International Relations

advertisement
nmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcv
bnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxc
vbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklz
xcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjk
lzxcvbnmrtyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzx
cvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklz
International Relations
xcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjk
Notes for the Final Exam
lzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghj
6/13/2012
klzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfg
Özgür AKIŞOĞLU
hjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdf
ghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmrtyuiopasdfghj
klzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfg
hjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdf
ghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopas
dfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiop
asdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuio
pasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyui
opasdfghjklzxcvbnmrtyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiop
asdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuio
pasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyui
AÇIKLAMA: Uluslararası İlişkiler final sınavı için hazırlanmış bu notun bir çok bölümü ders kitabının Türkçe çevirisi olduğu
gibi yeri geldiğinde yorumlarımız eklenmiş ve hocanın konuyla ilgili derste değindiği ancak kitapta yer almayan kısımlar da
belirtilmiştir. Kuşkusuz böylesi geniş bir dersin sınavını sadece bir notla tatmin etmek pek aklı selimin işi olmasa da; öğrenci
opasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwerty
mantığının önermelerine hitaben, mümkün olduğunca geniş içerikli bir not hazırlamaya çalıştık. Umarım dersle ilgili tüm
sorularınıza cevap verebilen bir not olmuştur. Şimdiden kolay gelsin ve başarılar.
uiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwert
yuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmqwe
©copyright: Bu belge Özgür Akışoğlu’nun izni olmaksızın hiç bir şekilde çoğaltılamaz, kopyalanamaz ve ticari
amaçlar adına kullanılamaz! 
rtyuiopasdfghjklzxcvbnmqwertyuiopasdfghjklzxcvbnmrty
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
INTERNATIONAL RELATIONS
NOTES FOR THE FINAL EXAM – JUNE 2012
ÜNİTE 1’DEN NOTLAR:
Interstate
governmental
Interstate
nongovernmental
UN - NATO
EECUN – international
Francophone
Red Cross (Palestine)
African States
Nation-state
Uluslararası ilişkilerde aktörler: En klasik uluslararası
ilişkiler teorileri uluslararası alandaki temel aktörün
devletler olduğunu söyler. Bu şu demektir: kararlar
devletler bazında verilir, dolayısıyla uluslararası sistem
devletlerin eseridir. Yapısalcı yaklaşımcılar ise ulusal
olmayan, uluslararası örgütleri de aktörler dahiline
katar. Hoca derste aktörleri, bireyler (individual),
örgütler (organizations) ve devletler (states) olarak
ayırmış. Örneğin lobiler, devlet altı (sub-state)
örgütlerdir. BM, NATO, WTA devletler arası yani interstate aktörlere örnektir. Birde trans-national aktörler
vardır ki bunlar doğrudan bir devlet alanı içerisinde
etkide bulunmazlar genellikle evrensel değerler için
uğraşılar. Mesela Greenpeace. Elbette bunların yasal
olmayanları da mevcuttur: mafyalar.
Dersten bir terim: Counterfactual: “What if” sorusunu
sormaktır. Yani olmayan bir şeyi varmış gibi
düşünmektir.
Collective goods problem: Ortak mal problemi, her bir
grup üyesinin bir şeye ne kadar katkıda bulunduğuna
bakmaksızın grubun tüm üyelerine yararlı olan o şeyin nasıl
sağlanacağı sorunudur. (p:5 par:2)
Genellikle, ortak malları küçük gruplarda karsılamak büyük
gruplardakinin aksine daha kolaydır. Orneğin küçük bir
grupta bir kişinin sahtekarlık yaptıgını düşünün. Diyelim ki
hırsızlık yapsın; böyle bir durumda bu hırsızlıgı saklamak
sözkonusu o küçük grupta – 10 kişi oldugunu dusunun-
Governmentalnoncentral
OAU - Biafra
Interstate
–
Individual
nongovernmental
Grand mufti
Arab league – Al
of
Fatah
Jerusalem
daha zordur ve o hırsızı cezalandırmak daha kolaydır. Ortak
mal sorunu her toplumda ve grupta olur. Nitekim, egemen
devletlerin, ki bu devletler üstün bir otoriteden yoksundur
yani bunların üstünde bir güç yoktur, uluslararası alanda
birbiriyle eşittir. Bu asama her bir devletin ortak mal
sorununun cozumu için katkı yapmasını zorlamak cok
zordur; nihayetinde bir devleti müeyyide altına alacak
uluslararası bir askeri/polis kuvvet/i yoktur. Öte taraftan
bir devletin kendi sınırları içerisinde bu sorunu cozmeye
calısması daha kolaydır. Örneğin bizler vatandas gorevi
olarak vergilerle mükellefiz; yani devlet bizden parayı
topluyor ve bunu devletin sınırları içerisindeki sosyal
harcamalar için kullanıyor. Oysa ultra zengin bir kişi ile 5
tane koyunu olan çobanın aynı vergiyi vermediği bir ülkede
devlet bu her iki vatandaşına da aynı sosyla hizmeti
sunmaya çalısıyor; tanımda da gectiği gibi, kimin ne kadar
vergi verdiğine bakmaksızın bunlardan sağlanan geliri
herkese karsı esit sekilde kullanıyor (şimdi ultra zengin
adam ile cobana aynı sosyal hizmetlerin sağlanmadıgını
düşünebilirsiniz, nitekim haklısınızda. Ancak olaya teorik
boyutundan bakın; amac su: herkesten verebildiği kadar
vergiyi al, hepsini topla, herkese eşit dagıt. Halbuki hepimiz
değirmenin böyle dönmediğini biliyoruz, işte zaten bu
yüzden bunun adı ortak mal sorunu, yapılamadığı-sorun
kaldıgı için). Özetle diyebilirizki, uluslararası ilişkiler
açısından ortak mal sorunu devletlerin bir soruna karsı
tedbir alırken bu tedbiri alma asamasında saglanan
olanaklardan kimin ne kadar katkı verdiğine bakmaksızın
her devlete eşit dağıtılmasıdır. Ancak her devlet kendi
çıkarını koruma, devam ettirme ve hatta en yüksek
2
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
seviyeye çıkarmayı amaçladğından bu sorunun tedarik
edilmesi onemli ikilemler/zıtlıklar yaratmaktadır.
Dominance (Hakimiyet): Hakimiyet prensibi, ortak mal
problemini üstekilerin alttakileri yönettiği bir güç
hiyerarşisi kurarak çözer. Uluslararası ilişkilerde, hakimiyet
prensibi bir tutam ülkenin tüm diğerlerine kurallar dikta
ettiği büyük güçler sisteminin altını çizer. Bazen sözde
hegemon veya süper güç baskın ulus olarak (dominant
nation) büyük güçlerin üzerinde yer alır. BM güvenlik
konseyi, ki orada veto yetkisini elinde bulunduran
dünyanın en güçlü askeri gücü yer alır, hakimiyet prensibini
yansıtır.
Ortak mal sorununa çözüm olarak hakimiyet prensbinin
avantajı, onun bir hükümet gibi grubun üyelerini ortak ürün
için destek vermeye zorlamasıdır. Hakimiyet prensibi ayrıca
grup içi açık çatışmaları en aza indirir. Ancak, dezavantajı
bu istikrarın statüdeki daha düşük mevkideki üyelerin
üzerinde sürekli bir baskı oluşturması ve onların
darılmasına sebebiyet vermesidir. Uluslararası ilişkiler
alanında, büyük güçler sistemi ve süpergüç hegemonyası
nispeten barış ve istikrar on yıllık periodlar için sağlayabilir
ancak sonunda büyük güçler arasında büyük savaşlarla
kırılabilir. (p:6, par:3,4,5)
sanayisine büyük yatırımlar yaptı. Silahlanma yarısı sadece
sözkonusu bu iki devlet arasında da olmadı elbez.
Sözgelimi, bu iki devletin başını çektiği Batı ve Doğu
blokuna dahil diğer devletlerde silahlanma yarısına girdi.
Yani karsılıklılık ilkesin dahilinde yorumlarsak, sen
silahlanırsan ben de silahlanırım diyen devletler neticede
dünyanın sonunu getirebilecek miktarda ve güçte silah
depoları oluşturmuşlardır. Bir de iyi yandan bakarsak
diyebilirizki, devletler özellikle de ticari anlaşmalarda
reciprocity ilkesini takip ederler: örneğin ticari bir anlaşma
cercevesinde limanlarını A devletine açan B devleti, A
devletinden B devletine limanlarını acmasını bekler, kaldıki
sistemde bir çeşit gelenek halini almıs bu durum
devletlerce pratikte de uygulanır.
Uluslararası ilişkilerde, karşılıklılık prensibi normların
çoğunun temelini ve milletarasındaki enstitütileri
şekillendirir. IR’da çoğu merkezi düzenleme, tıpkı Dünya
Ticaret Örgütü düzenlemeleri gibi, işbirliğinin temel taşı
olarak karşılıklılığı açıkça tanır. Örneğin, bir ülke pazarını
diğer bir ülkenin mallarına açarsa, karşılık olarak diğeri
kendi pazarını açar. Olumsuz bir taraftan, karşılıklılık
prensibi her bir taraf diğerinin silah edinmesine cevap
verdikçe oluşan silahlanma yarışını besler. (p:7, par:3)
Ancak karşılıklılık hem pozitif alanda (sen benim sırtımı kaşı
ben de seninkini) hem de negatif alanda (göze göz, dişe diş)
işler. Karşılıklılık prensibinin ortak mal sorununa çözüm
olarak bir dezavantajı, bir taraf öbür tarafın yaptığının
negatif olduğuna inandığı şeyi cezalandırdığı müddetçe
sürekli bir düşüşe sebep olur. (p:7, par:2)
İdentity (Kimlik): Ortak mal sorununa üçüncü muhtemel
çözüm bir toplumun üyeleri olarak katılımcılarının
kimliğinde yatar. Hakimiyet ve karşılıklılık prensipleri
bireysel kendi çıkarları elde etme fikri üzerinde hareket
etmesine rağmen (ne alabilirsen alarak ya da karşılıklı
yararlı düzenlemelerle), kimlik prensibi kişisel çıkara
dayanmaz. Aksine, bir kimlik/özdeş toplumun (identity
community) üyeleri o toplumdaki diğer üyelerin çıkarlarını
dikkate alır ve yettiği ölçüde kendi çıkarlarını diğerlerine
fayda sağlamak adına fedakar eder. Bu prensibin kökü
aileye, geleneksel aileye ve hasım gruplarına uzanır. Bir
ailenin üyelerinin birbirini düşünmesi gibi, bir etnik grubun,
cinsiyet grubunun, bir ulusun ya da dünya bilimcilerinin
üyeleri de kendi üyelerini önemserler.
Örneğin, silahlanma yarısını hatırlayın. Soğuk savaş
doneminde Amerika Birleşik devletleri silah ve de ozellikle
atom teknolojisini geliştirirken, savaşın diğer tarafı olan
Rusya elbetteki bundan geri kalmadı ve ağır silah
Örneğin, gecen yıl Van’da yaşanan depremin yıkımını
sarmak için özellikle ekonomik olarak nispeten daha iyi
olan batı şehirlerinden bölgeye yardım yağmıştır. Bu
yardımların altında yatan bir sebep olarak, uluslararası
Karşılıklılık (reciprocity): Karşılıklılık prensibi ortak mal
sorununu gruba katkı sağlayan davranışı ödüllendirerek
yahut grubun içinde kendi çıkarının peşine düşen hareketi
cezalandırarak çözmeye çalışır. Karşılıklılık anlamak için çok
kolaydır ve bireyleri ortak mal için işbirliğine sokacak
sağlam bir yol yaparak merkezi bir otorite olmaksızın
desteklenebilir .(p:6, par:6).
3
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
ilişkiler teorisi tabanında, söylenebilirki oradaki insanların
Türk vatandaşı olmasının getirdiği bir kimlik ortaklıgıdır.
Etnik açıdan kiminiz, deprem mağdurlarının çoğunun yahut
hepsinin Kürt oldugunu soyleyebilir ve hatta ortak kimlik
tabanını reddedebilirsiniz. Su adama identity princible,
“insan olmanın getirdiği ortak zemin” diyerek sizi
cevaplayacaktı. Topkı, dünyada birbirini tanımayan,
anlamayan, hiç görmemiş, farklı milyonlarca insanın,
tusunami, deprem ve kasırgalardan sonra bu uluslararası
afetleri desteklemek adına sırf insanlığın üyeleri olmanın
verdiği paylaşılan kimlikle yardım fonları oluşturur. (p:7)
Prensip
Dominance:
Avantajlar
Düzen,
istikrar,
öngörebilirlik
Recipropcity: Karşılıklı işbilirliği
için özendirme
Identity
Sakıncalar
Baskı,
gücendirme
Sürekli düşüş,
karmaşık
hesaplamalar
Grup
için Dış
grubu
fedakarlık, çıkarları kötülemek
yeniden
tanımlama
3 Prensibin Uluslararası Bir Konuya Uygulanması İle İlgili
Bir Örnek: Şimdi nükleer silahların yayılması problemini
düşünün. her ülkenin buradaki ortak malı nedir: barıs ve
istikrar (buradan da anlaşılacağı collective good problemini
alınıp satılabilien, ticari, maddi bir öge olarak gormeyin
sadece. Küresel ısınma ya da açlı veya kuraklık da ortak mal
sorunana ornektir). Şimdi nükleer silah geliştiren ve üreten
ülkelerin sayısının her geçen yıl arttıgı bir dünyada bu
sorun-yani barıs ve istikrarın sürdürülmesi sorunu- nasıl
olacak da çözülecek? Bir tane devletlerin üzerinde oturan
şöyle adam akıllı bir askeri güç yokki nükleer silah üreten
ülkeye girsin, sen misin nükleer silah üreten, al sana
nükleer silah diyip üzerine yüzyetmiş iki tane atom
bombası atsın, tehlikeyi ortadan kaldırsın; tamam, öyle
yapmasın da gitsin o şerefisize terlik fırlatsın sen neden
uslu durmuyon diye. Aha bak, Kuzey Kore atom bombası
telaşında. Nerde benim terliğim. Özgür kendine gel: geldim
 Kuzey Kore en son gecenlerde bir deneme yaptı, her ne
kadar basarısız olsa da, ama goruldiki çok gelişmemiş bir
ülke de bu silahları uretebilecek konuma geldi. Neyse
gelelim asıl soruya: nasıl onlecek bu, sorun nasıl cozulecek.
İşte bu asamada verdiğimiz cevaplar ya da çözüme
yaklaşımlarımız bizim presiplerimiz olacak.
Nükleer yayılmaya bir yaklaşım, çogunuzun bildiği gibi, bu
silahlara sahip olan beş devlete meşruyeti vermektir.
Nitekim bu sadece bir yaklasım değil, gunumuzdeki soz
konusu durumdur. Kimdir bu bes devlet: ABD, Rusya,
İngiltere, Çin ve Fransa. Bugun bu devletler biliyoruzki BM
guvenlik konseyinde veto hakkına sahipler. Nükleer
Silahların yayılmasını önleyen andlasma (Non-Proliferation
Treaty -NPT) ve bunlara getirilen prortokoller diğer küçük
devletlerce nükleer silah geliştirilmesini ve üretilmesini
yasaklar. Bu prensiplerimizden hangisine girer? Düşün?
Dominance. Neden? Sadece beş ülkenin nükleer enerjiye
sahip olmasını yasallaştırıyor ve diğerlerine bu hakkı
vermiyor. Bunun bir haksızlık oldugunu düşünebilirsin ve
belki bunda haklı da olabilirsin. Ancak yukarıda adı gecen
anlasmada da yer aldıgı gibi- biz o andlasmaları yaladık
yuttuk kızım- anlasmanın mantıgı, dünyanın sonunu
getirebilecek söz konusu nükleer silahların barıscıl olmayan
amaclar için kullanılmasını aşikar oldugundan bunları
üretecek ülkelerin önüne geçmek. Nitekim anlaşma 1970
de yürürlüğe girdiğinde nükleer güce adı gecen bes devlet
sahipti (ancak cin ve fransa anlasmaya 1992 ye kadar taraf
olmadı), dolayısıyla andlasma basitçe diyorduki: Biz nükleer
silah istemiyoruz, sadece bu silahlara sahip olan devletler
bu gucu elinde bulundursun, diğerlerinin barıscıl olmayan
amaclar adına bu teknolojiye sahip olması yasaklansın.
Elbetteki barıscıl amaclara, elektrik üretimi yahut
muhendislik gibi, hizmet eden nükleer teknolojiye ses yok
ama o da Uluslararası Atom Enerjisi Ajansının takibine
mashar olmak zorunda. Madem yeri gelmişken söyleyeyim
evvelden beridir haberlerden düşmeyen Iranın nükleer
programının temeli, ironiye bakınki, ilk kez ABDnin
1957deki yardımı ile olmuştu :D neyse.
Karsılıklık ilkesi olsaydınız ne derdiniz bu sorunu cozmek
için? NPT’de yer alan hüküm gereğince, karşılıklılık ilkesi
şöyle diyecekti: madem küçük ülkeler nükleer silah
üretmeme ve nükleersiz kalma görevini yerine getiriyor,
halihazırda nükleer gücü elinde bulunduran adıgecen
ülkeler de silahlanmayı bıraksın/silah yatırımlarını
durdursun. Naaabbberr?kitapta demişki: reciprocity Soğuk
4
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
savas zamanında nükleer silah üretimini engellemek üçün
yapılan silahlanma kontrol andlaşmalarının altını çizer ve
karsılıklı silahsızlanmayı destekler. Caydırıcılık da
reciprocitye dayanır. Mesela, 2006da ABD, Kuzey Kore’ye
dediki: “oğlum bak git!” bombalarını baskasına satma, eğer
başka bir devlet böyle bombaları ABDye karsı kullanırsa
misillleme ile karsılıgını alırsın. Öte taraftan, Libya 2003te
nükleer silah programından vazgeçince, uluslararası toplum
libya üzerindeki ekonomik
yaptırımları
kaldırdı.
Görüyorsunuz hersey adı gibi karşılıklı.
gelmesiyle ilgilenir. Böylesi bir araya gelmeler hükümet
müesseselerini, siyasi örgütleri ve menfaat gruplarını
kapsar. Bu gruplar farklı türdeki toplum ve devletlerde
farklı şekillerde (farklı uluslarararası etkilerle) çalışırlar.
Örneğin, demokrasiler ve diktatörlükler birbirinden farklı
biçimde hareket edebilir ve demokrasiler bir seçim yılında
diğer zamanlarda davrandıklarından farklı bir biçimde
davranabilir/hareket edebilir. Etnik çatışma ve devletlerde
fokurdayan ulusaslcılık politikaları devletler arasındaki
ilişkilerde yükselen değerde bir rol oynar.(p:18, par:2)
Identity, nükleer silahlanmaya karsı daha az güncel olarak
eşit etkili bir çözüm getiriyor. Teknik olarak nükleer silah
üretme becerisine sahip bir çok devlet devlet aslında
nükleer silah üretme yoluna girmedi. Bunlar kendi ulusal
kimliklerini nükleer silah üretmeme şeklinde inşa ettiler.
Mesela, Alamanya gibi bir çok devlet, adı gecen nükleer
devletlerin şemsiyesi altına girerek nükleer silah üretmedi.
Analizin devletler arası düzeyi (the interstate [or
international or systemic] level of analysis), netice
üzerindeki uluslararası sistemin etkisiyle ilgilenir. Bu
nedenle analizin bu düzeyi, devletlerin içişlerine yahut
bunlara sebebiyet veren belirli bireylere bakmaksızın
devletlerin kendileriyle olan ilişkilerine odaklanır. Bu analiz
düzeyi devletler arasındaki ilişkiler (örneğin ticaret) ve
devletlerin uluslararası sistemde sahip oldukları nispi güç
pozisyonlarına dikkat verir. Analizin devletler arası düzeyi
geleneksel olarak en önemli analiz düzeyi olmuştur. (p:18)
Levels of Analysis: Uluslararası ilişkilerin paydasında yer
almış bir aktör, teorilerin ve birbirleriyle yarışan
tanımlamaların karmaşasını destekler. Bu süreçlerin,
aktörlerin ve etkilerin oluşturduğu çeşitliliği ayıklamanın bir
yolu olarak IR hocaları bunları farklı analiz
seviyeyeleri/düzeyleri
(levels
of
analysis)şeklinde
katogarize etmiştir. Bir analiz düzeyi, “niçin” sorusuna
muhtemel açıklamaları öneren süreçlerine veya benzer
aktör kümelerine dayanan uluslararası ilişkiler üzerine bir
görüştür. IR hocaları, çoğunlukla üç ana seviyede olmak
üzere, çeşitli analiz düzeyleri belirlemişlerdir. (p:17, par:4)
Analizin bireysel düzeyi (the individual level of analysis)
bir birey olarak insanın hareketlerini, seçimlerini ve
fikirlerini dikkate alır. Büyük liderler tarihin akışını
etkilemiştir; tıpkı bireysel vatandaşların, düşünürlerin,
askerlerin ve seçmenlerin yaptığı gibi. Leninsiz, Sovyet
Rusyasının olmayabileceği söylenir. Dış politika karar alma
çalışmalarında, karar alma sürecinde psikolojik faktörlerin
öneminden hareketle uluslarararası ilişkilerin bireyseldüzey (individual-level)deki açıklamalarına önem verilir.
Analizin domestik seviyesi (the domestic [state or
societal]level of analysis), uluslararası alanda ülkelerin
tutumlarını etkileyen devletlerdeki bireylerin bir araya
Bu üç analiz düzeyine bir dördüncüsü de eklenebilir: Global
düzey. Analizin global düzeyi uluslararası neticeleri global
eğilimler ve devletlerin kendileri arasındaki ilişkileri aşan
güçler
açısından
açıklama
amacındadır.
İnsan
teknolojisinin, belirli dünya çapındaki inançlar ve insanın
doğayla olan ilişkisinin evriminin hepsi uluslararası ilişkileri
etkilemeye uzanan global düzeydeki süreçlerdir. (p:19)
Analiz düzeyleri uluslararası olaylar için çeşitli açıklamalar
sunar. Örneğin, çoğu muhtemel açıklama ABD 2003te
Irak’a savaş açmasına olmuştur. Bireysel düzeyde, savaş,
Saddam Hüseyinin kendisine karşı donanmış orduları
yenebileceğini düşündüğü riskli girişimine ya da Başkan
Bush’un kişisel olarak tehtid edici bulduğu bir lideri ortadan
kaldırma isteği olarak atfedilebilir. Domestik düzeyde,
savaş, Bush yönetimini ve Amerikalıları Saddam’ın 11 Eylül
sonraki dünyada ABDnin güvenliğine tehtit olduğuna
inandıran yeni-muhafazekar ihtilafa atfedilebilir. Devletler
arası düzeyde, savaş ABD gücünün baskınlığına
dayandırılabilir. Ve son olarak global düzeyde, savaş global
terörizm korkusuna ve hatta Batı ile İslam arasındaki
çatışmaya dayandırılabilir. (p:19, par: 2
5
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
ÜNİTE 2: REALİST TEORİLER
Realizm (Realisim): Realizim ya da diğer adıyla politik
realizm, uluslararası ilişkileri güç açısından açıklayan
düşünce ekolüdür. Diğer ülkeler üzerinde gücün bir ülke
tarafından denenmesi ya da ileri kullanılması, bazen
realpolitik (ing: realpoilitik) veya sadece güç politikası (ing:
power politics) olarak adlandırılır. (p:43, par:2)
Hoca altını çizmişti: Realistler, devletin doğasını, state of
nature’ın anarşiden ve savaştan meydana geldiğini
düşünürler.
Modern realist teori, realistlerin idealizm dediği liberal
geleneğe bir tepki olarak geliştirilmiştir (elbetteki
idealistlerin kendileri, yaklaşımlarını realistik olmadığını
düşünmezler). İdealizm, uluslararası olayların başat etkileri
olarak, uluslararası örgütleri, ahlakı, ve uluslararası
hukukun altını çizer. Gidip de sadece realistler gibi gücün
herşey olduğunu söylemez. İdealistler, insan doğasının
temelde “iyi” olduğunu düşünür. Onlar uluslararası sistemi,
karşılıklı problemlerin üstesinden gelebilecek ve
ortak/beraber hareket edebilecek potansiyele sahip
ülkelerin oluşturduğu bir toplum olarak görürler. İdealistler
için, Uluslararası ilişkiler (IR)in prensipleri ahlaktan
gelmelidir. İdealistler özellikle I. Dünya savaşının acı
deneyimlerini takip eden iki savaş arası dönemde (I. Dünya
savaşı ve II. Dünya savaşları arası) etkin/aktiftiler. ABD
Başkanı Woodrow Wilson ve diğer idealistler, ulusların
topluluğu için biçimsel bir yapı olarak Cemiyetler Birliği (the
League of Nations)’ne umutlarını koymuşlardı. (p: 43).
Gelin biraz zekilik yapalım, hiç birşey bilmeden de çekirdek
çıtlatalım: Ne demek ideal? Ülkü, yani amaç edinilen –
ulaşılmak istenen şey. Yani ortada ole bişe yok da oluverse
keşke gibi bir durum söz konusu. Birinci dünya savaşı
bitmiş, millet aç, devletler yorgun para desen gitmiş
arkadaş, savaş bitmiş güya barış var, aç karın napsın barışı;
kadınlar özler savaşta ölmüş erkeklerini... Yani idealini
kurdugumuz şey barış dolu, her devletin eşit olduğu,
savaşların olmadıgı bir dünya. Mümkün mü? Zaman
gösterecek, derken 1945, pıt pıt; ne mi oldu, iki atom
bombası düştü. İşte bu yüzden realistler bu idealistlere
sövdü: Bu ümitler, yapının 1930lardaki Japon, İtalyan ve
Alman saldırıları karşısında aciz kalması durumunda altüst
oldu. II. Dünya Savaşından beri, realistler, “dünyanın
gerçekte nasıl olduğuna” bakmak yerine “dünyanın nasıl
olması gerektiği” için çok fazla arayışı giren idealistleri
sorumlu tutmuşlar/suçlamışlardır. (p:43, par: 4).
Realistler kendilerinin çok uzun bir geleneğe sahip
olduğunu söylerler. Çinli strateji uzmanı Sun Tzu, ki o 2000
yıl önce yaşamıştır, ilk kez, savaşın sistematik bir güç
enstrumanı haline geldiği bir dönemde(savaşan devletler –
warring states) devlet yöneticilerine nasıl hayatta
kalabileceklerine dair öğütler vermiştir. Sun Tzu, tehlikeli
ve ordulu komşularla yüzleşilen gün, ahlaki değerlerle
düşünmenin devlet yöneticileri için çok da yararlı
olmadığını ileri sürmüştür. O, yöneticilere nasıl kendi
varlıklarını devam ettirebileceklerini ve kendi çıkarlarını
geliştirmek için gücü nasıl kullanacaklarını göstermiştir.
İngiliz düşünce adamı/filozof Thomas Hobbes, on yedinci
yüzyılda, hükümetlerin yokluğunda ve insanların kendi
çıkarlarının peşinden koşturduğu bir dönemde ortaya çıkan
free-for-all (herşey-için-özgürlük olarak düşündüğüm ama
sözlükte ağız dalaşı-tartışma diye geçen) kavramını
tartışmıştır. O buna “tabiat hali (state of nature)” ya da
“savaş hali (state of war)” demiştir; keza biz buna bugün,
hukukun üstünlüğü/yönetimi (rule of law)’nin zıt anlamını
olan “orman kanunu (law of the jungle)” olarak
adlandırıyoruz. Hobbes, bu durumu ehlileştirmek için güçlü
bir anarşizmi savundu (ki o bunu Leviathan olarak
etiketlemiştir) –ortak mal sorununu (collective good
problem) çözmek için özellikle egemenlik yaklaşımını
(dominance approach)desteklemiştir. Realistler, bu tarihi
figürlerde güç politikasının kültürler arası ve
ebedi/değişmeyen olduğunun kanıtlarını görür. (p:44).
2002’de, Amerika Irak’ı işgal etmeden evvel, 33 IR
hocasınında arasında belirgin biçimde yer alan önde gelen
realistler New York Times’a, “Irak ile savaş Amerika’nın
ulusal çıkarında değildir (war with Iraq is not in America’s
national interest)” uyarısında bulunan bir reklam verdiler.
Burdan hareketle, realistler her daim askeri güç kullanmayı
desteklemez ya da istemezler, zaman zaman öyle
yapmanın gerektiğini ileri sürseler de. (p:44, par:6).
6
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
Realistler için, ideolojiler çok da önemli değildir, aynı
şekilde devletlerin kendi hareketlerini ayarlayan/haklı
gösteren diğer kültürel faktörler de ve dinler de. (p:44).
Konu
İnsan doğası
Realizm
Bencil
İdealizm
fedakâr
En
önemli
aktörler
Devletin
davranışının
sebebi:
Devletler
Devletler ve bireyleri
de içeren diğerleri
Karar
yapıcıların
psikolojik güdüleri
Uluslararası
sistemin doğası:
Kendi
çıkarının
rasyonel
takibi
Anaşizm
(anarchy)
Topluluk (community)
ÖZETLE:
Realizm: Realizme göre tüm devletlerin ortak özelliği
hepsinin idealler veya etik değerler yerine çoğunlukla
ekonomik ve askeri güç peşinde olmasıdır. Realizm,
temelde
devletlerin
birbiriyle
işbirliği
yapmaya
yanaşmayacağını, işbirliği halinde dahi öncelikli olarak
kendi çıkarlarını gözeteceğini belirtir.Bu bağlamda realist
teoriler güç dengesi,çıkar optimizasyonu gibi konularla
yakından ilişkilidir. Bu teoriye göre devletler arasındaki
işbirlikleri kısa süreli ve rastlantısaldır. II. Dünya Savaşı ile
yükselişe geçen realizmin kurucuları Thucydides,
Morgenthau, Machiavelli ve Thomas Hobbes olarak kabul
edilir.
Liberalizm/İdealizm: Liberalizm, tartışmalı da olsa,
Uluslararası İlişkilerin ilk teorisidir. I. Dünya Savaşı
sonrasında, devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde savaşı
engelleyememeleri ve kontrol edememelerine bir tepki
olarak yükselişe geçmiştir. Liberalizme göre devletler
sadece siyasi değil, ekonomik ilişkilerle de birbirlerine
bağlıdır. Bu teoriye göre devletler karşılıklı olarak
işbirliğinden faydalanırlar ve savaş yıkıcılığından ötürü
tamamen faydasızdır. Woodrow Wilson teorinin ilk
destekçilerindendir.
Neorealizm: Neorealizmin kurucusu kuşkusuz olarak
Kenneth Waltz'di r. Neorealizm, Klasik ve Neoklasik
realizmin bazı noktalarını kabul eder - örnek olarak egemen
devletlerin uluslararası anarşi içinde varolduklarını ve
işlediklerini - fakat asıl ayrılma noktası insan doğası ve
devlet yönetiminin ahlaki boyutunu reddederek daha
bilimsel bir açıklama getirmeye çalışmasında yatmaktadır.
Devletlerin dışişlerinde uyguladıkları yıkıcı ve çıkarcı tavrın
sebebinin uluslararası anarşi olduğunu ve devletin iç
politikalarıyla
uluslararası
arenadaki
tavrının
açıklanamayacağını, çünkü devletlerin diğer devletlerle
ilişkilerini göreceli kazanç ve güç odaklarına karşı denge
sağlama amacıyla sürdürdüğünü belirtir.
Neoliberalizm: Neoliberalizm, neorealist bir öneri olan
uluslararası ilişkilerde anahtar oyuncuların devletler
olduğunu kabul ederek liberalizmi güncelleştirmeyi amaçlar
fakat Uluslararası Örgütlerin ve devlet dışı aktörlerin
önemini de vurgular. Teori, neoliberal ekonomik teoriden
etkilenmiştir. Soğuk Savaş süresince artan devletlerarası
bağımlılık teorinin şekillenmesinde etkili olmuş ve bu
yüzden liberal kurumsalcılık olarak da adlandırılmıştır.
Teorinin öncüleri Robert O. Keohane ve Joseph S. Nye
olarak kabul edilir.
[[Hakimiyet veya diğer anlamlarıyla üstünlük, tahakküm,
egemenlik (Dominance): Merkezi bir hükümetin olmadığı
ve egemen devletlerin var olduğu bir dünyada, devletler
kendi çıkarlarına nasıl ulaşabilir ve gerçekte yaşamda kalma
mücadelelerinde nasıl başarılı olabilir? Geleneksel olarak,
hakimiyet yaklaşımı temel alan realizm teorisi, her devletin
diğer devletlerin davranışlarını etkilemek adına, kendi
gücüne ve daha az bir güvenle de kendi ittifaklarına
güvenmesi gerektiğini ileri sürer. Gücün formları değişir;
nitekim tehtid ve askeri güç kullanımı geleneksel olarak,
realistlerin hakimiyet prensibini uygulamasında üst
sıralarda yer alır.
Uluslararası sistemin doğası güç üzerinde bu önemi
yansıtır. Bir kaç “süper güç – great powers” ve onların
askeri müttefikleri dünya düzenini belirler. İki süper güç ve
onların ittifakları, Soğuk savaş döneminin sistemini
tanımladı ve bir tek-süper güç dünya düzeni (a lonesuperpower world order), halihazırda değişerek, Soğuk
Savaş sonrası dönemi şekillendirmektedir. (p:43)
Güç (Power): Güç, genellikle bir aktöre onun aksi halde
yapmacağı şeyi yaptırtabilme (yahut yapacağı şeyi
yaptırtmama) yetisidir. Bu fikirdeki farklılık, bir aktör
diğerlerini, diğerlerinin kendisini etkilediğinden daha çok
etkilediği ölçüde güçlüdür. Bu tanımlar gücü etki olarak
gösterir. Eğer aktörler kendi istediklerini çok elde ediyorsa,
onlar güçlüdür. (p:45, Defining power/first paragraph)
7
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
Güç kendisini etkilemez, ancak diğerlerini etkilemek için
potensiyele ve yetiye sahiptir. Bir çok IR hocası, böylesi bir
potansiyelin askeri güç, gelir seviyesi, ve fiziksel büyüklük
gibi faktörleri içeren ülkelerin sahip oldukları somut ya da
soyut belirli karakteristik özelliklere dayandığına inanır. Bu,
kabilet (capability) olarak güçtür. Kabiliyetleri ölçmek
etkileri ölçmekten daha kolaydır. (p:45, par:5). Bir ülkenin
diğer bir ülkeyi nasıl etkilediğini açıklamak için kabiliyetleri
ölçmek nitekim kolay değildir. Bu çok çeşitli olanları hesaba
katmakla mümkün olur. (...) Bir devletin gücünün tek
başına en iyi göstergesi, onun toplam GSMH (ing: total
GDP)’si olabilir, ki toplam GSMH varlığı, teknolojik seviyeyi,
ve diğer tüm büyüklükleri kombine eder. Her ne kadar
GSMH yararlı bir gösterge olsa da tek başına yeterli değildir
Güç ayrıca maddi olmayan elementlere de dayanır.
Kabiliyetler, politik liderlerin sözkonusu kabiliyetleri
stratejik bir şekilde ve etkin bir biçimde uygulama ve
harekete geçirme başarısı ile orantılı olarak devletlere diğer
devletlere etkileme potansiyeli sağlar. Bu, hükümete halk
desteğine, diplomatik becerilere ve ulusal ülkülere ve
diğerlerine bağlıdır. Bazı hocalar, psikolojik bir süreç
üzerinden kabiliyetliğin etkilerini maksimize etme yetisi
anlamına gelen fikirlerin gücünü (power of ideas) vurgular.
Bu süreç sahip olunan varlıkların (capabilities) yurt içi
mabilizasyonunu içerir (sık sık ulusalcılık, ideolojiler ve din
üzerinden). Eğer bir devletin kendi değerleri diğer devletler
arasında geniş bir biçimde paylaşılırsa, o devlet diğerlerini
kolaylıkla etkileyecektir. Buna yumuşak güç (soft power)
denir. Örneğin, Birleşik Devletler diğer devletlerin özgür
ticaret ve özgür pazar değerlerini kabul etmelerini
konusunda etkili olmuştur. (p:46, par: 2).
Yumuşak gücün de gösterdiği gibi, hakimiyet güç
kullanmanın tek yolu değildir. Mütekabiliyetin (karşılılık reciprocity) esas prensipleri ve kimlik (identity) de işe
yarayabilir. Örneğin, bir baba, süpermarkette ağlayan
küçük evladının çığlıklarını dindirmek için çocuğu tehtid
edebilir yahut bir sağ kroşe vurabilir (dominance :);
beybaba eğer susup da uslu durursa çocuğuna şeker
alabileceğini söyleyebilir (reciprocity); ya da “Büyük bir
adam gibi davran” veya “Babana yardımcı olmak istiyorsun
değil mi?” gibi söylemlere başvurabilir (identity). (p:46)
Güç bağlamtısal bir kavram olduğundan mütevelli, bir
devlet sadece diğer devletin gücüne bağlı olan bir güce
sahip olabilir. Bağıl güç (relative power), iki devletin
birbirine karşı uyguladığı gücün oranıdır. (p:47, par:1).
Gücün mantığı, savaşlarda güçlü olan devletin genelde
galip geleceği kanısını verir. Bu sebeple, iki düşmanın bağıl
güç düzeyinin tahminleri her bir savaşın sonularını
açıklamalıdır. Bu tahminler diğer faktörler arasında her bir
hükümete verilen halk desteğini ve ulusların sahip oldukları
askeri güçlerini göz önüne almalıdır. (...) Yeterince zengin
bir ekonomiye sahip bir ülke büyük ordular satın alabilir,
tüketim ürünleri sağlayarak halk desteği sağlayabilir ve
hatta böylece ittifaklar kurabilir. (p:47, par: 2) Örneğin,
Birleşik Devletler Irak’ı işgal ettiğinde dünyadaki en güçlü
devletti ve Irak on yıllık yaptırımlar ve maliyetli iki savaş
yüzünden zayıf düşmüştü. Güç farkı çarpıcıydı. GSMH
ölçeğinde, ABD Irak’ın yüz katı; nüfusta, Irak’ın on katıydı.
Devletin gücü, bir çok unsurun karışımıdır. Bir aktörün uzun
dönemde çizebileceği elementler toplam GSMH, nüfus,
sınırsal alan, coğrafya ve doğal kaynaklardır. Bu belirliyici
özellikler çok yavaş değişir. Daha az somut uzun-dönem
güç kaynakları politik kültür, vatanseverlik, nüfusun eğitimi
ve teknolojik ve bilimsel tabanın gücüdür. (p:4, par:5)
Diğer kabiliyetler, aktörlere kısa dönemde etki sağlamayı
mümkün kılar. Askeri güç böylesi kabiliyetlerdendir – belki
de en önemli çeşidi. İki ülkenin askeri güçlerinin savaşa
hazırlılık durumlarının, düzeni ve büyüklüğü, kısa dönem
askeri yüzleşmede onların şahsi ekonomi ve doğal
kaynaklarından daha önemlidir. Bir diğer kabiliyet, hızlıca
silah üretimi yapabilen askeri tabanlı endüstridir. Bir
devletin bürokrasisinin kalitesi de sahip olunan varlıklardan
bir değeridir ki ülkelere bilgi sağlama, uluslararası ticareti
düzenleme ve uluslararası konferanslara katılma imkanı
tanır. Daha az somut elementler olarak, destek ve
meşruiyet aktörlere etki kazanımı sağlar. Böylelikle bir
ulusun askeri ve politikacıları liderlerine bağlılık sağlamış
olur. (p:48, par:2).
Gücün bir elementi bir diğerine dönüştürülebildiği ölçüde
tazmini mümkündür (fungible). Genellikle, para en çok
8
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
dönüştürülebilen varlıktır çünkü para diğer varlıkları satın
alabilir. (p:48, par: 3)
Realistler askeri gücü, kısa dönemde ulusal gücün en
önemli elementi olarak ve ekonomik güç, diplomatik beceri
ya da ahlaki meşruiyet gibi diğer elementleri de askeri güce
tazmini mümkün olduğu ölçüde önemli görme
eğilimindedirler. (p:48, par:4)
Ahlak, güç kullanmak için niyeti yükselterek ve müttefikleri
cezbederek güce katkıda bulunabilir. Devletler, özünde
agresif olan davranışlarına barışçıl ve savunma kasıtlarını
retorik bir anlatımla kılıflar giydirdiler. Örneğin, 1989
Birleşik Devletlerin Panama İstilası “Adil Neden
Operasyonu
–
Operation
Just
Cause”
olarak
adlandırılmıştır. (p:48, par:5)
Coğrafyanın gücün bir elementi olarak kullanımı jeopolitik
– geopolitics olarak adlandırılır. Devletler askeri güçlerini
geliştirmek için coğrafyayı kullanmaları ölçüsünde güçlerini
artırır: ittifaklarını güvenceye alır, karşı güçlere yakın
yerlerde ya da stratejik ticaret rotaları boyunca üsler kurar,
yahut mühim doğal kaynakları kontrol eder. (p:49, par:2)
Anarşizm ve Egemenlik (Anarchy and Sovereignty):
Realistler uluslararası sistemin anarşizm halinde var
olduğuna inanırlar. Anarşizm, kuralları dayatan bir merkezi
hükümetin yokluğundan ziyade tamamlamamış kaos ve
yapının ve kuralların yokluğu anlamına gelir. Devletlerin
bünyesindeki toplumlarda, hükümetler sözleşmeleri
uygulayabilir,
vatandaşların
kuralları
çiğnemekten
alıkoyabilir, bir hukuk düzenini sağlamak için hukuken
tasdik edilmiş şiddet üzerindeki tekelini kullanbilir. Hem
demokrasiler hem de dikdatör yönetimler bir kurallar
sisteminin uygulaması için merkezi hükümetleri sağlar.
Realistler, kuralları uygulayan ve yürütmenin normlarına
uymayı sağlayan böylesi bir merkezi otoritenin var
olmadığını ileri sürerler. Bir devletin gücüne sadece diğer
ülkelerin gücü ile karşı konulabilir. Bu yüzden devletler
kendi kendine yetebilme (slef-help) kabiliyetlerine
güvenmelidir, keza onlar müttefikler ile yahut
(bazen)uluslararası normların zorlama gücüyle artar. (p:50)
Egemenlik (sovereignty) – geleneksel olarak en mühim
norm- prensipte bir hükümetin kendi sınırları içerisinde
istediğini yapabilme hakkına sahip olması anlamına gelir.
Devletler birbirinden ayrıdır ve otonomdurlar ve daha
yüksek bir atoriteyi tanımazlar. Prensipte, tüm devletler,
güçte değilse bile statüde eşittir. Egemenlik ayrıca
devletlerin diğer devletlerin içişlerine karışmaması
anlamına da gelir. Devletler birbirlerini ticaret, ittifak, savaş
vb konularda etkilemeye çalışsa da diğer devletlerin karar
verme süreçlerine ve iç politikalarına karışmamalıdır.
Realistler uluslararası ilişkilerin kurallarının, devletlerin
kendi güvenliklerini güvence altına almak için yaptıklarının
diğer devletlerin güvenliğini tehtid eden bir güvenlik
ikilemi (security dilemma) yarattığını kabul ederler.
Örneğin bir devletin kendi güvenliği sağlamak adına daha
fazla askeri güce yatırım yapması diğer devletlerin
güvenliğini tehtid eder. Bu ikilem, en nihayetinde güvenlik
sağlamayan karşılıklı silahlanma tehtidleri için devletlerin
çok miktarda para harcadıkları silahlanma yarışının temel
sebebidir. (p:52, par:3).
Güvenlik ikilemi uluslararası sistemideki anarşizmin
olumsuz bir sonucudur. Eğer bir dünya hükümeti eksiksiz
bir biçimde kendilerini silahlandıran mütecavizleri
(saldırganları) saptayabilse ve cezalandırabilseydi, devletler
bu olasılığa karşı savunmaya gerek duymayacaktı. Ancak
kendi kendine yetebilme sistemi (the self-help system)
devletlerin en kötüsüne hazır olmalarını gerekli kılar.
Liberaller
bu
ikilemin
kurumların
gelişimiyle
çözülebileceğini düşünmesine karşın realistler bu ikilemi
çözülemez olarak görme eğilimindedir. (p:52, par:4)
Güç Dengesi (Balance of Power): Uluslararası sistemin
anarşist ortamında, bir devletin gücündeki en sağlam fren
diğer devletlerinin gücüdür. Güç dengesi terimi, “bir veya
daha fazla devletin gücünün, diğer bir ya da birkaç devletin
sahip olduğu gücü dengelemek amaçlı kullanmısı”
anlamına gelir. Güç dengesi, devletler yahut ittifaklar
arasındaki güç becelerinin herhangi bir oranına işaret
edebileceği gibi sadece nispeten eşit bir oran anlamına da
gelebilir. Alternatif olarak, güç dengesi, karşı-dengeleme
(counterbalancing) koalisyonlarının bir devletin bir
bölgenin tamamını fethetmesini önlemek amacıyla tarihte
defelarca şekillendirdiği süreç anlamına da gelebilir. (p:52)
9
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
Güç dengesi teorisi böylesi karşı dengelemelerin düzenli
olarak meydana geldiğini ve uluslararası sistemin istikrarını
sağladığını ileri sürer. (p:52, par:7)
*Ne demek istedik yukarıdaki iki paragrafla: Şimdi düşünün
iki tane sümüklü çocuk var: Baha ile Özgür. Bunlar oyun
oynarken Baha Özgürü kıskankıdıgından Özgürün
oyuncaklarını alıyor. Özgür de, pis cüce ver lan
oyuncaklarımı diyip Bahanın kazayaklarına uçan tekme
atıyor. Daha Baha Özgürün oyuncağına elini sürebilir mi?
Hele bir sürsün! Ama diyelimki, bir şekilde, hani mümkün
değilde, hadi bi şekilde Bahayla Özgür kavga tutuşuyorla
bakıyorlarki ne Baha Özgürü dövebiliyor, ne de Özgür
Bahayı. Neticede kumda yuvarlan yuvarlan sonuc yok, yani
güçleri eşit: daha bu iki sümüklü niye kavga etsin. İşte,
yukarıda da saydığımız güç dengeleri birbirine çok yakın ya
da az çok benzer devletler yahut devlet blokları birbiriyle
savaşmaz ya da güç yarışı içine girmez; niye, biliyorlarki
nihayetinde kazanan olmayacak. Aksine her iki grubun da
gücü nispeten eşit oldugundan birbirlerine sadece zarar
verecekler, birbirlerine üstünlük sağlayamayacaklar. Ne
oldu, eşit güçleri aralarında bir denge yarattı!
İttifaklar güç dengesinde anahtar rol oynar. Birinin sahip
olduklarını rakibine karşı inşa etmesi güç dengesinin bir
şeklidir, ancak bir ittifakı tehtid eden bir ülkeye karşı
şekillendirmek daha etkili, daha ucuz ve daha hızlıdır.
Soğuk savaş zamanında, ABD, Sovyet Rusyanın bölgesel
genişlemesini önlemek adına Rusyayı askeri ve politik
ittifaklar ile çembere almıştır (Hoca yanlış hatırlamıyorsum,
Rusyayı çembere alma konusunda greenbelt ten
bahsetmişti: abd doğu avrupadan avrasyaya rusyayı
çembere alıyordu, aklınızda bulunsun, bilmem hatırladınız
mı!). Bazen belirli bir ülke dönemin en güçlü ittifakı ya da
devletine karşı desteğini değiştirerek kasten/inadına bir
dengeleyici olabilir (bölgesinde yahut dünyada). İngiltere
bu rolü Avrupa’da yüzyıllarca oynadı, tıpkı Çin’in Soğuk
savaş zamanında oynadığı gibi. (p:53, par:1)
Nitekim devletler her zaman en güçlü aktöre karşı
dengeleme politikaları yürütmezler. Bazen daha küçük
devletler, en güçlü devletin vagonuna atlar (jump on the
bandwagon); ki bu dengelemeye karşıt olarak
bandwagoning (zayıf devletlerin güçlü olanların tarafına
katılması) olarak adlandırılır. Örneğin, II. Dünya savaşından
sonra, geniş bir koalisyon ABD yi içermek için cephe
almadı; aksine çoğu büyük devlet ABD blokuna katıldı.
Ayrıca, küçük devletler, düşman süper güçler birbirine
girmişken güç dengeleme hususunda varyasyonlar
yaratırlar. Örneğin, Soğuk savaş döneminde Küba, kendisini
ABD-Sovyet Rusya rekabetinin ortasına koyarak Sovyet
Rusyasasından epey fazla yardımlar aldı. (p:53, par: 2)
Kesin bölen çizgiler olmamasına rağmen, büyük güçler
(great powers) olarak bir yarım düzine veya civarında en
güçlü devletler olarak düşünülür. Geçen yüzyıla kadar
büyük güçler külübü özellikle Avrupalıydı. Genel olarak,
büyük güçler sık sık, sadece bir başka büyük gücün askeri
gücüyle yenilebilecek olan devletler olarak tanımlanır.
Büyük güçler, kendi öz bölgelerinden uzaktaki ulusal
çıkarlarının dayandığı bir global bakış açısı paylaşmaya
eğilimlidir. (p:54, par:2)
Büyük güçler genellikle dünyanın en güçlü askeri gücüne
sahiptirler – ve de bu askeri gücün ihtiyacını
karşılayabilecek en güçlü ekonomiye- ve diğer güç
ehliyetlerini (power capabilities)elinde bulundurur. Bu
geniş ekonomiler de dolayısıyla eğitimli işçi gücü, gelişmiş
teknoloji, zengin doğal kaynalar, ve geniş nüfuslardan
oluşan bir kombinasyona dayanır.
GDP
diğerleri
ABD
ÇİN
RUSYA
İNGİLTERE
JAPONYA
ALMANYA
FRANSA
askeri harcama
diğerleri
RUSYA
ABD
İNGİLTERE
FRANSA
ALMANYA
ÇİN
JAPONYA
10
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
Tanımlar değişmesine rağmen, yedi devlet kriterleri
karşılıyor görünüyor: ABD, Çin, Rusya, Japonya, Almanya,
Fransa ve İngiltere. Hepsi birlikte dünyanın toplam GSMH
nin yarındasından fazlasına; üçte iki askeri harcamasına
sahiptir. (p:55, par:1)
Orta güçler (middle powers): Dünya üzerindeki etkileri
açısından büyük güçlerden bir nebze daha aşağıda yer alır.
Bazıları geniştir fakat yüksek oranda saniyileşmemiştir;
diğerleri özel becerilere / varlıklara /capabilities sahiptir
lakin küçüktürler (coğrafik açıdan). Birkaçı bölgesel
hakimiyeti sağlamayı arzular ve çoğu bölgelerinde dikkate
değer etkilere sahiptir (p: 55-56, par:3). Herkesin üzerinde
mutabık olmadığı orta güçler listesi, kuzeyin orta
büyüklükteki Kanada, İtalya, İspanya, Hollanda, Polonya,
Ukrayna, Güney Kore, ve Avusturalya gibi ülkeleri içerir.
Ayrıca güneyin Endenozya, Arjantin, Meksika, Nijerya,
Güney Afrika, İsrail, Türkiye, İran ve Pakistan gibi büyük ve
etkili devletlerini de içerir.
Neorealism: Bazen yapısal realizm (structural realism)
olarak da adlandırılan neorealizm, realizmin 1990lardaki
adaptasyonudur. Neorealizm, uluslararası olayların
örneklerini, münferit devletlerin iç özyapısı açısından farklı
olarak
sistemin yapısı açısından açıklar. Geleneksel
realizmle
karşılaştırıldığında,
neorealizm
olaylarını
açıklamak için genel hukuku ileri sürme konusunda daha
“bilimsel”dir, ancak neorealism çoğu kompleks elementi
(coğrafya, irade gücü, diplomasi, vb)göz önüne alan
geleneksel realizmin bazı zenginliklerini kaybetmiştir. Son
dönemde, neoklasik realistler (neoclassical reaslists) bu
kaybedilen yönleri yeniden düzenleme arayışındadırlar.
Güç göstergesinin kutupsallık (polarity) göstermesi
sistemdeki bağımsız güç merkezlerinin sayısını vurgular. Bu
terim hem çeşitli katılımcıların belli başlı güçlerini hem de
onların ittifak gruplaşmalarını kapsar.
state 5
state 1
state 2
state 4
Bir çok kutuplu sistem (multipolar system): Tipik olarak
ittifak grupları oluşturmamış beş yahut altı güç merkezine
sahiptir. Her bir devlet bağımsız olarak yerini alır ve
diğeriyle nispeten eşittir. Klasik çok kutuplu güç
dengesinde, büyük güç sisteminin kendisi sabittir fakat güç
ilişkilerini ayarlamak için sık sık savaş olur. (p:56, par:6)
Üç kutuplu sitemler (tripolar systems) adından da
anlaşılacağı üzere üç güç merkezinden oluşur, bire karşı iki
(two-against-one) ittifakına eğilim dolayısıyla epeyce
nadirdir. Üç kutupluluk, 1960lar ve 1970ler zamanında
ABD, Rusya ve Çin arasındaki stratejik üçgeni (strategic
triangle) şekillendirmiştir.
İki kutuplu sistem (bipolar system) ağır basan iki devlete
yahut iki büyük ittifak blokuna sahiptir. IR hocaları iki
kutuplu sistemlerin nispeten barışçıl ya da savaş yanlısı
olduğunu kabul etmezler. ABD-Rus yenişememesi büyük
güçlere istikrar ve barış sağlamış gibi görünebilir lakin I.
Dünya Savaşından evvel Avrupadaki rakip bloklar
sağlamamıştı. Aşırı bir noktada, tek kutuplu (unipolar
system)bir sistemde diğerlerinin hepsinin kendi güçlerini
devrettiği tek bir güç merkezi vardır. Buna hegemonya
(hegemony) denir. (p: 56, par: 7)
state
2
state 1
hegemon
state
3
state 4
Hemegomanya bir devletin, kendisine uluslararası politik
ve ekonomik ilişkiler yürütülürken yapılan kural ve
düzenlemelere tek başına hakim olmasını sağlayan
uluslararası sistemdeki güç üstünlüğünü elinde tutmasıdır.
Böylesi bir devlet hegemon olarak adlandırılır. İki örneği
var: 19. Yüzyılda İngiltere ve II. Dünya savaşı sonrası ABD.
state 2
11
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
Devlet idaresi (statecraft): Klasik realistler, egemen
devletler arasında güç politikalarının dünyasında manevra
çeşitli şekillerde etkili manevralar yapma ve devlet işlerini
yönetme sanatı anlamına gelen devlet idaresinin altını
çizerler. (p:71, par:3)
Oyun teorisi (game theory): pazarlık sonuçlarını
öngörmekle ilgilenen matematiğin bir dalıdır. Bir oyun, iki
veya daha fazla oyuncunu alternatif hareketler arasından
bir kez ya da tekrar eden şekilde seçim yapabildiği bir
kurgudur. Hareketlerin her bir kombinasyonu her oyuncuya
bir netice doğurur. Bu neticeler (payoff) para gibi somut
şeyler olabileceği gibi değer gibi soyut bir şey de olabilir.
Oyun teorisi, oyuncuların tercihlerinden ve onlara açık olası
hareketlerden yola çıkarak muhtemel sonuçları ortaya
çıkarmayı/anlamayı amaçlar. (p:75, par:3)
Oyun teorisi, ABD-Rusya nükleer savaş ihtimallerini
anlamaya çalışan hocalarca, geniş bir biçimde uluslararası
ilişkilerde 1950 ve 1960larda ilk kullanıldı. (p:75, par: 4)
Durumların farklı çeşitleri oyunların farklı sınıflarınca temsil
edilir, kazançların (payoff) durumu ve oyuncuların sayısı
tanımlandığı ölçüde. Bir temel ayrım, bir oyuncunun
kazancının diğer oyuncunun kaybına eşit olduğu sıfır
toplamlı oyunlar (zero-sum games) ve her iki oyuncunun
da kazanması yahut kaybetmesinin mümkün olduğu sıfırtoplamlı olmayan (non-zero-sum games) arasındadır. Bir
sıfır-toplamlı oyunda, oyuncular arasında iletişim ya da
ortaklaşa hareket etme noktası yoktur çünkü oyuncuların
çıkarları/ilgileri tamamen birbirini zıttır. Ancak sıfır-toplamlı
olmayan oyunda, her ne kadar her bir oyuncu halihazırda
toplam kazançların daha büyük bir payını almak için
manevralarda bulunsu da hareketlerin koordinasyonu
oyunculara gidecek toplam kazancı maksimize edebilir.
Mahkumun ikilimi (the prisoner’s dilemma) olarak
adlandırılan oyun, uluslararası ilişkilerde yaygın olan ortak
mal sorununu çeşidini yakalar. Bu durumda, rasyonel
oyuncular, tüm oyuncuların bir diğer hareket kümesi
altında daha yoksul olacağı bir sonucu doğuran hareketleri
seçerler. Hepsi daha iyisini yapabilirdi, ancak bireysel
rasyonel oyuncular olarak onlara bu sonuca ulaşmak için
yetiye sahip değildirler. (p:75-76, par:6)
Orijinal hikaye, bir savcı tarafından ayrı ayrı sogulanan iki
mahkumdan bahseder. Savcı onların bir banka soygunu
gerçekleştirdiğini biliyor ancak mahkumlarda biri itiraf
etmedikçe savcı sadece her ikisini de ancak illegal yollardan
silah bulundurmaktan mahkum etmek için yeterli delile
sahip. Savcı her bir mahkuma, “eğer sen itiraf eder ve
arkadaşın etmezse, sen serbest kalacaksın” diyor. Eğer
arkadaşın itiraf eder ve sen itiraf etmezsen, sen banka
soymaktan uzun hapis cezası alacaksın (arkadaşın serbest
kalırken). Eğer her ikisi de itiraf ederse, her ikiside nispeten
daha az ceza alacaklar. Eğer her ikisi de itiraf etmezse, silah
kullanmaktan suçlu bulunacaklar ve kısa dönem ceza
çekecekler. Hikaye her iki mahkumun da bir diğerinden
intikam almayacağını varsayıyor, sadece doğrudan sonuçlar
önemli ve mahkumlardan her biri sadece kendisini
önemsiyor. (p:76, par:2)
Bu oyunun tek bir çözümü var: her iki mahkum da itiraf
edecek. Herbiri şu şekilde akıl yürütecek: “Eğer arkadaşım
itiraf edecekse, o zaman ben de itiraf etmeliyim çünkü bu
yolla ben kısmen daha az ceza alacağım. Eğer arkadaşım
itiraf etmeyecekse, o vakit ben yine itiraf etmeliyim çünkü
bu yolla kısa dönem ceza çekmek yerine özgür kalacağım.”
Diğer mahkum aynı akıl yürütmeyi takip eder. İkilem,
onların bireysel rasyonel şeçenekleri takip ederek, her
ikisinin de uzun süreli cezaya çaptırılmalıdır – herikisi de
çenesini kapatıp da daha az cezaya çaptırılımaları
mümkünken.
Ünite 3: Liberal Teoriler

Realizm
realist/gerçekçi
mi?
Realizmin
öngörülerinin aksine, uluslararası ilişkilerde çatışmalardan
çok daha fazla işbirliği olur ve sözkonusu işbirliği/ortak
hareket etmeler yıldan yıla, on yıldan on yıla
yükselmektedir. Irak ve Sudandaki insanlıktan uzak
çatışmalara rağmen, dünya genel olarak gittikçe daha
fazla barışçıl oldu. Uluslararası ilişkilerin liberal teorileri, ki
düşünür Kant’ın görüşlerini izler, bu durumu iki ana yolla
açıklar. İlk olarak, karşılıklılık prensibine dayanan devletler
karşılıklı kazançları elde edebilmek için uluslararası
kurumlar inşa etmeyi ve birlikte hareket etmeyi
öğrenirler. İkinci olarak, kimlik prensibine dayanan belirli
toplum ve hükemet tiplerinin çeşitleri toplumları savaşa
12
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
gitmemeye yönlendirecektir. Özellikle, demokrasiler
birbirleriye ender olarak savaşırlar. (p:83, the big picture)
 Realistlerin güç politikalarının hukukunu nispeten edebi
ve değişmez olarak görmesine karşın, liberal teorisyenler
uluslararası ilişkilerin kurallarının zamanla aşamalı olarak
yavaşça evrim geçirdiğini ve artarak barışçıl bir hal aldığını
savunur. Bu evrim öncelikle karşılıklı işbirliği ve uluslararası
örgütlerin aşamalı takviyesi ile ve ikincil olarak da
kamuoyunu düşüncesi ve normlardaki değişikliklerden
meydana gelir. (p:85, par:2)
Kant ve Barış: Uluslararası ilişkilerin liberal teorileri
işbirliğinin ve barışın nasıl mümkün olabiliceğini açıklamak
için uğraşır. 200 yıl önce Alman düşünür Kant buna üç
cevap verir: karşılıklılık prensibine dayanan ilki, ölzellikle
bugünün Birleşmiş Milletlerine benzeyen bir dünya
federasyonu teşkil ederek devletlerin işbirliğini mümkün
kılacak örgütler ve kurallar geliştirebilir olmasıdır. Daha
düşük bir analiz düzeyinde işleyen Kant’ın ikinci cevabı,
barışın hükümetlerin iç karakterlerine dayandığıdır. Kant,
kralı kontrol altında tutan bir yasama organına sahip
cumhuriyetlerin mutlakiyetlerden/otokrasilerden daha
barışçıl olacağını önesürmüştür. Ticaretin barışı
desteklediğini söyleyen Kant’ın üçüncü cevabı, ticaretin
global esenlik, işbirliği ve zenginliği yükselttiği farzına
dayanır. (p:85-86)
Neoliberal yaklaşım (neoliberal approach) önceki liberal
yaklaşımlardan bazı önemli varsayımları realizme
bıraktığından – ki bunların arasında devletlerin bir anarşizm
sistemi içinde kendi çıkarlarını rasyonel olarak kovalayan
tek aktör olduğu görüşü de vardır- farklıdır. Neoliberaller
realistlere “Eğer biz sizin devletlerin doğası ve onların
güdüleri hakkındaki varsayımlarını kabul edesek, sizin
olumsuz sonuçlarınız ortaya çıkmaz”. Devletler işbirliğine
açıkça sık sık ulaşır çünkü çıkarlarında öyle yapmak vardır
ve onlar başka bir devletin avantajı ele geçirme yahut
kandırma olasılığını düşürmek ve karşılıklı çıkarların
peşinden koşmayı kolaylaştırmak için kurumları kurmayı
öğrenebilir. (p:86, par:5)
Neoliberalistler, çatışan çıkarların varlığında işbirliğine
ulaşmak için etkili bir strateji olarak karşılıklılık prensibinin
işe yarabileceğini ileri sürer. Eğer bir taraf, diğer tarafın
ihtilaflı hareketlere ve işbirliğine karşılık vereceği sözünü
verir ve birlikte hareket etmek için gönüllülük gösterirse,
diğer taraf bir işbirliği teklifi hazırlamak için büyük bir
güdüye sahip olacaktır. (p:87, par:4)
Bir uluslararası rejim (international regime), belirli bir
sorun alanında (silahlanma kontrolu olsun, uluslararası
ticaret yahut Antartik araştırmaları/sondajlamaları olsun)
birleşen aktörlerin beklentileri içindeki prosüdürlerin,
normların ve kuralların bir kümesidir. Beklentilerin bir
noktada birleşmesi, uluslararası sistemdeki katılımcıların
onların karşılıklı katılımlarını hangi kuralların yöneteceğine
dair görüş birliği içinde olmaları anlamına gelir; her biri aynı
kurallarla oyun oynamayı bekler. (p:89, par: 3)
Kolektif Güvenlik ya da Karşılıklı güvenlik (Collective
Security): Liberal kurumsallaşmadan doğan kolektif
güvenlik kavramı, uluslararası sistemdeki en temel
aktörlerin başka herhangi bir aktör tarafından yapılacak
karşı hücumlara karşı geniş bir ittifakının oluşumunu ifade
eder. (p:90, par:5) Kolektif güvenliğin başarılı olması iki
noktaya bakar: Birincisi, üyeler gruba taahhütler
yüklemelidir (yani üyeler diğer üyelerin çabalarının
üzerinde binmemelidir). Güçlü bir devlet daha yazıf bir
tanesine karşı saldırıda bulunursa, diğer güçlü devletlerin
konu üzerinden savaşa gitmeleri sık sık onların doğrudan
çıkarlarında değildir. (p:91, par:3)
Koleftif güvenlik aşamasında belki de en iyi örnek NATO. O
halde çok iyi bir kitap olan Hasgüler ve Uludağ tarafından
kaleme alınan Devletlerarası ve Hükümetler Dışı
Uluslararası Örgütler adlı kitaptan NATO’ya bakalım. Bu
kitabı siyaset alanında uzmanlaşacaklara kesinlikle tavsiye
ederim: NATO: Kuzey Atlantik İttifakı’nın (NATO)
kuruluşuna ilişkin andlaşma 12 ülkenin katılımıyla 4 Nisan
1949’da Washington’da imzalandı ve 24 Ağustos 1949
yılında da yürürlüğe girdi. Türkiye Yunanistanla birlikte
andlaşmayı 1951de Londra’da imzaladı ve 52de onayladı.
[Gerek NATO üyeliğinde kalma, gerekse AB’ye girme
konusunda en çok ileri sürülen lehte görüşlerden birisi hayli
gariptir. Buna göre Yunanistan’ın içinde olduğu ama
Türkiye’nin yer almadığı bir ittifak Türkiye için zararlıdır. Bu
yüzden NATO da hep olunması gerektiği savunulmaktadır.
s:8] NATO’nun beşinci maddesinde ne diyor: “The Parties
13
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
agree that an armed attack against one or more of them in
Europe or North America shall be considered an attack
against them all and consequently they agree that, if such an
armed attack occurs, each of them, (…)”
Yani diyorki,
herhangi bir üye devlete yapılmış saldırı tüm üye devletlere
yapılmış sayılır ve ortak saldırı planı (gerekli görülürse)
kararlaştırılır. Madem girdik NATO’ya şunu da söyleyeyim:
Bakmayın NATO’nun bu beybabalığına; aslında en büyük
sorun kendi içinde: ya iki NATO devleti birbirine saldırırsa
ne olacak? Olmuş mudur ki hiç diye düşünmeyin, oldu tabi,
burnunun dibinde: Türkiye ve Yunanistan hem Kıbrıs işgali
hem de kardak kayalıkları krizinde NATO’yu içten içe
kaynattı. Durmuyor şu Türkler!
Kolektif güvenlik için diğer gereklilik, yeterli miktarda
üyenin saldırıyı oluşturan sebebin üzerinde mutabık
kalmasıdır. Birleşmiş milletler ölye yapılandırıldı ki saldırı
beş daimi üye tarafından tanımlanmalı ve ayrıca diğer on
üyeden en az dördü bunda mutabık kalmalıdır. Nitekim, bu
kolektif güvenlik sistemi büyük bir güç tarafından yapılan
saldırının varlığında işe yaramamaktadır (veto hakkından
dolayı – öte yandan uluslararası hukuk dersinin yakın
takipçileri bilirki güvenlik konseyinin vetolardan dolayı
sıkışması ve karar üretememesi halinde görüşmeler, tabii bi
sürü prosedür, genel kurula geçer) (p:91, par:4)
Demokratik Barış (The Democratic Peace): Kant kalıcı bir
barışın devletlerin kralı yasama organıyla denetim/kontrol
altına alacak cumhuriyetlerin kurulmasıyla mümkün
olacağına inanıyordu (p:92, par: 2). Azçok benzer şekilde, IR
hocaları demokrasiyi otokrasiden temel olarak farklı bir dış
politika ile bağdaştırırlar (p:92,par:3)Demokrasilerle ilgili
doğru olan şey, otoriter devletlere karşı savaşlarsa da,
demokrasilerin neredeyse hiç birbiriyle savaşmadığıdır. Hiç
bir temel tarihi olay yoktur ki bu genelleme ile çatışsın; ki
biz buna demokratik barış diyoruz. (p:92, par:4)
Bürokrasiler
(Bureaucracies):
Uluslararası
alanda
devletlerin hareketlerini etkileyen bir çok devletaltı
(substate) aktör vardır ki bunlar devletlerin dış politikaları
sürdürmede ve geliştirmede sürdürdükleri bürokratik
kurumlara en yakın kişilerdir. Mesela, diplomatlar. (p:94)
Çıkar Grupları (interest groups): Çıkar grupları kendilerini
bir politik konuda verilecek kararı etkilemeye çalışmak için
örgütlenen ve bu kararlar üzerinde ortak çıkarları paylaşan
insanların kurduğu koalisyonlardır. Örneğin, fransız çiftçiler
Avrupa Topluluğu ile görüşmelerde yer almıştırki kendi
çıkarlarını koruya... (p:96, par:2)
Askeri-Endüstriel Kompleks (The Military-Industrial
Complex): Bu kavram, bir ulusun askeri gücünü karşılamak
için o ulusun araştırma enstütileri, endüstri kurumları ve
hükümet ajanslarından oluşan birbirine kenetlenmiş
devasal ağı karşılamak için kullanılır. (p:97, par:2)
Kamu görüşü (Public Opinion): Bir çok yurtiçi aktör, bir
devletin vatandaşlarınca tutulan dış politika konularındaki
kamu görüşünü etkilemek için uğraşır. Devlet insanlara
kendi politikalarını ikna ettirmek zorundadır, çünkü
sonunda, sözkonusu politikalar bu sıradan insanlar
tarafından devam ettirilmektedir. (p:98, par:4)
ÜNİTE 4: SOSYAL TEORİLER
Yapısalcılık (constructivism): Uluslararası ilişkilerin hızlı
büyüyen yaklaşımı, yapısalcılık teoriden çok bir yaklaşım
olarak daha iyi tanımlanabilir. Onun temeline bakıldığında,
tek başına uluslararası ilişkiler hakkında bir şey söylemiyor
ancak yapısalcılığın sosyal ilişkiler, kimlik, ve normların
doğası hakkındaki dersleri uluslararası ilişkiler dünyasına
güçlü anlayışlar sağlayabilir. Gerçektende, çoğu yapısalcı
yorum, uluslararası davranışları açıklamak için çokça kimlik
prensibi üzerinde durur (p:121, par: 2)
Yapısalcılık, aktörlerin bir diğeriyle ilişkilerini, ulusal
çıkarlarına tehditleri ve ulusal çıkarlarını nasıl
tanımladıklarıyla ilgilidir. Realistler (ve neoliberaller)
olduğu gibi devlet çıkarları açıkça dikkate alır. Bu sebeple,
yapısalcılık uluslararası ilişkileri daha geniş bir sosyal
ilişkiler kapsamının içinde alır. Tıpkı bir alıcının hoş görünen
(yani sosyal çevrece kabul edilebilir)bir mp3 çaları almaya
karar verebilir, devletler de diğer devletlerin “popular”
bulduğu şeylere dayanan politik kararları alacaktır.
Nitekim, tıpkı alıcının almak istediği müzik çalar üzerinde
parasal limitte (sınırlı kaynaklar:limited sources) sahip
olması gibi, yapısalcılar gücün uluslararası ilişkilerin
yokluğundan var olmadığını da kabul ederler. (p:121, par:3)
14
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
Yapısalcı çalışmaların çoğu yerini edindi. Önemlilerinden
biri kimliklerin diğer devletlerle ilişkilerle nasıl
şekillendirildiğinin yanı sıra devletlerin çıkarlarının ve
kimliklerinin nasıl birbirine geçtiğini de açıklar. Örneğin,
Abd niçin Kuzey Kore nükleer silah üretirken endişeleniyor
da İngiltere’nin umurunda değil? Realistler, Kuzey Kore
büyük bir tehdit teşkil ediyor diye hemen cevap
vereceklerdi, lakin tam bir aseri güç bakış açısından,
İngiltere Kuzey Kore için uzak bir askeri güç. Ancak
kimsecikler ingilterenin ne kadar fazla nükleer silah
ürettiğine ve dış politika üzerinde anlaşmazlıkların nasıl
derinliştiğine bakmaksızın İngiltereyi Birleşik Devletlere
karşı bir tehdit unsuru olarak görmüyor. Bu durumda,
yapısalcılar, amerikalılarla ilgilzlerin her nekadar askeri
bakımdan güçlü olsalarda birbirini tehtid olmadığını
söyleyen ortak normlar, ortak müttefikler ve ortak bir tarih
olduğuna dikkat çekecekti. (p:121, par:4)
Potansiyel düşmanların kimliği sadece askeri güç ve
çıkarlarda belirmez. Yani contructivism, realistlerin
anlayışını reddeder. Neydi realistlerin anlayışı: devletler az
güç ve az zenginlikten daha fazlasını ister ve devletlerin
çıkarları o devletlerin birbirleriyle ilişkisine bağlı olmaksızın
vardır. Halbuki bu yapısalcılar diyorki, ne alakası var,
devletlerin cıkarları ve birbiriyle olan ilişkileri onların
uluslararasındaki hareketleri belirler. Bazı yapısalcılar,
zamanla devletler güvenlik ikilemlerinin olmadıgı,
silahlanma yarışısının olmadıgı ve anarşizmin bulunmadığı
bir devlet yaratabilirler. Nasıl olcak bu: sosyalleşme ile
(devletlerin birbiriyle sürekli bir iletişim içinde olması ile).
Mesala buna örnek olarak Avrupa’yı gösterirler. Kaldıki
Avrupa’da gecen yüzyılın en kanlı en büyük iki savaşı
yaşanmıştı. Nitekim o yüzyılın sonunda artık ağızlarda savaş
sözü geçmez oldu. Ne oldu: Avrupa kimliği Avrupa Birliğini
doğurdu ki şuan dünyanın en kuvvetli birliği.
Yapısalcı çalışmaların diğer bir alanı ağırlıklı olarak
uluslararası normlara ve bu normların devletlerin
hareketlerini kısıtlaması üzerine dayanır. Realistler (ve
neoliberaller) devletlerin karar yapmalarınn sonuç
mantığına (logic of concequences: what will happen to me
if i behave a certain way?) dayandığını iddia etseler de
yapısalcılar güçlü bir yerindelik mantığı (the logic of
appropriateness: how should i behave in this situation?)
olduğunu not ederler. (p:125, par:2)
Postmodernizm
(Postmodernism):
Postmodernizm
işaretlerini çeşitli disiplinlerde, özellikle de edebiyatta
bırakmış öğretiye karşı geniş bir yaklaşımdır. Edebiyattaki
kökleri sebebiyle, postmodernistler metinlere ve
söylemlere özel ilgi gösterirler. Realizmin postmodern
eleştirileri bu sebeple realistlerin sözlerini ve
parametrelerini merkeze alırlar. Postmodernizmin merkezi
bir fikri, tek bir objektif gerçeğin olmadığını aksine kolay
kategorilere sığmayan bakış açılarının ve deneyimlerin
çeşitliliğini söyler. Bu sebeple, postmodernizmin kendisini
bir kategoride yahut basit bir yolla sunmak zordur. (p:127,
par:1)
Postmodernist bakış açısından, realizm kendi iddiaları olan,
devletlerin nesnel çıkarlarının uyumlu kümeleriyle tek
aktörler olarak işlemesini ve devletlerin uluslararası
ilişkilerde merkezi aktörler olduğu aklayamaz/savunamaz.
Realizmin postmodern eleştirileri devletlerin çıkarlarıyla
alakalı nesnel ve evrensel hiç birşey görmez. (p:127, par:2)
Subtext: Şimdi bu politikacılar yahut devlet politika ve
doktrinleri genellikle devletin kısa ve uzun dönem
amaçlarını ve tutumu sergiler. Ancak bazen bu yazılarda
(text) açıkça gösterilmemiş, gizlenmiş bölümler ya da
anlamlar olabilir. İşte bir metinde gizlenmiş bu anlamlara
subtext deniyor. Postmodernistler, bu metinlerin inciğini
cıncığını karıştırarak o anlamları ortaya çıkarmaya çalışır.
Marksizim: Marksizim sosyalizmin bir dalıdır. Sosyalizm
nedir: daha güçlü olan sınıfların daha az güçlü olanlara
onların ürettikleri üretim fazlasındaki adil payı reddederek
eziyet etmesi ve onlardan faydalanmasını konu alan
teoridir. Bu ezici sınıflar kendi varlıklarını genişletmek için
daha fazla güç ele geçirmeye çalışırlar. Bu sürece sınıf
çatışması (class struggle) denir. İşte bu süreçten güçlü ile
daha zayıf arasındaki ilişkiye bakmak mümkündür.
Kominist olmak istiyorsanız mutlaka okumanız gereken bir
kitap var (bilmem yeni basımı var mı, bendeki 1974 basımı
/ Sol Yayınları): Felsefenin Başlangıç İlkeleri – Georges
Politzer, marksizmi şöyle tanımlıyor: İlk insanların
bilgisizliği, onların araştırmalarına bir engeldi. Bunun içindir
15
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
ki tarih boyunca, bu bilgisizlik nedeniyle, dünyayı
olağanüstü güçlerle açıklamak isteyen dinlerin ortaya
çıktığını görüyoruz. Bu, bilime aykırı bir açıklamadır. Sonra
yavaş yavaş yüzyıllar boyunca, bilim gelişecek, insanlar,
bilimsel deneylerden yola çıkarak maddi olgularla dünyayı
açıklamayı deneyecektir – buradan, şeyleri bilimlerle
açıklama iradesinden, materyalist felsefe doğdu.
Materyalizm evrenin bilimsel açıklamasından başka bir şey
değildir. Materyalizm felsefesi Marksizmin temelini
oluşturur. 19yy da bilimler ileriye doğru büyük bir adım
attıklarından, Marx ve Engels çağdaş bilimlerden yola
çıkarak bu eski materyalizmi yenilediler ve bize, diyalektik
materyalizm denilen ve marksizmin temelini oluşturan
çağdaş metaryalizmi sundular.
Münci Hoca şöyle diyor kitabının Marksizmle ilgili
bölümlerinde: sınıf kavramı Marxist doktrinin en önemli
kavramlarından biri, belki de onun temel direğidir.
Komünist manifestosunda “bütün toplum tarihi,
başlangıçtan günümüze kadar” sadece iki sınıf arasındaki
(sömüren ve sömürülen) çatışmanın tarihinden ibaret
olarak niteler. Marxist sınıf anlayışının kilit noktası, üretim
araçlarının özel mülkiyetindedir. Üretim araçlarına sahip
olanlar sınıf meydana getirirler (köle toplumunda köle
sahipleri, feodal toplumda toprak sahipleri ve kapitalist
toplumda fabrika ve işletme sahipleri). Üretim araçlarına
sahip olmayanlarda ayrı bir sınıfı oluşturur. Kapitalist
toplumlarda geçimini sağlamak için emeğini satmak
zorunda olan sınıfın adı proletaryadır. [Kapani, Münci.
(2007) Politika Bilimine Giriş. Ankara: Bilgi Yayınları. Vay bu
kitabı daha okumayan siyaset bilimci öğrencisinin haline]
Topyekün savaş (Total war): Topyekün savaş bir devletin
diğer bir devleti fethetmek ve işgal etmek için harp hali ilan
etmesidir. Amaç savaş açılan devletin başkentini ele
geçirmek ve hükümeti teslim olmaya zorlamaktır ki yerine
işgalci devletin sectiği yeni bir hükümet gele. Topyekün
savaş çok yıkıcı Napolyon savaşlarıyla başladı. Topyekün
savaş yapma, ekonominin ve tooplumun tümünü savaşın
içine dahil eden endüstri devrimiyle evrim geçirdi. Büyük
güçler arasındaki son topyekün savaş II. Dünya savaşı idi.
(p:155, par:2)Topyekün savaşta, toplumun tümü çatışmaya
yönlendirilir; düşmanın tüm toplumu ise yasal bir hedef
olarak görünür. Örneğin, II: Dünya savasında Almanya
İngiliz sivillere V-2 roketleriyle saldırdı, İngilizler ve
Amerikalıların stratejik bombalamaları 600.000 Alman sivil
ve yüzbincelerce japonun ölüme sebep oldu. (p:155, par:3)
Sınırlı savaş (Limited war): Sınırlı savaş düşmanın işgali ve
teslim olmasını elde etmek için yürütülen asketi hareketleri
içerir.Örneğin 1991 de ABD nin Irak’a karşı açtığı savaş
kuveyt bölgesini geri aldı ancak Saddam Hüseyin
hükümetini devirmek için Bağdata gitmedi. İsrail ve Lübnan
arasındaki 2006 yılındaki savaş; İngiltere ile Arjantin
arasındaki Falkland adaları sebebiyle çıkan savaş bu tür
savaşa örnektir.
Baskınlar (Ruins) tek bir hareketten oluşan- bir bombalama
veya yerden hızlı bir hücum- sınırlı savaşlardır. 2007de,
İsrail savaş uçakları, Suriye’yi nükleer silah yapma
sürecinden alıkoymak için, nükleer enerji araştırmaların
yapıldığını düşündüğü Suriyedeki bir tesisi bombaladı.
Savaş tipleri:
İç savaş (civil war): İç savaş, bir devletin içerisindeki,
ülkenin tamamı yahut bir bölümü için yeni bir hükümet
kurmak ya da kurulmasını önlemek isteyen gruplar
arasındaki savaştır.
Hegemonic war: Hegemonic savaş tüm dünya düzenin
kontrolü üzerindeki savaştır. Bu tip savaşlar ayrıca dünya
savaşı, global savaş, genel harp ve sistematik savaş olarak
da bilinir. Son hegemonic savaş II. Dünya Savaşıydı. Geniş
bir şekilde modern silahların gücünden ötürü, böylesi bir
savaş uygarlığı yok etmeden artık olamayacaktır (yani böyle
bir savaş çıksa cüp, o lanet siyah göz kaleminden eser
kalmayacak diyor :D ) (p:153, par:6)
Gerilla Savaşı (Guerrilla war): Kimi belirli iç savaş türlerini
de kapsayan gerilla savaşı cephe hatlarının olmadığı savaş
halidir. Düzensiz kuvvetler çoğunlukla gizli ve korunarak
sivil nüfusun ortasında hareket eder. Gerilla gidip de
doğrudan düşman ordusunun karşısına dikilmez; aksine
aşama aşama düşmanın düzenli ordusunu tahrip etmeye ve
çalışmalarını sınırlamaya/önlemeye çalışır. Amacı nedir:
kendine seçtiği bölgeden bu düzenli orduyu çıkararak kendi
ÜNİTE 5: ULUSLARARASI ÇATIŞMA
16
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
özgür kontrolünü sağlamak. 2003ten sonra Irak Savaşında
Irak milis kuvvetleri (Iraqi paramilitary forces) bu yöntemi
kullanmıştır. Başka bir örnek Vietnamda: 1960lar ve
70lerde Güney Vietnamda Amerikan askerleri Vietcong
gerillalarıyla savaşmak zorunda kalmıştı. Peru’da ve
Somalya’da da gerilllar var, aynı İrlanda’da olduğu gibi. Bir
tane bizden var tabii: PKK ideolojisi gereği Türkiyenin
güneydoğusunda
belirlediği
bölgede
söz
sahibi
olabilmek/kontrolü ele geçirmek ve özgür bir Kürt devleti
kurmak için bu taktiği kullanmakta. Genellikle böylesi
bölgelerde, devlet sabah kontrol ederken bölgeyi ya da
şehri/yerleşim bölgesini gece gerillalar devralır. Bu sebeple
gerilla savaşı özellikle siviller açısından acı vericidir. Nitekim
onlar hem askeri şiddete (bir açıdan, her iki taraftan da)
hem de hukuksuz uygulamalara maruz kalmaktadır.
Madem yeri geldi rakamlarla örnek verelim, her ne kadar
TÜİK’in sitesi 21.yy da olduğumuzun farkında olmasa da şu
veriler var elimizde: 1984teb 2010a kadar 6653 askeri
personel şehir düştü, 5687 vatandaş hayatını kaybetti.
(1984 -2009 yıllarında Jandarma Genel komutanlığına genel
faaliyet raporuna göre)9.704 terörist öldü, 15.232 terörist
yaralı ya da sağ ele geçirildi ve 3781i ise teslim oldu.
Proxy savaşı (proxy war): İki gücün doğrudan birbirine
saldırması yerine, birbiriyle üçüncü bir devlet üzerinden
savaşmasıdır. Genelde iç savaşlar ile kendini gösterir.
Örneğin Vietnam Savaşında Rusya’nın Vietnam’ı
desteklemesi; ABD’nin Rusya Afganistan’ı işgal ettiğinde
Taliban’ı desteklemesi gibi.
Savaş Niçin Çıkar? - Bireysel Seviye (Analizin bireysel
seviyesi, hatırlayın!): analizin bireysel seviyesinde, savaş ile
ilgili teoriler rasyonalite üzerinde merkezleşir. Realizmle
örtüşen bir teori, savaşın ve diğer baskıcı yöntemlerin,
ulusal liderlerin rasyonel bir kararı ve normal bir şey
olduğunu savunur. Yani liderlerin kendi çıkarlarını
korumaları adına savaş ilan etmeleri kadar mantıklı bir yol
yoktur der. Sizin de düşüneceğiz üzere, savaş ilanı
herzaman da rasyonel ya da akılcı olmamıştır. Ancak
görüyoruz ki bazen bir liderin savaş ilanı bile tüm ülkeyi
savaşa sürekler: Bush mesela.
The Domestic Level: Analizin domestik seviyesi, devletlerin
ya da toplumların karakteriyle ilgilenir. Der ki: kimi toplum
yahut devletler savaşa ya da şiddete çatışmaların çözümü
için daha eğilimli olabilir. Mesela Marx, agresif ve açgözlü
kapitalist devletlerin uluslararası sorunlarda şiddet
uygulamaya daha eğilimli oldugunu sık sık söyledi. Öte
tarafta Batı ülkeleri de, genişlemeci, ideolist ve totaliter
kominist devletlerin özellikle savaşa yatkın olduklarını iddia
ettiler. İşin gerçeği, her ikiside düzenli olarak savaştı.
Devletlerarası Seviye (the interstate level): Bu alandaki
teoriler, savaşları, uluslararası sistemdeki ana aktörlerin
güç ilişkileri açısından açıklar. Örneğin, güç geçişi teorisi
(power transition theory) şunu der: güç nispeten eşit
şekilde dağılmışken ve bir yükselen güç diğer güçler
üzerinde hegemony ilan ediyorsa çatışmalar büyük savaşlar
üretir.
Ulusalcılık (Nationalism): bir ulusun çıkarlarının diğer
ulusların çıkarlarının üzerinde tutmasıdır. Ulus, genellikle
bir dil ve kültürden oluşan kimliği paylaşan insanlardan
oluşur. Bir aşamaya kadar, geniş topraklara yayılan politik
güç, bir ortaklığı milliyet için gerekli kıldı. Mesela Fransa’da
böyle oldu. (Şahin Alpay Ne oldu orda: devlet ulusu
yarattı. Aksi de mümkün: önceden var olan bir ulus, iç ve
dış işlerinde egemenlik kazanarak kendi devletini
kurmuştur. Yani ulus devleti yaratmıştır.
Hoca savaşın sebepleri olarak tahtaya şunları maddeler
halinde yazmış: ulusalcılık, etnik çatışma, etnikmerkezcilik,
insanlıktançıkarma (dehumanization), soykırım, etnik
temizlik, dinsel çatışma, köktencilik/aşırı tutuculuk
(fundamentalism), irredentism, violation of air or sea
border, economic. Burda açıklamamız gereken iki önemli
madde
var:
Dehumanization
ve
irredentism.
Dehumanization ya da Türkçesiyle insanlıktan çıkarma,
adından da anlaşılacağı üzere, karşı tarafı aşağılayarak
insan dışı muameleye tabi tutar. Genelde hayvan adlarını
kullanırlar.
Mesela ABD, 2.
Dünya savaşında
propagandalarında Japonları maymun (apes) olarak
adlandırıyordu. Burdaki amaç nefret söylemleriyle
(hatespeech) hem karşı grubu iyice dışlamak hem de taraf
toplamaktır. İrredentism ise, bir şekilde geçmişte soy ve
kültür bakımından bir bağ olan toprak ya da toprak
parçasının artık başka bir devlete ait olmasına rağmen
halen o kaybedilmiş topraklarda hak iddia etme ve o
17
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
toprakların geri kazanılması amacını/ideolojisini güden
anlayıştır. Bize çok uzak olmayan bir örnek: Megali İdea.
Yunanistan geçmişten beri Batı Anadolu ve İstanbul’da
bulunmuş kendi kültür ve nüfusu bu bölgelere yüzyıllarca
yaymıştı. Ancak Kurtuluş Savaşı sonrası hem Batı Anadolu,
özellikle İzmir ve çevresi, hem de istanbul tamemen ve
resmi olarak Türk toprağı haline gelmiştir (elbetteki
Osmanlı hakimiyeti vardı, ama olaya aşırı ideolojik olarak
bakın: Yunanlılara göre her nekadar yüzyıllık osmanlı
toprağı olsa da İzmir Smyrna olarak kaldı hep). Dolayısıyla
Yunanlıların irredentist ideolojisi olan Megali İdea, yani
kaybedilen toprakları geri kazanma ülküsü - Büyük Ülkü
görüşü doğdu.
T.C’nin oradaki faaliyetleri ve işlemleri göz önüne
alındığında bunun mümkün olmadığı görülüyor. Eğer bugün
PKK, o bölgeyi kontrol altında tutsa, Türk silahlı kuvvetleri
ya da diğer kamu organları o bölgede hiç birşekilde faaliyet
gösteremese ve de bölge hakkı devlet hukukundan
yararlanamasa, kendini devletin kanunlarında temsil
edemese ve yönetime katılamasa (seçimlere giremese
mesela) ve de PKK yı yegane otorite olarak tanısa, o
bölgede bir PKK devleti kurulması kaçınılmaz olacaktı (çok
çok büyük ihtimalle her ne kadar Türkiye karşı olsada
uluslarararası sistem PKK devletini destekleyecek ve
tanıyacaktı, aynı Türkiye’nin Kosava’yı ilk tanıyan
ülkelerden biri olamsı gibi).
Self-determination prensibi: Bu prensibe göre kendini bşr
ulus
olarak
adlandıran
insalar
bir
devleti
şekillendirme/bazen de yaratma hakkında sahip olmalı ve
kendi işlerinde egemenliğe sahip olabmelidirler. Tarihsel
olmasa da, bugün self-determination uluslararası işlerde
önemli bir terim olmuştur. Ancak self-determination
genellikle egemenlik prensiplerine murahhas bir
durumdadır. Yani demek istiyorum ki egemenlik prensibi
bir aşamada self-determination u sevmez, neden, çünkü
devletlerin içişlerine karışmama yasağı bugün jus cogens’tir
değil mi?! Self-determination gruplara uluslararası sınırları
değiştirme hakkı vermez. Genellikle, her daim olmasa da,
self-determinasyona şiddetle ulaşılmıştır. Bugün böylesi
çatışmalar, Kuzey İrlanda da, Quebec (Kanada), İsrailFilistin, Hindistan-Pakistan, Sri Lanka, Tibet, Sudan ve diğer
bir çok yerde devam etmektedir. Bu arada yeri gelmişken
söyleyelim (kitapta yazmasa da) biz biliyoruzki selfdetermination hakkı ilk kez Wilson prensiplerinde dile
getirildi. Ayrıca uluslararası hukuk derslerinden de
biliyoruzki self-determinasyon hakkının ileri sürelebilmesi
için en önemli kıstaslardan biri etkin kontroldür. Yani bu
hakkı talep eden grup, hakkı talep ettiği bölgede tam
anlamıyla kontrolü elinde tutacak, hakkı almak istediği
devletin o bölgede faaliyet göstermesi mümkün
olmayacak. Ayrıca o bölgedeki insanlar hiç bir şekilde
devlet yönetimine ya da sosyal hizmetlere erişmez
durumda olmalı (ya da çok sınırlı biçimde erişebilir). Bir
örnekle bu konuya son verelim: Bugün PKK, selfdeterminasyon hakkını, bölgede ilan etmektedir. Nitekim
Etnik Gruplar (ethnic group): Etnik gruplar, aynı
geçmiş(atadan kalma miras), dil, kültür veya din bağlarını
ve ortak bir kimliği paylaşan insanların oluşturduğu geniş
gruplardır.Halbuki etnik çatışmaların daha çok maddi yönü
olduğu görülür: en çok da toprak ve hükümet kontrolü
üzerinde. Etnik çatışmalar bir etnik grubun ötekisi üzerinde
nefret etmesi ve beğenmemesinden kaynaklanır. Bu
sebeple etnik çatışmalar somut sebeplere dayanmaz (öteki
grubun ne yaptığına bakmaz) aksine soyut sebeplere
dayanır(öteki etnik grubun ne olduguna bakar).
Darfur(Sudan), Rwanda ve Bosna’da olanlar etnik
çatışmalardan başka neydi?
Ethnocentrism (Irkmerkezciliği): Bunun diğer adı grup içi
önyargıdır (in-group bias). Irkmerkezciliğinde, biri kendi
üyesi olduğu grubu iyi niyetli olarak görürken, kendi
dışındaki grubu kötü niyetli olarak görür ve bu eğilimi taşır.
Bazı hocalar, enthnocentrismin biyolojik eğilimde kök
saldığını söyler.
Soykırım (Genocide): bazı uç noktalarda, hükümetler
soykırım yapar, yani sistematik olarak bir etnik ya da dini
bir grubun tamamını ya da belli bir kısmını imha eder.
Günahkeçisi grupları ve politik rakipleri yok etmektir amaç.
Nazi Almanyası 6 milyon yahudiyi ve milyonlar çingen,
roman ve koministi öldürdü. (bir arkadaşım derki sanki
diğer Avrupa devletleri Yahudilere bayılıyordu!) Aynı şey
Ermeniler tarafından da iddia ediliyor. 1.5 Ermeninin
1915’te soykırıma uğratıldığı söyleniyor. İster oldu diyin
ister karşı çıkın, yabancı tarih kaynaklarına daha önce
18
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
karıştırmış ve uluslararası basını takip edenleriniz fark
etmiştirki, ortada bir gerçek var Ermeni iddiaları dünya
kamuoyunca daha fazla kabul görüyor ya da destekleniyor.
UNİTE 8: Uluslararası Örgütler, Hukuk ve
İnsan Hakları
Birleşmiş Milletler nedir?
Dünya barışı ve sosyal gelişim çalışmalarını sürdürmek
üzere bağımsız devletleri bir araya getiren tek uluslararası
teşkilattır. Birleşmiş Milletler, kurucu devletler olarak
adlandırılan 51 ülke tarafından, 24 Ekim 1945 tarihinde
oluşturulmuştur. 2008 yılının sonunda üye sayısı 192’ye
ulaşmıştır. Kuruluşundan bu yana, hiç bir ülke üyelikten
çıkarılmamıştır. Endonezya komşusu Malezya ile yaşadığı
sorunlar nedeniyle, 1965 yılında geçici olarak Birleşmiş
Milletler’den ayrılmış, fakat bir sonraki yıl, örgüte tekrar
dahil edilmiştir. “Birleşmiş Milletler” terimi nasıl ortaya
çıktı: “Birleşmiş Milletler” terimi ilk kez Amerika Birleşik
Devletleri Başkanı Franklin D. Roosevelt tarafından
kullanılmıştır. İlk resmi kullanımı, 1942 yılında, 26 devletin
temsilcilerinin imzaladığı BM beyannamesindedir. Birleşmiş
Milletler antlaşmasının imzalanmasından bir kaç hafta önce
hayatını kaybeden Başkan Roosevelt’in anısına, San
Francisco Konferansında bulunanlar tarafından “Birleşmiş
Milletler” teriminin kullanılması uygun görülmüştür. Böyle
bir uluslararası kuruluş ilk kez mi kuruluyordu: Benzer bir
kuruluş olan Milletler Cemiyeti, Birinci Dünya savaşını
takiben 1919 yılında kurulmuştur. Milletler Cemiyeti’nin
başlıca amacı, dünya barışını temin etmekti. Fakat, bu
Cemiyet’e yeterli katılım sağlanamadı. Örneğin, Amerika
Birleşik Devletleri bu Cemiyet’e hiç katılmamıştır. Üye olan
diğer ülkeler, bir süre sonra Cemiyet’den ayrıldı ve
dolayısıyla Cemiyet bir türlü harekete geçemedi.
Başarısızlığına rağmen, cemiyet, evrensel bir kuruluş
oluşturma fikrini canlı tutmayı başardı. Bu kuruluş da
Birleşmiş Milletler’di.
BM Teşkilatı nasıl yapılanmıştır:Birleşmiş Milletler’in altı
temel organı bulunmaktadır:
1. Genel Kurul
Görevleri: Birleşmiş Milletler'in altı temel organı Birleşmiş
Milletler antlaşması uyarınca kurulmuştur. Birleşmiş
Milletler’in yapısı ve işlevi kısaca şöyledir: Birleşmiş
Milletler’in tüm üyeleri (192) Genel Kurul’da toplanır.
Küçük ya da büyük, yoksul ya da zengin her ülke birer eşit
oy hakkına sahiptir. Genel Kurul, dünya barışı ve güvenliği,
yeni üye alımı ve Birleşmiş Milletler’in bütçesi ile ilgili
konulardaki kararlarını üçte ikilik oğunlukla alır. Diğer
konularda ise salt çoğunluk yeterlidir. Son yıllarda,
oybirliğiyle karar alabilmek için çaba sarfedilmektedir.
Genel Kurul’un olağan dönem toplantısı her yıl Eylül ayında
başlar ve yıl boyunca devam eder. Her olağan dönem
toplantısının başlangıcında, hükümet ya da devlet
başkanları ve diğer katılımcılar, savaş, terörizm, hastalıklar,
yoksulluk gibi gündemi meşgul eden uluslararası düzeyde
bir çok konuda görüşlerini sunar. Genel Kurul, oturumları
yönetmekle görevli başkanı seçimle ve bir yıllığına
belirlenir.
- Her hangi bir konu üzerinde görüşmelerde bulunmak,
öneriler getirmek (Güvenlik Konseyi’nin ilgilendiği konular
dışında)
- Askeri çatışma ve silahlanma yarışı ile ilgili konuları
görüşmek;
- Gençler, çoçuk ve kadınların konumlarının iyileştirilmesi
konusunda görüşmelerde bulunmak ve çözüm aramak;
- Sürdürülebilir kalkınma ve insan hakları konusunda
çalışmak;
- Her üye ülkenin BM’ye katkısının ne kadar olacağı ve
toplanan paranın nasıl harcanacağı konusunda karar
vermek.
2. Güvenlik Konseyi: Güvenlik Konseyi 15 üyeden oluşur.
Birleşmiş Milletler’in Çin, Rusya, Fransa, İngiltere ve
ABD’den oluşan 5 daimi üyesi vardır. Diğer geçici üyeler ise
iki yıllık bir süre için Genel Kurul tarafından seçimle ve
coğrafi denge gözetilerek belirlenmektedir. Türkiye 20092010 yıllarını kapsayacak şekilde Güvenlik Konseyine geçici
üye olarak seçilmiştir.
Görevleri
� Tarafların sorunlarını barışçıl yollardan çözmeleri için
görüşmeye davet etmek;
� Uluslararası uyuşmazlıklara yol açabilecek anlaşmazlıkları
ve sorunları araştırmak ve bu sorunların ya da
anlaşmazlıkların çözümü için tavsiyede bulunmak,
� Durumun ağırlaşmasını önlemek için ilgili tarafları söz
konusu önlemlere uymaya çağırmak;
� Genel Kurul’a Genel Sekreter ataması konusunda
tavsiyede bulunmak ve Kurul’la birlikte, Uluslararası Adalet
Divanı yargıçlarını seçmek;
3. Ekonomik ve Sosyal Konsey
4. Vesayet Konseyi
5. Uluslararası Adalet Divanı
6. Genel Sekreterlik
(Kaynak: BM Hakkında Herşey elektronik kitabı)
İnsan hakları nelerdir: “İnsan Hakları”; İnsanın insan olarak
doğmakla elde ettiği haklara insan hakları denir. Yani
19
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
insanlara doğuştan verilen, verilmesi gereken haklardır.
Temel insan haklarından bazıları şunlardır:
a. Yaşama Hakkı
b. Sağlık Hakkı
c. Eğitim Hakkı
d. Mülk Edinme Hakkı
e. Seyahat Hakkı
f. Haberleşme Hakkı
g. Kanun Önünde Kendini Savunma Hakkı
h. Hak Arama Hakkı
i. Seçme ve Seçilme Hakkı
j. Özel Yaşamın Gizliliği Hakkı
k. Devlet Hizmetlerinden Eşit Olarak Yararlanma Hakkı…
İnsan Hakları demokratik devlet yapılarında uygulanan
evrensel bir değerdir. İnsan Hakları, insanları insan gibi
yaşatmayı amaç edinir. İnsan Hakları, İkinci Dünya Savaşı
sonrası tamamen kabul edilmiş ve kurumlaşmış bir kurallar
bütünüdür. İnsan Hakları, ”BİRLEŞMİŞ MİLLETLER İNSAN
HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ”’nin kabul edilmesiyle
evrensel ve çağdaş bir değer olarak yerini almıştır. Daha
sonra kabul edilen “Avrupa Konseyi İnsan Hakları
Sözleşmesi” ile de çağdaş, demokratik ve modern
devletlerin olmazsa olmaz kuralları ve ilkeleri arasına
girmiştir. Bir devletin insan haklarını benimseyip
benimsemediği, o devletin gelişmişlik düzeyini de belirler.
Bir devletin demokratik, çağdaş ve modern bir devlet
olabilmesi için insan haklarını anayasal ve yasal bir hak
olarak vatandaşlarına tanımış olması ve insan hakları
ihlallerinin suç olarak kabul edilip cezalandırılmasını
öngören yasal yaptırımları getirmiş olması gerekir.
İnsan Hakları, T.C anayasası’nını 12-74 üncü maddeleri
arasında “TEMEL HAKLAR VE HÜRRİYETLER” ana başlığı
altında vatandaşlarımıza anayasal bir hak olarak
tanınmıştır. Demokratik devletlerde hiçbir düzenleme ve
uygulama anayasaya aykırı olamayacağına göre tüm hukuk
sistemimiz de İnsan Hakları çerçevesinde düzenlenmiştir.
Hoca insan haklarını anlatırken “3 dalga” olarak belirlemiş:
Civil/political
Yaşam hakkı, özel
mülkiyet,
konuşma ve ifade
özgürlüğü,
seçme-seçilme
Social rights
Eğitim,
sağlık,
sosyal güvenlik,
insanî
çalışma
koşulları, altyapı
Identity
Azınlık hakları,
dil,
din,
kültürel
haklar, kadın
hakları, çevre
hakları
Sivil ve politik haklar için bir kavram kullanılıyor: Negatif
haklar (negative rights). Aradım bizim üniversitenin hukuk
klübü başkanını sordum, “üstad nedir bu haklar?”
Muhterem Salih İnce şöyle cevapladı: Eğer bir devletin, bir
hakkın yerine gelmesinde bir edimde bulunmasına gerek
yok ve sadece tanıması gerekiyorsa o haklara negatif haklar
denir. Eğer bir hakkın yerine gelmesi devletin edimine
bağlıysa o haklara da pozitif haklar denir. Örneğin devlet
grev hakkını tanır vemüdahale etmez, bu sebeple negatif
bir haktır. Ama kişilerin yaşamları devam ettirebilecekleri
bir gelire sahip olmaları hakkından yola çıkarak devlet,
asgari ücreti belirleyerek en düşük maaşı ilan eder, yani
müdahalede bulunur. Positif haklar modern dönemde
doğan ve gelişen haklardır. Nitekim liberaller bu hakları pek
de sevmez, devleti sosyalizme götürdüğünü iddia ederler.
Sivil ve politik haklar adına bir genellemeye gidersek
diyebiliriz ki, bu haklar negatif haklardır. Devlet bu hakları
tanır ve bunlara müdahale edemez (ancak keskin bir
genelleme her zaman iyi değildir!) Sosyal haklar ise
devletin yükümlüğünü ve müdahalesini gerektirdiğinden
bunlar pozitif haklardır. Hoca identity haklardan
bahsederken bunlar için grup hakları da demiş. Bunlarda
yüzyılımızın haklarıdır ve halen de gelişmeye devam
etmektedir.
Merkantalizim: Genellikle realismle diğer devletlerin
pahasına bir devlet kendi çıkarlarını korumalıdır; karşılıklı
çıkarlar için uluslararası örgütlerle bir çalışma içerisine
girmemeli ve buna güvenmemelidir. Bu sebeple
merkantalizm (realistler gibi) bağıl gücün altını çizer.
16yy ortalarıyla 17yy sonları arasında Batı Avrupada
etkinlik kazananan merkantalizmin doğuşunun temelinde
ulusal devletin ortaya çıkması, uluslararası ticaretin
gelişmesi ve ticaret sermayesinin güç kazanması
yatmaktadır.
Merkantalistlerin üzerinde
en çok
düşündükleri konulardan biri, ülkenin serveti ya da
zenginliğiyle dış ticaret bilançosu arasındaki ilişkidir.
Merkantalistler baktıki ulusal ekonomi gelişmeye başladı,
devletin, kendi ulusal zenginliğini maksimum kılmak
amacıyla
ekonomik
faaliyetlere
müdahalesini
savunmuşlardır. Bu doctrine göre altın ve gümüş gibi
değerli madenler, bir ülkenin siyasi ve ekonomik gücünün
başlıca kaynağıdır. Merkantalistler dış ticaret politikasının
amacının, hazinenin altın ve gümüş varlıklarını arttırması
olduğu görüşünden hareketle, ihracatın özendirilmesi,
sanayide yerli hammadde kullanımının sağlanması için,
hammadde ihracatının yasaklanması, ithalatın yüksek
gümrük vergileri ve yasalarda kısıtlanması gibi önlemlerin
savunucusu olmuşlardır. Merkantilistler ayrıca güçlü ulusal
deniz ticaret filolarının kurulmasına da büyük önem
vermişlerdir. Müdahaleci ve korumacı bir ekonomik
20
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
politikanın savunucusu olan mercantilist uygulama ve
teorideki etkinliği, sanayi devriminin gerçekleştiği 188yy
sonlarına kadar azalarak sürmüştür.
Dünya Ticaret Örgütü: Küreselleşme karşıtlarının hedefi
olan The World Trade Organization (WTO)-Dünya Ticaret
Örgütü- 1995 yılında kuruldu. Bu kuruluş dünya ticaretine
düzen vereceği düşünülen bazı kuralları yaratmak ve
yürürlüğe koymakla sorumluydu.WTO, 50 yıllık bir süreç
içinde serbest ticareti desteklemeyi miras almış bir örgüt.
Serbest ticaret, bir zamanlar özgürlüğün kendisi kadar
gerekli görülüyordu. 1947 yılından beri yapılan sekiz
görüşmede, WTO'dan önce kurulan Genel Gümrük
Tarifeleri ve Ticaret Anlaşması (GATT), yavaş yavaş dünya
pazarlarını açmıştı. 1994'te tamamlanan Uruguay
görüşmeleri WTO'yu oluşturdu. Bu örgüt, ülkeler arasındaki
ticareti düzene sokacak, anlaşmazlıkları giderecek ve dünya
ticaretini bazı kurallara bağlayacaktı.Sorumluluk alanında;
gümrükler, kotalar olduğu gibi "gıda güvenliği kanunları",
"ürün standartları" ve "yatırım politikaları" gibi "Ticarete
Gümrük Dışı Engel" (non-tariff barriers to trade) de
sayılıyordu.Çok
taraflı
anlaşmalar
(Multilateral
Agreeements) ile WTO kuruluşunun ülkelerin hangi gümrük
veya gümrük-dışı kuralları uygulayabileceğini sınırlaması da
bekleniyordu. Bu kurallar yüksek derecede gizlilik altında
çalışan ve WTO kurallarına aykırı davranan ülkelere
müeyyide uygulama yetkileri olan ticari tahkim kurullarınca
oluşturuluyordu.Dünya Ticaret Örgütü kurulduğu günden
bu yana, dünyanın pek çok ülkesinde üretimi ve ticareti
ulus devletlerden daha büyük bir güçle kontrol ediyor.135
ülkenin ticaret yetkilileri küreselleşme ve ticaretin
liberalleşmesini tartışmak için Seattle'da, Prag'da ve
Cenova'da toplandı. Toplantılar sırasında, Dünya Ticaret
Örgütü'nün şirket çıkarlarını, insan ve çevre haklarının
önünde tuttuğuna inanan binlerce protestocu da orada
yeraldı.WTO, 1999 yılında, AB'nin, Amerika'nın hormonlu
sığır etine sağlık nedenleriyle getirilen 11 yıllık yasağın
kaldırılması için baskı yaptı. Örgüt, bu yasak kalkıncaya
kadar Avrupa mallarına ambargo konması için Clinton
hükümetini zorladı.29 Kasım 1999'da, Dünya Ticaret
Bakanları Seattle'da toplandıkları zaman bu konu gündeme
geldi. AB, WTO'nın dünya ticaretinde daha fazla söz sahibi
olmasını sağlamak amacıyla yeni bir görüşme süreci
başlatmak için toplantı boyunca baskı yaptı.Küreselleşme
karşıtları, WTO'ya karşı:Ulusların birbirleriyle nasıl ticaret
yapacaklarını kurallarla belirleyen bu örgüt, kurulduğu
günden bu yana, dünya kamuoyunda dev bir savaşa neden
oldu.Muhalifler, Dünya Ticaret Örgütü aracılığıyla, serbest
ticaret kisvesi altında küçük çiftçilere, temiz petrol
çıkaranlara darbe vurulduğunu, sağlık önlemlerinin hiçe
sayıldığını ve bütün bu önlemlerin Amerikan hükümetinin
çıkarlarını kolladığını öne sürdü. İnsanların genetik olarak
değişime uğramış yiyeceklerle beslenmelerini zorunlu
kıldığını savundu.İddialara göre, WTO dünyanın sadece bu
standartları dikkate almasını sağlıyordu. Demokrasi
kuralları içinde seçilmiş bir hükümet, halkını korumak için
ciddi önlemler alamıyor. Böyle bir girişimde bulunduğu
taktirde, WTO bu önlemlerin yasa dışı olduğunu ileri sürüp
o ülkeyi cezalandırıyordu.Çevreciler, WTO'nun gönüllü
etiketlemeyi de yasa dışı saymasından korkuyorlar. Örneğin
kesilmesi ekolojik bakımdan zararı olmayan ağaçlardan
elde edilen tahtaların etiketlenmesi gibi. Hollanda'da böyle
bir etiketleme girişimi WTO'ya şikayet etme tehdidiyle
önlendi. Başka bir hedef de çay, kahve ve dünyadaki yoksul
insanlara yarar sağlayan üretimler olabilir.
Dünya Bankası ve IMF: ABD hazinesi ve Bretton Woods
kuruluşları olan IMF ve Dünya Bankasının gelişmekte olan
ülkelere yapacakları yardımlara karşılık önerdikleri ortak
neoliberal reçete, 1980 sonlarından itibaren Washington
Konsensüs (Washington Consensus) olarak isimlendirildi.
Washington
Konsensüs
prensipleri,
kalkınma
problemlerinin çözümünde serbest piyasalara, ticaretin
liberalizasyonuna ve delvetin ekonomi içindeki yerinin
azaltılmasına vurgu yaptı. [ŞEN, Ali.(2005). Washington Konsensüs
ve Gelişmekte Olan Ülkeler Sorunları: Eleştirel Bir Değerlendirme ]
Avrupa Birliği: Avrupa Birliği, demokratik Avrupa
ülkelerinden oluşan bir ailedir. Barış ve refah içinde
yaşamaya karar veren ülkelerden oluşan Avrupa Birliği
ülkelerinin
varlığını
ortadan
kaldırmak
için
oluşturamamıştır. Diğer uluslararası örgütlerden daha
büyük bir örgüt olan Avrupa Birliği eşsiz bir kurumdur.
Avrupa Birliği'nin organlarına verilen güçle Avrupa
düzeyinde birliğin ortak konularında demokratik kararlar
alınabilir. AB organlarında uygulayan ortak egemenlik
21
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
"Avrupa
Bütünleşmesi"
diye
bilinir.
Avrupa Birliği'nin oluşturulması fikri İkinci Dünya Savaşı'nda
ortaya çıktı. Avrupa Birliği, bu tür savaşlarının yeniden
yaşanmasına karşı kurulan bir birliktir. Bu fikir, Fransa
Dışişleri Bakanı Robert Schuman'ın 9 Mayıs 1950 tarihinde
yaptığı konuşmada ifade edilmiştir. 9 Mayıs, Avrupa
Birliği'nin kuruluş tarihi olarak bilinir ve her yıl Avrupa
Günü olarak kutlanmaktadır. Avrupa Birliği'nin beş önemli
organı vardır. Her organın erki vardır:
 Avrupa
Parlamentosu :
AB
üye
ülkelerinin
vatandaşlarından seçilir
 Avrupa Birligi Konseyi : AB üye ülkelerinin
hükümetlerinin temsil eder.
 Avrupa Komisyonu: AB'nin yürütme organıdır.
 Avrupa Mahkemesi: yasaların uygulanmasını güvence
altına alır.
 Sayıştay: AB bütçesinin yasal kullanımını denetler).
AB'nin beş önemli organı aşağıda söz edilen diğer beş
organla tamamlanıyor:
 Avrupa Ekonomik ve Sosyal Komitesi (Avrupa Birliği
vatandaşlarının ekonomik ve sosyal konulardaki
görüşlerini ifade eder)
 Bölgesel Komite (Bölgesel ve yerel yönetimin görüşlerini
ifade eder)
 Avrupa Merkez Bankasi: euronun kullanımı ve para
politikasından sorumlu organıdırç
 Avrupa Ombudsmani: Herhangi bir Avrupa kurumunun
kötü idari uygulamasıyla ilgili yapılan her şikayeti araştırır.
 Avrupa Yatirimlar Bankasi: Avrupa Birliği'nin
hedeflerinin gerçekleşmesi için yatırım programlarını
finansman eder.
GLOBELLEŞME:
Hoca globelleşme ile ilgili olarak aklımıza ne geldiyse sordu.
Bizden globelleşme, sınırları ortadan kaldırır, otoriteleri
yıkar, özel bir kültürden genel bir kültüre götürür, tek bir
global ekonomi yaratır, modern emperyalizmdir, ekonomik
genişlemedir, yayılmadır, liberal ekonominin ürünüdür,
iletişimdir, gibi yanıtlar aldı. Hiçbiri de yanlış değil.
(Canan Aktan şöyle anlayıor globelleşmeyi)Teknoloji ve
iletişim teknolojisindeki devasa gelişmeler ülkeleri
ekonomiden, siyasete kadar pek çok alanda birbirlerine
doğru iyice yakınlaştırmıştır. Teknolojik gelişmeler ve
bunların ortaya koyduğu iletişim ve bilgi ağındaki
ilerlemeler
dünyayı
adeta
‘global
bir
köy’e
dönüştürmüştür. Bu süreçte telekomünikasyon ve ulaşım
teknolojisindeki gelişmeler lokomotif işlevi görmektedir.
Bu yakınlaşmanın temelinde ekonomiden kültüre, siyasete
kadar pek çok alanda ülkelerin birbirlerine yakınlaşmasını
sağlayan globalleşme süreci yatmaktadır. Bu süreçte
sermaye, işgücü, teknoloji ve bilgi sınır tanımaz hale
gelmiştir. Ayrıca, globalleşme sürecinde demokratikleşme,
hukukun üstünlüğü, çevrenin korunması, terörizm ve
organize suçlarla mücadele, insan hakları ve liberalleşme
gibi evrensel değerler de ön plana çıkmaktadır. Bütün bu
gelişmeler bir taraftan ulusal ekonomi, ulusal siyaset,
ulusal kültür kavramını rafa kaldırmakta, diğer taraftan da
ulus-ötesi çıkar gruplarını ortaya çıkarmakta ve değişik
ülkelerden, hatta kıtalardan, insanları birbirlerine bağımlı
hale getirmektedir. Globalleşme sürecindeki tüm bu
gelişmeler, ülkeleri dünya standartlarında mal, hizmet ve
bilgi üreten bir toplum olmaya doğru sürüklemektedir.
Globalleşmenin tanımı konusunda henüz bir fikir birliği
sağlanmış değildir. Bazı yazarlar, globalleşmenin sadece
ekonomik boyutuna ağırlık verirlerken; diğerleri,
globalleşmenin ekonomik boyutu yanında siyasi ve kültürel
boyutlarına da temas etmektedirler. Örneğin, Ouattara
(1997), globalleşmeyi ekonomik açıdan ele almakta ve
globalleşmeyi, ticaret, finansal akımlar, teknoloji değişimi
ile bilgi ve işgücünün mobilitesi yoluyla dünya
ekonomilerinin
birbirleriyle
entegrasyonu
olarak
tanımlamaktadır. Bazıları ise, globalleşmenin ekonomik
boyutu yanında siyasal ve sosyo-kültürel boyutuna da
dikkat çekerek konuyu daha geniş bir perspektiften ele
almaktadır.
Esas itibariyle ekonomik bir olgu olarak karşımıza çıkan
globalleşmenin siyasal ve sosyo-kültürel boyutları da
mevcuttur. Globalleşmeyi tarihin akışı içinde ortaya çıkan
bir olgu (realite) olduğu kadar; uluslararası ticaretin
yaygınlaşması, emek ve sermaye hareketlerinin artması,
ülkeler arasındaki ideolojik kutuplaşmaların sona ermesi,
teknolojideki hızlı değişim sonucunda ülkelerin gerek
ekonomik, gerekse siyasal ve sosyo-kültürel açıdan
birbirlerine yakınlaşmaları olarak da tanımlayabiliriz.
22
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
Ekonomik globalleşme, genel anlamda ülke ekonomilerinin
dünya ekonomisiyle entegrasyonunu, yani dünyanın tek bir
pazarda bütünleşmesini ifade etmektedir. Bir başka deyişle
ekonomik globalleşme, ülkeler arasında mal, sermaye ve
emek akışkanlığının artması sonucu ülkeler arasındaki
ekonomik ilişkilerin yoğunlaşması ve ülkelerin birbirlerine
yakınlaşması
demektir
(Aktan,1999:2).
Ekonomik
globalleşme sürecinde, mal ve hizmetler ile uluslararası
sermaye hareketleriyle ilgili sınır-ötesi işlemler çeşitlenerek
artmakta ve teknoloji dünya çapında daha hızlı bir biçimde
yayılmaktadır. Bu süreçte global firmalar önemli bir
fonksiyon üstlenmekte ve bu firmalar vasıtasıyla teknoloji
gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğru
yayılmaktadır. Telekomünikasyon, bilgi ve ulaşım
teknolojisindeki hızlı gelişmeler, GATT, WTO ve IMF gibi
uluslararası kuruluşların çabalarıyla dünya ekonomisinde
sağlanan liberalleşme hareketleri, ülkelerin hızlı ve
sürdürülebilir ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmede
piyasa ekonomisinin önemini kavramaları, uluslararası
firmaların sınır-ötesi satış yapma ve maliyet düşürmek
amacıyla daha ucuz kaynak sağlama gibi faktörler
ekonomik globalleşmeye ortam hazırlamıştır. Mal ve
hizmetler ile üretim faktörlerinin, yani emek, sermaye ve
teknolojinin uluslararası alanda mobilitesi sonucu mal ve
hizmet piyasalarının entegrasyonu ekonomik globalleşme
ile
sonuçlanmıştır. Siyasal
globalleşme,
eskiden
uluslararası sistemin temel aktörü olan ulus-devletin
üstünlüğünü sarsmış ve ulus-devleti, yetkilerini başkalarıyla
paylaşmaya mecbur bırakmıştır. Ulus devlet, globalleşme
ile yetki ve otoritesini uluslararası ve uluslar-üstü
kuruluşlara devretmeye başlamıştır.
Bu süreçte
uluslararası ilişkilerin artmasına paralel olarak sorunların
uluslararası arenaya taşınması da artış göstermiş ve
bunların çözümü uluslararası işbirliğini zorunlu hale
getirmiştir. Bir başka ifadeyle, uluslararası siyasal ve
ekonomik aktörler devlet egemenliğine ortak olmuş;
ülkeler, ulusal ve uluslararası politika uygulamalarında dış
dünyayı dikkate almak durumunda kalmıştır.
Sosyo-kültürel globalleşme, demokrasi, insan hakları,
çevrenin korunması, uyuşturucu, AIDS ve terörizmle
mücadele gibi bütün insanlığı ilgilendiren konularda
ülkelerin ortak bir anlayışa ulaşmalarını ifade etmektedir.
Demokrasi, insan hakları, piyasa ekonomisi, özgürlük gibi
kavramlar artık tüm ülkelerin gündemine girmiştir. Öte
yandan; çevre kirliliği, uyuşturucu ticareti, AIDS, terörizm
ve organize suçlar gibi sorunların ülke boyutlarını aşması ve
bütün insanlık için bir tehdit oluşturması bütün ülkeleri
ortak hareket etmeye zorlamaktadır. Sosyo-kültürel
globalleşme ile ülkeler, birbirlerini kültürlerini daha
yakından tanımakta ve bu da uzun dönemde dünya
barışına
katkıda
bulunabilecektir.
Sosyo-kültürel
globalleşme, batı kültürünü ön plana çıkarmakta ve bu
kültürün diğer ülkelere yayılmasına ortam hazırlamaktadır.
Başta demokrasi, insan hakları, piyasa ekonomisi gibi batılı
değerler bütün dünyaya yayılmaktadır. Bütün bunların
yanında batılı ülkelerin damak tadından tutunuz da giyim
kuşamına kadar geniş bir yelpazedeki zevk ve tercihler
giderek homojenleşmektedir.
Sınavda kesinlikle çıkacak bölüm mavi ve beyaz yakalılar:
Beyaz Yakalılar: Daha çok idari ve araştırma geliştirme
işlerinde faaliyet gösteren ve beden gücüne oranla yüksek
teknolojik eğitim zihin ve beyin gücüne dayalı işlerde
çalışanlara verilen isimdir. Beyaz yakalılar, işletmelerde
daha çok masa başında zihin gücüyle çalışır, kamuda
memur, özel sektörde idari personel olarak da
adlandırılırlar, ancak; sadece masa başında çalışma kriteri
yeterli değildir. Üretim Planlama, Üretim Yönetimi, Kalite
Yönetim ve Kontrol, Laboratuar, Ar-Ge, Bakım Onarım,
Depolama, Sevkiyat, Pazarlama Satış vb. görevlerde
çalışanlar da beyaz yakalı olarak değerlendirilir.
Mavi Yakalılar: Mal veya hizmet üretimi yapan bir
işletmede, arazide, sahada veya üretim tezgahı başında
birebir emek sarf eden ve zihin gücüne oranla daha fazla
beden gücüne dayalı işlerde çalışanlara verilen isimdir.
Mavi yakalılar, işletmelerde üretilen mal veya hizmetin
üretim süreçlerinden birinde malın veya hizmetin
üretilmesi için üretim hattında makine başında çalışır. Ürün
bandında bizzat emek sarf eder. Beyaz yakalılara oranla
zihin gücünden daha çok beden gücüyle çalışırlar. Ancak
ustabaşı, postabaşı, formen, vardiya amiri gibi unvanlarla
üretim hattında sorumlu oldukları kısımla ilgili işlerin
kontrol edilmesinden ve işçilerin sevk ve idare
edilmesinden sorumlu olan çalışanlar mavi yakalı olarak
değerlendirilmemelidir.
Hoca derste, Kuzey ve Güney bölgelerinde beyaz ve mavi
yakalıları kazananlar ve kaybedenler açısından anlattı.
Şöyle ki, Kuzey ülkelerindeki beyaz yakalılar kanıyor. Çünkü
gelişmiş ve varlıklı olan Kuzey ülkelerinde GDP (gross
23
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
domesstic product) yüksek olduğundan beyaz yakalılar iyi
para kazanıyorlar. Oysa emek işçileri olarak kısaca ifadece
edebileceğimiz mavi yakalılar kaybediyor. Neden? Çünkü
mavi yakalılar fabrika, işletme, üretim tesisi vb emek
gerektiren alanlarda çalışır. Ancak firmalar, özellikle de
global alanda ilerlemiş olanlar, üretim maliyetlerini
düşürmek adına işçi gücünün ucuz olduğu ülkelerde
fabrikalarını açıyorlar. Dolayısıyla kuzey ülkelerinde
bulunan mavi yakalılar bu şirketlerin güney ülkelerine
yatırım yapıyorlar. O halde buraya kadar ki bölümün
mefhum u muhalifinden diyebiliriz ki, güney ülkelerindeki
beyaz yakalılar, güney ülkelerinin GDPsi kuzey ülkelerine
kıyasla daha düşük olduğundan kaybederken; mavi
yakalılar ucuz işçi gücü arayan yabancı şirketlerin
yatırımlarıyla gelen istihdamdan nemalandıkları için
kazanlar kulübünde yer alır.
Demografi:
Bundan ikibin yıl önce, Hz. İsa’nın doğduğu tarih olarak
kabul edilen milat yılında dünya nüfusu 300 milyon iken,
milattan sonra 1500 yılında dünya nüfusu tam iki katına
çıkarak 600 milyona yükselir. Öte yandan dünya
nüfusundaki artışın kilometre taşı olarak, Endüstri
Devrimi’ni temsilen 1750 yılı kabul edilir. Endüstri
devriminden kaynaklanan refahla beraber ölüm oranının
düşmesiyle birlikte, bu yıldan itibaren 1900 yılına kadar
dünya nüfusu hızla artarak 1.7 milyara ulaşır. Diğer bir
araştırmaya göre dünya nüfusu; 1802 yılında 1 milyar iken,
1927 yılına kadar yaklaşık 125 yılda 1 milyar artışla 2
milyar’a, 1927 yılından 1961 yılına kadar yaklaşık 34 yılda 1
milyar artışla 3 milyar’a, 1961 yılından 1971 yılına kadar
yaklaşık 10 yılda 1 milyar artışla 4 milyar’a, 1971 yılından
1987 yılına kadar yaklaşık 16 yılda 1 milyar artışla 5
milyar’a, 1987 yılından 1999 yılına kadar yaklaşık 12 yılda 1
milyar artışla 6 milyar’a, ve 1999 yılından 2006 yılına kadar
yaklaşık 7 yılda 1.2 milyar artışla 7,2 milyar’a ulaşır.
Görüleceği üzere dünya nüfusu 125 yılda yani 1802-1927
yılları arasında sadece 1 milyar artmışken, 1961-1971 yılları
arasındaki 10 yıllık bir sürede 1 milyar ve son 7 yılda da yani
1999-2006 arasında 1.2 milyar artarak; özellikle 1960-2006
arasında adeta nüfus patlaması yaşanarak dünya nüfusu
neredeyse ikiye katlanır. Son 70 yıl itibariyle de 3’e
katlanarak 1800’den 2000’e kadar yani 200 yılda 6’ya
katlanır. Birleşmiş Milletler Nüfus Formuna göre dünya
nüfusunun insanlık tarihindeki en fazla artışı 20. yüzyılın
son 70 yılında gerçekleşmiştir. Dünyadaki aşırı nüfus
artışının önüne geçilmesi için gerek Birleşmiş Milletler ve
Dünya Sağlık Örgütü, gerekse bazı ülkeler çeşitli önlemler
alarak ailelerin çocuk sayıları ortalaması hedefini 2.1 olarak
koymuşlar ve eğer bu hedefte başarı sağlanırsa dünya
nüfusu 2300 yılında 10 milyarda kalacaktır. Birleşmiş
Milletler (BM) Nüfus ve Kalkınma Komisyonu’ndan yapılan
açıklamada, 1950 yılında dünya nüfusunun sadece %30’u
şehirlerde yaşamakta iken, 7.2 milyar civarında olan dünya
nüfusunun 3,2 milyarının yani %45’e yakınının şehirlerde
yaşadığı, 2030 yılında ise şehirlerde yaşayan nüfus oranının
%61’e çıkacağı öngörülmektedir. Dünyadaki büyük şehir
sayısının arttığına da dikkat çekilen raporda, 1950’de
nüfusu 10 milyonun üzerinde olan sadece iki şehir
varken(Tokyo ve New York-Newark), 1975’te dörde (Tokyo,
New York-Newark, Şangay ve Meksiko City) çıktığı, bu gün
ise 20’ye yükseldiği işaret edilmiştir. Dünyanın en kalabalık
nüfusa sahip ilk beş şehrinden Tokyo’nun nüfusunun 35,3
milyon, Meksiko City’nin 19,2 milyon, New York-Newark’ın
18,5 milyon, Bombay’ın 18,3 milyon ve Sao Paulo’nun ise
yine 18,3 milyon olduğuna dikkat çekilen raporda, ilk 20’de
yer alan diğer 15 büyük şehrin ise Delhi, Kalküta, Buenos
Aires, Cakarta, Şangay, Daka, Los Angeles, Karaçi, Rio de
Janeiro, Osaka-Kobe, Kahire, Lagos, Pekin, Manila ve
Moskova olduğu belirtilmiştir. Öte yandan, Dünya Bankası
verileri baz alınarak hazırlanan raporda, 2004-2020
döneminde yıllık ortalama nüfus artış hızının İrlanda hariç,
AB ülkelerinin bazılarında negatif, bazılarında sıfır ya da çok
düşük olacağı belirtilmiştir. Buna karşılık aynı dönemde
Türkiye’deki nüfus artış hızı yıllık 1.2 oranla, 1.1 olan dünya
ortalamasının üzerine çıkacaktır. Bu oranla Türkiye,
Hindistan ve İrlanda ile nüfus artış hızının en yüksek olduğu
üç ülkeden biri haline gelecek olup, AB’nin Orta ve Doğu
Avrupalı üyelerinde nüfus azalacak, Slovakya, Almanya ve
İtalya’da nüfus artışı “sıfır” olacak, diğer AB ülkelerinde ise
çok düşük artışlar görülecektir.Japonya’da doğan bir kız
çocuğu; 85 yaşına kadar yaşamayı, yeterli düzeyde besin
almayı, gerekli aşılamayı ve iyi bir eğitim görmeyi
bekleyebiliyor. Bu kız çocuğu, sağlığı için her yıl ortalama
550 $ -eğer gerekli olursa daha fazla tutarda – para
harcayacak. Bu kız çocuğu, eğer Sierra Leone’de dünyaya
24
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
gelmiş olsaydı, yaşam beklentisi sadece 36 yıl olacaktı;
hastalıklara karşı bağışık kazandırılmamış olacak, yetersiz
beslenecek ve eğer çocukluk çağından sağ olarak
çıkabilirse, bir genç kızken evlenecek ve altı çocuk
doğuracaktı. Doğum yapmak onun için yüksek bir risk
anlamına gelecekti. Çocuklarından biri ya da daha fazlası
bebekken ölecekti. Yılda sadece 3 $ tutarında sağlık
harcaması yapabilecekti. Son yarım yüzyıllık dönem
boyunca yaşam beklentisi küresel olarak yaklaşık 20 yıl
artmıştır. 1950-1955’te 46,5 yıl olan yaşam beklentisi,
2002’de 65,2 yıl olmuş, ancak toplamdaki bu artış, en
yoksul ülkelerde yaşam beklentisindeki korkunç gerilemeyi
gizlemektedir.(Dünyanın ve Ülkemizin Nufüs Artış Hızındaki
Gelişmeler - Kudret ULUSOY)
Economies of scale: Bu terim her şirket her endüstri için
anahtar bir terimdir. Ayrıca bu terim, bir ürüne küçük
üreticiler daha fazla fiyat biçerken aynı ürüne daha büyük
firmaların niçin daha az fiyat biçtiğini anlamaya çalışan biz
tüketiciler için de önemlidir. Economies of scale (ölçek
ekonomisi) üretilen malların sayısı arttıkça üretimin daha
etkili hale geleceği anlamına gelir. Çoğu durumda, ölçek
ekonomisini uygulamayı başarabilmiş şirketler ürünlerinin
ortalama maaliyetini azaltmak için üretimi artırır. İşte bu
sebeple üretimi yapmak için gerekli olan sabit maaliyet
sabit kalırken artan üretimle birlikte birim maaliyet
düşmektedir. Ölçek ekonomisinde, her bir ürünün
maaliyeti endüstrinin büyüklüğüne ya da bireysel şirketin
büyüklüğüne bağlı olabilir. Eğer benzer ürünü üreten çok
sayıda farklı şirketler aynı endüstri içinde varsa, bir bütün
olarak o endüstri her bir ürünün maaliyeti dikte edecektir.
Diğer durumlarda, her birim için maliyet ne kadar çok
üretim yapacağına göre değişir. Özellikle büyük şirketler bu
konuda avantaja sahiptir çünkü onlar daha geniş pazar
gücüne sahiptir. Küçükten - orta büyüklükteki şirketler için,
artan üretim gerçekte onların maliyetlerini yükseltir. (bu
paragraf şu videonun Türkçe çevirisidir, bence daha iyi
anlamak
için
bi
göz
atın:
http://www.investopedia.com/video/play/what-iseconomies-of-scale#axzz1xKMvqJic )
Ölçek ekonomisini bir misalle açıklayalım. Farz edinki bir
fabrikamız var ve orda üretim yapıyoruz. Hadi kitap
bastığımızı düşünelim. Benim kitap basmak için halihazırda
girmiş olacağım maliyete/ harcamaya ekonomistler sabit
maliyet (fix cost) diyor. Yani mesela makinelerin mürekkebi
ve elektrik gideri gibi düşünün. Diyelim ki bizim sabit
maliyetimiz 200 lira. Şimdi ben ne kadar çok kitap
basarsam o kadar çok harcama yaparım, değil mi? Şu
aşama 10 kitap ürettiğimi düşünün (büyük sayılarla
uğraşmayalım şimdilik). 10 kitap üretmek için de bir
maliyetim olacak, ki buna da değişken maliyet deniyor
(kitap üretimiyle doğru orantılı artar), hadi değişken
maliyetimiz 20 lira olsun. Ortalama maliyetim (200+20)/10.
Bu da 22 liraya eşit. Yani bir kitabın maliyeti 22 lira. Şimdi
20 tane kitap üretirsem değişken maliyetimde 40 lira olur;
bunun da ortalaması (200 + 40) / 20 ) = 12. Gördüğünüz
üzere sabit maliyetim (200 lira) değişmedi ama 20 kitap
ürettiğim vakit bir kitabın maliyeti 12 liraya denk geldi.
Demekki ne kadar üretimi artırırsam, o kadar daha ucuza
ürünümü satabilirim. İşte bu yüzden büyük şirketlerin ya da
daha güzel örnekle Türkiye’nin her yerinde çok sayıda
bulunan marketlerdeki fiyatlar mahalle bakkalımızdaki
fiyatlardan daha düşük. Esnaf bunda battı arkadaş!
Bağımlılık Teorisi (dependency theory): 1960'lı yıllardan
itibaren Batılı ülkelerin Üçüncü Dünya ülkeleri ile olan
İlişkilerini köktenci bir tarzda eleştiren yaygın anlayışın
teorisidir. Bu teori kendine temel olarak İktisadî
emperyalizmi alır ve azgelişmiş ülkelere yapılan yardımların
asıl amacının yoksul milletleri yardım veren ülkenin iktisadî
kıskacına almak olduğunu İleri sürer. Bağımlılık teorisi ABD
ve Avrupa Topluluğu üyesi ülkelerin sömürgeci iktidarını
sağlayan kuvveti kaybetmediği görüşünü esas alır.
Günümüzde bağımsız Latin Amerika, Afrika ve Asya ülkeleri
üzerinde sömürgeci devletlerin büyük siyasî kontrolleri
sözkonusudur. Bu kontrolü siyasî kararlarını açıktan
bildirerek değil, İktisadî baskı uygulayarak ve kendi üstün
pazarlama güçlerini uluslararası ticarette zengin ülke lehine
kullanmak suretiyle yaparlar. Bu durum uluslararası siyasî
ve İktisadî ilişkilerde "yeni sömürgeciik" kavramı ile İfade
edilmektedir.
Bağımlılık teorisinin sonuçları doğrudan para olarak yapılan
dış yardımların bile kuşku ile karşılanması gerektiği
noktasına kadar götürülmüştür. Çünkü yardım olarak tahsis
edilen sermaye, Üçüncü Dünya ülkelerinin iktisadî hayatını
Birinci Dünya pazarlarına yarayacak biçimde düzenlemek
25
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
ve yoksul ülkenin gelişme yönünü zengin ülkenin ihtiyaçları
doğrultusunda sabitleştirmek üzere ve bu şartla verilir.
İktisadî gücün hayatî sonuçlara varması nedeniyle. Batılı
yatırımcıların
kârlarını
azamiye
çıkarma
azmi
azalmadığından, yoksul ve çok nüfuslu ülkelerin, en azından
kısa vadede Batılı pazarlara hizmet edecek şekilde
hammaddelerini kullanmaktan başka bir alternatif
görünmüyor. Bir görüşe göre hammaddelerin hangi ülke
hesabına daha avantajlı olarak kullanılacağı konusunda
sabit kurallar veya iktisadî kanunlar yoktur. Bu tezi
desteklemek için petrol örnek gösterilir. Başlangıçta Birinci
Dünya ülkelerinin teknik üstünlükleri petrolün zengin
ülkeler hesabına kullanılmasını mümkün kılarken, sonraları
Üçüncü Dünya ülkelerinin bir silahı hâline gelebilmiştir. Bu
görüşe karşı hammaddenin bağımlılık ilişkisinde olumsuz
unsur olduğu ve tek başına bir güç olmadığı ileri
sürülmektedir. Nitekim, petrol finans kurumlarının etkinliği
sayesinde petrol Üçüncü Dünya ülkelerinin bir silahı
olmaktan kolaylıkla çıkarılmış ve yine endüstriyi kontrol
eden güçlerin hesabına çalışan bir işkolu haline
sokulabilmiştir. (Buradan resource curse kavramı arasında
bir ilişki kurabiliyor olmanız gerekir!)
Bağımlılık teorisi, XIX. yüzyılın iktisadî imparatorluklarının
ne kadar uzun ömürlü olduklarım gözler önüne sermekle
kalmamış, aynı zamanda çok uluslu şirketlerin siyasî otoritelerinin kararlarına nasıl etki edebildiğini de göstermiştir.
Yoksul ülkelerin hammadde kaynakları bağımlılıklarının
nedenleri olarak görüldüğünde, bağımsızlığın da kendi
kaynaklarını değerlendirmede üstün bir teknolojiye
ulaşmadıkça sağlanamayacağını ifade eder.
Kuzey – Güney Farkı: (Hayır kızlar beklediğiniz gii: biri
sarışın öteki esmer demiyeceğim :) Bugün dünyada Güney
denildi mi akla gelişmemiş yahut dünyanın en fakir
devletleri gelir. Tanımlamaları burada çeşitlendirirler:
üçüncü dünya ülkesi, az gelişmiş ülke, gelişmişlik altında
kalan devlet, ya da gelişmekte olan devlet. Birbirine zıt iki
mefhumun, ötekinden kendini elevereceği gibi, Kuzey ile
kastolunan sanayi devrimini görmüş geçirmiş, sanayileşmiş,
modernleşmiş, kısaca gelişmiş ülkelerdir.
Elbette burda, bir zamanlar sosyoloji dersinde de
değindiğim gibi kuzey ve güney kavramları, bir yerde bizim
algılarımızı etkilemek için bilinçli olarak belirlendiğini /
belirlenmiş olabiliceğini de belirtmek isterim. Bizler
21.yüzyılın biliminden geçmiş talebeler olarak biliyoruz ki,
şuana kadarki araştırmalar ışığında, evren sonsuz bir
genişliktedir ve dünya geoit bir forma sahiptir. Sonsuz bir
alanı kapsayan üç boyutlu bir ortamın kuzeyinin, güneyinin,
doğusunun ve de batısının olması ne kadar bilimseldir?
Uzayda bize kıs kıs gülen uzaylı, sonsuz boşluk içinde kuzey
ve güney hesabı yapabilir mi? Demeye çalıştığım şey
özünde şu, sınırsız bir alanda yönler hesaplanamaz. Eğer
bugün dünya haritası olarak bildiğimiz haritanın kuzeyinde
Avusturalya, Güney Africa Cumhuriyeti, Madagaskar,
Antarktika ve Arjantin olsaydı ve güneyinde de Kanada,
İsveç, Grönland ve Rusya olsaydı bilimsel olarak bu harita
yanlış bir harita olmayacaktı. Gelişmiş ülkeler hükmeder,
onlar üstedir. Bugün dünyanın kuzeyi dediğimizde aklınıza
gelen ülkeler İskandinav ülkeleri, Avrupa, ABD, Rusya:
Bunların hepsi kuzeyde yani üstte. Yönetilenler, Latin
Amerika ülkeleri, Afrika ülkeleri gibi garibanlar ise altta,
güneyde. Bunlar aslında özellikle batı dünyasının haritacılık
çalışmalarının gelişmeye başladığı dönemde özellikle
üzerinde durduğu hesaplardır. Öte yandan bugün hangimiz
ABD, Rusya veAvrupadaki bir çok ülkenin dünyanın en
gelişmiş ülkeleri olduğunu reddebilir? Burda amacım
ülkeleri yargılamak değil, algılamalarımız üzerinde ta kaç
yüzyıl öncesinden beri oynandığını söyleyip, bakış açınızı
genişletmek.
Geçelim verilerle Kuzey – Güney farkına: Güneyde, yaklaşık
bir milyar insan fakr u zaruret içinde yaşıyor. Temel
gıdalara ve en elzem sağlık hizmetlerine neredeyse hiç
ulaşamıyorlar ya da ulaşmak çok kısıtlı. Özellikle Afrikada
yoğunlaşan bu nüfusun, gelir düzeyi yıllardır değişmedi/
ilerlemedi. 20 yıl evvel, bu nüfus daha çok Güney Asya da
yoğunluktaydı, yani fakirlik oranı en fazla oradaydı. Nitekim
sözkonusu bölgedeki ekonomik gelişme, yaşam sınırı
altındaki fakirlik oranını gözle görülür oranda düşürdü. Şu
anda, iki milyar insan ev olan Güney Asyada kişi başına
düşen yıllık ortalama gelir 2.600 dolar. Bu oran Afrikada
2.000 dolar. Şimdi benden size bir soru: “Madem
milyarlarca insan fakirlik sınırından çıkıyor (nispeten daha
iyi gelire sahip oluyor) niçin halen bu bölgelerde ciddi
fakirlik oranları var?” Bu kadar düşünme yeter! Cevap
26
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
aslında çok kısa ve net: hızlı nüfus artışı. (CNN: Bölgedeki
sorunun çözümü RTE’den geldi: Kürtaj @>½%&/(/(£#$ :)
Her altı saniyede bir, dünyanın bir yerinde, bir çocuk
yetersiz beslenmeden dolayı ölüyor. Bu ne demek, saatte
600, günde 14.000, yılda 5 milyon çocuk açlıktan yahut
kötü beslenmeden ölüyor. Siz bu paragrafı okurken sekiz
saniye geçti ve bu cümleyle birlikte şu an dünyada bir
çocuk öldü. Burcu siz daha köfteleri çöpe atın!!!!
Halbuki şu kahpe dünyada bu çocukları beslemek için
yeterince yiyecek ve onları yetiştirmek için gereken
yeterince gelir üretiliyor; lakin gelin görünki ya bu
çocukların yaşadıkları devletler yahut aileleri yetirince
gelire sahip değilki bu çocukları besleye. Bu arada madem
dünyanın ağzına etmeye başladık şunu da söyleyeyim: her
altı saniyede dünya askeri güçler için 200.000 dolardan
fazla para harcıyor, ki bu paranın binde biri bu aç
cocukların hayatını kurtarabilir! Ben, “adaletin bu mu
dünyadan” daha başka bişey demiyorum arkadaş!
Neo-liberal küreselleşme sürecinde Kuzey ve Güney
ülkelerinin Dünya sistemi içindeki konumları daha kaygan
bir zemine gelmiştir. Küreselleşmenin başlangıcı kabul
edilen 1980 yılında, Dünya nüfusunun %82sini oluşturan
Güney ülkeleri aynı yıl yaratılan GSTİH’nin (dolar cinsinden)
%28ini almaktaydı. 2003 yılında Dünya nüfusundaki payı
%85e çıkan Güney ülkelerinin gelirden aldıkları pay %20ye
düşmüştür. Kuzeye aynı kriterler açısından bakıldığında;
1980’deki nüfus payı %18 iken 2003te %15e düştü; ancak
Dünya GSYİH içindeki payı 1980de %70den 2003te %80e
çıkmıştır. 2003te dünya ticaretinin %74ünün Kuzey;
%26sını güney yönlendirmiştir. Bu gelir – nüfus farklılığı
kuzeyin küreselleşme sürecinden daha kârlı ve yeni
olanaklarla çıktığını göstermektedir.
Dünya büyüme ve işsizlik rakamları (%)
Yer
1995 yılı
Dünya
6
Gelişmiş
ülkeler ve 7.8
AB
Merkez ve
9.4
doğu
2005 yılı
6.3
GSYİH oranı
3.8
6.7
2.6
9.7
4
Avrupa
Doğu Asya
Güneydoğu
Asya
ve
Pasifik
Güney Asya
Latin
Amerika
Afrika
3,7
3,8
7,6
3,9
6,1
3,8
4
4,7
5,8
7,6
7,7
2,8
14,3
13,2
4,4
PIN Toplantılarında Neden Bahsedildi?
Aslında başlığın cevabını şöyle adam akıllı bilen var mı
bilmiyorum ama biliyoruzki bu toplantılarda Arab
Baharı’ndan bahsedildi. Sanmıyorum ki, hoca, gitsin de
doğrudan konuşmacıların birinin hangi konudan
bahsettiğini sorsun. Ben bu bölümde Arap Baharı hakkında
genel bilgiler vereceğim; hem sınavda yazacak bir bilgimiz
hem de bölge üzerinde genel kültürümüz olur.
Arab baharından bahsedeceksek şayet cevaplamamız
gereken büyük sorular var: Ne oldu? Niçin oldu? Nasıl
oldu? Sonuçları ne oldu? Bunları mümkün olduğunca
eksiksiz ve öz cevaplamaya çalışacağız:
Herşey 26 yaşındaki Muhammet Buazizi’nin kendini
yakmasıyla başladı (bugün öyle kabul ediliyor demek daha
doğru). Tunuslu Muhammet iş bulamamıştı ve yol
kenarındaki arabasında meyva satarak geçiniyordu. Bir
belediye çalışanı geldi ve onun arabasına el koydu. Bunun
üzerine bir saat sonra kendini gazolinle ıslatan Muhammet
ateşi çaktı. O gün tarih 17 Aralık 2010 idi. Bu Arap baharını
da başlatan ilk ateş oldu. Nitekim Muhammet 4 ocakta
öldü ve onun ölümü var olan yönetimden memnun
olmayan farklı grupları bir araya getirdi: Yasemin Devrimi
de denen Tunus devrimi başladı. Niçin bu insanlar
ayaklandı diye soruyorsanız, cevap şöyle olacaktı:
monarşinin ve diktatöryel yönetimlerin otokratik
uygulamaları, insan haklarının ihlali, ekonomik düşüş,
işsizlik, aşırı fakirlik ve sınırlandırılmış özgürlükler. Aslında
burada saydığım sebepler, protesto ve ayaklanmaların
çıktığı tüm arap devletlerindeki ortak sorunlardı. Yani
protestocular hep bu sebepleri sayıyordu. Protestolar
artarak devam etti ve nihayetinde oradaki yönetimi
27
IR Final Notları – Özgür AKIŞOĞLU
Haziran 2012
koltuğundan etti. 23 yıldır koltuğuna çakılı kalan Bin Ali,
“Goodbye my lover” dedi ve Sudi Arabistan’a gitti. Böylesi
durumlarda tarih tekerrür eder evlatlarım, olan gene halka
olur. BM raporuna göre 219 insan ayaklanmaları sırasında
öldürülürken 510nu da yaralandı. Bin Ali’nin yerine, batı
tarzı siyasete daha sıcak bakan islamcı parti Ennahda geçti.
Mısır: Tunusta çıkan baharın polenleri Mısır’a gitti,
Mübarek’i alerji yaptı. Ders böyle anlatılır arkadaş :D
Kahirede başlayan protestolar tüm ülkeye yayıldı. Mübarek
başta gitmem diye tutturduysa da o da Bin Ali’nin yanına
gidip “goodbye my lover”ı söylemeye başladı. Libya:
Ayaklanmalar Libya’da da çıktı. Ancak hükümet güçleri,
yani Kaddafinin adamları, bu ayaklanmalara sert yanıt
verdi. (sanki önceki ikisi ayaklanmaları alkışlamış mıydı diye
sorabilirsiniz ve de haklısınız). Nitekim bi oyunlar oynandı
ve Tunus ve Mısır’daki ayaklanmalar sırasında burnunu
karıştan BM birden saldırı kararı aldı. Ne oldu: Kaddafi
devrildi ve isyancılar tarafından öldürüldü. 300.000 insan
öldü; 50.000 kişi yaralandı ki bunların 20.00 ciddi vakalar.
BBC’nin bir haberine göre 335.000 insanda ülkeyi terk etti.
Libya kurtuldu ! ? He bu arada UN hava saldırısından sonra
geçici hükümetle petrol andlaşması yapmılardı. Kim
demişse doğru demiş: Devrim ithal edilmez!
Bu üç ülke önemliydi. Şu genel bilgilere bakmakta fayda
var: 1)Ayaklanmaların ortak sebebi, monarşik ve
diktatöryel yönetimin otonom yapıları, ekonomik bozukluk,
insan haklarının sağlanamaması, yaşam standartlarının
altında yaşayanların oranlarının fazla olması, temel hak ve
özgürlüklerin kısıtlı ya da sağlanmamış olması ve işsizlik.
2)Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de çıkan ayaklanmalar bu
ülkelerde hükümetler yönetimden düşürüldü 3) Fas,
Ürdün, Kuveyt, Bahreyn ve Umman’da protestolar var ve
hükümette değişiklikler yapılıyor. 4) Irak, Lübnan-İsrail
Sınırı ve Cezayir’de büyük protestolar olurken Sudi
Arabistan, Sudan, Batı Sahra be Morutanya da küçük çaplı
protestolar sürüyor.
En az 18 köylü okuma yazma bilmeyecekti ancak 33ünün
cep telofonu olacaktı ve 16sı internette online olabilecekti.
27 köylü 15 yaşının altında olacaktı ve 7si 64 yaşının
üzerinde olacaktı.
Kadınların ve erkeklerin sayısı eşit olacaktı.
Köyde 18 tane araba olacaktı.
63 köylü yetersiz sağlık koşullarında olacaktı / yani 63
doğru düzgün temizliğini yapamayacaktı.
33 köylü Hristiyba, 20si Müslüman, 13ü Hindu, 6sı Budist,
2si ateist olacaktı, 12si dindar olmayacaktı, ve kalan 14ü
diğer dinlerden birine tabi olacaktı.
30 köylü işsiz olacaktı, diğer 70 ise çalışıyor. 28i tarımda
(birincil sektör), 14ü sanayide (ikincil sektör) ve kalan 28i
de servis sektöründe (üçüncül sektör) çalışacaktı. 53 köylü
günlük 2 amerikan dolarından az bir ücretle yaşayacaktı.
Bir köylü AIDSli olacaktı, 26sı sigara içecekti ve 14 köylü
obez olacaktı.
Bir yılın sonuna kadar, bir köylü ölecek iki yeni köylü
doğacaktı ve bu sebeple nüfus 101e tırmanacaktı.
“”””NOT: Arkadaşlar, notta eksik bulduğunuz, tekrar
okuyup da anlamadığınız veya bir bölümüyle ilgili bir
sorunuz olursa bana hemen sorabilirsiniz! Umarım not sizi
yeterince tatmin etmiştir.””””
Eğer dünya 100 kişilik bir köy olaydı:
61 köylü Asyalı (ki bunların 20si Çinli; 17si de Hindistanlı
olurdu), 14ü Afrikalı, 11i Avrupalı, 9u Latin veya Güney
Amerikalı, 5i Kuzey Amerikalı olurdu ve köylülerdeb hiç biri
Antarktika, Okyanusya ve Avusturalyadan olmazdı.
28
Download