T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İLAHİYAT ANABİLİM DALI KELAM BİLİM DALI İLK DÖNEM KELAM KAYNAKLARINDA EHL-İ KİTAP ANLAYIŞI Yüksek Lisans Tezi Hamit ALBAYRAK İstanbul,2006 T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İLAHİYAT ANABİLİM DALI KELAM BİLİM DALI İLK DÖNEM KELAM KAYNAKLARINDA EHL-İ KİTAP ANLAYIŞI Yüksek Lisans Tezi Hamit ALBAYRAK Danışman: Doç. Dr. Adil BEBEK İstanbul,200 2 İÇİNDEKİLER KISALTMALAR ............................................................................................................................... 5 GİRİŞ ...........................................................................................................................6 I. EHL-İ KİTAP KAVRAMI ............................................................................................................. 8 II. HİCRİ 4. YÜZYILA KADAR EHL-İ KİTAPLA İLİŞKİLER ....................................................12 BİRİNCİ BÖLÜM......................................................................................................17 CAHIZ’A GÖRE EHL-İ KİTAP ................................................................................17 I. CAHIZ’IN HAYATI VE YAŞADIĞI ORTAM............................................................................18 A. Hayatı ...........................................................................................................................................18 B. Yaşadığı Ortam.............................................................................................................................19 II. CAHIZ’A GÖRE EHL-İ KİTAP..................................................................................................20 A. Cahız’ın Özelde Hıristiyanlara Genelde Diğer Din Mensuplarına Yaklaşımı..............................20 B. Cahız’a Göre Hıristiyanların Müslümanlara Yönelik Eleştirileri .................................................21 C. Hıristiyanların Müslümanlara Diğer Din Mensuplarından Daha Yakın Olduğu Düşüncesinin Tahlili ................................................................................................................................................23 D. Cahız’ın Hıristiyanlara yönelik eleştirileri ...................................................................................26 1. Hıristiyan İtikadındaki Muğlâklık .................................................................................................27 2. İncillerin Güvenilir Olmayışı ........................................................................................................27 E. Hz. İsa’nın Allah’ın Oğlu Olduğuna Dair İddialar ve Bunlara Yapılan İtirazlar ..........................28 F.Hz. İsa’nın Tanrı Olduğuna Dair İddialar ve Bunlara Yapılan İtirazlar.........................................30 1-Babasız Doğması ...........................................................................................................................30 2-Oğul Olarak İsimlendirilmesi.........................................................................................................30 3-Allah’tan Bir Ruh Olması ..............................................................................................................31 G. Yahudilerin Ulûhiyyet Anlayışına Reddiye..................................................................................32 İKİNCİ BÖLÜM MÂTÜRÎDÎ’YE GÖRE EHL-İ KİTAP ..........................................35 I. MÂTÜRÎDÎ’NİN HAYATI VE YAŞADIĞI ORTAM .................................................................36 A. Hayatı ...........................................................................................................................................36 B. Yaşadığı Ortam.............................................................................................................................37 II. MÂTÜRÎDÎ’YE GÖRE EHL-İ KİTAP........................................................................................38 A.Ehl-i Kitab’ın Ulûhiyet Anlayışı ...................................................................................................38 1. Mâtürîdî’ye Göre Yahudilikte Ulûhiyet ........................................................................................38 2. Mâtürîdî’ye Göre Hıristiyanlıkta Uluhiyyet ..................................................................................38 B. Ehl-i Kitabın Hz. Peygamber’in Nübüvvetine Yaklaşımının Eleştirisi ........................................39 C. Mâtürîdî’ye Göre Yahudilerin Tevrat’ı Tahrifi ve Hz. Peygamber’in Nübüvvetini İnkâr Etmeleri ...........................................................................................................................................................41 D. Hıristiyanlıktaki Mesih İsa Tasavvuru .........................................................................................42 1. Hz. İsa’daki Tanrısal Özelliğin Kaynağı ve Niteliği .....................................................................42 2. Mucizelerin Mesihliğe Delaleti .....................................................................................................44 3. Oğul İfadesinin Sübut ve Delalet Açısından Değerlendirilmesi....................................................45 4. Hz. İsa’nın Yaşamı ve Elçilik Vazifesi .........................................................................................47 5. Tanrıya Oğul İsnadında Bulunmak ...............................................................................................48 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM BÂKILLÂNÎ’YE GÖRE EHL-İ KİTAP .....................................52 I. BÂKILLÂNÎ’NİN HAYATI VE YAŞADIĞI ORTAM ...............................................................53 A. Hayatı ...........................................................................................................................................53 B. Yaşadığı Ortam.............................................................................................................................54 II. BÂKILLÂNÎ’YE GÖRE EHL-İ KİTAP ......................................................................................55 A. Tanrının Cevher Oluşu .................................................................................................................55 B. Teslis.............................................................................................................................................56 1. Teslis Kavramı (Ekanim-i Selase).................................................................................................56 2. Birleştirici Cevher Anlayışı...........................................................................................................57 C. İttihad Anlayışı .............................................................................................................................58 3 1. İttihad Kavramı .............................................................................................................................58 2. İttihadın Fiil Olması ......................................................................................................................60 3. İttihadın Gerçekleşme Şekli ..........................................................................................................61 4. İttihad’ın Hz. İsa’ya Has Kılınması...............................................................................................62 D. Nesih Anlayışı ..............................................................................................................................65 1. Yahudilikte Nesih Anlayışı ...........................................................................................................65 2. Neshin İmkânsızlığının Naklî Delilleri .........................................................................................71 3. Neshin İmkânsızlığının Aklî Delilleri ...........................................................................................73 SONUÇ.......................................................................................................................75 KAYNAKÇA ...............................................................................................................79 4 KISALTMALAR a.g.e. : Adı geçen eser. a.g.m.: Adı geçen makale. a.s. : Aleyhisselâm. b. : Bin veya ibn. bk. : Bakınız. c. : Cilt DIA. : Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Hz. : Hazreti. İA. : İslam Ansiklopedisi. nşr. : Neşreden. ö. : r.a. : Ölüm. Radıyallahu anh. s. : Sayfa. sy. : Sayı. thk. : Tahkik eden. trc. : Tercüme eden. ts. : Tarihsiz. vb. : Ve benzeri. vd. : Ve devamı. 5 GİRİŞ 6 Bu çalışmanın konusu, adından da anlaşılacağı üzere ilk dönem kelam âlimlerinin, Ehl-i Kitap olarak isimlendirilen Yahudi ve Hıristiyanların inançları ve yaşantıları konusunda kaleme aldıkları ve günümüze ulaşan eserlerinin ışığında, o dönemin Ehl-i Kitap anlayışını ortaya koymaktır. Çalışmamıza kaynak teşkil eden ve ilk dönem mütekellimleri tarafından kaleme alınan kelam eserlerine baktığımızda, Ehl-i Kitap’la alakalı olan bölümlerin, o dönemin Ehl-i Kitap anlayışını bir tanımlama türünde yansıtmaktan öte, Ehl-i Kitab’a reddiye niteliği taşıdığını görmekteyiz. Bu sebeple tezimizin adını her ne kadar “İlk Dönem Kelam Kaynaklarında Ehl-i Kitap Anlayışı” olarak belirlediysek de, tezimizin konusu kaynakların da özelliğine uygun olarak bu dönemde Ehl-i Kitab’a yapılan eleştiriler/reddiyeler mahiyetinde olacaktır. Yine tezimizin adından hareketle tezimizin konusunu teşkil edecek olan ilk dönem kelamı; ilk dönem olarak adlandırılan dönemin yaklaşık dört yüzyıl gibi uzun ve kaleme alınan eserler açısından verimli geçen bir dönem olması münasebetiyle çok geniş bir dönemi ve eserler bütününü kapsamaktadır. Bu durum ise yüksek lisans tezi olan çalışmamızın sınırlarını zorlar bir mahiyettedir. Bu sebeple çalışmamızın kapsamını sınırlandırmak, bizleri hazırlayacağımız tezden daha verimli sonuçlar elde edeceğimiz düşüncesine sevk etmiştir. Bilindiği üzere ilk dönemde yaşayan ana kelam ekolleri Mu’tezile, Matiridiyye ve Eş’ariyye ekolleridir. Bu ekollerin Ehl-i Kitap’la alakalı olan düşüncelerinin sunulması, bu dönemin bu konudaki genel yaklaşımını ortaya koyacağını düşündük. Bu sebeple tezimizi konu hakkında eser vermiş ve aynı zamanda ekolünün önde gelen şahıslarından olmak üzere her ekolden bir âlimin görüşlerine başvurarak oluşturduk. Bu bağlamda, Mu’tezile ekolunden, Ehl-i Kitap’la alakalı olarak ilk eser sahibi olan Cahız’ı ve günümüze ulaşan en eski eser olması münasebetiyle Cahız’ın el-Muhtar fi’r-redd ale’n-Nasara adlı eserini; Matüridiyye ekolünden, en önemli temsilcisi olan İmam Mâtürîdî ve Kitabü’t-tevhid adlı eserini; Eş’ariyye ekolünden de Ebu Bekir el-Bâkıllânî ve bu alandaki kapsamlı eseri olan et-Temhid adlı eserini çalışmamızın temel başvuru kaynakları olarak belirledik. 7 Çalışmamızın giriş bölümünde Ehl-i Kitab’ın tanımı ve kapsamı ile hicri ilk dört yüzyılda Ehl-i Kitapla münasebetler konularını inceledik. Daha sonra tezimizi, eserlerine başvurduğumuz şahısların yaşadıkları dönemi göz önüne alarak, kronolojik sıraya göre üç bölüme ayırdık. Eserlerini incelediğimiz her üç alimin yaşadığı dönem, sosyal ortam, döneminin fikri hareketleri, konuya yaklaşım tarzı ve kullandığı yöntemin birbirinden kısmen farklı ve özgün nitelikler taşıması, tasnifin bu şekilde yapılmasının daha anlaşılır ve faydalı olacağı kanaatini bizde oluşturmuştur. Biz de tezimizi bu esaslar dairesinde oluşturmaya çalıştık I. EHL-İ KİTAP KAVRAMI Ehl-i Kitap (Ehlü’l-kitâb) terimi “ehl” ve “kitap” kelimelerinin oluşturduğu bir tamlamadan ibarettir. “Ehl” sözcüğü “sahip, malik bir yerde oturan, oranın halkı, karı kocadan her biri” gibi anlamlara gelirken;1 “Kitap” kelimesi “yazmak, nikâh kıymak, dikmek, bağlamak, gerekli şeyi farz kılmak, yazılmış olan bir şey”2 gibi anlamlara gelir. “Ehl-i Kitap” terim olarak kullanıldığında ise; “kendilerine, hak peygamberler vasıtasıyla semavi kitap verilmiş olan topluluklar”3 anlamında dini bir anlam kazanmaktadır. Ehl-i Kitap kavramını incelerken bizim için önem arz eden konuların başında bu terimin kimler için kullanıldığının tespiti gelmektedir. İslam fakihleri Ehl-i Kitap deyince kimlerin anlaşılması gerektiği konusunda farklı görüşlere sahiptirler. Hanefilere göre Ehl-i Kitap; İlahi bir dine inanan ve Allah’tan kendilerine indirilmiş bir kitabı bulunan zümrelerdir. Bu sebeple Tevrat ve İncil’e inananlar Ehl-i Kitap olduğu gibi, Hz. Şit ve Hz. İbrahim’e indirilen sahifelere inananlar da bu terim kapsamına girmektedir. Şafi ve Hanbelîlere göre ise bu terim, sadece Yahudi ve Hıristiyanları ifade edip, diğer kitap mensuplarına şamil değildir.4 Gerçekten genel kabule şayan olan bu son görüş olmuştur. 1 Muhammed Ali et-Tahanevi, Keşşafu ıstılahati’l-Fünün (thk. Ali Duhruc), Beyrut,1996, I, 287 İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, Beyrut,ts. III, 216-218 3 Şinasi Gündüz, Din ve İnanç Sözlüğü, Ankara,1998, 110 4 Fatih Kesler, Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler ve Hıristiyanlar, Ankara,2004, s. 66. 2 8 Hz. Peygamber döneminde, Ehl-i Kitap denilince genellikle Yahudiler ve Hıristiyanlar kastedilmişken sonraları bu kavramın kapsamına Sabiiler de dâhil edilmiştir. Ancak Kur’an-ı Kerim’de ismen zikredilmelerine rağmen, Sabiilik hakkında ayet ve hadislerde bilgi bulunmaması, bizi Ehl-i Kitap kavramının muhatapları olarak Yahudiler ve Hıristiyanları kabul etmeye sevk etmektedir. Ehl-i Kitap tabiri Kur’an-ı Kerim’de, hepsi de Mekke döneminin sonları ile Medine döneminde inen ayetlerde toplanmak üzere otuz bir yerde geçmektedir.5 Kur’an’ın tertip sırasına göre bu ayetlerden ilkinin anlamı şu şekildedir; “(Ey müminler!) Ehl-i Kitap’tan kâfirler ve putperestler de Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Hâlbuki Allah rahmetini dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir”6. Ehl-i Kitap teriminden önce nazil olan ayetlerde yer alan “ehlü’z-zikr” tabiri de Tevrat ve İncil hakkında doğru ve yeterli bilgisi olan Ehl-i Kitap âlimlerini ifade etmektedir.7 Kur’an’da Ehl-i Kitap olarak sadece Yahudi ve Hıristiyanların muhatap alınması, bu iki din mensuplarının bazı eksiklik ve yanlışlıklarının yanında Allah, peygamber, âhiret ve kitap inançlarının bulunması, yani ilâhi kaynağa dayanmaları ve Kur’an’ın o dönem muhatapları tarafından söz konusu dinlerin bilinmesi sebebiyledir. Bu din mensupları Hicaz bölgesinde önemli bir etkiye sahip olarak Müslümanlarla iç içe yaşıyorlardı. Kur’an-ı Kerim, muhtelif ayetlerinde İslam dışı din mensupları arasında Ehl-i Kitab’a önemli bir yer vermekte, onların farklılık ve üstünlüklerini belirtmekte, ancak temel iman esasları, ayrıca Müslümanlarla olan ilişkilerindeki eksiklik ve yanlışlıklarını da vurgulamaktadır.8 Ehl-i Kitap terkibinin geçtiği ayetlerde, onların arasında övgüye layık kişilerin bulunduğu gibi9, kâfirlerin de bulunduğu10, bu sonuncuların Allah’ın ayetlerini inkâr 5 M. Fuad Abdülbaki, “ehl” Mucemu’l – müfehres li elfâzi’l Kur’ani’l Kerim, Beyrut,1994, s.121-122. 6 el-Bakara, 2/105. 7 en-Nahl, 16/43, el-Enbiya, 21/7. 8 Remzi Kaya, a.g.e., s.517. 9 Âl-i İmran, 3/75,113,115,119. 10 el-Bakara, 2/105; el-Beyine, 98/1. 9 ettikleri11, hakk’ı bâtıla karıştırdıkları, emanete riayet etmedikleri, kendilerine verilen kutsal kitabı tahrip ettikleri, peygamberleri öldürdükleri12, Müslümanları küfre döndürmek istedikleri13, Tevrat ve İncil’deki hükümleri hakkıyla uygulamadıkları14, belirtilmektedir. Kur’an Ehl-i Kitab’ı Allah’a kulluğa, O’na ortak koşmamaya çağırmakta15, Müslümanlara da onlarla mücadelede itidali tavsiye etmektedir16. “Kitap halkı” ya da “kitap sahibi olanlar” anlamına gelen Ehl-i Kitap teriminden başka, kitap terimi bağlamında Kur’an’da, “kendilerine kitaptan bir pay verilenler” ve “kendilerine kitap verilenler” tarzı ifadeler de yer almaktadır. Kur’an-ı Kerim’de Ehl-i Kitap ifadesinin yer aldığı ayetler incelendiğinde, bunların Yahudi ve Hıristiyanları –bazı ayetlerde yalnızca Yahudileri, bazılarında Hıristiyanları, bazılarında her ikisini birden- kastettiği açıkça anlaşılmaktadır.17 İlgili ayetlerin hiçbirisinde Yahudilerin ve Hıristiyanların dışında başka dinsel grupların da bu kategoriye dâhil edildiğini gösteren herhangi bir ifadeye rastlanmamaktadır. En’am suresi 155-156’da Kur’an’ın vahyedilmesi amacıyla ilişkili olarak geçen “ Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik, demeyesiniz” ifadesinde söz konusu edilen iki topluluğun Yahudiler ve Hıristiyanlar olduğu açıktır. Bu ayette bir taraftan “vahiy” anlamındaki kitabın yalnızca Yahudilere ve Hıristiyanlara indirilmiş olmadığına, “her topluluğa bir uyarıcı gönderilmiş”18 olduğu gerçeği çerçevesinde tüm insanlığın vahiyle muhatap olduğuna dikkat çekilmekte; diğer taraftan ise cahiliye dönemi Araplarının, kitap sahibi olma niteliğini yalnızca bir arada yaşadıkları iki topluluğa, Yahudilerle Hıristiyanlara hasrettiklerine atıfta bulunulmaktadır. Yine bu çerçevede “sizden önce kitap verilenler” ve “kitaptan kendilerine bir pay verilenler” ifadelerinin de –ayetlerin siyak sibakı dikkate alındığında- genellikle Yahudileri, zaman 11 Âl-i İmran, 3/70,98,112; en-Nisa, 1/155; el-Haşr, 59/2. 12 Âl-i İmran, 3/71,75,78,112. 13 el-Bakara, 2/109; Al-i İmran, 3/69,72,99,100. 14 el-Maide, 5/68. 15 Âl-i İmran, 3/65. 16 el-Ankebut, 29/46. 17 Şinasi Gündüz, Ehl-i Kitabın Kimliği Sorunu ve Ebu Hanife ile Çağdaşlarının “kitab” Terimi Merkezli Yaklaşımları, İslami Araştırmalar Dergisi, XV, sy.1-2, s. 241-245. 18 en-Nahl, 16/36. 10 zaman da hem Yahudi hem de Hıristiyanları konu edindiği gözden kaçmamaktadır. Ayrıca Ehl-i Kitap terimiyle ilgili olarak onların Hz. İbrahim hakkındaki tartışmalarının yersizliği bağlamında, gerek Tevrat’ın gerekse İncil’in Hz. İbrahim sonrası nazil olduğu ifade edilmekte ve Hz. İbrahim’in ne Hıristiyan ne de Yahudi olduğuna dikkat çekilmektedir.19 Bunların dışında, yukarıda geçtiği gibi diğer birçok ayette de Ehl-i Kitap terimi ya münferit olarak Yahudileri veya Hıristiyanları ya da her iki grubu birden muhatap almaktadır.20 Kur’an’ın nazil olduğu dönemde Araplar, Yahudi ve Hıristiyanlarla birlikte Mecusiler, Sabiiler ve Haniflerin de bulunduğu bir coğrafyada yaşamalarına rağmen, yalnızca ilk iki din mensubunu kitap ehli olarak tanıyorlardı. Günümüz Dinler Tarihi araştırmaları da gösteriyor ki, gerek Mecusilerin gerekse Sabiilerin kutsal kitap ve dini gelenekleri en az onlar kadar köklü bir dini yapıya ve tarihi geçmişe sahiptir. Buna rağmen Arapların ve özellikle de Kur’an’ın, Ehl-i Kitap kavramını yalnızca bu iki din mensuplarına has, özel bir deyim olarak kullanması, Allah nezdindeki kutsal kitap ve risalet geleneğinin bunların tarihi geçmişleriyle bir bütünlük arz ettiğini göstermektedir. Zira Araplarla yakın ilişki içerisinde olan İranlı Mecusilerin ya da Sabiilerin dini geleneklerinin Kur’an tarafından onaylanmaması ve hatta bunlara hiç atıfta bulunulmaması, bu görüşü desteklemektedir.21 Ayrıca İslam’ın iki temel kaynağı olan Kur’an ve Sünnetteki sarih ifadeler de, bizlere bu konuda ışık tutmaktadır. Daha önce değindiğimiz ayet ve hadislerden anlaşılacağı üzere, gerek Kur’an’da gerekse Hz. Peygamber’in sözlerinde, Yahudi ve Hıristiyanların dışındaki din mensuplarının hiçbir şekilde Ehl-i Kitap olarak nitelendirildiği görülmemektedir. İslam âlimleri arasında bu konudaki görüş ayrılığı kanaatimizce, diğer din mensuplarının, mesela Sabiilerin ve Mecusilerin, inanç ve ibadet esasları konusunda Yahudi ve Hıristiyanlara uyup uymadığı noktasından kaynaklanmaktadır. Bu tartışma da daha sonraki dönemlerde ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak Kur’an ve Sünnet perspektifinde konuyu değerlendirdiğimizde, Ehl-i Kitap 19 Al-i İmran, 3/65-67. 20 Şinasi Gündüz, a.g.e., s.244. 21 Osman Güner, Resûlüllah’ın Ehl-i Kitap’la Münasebetleri, Ankara,1997, s.56. 11 deyiminin, bazılarının sandığı gibi herhangi bir kutsal kitaba sahip bütün din mensuplarını değil, İslam’ın peygamberlik geleneği içerisinde yer alan Hz. Musa ve Hz.İsa (a.s.)’ın tabiileri durumundaki Yahudi ve Hıristiyanları ifade ettiği anlaşılmaktadır.22 II. HİCRİ 4. YÜZYILA KADAR EHL-İ KİTAPLA İLİŞKİLER Ehl-i Kitab’ın Arap yarımadasındaki varlığı İslamiyet’in geldiği yıllar olan 610 yıllından çok daha öncesine dayanır. Hıristiyan ve Yahudi toplumunun varlığı, yarımadada bilinen bir gerçek olmakla beraber buraya hangi tarihte geldikleri konusu ihtilaflıdır. İslam’ın ilk yıllarında yapılan tebliğ faaliyetlerinin gizli olması, dar bir çerçevede yürütülüyor olması ve muhatapların da bilindiği gibi putperest bir inanca sahip olmaları göz önüne alındığında Ehl-i Kitap’la münasebetler sınırlıdır. Durum böyle olmakla beraber Hz. Muhammed (s.a.v.), İslam peygamberi sıfatıyla tebliğe başladığı zaman, ilk defa Mekke’de bazı Hıristiyanlarla karşılaşmıştı. Hatta vahyin ilk günlerinde Hz. Hatice’yi ve Hz. Muhammed’i teselli eden Varaka b. Nevfel de İncil’in el yazmalarına sahip olan bir Hıristiyandı. İslamiyetin beşiği olan Mekke’de daha başlangıçtan itibaren Hz. Peygamber’in Hıristiyanlarla münasebeti, dostane hudutlar içinde başlamıştı. Henüz risaletten üç yıl gibi kısa bir zaman sonra, Bizans’ın İran’a mağlubiyeti, Mekke’de Müslümanları üzmüş, Allah da kendilerini teselli eden vahyini23 göndermişti.24 Müslüman-Hıristiyan münasebetleri açısından Mekke devri çok fazla hareketlilik göstermezken, Medine devrinde Müslüman-Hıristiyan münasebetlerinde artış görülür. Hz. Peygamber, Medine’de İslam devletinin temellerini attıktan ve Medine halkını bu devlet yapısı içinde teşkilatlandırdıktan sonra, komşu kabilelerle bir takım temaslar kurmayı hedeflemişti. Bu amaçla bir takım devlet reislerine ve kabile 22 Güner, a.g.e. s.56. 23 er-Rum, 30/1-5. 24 Mehmet Aydın, “Kur’an-ı Kerim’in Işığında İslam-Hıristiyan Münasebetlerinin Bir Analizi” Diyanet İlmi Dergi (Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Özel Sayısı), Ankara,2003, s.429. 12 reislerine İslam daveti çağrısında bulunmuştur. Bu ve benzeri faaliyetlerde olduğu gibi, Hz. Peygamber devrinde Müslüman-Hıristiyan münasebetlerinde hâkim olan ruh yine İslam’ın genel din politikası içindeki müsamaha ruhudur. Hz. Peygamber’in yazdığı mektuplarda veya Necranlılarda olduğu gibi Hıristiyanlarla bizzat karşılaşmasında Hz. Peygamber’in Hıristiyanlığa tavrı, onların yanlış itikatlarını bizzat kendilerine duyurmak ve Hak olan inancın tebliğini yapmaktır.25 Yahudilerle olan münasebetlere baktığımızda Hz. Peygamber’in Mekke dönemi boyunca Yahudilerle doğrudan bir ilişkisi görülmese de, dolaylı bazı ilişkiler söz konusudur. Bununla beraber Yahudiler, Hz. Peygamber’in hak bir peygamber olarak gönderildiğini gerek Tevrat’taki rivayetlerden, gerekse bazı Yahudi bilginlerinin haberlerinden öğrenmişlerdir. Bu bilgilere rağmen, bu yeni peygambere tabi olacakları yerde, müşriklere İslam dini hakkında kapalı ve kaçamak bilgiler vermişlerdir.26 Hz. Peygamber Medine’ye hicretinden itibaren tebliğ faaliyetlerini hızlandırmış, beraber yaşıyor olmaları münasebetiyle Yahudiler tarafından kendisinin Allah’ın elçisi olarak kabul edilmesine çok gayret göstermiştir. Ancak Yahudiler onun bu gayretlerine pek müspet cevap vermemişlerdir. Hz. Peygamber, Yahudilerin bütün olumsuz tavırlarına rağmen tebliğ vazifesine devam etmiştir. Gerek kendisi gerekse Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi ona yakın kimseler Beytülmidras’a giderek İslam’ı tebliğ etmişler; ancak onlar Hz. Peygamber’i kitaplarında tanıtıldığı şekliyle oğulları gibi tanımalarına rağmen gerçeği gizleyerek inanmadıkları gibi, kafa karıştıran ve insanları fitneye düşüren polemiklere girmekten çekinmemişlerdi.27 Müslüman Yahudi ilişkilerinin bozulması ve hatta Yahudilerin Medine’den sürülmesi, Yahudilerin, Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicretinin hemen ardından onlarla yapmış olduğu antlaşma olan Medine Vesikası’na muhalif davranışlarda bulunmuş olmaları sebebiyledir. Hz. Peygamber, başlangıçta Yahudilere karşı ılımlı ve olumlu bir siyaset izlemiştir. Mekke müşriklerinin yanında 25 Mehmet Aydın, a.g.m., s.430-432. 26 İsmail Hakkı Atçeken, “Asr-ı Saadet’te Yahudilerle İlişkilere Genel Bir Bakış”, Diyanet İlmi Dergi (Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Özel Sayısı), Ankara,2003, s.449. 27 Nuh Arslantaş, Emeviler Döneminde Yahudiler, İstanbul,2005, s.41. 13 Müslümanların aleyhinde ikinci bir cephe açmamak için Yahudilerle iyi geçinmiş, Ehl-i Kitap oldukları için müşriklere vermediği bazı hakları onlara vermiştir. İslam dinine karşı doğrudan bir harekete girişmedikleri ve müşriklerle işbirliği yapmadıkları sürece Yahudilerle barış ortamı içerisinde yaşayan Hz. Peygamber, adaletli davranma prensibini Yahudilerle ilişkilerde de devam ettirmiştir. Bir arada yaşama tecrübesi olarak adlandırılan uygulamanın ilk örneği olan bu ortamda, genel anlamda Müslüman Yahudi ilişkilerine bakıldığında, Peygamber efendimiz döneminde komşuluk münasebetlerinin devam ettiğini özellikle Müslümanlar tarafından bu birlikteliği bozacak davranışlara fırsat verilmemeye çalışıldığını görmekteyiz. Hz. Peygamber’in risaletinin son yıllarında fetihlerin artması ve toprakların genişlemesi münasebetiyle öncelikle diğer din yada kültürlerin hakimiyet altına alınması durumunda Müslümanların nasıl bir yol izleyecekleri temel prensiplerle ortaya konuldu. Kur’an-ı Kerim tarafından ortaya konulan bu yeni durum, gayrimüslimlerin zimmi statüsünde İslam hakimiyetini benimsemelerini ve ödeyecekleri cüz’i bir vergi karşılığında hak ve hürriyetlerini sağlamayı teminat altına alıyordu. Kur’an-ı Kerim’in bununla gayrimüslimleri kendi kültürü içinde eritmeyi ya da onlara zulmetmeyi hedeflediğini söylemek mümkün değildir. Onların varlıklarını ve inançlarını garanti altına alan prensipler ve kendilerine sağlanan hürriyetler bunu açıkça göstermektedir. İslamiyet, fethettiği yerlerde insanları yok ederek ya da sürerek o topraklarda sadece kendi hâkimiyetini tesis etmeyi değil, bilakis olabildiğince fazla sayıda insanın İslam olgusunu tanımasını hedeflemiştir. Dolayısıyla ilk etapta İslam gerçeğini reddeden gayrimüslimlere zamanla İslamiyeti daha iyi tanıyabilecekleri bir ortamın hazırlandığını ve hür iradeleri ile din seçiminin kendilerine bırakıldığını ifade etmek yanlış olmayacaktır. Zira Hz. Muhammed’in hayatta iken gayrimüslimlere yönelik uygulamaları bunu göstermektedir. O dönemde bir yandan zimmî statüsü yerleştirilmeye çalışılırken bir yandan da gayrimüslimlerden tebliğ faaliyetlerine engel olmamaları isteniyordu. Hulefa-i Raşidin tarafından gerçekleştirilen fetih hareketleriyle hâkimiyet altına alınan geniş coğrafyada da, haklar ve hürriyetler konusunda dünya 14 tarihinin en güzel örnekleri sunuldu ve kısa sürede bazı topluluklar İslamiyeti kabul etti. Dininde kalmak isteyenlere ise asla baskı uygulanmadı.28 Emeviler döneminde de gayrimüslimler sakin bir hayat yaşamışlar, gayrimüslim olmaları sebebiyle kayda değer herhangi bir baskıya maruz kalmamışlardır. İdare gayrimüslim tebası arasında ayırıma gitmemiştir. Emevi yönetimi, gayrimüslim tebaya vergilerini ödeyip herhangi bir siyasi entrikaya bulaşmadıkları sürece onlara devamlı iyi muamelede bulunmuştur.29 Özellikle Ömer b. Abdülaziz, döneminde gayrimüslim halkın haklarının korunmasına azami gayret göstermiştir. Hatta Adiyy b. Ertad’a yazdığı bir mektubunda ona gayrimüslim tebaaya iyi davranmasını ve yaşlanan fakirlerine nafaka bağlamasını emretmişti.30 Emeviler dönemi, özellikle Yahudiler için daha bir önemlidir. Genişleyen fetih hareketleriyle Asya ve Afrika’da yaşayan büyük ve faal Yahudi toplulukları da İslam hâkimiyetine girmiştir. İslam idaresi, asırlardır sürgün hayatı yaşayan Yahudilerin hâkimiyeti altına girdiği yeni bir idaredir. Yahudiler Bizans ve Sasani devletlerinin son dönemlerinde yaşadıkları sıkıntı, eziyet ve zulüm sebebiyle İslam fetihlerini bir kurtuluş olarak görerek Müslüman fatihlere yardım etmişlerdir. Bu dönem özellikle Yahudilerin İslam toplumuyla bütünleşme dönemidir. İslam toplumunun bir parçası olarak iştirak ettikleri ekonomik, ilmi ve diğer faaliyetler daha sonraki dönemler için iyi bir zemin hazırlamıştır. Yahudiler aynı asırda Avrupa’da yaşayan dindaşları gibi ne gettolarda yaşamaya mahkûm edilmişler ne de dinden dönmeye zorlanmışlardır. Başta dini olmak üzere ticari ve ilmi faaliyetlerine serbest bir şekilde devam etmişlerdir.31 Abbasiler dönemine gelindiğinde Yahudi ve Hıristiyanların teşkil ettiği zimmîler, dini müsamahadan son derece istifade etmiş, dini inanç ve vecibelerini emniyet ve güven içinde ifa etmişlerdir. Bir arada yaşama mecburiyeti ve bunun neticesi olarak Müslümanlarla Yahudi ve Hıristiyanlar arasında olması gereken uyum, böyle bir müsamaha doğurmuştu. İslam hükümeti, zimmîlerin dini inançlarına hiç müdahale 28 Levent Öztürk, İslam Toplumunda Birarada Yaşama Tecrübesi, İstanbul,1995, s.417. 29 İsmail Yiğit, “Emeviler”, DİA, İstanbul,1995, XI,101. 30 Arslantaş, a.g.e., s.59. 31 Arslantaş, a.g.e., s.165-166. 15 etmemiş, bilakis bazı halifelerin müsamahası, onların korunmasını emretmek, onların merasim ve törenlerine bizzat katılmak derecesine ulaşmıştır.32 Bu dönemde ve daha önceki dönemlerde İslam toplumunda yaşayan gayrimüslimler kendi inanç ve değerlerini savunma, tartışma gibi özgürlükleri rahatlıkla kullanmışlardır. Asıl önemle zikredilmesi gereken yön, dinler arası inanç tartışmalarını açık bir şekilde başlatanın Kur’an-ı Kerim olmasıdır. Bu açıdan Kur’an-ı Kerim’in diğer dinler hakkında verdiği bilgiler ile olgunlaşan Müslümanların fethedilen memleketlerde farklı din ve ekollerle karşılaştıklarında zorlandıklarını söylemek mümkün değildir. Zimmîlerin de o toplumun bir parçası olduğu İslam yönetiminde, başlangıçtan itibaren karşılıklı tartışmaların, sözlü tenkitlerin, kaleme alınan tenkit ya da savunu türü eserlerin mevcut olduğu tartışmasız bir gerçektir. Bu durum nadir de olsa bazı halifelerin baskıcı uygulamalarına rağmen genel anlamda devam etmiş ve devlet adamları tarafından da desteklenmiştir.33 Yine bu dönemde özellikle Bağdat ve Basra kozmopolit bir yapılanma ile her kültüre açık bir merkez görünümündedir. Özellikle Basra bu yapılanmayla kendine has bir oluşumu izlemiş, kültür hayatını daha çok kendisi belirleyen bağımsız bir kent yapısıyla dikkatleri çekmiştir. Mansur döneminin getirdiği bir özellikle de beslenen Basra, fikirlerin daha serbest ortaya konduğu bir yer olma özelliğini, bu sefer dinler arası tartışmaların ve toplantıların yapıldığı bir yer olma yönüyle dahada ön plana çıkarmıştır. Bu dini tartışmalar sadece saray çevresine has değil, bilakis toplumun bütün kesimlerini kapsar bir mahiyettedir. Öte yandan Tevrat ve İncil Arapçaya tercüme edilmiş, bu tercümeler de Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki tartışmalara hız katmıştır.34 32 Hasan İbrahim Hasan, (Siyasi-Dini-Kültürel-Sosyal)İslam Tarihi, (trc. Heyet), İstanbul,1985, IV, 391. Levent Öztürk, İslam Toplumunda Hıristiyanlar, İstanbul,1998, s.262-263. 34 Öztürk, a.g.e., s.267-268. 33 16 BİRİNCİ BÖLÜM CAHIZ’A GÖRE EHL-İ KİTAP 17 I. CAHIZ’IN HAYATI VE YAŞADIĞI ORTAM A. Hayatı Arap Edebiyatının ve Mutezile’nin en seçkin simalarından olan Ebu Osman Amr b. Bahr b. Mahbub el-Cahız’ın h.150–160 (766–776) yılları arasında Basra’da doğduğu tahmin edilmektedir. Cahız’ın soyu hakkında, dedesinin zenci bir deve çobanı olduğu ve kendisinin arap-zenci melezi olduğu bilgileri kaynaklarda geçmektedir.35 “Cahız” lakabı kendisine patlak gözlü olmasından dolayı verilmiştir.36 Cahız’ın çocukluk ve gençlik devri Basra’da geçti. Bu dönemde Basra ilim ve kültür noktasında parlak dönemlerini yaşıyordu. Genç yaşta okumaya karşı hevesli olan Cahız, Basra’da birçok âlimden lügat, gramer ve şiir dersleri aldı.37 Bir yandan da geçimini sağlamak için ticaretle uğraştı. Bu arada Basra camiindeki ilmi ve edebi meclislere, Basra panayırının kurulduğu, çöl araplarının geldiği, şairlerin ve hatiplerin şiirlerini ve hutbelerini okudukları “Mirdeb’e” devam etti ve fasih Arapçayı onlardan öğrendi.38 Ayrıca kelamcıların, çeşitli mezhep mensuplarının, Müslümanlarla diğer dinlere mensup olanların aralarında yapmış oldukları tartışmalara da katıldı.39 Cahız’ın kelam ilminde en büyük hocası Ebu İshak İbrahim en-Nazzam’dır (ö.220-230/835-845). Nazzam onun üzerinde en büyük tesir bırakanlardan biridir. Kelam ve Mutezile mezhebi konusunda onun üzerinde Ebu’l-Huzeyl el-Allaf (ö.235/849-850?), Sümame b. Eşres (ö.210/825) ve zamanın ünlü kadısı Ahmed b. Ebi Duad’ın (ö.240/854) da etkileri olmuştur.40 35 Abdülemir Ali Mühenna, Resailü’l- Cahız, Beyrut,1988, s.8; Hatib el-Bağdadi, Tarihu Bağdad, Beyrut, XII, 213; Ramazan Şeşen, el-Cahız ve Türklerin Faziletleri, İstanbul,2002, s.1. 36 Ramazan Şeşen, “Cahız”, DİA, İstanbul,1993, VII, 20. 37 Abdülemir Ali Mühenna, a.g.e. s.7-9; Hatib el-Bağdadi, a.g.e. XII,213; Ramazan Şeşen, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, Ankara,1967, s.11. 38 “Cahız”, IA, İstanbul,1988, III, 12. 39 Ramazan Şeşen, “Cahız”, DİA, VII, 20. 40 Hatib el-Bağdadi, Tarihu Bağdad, XII, 213; Ramazan Şeşen, el-Cahız ve Türklerin Faziletleri, s.2. 18 Cahız eser telifine h.200 yılından önce başlamıştır. Öyleki, imamete dair yazdığı eseri okuyan ve beğenen halife Me’mun (ö.218/833) h.200 yılında onu Bağdat’a davet etmiştir. Hayatının bundan sonraki büyük bölümünü Bağdat’ta geçiren Cahız, devlet erkânıyla yakın temas içinde olmuştur. Geçimini önceleri ticaretle daha sonraki dönemlerde ise yazdığı eserleri dönemin devlet adamlarına ithaf etmek suretiyle almış olduğu caizelerle sağlamıştır.41 Öldüğünde doksan yaşını aştığı söylenen Cahız, ömrünün sonlarına doğru felç olmuş ve 255/870 yılında doğum yeri olan Basra’da vefat etmiştir. Hayatını ilme vakfeden Cahız’ın, son nefesini kitaplar arasında verdiği hatta üzerine devrilen kitap yığınlarının ölümüne sebep olduğu söylenmektedir.42 B. Yaşadığı Ortam İslam kültürünün altın çağında yaşayan Cahız, bu kültürün en büyük temsilcilerindendir. İslam akılcılığının beşiği olan Basra’da doğmuş olması ve eserlerini ithaf ettiği devlet adamları tarafından elde ettiği imkânlar onu döneminin meşhurları arasına eklemiştir. Cahız ilmi hayatının büyük bir bölümünü, mutezilenin resmi mezhep olarak kabul edildiği Abbasi devletinin ilk dönemlerinde devlet erkânının himayesinde ve ilim meclislerinin bol olduğu Basra ve Bağdat’ta geçirir. Yaşadığı dönem İslam dünyasında siyasi ve fikri hareketliliğin bol olduğu bir dönemedir. Beytü’l-Hikme’nin kurulması ve tercüme faaliyetleri sonucunda yunan felsefesinin İslam dünyasınca tanınması bu dönemin önemli olaylarıdır. Yaşanan bu ilmi hareketliliğin etkileri Cahız’ın eserlerinde ve fikirlerinde göze çarpmaktadır.43 41 Ramazan Şeşen, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, s.12. 42 Mustafa Erdem, “Cahız ve “el-Muhtar Fi’r-redd ale’n-Nasara” İsimli Risalesi”, AÜİFD, XXXI, 456; Mes’udî, Murucü’z-zeheb, IV, 195. 43 Abdülemir Ali Mühenna, a.g.e., s.7-8. 19 II. CAHIZ’A GÖRE EHL-İ KİTAP A. Cahız’ın Özelde Hıristiyanlara Genelde Diğer Din Mensuplarına Yaklaşımı Cahız, eserlerinden anlaşıldığına göre, Hıristiyanlığı, Hıristiyanların başlangıçtan itibaren biriken teolojik tartışmalardan diğer dinler ile olan tartışmalarına, özellikle Yahudiler ile aralarında olan tartışmalara varıncaya kadar iyice araştırıp öğrenmiştir. Cahız, Hıristiyanlar ile sosyal olarak ta çeşitli münasebetlerde bulunduğu için Hıristiyanlara yönelik tespitlerini aynı zamanda gözlemlerle de teyit etmiştir. ElMuhtar fi’r-redd ale’n-Nasara isimli eserinden de anlaşıldığına göre Hıristiyanlar ile sorulu cevaplı mektuplaşmalarda bulunmuş ve ilmi yazışmalara girişmiştir.44 Hıristiyanlığa yazılan ilk kapsamlı reddiyenin yazarı kabul edilebilecek olan Cahız, reddiyesinde Hıristiyanların Müslümanlara yönelik eleştirilerini, sorularını delilleri ile birlikte sunmuş ve cevaplamıştır. Fakat bu cevaplar dağınıktır. Aynı zamanda tüm soru ve eleştirilere de cevap vermemiştir. Bu noktada Cahız’ın ilmi dakikliği ve tarafsızlığı açıkça belli olmaktadır. Yer yer Hıristiyanların eleştirilerini argümanları ile detaylıca sunarken Müslümanların yaygın olarak bilinen karşıt delillerine nerede ise hiç değinmemiştir. Denilebilir ki elimizdeki reddiyede bu soru ve eleştirilere hiç yanıt yoktur. Bunun muhtemel sebebi, Cahız’ın eserinin tümünün günümüze ulaşmayışıdır. Çünkü müellif, soruları bazen hemen yanıtlamış, bazen de konu sonunda yanıtlamayı tercih etmiştir. Muhtemeldir ki bu yanıtların bulunduğu bölümler elimize ulaşmamıştır. Mamafih Cahız cevabını vermeyeceği bir soruyu başarısızlığını belgelememek kastıyla da eserine dâhil etmemiş olabilir. Cahız aynı zamanda edebiyat alanında kalıcı eserler vermiş olan, psikolojik çözümlemeleri güçlü bir bilgindir. Diyaloglarda empati yolunu kullanması problemleri çözmede onu daha etkin kılmıştır. 44 Ebu Osman Amr b. Bahr el-Cahız, el-Muhtarfi’ r-redd ale’n- Nasara (thk. Abdullah eş-Şerkavi), Beyrut,1991, s.53. 20 Cahız, Müslümanların Hıristiyanlara yönelttikleri eleştirilerde iddia edilenin aksine zanna dayalı değil, gerçek bilgiye dayalı bir yaklaşım içinde olduklarını söyleyerek bu iddiaları, tartışılan konuları inceleyerek çürütmeye çalışmaktadır.45 B. Cahız’a Göre Hıristiyanların Müslümanlara Yönelik Eleştirileri Cahız, Hıristiyanların, Müslüman bilginlerin Yahudilere yönelik eleştirilerinde bilmedikleri konuda konuştukları için, Hıristiyanlara yönelik eleştirilerde de aynı mesnetsiz iddialarda bulunulabilineceği kaygısını, Hıristiyanların sundukları örnekleri ile birlikte objektif bir şekilde sunmaktadır. Ardından bu şüphenin gerçeğe dayanmadığını açıklar.46 Cahız, Yahudilere yönelik Kur’an-ı Kerim’de bulunan eleştirilerin kuru iddialar olmadığını bu iddiaların bizatihi Hz. Peygamber döneminde tekrarlandığını ve Hz. Peygamber’in bu hatalara tanık olduğunu nakleder. Dolayısıyla Hıristiyanların, Müslümanları, -daha çok Kur’an-ı Kerim’e dayanarak- “bilmedikleri konular hakkında konuştukları” iddialarını tarihi bilgilerle cevaplamıştır.47 Cahız’ın aktardığı, Kur’an-ı Kerim’de de bulunan ve Hz. Peygamber’in de tanık olduğu iddialar şunlardır: Yahudiler, 1. “Allah’ın eli sıkıdır.”48 2. “Allah fakirdir, biz zenginiz.”49 3. “Üzeyir Allah’ın oğludur.” demişlerdir.50 45 Cahız, a.g.e., s.53–54. 46 Cahız, a.g.e., s.53–54. 47 Cahız, a.g.e., s.54. 48 el-Maide, 5/46. 49 Âl-i İmran, 3/181. 21 Hıristiyanlar “böylesi iddiaları kimse yapmamış ve hiçbir din mensubundan da böylesi sözler işitilmemiştir. Zaten böyle bir sözü söyleseler bunu inkâr etmezlerdi” demektedirler. Çünkü Yahudilerin Müslümanların yönetimi altında oldukları ve onlara vergi verdikleri bir ortamda -baskıdan dolayı-, Kur’an-ı Kerim’de bulunan bu bilgiyi inkâr etmeye kalkmalarının da imkansız olduğunu savunmuşlardır.51 4. Hıristiyanlara göre Müslümanların kesin bilgiye dayalı olmaksızın Yahudilerle ilgili Kur’an’a dayanarak söyledikleri diğer bir konu da Firavun ile ilgilidir: Kur’an’ın aktardığına göre Firavun: “Ey Haman! Bana bir kule yap; belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa’nın Tanrısını görürüm. Doğrusu ben, onu yalancı sanıyorum”52 demiştir. Hâlbuki Hâmân, Firavun’dan sonra Persler döneminde yaşamıştır. Ayrıca Kur’an Firavun’un kâfir olduğunu söylemektedir. Kâfir olan birisi ne diye Allah’ı görmek için kule yaptırsın. Cahız, Firavun’un inkârcı kimliğini, giriştiği yolun hatalı olması ile açıklar. Öyle ki kral olmuş birisinin deli olması varsayılamayacağına göre Allah’ın yönlerden münezzeh olması gerektiğini de pekâlâ biliyor olmalıdır der. Ayrıca Allah’a fiziki yollardan ulaşmanın imkânsızlığını da mutlaka bilmesi gerektiğini savunur.53 5. Diğer bir iddia, Müslümanların, “Allah’ın, Zekeriya oğlu Yahya’ya daha önce kendisi için hiçbir adaş yaratmadığını”54 söylemeleridir. Hıristiyanlar ise, Yahudilerin kitaplarında ve kendi aralarında uyuşmazlığa düştükleri konularda Yahya b. Zekeriyya’dan önce Yahya ismi ile çağrılan Yuhanna b. Ferh adında bir başkasının olduğunu bildiklerini iddia etmektedirler. 6. Cahız, Kadınlardan Peygamber gönderilmesi konusunda, Yahudiler kadınlardan peygamberler gönderildiğini iddia ederlerken, Müslümanların bunun aksini 50 Cahız, a.g.e., s.54. 51 Cahız, a.g.e., s.54. 52 el-Mü’min, 40/36-37. 53 Cahız, a.g.e., s.55. 54 Meryem, 19/7. 22 savunduklarını söyler.55 Yahudiler İmran kızı Meryem’in, Hanne’nin, Sare’nin ve Rıfki’nin peygamber olduklarını savunurlar.56 Cahız eserinde bu iddiaların bir kısmını cevaplandırırken bir kısmını da cevapsız bırakmıştır. Şu ihtimal da göz önünde bulundurulmalıdır ki Cahız, diğer eserlerinde olduğu gibi bu eserinde de konuların dağınık işlenmiş olmasından dolayı bu eleştirilere verdiği cevapların bir kısmı eserin bize ulaşmayan bölümlerde yer almış olabilir. C. Hıristiyanların Müslümanlara Diğer Din Mensuplarından Daha Yakın Olduğu Düşüncesinin Tahlili Kur’an-ı Kerim’de “İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak Yahudiler ile şirk koşanları bulacaksın. Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da “Biz Hıristiyanlarız” diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar. Resule indirileni duydukları zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki “Rabbimiz! İman ettik, bizi (hakka) şahit olanlarla beraber yaz.” “Rabbimizin bizi iyiler arasına katmasını umup dururken niçin Allah’a ve bize gelen gerçeğe iman etmeyelim?” söyledikleri (bu) sözden dolayı Allah onlara, içinde devamlı kalmak üzere, zemininden ırmaklar akan cennetleri mükâfat olarak verdi. İyi hareket edenlerin mükâfatı işte budur.”57 mealindeki ayetlerden yola çıkarak Cahız, Hıristiyanların diğer din mensuplarına karşın Müslümanlara daha yakın olmasının sebeplerinin çok fazla olduğunu ve onların bir kısmının şunlar olduğunu ifade eder: 1. Yahudilerle olan komşuluk ilişkisi. Cahız, yakında olanın zararının, uzakta olanın zararından daha fazla olduğunu vurgular ve bunu şu şekilde ifade eder. 55 en-Nahl, 16/43; Ayette geçen “rical” kelimesinin cinsiyeti ifade etmesi konusunda müfessirler farklı görüşlerdedirler. Dolayısıyla Müslümanların ortak bir kanaati olarak “kadından peygamber olamadığı” bilgisi doğru değildir. 56 Cahız, a.g.e., s.56. 57 el-Maide, 5/82-85. 23 “Yahudiler Medine ve diğer yerlerde Müslümanlara komşu idiler. Komşuların düşmanlığı, kinin yerleşip kökleşmesinde akrabaların düşmanlığına benzer. İnsan ancak tanıdığına düşmanlık gösterir ve gördüğüne meyleder. Zorluk çıkarana ters davranır. Birlikte yaşadığı kişinin ayıpları kendisine görünür. Yakınlık ve sevgi derecesine göre düşmanlık oluşur. Bundan dolayı komşular, amca ve çocuklar arasındaki savaşlar, diğer insanlardan ve diğer Araplardan daha uzun sürmüş, düşmanlıkları da daha şiddetli olmuştur.”58 2. Medineli Evs ve Hazreç kabilelerinin mensuplarının Müslümanlığı seçmeleriyle beraber aralarında eskiden beri süre gelen düşmanlık ve kan davalarının son bulması, buna ilaveten muhacirlerin Mekke’den Medine’ye hicretlerinin ardından ensarın mal varlıklarını onlarla bölüşmesi ve aralarında hiçbir akrabalık bağı olmayan bu Müslümanlarla barışık ve dostane bir birliktelik içinde yaşamaları, Yahudilerin onları kıskanmalarına ve onlara düşmanca tavır sergilemelerine neden olmuştur.59 3. Hıristiyanların, Hz. Muhammed (a.s.)’ın peygamber olarak gönderildiği ve hicret ettiği yere, ülkelerinin uzaklığından dolayı dil uzatamıyor, onlara tuzak kuramıyor, savaş yapmak için onlarla bir araya gelemiyor olmaları.60 4. İlk Müslümanların, Mekkeli müşriklerin yoğun baskı ve zulümlerinden kurtulmak amacıyla Habeşistan’a hicret etmeleri ve orada iyi karşılanmaları. Bu konuda Cahız şu açıklamalarda bulunur: “Muhacirlerin Habeşistan’a hicreti ve o yöne güvenmeleri, Müslümanların Hıristiyanları sevmelerinin diğer bir sebebidir. Kalpler bir topluluk için yumuşadıkça, onların düşmanlarına karşı katılaşır. Hıristiyanlara karşı kin azaldığı ölçüde, Yahudilere karşı düşmanlık artmıştır. Kendilerine iyilik yapan kişiyi sevmek insanlığın şanındandır. Allah bunu ister dilesin, ister dilemesin. Bu ister niyetle olsun, ister rasgele fark etmez…”61 58 Cahız, a.g.e., s.58. 59 Cahız, a.g.e., s.58-59. 60 Cahız, a.g.e., s.59. 61 Cahız, a.g.e., s.59. 24 5. Cahız’ın, sebeplerin en sağlamı ve en kuvvetlisi olarak zikrettiği delil, söz konusu ayetin yanlış yorumlanmasıdır. Cahız bu konuya şöyle açıklık getirir: “Sebeplerin en sağlamı ve en kuvvetlisi, elit tabaka tartışmadıkça halk tabakasının, manasını anlayamadığı ayetin yanlış yorumlanmasıdır. Hıristiyanlar bu ayete dört elle sarılarak onunla delil getirmişler, her kesimden insanın kalbini çelmeye çalışmışlardır. Hâlbuki ayet, Allah-u Teala’nın Nasturi Hıristiyanları ve onlara benzeyen Melkanilerle Yakubileri kastetmediğine en büyük delildir. Bu ayetle ancak Bahira ve Selman-ı Farisi’nin hizmet ettiği rahiplerin benzerleri kastedilmiştir.”62 6. Cahız, Yahudilerden nakille; İslam geldiği dönemlerde Arapların bağlı olduğu ve kendilerine haraç ödedikleri Gassani ve Lahmi adında iki Hıristiyan melikin varlığından bahseder. Bu meliklere olan bağlılığın da bir açıdan onların dinine olan saygıdan kaynaklandığını vurgular.63 Bu sebeple ilerleyen dönemlerde de Arapların geçmiş yaşantılarının bir tezahürü olarak Hıristiyanlarla ilişkilerinin Yahudilerle olan ilişkilerine oranla daha dostane olduğu ve Hıristiyanları onlardan daha güvenilir kabul ettikleri gerçeği ortaya çıkmış olur. 7. Habeşistan Kralı Necaşi’nin Müslümanlara karşı olumlu tutumu, buna karşılık İran Kisra’sının Müslümanlara karşı takındığı olumsuz tavır. Cahız’ın ve diğer âlimlerin de eserlerinde ifade ettikleri gibi Müslümanlar, Mekkeli müşriklerin aşırı baskısı sonucu ilk olarak Habeşistan’a hicret ederek Necaşi’ye sığınmışlardı. Necaşi, onlara aşırı derecede ilgi göstererek değer vermiş ve onlardan, kendilerine peygamberin onlara getirdiğini anlatmalarını istemiştir. Buna karşın İran Kralı Kisra, Müslümanları ne tanımış ne de yakınlık göstermişti. Habeşistan Kralı Necaşi’nin bu tavrı, Müslümanların onun şahsında Hıristiyanlara farklı bir yaklaşım tarzı sergilemelerine sebep olmuştur.64 8. Hıristiyanlığın araplar arasında yaygın olması. Mudar kabilesi dışındaki araplar arasında o dönemde Hıristiyanlık genelde bilinen yaygın bir dindi. İslam geldiğinde Yahudilik sadece Yemaniyye’de bir guruba hitabediyordu. İyad ve Rebia 62 Cahız, a.g.e., s.59-60. 63 Cahız, a.g.e., s.60. 64 Cahız, a.g.e., s.60. 25 kabilelerinden de çok az kişi arasında yaygındı. Yahudilerin büyük çoğunluğu Medine ve civarında oturuyordu. Bu sebeple Hıristiyanlık hem daha çok bilinen bir din olması hem de Hıristiyan melikler sayesinde Müslümanların onlarla münasebetinin Yahudilerden daha dostane olmasını sağlamıştır.65 9. Hıristiyanlar arasında ilim adamlarının varlığı. Cahız’ın naklettiğine göre “Hıristiyanlar arasında kelamcılar, doktorlar ve yıldız bilimcileri vardı. Onlar bu sayede Müslümanlar nazarında akıllı, filozof kişiler sayıldılar. Müslümanlar Yahudiler arasında böyle bir ilim adamı zümresi görmediler. Çünkü Yahudiler felsefe ile ilgilenmeyi küfür, kelamın bid’at olduğu ve her tür şüpheyi çektiği, Tevrat ve peygamberlerin kitapları dışında hiçbir bilginin bulunamayacağı inancına sahiptiler. Yahudilere göre tıbba inanmak, müneccimleri tasdik etmek, dinsizliğin sebeplerindendir, materyalizme dalarak geçmişe karşı çıkmaktır. Hatta Yahudiler bu ilim dallarında şöhret bulan kişiyi öldürüyor, onların yolundan gitmeyi yasaklıyorlardı.”66 Yukarda sayılan sebepler, Yahudilere karşın Hıristiyanların Müslümanlarca kendilerine daha yakın görülmesine zemin hazırlamıştır. D. Cahız’ın Hıristiyanlara yönelik eleştirileri 1. Aklın alamayacağı tutarsızlıkta bir teolojiye sahip olmaları.67 2. İnciller arası tutarsızlık. Buna rağmen İncillerin yazarlarının yalandan masum olduğu inanışı. 3. Dini salt metinsel bilgiye hapsetmeleri. Akla ve tecrübeye yer vermemeleri.68 4. Dünyada had veya kısas gibi caydırıcı cezalarının olmaması. 5. Ahiret tasavvurlarında cehennem inancının olmayışı.69 65 Cahız, a.g.e., s.61. 66 Cahız, a.g.e., s.61-62. 67 Cahız, a.g.e., s.68. 68 Cahız, a.g.e., s.68. 26 6. Domuz eti yemeleri. 7. Yüce Allah’a çocuk isnat etmeleri. Allah’a “baba” demeleri.70 1. Hıristiyan İtikadındaki Muğlâklık Cahız, diğer dinlerde olduğu gibi Hıristiyan itikadının temel bir takım esaslar etrafında şekillenmediğini, aksine muğlâk bir yapısının olduğunu, kişiden kişiye fark edebilen inanç esaslarından müteşekkil olduğunu öne sürer ve bu iddiasını şu şekilde delillendirmeye çalışır: “Onların Hz. İsa hakkındaki sözlerini anlamak için aklını toplasan ve bütün gücünü de sarf etsen, bununla Hıristiyanlığın tanımını, özellikle Hz. İsa’nın ulûhiyeti hakkındaki sözlerini öğrenmeğe güç yetiremezsin. Örneğin Nasturi bir Hıristiyanla baş başa kalsan ve ona Hz. İsa hakkındaki batıl sözlerini sorsan sana vereceği cevapla, kendisi gibi Nasturi olan öz kardeşiyle baş başa kalsan ve Hz. İsa hakkındaki sözlerini ona da sorsan, sana daha önce söylenenin aksini söyler. Melkani ve Yakubilerin hepsi de yaklaşık böyledir. Bundan dolayıdır ki bütün dinleri genel hatlarıyla bildiğimiz halde Hıristiyanlığın hakikatini anlayamaz olduk.”71 2. İncillerin Güvenilir Olmayışı Mevcut İnciller Hz. İsa’nın hayat hikâyesini ve faaliyetlerini anlatan biyografi türü eserlerdir. Hıristiyanlara göre Hz. İsa, üç yıldan az süren tebliğ faaliyeti esnasında oradan oraya koşuşturup konuşmalarıyla halkı irşada çalıştığından, ilahi vahyi yazmaya ve yazdırmaya vakit bulamamış, kendisine yardımcı olarak seçtiği on iki havariden de çok azı okuma yazma bildiği için de söyledikleri, kendi sağlığında yazıya aktarılamamıştır. Ancak onun semaya yükseltilmesinden 30–40 yıl sonra İnciller kaleme alınmıştır. Muteber İncillerin dörtle sınırlandırılması ve diğer İncillerin muharref kabul edilerek reddedilişi ise dördüncü asırda gerçekleşmiştir.72 69 Cahız, a.g.e., s.68. 70 Cahız, a.g.e., s.94–95. 71 Cahız, a.g.e., s.68-69. 72 Ömer Faruk Harman, “İncil”, İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İstanbul,1997, II, 398. 27 Cahız, kutsal metinlerin birinci elden naklinin sağlanamadığı, daha sonraları yazılan İncillerin asıl metinler üzerinden tahrifler içerdiği ve muteber İnciller olarak kabul edilen İncillerin yazarlarının güvenilir olmadığı noktasında bazı eleştirilerde bulunur. Cahız, “Onlar dinlerini ancak dört kişiden almışlardır. Hıristiyanlara göre bu dört kişinin ikisi havarilerden Yuhanna ve Matta’dır. Diğer ikisi dine çağrıda bulunan Markos ve Luka’dır. Bu dört kişiye işlerinde uyumsuzluk, yalan, unutma ve hata isnat olunmaz.” şeklindeki ifadelerle kutsal kitap anlayışlarını eleştirir73 Yine bu konuda Hıristiyanların “Bu dört kişi bilerek yalan söylemekten, bir şeyi unutmaktan, Allah-ü Teala’nın dininde yanlış yapmaktan ve verdikleri sözü tutmamaktan münezzehtirler” ifadelerine karşılık Cahız, “Onların İncil hakkındaki tutarsız rivayetleri, kitaplarındaki manaların çelişkili oluşu, Hz. İsa’nın şahsı etrafındaki ihtilafları bizim onlar hakkındaki sözümüzün doğruluğuna ve sizin gafletinize en güzel delildir” şeklinde cevap verir.74 Bu ve benzeri ifadelerle Cahız, İncillerin yazarlarının güvenilir olmadığını, dolayısıyla eldeki İncillerin de güvenilir olmadığını ortaya koymaya çalışır. E. Hz. İsa’nın Allah’ın Oğlu Olduğuna Dair İddialar ve Bunlara Yapılan İtirazlar Hıristiyanlar, İncil’de yer alan ve Hz. İsa’dan rivayet edilen bir takım ifadelerden hareketle Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu noktasında bazı iddialarda bulunmuşlardır. Hıristiyanlar buna Allah’ın Hz. Musa’ya “Kelimullah”, Hz. İbrahim’e “Halilullah” Hz. İsa’ya da “Ruhullah” sıfatıyla hitabını delil gösterirler. Bu konuda Hıristiyanların “Allah-ü Teala kullarından birini “dost” edindiğine göre yine kullarından birini “oğul” edinmesi mümkün olmaz mı?” şeklindeki iddialarına Cahız, “Bununla Allah, o kuluna rahmetini, sevgisini, iyi terbiyesini ve lütfunu göstermeyi diliyor” şeklinde cevap verir. Yine Cahız, Allah-ü Teala’nın kullarından birini “dost” olarak isimlendirmesini, o kulunun şeref ve büyüklüğünü dilemesine, bunun da o kulun Allah 73 Cahız, a.g.e., s.71. 74 Cahız, a.g.e., s.71. 28 nazarındaki özel durumunu gösterdiği şeklinde yorumlar.75 Bu evlat edinme; terbiye, ona iyi mevki verme, merhamet ve sevgiyi ona ayırma şeklinde de yorumlanabilir. Bütün bunlar gerçek “doğum” ve “dost” edinme açısından düşünülemezler. Yine bu konuda Cahız, Hıristiyanların “Allah şöyle buyurur: “İsrail ilk çocuğumdur. Yani o yarattıklarımdan ilk oğul edindiğimdir.” Yine Allah şöyle buyurur: “İsrail ilkimdir. Onun çocukları benim çocuklarımdır.” Yine Allah Davut’a şöyle buyurur: “Senin bir oğlun olacak, ben ona baba olacağım ve o da bana oğul olarak isimlendirilecek.””şeklindeki ifadelerine şu şekilde cevap verir: “Birçok tuhaf işlerde ve kötü davranışlarda Yahudilerin ve kitap ehlinin yorumu kötüdür. Kelamın mecaz yönlerini, dillerin kullanılışını, bir dilden diğer dile nakli bilmezler. Allah hakkında caiz olmayanı Allah’a isnat ederler. Bütün bunların sebebi sapıklık, taklit ve teşbih inancıdır.76 Cahız, Hıristiyanların “Hz. İsa Allah’ın oğludur” iddialarını değerlendirirken kurandaki ifadelerden yola çıkarak şöyle bir tespitte bulunur. “Allah-ü Teala Yahudilerin “Üzeyr gerçekten Allah’ın oğludur”, “Allah’ın eli bağlıdır”, “Allah fakirdir biz zenginiz” dediklerini doğrulayarak haber vermiş olsaydı, Hıristiyanların da “İsa Allahın oğludur” sözlerini doğrular mahiyette bize bildirirdi. Fakat Allah-ü Teala Kur’an’da “Yahudiler “Üzeyr Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar “Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu, daha önce inkâr edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür”77 mealindeki ayette bu durumu Allah onların iddiaları olarak bize nakletmektedir.”78 Cahız buradan hareketle Ehl-i Kitab’ın Müslümanlar gibi akıl ve bilgi sahibi olmadıklarını, arap kelamındaki incelikleri ve Allah hakkında neyin söylenip neyin söylenemeyeceğini kestiremediklerini ve bu cahilliklerinden dolayı da Allah’ın Hz. İsa’ya olan “oğul” hitabının güzel ve geçerli bir yorumunu yapamadıklarını ifade eder.79 75 Cahız, a.g.e., s.72. 76 Cahız, a.g.e., s.72-73. 77 et-Tevbe, 9/30. 78 Cahız, a.g.e., s.75. 79 Cahız, a.g.e., s.76. 29 F.Hz. İsa’nın Tanrı Olduğuna Dair İddialar ve Bunlara Yapılan İtirazlar 1-Babasız Doğması Hıristiyanlar Hz. İsa’nın dünyaya gelişindeki mucizevî yapıyı yani Allah’ın onu babasız bir şekilde yaratmasını onun tanrılığının bir delili olarak öne sürerler. Cahız, Hıristiyanların bu iddialarına, “Eğer Hz. İsa ancak Allah’ın oğlu ise –ki Allah O’nu babasız yaratmıştır- ve Allah’ın Hz. İsa’yı oğul edinmesindeki sebep O’nu babasız yaratmasıysa, Hz. Âdem ile Hz. Havva hem anasız hem babasız yaratıldıklarından buna daha çok layıktırlar.”80 İfadeleriyle cevap verir. Cahız, Hz. İsa ile Hz. Âdem tanrılık açısından değerlendirildiğinde Hz. Âdem’e Hz. İsa’dan farklı olarak annesiz dünyaya gelmesinin yanında farklı bir takım özellikler de verildiğini vurgular. Örneğin, “Gökyüzü O’nun evi, cennet durağı, melekler de hizmetçisiydi. O, kendisine ilk secde edilendi. Secde ise en kuvvetli itaattir. Ayrıca Allah-ü Teala meleklerle konuştuğu gibi Hz. Âdem’le de konuşmuş, sonra manalarıyla birlikte O’na bütün eşyanın isimlerini öğretmiştir. İşte bu insanoğlunun karakterinin son gayesi ve mahlûkatın varabileceği son noktadır.”81der. Tüm bunlardan hareketle, Allah bu kadar meziyeti bir kulunda toplamış olmasına rağmen onu kul olarak isimlendirmesi, diğer insanlar için ve aynı zamanda Hz. İsa için de Allah katında yaratılanın konumunun ancak kulluk olacağını açıkça ortaya koyar. 2-Oğul Olarak İsimlendirilmesi Cahız, Hıristiyanların Hz. İsa’nın Allah tarafından “oğul” olarak isimlendirildiğini ve bu hitabı diğer peygamberlerine yapmadığını, bu isimlendirmenin onun babasız yaratılmasıyla beraber düşünüldüğünde onun Allah tarafından farklı bir kimliğe sahip kılındığını, yani ona tanrılık özelliğinin verildiğini iddia ettiklerini söyler.82 Cahız, Hz. İsa’nın oğul olarak isimlendirilmesinin öncelikli olarak 80 Cahız, a.g.e., s.82. 81 Cahız, a.g.e., s.83. 82 Cahız, a.g.e., s.83. 30 Hıristiyanlar tarafından yapıldığını, Allah’ın bunu Kur’an’da zikretmesi ise onların iddialarının ortaya konması ve çürütülmesi mahiyetinde olduğunu söyler. Yine bu konuda Cahız, Hz. İsa için İncillerde geçen oğul ifadesinin kendisine Allah tarafından verilmediğini, fakat bunu onların iddiaları doğrultusunda kabul edecek olsak da bunun doğum sonucu kazanılan bir oğulluk olmadığını, aksine diğer peygamberlerin tamamı için de geçerli olan ve terbiye bakımından mecazi anlamda bir oğulluk ifade edeceğini, ve bunun Hz. İsa’ya bir tanrılık özelliği sağlamayacağını, aksine yaratılmışlığını pekiştireceğini de ifade eder.83 3-Allah’tan Bir Ruh Olması Allah Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa için “ O, Allahın Resulüdür. Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir. ondan bir ruhtur…”84 ifadesini kullanmaktadır. Hıristiyanlar bu ayeti kendi inançlarına delil olarak kullanırlar. Bunun yanında Allah’ın Hz. Meryem’i anlatırken O’nun rahmine kendi ruhundan üfürdüğünü, Hz. İsa için de, annesinin temiz ve iffetli olduğunu, O’nun babasız yaratıldığını Kur’an’da bizlere bildirmektedir. Hıristiyanlar bu ayetleri kendi istekleri doğrultusunda yorumlayarak bunları Hz. İsa için kabul ettikleri tanrılık vasfına delil olarak kullanırlar. Cahız bu iddialara şöyle cevap verir: “Şayet biz, “İsa Allah’ın ruhu ve kelimesidir.” demiş olsaydık, dilimize göre Allah’ın İsa’yı “çocuk” edinmesi ve bizim de kendisiyle birlikte Hz. İsa’yı ilah olarak tanımamız gerekirdi. Biz diyoruz ki, gerçekte ruh Allah’da idi. O’ndan ayrılmış, Hz. İsa’nın bedenine ve Hz. Meryem’in karnına girmiştir.”85 Yine Cahız, Allah’ın Hz. İsa’ya ruh üflemesi konusuna “Biz O’na ruhumuzdan üfledik”86 ayetinden hareketle açıklık getirmeye çalışır. Cahız bu ayet konusunda şöyle der: “Eğer biz ayeti, kasabın hayvanı şişirmesi veya seramikçinin testiye nefes vermesi cinsinden bir üfleme olarak kabul edecek olursak ve bu durum Allah’ın zatında bulunan ruhun bir kısmını Hz. Meryem’in karnına bırakmayı gerektiriyorsa, Allah’ın Hz. Âdem 83 Cahız, a.g.e., s.83. 84 en-Nisa, 4/171. 85 Cahız, a.g.e., s.87. 86 et-Tahrim, 66/12. 31 hakkındaki “O Allah ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır. Sonra onu şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir.”87 “Onu düzenlediğim (insan şekline soktuğum) ve ona ruhumdan üflediğim zaman siz hemen onun için secdeye kapanın.”88 ifadeleri bu durumun Hz. Adem için de geçerli olduğunu ortaya koyar.”89 Hatta ayetlere bakıldığında Hz. Âdem’e secde edilmesi de emredilmektedir. Bu açıdan Hz. İsa’ya ruh üflemenin ona hayat bahşetmek olduğunu, ona kendi yapısından bir parçanın verilmesi anlamında olmadığını vurgular. G. Yahudilerin Ulûhiyyet Anlayışına Reddiye Cahız’ın araştırmamıza konu olan el-Muhtar fi’r-redd ale’n-Nasara adlı eserinin büyük bir bölümü günümüze ulaşmadığından eserde Ehl-i Kitabın ikinci ayağı olan Yahudiler konusunda pek fazla bilgi bulunmamaktadır. Elimizde olan bölümde Cahız, Yahudilerin ulûhiyet anlayışları noktasında ayetlerden yola çıkarak birkaç değerlendirmede bulunur. Cahız; Yahudilerin, Kur’an’dan nakille “Allah fakirdir, biz zenginiz.”90, “Allah’ın eli sıkıdır.”91 ve “Üzeyr Allah’ın oğludur.”92 ifadelerinden yola çıkarak Allah’a isnat edilen bu vasıfların bir yaratıcı için düşünülmesi muhal olan sözler olduğunu nakleder. Bununla beraber nakledilen bu ifadelerin Yahudiler tarafından inkâr edildiğini, inkâr etmelerinin sebebinin de aralarındaki ihtilaflar ve Kur’an’i bilgiyi reddetme olduğunu söyler. Yahudilerin bunu yaparken de Kur’an’a dil uzattıklarını, çelişkili yönlerini araştırma bahanesiyle peygambere dil uzatmaya çalıştıklarını bu vesileyle zayıf Müslümanların akıllarını karıştırarak onların kalplerini saptırma peşinde olduklarını söyler.93 87 es-Secde, 32/7-9. 88 el-Hicr, 15/28-29. 89 Cahız, a.g.e., s.88. 90 Al-i İmran, 3/181. 91 el-Maide, 5/64. 92 et-Tevbe, 9/30. 93 Cahız, a.g.e., s.83-84. 32 Cahız, Yahudilerin “Allah fakirdir biz zenginiz” ifadelerini değerlendirirken Yahudilerin birine borç verdiğinde onu kat kat geri istedikleri halde Allah’ın kulları için bu konudaki sözlerini94 işitince, Allah’a bir eksiklik atfetmek üzere Allah’ın kendi fakirliği ve onların zenginliğinden dolayı onlardan borç istediğini iddia ettiklerini aktarır. Aslında bu ifadenin gerçek Yahudilikte olmadığını, bu ifadeyi kullananların da bu vesileyle kâfir olduklarını söyler. Cahız, insanın kendisini Allah’ın yarattığını, rızkını O’nun verdiğini, dilerse onu bu rızıktan mahrum edebileceğini, dilerse onu bağışlayacağını, bütün bunlara kudretinin yeteceğini bilmesi, inanması ve ayetin manasının mecazi anlamda olup yorumlanması gerektiğini de vurgular.95 Yahudilerin Allah’ın cimriliği olarak öne sürdükleri “Allah’ın eli bağlıdır”96 ifadelerine karşılık, aksine Allah2ın kullarına karşı cömert olduğunu, kullarına ikram ettiğinde kendi katından karşılıksız verdiğini, yine aynı ayetin devamı olan “Bilakis Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir.”97 İfadesini delil göstererek iddialarına cevap verir. Yahudilerin, “Allah’ın eli bağlıdır” ifadesini kullanmadıklarını, bunun Kur’an’daki bir yanlıştan ibaret olduğu iddialarına da Cahız, şöyle cevap verir: “Şayet Allah bir kavmin nankörlüğünü ve onlara olan gazabını haber vermek isteseydi, onların dininin ayıplarını en güzel metotlarla ifade etmek Allah için daha uygun olurdu. Şayet Allah onların inkârını yumuşatmak ve küçültmek isteseydi, buyruğu bundan farklı olurdu.”98 Tevbe suresi 30. ayette Yahudilerin ifadesi olarak bize nakledilen “Üzeyr Allah’ın oğludur” sözü konusunda Cahız, onların bu sözü söylemediklerine dair itirazlarının olduğunu, her ne kadar itirazda bulunsalar da aslına bakıldığında Yahudilerin bu konuda iki farklı düşünceye sahip olduklarını ve her ikisinin de aynı 94 el-Bakara, 2/245, (Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah’a güzel bir borç (isteyene faizsiz ödünç) verecek yok mu?). 95 Cahız, a.g.e., s.83. 96 el-Maide, 5/64. 97 el-Maide, 5/64. 98 Cahız, a.g.e., s.86. 33 kapıya çıktığını bize nakleder. Cahız, bu görüşlerden birincisinin “İsrail’i yani Yakub’u Allah’ın oğlu kabul edenler olduğunu, bu inanç kendi aralarında uyuşmazlığa neden olmasına rağmen sonunda itaat ve mertebe itibariyle Üzeyr’e oğul denildiğini”, ikincisinin de “her Yahudi İsrail’in (Yakub’un) oğludur. Yakub da Allah’ın oğludur. Çünkü toruna oğul demek de caizdir.” görüşünün olduğunu ifade eder.99 99 Cahız, a.g.e., s.86. 34 İKİNCİ BÖLÜM MÂTÜRÎDÎ’YE GÖRE EHL-İ KİTAP 35 I. MÂTÜRÎDÎ’NİN HAYATI VE YAŞADIĞI ORTAM A. Hayatı Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud, bugün Özbekistan Cumhuriyeti’nin Semerkant şehrine nisbetle Semerkandî, onun bir mahallesi olan Matürid’e (Matürit) nisbetle de Mâtürîdî diye anılır.100 Doğum tarihi konusunda kaynaklarda pek sarih bilgi bulunmamakla birlikte bütün tarihçilerin hemen hemen ittifak ettikleri vefat tarihi (333/944) ne bakarak bir asra yakın hayatının takriben 238/852 yıllarında başladığı tahmin edilmektedir. Bu tahminde h.248 tarihinde vefat eden hocası Muhammed b. Mukatil er-Razi’ye (ö.248/862) talebelik edebileceği makul bir yaş haddi düşüncesi rol oynamaktadır.101 Taraftarlarınca “’Alemü’l-hüda” (hidayet sancağı), “İmamü’l-hüda” (hidayet önderi), “İmamü’l-mütekellimin” (kelamcıların lideri) gibi lakaplarla anılan İmam elMâtürîdî, çevresinde o derece sevilmiş ve ün bırakmış olmasına rağmen ne gariptir ki birçok tabakât ve mezhepler tarihi kitaplarında isminden bahsedilmeyen bir kişi durumunda bırakılmıştır.102 Samanoğulları’nın (819/1005) en güçlü dönemlerinde yaşayan Matüridi’nin ailesi hakkında, bu ailenin Ebu Eyyüb el-Ensarî neslinden gelmiş olduğu rivayetinden başka bir bilgiye sahip değiliz. Ancak Kitabü’t-Tevhid ve Te’vilatü’l-Kur’an’da kullanılan Arapça, onun arap asıllı olmadığının açık delilidir. Kendisi büyük bir ihtimalle bir Türk ailesine mensuptur. Genel kanaat de budur.103 Hayatı boyunca ehl-i sünnet akidesini öğretmek ve müdafaa etmek için çaba göstermiş bulunan İmam Mâtürîdî’nin 333/944 yılında bir asra yakın süren dopdolu 100 Mâtürîdî, Kitabü’t-Tevhid, (thk. ve trc. Prof. Dr. Bekir Topaloğlu) Ankara,2002, s.XVII. 101 M. Saim Yeprem, İrade Hürriyeti ve İmam Mâtürîdî, İstanbul,1997, s.251–252. 102 M. Saim Yeprem, a.g.e., s.252. 103 Adil Bebek, Matüridi’de Günah Problemi, İstanbul,1998, s.18 36 hayatı sona ermiş ve Semerkand’ın Cakerdize mahallesinde ulema kabristanına defnedilmiştir.104 B. Yaşadığı Ortam Mâtürîdî’nin yaşadığı asır, Abbasi devletinin zayıflamağa başladığı ve bunun bir sonucu olarak da birçok İslam devletinin ortaya çıktığı bir zamana rastlar. Uzun zaman doğu ülkeleri Abbasi halifelerinin hükmü altında birlik ve beraberlik içinde kalmış, fakat mutezili prensiplerin savunucusu durumunda bulunan Me’mun’un hilafet makamına gelmesiyle, daha önce tesis edilen bu birlik zayıflamaya ve bu ülkeler Bağdat’ın hükmü altından çıkmaya başlamıştır. Halife Me’mun’un başlattığı “mihne” devrini sona erdiren Mütevekkil’in hilafeti döneminde ülke birçok devletçiğe ayrılmış ve Maveraünnehir bölgesinde de Samaniler devleti kurulmuştur.105 Samaniler gerek İslami ilimlere, gerekse arap dili ve edebiyatına büyük hizmetlerde bulunmuştur. Samaniler devletinin kurulmuş olduğu Maveraünnehir bölgesinin coğrafi yapısı, merkezi otoriteden uzak olması ve yöneticilerin âlimlere karşı tutumu bu bölgede birçok önemli âlimin yetişmesine zemin hazırlamıştır.106 İmam Mâtürîdî’nin yetiştiği bu ortam siyasi-idari açıdan huzur ve sükûn içinde olmakla beraber çeşitli düşüncelerin, bid’at içerikli görüşlerin, farklı din ve mezheplere bağlı kimselerin de bolca bulunduğu bir yerdir.107 İmam Mâtürîdî, akideyi güçlendirme ve dini temel görüşleri çerçevesinde müdafaa etme konusunda gerek İslam dışı akımlara gerekse Mu’tezile, Havariç ve Batıniyye gibi İslami mezheplere karşı ciddi bir mücadele vermiş, çağdaş oldukları halde görüştüklerine dair herhangi bir kayda rastlanmayan Ebu’l-Hasan el-Eş’ari’den (ö.324/935-36) daha önce bu alanda etkin bir varlık göstermeye başlamıştır.108 Mâtürîdî, 104 İbn Kutluboğa, Tacü’t-Teracim, Beyrut,1992, s.200; Muhammet Tavit Tanci, “Ebu Mansur el- Mâtürîdî”, AÜİFD, Ankara,1955, I-II. 105 Kemal Işık, Mutezilenin Doğuşu ve Kelami Görüşleri, Ankara,1967, s.61 vd. 106 Mustafa Can, Mâtürîdî’de Nübüvvet Anlayışı, İstanbul,1997, (Basılmamış tez), s.6. 107 Mâtürîdî, Kitabü’t-Tevhid, s.XXI. 108 Şükrü Özen, “Mâtürîdî”, DİA, Ankara,2003, XXVIII, 149. 37 ilmi çevresiyle beraber Maveraünnehir’de İslam düşüncesinin belli bir istikrara kavuşmasında, İslam’ın ve Hanefiliğin Türkler arasında yayılmasında da önemli bir etki yapmış ve bu etkisi zaman içinde artarak devam etmiştir. II. MÂTÜRÎDÎ’YE GÖRE EHL-İ KİTAP A.Ehl-i Kitab’ın Ulûhiyet Anlayışı 1. Mâtürîdî’ye Göre Yahudilikte Ulûhiyet Mâtürîdî, Yahudilerin tevhit akidesini muhafaza edemediğini söyler. Peygamberlerin tebliğ ettiği vahiy tahrif olunca, itikat da bozulmuştur. Bu hususta Mâtürîdî, iki konuda tevhitle ilgili tahrifatın altını çizer. Birincisi; Yahudiler, Allah’ı antropolojik bir varlığa indirgeyen bir anlayışa sapmışlardır. Onların tanrı telakkisinde normal beşer nitelikleri göze çarpar. Muhtemelen Mâtürîdî bu kanaate Tevrattaki “ağaçlar arasında dolaşan, kullarını bir izci görüntüsüyle takip eden, hatta kin tutup gizli planlar yapan, kulu Yakup’la güreş tutan tanrı” profilinden hareketle ulaşmıştır. İkincisi ise daha da ileri giderek ona çocuk isnat etmeleridir ki bu yerlerin, göklerin hakimi, şeriki olmayan ve yaratılanlara asla benzemeyen Allah anlayışından tamamen sapmadır. Mâtürîdî bunu kısaca şu şekilde ifade eder: “Yahudiler Allah’a yaratılmışlığı andıran nitelikler izafe etmişlerdir. Bu sebeple de kadim olanın sayısı artmıştır. Hatta onların iddiası O’nun çocuğunun olabileceği bir sınıra ulaşmıştır.”109 2. Mâtürîdî’ye Göre Hıristiyanlıkta Uluhiyyet Mâtürîdî’ye göre Hıristiyan itikadının temel sorunu inandıkları üçlü tanrı anlayışlarının ontolojik açıdan birbiriyle ilişkisinin mahiyeti sorunudur. Bilindiği gibi ilahi dinlerin temel özelliği tek tanrı inancı etrafında oluşan tevhit akidesidir. Öncelikle Hıristiyanlık üçlü tanrı anlayışıyla bu tevhid akidesinden uzaklaşmıştır. Bu başlı başına Hıristiyan itikadının bir çıkmazıdır ve Mâtürîdî de defaatle bu sorunun altını çizer. 109 Mâtürîdî, a.g.e, s.151. 38 Mâtürîdî Hıristiyanların tevhid akidesi dışına çıkarak İsa’yı da Mesih kabul etmek suretiyle ontolojik açıdan İsa Mesih ile Allah ilişkisinde içine düştükleri çıkmazdan bahsederken onların İtikadını şu şekilde açıklar: “Hıristiyanlar ise “varlık” (ontoloji) açısından tek Allah’ı benimsemekle birlikte asıl açısından üçlü görüşe sahiptirler, her bir asıldan da “parça” ve “sınır” (cüz ve had) kavramı nefyedilir. Onlar şöyle derler: Allah cisim değilken bilahare cisme bürünmüştür. Bilindiği üzere cisim cüzlere ve parçalara ayrılan şekillenmiş bir nesneden ibarettir.”110 Görüldüğü üzere bu yaklaşım tarzı oldukça sorunludur. Nitekim biz, Hıristiyanlığın kendi içinde yaptığı akide tartışmalarında da bunun tezahürlerini görmekteyiz. Mâtürîdî de Hıristiyan itikadını değerlendirirken tanrı anlayışındaki bu problemi dikkatle inceler ve eleştirilerinin büyük bir kısmını bu husus teşkil eder. B. Ehl-i Kitabın Hz. Peygamber’in Nübüvvetine Yaklaşımının Eleştirisi Bilindiği gibi Ehl-i Kitap Hz. Peygamber’in nübüvvetine şüphe ile yaklaşmış ve onun risaletini tasdik etmemiştir. Oysaki diğer peygamberlerin nübüvvetine delil saydıkları bütün mucizeler hatta daha da fazlası Hz. Peygamber için de gerçekleşmiştir. En büyük mucize de elimizde bulunan Kur’an’dır. Kur’an başlı başına bütün zamanlarda inkârcılara meydan okuyan bir mucizedir ki Ehl-i Kitab’a karşı da Hz. Peygamber’in nübüvvetinin en temel ispatıdır. Mâtürîdî bu hususun altını önemle çizer ve nübüvvetin ispatı konusuna şu şekilde açıklık getirir: “Hz. Peygamber bununla (Kur’an’la) bütün inkârcılara meydan okumuş ve onun bir benzerini oluşturmalarını, hatta bunun için cinlerin ve insanların kendilerine yardımcı olmasını istemiştir. Kur’an’ın benzerini meydana getirmeye, beyinsizliği yüzünden soydaşlarınca terk edilen bilgisiz ve aptal kimseden başka teşebbüs eden bulunmamıştır. Kur’an-ı Kerim’de kıyamet gününe kadar ortaya çıkacak olan hadislere ve ihtiyaçlara ait hükmün açıklaması vardır, ta ki onun gaybı ve ebediyete kadar olacak şeyleri bilen zatın nezdinden geldiği anlaşılmış olsun. Yine Kur’an’da, ileride ülkelerin fethedileceği ve Cenab-ı Hakk’ın İslamiyet’i diğer din mensupları arasında yayacağı ve tarihte vuku 110 Mâtürîdî, a.g.e., s.151. 39 bulmuş olaylara dair haberlerin beyanı vardır. Bununla birlikte herkes bilmektedir ki Hz. Muhammed bu hususlara vakıf olan herhangi biriyle görüşmemiş ve hiçbir kitabı mütalaa etmemiştir ki sözü edilen mucizeler bu yolla kendisine sağlanmış bulunsun.”111 Mâtürîdî aynı zamanda Ehl-i Kitab’ın Hz. Peygamber’i inkâr etmedeki cesaretsizliklerinden bahsederek onların, kendilerine güvenerek Hz. Peygamber’le açıkça itikatlarını tartışmaktan kaçındıklarını belirtir. Bunun sebebi olarak da geçmiş semavi kitaplarda Hz. Peygamber’in özelliklerinden bahsedildiğini ve Ehl-i Kitab’ın da bunu bildiğini söyler. Hatta “Kitap ehli helak edilmelerinden endişe ettikleri için ( Haklı olduğunu bildikleri) peygamberi apaçık inkâr edememişlerdir.”112 der. Haddi zatında Hz. Peygamber Ehl-i Kitap’la fikri tartışmalar yapmıştır. Kuranın inkârcılara meydan okuması bağlamında Hz. Peygamber de Ehl-i Kitab’ı iddialarını ispata davet etmiş ve karşılıklı mübahele teklif etmiştir. Mâtürîdî bu hususu da önemser ve şöyle der: “Hatta Resul-i Ekrem Ehl-i Kitab’ı “Haksız olan kahrolsun!” (mübahele) duasına çağırmış; Yahudileri “ Eğer haklı olduğunuza inanıyorsanız ölümü isteyin”,113 Hıristiyanları da “Geliniz bizim oğullarımızı ve sizin oğullarınızı yanımıza alıp birlikte dua edelim de Allah’tan yalancılar üzerine lanet dileyelim”114 şeklinde mübaheleye davet etmiştir. Ayrıca bütün muhataplarına “Haydi hepiniz bana tuzak kurun, sonra da mühlet vermeyin”115 ayetinde belirtildiği biçimde meydan okumuştur.”116 Mâtürîdî, Ehl-i Kitab’ın da aslında bildiğini söylediği bu hakikatleri ifade ettikten sonra ayrıca Hz. Peygamber’in fiziki ve psikolojik yapısında da onun risaletine kanıtlar olduğunu ve Ehl-i Kitab’ın da bunlara aşına olduğunu ifade ederek şu açıklamaları getirir: “Kendisinin (Hz. Peygamber) dünyaya gelişine kadar nesilden nesile intikal eden nur, iki omuzu arasında bulunan mühür, orta boylu diye nitelendirilmekle birlikte uzun boylularla yan yana geldiğinde boyunun onları aşması, vahye mazhar kılınmadan önce bulutun kendisini gölgelendirmesi, herkesçe malum 111 Mâtürîdî, a.g.e, s.238. 112 Mâtürîdî, a.g.e, s.239. 113 el- Bakara, 2/94. 114 Âl-i İmran, 3/61. 115 Hud, 11/55. 116 Mâtürîdî, a.g.e., s.239. 40 olduğu üzere göğsünün açılarak içinin yıkanması ve eski haline döndürülmesi vb. haller onun fiziki ve psikolojik açıdan risaletinin delilleridir.”117 Ehl-i Kitab’ın Hz. Peygamber’in risaletine yönelttiği bütün bu eleştirilere Mâtürîdî, başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere akli delilleri de kullanarak bütün açılardan cevaplar vermek suretiyle iddialarının geçersizliğini ortaya koymuştur. C. Mâtürîdî’ye Göre Yahudilerin Tevrat’ı Tahrifi ve Hz. Peygamber’in Nübüvvetini İnkâr Etmeleri Mâtürîdî’ye göre diğer kutsal kitaplar tahrif edilmeden önce Kur’an ile aralarında temelde bir ihtilaf yoktur. Bakara suresinde geçen “Elinizdekini (Tevrat’ın aslını) tasdik edici olarak indirdiğime (Kur’an’a) iman edin”118ayeti de buna işaret etmektedir. Allah’ın insanların bir kısmına bir şeyi emretmesi diğer bir kısmına nehyetmesi veya bir vakitte emretmesi bir diğer vakitte nehyetmesi kitaplar arasında ihtilaf anlamı taşımadığı gibi hikmet dışı da değildir. Nasih-mensuh arasında da buna göre herhangi bir ihtilaf yoktur.119 Mâtürîdî’nin diğer bir görüşünde ise kutsal kitaplar tahrif edilmeden önce dil ve lafız açısından değil de mana olarak aralarında bir uygunluk söz konusu olduğunu söylemiştir.120 Mâtürîdî’ye göre Tevrat’ın ve incilin tahrif edildiğinin en önemli göstergesi de budur. Çünkü Tevrat ve İncil tahrif edilmeseydi Kur’an ile aralarında dinin temelini oluşturan konularda ihtilafın olması söz konusu olmazdı. Mâtürîdî’ye göre kutsal kitaplarda tahrif iki şekilde gerçekleşmiştir. Birincisi bilginlerinin teviliyle mananın değiştirilmesidir. “Ehl-i Kitap’tan bir grup okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Hâlbuki okudukları kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde bu Allah katındandır derler. Onlar bile bile Allah’a iftira ediyorlar.”121 mealindeki ayet mana ile tahrife işaret 117 Mâtürîdî, a.g.e., s.239. 118 el-Bakara, 2/41. 119 Mâtürîdî, Te’vilatü’l-Kur’an, (thk. Dr. Mehmet Boynukalın ), İstanbul,2005, I, 111. 120 Mâtürîdî, a.g.e., III, 254. 121 Âl-i İmran,3/78. 41 etmektedir. Tahrifin ikinci yolu da lafız ve yazım değişikliğidir. “Elleriyle bir kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için bu Allah katındandır diyenlere yazıklar olsun.”122 mealindeki ayet de bu şekildeki bir tahrife işaret etmektedir.123 Konuyla bağlantılı olarak Mâtürîdî, aslında Yahudilerin daha peygamber gelmeden önce, Hz. Peygamber’in risaletine iman ettiklerini fakat Hz. Peygamber’in nübüvvetinden sonra, gelen peygamberin kendilerinden olmadığı için hevalarına ittiba ederek onu inkâr ettiklerini ifade eder. Buna delil olarak da Matüridi “Daha önce kâfirlere karşı zafer isterlerken kendilerine Allah katından ellerindeki (Tevrat’ı) doğrulayan bir kitap gelip de (Tevrat’tan) bilip öğrendikleri gerçekler karşılarına dikilince onu inkâr ettiler.”124 mealindeki ayeti gösterir. Mâtürîdî, Yahudilerin Hz. Peygamber’in nübüvvetini inkâr etmelerinin bir sebebi olarak da siyasi ve idari hâkimiyeti ellerinden kaybetmeleri korkusunu zikreder.125 D. Hıristiyanlıktaki Mesih İsa Tasavvuru 1. Hz. İsa’daki Tanrısal Özelliğin Kaynağı ve Niteliği Hıristiyanlar Hz. İsa’nın tanrısal özelliğinin kaynağının neliği hususunda farklı guruplara ayrılmışlardır. Bu görüş ayrılığı öylesine derindir ki Hıristiyanlığın köklü bölünmelerine temel teşkil etmiştir. Hıristiyanlığın büyük konsillerinde çözülemeyen ve halen değişik mezheplerin temel ayırım noktasını oluşturan Hıristiyan teolojisinin ciddi bir sorunudur. Mâtürîdî bu durumu etraflı bir şekilde ele almış ve bu hususta Hıristiyanların İsa tasavvurlarının çıkmazlarını ortaya koymuştur. Mâtürîdî Hıristiyan inancındaki bu paradoksu şu şekilde ifade eder: “Hıristiyanlar Mesih hakkında birkaç gruba ayrılmıştır. Bir gurup onun için iki ruh kabul etmiştir; biri nasuti ruh olup muhdestir ve insanların ruhuna benzer, diğeri de lahuti olup kadimdir ve Allah’tan bir cüzdür, bedende vaki olmuştur. Onlar: “Baba, Oğul ve Ruhulkudüs’ten başkası yoktur” demişlerdir. Diğer bir grup cüzü değil, 122 el-Bakara, 2/79. 123 Mâtürîdî, a.g.e., III, 252. 124 el-Bakara, 2/89. 125 Mâtürîdî, a.g.e., III, 250. 42 Mesihteki ruhu Allah kabul etmişlerdir. Fakat bu ikinci grubun bir zümresi, ruhu, bir şeyin diğer bir şey içerisinde oluşu statüsünde düşünmüş, bir zümresi de bedenin onu içermesi şeklinde değil, ruhun bedende tasarrufta bulunması şeklinde kabul etmiştir. Hıristiyanlar arasında şöyle diyenlerde vardır: Allah Teala’dan bir cüz Mesih’e ulaşır, diğer bir cüz de Mesih’ten ayrılır.”126 Mâtürîdî bu paradoksu bu şekilde özetledikten sonra, Hıristiyanların bunu izaha yönelik açıklamalarını ele alarak cevaplamaya çalışır. Mâtürîdî, Hıristiyanların mesihin neseben değil de evlat edinme konumunda Allah’ın oğlu olduğunu iddia etmeleri ve buna örnek olarak da Hz. Peygamber’in eşlerinin müminlerin annesi olarak isimlendirilmesini delil getirmelerine şöyle cevap verir: “Hıristiyanlara sorulur: Mesihteki ruh kendisinin bir parçası iken kadim olduğuna göre ruh bedeninin diğer parçalarına sirayet etmeden Mesih nasıl oğul olabilmiştir? Eğer: “Ruh bedenin küçük bir parçası olduğu için” denilirse, tabiatın bütün küçük parçalarının büyüklerinin oğulları olarak kabul edilmesi gerekir; yine bu iddiayı ileri sürene, Mesih’ten geride kalan her bir parçayı da aynı şekilde oğul konumuna getirmesi lazım gelir ki bu durumda onun bedeninin tamamı oğullar haline gelir. Bir de şu var: bilindiği üzere oğul babadan küçük olur, şu halde ikisi de nasıl kadim olabilmiş? Muarızımız lahuti ruhun tamamını bedende kabul ediyorsa kendisine sorulur. Bedenin hangi parçası oğuldur? Eğer “Tamamı” derse, bütünü hem oğul hem de baba konumuna getirmiş olur. Bu anlayışta aynı zamanda babayı yine kendisine oğul yapmak gibi bir çelişki vardır.”127 Yine Mâtürîdî, Hıristiyanların “Ruh, Mesih’in bedeninde bir parça olmakla birlikte aslın bütünlüğünden de herhangi bir eksilme vuku bulmaz, tıpkı kandilden alınan bir parça gibi”128 açıklamasına şöyle mukabelede bulunur: “Kandilden alınanda olduğu gibi lahuti ruhtan alınan parça hadis ise bu defa oğuldan ibaret olan ruhun kıdemi hakkında söyledikleri boşa çıkar. Şayet oğul Mesih’in kandilden alınan parça 126 Mâtürîdî, Kitabü’t-Tevhid, s.266.. 127 Mâtürîdî, a.g.e., s.266. 128 Mâtürîdî, a.g.e., s.267. 43 gibi Allah'tan alındığını ileri sürerse parça bütün ilişkisinde geçerli olan çelişki yeniden gündeme gelir.”129 Böylece Mâtürîdî, Hz. İsa’nın Mesihliğine Hıristiyanlar tarafından getirilen delillerin çelişkilerle ve çıkmazlarla dolu olması sebebiyle Hz. İsa’ya kazandırılmak istenen tanrısal özelliğin mesnetsiz bir iddiadan ibaret olduğunu ve bunun ispatının mümkün olamayacağını delilleriyle ortaya koymuş olmaktadır. 2. Mucizelerin Mesihliğe Delaleti Allah seçtiği bütün elçilerine nübüvvetlerinin kanıtı olarak mucizeler vermiştir. Bu mucizeler peygamberlerin yaşadıkları dönemin ve toplumun sosyal ve düşünsel yapısına göre farklılıklar arz etmiştir. Çünkü mucizeler, vahyin muhatabı olan insanların dikkatini çekmek, nübüvvet vazifesini anlamak ve onları ilahi mesajı kabul etmeye teşvik etmek içindir. Bu bağlamda Hz. İsa’ya da Allah bir takım mucizeler vermiştir. Fakat Hz. İsa’yı ilahlaştıran Hıristiyanlar, Allah’ın elçiliğinin gereği olarak ona verilen mucizeleri farklı bir formda yorumlayarak onun tanrılığına delil olarak sunmaktadırlar. Mâtürîdî, Hıristiyanların bu yaklaşımını oldukça ayrıntılı bir şekilde ele alır ve diğer peygamberlere verilen benzer mucizelerle mukayese ederek, bu mucizelerin Hz. İsa’nın tanrı ya da oğul olmasının hiçbir şekilde delili olamayacağını açık bir şekilde ortaya koyar. Ve bu hususta Mâtürîdî teferruata inmekten kaçınmaz. Hıristiyanların, Hz. İsa’nın Mesihliğine delil gösterdikleri mucizeleri Mâtürîdî, bir diyalog örgüsü içinde şu şekilde izah eder: “Muarız şöyle diyebilir: Çünkü Allah onda fevkaladelikler göstermiştir. Cevap verilir: Allah Musa’da da fevkaladelikler göstermiştir, o halde onun da başka bir oğul olduğunu söyleyiniz. Eğer “Musa’nın fevkaladelikleri dua ve niyazları sayesinde olmuştur” derseniz başkasının da durumu aynı konumdadır. Nitekim İsa’nın yakalandığı gece şöyle dua ettiği nakledilir: “Allahım! Şu acı kadehi herhangi birinden geri çevirmek iradende yer almışsa onu benden geri çevir!” Denilirse ki: İsa’nın ağlayıp niyazda bulunuşu insanlara öğretmek amacına yönelikti; Musa’nın duaları da aynı amaca yönelikti diye cevap verilir. Aslında İsa ile Musa Beytülmükaddes’e doğru namaz kılıp dua ve niyazda bulunuyorlardı. 129 Mâtürîdî, a.g.e., s.267. 44 Ağlama ve niyaz ise insan yaratılışının bir eseri olup kaçınılmaz bir durum arz eder. Şu halde bunları öğretmenin ne anlamı olabilir? İsa Allah’ın oğlu olmaya işlediği güzel ameller sayesinde layık olmuşsa bu husus Musa ve diğer peygamberler için de gerekli olmalıydı. İsa sadece ölüleri diriltme ameliyle buna hak kazanmıştır denilirse, Hezekiel de bir insan diriltmiştir, diye cevap verilir. İsa’nın dirilttiklerinin çok miktarda olduğunu söyleyecek olursa şöyle cevap verilir; Yahudiler Musa’nın ondan çok insan dirilttiğini iddia ediyorlar. Musa’nın cansız bir asayı defalarca canlı yılana çevirme mucizesi vardır ki bu daha büyük bir harikadır. Muarızımız İsa’nın az bir yemekle kalabalık insanları doyurduğunu ileri sürecek olursa, ona bizim Peygamberimizle mukabele edilir, zira o, boş bir kapta un icat etmiştir. Denilirse ki “İsa suyu şaraba çevirmiştir,” Elyesa’ da bir kadına ait kapta defalarca su icat etmiş, sonra da onu zeytinyağına çevirmiştir diye karşılık verilir. Eğer İsa’nın su üzerinde yürüdüğünü iddia ederse, Ehl-i Kitap aynı şeyi Yuşa’ b. Nun, İlya ve Elyesa’ için de naklediyorlar. Şayet İsa’nın göğe yükseltildiğini ileri sürerlerse Yahudiler bunu İlya için de naklediyor ve şöyle diyorlar: İlya bir topluluğun huzurunda göğe yükseltilmiştir. Eğer İsa’nın ulûhiyetine onun körü ve alacalıyı iyileştirmesi ve benzerleriyle istidlal ederlerse ölüyü canlandırmak bundan daha büyük bir olaydır, bunun da İlya ve Elyesa’ için vaki olduğunu kabul ediyorlar.”130 Görüldüğü üzere Mâtürîdî bu iddiaları oldukça teferruatlı bir şekilde ele almış ve bu iddiaların sadece peygambere ve peygamberliğe özgü mucizeler olduğunu, başka peygamberlere de benzer mucizeler verildiğini dolayısıyla Hz. İsa’nın Mesihliğine delil olamayacaklarını açıkça ortaya koymuştur. 3. Oğul İfadesinin Sübut ve Delalet Açısından Değerlendirilmesi Oğul ifadesi Hıristiyan teolojisinin temel kavramlarındandır. Öyle ki temel akide olan tanrı inancı ifade edilirken telaffuz edilen üç kavramdan biri de oğuldur. Böylesine temel bir argüman olan oğul ifadesinin tabii olarak oldukça net ve anlaşılır olması gerekir. Fakat kaynaklara ve Hıristiyan akidesine baktığımız zaman bu netliği görememekteyiz. Örneğin Hıristiyanların İsa Mesih için kullandıkları oğul ifadesi 130 Mâtürîdî, a.g.e., s.267-268. 45 biyolojik bir ilişkiyi mi ifade etmektedir yoksa statü anlamında bir değer mi ifade etmektedir? Bu muğlak bir konudur. Bu ifadeye sıhhat açısından da baktığımızda yine varlığı tartışılan bir ifadedir. Mevcut İncil metinlerinde Hz İsa’nın “Ben Allah’ın oğluyum” ifadesine rastlamamaktayız. Yine İncil’deki oğul ifadesi Hıristiyanların kendi ifadeleridir. Zaten İncil metinlerinin yazılması, ortaya çıktığı dönem, içerdiği çelişkiler ve çok sayıda farklı versiyonunun bulunması gibi birçok açıdan mevcut metinlerin vahiyle ilişkisinin tartışmalı olduğu bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla İncillerde geçen oğul ifadesinin bir vahiy ifadesi veya Hz. İsa’nın bir ifadesi olması gerçeklikten çok uzaktır. Mâtürîdî bu açılardan oğul ifadesini değerlendirirken, öncelikle bunun Hz.İsa için bir “imtiyaz” olduğunu iddia eden Hıristiyan bilginlere, bu bir iltifat kabul edilse bile bunun Mesihliğe kanıt olamayacağını yine kendi diyalektik üslubu ile şöyle anlatır: “Sevgili oğlum!” demekten daha büyük bir iltifat olamaz diyen bir kimseye şöyle cevap verilir. Doğru, “Ey babam!” demek daha büyük bir yüceltmedir. Ne var ki muarız, “ey babam” sözünün babanın oğlundan önce bulunmasını gerektirdiğini kabul etse ileri sürdüğü tazim manasını ortadan kaldırmış olur. Çünkü takaddüm anlamı nazarı itibara alındığı zaman tazım kastedilmiş olamaz. Şu da var ki Allah’ın İsa’ya “sevgili oğlum” dediği sabit olsaydı O’nun başkalarına da aynı şekilde hitap etmiş olması imkân dâhiline girerdi. Eğer “Bunda başkasını kendisiyle eşit tutma alternatifi vardır” denilirse şöyle cevap verilir: Bazen insan diğerine “kardeşim!” dediği halde gerçek kardeşliği kastetmez. Bir de, Allah’ın yaratıkları arasında değerli insanlar vardır. Muhtemeldir ki İsa’dan başkası da “oğlum!” iltifatına mazhar olmuştur. Bu takdirde İsa’ya havariler ve peygamberler de iştirak etmiş olur.”131 Mâtürîdî, “oğul” hitabının bir değer ifadesi olarak sevgi, muhabbet, önem verme anlamında kullanıldığını söyleyenlere karşı da bunu değerlendirmiş, bu izah tarzının Hz. İsa’nın Mesihliğine delaletini tartışmış ve neticede Hz. İsa’nın Mesihliğine delil olarak ileri sürülen bu iddianın oldukça basit ve temelsiz olduğunu söylemiştir. Bu konuyu Mâtürîdî şu şekilde açıklar: “Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu kabul etmeyen kimseye İsa’nın Allah’ın dostu olması ve bazı seçkin işlere sahip bulunması yolunda 131 Mâtürîdî, a.g.e., s.269. 46 karşı fikir ileri sürülmüş ve bu sebeple bir değer verme niteliğinde “oğlum!” denebileceği söylenmiştir. Cevap verilir: Oğulluk kavramı sadece aynı türden olanlar arasında kullanılabilir. Mesela eşeğe veya köpeğe “sevgili oğlum!” demek mümkün değildir; buna bağlı olarak aynı şey yaratanla yaratılan arasında da imkân haricinde kalır. Genel bir ilke olarak muhabbet ve velayet farklı türler arasında düşünülebilir. Tıpkı velayet, muhabbet ve benzeri sebepler açısından bazı hakların oluşması gibi. Bununla birlikte Allah’ın yaratıkları arasından dost edindiği ve sevdiği varlıklar bulunabilir, fakat oğullarının olması mümkün değildir.”132 Buradan hareketle Mâtürîdî, oğul ifadesinin Hıristiyan kaynaklarda zikredildiği şekliyle, onların onu ifade tarzları arasında farklılıklar olduğunu ve bunun O’nun tanrılığına zemin teşkil etmeyeceğini ortaya koyar. 4. Hz. İsa’nın Yaşamı ve Elçilik Vazifesi Hz. İsa’nın hayatına baktığımızda bir beşer gibi yaşadığını görmekteyiz. Çocukluğu, gençliği, sosyal hayatı ve çevresiyle ilişkileriyle, Allah’ın yarattığı her insan gibi bir hayat yaşadığı ve tarihin bunu kaydettiği bilinmektedir. Mâtürîdî bu durumu önemser ve Kur’an’dan hareketle bir beşer gibi yiyip içtiğini, defi hacette bulunduğunu,133 Allah’ın onu çocukluk ve gençlikte konuşmakla vasıflandırdığını,134 Hz. İsa’nın da yalnızca Allah’ın kulu olduğunu, ona kulluktan geri durup büyüklenen kimselerden olmaması için ikaz edildiğini,135 insanları Allah’a kulluğa davet ettiğini, Allah’a şirk koşmayı menettiğini, Meryem oğlu İsa’ya Mesih diyenlerin kâfir olduğunu,136 Allah’ın elçisi olduğunu söylediğini, diğer peygamberlerin peygamberliğini de kabul ettiğini, hatta peygamber efendimizi de kendisinden sonra gelecek bir peygamber olarak müjdelediğini,137 bütün peygamberlere iman ettikten sonra ümmetinden de onlara ve daha sonra gelecek olan Hz. Peygamber’e iman etme 132 Mâtürîdî, a.g.e., s.269. 133 el-Maide, 5/75. 134 Meryem, 19/29; Âl-i İmran, 3/46. 135 en-Nisa, 4/172. 136 el-Maide, 5/72. 137 es-Saf, 61/6. 47 sözü aldığını,138 ifade eder ve Allah’ın bütün evrene koyduğu yaratılmışlık ve kulluk alametlerini Hz. İsa’ya da koymuş olduğunu, onun da Allah’ın kâinat için takdir ettiği kanunlar çerçevesinde yaşayıp bütün peygamberler gibi elçilik vazifesini yaptığını, kendi nefsinde kulluk ve peygamberlikten başka hiçbir iddiada bulunmadığını139 söyler. Bütün bu gerçekler karşısında Hz. İsa’ya tanrılık izafe etmenin anlamsız olduğunu da vurgular.140 Hakikaten Kur’an Hz. İsa ile ilgili gerçekleri aksi bütün iddiaları çürüterek, bütün tartışmaları bitirecek açıklıkta ifade etmektedir. Buradan hareketle Mâtürîdî, Hıristiyanların çok önemli bir çelişkisine dikkat çeker ve şöyle der: “Şaşılacak şeydir ki, Hz. İsa’nın muhatapları kendi hayatında ve yeryüzünde kaldığı süre zarfında, kanıtlar göstermesine rağmen onun risalet mertebesine bile rıza gösterememişlerdir. Göğe yükseltilmesi yahut da çoğunluğunun kanaatince ölmesinden sonra ise kulluk ve risaletine rıza göstermemiş ve kendisine rububiyyet rütbesi yakıştırmışlardır.”141 Hz. İsa’ya hayatı ve mücadelesi boyunca İnanan müminlerin sayılarının oldukça az olduğunu biliyoruz. Öyle ki, bugün ki Hıristiyanlığın ve İncillerin mimarı kabul edilen Pavlos, Hz. İsa hayattayken ona düşman biri iken, Hz. İsa’nın ölümünden sonra Hıristiyan olmuştur. Burada Mâtürîdî bu çelişkiye dikkat çekmek ister. Yani peygamberlik mücadelesi boyunca ona iman etmeyen, onu korumasız bırakan hatta peygamberliğine bile inanmayıp sahip çıkmayan insanlar ölümünden zaman sonra ona ilahlık atfederek onu yüceltmenin gayreti içine girmişlerdir. Mâtürîdî, bu durumun tutarsız olduğu kadar ironik de olduğunu ima eder. 5. Tanrıya Oğul İsnadında Bulunmak Hıristiyan itikadının genelde üçlü tanrı anlayışı ve buna bağlı olarak “oğul” telakkisi sahih bir dini metne dayanmadığı gibi aklın da kabulde zorlandığı bir durumdur. Mücerret akılla düşünüldüğünde dahi böyle bir telakkinin ilahi dinlerdeki eşi 138 Âl-i İmran, 3/81. 139 Meryem, 19/30. 140 Mâtürîdî, a.g.e., s.270. 141 Mâtürîdî, a.g.e., s.270-271. 48 ve benzeri olmayan, yaratılanlara asla benzemeyen, mutlak güç ve kudret sahibi Allah tasavvuruyla çelişki arz ettiği anlaşılmaktadır. Hattı zatında baba, oğul ve ikisi arasındaki ilişki tamamen beşeri kavram ve anlayışla alakalıdır. Zaten Hıristiyanlar da bu durumu açıklamaya çalışırken bu beşeri yönün dışına çıkamamışlardır. Mâtürîdî, Hıristiyanların içine düştüğü bu çelişkiyi aynı zamanda akli çıkarımlarda da bulunarak ortaya koyar ve böyle bir inanç tasavvurunun ilahi dinlerdeki tanrı anlayışından ve aklın ortaya koyduğu “yaratıcı varlık” hakikatinden çok uzak olduğunu söyler. Öncelikle baba-oğul arasındaki ilişkinin ilahi varlık ekseninde düşünüldüğünde ne kadar sorunlu olduğunu ortaya koyarken İsa’nın Allah’ın oğlu olması ihtimalini birkaç açıdan değerlendirir. Bu ihtimallerden birinin doğum alternatifi olduğunu söyler ve şöyle cevap verir: “Bu imkânsız ve yanlış bir telakkidir. Çünkü kâinatı yaratıp yöneten o yüce varlık zürriyet ihtiyacına maruz kalmak, şehvete mağlup olmak yahut da yalnızlık korkusuna kapılmaktan münezzehtir. Evlat sahibi olma arzusunun sebepleri de bunlardan ibarettir. Şu da var ki baba faktörü olmadan evladın oluşması muhaldir. Allah Teala ise zatı itibariyle yaratılmışlara benzemekten veya böyle bir konuma ihtimali bulunan bir nitelikten münezzehtir.”142 Yine Mâtürîdî, Tanrıya oğul isnadının iktidar, veliaht ve veraset durumlarını icbar ettiğini, bunların ise yüce yaratıcı için asla mümkün olamayacağını anlatarak Kur’an’daki “Eğer bir eğlence edinmek isteseydik onu kendi tarafımızdan edinirdik. Ama biz bunu yapanlardan değiliz.”143ayeti bağlamında bu imkansızlığı şöyle anlatır: “Şimdi, her evlat sahibinin ortaklığa aday olup eninde sonunda hükümranlığının çocuğuna intikal etmesi söz konusudur. Zatı itibariyle evreni yaratıp yöneten (Rab), rakipsiz hükümranlığa sahip bulunan (Melik) ve her şeye gücü yeten bir varlık için böyle bir şey düşünülemez.”144 Açıktır ki bir varlığın kendi parçasından kendine çocuk edinmesi, ayrıca o varlığın çocuğu yerindeki o parça olmadan düşünülememesi sonucunu icbar edecektir ki bu da muhaldir. Aynı zamanda bu tanrının gücünü ve iktidarını da sınırlar. Çünkü Mâtürîdî, tanrıya oğul isnadının Hıristiyanlar tarafından biyolojik bir bağ olarak kabul edildiğini söyler ve buna delil olarak gösterdiği Kur’an 142 Mâtürîdî, a.g.e., s.271. 143 el-Enbiya, 21/17. 144 Mâtürîdî, a.g.e., s.271. 49 ayeti145ni tefsir ederken yukarıdaki görüşlerine benzer değerlendirmeler yapar: “Maide 18 de Yahudiler ve Hıristiyanlar, biz Allah’ın oğullarıyız dediler. Tevbe 30 da Hıristiyanlar Mesih Allah’ın Oğludur dediler. Buna karşılık Allah kendisinin evlat edinmediğini yani doğurmadığını ve aynı zamanda doğmadığını,146 yarattığı insan ve cinleri kendisine kul tayin ettiğini147 beyan eder. Mâtürîdî ayrıca şöyle bir akli izahatta bulunur. Evlat edinen şu üç durumdan biri için evlat edinir. İhtiyacından dolayı, şehvetine hâkim olamadığından dolayı yahut başkalarına karşı kendisine yardım etmesini hedefleyerek düşman korkusundan dolayı. Hâlbuki yerde ve gökte olanların ve bu ikisi arasında olanların hepsi onun mülkü, onun kulu olunca onun evlat edinmeye ihtiyacı olmayacağı açıktır. Çünkü o zengindir. Çünkü yerdeki ve gökteki her şey onundur. Evlada ihtiyaç duymama vasfı olan kimdir? Varlıklar içinde evlat edinme ihtimali olup ta buna ihtiyaç duymayan kimse yoktur. Söz konusu Allah olunca ise Allah bundan münezzehtir. Yaratılmışların hepsi onun kuludur. Caiz olsa bile kendi kulu olan varlıklardan evlat edinmesi nasıl olabilir? Çünkü çocuk babanın şeklinden ve cinsinden olur. Şerikin, ortağının şeklinden ve cinsinden olması gibi böylece şerikin(ortağın) nefyi evlat edinmeyi de nefyeder. Bunların manası birdir. Her şekil sahibinin bir zıddı ya da bir benzeri vardır. Bunun için onun rububiyette ve ulûhiyette benzeri veya zıddı yoktur. Bazıları dediler ki: onların “Allah çocuk edindi” sözüyle onlar, gerçek manada evladı kastetmediler. Onlar, çocuğun makamını (yerini) ve değerini kastettiler. Bu da kabul edilemez. Bu mana da nefyedilmiştir. Çünkü kim hakiki manaya hamledilemezse, onun makamından ve değerinden de kaçınması gerekir. Çünkü hakikat, içindeki ayıptan ötürü çürütülür.”148 Hz.İsa’nın Allah’ın oğlu olmasının izahında diğer bir alternatif olarak, Hz. İsa’nın bir takım özel ayrıcalıklara muhatap kılınması ve bu üstünlüğü sebebiyle oğul oluşa nispet edilmesidir. Mâtürîdî bu iddiaya şöyle der: “Ne var ki duyulur âlemde 145 Yunus, 10/68. 146 el-İhlas, 112/3. 147 ez-Zariyat, 51/56. 148 Mâtürîdî, Te’vilatü’l-Kur’an, (thk. Hatice Boynukalın), İstanbul,2006, VII, 85-86. 50 bilinen şey oğul oluşun yüceltme kavramlarında bulunmayışıdır. Aksine, İsa’yı “Mesih” ve “Resul” diye isimlendirmek daha yüceltici ve onurlandırıcı bir davranıştır. Bir de birçok yaratılmışa Allah Teala tarafından kendilerine has üstünlükler lütfedilmiştir. Bunlardan hiç biri onun oğlu olma sonucunu gerektirmemiştir. Aslında yaygın hitap geleneğine göre oğulluk güçlü ve şöhretli olanlara değil küçük ve zayıf durumda bulunanlara yöneliktir.”149 İsa’nın Allah’ın oğlu olmasının izahında diğer bir alternatif de Hz İsa’nın her sıkıntılı durumunda Allah’a sığınması ve ondan yardım dilemesi, bunun da etrafındakiler tarafından müşahede edilmesidir. Mâtürîdî’nin bu izaha cevabı şudur: “Bu açıdan bütün insanlar aynı konumdadır; tıpkı Cenab-ı Hakk’ın “haviye”yi150 oraya gireceklerin, “arz”ı da orada yaşayanların “ana”sı151 isimlendirmesi gibi. Bu açıdan yaratıklara “Allah’ın oğlu olma” niteliğinin nispet edilişi O’nun (bir baba gibi) kendilerine sığınak ve merci manasına gelir. Ne var ki bu ifadeleri kullanmak nasslarda yer alacak olan ilahi izne bağlıdır.”152 Bütün bu izahların ortaya koyduğu sonuç Hz. İsa’nın tanrının oğlu olmadığı, Hz. İsa veya bir başkasının tanrıya oğul olarak isnadının mümkün olamayacağı gerçeğidir. 149 Mâtürîdî, Kitabü’t-Tevhid, 271-272. 150 el-Karia, 101/8-9. 151 eş-Şûra, 42/7. 152 Matüridi, a.g.e.,s. 272. 51 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM BÂKILLÂNÎ’YE GÖRE EHL-İ KİTAP 52 I. BÂKILLÂNÎ’NİN HAYATI VE YAŞADIĞI ORTAM A. Hayatı Tam adı el-Kadı Ebu Bekir Muhammed b. et-Tayyib b. Muhammed b. Ca’fer b. el-Kasım Ebu Bekir el-Bâkıllânî’dir.153 Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte 330/941–942 yılı civarında doğduğu sanılmaktadır.154 Bâkıllânî’den bahseden kaynakların büyük bir bölümü onun Basra’da doğduğunu ve burada yetiştiğini söyler.155 İlköğrenimini dönemin dil, edebiyat ve kıraat alanında ismini duyurmuş olan Basra’da yaptı. Burada Eş’ari’nin talebelerinden olan İbn Mücahid et-Tai (ö.360/970) ve Ebu’lHasan el-Bahili(ö.370/980)’den kelam dersleri aldı156 Bâkıllânî daha sonra ilim tahsili için Bağdat’a gitti. Burada Ebu Bekir el-Katii (ö.368/978) ve Darekutni(ö.385/995)’den hadis dinleyip onlardan rivayette bulundu.157 Öğrenimini tamamladıktan sonra Basra’ya döndü ve Basra camiinde ders vermeye başladı. Büveyhi hükümdarlarından Adudüddevle’nin daveti üzerine, çeşitli mezheplere mensup âlimlerle tartışmaların yapılacağı meclislere, ehl-i sünnet temsilcisi olarak katılmak için 970’te Şiraz’a gitti. Burada yapılan kelâmî tartışmalarda gösterdiği başarılar neticesinde Bâkıllânî’yi hükümdar Adudüddevle takdir etti ve oğlu Simnanüddevle’yi yetiştirmek üzere görevlendirdi.158 153 Ebu Bekir Bâkıllânî, et-Temhid, (thk.. Ahmed Haydar), Beyrut,1993, s.5. 154 Şerafeddin Gölcük, “Bâkıllânî”, DIA, İstanbul,1991, IV, 531, (Şerafeddin Gölcük Kelam Tarihi adlı eserinde doğum tarihini 338/950 olarak vermiştir). 155 Hasan Hüseyin Tunçbilek, “Bâkıllânî’nin Hayatı ve Bazı Kelami Görüşleri”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, IV, 5. 156 Halim Sabit Şibay, “Bâkıllânî”, IA, İstanbul,1979, II, 253. 157 Ebu Bekir Bâkıllânî, et-Temhid, s.5. 158 Şerafeddin Gölcük, “Bâkıllânî”, DIA, IV, 531; Halim Sabit Şibay, “Bâkıllânî”, IA, II, 253. 53 Bâkıllânî esir mübadelesi münasebetiyle hükümdar Adudüddevle’nin isteği üzerine Bizans’a gitmiş, orada bir takım ilmi tartışmalara katılmış ve burada göstermiş olduğu üstün başarı, İmparator II. Basillus’un takdirini kazanmasına vesile olmuştur.159 Bir müddet Bağdat, Ukbera ve Sağr’da kadılık ve baş kadılık yapan Bâkıllânî, Adudüddevle’nin vefatı sonrası Bağdat’a yerleşmiş ve ölümüne kadar Mansur Camiinde müderrislik yapmıştır.160 Bu arada Hanbelî mezhebinin kelama karşı tavırları ve Batınilerin yıkıcı proboganda ve faaliyetlerine karşı tavır almış ve bu alanda da çalışmalarda bulunmuştur.161 Bâkıllânî’nin vefat tarihine gelince, her ne kadar bazıları onun 404/1013 yılında vefat ettiğini ileri sürmüşlerse de, müelliften bahseden muteber kaynaklar, kendisinin 403/1012 yılında Bağdat’ta vefat ettiğini, önce evine defnedildiğini, bilahare Babu Harb mezarlığına nakledildiğini kaydetmektedirler.162 B. Yaşadığı Ortam Bâkıllânî, İslami ilimlerin tamamen teşekkül ettiği, mezheplerin kökleştiği İslam felsefesi ve tasavvufun gelişmeye yüz tuttuğu hicri IV. asrın zengin kültür ortamında yetişmiştir. Bâkıllânî’nin yaşadığı bu asır, siyasi çalkantılarla doludur. Bağdat Abbasi hilafetinin merkezi olma özelliğini korurken siyasi anlamda etkinliğini kaybetmişti. Devlet küçük devletçiklere ayrılmış, her gurup idareyi ele geçirme gayreti içine girmişti. Fakat bu durum ilim hayatına fazlaca tesir etmemiş, beklenen durgunluk yaşanmamış, aksine ilmi hayat alabildiğine ilerlemişti.163 Kurulan bütün devletçikler varlığını ispat ve devam ettirmek için ilim adamlarına kapılarını sonuna kadar açmış, ilmi çalışmaların kendi yönetimlerinde 159 Ebu Bekir Bâkıllânî, İ’cazü’l-Kur’an, Kahire, s.5. 160 Halim Sabit Şibay, a.g.e., s. 254. 161 Zehebi, Siyeru A’lamin’nübela, Beyrut,1983, XVII,192. 162 Adil Bebek, Olağanüstü Olaylar ve Aralarındaki Farklar, İstanbul,1998, s.10 163 Şerafettin Gölcük, Bâkıllânî ve İnsan Fiilleri, Ankara,1997, s.17. 54 gerçekleşmesini ve ilerleme kaydetmesini amaçlamışlardı. Bu nedenle Bâkıllânî’nin siyasi ve sosyal yönden ilim tahsiline elverişli bir ortamda Bağdat’a geldiğini, takvaca meşhur, ilim ve ameli bir arada bulunduran âlimler topluluğuna öğrencilik yaptığını söyleyebiliriz. II. BÂKILLÂNÎ’YE GÖRE EHL-İ KİTAP A. Tanrının Cevher Oluşu Hıristiyanlar tanrı tasavvurlarını ortaya koyarken tanrının bir cevher olduğunu savunmuşlardır. Bâkıllânî bu konuda Hıristiyanların öne sürdükleri delillerin kendi düşüncelerini desteklemediğini aynı zamanda tanrı anlayışlarını da çıkmaza soktuğunu, karşı deliller sunarak ortaya koymaya çalışmıştır. Bu bağlamda Hıristiyanlar varlık âleminin cevher ve arazlardan oluştuğunu, kadim olanın da ancak cevher olabileceğini söylerler. Çünkü arazlar tek başlarına bir varlık ifade etmezlerken, cevherler başka bir şeye ihtiyaç duymadan bir varlık ifade ederler. Dolayısıyla kadim olan varlığın da bir cevher olması gerekir.164 Bâkıllânî bu düşünceye karşılık sadece görünür âlemdeki varlıkların vasıflarıyla gayb âlemi hakkında hüküm verilemeyeceğini ifade eder. Ayrıca O’na göre gayb âlemindeki varlık sınıflarının görünür âlemdeki varlık sınıflarından farklı olamayacağına dair herhangi bir delil de mevcut değildir.165 Bâkıllânî, bu düşüncenin bu açılardan yanlış temellendirmelere dayandığını ifade eder. Hıristiyanlar tanrının cevher oluşu düşüncesini bütünüyle gayb âleminin görünür âleme kıyas edilmesiyle temellendirmektedirler. Buna göre görünür âlemdeki varlıklar ya kendi başlarına varlık ifade ederler, veya başkası sebebiyle varlık ifade ederler. Kendi başına var olamayan varlık; araz, kendi başına varlık ifade eden ise cevherdir. Tanrı başkasından dolayı var olan varlık ve araz olmadığına göre kendi başına var ve cevherdir. Yine onlara göre görünür âlemde müşahede ettiğimiz varlıklar kendisinden fiil meydana gelen cevher ve kendisinden fiil meydana gelmesi mümkün 164 Bâkıllânî, et-Temhid, s.93–94. 165 Bâkıllânî, a.g.e., s.95. 55 olmayan arazlardan müteşekkildir. Kadim olan varlıktan fiil meydana geldiği sabit olduğuna göre tanrı cevherdir.166 Bâkıllânî, gayb âleminin görünür âleme bütün yönleriyle kıyas edilmesinin yanlışlığını vurgulayarak bu düşünceleri bütünüyle reddetmektedir. Buna göre bu âlemde görünen tüm varlıklar hadis ve yokluktan var olan varlıklardır. Bu durumda görünür âleme kıyasla tanrı da hadis ve yokluktan var olmuş olacaktır. Yine aynı şekilde görünür âlemdeki tüm cevherler yer kaplayan ve araz kabul edebilir haldedirler. Bu durumda görünür âleme kıyas ile tanrının da yer kaplayan ve araz kabul eden bir varlık olması gerekir. Durum bu şekilde olmadığına göre tanrının cevher oluşu konusunda Hıristiyanların, gayb âleminin görünür âleme kıyası şeklindeki temellendirmeleri ve tanrının cevher oluşu batıl olmuş olur.167 B. Teslis 1. Teslis Kavramı (Ekanim-i Selase) Teslis, Hıristiyanlıkta özde bir, tezahürde üç olan tanrı inancıdır. Hıristiyanlıkta teslis kavramı, bir olan tanrının kendisini insanlara baba, oğul ve kutsal ruh olarak üç ayrı şahıs halinde bildirmesini ifade etmektedir. Onlara göre teslis üç tanrıcılık değil, baba, oğul ve kutsal ruhun oluşturduğu tek tanrı inancıdır. Onların her biri ayrı ayrı tanrıdır ama üç tanrı değil, bir tek tanrıdır.168 Hıristiyanlıktaki teslis anlayışının temeli “Ekanim-i Selase” (uç unsur) dir. Buna göre tanrı; cevher, mevcut, hayat ve ilim sahibi olduğuna göre, tanrı; bir cevher, mevcut olan cevher, hayat ve ilimden müteşekkil üç “uknum” (unsur) dan ibarettir. Bâkıllânî, Hıristiyanların tanrının hayat ve ilim sıfatlarını “Ekanim-i Selase”nin bir unsuru kabul etmelerini tanrının diğer sıfatlarını örnek vererek eleştirmiştir. Buna 166 Bâkıllânî, a.g.e., s.94. 167 Bâkıllânî, a.g.e., s.96. 168 Ömer Faruk Harman, “Teslis”, İslamda İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İstanbul,1997, IV, 344. 56 göre örneğin; kudret sıfatı da bir uknum olup ekanim sayısı dörde çıkabilir. Bu durum tanrının diğer sıfatları için de söz konusudur.169 2. Birleştirici Cevher Anlayışı Hıristiyanlıktaki teslis inancının temelini oluşturan Ekanim-i Selase anlayışının yanında bu uknumları içinde barındıran genel ve birleştirici cevher anlayışı da vardır. “Üç uknumu birleştiren bu genel ve toplayıcı cevher ekanimi selasenin kendisi midir? Yoksa başka bir şey midir?” sorusuna Ya’kûbiyye ve Nastûriyye mezhepleri bu genel ve birleştirici cevherin ekanimin kendisi olduğu şeklinde cevap vermişlerdir. Bâkıllânî bu düşünceyi şu şekilde eleştirir: Cevher aslı itibariyle sayılabilir ve farklılık arz eden bir şey değildir. Ayrıca özellik açısından da ayrışmaz. Ekanim ise özellik itibariyle ayrışır ve sayılabilir cinstendir. Bu itibarla Ekanim-i Selasenin genel ve birleştirici bir cevher olması mümkün değildir. Melkâniler ise birleştirici cevherin, ekanimin dışında başka bir şey olduğu görüşündedirler. Bâkıllânî bu düşünceyi de reddeder. Buna göre genel ve birleştirici cevher ekanimden ayrı ise ve bu cevher ve ekanimin her biri ilah iseler, ekanimi selase ve birleştirici cevher olmak üzere ilahların sayısı dörde çıkar. Bu ise teslisin reddi demektir.170 Bâkıllânî, Melkâniler’in birleştirici cevherin ekanimin dışında bir şey olduğu düşüncesini eleştirir. Buna göre bu birleştirici cevher, Ekanim-i Selaseye ya muvafıktır veya muhaliftir. Şayet muvafıksa ekanimin her biri onun aynısı olmuş olur. Cevher, “oğul”a muvafık olması itibariyle oğul; “ruh”a muvafık olması itibariyle ruh olmuş olur. Şayet birleştirici cevher ekanime bütün yönlerden muhalif, sadece cevheriyet noktasında muvafık ise, muvafık olduğu cihet olan cevheriyet muhalif olduğu cihet olan uknumiyyet ile aynı olmuş olur. Böylelikle cevherin başka bir cevhere veya kendisine uknum olamayacağı şeklindeki kendi düşüncelerini reddetmiş olurlar.171 169 Bâkıllânî, a.g.e., s.98-99. 170 Bâkıllânî, a.g.e., s.101-103. 171 Bâkıllânî, a.g.e., s.104. 57 Bâkıllânî’ye göre sıfat-zat ilişkisi çerçevesinde sıfatların zata muvafık veya muhalif olması söz konusu değildir. Çünkü sıfatlar, zatın dışında bir şey olarak düşünülmemektedir. Bu itibarla Melkâniler’in, ekanimi sıfatlar ile benzeştirmeleri ve bunlar hakkında muvafakat ve muhalefetin söz konusu olamayacağı düşüncesinin bir anlamı yoktur. Çünkü muvafakat ve muhalefet düşüncesi onların, cevheri ekanimden farklı bir şey olarak düşünmelerinden kaynaklanmaktadır.172 C. İttihad Anlayışı 1. İttihad Kavramı İttihad, sözlükte “tek olma”, “teklik”, “uyuşma”, “anlaşma”, “birleşme”, “bir araya gelme” gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise “ittihad”: “Bir ve mutlak olan hak varlığı müşahede etmektir ki, her şey o hak ile var olup, hepsi onunla ittihad eder.” veya “iki şeyin karışması ve bir tek şey olacak biçimde birbiriyle birleşmesi” anlamında bir kelimedir.173 Bâkıllânî’ye göre ise “İttihad”: “Allah’ın kelimesi (tanrısal özellik)” nin Meryem oğlu İsa’nın bedeniyle birleşmesi demektir”.174 İttihad, Hıristiyan gruplar arasında farklı şekillerde algılanmıştır. Bir görüşe göre “oğul” olan “kelime” Mesih’in cesedine hulul etmiştir. Ya’kûbiyye’ye göre ise ittihad, “ihtilat” ve “imtizac” anlamında olup Allah’ın kelimesi bu ittihat ile ete ve kana dönüşmüştür. Nastûriler’e göre ise ittihat, suyun şaraba ve süte karışması gibi “kelime”nin “nasut”a ihtilatı ve imtizacıdır. Bir diğer gruba göre ise kelimenin ceset olan nasuta ittihadı, ona şekil ve mekân olarak ittihat etmesi anlamındadır. Bir başka gruba göre ise kelimenin cesede ittihadı, karışım ve ihtilat anlamında olmayıp, insanın suretinin aynada gözükmesi ve mührün nakşının mumda veya çamurda ortaya çıkması gibidir. Farklı bir görüşe göre ittihad, Allah’ın karışım ve temas olmaksızın semaya hulul etmesi veya cevher olan aklın, karışım ve temas olmaksızın nefse hulul etmesinde olduğu gibi karışım ve temas olmaksızın kelimenin cesede hulul etmesidir. Melkâniler’e 172 Bâkıllânî, a.g.e., s.105. 173 Seyyid Şerif Cürcani, Kitabü’t-Ta’rifat, s.9. 174 Bâkıllânî, a.g.e, s.107. 58 göre ise ittihad, ikinin bir olması, çoğun az olması, kelimenin ve ittihad ettiği şeyin bir olması anlamındadır.175 Bâkıllânî ittihad kavramıyla ilgili bu görüşlerin her birine ayrı ayrı cevap vermektedir. Buna göre ittihadın, suretin aynada gözükmesi veya mührün nakşının mumda hulul olmaksızın belirmesi şeklinde olduğu görüşünün bir anlamı yoktur. Çünkü aynada görünen şey gerçek değildir. Ayrıca bir intikal ve karışım da söz konusu değildir. Sadece insan aynanın karşısına geçtiğinde ışınların yansımasıyla kendi yüzünü aynada görür. Bu sadece bir yansımadan ibarettir. 176 İttihadın, “kelime”nin bedene ihtilatı ve imtizacı olduğu şeklindeki görüşe gelince, bu anlayış kadim olanın hadis olan varlık ile karışımını ve temasını gerektireceğinden, kadim için hareket, yakınlık, uzaklık, terkip gibi yaratılmışlık özelliklerini de mümkün kılar.177 Bâkıllânî’ye göre Ya’kûbiyye’nin, “kelime”nin ete ve kana dönüşmesi şeklindeki görüşü de anlamsızdır. Çünkü et ve kan olmayan “kelime”nin, ete ve kana dönüşmesi mümkün olsaydı, kadim olan “kelime”nin hadis olan varlıkla ittihadıyla hadis olması veya hadis olanın kadim olması mümkün olurdu.178 Melkâniler’in, çokluğun az olması, ikinin bir olması şeklindeki ittihad anlayışları aslında tüm Hıristiyan grupların temel ittihad görüşüdür. Bâkıllânî’ye göre, çoğun az olması, ikinin bir olması ancak ihtilat ve imtizac ile mümkündür. Bu anlayış yaratılmışlık özelliği olan teması, birleşmeyi, hareket ve sükûnu gerektirir. Bu ise kadim olan varlık için muhaldir.179 175 Bâkıllânî, a.g.e., s.108-109. 176 Bâkıllânî, a.g.e., s.109. 177 Bâkıllânî, a.g.e., s.110. 178 Bâkıllânî, a.g.e., s.111. 179 Bâkıllânî, a.g.e., s.112. 59 2. İttihadın Fiil Olması Hıristiyanlık anlayışında “ittihad”, Mesihin “Mesih” olmasını sağlayan ve birleşmenin kendisiyle gerçekleştiği bir fiildir. Bâkıllânî, insan ile ittihadın bir fiil olması itibariyle söz konusu fiilin bir failinin olup olmamasından hareket ederek bu düşünceyi eleştirir. Buna göre: a- Eğer İttihad fiilinin faili yoksa âlemde meydana gelen bütün fiillerin, bütün hâdis varlıkların bir failinin olması zorunluluğu da yoktur. b- Eğer ittihad fiilinin faili varsa; 1. Fiili gerçekleştiren fail ekanimi birleştirici cevherdir. Bu durum birleştirici cevherin küllî veyahut cüz’i insan ile ittihad edenin kendisi olmasını gerektirir. Çünkü Hıristiyanlara göre ittihad, fiili gerçekleştiren, yani; ittihad edenin kendisidir. Ayrıca fail olması itibariyle ibadete layık olan da bu birleştirici cevher olur. 2. Fiili gerçekleştiren fail hem genel birleştirici cevher, hem de ekanim-i selasedir. Bu durumda hem genel birleştirici cevher hem de ekanim-i selase insanla ittihad etmiş olur. Buna göre bu durum Hıristiyanların “kendisiyle ittihad edilen yalnızca oğuldur” sözüyle çelişir. 3. Fiili gerçekleştiren fail sadece ekanim-i selasedir. Bu durumda ittihad, ruhta ve babada da gerçekleşmiş olur. 4. Fiili gerçekleştiren fail sadece oğuldur ve ittihad fiilini gerçekleştirmede tek olduğundan ittihad sadece oğulda gerçekleşmiş demektir. Bu durumda her uknum tek başına fiiller oluşturup diğer uknumun gerçekleştiremediği fiiller meydana getirir. Bu da her bir uknumun birbirinden farklı oluşunu mümkün kılar. O zaman da ittihaddan söz edilemez.180 180 Bâkıllânî, a.g.e., s. 113–114. 60 3. İttihadın Gerçekleşme Şekli Bâkıllânî, oğul olan kelimenin baba ve ruh olmaksızın mesihin cesediyle birleştiği (ittihad) düşüncesini eleştirir ve bu düşüncenin Hıristiyanların “bu üç unsurun birbirinden ayrılmaz bir yapıda olduğu” görüşüyle çeliştiğini ifade eder. Buna göre eğer bu ayrışma caiz ise, şaraba su katıldıktan sonra her ikisinin de ayrı ayrı içilme imkânı söz konusu olurdu. Hz. Meryem’in doğurduğu cüz-i insanda, kelime ve insan-ı küllînin ittihad etmesi söz konusu olsaydı, baba ve ruhun da Hz. Meryem’in doğurduğu cüz-i insanda küllî insanla ittihad etmesi zorunlu olurdu. Çünkü ekanim birbirinden ayrılmaz bir yapıdadır.181 Bâkıllânî’ye göre eğer kelime, küllî insanla ittihad etmiş ise bunun bir mekânda gerçekleşmesi gerekir. Eğer bu birleşmenin oluşmasında mekân söz konusu değilse; o zaman Hz. Meryem’in doğurduğu cesedin hiçbir değeri söz konusu olmaz. Hıristiyanlık anlayışındaki mesihin çarmıha gerilerek öldürülmesi de, oğul ve Mesihte değil sadece cesette gerçekleşmiş olur. Çünkü ittihadın gerçekleşmediği ceset, Mesih değildir ki çarmıha gerilmiş olsun. Eğer ittihad bir mekânda gerçekleşmiş ise ve bu ittihad Hz. Meryem’den doğan bir ceset veya başka bir cisimde meydana gelmişse o zaman küllî olan, cüz-i bir mekâna hasredilmiş olur ve cüz’i, küllîyi ihata etmiş olur. Bu durum aklen mümkün değildir. Buna göre oğulun küllî olanla ittihadı aklen mümkün değildir.182 Bâkıllânî Hıristiyanlara, “Oğul, baba ve ruhtan ayrı olmadığına göre Meryem onlarsız “Oğul”u nasıl doğurmuştur? Meryem insan-i küllî midir yoksa insan-ı cüz’i midir?”sorusunu sorar ve cevap olarak da şu açıklamaları yapar: “Eğer Meryem insan-ı küllîdir derlerse bu durumda her bir insan neden küllî insan değildir. Şayet her bir insan küllîdir derlerse inançlarını terk etmiş olurlar. Bu durumda cüz’i insan söz konusu olmaz, her insan küllî olur. Bu ise muhaldir. Eğer Meryem cüz’i insandır derlerse onun doğurduğu da cüz’idir. O halde Allah’ın kelimesi cüz’i insanla birleşmiştir. Bu durumda da inançlarına ters düşmüş olurlar. Eğer Meryem’den doğanın küllî insan olduğu iddia 181 Bâkıllânî, a.g.e., s. 115. 182 Bâkıllânî, a.g.e., s. 115. 61 ediliyorsa; Meryem cüz’i olduğuna göre, küllî insan cüz’i insanın oğlu olmuş olur. Bu da mümkün değildir. Çünkü Meryem’in yokluğunu farz ettiğimizde, oğul olan insan-ı küllî, yok olmaz. İnsan-ı küllînin yokluğunu düşündüğümüzde ise Meryem ve insan-ı cüz’înin hiçbiri var olmaz. Bu da cüz’înin küllîyi kapsaması olur ki bu da muhaldir.”183 Bu konuda, Bâkıllânî tarafından eleştirilen bir diğer düşünce, “oğul”un cesetle ittihadının, çarmıha gerilme ve öldürülme anında varlığını koruyup korumamasıdır. Bu durumda eğer ittihad varsa Allah’ın kadim olan oğlu öldürülme ve çarmıha gerilme anında ölmüş olur. Eğer oğul bu öldürülme sonucunda ölmüşse o anda ilah olması da söz konusu olamaz. Çünkü ilahın ölü veya eksik olması düşünülemez. Eğer ölüm ve eksilme onun için söz konusu olsaydı baba ve ruhun da ölümü mümkün olurdu. İttihad’ın öldürülme ve çarmıha gerilme anında yok olduğu iddia ediliyor ise; çarmıha gerilme ve öldürülme anında ittihad bozulur ve öldürülenin de Mesih olmaması gerekir. Çünkü ceset, ittihadın yok olması ve ittihad edenin ayrılması ile Mesih olmaktan çıkar. Nitekim ceset ve onunla ittihad eden şeyin birleşmesi neticesinde Mesih’ten söz edilebilir. Eğer ittihad yoksa çarmıha gerilen, öldürülen bir insandır. Bu durumda da, “Mesih öldürüldü ve çarmıha gerildi” sözünün bir anlamı kalmaz.184 4. İttihad’ın Hz. İsa’ya Has Kılınması Bâkıllânî, Hıristiyanların “Allah’ın Hz. İsa’ya diğer insanlara vermediği bir takım mucizeleri vermesi, O’nun ilah olmasını ve kelimenin ona ittihadını zorunlu kılar” şeklindeki düşüncelerini reddeder. Bâkıllânî’ye göre bu mucizelerde Hz. İsa fail değildir. Hz. İsa’nın konumu diğer peygamberlerin konumu gibidir. Mucizelerden yola çıkarak Hz. İsa’ya söz konusu konumun verilmesi, Hz. Musa’ya ve diğer peygamberlere de bu konumun verilmesini ve onlarda da ittihadın gerçekleştiğini söylemeyi gerektirir. Hâlbuki bütün peygamberlerde olduğu gibi Hz. İsa’ya da verilen mucizeler Allah’ın ona verdiği risalet delilleridir. 183 Bâkıllânî, a.g.e., s. 116-118. 184 Bâkıllânî, a.g.e., s. 118-119. 62 Hıristiyanlara göre “Mesih” kelimesinin “lahuti” (tanrısal özellik) ve “nasuti” (beşeri özellik) olmak üzere iki anlamı vardır. Lahutilik İsa’nın ilahi yönünü, Nasutilik ise insani yönünü ifade eder. Dua ve niyazlar insan olan nasutun yaptığı şeylerdir. Gösterdiği mucizeler ise Lâhut olan mesihin fiilleridir. Oysaki Musa için de aynı şeyler söz konusudur. Bunda bir farklılık söz konusu değildir. Ancak Hıristiyanlara göre, diğer peygamberlerin hepsi kul olduklarını, yaratılmış olduklarını ve Allah tarafından gönderilmiş olduklarını kendileri ifade etmişlerdir. Mesih ise böyle bir itirafta bulunmamıştır. Bâkıllânî, bu düşünceye İncil’den delil göstererek karşı çıkar. Buna göre İncillerde Hz. İsa’dan nakille “Ben Allah’ın kuluyum ve öğretici olarak gönderildim”, “babam beni gönderdiği gibi sizi de göndermiştir. İnsanları vaftiz edin ve onları baba, oğul ve Ruhu-l Kudüsün ismiyle yıkayın” gibi ifadeler yer aldığını, bunların da Hz. İsa’nın yaratıldığını, kul olduğunu ve ilah olmadığını gösterdiğini vurgular. Şayet Hıristiyanlar “Bunlar İsa’nın nasuti yönüne aittir” derlerse Bâkıllânî bu, “”diğer peygamberler için de aynı şekildedir” der. Bâkıllânî, Peygamberler arasında böyle bir ayırım yapmak için elimizde her hangi bir delilin olmadığını ifade eder.185 Bâkıllânî, Hıristiyanların Hz. İsa’nın ilahlığını temellendirmek için zikrettikleri “Bakire Meryem, ilah olarak isimlendirilen veya çağrılan oğulu doğurdu” şeklindeki ifadelerin mecazi olduğunu söyler. Nitekim Hıristiyanlar da Allah’ın Musa’ya söylemiş olduğu “Ben seni Harun’a ve Firavun’a ilah kıldım” sözünü “Sen onların terbiyecisisin ve onlar sana itaat etmek zorundadır” şeklinde mecazi bir manada kabul ederler. Bâkıllânî’ye göre zikredilen ifadede Allah, kendisinin O’nu ilah olarak isimlendirdiğini ifade etmiyor, bilakis ilah olarak isimlendirildiğini ifade ediyor. Belki de Allah bazı kavimlerin O’nu ta’zimde aşırıya gittiklerini, sınırı aştıklarını ve O’na iftirada bulunduklarını kastetmiştir.186 Hıristiyanların “İsa ilahtır ve Allah onda ittihad etmiştir. Çünkü O, diğer zikrettiğiniz peygamberlerde olmayan bir özellikte, yani babasız olarak dünyaya gelmiştir” iddialarını Bâkıllânî şu şekilde cevaplandırır: “Yapmış olduğunuz bu kıyasa 185 Bâkıllânî, a.g.e., s. 121-122. 186 Bâkıllânî, a.g.e., s. 122. 63 göre Hz. Âdem’in de ilah olması gerekir. Çünkü O hem annesiz hem babasız olarak dünyaya gelmiştir. O bir anne karnında bulunmamış herhangi bir “şey” olmadan yokluktan yaratılmıştır. Aynen, Hz. Havva’nın da ilah olması gerekir. O da Hz. Âdem’in kaburga kemiğinden annesiz ve babasız yaratılmıştır. Melekler de ilah olabilirler. Çünkü onlarda erkek ve dişi olmaksızın yaratılmışlardır.”187 Hıristiyanların; “O’nun rabliğine hükmetmek zorunludur. Çünkü İncil’de şöyle denilmektedir: “Ben ve babam biriz. Beni gören babamı görmüş olur.” İfadelerine de Bâkıllânî; “Hz. İsa’dan aktardığınız bu sözü neden “bana itaat eden babama yani bana hikmeti öğreten ve beni gönderene itaat etmiş olur. Kim bana isyan ederse babama yani beni gönderene ve bana hikmeti öğretene isyan etmiş olur” şeklinde anlamıyorsunuz?” der. Çünkü Bâkıllânî buradaki “babanın” anlamının “hikmeti öğreten ve kulunu resul olarak gönderen” olduğunu; “beni gören onu görür” ifadesinden kastedilenin de “sanki onu görmüş, ondan emir ve nehiy almış gibi olur” şeklinde olduğunu belirtmektedir. Buradan hareketle Bâkıllânî; Bu şekilde düşünüldüğünde Hz. İsa için kabul edilen; doğum, ölüm, çarmıha gerilme, yeme, içme ve onda var olan diğer hareketlerin tümünün baba için de söz konusu olması gerektiğini, oğul cesede ittihad ettiğine göre babanın da cesede ittihad etmesinin gerektiğini ifade etmektedir. Bu durum da Hıristiyanların inançlarının inkârı anlamına gelir.188 Mesihin ulûhiyetinin zorunluluğunu O’nun; “Ben İbrahim’den önceyim” lahuti olarak İbrahim’den önce, nasuti olarak İbrahim’den sonra- sözüyle ispatlamaya çalışan anlayışa Bâkıllânî şu şekilde cevap verir: “Ben İbrahim’den önceyim” sözü, “benim dinim ve şeriatımın birçoğu, başka peygamberler vasıtasıyla İbrahim’den önce meşru ve din kılınmıştır” şeklinde anlaşılması gerekir. Bir başka ifadeyle “ben İbrahim’den önceyim” sözü “Allah katında İbrahim’den önce bilinirim” yahut “ben mahşere İbrahim’den önce gönderileceğim” anlamındadır. Çünkü yürümek, yemek gibi özelliklere sahip olmak ile Rububiyetin bir arada olması mümkün değildir. Bâkıllânî, bütün bu delillerin de ifade ettiği gibi lâhutun cesede ittihadı düşüncesinin te’vile ihtiyaç bırakmayacak kadar açık bir şekilde ve başka bir örneği 187 188 Bâkıllânî, a.g.e., s. 123. Bâkıllânî, a.g.e., s. 123. 64 olmayacak kadar bariz bir şekilde ortaya çıkan yanlış bir iddia olduğunu belirtmektedir.189 D. Nesih Anlayışı 1. Yahudilikte Nesih Anlayışı İlk dönem kelamında Yahudilere yöneltilen eleştirilerin temelinde Yahudilerin nesih anlayışları vardır. Bunlardan bir grup hariç tümü, bir şeye uyup yerine getirmeden önce o şeyin neshedilmesinin boş bir iş ve cehalete delalet ettiği kanaatindedirler. Fakat azınlık bir guruba göre; mükellefe ceza olsun diye ibadetin kendisinden daha ağır ve zor olanla neshedilmesi caizdir. Nesh konusunda Yahudiler, Şüm’aniyye ve Annaniyye olmak üzere temel iki guruba ayrılmışlardır. Şüm’aniyyeye göre, şeraitlerin neshi aklen caiz olduğu gibi Hz. Musa’dan sonra peygamber gelip onun şeriatını neshetmesi de caizdir. Ancak bunlar Allah’ın Tevrat’ta bildirdiği hükmü doğrultusunda Hz. Musa’dan sonra peygamber gelmeyeceği ve şeriatının neshedilmeyeceğine inanmaktadırlar. Annaniyeye göre ise, aklen şeriatlerin neshi caiz değildir. Ayrıca bu görüşü te’kid eden haberlerin varid olduğunu da iddia etmektedirler.190 Yahudilerden Samiriyye ise; Musa, Harun ve Yuşa’nın peygamberliğini kabul etmiş, bunlardan sonra gelen Süleyman ve Elyesa gibi peygamberlerin peygamberliğini reddetmişlerdir.. Bunların dışındaki gruplar Hz. Musa’dan sonra gelen ve elinde mucize gerçekleşen her peygamberin peygamberliğini kabul ederler. Fakat onlara göre Hz. Muhammed ve Hz. İsa peygamber değillerdir. Bunların gösterdikleri mucizeler ya asılları yoktur veya hile ve sihir türü fiillerdir. Bunlara göre Mesih olarak kabul edilen İsa ise henüz gelmemiştir. Daha sonra gelecektir ve sadık bir peygamber olacaktır. Yahudilerden İseviyye mezhebi ise farklı bir yaklaşım sergileyerek Hz. Muhammed ve Hz. İsa’nın kendi kavimlerine gönderilmiş peygamberler olduğu 189 Bâkıllânî, a.g.e., s. 124-125. 190 Bâkıllânî, et-Temhid, s.187. 65 görüşündedir. Bunlara göre bu peygamberler Hz. Musa’nın şeriatını neshetmek için gönderilmemişlerdir. Bâkıllânî, Yahudilerin Hz. Muhammed ve Hz. İsa’nın nübüvvetini reddetme konusunda, temel düşünceleri olan neshin imkânsızlığı görüşünü reddetmekte ve Hz. Musa’dan sonra nübüvvetin devam ettiğini söz konusu peygamberlere verilen mucizelerle temellendirmektedir. Bu konuda Yahudilerin bu mucizeleri inkâr etmelerinin de herhangi bir değeri yoktur. Çünkü Hz. Musa’nın nübüvvetinin delili olarak ona verilen denizin yarılması, yed-i beyza gibi mucizelere, Berahime, Mecusiler, İlhad ehli ve yıldıza tapanlar muhalefet etmektedirler.191 Yahudilerin, bu mucizeleri Hz. Musa’nın gerçekleştirdiğine dair, birbiri ardına gelen Yahudi toplumlarının delil oluşturacak sayıda, yalancılıkla itham edilemeyecek kalabalıkta, farklı mezheplerin ve farklı yörelerin nakillerinin doğruladığı şeklindeki iddialarına Bâkıllânî, Mecusi ve Berahime gibi grupların, Yahudilerin atalarının naklettiği bu bilgileri inkâr ettiğini ve bu durumda bu inkârlarına rağmen söz konusu nakillerin bilgi ifade etmeyeceğini belirterek cevap vermektedir.192 Bu eleştiriye karşı Yahudiler, haberin başı, ortası ve sonu itibariyle aynı ve eşit olması durumunda ona muhalefet edenler olsa bile, haberin sıhhatinin sabit olacağını ve kesin bilgi ifade edeceğini savunmaktadırlar. Bâkıllânî bu durumda Hz. Muhammed’in peygamber olduğunun ve mucizelerinin var olduğunun da aynı gerekçelerle naklen sabit olduğunun inkâr edilemeyeceğini savunur. Çünkü günümüze gelinceye kadar birbirlerine nakil yoluyla, sayıca çok olmaları, görüşleri, amaçları, tabiatları, memleketleri, mezhepleri farklı olmalarına rağmen, topluca yalan söylemeleri imkân dâhilinde olmayan büyük bir insan topluluğu tarafından Hz. Muhammed’in apaçık mucizeler ve programlı deliller getirdiği nakledilmektedir. Bu mucizelerin bir kısmı Kur’an gibi diğer din mensuplarının da naklettiği ve bildiği mucizelerdir. Diğer bir kısmı da Müslüman veya Müslüman olmayanların delil istemeleri üzerine sahabe topluluğunun hazır bulunduğu, onların şahit oldukları ve bunların doğru olduğunu tasdik ettikleri, zamanımıza kadar ulaşan haberlerden öğrendiğimiz mucizelerdir. Bu 191 Bâkıllânî, a.g.e., s.187-188. 192 Bâkıllânî, a.g.e., s.190. 66 durumda Hz. Musa’nın peygamberliğine hükmetmenin zorunluluğu aynı yöntemle Hz. Muhammed için de geçerli kılınmış olmaktadır.193 Yahudiler, mucizeler hakkında Müslümanların haber kaynağı olan selefin, sayıca az olduğu ve dolayısıyla yalan söyleme ihtimallerinin olduğunu iddia etmelerine karşılık Bâkıllânî, aynı şekilde onlar için de Hz. Musa’nın mucizelerini nakleden selefin yalan üzere ittifak edebilecek kadar az bir topluluk olduğunu vurgulamaktadır. Nitekim Mecusiler ve Berahime bundan dolayı bahse konu haberlerin sıhhatini kabul etmemişlerdir. Yahudiler, Hz. Musa’dan nakledilen haber ve mucizelerin günümüzdeki gibi delil ifade edecek kadar çoğunlukta olan bir topluluk tarafından nakledildiğini iddia etmektedirler. Buna göre, söz konusu topluluğun huzurunda örneğin Hz. Musa’nın elinin koynundan beyaz olarak çıktığı iddia edilmiş, onlar da bunu inkâr etmemişlerdir. Bâkıllânî, Yahudilerin bu iddialarına karşılık olarak; durumun Müslümanlar için de aynı şekilde olduğunu savunur. Buna göre, bugün delil olarak kabul edilebilecek çoğunlukta olan Müslümanlar Hz. Muhammed’in mucizelerini kendileri gibi delil olabilecek bir topluluktan nakletmişler ve aynı zamanda bu haberleri delil olabilecek çoğunlukta bir topluluğun huzurunda aktarmışlar ve o topluluk da bunların iddialarını inkâr etmemiştir. Bu durum aynı rivayet yöntemiyle günümüze kadar ulaşmıştır.194 Bâkıllânî Yahudilerin, Müslümanların Hz. Peygamber’in mucizeleri ile ilgili yaptığı nakillerin, sayı bakımından yalan olmasını mümkün görmelerini eleştirmektedir. Ona göre, Eğer Müslümanların bu iddialarında yalan söylemeleri mümkün ise Yahudilerin bütün iddia ve nakillerinde de aynı şüphe mevcuttur. Aynı şekilde benzerleri olan Hıristiyanlar ve Mecusilerin naklettiklerinde de bu ihtimal mevcut olur. Bu durumda haberleri ve haberlerden kaynaklanan bilgiyi inkâr etme sonucu çıkmaktadır. Bunun neticesinde Yahudilerin bahse konu bilgileri delil üzerine aldıklarına dair sözlerinde yalancı olabileceklerini kabul etme gereği ortaya çıkmaktadır. Söz konusu yöntemle yola çıkıldığında bu neticeden kurtulmanın yolu bulunmamaktadır. Ayrıca Yahudilerin bu gün iddia ettikleri şeyler doğru ve gerçekten 193 Bâkıllânî, a.g.e., s. 190-191. 194 Bâkıllânî, a.g.e., s. 191. 67 seleflerinden alınmış olsaydı; İlhad ehli, Berahime, Düalistler, Mecusiler, Tabiatçılar ve Müneccime bu haberleri zaruri olarak bilirlerdi. Durum böyle olmadığına göre ve bu sayılan gruplar, bu haberleri inkâr ettiklerine göre, bunların sahih oluşuna dair iddialar kesin bilgi ifade etmemektedir.195 Yahudilerin iddialarından biri de, Hz. Musa’nın mucizelerini kendilerine nakleden selefin doğruluğunu zorunlu olarak değil de istidlali olarak kabul ettiklerini ifade etmeleridir. Çünkü huzurlarında naklettikleri kişiler onları inkâr etmemişlerdir. Buna karşılık aynı durumun benzeri Hz. Peygamber’in mucizelerinde de vardır. Onlar da bu şekilde bir istidlal ile bilinmektedir. Bâkıllânî’ye göre Yahudiler, bunların doğruluklarına delalet edecek şekilde düşünmedikleri için bunu bilemediler.196 Bâkıllânî, Yahudilerin Hz. Musa’nın mucizelerinin nakil itibariyle de doğruluğu ve ona uymanın zorunluluğu konusunda; Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanların; yani tüm semavî din mensuplarının icmaının delil olduğunu, Hz. Muhammed ve Hz. İsa’nın mucizeleri konusunda böyle bir icmaın söz konusu olmadığı şeklindeki görüşlerini reddetmektedir. Buna göre, Berahime ve Mecusiler gibi çeşitli din mensuplarının bu nakilleri inkâr etmesi ve neticede reddetmesi bu mucizelerin batıl oluşunu gerektirmediği gibi Yahudilerin de Hz. Muhammed ve İsa’nın mucizelerini reddetmeleri onların batıl oluşunu gerektirmez.197 Yahudilerin, farklı din mensuplarının Hz. Musa’nın mucizelerini kabul etmelerini, bu haberlerin doğruluğuna delil olarak zikretmelerine karşılık Bâkıllânî, bu durumun Hz. Peygamber’in mucizelerinde de söz konusu olduğunu ifade eder. Buna göre Müslüman ve İseviler ayrı dinden oldukları halde Müslümanların Hz. Peygamber’in mucizeleri konusundaki haberlerinin doğruluğunu kabul etmektedirler. Şayet İsevilerin Hz. Muhammed’in mucizelerini Müslümanlardan aldığı ve bu durumda ikisinin aslında tek bir fırka olduğu ileri sürülürse, Bâkıllânî’ye göre aynı şey Hz. Musa’nın mucizeleri için de geçerlidir. Çünkü Müslümanlar ve Hıristiyanlar bunları Yahudilerden almışlardır. Bu durumda üçü birden aslında tek bir fırka olacaktır. Yine 195 Bâkıllânî, a.g.e., s. 191-192. 196 Bâkıllânî, a.g.e., s. 192-193. 197 Bâkıllânî, a.g.e., s. 193. 68 aynı şekilde bu temellendirmeden zorunlu olarak Hz. İsa’nın mucizelerinin doğruluğu ortaya çıkar. Çünkü Hıristiyanlar ve İseviyye bu mucizelerin sıhhati konusunda icma etmişlerdir. Bu durumda iki netice ortaya çıkar: Ya Hz. İsa’nın mucizelerini kabul ederler ki bu durumda dinlerini terk etmiş olurlar. Ya da bundan kaçınırlar, bu durumda da delillerini terk etmiş olurlar.198 Yahudilere göre Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın mucizelerine teslis gibi aklın muhal gördüğü şeyleri kattıklarından dolayı onların diğer nakillerinin de bir bilgi değeri yoktur. Bâkıllânî ise Hıristiyanların teslis, hulul ve ittihad gibi düşüncelerinde hata etmelerinin, onların Hz. İsa’nın kör ve sağırları iyileştirdiği, suyun üzerinde yürüdüğü şeklindeki nakillerinin yanlış olduğunu gerektirmez. Aynı şekilde, Yahudilerin Hz. Musa’nın mucizelerini nakletmeleri de bu anlayışa göre batıl olmuş olur. Çünkü onlar da bu nakillere aklın muhal gördüğü şeyleri eklemişlerdir. Örneğin teşbih ve tecsime gitmişlerdir. Allah’ı cisim, suret sahibi, mütenahi, sınırlı, beyaz saçlı ve sakallı kabul etmişler; kulların zulüm ve yeryüzündeki fesatlarından dolayı hüzünlendiğini, tufan ve âlemi boğmasından dolayı pişman olduğunu ifade etmişlerdir. Böylelikle Yahudiler bu konuda Hıristiyanların teslis ve ittihad anlayışlarından daha fazla cehalet ve hataya düşmüşlerdir.199 Yahudiler, Müslümanların peygamberlerinin alametlerini nakletmelerinin diğer din mensuplarının muhalefetine rağmen delil olmasını reddetmektedirler. Buna karşın Bâkıllânî, aynı durumun Yahudiler için de söz konusu olduğunu ifade etmektedir. Buna göre Yahudiler, Hz. Musa’nın mucizelerini daha Müslümanlar ve Hıristiyanlar var olmadan önce ve bu mucizeleri onlarla beraber nakletmeden önce ve aynı zamanda bu mucizeleri inkâr eden bir takım gruplar varken nakletmişlerdir. Şayet diğer din mensuplarının muhalefeti haberin delil olmasını engellemiş olsaydı Hz. Musa ile ilgili haberlerin de delil olması söz konusu olmazdı.200 198 Bâkıllânî, a.g.e., s. 193. 199 Bâkıllânî, a.g.e., s. 194. 200 Bâkıllânî, a.g.e., s. 195. 69 Bâkıllânî, Yahudilerin nakledilen haberlerin sıhhati konusunda şart koşmuş oldukları, nakledenlerin zillet yurdunda olmaları ve cizye alınan kimseler olmaları şartını reddetmektedir. Bu temellendirmeye göre bize gelen tarihi haberlerin sıhhati zorunlu değildir. Çünkü bize gelen, zillet ehli ve cizye verenlerden varid olmamıştır. Ayrıca bu illetten, Hıristiyanların Hz. İsa’nın mucizeleri konusunda naklettiklerinin sıhhati de gerekli olur. Çünkü onlar zillet yurdunda idiler ve cizye verenlerdendiler. Ayrıca bu durumda zillet yurduna düşmeden önce ve cizye alınmadan önce Hz. Musa’nın nübüvvetine ve getirdiği şeylere inanma zorunluluğu da düşer. Şayet Yahudiler bunu kabul ederlerse dinlerini terk ederler. Bunu kabul etmezlerse öne sürdükleri şart batıl olur.201 Ayrıca bu temellendirmeye göre Hıristiyanlar, İseviler ve Müslümanların ortaklaşa naklettikleri Hz. İsa’nın mucizelerinin sıhhati zorunlu olur. Çünkü Diğer iki grup da cizye vermekte ve zillet yurdundaydılar. Aynı şekilde Müslümanların Hz. Muhammed’in mucizelerini nakletmeleri de sahih olur. Çünkü cizye ehli olan İseviyye bunu kabul etmektedir. Yahudiler Hz. Musa’nın mucizelerini nakledenlerin bu mucizeleri kılıç zoruyla nakletmemelerini şart koşmuşlar ve Hz. Muhammed’in mucizelerinin kılıç zoruyla nakledilmiş olduğunu iddia etmektedirler. Bâkıllânî bu iddiayı reddetmekte ve bu iddianın bir iftira olduğunu ifade etmektedir. Buna göre Müslüman olan ve şahadeti ikrar eden hiç kimse Hz. Peygamber’in mucizelerini nakletmeye zorlanmaz. Bâkıllânî, bu şarta göre aynı durumun Yahudiler için de söz konusu olduğunu ifade etmektedir. Buna göre Hz. Musa’nın şeriatında da dinden dönenin öldürülmesi hükmü vardı. Bu itibarla Yahudilerin de Hz. Musa’nın mucizelerini nakletmeye kılıçla zorunlu tutuldukları veya onların seleflerinin Hz. Musa’nın dinine; reislik, dünya malına rağbet ve sevgi sebebiyle girdikleri ve daha sonra da ölüm korkusuyla dinden çıkmaya cesaret edemedikleri ve bu mucizeleri nakletmek zorunda kaldıkları ihtimali söz konusudur.202 201 Bâkıllânî, a.g.e., s.196. 202 Bâkıllânî, a.g.e., s.197-198. 70 Ayrıca Yahudilerin bu temellendirmelerinden Hz Peygamber’in ve Hz. İsa’nın mucizelerinin doğruluğu zorunlu olur. Çünkü kılıçla nakletmeye zorlanmamış olan İseviler de bu mucizeleri nakletmektedirler.203 Yahudilerin çoğu kesin bilgiyi gerektirecek haberin şartları olarak; nakledenlerin sayı bakımından ve yer açısından sınırlı olmamasını, atalarının ve neseplerinin farklılaşmasını; hedeflerinin, iddialarının farklı olmasını, kılıçla nakle zorlanmamış olmalarını, aklın muhal gördüğü şeyleri haberlerine eklememelerini, zillet yurdunda ve cizye ehli olmalarını şart koşmuşlardır. Onlara göre bütün bu şartlar Yahudilerin nakillerinde mevcuttur. Fakat Müslümanların, Hıristiyanların Mecusilerin nakillerinde mevcut değildir. Çünkü Müslümanlar kılıçla ve nakle zorlanmışlar; Mecusiler ikinin kadim oluşunu, nura ibadeti ve onun bir şahıs olduğunu iddia etmişler; Hıristiyanlar da teslisi ifade etmişlerdir. Bütün bunlar ise aklın muhal gördüğü şeylerdir. Bu itibarla Hz. Musa’nın mucizelerinin doğruluğuna hükmetme zorunluluğu, Hz. Muhammed, Hz. İsa ve Zerdüşt’ün mucizeleri için söz konusu değildir. Bâkıllânî, ataların farklı olması, neseplerin ve vatanların farklılığının şart koşulmasının herhangi bir mana ve gereğinin olmadığını ifade etmiştir. Çünkü tek bir belde ehlinin, tek bir atadan olan insanların veya tek bir din ve nesep sahiplerinin, tevatür ehli olmaları şartıyla yapmış oldukları nakiller zorunlu bilgi ifade eder. Aynı şekilde nakledenlerin haberlerine aklın muhal gördüğü şeyleri eklememiş olmaları şartı ise batıldır. Çünkü tevatür ehlinden yalan vaki olması mümkün değildir. Aklın muhal gördüğü şey de yalandır.204 2. Neshin İmkânsızlığının Naklî Delilleri Yahudiler Hz. Musa’nın şeriatının daha sonra gelen peygamberler tarafından nesh edilmesinin mümkün olmadığını iddia etmektedirler. Bu iddialarına Hz. Musa’ya izafe ettikleri “ Gökler var olduğu müddetçe şeriat ebedi olarak kalacak ve size gerekli olacaktır. Bu şeraitte ne bir nesih ne de bir değişiklik söz konusu değildir.” gibi sözleri 203 Bâkıllânî, a.g.e., s.198. 204 Bâkıllânî, a.g.e., s.202. 71 delil olarak göstermektedirler. Bâkıllânî ye göre bu söz, sahih olsa bile Hz. Musa’nın bu sözden maksadı tamamen neshi reddetmek ve kendisinden sonra mucize verilen bir peygamber gelmiş olsa bile şeriatının baki kalacağını iddia etmek değildir. Bu sözden maksat bu şeriatın neshine davet eden ve mucize gösteren bir peygamber gelmedikçe bu şeriatın baki kalmasıdır. Çünkü akıl, mucize gösterip söz konusu şeriatı neshetmeyi öngören peygamberi tasdik etmeyi zorunlu görür. Ayrıca akıl, şeriatın hükümlerinin ölüm ve acz ile düşmesini de zorunlu görür. Bu itibarla Hz. Musa’ya izafe edilen “Gökler ve yer baki kaldıkça şeriat geçerlidir” sözünün anlamı aslında “sizler var olduğunuz müddetçe yani ölmediğiniz müddetçe şeriatın hükmü geçerlidir” demektir.205 Yahudiler Hz. Musa’ya izafe ettikleri “Emrettiklerim ve nehyettiklerimde bana uyarsanız gökler ve yer gibi mülkünüz de sabit olur” sözünü de neshin imkânsızlığı konusunda delil olarak kullanmaktadırlar. Fakat Bâkıllânî, bu sözün delil olarak kullanılamayacağını ifade etmektedir. Çünkü bu sözde şeriatın neshedilmeyeceği, kendisinden sonra peygamber gelmeyeceği veya şeriatın ebedi olacağına dair herhangi bir ifade mevcut değildir.206 Bâkıllânî, Yahudilerin Hz. Musa’ya izafe ettikleri “Şeriatın ebediliği, onda herhangi bir neshin söz konusu olmadığı ve insanların bu şeriatın hükümleriyle ebediyyen muhatap olduğu” şeklindeki sözlerin neshin imkânsızlığına delil teşkil etmediğini, çünkü Hz. Musa’nın dilinin İbranice olduğunu, Yahudilerin ise bu sözleri başka dillere tercüme edip naklettiklerini ifade etmiştir. Buna göre, bir dilden diğer dile yapılan tercümede ve nakillerde hata ve tahrif söz konusu olmaktadır. Ayrıca tercümeye tefsir de katılmaktadır. Bu itibarla bu sözleri delil olarak gösteren Yahudilerden sözlerin aslı olan İbranicesi talep edilir. Bu konuda da aynı şekilde kendi aralarında büyük bir ihtilaf içerisinde oldukları görülür.207 Bâkıllânî, Hz. Peygamber ile nübüvvetin tamamlandığı ve ondan sonra herhangi bir peygamber gelmeyeceğinin en önemli delilinin ondan rivayet edilen “benden sonra peygamber yoktur” hadisinin olduğunu ifade etmektedir. Yahudilerin 205 Bâkıllânî, a.g.e., s.204-205. 206 Bâkıllânî, a.g.e., s.207. 207 Bâkıllânî, a.g.e., s.209. 72 buna benzer sözlerin Hz. Musa’dan da nakledildiği ve bunların kendisinden sonra peygamber gelmeyeceğinin delili oldukları şeklindeki itirazlarına karşın Bâkıllânî Müslümanların bu nakilleriyle Yahudilerin nakilleri arasında üç temel fark olduğunu belirtir. Buna göre: 1. Hz. Peygamber’den nakledilen hadis bizzat Resûlüllah’ın sözü olup bunda tahrif veya hata imkânı verebilecek herhangi bir tefsir ve tercüme söz konusu değildir. Yahudilerin Hz. Musa’dan naklettikleri söz ise bir dilden başka bir dile çevrilmiş ve tefsir edilmiştir. 2. Hz. Peygamber “Benden sonra peygamber yoktur” sözüyle beraber “ve nebilerin de son halkası”208 mealindeki ayeti de ifade etmiştir. Ayrıca kendisinden sonra bir peygamberin gelmesi noktasında her türlü imadan kaçınmış ve kendi döneminde veya kendisinden sonra peygamberlik iddia eden herkesin yalanlanmasını emretmiştir. Hz. Musa ise kendisinden sonra gelecek peygamberlerin tasdik edilmesini emretmiştir. Ayrıca Yahudiler Hz. Musa’dan sonra gelen Yuşa, Elyasa’, Davut ve Süleyman peygamberlerin nübüvvetini de kabul etmişlerdir. Hz. Peygamber ise kendisinden sonra gelecek bir peygambere inanmayı apaçık bir şekilde reddetmiştir. 3. Peygamberler dini anlamda söylemiş oldukları şeyleri Allah’ın vahyi ile söylemektedirler. Şayet Yahudilerin şeriatın ebediliğine dair rivayet ettikleri haberler gerçekten Hz. Musa’nın Allah’ın bildirmesiyle söylemiş olduğu sözler olsaydı, Allah’ın bu şeriatın neshedildiği ve değiştirildiğini iddia eden sonraki peygamberlere çeşitli mucizeler vermesi söz konusu olmazdı.209 3. Neshin İmkânsızlığının Aklî Delilleri Yahudiler şeriatın neshinin mümkün olmadığı inancına akli delil olarak Allah’ın emretmiş olduğu bir şeyi daha sonra nehyetmesinin, O’nun sefihliğine delalet edeceğini 208 el-Ahzab, 33/40. 209 Bâkıllânî, a.g.e., s.210-211. 73 ileri sürmüşlerdir. Buna göre Allah’ın emrettiği şeyler maslahat, nehyetttiği şeyler ise mefsedet olmayı gerektirir. Bize nehyetmiş olduğu bir şeyi daha sonra emretmesi O’nun sefih olmasını gerektirir. Çünkü ya mefsedet olan bir şeyi emretmiş veya maslahat olan bir şeyi de nehyetmiş olur. Allah’ın sefih olması mümkün olmadığına göre emrettiği bir şeyi daha sonra nehyetmesi de aklen caiz değildir. Buna karşın Bâkıllânî, maslahat ve mefsedet kavramlarının zamana ve mekâna bağlı olarak değişebildiğini ifade eder. Buna göre örneğin, açlık, susuzluk ve hastalık anında yeme, içme ve tedavi fiilleri maslahat olmasına karşın; tok iken, susamamışken ve hasta değilken bunları yapmak mefsedet haline gelir. Hatta bazı ibadetler dahi bazı vakit ve mekânlarda mefsedet halini alabilir. Bu itibarla Allah’ın Hz Musa döneminde emretmiş olduğu bir şey daha sonraki dönemlerde mefsedet halini almış ve Allah da onu nehyetmiş olabilir.210 Bâkıllânî, ayrıca emredilen şeyin yerine getirilmeden önce mükellef üzerinde meşakkat olduğu ve bütün diğer sorumluluklarını da terk etmeğe sevk edici olduğu; ayrıca sorumluluğun hafifletilmesi lüzumlu görüldüğü takdirde söz konusu emrin nehyedilmesinin bir maslahat ve lütuf olduğunu ifade eder. Yine Bâkıllânî kâinatın ve içindeki tüm unsurların devamlı bir değişmeye tabi olduğunu ifade eder. Hastalıksağlık, mutluluk- keder, hareket- sükûn, sıcaklık- soğukluk gibi haller devamlı bir şekilde deveran eder. Bütün bunlar, yüce yaratıcının sefih olduğunu değil de onun kudretini ve maslahat veya mefsedetin zaman ve mekâna göre değişiklik arz ettiğini ifade eder.211 210 Bâkıllânî, a.g.e., s.212-213. 211 Bâkıllânî, a.g.e., s.215. 74 SONUÇ 75 Dünya fikir ve düşünce tarihinde, sosyal hadiselere paralel olarak tartışılan konular, fikir hayatına giren kavramlar ve oluşan düşünsel ekoller vardır. Bu açıdan son iki asır, insanlık tarihinin en yoğun ve karmaşık dönemlerindendir denilebilir. Gelişen teknolojiyle beraber ulaşım ve iletişim imkânlarının da hızla yaygınlaşması, bilgiye ulaşmanın kolaylaşması, dünyanın küresel bir köy haline gelmesi, değişik inançlar, kültürler ve medeniyetlerle ilgili tartışmaları beraberinde getirmiş, birçok yeni kavram üretilmiş, farklı fikri yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bu açıdan zamanımızda beynelmilel sempozyumlarda tartışılan, devletlerin iştirak ettiği projeler düzenlenen, “diyalog”, “ medeniyetler ittifakı” gibi, bizi oldukça yakından ilgilendiren yoğun çalışmalara ve söylemlere tanık olmaktayız. Kavramların anlaşılmasında, kavramların ortaya çıktığı ortam, muhataplarının durumu yani tarihi arka plan oldukça önemlidir. Söz konusu Kur’an’la ilgili bir kavramsa, onu Hz Peygamber’in ve ona yakın kuşakların anlama biçimi daha da önemli hale gelmektedir. Bugün, düşünce dünyasında, sosyal hayatta, hatta siyasal söylemlerde sıkça karşılaştığımız, diyalog vb söylemlere bağlı olarak kullanılan, ayrıca, başlı başına Kur’an’da dini bir kimliği ifade eden bir kavram olarak zikredilen ve İslam hukukunda belirleyici bir kavram olması münasebetiyle “Ehl-i Kitap” ifadesinin doğru anlaşılması gerekmektedir. Bunun için tarihi arka planın ve tarihsel süreçteki algılanış biçiminin de önemli olduğu aşikârdır. Geçmişi olduğu gibi bugüne taşımanın imkânsızlığı ve anlamsızlığı açık olmakla beraber, geleceğin inşasında, geçmişin bilim birikiminin bilinmesinin de faydası inkâr edilemez. Öyleyse Ehl-i Kitap gibi, mevcut popüler tartışmalar içersinde ve Müslüman, Yahudi, Hıristiyan toplumların birbiri ile olan münasebetlerinde oldukça önemli bir kavramı kullanırken veya tanımlarken, geçmişteki İslami ilimlerin teşekkül etmeye başladığı dönemin ilmi birikiminden de faydalanmayı bulmaktayız. Biz araştırmamızda ilk dönemlerde Ehl-i Kitap teriminin nasıl yorumlandığını anlamak ve o dönemin fikri tartışmalarının niteliğini öğrenmek için, dönemin aktif üç kelam ekolünün düşüncesini yansıtan üç büyük âlimin Ehl-i Kitap düşüncesini ortaya çıkarmayı ve kavramayı hedefledik. Bu münasebetle araştırmamızda Ehl-i Kitap 76 teriminin tanımlamasından öte, Ehl-i Kitap olarak tanımlanan Yahudi ve Hıristiyanlara yönelik betimleyici veya eleştirel yaklaşımları gün yüzüne çıkarmaktır. Değişik dönemlerde ilahi vahye muhatap olan Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki sosyal münasebetler ve fikri tartışmalar bugün olduğu gibi tarih boyunca da canlılığını korumuştur. İslam dini kendisinden önce var olan dinlerdeki hataları indirilen düzelten ve kıyamete kadar bozulmadan devam edecek olan son ilahi din olması münasebetiyle, diğer din mensuplarını tanıtarak onlarla ilgili münasebetleri düzenlemesi açısından önemlidir. Doğal olarak Kur’an’dan önce gelmiş olan vahyin mensuplarından Kur’an’ı kabulde zorlanan Yahudiler ve Hıristiyanlar, tahrif ettikleri inançlarını savunmaya çalışmışlardır. Buna karşılık İslam âlimleri Kur’an’dan hareketle Yahudiliği ve Hıristiyanlığı inceleyerek zaman zaman reddiyeler kaleme almışlar ve İslamın vahyinin orijinalliğini ortaya koymaya çalışmışlardır. Biz bu çalışmamızda bu uzun tarihsel sürecin ve yoğun fikri tartışmaların kısa ama önemli sayılabilecek önemli kesitinden bahsetmeye çalıştık. Kısa, çünkü ilk dönemle sınırlı; önemli, çünkü o dönemlerde vahyin indiği ortamı tanıyan insanların Ehli- Kitab’a yazdıkları reddiyeler hem Kur’an’ın indiği döneme daha yakın olması hem de dönemin fikir dünyasını yansıtması açısından önemlidir. Çalışmamızın konusunu teşkil eden âlimlerin eserlerine baktığımızda genel anlamda reddiye niteliği taşıdıklarını görmekteyiz. Yapılan reddiyeler daha ziyade Ehl-i Kitab’ın kendilerine gelen ilahi vahyi tahrif ettikleri noktasından hareketle dinin temel ilkeleri etrafında yoğunlaşmaktadır. Her üç âlimin eleştirilerinin bu din mensuplarının tevhit inançlarını bozdukları ve nübüvvet müessesesini bağlamından kopardıkları konusunda birleştiğini görmekteyiz. Çünkü nübüvvet ve tevhit, ilahi dinlerin en temel iki özelliğidir. Bu eleştiriler yapılırken Kur’an’ın belirlediği ilkeler göz önünde bulundurulmakla beraber muhatapların durumuna uygun yöntemler de izlenmiştir. Özellikle dikkat çekici olan ve belirtilmesi gereken husus, Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa eleştiri yapılırken Kur’an’ın yaklaşımıyla yetinilmemiş aynı zamanda mantıki deliller ve akli istidlallere de fazlaca yer verilmiştir. Ayrıca eserlerini incelediğimiz âlimlerin eserleri, bugünkü tartışmalara kaynak gösterilecek kadar önemli olmaları münasebetiyle 77 onların yaptıkları değerlendirmelerin doğru anlaşılması bugünkü tartışmalarda daha doğru bir yaklaşım sergilememize katkıda bulunacaktır. Yapılan bu çalışma yaşanmış bir döneme ışık tutmakla beraber bugünün fikir dünyasına ve tartışmalarına da katkıda bulunacağı kanaatindeyiz. 78 KAYNAKÇA Abdülbaki M. Fuad, Mucemu’l- müfehres li elfazi’l Kur’ani’l Kerim, Beyrut, 1994. Arslantaş Nuh, Emeviler Döneminde Yahudiler, İstanbul,2005. Atçeken İsmail Hakkı, “Asr-ı Sadet’te Yahudilerle İlişkilere Genel Bir Bakış” Diyanet İlmi Dergi (Hz. Muhammed (s.a.v.) Özel Sayısı), Ankara,2003. Aydın Mehmet, “Kur’an-ı Kerim’in Işığında İslam-Hıristiyan Münasebetlerinin Bir Analizi” Diyanet İlmi Dergi (Hz. Muhammed (s.a.v.) Özel Sayısı), Ankara,2003. Bağdadi Hatib, Tarih-u Bağdad, Beyrut ( Dâru’l-kutubi’l-ilmiyye), ts. Bâkıllânî Ebu Bekir, et-Temhid (thk. Ahmet Haydar), Beyrut,1993. -----, İ’cazü’l-Kur’an, Kahire,1349. Bebek Adil, Matiridi’de Günah Problemi, İstanbul,1998. -----, Olağanüstü Olaylar ve Aralarındaki Farklar, İstanbul,1998. Can Mustafa, Matüridi’ye Kadar Nübüvvete Karşı Çıkanlar ve Matüridide Nübüvvet Anlayışı, (Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü- Doktora Tezi), İstanbul,1997. Cürcani Seyyid Şerif, Kitabü’t-Ta’rifat, ts. el-Cahız Ebu Osman Amr b. Bahr, Er-redd ale’n-Nasara (thk.Abdullah eşŞerkavi), Beyrut,1991. Erdem Mustafa, “Cahiz ve “el-Muhtar Fi’r-Redd Ala’n-Nasara” İsimli Risalesi, AÜİFD, c.31. Gölcük Şerafeddin, “Bakıllani”, DIA, İstanbul,1991. -----, Bâkıllânî ve İnsan Fiilleri, Ankara,1997. Gündüz Şinasi, “Ehl-i Kitabın Kimliği Sorunu ve Ebu Hanife ile Çağdaşlarının “kitab” Terimi Merkezli Yaklaşımları”, İslami Araştırmalar Dergisi, İstanbul,2002. -----, Din ve İnanç Sözlüğü, Ankara,1998. Güner Osman, Resulullah’ın Ehl-i Kitap’la Münasebetleri, Ankara,1997. Harman Ömer Faruk, “İncil”, İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İstanbul,1997. 79 Hasan İbrahim Hasan, (Siyasi-Dini-Kültürel-Sosyal) İslam Tarihi (trc.Heyet), İstanbul,1985. IA “Cahız”, IA, İstanbul,1988. Işık Kemal, Matüridi’nin Kelam Sisteminde İman, Allah ve Peygamberlik Anlayışı (Ankara Üniversitesi- Doçentlik Tezi), Ankara,1974. İbn Kutluboğa Zeynüddin Ebi’l-Kasım , Tacü’t-Teracim, Beyrut,1992. İbn Manzur, Lisanü-l Ara, Beyrut,ts.. Kaya Remzi, “Ehl-i Kitap”, DİA, İstanbul,1994. Kesler Fatih, Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler ve Hıristiyanlar, Ankara,2004. Mâtürîdî Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed. b. Mahmud, Kitabü’tTevhid, (thk. ve trc. Prof. Dr. Bekir Topaloğlu) Ankara,2002. -----, Te’vilatü’l-Kur’an, (thk. Dr. Mehmet Boynukalın), İstanbul,2005. -----, Te’vilatü’l-Kur’an, (thk. Hatice Boynukalın), İstanbul,2006. Mes’ûdî Ali b. Hüseyin, Mürûcu’z-zeheb (nşr. Muhammed Muhyiddin Abdülhamid),1964. Mühenna Abdülemir Ali, Resailü’l-Cahız, Beyrut,1988. Özen Şükrü, “Matüridi”, DİA, Ankara,2003. Öztürk Levent, İslam Toplumunda Birarada Yaşama Sanatı, İstanbul,1995. -----, İslam Toplumunda Hıristiyanlar, İstanbul,1998. Şeşen Ramazan, “Cahiz”, DİA, İstanbul,1993. -----, el-Cahız ve Türklerin Faziletleri, İstanbul,2002. -----, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, Ankara,1967. Şibay Halim Sabit, “Bakıllani”, IA, İstanbul,1979. Tanci Muhammet Tavit, “Ebu Mansur el-Matüridi”, AÜİFD, Ankara,1955. Tehanevi Muhammed Ali, Keşşaf-u ıstılahati’l-Fünün (thk. Ali Duhruc), Beyrut,1996. Tunçbilek Hasan Hüseyin, “Bakillani’nin Hayatı ve Bazı Kelami Görüşleri”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Şanlıurfa,1998. Yeprem M. Saim, İrade Hürriyeti ve İmam Mâtürîdî, İstanbul,1997. Yiğit İsmail, “Emeviler”, DİA, İstanbul,1995. Zehebi Muhammed b. Ahmed, Siyer-u A’lamin’nübela (Şuayb el-ArnaûdMuhammed Nuaym el-Arksûsî), Beyrut,1983. 80