sosyal bilimler ansiklopedisi

advertisement
Kuper, Adam (Ed.) & Kuper, Jessica (Ed.)
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi
The Social Science Encyclopedia
Çeviri Editörü: Ahmet Kemal Bayram
ISBN 13: 978-975-250-040-2
ISBN: 978-975-250-039-6 (Tk. no)
Adres Yayınları® / 45
1. Baskı: Şubat 2016
© 2016, Adres Yayınları®
© 2004, 2009 Routledge Taylor & Francis Group
Bu kitap ilk olarak İngilizce, Taylor & Francis Group’a ait Routledge
tarafından, The Social Science Encyclopedia ismiyle yayınlanmıştır.
Türkçe çeviri ve baskısı Routledge’ın izniyle, 2009 basımı 3. edisyondan yapılmıştır. Bu eserin müellifi olarak yazarın hakları mahfuzdur.
Yayın Editörü: Hasan Yücel Başdemir
Yayına Hazırlayan: Kerim Çınar
Sayfa Düzeni: Ceren Özçevik
Kapak Tasarımı: Uluslararası Piri Reis Kültür Ajansı
Baskı: Tarcan Matbaası
Adres: Zübeyde Hanım Mah. Samyeli Sok. No: 15, İskitler, Ankara
Telefon: (312) 384 34 35-36 | Faks: (312) 384 34 37
Sertifika No: 25744
liberteyayıngrubu
GMK Bulvarı No: 108/16 06570 Maltepe - Ankara
Tel: (312) 231 60 69 / Faks: (312) 230 80 03
E-mail: [email protected] / Web: www.liberte.com.tr
Adres Yayınları® Liberte Yayın Grubu’nun tescilli bir markasıdır.
SOSYAL BİLİMLER
ANSİKLOPEDİSİ
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, sosyal bilimcilerden, kütüphanecilerden ve öğrencilerden tezahürat almak için 1985 yılında yayımlanmış, 1996 yılında, kitap eleştirmenleri tarafından bir klasik olarak tanımlanmaya başlandığında ayrıntılı bir şekilde revize edilmiştir. Bu üçüncü baskı radikal bir şekilde yeniden düzenlenmiştir.
Maddelerin yarısından çoğu ya yenidir ya da tümden yeniden yazılmıştır ve geri
kalanların çoğu çok önemli derecede gözden geçirilerek dengelenmiştir.
Uluslararası bir katkıda bulunanlar ekibi tarafından yazılmış olan ansiklopedi, sosyal bilimlerin anahtar sorunlarına dair küresel bir bakış açısı sunmaktadır. 500 kadar madde, dayanıklı ve yeni hayatî çalışma alanlarının ve araştırma yöntemlerinin çeşitlerini kapsamaktadır. Uzmanlar, yeni evrimsel ve
mantıklı karar teorisinden post-yapısalcılığa kadar teorik tartışmaları gözden
geçirir ve sosyal bilimlerle kesişen harika sorulara adres gösterir. Genlerin
Davranış üzerindeki etkisi nedir? Bilinçlilik ve bilişselliğin doğası nedir? Zenginlik ve fakirliğin nedenleri nelerdir? Çatışma, savaş, ihtilal ve soykırımsal
şiddetin kökleri nelerdir?
Bireyin toplumdaki yerine dair çağdaş akademik düşünceye ciddi bir ilgi duyan herkes için güvenilir bir kaynak olması hedeflenmiştir.
Adam Kuper, bir antropolog, birçok kitabın yazarı, TLS ve Londra Kitap
Eleştirileri’nde yayıncı ve katkıda bulunanıdır. Kendisi Birleşik Krallık’taki
Brunel Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde profesördür ve ayrıca Britanya
Akademisi’nin bir üyesidir.
Jessica Kuper, 2002 yılında, Cambridge Üniversitesi Yayıncılığa ait Sosyal Bilimler Birimi’nden kıdemli kabul editörü olarak emekli olmuştur.
ÖNSÖZ
Bu Sosyal Bilimler Ansiklopedisi’nin üçüncü baskısıdır. İlk baskısı 1985 yılında yayımlanmıştır. İkinci baskı çok önemli derecede gözden geçirilmiş,
güncellenmiş ve 1996 yılında basılmıştır. Editörler olarak, okuyucu ve eleştirmenlerin görüşlerinden, yardımcı editörlerin, üç başarılı uluslararası panelinin uzman tavsiyelerinden ve katkıda bulunanlarımızın birçoğunun önerilerinden yararlandık ve ansiklopedi, yayımlandıktan sonraki bu 20 yılda,
güvenilir, erişilebilir ve güncel bir sosyal bilimler derlemesi olarak ikna edici
bir format olma ününü kazandı. Bu üçüncü baskının kendinden öncekilerin
önüne geçtiğini düşünmek isteriz fakat yola çıkarken ki amacımız hâlâ değişmedi. Birey ve topluma dair, bir yüzyıldan fazla zamandır yapılan akademik çalışmalarla birleşmiş tüm düşünceler ve bulgular yelpazesinin güvenilir,
zekice ve ilginç bir incelemesini yönetmek için elimizden gelenin en iyisini
yaptık.
Her bir baskı, birçok ülkeden, çeşitli entelektüel gelenekleri, akademik özellikleri ve bakış açılarını temsil eden yüzlerce uzmandan yararlanmıştır. Hepsi
birlikte 400 ila 500 maddeye katkıda bulunmuştur. Bu maddeler bir disiplinin
kapsamlı gözden geçirmesini ya da merkezi konseptlerin çok büyük rakamlı
kısa sunumlarına dair büyük araştırma konularını, alt alanlarını ve özelleşmiş
sorunlar üzerine yazılmış kısa makalelerin nispeten anahtar biyografilerini
içerir. Bu baskı için, genellikle komisyon uzunluğundaki maddeleri seçtik.
Daha çok yer kaplamalarına rağmen hâlâ 500 civarında madde bulunmaktadır. İkinci baskı için, maddelerin yarısı yeniden yazılmış ya da tamamen bu
baskıya özel yazılmıştır. Geri kalan maddeler de düzenlemiştir. Bu baskı için
seçilen maddelerin yarısı da yine üçüncü baskı için tamamen ya da çok büyük oranda yenidir veya daha önce bahsedilmemiş konular üzerinedir. Geri
kalanlar da yeniden düzenlenmiş ve güncel hale getirilmiştir.
İkinci baskı 10 yılda ortaya çıkmış yeni tartışmacılar ve inceleme alanlarını
içermekteydi. Bu üçüncü baskı da yeni teorik ve sosyal bilimlerdeki ilişkilerin durumunu yansıtacak başlıksal materyalleri tanıtmaktadır. Mevcut baskı,
sosyal bilimlerdeki, geçmiş yıllardaki çalışma alanlarını son derece etkileyen
evrimsel düşünmeye daha çok dikkat çekmektedir. Diğer akımların karşıt di-
sipliner ve araştırma programları çeşitliliğine olan etkisi görünür durumdadır. Mantıksal seçim yaklaşmakta ve oyun teorisi ekonomiden siyaset bilimi
ve sosyolojiye göç etmektedir. Aynı zamanda iktisatçılar rasyonellikteki hataları açıklamak ve hayati bilgilerin eksik olduğu duruma karar vermek zorunda olan insanların nasıl hareket ettiğine dair iç görü kazanmak için psikolojik
teorilerden yararlanmaktadır. İnsan hakları söylemi, siyasî teori, hukuk ve
uluslararası ilişkiler için merkezî hâle geldi (bu baskıda öncekilerden daha
çok yer verilmiştir.). Bilişsellik çalışmasındaki yeni gelişmeler ve beynin psikolojinin alanlarının büyük bir kısmını kapsaması; linguistik ve antropolojiyi
etkilemiştir. Genetikteki ilerlemeler psikolojide temel sorunlar için yeni yaklaşımlara ilham vermiş, sosyal bilimcilere yeni iletişim ve değişim modelleri
sağlamış ve genetik modellerin neden ve nasıl sosyal sorulara uygulandığına
dair kritik tartışmaları kışkırtmıştır. Kültür teorisi gerçeklik teorisinden faydalanan post-yapısalcılık gibi sosyal bilimlerin kaynak noktası olarak yerleşmiştir. Cinsiyet çalışmalarının meşguliyeti, birçok tartışma ve çalışma alanına
uyarlanmıştır. Bu süreçte, cinsiyet çalışmaları daha kapsamlı ve eklektik bir
hale gelmiştir.
İlk baskıyı tanıtırken, sosyal bilim disiplinlerinin giderek artan oranda tek bir
arena söylemi teşkil ettiğini not etmiştik. Muhtemelen araştırma programlarının gitgide daha çok örtüştüğünü söylemek daha doğru olacaktır. Benzer tartışmalar, çeşitli bölgelerde ortaya çıkmakta, yeni fikirler bir alandan
diğerine geçmektedir. Bugün, iktisatçılar psikolojik deneyler yaptıkları için
Nobel Ödülü kazanıyor, siyaset bilimciler iktisatçıların modellerini ödünç
alıyor, tarihçiler ve coğrafyacılar her zamanki gibi, sosyal bilimler çevresinde
eklektik bir şekilde sıralanıyorlar. Bu ansiklopedideki felsefi ve metodolojik
maddelerin çoğu bütün sosyal bilim alanları ile ilişkilidir. Bu örtüşmenin ve
kurulu disiplinlerin iç içe geçmesinin bir sonucu olarak belli başlıkları kimin kapsadığına karar vermek çok zor hale gelmiştir. Yine de muhtemelen
öyledir; çünkü karşılıklı bakış açıları (sıklıkla çok sayıda disiplinde görülür)
adilce sunulduğunda çok fazla inter - disipliner aktivitenin olması da bir fark
oluşturmamaktadır. Açık bir zihinle bu sayfaları tarayan herhangi biri, belirli
temaların tekrarlandığını, hiç beklenmedik yerlerde ortaya çıktığını ve önceki incelemelerin belirgin bir başlangıç noktasından karşıt disipliner bağlara
ve hatta duyulmamış yerlere eriştiğini görecektir. Bu süreç ayrıca okuyucuya
karşılaştırmacı ve tümleyici fikirler sunacaktır.
Entelektüel üye ortakları ve ideolojik endişeler de disiplinler arası bağlarla
kesişir. Kendinden öncekiler gibi, ansiklopedinin bu baskısı da sosyal bilimleri oluşturan ortak varsayımlarla birlikte zıtlıkları da yansıtır. Biz katkı sağlayanlarımızı onların bireysel uzmanlık alanlarına göre seçtik fakat kaçınılmaz
olarak hepsi bazı entelektüel yönelimleri ve geniş kapsamlı kesişen fikirleri
temsil etmektedirler. Bunun ansiklopedinin güçlü özelliklerinden biri olduğuna inanıyoruz. Bu denge, ileri okumalar ve takip eden çapraz kaynaklar ile
sağlanır ki; bir görüş diğeriyle kıyaslanabilsin.
Bu sosyal bilimlerin bilim olmadığını iddia eder mi? Bu disiplinlerden bazılarına ait ufak tefek şeyler –hatta bazı önemli parçalar- geleneksel testlere göre
kesinlikle bilimsel olarak kalifiyedir, tıpkı biyolojinin birçok branşında olduğu gibi. Fakat 19. yüzyılın sonlarında, etkili sesler, insan ilişkilerine dair çalışmaların doğal bilimlere göre modellenebileceği ve modellenmesi gerektiğini
sorgulamışlardır. Siyaset biliminden bilimin sosyolojisine kadar olan önemli
maddelerin yazarları da bu sorgulamaya katılmaktadırlar. Bu çalışma alanı
bilimin doğasını bir soru olarak ortaya koymuştur. Umuyoruz ki; bu konuda
ya da sizin ilgi alanınız veya yöneliminiz her ne ise, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi’nin üçüncü baskısı o konuda karar vermenize yardımcı olacaktır.
Adam Kuper ve Jessica Kuper
Londra, Aralık 2003
ÇEVİRMENLER
A. Eren Topal
İsa Sağbaş
A. Kadir Gülen
İsmail Kurun
Abdullah Keskin
Mehmet Karakaş
Ahmet Ayhan Koyuncu
Murat Aygen
Ahmet Kemal Bayram
Mustafa Bölükbaşı
Alper Karasoy
Nuri Yavan
Can İlkyaz
Oğuzhan Kalkan
Ceren Özçevik
Orçun İmga
Ceyda Kurtar
Osman Metin
Fatih Savaşan
Ömer Faik Anlı
Hakan Olgun
Selçuk Akçay
Hatice Turut
Senem Kurtar
İ. Erkam Sula
Şenol Gündoğdu
İlhan Varank
Volkan Ertit
YARDIMCI EDİTÖRLER
Demografi
Gigi Santow, Sydney
İktisat
Patrick McCartan, Cambridge University Press
Scott Parris, Cambridge University Press
Eğitim
Walter Feinberg, University of Illinois, Urbana-Champaign
Coğrafya
R.J. Johnston, University of Bristol
Linguistik
Paul Newman, Indiana University
Siyaset ve Hükûmet
Anand Menon, Birmingham University
Brendan O’Leary, University of Pennsylvania
Psikoloji
Michael W. Eysenck, Royal Holloway College, University of London
Sosyoloji
Michael Lynch, Cornell University
A
▮▮ Adalet, Paylaşımcı
Adalet ile ilgili elimizdeki en iyi tanım
Justinian’ın yaptığı tanımdır: Âdil bir
paylaşım (dağılım), herkesin kendi hakkını aldığı paylaşımdır. Ancak göreli olarak biçimsel olan bu tanım bize çok fazla
bir şey söylemez çünkü her bir kimsenin
‘hakkının’ ne olduğuna karar verme meselesi cevapsız kalmaktadır. Dahası ‘Hak
nedir?’ sorusu başka iki soruyu maskeler: ‘Sosyal işbirliği dolayısıyla oraya çıkan nimet ve külfetlerin kime ne kadarı
gitmesi gerekir?’ (paylaşım, dağılım sorusu) ve ‘bu nimet ve külfetler nelerdir?’
(paylaşılacak şeyin ne olduğu sorusu).
Modern zamanlarda ve özellikle büyük
oranda liberal toplumlarda adalet başka
iki kavram ile ilişkilendirilmektedir: Layık olunan şey ve eşitlik. Bir kişinin hakkı olan şey, onun hak ettiği, layık olduğu
şeydir; eşitler ise eşit olarak muamele
görenlerdir. Biçimsel adalet fikri gibi bu
iddialar da kim ne ediniyor şeklindeki
temel meseleyi çözmezler ama adaletle
ilgili kuramsallaştırmaları zorunlu kılarlar.
Adalet kurumsal olduğu kadar bireysel bir erdem olsa da, Rawls’un 1971’de
A Theory of Justice (Bir Adalet Teorisi)
adlı eserinin yayımlanmasından beri
birçok siyaset felsefecisi, ‘kurumların ilk
erdemi olarak adalet’ (Rawls 1971:3)
fikri üzerinde odaklanmıştır. Uluslarara-
sı adalet meselelerinin literatür içindeki
önemi her geçen gün artsa da bu odaklanma, belli bir devletteki adalet üzerindedir. Paylaşım meselesiyle ilgili dört
ana yaklaşımdan bahsetmek mümkündür: Görenekselcilik, faydacılık, karşılıklı yarar olarak adalet ve hakkaniyet
olarak adalet. Buna ek olarak, paylaşılacak şeyin ne olacağı sorusuyla ilgili iki
ana açıklama, refah anlayışı ve kaynak
yaklaşımı, aynı zamanda tartışmanın sınırlarını belirlemiştir.
Görenekselciler, kimin hakkının ne olduğunun özgül toplumların normları,
yasaları ve gelenekleri tarafından belirlendiğini ileri sürerler. Bu yaklaşımın
en derinlikli modern ifadesi Michael
Walzer’ın (1983) çalışmasında yer alır.
Walzer’a göre her bir iyilik, yarar, topluluğun o şeyi iyi olarak niteleyen anlayışında içkin olarak yer alan ilkeye göre
paylaştırılmalıdır. Bu çerçevede, sağlığımızı yenilediği için sağlık bakımının
kendimiz için iyi bir şey olduğunu bir
kere düşündüğümüzde, sağlık bakımının yararıyla ilgili anlayışımız açısından
uygun bir paylaşım ilkesinin ortaya çıktığını görürüz: Tıbbî ihtiyaç. Walzer’a
göre, farklı toplulukların iyiliklerle ilgili
farklı sosyal anlayışları dolayısıyla da
farklı paylaşım ilkeleri vardır. Böyle bir
durumda söz konusu olan tek evrensel
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi | 15
16 | Adalet, Paylaşımcı
ilke, birbirinden farklı bu ortak anlayışlara saygı duyulması gerekliliğidir.
Görenekselciliğe yönelik eleştirilerin iddiasına göre ise, sosyal yararların tek ve
belirsizlikten uzak anlamlarının yer aldığı sadece birkaç toplum vardır (kürtaj
tıbbî bir ihtiyacın karşılanması mıdır?).
Bu eleştiriler ayrıca, görenekselciliğin
çekici ve inandırıcı olmayan bir göreceliği barındırdığını ileri sürerler.
20. yüzyıl ahlak ve siyaset felsefesinin geneline damgasını vuran faydacılar
ise kurumların, insan refahı, mutluluğu
veya ‘yararına’ ne kadar (az ya da çok)
katkı yaptıkları açısından değerlendirilmeleri gerektiğini iddia ederler. Eylem
faydacıları doğru eylemi, en iyi sonuçları ortaya çıkaran eylem olarak tanımlarlar. Kural faydacıları ise doğru eylemi,
en iyi sonuçların ortaya çıkmasına yol
açacak şekilde benimsenmiş ilgili kuralın kapsamındaki eylem olarak görürler.
Faydacılığa yönelik eleştiriler, faydacılığın insanlara ahlaki eşitler olarak saygı
göstermekten uzak olduğunu belirtirler.
Örneğin, bir paylaşım bir gruba büyük
bir servet verirken diğerlerini köleleştiriyorsa böyle bir paylaşım ilkesel olarak,
varlıklı olanlara sağladığı fayda, kölelere
yüklediği külfete göre daha ağır bastığından, faydacı temeller üzerinde haklılaştırılabilir. Bu eleştiriye karşı olarak
faydacılar, gerçek dünya da böyle bir
şeyin olma ihtimalinin oldukça zayıf
olduğu cevabını verirler. Bu cevap doğru olabilir ama doğru olsa bile, yanlış
nedenlerden doğan bir doğru cevaptır.
Köleliğe yönelik itirazımızın nedeni salt
mutsuzluğa yol açmasından dolayı değildir, asıl neden adaletsiz olmasıdır ama
faydacıların bu farklı adalet anlayışını
benimseme yetisinden uzak oldukları
görülmektedir.
Karşılıklı yarar olarak adalet görüşünü
benimseyen kuramcılar Rawls’un ‘toplum, karşılıklı yarar adına işbirlikçi bir
teşebbüstür’ iddiasını ve bu teşebbüsün,
çabanın düzenlenmesi için gerekli olan
adalet kurallarını oldukça ciddiye alırlar. Eğer bu kurallar zorlayıcı nitelikte
olacaksa o zaman her bir işbirlikçinin
çıkarına olmaları gerekir. Yani herkes bu
adalet kuralları dairesinde, aksi takdirde
yapabileceklerine göre yapabilme yetilerinin daha fazla olması gerekir. Bu açıklamada adaletin kuralları, işbirlikçilerin
göreli pazarlık güçlerini yansıtmalı ve uç
noktada işbirlikçiler topluluğuna sunacak hiçbir şeyleri olmayanlar toplumca
kabul görmüş ahlak ‘sınırının ötesine
düşeceklerdir’ (Gauthier 198:268). Bu
yaklaşıma yönelik bazı eleştiriler, özellikle işbirliği için gösterilen gerekçenin
(kişisel çıkarın artırılması) bazen bedavacılık gerekçesi olabileceği ihtimali öne
sürülerek, itaati temin etmenin zorluklarına dikkat çekerler. Başka bir takım
eleştiriler de, zayıf ve hassas olanları korumaktan uzak herhangi bir adalet kuramının ‘alternatif bir ahlak açıklaması’
değil, ‘alternatif bir ahlak’ olduğunu öne
sürerler (Kymlicka 1991:190).
Adaleti hakkaniyet olarak gören kuramlar ise adalet kurallarını, farklı iyilik görüşleri taşıyan kişilerin işbirliğini
düzenleyen ögeler olarak ele alırlar. Bu
kuramcıların tartışmaya ekledikleri şey,
bu tür kuralların ahlaki değerlere bağlı
insanların temel olarak eşit değerde ifade edileceği ve saygı duyulacağı şartıdır.
Ancak adaleti hakkaniyet olarak gören
kuramcıların böylesi bir saygının gerekliliklerinin neler olduğu konusunda
hemfikir olmadıkları görülür. Robert
Nozick’e göre tek zorunluluk, kişilere
mutlaklığı söz konusu olan negatif öz-
Adalet, Paylaşımcı | 17
gürlük hakları kümesinin tahsis edilmesidir (Nozick 1974). Rawls (1971)
ise, gereklilik olarak herkese verilecek
eşit değerdeki siyasal hakları göstermiştir. Rawls ayrıca sosyal ve iktisadi
eşitsizliklerin, hakkaniyetli fırsat eşitliği
ve durumu iyi olmayanlara azami fayda
sağlayacak düzenlemelerin ürünü olarak
ortaya çıkmaları gerektiğini ifade eder.
Rawls’un iddiasının dayanağı olan düşünceye göre, insanlar arasındaki eşitliğe saygı duymak demek, hak edilmemiş
olan doğal yetenek ve beceriler gibi yan
etkenleri, aynı şekilde ‘ahlaki bakış açısından doğan keyfîliği’ bir kenara koymak demektir.
Rawls’un yetenek ve becerilerin keyfîliği üzerinde ısrarla durması, paylaşımcı
adalet kuramı içindeki en ilginç çağdaş
gelişmenin tohumlarını atmıştır; bu gelişme ‘şans eşitlikçiliğidir’. Şans eşitlikçiliğini vurgulayan kuramcılara göre adaletin amacı, bir taraftan tercihten doğan
farklılıklara saygı duyulurken öte yandan şanstan kaynaklanan farklılıkların
aşırılığını da hafifletmektir. Bunun tam
olarak nasıl yapılabileceği oldukça tartışmalı bir konudur ve bazı eleştirilere
göre, şans eşitlikçiliği, baskıya karşı tepki şeklindeki önemli eşitlikçi amacı da
göz ardı etmektedir (Anderson 1999).
Paylaşımcı adaletle ilgili literatürdeki
tüm bu gelişmeler, ‘Paylaşılacak şey nedir?’ sorusunun önemine ışık tutmuştur.
Refah yaklaşımına göre, eğer insanlar
sahip oldukları doğal yetenek ve becerilerinden sorumlu değillerse o zaman
bazı insanların, ahlaken keyfî nitelikteki bazı nedenlerden dolayı kaynakları
servete dönüştürmede beceriksiz olma
ihtimalini kabul etmek zorunda kalırız.
Eğer durum buysa, insanlara eşit muamele ederken salt kaynaklar üzerinde
değil, bu kaynakların sahiplerine ne
tür bir refah sağladıkları üzerinde durmamız gerekir. Kaynak yaklaşımı, refah
yaklaşımının sezgi karşıtı sonuçlara yol
açtığını öne sürer (örneğin kendi seçimi
olmadığı halde oldukça pahalı bir şarap
zevki olan birine kamusal ödenek ayrılmalıdır). Bu yaklaşım ayrıca kaynakların
paylaşımı, dağılımı üzerinde yoğunlaşmamız gerektiğini belirtir (bu kaynaklar
genellikle anlaşıldığı üzere gelir ve refahı
kapsadığı gibi haklar ve özgürlükleri de
kapsar). Bilindiği gibi ‘Neyin eşitliği?
tartışması’ adaletin ‘hamurunun’ nasıl
olması gerektiğiyle ilgilenen yeni kuramlar türeten bir ‘kolej endüstrisini’
doğurmuştur (Bkz., Clayton ve Williams 2000).
Matt Matravers
Çev. Ahmet Kemal Bayram
Ayrıca bkz: kayırma uygulamaları; eşitlik; Rawls;
sosyal tercih; sosyal sözleşme
KAYNAKLAR
Anderson, E.S. (1999) ‘Egalitarian justice and
interpersonal comparison’, European Journal
of Political Research 35: 445–64.
Clayton, M. and Williams, A. (2000) The Ideal of
Equality, London.
Gauthier, D. (1986) Morals by Agreement, Oxford.
Kymlicka, W. (1991) ‘The social contract
tradition’, in P. Singer (ed.) The Blackwell
Companion to Ethics, Oxford, pp. 186–96.
Nozick, R. (1974) Anarchy, State and Utopia, New
York.
Rawls, J. (1971 [rev. edn 1999]) A Theory of Justice,
Cambridge, MA.
Walzer, M. (1983) Spheres of Justice, Oxford.
İLERI OKUMALAR
Barry, B. (1989) Theories of Justice: Volume 1 of a
Treatise on Social Justice, Berkeley, CA.
(1995) Justice as Impartiality: Volume 2 of a Treatise
18 | Aile
on Social Justice, Oxford.
Dworkin, R. (2000) Sovereign Virtue: The Theory
and Practice of Equality, Cambridge, MA.
Hurley, S. (2003) Justice, Luck, and Knowledge,
Cambridge, MA.
Matravers, M. (2002) ‘Responsibility, luck, and the
‘‘Equality of What?’’ debate’, Political Studies
50(3): 558–72.
Scanlon, T. (1999) What We Owe to Each Other,
Cambridge, MA.
▮▮ Aile
Kendimiz hakkında nasıl düşüneceğimiz, başkaları ile ilişkileri ve bağlantıları nasıl oluşturacağımız hakkında, yani
kökten aile anlayışımızı değiştiren, devam eden küresel bir devrim mi yaşanıyor? Sosyal teorisyenler, gelişmiş, Batılı
sanayileşmiş uluslarda oluşan, boşanmada önemli artış, evliliğin ertelenmesi,
birlikte yaşamanın artması, doğum ve
evlilikte azalmalar gibi demografik değişimlere işaret ediyor. Teorisyenler ayrıca, cinsiyet eşitlikçiliği ve iş piyasasının,
özellikle de eğitimde yükselen kadın
katılımının geleneksel cinsiyet rollerinde sorun yaratmaya başladığıyla ilgili
problemlerden de bahsediyorlar. Elisabeth Beck-Gernsheim bunun, bugün
dünyayı sallayan değişimlerden birisi olduğu konusunda ısrarda yalnız değildir.
Cinsellik, aşk ve evlilik, ilişkiler ve ebeveynlik gibi kişisel yaşamımızın merkezini etkileyen faktörlerden hiçbirisi bu
kadar önemli değildir (Beck-Gernsheim
2002: vii).
Aile ve kişisel yaşamın devrimsel dönüşümü, özellikle dini köktenciler tarafından direnişi kışkırttı. Bugünlerde iki
Amerikalı siyaset bilimci Ingelhart ve
Norris, Batı ve İslam Dünyası’nın bö-
lünmesinde kültürel bir fay hattı olan
demokrasi hakkında Samuel Huntington’un tezini konu aldılar. Yetmiş kadar
ulusun dâhil olduğu bir tutum araştırması olan Dünya Değerler Araştırması’ndan veriler kullanarak, “ ‘gerçek
medeniyetler çatışması’ cinsiyet ve aile
değerleri ve kadının rolündeki değişmelerdir” sonucuna ulaşmışlardır (Ingelhart ve Norris 2003).
Modernleşme ve küreselleşmenin Büyük Anlatılar ‘dan (Grand Theory) elde
edilen büyük devrimci değişimler ve
kültürel bölünmeler hakkındaki iddiaların çok genel olması muhtemeldir. Aile
değişimi ve sürekliliğinin özgün boyutlarının doğasını ve sonuçlarını ele alan
empirik çalışmaların bir sonucu olarak
daha net bir takım iddialar ortaya konabilir ancak empirik yargıların genellikle bilinenin çok ötesine geçtiği açıkça
ortadadır. Dahası, hem teorik hem de
empirik literatür, sıklıkla (liberal veya
muhafazakar) ideoloji tarafından renklendirilir.
Neyin ideal aileyi inşa edeceği hakkındaki inancın sağlamlığı, sosyal bilimler
için dikkate değer bir problemi ortaya
çıkarır. Örneğin, aile çeşitliliğinin sonuçları ile hem çocuklar için hem de
yetişkinler için aile parçalanması üzerine Avrupa’da ve Amerika’da çok sayıda
araştırma vardır. Ancak sonuçlar çoğunlukla oldukça tartışmalıdır. Bir eleştiriye
göre, “sağlam” aile hanelerinde kalanlarla karşılaştırıldığında ortalama, ayrı, boşanmış ve üvey aile ile yaşamanın, bireyleri riske attığı gerçeği şüphe götürmez
bir olgudur (Pryor ve Trinder 2004).
Ancak hane yapısı ve ayrılık, çocuklar ve
yetişkinler için, sonuçlarda dağılımın sadece küçük bir kısmını açıklar. Aile üye-
Aile | 19
leri için daha önemlisi, süreçler, ayrılık
deneyimleri ve bu deneyimlerin anlamlarıdır. Pryor ve Trinder, John Gillis’in
ünlü aile ile ilgili, birlikte yaşadığımız aileler ile geçindiğimiz aileler ayrımından
alıntı yaparak, ailelerin çocuk ve ebeveynleri ilgilendiren günlük gerçeklikleriyle
topluluk ve kültürün aileler için yazdıkları senaryolar arasındaki boşluğa, uçuruma dikkat çekmişlerdir.
Birçok toplumda kodların daha az
bağlayıcı hale geldiği inkâr edilmiyor.
Beck and Beck-Gernsheim (2002), bu
süreci ‘kurumsal bireyselleşme’ olarak
adlandırıyor. Onlar aile kurumu içerisinde çeşitliliğin normalleştiğini ileri sürüyorlar. Önceki –tek ebeveynli aileler,
(nikahsız) birlikte yaşayan aileler, gay ve
lezbiyen aileler, boşanma sonrası aileler
gibi- sapkın aile formları daha normal
ve daha kabul edilebilir olmaya başladı. Şüphesiz, herhangi bir çağdaş aile
çalışması, zamana ve yere göre aile yaşamındaki büyük değişiklikleri ciddiye
almalıdır. Bu konuyu çalışanlar, durağan
ve evrensel “aile” terminolojisinin yanlış yönlendirme ihtimalinden sakınmak
üzere kasıtlı olarak çoğul “aileler” ifadesini alışılmış yöntemin dışına çıkarak
kullanırlar.
‘Evlilik’ kavramı bu karmaşıklığı göstermektedir. Evlilik, bugün Avrupa’da ya
da Kuzey Amerika’da yetişmiş birisi için,
boşanma ve birlikte yaşamanın nispeten
nadir olduğu daha önceki nesillerde
olduğundan çok farklı anlama sahiptir. Birlikte yaşama şekilleri, farklı dini
gelenekleri yansıtan boyutuyla, gruptan gruba çok farklılıklar gösterir. Bazı
toplumlarda birlikte yaşama evliliğe bir
giriş veya alternatif olarak kabul edilebilirken diğerlerinde yaygın bir günah
olarak kabul edilebilir. Avrupa’nın bazı
bölümlerinde doğum, evlilik birliği içinde ağırlıklı bir konumdayken,diğerlerinde, özellikle İskandinavya’da, üreme ve
evlilik giderek belirgin hale gelmektedir.
Neden insanlar kendilerinin resmi
evliliklerin dışında tutar ve neden o bir
sorundur? Demograf Kathleen Kiernan,
Avrupa’da ve ABD’de değişen partnerlik
ve ebeveynlik bulgularını inceledi. Kiernan, literatürde dile getirilen kaygının,
büyük oranda hali hazırdaki birliktelik
birimlerinin evlilik birimlerinden daha
kırılgan olduğu gerçeğinden kaynaklandığı sonucuna varır. Ancak, birlikte
yaşamanın iki tipi arasındaki fark, büyük ölçüde daha güçlü olması ve evlilik
için seçilen partnerliğin daha kararlı olması sebebiyle olabilir. Eğer genel eğilim ve birlikte yaşamanın gelecekteki
seyri, birlikte yaşayan ebeveynler için
evlilikten sakınmaksa, o zaman birlikte
yaşama ve diğer benzer şeyler daha dayanıklı bir alternatif olacaktır (Kiernan
2004: 31). Daha genel olarak, belirli
aile düzenlemelerinin yaygınlığının ve
egemenliğinin zaman içinde değişimini
akılda tutmak önemlidir. ABD içerisinde ‘geçişteki aile’ argümanına karşılık,
‘tehlikedeki aile’ teorisi olarak gevşek
bir şekilde tanımlanan ideolojik bir bölünme olmuştur. Tehlikedeki aile teorisini savunanlar, tek ebeveynli ailelerin,
bozulmamış ailelerle kıyaslandığında
çocukların mutluluğu için daha zararlı
olduğunu gösteren kanıtları ileri sürerler
(Elliott ve Umberson 2004). Bu araştırmacılar bu tür evlilik yanlısı ‘geleneksel’
aileyi destekleyen kamu politikaları için
çağrıda bulunuyorlar. Diğerleri, farklı aile yapılarını meşrulaştıran sürecin,
evlilik ve çekirdek ailenin kutsallaştı-
20 | Aile
rılmasının bozulmasına ve değişik aile
yapıları içinde çocukların gelişimine
yardım edeceğini savunurlar. Tartışmanın kolayca çözülebilmesi pek mümkün görünmemektedir. Aile çeşitliliği,
aile bozulması, değişen iş-aile dengesi
veya çocukların bakımı için kamusal
düzenlemelere karşılık aile gibi konuların, çocuklar üzerindeki etkilerine dair
araştırmalar genellikle oldukça tartışmalıdır. Aile ve çocukların mutluluğu
üzerine mevcut literatürün çoğunun aile
ve çocukluk ideallerinin sadece sorulan
soruları değil, aynı zamanda bulunan cevapları da incelemek üzere yapı bozuma
tabi tutulması gerekir.
Aile bozulması çocuklar için olumsuz
sonuçlara neden olsa bile, bunun değişik nedenleri olabilir. Bozulma, ailenin
bileşimindeki değişikliklerden çok daha
fazlasını gerektirir. Çocuklar için önemli
olan nedir? Ekonomik durumun düşüşü mü? Baba figürünün kaybedilmesi
mi? Sosyal temasın erozyona uğraması
mı? Ebeveyn bakımında bir azalma mı?
Bu sorunların hepsi mi? Farklı çocuklar
için farklılığı anlamlandıran nedir? Geç
ergenlik ve yetişkinliğin geçişleri ve sonuçları üzerine çocukluk deneyimlerinin etkisini inceleyen çalışmalardan bazı
cevapları derleyebiliriz. Ama sıklıkla bu
tür çalışmalar, çocukların kendi eylemleri, perspektifleri ve seçimleri hakkında
sınırlı bilgi sağlar. Araştırmacılar çocuğun ebeveyn davranışları ve aile çevresinden nasıl etkilendiğine dair soruları
sadece son zamanlarda sordular.
Ailelerin incelenmesi kolay bir iş değildir. Bunu o kadar zor hale getiren basitçe
ideolojik tutkular değildir. Hatta tek bir
ailenin dinamiklerini anlamak bile son
derece karmaşıktır. Her farklı aile üyesi
açısından aile yaşamının oldukça farklı
olduğuna dair gittikçe artan bir kabul
var. Hatta aynı aile içinde bile çocuklar,
psikologların paylaşılmayan aile ortamı
adını verdiği durumdan kaynaklanan,
farklı sosyalleşme deneyimlerine sahipler. Çocuk gelişimi üzerine yapılan son
araştırmalar genetik faktörlerin göreceli
etkisini açığa çıkarmak için ve paylaşılan
ve paylaşılmayan çevrenin sonraki sonuçları üzerinde çaba göstermektedirler.
Genetik üzerinde odaklanma aile ortamının önemini küçümsemez. Aksine o,
genetik ve aile ortamı arasındaki etkileşimin bu mevcut anlayışının çok sınırlı
olduğunu vurgulamaktadır. Daha genel
olarak, genetik ve yeni üreme teknolojileri üzerine araştırma, politik olarak hassas ve etik olarak sorunlu birçok konuyu
inşa eder.
Cinsiyet de aile araştırmalarında hassas bir konudur. Aile yaşamı yanıtlayıcıların cinsiyetine bağlı olarak kesinlikle
çok farklıdır. Geçmişte çok sık olarak
aileler çalışması neredeyse sadece kadın bakış açısından üstlenilmiştir. Elbette feministler, kadınların aile içinde
‘tutsak’ edildiğine ve onların seslerini
duyurabilmek için kurtarılmış olmaları
gerektiğine dair endişelerini ifade etmekte haklıydılar. Eğer kadınlar sadece
aile açısından görüldüyse bu, kadınların
çok boyutlu doğasını eksik bir temsildir.
Benzer şekilde, çoğu aile araştırmasında
kadın önyargısı, bir partner olarak, baba
olarak ve bakıcı olarak erkeğin karmaşık
yaşamını anlamak için bir problem oluşturuyor. Bu önyargı gittikçe düzeliyor ve
aile içinde gittikçe erkek odak haline geliyor. Ancak bu basmakalıp cinsiyet yargılarını dağıtabilmek zordur. Örneğin
aile içi şiddetin erkek kurbanları hakkında çok az bir bilgi vardır.
Aile | 21
Tekrardan ele alınan meseleler, sadece
aile özel alanının cinsiyetle nasıl kesiştiğine dair varsayımlar değildir. Cinsiyet,
aile ve işin karşılıklı ilişkilerindeki değişmeleri inceleyen çalışma sahasında gittikçe artan bir eğilim var. 21.yy.da erkeklerin ve kadınların iş ve aile birleştirmek
için tercihleri ne kadar önemlidir? Bu
tür sorulara cevap vermede ülkeler arası
araştırmalar yardımcıdır. Yeni bin yılın
başında anlık bir görüntü, çoğu sanayileşmiş ülkelerde ücretli bir işte çalışan
anne ve babaların çoğunluğunu gösterecekti. Eğilimler açısından dünya çapında oldukça fazla ortak yanlar olsa da aile
tercihlerinin şekillendiği sosyo-ekonomik bağlamlar açısından ülkeler arasında derin farklılıklar vardır. Bu yapısal
farklılıklar göz önüne alındığında bireysel tercihler ne kadar önemlidir? Catherine Hakim, Britanya ve İspanya’da,
yaşam tarzı tercih gruplarının büyük ölçüde her iki cinse uygun emek gücünün
ayırt edici temel özelliği olacak, sonucuna ulaşır. O, ‘tartışma her bir ailenin,
hiçbir katı ya da sabit kuralların olmadığı ve bütün seçeneklerin açık olduğu
durumlarda, iş bölümlerini nasıl organize ettiği hakkındadır’ diye yazar. Ancak
bu iddia, onun bir sonraki iddiası olan
‘ulusal hükûmetler için sorun, herhangi
bir tercih grubuna karşı ayrımcılığı ortadan kaldırmak için maliye politikası, aile
politikası ve istihdam politikasının yeniden organize edilmesidir’ biçimindeki
iddiası tarafından keskinleştirilmiştir
(Hakim 2003: 262). Açıkçası aile ve iş
tercihindeki cinsiyet eşitlikçiliğine giden bazı yollar halen kapalıdır.
Belki de en temel değişimlerin, aile ve
cinsiyetten ziyade aile yapısı ve aile ekonomisiyle daha az ilişkisi vardır. Şurası
kesindir ki, cinsellik bizim, bir sosyal kurum olarak aileyi anlamamızın merkezini teşkil eder (Treas 2004). Üremenin
başlangıç noktası olarak cinsellik yeni
aile üyeleri sağlar ve zaman ve nesiller
boyunca aile yaş çizgisini devam ettirir.
Cinsellik eş bulmanın ve çiftlerin bağlılığının temelidir ve bu sebeple cinsellik
aile ilişkilerinin temeline gider. Çünkü
aile ilişkilerinin düzenlenmesinde payı
vardır. Ayrıca dünyanın pek çok yerinde
yüksek hoşgörü yönünde belirgin bir
eğilim var. Özellikle Avrupa ve Kuzey
Amerika’da daha az öngörülebilir seyir
izleyen genç insanların hayatları, artık
evlilik öncesi cinsellik ve bebek sahibi
olma gibi konularda geleneksel beklentileri yerine getirmemektedir. Çünkü
gençlerin ilk evliliklerini gerçekleştirme
yaşları yükselirken, ilk cinsel deneyime
sahip olduğu yaş düşme eğilimindedir
ve gençlik ile bağlayıcı partnerlik oluşturma noktasında şimdi bir boşluk var.
En azından ABD ve Britanya’da, ergen
hamileliği ve cinsel yolla bulaşan hastalıklardaki yüksek oran bunun sonucudur. Bu değişiklikler aileler için daha
öte zorluklar oluşturmaktadır ancak ailelerin toplumsallaştırma sorumluluğu
her geçen gün zorlaşmaktadır. Bunun
en önemli nedeni ailelerin benimsediği
varsayılan değerler ile değişen kültürel
normlar ve tüketim pratikleri arasındaki
tutarsızlıklardır.
Daha genel olarak, aile bağlarımızın
ve akrabalık ilişkilerimizin merkezini
değiştiren küresel bir devrim olarak,
serbest cinsel tercihle bağlantılı olarak
bireyciliği karakterize eden bir problem
var. Aile kurumunun bireyselleştirilmiş
olduğu eğilimi, ailevi çeşitliliğin normalleşmesini vurgulamak için faydalı
olabilir. Ancak yine de, aile araştırmalarından bildiğimiz tek şeyin aile ilişkileri
22 | Aile İçi Şiddet
meselesi olduğudur. Aile araştırmalarından elde edilen bulgular, bağımlılığın
öneminin devam ettiğini açıkça gösteriyor.
Jacqueline Scott
Çev. Ahmet Ayhan Koyuncu
KAYNAKLAR
Beck, U. and Beck-Gernsheim, E. (2002)
Individualisation. Institutionalised
Individualisation and its Social and Political
Consequences, London.
Beck-Gernsheim, E. (2002) Reinventing the Family,
Cambridge, UK.
Elliott, S. and Umberson, D. (2004) ‘Recent
demographic trends in the US and
implications for well being’, in J. Scott, J.
Treas and M. Richards (eds) The Blackwell
Companion to the Sociology of Families,
Oxford, pp. 34–53.
Gillis, J.R. (1997) A World of Their Own Making:
Myth, Ritual and the Quest for Family Values,
Cambridge, MA.
Hakim, C. (2003) Models of the Family in Modern
Societies, Aldershot.
Ingelhart, R. and Norris, P. (2003) Rising Tide:
Gender
Equality and Cultural Change around the World,
New York.
Kiernan, K. (2004) ‘Changing European families:
Trends and issues’, in J. Scott, J. Treas and M.
Richards (eds) The Blackwell Companion to
the Sociology of Families, Oxford, pp. 17–33.
Pryor, J. and Trinder, L. (2004) ‘Children, families and
divorce’, in J. Scott, J. Treas and M. Richards
(eds)
The Blackwell Companion to the Sociology of
Families, Oxford, pp. 322–39.
Treas, J. (2004) ‘Sex and family: Changes and
challenges’, in J. Scott, J. Treas and M. Richards
(eds) The Blackwell Companion to the
Sociology of Families, Oxford, pp. 397–415.
▮▮ Aile İçi Şiddet
Aile içi şiddet probleminin kamusal bir
sorun haline geldiği ve reformcularla devlet kurumlarınca dile getirildiği,
1870’ler, 1910’lar ve 1970’lerden günümüze olmak üzere, üç tarihsel dönem
vardır. Bu dönemlerin her birisinde,
problem kamusal olarak tanımlandı, istatistikler toplandı, açıklamalar yapıldı
ve siyasi reformlar tanıtıldı. Her bir durumda, kamusal tanımlama ve reform
hareketi, güçlü bir kadın hareketi tarafından yönlendirildi.
Bu sorun, kadına dayak ve daha yakınlarda kadına karşı şiddet, kadın istismarı
veya aile içi şiddet olarak değişik şekillerde tanımlandı. Araştırma bulguları
gösteriyor ki, zaman ve kültürler boyunca evlilik veya evlilik benzeri ilişkilerde
şiddet, erkeğin kadın partnerine şiddet
kullanmasıyla ezici bir şekilde orantısızdır. Söz konusu şiddetin önemli bir
kısmı bilinmezken, suç istatistikleri,
kurban araştırmaları ve derinlemesine
mülakatlardan elde edilen bulgular hiçbir zaman evlenmemiş veya beraberlik
yaşamamış kadınların yaklaşık ¼’ünün
yaşamları boyunca belli dönemlerde
erkek partnerinin şiddetine maruz kaldığını ortaya koymaktadır. Şiddetin
doğası tokat atma ve itip kakmadan aile
içi cinayete kadar değişir. En yaygın biçimi olan yumruklama ve tekmeleme,
vücutta çürükler, kemikler ve dişlerde
kırılmalar ve yaralanmalarla sonuçlanır.
Bulgular ayrıca bu türden fiziksel şiddete genellikle ‘istismar kümesi’ olarak
adlandırılan saldırganlık, zor kullanma,
sindirme eylemlerinin de eşlik ettiğini
göstermektedir. Buna ek olarak cinsel
şiddet de meydana gelebilir.
Toplumların çoğunda, aile içi cinayet
demek, çoğunlukla kadının öldürülmesi demektir. Bu, erkek tarafından kadın
partnere karşı sürekli şiddetin tarihsel
bağlamında meydana gelir. Genellikle
Aile İçi Şiddet | 23
erkekler eşlerini öldürür ve bu eylemlerin oranı toplumlara göre değişiklik
gösterir ancak bu çoğunlukla kadına
yönelen erkek şiddetinin tarihsel bağlamında meydana gelir. Ölüm genellikle
ev içi saldırıların çok sık rastlanmayan
sonucu olsa da, bu, tüm kadın cinayetlerinde önemli bir yekün tutmakta ve
bazı toplumlarda kadın eşin öldürülmesi tüm cinayetler içerisinde önemli
bir oran oluşturmaktadır. Aile içi şiddet
hakkındaki kanıtlar, çoğu toplumlarda
ciddi ve yaygın bir problemin ve kadına karşı şiddet uygulanmasının yaygın
hikâyesini anlatır.
Bu şiddetin sebebini açıklamak için
sosyal bilimciler tarafından değişik açıklamalar öne sürüldü. Sosyal ve bireysel
patoloji; etkileşimsel, durumsal ve ailevi dinamikler ile kurumsal, kültürel ve
ideolojik zorlamalar bu açıklamalardan
bazılarıdır. Bu perspektiflerin çoğunda erkek gücü, hakimiyeti ve kontrolü,
değişik oranlarda vurgulanır. Tarihsel,
antropolojik ve çağdaş araştırma verileri
şiddet kullanımıyla bağlantılı çatışmaların tipik olarak erkeklerin iktidar ve otorite ilgileri, kıskançlık, cinsel sahiplenme ve kadının ev içi iş gücünü (yemek
hazırlama ve çocuk bakımı gibi) kapsadığını tutarlı bir şekilde ortaya koymaktadır. Erkeklerin bireysel arka planları ve
öğrendiği deneyimleri, önemli olduğunu gösteriyor.
Aile içi şiddet, araştırmacıların, sosyal
aktivistlerin ve politika yapıcıların eş
zamanlı olarak katıldığı bir problemdir.
Aktivistler problemi kamusal kurumlara
tanıttılar, sosyal bir problem olarak tanımlanmasını sağladılar ve politika yapım sürecinde devletle ilişkilendirdiler.
Araştırmacılar sistematik bilgi temin et-
tiler ve politika yapıcılar problemi azaltmak veya ortadan kaldırmak ve/veya
kurbanlara destek sağlamak amacında
olan tedbirlerle yanıt verme çabalarına
girmişlerdir. Kadın hareketi bu sorunun
uluslararası alanda kabul görmesinde ön
plandadır; bu hareket istismara uğramış
kadın ve çocuklar için sığınma evleri
oluşturulması ve devletlerin reform arayışına girme şeklinde tepkiler vermesini
sağlayan hareket olagelmiştir.
Şiddetin doğası çalışmalarına ek olarak sosyal bilimciler, devlet ve toplumun yanıtlarını da araştırdılar. Bunlara,
yenilikçi politika ve programların etkinliğinin yanı sıra geleneksel tepkilerin
eksikliği de dâhildir. Bu açıdan başlangıçta, istismara uğramış kadınlar için
konut edindirme, sığınma evi tahsisi
ile beraber şiddet uygulayan erkek ve
kurbanları olan kadınlar için ceza yargılaması üzerinde odaklanmaya özen gösterilmiştir. Bulgular konut edindirme ve
sığınma evinin kadınlar ve çocuklar için
önemli sayılabilecek bir koruma alanı
sağladığını ortaya koyarken, geleneksel
adalet, yargı düzenlemelerinin şiddetin
azaltılması ya da kurbanların desteklenmesinde etkili sonuçlar ortaya koymadığını göstermektedir. Şimdilerde
kanunlarda ve kanun uygulamalarında
değişim iklimi var ve araştırmalar kanunlardaki yeniliklerin etkili olabileceğini öne sürmektedir. Sosyal ve sağlık
bakım hizmetleri yenilikler, kamu politikaları ve akademik araştırmaların takip
ettiği verimsiz tepkilerin benzer tarihini
gösteriyor.
Sosyal bilimler içinde sosyoloji, kriminoloji ve psikoloji disiplinleri bugüne
kadar, büyük miktarda araştırma ve burs
imkanı sağladı. Antropoloji, evrimci
24 | Akıl (Zihin)
psikoloji, tıp ve hemşirelik alanları da
problemle ilgili çalışmalar yaptı ve ilave
açıklamalar ve kanıtlar ileri sürdü.
Russell P. Dobash
R. Emerson Dobash
Çev. Ahmet Ayhan Koyuncu
İLERI OKUMALAR
Browne, A., Williams, K. and Dutton, D. (1999)
‘Homicide between intimate partners: A 20-year
review’, in M.D. Smith and M.A. Zahn (eds)
Homicide, London, pp. 149–64.
Dobash, R.E. and Dobash, R.P. (1979) Violence
against Wives, New York.
(1992) Women, Violence and Social Change,
London.
(1998) (eds) Rethinking Violence against Women,
London.
(2000) Changing Violent Men, London.
Hanmer, J. and Itzin, C. (eds) (2000) Home Truths
about Domestic Violence, London.
Mirrlees-Black, C. (1999) Domestic Violence:
Findings from a New British Crime Survey SelfCompletion Questionnaire, London.
Mullender, A. (1996) Rethinking Domestic Violence:
The Social Work and Probation Response, London.
▮▮ Akıl (Zihin)
‘Akıl’ Cermenlere ait gamundi kelimesinden alınmıştır ve düşünmek, hatırlamak ve niyetlenmek anlamına gelmektedir. Taşıdığı bu çeşitli anlam akılda
tutmak, hatırlatmak, birine akıl vermek,
karar vermek veya karar değiştirmek
gibi günümüzde kullanılan ifadelerde
görülmektedir. (Ç.N: Bunlar orijinal
kelimelerde ‘mind’ kelimesinin geçtiği
kalıplardır). Pek çok sözlü şeklinin artık modası geçmiştir veya lehçeye aittir
fakat katılımı bakımından ‘takma kafana’ veya ‘kendine dikkat et’ gibi kalıp-
lar da sürmektedir. Geleneksel olarak,
‘akıl’ toplu olarak algılama, hayal etme,
hatırlama, düşünme, inanma, hissetme,
arzulama, karar verme ve niyetlenme
gibi zihinsel becerilerle ilintili olarak
kullanılmaktadır. Bazen bir etken ima
edilir: ‘Akıl düşünen ve hisseden gizemli
bir şeydir’ (Mill 1843); bazen de etmez:
‘Akıl dediğimiz şey belli ilişkiler tarafından bir araya getirilmiş bir yığın farklı
algıdan başka bir şey değildir ‘(Hume
2000 [1739– 40]). Klasik Yunan’da akılla ilgili sorular, teolojik konuların hakim
olduğu Orta Avrupa’da olduğu gibi ruh
ile birlikte dokunmuştur. Platon’nun üç
bölüme ayırdığ aklın bilişsel, çağrısal ve
duyuşsal fonksiyonları en azından on
dokuzuncu yüzyıla kadar sürmüştür.
Zihinsel kuvvete ilişkin yapılan sayısız
sınıflandırma on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda kendini göstermiştir.
Bunların genellikle kuramsal olması ve
açıklayıcı olmamasına rağmen, fonksiyonun psikometrisi ve kortikal yerleştirilmesi ve akabinde modulerite ve
nöropsikolojide daha sonraki çalışmalar
için temel oluşturmuştur (Fodor 1983).
Zihinseli fizikselden ayırmak için çeşitli
kriterler önerilmiştir (Feigl 1958) fakat
çoğuna ilişkin problem vardır. İlkine
göre, fiziksel olaylar halka açıkken zihinsel olaylar özeldir. Descartes (1953
[1641]) fiziksel bedenlerin uzaysal
olarak genişleyip belirleyici kanunlara
konu olduğunu, halbuki aklın uzaysal
olmadığını ve özgür olduğunu iddia etmiştir. Brentano (1995 [1874]) niyetliliği zihinsel özelliği olarak ele almıştır:
algılama, düşünme ve arzulama objektif
bir varlığı olmayan nesneleri ima eder.
Diğer filozoflar fiziksel özelliklere indirgenemez gibi görünen bilinçli deneyimlerin nitel özelliklerine (qualia ‘şahsi ve
Akıl (Zihin) | 25
kişiyle yakından bağlantılı tecrübenin
doğası’) zihinselin tanımlayıcısı olarak
işaret etmiştir. Farklı mantıklar açısından, örneğin içsel ve uzanımsal (Chisholm 1967) veya dilbilimsel düzenler
(Ryle 1949), zihinseli ve fizikseli birbirinden ayırmak için teşebbüslerde bulunulmuştur. Geleneksel olarak akıl bilinçli deneyimle birlikte tanımlanmaktadır:
‘Bilinçlilik her zihinsel operasyona eşlik
eder ya da onun koşuludur’ (Fleming
1858); ‘Asla bilinçli olmadığı Akılda
herhangi bir mesele olmasından söz edilemez’ (Locke 1690). Ancak, bu mesele
açıkça yanlıştır. On dokuzuncu yüzyılda
nörofizyolojistler ve klinisyenler sinir
sisteminde farklı fonksiyon düzeylerini
fark etmişler ve bilinçsiz zihinsel aktiviteyi bildirmişlerdir fakat fikir en azından
klasik Yunan zamanlarına dayanan çok
eski bir tarihe sahiptir. William James
(1890) bilinçlilikte bulunanın uçuşan
değil sadece tüneyen düşünceler olduğunu belirtmiştir. Zihinsel süreçlerin
çoğu bilinçlilik dışında yer alır – örneğin
algı, bilginin çekilmesi, beceriler ve yaratıcı düşünmenin büyük kısımları. Bu
gerçek, hipnoz, bilinçaltı algısı, farkında
olmadan öğrenme, bölünmüş kişilik ve
kör bakış (art kafa lopları zarar görmüş
hastaların herhangi bir görme deneyimi bildirmediği ve zorlanmış bir tercih
durumunda doğru ayrımları yapabilmelerini ifade eden klinik bir durum) gibi
olayların göz önüne alınmasıyla daha da
açık hale gelmiştir. Eğer akıl bilinçlilikle
tanımlanmaktan ziyade davranışı yöneten sistem olarak karakterize edilirse, o
zaman çalışılmak üzere daha mekanistik
yaklaşımlara yol açıktır. Bilişsel psikolojinin yükselişiyle, en popüler çalışma
çerçevesi işlevci felsefeye dayanan bilgisayar metaforu olur: zihinseli karakterize
eden şey materyal oluşumundan ziyade
fonksiyonel düzenidir. Aklın sayısal modeline göre, zihinsel aktivite sayımdır ve
zihinsel süreçler simgelerde gerçekleşen
çalışmalardır ve dijital bir bilgisayarda
formel kurallara göre soyut sembollerin
gösterilmesiyle modellenebilir. Sayısal
model hem davranışçı hem de çift yönlü olduğu için eleştirilmektedir (Russell
1984). İşlevsellik deneyimde nitel farklılıkların tatmin edici bir analizini sunamaz ve zihinsel süreçler herhangi özel
bir fiziksel idraktan bağımsız olarak düşünülür. Bağlamsız, soyut sembollerin
formel görüntüsünün anlamla ve referansla yeterince ilgilenip ilgilenemediği
konusu şüphelidir (Searle 1980). Ortodoks yapay zeka çevre ile dinamik etkileşimini yeteri kadar vurgulamamaktadır
ve zihinsel yaşamın gelişimsel ve biyolojik boyutlarını göz ardı etmektedir. Biyolojik olarak daha realistik bir alternatif
popülerite kazanmıştır: bağlantıcı ilkeleri uygulayan ve paralel dağılmış işlemi
gösteren sinir ağları. Bağlam adreslenebilirlik ve yerel hasara dayanıklılık gibi
özellikler gösterirler ve doku tanıma, öğrenme ve hafıza gibi pek çok psikolojik
olay için iyi açıklama yapar. Aynı zamanda nöro-fizyolojik araştırmalarla verimli
bağlantılar kurmuşlardır. Akıl düzeyler
içerisinde ve arasında etkileşim ve bağlılıkla hız ve esneklik sağlayarak çoklu
paralel işlemcilerin oluşturduğu bir hiyerarşi ile modellenebilir. En düşük düzeyde, dış dünyayla duyusal ve hareketsel etkileşimleri yönetirler. En yüksek
düzeyde, tüm hedeflerinden bahsedilir.
Modüllerden bazısı işlev bakımından oldukça genel olabilir; muhtemelen çoğu
oldukça özelleşmiştir. Kanıtlar, sözlü
işlem için uzmanlaşmış olanlarla mekansal işlemler için uzmanlaşmış olanlar
J
▮▮ James, William (1842–1910)
Ünlü psikolog ve filozof William James,
New York City’de doğmuştur. William,
romancı kardeşi Henry ve kız kardeşi,
babalarının önderliğinde Avrupa seyahatleri ve özel derslerden oluşan, ama
hiç de sistematik olmayan, bir eğitim
aldılar. Resim eğitimi aldığı kısa bir aradan sonra James, 1861’de Harvard’da
Lawrence Scientific School’u bitirdi ve
1864’te Harvard Medical School’a girdi
ve buradan 1869’da Tıp Doktoru olarak
mezun oldu. James’in yaşamını belirleyen şey, akut depresyon ve psikomatik
hastalık nöbetleriydi, bu rahatsızlıklar
onun dinlenme ve tedavi için yalnız başına Avrupa seyahatlerine vesile oldu. Bu
nöbetlerin ona iki açıdan büyük faydası
oldu: daha sonra öncü bir araştırmacı
olduğu anormal psikolojik durumlarla
ilgili ilk elden tecrübe edindi ve bu konuda Fransızca, Almanca ve İngilizcedeki geniş hacimli literatürü okuma fırsatı
elde etti. 1878’de yaptığı evlilik, sağlığının düzelmesi ve öğretmenlikle beraber yazmaya yoğunlaşmasında önemli
bir etkendi. James’in akademik yaşamı,
1875’de psikoloji dersleri vermeye başladığı Harvard’da merkezlendi ve burada ayrıca, anatomi ve fizyoloji dersleri
de verdi. Daha sonra 1907’de emekli
olana kadar da felsefe dersleri açtı.
James’in psikoloji ve felsefe alanın-
daki çalışmaları birbirine karışmıştır ve
tam olarak birbirinden ayırt edilemez
niteliktedir. James’in en büyük çabası ve
başarısı, bugün hem felsefe hem de psikoloji alanında bir klasik olarak görülen
The Principles of Psychology (Psikolojinin İlkeleri, 1890) adlı eseridir. 10 yılda
yazdığı bu eser, onu dünya çapında üne
kavuşturmuştur. James amacını, psikolojiyi bir doğa bilimi olarak inşa etmek
şeklinde belirlemiştir. James’in bu amaç
çerçevesinde kastettiği şey, metafizik
sorulardan sakınılacağı ve psikolojideki
açıklamaların, Locke ve Hume’dan beri
felsefi psikolojide baskın olan içe bakış
usullerinden daha çok, mümkün olduğu ölçüde, deneysel fizyoloji ve biyolojiye dayandırılmasıdır. Atom benzeri
fikirlerden oluşan ve bir araya gelerek
düzen ve karışım oluşturan geniş kabul
görmüş zihin kavramlaştırmasının zıddına James, duygular ve çıkarları, ilgileri
de kapsayacak şekilde zihnin ‘bilinçlilik
akışı’ olduğunu iddia etmiştir. James’e
göre zihin evrimci ve ereksel (teleolojik) formlar çerçevesinde ele alınmalıdır; zihinsel faaliyetin varlığı, gelecekteki amaçlara ulaşmak için araç seçimi söz
konusu olduğunda kanıtlanır. Darwinci
kuramın James’in psikolojik ve felsefi
görüşleri üzerinde önemli etkisi olmuştur. Bu açıdan fikir ve kuramlar, ilgilerimiz, çıkarlarımız ve eylem amaçlarımız
doğrultusunda bizim gerçekliğe intibaSosyal Bilimler Ansiklopedisi | 703
704 | James, William (1842–1910)
kımızı ve kısmen de dönüşümümüzü
mümkün kılan araçlar olarak yorumlanır.
James, 1898’de ‘Felsefi kavramlaştırmalar ve pratik sonuçlar’ başlıklı bir
konuşmayla, daha sonra kısa sürede
Amerikan felsefesinde ana akıma dönüşecek pragmatizm (yararcılık) kuramını devreye sokmuştur. James ayrıca,
pragmatizmin kurucusu olarak şeref ve
saygınlık kazandırdığı Charles S. Pierce’ın göz ardı edilmiş çalışmalarına da
dikkat çekmiştir. Pragmatizm içindeki
ana tez, kavramların değer ve önemi, anlam ve doğrulukları sadece kökenleri tarafından değil, gelecekte ortaya çıkacak
pratik sonuçları tarafından da belirlenir.
Bu görüşün yer aldığı çalışmalar The
Will to Believe (İnanma İstenci, İradesi
1896), Gifford Lectures (Gifford Dersleri, 1901–1902), The Varieties of Religious
Experience (Dini Tecrübenin Çeşitleri)
ve açıkça öne sürüldüğü eserler de Pragmatism (Yararcılık, 1907) ve The Meaning of Truth (Hakikatin Anlamı, 1909)
dur. James, daha sonraki yazıları ve derslerinde gerçekliğin çoğulcu niteliği, belirlenmezcilik ve dünyayı süreklilik arz
eden bir tecrübe yapısı olarak tasavvur
ettiğimiz ‘radikal emprisizm’ gibi metafizik öğretileri savunmuş ve daha da
geliştirmiştir.
H.S.Thayer
Çev. Ahmet Kemal Bayram
İLERI OKUMALAR
Barzun, J. (2002) A Stroll with William James,
Chicago.
Burkhardt, F. and Bowers, F. (eds) (1975–88) The
Works of William James, 19 vols, Cambridge,
MA. Perry, R. B. (1935) The Thought and
Character of William James, 2 vols, Boston, MA.
Skrupskelis, I. K. and Berkeley, E. M. (1992–)
The Correspondence of William James,
Charlottesville, VA.
K
▮▮ Kabile
Viktoryen uzmanlar, sözde ‘ilkel’ toplumların bilimini inşa etmek amacıyla
girişimlerinin bir parçası olarak ‘kabile’
terimini kullandılar. Onlar Afrika, Amerika, Melanezya gibi bölgelerde yerli
toplumların temel özellikler dizisini tanımlamak için çalıştılar. ‘Kabile’ terimi,
başlangıçta büyük sosyal gruplar için oldukça genel olarak uygulandı, ama kısa
bir süre sonra kayda değer bir çeşitlilik
olduğu ortaya çıktı ve hangi grupların
kabile olarak adlandırılması gerektiği ve
onların belirleyici özelliğinin ne olduğuna ilişkin karar vermek için çalışmalar
birbirine bağlandı. Terim, ortak kullanıma geçti ve uzun yıllar antropolojide
devam etti (bazı durumlarda 1960’lar
gibi oldukça yakın zamanlara kadar, örneğin Lewis, 1968); ancak kabile olarak
tanımlanan grupların paylaştıkları çok
az şey olduğu ortaya çıkınca bu terim,
her geçen gün daha az kullanılır oldu.
Daha da ötesi, sömürgelikten kurtulmuş
devletlerdeki aydınlar, batılı uzmanların,
özellikle antropologların, ulus oluşumunu engellemek ve insanları bölmek için
kabilenin kolonyal icadına göz yumduklarını ileri sürdüler.
1970’lerde birçok antropolog, neden
kabile kavramının böyle bir disipline ve
aslında Batılı tahayyüle dayanarak çalışıldığını keşfetmek için refleksif bir çalış-
maya girişti. Antropologlar, cevabın bir
kısmının 19.yy. sosyal evrim fikirlerinde
yattığına karar verdiler. Masabaşı etnografları dikkatli birer alan araştırmacıları
değillerdi; ama kendi toplumlarının sözde özelliklerinin tersinden apriori olarak
ilkel toplum imajı inşa etmişlerdi ve sonrasında da bu tasavvurlarını kanıtlamak
için kanıt seçmişlerdi.
Erken dönem etnograflar sanayi toplumlarında önemli gruplara dahil olmanın başarı, sözleşme ve tercih ölçütüne
dönüştüğünü iddia etmişlerdir. Bu etnograflara göre ‘ilkel’ gruplar, statü temelinde verili statüye göre oluşuyordu.
Bu grupların oluşumunda akrabalığın
bazı roller oynadığına dair kanıtlar, onları, kabilelerin sadece akrabalığa dayalı çevrecil gruplar olduğu sonucuna
götürdü. Bu, kesinlikle doğru değildi
ama Batılıların, ilkel ve uygar dünyanın
bütünüyle farklı olduğuna ve sosyal varoluşun üstün formlarının evrildiğine
inanmalarına neden oldu.
1970’lerin refleksif bakışında ‘kabile’,
‘ötekiliğin’ (farklılık ve aşağılık), dünyanın bazı bölgelerinin insanlığa dayattığı
entelektüel bir süreçti. Ötekiliği dayatmak, ayrıca pratik bir süreç de olmuştu. 19.yy.da aşılanan kabile kavramıyla,
yöneticiler, sömürge yapılan dünya daki
insanlara kabile kimliklerini dayatmıştı.
O, bu yapıların ezelden beri var olan doSosyal Bilimler Ansiklopedisi | 705
706 | Kadın Çalışmaları
ğal gruplar olduğunu gösterdiğine inanmak için uygundu. 1970’lerde, 20.yy.
erken dönem etnografyasının bu iddialara ciddi biçimde meydan okumadığı
dile getirilmiştir. Çünkü gösterilebilir
nitelikteki yansız araştırma, sömürge
teşebbüsünün içkin bir parçasıydı ve
Batı, ‘Batı dışı’ imajını, eşitsizlik ve sömürgeciliği haklılaştırmak için kullanıyordu. Yeni kuşak bazı uzmanlar artık,
kabilenin, gözlemcilerin zihni haricinde
hiç varolmamış olduğunu ilan etmektedirler. Ancak bu tepki çok ileri gitmişti
ve vaadini açıklama arayışında olduğu
insanlara yönelik bir hakarete dönüşmüştü. Bu onların, kabile ve ötekilikle
ilgili dayatılan şeyleri pasif olarak kabul
ettiği anlamına gelmiştir.
1980’lerde değişik disiplinlerden
araştırmacılar, sömürgeciliğin değişik
ajanları tarafından dayatılan kabile fikrinin pratik yönlerinin daha incelikli analizlerini aradı. Comaroff ’ların (1991)
anlatım tarzında dikkatler, hem ‘bilincin
sömürgeleştirilmesi’ne, hem de ‘sömürge bilinci’ne çekiliyor.
Son dönemde yapılan araştırmalar
uyum, dönüşüm ve yıkıma ilişkin tepkileri kimin yönlendirdiğini ve diğerlerinin de bu yönlendirmeyi neden takip
ettiğini ortaya koymuştur. Bunu yaparken aynı zamanda kabilenin belirsizliğini ortaya çıkarmıştır. Kabileler, kesin
sınırlar, atıflar ve dünyanın başlangıcıyla
ilgili olarak yeni fikirler/düşünceler içerir. Ama bir kez benimsendiğinde, bu
düşünceler toplumun bir seviyesinde
yer edinemezler. Bu düşünce tarzı küçük
ve büyük grupların yeni algılarını bilgilendirir; etnik grup ve ulusların imajlarını inşa için ve farklılığı aşağı olandan
ayırmak için kullanılır. Böylece insanlar
çeşitli bağlamlarda ötekiliklerini iddia
edebilir ya da telafi edebilirler. Yani kabile, kimlik iddialarıyla dolu pandora
kutusunun anahtarlarından biridir.
Sonuçlar hâlâ belirgindir ve ilerleme
anlatılarıyla sosyal hareketliliğin bozulduğu post-endüstriyel bir dünya da
anlam kazanmaktadır. Artık kimlikleri
vurgulamaya dönük olarak kazanımlarından ziyade verili olanlarla nitelenen
gruplar için geniş çaplı bir eğilim vardır. Böyle bir gruba ait olmak, onuru
savunmak ve ulusal küresel bağlamlarda
kaynaklar için rekabet etmenin bir yoludur. Kabile, sadece kullanılabilir bir
etikettir ve Afrika’da muhtemelen tarihsel nedenlerden dolayı etnik grup, ulus
ve ırk gibi aynı kökten gelen terimlerin
yerine tercih edilebilecektir. Ancak Maffesoli’nin (1996 [1988]) kısmen, sanayi
toplumlarındaki büyük ‘sosyal grup’ların sadece kazanım ve sözleşmeye dayalı
olma derecelerini sorgulayarak ortaya
attığı, kabile öldü iddiasının ilanının çılgınlık olduğu söylenebilir.
John Sharp
Çev. Ahmet Ayhan Koyuncu
KAYNAKLAR
Comaroff, J. and Comaroff, J. (1991) Of Revelation
and Revolution: Christianity, Colonialism and
Con- sciousness in South Africa, Chicago.
Lewis, I. M. (1968) ‘Tribal society’, in D. Sills (ed.
) International Encyclopedia of the Social
Sciences, New York.
Maffesoli, M. (1996 [1988]) The Time of the Tribes:
The Decline of Individualism in Mass Society,
London.
▮▮ Kadın Çalışmaları
Kadın çalışmaları olarak bilinen akademik alan, 1960 ve 1970’lerde Amerika
Kadın Çalışmaları | 707
ve Batı Avrupa feminist hareketlerinden
doğmuştur. Bu hareket, zamanın üniversiteleri demokratikleştirmeyi amaçlayan hareketleri ile yakın entellektüel
ve siyasal bağlara sahiptir ve çağdaş feminizmin ilk eleştiri noktalarından biri,
geleneksel akademyanın cinsiyetçiliği ve
kadın düşmanlığı olmuştur. Bir siyasal
hareket olarak feminizm cinsellik (kürtaj ve doğum kontrol hakkı, tek caiz cinsel pratik şekli olarak heteroseksüelliğin
dekonstrüksyonu) ve cinsiyetler arasındaki eşitsiz güç ilişkisi (hem ev içi hem
de siyasal ve iş kamu alanlarında) gibi
konular üzerinde mücadele verirken;
akademik düzlemdeki feminizm ise,
bilimsel bilginin inşasını sorunsallaştırmıştır. İlk başlarda, kadının müfredatta
olmaması üzerine mücadele verilmiştir.
Akademideki feminist eleştiride bir konunun baskınlığından bahsedilecekse,
bu herhangi bir akademik alanda ana insani ögenin tartışılmaz bir şekilde erkek
olması sorunsalıdır.
1970’ lerin başındaki feminizmin radikalizmi ve yaratıcılığı akademik tartışmalara çığır açıcı sorular kazandırmıştır.
Örneğin, her ikisi de İngiliz edebiyatı
eğitimi almış olan Kate Millet (1971) ve
Germaine Greer (1970), resmi kültürün
kadını nasıl marjinalize ettiği ve dışladığı üzerinde durmuşlardır. Sheila Rowbotham, Kadının Gizlenmiş Tarihi isimli
eserinde kadına ait olan başka bir tarihin
varlığından bahseder. Üniversitelerde
öğretilen birçok farklı disiplin içerisinde, kadın akademyası kendilerine öğretilenleri incelemeye başlamış ve bunları,
kadını görmezden geldiği gerekçesi ile
dışlayıcı bularak erkek ve kadının göreceli önemi konusunda varsayımlar edinmişlerdir. Feministler, kadınların kadın
üzerine yazdığı feminist bir gelenek
oluşturmuş olsalar da (akademya da Viola Klein, Alice Clark ve Mirra Komarovsky; akademya dışında da Virginia Woolf ve Simone de Beauvoir gibi isimler),
önemli bir çaba da, kadınların yaşamını
açığa çıkarma üzerine harcanmıştır.
“Kişisel olan politiktir” sloganı, kadının
kadın tarafından çalışıldığı araştırmalarda benimsenmiş ve hem ev içi hem de
kişisel ilişkiler anlamında etkili olmuştur. Kamusal ve özel alanlar arasındaki
sınırlar kaymaya başladıkça, hem patolojik erkek-kadın ilişkileri (kadına karşı
şiddet gibi), hem de kadının üstlendiği
sıradan ve günlük sorumluluklar üzerine
tartışmalar yoğunlaşmıştır. Çocuk bakımı, hasta ve yaşlıların bakımı ve ev işi gibi
konular sosyal bilimlerin konusu haline
gelmiştir. Aynı kapsamda, feminist akademi, sosyal dünya üzerine geliştirilen
bilginin nasıl toplandığını araştırmaya
başlamıştır. Kişisel tecrübe ve öznellik,
meşru araştırma verisi ve pratiği olarak
doğrulanmıştır: sosyal bilimlerin objektifliği üzerine gelişen daha önceki tartışmalarda olduğu gibi, tarafsız toplumsal
araştırmacı varsayımı eleştirilmiştir. Bu
nedenle, araştırmanın nesnesi değiştiği
gibi öznesi de değişmiştir.
Kadın hayatını inceleme üzerine geliştirilen bu geniş proje, 1960’ ların sonundan bu yana devam etmektedir. Ancak, bu alan yaşlandıkça, iki ana gelişme
ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki, kadın
çalışmalarının ilk dönemlerinde olduğu
gibi, bilgi toplama süreçlerini oluşturan
teorik sistemler üzerindeki tartışmadır. 1970’ lerin başında patriarşi terimi,
evrensel anlamda kadının ikincil konumunu açıklayan ana kavram olarak kullanılmıştır. Hem akademideki hem de
708 | Kadın Çalışmaları
akademi dışındaki feminist yazarlar bu
terimi, kaçınılmaz olarak kadın üzerindeki baskıyı oluşturan erkek epistemolojisine dikkat çekmek için kullanmışlardır. Bu teorik duruş içerisinde, “tüm
erkekler tecavüzcüdür”, “erkek gücü
pornografinin varoluş nedenidir” gibi,
güçlü sloganlar ortaya çıkmıştır. Kadın
ve erkek arasında temel bir sosyal ve psikolojik ayrım olduğu görüşünü takiben,
erkekler tarafından tahakkümlerinin devamını amaçlayan bir mücadele de yükseltilmiştir.
Bu görüşün kutupsallığı radikalize
edici etkisine ve teorik tartışmalardaki
çok yönlülük ve farklılığı artırıcı rolüne
rağmen, diğer görüş olan kadın ve erkek
arasındaki basit bir ayrım olduğu görüşü, entelektüel ve siyasal etkisini devam ettirmektedir. Fakat, 1960’ lardan
bu yana akademik feminizm içerisinde
geliştirilen kadın kategorisi, başlarda
bulunan homojenliğini kaybetmiştir.
Bu noktada iki önemli gelişmeden bahsedilebilir: birincisi, psikanalizin etkisi,
ikincisi ise, Batı feminizmine, Güney
ve Batı’da bulunan azınlık kadınları tarafından getirilen eleştiriler. Bahsedilen
ilk nokta, Juliet Mitchell’in Psikanaliz
ve Feminizm (1976) adlı eserinde, psikanalizi feminizme entegre etme çabası
ile ortaya çıkmıştır. Bu kitapta Mitchell,
hâlâ devam etmekte olan biyolojik cinsiyet ve cinsellik arasındaki ilişkiyi konu
edinen bir tartışma başlatmıştır. Feminizm içerisindeki, Freud’un çalışmalarını, kadın düşmanlığı olarak tanımlayan
geleneğe karşı bir savunma olarak yazılan bu kitapta, Juliet Mitchell (ve sonrasında birçok diğer kadın yazar) Freud’un
çalışmalarını kişisel cinsel kimliğin ortaya çıkışı ve sembolik cinsel düzenin in-
şası bakımından ele almıştır. Bu iki konu
da, kadın çalışmalarında merkezi bir yer
edinmiştir. 1980 yılında Adrienne Rich’in “zorunlu heteroseksüellik” olarak
adlandırdığı, ve Freud ve Lacan’ın teorileri ile ilgilenen 1970–1980’ lerin Fransız feministleri tarafından, feminenlik ve
feminen olanın istikrarlılığı varsayımı
yeniden çalışılmıştır.
Psikanaliz alanının ve psikanaliz yöntemini kullanan feminist akımın, kadın
çalışmaları üzerinde köklü bir etkisi
olmuştur ve bu etki özellikle edebiyat
alanında da görülebilir. Erken dönem
1970’ lerin feministleri, kadın yazarların
ortaya çıkması konusunda çalışmışken;
1980’ lere gelindiğinde literatürün ana
konuları, “büyük geleneğin” feminist
eleştirileri tarafından daha detaylı incelenmeye başlamıştır. Kadınların edebi
eleştirileri, edebiyatı yeniden okuyup
yorumladı ve feminizm sayesinde ortaya
çıkan yorumlamanın farklılığını bir kere
daha gösterdi.
Bu farklılık konusu, etnosentrik algılar üzerine kurulan kadın çalışmalarının
eleştirisi açısından da eşit derecede öneme sahiptir. Ester Boserup’un İktisadi
Kalkınmada Kadının Rolü isimli eseri
1970’te yayınlandığı zaman, Kuzey’in
Güney üzerindeki modernize edici ve
kalkındırıcı rolü nadiren sorgulanmıştı.
“Kalkınma”, geniş çevrelerce pozitif bir
şekilde algılanmaktaydı. Ancak Boserup’un çıkışından sonra antropologlar
ve iktisatçılar, diğer kültürleri algılama
şekillerinin yalnızca etnosentrik değil,
aynı zamanda cinsiyetçi olduğu nedeniyle eleştirildiler. 1970’ lerin beyaz,
orta sınıf ve Kuzeyli kültürlerin dışındaki feministleri, kültürlerinin içsel
kolonileştirilmesi olarak gördükleri bu
Kadın Çalışmaları | 709
durumu, hararetli bir şekilde eleştirmişlerdir: buna göre, emperyalizm yalnızca
söz konusu topraklardaki siyasi durum
değil, aynı zamanda bu toplumlardaki
bir kültürün diğeri üzerindeki tahakkümü olarak ele alınmıştır. Özellikle Britanya ve Amerika’daki beyaz olmayan
kadınlar, geçmişlerinin itibarını istemek
ve geleceklerini şekillendirmek üzere
mücadele vermişlerdir. Bu dönemin diğer bir sloganı olan “sesimizi buluyoruz”
sloganı, beyaz olmayan kadınların hayatını açığa çıkarmada örgütleyici bir rol
edinmiştir.
1980’lerin ortasına gelindiğinde, kadın çalışmaları Kuzey’de bir yüksek öğrenim alanı olarak ortaya çıkmıştır. Bu
alanın ana eleştirisi, empirik çalışmalarda kadının hem nesne hem de araştırmanın öznesi olarak var olmamasıdır. Kuzey’deki akademi, pratik ve müfredatını
değiştirmese de, kadın akademisyenler
üniversiteler içerisinde kendilerine, kadını etkileyen ve cinsiyet farklılığından
kaynaklanan sorunları tartışmak için
meşru bir alan yarattılar. Buna karşın,
bugün kadınlar yüksek öğrenimdeki
öğrenci sayısının yarısına yakınını teşkil
etse de, tüm Batı akademyasında kadınlar hâlâ küçük bir paya sahipler. Kadının
Batı akademisindeki çok kısıtlı temsilîne
rağmen, kadın çalışmaları değişik disiplinler üzerinde önemli bir etki yaptı ve
yeni yöntemsel ve epistemolojik modeller oluşmasını sağlamıştır. Cinsiyet
farklılığı, ve bu farklılığın iki cinsiyetin
toplumsal tecrübeleri üzerindeki etkileri, akademik gündem konusu haline gelmiştir. Yakın dönem kadın çalışmaları
literatüründe ihtilaf konusu ve cinsiyet
farklılığı tartışmalarında yeni bir ayrım
ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birin-
cisinde, cinsiyet farklılığının yalnızca
düşünme şeklimizi değil, aynı zamanda
bilimsel bilginin toplandığı ve sistematize edildiği süreçleri de nasıl yakından
etkilediği konusu üzerinde giderek artan
bir ilgi oluşmaktadır. Kadın akademisyenler, Batı ve post-Aydınlanma dönemi
epistemolojisinin kurduğu tahakkümü
anlamak amacı ile felsefe ve fen bilimlerine yönelmişlerdir (ki bu alanlar kadın
akademisyen sayısının daha da kısıtlı
olduğu alanlardır). Postmodernizmin
hem sentez yapma iddiasında olan tüm
“büyük teoriler” üzerinde hem de evrensellik iddiası içinde olan feminist
şüphecilik üzerindeki eşit ölçüdeki güçsüz kılan etkisi sayesinde, feminist akademisyenler evrensellik iddiasını, ahlaki
ve yöntemsel varsayımlarını açıklama
sorunsalı ile karşı karşıya kalmışlardır.
Örneğin, Sandra Harding (1986) doğa
bilimlerinin cinsiyetçi bir söylem üzerine kurulduğunu iddia etmiştir; buna
göre, doğa bilimlerinin yöntem ve nesnesi, erkek ve kadın arasındaki ilişkiyi
organize eden ayrımlar üzerine kurulmuştur. Farklı alanlarda, birçok yazar
benzer iddialarda bulunmuşlardır: hukuk, siyaset bilimi ve tıbbın, post-Aydınlanma söylemi içinde kurulmuş geniş, soyut ve objektif sistemleri, yüksek
derecede cinsiyetçidir ve kadın ve erkek
arasında bulunduğu varsayılan ve çoğunlukla üzerinde tartışılmayan ayrım
üzerine kurulmuştur.
Batı akademisinin en temel yapılarına
yöneltilen bu radikal eleştiri, toplumsal
cinsiyetin akademide sorulan sorular ve
bu sorulara verilen cevaplar üzerindeki
etkisinin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Bu kapsamda, “farklılık” kavramı, insanların yaşayış şekilleri ve kurdukları bilgi
710 | Kadın Çalışmaları
sistemlerinin tartışılmasında önemli
bir rol oynamaya başlamıştır. Henrietta
Moore’un “Farklılık Tutkusu” (1994)
isimli eserinde ortaya koyduğu gibi,
dünya giderek daha da homojen bir hale
gelirken, farklılık ve farklılığa gösterilen
toleransın siyasal gündemdeki yerinin
de önemli hale gelmesi, geç dönem yirminci yüzyılın (ve artık erken dönem
yirmibirinci yüzyılın) en büyük ironilerinden biridir. Moore ve Judith Butler
gibi feministler, arzulama ve cinsel kimlik kavramlarının teorik istikrarsızlıkları
üzerinde durmuşlardır ve bu vurgu Kathy Davis (1995) ve Susan Bordo (1993)
gibi feministlerin çalışmaları üzerinde
önemli etkilere sahiptir. İsmi geçen ve
bunlar dışındaki diğer çalışmalarda, feministler, Batı’nın cinsel tasavvuru tarafından oluşturulan maskülen ve feminen
kavramlarının sert ve kesin tanımlarını
yapı sökümü işlevini üstlenmiştir. Aynı
zamanda, sınıf ve emek piyasası üzerinde çalışan feministler, kadınlar ve erkekler için geçerli olan farklı çalışma ücretlerinin devamına, feminenliğin, kadının
kendi dinamiği içerisinde değil, erkeklik
içerisinde tanımlanan bir kategori olduğuna ve Batı’nın ayrıcalıklarının devamını sağlayan küresel ilişkilere dikkat
çekmişlerdir.
Bu nedenle, bugün yirmibirinci yüzyılın başında kadın çalışmaları Batı akademisi içerisindeki 30 yıllık aktif tecrübesini arkada bırakmaktadır. Bu tecrübe
göstermektedir ki toplumsal cinsiyet,
toplumsal hayatın her alanında etkili bir
unsurdur. Aynı zamanda, kadın çalışmaları toplumsal cinsiyet, erillik ve dişilik
tanımlarında giderek artan bir şekilde
karmaşıklaşırken, biyolojik farklılığı
toplumsal farklılığın ana belirleyici un-
suru kabul eden özcü yaklaşımdan uzaklaşma eğilimi doğmaktadır. Bu noktada,
toplumsal cinsiyet farklılıklarının sembolik ve metaforik farklılıklar üzerinden
kurulduğu Batı feminizmi ile biyolojik
farklılığın kadınların sosyal varoluşlarında ana belirleyici etken olduğu Batı dışındaki feminizm türleri arasında önemli derecede farklılıklar bulunmaktadır.
Mary Evans
Çev. İ. Erkam Sula
KAYNAKLAR
Bordo, S. (1993) Unbearable Weight: Feminism,
Wes- tern Culture, and the Body, Berkeley, CA.
Boserup, E. (1970) Women’s Role in Economic
Development, New York.
Butler, J. (1990) Gender Trouble, London.
Davis, K. (1995) Re-Shaping the Female Body,
London. Greer, G. (1970) The Female Eunuch,
London.
Harding, S. (1986) The Science Question in
Feminism, Ithaca, NY.
Millett, K. (1971) Sexual Politics, London.
Mitchell, J. (1976) Psychoanalysis and Feminism,
London.
Moore, H. (1994) A Passion for Difference,
Cambridge, UK.
Rich, A. (1980) ‘Compulsory heterosexuality’, Signs
5. Rowbotham, S. (1973) Hidden from History,
London.
İLERI OKUMALAR
Barrett, M. and Phillips, A. (1992) Destabilising Theory, Cambridge, UK.
Brown, L. , Collins, H. , Green, P. , Humm, M. and
Landells, M. (eds) (1992) The International
Hand- book of Women’s Studies, Hemel
Hempstead.
Humm, M. (ed. ) (1992) Feminisms: A Reader,
Hemel Hempstead.
Marks, E. and de Courtivron, I. (eds) (1981) New
Kadınlar | 711
French Feminisms, Brighton.
Mitter, S. (1986) Common Fate, Common Bond:
Women in the Global Economy, London.
Pateman, C. (1988) The Sexual Contract, Oxford.
Rose, J. (1986) Sexuality in the Field of Vision,
London.
Sayers, J. (1992) Mothering Psychoanalysis, London.
Showalter, E. (1976) A Literature of Their Own,
Princeton, NJ.
Stanley, L. and Wiseman, S. (1993) Breaking Out
Again, London.
▮▮ Kadınlar
Kadın kavramını ayrı ve özerk bir kategori içerisinde tanımlamak ve kavramsallaştırmak tartışmalı bir konudur.
Batı’da kadını bir toplumsal sınıf olarak
kavramsallaştırmanın tarihi geriye dayansa da; asıl sorun, bu kavramın, başka
bir kategori olan “erkek”in görecesi olarak tanımlanmasında yatmaktadır. Kadın, biyolojik erkek/kadın dikotomisine
dayanan maskülen paradigma içerisinde, “karşı cinsiyet” ya da “feminen öteki”yi temsil etmektedir. Buna göre, erillik/erkek/maskülen kategorileri, dişi/
kadın/feminen’in üzerinden ölçüldüğü
gibi ve heteroseksüel patriarkal düzen
içerisinde “muhtaç” olarak konumlandırılmasını sağlayan ana norm olmaktadır. Bu durum, kadınların evrensel olarak biyolojileri üzerinden tanımlanma
ortak tecrübesini paylaşmasına neden
olabilmektedir. Kadınlar genetik olarak
besleme, ilgi gösterme ve edepli olmaya programlanmamış olabilirler ancak
çocuk besleyebilme biyolojik özelliği
sayesinde, bu özellikleri gerektiren toplumsal roller üstlenebilmektedir. Çocuk
yetiştirme, çocuk bakımı ve ev yönetimi,
büyük bir çoğunlukça, kadın, ev dışında
roller üstlenmiş olsa dahi kadın görevleri olarak düşünülmektedir. “Kadın” sınıflandırmasını geçerli kılan, kadının en
belirgin tartışılmaz özelliği, bu noktada
ortaya çıkmaktadır.
Kadının ikincil statüsünü eleştiren ilk
çıkışlardan biri, “Kadın Hakları Deklerasyonu”nda (1791) bu konuyu dile
getiren Fransız devrimci Olympe de
Gouges’dur. Ne var ki, de Gouges’ın
“uyanma” ve “birleşme” çağrısı dahi,
Fransız Meclisi’nin kadınları, “İnsan
Hakları Deklerasyonu”ndan (1791)
dışlamasına bir reaksiyon olarak ortaya
çıkmıştır. Aynı şekilde, Mary Wollstonecraft’ın “Kadın Haklarının Müdafaası” (1792) adlı eseri de, bu şekilde ortaya çıkmıştır. Buna karşın Wollstonecraft
toplumsal cinsiyeti, bir özden ziyade
bir sosyal inşa olarak formüle eden ve
bu nedenle kadının doğal olarak erkeğe
tabi olma fikrini eleştiriye açan ilk eseri
vermiştir. Virginia Woolf (1929) erkek
ve kadın arasındaki farklılığı, ekonomik
eşitsizlik ve materyal kaynakların dengesiz dağılımı açısından açıklamıştır.
Daha sonra, Simone de Beauvoir’ın “kadın doğmamış, oluşturulmuştur” (1953
[1949]) tezi, 1970’ lerde feminist teorisyenler tarafından kullanılmış ve kadının,
bir toplumsal inşa olarak analizi önem
kazanmıştır. Bu tarihten sonra kadın
kavramının kategorizasyonunda kullanılan özcü yaklaşım, “feminizm” içerisinde
sorunsallaştırılmıştır. “Kadın”ın erkek
fantezilerinin ve/ya da hadım edilme
anksiyetesinin miti olarak doğduğu ve
Batı’nın kültürel stereotiplerinde doğallaştırıldığı iddia edilmektedir. Kadın, bir
çeşit bakire/sürtük karşıtlığı içerisinde
tanımlanarak, ya iyi eş ya da edepsiz ve
seksüelliğe açık olarak sunulmuştur.
Sonraki yirmi yıl boyunca, bu stere-
712 | Kadınlar
otipler birçok kez eleştirilse de, kadın
hareketleri, bu hareketlerin akademik
dışavurumları ve kadın çalışmaları kadını, spesifik ve tanımlanabilir bir alan olarak kavramsallaştırmaya devam etmiştir.
Baskı ve özgürleşme arzusu, ortak dava
olmuş ve özgürleşmeyi mümkün kılacak olan “kardeşlik” vurgusu, küresel bir
olgu haline gelmiştir. Tecrübe ve “kadın” üzerine olan bilgi, feminist praksisin köşe taşı haline gelmiştir. Buna göre,
özgürleşme “kadın tarafından, kadınlar
için ve kadınlar aracılığı ile” gerçekleştirilebilir. Ne var ki, 1980lere gelindiğinde
Batı feminizminin genellemeleri, siyahi
ve beyaz olmayan kadınlar tarafından,
evrensellik iddiasının geçersiz ve dışlayıcı, hatta ırkçı olduğu, kadın tecrübesinin
farklılıklarını görmezden gelici olduğu
ve bu nedenle kadınlar arasında görünmez bir eşitsizlik yarattığı gerekçesiyle
eleştirilmiştir. Bu nedenle, siyahi ve beyaz olmayan kadınlar, batıda kullanılan
kolektif “kadın” kavramının kendilerini
dışladığını ve bu kesimleri ve tecrübelerini görünmez kıldığını iddia etmiştlerdir. Yaş, ırk, cinsiyet ve sınıf ve birçok
diğer değişken de kadın kavramının
kategorik temsilîne karşı kullanılmıştır.
1990’ larda ise, “Üçüncü Dünya” kadınları, kadın kavramının evrenselleştirilmesini sorunsallaştırmaya devam ederek, Kuzey ve Güney arasındaki politik,
sosyal ve ekonomik eşitsizliğin, farklı kadın tecrübeleri arasındaki ilişkileri üzerinde etkileri olduğunu iddia etmişlerdir. Yirminci yüzyılın sonunda gelişen
“küreselleşme”, “Birinci” ve “Üçüncü
Dünya” kadınları (ve erkekleri) arasındaki maddî uçurumun artmasıyla, bu
konuyu daha da alevlendirmiştir.
Bu koşullar altında şu sorular ön plana
çıkmaktadır: Kadını bir “tanım” olarak
ele almaktan vazgeçilmeli midir? Kadın kategorizasyonu, bir kurgu mudur?
Çoğulcu bir kadın kavramı geliştirerek
“kadın” mitini geçerli mi kılmaktayız?
Kadın olmanın anlamının kültürel ve
tarihi özgüllüğü dışında, dünya çapındaki ekonomik, demografik ve siyasal
değişkenlerin ele alınması, kadınların
koşullarını genel bir çizgide ele almaya
neden olmaktadır. Kadınlar, dünya nüfusunun yarısını teşkil etmekte, dünya
daki toplam çalışma saatlerinin üçte
ikisini üstlenmekte,dünya daki toplam
gelirin onda birini kazanmakta ve dünya daki mülkiyetin yüzde birinden daha
azına sahip olma konumundadır. Bunun
yanında dünya daki fakir kesimin çoğunluğu kadınlardan oluşmaktadır. En
azından, materyal açıdan bakıldığında,
kadınlar tanımlanabilecek bir toplumsal
kategoriyi teşkil etmektedir. Ayrıca, kadınlar erkeklere oranla daha yoğun bir
şekilde tecavüz ve ev içi şiddetin kurbanı olmaktadır. Siyasal liderlik her yerde
özellikle ve sadece erkeklerin elindedir.
Son olarak, dünyanın tüm bölgelerinde
kadınların açık bir şekilde cinsiyet ayrımcılığına maruz kalması sonucu ortaya çıkan spesifik sosyal, siyasal ve ekonomik amaçlar etrafında mobilize olan
kadınlar mevcuttur.
Kadının geleneksel rollerinin üzerine
kurulu olduğu feminen özcülük ve bu
rollerin ne kadarının öğrenildiği sorunsalı, belki genetikçiler tarafından cevaplanabilir. Cinsiyet, beyin ve toplumsal
cinsiyet arasındaki bağlantılar üzerine
yapılan araştırmalarda, kadının özcü tanımlayan tezler ile kadını bir toplumsal
inşa ögesi olarak tanımlayan tezler arasındaki henüz sonuca varmamış olan
tartışma, hâlâ belirleyici bir rol oynamaktadır. Bunun yanında, siyasal ve
ekonomik bir toplumsal grup olarak kadınlar, zaman ve mekan boyunca faaliyet
gösterse de, bir şekilde “kadın olmayan”
Kalıp Yargılar | 713
aktörler tarafından tanımlanmaya devam ediyor.Ne var ki, değişik ölçülerde
gerçekleşen baskı, tecrübelerin farklılığı
ve kadınlar arasındaki (hatta kadın ve
erkek arasındaki) güç eşitsizliği gibi durumlara bağlı olmaksızın, kadınlar, daha
güçlü bir öz temsil geliştirerek, giderek
artan bir şekilde kendilerini tanımlıyor,
kendi gündemlerini oluşturuyor ve kadın mitini inşa eden stereotipleri ortadan kaldırıyorlar.
Meridy Harris
Çev. İ. Erkam Sula
KAYNAKLAR
de Beauvoir, S. (1953 [1949]) The Second Sex,
Harmondsworth. Wollstonecraft, M. (1792) A
Vindication of the Rights of Woman, London.
Woolf, V. (1929) A Room of One’s Own, London.
İLERI OKUMALAR
Baron-Cohen, S. (2003) The Essential Difference,
Boulder, CO.
Butler, J. (1990) Gender Trouble, London.
Davis, A. (1981) Women, Race and Class, New York.
Evans, M. (ed. ) (1994) The Woman Question,
London. Gilligan, C. (1982) In a Different Voice,
Cambridge, MA.
hooks, b. (1982) Ain’t I a Woman: Black Women and
Feminism, London.
Morgan, R. (ed. ) (1985) Sisterhood is Global,
Harmondsworth.
Rich, A. (1976) Of Woman Born, New York.
▮▮ Kalıp Yargılar
‘Kalıp tip’ terimi, aynı görüntünün tekrarlanan baskısını yapmak için kullanılan dökme demir bir plakaya atıfla ilk
kez basım endüstrisinde kullanılmıştır.
Gazeteci Walter Lippman’ın Public Opi-
nion (Kamuoyu, 1922) adlı eserinde terimi, sosyal gruplar içerisindeki insanların
‘kafalarındaki resimler/imajlar’a karşılık
gelecek şekilde kullanmasıyla kalıcı, sabit ve değişime dirençli bir kalıp, anlamıyla sosyal bilimler literatürüne dâhil
edilmiştir. Minimalist bir anlamda kalıp
yargı, belirli bir grup veya topluluk içerisinde geniş çapta bilinen ve paylaşılan
bir insan grubunun imajı veya temsilîdir.
Ancak buna ek olarak, sosyal araştırmalarda (daha genel olarak toplumda) kalıp yargılar, çoğu Lippman’ın tanımladığı gibi, bir dizi olumsuz özellikler olarak
anlaşılır. Daha özelde kalıp yargılar değişime dirençli ve aynı zamanda önyargı
yüklü, seçici ve basit olduklarından, karikatürle akraba olarak görülürler.
Bu görüşlerle tutarlı olarak, büyük
çaplı bir sosyal psikolojik araştırma önyargıların, gruplar arasındaki farklılıkları ve benzerlikleri vurgulamaya meyilli
olduğunu onaylar. Kalıp yargıların içeriklerinin, grup içi yani ait olduğumuz
grubun kalıp yargılarının, grup dışı yani,
ait olmadığımız gruplarınkinden daha
olumlu olma eğilimi taşımaları anlamında da etnik merkezci olduğu, sıklıkla
gözlenir (Tajfel ,1981). Bu sebeple çoğu
sosyal bilimci bu terimi kullandığında,
dolaylı olarak temelde yanlış olduğuna inanılan algıları işaret ederler; şöyle
ki, dış grupların üyelerini birbirlerine
daha benzer, diğer gruplardan farklı ve
gerçekte olduklarından daha kötü karakterde sunarlar. Bu yüzden kalıp yargıların ele alınışı ve ifade tarzı, genellikle
önyargının bir biçimi olarak görülür ve
bu, iki fenomenin üzerinde iç içe geçmiş
araştırmalara katkı sunar.
Kalıp yargılar ve yargıların kalıplaştırılması araştırmalarının tarihi, açıkça ta-
L
▮▮ Lacan, Jacques (1901–1981)
Freud’un zihinsel işlev teorisi ve yenilikçi tedavi yöntemiyle ilgili 20.yüzyıl
boyunca incelemeler yapan psikanalistler arasında kuşkusuz en tartışmalı
olanı, Jacques Lacan’dır. Lacan, bazıları
tarafından Freud’un tahtının tek gerçek
varisi olarak idolleştirilirken bazıları tarafından da, klinik bir şarlatan ve anlamsız teoriler tüccarı olduğu gerekçesiyle
yerilmektedir. Bu iddiaların ötesinde,
Lacancı psikanalizin, ana gövde olan
neo-Freudcu ve Kleincı yaklaşımlara
gerçek bir alternatif oluşturduğu ve Lacancı kavramların, sosyal ve beşeri bilimler alanlarında yaygın olarak kullanıldıkları görülmektedir.
Lacan, orta sınıf Roma-Katolik bir ailenin çocuğu olarak 13 Nisan 1901 tarihinde Paris’te doğmuştur. Tıp doktoru
eğitiminin ardından psikiyatri alanında
uzmanlaşmış ve paranoya üzerine yaptığı doktora tezini, 1932 yılında tamamlamıştır (Lacan, 1975 [1932]). Lacan,
1920’lerde Sigmund Freud’un eserlerini
keşfetmiş ve psikanalizi incelemeye başlamıştır; bu çabasında, sürrealist hareketin entelektüel ve sanatsal tecrübeleri
onu cesaretlendirmiştir. II.Dünya Savaşı’nın patlamasından hemen önce ve Rudolph Loewenstein ile beraber tamamladığı staj analizinin ardından, ona özel
muayenehane açma imkanı sağlayan,
Paris Psikanaliz Topluluğu’na (SPP)
tam üye olarak kabul edildi. Lacan’ın
‘değişken uzunluktaki seansı’, standart
’50 dakikalık seans’ yerine kullanması
tartışmalı olmuş ve Fransız psikanaliz
camiasında bir çatlağın ortaya çıkmasına yol açmıştır (Miller, 1976). On yıl
sonra aynı mesele Lacan’ın Uluslararası
Psikanaliz Derneği’nden (International
Psychoanalytic Association-IPA) atılmasına neden olmuştur; bunun üzerine
Haziran 1964’te kendi okulunu, Ecole
freudienne de Paris’i (şimdiki adıyla Ecole
de la Cause freudienne) kurmuştur (Miller, 1977). Lacan’ın fikirleri, anlaşılmaz
hale gelmese de, gittikçe karmaşık ve
zor anlaşılır olmasına rağmen, 1960 ve
1970’lerde Lacan takipçileri katlanarak
artmıştır. 1981’de öldüğünde bir öğretmen, yazar ve klinikçi olarak etkisi o
kadar fazlaydı ki, kullandığı bazı terimler
(gerçek, sembolik, sanal gibi), Freud’un
Oedipus kompleksi gibi dile yerleşmişti.
Lacan, teorik olarak kendi çalışmalarının ‘Freud’a dönüşten’ (Lacan, 2002
[1955]) başka bir şey olmadığını her
zaman iddia etmiştir. Freud sonrası literatürde ortaya çıkan ve Lacan tarafından, Freud’un orijinal açıklamalarından
kuşkulu sapmalar olarak adlandırılan
durumlar, onun bu iddiasını destekler.
Lacan’ın Freud yorumuyla ilgili gizemleştirme suçlamalarına karşı Lacan, geSosyal Bilimler Ansiklopedisi | 851
852 | Lacan, Jacques (1901–1981)
leneksel Freudcu çerçevede çalışan tek
psikanalist olduğunu ileri sürmüştür.
Hatta Lacan, Freudcu teori ile Ferdinand de Saussure ve Roman Jakobson
tarafından geliştirilen yapısalcı linguistiği birleştirmeye çabalarken bile (Lacan, 2002 [1957]), bu çabanın tam da
kurucunun, Freud’un arzusuna uygun
bir çapraz dölleme projesi olduğuna inanıyordu. Lacan’ın Freud okumasındaki
Rüyaların Yorumu (Freud, 1900), tamamen linguistik işlemlerle ilgilidir; aynı
şekilde psikanalizin klinik pratiği de bu
çerçevede işler.
Lacan, yapısalcı paradigmaya uzun
süre bağlı kaldığı için onun adı, Claude Levi-Strauss, Roland Barthes ve
Louis Althusser gibi diğer ‘yapısalcı’
akademisyenlerle sıkça anılır. Ancak,
1960’ların ortasından itibaren Lacan,
dilin biçimlendirici gücünü ısrarla vurgulayarak, yapısalcılıkla arasına mesafe
koymaya başlamıştır. 1972’de verdiği bir
seminerde (önde gelen yapısalcılardan
Jakobson’un da yer aldığı) meşgul olduğu psikanalizin, linguistikten ziyade
‘linguistrickleri –dil hilelerini’ (linguisterie) desteklediğini itiraf etmiştir (Lacan,
1998 [1972–1973]: 15). Bu itiraf, onun,
Michel Foucault ve Jacques Derrida gibi
‘postyapısalcıları’ benimsediği anlamına
gelmez. Bu durum, daha çok, özellikle
dilin sınırlarının ötesine taşmaya yazgılı
olan gerçek, mutluluk ve nesne a gibi Lacan’ın kendi kavramsal kategorilerinden
bazıları üzerinde kafa yormaya başladığının bir göstergesidir. Lacan, yapısalcılıktan uzaklaşmakla beraber, 1960’lardaki amacı olan psikanalizi yapısalcı bir
bilime dönüştürme çabasını da bir kenara bırakmıştır (Lacan, 1977 [1964]).
Lacan artık topolojinin matematiksel
işlemleri ve ilmek teorisi ile psikanaliz
bilgisini zenginleştirmenin imkanı arayışına girmiştir. 1970’lerin ortalarında
Lacan takipçilerine, ‘Borrom ilmeğini,
halkası’ abartılı suistimallerle, değişikliklerle sunmuştur; tahtada bu ilmeğin
özgün özelliklerini göstermiş ve daha
muğlak konuşma tarzı geliştirmek adına
bu türden yazım ve çizimlere sıkça yer
vermiştir.
Lacan, psikanaliz alanına sayısız katkılarda bulunmuştur. Ancak, bu katkıların
çoğu, Lacan’ın kendi okulu dışındaki
analistler tarafından fazla ilgi görmemiştir ve bazı katkılar, bizatihi Lacancı topluluk içinde karşıtlıkları tahrik etmiştir.
Kuramsal düzeyde Lacan, yeni bir fikirler yelpazesini (ayna aşaması, analistin
arzusu, bölünmüş özne, dört söylem
teorisi, vs.) devreye sokmuş ve bunların
hepsi psikanaliz pratiğini aklileştiren ve
biçimlendiren yenilikler olarak değerlendirilmiştir. Teknik olarak da Lacan,
‘değişken uzunluktaki seansı’ icat etmiş
ve Freud’un aktarım tarzı ve yorum ilkeleri üzerinde yeniden çalışmıştır. IPA’daki psikanalist eğitimini aşağılayan Lacan
kendi okulunu, ‘geçiş işlemi’ diye adlandırdığı bir anlayış etrafında düzenlemiş
ve bu okul, onun en önemli kurumsal
yeniliği olmuştur (Lacan, 1982 [1974]).
Kendi başına Lacan’ın fikirleri gibi
yayın politikaları da onun metinlerinin
yayınlanmasına destek olmuş ve bu durum, şiddetle eleştirilmiştir. Şu anda orijinal Fransızca olan çalışmaları da dahil
olmak üzere, çalışmalarının çoğu henüz
yayınlanmamıştır. İngilizce konuşan
okuyucular için Lacan’ın katkılarının
etkisini kavramak her zaman kolay değildir. Bunun nedeni kısmen metinlerindeki üsluba ilişkin zorluk iken, bir diğer
Lévi-Strauss, Claude (1908–2009) | 853
nedeni de, Lacan’ın 28 ciltlik seminerlerinden sadece 6 cildinin resmî İngilizce
çevirisinin bulunabilmesidir. Lacan’ın
1966’ya kadarki 20 yıllık dönemini kapsayan ve makalelerinden oluşan 900 sayfalık Ecrits adlı eserinin kırpılmış çevirisi, İngilizcede daha yeni yayınlanmıştır
(Lacan, 2002).
Dany Nobus
Çev. Ahmet Kemal Bayram
Ayrıca bkz: Freud; psikanaliz; yapısalcılık; postyapısalcılık
KAYNAKLAR
Freud, S. (1900) ‘The interpretation of dreams’, in The
Standard Edition of the Complete Psychological
Works of Sigmund Freud, Vols 4–5, London.
Lacan, J. (1975 [1932]) ‘De la psychose parano¨ıaque dans
ses rapports avec la personnalite´ ’, in De la psychose
parano¨ıaque dans ses rapports avec la personnalite´
, suivi de premiers e´ crits sur la parano¨ıa, Paris, pp.
13–362.
— (1977 [1964]) The Four Fundamental Concepts of
Psychoanalysis, ed. J. -A. Miller, London.
— (1982 [1974]) ‘Note italienne’, Ornicar? 25: 7–10.
— (1998 [1972–3]) The Seminar. Book XX: On Feminine
Sexuality, the Limits of Love and Knowl- edge
(Encore), ed. J. -A. Miller, New York.
— (2002) Ecrits: A Selection, New York.
— (2002 [1955]) ‘The Freudian thing, or the meaning of
the return to Freud in psychoanalysis’, in Ecrits: A
Selection, New York, pp. 107–37.
— (2002 [1957]) ‘The instance of the letter in the
unconscious or reason since Freud’, in Ecrits: A
Selection, New York, pp. 138–68.
Miller, J. -A. (1976) La Scission de 1953 – La communaute´
psychanalytique en France 1, Paris.
— (1977) L’Excommunication – La communaute´
psychanalytique en France 2, Paris.
İLERI OKUMALAR
Bowie, M. (1991) Lacan, London.
Evans, D. (1996) An Introductory Dictionary of Lacanian
Psychoanalysis, London.
Fink, B. (1997) A Clinical Introduction to Lacanian
Psychoanalysis: Theory and Technique, Cambridge,
MA.
Macey, D. (1988) Lacan in Contexts, London.
Nobus, D. (2000) Jacques Lacan and the Freudian Practice
of Psychoanalysis, London.
Roudinesco, E. (1997 [1993]) Jacques Lacan, New York.
Schneiderman, S. (1983) Jacques Lacan: The Death of an
Intellectual Hero, Cambridge, MA.
▮▮ Lévi-Strauss, Claude (1908–
2009)
Claude Lévi-Strauss, Brüksel’de Fransız
bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Paris’te Lycée Janson de Sailly lisesini bitirdikten sonra, Paris’teki Hukuk
fakültesinden lisansını ve 1931’de de
Sorbonne’dan da felsefe öğretmenliği
diplomasını (agrégation) aldı. Mont-deMarsan ve Laon liselerinde 2 sene öğretmenlik yaptıktan sonra, Brezilya’daki
Fransız üniversite misyonuna atandı ve
Sao Paulo Üniversitesinde 1935–1938
arası hocalık yaptı. 1935 ve 1939 seneleri arasında Mato Grosso ve Amazon’a etnografik geziler organize etti ve
başlarında bulundu. Savaş arifesinde
Fransa’ya dönünce askere alındı. Haziran 1940’taki ateşkesten sonra Amerika
Birleşik Devletleri’ne geçmeyi başardı
ve New York’taki New School for Social
Research’te dersler verdi. Özgür Fransız
birlikleri için gönüllü oldu, ABD’deki
Fransız bilimsel misyonuna dahil edildi
ve H. Focilon, J. Maritain, J. Perrin ve
diğerleriyle beraber New York’ta, kendisinin genel sekreteri olduğu École Libre
des Hautes Études’i kurdu.
1945’te ABD’deki Fransız elçiliğine
kültür elçisi olarak atandı fakat 1948’de
kendisini bilimsel çalışmalarına vermek
istediği için istifa etti.
Lévi-Strauss’un Sorbonne’a sunduğu
854 | Lévi-Strauss, Claude (1908–2009)
doktora tezi, ilk iki çalışmasından oluşuyordu: La Vie familiale et sociale des
Indiens Nambikwara (1948) ve Les Structures élémentaires de la parenté (1949)
(The Elementary Structures of Kinship,
1969). 1949’da Musée de l’Homme’un
müdür yardımcısı, sonra da École Pratique des Haute Études okuryazar olmayan kabilelerin karşılaştırmalı dinleri
kürsüsüne Maurice Leenhardt’ın halefi
olarak araştırma müdürü oldu. 1959’da
Collège de France’a atandı ve toplumsal
antropoloji kürsüsünü kurdu. 1982’de
emekli olana kadar da aynı kürsüde
dersler verdi.
Claude Lévi-Strauss ismi, daha sonra
‘yapısal antropoloji’ olarak adlandırılan
alanla ayrılmaz bir şekilde bağdaşmıştır.
‘Structural analysis in linguistics and
anthropology’ (1963 [1945]) (Dilbilim ve antropolojide yapısal analizler)
gibi ilk makalelerini okuyanlar, daha
ilk baştan itibaren ne kadar açık ve net
bir şekilde yapısalcılığın temel ilkelerini
formüle ettiğine şaşırırlar. Makalesinin
başlığının da işaret ettiği gibi Saussure’ün dilbilim çalışmalarından ve hepsinin ötesinde Trubetzkoy ve Jakobson’un
(Lévi-Strauss ile İkinci Dünya Savaşı
sırasında New York’ta tanışmışlardı)
geliştirdiği fonolojik metottan ilham almıştı. Bu kaynaklardan, yöntemin prensiplerini çıkardı: bilinçli olgulara değil,
olguların bilinçsiz altyapısına odaklan;
bir dizgenin unsurlarına bağımsız değer
atfetme, konumsal anlamlarına bak, zira
unsurların değerini belirleyen şey, onları birleştiren ya da zıtlaştıran ilişkilerdir
ve bu ilişkiler analizin temeli olmalıdır;
dahası bu ilişkilerin öneminin de bir
korelâsyonlar sistemindeki konumlarından kaynaklandığını ve asıl bu sistemin
yapısının ayıklanması gerektiğini bil.
Lévi-Strauss bu yöntemi, ilk olarak
akrabalık bağlarının anlaşılmasına uyguladı ve bu bağların fonetik sistemlerle
biçimsel bağını ortaya koydu. 1945’teki
makalesi dayı-yeğen ilişkisi üzerinde
özellikle duruyor ve böylece daha sonraki Elementary Structures kitabının ana
temasını oluşturan konuları netleştiriyordu. Bunlara, ensest yasağını içeren
evlilik alışverişinin merkezi rolü de
dâhildi (alışveriş işin olumlu tarafı oluyordu bir yerde). Evlilik alışverişi akrabalığın şartıdır: ‘Akrabalığın kendisini
kurması ve devam ettirmesine sadece
evliliğin belli türleri aracılığıyla izin verilmiştir.’ O ayrıca evliliğin toplumsal
karakterini de vurguluyordu, ki bu ,‘doğadan ne devraldığı’ değil, daha ziyade
‘doğadan sapış şekli’ ile ilgiliydi (1963
[1945]). Nihayet, Lévi-Strauss, akrabalık sistemlerinin ve dolayısıyla genelde
toplumsal sistemlerin, simge sistemleri
olduğunu ileri sürdü.
Açıkça görülen ve Lévi-Strauss’un da
her zaman kabullendiği diğer bir ilham
ise, Marcel Mauss’un çalışmalarıdır. Mauss’un düşüncesine duyduğu yakınlık,
Mauss’un Essai sur le don’daki analiz
yöntemini yapısal dilbilimle karşılaştırışında veya aynı şekilde antropolojinin görevinin çeşitliliği ve görünürdeki
karmaşayı anlaşılır kılacak, ‘kurumları,
hatta daha iyisi dili soruşturarak ortaya
çıkarılabilecek bilinçdışı zihnî yapıları’
çalışmak olduğunu belirtişinde görülebilir (Lévi-Strauss 1983 [1950]).
Elementary Sturcutures of Kinship’in
yazarının ortaya koyduğu hedef buydu:
Evlilik ve akrabalık kurallarının, tarihsel ve coğrafîk kiplerinin çeşitliliği
Lévi-Strauss, Claude (1908–2009) | 855
bize biyolojik ailelerin toplumsal gruba
entegrasyonunu temin için mümkün
olan tüm yolları tüketmiş gibi görünüyor. Böylece, yüzeyde karmaşık ve keyfî
görünen kuralların küçük bir sayıya indirgenebileceğini tesis etmiş oluyoruz.
Sadece üç tane temel akrabalık yapısı
mümkündür; bu üç yapı iki tür alışveriş
aracılığıyla inşa edilir ve bu iki alışverişin
kendisi de tek bir diferansiyel özelliğe,
yani söz konusu rejimin uyumlu yahut
uyumsuz karakterine tâbidir. Nihai olarak, dayatılan tüm teamüller ve yasaklar
a priori olarak tek bir sorudan yeniden
inşa edilebilir: söz konusu toplumda,
iskân kuralı ve zürriyet kuralı arasındaki
ilişki nedir?
(1969 [1949]: 493)
Dahası, bu akrabalık yapıları evrensel
zihnî yapılara dayanıyordu: kuralın kural olarak gücü, mütekabiliyet kavramı
ve hediyenin simgesel karakteri.
Lévi-Strauss 15 yıl sonra, The Raw
and the Cooked (1970 [1964]) ile cevaplanmamış bir soruyu ele almak için geri
döndü. Bu akrabalık yapıları gerçekten
birincil miydi, yoksa ‘kurumlarda tecessüm etmiş bazı toplumsal taleplerin
insanların zihnindeki yansımasını’ mı
temsil ediyordu? Yani aslında dışsal bir
mantığın etkileri miydi? Mythologiques
kitabında, akrabalığın aksine ‘pratik bir
fonksiyonu olmayan… farklı bir tür gerçeklikle dolaysız olarak bağlı olmayan’
mitolojide de aynı tür süreçlerin bulunduğunu göstererek, bu işlevselci yaklaşımı ekarte etti. Sistemler, ister toplumsal
yaşam içerisinde gerçekten yaşanır olsunlar, ister mitler gibi spontane ve keyfî bir şekilde teşekkül etsinler, kökenleri,
‘zihinsel’ olarak tanımlanabilecek tek bir
kaynağa dayanıyordu. Bu cevap aslında
önceki Le Totémisme aujourd’hui (Totemism, [1962] 1973) ve La Pensée sauvage (The Savage Mind, 1966) kitaplarında
verilmişti. İkinci kitapta Lévy-Bruhl’ün
‘mantık-öncesi zihniyet’ kavramına ters
olarak, ‘yaban’ düşünce biçimlerinin hepimizde bulunduğunu ve kültürlerimiz
tarafından evcilleştirilen ortak bir temel
teşkil ettiğini iddia etmişti.
Mesele, yapısalcı metodun sadece akrabalık ilişkilerine mi, hatta sadece Lévi-Strauss’un ‘temel’ olarak adlandırdığı
ve geleneksel toplumlar için bile evrensel
olmayan yapılara mı uygulanabileceği
sorusuydu. Totemciliğin yeniden incelenmesi bu metodun, insanların dünyayı
temsil etmek için kullandıkları simgesel
sistemlere de ne derece başarıyla uygulanabileceğini gösterdi. Dahası, mitlerin
analizi gösterdi ki, yöntem sadece akrabalık sistemi gibi kapalı sistemler için
değil, açık sistemler – en azından hemen
kapanmamış ve yorumu, genel ve istikrarlı bir yapının yokluğundan, ancak bir
nebulayı andırır biçimde geliştirilebilen
sistemler – için de uygulanabiliyordu
(The Raw and the Cooked).
1976 ve 1982 arasında College de
France’daki son derslerinde, Lévi-Strauss akrabalık meselesini bir kere daha
ele aldı, fakat 1949’da zaten temel yapılar teorisini üzerine kurduğu tek kaynaklı zürriyet ve seçmeci ittifaka dayalı
sistemleri bir kenara bıraktı. Bu sefer,
Lévi-Strauss’un Orta Çağ’da kullanılan
bir terimi ödünç alarak ‘house’ adını verdiği temel grupları ‘ya akraba ve baba tarafından akrabaları veya akraba ve anne
tarafından akrabaları’ bir araya getiren
toplumları araştırdı. Bu çalışmaları, Paroles données (1984) adlı kitabında tasvir edilmiştir. Burada göstermektedir ki,
856 | Lévi-Strauss, Claude (1908–2009)
yapısalcılık, ‘zürriyet ve iskanı, iç evlilik
ve dış evliliği, hısımlık ve müttefikliği,
anadan gelme ile babadan gelmeyi birleştirerek etnolojik kuramın geleneksel
kategorilerini aşan kurumların’ araştırılmasında eksik kalmamaktadır ve başka
yerlerde birbirini dışlayan prensipleri
yan yana veya peşpeşe getiren karmaşık
evlilik stratejilerini tahlil edebilmektedir. En iyi ittifak hangisidir? Kişi yakın
çevreden bir eş mi seçmelidir yoksa
uzaktan mı? Bunlar mitlere hâkim olan
sorulardır. Fakat sadece yabanlar tarafından sorulmamışlardır. 1983’te yapılan
bir konferansta, Lévi-Strauss Blanche
de Castille, Saint-Simon ve Japonya, Afrika, Polinezya ve Madagaskar’ın köylü
nüfuslarından örnek malzemelere referansla, ‘karmaşık’ olarak görülen toplumlarla, hatalı bir şekilde ‘ilkel’ veya
‘arkaik’ olarak tanımlanan toplumlar
arasındaki farkın düşünüldüğü kadar
çok olmadığını göstermiştir.
Bu yüzden, yapısalcı antropologları tarihi göz ardı etmek ve ele aldıkları
toplumları, kendilerini zamanda bizim
gibi konumlandıramasalar da, onlar da
bizim gibi zamanda yer alıyor olmalarına rağmen, değişmezmiş gibi görmekle
suçlamak hatalıdır. Bu eleştiri Lévi-Strauss’un aslında çok erken bir döneminde
önüne geçmeye çalıştığı bir yanlış anlaşılmadan kaynaklanır. 1949’da – Elementary Structures basıldığı sene – 1982’teki
konferans makalesinde tekrar kullanacağı bir başlığı – ‘Tarih ve etnoloji’- kullanmış olması önemlidir. 1949’daki makalesinde iki disiplin arasındaki farkın
aslında birbirlerini tamamlıyor olmalarından kaynaklandığını vurguluyordu:
‘tarih, verilerini bilinçli tasniflere referansla düzenlerken; etnoloji, toplumsal
hayatın bilinçdışı koşullarına referansla
yapıyordu bunu’. 1983’te, ‘nouvelle histoire’ denilen yeni akımı da hesaba katarak, bu tamamlayıcılığı yeni bir düzlemde yeniden ifade etti. Aslında: tarihçiler,
etnoloji ile etkileşimleri sayesinde toplumdaki yaşamın örtülü ve derin taraflarının önemini fark ettiler. Karşılığında
da, yöntemlerinin ve araştırma sahasının
yenilenmesi neticesinde, tarih, tarihsel
antropoloji adı altında etnologlara hatırı
sayılır bir yardım kaynağı oldu.
Böylece, eğer tarihçiler, kralların ve
kraliçelerin soyları, savaşlar, anlaşmalar ve aktörlerin bilinçli niyetleri ile
ilgilenmeyi bırakıp, onun yerine gelenekleri, inançları ve muğlâk zihniyet
(mentalité) kavramının kapsadığı diğer
şeylere odaklanır ve antropologlar da,
sözde-karmaşık toplumların tarihinin
‘insanı daha iyi anlamak adına kullanılabilir mevcut toplumsal deneylerin sayısını’ arttırdığını fark ederlerse, antropoloji ve tarih birbirine hizmet edebilirler.
Lévi-Strauss’un 1960’da College de
France’daki açılış konuşmasında ‘soğuk’
toplumlar – kendi tarihselliklerini göz
ardı eden antropologların geleneksel
olarak çalışageldiği toplumlar – ile ‘sıcak’ toplumları – kendi tarihselliklerine
değer veren ve tarihçilerin özel ilgi alanı olan toplumlar- birbirine referansla
ayırt edip tanımladığı doğrudur. Ama
bu zıtlık, bir ya da öbür toplumun tarihselliğini sorgulamamaktadır, sadece
toplumların kendi tarihlerine karşı tavırlarına işaret etmektedir. Her toplum
iki yönlüdür: yapısal ve tarihsel. Ama bir
yönü daha değerli görülüyorsa, bu, diğerinin yok olması anlamına gelmez. Ve
hakikatte soğuk toplumlar geçmişi inkâr
etmez: onu tekrar etmek isterler. Sıcak
Lévi-Strauss, Claude (1908–2009) | 857
toplumlara gelince, onlar da kendi soğukluklarını tamamen inkâr edemezler:
tarihleri ancak kimliklerini garantileyen
bir süreklilik sayesinde onlarındır. Bu,
kendi tarihleri ile en çok alakadar olan
toplumların kendilerini yerleşik kalıplar
penceresinden görmeleri paradoksunu
izah eder. Ve tarihi fark etmeleri veya arzulamaları onları, başkalarını, özellikle
de komşularını tarih dışı olarak algılamaktan alıkoymaz. İngiliz ve Fransızların birbirini temsilî buna örnek verilebilir. Böylece yapısalcılık, tarihi değil, çok
yaygın bir tarih fikrini sorgular: tarihin
sadece akış ile ilgilenebileceği ve değişimin sonsuz olduğu fikrini. Öte yandan,
tabiatın sıçramalar yapmadığı açıksa
da, görebildiğimiz kadarıyla tarih, sıçramalardan kurtulamıyor. Tabidir ki, kişi
geçiş anlarına ilgi duyup, onlara odaklanabilir. Ama aynı şekilde arada kalan dönemlere de ilgi duyabilir ki, zaten tarih,
özünde, bu tür evrelerden müteşekkil
değil midir? Toplumun değişik evreleri arasında geçişin yaşandığı zamanlar,
birbirlerinin çağdaşı olup, birbirinden
bihaber bir şekilde aynı sınırı paylaşan
toplumların yaşadığı zamanlardan daha
az süreklilik göstermez. Araya konan
mesafenin – ki etnolog için araştırmasının temel koşuludur, zira araştırılan ‘öteki’dir – zamansal mı uzamsal mı olduğu
pek önemli değildir.
Açıktır ki, tarih ve Lévi-Strauss’un anladığı şekliyle antropoloji arasında bir
kaynaşma fikrini kabul etmek şart değildir. Tarihçiler süreksizlikleri, kopuşları
aşmaya çalışırlar, hedefleri, bir toplumsal durum ile diğeri arasındaki kalıtsallık ilişkisini ortaya koymaktır. Antropologlar ise tam tersine, süreksizlikten
nemalanırlar, farklı toplumlar arasında
(bu toplumların aynı soy ağacına dahil
olup olmadığını umursamadan) insanlığın tek bir ortak temeli paylaştığına
delalet edecek benzerlikler bulmaya çalışırlar. Lévi-Strauss hep, sıklıkla absürt
olarak nitelendirilmiş, arzunun zekaya
öncüllüğü öne sürülerek açıklanan ama
bilakis ‘çevrenin amorf bir bilinç üzerinde eylemesinin atıl bir etkisi olmayıp…
zihnin yapısının direk bir tezahürü’ olan
ifadeler çoğulluğunun altında, bu ‘orijinal mantığı’ fark etmeye çabalamıştır.
Eğer yapısalcılığın Kant’çı yönünden
dem vurulacak olursa (ki Lévi-Strauss
bunu hiç reddetmemiştir), yapısalcılığın Kant’ı iki şekilde dönüştürdüğüne
dikkat edilmelidir. Birincisi, aşkın bir
özne ortaya koymaktansa, çeşitli somut
temsil sistemlerinden, kolektif düşünce
biçimleri çıkarmaya çalışır. İkincisi, bu
sistemler arasından bizim kendi sistemimizden en fazla farklı olanları seçer. Bu
yüzden, ‘temel ve müşterek bir sabitler
matrisi’ keşfetmek hırsı Kant’çılığı andırsa da, aşkın öznesi olmayan Kantçılık, daha doğru bir tabir olacaktır.
Bu tür bir girişim öznelliği bir kenara
atıyor ya da en azından parantez içine
alıyor gibi görünmektedir ve yapısalcılığa yöneltilen eleştirilerden biri de bu
olmuştur: yapısalcılık insanla bir özne
olarak ilgilenmez. Burada bir yanlış anlaşılma söz konusudur. Lévi-Strauss’un
‘Introduction à l’oeuvre de Marcel Mauss’ makalesinde belirttiği gibi:
Bizimkinden farklı olan her toplum
bir nesnedir; toplumumuzda da, bizimki
hariç, her grup bir nesnedir; evet paylaşmadığımız her tavır, kendi grubumuza
ait olsa bile, bir nesnedir. Ne var ki, hep
birlikte etnografın nesnesini teşkil eden
tüm bu sınırsız nesneler serisi, tarihsel
veya coğrafî hususiyetleri ne olursa olsun, nihayetinde etnoğrafın kendisine
858 | Liberalizm
nispetle tanımlanır. Analizinde ne kadar
nesnel olursa olsun, nihayetinde onları
öznel bir düzlemde yeniden bir araya
getirmelidir.
Yine aynı metinde: ‘Son tahlilde, etnolojik problem bir iletişim problemidir.’
Yani, özneler arası iletişim, Mauss’un ifadesiyle ‘bilmem hangi adanın Melanezyalısıyla… onu gözlemleyen, dinleyen
ve yorumlayan kişi’ arasındaki iletişim.
Benzer bir ifade 12 yıl sonra yayımlanan
La Pensée sauvage’da da yer alır, kitap
‘yaban düşünce’nin kanunlarıyla çağdaş iletişim kuramları –mesajın iletimi
ve alımlanması- arasındaki örtüşmenin
değerlendirilmesiyle biter. Böylece özne
ihmal ya da inkâr edilmez, ama (bir yandan antropolojiyi geçersiz kılacak bir
solipsizmden kaçınarak) denilebilir ki,
daima, iletişim problemini doğuran bir
özne çoğulluğu söz konusudur ve önemli olan bu öznelerin ilişkisidir. Lévi-Strauss’un yapısalcılığında bu hep sabit bir
ilkedir: önemli olan ilişkilerdir, terimler
değil.
Bu kısa özeti yönlendiren de yine aynı
ilkedir. Aynı anda hem tamamlanmış
hem de daima ucu açık bir külliyatın değişmeyen niteliklerini soyutlayabilmek
amacıyla, metinleri kendi başlarına ele
almaktan ziyade, aralarındaki ilişkiye –
hem eş zamanlı hem de artzamanlı olarak- odaklanıldı.
Jean Poullion
Çev. A. Eren Topal
Ayrıca bkz: yapısalcılık
KAYNAKLAR
Le´ vi-Strauss, C. (1963 [1958]) ‘Introduction: History and
ethnology’, in Structural Anthropology, New York.
— (1963 [1945]) ‘Structural analysis in linguistics and
anthropology’, in Structural Anthropology, New York.
— (1966 [1962]) The Savage Mind, Chicago.
— (1969 [1949]) The Elementary Structures of Kinship,
London.
— (1970 [1964]) The Raw and the Cooked, London.
— (1973 [1962]) Totemism, Boston and London.
— (1983 [1950]) Introduction to Marcel Mauss, London.
— (1984) Paroles donne´ es, Paris.
İLERI OKUMALAR
Eribon, D. (1991) Conversations with Claude Le´ vi- Strauss,
Chicago.
Johnson, C. (2003) Claude Le´ vi-Strauss: The Formative
Years, Cambridge, UK.
Le´ vi-Strauss, C. (1961 [1955]) A World on the Wane, New
York.
— (1963 [1949]) ‘History and ethnology’, in Structural
Anthropology, New York.
— (1963 [1958]) Structural Anthropology, New York.
— (1972 [1966]) From Honey to Ashes, London.
— (1978 [1968]) The Origin of Table Manners, London.
— (1981 [1971]) The Naked Man, London.
— (1977) ‘The scope of anthropology’, Structural
Anthropology 2.
— (1987 [1983]) A View from Afar, London.
Pace, D. (1983) Claude Le´ vi-Strauss: The Bearer of Ashes,
London.
▮▮ Liberalizm
Liberalizm, Batı’da hâkim siyasal ideoloji olmasına rağmen anlamı, sadece
özgün nüanslarını betimleyen sıfatların
kullanımıyla taşınabildiği her kalıba giren bir öğretidir. En tanıdık liberalizmler, sosyal liberalizm ve iktisadi liberalizmdir.
Ancak bu farklı liberalizmlerin hepsi,
birey ile devlet ya da örgütlü toplum
arasında ahlaken uygunluğu söz konusu
olan çeşitli yorumlardan türetilmektedir. Geleneksel olarak liberalizm, bireyin mantıksal açıdan toplumdan önce
geldiğini ve kişinin kendi kendine belirlediği hedeflerin peşinden özgürce gide-
Liberalizm | 859
bildiği korunaklı bir alan tahsis etmek
suretiyle siyasal oluşumların, buna saygı
göstermeleri gerektiği varsayımlarına
dayanır. Liberalizm, amaçların çoğulluğunu savunan bir inanca dayanır; öyle ki
hiç kimsenin kendine özgü bir ayrıcalık
hakkı yoktur. Bu çerçevede liberalizm,
hukuk ve devletin eşit adaletle ilgili kurumsal bir çerçeveyi muhafaza etmesi
gerektiğini iddia eder. Bundan dolayı da
liberalizm, siyasal otoriteyi sınırlayan bir
anayasacılık biçimiyle de koparılamaz
derecede bağlantılıdır.
Liberaller, insanların yapıp etmelerinde aklın rolünü kabul etme derecesine
göre farklılaşırlar. Ancak liberalizm her
zaman, bireysel doyumun korunmasına verilecek değerin ele alınmasından
da önce, geleneğe dayalı kurumsal düzenlemelerin bir sadakati, bağlılığı hak
ettiği şeklindeki muhafazakâr iddiayı
reddeder. Ayrıca, tikel tarihsel ve sosyal koşullardan bağımsız olarak ahlaki
bir geçerliliğin varlığının ilan edilmesi
çerçevesinde liberalizme içkin olan bir
evrenselcilikten bahsedilebilir. İddia
edilen bu geçerlilik, normalde ya bireysel olarak kendi kaderini tayin etmekten
doğan avantajların faydacı açıklamalarından ya da bireyin dokunulmazlığına
dayalı saf ahlaki bir bakış açısından türetilir.
John Locke (1690), ortaya koyduğu
iddialarla belki de modern liberalizmin
kurucusudur. Onun iddiasına göre yönetim (devlet) doğal hukukla bağlı ve
işlevi, bireysel hakların, özellikle de ahlaki hukuka tabi bireyin kendine tahsis
ettiği mülkiyet hakkının korunmasıyla
sınırlıdır. Locke’un liberalizmi ayrıca,
ahlak tarafından tespit edilmiş bireycilik
sınırları devlet tarafından ihlal edildiğin-
de itaat etmeme hakkını da kapsamıştır.
Buna rağmen Lockeçu liberalizmin, 17.
yüzyılda olgunlaşan İngiliz örf ve âdet
hukukunun içinde zaten yer aldığı söylenebilir.
Oysa modern liberalizmin gelişimi,
varlığını, Avrupa düşüncesinde yer alan
Aydınlanmanın etkisine borçludur. Aydınlanma düşüncesi, geleneksel pratiklere bulaşmamış bir tarzda tüm sosyal
düzenlemelerin açıkça bir soyut akıl
testine tabi tutulduğu daha rasyonel bir
uyarlama ortaya koymuştur. Özellikle
Voltaire ve sonrası Fransız liberalizmi,
esas olarak tecrübeye güvenmemiş ve
özgürlük artırıcı kurumların yeni temeller üzerinde tasarlanması gerektiğini
varsaymıştır. Bu liberalizm türü, David
Hume ve Adam Smith’in ihtiyatlı emprisizminden dikkate değer derecede farklıydı. Hume ve Smith, özgürlüğü, piyasa
kurumlarının ve ilgili yasal çerçevenin
kendiliğinden gelişimiyle özdeşleştirme
açısından özgün bir yaklaşım sergilemişlerdir. Böyle bir yaklaşım devlet için
oldukça küçük bir rolü öngörür. Çünkü
mübadele sistemindeki ‘görünmeyen
elin’, özel kişilerin sadece kendilerini
gözeten eylemlerinden kamusal iyiyi yaratacağı düşünülüyordu (Smith, 1776).
19. yüzyılın başlarından itibaren liberalizm, laissez-faire ekonomisi ve faydacılıkla ilişkilendirilmeye başlanmış
ve ahlaki boyutları, mutluluğun gözetilmesiyle sınırlandırılmıştı. Ancak Jeremy Bentham (1789), hâlâ bireylerin
sosyal değerlendirmenin temel birimleri
(Bentham’a göre, devlet ve toplum gibi
müşterek varlıklar, haz peşindeki farklı
faillerin güdülerinden inşa edilmiş ‘kurgulardır’) olduklarını iddia etmekle beraber, çıkarlarla ilgili yapay bir uyumun
860 | Liberalizm
tesis edilmesinde siyasal yönlendirmenin de rolü olduğunu öne sürmüştür.
Böyle bir iddia kuramsal olarak, devletin
rolündeki büyümeye göz yumar. Ancak
19. yüzyıl boyunca, kaynak tahsisi ve gelirin belirlenmesinde işleyen doğal piyasa süreçlerinin, liberalizmin ana özellikleri olarak ortaya çıktığı görülür. Serbest
piyasanın güçlenmesiyle birlikte devleti,
diğer temel kamusal iyilerle beraber
savunma, hukuk ve düzeni sağlama işlevleriyle sınırlandırma uygulamaları
sadece liberalizm ile ilişkilendiriliyordu.
John Stuart Mill, kendini liberal faydacı
olarak görse de, bireyciliğin ahlaki değerini vurgulama açısından müstesna bir
kişilikti. On Liberty (Özgürlük Üstüne,
1859) adlı eserinde özgürlüğü, kişiliğin
gelişimine bir katkı olduğu gerekçesiyle savunduğu kadar, özgürlüğün refah
yaratmadaki rolünü de vurgulamıştır.
Aslında ikinciye yapılan vurgu oldukça
zayıf kalmıştı.
20. yüzyılın başlarında ise liberalizm,
daha fazla sosyal yönelim kazanmış ve
iyi bir yaşam için gerekli olan koşulları
sağlama sorumluluğu devlete yüklenmiştir. L.T. Hobhouse (1911) gibi yazarların etkisi altında kalan İngiliz liberal öğretisi ile refah devletinin doğuşu
arasında bağlantı kurulmaya başlanmıştır. Bu yaklaşımın hâlâ bireyci olduğu
iddia edilebilir. Çünkü devlet hâlâ, özel
kişilerin değerlerine indirgenemeyecek
müşterek değerleri somutlaştıran bir
merci ya da yurttaşlarından sorgusuz
sadakat iddiasında bulunabilecek bir
ahlak kaynağı olarak anlaşılmamaktadır. Ama daha eşit bir toplum yaratma
açısından devletin rolü, kesinlikle liberalizmin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. İktisadi özgürlük, yani mülkiyet
haklarının korunması ve sözleşmenin
dokunulmazlığı, geri plana itilmiştir.
Serbest piyasanın otomatik olarak kendi
kendini ıslah ettiği şeklindeki geleneksel
liberal öğretiyi reddetmelerine rağmen
Keynes (1936) gibi iktisadi müdahaleyi
savunan büyük kuramcılar kendilerinin
tam anlamıyla liberal olduklarını iddia
edebilmişlerdir. Artık genel bir çıkarın
oluşturulması, doğrudan liberal devletlerin sorumluluğu altındaydı.
Çağdaş dünya da ise liberalizm, erken dönemdeki faydacılık anlayışının
yükünün çoğunu sırtından atmıştır. Bunun nedeni büyük oranda, liberalizmin
sosyal adalet kuramını benimsemesidir.
Bu çerçevede Rawls (1971) adaleti, toplumun ilk erdemi olarak tanımlamış ve
devlet siyasasının değerlendirilmesiyle
ilişkilendirilen iktisadi refah koşullarından önce adaletle ilgili taleplerin karşılanması gerektiğini öne sürmüştür. Bu
öğreti rasyoneldir ve mevcut kurumlara
yönelik olarak eleştireldir. Rawls, sözleşmeci yöntemi kullanarak bireylere,
mevcut koşullardan ve sahip oldukları
özel becerilerden habersiz olduklarında
hangi sosyal ve iktisadi örgütlenme ilkelerini benimseyeceklerini sorar. Rawls,
hukuk ve ifade özgürlüğünden önce geleneksel liberal eşitlik değerlerini tercih
etmekle beraber, rasyonel öznelerin yeniden paylaştırıcı bir yönetimi üzerinde
karar kılacaklarını iddia etmiştir. Böyle
bir yönetim, en az avantajlı olanlara en
yüksek faydayı temin etme ihtiyacı doğduğu sürece eşitsizliğe müsaade edecektir. Bu, rasyonel bencillikle tutarlı olarak
görülebilir çünkü gerçek dünya koşullarında herhangi bir birey, her an en az
avantajlı durumuna düşebilir.
Bu yaklaşım, tam anlamıyla 20. yüzyıl sonu liberalizmi olmuştur (özellikle
Liberalizm | 861
ABD’de). Bu yaklaşım kişilerin bağımsızlığını, birbirlerinden ayrılıklarını ve
dokunulmazlıklarını vurguladığından,
temelde Kantçı bir yaklaşımdır. Bireysel çıkarlar, sosyal yararlılık işlevi ile
bütünleştirilemezler çünkü, böyle bir
teşebbüs, toplumun amaçlarına imtiyazlı bir konum tayin eder. Ayrıca, iyi kavramlaştırmaları açısından da ‘tarafsızdır’.
Yaşam tarzları, bireysel tayin meselesidir
çünkü, devlet açısından herhangi birini
kayırmak, sahip olamayacağı ahlak bilgisini varsayacaktır. Bu yaklaşım ayrıca,
insanlara eşitsiz muameleyi de barındırır. Bu öğretide temel refah, özgürlük,
fırsat eşitliği ve özsaygı gibi değerlerin
yer aldığı koşulları kuşatan öncelikli iyilerin desteklenmesine izin verilir ve her
tür mükemmellik fikrinden sakınılması
gerektiği belirtilir. Öğreti, orijinal formülasyonunda oldukça evrenselcidir
çünkü bireyler, kasıtlı olarak tüm toplumsal bağlarından soyutlanmıştır ve
herkes için uygulanabilecek ahlaki kurallar üzerinde müzakere etmeleri rica
edilmiştir. Öğreti, aynı zamanda büyük
ölçüde eşitlikçidir çünkü sadece miras
alınmış servetin değil, doğal kıymetlerin
(sosyal olarak değerli görülen beceriler
ve yetenekler) dağılımından gelen avantajların da ahlaki geçerlilikleri reddedilir.
Hiç kimse becerisini hak etmemektedir;
bu beceriler doğanın tesadüfî süreçlerinin ürünüdür. Orijinal liberal öz mülkiyet kavramı açıkça yadsınmıştır. Doğal
kıymetlerden edinilen kazanımlar ortak
bir havuz oluşturur ve bu havuz sosyal
adalet ilkelerine göre yeniden paylaşım
için elverişli bir havuzdur. Liberal faydacı verimlilik kavramına verilen tek taviz,
yetenekli olanların becerilerini herkesin
(en az avantajlılar da dâhil) faydalanacağı şekilde kullanmalarını temin etmek
için gerekli olan, bir miktar eşitsizliktir.
Bu liberalizm ile iktisadi liberalizm arasındaki son bağ da Rawls’un, sistemin
kapitalist veya sosyalist üretim araçları
mülkiyetiyle tutarlı olduğu iddiasıyla
kopmuştur.
Bu öğreti, özellikle bir doğal haklar
öğretisi değildir; çünkü Rawls ve takipçileri, topluma önsel olan bireysel iddialar kavramından faydalanmazlar. Ama
bu öğretinin dayandığı ahlak metafiziği
liberalizme, pozitif hukuk (yasama) karşısında kullanabileceği entelektüel bir
zırh sağlamıştır. Hukukçu sosyal liberaller, özellikle Ronald Dworkin (1977),
devlet karşısında bazı hakların varlığını
iddia etmek açısından oldukça etkindirler. Bu bireysel haklar (bunlar iktisadi
özgürlükleri kapsamamasına rağmen)
toplumsal çıkarların ya da çoğunluğun
iradesinin karşısında öncelik kazanır.
Bu liberalizm uyarlaması ABD’de serpilmiştir, bunun nedeni ise, buradaki yazılı
anayasanın yargı erkine, liberal hakların
içerikleri üzerinde dikkate değer bir yorumlama otoritesi vermesidir.
İktisadi liberalizm ise, 1970’lerin ortalarından itibaren ufak çaplı bir canlanma
yaşamıştır. Buradaki vurgu ya sosyal liberalizmin ön planda tuttuğu eşitlikçiliğin iyice zayıflattığı bireysel mülkiyet
hakları ya da liberal yeniden paylaşımcılığın iddia edilen iktisadi tutarsızlığı
üzerine odaklanmıştır. Bu çerçevede
Nozick (1974), Locke’un öğretisinin
yeniden gözden geçirilmiş bir uyarlamasında, bireylerin doğal yetenekleri,
gönüllü mübadele ve miras ürünleri
üzerinde de hakları olduğunu öne sürmüştür. Devletin eşitlikçi bir düzen yaratma yönündeki müdahalesi, bu hakları
çiğneyecek ve bireyleri (Kantçı tarzın
862 | Liberteryenizm
aksine), toplumun amaçlarına ulaşmada
birer araç olarak kullanacaktır. Devlet,
meşru olarak edinilmiş mülkiyet haklarının uygulanması, sözleşme özgürlüğünün korunması ve geçmişteki yanlışların
düzeltilmesiyle sınırlıdır.
Friedrich von Hayek (1976) ise, iktisadi yönü daha ağır basan bir görüşü
benimsemiştir. Hayek’e göre, üretim ile
dağıtım, paylaşım arasında bir ayrım
yoktur: her tür yeniden kaynak paylaşımı, üretim imkânları üzerinde bir geri
besleme etkisi (zayıf güdüler aracılığıyla) bırakmalıdır, bu durum bir bütün olarak toplum için daha kötüdür.
Yeniden paylaştırma güçlerini devlete
emanet etmek, özgürlük ve hukukun
üstünlüğü ilkesine yönelik ciddi tehditler oluşturur. Adalet gerçekte devleti,
doğal piyasa sürecine çeşitli dayatmalar
(özel gelir ve servet tarzları) koymaktan
men eden bir tür anayasacılıktır. Ek olarak Hayek, çoğulcu liberal bir toplumda
paylaşımın ahlakiliğine ilişkin bir hemfikirlik söz konusu olamayacağını iddia
eder. Örneğin, genelin rızasını temin
edecek nitelikte hak etmeyle ilgili bir
kuram yoktur ve anonim bir piyasa kararnamesiyle müdahalede bulunmak,
liberal düzene yönelik bir tehdittir.
Hayek’in liberalizmi piyasa ekonomisi
ve hukukun üstünlüğü öğretisiyle sıkı
ilişki içerisindedir. Burada şaşırtıcı olan
Hayek’in, insanlar biraz özgür bırakıldığında tüm bu ayarlamaların kendiliğinden gerçekleşeceği şeklindeki iddiasıdır.
Burada, sosyal düzenin ele alınmasında
aklın rolü ciddi düzeyde azaltılmıştır.
İktisatla ilgili görüş ayrılıkları her ne
olursa olsun modern liberaller en azından, rasyonel eleştiriden muaf tutulan
verili sosyal düzen içinde bireyin kim-
liğini belirleyen muhafazakârlık türüne
karşı muhalefet çerçevesinde birleşirler.
Birey, topluluğun iddialarına karşı direnç gösteren özgün bir egemenlik türüne sahiptir. Yöntemsel olarak hemen
hemen tüm liberaller bütünsel ve kolektivist kuramların açıklayıcı değerlerine
karşı şüphe barındırmakla beraber böylesi modellerin belirledikleri ahlaki çıkarımları reddederler. Benzer bir şekilde
liberaller, demokratik usullerin meşruluğunu yadsımazken, sınırsız bir çoğunluk yönetimi altında, bireyin kutsallığını
da tehlikeye atmak istemezler.
Norman Barry
Çev. Ahmet Kemal Bayram
Ayrıca bkz: Bentham; özgürlük; Hayek; Locke;
Mill
KAYNAKLAR
Bentham, J. (1789) An Introduction to the Principles of
Morals and Legislation, London.
Dworkin, R. M. (1977) Taking Rights Seriously, London.
Hayek, F. A. von (1976) The Mirage of Social Justice,
London.
Hobhouse, L. T. (1911) Liberalism, London.
Keynes, J. M. (1936) The General Theory of Employment,
Interest and Money, London.
Locke, J. (1690) Two Treatises of Government, London.
Mill, J. S. (1859) On Liberty, London.
Nozick, R. (1974) Anarchy, State and Utopia, New York.
Rawls, J. (1971) A Theory of Justice, Cambridge, MA. Smith,
A. (1776) An Enquiry into the Nature and Causes of
the Wealth of Nations, London.
▮▮ Liberteryenizm
Liberteryenizm genellikle, üzerinde
uzlaşılmamış bir gücün ahlaken hoş görülebileceğini belirten bir kuram olarak
anlaşılmaktadır. Liberteryenizm, faillerin başlangıçta tamamen kendi başlarına
ve dışlarındaki şeylerden özel mülkiyet
Z
▮▮ Zeka ve Zeka Testi
Zeka testinin, Paris’te yirminci yüzyılın
başlarında Binet’in halk eğitiminden
faydalanacak çocukları seçme çabasına
kadar giden uzun bir geçmişi (psikoloji
için) vardır. O zamandan beri zeka kavramı, hususiyetle 1930’larda İngiltere’de
Spearman tarafından olmak üzere, hatırı
sayılır derecede irdelenmiş ve çoğunlukla sert tartışmalara neden olmuştur.
çok düşük olan sanat öğrencisi bu noktayı temsil eden bilindik kalıplardır (cf.
Gardner’ın yedi zeka tiplemesi (Gardner, 1983)).
Zeka, geniş bir problem yelpazesini
çözmekte kullanılabilen genel bir akıl
yürütme yetisi olarak tanımlanır. Genel
olarak tanımlanmasının sebebi, böyle
bir yetinin çok farklı türlerden ödevlerde kullanıldığının empirik olarak kanıtlanmış olmasıdır. Mesela iş seçiminde,
zeka testi sonuçları ile mesleki başarı
arasındaki ortalama korelasyon 0.3’tür.
Bu, zekanın bir yeti olarak ne kadar genel olduğunun iyi bir göstergesidir.
Zeka hakkındaki bilgimizin ekseriyeti, zeka testlerinin geliştirilmesi ve uygulanması neticesinde edinilmiştir. Hatta,
zeka bazen, zeka testlerinin ölçtüğü şey,
olarak tanımlanır. Bu göründüğü kadar
döngüsel değildir: zeka testlerinin ölçtüğü şey, yüksek ve düşük puan alanlar
üzerinde yapılan araştırmalar ve zeka
testleri üzerinden nelerin öngörülebileceğinin çalışılması ile bilinmektedir. Hakikaten de, bir genel yetenek olarak zeka
kavramı, zeka testlerinin ve diğer skorların araştırılması ile ortaya çıkmıştır.
Wechsler ölçeği (yetişkinler ve çocuklar için), Stanford-Binet testi, ve İngiliz
Zeka Ölçeği iyi bilinen testlerden bir
kaçıdır. Bunlar, bireyler üzerinde uygulanan testlerdir. İyi bilinen grup testleri
arasında da, Raven Matrisi ve Cattell’in
Kültür Sergisi testi zikredilebilir.
Bu genel yeti, sözel ve sayısal yetenek
ve algılama hızı gibi diğer yetilerden
ayırt edilmelidir. Bunlar, zeka ile birleştiklerinde çok farklı sonuçlar verebilen
daha özel yeteneklerdir. Bir mühendis
ve bir gazeteci benzer genel zekaya sahip olabilirken, sözel ve uzamsal yetenekleri farklı olacaktır. Sözel yeteneği
sıfır olan bilim adamı ve sayısal yeteneği
IQ (intelligence quotient – zekâ katsayısı), herhangi iki skoru karşılaştırılabilir kılan bir figürdür. Her yaş grubuna
ait puanlar, normal bir dağıtımda, vasat
100 ve standart sapma 15 olacak şekilde ölçeklendirilir. Böylece 130 puan,
her zaman normalin iki standart sapma
üzerinde, yani yaş grubunun üst 2,5’luk
yüzdesindedir.
Zekanın Anlamı
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi | 1599
1600 | Zeka ve Zeka Testi
Modern zeka testleri, farklı testlerin
sonuçları arasında gözlemlenen farkların altında yatan boyutları ayırt edebilen
bir istatistik metodu olan faktör analizi
kullanılarak geliştirilmişlerdir. Bu, geniş
bir ölçüm derlemesine uygulandığında, tüm testlerde mevcut olan bir zekâ
faktörü (yahut, ilerde göreceğimiz gibi,
faktörler) ortaya çıkar. Faktör yükleri,
bir testin bir faktör ile ne kadar alakalı
olduğunu gösterir. Bu yüzden, kelime
dağarcığı testi 0,6 yükler ki; bu, zeka ile
0,6 korelasyon demektir. Bu tür yüklemeler, tabidir ki, zekanın doğasına dair
açık işaretler verir.
En modern ve teknik olarak yeterli
faktör analizlerinin sonuçları aşağıdaki
gibi özetlenebilir (tam bir tasvir için,
bkz. Cattell, 1971). Zeka, iki birleşene
ayrılır.
Likit yetenek, (g∫) temel akıl yürütme
becerisidir ve Cattell’e göre büyük oranda doğaldır (lakin bkz. aşağısı) ve beynin nörolojik yapısına bağlıdır. Öğrenmeden bağımsızdır ve çözümü için bilgi
gerekmeyen araçlarla ölçülebilir. Tipik
bir likit yetenek sorusu:
X ile Y, Z ile … gibidir… 5 resim arasından çoktan seçmeli soru.
Kristalize yetenek (gc) likit yeteneğin
kültür içinde cisimlenmiş halidir. Cattell’in görüşüne göre kristalize yetenek,
likit yeteneğin belli bir kültür tarafından değer atfedilen becerilere yatırım
yapılmasıyla teşekkül eder. Mesela, İngiltere’de bunlar fizik, matematik, diller
ve edebiyat gibi geleneksel akademik
disiplinlerdir. Hayatın ileri safhalarında, hukuk, tıp gibi mesleki beceriler de
kristalize yeteneğin taşıyıcısı olabilirler.
Tipik bir kristalize yetenek sorusu:
Odiseus ile Tek Gözlü Dev, Gılgamış
ile …. gibidir. (Doğru cevap: Humbaba)
Özellikle eski moda testlerin çoğunun
bu iki etkenin bir karışımını ölçtüğü
hatırlanırsa, zeka testi puanları ve eğitim başarısındaki toplumsal sınıflardan
doğan farklılıkların çoğu, bu etkenler
üzerinden kolayca açıklanabilir. Mesela,
ailevi değerlerin ve kültürel değerlerin
uyumlu olduğu orta-sınıf ailelerde likit
yetenek, kültürün genel olarak kıymet
verdiği etkinliklere (sözel yetenek gibi)
yatırılır. Eğitimdeki performans, böylece g (çocuk) ile ölçülen toplu yeteneğe
yakındır. Eğitime dayalı becerilerin aynı
derecede teşvik edilmediği ailelerde yetenek ve başarı arasında ciddi bir uçurum görülebilir. Kristalize yeteneğin
ölçüldüğü zeka testlerinde, toplumsal
sınıfa bağlı farklar, likit yeteneğin ölçüldüğü testlerden daha fazladır.
Yeteneklerin faktör analizine dayanan
zekâ üzerine görüş, özetle iki unsura dayanır: biri, büyük oranda doğal bir genel
akıl yürütme yeteneği; diğeri ise, bu yeteneğin belli bir şekilde değerlendirilmesinden doğan beceriler kümesi. En
önemli iki yetenek bunlardır. Diğerleri
ise, algılama hızı, görselleştirme kabiliyeti, ve fikirlerimizde ve sözlerimizde ne
kadar akıcı olduğumuzu belirleyen bir
faktör olan, hafızaya erişim hızıdır.
Şimdi, zeka ve zeka testi alanında, ciddi tartışma doğuran fakat, çoğunlukla
bilgiden ziyade önyargı ve cehaletle ele
alınan bazı kritik mevzuları incelemeye
geçebiliriz.
Zekanın Kalıtsallığı
Bu tartışmalı mesele etrafındaki sorunlar maalesef siyasi duruşlar ekseninde
Zeka ve Zeka Testi | 1601
kutuplaşmıştır. Zekanın kalıtsallığı tezine karşı çıkanlar, Sir Cyril Burt’ün,
hipotezini destekleyen ikizler üzerine
verilerini kendisinin uydurmuş olduğuna dair deliller üzerine umutlanmışlardı.
Ama, bu pozisyonu destekleyen ve biyometrik analizlere dayanan ve başka ikna
edici veriler de mevcuttur.
Öncelikle, kalıtsallık hipotezi nedir?
Bu hipoteze göre, İngiltere ve ABD’de
ölçülen zekadaki varyasyon yüzde 70
oranında genetik faktörlerden, yüzde 30
oranında da çevresel faktörlerden kaynaklanmaktadır. Bu çalışmanın, belli bir
nüfus içerisindeki farklılaşmaya dayandığını belirtmemiz elzem. Eğer bireyler
için çevre aynı olsaydı, çevreye dayalı
farklılaşma sıfırlanırdı. Bu demektir ki,
tablo kültürden kültüre hatta bir tarih,
dönemden diğerine değişim gösterecektir. Bu varyasyon nüfus varyasyonunu
belirtmektedir; bir bireyin zekâsının
yüzde 70’inin genetik olarak belirlendiğini söylememektedir. Sonuçta, çevre
ile etkileşim gerçekleştiği de kabul edilmektedir; tüm varyasyonun genetik olarak belirlendiği iddia edilmemektedir.
Bu rakamlar, farklı derecelerden kan
bağı olan bireylerin zekâ testi sonuçları arasındaki ilişkilerin incelenmesini
içeren ve böylece hem farklılaşmanın
aile içi (etkili olduğu tespit edilmiştir)
ve aileler arası etkilere atfedilmesine
izin veren, hem de araştırmacının veriler üzerinden, sınıflandırıcı çiftleşme ve
diğer benzer genetik faktörlerin etkisini
belirlemesini mümkün kılan biyometrik
analizlerden üretilmiştir (bunlar Cattell 1982’de mükemmel bir şekilde izah
edilmiştir). Bu yaklaşımdan türetilen
bulguların yanlışlanması zordur.
Irksal Zeka Farklılıkları
Bu, yıkıcı siyasal sonuçları olabilecek,
çok daha tartışmalı bir meseledir. Bazı
sosyal bilimciler, bu konunun, nükleer
fizik ve genetik mühendisliğinin bazı
alt dallarında olduğu gibi araştırmaların
durdurulması gereken bir alan olduğu
kanaatindedirler. Gerçeğin üzerinin örtülmesinin yahut araştırılmasının meşrulaştırılabilirliği ise, tabii ki ahlaki bir
ikilem olarak önümüzde durmaktadır.
Sorunun kökünde ise, ABD’de siyahilerin diğer tüm gruplardan daha düşük
zeka skoruna sahip oldukları kaçınılmaz
gerçeği yatmaktadır. Faşistler ve aşırı
sağ hareketlerin mensupları bu sonucu
derhal siyahilerin aşağılığının delili olarak yorumladılar. Bu görüşün karşısındakiler ise nedenleri başka faktörlerde
aradılar: testlerin içeriklerinden dolayı
siyahilere karşı (negatif) yanlı olması;
siyahilerin beyazlar tarafından hazırlanmış testleri çözmeye motive olmamaları; test kavramının kendisinin Amerika
siyahi kültürüne yabancı olması ve, siyahi ailelerin fakirliği ve kötü durumlarının sonuçları etkilemesi; siyahilere
karşı mevcut önyargının düşük özgüvene neden olması ve testlerde performansı düşürmesi; siyahi ailelerde sözel
gelişimin beyaz ailelerdekinden daha az
olması gibi. Jensen (1980) tüm problemi çok detaylı bir şekilde incelemiş
ve bu argümanların çoğu, özellikle de
sonuncusu deney sonuçları tarafından
çürütülmüştür, zira siyahiler sözel olmayan alanlarda nispeten daha da düşük
puanlara sahiptirler. Lakin, yine de, bunun doğal yahut genetik olduğunu iddia
etmek bulguların çok ötesinde olan bir
iddiadır. Motivasyon ve tavırları ölçmesi
1602 | Zihinsel Hayal
zordur ve siyahi puanlarının düşüklüğüne etkili olmuş olması gayet muhtemeldir (Steele ve Aronson, 1995). Nihayetinde, bariz olan şey ise, zekâ testleri
profesyonel ve yüksek statü mesleklerde
bireysel başarıyı isabetle ölçerken, siyahilerin bu testlerde diğer ırksal ve kültürel gruplardan açıkça daha düşük puanlar almış olmalarıdır.
bu akıl yürütme becerisinin doğası tam
olarak anlaşılmaya çalışılmaktadır. Sternberg’in (1982) benzeş muhakeme analizleri bu alanın –psikometrik ve deneysel psikolojinin- güzel örneklerindendir.
Zekanın Önemi
Cattell, R.B. (1971) Abilities: Their Structure, Growth and
Action, New York.
Testler tarafından ölçülen zeka önemlidir; zira karmaşık ve teknolojik olarak
gelişmiş toplumlarda akademik ve mesleki başarıyı isabetle öngörebilmektedir.
Bu nedenle insanlar zeki olmaya yüksek
değer atfederler. Yeteneklerin kültürler
arası araştırılması neticesinde, mesela
Afrika’da zeka kavramının Batı’dakinden farklı olduğu ve aynı derecede değerli görülmediği ortaya konmuştur.
Afrika toplumlarındaki bir çok beceri,
çok daha farklı yetenekler gerektirebilir.
Bu yüzden, bir toplumda, bir değişken
başarıya etki ettiği sürece değerli addedilir. Zekâ bireysel yeteneklerden sadece
biri olmasına rağmen, Batı’da gelecekte
diğer bazı yeteneklerin zekadan daha
değerli sayılması ise uzak bir ihtimal gibi
görünmekte.
— (1982) The Inheritance of Personality and Ability, New
York.
Son olarak iki noktayı vurgulamak
gerek. Birincisi, hatırı sayılır bir genetik faktörün bulunması, çevrenin (aile
ve eğitim) zeka testi sonuçlarını etkilemediği anlamına gelmez. Açıkça ortaya
konulmuştur ki, yüzde seksen oranında
genetik belirlenim olduğu durumlarda
bile, çevresel faktörler zeka testlerinde
yüzde 30’a varan değişkenlik yaratabilmektedir.
Knowns and unknowns’, American Psychologist 51:
77–101.
İkincisi, istatistiksel olarak tanımlanmış nispeten soyut zeka kavramı günümüzde, bilişsel deneysel psikoloji tarafından yoğun olarak araştırılmakta ve
‘Zihinsel hayal’ terimi iki şekilde kullanılır. Biri sübjektif yaşantıya işaret eder;
‘akıl gözü ile görme’, ‘akıl kulağı ile dinle-
Paul Kline
ÇEv. A
KAYNAKLAR
Gardner, H. (1983) Frames of Mind, New York.
Jensen, A.R. (1980) Bias in Mental Testing, Glencoe, IL.
Steele, C.M. and Aronson, J. (1995) ‘Stereotype threat
and the intellectual test performance of AfricanAmericans’, Journal of Personality and Social
Psychology 69: 797–811.
Sternberg, R.J. (ed.) (1982) Handbook of Human
Intelligence, Cambridge, UK.
İLERI OKUMALAR
Gould, S.J. (1981) The Mismeasure of Man, New York.
Kline, P. (1992) Intelligence: The Psychometric View,
London.
Neisser, U., Boodoo, G., Bouchard, T., Jr, Boykin, A.W.,
Brody, N., Ceci, S., Halpern, H., Loehlin, J., Perloff, R.,
Sternberg, R. and Urbina, S. (1996) ‘Intelligence:
Resnick, R.B. (ed.) (1976) The Nature of Intelligence,
Hillsdale, NJ.
Vernon, P.E. (1979) Intelligence: Heredity and Environment,
San Francisco, CA.
▮▮ Zihinsel Hayal
Zihinsel Hayal | 1603
me’ gibi. Aynı zamanda böyle sübjektif
yaşantıları üreten bilginin sunulduğu ve
işlendiği, bilginin kullanıldığı spesifik
yönteme işaret eder. İkincisinde, zihinsel hayal kısa süreli hafızada depolanan
bir algısal sunumdur. Bir çok araştırma,
imaj temsilleri ile ilgilidir. Hayal, bir çok
yöntem ile araştırılabilir; bu yöntemler
davranış gözlemlerinden (belli şekillerde imajları kullanmak için gereken zaman, doğruluğu ile ilgili betimlemenin
etkileri) nöropsikolojik değerlendirmelere kadar değişir (beyinde meydana
gelen hasarı takiben oluşan bozukluklar,
betimleme süresince aktif hale getirilen
beynin alanları). Görsel hayal, bir çok
araştırmanın konusu olagelmiştir.
iki tane objeyi sanki bir şekilde birbirleri ile etkileşimde bulunuyorlarmış gibi
hayalinde canlandırırsa, bu kelime çiftlerinin ezberlenme ihtimali artar (bkz.
Bower, 1972; Paivio, 1971). Altıncısı,
kendini bir işi yapıyor olarak gözünün
önüne getirerek (böylece bu eylemi
yönlendiren depolanmış bilgiyi düzenler) hayal birisine becerilerini arttırmada yardım etmek için kullanılır. Son
olarak, deneklerden hayallerini saatlik
olarak kaydetmeleri istendiği zaman
hayalin bir çoğunun, dikkatlerini kaybedip daldıkları zaman ortaya çıktığını
rapor ederler (Kosslyn vd., 1990). Fakat, denekler, amaçsız hayalin bile bazen
kendilerine önemli bir hatayı hatırlattığı
veya bir fikir verdiğini rapor ederler.
Hayalin Amaçları
Hayal, modalite (öğrenme yolu) algısına benzer algılarda kullanılan bir
çok aynı sinirsel mekanizmalara dayanır (Kosslyn vd., 2001). Görsel imajlar,
sadece sesli algılardan daha çok görsel
algıları engellemez (veya sesli algılar
için bunun tersi); bunun yanında gerçek uyarı ile karıştırılır (Craver-Lemley
ve Reeves, 1987; Finke, 1989; Johnson
ve Raye, 1981). Hayalde bazen görsel
ilüzyonlar oluşur (Berbaum ve Chung,
1981); algıyı engelleyen beyin hasarı
aynı şekilde hayalin bozulmasına neden
olur (Farah, 1988). Fakat, beyin hasarı her ikisini bazen ayrı ayrı etkilediği
gerçeğinde şahit olunduğu gibi, bu iki
beceri aynı değildir (Kosslyn, 1994).
Beyin tarama teknikleri, görsel hayal ve
görsel algılama boyunca beynin benzer
parçalarının aktif hale getirildiğini ortaya çıkarmıştır. Aslında, görsel hatırlamaların soyut bir formda sıralandığı ve en
azından bazı imajların, topografik olarak
organize edilmiş beynin bölümlerinde
yeniden yapılandırıldığını ortaya koy-
Hayal, en azından, yedi fonksiyona sahiptir. Birincisi, belli bir eylemin sonucunu tahmin etmeye izin vererek
problem çözme ve muhakemenin farklı
çeşitlerinde bir rol oynar. Örneğin, biri
kalabalık kağıt bardak topluluğuna bakar ve bu bardakları, bir tanelik daha
yer açmak için nasıl tekrar düzenleyeceğine karar verir (Finke, 1989). İkincisi,
grafikler ve Venn diyagramları gibi görselleştirme sembolleri ile birisi, soyut
kavramlar hakkında fikir yürütmek için
hayali kullanır. Üçüncüsü, hayal birisine
belirli durumların sözlü tariflerini anlaması için yardım eder. Dördüncüsü,
hayal, birisinin sözlü olarak kodlanmayan görsel ve uzamsal bilgiyi hatırladığı
zaman kullanılır. Örneğin, geçen akşam,
akşam yemeğinde masada ne olduğunu
nasıl hatırlamaya çalıştığınızı düşünün.
Beşincisi, hayal, bilgiyi ezberlemeye yardım eder, mesela birisi isimlendirilmiş
1604 | Zihinsel Hayal
muştur; bu imajlar aslında bilgiyi resmeder. Fakat, diğer imaj tipleri bu şekildeki
bir resim olmayabilir. Bu bir tartışma
alanıdır (Roland ve Gulyas, 1994; Kosslyn ve Thompson, 2003).
Memory, New York.
Craver-Lemley, C. and Reeves, A. (1987) ‘Visual imagery
selectively reduces vernier acuity’, Perception 16(5).
Farah, M.H. (1988) ‘Is visual imagery really visual?
Overlooked evidence from neuropsychology’,
Psychological Review 95.
Finke, R.A. (1989) Principles of Mental Imagery, Cambridge,
MA.
Hayal İşlemi
İmajlar bir kez oluşturulduğunda, bir
çok şekilde, gerçek objelerin yerine
geçerler. Birisi hayal edilmiş objeleri
tarayabilir, döndürebilir, büyütebilir,
eğebilir vb. bütün durumlarda, ne kadar
gerekli işlem varsa (tarama, döndürme,
büyütme), o kadar daha fazla zaman gereklidir (Kosslyn, 1994; Shepard ve Cooper, 1982).
İmajlar, girdiler kısaca kaydedildiği
veya birisi imajı oluşturmak için kayıtlı
bilgiyi aktive ettiği zaman görünür. Basit
bir şeklin imajı, görünüşe göre birisini,
algılama süresince belirli bir objeyi görmek için hazırlayan aynı mekanizmalar tarafından üretilir; fakat hayalde bu
hazırlama o kadar kuvvetlidir ki biçimi
yeniden yapılandırılır. Eğer birisi detaylı
bir imaja ihtiyaç duyarsa, imaja her defasında ilave bölümler eklenir (bkz. Kosslyn vd., 1988). Bölümleri eklemek için
kullanılan işlemler karmaşıktır ve her iki
beyin yarım kürelerindeki mekanizmaları çalıştırır. Yaygın olarak bilinenlerin
zıddına, hayal beynin sağ yarım küresinin bir işlemi değildir (bilgi için bkz.
Kosslyn, 1994).
Stephen M. Kosslyn
Çev. İlhan Varank
KAYNAKLAR
Berbaum, K. and Chung, C.S. (1981) ‘Muller–Lyer illusion
induced by imagination’, Journal of Mental Imagery 5.
Bower, G.H. (1972) ‘Mental imagery and associative
learning’, in L. Gregg (ed.) Cognition in Learning and
Johnson, M.K. and Raye, C.L. (1981) ‘Reality monitoring’,
Psychological Review 88.
Kosslyn, S.M. (1994) Image and Brain: The Resolution of the
Imagery Debate, Cambridge, MA.
Kosslyn, S.M., Cave, C.B., Provost, D. and Von Gierke, S.
(1988) ‘Sequential processes in image generation’,
Cognitive Psychology 20.
Kosslyn, S.M., Ganis, G. and Thompson, W.L. (2001)
‘Neural foundations of imagery’, Nature Reviews
Neuroscience 2: 635–42.
Kosslyn, S.M., Segar, C., Pani, J. and Hillger, L.A. (1990)
‘When is imagery used? A diary study’, Journal of
Mental Imagery 14.
Kosslyn, S.M., and Thompson, W.L. (2003) ‘When is early
visual cortex activated during visual mental imagery?’
Psychological Bulletin, 129(5): 723–46.
Paivio, A. (1971) Imagery and Verbal Processes, New York.
Roland, P.E. and Gulyas, B. (1994) ‘Visual imagery and
visual representation’, Trends in Neurosciences 17
[including commentaries].
Shepard, R.N. and Cooper, L.A. (1982) Mental Images and
their Transformations, Cambridge, MA.
İLERI OKUMALAR
Paivio, A. (1986) Mental Representations, New York.
Tippett, L. (1992) ‘The generation of visual images: A
review of neuropsychological research and theory’,
Psychological Bulletin 112.
Tye, M. (1991) The Imagery Debate, Cambridge, MA.
Download