nmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcv bnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxc vbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklz xcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjk lzxcvbnmrtyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzx cvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklz International Relations xcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjk Notes for the Final Exam lzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghj 6/13/2012 klzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfg Özgür AKIŞOĞLU hjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdf ghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmrtyuiopasdfghj klzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfg hjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdf ghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopas dfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiop asdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuio pasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyui opasdfghjklzxcvbnmrtyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiop asdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuio pasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyui AÇIKLAMA: Uluslararası İlişkiler final sınavı için hazırlanmış bu notun bir çok bölümü ders kitabının Türkçe çevirisi olduğu gibi yeri geldiğinde yorumlarımız eklenmiş ve hocanın konuyla ilgili derste değindiği ancak kitapta yer almayan kısımlar da belirtilmiştir. Kuşkusuz böylesi geniş bir dersin sınavını sadece bir notla tatmin etmek pek aklı selimin işi olmasa da; öğrenci opasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwerty mantığının önermelerine hitaben, mümkün olduğunca geniş içerikli bir not hazırlamaya çalıştık. Umarım dersle ilgili tüm sorularınıza cevap verebilen bir not olmuştur. Şimdiden kolay gelsin ve başarılar. uiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwert yuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwe ©copyright: Bu belge Özgür Akışoğlu’nun izni olmaksızın hiç bir şekilde çoğaltılamaz, kopyalanamaz ve ticari amaçlar adına kullanılamaz! rtyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmrty IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 INTERNATIONAL RELATIONS NOTES FOR THE FINAL EXAM – JUNE 2012 ÜNİTE 1’DEN NOTLAR: Interstate governmental Interstate nongovernmental UN - NATO EECUN – international Francophone Red Cross (Palestine) African States Nation-state Uluslararası ilişkilerde aktörler: En klasik uluslararası ilişkiler teorileri uluslararası alandaki temel aktörün devletler olduğunu söyler. Bu şu demektir: kararlar devletler bazında verilir, dolayısıyla uluslararası sistem devletlerin eseridir. Yapısalcı yaklaşımcılar ise ulusal olmayan, uluslararası örgütleri de aktörler dahiline katar. Hoca derste aktörleri, bireyler (individual), örgütler (organizations) ve devletler (states) olarak ayırmış. Örneğin lobiler, devlet altı (sub-state) örgütlerdir. BM, NATO, WTA devletler arası yani interstate aktörlere örnektir. Birde trans-national aktörler vardır ki bunlar doğrudan bir devlet alanı içerisinde etkide bulunmazlar genellikle evrensel değerler için uğraşılar. Mesela Greenpeace. Elbette bunların yasal olmayanları da mevcuttur: mafyalar. Dersten bir terim: Counterfactual: “What if” sorusunu sormaktır. Yani olmayan bir şeyi varmış gibi düşünmektir. Collective goods problem: Ortak mal problemi, her bir grup üyesinin bir şeye ne kadar katkıda bulunduğuna bakmaksızın grubun tüm üyelerine yararlı olan o şeyin nasıl sağlanacağı sorunudur. (p:5 par:2) Genellikle, ortak malları küçük gruplarda karsılamak büyük gruplardakinin aksine daha kolaydır. Orneğin küçük bir grupta bir kişinin sahtekarlık yaptıgını düşünün. Diyelim ki hırsızlık yapsın; böyle bir durumda bu hırsızlıgı saklamak sözkonusu o küçük grupta – 10 kişi oldugunu dusunun- Governmentalnoncentral OAU - Biafra Interstate – Individual nongovernmental Grand mufti Arab league – Al of Fatah Jerusalem daha zordur ve o hırsızı cezalandırmak daha kolaydır. Ortak mal sorunu her toplumda ve grupta olur. Nitekim, egemen devletlerin, ki bu devletler üstün bir otoriteden yoksundur yani bunların üstünde bir güç yoktur, uluslararası alanda birbiriyle eşittir. Bu asama her bir devletin ortak mal sorununun cozumu için katkı yapmasını zorlamak cok zordur; nihayetinde bir devleti müeyyide altına alacak uluslararası bir askeri/polis kuvvet/i yoktur. Öte taraftan bir devletin kendi sınırları içerisinde bu sorunu cozmeye calısması daha kolaydır. Örneğin bizler vatandas gorevi olarak vergilerle mükellefiz; yani devlet bizden parayı topluyor ve bunu devletin sınırları içerisindeki sosyal harcamalar için kullanıyor. Oysa ultra zengin bir kişi ile 5 tane koyunu olan çobanın aynı vergiyi vermediği bir ülkede devlet bu her iki vatandaşına da aynı sosyla hizmeti sunmaya çalısıyor; tanımda da gectiği gibi, kimin ne kadar vergi verdiğine bakmaksızın bunlardan sağlanan geliri herkese karsı esit sekilde kullanıyor (şimdi ultra zengin adam ile cobana aynı sosyal hizmetlerin sağlanmadıgını düşünebilirsiniz, nitekim haklısınızda. Ancak olaya teorik boyutundan bakın; amac su: herkesten verebildiği kadar vergiyi al, hepsini topla, herkese eşit dagıt. Halbuki hepimiz değirmenin böyle dönmediğini biliyoruz, işte zaten bu yüzden bunun adı ortak mal sorunu, yapılamadığı-sorun kaldıgı için). Özetle diyebilirizki, uluslararası ilişkiler açısından ortak mal sorunu devletlerin bir soruna karsı tedbir alırken bu tedbiri alma asamasında saglanan olanaklardan kimin ne kadar katkı verdiğine bakmaksızın her devlete eşit dağıtılmasıdır. Ancak her devlet kendi çıkarını koruma, devam ettirme ve hatta en yüksek 2 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 seviyeye çıkarmayı amaçladğından bu sorunun tedarik edilmesi onemli ikilemler/zıtlıklar yaratmaktadır. Dominance (Hakimiyet): Hakimiyet prensibi, ortak mal problemini üstekilerin alttakileri yönettiği bir güç hiyerarşisi kurarak çözer. Uluslararası ilişkilerde, hakimiyet prensibi bir tutam ülkenin tüm diğerlerine kurallar dikta ettiği büyük güçler sisteminin altını çizer. Bazen sözde hegemon veya süper güç baskın ulus olarak (dominant nation) büyük güçlerin üzerinde yer alır. BM güvenlik konseyi, ki orada veto yetkisini elinde bulunduran dünyanın en güçlü askeri gücü yer alır, hakimiyet prensibini yansıtır. Ortak mal sorununa çözüm olarak hakimiyet prensbinin avantajı, onun bir hükümet gibi grubun üyelerini ortak ürün için destek vermeye zorlamasıdır. Hakimiyet prensibi ayrıca grup içi açık çatışmaları en aza indirir. Ancak, dezavantajı bu istikrarın statüdeki daha düşük mevkideki üyelerin üzerinde sürekli bir baskı oluşturması ve onların darılmasına sebebiyet vermesidir. Uluslararası ilişkiler alanında, büyük güçler sistemi ve süpergüç hegemonyası nispeten barış ve istikrar on yıllık periodlar için sağlayabilir ancak sonunda büyük güçler arasında büyük savaşlarla kırılabilir. (p:6, par:3,4,5) sanayisine büyük yatırımlar yaptı. Silahlanma yarısı sadece sözkonusu bu iki devlet arasında da olmadı elbez. Sözgelimi, bu iki devletin başını çektiği Batı ve Doğu blokuna dahil diğer devletlerde silahlanma yarısına girdi. Yani karsılıklılık ilkesin dahilinde yorumlarsak, sen silahlanırsan ben de silahlanırım diyen devletler neticede dünyanın sonunu getirebilecek miktarda ve güçte silah depoları oluşturmuşlardır. Bir de iyi yandan bakarsak diyebilirizki, devletler özellikle de ticari anlaşmalarda reciprocity ilkesini takip ederler: örneğin ticari bir anlaşma cercevesinde limanlarını A devletine açan B devleti, A devletinden B devletine limanlarını acmasını bekler, kaldıki sistemde bir çeşit gelenek halini almıs bu durum devletlerce pratikte de uygulanır. Uluslararası ilişkilerde, karşılıklılık prensibi normların çoğunun temelini ve milletarasındaki enstitütileri şekillendirir. IR’da çoğu merkezi düzenleme, tıpkı Dünya Ticaret Örgütü düzenlemeleri gibi, işbirliğinin temel taşı olarak karşılıklılığı açıkça tanır. Örneğin, bir ülke pazarını diğer bir ülkenin mallarına açarsa, karşılık olarak diğeri kendi pazarını açar. Olumsuz bir taraftan, karşılıklılık prensibi her bir taraf diğerinin silah edinmesine cevap verdikçe oluşan silahlanma yarışını besler. (p:7, par:3) Ancak karşılıklılık hem pozitif alanda (sen benim sırtımı kaşı ben de seninkini) hem de negatif alanda (göze göz, dişe diş) işler. Karşılıklılık prensibinin ortak mal sorununa çözüm olarak bir dezavantajı, bir taraf öbür tarafın yaptığının negatif olduğuna inandığı şeyi cezalandırdığı müddetçe sürekli bir düşüşe sebep olur. (p:7, par:2) İdentity (Kimlik): Ortak mal sorununa üçüncü muhtemel çözüm bir toplumun üyeleri olarak katılımcılarının kimliğinde yatar. Hakimiyet ve karşılıklılık prensipleri bireysel kendi çıkarları elde etme fikri üzerinde hareket etmesine rağmen (ne alabilirsen alarak ya da karşılıklı yararlı düzenlemelerle), kimlik prensibi kişisel çıkara dayanmaz. Aksine, bir kimlik/özdeş toplumun (identity community) üyeleri o toplumdaki diğer üyelerin çıkarlarını dikkate alır ve yettiği ölçüde kendi çıkarlarını diğerlerine fayda sağlamak adına fedakar eder. Bu prensibin kökü aileye, geleneksel aileye ve hasım gruplarına uzanır. Bir ailenin üyelerinin birbirini düşünmesi gibi, bir etnik grubun, cinsiyet grubunun, bir ulusun ya da dünya bilimcilerinin üyeleri de kendi üyelerini önemserler. Örneğin, silahlanma yarısını hatırlayın. Soğuk savaş doneminde Amerika Birleşik devletleri silah ve de ozellikle atom teknolojisini geliştirirken, savaşın diğer tarafı olan Rusya elbetteki bundan geri kalmadı ve ağır silah Örneğin, gecen yıl Van’da yaşanan depremin yıkımını sarmak için özellikle ekonomik olarak nispeten daha iyi olan batı şehirlerinden bölgeye yardım yağmıştır. Bu yardımların altında yatan bir sebep olarak, uluslararası Karşılıklılık (reciprocity): Karşılıklılık prensibi ortak mal sorununu gruba katkı sağlayan davranışı ödüllendirerek yahut grubun içinde kendi çıkarının peşine düşen hareketi cezalandırarak çözmeye çalışır. Karşılıklılık anlamak için çok kolaydır ve bireyleri ortak mal için işbirliğine sokacak sağlam bir yol yaparak merkezi bir otorite olmaksızın desteklenebilir .(p:6, par:6). 3 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 ilişkiler teorisi tabanında, söylenebilirki oradaki insanların Türk vatandaşı olmasının getirdiği bir kimlik ortaklıgıdır. Etnik açıdan kiminiz, deprem mağdurlarının çoğunun yahut hepsinin Kürt oldugunu soyleyebilir ve hatta ortak kimlik tabanını reddedebilirsiniz. Su adama identity princible, “insan olmanın getirdiği ortak zemin” diyerek sizi cevaplayacaktı. Topkı, dünyada birbirini tanımayan, anlamayan, hiç görmemiş, farklı milyonlarca insanın, tusunami, deprem ve kasırgalardan sonra bu uluslararası afetleri desteklemek adına sırf insanlığın üyeleri olmanın verdiği paylaşılan kimlikle yardım fonları oluşturur. (p:7) Prensip Dominance: Avantajlar Düzen, istikrar, öngörebilirlik Recipropcity: Karşılıklı işbilirliği için özendirme Identity Sakıncalar Baskı, gücendirme Sürekli düşüş, karmaşık hesaplamalar Grup için Dış grubu fedakarlık, çıkarları kötülemek yeniden tanımlama 3 Prensibin Uluslararası Bir Konuya Uygulanması İle İlgili Bir Örnek: Şimdi nükleer silahların yayılması problemini düşünün. her ülkenin buradaki ortak malı nedir: barıs ve istikrar (buradan da anlaşılacağı collective good problemini alınıp satılabilien, ticari, maddi bir öge olarak gormeyin sadece. Küresel ısınma ya da açlı veya kuraklık da ortak mal sorunana ornektir). Şimdi nükleer silah geliştiren ve üreten ülkelerin sayısının her geçen yıl arttıgı bir dünyada bu sorun-yani barıs ve istikrarın sürdürülmesi sorunu- nasıl olacak da çözülecek? Bir tane devletlerin üzerinde oturan şöyle adam akıllı bir askeri güç yokki nükleer silah üreten ülkeye girsin, sen misin nükleer silah üreten, al sana nükleer silah diyip üzerine yüzyetmiş iki tane atom bombası atsın, tehlikeyi ortadan kaldırsın; tamam, öyle yapmasın da gitsin o şerefisize terlik fırlatsın sen neden uslu durmuyon diye. Aha bak, Kuzey Kore atom bombası telaşında. Nerde benim terliğim. Özgür kendine gel: geldim Kuzey Kore en son gecenlerde bir deneme yaptı, her ne kadar basarısız olsa da, ama goruldiki çok gelişmemiş bir ülke de bu silahları uretebilecek konuma geldi. Neyse gelelim asıl soruya: nasıl onlecek bu, sorun nasıl cozulecek. İşte bu asamada verdiğimiz cevaplar ya da çözüme yaklaşımlarımız bizim presiplerimiz olacak. Nükleer yayılmaya bir yaklaşım, çogunuzun bildiği gibi, bu silahlara sahip olan beş devlete meşruyeti vermektir. Nitekim bu sadece bir yaklasım değil, gunumuzdeki soz konusu durumdur. Kimdir bu bes devlet: ABD, Rusya, İngiltere, Çin ve Fransa. Bugun bu devletler biliyoruzki BM guvenlik konseyinde veto hakkına sahipler. Nükleer Silahların yayılmasını önleyen andlasma (Non-Proliferation Treaty -NPT) ve bunlara getirilen prortokoller diğer küçük devletlerce nükleer silah geliştirilmesini ve üretilmesini yasaklar. Bu prensiplerimizden hangisine girer? Düşün? Dominance. Neden? Sadece beş ülkenin nükleer enerjiye sahip olmasını yasallaştırıyor ve diğerlerine bu hakkı vermiyor. Bunun bir haksızlık oldugunu düşünebilirsin ve belki bunda haklı da olabilirsin. Ancak yukarıda adı gecen anlasmada da yer aldıgı gibi- biz o andlasmaları yaladık yuttuk kızım- anlasmanın mantıgı, dünyanın sonunu getirebilecek söz konusu nükleer silahların barıscıl olmayan amaclar için kullanılmasını aşikar oldugundan bunları üretecek ülkelerin önüne geçmek. Nitekim anlaşma 1970 de yürürlüğe girdiğinde nükleer güce adı gecen bes devlet sahipti (ancak cin ve fransa anlasmaya 1992 ye kadar taraf olmadı), dolayısıyla andlasma basitçe diyorduki: Biz nükleer silah istemiyoruz, sadece bu silahlara sahip olan devletler bu gucu elinde bulundursun, diğerlerinin barıscıl olmayan amaclar adına bu teknolojiye sahip olması yasaklansın. Elbetteki barıscıl amaclara, elektrik üretimi yahut muhendislik gibi, hizmet eden nükleer teknolojiye ses yok ama o da Uluslararası Atom Enerjisi Ajansının takibine mashar olmak zorunda. Madem yeri gelmişken söyleyeyim evvelden beridir haberlerden düşmeyen Iranın nükleer programının temeli, ironiye bakınki, ilk kez ABDnin 1957deki yardımı ile olmuştu :D neyse. Karsılıklık ilkesi olsaydınız ne derdiniz bu sorunu cozmek için? NPT’de yer alan hüküm gereğince, karşılıklılık ilkesi şöyle diyecekti: madem küçük ülkeler nükleer silah üretmeme ve nükleersiz kalma görevini yerine getiriyor, halihazırda nükleer gücü elinde bulunduran adıgecen ülkeler de silahlanmayı bıraksın/silah yatırımlarını durdursun. Naaabbberr?kitapta demişki: reciprocity Soğuk 4 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 savas zamanında nükleer silah üretimini engellemek üçün yapılan silahlanma kontrol andlaşmalarının altını çizer ve karsılıklı silahsızlanmayı destekler. Caydırıcılık da reciprocitye dayanır. Mesela, 2006da ABD, Kuzey Kore’ye dediki: “oğlum bak git!” bombalarını baskasına satma, eğer başka bir devlet böyle bombaları ABDye karsı kullanırsa misillleme ile karsılıgını alırsın. Öte taraftan, Libya 2003te nükleer silah programından vazgeçince, uluslararası toplum libya üzerindeki ekonomik yaptırımları kaldırdı. Görüyorsunuz hersey adı gibi karşılıklı. gelmesiyle ilgilenir. Böylesi bir araya gelmeler hükümet müesseselerini, siyasi örgütleri ve menfaat gruplarını kapsar. Bu gruplar farklı türdeki toplum ve devletlerde farklı şekillerde (farklı uluslarararası etkilerle) çalışırlar. Örneğin, demokrasiler ve diktatörlükler birbirinden farklı biçimde hareket edebilir ve demokrasiler bir seçim yılında diğer zamanlarda davrandıklarından farklı bir biçimde davranabilir/hareket edebilir. Etnik çatışma ve devletlerde fokurdayan ulusaslcılık politikaları devletler arasındaki ilişkilerde yükselen değerde bir rol oynar.(p:18, par:2) Identity, nükleer silahlanmaya karsı daha az güncel olarak eşit etkili bir çözüm getiriyor. Teknik olarak nükleer silah üretme becerisine sahip bir çok devlet devlet aslında nükleer silah üretme yoluna girmedi. Bunlar kendi ulusal kimliklerini nükleer silah üretmeme şeklinde inşa ettiler. Mesela, Alamanya gibi bir çok devlet, adı gecen nükleer devletlerin şemsiyesi altına girerek nükleer silah üretmedi. Analizin devletler arası düzeyi (the interstate [or international or systemic] level of analysis), netice üzerindeki uluslararası sistemin etkisiyle ilgilenir. Bu nedenle analizin bu düzeyi, devletlerin içişlerine yahut bunlara sebebiyet veren belirli bireylere bakmaksızın devletlerin kendileriyle olan ilişkilerine odaklanır. Bu analiz düzeyi devletler arasındaki ilişkiler (örneğin ticaret) ve devletlerin uluslararası sistemde sahip oldukları nispi güç pozisyonlarına dikkat verir. Analizin devletler arası düzeyi geleneksel olarak en önemli analiz düzeyi olmuştur. (p:18) Levels of Analysis: Uluslararası ilişkilerin paydasında yer almış bir aktör, teorilerin ve birbirleriyle yarışan tanımlamaların karmaşasını destekler. Bu süreçlerin, aktörlerin ve etkilerin oluşturduğu çeşitliliği ayıklamanın bir yolu olarak IR hocaları bunları farklı analiz seviyeyeleri/düzeyleri (levels of analysis)şeklinde katogarize etmiştir. Bir analiz düzeyi, “niçin” sorusuna muhtemel açıklamaları öneren süreçlerine veya benzer aktör kümelerine dayanan uluslararası ilişkiler üzerine bir görüştür. IR hocaları, çoğunlukla üç ana seviyede olmak üzere, çeşitli analiz düzeyleri belirlemişlerdir. (p:17, par:4) Analizin bireysel düzeyi (the individual level of analysis) bir birey olarak insanın hareketlerini, seçimlerini ve fikirlerini dikkate alır. Büyük liderler tarihin akışını etkilemiştir; tıpkı bireysel vatandaşların, düşünürlerin, askerlerin ve seçmenlerin yaptığı gibi. Leninsiz, Sovyet Rusyasının olmayabileceği söylenir. Dış politika karar alma çalışmalarında, karar alma sürecinde psikolojik faktörlerin öneminden hareketle uluslarararası ilişkilerin bireyseldüzey (individual-level)deki açıklamalarına önem verilir. Analizin domestik seviyesi (the domestic [state or societal]level of analysis), uluslararası alanda ülkelerin tutumlarını etkileyen devletlerdeki bireylerin bir araya Bu üç analiz düzeyine bir dördüncüsü de eklenebilir: Global düzey. Analizin global düzeyi uluslararası neticeleri global eğilimler ve devletlerin kendileri arasındaki ilişkileri aşan güçler açısından açıklama amacındadır. İnsan teknolojisinin, belirli dünya çapındaki inançlar ve insanın doğayla olan ilişkisinin evriminin hepsi uluslararası ilişkileri etkilemeye uzanan global düzeydeki süreçlerdir. (p:19) Analiz düzeyleri uluslararası olaylar için çeşitli açıklamalar sunar. Örneğin, çoğu muhtemel açıklama ABD 2003te Irak’a savaş açmasına olmuştur. Bireysel düzeyde, savaş, Saddam Hüseyinin kendisine karşı donanmış orduları yenebileceğini düşündüğü riskli girişimine ya da Başkan Bush’un kişisel olarak tehtid edici bulduğu bir lideri ortadan kaldırma isteği olarak atfedilebilir. Domestik düzeyde, savaş, Bush yönetimini ve Amerikalıları Saddam’ın 11 Eylül sonraki dünyada ABDnin güvenliğine tehtit olduğuna inandıran yeni-muhafazekar ihtilafa atfedilebilir. Devletler arası düzeyde, savaş ABD gücünün baskınlığına dayandırılabilir. Ve son olarak global düzeyde, savaş global terörizm korkusuna ve hatta Batı ile İslam arasındaki çatışmaya dayandırılabilir. (p:19, par: 2 5 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 ÜNİTE 2: REALİST TEORİLER Realizm (Realisim): Realizim ya da diğer adıyla politik realizm, uluslararası ilişkileri güç açısından açıklayan düşünce ekolüdür. Diğer ülkeler üzerinde gücün bir ülke tarafından denenmesi ya da ileri kullanılması, bazen realpolitik (ing: realpoilitik) veya sadece güç politikası (ing: power politics) olarak adlandırılır. (p:43, par:2) Hoca altını çizmişti: Realistler, devletin doğasını, state of nature’ın anarşiden ve savaştan meydana geldiğini düşünürler. Modern realist teori, realistlerin idealizm dediği liberal geleneğe bir tepki olarak geliştirilmiştir (elbetteki idealistlerin kendileri, yaklaşımlarını realistik olmadığını düşünmezler). İdealizm, uluslararası olayların başat etkileri olarak, uluslararası örgütleri, ahlakı, ve uluslararası hukukun altını çizer. Gidip de sadece realistler gibi gücün herşey olduğunu söylemez. İdealistler, insan doğasının temelde “iyi” olduğunu düşünür. Onlar uluslararası sistemi, karşılıklı problemlerin üstesinden gelebilecek ve ortak/beraber hareket edebilecek potansiyele sahip ülkelerin oluşturduğu bir toplum olarak görürler. İdealistler için, Uluslararası ilişkiler (IR)in prensipleri ahlaktan gelmelidir. İdealistler özellikle I. Dünya savaşının acı deneyimlerini takip eden iki savaş arası dönemde (I. Dünya savaşı ve II. Dünya savaşları arası) etkin/aktiftiler. ABD Başkanı Woodrow Wilson ve diğer idealistler, ulusların topluluğu için biçimsel bir yapı olarak Cemiyetler Birliği (the League of Nations)’ne umutlarını koymuşlardı. (p: 43). Gelin biraz zekilik yapalım, hiç birşey bilmeden de çekirdek çıtlatalım: Ne demek ideal? Ülkü, yani amaç edinilen – ulaşılmak istenen şey. Yani ortada ole bişe yok da oluverse keşke gibi bir durum söz konusu. Birinci dünya savaşı bitmiş, millet aç, devletler yorgun para desen gitmiş arkadaş, savaş bitmiş güya barış var, aç karın napsın barışı; kadınlar özler savaşta ölmüş erkeklerini... Yani idealini kurdugumuz şey barış dolu, her devletin eşit olduğu, savaşların olmadıgı bir dünya. Mümkün mü? Zaman gösterecek, derken 1945, pıt pıt; ne mi oldu, iki atom bombası düştü. İşte bu yüzden realistler bu idealistlere sövdü: Bu ümitler, yapının 1930lardaki Japon, İtalyan ve Alman saldırıları karşısında aciz kalması durumunda altüst oldu. II. Dünya Savaşından beri, realistler, “dünyanın gerçekte nasıl olduğuna” bakmak yerine “dünyanın nasıl olması gerektiği” için çok fazla arayışı giren idealistleri sorumlu tutmuşlar/suçlamışlardır. (p:43, par: 4). Realistler kendilerinin çok uzun bir geleneğe sahip olduğunu söylerler. Çinli strateji uzmanı Sun Tzu, ki o 2000 yıl önce yaşamıştır, ilk kez, savaşın sistematik bir güç enstrumanı haline geldiği bir dönemde(savaşan devletler – warring states) devlet yöneticilerine nasıl hayatta kalabileceklerine dair öğütler vermiştir. Sun Tzu, tehlikeli ve ordulu komşularla yüzleşilen gün, ahlaki değerlerle düşünmenin devlet yöneticileri için çok da yararlı olmadığını ileri sürmüştür. O, yöneticilere nasıl kendi varlıklarını devam ettirebileceklerini ve kendi çıkarlarını geliştirmek için gücü nasıl kullanacaklarını göstermiştir. İngiliz düşünce adamı/filozof Thomas Hobbes, on yedinci yüzyılda, hükümetlerin yokluğunda ve insanların kendi çıkarlarının peşinden koşturduğu bir dönemde ortaya çıkan free-for-all (herşey-için-özgürlük olarak düşündüğüm ama sözlükte ağız dalaşı-tartışma diye geçen) kavramını tartışmıştır. O buna “tabiat hali (state of nature)” ya da “savaş hali (state of war)” demiştir; keza biz buna bugün, hukukun üstünlüğü/yönetimi (rule of law)’nin zıt anlamını olan “orman kanunu (law of the jungle)” olarak adlandırıyoruz. Hobbes, bu durumu ehlileştirmek için güçlü bir anarşizmi savundu (ki o bunu Leviathan olarak etiketlemiştir) –ortak mal sorununu (collective good problem) çözmek için özellikle egemenlik yaklaşımını (dominance approach)desteklemiştir. Realistler, bu tarihi figürlerde güç politikasının kültürler arası ve ebedi/değişmeyen olduğunun kanıtlarını görür. (p:44). 2002’de, Amerika Irak’ı işgal etmeden evvel, 33 IR hocasınında arasında belirgin biçimde yer alan önde gelen realistler New York Times’a, “Irak ile savaş Amerika’nın ulusal çıkarında değildir (war with Iraq is not in America’s national interest)” uyarısında bulunan bir reklam verdiler. Burdan hareketle, realistler her daim askeri güç kullanmayı desteklemez ya da istemezler, zaman zaman öyle yapmanın gerektiğini ileri sürseler de. (p:44, par:6). 6 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 Realistler için, ideolojiler çok da önemli değildir, aynı şekilde devletlerin kendi hareketlerini ayarlayan/haklı gösteren diğer kültürel faktörler de ve dinler de. (p:44). Konu İnsan doğası Realizm Bencil İdealizm fedakâr En önemli aktörler Devletin davranışının sebebi: Devletler Devletler ve bireyleri de içeren diğerleri Karar yapıcıların psikolojik güdüleri Uluslararası sistemin doğası: Kendi çıkarının rasyonel takibi Anaşizm (anarchy) Topluluk (community) ÖZETLE: Realizm: Realizme göre tüm devletlerin ortak özelliği hepsinin idealler veya etik değerler yerine çoğunlukla ekonomik ve askeri güç peşinde olmasıdır. Realizm, temelde devletlerin birbiriyle işbirliği yapmaya yanaşmayacağını, işbirliği halinde dahi öncelikli olarak kendi çıkarlarını gözeteceğini belirtir.Bu bağlamda realist teoriler güç dengesi,çıkar optimizasyonu gibi konularla yakından ilişkilidir. Bu teoriye göre devletler arasındaki işbirlikleri kısa süreli ve rastlantısaldır. II. Dünya Savaşı ile yükselişe geçen realizmin kurucuları Thucydides, Morgenthau, Machiavelli ve Thomas Hobbes olarak kabul edilir. Liberalizm/İdealizm: Liberalizm, tartışmalı da olsa, Uluslararası İlişkilerin ilk teorisidir. I. Dünya Savaşı sonrasında, devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde savaşı engelleyememeleri ve kontrol edememelerine bir tepki olarak yükselişe geçmiştir. Liberalizme göre devletler sadece siyasi değil, ekonomik ilişkilerle de birbirlerine bağlıdır. Bu teoriye göre devletler karşılıklı olarak işbirliğinden faydalanırlar ve savaş yıkıcılığından ötürü tamamen faydasızdır. Woodrow Wilson teorinin ilk destekçilerindendir. Neorealizm: Neorealizmin kurucusu kuşkusuz olarak Kenneth Waltz'di r. Neorealizm, Klasik ve Neoklasik realizmin bazı noktalarını kabul eder - örnek olarak egemen devletlerin uluslararası anarşi içinde varolduklarını ve işlediklerini - fakat asıl ayrılma noktası insan doğası ve devlet yönetiminin ahlaki boyutunu reddederek daha bilimsel bir açıklama getirmeye çalışmasında yatmaktadır. Devletlerin dışişlerinde uyguladıkları yıkıcı ve çıkarcı tavrın sebebinin uluslararası anarşi olduğunu ve devletin iç politikalarıyla uluslararası arenadaki tavrının açıklanamayacağını, çünkü devletlerin diğer devletlerle ilişkilerini göreceli kazanç ve güç odaklarına karşı denge sağlama amacıyla sürdürdüğünü belirtir. Neoliberalizm: Neoliberalizm, neorealist bir öneri olan uluslararası ilişkilerde anahtar oyuncuların devletler olduğunu kabul ederek liberalizmi güncelleştirmeyi amaçlar fakat Uluslararası Örgütlerin ve devlet dışı aktörlerin önemini de vurgular. Teori, neoliberal ekonomik teoriden etkilenmiştir. Soğuk Savaş süresince artan devletlerarası bağımlılık teorinin şekillenmesinde etkili olmuş ve bu yüzden liberal kurumsalcılık olarak da adlandırılmıştır. Teorinin öncüleri Robert O. Keohane ve Joseph S. Nye olarak kabul edilir. [[Hakimiyet veya diğer anlamlarıyla üstünlük, tahakküm, egemenlik (Dominance): Merkezi bir hükümetin olmadığı ve egemen devletlerin var olduğu bir dünyada, devletler kendi çıkarlarına nasıl ulaşabilir ve gerçekte yaşamda kalma mücadelelerinde nasıl başarılı olabilir? Geleneksel olarak, hakimiyet yaklaşımı temel alan realizm teorisi, her devletin diğer devletlerin davranışlarını etkilemek adına, kendi gücüne ve daha az bir güvenle de kendi ittifaklarına güvenmesi gerektiğini ileri sürer. Gücün formları değişir; nitekim tehtid ve askeri güç kullanımı geleneksel olarak, realistlerin hakimiyet prensibini uygulamasında üst sıralarda yer alır. Uluslararası sistemin doğası güç üzerinde bu önemi yansıtır. Bir kaç “süper güç – great powers” ve onların askeri müttefikleri dünya düzenini belirler. İki süper güç ve onların ittifakları, Soğuk savaş döneminin sistemini tanımladı ve bir tek-süper güç dünya düzeni (a lonesuperpower world order), halihazırda değişerek, Soğuk Savaş sonrası dönemi şekillendirmektedir. (p:43) Güç (Power): Güç, genellikle bir aktöre onun aksi halde yapmacağı şeyi yaptırtabilme (yahut yapacağı şeyi yaptırtmama) yetisidir. Bu fikirdeki farklılık, bir aktör diğerlerini, diğerlerinin kendisini etkilediğinden daha çok etkilediği ölçüde güçlüdür. Bu tanımlar gücü etki olarak gösterir. Eğer aktörler kendi istediklerini çok elde ediyorsa, onlar güçlüdür. (p:45, Defining power/first paragraph) 7 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 Güç kendisini etkilemez, ancak diğerlerini etkilemek için potensiyele ve yetiye sahiptir. Bir çok IR hocası, böylesi bir potansiyelin askeri güç, gelir seviyesi, ve fiziksel büyüklük gibi faktörleri içeren ülkelerin sahip oldukları somut ya da soyut belirli karakteristik özelliklere dayandığına inanır. Bu, kabilet (capability) olarak güçtür. Kabiliyetleri ölçmek etkileri ölçmekten daha kolaydır. (p:45, par:5). Bir ülkenin diğer bir ülkeyi nasıl etkilediğini açıklamak için kabiliyetleri ölçmek nitekim kolay değildir. Bu çok çeşitli olanları hesaba katmakla mümkün olur. (...) Bir devletin gücünün tek başına en iyi göstergesi, onun toplam GSMH (ing: total GDP)’si olabilir, ki toplam GSMH varlığı, teknolojik seviyeyi, ve diğer tüm büyüklükleri kombine eder. Her ne kadar GSMH yararlı bir gösterge olsa da tek başına yeterli değildir Güç ayrıca maddi olmayan elementlere de dayanır. Kabiliyetler, politik liderlerin sözkonusu kabiliyetleri stratejik bir şekilde ve etkin bir biçimde uygulama ve harekete geçirme başarısı ile orantılı olarak devletlere diğer devletlere etkileme potansiyeli sağlar. Bu, hükümete halk desteğine, diplomatik becerilere ve ulusal ülkülere ve diğerlerine bağlıdır. Bazı hocalar, psikolojik bir süreç üzerinden kabiliyetliğin etkilerini maksimize etme yetisi anlamına gelen fikirlerin gücünü (power of ideas) vurgular. Bu süreç sahip olunan varlıkların (capabilities) yurt içi mabilizasyonunu içerir (sık sık ulusalcılık, ideolojiler ve din üzerinden). Eğer bir devletin kendi değerleri diğer devletler arasında geniş bir biçimde paylaşılırsa, o devlet diğerlerini kolaylıkla etkileyecektir. Buna yumuşak güç (soft power) denir. Örneğin, Birleşik Devletler diğer devletlerin özgür ticaret ve özgür pazar değerlerini kabul etmelerini konusunda etkili olmuştur. (p:46, par: 2). Yumuşak gücün de gösterdiği gibi, hakimiyet güç kullanmanın tek yolu değildir. Mütekabiliyetin (karşılılık reciprocity) esas prensipleri ve kimlik (identity) de işe yarayabilir. Örneğin, bir baba, süpermarkette ağlayan küçük evladının çığlıklarını dindirmek için çocuğu tehtid edebilir yahut bir sağ kroşe vurabilir (dominance :); beybaba eğer susup da uslu durursa çocuğuna şeker alabileceğini söyleyebilir (reciprocity); ya da “Büyük bir adam gibi davran” veya “Babana yardımcı olmak istiyorsun değil mi?” gibi söylemlere başvurabilir (identity). (p:46) Güç bağlamtısal bir kavram olduğundan mütevelli, bir devlet sadece diğer devletin gücüne bağlı olan bir güce sahip olabilir. Bağıl güç (relative power), iki devletin birbirine karşı uyguladığı gücün oranıdır. (p:47, par:1). Gücün mantığı, savaşlarda güçlü olan devletin genelde galip geleceği kanısını verir. Bu sebeple, iki düşmanın bağıl güç düzeyinin tahminleri her bir savaşın sonularını açıklamalıdır. Bu tahminler diğer faktörler arasında her bir hükümete verilen halk desteğini ve ulusların sahip oldukları askeri güçlerini göz önüne almalıdır. (...) Yeterince zengin bir ekonomiye sahip bir ülke büyük ordular satın alabilir, tüketim ürünleri sağlayarak halk desteği sağlayabilir ve hatta böylece ittifaklar kurabilir. (p:47, par: 2) Örneğin, Birleşik Devletler Irak’ı işgal ettiğinde dünyadaki en güçlü devletti ve Irak on yıllık yaptırımlar ve maliyetli iki savaş yüzünden zayıf düşmüştü. Güç farkı çarpıcıydı. GSMH ölçeğinde, ABD Irak’ın yüz katı; nüfusta, Irak’ın on katıydı. Devletin gücü, bir çok unsurun karışımıdır. Bir aktörün uzun dönemde çizebileceği elementler toplam GSMH, nüfus, sınırsal alan, coğrafya ve doğal kaynaklardır. Bu belirliyici özellikler çok yavaş değişir. Daha az somut uzun-dönem güç kaynakları politik kültür, vatanseverlik, nüfusun eğitimi ve teknolojik ve bilimsel tabanın gücüdür. (p:4, par:5) Diğer kabiliyetler, aktörlere kısa dönemde etki sağlamayı mümkün kılar. Askeri güç böylesi kabiliyetlerdendir – belki de en önemli çeşidi. İki ülkenin askeri güçlerinin savaşa hazırlılık durumlarının, düzeni ve büyüklüğü, kısa dönem askeri yüzleşmede onların şahsi ekonomi ve doğal kaynaklarından daha önemlidir. Bir diğer kabiliyet, hızlıca silah üretimi yapabilen askeri tabanlı endüstridir. Bir devletin bürokrasisinin kalitesi de sahip olunan varlıklardan bir değeridir ki ülkelere bilgi sağlama, uluslararası ticareti düzenleme ve uluslararası konferanslara katılma imkanı tanır. Daha az somut elementler olarak, destek ve meşruiyet aktörlere etki kazanımı sağlar. Böylelikle bir ulusun askeri ve politikacıları liderlerine bağlılık sağlamış olur. (p:48, par:2). Gücün bir elementi bir diğerine dönüştürülebildiği ölçüde tazmini mümkündür (fungible). Genellikle, para en çok 8 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 dönüştürülebilen varlıktır çünkü para diğer varlıkları satın alabilir. (p:48, par: 3) Realistler askeri gücü, kısa dönemde ulusal gücün en önemli elementi olarak ve ekonomik güç, diplomatik beceri ya da ahlaki meşruiyet gibi diğer elementleri de askeri güce tazmini mümkün olduğu ölçüde önemli görme eğilimindedirler. (p:48, par:4) Ahlak, güç kullanmak için niyeti yükselterek ve müttefikleri cezbederek güce katkıda bulunabilir. Devletler, özünde agresif olan davranışlarına barışçıl ve savunma kasıtlarını retorik bir anlatımla kılıflar giydirdiler. Örneğin, 1989 Birleşik Devletlerin Panama İstilası “Adil Neden Operasyonu – Operation Just Cause” olarak adlandırılmıştır. (p:48, par:5) Coğrafyanın gücün bir elementi olarak kullanımı jeopolitik – geopolitics olarak adlandırılır. Devletler askeri güçlerini geliştirmek için coğrafyayı kullanmaları ölçüsünde güçlerini artırır: ittifaklarını güvenceye alır, karşı güçlere yakın yerlerde ya da stratejik ticaret rotaları boyunca üsler kurar, yahut mühim doğal kaynakları kontrol eder. (p:49, par:2) Anarşizm ve Egemenlik (Anarchy and Sovereignty): Realistler uluslararası sistemin anarşizm halinde var olduğuna inanırlar. Anarşizm, kuralları dayatan bir merkezi hükümetin yokluğundan ziyade tamamlamamış kaos ve yapının ve kuralların yokluğu anlamına gelir. Devletlerin bünyesindeki toplumlarda, hükümetler sözleşmeleri uygulayabilir, vatandaşların kuralları çiğnemekten alıkoyabilir, bir hukuk düzenini sağlamak için hukuken tasdik edilmiş şiddet üzerindeki tekelini kullanbilir. Hem demokrasiler hem de dikdatör yönetimler bir kurallar sisteminin uygulaması için merkezi hükümetleri sağlar. Realistler, kuralları uygulayan ve yürütmenin normlarına uymayı sağlayan böylesi bir merkezi otoritenin var olmadığını ileri sürerler. Bir devletin gücüne sadece diğer ülkelerin gücü ile karşı konulabilir. Bu yüzden devletler kendi kendine yetebilme (slef-help) kabiliyetlerine güvenmelidir, keza onlar müttefikler ile yahut (bazen)uluslararası normların zorlama gücüyle artar. (p:50) Egemenlik (sovereignty) – geleneksel olarak en mühim norm- prensipte bir hükümetin kendi sınırları içerisinde istediğini yapabilme hakkına sahip olması anlamına gelir. Devletler birbirinden ayrıdır ve otonomdurlar ve daha yüksek bir atoriteyi tanımazlar. Prensipte, tüm devletler, güçte değilse bile statüde eşittir. Egemenlik ayrıca devletlerin diğer devletlerin içişlerine karışmaması anlamına da gelir. Devletler birbirlerini ticaret, ittifak, savaş vb konularda etkilemeye çalışsa da diğer devletlerin karar verme süreçlerine ve iç politikalarına karışmamalıdır. Realistler uluslararası ilişkilerin kurallarının, devletlerin kendi güvenliklerini güvence altına almak için yaptıklarının diğer devletlerin güvenliğini tehtid eden bir güvenlik ikilemi (security dilemma) yarattığını kabul ederler. Örneğin bir devletin kendi güvenliği sağlamak adına daha fazla askeri güce yatırım yapması diğer devletlerin güvenliğini tehtid eder. Bu ikilem, en nihayetinde güvenlik sağlamayan karşılıklı silahlanma tehtidleri için devletlerin çok miktarda para harcadıkları silahlanma yarışının temel sebebidir. (p:52, par:3). Güvenlik ikilemi uluslararası sistemideki anarşizmin olumsuz bir sonucudur. Eğer bir dünya hükümeti eksiksiz bir biçimde kendilerini silahlandıran mütecavizleri (saldırganları) saptayabilse ve cezalandırabilseydi, devletler bu olasılığa karşı savunmaya gerek duymayacaktı. Ancak kendi kendine yetebilme sistemi (the self-help system) devletlerin en kötüsüne hazır olmalarını gerekli kılar. Liberaller bu ikilemin kurumların gelişimiyle çözülebileceğini düşünmesine karşın realistler bu ikilemi çözülemez olarak görme eğilimindedir. (p:52, par:4) Güç Dengesi (Balance of Power): Uluslararası sistemin anarşist ortamında, bir devletin gücündeki en sağlam fren diğer devletlerinin gücüdür. Güç dengesi terimi, “bir veya daha fazla devletin gücünün, diğer bir ya da birkaç devletin sahip olduğu gücü dengelemek amaçlı kullanmısı” anlamına gelir. Güç dengesi, devletler yahut ittifaklar arasındaki güç becelerinin herhangi bir oranına işaret edebileceği gibi sadece nispeten eşit bir oran anlamına da gelebilir. Alternatif olarak, güç dengesi, karşı-dengeleme (counterbalancing) koalisyonlarının bir devletin bir bölgenin tamamını fethetmesini önlemek amacıyla tarihte defelarca şekillendirdiği süreç anlamına da gelebilir. (p:52) 9 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 Güç dengesi teorisi böylesi karşı dengelemelerin düzenli olarak meydana geldiğini ve uluslararası sistemin istikrarını sağladığını ileri sürer. (p:52, par:7) *Ne demek istedik yukarıdaki iki paragrafla: Şimdi düşünün iki tane sümüklü çocuk var: Baha ile Özgür. Bunlar oyun oynarken Baha Özgürü kıskankıdıgından Özgürün oyuncaklarını alıyor. Özgür de, pis cüce ver lan oyuncaklarımı diyip Bahanın kazayaklarına uçan tekme atıyor. Daha Baha Özgürün oyuncağına elini sürebilir mi? Hele bir sürsün! Ama diyelimki, bir şekilde, hani mümkün değilde, hadi bi şekilde Bahayla Özgür kavga tutuşuyorla bakıyorlarki ne Baha Özgürü dövebiliyor, ne de Özgür Bahayı. Neticede kumda yuvarlan yuvarlan sonuc yok, yani güçleri eşit: daha bu iki sümüklü niye kavga etsin. İşte, yukarıda da saydığımız güç dengeleri birbirine çok yakın ya da az çok benzer devletler yahut devlet blokları birbiriyle savaşmaz ya da güç yarışı içine girmez; niye, biliyorlarki nihayetinde kazanan olmayacak. Aksine her iki grubun da gücü nispeten eşit oldugundan birbirlerine sadece zarar verecekler, birbirlerine üstünlük sağlayamayacaklar. Ne oldu, eşit güçleri aralarında bir denge yarattı! İttifaklar güç dengesinde anahtar rol oynar. Birinin sahip olduklarını rakibine karşı inşa etmesi güç dengesinin bir şeklidir, ancak bir ittifakı tehtid eden bir ülkeye karşı şekillendirmek daha etkili, daha ucuz ve daha hızlıdır. Soğuk savaş zamanında, ABD, Sovyet Rusyanın bölgesel genişlemesini önlemek adına Rusyayı askeri ve politik ittifaklar ile çembere almıştır (Hoca yanlış hatırlamıyorsum, Rusyayı çembere alma konusunda greenbelt ten bahsetmişti: abd doğu avrupadan avrasyaya rusyayı çembere alıyordu, aklınızda bulunsun, bilmem hatırladınız mı!). Bazen belirli bir ülke dönemin en güçlü ittifakı ya da devletine karşı desteğini değiştirerek kasten/inadına bir dengeleyici olabilir (bölgesinde yahut dünyada). İngiltere bu rolü Avrupa’da yüzyıllarca oynadı, tıpkı Çin’in Soğuk savaş zamanında oynadığı gibi. (p:53, par:1) Nitekim devletler her zaman en güçlü aktöre karşı dengeleme politikaları yürütmezler. Bazen daha küçük devletler, en güçlü devletin vagonuna atlar (jump on the bandwagon); ki bu dengelemeye karşıt olarak bandwagoning (zayıf devletlerin güçlü olanların tarafına katılması) olarak adlandırılır. Örneğin, II. Dünya savaşından sonra, geniş bir koalisyon ABD yi içermek için cephe almadı; aksine çoğu büyük devlet ABD blokuna katıldı. Ayrıca, küçük devletler, düşman süper güçler birbirine girmişken güç dengeleme hususunda varyasyonlar yaratırlar. Örneğin, Soğuk savaş döneminde Küba, kendisini ABD-Sovyet Rusya rekabetinin ortasına koyarak Sovyet Rusyasasından epey fazla yardımlar aldı. (p:53, par: 2) Kesin bölen çizgiler olmamasına rağmen, büyük güçler (great powers) olarak bir yarım düzine veya civarında en güçlü devletler olarak düşünülür. Geçen yüzyıla kadar büyük güçler külübü özellikle Avrupalıydı. Genel olarak, büyük güçler sık sık, sadece bir başka büyük gücün askeri gücüyle yenilebilecek olan devletler olarak tanımlanır. Büyük güçler, kendi öz bölgelerinden uzaktaki ulusal çıkarlarının dayandığı bir global bakış açısı paylaşmaya eğilimlidir. (p:54, par:2) Büyük güçler genellikle dünyanın en güçlü askeri gücüne sahiptirler – ve de bu askeri gücün ihtiyacını karşılayabilecek en güçlü ekonomiye- ve diğer güç ehliyetlerini (power capabilities)elinde bulundurur. Bu geniş ekonomiler de dolayısıyla eğitimli işçi gücü, gelişmiş teknoloji, zengin doğal kaynalar, ve geniş nüfuslardan oluşan bir kombinasyona dayanır. GDP diğerleri ABD ÇİN RUSYA İNGİLTERE JAPONYA ALMANYA FRANSA askeri harcama diğerleri RUSYA ABD İNGİLTERE FRANSA ALMANYA ÇİN JAPONYA 10 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 Tanımlar değişmesine rağmen, yedi devlet kriterleri karşılıyor görünüyor: ABD, Çin, Rusya, Japonya, Almanya, Fransa ve İngiltere. Hepsi birlikte dünyanın toplam GSMH nin yarındasından fazlasına; üçte iki askeri harcamasına sahiptir. (p:55, par:1) Orta güçler (middle powers): Dünya üzerindeki etkileri açısından büyük güçlerden bir nebze daha aşağıda yer alır. Bazıları geniştir fakat yüksek oranda saniyileşmemiştir; diğerleri özel becerilere / varlıklara /capabilities sahiptir lakin küçüktürler (coğrafik açıdan). Birkaçı bölgesel hakimiyeti sağlamayı arzular ve çoğu bölgelerinde dikkate değer etkilere sahiptir (p: 55-56, par:3). Herkesin üzerinde mutabık olmadığı orta güçler listesi, kuzeyin orta büyüklükteki Kanada, İtalya, İspanya, Hollanda, Polonya, Ukrayna, Güney Kore, ve Avusturalya gibi ülkeleri içerir. Ayrıca güneyin Endenozya, Arjantin, Meksika, Nijerya, Güney Afrika, İsrail, Türkiye, İran ve Pakistan gibi büyük ve etkili devletlerini de içerir. Neorealism: Bazen yapısal realizm (structural realism) olarak da adlandırılan neorealizm, realizmin 1990lardaki adaptasyonudur. Neorealizm, uluslararası olayların örneklerini, münferit devletlerin iç özyapısı açısından farklı olarak sistemin yapısı açısından açıklar. Geleneksel realizmle karşılaştırıldığında, neorealizm olaylarını açıklamak için genel hukuku ileri sürme konusunda daha “bilimsel”dir, ancak neorealism çoğu kompleks elementi (coğrafya, irade gücü, diplomasi, vb)göz önüne alan geleneksel realizmin bazı zenginliklerini kaybetmiştir. Son dönemde, neoklasik realistler (neoclassical reaslists) bu kaybedilen yönleri yeniden düzenleme arayışındadırlar. Güç göstergesinin kutupsallık (polarity) göstermesi sistemdeki bağımsız güç merkezlerinin sayısını vurgular. Bu terim hem çeşitli katılımcıların belli başlı güçlerini hem de onların ittifak gruplaşmalarını kapsar. state 5 state 1 state 2 state 4 Bir çok kutuplu sistem (multipolar system): Tipik olarak ittifak grupları oluşturmamış beş yahut altı güç merkezine sahiptir. Her bir devlet bağımsız olarak yerini alır ve diğeriyle nispeten eşittir. Klasik çok kutuplu güç dengesinde, büyük güç sisteminin kendisi sabittir fakat güç ilişkilerini ayarlamak için sık sık savaş olur. (p:56, par:6) Üç kutuplu sitemler (tripolar systems) adından da anlaşılacağı üzere üç güç merkezinden oluşur, bire karşı iki (two-against-one) ittifakına eğilim dolayısıyla epeyce nadirdir. Üç kutupluluk, 1960lar ve 1970ler zamanında ABD, Rusya ve Çin arasındaki stratejik üçgeni (strategic triangle) şekillendirmiştir. İki kutuplu sistem (bipolar system) ağır basan iki devlete yahut iki büyük ittifak blokuna sahiptir. IR hocaları iki kutuplu sistemlerin nispeten barışçıl ya da savaş yanlısı olduğunu kabul etmezler. ABD-Rus yenişememesi büyük güçlere istikrar ve barış sağlamış gibi görünebilir lakin I. Dünya Savaşından evvel Avrupadaki rakip bloklar sağlamamıştı. Aşırı bir noktada, tek kutuplu (unipolar system)bir sistemde diğerlerinin hepsinin kendi güçlerini devrettiği tek bir güç merkezi vardır. Buna hegemonya (hegemony) denir. (p: 56, par: 7) state 2 state 1 hegemon state 3 state 4 Hemegomanya bir devletin, kendisine uluslararası politik ve ekonomik ilişkiler yürütülürken yapılan kural ve düzenlemelere tek başına hakim olmasını sağlayan uluslararası sistemdeki güç üstünlüğünü elinde tutmasıdır. Böylesi bir devlet hegemon olarak adlandırılır. İki örneği var: 19. Yüzyılda İngiltere ve II. Dünya savaşı sonrası ABD. state 2 11 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 Devlet idaresi (statecraft): Klasik realistler, egemen devletler arasında güç politikalarının dünyasında manevra çeşitli şekillerde etkili manevralar yapma ve devlet işlerini yönetme sanatı anlamına gelen devlet idaresinin altını çizerler. (p:71, par:3) Oyun teorisi (game theory): pazarlık sonuçlarını öngörmekle ilgilenen matematiğin bir dalıdır. Bir oyun, iki veya daha fazla oyuncunu alternatif hareketler arasından bir kez ya da tekrar eden şekilde seçim yapabildiği bir kurgudur. Hareketlerin her bir kombinasyonu her oyuncuya bir netice doğurur. Bu neticeler (payoff) para gibi somut şeyler olabileceği gibi değer gibi soyut bir şey de olabilir. Oyun teorisi, oyuncuların tercihlerinden ve onlara açık olası hareketlerden yola çıkarak muhtemel sonuçları ortaya çıkarmayı/anlamayı amaçlar. (p:75, par:3) Oyun teorisi, ABD-Rusya nükleer savaş ihtimallerini anlamaya çalışan hocalarca, geniş bir biçimde uluslararası ilişkilerde 1950 ve 1960larda ilk kullanıldı. (p:75, par: 4) Durumların farklı çeşitleri oyunların farklı sınıflarınca temsil edilir, kazançların (payoff) durumu ve oyuncuların sayısı tanımlandığı ölçüde. Bir temel ayrım, bir oyuncunun kazancının diğer oyuncunun kaybına eşit olduğu sıfır toplamlı oyunlar (zero-sum games) ve her iki oyuncunun da kazanması yahut kaybetmesinin mümkün olduğu sıfırtoplamlı olmayan (non-zero-sum games) arasındadır. Bir sıfır-toplamlı oyunda, oyuncular arasında iletişim ya da ortaklaşa hareket etme noktası yoktur çünkü oyuncuların çıkarları/ilgileri tamamen birbirini zıttır. Ancak sıfır-toplamlı olmayan oyunda, her ne kadar her bir oyuncu halihazırda toplam kazançların daha büyük bir payını almak için manevralarda bulunsu da hareketlerin koordinasyonu oyunculara gidecek toplam kazancı maksimize edebilir. Mahkumun ikilimi (the prisoner’s dilemma) olarak adlandırılan oyun, uluslararası ilişkilerde yaygın olan ortak mal sorununu çeşidini yakalar. Bu durumda, rasyonel oyuncular, tüm oyuncuların bir diğer hareket kümesi altında daha yoksul olacağı bir sonucu doğuran hareketleri seçerler. Hepsi daha iyisini yapabilirdi, ancak bireysel rasyonel oyuncular olarak onlara bu sonuca ulaşmak için yetiye sahip değildirler. (p:75-76, par:6) Orijinal hikaye, bir savcı tarafından ayrı ayrı sogulanan iki mahkumdan bahseder. Savcı onların bir banka soygunu gerçekleştirdiğini biliyor ancak mahkumlarda biri itiraf etmedikçe savcı sadece her ikisini de ancak illegal yollardan silah bulundurmaktan mahkum etmek için yeterli delile sahip. Savcı her bir mahkuma, “eğer sen itiraf eder ve arkadaşın etmezse, sen serbest kalacaksın” diyor. Eğer arkadaşın itiraf eder ve sen itiraf etmezsen, sen banka soymaktan uzun hapis cezası alacaksın (arkadaşın serbest kalırken). Eğer her ikisi de itiraf ederse, her ikiside nispeten daha az ceza alacaklar. Eğer her ikisi de itiraf etmezse, silah kullanmaktan suçlu bulunacaklar ve kısa dönem ceza çekecekler. Hikaye her iki mahkumun da bir diğerinden intikam almayacağını varsayıyor, sadece doğrudan sonuçlar önemli ve mahkumlardan her biri sadece kendisini önemsiyor. (p:76, par:2) Bu oyunun tek bir çözümü var: her iki mahkum da itiraf edecek. Herbiri şu şekilde akıl yürütecek: “Eğer arkadaşım itiraf edecekse, o zaman ben de itiraf etmeliyim çünkü bu yolla ben kısmen daha az ceza alacağım. Eğer arkadaşım itiraf etmeyecekse, o vakit ben yine itiraf etmeliyim çünkü bu yolla kısa dönem ceza çekmek yerine özgür kalacağım.” Diğer mahkum aynı akıl yürütmeyi takip eder. İkilem, onların bireysel rasyonel şeçenekleri takip ederek, her ikisinin de uzun süreli cezaya çaptırılmalıdır – herikisi de çenesini kapatıp da daha az cezaya çaptırılımaları mümkünken. Ünite 3: Liberal Teoriler Realizm realist/gerçekçi mi? Realizmin öngörülerinin aksine, uluslararası ilişkilerde çatışmalardan çok daha fazla işbirliği olur ve sözkonusu işbirliği/ortak hareket etmeler yıldan yıla, on yıldan on yıla yükselmektedir. Irak ve Sudandaki insanlıktan uzak çatışmalara rağmen, dünya genel olarak gittikçe daha fazla barışçıl oldu. Uluslararası ilişkilerin liberal teorileri, ki düşünür Kant’ın görüşlerini izler, bu durumu iki ana yolla açıklar. İlk olarak, karşılıklılık prensibine dayanan devletler karşılıklı kazançları elde edebilmek için uluslararası kurumlar inşa etmeyi ve birlikte hareket etmeyi öğrenirler. İkinci olarak, kimlik prensibine dayanan belirli toplum ve hükemet tiplerinin çeşitleri toplumları savaşa 12 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 gitmemeye yönlendirecektir. Özellikle, demokrasiler birbirleriye ender olarak savaşırlar. (p:83, the big picture) Realistlerin güç politikalarının hukukunu nispeten edebi ve değişmez olarak görmesine karşın, liberal teorisyenler uluslararası ilişkilerin kurallarının zamanla aşamalı olarak yavaşça evrim geçirdiğini ve artarak barışçıl bir hal aldığını savunur. Bu evrim öncelikle karşılıklı işbirliği ve uluslararası örgütlerin aşamalı takviyesi ile ve ikincil olarak da kamuoyunu düşüncesi ve normlardaki değişikliklerden meydana gelir. (p:85, par:2) Kant ve Barış: Uluslararası ilişkilerin liberal teorileri işbirliğinin ve barışın nasıl mümkün olabiliceğini açıklamak için uğraşır. 200 yıl önce Alman düşünür Kant buna üç cevap verir: karşılıklılık prensibine dayanan ilki, ölzellikle bugünün Birleşmiş Milletlerine benzeyen bir dünya federasyonu teşkil ederek devletlerin işbirliğini mümkün kılacak örgütler ve kurallar geliştirebilir olmasıdır. Daha düşük bir analiz düzeyinde işleyen Kant’ın ikinci cevabı, barışın hükümetlerin iç karakterlerine dayandığıdır. Kant, kralı kontrol altında tutan bir yasama organına sahip cumhuriyetlerin mutlakiyetlerden/otokrasilerden daha barışçıl olacağını önesürmüştür. Ticaretin barışı desteklediğini söyleyen Kant’ın üçüncü cevabı, ticaretin global esenlik, işbirliği ve zenginliği yükselttiği farzına dayanır. (p:85-86) Neoliberal yaklaşım (neoliberal approach) önceki liberal yaklaşımlardan bazı önemli varsayımları realizme bıraktığından – ki bunların arasında devletlerin bir anarşizm sistemi içinde kendi çıkarlarını rasyonel olarak kovalayan tek aktör olduğu görüşü de vardır- farklıdır. Neoliberaller realistlere “Eğer biz sizin devletlerin doğası ve onların güdüleri hakkındaki varsayımlarını kabul edesek, sizin olumsuz sonuçlarınız ortaya çıkmaz”. Devletler işbirliğine açıkça sık sık ulaşır çünkü çıkarlarında öyle yapmak vardır ve onlar başka bir devletin avantajı ele geçirme yahut kandırma olasılığını düşürmek ve karşılıklı çıkarların peşinden koşmayı kolaylaştırmak için kurumları kurmayı öğrenebilir. (p:86, par:5) Neoliberalistler, çatışan çıkarların varlığında işbirliğine ulaşmak için etkili bir strateji olarak karşılıklılık prensibinin işe yarabileceğini ileri sürer. Eğer bir taraf, diğer tarafın ihtilaflı hareketlere ve işbirliğine karşılık vereceği sözünü verir ve birlikte hareket etmek için gönüllülük gösterirse, diğer taraf bir işbirliği teklifi hazırlamak için büyük bir güdüye sahip olacaktır. (p:87, par:4) Bir uluslararası rejim (international regime), belirli bir sorun alanında (silahlanma kontrolu olsun, uluslararası ticaret yahut Antartik araştırmaları/sondajlamaları olsun) birleşen aktörlerin beklentileri içindeki prosüdürlerin, normların ve kuralların bir kümesidir. Beklentilerin bir noktada birleşmesi, uluslararası sistemdeki katılımcıların onların karşılıklı katılımlarını hangi kuralların yöneteceğine dair görüş birliği içinde olmaları anlamına gelir; her biri aynı kurallarla oyun oynamayı bekler. (p:89, par: 3) Kolektif Güvenlik ya da Karşılıklı güvenlik (Collective Security): Liberal kurumsallaşmadan doğan kolektif güvenlik kavramı, uluslararası sistemdeki en temel aktörlerin başka herhangi bir aktör tarafından yapılacak karşı hücumlara karşı geniş bir ittifakının oluşumunu ifade eder. (p:90, par:5) Kolektif güvenliğin başarılı olması iki noktaya bakar: Birincisi, üyeler gruba taahhütler yüklemelidir (yani üyeler diğer üyelerin çabalarının üzerinde binmemelidir). Güçlü bir devlet daha yazıf bir tanesine karşı saldırıda bulunursa, diğer güçlü devletlerin konu üzerinden savaşa gitmeleri sık sık onların doğrudan çıkarlarında değildir. (p:91, par:3) Koleftif güvenlik aşamasında belki de en iyi örnek NATO. O halde çok iyi bir kitap olan Hasgüler ve Uludağ tarafından kaleme alınan Devletlerarası ve Hükümetler Dışı Uluslararası Örgütler adlı kitaptan NATO’ya bakalım. Bu kitabı siyaset alanında uzmanlaşacaklara kesinlikle tavsiye ederim: NATO: Kuzey Atlantik İttifakı’nın (NATO) kuruluşuna ilişkin andlaşma 12 ülkenin katılımıyla 4 Nisan 1949’da Washington’da imzalandı ve 24 Ağustos 1949 yılında da yürürlüğe girdi. Türkiye Yunanistanla birlikte andlaşmayı 1951de Londra’da imzaladı ve 52de onayladı. [Gerek NATO üyeliğinde kalma, gerekse AB’ye girme konusunda en çok ileri sürülen lehte görüşlerden birisi hayli gariptir. Buna göre Yunanistan’ın içinde olduğu ama Türkiye’nin yer almadığı bir ittifak Türkiye için zararlıdır. Bu yüzden NATO da hep olunması gerektiği savunulmaktadır. s:8] NATO’nun beşinci maddesinde ne diyor: “The Parties 13 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 agree that an armed attack against one or more of them in Europe or North America shall be considered an attack against them all and consequently they agree that, if such an armed attack occurs, each of them, (…)” Yani diyorki, herhangi bir üye devlete yapılmış saldırı tüm üye devletlere yapılmış sayılır ve ortak saldırı planı (gerekli görülürse) kararlaştırılır. Madem girdik NATO’ya şunu da söyleyeyim: Bakmayın NATO’nun bu beybabalığına; aslında en büyük sorun kendi içinde: ya iki NATO devleti birbirine saldırırsa ne olacak? Olmuş mudur ki hiç diye düşünmeyin, oldu tabi, burnunun dibinde: Türkiye ve Yunanistan hem Kıbrıs işgali hem de kardak kayalıkları krizinde NATO’yu içten içe kaynattı. Durmuyor şu Türkler! Kolektif güvenlik için diğer gereklilik, yeterli miktarda üyenin saldırıyı oluşturan sebebin üzerinde mutabık kalmasıdır. Birleşmiş milletler ölye yapılandırıldı ki saldırı beş daimi üye tarafından tanımlanmalı ve ayrıca diğer on üyeden en az dördü bunda mutabık kalmalıdır. Nitekim, bu kolektif güvenlik sistemi büyük bir güç tarafından yapılan saldırının varlığında işe yaramamaktadır (veto hakkından dolayı – öte yandan uluslararası hukuk dersinin yakın takipçileri bilirki güvenlik konseyinin vetolardan dolayı sıkışması ve karar üretememesi halinde görüşmeler, tabii bi sürü prosedür, genel kurula geçer) (p:91, par:4) Demokratik Barış (The Democratic Peace): Kant kalıcı bir barışın devletlerin kralı yasama organıyla denetim/kontrol altına alacak cumhuriyetlerin kurulmasıyla mümkün olacağına inanıyordu (p:92, par: 2). Azçok benzer şekilde, IR hocaları demokrasiyi otokrasiden temel olarak farklı bir dış politika ile bağdaştırırlar (p:92,par:3)Demokrasilerle ilgili doğru olan şey, otoriter devletlere karşı savaşlarsa da, demokrasilerin neredeyse hiç birbiriyle savaşmadığıdır. Hiç bir temel tarihi olay yoktur ki bu genelleme ile çatışsın; ki biz buna demokratik barış diyoruz. (p:92, par:4) Bürokrasiler (Bureaucracies): Uluslararası alanda devletlerin hareketlerini etkileyen bir çok devletaltı (substate) aktör vardır ki bunlar devletlerin dış politikaları sürdürmede ve geliştirmede sürdürdükleri bürokratik kurumlara en yakın kişilerdir. Mesela, diplomatlar. (p:94) Çıkar Grupları (interest groups): Çıkar grupları kendilerini bir politik konuda verilecek kararı etkilemeye çalışmak için örgütlenen ve bu kararlar üzerinde ortak çıkarları paylaşan insanların kurduğu koalisyonlardır. Örneğin, fransız çiftçiler Avrupa Topluluğu ile görüşmelerde yer almıştırki kendi çıkarlarını koruya... (p:96, par:2) Askeri-Endüstriel Kompleks (The Military-Industrial Complex): Bu kavram, bir ulusun askeri gücünü karşılamak için o ulusun araştırma enstütileri, endüstri kurumları ve hükümet ajanslarından oluşan birbirine kenetlenmiş devasal ağı karşılamak için kullanılır. (p:97, par:2) Kamu görüşü (Public Opinion): Bir çok yurtiçi aktör, bir devletin vatandaşlarınca tutulan dış politika konularındaki kamu görüşünü etkilemek için uğraşır. Devlet insanlara kendi politikalarını ikna ettirmek zorundadır, çünkü sonunda, sözkonusu politikalar bu sıradan insanlar tarafından devam ettirilmektedir. (p:98, par:4) ÜNİTE 4: SOSYAL TEORİLER Yapısalcılık (constructivism): Uluslararası ilişkilerin hızlı büyüyen yaklaşımı, yapısalcılık teoriden çok bir yaklaşım olarak daha iyi tanımlanabilir. Onun temeline bakıldığında, tek başına uluslararası ilişkiler hakkında bir şey söylemiyor ancak yapısalcılığın sosyal ilişkiler, kimlik, ve normların doğası hakkındaki dersleri uluslararası ilişkiler dünyasına güçlü anlayışlar sağlayabilir. Gerçektende, çoğu yapısalcı yorum, uluslararası davranışları açıklamak için çokça kimlik prensibi üzerinde durur (p:121, par: 2) Yapısalcılık, aktörlerin bir diğeriyle ilişkilerini, ulusal çıkarlarına tehditleri ve ulusal çıkarlarını nasıl tanımladıklarıyla ilgilidir. Realistler (ve neoliberaller) olduğu gibi devlet çıkarları açıkça dikkate alır. Bu sebeple, yapısalcılık uluslararası ilişkileri daha geniş bir sosyal ilişkiler kapsamının içinde alır. Tıpkı bir alıcının hoş görünen (yani sosyal çevrece kabul edilebilir)bir mp3 çaları almaya karar verebilir, devletler de diğer devletlerin “popular” bulduğu şeylere dayanan politik kararları alacaktır. Nitekim, tıpkı alıcının almak istediği müzik çalar üzerinde parasal limitte (sınırlı kaynaklar:limited sources) sahip olması gibi, yapısalcılar gücün uluslararası ilişkilerin yokluğundan var olmadığını da kabul ederler. (p:121, par:3) 14 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 Yapısalcı çalışmaların çoğu yerini edindi. Önemlilerinden biri kimliklerin diğer devletlerle ilişkilerle nasıl şekillendirildiğinin yanı sıra devletlerin çıkarlarının ve kimliklerinin nasıl birbirine geçtiğini de açıklar. Örneğin, Abd niçin Kuzey Kore nükleer silah üretirken endişeleniyor da İngiltere’nin umurunda değil? Realistler, Kuzey Kore büyük bir tehdit teşkil ediyor diye hemen cevap vereceklerdi, lakin tam bir aseri güç bakış açısından, İngiltere Kuzey Kore için uzak bir askeri güç. Ancak kimsecikler ingilterenin ne kadar fazla nükleer silah ürettiğine ve dış politika üzerinde anlaşmazlıkların nasıl derinliştiğine bakmaksızın İngiltereyi Birleşik Devletlere karşı bir tehdit unsuru olarak görmüyor. Bu durumda, yapısalcılar, amerikalılarla ilgilzlerin her nekadar askeri bakımdan güçlü olsalarda birbirini tehtid olmadığını söyleyen ortak normlar, ortak müttefikler ve ortak bir tarih olduğuna dikkat çekecekti. (p:121, par:4) Potansiyel düşmanların kimliği sadece askeri güç ve çıkarlarda belirmez. Yani contructivism, realistlerin anlayışını reddeder. Neydi realistlerin anlayışı: devletler az güç ve az zenginlikten daha fazlasını ister ve devletlerin çıkarları o devletlerin birbirleriyle ilişkisine bağlı olmaksızın vardır. Halbuki bu yapısalcılar diyorki, ne alakası var, devletlerin cıkarları ve birbiriyle olan ilişkileri onların uluslararasındaki hareketleri belirler. Bazı yapısalcılar, zamanla devletler güvenlik ikilemlerinin olmadıgı, silahlanma yarışısının olmadıgı ve anarşizmin bulunmadığı bir devlet yaratabilirler. Nasıl olcak bu: sosyalleşme ile (devletlerin birbiriyle sürekli bir iletişim içinde olması ile). Mesala buna örnek olarak Avrupa’yı gösterirler. Kaldıki Avrupa’da gecen yüzyılın en kanlı en büyük iki savaşı yaşanmıştı. Nitekim o yüzyılın sonunda artık ağızlarda savaş sözü geçmez oldu. Ne oldu: Avrupa kimliği Avrupa Birliğini doğurdu ki şuan dünyanın en kuvvetli birliği. Yapısalcı çalışmaların diğer bir alanı ağırlıklı olarak uluslararası normlara ve bu normların devletlerin hareketlerini kısıtlaması üzerine dayanır. Realistler (ve neoliberaller) devletlerin karar yapmalarınn sonuç mantığına (logic of concequences: what will happen to me if i behave a certain way?) dayandığını iddia etseler de yapısalcılar güçlü bir yerindelik mantığı (the logic of appropriateness: how should i behave in this situation?) olduğunu not ederler. (p:125, par:2) Postmodernizm (Postmodernism): Postmodernizm işaretlerini çeşitli disiplinlerde, özellikle de edebiyatta bırakmış öğretiye karşı geniş bir yaklaşımdır. Edebiyattaki kökleri sebebiyle, postmodernistler metinlere ve söylemlere özel ilgi gösterirler. Realizmin postmodern eleştirileri bu sebeple realistlerin sözlerini ve parametrelerini merkeze alırlar. Postmodernizmin merkezi bir fikri, tek bir objektif gerçeğin olmadığını aksine kolay kategorilere sığmayan bakış açılarının ve deneyimlerin çeşitliliğini söyler. Bu sebeple, postmodernizmin kendisini bir kategoride yahut basit bir yolla sunmak zordur. (p:127, par:1) Postmodernist bakış açısından, realizm kendi iddiaları olan, devletlerin nesnel çıkarlarının uyumlu kümeleriyle tek aktörler olarak işlemesini ve devletlerin uluslararası ilişkilerde merkezi aktörler olduğu aklayamaz/savunamaz. Realizmin postmodern eleştirileri devletlerin çıkarlarıyla alakalı nesnel ve evrensel hiç birşey görmez. (p:127, par:2) Subtext: Şimdi bu politikacılar yahut devlet politika ve doktrinleri genellikle devletin kısa ve uzun dönem amaçlarını ve tutumu sergiler. Ancak bazen bu yazılarda (text) açıkça gösterilmemiş, gizlenmiş bölümler ya da anlamlar olabilir. İşte bir metinde gizlenmiş bu anlamlara subtext deniyor. Postmodernistler, bu metinlerin inciğini cıncığını karıştırarak o anlamları ortaya çıkarmaya çalışır. Marksizim: Marksizim sosyalizmin bir dalıdır. Sosyalizm nedir: daha güçlü olan sınıfların daha az güçlü olanlara onların ürettikleri üretim fazlasındaki adil payı reddederek eziyet etmesi ve onlardan faydalanmasını konu alan teoridir. Bu ezici sınıflar kendi varlıklarını genişletmek için daha fazla güç ele geçirmeye çalışırlar. Bu sürece sınıf çatışması (class struggle) denir. İşte bu süreçten güçlü ile daha zayıf arasındaki ilişkiye bakmak mümkündür. Kominist olmak istiyorsanız mutlaka okumanız gereken bir kitap var (bilmem yeni basımı var mı, bendeki 1974 basımı / Sol Yayınları): Felsefenin Başlangıç İlkeleri – Georges Politzer, marksizmi şöyle tanımlıyor: İlk insanların bilgisizliği, onların araştırmalarına bir engeldi. Bunun içindir 15 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 ki tarih boyunca, bu bilgisizlik nedeniyle, dünyayı olağanüstü güçlerle açıklamak isteyen dinlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu, bilime aykırı bir açıklamadır. Sonra yavaş yavaş yüzyıllar boyunca, bilim gelişecek, insanlar, bilimsel deneylerden yola çıkarak maddi olgularla dünyayı açıklamayı deneyecektir – buradan, şeyleri bilimlerle açıklama iradesinden, materyalist felsefe doğdu. Materyalizm evrenin bilimsel açıklamasından başka bir şey değildir. Materyalizm felsefesi Marksizmin temelini oluşturur. 19yy da bilimler ileriye doğru büyük bir adım attıklarından, Marx ve Engels çağdaş bilimlerden yola çıkarak bu eski materyalizmi yenilediler ve bize, diyalektik materyalizm denilen ve marksizmin temelini oluşturan çağdaş metaryalizmi sundular. Münci Hoca şöyle diyor kitabının Marksizmle ilgili bölümlerinde: sınıf kavramı Marxist doktrinin en önemli kavramlarından biri, belki de onun temel direğidir. Komünist manifestosunda “bütün toplum tarihi, başlangıçtan günümüze kadar” sadece iki sınıf arasındaki (sömüren ve sömürülen) çatışmanın tarihinden ibaret olarak niteler. Marxist sınıf anlayışının kilit noktası, üretim araçlarının özel mülkiyetindedir. Üretim araçlarına sahip olanlar sınıf meydana getirirler (köle toplumunda köle sahipleri, feodal toplumda toprak sahipleri ve kapitalist toplumda fabrika ve işletme sahipleri). Üretim araçlarına sahip olmayanlarda ayrı bir sınıfı oluşturur. Kapitalist toplumlarda geçimini sağlamak için emeğini satmak zorunda olan sınıfın adı proletaryadır. [Kapani, Münci. (2007) Politika Bilimine Giriş. Ankara: Bilgi Yayınları. Vay bu kitabı daha okumayan siyaset bilimci öğrencisinin haline] Topyekün savaş (Total war): Topyekün savaş bir devletin diğer bir devleti fethetmek ve işgal etmek için harp hali ilan etmesidir. Amaç savaş açılan devletin başkentini ele geçirmek ve hükümeti teslim olmaya zorlamaktır ki yerine işgalci devletin sectiği yeni bir hükümet gele. Topyekün savaş çok yıkıcı Napolyon savaşlarıyla başladı. Topyekün savaş yapma, ekonominin ve tooplumun tümünü savaşın içine dahil eden endüstri devrimiyle evrim geçirdi. Büyük güçler arasındaki son topyekün savaş II. Dünya savaşı idi. (p:155, par:2)Topyekün savaşta, toplumun tümü çatışmaya yönlendirilir; düşmanın tüm toplumu ise yasal bir hedef olarak görünür. Örneğin, II: Dünya savasında Almanya İngiliz sivillere V-2 roketleriyle saldırdı, İngilizler ve Amerikalıların stratejik bombalamaları 600.000 Alman sivil ve yüzbincelerce japonun ölüme sebep oldu. (p:155, par:3) Sınırlı savaş (Limited war): Sınırlı savaş düşmanın işgali ve teslim olmasını elde etmek için yürütülen asketi hareketleri içerir.Örneğin 1991 de ABD nin Irak’a karşı açtığı savaş kuveyt bölgesini geri aldı ancak Saddam Hüseyin hükümetini devirmek için Bağdata gitmedi. İsrail ve Lübnan arasındaki 2006 yılındaki savaş; İngiltere ile Arjantin arasındaki Falkland adaları sebebiyle çıkan savaş bu tür savaşa örnektir. Baskınlar (Ruins) tek bir hareketten oluşan- bir bombalama veya yerden hızlı bir hücum- sınırlı savaşlardır. 2007de, İsrail savaş uçakları, Suriye’yi nükleer silah yapma sürecinden alıkoymak için, nükleer enerji araştırmaların yapıldığını düşündüğü Suriyedeki bir tesisi bombaladı. Savaş tipleri: İç savaş (civil war): İç savaş, bir devletin içerisindeki, ülkenin tamamı yahut bir bölümü için yeni bir hükümet kurmak ya da kurulmasını önlemek isteyen gruplar arasındaki savaştır. Hegemonic war: Hegemonic savaş tüm dünya düzenin kontrolü üzerindeki savaştır. Bu tip savaşlar ayrıca dünya savaşı, global savaş, genel harp ve sistematik savaş olarak da bilinir. Son hegemonic savaş II. Dünya Savaşıydı. Geniş bir şekilde modern silahların gücünden ötürü, böylesi bir savaş uygarlığı yok etmeden artık olamayacaktır (yani böyle bir savaş çıksa cüp, o lanet siyah göz kaleminden eser kalmayacak diyor :D ) (p:153, par:6) Gerilla Savaşı (Guerrilla war): Kimi belirli iç savaş türlerini de kapsayan gerilla savaşı cephe hatlarının olmadığı savaş halidir. Düzensiz kuvvetler çoğunlukla gizli ve korunarak sivil nüfusun ortasında hareket eder. Gerilla gidip de doğrudan düşman ordusunun karşısına dikilmez; aksine aşama aşama düşmanın düzenli ordusunu tahrip etmeye ve çalışmalarını sınırlamaya/önlemeye çalışır. Amacı nedir: kendine seçtiği bölgeden bu düzenli orduyu çıkararak kendi ÜNİTE 5: ULUSLARARASI ÇATIŞMA 16 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 özgür kontrolünü sağlamak. 2003ten sonra Irak Savaşında Irak milis kuvvetleri (Iraqi paramilitary forces) bu yöntemi kullanmıştır. Başka bir örnek Vietnamda: 1960lar ve 70lerde Güney Vietnamda Amerikan askerleri Vietcong gerillalarıyla savaşmak zorunda kalmıştı. Peru’da ve Somalya’da da gerilllar var, aynı İrlanda’da olduğu gibi. Bir tane bizden var tabii: PKK ideolojisi gereği Türkiyenin güneydoğusunda belirlediği bölgede söz sahibi olabilmek/kontrolü ele geçirmek ve özgür bir Kürt devleti kurmak için bu taktiği kullanmakta. Genellikle böylesi bölgelerde, devlet sabah kontrol ederken bölgeyi ya da şehri/yerleşim bölgesini gece gerillalar devralır. Bu sebeple gerilla savaşı özellikle siviller açısından acı vericidir. Nitekim onlar hem askeri şiddete (bir açıdan, her iki taraftan da) hem de hukuksuz uygulamalara maruz kalmaktadır. Madem yeri geldi rakamlarla örnek verelim, her ne kadar TÜİK’in sitesi 21.yy da olduğumuzun farkında olmasa da şu veriler var elimizde: 1984teb 2010a kadar 6653 askeri personel şehir düştü, 5687 vatandaş hayatını kaybetti. (1984 -2009 yıllarında Jandarma Genel komutanlığına genel faaliyet raporuna göre)9.704 terörist öldü, 15.232 terörist yaralı ya da sağ ele geçirildi ve 3781i ise teslim oldu. Proxy savaşı (proxy war): İki gücün doğrudan birbirine saldırması yerine, birbiriyle üçüncü bir devlet üzerinden savaşmasıdır. Genelde iç savaşlar ile kendini gösterir. Örneğin Vietnam Savaşında Rusya’nın Vietnam’ı desteklemesi; ABD’nin Rusya Afganistan’ı işgal ettiğinde Taliban’ı desteklemesi gibi. Savaş Niçin Çıkar? - Bireysel Seviye (Analizin bireysel seviyesi, hatırlayın!): analizin bireysel seviyesinde, savaş ile ilgili teoriler rasyonalite üzerinde merkezleşir. Realizmle örtüşen bir teori, savaşın ve diğer baskıcı yöntemlerin, ulusal liderlerin rasyonel bir kararı ve normal bir şey olduğunu savunur. Yani liderlerin kendi çıkarlarını korumaları adına savaş ilan etmeleri kadar mantıklı bir yol yoktur der. Sizin de düşüneceğiz üzere, savaş ilanı herzaman da rasyonel ya da akılcı olmamıştır. Ancak görüyoruz ki bazen bir liderin savaş ilanı bile tüm ülkeyi savaşa sürekler: Bush mesela. The Domestic Level: Analizin domestik seviyesi, devletlerin ya da toplumların karakteriyle ilgilenir. Der ki: kimi toplum yahut devletler savaşa ya da şiddete çatışmaların çözümü için daha eğilimli olabilir. Mesela Marx, agresif ve açgözlü kapitalist devletlerin uluslararası sorunlarda şiddet uygulamaya daha eğilimli oldugunu sık sık söyledi. Öte tarafta Batı ülkeleri de, genişlemeci, ideolist ve totaliter kominist devletlerin özellikle savaşa yatkın olduklarını iddia ettiler. İşin gerçeği, her ikiside düzenli olarak savaştı. Devletlerarası Seviye (the interstate level): Bu alandaki teoriler, savaşları, uluslararası sistemdeki ana aktörlerin güç ilişkileri açısından açıklar. Örneğin, güç geçişi teorisi (power transition theory) şunu der: güç nispeten eşit şekilde dağılmışken ve bir yükselen güç diğer güçler üzerinde hegemony ilan ediyorsa çatışmalar büyük savaşlar üretir. Ulusalcılık (Nationalism): bir ulusun çıkarlarının diğer ulusların çıkarlarının üzerinde tutmasıdır. Ulus, genellikle bir dil ve kültürden oluşan kimliği paylaşan insanlardan oluşur. Bir aşamaya kadar, geniş topraklara yayılan politik güç, bir ortaklığı milliyet için gerekli kıldı. Mesela Fransa’da böyle oldu. (Şahin Alpay Ne oldu orda: devlet ulusu yarattı. Aksi de mümkün: önceden var olan bir ulus, iç ve dış işlerinde egemenlik kazanarak kendi devletini kurmuştur. Yani ulus devleti yaratmıştır. Hoca savaşın sebepleri olarak tahtaya şunları maddeler halinde yazmış: ulusalcılık, etnik çatışma, etnikmerkezcilik, insanlıktançıkarma (dehumanization), soykırım, etnik temizlik, dinsel çatışma, köktencilik/aşırı tutuculuk (fundamentalism), irredentism, violation of air or sea border, economic. Burda açıklamamız gereken iki önemli madde var: Dehumanization ve irredentism. Dehumanization ya da Türkçesiyle insanlıktan çıkarma, adından da anlaşılacağı üzere, karşı tarafı aşağılayarak insan dışı muameleye tabi tutar. Genelde hayvan adlarını kullanırlar. Mesela ABD, 2. Dünya savaşında propagandalarında Japonları maymun (apes) olarak adlandırıyordu. Burdaki amaç nefret söylemleriyle (hatespeech) hem karşı grubu iyice dışlamak hem de taraf toplamaktır. İrredentism ise, bir şekilde geçmişte soy ve kültür bakımından bir bağ olan toprak ya da toprak parçasının artık başka bir devlete ait olmasına rağmen halen o kaybedilmiş topraklarda hak iddia etme ve o 17 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 toprakların geri kazanılması amacını/ideolojisini güden anlayıştır. Bize çok uzak olmayan bir örnek: Megali İdea. Yunanistan geçmişten beri Batı Anadolu ve İstanbul’da bulunmuş kendi kültür ve nüfusu bu bölgelere yüzyıllarca yaymıştı. Ancak Kurtuluş Savaşı sonrası hem Batı Anadolu, özellikle İzmir ve çevresi, hem de istanbul tamemen ve resmi olarak Türk toprağı haline gelmiştir (elbetteki Osmanlı hakimiyeti vardı, ama olaya aşırı ideolojik olarak bakın: Yunanlılara göre her nekadar yüzyıllık osmanlı toprağı olsa da İzmir Smyrna olarak kaldı hep). Dolayısıyla Yunanlıların irredentist ideolojisi olan Megali İdea, yani kaybedilen toprakları geri kazanma ülküsü - Büyük Ülkü görüşü doğdu. T.C’nin oradaki faaliyetleri ve işlemleri göz önüne alındığında bunun mümkün olmadığı görülüyor. Eğer bugün PKK, o bölgeyi kontrol altında tutsa, Türk silahlı kuvvetleri ya da diğer kamu organları o bölgede hiç birşekilde faaliyet gösteremese ve de bölge hakkı devlet hukukundan yararlanamasa, kendini devletin kanunlarında temsil edemese ve yönetime katılamasa (seçimlere giremese mesela) ve de PKK yı yegane otorite olarak tanısa, o bölgede bir PKK devleti kurulması kaçınılmaz olacaktı (çok çok büyük ihtimalle her ne kadar Türkiye karşı olsada uluslarararası sistem PKK devletini destekleyecek ve tanıyacaktı, aynı Türkiye’nin Kosava’yı ilk tanıyan ülkelerden biri olamsı gibi). Self-determination prensibi: Bu prensibe göre kendini bşr ulus olarak adlandıran insalar bir devleti şekillendirme/bazen de yaratma hakkında sahip olmalı ve kendi işlerinde egemenliğe sahip olabmelidirler. Tarihsel olmasa da, bugün self-determination uluslararası işlerde önemli bir terim olmuştur. Ancak self-determination genellikle egemenlik prensiplerine murahhas bir durumdadır. Yani demek istiyorum ki egemenlik prensibi bir aşamada self-determination u sevmez, neden, çünkü devletlerin içişlerine karışmama yasağı bugün jus cogens’tir değil mi?! Self-determination gruplara uluslararası sınırları değiştirme hakkı vermez. Genellikle, her daim olmasa da, self-determinasyona şiddetle ulaşılmıştır. Bugün böylesi çatışmalar, Kuzey İrlanda da, Quebec (Kanada), İsrailFilistin, Hindistan-Pakistan, Sri Lanka, Tibet, Sudan ve diğer bir çok yerde devam etmektedir. Bu arada yeri gelmişken söyleyelim (kitapta yazmasa da) biz biliyoruzki selfdetermination hakkı ilk kez Wilson prensiplerinde dile getirildi. Ayrıca uluslararası hukuk derslerinden de biliyoruzki self-determinasyon hakkının ileri sürelebilmesi için en önemli kıstaslardan biri etkin kontroldür. Yani bu hakkı talep eden grup, hakkı talep ettiği bölgede tam anlamıyla kontrolü elinde tutacak, hakkı almak istediği devletin o bölgede faaliyet göstermesi mümkün olmayacak. Ayrıca o bölgedeki insanlar hiç bir şekilde devlet yönetimine ya da sosyal hizmetlere erişmez durumda olmalı (ya da çok sınırlı biçimde erişebilir). Bir örnekle bu konuya son verelim: Bugün PKK, selfdeterminasyon hakkını, bölgede ilan etmektedir. Nitekim Etnik Gruplar (ethnic group): Etnik gruplar, aynı geçmiş(atadan kalma miras), dil, kültür veya din bağlarını ve ortak bir kimliği paylaşan insanların oluşturduğu geniş gruplardır.Halbuki etnik çatışmaların daha çok maddi yönü olduğu görülür: en çok da toprak ve hükümet kontrolü üzerinde. Etnik çatışmalar bir etnik grubun ötekisi üzerinde nefret etmesi ve beğenmemesinden kaynaklanır. Bu sebeple etnik çatışmalar somut sebeplere dayanmaz (öteki grubun ne yaptığına bakmaz) aksine soyut sebeplere dayanır(öteki etnik grubun ne olduguna bakar). Darfur(Sudan), Rwanda ve Bosna’da olanlar etnik çatışmalardan başka neydi? Ethnocentrism (Irkmerkezciliği): Bunun diğer adı grup içi önyargıdır (in-group bias). Irkmerkezciliğinde, biri kendi üyesi olduğu grubu iyi niyetli olarak görürken, kendi dışındaki grubu kötü niyetli olarak görür ve bu eğilimi taşır. Bazı hocalar, enthnocentrismin biyolojik eğilimde kök saldığını söyler. Soykırım (Genocide): bazı uç noktalarda, hükümetler soykırım yapar, yani sistematik olarak bir etnik ya da dini bir grubun tamamını ya da belli bir kısmını imha eder. Günahkeçisi grupları ve politik rakipleri yok etmektir amaç. Nazi Almanyası 6 milyon yahudiyi ve milyonlar çingen, roman ve koministi öldürdü. (bir arkadaşım derki sanki diğer Avrupa devletleri Yahudilere bayılıyordu!) Aynı şey Ermeniler tarafından da iddia ediliyor. 1.5 Ermeninin 1915’te soykırıma uğratıldığı söyleniyor. İster oldu diyin ister karşı çıkın, yabancı tarih kaynaklarına daha önce 18 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 karıştırmış ve uluslararası basını takip edenleriniz fark etmiştirki, ortada bir gerçek var Ermeni iddiaları dünya kamuoyunca daha fazla kabul görüyor ya da destekleniyor. UNİTE 8: Uluslararası Örgütler, Hukuk ve İnsan Hakları Birleşmiş Milletler nedir? Dünya barışı ve sosyal gelişim çalışmalarını sürdürmek üzere bağımsız devletleri bir araya getiren tek uluslararası teşkilattır. Birleşmiş Milletler, kurucu devletler olarak adlandırılan 51 ülke tarafından, 24 Ekim 1945 tarihinde oluşturulmuştur. 2008 yılının sonunda üye sayısı 192’ye ulaşmıştır. Kuruluşundan bu yana, hiç bir ülke üyelikten çıkarılmamıştır. Endonezya komşusu Malezya ile yaşadığı sorunlar nedeniyle, 1965 yılında geçici olarak Birleşmiş Milletler’den ayrılmış, fakat bir sonraki yıl, örgüte tekrar dahil edilmiştir. “Birleşmiş Milletler” terimi nasıl ortaya çıktı: “Birleşmiş Milletler” terimi ilk kez Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Franklin D. Roosevelt tarafından kullanılmıştır. İlk resmi kullanımı, 1942 yılında, 26 devletin temsilcilerinin imzaladığı BM beyannamesindedir. Birleşmiş Milletler antlaşmasının imzalanmasından bir kaç hafta önce hayatını kaybeden Başkan Roosevelt’in anısına, San Francisco Konferansında bulunanlar tarafından “Birleşmiş Milletler” teriminin kullanılması uygun görülmüştür. Böyle bir uluslararası kuruluş ilk kez mi kuruluyordu: Benzer bir kuruluş olan Milletler Cemiyeti, Birinci Dünya savaşını takiben 1919 yılında kurulmuştur. Milletler Cemiyeti’nin başlıca amacı, dünya barışını temin etmekti. Fakat, bu Cemiyet’e yeterli katılım sağlanamadı. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri bu Cemiyet’e hiç katılmamıştır. Üye olan diğer ülkeler, bir süre sonra Cemiyet’den ayrıldı ve dolayısıyla Cemiyet bir türlü harekete geçemedi. Başarısızlığına rağmen, cemiyet, evrensel bir kuruluş oluşturma fikrini canlı tutmayı başardı. Bu kuruluş da Birleşmiş Milletler’di. BM Teşkilatı nasıl yapılanmıştır:Birleşmiş Milletler’in altı temel organı bulunmaktadır: 1. Genel Kurul Görevleri: Birleşmiş Milletler'in altı temel organı Birleşmiş Milletler antlaşması uyarınca kurulmuştur. Birleşmiş Milletler’in yapısı ve işlevi kısaca şöyledir: Birleşmiş Milletler’in tüm üyeleri (192) Genel Kurul’da toplanır. Küçük ya da büyük, yoksul ya da zengin her ülke birer eşit oy hakkına sahiptir. Genel Kurul, dünya barışı ve güvenliği, yeni üye alımı ve Birleşmiş Milletler’in bütçesi ile ilgili konulardaki kararlarını üçte ikilik oğunlukla alır. Diğer konularda ise salt çoğunluk yeterlidir. Son yıllarda, oybirliğiyle karar alabilmek için çaba sarfedilmektedir. Genel Kurul’un olağan dönem toplantısı her yıl Eylül ayında başlar ve yıl boyunca devam eder. Her olağan dönem toplantısının başlangıcında, hükümet ya da devlet başkanları ve diğer katılımcılar, savaş, terörizm, hastalıklar, yoksulluk gibi gündemi meşgul eden uluslararası düzeyde bir çok konuda görüşlerini sunar. Genel Kurul, oturumları yönetmekle görevli başkanı seçimle ve bir yıllığına belirlenir. - Her hangi bir konu üzerinde görüşmelerde bulunmak, öneriler getirmek (Güvenlik Konseyi’nin ilgilendiği konular dışında) - Askeri çatışma ve silahlanma yarışı ile ilgili konuları görüşmek; - Gençler, çoçuk ve kadınların konumlarının iyileştirilmesi konusunda görüşmelerde bulunmak ve çözüm aramak; - Sürdürülebilir kalkınma ve insan hakları konusunda çalışmak; - Her üye ülkenin BM’ye katkısının ne kadar olacağı ve toplanan paranın nasıl harcanacağı konusunda karar vermek. 2. Güvenlik Konseyi: Güvenlik Konseyi 15 üyeden oluşur. Birleşmiş Milletler’in Çin, Rusya, Fransa, İngiltere ve ABD’den oluşan 5 daimi üyesi vardır. Diğer geçici üyeler ise iki yıllık bir süre için Genel Kurul tarafından seçimle ve coğrafi denge gözetilerek belirlenmektedir. Türkiye 20092010 yıllarını kapsayacak şekilde Güvenlik Konseyine geçici üye olarak seçilmiştir. Görevleri � Tarafların sorunlarını barışçıl yollardan çözmeleri için görüşmeye davet etmek; � Uluslararası uyuşmazlıklara yol açabilecek anlaşmazlıkları ve sorunları araştırmak ve bu sorunların ya da anlaşmazlıkların çözümü için tavsiyede bulunmak, � Durumun ağırlaşmasını önlemek için ilgili tarafları söz konusu önlemlere uymaya çağırmak; � Genel Kurul’a Genel Sekreter ataması konusunda tavsiyede bulunmak ve Kurul’la birlikte, Uluslararası Adalet Divanı yargıçlarını seçmek; 3. Ekonomik ve Sosyal Konsey 4. Vesayet Konseyi 5. Uluslararası Adalet Divanı 6. Genel Sekreterlik (Kaynak: BM Hakkında Herşey elektronik kitabı) İnsan hakları nelerdir: “İnsan Hakları”; İnsanın insan olarak doğmakla elde ettiği haklara insan hakları denir. Yani 19 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 insanlara doğuştan verilen, verilmesi gereken haklardır. Temel insan haklarından bazıları şunlardır: a. Yaşama Hakkı b. Sağlık Hakkı c. Eğitim Hakkı d. Mülk Edinme Hakkı e. Seyahat Hakkı f. Haberleşme Hakkı g. Kanun Önünde Kendini Savunma Hakkı h. Hak Arama Hakkı i. Seçme ve Seçilme Hakkı j. Özel Yaşamın Gizliliği Hakkı k. Devlet Hizmetlerinden Eşit Olarak Yararlanma Hakkı… İnsan Hakları demokratik devlet yapılarında uygulanan evrensel bir değerdir. İnsan Hakları, insanları insan gibi yaşatmayı amaç edinir. İnsan Hakları, İkinci Dünya Savaşı sonrası tamamen kabul edilmiş ve kurumlaşmış bir kurallar bütünüdür. İnsan Hakları, ”BİRLEŞMİŞ MİLLETLER İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ”’nin kabul edilmesiyle evrensel ve çağdaş bir değer olarak yerini almıştır. Daha sonra kabul edilen “Avrupa Konseyi İnsan Hakları Sözleşmesi” ile de çağdaş, demokratik ve modern devletlerin olmazsa olmaz kuralları ve ilkeleri arasına girmiştir. Bir devletin insan haklarını benimseyip benimsemediği, o devletin gelişmişlik düzeyini de belirler. Bir devletin demokratik, çağdaş ve modern bir devlet olabilmesi için insan haklarını anayasal ve yasal bir hak olarak vatandaşlarına tanımış olması ve insan hakları ihlallerinin suç olarak kabul edilip cezalandırılmasını öngören yasal yaptırımları getirmiş olması gerekir. İnsan Hakları, T.C anayasası’nını 12-74 üncü maddeleri arasında “TEMEL HAKLAR VE HÜRRİYETLER” ana başlığı altında vatandaşlarımıza anayasal bir hak olarak tanınmıştır. Demokratik devletlerde hiçbir düzenleme ve uygulama anayasaya aykırı olamayacağına göre tüm hukuk sistemimiz de İnsan Hakları çerçevesinde düzenlenmiştir. Hoca insan haklarını anlatırken “3 dalga” olarak belirlemiş: Civil/political Yaşam hakkı, özel mülkiyet, konuşma ve ifade özgürlüğü, seçme-seçilme Social rights Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, insanî çalışma koşulları, altyapı Identity Azınlık hakları, dil, din, kültürel haklar, kadın hakları, çevre hakları Sivil ve politik haklar için bir kavram kullanılıyor: Negatif haklar (negative rights). Aradım bizim üniversitenin hukuk klübü başkanını sordum, “üstad nedir bu haklar?” Muhterem Salih İnce şöyle cevapladı: Eğer bir devletin, bir hakkın yerine gelmesinde bir edimde bulunmasına gerek yok ve sadece tanıması gerekiyorsa o haklara negatif haklar denir. Eğer bir hakkın yerine gelmesi devletin edimine bağlıysa o haklara da pozitif haklar denir. Örneğin devlet grev hakkını tanır vemüdahale etmez, bu sebeple negatif bir haktır. Ama kişilerin yaşamları devam ettirebilecekleri bir gelire sahip olmaları hakkından yola çıkarak devlet, asgari ücreti belirleyerek en düşük maaşı ilan eder, yani müdahalede bulunur. Positif haklar modern dönemde doğan ve gelişen haklardır. Nitekim liberaller bu hakları pek de sevmez, devleti sosyalizme götürdüğünü iddia ederler. Sivil ve politik haklar adına bir genellemeye gidersek diyebiliriz ki, bu haklar negatif haklardır. Devlet bu hakları tanır ve bunlara müdahale edemez (ancak keskin bir genelleme her zaman iyi değildir!) Sosyal haklar ise devletin yükümlüğünü ve müdahalesini gerektirdiğinden bunlar pozitif haklardır. Hoca identity haklardan bahsederken bunlar için grup hakları da demiş. Bunlarda yüzyılımızın haklarıdır ve halen de gelişmeye devam etmektedir. Merkantalizim: Genellikle realismle diğer devletlerin pahasına bir devlet kendi çıkarlarını korumalıdır; karşılıklı çıkarlar için uluslararası örgütlerle bir çalışma içerisine girmemeli ve buna güvenmemelidir. Bu sebeple merkantalizm (realistler gibi) bağıl gücün altını çizer. 16yy ortalarıyla 17yy sonları arasında Batı Avrupada etkinlik kazananan merkantalizmin doğuşunun temelinde ulusal devletin ortaya çıkması, uluslararası ticaretin gelişmesi ve ticaret sermayesinin güç kazanması yatmaktadır. Merkantalistlerin üzerinde en çok düşündükleri konulardan biri, ülkenin serveti ya da zenginliğiyle dış ticaret bilançosu arasındaki ilişkidir. Merkantalistler baktıki ulusal ekonomi gelişmeye başladı, devletin, kendi ulusal zenginliğini maksimum kılmak amacıyla ekonomik faaliyetlere müdahalesini savunmuşlardır. Bu doctrine göre altın ve gümüş gibi değerli madenler, bir ülkenin siyasi ve ekonomik gücünün başlıca kaynağıdır. Merkantalistler dış ticaret politikasının amacının, hazinenin altın ve gümüş varlıklarını arttırması olduğu görüşünden hareketle, ihracatın özendirilmesi, sanayide yerli hammadde kullanımının sağlanması için, hammadde ihracatının yasaklanması, ithalatın yüksek gümrük vergileri ve yasalarda kısıtlanması gibi önlemlerin savunucusu olmuşlardır. Merkantilistler ayrıca güçlü ulusal deniz ticaret filolarının kurulmasına da büyük önem vermişlerdir. Müdahaleci ve korumacı bir ekonomik 20 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 politikanın savunucusu olan mercantilist uygulama ve teorideki etkinliği, sanayi devriminin gerçekleştiği 188yy sonlarına kadar azalarak sürmüştür. Dünya Ticaret Örgütü: Küreselleşme karşıtlarının hedefi olan The World Trade Organization (WTO)-Dünya Ticaret Örgütü- 1995 yılında kuruldu. Bu kuruluş dünya ticaretine düzen vereceği düşünülen bazı kuralları yaratmak ve yürürlüğe koymakla sorumluydu.WTO, 50 yıllık bir süreç içinde serbest ticareti desteklemeyi miras almış bir örgüt. Serbest ticaret, bir zamanlar özgürlüğün kendisi kadar gerekli görülüyordu. 1947 yılından beri yapılan sekiz görüşmede, WTO'dan önce kurulan Genel Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşması (GATT), yavaş yavaş dünya pazarlarını açmıştı. 1994'te tamamlanan Uruguay görüşmeleri WTO'yu oluşturdu. Bu örgüt, ülkeler arasındaki ticareti düzene sokacak, anlaşmazlıkları giderecek ve dünya ticaretini bazı kurallara bağlayacaktı.Sorumluluk alanında; gümrükler, kotalar olduğu gibi "gıda güvenliği kanunları", "ürün standartları" ve "yatırım politikaları" gibi "Ticarete Gümrük Dışı Engel" (non-tariff barriers to trade) de sayılıyordu.Çok taraflı anlaşmalar (Multilateral Agreeements) ile WTO kuruluşunun ülkelerin hangi gümrük veya gümrük-dışı kuralları uygulayabileceğini sınırlaması da bekleniyordu. Bu kurallar yüksek derecede gizlilik altında çalışan ve WTO kurallarına aykırı davranan ülkelere müeyyide uygulama yetkileri olan ticari tahkim kurullarınca oluşturuluyordu.Dünya Ticaret Örgütü kurulduğu günden bu yana, dünyanın pek çok ülkesinde üretimi ve ticareti ulus devletlerden daha büyük bir güçle kontrol ediyor.135 ülkenin ticaret yetkilileri küreselleşme ve ticaretin liberalleşmesini tartışmak için Seattle'da, Prag'da ve Cenova'da toplandı. Toplantılar sırasında, Dünya Ticaret Örgütü'nün şirket çıkarlarını, insan ve çevre haklarının önünde tuttuğuna inanan binlerce protestocu da orada yeraldı.WTO, 1999 yılında, AB'nin, Amerika'nın hormonlu sığır etine sağlık nedenleriyle getirilen 11 yıllık yasağın kaldırılması için baskı yaptı. Örgüt, bu yasak kalkıncaya kadar Avrupa mallarına ambargo konması için Clinton hükümetini zorladı.29 Kasım 1999'da, Dünya Ticaret Bakanları Seattle'da toplandıkları zaman bu konu gündeme geldi. AB, WTO'nın dünya ticaretinde daha fazla söz sahibi olmasını sağlamak amacıyla yeni bir görüşme süreci başlatmak için toplantı boyunca baskı yaptı.Küreselleşme karşıtları, WTO'ya karşı:Ulusların birbirleriyle nasıl ticaret yapacaklarını kurallarla belirleyen bu örgüt, kurulduğu günden bu yana, dünya kamuoyunda dev bir savaşa neden oldu.Muhalifler, Dünya Ticaret Örgütü aracılığıyla, serbest ticaret kisvesi altında küçük çiftçilere, temiz petrol çıkaranlara darbe vurulduğunu, sağlık önlemlerinin hiçe sayıldığını ve bütün bu önlemlerin Amerikan hükümetinin çıkarlarını kolladığını öne sürdü. İnsanların genetik olarak değişime uğramış yiyeceklerle beslenmelerini zorunlu kıldığını savundu.İddialara göre, WTO dünyanın sadece bu standartları dikkate almasını sağlıyordu. Demokrasi kuralları içinde seçilmiş bir hükümet, halkını korumak için ciddi önlemler alamıyor. Böyle bir girişimde bulunduğu taktirde, WTO bu önlemlerin yasa dışı olduğunu ileri sürüp o ülkeyi cezalandırıyordu.Çevreciler, WTO'nun gönüllü etiketlemeyi de yasa dışı saymasından korkuyorlar. Örneğin kesilmesi ekolojik bakımdan zararı olmayan ağaçlardan elde edilen tahtaların etiketlenmesi gibi. Hollanda'da böyle bir etiketleme girişimi WTO'ya şikayet etme tehdidiyle önlendi. Başka bir hedef de çay, kahve ve dünyadaki yoksul insanlara yarar sağlayan üretimler olabilir. Dünya Bankası ve IMF: ABD hazinesi ve Bretton Woods kuruluşları olan IMF ve Dünya Bankasının gelişmekte olan ülkelere yapacakları yardımlara karşılık önerdikleri ortak neoliberal reçete, 1980 sonlarından itibaren Washington Konsensüs (Washington Consensus) olarak isimlendirildi. Washington Konsensüs prensipleri, kalkınma problemlerinin çözümünde serbest piyasalara, ticaretin liberalizasyonuna ve delvetin ekonomi içindeki yerinin azaltılmasına vurgu yaptı. [ŞEN, Ali.(2005). Washington Konsensüs ve Gelişmekte Olan Ülkeler Sorunları: Eleştirel Bir Değerlendirme ] Avrupa Birliği: Avrupa Birliği, demokratik Avrupa ülkelerinden oluşan bir ailedir. Barış ve refah içinde yaşamaya karar veren ülkelerden oluşan Avrupa Birliği ülkelerinin varlığını ortadan kaldırmak için oluşturamamıştır. Diğer uluslararası örgütlerden daha büyük bir örgüt olan Avrupa Birliği eşsiz bir kurumdur. Avrupa Birliği'nin organlarına verilen güçle Avrupa düzeyinde birliğin ortak konularında demokratik kararlar alınabilir. AB organlarında uygulayan ortak egemenlik 21 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 "Avrupa Bütünleşmesi" diye bilinir. Avrupa Birliği'nin oluşturulması fikri İkinci Dünya Savaşı'nda ortaya çıktı. Avrupa Birliği, bu tür savaşlarının yeniden yaşanmasına karşı kurulan bir birliktir. Bu fikir, Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman'ın 9 Mayıs 1950 tarihinde yaptığı konuşmada ifade edilmiştir. 9 Mayıs, Avrupa Birliği'nin kuruluş tarihi olarak bilinir ve her yıl Avrupa Günü olarak kutlanmaktadır. Avrupa Birliği'nin beş önemli organı vardır. Her organın erki vardır: Avrupa Parlamentosu : AB üye ülkelerinin vatandaşlarından seçilir Avrupa Birligi Konseyi : AB üye ülkelerinin hükümetlerinin temsil eder. Avrupa Komisyonu: AB'nin yürütme organıdır. Avrupa Mahkemesi: yasaların uygulanmasını güvence altına alır. Sayıştay: AB bütçesinin yasal kullanımını denetler). AB'nin beş önemli organı aşağıda söz edilen diğer beş organla tamamlanıyor: Avrupa Ekonomik ve Sosyal Komitesi (Avrupa Birliği vatandaşlarının ekonomik ve sosyal konulardaki görüşlerini ifade eder) Bölgesel Komite (Bölgesel ve yerel yönetimin görüşlerini ifade eder) Avrupa Merkez Bankasi: euronun kullanımı ve para politikasından sorumlu organıdırç Avrupa Ombudsmani: Herhangi bir Avrupa kurumunun kötü idari uygulamasıyla ilgili yapılan her şikayeti araştırır. Avrupa Yatirimlar Bankasi: Avrupa Birliği'nin hedeflerinin gerçekleşmesi için yatırım programlarını finansman eder. GLOBELLEŞME: Hoca globelleşme ile ilgili olarak aklımıza ne geldiyse sordu. Bizden globelleşme, sınırları ortadan kaldırır, otoriteleri yıkar, özel bir kültürden genel bir kültüre götürür, tek bir global ekonomi yaratır, modern emperyalizmdir, ekonomik genişlemedir, yayılmadır, liberal ekonominin ürünüdür, iletişimdir, gibi yanıtlar aldı. Hiçbiri de yanlış değil. (Canan Aktan şöyle anlayıor globelleşmeyi)Teknoloji ve iletişim teknolojisindeki devasa gelişmeler ülkeleri ekonomiden, siyasete kadar pek çok alanda birbirlerine doğru iyice yakınlaştırmıştır. Teknolojik gelişmeler ve bunların ortaya koyduğu iletişim ve bilgi ağındaki ilerlemeler dünyayı adeta ‘global bir köy’e dönüştürmüştür. Bu süreçte telekomünikasyon ve ulaşım teknolojisindeki gelişmeler lokomotif işlevi görmektedir. Bu yakınlaşmanın temelinde ekonomiden kültüre, siyasete kadar pek çok alanda ülkelerin birbirlerine yakınlaşmasını sağlayan globalleşme süreci yatmaktadır. Bu süreçte sermaye, işgücü, teknoloji ve bilgi sınır tanımaz hale gelmiştir. Ayrıca, globalleşme sürecinde demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, çevrenin korunması, terörizm ve organize suçlarla mücadele, insan hakları ve liberalleşme gibi evrensel değerler de ön plana çıkmaktadır. Bütün bu gelişmeler bir taraftan ulusal ekonomi, ulusal siyaset, ulusal kültür kavramını rafa kaldırmakta, diğer taraftan da ulus-ötesi çıkar gruplarını ortaya çıkarmakta ve değişik ülkelerden, hatta kıtalardan, insanları birbirlerine bağımlı hale getirmektedir. Globalleşme sürecindeki tüm bu gelişmeler, ülkeleri dünya standartlarında mal, hizmet ve bilgi üreten bir toplum olmaya doğru sürüklemektedir. Globalleşmenin tanımı konusunda henüz bir fikir birliği sağlanmış değildir. Bazı yazarlar, globalleşmenin sadece ekonomik boyutuna ağırlık verirlerken; diğerleri, globalleşmenin ekonomik boyutu yanında siyasi ve kültürel boyutlarına da temas etmektedirler. Örneğin, Ouattara (1997), globalleşmeyi ekonomik açıdan ele almakta ve globalleşmeyi, ticaret, finansal akımlar, teknoloji değişimi ile bilgi ve işgücünün mobilitesi yoluyla dünya ekonomilerinin birbirleriyle entegrasyonu olarak tanımlamaktadır. Bazıları ise, globalleşmenin ekonomik boyutu yanında siyasal ve sosyo-kültürel boyutuna da dikkat çekerek konuyu daha geniş bir perspektiften ele almaktadır. Esas itibariyle ekonomik bir olgu olarak karşımıza çıkan globalleşmenin siyasal ve sosyo-kültürel boyutları da mevcuttur. Globalleşmeyi tarihin akışı içinde ortaya çıkan bir olgu (realite) olduğu kadar; uluslararası ticaretin yaygınlaşması, emek ve sermaye hareketlerinin artması, ülkeler arasındaki ideolojik kutuplaşmaların sona ermesi, teknolojideki hızlı değişim sonucunda ülkelerin gerek ekonomik, gerekse siyasal ve sosyo-kültürel açıdan birbirlerine yakınlaşmaları olarak da tanımlayabiliriz. 22 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 Ekonomik globalleşme, genel anlamda ülke ekonomilerinin dünya ekonomisiyle entegrasyonunu, yani dünyanın tek bir pazarda bütünleşmesini ifade etmektedir. Bir başka deyişle ekonomik globalleşme, ülkeler arasında mal, sermaye ve emek akışkanlığının artması sonucu ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerin yoğunlaşması ve ülkelerin birbirlerine yakınlaşması demektir (Aktan,1999:2). Ekonomik globalleşme sürecinde, mal ve hizmetler ile uluslararası sermaye hareketleriyle ilgili sınır-ötesi işlemler çeşitlenerek artmakta ve teknoloji dünya çapında daha hızlı bir biçimde yayılmaktadır. Bu süreçte global firmalar önemli bir fonksiyon üstlenmekte ve bu firmalar vasıtasıyla teknoloji gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğru yayılmaktadır. Telekomünikasyon, bilgi ve ulaşım teknolojisindeki hızlı gelişmeler, GATT, WTO ve IMF gibi uluslararası kuruluşların çabalarıyla dünya ekonomisinde sağlanan liberalleşme hareketleri, ülkelerin hızlı ve sürdürülebilir ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmede piyasa ekonomisinin önemini kavramaları, uluslararası firmaların sınır-ötesi satış yapma ve maliyet düşürmek amacıyla daha ucuz kaynak sağlama gibi faktörler ekonomik globalleşmeye ortam hazırlamıştır. Mal ve hizmetler ile üretim faktörlerinin, yani emek, sermaye ve teknolojinin uluslararası alanda mobilitesi sonucu mal ve hizmet piyasalarının entegrasyonu ekonomik globalleşme ile sonuçlanmıştır. Siyasal globalleşme, eskiden uluslararası sistemin temel aktörü olan ulus-devletin üstünlüğünü sarsmış ve ulus-devleti, yetkilerini başkalarıyla paylaşmaya mecbur bırakmıştır. Ulus devlet, globalleşme ile yetki ve otoritesini uluslararası ve uluslar-üstü kuruluşlara devretmeye başlamıştır. Bu süreçte uluslararası ilişkilerin artmasına paralel olarak sorunların uluslararası arenaya taşınması da artış göstermiş ve bunların çözümü uluslararası işbirliğini zorunlu hale getirmiştir. Bir başka ifadeyle, uluslararası siyasal ve ekonomik aktörler devlet egemenliğine ortak olmuş; ülkeler, ulusal ve uluslararası politika uygulamalarında dış dünyayı dikkate almak durumunda kalmıştır. Sosyo-kültürel globalleşme, demokrasi, insan hakları, çevrenin korunması, uyuşturucu, AIDS ve terörizmle mücadele gibi bütün insanlığı ilgilendiren konularda ülkelerin ortak bir anlayışa ulaşmalarını ifade etmektedir. Demokrasi, insan hakları, piyasa ekonomisi, özgürlük gibi kavramlar artık tüm ülkelerin gündemine girmiştir. Öte yandan; çevre kirliliği, uyuşturucu ticareti, AIDS, terörizm ve organize suçlar gibi sorunların ülke boyutlarını aşması ve bütün insanlık için bir tehdit oluşturması bütün ülkeleri ortak hareket etmeye zorlamaktadır. Sosyo-kültürel globalleşme ile ülkeler, birbirlerini kültürlerini daha yakından tanımakta ve bu da uzun dönemde dünya barışına katkıda bulunabilecektir. Sosyo-kültürel globalleşme, batı kültürünü ön plana çıkarmakta ve bu kültürün diğer ülkelere yayılmasına ortam hazırlamaktadır. Başta demokrasi, insan hakları, piyasa ekonomisi gibi batılı değerler bütün dünyaya yayılmaktadır. Bütün bunların yanında batılı ülkelerin damak tadından tutunuz da giyim kuşamına kadar geniş bir yelpazedeki zevk ve tercihler giderek homojenleşmektedir. Sınavda kesinlikle çıkacak bölüm mavi ve beyaz yakalılar: Beyaz Yakalılar: Daha çok idari ve araştırma geliştirme işlerinde faaliyet gösteren ve beden gücüne oranla yüksek teknolojik eğitim zihin ve beyin gücüne dayalı işlerde çalışanlara verilen isimdir. Beyaz yakalılar, işletmelerde daha çok masa başında zihin gücüyle çalışır, kamuda memur, özel sektörde idari personel olarak da adlandırılırlar, ancak; sadece masa başında çalışma kriteri yeterli değildir. Üretim Planlama, Üretim Yönetimi, Kalite Yönetim ve Kontrol, Laboratuar, Ar-Ge, Bakım Onarım, Depolama, Sevkiyat, Pazarlama Satış vb. görevlerde çalışanlar da beyaz yakalı olarak değerlendirilir. Mavi Yakalılar: Mal veya hizmet üretimi yapan bir işletmede, arazide, sahada veya üretim tezgahı başında birebir emek sarf eden ve zihin gücüne oranla daha fazla beden gücüne dayalı işlerde çalışanlara verilen isimdir. Mavi yakalılar, işletmelerde üretilen mal veya hizmetin üretim süreçlerinden birinde malın veya hizmetin üretilmesi için üretim hattında makine başında çalışır. Ürün bandında bizzat emek sarf eder. Beyaz yakalılara oranla zihin gücünden daha çok beden gücüyle çalışırlar. Ancak ustabaşı, postabaşı, formen, vardiya amiri gibi unvanlarla üretim hattında sorumlu oldukları kısımla ilgili işlerin kontrol edilmesinden ve işçilerin sevk ve idare edilmesinden sorumlu olan çalışanlar mavi yakalı olarak değerlendirilmemelidir. Hoca derste, Kuzey ve Güney bölgelerinde beyaz ve mavi yakalıları kazananlar ve kaybedenler açısından anlattı. Şöyle ki, Kuzey ülkelerindeki beyaz yakalılar kanıyor. Çünkü gelişmiş ve varlıklı olan Kuzey ülkelerinde GDP (gross 23 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 domesstic product) yüksek olduğundan beyaz yakalılar iyi para kazanıyorlar. Oysa emek işçileri olarak kısaca ifadece edebileceğimiz mavi yakalılar kaybediyor. Neden? Çünkü mavi yakalılar fabrika, işletme, üretim tesisi vb emek gerektiren alanlarda çalışır. Ancak firmalar, özellikle de global alanda ilerlemiş olanlar, üretim maliyetlerini düşürmek adına işçi gücünün ucuz olduğu ülkelerde fabrikalarını açıyorlar. Dolayısıyla kuzey ülkelerinde bulunan mavi yakalılar bu şirketlerin güney ülkelerine yatırım yapıyorlar. O halde buraya kadar ki bölümün mefhum u muhalifinden diyebiliriz ki, güney ülkelerindeki beyaz yakalılar, güney ülkelerinin GDPsi kuzey ülkelerine kıyasla daha düşük olduğundan kaybederken; mavi yakalılar ucuz işçi gücü arayan yabancı şirketlerin yatırımlarıyla gelen istihdamdan nemalandıkları için kazanlar kulübünde yer alır. Demografi: Bundan ikibin yıl önce, Hz. İsa’nın doğduğu tarih olarak kabul edilen milat yılında dünya nüfusu 300 milyon iken, milattan sonra 1500 yılında dünya nüfusu tam iki katına çıkarak 600 milyona yükselir. Öte yandan dünya nüfusundaki artışın kilometre taşı olarak, Endüstri Devrimi’ni temsilen 1750 yılı kabul edilir. Endüstri devriminden kaynaklanan refahla beraber ölüm oranının düşmesiyle birlikte, bu yıldan itibaren 1900 yılına kadar dünya nüfusu hızla artarak 1.7 milyara ulaşır. Diğer bir araştırmaya göre dünya nüfusu; 1802 yılında 1 milyar iken, 1927 yılına kadar yaklaşık 125 yılda 1 milyar artışla 2 milyar’a, 1927 yılından 1961 yılına kadar yaklaşık 34 yılda 1 milyar artışla 3 milyar’a, 1961 yılından 1971 yılına kadar yaklaşık 10 yılda 1 milyar artışla 4 milyar’a, 1971 yılından 1987 yılına kadar yaklaşık 16 yılda 1 milyar artışla 5 milyar’a, 1987 yılından 1999 yılına kadar yaklaşık 12 yılda 1 milyar artışla 6 milyar’a, ve 1999 yılından 2006 yılına kadar yaklaşık 7 yılda 1.2 milyar artışla 7,2 milyar’a ulaşır. Görüleceği üzere dünya nüfusu 125 yılda yani 1802-1927 yılları arasında sadece 1 milyar artmışken, 1961-1971 yılları arasındaki 10 yıllık bir sürede 1 milyar ve son 7 yılda da yani 1999-2006 arasında 1.2 milyar artarak; özellikle 1960-2006 arasında adeta nüfus patlaması yaşanarak dünya nüfusu neredeyse ikiye katlanır. Son 70 yıl itibariyle de 3’e katlanarak 1800’den 2000’e kadar yani 200 yılda 6’ya katlanır. Birleşmiş Milletler Nüfus Formuna göre dünya nüfusunun insanlık tarihindeki en fazla artışı 20. yüzyılın son 70 yılında gerçekleşmiştir. Dünyadaki aşırı nüfus artışının önüne geçilmesi için gerek Birleşmiş Milletler ve Dünya Sağlık Örgütü, gerekse bazı ülkeler çeşitli önlemler alarak ailelerin çocuk sayıları ortalaması hedefini 2.1 olarak koymuşlar ve eğer bu hedefte başarı sağlanırsa dünya nüfusu 2300 yılında 10 milyarda kalacaktır. Birleşmiş Milletler (BM) Nüfus ve Kalkınma Komisyonu’ndan yapılan açıklamada, 1950 yılında dünya nüfusunun sadece %30’u şehirlerde yaşamakta iken, 7.2 milyar civarında olan dünya nüfusunun 3,2 milyarının yani %45’e yakınının şehirlerde yaşadığı, 2030 yılında ise şehirlerde yaşayan nüfus oranının %61’e çıkacağı öngörülmektedir. Dünyadaki büyük şehir sayısının arttığına da dikkat çekilen raporda, 1950’de nüfusu 10 milyonun üzerinde olan sadece iki şehir varken(Tokyo ve New York-Newark), 1975’te dörde (Tokyo, New York-Newark, Şangay ve Meksiko City) çıktığı, bu gün ise 20’ye yükseldiği işaret edilmiştir. Dünyanın en kalabalık nüfusa sahip ilk beş şehrinden Tokyo’nun nüfusunun 35,3 milyon, Meksiko City’nin 19,2 milyon, New York-Newark’ın 18,5 milyon, Bombay’ın 18,3 milyon ve Sao Paulo’nun ise yine 18,3 milyon olduğuna dikkat çekilen raporda, ilk 20’de yer alan diğer 15 büyük şehrin ise Delhi, Kalküta, Buenos Aires, Cakarta, Şangay, Daka, Los Angeles, Karaçi, Rio de Janeiro, Osaka-Kobe, Kahire, Lagos, Pekin, Manila ve Moskova olduğu belirtilmiştir. Öte yandan, Dünya Bankası verileri baz alınarak hazırlanan raporda, 2004-2020 döneminde yıllık ortalama nüfus artış hızının İrlanda hariç, AB ülkelerinin bazılarında negatif, bazılarında sıfır ya da çok düşük olacağı belirtilmiştir. Buna karşılık aynı dönemde Türkiye’deki nüfus artış hızı yıllık 1.2 oranla, 1.1 olan dünya ortalamasının üzerine çıkacaktır. Bu oranla Türkiye, Hindistan ve İrlanda ile nüfus artış hızının en yüksek olduğu üç ülkeden biri haline gelecek olup, AB’nin Orta ve Doğu Avrupalı üyelerinde nüfus azalacak, Slovakya, Almanya ve İtalya’da nüfus artışı “sıfır” olacak, diğer AB ülkelerinde ise çok düşük artışlar görülecektir.Japonya’da doğan bir kız çocuğu; 85 yaşına kadar yaşamayı, yeterli düzeyde besin almayı, gerekli aşılamayı ve iyi bir eğitim görmeyi bekleyebiliyor. Bu kız çocuğu, sağlığı için her yıl ortalama 550 $ -eğer gerekli olursa daha fazla tutarda – para harcayacak. Bu kız çocuğu, eğer Sierra Leone’de dünyaya 24 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 gelmiş olsaydı, yaşam beklentisi sadece 36 yıl olacaktı; hastalıklara karşı bağışık kazandırılmamış olacak, yetersiz beslenecek ve eğer çocukluk çağından sağ olarak çıkabilirse, bir genç kızken evlenecek ve altı çocuk doğuracaktı. Doğum yapmak onun için yüksek bir risk anlamına gelecekti. Çocuklarından biri ya da daha fazlası bebekken ölecekti. Yılda sadece 3 $ tutarında sağlık harcaması yapabilecekti. Son yarım yüzyıllık dönem boyunca yaşam beklentisi küresel olarak yaklaşık 20 yıl artmıştır. 1950-1955’te 46,5 yıl olan yaşam beklentisi, 2002’de 65,2 yıl olmuş, ancak toplamdaki bu artış, en yoksul ülkelerde yaşam beklentisindeki korkunç gerilemeyi gizlemektedir.(Dünyanın ve Ülkemizin Nufüs Artış Hızındaki Gelişmeler - Kudret ULUSOY) Economies of scale: Bu terim her şirket her endüstri için anahtar bir terimdir. Ayrıca bu terim, bir ürüne küçük üreticiler daha fazla fiyat biçerken aynı ürüne daha büyük firmaların niçin daha az fiyat biçtiğini anlamaya çalışan biz tüketiciler için de önemlidir. Economies of scale (ölçek ekonomisi) üretilen malların sayısı arttıkça üretimin daha etkili hale geleceği anlamına gelir. Çoğu durumda, ölçek ekonomisini uygulamayı başarabilmiş şirketler ürünlerinin ortalama maaliyetini azaltmak için üretimi artırır. İşte bu sebeple üretimi yapmak için gerekli olan sabit maaliyet sabit kalırken artan üretimle birlikte birim maaliyet düşmektedir. Ölçek ekonomisinde, her bir ürünün maaliyeti endüstrinin büyüklüğüne ya da bireysel şirketin büyüklüğüne bağlı olabilir. Eğer benzer ürünü üreten çok sayıda farklı şirketler aynı endüstri içinde varsa, bir bütün olarak o endüstri her bir ürünün maaliyeti dikte edecektir. Diğer durumlarda, her birim için maliyet ne kadar çok üretim yapacağına göre değişir. Özellikle büyük şirketler bu konuda avantaja sahiptir çünkü onlar daha geniş pazar gücüne sahiptir. Küçükten - orta büyüklükteki şirketler için, artan üretim gerçekte onların maliyetlerini yükseltir. (bu paragraf şu videonun Türkçe çevirisidir, bence daha iyi anlamak için bi göz atın: http://www.investopedia.com/video/play/what-iseconomies-of-scale#axzz1xKMvqJic ) Ölçek ekonomisini bir misalle açıklayalım. Farz edinki bir fabrikamız var ve orda üretim yapıyoruz. Hadi kitap bastığımızı düşünelim. Benim kitap basmak için halihazırda girmiş olacağım maliyete/ harcamaya ekonomistler sabit maliyet (fix cost) diyor. Yani mesela makinelerin mürekkebi ve elektrik gideri gibi düşünün. Diyelim ki bizim sabit maliyetimiz 200 lira. Şimdi ben ne kadar çok kitap basarsam o kadar çok harcama yaparım, değil mi? Şu aşama 10 kitap ürettiğimi düşünün (büyük sayılarla uğraşmayalım şimdilik). 10 kitap üretmek için de bir maliyetim olacak, ki buna da değişken maliyet deniyor (kitap üretimiyle doğru orantılı artar), hadi değişken maliyetimiz 20 lira olsun. Ortalama maliyetim (200+20)/10. Bu da 22 liraya eşit. Yani bir kitabın maliyeti 22 lira. Şimdi 20 tane kitap üretirsem değişken maliyetimde 40 lira olur; bunun da ortalaması (200 + 40) / 20 ) = 12. Gördüğünüz üzere sabit maliyetim (200 lira) değişmedi ama 20 kitap ürettiğim vakit bir kitabın maliyeti 12 liraya denk geldi. Demekki ne kadar üretimi artırırsam, o kadar daha ucuza ürünümü satabilirim. İşte bu yüzden büyük şirketlerin ya da daha güzel örnekle Türkiye’nin her yerinde çok sayıda bulunan marketlerdeki fiyatlar mahalle bakkalımızdaki fiyatlardan daha düşük. Esnaf bunda battı arkadaş! Bağımlılık Teorisi (dependency theory): 1960'lı yıllardan itibaren Batılı ülkelerin Üçüncü Dünya ülkeleri ile olan İlişkilerini köktenci bir tarzda eleştiren yaygın anlayışın teorisidir. Bu teori kendine temel olarak İktisadî emperyalizmi alır ve azgelişmiş ülkelere yapılan yardımların asıl amacının yoksul milletleri yardım veren ülkenin iktisadî kıskacına almak olduğunu İleri sürer. Bağımlılık teorisi ABD ve Avrupa Topluluğu üyesi ülkelerin sömürgeci iktidarını sağlayan kuvveti kaybetmediği görüşünü esas alır. Günümüzde bağımsız Latin Amerika, Afrika ve Asya ülkeleri üzerinde sömürgeci devletlerin büyük siyasî kontrolleri sözkonusudur. Bu kontrolü siyasî kararlarını açıktan bildirerek değil, İktisadî baskı uygulayarak ve kendi üstün pazarlama güçlerini uluslararası ticarette zengin ülke lehine kullanmak suretiyle yaparlar. Bu durum uluslararası siyasî ve İktisadî ilişkilerde "yeni sömürgeciik" kavramı ile İfade edilmektedir. Bağımlılık teorisinin sonuçları doğrudan para olarak yapılan dış yardımların bile kuşku ile karşılanması gerektiği noktasına kadar götürülmüştür. Çünkü yardım olarak tahsis edilen sermaye, Üçüncü Dünya ülkelerinin iktisadî hayatını Birinci Dünya pazarlarına yarayacak biçimde düzenlemek 25 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 ve yoksul ülkenin gelişme yönünü zengin ülkenin ihtiyaçları doğrultusunda sabitleştirmek üzere ve bu şartla verilir. İktisadî gücün hayatî sonuçlara varması nedeniyle. Batılı yatırımcıların kârlarını azamiye çıkarma azmi azalmadığından, yoksul ve çok nüfuslu ülkelerin, en azından kısa vadede Batılı pazarlara hizmet edecek şekilde hammaddelerini kullanmaktan başka bir alternatif görünmüyor. Bir görüşe göre hammaddelerin hangi ülke hesabına daha avantajlı olarak kullanılacağı konusunda sabit kurallar veya iktisadî kanunlar yoktur. Bu tezi desteklemek için petrol örnek gösterilir. Başlangıçta Birinci Dünya ülkelerinin teknik üstünlükleri petrolün zengin ülkeler hesabına kullanılmasını mümkün kılarken, sonraları Üçüncü Dünya ülkelerinin bir silahı hâline gelebilmiştir. Bu görüşe karşı hammaddenin bağımlılık ilişkisinde olumsuz unsur olduğu ve tek başına bir güç olmadığı ileri sürülmektedir. Nitekim, petrol finans kurumlarının etkinliği sayesinde petrol Üçüncü Dünya ülkelerinin bir silahı olmaktan kolaylıkla çıkarılmış ve yine endüstriyi kontrol eden güçlerin hesabına çalışan bir işkolu haline sokulabilmiştir. (Buradan resource curse kavramı arasında bir ilişki kurabiliyor olmanız gerekir!) Bağımlılık teorisi, XIX. yüzyılın iktisadî imparatorluklarının ne kadar uzun ömürlü olduklarım gözler önüne sermekle kalmamış, aynı zamanda çok uluslu şirketlerin siyasî otoritelerinin kararlarına nasıl etki edebildiğini de göstermiştir. Yoksul ülkelerin hammadde kaynakları bağımlılıklarının nedenleri olarak görüldüğünde, bağımsızlığın da kendi kaynaklarını değerlendirmede üstün bir teknolojiye ulaşmadıkça sağlanamayacağını ifade eder. Kuzey – Güney Farkı: (Hayır kızlar beklediğiniz gii: biri sarışın öteki esmer demiyeceğim :) Bugün dünyada Güney denildi mi akla gelişmemiş yahut dünyanın en fakir devletleri gelir. Tanımlamaları burada çeşitlendirirler: üçüncü dünya ülkesi, az gelişmiş ülke, gelişmişlik altında kalan devlet, ya da gelişmekte olan devlet. Birbirine zıt iki mefhumun, ötekinden kendini elevereceği gibi, Kuzey ile kastolunan sanayi devrimini görmüş geçirmiş, sanayileşmiş, modernleşmiş, kısaca gelişmiş ülkelerdir. Elbette burda, bir zamanlar sosyoloji dersinde de değindiğim gibi kuzey ve güney kavramları, bir yerde bizim algılarımızı etkilemek için bilinçli olarak belirlendiğini / belirlenmiş olabiliceğini de belirtmek isterim. Bizler 21.yüzyılın biliminden geçmiş talebeler olarak biliyoruz ki, şuana kadarki araştırmalar ışığında, evren sonsuz bir genişliktedir ve dünya geoit bir forma sahiptir. Sonsuz bir alanı kapsayan üç boyutlu bir ortamın kuzeyinin, güneyinin, doğusunun ve de batısının olması ne kadar bilimseldir? Uzayda bize kıs kıs gülen uzaylı, sonsuz boşluk içinde kuzey ve güney hesabı yapabilir mi? Demeye çalıştığım şey özünde şu, sınırsız bir alanda yönler hesaplanamaz. Eğer bugün dünya haritası olarak bildiğimiz haritanın kuzeyinde Avusturalya, Güney Africa Cumhuriyeti, Madagaskar, Antarktika ve Arjantin olsaydı ve güneyinde de Kanada, İsveç, Grönland ve Rusya olsaydı bilimsel olarak bu harita yanlış bir harita olmayacaktı. Gelişmiş ülkeler hükmeder, onlar üstedir. Bugün dünyanın kuzeyi dediğimizde aklınıza gelen ülkeler İskandinav ülkeleri, Avrupa, ABD, Rusya: Bunların hepsi kuzeyde yani üstte. Yönetilenler, Latin Amerika ülkeleri, Afrika ülkeleri gibi garibanlar ise altta, güneyde. Bunlar aslında özellikle batı dünyasının haritacılık çalışmalarının gelişmeye başladığı dönemde özellikle üzerinde durduğu hesaplardır. Öte yandan bugün hangimiz ABD, Rusya veAvrupadaki bir çok ülkenin dünyanın en gelişmiş ülkeleri olduğunu reddebilir? Burda amacım ülkeleri yargılamak değil, algılamalarımız üzerinde ta kaç yüzyıl öncesinden beri oynandığını söyleyip, bakış açınızı genişletmek. Geçelim verilerle Kuzey – Güney farkına: Güneyde, yaklaşık bir milyar insan fakr u zaruret içinde yaşıyor. Temel gıdalara ve en elzem sağlık hizmetlerine neredeyse hiç ulaşamıyorlar ya da ulaşmak çok kısıtlı. Özellikle Afrikada yoğunlaşan bu nüfusun, gelir düzeyi yıllardır değişmedi/ ilerlemedi. 20 yıl evvel, bu nüfus daha çok Güney Asya da yoğunluktaydı, yani fakirlik oranı en fazla oradaydı. Nitekim sözkonusu bölgedeki ekonomik gelişme, yaşam sınırı altındaki fakirlik oranını gözle görülür oranda düşürdü. Şu anda, iki milyar insan ev olan Güney Asyada kişi başına düşen yıllık ortalama gelir 2.600 dolar. Bu oran Afrikada 2.000 dolar. Şimdi benden size bir soru: “Madem milyarlarca insan fakirlik sınırından çıkıyor (nispeten daha iyi gelire sahip oluyor) niçin halen bu bölgelerde ciddi fakirlik oranları var?” Bu kadar düşünme yeter! Cevap 26 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 aslında çok kısa ve net: hızlı nüfus artışı. (CNN: Bölgedeki sorunun çözümü RTE’den geldi: Kürtaj @>½%&/(/(£#$ :) Her altı saniyede bir, dünyanın bir yerinde, bir çocuk yetersiz beslenmeden dolayı ölüyor. Bu ne demek, saatte 600, günde 14.000, yılda 5 milyon çocuk açlıktan yahut kötü beslenmeden ölüyor. Siz bu paragrafı okurken sekiz saniye geçti ve bu cümleyle birlikte şu an dünyada bir çocuk öldü. Burcu siz daha köfteleri çöpe atın!!!! Halbuki şu kahpe dünyada bu çocukları beslemek için yeterince yiyecek ve onları yetiştirmek için gereken yeterince gelir üretiliyor; lakin gelin görünki ya bu çocukların yaşadıkları devletler yahut aileleri yetirince gelire sahip değilki bu çocukları besleye. Bu arada madem dünyanın ağzına etmeye başladık şunu da söyleyeyim: her altı saniyede dünya askeri güçler için 200.000 dolardan fazla para harcıyor, ki bu paranın binde biri bu aç cocukların hayatını kurtarabilir! Ben, “adaletin bu mu dünyadan” daha başka bişey demiyorum arkadaş! Neo-liberal küreselleşme sürecinde Kuzey ve Güney ülkelerinin Dünya sistemi içindeki konumları daha kaygan bir zemine gelmiştir. Küreselleşmenin başlangıcı kabul edilen 1980 yılında, Dünya nüfusunun %82sini oluşturan Güney ülkeleri aynı yıl yaratılan GSTİH’nin (dolar cinsinden) %28ini almaktaydı. 2003 yılında Dünya nüfusundaki payı %85e çıkan Güney ülkelerinin gelirden aldıkları pay %20ye düşmüştür. Kuzeye aynı kriterler açısından bakıldığında; 1980’deki nüfus payı %18 iken 2003te %15e düştü; ancak Dünya GSYİH içindeki payı 1980de %70den 2003te %80e çıkmıştır. 2003te dünya ticaretinin %74ünün Kuzey; %26sını güney yönlendirmiştir. Bu gelir – nüfus farklılığı kuzeyin küreselleşme sürecinden daha kârlı ve yeni olanaklarla çıktığını göstermektedir. Dünya büyüme ve işsizlik rakamları (%) Yer 1995 yılı Dünya 6 Gelişmiş ülkeler ve 7.8 AB Merkez ve 9.4 doğu 2005 yılı 6.3 GSYİH oranı 3.8 6.7 2.6 9.7 4 Avrupa Doğu Asya Güneydoğu Asya ve Pasifik Güney Asya Latin Amerika Afrika 3,7 3,8 7,6 3,9 6,1 3,8 4 4,7 5,8 7,6 7,7 2,8 14,3 13,2 4,4 PIN Toplantılarında Neden Bahsedildi? Aslında başlığın cevabını şöyle adam akıllı bilen var mı bilmiyorum ama biliyoruzki bu toplantılarda Arab Baharı’ndan bahsedildi. Sanmıyorum ki, hoca, gitsin de doğrudan konuşmacıların birinin hangi konudan bahsettiğini sorsun. Ben bu bölümde Arap Baharı hakkında genel bilgiler vereceğim; hem sınavda yazacak bir bilgimiz hem de bölge üzerinde genel kültürümüz olur. Arab baharından bahsedeceksek şayet cevaplamamız gereken büyük sorular var: Ne oldu? Niçin oldu? Nasıl oldu? Sonuçları ne oldu? Bunları mümkün olduğunca eksiksiz ve öz cevaplamaya çalışacağız: Herşey 26 yaşındaki Muhammet Buazizi’nin kendini yakmasıyla başladı (bugün öyle kabul ediliyor demek daha doğru). Tunuslu Muhammet iş bulamamıştı ve yol kenarındaki arabasında meyva satarak geçiniyordu. Bir belediye çalışanı geldi ve onun arabasına el koydu. Bunun üzerine bir saat sonra kendini gazolinle ıslatan Muhammet ateşi çaktı. O gün tarih 17 Aralık 2010 idi. Bu Arap baharını da başlatan ilk ateş oldu. Nitekim Muhammet 4 ocakta öldü ve onun ölümü var olan yönetimden memnun olmayan farklı grupları bir araya getirdi: Yasemin Devrimi de denen Tunus devrimi başladı. Niçin bu insanlar ayaklandı diye soruyorsanız, cevap şöyle olacaktı: monarşinin ve diktatöryel yönetimlerin otokratik uygulamaları, insan haklarının ihlali, ekonomik düşüş, işsizlik, aşırı fakirlik ve sınırlandırılmış özgürlükler. Aslında burada saydığım sebepler, protesto ve ayaklanmaların çıktığı tüm arap devletlerindeki ortak sorunlardı. Yani protestocular hep bu sebepleri sayıyordu. Protestolar artarak devam etti ve nihayetinde oradaki yönetimi 27 IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU Haziran 2012 koltuğundan etti. 23 yıldır koltuğuna çakılı kalan Bin Ali, “Goodbye my lover” dedi ve Sudi Arabistan’a gitti. Böylesi durumlarda tarih tekerrür eder evlatlarım, olan gene halka olur. BM raporuna göre 219 insan ayaklanmaları sırasında öldürülürken 510nu da yaralandı. Bin Ali’nin yerine, batı tarzı siyasete daha sıcak bakan islamcı parti Ennahda geçti. Mısır: Tunusta çıkan baharın polenleri Mısır’a gitti, Mübarek’i alerji yaptı. Ders böyle anlatılır arkadaş :D Kahirede başlayan protestolar tüm ülkeye yayıldı. Mübarek başta gitmem diye tutturduysa da o da Bin Ali’nin yanına gidip “goodbye my lover”ı söylemeye başladı. Libya: Ayaklanmalar Libya’da da çıktı. Ancak hükümet güçleri, yani Kaddafinin adamları, bu ayaklanmalara sert yanıt verdi. (sanki önceki ikisi ayaklanmaları alkışlamış mıydı diye sorabilirsiniz ve de haklısınız). Nitekim bi oyunlar oynandı ve Tunus ve Mısır’daki ayaklanmalar sırasında burnunu karıştan BM birden saldırı kararı aldı. Ne oldu: Kaddafi devrildi ve isyancılar tarafından öldürüldü. 300.000 insan öldü; 50.000 kişi yaralandı ki bunların 20.00 ciddi vakalar. BBC’nin bir haberine göre 335.000 insanda ülkeyi terk etti. Libya kurtuldu ! ? He bu arada UN hava saldırısından sonra geçici hükümetle petrol andlaşması yapmılardı. Kim demişse doğru demiş: Devrim ithal edilmez! Bu üç ülke önemliydi. Şu genel bilgilere bakmakta fayda var: 1)Ayaklanmaların ortak sebebi, monarşik ve diktatöryel yönetimin otonom yapıları, ekonomik bozukluk, insan haklarının sağlanamaması, yaşam standartlarının altında yaşayanların oranlarının fazla olması, temel hak ve özgürlüklerin kısıtlı ya da sağlanmamış olması ve işsizlik. 2)Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de çıkan ayaklanmalar bu ülkelerde hükümetler yönetimden düşürüldü 3) Fas, Ürdün, Kuveyt, Bahreyn ve Umman’da protestolar var ve hükümette değişiklikler yapılıyor. 4) Irak, Lübnan-İsrail Sınırı ve Cezayir’de büyük protestolar olurken Sudi Arabistan, Sudan, Batı Sahra be Morutanya da küçük çaplı protestolar sürüyor. En az 18 köylü okuma yazma bilmeyecekti ancak 33ünün cep telofonu olacaktı ve 16sı internette online olabilecekti. 27 köylü 15 yaşının altında olacaktı ve 7si 64 yaşının üzerinde olacaktı. Kadınların ve erkeklerin sayısı eşit olacaktı. Köyde 18 tane araba olacaktı. 63 köylü yetersiz sağlık koşullarında olacaktı / yani 63 doğru düzgün temizliğini yapamayacaktı. 33 köylü Hristiyba, 20si Müslüman, 13ü Hindu, 6sı Budist, 2si ateist olacaktı, 12si dindar olmayacaktı, ve kalan 14ü diğer dinlerden birine tabi olacaktı. 30 köylü işsiz olacaktı, diğer 70 ise çalışıyor. 28i tarımda (birincil sektör), 14ü sanayide (ikincil sektör) ve kalan 28i de servis sektöründe (üçüncül sektör) çalışacaktı. 53 köylü günlük 2 amerikan dolarından az bir ücretle yaşayacaktı. Bir köylü AIDSli olacaktı, 26sı sigara içecekti ve 14 köylü obez olacaktı. Bir yılın sonuna kadar, bir köylü ölecek iki yeni köylü doğacaktı ve bu sebeple nüfus 101e tırmanacaktı. “”””NOT: Arkadaşlar, notta eksik bulduğunuz, tekrar okuyup da anlamadığınız veya bir bölümüyle ilgili bir sorunuz olursa bana hemen sorabilirsiniz! Umarım not sizi yeterince tatmin etmiştir.”””” Eğer dünya 100 kişilik bir köy olaydı: 61 köylü Asyalı (ki bunların 20si Çinli; 17si de Hindistanlı olurdu), 14ü Afrikalı, 11i Avrupalı, 9u Latin veya Güney Amerikalı, 5i Kuzey Amerikalı olurdu ve köylülerdeb hiç biri Antarktika, Okyanusya ve Avusturalyadan olmazdı. 28