eylemde bulunacaklarından herhangi bir sorunla karşılaşmayacaklardır. Liberal yazarlara göre akılcı kararların verilebilmesi için gereken içsel olarak dağınık bilgi parçalarını harekete geçirebilecek tek şey, liberal ideolojinin bu merkezsizleştirilmiş bir iletişim sistemi olan piyasadır (Callanicos, 2007: 347-348). Bu piyasa sisteminde birbirlerinden bağımsız verdikleri kararlarla ekonomik faaliyette bulunan bireyler, piyasada bir araya gelmekte ve ürettikleri mal ve hizmetleri birbiri ile değiştirmektedirler. ‘Görünmeyen el’ tarafından örgütlenen ve dengelenen bu bir araya geliş doğal bir uyumluluk ve bütünleşme göstermektedir (Smith, 2004: 68-69). Ancak ‘bırakınız yapsınlar’ ilkesinin belirsizleştiği durumlarda 11 Rawls ve Nozick’in adalet anlayışları üzerine bir karşılaştırma için bkz: Beriş, H.E. (2002), “Çağdaş Liberalizmde Farklı Yönelimler: John Rawls ve Robert Nozick”, Liberal Düşünce, Yıl, 7, S.28, ss 197-215. 54 kollektif çıkarların kolay incinirliliği, neoliberal birikim rejiminin 2008’de Banka endüstrisinin ‘devletin geri getirilmesinde’ tereddüt etmemesinde olduğu gibi güçlü devletin korumasına ihtiyaç duymaya devam eder. Bonefeld bunun bu sefer finansal kayıpların sosyalleştirildiği, borçların garantilendiği ve özel karların korunduğu, zenginliğin büyük yeniden dağıtımının emekten sermayeye eşitlendiği bir amaç için olduğuna dikkat çeker ( 2010: 15-16). Kendiliğinden doğal düzenin işleyişinin, hukukun kuralını uygulayan devlet anlamında, ‘yasanın egemenliği’ ilkesiyle garantiye alınması, aynı zamanda toplumsal güçler üzerinde devletin etkililiğinin artışını ve ‘bekçi’ devlet’ işlevinin ön plana çıkmasını ifade eder. Devletin bu birincil işlevini gerçekleştirmesi, ‘meşru şiddet kullanma tekeli’ni elinde bulundurma hakkının da sahibi olması itibariyle onu toplum üzerinde daha güçlü yapar. Devletin piyasa düzenini sürdürmek adına artan ‘güvenlik’ işlevi, birey davranışları ve muhalif toplumsal grupların eylemleri üzerinde sınırlama getirme biçiminde olup, bu diğer bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunması gerekçesiyle yapılmaktadır. Başka bir ifadeyle, devletin bireyler arasında yapılan sözleşmelerle ‘gönüllü’ anlaşmaların uygulanmasını sağlamak ve dıştan gelecek saldırılara karşı koruyucu işlevinin gerekçesi (Heywood, 2006: 138), ‘sözleşme’nin uygulanabilirliğinin ve özel mülkiyet hakkının garantiye alınması biçiminde olup, burjuva hukukunun sürdürülmesiyle ilgilidir. Bu nedenle devlet Bonefeld’in dediği gibi özel mülkiyet hukukunun politik biçimidir ve bir vergi devleti olarak varlığı, sermayenin birikimini sürdürmesine ve geliştirmesine bağlıdır (2010: 19). Bunun yanı sıra özel üretimin garantisi için toplumsal ilişkilerin bir organizasyonu olarak devletin kendi yeniden üretiminin sürekliliği de bu ilişkilerin devamlılığına bağlıdır. Dolayısıyla devlet yasanın rolü ile sözleşmeli anlaşmaların uygulanması, özel mülkiyetin dağıtılması ve korunması biçimindeki özel mülkiyet haklarının garantiye alınması işleviyle önem arzeder (Glinavos, 2008: 1089). Başka bir ifadeyle oyunun kural’ına göre oynanmasının hakemliğini yapar. Ancak piyasa koşullarında oyunun kuralı Hayek’in de ifade ettiği gibi sert olabilmeyi de içerir. O’nun kendi ifadesiyle; “..kurallara göre oynanan bir oyun hiçbir zaman muamelede adalet tanımaz” (Hayek, 1997b: 212). 55 Toplumsal ilişkileri biçimlendiren bu piyasa kuralının 1990’lardan itibaren özellikle azgelişmiş ülkelerde protestolar ve isyanların kaynağı olmasına bakılmaksızın yapısal uyum politikalarıyla kaynakların, hakların ve hizmetlerin özelleştirilmesi devam etmektedir. Bu reformların özellikle toplumsal dinamiklerin değişimi ve neoliberalizmin serbest piyasa ilkelerinin yayılması bakımından önemli olmasına rağmen, serbest piyasa ekonomisinin düzenlenmesi bakımından yeterli olmaması siyasal karar alma süreçlerini etkileyecek karşıt toplumsal güçlerin siyasetin dışında tutulmasını gerektirir. Devletin ‘yasa ve düzen’işlevinin bir sonucu olarak aksayan piyasa sürecinin alacağı biçimlere cevap verebilmek için otorite ve uyum gücünün artması bir zorunluluktur çünkü. Bu özellikle karşıt toplumsal güçlerden gelebilecek olası etkilere karşı yeniden yapılanan emek-sermaye ilişkileri ile örgütlü muhalefetin parçalanmasını gerektirir (Cecena, 2009: 37). Sermayenin marjinal verimliliği için, ulus-devlet içinde, devlet bürokrasisinin bireysel ekonomi oyuncularına göre daha iyi karar verme olasılığının yüksek olduğunu savunan önceki dönem kapitalist devlet biçiminin bu şekilde aşılabilmesinin ekonomik, siyasal ve toplumsal düzeyde yeniden yapılanma ile mümkün olacağı düşünülmektedir. Nitekim klasik politik ekonominin temel meselesi, toplumun sosyal sınıflardan oluştuğu ve bu sosyal sınıflar arasındaki ilişkileri tanımlamada toplumsal ilişkilerin yönetilmesi için hukukun keşfedilmesidir (Clarke, 1982: 19-20). Devletin gücü hukukun değerini korumaya ve devam ettirmesine bağlı olup, bunu yapabilmesi sivil toplumdan ayrılığına bağlıdır. Kapitalist devlet olarak devlet, sivil toplumdan soyutlandığında bu onun toplum üzerinde etkili olma kapasitesini arttırır. Devletin sivil toplumdan ayrılığını sürdürebilmesinin başarısızlığı ise sonunda sınıf savaşımına neden olur (Nicholls, 1984: 170 akt: Bonefeld, 2010: 19). Uzun dönemde işçi sınıfının çıkarlarının ekonomik gelişme ile paralellik göstereceğini söyleyen Smith’e göre de devletin rolü, evrensel gelişme ve ekonomik çıkarlar gereğince işçileri eğitmek ve kapitalist sınıfı korumaktır. Devletin temel amacı serbest piyasa koşullarında onun doğal kendiliğinden düzeninde uygulananan bu politikaları korumak ve toplumsal uyumu sürdümektir. Ulusal birlik, eğitim, 56 endüstriyel yeraltı çalışmaları ve topraksal alanın savunulması gibi işlevleriyle birlikte liberal düzende devlet, serbest piyasının varlığı için vazgeçilmezdir (Smith, 2004: 80-81). Bireysel özgürlükleri piyasanın biricik değeri olarak gören Hayek, piyasadan elde edilecek nisbi gelirlerin belirlenmesinde devleti tümüyle dışarıda tutmanın toplumun bazı kesimleri için oldukça riskli olmasına rağmen, bir oyunu kurallara göre oynamanın herkesin şansını artırdığını söyler. O’na göre toplumda herhangi bir örgütlü grubun böyle bir gücü kendisine maletmesini önlemek de devletin açık bir ahlaki görevidir (Hayek, 1997b: 212). Bu, Bonefeld’in ifadesiyle serbest piyasanın ‘piyasa polisi’ olmadan varolamayacağının açık izahıdır (2010: 17). Piyasa politikalarının yapılması için devletin otoritesi ile birikimin verimli ilerlemesini tercih eden güçlü devletin varlığının önemi, kabaca sermayenin temel amacı artı değerin fazlasını biriktirirken devletin bu amacın siyasal biçimi olarak konumlanmasıdır (Bonefeld, 2010: 17). Bu amacı gerçekleştirmek için sık sık devletin yasaklama yetkisine değinen Hayek’e göre de; “..büyük ve açık bir toplumun temel değerlerinin bireye bilinen bir alanda kendi amaçlarını kendi bilgisine dayanarak elde etmeye çalışmak hakkını temin ederek niçin negatif olması gerektiğini anlamayı yeniden öğrenmek gerekir. Yüksek konumunu her eyleminde genel bir ilkeye bağlı oluşuna borçlu olması için bu otoritenin biricik yetkisi kurala uygun yasaklama yetkisi olmalıdır” (1997: 195). Görüldüğü gibi neoliberalizm, klasik liberal ekonomi politiğin temel ilkelerinin yeniden sunulmasını temsil eder. ‘Toplumsal reform’ talepleri liberal toplum modeli idealinde ve piyasanın önceliği gerekçesiyle ve devletin destekleyici eliyle karşılanır (Clarke, 2005: 103). Kapitalist devlet biçiminin bir görünümü olarak neoliberalizmin temel tezi, kendi kendini düzenleyen piyasa idealinin ekonomik sorunları ortadan kaldıracağıdır. Ancak kendi kendini düzenlemenin kapasitesi devletin, piyasanın kendi kendini düzenlemesine yetki vermesine ve bunun kurumsal çerçevesini oluşturmasına bağlıdır. Serbest piyasa ekonomisinin sürekliliğini sağlayacak politikaların uygulanması, hukuk kuralllarının yerleştirilmesi ve bu piyasa sistemini güvenceye alacak mekanizmaların oluşturulması biçiminde oyunun kuralını 57 koymaktır. ‘Devletin geriye itilmesi’nin anlamı ise sözleşme ve özel mülkiyetin güvenliğini koruma işlevi dışarıda kalacak biçimde devletin sosyo-ekonomik alandaki rolünün sınırlandırılmasıdır. Dünya Bankası Raporu’nda da devletlerin piyasanın işleyişinde hem toplumsal kontrol ve dengeyi sağlamak hem de uluslararası ve ulus içi piyasa disiplinini korumak için müdahale edeceği ayrıca belirtilir. Piyasanın işleyişini akasatacak bürokrasi insiyatifindense piyasa kurallarına bağlı devlet müdahalesi tercih edilir (World Bank, 1991: 5). Hükümetin uygun rolü insanların yeterli yatırımlarını garantilemak, özel girişime rekabet ortamı hazırlamak, ekonomiyi uluslararası ticarete açık tutmak ve makro ekonomiyi istikrarlı tutmak şeklinde tanımlanır (World Bank, 1993: 10). Neoliberal yeniden yapılanmanın reform programı da bu bağlamda piyasa demokrasisini destekleyen yasal reformlardır. Bunlar piyasa adına hukukun rolünün önemine dikkat çekerek, piyasa destekli kurumlar tarafından azgelişmiş ülkelerde politik ve ekonomik reformları destekler. Dünya Bankas’ı tarafından sunulan ‘yönetişim’ kavramında devletin piyasaya ilişkin rolüne verilen önemde olduğu gibi, etkili piyasanın desteklenmesinde yasanın rolü neoliberal refromların gerçekleşmesi için vazgeçilmezdir. Yasanın rolü işlem maliyetlerinin azaltılması ve özel mülkiyet haklarının korunması bakımından reform süreci için bir zorunlululuk oluşturur (Glinavos, 2008: 1088). Dolayısıyla neoliberalizm’de devlet piyasadadır, küresel alanın kontrolörü olarak kendiliğinden devlet biçimindedir. Otoriter görünümü ve sistemin gücü tarafından kullanılan doğrudan bir biçim olarak özel girişimi temsil eder (Cecena, 2009: 34). Bir diğer ifadeyle; “..toplum piyasanın suretinde dönüştürülürken, bizzat devletin kendisi ‘piyasalaştırılıyor’….. devletin işlevinin yeni küresel düzene uygun düşecek şekilde yeniden örgütlenmesiyle birlikte, eski ulusal devletler düzenindeki ‘hakem’ rolünü bir kenara bırakıp giderek bir piyasa ‘oyuncusu’ gibi davranmaya başlıyor. Düzenleme artık kamu yararına adına değil, bizzat küreselleşme projesi adına gerçekleştiriliyor” (Munck, 2005: 112). Sonuç olarak devletin geri çekilmesinden değil dönüşümünden ya da aldığı yeni biçimden sözedilebilir. Bu yeni biçimin politikaları sayesinde piyasanın her türlü devlet müdahalesinden/düzenlemesinden arındırılması, devletin sosyo-ekonomik alanda düzenleyici sistemlerinin ortadan kaldırılması ve piyasa odaklı yeni kural ve politikaları kapsayan düzenlemeler 58 gerçekleşme olanağı bulur. Liberal devletin rekabeti kolaylaştıracak girişimlerde bulunmasının vurgulanması ya da devletin serbest piyasa düzenini belirleme, hakemlik etme ve oyunun kuralını uygulamak için müdahale edebileceğini belirtmesinde olduğu gibi neoliberal devlet serbest fiyat mekanizması için ‘planlayarak’ yönetir. 1.2.3. Neoliberalizmin Güçlü Devleti ve Piyasanın Demokrasiye Önceliği Ondokuzuncu yüzyıl liberalizminin genel eğilimi içinde özgürlükle ‘siyasal eşitlik’ (demokrasi) arasında bir çelişkinin varlığı gözönünde bulundurulurken, neoliberalizmde ‘demokrasi’nin temelinde ‘siyasal özgürlük’ siyasal özgürlüğün temelinde ise ‘iktisadi özgürlük’ fikri bulunmaktadır. “Özgürlük, demokrasiden önce gelir” ifadesiyle özetlenebilecek neoliberalizmin klasik liberalizmden devr aldığı bu tezi, ekonomik özgürlükle bunun doğal sonucu olan siyasal özgürlüğün kısıtlanmış olduğu ‘refah devleti’ uygulamalarının terk edildiği, neoliberal politikalarla uygulanan iktisadi politikalarda kendisini pratiğe aktarmaktadır (Köker, 1987: 78). Bu politikaların temel savunucuları, özgür ve adil bir toplumun piyasa mekanizması tarafından kendiliğinden oluşan bir düzenle varolabileceğini ileri sürer. Örneğin Hayek, insanların davranışları ve birbirleriyle ilişkilerinin mülkiyeti esas alan yasalara göre yani, ‘özgür sözleşme’ ilkesine göre biçimlendiği bir düzende gerçek demokratik devletten söz edilebileceğini belirtir (Hayek, 2004: 93). Başka bir idafeyle demokratik bir devlet, sadece dış güvenlik ve yasanın kuralını uygulama işlevleri için vergi toplamalı ve ekonomik, toplumsal süreçlere müdahale etmemelidir. Aksi takdirde ‘doğal anayasa’nın sınırlarının sürekli ihlali sözkonusu olacaktır; ki bu neoliberallere göre anti-demokratik bir durumdur. Çünkü klasik liberalizmde demokrasi piyasanın kendiliğinden doğal düzenini, yani devletin bireyler arasındaki ‘özgür’ ekonomik ilişkilere müdahale etmemesini ifade etmektedir. Örneğin Hayek, kapitalizmi tiranlık tehlikesini en aza indirdiği için savunur. O’na göre devlete ekonomik işleri düzenleme yetkisi vermek iktidarı merkezileştirdiğinden bu “köleliğe giden yol”dur. Serbest piyasa özgürlükleri, 59 faydayı en üst düzeye çıkarmanın ya da siyasi hakları korumanın en iyi aracıdır (Kymlika, 2004: 142). Demokratik bir piyasa düzeninde bireysel özgürlük; insanların kendilerine özgü bilgileri kendi amaçları için kullanmaları durumu olarak tanımlanır. Bireysel özgürlüğün korunduğu bir siyasi sistem ise insanların değişik ve çeşitli amaçları gerçekleştirmelerine en uygun sistemdir. Bu düzende ‘çoğunluğun iradesi’ doğrultusundaki yaptırımlar da dahil olmak üzere her türlü yaptırım soyut, genel ve adil olma gibi belli nitelikleri olan yasalarla sınırlandığı zaman oluşabilir (Yumer, 1993: 111). Bu nedenle liberalizm ve demokrasinin birbirleriyle bağdaştırılmalarına rağmen farklı şeyler oldukları Hayek’çe özellikle vurgulanır. Çünkü liberalizm devlet kuvvetinin sınırlarıyla ilgili iken, demokrasi kimin iktidara sahip olduğuyla ilgilidir. Örneğin liberalizmin Kıta-Avrupası gelişimi liberalizmden çok demokrasi ve çoğunluğun sınırsız güce sahip olmasını takip ettiğinden esasında anti-liberal olmuştur (Hayek, 1993: 122). Bu nedenle ‘yasaların egemenliği’ ile devletin hukuka bağlandığı ‘anayasalcılık ilkesi’ bireylerin yasaların kendilerini nasıl etkileyeceğini bilmeleri ile ilgili olduğundan liberalizmin temel ilkelerinin gerçekleşmesi demokrasi ile ilgilidir. Egemenliğin halkta olduğu ve kanunların halkın temsilcisi parlamento tarafından yapıldığı bir rejim dahi bu nedenle despotik12 olabilir (Yayla, 2002: 206). Benzer biçimde bireyler arasındaki düzeni sağlamak için güçlü ‘minimal devlet’i öngören Nozick de devletin zorunluluğunun yasanın kuralının etkili uygulanması ve kimin ne zaman, hangi koşullarda güç kullanacağını belirleme yetkisini elinde bulundurmasının (Nozick, 2000: 55-56), yani liberalizmin temel ilkelerinin gerçekleşmesi durumunu demokrasi ile ilişkilendirir. Soyut nitelikleriyle kavranabilen piyasa düzeninde piyasa ve özel mülkiyet gibi çeşitli organizasyonların aralarındaki bağları içeren ve hiçbir somut amaca yönelik olmayan kendiliğinden doğal düzeni, bilinçli amaçla yapılmış hiçbir insan dizaynı herhangi bir kurumu içermediğinden daha 12 Burada despotik olduğu ileri sürülen rejimler kapitalist devletin neoliberalizm öncesi aşamasındaki sosyal-refah devleti biçimidir. Devletin sosyo-ekonomik işlevleri gereği artan yeniden dağıtım işlevi ile toplumun geniş kesimlerini hoşnut tutması serbest piyasa ekonomisini bozduğundan antidemokratik kabul edilmektedir. 60 demokratik kabul edilir (Yumer, 1993: 113). Örneğin sosyalizm insanın bilinçli eyleminin dizaynı olduğu ve ortak amaç gerektirdiği için anti-demokratik kabul edilir. Sosyalist ekonomilerin planlayıcı niteliği birey davranışı üzerinde ‘zor’ güç kullanımını gerektireceğinden planların gerçekleşmesi devletin gücünün de gittikçe artmasına neden olacaktır (Ashford, 1993: 28). Liberalizmin devlete asgari düzeyde işlevler yüklemesinin bir başka nedeni, onun sosyo-ekonomik hayattaki ağırlığının sivil toplumun zeminini zayıflatacağı düşüncesidir (Yayla, 2003: 167). Burada sivil toplum ve devleti toplumsal gerçekliğin farklı düzeyleri olarak gören liberalizm, bir baskı gücü olarak konumlandırılan devletin toplum karşısında denetlenmesinin ve sınırlandırılmasının demokrasi için önemini vurgular. Buna göre devletin uyrukları arasında yaptığı bir sözleşme ile egemenliğini kullanma hakkına sahip olması, onun egemenliğin kaynağı olan toplum tarafından denetlenmesini gerektirir. Bireyler ve özel örgütlerden-işletmelerden oluşan bir sivil toplum ile siyasetçiler ve memurlardan oluşan bir devlet ilişkisinde siyasetin, karşıt çıkarlar arasında zorlayıcı olmayan uzlaşmalara ulaşılmasını ve demokratik yolların böyle uzlaştırmaları olanaklı kılan en etkili yol olduğu kabul edilir (Sabine, 1997: 181). Daha önce de ifade edildiği gibi kapitalist devletin neoliberal biçiminde devletin sosyo-ekonomik işlevlerinden soyutlanması geriye sadece vergi toplamak ve yasanın kuralını uygulamak için meşru şiddet kullanma hakkının kaldığını gösterir. Bunun anlamı, devletin şiddet kullanma tekelinin tek başına siyasal, ‘bırakınız yapsınlar’ ilkesinin de tek başına ekonomik bir kavram olmayıp, aksine her ikisinin birden neoliberal güçlü devlet biçiminin esasını oluşturmasıdır. Yani devletin toplumsal güçler karşısında tarafsız ve nesnel bir konuma oturtulmasının aksine devlet ve sivil toplum alanlarının liberalizmde olduğu gibi birbirinden ilişkisiz olmadığıdır. Genel olarak neoliberalizm, piyasa güçlerine direnemeyen zayıf devletle ilişkilendirilmesine karşılık Bonefeld’in de vurguladığı gibi serbest piyasanın işleyişini kolaylaştırıcı devlet olarak neoliberal devletin işlevleri güçlü devlet olmasını gerektirir (2010: 15). Bonefeld’i doğrular biçimde Hayek, bir yandan piyasa karşısında zayıf devleti savunurken, öte yandan devletin bireylerin birleşerek 61 ortak amaçlarını gerçekleştirmek için yaptıkları güçlü bir kurum olduğunu vurgulamaktadır. Kendine özgü ayrı ve sınırlı alanında her şeye hakim olan bir kurumdur devlet (2004: 84). Bu, devletin yeniden oluşumunun sivil toplumun özel alanından ayrı kamu alanı olarak desteklenmesini ifade eder. Kamusal alanda bireyselleşmiş vatandaşlar üzerinde devletin meşrulaşması bu biçimde olur (Radice, 2008:1157). Başka bir ifadeyle devletin yasa ve düzen işlevi üzerindeki etkililiği ancak onun toplumsal güçlerden ayrı bir biçimde, toplum üzerindeki kapasitesinin ve özerkliğinin gücüne bağlıdır. Bonefeld’in de ifade ettiği gibi; “..devletin gücü onun toplumdan bağımsız olmasına bağlı. Toplumdan bağımsızlığı bir burjuva devleti olarak etkili işleyişine izin verir. Kamu çıkarlarının tarafsız ve güçlü koruyucusu olmak bu bağımsızlıkla ilgilidir” (2006: 240). Tıpkı Weber’de olduğu gibi devleti teknik bir süreç olarak kabul eden, ekonomik alandan soyutlayıp siyasal alanın konusu yapan liberalizmin ‘anayasal demokrasi’si ekonomik yaşamı toplumsal güçlerin elinden çekerek yasama organının ekonomiye müdahale edemeyecek hale getirilmesine dayanır. Ekonomi politikalarına ilişkin bir önceki dönem kapitalist devlet biçiminde içerilmiş olan farklı toplumsal çıkar grupları ile uzlaşma’dan vazgeçilmesinin gerekçesi ise bu grupların sadece kendi dar çıkarlarını temsil ettikleri varsayımıdır (Ashford, 1993: 33). Neoliberal devlet biçimi bu toplumsal grupların politik güçlerinin en düşük seviyeye kadar parçalanması ya da bölünmesiyle, uygulanması önündeki yani depolitizasyonu engellerin ile giderileceğini reform politikalarının varsayar. Böylece ekonominin siyasetten ve güçlü devlet sayesinde de toplumsal etkilerden uzaklaştırılması, devletin toplumun değil, ekonominin hizmetine sunulan güçlü ve etkin bir ‘hizmetli’ye dönüştürülmesinin siyaseti olarak okunabilir. Devleti piyasa serbestliğinin garantörü olarak varsayan Hayek’e göre de; “..iktisat sahasında telafi icap eden menfaatler o kadar birbirinden uzaktır ki, demokratik bir mecliste bunlar hakkında gerçekten bir anlaşmaya varabilmek ihtimali yoktur” (2004: 89). Piyasanın kendiliğinden düzeninde yasa önünde eşit tanımlanan bireyler arasındaki ‘özgür sözleşme’ ilkesi, devletin yasanın kuralını uygulama işlevi olmaksızın anlamsızdır. Örneğin emek ve sermaye arasındaki ilişkinin sistemleştirilmesi ya da kurulması serbest emek 62 piyasasını gerektirir. Ancak, emek piyasasının bu serbestliği içinde eşit ve serbest vatandaşlar olarak sözleşmenin imzalanması, değişimin içeriği ile çelişkilidir. Ücret sözleşmesi imzalandıktan sonra emekçilerin eşit vatandaşlar olarak anılması, mülkiyet haklarının sınırları ve değişim kavramıyla uyuşmaz. Değişimde emek ve sermayenin eşit ve özgür taraflar olarak anılması, sömürünün garantisininin de içerilmesi anlamına gelir (Bonefeld, 2006: 248). Zira devlet, toplumsal güçlere karşı tarafsız bir konumda ve her birey yasa önünde eşittir. Değişim ilişkisinin bu görünümünün esasına karşı olası toplumsal muhalefet ise devletin meşru şiddet uygulama işlevini devreye sokar. Nitekim Hayek’e göre de ‘bırakınız yapsınlar’ ilkesi, bütün herkes için faydalı olmasına rağmen, insanlar sıklıkla yaptıkları yanlış seçimlerle serbest piyasa sistemini riske atmaktadırlar. Örneğin fiyatların manipule edilmesi ve greve gitmek gibi kollektif eylemler ekonominin rekabet edebilirliğine zarar vererek etkili fiyat mekanizmasının zeminini zayıflatmaktadır. Böylesi bir toplumda ise iktidar hem örgütlü hükümeti, hem de özel kişileri ve örgütleri genel davranış/piyasa kurallarının uygulanmasıyla sınırlandırma görevi nedeniyle güçlü bir iktidarın varlığı önemlidir (Hayek, 1997b: 202-3). Bu, sermaye ve onun devleti için büyük tehlikenin liberal demokrasi sistemi içinde işçi sınıfının temsiline ilişkin bir birleşmenin değil, toplumun demokratikleşmesinin ta kendisi olduğunun da ifadesidir. Çünkü bazı demokratikleşme hareketleri ekonomi ve devlet arasındaki ayrılığı tehdit ederek piyasanın doğal düzenini aksatabilir. Örneğin işçi sınıfının üretim üzerinde demokratik kontrol için kitle gösterileri aracılığıyla mücadele etmesi ekonomik ve siyasal sınırları zorlar. Bu nedenle; “..yasanın gerekliliği şiddetin yasasıdır – o, yasanın zoruyla düzeni uygular, bu yüzden yasanın kuralı yeniden uygulanmalıdır, olağanüstü hal üzerinde” (Bonefeld, 2006: 249). Klasik liberallerden Smith’e göre de devlet, şiddet üzerindeki tekelini sınıf mücadelesi üzerindeki çıkarlarına politikalarıyla doğrudan uygular. Böylece, ‘eşit’ bireylerden oluşan toplumun kendiliğinden doğal düzeni devletin koruyucu işlevi ile garantiye alınır. Çünkü yasalar, müdahaleden bağımsız serbest malların değişim özgürlüğü için piyasaya göre oluşturulan kuralları tanımlar. Bu kurallar sayesinde bireysel hakların ve özel mülkiyet 63 yasasının kolaylaştırılması anlamında adalet sağlanmış olur (Smith, 2004: 80). Dürüst ve tarafsız bir devleti tek başına mümkün kılabilecek temel anlayış, gerçekte ne kadar eşit olmasalar da hükümetin bütün insanları eşit görmesi ve birisinin eylemini hangi tarzda sınırlandırıyorsa başkalarının eylemlerini de aynı soyut kurallara göre sınırlandırmasıdır. Hiç kimsenin devletten, herhangi bir kişiden gelecek bütün şiddete karşı korunma teminatının ve işler tamamen ters gittiğinde belirli bir sabit minimum gelir taminatının ötesinde zengin ya da fakir olduğu için özel taleplerde bulunmaya hakkı yoktur (Hayek, 1997b: 213). Dolayısıyla, serbest piyasa sisteminde yasa ve mülkiyet haklarının yaratılması ve dağıtılmasında olduğu gibi, hakların topluma eşitsiz dağıtılması, yani bazı piyasa oyuncularının piyasada diğerlerinden daha özgür olmasında neoliberallere göre ters bir durum yoktur. Başka bir ifadeyle bir serbest piyasa oluşturmanın kuralı, bazı oyuncuların diğerlerinden daha fazla seçebilmesidir (Glinavos, 2008: 1094). Çünkü ‘kendiliğinden doğal düzen’de piyasa yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda ahlaki bir kuvvet görünümündedir de. Aylak ve yetersiz olanları cezalandıran, girişken ve çalışkan olanları ödüllendiren bir kuvvettir bu (Clarke, 2005: 94-95). Hayek’in demokrasi üzerine ifadesinde olduğu gibi; “..bir demokraside, şuurlu müdahale ve murakabe, ancak üzerinde hakikaten anlaşmak mümkün olan sahalara inhisar eder. Diğer sahalarda işi tesadüfe bırakmak lazımdır. İşte demokrasinin bedeli budur (, 2004: 93) Görüldüğü gibi serbest piyasanın kendiliğinden doğal düzeninde demokrasinin bedeli, mülkiyetin korunması ve sözleşme ilişkisinin garantiye alınması için yasanın kuralının etkilili olması, yani liberal devletin demokratik olanına önceliğidir. Hukuk kurallarının demokratik süreçlerle politize olma olasılığı bunun nedenidir. Çünkü Hayek’e göre eşitsizlik içinde olan bireyler, politik faaliyetlere katılmak isteyebilir ve çoğunluk azınlığı kolektif çıkarların takip edilmesi için zorlayabilir. Bu durumda, hükümetin kolektivizm ile mücadelesi başlayacak ve toplumun sorunlarına cevap vermek için sonsuz müdahale alanı bulacaktır. ‘Genel refah’ın başarılmasının sonu gelmeyecek ve piyasanın dengesi yeniden bozulacaktır (Hayek, 1997b: 202). Piyasanın serbestliğinin toplumun demokratikleşmesine tercih edildiği özgür bir 64 toplumda devletin zor kullanmasını meşrulaştıracak şey ise bireysel davranışı yönetip sınırlandırması gereken ilkelerdir. Ancak, böyle kurallara genellikle itaat edildiği ve gerektiğinde bunların zor’la uygulandığı toplum huzurludur (Hayek, 1997b: 202). Özetle özel mülkiyetin ilişkisel ve dışsal doğasının anlamı, piyasanın özgürlüğe ve zor’un uygulanmasına aynı oranda olanak tanımasıdır. Başka bir ifadeyle; “….demokrasi yasanın gücü tarafından korunmak zorundadır. Yasanın kuralı yerine yasa yapıcının zorunun şiddeti kontrol etmek için yasanın kuralı ile uyumlu bir sosyal düzeni uygulamaya koymak için” (Bonefeld, 2006: 239). Bunun anlamı, devletin kriz-kaos anlarında demokratik süreçler aracılığıyla yasanın rolü ele geçirildiğinde, neoliberal devletin ekonomiye müdahale etme biçimi, karışıklığın düzenlenmesi ve krizin sonlandırılması için demokrasinin hukukun gücü ile bir süreliğine ertelenmesidir. Hayek’in ifadesiyle; “ insanlık dışı ve doğal güçlerin bir sonucu olarak kendi kendini üreten düzen bozulduğu ve çalışılması için gerekli şartların düzeltilmesi için olağanüstü tedbirlere gerek duyulduğu zamanlar hariç, yüksek otoritenin pozitif yetkilerine ihtiyaç yoktur” (Hayek , 1997b: 197). Piyasanın demokratik süreçlerden gelebilecek tehlikelere karşı yasanın kuralıyla anayasal garantiye alınmasını ‘anayasal diktatörlük’ olarak ifade eden Bonefeld’e göre, diktatörlük kendi kendinin sınırlarını uygular, zorlar ve demokratik özlemleri azaltarak piyasa serbestliğini kolaylaştırır. Böylece, özel mülkiyetin ekonomiden kurtarılmasına ve tüm düzensizliklerin piyasadan kaldırılmasına çabalayarak kalıcı toplumsal ilişkileri yeniden düzenler. Çünkü “toplumsal kaosa uygulanabilecek yasal bir norm yok”tur (Bonefeld, 2006: 243). Bu nedenle, toplumsal ilişkilerin yasa kuralına dayalı olarak yeniden düzenlendiği anayasal demokrasinin toplumsal kaosa engel olacak biçimde yerleştirilmesi gerekir. Çünkü; “..yasa kaosa uygulanmaz - yasa düzen gerektirir, isyanlar parlamenter tartışmalarla çözülmez - düzenin uygulanması yürütme eylemi gerektirir. Düzen yasanın işlemesi için uygulanmaya ihtiyaç duyar. Düzenin uygulanması sosyal ilişkilerin sistemleştirilmesini ve yasanın temel kuralının düzenlenmesinin olasılığını sağlar. Düzenin uygulanması yasanın gücüne bağlıdır. Yasanın kuralı yasanın gücünü varsayar, yani şiddet bir yasa yapma gücü ve bir yasa-koruma gücüdür” (Benjamin, 1965: 78-94 Akt: Bonefeld, 2006: 243-244). 65 Dolayısıyla neoliberalizmin ‘güçlü devlet’ talebi, sınırlı devlet tercihidir. Sınırlı devlet yeniden dağıtımı etkilemek için değil, ekonomiden özel mülkiyeti kurtarmak için topluma müdahale eder (Bonefeld, 2006: 242). Nozick’in de ifade ettiği gibi, meşru olan tek devlet asgari büyüklükteki minimal sınırlı devlettir. Koruma, yasa ve düzeni sağlamanın ötesine geçen ve yeniden dağıtıma yönelen devlet, kaçınılmaz olarak birey haklarını ihlal edeceğinden meşru değildir (2000: 59)13. Yani neoliberalizm, ne devletin ‘geri plana itilmesi’ni, ne de piyasanın düzenleme alanının dışına çıkarılmasına yönelmiştir (Munck, 2005: 110-11). Pinochet’in Şili’de neoliberalizmin ilk evresinde, 1973’de yaptığı askeri darbenin ardından uyguladığı politikalar, Türkiye’de 1980 askeri müdahalesinden sonra uygulanma imkânı bulan neoliberal politikalar ve Thatcher ve Reagan’ın ‘devlet müdahalesi’ni geri plana itmek biçiminde meşrulaştırıldığı serbest piyasa politikalarını uygulayabilmek için güçlü devleti kullanması serbest piyasa mekanizmasının demokrasiye önceliğine sadece birkaç örnek olarak not düşülebilir. Serbest piyasa mekanizmasının demokratik bir toplumdan ziyade, neden güçlü devleti gerektirdiğine ilişkin başka bir alıntıya göre; “…liberalizm devletten zayıf olmasını talep etmez ama sadece ekonomik gelişme için devlet koruması altında serbestlik ister……güçlü devlet ekonominin üzerinde ve aşkın ve ilgili partilerin de üzerinde ve onlara aşkın… zayıf devlet toplumu aşamaz ve onun üzerinde olamaz. Onun yerine toplumun içine yayılır ve antagonistik sosyal ilişkilerin kurbanı olur. Devletin “toplumsallaşması” onun bağımsızlığının altını oyar ve böylece onun burjuva karakteri tehlikeye atılır” (Bonefeld, 2006: 242). Neoliberal politikaların uygulamaya geçtiği yerlerde çok partili siyasal yaşama getirilen kısıtlamalar, sendikaların baskı altına alınması, yurttaşın tüketiciye dönüşmesi gibi sonuçlar demokrasinin değersizleşmesine yol açan düzenlemelere örnek gösterilebilir. Bunun yanı sıra, ‘siyasi yurttaşlık’ kavramının sıradanlaşarak uygulamada oy sandıklarına yapılan seyrek ve göstermelik ziyaretlere indirgenmesi oy kullanımının demokratik katılımın ne ölçüde göstergesi olduğunu tartışmaya açık bırakır (Munck, 2005: 116). 13 Ultra minimal devletin ayırıcı özelliği, güvenlik ve koruma hizmetini sadece bedelini ödeyenlere sunan bir devlet olmasıdır. Bedel ödemeyenlerin de bu hizmetten yararlanmasına olanak tanıyan devlet, yetkilerinin bedel ödemeyenlere sağlanan hizmetler aracılığı ile biraz daha arttığı minimal (gece bekçisi) devlettir ve bu devlet vergi gelirleri ile finanse edilmektedir (Nozick, 2000: 59). 66 Meşru şiddet tekelini elinde bulundurma hakkına sahip neoliberal devlet biçimi, yasa ve düzen işlevi ile serbest piyasanın işleyişinin garantiye alınması biçiminde özetlenebilir. Devletin bu işlevi, Glinavos’un (2008: 1089) ‘piyasa demokrasisi’ adlandırmasıyla ekonominin gelişiminin önünde duran toplumsal güçlerin bertaraf edilmesi biçiminde bir müdahaleyi de içermesi anlamında piyasanın demokrasiye önceliği anlamına gelir. Toplumun depolitikleştirilmesi biçiminde ifade edilen bu süreç, ekonomiye ilişkin yasa yapım sürecinin siyasal süreçlerden soyutlanmasını, toplumsal dinamiklerin uzağında ve onların hedef alamayacağı bir yerde gerçekleştirilmesini ifade eder. İKİNCİ BÖLÜM: DEVLET TEORİSİNE RADİKAL YAKLAŞIMLAR Neoliberal yeniden yapılanmanın ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel sonuçları üzerine Marksist yaklaşım içerisinde oldukça zengin tartışmalar yürütülmektedir. Kendi içinde hiç de sorunsuz olmayan bu kuramsal tartışmalar, toplumsal gerçekliğe ilişkin analizlerinde kullandıkları kategoriler ve bunların birbirleriyle ilişkilerini tanımlama biçimlerine göre ayrılmaktadır. Temel kategori ekonomi ve siyaset ilişkisi olarak alındığında tartışmalardan bir kısmı ekonominin belirleyiciliğinin diğer alanlara öncel olduğu tezinden hareket etmektedir. Bu tezin önde gelen savunusu, ‘araççı devlet yaklaşımı’ içerisinde yürütülür ki bu da toplumsal ilişkileri ele alırken ekonomik süreçlere siyasaldan daha ayrıcalıklı bir konum verir. Bu ‘belirlenim’ ilişkisini aşmayı amaç edinen yapısal-işlevselci Marksizm olarak bilinen yaklaşım ise ekonomik alana verilen önceliği ‘indirgemeci’lik biçiminde eleştirerek toplumsal gerçekliğe ilişkin farklı ve karmaşık düzeylerin birbirlerine özerkliğini savunur. Marksizm’in bu temel kategorileri arasında birinin diğerine önceliği, ya da birbirlerine özerklikleri biçiminde sunulan ilişkinin, kategorileri birbirlerine karşı donuklaştırdığı ve teorinin kendi içinde kapanımına neden olduğu eleştirisi ise her iki yaklaşımı birden hedef almaktadır. Özellikle 1970’lerden sonra yaşanan ekonomi-politik dönüşümü Marksist devlet kuramını geliştirerek açıklama çabasındaki bu tartışmalar, görünürde kuramsal bir canlanma gibi görünse de beraberinde kuramsal bir kapanmayı da getirmiştir. 1980’lere kadar Doğu Avrupa’da sosyalist uzlaşmanın ve sosyal demokrat partilerin dağılarak yerlerini monetarist/parasalcı politikalara bırakması, liberalizmin yeni sağla yeniden canlanması ve Marksizmin modası geçmiş, tarihdışı bir teori olarak yorumlanmaya başlanması teori de gözlenen bu kapanmanın temel nedeni olarak ifade edilebilir. Keynesyen refah devletinin üretim biçimi fordizm üzerine yapısalcılık etrafında dönen Marksist devlet tartışmalarının bu yıllardan itibaren temel problemi, fordizmin krizinin ardından neoliberal yeniden yapılanma dolayımıyla, yapısalcılığın ekonomi politik dönüşümü kavramsallaşırmasına 68 alternatif-eleştirel bir çerçeve sunmaktır. Çünkü 1980’lere doğru Keynesyen uygulamaların doğurduğu kriz ve moneterist/parasalcı bakışın yeniden canlanmasıyla toplumsal ilişkilerin oluşturulmasına girişilmesi ve piyasa esneklik temelinde ilişkilerinin yeniden uluslararası para piyasalarıyla daha fazla hassaslaşması, yapısalcı Marksizm’in krizini de eş zamanlı ortaya çıkarmıştır. Ancak 1980’lerde Marksizm içinde yapılara vurguyu yeniden ön plana çıkaran yaklaşım, Keynesyen uygulamalarla da eklemlenerek fordizm-post fordizm tartışması ve düzenleme okulu yaklaşımı altından tekrar önem kazanmıştır. Dolayısıyla, 1980’lerin Marksizm’i ‘sınırlı ufukları’yla varolan yapıların krizlerini görememeyi sürdürdü ve toplumsal ilişkilerin çelişkili temellerinin ekonomi-siyaset, özne-nesne, yapı-mücadele diyalektiğinde değerlendirilme olanağını bulamadı denilebilir (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis 1992: x-xi). 1980’lerin Marksizmi bu bağlamda kapanmış (closed) Marksizm (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992: x-xi) olarak betimlenir. Bugün Marksist teorinin kendi içinde bu kapanımını aşma çabası teorinin kendi içinden, kendine yapılan eleştirel/açık-Marksist yaklaşım ışığında aşılmaya çalışılmakta ve 1980 sonrasında Marksist devlet tartışmalarında bir ilerleme kaydetmektedir. Çalışmanın yöntemsel dayanağını da oluşturan bu kuramsal yaklaşım, toplumsal gerçekliği ikili düzeylerle açıklayan yaklaşımları eleştirerek kategorilerinin açıklığını ve kapitalist toplumsal ilişkilerin görünür olmayan yapılarının görünür kılınması katkısını sunar teoriye. Bunu yaparken de kapitalist toplumsal biçimin dinamik istikrarsızlığına odaklanarak, Marksizm’in kategorilerinin kendi aralarındaki ilişkilerinde bütünsel, içsel, bağlantısal bir açıklama düzeyini amaçlar. 1970’lerin krizinin ardından mevcut Marksist devlet tartışmalarının, araççı/yapısal-işlevselci, yaşanan dönüşüme yanıt verememesi açık-Marksizm’in toplumsal ilişkilerin mücadele alanı olarak devlete ve bu bağlamda yeniden yapılanan emek-sermaye ilişkilerine yönelik analizleriyle aşılmaya çalışılmaktadır. Bu kısa girişten de anlaşılacağı üzere toplumsal ilişkilerin çözümlenmesinde liberal ve onun yeni biçimi neo-liberal yaklaşıma yöneltilen eleştirel kuramsal çerçeve, radikal devlet teorileri başlığında alternatif bir 69 açıklama düzeyi olarak ikinci bölümün konusunu oluşturmaktadır. Ancak çalışma konusunun, bundan bağımsız olmamakla birlikte, geniş anlamda devlet teorisi olmaması ve çalışmada benimsenmiş olan metodoloji ve temel kuramsal çerçevenin eleştirel/açık-Marksist kavrayış olması, bu bölümde ağırlığın bu yaklaşıma verilmesini gerektirmiştir. Marksist kuram içinden araççı, yapısalcı, tekelci devlet kapitalizmi ve düzenleme ve türetme okulu gibi 1980’ler’in Marksist devlet tartışmalarına ise çalışma için önem oluşturacağı düşünülen temel tartışma noktaları itibariyle yer verilmiştir. 2.1. MARKSİST ARAÇÇI VE YAPISAL-İŞLEVSELCİ DEVLET TARTIŞMALARI Marksizm içinde klasik metinlerin kapitalist devletin farklı biçimlerine ve bunların farklı durumlarda yeniden üretilen birikim için yeterliliklerine ilişkin sorun üzerinde yeterince durulmaması, politik ekonomide özellikle 1970’lerden itibaren çalışmaların yönünü devlet/siyasal alan konusuna çevirmiştir. Bu yıllarda Miliband’ın “Kapitalist Toplumda Devlet”(1969) ve Poulantzas’ın “Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar”(1992) adlı çalışmaları üzerinden birbirlerine yöneltikleri eleştirilerde her ikisinin birden klasik Marksizmin “ekonomik indirgemecilik” yorumunun aşılmasında devlet aygıtlarına ve devletin diğer toplumsal sınıflarla ilişkilerine odaklanmaları, bu tartışmalar için önemli bir başlangıç noktası oluşturmuştur. Temel sorun, bu yıllara kadar Marksizm’de yeterli bir siyaset teorisinin yokluğu nedeniyle siyasetin ekonomiye indirgenmesi olarak ele alındığından, eksik bırakılan devlet teorisinin geliştirilmesi üzerinedir. 1970’lerdeki kriz sonrasına denk gelen bu tartışmalarda, devlet konusunun ekonomik analizle bütünsel bir yaklaşım içinde aydınlatılabilmesi, endüstriyel ve finansal sistemi yeniden yapılandırmak için artan devlet müdahalesi (Jessop, 2008: 42) dönemine denk gelmesi bakımından, Marksist devlet teorisi üzerine çalışmaları zenginleştirmiştir. Bu hem araççılık-yapısal işlevselcilik arasındaki tartışmayı, hem de özellikle 1980’lerde yapısal-işlevselcilik esinli düzenleme yaklaşımı ve buna yönelik eleştirel tartışmalar için uygun zemin yaratmıştır. 70 Bu bağlamda, araççı yaklaşımın özellikle Miliband’ın sözü edilen çalışmasından izlenilebilen “devletin sermaye sınıfının çıkarlarına göre işleyen işlevler üstlenen bir araç olduğu” temel iddiasının aksine, 1970’li yıllarda devletin ekonomik krizin üstesinden gelememesi, Marksist devlet teorisine ilişkin yeni yaklaşımlara zemin hazırladı. Krizden sonra sermayenin yeniden üretiminin sürekliliği ile ilişkili olarak neoliberal politikalar bağlamında artan uluslararasılaşmasının araççı yaklaşımın temel tezini zayıflatması, Poulanzas’ca ileri sürülen “devletin sınıflara göreli özerkliği” yaklaşımı ile aşılmaya çalışıldı. Devletin yöneten sınıfın bir aracı olduğu varsayımının aksine, onun sınıflara göreli özerkliği savunusundaki yapısalcı Marksizm ise Poulantzas’ın çalışmalarında “ekonomik indirgemecilik”e düşmeme kaygısıyla siyasal alana verdiği öncelikte somutluk kazandı. Poulantzas’ın Marksist devlet teorisine uyarladığı yapısalcı Marksizm, 1980’lerin devlet tartışmalarına olan etkisini esas olarak ‘düzenleme okulu’ yaklaşımı etrafında sürdürmeye devam etmektedir. 2.1.1. Araççı Yaklaşım: Sınıf Egemenliğinin Bir Aracı Olarak Devlet Klasik Marksist metinler içerisinde araççı yaklaşımın temel referanslarından “modern devlet iktidarı, tüm burjuva sınıfının ortak işlerini yürüten bir komiteden başka bir şey değildir” (Marx ve Engels, 2005: 13) ifadesine göre devlet, egemen sınıfı temsil eden ve onun eğilimlerine göre işlevler üstelenen bir araç olarak yorumlanır. Bu yaklaşıma göre, Marx’ın “Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı’nın önsöz’ünde(1859), hukukun ve siyasetin ekonomik “altyapı” üzerinde yükselen bir “üstyapı” olarak, mülkiyet ilişkilerinin hukuksal ifadesi olarak görülmesi, devlet yapısının kendine yeterli ve kendi kendine gelişen ekonomik bir temelin yüzey yansıması olduğunu ifade etmektedir. Buna göre sınıflar, tamamen ekonomik temeller üzerinde tanımlanmakta ve devlet iktidarının uygulanımı da ekonomik mücadelenin bir yüzey yansıması olarak görülmektedir (Jessop, 2008: 44). Başka bir ifadeyle, devlet yapısının ekonomik temelin bir yansıması ve gücünün kullanılmasının ekonomik mücadelenin bir uzantısı olması, onun mülkiyet ilişkileri sistemi ve ekonomik sınıf mücadelesinin bir görünümü olarak anlaşılmasına neden 71 olmaktadır (Yılmaz, 2002: 17; Gold, Lo, Wright, 1976: 4). Altyapı-ekonomi/ üstyapı-siyaset tartışması bakımından, egemen siyasal özne olarak devletin ‘yöneten sınıfın bir aracı’ olduğu iddiası ise devlet iktidarı için mücadelede ekonomik yapının siyasal güçlerin dengesini belirlediği anlamına gelmektedir. Hatta bir araç olarak devletin bu araçsal biçiminin siyasal güçlerin kontrolünün devamında etkili olduğu düşünülmektedir (Jessop, 1982: 12). Dolayısıyla yaklaşımın temel tezi, kamu politikalarının sermaye sahiplerinin uzun dönemli sınıf çıkarlarına uygun biçimlendirilebileceği, bu politikaların devlet kurumları aracılığıyla kabulünün ve uygulanmasının güvenceye alınmasıyla da bu sınıfın etkin ve etkili olacağı üzerinedir. Devletin sınıf mücadelesinin bir nesnesi olarak anlaşılması, ona bir üstyapı kurumu olarak toplum içindeki diğer kurumlar ve sınıflar üzerinde gücünü yansıtan bir örgütlenme olduğu görünümünü de verir. Nitekim ‘Fransa’da İç Savaş’da sürekli ordu, polis, bürokrasi, din adamları zümresi ve adli erkan gibi organlarıyla merkeziyetçi devlet iktidarının on dokuzuncu yüzyılda geliştiği, sermaye ve emek arasındaki uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ilerlemesiyle de devlet iktidarının işçi sınıfını baskı altına almaya yarayan bir kamu gücü ve bir sınıf egemenliği aygıtına dönüştüğünden sözedilmektedir (Marx, Akt: Lenin, 1998: 38). Devletin gücünün merkezileşmesinin karakteristiği olan bu aygıtlar, doğrudan burjuva sınıfıyla bağlantılı (Lenin, 1998: 27) olup, “iktidar’ın özel bir örgütlenmesi”(Lenin, 1998) olarak devletin belli sınıfları baskı altında tutmak için kullanılan bir şiddet örgütü olarak tarif edilmesine neden olur. Dolayısıyla devlet, egemen sınıfın üstünlüğünü dışarıda ve içeride koruyan, mülkiyetini ve çıkarını karşılılı olarak güvence altına alan bir örgütlenme biçimidir. Engels’in destekleyici ifadesiyle; “..devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksinmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir” (2005: 201). Klasik metinlerin dışında araççı yaklaşım içinden Miliband’ın hakim “demokratik- çoğulcu” devlet teorisine karşı kapitalist toplumda devletin rolü 72 ve doğasının araştırıldığı (1990a:42) çalışmasında, “devletin neden kapitalist sınıfın çıkarlarına hizmet ettiği?” sorusu incelenir. Buna göre sermayenin siyasal egemenliği, siyasal ve ekonomik güç tekeline sahip olmasıyla ilişkilidir (Yılmaz, 2002: 42). Bu bağlamda ‘yönetici sınıf’ üretim araçlarına sahip olan, onları denetleyen ve bunun verdiği ekonomik güçle devleti topluma hükmetmek için bir araç olarak kullanan sınıftır (Miliband, 1969: 22 Akt: Gold, Lo, Wright, 1976: 5). En temel düzeyde, bir toprak parçası üzerinde siyasal egemenlik olarak devlet; bürokrasi ve ordu gibi ‘devlet aygıtları’ yoluyla korunur ve yönetilir (Yılmaz, 2002: 45). Devlet aygıtları ve ülke toprakları üzerindeki nüfus üzerinde güce sahip olan yönetici sınıf, böylece açık bir şekilde sınırları belirlenmiş bir toplumsal sınıfı ifade eder. Toplumsal bir sınıf olan yönetci sınıfa karşı devletin temel işlevi ise sermaye birikiminin sürekliliğinin güvenceye alınması ve yeniden üretiminin sağlanmasıdır. Bunun tehlikeye girdiği dönemlerde ekonomik krizleri önlemek için yapılan devlet müdahaleleri, onun bu sınıfla özdeş olduğu sonucunu doğurur. Devlet müdahalelerinin bir yönü, gerekli endüstrilerin ulusallaştırılması, temel hizmetlerin devlet tarafından sağlanması, para ve kredi üzerinde merkezi kontrol, yatırımlara devlet yardımları, metaalar için geniş devlet pazarının yaratılması, araştırma geliştirme projelerinin devlet tarafından desteklenmesi biçiminde olabilmektedir. Ekonomik ve siyasal alana ilişkin bu reformların uygulamaya geçiş sürecinde devletin karşıt sınıfların olası direnişini belirli sınırlar içinde tutması (Gold, Lo, Wright, 1976: 6), onun hangi sınıf lehine işlevler üstlendiğinin bir göstergesini sunmaktadır. Etkin bir emek gücünün varlığını sürdürmek için sermayenin kabul edilemez ve sınırlandırıcı bulduğu ve kendi başına kesinlikle girişemeyeceği bu reformları yapmak, devletin işlevleri arasındadır. Bu işlevlerinin yanı sıra, ulusal çıkar ve kapitalist ilişkilerin sürekliliğinin sağlanması, yine aynı sürecin bileşenleri olarak görülür. Buna göre devlet, dış rekabete karşı yerel sermayeyi kollayan, ileri teknolojiyi destekleyen ve endüstriyel ilişkiler üzerine sınırlandırıcı kontrolleri içeren politikalar izleyebilir, sermaye için karlı olmayan gerekli ekonomik faaliyetlerin organizasyonunu üstlenerek bunlara destek verebilir. 73 Devletin sermaye sınıfının gereksinimlerine yönelik bu işlevleri gerçekleştirebilirliği prensip olarak onun bir siyasal güç olarak, aralarındaki çatışmalara rağmen, sermayenin bütün dilimlerine karşı eşit bir şekilde kullanılabilecek tarafsız bir araç olduğu izlenimi de verir. Çünkü devletin bu işlevleri yapabilmesi, onun bütünsel kabul edilen farklı sermaye sınıfı dilimlerine karşı özerkliğini zorunlu kılar. Burada özerklik, devletin sermayenin uzun dönem çıkarlarına yönelik işleyişini sağlayan önemli mekanizmalardan biridir. Bu sayede devlet, kapitalist çıkarlara doğrudan tepki vermeyip hem kapitalist sınıfın genel bütünlüğünü korur, hem de gerektiğinde bunun sürdürülmesi için işçi sınıfına kısa dönemli ödünler verebilir (Yılmaz, 2002: 48). Bu anlamda araççı yaklaşımın farklı bir yorumu, liberal parlementer rejimlerde devlet aygıtlarının bütün siyasal güçlere eşit, etkili, bağımsız, tarafsız bir kurum olarak görünen sosyal demokrat hareketlerin reformculuğuna uzanır (Jessop, 1982: 14). Araççı yaklaşımda olduğu gibi devletin ekonomik niteliğini ön plana çıkaran ve Keynesyen politikalarla ilişkili bu reformlar, onun sınıfsal bölüşüm ilişkileri bakımından gelir dağılımı üzerindeki etkisine odaklanarak sermaye karlarının ücretler aleyhine korunması ve yenilenmesi için ekonomiye nasıl müdahale ettiğini göstermeye çalışır. Devletin böylesi müdahalelere yönelmesinin arkasında genellikle sendikal mücadeleler veya uluslararası rekabetten kaynaklanan karlılığı engelleyici baskılar bulunmaktadır. Bu gibi durumlarda uygun devlet müdahalesi, kardaki düşüsün özgül biçimine ve sınıfsal güçler dengesine göre konumlanır (Jessop, 2008: 50-1). Mali değişiklikler, devlet transferleri, satınalmalar, sübvansiyonlar, ulusallaştırma, devaülasyon, ücret denetimleri ve sendikal faaliyetler üzerinde yasal kısıtlamalar gibi yollarla sermayenin yeniden üretiminin önündeki engeller kaldırılabilir (Gough, 1975: 84). Kamu hizmetlerinin devletçe doğrudan sağlanması, devletin özel girşimine yönelik finanse edici işlevleri ve serbest özel işleyişin sınıf güçleri dengesine ve her tekil durumun siyasal yapısına bağlı olduğu bu analiz, devletin neden ulusal sermayenin siyasal çıkarlarına göre davrandığını ortaya koymaya çalışır (Gough, 1975: 85). Devlet müdahalelerinin sermayenin ihtiyaçları ile 74 ilişkilendirildiği bu tür çalışmalarda bir bütün olarak, sermayenin ekonomik gereksinimleri için tekil sermayelerinkilerin reddebilmesi ve doğrudan belli hizmetlerin devletçe sağlanmasının nedenlerinin ortaya konulması, bu yaklaşıma göre devletin anlaşılabilmesini kolaylaştıracaktır. Araççı yaklaşımla ilişkilendirilen devletin ekonomik niteliğinin başka bir biçimi, Lenin’in(1998b) emperyalizm14 üzerine çalışmalarına dayanan “tekelci devlet kapitalizmi” yaklaşımı olup, kapitalist toplum biçiminde devletin rolünün niteliksel olarak artmasıyla karakterizedir. Kapitalist devletin doğasını sermaye birikiminin içkin eğilimlerinden türeten yaklaşım, devleti hakim tekellerin bir aracı olarak düşünür. Marx ve Engels’in “siyasal yürütme gücünün tüm burjuvazinin ortak işlerini yürüten bir komiteden başka bir şey olmadığı”(2005) ifadesi de araççı yaklaşımda olduğu gibi devleti ekonomik temelin gölge bir yansımasına indirir. Kapitalizmin genel krizininin ikinci aşamasında, savaş sonrası dönemde, yani 1950’lerin ortasından itibaren devam eden sermaye birikimi sürecinde kapitalizmin yeni bir biçimi olarak yeniden dikkatleri üzerine çeken (Jessop, 1982: 40-41) yaklaşım, devlet müdahalelerini onun ekonomik gücü ile ilişkilendirir. Buna göre devletin ekonomiye yoğun müdahalesi şöyledir; temel sanayilerin ulusallaştırılması, zorunlu hizmetlerin devlet tarafından sağlanması, kredi ve para üzerinde kontrol, yatırımlar için devlet yardımı, ticari mallar için geniş bir devlet pazarının oluşturulması, devlet destekli araştırma geliştirme, ücretlerin devletçe kontrolü ve ekonominin devletçe plalanması(Jessop, 1982: 46; Jessop, 2008: 53). Bu müdahalelerin sonucu olarak ekonomik alanda genişleyen devlet etkinliği, tekellerin güçlü pozisyonlarının korunmasını ve devletin siyasal gücü ile birlikte ekonomik gücünün koordinasyonunu ifade eder. Savaş sonrası büyüme döneminde sosyalist dünya sistemi ile rakebet ve kapitalizmin gelişiminde devlet 14 Sanayi ve banka sermayesindeki tekellerin yükselmesi, sermayenin dolaşımı, uluslararası tekeller, dünyanın büyük kapitalist güçler arasında bölünmesi genel olarak devletin siyasal egemenliğin baskı aracı olması ve aşırı ekonomik zorlamanın kullanılması ile ilişkilidir (Jessop, 1982: 33-35; Jessop, 2008: 53). Jessop’ın ‘tekelci devlet kapitalizmi’ anlamında İngilizce ‘stomocap’ olarak kısalttığı yaklaşım, kapitalizmin eylem yasaları teorilerinde merkezi bir yer işgal eder. Fakat siyasala verilen öncelik daima devletin tekelin egemenliğinin sağlanmasında hayati olduğunu ima eder. 75 müdahalesinin yeni bir biçimi olarak tekil kapitalist çıkarlara karşı tekelci sermayenin kolektif çıkarlarının korunması, devletin özerkliği, yani devlete sınıfsız olarak davranılması ile ilgilidir (Jessop, 1982: 40-41). Araççı yaklaşımda olduğu gibi Marx’ın politik ekonominin eleştirisinin altyapı-üstyapı yorumuna dayalı bu çalışmalarda kriz yönetiminde devletin rolünün yükselmesi özellikle vurgulanır. Kapitalizmin temel yasalarının nedenleri, üretim güçlerinin toplumsallaşmasının büyümesi ve kar oranlarının düşme eğilimi gibi sorunlar yaklaşım içerisinde öne çıkan konulardır. Gerek üretim ilişkilerinden ziyade, bölüşüm ilişkileri üzerine odaklanarak kapitalist üretimin yeniden yapılandırılmasında devletin rolünü göz ardı eden sosyal demokrat yaklaşım (Gough, 1975: 86), gerekse kapitalist üretimin yeniden örgütlenmesinde devlet müdahalesinin aşırı rolünü vurgulayan tekelci devlet kapitalizminin her ikisinin birden devletin sermaye sınıfının bir aracı olduğu ortak varsayımını paylaştıkları söylenebilir. Sermaye sınıfının genel ekonomik çıkarlarına yönelik işlevlerinin gerçekleştirilmesinde devletin ekonomik niteliğini vurgulamaları ise araççı yaklaşımda olduğu gibi bu yaklaşımlara yönelik “ekonomik indirgemecilik” eleştirisinin yöneltilmesinin temel nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Bu eleştiri, ağırlıklı olarak “ekonomik indirgemecili”ğe ya da bir üstyapı kurumu olarak devletin altyapı’nın bir yansıması olarak alınmasına karşı onun “göreli özerkliğini” vurgulayan yapısal-işlevselci yaklaşımlarca yapılmaktadır. Ekonomik niteliği öne çıkartılarak en önemli üretim gücü olarak görülen devletin sınıf karakterinin göz ardı edilmesi ise daha çok devleti sınıf mücadelelerinin bir alanı olarak gören yaklaşımlarca yapılmaktadır. Nitekim kapitalist sınıfı devlete sistematik olarak bağlayan belirli kurumların açığa çıkarılması konusundaki katkısının yanı sıra izleyen kısımlarda da üzerinde durulacağı gibi üretim araçlarıyla olan ilişkilerine göre biçimlenen sınıflar yerine, toplumsal ve siyasal gruplaşmaları görmesi ve devlet politikasının şekillenmesinin ekonomik olarak güçlü kişilerin iradesine indirgemesi kendisine yöneltilen eleştirilerin temelini oluşturmaktadır. Başka bir ifadeyle, kimin yönettiği sorusuna odaklanan yaklaşım, dikkati politik temsil ve devlet müdahalesi biçimlerine çektiğinden, bu biçimlerin belirli bir 76 sınıfın uzun dönemli çıkarlarına uygun sınıfsal güçler dengesinin sağlamlaştırılmasına (Gold, Lo, Wright, 1976: 6; Jessop, 1982: 10; Jessop, 2008: 47; Poulantzas, 1990: 21 ) odaklanılması kapitalist devletin anlaşılması için yeterli değildir. Bu bağlamda yaklaşım örneğin, Poulantzas’ın da devletin “göreli özerklik” tezine kaynaklık eden ekonomik olarak baskın sınıfın devlet aygıtında kilit rolleri ele geçiremediği durumlarda hangi baskın üretim biçiminin başarılı olacağını ve devletin sınıf mücadelesinde geçici denge sağlayarak hakim sınıf karşısında bağımsızlık elde ettiği durumları açıklayamamaktadır15 (Jessop, 1982: 15; 2008:46). Başka bir ifadeyle, devletle yönetici sınıf arasındaki ilişkinin devlet aygıtının üyelerinin toplumsal kökeni ve yönetici sınıfın üyeleriyle kişilerarası ilişkilerinde olduğu belirtilirse ve böylelikle burjuvazi neredeyse fiziksel olarak devlet aygıtını “tekeline” alırsa, devletin bu sınıf karşısındaki göreli özerkliği açıklanamaz (Poulantzas, 1990: 29). Bunun yanı sıra kapitalist sınıfın homojen kabul edilmesi de devlet müdahalesinin ve giriştiği reformların da bütün kapitalist sınıfın çıkarlarına göre yapıldığı sonucunu vermektedir. Bu nedenle toplumsal sınıflara ilişkin farklı sermaye gruplarının kendileri ve işçi sınıfı ile aralarındaki çatışmaların bir sonucu olarak devlet alanı tanımlanamamaktadır. 2.1.2. Yapısal-İşlevselci Yaklaşım: Sınıflar Üzerinde Tarafsız- Özerk Bir Güç Olarak Devlet Ekonomi-siyaset, yapı-mücadele ve özne-nesne gibi ikili düzeyler arasındaki ilişkileri sorgulayan yapısalcı teori, yapı kavramının göreli özerklik taşıyan düzeylerinin bir toplumsal formasyonun ‘yapısal karmaşıklığında’ birleşmesinin yollarını gösterir (Swingewood, 1998: 361). Yapısalcı teoriyi16 15 19. yüzyıl. İngiltere’sinde toprak aristokrasisinin sermaye adına yönetimi ve II. Bonaparte dönemi yükselen burjuvazi ve feodal lordlar arasında geçici denge sağlayan devlet bununla ilişkilidir (Jessop, 1982: 16). 16 Yapısalcılığın temel ilkesi, gözlemlenebilir olan şeylerin ancak temeldeki bir yapı ya da düzenle ilişkileri temelinde anlam taşımasıdır. Bütünün içindeki parça bütünle anlamlı olacak biçimde ve sistemle kurduğu ilişkideki işlevi bakımından anlamlıdır. Tekil bir sözü açıklamak ve anlamak için işlevler, normlar ve kategorilerin “gizli” sistemiyle bağ kurulur (Swingewood, 1998: 346-347). Eagleton’a göre bir sistem içindeki öğelerin konumu ve işlevinin eşzamanlı analizi yapısalcılık, metedolojik olarak Saussure’nin “eşzamanlı analiz”i savunduğu dil anlayışına dayanır ve artzamanlı yani tarihsel analizden ayrılır. Temel bir sistem, ya da yapı şeklinde düzenlenebilecek sınırlı sayıda işlevler saptanabileceği ve eşzamanlı öğenin önceliği savunulur. Bunun anlamı toplumsal ilişkilerin 77 Marksizm’e taşıyan Althusser (2006), karmaşık bir bütün içerisinde işlevsel olarak birbiriyle ilişkili ekonomi-siyaset gibi özerk düzeylerden oluşan nesnel yapılardan söz eder. Buna göre her bir düzeyin işlevi, ekonomik olanla ilişkisi nedeniyle değil, bir bütün olarak yapıyla olan ilişkisi temelinde kurulduğundan ne yapısal olarak, ne de herhangi bir sınıf öznesinin eylemi aracılığıyla hiçbir düzey başka bir düzeye indirgenemez. Yani her bir kategori birbirlerinden özerk biçimde ve her birinin bütünle kurduğu ilişkisi bağlamında incelenir. Ekonomi-siyaset, özne-nesne gibi kategoriler birbirleriyle olan içsel bağlantılarına göre değil, ekonomi ve siyasetin ayrı ayrı bütünle ilişkisine göre değerlendirilir. Ancak, toplumsal ilişkilerin ‘siyasal’ olanın yapı içerisindeki işlevleriyle olan ilişkisi temelinde analizi, devletin siyasal ve ideolojik işlevlerinin ekonomik olanından daha önemli olduğu anlamına gelir. Bu anlamda kapitalist toplumsal ilişkilerin neoliberal yeniden yapılanması konusunda yapısalcılık, devletin işlevinin işçi sınıfının parçalanması ve yönetici sınıfın ‘hegemonyasının’ örgütlenerek toplumun siyasal ve ideolojik olarak yeniden üretiminin güvenceye alınması (Clarke, 2004: 30-31) olduğunu belirtir. Klasik Marksizm’in temel ‘altyapı-üstyapı’ modelinin yerine ekonomik, politik ve ideolojik yapıların çokluğu ve bunların birbirine göreli özerkliğinin vurgulanması, siyasal ve ideolojik düzeylerden oluşan üst yapının göreli özerkliği anlamında, ‘ekonomik indirgemecilik’ eleştirisiyle ‘üst belirlenim’ kavramını devreye sokar (Callanicos, 2007: 400-404). “Ekonomik indirgemecilik”e karşı bu konumlanma, sözkonusu düzeylerden siyasal düzeyin somutlaşması anlamında devlete diğer düzeylerden daha fazla ayrıcalık tanınmasını ifade eder. Her bir düzeyin yapı içindeki işlevlerine göre konumlandığı bir durumda örneğin, ekonomik olan toplumsal bütünün fiziksel tarihsel kategorilere önceliğinin esas alınmasıdır. Semboller, sembolize ettikleri şeylerden daha gerçek görünür. Gösterenin gösterilene önceliği, dil gibi toplumsal olan da özerk bir gerçeklik biçiminde kavranır (Eagleton, 1996: 198-201). Başka bir ifadeyle toplumsal olandan zihniyetler dünyasına doğru bir hareket olarak yapısalcılık, gerçekliği şey’ler ve toplumsal olgular temelinde değil, öğeler arasındaki ilişkilere dayanarak açıklar. 78 yeniden üretimini garanti eden teknik bir düzeyi ifade eder. Siyasal alan ise bireysel öznelerin üretim aracı sahibi olup olmamalarını belirler. Üretim aracı sahibi olmayanlar emek gücünün sahibi olurlar17. İdeolojik düzey ise bu bireylerin toplumda kendi rollerini yerine getiren toplumsal özneler olarak mevcut bölüşüm ilişkilerinin destekleyicileri olmalarını sağlar (Yılmaz, 2002: 55). Dolayısıyla ekonomik düzey Weberyan anlamda, toplumsalın yeniden üretiminin teknik bir alanını oluştururken, siyasal ve ideolojik düzeyler maddi yeniden üretimin toplumsal ortamını sağlayan göreli özerk düzeyler biçiminde konumlanmaktadır. Althuserci yapısalcı toplum modelini izleyen Poulantzas, sadece ekonomik düzeyin teorisini sağlayan Marx’ın ‘Kapital’ini tamamlamak amacıyla o zamana kadar geliştirilmemiş olarak kabul ettiği siyasal alanın/devletin teorisini kurmak istemiştir. Poulantzas’a göre kapitalist üretim tarzı ekonomik, siyasal ve ideolojik düzeylerin göreli özerkliği ile oluşan özgül bir yapıya sahip olduğundan bu göreli özerklik, kapitalist üretim tarzının bir evresinin kuramı olarak, siyasal kuramın geliştirilmesine olanak tanımaktadır (2001). Buna göre, ‘toplumsal formasyon’un siyasal yapıları kurumsallaşmış bir devlet iktidarını gerektirir. Bu nedenle devletin en temel varlık nedeni, araççı yaklaşımda olduğu gibi sermaye sınıfının çıkarlarından değil, bir bütün olarak toplumun uyumunu güvence altına alacak bir kuruma olan gereksinimden çıkarılmalıdır. Sınıfların devletin dışında ve devletten bağımsız varolan ve devleti pasif bir araç olarak kullanma yeteneğine sahip basit ekonomik güçler olarak görülmemesi, devletin bu kurumsal yapısına bağlıdır (Jessop, 2008: 49). Devletin bir bütün olarak kapitalist sınıfın uzun dönemli çıkarlarının koruyucusu olduğu iddiasındaki araççı yaklaşımın aksine devletin önemli işlevi, kapitalist formasyonda birliğin sağlanmasıdır. Bu birliğin sağlanması, devletin toplumsal sınıflara uyumu ile, yani onun nesnel işlevi sayesinde gerçekleştiğinden devlet aygıtının hangi sınıf tarafından 17 Özerk bireylerin üretim faktörü sahipliğindeki konumlarına göre üretimden alacakları paylar değişir. (Arazi(Kira), Sermaye(Kar), Emek(Ücret)) Marx’da bu ilişkiler bütünseldir. Toplumsal üretimi ve yeniden üretimi belirleyen, mülkiyetin dağıtımı anlamında dağıtım kategorisidir. Dağıtımı belirleyen de üretim kategorisidir. Bu ilişkiler toplumsal tarihsel kategorilerle, tikelle bütünselin birlikteliği ile açıklanabilir (Marx,1973:Introduction). 79 kontrol edildiğinin bir önemi kalmamaktadır. Ortak sınıf çıkarları arasındaki karmaşık ilişkilerde hassas olması gereken devletin, toplumsal formasyonun küresel uyumunu garantiye alması ve ekonomik düzeyde engellenemeyen sermaye birikimini sürdürmesi bu sayede mümkün olacaktır (Jessop, 1982: 17-19). Kapitalist sınıfın üyelerinin gerçekte sık sık devlet aygıtına ve hükümete doğrudan katılmasını reddeden Poulantzas’a göre, burjuva sınıfı ile devlet arasındaki ilişki nesnel’dir. Bu nedenle, belli bir toplumsal formasyonda devletin işlevi ile aynı formasyondaki hakim sınıfın çıkarları uyuşuyorsa bu sistemin kendi mantığından ya da yapısından ötürü böyledir. Bunun ortaya konulması ise devletin rolünün toplumsal bütünün özgül bir düzeyi olarak açıkça ortaya konulmasını gerektirir (Poulantzas,1990: 26-7). Bu nedenle Poulantzas, Miliband’ın devletin işlevlerini devlet aygıtı üyelerinin davranış ve tavırlarına indirger görünmesini eleştirir. Çünkü kapitalist devlet, sermaye sınıfı üyelerinin devlet aygıtına doğrudan katılmadığı durumlarda, bu sınıfın çıkarlarına en iyi şekilde, yönetici sınıfın siyasal olarak egemen bir sınıf olmadığı durumlarda hizmet edebilmektedir (Poulantzas, 1990: 27; Gold, Lo, Wright, 1976: 6-7). Sermaye sınıfının toplumsal ilişkilere egemen görünmemesinin bir diğer ifadesi, devletin göreli özerkliğinden çıkarsanan “sınıflar üstü” konumuna bağlı olarak, sermaye sınıfının homojen değil, farklı çıkarlara sahip bir grup olmasından kaynaklanan düzenleyici işlevinde açığa çıkar. Bu farklı çıkarların korunabilmesinin tek yolu ise devletin göreli özerkliğidir. Bu özerkliğe bağlı olarak devletin düzenleyici işlevi, toplumsal çelişkilerin uzlaştırılmasının, işçi sınıfının siyasal birliğinin ve sermaye gruplarının dağınıklığının ortak sakıncalarının giderilmesi gibi işleyen ‘toplumsal formasyonda birlik’i sağlamada kesin bir rol oynar. Böylece, devlet hem bütün toplumun çıkarlarının temsilcisi olarak görünür, hem de işçileri bireyselleşmiş yurttaşlara dönüştürerek, bu sınıfın siyasal birliğini dağıtma işlevini gerçekleştirmiş olur. Bu işlev eşitlik, tarafsızlık, hukuk kurallarına bağlılık gibi burjuva demokrasisi biçiminde kendini gösterir ve işçi sınıfının sınıfsal birliğinin kurulmasının engellenmesi için zaman zaman devlet tarafından verilen ekonomik tavizleri gerektirir (Yılmaz, 2002: 58; Jessop, 80 2008: 44). Devletin ‘göreli özerkliği’ sayesinde gerçekleştirilebilen bu işlevler, sadece siyasal yapının ekonomiden göreli özerkliği ile değil, egemen sınıfların da uzağında durması ile ilgilidir. Devlet, bu göreli özerkliği sayesinde kapitalist sınıfın çıkarlarını sadece işçi sınıfına karşı değil, aynı zamanda bireysel kapitalistlerin çıkarlarına karşı da temsil etmek yoluyla kapitalist bir toplumun yeniden üretimini güvence altına almış olur. Devletin sınıf karakterinin onun bir bütün olarak yapının yeniden üretimindeki işlevsel rolü içinde saklı olduğu bu durum, devlete bir ‘nötrlük/tarafsızlık/nesnellik’ görüntüsü verir (Yılmaz, 2002: 59; Jessop, 2008: 49). Çünkü devletin karmaşık bir toplumsal yapı içinde karşıt sınıflar arasındaki çatışmayı yatıştırarak toplumsal uyumu/ahengi yeniden sağlama işlevinin, sermaye sınıfının egemenliğinden bağımsız gerçekleştiği düşünülmektedir. Görüldüğü gibi Poulanzas liberal-demokrat teorinin eleştirisinden çok, modern devletin sermaye sınıfının ekonomik gereksinimlerinin itaatkar bir aracından başka bir şey olmadığı görüşüne karşıt olarak, tüm araççılık biçimlerinin reddedilmesi ve devletin karmaşık bir toplumsal ilişki olduğu iddiasındadır. “Yönetici sınıf” yerine, “nesnel yapılar” ve “nesnel ilişkiler” kavramlarının kullanılmasının devletle kapitalist sistem arasındaki diyalektik ilişkilerin anlaşılmasını önlediğini belirten Miliband’a (1990a:48) göre bu, Poulanzas’ı liberal-demokratik burjuva teorilerine yaklaştırır. Çünkü devletin kapitalist ilişkilerin yeniden üretimine yönelik işlevlerinin özerk olarak ama bütünüyle sistemin kendisine koyduğu “nesnel” ilişkiler çerçevesinde yerine getirildiği düşüncesi, Poulantzas’ı “ekonomik indirgemecilikten” kaçarken “yapısal/üst belirlenimcilik”e kaydırmaktadır18. Jessop’a göre de bu durum, bağımsız bir devlet iktidarının rolünün hem toplumsal uyumu, hem de sermaye birikimi gereksinimlerini sürdürdüğü görüşü ekonomizm ve sınıf indirgemeciliğinin reddedilmesi olup, alt ve üst yapı arasında gerekli olmayan bir uyumluluğu geliştirmek içindir (1982: 19). Dolayısıyla, devleti toplumsal 18 Miliband burada haklı olarak yapısal “üst belirlenim” anlayışının siyasal tehlikesine değinir. Buna göre “eğer devlet seçkinleri, ileri sürüldüğü gibi bütünüyle nesnel yapılar içinde hapsedilirse, o zaman örneğin tutucu ya da sosyal demokrat olsun, burjuva meşrutiyetçileri tarafından yönetilen bir devletle, faşistler tarafından yönetilen arasında temelde hiçbir fark olmadığı sonucuna varabilir” (1990a: 50). 81 sınıflar karşısında “bir uyum unsuru” olarak gören yaklaşım hem bunun doğasını tanımlayamamakta, hem de devletin bu işlevleri yerine getirirken hangi mekanizmaları devreye soktuğunu açıklayamadığından bir mücadele alanı olarak devletin sınıf karekterini ortaya koyamamaktadır. 2.1.3. Düzenleme Okulu Yaklaşımı: Yapısal-İşlevselci Analizin Sürdürülmesi 1960’ların sonu ve 1970’lerin başlarında başlayan fordizm olarak bilinen kapitalist toplumsal ilişkilerin uluslararası krizi, Marksist devlet teorisine ilişkin 1980 sonrası yakın dönem tartışmalarda kapitalizmin krizinden kapitalizmin yeniden yapılanması sorunu üzerine tartışmalara evrildi. Bu krizin aşılması, ya da kapitalist toplumsal ilişkilerin sürdürülmesi, sermayenin yeniden üretiminin gerekliliği bağlamında neoliberal yeniden yapılanma ile karakterize post-fordist üretim biçimi ile sonuçlanmıştı. Kitlesel üretim ve yüksek ücretlerle karakterize fordist üretim biçiminde Keynesyen ilkelere dayalı geniş devlet müdahalesi, refah devleti uygulamaları, işçi sendikalarının merkezi rolü ve hem kolektif pazarlığın kurumsallaşması, hem de bunun için devlet politikalarının formülasyonu gibi ilkeler sözkonusuydu. Keynesyenizm ise finansal ve parasal genişleme talebi ile artı değerin üretimine dayalı birikimi kitlesel tüketime yayan düzenleme biçimi olarak, dünya ekonomisinin derin krizlere girmeksizin aşırı üretim krizlerinin çözülmesi anlamında kapitalist ilişkileri ifade eder (Clarke, 1991: 103). Keynesyenizmin bunalımı ve parasalcı politikaların kabulü örneğin, İngiltere’de ekonominin nasıl yeniden yapılandırılacağı sorunu ile ilişkili olarak düşük enflasyon, artan teşvikler, vergi indirimleri gibi önlemlere karşılık işçi sendikaları ile uzlaşmayı ve işçi sınıfına ödünler vermeyi gerektirmemektedir (Jessop ve diğerleri, 1987: 45). Kapitalist ilişkilerin yeniden üretiminde 1980 sonrası neoliberal yeniden yapılanma dönemine denk yeni üretim teknikleri ile karakterize post-fordist üretim biçimi ise mikro elektroniğe dayalı olup; esnek çalışma biçimlerini, işçi sendikalarının ve devlet müdahalesinin rolünün azaltılmasını, yeni bireycilik biçimlerini ve yeni üretim ve tüketim ilişkilerini içermektedir (Bonefeld ve 82 Holloway, 1991:1). Düzenleme yaklaşımınca post-fordizmin yapısal koşullarını hazırlayan ve “aşırı birikim krizi” olarak nitelendirilen fordizmin krizinin göreli artık değer üretiminin bir sonucundan ziyade, üretim biçimlerinin köklü dönüşümleri ile açıklanması (Clarke, 1991: 109), krizin işçi sınıfının militanlığı, emek kıtlıkları ya da kar oranının düşme eğilimine bağlanmasına neden olmaktadır. Bu da birikim eğilimlerinin döngüsel krizlerin üzerinden gelinmeksizin, birikimi yeniden düzenleyen neoliberal politikalarla kitlesel işsizlik ve işverenlerin ve devletin işçi sınıfına saldırısıyla emeğin yoğunlaştırılmasına neden olmaktadır. Krizin bu biçimde nedenselleştirilmesi Keynesyen refah devletinin uluslararası gerileyişi karşısında örneğin, İngiltere’de yeni sağ’ın ideolojik ve siyasal konumlanmasında, savaş sonrası dönemle bir kopuş olarak tarif edilen Thatcherist politikaların, yeni ulusal popüler bir uzlaşma üretmeyip, yeni organik iktidar bloğuna dayanma ihtiyacını ortadan kaldırmasıyla sonuçlanmıştır (Jessop ve diğerleri, 1987: 42). Fordizmin krizinin ardından Marksist devlet teorisi içinden sermayenin yeniden üretiminin belirsizliği ve aşırı birikim eğilimleri üzerine analiz, yapısalişlevselcilik esinli “düzenleme okulu”nca yapıldı. Fransa kökenli yazarlarca geliştirilen Keynesyenizm, fordizm19, post-fordizm ve devlet müdahalesine ilişkin konular düzenleme teorisyenlerince yapılan bütün kalkınma analizlerinde merkezi bir önem oluşturdu (Bonefeld ve Holloway, 1991:1). 1980’lerin Marksist devlet tartışmalarında önemli bir yer tutan ve Fransız ‘düzenleme okulu’nca sürdürülen Poulantzas esinli yapısal-işlevselcilik etkisindeki yaklaşım, Aglietta (1979: 355) ve Lipietz’in (1987) yapı’ların kendilerini yarı-otomatik olarak, etkili bir sosyal acenta ve önemli dönüşümler olmadan nasıl sürdürdükleri sorusunu merkeze alır. Bu yazarlara göre, sermaye ilişkilerinin kaçınılmaz çelişkileri ve krizlerine rağmen, kapitalizmin kendisini nasıl yeniden yapılandırdığı, onun özgül kurumsal gelişme biçimlerine bağlanmaktadır. Bu biçimler, ‘toplam gelirin üretimi ve dağıtımının 19 Fordist devlet, kuramsal olarak ilk kez erken 1980’lerde Almanya’da Hirsch(2004), İngiltere’de Jessop tarafından geliştirildi. 83 makroyapısına uyan biçimde, birikimin belirli rejimi olarak bazı düzenleme biçimleri ile oluşmaktadır (Lipietz, 1987: 3-4 akt: Jessop, 1991: 71; Aglietta, 1979: 355; Aglietta 1982: 7). Başka bir ifadeyle kapitalist toplumsal ilişkilerin sürekliliği, fordizm ve post-fordizm gibi tarihsel özgül kurumsal biçimler, düzenleyici kurumlar ve davranış normları aracılığıyla dolayımlanmaktadır. Bunlar ücret ilişkileri, rekabet biçimleri, para miktarı, devlet, uluslararası ticari ve finansal sistem, davranış normları ve hesaplama biçimleri gibi sistemin yapısal özellikleri ile ilişkilidir (Jessop, 1991: 73). Savaş sonrası kapitalizmin farklı birikim rejimlerine işaret ettiği görüşündeki ‘düzenleme okulu’na göre (Aglietta, 1982: 10), ilkin fordist üretim teknikleriyle karakterize yoğun üretim rejimi ve bunu takiben esnek üretime dayalı post-fordist üretim rejimi, sermaye birikiminin sürekliliğini sağlayan yapısal biçimlerdir. Sermaye birikiminin farklı düzenleme biçimlerinden biri olarak kabul edilen fordist üretim, aynı zamanda farklı bir birikim rejiminin, yani aşırı üretimin farklı bir biçimini ifade eder. Geniş birikim rejiminin yapısal krizi, 1929 ekonomik krizi, yeni düzenleme modeli, fordist üretim biçimi ile sonuçlanmıştır. Yoğun birikimle karakterize fordist üretim rejiminin istikrarının sermayenin azalan kar eğilimleriyle başetme konusunda geçici olması, bu üretim biçiminin yapısal krizi post-fordist birikim rejimini getirmiştir (Clarke, 1991: 105-6). Fordist devletin kavramsallaştırılmasına yoğun ilgi düzenleme okulu yazarlarının yanı sıra, 1980’lerde Almanya’da Hirsch’in, İngiltere’de de Jessop’ın çalışmalarınca sürdürüldü. Hirsch’in “fordist güvenlik devleti” üzerine makalesi (2004), devlet teorisinin yeniden biçimlenmesi ve fordist devlet kavramsallaştırmasının geliştirilmesi bakımından önemlidir. Buna göre, sermaye birikiminin gelişiminde karşılaşılan sürekli krizlere karşı üretimin toplumsal ilişkilerinin baştan sona siyasal olarak düzenlenmesi, fordist ve post-fordist üretim biçimlerinden izlenebilmektedir. Fordizmi düzenleyici okul’a yakın bir perspektifle analiz ederek, fordist rejimin birikim için uygun bir siyasal biçim olduğunu belirten Hirsch, fordizmin krizinin aynı zamanda fordist devlet biçiminin de krizi olduğunu söyler. Buna göre, sermaye birikiminin sürekliliği, önceki yeniden üretim biçiminin uygun toplumsal 84 koşullarının altını kazdığından, fordist devlet biçiminde kurumsallaşan toplumsal istikrarsızlık, yeni toplumsal hareketlerin yükselmesine, sınıf uzlaşmasının bozulmasına ve üretim biçimin bütünsel bir dönüşümüne yol açmıştır (2004: 190). Neoliberal yeniden yapılanma ile karakterize bu süreçte, devletin toplumsal ilişkileri yeniden yapılandırmak için sermayenin krizlerinde saklı bulunan istikrarsızlıkların giderilmesine cevabı, post-frodist birikim rejimi olmuştur. Çünkü sermayenin krizlerinin üstesinden gelebilmek için toplumsal istikrarın sağlanması anlamında “fordist güvenlik devleti,” postfordist devlet biçiminin oluşmasını sağlayacak biçimde devletin düzenleyici işlevini öngörmüştür. Ancak, yeni üretim biçimi olarak post-fordizm, devletin ekonominin düzenlenmesinden çekilmesi anlamına gelmeyip, onun hayli farklılaşmış ve esnekleşmiş biçimi ile işçi sınıfının parçalanmasına ve üretimin esnekleştirilmesine uygun bir yeniden düzenleme biçimini ifade etmektedir (Bonefeld and Holloway, 1991: 4-5). Bu nedenle sermaye birikim sürecinin güvence altına alınması ve toplumun kapitalist üretim ilişkilerince yeniden yapılanmasına ilişkin bir analiz, üretim güçlerinin kapitalist ilişkiler temelinde bir analizinin yanı sıra iş bölümünde, sınıf ilişkilerinde ve genel olarak toplumsal ilişkilerdeki bütünsel bir değişiminin analizini amaçlamalıdır (Hirsch, 2004: 182-183). Hirsch’in analizine göre devlet, araççılık yaklaşımında olduğu gibi bir araç olarak değil, polis, okul, sosyal yardım kurumları gibi toplumsal ilişkilerin çeşitli düzeylerinde görülen düzenleme biçimlerinin somutlaştığı bir yapı olarak anlaşılmalıdır. Devlet bu biçimler aracılığıyla toplumsal organizmanın içlerine uzanır ve toplumsal yapıya sıkıca bağlananarak onun bürokratik kontrolünü sağlar. Böylece, toplumun ekonomik yeniden üretimi ve işlevsel uyumu yeniden düzenlenerek baskılanıp gözetim altında tutulması garantiye alınır (Hirsch, 2004: 182). Görüldüğü gibi Hirsch’in düzenleme yaklaşımı perspektifli analizinde, toplumsal çatışmaların kapitalist sömürüden kaynaklandığı kabul edilmekle birlikte, tıpkı yapısal-işlevselci yaklaşımda olduğu gibi, bu çatışmaların sınıf mücadelesi ile ilişkisi kurulmaz. O’na göre toplumsal ve siyasal çatışmanın yapısından kaynaklanan üretim biçimlerine bağlı dönüşümün siyasal sistemin toplumsal sorunları çözme yeteneğini sınırlaması; siyasal partiler, bürokratik 85 yönetim ve sendikalar arasındaki karşıtlıkların azalmasının da nedenidir. Örneğin post-fordist üretim biçiminde geleneksel mücadele biçimlerinin20 yerini, bürokratik siyasal aygıta karşı kurum dışı yeni toplumsal hareketlerin yeni çatışma düzeyleri almıştır (Hirsch, 2004: 190). Bu anlamda İngiltere’de görüldüğü gibi Thatcher’la başlayan geniş toplumsal yeniden yapılanmada, yeni toplumsal hareketlerin rolü daha belirgin çizilmiştir (Jessop ve diğerleri, 1987: 55). Düzenleme okulu analizinin ekonomik yapıdan ziyade, siyasal yapı ile ilişkili olduğunu belirten yapısal-işlevselci yaklaşım etkisindeki Jessop’da, üretim ve tüketimle karakterize fordist birikim rejimleri ve düzenleme biçimlerinin, kapitalist toplumsal ilişkilerin çelişkili niteliğine rağmen, kapitalist yeniden üretimi koruyan kurumsal birlik ve karmaşık normları ifade ettiğini belirtir (1991: 72). Buna göre, devletin işlevleri birikim rejimi ile ilişkili olup, toplumsal yapının oluşumu, sınıf mücadelesi ve kapitalist üretimin nesnel yasalarıyla belirlenir. Düzenleme biçimi ve onun işleyişinin üstyapı aygıtları aracılığıyla olması, devletin etkinliğinin düzenleme sürecinde yoğunlaştığı anlamına gelir. Kar oranının düşme eğilimi ekonominin belirleyici bir rol oynadığını gösterse de siyasal olan egemen roldedir (Jessop, 1991: 75). Buna göre örneğin, devlet ve iktidar bloğu arasındaki ilişkilerle biçimlendiği düşünülen Thachergil siyaset, sınıflararası mücadele ile değil, egemen sınıflar ve devletin içindeki yapısal bunalımla ilişkilendirilir. Böylece, kamu harcamalarındaki kısıntılar ve maliyetlerin yükü alt sınıflara ve sendikalara yüklenmesine rağmen, yönetsel otoritenin güçlenmesi sonucu finans kapitalin serbestliği, değişim ve faiz oranlarında olası belirsizlikler ve enflasyona karşı istikrar politikası gereği neoliberal yeniden yapılanma haklılaştırılabilir (Jessop ve diğerleri, 1987: 53-54). Alt sınıfları-işsizleri-ayrıcalıksızları koruyan, ekonomik büyümeyi, tam istihdamı ve evrensel refah uygulamalarını ifade 20 eden Keynesyen refah devleti modelinin toplum üyeliğinde Yapısalcı kurama göre işçi sınıfı, sendikalar ve sosyal demokrat partiler aracılığıyla ‘fordist güvenlik devleti’nin yapısına eklemlenmektedir. Bu post-fordist aşamada sınıf mücadelesinin yerini özlemleri sınıf politikasının geleneksel biçimleriyle karşılanmayan ‘yeni toplumsal hareketler’ ile marjinalleşmiş katmanlara bırakır (Clarke, 2004: 75). 86 bütünleştirme girişimi olan “tek ulus” yaklaşımına, çok büyüdüğü iddia edilen refah toplumunu daraltmak ve küçük, sosyal güvenlik devleti kurmak adına son verilmektedir. Keynesyen modelin “tek ulus”una karşılık, Thatcherizm’in “üretkenler”i “asalaklar”la karşı karşıya getiren tek ve dikey bir toplumsal bölünme imgesini içeren “iki ulus yaklaşımı”21, genel olarak üretken sektörün devlet desteğine gerek duymaksızın karlı bir şekilde piyasada mal ve hizmet üretimi olarak kabul edilir. “Asalaklar” ise sadece işsizler, emekliler, malüller gibi farklı sınıfların yanı sıra, kapitalist rasyonalik anlamında kamu, ya da özel sektörün karlı olmayan ekonomik etkinliğini içerir. Bunun dışında kalanlar ise sadece etkinlikleri devletin asgari bekçiliği rolündeki polis, silahlı kuvvetler ve vergi toplayıcılar gibi memurlardır (Jessop ve diğerleri, 1987: 50-2). Jessop’a göre post-fordist yeniden düzenlemeye, ya da kapitalist devlete ilişkin bir analiz, devletin farklı kurumsal biçim ya da biçimlerinin yanı sıra, siyasal iktidar dengesinin devlet biçimi dışındaki faktörlerce nasıl belirlendiği konusu üzerinde de durmalıdır. Bu, kapitalist devlet biçiminin en önemli genel özelliğinin onun tikelleştirilmiş sermaye döngüsünden kurumsal olarak ayrışmış olmasıyla ilgilidir. Başka bir ifadeyle devlet aygıtının gerekliliği, piyasanın üzerinde ve dışında duran tarafsız bir organ aracılığıyla güvenceye alınması gereken sermaye döngüsünün önemli ekonomi dışı önkoşulları gerektirmesi nedeniyledir (Jessop, 2001a: 169). Thatcher’in iktidar politikasının “iki ulus yaklaşımı”nın hem yönetsel ve hukuksal düzenlemeleri, hem de daha fazla devlet müdahalesini gerektirmesinde olduğu gibi, devletin sınıfların üzerindeki görünümü sayesinde daha geniş bir üretim için gerekli olan koşullar oluşturulabilmektedir. Bunun alt sınıfları çatışmaya sürükleyecek olması ise artan baskı ve polisiye önlemleri gerektirdiğinden, 21 Thatchergil programın otoriter unsurları hukuksal “İki ulus yaklaşımı”, üretenlerin piyasa aracılığıyla üretime yaptıkları katkı nezdinde ödüllendirilmelerini, piyasada aynı oranda katkıda bulunmadaki başarısızlıkları nedeniyle “asalaklar”ın da bundan zarar görmelerini hak edip etmedikleri ile ilgilidir. Bu yolla Thatcherizm, işçi sınıfını geleneksel araçlara bağlı ve daha özelleşmiş yönde yeniden düzenlemeyi, sendikal hareket içinde daha üretimci bir tutumu başlatmayı ve daha büyük yatırımlarla daha büyük bir riske girmeyi cesaretlendirmeyi ummakdadır (Jessop ve diğerleri, 1987). 87 düzenleme ve kısıntılar bağlamında ekonomik ve siyasal bunalımın yönetim sorunları olarak ifade edilir (Jessop ve diğerleri, 1987: 51-52). Dolayısıyla Jessop, tıpkı yapısal-işlevselci yaklaşımda olduğu gibi araççılığı, bir yandan devleti ekonomik düzeyin bir yansımasına indirgediği, öte yandan da devletin bu düzeyi dönüştürmede kullanılabilecek bir araç olabileceğini ileri sürdüğü için içsel olarak tutarsız bulur (Jessop, 2001: 170). Kapitalist toplumsal örgütlenmenin ekonomi-siyaset, yapı-özne düzeylerini yapısalcılıktan devr aldığı kuramsal çerçeve dahilinde incelemesi ise ‘birikim stratejisi’ ve ‘hegemonya projesi’ kategorilerini kullanırken ki kavramsallaştırmasından da izlenebilir. Ekonomik alana ilişkin bir kategori olarak ifade ettiği değer biçiminin yerine ‘birikim stratejisini’, siyasal alana ait gördüğü devlet biçiminin yerine ise ‘hegemonik proje’ kategorisini koyar (Jessop, 2001: 157). Birikim stratejisi üretim ilişkileri ve sınıfsal güç gibi ekonomik gelişmeyle ilgili iken, hegemonya projeleri askeri projeler, toplumsal reform, siyasal istikrar gibi ekonomi-dışı, yani siyasal alana ilişkindir. Toplumsal güçler üzerinde uyum ve ahenk sağlama işlevini ‘hegemonya projeleri’ yerine getirirken, ekonomik düzeyin konusu ‘birikim stratejisi’, yani maddi üretimi gerçekleştiren teknik bir alanı ifade eder. Görüldüğü gibi, sınıf mücadelesi ve kapitalist gelişmenin temel yasaları arasındaki ilişkinin Marksist teorinin önemli konularından biri olmasıyla birlikte, sınıf mücadelesinin kapitalizmin nesnel yasaları tarafından ikincil düzeyde tutulması yapısal-işlevselci yaklaşımda olduğu gibi fordizm, post-fordizm ve düzenleme yaklaşımınca da devam ettirilmektedir. Birikim rejiminin birikimin kriz eğilimlerinin aşılmasından ziyade, aşırı birikim eğilimince yapılanan kurumsal biçimler olarak görülmesi ekonomi-siyaset, yapı-mücadele arasındaki ilişkilerin analizinde yapısal-işlevselci modelin ötesine gidilmediğini göstermektedir. Bu yaklaşımların ötesine gidilmesi, özellikle 1980 sonrası kapitalist ilişkilerin anlaşılması bakımından ve çalışmanın temel problematiklerinden de biri olması nedeniyle önem arz etmektedir. 1980 sonrası Marksist devlet teorisine yönelik tartışmalarda sınıfların analize dahil edilmesi ise Alman “devlet türetme okulu”nun önemli bir katkısını oluşturmaktadır. 88 2.1.4. Devlet Türetme Okulu: Sınıfların Analize Dahil Edilmesi Düzenleme okulu yaklaşımının teorik kökenleri Batı Almanya kökenli “devlet türetme okulu” içindeki uluslararası Marksist devlet tartışmalarını da etkilemiştir. Devlet türetme tartışmasının temel amacı, devlet ve sermaye arasındaki ilişkilerin analizi aracılığıyla devlet faaliyetinin belirlenimlerini ve sınırlarını açıklamaktır. Başka bir ifadeyle, sermaye ilişkilerinin özgül bir biçimi olarak devletin anlaşılmasıdır. Altvater’in öncüsü olduğu ‘sermaye mantıklı’ eğilim olarak bilinen bu tartışmada devlet, belirli kapitalistler arasındaki rekabetin doğurduğu piyasa başarısızlıkları ile karşılaştığında ‘genel olarak sermaye’nin çıkarlarını korumak için “ideal kolektif bir kapitalist” olarak işlev gören bir kurumdur (Yılmaz, 2002: 75-76; Jessop, 2008: 56-7; Jessop, 1982: 81). Genel olarak sermaye ve tikel kapitalistler ayrımı yapan Altvater, toplumsal sermayenin yeniden üretiminin kesin önkoşullarını tartışır. Buna göre, bireysel sermayelerin değerlenmesinde zorlamaların konusu olmayan sermayenin özgül bir kuruma olan ihtiyacı, onun genel sermayenin çıkarlarına göre davranmasını gerektirir. Çünkü bir kurum olarak devlet, burjuva toplumunun üstünde ve dışında olup, onun hayati işlevi sermayenin yeniden üretiminde rekabetin rolünün uyumlaştırılmasıdır (Altvater, 1971: 98100, Jessop, 1982: 91). Devletin sermaye birikiminin siyasal önkoşullarının hangi temel işlevini sağladığından ziyade, sermaye birikiminde devletin işlevlerine yoğunlaşan türetmeci okul, burjuva devletin ekonomik işlevlerinin ekonomik ve siyasal alanlar arasındaki dolayıma bakılmadan kapitalist üretimin siyasal önkoşullarından doğrudan türetildiğini ifade eder. Buna göre, burjuva yasal düzeninin yaratılması ve uygulanması, sermaye ve ücretli emek arasındaki çatışmanın düzenlenmesi ve kapitalist dünya piyasasında bütün ulusal sermayenin yükseltilmesi gibi sermaye birikiminin toplumsal koşullarının oluşturulması siyasal düzeyle ilgilidir (Altvater, 1971: 100-102, akt: Jessop, 1982: 92; Jessop, 2008: 56-7). Bununla ilişkili olarak bu yaklaşım içinden Flatow ve Huisken’in devlet analizi ise sermayenin zorunlu doğasına değil, toplumun yüzeyindeki kapitalist ilişkilerin görünümünün biçimlerine eğilmek gerektiği üzerinedir. Buna göre, devletin burjuva toplumunun dışında ve yanında duran bir kurum olarak görünmesinin nasıl 89 mümkün olduğu sorusu önemlidir. Bu, aynı zamanda işçi sınıfının devleti neden tarafsız bir konumda kabul ettiği ile de ilişkilidir. Bunun cevabı ise kapitalist toplumun özünden ziyade dışındaki ‘yüzeyler’in analizinde bulunur. Burada sadece kapitalistlerin çıkarı değil, aynı zamanda toplumun bütün üyelerininki görünür çünkü (Holloway Picciotto:1978: 23, akt: Bozkurt, 2008: 70-71). Kar oranının düşme eğilimlerinin özel önem taşıdığı bu okul, ekonomisiyaset ilişkisi bakımından devleti burjuva toplumun üzerinde görmekte ve onun yeniden üretimi için devletin işlevlerine odaklanmakla araççılık ve yapısalcılık arasındaki tartışmada ikincisine yakın bir yerde görünmektedir. Ancak sermayenin yeniden yapılandırılması esnasında, emek sürecinin yeniden örgütlenmesi yoluyla karşıt eğilimleri harekete geçirecek bir siyasal zeminin varlığını kabul etmesiyle de sınıfsal mücadeleleri dışarıda bırakıp, devleti bir uyum faktörü olarak gören bu yaklaşımdan uzaklaşmaktadır. Devletin kapitalizm için zorunlu olduğu dolayısıyla, sınıf mücadelesine tarafsız olamayacağı, yani müdahalenin kapsamının sermaye birikim süreci ile ilişkili olduğunun belirtilmesi (Altvater, 1973 akt: Jessop, 2008: 57) bu yaklaşımı, araççı ve yapısal-işlevselci yaklaşımlardan farklı kılarak kendisinden sonraki tartışmalara önemli katkı sunmuştur. Kapitalist devlet sermayenin toplumsal yeniden üretiminde temel bir unsur, tekil sermayeler arasındaki ekonomik rekabet gücünü tamamlayan ve bunlar tarafından sağlanamayan içkin gereksinimleri sağlama bağlayan bir siyasal iktidardır. Holloway’in de belirtiği gibi devlet türetme tartışması, devlet ve kapitalist toplum arasındaki ilişkide belirlenimcilik ve işlevselci çözümlemelerin ötesinde devleti toplumsal ilişkiler bütünlüğünün bir uğrağı olarak tartışmanın temelini oluşturur (1995: 120). Bu anlamda özellikle devlet türetme yaklaşımı içinde değelendirilen Hirsch’in katkısı önemlidir. Burada devletin sermaye ilişkilerinin özgül bir biçimi olarak kavranması, devlet faaliyetlerinin sermayenin gereksinimlerine doğrudan bir cevap olarak değil, hem sermaye birikiminin kendisi, hem de devletin yeniden yapılanmasının sınıf mücadelesi bağlamında kavramsallaştırılabileceği anlamına gelmektedir (Hirsch, 1974/78;Holloway, 1978 akt: Bonefeld and Holloway, 1991: 2). Hirsch ayrıca 90 yapısal-işlevselciliğin devletin sermayenin genel çıkarlarıyla özdeşleştirilemeyeceği temel tezinin yanı sıra, devletin ‘biçimi’ne ilişkin bir çözümlemeyi de analizine22 dâhil eder. İzleyen başlıkta eleştirel/açık Marksist Okul’un kapitalist devleti kavramsallaştırmasında geliştirilen ‘biçim analizi’, Hirsch’in bu yaklaşıma olan derin katkısı bakımından önem oluşturmaktadır (Bozkurt, 2008: 71). Ancak, Clarke göre Hirsch’in modelinde ekonomik ile siyasal arasındaki ayrışmaya ilişkin bütünsel bir açıklama düzeyine yaklaşılmasına rağmen bu, sınıf mücadelesinin dahil edilmesiyle değil, sistemin yapısal değişimlerinin bir sonucu olarak kavranmıştır. Örneğin refah devleti, sadece işçi mücadelesinin bir sonucu değil, aynı zamanda fordist-toplumsallaşma biçiminin yapısal bir kurucu faktörüdür. ‘Devletleşme’ biçimi de sınıf mücadelesinin değil, bu yapısal değişimin bir sonucu olarak görülür (Clarke, 2004: 62). Bu, Hirsch’e göre kapitalist üretim ilişkilerinin belirleyici parçasının devlet olması nedeniyle başat siyasal öznenin işçi sınıfı değil, ‘yeni toplumsal hareketler’ olması yüzünden böyledir. Bunun anlamı, mücadelenin daima sermayeye karşı değil, devlete karşı ve devlete içkin bir biçimde meydana gelmesidir (1997: 52). Nihai olarak devleti kapitalist bir görüngü olarak ve kendi kendine kolektif bir toplumsal organizasyonun toplumdan ayrılığı biçiminde ele alan Hirsch’ göre; “ ....ulus-devletlerin çoğulcu yapısı, dışsal sınırlarla belirli ve territorial olarak karakterize olan, hatta toplumsal gruplara ve sınıflara karşı devletin güç aygıtlarında merkezileşen spesifik ‘göreli özerklik’ – ekonomik ve siyaset arasındaki yapısal bölünme - kapitalist üretim ilişkilerinin altındaki politik biçimlerin özgüllüğü..”nü oluşturur (Hirsch, 1997: 43). Clarke ile benzer eleştiriyi paylaşan Bonefeld’e göre, Hirch’ün analizinde mücadelenin kapitalist toplumsal ilişkilerden devlete doğru çevrilmesinin nedeni, yapısalcı yaklaşımın mücadele ve yapı ikiliğinin analize dahil edilmesidir. Bu, kapitalizmin gelişiminin sınıf mücadelesi ile ilişkilendirilmesinden ziyade, yapısal gelişmenin bir parçası, bir dolayımı olarak yorumlanması nedeniyledir. Sınıf mücadelesi, kapitalist gelişmenin 22 Bu, daha sonra eleştirel/açık-Marksist okul’un ‘toplumsal ilişki biçimi olarak devlet’ analizinde geliştirilecektir 91 yasa temelli öznesiz bir süreç olarak tanımlanması anlamında, sadece toplumsal yapıların dönüşümünü geciktiren ya da hızlandıran dolaylı bir etkidir burada (Bonefeld, 1991: 61-62). Toplumsal ilişkilerin yeniden yapılanmasında materyalist bir açıklama ve çelişkilerin anlaşılmasında bir biçim olarak politikaların yeniden düşünülmesi amaçlanır ancak, yaklaşımın yapısalcı kavrayıştaki ısrarı, yeniden üretim sürecinin devam edebilmesi için devletin özerkliğinin gerekliliği ve mücadelenin ekonomiden siyasal süreçlere çevrilmesiyle sonuçlanır. 2.2. ELEŞTİREL MARKSİST BIR ÇERÇEVE: AÇIK-MARKSİST OKUL’UN DEVLET YAKLAŞIMI Açık Marksist Okul’un23 temelleri, 1970’lerde başlayıp bugün de süregelmekte olan değer, emek süreci, devlet biçimi, sermaye, dünya piyasası, toplumsal biçim gibi kategorileri tekrar tartışma gündemine getiren İngiltere kaynaklı ‘Conferences Socialist Economist’deki (CSE) tartışmalara dayanır. Başlıca temsilcileri John Holloway, Sol Picciotto, Simon Clarke, Werner Bonefeld ve Peter Burnham olarak belirtilebilir. Marksist teorinin özellikle belirlenimci, yapısalcı-işlevselci, postyapısalcı, pozitivist, idealist, gerçekçi24 biçimleriyle kapitalizmin gelişimini tarih üstü yasalarla açıklayan yaklaşımlara alternatif olarak belirlenimci ve yapısal-işlevselci olmayan bir tarihsel materyalist kuramsal çerçeve sunar (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992a: xii). CSE toplantılarından da önce araççılar ve yapısalcılar arasında devletin kapitalist doğasının açıklanmasında ekonominin’mi siyasetin’mi, ‘yapı’nın mı ‘özne’nin mi daha belirleyici olduğu yönündeki tartışmanın ötesine uzanan ve devlet kuramına 23 CSE’nin kurulduğu dönemde State and Capital(1978), Capital and Class dergisi, 1990’larda The Steta Debate(1991), Post-Fordism and Social Form (1991) adlı derleme kitapların ardından 1992’de Open Marksizm: Dialectics and History, Open Marksizm: Theory and Practice, Open Marksizm: Emancipating Marx kitaplarıyla çıktılar. Bugün, CSE-Trans Pennie Working Group toplantıları İngiltere’de aylık çalışma grupları biçiminde devam etmektedir. Bunun yanı sıra Okul içindeki güncel tartışmalar Capital and Class, Commen Sense, Historical Materialism ve Critique dergilerinden izlenebilmektedir. 24 Eleştirel gerçekçilik, teori ve meta teori arasında ayrıma gider. Gunn sosyal teori ve toplumsal gerçekliğin birbirinden nedensel olarak bağımsız sunulmasının teori ve pratik arasındaki ilişkinin birbirine dışsal kabul edilmesi anlamına geldiğini, bunun da eleştiriyi geçersiz kıldığını belirtir (Gunn, 1991). 92 Marks’ın politik ekonomi eleştirisini temel alarak yaklaşan ‘devlet türetme’ tartışmasıdır. Açık/eleştirel-Marksizm bu tartışmadan, kapitalist toplumsal ilişkilere bütüncül, tarihsel bakışı ve biçim analizi yöntemini devr alarak kendi eleştirel Marksist kuramının çerçevesinin temelini oluşturmuştur. Bugün ise açık-Marksizm içinden yazarlar epistemoloji, diyalektik, teori ve pratik, krizler, değer teorisi, sınıf, normatif değer, devlet teorisi ve tarihsel materyalizm gibi konular etrafında yoğunlaşır. Katkılarının ortak noktası 1980’lerin Marksist tartışmalarının eleştirisi ve özne-nesne diyalektiği, soyuttan somuta ilişkinin analizi, yapı ve mücadele, mantıksal ve tarihsel ilişkiler ve biçim analizi gibi konular üzerinde Marksist teoriye eleştirelalternatif bir bakış ve yönelim aramaktır (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992a: xiv). 2.2.1. Açık Marksist Okul’un Araççı ve Yapısal-İşlevselcilik Esinli Yaklaşımları Eleştirisi Buraya kadarki tartışmalarda, kapitalist devletin sınıf karakterinin tamamen devlet dışındaki faktörlere bağlı olduğunu vurgulayan yaygın araççı, yapısal-işlevselci yaklaşımların ötesine giderek devlet türetme tartışmasından farklı bir hattı eleştirel-açık Marksizm takip eder. Buna göre kapitalist devlet, kapitalist gelişmenin verili nesnel yasalarını takip etmekten ziyade, bu yasaların kendilerinin mevcut sınıf çelişkilerince biçimlenmektedir. Devletin sınıf egemenliği ve sınıf mücadelelerinin değişimi bağlamında tartışılması, onun herhangi bir zamanda özgül bir biçimin parçası, egemen tarzın belirli biçimi, işçi sınıfının eklemlenmesi ve baskılanması olarak anlaşılmasını gerektirir(Bonefeld ve Holloway, 1991: 4). 1980 sonrasında ağırlıklı olarak fordizm, post-fordizm, düzenleme ve türetme okulu gibi yapısal-işlevselcilik etrafında dönen Marksist devlet tartışmalarını daha öteye taşıyarak devletin sınıf mücadelelerinin bir aracı ya da bu mücadelelerin uzağında onlara tarafsız olduğu anlayışlarının dışında bir analiz sunar. Bu yaklaşımların aksine devlet, sermaye ve emek arasındaki mücadelelerin biçimlendirdiği bir ilişki biçimi olarak, egemen üretim biçiminin bir uğrağı olarak analiz edilir. 93 Bu anlamda Keynesyen politikaların sonu ve sermayenin aşırı birikiminin krizi olarak görülen fordizmin bunalımı, sermaye birikimi rejiminin yapısal entegrasyonunun krizi değil, karlılık üzerinde büyüyen baskı ile bireysel kapitalistler ve üretimin yeni biçimlerine karşı emeğin yoğunlaştırılması, çalışma gününün uzunluğu ve ücretlerin azaltılmasının kurumsal biçimi olarak işçiler ile kapitalistler arasındaki mücadeleyi ifade eder. Bu nedenle “aşırı birikim krizi”, yapısal-işlevselcilik esinli yaklaşımlarda olduğu gibi basitçe sermaye birikimi rejiminin yapısal bozuklukları olmayıp, daha temelde kapitalist sınıf egemenliğinin mevcut kurumsal biçimlerine karşı gelişen sınıf mücadeleleri ve rekabatin yoğunlaşmasının bir sonucudur (Clarke, 1991: 127; Holloway, 1991: 98 ). Bu mücadelelerin devlet üzerindeki baskısı, ona siyasal biçiminin görünümünü de verdiğinden devlet, yapısalişlevselcilikte olduğu gibi bu mücadelerin uzağında ve onlara tarafsız değildir. Bundan ziyade, kapitalist sınıf ilişkilerinin kurumsal bir biçimi olarak birikim rejiminin işlevsel eklemlenmesinin garantörü olarak durmaktadır. Bu nedenle devlet, sermaye çelişkilerinin bir sonucu olarak değil, bu çelişkilerin siyasal biçimde yeniden üretilmesi biçiminde anlaşılmalıdır. Başka bir ifadeyle; “..krizler ve aşırı birikim biçimi kapitalist üretim tarzının doğasında saklıdır, bu eğilimin tarihsel gelişmesi kapitalist üretimin toplumsal ilişkiler biçimlerinin kurumsallaşmasıyla dolayımlanır…...bu kurumsal biçimler ‘düzenleme biçimleri’ ya da ‘birikim rejimi’ değildir, bunlar sınıf mücadelesinin kurumsal biçimleridir” (Clarke, 1991:126). Bonefeld ve Holloway ise kapitalist devlet teorisi içinde düzenlemecilerin sınıf mücadelesini analizlerine dahil etmelerine rağmen, yapı ve mücadele’nin yapısal-işlevselcilikte olduğu gibi ikili düzeyde açıklanmasının mücaceleyi ikincil bıraktığını belirtir. Kapitalist gelişmenin nesnel yasalarını tanımlayan düzenleme okuluna göre, kapitalist toplumun verili yapılarından çıkan sınıf mücadelesinin niteliği bu yapılarca belirlenir. Oysa sınıf mücacelesi tarihsel gelişmenin itici gücü olup, kapitalist ilişkilerin çeşitli uğraklarında varolur (Bonefeld, 1991: 45-46; Holloway 1991: 96). Dolayısıyla sınıf mücadelesi, kapitalist toplumun yapılarının ikincil ilişkileri olmaktan, yani toplumsal yeniden üretimin sürekli kriz sürecinin toplumun 94 düzenlenmesinin uyumu olarak anlaşılmaktan ziyade, toplumun yeniden yapılanması bağlamında anlaşılmalıdır. Kapitalist devletin uyum unsuru olarak anlaşılması, Clarke göre yapısal-işlevselci yaklaşımların kapitalist ilişkilerin yeniden üretiminin koşullarını toplumsal istikrar biçiminde tanımladıkları anlamına gelir. İstikrarı sağlayacak birikim rejiminin kurumsallaşması ise sınıf mücadeleleri ile değil, yapısal koşullarla ilişkilendirilir. Bu anlamda tıpkı neoklasikler gibi düzenleme okulu’nca üzerinde durulan “kapitalist yeniden üretimin olasılığının nasıl olduğu” sorusu, ekonomik ilişkilerin toplumsal olarak düzenlendiği, toplumsal ilişkilerin de sermayenin yeniden üretiminin genişlemesi gereklikleri işlevinden sonra geldiği sosyolojik analizle çözümlenmektedir. Bu nedenle Clarke, ekonominin sosyolojik eleştirisini yapmış olan bu yaklaşımların, Marksist ekonomi politik eleştirinin geliştirilmesinde başarısız olduklarını ifade eder. Kapitalist üretim biçiminin tarihsel gelişmelerinin anlaşılmasında düzenlemeciler’ce tanımlanan kurumsal biçimlerin önemine dikkat çekmekle birlikte, bu biçimlerin sınıf ilişkilerinin kurumsal biçimleri olarak anlaşılmamasını sorunlu bulur (1991: 113; Bonefeld, 1991: 40). Çünkü fordist üretim biçiminin kitlesel tüketim, kamu harcamalarının yükselmesi, enflasyonist kredi genişlemesi gibi nitelikleri, birikim rejiminin düzenleme biçimi olarak değil, savaş sonrası dönemde sınıf güçlerinin özgül dengesinin kurumsallaşmasının görünümü ile ilgilidir. Bu dönemde yüksek ücretler ve geniş kamu harcamaları, savaş sonrası dönemde işçi sınıfının siyasal entegrasyonu ve sanayinin gelişiminde sermaye ödemesi içindi. Tüketim yüksekliği sermayenin aşırı birikiminde karlar üzerinde yükselen baskının bir sonucu, enflasyonist politika ise birikim rejiminin işlevsel entegrasyonundan ziyade, Keynesyen refah devletinde kurumsallaşan işçi sınıfı özlemlerinin yükselmesi karşısında sermayenin baş edememesinin bir sonucuydu. Eleştirel-açık Marksist yaklaşımın özellikle yapısal-işlevselci yaklaşımlara yönelik eleştirileri karşısında, Marksist devlet teorileri üzerine kapsamlı çalışmaları bulunan yapısal-işlevselcilik etkisindeki Jessop, sınıf mücadelesine merkezi bir rol verererek kapitalist devleti toplumsal ilişkiler 95 bütünlüğü düzeyinde açıklayan bu yaklaşımı25 ekonomik indirgemecilik ve sınıf belirlenimcilikle suçlamaktadır (Güney, 2003: 360). Örneğin Jessop, düzenleyici yaklaşımın kapitalist devlet analizinde sınıf mücadelesine yeterince ağırlık verdiğini söyleyerek, yapı ve mücadele arasındaki ilişkide Bonefeld’i işçi odaklı olmakla eleştirir (1991). Devleti yeniden üretimin ilk gücü olarak kavramsallaştıran Jessop, devletin yeniden düzenlemedeki/yapılanmadaki gücünü temel alan bir politika yapma süreci önerir ve toplumla bütünleşmesini yeniden üretimin genişlemesi ihtiyacı temelinde ortaya koyar (Bonefeld, 1991: 42). Örneğin başarılı bir hegemonya projesi; yapısal belirlenim, stratejik yönelim ve birikimle ilişkisine göre biçimlenir. Hegemonyanın yapısal belirlenimi ise bir devlet biçiminde verili olan temsil, müdahale gibi yapısal ayrıcalıkları ifade eder. Bazı sınıfsal güçler ve onların ekonomik çıkarları diğerleri pahasına tercih edilir (Jessop, 2001: 172-173). Böylece, devlet biçimleri toplumsal yeniden üretim sürecini ya da sermayenin kendi kendine yapısal olarak yapamadığı düzenlemeleri garanti eden biçimler olarak görülür (Bonefeld, 1991: 40). Devletin göreli özerkliğine vurgu yapan Jessop, onun asli ve biçimsel birliğinin olmaması durumunda ihtiyaç duyduğu göreli özerklikten de yoksun olacağını belirtir. O’na göre devletin birikim için ideal kolektif kapitalist olarak hareket etmek ve ulusal popüler amaçları desteklemek ve toplumsal bütünlüğü sağlamak için göreli özerkliğe ihtiyacı vardır (Jessop, 2001: 175). Jessop’un özellikle devletin özerkliğini vurguladığı aşağıdaki alıntıdan da anlaşıldığı gibi; “..hem kapitalist üretim tarzının değer biçimi hem de onun tikelleştirilmiş devlet biçimi belli açılardan belirlenim dışıdır”( 2001: 170). Burada özerklik; uzlaşma ve işlevsel biçimi ima etmeyip, ayrıcalıklı sınıflar arasında uzun dönemli göreli istikrarı ve dengeyi ifade eder. Pratik düzeyde bu, yapısal biçimleri ve birikimin kendiliğinden gerçekleşmesini düzenli, dinamik ve göreli tutar. Yeniden üretimin istikrarı uzlaşmanın farklı biçimi olarak genelleştirilir. Böylece, mücadele ve yapı arasındaki ikilik tekrarlanır, çünkü burada düzenleyici devlet nosyonuna yaslanılmış olunur 25 Jessop’un eleştirisinin önemli hedeflerinden biri ayrıca açık-Marksist okul’un devlet-toplum ilişkilerine bütünsel yaklaşımıdır ki bu çalışmanın izleyen başlığında değerlendirilmiştir. 96 (Bonefeld: 1991: 41). Güney’in Jessop üzerine çalışmasında da belirtildiği gibi; “....bir birikim stratejisi sermayenin çeşitli fraksiyonlarının çıkarlarını farklı şekillerde etkileyen özgül bir ekonomik büyüme modelini ifade eder. Böyle bir stratejinin başarılı olabilmesi için, sermayenin çeşitli fraksiyonlarını bir fraksiyonun hegemonyasında birleştirmesi ve hepsinin çıkarlarını ilerletmesi gerekir” (2003: 367). Sermaye mantıklı ya da işlevsel yaklaşım olarak eleştirilen türetmeci okul ise sermayenin doğasından devlet biçiminin türetilmesiyle kapitalist devletin analiz edilmesi için bir çerçeve sunmaktadır (Holloway 1991: 93). Devletin yeniden yapılanmasını sınıf mücadelesi ile ilişkilendiren bu okul, devlet ve sermaye arasındaki ilişkinin doğasının merkezi öneminin farkındalığı ile araççı, yapısal-işlevselci ve düzenlemeci yaklaşımlara göre daha tarihseldir (Bonefeld ve Holloway, 1991: 2-3). Ancak bu okul’un kapitalist devletin kavramsallaştırılmasındaki temel problemi, sınıf mücadelesi ve kapitalizmin genel nesnel yasaları arasındaki gerilimi çözememesidir. Örneğin bu okul içinden Hirsch, sınıf antogonizmasının somut gerçekliğinin tarihsel biçiminde bir süreç olarak kapitalist devletin tarihsel varlığının ve devletin yeniden yapılanmasının anlaşılmasında bir anahtar olarak krizlerin önemine değinir. Yani yapı ve mücadele arasındaki ilişkiyi dışsal değil tarihsel bir süreçle görmesine rağmen, bunu içsel bir ilişki olarak kavrayamaz (Bonefeld, 1992: 94). ‘Yapıların’ sınıf mücadelelerinden herhangi bir şekilde ayrı tutulmasının eleştirisinin nedeni; kapitalist üretim biçiminin çelişkili temellerinin kalıcı toplumsal ilişki yapılarını barındıramayacak olmasıdır. Çünkü bu tür yapıların yeniden üretilmesine yönelik koşullar yaratılır yaratılmaz, bu yapılar yine aynı yeniden üretim süreci tarafından yıkıma uğratılır. Bunların ancak sınıf mücadelesi süreci içerisinde yeniden yaratılması ya da dönüştürülmesi gerekmektedir (Clarke, 2004: 69). Dolayısıyla devletin biçimi’nin aynı zamanda onun kendine özgü mantığını da belirlemesi anlamında; devletin toplumsal ilişkilerin her düzeyinde ve toplumun üzerinde bir yerde görülmesi, Hirsch’ü bu ilişkilerin bütünsel kavranışından uzaklaştırır. Çünkü bu, aynı zamanda devletin kendine özgü biçiminde ekonomi-siyaset ayrılığının da varsayıldığı anlamına gelir. Yani devlet biçimi, ekonomik ve siyasal yeniden üretimin bütünlüğünden 97 ziyade siyasal süreçlerin yeniden üretimindeki işlevlerini üstlenmiş olur. Devletin kendisinin varlığı ya da yeniden üretilmesi ise bu ikiliğin sürekliliğini sağlayan kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesine bağlıdır. Dolayısıyla özerk kabul edilen devlet biçimi, ekonomik ilişkiler dışındaki alanı, mevcut rekabet ve sömürü alanını, yani kapitalist üretimle yeniden üretimin genel koşullarını oluşturma işlevine sahiptir. Bu, devlet aygıtının yönetici sınıf gibi belli bir sınıf ya da sınıfsal kesimlerle ilişkisinin ya da yerleşik bir bağlantısının olamayacağı anlamına gelir. Dolayısıyla Hirsch’ün çözümlemesinin temel zayıflığı, yapı ve mücadele arasındaki ilişkinin kesilmesidir. Oysa yapı ve mücadele arasındaki ilişkiyi problematik yapmak kapitalizmi anlamaya kalkışacak herhangi bir çaba için merkezi bir sorudur (Bonefeld, 1992: 93, Clarke, 2001: 183 ). Devlet türetmeci yaklaşımın eksiklikleri ise sınıf mücadelesinin rolüne dair daha keskin bir farkındalıkla giderilebilir. Çünkü bu okul, kapitalizmin bazı önkoşullarının yerine getirilmesinde ayrı bir politik kurumun/devletin varlığını kabul etmelerine rağmen, bunu rekabet halindeki sermayelerin ücretli emekle çelişkili ilişkisine dışsal ele alır. Sermaye birikiminin gelişimi sürecinde üretimin toplumsallaşması ve kar oranındaki düşme eğilimlerine bağlı olarak sermayenin yeniden yapılanması, emek süreci üzerinde kapitalist denetimin de yeniden yapılanmasını gerektirir. Bu karşı eğilimler, işçi sınıfı üzerinde burjuva hegemonyasının yeniden kurulması yoluyla harekete geçirileceğinden devlet müdahalesini gerekli kılmaktadır. Sermaye birikiminde artan bir biçimde artı değer üretimine el konulmasının zorunlu ve farklı koşulu bizzat sermayenin kendisinin mücadelesiyle güvenceye alınmaktadır. Bu da, kapitalizmin eylem yasalarının doğal ve kaçınılmaz olmadığını, sermaye ve emek arasındaki sonu gelmez mücadeleye bağlı bulunduğu anlamına gelmektedir. Bu nedenle krizler birikimin değiştirilmez mantığının bir sonucu olmaktan çok sermayenin emek hakimiyetini sürdürmekteki başarısızlığından kaynaklamaktadır. üzerindeki 98 2.2.2. Açık Marksist Okul’un Temel Kuramsal Çerçevesi Açık-Marksizm geleneği içindeki tarihsel figürlerden bazıları; Luxemburg, Lukacs’ın erken dönem yazıları, Korsch, Adorno, Rubin, Block ve Agnoli’dir. 1970’lerde bu geleneğin kaynakları yeni yayınlar, çeviriler ve bir seri yöntemsel tartışma aracılığıyla yenilendi. Aynı zamanda İngiltere’de aylık CSE toplantılarında değer, emek süreci, devlet, sermaye, dünya piyasası, toplumsal biçim gibi tartışma kategorileri etrafında genişletildi (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992a: xii). Devlet türetme tartışmasından devr alınan kapitalist toplumsal ilişkilerin tarihsel süreçle ele alınışı ve Hirsch’ün ‘biçim analizi’nin toplumsal ilişkileri bütünsel çözümlemesine olan katkısıyla okul, Marksizm içinde alternatifeleştirel bir referans noktasının sunulmasına çalışır. Okul’un kuramsal çerçevesinin gelişimine katkı sağlayan yazarlar içinden Backhaus, Gunn ve Pyschopedis ağırlıklı olarak kavram, kategori ve biçimlenme sorunlarına odaklanırken, Clarke, Holloway, Bonefeld ve Burnham ise diyalektik ve ekonomi-siyaset, yapı-mücadele gibi kapitalist devletin temel kategorileri arasındaki ilişkiler üzerine yoğunlaşmaktadır. Toplumsal gerçekliğe ilişkin özne-nesne, teori-pratik, ekonomi-siyaset gibi ikiliklerin reddi ve kapitalist devlet konusunda da yapısal-işlevselciliğin aksine, diyalektik ve eleştirel-açık bir değerlendirmenin izi sürülür. Bu amaç etrafında Marksist terorinin kendi içindeki yaklaşımlarının ikili kategorilere dayalı analizlerinin kapanımı karşısında basitçe bu kategorilerin açıklığı anlamına gelen açık-Marksizm’e göre; “..kapitalist mantığın toplumsal ilişkilere nüfuz ettiği kaotik dünyada bu mantığın çelişkilerini, kriz eğilimli doğasını, ilişkilerinin istikrarsızlığını ve bu ilişkilerin sunduğu biçimleri anlamak için kategorilerinin geliştirilmesi 26 gereklidir” (Roberts, 2002: 89) . Kategorilerin geliştirilmesi, bunların açıklığı-eleştirisi ile ilgilidir. ‘Openness-açıklık27’, burada sadece pozitivist yöntembilim ile kolayca 26 Roberts, ayrıca açık-Marksizm’in sermaye-emek çelişkisine odaklandığını bu nedenle, eliştirdiği kategoriler setinin eksikliğini vurgular; ‘soyutlama’, ‘sosyal biçim’, ‘krizler’ ‘düzenleme’ başlıklarında kategorilerinin geliştirilmesi yönünde bir eleştiri yöneltir (2002: 87-116). 27 1940’lardaki Popper’in açıklığı, deneysel araştırma programının devam edilebilirliği ile ilişkili iken, açık-Marksizm’in açıklığı; kategoriler, yöntembilimler ve kavramlar düzeyinde kapanımla uyuşmayan programların devamına yol vermez, yani ‘bilimselcilik’ kesin olarak bir kapanmış toplumsal dünya yansıtır (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992a: xi). 99 atlanabilen görgül araştırma programına değil, Marksist kategorilerin kendilerinin açıklığı ve eleştirelliği anlamına gelir. Yazarlarının kendi anlatımıyla; “…..açıklık özne-nesne, biçim-içerik, teori-pratik ve oluşum-yeniden oluşum kategorilerinin diyalektiğinde ve kapitalist gelişme aracılığıyla kriz egilimli bir toplumsal dünya biçiminde görünür” (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992a: xi). Açık-Marksizm kuramında ‘açıklık’ kategorilerin ilkin görgül devamlılığı, sonra çelişkili bir dünyanın kendi kendine eleştirel anlaşılması olarak teorinin kendini yorumlamasını Psychopedis, 1992a: çözümlenmesine ‘politik içermesinin xii). Marx’ın, ekonominin açıklığıdır kapitalist eleştirisi’, (Bonefeld, toplumsal sözcüğüyle Gunn ve ilişkilerin başlaması eleştirinin ayrıca açıklığın merkezi kategorisi olduğunun da ifadesidir. Açıklık ve eleştiri arasındaki bağlantıya göre toplum; ‘açıklık’la gelişme eğiliminde olduğundan çelişkilidir. Toplumsal çelişkilerin analiziyle toplum, çelişkilerinin varsayıldığı herhangi biçimlerin değişkenliği üzerinde bir yansımaya denk gelir (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992a: xiii). Toplumsal ilişkilerin bu görünümü onların fetişleşmiş biçimleridir aynı zamanda. Toplumun Marx’ın söyleşiyle ‘katı’laşmış, Holloway’in kavramsallaştırmasıyla fetişleşmiş biçimlerinin görünür kılınması çelişki ve açıklık sayesinde gerçekleşecektir. Dolayısıyla açıklığın merkezi kavramı ‘fetişhizm’in buradaki hayati önemi, Marksizm’in ‘açıklık’ karakteriyle ilişkilidir. Fetişhizm toplumsal ilişkilerin kurulmasında teoride ve pratikte oluşturulan bir şeydir. Bir metaada başka bir şeye dönüşen ve bazı ilişkiler gibi bozguna ugratılan tümüyle yapısal bir biçimdir (Clarke, 2001; Holloway, 1995; Bonefeld, 1992). Örneğin ücret ve sermaye arasındaki ilişki, ekonomik bir ilişki olmayıp ideolojik, politik ve ekonomik düzeyleri olan toplumsal bir ilişkidir. Bu düzeylerin birbirlerine kurumsal ayrılığı toplumsal ilişkilerde gizli olup, bunların yeniden üretimi üzerindeki mücadelede açığa çıkmaktadır. Görünümlerinin aksine bu ilişkiler esasında tek bütünsel, kapitalist devletin, bir ilişkinin biçimleridir (Çelik, 2001: 195). Bu ilişkilerin birbirine içselliği Clarke tarafından şöyle vurgulanmaktadır; “..ücretli emek ile sermaye arasındaki dolaysız ilişki ekonomik bir ilişki olmayıp, aynı anda hem sömürüyü, tahakkümü ve ideolojik savaşımı içerdiğinden, birbirinden ayrılmaz biçimde ‘ekonomik’, ‘siyasal’ ve ‘ideolojik’ boyutlar taşıyan toplumsal bir ilişkidir. Bu boyutların birbirlerinden ideolojik 100 ve kurumsal ayrılığı toplumsal ilişkiye içkin değildir. Bu ayrılığın yeniden üretimi üzerinde verilen mücadelelerden doğar. Ekonomik, siyasal ve ideolojik alanlar böylece tek bir toplumsal ilişkinin tümleyici biçimleri olur” (Clarke, 2004: 17). Burada Marksizmin kapanımına neden olan; fetişlemiş biçimlerini görünmez kılan kendi toplumsal ilişkilerin içindeki yaklaşımlardır. Marksizmin eleştirel teorisinin kurulması için açık-Marksizmin üstlendiği konu; çelişkilerin görünürlüğünün, kategorilerinin fetişleştirildiğinin teoride görünür kılınmasıdır. Bu anlamda belirlenimci, yapısal-işlevselci yaklaşımlarla toplumsal gerçekliği açıklamaya çalışan bir teori, açık-eleştirel Marksizm’e göre ‘kapanım’ içerisindedir. Teorinin kapanımı, fetişleşmiş kategoriler ya da şey’lerin görünüşü; Adorno’nun Negative Dialectics28 (2003) çalışmasında belirttiği esas’ın anlamının görünüş’de kaybolmasıdır. Çünkü ‘esas’ ve ‘görünüm’ arasındaki ayrılık sadece görünümün temsilidir. Tek başına görünüm ise esas’ı anlamaya yetmez. Bu nedenle para, hukuk, şey’ler ve fiyatlar yabancılaşmanın burjuva kategorileridir. Toplumsal ilişkilerin bu görünüşleri bunların esas’ı hakkında bir şey söylemez. Adorno’nun ifadesiyle; “..esas artık saf bir olgu olarak anlaşılmaz, kendi kendine ruhani-düşünsel bir varoluştur. Doğrudanlığın-direct, aldatıcı görünüşü altına geçerek iptal edilir, olguları yapan şeylerden ziyade, sözde gerçeklikler tercih edilir. Hukukun hükmü gelmiş olur böylece, uzak tarih tarafından itaat edilir, bir hukuk ne kadar direnilmez olursa o kadar saklayabilecek altında gerçekleri” (2003: 166). ‘Kapanım’, verili dünyanın sınırlarını kendi teorik sınırları olarak kabul eder, ya da duruma göre nedenselci ve teolojik olabilecek bir belirlenimcilik sunar. Bu yaklaşımlar arasındaki ilişkinin içsel ilişkililiği onların kaçınılmazlığını kabul ettiğinden belirlenimcilik, dünyanın çelişkilerinin açıklanmasının önlenmesinde suç ortağı olmuş olur (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis 1992a: xii). Çünkü belirlenimcilik nesnel ilişkileri, içinde geliştiği toplumsal süreçlerinden ayrı ele alır. Örneğin, toplumsal ilişkilerin teknoekonomik bir paradigma ya da yasaya tabi olduğunu söylemek ekonomiyi ve teknolojiyi insan ilişkilerinden bağımsızlaştırır. Toplumun ekonomiyi ya da teknoloyiyi belirlediği ya da biçimlendirdiği söylenemeyeceği gibi, aksini iddia etmek de mümkün değildir. Belirleme ya da biçimlendirmeden söz etmek bu 28 Kitabın bölümleri içerisinde özellikle “essence and appearance” bu anlamda önemlidir. 101 kategoriler arasında dışsal bir ilişki olduğu (Çelik, 2001: 187), yani içsel bir çözümlemenin yapılmadığı anlamına gelir. Özne-nesne, yapı-mücadele ve ekonomi-siyaset gibi kategoriler arasındaki içsel ilişkilerin bu biçimde görünmezliği, birbirine dışsal kabul edilmesi, toplumsal ilişkilerin maddi/materyal niteliğini belirsizleştirir (Clarke, 2001: 44). Başka bir ifadeyle mücadele, ekonomi, devlet, teknoloji gibi kategorilerin içsel ilişkisini açığa çıkarmayıp, bunları kesin kategoriler olarak kabul eden yapısal-işlevselci yaklaşımlar sınıf mücadelelerine değil belirlenimci bir biçimde tarih-üstü yapılara öncelik vermektedir (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis 1992a: ıx-xv). Oysa işçiler, greve ekonomik bir kategori olarak gitmezler, ama işçilerin varlığı bir işçi olarak ekonomik kategoridir. Başka bir ifadeyle, politik ve ekonomik nesneler ‘eşbiçimli’ yapılanırlar (Backhaus, 2005: 18; Bonefeld, 2007: 263). Marksist teorinin kapanımı, toplumsal olana ilişkin bu ikilliklikler üzerinden yapılan çözümlemeler nedeniyledir. Bir insanın burjuva toplumda olduğu gibi vatandaş ve ücretli işçi diye iki kategoriye bölünemeyeceği gibi ekonomik ve siyasal olanın farklı düzeyler biçiminde kavranışı da teorinin kapanımını getirecektir. Marksizm içindeki bu kapanımın aşılması, toplumsal ilişkilerin diyalektik kavranışıyla aşılır açık-Marksizmde. Adorno’nun da belirttiği gibi; “……diyalektikte son söz olan esas, bütünsel bir tanımlama değil. Çünkü diyalektik bize gizlice ortadan kaldırılan farklılığı tanımlamak için olanak verir. Diyalektik, realist tezlerin aksine dogmatikliğe düşmeden, tanımlama, kimliklendirme büyüsünü kırar” (2003: 166). Toplumsal kategorilerin açıklığı üzerine antropolojik bir analiz geliştiren Backhaus’a29 göre de değer, emek, sermaye ve kar gibi ekonomik kategoriler insanlarla, yani toplumsal ilişkilerle iligilidir. Buna göre, bütünsel-toplumsal emek, özel mülkiyetin öznel özü, ya da değerin içeriği bir toplumsal ilişki olarak insanda, insanlıkta görülür. Bunların varlığı kişilerin birbirleri arasındaki ilişkide değil, emek ve ürün arasındakinde açığa çıkar (Backhaus, 2005: 25). Bu, Marx’ın neden bütün ekonomi-politik kategorileri baş aşağı biçimler olarak tanımladığının da cevabıdır. Öznellik-nesnellik ya da 29 Toplumun belirli bir biçiminin üyesi olarak insan, soyut birey olarak görülmez. ‘Reductio ad hominem’ olarak ifade edilen bu durum, onun ekonomik kategoroileri eleştirisinde çok önemli bir özelliktir(Backhaus, 2005: 20). 102 zenginliğin bölünmüş esası, bunların bölünmüş birliğinin tersine çevrilmiş ilişkisinden anlaşılamaz (Backhaus, 2005: 25). Bu ilişkilerin görünüşlerinin aldatıcılığı, onto-teolojik yapıların eşbiçimli anlaşılması temelinde aşılabilir. Yani toplumsal-metafiziksel nesnelerin, ya da politik ve ekonomik nesnelerin eşbiçimli yapılarına eğilerek esasları görülebilir. Ekonomik ve politik nesneler eşbiçimli yapılanır çünkü (Backhaus, 2005: 18). Toplumsal ilişkiler ve bunların tersine dönmüş biçimlerinin diyalektik kavranışı, değerin öznel özü ve nesnel biçiminin birlikteliğini, yani sömürü ve ücret ilişkişinin tek bir toplumsal gerçekliğin farklı görünümleri olduğunun anlaşılmasını sağlar. Bu gerçeklikte insanlık doğal bir kategori değil, toplumsal bir kategoridir. Marx’ın Grundisse (1973) giriş’te belirttiği gibi; “toplum içinde üretilen bireyler, yani bireysel üretimin toplumsal belirlenimi kalkış noktasıdır”. “Toplum kendi varlığının yeniden üretimini nasıl üretir?” “İhtiyaçlarımızla nasıl buluşuruz?” “Toplum değişim ilişkilerini nasıl organize eder?” gibi soruların cevapları ekonomik kategorilerin özgül toplumsal ilişkilerle ilgili olduğunun anlaşılmasına olanak verir. Marx’ın ifadesiyle; “..üretim doğa tarafından belirlenmez, üretim toplumsal bir kategoridir” (1973: 85). Dolayısıyla yapısalcılık ve belirlenimcilik gibi diğer yaklaşımların hayati eksikliği; toplumsal kategorileri, yani kategorilerin insan temelli oluşunu görmemeleridir. Açık-Marksizmin pratiği soyut, teoriyi de somut biçimde kavrayabilmesi teori ve pratiğin dolayısıyla, özne-nesnenin, ekonomisiyasetin v.b., bütünselliğinden sözedilebilmesini ve bunların arasındaki ilişkilerin içselliğinin kavranmasını sağlayabilmektedir. Yani özne ve nesnenin, teori ve pratiğin, ekonomi ve siyasetin birbirini bütünleyen içsel ilişkiler oldukları, ontolojik olarak ayrılamayacakları vurgulanmaktadır (Gunn,1991: 196). Başka bir ifadeyle özne-nesne arasındaki farklılık, kolayca olumsuzlanamaz. Bunlar ne sonsuz bir ikilik, ne de sonsuz bütünlükte gizlenen bir ekrandır. Bunların biri diğerini oluşturur, birbirlerinden çıktığı kadarıyla- oluşumu nedeniyle-. Eğer özne nesne ikiliği, temel bir prensip olarak kurulursa bu, başka bir toplam birlik olacaktır (Adorno, 2003: 168, 173). 103 Dolayısıyla, devlet ve sermaye birikiminin ayrı analiz düzeyleri olarak görülmesi ve devletin göreli özerkliğinin anlaşılması için özerkliğin kapitalist üretim ilişkilerinden çıkarsanması gerektiği düşüncesine karşı, bu iki şey arasındaki ilişkinin anlaşılabilmesi için, bu iki şeyin birliğinin anlaşılması gerektiği vurgulanır (Holloway, 2001: 228). Toplumsal kategorilerin ikili modellerle açıklanmasına yönelik böylesi bir eleştiri, tarihsel materyalist düşüncedeki toplumsal ve siyasal mücadelelerin belirleyiciliğine vurgu yapar. Bu nedenle açık-Marksizm, bir duruş noktası olarak toplumsal dünyanın bir eleştirisini sunar. Dünyanın görece kabul edilmiş yapılarına doğru durağan bir hareketi olduğu iddiası metedolojik olarak tarih dışı olup, ikili kategoriler sunan bir burjuva bilimi olması nedeniyle reddedilir (Roberts, 2002: 89). AçıkMarksist eleştiri, ekonomik alanı siyasal üstyapıyı belirleyen bir temel olarak gören yaklaşımla, bu iki alan arasına çizgi çeken yaklaşıma alternatif eleştirel bir çerçeve sunar. Bu sayede, kapitalist gelişim sürecinin fordist ve postfordist dönemi gibi sistematik ve tarihsel dönemselleştirmelerinin geçersiz olduğu belirtilir. “Kapitalist gelişimin kaçınılmaz yasaları” olduğu varsayımı da, kapitalizmin değişik evreleri arasında mutlak çizgiler çektiğinden eleştirilir. Çünkü toplumun ve ekonominin değişmesini yönlendiren evrensel bir kuraldan ya da mantıksal bir süreçten sözedilemez. Tarihsel değişimler ve süreçler toplumsal üretim ilişkilerine içkin olan sınıf çelişkileri, çatışmalarının ve mücadelerinin bir biçimi ve sonucudur (Çelik, 2001: 189). Eleştirel/açık-Marksizm’in bu kavrayışı sayesinde, kapitalist toplumlardaki sınıf çatışmasının temeli olan sermaye ilişkisinin hem mantıksal, hem de tarihsel olarak bu ilişkinin doğasından kaynaklanan biçimler olduğu anlaşılabilecektir. Siyasal alanın genişlemesi ekonomik’in bir yansıması olarak değil, sermaye ilişkisinin kapitalist toplumdaki sınıfsal sömürünün gelişmesi bağlamında açıklığa kavuşturulabilecektir (Holloway ve Picciotto, 2004: 150). Dolayısıyla tarihin insan etkinliğinden bağımsız bir şeymiş gibi ele alınamayacağının teorisi açık-Marksizm, kapitalist toplumsal üretim ilişkilerine içkin olan sınıf çelişkileri, çatışmaları ve bu çelişki ve çatışmaların hangi süreçlerde nasıl bir ilişki biçimiyle ortaya çıktığı ve bu ilişki biçimlerinin nasıl dönüştüğü ve farklılaştığını açıklamaya çalışır. 104 2.2.3. Kapitalist Devletin Kavramsallaştırılması: Toplumsal Bir İlişki Biçimi Olarak Devlet Görüldüğü gibi kavramsallaştırılmasını, eleştirel/açık Marksist Marksizm, kapitalist araççı-yapısalcı devletin çözümlemelerin sınırlılıklarını ve bunların kapanımlarını toplumsal bir ilişki biçimi olarak devlet analizi30 ile aşmaya çalışır. Kuramsal çerçevesi ışığında şimdiye kadarki devlet tartışmalarına yönelik temel eleştirileri; -araççılığın, devletin faaliyetlerinin doğrudan doğruya sermayenin gereklilikleri’nden kaynaklandığı iddiasının indirgemeciliğine, -yapısal-işlevselcilik esinli yaklaşımların, siyasal alanın göreli özerkliği nedeniyle devleti sınıflar üzerinde tarafsız bir kurum olarak değerlendirmesine, -her iki yaklaşımın birden siyasal ve ekonomik alan arasına çektiği çizgi nedeniyle esas’ın görünümü’nden koparılmış olunmasınadır (Bonefeld, 1992; Clarke, 2001a; Holloway ve Picciotto, 2004). Devleti toplumsal ilişkilerin belli bir biçimi olarak kavrayan eleştirel/ açık Marksizm, devletin sermayenin bir aracı ya da sınıflar üzerinde tarafsız bir kurum olarak görülmesinin, bu ilişkilerin içsel bağlantılarının anlaşılması bakımından sorunlu olduğunu belirtir. Örneğin, altyapı ve üstyapı modelinin ikili düzeyleri arasındaki ilişkide ekonomik temelin, devletin faaliyetlerini ve işlevlerini belirlediği belirtilir (Holloway, 1995: 120). Devletin işlevleriyle tanımlanması ise onun toplumsal ilişkilerin bir görünümü biçiminde değil, verili bir yapı olarak anlaşılmasına neden olur. Holloway’in başka bir çalışmasında ifade ettiği gibi; “ ..devlet, … ekonomik temele referans vererek açıklanabilecek bir üstyapı değildir. Para, değer vs. gibi toplumsal ilişkilerin tarihsel özgül bir biçimidir” (2001: 228-229). 30 1970’lerde Hegelyan Marksizm, diyalektiğin anlaşılmasında özellikle değer ve devlet konularında Marksist tartışmaların merkezine taşındı. Marksist devlet tartışması teması, çelişki içindeki bir hareket olarak diyalektik biçiminde anlaşıldı. Devlet tartışması, devlet biçimi sorununa ve burjuva devletinin tarihsel gelişme periyoduna odaklandı (Bonefeld, Gunn, Psychopedis, 1992a: xv). Lukascs, Korsch, Block gibi Hegelian Marksizm geleneğinde diyalektik, zıtlıkların birliği ve bir çelişki hareketi olarak işaret edilir. Marx’ın çalışmasındaki çelişki fikrinin merkezi önemi vurgulanır (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992a: xiv). 105 Nitekim Keynesyen refah devletinin enflasyonist politikalarının krizi altında parasalcı politikalarla biçimlenen yeni siyasal güçlerin, sermayedevlet-işçi sınıfı, arasındaki ilişkilerin bir dolayımı olarak devletin neoliberal yeniden yapılanması, onun işlevlerinin bir sonucundan ziyade, kapitalist egemenlikle açıklanabilir. Devlet biçiminin bu neoliberal yeniden yapılanması ile enflasyon ve durgunluk arasındaki denge, birikim rejiminin yapısı tarafından değil, sınıf mücadelelerinin bir sonucu olarak belirlenir. Clarke’in de belirttiği gibi, bu süreçte işsizliğin yükselmesi karşısında işverenlerin ve devletin örgütlü işçi sınıfına karşı büyüyen baskısı ve post-fordist üretim biçiminin Keynesyen refah devletinin kurumsallaşmış biçimleri üzerindeki yıkıcılığı işçi sınıfına yönelik önceden verilen ödünlerin kaldırılması ile sürdürülmüştü (1991: 129). Bir bütün olarak devletin bütün kurumsal biçimlerinin yeniden yapılanması; işçi sınıfının parçalanması, kamu harcamalarının ve ücretlerin sınırlanarak sermaye birikiminin yeniden üretiminin sınırlılıkları karşısında işçi sınıfı özlemlerini sınırlama girişimiydi. Dolayısıyla, devleti sermayeye ‘dışsal’ değerlendirmek, onun siyasal bir kurum olarak ‘tikellliği’ ile tanımlanmasına neden olur. Bunun anlamı devletin, üretim ve artı değer koşullarını çevreleyen–kuşatan sınıf mücadelelerinin aldığı biçimlerin uzağında bir yerde durduğudur (Clarke, 2001:183). Sermaye birikiminin bir öncülü olan devletin bu biçimlerde kavranışı, sadece siyasal kurumların birbirinden ayrılması gereğini değil, aynı zamanda ekonomi ile siyasetin, özel ile kamusal’ın, özne ve nesnenin, esas ve görünümün vs. yapısal ve ideolojik yönden ‘fetişleştirilmesi’ni ve birbirinden ayrı tutulmasını içeren sürekli bir sınıfsal pratiği kapsar (Holloway ve Picciotto, 2004: 142). Toplumsal ilişkileri donuklaştıran bu sorunlu tartışma alanlarının çözülmesine yönelik geliştirilen eleştirel kuramsal çerçevede, teorinin sınırlılığını ve kapanımını aşacak harita, tarihsel, mantıksal diyalektik kavrayışı ile ‘biçim analizi’31 yöntemidir. Şeylerin toplumsal görünümlerinin 31 Devlet biçimini anlamanın yolu, ‘substantive soyutlama’ kavramıdır. Buna göre her toplumsal görüngü, bir biçimin varlığı olarak tarihsel sürecin hareketi biçimidir. Bu hareket, sermaye ve emek ilişkisinde saklıdır (Bonefeld, 1992: 104). 106 içsel bağlantılarının izini süren analiz, bunların birbirleriyle ilişkilerinin, yani içteki bağlantılarının biçimlerini ortaya çıkarmaya çalışır. Böylesi bir çabada emek-sermaye ve devletin görünüm itibariyle birbirlerine ayrı düzeylermiş gibi değil, aralarındaki çelişkili-ilişkili ve bağlantısal süreçlerinin ortaya konulması amaçlanır. Açık-Marksizm’in bu anlamda devlet kuramına katkısını oluşturan temel tartışma noktaları şöyle özetlenebilir. -Devletin ‘kapitalist toplumda devlet’ değil, ‘kapitalist devlet’ biçiminde anlaşılması, -Yapılar’ın sınıf antogonismasının biçimleri olarak görülmesi, - Devlet analizine onun sınıf karakterinin varlığını dahil etmeleri ve - Ekonomi, politik ve ideolojik düzeylerin birliğinin izahı biçimindedir. Biçim analizi, kapitalist toplumsal üretim ilişkilerine özgü antagonistik sınıf ilişkilerinin, tarihsel olarak özgül olan farklı biçimler aldığı ve bu nedenle bu biçimlerin tarihsel olarak incelenmesi gerektiği varsayımından yola çıkar (Çelik, 2001: 195). Biçim analizi ile devlet kendinde bir şey olarak değil, toplumsal ilişkilerin bir biçimi olarak anlaşılır. Özgül toplumsal bir biçim olarak devlet biçimi ise toplumun politik biçimini ifade eder. Bu yüzden devleti anlamak için toplumun anlaşılması bir zorunluluktur. Clarke’göre de; “bu aynı zamanda nihai gerekçe kapitalist toplumsal ilişkilerin kurumsal biçimlerinin neden bir birikim rejiminin yapısal gereklerine göre bir tür sosyal demokratik sınıf uzlaşmasının kurumsallaştığı düzenleme biçimleri olmadığının fakat sınıf mücadelesinin özgül konumlanmasını yansıtan sınıf egemenliğinin kurumsal biçimi olduğunun” (1991: 127-8) Clarke, devletin biçim analizine başlamadan önce ‘kapitalist toplumda devlet’ ile ‘kapitalist devlet’ tezlerinden hangisinin açıklama birimi olarak kabul edilmesi gerektiğinin altını çizer. Buna göre kapitalist toplumda devletin varlığı, yaratılan bir şey olarak devlet ve onun politikalarının izahı ile ilgili iken, ‘kapitalist devlet’ kapitalist üretim tarzındaki toplumsal ilişkiler biçiminin analizini gerektirir (2001a:187 ayrıca Holloway, 1995: 121). İkinci olarak, kapitalist devleti çözümlerken sınıf mücadelesinin kapitalist biçiminden, yani artı-değer üretiminden başlamak gerekir. Bu, devleti kapitalist toplumdaki sermaye ilişkisinin aldığı tarihsel biçim bağlamına oturtmak için gereklidir. Çünkü devletin süreklilik gösteren varlığı, bir bütün olarak kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminin oluşturulmasına bağlıdır. Holloway ve 107 Picciotto’nun benzer ifadesiyle; emek, sermaye ilişkisinin tarihsel-materyalist kategorisinin anlaşılması, kapitalist devlet çözümlemesinin çıkış noktasının genel’de devlet değil, kapitalist devlet, kapitalist toplum biçiminde kavranması ile mümkündür (2004: 140). Dolayısıyla, devletin analizine onun ‘kapitalist devlet’32 ve emek-sermaye ilişkisinin bir görünümü olduğu ile başlamış olmak, Clarke’in “görünürdeki tarafsızlığına rağmen devleti sermayeye zorunlu kılan dolayımlar nedir?” (2001: 185) sorusunun yanıtlanması ve Holloway’in “burjuvazinin gündelik sınıf pratiği olarak devlet” (2001: 227-228) tanımlaması için bir çerçeve sunar. Toplumsal bir ilişki biçimi olarak devletin analizinde bir diğer uğrak, kapitalist devlet ilişkileri sürecinin ve ‘yapılar’ konusunun göz önünde bulundurularak, bazı kavramsal sorunların incelenmesini gerekli kılar. Bu nedenle Marksist kategorilerin oluşturulması anlamında ‘toplumsal biçim’in analiz yöntemi ‘substantive soyutlama33’ ve bu oluşumun devletle ilişkisi üzerinde durulmalıdır. ‘Substantive soyutlama’, toplumun somut varlığını ve gelişmesini emek, sermaye ve devlet gibi toplumsal ilişkilerin içsel bağlantılarının anlaşılmasında kullanılan bir yöntemdir. Toplumsal görüngülerle oluşan bir içsel bağlantı ve onların birbiriyle ilişkileri, bu içteki bağlantının varlığının biçimleri olarak; sermaye kavramının emekle sunumunda ve devletle ilişkilerinde bulunur (Bonefeld, 1992: 104). Biçimin varlığı olarak biçim/form düşüncesi ise özgül’ün içinde/doğasında genel’in, somut’un doğası içinde soyut’un görülmesi olasılığını mümkün kılar. Çünkü eğer biçim varsa, sonra 32 Clarke, devletin bu görünümünün kapitalist devlete özgü bir mesele olarak sunulduğunun, oysa devletin özellikle kapitalist bir kurum olmayıp, farklı biçimlerde de olsa tüm sınıflı toplumlarda varolan bir kurum (Clarke, 2001: 185) olduğunun altını çizer. Dolayısıyla, devletin sermaye-emek ilişkilerinin bir görünümü-biçimi olarak anlaşılması, devlet’in kapitalist biçimi’nin anlaşılmasını mümkün kılacaktır. Öte yandan toplumsal bir biçim olarak devlet denildiğinde, devletin farklı tarihsel süreçlerde farklı toplumsal ilişkilerin görünümünün-biçiminin yansıması olduğu anlaşılacaktır. Nitekim Holloway, özellikle fetişizm, devlet biçimi, ve devlet aygıtları kavramları arasındaki farkın anlaşılmasının önemini bu nedenle vurgular (2001: 227-228). 33 Deneysel soyutlamanın aksine soyutlamanın esası (substantive), toplumsal görüngünün içsel bağlantısınının izini sürmesidir. Deneysel soyutlamanın yüzeydeki şeylerin tanımlanmasını amaçlamasının aksine substantive soyutlama şeyler arasındaki içsel ilişkiler olarak esas’ı anlamaya çalışır. Deneysel soyutlamanın aksine, pratik aracılığıyla ve onun içinde bulunur (sosyal ilişkilerin içsel biçimi olarak) ve sadece soyutlamayı yapan teoride değil, pratiğin de içindedir (Bonefeld, 1992: 104). Açık Marksizm’in biçim analizinin metodolojisini anlamaya yönelik diğer benzer eserler Gunn 1991; Backhaus 2005; Adorno, 2003). 108 somut; soyut ya da özgül; genel olabilir (vice versa). Şey’ler konusunda biçimi görmek için onların arkasındakini, altındakini ve gerisindekini çeşitli toplumsal biçimlerle keşfetmek zorundayız. Biçimin, varlığın tarzı olarak görülmesi; içinde ve kendinde olan şifrelerin çözülmesini zorunlu kılar (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992: xvi). Bu nedenledir ki; “….yapılar sınıf antogonismasının bir biçimi (mode) ve bu yüzden sınıf mücadelesinin bir öncülü ve nedeni” (Bonefeld, 1992: 93) olarak görülmelidir. Holloway’in benzer ifadesiyle devlet, bir yapı değil, toplumsal ilişkilerin bir biçimidir. Toplumsal ilişkilerin tamamen fetişleşmiş bir biçimi değil, toplumsal ilişkileri biçimlendirme ve sürekli yeniden kurma sürecidir (Holloway, 1995: 122). Yapılar sermaye ve emeğin sınıf antogonismasının varlığının biçimleridir (Holloway, 1995; Clarke 2001; Gunn, 1991; Bonefeld, 1992: 98). Kapitalist ilişkilerdeki yapıların bu biçimde çözülmesi, onların toplumsal ilişkilerin bir görünümü biçiminde anlaşılması ve ‘kapitalizmin gelişme yasası’nın da toplumsal ilişkilerin katılaştırılması olarak değil, sınıf mücadelesi hareketinin bir görünümü biçiminde anlaşılması demektir. Bu, aynı zamanda yapı ve süreç arasındaki ilişki ayrılığının da reddedilmesidir. Bunun anlamı, devletin kapitalist üretim sürecindeki özgül rolünün reddedilmesi değil, kapitalist devlet tarafından yerine getirilen bu rolün onun toplumsal biçimi, yani sermaye ve emeğin sınıf antogonizması ve sınıf mücadelesinin tarihsel bir süreci ile ilgili olmasıdır (Bonefeld, 1992: 98). Başka bir ifadeyle; “‘..kapitalizmin gelişme yasası’ eylemde bir soyutlama, bir tarihsel gerçeklik, bir süreç ve sermayenin emekle hazır bulunma hareketi”dir (Bonefeld,1992, ayrıca, Gunn, 1991; Holloway, 1995; Clarke, 2001a). Bu nedenle devlet, ne neoliberal yeniden yapılanmanın yapısal biçimlerinin üstyapısal ifadesine, ne de altyapıda oluşan ücret ilişkisine indirgenebilir. Devlet, toplumsal yönetim sistemi aracılığıyla kapitalist mülkiyetin ve sözleşmenin yasalarını zorlayarak işçi sınıfının yeniden üretimi için ücret ve parasalcı ilişkilerin yabancılaşmış biçimlerinde temel bir rol oynar. Bu nedenle sınıf mücadelesi, kapitalist egemenliğin kurumsal biçimleri/devlet biçimi üzerinde yürütülen bir mücacele olarak siyasal biçimdir (Clarke, 1991: 127-8). 109 Dolayısıyla devletin çelişkili varlığı, kurulmuş bir gerçeklik değil, sınıf mücadelesi sürecidir. Bu yüzden devletin sınıf karakteri, özgül bir biçimle34 analiz edilmelidir (Holloway ve Picciotto, 2004). Örneğin, Poulantzas’da olduğu gibi faşizm süresince devletin tarihsel oluşumu, devlet biçiminin istisnası olarak görülmemeli, ya da fordizmin krizi esnasında devletin aldığı biçim, onun yeniden otoriterleşmesi, ya da post-fordizmde devletin otoriter karakterinin genişlemesi diye anılmamalıdır (Jessop, 2001; Hirsch, 2004). Devlet biçimi faşist, otoriteryan, burjuva-liberal ya da fordist/post-fordist biçimlerinde olabilir. Bu, bir şeyin özgül karakteri olması ile ilgili olup, bütün bu biçimlerin kapitalizmin yeni dönemi olarak görülmesini gerektirir (Clarke, 1992 ayrıca, Bonefeld, 1992; Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992a: xvii). Burada Bonefeld’in de ifade ettiği gibi, devletin zorlayıcı karakterinin yoğunlaşması, sınıf antogonizmasının toplumsal üretiminin öncülü ve sonucu olmasının yanı sıra, aynı zamanda devlet biçiminin istisnası ya da kapitalizmin niteliksel olarak yeni dönemi olarak değerlendirilmelidir (1992: 120). Kapitalizmin aldığı faşizm, fordizm, refah devleti, neoliberal devlet gibi yeni biçimleri devletin yeniden otoriterleşmesi, ya da refah işlevini genişletmesi olarak anlamak, siyasal düzeyde bir açıklamadır ki bu, neden otoriterleştiği sorusunun cevabını eksik bırakır. Örneğin Keynesyenizm, savaş sonrası patlamada işçi sınıfının özlemlerinin genelleştirilmesine devletin ve sermayenin bir cevabının ideolojik yansıması iken, neoliberalizm işçi sınıfı özlemlerinin sermayenin değerlenmesinin gerisinde bırakılmasının ideolojik bir yansımasıdır (Clarke, 1991: 129). Bu nedenle; “.. devlet toplumsal ilişkilerin katılaşmış ‘fetişleşmiş’ bir biçimidir. Bu, insanlar arası olarak görünmeyen insanlar arası bir ilişkidir; toplumsal ilişkilere dışsal bir şey biçiminde var olan toplumsal bir ilişkidir” (Holloway, 1995: 119). Toplumsal bir ilişki biçimi olarak devlet analizinin bir diğer önemi, onun sınıf karakterini anlamaya imkan vermesidir. Kapitalist üretim ilişkileri içinde 34 Bunun yanı sıra biçim, varoluş biçimi olarak da anlaşılabilir. Bir şey, ya da diğer varolmalar sadece içinde ve onun aracılığıyla onun biçimini alabilir. Örneğin metaa, sadece para biçimi aracılığıyla kredi biçiminde ve dünya piyasasında varolur. Biçimin bu iki anlamı, önemli teorik ve pratik farklılığını verir. Teorik olarak biçim fikri, bir şeyin cinsi olarak daha genel ve spesifik toplumsal aşamalara uygulanmak zorunda olan genel yasa kavramının diyalektik mataryalist faydasını sağlar (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992: xv). 110 devletin sınıflar karşısında görünürdeki tarafsızlığı ve tikelliği onun temel karakteristiğidir. Sınıf egemenliğinin bir biçimi olarak devletin nasıl hem sermayenin üretimdeki egemenliğini koordine eden teknik bir aygıt 35 , hem de tarafsız bir yönetimsel aygıt olarak görüntü düzeyinde kavramsallaştırıldığı devletin sınıfsal karakteri ile ilgilidir. Devletin bu görünümü, onun sınıfsal niteliği ile ilgili olup, sınıfsal ilişkilerin devletin dışında bir şeymiş gibi bir yanılsamaya yol açar. Oysa devletin asli özelliği, onun özerkliği değil, onun sınıfsal karakteridir (Clarke, 2001: 187, ayrıca Bonefeld, 1992: 120). Bunu anlamak için devletin sermaye ilişkilerinin bir uğrağı olarak kapitalist üretim ilişkileri içinde incelenmesi gerekir. 1980 sonrasında uluslararası alanda işçi sınıfı hareketini güçlük içine sokan kapitalizmin son büyük krizinin milyonlarca işçinin yok edilmesiyle çözüldüğünün hatırlanması ve bunun sermaye ilişkilerinin yeniden üretiminde tekrarlanmasının büyük olasılık olması bu bağlamda değerlendirilmelidir. Çünkü krizler, sadece ekonomik bir görünüm değil, aynı zamanda üretimin toplumsal koşullarının bütünsel olarak yeniden üretimi olarak sunulur ki bu, devletin önemli bir rol aldığı toplumsal mücadele aracılığıyla başarılan bir yeniden yapılanmadır (Holloway, 1991: 96-7). Başka bir ifadeyle; “ devletin gerekliliği biçimsel ya da soyut bir zorunluluk değil, sınıf mücadelesinin gelişiminden kaynaklanan ve sınıfsal egemenliğin kolektif bir nedeni olan tarihsel bir gerekliliktir. Devlet mantıksal olarak sermayenin gereklilikleri nedeniyle değil, tarihsel olarak sınıf mücadelesinden çıkıp gelmiştir” (Clarke, 2001a: 188). Devletin biçim analizi ile kavramsallaştırılmasının bir diğer uğrağı, bütün diğerleriyle ilişkili olarak onun sınıflar karşısında özerkliği, ya da sermayenin bir aracı olduğu iddialarının dayanağı ekonomik ve siyasal düzeylerinin birbirinden mutlak ayrılığının reddedilmesidir. Belirlenimci yaklaşımlarda insanlar arasındaki toplumsal ilişkiler, kurumlar arasındaki ilişkiler gibi, insanlararası ilişkiler şeyler arasındaki ilişkiler gibi görülür. 35 Sermaye ile emeğin varlığının biçimi olarak devlet, sermeyenin bir agent’ı(bölge) olarak anlaşılmasını ima etmez. (Yapısalcılık da devlet sermayenin bir acentası gibidir. Jessop, 2001). Toplumsal biçiminin yeniden üretiminin garantisi ötesinde devlet, her özgül sermaye için genel uygun koşulları sağlamaz, çünkü her sermaye bir tek sürecin uğrağı olarak birbirleriyle ilişkisi içinde varolur. Toplumsal sermaye değerin yaşam döngüsüyle, birliğin farklılığı süreci olarak varolur. Sermayenin yeniden üretimi için aşırı birikim biçimi ve krizler sözkonusudur. Her bireysel sermaye, değerin toplumsal sürecinin uğrağı olarak içerilmeli, olumsuzlama (değerin düşmesi) ve doğrulama (ortalama kar oranı) bağlamında (Bonefeld, 1992: 120). 111 Böylesi bir ilişki tarzının toplumsal ilişkileri katılaştırdığını ve devleti toplumdan ayırdığını belirten Holloway, materyalist bir devlet kuramının ‘ekonomik yapının’ ‘siyasal yapıyı’ ne şekilde belirlediği sorusu üzerinden değil, ekonomik ve siyasal biçimleri kapitalist üretim ilişkilerinde birbirinden neyin ayırdığını sorarak analize başlamak gerektiğini belirtir (Holloway, 1995; 2001). Buna göre, kapitalist üretim biçiminde güç ilişkilerinin üretim sürecinden soyutlanması ve bu ilişkilerin bireysel sermayelerden kopuk bir siyasal kerteye zorunlu olarak oturması, ekonomik ve siyasal olanın kapitalist egemenliğin tikelleşmiş biçimleri olarak gösterilmesinin nedenidir. Bu biçimde devleti kapitalist toplumsal ilişkilerin sadece yüzeydeki görünümüyle açıklamak, bu ilişkilerin ‘özgür’ ve ‘eşit’ meta sahipleri- emek ve sermayearasındaki ilişkiler olarak görünmesi ile sonuçlanır (Clarke, 2001: 187; Holloway ve Picciotto, 2004: 140; Holloway, 2004: 140). Nitekim Marx, Grundisse girişte ekonomi ve devletin toplumsal bir görüngü olduğundan söz eder (Marx, 1973). Toplumsal görünümleri arasında onların içsel doğasının izini sürecek şekilde birbiriyle ‘içsel bağlantı’lı olduğunu belirten Bonefeld, devletin özerkliği yerine, siyaset ve ekonominin çelişkili bir oluşumun birliği olarak tartışılmasının gerekliliğinin altını çizer. O’na göre bu birlik, bir tek blogu içermeyen bir çelişki hareketi olarak içerilir (1992: 98). Devletin bu çelişkili birliği, toplumsal ilişkilerin belli boyutlarını ayırır, onları ‘siyasal’ olarak tanımlar ve böylelikle ‘ekonomik’ olandan ayrı sürekli bir süreci içerir. Yani görünürdeki bu ayrım, devletin asli bir özelliği değil, sermaye egemenliğinin devlet aracılığıyla etkili kıldığı fetişleştirilmiş biçiminin bir özelliğidir (Holloway, 1995: 121). Örneğin ilk birikimin tarihsel sonucu olarak sermaye ve emeğin varlığı, kapitalizmin toplumsal gerçekliğinin tarihsel ve kuramsal önvarsayımında tersine çevirilir. Siyaset ise burjuva devrim sürecinin tarihinden tersine çevrilir. Böylece soyut emek kategorisi ile belirlenen bir tarihsel biçim, yani baskının yeniden üretiminin toplumsal biçimi gibi görünür. Özetle sınıf ilişkisi siyasal, ekonomik ve idolojik biçimler olarak varolur (Bonefeld, 1992: 107). Çünkü devletin sermayeye bağımlılığı, yani onun maddi yeniden üretiminin sermayenin yeniden üretimine bağımlı olması, kapitalist sınıfın egemenliğini güvence altına alan 112 siyasal ve yönetimsel sistemler ve işçi sınıfının sermayeye olan ideolojik bağlılığı belirler (Clarke, 2001: 183). Çünkü kapitalizmde toplumsal antagonizma, aleni bir şekilde değil, emek gücünün piyasada bir mal gibi alınıp-satılması dolayımıyla gerçekleşen bir sömürü biçimi üzerine kuruludur. Sınıf ilişkisinin bu biçimi, emeğin özgürlüğü üzerine kurulu dolaysız sömürü süreci ile zor kullanımını içeren ve sömürüye dayalı bir toplum içinde düzeni sağlama süreci arasındaki bir ayrılığı önceden varsayar (Holloway, 1995: 121). Dolayısıyla kapitalist devlet; “.......burjuvazi devletin iyi mevkilerini işgal ettiği için kapitalist devlet değildir. Biçimi- politiğin toplumdan ayrılması- nedeniyle kapitalist devlettir. Bu ayrılma nüfus kütlesinin geçim ve üretim araçlarından ilk ayrılışına dayanır” (Bonefeld, 2007: 272). Dolayısıyla eleştirel/açık-Marksist analiz, ekonomi ve siyaset arasındaki bu karmaşık ilişkileri kavramsallaştırma olanağını içerir. Kalıcı sınıf ilişkilerinin bütünleyici biçimleri olarak onların içsel ilişkilerini sunar. Çünkü ekonomi ve siyaset ilişkileri emek ve sermayenin kalıcı sınıf antogonizmasının farklı biçimlerini ifade eder. Son olarak sınıf antogonizması, gerçekliği çelişkinin bir hareketi olarak burjuva toplumunu var kılar. Çelişkinin gelişimi ise sınıf mücadelesinin ortaya çıkması tarafından belirlenir (Bonefeld, 1992: 107). Yani ekonomi ve siyaset birbirinden bağımsız görünmesine rağmen, aynı sürecin farklı uğrakları olarak birlikte bulunurlar. Devlet ve ekonomi36 gibi toplumun çeşitli görüngüleri birbirlerine dışsal olarak varolmazlar. Bu düzeylerin aralarındaki ilişki, birinin diğerini belirlemesiyle değil, onları oluşturan ilişkinin varlığının biçimleri ile birlikte bulunur. 2.2.4. Devlet-Toplum İlişkilerinin Biçimi: Yasa’nın Kuralı ve Güçlü Devlet Açık-Marksizm’in devlet kuramının ekonomi siyaset arasındaki ilişkiyi dışsal değil, içsel analizi sermaye ve emek ilişkisinin toplumsal yeniden 36 ‘Substantive soyutlama’ burada, ekonomi ve siyaset gibi birbirinden farklı özgül biçimler sunar ve aynı zamanda onları birleştirir. Bu yüzden bu kategoriler, toplumsal varoluşun tamamlayıcı biçimleri olarak birbiriyle ilişkilidir. Substantive soyutlama, bu nedenle toplumsal görüngünün içsel doğası, onun oluşumu ve sürecidir. Buna göre bütün toplumsal görüngü, burjuva toplumununun varlığında, onun belirli tarihsel biçimi olarak üretimin toplumsal ilişkileri biçiminde bulunur. Bu, emek ve sermaye arasındaki sınıf antogonizmasıdır. Toplumsal görüngü böylece sınıf antogonizması içinde ve onun aracılığıyla varlığın biçimi olarak oluşur (Bonefeld, 1992: 100). 113 üretiminin37 diğer yüzünün (Clarke, 2001: 186-187) anlaşılmasını sağlar. Marx, en gelişmiş ve karmaşık tarihsel üretim organizasyonunun burjuva toplumu olduğunu ve bunun da kategoriler arasındaki ilişkilerle açıklanabileciğini belirtirtmişti. Çünkü emek, değer, üretim ve değişim gibi kategoriler bunların kendi aralarındaki ilişkilerin kapsamlı yapısını, içsel bağlantılarını ve onların yıkıntılarının altındaki kaybolmuş toplumsal biçimlerinin görünümlerini yansıtıyordu (Marx, 1973: 105). Agnoli’nin ifadesiyle; “…devlet kapitalizmde emeğin varlığının bir biçimi”dir (akt: Bonefeld, 1992: 119) Devlet, aynı zamanda sömürünün varlığının farklı bir biçimidir de. Çünkü devlet, değer’in esas’ının korunmasının tarihsel gelişminde sömürüyü içselleştirir (Bonefeld, 1992: 119). Bu, ekonomi politiğe ilişkin kategorilerin çözümlenmesiyle; kökeninde kapitalist sömürü biçimi olarak artı değer üretiminin yattığının açığa çıkarılmasıyla görülür (Holloway ve Picciotto, 2004: 140). Yani sermayenin yeniden üretimi olarak toplumsalın yeniden üretimi, emek değer’inin yaratılmasının farklı bir uğrağı olarak devleti ve yaşamın çalışma etrafında organizasyonunu içerir. Tolumsal ilişkilerin bu organizasyonu, sermayenin yeniden üretimini38 garantiye alacak yasal kurumsal sistemin oluşumunu ve sürekliliğini sağlayacak devlet gücünün ‘zor’a dayalı örgütlenmesi biçimindedir. Marx’ın özet ifadeseiyle; “..üretimin her biçimi kendi yasal ilişkilerini de yaratır; devlet biçimi” gibi (Marx, 1973: 87). Toplumsal ilişkilerin bu biçimdeki organizasyonu, devletin tarihsel gelişimi, burjuva toplumunun siyasal normlarının oluşumu aşamasında zor’aki kişisel ilişkilerinin siyasal deviniminden dönüşür. Bu dönüşüm içinde hak’ların yasal olarak kurumsallaşması, nesnelliği, tarafsızlığı ‘bireysel özgürlük’ ve ‘eşitlik’le liberal felsefede yeniden değerlendirilir. Kapitalist 37 Toplumsal yeniden üretim, yani kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi işçi sınıfının üretim ve geçim araçlarından güçlü bir biçimde dışlanmasına, onun gerekli emek-zamandan daha fazla çalışmaya zorlanmasına ve elde edilen ürünü kapitalistlerin mülk edinmesine dayanır. 38 Üretim geneldir, genel üretim değildir. Eğer genel de üretim değilse, genel üretim de yoktur. Üretim daima üretimin özgül bir kolu ya da bütünüdür. Politik ekonomi toplumun varlığı ile ilgilidir, teknolojinin değil. Üretimden konuştuğumuzda bunun anlamı üretim daima toplumsal gelişmenin bir aşaması anlamındadır. Üretim toplumsal ve genel bir kategoridir (Marx, 1973: 85). 114 ilişkilerde siyasal genel koşulların oluşumu, biçimsel özgürlük ve eşitliği elde edecek biçimde üretim ve değişim ilişkilerinden soyutlanıp, siyasal olana ait soyutlamalar olarak kurulur. Devletin bu biçimi, bir ‘siyasal zor’ olarak biçimsel eşitliğin ve özgürlüğün uyumu bağlamında ‘piyasa cumhuriyetinin’ siyasal organizasyonudur (Bonefeld, 1992: 116). Sömürünün varlığının bir biçimi olarak biçimsel eşitlik ve özgürlük, mülkiyet hakkının siyasal garantisini ve yasanın kuralını uygulayacak güçlü devleti39 tanımlar. Hukuk yoluyla da mülk sahipleri arasında eşit, özgür değişim ilişkilerine uygun yönetimi korumak olan kendi yetkisinde bir kurum olarak, toplumsal ilişkilerin dışında durur görünür (Bonefeld, 2007: 263; Holloway, 2001: 245; Clarke, 2001: 194). Devlet, sermaye ve emek arasındaki bu ilişkinin biçimleri Bonefeld’in ifadesiyle şöyle betimlenebilir; “..biçimsel eşitlik ve özgürlük figürü kurulmuş bir gerçek olarak değil sınıf antagonizmasının bir süreci olarak anlaşılır. Biçimsel özgürlük ve eşitlik devletin tarihsel önvarsayımını oluşturur, onun tarihsel öncülü ve sonucu devletin varlığının biçimi onun tarihsel eğiliminde bulunur. Hukuk bağlamında toplumsal yeniden üretimin toplumsal örgütlenmesine doğru genişlemesinde: insan hakları iddiası içinde ve onun aracılığıyla toplumsal çatışmanın elimine edilmesinde….bu, yasa ve düzen kontrolüdür” (1992:1 17). Devlet özel mülkiyet haklarının biçimsel onaylanmasının koruyucusu olması nedeniyle, mülkiyet sahipleri arasındaki etkileşim yasalarını zor’la uygular. Devletin toplumla bu ilişkisi, özel bireylerin soyut bireyler olarak varlığını ya da standartlaşmış, nesnel hakların sahipleri şeklindeki soyut vatandaşları kabul ettiğini gösterir (Bonefeld, 1992: 115; Holloway ve Picciotto, 2004: 140; Bonefeld, 2007: 263). Bu, bir üretim faktörü olarak emek gücü sahibi somut bireyin ekonomik ve siyasal olarak bölünmüşlüğünün siyasal düzeydeki soyut görünümüdür. Siyasetin toplumdan ayrılmasının bir yansıması olan bu durum, devletin siyasal serbestliği ile mal sahipleri arasındaki özel mülkiyet, sözleşme hakları denilen soyut eşitlik ilişkilerini koruma rolüne içkindir (Bonefeld, 2007: 270). Devletin bu görünümü içinde bireyin soyut varlığının biçimleri, hukuk, yönetim, temsil gibi devletin temel faaliyetlerinin konusudur. Her durumda 39 Devlet, toplum üzerinde mülkiyet hakkının eşitliğini ve rasyonelliğini siyasal konumu itibari ile yasanın gücü tarafından zor’lar. Bu zor, emek ve sermayenin toplumsal antogonismasını içerir biçimdedir. 115 devlet, somut bireysel özellikleriyle değil de soyut, genel, birey-dışı bireyler biçiminde gördüğünden bireyi somut varlığından ayırır. Bireysel ilişkilerin genel bir ilişki olduğu, bu ilişkilerde bireylerin ne kendi temel özellikleri, ne de temel sınıfsal posizyonları ile ayırt edilemeyeceği görülmez (Holloway, 2001: 242-243). Bireyin devlet ve sermayeyle olan ilişkisinin birbirinden ayrılması, onun işçi ve vatandaş diye ikiye bölünmesini ve mücadele içinde de ekonomik ve siyasal40 olarak ayrışmış biçimleri ile varolduğu izlenimi verir. Toplumsal organizasyonun bir biçimi, devletin emek ve sermaye ile olan ilişkisinde düzenleyici rolü ve bu rolü gereği yeniden üretim sürecinin bir uğrağı biçiminde çözümlenmesi, kavramsal olarak kapitalist üretim ilişkilerinin çözümlenmesi anlamına gelir. Bu ilişkilerin yeniden yapılanmasının çözümlenmesi ise emek ve sermaye uğraklarının her ikisini birden kapsayacak biçimde toplumsalın yeniden üretiminin biçimi ve esas’ının diyalektik ilişkisi içinde anlaşılmasını gerektirir. Holloway ve Picciotto, devletin gelişmesinin bu ilişkilerin sürekli yeniden yapılanan organizasyonu bağlamına oturtulması gerektiğini söyler (2004: 170 ayrıca bkz: Clarke, 2001: 189). Marx da, toplumun nasıl organize olduğunu/yeniden yapılandığını anlamak için sınıf ilişkilerine bakılması gerektiğini yazar. Bu ilişkilerin bütünselliğinin toplumsal varoluşun birliğini hangi biçimlerde oluşturduğunun anlaşılması gerektiğini belirtir (1973: 100-101). Benzer noktaya dikkat çeken Clarke’in ifadesiyle; “...sınıf mücadelesi yoksa, işçi sınıfının kapitalist toplumsal ilişkilere tabi kılınması kolayca boyun eğmesi zorunluluğunda ise devlet de olmaz. Devletin gelişmesi sınıf mücadelesinin gelişmesinin temel bir aşamasıdır ve bu mücadelenin temel bir biçimi olarak görülmelidir” (2001: 190). Piyasada bir metaa olarak emek gücünün yeniden üretiminin garantiye alınmasının gerekliliği, devletin düzenleyici rolünün ve müdahalesinin artmasını zorunlu kılar. Devletin müdahale, yönetim ve temsil faaliyetleri emek gücünün bir metaa olarak alımı ve satımı çerçevesinde yeniden yapılanır. Devletin bu ilişkilere müdahalesi, sözleşmenin iki tarafı alıcı ve satıcı bireyler olarak yasa önünde aynı haklara sahip eşit bireyler 40 İnsan hakları bahşedilmiş soyut yurttaş ve sözleşme özgürlüğü bahşedilmiş ücretli işçi, aynı ayrılmanın iki tarafıdır (Bonefeld, 2007: 273). 116 biçimindedir (Holloway, 2001: 246). Devlet müdahalesinin kapitalist toplumsal ilişkilerin devamlılığındaki düzenleyici rolü Clarke’in de belirtiği gibi; “..devletin hem maddi bir güç olarak varlığı, hem de onun toplumsal müdahale biçimleri, kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimini güvenceye kavuşturma gerekliliği ile ilişkilidir” (2001:194). Tolumsal ilişkiler biçimi olarak sermayenin varlığının sürekliliğinin sağlanması, kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden yapılanması ve devamlılığı, sermaye ve emek arasındaki ilişkilerin olası krizleri nedeniyle sürekli bir yeniden yapılanmayı gerektirir. Yeniden biçimlenme ile toplumdaki belirli toplumsal ilişki biçimleri yeniden zorlanır ve toplumda sosyal eylemliliği içerecek sürekli bir mücadele durumu ortaya çıkar (Holloway, 2001: 239). Devlet biçimleri, sermayenin bu yeniden biçimlenme aşamasının neden olduğu yeni çelişkileri içeren sürecin bir parçası olarak reforme edilen biçimlerdir. Bunlar, sermaye ilişkisini yeni biçimler altında yeniden oluştururlar. Aynı şekilde, devletin düzenleyici rolü de bu ilişkiyle uyumlu olacak biçimde yeniden yapılanır (Holloway ve Picciotto, 2004:160). Doğrudan siyasal müdahale ise siyasal egemenlik biçimlerinin yeniden yapılanmasını gerektiren kriz dönemlerinde daha bir önem kazanır. Burada kapitalist sınıfın bazı kısımlarının kendi içlerindeki mücadele ayrıca önemlidir. Bu, sermaye ve devlet arasında kapitalist sınıfın çıkarlarının doğrudan temsilinin ardında sermaye sınıfının devlet üzerindeki tahakkümünü güvence altına alacak temel ilişkilere dikkat çekmeyi gerektirir (Clarke, 2001:194). Devletin artı değer üretimi ve yeniden üretimi için gerekli koşullları değiştirerek, toplumun maddi yeniden üretimine müdahale edebilmesi ve bu müdahalenin ekonomik, toplumsal ve ideolojik düzeylerinin anlaşılabilmesi bu sayede mümkün olacaktır. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: TÜRKİYE’DE DEVLETİN DÖNÜŞÜMÜNÜN ANALİZİNDE HAKİM PARADİGMA ve ELEŞTİRİSİ 3.1. TÜRKiYE’DE EKONOMİ-SİYASET İLİŞKİLERİNİN ANALİZİNDE HAKİM PARADİGMA: GİRİŞ Türkiye’de ekonomi-siyaset ilişkisi üzerine birbirlerine karşıt tezler geliştiren iki baskın eğilim, sürekli olarak birbiriyle çatışma içinde oldu. Benzer yöntemsel kaynaktan beslenmekle birlikte, bu eğilimleri birbirinden ayıran temel nokta; Türkiye’de kapitalist ilişkilerin gelişimi konusunda izledikleri stratejik farklılıktır. Başka bir ifadeyle, “Türkiye nasıl kalkınabilir?” sorusuna verdikleri cevaba göre bu yaklaşımlardan biri korumacı, ulusal müdahaleci ve devlet merkezli iken, diğeri dışa açık, entegrasyoncu ve piyasa serbestliğine dayalı politikaları41 izlemektedir (Boratav, 2007: 213). Bugün “bağımsız ekonomik” grubu vurgulayan devlet merkezli kalkınma yaklaşımı, Türkiye’de ulusal rekabeti ve devlet korumacılığını vurgular. Emperyalizme ve küreselleşmeye karşı işçi sınıfının müttefikliği ile devleti birleştirir (Ercan ve Oğuz, 2007: 175). Bu grup, açıkça neoliberal dönüşümün IMF, Dünya Bankası (DB) ve büyük emperyal güç olarak Amerika Birleşik Devletleri (ABD) gibi neoliberal kurumlarına karşı durmakla birlikte, AB’nin birçok reform önerisine de neoliberal ve emperyalist bir proje olduğu gerekçesiyle karşıdır. Birikim üzerindeki dağıtımcı politikalara odaklanan bu yaklaşım, “ekonomik artı”nın farklı sınıflar ve gruplar arasında piyasa ve devlet mekanizması aracılığıyla nasıl yeniden dağıtılacağı konusuna odaklanır (Ercan ve Oğuz, 2007: 187). Bugün bu açıklama tarzı (Yeldan, 2002-3; Somel, 2001-2 ve Boratav, 2007) gibi yazarların çalışmalarından izlenilebilir. Özellikle 1980’lerden itibaren egemenliğini sürdüren ve gündelik söylemde de yaygın kabul gören, klasik liberalizmin temel ilkelerini benimseyen ikinci yaklaşım ise ilkine eleştirel olmakla birlikte, Türkiye’de 41 Boratav, bu iki farklı yaklaşımın Türkiye’ye özgü bir çatışma içinde olmadığını, serbest ticareti ve piyasa mekanizmasını yücelten klasik, neoklasik iktisat okulları ile kapitalizmin gelişimine geç katılan Kıta-Avrupası ülkelerinde özellikle Almanya’da yeşeren korumacı müdahaleci okullar içinde geçerli olduğuna dikkat çeker (2001: 316). 118 devlet-toplum ilişkilerinin Batı’dan farklı ve kendine özgü bir biçimde gelişmesinin sivil toplum ve demokrasinin gelişimini engellediğini ifade eder. Bunun nedeni, Cumhuriyet elitleri tarafından devralınan Osmanlı patrimonyal devlet anlayışı ve bürokratik geleneğinin, ülkede modern anlamda sınıflar, sermaye ve işçi sınıfının oluşumuna izin vermeyişidir. Kapitalistleşme sürecinde bu sınıfların devlet eliyle yapılmış olması ise burjuvaziyi devlete bağımlı kılmış, işçi sınıfının gelişmemiş olması nedeniyle de bu sınıfların kendileri ve devletle aralarındaki bir uzlaşmanın sonucunda oluşacak olan demokratikleşme gerçekleşmemiştir. Dolayısıyla, 1980’lere kadar ki devlet merkezli kalkınma ideolojisinin kuşatıcılığı ve devletin gücü nedeniyle sivil toplum gelişememiş; batıcı, vesayetçi, jakoben, ceberrut nitelikleriyle devlet, her dönemde muhafazakar-dindar-ekonomide serbestlik yanlısı halk kitlelerine baskı uygulamıştır. Ancak bürokratik elitlerin ülkeyi sınıflar üstü kılacak ve kendi çıkarlarını sürdürecek biçimde yönetimi, 1980’lerden itibaren dönüşmeye başlamıştır. Ekonomi ve siyaset arasındaki ilişkileri birbirine özerk gören, bu anlamda da ekonominin teknik, rasyonel ve siyasal etkilerden uzak olduğunda etkin işleyeceği düşüncesindeki bu yaklaşım, tıpkı Weber’de ve liberalizm’de olduğu gibi devleti asgari işlevleri ile tanımlar. Buna göre devletin burjuvazi ve diğer karşıt sınıflar arasındaki çatışmaların yaşandığı sivil toplum alanından uzakta, onlara tarafsız ve özerk konumlanmasıyla demokratik ilişkilerden sözedilebilecektir. İzleyen bölümlerde de açıklanacağı üzere Türkiye’de bu sürecin, 1980 sonrasında, neoliberal ekonomi politikalarının ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik düzeylerde neden olduğu dönüşümle birlikte yaşanmaya başladığı belirtilmektedir. 1970’lerin kapitalist ilişkilerinin krizine çözüm olarak kapitalist dünyada başlayan neoliberal dönüşümü 1980 öncesi ve sonrası karşıtlık biçiminde sunan yaklaşım, 1980 sonrası ekonomi-siyaset ilişkilerinin analizinde başvurulan belirgin söylem olması ve dönüşümün meşruiyetini oluşturacak söylemi üretmesi nedeniyle hakim eğilim olmuştur. Bu yaklaşıma göre, aşağıda da farklı bir biçimde belirtildiği gibi; sermayedar, asker-sivil bürokrasi ve aydınlardan oluşan Osmanlı yönetici sınıfının kapitalist toplumsal ilişkilerle eklemlenmesinde iki farklı strateji 119 ortaya çıkmıştır. Buna göre devlet merkezli kalkınma yaklaşımının dayanağı ilk grup; İttihat Terakki etrafında toplanan ve oradan Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) uzanan, görece daha merkeziyetçi, bağımsızlıkçı ve monarşiyi devirmek için yabancı müdahalesine karşı konumdadır. Daha liberal olan ve serbest piyasa ekonomisi yanlısı diğer kanat ise serbest girişimden, ademi merkeziyetçilikten ve II. Abdülhamit’i devirmek için yabancı müdahalesinden yanadır. İlk grup, 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde belirtildiği gibi, kapitalizmle eklemlenmede kalkınmacı, devletçi, görece bağımsızlıkçı ve aydınlanmacı bir paradigmayı temsil eder. Bu strateji, kısmen 27 Mayıs’da ve 1960-1980 arasındaki Ecevit hükümetlerini saymazsak 1950’den sonra iktidara gelmemiştir. Cumhuriyet döneminde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Fırka, Demokrat Parti (DP), Adalet Partisi (AP), ANAP ve AKP’yi temsil eden ikinci strateji ise kapitalizme eklemlenmede piyasacı, serbest ticaret yanlısı, özel girişimci ve adem-i merkeziyetçi bir duruşu temsil eder (Çulhaoğlu, 2002). İzleyen kısımlarda da görüleceği üzere, Türkiye siyasal hayatını “güçlü merkez-zayıf toplum” ve “bürokratik elitler-siyasal elitler” gibi ikili modellerle açıklayan ikinci yaklaşıma göre bu iki strateji, hep birbiriyle çatışma halinde olmuştur. 1980’lere kadar ilk strateji egemen iken, sonrasında ikinci strateji, Türkiye siyasal hayatının biçimlendirilmesinde etkili olmaya başlamıştır. Başka bir ifadeyle, Türkiye’nin kapitalistleşme sürecine ilişkin iki baskın eğilimden 1980’lere kadar egemen olanı, devlet merkezli kalkınma ideolojisi iken, buna muhalif diğeri, özellikle 1980 “istikrar programı”nın uygulamaya konulmasıyla, en başta piyasa olmak üzere her türlü toplumsal faaliyetin devlet müdahalesinin dışında bırakılması temelinde söylemsel etkinliği artan liberal yaklaşımdır (Yalman, 2002: 316). Devlettoplum ilişkilerini “güçlü devlet- zayıf toplum” merkezi iddiası ile açıklayan ve 1980’lere kadar ki politikaların eleştirisine dayalı liberal yaklaşımın esin kaynağı ise devlet merkezli anlayışın toplum karşısında ekonomi-siyaset ilişkilerinin biçimlenmesinde toplumsal dinamiklerin gelişimini engelledikleri iddiası olup bu, 1980 sonrası sürecin değerlendirilmesininde de temel hareket noktasını oluşturmaktadır. 120 Bu nedenle çalışmanın bu bölümünün amacı, özellikle 1980 sonrası ekonomi-siyaset ilişkilerini devlet merkezli kalkınma yaklaşımına muhalif bir konumdan açıklayan hakim paradigmanın temel tezlerine, “güçlü devlet geleneği”-“güçlü merkez-zayıf çevre”-“bürokratik elitler-siyasal elitler”, ayrılmıştır. Hakim paradigmanın temel tezlerinin 1980 sonrası dönemin açıklanmasında nasıl kullanıldığı ise izleyen üç bölümün konusunu oluşturmaktadır. Bu nedenle bu bölüm, kendisini devlet merkezli yaklaşıma eleştirel bir yerde konumlandıran hakim paradigmanın eksikliklerine ilişkin alternatif bir değerlendirmenin de amaçlandığı çalışmada, devletin dönüşümünün ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik düzeylerine ilişkin çözümlemelerinin yapılacağı izleyen kısımlardaki tartışmalar için de bir giriş niteliğindedir. Bu bağlamda bu bölümde cevabı aranacak temel sorulardan ilki; “Türkiye’de 1980 öncesi ekonomi-siyaset ilişkilerini tanımlamada kullanılan baskın kuramsal çerçevenin ne olduğudur”. Böylece hem çalışmanın izleyen bölümlerinde izi sürülecek olan “1980 öncesi kuramsal çerçevenin sonrasında nasıl dönüştüğü” sorusunun anlaşılabilmesi mümkün olacak, hem de sözkonusu kuramsal çerçevenin ideolojik etkisinin dönüşüm sürecinin meşruiyeti üzerindeki etkisi anlaşılabilecektir. Çalışmanın bu bölümünde ayrıca birinci bölümün ekonomi-siyaset ayrımının kuramsal kökenlerinin tartışıldığı kısımda belirtilmiş olan Weber sosyolojisinin Türkiye siyasal hayatı yazımı üzerindeki etkisinin yanı sıra, özellikle ekonomi-siyaset ilişkisini konumlandırışı itibariyle hakim paradigma ve neoliberal dönüşüm programıyla nasıl örtüştüğü de anlaşılabilecektir. Bu bölümün son başlığında ise, devlet merkezli yaklaşıma yönelik hakim paradigma içinden eğilimlerce yapılan eleştirilerin yöntemsel ve kuramsal eksikliği üzerinde durulacaktır. Bu eksiklik, çalışmanın yöntemsel dayanağını oluşturan eleştirel/açık Marksizm’in “toplumsal bir ilişki biçimi olarak devlet” kavrayışı ile aşılmaya çalışılacaktır. Çalışmanın ikinci bölümünün ikinci kısmında yöntemsel ve kuramsal içeriği betimlenmiş olan bu yaklaşımın toplumsal ilişkilerin bir biçimi olarak devlet analizi, özellikle devlet-toplum ilişkilerine eleştirel ve bütünsel bir kavrayış sunması nedeniyle önemlidir. 121 Çalışmada üzerinde durulacak olan hakim paradigmanın temel tezlerine geçmeden önce yazarlarının kendi içlerinde bütünlüklü bir konumda bulunmamaları, paradigma içinden çıkan iki farklı eğilimin varlığına dikkat çekmeyi gerektirmektedir. Türkiye siyasal hayatına ilişkin bu egemen yazın içinden çıkan iki eğilim; “güçlü devlet geleneği”, “merkez-çevre karşıtlığı” ve “bürokratik elitler-siyasal elitler çatışması” gibi ikili modellerden hareket etmeleri noktasında örtüşürler. Ancak liberal yaklaşım içinden çıkan bu iki eğilim içinde ele alınabilecek yazarların devletin kavramsallaştırılmasında sözü edilen ikiliklerin sürekliliğini ekonomik-siyasal, toplumsal ve ideolojik sorunların nedeni olarak görme konusunda da hemfikir olmalarıyla birlikte kendi içlerinde önemli ayrım noktalarının olması bunu gerekli kılmaktadır. Başka bir ifadeyle, Türkiye’nin kapitalistleşme/modernleşme sürecini güçlü devlet geleneği veya merkez-çevre modeli bağlamında açıklamaya çalışan bu yaklaşım içerisinde ele alınabilecek toplumbilimciler, toplumsal ilişkilerin biçimlenmesi sürecinde siyasete ya da devlete öncelik atfetme ve ekonomik unsurların analizlerine dâhil edilip edilmemesi noktasında kendi içlerinde farklılaşmaktadırlar. Birbirlerinden farklılaşan yanlarının kabulü ile siyasal analiz yapan Heper, Mardin, Kazancıgil, Keyman, Özbudun, Köker ve Göle gibi yazarların eleştirisi demokratik toplumun gelişimini engelleyen bir unsur olarak “güçlü devlet”in rolü üzerinedir (benzer değerlendirmeler için bkz: Yalman, 2002; Dinler, 2003; Güngen, 2006; Güney, 2006; Bozkurt, 2008). Buna karşılık Öniş, Buğra, Keyder ve Sayarı gibi yazarlar ise özellikle azgelişmiş ya da kapitalist ilişkilere sonradan dahil olan toplumlarda ekonomik kalkınmada devletin siyasal rolüne, devlet ve özel sektör arasındaki işbirliğine dikkat çekmektedirler (Öniş, 1992; Keyder, 1987; 2007; Buğra, 2010 benzer değrlendirme için bkz: Yalman, 2002; Güney 2006; Bozkurt, 2008; Ercan 2009). Görüldüğü gibi, Türkiye siyasal hayatı yazını içinde kapitalist ilişkilerin analizinde devlete verdikleri merkezi rolle onun gücü ve kapasitesinin önemine dikkat çeken hakim paradigma içinden bu yazarlar, güçlü devlet’in kapitalist girişimci bir sınıfın oluşumunu geciktirdiği ya da toplumsal güçlerin siyaseti biçimlendirmesini engellediği iddiasındadırlar. 1980 sonrası ekonomi- 122 siyaset ilişkilerindeki dönüşümü sivil toplum ve demokrasi bakımından olumlayan bu eğilime göre, devlet toplumun üzerinde ve ona özerk bir konumda durmalıdır. Devlet-toplum ikiliğinin başından kabul edildiği bu yaklaşımda örneğin, ilk eğilimde vurgu siyasetin merkeziliğine yapıldıkça, ekonomik unsurlar analize dâhil edilmemekte, siyasetle birlikte ekonomik unsurların da analize dâhil edildiği ikinci eğilimde ise ekonomik unsurlar analize dahil edilirken toplumsal güçler ve devlet arasındaki ilişkinin bütünlükten uzak kavranması nedeniyle analiz sorunlu görünmektedir. İlk grup yazarlar siyasal-kültürel analiz yapmakta iken, ikincisi siyasetin yanı sıra ekonomiyi analize42 dahil etmektedir. Ancak, her iki grubun birden yöntemsel olarak devleti toplumsal ilişkilerin dışında ve uzağında gören Weberyen Weber’in ekonomi-siyaset ideal tiplerinden ilişkisinin iyi etkisinde gelişmiş oldukları rasyonel bir söylenebilir. bürokrasinin kurumsallaşması, teknik bir kategori olarak görülen modern ekonomik kurumların gelişimi için zorunludur. Toplumun evrensel çıkarlarının bir acentası olarak görülen devlet, politikalarının etkin bir şekilde uygulanmasının aracı olan rasyonel bürokrasiyi kurduğunda özerkliğini sağlamlaştırabilecektir. Dolayısıyla devlet, belirli bir siyasal alanda yönetsel kapasitesini mevcut toplumsal ilişkileri sürdürmek için kullanmaktadır. Burada devletin kendisi başlı başına bir amaç olduğundan çıkarları toplumsalın üzerindedir. Devlet toplumsal sınıflarla herhangi bir etkileşim içinde de olmadığından toplumun üzerinde ve ona biçimini veren bir özne konumundadır. 42 Modernleşme Okulu, Batı dışı toplumların ancak Batılı ülkelerin modelini uyguladıkları takdirde modern siyasi yapılara kavuşabileceklerini söyler. Modernleşme kuramı ise geleneksellikten modernleşmeye doğru düz bir çizgi halindeki ilerlemeyi ifade eder. Süreklilik tezini savunanlar, bunun kesintisiz bir biçimde sürdüğünü, savunmayanlar ise 1923 TC’nin kuruluşu ile başladığını iddia ederler. Dolayısıyla modernleşme kuramı içinden hareket eden, ancak “süreklilik tezi”ni savunmamakla birlikte Kemalist ideolojiyi olumlayan yazarlar da siyasal-kültürel analiz yapmaktadırlar (ayrıca bkz: Kansu, 2006). Bizim çalışma, ekonomik-siyasal, toplumsal ve ideolojik düzeyler arasındaki ilişkileri esas aldığından burada anılan yaklaşımların hepsine birden bir eleştiri sunmayı amaçlar. Siyasal ve kültürel analize eleştiri yöneltirken hem devlet merkezli kalkınma ideolojisine, hem de onun eleştirisini analiz ederken daha çok onun eksikliklerini ortaya koymayı amaçlar. Bunu yaparken de toplumsalın görünümünün bir biçimi olarak devletten sözeder. 123 3.2. TOPLUMSAL İLİŞKİLERİN ANALİZİNDE HAKİM SÖYLEM:“GÜÇLÜ DEVLET GELENEĞI TEZİ” ve TEMEL YAKLAŞIMLARI Liberal yaklaşım içinden yapılan “güçlü devlet-zayıf toplum” tezinin eleştirisinin dayanağı, Osmanlı’dan bu yana süregeldiği43 düşünülen toplumdan kopuk, toplumun taleplerine duyarsız ve ona hükmeden “gücü kendinden menkul” bir devlet imgesine karşı tavır almasıdır (Yalman, 2002: 316). Bu görüş, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne miras alınan baskıcı bir devletin toplumsal alanda kurmuş olduğu hâkimiyetini 1980’lere kadar sürdürdüğünü iddia eder. Buna göre devletin baskıcı karekterinin nedeni, kendilerini devletin sahipleri olarak gören bir grup bürokrat elitin/sınıfın, devletin bekası adına ulus-devletin kuruluş döneminde tepeden reformlar ve modernleşme ile sonrasında da bunların koruyucusu olarak varlığını yeniden üretme çabasıdır. Bu iddia’nın temel sorunsalının; egemen ideolojinin “devleti kurtarmak” adına toplumsal güçleri bastırdığı, güçlü devlet-zayıf toplum’u yarattığı (Heper, 2006; Mardin,1973; Kazancıgil,1990; Köker, 2008; İnsel, 2009) biçiminde konulmuş olması, eleştiren ve eleştirilenin benzer kuramsal44 ve kavramsal çerçeveden hareket etmesi nedeniyledir. Güçlü devlette somutlaşan devlet merkezli kalkınma ideolojisi ve bunun eleştirisini üstlenen hakim paradigmanın dayandığı ortak kuramsal çerçeve; özetle ‘modernleştirici seçkinler/bürokratik elitler’ olarak tanımlanan karizmatik liderlik ve bürokrasinin geleneksel bir toplumun dönüştürülmesinde belirleyici bir rol üstlendiği üzerinedir. Daha önce de ifade edildiği gibi buradaki temel ayrım noktası, kapitalist dünya ekonomisine eklemlenme sürecinde iki yaklaşımın farklı strateji benimsemiş olmasıdır. Devlet merkezli kalkınma ideolojisine45 göre ulus-devletin kuruluş aşamasındaki kadro, 43 Süreklilik tezini savunanlar, savaş öncesi ve sonrası dönem arasında bürokrasi gibi bazı önemli kurumların 1840’lardaki Tanzimat döneminden beri sürekliliğini koruduğunu iddia ederler. Kopukluk tezini savunanlar ise 1923 öncesi geleneksel yapı ile sonrası kurulan cumhuriyetçi yapı arasındaki farklılıkları temel almaktadırlar (Kansu, 2006: 7). 44 Her iki tartışmanın da “modernleşme” kuramı içinde kaldığı söylenebilir. 45 Resmi ideoloji; bir devletin verilmiş bir tarihsel zaman diliminde kendini meşrulaştırmak için tüm topluma çeşitli yollardan yaydığı görüşler iken, egemen ideoloji bir tarihsel çağın sınıfsal egemenlik ilişkileri tarafından belirlenen tabi sınıflara da çeşitli yollardan aktarılan tüm toplumsal formasyonun üretimine katkıda bulunan ideoloji olup, somut bir durumda egemen ideoloji resmi ideolojiyi 124 ülkenin siyasal-ekonomik bağımsızlığını gerçekleştirip modernleşme yolunda önemli adımlar atmıştır. Liberal yaklaşıma/hakim pardigmaya göre ise ise bu kadro, yani bürokratik elitler kendi varlıklarının devamı için devleti amaçlamakta bu nedenle de toplumsal güçlerin gelişimini engellemektedirler. Burada öne çıkan temel tartışma; baskın Türkiye tarih yazımında vurgunun her zaman 1923 yılında kurulan cumhuriyet rejimi ile çizgisi belirlenmiş bir kesin kopukluk olduğu ve Osmanlı’dan Türkiye’ye miras “güçlü devlet”in sürekliliği iddiası arasındaki gerilimi oluşturmaktadır. Bu tez’e göre de Türkiye bu dönüşümü, Atatürk’ün karizmatik önderliğinde ve emrindeki seçkin bürokrasi ile parti aygıtının denetiminde bir devrim46 geçirmeden, yani toplumdaki güç ve mülkiyet ilişkilerinde bir el değiştirme olayı yaşanmadangerçekleştirmiştir (Kansu, 2006: 12-13). Dolayısıyla, hem devlet merkezli kalkınma, hem de liberal yaklaşımda modernleştirici elitler/yönetici elitler ya da bürokrasi dönüşümün temel aktörü olarak alınmaktadır. Şu farkla ki; ilkinde 1923 öncesinde Türkiye’nin kurtuluşunu sağlayan askeri bürokrasinin reformcu gündemi ön plana çıkartılarak incelenen Türkiye siyasal ve ekonomi tarihinde modernleştirici seçkinler/bürokratik elitler olumlanırken 47, diğerinde “güçlü devlet-zayıf toplum” söyleminde, toplumsal güçlerin gelişimini engellemeleri nedeniyle eleştirilmektedirler (ayrıca bkz: Kansu, 2006: 13; Ahmad, 2002: 11-2). Türkiye tarih yazınında kabul görmüş olan modernleşme kuramı içinden yapılan iki tartışmadan eleştirel olanı, özellikle 1970’lerden sonra Mardin, Heper, Kazancıgil, Özbudun, Köker, Keyman, Öniş, Buğra, Keyder gibi yazarların devlet merkezli kalkınma ideolojisinin “güçlü devlet”inin otoriteryan niteliği ve ekonomik kalkınmadaki işlevi noktasında tamamlamaktadır (Savran, 1985: 195). Burada egemen ideoloji; Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadronun benimsediği ideolojiyi ifade etmektedir. 46 Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne süreklilik tezini savunanlarca bu bir devrim olmayıp, yönetici elitlerin toplumu aşamalı bir dönüşümden geçirmesi iken, süreklilik tezini savunmayanlara göre kesin bir kopuş olması nedeniyle bir devrimdir (Kansu, 2006). Savran’a göre ise gerek devletin yapısında, gerekse toplumsal ilişkilerde burjuva toplumsal-iktisadi formasyonun ve kapitalizmin hızla gelişmesinin yolunu açacak önemli değişikliklerin gerçekleştiği 1920’li ve 30’lu yıllarda yaşanan süreç bir “kitlesiz sosyal devrim” olarak nitelenmelidir. Burjuva toplumuna doğru atılan kesin bir adım olması nedeniyle tarihsel bir kopuş sözkonusudur (Savran, 1985: 193-4). 47 Bu eserlere örnek olarak; (Suna Kili, 2006), (Emre Kongar, 1999), (İsmail Cem, 1998) gösterilebilir. 125 toplanmaktadır. Bu yazarların48 eleştirilerinin hedefi olan ve kopukluk tezini savunanların temel iddiası kısaca; Türkiye’nin ondokuzuncu yüzyıl sonunda koloni satatüsüne düşen bağımlı bir devlet olma halinden, siyasal anlamda yeni rejimle kökten bir değişiklik ve ekonomik anlamda da yabancı müdahalesinin kaldırılarak “bağımsız” gelişmenin gerçekleşmesi ile sona erdiğidir (Kansu, 2006: 5-6). Bu tezi savunanlar daha sonra Türkiye Devleti’ni kuran kadronun/asker-sivil bürokrasinin uyguladığı ekonomi politikaları sayesinde hızlı kalkınmanın başladığını ve “bağımsız ekonomik yapı”nın bu politikalarla kurulduğundan söz etmektedirler. Özellikle 1920’lerin sonundan itibaren devletin ekonomik kalkınmada artan siyasal rolüne ve 1960’larda ithal ikameci kalkınma stratejisine dikkat çekerler. Kadrocular, Yön Dergisi ve çok sayıda kalkınmanın sanayileşme anlamına geldiği, bunun da geri kalmış bir ülkede “dışa karşı koruma içte ise devlet eliyle sağlanan planlı bir birikimle” gerçekleşeceği görüşünü paylaşan yazarlar49 bu gruptadır (Boratav, 2007: 24). 1980’lere kadar Türkiye’de ekonomi ve siyaset ilişkilerinde baskın olan bu devlet merkezli kalkınma yaklaşımı, sonrasında kapitalist ilişkilerin aldığı yeni biçimlere bağlı olarak ikinci stratejiye50 doğru dönüşüm gerçirmiştir. Liberalizmin serbest piyasa, özgür girişim, sınırlı devlet gibi temel niteliklerini benimseyen ikinci yaklaşımın aşağıda açıklanacak olan temel tezleri, 1980 sonrası ekonomi-siyaset ilişkilerinin dönüşümünün de meşruiyetini oluşturduğundan burada üzerinde durulması gerekmektedir. Bu tezlerin 1980 sonrası dönüşümü nasıl açıkladığı, açıklarken nasıl dönüştüğü ve dönüşüm 48 Kansu hem süreklilik, hem de kopukluk tezini savunanları bu tartışmayı 1908’den değil 1923’de TC’nin kurulmasından itibaren başlattıkları için eleştirir. Kopukluk ve süreklilik tartışmasının araştırıcıların milliyetçilik ve Kemalist ideolojiye bağlılık derecesine göre konumlandığını belirten Kansu, kopukluğun 1923’ün koşullarını hazırlayan 1908’den itibaren başladığını söylemektedir (2006: 20). 49 Bu yazarlara Doğan Avcıoğlu (1996) ve İsmail Cem (1998) örnek gösterilebilir. 50 Burada altı çizilmesi gereken nokta; çalışmanın birinci bölümünde de belirtildiği gibi, tarihsel olarak liberalizmin daha devletçi, planlamacı ve devlete sosyo-ekonomik alanda geniş işlevler yükleyen Kıta-Avrupa’sı kökenli olanından, klasik liberalizmin serbest piyasa ekonomisi, bireycilik, sınırlı devlet gibi temel ilkelerini benimseyen Anglo-Sakson kökenli olanına doğru kaymakta olduğudur. Bu, sadece Türkiye’ye özgü olmayıp, kapitalizmin krizlerine karşı ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik yeniden yapılanmanın aldığı biçimlerle ilgilidir. 126 süreci üzerindeki ideolojik etkisi ise çalışmanın izleyen, üçüncü-dördüncü ve beşinci bölümlerinde tartışılacaktır. 3.2.1. Osmanlı’dan Miras Patrimonyal Devlet Anlayışı Batı merkezi devletleri ve onu takip eden modern ulus devletlerle karşılaştırıldığında Osmanlı devlet yapısının özgüllüğünden hareket eden Mardin, hem onyedinci yüzyılın ortasında Batı Avrupa’da çıkmış olan Leviathan51’ın, hem de sonrasında ulus devletin Osmanlı imparatorluğu kurumlarının gelişiminde etkili olduğunu söyler. Ancak özellikle “modernleşme” sürecinde Osmanlı devleti, hükümet reformları için Batılı biçimleri model almasına rağmen, toplumsal kurumlarının farklılığı nedeniyle Leviathan ve modern ulus-devlete karşıt yapılar sunmuştur (Mardin, 1973: 169). Türkiye siyasal hayatını Batı-Avrupa toplumsal biçimindeki gelişmeleri referans alarak açıklayan Mardin’e göre bu karşıtlığın nedeni, Osmanlı’da toplumsal güçler, devlet ve toplum arasında Batı’dakine benzer bir uzlaşmanın çerçevesini çizen sözleşme geleneğinin bulunmayışıdır. Başka bir ifadeyle, modernleşme öncesinde Batı devletlerini şekillendiren toplumsal güçlerle Osmanlı’nınkilerin farklı oluşudur. Mardin’e göre bu farklılık, Batı devletinin feodal öncülleri, feodal soyluluk-kentler-kentliler ve sonra sanayi emeği gibi toplumsal güçler ve devlet arasında modern ulus-devlete geçişte uzlaşmalara neden olan çatışmaları52 içermesidir. Bu uzlaşmalar sonunda Leviathan ve ulus devlet yapıları görece iyi eklemlenirken, merkezin içinde bazı çevresel bütünleşmeler içerilebilmiştir. Örneğin feodal malikler, ayrıcalıklılar ya da işçilerin siyasette özerklikleri kabul edilerek siyasetle bütünleşmeleri gerçekleşmiştir (Mardin, 1973: 171). Mardin’i izleyerek BatıAvrupa sözleşme geleneğine referans veren Heper’e göre de, Batı’da mutlak monarşilerin yükselişi sırasında, devletin girişimci orta sınıfı güçlendirecek 51 Mardin, ilgili makalesinde (1973) Hobbes’un Leviathan’ına atıfta bulunur. Hem onyedinci yüzyılın ortasında Batıda çıkmış olan Leviathan, hem de sonrasında ulus-devletin Osmanlı imparatorluğu kurumlarının gelişiminde önemli rolü olduğunu söyler. Leviathan ve ulus-devlet’in Türkiye tarihi için önemi Osmanlı kurumlarıyla zıt yapılar sunmasındandır. 52 Merkez ve çevre arasındaki çatışmalar; kilise ve devlet, ulus devlet inşacıları ve yereller, üretim araçları sahipleri ve sahibi olmayanlar arasındadır. 127 merkantilist politikaları benimseyerek bu sınıfa yardım etmesi, sonrasında da hakem rolünü üstlenmesi, kapitalist ilişkilerin başlangıcı için önemli olmuştur. Bu toplumlarda devlet, ”bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” tarzı bir ekonomi ve hukuk politikası benimseyerek ekonomik ve siyasal hayata belli ölçüde müdahale eden pozitif bir devlete dönüşürken, Osmanlı ve Türkiye toplumlarında özerk toplum ve devlet arasında kapitalist ilişkileri başlatacak herhangi bir karşılaşma mümkün olmamıştır (Mardin, 1973: 169; Heper ve Güney, 2000: 76; Heper, 2006: 176-177). Bu çalışmalarda toplumsal güçler arasında karşılaşma ve çatışma ile sonuçlanacak bir toplumsal sözleşmenin yasal çerçevesinin kurumsallaşmaması, Osmanlı ve Türkiye toplumsal yapısının bir özgüllüğü olarak sunulmaktadır. Bu farklılık, Batı’nın mutlakiyetçi devletlerinden ayrı tutulmasının ve merkantalist ekonomik gelişmenin ortaya çıkmamasının da nedeni olarak görülmektedir. Başka bir ifadeyle, kapitalist ilişkilerin kuruluş sürecinin Batı-Avrupa ülkelerindeki gibi olmaması, bürokrasinin yönetici sınıf olarak merkezi özel bir konumda bulunmasına ve toprak sahibi bir ticari oligarşinin bulunmamasına, yani feodal ilişkilerin yokluğuna neden olmuştur. Bu ilişkilerin yokluğu, Osmanlı toplumsal gelişmesini dünyadaki diğer örneklere benzer bir yol izlemekten alıkoymuştur (Keyder, 1987: 66) Bu yaklaşıma göre, Batı-Avrupa’dakine benzer bir devlet-toplum uzlaşmasını sağlayan unsurların Osmanlı’da bulunmayışı, Osmanlı toplumunun normalden sapan bir örnek olarak alınmasını gerektirmektedir. Yalman’a göre devleti kavrayışın farklı bir ontoloji ihtiyacı olduğu düşüncesi; bu çalışmalarda Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne süreklilik gösteren toplumun özgül epistemolojik posizyonunundan hareket etmeyi gerektirmiştir (2004). Bu özgül yapı, Osmanlı toplumunda rasyonel ekonominin, yani kapitalist ilişkilerin gelişememe nedeni olarak gösterilen patrimonyal devlet yapısının varlığıdır. Weber’in iktidarın kaynağını gelenekte gördüğü ideal tiplerinden birine denk gelen patrimonyal devlet; Osmanlı’daki güçlü devlet geleneğinin Türkiye Cumhuriyeti’ndeki sürekliliğini vurgulamak için kullanılır. Osmanlı özgüllüğünü tanımlamada kullanılan patrimonyalizm kavramı ise; hukuki egemenliğe dayalı rasyonel ideal tiple karşıtlık içinde, geleneklere 128 göre yönlendirilen, fakat kişisel ve mutlak hukuka dayalı bir egemenlik türünü ifade eder. Bu tip örgütlenmelerde rasyonel yasa yapma süreci olmadığından, üyelerin görevleri belirsiz tanımlanarak, haklar ve ödevler yöneticinin eğilimlerine bağlı kalmıştır (Weber, 1978: 217). İnsel’e 53 göre bu kavramın kullanılma nedeni, bürokratik davranışların incelenmesinde ve özellikle çağdaşlığın akılcı-yasal bürokratik davranışlarını tanımlamada bir aşama konumunda olması nedeniyle önemlidir (İnsel, 2009: 29). Bu anlamda bürokratik patrimonyal davranışların diğer davranış modellerini karşılaştırma yöntemiyle belirlemeye yarayan bir ayna-kavram konumunda kullanılmaktadır. Bu anlamda kavram, çağdaş bürokrasilerdeki akılcı-yasal davranışları zıtlama yönünde bir tanımlamayı ifade eder. Heper’in de ifade ettiği gibi Batı’da kapitalist ilişkilerin gelişimi içinde genel eğilim, yönetsel yapının teknik uzmanlığa sahip araçsal bir yapı olarak görülmesidir. Bu süreç kameralist bilimler54in gelişimi ve hikmet-i hükümet kavramında aksini bulan özsel rasyonalitede ısrar etmemeyi, patrimonyal özellikler göstermemeyi ve kamu bürokrasini teknik becerilere sahip bir araç olarak algılamayı içerir. Weber’in yasal-rasyonel bürokrasisinin temeli, yönetim-siyaset ayrımının gerçekleşeceği bu tür bir yapılanmada verimlilik kavramı da artık siyasal değil, siyasal iradenin altında çalışan bürokrasiye özgü bir olgu olarak düşünülmeye başlanır ve siyasal kadroların formüle ettikleri kamu politikalarını etkin ve verimli bir şekilde uygulamaya hizmet eden uzmanlık olarak ele alınır (Heper ve Güney, 2000: 77; ayrıca bkz: Weber, 2002). Türkiye tarihini anlamak için Osmanlı patrimonyalizmi iki boyutta incelenir. Buna göre patrimonyalizm, Osmanlı’da bürokratik davranış örüntüsünün yanı sıra “siyasi içtimai” bir yapının bütününü tanımlamaktadır. Bu, devlet ve Sultan’ın birbirlerinden ayırt edilemez olduğu, toprak ve toprağın üzerinde yaşayanların da doğal olarak aynı “mülk”e dâhil oldukları bir yapıdır (Weber, 1978: 232; İnsel, 2009: 29-30). Dolayısıyla, Osmanlı 53 İnsel, patrimonyalizm kavramının bir ideal tip görünümünde olmasına rağmen, tam anlamıyla tanımlanmış ve sınırları iyi çizilmiş bir alana oturtulmadığını da ilave eder (2009: 39). 54 Kameralist bilimler, siyasetten ayrı rasyonel-teknik yönetim ilkelerinin gelişmesi bakımından modern devletin kamu yönetiminin gelişiminin ilk aşamalarına tekabül eder. Bu, Weber’in siyasetten ayrı, kişisellikten arındırılmış, verimliliği hedefleyen ve uzmanlığa dayalı yönetim anlayışıdır. 129 devlet yapısının patrimonyal niteliği, Weber’in siyasal egemenliğin ya da iktidarın kaynağına göre Doğu ile Batı arasında farklı feodalizm biçimleri olduğunu söylemesi ile ilgilidir. Egemenlik Batı-Avrupa’da kral ve feodal lordlar arasında bölünmüş bir biçimde iken, Doğu’da merkezi siyasal erkin güçlü olduğu, bölünmemiş egemenlik biçimindedir (Kazancıgil, 1990: 192). Devletin siyasal iktidarının gücü; diğer toplumsal güçler üzerinde vergi toplama biçimi ve üretimin miktarının devlet tarafından belirlenmesi gibi alanlarda açıkça görülür. Osmanlı toplumsal yapısının ise küçük köylülük, devlet memurları konumundaki tımar sahipleri ve devlet yöneticilerinden oluşması patrimonyal çıkarları yeniden üretecek bir örgütlenme tarzıdır. Osmanlı tarihini Batı feodalizminden farklı kılan bu örgütlenme biçimi, devlet gelirlerinin son derece merkezi bir biçimde toplanmasına neden olur. Verginin toplanması Osmanlı iktidarının vergi mükellefleri üzerindeki müdahale sınırlarını çizer. Osmanlı siyasal bölünmesi de bu eksen etrafında oluşur. Bir tarafta vergi verenler genel anlamda reaya, diğer tarafta vermeyenler, yani devlet katındakiler (Weber, 1978: 254; İnsel, 2009: 30). Patrimonyalizmin ikinci boyutu, egemenliğin uygulanmasının meşruiyetidir. Osmanlı egemenliğinin meşruiyeti, cemaatlerin farklılığının garanti edilmesinden geliyordu. Osmanlı devleti, Sultanın kul’uydu ve her türlü cemaat, kültür ve toprak bağından kopuk bir zümre tarafından yönetiliyordu. Dolayısıyla “devlet adamı”nın siyasi kişiliği de ancak ve ancak devlet katında yer almasından kaynaklanmaktaydı. Buna göre “devlet adamı”, şahsi varlığını devletin varlığı dışında düşünemediğinden siyasi bakışının bir tek açısı olabilmektedir; “devletin bekasını sağlamak” (İnsel, 2009: 37). Buna göre, Türkiye’de bürokratik davranış kod’unu oluşturan bu patrimonyal siyasal kültür, Osmanlı siyasal normlarının imparatorluğun birçok yüzyılında gelişip ortaya çıkmış olup, ‘çağdaş’ Türkiye siyasetini çeşitli biçimlerde etkilemeye devam etmektedir. Örneğin bu yaklaşım içinden Heper, Türkiye’de siyaset yapma pratikleri üzerinde Osmanlı mirasının etkisini vurgular ve değişimden ziyade, neden halen devam ettiği sorusunun cevabını (2000: 63), varlığı “devletin varlığı”na bağlı bürokratik elitlerin kendi yeniden üretimlerinde görür. Yani iktidarın meşruiyetini herhangi bir somut 130 toplumsallığa değil, Osmanlı devleti iktidarının bekasını tehlikeye atmamak için otoritenin tümüne veya bir kısmına rakip veya talip olabilecek yerel ve özerk iktidar merkezlerinin varlığına karşı çıkılmasına dayandırılır. Statükonun korunması için tüm merkezkaç siyasi güçlerin yok edilmesi bunun sonucudur (İnsel, 2009: 37; Keyder, 2004). Dolayısıyla bu yaklaşıma göre, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne doğru yapısal ve kurumsal olarak bir kopuş olmasına rağmen, fikirsel ve davranışsal süreklilik devam etmektedir. Buna göre süreklilik; ulusal kurtuluş hareketinin temelindeki devlet seçkinlerinden oluşan bir grubun Osmanlı devletinin çözülmesine gösterilen tepki sonucu, kendi varlıklarının yeniden üretimi için devletin kapasitesini ve alanını yeniden kurmaları ile devam etmiştir (Kazancıgil, 1990: 185). Patrimonyal kültürün bir sonucu olarak Osmanlı’dan alınan bu güçlü devlet geleneği, Türkiye Cumhuriyeti döneminde de ekonominin ya da toplumun, çatışma yaratıcı ve merkezkaç potansiyeller bakımından devletin merkezi otoritesini yıpratacak bir tehlike olarak algılanmaya devam etmiştir. Bu nedenle hem ekonomik kalkınmanın, hem de toplumsal grupların olası güçlenme tehlikesinin giderilmesi için çözüm; devletin kendisinin ekonomik yapıyı kurması ve kurduktan sonra da bunu yakından denetlemesi olmuştur (İnsel, 2009: 50; ayrıca bkz: Keyder, 1987; Öniş, 1992). Hakim paradigma içinden ikinci eğilime göre ise toplumsal ilişkilerin Batı-Avrupa’dakine benzer biçimde şekillenmemesi hem Osmanlı, hem de Türkiye’yi kapitalist dünya devletleri arasında bir “çevre” ülke konumuna sokmuştur. Bu nedenle bir “çevre” ülkesi olarak hem Osmanlı, hem de Türkiye’de güçlü devletin nedeni, kapitalist dünya ekonomisi karşısındaki güçsüzlük ve ekonomik açıdan baskın olan Batı güçleri karşısında hiçbir özerkliğinin bulunmayışıdır. Türkiye’nin kapitalist dünya sisteminden bağımsız bir politika izlemesi mümkün olmadığından, bu politikaların uygulanabilmesi devletin yönetsel kapasitesinin artmasına neden olmuştur (Keyder, 1987: 81). Yaklaşım içinden başka bir yazara göre, Cumhuriyeti kuran elitlerin otarşik ekonomi politikaları kurmak için eğilimli olmalarının nedeni, Türkiye toplumunun Batı-Avrupa toplumlarının modernlik seviyesinde 131 olmaması yüzünden asker-politikacıların merkezi yönetimin bütün toplumu değiştireceğini, ekonomik faaliyetleri de içeren değişikliklerin de sadece modernleşme yoluyla olacağını düşünmeleridir (Krueger-Turan, 1993: 334). Başka bir ifadeyle, hem ulus devletin kurulma aşamasında devlet tarafından yönlendirilen ekonominin asker-sivil bürokratlarca biçimlendirilmesi, hem de liberalleşme sürecinde yüksek merkezileşme geleneği ve zayıf sivil toplumla kökleri Osmanlı’dan gelen patrimonyal gelenek, ülkenin tarihsel ve kurumsal koşullarının şekillenmesinde etkili olmuştur (Keyder, 1987; Öniş,1992: 8; Köker, 2008: 180; İnsel, 2009: 50, Buğra, 2010: 138). Nitekim toplumsal ilişkileri kültüre referansla açıklayan bu yazarlar gerek devletin ekonomideki yönetsel kapasitesinin yükseldiği 1980’lere kadar, gerekse neoliberal politikaların yoğunlaştığı sonraki aşamanın her ikisinde de Osmanlı’dan devr alınan devletin otoriteryan niteliğinin farklı biçimlere evrilerek devam ettiğini belirtmektedirler. Özellikle kapitalist ilişkilerin kurulması sırasında ve sonrasında bu ilişkilerin yeniden üretimi ve sürdürülmesinde devletin ‘zor’ karakterinin niteliğini “güçlü devlet geleneği” söylemi ile açıklayan yaklaşım, toplumsal sınıfların kendileri ve devletle aralarındaki mücadeleleri analizlerine dahil etmemektedirler. 3.2.2. Toplumsal İlişkilerin “Güçlü Merkez- Zayıf Çevre” İkiliği ile Analizi Mardin (1973), “Türk-Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez Çevre İlişkileri” adlı makalesine Shills’in “toplumun bir merkezi vardır” cümlesiyle başlar. Toplumları birbirinden farklı kılan ise belirli toplumların diğerlerinden daha güçlü merkezlere sahip olmalarıdır (Shills, 1961 Akt. Mardin, 1973: 169). Merkezin güçlü olmasını zayıf toplumla, ya da tam tersi, açıklayan bu yaklaşıma göre, merkez ve çevre arasında uzlaşmaya dayalı bir “toplumsal sözleşme” ile sonuçlanabilecek çatışma ortamının Osmanlı’da, devletin toplumu mutlak kontrolü ve denetimi yüzünden, oluşamaması Batılı anlamda bir sivil toplumun gelişimini engellemiştir (Mardin 1973; Heper ve Güney, 2000; Heper 2006; İnsel, 2009; Heper ve Keyman, 2008 ). Burada sivil toplum kapitalist ilişkilerin eyleyicisi burjuva/girişimci sınıfını vurgular daha çok. Türkiye ekonomi-politiğini “güçlü devlet geleneği” 132 üzerinden açıklayan analizlerde de Osmanlı-Batı karşılaştırması modern kapitalist devletin oluşum sürecinde devlet ve toplumsal güçler arasındaki ilişkide özellikle burjuva sınıfına referans verilerek yapılmaktadır. Örneğin Osmanlı’da ekonomik bakımdan aktif olan ayan grubunun patrimonyal bürokrasi içinde kalması, gücünü piyasadan ve özel mülkiyetten alan ekonomik faaliyetle uğraşacak kültürel davranış niteliklerine sahip bir sivil topluma dönüşmesini engellemiştir (Kazancıgil, 1990: 193). “Aşkın devlet”55 geleneğinin etkisi altındaki Osmanlı-Türkiye siyasetinin karşılaştığı güçlükler nedeniyle de siyaseti etkileme gücü olan bir aristokrasi ve girişimci orta sınıflar ağırlıklı bir siyaset örüntüsünün gelişimine izin verilmemiştir (Heper ve Güney, 2000: 77; 2006: 248-9). Bu analize göre, patrimonyal davranış örüntüleri nedeniyle 1970’lerin sonuna kadar Türkiye bürokrasisinin, “kadiri mutlak devlet”I, özel sektöre ya da toplumda özerk bir güç olarak gelişme eğiliminde olan herhangi bir gruba şüpheyle bakma eğiliminde olmuştur56. Benzer biçimde Keyder’de Cumhuriyet dönemi için özellikle 1980’lere kadar devam eden bürokrasi ve işadamları arasında karşılıklı şüpheden sözetmektedir (2007: 200). Başka bir çalışma ise devletin “iş hayatına” yönelik belirsizlik yaratan müdahalelerinin, Türkiye’de iş hayatında karşılaşılanan önemli zorluk olduğunu vurgulamaktadır (Buğra, 2010: 138141). Türkiye’de Batılı anlamda bir girişimci sınıf olamaması ya da burjuvazinin kendi özerkliğini sağlamaya çalışmak yerine, hep iktidara “sırtını dayaması” ve iyi geçinmeye çalışmasının nedeni de yine Osmanlı’nın bu sınıfı hor görmesinin bir sonucu olarak yorumlanmaktadır (İnsel, 2009: 37). Bunun nedeni, ülkedeki siyasal sistemin açılımı sürecinde merkezin farklı ekonomik kesimler ile karşı karşıya gelmemiş olması; merkezin inatçı ve 55 Siyasetin temelde liderlik ve halkın eğitilmesi olarak anlaşıldığı “aşkıncılık”, son kertede görevin kutsallaştırılmasını ve insanın tüm enerjisini, bu kutsal görevin ifası için harcamasını ifade eder. Güçle kurulan ve güçle devam ettirilen devlet, aşırı aşkın yönetimin bir özelliğidir. Siyasetin normal bir faaliyet, çeşitli görüş ve çıkarların uzlaştırılma etkinliği olarak görüldüğü “araçsalcılık” ise özgürlük, farklılık ve çoğulculuğu ifade etmektedir (Berki, 1979: 5 akt: Heper, 2006: 27-28). Bu yönelimlerin aşırı biçimlerine, yani aşırı aşkıncılık ve aşırı araçsalcılığa toplumun ve devletin etkinsizleştirildiği yönetim biçimlerinde rastlanmaktadır (Heper, 2006: 28). 56 Örneğin Avrupa tarafından desteklenen ve özel girişim için borç verilen gayri-Müslimlere şüpheyle bakılmaktaydı. 133 etkin yerel zümrelerin talepleriyle karşı karşıya kalmamasıdır (Heper, 2006: 175; İnsel, 2009: 37). Batı-Avrupa’dakinin aksine, temel toplumsal dinamikler arasındaki karşılaşmanın tek boyutlu olması, devlet ve toplumsal güçlerin çatışma zemininde karşı karşıya gelmemeleri57, merkez ve çevre arasında bir uzlaşmayı değil, karşıtlığı getirmişti. Bu yazarlara göre merkez ve çevre arasındaki bu yarılma, farklı biçimlerde Türkiye siyasetine uzanarak varlığını devam ettirdiğinden Türkiye siyasetinin temelinde yatan önemli bir kopukluk olarak 1970’lerin sonuna kadar devam etmiştir (Mardin, 1973: 171; 1990: 124; Heper, 2006: 173). Heper, bu siyasal açılımın kendine özgü dinamiğinin iki sonucu olduğunu söyler. Bunlardan birincisi, siyasal mekanizmanın oluşması sürecinde farklı çıkar gruplarının birbirleriyle çeşitli konularda çatışma içine girmemesinin siyaset mekanizmasının devreye girmesini önlemiş olmasıdır. İkinci olarak da Batı’da gelişen feodal lordlar, ruhban sınıfı, girişimci sınıf ve avamdan oluşan “estate” geleneğinde, yani hukuk sisteminin oluşumunda görüldüğü gibi, her birinin yasal yetki alanlarının açık biçimde tanındığı bir özerklik durumunun Türkiye’deki toplumsal güçler için sözkonusu olmamasıdır. Bu şartlar altında siyasal pratik, girişimci orta sınıfların ve aristokrasinin olmadığı bir ortamda işlemiştir (Heper, 2006: 174). Başka bir ifadeyle, siyasal açılımın kendine özgü dinamiğinin bir sonucu olarak kapitalist ilişkilerin gelişimi, toplumsal güçler ve bu güçlerle devlet arasında ortaya çıkan bir çatışma sonucunda oluşmadığından Batı-Avrupa ülkelerinden farklı bir seyir izlemiştir. Patrimonyal devletin bir sonucu olarak merkez-çevre ikiliğine neden olan başka bir unsur, Osmanlı’da devletin gündeminde ulusal zenginlik ya da birikim 57 gibi sosyo-ekonomik konulardan ziyade, kültürel politika Örneğin Batı’da toplum; kral, feodal lordlar ve yerel güçlerle biçimlenen bir yönetim yapısının sonucu iken, Osmanlı’da devlete tabi olan bir toplum sözkonusudur. Batı’da modern devleti yaratan merkezileşme süreci, feodal temelleri nedeniyle çevre unsurlarla uzlaşma yapılması sonucunu veren karşı karşıya gelmelerle olmuş, çevresel güçlerin merkezle bütünleşmesi sonucu özerk durumları tanınmıştı. Devlet ve kilise, ulusu kuranlar ve yerel güçler, üretim araçlarına sahip olanlar ve olmayanlar hep karşı karşıya gelmişti (Mardin, 1973:171; 1990: 124) 134 problemlerinin öncelikli yer alması gösterilmektedir. Buna göre, yönetici elitin gözünde saygınlık ve barış zenginlikten ziyade, bir sınıfın üyesi olmaya bağlı olduğundan Osmanlı elitleri merkantalizmle ilgilenmemiş, vergileri de birikim için kullanmamıştır. Yani patrimonyal normlara bağlılık, kapitalist mantığın anlaşılmasını engellemiştir. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde bile önemli sosyoekonomik konulardan ziyade, Batılılaşmanın avantajları ve dezavantajları gibi sosyo-siyasal konularla ve devletin kurtarılması için “İslamizm”in mi “Türkçülük”ün mü önemli olduğu tartışılmıştır (Heper ve Güney, 2000: 68). Dolayısıyla yaklaşıma göre, Osmanlı’da ulusal zenginliğin devletin gücü ile orantılı artmamasının nedeni, devlet elitlerinin ülke ekonomisinin bütünsel ve sistematik bir biçimde gelişmesini sağlayacak ulusal ekonomi anlayışından uzak olmalarıdır. Kapitalist ilişkileri başalatacak sınıfın ya da ulusal sermaye birikiminin gelişiminin önündeki başka bir engel de patrimonyal devletin özel mülkiyet üzerindeki denetimi ve yoğun kısıtlamaları olarak gösterilmektedir. Patrimonyalizm’de devletin Sultan’ın kişiliğinde temsil edilmesi verginin, yani toprak, ticaret ve zanaatten gelen kira gelirlerinin de sahibi olduğu anlamına gelmektedir. Mülkiyetin devletin egemen olduğu alanın tümünü kapsaması da giderek devlete ait olan ile kişiye ait olan arasındaki sınırın belirsizleşmesine, yani kişisel zenginliğin oluşmasını önlemektedir58 (İnsel, 2009: 31; Mardin, 1973: 172). Özel mülkiyetin birikememe nedeni olarak gösterilen patrimonyal devletin merkez-çevre karşıtlığı, ayrıca çevredekilerin merkeze karşı çevredeki diğer gruplarla ortak hareketi sonucu oluşacak yatay ilişkiler için çabalamasından ziyade, yerel elitlerin bireysel düzeydeki özel ayrıcalık talepleri yüzünden dikey ilişki59 peşinde koşmalarına neden olmuştur (Mardin, 1973: 178; Barkey, 1994: 232 akt: Heper ve Güney, 2000: 79). Bu 58 İnsel(2009) özel mülkiyetin birikiminin önündeki engele örnek olarak müsadere sistemini gösterir. Heper, Osmanlı burjuvazisi olarak gerçekte bürokratik geçmişiyle Müslüman tüccarları ve azınlıkları kapsayan parçalanmış alt bir sınıf olduğunu söyler. Buna göre, burjuvazinin bu iki unsuru aralarındaki etnik çatışma nedeniyle kendi kendilerine merkezi otoriteye karşı bir birlik olamamaışlardır. Farklılaşmış bireyler olarak farklı ekonomik meşguliyetlerde görünmüşlerdir. Merkezin adab geleneğinin yerine başka bir şey koymak için bağımsız değerler ve kültür geliştirememişlerdir (2000). 59 135 nedenle özellikle siyasal merkezin çevre üzerindeki kontrolünün arttığı ondokuzuncu yüzyılda devamlı azalan vergi gelirlerini yükseltme çabasına girişilmiştir. Ekonomik gücü elinde bulunduran grupların bu güçlerini siyasal güce çevirmeleri bu biçimde önlenebilmiştir. Kazancıgil bunu, siyasal iktidarı ele geçirmeye yönelen seçkinlerin ekonomik güçleri ikinci planda bırakarak, devleti hedef almalarının doğal sonucu olarak görür (1990: 194). Başka bir ifadeyle patrimonyal davranış örüntülerinin baskın olduğu Osmanlı-Türkiye siyasetinde; “…..çevrenin güçleri, yerel olarak güçlü aileler gibi, merkez görevlilerini bir çok noktada temasa sahip kişiler olarak gördüler ve aynı zamanda önemli şeyleri elde etmeye çabalayan ya da tarımsal artıyı ve merkezin diğer değerlerini, onlar için az olan, paylaşma olasılığı olan rakipler olarak” (Mardin, 1973:173). Bu koşullarda ondokuzuncu yüzyılda dünya piyasası için üretim yaptıklarında dahi Osmanlı’da merkezden bağımsız bir orta sınıf kurulamamıştır (Kazancıgil, 1990). I.Dünya Savaşı sonrasında da gayriMüslimlerin nüfusunda tehcir, göç v.b nedenlerle ortaya çıkan azalmanın ticaret sınıfı üzerindeki etkisi, burjuvazinin büyük bir kısmının ülkeden çıkarılması ve onların yarattığı ve desteklediği kültürel kazançların da yok edilmesiyle doğmakta olan sivil toplum, devletin katı hâkimiyetinin her şeyin üstüne çıkmasıyla yok olmuştur (Keyder, 1987: 67). Cumhuriyet döneminde yerleşen yeni mülkiyet anlayışı ve giderek rasyonelleşen nakdi ödeme türünün ayni ödemeye ağırlık kazandığı vergi sisteminde dahi patrimonyal ekonominin izlerini silmekte yetersiz kaldığından kapitalist ilişkilerin Batı Avrupa modelinde gelişimi gerçekleşmemiştir (İnsel, 2009: 33). Heper’in ifadesiyle zayıf, meşruluğu olmayan bir çevre liberal politikalar için zorlayıcı bir hareket olamamıştır. Çevre’den örgütlü ve etkili herhangi bir baskının olmaması merkezden yapılan reformlar üzerinde de yönlendirici somut bir gücün oluşumunu gerçekleştirememiştir (Heper ve Güney, 2000: 79). Ondokuzunzu yüzyılda cemaat örgütlenmeleri ile ara siyasal kademelerin oluşması ve mülkiyet hakkına getirilen sınırlı güvencelerle toplumsal gruplar güçlenmeye başladığında da devletin tekelci siyaset anlayışının devreye girmesiyle siyasal temsil kurumları olabilmeleri için ilerlemeleri gereken yol 136 tıkanmıştır. Cumhuriyet’le hızlanan süreçte de bu güçler, geri dönüşsüz bir toplumsal siyasal meşruiyet kazanamadan yokolmuştur (İnsel, 2009: 39). Sonuçta ne Osmanlı’da ne de Cumhuriyet döneminde siyasal değişme, toplumsal sözleşme ile garantiye alınan insanın doğal haklarına dayalı bir teoriden ziyade, devletin birliğini koruma gerekliliğine dayanmıştır. Ondokuzuncu yüzyılda yapılan refromlarla mülkiyet, hayat ve onur gibi doğal hakların korunması da devlet ve toplum arasında bir “toplumsal sözleşme” yapılmasına imkan vermemiştir (Heper ve Güney, 2000: 79). Osmanlı’dan Cumhuriyete devam eden merkez-çevre bölünmesinin bir türlü tarihsel işlevini yerine getiremeyen girişimci sınıfın devlet yöneticileri tarafından baskı altına alınmasının yanında başka bir bölünme, çevre’nin merkezin kültürel sembolleri ile karşılaşma yollarının tıkalı olmasıdır. Osmanlı’da “çevre”nin, merkezi/resmi kültürün sembollerine ulaşma çabasına engel olunması, kültür bakımından da ikincil bir statüye sahip olmasına neden olmuştur. Merkez ve çevre arasındaki bağlantının daha çok dinsel ve adli kurumlarla sağlanması, dinsel liderlerin zaman zaman Sultan görevlileri ile çatışmaya girmelerine rağmen, çevre’nin hayatına daha yakın olmalarının sonucudur. Bu durum, ondozuncu yüzyıla gelindiğinde de modern eğitim kurumlarının bürokratik elitlerin kendi sınıfları için olması nedeniyle modern öncesi merkez-çevre ilişkilerinin sürdürülmesi biçimini almıştır (Mardin, 1973: 178). Bunun nedeni yaklaşıma göre, Cumhuriyetin eski dönemin değerlerinin özellikle Osmanlı-İslam kültürünün ilerlemede bir engel olduğunu düşünmesidir. Buna göre bu dönemde de toplumun diğer kısımları önemli oranda değiştirilmeksizin değerlerin değişimi amaçlanmıştır. Bunun nedeni, Cumhuriyetin kurucularının toplumun uzun dönemli çıkarlarının dar politik çıkarlara kurban edilemeyeceği bir rasyonel demokrasiyi yerleştirme umudunda olmalarıdır. Osmanlı’dan miras alınan güçlü devletin bu elitizmi ve “ütopyanizmi” aynı zamanda cumhuriyetin modernleşme projesinin değerlerine de yansıyarak, Turkiye demokrasisinin bir özelliği ola gelmiştir (Heper ve Güney, 2000: 72). Bu anlayışa göre Türkiye’de demokrasinin bu niteliği, 1950’den sonra parlamenter süreçle istikrarsız bir biçimde de olsa değişmeye başlamıştır. Bu 137 çok partili sistem sayesinde fiziksel kuvvet kullanımı tekeline sahip merkezin homojen yapısına karşılık, türdeş olmayan yapısıyla farklı bir kültürün temsilcisi ve sayıca çok olan çevre’nin serbest seçim döneminde benimsediği adayların iktidara gelmesinin mümkün olması sayesindedir. Seçilmiş siyasal elitler ya merkezin temsil ettiği değerleri aşındırarak ya da reddederek oy aldıklarından iktidara geldiklerinde, merkezin temsilcileri bürokratlar ile çevrenin temsilcileri arasındaki olası çatışma ise siyasal bunalımların nedeni olarak gösterilmektedir (Kalaycıoğlu, 1990: 472-3). Örneğin, 1950’de DP’nin seçimleri kazanmasını anti-elitist zafer olarak nitelendiren Keyder’e göre bu, DP’nin belli başlı popülist politikalarıyla, çevre’nin piyasa ile bütünleştirilmesi v.b., bürokratik seçkinlerle girdiği çatışmayı lehine çevirmesidir (Keyder, 1987: 163). Heper de DP’nin bürokratik elitlere muhtaç olmasına rağmen, oklarını devamlı elitlere ve onların temsil ettiği dünya görüşüne çevirmesini, DP’nin popülist, irrasyonel çevreye ait politikaları ile açıklar (Heper, 2006: 176). Dolayısıyla “güçlü devlet-zayıf toplum” söyleminin merkez-çevre ikiliği üzerinden başka bir tümleyeni, çevrenin temsilcisi olarak görülen siyasal elitler ile merkezin değerlerinin temsilcisi bürokratik elitler arasındaki çatışmanın toplumsal ilişkilerin açıklanmasında kullanılan baskın eğilim olarak devam etmesidir. 3.2.3. Toplumsal Çatışmanın Bürokratik Elitler ve Siyasal Elitler Arasındaki Çatışmaya İndirgenmesi Osmanlı ve Türkiye ekonomi politiğinde toplumsal dönüşümün itici güçlerini bürokratik ve siyasal elitler arasındaki çatışma ile açıklayan yaklaşıma göre bürokrasi, yerel unsurları denetim altında tutan bir sınıf olarak konumlanmaktadır. Bir sınıf olarak bürokrasi, devletin bekası adına yapılan her türlü modernleşme-batılılaşma reformlarını ya da bu reformları sekteye uğratacak girişimlere karşı alınan siyaset dışı önlemleri kendi sınıfsal varlığınının devamı için desteklemektedir. Devletin kurucu öznesi olarak görülen bürokrasi sınıfı, herhangi bir grubun çıkarlarını temsil etmemekte ve kendisini devletin asli görevlisi olarak gördüğünden yeniden üretimini devletin sürekliliğine dayandırmaktadır. 138 Devletin toplumsal alanda genişleyen kapasitesi ve özerkliği ile gücünün orantılı arttığı bu sınıfın karşısında da ekonomik girişimi üstlenerek liberal politikaları hayata geçirecek bir girişimci sınıfın oluşumu mümkün olmamaktadır. Bunun nedeni, Osmanlı’dan bu yana güçlü devlet geleneğine sahip Türkiye siyasetinde diğer gruplardan özerk olan daima devlet adına davranan özgül bir elit kategorisinin varlığıdır (Heper ve Keyman, 1998: 259). Ondokuzuncu yüzyıldaki modernleşme ve bürokratik rasyonelleşme ile de bürokratik elitler ve çevre unsurları arasındaki karşıtlık giderilmemiş, çevrenin temsilcisi ayan/girişimci sınıfı ile merkezin temsilcisi memur/bürokrat elit yeni çatışma zeminlerini oluşturmuştur. Böylece toplumsal etkilerden büyük ölçüde yalıtılmış bir merkez yönetimi güçlü bir gelenekle Osmanlı’dan Cumhuriyete devr alınmıştır (Kalaycıoğlu, 1990: 471). Bürokratik elit sınıf, kendi varlığının devamını devletin bekasında gördüğünden cumhuriyet öncesinde başlamış olan reformların temel gerekçesi, “devletin bekası nasıl korunur?” biçiminde betimlenmektedir. “Geleneksel bürokrat kod’un özü”nü tarif eden Mardin’e göre Osmanlı devlet adamları çevre’nin güçlü ileri gelenleriyle uzlaşmak zorunda kalmalarına rağmen, sınıfsal konumlarının devamı için onlara gerçek edindikleri özerkliği asla vermeyi kabul etmemişlerdir (Mardin, 1973: 30). Bunun sonucu olarak devletle özdeşleştirilen bir bürokrasi ya da yönetici sınıfı Osmanlı’dan cumhuriyete geçiş sürecinde belirleyici dinamiklerin devlet içine hapsolmasına ve toplumun devlet ile olan ilişkilerinin yeni bir güç dengesi içinde sınırlanmasına neden olmuştur. Bu nedenle cumhuriyet öncesinde başlayan, sonrasında da devam eden reformları “burjuva devrimi” olarak değerlendirilemez (İnsel, 2009: 33). Sivil ve askeri elitlerin batılılaşma reformlarında hükümette ve toplumda öncü olmasıyla “bu devlet nasıl kurtulur” sorusuna cevaben “tepeden devrim” ya da “devletçi demokrasi” ile şekillenmesidir (Keyder,1987: 84, 92; Kazancıgil, 1990: 187; Öniş, 1992: 8 ). Çıkarların sadece bürokratik elitler tarafından beslendiği ve bilindiği organik bir bütünlük biçiminde kurulan bu elit hegemonyası, ulus-devletin kurulduğu aşamada inşa edilmiş ve sürdürülmüştür arasındaki (Keyder, çelişkinin 2004: bürokratik 65). ve Dolayısıyla, yerel devlet-toplum siyasal elitler ikiliği arasında 139 konumlandırılması toplumsal tabanından yoksun, ekonomik güçlerin etkisinden uzak, yani “tepeden devrim” biçiminde tanımlanmasına neden olmaktadır. Mardin’in de ifade ettiği gibi; “….merkez-çevre ikiliği cumhuriyet içinde de devr alındı ve hiyerarşik mantık üzerine dayalı uygulamalar yüzünden entegrasyon yokluğunun üzerinden gelinmedi. Bu gizli ikilik, gücü paylaşmak istemeyen yönetenlerle, girişimci olmak isteyen yönetilenler arasındaki elit çatışması; Türkiye siyasetini bu şekillendirdi” (Mardin, 1973:178). Osmanlı-Türkiye siyasal hayatını elitler çatışmasına indirgeyen bu anlayışa göre, toplumsal dinamiği oluşturan temel güç olarak bürokrasi sınıfı toplumun üzerinde ve ondan gelebilecek herhangi bir etkiden uzakta bir yerde bulunmaktadır. Böylesi bir konumlandırmada bürokrat elitler için temel sorunsal, devleti kurtarmak olduğundan bunun yolu “yukarıdan devrim”le toplumu dönüştürmektir. “Yukarıdan devrim” TC’yi kuranların devletin kurtarılmasını ilkin kendi ayrıcalıklarının sürdürülmesi için istemelerinin bir sonucudur (Mardin, 1973: 182). Başka bir ifadeyle yaklaşıma göre yeni siyasal sistem, elitler arası mücadele sonucu kurulduğundan cumhuriyetin ilk yılları destekçilerinin yerlerinin sağlamlaştırılması olmuştur (Turan, 1990: 443). Bunun gerçekleştiği sermaye birikimi sürecinde sözleşmeler yoluyla aynı sosyal sınıf üyeleri arasında yatay ilişkiler kurulabilecekken devlettoplum ilişkileri dikey biçimlenmiştir. Bu dönemde devletin sağladığı özel koruma önlemleri sayesinde de bireysel girişimciler başarılı olmuş, ilk on yıldaki özel koruma önlemlerinin alanı genişletilerek ekonomik modernleşmenin gerekleri sağlanmaya çalışılmıştır. Heper ve Keyman’a göre devlet korumalarının bu anlamı, politik desteğin sağlanması için politik patronajdır (1998: 261). Başka bir ifadeyle tek parti dönemindeki yeni devlettoplum bağlantılarını getiren bu devletçilik ilkesi, bürokrasi mekanizmasının statüsünü ve çıkarlarını korumak amacıyla üretilmiş bir politikadır (Keyder, 1987: 81). Devletçiliğin başka bir yorumuna göre ekonomik kalkınma, bir amaç olmaktan daha fazla, amaca yönelik bir araç, yani devletin toplum ve birey üzerindeki tahakkümünü sürdürmeye yönelik etkin bir stratejidir (İnsel, 2009: 51). 140 Bürokratik elitin bu kod’u, cumhuriyet reformlarının düzenli siyasal araçlarla korunamayacığına inanılması üzerine siyaset dışı araçlara başvurma sıklığında da kendini göstermeye devam etti. Bu anlamda 1960 ve 1971 askeri müdahalerinin bürokrat elitlerin orduyu etkilemesi ya da “eski düzen”in katılığına dönüş arzusu olarak yorumlanmaktadır (Mardin, 1973: 186; Heper ve Güney, 2000: 178). Kendi projelerini topluma dayattığı düşünülen modernleştirici elitlerin Osmanlı’daki merkez-çevre gerilimini her defasında yeniden üretmeleridir. Ancak Osmanlı’dan farklı olarak kutuplaşma, bu kez Batılılaşma yanlısı bir grup bürokratik elitin askeri-idari aygıtı modernleştirme çabasına karşı, diğer çıkar gruplarının bu hareketler karşısında kitleyi mobilize etme çabası arasında (Mardin,1973: 186-187), yani bürokratik ve siyasal elitler arasındaki çatışma arasındadır. Merkez ve çevre unsurlar arasındaki yarılmaların her iki, ekonomik ve kültürel, düzeyinin birden Türkiye siyasal partilerinin biçimlenmesine olan etkisi, çatışmaların siyasal ve bürokratik elitler arasında gerçekleşmesi, Türkiye’nin siyasal hayatında temel bölünmenin işlevsel değil, kültürel olduğu iddiasıyla sonuçlandı (Heper, 2006:175). Çok partili siyasal hayata geçilmesiyle birlikte bu kültürel bölünme, bürokratik ve siyasal elitleri karşı karşıya getirdi. Heper’in ifadesiyle; “Türkiye’nin kendine özgü dinamiği ile gelişen siyasal hayatında egemen bir devlet ile iyi örgütlenmemiş ve siyasal hayatta etkin olmayan bir çevre adına hareket eden siyasal seçkinler karşı karşıya gelmiştir” (Heper, 2006: 173). Bu karşı karşıya gelmede CHP, bürokratik elitlerin temsilcisi olarak görünürken, DP’ye siyasal elitlerin temsilcisi olarak bakıldı. Buna göre CHP’nin içinden çıktığı İttihat ve Terakki, çoğunlukçu demokrasiden ve aradaki grupların ortadan kaldırılması gerektiğinden yana iken, DP’yi oluşturacak olan grup, CHP’nin karşısında, görevlerinden alınmış memur sınıfının liderliğinde ve genellikle ayanların partisi olan dağınık bir gruptan oluşmaktaydı. Merkeziyetçi olmayan, ekonomik liberalizmi destekleyen DP, ayrıca Türkiye’nin dini pratiğinin serbestleşmesini, serbest girişimin önünün açılmasını, bürokratik kontrolün engellenmesini, politik etkilerin ekonomi konuları üzerinde etkisinin kaldırılmasını destekliyordu (Mardin, 1973: 184; 141 1990:136). Siyasal hayatta iktidarın sınırsız kullanımının kaynağını60 Türk modernleşmesinin bürokratik elitlerin özgül sosyo-ekonomik konulardaki taleplerini karşılama eğiliminden geldiğini belirten yaklaşıma göre, siyasal patronaj stratejisi, DP siyaseti ile büyümeye devam etti (Heper ve Keyman, 1998: 261). DP liberal ekonomik değerler için söz vermesine rağmen, en büyük yatırımcı olarak devletçi ekonomiyi devam ettirmişti. Özel kesimin gelişmesi ise devlet desteğinde, 1960 ve 70’li yılarda, ucuz kredi, vergi muafiyeti, döviz tahsislerinde öncelikler, yüksek gümrük duvarları, kotalar, özel sanayinin temel girdisi olan hammaddelerin kamu kurumlarınca üretilmesi ve maliyetinin altında satılması gibi desteklerle devlet tarafından sürdürülmeye devam etmişti (Turan, 1990: 463). Liberal yaklaşım, sivil bürokrasinin mevcut kurumsallaşmasına son verme ve onu kendisine sadık bir kurum olarak yeniden kurma çabasını da bürokrasi mekanizmasının rasyonaliteye” sahip “bürokratikleştirilmesi”, “hukuksal-rasyonel” bir yani bürokratik “araçsal dönüşümü gerçekleştirememesi olarak değerlendirir. Buna göre, izleyen yıllarda da idari reform çabaları ne hükümetteki lider kadronun, ne de önemli toplumsal grupların desteği sağlanarak yürütülmüştür (Heper, 2006: 176). Weber’in ekonomi-siyaset/yönetim-siyaset düzeylerinin ayrılığı vurgusunda da ekonomik/yönetsel yapı, teknik uzmanlığa dayalı araçsal bir yapıdır. Weber böylesi bir ayrımı, yönetsel alana ait olan verimlilik kavramının siyasal değil, siyasal iradenin emri alında çalışan bürokrasiye özgü bir olgu olması nedeniyle yapmıştı. Ekonomik ve yönetsel krizlerin siyasal ve bürokratik elitler arasındaki çatışmadan kaynaklandığı anlayışı, bu alanların birbirinden ayrılmasının da gereğini oluşturmuştu. Buna göre yönetim, siyasal kadroların oluşturdukları kamu politikalarını etkin ve verimli bir şekilde uygulamaya hizmet eden uzmanlık alanı olmalıydı. Buna göre ondokuzuncu yüzyıldan itibaren yönetsel yapının teknik uzmanlığa dayalı bir yapıya kavuşturulma 60 DP, muhalefetin yıkıcı faaliyetlerini incelemek için kendi milletvekillerinden oluşan ve parlemento komisyonlarının yetkilerinden daha fazla gücü olan bir Tahkikat Komisyonu kurmuştu. Siyasal muhalefetin faaliyetini iktidarın izin verdiği ölçüde kullanabilmesine yönelik düzenlemeler gerçekleştiren DP, hükümet olanaklarının iktidar partisinin kullanımına açılmasını, yargıçların siyasal liderlerin tercihlerine uygun davranması beklentisi içinde olmuştu(Turan, 1990:452). 142 çabasına yönelik reformlar, siyasal hedeflerin önemli toplumsal grupların ihtiyaçları ve çıkarlarının gözetilerek yapılması nedeniyle belirtilen hedeflerine ulaşamamıştı. Heper’in sıklıkla vurguladığı gibi; Batıdaki anlamda bir rasyonel bürokrasinin yokluğu, parti merkezli bir siyasal hayatta, bürokratik elitlerin karşıt görüşteki bir siyasal partinin çoğunluğu kazanıp hükümeti ele geçirmesi durumunda rejimin aşırı aşkıncılığa, çoğunluğu kazanamayıp tek başına hükümet kuramaması ve koalisyon üyelerinin hayati konularda uzlaşmaya varamaması durumunda ise aşırı araçsallığa meyletmesidir (Heper, 2006: 191, 205). 3.3. HAKİM PARADİGMANIN BİR ELEŞTİRİSİ ve DEVLETİN TOPLUMSAL BİR İLİŞKİ BİÇİMİ OLARAK KAVRANMASI Gerek devlet merkezli, gerekse buna eleştirel liberal açıklamalar içinden yapılan analizlerde devlet, ana açıklayan olarak alınmaktadır. Liberal yaklaşım içinden bu eleştiriler temelde, kalkınmada devlete verilen öncelikli rolün toplumsal güçler üzerinde artan bürokratik kontrolüne ve güçlü devletin rasyonel olmayan bir şekilde ekonomiye müdahalesinedir. Heper, Mardin ve Kazancıgil güçlü devlete ilişkin unsurları “geleneksel bürokratik kod”la açıklayarak, siyaseti bürokratik ve siyasal elitler arasındaki mücadeleye indirgemekte; İnsel Türkiye’de varlığını sürdürmek için sürekli devlete dayanan burjuvazinin bir türlü kendini devletten özerk kılamamasını otoriteryan merkeziyetçi devletle açıklamakta; Öniş, Buğra ve Keyder ise piyasa ekonomisi ya da kapitalistlerin varlığı için devletin önemine dikkat çekmekle birlikte, sürekli belirsizlik ortamının sorumlusu olarak devletin keyfi müdahalelerini göstermektedirler. Yalman’ın da belirttiği gibi bu çalışmaların çoğunda Türkiye burjuvazisinin siyasal açıdan güçsüzlüğüne vurgu yapılırken, devlet merkezli yaklaşımlar açısından durum, burjuvazinin devlete bağlı, “sınai öngörüden yoksun, kısa vadeli, kar peşinde koşan” ve riski sevmeyen bir görünüm sergilediği biçimindedir (1997: 174-175 akt: Güngen, 2006). Siyasal iktidarın otoriterliğinin kaynağını güçlü devletle açıklayan yaklaşımla, rasyonel ve işleyen bir piyasaya ekonomisi için “tahmin edilebilir” 143 bir çevre oluşturamayan ve devleti ekonomik krizlerin sorumlusu olarak göreninin yöntemsel olarak kapitalist toplumsal ilişkilere bir itirazları olmamakla birlikte toplumsal ilişkilerin mücadele alanı olarak devletin alacağı biçim konusunda farklı bir yön izledikleri söylenebilir. Toplumsal gerçekliğin açıklayıcı unsuru olarak devletin bağımsız bir değişken olarak alınması, ilişkide bulunduğu toplumsal bağlamından kopartılarak toplumsal ilişkilerin üzerinde ve çatışmaların uzağında bir acenta olarak işlev gördüğü birinci ve ikinci bölümlerde değinilmiş olan Weber ve yapısal-işlevselcilik esinli yaklaşımlarla ilişkilidir. Çalışmada benimsenen yaklaşım ise devleti, ne sadece bir acenta, ne de verili toplumlardaki bir olgu olarak değil, tarihsel olarak belirlenmiş geçici bir ilişki biçimi olarak görmektedir. Holloway’in de belirttiği gibi devlet, basit bir aygıt olarak görülemez, ya da ideolojik, kitlebirleştirici, baskıcı bir araca indirgenemez. Devlet yerine getirdiği işlevlerle değil bunların yerine getirildiği tarihsel biçimle kavranmalıdır (2001: 235). Türkiye siyasal hayatı yazınının Weber ve yapısalcı-işlevselcilik esinli yaklaşımlarla analizi, “güçlü devlet-zayıf toplum” tezi ile ilişkili Osmanlı’dan miras güçlü devlet, merkez-çevre ikiliği ve elitler çatışması olmak üzere üç bağlamda kavramsallaştırılmıştı. Osmanlı-Türkiye toplumsal biçimine ilişkin bu kavramsallaştırma, izlendiği gibi Batı-Avrupa gelişmesinin kuramsal çerçevesinin alınmasıyla ilgilidir. Bu, Güngen ve Erten’in de belirttiği gibi toplumların özgül niteliklerinin göz ardı edilmesini ve farklı devlet-toplum ilişkilerinin gelişmesinde farklı yörüngelerin ihmaline neden olmaktadır (2005: 2). Devlet ve reaya üzerinden tanımlanan Osmanlı toplumunun önce mültezimler, sonrasında iltizamla toplanan vergi sisteminde tüccarlar ve ayanlardan oluşan ara yapıların göz ardı edilmesine ve bunlar arasındaki çelişki ve çatışmalardan uzak düz bir çizgi halinde anlaşılmasına neden olmaktadır. Feodalizm konusunda ise kendi topraklarını işleten, geçim kaynaklarıyla doğrudan ilişkisi olan ve topraktaki üretimden ortaya çıkan değere, belli toplumsal grupların el koyduğu bir köylüler toplumu olarak bakıldığında endüstri öncesi bütün toplumların bu tanıma uyduğu görülür (Faroqhi, 1999: 18 akt; Dinler, 2003: 21). Ortak bir kavramsal çerçeve kurma çabasının herhangi bir toplumun tarihsel koşullarından kaynaklı çelişki ve 144 özgüllükleri dışlamaması gerektiğini belirten Dinler, feodalizmin tanımlanmasının artığa el konuş biçiminin kendisi ile ilgili olduğunu söyler. Bu nedenle, üretim tarzı ve toplumsal yapının artığa el koyan kişilerin kim olduğu üzerinden değil, sömürü ilişkisinin niteliği üzerinden, yani artı değeri üretenler ve el koyanlar üzerinden tanımlanması gerekmektedir (2003: 21-22). Artığa mültezimler aracılığıyla ya da iltizam usulü ile el koyan, devlete karşı zaman zaman yerel güçlerin mücadele ya da pazarlığa girişi ve artığı üretenlerin de ağır vergi yükü nedeniyle farklı biçimler alabilen çatışmalara girmesi, Osmanlı-Türkiye toplumsal gerçekliğine ilişkin yapılan değerlendirmelerden farklı uğraklarının olduğunu göstermektedir. Örneğin 1904’de kırsal kesimde köylüler, kasabalarda zanaatkârlar ve esnaf, şehirlerde ise tüccarlar için gittikçe artan vergi yükünün üzerine konan ek vergilere karşı 1906’da çıkan vergi ayaklanmaları, 1908’e giden süreci hızlandırmıştır (Kansu, 2006: 3738). Dinler’in de belirttiği gibi kapitalizme geçiş sürecinde devlet, mülkiyet ilişkilerinin bir parçası olduğu sürece, patrimonyalizm ayırt edici bir kavram olma niteliğini kaybetmektedir (2003: 24). Siyaset belirlenimli yaklaşımlarla toplumsal gerçekliğe ilişkin diğer düzeylerin dışarıda bırakıldığı bu analizlerle kapitalist birikim süreçlerinin çözümlenmesi sınıf mücadelesi ve devlet çözümlemelerinden ayrı tutulduğu (Holloway ve Picciotto, 2004: 135) için eksik kalmaktadır. Toplumsal bir ilişki biçimi olarak devletin sınıf mücadelelerinden bağımsızlaştırılarak tartışılması, kategoriler arasındaki kuramsal açıklığı görünmez kıldığından, devletin tarihsel gelişimi ile kapitalist üretim biçiminin dinamik temelindeki çelişkiler arasındaki ilişkileri açıklamak zorlaşmaktadır (Clarke, 2001a: 183). “Güçlü devlet” tezi ile ilişkili olarak yaklaşımın ikinci vurgusu, OsmanlıTürkiye toplumunda ekonomi-siyaset ilişkisi arasında bir ayrışmanın olmamasını devletin toplumsal alandaki geniş etkisine, yani gücüne dayandırmasıdır. Devlet-toplum arasındaki ilişkiyi birbirine dışsal kavrayan yaklaşım, demokratik gelişmeler sonucu birbirleriyle çatışma sonucu ortaya çıkacak olan uzlaşma idealini paylaşan ve ekonomiyi teknik bir sürecin unsuru olarak gören kendiliğinden doğal düzene dayalı piyasa ekonomisi sistemini öngören liberal yaklaşımla örtüşmektedir. Bir diğer ifadeyle, Türkiye 145 siyasi tarihinde egemen söylem olan devletin kendine özgü gerçekliği anlayışı, piyasayı bireysel seçim ve özgürlük alanı olarak yücelten liberal düşünceden beslenmektedir. Merkezin baskısı yüzünden bir türlü gelişemeyen çevre’nin, piyasa liberalizmi sonucu “uzlaşma”nın merkeze konulmasıyla gerçekleşeceği varsayılmaktadır (Yalman, 2004: 46; Güney, 2004: 5; Güngen ve Erten, 2005: 7-8). Örneğin “çevre” diye girişimci sınıftan söz eden Heper’e göre daima itilip kakılan çevre, kamu çıkarı konusu ile ilgilenebilecek bir konumda olmamış ve kamu çıkarını da gözeten bir sivil topluma dönüşememiştir (2002, 2006). Başka bir ifadeyle siyasal gücün kontrolörlerinin tüccarlardan ziyade, ülkenin ilk sahipleri addedilen bürokratlarda olması (Mardin, 1973: 172) nedeniyle, burjuvazisinin ekonomik kaynaklarının siyasal iktidarı kontrole çevirme süreci yaşanmamıştır (Kazancıgil, 1990:192). Devlet-toplum ilişkilerini siyasetin belirleyiciliğine atıfla güçlü devletle açıklayan Heper ve Mardin gibi yazarlara benzer biçimde Öniş, Buğra ve Keyder gibi yazarlar ise burjuvazinin kendi özel çıkarlarını aşarak genel çıkarı temsil edecek bir pozisyona evrilemediğini belirtirler. Bunun nedeni, güçlü yönetsel kapasiteye sahip kalkınmacı devletin özerk toplumsal gruplarla ilişkisinin ya da bu gruplara sürekli müdahalesinin ekonomik belirsizliğe ve burjuvanın liberal özgürlükler için mücadelesine engel olunmasıdır (Keyder,1987: 118; Öniş, 1992:4; Buğra, 2010: 106). Bu yaklaşımda sınıfsal çatışmaların uzağında ya da toplumsal ilişkilerden ayrı bir düzeyde ele alınan devlet, sivil toplumun karşısında bir güç olarak konumlandırılmaktadır. Başka bir deyişle verili bir yapı olarak alınan devlet, piyasaya müdahale eden ya da kendine çekilen bir kurum ya da sermayenin mantığına uygun davranan bir araç olarak tanımlanmış olmaktadır (Holloway, 1995: 127). Liberal yaklaşım içinden yazarların aksine, bürokratik elitlerin kalkınmadaki işlevine olumlu rol atfeden devlet merkezli yaklaşım da devleti sınıflararası mücadelelerin alanı olarak kavramama konusunda yöntemsel olarak liberal yaklaşımla benzerlik gösterir. Dünya ekonomisinde yaşanan krizlerin merkez ve çevre ülkeler arasındaki bağlantıları zayıflattığı oranda azgelişmişlik kısır döngüsünü kırmak için fırsatlar yarattığı vurgulanır. 146 Bununla birlikte koşulların kaynak dağıtım mekanizmaları üzerinde siyasi bir denetim kurulması için elverişli olabileceğinin belirtilmesi, devleti sermaye, piyasa ya da sivil toplumla ilişkilerinin dışında kavramakla ilgilidir (Boratav, 1992; Keyder, 1987; Somel, 2001; Yeldan, 2003). Çatışmanın merkez ve çevre ülkeler arasında, özellikle çevre ülkelerin merkez ülkelerin nüfuzuna karşı koyma çabaları olarak görülmesi (Kansu, 2006: 28), farklı sınıflar arasındaki ya da sınıflarla devlet arasındaki çatışmanın tümüyle yadsınmasına neden olur. Oysa kapitalist devletin sınıfsal karakteri, onun sermaye ile olan maddi ve siyasal tabiiyetiyle ilgili olup bu, işçi sınıfının her zaman devlet gücünün bir nesnesi olması demektir (Clarke, 2001: 198) Bürokrasi ile siyasal iktidarı elinde bulunduranlar, yani elitler arasındaki çatışmayı toplumsal dönüşümün temel dinamiği olarak gören yaklaşım, Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinde devletin ekonomideki müdahalesinin fazlalılığını burjuvazinin zayıflığı ve devlet geleneği ile açıklamaktadır. Yalman’ın da belirtiği gibi bu dönemdeki sanayileşme politikaları, toplum içindeki gücünden vazgeçemeyen modernleştirici bürokrasinin tepeden inme yöntemlerle toplumu dönüştürme eğiliminin tezahürü olarak görülmektedir (2004: 50). Örneğin Mardin’e göre CHP’nin yanına köylü ve esnaf sınıfını alması ve bu grupların ekonomik ve siyasal taleplerini karşılama vaadi, bu gruplarla devletin girdiği mücadelenin bir sonucudan ziyade, devletin güçlendirilmesi biçiminde yorumlanmaktadır. Başka bir ifadeyle bu durum, ekonomik ve askeri zayıflıktan öte bürokratik düşünüş kodu ile bürokratik elitlerin yeniden üretimi ile açıklanmaktadır (Mardin, 1990: 137). Başka bir örnek CHP’nin Varlık Vergisi ve 1945 toprak reformunu gündeme getirmesiyle yerel elitlerde artan hoşnutsuzluk ve sonrasında DP’nin, özellikle ülkenin ekonomik olarak gelişmiş kesimlerinden ilgi ve destek görmesi (Turan, 1990: 451) çevre’nin, yani piyasanın merkez üzerindeki zaferi olarak okunmaktadır. Ulus-devletin kurulma sürecinde ve sonrasındaki vergilendirme politikaları iktidarın Osmanlı’dan devr aldığı merkezi güçlendirme iddiası ile açıklanırken, Osmanlı’da özerk bırakılan gruplardan neden vergi alındığı ya da önceden vergi alınmayan gruplardan sonra neden vergi alındığı (Dinler, 2003) cevapsız kalmaktadır. Başka bir 147 örnek, ekonomi-politik ve toplumsal düzeyleri dışarıda bırakılarak analiz edilen 1960 darbesi, dönemin ekonomik gelişmelerinden ve toplumsal sınıflarından bağımsız bir biçimde merkez-çevre arasındaki yarılmayı derinleştirmek pahasına düzenin korunması için bürokratik elitlerin askeri elitleri yönlendirmesi biçiminde yorumlanmaktadır (Mardin, 1973: 186). Başka bir yoruma göre de çevre’ye ait bir unsur olarak görülen dinin, politik amaçlar için kullanıldığı gerekçesi ile bürokrat ve siyasal elitler arasındaki çatışmanın sekülerizm gibi bazı cumhuriyet değerlerine tehdit hissedilmesiyle demokrasinin sınırlı bir dönem için devam ettirilmemesidir (Heper ve Keyman, 1998: 259). Turan’a göre de bu, halen siyasetin toplumsal yaşamın özerk bir eylem alanı olarak görülmemesi yüzünden, siyasal demokrasinin işlerlik kazanamamasıdır. Buna göre siyasal farklılaşmaları anlamak için toplumsal yaşamın siyaset, ekonomi, din ve kültür gibi birbirine özerk alanlardan oluştuğunun algılanması gerekmektedir (Turan, 1990: 442). Bu yaklaşımlarda olduğu gibi devletin toplumsal formasyonun kurucu öznesi olarak tanımlanması, Osmanlı-Türkiye devletini kendine ait bir mantığı ve çıkarları olan özerk bir yapı biçiminde ele almakla ilgilidir. Devletin toplumdan ayrışmış halini oluşumunun yapısal bir özelliği haline getirmesi, devletin, devlet elitleri olarak ifade edilen, kendi kendilerini belirleyen ve kendi özgül varlıklarının bilincine sahip öznelerle özdeşleştirilerek özgül kurumsal yapılarıyla tanımlanmasına ve kendi rasyonalitesine sahip bir gerçeklikmiş gibi görünmesine neden olmaktadır (Yalman, 2004: 47-48). Devletin farklı sermaye grupları ve sınıflar arasında ortaya çıkan sürekli çelişkilerle başa çıkma mücadelesi ile birlikte düşünülmesi, bu çelişkilerin bir parçası olarak devletin kavranması, toplumsal ilişkilerin bütünsel analizi için önemlidir. Örneğin ücretlerin dondurulması, kamu harcamalarının azaltılması, grev hakkının yasaklanması ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi gibi politikaları içeren bir IMF istikrar programının kabulü gibi eylemler, devlet tarafından bağımsız sürdürülen hareketler olarak görülemez. Clarke’in ifadesiyle; “ devletin hukuku, sermayenin gerçek karşılığını vermeyerek emeğe el koymasının arkasında dururken, işçi sınıfının ürettiği ürün üzerinde hak iddia etmek için kendi kollketif gücünü kullanmasını önler” (2001:198). 148 Dolayısıyla devleti, ilişkili olduğu toplumsal bağlamından kopartarak bağımsız bir değişken olarak alan yaklaşımların onu toplumsal ilişkilerin üzerinde ve çatışmaların uzağında bir acenta gibi işlev gören kurum olarak görmeleri, Weberyan yaklaşımla uyumlu olup, ikinci bölümün ilk kısmında belirtilen yapısal-işlevselci analizle örtüşmektedir. Devlet, açık ya da dolaylı bir “bölge” ya da diğerleri arasında bir aşama durum olarak yorumlanır. Devleti sınıf mücadelesi tarafından varsayılan bir biçim olarak gören diyalektik ve eleştirel-Marksizmin aksine, ekonomi-siyaset, devlet-toplum arasındaki ayrılık süregelen, devam eden bir temelde ifade edilir (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992: xv). Ekonomik analiz yapan, ancak sınıfsal çatışmaları bunun dışında tutan Öniş, Buğra ve Keyder gibi yazarlar ise Batılı bürokrasiyi toplumdan ayrı bir güç olarak konumlandırırlar. Sınıf ilişkilerinin ve güç ilişkilerinin dolayımında tanımlanan bir iktidar kavramsallaştırması yerine, toplumsal güçlerden ayrı ve tepeden gerçekleşen bir modelden görmeleri (Keyder, 1987; Öniş, 1992; Buğra, 2010) yöntemsel olarak yine Weber ve yapısal-işlevselci analiz esinlidir. Batılı burjuva devrimini referans alan bu yazarlara göre toplumsal sınıflardan özerk bir bürokrasi sınıfı vardır ve bu bürokrasiyi sorgulayacak bir sınıf uzun süre olmamıştır. Feodalizmi üretim tarzından ziyade siyasal düzeyde düşünen Heper (2002; 2006) ve Mardin (1973; 1990) ise bozulmuş patrimonyalizmle kültürel ve siyasal açıklamalar yapmaktadır. Yapısal-işlevselcilik esinli ve liberal yaklaşımların eksikliğine karşılık toplumsal ilişkileri ve devleti anlamak için “politik biçim ne?” sorusu önemlidir. Bu sorunun cevaplanması toplumun politik organizasyonunun aldığı biçimi anlama çabasıdır. Biçimin toplumsalın bir görünümü olarak devletin de politik bir biçim olarak alınması, örneğin burjuva toplumu bir politik biçim, sınıflı toplum başka bir politik biçim şeklindeki kavrayışlara ulaşmayı sağlar (Clarke, 1992: 149). Ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik düzeyleri arasında herhangi bir belirlenim ilişkisinden ziyade, toplumsal gerçekliğin birbiriyle ilişkili düzeyleri olarak görülmesini sağlar. Sınıf ilişkilerinin bu şekilde kavramsallaştırılması ekonomik, politik, toplumsal ve kültürel olarak ortaya çıkan sınıf ilişkilerinin tarihsel olarak özgül olan varoluş tarzlarının 149 çözümlenmesi olanağını verir. Böylece ekonomik, politik ve ideolojik biçimler birbirini izleyen düzeyler olarak değil, kapitalist gelişimlerin farklı tarihsel süreçlerinde birbirleriyle özgül bir şekilde ilişkilenerek ortaya çıkarlar (Çelik, 2001: 195). Bonefeld’in de ifade ettiği üzere; “…her fenomen sadece diğer fenomenle ilişkisinde vardır, başka bir deyişle, varolma sadece başka bir fenomen içinde ve diğer fenoman aracılığıyladır. Her fenomen çelişkinin bir hareketi olarak varolur, onun kendi tarihsel oluşumunun bir hareketi olarak..”(Bonefeld, 1992: 99). Bu tür bir yaklaşım, “devlet bir baskı aracıdır”, “a ülkesinde ceberrut devlet geleneği vardır” ya da “devlet her zaman yöneten sınıfların yanındadır” gibi devlete ontolojik özellikler atfedilmesini ve devlet kavramının şeyleştirilmesini önleyecektir (Çelik, 2001: 201). Böylece tarihsel bir durumun, yani kapitalizmin bir sonucu olan devletin bu biçiminin bir yandan en başta çalışma gücü olarak bütün üretim faktörlerinin akışkanlığını sağlarken, diğer yandan da değişim değerinin nüfuz kabiliyeti ile alanını ve geçerliliğini güçlendirdiği görülebilecektir. Çünkü böylesi bir süreçte devlet, her türlü farklılığın piyasanın bütünlüğünü bozucu engel olmaktan çıkarılması yönünde biçimlendiği bir düzenek olarak (Cangızbay, 2000: 36) konumlanmaktadır. Başka bir ifadeyle Türkiye’de ekonomi-siyaset ilişkilerinin açıklanmasında kullanılan hakim paradigmanın üretim ilişkileri, sınıflar ve sömürü anlamında bu ilişkilerin toplumsallık boyutunu göz ardı etmesi, kapitalist ilişkilere eklemlenme sürecinde devletin rolünün bu ilişkilerdeki tarihsellik yanının ihmali ile sonuçlanacağından devlet ve toplumsal güçler arasındaki ilişkilerin bütünlüklü ve tarihsel bir kavrayşla ele alınması gerekmektedir. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: DÖNÜŞÜMÜN EKONOMİ-POLİTİK DÜZEYİ 1980 sonrası ekonomi-siyaset ilişkisinin dönüşümü “24 Ocak Kararları”, bunu izleyen 12 Eylül askeri müdahalesi ve ardından devam eden süreçte devletin sınıf karakterinin aldığı biçimin kavranması ile anlaşılabilir. Kapitalist devlete biçimini veren yeniden yapılanma sürecinin sınıf mücadeleleri ile sürdüğü ya da dönüştüğü ekonomi-politiğin aldığı biçime ilişkin hakim pardigma içinden eğilimlerce yapılan değerlendirmelerin eleştirilmesinde temel hareket noktasıdır. Sınıflararası mücadelenin bir alanı olarak devletin alacağı biçime onun kendi içindeki kurumsal dönüşümlerin değil dünya genelinde sermaye birikimi ile ilişkili farklı sınıflar arasında açığa çıkan çelişkiler, çatışmalar ve uzlaşmaların yön veriyor olması bunu gerekli kılmaktadır. 1991 seçimlerine kadar ki yeniden yapılanma dönemi askeri müdahale yılları ile sınırlı demokrasiye geçiş sürecinin bir yandan neoliberal politikaların biçimlendirdiği serbest piyasa ekonomisi çevresinin düzenlenmesine öte yandan bu çevrenin oluşturulması sırasında devletin aldığı ve uyguladığı çeşitli önlemlerle otoriteryan görünümündeki artışa tanıklık eder. Bu anlamda yeniden yapılanmanın 1990’lara kadarki dönemi, ekonomik liberalizasyona ilişkin düzenlemelere engel önceki dönemden kalma yapıların askeri müdahale sonrasında otoriteryan bir biçimde ortadan kaldırılması ile karakterizedir. 1990 sonrası özellikle 2000’ler ise ekonomik krizlerin kaynağını siyasette gören anlayışla serbest piyasa ekonomisine daha “tahmin edilebilir” bir çevre için gerekli düzenlemelerin oluştuğu, standartların kurumsallaştığı yıllardır. Ekonomi-siyaset ayrılığına yoğunlaşan bu düzenlemeler özellikle iyi işleyen bir piyasa çevresi için belirsizlik oluşturan unsurların ortadan kaldırılmasını ve sermaye piyasaları için ülkelerarası farklıların giderilmesini içermektedir. Bunlar etkili ekonomik örgütlenmelerin ya da sivil toplum örgütlerinin desteğiyle IMF ve AB gibi uluslararası kurumların ekonominin yönetiminde etkinliğini artırdığı, ekonomi-siyaset ilişkini yeniden kuran ve siyasal liberalizasyonun ekonomik olanına ulaşmaya çalıştığı düzenlemelerdir. 151 Bu bağlamda çalışmanın bu kısmını konu alan 1980 sonrası ekonomik-politik dönüşümün değerlendirilmesi şu iki temel soru etrafında yapılacaktır; - 1980 sonrasının neoliberal ekonomi politikaları ve bu politikaların uygulanma araçlarını ve düşünsel dayanağını oluşturan “yeni siyaset tarzı” Türkiye’de dönüşümün ekonomik-politik düzeyini nasıl etkiledi? - Ekonomi-siyaset ilişkilerinin açıklanmasında 1980 öncesi devlet merkezli kalkınma yaklaşımına muhalif hakim paradigma/liberal yaklaşım 1980 sonrasında, bu ilişkilerin analizinde nasıl dönüştü? Başka bir ifadeyle; bir önceki bölümde açıklanmış olan 1980 öncesine eleştirel kuramsal çerçevenin ekonomi-politik dönüşüm sürecinin meşruiyeti üzerindeki ideolojik etkisi ne yönde oldu? Bu soruların açıklanabilmesi hem yönetim-siyaset/ekonomisiyaset ve devlet-toplum gibi yapay ikiliklerin kapitalist toplumsal formasyonda teorik ve pratik düzeyde devletin yeniden yapılanması üzerindeki meşruiyetinin anlaşılabilmesini hem de Türkiye’de ekonomisiyaset ilişkilerinin çözümlenmesinde farklı perspektiften yazarların yöntemsel olarak aralarındaki benzerlikler ve farklıkların izlenebilmesine yardımcı olacaktır. 24 Ocak Kararlarının ardından gelen 1980 askeri müdahalesi ile başlayan dönüşümünün anlaşılabilmesi bu süreci hazırlayan maddi ve tarihsel koşullara, bu koşulların ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik düzeylerine yani biçim’e görünümünü veren esas’a bakılmasını zorunlu kılmaktadır. 4.1. GEÇ 1970’LERİN EKONOMİ-POLİTİK GÖRÜNÜMÜ VE 1980 ASKERİ MÜDAHALESİNİN ESASI 1973 petrol krizinin etkisinin Türkiye’de geç hissedilmesinin nedeni Avrupa’daki işçi dövizlerinin ithalatı karşılama oranındaki yüksekliğiydi. Dış ticaret açığını karşılayan bu dövizlerin 1974’den sonra azalmaya başlaması, petrol fiyatlarının artması ve Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ı işgali üzerine ABD’nin uzun vadeli kredi ve askeri yardımı kesmesi 1977’ye kadar sürdürülebilen 152 ithal ikameci kalkınma politikasının sonunu hazırladı 61 (Keyder, 1987: 153). İthal ikameci kalkınma politikasının belirgin özelliği, rakip ulusal sanayi sektörlerinin ithal malına kota ve yüksek tarife oranları konularak ulusal sanayi burjuvazisine koruma rantlarının aktarılmasıydı (Yeldan, 2003: 38). Büyük sanayi grupları ve geniş iç piyasada çıkarı olan diğer ekonomik gruplar krizin ertelenmesinin getireceği faydayla hükümetlere baskıda bulunuyordu. 1970’lerin ortasından itibaren ithalatı karşılamak için kısa vadeli ve pahalı borçlanma politikasının dış şartların yükünü iyice ağırlaştırması ve alacaklıların baskısı (Keyder, 1987:157; Arıcanlı ve Rodrik, 1990: 1344) ekonomi-siyaset ilişkisinin yeniden yapılanmasının geciktirildiği bir ortamda bu ilişkiler arasında olması istenen uyumu daha da güçleştirdi. 1977’ye kadar garantiye alınan büyüme politikası, istihdamın rekor oranlarına ulaşmasına rağmen büyüyen yerli emek gücünün sadece küçük bir parçasını karşılayabiliyordu. Şiddetli likitide/nakit krizi ve yabancı bankaların daha fazla borç vermeyi reddetmesi krizin ertelenmesini daha fazla önleyememişti (Arıcanlı-Rodrik, 1990: 1344; Sayarı, 1996-7: 35). Enflasyon, ticaretin düşmesi, döviz açığının büyümesi, sanayileşmenin yavaşlaması, durgunluk ve Türkiye’nin yabancı bankalara ve uluslararası borç kurumlarına derinleşen borcu, izlenmekte olan ekonomi politikasının dönüşümünü zorunlu kılan, 24 Ocak Kararları’ile de kapsamı genişletilecek olan, 1978 IMF iki yıllık stand-by anlaşması ile sonuçlandı (Keyder, 1987:154; Öniş, 1992: 11; Yeldan, 2003: 43). Anlaşma; büyüme hızını, tüketimi ve ücretleri düşürmeyi, vergileri arttırmayı, ihraç sanayilerine öncelik vererek enflasyon’un %50’den %20’ye düşürülmesini öngördü (Ahmad, 2002: 210). Özellikle kriz döneminin toplumsal bölüşüm ilişkileri açısından belirgin özelliği olan ücretli emeğin sanayi kota değeri içindeki payının artışını sorun (Yeldan, 2003: 43) olarak gören ve ücretlerin düşürülmesi gibi önlemleri nedeniyle toplumsal dirençle karşılaşan 1978 istikrar paketi, 1979’daki görüşmelerle yeniden formüle 61 Petrol fiyatlarının yükselmesinin ithal ikameci sanayileşme programına etkisi, Türkiye’nin ucuz petrol ithalatına dayanan teknolojileri kullanmayıp petrol-yoğun teknoloji kullanmasıydı. Kömür madenlerinin ve hidro-elektrik potansiyelinin geliştirilmesinin ihmali ulaştırmada demiryollarına değil, karayollarının geliştirilemesi ile sonuçlanmıştı. ABD tarafından sürekli telkin edilen bu duurm, 1948 raporunda tümüyle karayolllarına ve otomobillere dayanan bir karayolu şebekesinin tavsiye edilmesi biçimindedir (Keyder, 1987: 153). 153 edildi. Sertleşen finansal ve ekonomik sorunlara karşı ithal ikameci kalkınma stratejisini popülist biçimde kullanan hükümetlerin korumacı ekonomi politikaları sonucu aşırı değerli para, düşük kamu sektörü fiyatları ve yüksek ücretler 1979’un sonunda ekonomi ve politik krizin daha da yükselmesine neden oldu (Sayarı, 1996-7:35). Hükümet 1978 ve 79’da uygulanması zor iki IMF programından sonra 24 Ocak 198062’de IMF’nin beklentilerini de aşan bir “istikrar paketi” yürürlüğe koydu. Savaş sonrası içeriye dönük büyüme ve sanayileşmeden kesin bir dönüşü içeren ihracat odaklı ekonomi politikalarıydı bunlar (Arıcanlı ve Rodrik, 1990: 1344). Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) ve Sabancı Holding yöneticisi olarak sermaye çevrelerinin ve DB bağlantılarıyla da uluslararası kuruluşların güvenini kazanmış bir figur olarak Özal’ın hazırladığı bu paket 1980 öncesinin son Demirel Hükümeti’nin Başbakanlık Müsteşarı olarak hizmete başlamasıyla uygulamaya konuldu (Krueger-Turan, 1993: 351). IMF’den alınan o ana kadarki en yüksek kredi olma özelliği ile üç yıllık istikrar programının siyasal kaygılardan uzak biçimde uygulanması amacı 1979’da yapılan oldukça yüksek devaülasyona rağmen IMF’nin 1978 ve 1979’daki görüşmelerde talep ettiğinden daha katı bir uygulamaya geçişi öngördü (Ahmad, 2002: 211). Enflasyonu düşürüp, ihracat ile döviz gelirlerini arttırarak makro-ekonomik istikrarı sağlamayı öngören 24 Ocak 1980 istikrar paketinin kısa dönemli istikrar aracı, değişim oranı ve para arzıydı. Devaülasyonla ithalatın kısılmasına ve ihracatın desteklenmesine bağlıydı. Neoliberal ekonomi programı kapsamında bu istikrar paketi ücretlerin azaltılması yoluyla kar oranlarının yükseltilmesini, sosyal harcamaların kısılmasını ve tarımsal desteklerin düşürülmesini öneriyordu. Öte yandan iç pazarın korunmuş olduğu bir ekonomide çalışan küçük firmalar zarara girerken, büyük, kapasitesi olan ve kredi kullanabilen firmalar düşük ücretleri 62 ve geniş pazarları gerektiren pahalı yeniden yapılanmayı Ekonomik devlet kuruluşlarının denetlediği bütün mal fiyatları keskin biçimde yükseldi. Petrol ve petrol ürünleri, çimento, şeker, kağıt, kömür, sigara ve alkol gibi tüketim mallarında yaklaşık %70, tren biletinde de %170 artış oldu. Bağımsız ekonomi girişimleri sona erdi. Ülke artık Batılı yatırımcılara, petrol şirketlerine ve bankacılara açılmaya başladı……(The Economist, 2 Subat 1980:73 Akt: Ahmad, 2002: 211) 154 gerçekleştirebilecekti. Dolayısıyla neoliberal program en büyükler hariç burjuvazinin geniş katmanlarını belirsiz bir ekonomik ortamın içine itmişti (Keyder, 1987:176). Kapitalist üretim biçiminin dönemsel krizlerini aşma çabası ekonomisiyaset ilişkisinin yeniden yapılanmasını zorunlu kılarken dönüşümün alacağı biçime olan direnç, ekonomik krizle birlikte siyasal ve toplumsal hatta ideolojik düzeylerinden ayrı düşünülemez. 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlayan yeniden yapılanma sürecinin sürdürülebilmesinin 1980 askeri müdahalesi ile sonuçlanması, müdahale öncesi sürecin ekonominin yanı sıra siyasal, toplumsal ve ideolojik görünümlerine bakmayı da gerektirmektedir. 1971 askeri müdahalesinin ardından 1973 seçimlerini kazanan ve Erbakan’ın MSP’si ile koalisyon kuran Ecevit CHP’si Türkiye kapitalistlerinin halkın toplumsal refahına yüksek karlardan daha fazla önem vermelerini ve modern bir zihniyet kazanmalarını istiyordu. Seçim kampanyasında büyük firmalardan ziyade küçük tasarruf sahiplerini destekleyeceğini, küçük üreticiler için tekeller tarafından yutulmaksızın yeni sektörlerin yaratılacağını belirtmişti (Keyder, 1979: 33-34; Ahmad, 2002:192). Kredi ve para piyasası üzerinde etkili olan ve kendi girişimlerini desteklecek bankalara sahip büyük firmaların aksine, tekelci kapitalizmin zararlı etkilerini fazlasıyla hisseden küçük girişimcilerden (Keyder, 1987:176-7), soldan ve işçi sınıfından büyük destek almıştı CHP. Geleneksel olarak güçlü olduğu geri kalmış bölgelerden ziyade en ileri ve en sanayileşmiş bölgelerden aldığı oy, kentlerin gecekondu semtlerinde yaşayanların AP’den çektikleri desteklerini CHP’ye yönlendirmelerinin göstergesiydi (Ahmad, 2002:190). TÜSİAD gibi büyük iş organizasyonları ise CHP’nin programında yer alan büyük sermaye karşıtı retoriğe ve küçük girişimcilere verdiği sözleri nedeniyle rahatsızdı. Güçlü, istikrarlı ve sağda bir hükümet tercih eden iş dünyası, sosyal demokrat partilerin patronlardan ziyade emekçileri desteklediğine ve koruduğuna inandığından ekonomi politikaları nedeniyle Ecevit’i uyarmıştı (Ahmad,1981: 15). Sağın büyük partisi DP’nin başarılı takipçisi AP ise ağırlıklı olarak tarımsal olmakla birlikte burjuvazinin temsilcisi olarak görünmekte oylarını Milli Selamet Partisi (MSP) ve Milliyetçi Harekat Partisi (MHP) ile 155 paylaşmaktaydı (Keyder, 1979: 35; Öncü, 2003: 319). AP ile Milliyetçi Cephe Hükümetleri içinde yer alan ve dönemin siyasetine yön veren partilerden MSP, 1971 askeri müdahalesinin ardından kapatılan ancak herhangi bir yaptırımla karşılaşmayan Milli Nizam Partsi’nin (MNP) lideri Erbakan’ca kurulmuştu. Anadolu şehirlerindeki küçük burjuvaziyi temsil eden MSP tekellerin gelişmesine ve dış sermayeye olan bağımlılığa düşmandı, ağır sanayi ve faizden arındırılmış bankacılık gibi İslami değerleri olan bir ekonomik sistem istiyordu (Keyder, 1979: 34; Ahmad, 2002: 190). İthal ikameci kalkınma politikası sonucu sanayileşme ile mağdur olan küçük, yerel düzeydeki endüstrinin bir siyasal sonucu olan MSP; İstanbul merkezli modern sektörün yükselişi karşısında korunma talebinde olan Anadolu’daki esnaf, zanatkar ve küçük girişimcilerin partisiydi. Ekonomik sektörü “yabancı”lara, Amerika’ya, NATO’ya, Ortak Pazar’a bağlı olmakla eleştiriyordu. Kapitalizme ilkesel olarak karşı olmamakla birlikte sadece ağır sanayinin devlette olduğu küçük üretici ve tüccarlarla işleyen bir kapitalizmden yanaydılar (Keyder, 1979: 34; Ahmad, 2002: 192; Barkey, 2000: 97). Anadolu’daki küçük işadamı çıkarlarından aldığı destekle 1973’de kurulan MSP ve CHP koalisyonunun dağılmasıyla, sola karşı sağcı cephe olarak, AP, MSP, GP ve MHP bileşiminden oluşan I. Milliyetçi Cephe Hükümeti, bakanlıklara ve devlet dairelerine kendi üye ve taraftarlarını dolduran partilerle devlet kadrolarında geniş bir alan elde etti (Keyder, 1979: 36; Ahmad, 2002:196). Devlet kadrolarındaki bu geniş alan, 1975’deki kısmi senato seçimlerinin sonunda Ecevit’in aldığı yüksek oy karşısında Cephe Hükümeti üyelerinin devlet aygıtındaki kilit noktaları ele geçirip kendi konumlarını güçlendirmeleriyle büyümeye devam etti. Demirel Anadolu Ajansı’nı ve Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’nu (TRT) denetim altına aldı, diğer partiler taraftarlarını himaye için bakanlıklara el attılar. Eğitim Bakanlığı gençlik hareketlerine kaynak oluşturan okullar ve üniversiteler üzerinde sağın denetimini arttıran bir araç işlevini gördü. Gümrük ve Tekel Bakanlığı’nın denetim altına alınması, bazı gruplar için silah ithal etmeyi kolaylaştırdı. Kapitalizm tarafından mağdur edilen en küçük işadamları ve sosyo-ekonomik hayal kırıklığı içinde olan küçük kasaba gençlerinden destek alan MHP ve 156 MSP onayıyla Anadolu’daki ilköğretim okullarına kendi partizanı okul müdürleri ve gizli servis ve polis gücü içine anahtar atamalar yapıldı (Keyder, 1979: 39; Ahmad, 2002: 198). Ecevit, Cephe Hükümeti’ni ülkede şiddet olaylarını kışkırtmak, kendi adamlarını kilit noktalara yerleştirerek bürokrasinin özellikle güvenlik güçlerinin tarafsızlığını zedelemekle, Alevilere ve Kürtçe konuşan nüfusa karşı izlediği siyaseti nedeniyle etnik ve mezhepsel ayrımcılıkla suçladı. Senato seçimlerinde Ecevit’in oy’unun %35.4’den %43.9’a, AP’nin ki %30.8’den 40.8’e çıkması, MSP’nin oy’unun düşmesi ve MHP’ninkinin aynı kalmasını (Keyder, 1979: 36-7; Ahmad, 2002: 198) 1977 5 Haziran için alınan seçim kararının şiddeti tırmandırması izledi. İşçi sınıfı arasında sosyal demokrasiye duyulan çoşku, DİSK’in CHP ile yakınlaşmasına neden oldu. Siyasal çatışma, DİSK’in “yükselen faşizm” olarak betimlediği çatışma ortamına karşı İstanbul’da dev bir gösteri yürüyüşü düzenlemesi; 1977’deki 1 Mayıs gösterileri sırasında doruğa çıktı. 1 Mayıs olaylarının ve genel siyasal şiddetin seçim sonuçları üzerinde yarattığı etki, CHP’nin oyunu %41.4’de, AP’nin %36.9’a çıkarması ve diğer partilerin de bir önceki sonuçlardan daha düşük oy almaları biçiminde oldu. Ecevit’in azınlık hükümeti, diğer partilerin sağda birlik yapması nedeniyle güvenoyu alamadığından AP’ye 13, MSP’ye 8, MHP’ye verilen 5 Bakanlık’la II. Milliyetçi Cephe Hükümeti kuruldu. “İş çevreleri” siyasal istikrar için iki büyük partinin koalisyon kurmasını istediyse de bu gerçekleşmedi (Keyder, 1979: 40; Ahmad, 2002: 201). İstikrarın sağlanamaması II. Cephe Hükümeti döneminde artan şiddet sonucu güven oylamasının kaybedilmesi CHP-AP kolasiyonu ile sonuçlansa da AP parlamentodaki diğer MSP ve MHP gibi destekçileriyle Ecevit’in azınlık hükümetini yıpratmaya devam etti. 1970-80 arası dönemin bir yandan sağ-sol kutuplaşmasının ve kitlelerin karşıt gruplar tarafından mobilize edilmesinin nedeni, ithal ikameci modelin kaybedenlerinin tepkisi olarak görülebilir. İşsizliğin özellikle büyük ümitlerle okul bitiren gençler arasında daha da yaygın olması, bu grupların radikal sağ ve sol safları desteklemesine ve özellikle Milliyetçi Cephe Hükümetleri dönemlerinde toplumun siyasal kutuplara bölünmesine neden 157 olmuştu (Ahmad, 2002: 209). Bu kutuplaşma, sınıf mücadelesinin yoğunlaşmasıyla bağlantılı olarak işçi sınıfı hareketlerinin yükselmesiyle karakterize oldu. Politik olgunluğa erişen işçi sınıfı hareketleri, devlet destekli hareketlerin önünde organizasyonuyla önemli rejime bir büyük güç tehdit oldu. Sol-karşıtı oluşturan hareketlerin MHP’nin başarısı; milyonlarca işsiz, üniversiteye gidemeyen gençlerin acılarını militarist, antikomunist ve güçlü devlet temelli bir retoriğe doğru mobilize etmesinden geliyordu (Keyder, 1979: 35). Sol ve komünizme karşı tehdit oluşturduğu için de sistem tarafından kullanışlıydı. Bu dönemde Cepheciler tarafından sol, sosyal demokrat, alevi, kürt her kesime karşı aşırı şiddet vardı 63. Muhalefetin büyük oranda kendisinin sorumlu olduğu şiddete karşı sıkıyönetim önerisi karşısında Ecevit, ısrarla hukuk düzeni ilkelerinden feragat edilmeden çözümden yanaydı (Ahmad, 2002: 204). Şiddet olaylarının tırmanması Ecevit hükümetinin özellikle alevi ve Kürt nüfusun yoğun olduğu yerlerde, Ankara, İstanbul, Adana ve Kars’ı içeren onüç il’de sıkıyönetim ilan etmek zorunda kalmasına neden oldu. İran Devrimi’ni takiben etkisinin yayılması korkusuyla doğu bölgelerinde altı il’i daha kapsadı (Öniş, 1991: 11). Sıkıyönetim uygulaması, güneydoğudan, Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgeden seçilen üç CHP’linin gösterilerini istifasına, İstanbul yasaklamasıyla Sıkıyönetim da Ecevit’in Komutanlığı’nın radikallerden 1 ve Mayıs sendika çevrelerinden aldığı desteğin geri çekilmesine neden oldu (Ahmad 2002: 205). Ecevit’in IMF’nin 1978 önlemlerine direncine rağmen, büyük tereddütlerle verdiği tavizlerin dahi IMF’yi ve iş çevrelerini yatıştırmamasının yanı sıra, tüketimde azalma yaratacak biçimde ihracatı teşvikle başlayan kemer sıkma politikaları da geçimini maaş ve ücretlerle karşılayanlardan aldığı desteği kaybetmesine neden oldu (Ahmad, 1981: 23). Serbest girişim ve liberal ekonomiyi desteklediğini belirten TÜSİAD, IMF’nin taleplerine yeterince uyulmadığı için ekonomi politikalarını sertlikle eleştirdi. 1979 yazında hükümetin ekonomi politikalarını hedefleyen TÜSİAD’ın başlattığı yayın kampanyasında ihracatı yapabileceğine ilişkin kuşkuları, döviz kıtlığı, 63 Milliyet gazatesi yazarı Abdi İpekçi’nin öldürülmesi, Malatya, Sivas ve Böngöl’de alevi cemaatlerine karşı saldırılar ve Maraş olayları örnek gösterilebilir. 158 işsizlik ve enflasyon gibi konular yer aldı (Ahmad, 1981: 23; 2002: 210). Büyük burjuvazinin temel sorunu; küçük meta üreticisine olan yakınlık, köylüleri, yeni şehirleşmiş nüfusu, gecekonduları ve sanayi işçilerini kapsayan geniş toplumsal güvenlik örtüsünün maliyetinin yüksekliğinin kapitalist mantığın katı kurallarıyla çelişmesiydi. Sorun, büyük sermayenin büyümesinin engellenmesinde değil çeşitli grupların, geleneksel yapıların kestirmeden yıkılmasını önleyecek şekilde korunmasındaydı (Keyder, 1987:177). Öte yandan, sanayi burjuvazisi artı değer oranının yükseltilmesini istiyordu. 1977-1980 arasında grevler nedeniyle kaybedilen işgünlerinin göreli ağırlığının önceki üç yılla karşılaştırıldığında iki buçuk katına çıkmış olması, “bu başıboş gidişe dur” denilmesi gerektiği uyarısını yapan büyük sermayenin (Boratav, 2007:146-147) sendikaların disiplin altına alınması ve sermaye için gerekli güven ortamının yeniden kurulmasına ilişkin çağrılarını içermekteydi. 1978’den beri büyük burjuvazinin Amerika, IMF ve DB ile ilişkileri sonucu serbest girişimi ve liberal ekonomiyi desteklemesi, İran devriminden sonra Türkiye’nin Batı için taşıdığı önemin 1979’da Sovyetler’in Afganistan’a müdahalesi ile daha da artması ve Batılı uzmanların istikrarsız bir Türkiye’nin o günkü koşullarda yeni sorumluluklar üstlenemeyeceğine ilişkin görüşlerini (Ahmad, 1981: 23; 2002: 206; Arıcanlı ve Rodrik, 1990: 1346) 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi izledi. Sokaklardaki şiddetin ortasında sınıf mücadelesinin yoğunlaşması ve siyasal partiler arasındaki çatışmanın istikrar politikalarının uygulanmasını zorlaştırması karşısında büyük burjuvazi ve Özal, erken genel seçim konusunda hem fikir olsalar da Meclis’te etkili büyük çoğunluğu alan güçlü bir hükümetin reformları ve 24 Ocak katı istikrar önlemlerini uygulayabileceği tartışmalıydı (Ahmad, 1981: 5-8). Özal ise ekonomiyi tedavi etme görevini, kendisine siyasal ve toplumsal istikrar ve uyumun sağlanacağı beş yıllık süre verilmesi durumunda yapabileceğini belirtmişti (Ahmad, 2002: 212). Sokaklarda yükselen şiddet ve sınıf mücadelesine rağmen, istikrar programının uygulanabilmesi için özellikle büyük sermaye gruplarının da desteklediği 1980 askeri müdahalesi ile Özal’ın aradığı siyasal ortam, her türlü muhalefet yokluğuyla belirlenen sükünet ortamında kurulmuş olacaktı. 159 Toplumsal alanın geniş kesimlerinin, bütün sektörlerinin/çıkar gruplarının ve devlet bürokrasisinin gruplaşmış ve politikleşmiş olduğu bir ortamda, neoliberal politikaların uygulanma olanağı başka türlü mümkün değildi. Politik çıkmaz, yoğun sınıf mücadelesi, ekonomik krizler ve sivil şiddetin önünün kesilmesiyle apolitize edilen toplumsal süreçlerin “uzun vadeli istikrar”la ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik dönüşümü için “başka bir alternatif”in olmadığı bu yol, Türkiye’nin ekonomik ve siyasal tarihinde yeni bir dönemi başlattı. 4.2. KAPİTALİST TOPLUMSAL İLİŞKİLERİN BİÇİMSEL BİR GÖRÜNÜMÜ OLARAK EKONOMİ-SİYASET İLİŞKİSİNİN YENİDEN YAPILANMASI Devlet-toplum ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasının alacağı biçim, kapitalist üretim biçiminin bunalım dönemlerinde açığa çıkar. Kapitalist üretim biçiminin devresel bunalımlarının kaçınılmazlığı ise kendi içinde yeniden yapılanmanın da sürekliliği anlamına gelir. Dolayısıyla her yeniden yapılanma dönemi, ekonomi-siyaset ya da ilişkilerinin devlet-toplum yeniden biçimlendirilip tanımlanma sürecidir aynı zamanda (Güney, 2004: 3). 1970’lerin ekonomi-politik krizine karşı, 24 Ocak istikrar önlemleri paketinin dönemin politik ortamında uygulanamamasını izleyen 1980 askeri müdahalesi de tolumsal ilişkiler biçimi olarak sermayenin varlığının sürekliliğinin sağlanması ile ilişkilidir. Çünkü kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden yapılanması ve devamlılığı, sermayenin olası krizleri nedeniyle sürekli bir yeniden yapılanmayı gerektirir. Yeniden biçimlenme ile toplumdaki belirli toplumsal ilişki biçimleri yeniden zorlanır ve toplumsal eylemliliği içerecek sürekli bir mücadele durumu ortaya çıkar (Holloway, 2001: 239). Başka bir ifadeyle, emek sınıfının sermayenin iktidarına meydan okuyuşunun, devletin sivil toplumla ilişkisindeki anayasal otoritesine meydan okuyuşa dönüştüğünde devlet biçiminde ortaya çıkan krizle ilgilidir (Clarke 1992: 148). Bu yüzdendir ki ekonomi-siyaset ilişkisinin yeniden düzenlenmesini amaçlayan müdahale, bir siyasal rejim değişikliğinin ötesinde, devlet değerlendirilmelidir. biçimindeki Başka bir bir değişimin ifadeyle devlet de başlangıcı biçimindeki olarak değişiklik 160 toplumdaki sınıfsal güç dengelerinde gerçekleşen değişikliklerin sonucu olarak söz konusu güç ilişkilerinin alanı olan devletteki değişimi ifade eder (Yalman; 2004: 62; ayrıca bkz: Clarke, 2001: 194; Altıok, 2002:3; Öngen, 2004; 79; Güney, 2004: 3). Bu nedenle, ekonomi-siyaset ilişkisinin yeniden yapılanması emeksermaye ilişkilerinin bir görünümü olarak devletin biçimindeki değişiklikle ilgili olduğundan, 1980 ve sonrasında gerçekleşen siyasal ve kurumsal değişiklikleri devletin dönüşümü ya da “yeniden yapılandırılması” bağlamında düşünmek gerekmektedir. Çalışmanın bu bölümü bu ve bundan sonraki başlıkları ekonomi-politik düzeyin aldığı biçimin somuttaki görünümünün betimlenmesini, bunun ardından bu biçimin kavramsallaştırılmasında farklı perspektiften yazarların değerlendirmelerini ve buna alternatif bir değerlendirmeyi konu almaktadır. 4.2.1. Askeri Yönetim Yılları ve Devletin Yönetsel Kapasitesinin Güçlenmesi Devletin “küçültülmesi” ile karakterize “gece bekçisi devlet” formunda serbest piyasa ekonomisi kurumlarının genişlemesi ve Türkiye ekonomisinin dünyanın geri kalanının rekabetine açılması gibi istikrar programında içerilen neoliberal düzenlemeler64, devletin ekonomik faaliyetler üzerindeki kontrolünün azaltılmasını amaçladı (Krueger-Turan, 1993: 356). Özal’ın anahtar figur olduğu “24 Ocak İstikrar Programı”, sivil hükümet döneminde 64 Özellikle rekabetin ithalattaki rolü, ihracat endüstrileri ve özel ve kamu sektörünün rolü üzerinedir. Programın öncelikli amacı kamu harcamalarının birden kesilmesi iken, diğer boyutu büyük politika değişikliklerinin getirilmesidir. Finans sektörü ile ilgili önemli düzenlemeler; bankaclık deregülasyonu, faiz oranlarının serbestliği, İstanbul Borsası’nın açılması, para piyasalarının oluşturulması, finansal işlemlerdeki vergilerin azaltılması, vergi reformu (1985’de KDV’ye geçiş ve gelir vergilerinin oranlarının azaltılması) ve devlet harcamalarının etkinliğinin arttırılmasıdır (Krueger-Turan, 1993: 367). Demirel ve onu takip eden askeri yönetim, mini-devaülasyon uygulamıştı. Stand-by anlaşmasının imzalanmasında hükümet tarafından IMF’ye verilen garantide döviz uyumu, ilk ve en başta gelen adımdı. Bunun yanı sıra iç üretim ve fiyat kontrol mekanizmalarının serbest bırakılması, yabancı ticaret sektörünün ihracat koşullarının modernize edilmesi, ithalat düzenlemelerinin liberalizasyonu ve yabancı sermayenin ülkeye girişini kolaylaştıracak yasaların çıkarılması biçimindedir (Barkey, 1990: 176). 161 hazırlanmasına rağmen uygulanabilmesi askeri yönetim döneminde ve 1983 sonrası “demokrasiye geçişle” de Özal liderliğindeki ANAP hükümetince sürdürülebilmiştir. Hem askeri yönetim, hem de “demokrasiye geçiş” yıllarında istikrar paketinin öngördüğü yeniden yapılanma programının yürütülmesinden sorumlu kişi olarak Özal, 1980 sonrası ekonomi-politiğin biçimlendirilmesinde etkin bir rol üstlendi (Sayarı, 1996-7: 35). Özal’ın “başka bir alternatif yok” sloganıyla kamuoyuna sunulan neoliberal yeniden yapılanma programı, 1970’li yıllarda IMF’nin dış tıkanma koşulları altında bunalan pek çok azgelişmiş ülkesine şart koştuğu “standart istikrar politikası paketi” ile DB tarafından geliştirilen yapısal uyum programının unsurlarını içerir. Birinci bölümde değinilmiş olan ‘Washington Konsensüs’ünce alınan bu kararların Türkiye özelinde girdiği bu biçim, piyasaların liberalleştiğinde yasal ve kurumsal yapının da piyasayı takip edeceği iddiasına dayanır. 1980 öncesine ilişkin toplumsal, siyasal, ekonomik ve ideolojik her alanda kapsamlı bir dönüşümü öngören askeri müdahale, ilk olarak istikrar paketinin uygulanmasına devam edileceğini duyurdu. Toplumsal ilişkilerin her düzeyinde kökten yeniden yapılanmalara ihtiyaç olduğu yaygın kanaitini takip eden müdahale, toplumsal bölüşüm yapıları gibi hayati konularda ekonominin yönetimini IMF uzmanlarının verdiği politika reçetelerini kullanarak çözecekti (Keyder, 1987: 176). Askeri yönetimin kendisini misyonları tümden çökmüş olan ekonomi-politik sistemin kurtarıcısı olarak tanımlaması, (Krueger-Turan, 1993: 362) yapılacak düzenlemelerde devletin kapasitesini güçlendirecek biçimde toplumsal güçlerin siyasetin dışında bırakılacağı anlamını taşıyordu. Ekim 1981’de General Evren’in Danışma Meclisi’nin açılış konuşmasında da belirttiği gibi; “…. devlet, yalnızca toplumsal güçlerin tercihlerine göre işleyen, yani aciz bir duruma düşürülemez. Bireysel özgürlükler devletin iradesi ve egemenliği var olduğu müddetçe korunabilir. Eğer devletin iradesi ve egemenliği baltalanırsa, o zaman bireysel özgürlükleri garanti altına alacak olan tek varlık ortadan kalkmış olur” (akt: Heper, 2006: 225 ) Ulusal güvenliğin garantörü olarak davranan askeriye (Sakallıoğlu, 1997: 156) müdahalenin amacını; ülkenin birliğinin ve bütünlüğünün korunması, ulusal birliğin sağlanması ve beraberlik, olası “sivil savaşı” başka 162 bir yöne çevirmek, devlet otoritesinin yeniden kurulması ve demokratik düzenin işleyişini engelleyen unsurların önlenmesi biçiminde belirtmektedir. 1980 askeri müdahalesi ile Türkiye’de olası bir sivil savaşın ve demokrasinin yok olmasının önlendiği gibi yaygın iddialar, devletin yönetsel kapasitesinin artması için zemin oluşturdu. Bu biçimde yaratılan yüksek askeri kültür toplumun ve onun tarihsel misyonunu gerçekleştirdiği iddialarını meşrulaştırdı. Askerin kurumsal ve siyasal rolü devletin kurtarıcısı olması biçiminde toplumun her alanında artan otoriteryan etkiyi getirdi (Sakallıoğlu, 1997: 162). Bu, mevcut statünün korunmasından ziyade 1970’lerdeki sarcısı toplumsal ve siyasal krizlerin yinelenmesini korumak için Türkiye demokrasisinin radikal bir yeniden yapılanması üzerinde oldukça etkili oldu (Özbudun, 2007: 179). Dolayısıyla “ulusal güvenlik devleti” paradigmasıyla askeriye, liberal ekonomi politikasının kurulması ve “demokrasiye geçiş” sürecinde toplumsal çatışma noktaları üzerinde otoriteryan niteliğini güçlendirme eğiliminde oldu. Devletin daha fazla otoriterleşmesi ve merkezileşmesinin yolunu açan yeniden yapılanma süreci, ekonomik krizlerin temelinde siyasal istikrarsızlığı gören bir anlayışla; yönetim-siyaset/ekonomi-siyaset ilişkisinde yasamanın, yani siyasal süreçlerin etkisini azaltmaya yönelik düzenlemeleri içerdi. Yeni anayasa ve kurumlarıyla devlet-toplum ilişkileri yasa ve düzenin sağlanması, kamu hayatına tekrar disiplinin gelmesi ve yönetsel mekanizmaların etkinleştirilmesi meşruiyeti ile yeniden düzenledi. Başka bir ifadeyle, gerekçesini siyasal istikrarsızlığa yaptığı vurguyla ortaya koyan müdahale, bütün siyasi partilerin feshedildiği, arşivleri de dahil bütün varlıklarına el konulduğu, yani parlamento ve hükümetin dağıtıldığı bir ortamda yürütme gücünü Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) topladı (Ahmad, 2002: 217). MGK65, ilk olarak yasa ve düzeni yeniden oluşturmak için 1961 Anayasası’nda geniş tutulan bireysel, sivil ve siyasal hakları sınırlandırarak devletin güç alanını temel hak ve hürriyetler aleyhine genişletti. Ekonomi-politik gücü kendinde 65 Gerçekte yabancı ve askeri politikalardan, politik ve sivil hakların yapısına kadar her şeye örneğin, ilköğretim okulu müfredatına, enerji politikasına , MGK kurulunun aylık toplantılarında karar verildi (Keyder, 2004a: 67). 163 toplayan MGK, 24 Ocak istikrar programının Türkiye’nin krizi aşmasında tek rasyonel seçenek olduğunu, MGK Başkanı Kenan Evren’de açık biçimde istikrar programına devam edileceğini ve bunun için gerekli her türlü önlemin alınacağını bildirmişti (Krueger-Turan, 1993: 363). Askeri yönetim boyunca yetkileri arttırılan MGK66, ekonomiden sorumlu kişi olarak 24 Ocak istikrar programının mimarı Özal’ı, arkadaşı Kaya Erdem’i de Maliye Bakanlığı’na getirdi. Parlamentonun dağıtıldığı ve basında da hiçbir muhalefetin olmadığı bir ortamda MGK, olağanüstü yasama yetkilerini kullanarak programın uygulanmasında istediği her önlemi alabildi (Ahmad, 2002: 217). Yürütme’ye paralel, siyasal olarak atanmış Bakanları pas geçerek temel mentaliteyi dizayn etmek ve bürokrasi tarafından uygulanacak politikaları geliştirmek için geçici sekreterlik ve personelle donatılan MGK’nın genişleyen gücünün yanına bir de devlete karşı işlenen suçları yargılamak için Devlet Güvenlik Mahkemelerinin (DGM) kurulması izledi. Danışma niteliğindeki MGK’nın öncelikli öneri makamı olmasıyla askeri personel şefleri ve kabine üyeleriyle takip edilecek politikaların oluşturulmasına birlikte karar verilmesi MGK alanını sınırsızlaştırdı (Keyder, 2004a: 66; Barkey, 2000: 99). Ekim 1981’de ekonomik-siyasal yeniden yapılanmanın ilk adımı, yeni anayasa taslağının hazırlaması için atanan danışma meclisinin anayasayı MGK gözetiminde hazırlaması oldu. Anti-demokrtaik biçimde hazırlanan anayasa, onun asker kurucularının otoriteryan niteliğinin yanı sıra, (Özbudun, 2007: 179) büyük burjuvazinin çıkarlarını da garanti etti. Nitekim, Anayasa’nın, Evren’in hakındaki konuşmalarının eleştirilmesinin yasaklandığı ve hiçbir muhalefet ortamının bulunmadığı bir ortamda yüksek oyla kabulü, genarellerin ve onların iş dünyasındaki sivil taraftarlarının yönetime olan güvenini arttırtı (Ahmad, 2002: 222). Ancak siyasal yeniden yapılanmanın bir süreci ve ekonomik yeniden yapılanmanın garantisi olan Anayasa, MKG 66 1961 askeri müdahalesinden sonra kurulan, sivil yetkililerin karar alma süreçlerine katıldığı ve geleneksel olarak sivillerin kontrolünde olan MGK’nın posizyonu, 1980 sonrasında önerilerinin Bakanlar Kurulu’nca öncelikli alınması biçiminde genişletildi. Üst komutanların ağırlığı/sayısı sivil üyeler pahasına yükseltildi (Sakallıoğlu, 1997: 157). 164 formunda askerin siyasetteki rolünün genişliğini korumayı sürdürdü. Sivillerce hazırlanan 1961 Anayasa’sının aksine, siyasal partilerin ve büyük burjuvazi dışındaki çıkar gruplarının temsilcilerini içermedi (Sayarı, 1996-7: 33). Türkiye siyasetinin ve ekonomisinin yeniden yapılanmasını muhafazakâr bir duruşla, siyasal katılımın daraltılmasına ve neoliberal ekonomi programının uygulanması için devlet kurumlarının yetkilerinin genişletilmesine dayalı bir biçimde yaptı. Güçlü otoriteryan devletin kurumsallaşması, yürütme gücünün yasama karşısındaki üstünlüğü ile merkezileşmesi ise Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın yürütme gücü içerisinde artan yetkileri ile belirginlik kazandı. Bu, gerek yürütmenin başı olarak Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin, gerekse kabinenin başı olarak Başbakan’ın kabine içindeki yetkilerinin arttırılmasıyla gerçekleşti. Yasa ve düzenin güvence altına alınmasını amaçlayan Anayasa’ya göre Cumhurbaşkanının parlamentoyu, tıkanması halinde feshedebileceği, ülkeyi genel seçimlere götürebileceği, olağanüstü hale kararverdiği durumlarda da ülkeyi kararnamelerle yönetebileceği gibi geniş yetkilerle donatılmıştı67 (Ahmad, 2002: 220). Yeni Anayasa Cumhurbaşkanı’na Anayasa Mahkemesi, Devlet Denetleme Kurulu (DDK), Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) ve Danıştay’ın bütün önemli üyelerinin ve Genel Kurmay Başkanı’nın atanması gibi yasama ve yürütmeye ilişkin önemli yetkilerle donatan güçlü bir pozisyona atamıştı (Yeşilada, 1988: 352; Sakallıoğlu, 1997: 158). Örneğin Cumhurbaşkanlığı’na bağlı kurulan DDK 68, bürokraside siyasal kutuplaşma konusuna odaklandı ve sivil bürokrasinin sıkı denetim altına alınmasını sağladı. Heper’e göre bu, sivil bürokrasinin “hukuksal-rasyonel” bir kuruma dönüştürülme çabası (2006: 235) iken, esasında 24 Ocak istikrar paketinin uygulanmasına yönelik olarak bütün 67 Mahkeme ve kurumların belirlediği adaylar arasından Anayasa Mahkemesi üyelerini seçme, çıkarılan yasaları veto etme, anayasa değişikliklerini referanduma sunma, yüksek bürokratların yanı sıra bütün askeri mahkeme hakimlerini seçme ve MGK’ya başkanlık etme biçimindedir (Ahmad, 2002:220-21) 68 DDT, Cumhurbaşkanı’nın isteği üzerine tüm kamu kurum ve kuruluşlarının ve sermayesinin yarısından fazlasına bu kurum ve kuruluşların katıldığı her türlü kuruluşun kamu kurum niteliğinde olan meslek kuruluşlarının, her düzeydeki işçi ve işveren kuruluşlarının ve hayır amacıyla kurulmuş dernek ve vakıfların çalışmalarını inceleme araştırma ve denetleme yetkisine sahipti. 165 kurumlarda uyumun ve istikrarın sağlanması ve bunu engelleyici eylemlerin önlenmesi içindi. Ancak Heper’in de içinde bulunduğu siyasal istikrarsızlıkların ekonomik krizlere neden olduğu görüşü, yeni siyasal sistemde yürütme organının güçlendirilmesinin devlete kaybettiği özerkliğini yeniden sağlamak için ona toplumsal ilişkilerin dışında ve uzağında bir konum verdiğini, onu siyasal kriz potansiyelinden, devlet kurumlarının krize neden olan uygulamalarından ve toplumsal gruplar arasındaki çatışmalardan koruduğu yönündedir (Barkey,1990: 187). Nitekim ekonomik istikrarın sağlanması için siyasal etkilerden bağımsızlaşması gerektiği düşüncesi, bürokrasinin ekonominin yönetiminde daha işlevsel hale gelebilmesini ifade etmekteydi. Bu hükümetin gerektiğinde yetkilerin kendisine verildiği hükümet kararnemelerinde (Kanun Hükmünde Kararname KHK) (Heper, 2006: 235) somutlaştı. Böylece, yürütme gücü içerisinde Başbakanlığın gücünün artmasının görünümü olan KHK’lar la yürütmenin yasama karşısında daha etkin ve etkili bir konum alması, işlerin daha etkin, hızlı ve verimli yapılması, yani rasyonel bürokratik düzenin işleyebilmesi gerçekleşmiş olacaktı. Politika yapımı süreçlerinde mevcut bürokrasinin kırtasiyecilik ve verimsizlik gibi aksaklıklarının, yürütme gücüne verilen yeni yasama görevleriyle giderilmesi amaçlandı. Bunların yanı sıra üniversite yönetiminin YÖK altında merkezileştirilmesi gibi kamu yönetiminde özerk kurulların yapılması, yürütme gücünün merkezileşmesinin başka bir görünümünü oluşturdu. Devletin yönetsel kapasitesini arttırmayı amaçlayan, bunun için de ekonomi-siyaset ilişkisini yeniden yapılandıran bu gibi düzenlemeler; 1982 Anayasası’nın toplumsal hayatı yeniden düzenlemesi ve devletin topluma özerkliği ilkesinde, serbest piyasa ekonomisinin kurumlarının toplum bütünü içinde ağırlığını artırması biçiminde oldu. 1961 ve 1982 Anayasa’ları arasında yöneldikleri sınıfsal katmanlar açısından varolan karşıtlık, kapitalist toplumsal ilişkilerde düzenlemenin burjuva lehine olması bakımından kaybolur. Bu anlamda 1961 Anayasası, ulusal-kalkınmacı bir perspektiften ithal ikameci sermaye birikimi, sosyal-devlet, devletin ekonomik alana aktif katılımı gibi toplumsal bölüşüm politikalarında büyük sanayiye olan desteğinin yanı sıra emeğe yönelik ekonomik ve siyasal ödünleri de içermişti. 1982 Anayasası ise 166 ihracata dayalı bir sermaye birikimi ile bireyselliği ve devletin ekonomik alanda sadece düzenleyici işlevini içeren neoliberal politikalarla emeğin örgütlenmesine yönelik katı önlemleri içermektedir (MacFadden, 1985: 71). Bu anlamda Anayasası’nda 1982 serbest piyasa ekonomisinin benimsendiğinin ve devletin ekonomide müdahaleden ziyade, düzenleyici olduğunun belirtilmesi gerekir. Burada devletin düzenleyici işlevi, ona ekonomi alanının dışında, görünüşte değil gerçeklikte bir görev verilmiş olduğu anlamına gelir. Bu, Weber’in toplumsal sözleşmenin uygulanması için şiddet kullanma tekelini elinde bulundurma hakkına sahip devleti ile Hayek’in serbest piyasa ekonomisi için düzenleyici yasal ve kurumsal çerçeveyi oluşturan devletidir. Bu anlamda devletin düzenleyici işlevindeki artış, yani oyunun kuralını uygulama görevi, onun otoriterleşmesi ve merkezileşmesi ya da “küçük ama etkin” olması demektir. Yönetsel kapasitesi arttırılmış bu güçlü devletin sermaye-emek ilişkilerindeki tavrı, düzenleyici işlevi nedeniyle bir yandan serbest piyasa ekonomisinin etkin işleyişine, diğer yandan da emeğin siyasal karar düzenlemelerde Cumhurbaşkanlığı’na alma süreçlerinden somutlaşır. bağlı kurulan Dolayısıyla DDK’nın, dışlanmasına 1980 yönelik sonrasında bürokrasinin verimliliğini olumsuz etkileyen siyasal kutuplaşma konusuna odaklanması, etkin ve hızlı karar almayı amaçlayan Başbakanlığa bağlı KHK’lar ve neoliberal ekonomik dönüşümü sağlayacak rekabetçi politikaların geçmesi için yeniden yapılanma politikalarının oluşturulmasında çoğunluğu sağlamak adına hükümetlerin genellikle merkez sağla biçimlendirilmesi gibi düzenlemeler bütünsel olarak merkezi-otoriteryan devletin neoliberal programı uygulayabilmesi ile birlikte düşünülmelidir. 4.2.2. “Demokrasiye Geçiş” Yılları ve Yasama Organının Ekonominin Yönetiminden Çekilmesi 1983’de seçimlere gidileceğinin, bunun da ancak MGK önlemleri ile siyasal partiler yasasındaki düzenlemelerle yapılacağının belirtilmesi, devletin dönüşümünde müdahale sonrası aşamaya geçişi ifade eder. Bu dönem, otoriter-askeri yönetimden aşamalı siyasal ve ekonomik liberalizasyona 167 geçişle “sınırlı demokrasi” yıllarıdır. Siyasal partilerin her türlü faaliyetlerinin ve yöneticilerinin de siyaset yapmalarının yasaklandığı müdahalenin ardından, Türkiye siyasetinin kurumsal dinamiklerinden biri olan siyasal parti sisteminin yeniden yapılanmasına, “yeni siyasal partiler yasası”nın kabulü ile devam edildi. Yeni yasa, MGK’nın 723 eski politikacı dışında siyaset yapma yasağını kaldırdığını, siyasal partilerin en az 30 kişi tarafından kurulacağını ve hiçbir gerekçe gösterilmeden kurucu üyelerinin veto edilebileceğini içerdi (Ahmad, 2002: 223). IMF ve DB ile yakın ilişkileri nedeniyle Bretton Woods kurumlarının işletim biçimlerinden anlayarak onların da güvenini alan ANAP (Arıcanlı ve Rodrik, 1990: 1346), MGK’da toplanan politik üstünlüğü demokrasiye geçişte devraldı. Yeni siyasal partiler yasasının seçim sisteminde öngördüğü birçok siyasal parti ve liderinin seçime girdirilmemesi küçük, sistem karşıtı partilerin %10’luk seçim barajına takılması ve seçmenin oy verme zorunluluğu sadece çoğunluk partilerinin parlamentoya girmesini sağlayacak biçimdeydi. Siyasal parti sistemindeki değişikliklerden aldığı avantajdan ve askeriyenin en yüksek oyları alması muhtemel iki69 büyük merkez sağ ve sol partiye karşı yaptırımından yararlanan Özal’ın ANAP’I, aldığı oyla orantısız biçimde parlamentodaki sandalyelerin çoğunu aldı (Kalaycıoğlu, 1990: 488; Ahmad, 2002: 223). Burjuva demokratik-parlamenter sistemlerinde siyasal “istikrar”ın “iki parti sistemi” ile yerleşeceği görüşü, iki ılımlı merkez sağ partisinin kurulmasını ve aşırı radikal sol partilerin, ultra-milliyetçilerin ve islami fundemantalizmin siyasetin dışında tutulmasını amaçlamıştı (Sayarı, 19961997: 34). Ekonomik krizlerin siyasal krizlerden kaynaklandığı anlayışı; kısa ömürlü, zayıf ve bölünmüş koalisyon hükümetlerinin parlamentonun çalışmasını engellemeyeceği bir parti sistemine geçilmesinden yanaydı. 1980’de Demirel’in azınlık hükümeti, düştüğünde askeri yönetimin yürütme organı MGK’nın siyasal partileri ve onların liderlerini ülkeyi siyasal şiddet, 69 CHP’nin destekçilerinin oylarını alacağını uman Sosyal Demokrat Parti (SODEP) ve AP’nin kılık değiştirmiş hali, Büyük Türkiye Partisi’nin seçimlere girebilmesine izin verilseydi; iş çevrelerinin istediği “iki partili sistem” gerçekleşmiş olabilirdi. Seçimlere sağda emekli General Sunalp’ın Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP)’si ve merkez sağda 12 Eylül öncesindeki bütün siyasal eğilimleri temsil etme iddiasındaki ANAP, CHP’nin bıraktığı boşluktan da İnönü’nun eski özel kalem müdürü Necdet Calp’in Halkçı Parti’si girebildi. 168 terorizm ve parlemontonun çıkmaza girmesiyle ekonomik krizlerin sorumlusu olarak suçlamasında da sınıf mücadeleleri arasındaki çatışmaların rolü göz ardı edilmişti. Bu anlayışa başka bir örnek, Özal’ın istikrar programının şefi olarak askeri yönetimden aldığı desteğe dikkat çeken Sakallıoğlu’nun, bu desteği istikrar programının uygulanmasına olan etkisi ile ilişkilendirmekten ziyade, “demokratik” yolla seçilmiş hükümetlerin ve anayasal otoritenin üzerinde ve ötesinde bir görünüm oluşturması nedeniyle eleştirir (1997:153). Bu, ekonomik istikrar programının aksamadan sürdürülmesinde sivil hükümetler ve askeriye arasındaki etkileşimin demokrasiye geçiş sürecinde de sürdüğünün ifadesidir. 1980 öncesinde siyasal örgütlenmenin bileşenleri olarak büyük sanayi, bürokrasi, örgütlü emek ve öğrenciler siyasal rejimin ana unsurlarını biçimlendirmişti. Özal’ın kampanyasına herhangi bir örgütlü yolla katkıları olmayan bu çıkar gruplarının aksine, ANAP siyaseti büyük burjuvaziden ve orta sınıftan destek almıştı. 1980 öncesinden farklı bir ekonomik ve siyasal felsefeyi temsil eden ANAP, girişim serbetliği, piyasa rekabeti, yani liberal ekonomi kurumlarını desteklemek gibi büyük burjuvanın da desteklediği yükselen serbest piyasa ideolojisinden yanaydı (Arıcanlı ve Rodrik, 1990: 1346). Devlet müdahalesini sadece özel sektöre satılan alt yapı için savunan Özal’ın bunun finansmanı için önerisi özelleştirmelerdi (MacFennen, 1985: 78). Özal’la tanımlanması sayesinde orta sınıftan büyük destek alan ANAP, ayrıca tüketim malları kıtlığı çeken büyük şehirlerden, liberal ekonomiyi destekleyerek ekonomide geniş devlet düzenlemelerine karşı oluşu nedeniyle de etkili “iş liderleri”/sermaye grupları ve ekonomistlerden birçok destek toplamıştı. Böylece ihracat sektöründeki “bireyler” ve “şirketler”, bunların çokuluslu girişimcilerle bağlantısı olanlar ve yabancı yatırım için risk alanlar Özal’ın ekonomi politikalarından yararlanabildi (Sayarı, 1996-7: 36). Askeriye’den, Bretton Woods kurumlarından ve büyük burjuvaziden aldığı destekle iktidarı devr alan ANAP’ın, ekonomik ve siyasal yeniden yapılanmayı sürdürebilmesi yürütme organının yasamaya karşı, yürütme içinde de kabineye karşı başbakanlık kurumunun merkezileşmesine ilişkin düzenlemelerle (Sayarı, 1996-7: 37), ekonomi politkasına ilişkin kararlarda 169 yasama organının etkisinin azaltılmasıyla gerçekleşti. Bu, aynı zamanda halkın siyasal temsilcilerinin, parlamentoda muhalif grupların ve farklı toplumsal çıkar birliklerinin bu kararlar üzerinde herhangi etkilerinin olmaması demekti. Darbeden sonra generallerin ve büyük burjuvazinin ekonominin yönetiminde Özal’a güvendiklerini belirtmeleri, farklı siyasal görüşleri ve ekonomik çıkarları kapsayan bir parti olduğunu vurgulamaları da, bütün farklı alternatiflerin darbeyle kesildiği bir ortamda, eleştiriden uzak biçimde ve parlamentonun çoğunluğu üzerinde sahip olduğu avantajla ekonomi politikalarının uygulanması mümkün oldu. Ekonomik liberalizmin siyasal otoriterlikle sağlanmaya çalışıldığı bu ortamda; hükümetin seçilmiş olması, böyle olması nedeniyle de görünüşte halkın ve Batılı iş dünyasının desteğini ve güvenini alması, burjuva demokratik değerlerine göre, biçimsel olarak devletin kontrolünü zayıflatıp, demokrasiyi yeniden organize ettiği şeklinde algılandı. Görüldüğü gibi yürütme gücünün merkezileşmesinin bir yönü, kabinenin sadece karar verme gücü olarak değil, aynı zamanda hızlı ve ivedi kararlar için KHK’larla yasal düzenleme yapabilmesiydi (Krueger-Turan, 1993: 357). KHK’lar, MGK’ya sunduğu programında sivil bürokrasinin ekonomik kalkınmanın önünde bir engel oluşturduğu iddiası ile bürokrasiyi kalkınma çabalarında daha işlevsel bir hale getirebilmek için gerekli yetkilerin bir hükümet kararnamesiyle kendisine verilmesi için talep edilmişti (Heper, 2006: 235). Dolayısıyla ekonominin yönetiminde MGK tarafından Özal’a bırakılan en önemli araç, parlamentonun onayı olmaksızın hukukun gücünün kullanılması (Ahmad, 1983: 212), yani ekonomi politikalarına yönelik kararların alınmasında yasama organının işleyişine yönelik bürokratik siyasal süreçlerin aşılması dolayısıyla, muhalefetin önlenmesi için hükümete KHK çıkarma yetkisinin verilmesiydi. Ekonomik istikrar programının uygulanmasını kolaylaştıran bir diğer unsur, yeni bürokrasi biçimlerinin yaratılmasıdır. Bu tip bürokrasinin biçimlenmesinde önceki siyasal iktidarla ilişkili mevcut bürokrasinin dışından, özellikle ABD eğitimli teknokratlardan oluşan bağımsız, toplumsal ve bürokrasi içi baskılardan etkilenmeyen (Öniş, 1992: 16), Evren’in “yeni 170 politikacı”, “yeni politikalar” nosyonuna uygun (Ahmad, 1983: 216-7) büroktarlar etkili oldu. Bu politikaların uygulanmasını üstlenen grubun üyeleri Özal’la farklı biçimlerde ilişkili, onun ekonomi programı ile uyumlu “değişim liderleri, yönlendiricileri” olarak anılmaktaydı. Serbest piyasayı adapte edecek bir pozisyonda olduklarından, özel sektörle ilişkilerin kurulmasında öncüydüler (Kraguer-Turan,1993: 356-7). Ancak ekonominin yönetimini üstlendiğinden beri stratejik alanlarda uyguladığı otoriteryan yönetimle yasa yapma sürecini merkezileştiren Özal’ın, ekonomi politikası yapma sürecinde anahtar görevler verdiği bu “teknokratlar” grubunun daha sonra ANAP’a katılması, ekonomi politikalarının oluşturulmasında merkezileşme, kişiselleşme ve teknokratik tarzın Başbakan’ın kullanım hakkı olarak devam etmesiyle sonuçlandı (Sayarı, 1996-7: 38). Bürokratik aygıtların merkezileşmesine paralel yeni bürokrasi tiplerinin oluşturulması (Krueger-Turan, 1993: 357), ekonomide devlet müdahalesini azaltmayıp orta vadede yeniden yapılanmanın ihtiyaç duyduğu yeni sınıfsal ittifakın yaratılmasını sağladı. Devletin ekonomiye müdahalesini serbest piyasa ekonomisinin gelişimi açısından belirsizlik yaratıcı unsur olarak gören liberal yaklaşıma göre bu, yeni “politik patronaj” biçimleri demekti. Devlet aygıtlarının merkezileşmesiyle birlikte yeni bürokrasi tiplerine örnek, Başbakanlık Kurumu karşısında kabinenin zayıflamasına neden olan ve özgül sorumluluklar içeren ek bakanlıkların oluşturulmasıdır (Öniş, 1992: 16). Bu, bürokrasinin kolaylaştırılması, kırtasiyeciliğin azaltılması, kararların uygulanmasının etkililiğinin yükseltilmesi gerekçeleri ile çok sayıda bakanlık üzerinde önemli reformların yapılması demekti. Örneğin Maliye Bakanlığı’ndan daha yetkili bir kurum olarak Başbakanlığa bağlı “Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı”nın kurulmasıyla özel görevlerle yüklü bir müsteşar ilgili bakandan daha fazla yetkiye sahip oldu. Bu, artık Maliye Bakanı’nın değil Özal’ın atadığı müstaşarın IMF ve DB ile ilişkide bulunması demekti (Doğan, 16 Aralık, 1983 akt: Ahmad, 1983: 219-20; Öniş, 1992: 16). Müsteşar’ın Bakan’dan daha yetkili ve güçlü olması, siyasal rejim tarafından atanması ve ilgili bakanlığın kontrolünde olmaması yeni bürokrasi modelinin, bürokrasinin merkezileşmesidir (Krueger-Turan, 1993: 355). Başbakanlık 171 kurumunun bu biçimde merkezileşmesinin, daha az ulaşılabilir ve daha fazla politik güce sahip olmasının nedeni, ekonomik istikrar programının uygulanmasına yönelik kararların alınmasında parlamento içinde olası tepkilerin ve siyasal süreçlerle bu politikaların uygulanmasına yönelik gecikmelerin önlenmesi biçiminde ifade edilebilir. ANAP siyasetinin bir diğer özelliği, yapısal uyumun toplumsal maliyetini nötrleştirmek için siyasal destek olarak geri dönecek olan fon sistemini kullanmasıdır (Arıcanlı-Rodrik, 1990:1346; Sayarı, 1996-7: 37). Hakim paradigma içinden yazarlarca “politik patronaj” olarak ifade edilen fon sistemi ile ANAP, isteğe bağlı harcamalarla, doğrudan Başbakanlığın kontrolü altında, kamu katılım ve toplu konut ortaklığı, otopark fonu ve fakfuk-fon gibi yeni fon’lar oluşturdu (Öniş, 1992: 16; Buğra, 2010: 210-1). Politik patronaj’dan ziyade yeniden yapılanmanın ihtiyaç duyduğu sınıfsal ittifakı, örneğin küçük burjuvazinin payanda olarak kullanılması, oluşturmaya yönelik bu fon sisteminin kaynakları güçlü yürütmenin bir görünümü olarak bütçe dışından karşılandı. Bu, Meclis ya da bürokrasinin yaptığı denetimin dışında kalan hükümet harcamaları için kullanılan kaynakları ifade etmektedir. (Ahmad, 2002: 225). Fon’ların geliri ise yurtdışına çıkanlardan ve alkol üzerinden alınan vergiler gibi devlet gelirleriyle karşılandı (Öniş, 1992: 16; Ahmad, 2002: 226). Parlamento onayı gerektirmeden harcama yetkisi veren bu fon’ların paylaştırılması, Başbakanlık kontrolü altındaydı ve ek bütçe fon’ları olarak merkezi hükümetin isteğe bağlı güçlerine yardım amaçlıydı (Buğra, 2003: 210). Bunlar stratejik blokları kontrol için çeşitli kamu yatırım projelerinde ya da örgütlü emek ve beyaz yakalı işçileri özel girişimlere anahtar sağlamak ve seçim bölgelerine hizmet dağıtmak için kullanıldı. “Yasalara uydurulmuş rüşvet” olarak fon’lar, “siyasal iktidarın özel bütçesi” haline geldi (Sayarı, 1996-7: 37; Ahmad, 2002: 226). Siyasal iktidarın sermaye gruplarına/”iş adamlarına” dönük kayırıcı uygulamalarına dönüşen bu fon’lar (Boratav, 2007: 175), devleti toplumsal sınıflara özerk gören anlayışa göre; devletle bu sınıf içinden kimi gruplarla arasındaki ilişkilerin kişiselleşmesine, meşru zemininden uzaklaşmasına ve devlet yönetiminin keyfileşerek yozlaşmasına neden oldu. Sınıfların kendi ve 172 ve devletle aralarındaki mücadelelerin bir alanı olarak devletin kavramsallaştırmasına bir örnek teşkil eden bu durum, devletin, sınıflara özerk, onlara tarafsız bir biçimde açıklanamayacağının da bir göstergesini sunmaktadır. Bu dönemde belirginleşen avanta-rant mekanizmaları, enerji, bayındırlık hileleri, imtiyaz anlaşmaları, özelleştirmeler, finansal vurgunlar ve banka hortumlamaları ile devasa kronik ve mafyatik boyutlara ulaşan uygulamalar toplumsal ve siyasal yaşamın bir parçasını oluşturmakla birlikte (Ahmad, 2002: 241-142; Boratav, 2007: 175; Buğra, 2010: 461-462), siyasal iktidarın sermaye sınıfı içinden kimi gruplarla eklemlenmesinin de bir görünümünü oluşturmaktadır. Dolayısıyla ANAP döneminde, ekonomi politikasının bir sonucu olarak büyük birimlerin küçükler pahasına büyüdüğü, yabancı rakipleriyle daha iyi rekabet edebilirlik adına büyük sermaye gruplarının daha etkin, daha zengin ve daha güçlü olduğu, küçük şirketlerin de piyasadaki yerlerini güçlü ve rekabetçi olanlara bıraktıkları belirtilebilir (Ahmad, 1983: 221; 2002: 241-142). Ancak bu dönemin kaybedenleri, küçük işletmelerden daha fazla gerek askeri, gerekse “sınırlı demokrasi” yıllarında “düşük ücretli bir ekonomi” politikasıyla yapısal dönüşümün ücretlerde keskin düşüşlere yol açtığı (Boratav, 1991: 42) işçiler ve köylülerdi. 1980’lerin sonuna kadar işsizlik %15 oranında artarken, ücretler de %45 oranında azalmıştı (Ahmad, 2002: 241142). Bu dönemle birlikte ücretleri baskılamanın bir yöntemi olarak özellikle 1990’ların ikinci yarısından itibaren yaygın olarak görülmeye başlanılan “esnek üretim biçimi” ile taşeronluk ilişkileri olup, dış kaynaklardan emek gücü edinimi ile istihdam yapısında ortaya çıkan yeni biçimlerdi (Bugra, 2003: 460). Düşük-değer ve emek yoğun endüstrilerle ekonomik dönüşüm ve sermaye birikimi gelir bölüşümünün sanayi sermayesi lehine yeniden belirlendiği (Boratav, 1991: 42) politikalara karşı işçi sınıfının ve sendikal hareketin zayıflatılmış olması (Öngen, 2004: 83), esnek üretimle emeğin kontrolünün (Buğra, 2003: 460) uygulanmasını kolaylaştırdı. Görüldüğü gibi, ekonomiyle uğraşırken yasa ve düzenin korunması işlevini sıkıyönetime bırakan Özal yönetimi altında “demokrasiye geçiş” sadece yüzeysel bir ilerleme sağladı (Ahmad, 2002: 228). Nihai olarak 173 ekonomi-siyaset ilişkisinin yeniden yapılanması, otoriterleşen devleti ve “istikrarlı” bir hükümetin varlığını gerektirdiğinden (Sayarı, 96-7: 38) Özal, ekonominin liberalizasyonu ile ilgilenirken devletin diğer kurumları, siyaseten çıkabilecek engellerin bastırılması biçiminde düzenlendi. Örneğin ekonomi politikası ve borç yönetimiyle öncelikli olarak ilgilenilirken, siyasetten insan haklarına geniş kapsama sahip yargılamalarıyla DGM’ler bu dönemde önemli işlevler üstlendi (Keyder, 2004a: 67). Dolayısıyla “demokrasiye geçiş” yılları, ekonominin liberalizasyonun aksine, siyasal liberalizasyonun ya da demokratikleşmenin gerçekleşmediği bir örneği teşkil etmesi (Sayari, 1996-7: 29) anlamında; yürütmenin KHK’lar, alternatif bürokrasi modelleri ve fon sistemiyle merkezileşmesi sonucu yasama organının ekonominin yönetiminden çekilmesi biçiminde özetlenebilir. 4.3. EKONOMİ-SİYASET AYRIMININ BELİRGİNLEŞMESİ: EKONOMİK KRİZLER VE DEVLETİN DÜZENLEYİCİ KAPASİTESİNİN ARTIŞI Emek-sermaye ve farklı sermaye grupları arasındaki mücadelelerin bir alanı olarak devletin 1980 askeri müdahalesi ile başlayan ve “demokrasiye geçişle” devam eden dönüşümü, ekonominin uluslararası piyasalarla bütünleşmeye başladığı 1990’lı yıllarda farklı bir biçim aldı. Devlet’in düzenleyici kapasitesini artırmaya yönelik düzenlemeler, sermayenin bu yeniden biçimlenme aşamasının neden olduğu yeni çelişkileri de içeren sürecin bir parçası olarak reforme edilen biçimleridir. Bunlar, sermaye ilişkisini yeni biçimler altında yeniden oluşturur. Aynı şekilde, devletin düzenleyici rolü de bu ilişkiyle uyumlu olacak biçimde yeniden yapılanır (Holloway ve Picciotto, 2004:160). Bu anlamda devletin düzenleyici kapasitesinin genişlemesi, 1994 ve özellikle 2001 krizinden sonra “etkin bir devlet” ve “iyi işleyen” bir piyasa ekonomisi için ekonomi-siyaset ayrımını daha da belirginleştiren düzenlemelerde somutlaştı. Bu düzenlemeler içinde özellikle dikkat çekenleri, bundan sonraki bölümün de konusunu oluşturan, 2000’lerden sonra istikrarlı bir ekonomik yapının, istikrarlı bir siyasal yapıyı gerektirdiği anlayışı ile ekonomik bakımdan güçlü sivil toplum örgütlerinin demokratikleşme reformlarına verdikleri desteğin sonucunda 174 gerçekleştirilenlerdir. Ekonomik ve “siyasal liberalizasyon”un her ikisine birden uluslararası standartların örülmeye çalışıldığı bu dönem düzenlemelerine, kesintili koalisyon hükümetlerinin ardından bugün de halen devam etmekte olan tek parti hükümeti ile devam edilmektedir. Siyasal egemenlik biçimlerinin yeniden yapılandığı kriz dönemlerinde, doğrudan siyasal müdahalelerin daha da bir önem kazanması, zayıf koalisyon hükümetlerinin ardından gelen siyasal kapasitesi güçlü tek parti yönetiminin etkisini doğrulayacak biçimdedir. 4.3.1. Ekonomik Krizler ve Ekonominin Yönetiminde IMF ve AB’nin Genişleyen Rolü 1980’lerde başlayan dönüşümün toplumsal maliyetinin 1991 seçim sonuçlarına yansıması, tarım sektörü çalışanlarının Doğru Yol Partisi’ne (DYP), büyük şehirlerdeki örgütlü emeğin de merkez sol partiye, Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP), verdiği geniş destekle (Sayarı, 1996-7: 40) bu iki partinin koalisyon hükümeti kurması oldu. On yılı aşkın bir süredir hiçbir toplumsal muhalefetin mümkün olmadığı, askeri ve tek partili yönetimin ardından parlamentoya çok parçalı, yeni ve daha küçük partilerin girebildiği 1991 seçimleri Sayarı’ya (1996-7: 40) göre, demokratikleşme sürecinde görece önemli bir adım iken, ekonomik yeniden yapılanmanın sürdürülmesi bakımından sorunlu olmuştur. “İhracata yönelik büyüme” ve ücretlerin baskılanmasına dayalı yeniden yapılanma stratejisinin 1980’lerin sonunda ekonomik ve toplumsal sınırlarına dayanması, ekonomide dışa açılma önceliklerinin reel üretim sektörlerinden finansal serbestleşmeye geçişi zorunlu kılması (Yeldan, 2003: 39), parçalı siyasal parti sistemi ile ekonomipolitik dönüşümde başka bir aşamayı temsil eder. 1990’lar ve sonrası, ekonominin yönetiminde siyasal ve toplumsal süreçlerin etkisinin azaltılması nihai hedefindeki; ekonomik krizlerin siyasetten kaynaklandığı anlayışı ile ekonomi-siyaset ayrımını görünürde belirginleştirici düzenlemelerle karakterizedir. Ekonominin yönetimine ilişkin önemli politika değişikliklerinden biri sermaye hareketlerinin ya da finans piyasalarının tümüyle serbestleşmesinin 175 tamamlanması anlamında; 1994 yılına kadar “sıcak para politikalarına geçiş”i öngören 1989’da kabul edilmiş olan “Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında 32 sayılı karar”dır. TÜSİAD’a göre serbest piyasa ekonomisine ve rakabete dayalı bir yapı içinde ekonominin dışa açılmasını hedefleyen politikaların ilk aşaması, serbest ticaret iken ikincisi, sermaye hareketlerinin serbestliği aracılığıyla Türkiye ekonomisinin dünya pazarlarıyla bütünleşmesinin sağlanmasıdır (1995: 13). Sermaye hareketlerinin serbest bırakılmasını, yani sermaye kaçışlarını önlemeye dönük finans kontrollerinin kaldırılmasını öngören (Yeldan, 2003: 39) karar; ihracat öncülüğünde dışa açık birikim modelinin 1987 yılından itibaren tıkanmasının yarattığı istikrarsızlığı, doğrudan kısa vadeli spekülatif nitelikli sermaye girişi ile aşmayı amaçlayan neoliberal çerçeve içinden bir çözümdür (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2001: 16; Aydın, 2005: 97). Ödemeler dengesi açıklarını finanse etmeyi amaçlayan istikrarsız sıcak para akışına (Boratav, 1998: 12) dayalı 1990’ların bu birikim modeli, sanayileşmiş ülkelerin birikim fazlasının görece yüksek getiriler sunan geri kapitalist ülkelere doğru hareketlenmesiyle buralardaki piyasaların kısa süreli spekülatif amaçlı sermaye girişleri için hazır hale getirilmesidir (Aydın, 2005: 97). Sermaye girişlerinin serbestleşmesinin amacı ise 1994’de ve 2001’de gerçekleşecek krizlerin nedenleri arasında sayılacak olan; 1980’lerin büyüyen kamu açıkları ve iç borç faiz yükünün özelleştirmenin yeterince yapılamaması yüzünden ekonomiyi birikim problemi ile karşı karşıya bırakması biçiminde açıklanmaktadır (Sayarı, 1996-7: 40; Aydın, 2005: 97). Siyasi iktidarların kamu harcamalarını vergilendirme yerine, borçlanarak karşılama tercihleriyle doğrudan bağlantılı (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2001: 16) bu karar, 1990’lara kadar ihracata yönelim altında teşvik sistemi ve ücretlerin bastırılmasına dayalı klasik “artık” yaratımı mekanizmalarının yanı sıra, ulusal ekonomideki birikim ve bölüşüm süreçlerini dolaylı yoldan finansal araçlar ve uluslararası faiz oranı aracılığıyla etkilemektedir (Yeldan, 2003: 55). Kısa vadeli spekülatif nitelikli sermayenin içeriye orantısız biçimde akmasının önünü açan sermaye hareketlerinin serbestliğine erken geçişin, gerekli düzenleyici çerçeve ve mali-parasal disiplin olmadan yapılmış olması 176 (Buğra, 2003: 462; Oniş, 2009: 3), izleyen krizlerin nedenlerinden biri olarak görülmektedir. Dolayısıyla sermaye birikim modelindeki değişiklikle devletin para ve maliye politikaları üzerindeki dengeleme-düzenleme işlevinin zayıflaması (Aydın, 2005: 92), 5 Nisan 1994 kararlarıyla sonuçlanan finansal krizin nedeni olarak görülmektedir (Yeldan, 2003: 40). Krizin nedeni ve Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durum TÜSİAD 1995 raporuna göre şöyle tarif edilmektedir; “..uzun bir süreden beri ekonomide varolan dengesizliklere piyasaların oluşturduğu tepkilerin zamanında ve doğru biçimde algılanmamış ya da değerlenlendirilmemiş olması sorunların giderek büyümesine neden olmuştur… krizler kaçınılmaz olmuştur. Böylece yaklaşık onbeş yıldan beri yapısal değişim yönünde çok önemli mesafe kaydeden ve AB’ye uyum süreci içinde bulunan Türkiye, yine ekonomik istikrar arayışı içinde bir ülke konumuna düşmüştür”(TÜSİAD, 1995: 13) Devletin ekonomik hayata “aşırı” müdahalesi, siyasal yönetimin kişisel çıkar hesapları ve yolsuzlukları 1990’lardan itibaren derinleşen kamu finansmanı krizinin sorumlusu olarak görülmektedir. Buna göre, toplumun rasyonel ekonomik davranış içinde bulunan sivil kesimi ile irrasyonel ve verimsiz kamu kesimi arasındaki gerginlik ekonomik krize neden olmuştur (Yeldan, 2003:105; Buğra ve Keyder, 2006: 212). Özellikle yerli yatırımlara güvenin azalmasıyla iç borç krizinin kaynağı olarak görülen Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) açıkları ve kamu ödeneklerini israf eden piyasa denetiminden yoksun her türlü kamu harcaması bu kapsamdadır (Sayarı, 1996-7: 40; Aydın, 2005: 96). Krize neden olan ekonomik aksaklıkların tedavisi için IMF ile imzalanan stand-by anlaşması, 5 Nisan Kararları, kamu açıklarının kapanması, hükümet harcamalarının kısılması, enflasyon kontrolü, TL’nin değerinin sabitlenmesi, tarımsal desteklerin azaltılması, ücretlerin ve maaşların düşürülmesi, istihdamın azaltılması, özelleştirmeye devam edilmesi (Öngen, 2004: 93) ve kamu gelirlerinin artırılması için mevcut vergi mükelleflerine artı yükten kaçınılarak vergi reformu ile verginin tabana yayılması gibi düzenlemeleri kapsadı (TÜSİAD, 1995: 22). Bu politikaların net ifadesi ise birçok vatandaşın gelirinin yarıya inmesi, endüstriyel tüketimin yavaşca azalması, işsizlik ve eksik istihdamın daha da yaygınlaşması ve Türkiye ekonomisinin 1980’den beri negatif büyüme göstermesi oldu (Sayarı, 177 1996-7: 40). Yapısal uyumun maliyetini ücretlilere yükleyen 1994 stand-by anlaşması sonucunda, yaklaşık altıyüzbin insan işini kaybetti ve ücretlerde sert düşüş oldu (Aydın, 2005: 96). 5 Nisan 1994 Kararları’nın bir diğer sonucu ise GB’ne giriş ve bunun getireceği koşullara yapısal uyumun sağlanması için (TÜSİAD, 1995: 22) ekonomi ve siyasetin yönetiminde IMF ve AB’nin eş zamanlı politikalarının yoğunlaştığı bir dönemin başlamasıdır. AB’ye tam üyeliğe ilişkin garantisi olmadan GB Anlaşmasını imzalayan ilk ve tek aday ülke olan Türkiye, GB Anlaşması ile sadece sanayi ve işlenmiş tarım ürünlerinin dolaşıma girmesini, emeğin ise serbest dolaşımının kapsam dışı bırakılmasını kabul etti (Türkay, 2004: 201). GB’nin ekonomiye doğrudan etkisi ise anlaşmayla kaldırılan vergiler nedeniyle kamu gelirlerindeki azalmanın kamu tasarruf-yatırım dengesini olumsuz etkilemesini telafi etmek için dolaylı vergilerin arttırılması olmuştur (Türk-İş 1996 Akt: Türkay, 2004: 201). Ekonominin ticarileşmesi için uyum önlemleri ile ticaret serbestliği sürecinin hızlanmasında önemli etkisi olan GB, düzenleyici reformların başlamasıyla da dış rekabetin büyümesine odaklandı. Bunun yanı sıra kriz yokluğunda dahi, ekonominin yönetiminin, özellikle ekonomik liberalizasyon politikalarından sapma olduğunda, IMF müdahalesinin nesnesi haline gelmesini sağlamlaştırdı (Aydın, 2005: 96). Ekonomi-politik dönüşümün seyrine ilişkin önemli bir veri seti sunan IMF stand-by anlaşmalarında belirtilen “koşulluluk” ilkesi ve AB’nin Türkiye üyeliğine ilişkin yerine getirmesini şart koştuğu “uyum kriterleri”, serbest piyasa ekonomisinin kurumsallaşması ve piyasa için tahmin edilebilir “demokratik” bir çerçeve için siyasal süreçlerden etkilenmeyecek biçimde dönüşümün sürdürülmesi ve sağlamlaştırılmasına yönelik politikalar sunar. IMF’nin politika oluşturma süreci ise borç alan ülkelerle arasındaki pazarlık, uzlaşma ve siyasal nüfuz unsurlarından birinin ağırlığı ile biçimlenmektedir (Stiles, 1990: 959). Özellikle 1980’lerden sonra üçüncü dünyanın borç krizine yönelik olarak IMF, arabulucu, izleyici ve uluslararası özel bankalar için zorlayıcı bir rol oynayarak küresel finansal sistemin merkezinde yer alan en güçlü katılımcılardan birisi olarak ortaya çıkmıştı. Bu doğrultuda IMF’nin temel faaliyeti borçlu ülkelerin parasalcı politika reformlarının içeriğini 178 oluşturarak onların bu reformları gerçekleştirme kapasitesi üzerine yoğunlaşmaktır (Stiles, 1990: 960). 1990’lardan sonra serbest piyasa ekonomisine ilişkin aksaklıkları parlamentodaki siyasal parti sayısındaki artışa, yani “iki parti” sisteminin parçalanmasına bağlayan anlayış, uyumsuz koalisyon hükümetlerinin yeniden yapılanmanın gereklerini yerine getirme konusunda (Sayarı, 1996-7: 40) güven vermemelerini IMF ve AB’nin koşulluluk/uyum kriterlerinin dayanağı olarak görmektedir. Çünkü askeri yönetimin ardından 1980’lerin çoğunluk tek partisinden, 1990’ların parçalı koalisyon hükümetleri dönemine geçişin ekonominin aksayacağı yönetimine düşünülmektedir. ilişkin Örneğin politika 1994 oluşturma stand-by süreçlerinin anlaşmasında öngörülen düzenlemelerin amacı, “makro ekonomik istikrar” için yeterli yönetsel kapasiteye sahip olmayan devletin, ekonomi ile ilişkisinde özerk bir konumda olmasını sağlamaya yönelik olduğu belirtilmektedir. Çünkü krizin Türkiye’yi olumsuz etkilemesinin nedeni, devletin yönetsel kapasitesinin yeterli olmaması (Öniş, 2009: 3) nedeniyle yeterince düzenleme yapamaması, bu yüzden de birikimin koşullarını oluşturamamasıdır. Benzer biçimde Buğra’da, 1994 krizinin ve 2001’de ortaya çıkacak olan krizin nedenini devletin yönetsel kapasitesinin eksikliğine ve yeterince düzenleme yapmamış olmasından kaynaklanan sorumsuz bankacılık sektörüne dayandırmaktadır. Sermaye hareketlerindeki serbestleşme kararı’ndan beri, üretim faaliyetinin önemli oranda finansal işlemler tarafından baskılanması krize neden olmuştur (Buğra, 2003: 462). Bu nedenle 1990’lar, uygulanan ekonomi politikaları açısından üretken sermayeden çok finansal sermaye dilimlerinin çıkarlarını gözetmesiyle otomotiv, beyaz eşya ve elektronik olmak üzere enerji, savunma, tarım, tekstil sektörlerinden büyük ölçüde spekülatif sektörlere yöneldiği yıllardır. Öngen’e göre devlet, bizzat sermaye içi çıkar çatışmalarının merkezi haline gelerek bu uyuşmazlıklara doğrudan müdahale etmiştir (2004: 99). 1990’lardaki ekonomik krizlerin bir diğer sonucu MSP’nin devamı islami Refah Partisi’ne (RP) olan halk desteğinin önemli oranda yayılmasına katkıda bulunmasıdır (Sayarı, 1996-7: 40). Batı kaynaklı ekonomik reformlara 179 ve IMF gibi uluslararası organizasyonların etkisiyle biçimlenen istikrar programlarına şiddetle muhalefet eden RP’nin, siyasette ve toplumda derin örgütlenmiş olması ve takipçilerine sistematik yardımları çalışmanın son bölümünde açıklanacak olan siyasal islamın yükselişinin de başlangıcını oluşturdu (Sayarı, 1996-7: 40). 1990’larda özellikle kırsal kesimden, henüz yeni göçmüş olan milyonlarca yoksulun yaşadığı büyük şehirlerin kenarlarından ve Anadolu’daki zengin işadamlarından aldığı destekle güçlü bir parti olarak çıkan RP, 1994 yerel seçimlerinde de Türkiye’nin en büyük iki ilinin belediyesini alarak DYP ve ANAP’tan sonra üçüncü gelmiş (Sayarı, 1996-7: 40), 1995 seçimlerinde ise % 21.3 oy alarak DYP ile koalisyon hükümetini kurmuştur. 1997’de askeriye islamın yükselişini ciddi bir tehdit olarak algıladığında, MGK aracılığıyla RP-DYP hükümetine somut önlemlerin alınması için önerilerde bulundu. Askeri kanadın önerileri yerine getirilmediği takdirde “yaptırım” uygulama tehdidi içerdiği için bir “muhtıra” olan 28 Şubat, 1997 MGK kararları (Savran, 2004: 38), “laik-Batıcı” kanadın temsilciliğini üstlenen siyasal partilerin birbirleriyle uzlaşamayacak denli bölünmüş oldukları bir ortamda hükümet aleyhine gerek sivil toplumdan, gerekse muhalefetten gelen yoğun faaliyetlerle Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bir kez daha harekete geçmişti. Amacını rejimi “islami tehditten kurtarmak” biçiminde açıklayan müdahale; doğrudan olmayıp yargıçlar, akademisyenler, gazateciler ve sermaye sahipleri gibi toplumsal açıdan etkili grupların generaller tarafından karargaha çağrılarak siyasal islamın hakkında bilgilendirildiği toplantılardan oluşan eğitim tehlikeleri kampanyası biçimindeydi (Heper, 2002: 77; Barkey, 2000: 103). 1997 MGK bildirisi ile askeriyenin siyaset üzerindeki vesayetini meşru kılan 28 Şubat rejimi, parlamentoyu büyük ölçüde saf dışı bırakarak ülkede ortaya çıkan veya çıkabilecek olan her türlü kriz durumunun yönetimi veya çözümünü hükümetten devraldı. Ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel ve askeri her türlü karar öncelikle MGK’da alındı ve hükümetlere ancak bu kurullarda alınan kararlar doğrultusunda uygulamada bulunmaları istendi. Sonuçta ülkede “fonksiyonsuz” ama “yasal” tasarruf yetkisine sahip bir yürütme ile gerçekte “yasal” olmayan ama yürütme “fonksiyonunu” tekelinde bulunduran, 180 buna karşılık hükümetler ve parlemonto üstünde yer aldığı için de herhangi bir siyasal sorumluluk taşımayan MGK’dan oluşan iki başlı bir devlet yapısı ortaya çıktı (Öngen, 2004: 94). Yarı-demokratik baskı koşullarında hükümetin istifa etmesiyle 1999 seçimleri sonunda Demokratik Sosyal Parti (DSP) başkanlığında MHP ve ANAP ‘tan oluşan koalisyon hükümeti kuruldu. 1991-2002 arasında üç merkez partisi olarak DSP, ANAP ve DYP en uzun ve farklı koalisyon hükümetleri ile siyasete dahil olmuşlardı. Çoğunluk partisi yokluğunda parti sisteminin iki ya da daha fazla siyasal parti arasındaki gücün dağılımı ile koalisyon hükümetlerini öngörmesi, bu dönemde ortalama süresi bir yıl olan sekiz hükümete şahitlik yaptı. Parçalı parti sistemi, birçok partinin istikrarsız tabanı ve kendi aralarındaki uzlaşmazlığı, koalisyon hükümetlerinin siyasal gücünün de parçalı olmasını, dolayısıyla politikaların biçimlenmesini, uygulanmasını ve sürdürülmesini olumsuz etkiledi. Hükümetlerin zayıflığı ve istikrarsızlığının asker-sivil ilişkilerine ve demokrasinin işlevlerine etkisi; MGK’nın siyasetteki etkisinin genişlemesine, özellikle siyasal İslam ve Kürt sorunu gibi önemli konulardaki politikaların biçimlenmesinde merkezi kontrolünün artmasını neden oldu. 28 Şubat’la sonuçlanan bu dönemin siyasetini belirleyen kutuplaşma70, yirmi yıl öncesinin sol-sağ ideolojik kutuplaşmasının aksine seküler-islamcı bölünmesi biçimini aldı (Sayarı, 2007: 203). 1999‘da Türkiye’nin AB’ye aday ülke statülüğünü alması, hükümetin siyasal rejimde zorunlu olarak daha fazla liberalleşme ve “demokratikleşme”yi getireceği olumlu etkisini yarattı. 2001 AB Komisyonu ise Türkiye’de demokratik sistemin temel özelliklerinin bulunduğunu, ancak asker üzerinde sivil kontrol gibi bazı temel konuların halen yeterince olmadığını açıkladı (Müftüler Baç, 2003: 433). Buna benzer biçimde AB ve IMF’nin ekonominin 70 Seküler-islamcı bölünmesi özellikle 1994-1995 arasında ulusal ve yerel seçimlerde RP’nin başarısıyla sonuçlandı. RP’nin programında vurguladığı sistem karşıtlığı, demokrasiye ve ülkenin seküler kurumlarına ilişkin ilişkin tahahhütleri, birçok sekülerist tarafından sorgulandı. Özellikle muhalefet partisi CHP, RP’nin siyasal kurumlara ve eğitim sistemine ilişkin dinsel içeriğine karşı çıktı. 1997’de bu İslamcı-sekülerist kutuplaşmasının zirveye çıkması Erbakan’ın koalisyon hükümetine askeri müdahale ve yerine yeni merkez partilerden oluşan koalisyon hükümetinin kurulmasıylasonuçlandı (Sayarı, 2007:203). 181 yönetiminde artan müdahalesi; düzenleyici önlemlerin alınmaması sonucu zayıf finansal sistemin neden olduğu tekrarlayan krizleri ve derin siyasal istikrarsızlıkları önleyici ikinci kuşak neo-liberal reformları içerdi (Öniş: 2009: 5). 1999’daki üç yıllık stand-by anlaşması, devletin yönetsel kapasitesini güçlendiricek biçimde kamu kesimi, sosyal güvenlik 71, tahkim, özelleştirme, tarımsal destekleme, telekomünikasyon, vergi politikası ve idaresi 72, ücretler ve kamu istihdamı ve bankacılık sisteminde bağımsız düzenleyici yetkinin kurulması gibi düzenlemeler öngören uzun dönemli yapısal ve kurumsal reformları kapsadı (9 Aralık 1999 Niyet Mektubu). Bu IMF ile en uzun dönemli “yakın izleme anlaşması”, olup 1998-2008 dönemini kapsamıştı. Bundan bir önceki uzun dönemli “yakın izleme anlaşması” ise 24 Ocak Kararları’nın uygulanmasına yönelik yasal-kurumsal çerçevenin oluşturulduğu 1980-1985 arası dönemde olanıydı (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2001: 16; 2007: 19-20; Öniş, 2009: 7). Geleneksel “ekonomik istikrar” programından daha kapsamlı olan 1999 stand-by anlaşması, Türkiye’nin savaş sonrası tarihinde ilk kez belirgin krizlerin yokluğunda IMF disiplinini kabul etmeye istekli olduğu bir anlaşmadır (Öniş, 2009: 7). Bu birinci bölümde anlatılmış olan neoliberal yeniden yapılanmanın yeni biçimi, Post-Washington Konsensüsü ile ilişkili ikinci kuşak refomlarla karakterize olan etkileri yansıtır (Öngen, 2004: 96-7; Öniş, 2009). Emek-sermaye ilişkisinde ikincisinin lehine düzenlemelerin yoğunlaştığı süreç, ekonomi-politik düzeye ilişkin yasal kurumsal çerçeveyi, toplumsal düzey bakımından da ücretli sınıflar ve küçük üreticiler aleyhine bir dizi politikayla sermayenin emek üzerindeki kontrolünü düzenleyen güçlü yapısal reformlarla biçimlenmektedir (Ercan, 2003: 5). 1990’ların sonundan itibaren serbest piyasa ekonomisinin uluslararası piyasalarla eklemlenmesi gereği, devletin yönetsel kapasitesinin arttırılması anlamında “rekabet devleti”ne, “iyi yönetişim”e ya da “düzenleyici devlet”e 71 Eylül ayında Meclis’te onaylanan reform: asgari emeklilik yaşını sisteme yeni dahil olanlar için hemen 58/60 ve halihazırda sisteme dahil olanlar için ise 10 yıllık bir geçiş dönemi ile 52/56 olarak artırmakta; emekliliğe hak kazanabilmek için gerekli asgari prim ödeme süresini artırmakta; ortalama aylık bağlama oranını %80’den %65’e çekmektedir (9 Aralık 1999 IMF Niyet Mektubu). 72 Geniş tabanlı, düşük ve tahmin edilebilir marjinal vergi oranları üzerine kurulu bir vergi sistemi hem iç yatırımı teşvik etmek hem de yabancı sermayeyi çekmek için en iyi araçtı (9 Aralık 1999 IMF Niyet Mektubu). 182 evrildiği biçimi ile iyi işleyen bir serbest piyasa ekonomisi için düzenleyici olarak müdahalesi anlamına gelmektedir (OECD, 2003). IMF, DB ve AB gibi kurumlar tarafından desteklenen “düzenleyici devlet”in anlamı; ekonomik alana orantısız devlet müdahalesinin sınırlanması, gelir dağılımında ve kalkınmada önemli rol oynayan devletlerin rolünün minimize edilmesidir (Öniş, 2009: 4). Devletin küçültülmesi ile burada ifade edilen ise devlet müdahalelerine son vermek değil, bunun niteliğinin değişmesidir. “Küçük ama etkin devlet”le, devletlerin kurumsal yapılarının piyasa oyununun yeniden belirlenen kurallarına uyum sağlayabilecek biçimde değiştirilmesidir (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2007: 13-14). Bu, devletlerin yönetsel kapasitelerinin artırılarak, daha etkin çalışmaları için sürekli bir yeniden yapılanma sürecine tabi olmaları anlamına gelmektedir. Devletin bu dönüşümü özellikle 2001 krizinden sonra, 1990’lardaki kriz deneyiminin de bir sonucu olarak “devlet-piyasa işbirliği” biçiminde piyasa sistemine yönelik kurumsal düzenlemlerin yapılması ve bunların uygulanması biçimindedir. 4.3.2. Ekonomik Krizler ve Devletin Düzenleyici Rolü’nde Artış Devletin yönetsel kapasitesini artırmaya yönelik yapısal düzenlemelerden oluşan 1999 stand by anlaşmasının IMF’nin verdiği yüklü krediye rağmen piyasayı tatmin edici biçimde uygulanamamasının iki nedeninden sözedilebilir. Bunlardan birinicisi belirgin bir ekonomik kriz yokluğunda programın uygulanmasının getireceği zorluklar olup diğeri neoliberal yeniden yapılanmanın kaybedenlerinden, düşük gelirlilerden ve kırsal bölgelerden gelen destekle sol ve sağın milliyetçi unsurları tarafından koalisyon hükümetinin baskı altına alınmasıdır. Hükümetin büyük bir kamu girişimi olan telekomun özelleştirilmesi, bütçe disiplininin temel anahtar unsuru olarak tarımsal desteğin azaltılması ve bankacılık ve finansal sisteme ilişkin düzenlemelerden oluşan IMF programının öncelikli hedeflerini yerine getirmekte isteksizliği (Öniş, 2009: 7) bir öncekinden daha kapsamlı bir finansal krize yol açtı. 19 Şubat MGK toplantısındaki gerginlikle görünür hale gelen 2001 krizi, bir günde 7.5 milyar doların Merkez Bankası'ndan çekilmesine, Hazine Müsteşarlığı'nın ve Merkez Bankası'nın aldığı önlemlere 183 rağmen, gecelik faizlerin 21 Şubat'ta %7.500'e kadar yükselmesine neden oldu (22.02.2001: Hürriyet Gazatesi). Krizin ardından “dalgalı kur” sistemine geçiş, dövizdeki artışla fırlayan zamlar sonucu maaşını ve ücretini TL cinsinden alanları ve döviz borcu olanları olumsuz etkilerken, döviz sahiplerini, turizm işletmecilerini ve ihracatçıları karlı çıkardı. Ecevit’in MGK toplantısında dönemin Cumhurbaşkanı Sezer ile arasındaki gerginlikle görünür hale gelen krizin, esasında siyasal değil ekonomik ve yapısal olduğu belirtilerek uygulanmakta olan ekonomik program ve yapısal reformların sürdürüleceği belirtildi (22.02.2001: Hürriyet Gazatesi). Krizin her vatandaşa altıyüz dolar ek yük getirdiğini belirten Türk-İş, Hak-İş, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ve Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu (TESK) genel başkanlarından oluşan “Sivil İnisiyatif Başkanlar Kurulu”, işçi ve işveren taraflarının görüşü alınmadan oluşturulacak bir istikrar programına hiçbir şekilde destek vermeyeceklerini açıkladı (23.02.2001: Hürriyet Gazatesi). ''Türkiye, tarihinin en büyük devalüasyonunu yaşıyor”' diyen DYP Genel Başkanı Çiller ve ''Hükümetin IMF'ye teslim olduğunu” belirten Fazilet Partisi (FP) Genel Başkanı Kutan, hükümetin derhal istifa etmesi gerektiği çağrısında bulundular. TÜSİAD ise ekonomik konularla ilgili koordinasyon eksikliğine dikkat çekerek, piyasalara güven verecek, ekonomiden sorumlu bir başbakan yardımcısının73 bunu sağlayabileceği önerisinde bulundu (23.02.2001: Hürriyet Gazatesi). İşçi ve memur sendikaları ile demokratik kitle örgütlerinin oluşturduğu Emek Platformu74 ise, “hükümetin yanlış tavrını sürdürmesi durumunda, Türkiye'nin her tarafı bir miting alanına çevrilecek..." uyarısında bulundu (28.02.2001: Hürriyet Gazatesi). TİSK ise hükümete yeni ekonomik istikrar programına ilişkin siyasi istikrar ve uyumlu çalışma ortamının oluşturulması yönündeki görüş ve önerilerini içeren bir mektup 73 Bu yapısal çevrenin anahtar aktörü Kemal Derviş, ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak, koalisyon döneminde ve AKP döneminde uyum programını koordine edecek politik teknokrat olarak getirilmişti (Öniş,2009: 11). 74 Türk-İş, Hak-İş, DİSK, Kamu Emekçileri Sendikası Konfederasyonu (KESK), Türkiye Kamu-Sen, Memur-Sen, Türkiye İşçi Emeklileri Cemiyeti, Tüm İşçi Emeklileri Derneği, Tüm Bağ-Kur Emeklileri Derneği, TMMOB, Türk Diş Hekimleri Birliği, Türk Eczacıları Birliği, Türk Tabipleri Birliği, Türk Veteriner Hekimleri Birliği ve TÜRMOB'dan oluşuyor. 184 gönderdi. TOBB ekonomik krizin nedeni olarak siyasi iktidarın tüm uyarılara rağmen, yapısal reformlarda isteksiz davrandığı, özelleştirmenin siyasi ve kısır tartışmalarla geciktirildiği ve en önemlisi, tüm uyarılara rağmen “bankacılık” sisteminin bir türlü düzenlemeye tabi tutulmadığı, kamu bankalarının da siyasi iktidara mensup partilerin aralarında paylaşılıp kötü yönetilmesinden kaynaklandığını belirtti. 2001 krizi toplumun çeşitli, özellikle “tahmin edilebilir bir piyasa” talebinde bulunan kesimlerinden yükselen muhalefetle 1994 krizinin devamı olan yapısal dönüşümün hızını arttırdı. Özellikle 2001 krizinden sonra ekonominin yönetimine müdahilliği artan IMF’nin programları ile makroekonomik istikrarın hedeflendiği düşük enflasyon ve iç talebin bastırılmasına dayalı sıkı finans ve parasalcı politikalarının uygulanmasının kurumsal çerçevesi oluşturuldu (Buğra ve Keyder 2006: 212). Döviz kurunu dalgalanmaya bırakan sıkı para politikalarının tercih edilmesi, 1994 ve 2001’de olduğu gibi sermaye hareketlerine bağlı finansal krizleri potansiyel bir tehdit olarak ortaya çıkardı. Çünkü bu krizlerin belirgin nedeni, sermeye hareketlerinin serbestliğinden kaynaklanan dalgalanmaların sert bir “iniş” aşamasını içermesiydi (Öniş, 2009: 7). Bu aşamaya piyasanın hazırlıksız yakalanması, yani Türkiye ekonomisinin yapısal zayıflığı ve onun 1980’lerden beri olgunlaşmamış sermaye piyasasının dolaşıma maruz kalması ekonomik ve siyasal sorunlara neden olmuştu (Keyman ve Koyuncu, 2005:106). Yani yerel sermaye piyasalarının mali disiplin kurulmadan serbestleşmesi spekülatif sermaye hareketlerine karşı savunmasız kalmasına neden olmuştu. Dolayısıyla sermaye hareketlerindeki serbestliğe bağlı son krizler; “1980 sonrasının neoliberal politikalarının doğrudan sonucu olarak, düzensiz, dağınık, uzağı göremeyen, kararsız piyasa güçleri için ekonomik hayatın maruz kaldığı sorunlar”dır (Yeldan, 2001:4 akt: Keyman ve Koyuncu, 2005:106). 2001 krizinden çıkış programı olarak takdim edilen 14 Nisan 2001 Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nın amacı, güven bunalımını ve istikrarsızlığı ortadan kaldırarak kamu yönetiminin ve ekonominin yeniden yapılandırılmasına yönelik sağlam bir alt yapı oluşturmaktı (Bağımsız Sosyal 185 Bilimciler Grubu, 2001: 13). Bir dizi yasal, anayasal ve kurumsal düzenlemeleri öneren programda güçlü sermaye piyasasının/finansal sektörün ve makro ekonomik istikrarın hedeflenmesinin yanı sıra bölüşüm ilişkilerini yeniden yapılandıran sosyal güvenlik ve kamu yönetimine ilişkin bir dizi yasanın parlementoda kabul edilmesi sağlandı (Boratav, 2007:180-182). Ekonominin yönetimini siyasal süreçlerin etkisinden uzak tutmaya yönelik bu düzenlemeler, hem düşük vasıflı emekle üretilen metalar aracılığıyla bir “çevre” ekonomisi olarak dünya ekonomisi ile bütünleşmesinde yepyeni bir evreyi teşkil etmekte, hem de her türlü mal, hizmet ve sermaye hareketinin üzerindeki denetimi kaldırmayı amaçlamaktadır (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2001: 13). Bundan hemen sonraki IMF niyet mektubundan da izlenebileceği gibi, “güçlü ekonomi için yapısal politikalar” başlığında bankacılık sektörü, mali saydamlık ve yönetim, özel yerli ve yabancı sermayenin ekonomideki rolünün arttırılması gibi (3 Mayıs 2001 Tarihli Niyet Mektubu) hem devlet ekonomi ilişkilerinde bir yeniden yapılanma, hem de devletin toplumsal sınıflarla olan ilişkilerinde kapsamlı bir dönüşüm öngörüldü (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2001: 16). Dolayısıyla 2001 krizi, 1990’lardaki neoliberal ekonomi-politik dönüşüm için eksik bırakılan yolun tamamlanması için olanak sağladı. Bu dönemin neoliberal politikalarının aldığı biçim, ekonomik ve siyasal sonuçları itibari ile “düzenleyici devlet”in etkinleşmesi (Öniş, 2009: 2) biçiminde tarif edilmektedir. Yüklü miktarda alınan kredilerin ardından, her iki krizin de yönetiminin IMF’ye devri ekonomi-politik alanı uluslararası düzeyde IMF ve DB programına yerel düzeyde özellikle finans sermayesinin taleplerine bağlı olarak biçimlendirmekteydi. Bu doğrultuda bölüşüm ilişkilerini, sosyal güvenlik mekanizmalarını, finansal sistemi, ekonominin altyapısı ile kamu yönetimini yeni baştan biçimlendiren bir dizi yasa hızla parlamentodan geçmekteydi (Boratav, 2007:184). 2001 krizinden beri devlet toplum ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi için çok katı ve sert bir yeniden yapılanma programının uygulandığını belirten Keyman, bu süreçte aynı zamanda yeni sivil toplum aktörlerinin de ortaya çıktığına dikkat çeker. Sivil toplum aktörleri arasındaki mücadele ve 186 tartışmaların yeni ekonomik ilişkileri ortaya çıkarması bağlamında uzun dönemli ekonomik krizlerin çözümünün gerektirdiklerini görmek bakımından önemli olduğunu söyler (2005:105). Krizlerin sorumlusu olarak halen ekonominin siyasetten yeterince özerkleştirilememiş olmasının gösterilmesi, sürecin devletin düzenleyici olacağı toplumsal ilişkiler arasındaki mücadele sonucu belirlenecek bir ekonomik ortamın oluşturulmasına kanalize olması demekti. Benzer bir ifadeyle 2001 krizi devlet kapasitesinin yeniden inşa süreci için uygun bir ortam oluşturarak neoliberalizmin önceki ilk döneminde olmayan “düzenleyici devleti”ninin ortaya çıkmasını sağladı (Öniş, 2009: 3-4). Devletin düzenleyici rolü, serbest piyasa ekonomisinin siyasetçilerinpolitikacıların eğilimleri ve insiyatiflerinden etkilenmemesini, aksine serbest piyasa ekonomisini işler kılacak hukuksal-teknik mekanizmaların oluşturulmasını ifade eder. Yasanın kuralı’nı uygulatma gücü olarak şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran tek kurum olan devletin, yönetsel kapasitesinin arttırılması gerekmektedir. “Nitelikli katma değer üreten sektörlerde yoğunlaşmalıyız” ifadesi ile örtüşen rekabet ve bunun için verimlilik ve etkinliğin artırılması vurgusu, 2001 krizini izleyen dönemlerde düzenleyici devletin müdahaleleri ile hızla gündeme alınmıştır. Bundan sonraki dönemin ekonomi politikalarının belirlenmesinde etkili ve yetkili olan Devlet Bakanı Kemal Derviş’in TOBB’un 57. Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmasında “Devlet sahayı düzeltmeli, siz de gol atmalısınız” diyerek durumu özetlemiştir. Bu ifade, sadece uygulanacak politikaları değil egemen sermaye fraksiyonları ile devlet arasındaki ilişkileri görünür kılması bakımından da önemlidir (Ercan, 2009: 48). Krizlerin en önemli politik etkisi ise parlementoda temsil edilen sol ve sağ yelpazede kurulu partilerin yok edilmesi75 oldu. Bu, İslami kökleri olan ancak öncellerine kıyasla daha ılımlı/uyumlu ve Türkiye siyasetinin merkez sağını işgal eden yeni bir partinin, AKP’nin, çıkmasına neden oldu. Bu parti 75 Oyların %34. 2’si ile parlamentoda %66 sandalye ile çoğunluğu AKP oluşturdu. 1987’den beri hiçbir parti böyle bir çoğunluk almamıştı. Merkez sol parti DSP, merkez sağ ANAP ve MHP’den oluşan koalisyon hükümetinin oyları %22.3’den %1.2’ye geriledi. Çok partili hayata geçişten beri merkez sağın Türkiye siyasetinin ana kaynaklarından biri olan DYP için de bir erozyon oldu. Merkez sağ oylar 1991’den 2002’ye %51’den %14.6’ya düştü. MHP’nin oyları ise 1999’dakinin yarısına düştü. Merkezi politik güçler arasında ki CHP ise %19.3’le 178 sandalye aldı. 187 aynı zamanda ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın kaynağı olarak görülen çeşitli koalisyon hükümetlerinin sonunu işaret ederek, yeniden tek parti dönemini başlattı (Sayarı, 2007:197; Öniş, 2009: 9). Neoliberal yeniden yapılanmanın düzenleyici devlet biçimine evrildiği dönemde AKP, 2002 ve 2007 seçimlerini kazanarak tek parti olmasından aldığı siyasal güçle ekonomi politikalarının uygulanmasında görünür bir “istikrar” sağladı. 1998’de RP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasıyla daha ılımlı bir çizgi izleyen kalkınmacı, ılımlı İslamcı ve muhafazakâr değerler ile ülkede büyüyen İslami iş sektörünün de etkisiyle, serbest girişim arasında bir sentez oluşturdu. İslami yandaşlarına rağmen, önceli siyasal partilerden farklı olarak IMF programına ve AB reformlarına sıkıca sarıldı (İnsel, 2003:300-301; Sayarı, 2007: 202). 2001 krizinden sonra ekonominin yönetiminde daha etkin olan IMF’nin yanı sıra uyum kriterleri aracılığıyla AB’de ekonomi-politik dönüşümde önemli bir aktör haline gelmişti. Örneğin Kopenhag kriterlerinin üye ve aday ülkelerde ekonomi-politik gücü nedeniyle sermaye gruplarına güven vermesi “işleyen bir piyasa ekonomisi”nin varlığı için önemliydi. AB uyum kriterlerinin siyasal ve toplumsal düzeylere ilişkin reformların tamamlanmasındaki belirgin etkisi, yerel ve uluslararası sermaye gruplarınca sürekli vurgulanan uzun dönemli ekonomik istikrarı gerçekleştirecekti. Bu anlamda, Öniş’in de belirttiği gibi geleneksel tabanının muhafazakâr olmasına rağmen, AKP güçlü reformist programı üstlenerek AB ile ilgili ekonomik ve siyasal reformların mali disiplinle birleşme derecesine uyum gösterdi (Öniş, 2009: 12). 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra hükümeti kuran AKP, 2002 tarihli IMF niyet mektubu ile borcun çevrilmesi için konsolide bütçede faiz dışı fazlaya öncelik tanındığını vurgulayarak, bir önceki hükümetten devr aldığı programı sahiplendiğini gösterdi. Bunun yanı sıra sürmekte olan ekonomik reform programını kuvvetlendirerek uygulayacağını, finansal piyasaların kuvvetli bir tek parti hükümetinin seçilmesine göstereceği olumlu tepki ile ekonominin geleceğine ilişkin güvenin pekiştirileceğini ve AB’nin tam üyelik 188 yolundaki reform ve istikrar76 çabalarına da devam edileceğini belirtti (4 Mayıs 2003 Tarihli IMF Niyet Mektubu; Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2007: 76-77; Oniş, 2009: 12). Güçlü Ekonomiye Geçiş Programını 2005’e kadar sürdüren AKP, 2008’de tamamlanacak olan yirminci yeni stand-by anlaşmasını imzalayarak faiz ödemeleri için temel bütçede % 6’lık bir fazlayı amaçladığını belirtti (1 Mayıs 2007 Tarihli IMF Niyet Mektubu). Bütçede hedeflenen “fazla” için yapılması öngürülen düzenlemeler hangi reform girişiminin izlenmek zorunda olduğunu ortaya koymakla birlikte, buna nihai amaç olarak bütçe üzerindeki sosyal transferlerin sınırının hafifletilmesiyle (Buğra ve Keyder 2006: 212) ulaşılmaktadır. Başka bir ifadeyle, devlet bütçesinde yaratılan artı değer sermaye gruplarının gelirlerine olumlu yansırken, ekonomik krizin maliyetini emek gruplarına yıkmaktadır (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2007: 7677). TÜSİAD’ın açıkça devam etmesini istediği 2008’de sona eren IMF standby programının (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2008: 64) yerine ise Mart 2008-2011 dönemi için DB’dan gelecek kredilerle ilgili olarak sektör politikalarının düzenlenmesine yönelik “ülke işbirliği stratejisi” (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2008: 65) imzalandı. Neoliberal yeniden yapılanmanın özellikle 2001 krizinden sonraki aşaması, ekonomi politikası yapma sürecinin görünürde siyasal etkilerden uzaklaştırıldığı, ekonominin teknokratik yönetimi biçimindedir. İkinci kuşak yapısal reformlarla ilişkili yeniden düzenleme ve kuralsızlaştırmayla karakterize bu yeni aşama, devletin düzenleme kapasitesinin geliştirilmesi anlamında önceki aşamadan kesin bir kopuşla temsil edilir. Bu, özellikle IMF programlarına bağlanmış devlet gücü bağlamında sıkı bütçe gereklilikleri nedeniyle mali ve para disiplininin zorlanması ile yapılmaktadır (Öniş, 2009: 14). Bunu zorlayıcı çerçeve; Merkez Bankası’nın özerkliğinin yasalaşması ve üçü tarımsal destekleme politikalarının tasfiyesini hedefleyen destek politikalarının kaldırılması, diğerleri telekominikasyon, enerji, ihaleler ve 76 “İstikrar” kavramı ile kastedilen hedef, yabancı sermaye girişlerinin özendirilmesini sağlamak için ulusal mali piyasalarda yüksek reel getiriye ulaşılması ve dış borç ödemelerinin aksatılmadan sürdürülmesidir (Bağımsız Ssosyal Bilimciler Grubu, 2007: 76-77). 189 bankacılık alanlarının yönetimi ve düzenlenmesi ile görevlendirilen yedi özerk kurulun oluşturulmasıdır (Boratav, 2007:180-182). Ekonominin özel bankalar alanındaki zayıflığına dayandırılan 1990 sonrası krizlerin likidite/nakit krizi olarak yorumlanması, krizlerin Merkez Bankası’nın özerkliği ile aşılabileceği algısı yaratmaktadır. Çünkü yasal korumaya sahip Merkez Bankası, özerkliğinin genişletilmesiyle IMF’nin sisteme daha fazla likit/nakit akıtma talebini karşılayabilecektir. Bunun anlamı, ekonominin ihtiyaç duyduğu likidite için önemli bir unsur olan doğrudan döviz akışı için parasalcı politikaların sınırlandırılmasıdır (Yeldan, 2002a: 4). Bunun yanı sıra finansal serbestleşmenin önemli bir ayağı olan Merkez Bankası’nın özerkleştirilmesi, enflasyonu engelleyerek kendi çıkarlarının korunmasını sağladığı için uluslararası finans sermayesi, hükümetteki partiler ve TÜSİAD gibi sermaye örgütlerince desteklenmektedir (Yılmaz, 2003: 82-83). Merkez Bankası’nın piyasaya’ya yönelik bu işlevlerinin yanı sıra, 1980’lerden beri sermaye üzerindeki vergilere uygulanan indirimlerin, devletin iç borçlanmasını arttırması sonucu ödediği faizler sermaye için önemli bir gelir kaynağı olmuştur. Bankacılık sisteminin bu işlevi, uluslararası arbitraja dayalı kısa vadeli dış finansmanı yurt içinde kamu iç borçlanma senetlerinde değerlendirerek reel kazanç elde etmeye yönelmesiyle gerçekleşmektedir (Yeldan 2003:144). Bu anlamda ekonominin anahtar sektörlerinde güçlü, düzenleyici kurullarından biri olarak Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun (BDDK)77 bankacılık ve finansal sistemin güçlendirilmesi için özerkliği genişletilmişti. düzenleme gücünün 1999’da zayıflığı krizden nedeniyle önce banka kurulmasına rağmen, lobilerinin direncini kıramaması, krizden sonra özerkliğinin önemli oranda arttırılarak bankacılık 77 Özel bankaların finansal durumunun izlenmeye devam edileceği, finansal açıdan güçsüz olduğu belirlenen bankaların sermaye güçlendirme planları üzerinde BDDK ile görüş birliğine varılacağı belirtildi. Bunun yanı sıra bu planlar üzerinde anlaşma sağlanılamayan her durumda, sözkonusu bankaların ivedilikle bir sonraki gözden geçirmeye kadar çözüme kavuşturulacağından sözedildi. Çünkü güçlendirilmiş düzenleyici bir çerçeve bankacılık reformlarının uygulanmasını etkin kılacaktı(07 Temmuz 2006 Tarihli Niyet Mektubu) 190 düzenlemesinin uluslararası standartlara yaklaştırılmasını sağlamıştır (Öniş, 2009: 15-16). BDDK’nın yanı sıra Enerji ve Telekomünikasyon gibi alanlarda özerk kurullar aracılığıyla yapılmak istenen, bu kurulların ilgili oldukları sektörlerdeki denetim faaliyetleriyle siyasal süreçlerin ekonomiye müdahalesinin önlenmeye çalışılmasıdır. “Ekonomi politikası oluşturma araçlarını” tasfiye ederek, ekonomik kararların siyasalın uzağında bir yerde alındığı ve toplumsal süreçlerin müdahale imkânı bulamaması anlamında bundan sonraki bölümde değinilecek olan apolitizasyon ve depolitizasyon süreciyle ilgilidir. Ancak kurullar aracılığıyla yapılan denetimin siyaseti ekonomiden ayırdığı görüntüsü, esasta kurulların siyasal iktidarların ekonomiye dolaylı ve denetimsiz müdahale araçları haline gelmesi demektir (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2001: 37; Burnham, 2004; Güney, 2006). Uluslararası birçok ilişkide Merkez Bankası ve kurulların özerkliğinin şart koşulması, kendi devletlerinden ziyade, diğer ülkelerin Merkez Bankaları’na karşı sorumlu olmaları (Keyder, 2007: 217), kuralsızlaştırma ve yeniden düzenleme ile devletin ekonominin yönetiminde Merkez Bankası ve üst kurullar aracılığı ile doğrudan sorumluluk yüklenmemesi demektir (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2007: 16). Ekonomi yönetiminin devlet aygıtları arasında nasıl paylaştırıldığı ve iktidarın bu aygıtlarda nasıl biçimlendiği BDDK’nın bankaları kurtarma ve sermayelerarası ilişkileri yeniden düzenleme görevlerinden izlenebilir. Bir yandan kamu bankalarının özelleştirilmesi düzenlemelerini, diğer yandan mali yapısı güçlü olmayanları Türkiye Tasarruf Mevduatı Fonu’na (TMSF) devreden BDDK’nın 7 kişilik karar organından 1’inin Bankalar Birliği’nden olması burjuvazinin temsilini ve finans burjuvazisinin kurul içindeki etkisini göstermektedir (Yılmaz, 2003: 83). Ekonomik krizlerin siyasal krizlerden kaynaklandığı anlayışı, özellikle 1990 sonrası krizlerin sürekliliğini 1980’den bu yana uygulanan ekonominin dengelerini denetimsiz ve yönlendirilmemiş piyasa güçlerine bırakan neoliberal politikalara değil, hükümetlerin tam olarak uygulayamadıkları istikrar tedbirlerine, ya da “teknik hatalara” dayandırmaktadır. Devletin yeniden düzenleyici işlevi ile de ulus-devletler piyasa sisteminin dengesi için kurumsal 191 yasal düzenlemeleri ile aralarındaki farklılıkların kaldırılmasına dayalı bir standart oluşturarak sürekli bir yeniden yapılanma içinde bulunmaktadırlar. 4.4. EKONOMİ-POLİTİK DÖNÜŞÜMÜN ANALİZİNDE HAKİM PARADİGMANIN BIR ELEŞTİRİSİ 1980 sonrası dönüşümün ekonomi-politik düzeyine ilişkin hakim paradigma içinden eğilimlerce analizi, neoliberal yeniden yapılanmanın ilk dönemi olarak devletin sosyo-ekonomik faaliyetlerinin azaltılması ve serbest piyasa ekonomisinin kurumlarının oluştuğu askeri müdahale ve “demokrasiye geçiş” yılları üzerinedir. “Tahminedilebilir” bir piyasa çevresi için piyasa “güvensizliklerini” giderici uluslararası standartların oluşturulduğu düzenlemeleri takip eden ikinci dönemi ise devletin düzenleyici işlevinin ve IMF ve AB gibi uluslararası kurumların ekonominin yönetiminde daha etkin olduğu dönemi ifade eder. Devleti toplum karşısında özerk bir yere koyan, toplumsal sınıfların uzağında ve onların üzerinde tarafsızlık/hakem işleviyle açıklayan baskın görüşe göre; 24 Ocak Kararları ve bunu takip eden ekonomik önlemlerin uygulanabilmesi, devletin siyasal yapısındaki gruplaşmalar ve genel toplumsal kutuplaşma sonucu yitirdiği özerkliğini yeniden elde etmesine bağlıdır. Devlet yapısının ve yönetsel kapasitesinin “dışsal” etkilerden kolay zarar görebilmesi özerkliğinin olmadığı anlamına gelmektedir (Yeşilada ve Fisunoğlu, 1992: 188). Devletin özerkliğinin anlamı ise ekonomik bakımdan egemen sınıflardan bağımsız ve göreli olarak geniş bir hareket alanının varlığı ile ilgilidir. Bu özerkliğin alanı, büyük toplumsal krizlerde ve bir üretim biçiminden diğerine geçiş dönemlerinde, yani yeniden yapılanma süreçlerinde genişleyebilmektedir (Boratav, 1991: 15). Dolayısıyla çalışmanın bu kısmında, izleyen bölümlerinde de farklı düzeylerde tartışılacağı gibi, devletin göreli özerkliğinden hareket eden hakim paradigma içinden eğilimlerin neoliberal politikalarla dönüşen ekonomisiyaset ilişkilerine yönelik değerlendirmeleri yer almaktadır. Bu değerlendirmeler sırasında çalışmada izi sürülen temel sorulardan biri olan “1980 öncesi kuramsal çerçevenin sonrasında, devlet-toplum ilişkilerinin analizinde, nasıl dönüştüğü”; yani ekonomi-politik dönüşüm sürecinin 192 meşruiyeti üzerindeki etkisinin nasıl olduğunun açıklanmasına çalışılacaktır. Türkiye siyasal tarihi yazınında yapısalcılık esinli devletin göreli özerkliği ortak paradigmasından esinlenen yazarların çeşitliliği, çalışmada belirgin örnekler olarak öne çıkanlar üzerinden somutta olan’ın değerlendirilmesini yapmaya çalışırken birbirlerinden ayrışan yanlarının belirtilmesini de ihmal etmemeye özen gösterecektir. I. Örneğin Heper, Keyman, Özbudun, Göle ve Sayarı’ya göre 1980 askeri müdahalesi, 1970’lerin sonuna doğru devletin yönetsel kapasitesinin dağılmasıyla ideolojik olarak kutuplaşmış siyasal partilerin de kışkırttığı etnik, dinsel ve siyasal çatışmanın neden olduğu siyasal krizlerden kaynaklanan ekonomik krize bir cevaptır (Sayari, 1996-1997: 30-1; Heper, 2002: 71). Toplumsal kutuplaşma ve parçalanmanın unsurları olarak emek örgütleri, bazı meslek gruplarının birlikleri, sivil bürokrasi ve polisin yanı sıra ilerleyen yıllarda Türkiye’nin güneydoğusunda devam eden isyanın ve köktenci islamın yükselen siyasal uyanışının da demokratik kurumlar ve pratikler için tehdit oluşturduğu (Sayari, 1996-1997: 31) düşünülmektedir. Siyaset ve ekonomi alanın birbirlerine özerk düzeyler olduğu iddiasındaki bu yazarlar, 1980 askeri müdahalesini devletin toplumsal çıkarlardan, yani siyasetin ekonomiden özerkliğini sağlayarak devlet aygıtlarının uyumunu yeniden tesis ettiğini yazarlar. Buna göre 1970’lerdeki sarsılmış toplumsal ve siyasal krizlerin yinelenmesi, müdahale sonrası Türkiye demokrasisinin radikal bir yeniden yapılanması (Özbudun, 2007:179) ile gerçekleşmiştir. Özellikle Heper’in ve Göle’nin çalışmalarında müdahale, 1970’lerin kutuplaşmasının gittikçe derinleştirdiği siyasal krizlerin üstesinden gelerek özerkliği yeniden kurduğu için olumlanmaktadır. Müdahale sonrasında çatışmaların uzlaşma ile çözüldüğü “ılımlı-araçsal”78 bir yönetim biçimi, siyasal hayata damgasını vurmuştur. Bu, özellikle Türkiye’nin siyasal hayatının büyük ölçüde yeniden yapılandırıldığı ve ılımlı araçsal bir siyasal 78 Çalışmanın üçüncü bölümünde tanımlanmış olan “ılımlı-araçsal” yönetime göre 1980’lerin ilk yarısından itibaren ordu, bürokratik elitler ve siyasetçilerden daha fazla siyasal hayatın “ılımlıaraçsallık” sergilemesi taraftarı olmuştur. Toplum karşısında egemen bir devlet değil, siyasal çatışmaların uzlaşma ile çözüldüğü bir yapı söz konusudur. Bu yapıda bürokrasi iç işleyişi bakımından özerk, bürokratlar ve siyasetçiler arasında da görüş ayrılığı nedeniyle çatışma olmamaktadır (Heper, 2006: 31). 193 rejimin tesis edildiği 1980-83 arasında daha da belirgindir (Heper, 2002: 74; Heper, 2006: 31). Benzer başka bir ifadeye göre de müdahale öncesi krizlerin nedeni, sadece ekonomik değil aynı zamanda Türkiye siyasetinin yandaşcı, hesapveremez ve bozuk yapısal niteliklerinden kaynaklanmaktadır. Bunların çözümünün en etkin biçimi, devletin toplumun ihtiyaçlarına ve taleplerine cevap verecek etkili, özerk ve demokratik bir yönetim kurumu haline gelmesi, yani devlet-toplum ilişkilerinin öncesinden farklı bir biçimde, yeniden yapılanmasıdır (Keyman ve Koyuncu, 2005: 107). Siyasetin ekonomiden özerkliği sonucu demokratik kurumların oluşabileceği böylesi bir yapı ise 1980 sonrasında yerleşmeye başlamıştır (Göle,1994: 213). 1970’lerin temel sorununu sistemin kutuplaşması ve parçalanması nedeniyle siyasetin özerkliğini yitirmesi olarak kavrayan bu analiz, siyasetin ekonomiden özerkliğini sağlayamadığı durumlarda devlet aygıtlarının aralarındaki uyumu kaybettiklerini ve özgül toplumsal çıkarların kullanıcısı durumuna geldikleri Weberyan çözümleme ile örtüşür. Buna göre yönetsel kapasitesini müdahale sonrası tekrardan kazanan devlet aygıtları, farklı toplumsal kesimlerin çıkarları karşısında özerkliğini yeniden kurduğundan “toplum” ve onların siyasal temsilcileri, yani bürokratik ve siyasal elitler artık birbirleri için rakip olarak görülmeyecektir. Bu gerek askeri yönetim yıllarında, gerekse demokrasiye geçişte özellikle üzerinde durulan bir konu olan sivil bürokrasinin keyfilikten uzak, etkili ve verimli çalışan bir kuruma dönüştürülmesi (Heper, 2006: 241) için son erece önemlidir. Çünkü 1980’lere kadar güçlü devlet geleneğine sahip, daima politikada diğer gruplardan özerk ve devlet adına davranan özgül bir elit kategorisinin (Heper ve Keyman, 1998: 259) varlığı artık aşınmaya başlamıştır. Siyasal ve askeri-bürokratik elitler arasındaki mücadelenin sonucu olarak görülen 1980’e kadarki her üç askeri müdahalenin de uzun dönemli olmayıp, yeni anayasa gibi araçlarla siyasetin yeniden dengeye getirilmesi ya da varolanın düzeltilmesiyle askerlerin yönetimi sivil hükümetlere devretmeleri (Heper, 2002: 74) de onların politize olmamaları biçiminde yorumlanır. Bu kavrayışın önde gelen temsilcisi Heper’e göre; 194 “…Türkiye’de askeri müdahaleler demokrasinin ortadan kaldırılması için değil, siyasal hayata bir miktar rasyonalite enjekte edilmeye çalışılıp demokrasinin işleyebilir hale getirilmesi için yapılmıştır…Ordu 1980’den itibaren daha az aşkın devlet eğilimli olmuş ve hatta toplum kesimlerinin ve onların siyasal temsilcilerinin aralarındaki çatışmaları dinamik bir uzlaşma ile çözebilecekleri bir kültür örüntüsü ve kamusal alan meydana getirme çabası içinde olmuştur”(2006:252). Müdahaleyi Türkiye’deki “güçlü devlet-zayıf toplum” geleneğinin bir sonucu olarak gören eğilim içinden diğer grup yazarlar ise darbenin otoriteryan niteliğine dikkat çekmek noktasında farklılaşmaktadırlar. Benzer biçimde ekonomi-siyaset ikiliği üzerinden hareket eden bu yazarlar, aşağıdakilerin aksine, müdahalenin 1980 sonrası yapısal uyum politikalarının uygulanmasındaki belirleyici etkisinden söz etmekte ve bu anlamda göreli özerkliğin sağlanmaya çalışıldığını düşünmektedirler. Buğra, İnsel, Keyder, Köker, Öniş, Özbudun, Sayarı ve Turan gibi yazarların izlediği bu eğilim, 1980 öncesinin siyasal krizlerine olduğu gibi ekonomik bölünmelerine de vurgu yapmakta ve müdahalenin yapısal uyum süreci ile ilişkisini kurmaktadırlar (Benzer değerlendirmeler için bkz: Yalman, 2002; Dinler, 2003; Güngen, 2005; Güney, 2006; Bozkurt, 2008). Darbenin ekonomik ve toplumsal yapıyı kökten yeniden yapılandırdığı ve liberalizasyon politikalarının müdahale olmadan sürdürülemeyeceği yaygın kanısı sıklıkla vurgulanır bu yazarlarca (Keyder, 1987:176; Buğra, 2003: 206; Özbudun, 2007:179-180; Köker, 2008: 260 Barkey, 2000: 199). Örneğin Türkiye’nin ekonomik ve finansal problemlerinin istikrarlı ve işlevsel bir demokrasinin kurumsallaşma çabalarında baskın bir unsur olduğunu belirten Sayarı, ekonomik koşulların kötüye gitmesinin 1960 ve 80 müdahaleleri üzerinde etkili olduğunu belirtir (1996-7: 31). Başka bir ifade, 1970’lerin ekonomik bakımdan devletin sosyo-ekonomik hayata müdahalesinin fazla olduğu, ancak IMF ile yapılan 24 Ocak “istikrar paketi”nin uygulanmasını önleyecek derecede zayıf hükümetlerin olduğunu vurgular (Krueger ve Turan 1993:363; Barkey, 2000: 199). Müdahalenin IMF paketinin gerektirdiği biçimde istikrarlı bir piyasa çevresi oluşturmayı amaçladığını belirten başka bir yazar da, müdahale sonrasında TÜSİAD’ın kısa bir süre kapanmasına rağmen, özel sektör ve piyasa politikalarının yönlendirilmesinde askeri yönetimle nasıl 195 işbirliği içinde (Bugra, 2003: 206) olduğuna dikkat çeker. Özal’ın açıkça “istikrar programı” üzerinde askeri yönetimin katkısının önemini belirtmesi, Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı’nın müdahale ile üretimin yükselmesi için güvenli bir ortamın yaratıldığını vurgulaması (Krueger-Turan, 1993: 363) darbenin ekonomik boyutunun yönelimini açıkça göstermektedir. Daha net bir ifadeyle; “…asker devletin birliğini korumak, şiddeti kontrol altına almak ve uzun dönemli ekonomik ve siyasal reformları yapmak için müdahale etti” (Barkey, 1990:185). Toplum nezdinde meşruiyetini ekonomik, siyasal, toplumsal ve ideolojik krizlere dayandıran müdahale ile devletin gücünü ve kapasitesini tekrar edinmesi, yeniden yapılanma programının uygulanabilmesinin zorunlu bir gerekliliği olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim 24 Ocak kararlarıyla başlayan yapısal uyum sürecinin askeri müdahale aracılığıyla yürürlüğe girdiği (Yeldan, 2003: 44), askeri yönetim olmaksızın seçilmiş bir hükümetin 1980 istikrar paketini sürdürebilmesinin şüpheli olduğu (Arıcanlı ve Rodrik, 1990: 1346; Ahmad, 2002:183) analizlerine ekonomik unsurları da dâhil eden farklı perpespikten birçok yazarın paylaştığı bir değerlendirmedir. “Aşkın/güçlü devlet”in niteliğinin 1980 sonrasında “ılımlı-araçsal” biçimine dönüştüğü iddiasının aksine bu yazarlar, darbenin siyasal liberalizasyondan ziyade, otoriter yapılar inşa ettiğine vurgu yapmaktadırlar. Buna göre müdahale, Türkiye’de “güçlü merkez-zayıf toplum”, “güçlü devlet geleneği” ve bürokratik elitlerin kendilerini reformların sahibi olarak görmelerinin demokratikleşme ve liberalleşme süreci üzerindeki aşırı merkezileşmiş, aşkın patrimonyal devletin tarihsel mirasının bir sonucudur (Öniş, 1992; İnsel, 2009: 32-33). Buna göre örneğin, 1982 Anayası’nın hazırlanış biçiminin anti-demokratik niteliği asker kurucularının otoriteryan ve devletçi değerlerini yansıtmaktadır. Temel amacın kamu düzenini sürdürmek için devletin otoritesinin yeniden kurulmasının olması, Anayasa’nın altında yatan felsefeyi, vatandaşların eylemlerinden devletin korunması, açıkça ortaya koymaktadır (İnsel, 2003:294; Özbudun, 2007:180; Barkey, 2000: 99). Müdahale ve onun Anayasası’nın amacı, siyasal ve toplumsal istikrarı ve ekonomik olarak yeni rejimi oluşturabilmek için topluma otoriteryan politikaların zorlanmasıdır. 196 Otoriteyan devletin Türkiye gibi azgelişmiş ülkelerde istikrar programının uygulanması için zorunluluğu (Yeşilada ve Fisunoğlu, 1992: 207) ve sivil toplumun diğer güçlerinin göz ardı edilmesi pahasına bu istikrar programının önemli bir sonucu, Türkiye’de “bürokratik otoriteryan devlet”in (Guillermo O’Donnell’den akt: Barkey, 1990:185; Köker, 2008: 261) yükselmesidir. Keyder’e göre bu, 1980 darbesinin Latin-Amarika bağlamında tanımlanmış olan “bürokratik-otoriter” rejimlerle benzerliğini ortaya koymaktadır (1987: 179). Yeniden yapılanma sürecinde askeri müdahalenin rolüne son derece olumsuz bir nitelik atfeden yazarların aksine, Heper çizgisindekiler artan siyasal elit-bürokratik eliti çelişkisine ve bunun getirdiği istikrarsızlığa karşı askeriyenin demokrasiyi yeniden kurmak için müdahale ettiği iddiasındadırlar. Ancak her iki kavrayış da, demokratik ya da otoriter niteliği göz önünde bulundurulmaksızın, askeri müdahale ile devletin toplumsal çıkarlar karşısında özerkliğini yeniden elde ettiğini paylaşmaktadırlar. Bozkurt’un da belirttiği gibi, 1970’lerin sonunda çeşitli gruplarca paylaşılan devlet aygıtlarının uyumunun yeniden oluşturulduğu devletin göreli özerkliği sayesinde; Heper’e göre siyasal sistemin işlevselliği için siyasal kutuplaşmanın üstesinden gelinebilmiş, Öniş ve Sayarı göre de yapısal uyum politikalarının uygulanabilmesi mümkün olmuştur (2008: 160). II. ANAP hükümetinin kurulduğu “sınırlı demokrasi”ye geçiş dönemini, askerin ılımlı bir biçimde gerçekleştirme çabasında olduğunu vurgulayan Heper’e göre gerek bürokratik, gerekse siyasal elitlerin ondokuzuncu yüzyılın ve 1945-80 arasındaki çoğunluğu ünivesite üyeleri, yüksek kamu görevlileri ve önde gelen gazatecilerden oluşan elitlerinin aksine hepsinin “ılımlı elitist” olduğunu yazar (2002: 70). Birçok Latin Amerika, Asya ve Afrika’daki benzerlerinin aksine, rekabetçi siyasal sistemi yeni biçimlenmiş bir Anayasa ve siyasal parti siyasetini yöneten yasal düzenlemelerle yeniden başlatmaları (Sayari, 1996-1997: 30) askeriyenin Türkiye’de politize olmayan bir devletle ilgili oluşumun bir parçası olması ile ilgilidir. Devlet eliti olarak siyasete müdahale ettiklerinden siyasal elitlerle rekabete girmemeleri, yani kendilerini parti dışı hakemler olarak görmelerindendir (Heper ve Güney, 2000: 650). 197 Aksi yöndeki bir ifadeye göre de bu, askeriyenin “siyasal özerklik” bakımından hem sivil yönetimin, hem de demokrasinin meşruiyetini kabul etmesi, kendi fikirlerine göre davranan siyasetçilerin siyasal faaliyetlere yönlendirildiği, diğerlerinin de kontrollerinde olduğu “özerkliğin inceltilmiş biçimi”dir (Sakallıoğlu, 1997:153; benzer ifade Sayari, 1996-1997: 30). Şöyle ki; siyasal parti ve liderlerine siyaset yasağının konulduğu, küçük ve sistem karşıtı partilerin yüzde on (%10) seçim barajına takıldığı ve seçmenin oy verme zorunluluğunda (Kalaycıoğlu, 1990: 488; İnsel, 2003: 294) yapılan 1983 seçimleriyle 24 Ocak istikrar programın mimarı Özal’ın partisi hükümeti kurabilmiştir. “Sınırlı demokrasiye geçiş”le birlikte ANAP politikaları, toplumsal ve siyasal dengeler açısından devlet-merkezci yapıdan vazgeçildiği, ekonomi üzerindeki devletin rolünün gevşediği ve otoriteryan devlet merkezli bakıştan ekonomik liberalizasyona geçildiği için (Öniş,1992: 8; İnsel, 2003: 295; Keyder, 2007: 228) ekonomi-siyaset ilişkisine göreli özerklik içinden bakan yazarlarca olumlanır. ANAP’ın “politics/politikacı” değil “policy/politika” merkezli siyasal eylem modeli, çatışmadan ziyade uzlaşma ile tanımlanıp; muhafazakar, milliyetçi, piyasacı ve pragmatik değerlerle ılımlılığı ve çok renkliliği vurgulayarak merkez sağı yeniden yapılandırdığı (Göle,1994: 218219, 221; Köker, 2008: 196) belirtilir. İki yasama döneminde sürdürebildiği (1983-1991) bu kombinasyonla ANAP, tek parti hükümeti olarak serbest piyasa ekonomisinin uluslararası rekabete açılışında ve katı askeri kuralları takip eden politikaların normalleşmesindeki rolüne (Özbudun, 2006: 546) vurgu yapılır. Ancak Özal’ın ANAP’ı döneminde hem sermaye, hem de emek sınıflarını da içeren özgül toplumsal çıkarların taleplerinin siyasal elitlerde yansımasını bulması ve bunun sosyo-ekonomik yeniden yapılanma politikalarının uyumunu bozması (Heper ve Keyman, 1998: 260) nedeniyle dönemin popülist politikaları eleştirilir. Yapısal uyum, çeşitli yollarla sürdürülürken özellikle yürütmenin güçlenmesi ile politika oluşturma sürecinin merkezileşmesi (Kalaycıoğlu, 1990: 485) ve isteğe bağlı fon’larla ekonomik kaynaklar üzerindeki dağıtım kontrolünün kamu sektörünün payının 198 azalmasını önlemesi (Heper ve Keyman, 1998: 261-3) eleştirilerin odağını oluşturur. Siyasal sistemin daha fazla rekabetçi unsurları içermesiyle sistem içindeki konumunun devamı için yapısal uyum politikalarının toplumsal maliyetinin neden olduğu sorunları siyasal patronajı kullanarak aşmaya çalışması (Sayarı, 1996-7: 37), yeniden yapılanma politikalarının uygulanmasını zorlaştırmıştır. Dolayısıyla Özal döneminde de bir yandan liberal politikalar savunulurken, diğer yandan bunların devletçi politikaların varoluş biçimlerine benzeyen yöntemlerle yürütülmesine (Buğra, 2003: 455; İnsel, 2009: 52) rağmen, işsizlik ve enflasyonun aşağı çekilememesi eleştirilir (Kalaycıoğlu, 1990: 488). Devlet ve özel sektör arasında yoğunlaşan özgül ilişkilerle vergi indirimini destekleyen ihracatçılar, turizm yarıtımcıları, ayrıcalıklı kredilerden yararlanan gayrimenkulculer, özelleştirmelerde teklif veren ihaleciler hepsi birden devlet ve “özel işadamları” arasında yeni ortaya çıkan ilişki ağının bir parçasını oluşturdular (Buğra, 2003: 461-462). İnsel’e göre bu, kolay kar ve “işbitirici” zihniyetle sermaye birikiminin üretimle olanından ziyade ilkel türüne benzeyen ekonomik yağmanın dağıtım biçimidir (2003: 296). Özetle, bu dönemin devlet-toplum ilişkilerinin ekonomik boyutu; rantı istediklerine paylaştıran bozuk bir mekanizmanın yönlendirdiği beklentiler ve tutumlarla şekillenen reform girişimlerinin toplumsal bağlamda popülizmden ziyade yolsuzlukla şekillenmesi biçimindedir (Buğra ve Keyder, 2006: 212). Dolayısıyla ANAP hükümeti dönemi, siyasal faaliyetlerin dağıtım mekanizmasına göre şekillendiği, yani ekonominin siyaseti araçsallaştırdığı (İnsel, 2003: 296), piyasa oyununun kuralları için tahminedilebilir bir çevrenin oluşturulamadığı (Sayari, 1996-7: 31) ve devlet müdahalesinin temel niteliği olarak görülen keyfiliğin ortadan kalkmadığı (Keyder, 2004a: 68) için eleştirilir. Buna göre, siyasal iktidarın sermaye sınıfı içinden bazı gruplara yönelik ayrıcalıkları nedeniyle bu sınıfla arasında “rasyonel bir uzlaşı”nın olmadığı ve işadamlarının piyasa mekanizmalarına güvenle yaklaşamadığı (Buğra, 2010) Weberyan zayıf devletle karakterize yönetsel kapasitesinin ve özerkliğin başarılamadığı bir dönem olarak ifade edilebilir. Devletin göreli özerkliği başlangıçta yapısal uyum programının uygulanması ile tutarlılık 199 halindeyken sonrasında, patronaj politikalarıyla hem ekonomik reformların, hem de demokratikleşmenin sağlamlaştırılması tehlikeye atılmıştı. Neoliberal yeniden yapılanma programına rağmen, siyasi rasyonelitenin piyasa rasyonalitesinin önüne geçmesi, uzun dönemli gelişmeyi sağlayacak devlet reformlarının önünün kesilmesine neden olduğu için patrimonyal devletin sürekliliği sözkonusudur bu yazarlara göre. Görüldüğü gibi gerek siyaset merkezli, gerekse ekonomik unsurların da dahil adildiği her iki eğilimde de çelişkiler bürokrasi ve burjuvazi arasına konulduğundan bütünsel olarak sınıf ilişkileriyle siyasi projeler arasındaki bağ kurulamamaktadır. arasındaki Devlet-toplum mücadele biçiminde ilişkilerinin burjuvazi ve bürokrasi okunması, özel sermaye birikimini engelleyenlerin devletçilik projesinin taraftarları olduğu düşünülen bir grup bürokrat olarak görülmesiyle sonuçlanmaktadır (Boratav,1991: 17). Bu anlamda, 1980 askeri müdahalesinin ardından gelen süreç, devletin toplumsal sınıflar karşısında özerkliğini sağlayıcı kurumların yaratılması sürecidir. Yani ekonomik anlamda devletçi ve otoriteryan çıkarların ertelenmesi, ulusalcı ideolojinin kendini donuklaştırmasının (Keyder, 2004a: 66) sonucu olarak bürokratik otoriter devletçiliğe karşı sivil toplumun mücadelesi olarak yorumlanmaktadır. Çünkü neoliberal kavrayışta güven eksikliğinin ya da belirsizliğinin kaynağı serbest piyasa mekanizması değil, ‘güçlü devlet geleneği’ne özgü keyfi uygulamalar olarak yorumlanmaktadır. III. Ekonomik krizlerin siyasetten kaynaklandığı anlayışına göre 1990’lı yıllar ise 1991 seçimleri sonunda tek parti döneminin reform stratejisinin uyumunun kaybolduğu, yönetilemeyen döngüsel “iki parti ekonomik sisteminin” krizlerle parçalanmasıyla (Sayari, 1996-7: da 31) karakterizedir. Türkiye siyasetine özgü toplumsal ilişkilerin düzenlenme biçiminin ürettiği yolsuzluk ve devletin zayıf yönetsel kapasitesinin neden olduğu şeffaflığın, hesapverebilirlik yokluğu ve demokrasi açığı (Keyman ve Koyuncu, 2005: 106; Öniş, 2009: 3) krizlerin temel nedeni olarak görülmektedir. Yani krizlerin nedeni sadece ekonomik değil, aynı zamanda devletin yönetsel kapasitesinin zayıflığının neden olduğu kurumsal çöküşlerdir (İnsel, 2003: 296). Böylesi bir yapılanmada, yüksek yolsuzluk 200 sırasında borç birikiminin kamu bütçesinin sınırını aştığı, hükümet harcamalarının yarısının faiz ödemelerine ayrıldığı ve buna bağlı olarak imzalanan IMF stand-by anlaşmalarında faiz ödemeleri için amaçlanan artı’nın toplumsal maliyetinin yüksek olacağından sözedilir (Buğra ve Keyder, 2006: 212). Ekonomik krizlerin yanı sıra 1990 sonrasında bir diğer dikkate değer konu, yükselen Kürt hareketi ve siyasal İslam’a karşı askeriyenin, bu iki konuda, kendini “demokratik” ve “seküler” Türkiye’nin garantörü olarak görmesiyle siyasete yaptığı müdahaledir (Heper, 2002: 76). Heper, bir yandan askeriyenin siyasal islamı, “seküler” ve “demokratik” devlete tehdit olarak görmesini güçlü devlet-zayıf toplum geleneğinin bir sonucu, yani bürokratik elitlerin halen siyasal elitlere yeterince güvenmemesi olarak görürken (2000: 647), öte yandan askeriyenin kesin bir müdahaleden önce anayasal yaptırımlar yoluyla yasal çerçevenin uygulanması için hükümete baskı ve demokratik güçleri harekete geçirme (Heper ve Güney, 2000: 647) yolunu seçtiğinden söz eder. 28 Şubat 1997 sürecinde kamuoyunda meşruiyet oluşturmak için gazateciler, üniversite rektörleri, yüksek bürokratlar ve akademisyenlerle birlikte sermaye grupları ve işadamalarından oluşan (Heperve Güney, 2000: 646; Heper, 2002: 77; Barkey, 2000:103) sivil toplum örgütlerinin desteğini aldığını belirtir. Ancak ekonomi-siyaset/burjuvazi-elitler gibi ikilikler üzerinden yaptığı analizi ile toplumun önemli çıkar gruplarının desteğini aramasını, değerlendirdiğinden sivil bu toplumsal bir grupların güç (2000: refahyol 646) olarak hükümetinden memnuniyetsizliklerini açıklamalarını da belirtmesine rağmen toplumsal ilişkilerin mücadele alanı olarak devleti kavrayamaz. Öncellerine kıyasla daha ılımlı/uyumlu, muhafazakâr bir demokratik parti içinde siyasal islamın dönüşümünü temsil eden, Anayasa’nın seküler ilkeleriyle yeniden uzlaşmayı amaçlayan ve 2002 seçimlerini alarak tek parti hükümetini kuran AKP’nin ideolojik farklılığının temel nedeni, 28 Şubat süreci ve sonrasında ardılı siyasal partilerin kapatılması olarak değerlendirilir (Özbudun, 2006: 547). Etkili olmakla birlikte tek başına yeterli olmayan bu nedenin yanı sıra, 1999-2002 koalisyon hükümetinin 2001 krizini 201 yönetememesi, AKP hükümetinin IMF stand-by anlaşmaları ve AB uyum sürecinde Kopenhag Kriterleri gibi yasal ve siyasal sistemin yeniden yapılanması konusunda gösterdiği güçlü siyasal isteğin (İnsel, 2003: 297299; Heper, 2005: 37) geniş sivil toplum örgütlerinden, özellikle sermaye gruplarından, aldığı destekten sözedilmez. İnsel (2003: 295) ve Özbudun (2006: 548)’un da vurguladığı gibi; AKP tıpkı Özal’ın ANAP’ı gibi sosyolojik ve siyasal olarak oldukça heterojen bir kombinasyonu içermesiyle orta sınıfı hedeflemiş ve merkez sağ oyları tekrar bir araya getirmiştir. AKP’nin 2002 seçimlerinde iktidara gelişi, 1980 darbesinden sonra kurulan otoriteryan rejimden çıkış ve önemli bir siyasal dönüşüm olasılığı biçiminde yorumlanır (İnsel, 2003: 293-294). Sivil toplum örgütü olarak farklı sosyal talepleri, kimlik iddiaları ve farklı kurumsal stratejileri temsil eden güçlü üç aktörün, TÜSİAD, MÜSİAD ve Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (SİAD), ortaya çıkışı bunun göstergesi olarak yorumlanır. Buna göre ekonomik bakımdan güçlü ve baskın olan bu gruplar, bu sayede güçlü toplumsal taleplerin dile getirilmesinde, istikarlı ekonomik ve demokratik yapıların oluşturulmasında ve devletin kendisini etkili, hesapverebilir ve şeffaf bir yönetim kurumu olarak dönüştürmesinde önemli rol oynamaya başlamıştır (Keyman ve Koyuncu, 2005: 108). Dolayısıyla 1980’ler bir yandan, “ulusal kalkınmacı model” döneminin sona ermesi ve devletin ekonomik alanla ilişkisi bakımından başka bir biçime evrilmesiyle tanımlanırken, diğer yandan güçlü ekonomik grupların baskısıyla piyasa ekonomisi için tahminedilebilir bir çerçevenin ve piyasa belirsizliklerini giderici standartların oluşturulduğu düzenleyici biçimi ile karakterizedir. Bu, yerel sermaye gruplarının yanı sıra, IMF ve AB gibi iki uluslararası aktörün yeniden yapılanma sürecini yönlendirmesiyle, devletin dönüşümünde siyasal istikrarsızlıkların etkisini azaltıcı başka bir evreyi ifade eder. Örneğin, Keyder 1995’de GB’ne katılımı “güçlü devlet geleneği”ni dönüştüren bir unsur olarak burjuvazinin devlete bağlılığının dönüşmesi anlamında bir dönüm noktası olarak görür (2007: 202). Siyasal istikrarsızlığı ve tahminedilebilir bir piyasa çevresinin oluşumunu engelleyen bürokratik elit-siyasal elit kutuplaşmasının 1999 seçimleri sonunda Demirel ve Ecevit gibi olgun, öngörülü siyasetçilerle 202 ve 1999’da AB’ye tam üyelik süreciyle hızlanan demokratikleşme düzeyiyle aşılabileceği vurgulanır (Heper ve Güney, 2000: 647; Heper, 2002: 82). Daha liberal ve demokratik bir Türkiye’nin garantisi olarak görülen AB üyelik süreci ile ilişkili olarak daha küçük, daha etkili ve daha az baskıcı bir devlet için reformların gerekliliği sıklıkla vurgulanır (Müftüler ve Baç, 2003: 433; Keyder, 2004a: 77; Barkey, 2000: 88). Özellikle 1990’ların ortasından itibaren yükselen Kürt hareketi ve siyasal İslam konusunda siyasal istikrarsızlığa neden olabilecek anti-demokratik yönelimlerin ekonomiyi etkilememesi için hem TÜSİAD, hem de yeni Anadolu burjuvazisinin desteklediği MUSİAD gibi sivil toplum birliklerinin ekonomik ve demokratikleşme reformlarına desteğin arttığından sözedilir (Keyder, 2004: 77). Bunun yanı sıra devletin yönetsel kapasitesinin zayıflığı ve düzenleme eksikliği nedenli krizlerin toplumsal bölüşüm ilişkilerinde neden olduğu yıkımın giderilmesi için de AB adaylığı sürecinin bir fırsat alanı sunduğu belirtilir. AB baskısı ile sosyal politika reformunun gerçekleştirilebileceği umulmaktadır (Buğra ve Keyder, 2006: 213). Devlet-toplum ilişkilerini özerklik bağlamında değerlendiren yazarların ekonomik krizlerin siyasal krizlerden kaynaklandığı görüşü, krizleri güçlü devletin ve onun meşruiyetinin, yani yönetsel kapasitesinin çökmesinin bir göstergesi olarak değerlendirmektedir. Toplumsal gerçekliğin güçlü devletzayıf toplum/bürokratik elit-siyasal elit gibi ikilikler üzerinden açıklanması, ekonomik sorunları onun doğasının bir sonucu olarak değil, bundan ziyade patronaj ağları, yolsuzluk ve popülizm gibi politikaların neden olduğu siyasal krizlerle görünür olduğunu iddia eder. Yani hem 1994, hem de 2001 krizi devlet kapasitesinin makro ekonomik istikrarı sağlayamaması olarak görüldüğünden sonrasında yapılan düzenlemeler, devletin özerkliğini yeniden kurmasına odaklanmıştır (İnsel, 2003:296; Öniş, 2009: 3). Bu yazarlara göre, devlet elitlerinin ekonomik ve siyasal hayata yoğun müdahalesi, merekezileşmiş otoriteryan/despotik kalkınmacı devlet anlamına gelirken, piyasa için düzenleyici kapasitesini genişleten, aldığı rutin olmayan kararlarla sivil toplumdaki gruplarla kurumsallaşmış müzakarelerde bulunan kalkınmacı devlet, yönetsel kapasitesi ile uyumlu içselleşmiş özerkliğe sahip 203 olarak açıklanır (Öniş, 1992: 5). Türkiye’de “işadamları”nın “güçlü devlet” karşısında bir sınıf oluşturacak özelliklere sahip olamamalarının nedeni olarak görülen sağlayamadığından merkezileşmiş eleştirilir devlet ise (Buğra, içselleştirilmiş 2010). Devletin özerkliği gücünün otoriteryan/despotik anlamda, tekil müdahalelerde bulunabilmesiyle değil, kendi hareket biçiminin süreklilik kazanabileceği hem devletin, hem de toplumun davranışlarının sonuçları için tahminedilebilirlik ortamının yaratılmasına bağlıdır (Keyder, 2007: 188-189). Ancak böylesi bir devlet, kapitalist üretim biçimine sonradan dahil olmuş ülkelerde, kalkınmanın gerçekleşmesi için “iş grupları”, “işadamları” ve ekonomi politikasından sorumlu siyasal elitler arasında kurulacak başarılı bir “işbirliği” ile ekonomik gelişmenin gerekli koşulunu sağlayabilecektir (Buğra, 2010). Bu bağlamda, devletin yönetsel kapasitesi ya da özerkliği Weberyan hukuksal rasyonaliteyle örtüşecek biçimde; kurallara uygun standartların oluşturulması, hukukun üstünlüğü, devletin toplumsal güçler tarafından kolonize edilmemesi ve devletin ayrışmış bir alan olarak kendisi ile toplum arasındaki sınırları çizebilmesi durumunda söz konusudur. IV. Görüldüğü gibi 1980 sonrası devlet-toplum ilişkilerinin analizinde hakim paradigma içinden eğilimler; siyasetin ekonomiden özerkliği ya da ekonomi-siyaset ayrımı noktasında yoğunlaşmaktadırlar. Bu yaklaşımlardan siyaset merkezli olanı, 1980 sonrası politikaları devletin toplumsal sınıflardan özerkliğinin gerçekleştirilmesi biçiminde yorumlamakta ve güçlü devlet geleneği kodu’nun toplum lehine dönüşmeye başladığını söylemektedirler. Devletin yönetsel kapasitesinin kaynak dağıtım mekanizmaları üzerindeki siyasal denetiminin zayıflığını ise bürokratik davranış kodu’nun halen sürmekte olduğu biçiminde yorumlamaktadırlar. Ekonomi-siyaset ilişkisi üzerinden analiz yapanı ise, siyaset merkezli olanına benzer biçimde devletin çıkar gruplarınca ele geçirilmesi nedeniyle onun bu gruplara göreli özerkliğinin olumlu yönlerine dikkat çekmekte, ancak patronaj politikaları ve yolsuzluk gibi siyasal istikrarsızlıklara yol açıcı yönelimleri yüzünden bunun gerçekleşmemesini güçlü devlet geleneğine dayandırmaktadırlar. Bu gruptaki yazarlar, ayrıca bir sonraki bölümde daha ayrıntılı üzerinde durulacağı gibi 204 devletin otoriteryan niteliğindeki artış ve sosyal politikalara ilişkin emekçi sınıflar aleyhine eleştirmekte ve düzenlemeleri bunların nedeniyle devletin yönetsel 1980 sonrası kapasitesini politikaları zayıflattığını dolayısıyla göreli özerkliğin başarılamadığını vurgulamaktadırlar. Dolayısıyla Türkiye’de Osmanlı’dan miras bir “güçlü devlet-zayıf toplum” geleneğinin siyasal kodları oluşturduğu düşüncesindeki liberal yaklaşım içinden her iki eğilim de devleti ve toplumu bağımsız var olan olgular olarak gördüklerinden devletin göreli özerkliği olgusunu sıklıkla vurgulamaktadırlar. Boratav’ın da belirtiği gibi bunun nedeni, devletin toplumsal sınıflardan ve mücadelelerden bağımsız olarak yönetmesi gerektiği (1991: 17), yani Weberyan anlamda ekonominin teknik bir alanın konusu olduğu düşüncesidir. Ekonomik alan; toplumsal bütünün fiziksel yeniden üretimini garanti eden teknik bir düzey iken, siyasal alan; devletin düzenleyici işlevi gereği ‘göreli özerklik’i ifade eder. Bu, aynı zamanda bireysel öznelerin üretim aracı sahibi olup olmamalarını ve üretim aracı sahibi olmayanların emek gücünün sahibi olduklarının da belirlendiği düzeydir. Devletin göreli özerkliğinden kaynaklanan sınıflar üstü konumu sayesinde düzenleyici işlevi ile homojen olmayan sermaye sınıfının farklı çıkarlarını koruyabilecek, emek sınıflarını da kontrol altında tutabilecektir. Böylece, bir toplumsal sınıf olarak algılanan bürokratik elitler’in burjuvazinin ekonomiyi etkilemesine, yönlendirmesine ve biçimlendirmesine engel olması önlenebilecektir. Devleti toplumsal sınıflara tarafsız ve onların üzerinde bir yerde gören liberal yaklaşım içindeki farklı eğilimlerin yanı sıra, neoliberal politikaların piyasanın devletin egemenlik ve ulusal özerkliğini yitirmesine yol açan iktidarını olanaklı kıldığını vurgulayan devlet merkezli yaklaşım da benzer yöntemsel kavrayışla ekonomi-siyaset, piyasa-devlet gibi ikilikleri karşıt toplumsal olgular olarak konumlandırmaktadır (Yalman, 2002: 318; Burnham, 2003: 104-105). Benzer yöntemsel kaynaktan beslenen yapısalcılık esinli bu yaklaşımların ortak noktası, devlet ve toplumu daha geniş ve temel toplumsal ilişkiler bütününün birer parçası olarak kavramsallaştıramamalarıdır. Örneğin liberal yaklaşım içinden daha eleştirel olanının çıkış noktası, sistemin 205 bütünsel-ilişkisel bir değerlendirmesinden ziyade tek tek girişimciler yani kapitalistlerdir. Bu çalışmalarda özne ya da bireyin içinden geçtiği toplumsal ilişkileri ifade eden kapitalizm ve kapitalist kavramlarının (Ercan, 2009: 16) yerine, “işadamları”, “girişimciler” gibi ifadeler kullanılır. Belirgin örnekleri Oniş (1992) ve Buğra (2010)’nın çalışmalarından izlenilebilen bu analizlerde, “işleyen çarklar”dan değil, tekil işadamlarının devlet müdahalelerinin neden olduğu belirsiz piyasa koşullarında düştükleri güçlüklerden sözedilir. Özellikle İnsel (2009)’in çalışmalarında örneklerini bulabileceğimiz 1980 öncesi birikimin farklı bir biçimi “ulusal kalkınma” politikası ‘devletçilik’ ise ekonomik kalkınma işleviyle değil toplum ve birey üzerinde tahakkümünü sürdüren bir araç olarak kavranmaktadır. Liberal yaklaşım içinden başka bir örnek, her iki eğiliminde askeri müdahaleleri Osmanlı’dan miras patrimonyal devlet geleneğinin bir kodu, yani kendilerini toplumda tek meşruluk kaynağı olarak gören bürokratik elitlerle-siyasal elitler arasındaki mücadelenin sonucu olarak görmeleridir. Toplumsal mücadeleleri müdahaleleri toplumsal elitler sınıf çatışmasına ve sınıf indirgeyen güçlerinin bu kavrayış, karşısında değerlendirdiğinden (Savran,1987:156), bürokrasiyi burjuvazinin karşısında değerlendirmekte ve farklı sınıf ve sınıf dilimleri arasındaki mücadelelerin alanı olarak devleti kavrayamamaktadır. Oysaki 1960 askeri müdahalesinden sonra devlete biçimini veren ithal ikameci kalkınma stratejisinin bürokratik elitlerce desteklenmesi (Keyder, 1987: 120), 1961 Anayasası’nın Çift Meclis, Anayasa Mahkemesi, güçlü Danıştay gibi kurumlarıyla kırsal çoğunluğa dayalı bir iktidarın79 yeniden kentsel azınlık üzerinde hakimiyet kurmasına, özel olarak da sanayi burjuvazisinin çıkarlarına aykırı davranmasına engel olmaya yöneliktir (Savran, 1987: 148). 1980 müdahalesine giden süreçte derinleşen emek-sermaye çelişkisine karşı alınan önlemlerin hayata geçirilmesinin otoriter-baskıcı bir siyasal rejimi gerektirmesi, 28 Şubat 1997 79 Kırsal çoğunluğa dayalı bir iktidar olarak DP hükümetinden sözedilmektedir. Bilindiği üzere 1960 askeri müdahalesi, DP iktidarının sonu ve siyasal temsilcilerinden bazılarının idam edilmesiyle sonuçlanmıştı. MGK ve Cumhurbaşkanlığı Kurumu ise kentsel koalisyonun etkili unsurları olarak TSK’nın güçlü bir denetim yetkisine sahip olmasını sağlayan araçlardır. Bu önlemler sayesinde partilerin üzerinde kırsal bölgelerin etkisini azaltılarak kentsel çıkarların ve en başta da sanayi burjuvazisinin siyasal yaşamdaki etkisi güçlendirilmiştir (Savran, 1987: 148). 206 sürecinde hükümeti düşürme faaliyetlerine TİSK, TOBB80 ve TÜSİAD gibi burjuvazinin örgütlerinin ve politik temsilcilerinin verdiği destek (Savran, 2004: 38), burjuvazinin neden askeri darbeyi desteklediğini açıklamaktadır. Özellikle 1980 askeri müdahalesine giden süreçte, artan sınıf mücadelelerinin devletin yönetsel kapasitesini ve devlet aygıtlarının uyumunu bozarak siyasal istikrarsızlığa neden olmasının uygulanmak istenilen yeni ekonomi-politik siyasal stratejinin biçimlenmesini engellemesi, müdahale çağrılarını güçlendirmiştir. Ekonomik krizlerin nedeni olarak siyasal krizlerin gösterilmesi de müdahalenin gerekçelerinden biri olmuştur. Oysa ekonomik krizlerin siyasal krizleri takip ettiği anlayışının aksine, krizlerden sonraki önemli politika değişiklikleri ya da yapısal dönüşümler, sermayenin yeniden yapılandırılmasının gereği ile ilgilidir. Çünkü yeniden yapılanmanın zorunlu olarak ekonomik ve siyasal biçimlerinin varlığı kriz’in, yani kapitalizmin dönemsel krizlerinin, ekonomik ya da siyasal bir kriz değil, sermaye ilişkisinin bir krizi olduğunu, yani bu ilişkiye ilişkin çelişkilerin kaçınılmaz kıldığı bir kriz olduğunu ifade etmektedir (Holloway ve Picciotto, 2004: 163). Clarke’in ifadesiyle; “Emekçi sınıfın sermayenin iktidarına meydan okuyuşu, devletin sivil toplumla ilişkisindeki anayasal otoritesine meydan okuyuşa dönüştüğünde devlet biçiminde bir kriz ortaya çıkar ”(1992: 148). Yalman’ın da ifade ettiği gibi ağırlıklı olarak büyük sanayi burjuvazisi 81, ve askeriye başta olmak üzere Türkiye devletinin belirli unsurlarının işçi sınıfının ve öğrenci hareketinin gittikçe militan kısımlarını demokratik devlet biçimi çerçevesinde kontrol altında tutamayacaklarına ilişkin endişeleri belirleyici olmuştur (2004: 65; Boratav, 2007: 148). 1980 müdahalesinin hemen ardından burjuvazinin çıkarlarını özerkleşmiş devletin çıkarları karşısında ikincil konuma itmek değil, gerek yabancı finans çevrelerine, gerekse yerli 80 1969’da TOBB’un başkanı olan Erbakan başkanlığındaki RP-DYP hükümetinin 28 Şubat sürecinde düşürülmesinde TOBB aktif bir rol üstlenmişti. www.zaman.com.tr 04.05.2002 81 1980 sonrasında emek ücretlerinin, tarımsal desteklerin azaltılmasının bizzat burjuvazinin talebi olması, burjuvazinin askeri müdahaleye neden ses çıkarmadığını açıklar. Askeriyenin sınıfsal dengelerin yeniden kurulduğu siyasi ve ekonomik yeniden yapılanma dönemlerinde üstlendiği kritik rolle ilgilidir bu (Yalman, 2004; Savran, 2004). 207 burjuvaziye yapısal uyum programına devam edileceği konusunda güvence vermek olmuştu82 (Yalman, 2004: 63). Türkiye siyasetindeki dönüm noktalarının “güçlü devlet” tarihsel mirası ve sürekliliği karşısında görünmez olduğu bu yaklaşımların temel sorunsalı, Türkiye’de sermayenin devlet tarafından yaratıldığı görüngüsü ve bunun tarihsel mirasının devam ettiği özgül durumundan (Güngen, 2006) açıklama yapmalarıdır. Bu açıklama tarzı, kuşkusuz sermaye birikim sürecinin dönemler arasındaki bütünselliğinden kaynaklanan süreklilikleri ya da geçişkenlikleri ile her bir dönemin farklılık ya da özgünlüklerini, dünya ölçeğinde kapitalist sermaye birikiminin eğilimlerini göz önüne alan eleştirel bir bütünsellik içinde yapılmamaktadır (Türkay, 2006: 33). Oysa toplumsal ilişkiler sisteminin bir biçimi olarak kapitalizm, kendini kurmaya başladığı andan itibaren, içinde yer aldığı ilişkiler sistemini/düzeneklerini farklı düzeylerde sürekli olarak değiştirmektedir. Bu nedenle, kapitalizmi bir ilişkiler ve bu ilişkilerin zaman içinde biçimlenerek oluşturduğu dinamik düzenekler üzerinden açıklamak gereklidir (Ercan, 2009: 17). Benzer biçimde devlet merkezli yaklaşım da sistemin geniş yapısal dinamikleriyle ilişki kurmadan analiz yapmaktadır. Neoliberal programın öngördüğü serbest piyasa sistemi, sınıf dinamiklerine bakılmadan sermaye birikimi vurgusu ile açıklanmaya çalışılır. Krizlere yol açan birikim sürecinin analizi yerine, salt krizlerden sözedilir ve ekonomik sorunların kaynağı bütün sistemin 82 dinamiklerinden ziyade, IMF ve DB gibi kurumlar olarak 1971 müdahalesinin önünü kestiği, gelişen sınıf mücadelelerine ve oluşmakta olan sınıf ittifaklarına karşı “sosyal uyanışın ekonomik gelişmeyi aştığı” sözü, Vehbi Koç’un 1980 askeri yönetimini DİSK’e ve öteki “yıkıcı unsurlara” karşı kışkırtmayı hedefleyen mektubu, TİSK’in o günkü başkanının “Bugüne kadar hep işçiler güldü; şimdi sıra bizde” (Savran, 2004: 29) ifadesi, Koç Holding’in tüm fikri ve mülkiyet hakları Türkiye’ye ait olacak 500 milyon dolarlık Milli Tank projesini üstlendikten sonra Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç’un “Türkiye’nin kendi bölgesinde lider olması için istikrarlı yönetime, büyüyen ekonomiye ve kuvvetli bir silahlı kuvvetlere ihtiyacı var” (Ercan, 2009: 15) sözleri, asker-devlet-toplum ilişkilerinin esası hakkında yeterince bilgi sunmaktadır. Bunların yanı sıra askeriyenin devlet-toplum ilişkilerine özerk olmadığı; “süpergüç” olarak “ulusal çıkarlar”la ekonomi-siyaset ilişkisi üzerindeki baskıyı meşrulaştırmasına ilişkin benzer çalışmalar için bkz: (Sakallıoğlu, 1997:154; Ahmad, 2002). 208 algılanır83(Ercan, 2007: 180-1). İthal ikameci sanayileşme döneminde ulusal burjuvazi ve yerel elitler arasındaki koalisyonun uluslararası sermaye ile kurduğu para, üretim ve ticari sermaye ilişkileri göz ardı edilir (Ercan, 2007: 184). Bunun yerine Türkiye’deki kapitalistleşme sürecinin dünya ölçeğindeki kapitalist ilişkilerin sahip olduğu eğilimlerden bağımsız olmadığının, ithal ikameci evreden, ihracata yönelik olanına geçişinin de sermaye birikiminin farklı tarihsel koşullardaki gereklilikleri ve zorunlulukları çerçevesinde kavranması gerektiğinin üzerinde durulmalıdır. Yani sermaye birikiminin üretim, tüketim, bölüşüm ve kurumsallaşma düzeylerinde dönemsel olarak farklılaşan pratiklerinin birbirini dışlayan değil, tamamlayan bir özelliğe sahip olduğu göz önünde bulundurulmalıdır (Türkay, 2006: 33). Dolayısıyla iktidarın bütün toplumsal belirlenimlerinden bağımsız olarak kavramlaştırıldığı her iki anlayışta da yöntemsel olarak devlet müdahalelerinin sınıfsal niteliği görünmez, ya devlete toplumsal sınıflara özerkliği nedeniyle kalkınmada önemli bir işlev yüklenir ya da piyasa ekonomisinin kendiliğinden düzenini bozduğu için her şeyin suçlusu ilan edilir. Her iki durumda da devlet, kendisine ait “özsel amaçları” olan bir özne olarak kavranır (Güney, 2004: 6, 11; Yalman, 2004: 50). Sınıf merkezli yaklaşımlar ise yöntemsel olarak yapısalcılık esinli devlet merkezci ve liberal yaklaşımların ötesine gitmeye çalışır. Ekonomi-siyaset, devlet-sivil toplum gibi ikiliklere odaklanarak bunların altında yatan sınıf ilişkilerini görünür kılmaya çalışır. Devlet-toplum, devlet-sermaye, siyaset-ekonomi ilişkilerinin birbirlerine dışsal kavranmasının, bu ilişkilerin anlaşılmasında içsel olarak çelişkili sermaye birikiminin ve sınıf mücadelesinin öneminin göz ardı edilmesine neden olduğuna dikkat çeker (Bonefeld: 1992: 121). Örneğin sınıf merkezli bir yaklaşımda ücret ve sermaye arasındaki ilişki, sadece ekonomik bir ilişki olmayıp bu siyasal, ekonomik ve ideolojik düzeyleri olan toplumsal bir ilişki biçiminde kavranır. Bu düzeylerin birbirlerine kurumsal ayrılığı, toplumsal ilişkilerde gizlenmekte olup bunların yeniden üretimi 83 Örneğin Somel’e göre, azgelişmiş ülkelerde IMF ve DB politikalarıyla uygulanan reformlar, hem kalkınmayı kösteklemekte, hem de azgelişmiş ülkelerin iç gelir dağılımını bozarak emekçilerin sefaletini artırmaktadır (2001:186). 209 üzerindeki mücadelede açığa çıkar (Clarke, 2004: 17). Başka bir ifadeyle, devlet ile ekonomik alan arasındaki ilişkinin içsel kavranışı, toplumsal sınıfların mücadele alanı olarak devleti ve daha genel düzeyde üretim ilişkilerinin bir parçası olması anlamında toplumsal ilişki biçimi olarak devletin yeniden biçimlendirilmesinin (Güney, 2004: 5, 6) anlaşılmasını sağlayabilir. Çünkü biçim analizi ile devlet, kendinde bir şey olarak değil, toplumsal ilişkilerin bir biçimi olarak anlaşılır. Özgül toplumsal bir biçim olarak devlet biçimi ise toplumun politik biçimini ifade eder. Bu yüzden devleti anlamak için toplumun anlaşılması bir zorunluluktur. Sınıf egemenliğinin bir biçimi olarak devletin nasıl hem sermayenin üretimdeki egemenliğini koordine eden teknik bir aygıt, hem de tarafsız bir yönetimsel aygıt olarak görüntü düzeyinde kavramsallaştırıldığı ise devletin sınıfsal karakteri ile ilgilidir. Devletin bu görünümü, onun sınıfsal niteliği ile ilgili olup, sınıfsal ilişkilerin devletin dışında bir şeymiş gibi bir yanılsamaya yol açar. Oysa devletin asli özelliği, onun özerkliği değil, onun sınıfsal karakteridir (Clarke, 2001a: 187, ayrıca bkz: Bonefeld, 1992: 120). Bunu anlamak için devletin sermaye ilişkilerinin bir uğrağı olarak kapitalist üretim ilişkileri içinde incelenmesi gerekir. Devletin sermaye ilişkisinin görüntü düzeyindeki belli bir yansıması olarak anlaşılması bu sayede mümkündür. Yani devlet biçimi, özerk bir yapı biçiminde değil, gelişen sermaye biçimleriyle olan tarihsel ilişkisi düzeyinde ele alınmalıdır. Bu biçimin sahip olduğu kurumsal yapılanmalar, devletin kurumsal gelişimi ve devlet birimlerinin eylemleri aracılığıyla maddileştirilir. Aygıtın kurumsal gelişimi, toplumsal ilişkilerin tarihsel gelişiminin dışa vurumundan başka bir şey değildir (Holloway, 1995: 120; 2001: 254). Devletin bu biçimde kavranışı, hem devlet merkezci yaklaşımın finansal ve üretim sermayesi arasında ayrım yapmasına ya da ulusal ve yabancı kurumlar arasında yaptığı ayrımın eleştirilmesine (Ercan, 2007: 176), hem de liberal yaklaşımlarca iddia edilen devletin toplumsal ilişkilerden özerkliğinin bir görüngüden ibaret olduğunun yöntemsel dayanağının anlaşılmasını sağlar. Örneğin ithal ikameci politikalardan vazgeçilmesi ve sonrasında serbest piyasaya yönelimin sürekliliği, “siyasal-elitlerin” ya da 210 toplumun devlete karşı bir zaferi olarak değil, toplumsal mücadelenin büründüğü biçim olarak kavranır. Çünkü bir toplumsal ilişki biçimi olarak devlet, kendisinin de yeniden üretimini gerçekleştirecek olan kapitalist ilişkilerin çelişkilerinin bizzat içindedir. Devletin bu çelişkilerin içinde olması hem kapitalist devletin işlevleri gereği, hem de kendisinin yeniden üretimi ile ilgilidir (Bonefeld, 1992: 105). Bu çelişkilerin sürekliliği ve her defasında yeniden kurulması anlamında devletin yeniden yapılandırılması denilen devlet biçimi değişikliği, bir “modus vivendi”, yani devletin çelişkili toplumsal ilişkilerin yeniden üretilmesinde bir uğrak olması ve bizzat toplumsal mücadelelerle belirlenen bir süreç olarak algılanmasıdır (Güngen, 2006: 331 ayrıca bkz: Güney, 2004: 3-4). Çünkü sermeyenin yeniden üretiminin önüne çıkan engeller, devletin yeniden üretiminin ve onun kendisine biçilen görevleri yerine getirme becerisinin önündeki engeller olarak görünürler. Devletin sermeyenin yeniden üretimine olan bağlılığı ise burada basitçe sermayenin mantığına göre belirlenen bir şey olmayıp, sermayenin yeniden üretiminin bir uğrağı olarak aynı zamanda sınıf mücadelesinin de bir uğrağı olması, yani devlet biçimlerinin bu mücadelenin bir nesnesi olması anlamındadır (Clarke, 2001: 195). Böylece, devlet biçimleri toplumsal yeniden üretim sürecini ya da sermayenin kendi kendine yapısal olarak yapamadığı düzenlemeleri garanti eden biçimler olarak anlaşılır (Bonefeld, 1991: 40). Dolayısıyla devletin yeniden yapılandırılmasında egemen eğilimlere yönelik eleştirel bir değerlendirme, devlet tartışmasında sınıf mücadelesini de içeren bir çözümlemeyle birlikte yapılmalıdır. Tarihsel ve toplumsal düzeyde siyaset ve ekonomik alan arasındaki ilişkilerin yeniden biçimlendirilip tanımlanması sürecini ifade eden yeniden yapılanmanın bu biçimde kavramsallaştırılması, devlet-toplum ilişkilerinin ilişkisel ve bütünlüklü bir analizini mümkün kılacaktır. Başka bir ifadeyle, sınıfsal ilişkilerin dahil edilmediği bir çözümleme, ister devlet merkezli yaklaşımlarda müdahaleciliğin yüceltilmesi ister liberal yaklaşımlarda olduğu gibi devlet müdahalesinin toplumun gelişememesinin önündeki en önemli engel olarak tanımlanması olsun, nihai olarak devletin sınıfsal karakterinin görünmez kılınmasına neden olur (Güney, 2004: 3-4; Güngen; 2006, 346). Sınıf 211 merkezli bir yaklaşım, devlet müdahalesinin değişen biçimlerini kapitalist devletin sınıf karakteri temelinde ve ilişkisel bir şekilde açıklama gücüne sahiptir. Kapitalizmin aldığı faşizm, fordizm, refah devleti, neoliberal devlet gibi sürekli dönüşen biçimlerini, devletin yeniden otoriterleşmesi ya da refah işlevlerini genişletmesi olarak anlamak, siyasal düzeyde bir açıklama olup neden otoriterleştiği sorusunun cevabını eksik bırakmaktadır. BEŞİNCİ BÖLÜM: DÖNÜŞÜMÜN TOPLUMSAL DÜZEYİ Kapitalist toplumsal biçimin emek-sermaye/devlet-toplum/ekonomisiyaset gibi temel kategorileri arasındaki ilişkilerin neoliberal yeniden yapılanma sürecini sekteye uğratmayacak şekilde yeniden düzenlenmesi, dönüşümün ekonomi-politik yanıyla olduğu kadar toplumsal düzeyi ile de ilgilidir. Emek örgütlerinden siyasal partilere kadar ekonominin yönetimine müdahil olabilecek olası bütün siyasal faaliyetlerin yasaklandığı askeri müdahale sonrası ilk aşama, neoliberal ekonomi politikalarının uygulanabilmesi için uygun bir ortam oluşturmuştu. “Demokratikleşme” reformlarına sivil toplumun önemli parçası sermaye gruplarından yoğun desteğin geldiği sonraki aşamada ise ekonominin yönetimi teknikleştirilerek “devletin nötrlüğü” çerçevesinde siyasal müdahalelere kapatılmaya çalışılmıştır. Bu süreç, politik özneler olarak toplumun belirli kesimlerinin siyasal karar alma süreçlerinin dışında bırakılması anlamında apolitizasyon ve özellikle 1990 sonrası neoliberal dönüşüm politikalarına ilişkin karar alma süreçleri ve uygulamalarının siyaset dışıymış gibi gösterilmesi anlamında da depolitizasyon ile karakterizedir84. Devlet tartışması bağlamında ciddi sonuçları bulunan bu sürecin meşruiyetini ise “politize” bir toplumda, devletin toplumsal sınıflara özerkliğinin ortadan kalkacağı ve sınıflar üzerinde nesnel/tarafsız görünümünün kaybolacağı gerekçesiyle özerkliğini tekrar kazanması söylemi oluşturmaktadır. Bu anlamda apolitizasyon ve depolitizasyon süreci, siyasal iktidarların yeni ekonomi politikalarını başarılı bir şekilde uygulamaları ve bunları yaparken de “popülist” olmayan politikaların sonuçlarından korunmaları noktasında işlev görür. Apolitizasyon 84 1980 sonrası neoliberal dönüşüm politikalarının analizine ilişkin öne çıkan çalışmalarda “apolitizasyon” ve “depolitizasyon” kavramları sıklıkla birbirlerinin yerine kullanılırken; süreç daha çok “depolitizasyon” kavramına başvurularak açıklanmaya çalışılmaktadır. Örneğin, Burnham (2001; 2003; 2006 ; Kettle, 2008) iki kavram arasında ayrım yapmamakla birlikte, genel olarak neoliberal ekonomi politikalarına ilişkin karar alma süreçlerinin ve uygulamalarının politika dışıymış gibi gösterilmesini betimlemek ve açıklamak için kullanır. Bizim çalışmada ise çalışmanın teknik seyri gereği, askeri müdahaleden 1990’lara kadar ki süreç; kitlelerin siyaset dışı bırakılması anlamında “apolitizasyon”, yapısal uyum politikalarının yoğunlaştığı 1990 sonrası süreç ise siyasal karar alma süreçlerinin politikanın dışındaymış gibi gösterilmesi anlamında “depolitizasyon” süreci ile ifade edilmiştir. 213 süreci ile toplumun belirli kesimlerinin faaliyetleri dar ekonomik çıkarlarla sınırlanabilecek, depolitizasyon ile de ekonominin yönetiminin sorumluları görünmez kılınabilecektir. Toplumun büyük bir kısmının siyaset dışında bırakıldığı bu sürecin yerel ve bununla ilişkili uluslararası niteliğine dikkat çeken Burnham (2001: 129), yerel düzeyde demokratikleşme, yerelleşme, yönetişim ve katılım söylemi ile meşruiyet kazandırılan bu sürecin, daha geniş seviyede uluslararası politik ekonominin kurallarının yerleşmesine yönelik düzenlemelerin gerçekleşmesi ile karakterize olduğunu belirtmektedir. Başka bir ifadeyle, neoliberal ekonomi politikaları bir yandan “güvenirlilik” ve “tahminedilebilirlik” adına “evrensel” piyasa normlarını zorunlu kılarken, diğer yandan da bunlar, toplumsal düzeyde “evrensel” burjuva demokratik değerleri olarak sunulmakta ve gerçekte olanın üzerini örten bir süreç olması anlamında ideolojik mobilizasyonun etkili biçimleri olarak durmaktadır. Bunun Türkiye’deki görünümüne gelince; 1980 sonrası neoliberal dönüşüm politikalarının, dönüşümün toplumsal düzeyi bakımından apolitizasyon ve depolitizasyon süreçlerini hangi düzeylerde etkilediğinin anlaşılması şu temel sorular etrafında çözümlenebilir. -Bütün siyasal faaliyetlerin yasaklandığı 1980 askeri müdahalesi sonrasında büyük burjuvazi neden faaliyetlerine devam edebildi? 1990’lara gelindiğinde, 28 Şubat sürecinde büyük burjuvazi neden önemli bir aktör oldu? -Müdahale sonrası büyük burjuvaziyi temsil eden sivil toplum örgütünün siyasal karar alma süreçlerine olan etkisinin aksine, emek sendikaları ve siyasal partiler gibi sivil toplum bütününün diğer unsurlarının siyasetin dışında bırakılması “sivil toplum” söyleminin yüceltildiği bir dönemde nasıl açıklanabilir? -1980 askeri müdahalesinin ardından faaliyetine devam edebilen tek sivil toplum örgütü olarak TÜSİAD, ve 1990’larda yükselişe geçen Anadolu burjuvazinin temsilcisi MUSİAD neden 1990’ların sonundan itibaren AB’ye üyelik sürecine ve demokratikleşme reformlarına yoğun destek vermeye başladı? 214 -Özellikle 1994 ve 2001 ekonomik krizlerinden sonra ekonomik kararalma süreçlerinin teknikleştirilerek siyasetten bağımsızlaştırılmasının toplumsal güçlerin bu kararları etkileme düzeyi üzerindeki etkisi nasıl olmuştur? 5.1. APOLİTİZASYON SÜRECİ: ‘SİYASETİ BASKILAMA SANATI’ Devlet merkezli yaklaşımın ‘devletin geri çekilmesi’, ‘devletin içinin oyulması’ gibi devletin işlevlerinin zayıfladığı yanılsamasını farklı biçimde tekrarlayan liberal anlayışın, devlet-toplum ikiliğini demokratikleşmenin ön şartı olarak görmesi, açıklama nesnesi olarak devletin alınması ile ilgilidir. Nihai olarak her iki yaklaşım da devleti toplumsal ilişkilerin uzağında/üzerinde bir yere koyarak onun politikalarının ve faaliyetlerinin meşruiyetini ve nesnelliğini vurgulamaktadır. Devletin toplumsal güçlerden özerkliği, onun toplumsal güçlerin hedefi olmaktan da çıkarılması anlamına geldiğinden, siyasal iktidarların depolitizasyona bir yönetim başvurmaları, stratejisi esasında olarak devlet apolitizasyona yöneticilerinin ve önemli ekonomik ve toplumsal süreçler üzerinde kontrolü ele almaları ve bunu sürdürmek istemeleri nedeniyledir. Başka bir ifadeyle, emek üzerinde artan sermaye mücadelesinin neden olduğu sınıf çelişkileri sürerken, siyasal iktidara başarı görünümü kazandıracak biçimde, popülist desteğin sürdürülmesini sağlayacak politikalar için tercihlerin oluşturulmasıdır. Başka bir ifadeyle, yerel siyasal meşruiyetin altını oymaksızın sermayenin tercihlerine göre davranabilme kabiliyeti, bir yönetim stratejisi olarak apolitizasyon ve depolitizasyonda bulunmaktadır(Rogers, 2009: 636). Bu bağlamda Buller ve Flinders apolitizasyon ve depolitizasyon stratejisinin “tarafsızlık” ve “nesnellik” iddiasındaki siyasal iktidarlar için hem piyasa aktörlerini hem de diğer toplumsal kesimleri kapsayan iki faydasının olduğunu söylerler. Buna göre, ekonomi politikası oluşturmanın güvenirliliği konusunda bir yandan piyasa beklentileri olumlu yönde değişirken, diğer yandan politikacıların kapasitelerine kamunun güveni artacaktır (2005: 526). Siyasal iktidarın politika başarısızlıklarının olumsuz sonuçlarından kendisini yalıtması, yani popülist olmayan politikalar konusunda sorumluluk yüklenmemesi, seçim desteğini kaybetme olasılığına rağmen emek ve 215 sermaye ilişkisi üzerinde finansal disiplini sağlayabilmesi ile ilgilidir (Burnham, 2001: 137). Ancak, kuramsal açıdan apolitizasyon ve depolitizasyon kavramları biçimsel anlamlarında göründüğü gibi, “siyasetin siyasal bir uzaklaşmasını”, yani “..ekonomik ve toplumsal alanlardan siyasetin doğrudan uzaklaşmasını temsil etmez” (Burnham, 2001: 136). Aksine, siyasetin apolizasyonu ve depolitizasyonu, oldukça yüksek bir siyasal yönetim stratejisi (Kettell, 2008: 631), ‘ideolojik mobilizasyonun’ özgül etken bir biçimi olarak anlaşılmalıdır (Burnham 2001: 129). Depolitizasyon politikası, özgürlük sözcüğü olarak çizilen ‘liberalizm’in bütün kontrollerinden serbestleşmesini sağlamak için ‘düzenleme dışı bırakma’ ve onun ekonomik belirlenimlerini garanti etmeyi amaçlayarak vatandaşların buna boyun egmelerini amaçlar (Bourdeiu: 2002: 31). Bu kısa teorik girişten de anlaşılacağı gibi çalışmanın bu kısmı, Türkiye özelinde neoliberal ekonomik programın belgesi olarak nitelendireceğimiz 24 Ocak “ekonomik-istikrar” kararlarını izleyen 1980 askeri müdahalesinin ve bu izleyen sürecin bu kararların uygulanmasına ilişkin siyasal ve toplumsal ortamın oluşturulmasına yönelik düzenlemelerini içermektedir. Bu düzenlemeler; anayasal ve kurumsal düzeyde ilkin bu kararlara muhalefet edebilecek bütün toplumsal güçlerin siyasetin dışında tutulması biçimindedir. Burjuva ekonomik çıkar birliklerini de ifade etmesi anlamında sivil toplum kavramının devlet-sivil toplum ikiliği bağlamında yüceltilmesi ise, toplumsal güçlerin önemli bir kesiminin siyasetin dışında tutulduğu böylesi bir dönemde, “evrensel” burjuva demokratik değerlerinin yerleştirilmesi anlamında neoliberal dönüşümün meşruiyeti bakımından önem oluşturmaktadır. Bu nedenle çalışmanın bu bölümü, toplumun büyük bir kesiminin siyasal karar alma süreçlerinin dışında tutulması ile eş zamanlı olarak sivil toplum bütünü içinden burjuva ekonomik çıkar birliklerinin, yani burjuvazinin “demokratikleşme” sürecindeki etkisinin söylemsel düzeyde yüceltilmesinin amaçlamaktadır. ne anlama geldiğine ilişkin bir değerlendirmeyi de 216 5.1.1. Siyasetin Siyasal Süreçlerin Dışında Tutulması 1980 askeri müdahalesi sonrası Anayasa ve ona bağlı yasal düzenlemelerle, “zayıf” siyasal ve toplumsal sistemin tümden yeniden yapılanmasını amaçlayan askeri rejim ve onu izleyen sivil yönetimler, önceki dönemin “eksikliklerini” elimine etmek için “daha durağan”, “daha az kutuplu” ve “daha az siyasal” olan bir düzen kurmayı amaçladılar (Barkey, 1990: 187). Toplumun devletin otoriter kontrollerinden göreli ‘özgürleşmesi’ne dayalı yapısının neden olduğu politizasyonunun ekonomik istikrarsızlığa neden olduğu görüşü, yeni düzende dernek kurma, gösteri, toplantı, yürüyüş ve siyasal katılım gibi temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasıyla ekonominin yönetimine toplumsal süreçlerden gelebilecek olası direncin engellenmesini, Ahmad’ın ifadesiyle “siyasetin siyasetçilerden ayrılışı”nı, (1985: 214) gerektirmekteydi. Başka bir ifadeyle, politize dönemin siyasal partilerinin popülist politikalar için rekabetinin “aşırı” siyasal amaçlarla karakterize olması yüzünden genişleyen bürokratik kamu sektörünün etkili ve etkin yönetimi için devletin toplumla olan ilişkisinin yeniden yapılanması gerekliydi (Kettell, 2008: 632). Bu anlamda ekonominin yönetiminin doğrudan kontrolünü artık yapamadıkları iddia edilen politikacıların manevra alanının kolaylaşması ve bu sayede hükümet politikalarının istenmeyen sonuçlarına karşı herhangi bir sorumluluk üstlenilmemesi anlamında bir siyaset biçimi olarak depolitizasyon; “…politika yapmanın kredibilitesini ve etkililiğini hesaba katarak popüler olmayan politikaların sonuçlarından hükümete-siyasete kalkan olma işleviyle” piyasa umutlarını etkilemeyi amaçlar” (Burnham, 2001: 127). Toplumsal güçlerin geniş ve önemli kesiminin, yani sivil örgütlenmenin önemli bir kısmının faaliyetlerinin sınırladırılması anlamında apolitizasyon, politik konulara ilginin azalmasına, politik yabancılaşmanın yükselmesine ya da bu kesimin çeşitli siyasal araçlarla siyasetin dışında bırakılmasına hizmet eder (Kettell, 2008: 635). Türkiye özelinde siyasetin öznelerinden koparılışı, ilk aşamada apolitizasyon süreci ile bütün siyasal faaliyetlerin durdurulması ve yasaklanması ile sonraki aşamalarda ise devlet-sivil toplum ikiliği bağlamında ekonominin yönetiminin her türlü toplumsal ve siyasal sürecin uzağında gerçekleştiği depolitizasyon süreci ile somutluk kazandı. Siyaset dışıymış gibi 217 görünümüyle devletin nötrlüğü çerçevesinde yeni bir kamusal algılamanın kurulmasını amaçlayan bu süreç, aynı zamanda emeğin kontrolünün farklılaşan biçimlerine de işaret etmektedir. Bu anlamda 1980 askeri müdahalesinin siyasal hayatı donduran otoriter siyaseti; emek sendikaları, üniversiteler, siyasal partiler ve profesyonel çıkar birlikleri gibi toplumdaki baskı gruplarının özellikle de emek hareketinin özgül yasalarla kontrol altına alınmasına yönelik önlemlerle biçimlendi. Askeri müdahaleden iki gün sonra MGK’nın anti-demokratik kararları gereği, “militan” öncü işçilerin tutuklandığı, işten atılmaların yoğunlaştığı, kara listelerin oluşturulduğu, grev ve lokavtın yasaklandığı, sosyal hakların ve kıdem tazminatının kaldırıldığı, toplu sözleşmelerin, iş güvenliğinin, sosyal güvenliğin ve sağlık sigortasının ertelendiği, tatil günlerinin kısaltıldığı bir ortamda üç aydır grevde olan 50.000 işçiye grevi dağıtmaları, sonra da işlerinin başına dönmeleri emredildi. Hükümete bağlı sendikal faaliyet içinde olan Türk-İş’in birçok emek konfederasyonunun devamına izin verilmesine rağmen, DİSK ve askeri rejimin sağ-sol arasında herhangi bir ayrım yapmadığını belirtmek için üyeleri asla greve gitmemiş olan Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu (MİSK) 85 ve Hak-İş yöneticilerinin kırksekiz saat içinde sıkıyönetim yetkililerine teslim olmaları emredildi. Grevde olan 50.000 işçinin 47.319’u DİSK’e, geri kalanı ise Türk-İş’e üyeydi (Yeşilada, 1988: 353-354; Ahmad, 2002: 216; Akkaya, 2004: 136). Mal varlıklarına da el konulan bu sendikalardan İslami renkteki Hak-İş 6 ay, milliyetçiliği temel felsefe olarak alan MİSK 4 yıl ve 1980 öncesinin ikinci en büyük ve etkili sendikası DİSK ise 11 yıl askeri mahkemede yargılandı (Akkaya, 2004: 152). Temel amacı toplu sözleşmelerden olabildiğince fayda sağlamak olan, partilerüstü siyaseti ile 1982 Anayasa’sının anti-demokratik doğasını sorgulamayan Türk-İş’in birçok görevlisi ise askeri hükümette önemli konumlar elde etti. Hükümetler ve 85 Askeri Müdahalenin başlıca kaygısı, ülkenin siyasal ve kurumsal olarak yeniden yapılandırılmasıydı. Devrimciler, sosyal demokratlar, sendikacılar hatta Nükleer Silahsızlanma Derneği üyeleri de dahil soldan gelebilecek her türlü muhalefet belirtisi ezilmişti. MHP’nin temsil ettiği aşırı sağ ise kendi ideolojisinin “Türk İslam Sentezi” biçiminde kabul edilmesinde ve Aydınlar Ocağı olarak bilinen bir grup tarafından savunulmasına rağmen ezilmişti (Ahmad, 2002: 218). 218 yönetenlerle her zaman iyi ilişkiler içinde olan Türk-İş, DİSK’in kapalı tutulduğu dönemde güçlenmiş, ancak yeni düzenlemelerle politik sendikacılıktan ziyade iş sendikacılığına doğru faaliyetlerini sınırlamak zorunda kalmıştı (Yeşilada, 1988: 353-354; Kaleağası Blind, 2007: 295-6). Emeğin mevcut sendikalar aracılığıyla kontrolü ise sendika hareketliliği bakımından özellikle sol görüşlü, düşük gelirli ve yönetsel hiyerarşinin en alt kademelerindeki kamu çalışanlarının yoğunluğunun politizasyonunu artıracağı endişesi, devleti karşıt görüşlü sendikalar kurmaya yöneltmesi ile giderildi. Örneğin kamu kesiminde kamu çalışanlarının örgütlenmesini bölmek için başlangıçta mesleki, daha sonra merkezileşmiş işkolu biçiminde örgütlenen Eğitim-İş’e karşı, sağ görüşlü, milliyetçi memurlara 1992 yılında Türk-Kamu Sen, izleyen yıllarda da muhafazakar sendika Memur-Sen’i kurdurtmuştur (Akkaya, 2004: 160). Herhangi bir siyasal parti ile ilişkileri, konfederasyonlarıyla birlikte sivil toplum olarak ya da siyasal amaçlarla profesyonel birliklerle hareket etmeleri de yasaklanan sendikaların (Kaleağası Blind, 2007: 296) temel işlevi, iş sendikacılığı gereği; bundan böyle toplu pazarlık, grev ve lokavt gibi sadece işçilerin kısa dönemli-dar ekonomik çıkarları için faaliyet göstermekti. Siyasal amaçlı grevler, genel grevler, dayanışma grevleri, iş yavaşlatma ve diğer tip işçi eylemleri ise “ulusal çıkarlara” ya da “kamu yararı”na karşı oldukları gerekçesiyle yasaklanmıştı (Yeşilada, 1988: 353-354; Barkey, 1990: 189; Kaleağası Blind, 2007: 264). Emek-sermaye ilişkisini yeniden yapılandıran ve gücün etkisini emek aleyhine fazlaca büken bu düzenlemelerde örneğin, bir grevin yönetilmesinde grevin “toplum için zararlı olup olmadığını” ve “nerede yasak olduğunu” belirleme hakkı devlete verilmişti (MacFadden, 1985: 71). Sendika kurmayı zorlaştıran yeni Sendika Kanunu’na göre de bir yıldan fazla kendi sektöründe çalışmış, “suç” işlememiş ve herhangi bir greve katılmamış kişiler sendika kurabilirdi. Sendika lideri olabilmek için de verili sektörde 10 yıldan fazla çalışmış olmak ve 1 yıl da yerel sendika temsilciliği yapmış olmak gerekliydi (Kaleağası Blind, 2007: 295-6). Emek hareketi üzerinde daha etkin bir kontrol sağlama amacındaki işkolu esasına göre örgütlenme, işçinin işyeri ile sınırlı mücadelesine imkan tanımaktaydı. 219 Akkaya’ya göre bunun nedeni, 1980 öncesinde olduğu gibi burjuvaziden kopmalar ve sosyalist harekete doğru kaymaların yaşanmasının önlenmesiydi. Aksi takdirde 1980 sonrası kentleşme ve işçileşme süreci sınıflararası mücadelede çok daha zor geçecekti (2004: 151). Nitekim izleyen 4 yıldan sonra sendika lideri olmanın yasaklanması, işçilerden sendika üyeliği için ücretli noterden kayıt istenmesi, bir sendika liderinin yerel ya da genel seçimlerde aday olması halinde sendika görevinin otomatik olarak ertelenmesi, seçilirse sona ermesi gibi sendika üyeliğinin hem pahalı, hem de külfetli olması anti-sendikalaştırma örnekleriydi (Kaleağası Blind, 2007: 296). Emek örgütlenmesine ilişkin bu sınırlamaların yanı sıra Dernekler Kanunu ile gazeteciler, hukukçular, mimarlar, mühendisler ve onların profesyonel birlikleri gibi sivil toplum bütününün önemli bir kesiminin siyasal partilere doğrudan katılımı da yasaklanmıştı. Toplumun önemli bir kısmının siyasetin dışında tutulduğu, demokratik hak ve özgürlüklerin tanım dışı bırakıldığı yeni otoriteryan Anayasa, ayrıca askerlere, öğretmenlere, kamu görevlilerine, yüksek okul öğrencilerine de birlik kurmalarını yasaklamıştı (Yeşilada, 1988: 352-3). Üniversitelerde görevli öğretim üyelerinin siyasal partilere üye olmasını, siyasi parti faaliyetlerinde bulunmasını yasaklayan YÖK86 Kanunu ile de üniversitelerde siyasallaşmanın engellenmesi amaçlanmış, askeri müdahale öncesi “huzur bozucu faaliyetler”e katıldıkları gerekçesiyle de birçok profosör üniversiteden uzaklaştırılmıştı (Sayarı, 19967: 32; Toprak, 1996: 96). Başkanının, Cumhurbaşkanı tarafından atandığı YÖK altında üniversite yönetimi merkezileşmiş ve yönetsel ve finansal özerklikleri azaltılmıştı. Ahmad’a göre muhalif bütün öğretim üyelerini öğretim kurumlarından uzaklaştıran bu düzenlemelerin amacı, üniversiteleri ideolojik saflığın bekçileri olan “milliyetçi-muhafazakarların” eline teslim ederek 86 Başkanlığını başbakanın yaptığı ve ülkedeki bütün universiteleirn bağlı olduğu bir Universiteler Denetleme Konseyi, 1971 askeri müdahalesinden hemen sonra 1973’de kurulmuştu. Konsey, Üniveristeler için aldığı disiplin önlemlerine uyulmadığı durumda yönetime el koyabilirdi (Ahmad, 2002: 186). 1980 askeri müdahale sonrası kurulan YÖK ve içerdiği düzenlemeler, 1971 askeri müdahalesi sonrası yapılan düzenlemenin bu kesimi yeterince kontrol altına alamamasının bir sonucu olduğu söylenebilir. 220 siyasetin arılaştırılmasıdır (2002: 219). Toplumun büyük kesiminin apolitizasyonunun YÖK Kanunu ile üniversite kampüslerine ve akademik araştırma kurumlarına uzanması; fakülte yöneticilerini uzaklaştırma ve yenilerini atama, müfredatı belirleme, kampüslerdeki araştırmayı, üniversite bütçesini, kılık kıyafeti, öğrenci harçlarını düzenleme ve üniversite rektörlerini ve dekanlarını atama gibi görevleri içine almıştı (Yeşilada, 1988: 354). Bütün siyasal partilerin “bozulmuş” olduğu gerekçesiyle de MGK, 1980 öncesi siyasal partilerin yeniden organize olup, eski güçlerine tekrar kavuşabileceği endişesiyle faaliyetlerini 5 ile 10 yıl arasında erteledi ve yöneticilerine siyasal faaliyet yasağı getirdi (Yeşilada, 1988: 352; Sayarı, 1996-97: 32). Seçim sistemi ise parlamentoya en çok oy alan siyasal partilerin girmesini ve böylece, siyasal partiler arasındaki çatışmanın önlenebileceği düşünülen “iki parti sistemi”ni kuracak biçimdeydi. Bununla, toplumsal grupların politikleşmesinin ve siyasal kutuplaşmasının önlenmesi, daha etkin ve etkili bir yönetim sisteminin, yani güçlü devletin kurulması hedeflenmişti. Bunlara ek olarak siyasal partilerin gençlik örgütlerinin elimine edilmesi, siyasal partiye minimum katılma yaşının 21’e çıkması, Meclis’e girebilmek için seçimlerde bağımsız adayların da dahil en az %10 oy alma barajının getirilmesi gibi düzenlemeler de daha az politik, bu sayede de daha istikrarlı bir yönetim içindi (Yeşilada, 1988: 352-3; Barkey, 1990: 188-9; Sayarı, 1996-97: 32). Serbest piyasa aktörlerinin faaliyetlerinin önündeki engellerin kaldırıldığı bir ekonomik liberalizasyon ortamında, siyasal hayata katılımı yasaklananlar listesinin toplumun büyük kesimini siyaset dışına çıkaracak biçimde geniş tutulması, iddia edildiğinin aksine, siyasal liberalizasyonun ekonomik olanı ile paralel gitmediğinin önemli bir göstergesidir. Aksine, özellikle kapitalist ilişkilere sonradan dahil olan geçiş sürecindeki ülkelerde, ekonomik liberalizasyonun garantilenmesi otoriteryan siyaset biçimlerini gerektirmektedir. Siyasetin bu otoriteryan içeriğinin merkezinde ekonomik ilişkilerin aksine, devletin olduğunu söyleyen İnsel’e göre devlet, toplumu bu merkezi kuşatacak bir tehdit olarak gördüğünden otoriteryan yöntemlerini yasallaştırarak bu tehdide karşı kendini savunmaktaydı. Siyasal hareketsizliği 221 ekonomik gelişme ile telafi etmeye çalışan siyasal iktidar ise “siyasetin yeniden üretimi ve toplumsal durağanlığın sürdürülmesi için devletin kontrol gücüne güveniyordu” (İnsel, 2003: 295). Ekonominin liberalizasyonunun sadece güçlü bir devlet tarafından yerine getirilebileceğinin göz ardı edilerek, siyasetin otoriterliğini ya da devletin otoriterleşmesinin nedenini, yani devleti toplumsal güçlerin kendi aralarındaki ve devletle mücadelelerin bir alanı olarak görmek yerine devletin kendisini toplumdan korumak için otoriterleştiğini belirten İnsel’in tersine Barkey’e göre; “…açıkçacı bütün bu değişiklikler toplumun depolitizasyonunu içerir. Yüksek oranda mobilize olmuş grupların etkisini azaltmayı, özellikle politik yelpazedeki aşırı sol ve sağ kanatlar üzerinde devletin kontrolünün denetimini artırmayı içerir…”(Barkey, 1990:188-189) . Yüksek oranda mobilize olmuş toplumsal gruplar üzerindeki bu geniş ölçekli siyasal kontrol, “sınırlı demokrasiye geçiş” döneminde de devam etti. Ekonomi politikalarının devam etmesinin gerekliliği için istikrarın korunması zorunluluğu, demokrasinin sadece seçim dönemlerinde görünen siyasal faaliyet ve katılımdan daha fazlası olduğunu baskılayarak devam etti (Ahmad, 1985: 214-215; Yeşilada- Fisunoğlu, 1992:190). Seçim sistemindeki %10 barajının avantajı ile 1987 seçimlerinde de sandalyelerin çoğunu alan Özal’ın felsefesi, “önce ekonomi, sonra demokrasi” olduğundan askeri yönetimden devralınan Sendikalar, YÖK, Siyasal Partiler Kanunu gibi antidemokratik yasaların değiştirilmesi için hiçbir girişimde bulunulmadı (Ahmad, 2002: 232). “Düşük ücretli bir ekonomi yaratma” politikasını neoliberal dönüşümün köşe taşı olarak gören Özal politikalarıyla da en çok köylüler ve işçiler zarar görürken, en karlı çıkanlar ise büyük sermaye grupları ve sanayi şirketleriydi (Ahmad, 2002: 244). Ücret ve maaşların ihracat için gerekli fazlayı oluşturacak biçimde talebi düzenlemek ve tüketimi kısmak için kullanılması, gerçek ücretlerin yaklaşık %45 azalması ve işsizliğin de 1980’lerin sonuna kadar yaklaşık %15 artmasıyla sonuçlanmıştı87 (Boratav, 87 Özal, ücret talebi önemli ölcüde kısılmadığı sürece ülkenin iflas edeceği uyarısını yapmıştı. Bu politikaya destek için esnaflar, aydınlar ve küçük üreticiler olmak üzere toplumunun bütün bu sınıflarında emeğe karşı kampanyalar açılmıştı. İşçilerin yüksek ücret aldıkları, bu durumun Türk mallarının dünya piyasında fiyatlarını artırdığı ve ekonomik kalkınma önünde engel oluşturduğu belirtilmişti. Ücretlerin düşük tutulmasının bir diğer nedeni, sadece baskıcı toplu sözleşme ve grev 222 1991: 42; Ahmad, 2002: 241-242). Bununla birlikte katma değer içinde ücret payı %37’den %15’e, köylü gelirlerinin ana belirleyicisi iç ticaret hadleri de %50 tarım aleyhine düşmüştü. Öte yandan sermaye sınıfı ve varlıklı katmanlar arasındaki vergi yükü azaltılarak, bu yük dolaylı vergilere, yani toplumun geniş kısımlarına kaydırılmıştı. Faiz dışı harcamaların milli gelirdeki yeri de %19’dan %13’e gerilediğinden eğitim, sağlık ve sosyal harcamalar azalmıştı (Boratav, 1998: 10-11). Dolayısıyla neoliberal program; meta, para ve döviz piyasasında fiyatların piyasa güçlerinin kararıyla oluşmasını kabul ederken, emek fiyatının oluşumunu, toplu sözleşmelerde ücretlerin belirlenmesindeki toplu pazarlık sistemini askıya alarak, Yüksek Hakem Kurulu’nu ücretlerin belirlenmesinde nihai merci durumuna getirerek denetim altına almıştı (Bağımsız Sosyal Bilimciler, 2008: 61). Dolayısıyla dönüşümün sınıflararası mücadeleden bağımsız olmadığı bu süreç; sınıflararası ve sınıfların kendi aralarındaki bir mücadele alanı olarak devletin toplumsal görevlerindeki azalma ve toplumun geniş kesimlerinin ücretlerindeki sınırlamalar ile işçi sınıfı mücadelesine karşı, burjuvazinin karlarının korunması olarak ifade edilebilir. 1980’lerin sonuna doğru bir yandan demokratik haklar iade edilmeye, sendikalar da eski güvenlerini yeniden kazanmaya başlarken, diğer yandan Türk-İş’in 1980 sonrasında da hükümetle yakın ilişkiler kurmak istemesinin sonuçsuz kalması ve kamu kesimindeki pazarlıklar nedeniyle hükümeti boykot kararı yüzünden sendikalar ve sendikacılar hakkında soruşturmalar açılmaktaydı. 1986 yılından itibaren grev hakkına tekrar getirilen sınırlamalar ve yasaklamalar nedeniyle işçiler daha güvenilir ve başarı şansı yüksek olan açlık grevi, rapor alarak işe gitmeme, protestolara marş yürüyüşleriyle devam edilmesi, politikacılara telgrafla mesaj gönderilmesi gibi daha önce bilinmeyen, üretimi de doğrudan etkilemeyen kamuoyu oluşturmaya yönelik eylemlere yöneldi. Bu anti-sendikalaşma propagandasının hem kurumsal, hem de bireysel seviyede dayanışma ve ortaklaşılığın yükselmesine neden olduğunun göstergesiydi (Akkaya, 2004: 153; Kaleagağı Blind, 2007: 296-7). yasaları olmayıp, fabrikaların düşük kapsite çalışması da işsizlik nedeniyle işçilerin sömürülmesine açık geniş bir işgücü havuzu yaratmıştı(Boratav, 1991: 42). 223 Nitekim alt-sınıfların hoşnutsuzluğunu daha görünür kılan 1989 ‘bahar eylemleri’nde işçiler, kaybettiklerini geri almak için, daha yüksek ücret, daha iyi çalışma koşulları ve demokrasi talebi ile 7 Mart ve 18 Mayıs arasında 224 grev organize ettiler (Ahmad, 2002: 248). 1980 öncesinin özel kesimde görülen “yasadışı” eylemlerinin bu sefer kamu kesiminde yoğunlaşmasıyla işçiler hükümeti hedef alarak alarak siyasallaştılar. Türk-İş’in 3 Ocak 1991 genel eylemi ve Zonguldak grevi ve yürüyüşü, esnafı da içine alan yaklaşık 50.000 işçinin katılmasıyla gerçekleşmişti (Akkaya, 2004: 157). Neoliberal politikaların ücret baskılamasına dayalı birikim rejimine bir tepki olan bu eylemlerin yaygın bir şekilde halkta da kabul görmesi, hükümete yüksek ücret kabülünden başka seçenek bırakmamıştı (Akkaya, 2004: 160). Türk-İş’in88 ANAP’la kurmaya çalıştığı diyalogların sonuçsuz kalması ve ANAP’ın devlete bağlı sendikacılık geleneğini sürdürmekteki isteksizliğini fark etmesiyle partilerüstü ilkelerinden ve hükümete bağlı sendikacılık anlayışından vazgeçmesi eylemlerin kapsamını arttırmıştı (Kaleagağı Blind, 2007: 296-7). Türk-İş ve Hak-İş’in yerel sendikalar aracılığıyla ve bireysel işçilerin de katılımını sağlayan sendika hiyerarşisindeki bazı azalmaların etkisi ve konfederasyonların ilk kez 1991 eylemi için birleşmesiyle bu eylemler önceki on yıldan çok daha fazla katılımla sonuçlanmıştı (Kaleagağı Blind, 2007: 299). Dolayısıyla siyaset dışında tutulmak istenen işçi sınıfının bilinç, deneyim ve örgütlülük düzeyinin 1980’lerin sonundan itibaren artması ve daha da siyasallaşması, toplumsal ve siyasal hayatın biçimlenmesini etkilemesiyle sonuçlandı (Akkaya, 2004: 125-6). Bunun yanı sıra işçi sınıfının politik görüş, etnik, din, endüstriyel sektör, işyeri, bölge, cinsiyet ve yaş anlamında heterojen olmasının onların ortak mücadeleleri için önleyici bir unsur olmadığı anlaşılmıştı (Kaleagağı Blind, 2007: 298). Ancak üç büyük konfederasyona, DİSK, Türk-İş, Hak-İş, üyeliği belirleyen işçilerin savundukları felsefeden çok yasaların zorlamasıdır. Toplu pazarlık hakkına sahip olmak için işkolu ve işyeri barajlarını aşmak zorunludur. Toplu iş sözleşmesinden ise sadece sendikaya üye işçiler ile dayanışma aidatı 88 Türk-İş tarihinde ilk kez 1989 yerel seçimlerinde hükümet karşıtı posizyon alarak, hükümeti eleştiren muhalif bir konumda bulmuştu kendini. 224 ödeyen işçiler yararlanabilmektedir. 2000 yılında 6 milyon işçinin sadece 900 bini toplu iş sözleşmesinden yararlanabilmişti. Toplu sözleşme kapsamındaki işçilerin büyük oranı da kamu kesimindedir. Kamu kesimindeki işçilerin tamamına yakını toplu pazarlık kapsamında iken özel kesimde bu, beşte bir oranındadır (Akkaya, 2002: 152-3). ANAP döneminde bastırılan sınıf hareketinin 1990’lara doğru tekrar tırmanışa geçmesinin başka bir unsuru, Güneydoğu’da sürdürülen savaşın hızlandırdığı göç nedeniyle, kapitalizmin çarpık ve eşitsiz gelişimini gözler önüne seren büyük kentlerin varoşlarında oluşan çeperlerin “düzen karşıtı” hareketler içinde elverişli bir toplumsal ortam bulmasıdır (Öngen, 2004: 85). Yeni göç dalgasının da bir yansımasıyla sermayenin “bilinçsiz”, düşük eğitimli, kırdan yeni gelmiş, deneyimsiz işçileri tercih etmesi, bu işçi grubunun muhalif toplumsal hareketlerle bütünleşmesine önlem olarak bunların muhafazakâr-sağ düşünceyle yakınlaştırılmasına yönelik ideolojik mekanizmalardan89 destek alındı. Böylece 1980 öncesinde siyasal ve sınıfsal düzeyleri artan, kırsal kökenleriyle bağlarının kopma süreci hızlanan işçilerin aksine, 1990 sonrası işçiler için bu durum tersine dönmüştü (Akkaya, 2004: 152). Bu sayede, 1989 ‘bahar eylemleri’ sonrasında halktan gelen baskıya yeniden yanıt vermek zorunda kalan ANAP’ın özellikle kentli, yoksul kitlelere dönük ana hedefi ile bu kitlelerin saflarında sınıf bilincinden yoksun ve sermayenin ANAP’ın programına ve ideolojisine teslim olabilecek kalabalık gruplar yaratması kolay oldu. “Ücretliye vergi iadesi, fak-fuk-fon gibi uygulamalarla kentli yoksul kitlelerin ekonomik sorunlarının çözümünü emek gücü piyasasının dışına taşıyan “uzlaştırıcı” politikalardı bunlar. Sınıf tabanlı ekonomik taleplere, sendikal örgütlenmeye, ücret mücadelesine, köylünün destekleme talebine karşı katı ve ödünsüz olunurken, aynı kitleler “kentli, gecekondulu, yoksul ve tüketici” özelikleriyle tatmin edilmeye çalışılmıştı (Boratav, 1998: 11; Boratav, 2007:153). Ücretlileri, köylüyü, sermayedarı, rantçıyı hoşnut kılan, “sermayeden almadan emekçiye veren” “uzlaşma 89 Bundan sonraki bölümde de açıklanacağı üzere, sınıf siyasetinin kimlik siyaseti içinde eritilmesinin Türkiye özelindeki görünümü “Türk-İslam” sentezi ideolojisi ile bu işçilerin bir kısmının esnek üretim biçiminin kontrollerine tabi olması, diğer önemli bir kısmının da kapitalizmle bir sorunu olmayan ancak devlet merkezli anlayış karşıtı sendikalara yönlendirilmesi ile sonuçlanmıştı. 225 siyaseti” ile ANAP, 1980’lerin sonuna doğru yapısal uyumun toplumsal maliyeti ve büyüyen enflasyon sorunu karşısında muhalefet partileri, basın ve çıkar grupları, emek sendikaları ve işveren derneklerince eleştirilmiş ve kamunun artan hoşnutsuzluğu ile (Sayarı,1996-7: 39) 1991 seçimlerini kaybetmişti. ANAP’ın ardından işçilerden destek alan DYP-SHP koalisyonu90 ise emekçilerin hükümete Uluslararası sendikalaşmaya ilişkin maddelerinin 91 Çalışma Örgütü’nün (ILO) imzalanması konusundaki baskısıyla sözverdiği gibi sendika özgürlüklerini genişletti. Ancak, örneğin iş güvenliğini ifade eden 158. madde oybirliğinin sağlanamaması yüzünden Cumhurbaşkanı tarafından reddedildi. Sendikalaşma hakkının korunması ve sendikal özgürlüğe ilişkin 1982 Anayasası’nın sendikasızlaştırma yasaları (2821-2822) ile ILO’nun aksi yönde düzenlemeler öngören 87. maddesi bir arada kaldı92(Kaleagağı Blind, 2007: 299). Kamu kesiminde sendikal örgütlenmeyi başlatan sol görüşlü sendikalar, merkezi bir örgütlenme için uzun görüşme ve tartışmalardan sonra 1995 yılında 400.000 üyeli KESK’i kurdular. 17-18 Haziran 1995’de grevli, toplu sözleşmeli bir yasanın çıkması için oldukça etkili bir eylem yaptılar. Sadece sendikal haklar değil, aynı zamanda ücretlerin düşüklüğü, demokratikleşme ve Kürt sorunu gibi pek çok konuya ilişkin talepler sunan KESK’e bağlı sendikalar, 4 Mart 1997’de de Ankara’da grev ve toplu pazarlık hakkı tanımayan Sendika Yasası’na karşı kitlesel protestoda bulundular. 1999 Temmuz’da sosyal güvenlik haklarına yönelik saldırılara karşı yüzbinlerce işçi ve kamu çalışanın katıldığı Ankara mitingine destek verdiler. Bu mitingde işçi ve kamu sendikaları “emek paltformu” adında bir araya geldi. 1 Aralık 2000’de yolsuzluğu protesto eden ikinci büyük miting yapıldı. Ancak 90 1993 bölüşüm göstergelerine göre reel ücretler 1993’de 1988’e kıyasla % 100 arttı. İç ticaret hadleri %31 oranında tarım lehine oldu. Faiz dışı kamu harcamalarının oranı tekrar %19’a çıktı. Ancak, bunlar vergi yüküyle değil kamu açıkları genişletilerek yapıldığından açık %5 den %12’ye çıkmıştı (Boratav, 1998: 12). 91 (59., 87., 135., 142., 144., 151., 158.) 92 İşyerinde sendika odasının yasaklanması, sendika liderlerinin fiilen 10 yıl işçi olması zorunluluğu, tutuklanmamış olması gibi sendikal faaliyetlere ilişkin siyasal yasakların yanı sıra, toplu pazarlık için çifte baraj sistemi ve sendika mülkiyetinin hazineye devri gibi durumlar Türkiye’nin onayladığı uluslararası düzenlemeler arasında çelişki olarak kaldı (Kaleagağı Blind, 2007: 299). 226 halen KESK yasası, grev hakkını içermemekte, toplu pazarlık hakkını “toplu görüşme” ile anlamsızlaştırarak yasaklayıcı ve kontrol edici özelliğini korumaktadır. Toplu pazarlık ve grev hakkını tanımayarak sendikaları bir tür dayanışma derneğine dönüştürmektedir (Akkaya, 2004: 162). Görüldüğü gibi sermayenin her türlü engellini aşmaya yönelik düzenlemelerin aksine, emeğin önce bütün örgütsel bağlarından salınması, ardından da çeşitli düzenlemelerle etkinliğinin azaltılarak etkin kontrolünün arttırılmasına çalışılmaktadır. Bunun 1990’lardan itibaren aldığı yeni biçim ise emek-sermaye ilişkilerinin yasaların dışında karşılıklı anlaşmalarla düzenlenmesine yönelik esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştıırlması şeklindedir. Dolayısıyla 1990’lara kadar apolitizasyonun aldığı biçim, serbest piyasa ekonomisinin istikrarı için çeşitli yasal düzenlemelerle emek gücünün siyasallaşmasının önlenmesi pahasına olup, devletin de “nesnellik” ve “tarafsızlık” adına toplumsal ilişkilerin uzağında ve toplumsal ilişkilerin hedefi olmaktan çıkarılmasının amaçlanması biçimindedir. Ekonominin liberalizasyonunun siyasal liberalizasyonu ifade etmediği, tersine siyasetin otoriterleştiği bu dönemde “daha durağan”, “daha az kutuplu”, “daha az siyasal” bir toplum hedefi, 1980’lerin sonundan itibaren emek hareketlerindeki yükselme nedeniyle farklı önlemleri getirdi. Emek-sermaye ilişkilerine yönelik piyasa istikrarının bozulmasını önleyici mevcut yasal düzenlemelerin yanı sıra bu ilişkiler, piyasanın kendiliğinden doğal düzenini aksatmayacak biçimde esnek çalışma ilişkileri aracılığıyla kurulmaya başlandı. ANAP hükümetinin işçi sınıfı hareketi karşısında uzlaştırmaya yönelik popülist politikalarıyla vermek zorunda kaldığı ödünlerden sermaye dilimlerinin artan hoşnutsuzluğu, devletin ekonominin yönetiminin doğrudan konrolünden çekilmesine yönelik düzenlemelerin yoğunlaştırılması baskısı ile sonuçlanmıştı. Böylece, devlet de ekonomi politikalarının istenmeyen sonuçlarından kurtulacak, bu sayede de popülist politikalarla ekonominin istikrarını bozucu uygulamalara gerek duymayarak toplumsal meşruiyetini sağlayabilecekti. Bu durum, piyasa tarafından yönlendirilen politikaların nasıl işçi sınıfını yönetme sürecini güçlendirdiğini, yani “piyasalaşma” nın devlet yöneticilerine emek hareketinin kontrolünde nasıl fayda sağladığını 227 göstermektedir. Finansal piyasaların yeniden düzenlenmesinin devletin işçi sınıfı karşısındaki gücünü arttırdığı bu durum, bir yandan, fiyat istikrarının uluslararası kapitalist ilişkiler için hayati önemini, diğer yandan da rekabet yokluğunun iş ve kar kaybına dönüşebilmesinin (Bonefeld ve Burnham, 1998 Akt: Burnham, 2003: 176) devleti içine çekebileceği krizle ilgilidir. Dolayısıyla 1989 ve 1991 bahar eylemlerinin ardından ücret ve maaşlarda meydana gelen yükselmelerin ardından 1994 krizinin emek gelirlerindeki ve istihdamdaki olağanüstü daralmanın esnek çalışma ilişkileri sayesinde atlatılması (Yeldan, 2003: 60), emek-sermaye ilişkilerinde özel sektörün işten çıkarma ve sendikasızlaştırma için yeni formülleri izlemesine imkan vermişti. Örneğin, TİSK 1994 Raporu’nda esnekliği93 artırıcı, yarı zamanlı istihdam ve esnek çalışma saatleri gibi yeni istihdam türlerini düzenleyici yeni yasalar hazırlanması gereği vurgulanmıştı. İş saatleri konusunda da esnekliğin artırılmasını öneren Rapor’a göre, yoğunlaştırılmış iş haftası, çalışma süresinin yıllık olarak ayarlanması, esnek vardiya, işverenin ilave ödemeler yapmak zorunda kalmadan çalışma günlerini sayı ve uzunluk olarak ayarlayabilmesinin gerekliliği vurgulanmıştı. Esneklik yanlısı önerilerin temel argümanı ise ücret artışlarının uluslararası rekabet gücünün yitirilmesine neden olduğu iddiası idi (Boratav, 2007: 177; Onaran, 2004: 217-8-9). Nihayet 2003 İş Kanunu94’nun piyasa merkezli uyum stratejisi ile kapsamı genişleyen esnek çalışma ilişkileri sayesinde, uluslararası pazarı genişletme, ihracatı arttırma, artık değeri yükseltmek için ucuz işgücü bölgeleri bulma, emek sürecinde verimliliği arttıracak yeni örgütlenme biçimleri geliştirme, teknolojik değişiklikleri sağlama, yeni üretim dalları ve üretimde yeni örgütlenme biçimleri oluşturmanın çerçevesi 93 Ancak OECD 1996 Türkiye Raporu’nda emek piyasası sorununun diğer ülkelerinden farklı olduğu, diğer ülkeler için geçerli olan esneklik argümanının Türkiye için olamayacağı belirtilmişti. Türkiye’de emek gücü piyasasındaki güçlü yanların korunması, emek gücünün niteliklerini artırmaya çalışılması ve nüfusun çoğunluğunun yaşam standartlarında sürdürülebilir bir artışın gerçekleştirilmesi gerektiği belirtilmişti (akt: Onaran, 2004: 217-8). 94 Part-time çalışma saatleri, geçici iş sözleşmesi, çalışma zamanının artması ve işverenlerin kriz zamanlarında işçileri topluca işten çıkarması gibi esnek çalışma ilişkilerini ifade eden 2003 İş Kanunu, AKP iktidarı tarafından hazırlanan kamu yönetimi reform paketi kapsamında yer alıp kamu yönetimi sisteminin dönüşümü bağlamında özelleştirme ve yerelleşme reformları ile aynı bütünsel dönüşüm sürecinin bir parçasını ifade etmektedir. 228 düzenlendi. Aşağıda da ifade edildiği gibi ücretleri baskılama ve emek gücünü kontrol etmenin yeni biçimi olarak esnek çalışma ilişkileri, siyasal baskıdansa emeği kontrol etmenin daha etkili bir yoluydu. Serbest piyasa ekonomisinin bir numaralı formülü “kendiliğinden doğal düzen”ini onaylacak biçimde taşeronluk ilişkileri ve dış kaynaklardan emek gücü edinimi ile istihdam yapısının yeni biçimleri, devletin doğrudan kontrolünün, yani siyasal baskının dışında “kendliğinden” oluşmaktaydı. Buna ilaveten firma içinde fabrikaların bölünmesi, küçültülmesi, ürün çevriminin fabrikalar arasında yayılması, emek gücünü kitlesel olarak bir araya getiren büyük fabrikaların önemini azaltacak biçimde üretimin ademi-merkezileşmesi emek gücünün kontrolünü kolaylaştıran diğer unsurlardı. Böylece sabit maliyetlerin düşürüldüğü küçük işyerlerinde, örgütlü olmayan, düşük ücretli işçi çalıştırma olanağını sağlayan ücret farklılığı avantajlarından da yararlanılmaktaydı (Akkaya, 2004: 152; Bugra, 2003: 460). Emek hareketi karşısında yer alan bu ve benzeri politika tercihleri ile piyasa güçlerinin etkinliğinin artması sonucu (Rogers, 2009: 648), emek gücü piyasasında iş yasaları yerine karşılıklı anlaşmalar ve toplu sözleşmelerin geçerli hale gelmesiyle de (Onaran, 2004: 219) emek gücü sahibi olarak işçi ve sermaye sahibi olarak patron birbirlerine eşitmiş gibi aralarındaki ilişkiler pazarlığa açık hale getirildi. Öte yandan, piyasa liberalizasyonu ile de serbest girişimciliğin özendirilmesi bağlamında tüccarlara, sermayedarlara yapacakları faaliyetler konusunda kolaylaştırıcı düzenlemler sağlanırken, örneğin emek-yoğun üretime çekilen ihracatla birçok küçük Anadolu kenti, geleneksel zanaat ve sendikalaşmamış emek gücü (taşeronla iş yapanlar, ev halkı emek gücü) ile bölgesel endüstriyel merkezler olarak önem kazandı. Böyelece “Anadolu kaplanları” olarak bilinen, alıcı-satıcı ağının yerleştiği yerlerde sözleşmeler, doğrudan perakende zinciriyle ve Avrupa’daki satıcılarla yapılabildi (Keyder, 2004a: 68). Burnham’a göre emeğe ilişkin bütün bu düzenlemeler uluslararası yeniden yapılanma sürecinin, ulus-devlet tarafından emeği daha sıkı disipline etmesi ve emek-sermaye ilişkilerinin yeniden biçimlenmesi anlamına gelmekteydi. Antagonistik bir devlet sistemi olarak kurulan uluslararası kapitalizm ve ekonomi politikalarını karakterize eden bu değişimler, kökleri 229 emek-sermaye çelişkisinde yatan sorunları çözmek amacıyla devletler tarafından ortaya konulmaktaydı (2003: 164-165). Çünkü sömürünün varlığının farklı bir biçimi olarak devlet, değer’in esas’ının korunmasının tarihsel gelişiminde sömürüyü içselleştirir (Bonefeld, 1992: 119). Devletin bu görünümü ise ekonomi politiğe ilişkin kategorilerin çözümlenmesiyle; kökeninde kapitalist sömürü biçimi olarak artı değer üretiminin yattığının açığa çıkarılmasıyla anlaşılabilir (Holloway ve Picciotto, 2004: 140). Görüldüğü gibi demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlandırıldığı askeri müdahale ve “sınırlı demokrasiye geçiş” dönemlerinde, siyasal karar alma süreçlerini etkileyecek kitlelerin apolitizasyonu, emek gücü piyasasının ekonomi-dışı yöntemlerle, yani askeri ve yasal düzenlemelerle kontrol altına alınması biçimindedir. Sonrasında ise “devletin nötrlüğü” çerçevesinde, depolitizasyon süreci ile, hükümetlerin ekonominin yönetiminde örneğin, ücret taleplerinin dikkate alınması beklentilerinin yönünü değiştirebilme kapasitesinde olduğu gibi piyasa belirsizliklerini giderecek düzenlemeler yapabilmesi şeklindedir (Burnham, 2001: 134). Toplumsal güçlerin mücadele alanı olarak devletin ekonominin yönetiminde doğrudan kontrolünün, onun toplumun bu kesimlerine yönelik popülist politikalarını da beraberinde getirmesi, piyasanın kendliğinden doğal düzenini aksatacağından depolitizasyonun başka bir boyutunu sunar. Devletin ekonominin doğrudan yönetiminden çekilerek emek-sermaye ilişkilerinin piyasa süreçlerine devredildiği depolitizasyonun bu biçiminde, devlet, toplumsal güçlerin muhatabı olmaktan çıkar. Bu, devletin toplumsal sınıflara özerkliği gereği, “tarafsızlık” ve “nesnellik” iddiası ile hem piyasa aktörlerini, hem de diğer toplumsal kesimleri kapsadığı iki temel fayda sunar. Böyece faaliyet alanı daraltılan devlet, finans piyasasının zorlamaları nedeniyle emek gücü üzerinde kurulan baskının meşruluğu ile kurtulmuş olur. sorumluluğundan “nesnellik”-“tarafsızlık” 230 5.1.2. “Evrensel” Demokrasi Normu Olarak Sivil Toplum’un Demokrasi Adına Yüceltilişi Temel hak ve hürriyetlere ilişkin yoğun kısıtlamaların genişleyip kurumsallaştığı 1980 askeri müdahalesi ve onu izleyen dönem, aynı zamanda, ekonominin liberalizasyonunun devlet merkezli anlayışı dönüştüreceği düşüncesiyle devlet-sivil toplum ikiliğinin demokrasi adına ön plana çıkarıldığı, yani sivil toplumun devlete karşı içinin boşaltılıp ideolojik bir argüman haline getirilmesiyle karakterizedir. Savunucularına göre, ekonomi ve siyaset ilişkisinin bütünselliğinin reddi ve özerk bir ekonomik alanın ortaya çıkması ile ilişkili sivil toplum kavramı, genellikle devletin dışındaki bir “özgürlük” alanını ifade eder. Kapitalizmin mülkiyet ilişkileri ile bağlantılı sivil toplum kavramı ise Wood’un ifadesiyle, Batı’da 18. yy’da devletten farklılaştırılmış, fakat kamusal ve özel alanların her ikisini de kapsayan daha belirgin olarak da özel ekonomik ilişkileri; piyasayı, üretim, dağıtım ve değişim ağını içeren ayrı bir toplumsal faaliyet alanını ifade eder (2003: 283). Devlet ve sivil toplum arasına bir çizgi çeken hakim paradigmanın Türkiye özeline ilişkin açıklamalarına göre, kalkınmacı dönemde, devlet ve burjuvazi arasındaki ortaklığın bir sonucu olarak, bir yandan büyük burjuvazi sınıfına yönelik destekler diğer yandan da politika belirsizlikleri nedeniyle, devlet yeterince özerk olamamış, sivil toplum da gelişememişti (Buğra, 1998: 523-4; Keyder, 2004a: 68). Sivil toplumun gelişememesi de siyasal ve bürokratik elitler arasındaki alanın daha da daralmasına; demokratikleşme ve ekonomik sorunlar nedeniyle “istikrar” ve “güvenlik” için sivil toplumun ikinci plana atıldığı toplumla bağ kuramayan devlet merkezci siyasetin alanını genişletmişti (Keyman, 2004: 123). Ekonomi ve siyaset’in birbirlerine özerk alanlar olarak görüldüğü bu anlayışa göre, devlet-toplum ikiliği devletin içerdiği baskı ile pratikte zorunlu olmasa da prensip olarak sivil topluma ait özgürlük ve gönüllü hareket arasındaki karşıtlığa denk düşmektedir. Bu karşıtlığın yararı savunucularına göre, dikkatleri devlet baskısının tehlikelerine, devletin faaliyetlerine, toplum içinde bunlara karşı oluşan basıncın örgütlenmesi ve güçlendirilmesi yoluyla uygun sınırlarına çekilmesi ihtiyacına çeker (Wood, 2003: 287). 231 Hakim paradigmaya göre, merkezileşmiş devletin sivil toplumdaki kurumlarla sınırlanması ya da devlet elitlerinin özerk sivil toplumun kurumsallaşan diyaloğuna istekli olması ise ekonominin liberalizasyonunu izleyen 1980 askeri müdahalesi sonrası yıllara rastlamaktadır. Ekonomi politikalarının uygulanması için serbest piyasa gibi sivil toplum alanını genişletici düzenlemeler, toplumsal alanın özerkliğinin ilk adımları olarak görülmektedir. Buna göre, ekonomik liberalizasyon ve demokratik gelişme birbirini bütünleyici ve destekleyici unsurlardır. Her iki süreç de sivil toplumun organizasyonlarının kapsanmasıyla özerkliğin ortaya çıkışını ve uzun dönemli ekonomik stratejinin doğası üzerine uzlaşmayı gerçekleştirmesi bakımından son derece önemlidir (Öniş, 1992: 17). 24 Ocak Kararları’nın simgelediği düşünülen neoliberal ekonomi politikalarının demokrasi için vazgeçilmez bir önkoşul olduğu görüşü ile ‘iktisadi liberalizmin’ demokrasinin önkoşulu olarak görülüyor olması, bilindiği üzere Batı’da kapitalist ilişkilerin gelişmesinin ardından liberal demokrasinin kurumsallaşmasına bağlanmaktadır. Hakim paradigma tarafından ekonomik liberalizm ile demokrasi arasında kurulan bu neden-sonuç ilişkisi, 24 Ocak Kararlarının ya da 1980 sonrası neoliberal politikaların da meşruiyetini oluşturmaktadır (Köker, 1987: 67). Devlet merkezci anlayışın demokratikleşme ve toplumsal modernleşmeye katkıda bulunan devleti (ensuring state), hem devlet-toplum-birey ilişkilerini, hem de toplumsal kesimler arasındaki ilişkileri haklar ve sorumluluklar temelinde düzenlediği için sivil toplumu geliştirecek bireysel özerklikler de oluşamamıştı (Keyman, 2004: 139). Bu nedenle demokrasi pratiğinin gelişimi için hayati bir önem arz eden devletten özerk, güçlü, iyi örgütlenmiş bir sivil toplumun varlığının Türkiye’de liberal demokrasinin oluşumunu hızlandıracağı düşünülmektedir (Öniş ve Türem, 2001: 95). Burada hakim paradigma tarafından idealize edilen Batı toplumlarına özgü, uzun bir süreci kapsayan ancak, ortak özellikler göstermesine rağmen, her ülkenin kendi tarihsel ve maddi koşullarıyla biçimlenen devlet-toplum ilişkilerinin kapitalist ilişkilere sonradan dahil olan bir ülke olarak Türkiye’de benzer bir süreci içerecek biçimde gelişememesi eleştirilmektedir. “Evrensel” burjuva demokratik değerlerinin 232 taşıyıcısı olarak liberal demokrasinin kurumsallaşmasıyla, evrensel özel mülkiyet hukuku ve kişisel olmayan-yasalar önünde eşit bireyler arasındaki sözleşme ile ortaklaşa biçimlendirilen, rasyonel, hukuka ve formel eşitliğe dayalı burjuva ideal toplumunun oluşturulması hedeflenmektedir. Devletin düzenleyici işlevini ya da hukukun rolünü etkin bir şekilde uygulayacağı bu toplumda, kendi kurallarıyla işleyen bir sivil toplumun varlığı devlete piyasanın hukuk çerçevesini oluşturup özel mülkiyet ve sözleşme ilişkilerinin kurulmasını ve sürdürülmesini sağlama işlevi yüklemektedir. Kural koyucu ve kurallara uyulmasını sağlayıcı merci olarak, ya da şiddet kullanma tekelini elinde bulundurma gücüyle devletin kapasitesi, bu kuralların geçerliliğini sağlamak için toplumun çeşitli pratiklerine nüfuz etmesiyle ilgilidir (bkz:Keyder, 2007: 190). Böylesi bir toplumsal yapının, 1980 sonrasının otoriteryan siyasetine rağmen, ekonomik liberalizasyona bağlı olarak geliştiği iddiası, yani sivil toplum örgütlerinin devlet karşısında etkinliklerini artırmaya başlamalarıyla ortaya çıktığı tezi, siyasal liberalizmin ekonomik olanını izleyeceği görüşünce savunulmaktadır. Buna göre, 1980 sonrasında toplumsal ve siyasal dengeler açısından devlet-merkezci yapıdan uzaklaşılmaya başlanmasıyla, devletin ekonomi üzerindeki rolü gevşemeye başlamış, 1983 askeri rejiminin sona ermesiyle de ekonomik ve siyasal liberalizme bağlılığını ilan eden yeni siyasal partilerin ortaya çıkmasıyla sivil toplumda dikkat çekici bir canlanma yaşanmaya başlanmıştır (Göle, 1994: 214; Toprak, 1996: 92; Heper ve Güney, 2000: 650; Keyman ve Koyuncu, 2005: 109; Keyder, 2007: 228). Serbest piyasa ekonomisi ya da ekonomik liberalizmin kurumlarının yerleşmesinin bir sonucu olarak görülen sivil toplumun gelişimi sayesinde de ekonomiyi ve toplumu etkileyen farklı çıkarları temsil eden güçlü ekonomik aktörler ortaya çıkabilmiştır. Kültürü politik ekonominin oluşturucu unsurlarından biri olarak gören Keyman ve Koyuncu’ya göre, bu aktörler sadece ekonomik çıkar grubu olmayıp, aynı zamanda farklı kimliklere ses veren, vatandaşlık haklarını gözönünde bulunduran, bu sayede farklı toplumsal talepleri karşılayan baskı grupları olarak sivil toplum örgütleri olup, Türkiye’de “modernleşmenin alternatif modeli”ni sunmaktadırlar (2005: 108). 233 Bu gruplardan örneğin TÜSİAD büyük sermaye çıkarlarına, MUSİAD İslami büyük sermaye ile küçük ve orta ölçekli firmalara, TOBB bütün Türkiye’de üyeliğin zorunlu olduğu yarı resmi iş birliklerine, gönüllü işbirliği olarak TİSK ise özellikle emek sendikalarına karşı ücret pazarlıkları konularına odaklanmaktadır. Türkiye’de sermaye gruplarının geniş bir skalasını sunan bu dört sivil toplum örgütünün demokrasinin yerleşmesi ve çeşitli sermaye gruplarıyla mücadedelerin açığa çıkmasındaki rollerinin yanı sıra, demokratik reformlara yönelik yürüttükleri çeşitli çalışmalarla sivil toplum alanını genişlettikleri düşünülmektedir (Öniş ve Türem, 2001: 95). Keyman ve Koyuncu, bu örgütlerden özellikle farklı toplumsal talepleri, kimlik iddiaları ve farklı kurumsal stratejileri temsil eden TÜSİAD ve MÜSİAD’ın 1990’lardan sonra Türkiye’de sosyo-ekonomik gelişmeyi nasıl yönlendirdiklerine, dolayısıyla sivil toplum örgütü olarak başarılarına dikkat çeker. Türkiye ekonomisinde istikarlı ekonomik ve demokratik yapıların oluşturulması için güçlü toplumsal taleplerin oluşturulmasında önemli rol oynadıklarını ve güçlü, ekonomik açıdan baskın gruplar olarak etkili, hesapverebilir ve şeffaf bir yönetim kurumu için devleti kendi kendine dönüşüme zorladıkları belirtilir (2005: 108). Dolayısıyla özgül bir uluslararası finansal çevrede farklı ekonomik ve toplumsal gelişme modelleri sunarak, sınıf dayanışması ve hegemonyasının acentaları olarak işlev gören (bkz: Buğra, 1998) bu örgütlerin, TÜSİAD ve MUSİAD, devlet politikalarının yönlendirilmesinde kendi aralarındaki mücadelelerinin, devleti bu sınıflara özerk ve tarafsız yaparak kurallara dayalı bir piyasa toplumunun oluşturulacağı düşünülmektedir. Batı modelinin ekonomik, toplumsal ve politik karakteri görünümündeki TÜSİAD’ın aksine, MÜSİAD kurulduğunda İslam’ın95 somut yorumunu sermaye sahipleri arasındaki bağın kaynağı olarak kullanmaktaydı (Buğra, 1998: 523-4). 1971’de kurulan TÜSİAD, büyük firmaların üyeliği ile coğrafi 95 Örgüt faaliyetleri sayesinde bu işletmeler uluslarrası fuarlara katılabilmekte, Türkiye genelinde üyeler arasında dayanışma ve güven duygularının gelişmesi ile de bu ilişki ağlarının güçlenmesi sağlanmaktadır. Belirsizlik ve sözleşmelere riayat edilmemesi tehlikesi azaltılarak, bilgi edinme ve kontrol etme maliyetleri düşürülmektedir. Böylece, ilişki ağı kurma faaliyetinde İslami üyeler arasında güvene dayanan cemaat bağları oluşturan yararlı bir ekonomik kaynak haline gelmektedir (Buğra, 2004: 134,137). 234 olarak İstanbul ve Marmara’da, 1990’da ihracata dayalı ekonomik gelişmenin sonraki aşamasında kurulan MÜSİAD ise küçük ve orta ölçekli sermaye gruplarının üyeliği ile coğrafi olarak dağınık olan Anadolu şehirlerinde yoğunlaşmıştır (Öniş ve Türem, 2001: 100; Buğra, 1998: 524; Buğra, 2004: 134). Keyman ve Koyuncu bir sivil toplum örgütü olarak MÜSİAD’ın ortaya çıkışını, İslam’ın açık serbest piyasa ideolojisinde bir ekonomik kod olarak davranmaya başlamasıyla açıklar (2005: 112). Çünkü belirsiz piyasa koşullarında, devlet merkezci kalkınma dönemi, TÜSİAD sürekli değişen ekonomi politikalarına karşı siyasal otorite ile informel ve geniş partikülarist ilişkiler kurarak edindiği fırsat avantajlarıyla gelişmişti. Devletin bu desteği, daima küçük girişimleri dışarıda bıraktığından bugün MUSİAD altında toplanan küçük ve orta ölçekli girişimler ihmal edilimişti (Buğra, 1998: 523-4; Buğra, 2004: 134). Buna göre MUSİAD’ın temsil ettiği sermaye grubu, 1980 sonrasının uluslararası finansal sermayeye dayalı ekonomi ortamında, ihracata dayalı ekonomi politikası, esnek üretim biçimleri ve siyasal alandaki önemli politika değişikliklerinden gelen avantajla şekillenmekte ve bu konumuyla da devletin ekonomideki rolünün önemli derecede gözden geçirilme ve sorgulanmasını temsil etmektedir. İslam’ın kullanımı ile de uluslararası ve yerel seviyede üreticiler arasındaki işbirliği ve dayanışma sayesinde yatırım finansmanı için kaynaklar bulunabilmekte, güvenli piyasalar oluşturulabilmektedir (Buğra, 1998: 524, 8). İslami ekonomi modelinin serbest piyasa ekonomisine paralel biçimde müdahalesiz işleyen ve merkeziyetçi olmayan özelliği nedeniyle özelleştirme ile uyumlu MUSİAD, devletin doğrudan üretici rolünü benimsemesini şiddetle dışlarken, büyük işletmelerin bürokratik yönetim yapılarını da eleştirmekte örneğin, KİT’lerin büyük şirketlere değil, uygun ödeme koşullarıyla Türkiye’de inkar edilemez bir dinamizm sergileyen orta boy işletmelere devrinin uygun olacağını savunmaktadır (Buğra, 2004: 137). Hakim paradigmaya göre uluslararası ve yerel çevredeki gelişmeler nedeniyle siyasal gelişmelerin açıkça piyasayı tercih etmesiyle önemli bir aktör olmaya başlayan TÜSİAD ve MÜSİAD’ın devlet-toplum ilişkilerine olan katkısı, raporlarında devlet ve sermaye arasındaki “eşit olmayan ortaklığın” 235 tarihsel mirasının, yani devletin ekonomideki geleneksel rolünün sorgulanmaya başlanmasıdır (Buğra, 1998: 527). Bu sorgulama, esasında devletin ekonomik ilişkilerde baskın bir aktör/ortak ve sermaye topluluğuna danışmadan “oyunun kuralı”nı tek başına biçimlendirme gücüne sahip olmasının eleştirilerek, etkili-baskın bir sınıf olarak varlıklarının korunmasını ve devlet-ekonomi ilişkisinde daha belirleyici olmalarını ifade etmektedir. Demokratik gelişmeyi ekonomik liberalizasyon sürecinin meşruiyeti olarak gören bu anlayışa göre, ‘devletin geri çekilmesi’yle genişleyen toplumsal alanda sivil toplum grupları faaliyetlerini ‘özgürce’ ve hiçbir engelleyici düzenlemeye maruz kalmadan gerçekleştirebileceklerdir. Öniş’in de belirttiği gibi; “..devlet ve toplumdaki anahtar gruplar arasındaki ilişkinin kurulmasında ekonomik uyum ve demokratik sağlamlaştırma eş zamanlı ve geniş kapsamlı oranda gerekli”dir(1992: 6). Ancak kapitalist ilişkilerin, toplumsal bütünlüğü sivil toplum örgütleriyle kavramsal olarak benzer bir dizi kurum ve ilişkiye indirgemesi, kapitalizmin bütünleyici mantığını ve baskıcı gücünü görünmez kılmaktadır. Başka bir ifadeyle, sivil toplum bir yandan yeni özgürlük ve eşitlik biçimlerinin yükselişini sağlarken, diğer yandan yeni egemenlik ve baskı biçimleri de yaratmaktadır. Wood’un da belirttiği gibi, bir zamanlar devlete ait olan birçok baskıcı işlev, özel alanda, özel mülkiyette, sınıf sömürüsünde ve piyasanın zorunluluklarında yeni bir güç biçimi oluşturmaktadır (Wood, 2003: 299). Dolayısıyla, ekonomi-siyaset alanları arasındaki ilişkiselliğin reddi ve özerk bir alan olarak devletin toplumsal sınıflara “tarafsızlığı” ve “nesnelliği” iddiasının aksine, devletin sınıfların kendi ve karşıt sınıflarla aralarındaki mücadelelerin bir alanı olduğu, devletin toplumsal güçleri oluşturan sınıflara hiç de tarafsız kalmadığı 1980 askeri müdahalesi ve sonrasında yapılan düzenlemeler hatırlandığında anlaşılabilir. Örneğin, TOBB ve TİSK lobilerinin görüşlerinin sadakatle izlendiği 1980 askeri müdahalesinin hemen ardından TİSK başkanı Halil Narin’in, “şimdiye kadar işçiler güldü artık gülme sırası bizde” (Barkey,1990: 189; Boratav, 2007:150) deyişi, ekonomik ve politik dönüşümün etkilerinin işçi sınıfının taleplerinin kontrol altına alındığı bir ortamda burjuva sınıfı için durumun farklı olduğunu göstermektedir. Bunun 236 yanı sıra, öne çıkan sınıf mücadelesi araçlarından burjuvazinin farklı nitelikteki örgütlerini aynı çatı altında toplayan TİSK, 1963’de Türkiye çalışma ilişkileri tarihinde ilk kez grev ve lokavtı yasal hak olarak tanıyan ve toplu iş sözleşme hakkının kullanılmasını düzenleyen 274 ve 275 sayılı yasaların çıkmasından hemen önce kurulmuştu. Burjuvazinin siyasal mücadele içindeki rolünün artmasıyla, 1971 askeri müdahalesinden sonra kurulan TÜSİAD, ekonomik ve siyasi kriz koşulllarında serbest girişim ve liberal bir ekonomi talep etmiş ve Ecevit hükümetini eleştirmişti. Ekonominin yeniden yapılanması için 24 Ocak Kararları’nı doğrudan savunmuş, diğer tüm sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerinin yasaklandığı bir ortamda, yapısal uyum programının sadık takipçisi olacakları mesajını iletmek için bir takım TÜSİAD temsilci askeri yönetimce Washington’a gönderilmişti (Arat, 1991: 135). Dolayısıyla, 1980’lerin en önemli ve etkin sermaye grubu olarak TÜSİAD, 1980 askeri müdahalesinin ardından diğer sınıflarla birlikte siyaset dışında bırakılmamıştır. Başka bir ifadeyle, devletin çatışan sınıflar arasında burjuvaziden yana tavrı, gerek yabancı finans çevrelerine, gerekse yerli burjuvaziye yapısal uyuma devam edileceği konusunda verdiği güvence; burjuvazinin çıkarlarının özerkleşmiş devletin çıkarları karşısında hiçte ikincil konumda olmadığını göstermektedir (Yalman, 2004: 63). Barkey’in de belirttiği gibi; “Türkiye sahnesinde bürokratik otoriter devlet nihai olarak gücün dengesini özel sektöre dönüştürdü. Bu sektörün ekonomi politikalarını devam ettirecek ama çıkarlarına müdahale edilmeyecek ortamın yaratılmasıyla” (Barkey,1990: 190). Refah-Yol hükümetinin düşürülmesi ve RP96’nin kapatıldığı 1997 28 Şubat sürecinde de başta TÜSİAD, TOBB ve TİSK gibi sivil toplum örgütlerinin sergiledikleri ortak tavırla, siyasal ve ekonomik sistem hakkındaki endişelerini belirtmeleri de tıpkı, 1980 askeri müdahalesinde olduğu gibi, büyük burjuvazinin ekonomik çıkarlarının demokratikleşme perspektiflerinin 96 RP’nin kurucusu Erbakan, merkez sağ AP hükümetinin desteklediği adaya karşı zaten TOBB’un yöneticiliğini kazanmıştı. Erbakan, kampanyasında başarılı bir biçimde kendilerini geleneksel olarak büyük burjuvazi tarafından kontrol edilen, TOBB’dan dışlanmış hisseden küçük ve orta ölçekli grupları biraraya toplamıştı. Kurulu büyük burjuvaziye karşı bu tepki, RP ve onun öncellerince sürdürülen anti-devletçi siyasal stratejinin de bir aracıydı. 1994 yerel, 1995 genel seçimlerinde de RP’nin aldığı seçim zaferiyle MÜSİAD, bir sivil toplum örgütü olarak daha görünür olmaya başlamıştı (Buğra, 1998: 525). 237 önüne geçtiğinin bir başka örneğidir. Bu gruplara göre, hükümet’in özellikle sivil toplum’un parçası sermaye gruplarının tepkisini dikkate almaması, askeri müdahalenin desteklenmesinin zeminini oluşturmuştu (bkz: Buğra, 1998: 535). Gerek 1980 askeri müdahalesine, gerekse 28 Şubat sürecine olan desteklerinde görüldüğü gibi, ekonomik çıkar örgütü pozisyonları ağır basan sivil toplum birliklerinin birincil amaçlarının neoliberal ekonomik reformları etkileyerek makro ve sektörel seviyede ekonomi politikalarının geliştirilmesi olduğu söylenebilir. İki farklı sermaye grubu olarak TÜSİAD’ın ve 1990’larda yükselişe geçen ve İslami gelenekteki siyasal partilerle organik ilişkisi olan MÜSİAD’ın devlet kaynaklarına yakınlık ve bu kaynaklardan yararlanma bakımından aralarındaki mücadelenin niteliği, TÜSİAD’ın 28 Şubat sürecine neden destek verdiğini açıklar. MÜSİAD ile yakın ilişkiler içinde olan ve Batı demokrasisi ile uyumsuzluğu endişesiyle RP’nin 1990’lardaki yükselişi karşısında rahatsız olan TÜSİAD’ın, “sekülerist sivil tepki” biçiminde yansıyan desteğinin yanı sıra, yayımladığı raporlarla sivil toplum ve bireysel özerkliğe olan desteği arasında çelişki bulunmaktadır. Öte yandan, RP, FP ve daha sonra AKP ile organik ilişkiler içinde bulunan MÜSİAD’ın, RP ve FP’nin kapatılmasının ardından kendini tanımlamaktan kaçınarak, siyasal arenanın dışında kalmayı tercih etmesi, bunun yerine dışardan baskı uygulayarak kamuyu etkilemeye çalışması (Öniş ve Türem, 2001: 105), RP dönemindeki AB karşıtlığının aksine, RP ve FP’nin kapatılmasının ardından AB’yi öven bir duruşa geçmesi de (MÜSİAD, 2000) sermaye tabanlı sivil toplum örgütlerinin devletle ve demokrasi ile olan ilişkileri üzerine yeterince şey söylemektedir. Hakim paradigmanın önde gelen temsilcilerinden Keyman’ın da ekonomik alanın gelişiminin önemini vurgulamasında olduğu gibi; “…eğer farklı ekonomik ve demokratik gelişme yaratmaya uğraşırsak reel sektör olarak anılan üretimin ekonomik alanına odaklanmak zorundayız ve üretim temelli faaliyet yapan ekonomik aktörleri ve toplumsal görüşleri ciddiye almalıyız ve ekonomik ve kültürel hayata değişim dinamiğini veren kesime bakmalıyız”(2007: 107). Özellikle 1994 krizinin ardından, siyasal aktörlerle aralarındaki mesafeyi arttırarak 2001 krizi sırasında hükümeti protesto eden TÜSİAD’dan, merkez sağa yakınlığı ile bilinen TOBB’a kadar, sivil toplum bütününün 238 önemli parçası sermaye grupları, demokratikleşme konusu üzerinde geniş faaliyette bulunmaya başlamıştır. Hakim paradigma, özellikle bu yıllardan sonra sivil toplumun anahtar örgütleri olarak gördükleri bu grupların, liberal demokrasinin geliştirilmesi konusundaki rollerine dikkat çekerken, diğer üzerinde durulması gereken konu, bu grupların neden bu yıllardan sonra demokratikleşme burjuvazinin trendine özellikle destek 1990’ların verdikleridir? ortasından Başka itibaren bir ifadeyle demokratikleşme reformlarını desteklemesinin nedeni nasıl açıklanabilir? Bunun birincil nedeni; ekonominin baskın doğasının ya da teknik bir alan olarak ekonominin “daha iyi yönetişim”, daha küçük, hesapverebilir ve kurallara uyan ve onları uygulayan devlete olan ihtiyacının uluslararası piyasanın başarısında rekabetedilebilirlik için bir anahtar koşul olarak sunulmasıdır. Başka bir ifadeyle, neoliberal ekonomi, ya da serbest piyasa odaklı süreçte demokratikleşmenin zorunluluğu, siyasal etkilerden uzak, güvenilir ve “tahminedilebilir” bir piyasa çevresine duyulan ihtiyaçla ilgilidir (Öniş ve Türem, 2001: 96). Serbest piyasa ekonomisinin bütün kurumlarıyla yerleşmesi, ekonominin tamamen siyasal etkilere dışsallaştırılması, siyasal istikrarsızlıklar nedeniyle sekteye uğramaması, hem devletin düzenleyici rolü gereği “hukukun kuralı”nı uygulamasındaki etkinliğini gerektirmekte, hem de piyasanın toplumsal huzurluklardan arınmasını, yani demokratikleşmeyi gerektirmektedir. Devlet-ekonomi ilişkilerinde devletin “oyunun kuralı”nı belirleyen olmasının neden olduğu belirsiz piyasa koşullarının olumsuz sonuçlarının “tahminedilebilir” bir piyasa ekonomisi ve demokratikleşme ile giderileceği düşünülmektedir. Bu gruplardan demokratikleşme vurgusu bakımından diğerlerine göre TÜSİAD, daha etkin görünürken ondan sonra gelen MÜSİAD olup, TOBB ve TİSK ise daha sınırlı bir alanda demokratikleşme vurgusu yapmaktadırlar. TOBB ekonomik ve sektörel konularda raporlar yayımlarken, TÜSİAD ve MÜSİAD’a göre “iyi yönetişim” olarak demokrasiyle sınırlı ilişki kurmaktadır. İnsan ve sivil haklarının sınırlarının genişletilmesi konusunda baskı gücü oluşturmayıp bu konularla ilgili herhangi bir rapor da yayımlamamaktadır. Siyasal iktidarlar üzerindeki baskın gücü ve ABD, AB gibi kurumlarla lobicilik 239 çalışmaları ve faaliyetlerinin uluslararası boyutu nedeniyle TÜSİAD, diğerlerine göre Batı liberal demokrasisinin yerleştirilmesi konusunda daha farklı ve etkili bir konumdadır (Öniş ve Türem, 2001: 98). 1990’ların ortasından itibaren TÜSİAD ilk kez demokratik düzenin somut “kalıtsal” eksikliklerini çarpıcı bir biçimde göstermek ve bunların üstesinden gelebilmek için çeşitli önerilerinin bulunduğu özel komisyon raporları yayımlamaya, konferanslar organize etmeye ve bilim adamlarını ekonomiyi tartışmaya çağırmaya başladı (Müftüler ve Baç, 2003: 433). Örneğin 1997 Raporu’nda bireysel ve sosyal haklarla ilgili bazı bölümlerin yanı sıra, emeksendikalarının önemi ve onların çalışma ilişkilerinde adalet ve istikrarın başarılmasındaki rolü üzerinde durdu. Bunun yanı sıra, sosyo-ekonomik hayata ilişkin çıkardığı farklı raporlarda özellikle askerin siyaset üzerindeki etkisi ve Kürt sorununa karşı askeri sratejinin eleştirilmesi gibi oldukça kritik konuları ele aldı. Kürt sorununa ilişkin olarak ekonomik sorunlardan ziyade, ifade hürriyetine, dil ve kültürel haklara dikket çekerek, asker üzerinde sivil kontolün artmasını ve azınlık haklarını destekledi (TÜSİAD, 1997; 1999). Demokratikleşme kategorisindeki yayınlarının çoğu, temel olarak devlet kaynaklarına kişisel ve yandaşcı ilişkilerle ulaşılmasının engellenmesi bağlamında “iyi yönetişim”in başarılması, “optimal hükümet”, seçim reformu ve devletle ilişkilerin yeni bir biçimde kurulmasına yöneliktir. Bunun için daha küçük, hesapverebilir ve tarafsız bir hükümet talebi ile uyumlu bir biçimde; iyi yönetişimin aracı olarak rekabet piyasası sisteminde hukuk devletinin uygulanması, piyasada istikrarın, tahminedilebilirliğin ve hesapverilebilirliğin sağlanması konusunda temel endişelerini ortaya koymaktadır (TÜSİAD, 1999). TÜSİAD ayrıca, mevcut yasal ve toplumsal sorunları değerlendirdiği ve eleştirdiği 1997 Raporu’nda dönemin hükümetinin, Refah-Yol, toplumsal istikrara engel olduğunu ve Batı dünyasından izole politikalarının risklerine değinmiştir. AB’ye üye olma amacının sadece devlet politikasının içsel bir aracı olmadığını, aynı zamanda Türkiye toplumunun çoğunluğunca desteklenen bir toplumsal amacı birleştirdiğini belirtmiştir (TÜSİAD, 1997). 1980’lere kadar kalkınmacı devlet ideolojisi kapsamında “ulusal çıkarlar”ı desteklediği meşruiyeti ile devlet desteklerinden yararlanan TÜSİAD’ın gerek 240 1980 askeri müdahalesi, gerekse 28 Şubat sürecinde devletle olan ilişkileri göz önünde bulundurulduğunda farklı bir sermaye grubu olarak MÜSİAD’ın yükselişe geçtiği ve yoğun devlet desteği aldığı 1990’ların ortasından itibaren neden demokratikleşme reformlarına destek verdiğinin başka bir yönünü ifade eder. TÜSİAD’ın yanı sıra MÜSİAD’da, sosyo-ekonomik ve siyasal konularda özel komisyonlar, profesyonel komiteler ve konferanslar organize ederek; teknoloji edinimi, piyasa ilişkileri ve “İslami kolektif kimliği”ne referansla iş etiği, işbirliği sorumluluğu, ortaklaşa çıkarlar gibi örgüte üye firmalar arasında sınıf dayanışmasının sağlanmasına yönelik çalışmalarda bulunmaktadır (Buğra, 1998: 529-30; Keyman, 2004: 129). MÜSİAD’ın ekonomi dışı konularda, demokratikleşme konusundaki raporları ise daha çok TÜSİAD’ın “seküler devlet”in savunuculuğu ile meşrulaştırmasının aksine, Türkiye devletinin otoriteryan sekülerizmine karşı ve dinsel hak ve özgürlüklerin genişletilmesine ilişkindir. Dinsel özgürlükler hariç bireysel hakların genişliğini ve demokratik özgürlükleri daha az vurgulamaktadır. Son zamanlara kadar da etnik ve Kürt sorunu üzerine eğilmemiştir. Ancak TÜSİAD’la karşılaştırıldığında “siyasal İslam” geleneğindeki siyasal partilerin “sosyal refah” söylemine benzer biçimde sosyal haklar konusu üzerine daha fazla eğilmektedir (Öniş ve Türem, 2001: 103). MUSİAD 2000 Rapor’unda, RP ve FP’nin kapatılmasının ardından geçirdiği dönüşümün de bir yansıması olarak, daha hesapverebilir bir devlet, dinsel özgürlüklerin yanı sıra demokratik açılım, hesapverebilir bir yönetişim, parti içi demokrasi ve düşünce özgürlüklerinin sınırlandırılmasının kaldırılması gibi konular üzerinde durmuştur (MUSİAD, 2000). Siyasal İslam tabanından gelen emek sendikası Hak-İş ile sermaye örgütü MUSİAD arasındaki potansiyel gerilime dikkat çeken Buğra (2004: 139), MUSİAD’ın emek-sermaye ilişkileri konusundaki tutumunun “sosyal refah-adalet” söyleminin aksine, işçi haklarının yeniden dağıtım-örgütlenme ilkesi temelinde değil, enformel ve kişisel ilişkiler içinde 241 belirlendiği bir modeli benimsediğini belirtmektedir. Çünkü İslami çerçeve 97 içinde yer alan emek-sermaye ilişkilerinin formel bir iş hukukuna veya işçi sendikalarına gerek duyulmaksızın karşılıklı güven temelinde yürütülebileceğine inanılmaktadır. Örneğin Balcı, bir yandan sendikaların gönüllü çalışan işçi temsilcileri olarak varlıklarını sürdürebileceklerini öte yandan, İslami emek piyasalarında kesinlikle grevlere yer olmadığını savunmaktadır (Balcı, 1994: 124-125 akt: Buğra, 2004: 137). Demokratikleşme konusuna eğilen bir diğer örgüt olarak TOBB ise 1995’de “Doğu Sorunu Raporu”yla diğerlerinden daha fazla güneydoğudaki problemlerin çözümüne ilişkin öneriler sundu. TÜSİAD’a benzer biçimde hem iyi yönetişim, hem de uluslararası piyasa nomlarıyla paralel görüşlerinin yer aldığı 2000 yılında yayınlanan Anayasa Raporu’nda ise temsiliyet ve istikrar bakımından Batı demokrasinin önünde duran en büyük engel olarak gördüğü parti sistemi ve Seçim Kanunu’nun anti-demokratik yönlerine değindi (TOBB, 2000 akt: Öniş ve Türem, 2001: 102). 1980’lerde emek-sermaye ilişkilerinde ücret pazarlıkları için oldukça muhafazakar ve dar temelli ekonomik çıkarlara odaklanan TİSK ise diğerlerinin aksine, demokratikleşme dalgasından kaçınmakla birlikte Anayasal düzenlemeler ve Kürt sorunu üzerinde durmaktadır. Onun perspektifinde evrensel liberal demokrasinin faydaları, daha çok serbest piyasa ekonomisinin olduğu bir ekonomide esnek uzmanlaşma ve esnek çalışma ilişkilerinin emekten çektiği sermayeye yönelik avantajlara yöneliktir (Benzer bir değerlendirme için bkz: Öniş ve Türem, 2001: 103). Görüldüğü gibi TÜSİAD, raporlarında bir yandan vergi reformu, sosyal güvenlik, istihdam oluşturma gibi konuları, diğer yandan da “optimal devlet” nosyonunu içeren devlet faaliyetlerinin azaltılması yönünde küçük devlet ve rekabetçi piyasa ekonomisini vurgulamaktadır. Eğitimin öneminden, gelirin yeniden dağıtımından söz ederken büyük eğitim harcamalarının finansman 97 İslam’a uygun barış çağrılarının her zaman sınıf çatışmalarını engellediği yanılgısı için; Bursa’da MUSİAD üyesi bir tekstil fabrikasında yaşanan olay: fabrika sahibinin Hak-İş’e bağlı tekstil sendikası Öz İplik İş görevlilerini MHP ve Büyük Birlik Partisi (BBP) militanlarını kulllaranak işyerinden zorla uzaklaştırmasına bakılabilir (Yeliş Bayraklı Sınıf Mücadelesi, Tempo, Ocak 1994 akt: Buğra, 1998) 242 olasılığının “optimal devlet”le nasıl mümkün olacağını cevapsız bırakmaktadır. Bu anlamda emek sendikalarının mücacelesine olan negatif tavrı ile MUSİAD ise toplumsal huzursuzluğu önleyici bir yöntemle sosyal adalet konusuna eğilerek küçük ve orta ölçekli firmaların kamu kaynaklarının dağıtılmasından yararlanmasına odaklanmaktadır (Öniş ve Türem, 2001: 107). Burjuva sınıfının temsilcileri olarak bu sermaye grupları, IMF ve DB destekli yapısal uyum politikalarına göre dizayn edilen neoliberal ekonomik rasyonalitenin üretim üzerinde finans sektörünü öncelemesi, istikrarlıtahminedilebilir bir makro-ekonomik çevre ve sermayenin faaliyetlerinin devlet ya da başka gruplar tarafından alıkonulmamasından yanadırlar. Toplumun büyük bir kesiminin siyasetin dışında bırakıldığı 1980 askeri müdahalesi ve onu izleyen düzenlemelere rağmen, sivil toplum’un bu yıllardan itibaren “gelişmeye” başlaması; apolitizasyon ve depolitizasyon sürecinin demokratik içeriği azaltan yönetişim biçimleriyle, yaygın neoliberal ortodoksi ile uygunluğunu ve kamu alanında piyasalaşmanın yükselmesinin garantilenmesini ifade etmektedir (Kettell, 2008: 632). Çünkü toplumsal ilişkiler biçimi olarak sermayenin varlığının sürekliliğinin sağlanması, kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden yapılanması ve devamlılığı, sermaye ve emek arasındaki ilişkilerin olası krizleri nedeniyle sürekli bir yeniden yapılanmayı gerektirmektedir. Bu yeniden biçimlenme süreci, toplumdaki belirli toplumsal ilişki biçimlerinin yeniden zorlanmasıyla toplumsal eylemliliği içerecek sürekli bir mücadele durumu ortaya çıkaracağından (Holloway, 2001: 239) demokratikleşme meşruiyeti ile siyasal istikrarın kurulmasını hedeflemektedir. Bunun başka bir görünümü, bireyin devlet ve sermaye ile olan ilişkisinde, yani ekonomi-siyaset alanlarının ayrılması ve onun işçi ve vatandaş diye ikiye bölünmesiyle mücadele içinde ekonomik ve siyasal98 olarak ayrışmasında somutluk kazanır. Başka bir ifadeyle, bir üretim faktörü olarak emek gücü sahibi somut bireyin, ekonomik ve siyasal olarak bölünmüşlüğünün siyasal düzeydeki soyut görünümüdür. Siyasetin toplumdan ayrılmasının bir yansıması olan bu durum, devletin siyasal serbestliği ile mal sahipleri 98 İnsan hakları bahşedilmiş soyut yurttaş ve sözleşme özgürlüğü bahşedilmiş ücretli işçi, aynı ayrılmanın iki tarafıdır (Bonefeld, 2007: 273). 243 arasındaki özel mülkiyet ve sözleşme hakları denilen soyut eşitlik ilişkilerini koruma rolüne içkindir (Bonefeld, 2007: 270). Görüldüğü gibi, ekonomik liberalizasyon gereği, devletin ekonomiyi doğrudan etkileyen faaliyetlerinin sınırlandırılarak hukukun kuralının çıkarılmasının devlet-burjuvazi uygulayıcısı bağımlılığını olma işlevi azaltacağı ile öne düşüncesi “demokratikleşme” için oldukça önem arzetmektedir. Ancak devlet-toplum ilişkilerine yönelik ekonomi-siyaset, devlet-sermaye ve işçi-vatandaş gibi bölünmelerde somutlaşan bu “demokratikleşme” iddiasının, diğer yandan sermayenin faaliyetlerini meşrulaştırdığı da göz ardı edilmektedir. 5.2. DEPOLİTİZASYON SÜRECİ: SİYASETİN ‘GÖRÜNMEYEN EL’İ Ekonomik karar alma süreçlerinin siyasal karar alma süreçlerinden ve sınıfsal mücadelelerden bağımsızmış gibi gösterilmesi stratejisi olarak deolitizasyon, toplumun siyasetten arındırılması ya da siyasal olarak kitlelerin muhatapsız bırakılmasıyla, “evrensel” piyasa kurallarının geçerli olduğu tahminedilebilir bir piyasa ekonomisi oluşturulmasını amaçlar. Bu parasalcılık ve enflasyon politikalarının hükümet faaliyetlerinden bağımsızlaşmasında olduğu gibi, AB ve IMF gibi uluslararası kurulların yönlendiriciliğinde alınan kararların uygulanması ve hükümetlerin imzaladığı taahhütlerin başarılmasının bir yolu olarak görevlerin iktidar partisinden siyaset dışı/“nonpolitikal” organlara taşınması biçimlerinde olabilmektedir (Burnham, 2001: 137). AB’ye üye ve adaylık statüsündeki ülkelerle ilgili çeşitli raporlarda sıkça vurgulanan evrensel demokratikleşme ve piyasa değerleri bu anlamda piyasanın ‘özgür’ düzenini bozacak toplumsal güçlerin kontrol altına alınmasını ya da sınırlarının kesinleştirilerek, siyasal süreçlerden uzaklaştırılması anlamında yönetişim ve düzenleyici kurullar gibi araçlarla hayata geçirilmektedir. Dolayısıyla bir yönetim stratejisi olarak depolitizasyon, apolitizasyonla örtüşecek biçimde Burnham’ın çeşitli çalışmalarında da belirtildiği gibi, neoliberal yönetim stratejilerinin ekonomi politikaları söz konusu olduğunda, keyfiyetten “kurala dayalı” yönetime doğru bir yönelimi ifade etmektedir (Burnham, 2001: 127; 2003: 164-165). Başka bir ifadeyle, yönetim ve siyaset arasında kurulacak olası bir ilişkiyi ortadan kaldırmaya 244 yönelik bu siyaset ötesi durum, siyasal karar alma süreçlerinin ve onun yönetsel örgütlerinin kitlelerin kontrolünden uzakta bir yerlerde yeniden konuşlandırılması anlamını da taşır. Bu anlamıyla siyasal ve yönetsel mekanizmaların yeniden yapılanması süreci de siyasetten arındırmanın bir parçasıdır (Güney, 2006: 191-192). Türkiye’de neoliberal dönüşüm politikaları bağlamında, devletin nötrlüğü çerçevesinde, yeni bir kamusal algılama kurmayı amaçlayan bir strateji ve kararalma sürecinin politik yönünü daha uzakta korunaklı bir yere yerleştirmek anlamında depolitizasyon süreci, yapısal uyum politikalarının bir sonucu olarak daha çok 1990’lar sonrası için uygun düşmektedir. Ekonomi politikalarının hükümetlerin keyfi uygulamaları sonucu siyasal istikrarsızlıklara neden olduğu gerekçesi ile ekonominin yönetiminin “kural”a dayandırılması, bu sayede de dışsal etkilere kapatılmasını öngörmektedir. Özellikle 1994 ve 2001 krizini takiben burjuvazi ve AB’nin örtüşen ekonomik ve siyasal taleplerinde somutlaşan bu durum, yerel sermaye örgütlerinin AB üyeliğine verdiği geniş destekte görünümünü bulmaktadır. Ekonomi politikalarının “kurala” dayandırılarak sorumluluğunun siyasal iktidarlardan devri, gerek AB üyelik süreci bağlamında uyulması zorunlu taahhütnameler, gerekse bunun bir sonucu olarak siyasetin ekonominin yönetiminden çekildiği mekanizmalar aracılığıyla izlenebilir. Uluslararası düzeyde AB gibi kuruluşlarca da ileri sürüldüğü gibi, piyasaya ilişkin her türlü düzenlemenin kurala dayandırılması ekonominin yerel düzeyde siyasetin insiyatifinden ve siyasal çatışma ortamından etkilenmesini önleyecek biçimde dizaynedilmesi anlamına gelmektedir. Ekonomi politikalarına ilişkin kararların siyasal karar alma süreçlerinden bağımsızlaştırılarak, toplumsal güçlerin uzağında bir yerde alınması ise kitleleri bu politikaların olumsuz sonuçlarına karşı muhatabsız bırakacak biçimde, hükümet yetkilerinin çeşitli “hassas konular”daki sorumluluğunun AB raporlarına uygun biçimde özerk kurullara aktarılmasıyla gerçekleşmektedir. 245 5.2.1. “Evrensel” Demokrasi Normlarının Yerleşmesinin Etkili Aktörü Olarak AB Güçlü bir sivil toplumun ancak piyasanın evrensel kurallarının etkin bir şekilde uygulanmasını gerektirmesi, sağlayan uluslararası sınırlandırılmış, standartların ama yerleşmesi güçlü devleti anlamında, toplum nezdinde demokratikleşme meşruiyeti ile yapılmaktadır. Öniş ve Türem’in de ifade ettiği gibi, hem insan hakları alanında demokrasinin iyi tanımlanmış evrensel normlarıyla kesin uyumluluğunun sağlanması, hem de yerel ve uluslararası sermaye için tahminedilebilirlik, uluslararası rekabet edilebilirlik, devlet kaynaklarına daha az bağımlılık, serbestleşmeye daha fazla açıklık, uluslararası finansın doğrudan girebildiği, uluslararası bankalardan borç alınabildiği ya da stratejik ortaklıkların yapılabildiği bir piyasa çevresinin kurulması amaçlanmaktadır (2001: 97). Bu nedenle Türkiye özelinde 2000’lere kadar IMF’nin ekonomik, AB’nin de siyasal reformlardaki sorumluluğu, 2001 krizinden sonra, IMF’nin rolünün geçici iyileşme süreçleriyle ilişkili olması nedeniyle, AB’nin hem ekonomik hem de siyasal dönüşümün uzun gerektirmiştir dönemli asli aktörü olması yönünde (Öniş ve Bakır, 2007: 155). değişmesini Toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde benzer toplumsal formasyondandan hareket eden, ancak devletin belirleyiciliğini tercih edenlerle, bunun yerini sivil toplum örgütlerinin almasını isteyenler arasındaki çatışmanın her iki tarafının da bu yıllarda AB reformlarına verdiği destekle (Köker, 2010: 65), hem “evrensel” demokratikleşme normlarına ulaşılması, hem de piyasa için tahminedilebilir bir çevrenin oluşması amaçlanarak krize neden olacak siyasal istikrarsızlıklar önlenmeye çalışılmaktadır. Bu yönde AB raporlarında sıklıkla vurgulanan tartışmalı alanlar; sosyo-ekonomik konulardan ziyade kimlik, din gibi kültürel sorunlara yönelik çözüm önerilerinin yer aldığı reform programlarında somutlaşmakta olup halen devam etmekte olan Kürt sorunu, siyasal İslam, askerin siyaset üzerindeki etkisi ve AB reformlarının uygulanmasına ilişkin olası direncin aşılması üzerinde durulmaktadır. 2001 krizinin ardından verilen “ödünlere” rağmen, bu ve benzer konular üzerindeki çözümsüzlüğün temel nedeni ise, tıpkı ekonominin liberalizasyonunda olduğu gibi, devlet merkezli 246 anlayışın kültürel milliyetçiliğinin inşasının başarısızlığının bir sonucu olarak, onun siyasal aygıtlarının yarattığı krizlerde görülmektedir (Köker, 2010: 67). Buna göre çoklu kimliklerle kombine Türkiye toplumuna eğer ultra-milliyetçi sağın Türk-İslam sentezi ya da devlet merkezci ideolojiden bakılırsa, birleşmiş devletin sürdürülmesinde bir dizi sorun ortaya çıkacaktır (Yeşilada, 2007: 19; Köker, 2010: 66). Türkiye’nin bu sorunlarının çözümü ise anayasal kimliğin yenilenmesi, farklılık ve kimliğin öneminin kamu önünde inkarından vazgeçilmesi ve bu sorunların parça reformlarla değil, vizyonunu “zenginlik olarak farklılık” biçiminde sunan ve Türkiye demokrasisinin güçlenmesi istekliliği beyanıyla, şu an ki hükümet ile bütün siyasal partileri içeren bir siyasal süreç içinde çözülebileceği belirtilmektedir (Köker, 2010: 66). Türkiye’de demokratik siyasal sistemin sağlamlaştırılması için reformların alanının genişliğinin henüz yeterli olmaması sorunu ise siyasal partilerin aktif desteğinin yanı sıra, dış aktör olarak AB’nin siyasal, bürokratik, laik güçler ile burjuva elitleri üzerindeki baskı ve işbirliği ile çözülebileceği öngörülmektedir (Yeşilada, 2007: 19). Böylece örneğin, Türkçe’den başka anadilin varlığının kabulü, yerel yönetimlerde farklı dillerin kullanımı ve merkezi vesayet gücünün gevşetilmesiyle siyasal katılımın sağlanmasında daha fazla kamuya açık olunabilecektir (Köker, 2010: 67). Bunun yanı sıra, AB üyelik sürecindeki ülkelerin siyasetinin dönüşümünde AB’nin en güçlü dış aktör olması nedeniyle, öngördüğü siyasal koşulluluk kriterlerinin (Müftüler ve Baç, 2005: 19; Keyman, 2005; Öniş ve Bakır, 2007: 148), AB’nin Türkiye’ye sırtını dönmesi durumunda dahi Türkiye’nin istikrarlı piyasa ekonomisi ve liberal demokratik sistemden artık vazgeçemeyecek olmasının (Köker, 2010: 65) demokratikleşme reformlarına ilişkin güveni arttıracağı düşünülmektedir. Dolayısıyla bir önceki başlıkta değinilen 1980 askeri müdahalesine ve 28 Şubat’a destek veren, 2007 Nisan Muhtırasına karşı da sessiz kalan büyük burjuvazinin, TÜSİAD, ve RP-FP gibi İslami partilerin kapatılmasının ardından AB reformlarına desteğini artıran, MUSİAD, sermaye örgütlerinin 1990’lardan, özellikle de 2001 krizinden, sonra neden demokratikleşme konusuna yoğun bir şekilde eğildiği; Türkiye ekonomi ve siyasetinde en etkin dış aktör olarak AB’nin “demokratikleşme” baskısıyla yakından ilişkilidir. Bu 247 anlamda, AB raporlarında ekonomik ve toplumsal hayata ilişkin yapılması öngörülen düzenlemelerle, sermaye odaklı sivil toplum örgütlerinin raporlarındakiler benzerlik göstermektedir. Örneğin, AB’ye üyelik sürecindeki ülkelerle müzakerelere başlamak için öncelikli yerine getirilmesi gerekli kriterler içinde siyasal ve kültürel hakların yer almasının yanı sıra, Türkiye için hazırlanan ilerleme raporları ve katılım ortaklığı belgelerinde de (2003, 2008) siyasal ve temel ilkeler başlığı altında kültürel farklılığın ve kültürel hakların korunması öncelikli olarak yer almaktadır. Türkiye 1987’de üyelik için ilk kez başvurduğunda, ekonomisinin AB ülkelerininki gibi gelişkin olmaması, siyasal ve bireysel haklar konusundaki demokrasi yokluğu ve işsizlik gerekçeleriyle AB ülkeleri için ciddi bir tehdit olarak algılanmıştı (Yeşilada, 2007: 4). Soğuk savaşın ardından Türkiye’nin ekonomik ve siyasal öneminin arttığı 1990’larda ise AB liderlerinin kapıyı ne Türkiye’ye kapattığı, ne de üyeliği tam olarak garanti ettiği; Türkiye pazarı nüfusunun tamamını AB firmalarının müşterisi yapan GB anlaşması yapılmıştı. GB’ye girişin ardından, 1997’de Lüksemburg Zirvesi’nde AB’ye aday ülke listesinde Türkiye’nin yer almamasının neden olduğu hayal kırıklığı ise (Yeşilada, 2007: 5; Müftüler ve Baç, 2005: 20) 1999 Helsinki’de tam üyelik için temel ekonomik ve siyasal refomlarda AB’nin daha etkili olmaya başlamasıyla aşılmıştır (Öniş ve Bakır, 2007: 155). 1995’de popüler siyasal katılım üzerindeki askeri müdahale sonrası yasakların ve zorlamaların kaldırıldığı anayasa reformunun ardından, tam üyelik için adaylık statüsü gereği 1999 sonrasında otoriteryan anayasanın demokratikleşmesi yönünde yoğun düzenlemeler yapılmıştır. 2001’deki temel haklar ve özgürlükler alanındaki düzenlemelerle Anayasa’da iyileştirme yapılacağı belirtilen 37 maddenin 34’ü için TBMM oy kullanmış ancak, Kürt kimliği ve Kürtçe diline ilişkin sınırlandırmaların kolaylaşmasına rağmen, faaliyetlerine ve kamu görevlilerinin greve gitmesine ilişkin katı yasaklar99 devam etmiştir. AB parlementosu İnsan Hakları Komisyonu’nca eleştirilen bu durumun ardından 99 “Terörü Önleme Yasası” kapsamında Kürt ulusalcılığının sözlü desteğini devlete karşı suç sayan (madde 8) gereğince Demokrasi Partisi (DEP)- Demokratik Halk Partisi (DEHAP) 1994’de kapatılmış, parlamenterleri uzun hapis cezasına çaptırılmıştı. 248 demokratik kurumların istikrarını ve insan haklarına saygıyı ön koşul olarak vurgulayan 2002 Kopenhag Kriterlerinde Türkiye’nin halen aday ülke listesine alınmamas, tekrar AB-Türkiye ilişkilerini kötüleştirmiştir (Yeşilada, 2007: 7; Köker, 2010: 65; Müftüler ve Baç, 2005: 21-2). Ancak AB parlamenterlerinin düzenli olarak çatışmalı alanları ziyaretinde hapishaneleri izlemesi, insan hakları organizasyonlarına verdiği destek ve reformların etkisiyle ılımlı islami kanatların ve Kürt hareketinin sivil toplumun içine daha fazla dâhil olduğuna, insan hakları faaliyetlerinin gereklerinin yerine getirilmeye başlandığına karar verilmesi (Keyder, 2004a: 77), adaylığa ilişkin umutları yeniden harekete geçirmiştir. 2001 ekonomik krizinin ardından reformların uygulanmasında AB’ye üyelik sürecinin derin etkisinden söz eden Öniş ve Bakır, ekonomik ve demokratik refomların birlikte gittiği kriz sonrasında, ekonomik refomların bir an önce gerçekleştirilmesini bekleyen piyasa aktörlerinin baskısıyla, koalisyon hükümetinin reformlara daha fazla direnemediğini belirtmektedir. Siyasal reformların piyasaların istikrarlı işleyişi için bir araç olduğu görüşü, reformların başarısızlığının ekonomik iyileşme sürecini olumsuz etkileyeceğini ve piyasa katılımcılarının siyasal iktidarın kapasitesine güvenmemesi durumunda da piyasa istikrarının bozulacağı düşünülmektedir (Öniş ve Bakır, 2007: 155; ayrıca bkz: Müftüler ve Baç, 2005: 21). Görüldüğü gibi, gerçekte siyasal refomlarla ilgili olmayan uluslararası finansal aktörler, demokratikleşme reformlarının gerçekleşmesini ekonomik reformların sağlamlaştırılması ve istikrarlı bir ekonomi için gerekli bir adım olarak görmektedirler. İstikrarlı bir piyasa ekonomisi için istikrarın ve güven ortamının sağlanması, Kopenhag Kriterleri’nin siyasal unsurlarının içeriğini oluşturan demokratik derinleşme ve yasanın kuralının uygulanmasında da belirtildiği gibi, serbest piyasa ekonomisi için daha güçlü bir koruma derecesi sunmaktadır (Rogers, 2009: 634). Çünkü ulusal ekonomi politikasının sürdürülmesinde piyasa güveninin yokluğunun genel bir yansıması, piyasa güvenini tekrar kazanmak için hükümetlerin piyasa disiplinini üstlenecek bazı politikalar üstlenmelerini zorunlu kılmaktadır. Öniş ve Bakır’ın da belirttiği gibi; 249 “Siyasal reformların sırayla, yabancı ve yerli yatırımlar için tercihedilebilir bir piyasa iklimi yaratma kabiliyeti Türkiye’ye güvenin artmasını oluşturdu” (2007: 155). Dolayısıyla istikrarlı ve işleyen bir piyasa ekonomisinin varlığının siyasal istikrarı sağlayacağı düşüncesiyle, yasama sistemini AB standartlarına uydurmaya çalışan Türkiye, ilgili yasa ve Anayasal reformlarla Kopengang kriterlerini izlemeye devam etmektedir. Bu kapsamda 2004’de idam cezasının ve DGM’lerin kaldırılması, gayri müslümlere daha fazla özgürlük, Kürtçe dilinin “kültürel zenginliğimiz” diye radio-TV yayınlarıyla Kürtçe ifade özgürlüğünün genişletilmesi, Güneydoğu’da olağanüstü halin kalkması ve insan hakları alanında uluslararası anlaşmaların yerel yasama üzerindeki üstünlüğü kabul edildi (Özbudun, 2006: 549; Yeşilada, 2007: 8; Köker, 2010: 65). Bu kapsamlı anayasal ve yasal siyasal reformlar karşısında bireysel haklar, polis şiddeti ve işkencesi, yazarlar- gazateciler ve yayıncıların gözaltına alınması, kamu sektöründe yolsuzluk, askerin siyaseti etkilemesi gibi konularda ise AB uygulama süreçlerine bakılması gerektiği belirtildi (Yeşilada, 2007: 9). Askerin siyaset üzerindeki etkisinin hafifletilmesi konusunda ise MGK’nın sivil üyelerinin oranının artmasıyla birlikte, ayrıcalıklı gücünü azaltan “önerilen önlemler” değil, görüş bildiren bir organ olmasına ilişkin düzenleme ile MGK sekreterliği, hükümet kurumlarından “spesifik önlemler” üzerine nasıl çalıştıklarına dair raporlar almamaya başladı (Keyder, 2004a: 81; Heper, 2005: 37; Köker, 2010: 61). Heper’e göre bu durum, siyasal süreci daha fazla Batılılaştırarak siyasal rejimin de daha fazla liberalleşmesini ve asker-sivil ilişkilerinin özerkleşmesiyle demokratikleşmenin derinleşmesini sağlaması bakımından önemlidir (Heper, 2005: 43). Bunun yanı sıra, devletin üniter yapısını zedeleyeceği endişesiyle herhangi bir kültürel çeşitliliğin Türk ulusu ve devletine karşı bir tehdit olarak görülmesinin (Müftüler ve Baç, 2005: 24) neden olduğu, devletin İslam ve Kürt kimliği karşısındaki milliyetçi otoriter görünümünün, yani baskıcı devlet aygıtının dönüşümü için Türkiye’nin AB’ye adaylığının önemine dikkat çekilmektedir (Keyder, 2007: 231). Türkiye’nin artık demokratikleşme yolundan dönemeyeceğini belirten Köker ise çatışma içindeki toplumsal ve 250 siyasal güçlerin, statüko savunucularının/bürokratik elitlerin dönüşümü için tümüyle yeni bir anayasa ihtiyacının gerekliliğini vurgulamaktadır (2010: 65). Böylece bireysel özerkliği güçlendirecek olan anayasal düzenlemeler ile sivil toplum güçlenecek; keyfi yönetimlerin son bulması, Kürt azınlığın kolektif haklarının tanınması, laikliğin dinsel örgütlenme ve ifade özgürlüğüne olanak sağlayacak biçimde yeniden yapılanması ve askeriyenin devlet üzerindeki vesayetine de son verilecektir (Keyder, 2007: 237). Görüldüğü gibi sosyo-ekonomik haklardan ziyade, kültürel ve siyasal haklara odaklanan AB üyelik süreci yönündeki refomlar ve bunların yerel temsilcileri konumundaki sivil toplum bütününün parçası sermaye örgütlerinin raporlarında demokratikleşme süreci ile ekonomide ve siyasal kültürde, devletin kamu yararı adına bilen ve eyleyen olarak görüldüğü bütün bir devletçi sistemin terk edileceği beklenmektedir. Toplumsal güçler arasındaki çatışmayı devlet-piyasa, ekonomi-siyaset, bürokratik elitler-siyasal elitler gibi güçlü devlet geleneği varsayımları ile sivil toplum üzerindeki keyfi politikaların açıklayacısı olarak gören hakim paradigma, dönüşümün unsurlarını devlet merkezci olmayan AB, sivil toplum örgütleri ve devlet yanlısı olmayan siyasal partilerin birlikteliğinde görmektedir. Buna göre, ancak bürokratik ve siyasal isteğin örtüşmesiyle devletin düzenleyici kapasitesi genişletilebilecek ve ekonomik yönetişim için kurumsal reformalara yönelik toplumsal mobilizasyon sağlanabilecektir (Öniş ve Bakır, 2007b: 149). Örneğin AB ve sivil toplum örgütlerinin yanı sıra, devlet merkezci bir siyasal parti olmayan AKP’nin 2002 seçimleri öncesinde Avrupa ile lobi faaliyetlerinde bulunması ve AB’ye yönelik vaatleri yerine getirme vaadi “toplumsal” (2007: 238) ya da yerel ve uluslararası sermaye kuruluşlarının desteğinin alınmasında etkili olmuştur. Benzer biçimde Keyman’a göre de, AKP’nin tek parti olarak siyasal iktidarı ele geçirmesi, bürokratik aktörler ve siyasal aktörler arasındaki alanın genişlemesine ve demokratikleşme yoluyla toplumsal sorunlara çözüm bulma ve sürdürülebilir ekonomik kalkınma için olanak yaratacak olmasına (2004: 124) bağlanmaktadır. Başka bir ifadeyle AB üyeliği süreci, “bürokratik elitler” ve onların müttefiklerine karşı reformlar için daha hızlı adımlar isteyen bazı sermaye gruplarının sivil topluma daha güçlü bir ses vermesine ve devlet 251 merkezci anlayışa meydan okumasına neden olmaktadır. Siyasal ve ekonomik karar vericiler üzerinde sivil toplum örgütlerinin kontrolünü arttıran (Barkey, 2009: 105; Köker, 2010: 51) bu durum, bu nedenle “demokratikleşme” işareti olarak algılanmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin AB’ye üyelik hedefinin bakiliği ve AB normlarına referans verilmesi demokrasiyi, hukuk düzenini ve insan haklarını savunan sivil toplum gruplarının devlet merkezci anlayış karşısındaki eleştirilerin meşruluğunu oluşturmaktadır (Keyder, 2007: 233). Hakim paradigmanın ekonomik krizlerin siyasal olanından kaynaklandığı, bunun da “evrensel” demokrasi normlarının yerleşmesiyle aşılabileceği görüşünün aksine, burjuvazinin daha önce anti-demokratik uygulamalara destek verirken, 1990’lardan sonra neden demokratikleşme reformlarına destek verdiğinin iki belirgin nedeninden sözedilebilir. Bunlardan ilki; 1990’ların sonundan itibaren, apolitizasyon ve depolitizasyon süreçlerinin de etkisiyle, siyasal çatışmanın sol-sağ arasındaki kutuplaşmadan daha fazla sivil/kültürel haklara kayması ve bu alandaki gerginliklerin anayasal düzenlemelerle giderilerek siyasal istikrarın sağlanabileceği düşüncesidir. Bununla ilişkili diğer bir neden, krizin de bir sonucu olarak, 1980’lerin başındaki pozisyonlarının aksine, büyük burjuvazinin tahminedilebilir bir piyasa ekonomisi adına ekonomik reformlar için olduğu kadar siyasal reformlar için de baskı yapması; Keyder’in ifadesiyle sivil toplum alanının genişlemesi için ‘devletin geri çekilmesi’ yönündeki baskıdır (2007: 231). Böylece demokratik süreçlerin toplumsal güçlerin deviniminden ziyade, ekonomik reformların ve politikaların uygulanması için güvenli ortamı sağlayan, AB talepleri (Keyder, 2004a: 77) ile yürütülecek olması da Kopenhag Kriterleri’nde belirtilen “yasanın kuralı”nda olduğu gibi, ekonomik reformların muhatabı olarak siyasal iktidarı görünmez kılabilecektir. Kopenhag Kriterleri’nin ekonomik ve politik baskısının artan etkisiyle siyasal iktidarlar hem yerel, hem de uluslararası düzeyde sermaye gruplarının güvenini alabilmiştir (Öniş, 2009: 11). Bu gruplar içerisinde hem TÜSİAD, hem de yeni Anadolu burjuvazisi MÜSİAD, TOBB ve TİSK ekonomik ve siyasal liberalizasyon programının demokratikleşme boyutuna farklı 252 derecelerde dahil olmuştur (Keyder, 2004a: 78-79). Bu gruplardan ağırlıklı olarak TÜSİAD’ın temsil ettiği özellikle İstanbul sermaye çevresinden oluşan ve daha köklü bir nitelik taşıyan büyük burjuvazi, AB üyeliği için gerekli siyasal reformlara pozisyondadır. yönelik Kopenhag lobi faaliyetlerinde kriterlerinin siyasal oldukça baskın unsurlarının bir yerine getirilmesine olan yoğun baskısı ile temel haklar ve özgürlükler alanında100, Türkiye anayasal sisteminin otoriteryan görünümünün ortadan kaldırılması ve Türkiye demokrasisini AB standartlarına yakınlaştırmaya yönelik yasal refomlara yoğun destek vermektedir (Öniş ve Türem, 2001: 104). Heper’e göre TÜSİAD’ın AB üyeliğine olan bu desteği ile Türkiye’nin daha liberal ve demokratik bir hükümet sistemi olacağı, böylece hem siyasal İslam’ın, hem de etnik ayrılıkçılığın tehdit hissedildiği bir durumda dahi siyasal istikrar dolayımıyla ekonomik istikrar da sürecek olduğundan liberal demokrasinin gelişmesi sekteye uğrayamacaktır (2005: 43). Nitekim hem ekonomide, hem de siyasette istikrar isteyen TÜSİAD, “evrensel demokrasi” için son yıllarda yargılama, seçim sistemi, Kürtlerin durumu, eğitim, insan hakları ve demokratikleşme gibi konular üzerine raporlar yayınlamakta ve ünlü akademisyanleri davet ettiği Anayasa reform çalışmalarına destek vermektedir. Benzer biçimde orta ve küçük ölçekli firmaların temsilcisi ve yöneten partiyle organik bağı bulunan MÜSİAD’da, 2001 sonrası aşamada daha istikrarlı ve tahminedilebilir bir mekroekonomik piyasa çevresi için demokratikleşme yolunda AB yönelimli reformları desteklemektedir (Öniş, 2009: 22). Kurulduğu yıllarda Doğu Asya modeli kalkınmada grup odaklı ve muhafazakâr-ortaklık değerleriyle Batı ve AB karşıtı bir görünümde olan ve açıkça GB’ye karşı çıkan MÜSİAD, RP iktidarının ardından AB’ye yakınlaşmaya başlamıştır (Öniş ve Türem, 2001: 103). 100 1995’de Anayasal düzenlemelere ilişkin olarak, onun otoriteryan maddelerinin sınırlanmasını sağlayan siyasal ve bireysel haklara yönelik 15 madde geçti. Bunlardan bazıları sendikaların örgütlenme ve siyasal faaliyetlerini düzenleyen madde 33 ve 52, devlet memurlarının sendikaya katılmasına ilişkin madde 53, oy verme yaşını düşüren madde 67 ve 68, profesyonel birliklerin siyasal faaliyetine izin veren madde 135, üniversite personeli ve öğrencilerin siyasete katılmalarını düzenleyen madde 67 ve 68’dir (Yeşilada, 2007: 8). 253 Emek sendikası konferaderasyonlarından Türk-İş hariç, DİSK ve Hakİş’de farklı derecelerde ve gerçekçelerle AB üyeliğine destek vermektedirler. Özellikle devletçi modelle organize kamu sektöründeki KİT çalışanlarını tehdit eden özelleştirmeler nedeniyle Türk-İş, AB adaylığı sürecinin ücretlilerin durumunu ve çalışma koşullarını iyileştirmeyeceğine inanmakta ve talep edilen reformların ulusal bağımsızlık ve egemenlik endişesiyle Türkiye’nin ulusal çıkarlarını zedeleyeceğini düşünmektedir. DİSK’in AB üyeliğini destekleme nedeni ise neoliberal politikalar olmayıp, AB emek sendikalarıyla dayanışma ilişkisinin kurulması içindir. DİSK, Türkiye toplumundaki marjinalleşmiş unsurların neoliberal dönemin kaybedenleri olduğuna, geniş yüksek gelir gruplarının yararına olan sürecin orantısızlığına dikkat çekerek, ülkenin daha iyi olmayan bölgelerine ve işsizliğin halen önemli sosyo ekonomik problem olduğuna dikkat çekmektedir (Öniş, 2009: 22). Emek konfederasyonları arasında AB üyeliğinin en baskın destekçisi olan Hak-İş, aynı zamanda üyelik sürecinde yoğun bir biçimde hükümet ile ilişkili İslami partilerle etkili bir şekilde çalışmaktadır. Askeriyenin AB üyeliği konusunda güçlü çekincelere sahip olmasına ilişkin olarak örneğin Kılınç, sivillerin ve askerlerin katıldığı bir seminerde AB üyeliğine karşı görünürken (Hürriyet, 16.05.2003) daha sonra Kılınç ve Yalman TSK’nın Batı’yla entegrasyonunda önemli rolü olduğunu söyleyerek, AB’ye karşı olmadıklarının işaretini vermişlerdir (Milliyet, 29.09.2003). Özkök’e göre’de Türkiye’nin yasal sistemi devletin Cumhuriyet karakterini ihmal etmeksizin AB kriterlerine göre reformize etmelidir (Milliyet, 10.01.2003, Sabah, 30.05.2003). Görüldüğü gibi gerek AB’ye, gerek yerel sermaye örgütlerine ve hatta devlet merkezci sistemin kimi unsurlarına göre güvenilir bir piyasa politikası ve demokrasi birlikte gerçekleştirilmesi gerekli unsurlardır. Örneğin para politikası için güvenilir bir piyasa çevresi, demokratik politika yapımı sürecinin dışında yürütülmesine rağmen, demokrasinin oluşturulmasıyla en azından siyasal manipülasyon riskini, para politikasının siyasallaşmasını ve böylece özel çıkarlar için tercih edilen piyasanın kendini düzenleyen kapasitesinin bozulmasını önleyerek para politikasının güvenilirliğini sürdürebilecektir (Bonefeld, 2005: 93). Ekonomik ilişkilerin piyasa dışı yapılardan korunması 254 böylece, AB kurumları ya da bir sonraki başlıkta ifade edileceği üzere düzenleyici kurulların serbest piyasa ekonomisi için anayasal bir koruma olarak görünmesine neden olur. Serbest piyasa düzeninin bu biçimde yasaya dayalı ve kurumsal olarak içselleşmesi, yani teknik olarak ekonomik liberalizmin düzenlenmesi, temsili demokrasinin, Clarke’in (1992: 136) ifadesiyle liberal bir piyasa aracı gibi çalışmasıyla sonuçlanır. Sivil toplumdevlet karşıtlığı biçiminde tanımlanan demokratikleşme anlayışının siyasal ölçütlerü temel alan bu niteliği, devletin sosyo-ekonomik hayata ilişkin sorumluluklarının sivil topluma devredilmesine ve en temel düzeyde sosyoekonomik hakların dışarıda bırakılmasına neden olur. Başka bir ifadeyle, evrensel burjuva demokratik normlarıyla uyumlu temel hakların medeni, siyasal ve kültürel haklarla sınırlandırılmasıyla sonuçlanmaktadır. Güveloğlu’nun da (2004: 24) belirttiği gibi; böylesi bir demokraside temel haklar; ulusal, etnik, dinsel ve kültürel kimlikler demokratikleşme bağlamında göreli olarak çok daha fazla belirleyici hale gelmekte, sosyal adalet fikri ve buna ilişkin sosyo-ekonomik haklar gözden düşmekte, bu hakların kazanımına yönelik toplumsal hareketler ise meşruluğunu kaybetmektedir. 5.2.2. Ekonominin Yönetiminin Siyasal Süreçlerden “Bağımsızlaşması” Neoliberal dönüşüm politikalarıyla bağlantılı bir süreç olarak depolitizasyon; gerek emek ile sermaye, gerekse sermayenin kendi içindeki bölünmelerinin doğurduğu çatışma sonucu, devletin ve devlet-toplum ilişkilerinin yeniden biçimlenip tanımlanması sürecini ifade eder. Karar alma sürecinin politik yönünü daha uzakta, korunaklı bir yere yerleştirmek anlamında devlet tartışmasında ciddi sonuçlar ortaya koyar. Devletin nötrlüğü iddiası ile ekonomi-siyaset ayrımını belirginleştirerek, ekonominin “teknik” bir alan olduğu algısı ile siyasal insiyatiflerden bağımsızlaşması gerektiğini belirtir. Düzenleyici kurullar ve yönetişim kavramlarında somutlaşan bu durum, serbest piyasa ekonomisinin kendiliğinden doğal düzenininde, ekonomi politikalarına ilişkin kararların siyasal müdahalelerin uzağında, siyaset dışıymış gibi olduğuna ilişkin bir izlenim verir. Bu izlenim, 1990 sonrası krizlerin, Özal döneminde giderilmemiş olan, piyasa 255 isitikrarsızlıklarından kaynaklandığı görüşüyle birlikte, özellikle 1994 ve 2001 krizleri sonrası aşamada finansal piyasaların daha güçlü düzenlenmesi için alınan etkili önlemler çerçevesinde, devletin düzenleyici kapasitesinin güçlenmesi gerektiğini vurgular. Ekonomi-siyaset ayrımının derinleşmesini öngören bu düzenleyici çerçeve ile hem finansal piyasaların yeniden düzenlenmesi, hem de artan devlet kapasitesiyle emek-sermaye karşıtlığına yönelik yeni uygulamaların yapılababilmesi hedeflenir. Örneğin uluslararası politik ekonomide, rekabet yokluğu durumunda, fiyat durgunluğu önemli bir belirleyici olduğundan, bunun doğrudan sonucu olan kar ve iş kayıpları karşısında (Burnham, 2001:136) piyasanın etkin işleyişini aksatmayacak düzenlemeler hemen uygulamaya konulabilecektir. Bu, rekabetedebilirliği yüksek, yani işleyen bir serbest piyasa ekonomisi için devletin sıkı mali ve para disiplinine zorlanarak, piyasaların aktif katılımcısı olmaktan çekilmesi ve ekonominin bazı anahtar sektörlerinde düzenleyici yeni kurulların kurulması ile gerçekleşmektedir (Öniş ve Bakır, 2007:154; Öniş, 2009: 14). Neoliberal politikaların temel bir özelliği hatırlanacağı üzere, doğal tekel niteliğindeki ve rekabet dışı piyasa başarısızlıkları ile karakterize ‘faydalı’ sektörlerden, devletin geri çekilmesi ve bu sektörlerdeki kamu tekellerinin rasyonelize edilmesini gerektirmektedir. Bu bağlamda, ekonomik istikrar için tam olarak serbestleşmiş piyasanın yeniden düzenlenmesi (Zenginobuz, 2008: 475-6) amacında olan düzenleyici kurulların temel özelliklerinden biri, hükümetin “uzlaştırıcı/populist” politikalarla ekonomik istikrarı bozmasını önlemek için insiyatiften ziyade, “kurallar”ı kendisine temel alan ekonomik stratejiler uygulayarak, ekonominin yönetiminin siyasal süreçlerden “bağımsız”laştırılmasıdır. Kural temelli bu yaklaşımla, ekonomi politikaları alanındaki bazı sorumlulukların iktidar partisinden hükümet-dışı organlara, düzenleyici kurullara, devri yoluyla ekonomide, örneğin enflasyon karşıtı mekanizmaların kurulması hedeflenmektedir (Burnham, 2001: 136-141; Burnham, 2003: 176; Güney, 2006: 191-2). Standart bürokratik yapılardan farklı olan bu hükümet-dışı “bağımsız”, düzenleyici kurullar; basit bilgi sunumundan, spesifik alanlardaki faaliyetlerin düzenleme sürecine kadar 256 kural koyma, düzenleme ve yargılama gibi çok farklı ve etkin bir kapasiteye sahiplerdir (Zenginobuz, 2008: 475-6). 1980’lerde başlayan ekonomik liberalizasyonun bu aşamasında, yabancı ve yerli sermaye katılımını yükseltmek, güvenilirliği sağlamak ve siyasal iktidarların insiyatifleri yerine, bağlayıcı kuralların konulmasınının tercih edilmesi; ekonominin yönetiminin bankacılık, sermaye piyasası, telekomünikasyon, enerji ve rekabet gibi stratejik sektörlerde kurulan “bağımsız”-düzenleyici kurullara devredilmesini gerektirmiştir (Öniş, 2009: 19). Ekonominin yönetimine ilişkin IMF ve AB gibi aktörlerin koşulluluk kriterlerinde ve reform programında yer alan ve finansal piyasaların da buna desteği ile biçimlenen düzenleyici kurullar, Türkiye ekonomisinin dünya finansal piyasası yatırımcıların ile gözünde eklemlenmesinde, tahminedilebilir, uluslararası istikrarlı, örgütlerin güvenilir ve politikaların üstlenilmesinin garantisi olarak görülmektedir. Dolayısıyla ekonominin yönetiminde piyasaların ve finansın serbestleşmesine ilişkin ulusal politikaların belirlenmesi, dışsal gelişmelerin yerel siyasal unsurlar tarafından dolayımlanmasıyla gerçekleşmekte, yani sadece dışsal faktörlerin etkisiyle değil, yerel sermaye çevrelerinin de yoğun desteği ile olmaktadır (Buller and Flinders, 2005: 527; Burnham, 2006: 303). Dış aktörlerin etkisi örneğin, bankacılık ve finansal sistemin sıkı reformlarla düzenlenmesinde yerel bankacılık lobilerinin direncinin kırılmasında, yani yerel siyasal iktidarlara belli çıkar gruplarından gelecek direncin üstesinden gelinmesi konusunda yardım edebilir. Böylece, devletin nötrlüğü çerçevesinde kurulacak yeni bir kamusal algılama ile koşulluluk anlaşmalarında hükümetin elini bağlayan reformlara kamuoyunun desteği alınabilir ve daha fazla güvenilir bir ortam oluşturulabilir (Öniş ve Bakır, 2007: 148). Çünkü piyasa güvenini elde etmenin önemli bir yolu, politika oluşturma nezdinde güven yaratmak için devletin nötrlüğü ve nesnelliği çerçvesinde, hükümetlerin rekabetçi politikalara uygun düzenleme yapabilmeleridir (Burnham, 2001 :128). 257 Türkiye’de 1980’lerde kurulmasına başlanılan düzenleyici kurullar’a 101 örnek olarak Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) -1981, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK)-1994, Rekabet Kurulu (RK)-1994, BDDK-1999, Telekominikasyon Kurulu (TK)-2000, Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK)-2001, Şeker Kurulu (ŞK)102 2001 ve Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurulu (TAPDK)-2002 gösterilebilir. Sermaye, radyo televizyon, rekabet, bankacılık, enerji, şeker, tütün ve alkollü içecekler piyasaları gibi hem yerel, hem de uluslararası sermaye grupları için son derece önemli olan bu sektörlerin IMF programının yeni yasal ve düzenleyici çerçevesine tabi kılınarak özelleştirilmeleri/serbestleştirilmeleri ve yeniden düzenlenmeleri tavsiye edilmiştir. Bu kurullardan örneğin, bankacılık sisteminin yeniden yapılanması için kurulan BDDK, kronik olarak sürekli değişen yüksek enflasyon, yükselen hükümet açıkları, küçük bankacılık sektöründeki parçalanmaların neden olduğu krizlerin şiddetli yeniden yapılanmayı gerektirmesiyle, 1994 krizinden sonra 1999’da kurulmuş, 2001 krizinden sonra da yeni IMF stand-by anlaşmalarıyla yetkileri genişletilmiştir. Kurulduğunda herhangi bir stand-by anlaşması olmamasına rağmen, IMF rehberliğinde biçimlenen BDDK, bankacılık sektörü üzerinde bağımsız ve şeffaf bir biçimde düzenleyici, denetleyici ve yargılayıcı “bağımsız” bir kurul niteliğindedir (Zenginobuz, 2008: 479; Öniş ve Bakır, 2007: 153). IMF beklentileri doğrultusunda BDDK, enflasyon karşıtı programıyla sıkı mali politika ve para politikası için değişim 101 Kurullar uzmanlık, esneklik, kararverme maliyetinin düşüklüğü, istikrar, ekonomik etkililik, siyasal belirsizliğin önlenmesi gibi nedenlerle “iyi işleyen bir piyasa ekonomisi” için tercih edilmektedir. Üyelerinin atanmasında yasama meclisi ve hükümetin etkisinin yanı sıra, kurulların hükümete karşı resmi zorunluluklarının bilgilendirilmek için yıllık raporlar hazırlama, bazı durumlarda bu raporların onaylanması gibi durumları nedeniyle siyasal iktidardan bağımsız oldukları söylenemez. Finansal ve kurumsal özerklik bakımından ise kurulların bütçesinin kaynağının büyük oranda dış finansman olmasının yanı sıra, hükümet ve bazı firmalardan destek almaları, bütçenin kontrolünün çoğunlukla kurul tarafından yapılmasıyla birlikte bazen de hem hükümet, hem de kurul tarafından yapılması, kurullar ve siyasal iktidar arasındaki ilişkilerin özünde bağımsız olmadığının bir diğer göstergesidir (Zenginobuz, 2008: 494). 102 Örneğin Şeker Kurulu’nda 7 kişiden 1’i sakkoroz kökenli, 1’de de nişasta kökenli şeker üreten fabrika temsilcilerinden olması, ekonomi-siyaset kategorilerinin ayrılığından ziyade ilişkiselliğini ifade etmektedir. 258 oranlarının belirlenmesi gibi geniş ölçekli yapısal reformlara tabi tutulmuştur (Zenginobuz, 2008: 479). Diğer kurullarla benzer biçimde BDDK’nın, ekonomi politikaları içinde bankacılık piyasasına ilişkin siyasal belirsizliklerle istikrarının bozulduğu düşüncesi, serbest piyasa ekonomisinin “iyi işlemesi” için ekonominin siyasal insiyatiften bağımsızlığının kurulmasını öngermektedir. Burnham, bu biçimde merkez bankasıyla birlikte diğer kurulların operasyonel bağımsızlığını depolitizasyonun “devlet yönetişimi” olarak tanımlamaktadır (Burnham, 2001: 137-141). “Devlet yönetişimi” ile yürütmenin ya da siyasal iktidarın doğrudan kontrolünden uzak olması öngörülen kurullara (Zenginobuz, 2008: 475-6) ekonominin yönetiminin devredilmesi, hükümetin manevra alanını görünürde daraltarak sisteme “otomatiklik” getirmeyi amaçlamaktadır. Bu depolitizasyon stratejisi, örneğin mali sorumluluk yasalarıyla tamamlanmış merkez bankasının bağımsızlığı ile para politikalarının hükümetlerin yetki ve sorumluluklarından çıkarılarak siyasal muhatap olmalarının önlenmesi sonucunu doğurmaktadır. Başka bir ifadeyle, ekonominin yönetiminin siyasal süreçlerin müdahalesinden uzakta, kural-temelli stratejilerle biçimlenmesi, hükümetlerin ekonomi politikası yapma süreçlerinin siyaset dışılaşması, yani hükümeti yüksek ücretlerin nedeni olarak görülen deflasyonist politikaların siyasal sonuçlarından korumayı (Burnham, 2001: 136-141; Burnham, 2003: 176), dolayısıyla siyasal istikrarsızlığı önlemeyi amaçlamaktadır. Kapitalist ilişkilerin ekonomi ve siyaset ayrılığını daha da belirginleştiren neoliberal dönüşümle, devletin ekonomi ile ilişkili özne rolünden, düzenleyiciye dönüşen görünümü, esasında temsili demokrasinin bir sonucu olan, siyasi otoritenin ekonomideki etkisinin değişen biçimidir. Çünkü apolitizasyon ve depolitizasyon süreçleri ile ekonomi alanında, yani üretim ilişkileri düzeyinde temsili demokrasiyle olası toplumsal müdahalelerin etkisinin önü kapatılmış olmaktadır. Başka bir ifadeyle, örneğin mali politikalara ilişkin dengeli bütçe zorunluluğu ile kamu harcamaları üzerindeki kontrol, emek hareketlerinin demokratik faaliyet biçimlerini önlemektedir. Çünkü ne uluslararası örgütler, ne de ulusal hükümetler ekonomi politalarından sorumlu görünmemektedirler (Bonefeld, 2005: 95). 259 Dolayısıyla siyasal iktidarın, düzenleyici kurulları kendi doğrudan kontrollerinin dışında göstermelerinin nedeni, neoliberal ekonomi politikalarının teknik ve alternatifsiz bir biçimde sunularak siyaset dışı bir görünümde oldukları izleniminin verilmesidir. Aşağıda da belirtildiği gibi, bunun bir yolu parasalcı politikaları amaçlayan devlet yöneticilerinin kurala dayalı stratejilerle temel konularda politika yapılması sürecinde açıkça teknokratik kuralların çerçevesini üstlenmeleri iken, diğer yolu neoliberal gündem tercihlerindeki ısrarla, serbest piyasanın dışında herhangi bir alternatif olmadığı konusunda kamuoyunun yönlendirilmesi biçimindedir (Kettell, 2008: 634). Buller ve Flinders, bir yönetim stratejisi olarak depolitizasyonun sadece biçimsel kararların devredilmesi süreci olmayıp, aynı zamanda bunları uygulayanların, yani siyasal iktidarın temsilcileri ve bundan etkilenen toplumsal güçler arasındaki ilişkilerin üzerine eğilmek gerektiğini söyler (2005: 527). Burnham’ın da “yönetme stratejisi” dediği ekonomi yönetiminin depolitizasyonu süreci (2001: 136), apolitizasyonla da ilişkili olarak, esasında düzenleyici kurullar sayesinde yürütme organı ya da siyasal iktidar alanının toplumsal güçlerden gelebilecek muhalefetten de korunması anlamına gelmektedir. Siyaset dışı görünümünün aksine, esasında oldukça politik olan bu strateji ile örneğin, bu kurulların yaptığı türden herhangi bir düzenleme görevi, tanımı gereği kurumsal anlamda devletin alanında yer alırken, siyaset üstü/dışı bir kurum görünümündedir. Dolayısıyla son süreçte olan devletin103 bu alanlardan, yani ekonomiden çekilmesi değil, hükümetin ya da siyasal iktidarın temsili demokrasinin sınırları ölçüsünde toplumsal müdahale süreçlerini bu alanlarda olanaksız kılmasıdır (Güveloğlu, 2004: 19). Benzer biçimde Burnham’da, bunun siyasetin sosyal ve ekonomik alanlardan tamamen çekilmesi, politik etkilerin ortadan kaldırılması anlamına geldiğini ancak, kavramın kendisinin oldukça politik olduğunu söyler (2003: 177). Esasında olan karar alma sürecinin 103 Örneğin bütün yatırımcıların haklarının korunması amacıyla sermaye piyasalarında düzenleyici yasal çerçeveyi kuran SPK, yönetim hukuku örgütlenmesinde Finans Bakanlığı’na bağlı bir kuruluş olmakla birlikte ‘bağımsız’, karar alma yetkisine de sahiptir. Fakat yönetim hukukunda Finans Bakanlığı’na bağlı bir organ, Anayasa’ya göre yönetim yapısının birliği doğası gereği bu kurulların yönetim yapısının bütünlüğü içinde yer almalarını dolayısıyla, yerlerinin tartışmalı olduğunu ortaya koymaktadır (bkz: Zenginobuz, 2008: 477). 260 politik yönünü daha uzakta korunaklı bir yere yerleştirmek ve bunu yaparken de yönetsel boyutu hesapverebilirlik, şeffaflık ve verimlilik gibi demokratikleşme meşruiyeti ile teknikleştirerek, siyasal karar alma sürecinin hedef olmaktan çıkarılmasıdır. Başka bir ifadeyle, piyasa temelli reformların hızlandırılması, anayasal yapıların bağımsızlaştırılması ve geleneksel siyasal süreçlerin dönüşümü ile demokrasi alanı yeniden sınırlanarak, demokratik siyasal süreçler siyasal öznelerinden bağımsızlaşmaktadır (Glinavos, 2008: 1095). Bir yandan ekonomik ve toplumsal düzeyde sözleşme ve mülkiyet ilişkileri kutsanırken, diğer yandan siyasal düzeyde insan haklarının tanımlanması ve bireysel hakların geliştirilmesi ile demokratikleşmenin güçlendirilmesine çalışılmaktadır. Burnham’ın ifadesiyle; ekonominin yönetimine ilişkin siyasal karar alma süreçlerinin temsili demokrasi içinde sınırlılıkları artarken “düzenleyici devlet”, yani yasa yapma sürecinin yetkilerinin devredilmesi anlamında yerelleşme, devlet hiyerarşisindeki yönetimin yeniden oluşumu anlamında yönetişim ve yeni kamu işletmeciliği gibi kavramlarla demokratikleşme görüntüsü verilmektedir (Burnham, 2001: 131). Örneğin yönetişimle, bir yandan merkez bankasının özerkliği ile onun eylemlerinin sorgulanmazlığı, öte yandan yerelleşmeyle de demokratiklik savunusu yapılmaktadır. Yönetim-siyaset ayrımının görünürdeki bu belirginliği karar vermenin siyasal yönünün ortadan kaldırılarak politika uygulamalarının etkinliğinin arttırılması, devlet yöneticilerinin uluslararası politik-ekonomik sistemdeki değişimleri yönetsel sisteme aktarabilmelerinin sağlanması anlamına gelmektedir. Uluslararası ekonomi-politikle ilişkili biçimde içsel ve dışsal unsurların, örneğin AB ve yerel destekçileri arasındaki uyum, birbirlerini tamamlayıcı bir gereklilikle işleyişi ve yönetimin depoilitize edici biçimleri bu sürecin evrimsel yönünü ortaya koymaktadır (Burnham, 2006: 540). Yönetişim, ekonomi politikası yönetiminde beş ilkeyi içerir; politikaların uygulanması, sonuçların sunulması ve mali amaçların belirlenmesinde şeffaflık; mali politikanın etkisi ve politika yapım sürecinde istikrar; kamu finansmanının yönetiminde sorumluluk; sadece kuşaklarla sınırlı olmayan adalet ve kamu sektörünün her iki tarafında denge yönetimi için verimlilik. Yönetişimin bu amaçlarının hesapverebilirlik ve şeffaflık 261 bağlamında sağlanmasında hükümetin amacı, sıkı mali politikalarının sonuçlarından kendi kendini yalıtarak özellikle kamu sektörü ve sendikalar gibi anahtar aktörlerin beklentilerinin yönünü değiştirmektir (Burnham, 2001: 142; Burnham, 2003: 178). Toplumsal ilişkiler bütünlüğünün bir parçası olarak, iktidar ilişkilerinin yeniden biçimlendirilişi noktasında oluşturulan düzenleyici kurulların karar alma mekanizmalarının siyasi otoritenin dışındaymış gibi gösterilmesi ve iktidar ilişkilerini yerel düzeyde yeniden biçimlendirecek yönetişim modeli ile temsil krizi biçiminde açığa çıkan meşruiyet sorunu da aşılmaya çalışılmaktadır (Güney, 2004: 11). Öte yandan görevlerin hükümet-dışı, düzenleyici kurullara devri anlamında yönetişim, kamu sektörünün politize yönetimini ve kamu sektörü işçileri üzerinde kontrol için yeni yapılanma girişimlerine örnek oluşturmaktadır (Burnham, 2001: 139). Hükümetin ekonomi politikalarını etkileme kapasitelerinin sınırlandırılması girişimiyle örneğin, deflasyon politikalarının izlenmesinin politik sonuçlarından siyasal iktidarın korunması bu biçimde sağlanmaktadır. Yüksek oranlı politize dönemin ‘insiyatife dayalı’ yaklaşımıyla enflasyonun kontrolünde ulusal hükümetlerin merkezi bir rol oynaması da önlenmeye çalışılacaktır (Burnham, 2001: 136). Dolayısıyla bir yönetim stratejisi olarak depolitizasyon, “bağlayıcı güvenilir kuralların üstlenilmesi” ile hükümetin manevra alanını sınırlayarak, emek örgütleri gibi toplumsal güçlerden gelecek siyasal müdahalelere karşı gardiyan görevi görür. Finansal piyasaların güvenirliliğini kurmak, beklentilerini değiştirmek ve politik yürütmenin operasyonel özerkliğinin yeniden savunulması için emek sendikalarının hedefi olmaktan da uzaklaştırır kendisini. Siyasal katılımın engellenmesi ise düzenleyeci çerçevenin serbest piyasa ekonomisinin istikrarlılığı adına, liberal demokrasinin serbest piyasaya ilişkin “bırakınız yapsınlar”, “özel mülkiyet” ve “sözleşme” gibi “evrensel” hayati ilkelerinin tehlikeye girmesi durumunda, onu tekrar iyileştirecek müdahaleleri içerir. Bu müdahalelerin siyasal iktidarın alanının dışından, kendi kendini düzenleyen piyasadan gelmesi örneğin, ekonomiyi istikrarsızlığa sürükleyeceği düşünülen toplumsal güçlerin de kendiliğinden bertaraf edilmesi sonucunu doğurabilir. Özellikle emek güçlerinin siyaset dışında bırakıldığı bu süreç, 262 Glinavos’un (2008: 1089) “piyasa demokrasisi” adlandırmasıyla PostWashington Konsensüsünce önerilen, “düzenleme”ye güven ve yasa yapım kapasitesinin toplumdan bağımsızlaştırılmasını ifade eder. Sosyo-ekonomik konuların demokrasi bağlamında geri plana itildiği, kimlik ve kültür gibi ekonomi dışı sorunların ön plana çıktığı bu süreç, demokrasinin çerçevesini bu şekilde çizerek sınıfsal siyaseti bunun içinde görünmez kılmaktadır. Başka bir ifadeyle, kapitalist toplumlarda yönetim-siyaset ayrımının zorunluluğu bu toplumlarda iktidarın muhalefet edilecek hedef olarak belirlenmesini zorlaştıracak biçimde yapılanmasını gerektirmektedir (Wood, 2006:155). Munck’un da belirttiği gibi; “….neoliberalizm, toplumdaki kamusal ve özel alanlar arasındaki geleneksel ilişkiyi baştan sona yeniden biçimlendirmiş, bunu yaparken de siyasetin “siyasi niteliğini yok etmiş”tir (Munck, 2005: 113). Dolayısıyla, devletin düzenleme kapasitesinin geliştirilmesi, yani siyaset dışı kurulların ekonominin yönetimini devralmasının bir sonucu, neoliberalizmin bir önceki aşamasında karşılaşılan toplumsal direncin ve mücadelenin genişlemesinin önlenmesi olarak ifade edilebilir. Örneğin, güçlü bir anti-enflasyonist duruşla Merkez Bankası’nın özerkliği, popüler baskılara direnç oluşturabilecektir (Öniş 2009: 15-16). Konuların politik gündemden taşınmasıyla ya da toplumsalın siyasetin dışına çıkarılmasıyla da kamu nezdinde bu konuların algısının önemi azalacağından, hükümetlerin ‘yasa yapma’ sürecine ilişkin etkililik ya da güvenirlilik gibi endişeleri kaybolacaktır. Çünkü ekonomik ve sosyal maliyetlere ek ekonomi politikası seçimleri sorgulandığında genel kamu nezdinde meşruiyetleri sağlanmış olacaktır (Kettell, 2008: 631). Güveloğlu, ekonominin yönetiminin temsili demokrasinin mekanizmaları aracılığıyla sağlanan siyasal etkilerden bağımsız bir konuma getirilmesinin Merkez Bankası ve düzenleyici kurullarda görev alan bürokratların, “siyasetin ekonomiye müdahalesinin engellenmesi” gerekçesiyle geniş yetkilerle donatılmasının sakıncalarına dikkat çeker. Örneğin bir ihaleyi kazanmak isteyen bir müteahhit, parlamento içi pazarlıklarla bunu sağlama ihtimali olan bir milletvekilinden çok, “bağımsız kurul” üyesi bir bürokratla iyi ilişkiler kurmaya yönelecektir (2004: 24-26). 263 Bunun yanı sıra, siyasal istikrarın amaçlanmasıyla siyasi yöneliminden bağımsız, hükümete aday bütün partilerin “popülist” politikalarının sınırlandırılması (2004: 25), demokratik ve katılımcı siyasal sistem ve onların rekabet edilebilirliği ve hesapverebilirliğine karşı bazı soruların yükselmesine de neden olacaktır (Öniş, 2009: 15). Ekonominin yönetiminin aşağıda sözedildiği gibi siyasal etkileri önleyecek biçimde teknikleştirilmesi, kurala dayalı olması siyasal partilerin izleyecekleri seçim stratejileri ve işbaşına geldiklerinde uygulayabilecekleri politikaları da önemli oranda kısıtlayacaktır. Örneğin, enerji sektöründe karar alma yetkisinin Enerji Bakanlığı’na değil de “bağımsız” bir kurula ait olduğu bir durumda, bir siyasal parti başkanının seçim meydanlarında dile getireceği “elektrik fiyatlarını düşüreceğiz” türden bir vaadin inandırıcılığı eskiye göre çok daha düşük olacaktır. Çünkü hükümetin elektrik fiyatları üzerindeki etkisi düzenleyici kurulda sahip olduğu kısıtlı oy oranından daha fazla olamayacaktır (Güveloğlu, 2004: 25). Seçimlerde büyük bir çoğunluk kazanarak iktidara gelen bir siyasal parti bile örneğin, Merkez Bankası’nın para arzını arttırması yönünde bir politika izlemesini doğrudan sağlayamayacaktır (Güveloğlu, 2004: 26). Bütün bunlar demokratik bir toplumda toplumun farklı kesimlerinin seçim sürecinde güç elde ederek radikal anti-piyasa hükümetleri aracılığıyla ekonominin yönetimine ilişkin konularda tartışmalı reform sürecini tümden tersine çevirebilme olasılığının bu biçimde önlenmeye çalışılmasıdır (Glinavos, 2008: 1095). Bu tehlikeyi tersine çevirmenin, reform sürecini katılaştırmanın yolu, ekonominin yönetimini siyasal sürecin ulaşamayacağı uzaklıkta bir yere yerleştirerek toplumun belirli kesimlerini de siyasal süreçlerden uzak tutmanın başka bir yoludur. Ekonomi dışı siyaset araçlarında yoğunlaşma, siyasetin teknik yönetime indirgenmesi olup içerikten çok biçim meselesi ile ilgilidir. 5.3. DÖNÜŞÜMÜN TOPLUMSAL DÜZEYİNİN ANALİZİNDE HAKİM PARADİGMANIN BİR ELEŞTİRİSİ Siyasetin ekonomiden özerkliği ya da ekonomi-siyaset alanlarının birbirine özerkliği üzerinden hareket eden hakim paradigma içinden iki eğilimden siyaset merkezli olanı, devletin toplumsal sınıflardan özerkliğinin 264 1980’lerden itibaren gerçekleşmeye ve güçlü devlet geleneği kodu’nun da toplum lehine dönüşmeye başladığını söylemektedir. Devlet-sivil toplum katı ikiliğinden hareket eden bu eğilim içinden yazarlar, sivil toplum denildiğinde ağırlıklı olarak ekonomik çıkar örgütlerini anlamakta ve 1980 askeri müdahalesinin ve onun ardından gelen hükümetlerin ekonomik liberalizasyon programının sivil toplum üzerinde canlandırıcı bir etkide bulunduğunu vurgulamaktadırlar. Örneğin 1980 sonrası siyaseti “rasyonalite” tercihli ve siyasallaşmanın azaltılması biçiminde olumlayan Heper, müdahale sonrasında derneklerin sadece kendi konuları ile meşgul olacaklarının, siyasetle ilgilenmeyeceklerinin, siyasetten sadece siyasal partilerin sorumlu olacağının belirtilmesini bu anlamda yorumlamaktadır (2006: 243). Toplumun önemli bir kesiminin siyasetten dışlanması pahasına askeri bürokrasinin tercihinin ekonomik konulardaki sorumluluğu, sivil toplum temsilcilerine bırakılabileceği bir siyasal rejimden yana olduğunu söyleyerek müdahaleyi örtük olarak olumlamaktadır (Heper, 2006: 237, 252). Buna göre, müdahale sonrasında askerin sosyo-ekonomik konularla ilgilenmemesi özel çıkarların meşruluğunu kabul ettiği anlamına gelmektedir (Heper ve Güney, 2000: 651; Heper ve Güney, 2000: 619,642). Benzer biçimde 28 Şubat sürecinde de ortaya çıkan siyasal krize karşı askeriyenin kendi çıkarlarını amaçlayan bir baskı grubu gibi davrandığını belirterek, onun ciddi demokratik ve “seküler tehdit” hissedildiğinde sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapabileceğini (Heper ve Güney, 2000: 648) ifade etmektedir. Ekonomi siyaset ilişkisinde siyasetin belirleyiciliğinden hareket eden bu eğilim içinden başka bir yazar da askeri müdahale sonrası apolitizasyon süreçlerine rağmen, sivil toplumun demokratik hak ve özgürlüklere indirgenmemesini, toplumsal çelişkilerle uzlaşamayan toplumsal hareketlerin sivil toplumu oluşturmasının zor olduğunu belirtmektedir. Buna göre devletten özerk bir alanı ifade eden sivil toplum/ekonomik alan, devletle olan ilişkilerle olduğu kadar, toplumsal aktörler arasındaki ilişkilerin niteliği ile de ilgilidir (Göle, 1990: 512-3). Dolayısıyla, bu eğilimce müdahale sonrasında “bürokratik elitler”in baskınlığının yerini, siyasal sistemin ve toplumsal alanın özerkliğinin almaya başladığının belirtilmesi, askeri müdahalenin olumlanması izlenimi 265 vermektedir. Müdahale sonrasında ekonomik liberalizasyona meşruluğunu veren ve toplum içinde yaygınlaştığı belirtilen sivil toplum söyleminin, siyasal partiler ve devlet aktörleri tarafından sürekli kullanılmasının, sivil toplumun derinleşmesi, devlet merkezci siyasete meydan okunması, demokratikleşme yönelimi gibi gelişmeleri engelleyici nitelikteki yasal düzenlemeler üzerinde etkili olduğu (Keyman, 2005: 205) ortak görüşü, bu yazarlarca paylaşılmaktadır. Buna göre müdahale; “…merkez ve çevre ilişkileri arasında bir dönüm noktası oluşturdu. Artık, sosyal mühendisliğin sorumluluğunun taşınması devlet elitlerinden sosyal aktörlere ve politik elitlere doğru değişmeye başladı”(Göle,1994: 217). Bu eğilimdeki yazarlar, “sınırlı demokrasi”ye geçişle birlikte demokrasinin yeniden yapılandığına (Müftüler ve Baç, 2005: 20) dikkat çekerek; Özal’ın ekonominin liberalizasyonu ile ekonomik devrim yaptığı ve sivil toplum gruplarının bağımsızlığı için ortam oluşturduğu (Heper, 2002: 82) görüşündedirler. TÜSİAD ve MÜSİAD gibi burjuva çıkar birliklerinin demokrasinin gelişmesindeki rolüne vurgu yapan bu eğilim içinden yazarlar, bu birliklerin demokrasiyi sürekli siyasal istikrar garantisi nedeniyle desteklemelerini (Heper, 2005: 43) ekonomik liberalizasyonun siyasal olanını takip edeceği düşüncesiyle anlaşılır bulmaktadırlar. Buna göre örneğin, siyasal İslam ya da etnik siyaset bir tehdit olarak görülse dahi demokratik süreçler işlediğinde daha liberal ve demokratik hükümet sistemi ile siyasal istikrar, dolayısıyla da ekonomik istikrar sürdürülebilecektir. Müdahale ve sınırlı demokrasiye geçiş yılları, toplumsal düzey bakımından, bir yönetim stratejisi olarak kitlelerin siyasal süreçlerin dışında bırakılması anlamında apolitizasyon süreci ile karakterizedir. Bu sürece rağmen 1990’larda yükselen emek hareketi karşısında, dönemin siyasal iktidarının çeşitli ödünler vermek zorunda kalmasının devletin özerkliğini aşındırdığı düşüncesi, ekonominin yönetiminden siyasal karar alma süreçlerinin görünürde çekilmesi anlamında, depolitizasyon süreci ile kitlelerin kontrol altında tutulmasının başka bir boyutunu ortaya koymuştur. Bu anlamda Türkiye’nin AB üyelik süreci hem ekonominin yönetiminin siyasal iktidarın etkilerinden bağımsızlaşmasının, hem de burjuva liberal demokratik değerlerinin yerleşmesinin ve gelişmesinin biricik garantisi olarak 266 görülmektedir. Özellikle TÜSİAD gibi ekonomik çıkar birliklerinin, RP ve FP’nin kapatılmasının ardından MÜSİAD’ın, hatta Aralık 1999’da Türkiye’nin AB’ye tam üye aday olarak tanımlanmasını destekleyen askeriye gibi devlet merkezci anlayışın kimi unsurlarının, ekonominin yönetiminde ve siyasal konularda AB’ye verdiği tam destek, siyasal iktidarın “populist” politikalarını, yani kitleleri kontrol altına alarak siyasal isitkrarın sağlanmasına yöneliktir. Apolitizasyon sürecini takip eden depolitizasyon stratejileri ile de siyasal iktidara gelebilecek toplumsal muhalefet önlenmeye çalışılırken, emeğin farklı biçimlerde kontrolü, esnek çalışma ilişkilerinin sağladığı avantajlarla sürdürülmektedir. Bütün bunlara karşılık söz konusu eğilim içinden Heper, 1980’lerden bu yana sivil toplum örgütlerinin, AB üyelik sürecinin ve askeriyenin demokratikleşmeye tam destek vermesiyle siyasal rejimin dönüştüğünü, asker-sivil ilişkilerinin devlet-merkezci anlayıştan koptuğunu ve sivil toplum örgütlerinin demokratikleşmenin daha etkili destekleyicileri olduklarını (2000: 647; 2005: 43) belirtmektedir. Bu süreçte TÜSİAD’a alternetif sermaye örgütü olarak büyük çoğunluğu orta ve küçük ekonomik işletmelerden oluşan ve cemaatçi İslami modernite söylemi ile serbest piyasa ve İslami değerlerin eklemlenmesini simgeleyen, başka bir ifade ile “islami kolektif kimlik” olarak toplumsal yaşamda yer alan MÜSİAD’ın, sendika karşıtı ve esnek çalışma yanlısı tavrına rağmen, bir sivil toplum örgütü olarak devlet merkezci siyaseti dönüştürücü etkisine de dikkat çekilmektedir (Keyman, 2004: 129). Görüldüğü gibi devletin otoriteryan niteliğini piyasa adına sürdürdüğü kapitalist yeniden üretim biçiminde örneğin, TÜSİAD ve MÜSİAD gibi ekonomik çıkar odaklı sivil toplum birlikleri, yani burjuvazi, ekonomik baskı grubu olarak piyasada etkinliğini sürdürürken ,ihtiyaç duyduğu siyasal istikrarı sivil hak ve özgürlüklere dayalı liberal değerler savunusu ile siyasal alandan temin etmeye çalışmaktadır. Devletin bu biçimi, bir ‘siyasal zor’ olarak, biçimsel eşitliğin ve özgürlüğün uyumu bağlamında ‘piyasa cumhuriyetinin’ siyasal organizasyonunu ifade eder (Bonefeld, 1992: 116). Çünkü sömürünün varlığının bir biçimi olarak biçimsel eşitlik ve özgürlük, mülkiyet 267 hakkının siyasal garantisini ve yasanın kuralını uygulayacak güçlü devleti 104 tanımlar. Devlet, hukuk yoluyla da mülk sahipleri arasında eşit, özgür değişim ilişkilerine uygun yönetimi koruma yetkisine sahip bir kurum olarak, toplumsal ilişkilerin dışında, onların üzerinde ve onlara tarafsız görünür (Bonefeld, 2007: 263; Holloway, 2001: 245; Clarke, 2001: 194). Hakim paradigma içinden ekonomik ilişkileri analizlerine dahil etmekle birlikte ekonomi-siyaset ilişkisini birbirine özerk gören, ancak devletin toplumsal sınıflara göreli özerkliğini savunan ikinci eğilim ise ilkinin aksine müdahalenin işçi sınıfını da içeren toplumun önemli bir kesimini siyaset dışılaştırarak yapısal uyum sürecini kolaylaştırdığını ve sivil toplum örgütleri olarak öne çıkan grupların kendi dar ekonomik çıkarlarının kollayıcısı biçiminde davrandıklarını kabul eder. Buna göre müdahalenin temel amacı, kamu düzenini sürdürmek için vatandaşların hak ve özgürlüklerini korumaktan ziyade, devletin otoritesini yeniden kurmak olmuştur. Bu bağlamda yeni Anayasa’nın altında yatan temel felsefe; devlete karşı vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini korumaktan ziyade, toplumsal güçlerin eylemlerinden devleti korumak biçimindedir (Özbudun, 2007: 179). Bu eğilim içinden yazarlara göre, 1982 Anayasası’nın İşçi Sendikası, Dernekler, Siyasal Partiler ve YÖK Kanunu gibi düzenlemelerinin hepsi birden ekonomik alandaki liberalizasyonun aksine, çıkar gruplarının, üniversitelerin ve devlet bürokrasisinin apolitizasyonu için dizayn edilmiştir. Bu tip bir siyasal sistemi bürokratik otoriteryan sistem olarak yorumlayan ikinci eğilim, çıkar birlikleri ve siyasal partiler gibi sivil toplum örgütlerinin çoğulcu liberal demokrasi altında canlanacağını ancak, böylesi bir siyasal sistemin devleti daha güçlü kılarak onu merkezileştireceği görüşündedir (Yeşilada, 1988: 354; Toprak, 1996: 101; İnsel, 2003: 295). Bu eğilime göre, ekonomiyi sivil toplum alanına ait bir kategori olarak gören askeri müdahale ve sonrasında kurulan hükümetler, sivil toplum bütününün bir parçası olan piyasanın alanını özerkleştirerek, yasal-kurumsal çerçevenin sınırlarını diğer 104 Devlet toplum üzerinde mülkiyet hakkının eşitliğini ve rasyonelliğini siyasal konumu itibari ile yasanın gücü tarafından zor’lar. Bu “zor”, emek ve sermayenin toplumsal antogonismasını içerir biçimdedir. 268 toplumsal güçler aleyhine oldukça belirgin çizmiştir. Başka bir ifadeyle, devletin yasal ve anayasal düzenini otoriteryan biçimde yeniden düzenleyen Anayasa sayesinde, serbest piyasa ekonomisinin kurumsallaşması ve ekonomik alanın özerkliğini sağlamaya yönelik düzenlemelerin aksine, bireysel, sivil ve siyasal haklar konusunda farklı davranılmıştır. Örneğin, bu eğilim içinden bir yazar, askeri müdahale sonrası kurulan Özal Hükümeti’nin ekonomik liberalizm ve siyasal liberalizm arasında bir denge kuramadığına dikkat çekerek, bireylerin piyasada rekabette serbest olmalarının ancak sivil özgürlüklerin garanti altına alınmasıyla gerçekleşebileceğini belirtmektedir (Toprak, 1996: 101). İnsel ise bir yandan %10’luk seçim barajı nedeniyle oyları birkaç merkez partide toplayan yeni Seçim Kanunu’nu “merkezci” ve “çevre” karşıtı olarak yorumlarken diğer yandan, bu biçimde hükümeti kuran partinin, ANAP, otoriteryan devletten çıkış olduğunu ifade etmektedir (2003: 294-5). Başka bir ifadeyle, devletin çıkar grupları üzerindeki yoğun kontrolüne rağmen, çoğul çıkarların temsili ile karakterize olduğu iddia edilen yeni siyasal sistem, otoriteryan görünümüne rağmen günlük siyasal hayat, sivil yönetime geçiş ve çoğulculuğun unsurlarını taşımıştır (Yeşilada ve Fisunoğlu, 1992: 190). Dolayısıyla ikinci eğilim, apolitizasyon stratejisi ile siyasetin otoriterleştiğinden sözetmekle birlikte, ekonomik alanda devlet müdahalesini eleştirerek ekonominin liberalizasyonunu/serbest piyasa ekonomisini desteklemektedirler. Yani siyasetin otoriterleşmesinin yapısal uyum süreci üzerindeki etkisini, bunun işçi sınıfının siyasal süreçlere müdahil olmasının hangi stratejilerle engellendiğini bilmelerine rağmen, bireysel haklar ve sivil toplum alanına ilişkin “olumlu” gelişmelerle evrensel burjuva demokratik değerlerinin yerleşmeye başladığı inancındadırlar. Ancak, siyasetin otoriterleşmesiyle devletin kutuplaşan emek sendikalarını, meslek birliklerini, sivil bürokrasiyi, üniversiteleri kontrol ve disiplin altına aldığı, toplumun, özellikle emeğin kontrolüne yönelik düzenlemelere krizler sonrasında yeni araçların eklendiği bir ortamda siyasal özgürlüklerden/liberalizasyon sözedilemez. Hakim paradigmanın belirttiğinin aksine, apolitizasyon ve yönetim stratejileriyle alınan bütün bu önlemlerle, hem siyasal karar alma süreçlerinin muhalif gruplardan, özellikle işçi sınıfı taleplerinden 269 bağımsızlaştırılmesı, hem de bu süreçlerin siyaset dışıymış gibi gösterilerek devletin göreli özerkliğinin yeniden yapılanması sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu nedenle bu döneme ilişkin belirtilmesi gereken özetle, devletin sınıf ilişkilerine karşı özel mülkiyetin kurallarını uyguladığı esnada, askeri müdahalenin otoriteryan siyaseti sayesinde serbest piyasa ekonomisine yönelik politikaların önünün açılmış olduğudur (Bonefeld, 2006: 243; Yalman, 2004: 65). Devleti toplumsal sınıfların uzağında ve onlara tarafsız gören bu eğilim, 1980 sonrasında sivil toplumsal unsurların gelişmeye başladığı görüşünde olmasına rağmen, TÜSİAD ve MÜSİAD gibi sivil toplum içinde öne çıkan ekonomik çıkar birliklerinin devletle kurdukları yakın ilişkiler nedeniyle gerçek anlamda bir sivil toplum örgütü gibi davranmadıklarını da vurgulamaktadırlar105. Buğra (1998: 521, 535), her iki sermaye grubunu da dar tanımlı ekonomik çıkarlarının ötesine uzanan toplumsal rolleriyle sınıf örgütü olarak tanımlamakta, ancak tarihsel ilişkisel düzeyleri, devletle olan ilişkileri nedeniyle de kapitalist toplumsal formasyon içinde tam olarak da sivil toplum kavramını karşılamadıklarını belirtmektedir. Bunun nedeni, örgütsel stratejileri açısından kapitalist sınıf ve burjuva kültürünü evrensel kategorilerde dizayn etmemeleri, özgül çıkar temsilinin biçimlerini toplumda görünür kılmaları bakımından kapitalist hegemonya ve burjuva kültürü olarak anlaşılmalarının zor olmasıdır. Benzer biçimde başka bir yazar, bu grupların gönüllülük doğasının demokratik reformların gelişimine olan katkılarını öne sürerek, sivil toplum olarak bilinen geniş birliğin önemli bir parçası olarak görülebileceğini, ancak devletle kişilik dışı/nesnel ilişki kuramamaları nedeniyle de rasyonel ekonomik düzende demokratik açılım ve toplumsal alanın genişliği için devletle her zaman çatışmaya giremediklerini ifade etmektedir (Öniş ve Türem, 2001: 95-6). Örneğin bu yazarlar, 1980 sonrası ekonomi politikalarının ve ideolojik dönüşümün bir sonucu olarak, devlet merkezci anlayış karşıtlığı ile, 1990’larda gelişim gösteren MÜSİAD’ın bir sivil toplum örgütü olarak olumlamalarına karşılık (Keyman, 2005), onun emek 105 Bu konuda özellikle (Buğra, 1998) ve (Öniş ve Türem, 2001)’in çalışmalarına bakılabilir. 270 hareketlerine yönelik istikrarsızlaştıracağı tavrına ve gerekçesiyle bu duyduğu hareketlerden rahatsızlığa toplumu da dikkat çekmektedirler (Buğra, 1998; Öniş ve Türem, 2001). Ekonomik krizlerin siyasal krizlerden kaynaklandığı görüşündeki her iki sivil toplum örgütünün birden, kapitalist toplumsal ilişkilerle bir sorunları olmamakla birlikte, yayınladıkları raporlarda sosyo-ekonomik sorunların çözümü şart olarak görülmeyip, demokratikleşme vurgusunun ağırlıklı olarak kültürel haklara yapılması, demokrasinin serbest piyasa ekonomisinin istikrarı için önemini göstermektedir. Ancak kültürel alanda farklı hayat tarzlarını savunan bu iki sivil toplum örgütünün, devletin ekonomik alandaki aşırı gücünün sınırlandırılması gerektiği konusunda aynı fikirde olmaları, serbest piyasa ekonomisinin işleyişini aksatacak müdahalelerin her ikisinin birden darekonomik çıkarlarını olumsuz etkileyeceği göz ardı edildiğinden şaşırtıcı bulunmaktadır (Keyder, 2004: 79). 28 Şubat’tan sonra pozisyonunu değiştirerek ekonomik ve siyasal düzeyde AB’yi kucaklayan MUSİAD’ın ekonomik, siyasal ve sosyal hakların yasayla garantilendiği bir “demokratik sistem”in aksine, “esnek-emek” ekonomik ve sendikasız çıkarlarının daha işçi tercih öncelikli eden sermayedarları, dar olduğunu göstermektedir. Öniş ve Türem bu durumu, kapitalist toplumsal ilişkiler biçiminin bir sonucu olarak görmek yerine, güç kaynaklarının asimetrik dağıtıldığı, gelir farklılığının yüksek ve refahın eşitsiz olduğu toplumlarda sermaye gruplarının toplumla arasındaki ilişkilerin sorunlu olması biçiminde değerlendirmektedir (2001: 95). Dolayısıyla bu yazarlar, özellikle 1990’lardan itibaren sivil toplum alanının gelişimi konusunda, “evrensel burjuva demokratik değerleri”nin ve değişim ilişkilerinin mantığını oluşturacakları düşüncesiyle ekonomik çıkar birliklerinin gelişimine destek vermektedirler. Ancak, serbest piyasa ekonomisinin güvenliğinin otoriteryan bir biçimde garanti edildiği durumlar nedeniyle de demokratik hakların genişletilmesinin, ya da sivil toplum örgütlerinin baskı unsuru olarak ortaya çıkmalarının sözkonusu değerlerin yerleşmesi bakımından bir anlamının olmadığı görüşündedirler. Başka bir ifadeyle, toplumun bütünsel ekonomik kalkınma kapasitesini geliştirmek üzere, devleti küçülterek serbest piyasa ekonomisini 271 geliştirme düşüncesinin, sivil toplumu salt piyasa ile özdeşleştirmekle sonuçlanmasının demokrasi ile bir ilişkisinin olmadığını belirtmektedirler (Köker, 2008: 261 ayrıca bkz: Barkey, 2000: 104; Toprak, 1996:104). Örneğin büyük burjuvazinin çeşitli biçimlerde askeriyenin siyasal hayata müdahalelerine ve demokratikleşme başlığı altında AB uyum yasalarına verdiği “demokratik” desteğin her ikisi birden, onun dar ekonomik çıkarları ile yani tahminedilebilir, istikrarlı bir piyasa ekonomisinin yerleştirilmesine yönelik talepleriyle ilgilidir. Bütün işveren örgütleri, burjuvazinin aydınları, hatta rejimin ilk döneminde bizzat kendileri iktidardan edilmiş, faaliyetleri durdurulmuş burjuva partileri hem içeride aldığı tedbirler bakımından, hem de yavaş yavaş Avrupa’da yükselen eleştiriler karşısında askeri müdahalelere destek vermişlerdir (Savran, 2004: 29). Dolayısıyla ikinci eğilime göre, sivil toplumun salt piyasa biçiminde anlaşılması AB üyelik süreci ile dönüşmeye başladığından, sınırlı piyasa devleti de dönüşmeye başlamıştır. Buna göre sınırlanmamış toplumsal çıkarlar ve devletin göreli özerkliğinin bir sonucu olarak kolektif kapitalist olarak davranması için AB ile ilişkilerinin geliştirilmesi gerekmektedir. Çünkü Türkiye’de demokratik siyasal sistemin sağlamlaştırılması için, reformların alanının genişliği yeterli olmasa da, 1983’de “demokrasiye geçiş”ten beri devam etmekte olan siyasal reformların hızı ve büyüklüğünün AB adaylık sürecini ve GB üyeliğini getirdiği belirtilmektedir (Yeşilada, 2007: 19). 1987’de AB adaylığı başvurusu yapılmasının olanağı da sivil toplum unsurlarının gelişmeye başlaması ile ilişkilendirilmektedir (Keyder, 2007: 228). Başka bir ifadeyle Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin iç siyaseti sivil toplum yönünde etkileyerek, siyasal sistemi daha açık ve daha liberal olma yönünde, dolayısıyla, “evrensel burjuva demokratik değerleri”nin gelişimini etkilediği düşünülmektedir. Üyelik sürecine ilişkin yapılması zorunlu reformlar sayesinde devletin daha küçük, daha az baskıcı, daha etkili bir dönüşüme zorlanacağına inanılmaktadır (Toprak, 1996: 104; Barkey, 2000: 88, 104). Keyder (2007) GB ile devletin müdahalesinin sonuna gelindiğini, Öniş (1999), AB üyelik süreci sayesinde piyasa odaklı devlete dönüşüm olduğunu, Buğra 272 ve Keyder (2006) AB adaylık sürecinin sosyal politikaların ve refah rejiminin gelişimine doğru bir fırsat alanı oluşturduğunu söylemektedir. Görüldüğü gibi bu bakış açısı, genellikle Türkiye’nin sivil toplum örgütlerinin gelişimini AB üyeliğinin başarılmasında temel aktörler olarak yorumlamaktadırlar. Bunun yanı sıra, bu eğilimdeki yazarlar AB’nin demokratikleşme projesini kucaklamakla birlikte, onun neoliberal projelerini toplumsal sonuçları nedeniyle eleştirirler. Hakim paradigmanın daha liberal olanından sınıf merkezli olanına doğru bir hat takip eden bu ikinci eğilimi, neoliberalizme dar ekonomik anlamda karşı iken, geniş anlamda piyasaların serbestleşmesine karşı değillerdir. Ekonomik ve demokratik neoliberalizm arasında ayrım yapan bu gruptaki yazarlarca, IMF ve DB gibi neoliberal kurumlar eleştirilirken, AB gibi kurumlar demokratikleşme üzerindeki etkileri nedeniyle olumlanmaktadır (Benzer bir ifade için bkz: Ercan ve Oğuz, 2007: 185-188). Bu yazarlara göre, özellikle 2001 kirizinden sonra devlet yapısınının dönüşümü üzerinde AB üyelik sürecinin etkisiyle demokrasiye geçişte devletin göreli özerkliğinin altını kazan popülizm, yolsuzluk, patronaj ve mali istikrarsızlık gibi unsurlar ortadan kalkmaya başlamıştır (Keyman ve Koyuncu, 2005: 107). Özellikle ANAP döneminde sayıları oldukça fazla olan ve yapısal uyum sürecinin toplumsal maliyetini görünürde azaltan isteğe bağlı fonların kullanımı stratejisinin, ekonomide devletin rolünün azaltılacağı sözü verilmesine rağmen, kamu sektörü payının toplam kamu sermaye yatırımlarındaki oranını arttırması, devletin göreli özerkliğinin altını oyduğu için eleştirilmişti (Sayarı, 1996-7: 37). Seçim dönemlerinde sermaye çevrelerinin finanse ettiği en yüksek harcamaları yapan ANAP’ın (Ahmad, 2002: 232), sermaye çevreleri ile arasındaki ilişkilerin bireyselleşmesi ve meşru zemininden uzaklaşması devlet yönetiminin keyfileşmesine, yozlaşmasına ve sınıflararası uzlaşmanın çözülmesine neden olmuştu (Buğra, 2010). Bunun yanı sıra ücretlerin baskılanmasıyla yükselen ekonomik başarının ardından 1989 ve 1990’larda yükselişe geçen emek hareketleri karşısında ödün vermek zorunda kalan ANAP’ın “popülist” politikaları, devletin göreli özerkliğini bozan temel unsur olarak görülmüştü. Devletin göreli özerkliğinin tekrar kazanılması ise 1994 ve 2001 krizlerinin 273 çözümünün işçi sınıfının kontrol altına alınmasına yönelik farklı araçları, yani ekonomi-siyaset ayrılığının belirginleşmesini ya da görünürde devletin ekonominin yönetiminden elini çekerek düzenleyici rolünün genişletilmesini gerektirmişti. Çünkü piyasada bir meta olarak emek gücünün yeniden üretiminin garantiye alınması gerekliliği, devletin düzenleyici rolünün ve müdahalesinin artmasını zorunlu kılar. Böylece devletin müdahale, yönetim ve temsil faaliyetleri emek gücünün bir meta olarak alımı ve satımı çerçevesinde yeniden yapılanır. Devletin bu ilişkilere müdahalesi ise sözleşmenin iki tarafının, alıcı ve satıcı bireyler, yasa önünde aynı haklara sahip eşit bireylerin varlığının sağlanmasıyla sınırlandırılır (Holloway, 2001: 246). Devletin yönetsel kapasitesinin ve göreli özerkliğinin güçlenmesini gerektiren bu durum, AB’nin hem siyasal hem de ekonomik konularda temel belirleyici dış aktör olarak alınmasını ve ekonominin yönetiminin siyasal süreçlerin uzağında düzenleyici kurullara devredildiği depolitizasyon stratejisine yönelik uygulamalarla gerçekleşecektir. Bu nedenle iki krizin, 1994-2001, ardından özellikle büyük burjuvazi ve dış finansal burjuvazi geçici IMF disiplini yerine, sürekli AB üyeliğini tercih etmiştir. 2001 krizinin hemen ardından tek parti hükümetini kuran AKP’nin toplumun geniş kesimlerinden destek almasının nedeni de bu yazarlara göre ilgili yasa ve anayasal reformları gerçekleştirme sözü vererek, AB ve Kopenhag kriterlerinin gerektirdiği demokratikleşme standartlarını takip edecek olması ve toplumsal sınıflara karşı devletin göreli özerkliğinin tekrar sağlanacağı güvenini vermesidir. Bu, devletin ekonomiye doğrudan müdahalesi yerine, serbest piyasa ekonomisine tahminedilebilir bir çerçeve için düzenleyici işlevinin öne çıkmasıyla, AB oluşturulmasıyla standartlarına uygun ekonomik Bu anlamda gerçekleşecektir. ve siyasal örneğin, yapının ekonomik liberalizasyonun yanı sıra, 2004’de ölüm cezasının ve tartışmalı devlet güvenlik mahkemelerinin kalkması, insan hakları alanında uluslararası anlaşmaların yerel yasama üzerindeki üstünlüğünün kabulü gibi anayasal düzenlemeler gerçekleştirilmiştir (Özbudun, 2006: 549). Çünkü devletin düzenleyici işlevinin gelişimi, aynı zamanda onun kapasitesinin de gelişmesine neden olacaktır (Öniş ve Bakır, 2007: 154). Böylece, yasanın 274 kuralını uygulama kapasitesi, güçlü devlet sayesinde hem toplumsal sınıflara özerkliği, hem de kurala dayalı yönetim stratejileri, depolitizasyon, ile belli kurallar çerçevesinde hareket etmesi, yani kesin çizgilerle belirli hareket alanında özerk olarak güç kullanabilmesi mümkün olacaktır (Keyder, 2007: 191). Çünkü devlet, kapasitesinin güçlü olmadığı, yani toplumun üzerinde ve uzağında kalmayı başaramadığı durumlarda antogonistik toplumsal ilişkilerin bir nesnesi haline gelir. Onun bu toplumsallaşması göreli özerkliğine zarar verdiğinden devletin sınıfsal karakteri de tehlikeye girer (Bonefeld, 2006: 2423). Hakim paradigma içinden siyaset merkezli olanının aksine ikinci eğilim içinden bu yazarlar, 2001 krizinin ardından yasanın kuralını uygulayacak güçlü devletin göreli özerkliğin sağlanmasında, dolayısıyla demokratikleşme reformlarının derinleşmesinde etkili olabileceğini belirtmekle birlikte, krizler sonrasında özelleştirmelerdeki artışa, ekonominin yönetiminde özerk kurulların etkinliğine ve emek-sermaye ilişkilerinin yeniden düzenlenmesiyle artan esnek istihdam biçimleri nedeniyle informal sektörlerdeki artışın emek örgütlenmesinin parçalanmasına ve emek gücünün sendikalaşma oranının azalması üzerindeki etkisine de dikkat çekmektedirler (Keyder, 2004: 68; Buğra, 2003: 455, 461-2; Buğra ve Keyder, 2006). Ancak bu yazarların benimsedikleri kuramsal çerçeve gereği, ekonomi politikasının özerkleşmesi, sanıldığı gibi bir mücadele alanı olarak devletin göreli özerkliğinin yeniden oluşturularak, onun toplumsal sınıflara tarafsız ve nesnel olacağı anlamına gelmemektedir. Bonefeld’in de belirtiği gibi ekonomi-siyaset, vatandaş-işçi gibi bölünmelerle siyasal iktidarın ekonomi politikalarının yapımından görünürde uzaklaştırılarak bu politikaların işleyişini aksatacak emek mücadelesine tepki vermemesi, yani toplumsal muhalafetten etkilenmemesi amaçlanmaktadır (Bonefeld, 2005: 94). OECD’nin (2003) önerdiği düzenleyici reformlarda ve TÜSİAD’ın (2002) piyasa aksaklıklarının giderilmesinde düzenleyici kurulların ve etkin devlet’in önemine dikkat çekmesinde olduğu gibi; ancak “etkin ve düzenleyici devlet” piyasanın daha iyi işlemesi için gerekli düzenlemeleri yapabilir. Çünkü uluslararası sermaye onunla eklemlenme kapasitesini gösteren yerel sermayenin çıkarlarını korumak, 275 krizlerle başa çıkabilmek, emek ve ücretler üzerinde kontrol olanaklarını genişletebilmek için gerekli kurumsal düzenlemeleri yapan güçlü bir devlete ihtiyaç duyar (Güney, 2004: 4; ayrıca bkz: Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu 2007: 14-15). Dolayısıyla iyi işleyen bir piyasa ekonomisi demokrasi pahasına yükselir, devlet sınıf mücadelelerine karşı özel mülkiyetin koruyucusu ve kurtarıcısı olur (Bonefeld, 2006: 242-3). Ancak sermayenin uluslararasılaşmasına parallel, depolitizasyon stratejileri esasında, siyasetin sosyal ve ekonomik alanlardan tamamen çekilmesi ya da daha basitçe politik etkinin tamamen yok olması anlamına gelmez. Esasında, söz konusu olan karar alma sürecinin politik yönünü daha uzakta korunaklı bir yere yerleştirmek anlamında oldukça politik bir stratejidir. Devlet yöneticileri depolitikleştirmenin uzaklaştırıcı etkisinden yararlanarak, ekonomik süreçler üzerinde kontrol sağlamaya devam ederler. Çünkü bu stratejiler, ekonomi politikası yapma sürecinin beklentileri değiştirme ve verimliliğini amaçlarını ve güvenilirliliğini ilgilendiren gerçekleştirebilmek için siyasal süreçlerin yasal oyunlarına gereksinim duymaktadır (Burnham, 2003: 177; Yılmaz, 2003: 56; Bonefeld, 2005: 94; Güney, 2006). Buraya kadar yapılan açıklamaların ışığında, benzer kuramsal çerçeveden hareket eden her iki eğilimin ortak noktasının, devlet-toplum ilişkilerinin sivil toplum ve devlet arasındaki sınırda okunduğu ve demokrasinin gelişmesinin derecesinin buna göre tanımlandığı söylenebilir. Devlet, asker ve bürokrasi, devlet-sivil toplum karşıtlığının ilk kısmı olarak görülürken, ikinci kısımda ağırlıklı olarak burjuvazi örgütleri yer almaktadır. Her iki eğilim de askeri müdahaleleri bürokratik gücün yeniden resterasyonu olarak, ya da “güçlü devlet geleneği”nin bir yansıması olarak görmekle birlikte, askeri müdahale ve ardından demokrasiye geçiş sürecinde ekonomik liberalizmin, dolayısıyla, sivil toplumun gelişmeye başladığını vurgulamaktadırlar. Birincisine göre, daha sınıfsal merkezli bakabilen ikinci eğilim, aynı sürece ilişkin olarak ekonomik liberalizmin yerleşmesinde siyasal otoriterliğin etkisini göz ardı etmez. Ancak, devlet ve toplumsal sınıflar arasındaki ilişkinin birbirine karşıt/dışsal görülmesi burjuvazinin oluşumunun ancak ‘devlet yoluyla ve devlet içinde’ olabileceğinin anlaşılmasını 276 (Glucksmann, 1979: 212 akt Yalman, 2002: 323) engellemektedir. Birinci eğilimdeki yazarlar, askeri döneme siyasetin ekonomiden özerkliğinin kurulmasını sağladığı için önem verirken, ikinciler, ekonominin siyasatten ayrılığını kurduğu için memnunlardır (ayrıca bkz: Bozkurt, 2008: 168). Her iki eğilime göre de, Batı Avrupa’daki tarzda bir sivil toplumun gelişememe nedeni, kendilerini devletin garantörü olarak gören devletelitlerinin bu yöndeki reformları engellemeleri yüzündendir. Kendileri bir sınıf olarak görülen bürokratik elitlerin varlığı nedeniyle, bireysel özerkliğin devletten alınması gecikmeli olmuş (Toprak, 1996: 91; Öniş, 1992: 8), sivil toplum gelişememiştir. Devlet elitlerinin halen demokratikleşmenin önünde durduğu, 2007 seçimleri sonrasında parlamento’nun seçim barajına rağmen, bütün siyasal fikirleri ve pozisyonları temsil edebilmesi ve çok güçlü bir toplumsal meşruluğu olmasına rağmen, yeni anayasa hazırlığı girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması (Köker, 2010: 50) da bu bağlamda değerlendirilmektedir. Dolayısıyla, kapitalist ilişkilere sonradan dahil olan bir ülke olarak Türkiye’de, “ekonomik kakınma” ve “demokratik gelişme”de devletin topluma öncü olması ve özel sektörle/sermaye sınıfı ile birlikte ekonomik gelişmeyi başlatması, yani ekonomik ve toplumsal hayata müdahalesi, kapitalist ilişkilerin yerleştirilmesi bağlamında değil, güçlü devlet geleneği tezine dayandırılarak açıklanmaktadır. Yalman, meselenin bu biçimde kavranmasının mevcut toplumsal statükoyu sürdürmek amacıyla ekonomik faaliyetin gelişmesini engellediği söylenen devlet ile yeni bir toplumsal düzeni oluşturma çabasına girişerek, mevcut toplumsal gerçekliğe meydan okuyan devlet arasındaki ayrımı belirsizleştirdiği uyarısında bulunur (2004: 50). Çünkü sözkonusu analiz, toplumsal üretim ilişkilerinin çelişkili niteliğinden hareketle, ekonomi-siyaset, devlet-toplum, vatandaş-işçi gibi kapitalist devlet biçimine özgü ikiliklerin/bölünmelerin yerine bu kategoriler arasındaki ilişkilerin bütünsellğini dikkate almamaktadır. Ancak bu biçimde devletin yeniden yapılandırılması, toplumsal mücadelelerin aldığı bir biçim olarak, ya da sınıflararası mücadelenin bir alanı olarak devlet kavranabilir. Devletin ekonomiye müdahalesi kültürel referansları temel alan “güçlü devlet geleneği” tezinde olduğu gibi, “hikmeti kendinden menkul devlet” anlayışının 277 değil, toplumsal çelişkilerin yeniden üretiminin bir uğrağı olarak anlaşılmalıdır. Devlet müdahalesinin kapitalist toplumsal ilişkilerin devamlılığındaki düzenleyici rolü Clarke’in de belirtiği gibi; “..devletin hem maddi bir güç olarak varlığı, hem de onun toplumsal müdahale biçimleri, kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimini güvenceye kavuşturma gerekliliği ile ilişkilidir” (Clarke, 2001: 194). Örneğin 1980 askeri müdahelesi sonrasında burjuvazi bürokratik otoriterdevletçiliğe karşı sivil toplumun bir mücadelesi olarak desteklenirken, askeri rejim burjuvazinin ekonomik programına tam destek vermiştir. Burjuvazi de çeşitli dönemlerde siyasal ve ekonomik krizlerin aşılmasında müdahaleleri desteklemiştir. 1980 askeri müdahalesi ile devletin bu kez sivil toplum alanını genişletici düzenlemeler için müdahale etmesi, sınıflararası mücadeleden bağımsız değildir. Bu nedenle, devlet bir mücadele alanı olarak algılanırsa dönüşümün sınıflararası mücadeleden bağımsız olmadığı anlaşılabilir. Devlet burjuvazinin, ya da tek bir sınıfın aracı olarak da görülemeyeceğinden işçi sınıfının olası tepkilerine karşı geliştirdiği destekler ve yardımlar, reel ücretlerin belli dönemlerde yükselmesi ve düşmesi siyasi populizmden çok toplumsal çatışmaların azaltılması nedeniyledir. Örneğin, bir tarımsal politikanın belirlenmesinde farklı sınıf ve aktörlerin(küçük üreticiler, büyük üreticiler, tarımsal ürünü tüketen üreticiler, IMF, TÜSİAD bu sektöre girmek isteyen yerli yabancı sermaye vb.) çatışmaları ve mücadele dereceleri belirleyici olmaktadır (Dinler, 2003: 46). Dolayısıyla sermayenin yeniden üretimi doğallıkla/kendiliğinden oluşmayıp, kendi doğasında olan birikim üzerindeki krizlerini ve sınıf çelişkilerini dengelemek için devlet müdahalesine zorunlu ihtiyaç duyar (Kettell, 2004: 23). Kapitalist toplumsal örgütlenmenin bir biçimi olarak devletin, emek ve sermaye ile olan lişkilerindeki düzenleyici işlevi ve bunun gereği olarak yeniden üretim sürecinin bir uğrağı biçiminde çözümlenmesi, kavramsal olarak kapitalist üretim ilişkilerinin analizini de mümkün kılacaktır. Bu ilişkilerin yeniden yapılanma süreçleri sonucunda aldığı biçimlerin anlaşılması toplumsal örgütlenmenin yeniden üretiminin biçimi ve esas’ının diyalektik ilişkisini de görünür kılacaktır. ALTINCI BÖLÜM: DÖNÜŞÜMÜN İDEOLOJİK DÜZEYİ Türkiye’de 1980 sonrası devlet-toplum ilişkilerinin ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik bakımlardan farklı biçimler aldığı izlenmektedir. Ekonomi-politik olarak neoliberal, toplumsal düzeyde sivil toplum’cu, ideolojik bakımdan da kimlik siyasetinde görünümünü bulan bu biçimlerin esas itibari ile kapitalist toplumsal ilişkilerin sürdürülebilirliği ile ilişkili olduğu, çalışmanın bu son bölümünün konusu; ideolojik dönüşüm bağlamında da değerlendirilmesi gerekmektedir. Kapitalist toplumsal ilişkilerin krizlerinin ve devletin oynadığı rolün kuramsal ve pratik açıdan kavranması, kriz’lerin “ekonomik bir kriz” olmasından ziyade, bu ilişkilerin bir krizi olarak kavranmasıyla anlaşılabilir. Bu da kapitalist toplumsal ilişkilerin bütünlüğünün açıklanmasıyla, yani her alanda ve mekanizmada- ekonomik, siyasal, toplumsal ve ideolojik düzeylerde- verilen bir mücadeleyi içeren bir birikim krizi olarak anlaşılmasını gerektirir (Holloway ve Picciotto, 2004: 135). Hatırlanacağı üzere çalışmanın dördüncü ve beşinci bölümlerinde Türkiye’de dönüşümün devlet-toplum ilişkilerinin ekonomi-politik ve analizinde toplumsal hakim paradigmanın düzeylerine ilişkin değerlendirmelerine yer verilmişti. Bu bölümlerde de belirtildiği gibi, aralarındaki belirgin farklılıklarla birlikte, 1980 öncesini “güçlü devlet geleneği” tezinin temel iddialarıyla analiz eden hakim paradigma içinden yazarların benimsedikleri kuramsal çerçevenin 1980 sonrasında nasıl dönüştüğü; başka bir ifadeyle dönüşüm sürecinin meşruiyeti üzerindeki ideolojik etkisinin nasıl olduğu? sorularının dönüşümün ideolojik düzeyi bağlamında da irdelenmesini gerektirmektedir. Böylece, 1980 sonrası devlettoplum ilişkilerini biçimlendiren “yeni siyaset tarzı”nın temel unsurlarının, beslendikleri benzer kuramsal ve yöntemsel çerçeve itibari ile öncekilerle arasında belirgin bir kopuş olmadığı anlaşılabilecektir. Çalışmanın bu bölümünde ayrıca, ideolojik dönüşümün bir sonucu ve aşağıdaki temel sorularla da ilişkili olarak Türkiye özelinde; -siyasal İslam’ın neden 1980 sonrasında yükselişe geçtiği? ve 1980 sonrasında neoliberal-muhafazakâr ittifakın biçimlendirdiği “yeni siyaset 279 tarzı”nın siyasal İslam’ın yükselişini ne yönde etkilediği? üzerinde de durulacaktır. Bütün bunlar, kültür politikalarının neoliberalizmle uyumu, buna bağlı olarak muhafazakar söylemle eklemlenişi ve bunun Türkiye özelinde siyasal İslam’ın yükselişiyle örtüşmesi bağlamında çözümlenmeye çalışılacaktır. Böylece, ekonomi-politik olarak serbest piyasanın temel değer olarak yüceltildiği bir ortamda, ideolojik olarak sınıf siyasetinin kimlik siyaseti içinde dönüştürülmesinin yeniden yapılanmanın meşruiyeti üzerindeki ideolojik etkisi anlaşılabilecektir. İdeolojik dönüşüme ilişkin hakim paradigma içinden yazarlara referansla yapılacak eleştirel bir değerlendirme ile de hakim paradigmanın eksik yönleri ortaya konularak bütünlüklü bir değerlendirme imkanı üzerinde durulacaktır. 6.1. NEOLİBERAL EKONOMİ POLİTİKALARI ÜZERİNDE KİMLİK POLİTIKALARININ İDEOLOJİK İŞLEVİ Özellikle 1994 ve 2001 krizlerinin ardından ekonomi-siyaset ayrımını derinleştiren düzenlemelerle ekonominin “nesnel”, “tarafsız” ve teknik alana ait bir konuymuş gibi algılanması, siyasal partiler arasındaki ekonomi politikalarına ilişkin farklılıkları da belirsizleştirmeye başlamıştır. Bunu toplumsal düzeyde bir yandan siyasal öznelerin siyaset, ya da karar alma süreçlerinin dışında bırakıldığı ve neoliberal dönüşüm politikalarına ilişkin karar alma süreçlerinin siyaset dışıymış gibi gösterildiği, diğer yandan da sivil toplum-devlet karşıtlığı söyleminde demokrasi adına sivil toplumun yüceltildiği bir söylem izlemiştir. Wood’un ifadesiyle, insan özgürlüklerini devlet baskısına karşı koruma biçimi ile kapitalist ilişkiler savunusunu üstlenme tehlikesi arasında kalan sivil toplum’cu siyaset (2003: 282); kimlik, farklılık, kültürel öğeler ve toplumsal cinsiyet gibi ekonomiyle doğrudan ilişkili olmayan konuların siyaset alanına taşınmasını sağlamıştır. Ekonomi ile doğrudan ilişkili unsurların siyasetin dışında bırakıldığı bu alanın, kimlik siyasetine ayrılması ise uluslararası düzeyde kapitalist ilişkilerin gittikçe bütünselleştiği bir aşamada, bu ilişkilerden bağımsız olmayan, muhalif siyasal öznelerin bütünlüklü örgütlenmelerinin parçalanmasıyla mümkün olmaktadır. 280 Bu, kimlik ve kültür gibi farklı bağımsızlaşma özlemleri içinde olan dönüştürü siyasal öznenin siyasetten geri çekilmesi biçiminde pratiklik kazanmaktadır. Toplumsal gerçeklik ve bilinç biçimleri arasındaki zorunlu bağlantının ideolojinin bir görünümü olduğunu söyleyen Eagleton’a göre, “kültürel” konulara ilgide olan bu artış, “siyasal geri çekilmenin ideolojisi” postmodernizm ile ilgilidir (1991: 25). Toplumsal gerçekliğe ilişkin “bütünlük”, “esas”, “görünüm” ve “belirlenim” gibi kategorilerin yerine eklemlenme, söylem, görecelik ve rastlantısallık kavramlarını öne çıkaran (Çulhaoğlu, 2002: 401) postmodernizm, gerçekliğin düşünceler dünyasında açıklanabileceğini, bu nedenle de onun nesnel bir tanımına ulaşılmasının mümkün olmadığını belirten bir söylemi esas alır (Callanicos, 2001: 15; Eagleton, 1999: 30). Kimlik ve kültür gibi tikel olanın araştırma nesnesi olarak alındığı Weber esinli bu söylem, kapitalist toplumsal ilişkilere yönelik ekonomi, siyaset, sınıf ve tarih gibi temel kategorilerin bütünlüklü bir eleştirisini analizinin dışında bırakır (Wood, 2003: 14-15). Bu anlatı siyasi ve ideolojik olanla sınıfsal konum arasında, “hiçbir biçimde mantıksal bir bağlantı olmadığı” iddiası ile (Eagleton, 1999: 30) toplumsal sınıf kavramının anlam üretme ve aidiyet oluşturma niteliklerinin artık geçerli olmadığını iddia eder. Çünkü toplumsal sorunlara bütünlüklü yanıtlar verilmesi arayışının yerini, her kısmi toplumsal soruna kısmi bir çözüm üretilmesi arayışı almıştır artık (İnsel, 2008: 23). Bu nedenle, işçi sınıfını ve tarihi itici bir güç olarak gören sınıf mücadelelerinin vurgulandığı Marksist anlatıdan vazgeçilmesi gerekmektedir. Kitleleri egemen sınıflardan ayıran çizgi, sınıf sömürüsüne paralel olmadığından “kitleler” ile “sınıflar” arasında bir yapısal yerinden-oluş söz konusudur (Laclau ve Mouffe, 2008: 100). Bu, sınıfların anlamlı kategoriler olarak alınmaması sınıf mücadelelerinin de artık tarihi yapan asli dinamik olarak ele alınamayacağı anlamına gelmektedir. Sınıf olgusunun etkili varlığı ve anlamı kalmadığından sınıf mücadelelerinin de öznesi kaybolmuş demektir (İnsel, 2008: 22). Oysa “toplumsal yaşamdaki fikir, inanç ve değerleri üreten genel maddi süreç” olarak ideoloji ve “kültür”’ün benzer süreçlerin bir sonucu olması, belirli bir toplumdaki bütün anlamlandırma pratiklerini ve simgesel süreçleri kapsayan bir kompleksin tamamına karşılık 281 gelmesiyle ilgilidir. Bu anlamda ideoloji, siyaset ve ekonomi gibi toplumsal pratikler kendilerinden çok bireylerin bu pratikleri “yaşama” biçimlerini de ima etmektedir (Eagleton, 1996: 48). “Politik açıdan muhalif, ekonomik açıdan işbirlikçi” (Eagleton, 1999: 155) olarak tarif edilen postmodernizm, tıpkı soğuk savaş dönemi modernleşme ideolojisi106 gibi liberal yaklaşım ve Weber esinli yapısalişlevselci anlatımla uyumludur. Çalışmanın birinci bölümünde de belirtildiği gibi, ekonomi ve siyaset kategorileri arasındaki ilişkiselliğin reddedildiği bu anlatıda; ekonomik alan teknik-“tarafsız” ve siyasal süreçlerin dışında, siyasal alan ise toplumsal-maddi belirlenimlerinden özerk görülmektedir. Devlet toplum ilişkilerinin analizinde hakim paradigma üzerinde de oldukça etkili olan bu anlatı, açıklanması toplumsal gerçekliğin bakımından, 1980 kültürel öncesi ve süreçlere sonrası vurgu yapılarak ekonomik-siyasal ideolojilerin ortak bir özelliğini sunar. Tıpkı uluslararası konjonktürün de etkisiyle modernleşmenin Türkiye gibi Batı dışı toplumlar için ulaşılacak bir ideal olarak görülmesinde olduğu gibi, devlet’in gücünü sınırlayacak Batı tipi bir sivil toplum’un oluşumu da postmodernizmle ilişkilendirilir. Başka bir ifadeyle, postmodernizmin 1980 sonrasının hakim ekonomi-politiği neoliberal politikalarla107 ilişkisinde olduğu gibi, modernleşme kuramı da dönemin hakim 106 Soğuk Savaş sonrasında yeni ittifaklar arayan Türkiye, ABD’nin verdiği askeri ve ekonomik yardımlardan faydalanmak için 1948 yılında Marshall Planı’na dahil olarak, soğuk savaş dönemi komünizmle mücadelede işlev yüklendi. Bu anlaşmayı izleyen yıllarda çeşitli Amerikan heyetleri Türkiye’ye gelerek izlenecek ekonomi, siyaset ve sanayileşme stratejisi için dış politikanın ve tüm bunlara bağlı olarak yönetim-idare sisteminin modernize edilmesine ilişkin raporların hazırlanmasında öncü oldu. Örneğin 1961 askeri müdahalesinin ardından, “İdari Reform ve Reorganizasyon Hakkında Ön Rapor” ve Merkezî Hükümet Teşkilâtı Araştırma Projesi (MEHTAP 1963) Rapor’u rasyonel işleyen bir yönetim-idare sisteminin kurulması ve devletin kalkınmadaki rolünün ne olacağı üzerinedir. Bu minvalde 1971 askeri müdahalesinin ardından “İdari Reform Danışma Kurulu Raporu”, 1980 askeri müdahalesinin ardından KAYA (1990) (Kamu Yönetimi Araştırması) Genel Rapor’u yönetsel yapının modernleşmesine ilişkin olup, modern ulus-devletin yönetim-idare aygıtının Batı toplumlarınınkine yaklaştırılmasını, yani kapitalist biçimin kabulünü, yerleşmesini ve kapitalist ülkelerle uyumu ifade eder. 107 1980 sonrasında Türkiye’nin dünya işbölümünde üstlendiği rol gereği, standart teknoloji ürünlerini ihraç ederken ileri teknoloji içeren ürünleri ithal etmektedir. Standart teknoloji kullanımının tamamlayıcı öğesi ise düşük ücret düzeyleri, yani ucuz emek gücü piyasasıdır. Bu da rekabet edebilmeyi mümkün kılan en önemli faktördür. “Avrupa” işbölümünde Türkiye’ye düşen görev’de budur. 24 Ocak 1980’de alınan bir dizi karar, Türkiye’nin dünya ekonomisiyle entegrasyon biçiminin neoliberal esaslara dayandırıldığı ve serbestlik gereği işlediğini ifade eder. İthal ikameci stratejinin 282 ekonomik-siyasal modeli kalkınmacı politikaların meşruiyetini oluşturmuştur. Dolayısıyla her ikisi birden ekonomik alanın “nesnel”, siyasal alanın “öznel” düzeyde ele alındığı liberal yaklaşımla ve “geleneksel-modern” toplum söylemi ile de Weberci ideal tip’ ile uyumludur. Birbiriyle ilişkili kategorilerin özerk gerçeklikler olarak alındığı, bu kuramsal çerçeve içinden yapılan analizlerde, ya siyaset ve ekonomi tümüyle ayrı alanlara ait kategoriler ya da belirlenim ilişkisi bakımından siyasetin ekonomiye öncel olduğu gerçeklikler olarak görülmektedir. Postmodernizmi farklı kılan ise toplumsal ayrımların doğaları gereği içsel ve çoğul olmaları ve onların yok edilmesi için hiçbir umut bulunmadığı (Callanicos, 2007: 389) iddiasındaki nihai “evrensel söylem” olan “tarihin sonu” ile ittifak halinde olmasıdır. Amerikan yeni sağı ve İngiltere muhafazakârlığının Thatcher’cı kanadında görünümünü bulan bu söylem, neoliberalizmin egemen olduğu ideolojik bir zeminde herhangi bir toplu dönüşüm projesine olan güvenin azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan politik bir biçimi ifade eder (Callanicos, 2007: 284). Bu politik biçimin kapitalist ilişkilere yönelik eleştirisi ise ona doğrudan meydan okuma, ya da onunla mücadele etme tarzından ziyade, kapitalist toplumsal biçim içinde kendine bir alan açma şeklindedir. Bu yönüyledir ki kapitalizmin artık kalıcı olduğuna, herhangi bir toplumsal mücadele imkanının kalmadığına ilişkin anlayışı da beraberinde getirmektedir (Wood, 2003: 14-15). Dolayısıyla bütünlüklü bir siyasal eylemin uygulanabilir görünmediği, belki de böylesi bir eylemin olmadığı, mikro-politikaların siyaseti belirlediği bir dönem olarak postmodernizmin dönüştürücü siyasal özneye ilişkin yaklaşımı şöyledir; “..dönüştürülebilecek bir bütün olmayınca, bütünü dönüştürmek için elde hazır bir politik failin bulunup bulunmaması da sorun olmaktan çıkar” (Eagleton, 1999: 20). Ekonominin siyasal alanla, dolayısıyla da ideoloji ile belirleniminin ya da ilişkiselliğinin aksine, özerklik savunusu aynı zamanda kapitalist toplumsal ilişkilerin bütünlüklü bir eleştirisini yadsıyıp, bu ilişkilerden özerk bir alanın konusu olarak siyasal alan üzerine düşünmek anlamına gelir. Bu aynı tasfiyesi ve ihracata yönelik bir stratejinin uygulanmaya başlanmasıyla Türkiye, emek yoğun sektörler ve düşük ücretlerle dünya işbölümündeki yerini almıştır (Türkay, 2004: 201). 283 zamanda kapitalist ilişkilerin 1970’lerdeki krizine çözüm olarak sunulan neoliberalizmle uyumlu postmodern siyasetin kimlik, farklılık, kültür gibi ekonomi dışı görünen kategorilerinin, gerçekte ekonomik ve siyasal süreçleri etkileyecek sivil bırakılmasının bir toplumun önemli dışavurumu bir kesiminin olduğunun da siyasetin gözardı dışında edilmesidir. Güveloğlu’nun da belirttiği gibi, kimliksel çatışmalar siyasetin belirleyici çatışmalarının ekonomi-dışı faktörler üzerinden yeniden kurulması anlamına gelmektedir (2004: 30). Böylece, toplumsal-maddi belirlenimleri ile ilişkisi kopartılan dönüştürücü siyasal öznenin dağınık, parçalı ve tek tek bireylerden oluşan tikelleştirilmiş siyasetinin yükselişinin aksine, kapitalist ilişkilerin neoliberal politikalarla aldığı biçimin eskisine göre daha küresel konumlandığı bir ortamda, sermayenin uluslararası düzeyde bütünleşmesinin totalleştirici etkileri de görünmez olur. Yani bütün kurumlarıyla kapitalist devletin, bu niteliği değişmeksizin bütünsel bir biçim değişikliği içinde olduğundan değil, sivil toplum’un gelişimine bağlı olarak, “güçlü devletin zayıflamasıyla” farklılık ve tanınma siyasetinin özgürlükleri arttırdığı vurgusu, kapitalist ilişkilerin sistemsel birliği, nesnel yapıları ve bütünleştirici zorlamalarından bağımsız olarak anlatılır. Türkiye örneğinde de görüldüğü gibi, 1980’lere kadar hem kapitalist ilişkilerin Türkiye’de yerleştirilmesinin, hem de ekonomik-yönetsel-siyasal aygıtların bu ilişkilere uyum sağlayacak biçimde yeniden yapılanmasının meşruiyetini devlet merkezli modernleşme anlayışı oluşturur. Kapitalist toplum idealinin farklı bir biçimde takip edildiği 1980 sonrasında bunun yerini, piyasanın yüce bir değer olarak kabul edildiği, devlet-piyasa karşıtlığı söyleminde sivil toplum’cu post-modernleşme ideolojisi aldı. Egemenliğin mevcut kurumsallaşmış biçimlerini meşrulaştırıcı işlevi ile modernleşme kuramı bilindiği üzere, Batı toplumsal-siyasal-ekonomik örgütlenme tarzını tüm dünyanın kaçınılmaz olarak ulaşması gereken bir ideal olarak benimsediğinden Batı dışında kalan toplumların “modernleşmek” için önce kapitalistleşmesi ve sanayileşmesi gerektiği üzerine kuruludur. Sivil toplum’a özgü bireysellikle temellendirilmiş “hoşgörülü”, “çoğulcu”, “özgürlükçü” kültür kodlarının yerleştirilmesine ise ancak kapitalist ekonomik örgütlenme 284 sonrasında sıra gelecektir (Köker, 1992: 151-2). Yani modernleşmenin bir göstergesi demokrasiye geçiş için ekonomik ve kültürel altyapının hazırlanması gereği, Batı dışı toplumların demokrasinin toplumsal ön koşullarını gerçekleştirinceye kadar demokrasiden vazgeçtikleri bir duruma işaret etmektedir (Köker, 1992: 152). Bu döneme tekabül eden 1980 öncesi durum, Türkiye’de kapitalist ilişkilerin yerleştirilmesinin “güçlü devleti” gerektirdiği gerçeğinin aksine, ana akım söylemce devletin kurucuları olarak tanımlanan bürokratik elitlerin, Türkiye kalkınmasını otoriter biçimde, düz bir çizgide, “çağdaş uygarlık düzeyi”ne ulaşmak için “güçlü devlet”i zorunlu gördükleri devlet merkezli kalkınma/kapitalistleşme dönemidir (Barkey, 2000: 88). Devlet merkezli modernleşme ideolojisine göre, Türkiye gibi Batı “ilerlemesi” dışında kalan toplumlar için Batı kültürel pratiklerine, ekonomik ve toplumsal yapısına bir an önce ulaşmanın tek yolu; “güçlü devleti” gerektirmiştir (Toprak, 1996: 40). Kapitalist ilişkilere eklemlenmenin yoğunlaştığı bu dönem, bu anlayışın meşruluk zeminini ise toplumu homojen bir kültürel-ekonomik bütünlük olarak kavrayan ve “ulusal birlik” esasını oluşturmak isteyen “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olarak toplum söylemi oluşturmuştu (Köker, 2008: 245). Devlet merkezli modernleşme ideolojisinin toplum söyleminin laik ve modern niteliği ise, geleneksel değerleri ve mahalli bağları dışarıda bırakarak “cemaat” ile milletin özdeşleşeceği, mahalli farklara izin vermeyen bir anlayışa neden olmuştu. Örneğin “Batılı-olmayan” karakteriyle İslam; gelenekler, değerler, kurallar ve normlar setiydi ve tıpkı Kürt dilinin kamusal alanda ve eğitimde kullanılmasının yasaklanması gibi İslam dini de özel alanın bir konusunu oluşturmaktaydı (Keyder, 1987: 178; Toprak, 1996: 40; Keyder, 2004: 72-3). 1980 sonrasına gelindiğinde ise kültürel düzeyde “evrensel” Batı uygarlığı efsanesine karşı eleştiriler ve modernizme dayalı ideolojilerin krizini takip eden postmodern kimlik politikalarındaki yükselme, Türkiye’de de devlet merkezli modernleşme ideolojisinin eleştirilmeye başlanmasını ve bunun yerine “alternatif kazanmasını modernleşme”/postmodernleşme sağladı. Hakim pardigmaya söyleminin göre, devlet yaygınlık merkezli modernleşmenin “türdeş toplum”unun özellikle kimlik, etnisite ve din gibi yeni 285 toplumsal-siyasal talepleri karşılayamaması; sivil toplumun gelişmeye başlaması ve siyasal alana ilişkin yeni referans noktası olarak kültürün alınmasıyla ciddi meşruluk krizine neden olmuştu. Başka bir ifadeyle, 1980 sonrası ekonominin liberalizasyonunu takiben 1990’larda kimlik-farklılık taleplerinin kamusal alana taşınmasındaki yükselişin neden olduğu devlettoplum ilişkilerindeki çok boyutluluk, devlet-toplum egemenliği ve homojen bir kimlik temelinde yönetme mantığının “meşruluk krizi”ni ortaya çıkarmıştı (İçduygu ve Keyman, 1998: 144). Buna göre özellikle 1990’lardan itibaren demokrasi ve siyasette küresel referans noktalarının alınmaya başlanmasıyla, yeni sivil toplumsal aktörlerin ve yeni anlayışların ortaya çıkması ve modernleşmenin yeni dilinin oluşması (postmodernleşme), kültürel faktörleri siyasal faaliyetlerin önemli unsuru yapmıştır (Keyman, 2005: 109). “Ekonomik istikrarı engelleyici siyasal kutuplaşmaları” artık sol ve sağ arasında bölünmemiş bir şey olarak tanımlayan bu söyleme göre, AB sürecinin de etkisiyle ılımlı İslami kanatlar ve Kürt hareketinin sivil toplumun içine dahil olmasıyla çelişkiler/karşıtlıklar genellikle sivil haklar alanına inmiştir (Keyder, 2004: 77). Böylece “ulusal kimlik”le özdeşleşmiş kamusal yararın taşıyıcısı vatandaşlık modelinin yerine, toplum ve ekonomi üzerinde devlet müdahalesinin minimize edilmesini öngören “liberal” ya da “liberal demokratik” anlayışla bireyin hak temelinde tanımlandığı özne-vatandaş modeli etkinlik kazanmaya başlamıştır. Devlet merkezli anlayışın ödevler üzerine kurulu bireyi üzerindeki toplumun belirleyiciliğinin, yani toplumsal olarak belirlenmiş amaçların bireyin vatandaşlık ödevlerini belirlemesinin aksine, liberal modelde bireyler bağımsız özerk yapılar olarak ele alınmaktadırlar (İçduygu ve Keyman, 1998: 146, 150). Bireysel özerklik ve farklılıklar nedeniyle de artık sınıf katmanları arasındaki eşitsizliklerden değil, bireyler arasındaki eşitsizliklerden sözedilmesi gerekmektedir. Modern döneme özgü sınıf farklılıkları arasındaki dikey eşitsizliğe dayalı sınıflı toplum algısının yerini insanlar arasındaki yatay eşitsizliğe dayalı birey-toplumu almıştır. Çünkü bireyselleşmenin artması, kişilerin ortak ekonomik-maddi konumlarından kaynaklı aidiyetliklerinin yerinin farklılığa dayalı öznel kimliklerin alması anlamına gelmektedir (İnsel, 2008: 21). 286 Görüldüğü gibi ideolojinin görevi, siyasal birliğin temelini oluşturacak öznellik biçimleri üretmektir. Bu bir dönem vatandaş iken, 1990’lar sonrasında alt kimlikler ve ötekilik biçimine evrilmiştir. Bu anlamda sivil toplumcu ve farklılık esasına dayalı her türlü siyasi proje savunusu tıpkı 1980 öncesinde “modernleşme” ve “vatandaşlık” da olduğu gibi egemen sınıfın politik birliğine ve hegemonyasına hizmet etmektedir (Güney, 2006: 186). Başka bir ifadeyle 1980 sonrası devlet-toplum ilişkilerine dair salt ekonomik anlamda bir dönüşüm değil, aynı zamanda ideolojik alanda da liberal-bireyci bir devlet kuramının öngördüğü “özerk bireyler” in oluşumunu sağlayacak bir dönüşümden sözedilebilir (Yalman, 2004). Bu dönüşümle birlikte Türkiye’de devlet toplum ilişkilerinin analizinde, toplumsal gerçekliği “kültüre” referansla açıklayan hakim paradigmanın “güçlü devlet-zayıf toplum”, “bürokratik elitlersiyasal elitler” ve “merkez-çevre” çatışması gibi tez’leri devlet-piyasa, devletsivil toplum, özne-öteki gibi biçimlere evrilmiştir. Biçim’in toplumsal olana ilişkin gerçekliğin esasına yönelik herhangi bir farklılaşmadan ziyade, görünüm üzerinde bir farklılaşmaya işaret ettiği hatırlandığında, bu söylemsel dönüşümün ideolojik meşruiyet üzerindeki etkisi anlaşılabilir. Şöyle ki; modernleşme kuramının soğuk savaş döneminde yerine getirdiği ideolojik görevin bugün postmodern kuramca (ideoloji108) üstlenilmesi, yani kapitalist ilişkilerin yeniden üretiminde gerekli olan “kültürel çalışmalar” işlevinin bugün aldığı biçimin post-modern söylemle örtüşmesi (Güney, 2006:179-80), kapitalist devletin esasına ilişkin bir farklılaşmayı değil, kapitalist ilişkilerin dönemsel krizlerine karşı yeniden yapılanmasının aldığı biçimsel bir dönüşümü ifade etmektedir. 108 Güney, postmodernizmi bir kuramdan çok bir ideoloji olarak ele alır. Buna göre içinde bulunduğumuz çağın ideolojisi postmodernizm, yaşadığımız dönemin toplumsal gerçekliğin kendisini de bu gerçekliğin yaratısı olduğu gerçeğini örtecek biçimde yeniden tanımlamaktadır. Bu tanımlama çerçevesinde doğrudan siyasal etkinliği ve algılayışı değiştirecek biçimde insan, toplum, toplumsal ilişki biçimleri yeniden formüle edilmektedir (2006: 179). 287 6.2. YENİ SİYASET TARZI: YENİ SAĞ YA DA NEOLİBERAL- MUHAFAZAKÂR İTTİFAK 1980 sonrası siyaset, yirminci yüzyılın iki rakip ideolojisi liberalizm ve muhafazakârlığın109 birleştirilmeye çalışıldığı bir dönemi ifade eder. Kalkınmacı dönem devlet merkezli anlayışın ve onun ekonomi politikalarının, liberalizmin merkezi kavramı “bireysel özgürlük” açısından sakıncalı görülmesi idealleştirilmiş bir “serbest piyasa ekonomisi”ni amaçlar. Bu, aynı zamanda toplumsal-siyasal dünya görüşü açısından belirli bir ulusal devletin ve o devleti oluşturan ulusal-geleneksel değerlerin üstünlüğünü vurgulayarak, “liberal-demokratik” bir düzenin gereklerini yerine getirmekten çok otoriter eğilimleri ağır basan muhafazakar ideoloji ve onun örgütlenmelerini sergiler (Köker, 1992: 81; Ashford, 1993: 19). Başka bir ifadeyle birey ve piyasa gibi liberal siyasal kuramın temel ilkelerini muhafazakâr kodlarla uyumlu kılıp bugüne uygulayan yeni siyaset tarzı, Reaganizm ve Thatcherizm’in kapitalist ilişkileri yeniden biçimlendirmesi sırasındaki ideolojik konumlanışını ifade eder. Paylaşılan değerler ve ortak kültürün toplumsal bağlılığı ve “medeni” varoluşu mümkün kıldığı iddiası muhafazakârlığın özellikle aile, din ve millet gibi geleneksel değerlerinin siyasetin temel belirleyenleri olduğu görünümünü verir. Dolayısıyla muhafazakâr düşüncenin “bireysel yaşamın vazgeçilmez bağlamı olarak dinin gerekliliği” konusundaki inancı ile birlikte “bireysel özgürlük” açısından olumsuz engel olarak görülen aile, köy ve din gibi sivil toplum alanına dâhil edilen kurumlar, birey ile devlet arasındaki ilişkiyi, yani toplumsal bütünlüğü sağlayıcı unsurlar olarak kabul edilir. Toplum içindeki sınıf farklılıklarını olağan karşılayan ve bu farklılıklara saygı gösterilmesi gerektiğini belirten muhafazakar düşünce, bu kurumların toplumsal varlığın istikrarlı işleyişi için önemine de dikkat çeker (Köker, 1992: 89-90; Sümer ve Yaşlı, 2010: 12). Görüldüğü gibi liberalizmle ittifak halinde olan yeni muhafazakârlık, Batı siyasal sisteminin mevcut kurumsal yapısını ve bu 109 Liberalizm ve muhafazakârlık arasındaki ilişki, Anglo-Sakson ve Kıta Avupası geleneğinde farklılık göstermektedir. Kıta Avrupası’nda örneğin, Fransız Devrimi’nin aydınlanma felsefesine bir tepki olarak çıkarken, İngiltere’de Burke 17. yüzyıl devrimini yüceltmekte ve liberal partiye destek vermektedir. Nitekim 1980’lerde Raegan ve Thatcher, Friedmancı serbest ekonomi politikalarının düşünsel çerçevesini nitelemek için “yeni liberalizm” ya da “yeni muhafazakarlık” kavramlarını kullanmaktadır (Köker, 1992: 84). 288 yapının işleyiş usullerini demokrasi açısından olumlu görmekle birlikte, kendi toplumsal siyasal geleneklerini Batı dışı toplumlar için ulaşılması gerekli bir ideal olarak görmeye devam eder. Bu nitelikleriyle de “bireysel özgürlük” kavramının pekiştirdiği “serbest piyasa ekonomisi” anlayışı ile 1970 sonrası kapitalizmin bunalımına çözüm sunar. Bunu yaparken de toplumsal eşitsizlikleri, çatışmaları, hoşnutsuzlukları ve bunların doğal sonucunda yaygınlık kazanabilecek olan radikal dönüşümlere yönelik düşünce ve eylemleri bastırmaya yönelir (Köker, 1992: 96). Benzer biçimde Türkiye’de de Reaganizm ve Thatcherizm gibi AngloAmerikan örnekleriyle örtüşen Özal’ın liberal-muhafazakârlığı, 1980’lerde sivil toplumun önemli bir kesimini oluşturan toplumsal güçleri siyasetin dışına iten düzenlemelere paralel “serbest piyasa ekonomisi”ni ulaşılacak nihai hedef olarak belirleyip, bunu yaygınlaşan bir otoriterlik ile beslemiştir. Dolayısıyla neoliberal-muhafazakar ittifak Reagan, Thatcher, Özal ve onun ekonomiksiyasal formülünü 2000’lerde tekrar kuran Erdoğan gibi siyasetçilere ekonomi programının yanı sıra muhafazakâr değerlerle uyumlu bir siyasal proje sunmaktadır. Bu anlamıyla liberalizm ve muhafazakârlık devletin temsil ettiği egemen gücün sınırlandırılması, bireylerle toplumun kendiliğinden işleyen ilişkilerine müdahale edilmemesi ve böyle bir müdahaleyi haklı gösterebilecek herhangi bir mutlak ilkenin mevcut olmaması gibi ortak esaslarda birleşmektedir (Köker, 2008: 286). Türkiye özelinde bu, liberal yaklaşımın siyasetin kültürel değerlere referansla tanımlanması esasına dayalı olarak, siyasal İslam’ın muhafazakar değerleriyle kültür ekseninde buluşmasından izlenebilmektedir. Bunun bir diğer anlamı, serbest piyasa ekonomisinin sivil toplumun özerkleşmesinin ekonomik, siyasal İslam’ın yükselişinin de kültürel boyutunu temsil ettiği anlamına gelmektedir (Göle, 1994: 218; Keyman, 2004: 129). 6.2.1. 1980 Sonrası Siyasal İslam’ın Yükselişi ve Resmi İdeoloji ile Eklemlenişi Modernleşme ideolojisinin seküler niteliğinin dinin siyasal alanın dışında tutulması için devlet müdahalesinin kurumsallaşmasını 289 amaçlamasının aksine, 1980 sonrası yeni siyasal stratejinin temel niteliği, popülist bir hareket olarak siyasal İslam’ın ve milliyetçiliğin yükselişi olarak tanımlanabilir. 1980 sonrasında serbest piyasayı hedefleyen ekonomi politikalarının benimsenmesi ve İslam’ın siyasal bir unsur haline gelerek siyaseti yönlendirmeye talip olması, beraberinde devlet merkezli kalkınma yaklaşımına yönelik ortak muhalif bir hareketi doğurdu. Bu birleşme Buğra’nın ifadesiyle, yeni siyaset tarzı ideolojisinin iktidar ilişkilerinin resmi bir unsuru olarak siyasal İslam’ın, 1980 sonrasında devlet-din ilişkisinin dönüşümüyle, Türk-İslam sentezi olarak bilinen ideolojik pozisyona evrilişini ifade eder (2002: 189). İslamcı-seküler kutuplaşması ve ‘yeni cumhuriyetçilik’ tartışması altında kendisini dışa vuran ve postmodern bir söylem ile sürdürülen “Türk-İslam” sentezi tartışması, sivil toplum-devlet karşıtlığı ve kimlik-din gibi kültürel alana ilişkin unsurların siyasal faaliyetlerin merkezini oluşturmasıyla meşruluk kazanır. Toprak’ın da belirttiği gibi, devlet merkezli yaklaşımın bir özelliği olarak devlet politikasının kimlik, din ve ekonomi üzerindeki sıkı kontrolüne yönelik uygulamalarının sorgulanması (1996: 111), siyasal İslam’ın yükselişine uygun bir zemin hazırlamıştır. Devlet merkezli yaklaşım ve buna muhalif hakim söylem arasındaki tartışmanın bu biçimde, kapitalist ilişkilerin özüne dokunmadan, kültürel düzeyde yapılması; 1980 sonrası neoliberal politikaların da kapitalist ilişkilerin aldığı yeni bir biçimden ziyade, toplumsal ilişkilerin mücadele alanı olarak devletin 1980 öncesi görünümünden farklılaşmaya başladığı yönündeki değerlendirmeye haklılık kazandırır. Hakim paradigma içinden yazarlardan da anlaşıldığı kadarıyla bu farklılık; devlet-sivil toplum, devlet-piyasa, özneöteki gibi karşıtlıklar biçiminde olup, “devlet dışı” alanın genişleyerek demokratikleşmeye önemli bir adım atılması biçimindedir. Örneğin hakim paradigma içinden Keyman, postmodern söylemle örtüşen bir içerikle “Türk Modernleşmesi”nin bu yeni biçiminin, sivil toplum’un gelişmeye başlamasıyla ekonomik liberalizasyonun yanı sıra, geleneksel olanın yeniden canlanmaya başladığı ve ‘otantikliğe dönüş’ görünümü aldığını (2005: 109; benzer yaklaşım: Keyder, 2004: 79) belirtir. 1980 öncesi ve sonrası siyasetin niteliğine ilişkin bir karşılaştırma yapan başka bir yazar (Göle 1994), 290 1980’lerdeki siyasal tartışmaların merkezini devlet merkezli ideolojiden ziyade, sivil toplum’a ilişkin farklılılık “politika”larının oluşturduğunu söyler. Buna göre sağ-sol ayrımının varlığını reddeden düzenlemelerle ideolojik çatışmalar yumuşatılmış, ekonomik ve sosyal konular üzerinde kolayca uzlaşma sağlanmış, siyasal ve kültürel konularda da İslam ve milliyetçilik gibi konular öncelikli olmuştur. Kültürel farklılık ve çoğulculuk sayesinde de (Göle, 1994: 213; Heper, 2002: 71) merkez’e farklı grupların dâhil olabilmesi mümkün olmuştur. Özellikle üst-düzey sivil kamu bürokrasisinde yer alanların izledikleri sosyo-politik yükselme çizgisi ya milliyetçi-ırkçı, ya da İslamcımuhafazakâr bir çizgi olduğundan devlet merkezli anlayış dönüşmeye başlamış, “kenar merkeze nüfuz etmiştir” (Kalaycıoğlu, 1990: 486). 1980 sonrası siyaseti devlet-sivil toplum karşıtlığında analiz eden hakim paradigma içinden bu yazarların söyleminin aksine, burada sorulması gereken; 1980’lerin ilk yarısında askeriyenin siyasal alanı radikal biçimde sınırlandırdığı, devlet otoritesine tehdit olarak algıladığı oluşumları yasakladığı bir ortamda, nasıl olup da sivil toplum’cu siyasetin bir unsuru İslami gruplar toplumsal önemlerini arttırabildi? Öte yandan, askeriye bir yandan Kemalist ideolojiye bağlılığını ilan etmesine rağmen, nasıl oldu da İslami söylemle eklemlenebildi? (Bkz: Birtek ve Toprak, 1994: 5). 1980 sonrasında resmi ideoloji’nin110 geçirdiği dönüşümle siyasal İslam’ın yeniden biçimlenmesi arasındaki ilişkinin yanı sıra, 1980 öncesinin “çatışmalı, kutuplu, istikrarsız” siyasal ortamının sınıfsal farklılıkları reddederek “kültürel bir ortak değer” olarak İslam’ın bütünleştiriciliğini nasıl bu ideolojinin bir parçası haline getirdiğinin anlaşılması, bu soruların cevaplanmasıyla mümkündür. Siyasal 110 Savran’a göre egemen ideoloji; “ bir tarihsel çağın sınıfsal egemenlik ilişkileri tarafından belirlenen, tabi sınıflara da çeşitli yollardan aktarılan tüm toplumsal formasyonun yeniden üretimine katkıda bulunan ideoloji” iken, resmi ideoloji ise “bir devletin, verilmiş bir tarihsel zaman diliminde, kendini meşrulaştırmak için tüm topluma çeşitli yollardan yaymaya çalıştığı görüşlerin bütünü” nü ifade eder(1985: 195). Çulhaoğlu bu tanıma ideoloji ile resmi ideolojinin birbiriyle geçişim ve karşılıklı beslenme kanalları olduğunu, yani egemen ideolojinin resmi ideolojiyi, resmi ideolojinin de egemen olanını beslediğini ekler. Buna göre her birinin belli bir andaki biçimlenişi ve içeriği diğerinin etkilerini taşır. Resmi ideoloji esnekliği en az olan ideoloji kategorisi olup, bir kez biçimlendikten sonra sınıf mücadelelerinin getirdiği yeni koşullardan görece daha az etkilenmektedir(2002: 183) 291 İslam’ın resmi ideoloji ile eklemlenerek yeniden biçimlenmesinde, en azından söylem düzeyinde sınıf siyasetinin sona ermesi, bunun yerine kimlik politikalarının yükselmesi ve yeni siyaset tarzı’nın “küçük ama güçlü devlet”inin yükselen Kürt hareketini ve sınıfsal çatışmaları siyasal İslam içinde elimine etme gücünün önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Şöyle ki 1980 sonrasında askeri müdahale liderleri tarafından ulusun İslami kimliğinin anlaşılma biçimi, “toplumsal birleştirme-bütünleştirme” stratejisi ile ilgilidir. İslam’ın toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatta çok önemli bir unsur olmasına (Buğra, 2002: 189) dayalı bu strateji, kitlelerin sınıfsal kimlikleri ile dinsel ve etnik olanlarının yer değiştirmesi, bu sayede de ekonomik-siyasal istikrarsızlığın/çatışmanın önlenebileceği düşüncesine dayanır. Askeri müdahalenin Türk-İslam sentezi ile eklemlenme biçimi ise örneğin Atatürkçülüğün öne çıkarılması, sentezdeki İslamcılık vurgusuna rağmen değil, tam da bu nesnel gerçekliği ve sentezin müdahaleden önceki dönemle kıyaslandığında Atatürkçülüğe yer açmak zorunda kaldığı (Dursun, 2003: 59-60) durumuyla ilgilidir. 1980 öncesinin çatışmalı alanlarından biri olarak İslami grupların artan militanlığını gören askeri müdahale, 1980’lerin siyasi denkleminde merkezi bir değişken olarak siyasal İslam’ın durmasına zemin hazırlamıştır (Birtek, Toprak, 1994: 5). Bu, başka bir ifadeyle, devletin varlığı ve bütünlüğü anlayışına eklemlenmiş bir siyaset mantığının, İslami değer ve pratikleri sömürgeleştirebilme ve kendisine eklemleyebilme becerisidir (Köker, 2008: 263). Toplumun önemli bir kesiminin siyasetin dışında tutulduğu müdahale sonrasında ve “sınırlı demokrasiye geçiş” döneminde, “siyasal istikrarı bozan” “radikal çatışmalar”ın engellenmesi, her türlü siyasal faaliyetin sınırlandırılarak, devletin otoriter bir biçimde yeniden örgütlenmesine neden olmuştu. Böylece bir yandan muhafazakâr kodlar sağlamlaştırılırken, öte yandan da hem İslami faaliyetler kontrol altında tutulabilmiş, hem de toplumsal çatışmalar baskılanarak “siyasal istikrarsızlığın ekonomik krizlere neden olmaması” için siyasal istikrar ve sağlamlaştırılmasına çalışılmıştır. Başka bir ifade ile; toplumsal düzenin 292 “..devlet ideolojisine dahil edilen idareten denetli örtük İslami söylem bir yandan bireyi devletle irtibatlandıracak, öte yandan da farklı sınıf ve tabakalar arasında birleştirici bir güç olmaya yarayacaktı. Her iki halde de geleneksel ekonomik ilişkilerin süratle piyasalaştırılmasının doğurabileceği çatışmaları kontrol edebilecekti… bu ülke ekonomisini uluslararası rekabete açma niyetindeki politikacılar için çok çekiciydi” (Birtek ve Toprak, 1994: 7). Dolayısıyla bir yandan İslam’ı, siyaset alanından uzaklaştırmak öte yandan da resmi bir din anlayışını devlet iktidarının asli bir unsuru olarak kurumsallaştırmak anlamında “Türk-İslam” sentezi ideolojisi, toplumsal muhalefeti kontrol altına alma ve muhafazakâr güçlerin iktidarını pekiştirme yönündeki çabaların merkezine yerleşmiştir (bkz: Buğra, 2004: 128). Milliyetçilik ve muhafazakârlıkla birlikte Türk sağının hallerinden biri olarak İslamcılık (Bora, 1999), “Türk-İslam sentezi” ile hem din alanının Türkiye tarihinde eşi görülmedik şekilde güçlenmesinde, hem de Türk İslamcılığı’nın yükselmesinde önemli bir rol oynamıştır. Tarihsel olarak Türk-İslam Sentezi ideolojisi, 1960’larda milliyetçimuhafazakâr kesimin yükselmekte olan solu hedefine alarak karşıhegemonya biçiminde içine girdiği arayışın bir sonucu olup, 1967’de Milli Türk Talebe Birliği (MTTB)111 öncülüğünde toplanan “Birinci Milliyetçiler Kurultayı”nda temeli atılan ve AP’nin iktidar olduğu 14 Mayıs 1970’de kurulan “Aydınlar Ocağı”na dayanmaktadır (Yaşlı, 2010: 211). Aydınlar Ocağı’nın 1973’de ortaya attığı senteze göre, Türklük ve İslamiyet milli kültürün iki belirleyici unsurudur. İslam, milli kültürün birliği ve bütünlüğünü sağlayacak tek unsurdur. Türk kültürünün üstünlüğü ve hakimiyetinin sürmesi İslam dininin Türk kültürüne en uygun din olmasıyla ilgilidir. İslam dini olmasaydı, Türk kültürü yaşayamaz, Türkler de olmasa İslam güçlenip yayılamazdı biçimindedir (Dursun, 2003: 70-5). Sentezin din hakkındaki görüşleri kısaca şöyledir; “…dinsiz ilim felakettir, din ile ilim arasında asla çelişki ve çatışma yoktur”, “ülkede bir din-ahlak bunalımı” vardır, “insanlarımızı dindar yapacak milli eğitim devrimi, din-ahlak bunalımını kökten çözecektir”, kalkınmanın, 111 1960’larda MSP’nin gençlik örgütü haline gelen MTTB, taşradan büyük şehirlere okumaya gelen ya da büyük şehirlerde muhafazakâr aile ortamında büyüyen gençler için bir tür sığınaktı ve antikomünizm bağlamında ülkücü hareketin içinde yer alıp sokakta aksiyoner bir görev almaktan daha güvenliydi. R.Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç, Abdulkadir Aksu, Cemil Çicek, Ali Coşkun, Ömer Dinçer, Beşir Atalay, Hüseyin Çelik’in üyesi olduğu Birlik, Vakıf aracılığıyla 2000’lerde Erdoğan’ın iktidara yürüyüşüne de destek vermiştir (Yaşlı, 2010: 223). 293 “kültürel temeli, din ve ahlak, din ve milli şuur olmalıdır”, kalkınma “din ve ilimi, mana ile bedeni dengede tutmalı, ahenk içinde birlikte yürümelidir”(Güvenç ve diğerleri, 1991: 55-6 akt: Şen, 2006: 223). 1960’ların radikalizmine karşılık olarak Aydınlar Ocağı’nın sunduğu bu “yeni cumhuriyetçi” ideoloji, önceki Cumhuriyet’in milliyetçiliği ve evrenselliğinden farklı olarak milliyetçiliği, birleşik bir kültürel ve dini cemaatçiliğin sınırları içinde tanımladı (Birtek ve Toprak, 1994: 6; Şen, 2006: 223). Bununla 1960 sonrasında yaşanan toplumsal-siyasal dönüşümlerin neden olduğu çatışmalara çözüm getirmek ve sol’un yükselişini önlemek için Türk sağının Türkçü-İslamcı bileşenlerini bir program etrafında birleştirmeyi amaçladı. Ocak ekibi, siyasete ilk ciddi müdahalesini ise güçlenen sol karşısında Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerine MHP ve MSP’nin katılmasını sağlayarak yapmıştı (Bora ve Can, 2000: 153). MC hükümetlerinin 1980’lerde yükselen neoliberal-muhafazakar ittifak’ın siyasal fikir ve kadrosal zeminini hazırladığını ve daha sonra kurulan tüm sağ hükümetlerin MC hükümetlerinin temel özelliklerini taşıdıkları söylenebilir. Ocak, 1991 genel seçimlerinde MSP’nin devamı RP ve MHP’nin devamı MÇP’nin seçim ittifakı kurmasında ve iki partinin de 1980 askeri müdahalesinden sonra Meclis’e girmesinde etkili olmuştur (Şen, 2006: 226-7). Sentez’in devlet nezdindeki kabulü ve resmi ideolojinin parçası haline gelişi ise “yeni cumhuriyetçilik” ideolojisi biçiminde “milli birlik ve bütünlük” siyasi söylemi ile esasında “tek biçimlilik” ve “siyasal istikrar”ın hedeflendiği 12 Eylül askeri müdahalesinin hemen sonrasına rastlar. Bu yıllarda siyasetin apolitizasyonunun bir sonucu olarak aynı inanca hizmet eden inananların oluşturduğu cemaat aracılığıyla, toplumsal birlik ve dayanışmanın sağlanabileceği ve bu sayede de karşıt ideolojiler/çıkarlar arasındaki çatışmaların önlenebileceği düşüncesi yeni bir model olarak hizmet gördü (Birtek ve Toprak, 1994: 6; Köker, 2008: 262). Başka bir ifadeyle, 1970’li yılların siyasal ve ekonomik bunalımının aşılması, toplumsal-siyasal kutuplaşma ve çatışmalara son verilmesi, emekçilerin hak arayışlarının kısıtlanması, işçi sınıfının disiplin altına alınması, gençlik hareketlerinin bastırılması ve sol-sosyalist yükselişin engellenmesi “milli birlik ve bütünlüğün” sağlanmasından geçiyordu (Şen, 2006: 227; Dursun, 2003: 60). Bora ve Can’ın da ifade ettiği gibi sentezin başarısı; 294 112 “….sunduğu otoriter faşizan rejim tasarımının, 12 Eylül yönetiminin ideolojik destek ve meşruiyet ihtiyacına denk düşmesinden ileri gelmekteydi” (2000: 161). Müdahale sonrasında halkın “dini ihtiyaçlarını karşılama asli görevi”nin yanı sıra Diyanet İşleri Başkanlığı, ümmeti cumhuriyetle bütünleştirmek ve geleneksel aileyi korumak, onu ümmete dayalı tarih temelinde yeniden ele almak ve yeni toplumsal düzenin payandalarından biri haline getirmek gibi işlevler yüklendi (Birtek ve Toprak, 1994: 7). Diyanet İşleri’nin güçlenmesine paralel zorunlu din dersinin Anayasal kural olması, imam hatip okulları ve kuran kursu sayılarının artması, Alevi köylerine cami yapılması ve tarikatlarla ilişki kurulmasının yanı sıra, darbenin lideri Evren’in, “laiklik dinsizlik değildir”, “dinsiz devlet-millet olmaz”, “dinine bağlı olanlar devletine milletine karşı gelmez” biçimindeki söylemi darbenin dinle eklemlenen ilişkisinin bir görünümü olarak ifade edilebilir (Şen, 2006: 229; Toprak, 1996: 108). Neoliberal ekonomi politikaları gereği her şeyin özelleştirildiği bir dönemde din alanının siyasal öznesi Diyanet İşleri, İlahiyat Fakülteleri, İmam Hatip Liseleri ve resmi kuran kursları giderek daha fazla kamusal hizmetin alanını oluşturdu (Gülalp, 2001: 435). Böylece müdahale sonrasının yeni Anayasası’nda da somutlaşan serbest piyasa ekonomisinin oluşturulması, bunun için de, devlet otoritesini güçlendirecek ve siyasal katılımı asgariye indirecek hukuksal-yasal düzenlemelere ilaveten “milli birlik ve bütünlük” ideolojisi, toplumsal güçler arasındaki çatışmaları önleyici işlevi ile müdahale sonrası siyasetin bir unsuru oldu. Köker’in de belirttiği gibi, Türklüğün İslamiyet’le sentezine dayalı bu siyaset biçimi, kültürel farklılıkları devlet merkezli anlayıştan farklı bir biçimde, ama benzer amaçla, ulus-devletin birliğini meşrulaştıracak şekilde birbirine eklemleyen, bunu da devletin varlığını ve meşruluğunu tehdit etmeyecek bir tarzda kurmak isteyen bir oluşumdur (2008: 260). 112 Müdahaleden sonra Ocağa mensup akademisyenlerden; Ocağın Genel Başkanlığı’nı yapan isimlerden Salih Tuğ İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesine, üyelerden Ahmet Sonel Ankara Üniversitesi’ne, Ümit Akkoyunlu ise Atatürk Üniversitesine dekan oldular. Ayhan Songar, Leyla Elbruz ve Zeynep Korkmaz TRT yönetim kurulu üyesi oldular. Ocağa yakın isimlerden Tarık Somer Ankara Üniversitesi Rektörlüğü’ne, Erol Cansel Ankara Üniversitesi Rektör Yardımcılığı’na, Hikmet Tanyu Ankara Üniversitesi İlahiye Fakültesi Dekanlığı’na, Erol Güngör Selçuk Üniversitesi, Halil Cin Dicle Üniversitesi Rektörlüğüne atandılar(Yaşlı, 2010: 214-5). 295 “Sınırlı demokrasiye” geçiş yıllarında da İslami hareketler, Türkiye toplumunda kendine çok hızlı ve geniş bir alan bulurken, devlet merkezci siyaset karşıtlığı ve karşı kültürüyle merkez sağ’ın büyük siyasal partileriyle siyasal güç pozisyonunu sürdürdü (Toprak, 1996: 109). Neoliberal ekonomi politikalarının mimarı Özal’ın113 kurduğu ANAP Hükümeti, bir yandan rekabet, kişisel kazanç hırsı, risk alma gibi değerlerle bireysel girişimciliği teşvik ederek, serbest piyasa ekonomisinin nimetlerini anlatırken, diğer yandan da İslamcı İlim Vakfı’nın kurucusu olma niteliği ile Aydınlar Ocağı ile yakın ilişkiler kurmaktaydı (Şen, 2006: 230). Sermaye sınıfı ve uluslararası kuruluşlarla da yakın ilişkileri olan Özal, Türkiye’de İslami tabanlı bir demokrasi örneğinin kurulması arzusundaki ABD’nin ve bölgede politik ve ekonomik bakımdan istikrarlı merkezi bir ülke olmasını isteyen Batılı kurumların desteğini almıştı (Öniş, 1992: 10). “Yeni cumhuriyetçi” ideoloji projesine koşut biçimde, ekonomik alandaki sınırsız liberalleşme arzusu ve toplumsal alandaki geleneksel değerlerin ve dinin korunması misyonu ile Aydınlar Ocağı’nın da desteğini almıştı (Yaşlı, 2010: 215). Dolayısıyla kendisini “ilerlemeci muhafazakar” olarak tanımlayan ANAP, İslami değerler ve piyasa liberalizmi arasında kurduğu denge ile hem Batı ekonomik değerleriyle uyumlu olduğunu, hem de İslami kültürel değerlerine sadık olduğunu göstermişti. Başka bir ifadeyle, Özal önderliğindeki liberal muhafazakar-milliyetçi sentez söylemleri ve sembolik kurgulamaları, yani ekonomik ve siyasal liberalizm unsurlarıyla toplumun din ağırlıklı geleneksel davranış tarzlarına kamusal olarak saygılı olunacağının işaretlerini verdiğinden (Köker, 2008: 296) geniş bir koalisyon oluşturabilmişti. Dolayısıyla, ANAP döneminde bir yandan İslam’ın rolü devlet gücünün sağlamlaştırılması için birleştirici-bütünleştirici bir güç olarak mobilize edilirken, diğer yandan toplumda devletin geleneksel rolünün genişçe sorgulanması rolünü üstlenmişti (Buğra, 2002: 189). Devlet gücünün İslami unsurlarla 113 sağlamlaştırılması ise İçişleri, Adalet, Eğitim ve Kültür Özal ayrıca 1977 genel seçimlerinde MSP’den İzmir milletvekili adayı olmuştu (Barkey, 2000: 99). 296 Bakanlıkları’nda yoğun olmak üzere İslami kesimin bürokrasi114 içinde saygın bir yere kavuşması ve İslam’ın siyasal otoriteye ve lidere sadakati temelinde siyasal alanının kurumsallaşması biçiminde olmuştu (Kalaycıoğlu, 1990: 485; Şen, 2006: 228). İslam’ın devletin gücünü pekiştirmek üzere üstlendiği bu rolün aksine, yeni muhafazakâr siyaset, bizzat Özal’ın kişisel söyleminde “Kemalist tabuları kırmak” biçiminde somutlaştı. Onun sık sık kamu önünde yaptığı açıklamalarda insanların devleti kendi içinde bir değer olarak görmekten artık vazgeçmeleri, bunun yerine “girişimci bireylerin” devleti denetim altına alınması gereken “teknik bir aygıt” olarak görmelerinin zorunlu olduğu vurgulandı (Köker, 2008: 261; Buğra, 2004: 128-129). Birtek ve Toprak’a göre (1994: 4), 1980’lerin sol karşıtı politikalarının bir sonucu olarak dini yönelimli bu siyasi söylemin yükselişi, yeni örgütlenme yöntemleriyle ortaya çıkan ve (toplumsal hiyerarşinin) yukarılarına tırmanan orta sınıflara özgü siyasi pratiklerin bir ifadesidir. Bu siyasal pratiğin bir sonucu olarak, 1980’lerin otoriter siyaseti ile sol-eleştiri siyasetin dışına çıkarılırken, özellikle 1990’lardan sonra piyasanın “bırakınız yapsınlar”ı demokratik siyasi yaşam adına yüceltildi. Öte yandan ANAP döneminin ekonomi-politikalarıyla apolitizasyona uğramış, sınıfa yabancılaşmış kentli yoksul kitleler ve hızlanan göç nedeniyle kentlerde yığılan kırsal yoksulları serbest piyasa ekonomisi ve siyasal İslam ideolojisine dahil edilerek bu grupların politize olmasının önüne geçildi. Böylece milliyetçilik ve siyasal İslam’a dayalı ideolojik kuşatma sayesinde özellikle Kürt ve Alevi kökenli kent yoksullarının sahip oldukları etnik ve kültürel temelli dayanışmanın sol hareketle yakınlaşması tehlikesi karşısında Özal Hükümeti, sınıf hareketini (Öngen, 2004: 85) en azından 1980’lerin sonuna kadar kontrol altına alabilmişti. 114 Bürokrasi içindeki örgütlenme merkezlerinden biri olan 27 Mayıs’ın ardından kurulan Devlet Planlama Teşkilatı’nda (DPT) o dönem Yalçın Küçük, Hikmet Çetin, Güngör Uras gibi isimler yer alırken, Turgut Özal Müsteşarlığı’nda Nakşilerden oluşan milliyetçi-muhafazakar kadrolaşma başladı. Yusuf Korkut Özal, Nevzat Yalçıntaş, Beşir Atalay, Yaşar Yakış, Hasan Celal Güzel gibi isimler DPT’de görev aldı(Yaşlı, 2010: 219). 1985’in sonuna kadar ANAP’daki MSP sempatizanı liderler Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanlıkları gibi gençler ile ilgili anahtar Bakanlıklar’ı kontrol ettiler (Toprak, 1988: 131). 297 Sınıf siyasetinin kontrol altına alınmasıyla birlikte, 1980 sonrası kimlik siyasetinin bir görünümü olarak yükselen İslami hareketlerin evcilleştirilip sistem içine çekilmesi ve böylece resmi ideoloji ile eklemlenmesinin aksine, Kürt sorunu salt askeri önlemlerle çözülebilecek bir “terör” sorununa indirgendi (Köker, 2008: 245). Herhangi bir ayrılıkçılığın, Kürt dilinin kamusal alanda ve eğitimde kullanılmasının yasa dışılığı, Kürt olmanın özel alanla ilgili bir mesele olması ve kamusal alanda herkesin Türk olması Cumhuriyet kurulduğundan beri devam etmekteydi. 1983 sonrasında bir yandan Kürtlerin kendi yaşadıkları bölgenin dışında kimlik politikaları ve kültürel tanınma talepleri yaygınlaşırken, bir yandan da kitlesel tutuklamalar, işkence, yer değiştirmeye zorlamanın devam etmesi, Kürt hareketinin yükselişine ve siyasallaşmasına neden oldu. 1990’larda “ulusal güvenlik devleti” yaklaşımıyla askeriyenin ayaklanmaya cevabı “askeri zafer önce, kültürel özgürlük sonra” şeklindeydi (Keyder, 2004: 72-3 ; Toprak, 1996: 113; Barkey, 2000: 100). Özgürlükler ve haklar’ın ekonomik alanın konusu olmaktan öte siyasal alan içinde tanımlanması ve Kürt sorununun da ekonomiden ziyade kültürel boyutu ile öne çıkartılması, yükselen siyasal İslam’a eklemlenmesini kolaylaştırarak siyasallaşmasının önüne geçilmesi amaçlanmıştı. Dolayısıyla ANAP hükümeti döneminin sonuna gelindiğinde 1980’lerden beri ekonomik liberalizasyon ve buna bağlı otoriterleşen siyasetin bir sonucu olarak hakim sınıflar arasındaki ideolojik ve siyasal farklılaşmalar giderek belirsizleşti. Devletin toplum üzerindeki ideolojik hâkimiyetinin devlet merkezli anlayışın türdeş toplumuna benzer biçimde, “milli birlik ve bütünlük” söylemi ile Türk-İslam sentezinde aldığı görünüm ise sivil toplumcu siyasetin geliştiği iddiasının aksine, serbest piyasa ekonomisinin bireycilik ideolojisinin bir sonucu olarak sınıf siyasetinin siyasetin dışında bırakılmasının bir görünümünü oluşturdu. 1980’lerde yükselişe geçen İslami hareket,115 1990’lardan itibaren radikalleşerek RP’nin 1994’de belediye, 1995’de genel seçimleri kazanması 115 RP, Nakşibendi tarikatından şık Mehmet Efendi ile ilişki içindeyken, Özal aynı tarikattan Süleymancılar’a yakındı. 1980 öncesinde AP ve DP’yi destekleyen Nurcular ise DYP’yi 298 ve lideri Erbakan’ın Başbakan olmasıyla devam etti. 1994’de, RP’ye geniş destek veren Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı (TGTV)116 adında İslami sivil toplum kuruluşları konfederasyonu kuruldu. MUSİAD’dan İlim Yayma Cemiyeti’ne, Anadolu Aslanları İşadamları Derneği’nden İsmail Ağa Camii İlme Hizmet Vakfı’na hepsi İslami sermayenin çeşitli fraksiyonları ile cemaat ve tarikat örgütlenmelerine ait vakıf ve dernekler bu çatı altında toplandı(Yaşlı, 2010: 209). Buğra’ya göre özellikle bu yıllardan itibaren İslam, yeni ve oldukça radikal bir kimlik politikasının önemli bir unsuru olmaya başladı (2004: 128-129). 1983’de kurulan ve 1990’larda popüler olan RP, 1994 belediye seçimlerinde Ankara ve İstanbul belediye başkanlıkları da dahil olmak üzere ülke genelinde oyların %19’unu aldı. 1995 genel seçimlerinde oy çoğunluğu %21.4’e ulaşarak merkez sağ partilerden DYP ile koalisyon hükümetinin ortağı oldu (Gülalp, 2001: 433). RP’nin TBMM’de sahip olduğu temsilcilikleri, İstanbul ve Ankara gibi belediyeler üzerindeki kontrolü ve bürokrasi ve sermaye grupları arasında İslami harekete sempati duyan politikacı ve sermayedarlar ağı sayesinde büyük destek almıştı. Bunun yanı sıra çeşitli gazete, radyo ve TV gibi medya araçları üzerindeki kontrolü, bir sermaye örgütü (MUSİAD) ve bir emek konfederasyonunun (Hak-İş) parçası olarak sermaye ve emek biçiminde organize oluşu gücünü ve kapsamını genişletmesini sağlamıştı. Sivil toplum’cu kimlik siyaseti ile barışıkmış gibi görünen İslamcılığın farklı unsurları, sermaye ve emek örgütleri ile organik ilişkisinde de görüldüğü gibi esasında farklı toplumsal sınıf çıkarlarını içermektedir. Örneğin RP’yi destekleyen toplumsal güçler, 1980’lere kadar devlet desteklerinden mahrum bırakıldıkları iddiasındaki orta ve üst sınıf azınlık ile kentli fakirlerden oluşmaktadır (Dağı, 2005: 26). Karşıt çıkarlarla tanımlanmasına rağmen, bu iki farklı sınıf diliminin ortak özelliği, kendi çıkarlarını devlet merkezli anlayış karşıtlığında birleştirmeleridir. Gülalp’ın da belirttiği gibi, farklı sınıf dilimleri desteklemekteydiler (Toprak, 1988:130). Bütün bunlar Türkiye’de geniş toplumsal tabana sahip sağ siyasetin İslami hareketlerle etkileşimini ve organik ilişkisini göstermektedir. 116 Aydınlar Ocağı’ tarafından düzenlenen Türkiye’deki bütün milliyetçi, muhafazakâr, sağcı dernek ve sendikanın davet edildiği bu sivil toplum örgütünün kuruluşundan önce yapılan ilk istişare toplantısı reel sosyalizmin çözüldüğü 1991 yılında “Değişen dünya ve Türkiye” ismiyle yapılmıştı (Yaşlı, 2010: 210). 299 arasındaki çıkarlar, devlet merkezci anlayış karşıtlığı söyleminde ve İslami yaşam biçimi talebiyle İslami hareket tarafından başarılı bir şekilde asimile edilmektedirler (2001: 435). Genellikle az gelişmiş bölgelerden, doğu ve güneydoğudan etnik bir destek alan RP’nin, Türk-İslam sentezi kaynaklı “milli görüş ideolojisi”, maddi ve ruhani refahın birleşimi olarak tanımlanır. RP’ye göre “manevi gelişme”, modernleşme çabalarının bırakılmasını, bunların başarısızlık olarak görülmesini ve kültürün kaynağının özüne dönüşünü ifade eder. Bu görüşe göre, Türkiye yabancı kaynaklar ve fikirlerin yanlış konumlandırması yüzünden sanayileşen/kapitalistleşen dünyanın gerisinde kalmıştır (Toprak, 1988: 128). Endüstriyel büyümenin gelir grupları arasındaki dengesizliği ve bölgesel uyumsuzluğu gidereceği düşüncesi, öncelleri gibi RP’nin de ağır endüstriden yana ve bunun kurulmasını temel amaç olarak benimsemesini gerektirmişti. Bunun yanı sıra, kaynakların daha etkin kullanılması için bağımsız dış politikanın gerekliliği ve ortak manevi değerlere sahip ülkelerle daha yakın ilişkiler kurulması taraftarıydı (Toprak, 1988: 129; Dağı, 2005: 26-7). Seküler-militarist ve otoriter gücün dışında kalan RP-DYP koalisyonu döneminde (Buğra, 2002: 189) RP, siyasal İslam’ın Türk milliyetçiliğinin gerici modernist tipine yakın bir noktadadır (Köker, 2008: 263). Bu dönemde Türkiye’nin AB ve Batı ile ilişkilerini Müslüman ülkeler bloğuna doğru çevirmesi, siyasal İslam’ın kamusal alanda giderek radikalleşerek reel bir “iç tehdit” unsuru haline gelmesi ve “İslam odaklı devlet kurma girişimi” gerekçesiyle 28 Şubat müdahalesinin ardından 1998’de RP kapatıldı. Siyasal İslam’ın RP’yi siyaseten etkisizleştirmeye yönelik yasaklamalarla eski bütünleştirici niteliğine döneceği düşünüldü (Öngen, 2004: 96). Nitekim MNP’den RP’ye ve onun ardından gelen FP’ye ve daha sonra AKP’ye giden sürece kadar, siyasal İslam’ın daha ılımlı bir çizgi izlediği söylenebilir. MSP ve MNP ile karşılaştırıldığında modern bilimi vurgulayan vizyonuyla RP, İslami ülkelerle daha yakın ilişkiye yönelmesinin yanı sıra AB’nin ekonomik örgütleriyle de ilişki kurma eğilimindeydi. Kimi devlet kurumlarında bütünsel bir dönüşümden ziyade reformdan yana olup, sekülerizm ile dini dünya görüşünü birbiriyle bağdaşmaz iki unsur olarak görmeyip, birinin dini pratiğini kendi inançlarına göre yapması anlamında özgürlük olarak tanımlamaktadır. 300 Ilımlı lideriyle FP ise devletin işlerine karışmayan ve devletin dini yalnız yaşadığı bir din olarak tanımlamaktadır sekülerizmi (Heper ve Güney, 2000: 647-9). Amaçlandığı gibi 12 Eylül’ün Atatürk milliyetçiliği ve Türk-İslam sentezi ile bütünleştirdiği “milli güvenlik ideolojisi”, 28 Şubat dönüşümünün ardından tekrar tüm kurum ve kuruluşların tanımlayıcı kodu oldu. 28 Şubat’tan sonra milliyetçilik daha fazla değer yargısıyla militarist bir öze büründü. Devletin ideolojisi milliyetçileşirken, siyasal partilerin ideolojisi de bu yönde yeniden biçimlendi. 1982 Anayasası’nda devletin tanımlayıcı özellikleri arasına kattığı “Atatürk milliyetçiliği”, siyasal iktidarların hem içe, hem de dışa dönük politikalarının temel referansı oldu. Bu ideolojik yapılanmanın siyasetin merkezileşmesi sürecini hızlandırmasıyla merkez, MHP’nin ırkçı milliyetçiliğine yaklaşırken, MHP’de milliyetçi toplumsal tabanın merkez partisi haline geldi. Merkez sol ise Kemalist milliyetçi kesimlerin merkez partisi haline geldi. Böylece sağ ve “sol” partilerin oluşturduğu eklektik bir merkezileşme ekseninde giderek siyaset siyasetsizleşti (Öngen, 2004: 96). Dolayısıyla siyasal İslam, yükselişini sürdürürken parti programları ve seçim propagandaları gerçek toplumsal sorunlardan uzaklaşarak soyut söylemlere indirgendi. Siyasal açıdan siyasal partilerin önemi azalırken, partiler arasındaki ayrımlar da özellikle ekonomik programları bakımından önemsiz hale gelmeye başladı. Siyasal partiler arasındaki ideolojik farklılıkların silikleşmesiyle de kimlik politikalarının geleneksel referans noktası olan siyasal İslam’ın önemi artmaya devam etti. 6.2.2. Radikal Siyasal İslam’ın Dönüşümü: AKP’nin İlk Dönemi 1990’ların ortasından itibaren RP siyaseti ile radikalleşmeye başlayan Özal’ın ılımlı-muhafazakar siyaseti, 28 Şubat sürecinin ardından RP’nin devamı AKP ile yeniden Özal siyasetine yakın bir konuma geldi. 12 Eylül rejiminin basit çoğunluğa dayalı seçim sistemi sayesinde, 1994 belediye seçimlerinde RP içinden aday olan AKP lideri Erdoğan, tüm oyların sadece %25’ini almasına rağmen, İstanbul Belediye Başkanı olmuştu. 2001’de FP’nin Anayasa Mahkemesince kapatılmasının ardından, İslamcıların iki ayrı 301 partinin biçimleneceği iki rakip gruba bölünmeleri ile Erbakan’ı izleyen gelenekçiler Saadet Partisini (SP), yenilikçiler olarak tanımlanan grup ise AKP’yi kurmuştu. Erbakan’ın stratejilerini takip eden partilerin geçmişte yasaklanması, AKP kurucularını kendi parti programlarındaki ılımlı görünüşle SP’ninkinden farklı bir çizgiye yöneltti (Sayarı, 2007: 201). Örneğin Erbakan’ın lideri olduğu partilerin AB üyeliğine karşı ve İslam ülkeleriyle daha yakın ilişkiler kurma yöneliminde olmalarının aksine, AKP seçim kampanyasında AB üyeliğine olan desteğini şiddetle vurguladı. AB normlarıyla uyumlu, IMF ile müzakere sürecinde etkili ve sorun çözücü siyaset anlayışı ile merkez-sağ bir parti olarak siyasal merkezi yeniden inşa etme amacında olduğunu belirtmesi (Keyman, 2005: 218-9) onun tıpkı Özal gibi geniş toplumsal koalisyonun desteğini almasında etkili oldu. Türk-islam sentezinin ideolojik düzeyde neden olduğu dönüşümle, kimlik siyasetinin unsurları olarak, dinin eğitim-cinsiyet ve sınıf gibi unsurlara göre daha belirleyici görünümü, AKP’nin güçlü örgütlenme geçmişinden gelen parti destekçilerinin fazlalığı ve İslami sermaye gruplarının özellikle 1990’lardan itibaren büyümesinin yarattığı finansal destek, AKP iktidarına giden süreçte önemli bir rol oynadı. Bunun yanı sıra Mardin’in de belirttiği gibi, ANAP tarafından kurulan ve muhafazakar politikaların teşviki için ortak kültürel ideolojileri “yeşerten” ve “siyaset üstü” bir nitelik taşıyan TGTV vakfının desteği de etkili olmuştur (Mardin 2005: 50). 2001 krizinin hemen ardından “istikrar” vaadi ile iktidara gelen AKP’ye hem Anadolu, hem de İstanbul burjuvazisinin desteğinin yanı sıra İstanbul, Ankara gibi büyük kent fakirlerinden ve Anadolu’daki merkezi kentlerden gelen, özellikle 1999 seçimlerinde MHP’ye giden, milliyetçi -muhafazakâr oyların fazlalılığı AKP’nin tek başına iktidar olmasında etkili oldu. 2002 seçimleri öncesinde merkez sağ’da ANAP ve DYP, merkez sosyal demokrat parti olarak SHP/CHP ve DSP, İslamcı ve aşırı milliyetçi sağ’ı temsilen de RP/FP ve MHP olmak üzere parçalı bir parti sistemi vardı. 2002 seçimlerinde AKP’nin toplumun çeşitli sınıfsal kesimlerinden aldığı destekle, parti rekabetinde üstünlüğü ele geçirmesi üzerine parti sayılarının yeniden oluşmasıyla koalisyon ve azınlık hükümetleri döneminden, tekrar 1980 sonrası Özal hükümeti dönemindeki 302 gibi tek partili yönetime geçilmesi sağlandı (Sayarı, 2007: 204). 1980 sonrası Siyasal Partiler Kanunu’na ilişkin düzenlemelerin bir sonucu olarak %10 barajının DYP, MHP, Genç Parti (GB), ANAP, DEHAP gibi partilerin parlamentoya girişini önlemesi, ekonomik istikrarın siyasal istikrara bağlı olduğu anlayışı gereği, “güçlü-etkin devlet”in tek parti yönetimini mümkün kıldı. 1980 sonrasında seçim barajının sağladığı avantajla, aldığı oya kıyasla parlamentoda orantısız biçimde çoğunluğu sağlayan ANAP’ın tek parti yönetiminin neoliberal ekonomi politikalarının uygulanmasında sağladığı “istikrar” ortamında olduğu gibi, 2001 krizinin hemen ertesi yılında tek başına iktidara gelen AKP’nin tek parti yönetiminin de siyasal ve ekonomik istikrarı sağlayabileceği düşünüldü. Çünkü ekonomik krizlerin sorumlusu olarak görülen siyasal istikrarsızlığın önlenmesinin biricik yolu, tahminedilebilir bir piyasa ortamı sağlama ihtimali yüksek tek parti yönetiminin toplumsal güçlerin kendileri ve devletle aralarındaki mücadeleri düzenleme işlevinde koalisyon hükümetlerine kıyasla daha etkin olduğuna inanılmaktadır. İki ayrı siyasal ve toplumsal alt kültürden ve farklı sermaye dilimlerini temsilden gelen AKP ve ana muhalefet partisi CHP arasındaki seküler-İslam kutuplaşmasının varlığını güçlü bir biçimde sürdürmesiyle birlikte; AKP ilk döneminde, ideolojik merkezinin aksine genellikle İslamcı politikaların uygulanmasından kaçınarak siyasal krizlerde askeriye ile çatışmayı en aza indirmeye özen gösterdi. 1970’lerde islam odaklı siyasal partiler hükümet için rekabet etmeye başladıklarında bu partilerden ilkinin, MNP (1970-71), “seküler cumhuriyet”le arasında derin bir karşıtlık bulunmaktaydı. Bu karşıtlık, FP’ye gelene kadar din ve devlet işlerinin birbirine karışmaması (Heper, 2001: 11) biçiminde olup, 2002’de AKP çoğunluğu aldığında dinin devlet işlerinden uzak tutulması söylemi etrafında şekillendi. AKP ve önceli siyasal partiler arasındaki ideolojik farklılığın radikal dönüşümünün temel sebebi ise Özbudun ve Sayarı’ya göre 28 Şubat süreci, yani seküler anayasal düzene tehdit yüzünden İslami partilerin “devlet elitleri” tarafından kapatılmaya zorlanmasıdır (Özbudun, 2006: 547; Sayarı, 2007: 201). Öncellerine kıyasla daha ılımlı bir İslami kimliği benimseyen AKP’nin, “merkez sağın tartışmasız tek gücü” haline geldiğini iddia eden Erdoğan, aynı 303 zamanda AKP’nin muhafazakârlık anlayışının değişime karşı olmadığını, değişimin “gelişme ve ilerleme” ile ilgili olduğunu, cumhuriyet ve demokratik değerlerle de bir çatışma içinde olmadıklarını ve Atatürk’ü cumhuriyet değerlerinin kaynağı olarak gördüklerini belirtmektedir (AKP, 2001a). AKP ayrıca, Atatürk ilke ve inkılâplarını Türkiye’nin çağdaş uygarlık seviyesinin yükselmesinin en önemli motoru olarak görmekte ve öncellerine göre sekülerizmi daha fazla desteklediğini ifade etmektedir. Din insanlığın en önemli kurumlarından biriyken, sekülerizm de demokrasi için olmazsa olmaz bir şey olup, inanç ve din özgürlüğünün garantiye alınmasını ifade etmektedir (AKP, 2001b). Dolayısıyla, İslam dini değerlerini önemseyen bir siyasal parti olarak AKP, dini referanslarının seçim desteğini almasındaki etkisinin yanı sıra, Anayasa’nın seküler ilkeleriyle yeniden uzlaşmayı amaçlayan ılımlımuhafazakar ve serbest piyasa ekonomisine yönelik içeriğiyle siyasal İslam’ın dönüşümünü temsil etmektedir. AKP bu dönüşümle, Özal koalisyonuna benzer biçimde, ılımlı-İslam, ılımlı-milliyetçilik, merkez solun bazı dilimleri ve seküler unsurlarla toplumsal olarak muhafazakâr merkez sağ117 oyları tekrar bir araya getirerek tek parti yönetimini kurabilmiştir (Özbudun, 2006: 546, 549). Türkiye’nin hem iç ekonomik sorunlarını, hem de küresel ekonomik entegrasyonunu düzenleyecek bir “ekonomi yönetimi modeli”nin oluşturulmasını amaçlayan bu muhafazakar-liberal sentez, sermayenin itici bir güç olduğu ekonomi modeli ile serbest piyasa ekonomisinin kurumlarının yerleşmesi bakımından bütün sermaye gruplarına güven verebilmiştir (Keyman, 2005: 219; İnsel, 2003: 300-301). Bu anlamda Özal’ın ANAP koalisyonunu ve ekonomi politikalarını tekrar inşa eden AKP, önemli oranda liberal entelektüelden de destek almıştır. Örneğin “DP, ANAP ve sonunda AKP” başlığıyla Laçiner, AKP’nin iktidara gelişini şöyle tarif etmektedir; “.. 3 Kasım, en baştan da ifade edildiği gibi, örneğin AKP’nin 15 yıldır görülmemiş yükseklikteki bir oy oranıyla seçimi kazanmış olmasına 117 AKP, sadece merkez sağ oyları değil, merkez sağ partilerden de birçok transfer yapmıştır. 2002 seçimlerinden sonra yönetim kadrosu çoğunlukla eski ANAP, DYP ve RP de yer almış isimlerden oluşmuştur. 304 indirgenemeyecek bir ‘devrim’-bu abartı geliyorsa- yeni bir durumdur” (Laçiner, 2002: 412-3). Devlet merkezci ekonomik ve siyasi modele karşıt duruşuyla AKP’nin sunduğu bu yeni durum, hakim paradigma içinden birçok yazara göre de gerek ekonomik, siyasal ve toplumsal gerekse, ideolojik olarak toplumun geniş bir kesimini kapsayarak toplumsal “uzlaşma”yı yeniden sağlamıştır. Programının ekonomi politikalarına ilişkin bölümünde; partisinin özelleştirmeler ve yabancı yatırımların cesaretlendirilmesi için serbest piyasa ekonomisinin gereklerini yerine getireceğini, bütün kuralları ve kurumlarıyla serbest piyasa ekonomisinin yerleştirileceğini ve ekonomide devletin rolünün sınırlandırılmasının temel amaçları arasında bulunduğunu, devletin sadece düzenleyici ve denetleyici işlevleri ile etkinlikte bulunacağını belirtmesinin (AKP, 2001a) bunda etkili olduğu söylenebilir. Bunun yanı sıra AKP, Erbakan çizgisindeki köktenci İslami hareketten koparak, endüstriyel üretimden pazarlamaya ve bankacılıktan medyaya kadar, ekonominin bütün alanlarında modern rakiplerinden kalite ve performans olarak aşağı kalmayan sermayedarları, üst düzey uzman ve teknisyenleri, bu konum ve işlevlere aday üniversite öğrencilerini kapsayan ve büyük çoğunluğu genç orta sınıf bir kesimi içeren “yeni unsurlardan” oluşmuştu (Laçiner, 2002: 12-3). “Etkililik”, “verimlilik” ve “girişimcilik” gibi ekonomik liberalizmin temel değerlerini kapsayan pragmatik bir orta sınıf siyasal partinin oluşması (İnsel, 2003: 301), tahmin edileceği gibi, daha çok serbest piyasa ekonomisi kurallarına göre faaliyet yapan kesimlerin lehine olacaktır. Bu oluşum, serbest piyasa ekonomisi ve sivil toplum’un gelişimi adına, her ikisinin birden de devletin alanını sınırlandırarak, devlet merkezci siyasetten tümüyle kopuş vaat etmesi anlamında, “güçlü devlet geleneği” tezini izleyen yazarlarca verilen desteğin nedeni olarak da görülebilir. Örneğin Laçiner ve İnsel, AKP’nin muhafazakarmodernleşmeci yeni bir orta sınıfın temsilcisi olması itibariyle en büyük özelliğini devlet merkezci yaklaşıma meydan okuyarak, geleneksel bürokratik elitlerin hegemonyasına tabi olmaması biçiminde ifade etmektedirler (Laçiner, 2002; İnsel, 2002). Benzer biçimde başka bir yazar, devlet-merkezci siyaset anlayışına karşı AKP’nin yeni bir dönemi simgelediğini belirterek, AKP’nin 305 toplumla kurduğu organik bağın ekonomik ve “tanınma” olmak üzere iki düzeyde olduğunu vurgulamaktadır (Keyman, 2005: 218-9). Ekonominin devlet alanının tümüyle dışında ve sivil toplum’a ait bir unsur olduğu liberal anlayışla örtüşecek biçimde, piyasa özgürlüklerini temel değer olarak gören AKP, “demokratikleşmenin bireyin, bütün politikaların merkezini almasıyla başarılacağını” ifade eder. “Herkes özgür olmadıkça kimsenin özgür olamayacağını”, Türk toplumunun “bütün renklerini içerdiğini”, “toplumsallığı ve farklılığı kapsadığını” vurguladığı programında ayrıca, kamu hayatını ilgilendiren kararların seçilmiş temsilcilerle alınacağını ve “devlet temelli hukukun rolü” yerine “hukuk temelli devletin rolü” vurgulanmaktadır (AKP, 2001a; İnsel, 2003: 302-303). Programını Hayek’in devlet-ekonomi ilişkilerine yönelik temel iddialarına dayandırdığı izlenimi veren AKP, serbest piyasanın anayasal garantisinin sunulması anlamında piyasada “devletin rolü”nü değil, “hukukun rolü”nü temel aldığını belirtir. Devlet-piyasa ilişkilerinde Kıta-Avrupası geleneğini devletçi dolayısıyla, otoriter, Anglo-Amerikan geleneğini ise piyasacı, dolayısıyla özgürlükçü bulan Hayek’e benzer biçimde AKP’nin kültürel kodlarının da Amerikan popüler, ılımlı muhafazakarlığınınkilere benzerlik sergilemesi İnsel’e göre (2003: 302-303), Özal’la başlayan Amerikan tarzı liberal-muhafazakar gelişmenin daha otantik, daha kalıcı ve olgun biçimini temsil etmektedir. Türk-İslam geleneğindeki siyasal partiler içinde “modernleşmeci- muhafazakar” aşamayı temsil eden AKP; aile, din, gelenek gibi, sivil topluma ait değerlere verdiği önem itibari ile de geleneksel değerlerin önemini vurgulayan Hayek’le örtüşmekte ve din’i insanlığın en önemli kurumu olarak görmektedir. Bunun yanı sıra, “ulusun tarihsel deneyiminin ve kültürel zenginliğinin geleceğin somut zemini” olduğunun vurgulanması, yerel kültür ve kurumların dışarıdan bir müdahale olmadan ve evrensel değerlerle çatışmadan, kendi doğal süreçlerinde üretildiği ve birleştiğinin belirtilmesi de Hayek’in “kendiliğinden doğal düzen”i ile uyum içindedir. Tıpkı Hayek gibi AKP’de aile, eğitim, mülkiyet, din ve ahlak gibi toplumun değişmez kurumlarıyla, bütün maddi ve tarihsel belirlenimlerinden uzakta, kültürel bir çevrede kendiliğinden oluşan ve yenilenen canlı bir 306 organizma olduğunu düşünmektedir. Başka bir ifadeyle AKP, toplumsal gerçekliğe ilişkin kategoriler arasındaki ilişkiselliğin reddinin yanı sıra, yapısalcılık esinli devlet merkezci yaklaşımın modernleşme projesinden de uzak durduğunu ifade etmektedir. Ekonomik alana ilişkin bütün sorunları sivil toplum alanına ait görmekle birlikte, bu alanda özellikle aile ve din kurumuna verdiği öncelikle sosyal güvenlik sistemi sorununu da Hayek’e benzer yöntemlerle çözümlemektedir. Önceli RP’nin de tıpkı “sosyal refah acentası” olarak çalışmasında olduğu gibi AKP, neoliberal ve muhafazakâr değerlerle toplum dayanışmasının özellikle de ailenin merkeziliğini vurgulayarak (Buğra ve Keyder, 2006: 213), sosyal güvenliğin devletin dışından karşılanmasından ya da sivil toplum kurumlarına devredilmesinden yanadır. Sosyal güvenlik örneğin, yerel işadamlarının bağışladıkları mallar- binalar, bağışlarla finanse edilen çorba evleri, sağlık merkezleri, muhtaçlara yardım, Ramazan ayı boyunca sürdürülen yardımlar ve belediyelerin sosyal yardım politikaları kapsamında fakirleri amaçlayan bir hayırseverlik kurumu biçiminde organize edilmektedir (Keyder, 2004: 71; Sümer ve Yaşlı, 2010: 18). Sosyal güvenliğin bu neoliberal sunumu sosyal güvenlik sorununun, yeni sağ siyasete uygun biçimde, aile gibi geleneksel ilişkilerin genişletilmesiyle aşılacağı görüşüne dayanır. Devletin ekonomik ve toplumsal alanda asla etkili olamayacağı savunusu ile programında genel ve sosyal güvenlik vergilerinin büyük oranda azaltılacağı sözünü veren AKP, “liberalizm ve muhafazakârlığın” bir sentezini sunmaktadır. Türkiye sağının evrimsel çizgisinin bugün vardığı noktada hem dünya kapitalist sistemiyle, hem de bununla ilişkili ulus devletle olan ve soğuk savaş döneminde şekillendirilen tarihsel ilişkinin bir sonucu olarak AKP muhafazakarlığı (Yaşlı, 2010: 208), aşağıda da ifade edildiği gibi girişim serbestliğinin en üst değer olduğu Amerikan popüler muhafazakârlığı 118 ile 118 AKP’nin de benimsediği bu popüler muhafazakarlık, toplumun kökenini önemli üstün bir şey olarak görmez. Bu durumda hayat tarzları, aile ilişkileri, üst-sınıf davranışı değil, daha çok ortak kültürel dünyadan sözedilir. Bu yaklaşım, sosyal davranışın rehberi olarak dinsel değerlerin moral değerler olarak yorumlanmasını, serbestlik inancı hakkında hassasiyeti ve milliyetçilik değerlerini devlet sevgisi olarak değil, ülke sevgisi olarak anlar (İnsel, 2003: 302-303 ). 307 benzerlik göstermektedir. Kuramsal olarak Hayek’de de ifadesini bulan bu neoliberal-muhafazakar senteze göre, sosyal güvenliğin devlet aracılığıyla karşılanması tembelliği ve bağımlılığı destekleyeceğinden “sosyal devlet”ten değil, sivil toplum kuruluşları tarafından desteklenen aile, bireysel cömertlik ve gönüllü bağış hareketlerinden sözedilmelidir. Bu anlamda Türkiye özelinde AKP’nin “sosyal güvenlik” yaklaşımında temel taşıyıcı kurum olarak aile görüldüğünden programında ailenin merkeziliği sıklıkla vurgulanmaktadır. Buna göre; “.. eğer Türkiye toplumu bir çok problemden sonra halen bozulmamışsa bunu güçlü aile yapısına borçluyuz” (AKP, 2001a). Bireysel ve toplumsal korunmanın sağlanmasında ailenin rolünün vurgulanması, AKP’nin İslami unsurlarla ideolojik uyumunu, sosyal güvenlik söz konusu olduğunda sivil girişimlerle olan organik bağını göstermesi bakımından önemlidir. Örneğin AKP ve İslami karakterli sivil toplum örgütleri tarafından kontrol edilen yerel yönetimler, yoksul insanlara yapılan bağışların dolaşımı ve sevk edilmesinde İslami değerlerin öncülüğünü yapan Deniz Feneri gibi etkili sivil toplum kuruluşlarının varlığını mümkün kılar (Buğra ve Keyder, 2006: 224). Böylece, düzenlenmiş bir serbest piyasa ve İslami referanslı bir “sosyal güvenlik” ekseninde “muhafazakar-liberal sentezle”, “ezilenler”e karşı şefkatli bir kalkınmacı devlet görünümü sunulmuş olur (Keyman, 2005: 217). 6.2.3. Siyasal İslam’ın İçeriğindeki Sınıf Siyaseti Hâkim paradigmanın, kültür ve kimlik siyasetinin doğası gereği sınıf siyasetini erittiği ve siyasal mücadelede sınıflara göre kültürün merkezi bir yer işgal ettiği ortak söyleminin aksine, esasında siyasal İslam, sınıf siyasetinin unsurlarını içinde barındırmaktadır. Sivil toplumcu siyaset içinde kültürel farklılık ve siyaseten tanınma mücadelesinin yanı sıra, siyasal İslam küçük sermaye gruplarının çıkarlarını ve kentli yoksulları desteklemektedir. Bu, siyasal İslam’ın yükselişine destek veren İslami sivil toplum örgütlerinden de izlenebileceği gibi, neoliberal politikaların biçimlendirdiği ihracat odaklı ekonomi politikaları ile yükselişe geçen İslami sermaye gruplarının ve emek 308 örgütlerinin siyasal İslam’ı referans alan siyasal partilerle olan organik bağlarından da izlenebilir. Neoliberal ekonomi politikalarının bir sonucu olarak, özellikle 1990’lardan itibaren artan esnek üretim ilişkilerinin de etkisiyle örgütlenemeyen işçi sınıfının siyasal karar alma süreçlerini etkilemek yerine, kendisini ekonomi kategorisi ile ilişkilendirmekten ziyade, kimlik ve kültür siyaseti biçiminde ifade etmesi de bu bağlamda düşünülebilir. İslami sermayenin sivil toplumculuğu keşfi ile siyasal iktidarı etkilemesi ise sermayedar, siyasetçi ve akademisyenlerden oluşan Nakşibendi, Aydınlar Ocağı ve MTTB ağının bağlı bulunduğu TGTV derneğinin kurucular kurulu üyelerinin 1980’lerin sonuna kadar ANAP’a, 1990’ların ortasından itibaren RP’ye, 2000’lerde ise AKP’ye olan desteğinde açıkça görülür (Mardin, 2005; Yaşlı, 2010: 224). İslami sivil toplum kurumları, 1980’lere kadar gündelik hayatta çalışma ve sonrasında resmi ideolojiye eklemlenerek Cumhuriyet’in yönetsel ve ekonomik kurumlarıyla uyumlulaştırılırken, bir yandan kendi kurumsal ağlarını oluşturdu, diğer yandan da piyasa ilişkileriyle tanışarak yeni bir sınıf tipinin gelişiminin temellerini attı119 (Mardin, 2005: 44). Devlet merkezli ekonomiye kıyasla, ihracat odaklı neoliberal ekonomi politikalarının ticaret için uygun piyasa koşullarını sağlamasına yönelik yeni fırsatların yaratılmasıyla da sermaye grupları ve meslek derneklerinin güçlenmesi teşvik edildi. Böylece en örgütlü kesim arasında yer alan İslami sivil toplum kuruluşlarından, İslami işadamları birliği olarak MUSİAD ve muhafazakar işçi konfederasyonu olarak da Hak-İş, etkin bir biçimde İslami siyasal partilerin örgütlenmesine destek verdiler. İslami sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra, İslami organizasyonlar ve kurumlar, gazeteler, yayın evleri, İslami yazarlar, finansal kurumları ve çok sayıda İslami vakfın kendi özgül amaçları ve ideallerinin yanı sıra organize biçimde çalışmaları da (Gülalp, 2001:433; Barkey, 2000: 99) bu siyasal partilerin desteğini toplum nezdinde güçlendirdi. 1980 sonrasında kimlik ve kültürün siyasal mücadelenin temel belirleyeni olduğu varsayımının aksine, siyasal İslam’ın gündeminde gizlenen 119 Küçük esnaflıktan “işadamlığı”na geçiş biçimindeki bu yeni İslami sermaye sayesinde, siyasal İslam’ın sivil toplum alanı genişledi. Bu kuruluşlar aracılığıyla öğrencilere verilen bursların, dershanelerin, imam-hatip liseleri gibi eğitim alanındaki faaliyetlerin finansmanını kolaylaştı (Mardin, 2005). 309 küçük burjuva çıkarlarına olan desteği, İslami partilerin 1970’lerde kemiğini oluşturan kültürel olarak muhafazakâr ve dindar Anadolu burjuvazisinin 1980’lerden itibaren yükselişini ifade etmektedir (Barkey, 2000: 99). 1970’lerde İslam’ın muhafazakâr takipçisi MSP, büyük sanayi ve kentteki diğer sermaye çıkarlarıyla çatışma içindeyken taşradaki geleneksel, küçük ve orta iş sektörleri ile daha yakın ilişkiler içindeydi. Orta sınıf profesyoneller ile büyük şehirlerdeki ihracat merkezli ekonomi sektörlerinin dinamiğini oluşturan küçük ölçekli sermaye çevresinin desteğini alan RP ise MSP’nin aksine, sadece taşra kökenli sermaye gruplarının desteğini değil, büyük kentlerdeki sermaye gruplarını da hedeflemişti (Gülalp, 2003: 386). Benzer biçimde taşralı esnafı, şehirlerdeki küçük ve orta ölçekli ticaret sermayesini kapsayan, “yeni orta sınıfın temsilcisi” olarak ifade edilen AKP’de öncelleri gibi kırsal nüfustan ve gecekonduda oturan işçi sınıfı unsurlarından destek almıştır (İnsel, 2003: 297-299). Böylece AKP, bir yandan devletin ekonomik faaliyetlerinin en aza indirilmesi gerektiği yönündeki neoliberal politikalarla birleşirken, diğer yandan Anadolu burjuvazisine o güne kadar hariç tutulan devlet desteğini vererek (Keyder, 2004: 71), tıpkı RP gibi büyük kentlerdeki sermaye gruplarıyla ilişkilerini de iyi tutmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin dünya piyasalarıyla bütünleşmesi esnasında, sanayileşme sürecinde, varlıkları tehdit edilen küçük burjuvazinin devlet kaynaklarının geniş, iyi organize olmuş büyük şehirlerdeki sermaye gruplarına akmasına yönelik şikâyetlerinin, etkin korunma talebiyle kendilerinin desteklenmesi mücadelesine dönüşmesi siyasal İslam’ın sınıf siyasetinin bir yönünü oluşturmaktadır. Gülalp’ın da belirttiği gibi bu gruplar, esasında devlete ve devlet müdahalesine genel olarak karşı olmayıp, sadece aynı şeyleri kendileri için de istemektedirler (Gülalp, 2003: 392; ayrıca Bkz: Birtek ve Toprak, 1994:8). Kalkınmacı dönem ekonomi politikasının büyük sermaye gruplarına olan desteği nedeniyle geri planda kalan küçük sermaye gruplarının Özal döneminde zenginleşmeye başlaması, 1980 sonrasında “yeni politikalara yeni politikacılar” (Ahmad, 2002: 245) söyleminde ifade bulmuştu. Devlet merkezci kalkınma ideolojisinin desteklediği büyük sermaye kesimlerinin 310 aksine, İslami sermaye çevreleri ve cemaatler lehine kayırmacı politikalarda (Öngen, 2004: 88-89) somutlaşan bu söylem, özellikle hakim paradigma içinden birinci eğilime göre “bürokratik elitlerin”in yerinin “siyasal elitlerce” doldurulduğu anlamına geldiğinden, sivil toplum alanında bir gelişimin de işareti olarak görülmektedir. Neoliberal ekonomi politikalarının yükselişinin siyasal İslam’ın güçlenmesine olan katkısı ile doğrudan ilişkili bu durum, 1980’lerden itibaren İslamcı sermaye gruplarının olgunlaşmasıyla paralel ilerlemektedir. Bu yıllardan itibaren, neoliberal politikaların bir sonucu olarak, ekonomi faaliyetlerinin ve serbest girişimciliğin desteklendiği taşra kökenli geleneksel ticaret burjuvazisinin Küçük ve Orta Boy İşletmeler’e (KOBİ) dönüşmesiyle İslami sermaye gruplarında görünür bir büyüme ve güçlenme başlamıştır. Ekonominin tüm sektörlerinde faaliyet gösteren İslami sermayenin ekonomik ilişkilerde daha fazla kar, işleri büyütmek, üretim maliyetlerini kısmak ve serbest piyasa ekonomisinin işleyişinde “rasyonel ekonomik akıl”120 sahibi birey gibi diğer piyasa aktörleri bakımından arasında herhangi bir farklılık bulunmaz (Şen, 2006: 232). Yani kültürel olarak muhafazakar, siyasal olarak ulusalcı, ılımlı otoriteryan ve ekonomik olarak da liberal olan siyasal İslam’ın (İnsel, 2003: 298), burjuva toplumun “modern-laik” yaşam tarzı dışında kapitalist sisteme gerçekte herhangi bir itirazı bulunmamaktadır. Fakat küçük, orta ölçekli ve taşra kökenli sermayeyi içeren kapitalist sınıfın “çevre” kısmının çıkarları, genellikle devlet desteğiyle büyüyen ve “merkez” olarak ifade edilen büyük sermayeninki ile karşıtlık içindedir. “Çevre”, “Anadolu”, olarak tarif edilen burjuvazi ya da İslami sermaye, ancak 1980 sonrasında ihracat merkezli ekonominin avantajlarıyla ve bazı holding 120 İslamcılığın neoliberalizmle eklemlenme boyutunda AKP hükümeti, kamu kuruluşlarını hızla, çoğu zaman tartışmalı ve şaibeli yöntemlerle özelleştirmekte, bunu kaçınılmaz bir zorunluluk olarak görmektedir. AKP’nin kamuoyunda 2B yasası olarak bilinen orman alanlarının satılmasına yönelik girişimleri, sağlık ve eğitimi kamu hizmeti olmaktan çıkarmaya yönelik adımları Erdoğan’ın “ben ülkemi adeta pazarlamakla mükellefim”, Maliye Bakanı Unakıtan’ın Tekel’in satışı için “babalar gibi satarız” Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’ın “kıyıları satmayıp da turşusunu mu kuracağız” sözleri neoliberal söyleme örnektir (Erdoğan, www. radikal.com.tr, Unakıtan httb://webarşiv.hurriyet.com.tr. 2006: akt: Yaşlı, 2010). 311 şirketlerinin önderliğinde büyüyerek merkezi sermayenin, birçok biriminin ekonomik gücü ve ölçüsüne ulaşabilmiştir (Gülalp, 2001: 444-445). Sermaye sınıfının “merkez-çevre” dilimleri arasındaki bu bölünmede “çevre” olarak tarif edileni, küçük sermaye gruplarını, devlet merkezli kalkınma ideolojisine muhalif konumlanırken, esasında karşı olduğu durum; büyük sermaye gruplarının devletçe desteklenmesi olduğundan, kendilerinden mahrum bırakılan bu destek için mücadele etmektedir. Öte yandan, “İstanbul burjuvazisi” olarak tarif edilen büyük sermaye grupları da 1980 sonrası dönüşen ekonomi politikaları nedeniyle devletin ekonomik alandan çekilmesine geniş destek verirken, devlet desteği için mücadeleye de devam etmektedirler. Küçük sermaye gruplarının devlet kaynakları için mücadelesine, 1990’larda kurulan, Türkiye ekonomisinin ihracat merkezli stratejiye dönmesinin sonucu olarak sayıları hızla artan, küçük ve orta-ölçekli girişimleri birleştiren MUSİAD’ın, iktidar partilerinden önce RP’ye, sonra da AKP’ye geniş destek vermesi örnek gösterilebilir. Daha önce Sanayi ve Ticaret Odası ya da Esnaf ve Zanaatkârlar Odası’nda herhangi bir temsil bulamayan, devlet tarafından korumasız ve desteksiz bırakılan bu sermaye grubunun MUSİAD çerçevesinde organize olması (Gülalp, 2001: 439), siyasal iktidarda, devlet alanında kendi çıkarlarının mücadelesini daha etkin kılmaktadır. RP ve AKP gibi MUSİAD’dan destek alan ve ona destek veren siyasal partilerin siyasal söylemi ise kimlik politikalarına özgü bir “toplumsal dışlanmışlık” biçiminde olup, toplumun farklı kesimlerinde yeni ortaya çıkan girişimcileri, Müslüman entelektüelleri ve serbest meslek sahiplerinden oluşan “yeni bir orta sınıfı” hedefine almaktadır (Öniş ve Türem, 2001; Buğra,1998). İslami sermayenin kapitalist ilişkilerle eklemlenişi, İslami sivil toplum örgütleri ve sermaye gruplarıyla kurulan bu organik ilişkilerinin yanı sıra, serbest piyasa ekonomisi gibi konularda görünümünü bulan bir kapitalist İslami kültürün oluşumuna da hizmet etmektedir. Örneğin, peygamberin Medine pazarı için koyduğu kurallara atıf yapılarak esas serbest piyasanın İslam’da bulunduğu belirtilmektedir. Hatta peygamberin “Allah fiyatları kontrol edendir” dediğini ve bu nedenle devletin ekonomiye minimum müdahalesi ve 312 tam rekabet savunulmaktadır (Buğra, 2004: 134-5). Başka bir örnek, İslamcıların “homo economikus”a ve geleneksel Müslüman esnaf-tüccara karşı “homo İslamikus”’un önerilmesidir. Bununla zenginlik ve ekonomik başarı peşinde koşan, girişimci, yeniliklere açık, İslami ahlaka ve değerlere sahip, toplumsal sorumluluk sahibi, ekonomik başarıyı hem kişisel, hem de cemaatin selameti için isteyen bireye referans verilmektedir. Yani “homo islamikus” girişimci, yeniliklere açık ve rekabetçi olması bakımından “homo economikus”un bazı özelliklerini benimser. Bu, O’nu ahlaklı ve dindar, ama girişimci misyon sahibi olmayan geleneksel Müslüman esnaftan üstün kılar (Buğra, 1998: 531). Başka bir örnek, İslami sermaye grubu MUSİAD’ın inançlılar arasında güven ilişkisine dayalı ekonomik hayat networku oluşturmasının Batılı rasyonel-örgütsel davranış modelinin İslam’da da bulunduğunun bir göstergesi olarak sunulmasıdır (Keyman, 2005: 112). Siyasal İslam’ın gündeminde bulunan sınıf siyasetinin bir diğer görünümü, küçük sermaye gruplarının desteğinin aksine, “sosyal-demokrat partilerin” söylemini üstlenerek özellikle kente yeni göçenleri, esnek çalışma ilişkilerine tabi olanları ya da işsizleri kapsayan niteliğinde belirginlik kazanmaktadır. Özellikle 1990’lar sonrasında şehirlere göç edenleri de içeren, “çevre”nin bu işçi sınıfına dahil unsurları genellikle güvenli iş bulamayan ve esnek üretim ilişkilerine tabi olanları içermektedir. Öte yandan Gülalp’ın da belirttiği gibi, büyük şehre göç eden birçok göçmenin formel sektörlerde istikrarlı bir iş bulamaması, onları “küçük girişimci”liğe yöneltiğinden “siyasal İslam”, geleneksel işçi sınıfı politikalarının azaltılarak küçük girişimciliğin yükselmesi bakımından da uygun bir zemin oluşturmaktadır (2003: 392). Formel sektörlerde iş bulamayıp geçici, yarı zamanlı, esnek işler bulan işçi sınıfı unsurları, merkeze yakın olan ve örgütlü mücadelesi ile siyasal karar alma süreçlerini etkileyerek, devlet desteklerinden yararlanan kurulu ve organize işçi sınıfının aksine, devlet desteklerinden mahrum bırakılan bir sınıf dilimi olarak siyaset dışı siyasal hareketlerin etkisine girmektedir. İslami siyasal partilerin “sosyal adalet”, “sosyal refah” v.b. söylemleri ve “popülist” propagandaları aracılığıyla bu örgütsüz, dağınık işçi sınıfının hedef alınmasının yanı sıra, İslami emek 313 sendikalarının desteği ile de örgütlü işçi sınıfınının desteği alınmaktadır (Gülalp, 2001: 445). RP ve AKP gibi İslam’ı merkezi ideoloji olarak alan siyasal partilerle yakın ilişkileri olan Hak-İş, MUSİAD’la birlikte kimlik politikalarında ortak bir noktayı temsil etmekle birlikte sınıfsal olarak farklı konumu temsil etmektedirler (Buğra, 2004: 129). Ancak, Hak-İş emeğin İslamcı değerlerini yeniden tanımlayarak, kapitalizmle dost İslami sendikacılığı ve güçlü sivil toplum formasyonu ile diğer İslami gruplara benzer biçimde, devlet merkezli anlayışın karşısında biçimlendiğinden benzer siyasal duruş sergilemektedir. Siyasal İslamı temel referans noktası olarak alan bu gruplar, neoliberal politikaları ve özelleştirmeleri laik-merkeziyetçi ve kalkınmacı devletin korumacılığının ve tahakkümünün yıkılması için bir fırsat olarak görmektedirler (Şen, 2006: 235). Örneğin bu gruplar, özelleştirmelerin benimsenmesiyle ekonomiye daha az devlet müdahalesi olacağını, bunun da ekonomik ve toplumsal gelişmeye yönelik büyük fayda sağlayacağını düşünmektedirler (Kaleağası Blind, 2007: 300-1). Bu gruplar açısından İslam’ın muhafazakar işlevi, onların toplumsal muhafazakarlığını korumak ve yükselen grupların önemli nüfuz ve itibar ağlarını kurmaları için gerekli ortamı oluşturacak uygun yarı-formel cemaat ağlarının oluşumunu sağlamaktır (Birtek ve Toprak, 1994: 8). Dolayısıyla siyasal İslam’ın çok-sınıflı popülizmi, onun hem işçi sınıfı, hem de burjuva sınıfı unsurlarını amaçlayan ikili ve çelişkili söylemini yansıtmaktadır (Gülalp, 2001: 444). Siyasal İslam’ın kimlik siyaseti etrafında birleşen bu çok sınıflı görünümü hem neoliberal politikalardan kaybedenleri, hem de ondan kazananları içine alır. Başka bir ifadeyle bu İslami kapitalist kültür; “…işveren sınıfının hem çevresel dilimlerini, hem de işçi sınıfından insanları aynı çatı altında toplar, onları ortak bir İslami kimlik etrafında birleştirmeye çalışır. ....işçi sınıfı için, siyasal İslam’ın yükselişi sosyal demokrasinin gerilemesini temsil eder ve onun yerini bir kimlik politikası alır” (Gülalp, 2001: 441). Kimlik ve kültür siyasetinin sivil toplumun gelişimi adına meşruiyetini genişlettiği bir ortamda, ya da kapitalist ilişkilerin sürekli yeniden üretildiği toplumlarda sınıf kavramının siyasetin merkezi unsurlarından biri olarak kullanılmaması tarihsel-kültürel unsurların, özellikle milliyetçilik ve dinin, 314 işçilerin sosyo-ekonomik haklarından daha etkili biçimde kullanılmasının bir sonucu olarak görülebilir. Türkiye özelinde de görüldüğü gibi, kültürcülüğün neoliberalizmle eklemlendiği ve iktidar ilişkilerinin desteğini alan İslami kapitalist projeler, dinin birleştirici rolünü devlet müdahalesi ve sendikal talepler yerine geçirebilmektedir. 6.3. İDEOLOJIK DÖNÜŞÜMÜN ANALİZİNDE HAKİM PARADİGMANIN BİR ELEŞTİRİSİ Çalışmanın altıncı ve son bölümüne ilişkin bu kısmında hakim paradigma içinden yazarların, incelenen döneme ilişkin analizlerinin aralarındaki farklılıkların da göz önünde bulundurularak eleştirel bir değerlendirmesi amaçlanmaktadır. Bu bölüme ilişkin hakim paradigmanın üzerinde durduğu temel noktalar şöyle özetlenebilir. Hızlı ekonomik kalkınma ve modernleşme için devleti merkezi bir aktör olarak tanımlayan ulusal kalkınmacılık ideolojisinin homojen121 toplumsal ilişkileri ve tek biçimli toplum yapısı “meşruluk krizi” içindedir. Toplumu görevler ve hizmetler temelinde tanımlayan cumhuriyetçi vatandaşlık modelinin ulusal kimliğinin biçimlenmesinde “ulusal çıkarlar” gereği bireye ya da sınıfa referans yapmaması, vatandaşlığın kitlesel siyasal haklar temelinde ve devlet egemenliğinin de bireysel özerklik ve özgürlüklerin üzerinde olduğu anlamına gelmektedir (İçduygu ve Keyman, 1998; Keyman, 2005: 210; Toprak, 1996:107; Köker, 2010: 59). 1980 öncesinin ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik düzeylerinin hepsine birden meydan okuyan hakim paradigma, 1980’den bu yana ekonominin liberalizasyonu ve sivil toplumun gelişimine bağlı olarak, devlet merkezli siyasetin herhangi bir geçerliliğinin kalmadığını belirtmektedir. Buna göre ekonominin uluslararasılaşması ve 1990’lardan sonra da kimlik-farklılık taleplerinin yükselmesiyle gelişen “sivil toplum alanı”nın varlığı, artık devlet merkezli kalkınma anlayışının etkili bir ideolojik aygıt olmadığını göstermektedir. Kürt sorununun ve siyasal İslam’ın yükselişi 121 Heper, Osmanlı’da insanların kültürel haklarının garanti edildiğini, Müslümanlar ve Kürtlerin Osmanlı toplum ve siyasetinin bel kemiği olduğunu, hükümette görev aldıklarını, ancak ulusal kimlik inşasında Cumhuriyet’in devlete sadakati vurgulayan Türklüğü öne çıkardığını söyler ( 2002: 75). 315 de demokratik derinleşmeyi ve sivil toplumun özerkleşmesini ifade ettiğinden “güçlü merkez-zayıf toplum”, “ulusal kalkınmacılık”, “cumhuriyetçi vatandaşlık modeli” gibi devlet merkezli yaklaşımın modernleşme unsurlarının bir geçerliliği bulunmamaktadır. Devlet merkezli yaklaşıma yönelik bu meydan okuma; ekonomi-politik düzeyde devlet-piyasa karşıtlığı biçiminde serbest piyasa ekonomisinin gelişimi, toplumsal düzeyde “imtiyazsız-sınıfsız- kaynaşmış kitle” yerine, kimlik ve farklılık taleplerine imkan veren sivil toplum alanının genişlemesi, ideolojik düzeyde ise her iki düzeyle de, ekonomipolitik-toplumsal, ilişkili olarak “Türk-İslam” sentezi ideolojisinin sınıfsal siyaseti görünmez kılarak siyasetin merkezi belirleyeni olması biçiminde özetlenebilir. Hakim paradigma içinden her iki eğilim de genel olarak 1980 sonrası siyaset yapma biçiminin dönüştüğünü, yani devlet merkezli siyasete meydan okunarak, devlet-sivil toplum arasında olması gereken, “ideal,” ayrılığın belirginleşmeye başladığı, dolayısıyla da demokratikleşme sürecinin devam ettiği konusunda anlaşırlar. “Merkez-çevre”, “bürokratik elitler-siyasal elitler” gibi kavram ikiliklerinin sivil toplum’un gelişimi ile yumuşamaya ve devletin ekonomiye katı müdahalesinin aksine, ekonomik liberalizasyonla kendi alanına çekilmeye başladığı iddiası, bunun da müdahale sonrasına rastlaması nedeniyle bu yazarlardan birinci eğilimdekilerin askeri müdahaleyi örtük biçimde olumladıkları söylenebilir122. Örneğin Heper’e göre müdahale, katı-doktriner bir program empoze etmemiş aksine, bürokratik elitler ve siyasal elitler arasındaki ayrılığın yumuşamasına katkıda bulunmuştur. Devletçilik konusunda ısrarcı olunmadığı gibi, Atatürkçü modernleşmenin devam ettirilmesi için de İslam dininin bu projeyi meşrulaştırmanın bir aracı olarak kullanılmasında tereddüt edilmemiştir (Heper, 2002: 74; Heper, 2006: 252). Göle’ye göre müdahale, özerk bir sivil toplum’un bulunmayışı nedeniyle kültürel, politik ve ekonomik gruplar arasındaki “sağlıksız” farklılaşma ve özerkleşmeye karşı bir devlet tepkisidir (1994: 214). Müdahaleden sonra cumhuriyet değerlerinin vurgulanması anlamında “devlet aklı” ile, ulusal 122 Benzer değerlendirmeler için bkz: (Bozkurt, 2008) 316 isteklerin vurgulandığı “siyasal akıl” arasındaki çatışmanın yerini “uzlaşma” almıştır. Böylece sekülerizm ve kültürel milliyetçiliğin gardiyanları olarak görülen devlet merkezli siyasetin unsurlarının aksine, halkın ve bireyin özgül çıkarlarının savunulduğu (Heper ve Güney, 2000: 652; Heper, 2002: 71) “liberal-demokratik” yaklaşım hakim olmaya başlamıştır. Benzer biçimde Göle’de, Türkiye siyasetinin “içsel değişkenini” organize eden bir işlev olarak ifade ettiği “güçlü devlet geleneği”nin, 1980’lerden itibaren siyasal yöneliminin çatışma ve kutuplaşmadan ziyade “uzlaşma”ya evrildiğini belirtmektedir (Göle,1994: 214). Bunun yanı sıra, çalışmanın bir önceki bölümünde müdahalenin sonuçları arasında ileri sürülen apolitizasyon ve depolitizasyon süreçlerinin tersine, sivil toplum’un özerkleşmeye başlamasının demokrasiyi derinleştirecek yeni siyasal konuları görünür kılacağından sözedilir. Örneğin sosyalizm-kapitalizm gibi büyük tartışmaların yerini İslam, kimlik, ekoloji ve feminizm gibi yeni siyasal özneler almıştır (Göle,1994: 214-215). Bu yazarlar, çalışmanın son üç bölümünde farklı düzeylerde açıklanmaya çalışılan, benzer politik tercihleri nedeniyle ANAP’ın 1983 ve AKP’nin 2002’deki siyasal zaferlerinin devlet merkezli yaklaşım ve onun modernleşme unsurlarından çıkış yolu olduğu konusunda da hem fikirdirler. Buna göre hem ANAP, hem de AKP “ılımlılığı” ve “çok renkliliği” vurgulayarak 1980 öncesi siyasetin kutuplaşmaya dayalı yapısını uzlaşmacı konuma çeken bir siyasal strateji izlemiştir (Göle, 1994; Heper, 2002; İnsel, 2003; Özbudun, 2006). İkinci eğilim içinden İnsel, Keyder ve Özbudun gibi yazarlar müdahalenin otoriteryan niteliğini eleştirmekle birlikte, “sınırlı demokrasiye geçiş”le, yani ANAP’la birlikte 1980 sonrasında devletçi demokrasiden vazgeçilerek sivil toplumsal güçlerin gelişimine ortam hazırlandığını, ANAP sonrası siyasal partiler içinde de bunun en etkili biçimde AKP’nin 2002’de iktidara gelmesiyle devam ettirildiğini belirtmektedirler. Güçlü ekonomik liberalizasyon söylemiyle ANAP’ın “liberal” karakterinin Türkiye tarihinin en baskıcı dönemlerinden birinde ortaya çıkmasını şaşırtıcı bulan İnsel’e göre, 1980’den günümüze liberalizasyon otoriteryan söylemiyle Özal’ın devlet açtığı merkezli oyuk, anlayışa benzer ekonomik muhafazakâr modernleşme söylemi ile AKP’ce sürdürülmektedir (İnsel, 2003: 295; benzer 317 bir ifade için bkz: Özbudun, 2006 :546). Türkiye’nin yakın siyasi tarihi içinde önemli bir “ara siyasal dönüşüm” olasılığının işareti olarak betimlenen AKP’nin 2002 seçimlerinde iktidara gelişinin, muhafazakâr-demokratiksiyasal-toplumsal hareketin liderliğinde, muhafazakâr-otoriteryan ve devletçi rejimi aşabileceği umulmaktadır (İnsel, 2003: 293-294; Keyman, 2004: 124). Demokrasinin istikrarına ciddi tehdit yönelttiği düşünülen AKP önceli siyasal partilerin, radikal siyasal İslam niteliğinin AKP ile ANAP dönemindekine benzer ılımlı-muhafazakâr arasındaki derin bir ikiliklerin çizgiye dönüşümü, ortadan yani kaldırılması, seküler-İslam demokrasinin sağlamlaştırılmasına AKP’nin katkısı olarak görülmektedir (Özbudun, 2006: 549; İnsel, 2003: 294; Keyder, 2004: 71 ). Dolayısıyla bu yazarlara göre, 1983 askeri rejiminin sona ermesiyle sivil toplumda dikkat çekici bir canlanma yaşanırken, ekonomik ve siyasal liberalizme bağlılığını ilan eden yeni siyasal partilerin ortaya çıkması da devletçi demokrasiden vazgeçildiğinin bir göstergesi olarak ifade edilmektedir. Devlet merkezli siyasetten vazgeçilmesinin bir sonucu olarak, AB ile daha yakın ilişki kurma taraftarı olan toplumsal kesimlerin güçlenmeye başlaması da devletin ekonomi üzerindeki rolünün gevşemesi ve sivil toplumu geliştirici mekanizmaların güçlendiği biçiminde değerlendirilmektedir (Öniş, 1992: 8; Keyder, 2007: 228). Devlet merkezli kalkınma modeline “alternatif” görülen bu yeni sivil toplumcu model, özgül kurumsal ilişkilerde sivil toplum alanına ait olduğu düşünülen sermaye ve kültürün özgül bir bileşimini sunmaktadır. Seküler-rasyonel modernleşme biçimine güçlü eleştiri sunan kavramın ‘alternatif’ terimi ise sermayenin karşısında ya da ona herhangi bir eleştiri getirmesinin aksine, sermaye ve kültür arasında özgül bir birleşme olduğunu ifade etmektedir (Keyman, 2005: 210). Bu yazarların sözünü ettiği kalkınmacı dönem devlet merkezli anlayışının, ekonomik alanın kurallarını belirleyen “güçlü devlet”inin, etkili bir ideolojik aygıt olmaktan çıkması, serbest piyasa ekonomisinin kurumsallaşmaya başlamasıyla eş zamanlıdır. Buna göre sözkonusu ideolojinin dönüşümü ile cumhuriyetçi vatandaşlık modelinin aksine, siyasal süreçleri etkilemenin bir unsuru olarak, bireysel özerkliğin toplumdan önce 318 gelmesi ve kimlik-farklılık siyasetinin siyasetin merkezi bir unsurunu oluşturması, demokratik katılımın önünü açmıştır. Sivil toplum destekli kimlikfarklılık siyasetinin Kürt kimliğinin tanınma mücadelesi ve siyasal İslam’ın yükselişi biçimindeki görünümü, devlet merkezli yaklaşımın homojenleştirici ve tekelci siyasal kültürünün eleştirilmesinin önünü açtığından demokrasinin sağlamlaştırılmasına katkıda bulunduğu düşünülmektedir. Boratav’a göre “asker-sivil bürokratik elitler”de ifadesini bulan devlet merkezli anlayışa karşı konumlanan ve ekonomi-siyaset ilişkisinde liberal bir demokratik çizgiyi temsil ettiği iddiasındaki bu yaklaşımın zayıf yönü, sermayenin emeğe karşı yürüttüğü ekonomik ve ideolojik mücadelede siyasette otoriteryan görememesidir (2007: bir çerçeveye 157). kesinlikle Çalışmanın ihtiyaç bütünü duyduğunu göz önünde bulundurulduğunda bu otoriteryan çerçeve, gerek bir önceki bölümde ifade edilen 1980 askeri müdahalesinin ardından sivil toplumun önemli bir kısmının siyasetin dışında tutulmasından, gerekse ilerleyen süreçte ekonomi-siyaset ilişkisinin birbirine dışsallaştırılak siyasal karar alma süreçlerini etkileme mekanizmalarının sınırlandırılmasından izlenebilmektedir. Sürekli vurgulanan ekonomi ve siyaset arasındaki ayrımda somutlaşan ve farklı biçimlerde yeniden üretilen bu otoriterlik, nihai olarak bir yandan piyasanın kendiliğinden düzeninde, ekonomi politikalarının muhalif hareketlerden etkilenmeyecek biçimde düzenlenmesinin, diğer yandan bu hareketlerin kimlik, farklılık ve kültür söylemi ile başka bir yöne evrilmesinin ideolojik, yasal, kurumsal biçimlerini kurmaktadır. Çünkü devletin sermayeye olan bağımlılığının, onun maddi yeniden üretimine, sermayenin yeniden üretimine, bağımlı olması kapitalist sınıfın egemenliğini güvence altına alan siyasal ve yönetimsel sistemlerin ve işçi sınıfının sermayeye olan ideolojik bağlılığı ile ilişlilidir (Clarke, 2001: 183). İdeolojik dönüşüm bakımından görünüşte burjuva dünya görüşüyle ilgisi olmayan ancak, bir siyasal proje olarak da resmi ideolojiyle bütünleşen “Türk-İslam sentezi”nin bu süreçteki işlevi, “kültürcülükle neoliberalizmin mükemmel uyumu”nda (Buğra, 2008: 19) açığa çıkar. Bu uyumun da gösterdiği gibi “siyasal olmayan” anlamının aksine, oldukça siyasal bir içeriğe 319 sahip olan “kültür”, esasında “siyaset dışı siyaset”in bir ifadesidir. 1980 sonrasından bugüne ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik düzeylerde yeniden yapılanmanın sınıf temelli siyasete son verilmesinin sürekli yeniden üretilen siyasetidir. Başka bir ifadeyle, üretimden çok tüketim, kolektivizmden çok çoğulculuk ve anti-kapitalizmden çok demokratik anti-devletçilik üzerine yoğunlaşan ve yeni ‘söylemsel pratikler’de anlamını bulan postmodern kimlik siyaseti ile ilgili bir süreçtir. Siyasal güçlerin oluşumunda ve devlet politikasının gelişiminde ekonomik süreçlerin öneminin bir kenara bırakılarak, ideolojinin ya da söylem’in belirleyici rol oynadığı bu süreçte sınıf mücadelesi de söylemin kendi içinde ve söylemler arasında görülen yalnızca bir tür tikel mücadele biçimini almaktadır (Clarke, 2004: 31). Başka bir ifadeyle, sivil toplum alanının bir parçası “işveren” derneklerinin siyasal karar alma süreçleri üzerindeki etkisinin demokrasi adına yüceltilmesinin aksine, işçi sınıfı bütününü kapsayacak örgütlü bir sınıf siyasetinin tikelleştirilmesi kimlikfarklılık siyaseti adına tercih edilmektedir. Nitekim, hakim paradigma içinden birinci eğilimin tersine, neoliberalizmin ekonomi politikalarını eleştiren ikinci eğilimden yazarların üzerinde durduğu sınıf konusu da (Buğra, 2008; İnsel, 2008; Buğra ve Keyder, 2006) ya örgütsüz, bütünlüksüz ama kendi çıkarları söz konusu olduğunda bir araya gelen bireylerin mücadelesine indirgenmekte, ya da kimlik-farklılık siyaseti içinde konumlanması nedeniyle artık böyle bir mücadelenin anlamının kalmadığı noktasına getirilmektedir. Örneğin Buğra (2008: 18), bütünlüklü ve örgütlü bir sınıf mücadelesi yerine çalışanların deneyimlerini sınıf terimleriyle ifade ettikleri noktalardan “sınıf anları” olarak söz edilebileceğini önerir. Sınıf siyasetinin kimlik siyaseti içinde eritildiğinin bir görünümü olarak bu durum örneğin, serbest piyasa ekonomisinin “kendiliğinden düzen”i gereği, bir grev kararının normal olarak birbirleri ile hiç ilişkisi olmayan farklı etnik gruplardan işçilerin birlikte hareket etmeleri biçimini alabildiğini ifade eder. Ancak, “sınıf anları”nın bir sınıf oluşumuna işaret etmesinin gerekmediği, bir siyasal faaliyetin öznelerinin kendilerini başka aidiyetlere ve ortamlara gönderme yaparak tanımlayabildikleri, ya da kendilerini sınıf dışı kavramlarla ifade ederek örgütlü mücadeleden vazgeçebildikleri durumlar da bu döneme özgü siyasal 320 pratikler olarak belirmektedir. İnsel’e göre de birey ve sınıf arasındaki ilişkinin kopartıldığı, sınıfların bireylerden bağımsız tasarlanan bilinçler olduğu günümüz toplumlarında, toplumsal sınıf olgusu yerine artık farklı deneysel biçimlerden söz edilmelidir. Toplumsal sınıf olgusunun sosyolojik anlamdaki bu kullanımına göre, dönüştürücü/eyleyen özne’nin yerinin toplumsal tercihler, kurallar ve geleneklerin neden olduğu sosyal eşitsizliklerin giderilmesine yönelik anlık mücadelelerin alması, örgütlü ve sürekli bir işçi sınıfı mücadelesini de anlamsız kılacaktır (2008: 25-6). Görüldüğü gibi hakim paradigma içinden yazarlar, farklı düzeylerde de olsa, İslami burjuvazinin yükselişi sırasında burjuvazinin bürokratik vesayeti kırarak ekonomik çıkarları doğrultusunda siyasal yapıyı dönüştürmesini, sivil toplumun güçlenmesi bağlamında olumlarken, işçi sınıfının kendi çıkarlarını temel alan örgütlü bir siyaset izlemesi konusunda farklı düşünmektedirler. Ancak farklı sınıfsal çıkarları kapsayan bir “kültürel proje” olarak siyasal İslam biçimindeki görümüyle yeni siyaset tarzı, Gülalp’ın da belirttiği gibi hayat tarzlarına ilişkin bir değişim projesinin desteklenmesi ve buna uygun İslami toplum versiyonunun kurulması için sınıf ilişkili meseleleri itici güç olarak kullanmaktan da kaçınmamaktadır (2001: 434). Bu, özellikle 1990’ların ortasından itibaren bir önceki bölümde sözü edilen siyasetin apolitizasyonu ve depolitizasyonunun, yani siyasal karar alma süreçlerini etkileyecek toplumsal güçlerin otoriter biçimde engellenmesinin ve ekonomik karar alma süreçlerinin siyaset dışıymış gibi gösterilmesinin bir sonucu olarak, işçi sınıfının siyasetten çekilmesi ile siyasal İslam’ın yükselişinin aynı döneme tekabül etmesinden de anlaşılabilmektedir. Ortak sınıf çıkarlarının birleştirici bir unsuru olarak işlev gören siyasal İslam, aşağıda da ifade edildiği gibi kapitalist ilişkilerde, emek-sermaye, “sözleşme” dışı ilişkilerin öneminin arttığı esnek çalışma biçimlerine paralel, kimlik-farklılık siyaseti ile örgütlü bir sınıf söyleminin ve aidiyetinin ortaya çıkmasını güçleştirmektedir. “Kimlik siyasetinin gelişimi” biçiminde analiz edilen siyasal İslam’ın yükselişinin, ikinci eğilim içinden Birtek, Toprak, Buğra, Keyder ve Öniş gibi yazarların da katıldığı sınıf siyasetini de içinde taşıdığı gerçeğine, yani İslam’a dayalı siyaset içinde işçi sınıfına ait unsurların gizlendiğinin ve baskın sınıfların 321 yükselme kanalı bulduğunun kabul edilmesine rağmen, bunun dönüşümün ideolojik bir yansıması olduğu üzerinde durulmamaktadır. Örneğin bu eğilim içinden, dinin Türkiye’de devletin, ekonominin ve toplumun biçimlenmesinde büyük bir rol oynadığına dikkat çeken Buğra, dinin amaçları ve faaliyetlerinin sınıflar ötesi bir düzeyde biçimlendirilme potansiyelinden söz eder. Buna göre dini konular etrafında biçimlenen toplumsal-siyasal projelerin oluşumunda sınıfsal konumların yansıtıldığı farklı hayat biçimlerinin etkisi bulunmaktadır (2004: 127-8). Dolayısıyla, muhafazakar ve İslami anlam dünyalarının saçılıp gelişmesinin Türkiye’de kapitalizmin gelişimi ile paralellik göstermesi, birbirinden bağımsız süreçler olmadıklarını göstermektedir. Bizzat bu savunmacı mekanizmanın kendisi, anlam dünyaları dolayımında kapitalizmin maddi yeniden üretiminin güçlenmesine neden oluşturmaktadır. Kapitalist ilişkiler ve sermayenin maddi yeniden üretimi anlamında bu kesimlerin güçlenmesi, yani birikim yapmaları, zaman içinde İslami sembolik anlam dünyalarının da bu maddi gerçeklikler üzerinden yeniden tanımlanmasına neden olmaktadır (Ercan, 2009: 22). Başka bir ifadeyle, İslami tartışmanın kültürel renkliliği ve siyasetinin tanınma diline rağmen, İslam’ın “sınıfsal bir kod” olarak işçi sınıfı unsurlarını da kapsayacak biçimde küçük sermaye gruplarının çıkarlarına olan desteği ve (Gülalp, 2003: 385) büyük sermaye grupları ile de uzlaşısı sayesinde birikimin yeniden üretimi süreklilik kazanmaktadır. Ekonomi politikalarının bir sonucu olarak toplumsal çözülmeye tepki biçiminde gelişen kimlik arayışlarının (Öngen, 2004: 77) bir sonucu olarak, siyasal İslam’ın toplumsal temeli de farklı sosyo-ekonomik sınıfları içerecek biçimde yeniden yapılandığından sınıfsal çatışmaların üzerini örtebilmektedir. Siyasal İslam’a olan desteğin farklı ilgilerinin yanı sıra, toplumun farklı sınıfsal dilimlerini devlet merkezli anlayış karşıtlığında birleştirerek, siyasal ifadelerini İslami kimliğin bir unsuru aracılığıyla açıklamaları, bunun bir görünümü olarak ifade edilebilir (Gülalp, 2001: 444). Örneğin RP ve AKP, “statükocu” ve “vesayetçi” olarak tarif edilen asker-sivil bürokrasiye karşı güçlü muhalif bir hareket olarak, ortaya çıktığında başarılı bir biçimde bu farklı sınıf dilimlerini aynı çatı altında toplamayı başarmıştı. Bunun yanı sıra, güçlerini siyasal İslam’ın yükselişinden alan ve bu yükselişe 322 katkıda bulunan toplumsal entegrasyon biçimleri birbirinden farklı MÜSİAD ve Hak-İş’in de Türkiye’nin devlet merkezli modernleşme deneyimine ve bu anlayışın geleneksel devletçiliğine karşı eleştirel tavırları, onları (Buğra, 2004: 127) benzer siyasal söylemde birleştirmektedir. Siyasal İslam’ın büyük sermaye grupları ile uzlaşmaya dayalı siyaseti ve küçük sermaye gruplarını temsili; siyasal İslam kökenli siyasal partileri, kente yakın zamanda göçmüş güvenli iş bulmak isteyenleri ve geleneksel işçi sınıfının desteğini sosyal demokrat partilerin kullandığı söylemi farklı bir biçimde üstlenerek bu partilerin dağılması pahasına almaktadır (Gülalp, 2001: 445). Sosyal demokrat partilerin, kendileriyle benzer söylemi kullanan İslami partilerin aksine, bu dönemde başarılı olamama nedenleri arasında devlet merkezci siyaset karşıtlığında bir araya gelen ortak eleştirel tavrın büyük etkisi vardır. 1980’lerden itibaren RP ve AKP gibi İslam’ı referans alan siyasal partilerin “adalet” ve “refah” gibi söylemlerine karşılık, bu söylemi merkeze alan sosyal demokrat partilerin, “modernleşme” ve “batılılaşma” projesinin savunucuları olarak, devlet merkezli ideoloji ile olan bağlantıları ve bu ideolojiye yönelik muhalif söylemin yarattığı geniş eleştiri ortamı, bu partilere yönelik desteğin geri çekilmesinde etkili olmuştur. Görüldüğü gibi, devlet merkezli anlayış ve buna muhalif söylem, “güçlü devlet geleneği” tezi, arasındaki çatışma sınıflar esasında değil, hayat tarzları arasındadır. Devlet toplum ilişkilerinin analizinde “güçlü merkez- zayıf çevre”, “bürokratik elitler-siyasal elitler”, “devlet-sivil toplum” gibi kavram ikiliklerinden hareket eden hakim paradigma içinden yazarlar, toplumsal ilişkilerin bütünlüklü bir izahından ziyade, hayat tarzları, kimlik, farklılık, kültür ve ideoloji gibi “statü” ilişkili analiz birimlerine odaklanmaktadırlar. Bu analize göre “merkez”e, devlet merkezli modernleşme unsurlarının temsil ettiğine, kim uzak ve karşıysa, ya da politik, ekonomik ve ideolojik olarak dışta tutuluyorsa o, “çevre”yi , dolayısıyla, sivil toplumu temsil etmektedir. Ancak, Türkiye toplumunun oluşumu hakkında devlet merkezli yaklaşımın “imtiyazsız-sınıfsız-kaynaşmış kitle” söylemi, MÜSİAD’ın Konya Şubesi’nin kurucusunun “İslam doğru yolu”nda geleceğini oluşturan insanların bir sınıf oluşturmadığını vurgulamasında olduğu gibi, esasında 323 İslami söylemce yeniden ve başka bir biçimde tekrar üretilmektedir. Buna göre, insan zenginliği diğerlerini baskı altına almak için kullanıldığında, sınıfların ortaya çıkmasına neden olacağından İslam inancına göre reddedilmelidir (Buğra, 1998: 533). Toplumsal eşitsizlikleri toplumsal organizmanın yeniden üretiminin bir gereği olarak haklılaştıran muhafazakar ideolojinin neoliberalizmle ittifakı ise birikimin sürekliliğinden ziyade sınıfların varlığını reddetmektedir. Diğer yandan, sınıf çatışmasına muhalif konumuyla çıkarların ortaklaşa söylemi ve uyumunu ifade eden “Türk-İslam” sentezi, ulusal çıkarların birey ve sınıf karşısında olduğunu vurgulayan devlet merkezli ideolojiyle kültürel konularda farklılaşırken ekonomik konularda benzer yaklaşım sergilemektedir. Devlet merkezli söylemin büyük burjuvazinin zenginleşmesinin meşruiyetini ülkenin ekonomik gelişmesi sonucu “ulusal çıkarlara” olan katkısına dayandırmasına benzer biçimde, siyasal İslam’a göre de zenginleşme hem milli çıkarlar, hem de cemaat yararınadır. Bu nedenle, her iki farklı siyaset biçiminin de, devlet merkezli modernleşme unsurlarının ve buna eleştirel olanının, toplumda yarattığı ikiliklerin siyasal düzeyde değil de, kültürel düzeyde tanımlanması; Çulhaoğlu’nun da belirttiği gibi, kendine kanal bulamayan siyasal tepkinin, kültür alanında savunma setleri oluşturması (2002: 342) biçiminde değerlendirilmelidir. Başka bir ifadeyle, “ekonominin gereklerini”, “ulusal çıkarları”, “etnik ve dini kültürel kimlikleri” ya da dini veya etnik kültürün birleştirici imkanlarını” vurgulayan yaklaşımlar, ekonomik ve sosyal hak taleplerinin dile getirilmesini, işitilmesini bilinçli ve sistematik olarak engelleyeci bir rol içindedirler (Buğra, 2008: 10). Dolayısıyla, devlet merkezli ideolojinin “vesayetçi”, “güçlü devlet”inin İslamcı değerlere sahip bir kitleye batıcı değerlerin dayatılması” türü söylemlerde somutlaşan kestirmeci tezlerin yerine, iç ve dış ticaret hadlerinin gelişimi ve değişimi, gelir bölüşümünün hangi sınıflar lehine-aleyhine değiştiği, sanayileşmenin hangi sınıflar üzerinden finanse edildiği gibi daha somut başka olgulara bakılmalıdır (ayrıca bkz: Çulhaoğlu, 2002: 352). Çünkü ideolojik oluşumların ve kimliklerin birer ön veri olarak değil, tepkisel uç sonuçlar olarak ortaya çıkmaları ekonomik, siyasal, ideolojik, kültürel ilişkilerin bütünlüklü izahı ile anlaşılabilir. Sınıf 324 ilişkilerinin devlet merkezli ve liberal yaklaşımların aksine ekonomik, politik, toplumsal ve ideolojik biçimlerin öncülü ve sonucu olarak görülmesi bu sayede mümkündür. Hem bireyci erdemliliğin yüceltilmesi pahasına, demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanması yönünde devletin yetkilerinin güçlendirildiği neoliberal-muhafazakar söylemin ekonomik bireyciliğin garantisi olarak güçlü devlet savunusu (Yalman, 2004: 66), hem de dönüştürücü özne olarak sınıfları reddeden devlet merkezli anlayışın her ikisi birden benzer kuramsal çerçeveden hareket etmekte olup, kapitalist ilişkilerin yeniden yapılanmasında ortaya çıkan farklı biçimleri ifade etmektedirler. Birbirine muhalif konumlanan bu her iki yaklaşımca da desteklenen, insanların hukuki ve siyasal düzeylerde soyut olarak eşitlendiği sınıflı toplumlarda, ekonomik ve sosyal düzeylerde eşitsiz hale gelmeleri ya ulusal çıkarlar adına kabul edildiğinden ya da kendiliğinden doğal düzenin bir sonucu olarak görüldüğünden bunu dönüştürü müdahaleler desteklenmez. Her iki yaklaşımca da bireysel gelişimin, başka bireylerin sömürülmesine bağlı olduğu görünmez. Çünkü kapitalizmde toplumsal çatışma aleni bir şekilde değil, emek gücünün piyasada bir mal gibi alınıp-satılması dolayımıyla gerçekleşen bir sömürü biçimi üzerine kuruludur. Sınıf ilişkisinin bu biçimi, emek gücünün piyasada özgürce alınıp satılması özgürlüğü üzerine kurulu olup, doğrudan sömürü sürecini ve zor kullanımını içeren bir ayrılığı, ekonomi-siyaset, önceden varsayar (Holloway,1995: 121). Başka bir ifadeyle, özel mülkiyet haklarının biçimsel onaylanmasının koruyucusu olması nedeniyle devletin, mülkiyet sahipleri arasındaki etkileşim yasalarını zor’la uygulaması ile ilgilidir. Devletin toplumla bu ilişkisi, özel bireylerin soyut bireyler olarak varlığını, ya da standartlaşmış, nesnel hakların sahipleri olarak soyut vatandaşları kabul ettiğini gösterir (Bonefeld, 1992: 115, Holloway ve Picciotto, 2004: 140; Yılmaz, 2003: 58; Bonefeld, 2007: 263). Başka bir ifadeyle, sermayenin yeniden üretimi olarak toplumsalın yeniden üretimi, emek değer’inin yaratılmasının farklı bir uğrağı olarak devleti ve yaşamın çalışma etrafında organizasyonunu içerir. Toplumsal ilişkilerin bu 325 organizasyonu, sermayenin yeniden üretimini123 garantiye alacak yasal kurumsal sistemin oluşumunu ve sürekliliğini sağlayacak devlet gücünün ‘zor’a dayalı örgütlenmesi biçimindedir. Dolayısıyla, burjuva “evrensel demokratik değerleri”nin, yani evrensel eşitliğin sınıfsal ilişkilere uzanmaksızın mümkün oluşu, kapitalist toplumsal biçimin belirgin özelliği nedeniyledir. Wood’un da belirttiği gibi, bu, toplumsal veya sınıfsal gücün ortadan kaldırılmasından çok politik ve yasal ilkeler ve yöntemlerle ilgili biçimsel bir eşitliğin kabul edilmesidir (2003: 305). Böylece kapitalist devlet, bir yandan toplumsal sınıfların çıkarlarının temsilcisi olarak görünür, diğer yandan da işçi sınıfını bireyselleşmiş yurttaşlar düzeyinde ele alarak onların siyasal örgütlüğünü siyasal süreçlerin dışında tutarak dağıtma rolünü yerine getirir. Yasalar önünde eşitlik, tarafsızlık ve hukuk kurallarına bağlılık gibi “evrensel” burjuva demokratik değerleri biçiminde somutlaşan bu durum, işçi sınıfının sınıfsal birliğinin kurulmamasına yönelik ideolojik, yasal ve kurumsal düzenlemeler setini ifade eder. 123 Üretim geneldir, genel üretim değildir. Eğer genel de üretim değilse, genel üretim de yoktur. Üretim daima üretimin özgül bir kolu ya da bütünüdür. Politik ekonomi toplumun varlığı ile ilgilidir teknolojinin değil. Üretimden konuştuğumuzda bunun anlamı üretim daima toplumsal gelişmenin bir aşaması anlamındadır. Üretim toplumsal ve genel bir kategoridir (Marx, 1973: 85). SONUÇ Türkiye’de 1970’lerin sonlarına doğru etkisini göstermeye başlayan ithal ikameci ekonomik modelin krizine yönelik alınan önlemlerin toplumsal muhalefet, siyasal kutuplaşma ve istikrarsızlık ortamında uygulanamaması 1980 askeri müdahalesi ile başlayan sürecin ekonomi-politik arka planını oluşturur. Kapitalist toplumsal ilişkilerin ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik olmak üzere her düzeyde dönüşümünü zorunlu kılan ithal ikameci ekonomi politikalarının krizinin aşılması, Türkiye siyasal hayatında yeni bir dönemi başlatacak olan 24 Ocak “ekonomik istikrar kararlarını devreye sokmuştur. Savaş sonrası içe dönük büyüme ve devlet merkezli kalkınma ideolojisinden kesin bir dönüşü ifade eden yeni ekonomi politikası, ihracat odaklı ekonomi politikaları bağlamında, tüketimin ve ücretlerin kısılması ve dolaylı vergilerin arttırılması gibi ekonominin liberalizasyonuna yönelik politikaları içerdi. 1970’lerin siyasal ortamında; sokaklardaki huzursuzluğun, sınıf mücadelesinin yoğunlaşmasının ve siyasal partiler arasındaki uyumsuzluk ve çatışmanın ekonomik istikrar programının uygulanmasını zorlaştırması, büyük burjuvazinin de baskısıyla, 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi ile sonuçlandı. Askeri yönetimce 24 Ocak ekonomik istikrar programının Türkiye’nin krizi aşmasında tek rasyonel seçenek olduğunun ve istikrar programına devam edilmesi konusunda gerekli her türlü önlemin alınacağının bildirilmesinden de anlaşıldığı üzere (Krueger-Turan, 1993: 363), yeni ekonomi politikalarına muhalif toplumsal grupların siyasetten dışlandığı bir ortamda, “uzun vadeli istikrar” için “başka bir alternatif”in olmadığı inancıyla Türkiye’nin ekonomik ve siyasal tarihinde yeni bir dönem başladı. Otoriter-askeri yönetimden aşamalı ekonomik ve siyasal liberalizasyona geçişi ifade eden “sınırlı demokrasi yılları” ise yeni siyasal partiler yasasının seçim sisteminde sağladığı avantaj ve askeriyenin yüksek oyları alması muhtemel iki büyük merkez sağ ve sol partiye karşı yaptırım uygulamasından yararlanan ANAP’ın, aldığı oyla orantısız biçimde parlamentodaki sandalyelerin çoğunu almasıyla başladı (Kalaycıoğlu, 1990: 488; Ahmad, 2002: 223). Burjuva “demokratik”-parlamenter sistemlerde 327 “siyasal istikrar”ın “iki parti sistemi” ile yerleşeceği görüşüne paralel, iki ılımlı merkez sağ partisinin kurulması ve “radikal” sol partilerin, ultra-milliyetçilerin ve islami fundemantalizmin siyasetin dışında tutulmasını sağlayacak bir parti sisteminin kurulması (Sayarı, 1996-7: 36), “ekonomik istikrar programının” sorunsuz sürdürülmesi için gerekli görülmüştü. Yeni Anayasa ile de hem genel anlamda yasama organı karşısında yürütme gücü üstünlük elde etmiş, hem de Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın yetkileri yürütme içinde arttırılarak ekonominin yönetiminde “etkililik” ve “etkinlik” sağlanmaya çalışılmıştır. Bu anlamda, Başbakanlığa bağlı herhangi bir müsteşarlığın ilgili bakandan daha yetkili olması anlamında yeni bürokrasi biçimlerinin yaratılması, hükümetin gerektiğinde yetkilerin kendisine verildiği hükümet kararnemeleri ve doğrudan başbakanlığın kontrolünde bulunan isteğe bağlı harcamalarda somutlaşan fon sistemi (Öniş, 1992: 16) gibi uygulamalar, yasama organının ekonominin yönetiminden çekilmesini, yani ekonominin yönetiminde devletin artan yönetsel kapasitesini ifade eder. Ekonominin liberalizasyonu amacıyla yapılan ancak, ekonomi-siyaset ilişkisi bakımından “politik patronaj” (Buğra, 2010: 210-1) olarak ifade edilen, belli grupları kayırmaya yönelik bu gibi düzenlemeler; esasında ekonomide devlet müdahalesini azaltmayıp, orta vadede yeniden yapılanmanın ihtiyaç duyduğu yeni sınıfsal ittifakın oluşturulması amacına yöneliktir. Küçük burjuvazinin payanda olarak kullanıldığı bu süreçte; örneğin ihracat sektöründeki “bireyler” ve “şirketler”, bunların çokuluslu girişimcilerle bağlantısı olanların ve yabancı yatırım için risk alanların Özal’ın ekonomi politikalarından yararlanmasına karşılık, küçük işletmelerden daha fazla, “düşük ücretli bir ekonomi” politikasıyla yapısal dönüşümün ücretlerde keskin düşüşlere yol açtığı (Boratav, 1991: 42) işçiler ve köylüler dönemin kaybedenleri olmuştur. Dolayısıyla 1990’lara kadar ki yeniden yapılanma süreci, bir yandan neoliberal ekonomi politikalarıyla ekonominin liberalizasyonuna, diğer yandan da devletin otoriteryan görünümündeki artışına tanıklık eder. “İhracata yönelik büyüme” ve ücretlerin baskılanmasına dayalı yeniden yapılanma stratejisinin 1980’lerin sonunda ekonomik ve toplumsal sınırlarına dayanması, ekonomide dışa açılma önceliklerinin reel üretim sektörlerinden finansal serbestleşmeye 328 geçişi zorunlu kılması ise (Yeldan, 2003: 39) “parçalı siyasal parti sistemi” ile ekonomi-politik dönüşümde başka bir aşamaya denk gelir. Siyasal iktidarın ekonominin doğrudan yönetiminden çekilmesine yönelik düzenlemelerle karakterize bu dönem, devletin işleyen bir serbest piyasa ekonomisi için düzenleyici kapasitesinin artırılmasına yöneliktir. IMF stand-by anlaşmaları ve AB kriterleri bağlamında 1994 ve özellikle 2001 krizinden itibaren piyasa ekonomisine yönelik yasal-kurumsal standarların oluşturulmasını ifade eden bu düzenlemeler, sermayenin yeniden biçimlenmesi aşamasında ortaya çıkan yeni çelişkileri de içeren bir sürecin parçası olarak, devletin düzenleyici rolünün sermaye ilişkisiyle uyumlu olacak biçimde yeniden yapılanması anlamına gelir (Holloway ve Picciotto, 2004: 160). Örneğin bu dönemde sermaye hareketlerinin serbest bırakılması, yani “sıcak para politikalarına geçiş”i öngören “Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında 32 Sayılı Karar”la sermaye kaçışlarını önlemeye dönük finans kontrollerinin kaldırılması öngörüldüğünden (Yeldan, 2003: 39), ihracat öncülüğünde dışa açık birikim modelinin tıkanmasının yarattığı istikrarsızlık, doğrudan kısa vadeli spekülatif nitelikli sermaye girişleri ile aşılmaya çalışılmıştır (Bağımsız Sosyal Bilimciler, 2001: 16; Aydın, 2005: 97). Ancak sermaye hareketlerinin serbestliğine bu erken geçişin, gerekli düzenleyici çerçeve ve mali-parasal disiplin olmadan yapılmış olmasını (Buğra, 2003: 462; Öniş, 2009: 3; Aydın, 2005: 92), 5 Nisan 1994 kararlarıyla sonuçlanan finansal kriz izlemiştir (Yeldan, 2003: 40). Kamu harcamalarının kısılması, enflasyon kontrolü, tarımsal desteklerin azaltılması, ücretlerin ve maaşların düşürülmesi, istihdamın azaltılması ve özelleştirmeye devam edilmesi gibi düzenlemeleri kapsayan kararlarla, 1989-1990 “bahar eylemleri”nde işçilere verilen ödünler böylece geri alınmıştır. Bu kararların bir diğer sonucu; sanayi ve işlenmiş tarım ürünlerinin dolaşıma girmesini, emeğin ise serbest dolaşımının kapsam dışı bırakılmasını içeren GB’ye giriştir (Türkay, 2004: 201). Bu dönemde ayrıca ekonomi ve siyasetin yönetiminde IMF’nin geçici stand-by anlaşmalarınının yanı sıra AB, sürekli reform süreci ile ekonomik, siyasal ve toplumsal hayata dahil olmaya başlamıştır. Ancak AB ve IMF’nin ekonominin yönetimine artan müdahalelerine rağmen, “parçalı parti sistemi”nin ve 329 koalisyon hükümetlerinin aralarındaki uzlaşmazlık nedeniyle düzenleyici önlemlerin tamamlanamaması, ekonomik krizlerin siyasal istikrarsızlığa bağlandığı görüşüne göre, 2001 krizine neden olmuştur (Öniş: 2009: 5). Burada düzenleyici devletin işlevi, serbest piyasa ekonomisine daha “tahmin edilebilir” ve güvenilir kurumsallaştırılması bir çevrenin anlamına gelir. oluşturulması Nitekim 2001 için standartların krizinin ardından TÜSİAD’ın ekonomik konularla ilgili koordinasyon eksikliğine dikkat çekerek, piyasalara güven verecek ekonomiden sorumlu bir başbakan yardımcısına duyulan ihtiyaca dikkat çekmesi, TİSK ve TOBB’un hükümete yeni ekonomik istikrar programı ile ilişkili olarak siyasal istikrar ve uyumlu çalışma ortamının oluşturulması konusundaki görüş ve önerileri ve IMF programı ve AB uyum sürecine devam edilmesi yönündeki baskıların hepsi birden, makro-ekonomik istikrarın hedeflenmesi, yani “tahminedilebilir” bir piyasa ekonomisi talebiyledir. Bu doğrultuda 2001 krizinden çıkış programı olarak takdim edilen 2001 “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nın amacı da güven bunalımını ve istikrarsızlığı ortadan kaldırarak, kamu yönetiminin ve ekonominin yeniden yapılandırılmasına amaçlamaktadır yönelik (Bağımsız “sağlam” Sosyal bir alt Bilimciler, yapının 2001: oluşturulmasını 13). Dolayısıyla düzenleyici devlet, devletin meşru şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran tek kurum olması nedeniyle düzenleme yapmayı ve bunun sonucunda yasanın kuralı’nı uygulatma gücünü, yani yönetsel kapasitesinin arttırılmasını ifade eder. Nitekim, bu dönem ekonomi politikalarının koordinasyonunda etkili ve yetkili olan Devlet Bakanı Kemal Derviş’in TOBB’un 57. Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmasında; “devlet sahayı düzeltmeli, siz de gol atmalısınız” diyerek bu durumu özetlemiştir. Bu ifade, sadece uygulanacak politikaların niteliğini değil, egemen sermaye fraksiyonları ile devlet arasındaki ilişkileri de görünür kılması bakımından önemlidir (Ercan, 2009: 48). Bunun yanı sıra, kriz sonrasında devletin düzenleyici kapasitesindeki etkililiğin siyasal uyuşmazlıkları ve toplumsal grupların politizasyonunu önlemede parçalı parti sistemine göre daha etkili olan “iki parti sistemi”ni (Sayarı, 1996-97: 32) gerektirmesi, İslami kökleri olan, ancak öncellerine kıyasla daha ılımlı/uyumlu ve Türkiye siyasetinin merkez sağını işgal eden 330 yeni bir partinin, AKP’nin, çıkmasında da etkili olmuştur. 2001 krizinin hemen ardından iktidara gelen ve tek parti olmasından aldığı siyasal güçle ekonomi politikalarının uygulanmasında görünür bir “istikrar” sağlayıp, AB uyum sürecini takip edeceğini belirtmesi, yerel ve uluslararası sermaye gruplarınca sürekli vurgulanan “uzun dönemli ekonomik istikrar” için güven oluşturmuştur. Dönüşümün toplumsal düzeyi bakımından; “zayıf” siyasal ve toplumsal sistemin tümden yeniden yapılanmasını amaçlayan askeri rejim ve onu izleyen sivil yönetimler, politizasyonun siyasal istikrarsızlığa neden olduğu görüşü ile “daha durağan”, “daha az kutuplu” ve “daha az siyasal” olan bir düzenin kurulmasına yönelik (Barkey, 1990: 187) yasal kurumsal düzenlemelerde bulundular. Başka bir ifadeyle, politize dönemin siyasal partilerinin popülist politikalar için rekabetinin “aşırı” siyasal amaçlarla karakterize olması yüzünden genişleyen bürokratik kamu sektörünün etkili ve etkin yönetimi için, devletin toplumla olan ilişkilerinin yeniden yapılanması gerekti (Kettell, 2008: 632). Bu anlamda toplumsal düzey bakımından yeniden yapılanmanın bir görünümü; askeri yönetim yıllarında bütün siyasal faaliyetlerin durdurulması ve yasaklanması, sonrasında da ekonominin yönetiminin siyasal süreçlerin etkisinden bağımsızlaşması anlamında emeğin kontrolünün farklılaşan biçimlerine işaret eder. “Sınırlı demokrasiye” geçişle birlikte emeğin kontrolü, yeni Sendikalar Kanunu ile sendikaların dar ekonomik çıkarlar için faaliyet gösteren birimlere indirgenmesi, siyasal amaçlı faaliyette bulunmalarının yasaklanması ve mevcut sendikalar aracılığıyla da örgütlü emeği bölmeye yönelik düzenlemeleri içerdi (Akkaya, 2004: 160; Kaleağası Blind, 2007: 296). Bütün bu ve buna benzer kısıtlamalara rağmen, 1989 ‘bahar eylemleri’ ve 1991 ‘genel eylemi’nin hükümete yüksek ücret kabülünden başka seçenek bırakmamasının sermaye dilimlerinde neden olduğu hoşnutsuzluk, emeğin kontrolünde siyasal iktidarın ekonominin yönetiminde doğrudan etkisini gidermeye yönelik yeni düzenlemelerle sonuçlandı. Emek-sermaye ilişkilerinin yasaların dışında karşılıklı anlaşmalarla düzenlenmesine yönelik “esnek çalışma” ilişkilerini ifade eden yeni baskılama biçimleri sayesinde 1994 krizi, emek gelirlerlerindeki gerileme ve istihdamdaki olağanüstü daralma ile, yani 1989 ve 1991 eylemlerinin ücret 331 ve maaşlarda getirdiği artışın geri alınmasıyla atlatılabildi (Yeldan, 2003: 60). Özel sektörün işten çıkarma ve sendikasızlaştırma gibi emeğin politize olmasını önlemeye yönelik talepleri hem TİSK 1994 Raporu’nda, hem de 2003 İş Kanunu’nda esnekliği artırıcı, yarı zamanlı istihdam ve esnek çalışma saatleri gibi yeni istihdam türlerini düzenleyici öneriler ve yasalarda somutlaştı. Çünkü serbest piyasa ekonomisinin kendiliğinden doğal düzeninde ücretleri baskılama ve emek gücünü kontrol etmenin yeni biçimi; esnek çalışma ilişkileri siyasal baskıdansa emeği kontrol etmenin daha etkili bir biçimini oluşturmaktadır. Böylece hem devletin ekonominin doğrudan yönetiminden çekilmesi ile emeğin politizasyonu baskılanacak, hem de emek-sermaye ilişkilerinin piyasa süreçlerine devredilmesiyle devlet, toplumsal güçlerin muhatabı olmaktan çıkabilecektir. Devletin toplumsal sınıflara “tarafsızlığı” ve “nesnelliği” anlamında “göreli özerklik” biçiminde meşrulaşan bu biçimi ile bir yandan piyasa aktörlerini, diğer yandan da diğer toplumsal kesimleri kapsar görünümde olacaktır. Ekonomik ve toplumsal işlevlere yönelik faaliyet alanı daraltılan devlet, finans piyasasının zorlamaları nedeniyle emek gücü üzerinde kurulan baskının sorumluluğundan da “nesnellik”-“tarafsızlık” görünümüyle kurtulmuş olacaktır. Emeğin apolitizasyonu ve depolitizasyonuna yönelik bu düzenlemelerin yanı sıra, ekonominin liberalizasyonunun devlet merkezli anlayışı dönüştüreceği düşüncesi, devlet-sivil toplum ikiliğinin yüceltilerek “demokratikleşme” söyleminin ön plana çıkarıldığı bir süreci ifade etmesi anlamında bir meşruiyet işlevi de görür. 1980 sonrası neoliberal politikaların meşruiyetini oluşturan ekonomik liberalizm ile demokrasi arasında kurulan bu neden-sonuç ilişkisi (Köker, 1987: 67) devletten özerk, güçlü, iyi örgütlenmiş bir sivil toplumun varlığının Türkiye’de liberal demokrasinin yerleşmesi için vazgeçilmez olduğu düşüncesine dayanır. Bununla amaçlanan, “evrensel” burjuva demokratik değerlerinin taşıyıcısı olarak, liberal demokrasinin kurumsallaşması; bu sayede de hem özel mülkiyet hukukunun, hem de yasalar önünde “eşit” bireyler arasındaki sözleşmeler ile biçimlendirildiği düşünülen rasyonel hukuka ve formel eşitliğe dayalı burjuva toplum idealinin kurulmasıdır. Bu anlamda, Türkiye ekonomisinde istikarlı ekonomik ve 332 siyasal yapıların oluşturulması için güçlü toplumsal taleplerin oluşturulmasında önemli rol oynadıkları düşünülen TÜSİAD ve MÜSİAD gibi ekonomik çıkar birliklerinin, güçlü ve ekonomik açıdan baskın gruplar olarak, etkili-hesapverebilir ve şeffaf bir yönetim için devleti kendi kendine dönüşüme zorlamalarının önemli bir aşamayı ifade ettiği düşünülmektedir (Öniş ve Türem, 2001: 95; Keyman ve Koyuncu: 2005: 1089; Buğra, 1998: 527). Böylece devletin ekonomik ilişkilerde baskın bir aktör oluşunun, sermaye gruplarına danışmadan “oyunun kuralı”nı tek başına biçimlendirme gücüne sahip olmasının yerini, etkili ve baskın bir sınıf olarak, varlıklarının korunması ve devlet-ekonomi ilişkilerinde daha belirleyici olmaları alacaktır. Nitekim hakim paradigmaca devlet-sivil toplum ilişkilerinde “demokratikleşme” pratiği bakımından olumlanan bu süreçte TÜSİAD, TOBB, TİSK ve 1990’lardan itibaren MÜSİAD’ın, ekonomi politikalarının belirlenmesinde etkin olmak anlamında, devleti sınırlandırdıkları görülmektedir. Başka bir ifadeyle, “demokratikleşme” süreci olarak tarif edilen bu süreç, sermaye lobilerinin görüşlerinin sadakatle izlendiği 1980 askeri müdahalesinin hemen ardından TİSK başkanı Halil Narin’in, “şimdiye kadar işçiler güldü artık gülme sırası bizde” (Barkey, 1990: 189; Boratav, 2007: 150) deyişinde olduğu gibi, ekonomik ve politik dönüşümün etkilerinin işçi sınıfının taleplerinin kontrol altına alındığı bir ortamda burjuva sınıfı için durumun farklı olduğunu göstermesinin yanı sıra, bu sınıfın devletle ilişkilerinde belirleyici taraf olmaya başladığını da ifade etmektedir. Nitekim burjuvazinin siyasal mücadele içindeki rolünün artmasıyla 1971 askeri müdahalesinden sonra kurulan TÜSİAD’ın, ekonomik ve siyasi kriz koşulllarında serbest girişim ve liberal bir ekonomiyi talep etmesi, IMF anlaşmasına uyulmadığı gerekçesiyle yerel sanayiyi ve emekçileri destekleyen Ecevit hükümetini eleştirmesi, ekonominin yeniden yapılanması için 24 Ocak Kararları’nı doğrudan savunması ve diğer tüm sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerinin yasaklandığı bir ortamda yapısal uyum programının sadık takipçisi olacakları mesajını iletmek için bir takım temsilcilerinin askeri yönetimce Washington’a gönderilmesi (Arat, 1991: 135), 1980 sonrası devlet-burjuvazi ilişkilerinde devletin aldığı biçimin anlaşılması bakımından önemlidir. Bir yandan “demokratikleşme” üzerine raporlar 333 yayımlarken, diğer yandan Refah-Yol hükümetinin düşürüldüğü ve RP’nin kapatıldığı 1997 28 Şubat sürecinde başta TÜSİAD, TOBB ve TİSK gibi sivil toplum örgütlerinin sergiledikleri ortak tavırla, siyasal ve ekonomik sistem hakkındaki endişelerini belirtmeleri de tıpkı 1980 askeri müdahalesinde olduğu gibi burjuvazinin ekonomik çıkarlarının demokratikleşme perspektiflerinin önüne geçtiğinin bir başka örneğini oluşturmaktadır (bkz: Buğra, 1998: 535). 1990’lardan itibaren yükselişe geçen ve islami renkteki siyasal partilerle organik ilişkisi bulunan farklı sermaye grubu olarak MÜSİAD ve TÜSİAD’ın 1990’ların ortasından itibaren neden demokratikleşme trendine destek verdikleri ise yine ekonominin baskın doğasının, ya da teknik bir alan olarak görülen ekonominin, “daha iyi yönetişim”, daha küçük, hesapverebilir ve kurallara uyan ve onları uygulayan devlete olan ihtiyacının uluslararası piyasanın başarısında rekabetedilebilirlik için bir anahtar koşul olarak sunulması ile ilgilidir. Dolayısıyla dönüşümün toplumsal düzeyi bakımından askeri yönetim’den 2000’li yıllara ekonominin liberalizasyonu süreci, bir yandan siyasal kararalma süreçlerini etkileyecek muhalif güçleri bastırmaya yönelik devletin otoriteryan niteliğindeki artışa, diğer yandan da ekonominin liberalizasyonunun siyasal liberalizasyonu da getireceği görüşü ile demokratikleşme söylemine tanıklık eder. Türkiye’de kapitalist ilişkilerin gelişim sürecini Batı Avrupa tarihine kıyasla analiz eden liberal görüşün aksine, bu sürecin bir yönü siyasal iktidarların yeni ekonomi politikalarını uygularken popüler olmayan politikaların sonuçlarından korunmaları anlamında apolitizasyon ile toplumun belirli kesimlerinin faaliyetlerinin dar ekonomik çıkarlara indirgenmesi sürecidir. Diğer yönü ise ekonomi politikası oluşturma araçlarının tasfiye edilerek ekonomik kararların siyasalın uzağında bir yerde alındığı depolitizasyon stratejisi ile ekonominin yönetiminin sorumlularının görünmez kılınması sürecidir (Burnham, 2001: 129; Bağımsız Sosyal Bilimciler, 2001: 37; Güney, 2006). Bir yandan toplumun büyük bir kısmının siyasetin dışına itildiği, öte yandan uluslararası politik ekonominin kurallarının yerel seviyede yerleşmesine yönelik düzenlemelerin gerçekleştiği bu süreç, devlet merkezli kalkınma anlayışı karşıtlığında devletin toplumsal sınıflara özerk ve nesnel 334 olmaya başladığı düşüncesi ile olumlanmaktadır. Yani ekonominin liberalizasyonu, bir yandan istikrar ve tahminedilebilirlik adına, “evrensel” piyasa normlarını zorunlu kılarken, diğer yandan toplumsal düzeyde “evrensel” burjuva liberal demokratik değerleri olarak sunulmaktadır. Siyaseti devlet ve farklı toplumsal sınıflar arasındaki bir uzlaşma olarak açıklayan liberal yaklaşımın aksine, bu sınıfların kendileri ve devletle aralarındaki mücadelenin bir alanı olarak kavranması, 1980 askeri müdahalesi sonrasında bütün siyasal faaliyetlerin yasaklanmasına rağmen, büyük burjuvazinin faaliyetlerine nasıl devam edebildiği? ve 1997’de 28 Şubat sürecinde neden önemli bir aktör olduğu? sorularının açıklanması bakımından da önemlidir. Devletin toplumsal sınıflara özerk ve onların üzerinde durduğu iddiasındaki yapısal-işlevselci ve liberal yaklaşımların aksine, bu ilişkilerin önemli bir parçası olduğunun anlaşılması bu soruların açıklanmasını da kolaylaştıracaktır. Dolayısıyla, 1990’ların yarısından itibaren ekonomik karar alma süreçlerinin teknikleştirilerek siyaset dışıymış gibi gösterildiği ve bu sayede siyasal faillerinin görünmez kılındığı bir süreçte burjuvazinin, her iki kanadının birden, AB’ye üyelik süreci ve “demokratikleşme” reformlarına verdiği yoğun destek de ekonominin liberalizasyonundan, yani serbest piyasa için “tahminedilebilir” istikrarlı bir çevre talebinden ayrı düşünülemez. Bu yolla ekonomi alanında, yani üretim ilişkileri üzerinde temsili demokrasiyle olası toplumsal müdahalelerin etkisinin önü de kapatılmış olacaktır. Böylece ne uluslararası örgütler, ne de ulusal hükümetler ekonomi politikalarından sorumlu görünmeyeceklerdir (Bonefeld, 2005: 95). Dolayısıyla son süreçte olan devletin bu alanlardan, yani ekonomiden çekilmesi değil, hükümetin ya da siyasal iktidarın temsili demokrasinin sınırları ölçüsünde toplumsal müdahale süreçlerini bu alanlarda olanaksız kılmasıdır. Başka bir ifadeyle, bir yönetim stratejisi olarak apolitizasyon ve depolitizasyon, “bağlayıcı güvenilir kuralların üstlenilmesi” anlamında, hükümetin manevra alanını sınırlayarak emek örgütleri gibi toplumsal güçlerden gelecek siyasal müdahalelere karşı gardiyan görevi görmektedir. Bu da Weber’in “toplumsal sözleşme”nin uygulanması için şiddet kullanma tekelini elinde bulundurma hakkına sahip devleti ile Hayek’in 335 serbest piyasa ekonomisi için düzenleyici yasal ve kurumsal çerçeveyi oluşturan güçlü devleti ile uyum içindedir. 1980 sonrası dönüşümün ideolojik düzeyde yansıması ise çalışmada siyasal İslam’ın neden 1980 sonrasında yükselişe geçtiği? ve 1980 sonrasında neoliberal-muhafazakâr ittifakın biçimlendirdiği “yeni siyaset tarzı”nın siyasal İslam’ın yükselişini ne yönde etkilediği? soruları etrafında açıklandı. Bunun yanı sıra toplumsal ilişkilerin, ekonomik süreçlerin dışarda bırakılarak kültüre referansla açıklandığı 1980 sonrasının hakim söyleminde, “kimlik ve tanınma” biçiminde meşrulaşan kültür politikalarının neoliberalizmle uyumu, muhafazakar söylemle eklemlenişi ve bunun Türkiye özelinde siyasal İslam’ın yükselişi ile nasıl örtüştüğü üzerinde duruldu. Bu, ekonomi-politik bakımdan serbest piyasanın temel değer olarak yüceltildiği 1980 sonrası süreçte, postmodern kimlik-farklılık söylemi ile ideolojik olarak sınıf siyasetini kimlik siyaseti içinde gizleyen “yeni siyaset tarzı”nın meşruiyeti üzerindeki etkisi nedeniyle önem oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra bu bölümde ayrıca modernleşme kalkınmacı kuramının, politikaların dönemin meşruiyetini hakim ekonomik-siyasal oluşturmasında olduğu modeli gibi, postmodernizmin de 1980 sonrasının hakim ekonomi-politiği neoliberal politikalarla ilişkisine dikkat çekildi. Bu bölüm, kapitalist ilişkilerin 1970’lerdeki krizine çözüm olarak sunulan neoliberalizmle uyumlu postmodern siyasetin, kimlik, farklılık, kültür gibi ekonomi dışı görünen kategorilerinin, esasında kimliksel çatışmaların siyasetin belirleyici çatışmalarının ekonomi-dışı faktörler üzerinden yeniden kurulması anlamına geldiği, yani ekonomik ve siyasal süreçleri etkileyecek sivil toplumun önemli bir kesiminin siyasetin dışında bırakılmasının bir dışavurumu olduğu savunusundadır124. Hatırlanacağı üzere Türkiye’de 1980’lere kadar hem kapitalist ilişkilerin yerleştirilmesinin, hem de ekonomik-yönetsel-siyasal aygıtların bu ilişkilere uyum sağlayacak şekilde biçimlenmesinin meşruiyetini, devlet merkezli modernleşme ideali oluşturmuştu. Kapitalist toplum idealinin farklı bir biçimde takip edildiği 1980 sonrasında bu, devlet-piyasa karşıtlığı söyleminde, 124 Benzer değerlendirmeler için Bkz; Çulhaoğlu, 2002; Güveloğlu, 2004. 336 piyasanın yüce bir değer olarak alındığı, sivil toplum’cu post-modernleşme ideolojisi biçimine evrilmiştir. Kapitalist ilişkilerin yerleşmeye başladığı dönemde bu anlayışın meşruluk zeminini, toplumu homojen bir kültürelekonomik bütünlük olarak kavrayan ve “ulusal birlik” esasını oluşturmak isteyen “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olarak toplum söylemi oluşturmuştu (Köker, 2008: 245). 1980 sonrasında ise, sivil toplumun gelişmeye başladığı söylemi ve siyasal alana ilişkin yeni referans noktası olarak kültürün alınmasıyla, devlet merkezli modernleşme anlayışının meşruluk krizi içine girmesi (İçduygu ve Keyman, 1998: 144), “alternatif modernleşme”/postmodernleşme söyleminin yaygınlık kazanmasıyla sonuçlandığından, devlet-vatandaş-birey ilişkilerinde de bir dönüşümden sözedilmektedir. Hakim paradigmaya göre bu dönüşüm, “ulusal kimlik”le özdeşleşmiş kamusal yararın taşıyıcısı vatandaşlık modelinin yerine, toplum ve ekonomi üzerinde devlet müdahalesinin minimize edilmesini öngören “liberal” ya da “liberal demokratik” anlayış çerçevesinde bireyin hak temelinde tanımlandığı özne-vatandaş modelinin etkinlik kazanmasıyla sonuçlanmıştır (İçduygu ve Keyman, 1998: 146, 150). Toplumsal ilişkilerin açıklanmasında referans alınan kavramlar bakımından bunun bir diğer anlamı, bireysel özerklik ve farklılıklar nedeniyle artık sınıf katmanları arasındaki eşitsizliklerin değil, bireyler arasındaki eşitsizliklerin siyaseti yönlendirdiğidir. Buna göre, bireyselleşmenin artmasıyla kişilerin ortak ekonomik-maddi konumlarından kaynaklanan aidiyetliklerinin yerini, farklılığa dayalı öznel kimlikler aldığından (İnsel, 2008: 21) dönüştürücü dinamik olarak bütünlüklü siyasal öznelere de gerek kalmayacaktır. Başka bir ifadeyle, ideolojinin görevi siyasal birliğin temelini oluşturacak öznellik biçimlerinin üretilmesi olduğundan bir dönem vatandaş olan birliği sağlayıcı unsur, bugün alt kimlikler ve ötekilik biçimine dönüşmüştür. Bu anlamda sivil toplumcu ve farklılık esasına dayalı her türlü siyasi proje savunusu, tıpkı devlet merkezli kalkınma döneminde olduğu gibi, bugün de egemen sınıfın siyasal birliğine ve hegemonyasına hizmet etmektedir (Güney, 2006: 186). Bunun bir diğer anlamı, 1980 sonrası devlettoplum ilişkilerine dair salt ekonomik ve toplumsal anlamda bir dönüşümün değil, aynı zamanda ideolojik alanda da liberal-bireyci bir devlet kuramının 337 öngördüğü “özerk bireyler”in oluşumunu sağlayacak bir dönüşümün yaşandığıdır (Yalman, 2004). İdeolojik dönüşümün bu biçimi, devlet toplum ilişkilerinin analizinde, toplumsal gerçekliği “kültüre” referansla açıklayan hakim paradigmanın “güçlü devlet-zayıf toplum”, “bürokratik elitler-siyasal elitler” ve “merkez-çevre” çatışması gibi tez’lerinin devlet-piyasa, devlet-sivil toplum, özne-öteki gibi biçimlere evrildiği anlamına gelmektedir. Dolayısıyla modernleşme kuramının soğuk savaş döneminde yerine getirdiği ideolojik görevin bugün postmodern kuramca (ideoloji) üstlenilmesi, yani kapitalist ilişkilerin yeniden üretiminde gerekli olan “kültürel çalışmalar” işlevinin bugün aldığı biçimin post-modern söylemle örtüşmesi (Güney, 2006: 179-80), kapitalist devletin esasına ilişkin bir farklılaşmayı değil, kapitalist ilişkilerin dönemsel krizlerine karşı yeniden yapılanmasının aldığı biçimsel bir dönüşümü ifade etmektedir. Bunun pratikteki görünümü, serbest piyasa ekonomisine yönelik ekonomi politikalarının, siyasal bir unsur haline gelen İslam’ın siyaseti yönlendiriciliğinde, devlet merkezli yaklaşıma karşı ortak bir muhalif hareket oluşturarak ideolojik meşruiyet işlevi görmesinden de izlenebilir. Bu neoliberal-muhafazakar ittifak Buğra’nın ifadesiyle, yeni siyaset tarzı ideolojisinin, iktidar ilişkilerinin resmi bir unsuru olarak siyasal İslam’ın 1980 sonrasında devlet-din ilişkisinin dönüşümüyle Türk-İslam sentezi olarak bilinen ideolojik pozisyonunu alışını ifade eder. 1980 sonrası siyaseti, devletsivil toplum karşıtlığında analiz eden yapısal-işlevselci ve liberal yaklaşımların aksine, burada sorulması gereken; askeriyenin siyasal alanı radikal biçimde sınırlandırdığı 1980’lerin ilk yarısında, devlet otoritesine tehdit olarak algıladıklarını yasakladığı bir ortamda, nasıl oldu da sivil toplum’cu siyasetin bir unsurunun, İslami grupların, toplumsal önemlerini arttırabildiğidir (Bkz: Birtek ve Toprak, 1994: 5)? Bu, 1980 öncesinin “çatışmalı, kutuplu, istikrarsız” siyasal ortamının sınıfsal farklılıkları reddedip “kültürel bir ortak değer” olarak İslam’ın bütünleştiriciliğini resmi ideolojinin bir parçası haline getirmesi, yeni siyaset tarzı’nın “küçük ama güçlü devlet”inin yükselen Kürt hareketini ve sınıfsal çatışmaları siyasal İslam içinde elimine etme işlevi ile ilgilidir. Toplumsal “birleştirme-bütünleştirme stratejisi” ile ilgili bu durum, İslam’ın toplumsal ve siyasal, hatta ekonomik hayatta çok önemli bir unsur 338 olmaya başlamasıyla da eşzamanlıdır (Buğra, 2002: 189; Şen, 2006: 227; Dursun, 2003: 60). Bu “birleştirme-bütünleştirme” stratejisinin yürütücüsü ise 1980’lerde kendisini “ilerlemeci muhafazakar” olarak tanımlayan ve İslami değerler ile piyasa liberalizmi arasında kurduğu denge ile bütün sermaye gruplarına güven veren ANAP iken, 2000’lerde de AKP’dir. Kıta-Avrupası geleneğini devletçi, dolayısıyla otoriter, Anglo-Amerikan geleneğini ise piyasacı, dolayısıyla özgürlükçü bulan Hayek’e benzer biçimde AKP’nin kültürel kodlarının da tıpkı ANAP gibi Amerikan popüler, ılımlı muhafazakarlığınınkilere benzerlik sergilemesi İnsel’e göre (2003: 302-303), ANAP’la başlayan Amerikan tarzı liberal-muhafazakar gelişmenin daha otantik, daha kalıcı ve olgun biçimini ifade etmektedir. Ancak, kültür ve kimlik siyasetinin doğası gereği sınıf siyasetini içinde erittiği ve siyasal kültürün merkezi bir yer işgal ettiği söyleminin aksine, siyasal İslam, sivil toplumcu siyaset içinde kültürel farklılık ve siyaseten tanınma mücadelesinin yanı sıra, küçük burjuva çıkarlarını ve kentli yoksulların taleplerini de kapsamaktadır. Başka bir ifadeyle bu, 1980’lerden itibaren emeğin apolitizasyonu ve 1990’lardan sonra da ekonomik karar alma süreçlerinin depolitizasyonuna yönelik farklı biçimlerdeki düzenlemelerle siyasal karar alma süreçlerinden dışlanan işçi sınıfının, kendisini ekonomi kategorisi ile ilişkilendirmekten ziyade, kimlik ve kültür siyaseti içinde ifade etmesidir. Örneğin en örgütlü kesim arasında yer alan İslami sivil toplum kuruluşlarından MUSİAD ve muhafazakar işçi konfederasyonu olarak Hak-İş, farklı sınıfsal çıkarları temsil etmelerine rağmen, etkin bir biçimde İslami siyasal partilerin örgütlenmesine destek vermektedirler (Gülalp, 2001: 433; Barkey, 2000: 99). 1980 sonrasında kimlik ve kültürün siyasal mücadelenin temel belirleyeni olduğu varsayımının aksine, siyasal İslam’ın gündeminde gizlenen küçük burjuva çıkarlarına olan bu desteği, İslami partilerin 1970’lerde kemiğini oluşturan kültürel olarak muhafazakâr ve dindar Anadolu burjuvazisinin 1980’lerden itibaren yükselişine de tanıklık etmektedir (Barkey, 2000: 99). Örneğin RP’den AKP’ye siyasal partiler, bir yandan devletin ekonomik faaliyetlerinin en aza indirilmesi gerektiği yönündeki neoliberal politikalarla bütünleşirken, diğer yandan hem büyük kentlerdeki sermaye gruplarıyla ilişkilerini iyi 339 tutmakta, hem de Anadolu burjuvazisine o güne kadar hariç tutulan devlet desteğini vermektedirler (Keyder, 2004: 71).Yani siyasal İslam’ın çok-sınıflı popülizmi, onun hem işçi sınıfını, hem de kapitalist sınıfı amaçlayan ikili ve çelişkili söylemini yansıtmakta (Gülalp, 2001: 444) ve kimlik siyaseti etrafında birleşen çok sınıflı görünümüyle de hem neoliberal politikalardan kaybedenleri, hem de ondan kazananları kapsar görünmektedir. Türkiye’de 1980 sonrası siyasetin dönüşümünü açıklayan ve çalışma boyunca ayrıntılı izahı yapılmış olan ana akım söylem ya da hakim paradigma içinden her iki eğilim de, aralarındaki önemli farklılıklarla birlikte, 1970’lerin temel sorununu siyasal sistemin kutuplaşması ve parçalanması nedeniyle siyasetin/devletin diğer toplumsal gruplara özerkliğini yitirmesi biçiminde kavramaktadır. Siyasetin ekonomiden özerkliğini sağlayamadığı durumlarda devlet aygıtlarının aralarındaki uyumu kaybettikleri ve özgül toplumsal çıkarların kullanıcısı durumuna geldikleri Weberyan çözümleme ile de örtüşen hakim paradigmanın bu yaklaşımı, Türkiye siyasal hayatına ilişkin değerlendirmelerde temel referans noktası olarak alınmaktadır. Buna göre örneğin, 24 Ocak ekonomik istikrar kararları ve 1980 askeri müdahalesi ile başlayan yeniden yapılanma süreci, devletin siyasal yapısındaki gruplaşmalar ve genel toplumsal kutuplaşma sonucu yitirdiği özerkliğinin yeniden elde edilme sürecini ifade etmektedir (Yeşilada ve Fisunoğlu, 1992: 188; Sayari, 1996-1997: 30-1; Heper, 2002: 71; Özbudun, 2007:179; Keyman ve Koyuncu, 2005: 107; Müftüler ve Baç, 2005: 20 ). Bu anlamda, hakim paradigma içinden özellikle siyasetin ekonomiye özerkliği savunusundaki bir grup yazarın, siyasal istikrarsızlıklar nedeniyle derinleşen ekonomik krizlerin üstesinden gelindiği ve devletin ekonomiye özerkliğini yeniden kurduğu için 1980 askeri müdahalesini olumladığı söylenebilir (Heper, 2002: 74; Heper, 2006: 31; Göle,1994: 213). Ekonomiyi analizlerine dahil eden ancak, her iki alanın birbirine özerkliği iddiasındaki diğer eğilim ise, ekonominin liberalizasyonu sürecinde siyasetin otoriterleştiğine dikkat çekmekle birlikte, yani ekonominin liberalizasyonuna yönelik politikaların askeri müdahale olmadan sürdürülemeyeceğini kabul etmekle birlikte; bu süreçte bireysel haklar ve sivil toplum alanına ilişkin “olumlu” gelişmelerle evrensel burjuva 340 demokratik değerlerinin yerleşmeye başladığı savunusundadırlar (Keyder, 1987:176; Buğra, 2003: 206; Özbudun, 2007: 179-180; Köker, 2008: 260; Barkey, 2000: 199). Ancak, devletin göreli özerkliğinin sağlanması için onun yönetsel kapasitesinin artması gerektiği ortak görüşündeki her iki eğilim de; bunun aynı zamanda piyasada bir meta olarak emek gücünün yeniden üretiminin garantiye alınmasının gerekliliği nedeniyle devlet müdahalesinin arttırılmasını zorunlu kıldığını görmez. Dolayısıyla, burada göreli özerklik; devletin müdahale, yönetim ve temsil faaliyetlerinin emek gücünün bir meta olarak alımı ve satımı çerçevesinde yeniden yapılanması, yani sözleşmenin iki tarafı, alıcı ve satıcı bireyler, olarak yasa önünde aynı haklara sahip eşit bireylerin varlığının sürdürülmesini ifade etmektedir (Holloway, 2001: 246). Başka bir ifadeyle hakim paradigmaya göre, devletin emek gücü sahibi olarak işçilere ve sermaye sahibi olarak kapitalistlere nesnel, tarafsız ve özerk bir konumda bulunması hem onun göreli özerkliğinin sağlanması, hem de “eşit” bireyler arasındaki bu ilişkilere müdahalede bulunmamasını gerektirdiğinden sivil toplumun gelişimi için önem arzetmektedir. Ancak bu durum, pratikte sivil toplum ve demokratikleşme söylemi ile meşruiyetini oluştururken, emeğin politizasyonununu önlemeye yönelik farklı yönetim stratejileri olarak apolitizasyon ve depolitizasyon süreçlerinin etkinliğinin artması ile de antidemokratik bir görünüm oluşturmaktadır. Kitlelerin siyasal karar alma süreçlerinden uzaklaştırılmaları ya da karar alma sürecinin politik yönünün daha uzakta korunaklı bir yere yerleştirilmesi anlamında oldukça politik olan bu yönetim stratejileri de devletin göreli özerkliği bakımından önemli işlevlere sahiptir. Bu, ilkin 1980 sonrasında yeni Anayasa’da somutlaşan düzenlemelerle siyasetin faillerinden ayrılması biçiminde iken, 1990’lardan itibaren hem emek örgütlenmelerini önleyici uygulamalar, hem de devletin yönetsel kapasitesine yönelik AB standartlarına uygun ekonomik ve siyasal yapının oluşturularak devletin düzenleyici kapasitesinin arttırılması biçimindedir. Devletin kapasitesinin güçlü olmadığı, yani toplumun üzerinde ve uzağında kalmayı başaramadığı durumlarda antogonistik toplumsal ilişkilerin bir nesnesi haline gelmesi, onun diğer toplumsal gruplara özerkliğini gerektirmektedir. Devletin toplumsallaşmasının göreli özerkliğine zarar 341 verecek olması, onun sınıfsal karakteri bakımından tehlike arzettiğinden nesnel-tarafsız bir görünümde olmalıdır. Bonefeld, iyi işleyen bir piyasa ekonomisinin demokrasi pahasına yükseldiği böylesi bir durumu, devletin sınıf mücadelelerine karşı özel mülkiyetin koruyucusu ve kurtarıcısı olması ile açıklar (2006: 242-3). Böylece devlet, göreli özerkliğinden kaynaklanan sınıflar üstü konumu sayesinde düzenleyici işlevi ile hem homojen olmayan sermaye sınıfının farklı çıkarlarını koruyabilecek, hem de emek sınıflarını kontrol altında tutabilecektir. Türkiye’de ekonomi-siyaset ilişkilerini “güçlü devlet geleneği” tezine dayanarak açıklayan hakim paradigmaya göre ise, bu sayede bir toplumsal sınıf olarak algılanan bürokratik elitler’in ekonomiyi etkilemesine, yönlendirmesine ve biçimlendirmesine engel olunabilecektir. Devletin göreli özerkliğinin sivil toplumun gelişimi ve demokrasinin sağlamlaşması bakımından bir koşul olarak görülmesi, AB uyum sürecinde hem ekonominin yönetiminin siyasal iktidarın etkilerinden bağımsızlaşması, hem de burjuva liberal demokratik değerlerinin yerleşmesinin ve gelişmesinin biricik garantisi olarak görülmektedir. Bu anlamda her iki eğilim de demokratik siyasal sistemin sağlamlaştırılmasında, reformların alanının genişliğinin yeterli olmasa da, “sınırlı demokrasiye geçiş”ten beri devam etmekte olan siyasal reformların hızı ve büyüklüğünün GB üyeliğini ve AB adaylık sürecini getirdiğini, bunun da iç siyaseti sivil toplum yönünde etkileyerek siyasal sistemi daha açık, daha etkili ve daha liberal olma yönünde dönüştürdüğü görüşündedir (Yeşilada, 2007: 19; Toprak, 1996: 104; Barkey, 2000: 88, 104; Keyder, 2007; Öniş, 1992; Buğra ve Keyder, 2006). Dolayısıyla piyasayı bireysel seçim ve özgürlük alanı olarak gören liberal düşünceyi temel alan “güçlü devlet geleneği” söylemi, hem ekonomik liberalizasyon olarak ifade edilen siyasal projeyi meşrulaştırma girişimlerini doğrudan etkiler, hem de bizzahiti devleti yeniden yapılandırmaya yönelik ideolojik girişimin bir parçası olarak işlev görür (Yalman, 2004: 26). Bizim çalışmada devletin bu biçimi Bonefeld’in ifadesiyle, bir ‘siyasal zor’ olarak biçimsel eşitliğin ve özgürlüğün uyumu bağlamında ‘piyasa cumhuriyetinin’ siyasal organizasyonunu ifade eder (1992: 116). Çünkü sömürünün varlığının bir biçimi olarak biçimsel eşitlik ve özgürlük, mülkiyet hakkının siyasal garantisini ve yasanın kuralını 342 uygulayacak güçlü devleti tanımlar. Devlet, hukuk yoluyla da mülk sahipleri arasında eşit, özgür değişim ilişkilerine uygun yönetimi koruma yetkisine sahip bir kurum olarak, toplumsal ilişkilerin dışında, onların üzerinde ve onlara tarafsız görünür (Bonefeld, 2007: 263, Holloway, 2001: 245; Clarke, 2001: 194). Devletin toplumsal sınıflar karşısında özerkliğini sağlayıcı kurumların oluşturulması süreci olarak 1980 askeri müdahalesinin ve ardından gelen sürecin idoelojik dönüşüm bakımından önemi ise; “sınırlı demokrasiye geçiş”ten itibaren, ekonomi ve siyasete ilişkin politikalarla, toplumsal ve siyasal dengeler açısından ekonomi üzerinde devlet rolünün gevşemesi ve otoriteryan devlet merkezli bakıştan uzaklaşılarak ekonomik liberalizasyona geçildiği gerekçesiyle hakim paradigma içinden yazarlarca olumlanır (Öniş, 1992: 8; İnsel, 2003: 295; Keyder, 2007: 228; Göle, 1994: 218-219, 221; Köker, 2008: 196; Özbudun, 2006: 546). Başka bir ifadeyle, ekonomik anlamda devletçi ve otoriteryan çıkarların ertelenmesi ve ulusalcı ideolojinin kendini donuklaştırmasının (Keyder, 2004a: 66) bir sonucu olarak, bürokratik otoriter devletçiliğe karşı sivil toplumun mücadele kazanmasıdır. Çünkü “güçlü devlet geleneği”ni referans alan söylemde güven eksikliğinin ya da belirsizliğin kaynağı, serbest piyasa mekanizması değil, ‘güçlü devlet geleneği’ne özgü keyfi uygulamalar, yani bürokratik elitlerin kendi varlıklarının yeniden üretimi için sürekli olarak topluma ve piyasaya yön vermek istemeleridir. Nitekim gerek 1970’lerin krizine çözüm olarak sunulan ekonomi polikalarının askeri müdahale sonrasında ANAP’ın 1983’de siyasal iktidarı devr alışı ile kesintisiz sürmesi, gerekse 2001 krizinin ardından AKP’nin 2002 seçimlerinde iktidara gelişi; kapitalist toplumsal ilişkilerin çeşitli aşamalarında devletin aldığı biçimden ziyade, 1980 askeri müdahalesinden sonra kurulan otoriteryan rejimden çıkış ve devlet merkezli kalkınma anlayışından önemli bir siyasal dönüşüm olasılığı biçiminde yorumlanmaktadır (İnsel, 2003: 293294). Bu anlamda, farklı toplumsal/sınıfsal talepleri, kimlik iddiaları ve farklı kurumsal stratejileri temsil eden güçlü sivil toplum aktörlerinin, TÜSİAD ve MÜSİAD, ortaya çıkışı da bu tezin somuttaki görünümü olarak değerlendirilmektedir. Çünkü bu sayede ekonomik bakımdan güçlü ve baskın 343 bu gruplar güçlü toplumsal taleplerin, istikarlı ekonomik ve demokratik yapıların oluşturulmasında ve devletin kendisini etkili, hesapverebilir ve şeffaf bir yönetim kurumu olarak dönüştürmesinde önemli rol oynayacaktır (Keyman ve Koyuncu, 2005: 108). Hakim paradigmanın toplumsal gerçekliğin “güçlü devlet-zayıf toplum”/”bürokratik elit-siyasal elit” gibi ikilikler üzerinden analizinin, ekonomik sorunları onun doğasının bir sonucu olarak değil, bundan ziyade devletin sosyo-ekonomik hayata aşırı müdahalesi sonucu ortaya çıktığı düşünülen patronaj ağları, yolsuzluk ve popülizm gibi politikaların neden olduğu siyasal krizlerin bir sonucu olarak görmesi, sözkonusu sivil toplum örgütlerinin mücadelesini demokratikleşme bağlamında yorumlamalarının da nedenini oluşturmaktadır. Hakim paradigmaya göre ekonomik krizlerin yanı sıra, Kürt sorunun varlığı ve siyasal İslam’ın yükselişi de devlet merkezli yaklaşımdan kopuşun bir ifadesidir. 1990’lardan itibaren kimlik siyasetinin gelişmesiyle “ulusal kalkınmacılık”, “cumhuriyetçi vatandaşlık modeli” ve “toplumun organik vizyonu” gibi devlet merkezli modernleşme unsurlarına ve onun homojen toplumsal ilişkileri ile tek biçimli toplumsal yapısının siyasal kültürüne meydan okunmaya başlanmıştır (İçduygu ve Keyman, 1998). Toplumu görevler ve hizmetler temelinde tanımlayan cumhuriyetçi modelin ulusal kimliğinin “ulusal çıkarlar” gereği bireyi referans almaması, vatandaşlığın kitlesel siyasal haklar temelinde ve devlet egemenliğinin de bireysel özerklik ve özgürlüklerin üzerinde olduğu anlamına geldiği bu durum, 1980 sonrasında haklar ve özgürlüklerin gelişimi ile hem bireysel, hem de grupsal özerkliğin, çoğulculuğın ve demokrasinin gelişimi için uygun zemin yaratmıştır (Keyman, 2005: 210; Toprak, 1996: 107; Köker, 2010: 59). Dolayısıyla devlet merkezli yaklaşıma karşı bu meydan okuma, ekonomi-politik düzeyde devlet-piyasa karşıtlığı biçiminde serbest piyasa ekonomisinin gelişimi, toplumsal düzeyde “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış kitle” yerine kimlik ve farklılık taleplerine imkan veren sivil toplum alanının genişlemesi, ideolojik düzeyde ise her iki düzeyle de ilişkili olarak “Türk-İslam” sentezi ideolojisinin sınıfsal siyaseti görünmez kılarak siyasetin merkezi belirleyeni olması biçiminde özetlenebilir. İdeolojik dönüşüm bakımından görünüşte burjuva dünya görüşü ile ilgisi 344 olmayan ancak, bir siyasal proje olarak da resmi ideolojiyle bütünleşen “Türkİslam sentezi”nin bu süreçteki işlevi “kültürcülükle neoliberalizmin mükemmel uyumu”nda (Buğra, 2008: 19) açığa çıkar. Bu uyumun da gösterdiği gibi, “siyasal olmayan” anlamının aksine, oldukça siyasal bir içeriğe sahip olan “kültür”, esasında “siyaset dışı siyaset”in bir ifadesidir. 1980 sonrasından bugüne ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik düzeylerde yeniden yapılanmanın sınıf temelli siyasete son verilmesinin sürekli yeniden üretilen siyasetidir. Siyasal güçlerin oluşumunda ve devlet politikasının gelişiminde ekonomik süreçlerin önemini bir kenara bırakarak, ideolojinin ya da söylem’in belirleyici rol oynadığı bu süreçte, sınıf mücadelesinin de söylemin kendi içinde ve söylemler arasında görülen bir tür tikel mücadele olarak (Clarke, 2004: 31) ifadesi, bu siyaset biçiminin temelini oluşturur. Dolayısıyla her iki farklı siyaset biçimince, yani devlet merkezli modernleşme ve liberal toplum unsurlarının yarattığı ikiliklerin siyasal düzeyde değil de kültürel düzeyde tanımlanması; Çulhaoğlu’nun da belirttiği gibi, kendine kanal bulamayan siyasal tepkinin kültür alanında savunma setleri oluşturmasıdır (2002: 342). Bireysel gelişimin başka bireylerin sömürülmesine bağlı olduğu kapitalist ilişkilerde toplumsal çatışmanın aleni bir şekilde değil de, emek gücünün piyasada bir mal gibi alınıp-satılması dolayımıyla gerçekleşen bir sömürü biçiminde kurulması da sınıfsal taleplerin siyasal İslam siyaseti içinde kanal bulduğunu görünmez kılmaktadır (Holloway,1995: 121). Buraya kadar yapılan açıklamaların ışığında, benzer kuramsal çerçeveden hareket eden her iki eğilimin ortak noktalarından birinin devlettoplum ilişkilerinin sivil toplum ve devlet arasındaki sınırda okunduğu ve demokrasinin gelişmesinin derecesinin buna göre tanımlandığı çıkarımı yapılabilir. Her iki eğilim de askeri müdahaleleri bürokratik gücün yeniden resterasyonu olarak, ya da “güçlü devlet geleneği”nin bir yansıması olarak görmekle birlikte; 1980 askeri müdahalesi ve ardından “demokrasiye geçiş” sürecinde ekonomik liberalizasyonun, dolayısıyla sivil toplumun gelişmeye başladığı görüşündedirler. Birinci eğilimdeki yazarlar, askeri döneme siyasetin ekonomiden özerkliğinin kurulmasını sağladığı için önem verirken, ikinciler ekonominin siyasatten ayrılığını kurduğu için memnunlardır (Bozkurt, 345 2008: 168). Bizim çalışma ise 1980 sonrası askeri müdahale üzerinde ağırlıklı olarak büyük sanayi burjuvazisi ve askeriyenin başta olmak üzere, Türkiye devletinin belirli unsurlarının işçi sınıfının ve öğrenci hareketinin gittikçe militan kısımlarını demokratik devlet biçimi çerçevesinde kontrol altında tutamayacaklarına ilişkin endişelerinin belirleyici olduğu (Yalman, 2004: 65; Boratav, 2007: 148) görüşündedir. Çünkü kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden yapılanması ve devamlılığı, sermayenin olası krizleri nedeniyle sürekli bir yeniden yapılanmayı gerektirir. Yeniden biçimlenme ile toplumdaki belirli toplumsal ilişki biçimleri yeniden zorlanır ve toplumsal eylemliliği içerecek sürekli bir mücadele durumu ortaya çıkar (Holloway, 2001: 239). Başka bir ifadeyle, yeniden yapılanma ya da siyasetin dönüşümü emek sınıfının sermayenin iktidarına meydan okuyuşunun, devletin sivil toplumla ilişkisindeki anayasal otoritesine meydan okuyuşa dönüştüğünde devlet biçiminde ortaya çıkan krizle ilgilidir (Clarke, 1992: 148). Bu yüzdendir ki ekonomi-siyaset ilişkisinin yeniden düzenlenmesini amaçlayan müdahaleler, bir siyasal rejim değişikliğinin ötesinde, devlet biçimindeki bir değişimin de başlangıcı olarak değerlendirilir. Başka bir ifadeyle devlet biçimindeki değişiklik, toplumdaki sınıfsal güç dengelerinde gerçekleşen değişikliklerin sonucu olarak söz konusu güç ilişkilerinin alanı olan devletteki değişimi ifade eder (Yalman; 2004: 62; ayrıca bkz: Clarke, 2001: 194; Altıok, 2002: 3; Öngen, 2004; 79; Güney, 2004: 3). Her iki eğilime göre de, Batı Avrupa’daki tarzda bir sivil toplumun gelişememe nedeni, kendilerini devletin garantörü olarak gören bürokratikelitlerin bu yöndeki reformları engellemeleri yüzündendendir. Kapitalist ilişkilere sonradan dahil olan bir ülke olarak Türkiye’nin “ekonomik kakınma” ve “demokratik gelişme”de devletin topluma öncü olmasını ve özel sektörle/sermaye sınıfı ile birlikte ekonomik gelişmeyi başlatması, yani ekonomik ve toplumsal hayata müdahalesi kapitalist ilişkilerin yerleştirilmesi bağlamında değil, “güçlü devlet geleneği” bağlamında sivil toplumun gelişimini engelleyici bir güç dolayımı ile ifade edilmektedir. Toplumsal çelişkilerin farklı sınıfların kendileri ve devletle aralarındaki mücadeleler dolayımından ziyade, bir sınıf olarak görülen bürokrasi ve burjuvazi arasına 346 konulması da bütünsel olarak sınıf ilişkileriyle siyasi projeler arasındaki bağlantıların ve bu ilişkilerin gözden kaçmasına neden olmaktadır (benzer değerlendirme bkz: Savran,1987:156). Boratav’ın da ifade ettiği gibi; devlettoplum ilişkilerinin burjuvazi ve bürokrasi arasındaki mücadele de okunması, özel sermaye birikimini engelleyenlerin devletçilik projesinin taraftarları olduğu düşünülen bir grup bürokrat olarak görülmesiyle sonuçlanmaktadır (1991: 17). Oysa 1980 müdahalesine giden süreçte derinleşen emeksermaye çelişkisine karşı alınan önlemlerin hayata geçirilmesinin otoriterbaskıcı bir siyasal rejimi gerektirmesi, 28 Şubat 1997 sürecinde hükümeti düşürme faaliyetlerine TİSK, TOBB ve TÜSİAD gibi burjuvazinin örgütlerinin ve politik temsilcilerinin verdiği destek (Savran, 2004: 38; Yalman, 2004: 63) toplumsal çelişkilerin elitler arasında değil, farklı sınıflar arasındaki mücacelenin bir alanı olarak devletle ilişkili olduğunu göstermektedir. Devleti toplumsal sınıflara tarafsız ve onların üzerinde bir yerde gören yapısal-işlevselci ve liberal yaklaşım içinden farklı eğilimlerin yanı sıra, neoliberal politikaların piyasanın devletin egemenlik ve ulusal özerkliğini yitirmesine yol açan iktidarını olanaklı kıldığını vurgulayan devlet merkezli yaklaşım da benzer yöntemsel kavrayışla ekonomi-siyaset, piyasa-devlet gibi ikilikleri karşıt toplumsal olgular olarak konumlandırdığından (Yalman, 2002: 318; Burnham, 2003: 104-105) sistemin geniş yapısal dinamikleriyle ilişki kurmadan analiz yapmaktadır. Bu anlamda gerek devlet merkezli kalkınma yaklaşımı, gerekse buna muhalif konumlanan liberal yaklaşımın her ikisi birden aynı madalyonun iki farklı yüzü gibidir. Örneğin krizler, serbest piyasa sistemini öngören liberal yaklaşımda olduğu gibi, devlet merkezli kalkınma ideolojisinde de sınıf dinamiklerine bakılmadan sermaye birikimi vurgusu ile açıklanmaya çalışılmaktadır. Krizlere yol açan birikim sürecinin analizi yerine salt krizlerden sözedilmekte ve ekonomik sorunların kaynağı bütün sistemin dinamikleri yerine IMF ve DB gibi kurumlar olarak görülmektedir (Ercan ve Oğuz, 2007: 180-1). Örneğin ithal ikameci sanayileşme döneminde ulusal burjuvazi ve yerel elitler arasındaki koalisyonun uluslararası sermaye ile kurduğu para, üretim ve ticari sermaye ilişkileri analize dahil edilmemektedir (Ercan ve Oğuz, 2007: 184). Bu yaklaşımda da liberal kavrayışta olduğu gibi, 347 Türkiye’deki kapitalistleşme sürecinin dünya ölçeğindeki kapitalist ilişkilerin sahip olduğu eğilimlerden bağımsız olmadığı, ithal ikameci aşamadan ihracata yönelik olanına geçiş sürecinde sermaye birikiminin farklı tarihsel koşullardaki gerekliliklerinin ve zorunluluklarının etkili olduğu üzerinde durulmamaktadır (Türkay, 2006: 33). İktidarın bütün toplumsal belirlenimlerinden bağımsız olarak kavramlaştırıldığı her iki anlayışta da yöntemsel olarak devlet müdahalelerinin sınıfsal niteliği görünmez kılınmaktadır. Ya devlete toplumsal sınıflara özerkliği nedeniyle kalkınmada önemli bir işlev yüklenmekte, ya da piyasa ekonomisinin kendiliğinden düzenini bozduğu için her şeyin suçlusu ilan edilmektedir. Her iki durumda da devlet, kendisine ait “özsel amaçları” olan bir özne olarak kavrandığından (Güney, 2004: 6, 11; Yalman, 2004: 50), toplumsal sınıfların kendileri ve devletle aralarındaki mücadelelerin bir alanı olarak devlet anlaşılmamaktadır. Sınıf merkezli yaklaşımlar ise yöntemsel olarak yapısalcılık esinli devlet merkezci ve liberal yaklaşımların ötesine gitmeye çalışır. Ekonomisiyaset, devlet-sivil toplum gibi ikiliklere odaklanarak bunların altında yatan sınıf ilişkilerini görünür kılmaya çalışır. Devlet-toplum, devlet-sermaye, siyaset-ekonomi gibi kapitalist sisteme ilişkin kategorilerin birbirlerine dışsal kavranmasının bu ilişkilerin anlaşılmasında içsel olarak çelişkili sermaye birikiminin ve sınıf mücadelesinin öneminin göz ardı edilmesine neden olduğuna dikkat çeker (Bonefeld: 1992: 121). Örneğin sınıf merkezli bir yaklaşımda ücret ve sermaye arasındaki bir ilişki, sadece ekonomik bir ilişki olmayıp bu, siyasal, ekonomik ve ideolojik düzeyleri olan toplumsal bir ilişki biçiminde kavranır. Bu düzeylerin birbirlerine kurumsal ayrılığı toplumsal ilişkilerde gizlenmekte olup, bunların yeniden üretimi üzerindeki mücadelede açığa çıkar (Clarke, 2004: 17). Başka bir ifadeyle, devlet ile ekonomik alan arasındaki ilişkinin birbirlerine içsel kavranışı, toplumsal sınıfların mücadele alanı olarak devleti ve daha genel düzeyde üretim ilişkilerinin bir parçası olması anlamında “toplumsal ilişki biçimi olarak devlet”in yeniden biçimlendirilmesinin (Güney, 2004: 5-6) anlaşılmasını sağlayabilir. Çünkü biçim analizi ile devlet, kendinde bir şey olarak değil, toplumsal ilişkilerin bir biçimi olarak anlaşılır. Özgül toplumsal bir biçim olarak devlet biçimi ise 348 toplumun politik biçimini ifade eder. Bu yüzden, devleti anlamak için toplumun anlaşılması bir zorunluluktur. Dolayısıyla devlet-toplum ilişkilerinin analizi, toplumsal üretim ilişkilerinin çelişkili niteliğinden hareketle; ekonomi-siyaset, devlet-toplum, vatandaş-işçi gibi kapitalist devlet biçimine özgü ikiliklerin/bölünmelerin yerine, bu kategoriler arasındaki ilişkilerin ilişkiselliğinin/bütünlüğünün dikkate alınmasını gerektirir. Ancak, bu biçimde devletin yeniden yapılandırılması toplumsal mücadelelerin aldığı bir biçim olarak ya da sınıflararası mücadelenin bir alanı olarak devlet kavranabilir. Bu sayede devletin ekonomiye müdahalesi, kültürel referansları temel alan “güçlü devlet geleneği” tezinde olduğu gibi “hikmeti kendinden menkul devlet” anlayışı ile değil, toplumsal çelişkilerin anlaşılabilir. Devlet yeniden üretiminin bir uğrağı müdahalesinin kapitalist toplumsal biçiminde ilişkilerin devamlılığındaki düzenleyici rolü Clarke’in de belirttiği gibi; “..devletin hem maddi bir güç olarak varlığı, hem de onun toplumsal müdahale biçimleri, kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimini güvenceye kavuşturma gerekliliği ile ilişkilidir” (Clarke, 2001: 194). Örneğin 1980 askeri müdahelesi sonrasında burjuvazi, bürokratik otoriter-devletçiliğe karşı sivil toplumun bir mücadelesi olarak desteklenirken, askeri rejim burjuvazinin ekonomik programına tam destek vermiştir. Burjuvazi’de çeşitli dönemlerde siyasal ve ekonomik krizlerin aşılmasında müdahaleleri desteklemiştir. Bu nedenle devlet bir mücadele alanı olarak algılanırsa dönüşümün sınıflararası mücadeleden bağımsız olmadığı anlaşılabilir. Devlet, burjuvazinin ya da tek bir sınıfın aracı olarak da görülemeyeceğinden, işçi sınıfının olası tepkilerine karşı geliştirdiği destekler ve yardımlar, reel ücretlerin belli dönemlerde yükselmesi ve düşmesi de siyasi populizmden ziyade, toplumsal çatışmaların azaltılması biçiminde değerlendirilmelidir (Dinler, 2003: 46). Yani sermayenin yeniden üretimi doğallıkla/kendiliğinden oluşmayıp, kendi doğasında olan birikim üzerindeki krizlerini ve sınıf çelişkilerini dengelemek için devlet müdahalesine zorunlu ihtiyaç duymaktadır (Kettell, 2004: 23). Sınıf egemenliğinin bir biçimi olarak devletin, nasıl hem sermayenin üretimdeki egemenliğini koordine eden teknik bir aygıt, hem de tarafsız bir 349 yönetimsel aygıt olarak görüntü düzeyinde kavramsallaştırıldığı devletin sınıfsal karakteri ile ilgilidir. Devletin bu görünümü onun sınıfsal niteliği ile ilgili olup, sınıfsal ilişkilerin devletin dışında bir şeymiş gibi bir yanılsamaya yol açar. Oysa devletin asli özelliği, onun özerkliği değil, onun sınıfsal karakteridir (Clarke, 2001:187, ayrıca bkz: Bonefeld, 1992: 120). Bunu anlamak için, devletin sermaye ilişkilerinin bir uğrağı olarak kapitalist üretim ilişkileri içinde incelenmesi gerekir. Devletin sermaye ilişkisinin görüntü düzeyindeki belli bir yansıması olarak anlaşılması bu sayede mümkündür. Yani devlet biçimi, özerk bir yapı biçiminde değil, gelişen sermaye biçimleriyle olan tarihsel ilişkisi düzeyinde ele alınmalıdır. Bu biçimin sahip olduğu kurumsal yapılanmalar, devletin kurumsal gelişimi ve devlet birimlerinin eylemleri aracılığıyla maddileştirilir. Aygıtın kurumsal gelişimi toplumsal ilişkilerin tarihsel gelişiminin dışa vurumundan başka bir şey değildir (Holloway, 1995: 120; 2001: 254). Örneğin ithal ikameci politikalardan vazgeçilmesi ve sonrasında serbest piyasaya yönelimin sürekliliği, “siyasal-elitlerin” ya da toplumun devlete karşı bir zaferi olarak değil, toplumsal mücadelenin büründüğü biçim olarak kavranmasına zemin sağlar. Çünkü bir toplumsal ilişki biçimi olarak devlet, kendisinin de yeniden üretimini gerçekleştirecek olan kapitalist ilişkilerin çelişkilerinin bizzat içindedir. Devletin bu çelişkilerin içinde olması hem kapitalist devletin işlevleri gereği, hem de kendisinin yeniden üretimi ile ilgilidir (Bonefeld, 1992: 105). Bu çelişkilerin sürekliliği ve her defasında yeniden kurulması anlamında devletin yeniden yapılandırılması denilen devlet biçimi değişikliği bir “modus vivendi”, yani devletin çelişkili toplumsal ilişkilerin yeniden üretilmesinde bir uğrak olması ve bizzat toplumsal mücadelelerle belirlenen bir süreç olarak algılanmasıdır (Güngen, 2006: 331; ayrıca bkz: Güney, 2004: 3-4). Devletin sermeyenin yeniden üretimine olan bağlılığı ise burada basitçe sermayenin mantığına göre belirlenen bir şey olmayıp, sermayenin yeniden üretiminin bir uğrağı olarak aynı zamanda sınıf mücadelesinin de bir uğrağı olması, yani devlet biçimlerinin bu mücadelenin bir nesnesi olması anlamındadır (Clarke, 2001: 195). Böylece, devlet biçimleri toplumsal yeniden üretim sürecini ya da 350 sermayenin kendi kendine yapısal olarak yapamadığı düzenlemeleri garanti eden biçimler olarak anlaşılır (Bonefeld, 1991: 40). Dolayısıyla devletin yeniden yapılandırılmasında egemen eğilimlere yönelik eleştirel bir değerlendirme, devlet tartışmasında sınıf mücadelesini de içeren bir çözümlemeyle birlikte yapılmalıdır. Tarihsel ve toplumsal düzeyde siyaset ve ekonomik alan arasındaki ilişkilerin yeniden biçimlendirilip tanımlanması sürecini ifade eden yeniden yapılanmanın bu biçimde kavramsallaştırılması, devlet-toplum ilişkilerinin ilişkisel ve bütünlüklü bir analizini mümkün kılacaktır. Başka bir ifadeyle, sınıfsal ilişkilerin dahil edilmediği bir çözümleme, ister devlet merkezli yaklaşımlarda müdahaleciliğin yüceltilmesi, ister liberal yaklaşımlarda olduğu gibi devlet müdahalesinin toplumun gelişememesinin önündeki en önemli engel olarak tanımlanması olsun, nihai olarak devletin sınıfsal karakterinin görünmez kılınmasına neden olur (Güney, 2004: 3-4; Güngen; 2006, 346). Sınıf merkezli bir yaklaşım, devlet müdahalesinin değişen biçimlerini kapitalist devletin sınıf karakteri temelinde ve ilişkisel bir şekilde açıklama gücüne sahiptir. Kapitalizmin aldığı faşizm, fordizm, refah devleti, neoliberal devlet gibi sürekli dönüşen biçimlerini devletin yeniden otoriterleşmesi ya da refah işlevlerini genişletmesi olarak anlamak, siyasal düzeyde bir açıklama olup, neden otoriterleştiği sorusunun cevabını eksik bırakmaktadır. 351 KAYNAKÇA ADORNO, Theodor; Negative Dialectics, , Trans: by. E.B. Ashton, London, Continuum, 2003. AHMAD, Feroz; “The Transition to Democracy in Turkey”, Third World Quarterly, Vol. 7. No. 2, April, 1985, p. 211-226. AHMAD, Feroz; Modern Türkiye’nin Oluşumu, Çev: Yavuz Alogan, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2002. AKBULUT, Örsan; Siyaset ve Yönetim İlişkisi: Kuramsal ve Eleştirel Bir Yaklaşım, Ankara, TODAİE Yayını, 2005. AKKAYA, Yüksel; “Düzen ve Kalkınma Kıskacında İşçi Sınıfı ve Sendikacılık”, haz. N.Balkan/S. Savran, Neoliberalizmin Tahribi İçinde, İstanbul, Metis Yayıncılık, 2004, s 139-164. ALTHUSSER, Louis; İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Alp Tümertekin, İstanbul, İthaki, 2006. ALTIOK, Metin; “Yeni Liberal İstikrar ve Yapısal Uyum Programları: Türkiye Ekonomisinde Sermaye Birikimi ve Kriz”, Praksis, Sayı 5, 2002, s. 77-130. ARAT, Yeşim; “Politics and Big Business:Janus-Faced Link to the State”, edt. Metin Heper, The Strong Sate and Economic Interest Groups: The Post 1980 Turkish Experience, Berlin, N.Y Walter de Gruyter, 1991. ASHFORD, N.; “The Ideas of the New Right ”, Public Policy and the Impact of New Right, edt. G. Jordan & N. Ashford, London and New York: Printer Publisher, 1993, p.19-45. 352 ARIN, Tülay; “Kapitalist Düzenleme, Birikim Rejimi ve Kriz (I): Gelişmiş Kapitalizm, 11.Tez, Sayı 6, 1987, s. 104-138. AYDIN, M.Kemal; “Türkiye Ekonomisinde Krizlerin Sorumlusu Kim?”, Toplum ve Bilim, sayı 102, 2005, s. 92-102. BACKHAUS, Hans Georg; “ Some Aspects of Marx’s Concept of Critique in the Context of his Economic-Philosophical Theory” in Human Dignity:Social Autonomy and the Critique of Capitalism, edt: Bonefeld-Psychopedis, London, Ashgate, Aldershot, , 2005, p. 13-29. BAÇ- MÜFTÜLER, Meltem; 'Turkey's Political Reforms and the Impact of the European Union', South European Society and Politics, 10: 1, 2005, p. 17 — 31. BAĞIMSIZ SOSYAL BİLİMCİLER, “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı Üzerine Değerlendirmeler”, Mülkiye, Cilt xxv, 2001, s. 11-70. BAĞIMSIZ SOSYAL BİLİMCİLER, IMF Gözetiminde On Uzun Yıl, 19982008, İstanbul, Yordam, 2007. BAĞIMSIZ SOSYAL BİLİMCİLER, 2008 Kavşağında Türkiye, İstanbul, Yordam, 2008. BARKEY, Henri; The State and The Industralization Crisis ın Turkey, Oxford, Westview Press, 1990. BARKEY, Henri; “The Struggles of a “Strong” State”, Journal of International Affairs, 54:1, Fall, 2000, p.87-105. BERMAN, Marshall; Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev.Ümit Altuğ-Bülent Peker, İstanbul, İletişim, 2005. BERİŞ, Hamit Emrah; “Çağdaş Liberalizmde Farklı Yönelimler: John Rawls ve Robert Nozick”, Liberal Düşünce, Yıl 7, Sayı 28, 2002, s. 197-215. 353 BİRTEK, Faruk, TOPRAK, Binnaz; “Türkiye’de Siyasal İslamın Yükselişi ile Neo-Liberal Yeniden İnşanın Oluşturduğu Çatışmalı Gündemler”, Mürekkep, Güz, 1994. s. 4-16. BONEFELD, Werner, HOLLOWAY, John; “Introduction: Post-Fordism and Social Form”, in Post-Forism and Social Form: A Marxist Debate on the Post-Fordist State, edt: Bonefeld, W., Holloway,J., London, Macmillian, 1991, p.1-9. BONEFELD, Werner; “The Reformulation of State Theory”, in PostFordism and Social Form: A Marxist Debate on the Post-Fordist State, edt: W.Bonefeld, J.Holloway, London, Macmillian, p.35-68, 1991. BONEFELD, Werner; “Sosyal Constitution and the Form of the Capitalist State”, In Open Marksizm, , vol.I. Dialectics and History, edt: Bonefeld, Gunn, Psychopedis, London, Pluto Press, 1992, p. 93-132. BONEFELD, Werner, GUNN, Richard, PSYCHOPEDIS, Kosmas; “Introduction”, Open Marksizm, vol.I. Dialectics and History, edt: Bonefeld, Gunn, Psychopedis, London, Pluto Press, 1992. BONEFELD, Werner; 'Europe, the Market and the Transformation of Democracy', Journal of Contemporary European Studies, 13: 1, 2005. p. 93 — 106. BONEFELD, Werner; “Democracy and Dictatorship: Means and Ends of the State”, Critique, Vol 34, No.3, December, 2006, p. 237-252. BONEFELD, Werner; “Devlet ve Sermaye: Politiğin Eleştirisi Üzerine”, Çev: Cumhur Atay, Küreselleşme Çağında Para ve Sınıf Mücadelesi içinde, edt: Bonefeld ve Holloway, İstanbul Otonom Yayıncılık, 2007. s, 255-284. 354 BONEFELD, Werner; “Free Economy and The Strong State: Some Notes on The State” Capital and Class, 34-1, 2010,. p.15-24. BORA, Tanıl; Türk Sağının Üç Hali, İstanbul, Birikim Yayınları, 1999. BORA, Tanıl, CAN, Kemal; Devlet Ocak Dergah, İstanbul, İletişim, 2000. BORATAV, Korkut; 1980’li Yıllarda Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1991. BORATAV, Korkut; “2000’e Doğru Türkiye’de Popülizm”, Mürekkep, Sayı 10-11, 1998, s. 8-13. BORATAV, Korkut; Türkiye İktisat Tarihi, Ankara, İmge Kitabevi, 2007. BOURDIEU, Pierre; “ Against The Policy of Depoliticization”, Trans: Loic Wacquant, Studies in Political Economy, 69, Autumn, 2002, p.31-42. BOZKURT, Umut; “Making Sense of The Turkish State’s Transformations Since: 1980 Bringing Class Back In”, University of York, Unpublished Phd Thesis, 2008. BUĞRA, Ayşe; “Class, Culture, And State: An Analysıs Of Interest Representatıon By Two Turkısh Busıness Assocıatıons” Int. J. Middle Eastern Studies, 30. Printed in The United States of America, 1998, p. 521539. BUĞRA, Ayşe; “Labour, Capital, and Religion: Harmony and Conflict Among the Constituency of Political Islam in Turkey” Middle Eastern Studies, vol.38, No.2, April, 2002, p.187–204. BUĞRA, Ayşe; “The Place of The Economy in Turkish Society”, The South Atlantic Quarterly, IO2:2/3, Sipring/Summer, 2003, p. 453-470. 355 BUĞRA, Ayşe; “Dini Kimlik ve Sınıf: Bir MÜSİAD-Hak-İş Karşılaştırması”, haz, N.Balkan/ S.Savran, Sürekli Kriz Politikaları içinde, İstanbul, Metis Yayıncılık, 2004, s. 126-147. BUĞRA, Ayşe; “Sınıf ve Siyaset”, Toplum ve Bilim, Sayı 113, 2008, s. 920. BUĞRA, Ayşe; Devlet ve İşadamları, çev: Fikret Adaman, İstanbul, İletişim Yayınevi, 2010. BUĞRA, Ayşe, KEYDER, Çağlar; “The Turkish Welfare Regime In Transformation”, Journal of European Social Policy, Vol 16(3), 2006, p. 211-228. BULLER, J., FLINDERS, M.; “The Domestic Origins of Depoliticisation in the Area of British Economic Policy”, British Journal of Politics & International Relations, vol 7, 2005, p. 526–543. BULLER, J., FLINDERS, M.; ‘Depoliticisation: Principles, Tactics and Tools’, British Politics, 1:3, 2006, p. 293–318. BURNHAM, Peter; “New Labour and the Politics of Depoliticisation” British Journal of Politics and International Relations, Vol. 3, No. 2, June, 2001, p. 127–149. BURNHAM, P., “Küreselleşme, Apolitikleştirme ve Modern Ekonomi Yönetimi”, Praksis, Yıl.3, Sayı 9, 2003, s.163-182. BURNHAM, P., “Depoliticisation: A Comment on Buller and Flinders” British Journal of Politics and International Relations, vol 8, 2006 p. 303–306. BURNHAM,P., GİLLAND,K., GRANT W., HENRY, Z; Research Methods in Politics, New York, Palgrave Macmillan, 2004. 356 CANGIZBAY, Kadir; Hiçkimsenin Cumhuriyeti, Ankara, Ütopya Yayınevi, 2000. CALLANICOS, Alex; Postmodernizme Hayır, çev. Şebnem Pala, Ankara, Ayraç Yayınevi, 2001. CALLANICOS, Alex; Toplum Kuramı, çev: Yasemin Tezgiden, İstanbul, İletişim, 2007. CECENA, A.E.; “Postneoliberalism and its Bifurcations” Development and Dialogue, January, 51-4, 2009, p. 1-12. CEVİZCİ, Ahmet; On Yedinci Yüzyıl Felsefesi Tarihi, Bursa, Asa Yayınevi, 2007. CLARKE, Simon; Marx, Marginalism and Modern Sociology: From Adam Smith To Max Weber, London, Macmillan Press, 1982. CLARKE, Simon; “Overaccumulation, Class Struggle and the Regulation Approach”, ”, In Post-Forism and Social Form: A Marxist Debate on the Post-Fordist State, edt: Bonefeld, W., Holloway,J., London, Macmillian Press, 1991, p. 103-135. CLARKE, Simon; “The Global Accumulation Of Capital And The Periodisation Of The Capitalist State Form” In Open Marksizm Volume I, 1992, p. 133-151. CLARKE, Simon; “State, Class Struggle, and Reproduction of Capital” S.Clarke (edt.) In State Debates, Palgrave, 2001, p.184-203. CLARKE, Simon; “Class Struggle and the Working Class:The Problem of Commodity Fetishism”, In The Labour Debate: An Investigation in to the Theory and Reality of Capitalist Work, edt: Dinerstein and Neary, Ashgate, London Hampshire, 2002, p, 40-60. 357 CLARKE, Simon; “Devlet Tartışmaları”, edt S.Clarke, Devlet Tartışmaları İçinde, çev. İ. Yıldız, Ankara, Ütopya Sanat Kültür, 2004. CLARKE, Simon; “Neoliberal Toplum Kuramı”, Neoliberalizm Muhalif Bir Seçki İçinde, haz. Saad-Filho, A., Johnston D. çev: Şeyda Başlı-Tuncel Öncel, İstanbul, Yordam, 2007, s. 91-105. COPLESTON, Frederick, Felsefe Tarihi Hobbes, Locke, çev: Aziz Yardımlı, Eskişehir, İdea, 1998. ÇELİK, Sinan Kadir; “Tarihsel Materyalizmi Yeniden Düşünmek: Açık Marksizm İlişkisel Yaklaşımı ve Praksis”, Praksis, Sayı 1, 2001, s.183-223. ÇİĞDEM, Ahmet; Bir İmkan Olarak Modernite: Weber ve Habermas, İstanbul, İletişim, 1997. ÇULHAOĞLU, Metin; Bin Yıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, İstanbul, YGS Yayınları, 2002. DAĞI, İhsan; “Transformation of Islamic political identity in Turkey: Rethinking the West and westernization”, Turkish Studies, 6: 1, 2005, s. 21 — 37. DURSUN, Çiller; “Türk-İslam Sentezi İdeolojisi ve Öznesi”, Doğu Batı, s. 25, 2003. DİNLER, Demet; “Türkiye’de Güçlü Devlet Geleneği Tezi’nin Eleştirisi”, Praksis, Sayı 9, 2003, s-17-54. DIDIER, Jean; John Locke, çev: Atakan Altınörs, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2009. DUNLEAVY, P., O’LEARY, B., Theories of the State, London, Macmillian Press, 1992. 358 EAGLETON, Terry; İdeoloji, çev: Müttalip Özcan, İstanbul, Ayrıntı, 1996. EAGLETON, Terry; Postmodernizmin Yanılsamaları, çev: Mehmet Küçük, Ayrıntı, İstanbul, 1999. ENGELS, Friedrich; Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, çev: Kenan Somer, Ankara, Sol Yayınları, 2005. ERDOĞAN, Mustafa; “Robert Nozick’in Ardından”, Liberal Düşünce, Yıl. 7, sayı 27, 2002, s. 99-104. ERCAN, Fuat; “Neoliberal Orman Yasalarından Kapitalizmin Küresel Kurumsallaşma Süresine Geçiş: Yapısal Reformlar I, İktisat Dergisi, sayı 435, 2003, s. 3-9. ERCAN, Fuat; “Sermayeyi Haritalandırmaya Yönelik Kavramsal Düzenekler”, Praksis, sayı 19, 2009, s. 9-53. ERCAN, Fuat, OĞUZ, Şebnem; “Rethinking Anti-Neoliberal Staretegies Through the Perspective of Value Theory: Insights From The Turkish Case”, Science and Society, Vol.71, No.2, April, 2007, p. 173-202. GAMBLE, A.; “Neo-liberalism”, Capital and Class, 25, 2001, p.127-134. GLINAVOS, I.; “Neoliberal Law: Unintended Consequences of MarketFriendly Law Reforms”, Third World Quarterly, Vol. 29, No.6, 2008, p. 1087-1099. GIDDENS, Anthony; Max Weber Düşüncesinde Siyaset ve Sosyoloji, çev: Ahmet Çiğdem, Vadi Yayınları, 1996. GIDDENS, Anthony; Kapitalizm ve Modern Sosyal Teori, çev: Umit Tatlıcan, İstanbul, İletişim, 2009. 359 GOUGH, Ian; ”State Expenditure in Advanced Kapitalism”, New Left Review, 92(July-August), 1975, p.63-92. GÖLE, Nilüfer; “80 Sonrası Politik Kültür”, Türkiye’de Siyaset -Süreklilik ve Değisim, Makaleler, Der., Ersin Kalaycıoğlu-Ali Yasar Sarıbay, İstanbul, Der Yayınları, 1990. GÖLE, Nilüfer; “Toward an Autonomization of Politics and Civil Society in Turkey”, edt: Metin Heper and Ahmet Evin, Politics ın The Third Turkish Republic, 1994. GUNN, Richard; “Marxism,Metatheory and Critque”, In Post-Forism and Social Form: A Marxist Debate on the Post-Fordist State, edt: Bonefeld, W., Holloway,J., London, Macmillian Press, 1991, p. 193-210. GÜLALP, Haldun; Üçüncü Dünya’da Devlet ve Demokrasi, 11.Tez, 1985, s. 70-82. GÜLALP, Haldun; Kapitalizm Sınıflar ve Devlet, çev: O.Akınhay, A.Yılmaz, Belge, İstanbul, 1993. GÜLALP, Haldun; “Globalization And Political İslam: The Social Bases Of Turkey’s Welfare Party”, International Journal Middle East Studies, 33, 2001, p. 433–448 . GÜLALP, Haldun; “Whatever Happened to Secularization? The Multiple Islams in Turkey”, The South Atlantic Quarterly, IO2:2/3, Spring/Summer, 2003, p. 381-395. GÜNGEN, Ali Rıza, ERTEN, Şafak; “Approaches Of Şerif Mardin And Metin Heper On State And Civil Society In Turkey”, Journal Of Historical Studies, 3, 2005, p. 1-14. 360 GÜNGEN, Ali Rıza; “1980’ler Türkiye’sinde Devletin Yeniden Yapılandırılmasına Dair Yaklaşımlar Üzerine Eleştirel Notlar”, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi İçinde, Ankara, Dipnot, 2006. GÜNEY, Atilla; “Kapitalizmin Krizi ve Devlet Kuramı: Bob Jessop Üzerine Bir Değerlendirme”, Praksis, Sayı: 9, 2003, s. 357-378. GÜNEY, Atilla; “Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı Üzerine Bir Değerlendirme: Devlet Biçimi ve Yeni Siyaset Tarzı”, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 1, Sayı 2, 2004, s. 1-12. GÜNEY, Atilla; “Postmodern İdeoloji, Siyasetten Arındırma Süreci ve Türkiye`de Siyaset, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: 61 No:1 Ayrı Baskı, 2006, s.175-200. GÜVELOĞLU, Nazım; “Demokrasinin Neoliberal Çağda Geçirdiği Dönüşümün Siyasal Partiler Üzerindeki Etkisi, Praksis, Sayı 12, 2004, s. 11-36. HAYEK, Friedrich; “Liberal Bir Sosyal Düzenin İlkeleri”, çev. Atilla Yayla, Sosyal ve Siyasal Teori İçinde Der. A.Yayla, Ankara, Siyasal Kitabevi, 1993a, s.121-136. HAYEK, Friedrich; “Liberal Bir Devletin Anayasası”, çev: M.Erdoğan, Sosyal ve Siyasal Teori İçinde Der. A.Yayla, Ankara, Siyasal Kitabevi, 1993b, s.136-142. HAYEK, Friedrich; Hukuk Yasama ve Özgürlük, cilt 3, çev: Mehmet Öz, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1997. HAYEK, Friedrich; Kölelik Yolu, çev: Turhan Feyzioğlu, Yıldıray Arsan, Ankara, Liberte, 2004. HAYEK, Friedrich; “Özgürlük, Akıl ve Gelenek”, çev: Yusuf Ziya Çelikkaya, Liberal Düşünce, Cilt 10, No.37, 2005, s.45-58. 361 HEPER, Metin; “The Strong State as a Problem for the Consolidation of Democracy”, Comparative Political Studies, cilt 25, no.2. 1992. HEPER, Metin; “Ottomon Legacy and Turkish Politics” Journal of International Affairs, 54:1, Fall, 2002, p. 63-82. HEPER, Metin; “The European Union, the Turkish Military and Democracy” South European Society & Politics Vol. 10, No. 1, April 2005, 2005, p. 33– 44. HEPER, Metin; Türkiye’de Devlet Geleneği, çev: Nalan Soyarık, Ankara, Doğu Batı, 2006. HEPER, Metin, GÜNEY, Aylin; “The Military and the Consolidation of Democracy: The Recent Turkish Experience”, Armed Forces & Society, 6, 2000, p. 635-657. HEYWOOD, Andrew; Siyaset, çev: Liberte, Ankara, Liberte, 2006. HIRSCH, Joachim; “Globalization of Capital, Nation-States and Democracy”, Studies In Political Economy, 54, Fall, 1997, p. 39-58. HIRSCH, Joachim; “Fordist Güvenlik Devleti ve Yeni Toplumsal Hareketler”, edt. S.Clarke, Devlet Tartışmaları İçinde, çev. İ.Yıldız,: Ütopya Sanat Kültür, Ankara, 2004, s 175-192. HOLLOWAY, John; “The Great Bear: Post-Fordism and Class Struggle. A Comment on Bonefeld and Jessop” In Post-Fordism and Social Form: A Marxist Debate on the Post-Fordist State, edt: W.Bonefeld, J.Holloway, London, Macmillian Press, , 1991, s. 93-101. HOLLOWAY, John; “Global State and The National State”, In The Politics Of Money, edt. W.Bonefeld, J.Holloway, London, Macmillan Press, 1995, p. 116-140. 362 HOLLOWAY, John; “The State and Everyday Struggle”, edt. S.Clarke, In State Debates, Palgrave, 2001, p. 224-259. HOLLOWAY, John; “Class and Classification: Against, In and Beyond Labour”, In The Labour Debate: An Investigation in to the Theory and Reality of Capitalist Work, edt: Dinerstein and Neary, London, Ashgate, Hampshire, 2002 , p. 26-39. HOLLOWAY, John, PİCCİOTTO, Sol; “Sermaye, Kriz ve Devlet”, edt. .S.Clarke, Devlet Tartışmaları İçinde, çev. İ.Yıldız, Ankara, Ütopya Sanat Kültür, 2004, s. 135-174. HOOVER, Kenneth; “ Rise of Conservative Capitalism: İdeological Tensions within the Reagan and Thatcher Governments”, Comparative Studies in Society and History, Vol. 29. No. 2, 1987, p. 245-265. İÇDUYGU, Ahmet, KEYMAN, Fuat; “Globalleşme, Anayasallık ve Türkiye’de Vatandaşlık Tartışması”, Doğu-Batı, Sayı 5, 1998, s. 143-155. İNSEL, Ahmet; “Olağanlaşan Demokrasi ve Modern Muhafakârlık”, Birikim, Sayı, 163-164, 2002, s. 21-28. İNSEL, Ahmet; “The AKP and Normalizing Democracy in Turkey”, The South Atlantic Quarterly IO2:2/3, Spring/Summer, 2003, p. 293- 308. İNSEL, Ahmet; “Sosyal Sınıflar Tarihe mi Karıştı?” Toplum ve Bilim, Sayı 113, 2008, s. 21-29. İNSEL, Ahmet; Türkiye Toplumunun Bunalımı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2009. JESSOP, Bob; The Kapitalist State: Marksist Theories and Methods, Oxford, Martin Robertson&Company Ltd., 1982. 363 JESSOP, Bob; “ Regulation Theory, Post-Fordism and the State: More than a Reply to Werner Bonefeld”, In Post-Forism and Social Form: A Marxist Debate on the Post-Fordist State, edt: Bonefeld, W., Holloway,J., London, Macmillian Press, 1991, p. 69-91. JESSOP, Bob; “Accumulation Strategies, State Forms, and Hegemonic Projects”, edt., S. Clarke In The State Debate, Palgrave, 2001, p. 156-182. JESSOP, Bob; Devlet Teorisi: Kapitalist Devleti Yerine Oturtmak, çev: Ahmet Özcan, Ankara, Epos, 2008. JESSOP, BONNETT, BROMLEY ve LING, “Authoritarian Popülizm, Two Nations and Thatchersim” New Left Rewiew, 174, Sept.Oct., 1984, p. 3260. KALAYCIOĞLU, Ersin; “1960 Sonrası Türk Siyasal Hayatına Bir Bakış” Türkiye’de Siyaset: Süreklilik ve Değişim İçinde, der: E.Kalaycıoğlu, A.Y.Sarıbay, İstanbul, Der Yayınları, 1990, s. 469-494. KALAYCIOĞLU, Ersin; 'Politics of Conservatism in Turkey', Turkish Studies, 8: 2, 2007, p 233 —252. KALEAĞASI BLIND, Peride; “A New Actor in Turkish Democratization: Labor Unions', Turkish Studies, 8: 2, 2007, p. 289 — 311. KANSU, Aykut; 1908 Devrimi, İstanbul, İletişim, 2006. KAZANCIGİL, Ali; “Türkiye’de Modern Devletin Oluşumu ve Kemalizm”, Türkiye’de Siyaset: Süreklilik ve Değişim İçinde, der: E.Kalaycıoğlu, A.Y.Sarıbay, İstanbul, Der Yayınları, 1990, s. 185-204. KEAT, Russell, URRY, John; Bilim Olarak Sosyal Teori, çev. Nilgün Çelebi, Ankara, İmge Kitabevi, 1994. 364 KETTELL, Steven; “Does Depoliticisation work? Evidence From Britain’s Membership of the European Exchange Rate Mechanism, 1990–92’, British Journal of Politics & International Relations, 10: 4, 2008, p. 630–648. KEYDER, Çğlar; “The Political Economy of Turkish Democracy”, New Left Review, 115, 1979, p. 1-44. KEYDER, Çağlar; Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, çev: Sabri Tekay, İstanbul, İletişim, 1987. KEYDER, Çağlar; “The Turkish Bell Jar”, New Left Review, 28, July-Aug., 2004a, p. 65-84. KEYDER, Çağlar; İmparatorlukta Hukuk ve Meşruiyet, Toplum ve Bilim, Sayı 100, 2004b, s. 65-83. KEYDER, Çağlar; Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne, İstanbul, İletişim, 2007. KEYMAN, Fuat; ‘‘Demokratikleşme ve AKP’, www.radikal2.com.tr, 01.12., 2002. KEYMAN, Fuat; “Sosyal Demokrasi ve Türkiye”, Doğu-Batı, Yıl 7, Sayı. 29, 2004, s. 123-144. KEYMAN, Fuat; Değişen Dünya, Dönüşen Türkiye, İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005. KEYMAN, Fuat, KOYUNCU, Berrin; “Globalization, Alternative Modernities and the Political Economy of Turkey”, Review of International Political Economy 12:1 February , 2005, p.105–128. KRUEGER, A. O. and TURAN, İ.; “The Politics and Economics of Turkish Policy Reforms in the 1980s” edt. Bates and Krueger, Political and Economic Interaction..Economic Policy Reform, Oxford, Blackwell, 1993. 365 KÖKER, Levent; “Liberal Demokrasi ve Eleştirileri”, 11.Tez, Sayı 6, 1987, s. 67-88. KÖKER, Levent; Demokrasi Üzerine Yazılar, Ankara, İmge Kitabevi, 1992. KÖKER, Levent; İki Farklı Siyaset, Ankara, Vadi, 1998. KÖKER, Levent; Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye, Ankara, Dipnot Yayınları, 2008. KÖKER, Levent; “A Key to The “Democratic Opening”: Rethinking Citizenship, Ethnicity and Turkish Nation-State” Insight Turkey, Vol.12/No.2, 2010, p 49-69. KYMLICKA, Will; Çağdaş Siyaset Felsefesine Giriş, çev: Ebru Kılıç, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004. LENİN, V I.; The State and Revolution, trans: Robert Service,. London, Penguin Books, 1998a. LENİN, V.I., Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev. Cemal Süreyya, Ankara, Sol Yayınları, 10. Baskı, 1998b. LACLAU, Ernesto, MOUFFE, Chantal; Hegemonya ve Sosyalist Strateji, çev: Ahmet Kardam, İstanbul, İletişim, 2008. LAÇİNER, Ömer; “DP, ANAP ve Sonunda AKP”, Birikim, Sayı 163, 2002. LAURENCE, J. O’TOOLE, Jr.; “Doctrines and Developments: Separation of Powers, The Politics-Administration Dichotomy, and the Rise of the Administrative State”, Public Administration Review, Vol. 47 No 1. p 1725., 1987. 366 MARDİN, Şerif; “Center-Periphery Relations: A Key to Turkish Politics?”, Daedalus, Vol. 102, No. 1, 1973, p. 169-190. MARDİN, Şerif; “Türk-Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez Çevre İlişkileri”, Türkiye’de Siyaset: Süreklilik ve Değişim İçinde, çev: Şeniz Gönen, der: E.Kalaycıoğlu, A.Y.Sarıbay, İstanbul, Der Yayınları, 1990, s. 123-153. MARDİN, Şerif; “Operasyonel Kodlarda Süreklilik, Kırılma ve Yeniden İnşa: Sün ve Bugün Türk İslami İstisnacılığı”, Doğu Batı, Sayı, 31. s. 29-52, 2005. MARX, Karl; Grundrisse (Introduction) Foundations of The Critique of Political Economy, Translation, with Framework, Martin Nicole, London, Penguin Books, England, 1973. MARX, Karl, ENGELS, Friedrich; Komünist Parti Manifestosu, çev: Erkin Özalp, İstanbul, NK Yayınları, 2005. MESZAROS, Istvan; “Siyasetin Yapısal Krizi”, Monthly Review, Ekim, Sayı 10, 2006. MILIBAND, Ralph; “Kapitalist Devlet: Nicos Poulanzas’a Cevap”, çev, Yasemin Berkman, Kapitalist Devlet Sorunu İçinde, Miliband, R., Poulanzas, N., Laclau, E., İstanbul, İletişim, 1990a, s. 41-51. MILIBAND, Ralph; “Poulanzas ve Kapitalist Devlet”, çev, Yasemin Berkman, Kapitalist Devlet Sorunu İçinde, Miliband, R., Poulanzas, N., Laclau, E., İstanbul, İletişim, 1990b, s. 57-70. MUNCK, R.; “Neoliberalizm ve Siyaset, Neoliberalizmin Siyaseti”, Neoliberalizm Muhalif Bir Seçki İçinde, Haz. Saad-Filho, A., Johnston D. çev: Şeyda Başlı-Tuncel Öncel, İstanbul, Yordam, 2007, s. 106-123. MÜSİAD; Anayasa Reformu ve Yönetimin Demokratikleşmesi, Sayı. 37, 2000. 367 NAVARRO, Vicente; “Dünya Çapında Sınıf Mücadelesi: Bir Sınıf Pratiği Olarak Neoliberalizm”, Monthly Review, Ekim, Sayı 10. 2006. NOZİCK, Robert; Anarşi, Devlet ve Ütopya, İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınevi, 2000. OECD; Türkiye”de Düzenleyici Reformlar: Ekonomik Dönüşüme Yaşamsal Destek, Ankara: TÜSİAD, 2003. OĞUZ, Fuat; “Hayek’in Pratik Bilgi Anlayışı Üzerine Kısa Bir Yorum, Liberte, 1999, s. 92-103. ONARAN, Özlem; “Emek Piyasasına Dayalı Yapısal Uyum: Katılık Miti”, haz. N.Balkan/S. Savran, Neoliberalizmin Tahribi İçinde, İstanbul, Metis Yayıncılık, 2004, s.211-233. ÖNGEN, Tülin; “Türkiye`de Siyasal Kriz ve Krize Müdahale Stratejileri: “Düşük Yoğunluklu Çatışma”dan “Düşük Yoğunluklu Uzlaşma” Rejimine”, haz. N.Balkan/ S.Savran, Sürekli Kriz Politikaları içinde, İstanbul, Metis Yayıncılık, 2004, s. 76-104. ÖNİŞ, Ziya; “Redemocratization and Economic Liberalization in Turkey:The Limits of State Autonomy”, Studies in Conporative International Development, Summer, Vol.27, No. 2, 1992, p. 3-23. ÖNİŞ, Ziya; “Beyond The 2001 Financial Crisis: The Political Economy Of The New Phase Of Neo-Liberal Restructuring In Turkey” Review of International Political Economy, Vol.16, Issue:3, 2009, p. 409-432. ÖNİŞ, Ziya, BAKIR, Caner; “'Turkey's Political Economy in the Age of Financial Globalization: The Significance of the EU Anchor”, South European Society and Politics, 12: 2, 2007, p. 147 — 164. 368 ÖNİŞ, Z, TÜREM, U.; “Business, Globalization and Democracy: A Comparative Analysis of Turkish Business Associations', Turkish Studies, 2: 2, 2001, p. 94 — 120. ÖZBUDUN, Ergun; “From Political Islam to Conservative Democracy : The Case of the Justice and Development Party in Turkey”, South European Society and Politics”, 11:3, 2006, p. 543-557. ÖZBUDUN, Ergun; “Democratization Reforms in Turkey, 1993–2004” Turkish Studies, Vol. 8, No. 2, 2007, p. 179–196. PICCIOTTO, Sol; “Sermayenin Uluslararasılaşması ve Uluslararası Devlet Sistemi”, edt. S.Clarke, Devlet Tartışmaları İçinde, çev. İ. Yıldız, Ankara, Ütopya Sanat Kültür, 2004, s. 261-274. POULANZAS, Nicos; “ Kapitalist Devlet Sorunu”, Çev: Yasemin Berkman, Kapitalist Devlet Sorunu İçinde, R. Miliband, N.Poulantzas, E.Laclau, İstanbul, İletişim, 1990, p. 11-34. POULANTZAS, Nicos, Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, çev. L.Fevzi Topaçoğlu, Şen Süer Kaya, İstanbul, Belge Yayınları, 2000. RADICE, Hugo; “The Developmental State Under Global Neoliberalism”, Third World Quarterly, Vol.6, 2008, p. 1153-1174. ROBERTS, J. M.;“From Reflection to Refraction: Opening Up Open Marxism”, Capital&Class, Vol. 26, 2002, p. 87-116. ROGERS, C.; “From Social Contract to ‘Social Contrick’: The Depoliticisation of Economic Policy-Making under Harold Wilson, 1974– 75”, The British Journal of Politics and International Relations, Vol 11, 2009, p. 634-651. SABINE, George; Yakınçağ Siyasal Düşünceler Tarihi, çev: Özer Ozankaya, İstanbul, Cem Yayınevi, 1997. 369 SAKALLIOĞLU, U.C; The Anatomy of the Turkish Military's Political Autonomy Author(s): Comparative Politics, Vol. 29, No. 2, 1997, p. 151166. SAVRAN, Sungur; “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de Burjuva Devrimi Sorunu”, 11.Tez, Sayı 1, 1985, s. 172-215. SAVRAN, Sungur; “Sol Liberalizm”, 11. Tez, Sayı 2, 1986, s. 10-40. SAVRAN, Sungur; “1960, 1971, 1980: Toplumsal Mücadeleler, Askeri Müdahaleler”, 11. Tez, Sayı 6, 1987, s.132-168. SAVRAN, Sungur; “20. Yüzyılın Politik Mirası”, haz. N.Balkan/ S.Savran, Sürekli Kriz Politikaları içinde, İstanbul, Metis Yayıncılık, 2004, s. 13-43. SAYARI, Sabri; “Political Parties, Party Systems and Economic Reforms: The Turkish Case”, Studies in Comparative International Development, Vol. 31, No. 4, 1996-1997, p. 29-45. SAYARI. Sabri; “Towards a New Turkish Party System?', Turkish Studies, 8: 2, 2007, p. 197 — 210. SMITH, Adam; Ulusların Zenginliği, cilt 1, çev: Ayşe Yunus-Mehmet Bakırcı, İstanbul, Alan Yayıncılık, 2004. SOMEL, Cem; “Küreselleşen Dünyada Kalkınma Stratejisi Nasıl Olmalıdır?, Mülkiye, 229, cilt xxv, 2001, s.185-200. STILES, K. W.; “IMF Conditionality: Coercion or Compromise?” World Development, Vol. 18, No. 7, 1990, p. 959-974. SÜMER, Çağdaş, YAŞLI, Fatih; “Liberal-Muhafazakar ittifak Üzerine Notlar”, Hegemonyadan Diktatoryaya AKP ve Liberal-Muhafazkar İttifak İçinde, der: Sümer Ç, Yaşlı F., Ankara, Tan Kitabevi, 2010. 370 SWINGWOOD, Alan; Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, çev. Osman Akınhay, Ankara Bilim ve Sanat, 1998. ŞEN, Mustafa; “Türk-İslamcılığı’nın Neoliberalizmle Kutsal İttifakı”, Küreselleşmeye Güneyden Tepkiler İçinde, Türkiye Sosyal Bilimler Derneği, Ankara, 2006. TÜRKAY, Mehmet; “AB-Türkiye Entegrasyonu: Nasıl? Nereye Kadar?”, haz. N.Balkan/ S.Savran, Sürekli Kriz Politikaları içinde, İstanbul, Metis Yayıncılık, 2004, s.194-208. TÜRKAY, Mehmet; “Türkiye’de Kapitalist Sermaye Birikiminin “Ulusal” Dönüşümü”, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi İçinde, haz. D.Yılmaz, F. Akyüz, F. Ercan, K. R. Yılmaz, Ü.Akçay, T. Tören, Ankara, Dipnot Kitabevi, 2006, s. 19-36. TÜSİAD; 1995 Yılına Girerken Türkiye Ekonomisi, İstanbul, TÜSİAD Yayını, 1995. TUSİAD; Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri, İstanbul, TÜSİAD Yayını, 1997. TÜSİAD; Türkiye'de Demokratik Standartların Yükseltilmesi, Tartışmalar ve Son Gelişmeler, İstanbul, TÜSİAD Yayını, 1999. TOPRAK, Binnaz; “The State, Politics, and Religion in Turkey”, State, Democracy and the Military Turkey in 1980’s, edt: Heper M, Evin A., Berlin-New York, Walter de Gruyter, 1988. TOPRAK, Binnaz; “Civil Society in Turkey”, Civil Society in the Middle East (Social, Economic and Political Studies of the Middle East and Asia), edt. Augustus Richard Norton, E.J. Brill, Vol.2, 1996, p. 87-117. 371 WEBER, Max; Economy and Society, edt. Guenther Roth and Claus Wittich, Translated from the German by Ephraim Fischoff. et al, ; LondonBerkeley, University of California Press, cilt: 1-2, 1978. WEBER, Max; Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme Kuramı, çev. Özer Ozankaya, Ankara, İmge, 1995. WEBER, Max; Sosyoloji Yazıları, çev. Taha Parla, İstanbul. İletişim, 2002a. WEBER, Max; Sosyolojinin Temel Kavramları, çev: Medeni Beyaztaş, İstanbul, Bakış, 2002b. WELSH, D.; “The New Right as İdeology”, Public Policy and the Impact of New Right, edt. G. Jordan & N. Ashford, London and New York: Printer Publisher, 1993, p. 46-58. WHITE, J.B; “Sivil Toplum: Kimin Hizmetinde?”, çev: Burak Gürel-Erkal Ünal, Praksis, Sayı 12, 2004, s. 129-161. WOOD, Ellen Meiksins; Kapitalizm Demokrasiye Karşı, çev. Şahin Artan, İstanbul, İletişim, 2003. WOOD, Ellen Meiksins; “Küreselleşme ve Devlet: Sermayenin İktidarı Nerede?”, çev: Emel Kahraman, Kapitalizme Reddiye İçinde haz. Filho, A.S., İstanbul, Yordam Kitap, 2006. WORLD BANK; World Development Report, 5, Oxford, Oxford University Press, 1991. WORLD BANK; The East Asian Miracle, 10, Oxford, Oxford University Press, 1993. WORLD BANK; The State ın a Changing World, Published For the Worl Bank, 1997. 372 YALMAN, Galip; “Tarihsel Bir Perspektiften Türkiye’de Devlet ve Burjuvazi:Rölativist Bir Paradigma mı Hegemonya Stratejisi mi?” , Praksis, Sayı.5, 2002, s. 7-23. YALMAN, Galip; “Türkiye`de Devlet ve Burjuvazi: Alternatif Bir Okuma Denemesi”, haz. N.Balkan/ S.Savran, Sürekli Kriz Politikaları içinde, İstanbul, Metis Yayıncılık, 2004, s. 44-75, YAŞLI, Fatih; “Bir Uzlaşmanın Tarihçesi: Türk Sağı, Devlet ve AKP”, Hegemonyadan Diktatoryaya AKP ve Liberal-Muhafazkar ittifak İçinde, der: Sümer Ç, Yaşlı F., Ankara, Tan Kitabevi, 2010, s. 207-224. YAYLA, Atilla; Liberalizm, Ankara, Liberte, 2002. YAYLA, Atilla; Siyaset Teorisine Giriş, Ankara, Liberte, 2003. YELDAN, Erinç; “Neoliberal Küreselleşme İdeolojisinin Kalkınma Söylemi Üzerine Değerlendirmeler”, Praksis, Güz Sayı: 7, 2002, s. 19-56. YELDAN, Erinç; Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi, İstanbul, İletişim, 2003. YEŞİLADA, Birol; “ Problems of Political Development in Third Turkish Republic”, Politiy, Vol.21.No.2 Winter, 1998, p. 345-372. YEŞİLADA, Birol; “Some Expected and Some not-So-Expected Benefits of Turkey's EU Membership for Both Parties”, Paper prepared for presentation at the European Union Studies Conference in Montreal, Canada, May 1720, 2007, p. 1-21. YEŞİLADA, Birol, FİSUNOĞLU, Mahir; “Assesing the January 24, 1980 Economic Stabilization Program İn Turkey”, edt. Henri, Y. Barkey, The Politics of Economic Reform in The Middle East, New York, St.Mashn’s Press, 1992, p. 183-210. 373 YILMAZ, Ahmet; Kapitalist Devleti Anlamak, İstanbul, Aykırı Yayıncılık, 2002. YILMAZ, Zafer; “Günümüz Türkiye’sinde Devlet ve Hâkim Sınıflar İlişkisi Üzerine Alternatif Bir Çerçeve Denemesi”, Praksis, Sayı 9, 2003, s. 55-92. YUMER, Ruhdan; “Hayek’çi Liberalizmin Temel İlkeleri”, der ve haz. A.Yayla, Sosyal ve Siyasal Teori içinde, Ankara, Siyasal Kitabevi, 1993, s. 108-120. ZARALI, Ragıp; ANAP, 11. Tez, Sayı. 2,1986, s. 77-86. ZENGİNOBUZ, E. Ünal; “'On Regulatory Agencies in Turkey and Their Independence”, Turkish Studies, 9: 3, 2008, p.475 — 505. AKP; “AKP Parti Tüzüğü” Ankara, 2001, (çevrimiçi) www.belgenet.com, 2009. AKP; “Sekulerizm Kalkınma ve Demokratikleşme Programı”, Ankara, 2001, (çevrimiçi), www.belgenet.com, 2009. DPT; Türkiye İçin Katılım Ortaklığı Belgesi, Ankara, 2003, (çevrimiçi), www.belgenet.com, 2009. 9 Aralık 1999 Tarihli IMF Niyet Mektubu, www.tcmb.gov.tr 3 Mayıs 2001 Tarihli IMF Niyet Mektubu, www.tcmb.gov.tr 4 Mayıs 2003 Tarihli IMF Niyet Mektubu, www.tcmb.gov.tr 1 Mayıs 2007 Tarihli IMF Niyet Mektubu, www.tcmb.gov.tr, 07 Temmuz 2006 Tarihli Niyet Mektubu, www.tcmb.gov.tr Hürriyet Gazatesi, 22. 02. 2001, www.hurriyet.com.tr, 374 Hürriyet Gazatesi, 23.02. 2001, www.hurriyet.com.tr Hürriyet Gazatesi, 28.02. 2001, www.hurriyet.com.tr Zaman Gazatesi, 04.05. 2002, www.zaman.com.tr 375 ÖZET KUTUN GÜRGEN, Melehat, “Eleştirel Devlet Kuramlari Bağlaminda Türkiye’de Siyasal Değişim: 1980-Sonrasi”, Doktora Tezi, Ankara, 2011. Çalışmanın amacı; 1980 sonrası devletin yeniden yapılanmasında neo-liberal politikaların etkisinin değerlendirilmesidir. Yöntemsel olarak bütüncül bir yaklaşımın alındığı çalışmada; dönüşümün ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik düzeyleri birbiriyle ilişkilendirilerek değerlendirilmiştir. Bu nedenle çalışmada, Türkiye özelinde 1980’lerden sonra devletin yeniden yapılanmasının sözkonusu düzeylerinin dönüşümlerine ve yeni siyaset tarzına odaklanılmıştır. Devleti toplumun üzerinde ve ona tarafsız kabul eden yapısal-işlevselcilik esinli yaklaşımların yanı sıra birbirine alternatifmiş gibi görünen liberal ve devletçi anlayışların da bir eleştirisini amaçlayan çalışma konusu, kuramsal ve yöntemsel çerçevenin seçimi üzerinde etkili olmuştur. Bu nedenle, devleti toplumsal ilişkilerin bir biçimi olarak tanımlayan ve ekonomi/siyaset kategorilerinin birbirine özerk olmadığını tartışan Marksist çerçeve içinden eleştirel-açık Marksist Okul’un yaklaşımı izlenmiştir. Böylece, Türkiye’de 1980’lerde başlayan dönüşüm politikaları bağlamında devlettoplum ilişkilerinin açıklanması ve bu dönüşümün analizinde yaygınlıkla kullanılan, “merkez-çevre” ve “güçlü devlet geleneği” gibi devlet-toplum arasındaki ikiliğe dayalı kavramsallaştırmaların eleştirel bir analizi yapılabilmiştir. Neo-liberal politikaların Türkiye’de devletin dönünüşümünü hangi biçimde ve nasıl etkilediğinin yanı sıra, sözkonusu kavramsallaştırmanın bu politikaların meşruiyetindeki ideolojik rolü de anlaşılabilmiştir. Anahtar Sözcükler 1. Devlet Teorisi 2. Ekonomi-Siyaset İlişkisi 3. Eleştirel-Açık Marksist Okul 4. Güçlü Devlet Geleneği Tez’i 5. Türkiye’de Siyaset 376 ABSTRACT KUTUN GÜRGEN, Melehat, “In Terms of Critical State Theories Political Transformation in Turkey: Post-1980 ”, PhD, Ankara, 2011. The aim of this study is to assess the effects of neo-liberal policies on the restructuration of the state. Methodologically, we take a holistic approach with respect to the relationship between the state and the society. As we frame this study, we choose a critical approach as both etatist and neo-liberal approaches are seemingly alternative approaches. In case of Turkey, we focus on the “new mode of politics” and transformation of the state structure through neo-liberal policies after 1980s. Thus, we follow the Critical-Open Marxist School’s approach to argue that political and economic spheres are not autonomous. For this reason, we try to frame our theoretical and methodological analysis based on this approach, which defines the state as a form of societal relations within the Marxist framework. In light of this theoretical and methodological framework, we analyze state-society relations in the context of transformation policies launched since 1980s in Turkey. In this regard, we try to develop a critical account of conceptualizations such as “strong state tradition” and “centre-periphery”, which are based on the duality between the state and society and commonly used to explain this transformation. By explaining state-society relations within this framework, we try to achieve a better understanding of how and in what direction neoliberal policies change the state in Turkey and how these conceptualizations play an ideological role for legitimation of these policies. Key Words 1. State Theory 2. Political Economy 3. Critical-Open Marxist Scholl 4. Strong State Tradition Thesis 5. Politics in Turkey 377