Terör Gölgesinde Erken Seçime Giderken Demokratik ülkelerde seçimler siyasi, sosyal ve ekonomik krizleri aşmanın meşru araçları olarak sistemik tıkanmaların önünü açar ve toplumları rahatlatır. Türkiye gibi geçmişinde darbe geleneği bulunan ülkeler içinse seçimler siyasi sistemin sağlıklı işlemesi ve ayakta kalması için adeta emniyet subapı işlevi görür. 1960’da Menderes erken seçim kozunu kullanabilseydi belki de darbeyi savuşturabilirdi. 12 Eylül’e giden yolda Ecevit ve Demirel demokratik siyasetin teamüllerine uyup uzlaşı sergileyebilselerdi yine kriz önlenebilirdi. 7 Haziran’ın ortaya çıkardığı meclis aritmetiği Türkiye’de demokratik siyaseti zora sokmuş, siyasi partiler ne yazık ki uzlaşarak bir koalisyon hükümeti kurmada başarılı olamamışlardır. Sonuçta Anayasanın 116. Maddesi gereği Türkiye, Cumhurbaşkanının inisiyatifiyle bir seçim hükümeti maarifetiyle 1 Kasım’da erken seçime gidecektir. Yapılacak olan seçim aslında gerçek anlamda bir erken seçim olmaktan çok, Tayyip Erdoğan’ın da ifade ettiği gibi bir “tekrar” seçimdir. Zira YSK’nın açıkladığı hızlandırılmış seçim takvimine göre, gerçek anlamda aday belirleme, seçim beyannamesi hazırlama ve tanıtma süreci olamayacaktır. Muhtemelen her parti zorunlu olarak 7 Haziran aday listelerinde yapacakları kısmı revizyonlar ve mevcut seçim gündemiyle seçmen karşısına çıkacaklardır. Bu durumda, kısa sürede toplumdaki genel siyasi kutuplaşmaların çok değişmeyeceğini varsayarsak, geriye 1 Kasım’da oy kullanacak seçmenlerin ka- rarları üzerinde etki edecek tek yeni unsur olarak siyasi partilerin 7 Haziran’dan bu yana demokratik siyaset zemininde üzerlerine düşen rolleri ne kadar doğru oynayıp oynamadıkları kalmaktadır. AK Parti gerçek anlamda koalisyon olasılıklarını zorlamış ama başta CHP’nin son on yılda yapılanları geri çevirme anlamındaki restorasyon dayatması gibi nedenlerle “büyük koalisyon” kurulamamıştır. MHP ise kendi tabanına dahi anlatmakta zorlanacağı bir yaklaşım sergilemektedir. Milliyetçi bir parti olarak terörün azdığı bir konjonktürde siyasi sorumluluğu üstlenmekten kaçan bir tavır sergilemesi ve seçim hükümetine girmekten imtina etmesinin hikmetini anlamak gerçekten zordur. HDP ise geçen sürede ne yazık ki terörle arasına sınır koyamadığı gibi, kendisinden beklenen PKK’ya silah bıraktırarak çözümün önünü yeniden açma fırsatını kaçırmış ve dolayısıyla barışı inşa eden parti olmak anlamında tarihsel rolünü oynayamamıştır. 1 Kasım seçimleri Türkiye’nin yeniden siyasi istikrara kavuşması açısından gerçekten altın bir fırsat sunmaktadır. Ancak özellikle AK Parti bu imkânı iyi değerlendirebilmek için başta aday listeleri olmak üzere toplumsal beklentileri karşılayacak adımları kararlı biçimde atmalıdır. Terörün nüksettiği, bölgenin ateş çemberine döndüğü bir konjonktürde Türkiye’nin kaybedecek zamanı yoktur. Geleceğe ümitle bakabilmek için bugün güvene ve istikrara her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Kalın sağlıcakla. Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı STRATEJİK DÜŞÜNCE • SAYI: 70 • EYLÜL 2015 Türkye’de Syasetn Yen Parametreler ve AK Part Prof. Dr. Brol Akgün.............................................................................. 6 7 Hazran’da Uzayan Seçm 1 Kasım’a Sarktı: Seçmen Temellern Duruşmasında Yüzyıllık Kararını Verecek Dr. Murat Yılmaz...................................................................................10 Anayasa Kabnesnn Yansımaları Nasıl Olacak? Alper Tan ................................................................................................18 7 Hazran’dan 1 Kasım’a İhsan Aktaş Röportajı .........................................................................20 PKK’ya Karşı Sürdürülen Operasyonlar Kürtler ve Yaklaşan Seçmler Snan Başak ..........................................................................................24 36 Şddet HDP’y de Vurur Doç. Dr. Vahap Coşkun .......................................................................28 KCK’nın Çalıntı “Öz Yönetm” Pratğ Snan Tavukcu ......................................................................................31 Sstem Tanımak, Değşm Anlamak Prof. Dr. Haluk Alkan...........................................................................36 Patrotları Neden Ger Çekyorlar? Aydın Bolat ............................................................................................38 Suruç-Londra-Surye Terör Hattı Bülent Orakoğlu ...................................................................................42 28 86 Kötülükte İttfak: Kme Bu “Hzmet”? Prof. Dr. Yasn Aktay ...........................................................................48 Çözüm Sürec Kronolojs Dr. Murat Yılmaz • Hayat Ünlü • Eyüp Yılmaz ...........................52 38 Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Birol Akgün www.sde.org.tr Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Doç. Dr. Mehmet Şahin Dr. Murat Yılmaz Dr. Cemil Ertem Orhan Miroğlu Aydın Bolat Alper Tan Prof. Dr. Muhsin Kar Prof. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. B. Berat Özipek Bülent Orakoğlu Dr. M. Levent Yılmaz İÇİNDEKİLER Türkye-Çn İlşklernde Uygur Sorunu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Çn Zyaret-I Doç. Dr. Erkn Ekrem...........................................................................64 Surye’de Çözüm Arayışları Doç. Dr. Mehmet Şahn.......................................................................70 SYRIZA’nın Devrm Flm Hayal Kırıklığı İle Btt Öner Buçukcu .......................................................................................73 Avrupa’da Mültec Sorunu Zeynep Songülen İnanç .....................................................................78 Kırım Krz ve Dünya Kırım Tatar Kongres Prof. Dr. Salh Yılmaz ..........................................................................82 Yen Orta Doğu Eksennde Körfez-ABD İlşkler Nesbe Hcret Battaloğlu • Chat Battaloğlu ................................86 70 Asker-Yargı-Syaset Üçgennde Pakstan Demokratkleş(eme)mes Hayat Ünlü ............................................................................................90 Türkye Ekonoms: Küresel İstkrarsızlık ve Syasal Belrszlk Kıskacında Prof. Dr. Muhsn Kar ............................................................................96 Türk Ekonomsnn Drenç Unsurları Doç. Dr. Selm Kayhan ........................................................................99 Dolar/TL Krze M İşaret Edyor? Yuan Rezerv Para Olacak Mı? Dr. M. Levent Yılmaz ........................................................................ 102 18 Gıda Fyatlarının Takb ve Denetm Kaptalzm-İslam Mukayeses ve Pyasa Kontrolü Prof. Dr. Talp Özdeş ......................................................................... 108 64 78 Danışma Kurulu Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. H. Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Haluk Alkan Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Prof. Dr. Osman Can Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Sinan Tavukcu Yazı İşleri Müdürü Mehmed Cahid Karakaya Yayın Asistanları Adem Karaağaç İbrahim Kaya Hasan Gökmeşe Reklam Rezervasyon [email protected] Fotoğraflar AA, ShutterStock Yönetim Yeri Ç. Emeç Bulv. A. Öveçler Mah. 4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara Tel: 0 312 473 80 45 Faks: 0 312 473 80 46 Tasarım-Baskı Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti. Tel: 0 312 397 16 17 www.basakmatbaa.com Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir. 06 Türkye’de Syasetn Yen Parametreler ve AK Part Prof. Dr. Brol Akgün 7 Hazran’da Uzayan Seçm 1 Kasım’a Sarktı: Seçmen Temellern Duruşmasında Yüzyıllık Kararını Verecek Dr. Murat Yılmaz 18 Anayasa Kabnesnn Yansımaları Nasıl Olacak? Alper Tan 7 Hazran’dan 1 Kasım’a İhsan Aktaş Röportajı 24 Snan Başak Doç. Dr. Vahap Coşkun Snan Tavukcu Prof. Dr. Haluk Alkan 36 Patrotları Neden Ger Çekyorlar? Aydın Bolat Suruç-Londra-Surye Terör Hattı Bülent Orakoğlu 48 28 KCK’nın Çalıntı “Öz Yönetm” Pratğ Sstem Tanımak, Değşm Anlamak 38 20 PKK’ya Karşı Sürdürülen Operasyonlar Kürtler ve Yaklaşan Seçmler Şddet HDP’y de Vurur 31 10 42 Kötülükte İttfak: Kme Bu “Hzmet”? Prof. Dr. Yasn Aktay Çözüm Sürec Kronolojs Dr. Murat Yılmaz • Hayat Ünlü • Eyüp Yılmaz 52 İÇ POLİTİKA TÜRKİYE’DE SİYASETİN YENİ PARAMETRELERİ VE AK PARTi Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı T ürkiye’de 2002’den beri süregelen istikrarlı tek parti yönetimi 7 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan seçmen iradesiyle akamete uğradı. Dört partinin parlamentoya girdiği seçimlerde AK Parti % 41 oy almasına rağmen, seçim sisteminin de etkisiyle, ancak 258 milletvekili çıkarabildi. Partiler arasındaki koalisyon görüşmeleri ise hükümet kurulamadan başarısızlıkla sonuçlandı. Demokra- 6 EYLÜL 2015 si tarihimizde ilk kez yeni oluşan TBMM, Anayasa gereği Cumhurbaşkanınca feshedildi ve ülke geçici bir seçim hükümeti yönetiminde sıkıştırılmış bir takvimle erken seçime doğru gidiyor. Herkesin beklentisi, Türkiye’nin içinde ve yakın çevresinde şiddet sarmalının kol gezdiği bir konjonktürde seçimlerin yeniden güçlü ve istikrarlı bir hükümet kurulmasına imkân verecek bir parlamento tablosunu ortaya çı- Djtal seçmen neslnn syas terch yaparken kullandığı mantığı ve deolojk yönelmler de esk seçmenlern zhnsel kalıplarından farklıdır. Öncelkle, yen nesl sorgulayıcı ve eleştrel gb görünse de farklı kaynaklardan gelen yen blglere açıktır. Dolayısıyla esk nesln katı deolojk kalıpları yerne, daha esnek nanç sstemne ve syas deolojye sahptr ve kna edlmeye de hazırdırlar. karmasıdır. Ancak 52 milyon seçmenin oy kullanacağı bir seçimde tek parti iktidarının kendiliğinden ortaya çıkmasını beklemek de naiflik olur. Gerçek şudur ki, tek başına iktidara gelmek isteyen siyasi partilerin, Türkiye’nin yeni siyasi ve sosyolojik zeminini doğru okumaları, toplumun talep ve beklentilerini doğru tespit edip buna uygun strateji, taktik ve siyasi söylem geliştirerek samimi bir şekilde geniş toplum kesimlerini ikna etmeye çalışmaları gerekir. Türkiye’nin yeni seçmen sosyolojisini ve zamanın ruhunu okuyamayan veya okuduğu ve anladığı halde tarihsel bagajlar, kurumsal kısıtlar veya liderlik sorunları nedeniyle gerekli stratejik adımları atamayan partilerin iktidara gelebilmeleri mümkün değildir. Peki, o zaman bugünkü Türkiye’nin seçmen davranışına ve siyasi tercihlerine yön veren temel parametreler nelerdir ve seçmen nasıl bir beklenti içindedir? Türkiye’nin Yeni Seçmen Sosyolojisi Türkiye’de seçmen tercihlerine yön veren temel parametrelerin başında sosyolojik faktörler gelmektedir. Türkiye’de nüfusun büyük çoğunluğunun siyasal sosyalleşmesini kırsal hayat şartlarında tamamladığı eski seçmen sosyolojisinin parti tercihlerini daha çok Şerif Mardin’in “merkez-çevre” dikotomisi ile açıklamak mümkündü. Seçmenlerin sağ-sol siyasi parti yelpazesinde kendilerini kolayca yerleştirmelerine imkân veren bu açıklayıcı model artık eski değerini kaybetmiş durumda. Zira bugün seçmenlerin çok büyük bir kısmı ne kırsal alanda yaşıyor, ne de siyasi değerlerini edindikleri çocukluk yaşlarını köy ve kasabalarda geçirdiler. Ş. Mardin dahi şehirleşme ve modernleşme dinamiklerinin etkisiyle çevrenin merkezi topyekûn kuşatarak kendisinin merkeze yerleştiği fikrindedir. Gerçekten de 1990 sonrasında hız kazanan çevrenin merkeze taşınma süreci 2000’li yıllara damgasını vuran uzun AK Parti iktidarı döneminde zirveye çıkmış ve siyasetten bürokrasiye, sermayeden medyaya kadar eski bildik Türkiye’yi köklü biçimde dönüştürmüştür. Bugünkü seçmen yapısı nispeten genç, yeniliklere açık, ileti- şim imkânlarını sonuna kadar kullanan, iyi eğitilmiş, şehirli ve daha rasyoneldir. TÜİK verilerine göre 2014 yılı itibariyle il ve ilçe merkezlerinde ikamet eden nüfus oranı % 91,8’e yükselmiş; buna karşın belde ve köylerde yaşayanların oranı ise % 8,2’ye düşmüştür. Ülkemizdeki nüfusun ortanca yaşı (median age) ise 30,7 olup, oldukça gençtir. Öte yandan 0-14 yaş grubu ise toplam nüfusun % 25’ine tekabül etmektedir. Dolayısıyla bugün Türkiye’de seçim sonuçlarını belirleyen ana kitle orta yaş ve altındaki nüfus diliminde yer alan nispeten genç bir seçmen kitlesi olup, bunların siyasi hafızası soğuk savaş sonrası dünyanın gerçekleriyle şekillenmiştir. Daha özelde 18-28 yaş kuşağı içinse siyasi sosyalleşme büyük ölçüde AK Partili bir Türkiye’nin siyasi şartlarında tamamlanmıştır. Denilebilir ki, belki seçmen kitlesinin yarısı ergenlik döneminde AK Partili Başbakanlar dışında siyasi liderler tanımamıştır. Dolayısıyla AK Parti’nin temel açmazlarından biri, 12 yıllık iktidarı döneminde kendi başarılı yönetiminin bir çıktısı olan siyasi istikrar, barış, güvenlik, ekonomik refah artışı gibi sonuçların zaten olması gereken normal şeyler olduğu algısının oluşmasıdır. Hangi nedenlerle olursa olsun bu parametrelerde ciddi bir değişim (örneğin ekonomik durgunluk, terör, toplumsal huzursuzluk gibi) şehirli yeni orta sınıfta ciddi bir oy kaymasına neden olabilir. Dijital Neslin Davranış Kalıplarını Anlamak İletişim imkânlarının bu kadar kolay ulaşılabilir ve ucuz olması da en küçük bir olumsuzluğu büyüterek toplumda yayabilmektedir. Teknolojiyi inanılmaz derecede hayatının merkezi haline getiren yeni dijital jenerasyonun sosyal medya ve internet gibi yeni iletişim kanallarını yalnızca bilgi almak için değil, siyasi amaçlarla da etkin biçimde kullandıkları gözlenmektedir. Araştırmalara göre, Türkiye, sosyal medya kullanımında Brezilya, Rusya, Endonezya, Hindistan ve İngiltere’yi geride bırakarak ABD’nin ardından dünyada ikinci sırada yer almaktadır. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) Dijital Ekonomi Görünümü 2015 (Digital Economy Outlook 2015) raporu- EYLÜL 2015 7 na göre ise, Türkiye akıllı telefon üzerinden internet kullanımında Meksika’nın ardından ikinci sıradadır. Meksika, akıllı telefon üzerinden internet kullanımında % 55’le birinci iken Türkiye’nin oranı ise % 50’dir. Türkiye İstatistik Kurumu Hanehalkı Bilişim Teknolojileri Kullanım Araştırması 2013 verilerine göre, 1674 yaş grubundaki tüm bireylerin % 39,5’i, interneti düzenli olarak (hemen her gün veya haftada en az bir defa) kullanmaktadır. Aynı dönem ve yaş grubunda internet kullanan bireylerin arasında düzenli internet kullanım oranı ise % 91,6’dır. Türkiye’de cep telefonu abone sayısı ise 70 milyonun üzerindedir. 2015 yılının ilk üç ayında internet kullanan bireylerin % 80,9’u sosyal medya üzerinde profil oluşturma, mesaj gönderme veya fotoğraf gibi içerik paylaşma eylemlerini gerçekleştirmiştir. Sosyal medya kullanımını % 70,2 ile haber, gazete veya dergi okuma, % 66,3 ile sağlıkla ilgili bilgi arama, % 62,1 ile kendi oluşturduğu metin, görüntü, fotoğraf, video, müzik gibi içerikleri herhangi bir web sitesine paylaşmak üzere yükleme, % 59,4 ile mal ve hizmetler hakkında bilgi arama takip etmektedir. Bu verileri paylaşmaktaki amacımız şudur. Artık iletişimin yapısı değişmiştir. Kitleler için gazete ve TV gibi tek yönlü olarak izleyiciyi bilgilendiren kitle iletişim araçları, yerini giderek kimsenin kontrol ede- 8 EYLÜL 2015 mediği ve her türlü bilginin ve haberin sansürsüzce ve interaktif bir ortamda paylaşıldığı sosyal medya ağlarına bırakmaktadır. Yeni dijital nesil artık siyaseti de etkilemeye başlamıştır. Bazen kim olduğu belli olmayan (anonim) hesaplardan yayılan bilgiler bile seçim ortamında yaygın haber kanallarının etkisiyle yarışacak güce ulaşmaktadır. Dolayısıyla siyaset eskisi kadar kapalı kapılar ardında yapılan nispeten izole bir iş olmaktan çıkmakta ve herkesin keskin bakışları altında icra edilen bir gösteri sanatına dönüşmektedir. Siyasetçinin özel hayatı ile kamusal hayatı ayrılamaz biçimde karışmaya başlamıştır. Bu durumda şehirli, eğitimli ve dijital medyaya açık yeni nesil seçmenleri kazanmanın yolu onlarla doğrudan iletişime geçmek ve her halükarda onları rasyonel biçimde ikna etmekten geçmektedir. Dijital seçmen neslinin siyasi tercih yaparken kullandığı mantığı ve ideolojik yönelimleri de eski seçmenlerin zihinsel kalıplarından farklıdır. Öncelikle, yeni nesil sorgulayıcı ve eleştirel gibi görünse de farklı kaynaklardan gelen yeni bilgilere açıktır. Dolayısıyla eski neslin katı ideolojik kalıpları yerine, daha esnek inanç sistemine ve siyasi ideolojiye sahiptir ve ikna edilmeye de hazırdırlar. Yeni dijital nesil kitap okuyarak veya ağır felsefi sohbet ortamındaki tartışmalarla yetişmemiştir. İnternetten kolayca ulaşılabilen Google gibi referans kaynakları ile eski şifahi kültürü andıran ve 140 karakterle özetlenen nispeten sığ sayılabilecek bilgiye sahiptir. Dolayısıyla yeni genç seçmene ulaşmanın ve etkilemenin en iyi yolu, verilmek istenilen siyasi mesajların interaktif bir ortamda hafif espiri sosuyla süslenmiş kısa, somut ve akıl kadar duyguya da hitap eden cümlelere dönüştürebilmekten geçmektedir. Yeni nesil için bilinmesi gereken bir başka gerçek ise şudur. Dijital neslin siyasi bir merkezi yok. Ne Kemalizm, ne milliyetçilik veya İslamcılık eskiden olduğu kadar onları mobilize edecek güçlü siyasi akımı temsil ediyor. Ortak özellikleri pragmatizmdir. Refah toplumunun ilk nesli olan yeni nesil ter dökerek sıkı çalışmaya dayalı bir mesleki kariyer yerine, fantastik düşlerini hızla gerçekleştirebilecekleri iş imkânları istiyor. İlgi alanları ve hayattan beklentileri oldukça farklı... Yeni nesil, sosyal psikolojide Maslow’un dile getirdiği ihtiyaçlar hiyerarşisindeki ilk 3 maddedeki yeme-içme, güvenlik ve ait olma gibi gereksinimleri toplumun kendine doğuştan tanıdığını düşünüyor ve daha çok 4. ve 5. maddelerde yer alan saygınlık kazanma ve kendini gerçekleştirme ihtiyaçlarını karşılamaya odaklanıyorlar. Nitekim genç kesimlerle odak grubu çalışmaları yaptığımızda siyasetten ne bekliyorsunuz sorumuza, en çok ülke yönetiminde kendilerine de danışılmasını ve kendi düşüncelerine saygı duyulmasını arzu ettiklerini belirtiyorlar. Başka bir deyişle, yeni nesil kendilerini siyasette özne olarak görmek istiyor ve partilerde de kendilerinin dilini konuşan, kendilerini özdeşleştirebilecekleri aktörleri daha fazla görmek istiyorlar. Nitekim 7 Haziran seçimlerinde CHP’den, AK Parti’den ve liberal kesimlerden HDP’ye giden oyları biraz da Demirtaş’ın bu yeni nesil seçmenin dilini daha iyi konuşmasıyla açıklamak mümkündür. Özellikle ilk kez oy kullanacak olan seçmenler için partiler özel iletişim stratejileri geliştirmelidirler. AK Parti’nin Yeniden İktidara Gelmesi Mümkün Mü? Türkiye’yi 2002’den bu yana tek başına yöneten AK Parti’nin 7 Haziran seçimlerinde ciddi bir oy kaybederek parlamento çoğunluğunu elinden kaçırması elbette önemlidir. Ancak bugün hala yeni bir seçimde her şeye rağmen yeniden iktidar olma yarışında en şanslı parti yine AK Parti’dir. Zira AK Parti’nin hâkim bir parti olarak Türkiye siyasetinde üzerine oturduğu toplumsal taban hala güçlü ve dinamik- tir. Alınan % 41’lik oy iktidar blokunun çözülmediğini, yani başka bir partiye kanalize olacak kadar dağılma (dealignment) sürecine girmediğini ortaya koymaktadır. Yapılan kamuoyu yoklamaları da bu gerçeğe işaret etmektedir. AK Parti’nin yukarıda tartışılan ve esasen kendi başarısının da bir sonucu olan Yeni Türkiye sosyolojisinin beklentilerine uygun bir şekilde hareket etmesi durumunda kendisini tekrar iktidara getirecek en az % 45’lik bir oy oranına ulaşması pekâlâ mümkündür. Şunun altını çizmek gerekiyor ki, AK Parti 2002’de iktidara gelirken seçmene vaat ettiği pek çok sosyoekonomik ve politik projeyi hayata geçirdi. Hızlı bir ekonomik büyüme, siyasi vesayet odaklarının gelişimi, siyasi ve hukuki reformlar ve dış politikada paradigma değişimi gibi projeler ve politikalar başarıyla uygulandı. Şimdi Yeni Türkiye sosyolojisine uygun biçimde gelecek on yıla yönelik projeler geliştirilmeli, yeni siyasi söylemler üretilmeli ve bu proje ve söylemelere uygun bir kadro oluşturulmalıdır. Bu bağlamda AK Parti’nin önünde iki büyük fırsat vardır. Birincisi 12 Eylül’de yapılacak olan partinin olağan kongresinde parti vitrininin ve karar organlarının beklentileri karşılayacak şekilde yeniden tasarlanmasıdır. İkincisi ise, özellikle 7 Haziran seçimlerinde en çok eleştiri alan milletvekili aday listelerinin Yeni Türkiye sosyolojisinin gerçekleriyle uyumlu biçimde yenilenmesidir. Başta Doğu ve Güney Doğu bölgelerindeki iller olmak üzere Türkiye’nin her yerinde yerel dinamiklere duyarlı adayların tespiti seçim sonuçlarını belirleme bakımından fevkalade önem arz etmektedir. Üçüncüsü ise, parti liderliğinin hem kullanılan dil, hem de çalışma yöntemi itibariyle kendi içinde tutarlı ve senkronize bir çalışma programı geliştirmesidir. Elbette ki, yeni seçime hızlı gidiliyor ve seçim bir nevi 7 Haziran’ın tekrarı mahiyetinde olacaktır. Ancak unutmamak gerekir ki, seçmen 7 Haziran’daki uyarılarının önümüzdeki seçimde ne kadar ciddiye alındığını da görmek isteyecektir. İçeride PKK terörünün en kötü yüzüyle yeniden hortladığı, dışarıda Suriye krizinin ağır yükünün her yönüyle hissedildiği bir konjonktürde Türkiye’nin güçlü, etkin ve toplumsal desteği sağlam bir iktidara olan ihtiyacı açıktır. Bilgeliğine ve sağduyusuna güvendiğimiz seçmen kitlesinin bu kez nasıl bir karar vereceğini hep beraber sabırla bekleyip göreceğiz. EYLÜL 2015 9 İÇ POLİTİKA 7 HAZİRAN’DA UZAYAN SEÇİM 1 KASIM’A SARKTI: SEÇMEN TEMELLERİN DURUŞMASINDA YÜZYILLIK KARARINI VERECEK Dr. Murat YILMAZ SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü 7 Haziran 2015 seçimleri şimdiye kadar yapılan 26 seçimin tamamından farklı bir sonuç doğurdu: İlk defa genel seçimlerden sonra bir hükümet kurulamadı ve Cumhurbaşkanı anayasal yetkisini kullanarak seçimlerin yenilenmesine karar verdi. 7 Haziran o kadar ehemmiyetli bir seçimdi ki, Türkiye’de 13 yıldır devam eden değişim sürecinin durdurulması ve yeni bir ivme kazanmasının karara bağlanacağı üç turluk seçimin son turuydu. 7 Haziran seçimlerinde bu temel tartışma konusunda bir karar verilemediği için, seçimden hemen sonra 7 Haziran seçimleri için “bitmemiş seçim”, “uzayan seçim” ifadesini kullanmıştık. Nitekim 1 Kasım 10 EYLÜL 2015 2015’te yapılacak tekrar seçimle seçimler şimdilik dördüncü tura sarkmış görünüyor. Önce 7 Haziran seçimlerinde karara bağlanamayan ve 1 Kasım’daki dördüncü tura sarkan seçimlerin anlamı üzerinde durmak gerekiyor. 1 Kasım seçimi Osmanlı Türkiye’sinde başlayan modernleşme hareketlerinin ve anayasal devlet olma mücadelesinin bürokratik vesayet kurumlarından kurtarılarak sahici bir karakter kazanması meselesinin karara bağlanacağı bir zemindir. Bu karar, bölgesel ve küresel gelişmeler sebebiyle sadece Türkiye sınırlarını değil, meselenin başlangıcında olduğu gibi Osmanlı 1 Kasım seçm Osmanlı Türkye’snde başlayan modernleşme hareketlernn ve anayasal devlet olma mücadelesnn bürokratk vesayet kurumlarından kurtarılarak sahc br karakter kazanması meselesnn karara bağlanacağı br zemndr. Bu karar, bölgesel ve küresel gelşmeler sebebyle sadece Türkye sınırlarını değl, meselenn başlangıcında olduğu gb Osmanlı havzasını, İslam âlemn, dünya güç ve tehdt dengelern etkleyecek br özgül ağırlık kazanmıştır. havzasını, İslam âlemini, dünya güç ve tehdit dengelerini etkileyecek bir özgül ağırlık kazanmıştır. Bu bakımdan, Arap Baharı’nın kışa dönmesi, Suriye iç savaşı, İran’ın uluslararası sisteme dönüşü, DEAŞ, PYD ve PKK’nın iç içe giren krizler olarak Türkiye’nin içerideki tartışmalarından bağımsız olmadığı ortadadır. Türkiye siyaseti bütün bu gelişmeler karşısında ciddi kararlar vermenin eşiğindedir. 7 Haziran seçimlerindeki hükümet kuramama halini suistimal ederek Türkiye siyasetini, demokrasinin kabiliyetini ve devletin kapasitesini felç edebileceğini düşünenler, Türkiye’nin yeniden seçime giden yumuşak gücünü, dengelerini koruyan ekonomisini, küresel aktörlerle işbirliğini ve sert gücünü kullanabilmesi sayesinde başarısızlığa uğramışlardır. 7 Haziran 2015 seçimi sonrasında içeride ve dışarıdaki meydan okumalara Türkiye’nin Cumhurbaşkanı, hükümet, demokratik süreçler, anayasal kurumlar, devlet kapasitesi ve vatandaş feraseti bakımından tarihe geçecek bir başarı dönemidir. Bu başarı dönemi selametle seçimlere gidilmesiyle taçlanacaktır. Bu dönemde yaşanan birçok taktik başarısızlık, üslup hataları ve eksikliklere rağmen genel toplamda Türkiye demokrasi, siyaset ve devlet olarak kendisini koruyacak açık bir başarı sergilemiştir. Bu başarının arkasında açık bir şekilde Cumhurbaşkanının seçim sisteminin değişmiş olması ve güçlü yetkilerini % 52’lik bir halk desteğini arkasına almış bir siyasi aktör olarak kullanabilmesinin etkisi olmuştur. Erdoğan karşıtı bütün söylemlere ve Erdoğan’ın muhataralı açıklamalarına rağmen, Cumhurbaşkanının varlığı ve yetkilerini kullanması hukuki ve siyasi meşruiyeti zedeleyecek bir boyuta ulaşmamıştır. Bunun arkasındaki temel süreç, 2007’deki referandumla Cumhurbaşkanının seçiminin halkoyuyla yapılacağı şeklindeki anayasa değişikliğinin kabul edilmiş olmasıdır. Bu anayasal hükme dayanarak yapılan 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında yaşanan ve yaşanacak hükümet sistemi vs. tartışmalarına rağmen, bu dönemde halkoyuyla seçilmiş ve siyasi yetenekleri tartışılamayacak bir ismin Cumhurbaşkanlığı makamında olması içeriden ve dışarıdan Türkiye’yi türbülansa sokmak isteyenlere karşı çok güçlü bir direnç odağı oluşturmuştur. İkinci olarak 13 yıllık değişim ve egemenlik savaşının bütün yıpranma, genel başkan değişimi ve yenilenme problemlerine rağmen AK Parti % 41 oy almış ve onun içinde yer almadığı bir iktidar bloğunun oluşmasının mümkün olmadığı görülmüştür. AK Parti yaşadığı genel başkanlık değişimi, 3 dönem değişimi ve şimdi 12 Eylül 2015 genel kongresine rağmen bütünlüğünü yitirmemiş ve engelleri, hata ve eksiklere rağmen bütünlüğünü muhafaza ederek, aşmayı başarmıştır. Bu bakımdan 7 Haziran seçimleri, öncesi ve sonrasıyla, AK Parti’nin özgüveninin test edildiği bir dönem olarak kaydedilmelidir. 7 Haziran seçim sonuçları, seçimlerden sonra AK Parti’nin ve muhalefetin performansı AK Parti’ye siyasi merkezin taşıyıcısı olma imkânını vermiştir. Bu bakımdan AK Parti siyasi ve iktisadi istikrar içinde demokratik değişimin en güçlü ve ana aktörü olma vasfıyla tescil edilmiştir. AK Parti dışında kalan muhalefet cephesi 7 Haziran öncesinde sergilediği birbirini gözeten pozisyonu terk ederek çok sert iç tartışmalara girmiş ve dağılmıştır. CHP bütün yenilenme gayretine, iç ve dış basının, güç odaklarının olağanüstü gayretlerine rağmen, beklenen atılımı yapamamış, üstelik seçimlerden sonra da ne CHP-MHP-HDP koalisyonunu ne de AK Parti-CHP koalisyonunu kotaramamıştır. CHP Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Deniz Baykal üzerinden açtığı uzlaşma kapısını da kullanamamış, bu şekilde TBMM Başkanlığını ve koalisyon ortaklığı fırsatını kaçırmıştır. Bu başarısızlığın arkasında CHP’nin genel başkan ve genel merkezinin siyasi kapasitesindeki yetersizliğin başat amil olduğu görülmektedir. MHP, Genel Başkan Dr. Devlet Bahçeli’nin ağzından 7 Haziran akşamından itibaren hiçbir blok ve EYLÜL 2015 11 ittifak içinde yer almayacağını ilan ederek, bu ittifaklardan göreceği zarardan uzaklaşarak reaksiyoner cephenin yegane temsilcisi olmaya yönelmiş ve derhal erken seçim istemiştir. Ancak MHP, bu çizgisini o kadar sert ve kaba şekilde hayata geçirdi ki değil yeni kesimlere açılmak kendi tabanını dahi ürküttü. İkinci olarak MHP 7 Haziran seçimleri sonrası, bilhassa 24 Temmuz’da başlayan operasyonlarla değişen iç ve dış politika şartlarını hiç dikkate almadan çizgisini hiçbir revizyon yapmadan sertleştirerek devam ettirdi. Bu bağlamda MHP iki büyük hata yaptı: Birincisi devletin kendisine en ihtiyaç hissettiği anda oyundan kaçtı, ikincisi erken seçim isteğinden vazgeçti. Böylece AK Parti’nin geçici bakanlar kurulunda HDP ile aynı hükümette olmasını kara propaganda malzemesi olarak kullanmaya başladı ancak bu durum Tuğrul Türkeş’in geçici hükümete katılma kararıyla kendi aleyhine bir siyasi sonuç üretti. HDP ise önce 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde sonra 7 Haziran 2015 seçimlerinde yakaladığı tarihi başarıyı çözüm sürecinin güçlenmesi, PKK’nın silah bırakmaya ikna edilmesi istikametinde kullanmadı veya kullanamadı. HDP çözüm sürecine öncelik vermek yerine Erdoğan ve AK Parti’ye karşı cephe içinde yer almaya öncelik verdi. HDP sözcülerinden Sırrı Süreyya Önder MHP ile yürüyebileceklerini, HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş MHP ile aynı masada her şeyi konuşabileceklerini söylediler, MHP ile koalisyonu 12 EYLÜL 2015 kabul ettiler, CHP-MHP koalsiyonuna hatta Devlet Bahçeli’nin Başbakanlığına destek vereceklerini ilan ettiler. Her seferinde MHP tarafından ağır hakaretlerle reddedildiler. HDP bunun dışında KCK sözcülerinin kendilerine yönelik sert ifadelerine cevap vermeyerek, hiyerarşide KCK’dan sonra geldiğini kabul ettiğini göstermiş oldu. HDP için asıl dramatik hata ise PKK’nın açık şiddetine açıkça karşı çıkmak yerine Erdoğan ve AK Parti’yi suçlamayı tercih etmesi oldu. HDP’nin ikinci büyük hatası ise PKK’nın demokratik özerklik ve özsavunma ilanlarına karşı çıkmak yerine, onun siyasi destekçisi pozisyonunu tercih etmesi oldu. HDP ve bileşenleri PKK terörüne tavır almadığı gibi devlet operasyonları başladığında da pozisyonunu değiştirmedi. Dışarıda ve içeride PKK lobisi gibi çalışmanın ötesinde bir gayreti olmadı. PKK’ya karşı operasyonların etkili olması ve seçimlerin 1 Kasım’da yenilenmesi kararı karşısında artık anlamını kaybetmiş PKK’ya yönelik çağrılar da reddedildi. Böylece HDP’nin PKK dışında ve karşısında anlamı olmadığı anlaşılıp HDP’nin Türkiyelilik, demokratikleşme ve siyasileşme tezleri çöktükten sonra hangi gerekçeyle oy isteyeceği artık merak konusudur. HDP bileşenleri artık Türkiye’ye karşı egemenlik mücadelesi veren PKK’yı desteklemekle, Türkiyelilik politikaları arasında bir tercih yapmak zorundadır. 7 Haziran seçim sonuçları Türkiye’de siyasi ve toplumsal merkezin ne kadar kırılgan olduğunu ve kimlik politikalarına dayanan siyasi partilerin merkeze 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçmler sonrasında yaşanan ve yaşanacak hükümet sstem vs. tartışmalarına rağmen, bu dönemde halkoyuyla seçlmş ve syas yetenekler tartışılamayacak br smn Cumhurbaşkanlığı makamında olması çerden ve dışarıdan Türkye’y türbülansa sokmak steyenlere karşı çok güçlü br drenç odağı oluşturmuştur. gelmek yerine merkez kaç siyasete savrulduğunu gösterdi. Bu bakımdan 1 Kasım seçimlerinin temel sorunsalı Türkiye siyasetinin, demokrasi kabiliyeti ve devlet kapasitesinin kimlik havuzlarında hapsolmasını aşmak, siyasi ve toplumsal merkezi güçlendirmek, merkez kaç çizgiye savrulan kimlik politikasına dayalı hareketleri merkeze çekmek ve Türkiye’ye karşı egemenlik mücadelesi veren şiddet örgütlerinin kapasitesini kırmaktır. Bu bakımdan 1 Kasım seçimlerinde, kökleri 19. yüzyıla giden “temellerin duruşması”nda, 27 Mayıs darbesiyle inşa edilen bürokratik vesayetin ve onun siyasi aktörlerinin tasfiye edilerek anayasal demokrasi ve demokratik hukuk devletinin korunmasında bir karar verilecek. 30 Mart 2013, 10 Ağustos 2014 ve 7 Haziran 2015’te ilk üç turu yapılan uzun seçimin dördüncü turunda seçmen, yüzyıllık kararını verecek… TÜRKİYE’NİN KARŞI OPERASYONU TÜRKİYE LÜBNAN, PKK HİZBULLAH MI OLACAKTI? Türkiye’de koalisyon ve erken seçim tartışmaları yaşanırken, artan terör saldırıları karşısında başlatılan büyük operasyonla içeride ve dışarıda “oyunun değiştiği” yeni bir döneme girildi. Türkiye 13 yıldır devam eden bir değişim yaşıyor. Dalgalar halinde gelen bu değişime karşı reaksiyoner bir cephe olduğu aşikâr. Bu cephe değişim dalgalarının etkisini kıracak dalgakıranlar inşa etmeye çalışıyor. Bu dalgakıranlarda meşru ve gayrimeşru her türlü yol ve yöntem kullanılıyor, içeride ve dışarıda herkesle ittifak imkânı değerlendiriliyor. Darbe planları, darbe tehditleri, Cumhuriyet mitingleri, AK Parti’nin kapatılma davası, devrimci halk savaşı, serhıldan (ayaklanma), Gezi kalkışması, paralel yapının 17-25 Aralık darbe teşebbüsü, tehdit, şantaj kasetleri vs. bu denemelerden bazıları... 7 Haziran 2015 seçimleri öncesindeki seçimlerde reaksiyoner cephe, HDP’yi koçbaşı olarak kullanarak bir yandan çözüm sürecini tehdit ederken diğer yandan da AK Parti aleyhine içeride ve dışarıda DEAŞ ile işbirliği yaptığı yönündeki kara propagandayla netice almayı denedi. Bu stratejiye göre AK Parti, Kürt meselesi ve Başkanlık tartışması üzerinden kurt kapanına alınacak, içeride ve dışarıda tecrit edilecekti. 7 Haziran seçimlerinde AK Parti’nin tek başına iktidar olamayacağı bir TBMM kompozisyonu ortaya çıkınca, bu stratejisinin başarılı olduğu zannedildi. Bu zanla hareket eden, Erdoğan’ı tecrit ve AK Parti’nin devrilmesi siyasetinin koçbaşı olan HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, CHP-MHP koalisyonunu destekleyeceklerini açıklarken Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hitaben “Korkma seni asmayacağız, yargılayacağız” diyen bir özgüven patlaması yaşıyordu. Hâlbuki daha 7 Haziran seçim akşamı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, MHP’nin bu proje veya Kılıçdaroğlu’nun ifadesiyle % 60’lık blok içinde yer almayacaklarını açık bir şekilde ilan etmişti. HDP ve PKK’nın bu projeye dâhil olması, sadece Erdoğan karşıtlığı veya laik hayat tarzını tercih etmekten kaynaklanmıyordu. PKK, HDP’nin barajı aşmasının Başkanlık projesinin yanında AK Parti’nin tek başına iktidar olamamasını temin etmesi halinde, Türkiye’de siyasi karar alamayan bir koalisyonlar döneminin başlamasının Kuzey Suriye’de ve Türkiye’nin Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde yakaladığı avantajlarını konsolide etmek ve daha ileri bir siyasi başarıya taşımak için avantajlı bir iklim yaratacağını hesaplıyordu. HDP’nin bu hesapları paylaştığı aşikârdı. Türkiye’nin koalisyon aradığı ve siyasi iradesinin zayıfladığı bir dönemde, PYD’nin Kuzey Suriye’de kantonları birleştirerek Irak benzeri bir Suriye Federe Kürdistan bölgesi ilanına ve Türkiye’nin Doğu ve Güney Doğu Anadolu’sunda güvenlik kuvvetleri ve devlet kurumlarının şiddet hareketleriyle sindirilmesine ses çıkaramayacağı varsayılıyordu. Bu hesap karşısında Suriye’de PYD/ PKK ile çatışan DEAŞ da bu planı PYD’nin güvenli üs bölgesi olarak kullandığı Türkiye’de, Suruç’ta ya- EYLÜL 2015 13 Türkye’nn ABD le anlaşması, PKK ve DAEŞ’n tehdtlerne asker ve polsye operasyonlarla cevap vermes Türkye syasetnde ç ve dış boyutları olan kalıcı etkler bırakacaktır. Bunlardan en önemls Türkye’nn Cumhuryet dönemnde Orta Doğu’dan uzak durmak ve müdahale etmemek yaklaşımının terk edlmesdr. pılacak bir terör eylemiyle bozmak istiyordu. Bu şekilde Suriye’deki iç savaşın giderek Türkiye’ye taşındığı, devletin giderek inisiyatif kaybettiği, müzakere sürecinin bozulmasından ve Suriye iç savaşına bulaşmaktan korkarak bölgeden çekildiği bir senaryo denendi… Bunu temin etmek için de 7 Haziran’dan sonra yol kesme, adam kaçırma, iş makinası yakma, bombalama, suikast vs. 281 eylemle bölgede PKK’nın tahakkümü pekiştirildi, ateşkesin sona erdiği ilan edildi, KCK Eş Başkanı Bese Hozat yeni süreci devrimci halk savaşı ve serhıldan süreci olarak ilan etti. Cemil Bayık halkı silahlanmaya çağırdı. Bunların üzerine denk gelen DEAŞ’ın Suruç’ta 32 kişinin ölümüne yol açan bombalaması, PKK’ya yeniden Türkiye aleyhine propaganda, kalkışma ve Suriye’de harekete geçme imkânı verdi. Burada PKK’nın stratejik önceliği, Suriye’de PYD devletini ilan etmek ve buna karşı PKK’nın devrimci halk savaşı ve ayaklanma tehdidiyle Doğu’da; DHKP-C ile Batı’da şiddet, HDP ile Batı’da mitingler marifetiyle Türkiye’yi stratejik felce mahkûm etmekti. Bu felç, Türkiye’de siyasi anlaşmazlığı zirveye taşıyacak ve PKK bu iç çatışma ortamında istediklerini 14 EYLÜL 2015 alabilecekti. İşte Türkiye bu noktada hareketsiz kalmanın, Türkiye için bir beka meselesine dönüşeceği kararına vararak harekete geçti. PKK ve HDP bütün tahriklerine rağmen, Türkiye’nin böyle bir harekâta girişemeyeceği kanaatinde oldukları için, Türkiye’ye atfettikleri “stratejik felce” kendileri yakalandılar. Operasyonlar DEAŞ ve PKK ile iltisaklı gruplara karşı Türkiye, Suriye ve Irak’ta aynı anda başladı. Operasyonların amacı Türkiye’nin siyasi istikrarını ve demokratik hukuk devletini korumak, DEAŞ ve PKK ile iltisaklı grupların Türkiye’ye ilişkin tehditlerinin ortadan kalkmasıydı. Türkiye bu operasyonu milli imkânları ile başlatmakla beraber, DEAŞ’a karşı oluşan koalisyon ve bilhassa ABD ile NATO başta olmak üzere müttefiklerle büyük bir koalisyon ve ittifak tesis etti. Türkiye’nin ABD ile DEAŞ’a karşı ittifakla Suriye denklemine girmesiyle Obama’nın ifadesiyle “oyun değişti”. “Değişen oyunun” sadece DEAŞ ve Suriye’nin geleceğiyle ilgili olmadığı, PKK ve PYD’nin kaderiyle de yakından ilişkili olduğu kaydedilmeli. Değişen oyunun bir ayağı da, PKK ve PYD’nin Orta Doğu, Suriye ve Türkiye okumalarının ve hesaplarının tamamen boşa çıkarılmasıydı. PKK Arap Baharı’nın sona ermesini dünyada siyasal İslamcılığın tasfiyesi olarak okuyup, Türkiye’de de AK Parti’nin bu cümleden tasfiye olacağına inanıyordu. PKK bu şekilde Suriye’de DEAŞ’a karşı ABD hava kuvvetleri ve özel güçleri sayesinde laik oldukları için aldıkları destekle Rojava’da yaptıkları bir devrimin benzerini, laik bir ittifakla ve ABD başta olmak üzere Batı’nın desteğiyle Türkiye’de yapabileceklerine inanıyorlardı. Bunun devamında da Erdoğan ve AK Parti hükümetiyle ittifak yapan Barzani’nin devrilmesi de sıradaydı. PKK böylece Orta Doğu’da laikliğin yegâne temsilcisi olarak Batı’nın ve ABD’nin vazgeçilmez müttefiki olacaktı. Bu şekilde Rojava devriminden PKK devletine geçişi ABD hava kuvvetlerinin şemsiyesi altında tamamlayacak ve Türkiye’nin muhalefetinin de önüne geçilmiş olacaktı... HDP’nin çözüm süreci bloğundaki AK Parti karşıtı “laik” cepheye geçmesinin arkasındaki siyasi mantık, işte burada yatıyordu. Bu okumadaki yanlışlık, Türkiye’nin operasyonlarına ABD’nin açık desteğiyle ortaya çıktı. Hoş gerçi ABD muhalefet etse de, Türkiye ile PKK veya PYD ile bir kara savaşını göze alması için PKK’nın hayal ettiği türden bir sebebi olmadığı da söylenebilir. Bu hesabın Türkiye içindeki kısmının yanlışlığı, aslında 7 Haziran’da Devlet Bahçeli’nin açıklamalarıyla ayan olmuştu. Nitekim kısa zamanda CHP ve seçim öncesinde HDP’nin stratejik ortağı olan Aydın Doğan medyası da HDP’ye mesafe koymaya başladı. Erdoğan ve Davutoğlu’nun yenilgi dolayısıyla tecrit olacakları ve hareketsiz kalacakları varsayımının boşluğu, 7 Haziran seçimlerinden sonraki siyasi performanstan anlaşılabilir. PKK’nın; TSK, MİT, Emniyet, Jandarma, Yargı ve mülki idare amirlerinin siyasi istikrarsızlık ortamında risk almayarak harekete geçmeyecekleri ve AK Parti karşıtı bir tavır içine girebilecekleri beklentisi de boşa çıktı. Devlet geleneğini, kurumları ve kadrolarını hafife alan bu yaklaşım büyük ölçüde paralel yapının yarattığı tahribata duyulan güvenden kaynaklanıyordu. Devlet büyük bir uyum içinde Erdoğan ve Davutoğlu etrafında kenetlenerek, siyasi iradenin emirlerini yerine getiren bir çizgide duracağını gösterdi. Bunun ötesinde muhalefet partileri de, bu kararı destekleyen bir pozisyonda durmayı tercih ettiler. HDP’nin ve paralel yapı dışında muhalif muvafık çok geniş bir cephenin, terörle mücadele konseptine destek verdiği görüldü. Bu cephenin genişliği ve kararlılığının, HDP bileşenlerinde, tabanında ve paralel yapının tabanında da rahatsızlık yaratması kaçınılmazdır. Bu bakımdan PKK ve HDP cephesi barış bloğu adı altında bu cephenin kararlılığını bozacak çabaların içinde olacaktır. Amaç, PKK ve HDP’yi içine düştüğü çıkmaz ve anlaşmazlık durumundan Abdullah Öcalan’ın müdahalesiyle kurtarmak ve onun çağrısıyla yeniden çatışmasızlık ilan ettirmektir. PKK’nın ağır baskı karşısında ve Kuzey Suriye’deki kazanımlarını koruma karşılığında çatışmasızlık ve Türkiye’den çekilmeyi kabul etmesi mümkün olmakla beraber, Türkiye’nin Suriye’nin Kuzey’inde kendisi aleyhine kullanılacak bir gerilla kuvvetinin oluşmasına izin vermesi kabul edilemez bir durum olacaktır. Bu bakımdan, PKK çözüm sürecini zehirleyen Rojava devrimi ve Suriye’de PYD adı altında bir PKK devleti kurma politikasından vazgeçmedikçe, müzakere sürecinin yeniden canlanması zor görünmektedir. HDP’nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortaya koyduğu Türkiyelilik, demokratikleşme ve siyasileşme hedeflerinin hepsinin, PKK’nın Türkiye ve Suriye kollarının rahatça iş görmesini temin edecek şallar olmak dışında bir karşılığı olmayan politikalar olduğu anlaşılıyor. HDP’nin PKK yöneticileriyle zaman zaman yaşadığı anlaşmazlıkların her seferinde PKK yöneticilerinin dediklerinin olması, HDP’nin seçim başarılarını anlamsızlaştırmaktadır. Bu bakımdan HDP artık 7 Haziran öncesinin koçbaşı rolünü kaybetmiş durumda. AK Parti, CHP ve MHP’nin koalisyonda olmasalar da ittifak halinde oldukları ve Türkiye’nin omurgasının yeniden inşa edildiği bir döneme girilmiştir. HDP ve PKK, bu baskı karşısında mevcut halini devam ettiremez. Ya müzakere sürecine dönecek yahut şiddeti ve bölünmeyi esas alacak yeni bir yola gireceklerdir. HDP ve PKK, artık bir yol ayrımındadır. İçeride ve Dışarıda Koalisyon Görüşmeleri Türkiye Siyasi Paradigmasını Değiştiriyor Türkiye 30 Mart 2014 yerel seçimleri, 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra erken seçim mi koalisyon mu tartışmaları arasında erken seçim istikametinde karar alırken çok ciddi bir paradigma değişikliği yaşıyor. Türkiye’deki değişime direnen reaksiyoner cephenin hayali % 60’lık bloğunun olmadığının anlaşılmasıyla başlayan paradigma değişikliği, 13 EYLÜL 2015 15 Operasyonlar DEAŞ ve PKK le ltsaklı gruplara karşı Türkye, Surye ve Irak’ta aynı anda başladı. Operasyonların amacı Türkye’nn syas stkrarını ve demokratk hukuk devletn korumak, DEAŞ ve PKK le ltsaklı grupların Türkye’ye lşkn tehdtlernn ortadan kalkmasıydı. yıllık değişim sürecinin ve AK Parti iktidarının ne kadar kalıcı bir dönüşüm yarattığını içeride ve dışarıda bir kez daha gösterdi. 7 Haziran seçimleri sonrasında yaşanan iç ve dış siyasi gelişmelere karşı siyasi aktörlerin verdiği tepkiler 13 yıllık değişimin kalıcılığını teyit etmenin ötesinde, Erdoğan’ın, iktidarın ve muhalefetin müşterek ve ayrı ayrı performanslarını sergilemelerine imkân verdi. Erdoğan ve AK Parti iktidarının içeride ve dışarıdaki pozisyonunu siyaseten değiştirmeye yönelik içeriden ve dışarıdan organize edilen kampanyanın sınırları bu dönemde görülmüş oldu. Reaksiyoner cepheyi bir arada tutan, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti’nin içeride ve dışarıda tecrit edileceği ve hatta “devrileceği” varsayımı çöktü. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti’nin demokratik yöntemlerle, reaksiyoner cephenin zorlamayla bir araya getirilerek ve dışarıdan yürütülen kara propagandayla yok edilemeyeceği ortaya çıkınca, reaksiyoner cephenin yeni duruma intibak eden iç ve dış aktörleri pozisyonlarını değişirdi. 7 Haziran öncesi oluşan ittifakı ebedi ve reaksiyoner cephenin % 60’lık kesiminin koalisyonunu kader zanneden unsurlar ise hala 7 Haziran ve Türkiye gerçeklerine uyum sorunu yaşıyorlar. % 60’lık cephe varsayımının yanlışlığını 7 Haziran gecesinden başlamak üzere Devlet Bahçeli; CHP, HDP ve diğer bileşenlere soğuk duş ve ağır hakaretler marifetiyle anlatmaya çalıştı. Bunu anlamamakta ısrar eden ve Çin’den getirdikleri yeni parti oyuncaklarla şansını denemek isteyenler olmakla beraber, artık bu koalisyonun kader değil ham hayal olduğu açıkça görüldü. Eğer bu ham hayal devam etse ve kazara % 60’lık bloğa dayanan bir koalisyon kurulsaydı, muhtemelen bu cephenin çöküşü biraz gecikecek ama çok daha büyük bir çöküş yaşayacaktı. Bu bakımdan Devlet Bahçeli ve MHP’nin, % 60’lık cepheyi daha ağır bir hezimeti yaşamaktan koruduğu dahi söylenebilir. Ancak henüz Türkiye ve dünya gerçekliğine intibak edemeyenlerin bu değerlendirmeyi anlamaları dahi zor görünüyor. Reaksiyoner cephenin % 60’lık bloğunu çökerten bir başka darbe ise, desteğini cepte zannettikleri 16 EYLÜL 2015 Batı bloğu ve ABD’den geldi. ABD Orta Doğu’da güç ve tehdit dengesinde Türkiye’nin değerinin vazgeçilmez olduğunu öteden beri biliyordu. 7 Haziran’da Türkiye’deki güç dengesinin ortaya çıkması, Türkiye’nin NATO standartlarındaki askeri gücü, devlet kapasitesi ve işleyen demokratik hukuk devleti sistemi, Türkiye’yi sıkıştırmak amacıyla yürütülen kara propagandaya rağmen Türkiye’nin özgül ağırlığını arttırmıştı. İran’ın güç itibarıyla dengelenmesi ihtiyacı, DEAŞ başta olmak üzere devlet dışı aktörlerin tehdit dengesinde kontrolden çıkması ihtimalleri karşısında artık pazarlığın kesileceği an yaklaşmıştı. Türkiye’de bir AK Parti-CHP koalisyonu olmazsa bu tür bir anlaşmanın olamayacağını zanneden ideolojik körlükle malul çevrelere rağmen, ABD ile Erdoğan ve AK Parti hükümeti bu pazarlığı tamamladı. Böylece Türkiye’de AK PartiCHP koalisyonu tartışılırken ve ABD ile ilişkilerin ancak bu şekilde düzeleceği propagandası yapılırken Türkiye’nin ABD ile anlaştığı ortaya çıktı. Böylece Türkiye’nin Batı ve ABD ile koalisyonu için olmazsa olmaz olarak takdim edilen AK Parti-CHP koalisyonu olmadan, Türkiye ile Batı ve ABD koalisyonu tazelendi ve yeni bir derinlik kazandı. Aslında Türkiye ve ABD arasındaki anlaşmanın sağlanmasıyla AK Parti-CHP koalisyonunun dış gerekçesi ortadan kalkmıştı. Erdoğan ve AK Parti, Batı ve ABD ile ilişkilerini düzeltmek için CHP veya Türkiye’deki bazı kurumların aracılığına gerek olmadığını göstermiş oldu. Bu dönemde Erdoğan ve AK Parti’yi içeride CHP, dışarıda Batı ve ABD ile koalisyona zorlamak amacıyla oluşan büyük reaksiyoner cephe ve terör örgütlerinin tazyiklerinin olağanüstü arttığı görüldü. Erdoğan ve AK Parti’yi bu koalisyona zorlamak için yapılan baskıyı, Türkiye’nin Suriye’de PYD federe devletine, Türkiye’de PKK özerkliğine imkân vereceği şeklinde yorumlayan PKK cephesi de, tıpkı reaksiyoner cephenin diğer unsurları gibi büyük bir hesap hatası yaptı. Türkiye’yi çözüm sürecini bitirme, devrimci halk savaşı ve Suriye’de PYD devleti ilan etmekle tehdit etti. Türkiye ise bu hesap hatalarına dayanan meydan okumalara 24 Temmuz’da Türkiye içinde, Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’ta askeri ve polisiye operasyonlarla cevap verirken, ABD ile anlaşmaya varıldığını da ilan etti. Türkiye’nin ABD ile anlaşması, PKK ve DAEŞ’in tehditlerine askeri ve polisiye operasyonlarla cevap vermesi Türkiye siyasetinde iç ve dış boyutları olan kalıcı etkiler bırakacaktır. Bunlardan en önemlisi Türkiye’nin Cumhuriyet döneminde Orta Doğu’dan uzak durmak ve müdahale etmemek yaklaşımının terk edilmesidir. AK Parti döneminde Orta Doğu’ya yumuşak güçle müdahale etme anlayışıyla değişen bu yaklaşım, Türkiye’nin ABD ve koalisyon güçleriyle anlaşmasıyla artık sert gücün de kullanılabileceği bir safhaya geçmiş durumda. Tuhaf olan şey, daha önce AK Parti’nin yumuşak güçle Orta Doğu’ya müdahale etmesinden rahatsız olan iç ve dış kesimlerin sert güçle müdahale politikasını desteklemesi. Bu Türkiye dış politikasında ciddi paradigmatik bir dönüşümü ifade etmektedir. Türkiye iç siyasetindeki kalıcı etki ise % 60’lık hayali bloğun anlamının kalmaması, Erdoğan ve AK Partiyi tecrit politikasının iflas etmesidir. 7 Haziran’dan sonra blok içindeki aktörler arasındaki anlaşmazlıklar AK Parti ile anlaşmazlıklardan daha fazla temayüz etmeye başladı. Bu blok içindeki her aktör AK Parti ile koalisyon görüşmesi yaptı, HDP ise AK Parti-CHP koalisyonuna destek vereceğini ilan etti. Dolayısıyla 7 Haziran seçimlerinden önce var olan Erdoğan ve AK Parti karşıtı kutuplaşma politikasının artık bu haliyle devam edemeyeceği ortadadır. Bu durum hem erken seçimi hem de erken seçim sonrasındaki siyasi iklimi etkileyecektir. AK Parti-CHP arasında yürütülen istikşafi koalisyon görüşmeleri ve MHP ile yapılan görüşmeler, AK Parti tek başına iktidara gelse de koalisyon ihtimali olsa da siyasi partiler arasındaki mutabakat zemininin genişlemesine hizmet etmiştir. Bu durum erken seçimde siyasi kampanyaların stratejilerini ve dillerini ister istemez etkileyecektir. CHP bundan sonra sadece Erdoğan ve AK Parti karşıtı bir politikaya sığınamaz. Artık yeni CHP söyleminin daha da geliştirildiğinin ve partinin dönüştüğünün anlatılması gerekiyor. CHP, bundan sonra, AK Parti’nin Batı’yla ilişkilerini düzeltecek Türkiye’nin çağdaş yüzü imajıyla bir yere gidemez. AK Parti ile koalisyonun şartı olarak ileri sürülen dış politikanın tamamen değiştirilmesi iddiası daha zi- yade CHP için geçerli olacaktır. CHP çatışma döneminde MHP ile ilişkilerini iyi tanzim edemez, Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı adına HDP ile işbirliğine giderse bir yandan HDP’ye diğer yandan MHP’ye oy kaybetmesi kuvvetle muhtemeldir. CHP bunun yerine Türkiye’de siyasi merkezin demokratik hukuk devleti istikametinde yeniden inşası ve Türkiye’nin değişen paradigmasına hem katkı veren hem de onu içselleştiren bir politika yürütürse, aldığı oydan bağımsız olarak Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi olan bir siyasi aktör haline gelecektir. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti; Türkiye, Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’taki emrivakiye teslim olmayarak aldıkları operasyon kararı ve karşı bloğun dağıtılması sayesinde siyasette kalıcı olduklarını ve hala Türkiye’de değişimin aktörü olabileceklerini gösterdiler. Şimdi 7 Haziran seçimleri sonrasında gösterdikleri performansla erken seçimden tek başına iktidar ve hatta anayasayı değiştirebilecek bir çoğunlukla çıksalar dahi itidal, mutabakat arama, her kesimi dinleme ve yeni kesimlere açılma yaklaşımlarını politikalara dönüştürerek Türkiye’deki değişimin kökleşmesi ve tamamlanması istikametinde ana aktör olma vasıflarını devam ettirebilirler. Bu bakımdan Erdoğan ve AK Parti’nin tıpkı ABD ile doğrudan görüşme ve anlaşma mantığında olduğu gibi hem dış politikada hem iç politikada muhataplarıyla doğrudan görüşerek problem çözücü ve müşterek çalışmaya yatkın bir politik hattı muhafaza etmesi elzemdir. Bunun işaretlerinin erken seçim öncesinde aktör ve söylem düzeyinde yenilenerek ortaya koyulması icap ediyor. EYLÜL 2015 17 İÇ POLİTİKA ANAYASA KABİNESİNİN YANSIMALARI NASIL OLACAK? Alper TAN SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi A nayasa’nın amir hükümleri gereği mecburen kurulan seçim hükümeti ile 7 Haziran sonrası ortaya çıkan belirsizlik dönemi sona erdi. Türkiye bir siyasi badireyi daha atlattı. Şimdi artık siyaset, 1 Kasım seçimlerine odaklanacak. Hükümetse ülkeyi yönetme mesuliyeti ile içinde yaşadığımız hem terör ve savaşa hem de seçime... Son gelişmelerle birlikte Cumhuriyet tarihinde bazı ilkler de yaşandı. İlk kez cumhurbaşkanı kararıyla ülke seçime gidiyor. Belli şartların oluşmasıyla cumhurbaşkanının seçim kararı alma ve seçim hükümeti kurması yetkisi tanıyan Anayasa’nın 114 ve 116. maddeleri ilk defa icra edildi. Cumhuriyet tarihinde ilk başörtülü milletvekilleri ile Türkiye geçen dönem tanışmıştı. Bu seçim kabinesiyle Türkiye ilk kez başörtülü bakana tanık olacak. 18 EYLÜL 2015 Terör örgütü PKK’nın siyasi uzantısı bir parti zaten yıllardır bazı belediyeleri yönetiyor ve TBMM’de grubuyla temsil ediliyordu. Bu seçim hükümetinde iki bakanla, PKK’nın legal siyasi uzantısı HDP ilk kez kabinede görev almış olacak. Kurucu lider Alparslan Türkeş’in oğlu ve Genel Başkan Yardımcısı Tuğrul Türkeş’in, partisinin vizyonsuz kararını dinlemeyip seçim hükümetinde Başbakan Yardımcısı olarak görev almasıyla MHP bir deprem yaşadı. Bugüne kadar MHP’de çeşitli sarsıntılar yaşandı ama Tuğrul Türkeş depremi çok daha derin fay hattına işaret ediyor. Devlet Bahçeli’nin genel başkanlığı döneminde bu denli derin bir sarsıntı ilk kez yaşanıyor. Her ne kadar bunun sayısal değeri Türkeş’le sınırlı görünse bile MHP’ye siyasal etkisi çok daha fazla olabilir. MHP mantığından hareketle Ahmet Davutoğlu da deseyd k “AK Part 13 senedr tek başına ülkey yönett. 7 Hazran’da mllet bze ülkey tek başına yönetme yetks vermedğne göre bzm muhalefette kalmamızı styor. O sebeple hükümette yer almayacağız.” Bu tavırlar karşısında ülkede hükümet kurulamayacak ve belk de br kaos yaşanacaktı. CHP ve daha da önemlisi MHP’nin her şeye “hayır” diyen tutarsız ve çelişkili açıklamaları Türk milliyetçisi partiyi 7 Haziran’da milletvekili sayısı bakımından Kürt milliyetçisi HDP ile aynı seviyeye düşürmüştü. Türkiye’nin en büyük kenti İstanbul’da ise HDP’nin bile gerisinde bırakmıştı. Eğer MHP, Tuğrul Türkeş’i partiden atarsa MHP’nin TBMM’deki temsili 79’a düşecek. Böylece 80 milletvekili olan HDP’nin de arkasında yer alacak. Bu vahim durumun milliyetçi camia tarafından sorgulanmayacağını düşünmek zor. AK Parti iktidarını hem acımasızca eleştirmesi hem de kendisine teklif geldiği halde hiç bir şekilde sorumluluk almayarak kaçması MHP için pahalıya patlayabilir. MHP lideri Bahçeli’nin “Millet bize muhalefet görevi verdi” diyerek, kolaycılığa kaçması ve seçmenlerine hayal kırıklığı yaşatması, muhtemelen MHP yönetiminin önüne bir fatura getirecektir. MHP’nin bu mantıksız ve hırçın tavrının ne kadar vahim olduğunu daha iyi anlatabilmek açısından şöyle örneklendirebiliriz. MHP mantığından hareketle Ahmet Davutoğlu da deseydi ki “AK Parti 13 senedir tek başına ülkeyi yönetti. 7 Haziran’da millet bize ülkeyi tek başına yönetme yetkisi vermediğine göre bizim muhalefette kalmamızı istiyor. O sebeple hükümette yer almayacağız.” Bu tavırlar karşısında ülkede hükümet kurulamayacak ve belki de bir kaos yaşanacaktı. Her parti iktidar olmak ve ülkeyi yönetmek için siyaset yapar. Siyasetin temel mantığı budur. MHP’nin ısrarla muhalefet olma hevesinde devam etmesi ve sahayı diğer partilere bırakması Türk milliyetçisi seçmen açısından ne kadar hazmedilecek acaba? Öbür taraftan Başbakan Davutoğlu’nun BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun halefi Yalçın Topçu’yu Kültür Bakanlığı’na getirmesi ise çok anlamlı bir adım. Bu hamle 7 Haziran öncesi izlediği siyasetle Pensilvanya’nın sinek kovalayan kuyruğuna dönüşen ve Yazıcıoğlu’nun tüm emeklerini “hiç” eden mevcut BBP yönetimini iyice tarihin çöplüğüne süpürebilir. Anayasa’nın bir cilvesiyle bakanlık koltuğuna oturan iki HDP’liye gelince. PKK terörü şiddetle devam ederken bu durum milletin sabır ve hazım kapasitesini elbette çok zorlayacaktır. Bir yandan şehitler gelirken öbür yanda PKK’nın legal uzantılarının bakanlık koltuğunda oturmaları elbette katlanılması çok zor bir durum. Ancak bu durum PKK ve HDP açısından daha büyük bir sınav olacak. HDP’li 2 bakanın ilk mesajları son derece olgun ve mantıklı. Ancak bu tavrı ne kadar devam ettirebilecekler bilinmez. Mesela HDP’li AB Bakanı Avrupa’ya gittiğinde Selahattin Demirtaş gibi Ankara’yı şikâyet mi edecek yoksa Türkiye Devleti’nin haklarını mı savunacak. Yani AB’ye karşı Türkiye’nin sözcüsü mü olacak yoksa PKK’nın sözcüsü mü? HDP’li Kalkınma Bakanı, devletin Doğu, Güney Doğu’ya yatırımlarını yıkan yakan PKK terörüne karşı devletin icraatını mı savunacak yoksa PKK ve Demirtaş’ın dediği gibi “bunlar askeri amaçlı yol, askeri amaçlı baraj, askeri amaçlı yatırım” diyen PKK’nın saçma tezlerini mi savunacak? PKK ağzıyla hareket ederlerse Türkiye partisi olduğuna milleti nasıl inandıracaklar? Çatışmasızlık ortamında 7 Haziran’da saz çalıp halay çekerek toplumu efsunladıkları gibi 1 Kasım’da da askerleri polisleri şehit ederek, ülkenin her yerinde terör yaparak da efsunlayabilecekler mi? Yani PKK-HDP, millet karşısında hatta özelde Kürtler karşısında daha çetin bir imtihana girecek. Sonuç olarak kurulan seçim hükümeti listesine baktığımızda CHP ve MHP’nin tavırlarına ve anayasal kısıtlamalara, zaruretlere rağmen mevcut şartlarda olabilecek en makul ve en mantıklı tercihler yansıtılmış. Umarız seçim kabinesinde bu çözümü üreten o akıl, AK Parti’nin 12 Eylül Kongresinde ve milletvekili aday listelerinde de devrede ve etkili olur. Bu mecburiyetler kabinesi ülkemiz siyasetine belki göz açıcı başka ilhamlar da verir. Hayırlı olsun... Allah utandırmasın... EYLÜL 2015 19 röportaj 7 Haziran’dan 1 Kasım’a Röportaj: Yunus BADEM SDE Asistanı İhsan Aktaş kmdr? 1964 yılında Bayburt’ta doğan İhsan Aktaş lkokul, ortaokul ve lse öğrenmn Bayburt’ta btrmş, lsans eğtmn se Uludağ Ünverstes İlahyat Fakültes’nde tamamlamıştır. Yüksek lsans eğtmn Uludağ Ünverstes Sosyal Blmler Ensttüsü Dn Eğtm Ana Blm Dalı’nda gerçekleştrmş olan Aktaş, doktorasını se Arel Ünverstes Fen Edebyat Fakültes Şehrclk Bölümü’nde sürdürmektedr. İnglzce ve Arapça blen Aktaş, Mll Gençlk Vakfı Başkan Yrd. ve Başkanlık görevlernde toplam on yıl süreyle bulunmuştur. Aktaş, SDE Yüksek İstşare Kurulu üyesdr. GENAR ARAŞTIRMA Yönetm Kurulu Başkanlığı görevn yürüten Aktaş, 3 çocuk babasıdır. 20 EYLÜL 2015 7 Hazran seçm sonuçlarını ve seçmden sonra yaşanan sürec nasıl değerlendryorsunuz? 7 Haziran seçimleri 13 yıldır iktidarda olan AK Parti’nin iktidardan düşürülebilmesi için 3 partinin yüksek motivasyonuyla geçti. Bir taraftan muhalefet partileri muhalefet yapmak için daha derli toplu hareket ederken, diğer taraftan iktidar partisi de gerek lider değişimi gerekse kadrolarda zayıflama ve kendi meselelerini derli toplu şekilde vatandaşa sunamamaktan dolayı aslında bir dağınıklık yaşadı. Yani muhalefet partileri ne kadar derli toplu bir eleştiri yaptıysa, AK Parti de bir o kadar yaptığı hizmetleri, başarılarını ve gelecek algısını toplumda bir türlü oluşturamadı. Ama burada bir hakkı da teslim etmek gerekir; bir seçim için % 41’lik oy çok önemli bir oydur. Toplumda yaklaşık bir hafta boyunca AK Parti kaybetti, hükümet kaybetti gibi bir hava oluştu. Muhalefet partileri de bu havaya kapıldılar. Fakat bir hafta sonra göründü ki AK Parti bu ülkenin gerçeği olmaya devam ediyor. Hükümet kurulacaksa AK Partiyle olacak ve de Meclis Başkanlığı seçimi bunu iyice pekiştirdi. AK Partililer de bunu kıyamet senaryosu olarak görmediler. Bence güzel olan tarafı bu... AK Parti bu yönüyle teknik bir parti. Bir problemle karşılaştığı zaman onunla alakalı ağır savunmalara kalkışmadan problem nedir, nerede hata yaptık deyip bunu toparlamak için uğraş veren bir parti. Bu durum, sorunlara çözüm bulmak için AK Parti için de erken bir uyarı oldu. Baktığımız zaman 13 yıldır sürekli AK Parti’nin hükümet etmesine alışkın bir ülke için hükümet kurulamayan bir dönem getirdi 7 Haziran seçimleri. Seçm sonucunda AK Part tek başına ktdar olacak mlletvekl sayısına erşemed ve koalsyon hükümet kurablmek çn HDP harç meclstek bütün syas partler le görüştü, fakat br sonuç çıkmadı. Koalsyon görüşmeler le lgl szn değerlendrmenz nedr? Koalisyon görüşmelerinde CHP oldukça istekliydi. Hatta bu isteğini çok aşırı bir şekilde belli etti. Bunun temel sebebi şu; CHP, yaklaşık 10 yıldır seçimlerde, son gelen 3-4 seçimde % 25’lik bandı geçemediğini gördü. Bu durum artık CHP için kader gibi bir şey. CHP, eğer iktidar olacaksa, hükümet edecekse ancak bunun koalisyonla mümkün olacağını gördü. Diğer iki parti ile koalisyon yapamadığı için AK Partiyle koalisyon yapmayı aşırı derece yakın gördü. Parti tabanları açısından en çok koalisyon isteyen CHP’nin tabanıydı, en az isteyen AK Parti’nin tabanıydı. AK Partili seçmen, taban, kanaat önderleri, birincisi yenilgiyi hazmedemediler, ikincisi de koalisyona AK Parti tabanının gönlü razı olmadı. MHP ile olsa belki gönlü biraz daha yumuşak olabilirdi ama CHP ile koalisyon yapmak istemedi. Erken seçim motivasyonu da en fazla AK Partili tabanda vardı. Ben şöyle düşünüyorum, hani yöneticiler ısrarcı olsaydı zorlamayla da olsa bir koalisyon hükümeti kurulabilirdi. Fakat kamuoyu desteğine bakıldığında, CHP’lilerin yaklaşık % 50’sinin koalisyonu istediği, bunun da % 12 puana denk geldiği gözüküyor. AK Partililerin ise sadece % 20’si koalisyon istiyor, bu da % 8 puana denk geliyor. Dolasıyla % 20’lik tabanın bir koalisyonu taşımayacağı açık. Nihayetinde seçim biter, halk desteği hükümetlerin arkasında olur, aslında başarı getiren de halkın desteğidir. Eğer AK Parti-CHP koalisyonu kurulsaydı taban desteğinden yoksun bir koalisyon olacaktı. Dolayısıyla AK Parti bu riski gördü. Taban desteği olmadan hükümet etmenin riskini gördü, biraz da tedbirli durdu. AK Part-MHP koalsyon hükümet her k part tabanı tarafından da desteklenyordu. Fakat görüşmelerden br sonuç çıkmadı. Bu görüşmelern sonuçsuz kalmasını nasıl değerlendryorsunuz? MHP’nin tavrı HDP ile ortaklık kurmama konusunda doğruydu. Nihayetinde karşıtlıktan beslenen iki parti. MHP bir bakıma HDP’nin varlığıyla kaim bir parti. MHP olacak ki HDP olsun. Dolayısıyla MHP’nin HDP ile hükümet kurması onun kıyameti gibi olacaktı. Fakat MHP, HDP’ye karşı tavrını bütün partilere karşı da gösterdi. CHP’ye üçlü ortaklıkla gösterdi. AK Parti’ye karşıda koalisyon kuracaksanız kurun ama benim şartlarımda diye. Nihayetin de partiler arasında büyüklük açısından, oy tabanı açısından şart dayatması en uygun parti AK Parti’ydi. Bu durumda MHP şart dayatır gibi oldu. Galiba bu süreçte, tek uzlaşmaz parti olarak MHP gözüktü. Yani MHP hiçbir koalisyon ihtimaline yanaşmayan, tutumu uzlaşmaz olan ve seçim isteyen bir parti gibi gözüktü. Ama aslında CHP gibi MHP’nin de tek başına iktidar olma şansı yoktur. Eğer tabanına bir iktidar sunacaksa onu ancak AK Parti koalisyonu ile sunabilirdi. Fırsatı kaçırdı diye düşünüyorum. Pek, 1 Kasım seçmlernde hang partnn oy oranını arttıracağını düşünüyorsunuz? Bizim yaptığımız araştırmalarda birkaç kritik sonuç yakaladık. Birincisi, küçük de olsa oy oranını arttırabilen parti AK Parti olarak duruyor. İkincisi, halka “hangi parti oyunu arttırabilir?” diye sorduğumuzda, seçmenin % 65’inin AK Parti’nin oyunu arttırabileceği görüşünde olduğunu gördük. Bunun sebebi şu olsa gerek; muhalefet partileri bir önceki seçimde söyleyeceklerini söylediler ancak iktidar aynı iktidar. Dolayısıyla değişik bir eleştiri getirme şanslarının olmayacağını düşünüyorum. İktidar partisinin şöyle EYLÜL 2015 21 bir şansı var hala; karşınıza çıktım, eksik yönlerimizi ve problemlerimizi gördüm, törpüledim veya kendimi revize ettim ve yeniden karşınıza geldim. Taleplerinizi de gayet iyi biliyorum. İşte AK Parti bu şansı kullanacaktır. 13 yıllık kesintisiz iktidar belki AK Parti’de CHP’lileşme eğilimi ortaya çıkarmış olabilir. CHP’lileşme eğilimi, halktan uzaklaşan, halktan kopuk, halkın taleplerini hissetmeyen bir eğilimdir. AK Parti kurulduğu gün sokakta kurulmuş bir partiydi. Bütün sokağın nabzını tutan ve ülkenin problemlerini sıraya koyan ve doğru sıralama yaptığından dolayı da her problemi çözdüğünde vatandaştan aldığı desteği artıran bir partiydi. AK Parti bu seçim sürecinde gerek adaylarla gerekse yöneticileriyle vatandaşla yüzleştikçe kendi problemini birebir görmüş oldu. Bunları revize ederek karşınıza çıktım diyebilir. Yani programını ve projelerini değiştirme şansı olan parti AK Parti’dir. AK Parti’nin önünde 2 tane yol var. Tekrar fabrika ayarları dediğimiz kuruluş felsefesine geri dönecek mi, yoksa giderek yöneticiler eliyle CHP’lileşecek mi? Eğer AK Parti CHP’lileşirse gençlerden, yoksullardan oy kaybeder. Giderek elit bir kesime sığınır ama AK Parti ruhuna geri dönerse kaybettiklerini geri kazanabilir diye düşünüyorum. Yüksek Seçm Kurulu’nun Erken seçm tarhn 1 Kasım’da kesnleştrmesnden sonra erken seçm senaryoları yazılmaya başlandı. Erken seçm senaryoları le lgl szn değerlendrmenz nedr? AK Parti 7 Haziran seçimlerinde yaklaşık üç puan MHP’ye ve üç puan da HDP’ye oy kaptırdı. Parça parça gidip gelen oylar vardı. Birincisi, bir partiye oy vermiş insanlar tekrar o partiye oy verebilirler. AK Parti, kurgulayacağı seçim kampanyası ile kaptırdığı oyları geri almayı deneyecektir. Bu süreçte bir takım küçük ittifaklar da kurabilir. Özellikle Saadet Partisi ve Büyük Birlik Partisi ile ittifak düşünebilir. Bir de yanına sağcı partiyi alarak da ittifak kurabilir. Demokrat Parti gibi. Bazen ittifaklar sinerji verir. İttifak kurulan küçük partinin ne kadar oy getireceği ilk etapta önemli değildir. İttifak kurmak toplumda müsbet olarak anlaşılabilir. Bir önceki seçimde ittifak olsaydı çok kıymeti olmazdı. Çünkü AK Parti % 48’lerde idi. Hatta şu bile söylenebilirdi; ittifak yaptık kaybettik. Ancak şimdi öyle bir seçime giriyoruz ki, bir puan, yarım puan, çeyrek puan çok kıymetli hale geldi. Partiler arası kaymalara, geçişlere bakıyoruz; 22 EYLÜL 2015 noktaların, virgüllerin önemli olduğu bir seçimde küçük ittifakların fayda getireceğini düşünüyorum. Böyle br ttfak söz konusu olur mu? Ben olacağını düşünüyorum. Büyük Birlik Partisi’nden emin değilim ama Saadet Partisi ittifakının olacağını düşünüyorum. Bazen bir seçim partilere ders verir. Onu terbiye eder ve bir ölçek verir onlara. Nihayetinde AK Parti % 46-47 oy almış olsaydı ittifaka ihtiyacı yoktu ama % 42’lik bir oyunuz varsa ve öbür tarafta % 2’lik bir oy duruyorsa buna ihtiyacınız vardır. Bir de Saadet Partisi-AK Parti ilişkisinde şöyle bir gerçek var; Saadet Partisi’nin tek oy kaynağı AK Parti. Dolayısıyla Saadet Partisi normal bir seçim yarışında, insanları ikna edip oy almaya çalışacak ve bu oylar AK Parti tabanından gelecek. İyi bir performans gösterdiği zaman da AK Parti’ye kaybettirecek. İttifak olursa en azından bir parti AK Parti’nin aleyhinde çalışmamış olur. AK Parti’yi yıpratmamış olur. Sinerjiden gelen artı bir puan da olursa o zaman hesaplar tutar. Bir puan çok kıymetli hale geldi. AK Part’den % 3 gb br dlmn HDP’ye geçtğn fade ettnz. 7 Hazran önces seçm senaryolarına ger dönersek HDP’nn erken seçmde baraj altında kalma olasılığı var mı? Bu konuda değerlendrmenz nelerdr? Erken seçimde HDP baraj altında kalmaz fakat bir önceki seçim motivasyonunda da olma şansı yoktur. Bir önceki seçimde PYD’nin Kobani’deki IŞİD’le çatışmasından dolayı dünya desteği arkasındaydı. Türkiye’deki medya grupları ve bütün marjinal sol gruplar HDP’nin arkasındaydı. Ve bir de HDP’ye AK Parti’yi iktidardan düşürecek bir parti gözüyle bakılıyordu, bu misyon yüklenmişti. Nihai olarak, HDP hem kendi gücünü hem de PKK’nın gücünü, resmi ve gayri resmi bütün imtiyazları bu seçimde kullanmıştı. Bir önceki seçimde HDP’nin elinde bulunan imtiyazlar şimdi yok. Doğan Medya Grubu ve Cemaat Medyası terörle bu kadar yakın duran bir partiye artık destek vermez diye düşünüyorum. Nihayetinde bu ülkenin bütünlüğü, beraberliği meselesi vardır. Bu arada HDP’nin bir zorluğu daha ortaya çıktı. HDP aslında PKK tarafından tasfiye edildi. Süreç şöyle işledi; HDP ile PKK el ele vererek Abdullah Öcalan’ı tasfiye ettiler. Sonra PKK, HDP’yi de tasfiye etti. Böylelikle güçler PKK elinde toplamış oldu. Şuan HDP iki konuda boy göstermeye çalışıyor: Bi- rincisi, magazinel konularda demeç veriyor. Bunlar, meclisteki vekillerin % 50’si kadın olsun diyorlar ve çevre meselelerinde demeç vermeye çalışıyorlar. İkincisi ise tek meşruiyet alanı, hükümete yakın durmak ve devlete sığınmak. Çünkü PKK tarafından meşruiyet alanı işgal edildi. Hükümete aşırı derece girme hevesi de bundan kaynaklanıyor. Bence seçimden bu yana HDP’yi meşrulaştıran iki tane adım oldu. Bu adımlardan ilki Başbakan Davutoğlu’nun HDP’ye nezaket ziyaretinde bulunması, ikincisi de kurulan seçim hükümetine katılmaları. Çünkü MHP’nin sürecin dışına çıkışıyla HDP gayri meşru bir pozisyona düştü veya etkisiz bir parti konumuna geldi. Kendisiyle koalisyon yapılmayan, çözüm süreci sabote edildiği için çözüm süreçlerinde bir etkisi olmayan, lüzumsuz bir parti pozisyonuna düştü. Bu açıdan bakıldığında yeni bir pozisyon oluşturmak için hükümete katılmak hususunda çok ısrarlı davranmaları kendilerince oldukça doğru bir adımdır. Yeni bir seçimde oy oranı aynı da kalsa, düşse de, artsa da HDP’nin motivasyonu artık bir önceki seçimdeki motivasyon gibi olmayacak. Bizim yaptığımız araştırmalarda HDP’ye verilen desteğin büyük oranda çözüm sürecine destek için verildiğine dair bulgular var. Artık onların elinde bir çözüm süreci de yoktur. HDP için ben geleceği çok parlak olarak görmüyorum. Özellikle PKK’nın HDP’nin alanını daraltması ciddi problem. Geçtiğimiz günlerde medyada bir tartışma vardı. PKK temsilcisi ile HDP temsilcisi karşılıklı birbirlerine demeç verdiler. PKK, HDP’yi bir iş yapmamakla itham etti. Düşünün AK Parti 13 yıldır iktidarda, bu ülke için yaptıkları var hala da yapamadıkları var. Bir aylık parti ne yapabilir ki? PKK bir ayda ne bekliyordu? Her halde devrim bekliyorlardı. HDP de onu beceremedi. Dolayısıyla devrim yapmamış beceriksizler olarak tarihe geçecekler. HDP’nin oy kaybedeceğini düşünüyorum fakat ağır bir kayıp beklemiyorum. HDP, % 11 veya % 12 bandını muhafaza eder. Kandl, Abdullah Öcalan’ın Nevruz’da yaptığı Slahsızlanma Kongres çağrısına uymamıştı. Sonrasında süreç bu noktaya geld. 1 Kasım seçmler öncesnde İmralı’dan yen br çağrı beklyor musunuz? Kanaatim o ki, seçime yansır ya da yansımaz, HDP’nin ve PKK’nın bölge meselesini eline yüzüne bulaştırmasını halk da görüyor, muhtemelen Abdullah Öcalan da görüyor… İki ihtimal var: Abdullah Öcalan bu kötü planların bir parçası ya da tamamen karşısında duruyor, bundan emin değiliz. Eğer bu kötü planların, kötü gidişatın karşısında duruyorsa ki bugüne kadar beyanatlarında emperyalizm ve İslam kardeşliğinden bahsetmişti. Biz bu bölgedeki problemleri ancak İslam kardeşliği ile yenebiliriz gibi bir tutumu olmuştu. Eğer tutumu eskisi gibiyse Abdullah Öcalan’ın tekrar devreye gireceğini düşünüyorum. EYLÜL 2015 23 İÇ POLİTİKA PKK’YA KARŞI SÜRDÜRÜLEN OPERASYONLAR KÜRTLER VE YAKLAŞAN SEÇİMLER Sinan BAŞAK Gazeteci - Yazar M arksist bir sistem için Kürt gençlerini terör faaliyetlerinde vasıta olarak kullanan PKK, Kürtlüğü ve değerlerini ideolojik yapısına uygun hale getirmek için öncelikle demokrasiyi, 28 Şubat sürecini ve 2012 yılından itibaren de “çözüm sürecini” çok iyi kullanmıştır. Marksist hareketlerin demokrasinin zaaflarından nasıl istifade ettikleri ve neler yaptıklarına diktatörlük dönemleri şahittir. Yeni Türkiye’nin mimarlarının Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, devlet erkinin Kürt meselesine sadece demokrasi nazarıyla değil de İslam’ın kar- 24 EYLÜL 2015 deşlik hukukunu gözeterek -şımarıkça davranışlara bile- hoşgörüyle bakmaları, totaliter sistem heveslisi PKK için bulunmaz bir nimet(!) sayılmıştır. Bu nimeti(!) öncelikle haklarını savunduklarını iddia ettikleri Kürtler üzerinde baskı, tehdit, şantaj, faili meçhuller, haraç almalar şeklinde sürdüren örgüt, 7 Haziran seçimleri öncesinde Türkiye demokrasisinin zaaflarını “TESEV gibi dış güdümlü örgütler ve Kemalist sol medya ile birlikte” iyice kullanarak seçimlerde Kürtleri şaşırtmayan ama Yeni Türkiye mimarlarını şaşkınlığa sevk eden bir demokrasi(!) başarısı elde etmişti. Türkiye toplumu uzun süredir, “Komünizm nedir, nasıl çalışır?”, “başarısı için hangi araçları vasıta edinir?” gibi sualleri ve bu tehlikeyi unutmuştu. Devlet erki kardeşlik hukukunun ve yatırımların terörün sonlandırılmasında tek araç olduğu zannıyla PKK’nın Marksist özelliğini “adeta” unutmuştu. Hatta bazı aklıevveller PKK’yı “Örgüt militanları Kandil’de sigara izmaritlerini bile yere atmıyorlar” sözleriyle çok şirin, cici bir örgüt gibi sunma yarışına girmiş, bu da yetmezmiş gibi devlet erki içindekiler dahi İmralı sakinini neredeyse demokrasi havarisi ilan etmekten, ettirmekten çekinmemişlerdi. gidermeye çalışmıştır, o halde antlaşmaya aykırı davrananlara da İslam’ca yaklaşmalıdır. Hatırlarsanız PKK ve lider kadrosu sokak hareketlerini teşvik eden, halkı devlete karşı kışkırtmak isteyen açıklamalarını her daim yapmıştır. İmralı sakini başta olmak üzere KCK ve PKK, Kürtleri sokağa dökmek polis ve askerle çatıştırmak için türlü provokasyonlara girişmiş fakat bir türlü -sandık hariçhalkı yanına alamamıştır. PKK’ya karşı sürdürülen operasyonlar tüm hızıyla devam ederken, şehir terörüne başlayan, kırdan medet uman ve halka sürekli tehditle, Aslında Çözüm Süreci; Yeni Türkibaskıyla yanımıza gelin diyen örye, demokrasi ve Kürtler için bir güt yalnızları oynuyor. Kobanisınavdı. Bu sınavın kazananı den sonra DEAŞ örgütünün Çözüm Süreci; olmadı. Herkes kaybetti. operasyonel savaşının Yeni Türkiye, demokrasi Çünkü barış için Kürtler sona erdirilmesi ve böladına muhatap alınan ge üzerindeki emellerive Kürtler için bir sınavdı. Bu örgüt gericiydi, irtinin gerçekleşmesi için sınavın kazananı olmadı. Herkes cai bir hareketti. PKK PKK’nın Suriye kolu 2015 model demokrat kaybetti. Çünkü barış için Kürtler olan PYD ile işbirliğideğildi, hem ideolojisi ne giren Avrupa ve adına muhatap alınan örgüt gericiydi, hem de örgütlenmesi ABD koalisyon kurun1917 modeldi. 2015 irticai bir hareketti. PKK 2015 model ca, PKK yandaşları model demokrasiy“21. Yüzyıl Kürt yüzyılı demokrat değildi, hem ideolojisi le, 1917 hayaliyle yatıp olacaktır” diye avuntuhem de örgütlenmesi kalkan bir örgüt Müslüya kapılmışlardı. Batının man bir toplumun temsiloyunlarından bîhaber bu 1917 modeldi. cisi yerine konulup muhatap Marksist kesimler ve onların alınmamalıydı. Nitekim demokdümen suyunda giden sözde rasi ve kardeşlik hukuku kendisine İslamcı birileri halay tutarak kutlama geniş gelen gerici örgüt, 1917 model totayapmışlardı. Fakat uluslararası faktörler devreye liter yapısıyla, zaaflarımızdan istifadeyle hem dışa- girince halaya tutuşanlar ekranlarda saz çalıp türkü rıda ve hem de içeride fıtratının gereğini yaptı. 15 söylemekle yetindiler. Roma’da oyun bitmezdi elTemmuz’da Bese Hozat’ın tabiriyle “Devrimci Halk bette ama Yeni Türkiye de oyunları biliyordu artık, Savaşı süreci”, operasyonların fitilini ateşleyen “uyoynanan tavla değildi, satrançtı… kudaki polisleri infaz etmekten” çekinmedi. Barış isteyen ve devletle anlaşma yolunu seçtiğini ilan Türkiye demokrasisi yeni bir sınavla karşı karşıya. eden PKK, Kurayza Yahudileri gibi antlaşmalarına Bu sınav PKK’ya yönelik operasyonlar ve dış bağsadık kalmayarak barışa ihanet etti. PKK hadise- lantıları ve bunların yakın seçimde yapacakları işsini ancak vahyin mihengine uygun davranarak birliklerinin sonuçlarının demokratik hayata katkısı Kurayza Yahudilerine uygulanan Peygamberi dav- üzerinden yapılacaktır. Sayın Cumhurbaşkanının ranışla çözebilirsiniz. Çünkü beşeri aklın ürünü olan sembol ismiyle, devletle ve milletle kavgalı hatta demokrasi, Müslüman toplulukların antlaşmalara ihanet derecesine varan işbirlikçiliklerine “demokraaykırı davranan kesimlerle ilişkilerini Müslüman has- si adına” göz yumulacak mı? 7 Haziran seçimlerinsasiyetlerini gözetmeden ele alır. Mademki Kürtler de oynanan oyunlara müsaade edilecek mi? EdilirMüslüman’dır ve mademki devlet erki Kürtlere ait se nasıl sonuçlar doğuracak? Demokrasinin zaafları sorunları İslam’ın kardeşlik prensiplerini gözeterek 1 Kasım seçimlerinde de aynen geçerli olacak mı? EYLÜL 2015 25 ran ama sözlerinde samimiyet olmayan kesimler baskılara rağmen Kürtlerin PKK’ya sahip çıkmadığını görmüyorlar mı? 7 Haziran seçimleri öncesinde, Türkiyelilik kavramı üzerine bina ettiği Kürt haklarını ve demokrasiyi önceleyerek(!) çözeceğini iddia eden HDP’nin seçim başarısı Kürtlerin ona yürekten destek verdiği anlamı taşımaz. Korku, endişe, baskı ve diğer unsurları bir tarafa iterek diyorum ki; Kürtler HDP’yi mecliste çözülememiş meselelerimiz var, sen mecliste meselemizi çöz ve otur oturduğun yerde, sokaklardan çık, dağlardan evlatlarımızı indir, demokrasiye bağlı kal ve kardeşlik hukukunu gözet diyerek destekledi(!) Yoksa çık sokaklara yak yık, asker polis öldür veya Marksist sistemin başlangıcı olacak totaliter özellikleri içinde barındıran özerkliği ilan et diye desteklemedi. Kürtler PKK’nın Çağrısını Umursamıyor… Kürt halkı PKK hangi çağrıyı yaparsa yapsın örgütün yanına bir türlü “ilişmiyor, yanaşmıyor”. Uzun uzadıya sosyolojik, akademik, bilimsel ifadelere takılmadan sadece Kürtlerin sandıkta destek verdiği ama serhıldan (ayaklanma) dedikleri devrimci halk savaşına ilişmeme, yanaşmama sebebinin bir yönünü yazmak istiyorum. Kürtler, PKK’ya katılmış terör estiren evlatlarının “yaramaz insanlar” olduklarına inanıyor. Çözüm sürecinde özellikle devletçe dile getirilen kardeşlik hukukunu gözetiyor. Kürtler evlatlarının polis ve askere ve de vatandaşa kurşun sıkmasına kızıyor, üzülüyor ama bu kızgınlığını, üzüntüsünü içine atıyor. Kürtler, evlatlarının kandırıldığını, aldatıldığını, ileri gidersek İslam dışı olduğunu da biliyor ama bir türlü kulağından tutup derdest etmiyor, edemiyor. Şehidine ağlayan, teröre lanetler okuyan, kızan, bağıran, haykıran, yeri geldiğinde devleti ve devlet erkini ve hatta bütün Kürtleri suçlamaktan çekinmeyen ülkemiz insanı, Kürtler üzerinde oynanan oyunları görmeli ve kardeşlik hukukunun gereği olan müsamahayı arttırmalıdır. Dağlarda öldürülen Kürtlerin çocuklarıdır. Kürtlerin bu ölümlere neden sessiz kaldıklarını bilmelidir. Kardeşlikten dem vu- 26 EYLÜL 2015 1990’lara Dönen PKK, Halkı Yerinden Yurdundan Ediyor PKK’ya yönelik operasyonların üzerinden bir ayı aşan bir zaman geçti. Yüzlerce ölü binlerce tutuklu var. PKK şehir yapılanması birçok yerde neredeyse çökmek üzere... Militanlarını bir biri ardına kaybediyor. Yapmak istediği kurtarılmış kasabalar ve bölgeler konusunda başarılı olamadı. Kasaba kasaba, köy köy ve semt semt halkı, yani Kürtleri tehdit ederek yanına almak istiyor ve bütün gayretine(!) rağmen Kürtler militanların yanına gitmiyor. Bu sebeple de; Devlet değil ama PKK 1990’lara döndü. Geçmişte yaptığı gibi köyleri, kasabaları tehditlerle boşaltma gayretinde. En başarılı olduğu şehirlerde ve kasabalarda halkı sürüyor. Halk kaçış içinde. PKK halka ya çocuklarınızı vereceksiniz ya da gideceksiniz diyor. Ana babalar kızlarını ve erkek evlatlarını bulundukları şehirlerden uzaklara gönderiyor. Kendileri de bulundukları yerleri terk ediyor. Semt örgütlenmelerinde ise “Biz sizin için savaşıyoruz(!)? siz ise evlerinizde rahatça oturuyorsunuz, artık sokak nöbetlerine bari gönderin çocuklarınızı” diyerek kendilerinden olmayanlara nöbet esası getirterek halkla devleti karşı karşıya getirmenin hesabında. Lakin hem Silvan ve hem de Varto örneğinde gördüğümüz gibi halk örgütün yanına gitmiyor. Allah-u âlem büyük hatalar işlenmediği takdirde (Uludere ve Kobani gibi) yine gitmeyecek bu halk. 20 yıldır bütün çağrıları karşılıksız kalan örgüt nasıl bir eylem veya eylemler dizisi başlatır da halkı yanına katar onu da “güvenlik” uzmanları düşünsün artık. 1 Kasım 2015 Seçimleri İçin Uyarılar Gelelim seçimlere ve seçim güvenliği meselesine. Seçimlere endeksli bir güvenlik kaygısına girmemek lazım. Seçim yüzünden PKK ile mücadeleden vazgeçilmesi halinde bölgede arzu edilmeyen sonuçlar doğar. Nihayetinde, operasyonlar sürerse en sonda PKK silahları bırakarak barışa yanaşacaktır diye umut ediyor halk. Eğer 2012 deki gibi seçimlere yönelik bir ara verme durumu söz konusu olursa HDP yine aynı başarıyı yakalar. Çünkü sandıklarda baskı ve tehditle elde ettiği egemen bir yapısı var. Bunun birkaç sebebi var. YSK Şarkta Bulunan Elemanlarını Değiştirmelidir Öncelikli ele alınması lazım gelen sebep YSK’nın şehir ve kasabalarda görevli elemanlarının baskıya, tehdide açık olmaları. YSK’nın Doğu ve Güney Doğu’daki görevlilerinin yerlerinin derhal değiştirilmesi şarttır. Batı’da bulunan YSK görevlileriyle Doğu’dakilerin yerlerinin kalıcı veya geçici şekilde değiştirilmesi, tarafsız YSK görevlilerinin şarka tayin edilmesi sandık kurullarının tarafsızca oluşturulmasını sağlar. Ayrıca seçim sonuçlarına çok etki ettiği bilinen SEÇİM KURULLARINDAKİ beklemeler sırasında oyların değiştirilmesinin önüne geçilir. Genelde YSK görevlileri yerli ahaliden insanlardır ve herkesçe bilinmektedirler. Bu onlar için önemli bir tehdit sebebidir. Veya bu personellerin bir kısmı PKK sempatizanıdır, ayrıca seçim hilelerini çok iyi bilmektedirler. Yalnız bu sebebi yazarken taraflı olması muhtemel olan YSK görevlisini al, yerine daha taraflı birisini getir anlamında yazmadık. Tamamen YSK ilkelerine uygun davranacak yeni görevlilerin tayini behemehâl yapılmalıdır. Köylerdeki sandıkların farklı merkezlere dağıtılmak suretiyle kasaba veya şehir merkezlerinde oy kullandırılması da yapılabilirse HDP’nin ve diğer partilerin gerçek oyları ortaya çıkar. Devlet operasyonları durdurur da seçim sonrasına ertelerse ve köylerdeki sandıklar “saldım çayıra Mevla’m kayıra” misali boş bırakılırsa HDP oylarını korur. HDP’nin seçim üstünlüğünün ikinci sebebi de sandık kurullarının PKK sempatizanı kamu personellerinden seçilmesidir. Son seçimlerde HDP’nin açık arayla sandıklarda öne çıkmasının bir sebebi de budur. Açıktan oy kullandırılması ve sandıklardan önemli sayıda topyekûn HDP çıkması buna delildir. Üçüncüsü de HDP dışındaki partilerin, ne yazıktır ki sandıklarda görevlilerinin olmaması ve AK Parti, CHP, MHP ve diğer partilerin sandık görevlilerinin vazifelerini layıkıyla yapmamasıdır. HDP gönüllülük ve militanlık esaslarıyla sandıkları teslim almıştır. PKK 1917 Model Komünizmden Vazgeçmelidir Demokrasi bütün zaaflarına rağmen insanoğlunun bulup geliştirdiği bir sistemdir. Baskının, tehdidin olmadığı bir seçimde, kim, nasıl kazanırsa kazansın önemli değildir. Biz HDP’nin seçim başarısını(!) kıskananlardan değiliz. Sadece şunu biliyoruz ki; HDP, seçmenleri ve sandıkları tehdit altında tutmuş ve halka göre asla alamayacağı bir oyu almıştır. Eğer yazdığımız hususlar YSK ve diğer partiler tarafından yerine getirilir ve HDP yine aynı başarıyı gösterirse bize de, “evet” işte demokrasi buymuş demek düşer. Lakin HDP totaliter Komünizan bir baskıyla halkı kendisini seçmek zorunda bırakırsa hem bölge de kargaşa ve halkla ayrışması başlar, hem de bunun uzun vadeli kazananı olmaz. Ayrıca; Komünizan baskı 2015 Türkiye’sine de yakışmaz. Umarım HDP totaliterliği değil demokrasiyi seçer. Ve yine umarım ki HDP halkın hür iradesinin sandığa yansımasının önündeki engel olmayı sürdürmez. Hülasa; Kürtler PKK terörünün son bulmasını istiyor. Devlet, operasyon kararlılığını sürdürür ve daha fazla can kaybı olmadan PKK’nın elindeki silahları alır ve gerçek bir barış sağlarsa bundan en fazla Kürtler memnun olacaktır. 7 Haziran’da Kürtler bir sınavdan geçtiler. Türkiye toplumu da bir sınav verdi. Siyasi partiler ve devlet de bu sınava dâhildi. Bu sınavın kazananı olmadığı gibi, süre kısa olduğu için kaybedeni de olmadı. Önümüzde 1 Kasım 2015 tarihli “tarihi” bir seçim daha var. Partiler, özellikle de şarkta AK Parti, halkın teveccühüne mazhar adaylarla ortaya çıkar ve seçimleri adil, şeffaf, tehdit ve şantajdan uzak yapabilirse hem Türkiye, hem de bölge ülkelerinde yaşayan milletler kazanır. Kaybedenler ise… EYLÜL 2015 27 İÇ POLİTİKA ŞİDDET HDP’Yİ DE VURUR Doç. Dr. Vahap COŞKUN* Akademisyen H alkların Demokratik Partisi’nin (HDP) öncülü olan partiler, % 10 seçim barajına takılmamak için 2007 ve 2011’de yapılan genel seçimlere bağımsız adaylarla girdiler. 2007’de 22, 2011’de ise 36 milletvekilli kazandılar. 2015 seçimleri öncesinde ise HDP, kendisi için ciddi bir risk teşkil eden bir yola girdi ve seçimlere parti olarak girme kararı aldı. HDP’nin bu kararı seçim öncesinde çok çeşitli tartışmalara konu oldu. Çünkü HDP’nin barajı aşıp aşmaması Türkiye siyasetindeki birçok dengeyi de- 28 EYLÜL 2015 rinden etkileyecekti. Dolayısıyla herkes HDP’nin baraj sorunu ile yakından ilgilenmek durumunda kaldı. 7 Haziran akşamı sandıklar açıldığında HDP’nin büyük bir zafere imza attığı görüldü. 2007’de % 5,30 (1.835.486) ve 2011’de % 6,60 (2.819.917) oy alan HDP, 2015’te oylarını iki katına çıkararak % 13,12’ye (6.054.865) ulaştı. Bu başarının altında yatan temel etmen HDP’nin Türkiye’nin hem Doğu’sunda ve hem de Batı’sında yaşayan Kürtlerin açık ara birinci tercihi haline gelmesiydi. HDP 14 ilde birinci parti oldu, 26 ilden vekil çıkarttı ve 80 milletvekili kazandı. Bu, legal Kürt siyasetinin 1990’dan beri elde ettiği en parlak başarıydı. Seçim sonuçları, gerek Doğu’da ve gerek Batı’da daha önceki seçimlerde AKP’ye oy veren Kürt seçmenlerin önemli bir kısmının, bu seçimlerde HDP’ye yöneldiğine işaret ediyordu. AKP, Güney Doğu ve Doğu Anadolu Bölgelerinde çok keskin oy kayıplarına uğradı ve HDP’nin gerisinde kaldı. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Batı illerinde de AKP’nin oyları hatırı sayılır miktarda azalırken HDP’nin oyları arttı. Hatta AKP’nin kaybı ile HDP’nin kazancı arasında bir orantının olduğu da söylenebilirdi; AKP’nin oyları ne kadar düştüyse HDP’nin oyları da o kadar yükselmişti. Kısacası geçmiş dönemlerde AKP’ye Türkiye ortalamasının üzerinde bir oyla destek sunan Kürtler 7 Haziran’da AKP’den ziyade HDP’ye omuz verdiler. Bunun sonucunda AKP, Kürt seçmenlerin önemli bir bölümünü kaybetti ve onların sağladığı gücü HDP’ye kaptırdı. Temel Motivasyon: Barış HDP’nin bu denli Kürt seçmenin tercihine mazhar olmasında en önemli sebep, Kürt meselesini silahın cenderesinden çıkartma ve sorunu tamamen siyasetin kanallarına akıtma düşüncesiydi. Seçmen HDP’nin barajı aşmasını sağlayarak, bu partinin de siyasetin merkezine yönelip orada bir yer bulmasını Kürt meselesnn tekrardan br şddet sarmalına grmes HDP’y zora sokuyor. HDP seçmlerde önce üç öneml ddası vardı: PKK’ye slah bıraktırma, Türkyelleşme ve Türkye’y demokratkleştrp özgürleştrme. Lakn şddetn başlaması, bu ddalara uygun br syaset zlemey mkânsız kıldı. ve böylelikle çözümün bütünüyle siyasi mekanizmalarda bulunmasını istiyordu. HDP’nin parlamentoda güçlü bir grupla temsilini gerçekleştirerek bunu da başardılar. 7 Haziran’a gidilirken HDP de bu minval üzerinden siyaset yapıyordu. Seçim beyannamesinde HDP; Türkiye halkına, her koşul altında demokratik siyaseti savunacağının, ne olursa olsun demokratik siyasetin çerçevesi içinde kalacağının ve sorunların siyasi araçlarla çözülmesinden yana tavır alacağının sözünü veriyordu. Bu da HDP’nin siyaseten güçlenmesi gerektiğini gösteriyordu. Eğer HDP parlamentoya giremezse ülkenin demokratikleşmesine engelleyen takozlar artacak ve sorunlar büyüyecekti. EYLÜL 2015 29 PKK’nn baştan sona yanlış olan ve hem Türkye’dek, hem de Türkye dışındak Kürtlere çok cdd zararlar veren şddet eylemler, HDP’nn syas varlığını ortadan kaldırıyor. Aslında PKK, HDP’y de vuruyor. Ama eğer HDP Meclis’e kuvvetli bir şekilde girerse demokrasiye olan güven büyüyecek ve Türkiye’nin özgürleşmesinin önündeki engeller kaldırılacaktı. Şüphesiz nüfuzlu bir HDP’nin varlığı, Kürt meselesindeki denkleme de tesir edecekti. Gidişat değişecek, ibre silahtan siyasete dönecekti. İşin doğrusu seçim sonuçlarına bağlı olmaksızın da, Türkiye’de silahlı mücadelenin miadı dolmuştu. PKK yöneticileri de çeşitli vesilelerle bu durumu tespit etmişlerdi. Yine de HDP’nin kazanacağı siyasi bir zafer, silah defterinin tamamen kapanmasına ön ayak olabilirdi. Öyle ki Demirtaş, ancak başarılı bir HDP’nin PKK’ye silah bıraktırabileceğini söylüyordu: “HDP % 15 ile parlamentoya girerse barış gerçek olur, AKP güçlenirse barış hayal olur. PKK’ya silah bıraktıracak olan AKP değil HDP’dir. Dağdan indirmeyi biz başaracağız. Daha güçlü bir şekilde parlamentoya gittiğimizde bu gerçekleşecektir.” Dağdan Ayar Çekme HDP seçimden muzaffer çıktığına göre artık siyasetin belirleyici olduğu bir döneme girilmesi gerekiyordu. Yani HDP daha fazla inisiyatif üstlenmeli ve PKK de biraz daha geri plana çekilmeyi kabul etmeliydi. Ama bunun tersi oldu. 7 Haziran’ın ardından PKK’nin siyaseti iki yoldan ilerledi: Bir taraftan PKK, HDP’ye sürekli olarak ayar verdi. PKK, başta Demirtaş olmak üzere, HDP yöneticilerinin yaptıkları her açıklamaya tepki gösterdi. İplerin tamamen kendi elinde olduğunu ve HDP’nin ancak kendisinin izin vereceği kadar hareket edebileceğini sert bir şekilde gösterdi. Diğer taraftan ise, çözüm sürecinin ruhuna ters düşen eylemler yapmaya başladı. Araç yakma, yol kesme, adam kaçırma, şantiye basma, kimlik kontrolü gibi eylemlerin sayısını her geçen gün artırarak gerginliği adım adım tırmandırdı. 30 EYLÜL 2015 KCK, 11 Temmuz’da baraj ve yol yapımlarını gerekçe göstererek çatışmasızlık sürecini bitirdiğini deklere etti. 15 Temmuz’da Bese Hozat “devrimci halk savaşı”nın başladığını yazdı. 19 Temmuz’da Cemil Bayık “Kürt halkını silahlanmaya ve öz savunmalarını yapmaya” çağırdı. Suruç’taki katliamdan AKP’yi sorumlu tutan PKK, 22 Temmuz’da “Suruç’un karşılığı” olarak Ceylanpınar’da iki polisi öldürdü. Hükümet de buna karşılık 23 Temmuz’da Kandil’deki PKK kamplarını bombalamaya başladı. Eş zamanlı olarak da PKK’nin yurt içindeki şehir ve gençlik yapılanmalara yönelik seri operasyonlara hız verildi. HDP’nin Dibini Oymak Kürt meselesinin tekrardan bir şiddet sarmalına girmesi HDP’yi zora sokuyor. HDP seçimlerde önce üç önemli iddiası vardı: PKK’ye silah bıraktırma, Türkiyelileşme ve Türkiye’yi demokratikleştirip özgürleştirme. Lakin şiddetin başlaması, bu iddialara uygun bir siyaset izlemeyi imkânsız kıldı. PKK’nin yeniden silaha başvurdu ve her defasında azarlar bir tonda HDP’nin kendilerine silah bıraktırmasının söz konusu olmayacağını ifade etti. Kandil, yetki ve belirleyiciliği sivil ve siyasi aktörlere devretmeye hazır olmadığını gösterdi ve bu anlamda HDP’nin altını boşalttı. Her gün kan, gözyaşı ve ölüm haberlerinin geldiği bir vasatta HDP’nin Türkiyelileşmesi de, Türkiye’nin özgürleşmesine hizmet etmesi de mümkün olmaktan çıktı. Dolayısıyla dozu giderek artan bir çatışma ortamı HDP’nin bu üç iddiasını da boşa çıkarttı. PKK’nin baştan sona yanlış olan ve hem Türkiye’deki, hem de Türkiye dışındaki Kürtlere çok ciddi zararlar veren şiddet eylemleri, HDP’nin siyasi varlığını ortadan kaldırıyor. Aslında PKK, HDP’yi de vuruyor. Bunun salt “oy” manasında düşünülmemesi lazım. Şiddet devam etse de HDP oylarını koruyabilir veya çok az oy kaybedebilir. Zira seçmenin oy verme tercihini belirleyen çok sayıda faktör söz konusudur. Ama daha fazla önem taşıyan husus, şiddetin HDP’nin siyasi oyun alanını ve hareket kabiliyetini sınırlandırmasıdır. Bu nedenle HDP’nin net bir tavır takınması gerekiyor. PKK’yi girdiği yanlış yoldan döndürmek için HDP risk almalı, şiddetle cesur bir şekilde karşı durmalı. Aksi takdirde altındaki zemini kaybetme tehlikesiyle karşıya gelir. * Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi. İÇ POLİTİKA KCK’NIN ÇALINTI “ÖZ YÖNETİM” PRATİĞİ Sinan TAVUKCU SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi 7 Haziran seçimlerinden % 13’lük bir oy ve 80 milletvekili alarak çıkan HDP’nin bu başarısının, KCK/PKK tarafından Açılım Süreci’nin sonlandırılması ve yeni bir sürecin işletilmesi için kullanıldığı bir ortama girilmiştir. IŞİD tarafından yapıldığı iddia edilen 20 Temmuz’daki Suruç katliamını, IŞİD destekçisi olarak ilan ettikleri AK Parti hükümetine fatura eden KCK/ PKK hattı, asker ve polislere yönelik saldırı ve katliamlara girişti. Devletin bu saldırılara karşı cevabı sert oldu. Kandil başta olmak üzere, kampları yerle bir edildi. Medyaya yansıdığına göre bu cevap, PKK’ya karşı bugüne kadar yapılan en etkili askeri operasyonlardı. KCK tarafından 12 Ağustos’ta yapılan açıklamada; bundan sonra devlet kurumlarını tanımayacakları, onlarla hiçbir işlerinin olmadığı, kendi işlerini kendilerinin yapacağı, kendi öz yönetimlerini kuracakları ve öz yönetimlerine saldırıldığı takdirde meşru öz savunma haklarını kullanacakları ilan edildi. KCK Eş Başkanı Bese Hozat ANF’ye yaptığı açıklamada, “Kürdistan’da yeni bir dönem başlıyor. Bu dönem sömürgeci devlet yönetiminden kurtulup kendi öz yönetimlerini kurma ve kendi kendini yönetme dönemidir… Devletin her türlü yönelimi karşısında da çok güçlü bir biçimde toplumsal direniş ve öz savunmayla kendi sistemini halkımızın savunması gerekiyor. Öyle olmalı ki polis tek kişiyi tutuklamaya EYLÜL 2015 31 dahi cesaret etmemelidir. Polisin mahallelere girişine izin verilmemelidir” diyordu. Öz yönetim açıklamalarında ısrarla belirtilen hususlardan birisi “devleti reddetmedikleri” vurgusuydu. Bu açıklamaların ardından, yazımızın kaleme alındığı tarih itibariyle, Şırnak, Yüksekova, Silvan, Silopi, Hakkâri, Batman, Cizre, Nusaybin, Muş’un Bulanık ve Varto, Van’ın Edremit ve İpekyolu, Diyarbakır’ın Silvan ve Sur ilçelerinde halk meclislerinin “öz yönetim” ilan ettiği duyuruldu. Özerklik ilan edilen yerleşim birimlerinde “öz savunma” adı altında silahlı milis grupları oluşturuldu ve şehirlerin girişleri içi patlayıcı dolu hendeklerle kapatıldı. Öz Yönetimin Fikir Babası Öcalan Değil Murray Bookchin’dir Son dönemde KCK/PKK hattı tarafından sürekli dillendirilen öz yönetim, halk meclisleri, öz savunma güçleri, ekolojik toplum, komünalizm gibi kavramlar ve kurumlar örgüt tarafından önder Abdullah Öcalan’a izafe edilse de, bütünüyle Amerikalı liberter solcu Murray Bookchin’e aittir. Bu sahiplenme, KCK Anayasanın 11’inci maddesinde “Koma Civakên Kurdistan (Kürdistan Toplumlar TopluluğuKürdistan Demokratik Toplum Konfederalizmi) kurucusu ve önderi Abdullah Öcalan’dır. Ekolojiye ve cinsiyet özgürlüğüne dayalı demokrasinin felsefik, teorik ve stratejik kuramcısıdır.” cümleleriyle ifade edilmiştir.1 Kongra-Gel (Kürdistan Halk Kongresi) Genel Kurulu’nun 17 Mayıs 2005 tarihli oturumunda kabul edilen ve ek maddeler hariç, 47 maddeden oluşan KCK Anayasası, model ve kavramlar itibariyle tamamen Murray Bookchin’den aşırılarak oluşturulmuştur. Ancak KCK, Bookchin’in modelini tersine çevirerek ve tam da onun bütün kötülüklerin kaynağı gördüğü hiyerarşiyi kutsayarak bir örgütlenme modeli ortaya koymuştur. Uygulanması itibariyle dünyada bir ilk olan KCK modeli, yani Murray Bookchin’in ütopik modelinin tahrif edilmiş şekli, bu yazıda ele alınacaktır. Aslen bir Rus Yahudisi olan Bookchin 1921 yılında Amerika’da doğdu ve komünist gelenekten yetişti. Uzunca bir süre Marksist-Leninist hareketler içerisinde yer aldı. Kendisini mutasyona uğratmak suretiyle sürekli yenilenme becerisine sahip olan kapitalizmin komünizmi dönüştürüyor olması üzerine, kapitalizmle mücadelede yeni düşünceler geliştirmeye gayret etti. Ona göre, komünizmin dayandığı geleneksel sınıf çatışmasına dayalı analiz ve çözümler artık devrini doldurmuştu. Ortaya yeni sınıflar ve çatışma eksenleri çıkmıştı. Şimdi ırk, cinsiyet, cinsel tercihler, ulusal ve bölgesel farklılıklara dayalı hiyerarşi kategorileri vardı ve birbirlerinin içine girmeye başladıkları yeni bir kapitalist dünya ortaya çıkmıştı. Murray Bookchin’e göre, tarihte yaşanan ve günümüzde de devam eden bütün kötülükler ‘hiyerarşi’ ve ‘tahakküm’den kaynaklanmaktaydı. Ona göre bu kötülük, anti-hiyerarşik ve anti-tahakkümcü duyarlılığa sahip ekolojik bir toplumun yaratılmasıyla sona erdirilebilirdi. Murray Bookchin’in Komünalizmi Murray Bookchin, hiyerarşiye ve tahakküme dayalı bir dünya anlayışını ortadan kaldırmak üzere geliştirdiği “liberter ideoloji” yerine, “komünalizm” kelimesini kullanmayı tercih etti. Bookchin, komünalizmle neyi kastettiğini şöyle açıklamıştır; “En önemli sorun, insanların güç kazanacağı (erke sahip olacağı) bir şekilde toplumun yapısını değiştirmek. Bunu yapmanın en iyi yeri ise, yüz yüze demokra- 32 EYLÜL 2015 Son dönemde KCK/PKK hattı tarafından sürekl dllendrlen öz yönetm, halk meclsler, öz savunma güçler, ekolojk toplum, komünalzm gb kavramlar ve kurumlar örgüt tarafından önder Abdullah Öcalan’a zafe edlse de, bütünüyle Amerkalı lberter solcu Murray Bookchn’e attr. si yaratma fırsatına sahip olduğumuz belediyelerdir -şehir, kasaba ve köy-. Yerel hükümetleri, insanların yaşadıkları ekonomi ve toplum hakkında tartışabilecekleri ve kararlar alabilecekleri halk meclislerine dönüştürebiliriz. Bir komşu şehir ya da kasabada iktidara gelirsek (erki elde edebilirsek); bütün meclisleri konfedere hale getirilebilir ve sonra da bu kasaba ve şehirleri halk hükümetine konfedere hale getirebiliriz. Sınıf yönetimi ve sömürünün bir aracı olan devlet değil, halkın erke sahip olduğu bir hükümet. İşte bu, pratik anlamda benim komünalizm diye adlandırdığım (şeydir).”2 Bookchin, komünalizm fikrinin ilhamını esas olarak eski Atina ve Aristo’nun görüşlerinden almıştır. Bookchin’e göre komünalist sistemde güç, her zaman halk meclislerinde olmalıdır ve nihai kararlar her zaman aşağıdan, yani halkın meclislerinden gelmelidir. Zira onun sisteminin temeli, yüz yüze demokrasiye dayanmaktadır. Bookchin’in komünalist modelinde en küçük birim “komün”lerdir. Murray Bookchin’e göre komünalist çerçevenin tamamlayıcı parçası “özgürlükçü belediyecilik”tir. Mülkiyetin belediyeleştirilmesi yoluyla yerel topluluğun ekonomik yetkiyle donatılması ve ortak üretim politikasının gerçekleştirilmesi gereklidir. Zira üretim araçlarının mülkiyetinin, onun nasıl işletilmesi gerektiğine karar verecek olan yerel meclise ait olması zorunludur. Devrimci düşüncenin sistematik bir vücudu olarak komünalizm, özgürlükçü belediyecilik olmaksızın bir anlam ifade etmeyecektir. Komünalizmin yandaşları kendilerini bir güç merkezine –belediye meclisine– seçimlerle girmek için seferber eder ve onu hukuki olarak mahalle meclisleri yaratmaya mecbur kılmak için çabalar. Bu meclisler beraberce şimdiye kadar köylerini, kasabalarını veya şehirlerini kontrol eden devletçi organların meşruluğunu ortadan kaldırır ve azleder ve bunların gerçekleşmesinden sonra gücün gerçek motoru olarak harekete geçer. Belli sayıdaki belediyeler bir kez demokratikleştirildiklerinde ulus devletin rolüne meydan okuyan belediye birlikleri içinde istikrarlı bir şekilde konfedere olurlar ve halk meclisleri ve konfederal kurullar yoluyla ekonomik ve politik yaşam üzerinde kontrolü üstlenirler. Murray Bookchin, tek bir belediyenin sınırlarını aşan problemlerin tabii olarak demokratikleştirilmiş belediyelerin daha geniş bir konfederasyon formunda bir araya gelmelerini zorunlu kılacağı kanaatindedir. Ona göre, yerel konfederasyonlardan bölgesel konfederasyonlar ve sonra da ulusal ve kıtasal konfederasyonlar ortaya çıkmalıdır. Ama güç her zaman halk meclislerinde olmalıdır ve nihai kararlar her zaman aşağıdan, yani halkın meclislerinden gelmelidir. Bookchin, yüz yüze demokrasiyi korumak için devlete karşı güç kullanmayı meşru sayar. Zira belediye meclisleri ve konfederasyonlar, tabiatları gereği, devletin ve gücün devletçi biçimlerinin meşruluğuna meydan okur. Komünalistlerin, kasabaların ve kentlerin güçlerini yeniden kazanma ve onları konfederasyonlarla birbirine bağlama girişimlerine yönetici sınıfları kayıtsız kalmaz, ulusal kurumların direnciyle karşılaşılır. Bookchin’e göre, bu sistem güç kullanmayı “meşru” sayar ve gücü elinde bulundurmak ister. Güç vardır ve daima var olacaktır. Önemli olan gücün bir elitin elinde mi yoksa halkın elinde mi olacağıdır. KCK’nın Komünalizmi Leninist bir parti modeli ve Stalinist liderlik anlayışı çerçevesinde Maoist bir gerilla stratejisiyle 1978 yılında ortaya çıkan PKK, bu kimlikten ve uluslararası sistemin dışlamasından kurtulmak için yeni bir ideoloji ve örgüt modeli arayışına girmiş, bu sırada Abdullah Öcalan tarafından Murray Bookchin’in “Toplumsal Ekoloji” felsefesi keşfedilerek, Bookchin’in teklif ettiği ütopik örgütlenme modeli ve söylem üzerinden PKK, KCK sistemi içine yedirilerek yeniden yapılandırılmıştır. EYLÜL 2015 33 KCK Anayasası’nın 37’inci maddesinde, PKK, KCK sisteminin ideolojik gücü olarak tanımlanmış ve KCK sistemi içerisinde her çalışanın PKK’nin ideolojik ve ahlaki ölçülerini esas alacağı belirtilerek PKK, KCK sisteminin vazgeçilmez organı olarak konumlandırılmıştır. Murray Bookchin, yüz yüze demokratik topluma ve taleplerine yönetici sınıfların kayıtsız kalmayacağına, ulusal kurumların direnciyle karşılaşacağına inanır ve bunun için savunma yapacak bir örgütü ve liderliği gerekli görür. Ancak onun korkusu, bu örgütlenmenin topluma tepeden aşağı tahakküm eden bir Bolşevik Parti’ye dönüşmesi, gücün bir elit kadronun eline geçmesi, liderin diktatörleşmesidir. KCK sistemi ve onun ruhunu oluşturan PKK örgütü, Bookchin’in korkularını haklı çıkarmış ve sistemin başına bir önderlik kurumu oturtulmuş, kanlı bir örgüt KCK ekolojik toplumunun ruhunu oluşturmuştur. KCK Örgütlenmesinde Hiyerarşi ve Tahakküm Esastır Murray Bookchin, hiyerarşi ve tahakkümden kurtulmanın çaresini yüz yüze demokrasinin işletildiği ekolojik toplum örgütlenmesinde bulmuştur. Bookchin, gücün her zaman halk meclislerinde olması ve nihai kararların her zaman aşağıdan yani halkın meclislerinden gelmesi gerektiğini savunmuş ve konfederasyon üyeleri arasındaki ilişkinin “karşılıklı bağımlılık” esasına göre belirleneceğini tasavvur etmiştir. Bookchin’in modelini kendisine esas alan KCK ise, ironik biçimde, bütün örgütlenmesini tepeden aşağıya doğru biçimlendirilen katı bir hiyerarşi ve 34 EYLÜL 2015 affetmez bir tahakküm üstüne kurmuştur. KCK anayasasının 23’üncü maddesinde, Özgür Toplum Meclisleri kararlarının Kongra Gel ve Halk Meclisleri kararlarıyla uyumlu olmak zorunda olduğu, 17’inci maddesinde, Halk Meclisinin kararlarının da Kongra Gel kararları ile çelişemeyeceği ifade edilmiştir. Komünalist felsefenin reddettiği hiyerarşik ve tahakkümcü yapı, KCK anayasasında meşrulaştırılmış, kısaca halk meclislerinin üstüne Kongra Gel çökmüştür. Böylece, Bookchin’in sistemi tersine çevrilmiş, kavramların içi boşaltılmış, KCK Anayasası’nın 11’inci maddesiyle, KCK’nın kurucusu ve önderi Abdullah Öcalan, Kürdistan halkının özgür ve demokratik yaşamına ilişkin temel politikaları gözetici ve temel konulardaki en son karar mercii olarak ekolojik toplumun(!) tepesine oturtulmuştur. Bu haliyle, hiçbir demokratik ülkede kabulü mümkün olmayan faşist bir anayasa yapılmak suretiyle Murray Bookchin’in felsefesi ve ütopyası boşa çıkarılmıştır. KCK’nın Konfederasyonu Irk Temellidir Bookchin’in konfederasyonlara giden modeli KCK tarafından aynen benimsenmiş, KCK anayasasında yasama ve yürütme organları bu sisteme göre tasnif edilmiştir. Yasama organları şehirler için “Özgür Toplum Meclisleri”, coğrafi ve etnik olarak ayrılan bölgeler için “Eyalet-Bölge Meclisleri”, her bir Kürdistan parçası için “Halk Meclisi” ve nihayet Türkiye, İran, Irak ve Suriye ile başka yerlerde yaşayan bütün Kürt halkının temsilcisi olan “Kongra Gel: Kürdistan Halk Meclisi”dir. Ayrıca, bölge için “Demokratik Toplumcu Orta Doğu Konfederasyonu”, tüm dünya için “Küresel Demokrasi Kongresi” düşünülmüştür. Ülkenin coğrafi ve etnik-kültürel özelliklerine göre ayrıştırılması, Bookchin’in felsefi olarak reddettiği bir modeldir. Onun idealize ettiği ekolojik toplum modeli, akrabalık dahil her türlü hiyerarşilerin potansiyel olarak ortadan kaldırıldığı ve insanlık temeline dayalı özgür bir toplumla değiştirildiği idealize bir toplumdur. Kendisinin ifadesiyle ekolojik toplum, “Her şeyden önce kurumların ve değerlerin, köklerini zoolojide değil sivil insan etkinliğinde bulduğu bir alandır.” Halbuki KCK’nın ekolojik toplumu “arkaik kan bağı” ile bağlı olduğu “Kürdistan Toplumu”na indirgenmiş ve Kürdistan toplumu için devlet dışı konfederalist bir yönetim biçimi tasarlanmıştır. kamu hizmet binalarına yönelik örgüt saldırılarının, öz savunma gücü diye 15-16 yaşındaki çocukların çatışma alanlarına sürülmesinin, sivillere yönelik infazlar yapılmasının Bookchin’in devlet erkine karşı meşru savunma olarak adlandırdığı durumla bir ilgisinin bulunmadığı açıktır. Öz Savunma Gücü Ancak, Murray Bookchin tarafından kapitalizme alternatif olarak tasarlanan ve felsefesi oluşturulan bu modelin, yeni bir örgütlenme ve kimlik arayışında olan PKK’ya kullanışlı bir araç olarak hizmet ettiği açıktır. PKK, etnik farklılıkları öne çıkarmayı tahakkümün bir yöntemi olarak gören Bookchin’e rağmen komünalizmi, bir Kürt konfederasyonun örgütlenmesi için kullandı. Aşağıdan yukarıya gönüllü örgütlenmeye dayalı olan ve bütün kötülüklerin sebebini insan ilişkilerindeki hiyerarşi ve tahakkümün varlığına bağlayan komünalist modeli ters yüz etti. Tepeden aşağıya hiyerarşik olarak inen ve örgüt mensupları dışında hiçbir kişiye hayat hakkı tanımayan tahakkümcü bir sistem inşa etti. PKK, KCK sistemi ile komünalizmin fikir babası Murray Bookchin’in fikri mirasına el koymuş oldu. Murray Bookchin’e göre, belediye meclisleri ve konfederasyonlar, tabiatları gereği, devletin ve gücün devletçi biçimlerinin meşruluğuna meydan okurlar. Onların kasabalar ve kentler üzerindeki devletin egemenliğini bozacak haklar istemelerine, konfederasyonlarla birbirine bağlama girişimlerine yönetici sınıfların kayıtsız kalmayacağına, ulusal kurumların direnciyle karşılaşacağına inanır ve bunun için savunma yapacak bir örgütü ve liderliği gerekli görür. Onun komünalist sistemi, güç kullanmayı “meşru” sayar ve gücü elinde bulundurmak ister. KCK anayasasında 9’uncu bölümde, “Meşru Savunma Savaşı Yükümlülüğü” başlığı altında, bu güç kullanma hali açıklanmıştır. KCK sisteminde, savunmayı yapacak Halk Savunma Güçleri özerk bir örgütlenmedir. Savaş başlatma ya da savaşı sona erdirme kararı Kongra Gel Genel Kurulu’na aittir. KCK yurttaşı herkes, meşru savunma için hazırlıklı olmak, çalışmaları desteklemek ve gerektirdiği direniş mücadelesine girmekle yükümlüdür. KCK yapılanmasının gönüllü ve iradi bir toplum yapılanması olmaması, kararların aşağıdan yukarıya doğru alındığı halk meclislerine dayanmaması ve bu ütopik modelin PKK örgütünün kostüm değiştirmesinden ibaret olduğunun anlaşılması nedeniyle halk nezdinde kabul görmediği 20 Temmuz sonrası yaşanan çatışmalarda ortaya çıkmıştır. PKK/KCK en güçlü olduğunu varsaydığı şehirlerde öz yönetim ilan etmesine ve devlet güçlerine karşı infazlar dâhil saldırılarda bulunmasına rağmen halk desteği sağlayamamıştır. Halkın yararlanmakta olduğu elektrik, baraj, yol, yolcu taşıma araçları, ambülânslar, hastaneler ve diğer Sonuç PKK’nın muhtelif ilçelerde ilan ettiği öz yönetimler, fikir babası Murray Bookchin’in ütopik modelinin hayata geçirilmesi bakımından ilk örneklerdir. Bu bakımdan uygulanması ve geçireceği süreçler ilgiyle izlenebilir. Kapitalist dünyanın iki önemli devleti ABD ve başta Almanya olmak üzere AB devletlerinin şefkati altında palazlandırılan, Açılım Süreci’nde ABD’nin üçüncü göz olarak yer almasını isteyen KCK’nın, batılı devlet erkleriyle (buna Rusya ve İran’da dâhil edilmelidir) ya da kapitalizmle bir derdi olmadığı ortaya çıkmıştır. Kapitalist dünyanın güçlü devletlerinin komünalist(!) KCK ile bu sıcak ilişkileri, herhalde kapitalizmin, liberter solcu Murray Bookchin’den mezarında rövanş alması olarak acınacak bir durumdur. Dipnotlar 1 2 KCK Anayasası ve Bookchin’in Komünalizm felsefesini daha geniş biçimde ele alan şu makaleye bakılabilir. Sinan Tavukçu,“Murray Bookchın’in “Toplumsal Ekoloji” Felsefesi ve KCK’nın İdeolojik Kodları” http://www.sde.org.tr/tr/authordetail/murraybookchinin-toplumsal-ekoloji-felsefesi-ve-kckninideolojik-kodlari/995 Murray Bookchin ile Söyleşi, http://www.anarkismo.net/ article/9870 EYLÜL 2015 35 İÇ POLİTİKA SİSTEMİ TANIMAK, DEĞİŞİMİ ANLAMAK Prof. Dr. Haluk ALKAN SDE Uzmanı T ürkiye’de son dönemde sistem tartışması, Türkiye siyaseti için son derece önemli olan bu konunun soğukkanlılıkla ve bilimsel bir çerçeve içinde tartışılmasından giderek uzaklaştırılmış, bir algı operasyonunun malzemesine dönüştürülmüştür. Bu algı operasyonunun en çelişkili yönü, sanki sistem sorununun son dönemde ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tutumunun bir sonucu olarak ortaya çıktığı iddiasıdır. Biraz da 7 Haziran seçimleri öncesinde sistem sorununun tartışılmaya açılmasının zamanlaması ve tartışmanın içeriğinin kurgulanış biçiminden kaynaklanan bu sapma, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu sorunu perdelemektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sistem resmen değişmiştir sözünü darbe ile ilişkilendirerek karşılamak bu alanda bir bilgi yoksunluğunun varlığını göstermektedir. Türkiye’de bir sistem sorunu vardır ve bu sorun zihniyet olarak 1960 darbesinden, kurumsallaşma ve anayasal düzeyde 1982’den bu yana gündemdedir. Türkiye’de sorun bir başkanlık sistemine geçiş sorunu değil, temelde vesayetçi-hibrit bir rejimin siyasal hayatı kilitlemesinden kaynaklanmaktadır. Çok ifade ettik, burada da tekrarlıyorum: 1982 Anayasası parlamenter bir sistem getirmediği gibi, bu Anayasanın yürürlükte olduğu dönemde de sistem parlamenter bir sistem gibi işlememiştir. Aksine Anayasayı kaleme alanlar şeklen parlamenter kurumlar altında yarı başkanlığa benzer bir rejim kurgulamışlardır. Tek farkla, güçlü cumhurbaşkanının bu gücünü halka dayalı olarak değil, otoriter sistemin bir şefi olarak 36 EYLÜL 2015 yerine getireceği bir sistemi hedeflemişlerdir. Rahmetli Turgut Özal Cumhurbaşkanlığı için adaylığını açıkladığında siyaset kökenli bir ismin bu makama gelemeyeceği tepkisi ile karşılanmıştı. Yine 2007 yılında Abdullah Gül’ün adaylığına karşı gösterilen tepkileri demokrasi ile izah etmek mümkün değildir. Bu tepkiler Cumhurbaşkanlığı makamının ne ölçüde demokratik süreçlerin dışında algılandığını göstermektedir. Türkiye’de belli kesimlerde cumhurbaşkanlığı, bürokratik vesayetin oluru ile meşruiyet kazanabilen bir makam olarak algılanmaktadır. Bu zihniyet biçimi merkezinde cumhurbaşkanının olduğu benzer olaylara aynı tepkileri göstermeyip vesayetçi rol açısından tutumunu belirlemektedir. Örneğin 2002 seçimlerinin hemen sonrasında henüz milletvekili olmayan, AK Parti Başkanı sıfatıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlık konusunu partisinin yetkili organlarında görüşecekleri yönünde yaptığı açıklamaya karşı dönemin Cumhurbaşkanı Sezer’in “Başbakan adayını Cumhurbaşkanı belirlemeyecek de, milletvekili olmayan bir Genel Başkan mı seçecek?” çıkışını bir uyarı olarak yorumlayanların, bugün Cumhurbaşkanının Anayasada kendisine tanınmış bir konudaki görüşünü açıklamasını Anayasayı ihlal ve anti demokratik bulmaları, ancak yukarıda ifade edilen zihniyetin bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Bir başka örneği bu günlere ışık tutması amacıyla, 9. Cumhurbaşkanı Demirel’in kendi ifadelerinden verelim: “Koalisyon ortakları arasında yapılan anlaşma cumhurbaşkanını bağlamaz. Başbakanı atamak cumhurbaşkanının yetkisindedir. Beni milletvekili imzalarının sunulmuş olması da bağlamaz.”1 “Bir hükümet görevlendirdiğim zaman o hükümetin güvenoyu alması lazım. Bakın, cumhurbaşkanlarının hükümetteki kıstası odur. Birisine hükümet kurma görevi verirsiniz, gelir der ki “Efendim kuramadım.” Yahut “Kuruyorum” der. “Neyle kuruyorsun?” diye sorarsınız. Güvenoyu alamayacağını bildiğiniz kimseye vermezsiniz.” (Vatan Gazetesi,10 Mart 2009) 1982 Anayasası döneminde sembolik yetkilerin çok ötesinde yetkilerle donatılmış olan cumhurbaşkanları bu yetkilerini halka hesap vermeden politika sorumluluğunu taşıyan hükümetlere karşı kullanmışlardır. 28 Şubat sürecinde Demirel ve sonrasında A. Necdet Sezer, önce Necmettin Erbakan’ın başkanlığındaki koalisyona, Bülent Ecevit hükümetine, daha sonrada Erdoğan hükümetlerine karşı bu yetkilerini engelleyici ve yönlendirici bir tutumla kullanmaktan çekinmemişlerdir. Bu süreçlerde cumhurbaşkanının konumunu hiç sorgulamayanların, 10 Ağustos sonrası anayasada açıkça cumhurbaşkanının yetkilendirildiği konularda yapmış olduğu açıklamaları bir yetki gaspı olarak görmeleri yukarıdaki zihniyet yapısının çelişkisini ortaya koymaktadır. 2007 yılında yapılan anayasa değişiklikleri cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi kuralını getirerek bu makamı halka hesap verebilir bir konuma yükseltmiş, aynı zamanda anayasada tanınan güçlü yetkilerin demokratik meşruiyetini güçlendirmiştir. Bu düzenleme ile Türkiye’de hükümet sistemi bir tür yarı başkanlık modeline doğru değişim geçirmiştir. Bu ifade çok iddialı bulunuyorsa, Türkiye’de sistemin başbakanlı başkanlık sistemine dönüştüğü çok rahatlıkla ileri sürülebilir. Ne denirse densin bu modellerde parlamentolar istikrarlı hükümetler oluşturamadıkları dönemlerde anayasadaki güçlü yetkiler ve seçimli bir otorite olmasının sonucu olarak cumhurbaşkanları sistemin işleyişinde öne çıkmaktadırlar. Türkiye’de yaşanılanların bu sistemsel faktörlerden kaynaklandığı açıktır. Buna rağmen Türkiye’de bir sistem sorunu bulunmadığını ileri sürmek, oturmuş bir parlamentarizmin varlığını iddia etmek, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesinin önündeki engellerin en iyimser ifade ile bilinmediğinin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Siyasal partilerin 2007 sonrasında Türkiye’nin siyasal hayatına etkileri konusunda yeterince hazırlıklı olmadıkları, özellikle 7 Haziran seçimlerinden sonra ortaya çıkmıştır. Cumhurbaşkanının anayasal çizgilere çekilmesi gerektiğini ileri süren muhalefet partileri, tartışmaya açtıkları birçok hususun, bizzat 1982 Anayasasında cumhurbaşkanına tanınan yetkilerden kaynaklandığını görmezden gelmektedirler. Cumhurbaşkanının bakanlar kuruluna başkanlık etmesi, hükümetin kurulamaması durumunda 45 gün sonra Meclis seçimlerinin yenilenmesi kararı verebilme yetkisinin cumhurbaşkanına tanınması, yine bu karar sonrasında kurulacak seçim hükümetinin oluşumunda cumhurbaşkanı ve başbakana stratejik yetkiler tanınması konularında olduğu gibi, tüm bu konular anayasanın dışında değil bizzat içeriğinde yer almaktadırlar. HDP’nin, olası bir seçim hükümetinde parti kontenjanına düşen bakanlıkları kendilerinin belirleyeceği iddiası bu çerçevede anayasal değil, bizzat anayasanın sınırları dışına çıkmak anlamına gelmektedir. Devlet Bahçeli’nin sıkıyönetim ilanı konusundaki açıklaması da bu çerçevede diğer bir örneği oluşturmaktadır. Cumhurbaşkanının bakanlar kuruluna başkanlığını zorunlu hale getiren, Meclisten alınacak bir yetki yasasına dayanmadan yürütmeye doğrudan Kanun Hükmünde Kararname çıkartma yetkisinin tanındığı, üstelik çıkartılan kararnamelere karşı yargı denetiminin kapalı olduğu sıkıyönetim rejimini talep etmek, MHP’nin güncel olarak yürüttüğü siyasetle açık bir çelişki taşımaktadır. Cumhurbaşkanının sistem içindeki konumunu koalisyon görüşmelerinde öne çıkaran Devlet Bahçeli’nin, Cumhurbaşkanını adeta denetimsiz bir yasama gücüne dönüştüren bir rejimi gündeme getirmesi gerçekten izaha muhtaçtır. Bütün bunlar sistem ile partilerin değişimi yorumlaması arasında ciddi kopukluklar olduğunu göstermektedir. Sistem sorununun çözümlenmesi, sorunun bilimsel temelde ve farklı modellerin tartışılacağı bir zeminde ele alınmasını zorunlu kılmaktadır. Dipnot 1 Fikret Bila, “Demirel: Karadayı Doğru Olanı Yaptı”, Milliyet, 5 Mart 2009. EYLÜL 2015 37 İÇ POLİTİKA PATRİOTLARI NEDEN GERİ ÇEKİYORLAR? Aydın BOLAT SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı Hollanda, Almanya’dan Sonra ABD… S uriye krizinin derinleştiği, rejimle halkın karşı karşıya gelerek iç savaş tehlikesinin yaklaştığı bir ortamda NATO’dan, Türkiye’nin talebi doğrultusunda Patriot Bataryaları kapsamlı bir NATO misyonunun parçaları olarak Hollanda, Almanya ve ABD tarafından 2013 yılı başında Türkiye’de konuşlandırıldı. Hava ve Füze Savunma Sistemi olan Patriotlar, NATO üyesi Türkiye’yi Suriye’den gelebilecek olası bir balistik füze saldırısına karşı korumak amacıyla getirilmişti. Patriot Bataryalarını Hollanda Adana’ya, Almanya Kahramanmaraş’a, ABD’de Gaziantep’e yerleştirmişti. Mevzi seçimi ve programı Türkiye ile istişare ile belirlenen Patriotların komutası Almanya’daki NATO karargâhından yürütülüyordu. PAC-2 ve PAC-3 tipinde, kısa ve uzun menzili 20160 km olan 250-300 km radar menzili bulunan Patriotlar füzelere ve uçaklara karşı kullanılıyor. Dost ve düşman tanımı yapabiliyor, Hava Radar Sistemi (Awacs) ve uydu sistemleri ile entegre olabiliyor. 38 EYLÜL 2015 50 hedefi takip edebiliyor, aynı anda 9 hedefe kilitlenebiliyorlar. Bir bataryada 4-16 adet fırlatıcı, her fırlatıcıda 4 füze mevcut. Türkiye’ye toplam 6 Patriot bataryası geldi. 96 farklı hedefe füze fırlatabilme yetenekleri vardı. Patriotlar Türkiye’ye geldiğinde en büyük tepki İran ve Rusya’dan gelmişti. Putin Patriotları kendi sistemlerine göre demode olarak değerlendirerek “Bizde çok daha iyileri var” demişti. İran ise Patriotların gelişini 3. Dünya Savaşı’nın gerekçesi olabilecek kadar abartmıştı. Tehdit ortamında Türkiye için kısmen emniyetli bir koruma sağlayabilecek olan Patriotların asıl amacı caydırıcılıktır. Türkiye için “NATO arkamda” diyebileceği siyasi sembolik bir değer taşıyordu. O konjonktürde Patriotlar sadece NATO’nun siyasi bir jesti olarak da görülebilirdi. Her türlü tehdide karşı Türkiye’ye NATO’nun desteğinin göstergesi olarak da algılanabilirdi. Sonuç olarak güvenlik kaygılarından ziyade Patriotların gelişi siyasi ve stratejik bir karardı. Bu siyasi amaçlar aşağıdaki başlıklar olabilir: • NATO’nun 4. ve 5. maddelerini aktive ederek Suriye’nin arkasındaki güçlere (İran, Rusya, Çin,…) bir mesaj vermek, • İstikrar adına NATO ile güven bunalımı ve politika ayrışması yaşayan Türkiye’nin gönlünü almak, • NATO’nun destek göstergesi ve siyasi bir jesti, • Türkiye’deki NATO tesislerini (İncirlik, Kürecik,…) korumak, • NATO’nun Güneydoğusundaki tansiyonu düşürmek, Türkiye ve NATO tesislerine yönelik tehditleri caydırmak, Kıbrıs Barış Harekâtında slah kapastemz ve müttefk(!) ülkelern tutumları, ambargoları bzm çn nasıl öğretc oldu se bugün de uzun menzll hava ve füze sstemler konusunda br tecrübe daha ortaya koymuştur. “Kötü dost nsanı mal sahb yapar” msal bz de süratle modern blgsayar teknolojs, uzay ve uydu sstemleryle entegre olan mll füze sstemlermz kurmalıyız. • Esad rejimine karşı Suriye muhalefetine destek vermek ve onları cesaretlendirmek, Ekim 2015, Almanya’nın göre süresi Ocak 2016’da doluyordu. Ardı ardına verilen senkronize çekilme kararları sürpriz olarak karşılandı. • İsrail’in güvenliğine destek vermek… Gösterilen resmi gerekçeler şöyleydi: Neticede, 2013’ten beri Türkiye’de bulunan Patriotların varlığı Suriye’den zaten düşük olan saldırı olasılığını minimalize etmiş olabilir. Bu tarihe kadar da hiç kullanılmadı. Patriot misyonunun siyasi olarak da fazla bir işe yaradığı söylenemez. Suriye’de Tartus’tan atılan taktik balistik bir füze Reyhanlı’ya düştü, 15 m derinliğinde ve 7 m çapında bir çukur açtı. Patriotlar bunu görmedi. Hatay ve Urfa gibi riski yüksek olan yerlerde kurulmayışı eleştirilere neden olmuştu. “Suriye’nin Türkiye’ye karşı balistik füze kullanma tehdidi geçmese de önemli ölçüde azaldı.” “Krizlerle çalkalanan bölgede tehdit durumu başka bir odak noktası olan terör örgütü DAEŞ’e kaydı.” “Patriot bataryaları kritik modernizasyon güncellemeleri, özellikli bakımları, personel maliyeti ve diğer hususlar gözetilerek ülkelerine çekileceklerdir…” Patriot Hava ve Füze Savunma Sistemleri Neden Geri Çekiliyor? Almanya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Schaefer, Patriotların çekilmesinin Almanya, ABD ve Türkiye’nin ortak kararı olduğunu söyledi. Ayrıca Almanya bakan düzeyinde; 2013 Ocak’ta Türkiye’ye konuşlandırılan Patriotlardan ilk önce Adana’daki Hollanda’ya ait bataryalar Ocak 2015’te geri çekilmiş ve görevi İspanya’ya devretmişti. Ardından 15 Ağustos 2015’te Kahramanmaraş’taki Almanya’ya ait Patriot birliğinin geri çekilme kararı açıklandı. Bundan bir gün sonra 16 Ağustos 2015’te ABD Gaziantep’teki Patriot sistemlerini çekme kararı aldı. ABD’nin görev süresi “Suriye’deki iç savaş Türkiye’nin Güney sınır bölgelerinde tehlike yaratıyor… Türkiye’yi savunmada Almanya’nın yükümlülüğü devam ediyor.” diyerek güven verilirken “Bölgenin istikrarı için Kürt ve Irak güvenlik güçlerini eğitmeye devam ederek bölgede kalacağız. UNIFIL çerçevesinde Doğu Akdeniz ve Lübnan açıklarında gemilerimiz görevine devam edecek.” görüşünü dile getirdi… EYLÜL 2015 39 Türkiye ve ABD tarafından yapılan ortak açıklamada ise: İhtiyaç olduğu takdirde ABD, Patriot unsurlarını ve personelini bir hafta içinde Türkiye’ye geri getirmeye hazırdır” denilirken ABD’nin, Doğu Akdeniz’de ABD donanmasının çok rollü “Aegis” gemilerinin devamlı mevcudiyetini sürdüreceği aktarıldı. ABD Avrupa Deniz Kuvvetleri’nin, Türk Savunma ihtiyaçlarının desteklenmesinde Türk Donanmasıyla bölgedeki yakın işbirliğine devam edeceği de vurgulandı. Ayrıca; ABD ve NATO’nun Türkiye dâhil müttefiklerinin savunulmasına olan taahhütlerinin baki olduğu, Türkiye’nin güvenliğinin ve bölgesel istikrarın desteklenmesine bağlılığı ifade edildi. NATO makamları; Patriot misyonuyla ilgili müttefik ülkelerin aldıkları kararları tamamen saygıyla karşılarken, bu misyonun Ocak 2016’dan sonra uzatılıp uzatılmaması konusunda henüz bir karar alınmadığını ifade ettiler. NATO askeri çevrelerinde “Türkiye için tehlike azalmış olsa da Suriye’de muhalif güçlere karşı kullanılan füzelerin Türkiye’yi vurma riskinin hala bulunduğu” görüşünün hâkim olduğu belirtiliyor. 40 EYLÜL 2015 Bu resmi açıklamalardan öte Patriot sistemlerinin; bölgedeki krizin derinleştiği iç ve dış konjonktürün Türkiye için ağırlaştığı bir ortamda çekilmesinin siyasi ve stratejik amaçları olmalıdır: • ABD’nin P5+1 ile birlikte İran’la varılan müzakere karşılığında Tahran’a jesti olabilir. • Almanya’nın Türkiye’nin PKK’ya yönelik operasyonlarına ve IŞİD’le istenilen düzeyde mücadele etmemesine tepkisi olabilir. • ABD’nin Türkiye ile İncirlik Üssü ve Güvenlikli Bölge dâhil olarak yürüttüğü hassas müzakere ve mutabakatların bir sonucu olarak düşünülebilir. • Batı’nın Esed’le anlaşmış olduğunun göstergesi olabilir. • ABD ve koalisyon güçlerinin Suriye Krizine, DAEŞ’le mücadeleye yaklaşımı ile Türkiye’nin duruşu arasındaki farklılık neden olabilir. • Türkiye’nin uzun menzilli füze alımı ile ilgili NATOÇin rekabetinin bir yansıması olabilir. • Suriye’deki “Güvenlikli Bölge” hakkında görüş ayrılıkları sürerken Türkiye’nin olası bir müdahalesin- de NATO’nun bir emrivaki içinde kalmaması ve bu durumun önlenmesi için tedbir olarak düşünülmüş olabilir. • Çatışma ortamının şiddetlendiği, Türkiye’nin iki ülkede ve 3 terör örgütüne karşı savaş verdiği bir vasatta Türkiye’ye ve Türkiye karşıtlarına bir mesaj olabilir. • Kurulmayan AKP-CHP koalisyon hükümetinin bir bedeli olabilir. • Patriotlar getirilirken hangi siyasi ve stratejik amaçlar varidiyse çekilirken onların tam tersi amaçlar hedeflenmiş olabilir. • Karmaşık bölge denkleminde Türkiye’yi oyun dışına iterek etkisizleştirmek hedeflenmiş olabilir. • Türkiye devletine ve yönetime; yaptıklarının ve yapmayı düşündüklerinin kabul görmediği uyarısı olabilir. Nihayet Patriotların gelişi gibi gidişi de siyasi ve stratejik bir karar olarak anlaşılmalıdır. Hava ve Füze Savunma Sistemleri ve Türkiye Türkiye’de bu konuda milli kapasite olarak kısa menzilli klasik uçaksavar ve Stinger füzelerine, orta menzilli olarak Hawk hava savunma sistemlerine sahiptir. Türkiye uzun menzilli füze ve savunma sistemleri için NATO kapasitesine ihtiyaç duymaktadır. Körfez Savaşı’nda da şimdiki Suriye Krizinde de Patriot sistemleri bunun için NATO’dan talep edilmişti. Bugün komşu ülkeler Rusya, İran ve Suriye’nin elindeki uzun menzilli füzelerin kabiliyetleri Patriotlardan bile üstün durumdadır. Türkiye son zamanlarda Milli Savunma Sanayiinde attığı dev adımların devamı olarak uzun menzilli milli hava savunma ve füze sistemlerini envanteri- Patrot sstemlernn; bölgedek krzn dernleştğ ç ve dış konjonktürün Türkye çn ağırlaştığı br ortamda çeklmesnn syas ve stratejk amaçları olmalıdır. nekatmak için yoğun bir çaba ve arayış içindedir. Bu sistemler için NATO ülkeleri, Rusya ve Çin ile görüşmelerini aralıksız sürdürüyor. Teknoloji transferine de imkân sağlayan en ekonomik ve fizibıl projeyi satın almak için uğraşıyor. Uzun menzilli füze sistemleri konusunda Türkiye’nin NATO dışındaki arayışları müttefiklerin(!) büyük eleştiri ve tepiklerine yol açıyor.Türkiye üzerindeki baskıların en önemli argümanlarından biri tam da bu konudur. Bu günkü bölge konjonktüründe Türkiye’den Patriot sistemlerinin çekilmesi kararı elbette Türkiye için stratejik bir açık yaratmaktadır. Ancak Türkiye halen bir NATO ülkesidir ve NATO’nun 2. en büyük ordusuna sahiptir. Dünyanın da 6. büyük ordusu. Yani Türkiye herhangi bir ülke değildir. Güvenlik açıklarını tolere edecek stratejik potansiyeli vardır. Sonuç: Türkiye Uzun Menzilli Milli Hava ve Füze Savunma Sistemini Bir An Önce Kurmalıdır Kıbrıs Barış Harekâtı’nda silah kapasitemiz ve müttefik(!) ülkelerin tutumları, ambargoları bizim için nasıl öğretici oldu ise bugün de uzun menzilli hava savunma ve füze sistemleri konusunda bir tecrübe daha ortaya koymuştur. “Kötü dost insanı mal sahibi yapar” misali biz de süratle modern bilgisayar teknolojisi, uzay ve uydu sistemleriyle uyum sağlayan milli füze sistemlerimizi kurmalıyız. Müttefikleriyle inanç ve güven bunalımı yaşayan, NATO’yu ve stratejilerini sorgulayan Türkiye iç istikrarı, bölge vizyonu ve küresel rolü için milli savunma sanayi ve teknoloji kapasitesini gerçek dostlarını sevindirecek, düşmanlarını caydıracak bir kapasite ve kabiliyete ulaştırmalıdır. Zamanın ruhu ve gelecek misyonu Türkiye’yi büyük mücadele ve sorumluluklara davet ediyor. Türkiye’nin hedef ve politikalarının bu günkü müttefikleri(!) ile uyuşmadığı her olayda açıkça görülmektedir. Harp teorisyeni Clausewitz’in dediği gibi: “İttifak, ülkeler arasındaki mücadelenin değişik bir vasatta devamıdır...”, “Savaş siyasetin başka yollardan devamıdır.” Ayrıca; “İster isen sulh-u salâh hazır ol cenge” dendiği gibi barış, güvenlik, huzur ve refah istiyorsak savaşa bütün boyutlarıyla hazır olmalıyız vesselam... EYLÜL 2015 41 İÇ POLİTİKA SURUÇ-LONDRA-SURİYE TERÖR HATTI Bülent ORAKOĞLU SDE Başkan Danışmanı 7 Haziran seçimleri öncesi, 5 Haziran’da seçimlere iki gün kala Diyarbakır’da peş peşe patlayan iki bomba HDP’ye barajı aştırırken, birinci parti olmasına rağmen AK Parti’yi iktidardan etmiş, çok kritik bir süreçte Türkiye’yi koalisyonlar sürecine mahkûm etmişti. Bu kez Suruç’ta yaşanan canlı bomba saldırısında katliam yaşanmış; bu saldırıda 32 kişi ölürken, sayıları 100’ü aşan kişi de yaralanmıştı. ve işbirliği bulunan HDP Eş Başkanları ve milletvekillerinin, bombacıların DAEŞ terör örgütüne mensup teröristler olması nedeniyle, “DAEŞ, AK Parti ve Cumhurbaşkanı arasında irtibat olduğuna yönelik uluslararası kumpası” bir kez daha bahane ederek, Suruç saldırısından iktidarın sorumlu olduğu savıyla hareket etmeleri, güvenlik güçlerimize yönelik suikast ve saldırılara sebep olmuş, 3 polis ve bir askerimiz kalleşçe ve alçakça şehit edilmiştir. Suruç katliamı sonrasında, PKK-PYD’nin üst düzey drijan kadroları ve bu terör örgütü ile organik bağ Diğer taraftan bir yılı aşkın bir süredir, DAEŞ’in kontrolünde bulunan Çobanköy sınır köyünden DAEŞ 42 EYLÜL 2015 terör örgütü militanlarınca Kilis Dağ Karakolu personeline ateş açılması sonucu bir astsubay şehit oldu. Türkiye, Cumhuriyet tarihinde ilk kez, aynı merkezden idare edilen, yurt içi ve dışından eş zamanlı terör saldırılarına maruz kalmıştı. Saldırıda; DAEŞ’in tetikçi olarak zincirin en alt basamaklarında yer aldığı düşünülürse, zincirin üst katlarında yer alan karanlık odakların, Suruç saldırısını profesyonelce, belli bir zaman dilimi içinde planlandığını, hatta bu saldırıda ESP’li gençlerin özellikle hedef alındığını bize düşündürecek birçok kör nokta olduğunu düşünüyorum. Urfa Emniyet Müdürlüğü’nde üst düzey yetkililer ile yaptığım görüşmelerde, HDP Eş Başkanı Figen Yüksekdağ’ın birçok kez bazı milletvekilleri ve parti yöneticileri ile birlikte ESP’li (Ezilenlerin Sosyalist Partisi) gençlerle Suruç’a gelerek basın açıklaması yaptıkları ifade edilmişti. Bu gelişlerde ESP’li gençlerin sayılarının en fazla 10-15 civarında olduğu da özellikle belirtilmişti. İllegal, MLKP ve ESP’nin de yayın organı olan Etkin Haber Ajansına 1 Temmuz’da konuşan Sosyalist Gençlik Dernekleri Vakfı Eş Başkanı Oğuz Yüzgeç, Kobani’ye gitmek isteyen gençlere polisin engel çıkarabileceğini bu nedenle olası engellemelere karşı HDP milletvekillerinin de orada olacağı açıklamasını yapmıştı. Ancak ne hikmetse 300’ün üzerinde SGDF ve ESP’ne üye gençlerin katıldığı “Kobani’nin yeniden inşaası” projesinde yer almak üzere yoğun propaganda yaparak, Suruç’a gelen ve kanlı bir saldırının hedefi olan gençlerin yanında, ESP’nin eski Genel Başkanı Figen Yüksekdağ başta olmak üzere hiçbir milletvekili ve HDP il ve ilçe yönetiminden kimsenin olmaması oldukça manidar bir duruma işaret ediyordu. Diğer bir önemli nokta da, Suriye’deki ayaklanmalarda 19 Temmuz 2012 tarihinde PYD’nin kontrolüne geçen Kobani ve sözde Rojova Devrimi’nin yıldönümü nedeniyle yapılan zafer kutlamalarına, Suruç Saldırısından yalnızca iki gün önce Kobani’de binlerce kişinin katılması DEAŞ için çok daha büyük bir hedef olmasına rağmen canlı bomba saldırısının iki gün sonra Suruç’ta çok az sayıda ESP gençlerini hedef alması saldırının küresel boyutunu ve cenazelerin Türkiye’de birçok ilde defnedilmeleri sırasında çıkarılması planlanan olaylara işaret etmesi bakımından önemli görünüyordu. Canlı bomba saldırısından yalnızca 1 dakika 28 saniye sonra ODTÜ’de “Suruç’ta katliam var” pankartının açılması, eylemden yalnızca iki dakika sonra Alman Haber Ajansı DEPA’nın olayı servis etmesi bu çevrelerin “Eyleme hazırlıklılar mıydı?’’ sorusunu akıllara getiriyor. Figen Yüksekdağ’ın, HDP genel merkezinden attığı tweette “Kobani Kantonunda bombalar patladıkça HDP’nin oyunun artacağını” iddia etmesi, Suruç İlçesini de Kobani Kantonu içinde göstermeye yönelik ulusal güvenliğimize ve iç barışa yapılan açık bir saldırı niteliğinde görünüyor. Ancak önemli olan HDP’nin oylarının arttırılması amacıyla patlatılan bombalar veya canlı bomba eylemlerinde HDP’nin bu eylem zincirinin hangi halkasında, terör ve KAOS üreten merkeze hizmet ettiğinin ortaya çıkması veya çıkarılmasıdır. Yüksekdağ hazır itiraflara başlamışken bu konuya da açıklık getirirse taktiksel olarak dillerinden düşürmedikleri barış sürecine de hizmet etmiş olur diye düşünüyorum. Diyarbakır bombacısı Orhan Gönder, saldırıdan bir gün sonra Gaziantep’te güvenlik güçlerince hücre evinde yakalanmıştı. Şüphelinin yapılan sorgusu sonrasında, 2014 Ekim ayında Suriye’de IŞİD saflarına katıldığı, örgüte ait kamplarda bomba eğitimi aldığı belirlenmişti. 7 Haziran seçimlerinden iki gün önce HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın mitinginde ardı ardına patlayan bombalar ile ilgili olarak saldırı emrini kendisine, IŞİD kamplarında bomba eğitimi veren İlhan B’nin verdiğini de itiraf etmişti. İlhan B’nin, aynı zamanda, şubat ayında İngiltere ile Türkiye arasında küçük çapta güvenlik krizi yaratan yaşları küçük 3 İngiliz yabancı savaşçı kızın Türkiye üzerinden Suriye’ye götürülüp IŞİD’e teslim edilmesi emrini veren kişi olduğu, Kanada ajanı Suriye uyruklu El Muhammed Raşit’in güvenlik kuvvetlerince Şanlıurfa’da yakalanması sonrasında anlaşılmıştı. El Raşit ile ilgili olarak yapılan araştırma ve sorguda, “Kanada ajanı” ve dolaylı olarak İngiliz gizli servisi ile ilişkili olduğu bilgisayarında ele geçirilen doküman, fotoğraf ve belgelerden anlaşılmıştı. Diyarbakır’da peş peşe patlatılan bombalar ile Suruç’ta gerçekleştirilen canlı bomba eyleminde, düzenek ve patlayıcıların benzerlik taşıması, Diyarbakır bombacısı Orhan Gönder ile 32 kişinin ölümüne, onlarca kişinin yaralanmasına yol açan, Suruç Canlı Bomba eylemcisi Şeyh Abdurrahman Alagöz ve ağabeyi Y.E.A’ün, Adıyaman’da İslam çay evinden birbirlerini tanıdıklarının anlaşılması, iki kardeşin EYLÜL 2015 43 de IŞİD kamplarında bomba eğitimi aldıklarının ortaya çıkarılması, Diyarbakır ve Suruç saldırıları talimatlarının IŞİD bombacısı İlhan B. tarafından verildiği gerçeğini ortaya koyarken, arkasındaki küresel güçleri de açık biçimde deşifre ediyor. Bu nedenle IŞİD’in Suruç katliamını, Türkiye’den intikam almak amacıyla veya Suriye Politikası nedeniyle işlediği iddiaları kanaatimce havada kalıyor. Kanada Ajanı El Raşit ile IŞİD bomba uzmanı ve eğitmeni İlhan B. arasındaki irtibatın işaret ettiği en önemli nokta ise, Batı’dan gelen yabancı savaşçıların, Türkiye üzerinden Suriye’ye geçirilerek IŞİD saflarına katılımlarının, üst aklın kontrolündeki 5 göz ülkelerince (ABD, Britanya, Yeni Zelanda, Kanada, Avustralya) kurulan organizasyonlarca sağlandığı gerçeğidir. Psikolojik harp strateji ve taktikleri ile oluşturulan algı operasyonları ile Türkiye’nin, IŞİD’e destek verdiği iftirası ve yalanı, Türkiye’nin birlik ve beraberliğini bozma ve iç savaş çıkarma amacına yönelik olarak günümüzde de devam ettiriliyor. 6-8 Ekim tarihleri arasında Diyarbakır’da, Kobani provokasyonu sonucu, Kamu düzeninin bozularak 44 EYLÜL 2015 yaratılan kaos ve istikrarsızlık ortamında, PKK terör örgütü ve YDG-H milis güçlerince, Yasin Börü başta olmak üzere 50 kişinin vahşice öldürülmesi ile sonuçlanan Kobani kalkışması ve Kürt iç savaşı provası yaşanmıştı. Suruç katliamından IŞİD terör örgütü ile birlikte iktidarın sorumlu olduğunu iddia eden PKK terör örgütünün ateşkesi bozarak güvenlik güçlerine yönelik intikam saldırıları başlatması, Türkiye’nin Güney Doğu’su başta olmak üzere muhtelif bölgelerden gelen şehit cenazeleri üzerine Türkiye, 24 Temmuz’da hava harekâtı ile Suriye toprakları içinde bulunan PKK ve IŞİD terör örgütlerine ait hedefleri vurmuştu. Diğer taraftan ülke genelinde kaos ve istikrarsızlık yaratma amacında olan PKK, IŞİD ve DHKP-C’ye yönelik hücre evlere yapılan operasyonlarda yüzlerce kişi göz altına alınmıştı. Türkiye, Cumhuriyet tarihinde bir ilk olarak Kürt veya PKK koridorunun Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdit ettiği gerekçesiyle, bu koridora ve bu koridor üzerinde kurulması muhtemel tampon devlete karşı olduğunu, ABD ve NATO’ya bildirmişti. Ancak, IŞİD’in, koridoru kapatma amacıyla ele geçirmeye çalıştığı Cerablus, Azez ve Mare bölgelerindeki 300’ün üzernde SGDF ve ESP’ne üye gençlern katıldığı “Koban’nn yenden nşaası” projesnde yer almak üzere yoğun propaganda yaparak, Suruç’a gelen ve kanlı br saldırının hedef olan gençlern yanında, ESP’nn esk Genel Başkanı Fgen Yüksekdağ başta olmak üzere hçbr mlletvekl ve HDP l ve lçe yönetmnden kmsenn olmaması oldukça mandar br duruma şaret edyordu. hedefleri, TSK tarafından F-16 Fantom uçakları ile vurulmadan çok kısa bir süre önce ABD’ye yalnızca bilgi verilmiş, izin alınmamıştı. Böylece, Cizire, Tel Abyad, Kobani ve Afrin Kantonları arasında kalan küçük bir bölgenin, IŞİD ve hülle yöntemi ile PYD’nin eline geçmesi ve dolayısıyla Kürt Koridoru ABD’ye rağmen engellenmişti. Türkiye PKK koridorunun kapatılmaması konusunda kararlığını, ABDIŞİD ve PKK-PYD terör örgütleri başta olmak üzere dosta düşmana göstermişti. Başbakan Davutoğlu Türk Silahlı Kuvvetlerinin Suriye topraklarında DAEŞ ve PKK Kamplarına yönelik gerçekleştirdiği hava harekâtları ve Türkiye içinde DAEŞ, PKK ve DHKP-C terör örgütlerine yönelik 22 ilde yapılan operasyonlar sonrasında yaptığı açıklamalarda “3 terör örgütü birden harekete geçirilmiştir. Yurt dışındaki çevrelere sesleniyorum. Türkiye’nin dostluğu güçlüdür. Tahammülümüzün sınırlarını kimse zorlamamalıdır. Dost ve müttefiklerimiz bir kez daha Türkiye’nin gücünden emin olmuşlardır. Türkiye’ye hasmani düşünceleri olanlar da anlamışlardır” demişti. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk olarak, T.C. Başbakan’ı Suriye ve yurt içinden eş zamanlı olarak başlatılan terör saldırılarının arkasındaki dış güçleri ve Türkiye’deki uzantılarını hedef alarak terörü azmettiren ülkeleri diplomasi dışında açıkça ikaz etmişti. Türkiye’nin Suriye toprakları içinde uçuşa yasak güvenli bölge oluşturma çalışmalarının halen devam ettiği, bu konuda ABD ve NATO’ya rağmen bu kez kesinlikle tampon bölgenin oluşturulacağı güvenilir kaynaklardan gelen bilgilerden anlaşılıyor. Türkiye’nin yeni bir göç dalgası (Halep’ten gelmesi muhtemel 2 milyon sığınmacı) ile karşılaşmaması için tüm askeri tedbirleri aldığı, IŞİD başta olmak üzere radikal dinci örgütlerin bölgeyi işgal etmelerine ve kaos yaratma faaliyetlerine kesinlikle izin verilmeyeceği ve bu durumun Türkiye’nin kırmızı çizgileri arasında bulunduğu, IŞİD/PYD terör örgütleri ve arka planda bu terör örgütlerini, Suriye ve Orta Doğu’nun yeniden dizayn edilmesinde maşa olarak kullanan küresel güce de örtülü olarak gerekli mesajların verilmiş olduğu açıkça görünüyordu. Türkiye’nin kendi toprakları içinde ve Kürt koridoru üzerinde, tampon bir Kürt devleti oluşumu ile bu koridorun kapanmasına izin vermeyeceğini anlayan küresel gücün, bir taraftan Orta Doğu’da oluşması muhtemel, Kürt-Türk ittifakını engellemek adına çeşitli provokasyonlara imza atarken diğer taraftan Özal döneminde olduğu gibi çözüm sürecini sabote ederek, Türkiye’de iç barışın bozulması amacıyla Kürt-Türk iç savaşı başlatmak suretiyle, Türkiye’nin Suriyeleştirilme ve Iraklaştırılması operasyonuna start verdiği düşünülebilir. Bu kez uluslararası provokasyonun IŞİD ve PKK/PYD üzerinden dizayn edildiğine yönelik kamuoyuna yansımış bazı haber ve bilgiler bu analizin doğruluğunu teyid eder nitelikte görünüyor. Ankara’da geçen haftalarda Türkiye-Suriye sınırında gelişmelerin ele alındığı Bakanlar Kurulu toplantısında, ABD’nin PYD’ye destek vererek bir Kürt devletinin alt yapısını hazırladığı ayrıca PKK’nın Suriye’den sonra Türkiye’ye yönelme ihtimalinin göz ardı edilmemesi gerektiğine dikkat çekildiği kamuoyuna yansımıştı. ABD’nin resmi olarak PYD ile olan ilişkisini “sahada IŞİD’e karşı taktiksel işbirliği” olarak nitelendirmesinin doğru olmadığı, Washington’un Suriye’nin Kuzey’inde kurduğu “kirli tezgah”ın ortaya çıkması ile anlaşılmıştı. CIA’nın, bölgedeki saha ajanları vasıtasıyla, PKK/PYD militanlarına uzun vadeli yatırım yaparak PKK’nın Suriye kolu PYD’ye ABD’de “Kanton eğitimi” vereceği, küçük uydu devletçikleri nasıl yönetecekleri konusunda eğitilecekleri ortaya çıkmıştı. Kanton eğitimi zamanlamasının HDP’nin Güney Doğu’daki versiyonu olan Demokratik Bölgeler Partisinin kurduğu halk meclisleri vasıtasıyla Tunceli, Şırnak, Yüksekova, Varto, Hakkari Silvan, Batman, Silopi, Cizre ve Nusaybin’de “sözde özerklik” ilan ettikleri bir sürece denk gelmesi, Türkiye’de yaratıl- EYLÜL 2015 45 Pskolojk harp stratej ve taktkler le oluşturulan algı operasyonları le Türkye’nn, IŞİD’e destek verdğ ftrası ve yalanı, Türkye’nn brlk ve beraberlğn bozma ve ç savaş çıkarma amacına yönelk olarak günümüzde de devam ettrlyor. mak istenen kaos stratejisi ve iç savaş senaryolarını açıkça ortaya koyuyor. Zira PKK’nın geçmiş yıllarda “kurtarılmış bölge stratejisini” yeniden uygulama amacıyla kendince ilan ettiği özerk bölgelerin girişlerine hendekler kazarak güvenlik güçleri ile çatışmaya girmesi, kazılan hendeklere yüzlerce kilo patlayıcı yerleştirilmesi, yüzleri maskeli roketatarlı teröristlere BDP belediyelerince destek verilmesi, Suruç canlı bomba eyleminden günümüze kadar 60’ın üzerinde asker ve polisin şehit edilmesi, 800 civarında örgüt militanının etkisiz hale getirilmesi Türkiye’nin geçmişe göre yeni ve farklı bir terör dalgası ile karşı karşıya olduğunu gözler önüne seriyor. Türkiye’nin Kuzey Suriye’de Kürt koridoruna engel olması, ABD ve NATO’ya rağmen Suriye toprakları içinde “güvenli bölge” kurma konusundaki kararlığı, küresel merkezin koordinesinde topyekun faaliyete geçirilen PKK/PYD, IŞİD, DHKP-C, TİKKO, TKPML, FETÖ gibi terör örgütleri ile Türkiye içinde ve Suriye’de etkin mücadele edilmesi, milli ve yerli savaş araç ve gereçleriyle yapılan operasyonlarda PKK’ya ağır darbe vurulması içte ve dışta terörü destekleyen odaklar ile HDP ve Kandil’i endişeye sevk etmiş görünüyor. PKK ve HDP, Türkiye’nin Kandil’e yaptığı hava operasyonlarında terör örgütünün ağır zayiat vermesi, finans kaynaklarının durma noktasına gelmesi ve kesilmesi nedeniyle “ateşkes” istiyor. Bu amaçla yıllardan bu yana PKK’ya her türlü desteği veren küresel merkez ve bazı Batılı ülkelerin aracılığıyla ateşkes arayışlarına başlamış görünüyor. İstihbarat kaynaklarımız ise son dönemde teröre karşı yapılan başarılı mücadelenin PKK’nın belini kırdığını, sonunu gören örgütün toparlanmak için taktiksel olarak ateşkes istediğini belirtiyorlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “ne ateşkesi silahları bırakıp gömmedikleri sürece, bir tek PKK’lı kalmayana kadar terörle mücadelemiz sürecek” açıklaması devletin bu kez terörün bitirilmesi konusundaki kararlığını ortaya koyması açısından önemli görünüyor. Zira PKK, DHKP-C, IŞİD, FETÖ ve benzeri terör örgütlerini kontrol ve koordine eden merkez aynı merkez. 46 EYLÜL 2015 İstihbarat raporlarında ayrıca sözde özerklik ilan edilen 12 bölge tespit edilerek devlet hâkimiyetinin yeniden tesis edilmesi ve teröristlerin üzerine kararlılıkla gidilmesi gerektiği vurgulanmıştı. Terör örgütü PKK ve DHKP-C’nin önemli isimlerini Türkiye’ye iade etmeyen, paralelin darbeci savcılarını bağrına basan, DHKP-C’ye kol kanat geren Almanya, Patriotları PKK’ya yapılan operasyonlar nedeniyle çektiklerini itiraf etmişti. Merkel’in ortağı SDP, “Karar operasyonlar nedeniyle alındı” derken, PKK’nın hamisi ana muhalefetin ise teröre destek hamlesini memnuniyetle karşılaması, Almanya’nın psikolojik harp kuralları çerçevesinde, Türkiye-IŞİD ilişkisi ve yalanına sarılarak Türkiye’yi teröre destek veren ülkeler kategorisinde gösterme çabalarının arka planını da açık etmiş oldu. Almanya Gladyo tipi yapıların halen çok güçlü olduğu bir ülke olması nedeniyle küresel merkezin ana çekirdeğini oluştururken, PKK/PYD terör örgütlerinin baş hamisi ve destekçisi olduğu gerçeğini de görmeyen gözler önüne bir kez daha sermişti. Suriye’deki iç savaşın şiddetlendiği ve DAEŞ tehdidinin arttığı bir ortamda alınan karar uluslararası camiada şok etkisi yarattı. Alman siyasilerden yapılan açıklamalar ise kararın arkasındaki karanlık hesabı gözler önüne serdi. Almanya’nın önemli gazetelerinden Frankfurter Allgemeine Zeitung (FAZ), Patriot birliğinin çekilmesine ilişkin kararın altında yatan nedenin Türkiye’nin Suriye konusunda Almanya ve ABD gibi düşünmemesi olduğunu yazdı. Gazete bunu hükümet kaynaklarına yakın kişilerin açıklamalarına dayandırmıştı. İstihbarat Zafiyeti Mi Var? Diyarbakır’da 7 Haziran seçimlerine iki gün kala ardı ardına patlayan iki manipülatif bomba Türkiye’de AK Parti’yi tek başına iktidardan ederken, HDP’nin barajı aşmasını sağlamış Türkiye’yi koalisyonlar sürecine mahkûm ederek istikrarsızlık ve çatışma ortamına sokmak istemişti. Suruç’ta patlayan canlı bomba saldırısı öncesi, küresel merkez ve bazı Batılı ülkelerin desteğini alan PKK/PYD terör örgütü IŞİD üzerinden Türkiye’yi suçlayarak çözüm sürecini bozmuş güvenlik güçlerine değişik eylem stratejisi ve taktikleri ile saldırarak, güvenlik güçleri ile çatışma ortamının geçmişte olduğu gibi başlatılması küresel bir strateji olarak sağlanmıştı. Türkiye’nin kaderini etkilemeye yönelik bu saldırılar sonrasında kamuoyunda bu eylemlerin önceden istihbar edilerek önlenememesi karşısında “İstihbarat zafiyeti mi var?” sorusu haklı olarak yazılı, görsel ve sosyal medya platformlarında sorgulanmaya başlanmıştı. Bir tarafta ülke güvenliğinin ehil ellerde olup olmadığı endişesi ile harekete geçen işinde gücünde sıradan insanlar, diğer tarafta ise Batılı ülkelerin kontrolünde Türkiye Cumhuriyeti devletini ve güvenlik güçlerini aciz ve çaresiz gösterme gayreti içindeki etki ve nüfuz ajanları yani satılık hainler devredeydi. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı kamuoyunda “devleti itibarsızlaştırıp iş yapamaz hale getirmek” algısı oluşturmak amacıyla Ankara Organize Suçlarla Mücadele Şubesine ait bir otomobil, çeşitli malzemeler, bilgi ve belgeleri suç örgütlerine aktardığı savunulan 4’ü polis 7 kişi hakkında dava açmıştı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Bürosunca hazırlanan iddianamede, “Fethullahçı Terör Örgütü üyesi oldukları” vurgulanarak, “mensup oldukları örgütün devlet içinden pasifize ve tasfiye edilmesini engellemek, devleti paralel yapının mensuplarına mahkûm ve muhtaç göstermek, yeni atanan kadroların başarısız olduğunu ispatlamak, hükümetten intikam almak, yeni atanan kamu görevlilerinin suç örgütleri karşısında yeterli mücadele veremeyeceğini ortaya koymak” amacıyla atılı suçları işledikleri kaydedilmişti. Devletin istihbarat birimlerindeki eksiklik ve aksamaları ortaya koyarak eleştiride bulunmak, bu birimlerin ülkeye daha iyi ve ehil hizmet vermesini amaçlayan önemli bir vatandaşlık görevidir. Geçmişte istihbarat ve güvenlik birimleri yerli her türlü olay ve faili meçhulleri çözmüşken, küresel ve Batılı ülke gizli servisleri veya derin yapıları tarafından işlenen veya bu yapıların karıştığı faili meçhul siyasi cinayetleri çözememişlerdi. Bunun en önemli nedenlerinden biri paralel yapı ve bazı Batılı ülkeler ve MOSSAD’ın istihbarat birimlerine sızmış yapılarının temizlenememesi olduğu aşikârdır. Günümüzde ise Türkiye istihbarat ve güvenlik başta olmak üzere devlet kurumları içine sızmış yapılar ile büyük bir mücadele içindedir. Bu konuda önemli mesafeler alınmıştır. Eskiye kıyasla istihbaratın daha yerli ve başarılı olduğu çok açıktır. Diyarbakır’da ardı ardına patlatılan iki bomba ve Suruç canlı bomba saldırıları IŞİD üzerinden Türkiye’yi de suçlamak amacıyla hedef alan küresel merkezin dizayn ettiği ve kurguladığı küresel eylemlerdir. Diyarbakır saldırısı, güvenlik güçleri ve istihbarat birimleri tarafından saldırıdan bir gün sonra dış ayağı ile birlikte deşifre edilmesine rağmen kamuoyuna yeterince duyurulamamıştır. Keza Suruç saldırısı ile Diyarbakır saldırısını planlayan IŞİD militanının küresel ayağı da deşifre edilmesine rağmen, önemli olan hususun bu eylemlerin önceden haber alınıp önlenmesi olduğu aşikârdır. Yaptığım araştırmalarda, istihbarat birimlerimiz bana göre her iki saldırıyı da bombalar patlatılmadan önce önleyebilecek kabiliyete sahip görünmektedirler. Neden önlenemediği konusunda ciddi bir özeleştiri için olayın çok iyi irdelenmesi, bilhassa Diyarbakır saldırısında patlatılan bombaların neden tespit edilemediğinin çok iyi araştırılması gerekir kanaatindeyim. EYLÜL 2015 47 İÇ POLİTİKA KÖTÜLÜKTE İTTİFAK: KİME BU “HİZMET”? Prof. Dr. Yasin AKTAY SDE Onursal Başkanı Ş öyle bir düşünelim: Texas’ın herhangi bir yerleşim birimi yakınında asfaltlanmış yolun altına döşenen patlayıcı, bir ABD askerî aracının geçişi esnasında patlıyor ve 8 asker hayatını kaybediyor... Türkiye’de yayın yapan bir TV kanalı da bu saldırı sonrasında bu terör saldırısını gerçekleştiren örgüte dair bir belgesel hazırlayarak bu örgüte 48 EYLÜL 2015 mensup olan kimseleri meşrulaştırmaya çalışıyor... Böyle bir durumda ABD kamuoyu ve siyasilerinin neler hissedeceğini tahmin etmek hiç de zor değil. Ya da Türkiye’de önemli yayın organları 11 Eylül saldırıları sonrasında El-Kaide teröristlerini “özgürlük savaşçıları” gibi kodlamayı tercih etseydi... Böylesi senaryolarda bu yayın organları gayet doğal olarak teröre bilinen uluslararası basın organlarında PKK’ya açıkça destek veren yazıların yayınlandığı da tarafımızca malum. Mlletn düşmanları, şbölümünde her br kendne düşen görev yerne getryor. Azz mlletmzden toplanan “hmmet” paralarıyla şmd paralel yapı PKK le aynı safta “hzmetn” deruhte edyor. Bu hzmet kme acep? Veya km kme hzmet edyor? Sah sz TV dzlernzn her bölümünde onlarcasını öldürdüğünüz PKK’lılarla ne zaman kardeş oldunuz da, şmd onları canlarına kast ettkler bu mlletn evlatlarıyla da kardeş yapmaya çalışıyorsunuz? destek verdikleri gerekçesiyle demokratik bir devlette işlemesi gereken yasal işlemlere tabi olurlardı. Gelin görün ki demokratik olmakla, terörizme karşı olmakla övünen Almanya, ABD, İngiltere gibi ülkelerde teröre destek veren yayın organları hiç bir şekilde demokratik sistemin sınırları içerisine çekilmiyor, demokrasinin fren mekanizmaları terörü açıkça destekleyen bu yayın organlarına karşı hiçbir şekilde işletilmiyor. Batı medyası aslında abartıldığı ölçüde olmayan, Kürt grupların IŞİD’e karşı savaşı dolayısıyla PKK terörünü açık bir biçimde destekler hale geldi. BBC’de yayınlanan belgeselden önce “saygın” diye Örneğin Almanya’da günlük yayın yapan, oldukça da iyi tirajlara sahip birçok gazete PKK terör örgütü için “Verbotene Kurdische Arbeiterpartei” (Yasaklanmış Kürt İşçi Partisi) ifadesini kullanıyor. Bunu terörü hoş görmek, onu güzellemek olarak görmüyor olmaları, özlerinde teröre karşı olmadıklarından başka bir şeyi göstermiyor. Kimse kusura bakmasın, sabahtan akşama kadar DAİŞ terörüne karşı en ağır söylemi yüklenmiş olan Alman basınının da İngiliz basınının da içinde bastırılmış bir terörist olduğunu gösteriyor bu söylem. Türkiye’deki bir terör örgütünü Alman kamuoyuna “yasaklanmış bir siyasal parti” olarak sunmak, içinde kötü niyet barındırmayan bir maddi hata olarak da değerlendirilemez. Bu demokratik bir ülkede suçu ve suçluyu, terörü övme gibi başlıklar altında düzenlenen ceza hukuklarının konusu olabilir, ama bu ülkelerde terörün özünde kötü görülmediğini, sadece kime karşı yapıldığının oportunistçe önemsendiğini gösterir. Bir kısım Batı medyasının bir terör örgütü olan PKK’ya desteğinin bu kadar netleşmesinin arkasında, Türkiye’nin bu terör örgütüne yönelik operasyonları başlatması var. Suruç’ta 33 gencimizin hayatını kaybettiği terör saldırısı sonrası kendince suçluyu tespit ve ilân eden, sonra da Ceylanpınar’da kendince misilleme yapan PKK’ya ve eşzamanlı olarak IŞİD terör örgütüne yönelik operasyonlar, IŞİD sinek sürüsünün peşine düşüp Suriye bataklığını gözden kaçırmayı başarabileceklerini düşünen kimseleri belli ki rahatsız etti. PKK’nın, Türkiye’nin IŞİD’i desteklediği ve Suruç’taki insanların öldürülmesinden Türkiye’nin sorumlu olduğu iftiralarına prim verenler, PKK’nın bu saldırının faturasını çıkardığı iki polisi acımasızca öldürmesini de “yasal” bir yargılama olarak değerlendirdiklerini göstermiş oluyorlar. Demek ki PKK’yı yasaklanmış bir parti olarak göstermeye çalışan Alman medyasının “yasallık”tan anladığı böyle bir durum! IŞİD tehdidine yönelik Kürt grupların aslında abartılan mücadelesi Batı’da tuhaf bir şiddet romantizmi yaratmış gözüküyor. Öyle ki, bir terör örgütüyle EYLÜL 2015 49 Çözüm süreci toplumda bu alanın siyasete açılması beklentisine ve kanın artık durması talebine verilmiş bir cevaptı. Misyonunu öldürmek değil, yaşatmak olarak kuran bir siyasi anlayışın, akan kanı durdurma yönünde attığı büyük ve cesur bir adımdı. savaştığını iddia eden bir başka terör örgütü Batı medyası tarafından BBC, NYT ve Alman medyası örneğinde görüldüğü gibi göklere çıkarılıyor. Bu arada çözüm sürecini esas sona erdiren tarafın, daha doğrusu çözüm sürecinde sürecin devam etmesi için hiçbir adım atmayan PKK’nın ucuz kurnazlığını yemiş yutmuş olmak için salağa yatıyorlar. Sürecin devam ettiği iki yıllık sürede kaçırılan işçiler, basılan baraj şantiyeleri, yakılan iş makineleri, yol yapım şantiyeleri, 18 yaş altı olduğu halde kaçırılarak PKK silahı altına alınan binlerce çocuk, haraca bağlanan binlerce işadamı, HDP’ye oy vermiyor diye takibe alınan ve yaşadığı köyü ve şehri terk etmeye mecbur bırakılan binlerce insan... HDPKK eliyle bölge halkı üzerinde kurulan bu Baas tarzı faşizm belli ki çok demokratik, insan haklarına pek düşkün Batı medyasını şimdilik ilgilendirmiyor. Aslında bal gibi bildikleri bu gerçekler karşısında işlerine gelmediği için salağı oynamaya devam ediyorlar. Çünkü PKK onlar için burunlarını sildikleri kâğıt mendilden farksız. İşleri bittiğinde paketten yeni bir mendil çekip PKK’yı çöp tenekesine gönderecekler. Gerçek şu ki, bir terör örgütünün başka bir terör örgütüyle mücadele etmesi o terör örgütünü meşrulaştırmaz. Türkiye için IŞİD de bir terör örgütüdür, PKK da... PKK IŞİD’le mücadele ediyor diye uluslararası güçlerden sağlamaya çalıştığı temiz kâğıdıyla Türkiye’ye karşı terörüne devam ediyorsa, Türkiye’nin dostluklarını gözden geçirme zarureti doğar. Neticede ABD, IŞİD’le mücadele- 50 EYLÜL 2015 yi Türkiye’ye terör hakkına tahvil etme garabetini gördü ve Türkiye’ye hak verdi. Ancak ABD basını içinde bu çarpık zihniyet aynı şekilde devam ediyor. New York Times’ta (NYT) yayınlanan yazılar Türkiye’nin PKK’ye karşı operasyonlarını “hükümet Kürtlere savaş açtı” diye veriyor. Bu mantığa biraz prim verecek olsak, ABD’nin yıllardır gerek Irak’ta gerek Suriye’de teröre karşı yürüttüğü operasyonları “ABD İslam’a ve Müslümanlara karşı savaşıyor” diye algılamanın da doğru olduğunu kabul etmek zorunda oluruz. Batı basınının bu kadar empati yapacak inceliği yok. Ağzından çıkanı kulağıyla duymaya ihtiyaç görmeyen bir kontrolsüz şımarıklık içinde davranıyor. Aslında teröre değil, bazı teröristlere karşılar, yoksa hepsini kazıdığınızda altından bir terörist çıkıyor. Hani Çözüm Süreci Bitsin Diyordunuz? “Kime Bu Hizmet”? Şimdiye kadar çözüm sürecini neredeyse bir ihanet olarak gören, başımıza gelen her şeyi çözüm sürecine bağlayan, sürecin bitmesi için akla hayale gelmeyecek fırıldaklar çevirenler, çözüm sürecinin buzdolabına kaldırılması karşısında tam da istedikleri oldu diye sevinç ifadelerinde bulunmalarını elbette beklemezdik. Aksini bekliyorduk öyle de oldu; çözüm sürecinin buzdolabına kaldırılmış olması karşısında bu sefer çözüm sürecinin bitirilmiş olması dolayısıyla hükümete veryansınlara başladılar. Art arda gelen şehit cenazeleri başkalarının acılarına, gözyaşlarına, feryatlarına bu saldırılarını yüklemek için en elverişli atmosferi oluşturuyor. Bir cenazede kendini şehit yakını diye tanıtıp protesto fitilini yakanın şehitle hiç bir alakası olmayan bir DHKP-C militanı, başka bir cenazede aynı işi deruhte edenin PKK’lı bir terörist olduğu anlaşılıyor. Başka bir cenazede ise MHP’li gençler aynı işi yapıyor. Çözüm süreci başlamadan önce de şehit cenazeleri genellikle MHP’nin malzeme olarak kullandığı ve hiç bir şey olmasa bile oylarını arttıran bir faktör olarak işliyordu. O yüzden MHP hiç bir şey yapmasa bile bir oy spekülasyonu yapmak isteyen mihrakların savaş çığırtkanlığının en önemli enstrümanı bu cenazeler oluyordu. Düşünsenize, bir siyasi parti olarak ülkenin yaşamakta olduğu sorunlara dair hiç bir çözüm, hiç bir proje ve program geliştirmenize gerek yok. Başlamış bir savaş ve bu savaş sonucu olabilecek bütün şehit cenazeleri kendiliğinden bu partiye çalışacak. Aslında tam da bu şehit cenazelerinin birilerinin siyasetine ucuz bir malzeme olmasını engelleme düşüncesi de çözüm sürecinin gereğine ikna eden faktörlerden biriydi. Daha doğrusu, çözüm süreci 30 yıl süren ve ülkenin maddi ve manevi kaynaklarını heder eden kronikleşmiş bir sorunun çözümü için farklı bir yolun denenmesi gerektiğine dair giderek netleşen bir aklın sonucuydu. Otuz yıl süren savaş sonucunda 50 bine yakın insan kaybedilmiş ancak neticede ne devlet sorunu çözebilmiş ne de örgüt bir mesafe kaydedebilmişti. Bu kısır döngü ülkenin bütünlüğünü, dirliğini, toplumsal barışını sürekli olarak tehdit ediyordu ve ufukta bunun kesin çözümüne dair hiç bir işaret de bulunmadığı gibi sürekli aynı olaylar, aynı sonuçlar toplumda bir bıkkınlık ve farklı bir çözüm yolu beklentisi oluşturuyordu. Farklı bir yol denenmeliydi. Bu, ilânihaye böyle devam edemezdi. Çözüm süreci toplumda bu alanın siyasete açılması beklentisine ve kanın artık durması talebine verilmiş bir cevaptı. Misyonunu öldürmek değil, yaşatmak olarak kuran bir siyasi anlayışın, akan kanı durdurma yönünde attığı büyük ve cesur bir adımdı. Ancak bu büyük adımın temel varsayımı, eline silah almış olanların kendilerini özgürce ifade edebilecekleri tam demokratik bir ortam buldukları takdirde silaha gerek duymayacaklarıydı. Tam demokratikleşme zaten AK Parti’nin kimsenin talebine ihtiyaç duymadan gerçekleştirmeyi üstlendiği bir misyondu. O yüzden geriye sadece örgütün silahlarını bırakıp çekilmesi ve devletin bu esnada operasyon yapmaması kalıyordu. Ne yazık ki, devlet bu esnada üzerine düşeni fazlasıyla yaptığı halde örgüt silahları bırakmadı. Aksine silahlı varlığını ve alan üzerindeki hâkimiyetini, çözüm sürecini görünürde ihmal etmiyor gibi yapmayı başararak her geçen gün daha fazla artırdı. Güvenlik güçlerine doğrudan saldırmadı ama halk üzerindeki baskılarını artırdı, silahlı unsurlarını artırdı. Bu durum aslında baştan beri çözüm sürecine sadık kalmayacağı, baştan itibaren ihanet niyeti taşıdığını gösteriyor. Ceylanpınar’da evlerinde uyumakta olan iki polisi hunharca katlet- meyi çözüm sürecini bitirmenin tek nedeni gibi göstermenin anlamı yok. Aslında o olay bardağı taşıran son damladır. O olaya kadar örgütün bölge üzerinde oynadığı “öz savunma”, “özerklik”, “kantonlar” gibi sözcüklerle ifade edilen oyunu, bölge halkı için artık katlanılması mümkün olmayan bir emrivakiye dönüşmüştü. Çözüm süreci bu haliyle devletin iyiniyetli sabrıyla devam ettiği takdirde örgütün bölge üzerinde kurduğu alan despotluğunun ülke güvenliğine dair bambaşka bir sonuca götürmesi tehlikesi ortaya çıkmıştır. “Kardeş Kavgası” Mı Dediniz? Ekrem Dumanlı son zamanlardaki terör olaylarının gerçekleşmesini önleyemediklerini ima ederek “nerede bu ülkenin istihbaratı?” diyor. Aklı sıra tasfiye edilen paralelci emniyetçilerin yokluğunun nelere mal olduğu mesajı veriyor. Oysa o bağırışları bizzat bu gerçekleşen PKK terörünün içindeki paralelci payını ifşa ediyor da haberi yok. Ardından Zaman Gazetesi her gün PKK’lılar kalleşçe saldırılar yapıp askerlerimizi şehit ederken yaşananlara “kardeş kavgası” diyerek kendi ihanetinin üstüne tüy dikiyor. Oysa ortada kardeş kavgası falan yok. Türkiye halkı, Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Alevi-Sünni, bütün unsurlarıyla birlikte kardeştir ve kavga bu kardeşler arasında cereyan ediyor değildir. Olayın özü hain, taşeron örgütlerin elbirliğiyle Türkiye’ye alçakça saldırısı ve Türkiye’nin bu saldırılara karşı kendini savunmasıdır. İhanet diyerek milletin ensesinde boza pişirdiğiniz çözüm süreci başlamadan önce de bu saldırılar vardı ve çözüm süreci bu kanın akışını durdurmuştu. Çözüm sürecinin suistimal edilmesinin sonucunda ortaya çıkan kaçınılmaz bir milli müdafa durumu vardır ve bu müdafada kimin nerede durduğu hiç de şaşırtmıyor. Milletin düşmanları, işbölümünde her biri kendine düşen görevi yerine getiriyor. Aziz milletimizden toplanan “himmet” paralarıyla şimdi paralel yapı PKK ile aynı safta “hizmetini” deruhte ediyor. Bu hizmet kime acep? Veya kim kime hizmet ediyor? Sahi siz TV dizilerinizin her bölümünde onlarcasını öldürdüğünüz PKK’lılarla ne zaman kardeş oldunuz da, şimdi onları canlarına kast ettikleri bu milletin evlatlarıyla da kardeş yapmaya çalışıyorsunuz? EYLÜL 2015 51 İÇ POLİTİKA Çözüm Süreci Kronolojisi Dr. Murat YILMAZ Hayati ÜNLÜ Eyüp YILMAZ SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü SDE Asistanı SDE Asistanı Ç özüm süreciyle başlayan çatışmasızlık döneminin nasıl sona erdiği üzerinde tartışmalar devam ediyor. Somut gerçek ve bilgilere dayanmadan yapılan polemiklerin, propaganda dışında bir faydası olmadığı açıktır. Çözüm sürecinin seyri ve tarafların eylemlerinin kronolojik bir şekilde sıralanması çatışmasızlığın nasıl sona erdiğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu çalışmada, tarih sırasına göre böyle bir derleme sunulmaktadır. Kronoloji okunduğunda KCK’nın baştan itibaren zaman zaman sadece hükümetle değil, Öcalan ve HDP ile de farklı bir pozisyonda durduğu, çözüm sürecini anlamakta ve kabul etmekte zorlandığı görülecektir. 52 EYLÜL 2015 2012 YILI 16 Aralık MİT Müsteşarı Hakan Fidan Öcalan’la görüştü. 28 Aralık Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, bir televizyon röportajında hükümetin İmralı ile görüşme yaptığını duyurdu. Bu görüşme “Çözüm Süreci” olarak adlandırıldı. 2013 YILI 3 Ocak Çözüm sürecinin başlamasıyla birlikte yapılacak görüşmeler çerçevesinde Ayla Akat, Ahmet Türk ve Altan Tan’dan oluşan ilk İmralı heyeti adaya gitti. Çözüm süreci başladı. 8 Ocak Paris’teki saldırıda PKK’lı Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez öldürüldü. 10 Ocak Erdoğan yaptığı açıklamada, İl İdaresi Kanunu’nun 11. maddesinde değişiklik yapıldığını ve askerin operasyona çıkış izninin valiliklere bağlandığını ifade ederek geri çekiliş esnasında PKK’lılara dokunulmayacağının garantisini verdi. 17 Ocak Paris’te öldürülen 3 PKK’lı kadın için Diyarbakır’da gerçekleştirilen cenaze törenine çok sayıda katılım oldu. Barış çağrıları yapıldı. 12 Şubat Başbakan Erdoğan “Terörün bitmesi için “zehir içeceksin” deseler içerim. Siyaset umurumda değil. Öleceğimi de bilsem bu zehri içerim. Yeter ki terör bitsin” dedi. 24 Ocak Ana dilde savunma ve hükümlülerin cezaevinde eşleriyle görüşmesine imkân tanıyan tasarı TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilerek yasalaştı. 24 Şubat PKK’nın şehir milisleri YDG-H (Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi) oluşumunu ilan etti. 28 Şubat Milliyet Gazetesi’nde bir muhabirin imzasıyla 23 Şubat 2013 tarihinde İmralı’da BDP heyetiyle Öcalan arasındaki görüşmenin tutanakları yayınlandı. Tutanaklarda işadamı Osman Kavala’nın Öcalan’a “Başkanlık sistemine destek vermeyin” diyen bir mektup gönderdiği ortaya çıktı. Tutanakların sızmasıyla ilgili BDP Genel Merkezi’nde görevli iki kişi işten çıkarıldı. 13 Mart PKK kaçırdığı kamu görevlilerini serbest bıraktı. 20 Mart AK Parti Genel Merkezine ve Adalet Bakanlığı’na roketatarlı saldırı düzenlendi. Her iki taraf da bu eylemleri kınayarak, sürecin devam ettiğini duyurdu. 21 Mart Abdullah Öcalan Nevruz’da ilk tarihi çağrısını yaptı. Akılda kalan en net ifadeler: “Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyasi sürece kapı açılıyor... Artık silahlar sussun fikirler konuşsun noktasına geldik. Yine diyorum ki artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir... Bu, mücadeleyi bırakmak değil daha farklı bir mücadeleyi başlatmadır...” 23 Mart PKK ateşkes ilan etti. 4 Nisan Başbakan Erdoğan, Akil İnsanlar Heyeti ile İstanbul’daki Başbakanlık Ofisi’nde ilk kez bir araya geldi. 9 Nisan TBMM’de CHP ve MHP’nin katılmadığı oylama sonucunda AK Parti ve BDP’nin desteğiyle “Çözüm Süreci Komisyonu” kuruldu. 15 Nisan Beşinci BDP heyeti İmralı’ya gitti. 18 Nisan İçişleri Bakanlığı’yla Genelkurmay Başkanlığı arasında imzalanan protokol ve İl İdaresi Kanunu’nda yapılan düzenlemeyle askerlerin operasyona çıkış izni valiliklere bağlandı. EYLÜL 2015 53 54 EYLÜL 2015 20 Nisan MHP lideri Bahçeli çözüm sürecine karşı mitinglere başladı. CHP Lideri Kılıçdaroğlu hükümeti çözüm sürecinde inisiyatifi PKK’ya bırakmakla suçladı. 25 Nisan PKK bütün silahlı güçlerini Kuzey Irak’a çekeceğini resmi olarak duyurdu. Kandil’de televizyonlardan naklen yayınlanan basın toplantısında konuşan Murat Karayılan PKK’nın 8 Mayıs’tan itibaren ön şartsız geri çekileceğini açıkladı. İkinci aşama olan anayasal değişiklikler ile ilgili çalışmaların da çekilmeyle birlikte başladığı bildirildi. Burada Karayılan, hükümetin Meclis’ten yasa yerine yaptığı kanuni düzenlemeyle çekilme güvenliğini sağlama formülünü kabul etmiş oluyordu. 30 Nisan Adalet Bakanlığı, son iki ayda KCK davasından tutuklu 200 sanığın tahliye edildiğini açıkladı. 7 Mayıs Geri çekilmeyle ilgili Selahattin Demirtaş “Geri çekilme yarın resmen başlıyor. 3-4 ay süreceğini tahmin ediyoruz. Geri çekilme konusunda hükümet de bazı idari tedbirleri almış durumda…” açıklamasını yaptı. 8 Mayıs TBMM’de Toplumsal Barış Yollarının Araştırılması ve Çözüm Sürecinin Değerlendirilmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırma Komisyonu ilk toplantısını yaptı. Komisyona CHP ve MHP üye vermedi. 9 Mayıs Kandil’den 1 Eylül’e kadar hükümet adım atmaz ve demokratikleşme paketi açıklanmazsa sürecin biteceği tehditleri gelmeye başladı. 29 Mayıs İstanbul’da Gezi olayları başladı. İlk günden itibaren “Kürtler nerede” sesleri duyuldu. Süreçteki ikinci kırılma anı bu tarihte yaşandı. PKK’nın Gezi Eylemleri boyunca sessiz kalmasına rağmen, bu süreçten son derece olumsuz etkilendiğini söylemek gerekmektedir. 7 Haziran İmralı adasında Öcalan’la görüşen Demirtaş: “Abdullah Öcalan Gezi Parkı direnişçilerini selamlıyor. Provokasyona dikkat edilmesi çağrısı yaptı, “Meydan Ergenekonculara bırakılmamalıdır” dedi.” 19 Haziran Kandil, devletin süreci sabote ettiğini söyledi. 26 Haziran İstanbul’da Akil İnsanlar Heyeti’nin son toplantısı yapıldı. Akil insanlar süreç hakkında hazırladıkları raporları Başbakan Erdoğan’a sundu. 2 Temmuz Diyarbakır Lice’de karakol ve yol çalışmaları bahane edilerek eylemler başlatıldı. Bir gösterici hayatını kaybetti. Burada olayların yeniden yükselişe geçmesi PKK tarafından, PKK’nın geri çekilmesine rağmen, devletin teröre karşı baraj ve kalekollar inşa etmeye devam etmesiyle açıklanmış ve devlete olan güvenin iyice sarsıldığı ima edilmiştir. 5 Temmuz KCK Eş Başkanlıklarına Cemil Bayık ve Bese Hozat getirildi. 10 Temmuz YDG-H, twitter’dan yemin törenlerini yayınladığı şehirlerde “asayiş birimleri” kurmaya başladı. Yol kesme, araç yakma eylemleri başladı. 31 Temmuz Cemil Bayık, BBC Türkçe servisine konuştu; “1 Eylül’e kadar hükümet adım atmazsa çekilmeyi durduracağız, çekilenler de geri dönecek.” 11 Ağustos Adında “Kürdistan” kelimesi geçen ilk dernek kuruldu. 12 Ağustos PYD lideri Salih Müslim Türkiye’ye geldi. 19 Ağustos Cemil Bayık, “Süreç çökerse daha büyük bir savaş olabilir” dedi. 9 Eylül KCK tarafından yapılan açıklamada “Çatışmasızlık içinde geçen dokuz ay, savaş ortamında yapılamayan askerî nitelikteki çalışmaların yapılmasıyla geçirilmiştir…” dendi. Sonuçta PKK’nın geri çekilmesi tamamen durduruldu. 25 Eylül Kandil, müzakereye geçilmezse süreci bitireceklerini açıkladı. 30 Eylül Hükümet Demokratikleşme Paketini açıkladı. Pakette süreçle ilgili 1) Farklı dilde eğitim 2) Seçim barajında değişiklik 3) Eski köy isimlerinin verilmesi 4) Öğrenci andının kaldırılması 5) “X, W, Q” harflerinin kullanılabilmesi gibi düzenlemeler yapıldı. Buna cevaben PKK ise şehirlerde milis güçler olarak YDG-H’yi örgütledi, şehirlerde mahkemeler kurdu, vergi toplamaya, adam kaçırmaya başladı. 29 Ekim Cemil Bayık, ilk kez müzakerelere “üçüncü taraf” istedi. 16 Kasım Başbakan Erdoğan ve IKBY lideri Mesud Barzani Diyarbakır’da buluştu. Yapılan toplantıda Sivan Perver ve İbrahim Tatlıses Kürtçe türküler okudu. 2 Aralık Toplumsal Barış Yollarının Araştırılması ve Çözüm Sürecinin Değerlendirilmesi amacıyla kurulan Meclis Araştırma Komisyonu süreçle ilgili 450 sayfalık raporunu açıkladı. 6 Aralık Yüksekova’da PKK mezarlığı yüzünden çıkan olaylarda iki protestocu hayatını kaybetti. 2014 YILI 11 Ocak İmralı heyetiyle görüşen Öcalan 17/25 Aralık girişimine darbe dedi: “Ülkeyi bir darbe ateşiyle yeniden yangın yerine çevirmek isteyenler bizim bu ateşe benzin taşımayacağımızı bilmelidir. Her darbe teşebbüsü bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da karşısında bizi bulacaktır.” 21 Ocak PYD, Rojava’da demokratik özerkliği ilan etti. PKK medyasında AKP’nin Nusra’ya destek verdiği yayınları hızlandı. 19 Şubat Mardin Artuklu Üniversitesi Yaşayan Diller Enstitüsü’nde Kürdoloji Kütüphanesi açıldı. 25 Şubat Demirtaş’tan “Erdoğan’la süreci yürütmek zor” açıklaması geldi. 13 Mart Türk Dil Kurumu (TDK) tarafından Türkçe-Kürtçe sözlük yayımlandı. 15 Mart KCK, Hükümetin demokratikleşme hamlesinin muhatabı olmaktan çıktığı açıklamasını yaptı. EYLÜL 2015 55 17 Mart Karayılan: “Seçimden sonra adım atılmazsa süreç biter.” 21 Mart Abdullah Öcalan’ın Nevruz Bayramı kutlamaları nedeniyle yazdığı mektup, Diyarbakır’da BDP Grup Başkanvekili Pervin Buldan tarafından Kürtçe, HDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder tarafından Türkçe olarak okundu. Öcalan, “Tarih bize göstermiştir ki eğer kararlı bir barış önderliği sergilenmezse tarihsel sorunlar bildiğini okur ve genellikle çok kayıplı dönüşümlerle cevaplarını üretirler. Önümüzde en yakıcı bir şekilde cevap bekleyen şey, birbirini tekrarlayan darbelerle mi yoksa tam ve radikal bir demokrasiyle mi yola devam edeceğimiz sorusudur.” dediği mektubunda, barış, demokrasi ve ortak bir geleceğe vurguda bulundu. 30 Mart Yerel seçimler yapıldı. 17/25 Aralık süreçleriyle kan kaybettiği iddia edilen AK Parti, % 45 oy alarak gücünü koruduğunu ortaya koydu. 26 Nisan MİT kanununda değişiklik yapıldı. Kanuna “MİT mensupları görevlerini yerine getirirken ceza ve infaz kurumlarındaki tutuklu ve hükümlülerle önceden bilgi vermek suretiyle görüşebilir, görüşmeler yaptırabilir, görevlerinin gereği terör örgütleri dâhil olmak üzere millî güvenliği tehdit eden bütün yapılarla irtibat kurabilir” ifadesi eklendi. 1 Haziran Halkların Demokratik Partisi (HDP) heyeti, 18. İmralı Ziyaretinde Abdullah Öcalan ile görüştü. Görüşmenin ardından yapılan açıklamada, Öcalan’ın “En önemli realite sürecin yeni bir aşamaya gelmiş olmasıdır” dediği ve “çözüm için ciddi bir başlangıç yapılabilmesi adına umutların korunması gerektiği” yönünde bir açıklamada bulunduğu belirtildi. 4 Haziran Diyarbakır’da çocukları PKK’ya katılmış anneler çocuklarını geri istediklerini söyleyerek belediye önünde oturma eylemi başlattı. Belediye annelere müdahale etti, Demirtaş “MİT’ten para alıyorlar” dedi. 6 Haziran AK Parti Diyarbakır’da çözüm çalıştayı düzenledi. Çözüm süreci yeniden canlandırıldı. 8 Haziran Bitlis’te yol kesen teröristlerce, güvenlik güçlerine roketatar ve uzun namlulu silahlarla ateş açıldı. Lice’de bombalı patlama oldu. 9 Haziran Diyarbakır 2. Hava Kuvvet Komutanlığı’nın bahçesindeki Türk bayrağı bir terörist tarafından indirildi. 10 Temmuz Çözüm sürecine yönelik usul ve esasların düzenlendiği Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine dair kanun tasarısı TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilerek yasalaştı. 11 Temmuz Diyarbakır’da KCK ana davasında son iki tutuklu da tahliye oldu ve tutuklu sanık kalmadı. 5 Ağustos HDP’nin İmralı ziyaretinde Öcalan “30 yıllık savaş büyük bir demokratik müzakereyle sonuçlanma aşamasındadır. Demokratik müzakere süreci tarihi ve toplumsal olarak derin bir anlama sahiptir…” açıklamalarında bulundu. 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimini Erdoğan % 52 oy alarak birinci turda kazandı. 19 Ağustos Lice’ye PKK’lı Mahsum Korkmaz’ın heykeli dikildi. Mahkeme yıkım kararı verdi. Olaylar çıktı, 1 kişi öldü. 20 Ağustos Diyarbakır’da teröristler karakola saldırı düzenledi. 24 Ağustos Silopi ilçesine bağlı Görümlü beldesindeki termik santrale teröristlerce roketatarlı ve uzun namlulu silahlarla saldırı yapıldı. 27-28 Ağustos Ahmet Davutoğlu AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan oldu. 1 Eylül Çözüm süreci ilk defa 62. Hükümet Programına girdi. 56 EYLÜL 2015 3 Eylül MİT Müsteşarı Hakan Fidan, İmralı Adası’na giderek Öcalan’la çözüm süreci yol haritasında mutabakata vardı. HDP’li Önder ve Buldan yol haritasını Kandil’e götürdüler. 10 Eylül HDP’lilerle görüşen Başbakan Davutoğlu 15 Ekim’e kadar Türkiye’de PKK’nın yol kesme, mahkeme kurma gibi illegal faaliyetlerin biteceği garantisiyle süreci hızlandırma garantisi verdi. 15 Eylül DAEŞ Kobani’yi kuşattı. PKK medyası her gün yeni bir foto ve belge uydurarak Türkiye’nin IŞİD’e destek verdiğiyle ilgili propagandayı artırdı. 20 Eylül DAEŞ’in Kobani’ye yaklaşması üzerine kaçan 100 bin Kürt Türkiye’ye sığındı. Aynı gün DAEŞ’in elindeki Musul konsolosluğunda görevli 49 rehine Türkiye’ye getirildi. 18 Eylül HDP anadilde eğitim bahanesiyle okullarda boykot çağrısı yaptı. Birçok ilde onlarca okul yakıldı. 22 Eylül HDP milletvekili Aysel Tuğluk, Kobani’ye gitmek isteyen kalabalığa asker ve polis izin vermeyince askeri taşladı. 2 Ekim Temmuz ayında çıkartılan “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun”a atıfla Çözüm Süreci Kurulu ve Kurumlar Arası İzleme ve Koordinasyon Komisyonu kuruldu. 3 Ekim Tunceli’nin Pülümür ilçesinde PKK’lılar karakola saldırdı. 6-7-8 Ekim Demirtaş’ın çağrısı üzerine Kobani olayları çıktı. 50’yi aşkın kişi hayatını kaybetti. 35’in üzerinde şehirde olay çıktı. Milyonlarca lira zarar oluştu. Öcalan, “Kobani düşerse çözüm süreci biter” dedi. 11 Ekim Cemil Bayık, Meclis’ten geçen tezkere savaş ilanıdır dedi ve çektikleri bütün birlikleri geri gönderdiklerini açıkladı. 13 Ekim Tunceli’de PKK’lılar üs bölgesine sızarken fark edildi. Çatışma çıktı. 19 Ekim Başbakan Ahmet Davutoğlu Akil İnsanlar Heyeti’yle 11 saatlik bir toplantı yaptı. Aynı gün MİT Müsteşarı Hakan Fidan İmralı’da Öcalan’la görüştü. 20 Ekim ABD Kobani’de YPG’ye havadan silah ve mühimmat indirdi. 21 Ekim HDP’nin İmralı ziyaretinde Öcalan “15 Ekim’de yeni bir aşamaya geçildiğini ve somut adımların atılacağını” açıkladı. 25 Ekim Yüksekova’da sivil kıyafetli üç rütbeli asker şehit edildi. 27 Ekim Arınç, “Çözüm Süreci başarısız olursa herkes bunun altında kalır. Ada’daki şahıs da dâhil siyasi uzantıları da... Bizim gösterdiğimiz itina kadar ben de bu işte söz sahibiyim diyenlerin de dikkatli olması lazım” açıklamasını yaptı. 29 Ekim HDP halkı tekrar sokağa çağırdı. 30 Ekim Diyarbakır’da eşi ile birlikte semt pazarında alışveriş yapan 24 yaşındaki Hava Astsubay Üstçavuş Necdet Aydoğdu, maskeli iki kişinin silahlı saldırısı sonucu öldürüldü. 4 Kasım HDP Genel Merkezi’ne giren saldırgan parti yöneticisi bir kişiyi ağır yaraladı. 9 Kasım Yalçın Akdoğan: “Çözüm süreci türbülansta” açıklamasını yaptı. 24 Kasım Fırat Haber Ajansı’na açıklamalarda bulunan KCK yöneticilerinden Sabri Ok, silah bırakmayla ilgili gündemlerinde hiçbir gelişmenin olmadığını açıkladı. 18 Aralık Alman Die Welt gazetesine konuşan Cemil Bayık “IŞİD’in gerçek halifesi Bağdadi değil Erdoğan’dır” dedi. EYLÜL 2015 57 20 Aralık Cemil Bayık “Silah bırakmak ölüm demektir…” açıklamasında bulundu. 27 Aralık Cizre’de büyük çatışmalar çıktı. Suriye’nin Kobani ve Irak’ın Şengal bölgesindeki çatışmalarda öldürülen 4 YPG’linin cenazesi Habur’dan Cizre’ye getirildi. Nur Mahallesi’nde kurulan taziye çadırında nöbet tutan YDG-H üyeleri ile HÜDA-PAR’a yakın kişiler arasında önce kavga, sonra silahlı çatışma yaşandı. 2015 YILI 10 Ocak TRT 6’nın adı TRT Kürdi olarak değiştirildi 15 Ocak Yalçın Akdoğan İmralı heyetiyle Cizre’de çıkan olayları ele almak için bir araya geldi. 23 Ocak HDP heyeti Kandil ile görüştü. KCK’nın AK Parti’nin müzakere sürecinin sorumluluğunu esas alan bir yaklaşımda olmadığını düşündüğü belirtildi. 9 Şubat Kamuoyunda “İç Güvenlik Paketi” olarak bilinen Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu, Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu, Nüfus Hizmetleri Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’nın TBMM’de görüşülmesi ikinci kez ertelendi. 10 Şubat Başbakan Davutoğlu: “Çözüm sürecinde tüm engellemelere rağmen çok güzel şeyler olacak.” 15 Şubat Kandil’deki KCK yönetimiyle görüşen HDP heyeti yaptığı yazılı açıklamada KCK’nın İç Güvenlik Paketi’nden rahatsızlık duyduğunu ve bunun müzakere sürecine zarar vereceğini düşündüğünü duyurdu. 17 Şubat Başbakan Davutoğlu: “Çözüm süreci çok kritik bir aşamada.” 17 Şubat Selahattin Demirtaş: “Öcalan şartlı silah bırakma çağrısı yaptı.” 22 Şubat Şah Fırat Operasyonu’yla Süleyman Şah Türbesi PYD’nin kontrolündeki Eşme Köyü’ne taşındı. 23 Şubat Arınç: “Kandil silah bırakma çağrısını engelliyor.” 25 Şubat Demirtaş, CNN Türk’te Öcalan’ın silah bırakma çağrısı yapmak için ön şart olarak ortaya koyduğunu söylediği 10 maddeyi açıkladı. “Öcalan şartlı silah bırakma çağrısı yaptı” dedi. 28 Şubat Çözüm sürecinde tarihi dönemeç: Öcalan’dan PKK’ya silah bırakma çağrısı gerçekleşti. Öcalan’ın PKK’ya silahsızlanma kongresi için yapacağı çağrının üzerinde Kandil ve İmralı anlaştı. Geniş bir demokratikleşme programını içeren 10 madde silah bırakmak için ön şart yapılmadı, bu maddelerin hayata geçirileceğinin garantisi olarak da hükümetin olduğu bir toplantıda okunmasına karar verildi. Dolmabahçe Sarayı’nda Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, AK Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal, Öcalan’la görüşmeleri yürüten eski MİT Başkan Yardımcısı, Kamu Güvenliği Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu ve İmralı Heyeti’nden Sırrı Süreyya Önder, Pervin Buldan ve İdris Baluken’in olduğu toplantıda Öcalan’ın PKK’ya silahsızlanma kongresi toplama çağrısı Sırrı Süreyya Önder tarafından okundu. 28 Şubat Tarihi açıklamaya 20 dakika sonra canlı yayında ilk tepki HDP lideri Demirtaş’tan geldi. Demirtaş İç Güvenlik Paketi’ni öne sürerek “Hükümet bir yandan pakette ısrar edip bir yandan demokratikleşmede ilerleme sağlıyorum diyemez. Bu tasarı barış getirecek bir yasa tasarısı değildir. Barışa uzaklaşacağım diye çalışmıyoruz, Barışı çok arzuluyoruz. Hükümet yürüttüğü politikayla, zerre kadar umut vermiyor, barışa yaklaşmıyor” dedi. 58 EYLÜL 2015 28 Şubat Aynı gün açıklama yapan PKK yöneticisi Mustafa Karasu: “AKP Hükümeti Önderliğin ortaya koyduğu 10 başlıkta müzakere edip sorunu çözecek midir, çözmeyecek midir? Bu sorunun cevabı çok önemlidir. Bu sorun çözülmeden PKK silah bırakacak, PKK Kongresini yapıp silah bırakma kararı alacak biçimindeki yaklaşımlar demagojidir, aldatmak ve sorunu çarpıtmaktır” açıklaması yaptı. 1 Mart Kandil: “Hükümet sorumluluklarını yerine getirirse, biz de getiririz.” 8 Mart Başbakan Davutoğlu, GAP Eylem Planı’nı açıkladı. Planda bölgenin kalkınması için 26,7 milyar değerinde toplam 115 proje olduğu söylendi. 11 Mart Dolmabahçe toplantısı üzerine IMC TV’de Banu Güven’e Kandil’de konuşan KCK Eş Başkanları Cemil Bayık ve Bese Hozat: “PKK silah bırakacak açıklamaları seçim propagandasıdır. Silahların bırakılması, ancak Öcalan’ın bizzat katılacağı bir kongrede karara bağlanabilir. Yani PKK bu kararı Öcalan serbest kalmadan açıklamayacak. Bu adımlar atılmadan hareketimize, halka, Türkiye demokrasi güçlerine güven vermeden kongrenin toplanması, kongrenin onların belirttiği gibi kararlar alması düşünülemez.” 15 Mart Erdoğan: Kürtler Başbakan ve Bakan çıkarıyorlarsa, TSK’da bulunabiliyorlarsa Kürt sorunu kalmamıştır. 18 Mart İzleme Komitesi’nde yer alacağı iddia edilen isimler medyada yer aldı. 20 Mart Cumhurbaşkanı Erdoğan İzleme Komitesi’ne olumlu bakmadığını açıkladı: “Ben gazetelerden okuyorum. Böyle bir şeyden doğrusu benim haberim yok. Şunu da çok net söylüyorum, ben olumlu bakmıyorum. Bunlar doğru şeyler değil. Bu işler istihbarat teşkilatlarıyla yürür.” 21 Mart Öcalan’dan tarihi çağrı: Diyarbakır’daki Nevruz kutlamalarında, Öcalan PKK’ya “Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı silahlı mücadeleye son vermek üzere kongre toplama” çağrısında bulundu, ancak kongrenin toplanmasını milletvekilleri ve İzleme Kurulu’ndan oluşacak bir “Hakikat ve Yüzleşme Komisyonu”nun kurulması şartına bağladı. 22 Mart Erdoğan: “Dolmabahçe Mutabakatını doğru bulmuyorum. Bu mutabakat ortak bir deklarasyon olamaz.” EYLÜL 2015 59 5 Nisan Öcalan ve İmralı Heyetlerinin son buluşmaları gerçekleştirildi. 11 Nisan Ağrı’da PKK’lılar askere saldırdı. 4 asker yaralandı. 30 Nisan Süleyman Soylu, parti teşkilatlarına müdahale eden HDP’liler için Demirtaş’a çok sert çıktı. 5 Mayıs Bese Hozat “Bizim şu anda kongreyi toplama gibi bir gündemimiz yok. Çünkü bu süreç işlemedi ve hiçbir adım atılmadı. PKK devletin atacağı adımlar üzerinden kongreyi toplayacaktı. Biz kongreyi gündemden çıkardık. Kürt sorunu çözülmeden PKK böyle bir kongre yapmaz. Kürt kimliği tanınmadan, bu temelde anayasa değiştirmeden ve Kürtlerin statüsünü kabul etmeden böyle bir kongreyi asla toplayamaz. Öcalan’ın bir taraf olarak resmikabul edilmesi gerekiyor.” 7 Haziran Yapılan seçimlerde HDP doğu bölgelerinde sandığa baskı uyguladı. Bazı yerlerde blok oy kullanıldı. Sert bir seçim kampanyasının ardından HDP % 13 oyla barajı geçip 80 vekil çıkardı. AK Parti % 41 oy alarak tek başına iktidar olamadı. 11 Haziran HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “HDP, PKK’ya silah bırakma çağrısı yapsın” diyen Başbakan Ahmet Davutoğlu’na, “Silahlar konusunda çağrı yapacak Öcalan’dır. Öcalan da İmralı da hazır bekliyor. Buyurun yarın İmralı’ya gidiyoruz” diye cevap verdi. 12 Haziran KCK: “Şunu açıkça vurgulamalıyız ki, PKK’nın Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleyi bırakma konusu ve bunun iradesi tamamen bize aittir. Şunu herkes bilmelidir ki HDP, PKK’nin yasal partisi değildir. Dolayısıyla böyle bir çağrıyı HDP yapamayacağı gibi, mevcut İmralı koşullarında bulunan Abdullah Öcalan’ın böyle bir çağrıyı yapması mümkün değildir. HDP’nin ve Öcalan’ın ‘silah bırak’ çağrısı yapmasını beklemek ve bu yönlü dayatmalarda bulunmak çözümsüzlükte ısrardır ve bunu da hareketimizin kabul etmesi mümkün değildir. Bu tutumumuz ne Öcalan’ı dinlememek, ne de HDP’nin politika yürütmesinin önünü almaktadır.” 22 Haziran Duran Kalkan, Adil Bayram mahlasıyla Özgür Gündem’de yazdığı yazıda: “Peki HDP bunu yapmaz veya yapamazsa ne olur? O zaman yeni savaş hükümetleri kurulur ve ülkemiz yeniden kan gölüne döner. Tabi böyle bir faşist saldırganlığa karşı da halkımız sessiz kalmaz. Ne bilelim, bakarsınız birileri çıkar ve söz konusu faşist saldırganlığa karşı demokratik devrimi dayatır ve de yürütür.” 26 Haziran Erdoğan: Suriye’nin güneyinde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz. 29 Haziran Karayılan: “Açıkça söyleyeyim! Eğer onlar Rojava’ya müdahale ederlerse biz de onlara müdahale ederiz; o zaman Türkiye’nin tümü bir savaş sahasına dönüşür. Türkiye yetkilileri halkımızın 6-7-8 Ekim’deki kalkışmasını unutmamalıdır. Halkımızın o büyük başkaldırısını, içinde geliştiği ortamı uygun görmeyen Önder Apo’nun ancak durdurabildiği iyi biliniyor. Açık ki bu halk böyle bir müdahaleye müsaade etmez.” “Kısaca böyle bir müdahale kararı Türkiye için stratejik bir karar olur, Kürt halkı için de yeni bir dönem başlamış olur. Biz bu konuda kimseye yalvaracak değiliz. Kendileri bilir. Yaparlarsa Kürt halkı olarak elbette bizim de yapacaklarımız olur.” 30 Haziran HPG: “AK Parti ateşkesi resmen bitirdi.” 3 Temmuz HDP İmralı Heyeti, seçim sonrasında adaya gidebilmek için Adalet Bakanlığı’na başvurması, fakat Bakanlık’tan izin alamaması üzerine yaptığı yazılı açıklamada bu tür yanlışların süreci yeniden geri dönülmez bir noktaya götüreceğine işaret ederek “Rojava ve Suriye ekseninde gelişen bölgesel savaş tehditleri, içeride çatışmasızlığı ortadan kaldırmaya yönelik operasyonel süreçler, çözüm süreci açısından dikkate alınması gereken çok ciddi uyarı sinyalleri olarak değerlendirilmelidir” dedi. 60 EYLÜL 2015 11 Temmuz KCK: “Ateşkes bitti. Özgürlük hareketimizin titiz tavrı istismar edildi. Barajlar ve baraj yapımında kullanılan araçlar gerilla güçlerimizin hedefinde olacaktır. Her tutuklama artık gerilla için bir misilleme nedeni olacaktır. Özgürlük Hareketimiz artık ateşkes tutumunun istismar edilmesini kabul etmeyecek, oyalama yaparak Kürt sorununu çözümsüz bırakan politikalara karşı da tutumunu koyacaktır.” 12 Temmuz PKK minibüs taradı. 14 Temmuz KCK Eş Başkanı Bese Hozat Özgür Gündem gazetesinde “Yeni Süreç, Devrimci Halk Savaşıdır” başlıklı bir yazı yazarak, devrimci halk savaşı ve serhildan (başkaldırı) çağrısında bulundu. 20 Temmuz Suruç’ta DAEŞ saldırısı. Suruç’taki patlamayla eş zamanlı olarak Kobani merkezde de patlama meydana geldi. Suruç’taki bombalamada 32 kişi öldü. 20 Temmuz Adıyaman’da PKK’lılar ile askerler arasındaki çatışmada Uzman Onbaşı Müsellim Ünal şehit oldu. 22 Temmuz Şanlıurfa’nın Ceylanpınar ilçesinde polis memurları Feyyaz Yumuşak ve Okan Acar evinde şehit edildi. 22 Temmuz Adana’da Kalem-Der üyesi EthemTürkben hamile eşi ve 3 çocuğunun gözleri önünde PKK tarafından öldürüldü. 23 Temmuz Diyarbakır’da trafik polisi Tansu Aydın trafik kazası ihbarıyla gittiği yerde pusuya düşürülerek Şehit edildi, bir trafik polisi de yaralandı. 23 Temmuz Kilis’in Elbeyli ilçesinde bulunan Dağ Hudut Karakolu’na Suriye tarafındaki IŞİD militanları ateş açtı. Saldırıda astsubay Yalçın Nane hayatını kaybetti. 24 Temmuz Türkiye, Suriye ve Kuzey Irak’a eş zamanlı operasyona başladı. EYLÜL 2015 61 DIŞ POLİTİKA Türkiye-Çin İlişkilerinde Uygur Sorunu CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN’IN ÇİN ZİYARETİ-I Doç. Dr. Erkin EKREM SDE Uzmanı Doğu Türkistan veya Uygur Sorunu Ç in Hükümeti, Doğu Türkistan ve Uygur davasını güden teşkilat ve kişileri uluslararası terör teşkilatı ve terörist olarak tanımlamaktadır. Nisan 1999’tan beri bunları Dong-tu yani Doğu Türkistancılar olarak adlandırmıştır. Çin Halk Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Doğu Türkistan sorunu ile ilgilenenleri farklı dönemlerde farklı isimlerle tanımlamış; ilk başlarda Yerel Milliyetçiler, 1970’li yıllarda Milli Bölücüler, 1980-1990 yılarında Pan Türkizm ve Pan İslamizm, 1999’da Üç Güç (terörizm, bölücülük ve dinî radikalizm) ve 2001 yılından sonra ise uluslara- 64 EYLÜL 2015 rası terörist olarak isimlendirmiştir. Doğu Türkistan ve Uygur davası için istikrarlı bir tanımın yapılamaması, Çin’in meselenin mahiyetini anlamadığını ya da anlamak istemediğini göstermektedir. Hâlbuki Doğu Türkistan davası 1884 yılında bölgenin Çin’in idari bir bölümü haline dönüştürülerek Xinjiang Eyaleti adının verilmesiyle başlamıştı. 1933 ve 1944 yılında Doğu Türkistan’da ilan edilen cumhuriyetler hep bu tarihe atıfta bulunarak Çin yönetiminden ayrıldığını ifade etmişti. Anlaşıldığı gibi terörizm kavramı yok iken Doğu Türkistan davası vardı. Uygur davası ise Uygurların bir etnik grup (ethnonym) veya bugünkü statüsü ile bir millet olarak modern kimliğini kazanmasıyla 20. yüzyılın başından itibaren başlamıştı. Uygur davası aslında insanî bir davadır ve insan hakları meselesidir. Ancak iki dava birbirinde farklı olmasına rağmen Çin Hükümeti açısından ikisi de aynı kavramlardır; neticede Doğu Türkistan davasını çoğunlukla Uygurlar yapmaktadır. Bu nedenle, en başından bu yana her iki dava birbirine karışmış ve Çin nazarında Uygur sorunu ya da Doğu Türkistan sorunu bir insan hakları sorunundan çok bir güvenlik sorunu olarak algılanmıştır. Bu nedenle Uygur ya da Doğu Türkistan sorunu Çin’in ulusal çıkarlarını tehdit eden bir konu olmuştur. Çin’in sorunu bu şekilde algılamasından dolayı Türkiye’nin Uygurlarla ilgilenmesi genellikle Doğu Türkistan sorunu ile ilgilendiği kanaatini doğurmuştur. 5 Temmuz 2009’daki Urumçi olaylarından sonra Doğu Türkistan sorunu Çin’in üst düzey yönetimin gündemine girmişti. 2000 yılının Mayıs ayında, Kuzeybatı bölgeleri kalkındırma stratejisinde Doğu Türkistan’ın istikrarını vurgulayan Çin Komünist Parti Merkezî Komitesi’nin düzenlediği birinci Xinjiang İşleri Toplantısı’nda, bölgenin uzun vadeli istikrarını (uzun vadeli yönetim ve uzun vadeli güvenlik, Chang-zhi Jiu-an) sağlayabilmek için atlayıp sıçramalı kalkınmanın (Kua-yue-shi Fa-zhan) gerçekleşmesi temel siyaset olarak belirlenmişti.1 Dört yıl sonra aynı toplantının ikincisi yapılmış ve yasalarla bölgeyi yönetmek, milletler ittifakı ile bölgenin istikrarını sağlamak ve uzun vadeli bölgeyi inşa etmek Pekin’in Doğu Türkistan’daki esas siyaseti olmuştu.2 Belirlenen siyaset, Doğu Türkistan’ın istikrarı ve kalkınması ile ilgili bu önemli toplantılar merkezî yönetimin tek taraflı arzusunu yansıtmaktadır; bölge halkının siyasal hak, ekonomi, eğitim, kültür ve dinî hayat ile ilgili talepleri tamamen göz ardı edilmiştir. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping son toplantı (28-29 Mayıs 2014) öncesi Doğu Türkistan’ı ziyaret etmişti (27-30 Nisan 2014). Bu ziyaret öncesinde ve ayrıldığı gün bölgede şiddet olaylarının yaşanması sebebiyle Başkan Xi Jinping, “teröristlerin küstahlığına karşı şiddet ve kararlıkla cevap verilmesi, düşmanın yüreklerine korku salmakla caydırılması ve halkın tezahüratının kazanılması” için kesin talimat vermişti. Ayrıca Xinjiang, anti bölücülük mücadelesinin uzun vadeli, karmaşık ve keskin olacağını ve teröre karşı şiddet kullanarak yapılan mücadelenin bir an bile gevşememesi gerektiğini vurgulamıştı.3 Diğer taraftan Çin, Doğu Türkistan’da bir Uygur sorunu veya Doğu Türkistan sorununun olmadığını iddia etmektedir.4 Çin’in, ‘bir Uygur sorunu yoktur’ ifadesi artık inandırıcı değildir. Çünkü Uygur kelimesinin çağrıştırdığı tek bir şey vardır, o da Çin’in baskı rejimi altında hayatlarına zorlukla devam etmeye çalışan Müslüman bir halktır.5 Camiye Giriş Belgesi Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın Çin ziyareti öncesi ve Uygur meselesinin Türkiye’nin gündeminde yoğun yer aldığı bir dönemde, Ramazan ayında, Anadolu Ajansı muhabirlerinin Doğu Türkistan’ın Urumçi ve Kaşgar’daki Uygurlar ile ilgili bir izlenimi yayınlamıştır. Muhabirler, bölge halkının sadece küçük bir kısmının oruç tutabildiğini ve camide Kuran-ı Kerim okuyabildiklerini belirtmişlerdi. Aynı zamanda, bölgede birçok noktada Çin güvenlik güçlerinin otomatik silahlarla nöbet tuttuğunu, genel olarak bölgede yoğun güvenlik önlemlerinin hâkim olduğunu, halkın oruç yasağına ilişkin sorulara açık yanıt vermekten kaçındığını, inançlarını yaşamakta kısıtlama olup olmadığı sorusuna tedirgin bir yüz ifadesiyle olumsuz yanıt vermekten kaçındıklarını ve hükümetin izin vermediği, yasadışı dinî faaliyetler olarak nitelediği ve radikal dincilik olarak gördüğü ibadetlere ilişkin yasakların, afişlerde sokak sokak insanlara duyurulduğunu belirtmektedirler.6 Sözüm ona Çin Hükümeti bölgede dinî ibadetlerin anayasa tarafından korunduğunu ve oruç yasağının olmadığını beyan etmişti.7 Aslında Doğu Türkistan’da beş çeşit Müslüman’ın açıktan ibadet etmesi yasaktır; bunlar: parti üyeleri, memurlar, 18 yaştan küçükler, kent ve köy yöneticileri, memurları ve kadınlar… Bu kapsamın dışındakiler ibadet yapabilmektedirler. Ancak kapsamın dışındaki Müslümanlar için de Camiye Giriş Belgesi şart koşulmuş, bu belgeyi almak da ağır şartlara bağlanmıştır. Genelde Çin hükümeti kontrolü dışındaki dinî ibadetleri terörizm ile ilişki- EYLÜL 2015 65 lendirmektedir. Bunun için yasalar düzenlenmiş ve yasa teklifleri sunulmuştur.8 Kendilerine göre yasadışı dinî faaliyetler yasa ile denetim altına alınmaktadır.9 İnsani Yardım Vakfı’nın (İHH) Doğu Türkistan ile ilgili yayımladığı bir raporda yaşanan gerçekler ayrıntılı bir şekilde belirtilmiştir.10 İHH Başkanı Bülent Yıldırım’ın ifadesiyle Doğu Türkistan’da “son 200 yıldır sistematik bir zulüm, katliam ve hak ihlali söz konusudur.”11 Bunun yanında Çin Hükümeti’nin Doğu Türkistan’daki yönetimi pek başarılı sayılmaz ve uyguladığı azınlık politikası da sonuçsuz kalmıştır. Türkiye’de Çin Tepkisi 1997 yılında Golca Olayları ve 2009 yılında Urumçi Olayları’nda olduğu gibi bu yıl Ramazan ayında Doğu Türkistan’da Uygurların öldürülme haberleri gelir gelmez Türkiye’de Çin’e yönelik büyük bir tepki gösterilmişti. Doğu Türkistan’da yaşanan mezalim Türkiye’de büyük yankı bulmuş ve Çin’in Uygur Müslümanlara yönelik uygulamaları siyasî partiler ve sivil toplum örgütlerince kınanmıştı.12 Olaylar sadece Türkiye’de değil, Avrupa ve ABD’de yaşamakta olan Türkler ve Azeri Türkler, Araplar ve Uygur teşkilatları tarafından da kınanmıştı.13 Daha olayların başında, 30 Haziran’da Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, “Dışişleri Bakanlığımız, Çin Halk Cumhuriyeti’nin Ankara’daki büyükelçisini, Dışişleri Bakanlığı’na davet ederek, bu konudaki endişelerimizi kendilerine iletmiştir” diyerek Türkiye’nin tutumunu göstermişti.14 Bu olaylar yaşanırken Tayland Hükümeti 2 Temmuz’da 173 Uygur’u Türkiye’ye göndermişti, ancak 7 Temmuz’da Tayland Hükümeti kalan yüzden fazla Uygur’u Çin’e iade etmişti. 9 Temmuz’da Tayland Hükümet Sözcüsü vekili Tümgeneral Weerachon Sukhonthapatipak’in Anadolu Ajansı muhabirine yaptığı açıklamada 90 Uygur’un yönetmeliğe 66 EYLÜL 2015 uygun olarak Çin’e geri gönderildiğini belirtmişti. İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) Tayland temsilcisi Sunai Phasuk ise Çin’de ciddi insan hakları ihlalleriyle karşılaşabilecek Uygurların iade edilmesinin uluslararası hukuku ihlal ettiğini söyledi.15 Tayland hükümetinin gözaltındaki 115 Uygur’un kendi istekleri ve hür iradelerinin aksine Çin’e gönderilmeleri Türk Dışişleri Bakanlığı tarafından kınanmıştı. Dışişleri Bakanlığı, 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Statülerine İlişkin Sözleşme ile 1984 tarihli İşkence ve Diğer Zalimane, Gayri İnsani veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşmesine dayanarak Tayland Hükümetinin geri göndermeme ilkesine aykırı davrandığı kanaatindedir. Dışişleri Bakanlığına göre, bu, yalnızca mülteci veya benzeri statüdeki kişiler için değil sınır dışı veya iade edilme gibi zorla geri gönderme hallerinde de yaşam hakkı ihlali veya işkence görme riski olan herkes için geçerli temel bir uluslararası hukuk ilkesidir. Dışişleri Bakanlığının açıklamasında, “soydaşlarımızın akıbeti, ülkemizce ve uluslararası toplum tarafından yakinen ve dikkatle izlenmeye devam edilecektir” diye ifade etmiştir.16 Uluslararası kamuoyu da Tayland Hükümetini eleştirmiş ve Tayland siyasal bilimcisi Puangthong Pawakapan’ın dediği gibi Bangkok cunta Hükümeti bu kadar geniş çapta eleştirmeye maruz kalacağını düşünmemişti.17 Çin tarafı Tayland Hükümetinin kararını takdir etmiş ve yasadışı göç faaliyetlerinin uluslararası toplumun çıkarlarına aykırı olduğunu dile getirerek, Çin’in bu konuda uluslararası işbirliğini güçlendirmekle küresel ve bölgesel güvenlik ve istikrarı koruyacağını beyan etmiştir. İade edilen Uygurların suç işleme durumuna göre değerlendirileceği açıklamıştır.18 Buna rağmen, Çin Hükümeti, iade edilen Uygurları “cihatçı” olarak suçlamıştır. Çin Dışişleri Bakanlığının Reuters Haber Ajansı’na gönderdiği açıklamada şu tespitler yer almaktadır: “Söz konusu Uygur terörist aşırıcılar, Çin sınırlarını kaçak olarak geçiyor ve bu kişiler Güney Doğu Asya ülkelerinden Türkiye’ye, buradan da sözde cihada katılmak için Suriye ve Irak’a gidip, terörist eğitimi alıyor ve sonra Çin’e dönmek için zaman kolluyor.” Bu ifadeler daha önce de Çinli üst düzey yetkililer tarafından dile getirilmiş ve Türkiye bu konuda eleştirilmişti.19 Çin Komünist Parti’sinin sesi olan Halk Günlüğü (The People Daily) Gazetesi bünyesindeki Global Times ise başyazısında Türkiye ve ABD için “ağızınızı kapatmakla saygılı olun” ifadesini kullanmıştır.20 Bu haberi alan bir grup Uygur 8 Temmuz gecesi İstanbul’daki Tayland Fahri Konsolosluğunun binasını taşlamıştı.21 Bina camlarını ve kapısını kıran ve içerideki eşyalara da zarar veren kişilerin, Çin’e iade edilen Uygurların akraba ve yakınları olduğu bilinmektedir. Ancak bazı Uygurların Tayland Konsolosluğuna saldırısı Türkiye tarafından kınanmıştır. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Tanju Bilgiç’in 9 Temmuz’da yaptığı basın toplantısında Türkiye’de son günlerde Çinli turistler ve bazı diplomatik temsilciliklere zarar verme eylemlerinin tasvip edilmediğini bildirmiştir. Türkiye’de son günlerde Çinli turistlere ve bazı işyerlerine yapılan saldırılar ile bazı diplomatik temsilciliklere yönelik bayrak yakma ve binaya zarar verme gibi eylemlerin tasvip edilmediğini vurgulayan sözcü Bilgiç, “bu tür fevri davranışların hiç kimsenin yararına olmadığı düşünülmektedir” diye konuştu. Sözcü Bilgiç’in açıklamasında; “8 Temmuz günü Tayland’ın İstanbul Fahri Konsolosluğuna karşı gerçekleştirilen saldırıdan da üzüntü duyulmuştur. Yabancı misyonların güvenliğinin sağlanması hususunda uluslararası hukuktan kaynaklanan sorumluluklarımız mevcuttur. Bu çerçevede gereken her türlü tedbir alınmıştır. “Ülkemizi ziyaret eden turistler misafirlerimiz olup, ülkemizdeki can ve mal güvenliklerinin korunması hepimizin ortak sorumluluğudur”.22 ifadelerine de yer vermiştir. Türkiye Hükümeti’nin Tepkisi 9 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde büyükelçiler ile bir araya geldiği iftar programında yaptığı konuşmasında, “asla görmek istemediğimiz, asla tasvip etmediğimiz hadiseler” yaşandığını belirtmişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşmasında, “İstanbul’da yaşanan provokatif olaylar ne bizim misafirperverliğimize yakışır ne de Uygur kardeşlerimizin dertlerine derman olur. Bu konuda ülkemiz kamuoyunu dikkatli olmaya çağırıyor, provokatörlerin oyununa gelinmemesini rica ediyorum” ifadelerini kullanmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’nin tüm soydaşları ve kardeşleri gibi Çin’deki Uygur Türklerinin de sonuna kadar yanında olduğunu ve Uygur Özerk Bölgesi’nde yaşayan kardeşlerimizle ilgili sıkıntıların en üst düzeyde dile getirildiğini ve getirilmeye de devam edeceğini ifade etmişti.23 Başbakan Ahmet Davutoğlu da yaşanan olaylar hakkında şunları söyledi: “Ne tür ihtilaf yaşanırsa yaşansın kesinlikle bu ihtilaf dış temsilciliklere yansıtılmaz. Elçiler, diplomatik temsilciler ve o ülkeden gelen turistler bizim en aziz misafirlerimizdir. Kaldı ki Türkiye ile Çin arasında, Türkiye ile Tayland arasında diyalog mekanizmaları da açıktır, görüşlerimizi beyan ediyoruz, karşılıklı olarak yoğun temaslarda bulunuyoruz. Dolayısıyla bu tür provokasyonlar, açık bir şekilde ifade ediyorum hem kültürümüze, misafirperverliğimize hem siyasî, diplomatik temel ilkelere aykırıdır. Bu konulara karşı toplumumuzun duyarlı olmasını ve kesinlikle provokasyonlara gelmemesini ısrarla vurguluyor ve rica ediyorum. En zor şartlarda dahi bizim misafirimiz olan herkese ne kadar saygılı davrandığımıza tarih şahittir”.24 Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş da Uygur bölgesinde Doğu Türkistan’da ramazanın başlamasıyla düzenli olarak yapılan asimilasyon politikaları kastederek, “Bütün yurttaşlarımızdan Uygur Türklerine yapılan bu yanlışlıkları, bu baskıları yeri geldiği zaman telin etmelerini ama hiç kimsenin asla ve asla baskıları telin ediyormuş görüntüsü içerisinde Türkiye’nin sokaklarında hiçbir provokasyona müsamaha etmemesini önemle rica ediyorum” diye konuşmuştu.25 Türk basını Başbakanlık yetkililerinin ifadesine dayandırarak, basında ve sosyal medya platformlarında hızla artan “Doğu Türkistan” haberlerinin abartılı biçimde verilmesinin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 28 Temmuz’da gerçekleşeceği Çin ziyaretini sabote etme amaçlı olduğuna dikkat çekmişti. Yaşanan olaylar sebebiyle MHP tabanı ile ulusalcıların da işin içine girdiği yorumunu yapan yetkili, abartılı ve provokatif eylemlerin Uygur Türklerine hiçbir katkısının olmadığını ve “iç ve dış kaynaklı bir operasyon yapıldığını” düşündüklerini belirtmişti.26 9 Temmuz 2015’te Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde büyükelçiler ile bir araya geldiği iftar programında yaptığı konuşmada şunları ifade etmişti: “Bu Çin seyahati öncesinde özellikle ülkemizdeki gelişmeler manidardır. Dünyanın her köşesinde soydaşlarımız var. Balkanlardan Orta Asya’ya, Kırım’dan Kuzey Afrika’ya her bölgede bütün yaşanan hadiseler bizi doğrudan ilgilendiriyor. Bu çerçevede Çin Halk EYLÜL 2015 67 Türkye’de Uygurlara destek vermek çn yapılan faalyetler ve oluşturulan toplumsal atmosfer Çn Hükümetn rahatsız etmştr. Çn basını bu gelşmelern sebebn çoğu zaman Türkçülüğe bağlamaktadır ve bazı kmselern Batı basınının etksnde kalarak hava savunma füze sstemnn alımını engellemeye ve Çn’e karşı kozunu artırmaya çalıştığına dar yazılar bulunmaktadır. Cumhuriyeti’nin Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde yaşayan kardeşlerimize baskı yaptığı iddiaları kamuoyumuzda hassasiyetlere yol açtı. Bilhassa medyada dolaşan ve önemli bir bölümü yalan veya yanlış olan görüntüler ve haberler bu duyarlılığı ister istemez istismara açık hale getirdi”.27 Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Doğu Türkistan’da yaşanan dinî ibadet kısıtlamasına karşı gazetecilerin sorusuna cevap verirken; “gerekçesi ne olursa olsun oruç ibadeti gibi bir ibadetin bu çağda dünyanın herhangi bir yerinde yasaklanması, ona bir kısıtlama, sınırlama getirilmesi kabul edilebilecek bir husus değildir” görüşünü açıklamıştı. Diyanet İşleri Başkanı Görmez’e göre bu yanlışlıklar, bu kısıtlamalar, bu yasaklamalar aynı zamanda beraberinde şiddeti getiriyor, beraberinde çok daha büyük yanlışları getiriyor. İnsanları Allah’ın emirleriyle devletin koyduğu yasaklar arasında bırakmamak gerektiğine vurgu yapan Mehmet Görmez, “inanç sahibi bir insan, Allah ile devlet arasında kalınca, tercihini Allah’tan yana kullanır” diye ifade etmişti.28 Bu görüşleri Çin’in Ankara Büyükelçisi Yu Hongyang’a ilettiğini ifade eden Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, daha sonra Çin Büyükelçisi Yu Hongyang’ı kabulünde benzer görüşleri paylaşmıştı.29 Türkiye’de Uygurlara destek vermek için yapılan faaliyetler ve oluşturulan toplumsal atmosfer Çin Hükümetini rahatsız etmiştir.30 Çin basını bu gelişmelerin sebebini çoğu zaman Türkçülüğe bağlamaktadır ve bazı kimselerin Batı basınının etkisinde kalarak hava savunma füze sisteminin alımını engellemeye ve Çin’e karşı kozunu artırmaya çalıştığına dair yazılar bulunmaktadır.31 Bazı yorumcular Türkiye’de yaşanan “Çin karşıtı” olayların FD-2000 füze satın alma işlerinin görüşüleceği toplantı öncesi zamanlamalı bir siyaset olduğunu ileri sürmektedir.32 Sonuçta bu tür olaylar Türkiye’nin Çin ile olan ekonomikticaret ilişkilerine zarar verecektir.33 George Mason Üniversitesi profesörlerinden Marc Katz da Uygur sorununun iki ülke işbirliği için engel teşkil ettiğini 68 EYLÜL 2015 belirtmektedir.34 Bazı Çinliler Türkiye’nin Uygur desteğini şizofreni mantığı olarak eleştirmektedir.35 Dipnotlar 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 刘维涛, <中共中央国务院召开新疆工作座谈会>, 《人民日 报》2010年05月21日 01 版. <习近平在第二次中央新疆工作座谈会上强调: 坚持依法 治疆团结稳疆长期建疆>,《人民日报》 2014年05月30日 01 版. <深刻认识新疆分裂和反分裂斗争长期性复杂性尖锐性, 坚决把暴力恐怖分子的嚣张气焰打下去>,《人民日报》 2014年05月01日 01 版. Megha Rajagopalan, “China says Xinjiang has no “ethnic problem” after Turkey protests”, Reuters, July 6, 2015 5:03am EDT. Zeynep Kılıç, “Uygur Türklerinin Çin’le imtihanı”, Zaman Gazetesi, 5 Temmuz 2015. “AA’nın Uygur bölgesinden ramazan izlenimleri”, Anadolu Ajansı, 08 Temmuz 2015 12:59; Mahmut Atanur ve Tevfik Durul, “Kaşgar’da tarihe yolculuk”, Anadolu Ajansı, 13 Temmuz 2015 11:58. 中華人民共和國外交部, <关于所谓「中国政府禁止新疆穆 斯林民众封斋」的声明>,中华人民共和国驻土耳其共和国 大使馆網站, 2015年7月2日. 朱宁宁, <反恐怖主义法草案有新修改 进一步明确恐怖主 义定义>, 《法制日报》第03版, 2015年02月26日; <关于办 理暴力恐怖和宗教极端刑事案件适用法律若干问题的意见 >, 《检察日报》第03版, 2014年9月21日. <自治区11 号文件百题问答> (一), 《喀什日報》2013年7 月12日 第9版; <自治区11 号文件百题问答> (二), 《喀什日 報》2013年7月13日第6-7版. “Doğu Türkistan Özet Raporu”, İnsani Yardım Vakfı (İHH), İstanbul, 8 Temmuz 2015. “İHH Başkanı Yıldırım: Doğu Türkistan iç siyaset malzemesi yapılmamalı”, Cihan Haber Ajansı, 08 Temmuz 2015 14:05:20. “Uygur bölgesinde Müslümanlara yönelik uygulamalar kınandı”, Anadolu Ajansı, 03 Temmuz 2015 16:32. “Uygur halkına Çin zulmü Fransa senatosunda”, İHA, 03 Temmuz 2015 18:37; “Uygur bölgesinde Müslümanlara yönelik uygulamalar kınandı”, Anadolu Ajansı, 03 Temmuz 2015 16:32; “Ramazan’da 28 Uygur öldürüldü”, Sabah Gazetesi, 04.07.2015 18:54; Ata Ufuk Şeker, “Belçika’da Çin protestosu”, Anadolu Ajansı, 05 Temmuz 2015 17:36; “Uygur Türklerine yapılan şiddet Lyon kentinde protesto edildi”, Hürriyet Gazetesi, 5 Temmuz 2015; Gülten Özbey, “Paris’te Uygur Türklerine destek eylemi”, Hürriyet Gazetesi, 5 Temmuz 2015; Bilgin Şaşmaz, “Çin New York’ta protesto edildi”, Anadolu Ajansı, 07 Temmuz 2015 07:21; “AB’den Uygur Türkleri tepkisi”, Anadolu Ajansı, 11 Temmuz 2015 01:44; Seyit Aydoğan, “Kanada’daki Türkler Çin’i protesto etti”, Anadolu Ajansı, 13 Temmuz 2015 07:04; 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 Aylin Sırıklı, Mehmet Tosun ve Merve Yıldızalp, “Sınır güvenliğini sağlamak asli görevdir”, Anadolu Ajansı, 30 Haziran 2015 13:49. CS Thana-Max Constant, “Tayland 90 Uygur’u Çin’e iade etti”, Anadolu Ajansı, 09 Temmuz 2015 10:03. Ayşe Aktaş, “Dışişleri Bakanlığı Tayland’ı kınadı”, Anadolu Ajansı, 09 Temmuz 2015 13:45. Ron Corben, “Thailand’s Rights Body to Discuss Future Uighur Policy”, VOA News, July 13, 2015 9:42 AM. < 2015年7月9日外交部发言人华春莹主持例行记者会>, 中 华人民共和国外交部網頁, 2015年7月9日. “Çin’den Uygurlara “cihad” suçlaması”, Cihan Haber Ajansı, 15 Temmuz 2015 13:05:32; Ben Blanchard, “Uighurs ‘on way to jihad’ returned to China in hoods”, Reuters, July 12, 2015 4:36am EDT. <社评:中泰依法遣返偷渡者 土美闭嘴为尊>, 《环球时 报》2015年07月11日 01:10:00. Uğur İslamoğlu ve İbrahim Halil Çekici, “İstanbul’da Tayland Başkonsolosluğu taşlandı”, Anadolu Ajansı, 09 Temmuz 2015 01:13. Sinan Yiter, “Eylemleri tasvip etmiyoruz”, Anadolu Ajansı, 09 Temmuz 2015 19:02. Özcan Yıldırım, Yıldız Nevin Gündoğmuş ve Durmuş Koçak, “DEAŞ rejimin desteklediği bir terör örgütüdür”, Anadolu Ajansı, 09 Temmuz 2015 23:20. Andaç Hongur, Sefa Mutlu, Fikriye Susam Uyar ve İlkay Güder, “İlk görüşme pazartesi CHP ile yapılacak”, Anadolu Ajansı, 10 Temmuz 2015 11:36. Cem Şan ve Sergen Sezgin, “İyi niyetli çabaları son ana kadar koruyacağız”, Anadolu Ajansı, 09 Temmuz 2015 22:12. Saadet Oruç, “Hedef Çin ziyaretini provoke etmek”, Star Gazetesi, 10 Temmuz 2015 23:28. Özcan Yıldırım, Yıldız Nevin Gündoğmuş ve Durmuş Koçak, “DEAŞ rejimin desteklediği bir terör örgütüdür”, Anadolu Ajansı, 09 Temmuz 2015 23:20. 28 29 30 31 32 33 34 35 “Diyanet İşleri Başkanı Görmez’den Doğu Türkistan’da uygulanan oruç yasağına tepki”, Diyanet İşleri Başkanlığı Web Sayfası, 5 Temmuz 2015; Zafer Fatih Beyaz, “‘Orucun yasaklanması kabul edilecek bir husus değil”, Anadolu Ajansı, 05 Temmuz 2015 10:57. “Oruç ibadetinin yasaklanmasının izahı yok”, Anadolu Ajansı, 26 Temmuz 2015 Pazar 10:58. Tulay Karadeniz, < Turkey says to keep doors open for Uighur ‘brothers’, irking China>, Reuters, July 3, 2015 12:13pm EDT. 邹乐、郑金发, <土耳其反思国内「反华」事件 >, 《国际 先驱导报》2015年07月20日 15:07:47; 王晋, <土耳其极 右翼分子缘何以暴力抗议抹黑中国?>, 《国际在线》2015 年07月08日 11:27:24; 黄培昭, <土耳其想与中国保持微 妙平衡 对「东突」势力时有纵容>, 《环球时报》2015年 07月08日07:12:00; 萧天飞, <土耳其右翼势力袭击中国游 客 我使馆发旅游警告>, 《环球时报》2015年07月06日 07:54:00; 左璇, <土耳其总统埃尔多安低调访华背后>, 《 财经》杂志, 2015年07月30日 18:22:13; 左璇, <土耳其总 统埃尔多安为何此时访华>, 《财经》杂志, 2015年07月25 日 17:13:39; 王京烈, <土耳其必须保证中国游客安全>,《 环球时报》2015年07月06日02:35:00; 梁文, <土耳其总统埃尔多安访华的四大看点>,《多维新 闻》2015年07月28日 22:27:16. 魏峰, <土耳其反华,巨额逆差下心理失衡?>, 《观察者 网》2015年07月08日 09:03:50. 叶凡, <埃尔多安访华 北京难咽新疆问题这口气>, VOA News中文網, 2015年07月29日 06:34. 洪咏硕, <土耳其政府的精分逻辑>, 《天山网》2015年07 月17日 14:33:05. EYLÜL 2015 69 DIŞ POLİTİKA SURİYE’DE ÇÖZÜM ARAYIŞLARI Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü İ ç savaşta dördüncü yılını dolduran Suriye’de zaman zaman çözüm arayışları gündeme gelmektedir. Bugüne kadar Suriye’de yaşanan iç savaşa çözüm bulmak için Cenevre Görüşmeleri (Cenevre I 2012, Cenevre II 2014) olmak üzere bazı devletlerin gündeme getirdiği çözüm önerilerinden maalesef bir sonuç çıkmadı ve geçen yıllar içinde bir taraftan Esad rejimi katliamlarına devam ederken diğer taraftan başat IŞİD ve PKK olmak üzere ülke terör örgütlerinin faaliyet alanı haline geldi. Geldiğimiz nokta itibariyle baktığımızda Suriye’de yaşananların bir iç savaşın da ötesine çoktan geç- 70 EYLÜL 2015 miş durumda olduğu görülmektedir. Suriye’de yaşananlar artık bölgesel ve küresel rekabetin çirkin bir şekilde tezahürü olarak da görülebilir. Nasıl mı? İran’ın Esad’a Verdiği Destek İlk olarak, İran’ın Suriye’de ve bölgede yaptıklarına yakından bakmak gerekir. İran başından beri Esad rejimini ayakta tutmak için elinden gelini azami ölçüde yapmaktadır. İran, siyasi, ekonomik, askeri destekler başta olmak üzere ne gerekiyorsa Esad rejimine sunmaktadır. İran, Esad rejimine bir taraftan doğrudan destek verirken, diğer taraftan Lüb- nan Hizbullah’ı ve bölgeden oluşturduğu Şii milisleri Esad’ın yanında muhaliflere karşı savaşmaya sevk etmektedir. Aynı zamanda, iç savaşın başından itibaren PKK’nın, Suriye uzantısı olan PYD/YPG’nin Esad ile birlikte hareket etmeleri için çaba içerisinde olduğu ve bu konuda başarılı olduğu görülmektedir. İran’ın Esad’ı ayakta tutmak için yaptığı tüm çabaların altında yatan sebep İran’ın çıkarlarının gereğidir. İran’daki rejim Esad’ı ayakta tutmayı kendi bölgesel güvenliğinin en temel sütunlarından biri olarak görmektedir. Onun için nereden bakarsa baksın Esad’sız bir çözümü olumlu karşılamamaktadır. Suriye’de Suudi Ağırlığı İkinci olarak, Suudi Arabistan’ın bölgede uyguladığı politika da Suriye’de muhtemel bir barış girişiminde etkili olmaktadır. Özellikle, Suudi Arabistan ile İran arasında yaşanan bölgesel rekabetin Suriye iç savaşında ciddi yankılarının olduğu rahatlıkla görülmektedir. İç savaşta olduğu gibi Suriye’de yaşanan iç savaşa çözüm arayışlarında da Suudi Arabistan’ın dahli ve etkisi göz ardı edilemez durumdadır. Bir anlamda, 2013 Temmuz’unda Sisi darbesiyle birlikte Mısır’ın eski gücünü kaybetmesinin, Suudi Arabistan’ı ekonomik açıdan olduğu gibi siyasi açıdan da Arap dünyasının en etkili devleti konumuna taşıdığı rahatlıkla söylenebilir. Söz konusu bu etkiyi göz önüne aldığımızda Suriye’de Suudi Arabistan’sız bir çözümün kolay olmayacağı görülmektedir. Türkiye Kayıtsız Kalamaz Üçüncü olarak, Suriye ile en uzun sınırı paylaşan ve yaşanan iç savaştan en fazla etkilenen ülkelerin başında gelen Türkiye’nin soruna yaklaşımı da çok önem taşımaktadır. Elan, Türkiye iki milyona yakın Suriyeliye ev sahipliği yapmaktadır. Suriye’de yaşanan iç savaşı fırsat bilen IŞİD ve PKK terör örgütleri Türkiye’ye karşı terör eylemlerini hızlandırmaktadır. Nereden bakarsak bakalım Suriye’de yaşananlardan dolayı Türkiye ciddi maliyet ödemektedir. Hem sınır komşusu olması hasebiyle hem de ödemekte olduğu maliyetin mahiyetini düşündüğümüzde Türkiye’nin Suriye’de yaşananlara kayıtsız kalması beklenemez. Geldğmz nokta tbaryle baktığımızda Surye’de yaşananların br ç savaşın da ötesne çoktan geçmş durumda olduğu görülmektedr. Surye’de yaşananlar artık bölgesel ve küresel rekabetn çrkn br şeklde tezahürü olarak da görüleblr. İsrail, Suriye’deki iç savaşı başta olmak üzere Arap ve İslam dünyasının bugünkü sorunlu halini yakından takip etmektedir ve an itibariyle bölgedeki en rahat başkentin Tel Aviv olduğu söylenebilir. Küresel güçler bağlamında Suriye’de yaşananlara baktığımızda ise Rusya ve ABD’nin tavırları öne çıkmaktadır. Başından beri, Esad Rejimini başta BM Güvenlik Konseyi olmak üzere koruyan Rusya olmuştur. Aynı zamanda, siyasi ve askeri desteğini de esirgemeden devam ettirmektedir. Rusya İran’ın bölgesel anlamda yaptığının bir benzerini küresel anlamda Esad için yapmaktadır. ABD’nin ise Suriye meselesinde değişken siyaset izlediği söylenebilir. ABD’nin Suriye’de yaşanlar konusunda önceliklerinin zaman zaman farklılıklar gösterdiği anlaşılmaktadır. Bölgesel ve küresel anlamda Esad Rejimini destekleyenlerin bugüne kadar vermiş oldukları desteklerini güçlü bir şekilde sürdürmeleri, buna karşın muhalifleri desteklediklerini söyleyenlerin ise farklı motivasyon ve önceliklerle hareket etmeleri Suriye’nin geleceğini zora sokmaktadır. Son Çözüm Arayışları! İsrail ve Diğerleri Ne zaman Suriye konusunda muhalif güçler lehine, Esad Rejimi aleyhine bir gelişme olsa Rusya ve İran’ın hemen Suriye konusunda çözüm arayışına girdikleri görülmektedir. Söz konusu çabalar gerçekten tüm kesimler tarafından kabul edilecek ve onları memnun edecek arayışlar olsa takdirle karşılanır. Fakat çözüm önerisi diye ileri sürdükleri maddelere bakıldığında, yapılmak istenenin çözüm arayışı değil bugüne kadar her türlü desteği esirgemedikleri Esad’ı güçlendirmek ve kabul ettirmek olduğu görülmektedir. Dördüncü olarak, sessizliğine bakarak İsrail’in Suriye meselesinde dışarıda olduğu düşünülmemelidir. Son dönemde hem Rusya hem de İran tarafından gelen çözüm arayışları adı altında yürütülenlere EYLÜL 2015 71 baktığımızda aynı motivasyonun olduğu anlaşılmaktadır. Suriye’deki gidişatı değiştiren iki önemli gelişmenin olduğu görülmektedir. Bunlardan biri, ABD ile Türkiye arasında varılan ve Suriye’yi de yakından ilgilendiren mutabakattır. İçeriği tam olarak kamuoyu açısından netlik kazanmamış olsa da Suriye’deki mevcut gidişatı ciddi şekilde etkileyecek sonuçları olacak bir mutabakat olduğu anlaşılmaktadır. İkinci gelişme ise, yaklaşık on muhalif grubun Fetih Ordusu adı altında bir araya gelmeleridir. Söz konusu bu iki gelişmeden sonra İran çözüm adı altında adımlar atmaya başladı. İran’ın çözüm yaklaşımına baktığımızda Esad’ı güçlendirici ve kabul ettirmeye yönelik çaba içerisinde olduğu anlaşılmaktadır. Söz konusu planda, Esad’ın çekilmesinin ön şart olmadığı, muhaliflerin de içerisinde bulunduğu bir geçiş hükümetten bahsedilmektedir. Aynı zamanda, IŞİD öncelik olarak sunularak Esad’ın IŞİD’le mücadelede ortak olabileceği dillendirilmektedir. Esad’ın denklemde tutulduğu bir ortamda, çatışmaların durdurulması ve zeminde uluslararası gözlemcilerin denetiminde seçimlere gidilmesi öngörülmektedir. Rusya’nın girişimlerine bakınca; Rusya son zamanlarda hem bölge ülkelerinin bazılarıyla hem de zaman zaman Suriyeli muhaliflerle Suriye meselesinin ele alındığı görüşmeler yapmaktadır. Bu bağlamda, son olarak Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov Rusya ve İran Esad’ın konumunu dolayısıyla kend konumlarını güçlendrc grşmler peşnde değl de gerçekten dört yılı aşkın süredr yaşanan kanlı ç savaşı sonlandırıcı adl br çözüm peşnde koşarlarsa o zaman Surye’de barış yakın demektr. Suudi mevkidaşı Adil Cübeyir ile Moskova’da bir araya geldi. Yapılan görüşmede her iki Dışişleri Bakanı da Suriye’deki iç savaşa siyasi bir çözümün bulunması konusunda hem fikir olduklarını açıklasalar da, çözümün nasıl olacağı konusunda fikir ayrılığı yaşadıklarını belittiler. Suudi Dışişleri Bakanı Cübeyir Cenevre I’i temel alan Esad’sız bir çözümü desteklediklerini açıkladı. Aynı zamanda, IŞİD’e karşı oluşturulacak olan Esad’lı bir koalisyonu kabul edemeyeceklerini söyledi. Buna karşın, Lavrov ise IŞİD’e karşı Suriye ve Irak ordusu ile Kürt güçlerin kullanılmasından bahsetti. Aynı tarihlerde, Suriye Muhalif ve Devrimci Güçlerden (SMDK) bir heyetle Moskova’da yaptığı görüşmede de aynı minvalde Esad’ı içeride tutan görüşlerini dillendirdi. SMDK Başkan Yardımcısı Hişam Merve ise Lavrov’a verdiği cevapta Esad’ın çekilmesinden sonra tüm Suriyeliler tarafından kabul gören bir geçici yönetimden yana olduklarını dile getirdi. Hem Rusya’nın hem de İran’ın girişimleri, samimiyeti rahatlıkla sorgulanabilir girişimlerdir. Söz konusu iki ülke de iç savaşın başından beri Esad’a her türlü desteği vererek tarafsızlıklarını yitirmiş hatta hiçbir zaman tarafsız olmamış iki ülkedir. Bu yüzden, mevcut girişimlerinin de Suriye’de adil bir çözüm arayışı değil kendi konumlarını güçlendirici girişimler olduğu görülmektedir. Ezcümle, Rusya ve İran Esad’ın konumunu dolayısıyla kendi konumlarını güçlendirici girişimler peşinde değil de gerçekten dört yılı aşkın süredir yaşanan kanlı iç savaşı sonlandırıcı adil bir çözüm peşinde koşarlarsa o zaman Suriye’de barış yakın demektir. Aksi takdirde, bugüne kadar olduğu gibi yine tüm yaşananlara rağmen Esad’ı korumaya çalışırlarsa maalesef kan akmaya devam ederken biz sadece barışı konuşuyor olacağız… 72 EYLÜL 2015 DIŞ POLİTİKA SYRIZA’NIN DEVRİM FİLMİ HAYAL KIRIKLIĞI İLE BİTTİ Öner BUÇUKCU SDE Uzmanı Jenerik: Devrimden Referanduma Y unanistan’da 2015 yılının ilk aylarında gerçekleştirilen genel seçimlerden “pragmatist-sol” koalisyon SYRIZA’nın birinci parti olarak ayrılması hem Avrupa’da hem de Yunanistan’da büyük bir şaşkınlıkla karşılanmıştı. Yunanistan’da merkez sol oyları büyük oranda kendisine çeken SYRIZA’nın Yunan siyasetindeki merkez sol parti PASOK’u siyasal kompozisyonun dışına itmeyi başarması Yunan siyaseti açısından önemsenen ve şaşkınlıkla karşılanan konuların başında geliyordu. Avrupa’da beliren şaşkınlık duygusu ise Yunanistan’da beliren ekonomik krizin ülke siyasetini dizayn etmekle birlikte Avrupa’da da dengeleri sarsabilecek konjonktürel hareketlere vaat ettikleri ile ilgiliydi. Yunanistan’la benzer sorunları yaşayan Portekiz ve İspanya’da da sol koalisyonların zafer kazanma ihtimali Avrupa’da tedirgin bir politik sürecin başlamasını beraberinde getirdi. SYRIZA’nın iktidara gelmesi Yunan halkında özellikle 2010 sonrası yoğunlaşan kemer sıkma politikalarının gevşeyeceği beklentisi yaratmıştı. Bununla birlikte Yunanistan ekonomisi 2008 yılındaki krizden en ciddi biçimde ve yapısal olarak etkilenen ülke durumundaydı. Avro krizi EYLÜL 2015 73 Yunanistan ekonomisinin temel sektörleri olan turizm ve denizcilik sektörlerinde ciddi tahribata sebep olduğu için Yunanistan avro krizinden etkilenen ülkeler arasında kurtarma paketlerinden en büyük payı alan ülke haline dönüşmüştü. Bununla birlikte krizin ekonomiye yapısal zararlar vermesi kemer sıkma politikalarının başarısını önledi. Bu çerçevede Haziran 2015 itibariyle Yunanistan’ın toplam borcu 320 Milyar avro seviyesinde iken kurtarma paketleri çerçevesinde IMF, Avro bölgesi ve Avrupa Merkez Bankası yani troykadan alınan kredinin toplamı ise 240 milyar avro seviyesinde gerçekleşmiş bulunuyordu. Yunanistan’ın toplam borcunun milli gelire oranı % 177, işsizlik oran % 26; 2010 sonrasında milli gelirdeki daralma ise % 25 dolayında gerçekleşmişti. SYRIZA önderliğindeki hükümetin kurulmasından sonra Yunanistan’ın ekonomik programı üzerine Avrupa Birliği ile müzakereler başladı. Avrupa Birliği tarafından önerilen kemer sıkma politikaları SYRIZA hükümeti tarafından kabul edilmedi. Avrupa Birliği ise önerdiği kemer sıkma politikaları kabul edilmeden Yunanistan’a yeni bir kurtarma paketi hazırlanmasını reddetti. Tarafların müzakerelerdeki pozisyonlarını korumaları üzerine yardım paketine çok ihtiyacı olan SYRIZA hükümeti kemer 74 EYLÜL 2015 sıkma politikalarını referanduma götürmeye karar verdi. SYRIZA’nın lideri Tsipras böylece neredeyse kaçınılmaz olan kemer sıkma politikalarının kabul edilmesi durumunda sorumluluğun dağılmasını sağlayabileceğini düşünüyordu. Hiçbir şekilde Avrupa Birliği ile anlaşma ihtimalinin oluşmaması durumu ise Yunanistan’ın Avro bölgesinden çıkması ile neticelenebilirdi. Bu durumu SYRIZA hükümeti istemiyordu. Paul Krugman ise referandum kararının alınmasının ardından New York Times’ta yayınladığı bir makalede Yunanistan için kemer sıkma politikalarının sonunun gelmeyeceğine işaret ederek Yunan ekonomisinin orta ve uzun vadede toparlanabilmesi için yapılması gerekenin Avro bölgesinden ayrılmak olabileceğini, böylelikle kısa vadede büyük bir devaülasyon yaşanabilme ihtimali güçlü olmasına rağmen orta ve uzun vadede Yunanistan ekonomisinin daha sağlam temellere oturtulabileceği üzerinde duran bir makale yayınlamıştı. Belki Yunanistan ekonomisi açısından da en makul reçete buydu ancak yunan siyasetçiler bu meseleyi bir ekonomik mesele olarak görmekten ziyade bir kimlik meselesi olarak değerlendirme eğilimindeydi. Batı medeniyetinin köklerini Antik Yunan’da bulması dolayısıyla Yunan siyasetçiler Batı’nın Yunanistan’a sahip çıkması gerektiğini düşünüyor; Avro bölgesinden ayrılmanın Batı medeniyetinden kopmakla eş anlamlı olduğu kanaatini taşıyor gibi görünüyordu. Avrupalı bazı siyasetçilerde de aynı kanaat hâkim gibiydi. Meseleyi bir kültürel mesele olmaktan ziyade bir ekonomik mesele olarak değerlendirme eğiliminde olan Krugman için ise avronun bu hastalıklı haliyle Yunanistan krizi çözülse dahi ayakta durması oldukça zor gözüküyordu. Referandum kararının alınması ve acil gerekli kurtarma paketinin ulaşmaması üzerine Yunanistan 1 Temmuz’da IMF’e olan 1,6 Milyar avroluk taksitini ödeyemediği için temerrüde düşen ilk “kalkınmış ülke” olma unvanını eline geçirdi. Tsipras Yunanistan’ın temerrüde düşmemesi için anlaşma umuduyla Brüksel’e son bir mektup göndererek Avro bölgesinin teklifinin birkaç küçük değişiklikle kabul edileceğini taahhüt etti. Tsipras’ın girişimi Merkel başta olmak üzere Avrupalı siyasetçiler tarafından olumlu karşılanmadı. Merkel daha da ileri giderek referandumdan önce Tsipras ve Yunanistan ile kurtarma paketleri üzerine başka müzakere gerçekleştirilmeyeceğini duyurdu. Bunun üzerine Tsipras referandumdan evet oyu çıkması durumunda istifa edeceğini, ülkeyi erken genel seçimlere götürerek bir ulusal birlik hükümetinin oluşmasını sağlayacaklarını duyurdu. Yine de Tsipras referandumun muhalefetin iddia ettiği gibi Avrodan veya Avrupa’dan ayrılma anlamı taşımadığının, kreditörlere karşı ellerinin daha güçlü olmasını amaçladıklarının altını çizmeyi ihmal etmedi. IMF ise temerrüde düşen Yunanistan’ın büyüme tahminini % 0’a çekti ve Yunanistan’ın krizden çıkabilmesi için önümüzdeki üç yılda fazladan 50 milyar avroya ihtiyacı olduğunu duyurdu. bir kurtarma paketi karşılığında büyük bir bölümü referandumda reddedilen kemer sıkma politikaları da olan Troyka önerisini kabul etmeyi taahhüt ediyordu. Taraflar arasında yaklaşık 10 gün süren müzakerelerin ardından anlaşmaya varıldı. Reuters’ın haberine göre varılan anlaşmanın koşulları şu şekilde oldu: • 2018 yılına kadar orta vadeli faiz dışı fazla hedefi ile uyumlu olarak GSYH % 3,5 olacak. • Emekli aylıklarında sert reformlar yapılacak. Anayasa Mahkemesi’nin 2012 yılında aldığı emeklilik reformu kararının mali etkilerinin tamamen giderilmesi için acil önlemler alınacak. • OECD tavsiyelerine uygun olarak Pazar günleri çalışılabilecek, reçetesiz ilaç uygulaması, eczane mülkiyeti, temel gıdaların üretimi dâhil olmak üzere iddialı bir ürün piyasası reformu yapılacak. • Yunanistan’da kemer sıkma önlemleri ağırlaşarak devam edecek. KDV artırımı dâhil vergi düzenlemeleri, çalışma piyasası reformu ve emeklilik reformu gerçekleştirilecek. • Yunanistan otomatik bütçe kesintilerini öngören mali kurala geçecek ve istatistik kurumunun bağımsızlığını güçlendirecek. • IMF Yunanistan’ı yakından denetlemeye devam edecek. IMF’yle anlaşma vadesi dolduğunda yenilenecek. Aksi halde Atina’nın AB destekli mali programı askıya alınacak. • IMF’yle birlikte diğer Troyka kurumları AB Komisyonu ve Avrupa Merkez Bankası heyetleri Atina’ya dönecek ve Yunan kurumlarını yerinde denetleyecek. Yunanistan Troyka’nın olurunu almadan mali konularda tek başına hareket edemeyecek. Neticede gerçekleştirilen referandumda Yunan halkı IMF ve Avro bölgesi tarafından önerilen kemer sıkma politikalarına % 61 oranında hayır dedi. Referandum neticesini birçok Avrupalı siyasetçi ve gözlemci yolun sonu olarak yorumluyordu. • Yunanistan’da kamu çalışanları azaltılacak, bankacılık sektörü yeniden yapılandırılacak, elektrik iletim hatları operatörleri özelleştirilecek, eczaneler, süt üreticileri ve fırınlar başta olmak üzere birçok sektörle ilgili yeni düzenlemeler yapılacak. 1. Sekans: Düyun-u Umumiye Yunanistan’da • Yunanistan tüm bu şartları karşılaması halinde bile borçlarını kısmen dahi sildiremeyecek. Referandumdan “hayır” çıkmasının ardından Tsipras başkanlığındaki Yunanistan hükümeti avro kullanan 19 Avrupa Birliği üyesi ülkenin maliye bakanlarından oluşan Avro grubuna yeni bir plan sundu. Yunan hükümeti 3 yıl içerisinden 51 Milyar avroluk • Atina Avro bölgesinin diğer üyelerinden aldığı ikili kredileri kırpamayacak. Belirli şartların karşılanması halinde borç vadelerinin uzatılması ve faiz oranlarında indirim söz konusu olabilecek. EYLÜL 2015 75 Yunanistan Başbakanı Tsipras varılan anlaşmayı önce bir “büyüme paketi” olarak sunmayı denedi. Ancak anlaşmanın imzalanması üzerine tepkiler artınca anlaşmaya inanmadığını ancak uygulamak istediğini açıkladı. okumalara muhatap olmaya başladı. Öyle ki Tsipras başkanlığındaki hükümet bir takım düzenlemeleri sağ partilerin desteği ile Meclis’ten geçirmeye başladı. Durum Tsipras için her geçen gün ağırlaşma eğilimindeydi. Artık sosyalist idollükten karizmatikliğe doğru bir seyir izleyen Tsipras için yapılabilecek tek şey kalmıştı: Bir erken seçim kararı. Tsipras da bunu yaptı. Tüm bu ayrıntıların arasında dikkatlerden kaçan ya da üzerinde daha az durulan nokta ise Yunanistan’ın borçlarının ödenmesi ve ekonomisinin yeniden yapılandırılması için bir fon yönetiminin oluşturulmuş Yunanistan, 20 Eylül’de son dokuz ayda 3. kez olmasıydı. Almanya bu fon yönetiminin merkezi- sandık başına gidecek. 25 Ocak 2015’te gerçekleştirilen seçimlerden sol nin Lüksemburg olması ittifak SYRIZA zaferle için ciddi biçimde çaayrılmış ancak hükümeti lıştı ancak neticede fon Varılan anlaşmayla amansız tek başına kuracak çoyönetiminin merkezinin ğunluğa ulaşamadığı için kemer sıkma tedbrler karşılığında Atina’da olması kararmilliyetçi ANEL’le koalaştırıldı. Anlaşmaya göre yılın lk altı ayı Yunanstan lisyon gerçekleştirilmişti. Yunanistan’ın 50 milyar Troyka’dan borç alacak, knc Bu gelişme bile aslında avroya kadar varlıkları SYRIZA’nın Avrupa’nın altı ayı se Troyka Yunanstan’a bu fona aktarılacak ve uzunca bir süredir bekbu fon Yunan bankalaborç verecek! Netcede Avrupa’da lediği “sosyalist hayalet” rının ayağa kaldırılması ve Türkye’de “sol”un büyük olamayacağını gösteve borçların ödenmesi riyordu. Buna rağmen için kullanılacak. Avro umudu olan Tspras Avrupa sol/sosyalist kesimlerin bölgesi Başkanı Jeroen Brlğ tarhnn en müdahalec üzerinde en az durdukDijsselbloem’un verdiği ekonom programına boyun eğmş ları husus bu milliyetçi bilgiye göre, özelleştirkoalisyon oldu. Zaman meler de bu fon üzebulunuyor. Ne karşılığında mı? zaman faşizme vararinden yapılacak. Fon, Avrupalı kalmak karşılığında… bilen söylemler üreten satışlardan elde ettiği ANEL’le koalisyon sol/ gelirlerden 25 milyar avsosyalist kesimlerin ilgisiroyu Yunanistan’a geri ni çekmedi. verecek. Bu meblağ Yunan bankalarının sermaye yapılarının güçlendirilmesinde kullanılacak. Bu cafcaflı cümlelerin altındaki gerçeklik ise 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi. Yani Yunanistan Avrupa’da kalabilmek(!) için yeni bir Borçlar İdaresi’ni kabul etmiş bulunuyor. Tsipras’ın seçim sürecinde ve sonrasında Yunan halkına en büyük vaatlerinden bir tanesi Yunanistan’ın borçlarının bir kısmının silinmesi idi. Ancak varılan anlaşma borçların silinmesini kesinlikle reddederek karşılıklı müzakereler yoluyla yeni bir ödeme planı oluşturulabileceğine vurgu yapıyor. II. Sekans: Ricat Eden Devrim Yunanistan’ı Avrupalı tutmayı başaran Tsipras, bu başarının ardından SYRIZA içinden ciddi meydan 76 EYLÜL 2015 Tsipras’ın erken seçim kararı almasının arkasında SYRIZA içerisinde her geçen gün genişleyen bir radikal sol muhalefetin varlığı. Aslında birden fazla fraksiyonun bir araya gelmesinden ortaya çıkan ve dolayısıyla bütünleşik bir siyasal programı olmayan SYRIZA, şimdi sepetteki çürük meyveleri temizleyerek daha net bir parti programı ortaya koyabilmek maksadıyla erken seçime gidiyor. Diğer bir deyişle 20 Eylül seçimleri SYRIZA açısından partinin iktidar sorumluluğunu taşımasını önleyen radikal sol parti içi muhalefetin tasfiyesi anlamına geliyor. Tsipras’ı erken seçim kararı almaya götüren süreç AB’nin tedbirler paketinin meclisten geçmesi sonrasında başladı. Öyle ki Tsipras AB ile anlaştıktan sonra Meclis’teki bazı memorandumları sağ partilerin desteğiyle geçirebilir hale gelmişti. Böyle bir durumda hükümetin uzun süreli devam etmesi mümkün değildi. Dahası bu kadar güçsüz bir hükümetin ülkedeki kötü gidişin tek sorumlusu olma durumu, SYRIZA’nın orta vadede sandığa gömülmesi ile neticelenecekti. Bu sebeplerle uzunca bir süredir Tsipras’ın böyle bir erken seçim kararı alacağı konuşuluyordu. Yapılan bazı analizler 20 Eylül’de gerçekleştirilecek seçimde, referandumda % 62 dolayındaki “hayır” seçmeninin Anartasya ve Yunanistan Komünist Partisi’ne kayacağını; SYRIZA’nın ise ciddi bir yenilgi alacağını iddia ediyor. Yunanistan Komünist Partisi ülke sosyalist geleneğinin en eski siyasal organizasyonu. 25 Ocak seçimlerinden hemen sonra SYRIZA hükümetinin kapitalizme alternatif bir sistem geliştiremeyeceğini; bu sisteme göbekten bağlı olduğunu duyurmuştu. Türkiye’de olduğu gibi Yunanistan’da da bu parti çeşitli sosyalist akımlar tarafından zaman zaman “milliyetçilik”le itham ediliyor. Yunanistan Komünist Partisi’nin ekonomik krize önerisi ise oldukça net, Avrupa kapitalizmi ile tüm bağları koparmak. Yunanistan’da daima varlık göstermesine rağmen Komünist Parti’nin SYRIZA benzeri bir başarı elde etmesi, her ne kadar derinleşen kriz seçmen davranışlarını radikalleştirme potansiyeli taşıyor olsa da zor. Anartasya ise SYRIZA içerisindeki radikal sol bloklardan birisi. Türkçe’ye Devirmek için Anti-Kapitalist Radikal Sol diye tercüme edilebilir. Siyasal hareketin kısaltması olarak kullanılan bir başka sözcük Anratasia Yunancada ayaklanmak, isyan etmek anlamına da geliyor. 2009 yılında çeşitli radikal sol yapıların katılımıyla oluşan bu siyasal organizasyonun da ciddi bir parti örgütlenmesine sahip olduğu iddia edilemez. Dolayısıyla Anartasya’nın da Yunanistan’da ortaya çıkan sınıfsal yarılmayı bilinçlilik düzeyine çıkaracak bir örgütlülük içerisinde olduğu söylenemez. Final Duel: Tsipras Efsanesinin Sonu Aslında Yunanistan’daki borç krizi birçok bakımdan ibretlik ve ders verici oldu. Yunanistan’da krizin derinleşmeye başlaması 2010 yılına rastlıyordu. O dönem Başbakan olan Yorgo Papandreu krizin etkilerini azaltabilmek maksadıyla Fransa’ya bir ziyaret gerçekleştirmişti. Avrupa Savunma Ajansı eski başkanı Nick Witney’in iddiasına göre Fransa’nın o dö- nemki Cumhurbaşkanı N. Sarkozy Papandreu’ya verilen yardım karşılığında Yunanistan’ın Fransa’da üretilen bir takım askeri ekipmanları satın almasını teklif(!) etti. Bunun üzerine Yunanistan Fransa’dan altı firkateyn, 15 tane arama kurtarma süper puma helikopteri ve 40 Rafale savaş uçağı almayı kabul etti. Fransa’nın ardından Almanya’ya geçen Papandreu’ya Alman Şansölyesi Merkel de aynı teklifi yaptı. Bunun üzerine Papandreu yardım paketi karşılığında 9 Milyar dolarlık çeşitli askerî ekipman ve Thyssen-Krup denizaltı satın aldı. Tüm bunları yaşayan Yunan halkı ise siyasal yelpazesinin tüm renkleriyle avroda kalmayı bir kimlik meselesi haline dönüştürdü. Troyka ile imzalanan anlaşmayı savunan Tsipras “avroda kalmanın başka yolu yoktu” derken aslında “Avrupalı kalmanın başka yolu yoktu” demiş oluyordu. Böylelikle birçokları tarafından “radikal sol” diye nitelenen SYRIZA’nın pragmatik bir hareket olduğunun en güzel örneklerinden birisi de referandum süreci ve referandumun hemen ardından yaşananlar oldu. Öyle ki referandumda reddedilen kemer sıkma tedbirlerinin neredeyse tamamını anlaşmayla kabul eden, üstelik başlangıçta bu anlaşmayı “büyüme paketi” olarak yutturmayı deneyen Tsipras’ın Che ya da Castro’dan ziyade, kendilerinden birisi meclise giremediği için şekvaya gelen kimselere “ben varım ya” cevabını yapıştıran Süleyman Demirel’i çağrıştırdığı ortaya çıkmış oldu. Neticede varılan anlaşmayla amansız kemer sıkma tedbirleri karşılığında yılın ilk altı ayı Yunanistan Troyka’dan borç alacak, ikinci altı ayı ise Troyka Yunanistan’a borç verecek! Financial Times’ta yayınlanan bir makale sadece Yunanistan’ın değil Avrupa kapitalizminin temel meselesini ortaya koyuyor. Financial Times’a göre “Yunanlılar Avro bölgesinde ulusal egemenlik diye bir şey olmadığını, sadece aşırı piyasa yanlısı ekonomik politikaların geçerli olduğunu öğrenmiş oldular.” Neticede Avrupa’da ve Türkiye’de “sol”un büyük umudu olan Tsipras Avrupa Birliği tarihinin en müdahaleci ekonomi programına boyun eğmiş bulunuyor. Ne karşılığında mı? Avrupalı kalmak karşılığında... Bakalım erken seçim Tsipras’ı dönüştüren siyasal sistemin devamıyla mı yoksa Yunan seçmeninin marjinalleşmesi ile mi neticelenecek. Bekleyip görelim. EYLÜL 2015 77 DIŞ POLİTİKA Zeynep SONGÜLEN İNANÇ SDE Uzmanı AVRUPA'DA MÜLTECi AVRUPA'DA MÜLTECi SORUNU SORUNU A rap Baharı ile başlayan ve Suriye’deki savaş ile yoğunlaşan mülteci krizi, Avrupa’nın en önemli gündem maddelerinden bir tanesine karşılık geliyor. Öyle ki Almanya Şansölyesi Angela Merkel mülteci krizinin, önümüzdeki senelerde Yunanistan ve avro krizlerini geçerek Avrupa’nın en önemli sorunu haline geleceğini dile getirdi. Bu sorun karşısında da Avrupa, tek bir ses olarak hareket etmekte ve bu sorunla etkin bir şekilde mücadele etmekte zorlanıyor. 78 EYLÜL 2015 Avrupa’ya gelen mültecilerin çoğunluğunu Suriyeliler, Iraklılar, Afganistanlılar, Pakistanlılar ve Bangladeşliler oluşturuyor. Söz konusu mülteciler savaş, işkence, zulüm ve kötü yönetilen devletlerden kaçıyorlar. Buna ek olarak ekonomik nedenlerle göç edenler de bulunuyor. Uluslararası Göçmenlik Örgütü’nün verilerine göre 31 Temmuz 2015 itibarıyla Avrupa’ya ulaşan mülteci sayısı iki yüz otuz bini buldu. Ağustos ayının sonuna kadar ise bu rakamın çeyrek milyona ulaşması bekleniyor. 2014 yılında nın geçen yıla oranla üç kat arttığı belirtiliyor. Ayrıca Frontex’e göre sene başından beri Avrupa Birliği’ne giriş yapan mülteci sayısı üç yüz kırk bine ulaştı. Avrupa Brlğ’nn mülteclerle lgl poltkasını ortaya koyan Dubln Antlaşması’na göre göç edenlern sorumluluğu, lk grş yaptıkları ülkelere bırakılıyor. Buna göre mülteclern lk vardıkları topraklarda yyecek, çecek, gyecek, barınak ve sağlık hzmetler gb htyaçlarının karşılanması zorunluluğu bulunuyor. Bu durumda sığınmacıların ger gönderlmes söz konusu olmuyor. Avrupa’ya sığınanların sayısının iki yüz on dokuz bin olduğu belirtiliyor. Buna göre 2015’in ilk yarısında, 2014’teki sayının aşıldığı görülüyor. Örgüt verilerine göre Avrupa’ya göç eden mültecilerin ölüm sayılarında da rekor rakamlar kaydediliyor. 2015 yılı içerisinde en az iki bin üç yüz mültecinin hayatını kaybettiği saptanıyor. Avrupa Birliği Sınır Güvenliği Birimi Frontex’in rakamlarına göreyse Temmuz 2015’te yüz on bin göçmen Avrupa Birliği sınırlarına giriş yaptı. Bu sayı- İnsan söz konusu olduğunda rakamlardan bahsetmek vicdani bir yaklaşıma işaret etmiyor. Ancak rakamlar, durumun vahametini göstermek açısından önem taşıyor. Mülteciler özellikle Yunanistan ve İtalya üzerinden Birliğe giriş yaptıktan sonra başka ülkelere geçmeyi hedefliyorlar. Bu süreç içerisinde de kendilerine bakılmasını ve yardım edilmesini talep ediyorlar. Bu talep, Avrupa için yönetilmesi son derece zor bir krize dönüşmüş durumda. Zira üye ülkelerin öncelikleri ve meseleye yaklaşımları farklılık gösteriyor. 2013 yılında İtalya’nın Lampedusa Adası’nda yaşananlar, adayı Avrupa’daki mülteci sorununun sembolik merkezi haline getirmişti. Benzer şekilde günümüzde Yunanistan’ın Kos Adası’nda ciddi bir mülteci krizi yaşanıyor. Her gün adaya 500 mültecinin geldiği tahmin ediliyor. 2015 yılı başından beri yüz yirmi beş binden fazla göçmenin Yunan adalarına sığındıkları belirtiliyor. Bu sayının 2014 yılına göre % 750 arttığı saptanıyor. Avrupa Birliği bu sorun karşısında Yunanistan’a beş yüz yirmi sekiz milyon dolar ayrılmasına karar verdi. Bunun otuz üç milyon doları Yunanistan’a hemen ödenecek. Ancak sorun yalnızca maddi yardımda bulunmayla çözüleceğe benzemiyor. Avrupa Birliği’nin mültecilerle ilgili politikasını ortaya koyan Dublin Antlaşması’na göre göç edenlerin sorumluluğu, ilk giriş yaptıkları ülkelere bırakılıyor. Buna göre mültecilerin ilk vardıkları topraklarda yiyecek, içecek, giyecek, barınak ve sağlık hizmetleri gibi ihtiyaçlarının karşılanması zorunluluğu bulunuyor. Bu durumda sığınmacıların geri gönderilmesi söz konusu olmuyor. Bu itibarla ilk destinasyon yeri olmayan ülkelerin mülteci sorununa bakışları farklılık gösteriyor. Özellikle Kuzey Avrupa ülkeleri başta olmak üzere doğrudan mülteci akınına uğramayan ülkeler, sorumluluk almak yerine maddi yardım yapmak suretiyle asıl yükten kaçınmayı istiyorlar. Devletlerin bu yaklaşımlarını değiştirmeye zorlayan herhangi bir yasal çerçeve de bulunmuyor. Bu durumda siyasiler, ahlaki gerekçeler bir yana bırakıldığında para harcamaktan, mevcut düzeni bozmaktan ve mülteciler vasıtasıyla terörün ülkelerine taşınmasından kaçınmaya çalışıyorlar. Mülteci sorununu ilk elden yaşamayan ülkeler, maddi yardımlarla bu sorunun çözümüne EYLÜL 2015 79 katkıda bulunmayı ve mültecilerin kendi ülkelerine yönelmelerini önlemeyi hedefliyorlar. Böylelikle yardım alan ülkelerin, mültecilerin diğer Avrupa ülkelerine geçmelerine engel olmalarını bekliyorlar. Bir başka deyişle Kuzey Avrupa ülkeleri, maddi yardımda bulunarak göçmenlerin güneyde kalmalarını sağlamaya çalışıyorlar. Ancak sorun, beklendiği gibi artarak büyüyor ve yalnızca maddi yardımlarla aşılamayacak bir boyuta ulaşıyor. Avrupa ölçeğinde düşünüldüğünde bir sorundan kaçmak, ilerleyen süreçlerde kartopu etkisiyle daha büyük sorunları beraberinde getiriyor. Avrupa bunu tarihinde pek çok kez deneylediği üzere son olarak Yunanistan krizinde de yaşadı. Avrupa Birliği’ndeki mevcut Dublin sistemine göre mültecilerin vardıkları ilk ülkenin, sorumluluğu alması öngörülüyor. Bu çerçevede sığınmacıların iltica başvurularını Avrupa’da ayak bastıkları ülkede yapmaları gerekiyor. Ayrıca göçmenlerin seyahat belgesi veya mülteci statüsü alıp almamasından da bu ülkeler sorumlu tutuluyor. Dolayısıyla Malta, İspanya, Yunanistan, İtalya ve diğer sınır ülkeleri için ciddi bir sorumluluk söz konusuyken diğer ülkeler için bu tür bir mecburiyet bulunmuyor. Sorumluluk sınır ülkeleri için geniş biçimde tanımlanırken diğer ülkeler için iradeye bağlı kılınmış. Bu nedenle sınır ülkeleri, Birliğin büyük ülkeleri Fransa’nın ve Almanya’nın baskısına maruz kalıyorlar. Bunun adil bir sistem olduğunu söylemek mümkün değil. İtalya, 2011 yılında mültecilerin hepsine seyahat hakkı vererek başta Fransa olmak üzere Avrupa’yı ayağa kaldırmıştı. Söz konusu dönemde sınırların kapatılmasın- 80 EYLÜL 2015 dan ve iç sınırları ve polis ile gümrük kontrollerini ortadan kaldıran Schengen Antlaşması’nın askıya alınmasından söz edilmişti. Avrupa’nın, mülteci sorunuyla baş etmek üzere sorumluluğun paylaşıldığı bir sistem geliştirmeye ihtiyacı olduğu görülüyor. Ancak mevcut durumda Avrupalı devletlerin bu tür bir tercihten yana olmadıkları anlaşılıyor. Avrupa Komisyonu, mülteci sorunuyla ilgili olarak özellikle 2013 yılından itibaren üye ülkelere ortak hareket edilmesi yönünde çağrılar yaptı. Ancak üye ülkeler bu çağrılara etkin biçimde cevap vermediler. Bunun son bir örneği olarak Temmuz ayında Avrupa Dışişleri Bakanları’nın yaptıkları toplantıda kırk bin mültecinin ne şekilde Avrupa ülkelerine dağıtılacağı konusunda anlaşmaya varılamadı. Toplantıda özellikle Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri sorumluluğun paylaşılmasına karşı çıktılar. Avrupa, birlik halinde bu soruna çözüm üretmekte zorlanırken sorun orada öylece durmuyor ve ağırlaşıyor. Bu nedenle Avrupa çapında sorunun çözülememesinden dolayı ikili işbirliği girişimleri ortaya çıkıyor. Bunlardan ilki İngiltere ile Fransa arasında söz konusu oldu. Zira Fransa’nın Calais şehrinden İngiltere’ye göç etmek isteyen mülteci sayısı üç bini buldu ve ölümler oldu. Calais’deki durumun kötüleşmesinden korkan Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, Ağustos ayı başında Fransa’yı göçmen sorunuyla baş edebilmek için kapsamlı bir plan hazırlamaya çağırmıştı. Fransa ile İngiltere’yi bağlayan Eurotunnel’in Fransa ayağı Calais’den İngiltere’ye yasadışı yollardan geçmek isteyen mültecileri durdurmak için iki ülke arasında bir anlaşma imzalandı. Anlaşmaya göre Fransa’nın, İngiltere’ye göçleri durdurması için iki ülke İçişleri bakanlarının birlikte çalışması ve bunun için İngiltere’nin iki yıl için Fransa’ya on milyon avro yardımda bulunması karara bağlandı. Buna ek olarak Calais’nin yanı sıra Eurotunnel’in İngiltere ayağı Folkstone kentinde bir kumanda merkezi kurulması ve bu merkezde İngiliz ve Fransız polislerin yasadışı geçişlere karşı ortak çalışması konularında anlaşıldı. Ayrıca anlaşmaya göre Eurotunnel çevresinin korunması için bir Fransız ve bir İngiliz yetkili tarafından yönetilecek ortak bir güvenlik mekanizması oluşturulacak. Bunun yanı sıra para karşılığı göçmenlerin İngiltere’ye geçmesini sağlayan insan tüccarlarına karşı mücadele sertleştirilecek. Bu amaçla göçmen şebekelerine karşı Fransız polislerle İngiliz uzmanlar birlikte çalışacaklar. İngiliz polisinin işbirliği ile Calais kentinde tüm nakliye girişleri 7 gün 24 saat aranacak. Bu çerçevede yasadışı geçişlerin kontrol edilmesi için teknolojik yeniliklerden faydalanılacak, güvenlik kameraları artırılacak ve ısıya duyarlı kameralar kullanılacak. Anlaşmayla zorlu yaşam koşullarına mecbur kalan göçmenlerin durumlarının iyileştirilmesi de öngörülüyor. Buna göre yerel yönetimler ve insani yardım dernekleriyle işbirliği içerisinde üç bin göçmenin yaşadığı kampta göçmenlerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi hedefleniyor. Göçmenlere gün içerisinde yemek ve duş olanağı sunulacak, gece ise kadın ve çocuklara yatacak yer sağlanacak. Birlik üzerinden göçmen sorunuyla ilgili harekete geçmekte zorlanan ve buna isteksiz görünen Avrupa’da, Almanya ile Fransa arasında da ikili görüşmeler gerçekleştiriliyor. Almanya Şansölyesi Avrupa’nın, mültec sorunuyla baş etmek üzere sorumluluğun paylaşıldığı br sstem gelştrmeye htyacı olduğu görülüyor. Ancak mevcut durumda Avrupalı devletlern bu tür br terchten yana olmadıkları anlaşılıyor. Angela Merkel ile Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ın bir araya gelmesi ve Avrupa ülkelerini ortak hareket etmeye çağırmaları bekleniyor. Bu çağrı uyarınca liderlerin, göçmenlere yardımların hızlandırılması için Avrupa Birliği’nin soruna hızlı tepki vermesini sağlamaları bekleniyor. İki liderin görüşmesi öncesinde Almanya İçişleri Bakanı Thomas de Maiziere’in, Avrupa’da serbest dolaşımı sağlayan Schengen sisteminin tehlikede olduğunu belirten açıklamaları dikkat çekti. Zira Almanya gibi ülkeler, göç akını karşısında Güney ülkelerinin yumuşak politikalar izlediklerini öne sürüyorlar. Bakanın açıklamaları karşısında Avrupa Komisyonu, bu tür bir ihtimalin söz konusu olmadığını açıklasa da göçmen sorununa somut olarak nasıl bir çözüm üretilebileceğini henüz ortaya koymadı. Avrupa Komisyonu’nun göçmen politikasının daha adil ve paylaşımcı hale gelmesiyle ilgili çabalarının sınırlı kalacağı öngörülebilir. Zira Avrupa, devletler Avrupa’sı olma yolunda ilerliyor ve ulusal devletlerin ağırlığı artıyor. Bu nedenle mültecilerin yaşadıkları sorunlar üzerine ikili anlaşmalar çerçevesinde göçmen politikasıyla ilgili somut adımlar atılması beklenebilir. Bu çabaların sonuç vermesi için girişimler arasında koordinasyonun sağlanması önem taşıyor. Avrupa Komisyonu bu tür bir rolü oynamaya hem yetkili hem de talip. Bu nedenle üye devletlerin, göçmen sorunuyla ilgili maddi yardım yapmanın ötesine geçmeye, sorunla ilgili somut çözümler üretmeye ve sorumluluğu paylaşmaya niyetli olmaları önem taşıyor. Farklı krizlerde de görüldüğü üzere geçici çözümler üretilmesinin Avrupa’ya bedeli ağır oldu. Avrupa’nın bu kez benimseyeceği tutum, Avrupa bütünleşmesi açısından da izlenmeye değer. EYLÜL 2015 81 DIŞ POLİTİKA KIRIM KRİZİ VE DÜNYA KIRIM TATAR KONGRESİ Prof. Dr. Salih YILMAZ* Akademisyen S ovyetler Birliğinin dağılmasıyla kendi bağımsızlıklarını kazanan ülkeler arasında günümüzde devam eden sınır problemleri ve etnik çoğunluktan kaynaklı anlaşmazlıklar vardır. Rusya, bu sınır sorunlarına “Rusların yaşadığı her bölge aynı zamanda Rusya’dır.” stratejisiyle yaklaşmaktadır. Batı olarak nitelendirdiğimiz AB ve ABD, bu sorunlara zaman zaman müdahil olmaktadır. 2013’de Ukrayna’nın kendi içerisinde başlayan yönetim probleminde Batı ile Rusya yanlısı yönetimlerin karşılıklı mücadelesi sonucunda ülke iç savaşa sürüklenmiştir. Bu iç mücadelede 20 Ocak 1991’de özerk bir cumhuriyet statüsü kazanan Kırım, Ukrayna’dan ayrılarak önce bağımsızlığını ilan etmiş, sonra da 27 Şubat 2014’te Rusya’ya bağlanmıştır. Kırım’da nüfusun % 20’sini oluşturan Kı- 82 EYLÜL 2015 rım Tatarları bu oldubittiyi kabul etmediklerini ilan ederek Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü savunmuşlardır. Kırım, Karadeniz’in egemenliği açısından önemli bir toprak parçasıdır. Bu nedenle başta AB ve ABD ülkeleri olmak üzere Türkiye, Rusya’nın Kırım oldubittisine karşı çıkmaktadır. Ayrıca Kırım’da yaşayan Tatarlarla Türklerin etnik, dil, tarihsel ve dinsel bağları olması Türkiye’nin kendisini Kırım Tatarlarının kaderinden sorumlu hissetmesine neden olmaktadır. Kırım Tatarları, Rusya’nın Kırım ilhakına karşı olduklarını duyurmak, Tatarların her türlü haklarını savunmak amacıyla dünyanın her bölgesinde teşkilatlanmış Tatar temsilcilerini, Dünya Kırım Tatar Kongresi adıyla organize etmişlerdir. Bu amaçla 1-2 Ağustos 2015 tarihinde Ankara’da kongre düzen- 2013’de Ukrayna’nın kend çersnde başlayan yönetm problemnde Batı le Rusya yanlısı yönetmlern karşılıklı mücadeles sonucunda ülke ç savaşa sürüklenmştr. Bu ç mücadelede 20 Ocak 1991’de özerk br cumhuryet statüsü kazanan Kırım, Ukrayna’dan ayrılarak önce bağımsızlığını lan etmş, sonra da 27 Şubat 2014’te Rusya’ya bağlanmıştır. lenmiştir. Bu kongreye dünyanın farklı bölgelerinden 184 Kırım Tatar STK’sı, 480 delege katılmıştır. Dünya Kırım Tatar Kongresi ve Sonuçları Kırım Tatarları 1783 tarihinden beri devam ettirdikleri bağımsız Kırım mücadelesini bir sistem etrafında birleştirmek için Tatarları, Dünya Kırım Tatar Kongresi adıyla organize etmişlerdir. Birinci Dünya Kırım Tatar Kongresi 19-22 Mayıs 2009 tarihinde Kırım Akmescit (Simferopol)’te 18 Mayıs 1944 Kırım Tatarları Sürgününün 65. yılı anısına 12 ülkeden 450 delegenin katılımıyla toplanmıştır. Bu kongrede Kırım Tatarlarının devam eden problemlerine dair çözümler tartışılmıştır. İkinci Dünya Kırım Tatar Kongresi, 1-2 Ağustos 2015 tarihinde Ankara’da düzenlendi. 12 farklı ülkeden 184 Kırım Tatar sivil toplum kuruluşu ve 480 delegenin katıldığı kongrede, Ukrayna Dışişleri Bakanı Pavel Klimkin, Rusya’ya girişleri yasaklanan Ukrayna milletvekilleri Mustafa Cemiloğlu ile Rıfat Çubarov, Türkiye’den Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş, TBMM Başkanvekili Prof. Dr. Naci Bostancı, YTB Başkanı Doç. Dr. Kudret Bülbül, MHP Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Ruhsar Demirel, CHP Genel Başkan Yardımcısı Murat Özçelik protokol konuşması yaptı. İkinci Dünya Kırım Tatar Kongresinde Ukrayna Dışişleri Bakanı Pavel Klimkin kongrede yaptığı konuşmaya Ukrayna Devlet Başkanı Petro Proşenko’nun gönderdiği mektubu okuyarak başladı. Bu konuşmanın en önemli mesajı Proşenko’nun Ukrayna’ya bağlı Kırım Tatar Özerk Cumhuriyeti kurulacağına dair ifadeleriydi. Kongrede Türkiye’yi temsilen Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş konuşma yaptı. Bu konuşmada Türkiye’nin Kırım’ın ilhakını tanımadığını ve tanımayacağını belirtti. Kongrenin protokolde son konuşmasını ise Mustafa Cemiloğlu yaptı. Cemiloğlu konuşmasında Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve sonrasında gelişen olayları anlattı. İslam Dünyasının Kırım meselesine ilgisiz kaldığından bahisle İslam Konferansı Örgütünün Kırım’a dair açıklamalarda ve müdahalelerde bulunmamasına değindi. Mustafa Cemiloğlu, Ukrayna yönetiminin Müslüman askerlerden oluşan bir tabur kurma kararı aldığını açıkladı. Ukrayna’nın Kırım sınırındaki Herson bölgesinde konuşlandırılacak taburda Tatarların kendi ordularına sahip olmasının önünün açıldığını belirtti. Ankara’da düzenlenen İkinci Dünya Kırım Tatar Kongresinde tüzük, kongre beyannamesi, yönetim organları belirlenmiştir. Kongrenin başkanlığına KTMM Başkanı Rıfat Çubarov seçilmiştir. Mustafa Cemiloğlu da kongrenin onursal başkanı ilan edilmiştir. Kongre sonucunda alınan belli başlı ana kararlar özetle şöyledir: 1. Tarihî ve yegâne vatan Kırım’ın ve milletimizin kaderini tayin hakkı yalnızca Kırım Tatar halkına aittir. 2. Tarih boyunca Kırım Tatarlarını yok etme kastıyla hareket eden zihniyetin vatanımız Kırım’daki işgalinin derhal sona erdirilmesi gereklidir. 3. Kırım Tatarlarının yok olma tehlikesi altında bulunan dilleriyle millî, manevî ve kültürel varlıklarının korunması ve gelecek nesillere aktarılması için mutlak kararlılık içinde hareket edilecektir. 4. Gereken şartların teminiyle dünyadaki bütün Kırım Tatarlarının yegâne ve tarihî vatanları Kırım’a dönerek yerleşmeleri için bütün tedbir ve imkânların seferber edilmesi sağlanmalıdır. 5. Kırım Tatar halkını yok etme kastıyla hareket edenlerin milletlerarası mahkemelerde yargılanarak cezalandırılmaları ve Kırım Tatar halkının zararlarının tazmin edilerek adaletin sağlanması için çalışılacaktır. EYLÜL 2015 83 6. Ukrayna’nın yeni anayasasında Kırım Tatarlarının Kırım’daki özyönetim, milli muhtariyet ve kendi kaderini tayin hakkını tanıyan maddelere yer verilmelidir. 7. Kırım Tatar diasporasının yürürlükte bulunan Ukrayna Diaspora Kimliği Kanunu’ndan faydalanabilmesi için kanunda yer alan şartlar Kırım Tatar diasporasının hak kazanabileceği şekilde yeniden düzenlenmelidir. Dünya Kırım Tatar Kongresi; 1- Dünya’nın neresinde yaşarsa yaşasın bütün Kırım Tatarlarını, Kırım’daki işgalin derhal sona erdirilmesi ve yegâne vatan Kırım’da kendi kaderini tayin hakkı için mücadele etmeye, 2- Bütün Kırım Tatar halkını, meşru millî temsil organları olan hür şartlar altında seçilmiş bulunan Kırım Tatar Millî Kurultayı’nı, Kırım Tatar Millî Meclisi’ni ve Dünya Kırım Tatar Kongresi’ni desteklemeye, bu organların ilke ve kararları doğrultusunda hareket ve faaliyet yürütmeye, 3- Bu ilke ve prensipleri kabul eden bütün Kırım Tatar sivil toplum kuruluşlarını, siyasî, sosyal kurumları, basın yayın organlarını Kırım Tatar millî mücadelesine destek vermek isteyen diğer kurum ve kuruluşları Dünya Kırım Tatar Kongresi çatısında bir araya gelmeye ve birleşmeye, 4- Milletimizi ortadan kaldırmak maksadında olan güçlerin yok olmasını öncelikle arzu ettikleri öz dilimiz olan Kırım Tatarca’yı ve millî benliğimizi canlı tutmak için her şeyi yapmaya, dil ve kültür için zarurî 84 EYLÜL 2015 olan bütün çağdaş müesseseleri teşkil etmeye, tedbirleri almaya, mutlaka öz dilde konuşmaya, 5- Bütün Kırım Tatar halkı olarak, her fırsatta vatan Kırım’a dönerek yaşamaya, 6- İşgal altındaki vatan Kırım’da yaşayan Tatarların güvenlikleri, selâmetleri ve hürriyetleri için bütün imkânları seferber etmeye, davet eder. Sonuç ve Değerlendirme Günümüzde 2014 sayımlarına göre Kırım’ın nüfusu 1.967.000’dir. Bu nüfus içerisinde Tatarların sayısı 350.000 civarındadır. 1784 yılında Kırım’da Tatarların tüm nüfusu oluşturdukları düşünüldüğünde bu tarihten itibaren başlayan göç ve 1944 yılındaki sürgün, Kırım’da Tatarların nüfus çoğunluğunu kaybetmelerine neden olmuştur. Bu kongre Tatarların Kırım’da azınlık durumuna düşmesine neden olan sebepleri tartışmak için de bir araç olmuştur. Bu kongrenin en büyük özelliği Kırım Tatarlarının büyük bir kısmını tek çatı altında birleştirerek yeni bir mücadele gücü oluşturmasıdır. Kırım diasporasının büyük çoğunluğunun yer aldığı bu kongrede Rusya’nın Kırım’da işgalci olduğuna ve Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne vurgu yapılmıştır. Bu kongrenin en ilgi çeken ifadesi ise Ukrayna’nın Kırım’da özerk bir Tatar devletinin kurulmasına dair çalışmalar yapacağıdır. Bu plana göre Ukrayna lideri Proşenko’nun kendi elinde olmayan bir toprak parçasını Tatarlara vaat etmesi bir açmazı da ortaya koymaktadır. Kırım, Ukrayna hâkimiyetinde olmadı- ğı sürece böyle bir vaat ancak Tatarları kendi tarafında tutma gayreti olarak değerlendirilebilir. Mustafa Cemiloğlu’nun Kırım sınırındaki Herson’da Tatar Taburu kurulacağına dair sözleri de kongrenin en çok konuşulan konularından olmuştur. Ukrayna’nın Kırım sınırındaki Herson’da kurulacak Tatar Taburunun zamanla Tatar ordusuna dönüştürülmesi beklenmektedir. Kongrede yapılan tüm konuşmalarda Rusya ve Kırım yönetimi ile yapılan diyalogların bir sonuç vermediği üzerinde durulmuştur. Çözümsüzlük Kırım Tatarlarıyla birlikte hem Türkiye’yi hem de Rusya’yı zor durumda bırakacaktır. Çünkü iki ülkenin de kamuoyunun bu sorundan etkilenme olasılığı vardır. Kaldı ki kongrenin Rusya’daki gazete ve televizyonlarda ilanından sonra Türkiye’de tatil yapılmamasına yönelik çağrılar yapılmıştır. Aynı şekilde Kırım Tatarlarına yönelik insan hakları ihlallerinin Türkiye’deki gazetelerde haber yapılmasıyla Rusya ile yapılacak Türk Akımı, nükleer enerji vd. projelere dair Türkiye kamuoyunda tartışmalar yaşanmaktadır. Kırım, Osmanlı-Rusya İmparatorluğu arasında imzalanan 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile bağımsız olmuştur. Fakat Rusya Çariçesi II. Ekaterina’nın 19 Nisan 1783 yılında verdiği emir uyarınca Kırım Yarımadası Rusya tarafından ilhak edilmiştir. Küçük Kaynarca Antlaşmanın en önemli maddelerinden biri Yarımada’nın bağımsızlık ilan edemeyeceği ve üçüncü tarafa teslim edilemeyeceğiydi. Bu antlaşmaya aykırı bir adım atılması halinde Kırım’ın otomatik olarak Türklerin himayesine geri dönmesi gerekiyordu. Fakat Türk kamuoyunda bu antlaşma hiç gündeme getirilmemiştir. Türkiye hem 1991’de hem de 2014’te Kırım’a anlaşmalardan kaynaklanan müdahale hakkını kullanmamıştır. Türkiye, Kırım konusunda tavrını açıkça beyan etmiştir. Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasını kabul etmeyeceğini ve Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü desteklediğini her platformda ilan etmiştir. Türkiye Cumhurbaşkanı ve Başbakanı kongreye gönderdikleri mesajda Kırım Tatarlarına desteklerini bildirerek Kırım’ın Rusya’ya ilhakını tanımadıklarını ve Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne destek verdiklerini ilan etmişlerdir. Kongre sırasında hem Başbakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu hem de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Kırım heyetini ayrı ayrı kabul etmişlerdir. Türkiye, Kırım Tatarlarının durumu hakkında birçok defa Rusya hükümetine başvurarak açıklama istemiştir. Hatta Kırım’ın Rusya’ya katılmasından sonra Tatarlarının durumunun araştırılması için Prof. Dr. Zafer Üskül rehberliğindeki bir heyeti 27-30 Nisan 2015 tarihinde Kırım’a göndererek bir rapor hazırlatmıştır. Türk heyetinin ziyaret sonrası hazırladığı “Rusya Federasyonu’nun Kırım’ı İlhakı Sonrasında Kırım Tatarlarının Durumu” başlıklı raporda, 27 Şubat 2014 tarihinde Kırım’ın işgali, 16 Mart 2014’te yapılan referandum ve 18 Mart 2014 tarihinde Rusya Federasyonu’nun ilhakı sonrasında gündeme gelen Kırım Tatarlarına yönelik insan hakları ihlalleri iddialarıyla ilgili olarak tespitler yapılmıştır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türk heyetinin hazırladığı raporu 13 Haziran 2015’te Azerbaycan ziyareti sırasında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e vermiştir. Rusya’nın Türkiye’nin Kırım hassasiyetlerini anlaması kendi çıkarına olacaktır. Çünkü Rusya’nın Kırım’da askeri gücünü artırması ve saldırgan bir tutum izlemesi Türkiye’nin de Rusya’ya karşı askeri önlemler almasına veya NATO ile askeri işbirliğini artırmasına neden olacaktır. Rusya’nın Kırım’da Tatarların haklarını güvence altına alarak uygulamada da bir rahatlama sağlaması iki ülkenin Karadeniz politikasına yön verecektir. Kırım’da var olduğu bilinen sorun zamanla Tatar-Rus mücadelesinden Türk-Rus krizine dönüşebilir. Türkiye, Kırım krizini Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün korunması, Kırım meselesinin diyalog yoluyla çözülmesi, Kırım bağımsızlık referandumu ve onun sonuçlarının tanınmaması, Kırım Tatarları’nın güvenliğinin sağlanması ve haklarının korunması ölçüsünde değerlendirmektedir. Fakat bu değerlendirme kamuoyu baskısıyla Rusya açısından istenilmeyecek bir seviyeye de gelebilir. Türkiye, Kırım’daki olayların Rusya ile ilişkilerini olumsuz şekilde etkilemesini istememektedir. Türkiye iki ülke arasındaki ekonomik ilişkileri bu tür sorunlardan ayrı değerlendirmektedir. Reel politik anlamda düşünüldüğünde Türkiye bir taraftan ekonomik anlamda işbirliği halinde bulunduğu Rusya ile diğer taraftan da tarihi bağları olan Kırım Tatarlarıyla ilişkilerini sıcak tutmak durumundadır. * Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesidir. EYLÜL 2015 85 DIŞ POLİTİKA ˜ EKSENiNDE YENi ORTA DOGU KÖRFEZ-ABD İLİŞKİLERİ Nesibe Hicret BATTALOĞLU* Araştırma Görevlisi Cihat BATTALOĞLU* Araştırma Görevlisi T arihsel olarak bakıldığında, Amerika Birleşik Devletleri (ABD)-Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) (Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn, Kuveyt, Oman ve Birleşik Arap Emirlikleri) ilişkileri İngiltere’nin 1968’de bölgeden çekilme kararı almasıyla birlikte dünya kamuoyunda önem kazanmaya başlamıştır. Bu tarihten önce ise, Amerikan petrol şirketlerinin bölgeye girmesi ve sonrasında Soğuk Savaş yıllarının getirdiği güvenlik endişeleri nedeniyle ilişkiler hızla gelişmiş ve yoğunlaşmıştır. Bu bağlamda ilk kez Amerika’nın bölgeye yönelik politikaları 1957 yılında Eisenhower Doktrini ile şekillenmiştir. Bilindiği üzere doktrin, kendini tehdit altında hisseden Orta Doğu ülkelerine talep ettikleri takdirde Amerika’nın askeri ve ekonomik yardımda bulunmasını öngörüyordu. 86 EYLÜL 2015 Soğuk Savaş yıllarında Körfez bölgesi, ideolojik olarak anti-komünizmin önemli bir kalesiyken aynı zamanda Amerika için hayati bir enerji kaynağı olmuştur ve bu iki faktör ilişkilerin hızla gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Ancak, Irak’ın Kuveyt’i işgali ilişkilerde bir dönüm noktası teşkil eder. Bu tarihten itibaren, bölgedeki Amerika’nın askeri varlığı ciddi derecede artmış ve Amerika Körfez’de hegemonik bir güç haline gelmiştir.1 Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgali sonrası, 1990 yılında Birleşmiş Milletler bünyesinde oluşturulan uluslararası koalisyon güçlerinin başını Amerika Birleşik Devletleri çekmiştir. Kuveyt’in bağımsızlığını kazanmasından sonraki süreç, dönemin Amerikan Başkanı George Bush tarafından “yeni dünya düzeni” olarak tanımlanırken, 20. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, Amerika’nın Körfez bölgesinde etkisini ve gücünü önemli ölçüde arttırdığı görülür. Bu bağlamda savaşın hemen sonrasında, 1991 yılında, ABD Bahreyn’deki 5. Filo’nun güvenlik seviyesini arttırarak bu ülkeyle 10 yıllık bir güvenlik anlaşması imzaladı. Benzer bir şekilde Amerikan hava güçleri Katar’da Al Udeid, Birleşik Arap Emirlikleri’nde Al Dhafra ve Kuveyt’te Ali al Salem hava üslerine konuşlandı. Ayrıca aynı dönemde Suudi Arabistan’ın, ABD ile resmi bir anlaşma imzalamazken, hava üslerini Amerikan güçlerinin kullanımına açtığını da not etmek gerekir. Özetle Körfez Savaşı’ndan sonraki dönemde, Körfez Monarşileri bir nevi Amerikan güvenlik koruması altına girmiştir. Ayrıca bölgedeki mevcut sınırları ve statükoyu korumak adına gereken tüm askeri güç ABD tarafından sağlanmıştır. 2000’li yılların başında Irak’taki gelişmeler nedeniyle ABD’nin Körfez bölgesine yönelik dış politikası daha doğrudan hale gelmektedir. Bu bilgi ışığında, 2003 yılında Amerikan askerleri Saddam Hüseyin rejimini devirmek için Irak’a müdahale etmiştir. Ancak sonradan da görüldüğü gibi ABD’nin bu müdahalesi bölgedeki Irak, İran ve Suudi Arabistan arasındaki geleneksel kuvvetler dengesini yok etmiş ve Amerika’nın bölgedeki fiili varlığıyla yeni dört aktörlü bir yapı ortaya çıkmıştır.2 Irak işgali ABD’nin bölgede hegemon güç olma çabasının önemli bir göstergesidir. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra, Bush Doktrini olarak da bilinen terörle mücadele kapsamında ABD’nin Orta Doğu’da müdahaleci bir savunma stratejisi geliştirdiği görülmektedir ve bu durum ABD-Körfez ilişkilerinde Amerikan tek taraflılığı olarak yansımaktadır. Ancak hedeflenenin aksine, Irak’ın işgali bölgede yeni güvenlik sorunları ortaya çıkarmıştır ve Irak’ta İran etkisinin artmasıyla da diğer Körfez ülkeleri kendi güvenlikleri ve bölgesel istikrar açısından endişe duymaya başlamışlardır. Bu endişeler Arap Baharı sonrası Başkanı Obama döneminde zirveye çıkmıştır.3 ABD-Körfez İlişkilerinde Yükselen Tansiyon Son yıllarda Arap Baharı’nın bölgede yarattığı istikrarsızlıktan endişelenen Suudi Arabistan’ın giderek artan bir şekilde ABD’den daha bağımsız ve iddialı bir dış politika izlediği söylenebilir. Bu bağlamda Suudi Arabistan ve Katar’ın izlediği bazı politikaların açıkça Amerika Birleşik Devletleri ile çeliştiği görülmektedir.4 Örnek verecek olursak, Amerika’nın itirazlarına rağmen, Suudi Arabistan, Yarımada Kalkan Kuvvet güçlerini Bahreyn’de çıkan ayaklanmaları bastırmak üzere göndermiştir. Dahası, Riyad ve Doha Suriye’deki muhaliflerin önde gelen destekleyicileri olmuşlardır ve Amerika’nın marjinalleştirmeye çalıştığı İslamcı gruplara para ve silah yardımında bulunmuşlardır. Yakın bir zamanda Suud Ailesi’ne yakınlığıyla bilinen bir uzman araştırmacı Yarımada Kalkan Kuvvet’inin yarısının Suudi güçlerden oluşan, 100 bin askerli bir orduya dönüştürülebileceğini açıklamıştır. Yine aynı güvenlik endişeleri nedeniyle, Birleşik Karalık’taki Suud Büyükelçisi ülkesinin gerekirse “tek başına hareket etmek için” hazırlandığını belirtmiştir.5 Yakın vadede her ne kadar bu tarz inisiyatifler ulaşılabilir olamasa da, en azından Suudi Arabistan’ın bölgedeki Amerikan politikalarından rahatsız olduğunun bir göstergesi olması açısından önem arz etmektedir. Giderek artan kendi kendine yeten bir ulusal güvenlik stratejisinin yanı sıra, Suudi Arabistan son yıllarda yükselen ve genellikle finansal gücün kullanımı ile yönetilen bir diplomasi yürütmektedir. Lübnan ve Suriye’deki Hizbullah gücünü kırmak için Lübnan Askeri Güçleri’ne 3 milyar dolar yardımda bulunması bunun somut örneklerindendir. Özetle, Arap Baharı sonrası ABD’nin bölgeye yönelik politikaları nedeniyle iki taraf arasındaki ilişkilerde EYLÜL 2015 87 tansiyon yükselmiştir. Yakın zamanda gündeme gelen Batı ve İran arasındaki nükleer anlaşma ile de bu ayrılık daha belirgin hale gelmiştir. Kuveytli Profesör Abdullah Al-Shayji’ye göre Körfez devletleri ve ABD’de arasındaki en önemli fikir ayrılıkları iki tarafın bölgesel istikrar konusunda farklı stratejiler benimsemelerinden kaynaklanmaktadır: “Washington İran’la nükleer meselenin çözümüyle yeni bir başlangıç yapmakta. Bir yandan Körfez liderleri İran’ın nükleer silah kapasitesinin engellenmesinden mutlu olurken, diğer yandan böyle bir anlaşmanın bedelinin ABD’nin İran’ın bölgesel hegemonya ihtiraslarını tanıması anlamına gelmesinden endişe duymaktadır.”6 rinin geleceği söz konusu olduğunda temel endişenin İran’ın bölgede yarattığı tehdit olduğu söylenebilir. Öncelikle 1980 devriminden beri ABD ve İran’ın aynı çizgiyi paylaşamayacak olan iki zıt kutup olduğunu not etmeliyiz. Verilen hararetli tepkilere rağmen, ABD’nin Orta Doğu’daki yeni ve karmaşık duruma karşı geliştirdiği kategorik veya nihai bir politikasının bulunmadığını iddia eden bazı gözlemciler, ABD’nin birden bire İran’ın müttefiki haline gelmediğini ve büyük bir ihtimalle Washington’ın, biraz esrarengiz bir biçimde de olsa Irak ve belki de Yemen ve Suriye’deki faaliyetlerini koordine ettiğini belirtmişlerdir.8 Ancak kısa bir zaman önce, Camp David’de düzenleYukarıda bahsedilen gelişSon yıllarda Arap nen ABD-Körfez Arap Ülmeler ABD’nin bölgeden keleri İşbirliği Konseyi (KİK) çekilmesinin ve Başkan Baharı’nın bölgede Zirvesi, ABD’nin bölge ile Obama’nın stratejik tahamyarattığı istikrarsızlıktan ilişkilerini gözden çıkarmamül doktrininin bir yansımadığını ortaya koymuştur. endişelenen Suudi sı olarak değerlendirebilir. Zirve, Körfez ülkelerinin Amerika’nın Orta Doğu’daArabistan’ın giderek endişelerini gidermek ve ki ve diğer bölgelerdeki artan bir şekilde ABD’den ABD’nin KİK üyesi ülkeler politikalarına daha yakınile olan stratejik ortaklığını dan bakıldığında, ABD’nin daha bağımsız ve devam ettirme konusungeri çekilme ve kendini sıiddialı bir dış politika daki kararlığının garantisini nırlama dönemine girdiği vermek amacıyla düzenlensöylenebilir. Bu dönemde izlediği söylenebilir. miştir. Ayrıca, zirvede ABD, Obama yönetimi Suriye ve Bu bağlamda Suudi İran’ın bölge için oluşturUkrayna’daki krizlere çekiArabistan ve Katar’ın duğu tehdidi görmezden nerek ve aheste bir şekilde gelecek şekilde İran’la olan tepki gösterirken, Moskova izlediği bazı politikaların ilişkilerini normalleştiremeve Tahran’ın cesaretle yakaçıkça Amerika Birleşik yeceğini ve bölgedeki gelaşması ve durumdan fayda leneksel müttefiklerine sırsağlaması dikkate değer Devletleri ile çeliştiği tını dönmeyeceğini açık bir gelişmelerdir. Bu durum görülmektedir. şekilde ifade etmiştir. Zirve Körfez’deki Amerikan mütsonrası yapılan ortak açıklatefiki monarşiler tarafından kaygı ile karşılanırken, bir yandan ABD’nin bölgeye mada, her iki tarafta ABD ve KİK arasındaki güçlü git gide daha az önem vermesi, daha az Körfez pet- ortaklık ve işbirliğinin daha da güçlendirileceğini ve rolüne ihtiyaç duyması ve İran’la nükleer anlaşma derinleştirileceğini ifade etmişlerdir.9 Açıklamalarda çerçevesinde yaklaşması, diğer yandan ise DAEŞ ayrıca her iki tarafın fiili uygulamaları ile ilgili bazı ile Irak ve Suriye’de mücadele etmesi bölgedeki önemli bakış açıları da yer almıştır. Cordesman, bir Amerikan politikalarının tutarsızlığı olarak yorumlan- antlaşmadan daha ziyade bir sözleşme gibi değerlendirilebilecek olan Zirve’nin ortak açıklamasının, maktadır.7 aynı zamanda, İran ile BM Güvenlik Konseyi daimi Körfez-ABD İlişkilerinin Geleceği üyeleri ve Almanya (P5+1) arasında imzalanan nihai Ancak tüm bu gelişmelere bakıldığında ABD İran anlaşma için de belirsiz bir uzlaşı sunduğunu iddia yakınlaşması bağlamında Amerika-Körfez ilişkile- etmektedir. Cordesman ayrıca, ABD’nin KİK Üye 88 EYLÜL 2015 Ülkelerinin neredeyse NATO 5. madde kapsamında değerlendireceğini söylemeye çok yaklaştığını ifade etti.10 Ortak açıklamada ayrıca Körfez ülkelerinin toprak bütünlüğünün korunmasının önemi de vurgulandı. Bu açıklama İran’a bir gönderme olsa da, ne İran ne de bölgedeki üçüncü tarafların saldırgan eylemleri -böyle bir ihtimal olmasada- için açık bir karşılık önermemektedir. İran ve Nükleer anlaşma konusunda ise ABD bir dizi vaatlerde bulundu ancak, bölgedeki birçok gözlemci bu durumu garantisi olmayan vaatler olarak tanımlamaktadır. Ayrıca Cordesman, antlaşmanın İran’ın teknoloji üssü ve nükleer yakıt çevirimi tesislerine dokunmaması halinde KİK ülkelerinin de nükleer gücünü elde etmeleri gerektiğine yönelik endişelerin Camp David Zirvesi’nin ortak açıklamasında göz ardı edildiğini öne sürmektedir. Bu nedenle, ABD’nin Körfez Ülkeleri ile yazılı bir antlaşma yapmamasına rağmen, bölgedeki müttefiklerinin çıkarlarını koruyacağına dair kararlılığını gösterdiği iddia edilebilir. Sonuç olarak, görülen o ki Bush döneminin aksine, Körfez ülkelerinin maruz kaldıkları her herhangi bir tehdide karşı ABD’nin bölgeye askeri müdahalesi artık söz konusu değildir. Ancak, özellikle son yıllarda artan devlet dışı aktörlerin bölgesel etkileri ve terör faaliyetleri düşünüldüğünde, Amerika’nın bölgeden tamamen çekildiğini iddia etmek de yanlış olur. Bu bağlamda, özellikle Camp David de düzenlenen ABD-Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (KİK) Zirvesi sonuç bildirgesi gösteriyor ki; ABD Körfez veya Orta Doğu politikalarını sonlandırmak ya da bu bölgeden tamamıyla bir çekilmenin aksine bölge ilişkilerinin düzenlenmesi ve özellikle KİK üyesi ülkelerle yeni bir dış politika oluşturulmasına öncelik vermektedir. Son dönemde İran ve Türkiye gibi bölgesel güçlerin etkinliğinin artması ve özellikle İran ile yürütülen müzakerelerin olumlu sonuçlanmasının ardından bölgesel dengelerin değişmesi ve ABD-KİK ilişkilerinde dönüşüm yaşanması kaçınılmaz görünmektedir. 4 5 6 7 8 Dipnotlar 1 2 3 Fürtig, Henner. “Conflict and Cooperation in the Persian Gulf: The Interregional Order and US Policy.” The Middle East Journal (2007): 627-640. Ibid. Pollack, Kenneth M. “Securing the Persian Gulf: Washington Must Manage Both External Aggression and Internal Instability.” Brookings. 2003. http:// 9 10 * www.brookings.edu/research/articles/2003/09/fallglobalenvironment-pollack. Nonneman, Gerd. “Determinants and patterns of Saudi foreign policy: ‘omnibalancing’ and ‘relativeautonomy’in multiple environments.” (2005): 315-351. Mohammed Bin Nawaf Bin Abdulaziz al Saud, “Saudi Arabia Will Go It Alone,” New York Times, December 17, 2013. Al Shayji, Abdullah K. “The GCC-US Relationship: A GCC Perspective.” Middle East Policy 21, no. 3 (2014): 60-70. Al-Shayji, Abdullah. “America’s ME Approach: Confused, Adrift, Incoherent.” Gulf News. November 2, 2014. http://gulfnews.com/opinion/thinkers/america-s-meapproach-confused-adrift-incoherent-1.1407247 Bishera, Marwan. “US and the Middle East: Conspiracy and Collusion.” Al Jazeera English. May 13, 2015. http://www.aljazeera.com/indepth/opinion/2015/05/ middle-east-conspiracy-collusion-150513110558970. html. Cordesman, Anthony H. “More than Keeping Up the Facade: The U.S.-GCC Summit at Camp David.” Center for Strategic and International Studies. May 15, 2015. Ibid. Katar Üniversitesi Körfez Çalışmaları Bölümü araştırma görevlileridir. EYLÜL 2015 89 DIŞ POLİTİKA ASKER-YARGI-SİYASET ÜÇGENİNDE PAKİSTAN DEMOKRATİKLEŞ(EME)MESİ Hayati ÜNLÜ SDE Asistanı 2013 Mayıs Genel ve Yerel Seçimleri Pakistan demokratikleşmesi adına kritik bir tarih olarak kayıtlara geçmişti. Seçimle iş başına gelmiş sivil bir hükümetle eski askeri vesayet günlerine son verilecek ve sivil bir yönetimle iktidar restore edilecekti. Seçim sonuçlarına göre de Pakistan Müslüman Ligi liderliğindeki muhafazakâr cephe seçimlerden galip çıkmış ve yeni Başbakanlık görevine başlamış olan Navaz Şerif, Hindistan’da bile bölgesel dönüşüm adına büyük bir sevinçle karşılanmıştı. 90 EYLÜL 2015 Ancak sadece Pakistan’ın değil, Güney Asya bölgesinin içerisinden geçmiş olduğu kritik konjonktür Pakistan’ın geleceğiyle ilgili tartışmalarda herkesi hayal kırıklığına uğrattı. Nitekim Pakistan’ın 11 Eylül’ü denilen Pakistan Taliban’ının 16 Aralık 2014 tarihinde gerçekleştirmiş olduğu Peşaver Katliamı, ülkeyi tam bir travma içerisine sokmuş ve bu travmatik etkileniş ülkedeki sosyo-politik birçok kurumu geleneksel reflekslere geri döndürmüştü. Ülkede sivil, politik ve de bürokratik ne kadar unsur varsa, hepsi de birden bir uzlaşma içerisine girmiş ve terörizm bitirilene kadar onunla mücadeleye devam edilmesi kararı almıştı. Bunun sonucunda ise askerin geri dönüşü, askeri yargının daha fazla aktifleşmesi ve siyasetin de politikalarını bu çerçevede ele almasını gerektiren konjonktür ortaya çıkmış oldu. Peşaver Saldırıları ve Askerin Geri Dönüşü çe ettik ekân m a v m de emli ney elişi n s ö k ü n ü y e da G ’nun eken Doğu mesi ger eliyor. Bu istan’ın l k k l edi ine g i olan Pa l o r a t h olara n ı a r j i y ko a s b t en yA van Güne lkelerind de deza . ü m or Asya antajı he ıza çıkıy av ım karş hem Pakistan Talibanı’nın 132 çocuk ve birçok öğretmeni katletmesi sonrası, terörizme karşı mücadele kapsamında Kuzey Veziristan’da operasyona başlandı. Bu Zarb-e Azb Operasyonu olarak kayıtlara geçen ve tamamen Ordu’nun tek taraflı karar alarak başlattığı bir operasyondu. Operasyona karşı sivil hükümetin yanında diğer siyasal partiler de seçeneksiz bırakıldılar ve bir anda kendilerini operasyonu destekler durumda buldular. Asker ve siyaset kurumlarının ortaklaşa hazırlayıp faaliyete geçirdikleri 20 maddelik Ulusal Eylem Planı da tamamen asker sürümlüydü ve her bir adımı askere daha fazla kapasite kazandırıyordu. Ulusal Terörle Mücadele Kurumu’nun daha fazla güçlendirilmesine ve Federal Terörizmle Mücadele Ünitelerinin her ilde aktifleştirilmesine karar verildi. Ancak belki de Pakistan sisteminde en fazla rahatsızlığa neden olan adım, Cezai Yargı Sistemi’nde yapılan reformizasyon oldu. Kısaca terör konusunda şüpheli görülen herkesi yargılama yetkisine sahip olan Askeri Mahkemeler, sadece Yargı’nın alanına müdahale etmiyor aynı zamanda askerin elini daha fazla güçlendiriyordu. Peşaver Katliamı sonrası terörizme karşı Karaçi’de de alınan sıkı önlemler zinciri kısaca Ulusal Eylem Planı’nın bir parçasıydı. Bu durum aynı zamanda Pakistan istihbaratının (ISI) ülke içi ve dışında oldukça güçlenmesi sonucunu doğurdu. Özellikle Karaçi’de 11 Mart’ta seküler Ulusal Birlik Hareketi mensuplarının tutuklanması, Pakistan’da politik realitenin tamamen değiştiği şeklinde yorumlandı.1 Artık ülkede askerin geri dönüşü gerçekleşmişti ve daha önceki Pakistan Halk Partisi örneğinde olduğu gibi askere sert bir dille çıkan sivil yönetim de görülemiyordu. Navaz Şerif ise tüm bu gelişmelerin akabinde orta yollu bir yaklaşım benimsemişti. Onun bu tavrı bazı yerlerde ülkede yeni yönetimin asker-siyaset karışımı bir yapıya büründüğü iddiaları ortaya çıkarmışken, İmran Han gibi muhalif kişiler ise Şerif’in kendi koltuğunu garantilemeye çalıştığı şeklinde yorumlamışlardı. Sonuçta terörizm, ülke güvenliğine yöneltilen tehditlere karşı mücadele aracı olduğu kadar, Pakistan’da askeri elitlerin meşruluğunu sağlayan bir araç olarakta ortaya çıkmıştı. Sivil Yargının Pasifleşmesi Pakistan siyasetinde bugüne kadar askeri vesayetin önünde bir engel olarak onu yavaşlatan tek unsur yargı kurumuydu. Yargı, askerin siyasete yönelik müdahale kapasitesini arttırdığı birçok dönemde çeşitli yasal hamlelerle ülkenin tamamen bir askeri diktatörlük haline gelmesini önleyebilecek tek güçtü. Ancak özellikle Pervez Müşerref döneminde yargıya yapılan zımni darbe ve yargının restorasyonuyla birlikte, bu kurum da zayıflatılarak Pakistan siyasetinde önemli bir dönüm noktasıyla karşı karşıya kalınmıştı. Bu noktada tartışma konusu, yakın zamanda böylesine kurumsal bir yıpratılma sürecine maruz kalan yargının, Peşaver Katliamı sonrası süreçte sazı eline alan askerin bu genişleyen etki kurma gücünü durdurup durduramayacağıydı. Bu doğrultuda 2013 Seçimleri sonrası bir demokratikleşme havası yükselen Pakistan’da yargının ilk başlarda tartışılan bu dönüşümün arkasında durmaya çalıştığı söylenebilse de, olağanüstü güvenlik tartışmaları içerisine çekilen ülkede askerin kurgulamış olduğu senaryoya karşı fazla dayanamayıp gittikçe arzulanan pozisyonun içerisine çekildiği söylenebilir. Nitekim Askeri Mahkemelerin kurulduğu ilk günlerde Yargı içerisinden büyük tepkiler yükselmesine rağmen, geçtiğimiz günlerde Anayasa Mahkemesi tarafından kurulan Askeri Mahkeme- EYLÜL 2015 91 aynı şekilde bir taraftan bölgede ticari ilişkileri önceleyen bölgesel bir barış jargonunun yanında, diğer taraftan kurumsallaşmış güvenlik korkularını aşamayarak eski dış politik paradigmasına devam ettiği oldukça aşikâr. Bu doğrultuda bölgede ABD, Rusya ve Çin’in bölgesel hedefleriyle alakalı olarak Pakistan’ın hem bu küresel aktörlerin taleplerine cevap vermeye hem de kendi ulusal ihtiyaç ve vizyonları peşinde koşmayı da ihmal etmemeye çalıştığı iddia edilebilir. lerin varlığına yönelik gönderilen itiraz dilekçelerinin reddedildiğinin açıklanmasıyla2 mevcut askeri vesayetin konsolide olduğu tüm sosyal kesimler tarafından kabul edilmiş oldu. Üstelik karar mahkemede üyelerin büyük çoğunluğu tarafından desteklenmişti. Karar, eski yargı üyeleri tarafından büyük bir hayal kırıklığı olarak değerlendirilmişken; Navaz Şerif ise ilginç bir şekilde kararı teröre karşı savaş çerçevesinde değerlendirmiş ve ulusun başarısı olarak takdim etmiştir.3 Dönüşemeyen Dış Politika Pakistan’da iç politik durum genel manada bu şekilde sivil-askeri karma bir iktidar modeli etrafında şekilleniyorken, doğal olarak güvenlik ve dış politikada da ana kararlar asker tarafından alınıyor denilebilir. Aslında 2013 seçimleri sonrasında Başbakanlık koltuğuna geçen Navaz Şerif dış politika da dâhil takip edeceği tüm siyaseti kendisini iktidara taşıyan yükselen orta sınıfların çıkar ve hassasiyetlerine göre belirleyeceklerini iddia etmişti. Maalesef ki Pakistan’ın sahip olduğu coğrafya ve genetikleşmiş kurumsal refleksleri böyle bir uygulamaya izin vermedi. Şerif’in yönetime geçtiği ilk andan bu yana kalkınma odaklı söylemleri devam etse de, pratikte bu söylemlerin güvenlik öncelikli politikalara dönüştüğü rahatlıkla söylenebilir. Yani bu yılın başında küresel aktörlerin de etkisiyle Güney Asya bölgesinde etkili olmaya başlayan ekonomik liberalizm söylemleri, bölgenin tarihinden ilham alan çatışmacı geleneğe teslim olmuş durumda. Pakistan’ın da 92 EYLÜL 2015 Pakistan dış politikasına bu doğrultuda baktığımızda gündeminde her şeyden önce Çin’in “One Road One Belt” isimli projesinin Pakistan yansıması olan ve bölgesel gidişatı da yakından ilgilendiren “PakistanÇin Ekonomik Koridoru” projesinin olduğu inkâr edilemez. Başta Pakistan’ın Pencap eyaleti olmak üzere ülkeye neredeyse 50 milyar dolar yatırıma karşılık gelecek projenin, sadece Pakistan iktidar elitlerini konuyla ilgili mobilize etmekle kalmadığı aynı zamanda tüm Asya jeopolitiği için tektonik bir dönüşüme karşılık geleceğine dair tartışmaları başlattığı ifade edilmelidir.4 Çin’in küresel ilerleyişi adına hayati önemde olan projenin dolaylı olarak Pakistan’ın geleceği ve güvenlik algılamalarına son derece etki ettiği bugün politik arenada rahatlıkla gözlemlenebilir. Nitekim geçtiğimiz hafta Pencap İçişleri Bakanı’nın öldürülmesi,5 ülkede hem Pakistan’a hem de bu projeye karşı verilen politik bir mesaj olarak okundu. Dolayısıyla Pakistan için bu proje hem ekonomik kalkınma adına bir kaldıraç, hem jeopolitik yükselişin ilk adımı, hem de projeye dâhil olacak tüm aktörler için barışçıl bir bölge yaratmanın ön koşulu olarak değerlendirilmekte. Ancak projeden rahatsız olan başta Hindistan gibi aktörlere karşı da her türlü mücadelenin devam etmesi gerektiğinin de vurgulandığı not edilmelidir. Sonuçta Pakistan-Çin Ekonomik Koridoru’nun şuan ülkenin en önemli motivasyon ve momentum kaynağı olduğu tartışma götürmez bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Dış politikanın gündeminde olan bir başka konu da Şerif’in yeni bir dış politika vizyonuyla çıkmış olduğu yolda komşularıyla iyi ilişkiler kurma hedefiyle alakalıdır. Pakistan’ın başta Hindistan ve Afganistan olmak üzere tarihsel olarak iyi ilişkiler mazisi olmayan aktörlerle yakınlaşma arzusu, küresel güçlerin kendi lehlerine bölgedeki aktörleri yakınlaştırma politikalarıyla uyuşmuş ve bölgesel siyasette büyük bir karşılık bulmuştu. Bu doğrultuda Hindistan ve Afganistan ile karşılıklı diyalog platformları oluşturulmuş, hatta Afganistan’ın en büyük sorunu olan Taliban ile Kabil arasındaki müzakerelerin İslamabad’ta yapılması sağlanmıştır. Ancak bölgede Taliban, DAEŞ vb. kaynaklı terör ağları, karşılıklı sınır çatışmaları ve ateşkes ihlalleri her iki ülkeyle de ilişkilerin istenilen düzeye çıkarılmasının daima önüne geçti. Geçtiğimiz hafta Afganistan Cumhurbaşkanı Gani’nin Pakistan istihbaratı ve güvenlik elitlerini ülkesindeki terörün kaynağı olarak suçlamasında6 olduğu gibi dış politikada devam eden konvansiyonel metodlar Pakistan’ın barış yanlısı söyleminin inandırıcılığını oldukça yıprattı. Şuan Pakistan’ın Güney Asya Bölgesel İşbirliği Örgütü bünyesindeki çabaları bile bölge ülkeleriyle işbirliğine özellikle Hindistan’ı dışarda bırakacak şekilde devam etmek olduğu yönünde oldukça fazla eleştirilmektedir. Bunun da Pakistan’a kazandırdığından fazla kaybettirdiği söylenebilir. Son olarak Pakistan dış politikasındaki önemli bir gündem haline gelebilecek bir mesele olarak DAEŞ ile mücadele ihtimali sayılabilir. Ülkedeki Pakistan Talibanı gibi terör ağlarıyla yeterince meşgul olan Pakistan, birkaç aydır DAEŞ’in ülkede faaliyete geçebileceği, bulunan DAEŞ hücreleriyle ve bazı terör gruplarının DAEŞ’e biat edip ona katılabileceği haberleriyle yeni bir mücadele alanına girilip girilmeyeceği noktasında büyük bir soru işaretiyle karşı karşıya kalmış durumdaydı. DAEŞ’in ülkede etkin olma ihtimaline karşı yasal düzenlemeler yapma yoluna giden Pakistan, yine de konuyla ilgili oldukça tedirgin bir pozisyonda kendisini konumlandırmıştı. Özellikle Türkiye’nin DAEŞ’le mücadele edeceğini ilan etmesinin ardından ise konuyla ilgili duruşunun değişebileceği sinyallerini verdi. Öyle ki Türkiye’nin böyle bir terör örgütüne müdahale etmemesinin ardında bir sebebin yattığına inanılan ülkede, Türkiye’nin başlattığı operasyonlar sonrasında ise yapılacak dış politik ziyaretlerde DAEŞ’le mücadele üzerinden belli başlı işbirliği alanları sağlanabileceği tartışılmaya başlandı. Sonuç Yerine Peki, bugün Pakistan dış politika gündemi bu kadar sınırlı bir alana mı sahip? Elbette değil, ancak ülkenin karşı karşıya olduğu ekonomik ve politik güvenlik tehditleri ülkenin hareket alanını oldukça daraltıyor. Bugün ülkenin en önemli gündemi terör hadiselerinin yanında, işsizlik ve özellikle de enerji güvenliği mevzusudur diyebiliriz. Başta enerji ihtiyacı için Şerif’in birçok Orta Doğu ve Orta Asya ülkesine yaptığı ziyaretlerin altı muhakkak çizilmeliyken, nükleer uzlaşma sonrası İran’ın küresel sisteme entegre olma ihtimalinden ekonomik açıdan en fazla mutlu olan ülkelerden biri de şüphesiz Pakistan’dır. Daha şimdiden İran ile ekonomik işbirliği olanaklarının geliştirilmesi amacıyla sık sık bir araya gelen Pakistan, hem potansiyellerini gerçekleştirme adına daha fazla güç kazanıyor hem de kendisini sınırlayacak, kurduğu ilişkilerden rahatsız olan başka aktörleri rahatsız ediyor. Belki de Pakistan’ın son dönem dış politikasındaki en büyük talihsizliği de bu. Çin ile ilişkileri geliştirse ABD rahatsız oluyor; İran ile ilişkileri geliştirse Körfez rahatsız oluyor. Aslında bu durum Güney Asya siyasetinin neden bu kadar yükselişe geçtiğini de kanıtlar nitelikte. Doğu’nun yükselişi devam ettikçe kontrol edilmesi gereken en önemli mekân Güney Asya haline geliyor. Bu da Güney Asya ülkelerinden biri olan Pakistan’ın hem avantajı hem de dezavantajı olarak karşımıza çıkıyor. Dipnotlar 1 2 3 4 5 6 Rana Banerji, “What’s Happening In Pakistan Today?”, Delhi Policy Group, July 2015, pp. 2. “Military Courts Get Supreme Court Nod”, Dawn.com, 05.08.2015, http://www.dawn.com/news/1198533/ military-courts-get-supreme-court-nod. “SC’s Verdict On Military Courts Will Help Fight Against Terrorism, PM Tells NA”, The Express Tribune, 05.08.2015, http://tribune.com.pk/story/932615/ scs-verdict-over-military-courts-will-help-fight-againstterrorism-pm/. Akhilesh Pillalamarri, “The China-Pakistan Economic Corridor Is Easier Than Done”, The Diplomat, 24.04.2015, http://thediplomat.com/2015/04/thechina-pakistan-economic-corridor-is-easier-said-thandone/. “Penjap Home Minister Shuja Khanzada KilledIn Attack Suicide Bombing”, Pakistan Today, 16.08.2015, http:// www.pakistantoday.com.pk/2015/08/16/national/ suicide-bomber-targets-punjab-home-minister-shujakhanzada-3-dead-minister-critically-injured/. “Suicide Training Camps Still Functional In Pakistan: Ghani”, Pajhwok Afghan News, 10.08.2015, http:// www.pajhwok.com/en/2015/08/10/suicide-trainingcamps-still-functional-pakistan-ghani. EYLÜL 2015 93 Türkye Ekonoms: Küresel İstkrarsızlık ve Syasal Belrszlk Kıskacında Prof. Dr. Muhsn Kar Türk Ekonomsnn Drenç Unsurları Doç. Dr. Selm Kayhan Dolar/TL Krze M İşaret Edyor? Yuan Rezerv Para Olacak Mı? Dr. M. Levent Yılmaz EKONOMİ TÜRKİYE EKONOMİSİ: KÜRESEL İSTİKRARSIZLIK VE SİYASAL BELİRSİZLİK KISKACINDA Prof. Dr. Muhsin KAR SDE Ekonomi Programı Koordinatörü S ürekli yakına bakan uzakta olan bitenlerden bihaber yaşarmış. Neticede kendi dışında yaşananlardan habersiz her şeyi kendi ekseninden değerlendirme yanılgısına düşermiş. Son dönem Türkiye ekonomisindeki gelişmelere baktığımızda da benzer bir duruma şahit olmaktayız. Özellikle döviz kurunun önderliğinde yaşanan ekonomik dalgalanmaları buna örnek olarak verebiliriz. Temel olarak döviz kuru bir ulusal paranın yabancı para cinsinden fiyatını yansıttığından dolayı, kur hareketlerinin nedenlerini ülke içi ve dışı olarak iki gruba ayırmak mümkündür. Ülke dışı faktörlerden ilki, FED’in faiz arttırma kararında sona yaklaşılması, ikincisi Çin’in geçen hafta içerisinde üç gün üst üste 96 EYLÜL 2015 yuan’ın değerini düşürmesi ve üçüncü olarak da jeopolitik riskleri (Rusya/Ukrayna sorunu ve Suriye’de yaşan iç savaşın yansımaları) sıralamak mümkündür. İç faktörler ise, 7 Haziran seçimleri sonrası ortaya çıkan siyasi belirsizlikler ve artan terör eylemlerinin yarattığı güvenlik problemidir. FED’in Yılan Hikâyesi Uluslararası sermaye hareketlerinin yönünü belirleyen temel faktörlerden biri uluslararası faiz farklılıklarıdır. Bir ülkede sermayeye ödenen faiz yükseldiği takdirde, paranın yönü faizin yükseldiği ülkeye doğru dönmektedir. Amerika, ekonomideki iyileşmeye paralel olarak gelir artışının yeni balonlar ve enflasyonist baskılar oluşturmaması için, 2009 sonrası FED Türkye’de geçmş krzlere bakıldığında k öneml faktörün ön plana çıktığı görülmektedr. Brncs, bütçe açıkları, yan mal dsplnn korunmamasıdır. İkncs se, bankacılık sektörüdür. 2001 krz sonrası alınan önlemlerle bu kronk krz kanalları sorun olmaktan çıkarılmıştır. tarafından piyasaya sürülen dolar likiditesini kontrollü bir şekilde azaltmak istiyor ve bu yüzden faiz artışının eninde sonunda yapılması gerektiğini düşünüyor. Neredeyse iki yıldır yılan hikâyesine dönen FED’in faiz arttırma kararında son aşamaya gelinmiş olması piyasalar üzerinde baskı oluşturmaktadır. Dolayısıyla ABD’de faiz oranlarının artma ihtimali gelişen piyasalarda da benzer baskının oluşmasına ve tüm gözlerin FED’in kararlarına çevrilmesine neden olmaktadır. Bu baskı son bir yıl içerisinde daha da belirginleşti ve FED faiz artışı yapmamış olmasına rağmen gelişen ülke ekonomilerinden 1 trilyon dolar civarında sermaye çıkışının yaşanmasına yol açtı. FED’in faiz kararının yaklaştığına yönelik beklentilerin arttığı bir dönemde, Çin Merkez Bankasının yuan’ı devalüe etmesi, faiz artışına ilişkin tartışmalara yeni bir boyut eklemiştir. Amerikan ekonomisine ilişkin verilerdeki zayıflıklara ilişkin tereddütlere ek olarak Çin’in bu hamlesinin, FED’in faiz artırma ihtimalinin ertelenmesine yol açması kuvvetle muhtemeldir. Bunda özellikle Çin’in 11 Ağustos’ta başlayan devalüasyon dalgası etkili olmuştur. Bu devalüasyon küresel bir satış dalgasını tetikleyerek, hisse senedi piyasaların da 5 trilyon dolarlık bir çıkışın yaşanmasına neden olmuştur. Çin Salvosu Sabit kur sistemini uygulayan ekonomilerde resmi otoritelerin ulusal para birimlerinin değerini düşürmeleri “devalüasyon” olarak adlandırılır. 11 Ağustosta Çin Merkez Bankası (PBOC) sürpriz bir şekilde yuan’ın günlük dolar kurunu % 1,9 gibi yüksek bir oranda devalüasyonuna izin verdi. Bu 1994 yılı başından bu yana günlük bazda yaşanan en hızlı düşüş olarak gerçekleşmiştir. Ve bununla yetinmeyerek takip eden iki günde devalüasyona devam edildi. 11-13 Ağustos tarihlerinde toplam % 4,6 civarında yuan devalüe edildi. Temmuz ayında Çin’in ihracatında yaşanan düşüş yuan’ın devalüe edilmesinin ardındaki en temel motivasyondur. Temmuz ayında Çin ihracatı geçen yılın aynı ayına göre % 8,3 oranında azalmış, dış ticarette rekabet avantajının bundan olumsuz etkilenmemesi ve yeniden ihracat artışının sağlanabilmesi için devalüasyon kaçınılmaz olmuştur. Ancak asıl neden, Çin ekonomisinin küresel ekonomik durgunluğa paralel olarak büyüme stratejisini değiştirme de yaşadığı güçlüktür. İç tüketime dayalı bir büyüme modeli seçmiş olmasına rağmen, bu dönüşümü yapmakta zorlanan Çin’in büyüme oranının gerçeği yansıtmadığına ilişkin tartışmalar yapılmaktadır. Son yıllarda % 7,5’ler civarında açıklanan büyüme oranının gerçekte % 5’ler civarında olduğu söylenmektedir. Çin hükümetinin bilinçli bir şekilde uyguladığı büyük altyapı projeleri ve inşaat sektörü, emlak balonunun oluşmasına yol açmıştır. Yeterli finansal aracın olmadığı bir ortamda yatırımcılar emlak piyasasına bilinçli bir şekilde yönlendirilmiş ve bu piyasada fiyatların yükselmesine neden olmuştur. Nitekim son günlerde Çin borsalarında yaşanan düşüşler, emlak balonunun patladığı şeklinde yorumlanmaktadır. Çin’in devalüasyon hamlesi iki görevi birden görmektedir. Birincisi, devalüasyon ülkenin biriken yapısal sorunlarını gizleme ve öteleme işlevi yerine getirecektir. İkincisi, yuan’ın IMF’in para sepeti SDR (Özel Çekme Hakkı)’ye dâhil edilebilmesi için yuan’ın piyasa güçleri tarafından belirlenmesi zorunluluğudur. Ancak Çin’in bu devalüasyonu birçok ülkenin zincirleme devalüasyona gitme ihtimalini de güçlendirdi. Devalüasyonun etkisi, Çin ile rekabet eden bölge ülkeleri ile sınırlı kalmadı ve hammadde üreten birçok ülke parasını da baskı altına aldı ve kur savaşlarını gündeme getirdi. 1990’lı yılların ikinci yarısında yaşanan Asya krizi dönemlerinden de hatırlayacağımız temel bir problem “kur savaşları”nı doğurmuştur. Bu politikanın özü, komşuyu zarara uğratmak (beggar thy neighbor) ve bir ülkenin yaptığı devalüasyon neticesinde dış ticarette rekabet avantajını kaybetmek istemeyen ülkelerin kendi para ve kur politikalarını gevşetme yolunu tercih etmeleridir. Dolayısıyla Çin’in yuan’ı devalüe etmesi, ticaret partneri olan ülkelerin paralarını devalüe etmelerine yol açmaktadır. Örneğin, Kazakistan tengesi, dolar karşısında % 30 değer kaybetmiştir. Sırada birçok ülkenin yer alacağına EYLÜL 2015 97 ilişkin güçlü beklentiler söz konusudur. Türkiye’nin bu dalgadan izole olmasını beklemek mümkün değildir. Rekabetçi devalüasyonlar TL üzerindeki baskıları daha da arttıran önemli bir faktördür. Jeopolitik Riskler Türk lirasının değer kaybetmesinde önemli olan bir diğer dış faktör artan jeopolitik risklerdir. Özellikle Rusya’nın Kırımı işgaliyle başlayan hamlesine karşı uygulanan ekonomik yaptırımlarla küçülen ekonomi Türkiye’nin ihracatını olumsuz olarak etkilemektedir. Nitekim uluslararası piyasalarda rublenin değerindeki erime yüzünden sıkıntılı bir dönemden geçen Rusya’ya ihracatta % 30’lara varan daralma gözlenmektedir. Diğer taraftan Orta Doğu’da yaşanan siyasal sorunlar ve iç savaşlar, Türkiye’nin yeni keşfettiği bu pazarlarda ciddi kayıplar yaşamasına neden oldu. Bunun nedeni artan güvenlik sorunları ile ulaşım kanallarının tıkanması, belirlenen yeni yolların daha uzun olması ve bunlara bağlı olarak maliyetlerin artmasıdır. Buna ek olarak, ihraç ürünleriyle ilgili ödeme sürelerinde uzamaların söz konusu olduğu da bilinmektedir. Özellikle hukukun üstünlüğünün sorunlu olduğu ülkelerde bu ödemelerin daha da uzadığı ifade edilmektedir. Ayrıca Türkiye’nin en önemli ticaret ortağı Avrupa Birliği’nin 2008 küresel krizi sonrasında bir türlü toparlanamamasını da unutmamak gerekir. Yunanistan borç krizi üzerinden devam eden tartışmalar, avro’nun geleceğini de tehlikeye atmakta ve Birliğin bir bütün olarak durgunluğuna neden olmaktadır. Bütün bunlar Türkiye’nin ihracatının artış oranının düşük kalmasına yol açmaktadır. Bu durum, tasarruf açığı bulunan bir ekonomi için, döviz gelirlerinin sınırlı olmasına ve dış şoklara karşı açık hale gelmesine neden olmaktadır. Siyasi Belirsizlik Türkiye’de geçmiş krizlere bakıldığında iki önemli faktörün ön plana çıktığı görülmektedir. Birincisi, bütçe açıkları, yani mali disiplinin korunmamasıdır. İkincisi ise, bankacılık sektörüdür. 2001 krizi sonrası alınan önlemlerle bu kronik kriz kanalları sorun olmaktan çıkarılmıştır. Kurumsal yapısı güçlendirilen Türkiye ekonomisi, krizlere karşı daha dirençli hale getirilmiştir. 2009 küresel krizi sonrasında düşük büyüme patikasını tercih eden Türkiye için makro dengelerin risk oluşturma ihtimali minimize edilmiş- 98 EYLÜL 2015 tir. Ancak 7 Haziran seçimleri sonrası ortaya çıkan siyasal belirsizlik önemli bir risk unsurudur. Ayrıca seçim sonrası dönemde hortlayan terör saldırıları, güvenlik riskini artırmaktadır. Bu güvensiz ortam, bir taraftan kamu harcamalarının kompozisyonunu savunma harcamaları lehine değiştirirken, diğer taraftan bölgedeki kamu ve özel sektör yatırımlarını önemli ölçüde sekteye uğratmaktadır. Özellikle bölgenin gelişmesinde gelecekte önemli rol üstlenmesi beklenen altyapı yatırımlarına yönelik terör faaliyetleri, kaynak israfına yol açmaktadır. Siyasal belirsizlik ve artan terör saldırıları, zaten potansiyelinin altında büyüyen bir ekonomi için ilave bir risktir. Çünkü yapısal reformlara ihtiyaç duyulduğu bir dönemde ortaya çıkan bu siyasal belirsizlik, yatırımların ertelenmesine ve tüketimin ötelenmesine yol açmaktadır. Hangisi Daha Etkin? Türk lirasının değer kaybetmesinde etkili olan iç ve dış faktörler birlikte değerlendirildiğinde, küresel ekonomideki gelişmelerin belirleyici olduğu görülmektedir. FED’in faiz artırımının muhtemel sonuçları ile Çin’in devalüasyonunun olası etkileri birbirine karışmış ve küresel ekonomik belirsizliklerin daha da artmasına yol açmıştır. Küresel belirsizlik ortamı, birçok gelişmiş ülkeyi (ABD, Almanya, İngiltere vs.) daha şimdiden etkilemiş ve borsalarda büyük kayıpların yaşanmasına yol açmıştır. Bu durumdan Türkiye ekonomisinin etkilenmemesi mümkün gözükmemektedir. Ayrıca jeopolitik risklerden ve iç siyasetten kaynaklanan belirsizlikler, Türkiye’nin risk primini artırmaktadır. Bütün bunların somut etkisi döviz kurlarının yükselmesi (TL’nin değer kaybetmesi) şeklinde kendini göstermektedir. Türkiye’de mali disiplinin korunmaya çalışılması ve finansal sistemin güçlü olmasına rağmen, özel sektör borçlarının yüksekliği kur hareketiyle birleşince risk unsuru olarak ortaya çıkmaktadır. Siyasal belirsizlik burada devreye girmekte olup yenilenecek seçimlere kadar devam edecektir. Siyasal belirsizlik seçim sonrasında ortadan bir şekilde kalksa bile, küresel ekonomik belirsizlikler risk unsuru olmaya devam edecektir. Tekrarlanacak olan seçime kadar ve seçim sonrasında, ekonomi yönetiminin siyasi ve bürokratik ayakları bu gelişmeleri dikkatlice takip etmeli ve bu riskleri dikkate alarak koordineli bir şekilde politika üretmeye devam etmelidir. EKONOMİ TÜRK EKONOMİSİNİN DİRENÇ UNSURLARI Doç. Dr. Selim KAYHAN* Akademisyen 7 Haziranda yapılan genel seçimlerden tek parti iktidarının çıkmaması, 1990’lı yılların başarısız koalisyon uygulamalarının ve krizlerle sonuçlanan ekonomi programlarının hatırlanmasına yol açtı. Seçim öncesi siyasal partilerin kullandıkları sert söylemler, birbirine benzemez dörtlü arasında bir koalisyonun mümkün olmayabileceği ihtimalini gündeme getirdiği için ertesi gün (8 Haziran) döviz kurunda hızlı bir artış yaşanmasına neden oldu. Ancak siyasal parti liderlerinin ılımlı ve uzlaşmacı tavrı koalisyonun muhtemel olmasını güçlendirdiği için döviz kurunda düşmeler yaşandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçimden ipi göğüsleyerek birinci olarak çıkan AK Parti Genel Başkanı Davutoğlu’nu görevlendirmesi ve koalisyon görüşmelerinin başlaması, piyasaların koalisyonu fiyatlanmasına yol açtı. Görüşmeler sürerken, mecliste temsil edilen mevcut siyasal partiler arasından koalisyonun çıkmama ihtimali de vurgulandı. Hatta bu ihtimalin % 50 olduğu bizzat siyasal parti liderleri tarafından da kamuoyu ile paylaşıldı. Bütün bu gelişmeler olurken; ekonomik göstergelerin, 1990’lı yıllarda olduğu gibi siyasal belirsizliklere aşırı tepki vermemesi toplumun bütün kesimlerinin dikkatinden kaçmadı. Küresel ekonomideki durgunluğa, artan terör saldırılarına, etrafımızdaki jeopolitik risklere ve siyasal belirsizliklere rağmen, ekonomide aşırı bir hareketliliğin yaşanmaması, Türkiye ekonomisinin son on yıldaki kurumsal dönüşümüyle yakından ilgilidir. Kurumsal Yapının Rolü Ekonomik büyümenin nedenleri ya da bir ülkenin ekonomik anlamda büyümesinin altında yatan sebepleri araştıran iktisatçılar son dönemde kurumsal EYLÜL 2015 99 yapının önemine vurgu yapmaya başladılar. Kurumsal yapının ülkeler arasında gelişmişlik farkının oluşmasına yol açan ana unsurlardan biri olduğunu ileri sürüldüler. Zira kurumsal yapıların güçlü olduğu ve etkin çalıştığı ülkelerde, siyasal belirsizliklerin piyasaları olumsuz etkilemesinin sınırlı olduğu görülüyor. Tüm bu açıklamalar ışığında siyasî erkin ekonomi üzerindeki etkisinin doğru bir şekilde kanalize edilmesi ekonomik büyümenin sağlanması için ön şart olduğunu, kurumsal yapının kapsayıcı siyasi kurumların üstüne kurulması ile sağlam bir ekonomik büyüme sürecinin oluşması için gerektiğini göstermektedir. Kurumsal iktisatçılara göre iktisadi olayların ve faaliyetlerin gelişiminde kurumların önemi büyüktür. Zira dar anlamda, mülkiyet hakları, piyasa yapısı gibi organizasyonlar kurumları oluşturmaktadır. Kurumların tanımına geniş perspektiften baktığımızda ise piyasaların işleyişini kontrol eden her türlü organizasyon ve ilişkiler ağı kurumsal yapının içerisine girmektedir. Kurumsal Yapının Güçlendirilmesi Kurumsal yapının tanımını farklı açılardan değerlendirmek mümkün. Bunlardan ilki ekonominin işleyişini düzenleyen yapıların doğru bir şekilde çalışması, piyasanın çalışmasını engellememesi ile ilgilidir. Buna göre kamunun düzenleyici kurumlarının piyasa ekonomisinin işleyişini engellemeden denetleyebilmeli, düzenleyebilmeli. Ancak böylece piyasalar etkin bir şekilde çalışabilir. Örneğin finansal piyasalarda kurumsal yapının oluşturulması ile etkinlik ve derinlik sağlanabilir. Çıktısı ise yatırımcıların daha az maliyetle yatırımlarını finanse etmesidir. Bir de işin demokrasi ve hukuk boyutu var: Kişinin fikir ve mülki özgürlüğü. Birey düşüncelerini ifade etmede ne kadar özgür ise bu toplumsal refah ve ekonomik büyümenin artmasında olumlu etki yapacaktır. Diğer yandan kamu kurumlarının belirli kurallar çerçevesinde organize edilerek piyasa ekonomisinin işleyişine engel olmayacak bir biçimde çalışması gerekir. Kısacası serbest piyasa ekonomisinin tam olarak işlemesi için ne gerekirse yapmak lazım. Kurumsal iktisadın savunucuları arasında olan Daron Acemoğlu ve James Robinson siyasi kurumları da sömürücü ve kapsayıcı olarak ikiye ayırmakta ve ekonomik gelişmişliği de bu ayrıma bağlı olarak açıklamaktadır. Sömürücü sistemde güç küçük bir elitin kontrolündedir ve bu gücü büyüme için değil kendilerine rant sağlamak için kullanırlar. Kapsayıcı siyaset sisteminde ise toplumun geniş çoğunluğunun söz sahibi olması amaçlanır. Fırsat eşitliği, yeteneklerin ortaya çıkarılması, tasarruf, yatırım ve teknolojik gelişme teşvik edilir. Önemle belirtmek gerekir ki, siyasî yapı bir kez yerleşti mi, hangisi olursa olsun, diğerine geçiş oldukça zordur. 100 EYLÜL 2015 Türkiye’de kurumsal yapının ekonomik gelişmeyi destekler niteliğe bürünmesi aslında 2001 krizi sonrası uygulamaya konulan “Güçlü Ekonomiye Geçiş” programı ile başladı. Piyasa ekonomisinin çalışabilmesi, fikir hak ve hürriyetinin korunması amacı ile program kapsamında reformlar yapıldı. Hukuk sisteminde fikir ve mülkiyet haklarının korunması için yapılan düzenlemelerin yanında, piyasaların tam rekabet şartlarında çalışabilmesi için başta emtia piyasaları olmak üzere düzenleyici ve denetleyici organizasyonların etkin bir şekilde çalışması sağlandı. Şeker Kurulu, Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkiler Düzenleme Kurulu, Doğalgaz Piyasası Kurulu ve sivil havacılık kanunu ile Telekomünikasyon kurumunda yapılan değişiklikler bu amaçla idi. Benzer şekilde finansal sistemin etkinliğinin artırılması amacı ile BDDK, TMSF ve SPK gibi kuruluşların özerk bir şekilde çalışması, siyasî erkin kendi çıkarları için etkilenmemesi adına düzenlemeler yapıldı. Belki de daha önemli adımlar Merkez Bankası ve Maliye Bakanlığının işleyişi ile ilgiliydi. Program kapsamında Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın hükümet ile olan ilgisi kesilerek bağımsızlığı artırıldı. Böylece uyguladığı para politikalarında bağımsız kararlar vererek birinci amacı olan fiyat istikrarının sağlanması için imkân oluşmuş oldu. Öte yandan program kapsamında mali disiplinin kararlı bir şekilde uygulanması bütçe açığının kapatılarak devletin finansal piyasalardan borçlanma zorunluluğunun ortadan kaldırılmasına neden oldu. Bu hem kamu yatırımlarının maliyetini azaltırken, finansal piyasalardaki kamu ağırlığının ortadan kalkarak özel sektöre ait yatırımların da maliyetinin dolaylı olarak azalmasına yol açtı. Program kapsamında özelleştirilmenin teşvik edilmesi ile piyasa ekonomisine geçiş ve kamunun piyasa hakimiyetinin azaltılması amaçlanırken, dolaylı olarak da siyasi erkin rant elde edebileceği yolların da azaltılması planlandı. Yapılan tüm bu reformlar ile yirmi yıllık kronik yüksek enflasyon problemi ortadan kaldırılırken 2004 yılın- da tek haneli enflasyon oranları yakalandı. Benzer şekilde mali disiplin ile birlikte faiz dışı fazla veren hazine, iç ve dış borçların azalmasına ve bütçe gelirlerinin faiz ödemeleri yerine büyük yatırımların finansmanında kullanılmasına neden oldu. Tüm bu reformlar Türkiye’de kurumsal yapının güçlenmesini ve piyasa ekonomisinin doğru ve sağlam bir şekilde çalışmasını sağladı. Böylece ekonominin temellerinin sağlamlaşmasına neden oldu. Bu sonucun en önemli kanıtı olarak 7 Haziran seçimleri sonrası Türkiye ekonomisinin sağlam duruşunu göstermek mümkün. Siyasal Belirsizlikler ve Geçmişin Hatırası Şüphesiz ekonomik gidişatı etkileyen faktörlerin başında siyasal yapı gelmektedir. Zira Türkiye için geçmiş tecrübeler de bunu göstermekte. Türkiye ekonomisinin 2001 yılında yaşamış olduğu kriz, Türkiye’nin yaşamış olduğu en büyük ekonomik krizdir. Sebebi ise dönemin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı arasında yaşanan siyasi bir krizdir. Bu krizin sonucunda ekonomi daha önce hiç olmadığı kadar derin ve uzun süreli bir daralma periyoduna girdi. Krizin ertesi günü Merkez Bankası rezervleri beş milyar Amerikan doları kadar azalırken, akabinde döviz kuru sistemi değiştirildi. TL’nin değeri kısa süre içerisinde % 40 düştü. Gecelik faizin % 6200 oranına arttığı bu dönemde devletin borcu da 29 katrilyon TL artmış oldu. Kurumsal yapının ekonomik gidişatı nasıl olumsuz etkilediğini görmek için ise 1994 ve 2000 krizlerine bakmak yeterli. 1994 öncesi ülke, kamu kesiminin faiz dışı harcamalarının kamu gelirlerini aştığı, açığın ise Merkez Bankası tarafından finanse edilemesiyle hiperenflasyonun yaşandığı finansal krize sürüklendi. 2000 yılının Kasım ayında yaşanan ekonomik krizin de temelinde benzer sebepler bulunuyordu. Yükselen bütçe açıkları hazine faizlerinin % 106’ya çıkartırken enflasyon % 70 seviyesine çıktı. Ekim ayında gecelik faiz oranı % 39 iken Aralık ayında % 183’e kadar ilerledi. Siyasal Belirsizliklere Rağmen Ekonominin Direnci Yüksek Son otuz yılda yaşanan tüm ekonomik krizlere bakıldığında temelinde kurumsal yapıda oluşan eksikliklerin olduğu aşikâr. Gerek siyasî gerilimler gerekse kamu kesimindeki düzensizlikler Türkiye ekonomisini ekonomik anlamda krizlere sürükledi. 7 Haziran 2015 tarihinde yapılan genel seçimlerden mevcut iktidar partisinin tek başına iktidara gelecek oyu alamamasının ekonomik açıdan önemli sorunlara neden olacağı beklenmekteydi. Hem finansal piyasaların hem de reel sektörün bu durumdan olumsuz etkilenmesi, seçimin ardından belirsizliğin oluşması muhtemel senaryo olarak görülmekteydi. Ama olmadı. Seçimin ertesi günü piyasa verileri tüm bu beklentileri boşa çıkardı. Amerikan doları karşısında Türk lirası ilk günlerde değer kaybı yaşasa da sonrasında dengeye geldi. Benzer şekilde BIST endeksi seçimin ertesinde sermaye çıkışları sebebi ile düşüş yaşasa da endeksteki düşüş yerini yükselişe bıraktı. Özellikle uzun vadeli sermaye girişleri beklenenin aksine artış gösterdi. Seçimden önceki son iş gününde 81.943 seviyesinde olan BIST 100 endeksi seçimden iki hafta sonra 82.500 seviyesine çıktı. Amerikan doları ise 8 Haziran günü 2,80 TL seviyelerine çıktıktan sonra iki hafta içerisinde 2,70 TL’nin altına indi. Haziran ayı seçimin olası belirsizliğine rağmen konut piyasasında satışların bir önceki aya göre % 2, bir önceki yılın aynı ayına göre ise % 19’un üstünde gerçekleştiği bir ay oldu. Tüm bu detaylar göstermektedir ki, Türkiye ekonomisi 1990’lardaki Türkiye’nin aksine yapılan reformlar sayesinde eskisi gibi zayıf ve güçsüz değil. Artık kurumlar, eskiden olmadığı gibi ekonominin büyümesini desteklerken, siyasî gelişmelerden etkilenmeyen bir ekonominin oluşmasını sağlıyor. Bu da siyasî erkin sömürücü sistemden kapsayıcı sisteme başarıyla geçtiğini gösteriyor. Güçlenen kurumsal yapı, dışsal şoklara karşı ekonominin direncini yükselten unsurlar olarak öne çıkarıyor. Her ne kadar kurumsal yapının güçlendirilmesi direnci artırıyor olsa da bunun bir sınırının olduğu unutulmamalıdır. Seçimlerin yenilenerek çıkan sonuca göre siyasal belirsizlikleri hızla ortadan kaldırmak ve ekonominin direncini daha da artıracak yapısal reformların hızla hayata geçirilmesi gerekmektedir. * Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü öğretim üyesidir. EYLÜL 2015 101 EKONOMİ DOLAR/TL KRİZE Mİ İŞARET EDİYOR? YUAN REZERV PARA OLACAK MI? Dr. M. Levent YILMAZ SDE Uzmanı S on dönemde Türkiye ekonomisinin belki de en çok tartışılan konularının başında TL’nin dolar karşısındaki değer kaybı geliyor. 2000 Kasım ve hemen ardından 2001 Şubat Krizlerinin akılda kalan en acı hatırasının TL’deki aşırı değer kayıpları olduğu düşünülürse son dönemdeki kur hareketlerinden endişe etmek anlaşılabilir. Ancak ne Türkiye 2001’deki Türkiye ne de artık dünya ekonomisi 2008 öncesindeki ekonomi… Biraz daha detay vermek gerekirse; Hemen bu noktada TL’nin dolar karşısındaki değerinin gerçekten ne olduğunu tespit etmekte fayda var. Bunun için çok kapsamlı teknik analizler yapmaya gerek yok. Bizim için bu hesaplamayı Merkez Bankası yapıyor. Adı da Reel Efektif Döviz Kuru. TCMB, Reel Efektif Döviz Kuru’nu aşağıdaki gibi tanımlıyor; Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) tarafından hesaplanan reel efektif döviz kuru endeksleri, ülkemiz fiyat düzeyinin dış ticaret yaptığımız ülkelerin fiyat düzeylerine oranının ağırlıklı geometrik ortalaması alınarak hesaplanmaktadır. TCMB tarafından hesaplanan reel efektif kur endekslerinde Avrupa Merkez Bankası (European Central Bank ECB) ve Uluslararası Ödemeler Bankası (Bank for International Settlements - BIS) tarafından izlenen yöntem benimsenmiş olup, 45 ülke kapsanarak 2003-2005, 2006-2008 ve 2009-2011 dönemi ticaret verileri kullanılmış, her bir dönem için hesaplanan ülke ağırlıkları kullanılarak bir zincir endeks formülü ile hesaplanmaktadır.2 “Nominal efektif döviz kuru, Türkiye’nin dış ticaretinde önemli paya sahip ülkelerin para birimlerinden oluşan sepete göre, Türk lirasının ağırlıklı ortalama değeridir. Ağırlıklar ikili ticaret akımları kullanılarak belirlenmektedir. Reel efektif döviz kuru ise nominal efektif döviz kurundaki nispi fiyat etkileri arındırılarak elde edilmektedir.”1 Bu hesaplamayı baz aldığımızda TL’nin dolar karşısında “değerli mi değersiz mi” olduğunu değil, “olması gereken ve olanı” tartışıyor olacağız. Bu aynı zamanda kur üzerinden bir ekonomik kriz tartışması yapabilmek için de ön şartlardan birisidir. Dolayısıyla görsel ve yazılı basında dolar/TL seviyesindeki hareketlere göre konuşulanlar kişisel görüş veya 102 EYLÜL 2015 Dövz kuru üzernden krz tellallığı yapanların REDK’unu görmedkler ya da blmedklern varsayarsak Türkye çn kur üzernden br krz olduğunu söylemelern teknk blg yeterszlğ olarak ntelendreblrz. Ama bunu blp de söylüyorlarsa bu en ymser fade le art nyettr. en iyi ihtimalle tahminden öte gitmezken, konuyu teknik açıdan ele alan bu yöntem daha akılcı ve gerçekçi olmaktadır. Aşağıdaki grafikte yukarıda detayları kısaca özetlenmeye çalışılan yöntemle hesaplanmış endekslerin dağılımı gösterilmektedir. Grafik bize şunu anlatıyor; endeksi) aylık % 1,3 değer kazanarak 98,29 puandan 99,55 puana çıkmıştır. Gelişmekte Olan Ülkeler Bazlı Reel Efektif endeksi 66,82 puandan 67,36 puana, gelişmiş Ülkeler Bazlı Reel Efektif endeksi 116,03 puandan 118,10 puana gelmiştir. Sonuçta, TL’de bir değerlenme söz konusu olduğu inkâr edilemez. Reel Efektif Döviz Kuru’nun (REDK) artışı Türk lirasının değer kazandığını, diğer bir anlatımla Türk mallarının yabancı mallar cinsinden fiyatının arttığını gösteriyor. 2003 baz yılına göre ve TÜFE bazlı reel kur endeksi, gelişmiş ülkeler bazlı oluşturulan endekse göre Temmuz 2015’de, 118,10 puana yükselmiştir. Bu demektir ki TL, Temmuz ayında ortalama % 18.10 oranında daha değerlidir. TCMB, REDK’in 120-125 aralığına ulaştığında ve 130 üstüne çıktığında her türlü araçla müdahale edeceğini çok daha önceden açıklamıştır. Türk lirası reel döviz kuru endeksi 2015 Temmuz ayında (TÜFE bazlı 2003=100 bazlı reel efektif döviz kuru Şimdi gelelim işin neden böyle olduğuna. 2008 Krizi’nin ardından ABD içine düştüğü krizi atlatmak için QE (Quantative Easing) adını verdiği genişlemeci bir para politikası uyguladı. Bu politika pek çok teknik özellikleri içinde barındırmakla birlikte temel- Grafik-1: TÜFE Bazlı Reel Efektif Döviz Kuru (2003=100) 140 130 120 110 100 90 80 60 Nis - 03 Tem - 03 Eki - 03 Oca - 04 Nis - 04 Tem - 04 Eki - 04 Oca - 05 Nis - 05 Tem - 05 Eki - 05 Oca - 06 Nis - 06 Tem - 06 Eki - 06 Oca - 07 Nis - 07 Tem - 07 Eki - 07 Oca - 08 Nis - 08 Tem - 08 Eki - 08 Oca - 09 Nis - 09 Tem - 09 Eki - 09 Oca - 10 Nis - 10 Tem - 10 Eki - 10 Oca - 11 Nis - 11 Tem - 11 Eki - 11 Oca - 12 Nis - 12 Tem - 12 Eki - 12 Oca - 13 Nis - 13 Tem - 13 Eki - 13 Oca - 14 Nis - 14 Tem - 14 Eki - 14 Oca - 15 Nis - 15 Tem - 15 70 7h)(%D]O×5HHO(IHNWLI'|YL].XUX 7h)(*HOLùPHNWH2ODQhONHOHU%D]O×5HHO(IHNWLI'|YL].XUX 7h)(*HOLùPLùhONHOHU%D]O×5HHO(IHNWLI'|YL].XUX EYLÜL 2015 103 de kabaca ABD Merkez Bankası FED’in para basıp, bu paralarla tahvil alımı yaparak parayı piyasalara enjekte etmesine dayalıydı. FED bu şekilde piyasalara her ay 85 milyar dolar para enjekte etti ve bu şekilde piyasaya aktarılan para 4 Trilyon doların üzerine çıktı. Bu aynı zamanda dünyada dolar bolluğu yarattı ve bu da doların görece olarak olması gereken değerin oldukça altına düşmesine neden oldu. ‘1 dolar 1 avro olur mu?’ diye tartıştığımız günlerin sebebi buydu. İşte REDK bu açıdan son derece önemli bir gösterge. Günlük kurları takip ederek olanı, REDK’unu takip ederek olması gerekeni görebilirsiniz. Döviz kuru üzerinden kriz tellallığı yapanların REDK’unu görmedikleri ya da bilmediklerini varsayarsak Türkiye için kur üzerinden bir kriz olduğunu söylemelerini teknik bilgi yetersizliği olarak nitelendirebiliriz. Ama bunu bilip de söylüyorlarsa bu en iyimser ifade ile art niyettir. Tabi ki bunun böyle devam etmesi mümkün değildi ve ABD 2014 Ekim ayında bu politikayı sonlandırdı. Bu programın sonlanması aynı zamanda ucuz doların bitmesi anlamına geldiğinden doların değer kazanmaya başlayacağı sürecin de başlangıcını temsil ediyordu. O günden bugüne doların akıbeti ile ilgili yeni bir tartışma var: FED’in ne zaman faiz artıracağı. Bu tartışma ise şu açıdan önemli; doların daha da değer kazanacağı bir süreç geliyor. Dolar’daki genel durumu yukarıda TL’nin değeri tartışması içinde kısaca özetlediğimiz varsayarsak, şu günlerin en çok gündemi işgal eden bir diğer konusu dolar’ın rezerv para olma statüsünü kaybediyor olduğu. Bu noktada bir paranın değeri ile onun gücü arasında bir fark olduğunu hatırlamakta fayda var. Örneğin Ürdün dinarı dolardan bile daha değerli bir para ama gücü neredeyse yok. Ürdün dışında bir yerde kullanmak neredeyse imkânsız. 104 EYLÜL 2015 Dolar Gücünü Kaybediyor, Yuan Geliyor Çn her geçen gün para brm Yuan’ı rezerv para yapmak çn akılcı, sabırlı ve stratejk adımlar atıyor. Fnans sstemn lberalleştrmeye yönelk brçok adım atan Çn, geçtğmz Temmuz ayında tahvl pyasalarını yabancılara açarak bu yönde öneml br hamle daha yapmış oldu. Öte yandan dolar, İngiliz sterlini’nden daha değersiz ama dünyada kabul görmediği yer yok. İşte doların bu gücü, doların aynı zamanda dünyanın rezerv parası olmasından kaynaklanıyor. Ancak tam bu günlerde Dünya ülkeleri doların aşırı dalgalanmasından ve ABD’nin dolar kurunu bir savaş aracı olarak kullanmasından rahatsız olduğu için hem de doların gerçekte reel piyasa ekonomisi açısından bir karşılığı olmadığını bildikleri için yeni arayışlar içine girdiler. Özelikle gelişmekte olan ülkelerin kendi aralarındaki ticareti yerel para birimleri ile yapma isteğine ek olarak, mal (emtia, petrol, doğalgaz vs.) takasına dayalı ticaret yapmaya başlamalarının temel nedeni de bu. ABD’nin reel ekonomiyi bir kenara bırakarak ağırlığı finansal enstrümanlar üzerine vermesi ve yeni yeni finansal enstrümanlar yaratmak adına çoğu zaman karşılıksız menkul kıymetleştirme uygulamaları, başta konut piyasaları olmak üzere pek çok piyasada balonlar oluşturdu. 2008 yılının başından itibaren kapitalizmin bütün amaç ve araçlarının sorgulandığı bir kriz dönüşmesinin ardından, başta Çin olmak üzere pek çok gelişmekte olan ülke kendisine yeni bir yol haritası çizmek için kolları sıvadı. Ancak bu ülkeler içinden bir tanesi aynı zamanda dünyanın üretim üssü olması (bu aynı zamanda paranın fiziksel bir karşılığı olduğu anlamına da gelir) hasebiyle biraz daha ön plana çıkıyor. Sizin de hemen tahmin ettiğiniz üzere bu ülke Çin. Çin her geçen gün para birimi yuan’ı rezerv para yapmak için akılcı, sabırlı ve stratejik adımlar atıyor. Finans sistemini liberalleştirmeye yönelik birçok adım atan Çin, geçtiğimiz Temmuz ayında tahvil piyasalarını yabancılara açarak bu yönde önemli bir hamle daha yapmış oldu. Bugün Çin para birimi yuanı SDR3 sepetine sokmak istiyor. Mayıs ayında IMF’nin yuan için kullandığı “düşük değerli para birimi” görüşünü kaldırması da bu yolda atılan önemli adımlardan bir tanesini oluşturuyor. Böyle bir süreçte Çin Merkez Bankası PBOC Ağustos ayı içerisinde para biriminin değerini bir kaç kez devalüe ederek aslında yeni bir kur mekanizması hedeflediğini anlatmak istiyor. Bu adım aynı zamanda “daha piyasa odaklı (market-oriented) bir kur rejimi” hedefi anlamına geliyor ve önümüzdeki dönemde tıpkı IMF’nin istediği gibi yuan’ın dalgalı kura bırakılabileceğinin sinyallerini içinde barındırıyor. Özetle Çin giderek liberalleşiyor. Dünyanın en çok dolar rezervini (3,6 Trilyon dolar) elinde bulunduran Çin’in bu hamleleri rezerv para olma yolunda büyük önem taşıyor. Tabi ki buraya kadar gerçekleşenler ve bundan sonrasında gerçekleşmesi planlananlar doların rezerv para konumunun kaybolacağı ve onun yerine yuanın aktif rol alacağı bir ekonomik patikanın işaretini veriyor. Ancak bunun için bir takvim belirtmek oldukça zor. Zira ABD kolay kolay doların rezerv para statüsünü kaybetmesine izin vermeyecektir. Hatta bunun için sadece piyasalarda değil gerçek anlamda da savaş bile çıkartmak isteyecektir. Fakat eninde sonunda karşılığı petrol coğrafyasındaki kan, karşılığı olmayan finansal enstrümanlar ve emek sömürüsü olan dolar tahtını gün gelecek yuana bırakacaktır. Dipnotlar 1 2 3 www.tcmb.gov.tr, Erişim tarihi; 23.08.2015. Reel Efektif Döviz Kuru Endekslerine İlişkin Yöntemsel Açıklama, TCMB, İstatistik Genel Müdürlüğü Ödemeler Dengesi Müdürlüğü, s. 2,3. 2015. Özel Çekme Hakları (Special Drawing Rights - SDR), Uluslararası Para fonu (IMF) tarafından 1969 yılında meydana getirilmiş uluslararası bir rezerv birimidir. EYLÜL 2015 105 Gıda Fyatlarının Takb ve Denetm Kaptalzm-İslam Mukayeses ve Pyasa Kontrolü Prof. Dr. Talp Özdeş GENEL GIDA FİYATLARININ TAKİBİ VE DENETİMİ KAPİTALİZM-İSLAM MUKAYESESİ VE PİYASA KONTROLÜ Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ SDE Uzmanı Gerçekte dünyamız, kutsaldan kopuk, ahlaki değerleri erozyona uğratan, gücü tanrılaştıran, insanı sermayenin kölesi haline getiren materyalist bir anlayışın küresel sistemi belirlemesinin problemlerini yaşıyor. Modernitenin hiçbir sınır tanımaksızın sonuna kadar pompaladığı dünyevileşme; insanın kutsaldan çözülmesini, değer erozyonunu, paranın (sermayenin) ilah haline getirilmesini beraberinde getirmiştir. 108 EYLÜL 2015 E trafı denizlerle çevrili, dört mevsimin yaşandığı ülkemizde bir türlü düşmeyen et fiyatlarının yanında meyve ve sebzenin oldukça bol olduğu yaz aylarında bile yaş ve kuru gıda fiyatlarının oldukça yüksek seyrediyor olması, bütün dikkatlerin bu sektöre çevrilmesine neden olmuştur. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun genel enflasyon oranının üzerinde artış gösteren gıda fiyatlarının yakından takibi ve denetimi için talimat vermiş olması, bu durumla ilgilidir. Birçok konuda olduğu gibi, gıda fiyatları konusunda da çok boyutlu bir problemle karşı karşıya bulunmaktayız. Problem, global düzenle, kapitalizmle bağlantılı olduğu gibi, liberal ekonominin ülkemizde uygulanış şekliyle de yakından ilgili gözükmektedir. Üreticinin elinden çok ucuz fiyatlarla alınan domates, biber, kayısı, şeftali vb. gıdalar, marketlerin tezgahına getirilince inanılmaz fiyatlarla satılıyor. Et fiyatları ise hayvancılık sektörü üzerinde tröst kuran holdinglerin insafına terkedilmiş durumda. Üstelik fiyatlar yönünden marketler, pazarlar ve semtler arasında da büyük uçurumlar var. Her şey, serbest(!) piyasanın vicdanına bırakılmış gibi. Dolayısı ile denetimsizliğin ve başıboşluğun olduğu bir ekonomide, memura ve işçiye yapılması planlanan % 4’lük bir ücret zammı fazla bir anlam ifade etmiyor. Ülke Ekonomisi Küresel Ekonomiden Bağımsız Değil Ülkemizin ekonomisi küresel ekonomiden bağımsız değil. Bizim ekonomimiz de diğer dünya ülkeleri gibi küresel ekonominin bir parçası durumunda. Bir yerler- de esen rüzgârlar, başka bir yerde fırtınaya dönüşebiliyor. Ekonomi konusu küresel ölçekte ele alınıp değerlendirildiğinde, zenginlik ve fakirlik yönlerinden ülkeler, halklar ve insanlar arasında büyük uçurumların olduğu görülüyor. Bir tarafta parasının hesabını bilmeyenler, her türlü lüks ve konfor içerisinde yaşayanlar; diğer taraftan fakirliğin en uç noktasına savrulan, açlıkla kavrulan, ölüme terk edilen milyonlarca insan(!) Modern çağımızın manzarası bu(!) gelir farklılığındaki bu uçurum bir şekilde bizim ülkemizde de yansımalarını gösteriyor. Paranın dolara endekslendiği bir dünyada ABD’de ortaya çıkan ekonomik bir kriz, bütün dünyayı etkiliyor. Özellikle enerji konusunda, mal ve hizmet üretiminde dışa bağlı ülkeler, dövizdeki dalgalanmalar ve borsa oyunları sonucu ciddi mali kayıplar yaşıyorlar. Gerçek değeri bir kağıt parçasından ibaret olan doların izafi değeri, finans ve borsa merkezlerinin oynadıkları spekülatif oyunlarla inanılmaz şekilde bir inip bir çıkıyor ve hiçbir ülke bunu denetleyemiyor, kontrol edemiyor(!) Altın ve para borsaları üzerinde gerçekleştirilen spekülasyonların benzeri gıda üzerinde de icra ediliyor. Ayrıca doğal kaynakların hesapsız bir şekilde tüketilmesi, israf edilmesi ve kirletilmesi de söz konusu. Örneğin enerji elde etmek için gıda maddelerinin yakıt üretiminde kullanılması, kimyasal ve zehirli atıklarla suyun, toprağın ve atmosferin canlıların hayatını tehdit edecek düzeyde kirletilmesi gibi. Gelişmiş Batı ülkeleri bu konuda da birinci sırayı işgal ediyorlar. İnsanın yüceltilip onur ve izzetinin korunmasının merkezi konumda olmadığı, modernitenin damgasını vurduğu küresel düzende her şey daha fazla kâr, zenginlik ve iktidar için... Ne yazık ki, insanın değeri sahip olduğu maddi zenginlik ve parasıyla ölçülüyor. Siyaset ve bilim alanındaki hakimiyet ekonomik hakimiyeti beraberinde getiriyor. Bir tarafta işlerin inisiyatifini ellerinde tutanlar, diğer taraftan global sisteme mahkum olanlar var. Örneğin ABD Merkez Bankası’nın karşılıksız dolar basmadığından ne kadar eminiz? Böyle bir şey olduğunda denetleyecek bir mekanizma var mı? İnsan ve Toplumu Kutsaldan ve Maneviyattan Koparan Modernite Küresel Ekonomik Sisteme Damgasını Vurmuştur Gerçekte dünyamız, kutsaldan kopuk, ahlaki değerleri erozyona uğratan, gücü tanrılaştıran, insanı sermayenin kölesi haline getiren materyalist bir anlayışın küresel sistemi belirlemesinin problemlerini yaşıyor. Modernitenin hiçbir sınır tanımaksızın sonuna kadar pompaladığı dünyevileşme; insanın kutsaldan çözülmesini, değer erozyonunu, paranın (sermayenin) ilah haline getirilmesini beraberinde getirmiştir. Aslında dünyevileşme olgusu, tarih boyunca farklı boyut ve şekilleriyle insanlığın maruz kaldığı ve kalmakta olduğu en derin sapıklıklardan birini oluşturmaktadır. Dünyevileşme, insanlığa paranın ilahlığını, firavunluğu, sömürü ve kolonyalizmi, eşitsizlik ve adaletsizliği hediye etmiştir(!) Sömürme veya yeni sömürü alanlarının ihdası için daha çok silahlanma, birilerini silahlandırıp terörize etme ve çatıştırma politika ve stratejileri de Allah’ı ve Hesap Günü’nü unutan, insanı firavunlaştıran ana zihniyet ve dünya görüşü ile ilgili. Sorokin’in içerisinde yaşamakta olduğumuz çağı “bir bunalım çağı” olarak isimlendirmiş olması anlamsız değildir. Protestanlaşma, sekülerleşme ve pozitivizmin damgasını vurduğu modernleşme sürecinin sonucu olarak ortaya çıkan kapitalizm ABD ve Avrupa ülkeleri başta olmak üzere bütün dünyayı etkilediği gibi, son yüz elli yıldan beri çağımızın Müslüman toplumlarını da ciddi anlamda derinden etkilemiş, zihniyet dönüşümüne ve değer erozyonuna neden olmuştur. Müslüman toplumların da küresel kapitalizme ve onun çıkarlarına entegre olmaları sonucunda Müslüman birey kimliği parçalanmış, iktisadi hayat dini hayatın dışında düşünülmeye başlanmıştır. Müslüman kimliğine sahip birtakım finans sahipleri, işadamları ve ticaret erbabı tarafından bile, “paranın dini olmaz” denilerek, sanki İslam, sadece iman ve ibadet prensiplerinden ve hükümlerinden ibaret olup, iktisadi hayatın düzenlenmesine dair herhanherhan Brçok konuda olduğu gb, gıda fyatları konusunda da çok boyutlu br problemle karşı karşıya bulunmaktayız. Problem, global düzenle, kaptalzmle bağlantılı olduğu gb, lberal ekonomnn ülkemzde uygulanış şeklyle de yakından lgl gözükmektedr. EYLÜL 2015 109 gi bir iddiası yokmuş gibi telakki edilmeye başlanmıştır. Daha fazla kâr edip zenginleşmek için iş ve ticaret hayatında doğruluk, adalet, insaf ve merhamet bir kenara atılmış, helal-haram sınırları gözetilmeksizin ekonomi spekülasyonlara açık hale getirilmiştir. Medya organları kullanılarak yapılan ticari reklamların birçoğunun dikkate alınıp incelenmesi bile, yukarıda anlatılanların doğruluğunu ispat için yeterlidir. Söz konusu reklamlar aracılığı ile her gün milyonlarca insanın aldatılıp enayi yerine konulması nazar-ı itibara alındığında bile, ekonomi üzerindeki spekülasyonun ne kadar büyük olduğu anlaşılabilir. Mülkiyet hakkının tanınması, şirketleşmenin ve serbest ticaretin kabulü noktasında şekil ve sistem yönünden aralarında benzerlikler olsa bile, temel dünya görüşü ve zihniyet olarak İslam’ın ekonomiye bakışı ile kapitalizme dayalı liberal ekonominin bakışı aynı değil. Her şeyden önce, kâr etmek için insan emeğinin ve ülkelerin sömürülmesi dahil her şeyi ve her yolu mubah gören küresel düzenin helal-haram ayırımı mevcut değil(!) Pozitivist ve seküler inanç üzerinden “Tanrı insanın kendisidir” diyen moderniteye dayalı kapitalizmin mantığında, mülkün gerçek sahibi insanın (sermayedarın) bizatihi kendisidir. Aydınlanmanın öne çıkardığı hümanist ve liberalist değer anlayışından hareketle insanın insan olarak yaptığı her şey meşru görülür. Bu sistemin mantığında ahiret inancı, insanın Tanrı tarafından sorgulanması söz konusu değildir. Din başka, ekonomik sistem başkadır. Din sadece bir vicdan işidir(!) Kapitalizme göre amaç sermayedir (kapitalin elde edilmesidir); (Sermayedarın emir ve inisiyatifi altında çalıştırılan) insan ise homo economicus olarak sadece kapitale ulaşmanın bir aracıdır, üretim ve ticaret çarkının bir dişlisidir. İnsan bencilliğinin zirve yaptığı bu zihniyetin sosyolojik boyutunda ise “insan insanın kurdudur” anlayışı hakimdir. Bu anlayıştan hareketle aynı sektörde çalışan diğer bir insanın haksız, adaletsiz ve insafsız bir rekabet üzerinden tamamen bitirilmesi söz konusudur. Hele yeterli denetim ve kontrol mekanizmalarının devrede olmadığı yapılarda, toplumun spekülatörler önünde hiçbir savunma gücü ve hesap sorma yetkisi olamaz. Güçlüler medyaya, siyaset ve ekonomiye hakim oldukları için, adı “demokrasi” olsa bile, siyasi kararların alınması ve yasaların çıkarılması da çoğunlukla güçlülerin çıkarlarının korunması doğ- 110 EYLÜL 2015 rultusunda gerçekleşir. Faiz (tefecilik), bu sistemin en önemli asli unsurlarından biridir. Sistem, bir avuç sermayedarın daha fazla zenginleşmesi, geriye kalan milyarlarca insanın ise fakirleşmesi üzerine kurulmuştur. Bunun içindir ki Garaudy’nin ifadesiyle 350 kişi, dünyadaki iki buçuk milyar insanın gelirine denk bir servete sahip bulunmaktadır.1 En zengin üç insanın sahip olduğu servet, kırk sekiz ülkenin gayri safi milli hasılasına eşit.2 İslam’ın Mülk ve Servete Bakışı Evrenleri ve fani insanı yaratan, yer ve göklerin Rabbi, kendisinden başka ilah olmayan, mutlak ve gerçek hüküm sahibi, Rahman ve Rahîm olan Allah’ın tarih boyu peygamberler aracılığı ile insanlığa tebliğ edilmesini istediği Tevhit inancına dayalı dine (İslam’a) göre mülkün gerçek sahibi Allah’tır.3 Allah’ın balçıktan (su ve topraktaki cansız elementlerden) yarattığı ölümlü insan ise mülkün (mal, servet, mevki, makam) gerçek sahibi değil, sadece tasarrufçusu durumundadır. Ona verilen mülk bir emanettir ve insan o mülk nimeti ile imtihan edilmek durumundadır. Onu nasıl ve nerede edindi, hangi yolda sarf edip tüketti? Mülk edinirken, tasarruf edip tüketirken Allah’ın koyduğu kriterleri, helal-haram sınırlarını gözetti mi? Mülkünü adalet ve ahlak üzerine mi, zulüm ve değersizlik üzerine mi kurdu? Muhakkak insan bundan sorulacaktır. İslam’a göre para, güç, servet, iktidar vb. Allah’tan başka şeylerin Rab ve ilah edinilmesi ve insanın büyüklenerek kendini mutlak hüküm sahibi görmesi (şirk ve tekebbür) en büyük günahlardan kabul edilmiştir. Bunun içindir ki Kur’an’da özel bir dil ve farklı üsluplarla insan için dünyevileşmenin (Allah’ı ve ahireti unutup sadece dünyaya yönelmenin) tehlikelerine ve kötü sonuçlarına işaret edilmiş,4 Firavun, Nemrut ve Karun örneklerinde olduğu gibi nefsini, hevâ ve heveslerini Rab edinen, gücü ve serveti ilahlaştıran mülk ve servet sahipleri yerilmiştir.5 İslam, insanı insanın kurdu olarak görmek yerine onları kardeş kılıyor, paylaşımı teşvik ediyor, komşusu açken kendisi tok olarak sabahlayanı gerçek mümin kabul etmiyor. İslam, faiz yerine infakı, yardımlaşmayı, paylaşmayı, zekatı, sadakayı, kurbanı, karz-ı haseni (Allah için mümin kardeşine borç vermeyi) ikame ediyor. Üretim ve ticarette emeğin hakkının verilmesi, doğruluk ve adalet emrediliyor, her türlü haksızlık, zulüm, soygun, hile ve aldatma nehyediliyor. Tüketimde ise Gıda fyatlarının devlet tarafından denetlenmes ve düşürülmes meselesne gelnce, çıkarları elden gdecek brtakım çevreler ve sermaye sahpler, lberal ekonomnn özüne ve serbest pyasa şartlarına uygun olmadığı gerekçesyle buna karşı çıkmaktadırlar. Sank gerçek anlamda serbest pyasa varmış gb! israf edilmemesi, haram kılınan şeylerden uzak kalınması isteniyor. Ekonomik hayatımızın düzelmesi, piyasaların adalet, hakkaniyet, insaf ve merhamet üzerine istikrar bulması için Müslüman birey ve toplumun bu anlatılanlar üzerinden Müslümanlığını sorgulaması gerekir. Ne yazık ki ahlak ve dürüstlük konularında sınıfta kalan, spekülasyon ve yolsuzluklarla malul hastalıklı bir toplum görüntüsü veriyoruz. Dünyada gıda fiyatlarında önemli düşüşler yaşanırken bizde fiyatların artması biraz da bu noktayla ilgili gözüküyor. Çalıştırdığı insanların emeğini sömürenlerin, tefecilik dahil her türlü para oyunları, hile ve mali spekülasyonlarla halkı aldatanların, karaborsa yapanların, fahiş fiyatlarla mal satanların vicdan muhasebesi yapmaları elzemdir. Ülke Ekonomisinin Üretim Artışının Gerçekleştirilmesi Doğrultusunda Revize Edilmesi, Piyasasının Denetimi, Takip ve Kontrolü Müslüman ülkelerin küresel sisteme ve kapitalizme entegre olduğu, uluslararası siyaset ilişkilerinin çok yönlü kaygan bir zeminde seyrettiği bir dünyada, ülke yönetimlerinin her şeyi denetleyip kontrol altına alabileceklerini düşünmek doğru olmaz. Örneğin, bu günlerde arkasında dış destek olduğu iyice anlaşılan, ülkenin birlik, bütünlük ve istikrarını bozmayı amaçlayan terör örgütlerinin neden olduğu can kayıplarının yanında ekonomiye verdikleri zarar ve kayıplar hiç de küçümsenemez. Ama yine de ülke yönetimleri tarafından piyasaların takip, denetim ve kontrolü konusunda yapılabilecek çok şeyler olmalıdır. Piyasaların istikrar bulması sadece etiket koyma meselesinden ibaret değildir. Marketlere yansıyan fiyatlar, piyasaları menfi olarak etkileyen birçok faktörün birbirlerine zincirleme eklemlenmesiyle ortaya çıkan bir sonuç olmaktadır. Çarpık kentleşmenin, kırsaldan metropollere kontrolsüz göçün, tarım arazilerinin betonlaşmasının, erozyonun, yanlış ve ge- reksiz kullanımlarla suyun ve toprağın israf edilmesinin, kirletilmesinin önünü kesecek tedbirlerin acilen alınması gerekmektedir. Yine tarım ve hayvancılık sektörünün desteklenmesi, aile çiftçiliğinin teşvik edilip küçük işletmelerin yaygınlaştırılması, ıslahı ve gelişimi için atılacak köklü adımlara ihtiyaç vardır. Bu konuda ithalattan çok yerli imkanların araştırılıp devreye sokulması, tohum, gübre ve yem fiyatlarının düşürülmesi, verilen teşviklerin amaca uygun değerlendirilip değerlendirilmediği konusunun aktif olarak takibi, denetim ve kontrolü gerekmektedir. Ekonomiyi olumsuz etkileyen faktörlerden birisi de şüphesiz israf konusudur. Ülkemizdeki enerji, su, toprak ve ürün israfı devasa miktarlara ulaşmaktadır. Sadece ekmek israfı bile büyük meblağlar tutmaktadır. Dünyada milyonlarca insan ekmek bulamazken, ekmeğin israf edilmesi helal değildir. İsrafın dinimizce haram kılınmasının büyük hikmetleri vardır. Bu konuda okullar, medya, sivil toplum örgütleri ve camiler aracılığı ile israfın azaltılmasına yönelik bilgilendirmelerin, telkin ve tavsiyelerin, yürütülecek kampanyaların mutlaka bir değeri vardır. Gıda fiyatlarının devlet tarafından denetlenmesi ve düşürülmesi meselesine gelince, çıkarları elden gidecek birtakım çevreler ve sermaye sahipleri, liberal ekonominin özüne ve serbest piyasa şartlarına uygun olmadığı gerekçesiyle buna karşı çıkmaktadırlar. Sanki gerçek anlamda serbest piyasa varmış gibi(!) Sanki devletin görevi sadece vergi toplayıp yol köprü yapmak, güvenliği sağlamak, başka işe karışmamak, halkı tamamen spekülatörlerin insafına terk etmek(!) Devletin karaborsayı, anarşiyi, soygunu ve vurgunculuğu önlemek ve bu bağlamda piyasayı düzenleyip kontrol etmek gibi bir görevi yok mu? Elbette ki bu söylenenin devletin en baş görevleri arasında olması gerekir. Ancak denetim ve kontrolün ticaretin doğal yapısına ve akışına uygun yollarla yapılması önemlidir. EYLÜL 2015 111 Fyatların denetlenp kontrol edlmes, mutlaka fyatlara narh konulacağı anlamına gelmez. Fyatların her yerde ve zamanda geçerl olacak ve hç değşmeyecek şeklde devlet veya br başka kurum tarafından resm olarak yukarıdan aşağıya doğru belrlenmes realteye uygun değldr. Gıda Mallarının Satışında Fiyatların Denetlenmesi Ancak fiyatların denetlenip kontrol edilmesi, mutlaka fiyatlara narh konulacağı anlamına gelmez. Fiyatların her yerde ve zamanda geçerli olacak ve hiç değişmeyecek şekilde devlet veya bir başka kurum tarafından resmi olarak yukarıdan aşağıya doğru belirlenmesi realiteye uygun değildir. Çünkü, malum olduğu gibi realitede fiyatları belirleyen arz-talep dengesidir. Doğal ortamda mal ve üretim fazlalığında fiyatların düşmesi, azlığında ise fiyatların yükselmesi olağan bir durumdur. Karşılıklı rızaya dayanmak, mala hile katmamak ve birbirini aldatmamak şartıyla Allah ticareti helal, faizi haram kılmıştır.6 İslam’ın temel kaynakları esas alındığında, ticaret mallarının fiyatlarının belirlenmesi ve kâr haddi konusu ticaretin doğal ortamına ve fiyat dalgalanmalarına terkedilmiş, arz ve talep durumlarına göre serbest rekabet ortamında oluşacak fiyatlara müdahale edilmemiştir. Ancak, ticarette insanların temel ihtiyaç maddelerinin istismarı durumunda piyasaya müdahale edilmiş, haksız kazancı engellemek için narh uygulaması dahil birtakım tedbirlere başvurulmuştur. Gerek Hz. Peygamber gerekse sahabe ve sonraki dönemlerde bunun örnekleri mevcuttur. Sonuç olarak ülkemizde patates ve et örneğinde ortaya çıktığı gibi spekülatif yollarla fiyatlar üzerinde sunî olarak oynanıyor, karaborsa yoluna gidiliyor, malların piyasaya girmesi bir şekilde engelleniyorsa, resmi makamların ve ilgili kurumların olaya müdahale etmeleri gerekir. Tamamen serbestliğin egemen olduğu, sermaye sahiplerinin medya üzerinde hakimiyet kurup siyaset ve hukuk mekanizmalarını etkileyebildiği bir piyasada karaborsanın tespit edilip takip edilmesi kolay bir şey değildir. Tespit halinde bu işi yapanın deşifre edilip verilecek cezaların caydırıcı olması etkin olabilir. Üretim artışının gerçekleştirilmesi esas olmak kaydıyla, gıda fiyatlarının yükselişini engellemek için gerektiğinde devletin ithalata 112 EYLÜL 2015 başvurması veya malı üreticiden alarak doğrudan halka arz etmesi durumları da söz konusu olabilir. Ancak faydalı olmakla beraber bu yöntemlerin uzun vadede kesin sonuç vermediği anlaşılmıştır. Problemin çözümü noktasında iki öneri sunulabilir: İlk öneri, gıda maddelerinin halka arzı konusunda üreticiden toptancıya, perakendeciye ve tüketiciye uzanan etapların haksız kazanca yer vermeyecek şekilde en aza indirgenmesi ve bunun herkesi bağlayacak yasal bir zemine oturtulmasıdır. Üzerinde çalışıldığında bu iş düzenlenebilir. Yani üreticiden toptancıya gelen herhangi bir gıda maddesinin, o toptancı eliyle diğer bir toptancıya devredilerek onun da aracılar zincirine eklemlenmesinin önü kesilmelidir. Diğer bir öneri, gıda maddelerinin satışı başta olmak üzere halkın zaruri ihtiyacı olan mallar için makul kâr oranlarının belirlenmesidir. Kâr oranını belirlemek narh koymak anlamına gelmez. Günümüzün gelişmiş bilgisayar ve internet teknolojisi de devreye sokularak, herhangi bir malın üreticiden toptancıya intikal ederken bunun hangi fiyat üzerinden gerçekleştiği, toptancının bunu perakendeciye, market veya bakkala yüzde kaç kâr oranı ile sattığı, marketin aynı malı tüketiciye arz ederken hangi kâr oranı ile sattığı kolaylıkla tespit edilebilir, takip ve kontrolü yapılabilir. Ancak bunun sistemini ve yasal zeminini kurmak gerekir. Dipnotlar 1 2 3 4 5 6 Roger Garaudy, Çöküşün Öncüsü ABD, çev. Cemal Aydın, İstanbul 1997, s. 154 İlhami Güler, Dünyanın Başına Gelen “Derin Sapkınlık”: Dünyevileşme, İslâmiyât, c. IV, Sayı: 3, Temmuz-Eylül 2001, s. 53 Mülk, 67/1 Bakara, 2/212; Ali İmran, 3/14, 185, 197; A’raf, 7/103-137; Bakara, 2/258, 70; Kasas, 28/76-83; Ankebut, 29/39; dünyevileşme konusunda geniş bilgilendirnme ve yorum için bk. İlhami Güler, agm., s. 35-58 “Allah alış-verişi helal, faizi ise haram kılmıştır” (Bakara, 2/275) “Ey iman edenler, birbirinizin mallarınızı haram yollarla yemeyiniz. Meğer ki (o mallar) sizden kârşılıklı rızaya dayanan bir ticaret (malı) ola” (Nisa, 4/29)