2 Eşcinsel Düşmanlığı mı Irkçılık mı? Homophobie oder Rassismus? Sevgili «lubunya» okurları, Türkiyeli eşcinseller olarak tuhaf bir durumda yaşıyoruz. Hem Türkiyeli göçmenler arasında eşcinsel olarak, hem de Alman eşcinseller arasında göçmen olarak ayrımcılığa maruz kalıyoruz. Als türkeistämmige Lesben, Schwule, Bi- und Transsexuelle leben wir in einer seltsamen Situation. Einerseits werden wir als »Andersartige« in unserer ethnischen Community ausgegrenzt, andererseits aber auch als MigrantInnen innerhalb lesbisch–schwuler Szenen. Zugehörigkeit wird in beiden Fällen gefordert und gleichzeitig verweigert. Als reichte das allein nicht aus, sind wir manchmal aber auch mit richtiggehend komischen Vorwürfen konfrontiert. In Berlin läuft gerade eine Maschine an, von Vereinen, Zeitungen und Zeitschriften mit immer neuem Futter gespeist, die auf Gedeih und Verderb daran arbeitet zu belegen, dass Migranten (und Migrantinnen?) besonders homophob seien. Sanki bu durum yeterince karmaşık değilmiş gibi üstüne üstlük bazen de tam anlamıyla komik durumlarla karşı karşıya kalıyoruz. Bunun bir örneği şu sıralar Berlin’de yaşanıyor. «Bana nerede durduğunu söyle!» gibi beylik bir söylemle göçmen eşcinsellere yönelen dernekler, gazete ve dergiler, göçmenlerin görece daha homofobik olduklarını ima ediyorlar ve konu hakkında fikrimizi soruyorlar. Eşcinseller, daima ve her yerde şiddete maruz kalmışlardır, bu bir gerçek. Tarih boyunca var olan eşcinseller, yine tarih boyunca inkâr edilmişlerdir ve kâh sözle kâh fiziksel şiddetle tehdit edilmişlerdir. Bu, her toplum için geçerlidir. Elbette Almanya’da yaşayan göçmenler arasında eşcinsel düşmanlığı vardır, bunu küçümsemek kimseye yaramaz. Yalnız şu sıralar sıkça rastlanan, «İslam şu konu hakkında ne düşünüyor?» sorusunun altında yatan başka birşey daha var. Kara göz, kara kaş = Müslüman = siyasî İslam denklemesi belli bir zihniyete hizmet ediyor. Siz, geri kalmış bir kültürden geliyorsunuz, tamamen dininizin etkisi altında yaşıyorsunuz, kadınları, çocukları ve azınlıkları ezikliyorsunuz vs. Bu, yalnızca «heteroseksüeller» tarafından yapılmıyor. Eşcinsellerin azınlıkta olmaları, ırkçılık konusunda daha duyarlı olmalarını gerektirmiyor. Eşcinselliğin «normalliğini» kabul etmek, bununla da yüzleşmek anlamına geliyor… Bu ayın 7’si ila 9’u arası yapılacak ilk Türkiyeli Eşcinseller Kongresine Avrupa’nın ve Almanya’nın her yerinden gelen, özellikle de Türkiye’den katılan arkadaşların hepsini selamlıyor, düzenleyen derneklere kongrenin büyük bir başarı olmasını diliyoruz! Şimdiye kadar medyaya yansıyanlardan yola çıkılırsa bu konuda hiç endişeye gerek yok zaten, Hürriyet gazetesi bile reklamını yapıyor…! (Bkz. sayfa 7.) Sexuelle Minderheiten waren und sind immer und überall Anfeindungen und Gewalt ausgesetzt, ob das nun die »bloße« Ablehnung oder körperliche Gewalt ist. Sicher wird es unter MigrantInnen in Deutschland Homophobie geben, dies abzustreiten wäre absurd. Nur, die Frage »Was sagt eigentlich der Islam zum Thema …« weist auf etwas ganz anderes hin. Die Gleichsetzung dunkle Augen, schwarzes Haar = muslimisch = islamistisch dient einer bestimmten Ideologie als Stütze, die davon ausgeht, dass manche Kulturen eben zurückgeblieben seien und im religiösen Wahn Frauen, Kinder und Minderheiten brutal misshandelten. Und dies machen nicht allein »Heterosexuelle«. Nur weil Lesben und Schwule selbst in der Minderheit sind, heißt das nicht, dass sie in punkto Rassismus besonders sensibel wären. Homosexuelle als »normale« Menschen zu akzeptieren heißt wohl auch, sich dieser Tatsache bewusst zu sein… Der erste bundesweite Kongress türkeistämmiger Lesben und Schwuler findet diesen Monat vom 7.–9. November in Berlin statt. »lubunya« grüßt die Gäste aus allen Teilen der Bundesrepublik, Europas und vor allem der Türkei und wünscht den organisierenden Vereinen, dass der Kongress ein großer Erfolg wird! Wenn man sich die Medien so anschaut, dann kann ja eigentlich nichts mehr schief gehen. Sogar die liberal– konservative Hürriyet macht Werbung für dieses Großereignis (siehe Seite 7)…! Und nun viel Spaß beim Lesen, Koray Ali Günay «lubunya»’dan sevgilerle, Koray Ali Günay 3 03 05 07 08 11 12 14 16 18 21 23 28 30 33 35 38 Koray Ali Günay: Hakan Taş Julide Harman Koray Ali Günay Ulaş Yılmaz Deniz Güvenç Florian Harsch Koray Ali Günay Hakan Taş Hürü Alpay Hakan Taş Dr. Civanım Hasret Yeter Golden Abla lubunya Giriş Alamanyam: Radyoda Schröder… İlk Türkiyeli Eşcinseller Kongresi Kim Bu «Göçmen» Dedikleri? Dünya Küçük, Dün Uzak Ne O «Uyum» Dedikleri? Alman Erkekliği, Türk Erkekliği Böl ve Yönet Dobra Dobra Günter Piening Hürü’nünm Sokakları: Seviciliğin Tarihçesi Yırtık Don Her Yağmur Yağdığında Ev Kadınlarında Sporcu Hastalığı Burçlar Golden AblaM lubunya Berlin 03 05 07 08 12 14 16 18 21 23 28 33 38 Koray Ali Günay: Hakan Taş Julide Harman Koray Ali Günay Deniz Güvenç Florian Harsch Koray Ali Günay Hakan Taş Hürü Alpay Hakan Taş Hasret Yeter lubunya Editorial Alamanyam: Schröder Goes Leander... Der erste Kongress türkeistämmiger Lesben und Schwuler Wer sind das eigentlich, die »MigrantInnen«? Was bedeutet eigentlich Integration? Deutsche Männlichkeit vs. Türkische Männlichkeit Teile und herrsche Klartext–Interview mit Günter Piening lubunya historique: Die Geschichte der lesbischen Liebe Yırtık Don Immer wenn es regnet… Horoskop lubunya Berlin 4 Radyoda Schröder Kırmızıgül Söylüyor: «Yıkılmadım ayaktayım» Bildiğiniz gibi Almanya hükümeti gibi meclisten Birlik Partilerinin de desteğiyle geçirdiği sağlık reformunun ardından sosyal alanda yapmayı planladığı reformları, partiler içindeki tepkilerin giderek artmasına rağmen gündemine aldı. Başbakan Schröder, neredeyse yaptığı her konuşmada, kırmızı–yeşil hükümetin yapmayı planladığı reformlara bir alternatif olmadığını ve bu reformların meclisten geçmemesi durumunda istifa edebileceğini bile açıkladı. Giderek artan işsizliği önlemek için bir yandan sağlık alanında önümüzdeki yıldan itibaren önemli kısıtlamaların yapılmasını karara bağlayan hükümet bununla yetinmiyor; mecliste Schröder’in savurduğu istifa tehditlerinin ardından koalisyon ortaklarının desteğini alan istihdam piyasası ve işsizlik yardımına ilişkin reform tasarısı da büyük kısıtlamaları beraberinde getirecek… Bu arada hükümet içi muhalefet, Başbakan Gerhard Schröder’in mecliste yapılacak her oylama öncesi yaptığı istifa tehditlerinin tekrarlanmasının gereksiz olduğunu, Schröder’in siyasi geleceğini söz konusu reformların meclisten geçmesiyle bağlantılı olduğunun bilindiği yönünde bir değerlendirme yaptı. Bilindiği gibi Schröder ilk kez istifa tehdidinde bulunmuyor. İlk kez 2001 yılında Alman askerlerinin Afganistan’daki Uluslararası Güvenliğe Destek Gücü’ne katılmalarına ilişkin oylamada, kararın federal meclisten geçmemesi durumunda istifa edeceğini açıklamış, oylamayı hükümete güvenoyu olarak değerlendireceğini belirtmişti. 2003 yılının Haziran ayında ise sosyal sisteme ilişkin reform tasarılarının ilkesel olarak yer aldığı Ajanda 2010 başlıklı programın oylanması sırasında istifa ve güvenoyu konusu hükümet partilerini dile getirilmemiş gizli bir tehdit olarak huzursuz etmişti. O tarihlerde ayrıntıları belli olmayan reformların ayrıntılarının açıklanmasıyla birlikte hükümet içi muhalefet de giderek arttı. Almanya’da Sosyal Demokratlar’ın yıllardır övündüğü sosyal sistemde kısıtlamalar getiren reformların partinin ideolojisine uymadığını belirten muhalifler ayaklandı. Sosyal Demokrat–Yeşiller hükümetini baştan beri destekleyen sendikalar bile son reform Schröder Goes Leander: »Davon geht die Welt nicht unter…« [Aus dem Türkischen: Koray Ali Günay] Die deutsche Regierung hat bekanntermaßen nach der Gesundheitsreform, die sie mit Unterstützung der Unionsparteien durch das Parlament gejagt hat, ein neues Thema auf die Tagesordnung gesetzt. Trotz wachsender innerparteilicher Spannungen geht es nun um weitere »Reformen« im sozialen Bereich. In fast jeder Rede, die er hält, spricht der Bundeskanzler davon, dass die geplanten Einschnitte unumgänglich seien und dass er zurücktreten könne, falls diese Reformen nicht durch den Bundestag kommen. Denn die Gesundheitsreform, bei der gravierende Einschnitte im Gesundheitswesen beschlossen wurden, reicht der Regierung nicht. Nachdem er durch die Rücktrittsdrohungen die Koalitionäre hinter sich bringen konnte, sind nun die Arbeitsmarktpolitik und die Arbeitslosenversicherung dran, wo die Entwürfe und Diskussionen wiederum nichts Gutes verheißen. Die Opposition innerhalb der Regierungsparteien hat derweil deutlich gemacht, dass sie sehr wohl weiß, dass die Zukunft von Bundeskanzler Schröder von der Umsetzung der Reformpläne abhängt. Er müsse nicht vor jeder Abstimmung mit seinem Rücktritt drohen. Dies hat er bekanntermaßen schon einmal gemacht, als es darum ging, deutsche Soldaten nach Afghanistan zu schicken, um dort die internationale Schutzstruppe zu unterstützen. Der Bundeskanzler hatte die Abstimmung über dieses Thema zu einer Vertrauensfrage gegenüber der Regierung stilisiert und wollte seinen Posten räumen, falls das falsche Ergebnis herausgekommen wäre. Und im Juni 2003 ärgerten sich die Regierungsparteien wiederum, als die Abstimmung zur »Agenda 2010« wieder überschattet wurde durch die — zwar unausgesproche — gleiche Drohung von Gerhard Schröder. 5 planlarına karşı hükümete bayrak açtılar ve başkent Berlin’de 1 Kasım’da yapılan ve yüz binlerin katıldığı hükümeti protesto yürüyüşünde yer aldılar. Başbakan Schröder, tüm bu gelişmelere rağmen vurdum duymaz tavrını sürdürmek niyetinde gözüküyor. SPD parti başkanı, hükümetin devamını reformlara bağlayarak parti içi disiplini yeniden sağlamaya çalışıyor. Eylül ayında Bavyera’da yapılan eyalet seçimlerinde oy oranı %18’lere düşen SPD, bu seçimlerden ders çıkarmış gözükmüyor. Emekli maaşlarının önümüzdeki yıllarda dondurulmasına yönelik yapılan son açıklamaların ardından Sosyal Demokratlar Bavyera’da olduğu gibi sadece gençler arasında değil, bundan böyle emekliler ve işsizler arasında da giderek oy kaybına uğrayacak gibi görünüyorlar. Schröder sizce bir sonraki seçimlere kadar istifa tehditleriyle ayakta kalabilir mi — yoksa Merkel ya da Stoiber başkanlığında kurulacak muhafazakâr bir hükümet işçinin, emeklinin ve öğrencinin sorunlarını çözebilir mi, ne dersiniz? Je offener die Inhalte der geplanten Reformen diskutiert werden, desto ärger wird die regierungsinterne Opposition gegenüber dem Bundeskanzler. Es gibt immer wieder Aufstände von SozialdemokratInnen, die der Meinung sind, dass sich die Einschnitte nicht mit der Linie der Partei decken. Die Veränderungen in den Sozialsystemen, das lange Jahre als vorbildlich galt, ärgern nunmehr sogar die Gewerkschaften, die am 1. November mit anderen regierungskritischen Organisationen zu Hunderttausenden auf die Straße gingen. Es sieht aber so aus, als wolle Gerhard Schröder trotzdem so weitermachen wie bisher. Indem er die Fortsetzung der Regierung von der Umsetzung der Reformen abhängig macht, will der Parteivorsitzende der SPD für interne Disziplin sorgen. Es scheint, dass aus dem 18%– Wahlergebnis in Bayern keine Lehre gezogen wurde. Die angedrohte Stagnation der Renten wird wohl dazu führen, dass nicht nur Jugendliche, sondern bald auch RentnerInnen und Arbeitslose den SozialdemokratInnen den Rücken zukehren. Wo dann die Stimmen herkommen sollen, bleibt unklar. Wie lange wird es Schröder wohl mit seinen ewigen Rücktrittsdrohungen machen? Oder werden etwa Merkel/Stoiber vor dem nächsten Wahltermin an die Macht kommen und sich um die Probleme der ArbeiterInnen, RentnerInnen, SchülerInnen und StudentInnen kümmern? küçük İskender Okuma Akşamı 10 Kasım 2003 PallasT Potsdamer Straße/Pallasstraße köşesi Giriş: 2 Euro Düzenleyen: Berlin-Brandenburg Türkiyeli Eşcinseller Derneği (GLADT e.V.) [email protected] 6 İlk Türkiyeli Eşcinseller Kongresi Julide Harman 7–9 Kasım tarihleri arasında Berlin Schöneberg ilçesinde gerçekleşecek ilk Türkiyeli eşcinseller kongresini büyük bir heyecanla bekliyorum. Yaklaşık bir yıl süren yorucu hazırlık sürecinden sonra umarım herşey çok güzel olur. Zaten bütün Avrupa’dan ve Türkiye’den katılacak arkadaşların yanı sıra gelecek «önemli» insanlar her katılan için bir kazanç olacaklar: İnsan hakları aktivisti avukat Eren Keskin, Radikal gazetesinin tanınmış yazarlarından Yıldırım Türker, (çok sevdiğim) şair küçük İskender, çeşitli politikacılar, gazeteci–yazarlar, sanatçılar vs. Bu kongreye katılmak, sanki tarihi bir olaya tanıklık etmekmiş gibi geliyor bana. Türkiye toplumu ve göçmen Türkiyeli toplumlarda büyük adımlarla ilerleyen eşcinsel hareketinin çok güzel bir göstergesi olacak bu ilk kongremiz. Almanya’nın en büyük eşcinseller dergisi, Berlin’de yayınlanan Siegessäule gibi köklü eşcinsel basının yanı sıra kongrenin Türk medyasına da yansıması beni bir ayrı sevindiriyor. Yanda görüldüğü gibi, eşcinsellere ve eşcinselliğe çok sıcak bakmayan Hürriyet gazetesi bile, 23 Eylül’de kongremiz hakkında haber yayınlamaya başladı. Yine programa katılacak Almanya’daki göçmen örgütlerin temsilcileri bizim açımızdan belki de daha da önemli. Eğer bu toplum içerisinde birşeyler değiştirmek istiyorsak, bizimle beraber politika üretecek çoğunluk mensubu insanlara ihtiyacımız var. Sonuçta, Türkiye’deki KAOS GL dergisinin kapağında yazan «EŞCİNSELLERİN KUTULUŞU HETEROSEKSÜELLERİ DE ÖZGÜRLEŞTİRECEK» bizim için ve burası için de geçerli… Der erste Kongress türkeistämmiger Lesben und Schwuler Julide Harman [Aus dem Türkischen: Koray Ali Günay] Zwischen dem 7. und 9. November wird im Berliner Bezirk Schöneberg der erste bundesweite Kongress türkeistämmiger Lesben, Schwuler, Bi– und Transsexueller stattfinden. Ich warte mit großer Spannung darauf und ich hoffe, dass nach der fast einjährigen Vorbereitungszeit alles glatt läuft! Aber allein die »wichtigen« Leute, die neben all den TeilnehmerInnen aus ganz Europa und der Türkei anreisen, werden ohnehin ein großer Gewinn für alle TeilnehmerInnen sein: Die Menschenrechts-Aktivistin und Rechtsanwältin Eren Keskin, der bekannte Kolumnist Yıldırım Türker von der linksliberalen Tageszeitung Radikal, der Dichter küçük İskender, den ich sehr mag, aber auch PolitikerInnen, JournalistInnen und KünstlerInnen… Ich glaube, an diesem Kongress teilzunehmen wird im Nachhinein so etwas wie die Teilnahme an einem geschichtlichen Großereignis. Es wird ein Meilenstein in der Lesben– und Schwulenbewegung in der Türkei und auch innerhalb der türkeistämmigen Community in Deutschland, wo ohnehin eine rasante Entwicklung stattfindet. Eine Vorahnung bekommt man, wenn man sieht, dass nicht nur verwurzelte Zeitschriften wie die Siegessäule aus Berlin darüber berichten. Auch die Medien mit nicht– homosexuellem Hintergrund veröffentlichen fleißig über uns und den Kongress. Wie hier zu sehen ist, sogar die Hürriyet, die mit Homosexualität sonst eher Probleme hat. (Ausgabe vom 23. September 2003.) Aber auch die VertreterInnen der MigrantInnen– Organisationen, die teilnehmen werden, sind sehr wichtig. Wenn wir in dieser Gesellschaft etwas verändern wollen, brauchen wir Mitglieder der Mehrheitsgesellschaft, die mit uns zusammenarbeiten und Strategien entwickeln. Am Ende gilt ja auch hier und für uns, was auf dem Titelblatt der wichtigsten Homo–Zeitschrift aus der Türkei (KAOS GL) steht: »Die Emanzipation der Homosexuellen wird auch die Heterosexuellen befreien«… Wir sehen uns dann auf dem Kongress! Kongrede görüşmek üzere! 7 Wer sind das eigentlich, die »Migrantinnen und Migranten«? Koray Ali Günay Deutschland ist seit jeher ein Land, in das Einwanderung stattfindet. Seit jeher wandern auch Menschen aus, das wird oft vergessen, aber darüber will ich hier nicht schreiben. Selbst wenn es auf den ersten Blick einfach erscheint, ist es nicht ganz klar, wer eigentlich »Migrant« oder »Migrantin« ist. In der Behördensprache existiert dieser Begriff gar nicht. In Statistiken und Gesetzestexten herrscht immer noch der Begriff »Ausländer«, der terminologisch die »Gastarbeiter« und »Gastarbeiterinnen« ablöste. Was einerseits ein Vorteil ist, weil hier alle Menschen zusammengefasst werden können, die z.B. trotz deutscher Staatsbürgerschaft einen Migrationshintergrund haben, erweist sich auch als Nachteil. Wo sind die Gemeinsamkeiten zwischen Menschen, die seit einem Jahr als Asylbewerber/in aus politischen Gründen hier leben und solchen, deren Großeltern als Arbeitsmigrantinnen und –migranten hier eingewandert sind? Familienzusammenführung, »Elite-Migranten« (zum Beispiel für kurzfristige Arbeitsverhältnisse in der Computer-Branche) oder Studienaufenthalte … stellen ganz andere terminologische Herausforderungen dar. Auch politisch stellt sich die Frage, wie sinnvoll ein Verweis auf Wanderungsbewegungen sein kann (lat. migrare = wandern). Eine deutsche Staatsbürgerin mit »ausländischer« Herkunft, die hier geboren ist und ihre Schullaufbahn hier absolviert hat, hier lebt und vermutlich auch hier sterben wird, »wandert« nicht. Sie ist »eine von hier«, auch wenn sie nicht »eine von uns« ist. Trotz dieser begrifflichen Schwierigkeiten erscheint es sinnvoll, an »Migrantin«/»Migrant« als Begriff festzuhalten, denn vielfach hat es — unabhängig vom subjektiven Befinden — großer Auswirkungen, ob man tatsächlich ein- oder ausgewandert ist bzw. einen Migrationshintergrund hat: Insbesondere der Zugang zu Ämtern, Institutionen oder in den Bereich der Wirtschaft ist klar verbunden mit der Frage der Zugehörigkeit oder Nichtzugehörigkeit. Die Wanderungsbewegungen Zweiten Weltkrieg nach Almanya hep bir göç ülkesiydi. Herzaman buradan gidenler olduğu gibi, buraya gelenler de oldu. Ama, her ne kadar ilk bakışta kolay olsa da, kimin «göçmen» olduğunu saptamak hiç de kolay değil aslında. Devlet dilinde bu terim zaten yok, yasalarda ve istatistiklerde halen «misafir işçilerden» («Gastarbeiter») sonra gelen «yabancılardan» («Ausländer») söz edilmekte. Bunun olumlu ve olumsuz yanları var. Bir taraftan uyruğa bakmaksızın herkesi kapsıyor ailenin geçmişine dayanan «göçmenlik» olgusu. Ama bunun olumsuz yanları da var tabii. Bir yıldır siyasi sebeplerden dolayı Almanya’da mülteci dem Migration ist kein neues Phänomen, schon im Altertum, aber auch im Mittelalter und in der Neuzeit haben Massenwanderungen stattgefunden, die von verschiedenen Faktoren ausgelöst wurden (Hunger, Krieg, Vertreibung…). Hier soll aber kurz die Nachkriegsgeschichte Deutschlands in Betracht gezogen werden, namentlich 8 Kim Bu «Göçmen» Dedikleri? Koray Ali Günay olarak yaşayan bir insanın 60’lı yıllarda buraya göç eden işçi aileleriyle ortak noktaları nedir? Aile birleşimi ile ya da kısa bir vade için gelen, örneğin bilgisayar alanlarında çalışacak «elit göçmenler» ya da okumak için gelen öğrenciler terminolojiyi ilâveten zorluyorlar. Westdeutschlands, weil die Bedingungen in der DDR einer Spezifik unterlagen, die uns in diesem Zusammenhang nicht interessieren müssen. Im Gegensatz zu den ehemaligen Kolonialmächten Frankreich und Großbritannien hat Westdeutschland eine eigene Entwicklung durchgemacht, wo die Arbeitsmigration aber trotzdem Parallelen zu den westeuropäischen Nachbarn aufweist. Um den Bedarf an verfügbaren Arbeitskräften zu decken, wurden zwischenstaatliche Abkommen mit südeuropäischen und nordafrikanischen Ländern geschlossen, um Bunun dışında siyasi anlamda da sorgulanması gerekiyor «göçmen» denilen bu kimlik. Göç, bir yerden bir yere gitmekten geliyor. Burada doğup yetişen, tahsilini burada tamamlayan ya da çalışan, burada yaşayıp burada ölecek olan bir insan nereden nereye göç ediyor ki? O, «bizden» olmasa da bir «buralı» değil mi…? Ama bu kavram kavgalarının dışında yine de «göçmenliği» kesip atmamakta yarar var. Ne de olsa birçok alanda, şahsi duruşa bakmadan Alman ya da «farklı» olmak birtakım olumlu ya da olumsuz neticeyi beraberinde getiriyor. Bu, özellikle insan–devlet ilişkilerinde, kuruluşlarla ilişkilenmede ve özellikle iş alanda etkin, yazılı olmayan, görülmez kurallardan birisi. İkinci Dünya Savaşı Sonrası Göç Göç, çok yeni bir olgu değil, tam tersine eski çağlardan orta çağa, orta çağdan günümüze hep var olan birşey. Sebepleri ise savaş, açlık, mübadeleler… Burada, Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası tarihi göz önünde bulunduruluyor ki, bizi ilgilendiren dönem bu. (Yalnızca Batı Almanya’nın tarihi bu aslında, ama Doğu Almanya’ya özgü özellikler bizi bu bağlamda ilgilendirmiyor.) hauptsächlich junge gesunde Männer ins Land zu holen, die hier arbeiten und dann wieder zurück in ihre Heimatländer geschickt werden sollten. Eine nennenswerte Migration von Frauen gab es nur aus Südkorea (ab 1970), wo hauptsächlich Krankenschwestern angeworben wurden. Almanya’ya göç, eski sömürgelerinden Fransa’ya ya da İngiltere’ye akın eden göçmenlerin göçünden çok farklı gerçekleşti. Buna rağmen yine de ortak noktaları var: Örneğin başlangıçta, Güney Avrupa ve Kuzey Afrika ülkeleriyle yapılan anlaşmalar sonucu genç ve sağlıklı erkekler alındı Almanya’ya. Der Anwerbestopp 1973 führte zum einen dazu, dass die Arbeitsverträge nicht verlängert wurden, was vor allem die Staatsbürger von EGLändern betraf, und andererseits zum Nachzug der Ehefrauen und Kinder vor allem der Menschen aus mehrheitlich islamischen Ländern. In der Folge entstand durch Kinder, die hier geboren wurden, die so genannte »zweite Generation«. Von 1973 (2,7 Mio.) bis heute (ca. 8 Mio.) steigerte sich die Zahl der Migrantinnen und Migranten kontinuierlich, so dass spätestens Anfang der 90er Jahre die Frage quasi »natürlich« aufkam, was mit diesen Menschen seitens der Politik anzufangen sei. Da eine Rückwanderung nicht in Sicht war, betrat das Wort »Integration« die Bühne. (Etwa 30% der Migrantinnen und Migranten heute sind türkeistämmig.) İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan ekonomik sıkıntılar atlatılmıştı ve görülmedik bir büyüme gerçekleşiyordu Batı Almanya’da. Bu genç insanları kullanıp, sözleşmeleri bittiğinde ülkele Was ist das, »Integration«? rine geri göndermek istiyordu tekrardan canlanan devlet. Bu bağlamda kadınlar istenmiyordu ki, yalnızca Güney Kore’den (1970 sonrası) hemşire olarak alınan bayan işçiler gelmişti ciddi bir boyutta. Neben den Hinweisen, dass Integration Geduld und einen langen Atem erfordere (Johannes Rau), finden sich in der Literatur nur diffuse Vor 9 stellungen davon, was das denn sei. Sprache scheint eminent wichtig zu sein, aber auch »unsere Werte« und das Grundgesetz, zu dem man sich bekennen muss. Inwieweit dies mit einem Verlust der »nationalen«, »ethnischen« oder »kulturellen« Identität verknüpft sein muss, hängt vom politischen Lager ab, das die Integration der neu Hinzugekommenen fordert. Allgemein akzeptiert scheint indes die Vorstellung, es gebe etwas Konsistentes, in das sich Willige integrieren können. Was das aber sei, dieses »Wir« und »Uns«, das wird nirgends deutlich. Vielmehr wird die Komplexität der Gesellschaft in Deutschland oft außer Acht gelassen und ganz unbefangen ein »Wir« suggeriert, wo es — wie in allen Gesellschaften — viele verschiedene »Wir«s gibt. Ganz selbstverständlich (statisch) ist nichts in der deutschen Gesellschaft, jüdische Deutsche werden mit »Wir« etwas Anderes meinen als Afrodeutsche oder bayerische CSU-Wähler vom Dorf. Es mag sein, dass dies für die nationale Identität der Deutschen schädlich ist, es kann aber auch sein, dass es einfach nur zeigt, wie wenig sinnvoll eine nationale Identität allein aus historischen Erwägungen ist. Wer will da entscheiden, wo hinein sich wer integrieren soll? Beklenilen bir kriz yüzünden 1973’te durdurulan işçi alma programlarından sonra iki farklı gelişme görülüyordu: Özellikle Avrupa Topluluğu vatandaşları, uzatılmayan sözleşmeler sonucu Almanya’yı terk ediyorlardı, İslam’ın egemen olduğu ülkelerden gelen erkekler ise, aile birleşimi yoluyla eşlerini ve çocuklarını getirmeye başlıyorlardı. Burada doğan çocuklar sayesinde sosyoloji, «ikinci kuşak» terimine kavuştu. 1973’te Almanya’da takriben 2,7 milyon göçmen yaşarken, bu rakam bugün sekiz milyona ulaşmış bulunuyor. Böylelikle en geç 90’lı yıllarında sahneye «Uyum» sorunu çıkıyor. Bu insanlar Almanya’yı terk etmeyeceklerine göre, ne yapmalıydı onlarla? (Bugünkü göçmenlerin % 30’u Türkiyeli.) Bu «Uyum» Dedikleri Ne? Uyum, sabır ve uzun vadeli mücadele isteyen birşey diyor Cumhurbaşkanı Johannes Rau. Bunun dışında literatürde, uyumun ne olduğuna işaret eden somut birşey bulmak olanak dışı gibi. Dil önemli bir konumda, bu belli. «Değerlerimiz» de. Bir de Anayasaya saygı tabii. Bunların, «ulusal», «etnik» ya da «kültürel» kimlikten ne derecede vazgeçilmesini gerektirdiği meçhul — ya da «uyum» isteyen kişinin hangi partiye bağlı olduğuna bağlı. Genelde kabul gören bir unsur ise, isteyen her kişinin uyum sağlayabileceği birşeyin var olması. Ama bu «biz’in» ya da «bizim’in» ne olduğunu kimse söylemiyor. Almanya’daki toplumun ne derece muhtelit (kompleks) birşey olduğu görülmek istenmiyor, daha da çok, var olmayan bir bütünlük kurgulanmaya çalışılıyor. Bir değil, birçok «biz» var Almanya’da — her toplumda olduğu gibi. Hiçbir şey, «hep böyleydi, hep böyle kalacak» değil; yüzyıllardır Almanya’da yaşayan Yahudiler ya da Afrika kökenli Almanlar, «biz» dediklerinde, muhafazakâr bir köylüden bambaşka şeyler ifade ediyorlardır büyük bir ihtimalle. Bu, elbet ulusal kimlik açısından tehlikelidir, ama belki de ulusal kimliğin geleneksel olarak bile ne kadar gereksiz olduğuna bir işaret de olabilir. Sonuçta kim kime, neye uyum sağlayacağını buyurabilir ki? Kurban Bayramı 2010 10 Ulaş Yılmaz Dünya Küçük, Dün Uzak Dünya küçüldü. Çok küçüldü hem de. Artık eskisi kadar acıtmıyor ayrılığın, uzaklığın, acısı insanların canını, on yıllar öncenin silik anıları kadar. O anılar da olsa olsa bir iki türkü ve iki kalem fotoğraftan ibaret. Onlara bakıp duyduğumuz acı sadece kendi yolculuklarımızı anlatıyor bize. Sadece dinlediğimiz hikâyeler bunlar. Yaşamadık hiç birini. Yine de hissedebiliyoruz. Hikâyelerimiz çok güçlüdür bizim ve biz de güçlüyüz onlara inandığımız kadar. Onlar bizim bağnazlığımız, onlar bizim töremiz, dilimiz, dinimiz; onlar bizim gözümüz, kulağımız; kitabımızdır velhasıl. Bozkırın, karlı dağların, heyelanları bol yamaçların, denizin kitabı. Oradan okur oradan öğreniriz. «Erkekler uzak memleketlere gidiyorlar. Gidiyorlar, yanlarında kadınları, varsa bir iki de bebe… Bebeler ağlıyor. Sıkıntı niye bu kadar erken başlar ki? Ne zor be, insanın toprağını bırakıp uzaklara gitmesi. Hele o topraktan, başka bildiği tek şey elleriyse. Kocaman elleriyle avuçladığı bir tutam toprak ceplerinde, terk ediyor erkekler, memleketi. Yol uzak; gemiler büyük ve kocaman eller yumruk olmuş. Lakin kâr etmiyor hiç bir şey: Yol uzak; gemiler büyük ve kocaman eller yumruk… Gemiler hareket etti. *** Hatice daha önce köyden hiç çıkmamıştı. Buraya gelene kadar yollarda geçirdiği bir haftayı saymazsak bildiği tek yer köyüydü. Önce ilçeyi gördü. Sonra da şehri. Buraya gelene kadar yol o kadar uzun sürdü ki Hatice kocasının kulağına utarak fısıldayıverdi: «Dünya ne büyükmüş git git bitmiyor.» Hatice’nin kocasının tarlası tapanı yoktur. İcarcıdır; başkalarının toprağını sürerek geçinirler yani. Dünya malına sayılacak bir bağları vardı, bir de iki keçi, beş tavuk, bir horoz.. Onları da sattılar yolculuk için. Nasıl oldu; neden düştüler bu göç yollarına, Hatice bilmez. Söylemedi kocası. O da sormadı. Kocası onu kaçırdığında da sormamıştı. Bir gün «Gel!» demişti İbrahim. O da gitmişti peşi sıra. Beş gün yazıda yabanda yatmışlardı. Sonra aynı hanede bir yastığa baş koymuşlardı. Çok şükür kimse zorluk çıkarmamıştı fukaralıktan başka. Çok zor olmuştu tek göz evin kurulması. Senesinde doğurdu, devrisinde bir tane daha. Sonra bir gün kerpiç dökerken harcın içine saman katmadı diye İbrahim’den dayak yedi. O günden sonra döl tutmadı. Her şeye rağmen pek severdi kocası onu. Tarladır, bostandır demez çökerdi tepesine. «Avradım değil misin?» derdi Hatice biraz nazlandığında. Hatice, bir yandan utanıyordu kocasının erkekliğinden, bir yandan da pek seviyordu kocasının erkekliğini. Karışık duygulardı bunlar. «İyi ki kaçmışım sana» derdi pek coşarsa eğer. Sonra utanıp bükerdi boynunu. Bu kez de boynu büküktü ama ne utançtan ne de coşkudan. Kocasına kaçarken hissettiği gibi birşeydi. Bildiği alışkın olduğu her şey arkada kalmıştı. Dünyanın öbür ucuna gelmişlerdi. Geri dönmek istiyordu; sesi çıkmadı. Gözünün gördüğü en son yere kadar uzanan suya baktı. Allah yaratısıydı bu koca su. Altlarındaki bineğin de Hak işi olduğundan emindi Hatice. Birisi çıksa da «Buna gemi derler; insan yapısıdır» dese. Önce yüreğinin derinlerinden bir tövbe çeker sonra da kapatırdı yüzünü yazmasıyla. Tanık olmak istemezdi böylesi inkâra. Gemi limandan ayrılalı beri çok zaman geçmişti. Güneşin doğusundan ve batışından başka zamanı gösterecek hiç bir şey yoktu. Sadece su vardı ve bol bol mide bulantısı. Bir rahatsızlık için için kemiriyordu Hatice’yi ve İbrahim’i. Yine de ne Hatice İbrahim’e ağzını açıp tek kelime edebildi ne de İbrahim Hatice’ye. Aradan belki on belki de on beş gün daha geçti. Gün geçtikçe rahatsızlıkları arttı. Dayanamaz oldular. Dokunsan ağlayacaktı her ikisi de. Nitekim bir ara göz göze geldiklerinde içlerinde rahatsızlık göz yaşlarına boğuverdi her ikisini de. Sarılıp ağladılar uzun uzun: Bir daha asla geri dönemeyeceklerdi Avustralya denilen o gâvur memleketinden. 11 Was bedeutet Integration?! Ne O Uyum Dedikleri?! Deniz Güvenç Deniz Güvenç In der ganzen Diskussion um Menschen, die mit Migrationshintergrund in Deutschland leben, ist das Wort »Integration« zu einem festen Bestandteil geworden: Die Migrantinnen und Migranten mögen sich stärker integrieren und in Deutschland »ankommen«. Es stellt sich für mich allerdings die Frage, was die Integrationsfähigkeit von Einheimischen ausmacht? Bedeutet dies, dass der eingeborene deutsche Mensch ― da in Deutschland nach wie vor das Abstammungsprinzip gilt und erst allmählich das Territorialprinzip ergänzend eingebunden werden soll, mache ich die Unterscheidung zwischen Eingeborenen und Einheimischen ― bestimmte Verhaltens– und Denkweisen bei Einheimischen in der Art und Weise kritisieren darf, dass sie als »Integrationsunwilligkeit« gesehen und somit als Absage an die deutsche Gesellschaft interpretiert werden? Ne zaman Almanya’da yaşayan göçmenlerin konuşulsa, «UYUM» diye bir sözcükle karşı karşıya kalıyoruz. Göçmenler, daha fazla uyum sağlayıp Almanya’ya «varmaları» bekleniyor. Was heißt das konkret? In der Debatte über integrationsunwillige Einheimische kommt es mir so vor, als ob sie auf bestimmte Eigenschaften reduziert werden: patriarchalisch, sexistisch, homophob, rückständig, gewalttätig, aggressiv usw. Ich will das nicht abstreiten, da dies bestimmt auch alles der Fall sein mag oder auch sein kann. Mir drängen sich dabei allerdings folgende Fragen auf: Lässt sich dies nur auf den ethnischen Aspekt reduzieren? Oder will man sich mit sich selbst gar nicht konfrontieren und benutzt dafür lieber die anderen?! Als Eingeborener hat man natürlich das Recht, sich in anderer »Angelegenheiten« einzumischen und für sich klare Grenzen gegenüber den anderen zu setzen. Es geht mir in erster Linie darum, dass man sich seiner Selbst bewusst wird und sich dem auch stellt. Das bedeutet für mich, dass ich mir erst einmal meine eigenen patriarchalischen, sexistischen, homophoben, rückständigen, gewalttätigen und aggressiven Charakterzüge bewusst mache. Dann kann ich mich mit denen innerhalb meiner Gruppe auseinander setzen und dabei auf die anderen zugehen. Eine authentische und überzeugte Integration wird meiner Meinung nach erreicht, wenn ich im Dialog mit mir selber stehe. Denn erst dann kann ich einen Dialog miteinander übereinander gemeinsam führen. 12 Beni başka şeyler ilgilendiriyor bu bağlamda: Buralılar ne kadar uyum sağlayabilecekler? (Almanya’da Almanlık hâlâ sülaleden gelen birşey olarak görüldüğü için göçmen ve buralı ayrımını yapmakta yarar var diye düşünüyorum.) Buralılar, göçmenlerde bazı davranışlarını ve genelde düşünce tarzlarını öyle eleştiriyorlar ki, göçmenler uyum sağlamak istemiyorlarmış gibi görülüyor. Bu da neticede, Alman toplumunu reddetme olarak algılanıyor. Bu ne anlama geliyor? «Uyumsuz göçmenler» tartışmalarında görülmesi gereken birşey var: Göçmen kimlik daima olumsuz unsurlardan oluşuyor. Örneğin ataerkillik, cinsiyetçilik, eşcinsellere karşı olmak, gericilik, şiddet yanlılığı, kavgacılık vs. Bunların hepsi doğru da olabilir, yanlış da. Sorulması gereken asıl sorular ise şunlar: Bu olumsuzluklar yalnızca etnik kökene indirgenebilir mi? Ya da bu, suçu başkalarında arayarak kendi sorunlarından kaçma yöntemi değil mi? Elbet buralıların hakkıdır «başkalarının» işine karışmak. Ya da onlara karşı sınırlarını belirlemek. Ama ilk etapta insan kendini bilmeli ve kendini sorgulamalı, yani benim kişiliğim ne kadar ataerkil, cinsiyetçi ya da eşcinsel düşmanı? Ben ne oranda şiddet yanlısıyım, ne kadar saldırgan? Daha sonra bunları ait olduğum grup içerisinde tartışarak başkalarına yaklaşmak bana daha cazip bir yöntem olacakmış gibi geliyor. Otantik ve inandırıcı bir uyumun temeli, kendimle diyalog içerisinde bulunmamdır. Ancak bu şartı yerine getiriyorsam başkalarıyla birlikte hepimizi ilgilendiren konuları işleyebilirim. 13 Deutsche Männlichkeit vs. türkische Männlichkeit Warum es männlich ist, Schwule und Lesben zu diskriminieren Florian Harsch Seit fast 30 Jahren kämpfen Teile der deutschen Frauenbewegung für die Auflösung der Geschlechterrollen, weil sie die Menschheit spaltet in zwei Sorten von Mensch. Die eine Sorte soll stark und mächtig und damit der anderen Sorte überlegen sein. Diese soll genau das Gegenteil, nämlich schwach und weich und von der starken Sorte abhängig sein. Entweder gehörst du zu der einen Sorte, dann bist du Mann oder du gehörst zu der anderen Sorte, dann bist du Frau. Dazwischen gibt es nichts. Zumindest nicht in diesem vorgefertigten Schema, denn die gesellschaftliche Wirklichkeit sieht ganz anders aus: Da gibt es nämlich Menschen, die sich mit dieser Einteilung nicht identifizieren können und damit sind nicht nur Schwule, Lesben und Transsexuelle gemeint, nein, unabhängig von der sexuellen Orientierung und vom Geschlecht ist jeder Mensch Opfer dieser starren Einteilung. Die Frauen haben das als erste erkannt. Sie haben ihre aufgezwungene Unterlegenheit und Unterwürfigkeit benannt und dagegen rebelliert und dazu beigetragen, dass die weibliche aber auch die männliche Rolle heute weniger starr sind als jemals zuvor. Die Männer, die zunächst durch ihre höhere gesellschaftliche Stellung scheinbar bevorteilt sind, leiden aber auch unter der Normierung. Nicht bei jedem hat die Sozialisation zur Dominanz und Härte gefruchtet, was jedoch unabdingbar ist, um als »richtiger« Mann zu gelten. Demnach braucht der Mann ein neues Rollenverständnis und ist, gezwungenermaßen, auch offen dafür. Diese in Deutschland vorherrschende Dynamik einer Entwicklung und Veränderung des Rollenverständnisses stößt auf den Konservatismus der türkischen Kultur. Viele Türken die in Deutschland leben, haben diese Geschlechter– Entwicklung nicht mitgemacht, sondern sich auf ihre Ursprungskultur berufen, die an den traditionellen Geschlechterrollen festhält. Im Gegensatz zu den deutschen Männern konnten sie weitestgehend ihre Überlegenheit allem »Weiblichen« gegenüber wahren. Mit Blick auf das sich langsam ausbreitende neue deutsche Männerbild klammert sich der türkische Mann umso fester an die alte Rollenverteilung. 14 Alman Erkekliği, Türk Erkekliği Erkeklik Yapılanmasında Eşcinsel Düşmanlığı Florian Harsch [Almancadan: Koray Ali Günay] Yaklaşık 30 yıldır Alman kadın hareketinin bir kısmı toplumsal cinsiyet rollerinin ortadan kalkması için çaba sarfediyor. Bu roller, insanları ikiye ayırıyor: İnsanların bir kısmı kuvvetli ve güçlü, yani diğerini yönetiyor, diğeri ise güçsüz ve yumuşak, ilkine bağımlı. Ya birine ya da diğerine ait olmak zorunluluğu var, ya erkek oluyorsun ya da kadın. Bunların arasında duran birşey yok. En azından bu katı anlayışa göre yok. Ama toplumsal gerçeklik farklı. Bu alanda, bu kuralı benimsemeyen insanlar var ve bunların arasında eşcinsel olmayanlar da var. Cinsel eğilim ve cinsiyete bakmaksızın her insan bu ayrımın acısını çekmek zorunda bırakılıyor. Bunu ilk olarak kadınlar anladı. Dayatılan mağlubiyeti ve boyun eğmeyi adlandırdılar ve baş kaldırdılar. Böylelikle bugüne gelindi. Sonuçta toplumsal erkeklik ve kadınlık rolleri hiç görülmediği kadar yumuşadı. Bu cinsiyetçilik, yalnızca kadınlara acı vermez. Onlara dayatılan üstünlük ve sertlik herkeste ekilir ama herkeste biçilmez. Ama «gerçek» erkek olmak için bunlar gerekmektedir. Bunun dışında erkekler zaten gittikçe toplumdaki egemenliklerini kaybederler, onların iktidarını kabul etmeyen kadınların sayısı artar, o tipik erkeklik anlayışı her geçen gün daha fazla sorgulanır. Yani erkekliğin yeniden tanımlanması gerekmektedir. Erkekler biraz da zorunlu olarak yeni kimlik arayışlarına girmektedirler. Almanya’da egemen olan bu düşünceler ve değişimler, burada yaşayan Türkiyelilerin tutuculuğu ile çakışır. Almanya’da yaşayan birçok Türkiyeli, toplumsal cinsiyet alanındaki değişimi doğrudan takip etmez, aksine kendi kültürüne ve onun getirdiği rollere sarılır. Burada yine dönüşümü engelleyen erkeklerdir. Kaybedecek bir şeyleri olan onlardır çünkü. Alman erkeklerinin yapamadıklarını onlar sağlamışlardı: Erkek iktidarını korumak, «erkek» olmayan herkesi dışlamak. Alman toplumunda yaygınlaşan yeni erkeklik anlayışına şaşırarak, Türk erkeği kendi kültürüne eğilir ve kendi gelişmesine engel olur. Zaten kaybedecekleri olanlar da onlar. Alman erkeklerine karşılık görece halen güce sahip olanlar onlar. Alman erkeklerin de istemeyerek alışmak zorunda kaldıkları yeni erkeklik anlayışı, Türk erkekleri tarafından kimliklerini kökten tehdit eden bir unsur olarak algılanıyor. Und damit liefert er besten Zündstoff für die Diskriminierung Homosexueller. Denn Schwule und Lesben rütteln an der alten Rolle Mann und sie rütteln damit an dessen Macht. Vor allem Schwule bedrohen das Bild des überlegenen, starken männlichen Geschlechts und ziehen damit, nach Sicht der Männer, die ganze »Mannheit« in den Schmutz. Doch die Wahrheit ist: Sie ziehen den Mann lediglich auf eine Ebene mit der Frau. Denn Schwule werten »Weiblichkeit« nicht ab, sondern verbünden sich mit ihr. Die Abgrenzung zur Frau droht damit zu schwinden und mit ihr die Männlichkeit — eine schaurige Vorstellung für jeden Mann. Deshalb wird der Schwule verdrängt, verachtet, vermöbelt — im schlimmsten Fall sogar vernichtet. Lesben trifft kein besseres Schicksal. Um der Frau überlegen zu sein, unternehmen Männer alles Mögliche, Frauen schwach zu machen (man denke da nur an die hochhackigen Schuhe und engen Röcke, die gerade mal Trippelschritte möglich machen, was ja ach so weiblich ist). Wer da nicht mitspielt (und viele Lesben spielen definitiv nicht mit), stellt ebenfalls eine Bedrohung der Macht des Mannes dar, die bekämpft wird. Und je minderwertiger sich ein Mann fühlt, je mehr er sich über sein Geschlecht definieren muss, um sich gut zu fühlen, desto stärker sieht er sich von der Angleichung zwischen Mann und Frau bedroht. Und umso verächtlicher begegnet er Homosexualität. Anstatt diesen Rollen–Konservatismus weiter totzuschweigen, müssen sich Deutsche endlich aus ihrer Befangenheit befreien und anfangen dieses Frauen– und Männerbild lautstark zu kritisieren — ein Bild, das sie glaubten hinter sich gelassen zu haben, das jedoch viele Türken hier noch ungeniert vertreten dürfen. Und auch TürkInnen müssen offen sein für die Kritik an ihrer Kultur. Denn noch immer sind einige gekränkt, wenn man vor allem die Stellung der Frau in der türkischen Familie in Frage stellt. Ihnen sei gesagt, dass die deutsche Familie ja genauso unter Beschuss steht und genauso hinterfragt wird. Und man darf nicht vergessen, dass viele junge Frauen und Homosexuelle unter den alten Rollenzuschreibungen und der damit verbundenen Abwertung von Eigenschaften und Verhaltensweisen, die mit »Weiblichkeit« verknüpft werden, massiv leiden. Das lässt sich nun einmal nicht von der Hand weisen. Um die Diskriminierung von Lesben, Schwulen, Bi– und Transsexuellen zu bekämpfen, dürfen wir nicht zulassen, dass Veränderungen des Rollenverständnisses gebremst werden, sondern müssen die vorherrschende Dynamik und den Änderungswillen unterstützen. Wir müssen dafür sorgen, dass deutsche wie türkische Jungen und Männer ihre Männlichkeit nicht in der Dominanz Bu da, eşcinsel düşmanlığını körüklendiren en önemli kaynaklardan birisi. Eşcinseller, geleneksel erkeklik anlayışını en temelden zedeleyebiliyorlar ve böylelikle onun iktidarını sorgulamış oluyorlar. Özellikle erkek eşcinseller, baskın, güçlü erkekliğe ve dolayısıyla erkekliğin tümüne çamur atıyor gibi görülüyor. Ama gerçek şu ki, erkekliği, kadınlıkla bir düzeye getiriyorlar. «Kadınlığı» reddetmemek, iki toplumsal cinsiyetin arasındaki sınırları yok etmek anlamına geliyor. Ama ezik «kadının» olmadığı bir toplumda, baskın «erkek» de kendini var edemiyor. Bu yüzden eşcinsel erkek dışlanıyor, üstüne kin çekiyor, dövülüyor ve en kötü ihtimalde yok ediliyor. Ama lezbiyenlere de farklı davranılmıyor. Her şekilde kadından üstün olma çabası, erkekleri birçok yöntemle arkadaş ediyor. Doğru düzgün yürümeyi imkânsızlaştıran yüksek topuklu ayakkabıları ya da dar etekleri düşünün. «Seksi» bir kadın olmak, hareketsizliği beraberinde getiriyor. Bu oyuna gelmeyen kadın da — ki birçok lezbiyen bu oyuna gelmiyor — erkekliği tehdit ediyor. Bu kadınlara savaş açılıyor. Bir erkekte ne kadar çok aşağılık kompleksi varsa o kadar cinsiyetine bağlanır, kadın gibi olmaktan korkar. O kadar da eşcinsel düşmanı olur. Toplumsal cinsiyet alanında var olan bu tutuculuğu görmemezlikten gelmektense, bence Almanlar artık susmamalılar. Bu kadınlık ve erkeklik anlayışlarını da yadırgamaya başlamalılar. Bizim geride bıraktığımız bu ilkel anlayışlara göçmen Türkler’de de eleştirel yaklaşmamız lazım. Türkler de, kendi kültürlerine yönelik eleştirilere açık olmaları lazım. Bu dayatmalar yalnızca onları değil, Alman aile yapısını da sorguluyor. Şunu unutmamak gerekir ki, birçok genç kadın ve eşcinsel, «kadınlığı» aşağılayan bu zor koşullar altında eziliyor. Hoşgörüyü yanlış anlayan Alman toplumu hakkında, kız ve kadınlara karşı şiddet teşvik ediliyor teşhisine de varılabilir. Ben, Türkiyeli gençlerle yaptığım çalışmalarda «kadınlığı» çağırıştıran her şeyin ne kadar aşağılandığını gördüm. Böylelikle, «eşcinsel/ibne» kelimesi Alman gençlerde de bir küfür haline geldi. Eşcinsellerin maruz kaldığı dışlanmayı azaltmak için, bence toplumsal cinsiyet anlayışlarının değişmesini sağlayan her şeyi teşvik etmeliyiz ve bu süreci frenleyen her şeye de dur demeliyiz. Alman ve Türk erkekliklerin, toplumsal cinsiyetlerini kuraraken, bunu kadınların aşağılanması üzerinden yapmamalarına dikkat etmeliyiz. Kadının aşağılanması, eşcinselin de aşağılanması anlamına gelir. 15 über Frauen und der Abwertung des »Weiblichen« sehen (und somit in der Abwertung von Homosexualität). Insbesondere der/die Deutsche darf nicht im Rahmen seiner/ihrer selbstgefälligen Pseudo–Toleranz gegenüber der türkischen oder anderen in Deutschland vertretenen Kulturen dieser vormodernen Ungleichbehandlung aufgrund des Geschlechts zustimmen. Denn das ist eine Toleranz der Intoleranz. Yeni rol anlayışlarının oluşumunu engelleyecek her şeye karşı çıkmalıyız. Özellikle Almanlara burada büyük bir görev düşüyor; ilkel cinsiyet anlayışlarına göz yummak, hoşgörüsüzlüğü hoşgörmek anlamına gelir yoksa… Teile und herrsche Im Spannungsfeld von Homophobie, Sexismus und Rassismus Böl ve Yönet Eşcinsel Düşmanlığı, Cinsiyetçilik ve Irkçılığın Arasında Bir Yerde Koray Ali Günay Koray Ali Günay Es ist eine eigentümliche Position, die man als migrantischer Homosexueller einnehmen muss, wenn es um die Themen Sexismus und Homophobie in MigrantInnen–Communities geht. »In die Verlegenheit kommen, etwas verteidigen zu müssen, worunter man selbst vielleicht am meisten leidet« ließe sich das vielleicht nennen. Konu, göçmenler arasında eşcinsel düşmanlığı ya da cinsiyetçilik olunca, göçmen eşcinsel olarak ilginç bir duruma giriliyor. «Aslında en çok seni inciten birşeyi savunma zorunluluğu» gibi birşey doğuyor ki, insan kendi durumunu anlamakta zorlanıyor. »Türkeistämmige Männer sind (neben den arabischen) besonders homophob und frauenverachtend.« Das ist ein Vorwurf, der oft zu hören ist, auch oben im Artikel von Florian Harsch. Die Analyse ist aber nicht frei von Zuschreibungen. Wenn man auf solche Aussagen wie oben antwortet, dass man reale und handfeste soziale Auseinandersetzungen nicht ethnisieren dürfe, gehen die aufgeklärten deutschen Bildungsbürger sofort in die Position der Opfer. Sie sehen sich kollektiv zu Rassisten gestempelt und Meinungs– und Äußerungsfreiheit gefährdet, weil die political corectness ihnen vermeintlich den Mund verbiete. Aber es geht nicht darum, Menschen kollektiv zu Rassisten zu erklären, auch nicht darum, Meinungen zu verbieten. Es geht aber andererseits auch nicht darum, einseitig stereotype Zuschreibungen zu akzeptieren. Wer par tout sagen möchte, dass »die Türken« (Moslems, Ausländer…) nun einmal so und so seien, muss auch aushalten können, dass »die Deutschen« usw. In der Tat sind die meisten Einwanderer und Einwanderinnen aus den Mittelmeerländern hierher gekommen, weil sie in ihrem Herkunftsland keine Arbeit hatten bzw. keine Zukunft sahen. Es waren fast ausschließlich Menschen aus den unteren Schichten der Gesellschaft, mit allen Bildungs– und sonstigen Defiziten. Es ist aus der Logik der Sache heraus total richtig und korrekt, dass diese Menschen nicht die gleiche Weltgewandheit besitzen wie Metropolenbewoh– 16 «Özellikle Türkiyeli ve Arap kökenli erkekler eşcinsel ve kadın düşmanı oluyorlar» argümanını çok duyuyoruz. Bu, Florian Harsch’ın yukarıdaki yazısı için de geçerli. Göze çarpan, İslam’ı baskın din olarak merkeze koymaması — şu zamanlarda her göçmenlikle ilgili her konuda yapılan birşey. Florian bu bağlamda daha gerçekçi, toplumsal bir yaklaşımı seçmiş. Ama bu, onun önyargısız olduğu anlamına geliyor mu? Gelmiyor. Yukarıda geçen birtakım suçlamalara cevap ararken, sosyal çatışmaları etnik kökene indirgememek gerektiğini söylediğinizde, aydın Alman burjuvazisi hemen kurban pozisyonunu alıyor. «Toptan ırkçı yaptınız bizi yine» diyorlar, ya da ifade özgürlüğünü tehdit ettiğinizi söylüyorlar. «Azınlıksınız diye size birşey söyleyemeyecek miyiz yani» diyorlar. Oysa ki önemli olan bu değil. İnsanları kitle halinde, ırkçı deyipte bir köşeye sıkıştırmakta kimse için bir yarar yok. Ama (on yıllardır yaptığımız gibi) tek taraflı suçlamaları da kabul edemeyiz artık. Eğer bir insan illâ, «Siz Türkler (müslümanlar, yabancılar) şöylesiniz» demek istiyorsa, yankı olarak «Siz Almanlar şöylesiniz»’i de rahatça kaldırabilmesi gerekiyor. Gerçekten de birçok göçmen, Akdeniz ülkelerinin kırsal kesimlerinden geldi buraya. Orada iş yoktu, güç yoktu. Dolayısıyla her toplumun özellikle alt kesimlerinden insanlar geldi, bütün bilgi ve diğer eksiklikleriyle. Kolayca anlaşılabileceği gibi bu insanların dünyaya bakış açıları Avrupa metropollerinde yaşayan toplumlardan çok farklıydı. Yoksa zaten kendi ülkelerini terkedip, Avrupa’da göçmen olarak yaşama ihtiyacı duymazlardı. nerInnen aus der Ersten Welt — sonst wären sie nicht zu ArbeitsmigrantInnen geworden. Aber heißt das, dass »die Türken« so und so sind? Wie richtig ist es, in schwarzhaarigen, dunkelhäutigen Menschen zuerst den ethnisch Anderen zu sehen? Warum sieht man in ihnen nicht die ArbeitsmigrantInnen von einst und die unteren Schichten von heute? Die Tendenz, von äußerlichen Merkmalen auf Inneres zu schließen, hat man früher Rassismus genannt. Würde man aber in den Sexisten und Schwulen– Klatschern zunächst einmal Unterschicht– Angehörige sehen, würden sich vielleicht Parallelen ergeben, die für einen gemeinsamen Kampf gegen Sexismus und Homophobie ganz nützlich wären. Denn die Tendenz, Probleme auf den »Anderen« zu schieben machen nicht nur diesen zu etwas Minderwertem, sondern auch einen selbst zu etwas Höherwertem. Das ist etwas, das Florian Harsch in seinem Artikel ganz hervorragend am Bespiel des Geschlechterverhältnisses geschildert hat. Homophobie und Sexismus sind sehr ernste und heikle Themen, die die gesamte Gesellschaft betreffen. Ein deutsches Dorf auf dem platten Land wird da ähnlich funktionieren wie ein »ethnisches« Ghetto in einer Großstadt. Dies zu betonen wäre sinnvoll. Denn sonst ist die Strategie allein: Lass uns »ihre« Homosexuellen/Frauen auf unsere Seite ziehen (weil sie ja eigentlich uns viel ähnlicher sind), dann haben wir ein einfacheres Spiel. Aber leider sind migrantische Homosexuelle/Frauen eben nicht nur Homosexuelle oder Frauen, sondern auch migrantische Menschen und haben ihre Sensibilitäten in beide Richtungen entwickelt. Würde ich eine These stützen, die da lautet »Türken sind besondes homophob«, hieße das (auch) »Ich bin besonders homophob.« Die missliche Lage, in die wohlmeinende Deutsche mich/uns da bringen, müssen wiederum wir alleine aushalten. Deswegen lieber »Gemeinsam sind wir stark« als »Ihr seid schuld an allem«… Ama bu, «Türklerin hepsi şöyledir» anlamına gelebilir mi? Kara gözleri ya da koyu teni en belirgin özellik konumuna getirmek ne kadar gerekli ve ne kadar doğru? Neden o insanları gördüklerinde Almanlar zamanın «misafir işçileri» ya da bugün toplumunun alt tabakası demiyor da, etnik azınlık diyor? Ve bu tanımın çağırıştıdığı her olumsuzluğu her gün yeniden kuruyor («Türk erkeği maço, Türk kadını ezilir» misali)? Eskiden, dış görünüm ve iç olgular arasında bir bağlantı kurmayı ırkçılık olarak tanımlıyorlardı… Eşcinsel düşmanlarını ve cinsiyetçi ayrımcılık yapanları ilk bakışta «yabancı» yerine toplumun alt sınıfları olarak görülseler, belki de ayrımcılık yapan herkese karşı ortak bir mücadele başlayabilir. Görülen sorunları, «Bu size mahsus» deyipte «öteki»’ye mal etmek, yalnızca onun değerini düşürmüyor. Aynı zamanda benim de değerimi arttırıyor. Kadın–erkek sorunu için bu mekanizmayı çok güzel anlatmış Florian Harsch, ama toplumdaki kültürel azınlık–çoğunluk ilişkisinde de aynı mekanizmanın işlediğini görmemiş… Cinsiyetçilik de eşcinsel düşmanlığı da çok ciddi ve aynı zamanda hassas konular. Bu konular bütün toplumu doğrudan ilgilendiriyor. Taşradaki bir Alman köyün bu bağlamda büyük şehirlerdeki herhangi bir kültürel gettodan çok farklı olacağını hiç düşünmüyorum. İkisi de aynı usûller ve kabuller üzerine belirli şeylerin «normal» olduğunu varsayıyor, bazı şeyleri ise gözardı ediyorlar. Yani aksine, bu beraberlik üzerine durmanın çok daha verimli olacağını düşünüyorum. Yoksa strateji çok bariz bir şekilde, «Onların eşcinsellerini/kadınlarını bizim tarafa çekelim, zaten bize daha çok benziyorlar» olacaktır ki, bu çok tehlikeli. Göçmen kadınlar/eşcinseller yalnızca kadın ya da eşcinsel değiller, aynı zamanda göçmenler de. Bizim duyarlılığımız her iki yönde de gelişiyor. «Özellikle Türkiyeliler, eşcinsellere karşılar» gibi bir düşünceyi paylaşmak bizim için, «Özellikle ben eşcinsellere karşıyım» anlamına (da) geliyor. «Suç sizde» diyerek bizi ittikleri bu köşede yalnız bırakan Almanlara hepimiz şunu söyleyelim bence: «El ele verirsek daha güçlü oluruz!» Çok aktif bir erkek, 26 yaşında, 1,84 boyunda, 83 kilo, sporitf, sevimli, temiz, 25 yaşına kadar oğlanlarla tanışmak istiyor. Çok konuşmadan hemen sekse başlayalım. Travesti ve yabancılar aramasın. Tel.: 17 Günter Piening ist der Beauftragte des Berliner Senats für Migrations– und Integrationsfragen. Nachdem er das gleiche Amt in Saksonya–Anhalt erfolgreich abgeschlossen hatte, übernahm er das Amt von seiner Vorgängerin in Berlin, Barbara John. Wie bewerten Sie die Entscheidung, dass gerade Sie Migrations– und Integrationsbeauftragter des Senats von Berlin geworden sind? Die Berliner Integrations– Politik befindet sich einer gewissen Umbruchphase. Einige Akzente müssen neu gesetzt werden. Da ist es sicher nicht von Nachteil, mit einer gewissen Unvoreingenommenheit an die Arbeit heranzugehen. Die bringe ich mit, da ich nicht Teil der langen, mehrere Jahrzehnte währenden Berliner Migrations– und Integrationsgeschichte bin. Dass hier eine Chance gesehen wird, in der Berliner Integrationspolitik ein Schritt weiterzukommen, ist mir übrigens in den Gesprächen, die ich geführt habe, häufig bestätigt worden. Man erwartet von mir eine gewisse Unabhängigkeit und Transparenz in den Entscheidungen, sozusagen die gleiche Distanz zu allen Gruppen und Strömungen. Ich glaube, das ist eine gute Basis, um für die Entscheidungen, die ich zu treffen habe, die nötige Akzeptanz zu finden. Sie sprachen von Umbruch. Was hätte Ihrer Meinung nach in den letzten 20 Jahren in der Integrationspolitik schon angegangen werden müssen? Es hätte überhaupt eine ernsthafte Integrationspolitik stattfinden müssen! Aber die Bundesrepublik hat immer diese Selbstlüge vor sich hergetragen: Wir sind kein Einwanderungsland, darum brauchen wir Einwanderung auch nicht zu gestalten. Eine ernsthafte Debatte um die Grundlagen und Konflikte einer Einwanderungsgesellschaft wurde weder mit der 18 Günter Piening, Berlin Büyükşehir Belediyesi’nin Göç ve Uyum Sorumlusu. Sachsen–Anhalt’te aynı makamda hizmet ettikten sonra yeni görevini bu yıl Berlin’de Barbara John’dan devraldı. Başkent Berlin’de Göç ve Uyum Sorumlusu görevine getirilmenizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Berlin’deki uyum politikası şu an bir değişim noktasında. Bazı konularda yol ayrımındayız. Bu bağlamda dışarıdan gelen, tarafsız birisi olarak işe başlamanın avantajları var şüphesiz. Ben, bu tarafsızlığa sahibim. Onlarca yıl süren Berlin göç ve uyum tartışmalarına dahil olmadım. Yaptığım görüşmelerde, bunun büyük bir şans olarak algılandığını görüyorum. Berlin’de olumlu adımlar atacağımızdan eminim. İnsanlar benden belli bir bağımsızlık ve kararlarımdan şeffaflık bekliyorlar, yani her türlü grup ve akıma aynı mesafeden bakmamı. Vereceğim kararları kabul ettirebilmek için çok olumlu bir temel bu bence. Değişimden bahsettiniz. Sizce son yirmi yıl içerisinde Berlin’de yaşayan göçmenlerin uyumu konusunda neler yapıldı ve neler yapılabilirdi? Bu alanda daha ciddi politikalar üretilmesi gerekirdi; bu yapılmadı! Almanya hep bu yalanla yaşadı, «Burası göç ülkesi değil!» deyip durdu. O yüzden uyum hakkında kimse ciddi ciddi kafa yormadı. Ne çoğunluk içerisinde ne de azınlık topluluklarıyla göçün temelleri ve olası problemleri tartışıldı. Bu, bugün yaşadığımız sorunlara farklı bir ışık tutuyor. Sorunun en belirgin şekilde ortaya çıktığı eğitim sistemi. Yapılan her araştırma şuna işaret ediyor ki, çokkültürlü bir toplumda eğitim nasıl yapılır, bilinmiyor. Yani ihmalciliğin acısını herkes çekiyor. Göç çok geniş bir konu. Burada yaşayan göçmenlerin uyumu için öncelikli hedefleriniz neler olacak? Uyum politikasının, Berlin gibi uluslararası bir metropolde başka yerlerden farklı olması gereki- Mehrheitsgesellschaft noch mit den Einwanderer–Communities geführt. Das rächt sich heute vielfach. Versäumt wurde etwa, die Bildungseinrichtungen so umzubauen, dass sie den Anforderungen an eine Kultur der Vielfalt genügen. Die Pisa–Studie hat uns die verheerenden Ergebnisse dieser Verweigerung gezeigt. Migration hat viele Facetten. Was sind Ihre vorrangigen Ziele in der Integrationspolitik? Eine Integrationspolitik in einer internationalen Metropole wie Berlin hat naturgemäß andere Schwerpunkte als etwa eine Integrationspolitik in Schleswig–Holstein. Die Lebendigkeit, die Attraktivität, die wirtschaftliche Kraft hängen von Zuwanderung ab und davon, wie wir sie gestalten. Diese Potentiale müssen wir immer mit thematisieren, wenn wir die Konflikte und Probleme in den Blick nehmen. Im Mittelpunkt meiner Arbeit werden drei große Themenkomplexe stehen: 1. Die Verbesserung der beruflichen und sozialen Integration. 2. Die Förderung von Partizipation und Aktivierung der Migrantinnen und Migranten und 3. die Auseinandersetzung mit antipluralen Tendenzen in Teilen der Mehrheitsgesellschaft und in Teilen der Migranten–Communities. Daneben möchte ich auch die Debatte um das künftige Profil der »Einwanderungsstadt Berlin« intensivieren. Der Wunsch nach der stärkeren Herausarbeitung so eines mittelfristigen Leitbildes, auf das sich all die Akteure beziehen können, ist von vielen Seiten an mich herangetragen worden. yor. Göç ve bu göçün yönlendirilmesi, büyük bir ölçüde kentin yaşam dololuğunu, çekiciliğini ve de ekonomik gücünü etkileyecektir. Hep sorunları konuşuyoruz ama aslında bu konuları da hiç gözardı etmememiz lazım. Görevimin üç ana hedefi ise, şöyle sıralanabilir: 1) İş ve toplumsal alanda uyum; 2) göçmenlerin katılımını ve girişimciliğini arttırmak ve 3) çoğulcu topluma aykırı akımları çoğunlukta ve azınlık topluluklarında takip etmek. Bu bağlamda, «Göç ve Berlin» konusunda fikir üreteceğim. Bu bağlamda, farklı çevreler beklentilerini bana aktardılar. Ayrımcılığa karşı çıkarılacak yasayla sizce toplumda varolan ayrımcılığın önüne geçilebilecek mi? Bu yasa önemli bir gelişme. İlk defa kurbanlara ayrımcılığa karşı birtakım hak tanınıyor. Ama belki de toplumsal bir tartışmanın motoru da olabilir. Ayrımcılık nedir? Sebepleri nedir? Sonuçları nedir? Zaten bir de bu konuları insanların güncel hayatlarına bağlamak gerekiyor. Eğer bu başarılırsa, büyük bir adım atmış olacağız. Wird das Antidiskriminierungsgesetz Ihrer Meinung nach die vorhandenen Diskriminierungen abbauen? Es ist ein sehr wichtiger Baustein. Das Gesetz wird wichtig sein, weil es den Opfern einige Instrumente in die Hand gibt, sich gegen Diskriminierung zu wehren. Vielleicht kann es aber auch ein Vehikel sein, um die gesellschaftliche Diskussion über Diskriminierung, ihre Ursachen und ihre Wirkungen zu intensivieren und mit dem Alltag der Menschen zu verknüpfen. Wenn dieses gelänge, dann wären wir wirklich einen großen Schritt weiter. Gehört Ihrer Meinung nach in dieses Gesetz auch die Diskriminierung aufgrund der sexuellen Identität? Dem Grund nach natürlich ja, denn Mehrfachdiskrimierung ist immer mit zu thematisieren. Ich bin aber nicht sicher, ob dazu ein großes, umfassendes Gesetz oder mehrere Einzelgesetze sinnvoll sind. Auf der einen Seite macht es natürlich Sinn, unterschiedliche Tatbestände Sizce yasada insanların cinsel kimliklerinden dolayı dışlanmasını önleyen maddeler de yer almalı mı? Aslında evet tabii. Katmerli ayrımcılığın da sürekli gündeme getirilmesi gerekiyor. Ama ayrımcılık konusunda büyük bir yasanın her şeyi değiştireceğine inanmıyorum; belki de birkaç tane işlevsel küçük yasa daha iyi olur. Bir taraftan farklı ayrımcılık tecrübelerini biraraya getirmek güzel tabii ama benim kaygım şu ki, her yaşanan ayrımcılığı bir kazana atıp kaynattığımızda sorunların bir kısmı yine gözümüzden kaçıyor. Böylelikle karşı koymak da zorlaşacaktır… Bir de pratik sebepler var. Almanya, Avrupa Birliği’nin 29 Haziran 2000’de alınan 2000/43/EG 19 zusammenzufassen. Auf der anderen Seite habe ich den Eindruck, dass die Zusammenfassung aller Formen von Diskriminierung dazu führen könnte, dass spezifische Probleme einzelner benachteiligter Gruppen weniger deutlich wahrgenommen würden. Damit würden auch die notwendigen Gegenstrategien verwässert werden. Und: Die Bundesrepublik ist mit der Umsetzung der Richtlinie 2000/43/EG vom 29. Juni 2000 zur »Gleichbehandlung ohne Unterschied der … ethnischen Herkunft« stark im Verzug. Deswegen schätze ich es nicht als realistisch ein, dass der Anwendungsbereich auf alle Diskriminierungstatbestände ausgedehnt werden wird. Werden Sie denn persönlich als Integrationsbeauftragter der Situation von Minderheiten innerhalb von Minderheiten besonderes Augenmerk schenken? Ja. Der Umgang mit Minderheiten und die Akzeptanz von Vielfalt tangiert den Kernbereich unserer Demokratie. Wenn ich Ächtung von Diskriminierung fordere und Anerkennung von Vielfalt der Sichtweisen und Lebensstile, dann kann ich doch nicht nur in Richtung der sogenannten Mehrheitsgesellschaft blicken. Die Forderung nach einer Kultur der Akzeptanz ist immer universell und für alle gültig — Schonräume sind da zurecht nicht vorgesehen. kararına bağlı, yani «Etnik kökene bakmaksızın herkese eşit davranmak» zorunda. Burada büyük bir gecikme söz konusu. Bir an önce yasal düzenlemelere gidilmeli. AB kararının her türden ayrımcılığı kapsayacak şekle getirileceğini düşünmüyorum. Bence bu yasa, etnik kimlikle sınırlı kalacak. Zaten yasanın çabuk çıkmasını istiyorsak bunu da göz önünde bulundurmak zorundayız. Peki azınlıklar içerisinde dışlanan azınlıkların, örneğin eşcinsellerin, uyumu konusunda girişimlerde bulunacak mısınız? Evet. Azınlıklarla ilgili politikalar demokrasimizin temel konularından birisidir. Özellikle çoğulcu toplumda «kabul etmek» ve «görmek» çok önemli. «Ayrımcılığa son» deyip de, farklı yaşam biçimlerinden ediyorsam, yalnızca çoğunluktaki insanlara bakmak olmaz. Kabul kültürü her yerde ve herkes için geçerli olmalıdır. Etnik azınlıklar da buna dahil. Kimseyi bu konuda koruma altına alamayız. Möchten Sie den LeserInnen von lubunya noch etwas mit auf den Weg geben? «lubunya» dergisi okurlarına bir mesajınız var mı? Die Schwulen– und Lesbenbewegung weiß aus ihrer Geschichte, wie lang der Weg bis zur heutigen Anerkennung war. Die aktuellen Äußerungen der katholischen Kirche zeigen, dass diese Anerkennung aber immer wieder gefährdet ist und verteidigt werden muss. Meine Bitte ist darum, dass — bei aller Festigkeit in der Argumentation und Streitbarkeit in der Sache — gerade auch im Hinblick auf die Migranten–Communities die Debatte mit Augenmaß und dem Wissen um den notwendigen langen Atem geführt wird. Gerade in diesem Zusammengehen von schwul–lesbischer Bewegung und den klar zivilgesellschaftlich ausgerichteten Kräften innerhalb der Migranten–Communities sehe ich eine große, wichtige Kraft für die Stärkung pluraler Entwicklungen in Berlin insgesamt. Eşcinsel hareket, bugünkü noktaya gelinmesinin ne derece zor olduğunu çok iyi biliyor. Eşcinsellerin kendilerini kabul ettirmeleri epey uzun sürdü. Katolik Kilisesi’nin eşcinsellikle ilgili açıklamaları, bu sürecin henüz bitmediğini çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Yine tehdit, yine kendini koruma gereksinimi. O yüzden, bu konu hakkında yapılan tartışmalarda, özellikle göçmen örgütleriyle yapılan konuşmalarda, her ne kadar hak eşcinsellerleyse de, derin nefes alıp, uzun vadeli bir süreç içerisinde bulunduğunuzu unutmayın. Yalnızca böylelikle, onlarla birlikte birşeyleri değiştirebilirsiniz. Eşcinsel hareketin, göçmen örgütleri arasındaki sivil toplum girişimleriyle bir araya gelmesi, Berlin genelinde çok olumlu sonuçlar verecektir. Çoğulcu toplumun bu tür diyaloglara ihtiyacı var. Wir bedanken uns ganz herzlich bei Herrn Piening für die Zeit, die er sich für uns genommen hat. Günter Piening’e, bize ayırdığı vakit için çok teşekkür ederiz! 20 Zurafa’nın Düşkünü — Seviciliğin Tarihçesi Giraffen und feine Frauen — Die Geschichte der lesbischen Liebe Elbette ki o uzun boylu, sevimli Afrika hayvanından söz etmiyoruz. Bu ‹zurafa› Afrika değil, İstanbul kaynaklı. Kökeni Arapça ‹zarif› sözcüğünden geliyor. Zarifin çoğul hali olan zurafa Osmanlı’da hanımlar arasındaki ‹sevicilik› meşrebine dahil olanlara takılan isimdir. Refik Halid Karay, «Üç Nesil, Üç Hayat» kitabının «Hamam» bölümünde, özür dileyerek açtığı parantez içinde sözcüğün kaynaklarına değinip geçiverir: «O zümreye neden böyle denmiştir? Herkesin, bilhassa aynı tarikat veya güruha mensup olmayanların anlamayacakları bir hususi lehçe, bir argo kullanmalarından; göz süzerek, kaş oynatarak, imalı imalı söz atarak konuşmalarından, zarafet satmalarından, bir de herkesinkine benzemeyen kıyafet farkları gösterip, bazı alametler, işaretler taşımalarından! Zurafa’lar daha ziyade beyaz renkte elbiseler giyerler, boyunlarına beyaz birer ipek mendil sararlar ve mendilin uçlarını muayyen şekilde bağlarlar; saçlarını da kısa keserler.» (1) Natürlich geht es hier nicht um das liebenswerte afrikanische Tier mit dem langen Hals, das heißt nämlich zürafa. Diese »Giraffe« stammt aus İstanbul. Das Wort stammt vom arabischen Wort »zarif« ab, das im Plural »zurafa« (fein, erlesen, elegant) lautet und fast so klingt wie das besagte türkische Wort für Giraffe. Im Osmanischen war dies die Beschreibung für Frauen, die der lesbischen Liebe frönten. In seinem Buch »Drei Generationen, drei Leben« entschuldigt sich Refik Halid Karay für die Anmerkung, die er zur Quelle dieser Bezeichnung macht: »Warum nennt man diesen Stand so? Sie sprechen eine Sondersprache, ein Argot, das vor allem welche, die nicht zu ihrer Konfession gehören, nicht verstehen. Sie blinzeln und spielen mit den Augenbrauen, sprühen über vor Feinheit und tragen Kleidung und Zeichen, die sie besonders machen. Sie kleiden sich eher in Weiß, tragen ein weißes Seidentuch um den Hals, das sie speziell binden, und schneiden sich ihre Hare kurz.« (1) (Üç bölümlük yazı dizisi) Refik Halid’in belirttiğine göre «Zurafa’nın düşkünü, beyaz giyer kış günü» sözü de bütün servetini (elbette ki pek güzel kızlara) yedirdikten sonra sefalete düşen ve kış mevsiminde sandığının dibinde kalmış beyaz keten elbiseleriyle süslenmeye çalışan bu gurubun kadınları için söylenirmiş. Aslında bu hanımlara «zurafa» ismini veren de yine kendileridir; yoksa ahali (halk), bunlara kısaca ve tokça «sevici» der ve söz açılınca da bir rezelet tehlikesi taşıdığından, yakalarını tutarak üç kere «tu, tu, tu» diyerek şeytanın baştan çıkarıcılığından kendilerini korumaya çalışırlardı (!). Osmanlıda Seviciliğin Kaynakları (dreiteilige Serie) Refik Halid führt auch ein Sprichwort an, das sich den Zurafa–Verfallenen widmet (»Zurafa’nın düşkünü, beyaz giyer kış günü«): Nachdem frau das ganze Geld für die (sehr schönen natürlich) Frauen ausgegeben hat, muss sie sich im Winter in billigen weißen Stoff gewanden, den einzigen, der ihr blieb. Zurafa ist eine Selbstbezeichnung, im Volksmund war eher der Begriff »sevici« bedeutend, ein eher skandalträchtiger Name. Deswegen machte man bei der Aussprache gleich die entsprechende rituelle Bewegung mit, um den Teufel abzuhalten und um sich selbst zu schützen (!). Osmanische Quellen zu lesbischen Frauen Halk kadınıyla aynı ağızdan konuşursak «sevicilik» Osmanlı İmparatorluğu’nda kadınlar arasında özellikle de varlıklı kesim arasında pek yaygın bir olguydu. Öylesine ki; yazar Salahaddin Asım, 1910 yılında yazdığı «Türk Kadınlığının Tereddisi yahud Karılaşmak» (2) adlı ilginç isimli kitabında, bu konuya özel bir bölüm ayırmıştı. Osmanlı kadınlarının sosyal yaşamın Um weiter im Terminus zu bleiben: Sevicilik war im Osmanischen Reich weit verbreitet, vor allem in den wohlhabenden Kreisen. Und zwar so sehr, dass der Autor Salahaddin Asım in seinem 1910 erschienenen interessanten Buch »Die Degeneration der türkischen Frau und Weibischkeit« diesem Thema ein eigenes Kapitel widmete. Da die osmanischen Frauen außerhalb 21 dışında bırakılıp sadece cinsel bir obje olarak görülmelerini eleştiren bu ilginç yazar, kadınların sonuç olarak «karılaştırıldığını» söyler. «Karılaşmak» deyimini, kadınların sadece cinsel obje olarak görülmelerinin karşılığı olarak kullanmaktadır. Karılaşmanın en önemli nedenlerinden biri tesettür yani örtünmedir. Tesettürün en önemli sonuçlarından biri ise yazara göre seviciliktir. des gesellschaftlichen Lebens stünden und nur als Sexualobjekte gesehen würden, wundere es ihn nicht, dass die Frauen »weibisch« würden. »Weibischkeit« wird hier als direkte Folge der Reduktion auf die Geschlechtlichkeit interpretiert. Vor allem das Schleiertragen und die Verhüllung werden als Symptom gesehen, aber auch als eine der Hauptquellen für das Lesbischwerden. Kitabın «Sevicilik» başlığını taşıyan bölümünde, tesettürün kadınları, erkeklerle manen de olsa ilişkiden, ruhi kalıtımdan, hayat arkadaşlığından yoksun ettiği üzerinde durulur. Erkeklerin kadınlara yönelik duygularında ise hakaret, kayıtsızlık, ve benimsemezlik egemendir. Bunun sonucu olarak kadınlar ailevi ve sosyal hayata karışamamaktadırlar. Kadınlar da toplum dışı bırakılmalarına tepki olarak erkeklerden nefret etmeye başlamışlardır. Bu durumun önemli sonuçlarından birinin de sevicilik olduğunu savunan yazar şöyle devam eder: «Hayatın genel ve doğal varlıklarından, vazife ve gereksinimlerinden , zevklerinden yararlanamayanlar, her durumda özel ve doğal olmayan araçlara başvururlar. Buna karşılık bu kadınsızlık erkekleri de kadınlara karşı maddi ve manevi dayanıklık ve ciddiyetten, kadın hürmetinden uzak bırakmıştır. İşte bu bakımdan tesettür, erkekler tarafından yapılan aşağılama ve yaratılan nefret dolayısıyla kadınlarda ‹sevicilik› denilen en büyük karılaşmak görünümlerinden birini ortaya çıkarmıştır.» Die Männer werden in dem Kapitel »Sevicilik« dafür kritisiert, dass sie die Frauen vor allem ausschließen und ihnen verweigern, Lebens– Partnerinnen zu sein. Ihre Einstellungen beschreibt er als Teilnahmslosigkeit, Beleidigung und Ignoranz. Demzufolge können Frauen am Familienleben und im gesellschaftlichen Leben nicht teilnehmen und bleiben außen vor. Das führe sie zu einem Hass auf Männer, dies wiederum im Extrem zur »Sevicilik«, also zum Lesbischwerden: »Wer die natürlichen und allgemeinen Dinge des Lebens nicht teilen kann, wer die Aufgaben, Pflichten und Notwendigkeiten nicht (mit–) bekommt, wird immer besondere und unnatürliche Wege gehen. Dementsprechend entwickelt sich bei Männern übrigens auch keine materielle oder immaterielle Zuneigung zu Frauen, keine ernsthafte Verehrung. Auf diese Weise hat die Verschleierung und die Abneigung der Männer gegenüber den Frauen eine der wichtigsten Formen der Weibischkeit hervorgebracht, Lesbischsein.« Yazarın iddiasına göre Osmanlı kadınları, bu olaya diğer bütün ülkelerden daha fazla düşkündür. Diğer ülkelerde «Hiç olmazsa evli kadınlardan seviciler, hemen hemen yok denebilecek kadar az iken bizde bunların sayısı evli olmayan, yani genç kız ve dul bulunanlara yakın derecededir.» Salahaddin Asım, bu ilginç «tahlil»’ini şu saptamayla noktalar: «Sevicilik gerek tesettür ve gerek başka sebeplerle kişisel, ailevi ve toplumsal vazifesizlikten, yalnızlıktan ve bunlardan doğan erkeklerin hürmetsizliğinden, kabalığından ve kayıtsızlığından ortaya çıkan ‹erkeklere nefret›’ten doğar. Kadın hem yalnız kalıyor, ihmal ediliyor, atıl, insanlığa, haysiyet ve gurura aykırı bir hayat yaşıyor, hem de buna sebep olan erkeklerden nefrete mecbur kalıyor ve nihayet netice olarak da doğal olmayan uğraşıları uygulama ve insani olmayan zevkler tatmin ediyor.» (Alıntılarını yaptığımız bu eser «Sevicilik» üzerine yayımlanmış ilk eser olarak raflarda yerini almıştır. Bu nedenle bu konu hakkında söylenen ilk sözler olarak algılanması gerekmektedir.) ― devam edecek ― 22 Glaubt man diesem Autor, neigen Osmaninnen mehr als andere dieser Form der Liebe zu. »Während in anderen Ländern wenigstens unter den Verheirateten kaum Lesben anzutreffen sind, ist bei uns der Anteil fast so hoch wie bei Unverheirateten oder Witwen.« Seine Ausführungen führen ihn schließlich auch zu dieser Diagnose: »Lesbischsein beruht auf Verschleierung und anderen persönlichen und familiären Faktoren. Gesellschaftliche Bedeutungslosigkeit und Einsamkeit, Verachtung durch die Männer… Frauen werden vernachlässigt und müssen lernen, ihr Leben und die Männer zu hassen. So kommen sie zu der Befriedigung unmenschlicher und unnatürlicher Instinkte.« (Das zitierte Werk ist das erste zu diesem Thema. Nur deswegen steht es hier an erster Stelle.) ― Wird fortgesetzt ― Cııırt… ve hatta ga-cııırt!… Yıllar önce, bir sonbahar akşamı tanışmıştım onunla… Aah sorma… Hiç sorma… Bana yaklaşıp çok güzel Türkçe konuştuğumu da söylemişti… Hafiften turist muamelesi gördüğümü sezinler gibi olmuştum ama daha bıyığı yeni bitmeydim, epey boştum… Neyse, uzun bir konuşmadan sonra gözlerime baktı, telefonunu ve imzasını bıraktı, çekti gitti… Ne onu arama lutfunda bulundum, ne de peşinden koştum… Anlayacağın her şey başladığı gibi bitti… Tabii yıllar sonra bunun sadece bir Türkçe hayranlığı olmadığını da anladım… İşte o kişi, Özcan Deniz’in ta kendisiydi… Onu YIRTIK DON’da sürekli takip edip–ettiriyorum, ama haberleri hiçbir zaman şu anki kadar skandal çapta olmamıştı. Bu sefer suların altındaki saman biraz markalı: Tarkan… Okuyun… Çekemeyen şişsin, bi’ yerleriniz gelişsin!… YIRTIK DON bağımlılık yapar, okuyan kolay işer, pişmemiş armut her zamanki gibi yine dibine düşer… Habershow sitesinde yer alan bir iddiaya göre; Asmalı Konak dizisinin Seymen Ağa’sı Özcan Deniz ile Mega star Tarkan gizlice aşk yaşıyorlar! Haberin devamında bu iddianın Özcan Deniz’in yakın çevresinde bulunan arkadaşlarına sorularak, doğrulandırıldığı da belirtiliyor. Ve konuyla ilgili haberde şu yorum yapılıyor: «Gay, olduğunu saklamayan Tarkan bizi şaşırtmadı aslında. Ama ya genç kızların sevgilisi Seymen Ağa, yani Özcan Deniz? İşte o bizi çok şaşırttı. Şimdi yapacakları açıklamayı merakla bekliyoruz. Ne dersiniz? Bu yasak aşkı itiraf ederler mi acaba?» Kanal D Haber Merkezi’nin elde ettiği bilgilere göre de; Tarkan ile Özcan Deniz arasındaki yasak aşkı ilk duyuran kişi Tarkan’ın baldızı Berna Öztürk, yani Tarkan’ın uzatmalı sevgilisi Bilge Öztürk’ün kardeşi. Berna Öztürk, Tarkan ile Özcan Deniz arasındaki yasak aşkın tohumlarının ABD’de atıldığını, iki sanatçının New York’ta sık sık buluştuğunu söylüyor yakın çevresine. Ve bu bilgi kartopu oluyor, yuvarlanıyor, büyüyor, çığa dönüşüyor. Olay daha da büyüyecek gibi görünüyor… Einer der berühmtesten Sänger und einer der berühmtesten Schauspieler derzeit: Özcan Deniz und Tarkan selbst sollen, laut einer Nachricht der Internetseite Habershow ein Paar sein! »Bei Tarkan wussten wir es ja, das erstaunt uns nicht, aber der Schwarm aller Mädchen, Özcan Deniz…«, heißt es da. Die Informationen, dass sich die beiden häufig in New York treffen, stammen aus gewöhnlich gut informierten Kreisen. 23 Deniz Çelik ya da bilinen adıyla şarkıcı Bendeniz, iddialara göre gece kulübü Prive'de kavga çıkardı. Bendeniz, hafta başında bir gece gittiği gece kulübünde, «Kankigiller» grubundan Orçun'un sevgilisi ve Fenerbahçeli Serhat Akın'ın kuzeni Nagehan Akın’ı (bkz. sol resim) gözüne kestirdi. İlerleyen saatlerde Bendeniz, alkolün de etkisiyle, uzun süre bakışlarıyla taciz ettiği Akın'ın yanına yaklaştı ve genç kadınla sohbet etmeye başladı. Akın'a kendisinden çok hoşlandığını söyleyen Bendeniz, samimi davranışlarda da bulunmaya başlayınca, ortam gerildi. Sinirlenen Akın, Bendeniz'e «Senin hayranınım ama bu tarz ilişkilere karşıyım» dedi. Reddedilince sinirlenen Bendeniz de, yanan sigarasını mini etekli Akın'ın bacağına çarptı. Aynı çarpma tekrarlanınca Akın, «Lütfen dikkatli olur musun? Bacağımı yakıyorsun» diyerek çıkıştı. Özür dileyen Bendeniz, sigarasını üçüncü kez Akın'ın bacağına bastırdı. Bunun üzerine Akın, sevgilisi Orçun'a olanları anlattı. Orçun da Bendeniz'in yanına gelip «Kıza asılmışsın, onun o tarz eğilimleri yok, benimle birlikte» diye konuştu. Çıkan ağız dalaşı sonucu Bendeniz ve Orçun birbirine girdi. Orçun, Bendeniz'in saçından tutarak yumruk attı. Kavgayı sakinleştirmesi için Prive'ye çağrılan Çelik'in menajeri Zeki Aköz, Bendeniz'i bardan götürmek isterken de, arkadaşları Orçun'a şişe fırlattı. Kavga, Prive'nin güvenlik görevlilerinin Bendeniz, Aköz ve arkadaşlarını bardan çıkarmasıyla sona erdi. Die Sängerin Bendeniz hat im Privé in İstanbul für einen handfesten Streit gesorgt, als sie eine anwesende Frau erst mit ihren Blicken, dann mit ihrer brennendes Zigarette angemacht hat. Die Frau hatte ihr zwar gesagt, sie sei ein Fan, aber nicht lesbisch, was Bendeniz aber nicht abhielt, weiter zu machen. Nach der Einmischung anderer wurden die Streitenden aus dem Laden geführt. Yeni Zelanda da 100 yıldır süregelen genelev yasağı, mecliste yapılan oylama sonucu kalktı. Oylamada hayat kadınlığını suç olmaktan çıkaran yasa tasarısı 59’a karşı 60 oyla kabul edildi. Meclisteki oylamayı hayat kadınları ve destekçileri de izledi. Uzun süreden beri yasanın çıkması yönünde çalışan İşçi Partisi milletvekili Tim Barnett, «Dünyanın en iyi seks endüstrisi yasasını kabul ettik. Yasa, seks endüstrisi hakkındaki ahlaki yargılardan çok, gerçek zararlar üzerinde duruyor» dedi. Yeni Zellanda da yaklaşık 8 bin hayat kadını olduğu tahmin ediliyor. Mit 60 zu 59 Stimmen hat das Parlament in Neu Seeland die Prostitution von der Illegalität befreit. Tim Barnett von der Arbeiterpartei sagte, das Land habe nun die fortschrittlichste Gesetzgebung in diesem Bereich. Der Staat orientiere sich an den Problemen der Sexarbeiterinnen und nicht mehr an der vermeintlichen Moral. Es wird vermutet, dass in Neu Seeland etwa 8.000 Frauen dem ältesten Gewerbe der Welt nachgehen. 24 Bülent Ersoy ve 19 yaşındaki genç sevgilisi Çağlar Mutaf, Bodrum'da tatil yaparken ilk kez birlikte görüntülendiler ve bar çıkışında basın mensuplarıyla sohbet ettiler. Bu arada bir gazeteci, «Çağlar bey, ne iş yapıyorsunuz?» diye sorunca, ünlü sanatçının genç sevgilisi, «Sirkeci'deki Doğubank'ta bir işyerim var» dedi. Ancak, Çağlar beyin bu sözlerini duyan Aksaray esnafı ise, «Kendisi seyyar satıcılık yapıyordu. Küçük bir tezgâhta saat satıyordu. Ama medyaya kendisini iş adamı olarak tanıtıyor. Neden yalan söylediğini biz de anlayamadık. Zaten Çağlar, Bülent hanımla aşk yaşamaya başlayınca buralara uğramaz oldu» dediler. Son yıllarda, kendinden genç sevgilileriyle adından söz ettiren Bülent Ersoy'un, yeni aşkı Çağlar'ı artık çalıştırmadığı söyleniyor. («E, bizler çalışacağız, bu kurnazlar da götürecek… Ananın ak sütü gibi helâl olsun… Götür evladım, götür!…») Die bekannte transsexuelle Sängerin macht schon seit langem von sich reden, weil ihre Partner viel jünger sind als sie. Kürzlich hat man sie mit ihrem neuen Liebhaber in Bodrum fotografiert und mit beiden gesprochen. Als er in die Medien kam, sagte man er sei «selbstständig», diejenigen, die ihn kannten, sprachen aber von seinem Stand, an dem er Uhren verkaufte. 86 çocuğa tecavüz eden Amerika’lı Katolik papazını mahkumlar boğarak öldürdü!.. 68 yaşındaki papaz John Geoghan’ın tecavüzleri ABD’de büyük şok yaratmış ve Papa dahil Katolik din adamlarını zor durumda bırakmıştı… Çocuklara tacizde bulunduğu için hapse atılan rahip John Geoghan, kaldığı hapishanede öldürüldü. Worcester Bölge Savcısı John J. Conte, 68 yaşındaki Geoghan’ın, Souza–Baranowski Cezaevi’nde öğle yemeği sırasında boğazı sıkılarak öldürüldüğünü belirtti. Conte, eski rahibin, kendisiyle aynı hapishanede kalan Joseph L. Druce adlı mahkum tarafından saldırıya uğradıktan sonra, kaldırıldığı hastahanede öldüğünü söyledi. Rahiplik yaptığı 30 yıl içinde çocuk tacizinde bulunduğu iddiasıyla hakkında 130’dan fazla dava açılan Geoghan, geçen yıl bir yüzme havuzunda 10 yaşındaki bir çocuğu okşayarak tacizde bulunduğu gerekçesiyle, «ahlaksız taciz ve dövme» suçlarından hapis cezasına çarptırılmıştı. Geoghan’ın, taciz suçlamaları Roma Katolik Kilisesi’ni sarsmıştı. John Geoghan (68), dem 130 Verfahren wegen Kindesmisshandlung angehängt wurden und desen Fall die katholische Welt samt Papst erschüttert hatte, wurde in dem Gefängnis, in der es saß, erwürgt und starb im Krankenhaus. 25 Gökkuşağı renginde bayraklar taşıyan, çoğu kadın kıyafetleri içindeki İsrail’li eşcinsellerin bu yıl ikincisi düzenlenen geçit töreni, 11 Haziran'da Kudüs'teki intihar saldırısında ölen yürüyüşün organizatörü Alan Beer ve Ortadoğu'da şiddet eylemlerinde hayatını kaybedenlerin anısına bir dakikalık saygı duruşuyla başladı. Beer'in ölümü nedeniyle geç gerçekleşen geçit töreninde polis aşırı sağcı bir grubun protesto gösterisini bastırdı. Yürüyüşten sonra «Bağımsızlık Parkı»’nda toplanan eşcinseller, İsrailli sanatçıların verdiği konserlerde dans ederek eğlendi. Bu arada Hayfa'da da ilk benzer bir yürüyüş yapıldı. İsrail İçişleri Bakanı Avraham Poraz, geçit töreninde yaptığı konuşmada, «Yürüyüşe verdiğim destekten memnun olmayan birkaç bakanlık var, ancak her şeye rağmen size iyi tatiller diliyorum. Hepinizle gurur duyuyoruz» dedi. Kudüs Belediye Başkanı Uri Lupolianski de, sağ örgütlerin eleştirilerine rağmen, herkesin bu tür bir kutlama yapmaya hakkı olduğunu belirterek, «Bir sonraki yürüyüşe ben de katılacağım» diye konuştu. Unter starken Sicherheitsvorkehrungen fand in Jerusalem der zweite CSD statt. Im Gedenken an den Organisator Alan Beer, der bei einem Selbstmordanschlag ums Leben kam und die Opfer der Gewalt im Nahen Osten wurde eine Schweigeminute eingelegt. Der Jerusalemer Bürgermeister kündigte an, beim nächsten Mal selbst mit dabei zu sein und rechtfertigte das Recht auf diese Demonstrationen gegen rechte KritikerInnen. In Haifa fand derweil auch ein CSD statt. Geçtiğimiz yıl aylık bir dergi için çıplak pozlar veren Mehmet Ali Erbil, bu iş karşılığında hatırı sayılır bir ücret almış ve çeşitli eleştirilere hedef olmuştu… Ünlü şovmen şimdi yine soyunabileceğini vurguluyor… Ama bu kez kendi çıkarları için değil, hayır amaçlı bir iş için… Mehmet Ali Erbil çıplak pozlar vererek kazanacağı parayı örneğin, kimsesiz sokak çocuklarına bağışlayabileceğini belirtiyor… «Estetik boyutlar içinde olduğu sürece, benim için böyle pozlar vermenin hiçbir mahsuru yok. Yeter ki gerçekten hayır için yapıldığına inanayım. Parayı ve bağışlanacağı yeri göstersinler hiç düşünmeden soyunurum» diyen Mehmet Ali'ye bakalım kimlerden teklif gelecek?.. Hayırlı işler!… Nachdem es starke Proteste gegen die Posen gegeben hatte, die er für eine Zeitschrift eingenommen hatte, sagte der Entertainer Mehmet Ali Erbil, er würde jederzeit wieder solche Fotos machen, wenn der Erlös einem guten Zweck dienen würde. Jetzt wartet er auf Angebote. Mal sehen, wer ihm wofür wie viel Geld anbieten wird… 26 «Göğüslerini elledi» diye yanlış adam döven Nadide Sultan’ın başı dertte… Adana’daki Yumurtalık Festivali'nde, ses sanatçısı Nadide Sultan'a taciz ettiği iddia edilen belediye memuru «Onu başkasının tacizinden korumak isterken, kurban ben oldum. Sanatçıdan davacıyım» diyerek suçlamayı reddetti. Yumurtalık Belediyesi Su İşleri'nde görevli Olduğunu söyleyen 31 yaşındaki Muammer Başaran, olaydan sonra Yumurtalık halkı tarafından dışlandığını belirtti. Başaran, «Ben evli ve bir çocuk babası biriyim. Yumurtalık küçük bir yer ve herkes beni tanır. Şu an ilçede sokağa çıkamaz hale geldim. Herkes bana kötü gözle bakıyor» dedi. Başaran, daha sonra tepkisini şöyle dile getirdi: «Belediye Başkanımız Mehmet Çetin, beni ve bir kaç arkadaşımızı sanatçıyı korumakla görevlendirdi. Belediyemizin iyi niyetine rağmen organizasyon çok bozuk ve dağınıktı. Festival pazar yeri gibiydi. Tam konser bittiğinde kalabalık arasında bir gencin benim tarafımdan Nadide Sultan'a elini uzattığını gördüm. Tacizcinin elini tutmak isterken, Nadide Sultan bana vurmaya ve ağza alınmayacak küfürler etmeye başladı. Oysa ben onu korumak için hamle yaptım. Kalabalık olduğu için kurban ben oldum. Organizasyon bozukluğunun bedelini ben ödemek zorunda kaldım. Ancak, bu işin sonunu bırakmayacağım. Nadide Sultan hakkında dava açacağım.» »Ich musste die Organisationsfehler ausbaden«, sagt ein Angestellter von Yumurtalık, dem vorgeworfen wird, die Brütse der Sängerin Nadide Sultan angefasst zu haben. Diese hatte ihn, als er angeblich einen Angreifer abwehren wollte, geschlagen und wüst beschimpft. Nun könne er in dem kleinen Ort nicht mehr auf die Straße gehen, weil jeder jeden kenne und er ausgegrenzt werde… Madonna, MTV ödül törenindeki açılış dansında Brithney Spears’i böyle öptü… Tarkan, uzun süren bir zamanın ardından ilk defa Kemer’de yüzerken paparazilendi… Britney und Madonna küssten sich bei MTV; Tarkan ist seit langem zum ersten Mal wieder beim Baden erwischt worden. 27 Her Yağmur Yağdığında O Günleri Hatırlarım Hakan Taş «Saatin ne kadar ilerlediğini farketmiyorum bile. Akşam olmuş, saat dokuzu gösteriyor. Akşamları camdan bakmayı seviyor olduğumdan olsa gerek ki yine camın önündeyim: Gözlerim uzaklara gidiyor; takılıp kalıyorum. Taa ki cama vuran yağmur damlacıklarının sesiyle irkilene kadar. Nedenini bilmiyorum ama Almanya’ya geldiğim ilk gün aklıma geliyor. 10 yaşındaydım. Türkiye’de annemi, ağabeyimi, arkadaşlarımı, dolayısıyla herşeyi bırakıp geldiğim ilk gün… O gün de bugün gibi yağmur yağıyor, ben ise babamla geldiğim iki odalı evde camdan dışarısını seyrediyordum. Yağmur damlaları hep aynı mıdır yoksa bulutlar kimi zaman daha derin gözyaşı mı dökerler sorusunu bile o yıllarda kendime sormuşumdur. Aradan yıllar geçti, Hakan, ne iyi ettin de geldin bugün, beraber oturup eski günleri anmak kadar güzel birşey yok» diye gözlerimin içine baktı Fatih. «Biliyor musun, Almanya’ya gelmek aslında benim kararım değildi, bugün bana sorsalar doğrusu buralara gelmek istemem, yani ne bileyim, buradaki yaşam bana biraz sunî geliyor. ‹10 yaşımda Almanya’ya geldim› dedim ya, tam tamına Almanya’da yaklaşık 10 yılımı aldı eşcinselliğimi kabullenmem. İlk eşcinsel barına girdiğimde yaşım 21’di, Hakan. Hani daha önce de eşcinsel lokallerinin varlığından haberdardım ama nedense her seferinde tam içeri girecekken beni saran bir korku beni o kapılardan geri çevirdi. 21 yaşında gencecik bir delikanlı hızıyla o günlerde Berlin’de var olan bir diskoteğin kapısından içeri girdiğimde, insan bu kadar da ilgi çeker mi sorusunu sordum kendime. İlerleyen saatlerde bu ilginin sadece bana değil, her kapı çaldıktan sonra içeriye gelene karşı aynı ölçüde olduğunu hissettim. Bir yandan dans ediyor, bir yandan da etrafımda hoşuma giden gençlere bakıyor, bakışlarımız çakıştığında biraz da kızararak gözlerime başka yerlere, tavana 28 Immer wenn es regnet, denke ich an diese Tage… Hakan Taş [Aus dem Türkischen: Koray Ali Günay] »Ich merke nicht einmal, wie spät es schon geworden ist. Es ist Abend geworden, 21 Uhr vorbei. Ich mag es sehr, abends aus dem Fenster zu schauen, deswegen sitze ich wieder dort. Ich tauche in die Ferne und bleibe dann auch erst einmal dort. Bis ich durch das Geräusch der Regentropfen aufschrecke. Ich weiß nicht warum, aber ich denke an den ersten Tag in Deutschland. Ich war zehn und ließ meine Mutter, meinen älteren Bruder, meine Freunde und also alles zurück. Auch an dem Tag regnete es, gerade so wie heute. Ich sah aus der Zweizimmerwohnung heraus, in die ich mit meinem Vater gezogen war. Ich fragte mich schon damals, ob Regentropfen wirklich immer gleich sind — oder ob nicht manchmal der Himmel trauriger ist als sonst und innerlicher weint. Es ist schon Jahre her, Hakan, zum Glück bist du heute hier. Es gibt kaum etwas so Schönes wie die Erinnerung an alte Tage«, sagte Fatih mit einem tiefen Blick in meine Augen. »Es war ja gar nicht meine Idee, nach Deutschland zu kommen. Könnte ich heute entscheiden, ich würde es nicht tun. Es kommt mir alles so künstlich vor hier… Dann hat es noch einmal zehn Jahre gedauert, bis ich mir mein Schwulsein eingestanden habe. In die erste Schwulenbar bin ich dann mit 21, Hakan. Ich wusste schon vorher, dass es solche Bars gibt, aber etwas hielt mich immer ab, hinein zu gehen, wenn ich davor stand. Eine Angst. Im jugendlichen Eifer meiner 21 Jahre bin ich dann eines Tages in eine Disko gegangen. Gleich fragte ich mich, wieso ich so viel Aufmerksamkeit erwecke, aber später merkte ich dann, dass jeder, der neu zur Tür hereinkam so gemustert wurde. Einerseits tanzte ich nun und andererseits beäugte ich die Anderen, bis sie meine Blicke bemerkten und ich anfing, die Wand oder Decke anzustarren. Ein bisschen rot wurde ich wohl auch. Damals stellten sich die Jungs fast an, um mit mir zu flirten, weißt du. dikiyordum. O zamanlar birbirinden güzel, yakışıklı genç erkekler benimle flört etmek için sanki sıraya girerlerdi, biliyor musun, Hakan? Artık öyle değil, ne de olsak yaşlandık, değil mi?» diye bana baktı ve cevabı gözlerimden okumuş olsa gerek ki anlatmaya devam etti. «Neyse, boşver yaşlılığı; genç olduğum, belki de kendimi çok çekici bulduğum o yıllara, o akşama geri döneyim. İlerleyen saatlerde Dj’in çaldığı, sözlerini anlamadığım müziğe kendimi o kadar kaptırmışım ki, deliler gibi dans ediyor, bana gülümseyenlere cesaretle karşılık veriyorum. Ama gece bana gülümseyenlerden birini nedense hiç unutmuyorum, her ne kadar yalnızca bir gecelik anı olarak hafızamda yaşasa da. Pistte başlayan, barda ilerleyen gülüşmeler, dokunmalar onun diskoteğe yakın evinde devam etti. İsmi Luigi’ydi. Annesi Alman, babası İtalyan olan Luigi’nin o etkileyici bakışları ve dudaklarımın üzerinde saatlerce kalan dudakları… Bitmek bilmeyen ateşli sevişme saatlerinin ardından ertesi gün saat 12’yi gösterdiğinde kalkmış, birilikte kahvaltı ediyorduk. Kahvaltıdan sonra benim kalkmam gerektiğini, evdekilerin merak edeceklerini söylediğimde sadece, «Nasıl olsa yeniden karşılaşacağız» demesi ise, bana eşcinsellerin ne kadar tüketici olduğunu o gün göstermişti. İçimdeki o burukluğu ona o gün göstermedim. Kim bilir, belki de onunla karşılaşmak istemediğimden bir daha eşcinsel mekânlara gitmedim. Yani kısacası, ben en azından o tüketim içinde yer almak istemedim» diye noktalıyordu Fatih… Berlin’de Göç ve Uyum Komisyonu Berlin’de kurulan, Almanya’nın eyalet düzeyinde ilk Göç ve Uyum Komisyonu’na Türkiyelileri temsilen Dr. Havva Engin asil ve Dr. Talibe Süzen yedek üye olarak seçildiler. İki yıllık döneminin yarısından sonra, Engin, yedek, Süzen ise asil üye olacak. Türk ve Kürt derneklerinin biraraya gelerek belirlediği üyeler, 23 kişilik komisyonunun eşcinsel göçmenleri temsil edecek bir üye tarafından genişletilmesini destekliyorlar. Alınan karara göre, Ocak 2004 ayındaki ikinci toplantıda, dergimizin yazarlarından Hakan Taş bu görev için önerilecek. Dr. Havva Engin Dr. Talibe Süzen Jetzt ist das nicht mehr so. Wir sind wohl älter geworden, was?«, fragte er und las die Antwort wohl meinen Augen ab und sprach gleich weiter. »Aber lassen wir das Alter, damals fand ich mich jedenfalls sehr attraktiv, von der Zeit will ich sprechen. Zu später Stunde war ich so sehr vertieft in eine Musik, deren Worte ich nicht verstand, ich tanzte wie verrückt. Und zu meiner Überraschung erwiderte ich die Blicke der anderen. Aber einen, der mich ansah, werde ich nicht vergessen, auch wenn es nur für eine Nacht war. Das Lächeln auf der Tanzfläche, später die Berührungen an der Bar, setzten sich in seiner nahen Wohnung fort. Er hieß Luigi und war halb Italiener und halb Deutscher. Diese tiefen Blicke und die Lippen, die, so schien es, stundenlang an meinen hingen… Am nächsten Morgen, gegen Mittag, frühstückten wir nach einer wilden Nacht mit endlosen Liebesspielen. Als ich sagte, ich müsse nun wohl gehen, zu Hause würden sie warten, sagte er nur, dass wir uns ja eh eines Tages wieder begegnen würden. Das Das verletzte mich und zeigte mir zugleich, wie konsumorientiert die Schwulen waren, aber an dem Tag sagte ich nichts. Vielleicht bin ich nie wieder in schwule Bars oder Diskos gegangen, um ihn nicht wieder zu treffen, wer weiß?. Ich wollte, kurz gesagt, nicht Teil dieser Konsumkette sein«, sagte Fatih zum Schluss. Landesbeirat für Migrations– und Integrationsfragen in Berlin Der erste Beirat für Fragen der Integration und Migration auf Landesebene ist in der Hauptstadt gegründet worden. Als Vertreterinnen der türkeistämmigen MigrantInnen sind Dr. Havva Engin als Mitglied und Dr. Talibe Süzen als Stellvertreterin gewählt worden. Nach dem Rotationsprinzip werden sie nach einem Jahr ihre Position wechseln. Beide setzen sich dafür ein, dass der bisher 23–köpfige Beirat um ein Mitglied erweitert wird, das homosexuelle MigrantInnen repräsentieren soll. Für diese Funktion wird auf der zweiten Sitzung im Januar 2004 unser Autor Hakan Taş vorgeschlagen werden. Hakan Taş 29 Ev Kadınlarında Sporcu Hastalığı! Sporcu hastalığı olarak bilinen menüsküs yırtılmalarının oluşumunda, ev kadınları ikinci sırada yer alıyor. Nedeni de diz üstü çalıştıktan sonra aniden kalkmaları… Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ali Baktır, düz olan eklem yüzeylerinin derinliğini arttıran, bunların yüzeylere uyumunu sağlayan menüsküsün, hilal şeklinde kıkırdaktan bir doku olduğunu söyledi. Menüsküsün, vücuda binen yükün bacaklara aktarılmasını sağladığını belirten Baktır, «Menüsküs, daha çok bacak sabitken, vücudun diz eklemi üzerinde dönmesiyle zedelenip yırtılabilir» dedi. Aniden Ayağa Kalmayın! Prof. Baktır kadınlara şu uyarılarda bulundu: «Sporcular, bu tür zedelenmelere daha çok maruz kaldıkları için hastalığın görülme sıklığı açısından ilk sırada yer alır. Menüsküs yırtığı oluşumunda, ikinci sırayı ev kadınları alıyor. Uzun süre diz üstü çalıştıktan sonra kalkmaya çalışmak, menüsküs yırtılmalarına neden olabilir. Ev kadınları eğer uzun süre diz üstü halı silme gibi iş yapmışlarsa, aniden ayağa kalkmaktan kaçınmalıdır.» Sormak isteyip de soramadığın cinsel soru(n)larını [email protected]’e anonim bir şekilde yöneltebilirsin! Biz senin için cevapları uzman kişilerden alacağız! 30 Seyran Ateş Liebe »lubunya«‘ner, liebe anderen Leserinnen und Leser, ihr werdet, spätestens mit dieser Ausgabe mitbekommen haben, dass ich, neben meiner Tätigkeit als Anwältin, ein Buch geschrieben habe. Damit ist viel Zeit Lust und Energie verbunden gewesen. Doch meine Hauptbeschäftigung und Leidenschaft bleibt nach wie vor die »Justitia«. Sie ist einfach einmalig und unwiderstehlich. In diesem Sinne streiten wir uns für unsere Mandanten und verteidigen sie unerbittlich. In den letzten Ausgaben haben wir versucht, euch das Lebenspartnerschaftsgesetz einigermaßen gut verdaulich zu präsentieren. In der jetzigen und den weiteren Ausgaben wollen wir nun einen Ausflug ins Ausländerrecht machen, um euch anschließend wieder in die Phase der Trennung der Lebenspartnerschaft zurückzuführen. Ich hoffe, es geht euch mindestens so gut wie mir/uns und übergebe in diesem Sinne an unsere Kanzlei–Diva Sebastien: Ausländerrecht Das Ausländerrecht ist ein Rechtsbereich, durch den man sich lange und mit dem Wörterbuch in der Hand durcharbeiten muss. Wir werden hier versuchen, euch einen Überblick zu verschaffen. Leider ist es jedoch unmöglich, dieses Vorhaben auf einer Doppelseite zu schaffen. Deshalb werden wir uns mit diesem Thema in mehreren Ausgaben befassen. Nach der juristischen Definition ist der Ausländer ein Mensch, der nicht die deutsche Staatsangehörigkeit gemäß Artikel 116 Absatz 1 Grundgesetz besitzt. Deshalb ist nach dem Sinn dieser juristischen Definition ein Mensch, der als sogenannter Gastarbeiter nach Deutschland einwanderte und seit Jahrzehnten in Deutschland lebt, immer noch ein Ausländer. Und somit ist das erste Gesetz, mit dem er in Berührung kommt, das Ausländergesetz. Es umfasst insbesondere die gesetzlichen Bestimmungen über Einreise, Aufenthalt, Niederlassung, Erwerbstätigkeit, soziale Sicherung und Steuerrecht eines Ausländers. Außerdem sollen durch das Ausländerrecht die Wahrung der öffentlichen Sicherheit und Ordnung des Bundes und der Länder gesichert werden, die Wahrung deutscher wirtschaftlicher und arbeitsmarktpolitischer Interessen und der Entwicklungshilfe gewährleistet werden, die privaten Belange des Ausländers, seiner persönlichen und familiären Beziehungen sowie die Dauer, Art und Zweck seines bisherigen oder beabsichtigten Aufenthaltes geregelt werden. Das Ausländerrecht beinhaltet zahlreiche Abstufungen nach Nationalität, Aufenthaltsdauer und Aufenthaltsstatus. Deshalb werden Ausländer in Deutschland in privilegierte und nichtprivilegierte Ausländer aufgeteilt. Zu den privilegierten Ausländern, die von der Anwendung des Ausländergesetzes ausgenommen worden sind gehören: die Mitglieder des diplomatischen Personals sowie die Vertreter der UN–Mitgliedsstaaten, UNO–Arbeiter und andere Sachverständige im Auftrag der UN oder deren Sonderorganisation und ihre Familienmitglieder, die sogenannten EU–Bürger, die beschäftigten Türken und ihre Familienangehörigen aufgrund des Assoziationsratsbeschlusses 1/80 zwischen der Europäischen Union und der Türkei und des Europäischen Niederlassungsabkommens (ENA), diejenigen, die durch zwei– und mehrseitige Abkommen und Verträge Sonderrechte und ausländerrechtliche Vergünstigungen in Deutschland bekommen, wie zum Beispiel Amerikaner, Israelis oder Japaner. Als nichtprivilegierte Ausländer werden diejenigen bezeichnet, bei denen das Ausländergesetz angewendet wird oder aber solche Menschen, die in keine der oben genannten Kategorien eingestuft werden können. Das Ausländergesetz sichert weitgehend den aufenthaltsrechtlichen Status des sich regelmäßig und auf Dauer in Deutschland aufhaltenden Ausländers. Zugunsten dieses Personenkreises werden Rechtsansprüche auf Erteilung eines Aufenthaltsstatus festgeschrieben, mit der Folge, dass bei Vorliegen der jeweiligen Anspruchvoraussetzungen der Aufenthaltstitel erteilt werden muss und nicht etwa noch Raum für eine Ermessenentscheidung der zuständigen Ausländerbehörde bleibt. Dieser Aufenthaltsstatus wurde durch eine, nach dem Aufenthaltszweck differenzierende 31 Aufenthaltsregelung konzipiert. Damit werden unter dem Oberbegriff der Aufenthaltsgenehmigung in Paragraph 5 AuslG die vier besonderen Aufenthaltstitel zusammengefasst. Diese sind: die Aufenthaltserlaubnis (§§ 15, 17 AuslG); die Aufenthaltsberechtigung (§27) die Aufenthaltbewilligung (§§28, 29) und die Aufenthaltbefugnis (§ 30) Die Aufenthaltserlaubnis wird erteilt, wenn einem Ausländer der Aufenthalt ohne Bindung an einem bestimmten Zweck erlaubt wird. Die Aufenthaltserlaubnis kann entweder befristet (siehe Aufenthaltsbewilligung) oder unbefristet erteilt werden und damit dem Ausländer damit einen gesicherten Aufenthaltsstatus geben. Diese Aufenthaltstitel befreit den Ausländer von der Sorge der Verlängerung und bietet ihm einen besonderen Ausweisungsschutz. Die Aufenthaltsberechtigung ist zeitlich und räumlich unbeschränkt. Sie kann nicht mit Bedingungen und Auflagen verbunden werden. Sie ist ein uneingeschränktes Aufenthaltsrecht sowie ein verstärkter Schutz vor Ausweisung. Damit kann auch keine selbständige Erwerbstätigkeit versagt werden. Die Aufenthaltsbewilligung wird erteilt, wenn einem Ausländer der Aufenthalt nur für einen bestimmten, seiner Natur nach einen nur vorübergehenden Aufenthalt erfordernden Zweck erlaubt wird. Dieser Aufenthaltstitel wird Studenten, Werkvertragarbeitnehmern und Besuchern erteilt. Die Aufenthaltsbefugnis wird erteilt, wenn einem Ausländer aus völkerrechtlichen oder dringenden humanitären Gründen oder zur Wahrung politischer Interessen der Bundesrepublik Deutschland Einreise und Aufenthalt im Bundesgebiet erlaubt werden soll. De facto ist dieser Aufenthaltstitel der Aufenthaltsstatus für Flüchtlinge. Wer seit 8 Jahren eine Aufenthaltsbefugnis besitzt, darf eine unbefristete Aufenthaltserlaubnis beantragen und erhalten. Bevor ein Ausländer in Deutschland eine Aufenthaltsgenehmigung beantragt und bekommt, muss er in Deutschland einreisen. Dafür brauchen Ausländer grundsätzlich ein Visum, das vor der Einreise von einer deutschen Auslandsvertretung eingeholt werden muss. Ausnahmen existieren, die sich auf das Herkunftsland des Ausländers und an den beabsichtigen Aufenthaltszweck, einschließlich der Aufenthaltsdauer im Bundesgebiet beziehen. Folgende Staatsangehörige und Personengruppen dürfen nach Deutschland ohne Visum einreisen: Mitglieder der diplomatischen Vertretung und ihre Familienangehörigen und EU–Bürger; Staatsangehörige der USA, Japans, Kanadas, Liechtensteins, Norwegens, der Schweiz, Australiens, Neuseelands und Israels dürfen einreisen und im Bundesgebiet einen Aufenthaltstitel beantragen für einen bestimmten Zweck. Das gleiche gilt für Staatsangehörige eines Landes, das in der Anlage 1 und 1a zur Verordnung zur Durchführung des Ausländergesetzes (DVAuslG) genannt wird, die so genannte »Positiv–Liste«: Sie dürfen für einen Aufenthalt bis zu drei Monaten einreisen, wenn sie einen Reisepass besitzen und keine Erwerbstätigkeit ausüben wollen. Wer nicht unter diese Ausnahmeregelung fällt, muss vor der Einreise in das Bundesgebiet ein Visum bei einer deutschen Auslandsvertretung einholen. 32 Sevgili okurlarım, Size kavuşmak ne kadar güzel. Bakın yıldızlarda neler gördüm… Ablanız Hasret Yeter Bugünlerde ailen ve sevdiklerinle beraber beraber olmaktan mutluluk duyacaksın. Maddi sıkıntın sona erecek. Fuzuli harca– malardan bırakırsan tabii… Bir süredir hayal et– tiğin şey sonunda gerçekleşecek. O anın tadını çıkarma– ya bak. Göreceksin, her şey yoluna girecek. Eline geçecek olan büyük miktardaki para yeni kararlar almana sebep ola– cak. Dikkatli olmak– ta yarar var. Aşk hayatında yaşadı– ğın boşluğu doldur– mak için elinden gele– ni yap. Yeni dostluklar seni bekliyor. Kendini dış dünya– na adayarak sorun– larından kurtulman mümkün değil. Dostlarınla konuş, Arkadaşlık ilişkilerine verdiğin önemi bu– günlerde sevdiğin insana da vermelisin! paylaş. Hayatının, planladığın yönde gitmemesi ca– nını sıkıyor. Değer verdiğin insanların buna değip değmedi– ğine bak. Bugünlerde kendini Kendi isteklerinden yorgun hissedebilir– önce başkalarının sin. Bunun tek nede– ihtiyaçlarına önce– ni moralinin bozuk lik verirsen karşılık olması olayları zama– alırsın. Bu durum na bırakmalısın. Seni mutlu edecek. Evdeki hesap çarşıya uymayabilir. Planla– rını her an değiştir– meye hazır olarak yapman senin için daha iyi olur. İşinde beklenmedik bir başarı yaşayacak– sın. Planların dışında gelişecek olan bir olay seni rahatsız edecek… 33 Ailenle sorun yaşamamak için büyüklerine ve onların isteklerine kulak vermelisin. Tavsiyeler hayatı değiştirebilir! Du wirst in diesen Tagen schöne Erleb– nisse mit deinen Lie– ben haben. Die finanziellen Prob– leme haben ein En– de — wenn du mit den unnöti– gen Ausgaben Schluss machst! Dein Traum wird sich erfüllen, auch wenn es lang gedau– ert hat. Du wirst sehen, dass Alles Gut wird! Um keine Probleme mit deiner Familie zu bekommen, solltest du auf deine Älteren und ihre Ratschläge hören. Ihre Tipps können dein Leben verändern! Die unerwartete Finanzspritze lässt neue Ideen in dei– nem Kopf entste– hen. Sei vorsich– tig! Die Leere in deinem Liebesleben muss ein Ende haben. Neue Freundschaften war– ten auf dich. Indem du dich den Problemen anderer widmest, kannst du deine eigenen nicht lösen. Sprich mit Die Aufmerksamkeit, die du deinen Freun– den schenkst, ver– dient auch der Mensch den du liebst. deinen Freunden. Es nervt dich, dass alles anders läuft als erwartet. Überprü– fe, ob die Menschen es wert sind, wieviel Aufmerksamkeit du ihnen schenkst. Du fühlst dich etwas müde dieserzeit. Das liegt an der schlech– ten Laune. Überlass es einfach der Zeit… 34 Nicht alles läuft so, wie du es gedacht hast. Mach deine Pläne so, dass du sie jederzeit ändern kannst. Manchmal sind die Wünsche der ande– ren wichtiger als das, was du selbst Versuch es mal, es wird dich glücklich machen! machen. In deiner Arbeitswelt erwartet dich etwas unerwartet Gutes. Eine Sache wird dir aber schlechte Laune Ah benim, akide şekerlerim, gül bastılarım, kalaylanmamış bakır tencerelerim, sedefli toprak saksılarım, Kütahya porselenlerim, gümüş şamdanlarım. Gördüğünüz gibi kavuşturan Allah kavuşturuyor. Hemen meseleye girip bir iki mektup cevaplandırmak istiyorum. Bu güne kadar aldığım mektup ve maillerin sayısını hemen söyleyeyim ben size: 9 kere 9 dermişim! Ay, siz de, «Bu Golden 10’dan sonra saymasını bilmiyor» dermişsiniz, ah benim İmam–Hatip mezunu başörtüsüz kızlarım. Ayol sizlere şaka yapmaya da gelmiyor… Almanya–Köln’den Rumuz: Kaleci Ah ablam, canım ablam…, altın kalpli GOLDEN ABLAm!… Derdimi ne sen sor, ne de ben söyleyeyim! Hani madem soruyorsun, fırsat bu fırsat anlatayım diyorum… Benim bu y…, ay şey pardon taraklarda bezim mi vardı sanıyorsun?… Ben, 22 yaşında, eline erkek eli değmemiş, daha koli yememiş biriydim… Demez olaydım… İşte o gün, çalıştığım alış–veriş merkezinin haftalık nakil günüydü ve gelen malları saymak ve bodrum katına yerleştirmek için ben görevliydim. Ama kimin malı kimin bodrum katına yerleştirildi o bambaşka… Nakli yapan kamyon şoförü işe yeni başlayan dünya güzeli bir laçoydu. Bırak 18–24 ayarı, senden değerli olmasın her şeyiyle pırlanta gibi birisi yani… Yeme de yanında yat… Onu görünce kaslarım bir açılıp bir kapanıverdi. Ve o an şehvete kapılıp yanında yatmamaya karar verdim. İşte o veriş, o veriş!… Artık insanlara da farklı bakmaya başladım… Erkekleri birer tombul sosis gibi görüyorum sanki… «Yerim seni!» diyerekten… Bu alış–verişin ardından içimdeki kadın birden hortlayıverdi, butiklerin vitrinlerindeki kadın elbiseleri de sanki «gel, al beni» diyorlar… Onları dinleyip henüz almadım ama yediğim o bir golle hızımı aldım gidiyorum… Doğrusu bu gidişle hangi stadyumda, kaçıncı ligde oynayacağım da meçhul gibi görünüyor… Peki sen ne diyorsun ablacığım, bu halimle sence gelip geçici miyim, yoksa kestirmeye gidici miyim? Kestirirsem çok acır mı, mükellefini sağlık sigortası taşır mı?… Ha, bu arada sen kalene giren kaçıncı GOLDEN sonra böyle oldun? Seni öpüyorum! (Korkma rujum bulaşmaz kız, markalı…) Ah benim gizli motorcuğum! Benim kırmızı şapkalı sepetsiz kızım, seninle nasıl olsa bir mektupla içli dışlı olduk ya, sen sor ben anlatayım bebeğim. Ben senin hangi taraklarda aybaşı bezinin olduğunu bilmiyorum tabii ki evladım, mutlaka herşeyin bir başlangıcı vardır, fakat yazdığın kadarıyla, sen bayağı motora benziyorsun, hatta altından bakılınca Ağrı Dağı’nın tepesi gözükür gibime geliyor. Oturduğun mahalleyi değil, koca şehiri yemişe benziyorsun sen, ayrıca 18–24 ayarında pırlanta değil, altın oluyor… Ben de bu vesile ile gerçek ayarımı açıklıyorum: Ölçtüklerine göre 31,69 ayarında gullüm Golden ablayım; hem Golden’im hem gullümüm. Hoppa diyerekten! Bak yavrucum, ayrıca ben bu yerlere TC Milli Takımının bana attığı gollerle geldim, laçolarımı hem Golden hem de gölden alıktım. Benim buralara gelmeme TC Milli Takımı yardımcı oldu sağ olsunlar, hâlâ Golden derler, birşey demezler… E, ne demişler, ekmek elden, su Golden diyerekten!! Onlar bana attıkları GOLlerDEN dolayı şampiyon olamaz hale geldiler, buna da TC üzülsün. Sen de hala kamyon şoförlerine vermeye devam et, çalıştığın firma iflas etse de. Sen bu hızla gidersen kendini Konya kâr hanesine yazdırırsın, seni stadyumlar falan paklamaz, benim tek kulpu kırık kevgir kızım… Ha, ayrıca gerçekten dediğim gibi olur, Konya’ya gidersen oradaki çaça Müşerref’e selamımı söylersin, sana yardımcı olur. Biz onunla zamanında az fındıklar kırmadık, hiç olmazsa sana 14 numaralı 35 odayı versin, oranın müşterisi eksik olmaz! Konya’da çarşıya alış–verişe çıkarsan da mini etek giy. Ona sözüm yok, fakat başından baş örtüsünü eksik etme… Ee, sana bu kadar öğüt yeter. Söylediklerim umarım sana bundan sonraki hayatında başarı sağlar, sen de Konya’da çalıştıktan sonra bir özel televizyonda sunucu olarak iş bulur, «Konya Üniversitesi’nde Halkla ilişkiler bölümünü başarı ile bitirdim hemide üzerine bir ton para verdiler» dersin. Korkma, kimse anlamaz. Öptüm, muck! Sevgili Golden Abla’cığım, «lubunya»’nın son sayısında yayınlanan ilk yazınızı büyük bir beğeniyle okudum. Benim bir kız kardeşim var, adı Gülden, isminiz onu anımsattığı için, daha büyük bir merakla okumaya başlamıştım, hemen bitiverdi… Biz kuzularınız için temenni ettiğiniz her şey için çok çok teşekkür ederim! Yalnızca anlamadığım bir–iki sözcük var, teklifiniz üzerine size sormaya karar verdim. Anlayamamam, benim Almanya’da doğmuş olmamdan mı kaynaklanıyor acaba? Örneğin, başlıktaki «süpet» kelimesi çok yabancı geldi bana. Ama «koli» ve «laço» gibi kelimeler de. Bunlar ne anlama geliyor? FRANSIZCA’dan alınan, ne bileyim, bir şeyleri daha nazikçe ifade etmek için kullanılan sözcükler mi bunlar yoksa? (Benim Fransız’cam yok sayılacak düzeyde de, çözemedim…) Mektubuma başlamışken hemen şunu da sorayım: «Gelecek seçimlere aday olmak istemiyorum» diyorsunuz. Oysa yazınızı okuduktan sonra şunu söylemek istiyorum: Sizden iyi politikacı olurdu galiba. Daha doğrusu: Sizden iyi politikacı yok galiba. Siz neden peçetecilik yapmak istiyorsunuz ki? (Peçetecilik ne oluyor? Cesaret etmişken onu da sorayım bari…) Ablacım, anlamadığım kelimeler dert oldu içime vallaha, acaba ecnebilerin arasında yaşaya yaşaya anadilimi mi unuttum diye kaygılara kapıldım. Açıklık getirebilirseniz çok sevinirim, şimdiden ellerinizden öperim. Yeni yazınızı büyük bir heyecanla bekliyorum! Benim açık gözlü, koca civcivim; kız kardeşinin ismi beni sana anımsatmasın, ben enternasyonal bir yazar olduğum için kullandığım isim GOLDEN, aslında Türkçesi Gülden oluyor, fakat asla bu güne kadar Gülden’lik yapmadım, bu ayrı bir mesele. Benim Kezban diye bir kız kardeşim yok ama sen yine de bana Kezban’ı anımsatıyorsun. Bana «süpet» ne demek diye sormuşsun. Bu kelime şu anki anlamla Lolipop sekeri anlamına geliyor. Hani alırsın ya, çilekli, muzlu; o koca ağzını acar, yalar yalayıp durursun sonra şekerin verdiği şehvete dayanamayarak ağzına sokar sokar çıkarırsın, iste öyle bir şey. «Koli» bayağı bildiğimiz paket. Hani seni bir ya da birden fazla kişiler alır paketlerler, sen de o anda ne yapacağını bilemez, gerilir kalırsın, dudaklarını büzüştürür, «Ay, bu ne güzel birşey» diye kollarını bacaklarını normalinden fazla acarsın, «Temiz havaya ihtiyacım var ayol, kan ter içinde kaldım, beni yerden yere vurdun» diye bağırırsın, ağlanacak halin olduğu halde sen kahkahalar atarsın ve kendini kadın gibi hissedersin, o da öyle bir şey işte. (Biraz önce yazdıklarım faraşlar için geçerli değil! Neden diye sorma, hemen sana cevap; Almanya’da faraşları kolilemiyorlar… «Laço» da kolileme görevini üstlenen erkelere deniliyor, eğer bu görevde bayanlar çalışmak zorunda kalırlarsa bunlara da lezbiyen deniliyor. Ne yapsın, gacılar iş bulamamışlar! Bak benim Fransız kızım, bunlar Fransızca değil, Lubunyaca, Türkiye’de bu dili zorunlu okutuyorlar, bence bu dil İngilizce’den önce gelmeli, biz bu dili Türkiye’de deftersiz kitapsız örgendik! Seçimlere katılmak istemememin sebebi ise yine politika, ilkönce ortalığı birbirine bir katayım, ondan sonra zaten politikacılar benim peşimden koşacaklar, ben öyle kendimi bedavadan satmam, ben boşu boşuna hayat mektebinden üç diploma almadım! Diplomaları alırken çok canım yandı, öyle Türkiye’de Gleitcreme falan da yok, zeytin yağı desen bulsan salata yapacaksın, sık dişini sıkabildiğin kadar… Şimdi olsa gıkım bile çıkmaz, hoppa diyerekten!! Neden diye sorma, ben bu konuda pembe kuşak aldım, kendimi büyük olaylar karşısında çok iyi koruyabiliyorum!! Heyt diyerekten… Ayrıca yavrucum, sen peçeteçiliğin ne olduğuna meraklanma; nasıl olsa zamanın geldiği zaman anlayacaksın, seni zaten başka meslek kurtarmaz. Sağlıcakla kal benim Kezban kızım… Olsun kızım, Kezban olmak kötü birşey değil, bazıları da politikacı olmak istiyor, iyi bir şey mi sanki? Seni de öptüm, muck muck! 36 37 Gays & Lesbians aus der Türkei / Türkiyeli Eşcinseller Derneği Programm 7.–9.11. İlk Türkiyeli Eşcinseller Kongresi (Erster Bundeskongress türkeistämmiger Lesben und Schwuler (Rathaus Schöneberg) 10.11. 19°° küçük İskender — Okuma Akşamı/Lesung (nur in türkischer Sprache!) 12.11. 19°° Kongrenin Değerlendirilmesi/Kongress– Auswertung 19.11. 19°° «Das Hochzeitsbankett» (Film gösterimi/ Videoabend) 26.11. 19°° «Stupid White Men» (Tartışma Akşamı/ Diskussionsabend) 30.11. 19°° Şeker Bayramı Kutlaması (Zuckerfest–Feier) Bilgi/Informationen: [email protected] KomBi: Kluckstraße 11 (Tiergarten/U 1&15 Kurfürstenstraße) 01.12. Dünya Aids Günü / Welt Aids–Tag 03.12. 19°° Oyun Akşamı/Spieleabend 10.12. 19°° HİV Lezbiyenleri İlgilendirmeli mi? (kadın/erkek karışık) HIV ― kein Thema für Lesben? (gemischte Veranstaltung!) 17.12. 19°° «Karışık Pizza» (Türk filmi/türkischer Film) 24.12. 19°° Tombala Akşamı/Bingoabend 29.12. 29.12. 19°° Haman (kadınlar/Frauen) 19°° Haman (erkekler/Männer) Bilgi/Informationen: [email protected] 31.12. Delidivane: Yılbaşı partisi/Silvesterfeier Bilgi/Informationen: [email protected] Göçmen Eşcinsellere Dil Kursu Almanya Eşcinseller Birliği LSVD’nin MİLES projesinde toplam 15 Euro karşılığında bir Almanca kursu açıldı. Katılmak isteyenlere bilgi: [email protected] 38 39 40