Kuper, Adam (Ed.) & Kuper, Jessica (Ed.) Sosyal Bilimler Ansiklopedisi The Social Science Encyclopedia Çeviri Editörü: Ahmet Kemal Bayram ISBN 13: 978-975-250-040-2 ISBN: 978-975-250-039-6 (Tk. no) Adres Yayınları® / 45 1. Baskı: Şubat 2016 © 2016, Adres Yayınları® © 2004, 2009 Routledge Taylor & Francis Group Bu kitap ilk olarak İngilizce, Taylor & Francis Group’a ait Routledge tarafından, The Social Science Encyclopedia ismiyle yayınlanmıştır. Türkçe çeviri ve baskısı Routledge’ın izniyle, 2009 basımı 3. edisyondan yapılmıştır. Bu eserin müellifi olarak yazarın hakları mahfuzdur. Yayın Editörü: Hasan Yücel Başdemir Yayına Hazırlayan: Kerim Çınar Sayfa Düzeni: Ceren Özçevik Kapak Tasarımı: Uluslararası Piri Reis Kültür Ajansı Baskı: Tarcan Matbaası Adres: Zübeyde Hanım Mah. Samyeli Sok. No: 15, İskitler, Ankara Telefon: (312) 384 34 35-36 | Faks: (312) 384 34 37 Sertifika No: 25744 liberteyayıngrubu GMK Bulvarı No: 108/16 06570 Maltepe - Ankara Tel: (312) 231 60 69 / Faks: (312) 230 80 03 E-mail: [email protected] / Web: www.liberte.com.tr Adres Yayınları® Liberte Yayın Grubu’nun tescilli bir markasıdır. SOSYAL BİLİMLER ANSİKLOPEDİSİ Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, sosyal bilimcilerden, kütüphanecilerden ve öğrencilerden tezahürat almak için 1985 yılında yayımlanmış, 1996 yılında, kitap eleştirmenleri tarafından bir klasik olarak tanımlanmaya başlandığında ayrıntılı bir şekilde revize edilmiştir. Bu üçüncü baskı radikal bir şekilde yeniden düzenlenmiştir. Maddelerin yarısından çoğu ya yenidir ya da tümden yeniden yazılmıştır ve geri kalanların çoğu çok önemli derecede gözden geçirilerek dengelenmiştir. Uluslararası bir katkıda bulunanlar ekibi tarafından yazılmış olan ansiklopedi, sosyal bilimlerin anahtar sorunlarına dair küresel bir bakış açısı sunmaktadır. 500 kadar madde, dayanıklı ve yeni hayatî çalışma alanlarının ve araştırma yöntemlerinin çeşitlerini kapsamaktadır. Uzmanlar, yeni evrimsel ve mantıklı karar teorisinden post-yapısalcılığa kadar teorik tartışmaları gözden geçirir ve sosyal bilimlerle kesişen harika sorulara adres gösterir. Genlerin Davranış üzerindeki etkisi nedir? Bilinçlilik ve bilişselliğin doğası nedir? Zenginlik ve fakirliğin nedenleri nelerdir? Çatışma, savaş, ihtilal ve soykırımsal şiddetin kökleri nelerdir? Bireyin toplumdaki yerine dair çağdaş akademik düşünceye ciddi bir ilgi duyan herkes için güvenilir bir kaynak olması hedeflenmiştir. Adam Kuper, bir antropolog, birçok kitabın yazarı, TLS ve Londra Kitap Eleştirileri’nde yayıncı ve katkıda bulunanıdır. Kendisi Birleşik Krallık’taki Brunel Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde profesördür ve ayrıca Britanya Akademisi’nin bir üyesidir. Jessica Kuper, 2002 yılında, Cambridge Üniversitesi Yayıncılığa ait Sosyal Bilimler Birimi’nden kıdemli kabul editörü olarak emekli olmuştur. ÖNSÖZ Bu Sosyal Bilimler Ansiklopedisi’nin üçüncü baskısıdır. İlk baskısı 1985 yılında yayımlanmıştır. İkinci baskı çok önemli derecede gözden geçirilmiş, güncellenmiş ve 1996 yılında basılmıştır. Editörler olarak, okuyucu ve eleştirmenlerin görüşlerinden, yardımcı editörlerin, üç başarılı uluslararası panelinin uzman tavsiyelerinden ve katkıda bulunanlarımızın birçoğunun önerilerinden yararlandık ve ansiklopedi, yayımlandıktan sonraki bu 20 yılda, güvenilir, erişilebilir ve güncel bir sosyal bilimler derlemesi olarak ikna edici bir format olma ününü kazandı. Bu üçüncü baskının kendinden öncekilerin önüne geçtiğini düşünmek isteriz fakat yola çıkarken ki amacımız hâlâ değişmedi. Birey ve topluma dair, bir yüzyıldan fazla zamandır yapılan akademik çalışmalarla birleşmiş tüm düşünceler ve bulgular yelpazesinin güvenilir, zekice ve ilginç bir incelemesini yönetmek için elimizden gelenin en iyisini yaptık. Her bir baskı, birçok ülkeden, çeşitli entelektüel gelenekleri, akademik özellikleri ve bakış açılarını temsil eden yüzlerce uzmandan yararlanmıştır. Hepsi birlikte 400 ila 500 maddeye katkıda bulunmuştur. Bu maddeler bir disiplinin kapsamlı gözden geçirmesini ya da merkezi konseptlerin çok büyük rakamlı kısa sunumlarına dair büyük araştırma konularını, alt alanlarını ve özelleşmiş sorunlar üzerine yazılmış kısa makalelerin nispeten anahtar biyografilerini içerir. Bu baskı için, genellikle komisyon uzunluğundaki maddeleri seçtik. Daha çok yer kaplamalarına rağmen hâlâ 500 civarında madde bulunmaktadır. İkinci baskı için, maddelerin yarısı yeniden yazılmış ya da tamamen bu baskıya özel yazılmıştır. Geri kalan maddeler de düzenlemiştir. Bu baskı için seçilen maddelerin yarısı da yine üçüncü baskı için tamamen ya da çok büyük oranda yenidir veya daha önce bahsedilmemiş konular üzerinedir. Geri kalanlar da yeniden düzenlenmiş ve güncel hale getirilmiştir. İkinci baskı 10 yılda ortaya çıkmış yeni tartışmacılar ve inceleme alanlarını içermekteydi. Bu üçüncü baskı da yeni teorik ve sosyal bilimlerdeki ilişkilerin durumunu yansıtacak başlıksal materyalleri tanıtmaktadır. Mevcut baskı, sosyal bilimlerdeki, geçmiş yıllardaki çalışma alanlarını son derece etkileyen evrimsel düşünmeye daha çok dikkat çekmektedir. Diğer akımların karşıt di- sipliner ve araştırma programları çeşitliliğine olan etkisi görünür durumdadır. Mantıksal seçim yaklaşmakta ve oyun teorisi ekonomiden siyaset bilimi ve sosyolojiye göç etmektedir. Aynı zamanda iktisatçılar rasyonellikteki hataları açıklamak ve hayati bilgilerin eksik olduğu duruma karar vermek zorunda olan insanların nasıl hareket ettiğine dair iç görü kazanmak için psikolojik teorilerden yararlanmaktadır. İnsan hakları söylemi, siyasî teori, hukuk ve uluslararası ilişkiler için merkezî hâle geldi (bu baskıda öncekilerden daha çok yer verilmiştir.). Bilişsellik çalışmasındaki yeni gelişmeler ve beynin psikolojinin alanlarının büyük bir kısmını kapsaması; linguistik ve antropolojiyi etkilemiştir. Genetikteki ilerlemeler psikolojide temel sorunlar için yeni yaklaşımlara ilham vermiş, sosyal bilimcilere yeni iletişim ve değişim modelleri sağlamış ve genetik modellerin neden ve nasıl sosyal sorulara uygulandığına dair kritik tartışmaları kışkırtmıştır. Kültür teorisi gerçeklik teorisinden faydalanan post-yapısalcılık gibi sosyal bilimlerin kaynak noktası olarak yerleşmiştir. Cinsiyet çalışmalarının meşguliyeti, birçok tartışma ve çalışma alanına uyarlanmıştır. Bu süreçte, cinsiyet çalışmaları daha kapsamlı ve eklektik bir hale gelmiştir. İlk baskıyı tanıtırken, sosyal bilim disiplinlerinin giderek artan oranda tek bir arena söylemi teşkil ettiğini not etmiştik. Muhtemelen araştırma programlarının gitgide daha çok örtüştüğünü söylemek daha doğru olacaktır. Benzer tartışmalar, çeşitli bölgelerde ortaya çıkmakta, yeni fikirler bir alandan diğerine geçmektedir. Bugün, iktisatçılar psikolojik deneyler yaptıkları için Nobel Ödülü kazanıyor, siyaset bilimciler iktisatçıların modellerini ödünç alıyor, tarihçiler ve coğrafyacılar her zamanki gibi, sosyal bilimler çevresinde eklektik bir şekilde sıralanıyorlar. Bu ansiklopedideki felsefi ve metodolojik maddelerin çoğu bütün sosyal bilim alanları ile ilişkilidir. Bu örtüşmenin ve kurulu disiplinlerin iç içe geçmesinin bir sonucu olarak belli başlıkları kimin kapsadığına karar vermek çok zor hale gelmiştir. Yine de muhtemelen öyledir; çünkü karşılıklı bakış açıları (sıklıkla çok sayıda disiplinde görülür) adilce sunulduğunda çok fazla inter - disipliner aktivitenin olması da bir fark oluşturmamaktadır. Açık bir zihinle bu sayfaları tarayan herhangi biri, belirli temaların tekrarlandığını, hiç beklenmedik yerlerde ortaya çıktığını ve önceki incelemelerin belirgin bir başlangıç noktasından karşıt disipliner bağlara ve hatta duyulmamış yerlere eriştiğini görecektir. Bu süreç ayrıca okuyucuya karşılaştırmacı ve tümleyici fikirler sunacaktır. Entelektüel üye ortakları ve ideolojik endişeler de disiplinler arası bağlarla kesişir. Kendinden öncekiler gibi, ansiklopedinin bu baskısı da sosyal bilimleri oluşturan ortak varsayımlarla birlikte zıtlıkları da yansıtır. Biz katkı sağlayanlarımızı onların bireysel uzmanlık alanlarına göre seçtik fakat kaçınılmaz olarak hepsi bazı entelektüel yönelimleri ve geniş kapsamlı kesişen fikirleri temsil etmektedirler. Bunun ansiklopedinin güçlü özelliklerinden biri olduğuna inanıyoruz. Bu denge, ileri okumalar ve takip eden çapraz kaynaklar ile sağlanır ki; bir görüş diğeriyle kıyaslanabilsin. Bu sosyal bilimlerin bilim olmadığını iddia eder mi? Bu disiplinlerden bazılarına ait ufak tefek şeyler –hatta bazı önemli parçalar- geleneksel testlere göre kesinlikle bilimsel olarak kalifiyedir, tıpkı biyolojinin birçok branşında olduğu gibi. Fakat 19. yüzyılın sonlarında, etkili sesler, insan ilişkilerine dair çalışmaların doğal bilimlere göre modellenebileceği ve modellenmesi gerektiğini sorgulamışlardır. Siyaset biliminden bilimin sosyolojisine kadar olan önemli maddelerin yazarları da bu sorgulamaya katılmaktadırlar. Bu çalışma alanı bilimin doğasını bir soru olarak ortaya koymuştur. Umuyoruz ki; bu konuda ya da sizin ilgi alanınız veya yöneliminiz her ne ise, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi’nin üçüncü baskısı o konuda karar vermenize yardımcı olacaktır. Adam Kuper ve Jessica Kuper Londra, Aralık 2003 ÇEVİRMENLER A. Eren Topal İsa Sağbaş A. Kadir Gülen İsmail Kurun Abdullah Keskin Mehmet Karakaş Ahmet Ayhan Koyuncu Murat Aygen Ahmet Kemal Bayram Mustafa Bölükbaşı Alper Karasoy Nuri Yavan Can İlkyaz Oğuzhan Kalkan Ceren Özçevik Orçun İmga Ceyda Kurtar Osman Metin Fatih Savaşan Ömer Faik Anlı Hakan Olgun Selçuk Akçay Hatice Turut Senem Kurtar İ. Erkam Sula Şenol Gündoğdu İlhan Varank Volkan Ertit YARDIMCI EDİTÖRLER Demografi Gigi Santow, Sydney İktisat Patrick McCartan, Cambridge University Press Scott Parris, Cambridge University Press Eğitim Walter Feinberg, University of Illinois, Urbana-Champaign Coğrafya R.J. Johnston, University of Bristol Linguistik Paul Newman, Indiana University Siyaset ve Hükûmet Anand Menon, Birmingham University Brendan O’Leary, University of Pennsylvania Psikoloji Michael W. Eysenck, Royal Holloway College, University of London Sosyoloji Michael Lynch, Cornell University A ▮▮ Adalet, Paylaşımcı Adalet ile ilgili elimizdeki en iyi tanım Justinian’ın yaptığı tanımdır: Âdil bir paylaşım (dağılım), herkesin kendi hakkını aldığı paylaşımdır. Ancak göreli olarak biçimsel olan bu tanım bize çok fazla bir şey söylemez çünkü her bir kimsenin ‘hakkının’ ne olduğuna karar verme meselesi cevapsız kalmaktadır. Dahası ‘Hak nedir?’ sorusu başka iki soruyu maskeler: ‘Sosyal işbirliği dolayısıyla oraya çıkan nimet ve külfetlerin kime ne kadarı gitmesi gerekir?’ (paylaşım, dağılım sorusu) ve ‘bu nimet ve külfetler nelerdir?’ (paylaşılacak şeyin ne olduğu sorusu). Modern zamanlarda ve özellikle büyük oranda liberal toplumlarda adalet başka iki kavram ile ilişkilendirilmektedir: Layık olunan şey ve eşitlik. Bir kişinin hakkı olan şey, onun hak ettiği, layık olduğu şeydir; eşitler ise eşit olarak muamele görenlerdir. Biçimsel adalet fikri gibi bu iddialar da kim ne ediniyor şeklindeki temel meseleyi çözmezler ama adaletle ilgili kuramsallaştırmaları zorunlu kılarlar. Adalet kurumsal olduğu kadar bireysel bir erdem olsa da, Rawls’un 1971’de A Theory of Justice (Bir Adalet Teorisi) adlı eserinin yayımlanmasından beri birçok siyaset felsefecisi, ‘kurumların ilk erdemi olarak adalet’ (Rawls 1971:3) fikri üzerinde odaklanmıştır. Uluslarara- sı adalet meselelerinin literatür içindeki önemi her geçen gün artsa da bu odaklanma, belli bir devletteki adalet üzerindedir. Paylaşım meselesiyle ilgili dört ana yaklaşımdan bahsetmek mümkündür: Görenekselcilik, faydacılık, karşılıklı yarar olarak adalet ve hakkaniyet olarak adalet. Buna ek olarak, paylaşılacak şeyin ne olacağı sorusuyla ilgili iki ana açıklama, refah anlayışı ve kaynak yaklaşımı, aynı zamanda tartışmanın sınırlarını belirlemiştir. Görenekselciler, kimin hakkının ne olduğunun özgül toplumların normları, yasaları ve gelenekleri tarafından belirlendiğini ileri sürerler. Bu yaklaşımın en derinlikli modern ifadesi Michael Walzer’ın (1983) çalışmasında yer alır. Walzer’a göre her bir iyilik, yarar, topluluğun o şeyi iyi olarak niteleyen anlayışında içkin olarak yer alan ilkeye göre paylaştırılmalıdır. Bu çerçevede, sağlığımızı yenilediği için sağlık bakımının kendimiz için iyi bir şey olduğunu bir kere düşündüğümüzde, sağlık bakımının yararıyla ilgili anlayışımız açısından uygun bir paylaşım ilkesinin ortaya çıktığını görürüz: Tıbbî ihtiyaç. Walzer’a göre, farklı toplulukların iyiliklerle ilgili farklı sosyal anlayışları dolayısıyla da farklı paylaşım ilkeleri vardır. Böyle bir durumda söz konusu olan tek evrensel Sosyal Bilimler Ansiklopedisi | 15 16 | Adalet, Paylaşımcı ilke, birbirinden farklı bu ortak anlayışlara saygı duyulması gerekliliğidir. Görenekselciliğe yönelik eleştirilerin iddiasına göre ise, sosyal yararların tek ve belirsizlikten uzak anlamlarının yer aldığı sadece birkaç toplum vardır (kürtaj tıbbî bir ihtiyacın karşılanması mıdır?). Bu eleştiriler ayrıca, görenekselciliğin çekici ve inandırıcı olmayan bir göreceliği barındırdığını ileri sürerler. 20. yüzyıl ahlak ve siyaset felsefesinin geneline damgasını vuran faydacılar ise kurumların, insan refahı, mutluluğu veya ‘yararına’ ne kadar (az ya da çok) katkı yaptıkları açısından değerlendirilmeleri gerektiğini iddia ederler. Eylem faydacıları doğru eylemi, en iyi sonuçları ortaya çıkaran eylem olarak tanımlarlar. Kural faydacıları ise doğru eylemi, en iyi sonuçların ortaya çıkmasına yol açacak şekilde benimsenmiş ilgili kuralın kapsamındaki eylem olarak görürler. Faydacılığa yönelik eleştiriler, faydacılığın insanlara ahlaki eşitler olarak saygı göstermekten uzak olduğunu belirtirler. Örneğin, bir paylaşım bir gruba büyük bir servet verirken diğerlerini köleleştiriyorsa böyle bir paylaşım ilkesel olarak, varlıklı olanlara sağladığı fayda, kölelere yüklediği külfete göre daha ağır bastığından, faydacı temeller üzerinde haklılaştırılabilir. Bu eleştiriye karşı olarak faydacılar, gerçek dünya da böyle bir şeyin olma ihtimalinin oldukça zayıf olduğu cevabını verirler. Bu cevap doğru olabilir ama doğru olsa bile, yanlış nedenlerden doğan bir doğru cevaptır. Köleliğe yönelik itirazımızın nedeni salt mutsuzluğa yol açmasından dolayı değildir, asıl neden adaletsiz olmasıdır ama faydacıların bu farklı adalet anlayışını benimseme yetisinden uzak oldukları görülmektedir. Karşılıklı yarar olarak adalet görüşünü benimseyen kuramcılar Rawls’un ‘toplum, karşılıklı yarar adına işbirlikçi bir teşebbüstür’ iddiasını ve bu teşebbüsün, çabanın düzenlenmesi için gerekli olan adalet kurallarını oldukça ciddiye alırlar. Eğer bu kurallar zorlayıcı nitelikte olacaksa o zaman her bir işbirlikçinin çıkarına olmaları gerekir. Yani herkes bu adalet kuralları dairesinde, aksi takdirde yapabileceklerine göre yapabilme yetilerinin daha fazla olması gerekir. Bu açıklamada adaletin kuralları, işbirlikçilerin göreli pazarlık güçlerini yansıtmalı ve uç noktada işbirlikçiler topluluğuna sunacak hiçbir şeyleri olmayanlar toplumca kabul görmüş ahlak ‘sınırının ötesine düşeceklerdir’ (Gauthier 198:268). Bu yaklaşıma yönelik bazı eleştiriler, özellikle işbirliği için gösterilen gerekçenin (kişisel çıkarın artırılması) bazen bedavacılık gerekçesi olabileceği ihtimali öne sürülerek, itaati temin etmenin zorluklarına dikkat çekerler. Başka bir takım eleştiriler de, zayıf ve hassas olanları korumaktan uzak herhangi bir adalet kuramının ‘alternatif bir ahlak açıklaması’ değil, ‘alternatif bir ahlak’ olduğunu öne sürerler (Kymlicka 1991:190). Adaleti hakkaniyet olarak gören kuramlar ise adalet kurallarını, farklı iyilik görüşleri taşıyan kişilerin işbirliğini düzenleyen ögeler olarak ele alırlar. Bu kuramcıların tartışmaya ekledikleri şey, bu tür kuralların ahlaki değerlere bağlı insanların temel olarak eşit değerde ifade edileceği ve saygı duyulacağı şartıdır. Ancak adaleti hakkaniyet olarak gören kuramcıların böylesi bir saygının gerekliliklerinin neler olduğu konusunda hemfikir olmadıkları görülür. Robert Nozick’e göre tek zorunluluk, kişilere mutlaklığı söz konusu olan negatif öz- Adalet, Paylaşımcı | 17 gürlük hakları kümesinin tahsis edilmesidir (Nozick 1974). Rawls (1971) ise, gereklilik olarak herkese verilecek eşit değerdeki siyasal hakları göstermiştir. Rawls ayrıca sosyal ve iktisadi eşitsizliklerin, hakkaniyetli fırsat eşitliği ve durumu iyi olmayanlara azami fayda sağlayacak düzenlemelerin ürünü olarak ortaya çıkmaları gerektiğini ifade eder. Rawls’un iddiasının dayanağı olan düşünceye göre, insanlar arasındaki eşitliğe saygı duymak demek, hak edilmemiş olan doğal yetenek ve beceriler gibi yan etkenleri, aynı şekilde ‘ahlaki bakış açısından doğan keyfîliği’ bir kenara koymak demektir. Rawls’un yetenek ve becerilerin keyfîliği üzerinde ısrarla durması, paylaşımcı adalet kuramı içindeki en ilginç çağdaş gelişmenin tohumlarını atmıştır; bu gelişme ‘şans eşitlikçiliğidir’. Şans eşitlikçiliğini vurgulayan kuramcılara göre adaletin amacı, bir taraftan tercihten doğan farklılıklara saygı duyulurken öte yandan şanstan kaynaklanan farklılıkların aşırılığını da hafifletmektir. Bunun tam olarak nasıl yapılabileceği oldukça tartışmalı bir konudur ve bazı eleştirilere göre, şans eşitlikçiliği, baskıya karşı tepki şeklindeki önemli eşitlikçi amacı da göz ardı etmektedir (Anderson 1999). Paylaşımcı adaletle ilgili literatürdeki tüm bu gelişmeler, ‘Paylaşılacak şey nedir?’ sorusunun önemine ışık tutmuştur. Refah yaklaşımına göre, eğer insanlar sahip oldukları doğal yetenek ve becerilerinden sorumlu değillerse o zaman bazı insanların, ahlaken keyfî nitelikteki bazı nedenlerden dolayı kaynakları servete dönüştürmede beceriksiz olma ihtimalini kabul etmek zorunda kalırız. Eğer durum buysa, insanlara eşit muamele ederken salt kaynaklar üzerinde değil, bu kaynakların sahiplerine ne tür bir refah sağladıkları üzerinde durmamız gerekir. Kaynak yaklaşımı, refah yaklaşımının sezgi karşıtı sonuçlara yol açtığını öne sürer (örneğin kendi seçimi olmadığı halde oldukça pahalı bir şarap zevki olan birine kamusal ödenek ayrılmalıdır). Bu yaklaşım ayrıca kaynakların paylaşımı, dağılımı üzerinde yoğunlaşmamız gerektiğini belirtir (bu kaynaklar genellikle anlaşıldığı üzere gelir ve refahı kapsadığı gibi haklar ve özgürlükleri de kapsar). Bilindiği gibi ‘Neyin eşitliği? tartışması’ adaletin ‘hamurunun’ nasıl olması gerektiğiyle ilgilenen yeni kuramlar türeten bir ‘kolej endüstrisini’ doğurmuştur (Bkz., Clayton ve Williams 2000). Matt Matravers Çev. Ahmet Kemal Bayram Ayrıca bkz: kayırma uygulamaları; eşitlik; Rawls; sosyal tercih; sosyal sözleşme KAYNAKLAR Anderson, E.S. (1999) ‘Egalitarian justice and interpersonal comparison’, European Journal of Political Research 35: 445–64. Clayton, M. and Williams, A. (2000) The Ideal of Equality, London. Gauthier, D. (1986) Morals by Agreement, Oxford. Kymlicka, W. (1991) ‘The social contract tradition’, in P. Singer (ed.) The Blackwell Companion to Ethics, Oxford, pp. 186–96. Nozick, R. (1974) Anarchy, State and Utopia, New York. Rawls, J. (1971 [rev. edn 1999]) A Theory of Justice, Cambridge, MA. Walzer, M. (1983) Spheres of Justice, Oxford. İLERI OKUMALAR Barry, B. (1989) Theories of Justice: Volume 1 of a Treatise on Social Justice, Berkeley, CA. (1995) Justice as Impartiality: Volume 2 of a Treatise 18 | Aile on Social Justice, Oxford. Dworkin, R. (2000) Sovereign Virtue: The Theory and Practice of Equality, Cambridge, MA. Hurley, S. (2003) Justice, Luck, and Knowledge, Cambridge, MA. Matravers, M. (2002) ‘Responsibility, luck, and the ‘‘Equality of What?’’ debate’, Political Studies 50(3): 558–72. Scanlon, T. (1999) What We Owe to Each Other, Cambridge, MA. ▮▮ Aile Kendimiz hakkında nasıl düşüneceğimiz, başkaları ile ilişkileri ve bağlantıları nasıl oluşturacağımız hakkında, yani kökten aile anlayışımızı değiştiren, devam eden küresel bir devrim mi yaşanıyor? Sosyal teorisyenler, gelişmiş, Batılı sanayileşmiş uluslarda oluşan, boşanmada önemli artış, evliliğin ertelenmesi, birlikte yaşamanın artması, doğum ve evlilikte azalmalar gibi demografik değişimlere işaret ediyor. Teorisyenler ayrıca, cinsiyet eşitlikçiliği ve iş piyasasının, özellikle de eğitimde yükselen kadın katılımının geleneksel cinsiyet rollerinde sorun yaratmaya başladığıyla ilgili problemlerden de bahsediyorlar. Elisabeth Beck-Gernsheim bunun, bugün dünyayı sallayan değişimlerden birisi olduğu konusunda ısrarda yalnız değildir. Cinsellik, aşk ve evlilik, ilişkiler ve ebeveynlik gibi kişisel yaşamımızın merkezini etkileyen faktörlerden hiçbirisi bu kadar önemli değildir (Beck-Gernsheim 2002: vii). Aile ve kişisel yaşamın devrimsel dönüşümü, özellikle dini köktenciler tarafından direnişi kışkırttı. Bugünlerde iki Amerikalı siyaset bilimci Ingelhart ve Norris, Batı ve İslam Dünyası’nın bö- lünmesinde kültürel bir fay hattı olan demokrasi hakkında Samuel Huntington’un tezini konu aldılar. Yetmiş kadar ulusun dâhil olduğu bir tutum araştırması olan Dünya Değerler Araştırması’ndan veriler kullanarak, “ ‘gerçek medeniyetler çatışması’ cinsiyet ve aile değerleri ve kadının rolündeki değişmelerdir” sonucuna ulaşmışlardır (Ingelhart ve Norris 2003). Modernleşme ve küreselleşmenin Büyük Anlatılar ‘dan (Grand Theory) elde edilen büyük devrimci değişimler ve kültürel bölünmeler hakkındaki iddiaların çok genel olması muhtemeldir. Aile değişimi ve sürekliliğinin özgün boyutlarının doğasını ve sonuçlarını ele alan empirik çalışmaların bir sonucu olarak daha net bir takım iddialar ortaya konabilir ancak empirik yargıların genellikle bilinenin çok ötesine geçtiği açıkça ortadadır. Dahası, hem teorik hem de empirik literatür, sıklıkla (liberal veya muhafazakar) ideoloji tarafından renklendirilir. Neyin ideal aileyi inşa edeceği hakkındaki inancın sağlamlığı, sosyal bilimler için dikkate değer bir problemi ortaya çıkarır. Örneğin, aile çeşitliliğinin sonuçları ile hem çocuklar için hem de yetişkinler için aile parçalanması üzerine Avrupa’da ve Amerika’da çok sayıda araştırma vardır. Ancak sonuçlar çoğunlukla oldukça tartışmalıdır. Bir eleştiriye göre, “sağlam” aile hanelerinde kalanlarla karşılaştırıldığında ortalama, ayrı, boşanmış ve üvey aile ile yaşamanın, bireyleri riske attığı gerçeği şüphe götürmez bir olgudur (Pryor ve Trinder 2004). Ancak hane yapısı ve ayrılık, çocuklar ve yetişkinler için, sonuçlarda dağılımın sadece küçük bir kısmını açıklar. Aile üye- Aile | 19 leri için daha önemlisi, süreçler, ayrılık deneyimleri ve bu deneyimlerin anlamlarıdır. Pryor ve Trinder, John Gillis’in ünlü aile ile ilgili, birlikte yaşadığımız aileler ile geçindiğimiz aileler ayrımından alıntı yaparak, ailelerin çocuk ve ebeveynleri ilgilendiren günlük gerçeklikleriyle topluluk ve kültürün aileler için yazdıkları senaryolar arasındaki boşluğa, uçuruma dikkat çekmişlerdir. Birçok toplumda kodların daha az bağlayıcı hale geldiği inkâr edilmiyor. Beck and Beck-Gernsheim (2002), bu süreci ‘kurumsal bireyselleşme’ olarak adlandırıyor. Onlar aile kurumu içerisinde çeşitliliğin normalleştiğini ileri sürüyorlar. Önceki –tek ebeveynli aileler, (nikahsız) birlikte yaşayan aileler, gay ve lezbiyen aileler, boşanma sonrası aileler gibi- sapkın aile formları daha normal ve daha kabul edilebilir olmaya başladı. Şüphesiz, herhangi bir çağdaş aile çalışması, zamana ve yere göre aile yaşamındaki büyük değişiklikleri ciddiye almalıdır. Bu konuyu çalışanlar, durağan ve evrensel “aile” terminolojisinin yanlış yönlendirme ihtimalinden sakınmak üzere kasıtlı olarak çoğul “aileler” ifadesini alışılmış yöntemin dışına çıkarak kullanırlar. ‘Evlilik’ kavramı bu karmaşıklığı göstermektedir. Evlilik, bugün Avrupa’da ya da Kuzey Amerika’da yetişmiş birisi için, boşanma ve birlikte yaşamanın nispeten nadir olduğu daha önceki nesillerde olduğundan çok farklı anlama sahiptir. Birlikte yaşama şekilleri, farklı dini gelenekleri yansıtan boyutuyla, gruptan gruba çok farklılıklar gösterir. Bazı toplumlarda birlikte yaşama evliliğe bir giriş veya alternatif olarak kabul edilebilirken diğerlerinde yaygın bir günah olarak kabul edilebilir. Avrupa’nın bazı bölümlerinde doğum, evlilik birliği içinde ağırlıklı bir konumdayken,diğerlerinde, özellikle İskandinavya’da, üreme ve evlilik giderek belirgin hale gelmektedir. Neden insanlar kendilerinin resmi evliliklerin dışında tutar ve neden o bir sorundur? Demograf Kathleen Kiernan, Avrupa’da ve ABD’de değişen partnerlik ve ebeveynlik bulgularını inceledi. Kiernan, literatürde dile getirilen kaygının, büyük oranda hali hazırdaki birliktelik birimlerinin evlilik birimlerinden daha kırılgan olduğu gerçeğinden kaynaklandığı sonucuna varır. Ancak, birlikte yaşamanın iki tipi arasındaki fark, büyük ölçüde daha güçlü olması ve evlilik için seçilen partnerliğin daha kararlı olması sebebiyle olabilir. Eğer genel eğilim ve birlikte yaşamanın gelecekteki seyri, birlikte yaşayan ebeveynler için evlilikten sakınmaksa, o zaman birlikte yaşama ve diğer benzer şeyler daha dayanıklı bir alternatif olacaktır (Kiernan 2004: 31). Daha genel olarak, belirli aile düzenlemelerinin yaygınlığının ve egemenliğinin zaman içinde değişimini akılda tutmak önemlidir. ABD içerisinde ‘geçişteki aile’ argümanına karşılık, ‘tehlikedeki aile’ teorisi olarak gevşek bir şekilde tanımlanan ideolojik bir bölünme olmuştur. Tehlikedeki aile teorisini savunanlar, tek ebeveynli ailelerin, bozulmamış ailelerle kıyaslandığında çocukların mutluluğu için daha zararlı olduğunu gösteren kanıtları ileri sürerler (Elliott ve Umberson 2004). Bu araştırmacılar bu tür evlilik yanlısı ‘geleneksel’ aileyi destekleyen kamu politikaları için çağrıda bulunuyorlar. Diğerleri, farklı aile yapılarını meşrulaştıran sürecin, evlilik ve çekirdek ailenin kutsallaştı- 20 | Aile rılmasının bozulmasına ve değişik aile yapıları içinde çocukların gelişimine yardım edeceğini savunurlar. Tartışmanın kolayca çözülebilmesi pek mümkün görünmemektedir. Aile çeşitliliği, aile bozulması, değişen iş-aile dengesi veya çocukların bakımı için kamusal düzenlemelere karşılık aile gibi konuların, çocuklar üzerindeki etkilerine dair araştırmalar genellikle oldukça tartışmalıdır. Aile ve çocukların mutluluğu üzerine mevcut literatürün çoğunun aile ve çocukluk ideallerinin sadece sorulan soruları değil, aynı zamanda bulunan cevapları da incelemek üzere yapı bozuma tabi tutulması gerekir. Aile bozulması çocuklar için olumsuz sonuçlara neden olsa bile, bunun değişik nedenleri olabilir. Bozulma, ailenin bileşimindeki değişikliklerden çok daha fazlasını gerektirir. Çocuklar için önemli olan nedir? Ekonomik durumun düşüşü mü? Baba figürünün kaybedilmesi mi? Sosyal temasın erozyona uğraması mı? Ebeveyn bakımında bir azalma mı? Bu sorunların hepsi mi? Farklı çocuklar için farklılığı anlamlandıran nedir? Geç ergenlik ve yetişkinliğin geçişleri ve sonuçları üzerine çocukluk deneyimlerinin etkisini inceleyen çalışmalardan bazı cevapları derleyebiliriz. Ama sıklıkla bu tür çalışmalar, çocukların kendi eylemleri, perspektifleri ve seçimleri hakkında sınırlı bilgi sağlar. Araştırmacılar çocuğun ebeveyn davranışları ve aile çevresinden nasıl etkilendiğine dair soruları sadece son zamanlarda sordular. Ailelerin incelenmesi kolay bir iş değildir. Bunu o kadar zor hale getiren basitçe ideolojik tutkular değildir. Hatta tek bir ailenin dinamiklerini anlamak bile son derece karmaşıktır. Her farklı aile üyesi açısından aile yaşamının oldukça farklı olduğuna dair gittikçe artan bir kabul var. Hatta aynı aile içinde bile çocuklar, psikologların paylaşılmayan aile ortamı adını verdiği durumdan kaynaklanan, farklı sosyalleşme deneyimlerine sahipler. Çocuk gelişimi üzerine yapılan son araştırmalar genetik faktörlerin göreceli etkisini açığa çıkarmak için ve paylaşılan ve paylaşılmayan çevrenin sonraki sonuçları üzerinde çaba göstermektedirler. Genetik üzerinde odaklanma aile ortamının önemini küçümsemez. Aksine o, genetik ve aile ortamı arasındaki etkileşimin bu mevcut anlayışının çok sınırlı olduğunu vurgulamaktadır. Daha genel olarak, genetik ve yeni üreme teknolojileri üzerine araştırma, politik olarak hassas ve etik olarak sorunlu birçok konuyu inşa eder. Cinsiyet de aile araştırmalarında hassas bir konudur. Aile yaşamı yanıtlayıcıların cinsiyetine bağlı olarak kesinlikle çok farklıdır. Geçmişte çok sık olarak aileler çalışması neredeyse sadece kadın bakış açısından üstlenilmiştir. Elbette feministler, kadınların aile içinde ‘tutsak’ edildiğine ve onların seslerini duyurabilmek için kurtarılmış olmaları gerektiğine dair endişelerini ifade etmekte haklıydılar. Eğer kadınlar sadece aile açısından görüldüyse bu, kadınların çok boyutlu doğasını eksik bir temsildir. Benzer şekilde, çoğu aile araştırmasında kadın önyargısı, bir partner olarak, baba olarak ve bakıcı olarak erkeğin karmaşık yaşamını anlamak için bir problem oluşturuyor. Bu önyargı gittikçe düzeliyor ve aile içinde gittikçe erkek odak haline geliyor. Ancak bu basmakalıp cinsiyet yargılarını dağıtabilmek zordur. Örneğin aile içi şiddetin erkek kurbanları hakkında çok az bir bilgi vardır. Aile | 21 Tekrardan ele alınan meseleler, sadece aile özel alanının cinsiyetle nasıl kesiştiğine dair varsayımlar değildir. Cinsiyet, aile ve işin karşılıklı ilişkilerindeki değişmeleri inceleyen çalışma sahasında gittikçe artan bir eğilim var. 21.yy.da erkeklerin ve kadınların iş ve aile birleştirmek için tercihleri ne kadar önemlidir? Bu tür sorulara cevap vermede ülkeler arası araştırmalar yardımcıdır. Yeni bin yılın başında anlık bir görüntü, çoğu sanayileşmiş ülkelerde ücretli bir işte çalışan anne ve babaların çoğunluğunu gösterecekti. Eğilimler açısından dünya çapında oldukça fazla ortak yanlar olsa da aile tercihlerinin şekillendiği sosyo-ekonomik bağlamlar açısından ülkeler arasında derin farklılıklar vardır. Bu yapısal farklılıklar göz önüne alındığında bireysel tercihler ne kadar önemlidir? Catherine Hakim, Britanya ve İspanya’da, yaşam tarzı tercih gruplarının büyük ölçüde her iki cinse uygun emek gücünün ayırt edici temel özelliği olacak, sonucuna ulaşır. O, ‘tartışma her bir ailenin, hiçbir katı ya da sabit kuralların olmadığı ve bütün seçeneklerin açık olduğu durumlarda, iş bölümlerini nasıl organize ettiği hakkındadır’ diye yazar. Ancak bu iddia, onun bir sonraki iddiası olan ‘ulusal hükûmetler için sorun, herhangi bir tercih grubuna karşı ayrımcılığı ortadan kaldırmak için maliye politikası, aile politikası ve istihdam politikasının yeniden organize edilmesidir’ biçimindeki iddiası tarafından keskinleştirilmiştir (Hakim 2003: 262). Açıkçası aile ve iş tercihindeki cinsiyet eşitlikçiliğine giden bazı yollar halen kapalıdır. Belki de en temel değişimlerin, aile ve cinsiyetten ziyade aile yapısı ve aile ekonomisiyle daha az ilişkisi vardır. Şurası kesindir ki, cinsellik bizim, bir sosyal kurum olarak aileyi anlamamızın merkezini teşkil eder (Treas 2004). Üremenin başlangıç noktası olarak cinsellik yeni aile üyeleri sağlar ve zaman ve nesiller boyunca aile yaş çizgisini devam ettirir. Cinsellik eş bulmanın ve çiftlerin bağlılığının temelidir ve bu sebeple cinsellik aile ilişkilerinin temeline gider. Çünkü aile ilişkilerinin düzenlenmesinde payı vardır. Ayrıca dünyanın pek çok yerinde yüksek hoşgörü yönünde belirgin bir eğilim var. Özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika’da daha az öngörülebilir seyir izleyen genç insanların hayatları, artık evlilik öncesi cinsellik ve bebek sahibi olma gibi konularda geleneksel beklentileri yerine getirmemektedir. Çünkü gençlerin ilk evliliklerini gerçekleştirme yaşları yükselirken, ilk cinsel deneyime sahip olduğu yaş düşme eğilimindedir ve gençlik ile bağlayıcı partnerlik oluşturma noktasında şimdi bir boşluk var. En azından ABD ve Britanya’da, ergen hamileliği ve cinsel yolla bulaşan hastalıklardaki yüksek oran bunun sonucudur. Bu değişiklikler aileler için daha öte zorluklar oluşturmaktadır ancak ailelerin toplumsallaştırma sorumluluğu her geçen gün zorlaşmaktadır. Bunun en önemli nedeni ailelerin benimsediği varsayılan değerler ile değişen kültürel normlar ve tüketim pratikleri arasındaki tutarsızlıklardır. Daha genel olarak, aile bağlarımızın ve akrabalık ilişkilerimizin merkezini değiştiren küresel bir devrim olarak, serbest cinsel tercihle bağlantılı olarak bireyciliği karakterize eden bir problem var. Aile kurumunun bireyselleştirilmiş olduğu eğilimi, ailevi çeşitliliğin normalleşmesini vurgulamak için faydalı olabilir. Ancak yine de, aile araştırmalarından bildiğimiz tek şeyin aile ilişkileri 22 | Aile İçi Şiddet meselesi olduğudur. Aile araştırmalarından elde edilen bulgular, bağımlılığın öneminin devam ettiğini açıkça gösteriyor. Jacqueline Scott Çev. Ahmet Ayhan Koyuncu KAYNAKLAR Beck, U. and Beck-Gernsheim, E. (2002) Individualisation. Institutionalised Individualisation and its Social and Political Consequences, London. Beck-Gernsheim, E. (2002) Reinventing the Family, Cambridge, UK. Elliott, S. and Umberson, D. (2004) ‘Recent demographic trends in the US and implications for well being’, in J. Scott, J. Treas and M. Richards (eds) The Blackwell Companion to the Sociology of Families, Oxford, pp. 34–53. Gillis, J.R. (1997) A World of Their Own Making: Myth, Ritual and the Quest for Family Values, Cambridge, MA. Hakim, C. (2003) Models of the Family in Modern Societies, Aldershot. Ingelhart, R. and Norris, P. (2003) Rising Tide: Gender Equality and Cultural Change around the World, New York. Kiernan, K. (2004) ‘Changing European families: Trends and issues’, in J. Scott, J. Treas and M. Richards (eds) The Blackwell Companion to the Sociology of Families, Oxford, pp. 17–33. Pryor, J. and Trinder, L. (2004) ‘Children, families and divorce’, in J. Scott, J. Treas and M. Richards (eds) The Blackwell Companion to the Sociology of Families, Oxford, pp. 322–39. Treas, J. (2004) ‘Sex and family: Changes and challenges’, in J. Scott, J. Treas and M. Richards (eds) The Blackwell Companion to the Sociology of Families, Oxford, pp. 397–415. ▮▮ Aile İçi Şiddet Aile içi şiddet probleminin kamusal bir sorun haline geldiği ve reformcularla devlet kurumlarınca dile getirildiği, 1870’ler, 1910’lar ve 1970’lerden günümüze olmak üzere, üç tarihsel dönem vardır. Bu dönemlerin her birisinde, problem kamusal olarak tanımlandı, istatistikler toplandı, açıklamalar yapıldı ve siyasi reformlar tanıtıldı. Her bir durumda, kamusal tanımlama ve reform hareketi, güçlü bir kadın hareketi tarafından yönlendirildi. Bu sorun, kadına dayak ve daha yakınlarda kadına karşı şiddet, kadın istismarı veya aile içi şiddet olarak değişik şekillerde tanımlandı. Araştırma bulguları gösteriyor ki, zaman ve kültürler boyunca evlilik veya evlilik benzeri ilişkilerde şiddet, erkeğin kadın partnerine şiddet kullanmasıyla ezici bir şekilde orantısızdır. Söz konusu şiddetin önemli bir kısmı bilinmezken, suç istatistikleri, kurban araştırmaları ve derinlemesine mülakatlardan elde edilen bulgular hiçbir zaman evlenmemiş veya beraberlik yaşamamış kadınların yaklaşık ¼’ünün yaşamları boyunca belli dönemlerde erkek partnerinin şiddetine maruz kaldığını ortaya koymaktadır. Şiddetin doğası tokat atma ve itip kakmadan aile içi cinayete kadar değişir. En yaygın biçimi olan yumruklama ve tekmeleme, vücutta çürükler, kemikler ve dişlerde kırılmalar ve yaralanmalarla sonuçlanır. Bulgular ayrıca bu türden fiziksel şiddete genellikle ‘istismar kümesi’ olarak adlandırılan saldırganlık, zor kullanma, sindirme eylemlerinin de eşlik ettiğini göstermektedir. Buna ek olarak cinsel şiddet de meydana gelebilir. Toplumların çoğunda, aile içi cinayet demek, çoğunlukla kadının öldürülmesi demektir. Bu, erkek tarafından kadın partnere karşı sürekli şiddetin tarihsel bağlamında meydana gelir. Genellikle Aile İçi Şiddet | 23 erkekler eşlerini öldürür ve bu eylemlerin oranı toplumlara göre değişiklik gösterir ancak bu çoğunlukla kadına yönelen erkek şiddetinin tarihsel bağlamında meydana gelir. Ölüm genellikle ev içi saldırıların çok sık rastlanmayan sonucu olsa da, bu, tüm kadın cinayetlerinde önemli bir yekün tutmakta ve bazı toplumlarda kadın eşin öldürülmesi tüm cinayetler içerisinde önemli bir oran oluşturmaktadır. Aile içi şiddet hakkındaki kanıtlar, çoğu toplumlarda ciddi ve yaygın bir problemin ve kadına karşı şiddet uygulanmasının yaygın hikâyesini anlatır. Bu şiddetin sebebini açıklamak için sosyal bilimciler tarafından değişik açıklamalar öne sürüldü. Sosyal ve bireysel patoloji; etkileşimsel, durumsal ve ailevi dinamikler ile kurumsal, kültürel ve ideolojik zorlamalar bu açıklamalardan bazılarıdır. Bu perspektiflerin çoğunda erkek gücü, hakimiyeti ve kontrolü, değişik oranlarda vurgulanır. Tarihsel, antropolojik ve çağdaş araştırma verileri şiddet kullanımıyla bağlantılı çatışmaların tipik olarak erkeklerin iktidar ve otorite ilgileri, kıskançlık, cinsel sahiplenme ve kadının ev içi iş gücünü (yemek hazırlama ve çocuk bakımı gibi) kapsadığını tutarlı bir şekilde ortaya koymaktadır. Erkeklerin bireysel arka planları ve öğrendiği deneyimleri, önemli olduğunu gösteriyor. Aile içi şiddet, araştırmacıların, sosyal aktivistlerin ve politika yapıcıların eş zamanlı olarak katıldığı bir problemdir. Aktivistler problemi kamusal kurumlara tanıttılar, sosyal bir problem olarak tanımlanmasını sağladılar ve politika yapım sürecinde devletle ilişkilendirdiler. Araştırmacılar sistematik bilgi temin et- tiler ve politika yapıcılar problemi azaltmak veya ortadan kaldırmak ve/veya kurbanlara destek sağlamak amacında olan tedbirlerle yanıt verme çabalarına girmişlerdir. Kadın hareketi bu sorunun uluslararası alanda kabul görmesinde ön plandadır; bu hareket istismara uğramış kadın ve çocuklar için sığınma evleri oluşturulması ve devletlerin reform arayışına girme şeklinde tepkiler vermesini sağlayan hareket olagelmiştir. Şiddetin doğası çalışmalarına ek olarak sosyal bilimciler, devlet ve toplumun yanıtlarını da araştırdılar. Bunlara, yenilikçi politika ve programların etkinliğinin yanı sıra geleneksel tepkilerin eksikliği de dâhildir. Bu açıdan başlangıçta, istismara uğramış kadınlar için konut edindirme, sığınma evi tahsisi ile beraber şiddet uygulayan erkek ve kurbanları olan kadınlar için ceza yargılaması üzerinde odaklanmaya özen gösterilmiştir. Bulgular konut edindirme ve sığınma evinin kadınlar ve çocuklar için önemli sayılabilecek bir koruma alanı sağladığını ortaya koyarken, geleneksel adalet, yargı düzenlemelerinin şiddetin azaltılması ya da kurbanların desteklenmesinde etkili sonuçlar ortaya koymadığını göstermektedir. Şimdilerde kanunlarda ve kanun uygulamalarında değişim iklimi var ve araştırmalar kanunlardaki yeniliklerin etkili olabileceğini öne sürmektedir. Sosyal ve sağlık bakım hizmetleri yenilikler, kamu politikaları ve akademik araştırmaların takip ettiği verimsiz tepkilerin benzer tarihini gösteriyor. Sosyal bilimler içinde sosyoloji, kriminoloji ve psikoloji disiplinleri bugüne kadar, büyük miktarda araştırma ve burs imkanı sağladı. Antropoloji, evrimci 24 | Akıl (Zihin) psikoloji, tıp ve hemşirelik alanları da problemle ilgili çalışmalar yaptı ve ilave açıklamalar ve kanıtlar ileri sürdü. Russell P. Dobash R. Emerson Dobash Çev. Ahmet Ayhan Koyuncu İLERI OKUMALAR Browne, A., Williams, K. and Dutton, D. (1999) ‘Homicide between intimate partners: A 20-year review’, in M.D. Smith and M.A. Zahn (eds) Homicide, London, pp. 149–64. Dobash, R.E. and Dobash, R.P. (1979) Violence against Wives, New York. (1992) Women, Violence and Social Change, London. (1998) (eds) Rethinking Violence against Women, London. (2000) Changing Violent Men, London. Hanmer, J. and Itzin, C. (eds) (2000) Home Truths about Domestic Violence, London. Mirrlees-Black, C. (1999) Domestic Violence: Findings from a New British Crime Survey SelfCompletion Questionnaire, London. Mullender, A. (1996) Rethinking Domestic Violence: The Social Work and Probation Response, London. ▮▮ Akıl (Zihin) ‘Akıl’ Cermenlere ait gamundi kelimesinden alınmıştır ve düşünmek, hatırlamak ve niyetlenmek anlamına gelmektedir. Taşıdığı bu çeşitli anlam akılda tutmak, hatırlatmak, birine akıl vermek, karar vermek veya karar değiştirmek gibi günümüzde kullanılan ifadelerde görülmektedir. (Ç.N: Bunlar orijinal kelimelerde ‘mind’ kelimesinin geçtiği kalıplardır). Pek çok sözlü şeklinin artık modası geçmiştir veya lehçeye aittir fakat katılımı bakımından ‘takma kafana’ veya ‘kendine dikkat et’ gibi kalıp- lar da sürmektedir. Geleneksel olarak, ‘akıl’ toplu olarak algılama, hayal etme, hatırlama, düşünme, inanma, hissetme, arzulama, karar verme ve niyetlenme gibi zihinsel becerilerle ilintili olarak kullanılmaktadır. Bazen bir etken ima edilir: ‘Akıl düşünen ve hisseden gizemli bir şeydir’ (Mill 1843); bazen de etmez: ‘Akıl dediğimiz şey belli ilişkiler tarafından bir araya getirilmiş bir yığın farklı algıdan başka bir şey değildir ‘(Hume 2000 [1739– 40]). Klasik Yunan’da akılla ilgili sorular, teolojik konuların hakim olduğu Orta Avrupa’da olduğu gibi ruh ile birlikte dokunmuştur. Platon’nun üç bölüme ayırdığ aklın bilişsel, çağrısal ve duyuşsal fonksiyonları en azından on dokuzuncu yüzyıla kadar sürmüştür. Zihinsel kuvvete ilişkin yapılan sayısız sınıflandırma on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda kendini göstermiştir. Bunların genellikle kuramsal olması ve açıklayıcı olmamasına rağmen, fonksiyonun psikometrisi ve kortikal yerleştirilmesi ve akabinde modulerite ve nöropsikolojide daha sonraki çalışmalar için temel oluşturmuştur (Fodor 1983). Zihinseli fizikselden ayırmak için çeşitli kriterler önerilmiştir (Feigl 1958) fakat çoğuna ilişkin problem vardır. İlkine göre, fiziksel olaylar halka açıkken zihinsel olaylar özeldir. Descartes (1953 [1641]) fiziksel bedenlerin uzaysal olarak genişleyip belirleyici kanunlara konu olduğunu, halbuki aklın uzaysal olmadığını ve özgür olduğunu iddia etmiştir. Brentano (1995 [1874]) niyetliliği zihinsel özelliği olarak ele almıştır: algılama, düşünme ve arzulama objektif bir varlığı olmayan nesneleri ima eder. Diğer filozoflar fiziksel özelliklere indirgenemez gibi görünen bilinçli deneyimlerin nitel özelliklerine (qualia ‘şahsi ve Akıl (Zihin) | 25 kişiyle yakından bağlantılı tecrübenin doğası’) zihinselin tanımlayıcısı olarak işaret etmiştir. Farklı mantıklar açısından, örneğin içsel ve uzanımsal (Chisholm 1967) veya dilbilimsel düzenler (Ryle 1949), zihinseli ve fizikseli birbirinden ayırmak için teşebbüslerde bulunulmuştur. Geleneksel olarak akıl bilinçli deneyimle birlikte tanımlanmaktadır: ‘Bilinçlilik her zihinsel operasyona eşlik eder ya da onun koşuludur’ (Fleming 1858); ‘Asla bilinçli olmadığı Akılda herhangi bir mesele olmasından söz edilemez’ (Locke 1690). Ancak, bu mesele açıkça yanlıştır. On dokuzuncu yüzyılda nörofizyolojistler ve klinisyenler sinir sisteminde farklı fonksiyon düzeylerini fark etmişler ve bilinçsiz zihinsel aktiviteyi bildirmişlerdir fakat fikir en azından klasik Yunan zamanlarına dayanan çok eski bir tarihe sahiptir. William James (1890) bilinçlilikte bulunanın uçuşan değil sadece tüneyen düşünceler olduğunu belirtmiştir. Zihinsel süreçlerin çoğu bilinçlilik dışında yer alır – örneğin algı, bilginin çekilmesi, beceriler ve yaratıcı düşünmenin büyük kısımları. Bu gerçek, hipnoz, bilinçaltı algısı, farkında olmadan öğrenme, bölünmüş kişilik ve kör bakış (art kafa lopları zarar görmüş hastaların herhangi bir görme deneyimi bildirmediği ve zorlanmış bir tercih durumunda doğru ayrımları yapabilmelerini ifade eden klinik bir durum) gibi olayların göz önüne alınmasıyla daha da açık hale gelmiştir. Eğer akıl bilinçlilikle tanımlanmaktan ziyade davranışı yöneten sistem olarak karakterize edilirse, o zaman çalışılmak üzere daha mekanistik yaklaşımlara yol açıktır. Bilişsel psikolojinin yükselişiyle, en popüler çalışma çerçevesi işlevci felsefeye dayanan bilgisayar metaforu olur: zihinseli karakterize eden şey materyal oluşumundan ziyade fonksiyonel düzenidir. Aklın sayısal modeline göre, zihinsel aktivite sayımdır ve zihinsel süreçler simgelerde gerçekleşen çalışmalardır ve dijital bir bilgisayarda formel kurallara göre soyut sembollerin gösterilmesiyle modellenebilir. Sayısal model hem davranışçı hem de çift yönlü olduğu için eleştirilmektedir (Russell 1984). İşlevsellik deneyimde nitel farklılıkların tatmin edici bir analizini sunamaz ve zihinsel süreçler herhangi özel bir fiziksel idraktan bağımsız olarak düşünülür. Bağlamsız, soyut sembollerin formel görüntüsünün anlamla ve referansla yeterince ilgilenip ilgilenemediği konusu şüphelidir (Searle 1980). Ortodoks yapay zeka çevre ile dinamik etkileşimini yeteri kadar vurgulamamaktadır ve zihinsel yaşamın gelişimsel ve biyolojik boyutlarını göz ardı etmektedir. Biyolojik olarak daha realistik bir alternatif popülerite kazanmıştır: bağlantıcı ilkeleri uygulayan ve paralel dağılmış işlemi gösteren sinir ağları. Bağlam adreslenebilirlik ve yerel hasara dayanıklılık gibi özellikler gösterirler ve doku tanıma, öğrenme ve hafıza gibi pek çok psikolojik olay için iyi açıklama yapar. Aynı zamanda nöro-fizyolojik araştırmalarla verimli bağlantılar kurmuşlardır. Akıl düzeyler içerisinde ve arasında etkileşim ve bağlılıkla hız ve esneklik sağlayarak çoklu paralel işlemcilerin oluşturduğu bir hiyerarşi ile modellenebilir. En düşük düzeyde, dış dünyayla duyusal ve hareketsel etkileşimleri yönetirler. En yüksek düzeyde, tüm hedeflerinden bahsedilir. Modüllerden bazısı işlev bakımından oldukça genel olabilir; muhtemelen çoğu oldukça özelleşmiştir. Kanıtlar, sözlü işlem için uzmanlaşmış olanlarla mekansal işlemler için uzmanlaşmış olanlar J ▮▮ James, William (1842–1910) Ünlü psikolog ve filozof William James, New York City’de doğmuştur. William, romancı kardeşi Henry ve kız kardeşi, babalarının önderliğinde Avrupa seyahatleri ve özel derslerden oluşan, ama hiç de sistematik olmayan, bir eğitim aldılar. Resim eğitimi aldığı kısa bir aradan sonra James, 1861’de Harvard’da Lawrence Scientific School’u bitirdi ve 1864’te Harvard Medical School’a girdi ve buradan 1869’da Tıp Doktoru olarak mezun oldu. James’in yaşamını belirleyen şey, akut depresyon ve psikomatik hastalık nöbetleriydi, bu rahatsızlıklar onun dinlenme ve tedavi için yalnız başına Avrupa seyahatlerine vesile oldu. Bu nöbetlerin ona iki açıdan büyük faydası oldu: daha sonra öncü bir araştırmacı olduğu anormal psikolojik durumlarla ilgili ilk elden tecrübe edindi ve bu konuda Fransızca, Almanca ve İngilizcedeki geniş hacimli literatürü okuma fırsatı elde etti. 1878’de yaptığı evlilik, sağlığının düzelmesi ve öğretmenlikle beraber yazmaya yoğunlaşmasında önemli bir etkendi. James’in akademik yaşamı, 1875’de psikoloji dersleri vermeye başladığı Harvard’da merkezlendi ve burada ayrıca, anatomi ve fizyoloji dersleri de verdi. Daha sonra 1907’de emekli olana kadar da felsefe dersleri açtı. James’in psikoloji ve felsefe alanın- daki çalışmaları birbirine karışmıştır ve tam olarak birbirinden ayırt edilemez niteliktedir. James’in en büyük çabası ve başarısı, bugün hem felsefe hem de psikoloji alanında bir klasik olarak görülen The Principles of Psychology (Psikolojinin İlkeleri, 1890) adlı eseridir. 10 yılda yazdığı bu eser, onu dünya çapında üne kavuşturmuştur. James amacını, psikolojiyi bir doğa bilimi olarak inşa etmek şeklinde belirlemiştir. James’in bu amaç çerçevesinde kastettiği şey, metafizik sorulardan sakınılacağı ve psikolojideki açıklamaların, Locke ve Hume’dan beri felsefi psikolojide baskın olan içe bakış usullerinden daha çok, mümkün olduğu ölçüde, deneysel fizyoloji ve biyolojiye dayandırılmasıdır. Atom benzeri fikirlerden oluşan ve bir araya gelerek düzen ve karışım oluşturan geniş kabul görmüş zihin kavramlaştırmasının zıddına James, duygular ve çıkarları, ilgileri de kapsayacak şekilde zihnin ‘bilinçlilik akışı’ olduğunu iddia etmiştir. James’e göre zihin evrimci ve ereksel (teleolojik) formlar çerçevesinde ele alınmalıdır; zihinsel faaliyetin varlığı, gelecekteki amaçlara ulaşmak için araç seçimi söz konusu olduğunda kanıtlanır. Darwinci kuramın James’in psikolojik ve felsefi görüşleri üzerinde önemli etkisi olmuştur. Bu açıdan fikir ve kuramlar, ilgilerimiz, çıkarlarımız ve eylem amaçlarımız doğrultusunda bizim gerçekliğe intibaSosyal Bilimler Ansiklopedisi | 703 704 | James, William (1842–1910) kımızı ve kısmen de dönüşümümüzü mümkün kılan araçlar olarak yorumlanır. James, 1898’de ‘Felsefi kavramlaştırmalar ve pratik sonuçlar’ başlıklı bir konuşmayla, daha sonra kısa sürede Amerikan felsefesinde ana akıma dönüşecek pragmatizm (yararcılık) kuramını devreye sokmuştur. James ayrıca, pragmatizmin kurucusu olarak şeref ve saygınlık kazandırdığı Charles S. Pierce’ın göz ardı edilmiş çalışmalarına da dikkat çekmiştir. Pragmatizm içindeki ana tez, kavramların değer ve önemi, anlam ve doğrulukları sadece kökenleri tarafından değil, gelecekte ortaya çıkacak pratik sonuçları tarafından da belirlenir. Bu görüşün yer aldığı çalışmalar The Will to Believe (İnanma İstenci, İradesi 1896), Gifford Lectures (Gifford Dersleri, 1901–1902), The Varieties of Religious Experience (Dini Tecrübenin Çeşitleri) ve açıkça öne sürüldüğü eserler de Pragmatism (Yararcılık, 1907) ve The Meaning of Truth (Hakikatin Anlamı, 1909) dur. James, daha sonraki yazıları ve derslerinde gerçekliğin çoğulcu niteliği, belirlenmezcilik ve dünyayı süreklilik arz eden bir tecrübe yapısı olarak tasavvur ettiğimiz ‘radikal emprisizm’ gibi metafizik öğretileri savunmuş ve daha da geliştirmiştir. H.S.Thayer Çev. Ahmet Kemal Bayram İLERI OKUMALAR Barzun, J. (2002) A Stroll with William James, Chicago. Burkhardt, F. and Bowers, F. (eds) (1975–88) The Works of William James, 19 vols, Cambridge, MA. Perry, R. B. (1935) The Thought and Character of William James, 2 vols, Boston, MA. Skrupskelis, I. K. and Berkeley, E. M. (1992–) The Correspondence of William James, Charlottesville, VA. K ▮▮ Kabile Viktoryen uzmanlar, sözde ‘ilkel’ toplumların bilimini inşa etmek amacıyla girişimlerinin bir parçası olarak ‘kabile’ terimini kullandılar. Onlar Afrika, Amerika, Melanezya gibi bölgelerde yerli toplumların temel özellikler dizisini tanımlamak için çalıştılar. ‘Kabile’ terimi, başlangıçta büyük sosyal gruplar için oldukça genel olarak uygulandı, ama kısa bir süre sonra kayda değer bir çeşitlilik olduğu ortaya çıktı ve hangi grupların kabile olarak adlandırılması gerektiği ve onların belirleyici özelliğinin ne olduğuna ilişkin karar vermek için çalışmalar birbirine bağlandı. Terim, ortak kullanıma geçti ve uzun yıllar antropolojide devam etti (bazı durumlarda 1960’lar gibi oldukça yakın zamanlara kadar, örneğin Lewis, 1968); ancak kabile olarak tanımlanan grupların paylaştıkları çok az şey olduğu ortaya çıkınca bu terim, her geçen gün daha az kullanılır oldu. Daha da ötesi, sömürgelikten kurtulmuş devletlerdeki aydınlar, batılı uzmanların, özellikle antropologların, ulus oluşumunu engellemek ve insanları bölmek için kabilenin kolonyal icadına göz yumduklarını ileri sürdüler. 1970’lerde birçok antropolog, neden kabile kavramının böyle bir disipline ve aslında Batılı tahayyüle dayanarak çalışıldığını keşfetmek için refleksif bir çalış- maya girişti. Antropologlar, cevabın bir kısmının 19.yy. sosyal evrim fikirlerinde yattığına karar verdiler. Masabaşı etnografları dikkatli birer alan araştırmacıları değillerdi; ama kendi toplumlarının sözde özelliklerinin tersinden apriori olarak ilkel toplum imajı inşa etmişlerdi ve sonrasında da bu tasavvurlarını kanıtlamak için kanıt seçmişlerdi. Erken dönem etnograflar sanayi toplumlarında önemli gruplara dahil olmanın başarı, sözleşme ve tercih ölçütüne dönüştüğünü iddia etmişlerdir. Bu etnograflara göre ‘ilkel’ gruplar, statü temelinde verili statüye göre oluşuyordu. Bu grupların oluşumunda akrabalığın bazı roller oynadığına dair kanıtlar, onları, kabilelerin sadece akrabalığa dayalı çevrecil gruplar olduğu sonucuna götürdü. Bu, kesinlikle doğru değildi ama Batılıların, ilkel ve uygar dünyanın bütünüyle farklı olduğuna ve sosyal varoluşun üstün formlarının evrildiğine inanmalarına neden oldu. 1970’lerin refleksif bakışında ‘kabile’, ‘ötekiliğin’ (farklılık ve aşağılık), dünyanın bazı bölgelerinin insanlığa dayattığı entelektüel bir süreçti. Ötekiliği dayatmak, ayrıca pratik bir süreç de olmuştu. 19.yy.da aşılanan kabile kavramıyla, yöneticiler, sömürge yapılan dünya daki insanlara kabile kimliklerini dayatmıştı. O, bu yapıların ezelden beri var olan doSosyal Bilimler Ansiklopedisi | 705 706 | Kadın Çalışmaları ğal gruplar olduğunu gösterdiğine inanmak için uygundu. 1970’lerde, 20.yy. erken dönem etnografyasının bu iddialara ciddi biçimde meydan okumadığı dile getirilmiştir. Çünkü gösterilebilir nitelikteki yansız araştırma, sömürge teşebbüsünün içkin bir parçasıydı ve Batı, ‘Batı dışı’ imajını, eşitsizlik ve sömürgeciliği haklılaştırmak için kullanıyordu. Yeni kuşak bazı uzmanlar artık, kabilenin, gözlemcilerin zihni haricinde hiç varolmamış olduğunu ilan etmektedirler. Ancak bu tepki çok ileri gitmişti ve vaadini açıklama arayışında olduğu insanlara yönelik bir hakarete dönüşmüştü. Bu onların, kabile ve ötekilikle ilgili dayatılan şeyleri pasif olarak kabul ettiği anlamına gelmiştir. 1980’lerde değişik disiplinlerden araştırmacılar, sömürgeciliğin değişik ajanları tarafından dayatılan kabile fikrinin pratik yönlerinin daha incelikli analizlerini aradı. Comaroff ’ların (1991) anlatım tarzında dikkatler, hem ‘bilincin sömürgeleştirilmesi’ne, hem de ‘sömürge bilinci’ne çekiliyor. Son dönemde yapılan araştırmalar uyum, dönüşüm ve yıkıma ilişkin tepkileri kimin yönlendirdiğini ve diğerlerinin de bu yönlendirmeyi neden takip ettiğini ortaya koymuştur. Bunu yaparken aynı zamanda kabilenin belirsizliğini ortaya çıkarmıştır. Kabileler, kesin sınırlar, atıflar ve dünyanın başlangıcıyla ilgili olarak yeni fikirler/düşünceler içerir. Ama bir kez benimsendiğinde, bu düşünceler toplumun bir seviyesinde yer edinemezler. Bu düşünce tarzı küçük ve büyük grupların yeni algılarını bilgilendirir; etnik grup ve ulusların imajlarını inşa için ve farklılığı aşağı olandan ayırmak için kullanılır. Böylece insanlar çeşitli bağlamlarda ötekiliklerini iddia edebilir ya da telafi edebilirler. Yani kabile, kimlik iddialarıyla dolu pandora kutusunun anahtarlarından biridir. Sonuçlar hâlâ belirgindir ve ilerleme anlatılarıyla sosyal hareketliliğin bozulduğu post-endüstriyel bir dünya da anlam kazanmaktadır. Artık kimlikleri vurgulamaya dönük olarak kazanımlarından ziyade verili olanlarla nitelenen gruplar için geniş çaplı bir eğilim vardır. Böyle bir gruba ait olmak, onuru savunmak ve ulusal küresel bağlamlarda kaynaklar için rekabet etmenin bir yoludur. Kabile, sadece kullanılabilir bir etikettir ve Afrika’da muhtemelen tarihsel nedenlerden dolayı etnik grup, ulus ve ırk gibi aynı kökten gelen terimlerin yerine tercih edilebilecektir. Ancak Maffesoli’nin (1996 [1988]) kısmen, sanayi toplumlarındaki büyük ‘sosyal grup’ların sadece kazanım ve sözleşmeye dayalı olma derecelerini sorgulayarak ortaya attığı, kabile öldü iddiasının ilanının çılgınlık olduğu söylenebilir. John Sharp Çev. Ahmet Ayhan Koyuncu KAYNAKLAR Comaroff, J. and Comaroff, J. (1991) Of Revelation and Revolution: Christianity, Colonialism and Con- sciousness in South Africa, Chicago. Lewis, I. M. (1968) ‘Tribal society’, in D. Sills (ed. ) International Encyclopedia of the Social Sciences, New York. Maffesoli, M. (1996 [1988]) The Time of the Tribes: The Decline of Individualism in Mass Society, London. ▮▮ Kadın Çalışmaları Kadın çalışmaları olarak bilinen akademik alan, 1960 ve 1970’lerde Amerika Kadın Çalışmaları | 707 ve Batı Avrupa feminist hareketlerinden doğmuştur. Bu hareket, zamanın üniversiteleri demokratikleştirmeyi amaçlayan hareketleri ile yakın entellektüel ve siyasal bağlara sahiptir ve çağdaş feminizmin ilk eleştiri noktalarından biri, geleneksel akademyanın cinsiyetçiliği ve kadın düşmanlığı olmuştur. Bir siyasal hareket olarak feminizm cinsellik (kürtaj ve doğum kontrol hakkı, tek caiz cinsel pratik şekli olarak heteroseksüelliğin dekonstrüksyonu) ve cinsiyetler arasındaki eşitsiz güç ilişkisi (hem ev içi hem de siyasal ve iş kamu alanlarında) gibi konular üzerinde mücadele verirken; akademik düzlemdeki feminizm ise, bilimsel bilginin inşasını sorunsallaştırmıştır. İlk başlarda, kadının müfredatta olmaması üzerine mücadele verilmiştir. Akademideki feminist eleştiride bir konunun baskınlığından bahsedilecekse, bu herhangi bir akademik alanda ana insani ögenin tartışılmaz bir şekilde erkek olması sorunsalıdır. 1970’ lerin başındaki feminizmin radikalizmi ve yaratıcılığı akademik tartışmalara çığır açıcı sorular kazandırmıştır. Örneğin, her ikisi de İngiliz edebiyatı eğitimi almış olan Kate Millet (1971) ve Germaine Greer (1970), resmi kültürün kadını nasıl marjinalize ettiği ve dışladığı üzerinde durmuşlardır. Sheila Rowbotham, Kadının Gizlenmiş Tarihi isimli eserinde kadına ait olan başka bir tarihin varlığından bahseder. Üniversitelerde öğretilen birçok farklı disiplin içerisinde, kadın akademyası kendilerine öğretilenleri incelemeye başlamış ve bunları, kadını görmezden geldiği gerekçesi ile dışlayıcı bularak erkek ve kadının göreceli önemi konusunda varsayımlar edinmişlerdir. Feministler, kadınların kadın üzerine yazdığı feminist bir gelenek oluşturmuş olsalar da (akademya da Viola Klein, Alice Clark ve Mirra Komarovsky; akademya dışında da Virginia Woolf ve Simone de Beauvoir gibi isimler), önemli bir çaba da, kadınların yaşamını açığa çıkarma üzerine harcanmıştır. “Kişisel olan politiktir” sloganı, kadının kadın tarafından çalışıldığı araştırmalarda benimsenmiş ve hem ev içi hem de kişisel ilişkiler anlamında etkili olmuştur. Kamusal ve özel alanlar arasındaki sınırlar kaymaya başladıkça, hem patolojik erkek-kadın ilişkileri (kadına karşı şiddet gibi), hem de kadının üstlendiği sıradan ve günlük sorumluluklar üzerine tartışmalar yoğunlaşmıştır. Çocuk bakımı, hasta ve yaşlıların bakımı ve ev işi gibi konular sosyal bilimlerin konusu haline gelmiştir. Aynı kapsamda, feminist akademi, sosyal dünya üzerine geliştirilen bilginin nasıl toplandığını araştırmaya başlamıştır. Kişisel tecrübe ve öznellik, meşru araştırma verisi ve pratiği olarak doğrulanmıştır: sosyal bilimlerin objektifliği üzerine gelişen daha önceki tartışmalarda olduğu gibi, tarafsız toplumsal araştırmacı varsayımı eleştirilmiştir. Bu nedenle, araştırmanın nesnesi değiştiği gibi öznesi de değişmiştir. Kadın hayatını inceleme üzerine geliştirilen bu geniş proje, 1960’ ların sonundan bu yana devam etmektedir. Ancak, bu alan yaşlandıkça, iki ana gelişme ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki, kadın çalışmalarının ilk dönemlerinde olduğu gibi, bilgi toplama süreçlerini oluşturan teorik sistemler üzerindeki tartışmadır. 1970’ lerin başında patriarşi terimi, evrensel anlamda kadının ikincil konumunu açıklayan ana kavram olarak kullanılmıştır. Hem akademideki hem de 708 | Kadın Çalışmaları akademi dışındaki feminist yazarlar bu terimi, kaçınılmaz olarak kadın üzerindeki baskıyı oluşturan erkek epistemolojisine dikkat çekmek için kullanmışlardır. Bu teorik duruş içerisinde, “tüm erkekler tecavüzcüdür”, “erkek gücü pornografinin varoluş nedenidir” gibi, güçlü sloganlar ortaya çıkmıştır. Kadın ve erkek arasında temel bir sosyal ve psikolojik ayrım olduğu görüşünü takiben, erkekler tarafından tahakkümlerinin devamını amaçlayan bir mücadele de yükseltilmiştir. Bu görüşün kutupsallığı radikalize edici etkisine ve teorik tartışmalardaki çok yönlülük ve farklılığı artırıcı rolüne rağmen, diğer görüş olan kadın ve erkek arasındaki basit bir ayrım olduğu görüşü, entelektüel ve siyasal etkisini devam ettirmektedir. Fakat, 1960’ lardan bu yana akademik feminizm içerisinde geliştirilen kadın kategorisi, başlarda bulunan homojenliğini kaybetmiştir. Bu noktada iki önemli gelişmeden bahsedilebilir: birincisi, psikanalizin etkisi, ikincisi ise, Batı feminizmine, Güney ve Batı’da bulunan azınlık kadınları tarafından getirilen eleştiriler. Bahsedilen ilk nokta, Juliet Mitchell’in Psikanaliz ve Feminizm (1976) adlı eserinde, psikanalizi feminizme entegre etme çabası ile ortaya çıkmıştır. Bu kitapta Mitchell, hâlâ devam etmekte olan biyolojik cinsiyet ve cinsellik arasındaki ilişkiyi konu edinen bir tartışma başlatmıştır. Feminizm içerisindeki, Freud’un çalışmalarını, kadın düşmanlığı olarak tanımlayan geleneğe karşı bir savunma olarak yazılan bu kitapta, Juliet Mitchell (ve sonrasında birçok diğer kadın yazar) Freud’un çalışmalarını kişisel cinsel kimliğin ortaya çıkışı ve sembolik cinsel düzenin in- şası bakımından ele almıştır. Bu iki konu da, kadın çalışmalarında merkezi bir yer edinmiştir. 1980 yılında Adrienne Rich’in “zorunlu heteroseksüellik” olarak adlandırdığı, ve Freud ve Lacan’ın teorileri ile ilgilenen 1970–1980’ lerin Fransız feministleri tarafından, feminenlik ve feminen olanın istikrarlılığı varsayımı yeniden çalışılmıştır. Psikanaliz alanının ve psikanaliz yöntemini kullanan feminist akımın, kadın çalışmaları üzerinde köklü bir etkisi olmuştur ve bu etki özellikle edebiyat alanında da görülebilir. Erken dönem 1970’ lerin feministleri, kadın yazarların ortaya çıkması konusunda çalışmışken; 1980’ lere gelindiğinde literatürün ana konuları, “büyük geleneğin” feminist eleştirileri tarafından daha detaylı incelenmeye başlamıştır. Kadınların edebi eleştirileri, edebiyatı yeniden okuyup yorumladı ve feminizm sayesinde ortaya çıkan yorumlamanın farklılığını bir kere daha gösterdi. Bu farklılık konusu, etnosentrik algılar üzerine kurulan kadın çalışmalarının eleştirisi açısından da eşit derecede öneme sahiptir. Ester Boserup’un İktisadi Kalkınmada Kadının Rolü isimli eseri 1970’te yayınlandığı zaman, Kuzey’in Güney üzerindeki modernize edici ve kalkındırıcı rolü nadiren sorgulanmıştı. “Kalkınma”, geniş çevrelerce pozitif bir şekilde algılanmaktaydı. Ancak Boserup’un çıkışından sonra antropologlar ve iktisatçılar, diğer kültürleri algılama şekillerinin yalnızca etnosentrik değil, aynı zamanda cinsiyetçi olduğu nedeniyle eleştirildiler. 1970’ lerin beyaz, orta sınıf ve Kuzeyli kültürlerin dışındaki feministleri, kültürlerinin içsel kolonileştirilmesi olarak gördükleri bu Kadın Çalışmaları | 709 durumu, hararetli bir şekilde eleştirmişlerdir: buna göre, emperyalizm yalnızca söz konusu topraklardaki siyasi durum değil, aynı zamanda bu toplumlardaki bir kültürün diğeri üzerindeki tahakkümü olarak ele alınmıştır. Özellikle Britanya ve Amerika’daki beyaz olmayan kadınlar, geçmişlerinin itibarını istemek ve geleceklerini şekillendirmek üzere mücadele vermişlerdir. Bu dönemin diğer bir sloganı olan “sesimizi buluyoruz” sloganı, beyaz olmayan kadınların hayatını açığa çıkarmada örgütleyici bir rol edinmiştir. 1980’lerin ortasına gelindiğinde, kadın çalışmaları Kuzey’de bir yüksek öğrenim alanı olarak ortaya çıkmıştır. Bu alanın ana eleştirisi, empirik çalışmalarda kadının hem nesne hem de araştırmanın öznesi olarak var olmamasıdır. Kuzey’deki akademi, pratik ve müfredatını değiştirmese de, kadın akademisyenler üniversiteler içerisinde kendilerine, kadını etkileyen ve cinsiyet farklılığından kaynaklanan sorunları tartışmak için meşru bir alan yarattılar. Buna karşın, bugün kadınlar yüksek öğrenimdeki öğrenci sayısının yarısına yakınını teşkil etse de, tüm Batı akademyasında kadınlar hâlâ küçük bir paya sahipler. Kadının Batı akademisindeki çok kısıtlı temsilîne rağmen, kadın çalışmaları değişik disiplinler üzerinde önemli bir etki yaptı ve yeni yöntemsel ve epistemolojik modeller oluşmasını sağlamıştır. Cinsiyet farklılığı, ve bu farklılığın iki cinsiyetin toplumsal tecrübeleri üzerindeki etkileri, akademik gündem konusu haline gelmiştir. Yakın dönem kadın çalışmaları literatüründe ihtilaf konusu ve cinsiyet farklılığı tartışmalarında yeni bir ayrım ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birin- cisinde, cinsiyet farklılığının yalnızca düşünme şeklimizi değil, aynı zamanda bilimsel bilginin toplandığı ve sistematize edildiği süreçleri de nasıl yakından etkilediği konusu üzerinde giderek artan bir ilgi oluşmaktadır. Kadın akademisyenler, Batı ve post-Aydınlanma dönemi epistemolojisinin kurduğu tahakkümü anlamak amacı ile felsefe ve fen bilimlerine yönelmişlerdir (ki bu alanlar kadın akademisyen sayısının daha da kısıtlı olduğu alanlardır). Postmodernizmin hem sentez yapma iddiasında olan tüm “büyük teoriler” üzerinde hem de evrensellik iddiası içinde olan feminist şüphecilik üzerindeki eşit ölçüdeki güçsüz kılan etkisi sayesinde, feminist akademisyenler evrensellik iddiasını, ahlaki ve yöntemsel varsayımlarını açıklama sorunsalı ile karşı karşıya kalmışlardır. Örneğin, Sandra Harding (1986) doğa bilimlerinin cinsiyetçi bir söylem üzerine kurulduğunu iddia etmiştir; buna göre, doğa bilimlerinin yöntem ve nesnesi, erkek ve kadın arasındaki ilişkiyi organize eden ayrımlar üzerine kurulmuştur. Farklı alanlarda, birçok yazar benzer iddialarda bulunmuşlardır: hukuk, siyaset bilimi ve tıbbın, post-Aydınlanma söylemi içinde kurulmuş geniş, soyut ve objektif sistemleri, yüksek derecede cinsiyetçidir ve kadın ve erkek arasında bulunduğu varsayılan ve çoğunlukla üzerinde tartışılmayan ayrım üzerine kurulmuştur. Batı akademisinin en temel yapılarına yöneltilen bu radikal eleştiri, toplumsal cinsiyetin akademide sorulan sorular ve bu sorulara verilen cevaplar üzerindeki etkisinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu kapsamda, “farklılık” kavramı, insanların yaşayış şekilleri ve kurdukları bilgi 710 | Kadın Çalışmaları sistemlerinin tartışılmasında önemli bir rol oynamaya başlamıştır. Henrietta Moore’un “Farklılık Tutkusu” (1994) isimli eserinde ortaya koyduğu gibi, dünya giderek daha da homojen bir hale gelirken, farklılık ve farklılığa gösterilen toleransın siyasal gündemdeki yerinin de önemli hale gelmesi, geç dönem yirminci yüzyılın (ve artık erken dönem yirmibirinci yüzyılın) en büyük ironilerinden biridir. Moore ve Judith Butler gibi feministler, arzulama ve cinsel kimlik kavramlarının teorik istikrarsızlıkları üzerinde durmuşlardır ve bu vurgu Kathy Davis (1995) ve Susan Bordo (1993) gibi feministlerin çalışmaları üzerinde önemli etkilere sahiptir. İsmi geçen ve bunlar dışındaki diğer çalışmalarda, feministler, Batı’nın cinsel tasavvuru tarafından oluşturulan maskülen ve feminen kavramlarının sert ve kesin tanımlarını yapı sökümü işlevini üstlenmiştir. Aynı zamanda, sınıf ve emek piyasası üzerinde çalışan feministler, kadınlar ve erkekler için geçerli olan farklı çalışma ücretlerinin devamına, feminenliğin, kadının kendi dinamiği içerisinde değil, erkeklik içerisinde tanımlanan bir kategori olduğuna ve Batı’nın ayrıcalıklarının devamını sağlayan küresel ilişkilere dikkat çekmişlerdir. Bu nedenle, bugün yirmibirinci yüzyılın başında kadın çalışmaları Batı akademisi içerisindeki 30 yıllık aktif tecrübesini arkada bırakmaktadır. Bu tecrübe göstermektedir ki toplumsal cinsiyet, toplumsal hayatın her alanında etkili bir unsurdur. Aynı zamanda, kadın çalışmaları toplumsal cinsiyet, erillik ve dişilik tanımlarında giderek artan bir şekilde karmaşıklaşırken, biyolojik farklılığı toplumsal farklılığın ana belirleyici un- suru kabul eden özcü yaklaşımdan uzaklaşma eğilimi doğmaktadır. Bu noktada, toplumsal cinsiyet farklılıklarının sembolik ve metaforik farklılıklar üzerinden kurulduğu Batı feminizmi ile biyolojik farklılığın kadınların sosyal varoluşlarında ana belirleyici etken olduğu Batı dışındaki feminizm türleri arasında önemli derecede farklılıklar bulunmaktadır. Mary Evans Çev. İ. Erkam Sula KAYNAKLAR Bordo, S. (1993) Unbearable Weight: Feminism, Wes- tern Culture, and the Body, Berkeley, CA. Boserup, E. (1970) Women’s Role in Economic Development, New York. Butler, J. (1990) Gender Trouble, London. Davis, K. (1995) Re-Shaping the Female Body, London. Greer, G. (1970) The Female Eunuch, London. Harding, S. (1986) The Science Question in Feminism, Ithaca, NY. Millett, K. (1971) Sexual Politics, London. Mitchell, J. (1976) Psychoanalysis and Feminism, London. Moore, H. (1994) A Passion for Difference, Cambridge, UK. Rich, A. (1980) ‘Compulsory heterosexuality’, Signs 5. Rowbotham, S. (1973) Hidden from History, London. İLERI OKUMALAR Barrett, M. and Phillips, A. (1992) Destabilising Theory, Cambridge, UK. Brown, L. , Collins, H. , Green, P. , Humm, M. and Landells, M. (eds) (1992) The International Hand- book of Women’s Studies, Hemel Hempstead. Humm, M. (ed. ) (1992) Feminisms: A Reader, Hemel Hempstead. Marks, E. and de Courtivron, I. (eds) (1981) New Kadınlar | 711 French Feminisms, Brighton. Mitter, S. (1986) Common Fate, Common Bond: Women in the Global Economy, London. Pateman, C. (1988) The Sexual Contract, Oxford. Rose, J. (1986) Sexuality in the Field of Vision, London. Sayers, J. (1992) Mothering Psychoanalysis, London. Showalter, E. (1976) A Literature of Their Own, Princeton, NJ. Stanley, L. and Wiseman, S. (1993) Breaking Out Again, London. ▮▮ Kadınlar Kadın kavramını ayrı ve özerk bir kategori içerisinde tanımlamak ve kavramsallaştırmak tartışmalı bir konudur. Batı’da kadını bir toplumsal sınıf olarak kavramsallaştırmanın tarihi geriye dayansa da; asıl sorun, bu kavramın, başka bir kategori olan “erkek”in görecesi olarak tanımlanmasında yatmaktadır. Kadın, biyolojik erkek/kadın dikotomisine dayanan maskülen paradigma içerisinde, “karşı cinsiyet” ya da “feminen öteki”yi temsil etmektedir. Buna göre, erillik/erkek/maskülen kategorileri, dişi/ kadın/feminen’in üzerinden ölçüldüğü gibi ve heteroseksüel patriarkal düzen içerisinde “muhtaç” olarak konumlandırılmasını sağlayan ana norm olmaktadır. Bu durum, kadınların evrensel olarak biyolojileri üzerinden tanımlanma ortak tecrübesini paylaşmasına neden olabilmektedir. Kadınlar genetik olarak besleme, ilgi gösterme ve edepli olmaya programlanmamış olabilirler ancak çocuk besleyebilme biyolojik özelliği sayesinde, bu özellikleri gerektiren toplumsal roller üstlenebilmektedir. Çocuk yetiştirme, çocuk bakımı ve ev yönetimi, büyük bir çoğunlukça, kadın, ev dışında roller üstlenmiş olsa dahi kadın görevleri olarak düşünülmektedir. “Kadın” sınıflandırmasını geçerli kılan, kadının en belirgin tartışılmaz özelliği, bu noktada ortaya çıkmaktadır. Kadının ikincil statüsünü eleştiren ilk çıkışlardan biri, “Kadın Hakları Deklerasyonu”nda (1791) bu konuyu dile getiren Fransız devrimci Olympe de Gouges’dur. Ne var ki, de Gouges’ın “uyanma” ve “birleşme” çağrısı dahi, Fransız Meclisi’nin kadınları, “İnsan Hakları Deklerasyonu”ndan (1791) dışlamasına bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde, Mary Wollstonecraft’ın “Kadın Haklarının Müdafaası” (1792) adlı eseri de, bu şekilde ortaya çıkmıştır. Buna karşın Wollstonecraft toplumsal cinsiyeti, bir özden ziyade bir sosyal inşa olarak formüle eden ve bu nedenle kadının doğal olarak erkeğe tabi olma fikrini eleştiriye açan ilk eseri vermiştir. Virginia Woolf (1929) erkek ve kadın arasındaki farklılığı, ekonomik eşitsizlik ve materyal kaynakların dengesiz dağılımı açısından açıklamıştır. Daha sonra, Simone de Beauvoir’ın “kadın doğmamış, oluşturulmuştur” (1953 [1949]) tezi, 1970’ lerde feminist teorisyenler tarafından kullanılmış ve kadının, bir toplumsal inşa olarak analizi önem kazanmıştır. Bu tarihten sonra kadın kavramının kategorizasyonunda kullanılan özcü yaklaşım, “feminizm” içerisinde sorunsallaştırılmıştır. “Kadın”ın erkek fantezilerinin ve/ya da hadım edilme anksiyetesinin miti olarak doğduğu ve Batı’nın kültürel stereotiplerinde doğallaştırıldığı iddia edilmektedir. Kadın, bir çeşit bakire/sürtük karşıtlığı içerisinde tanımlanarak, ya iyi eş ya da edepsiz ve seksüelliğe açık olarak sunulmuştur. Sonraki yirmi yıl boyunca, bu stere- 712 | Kadınlar otipler birçok kez eleştirilse de, kadın hareketleri, bu hareketlerin akademik dışavurumları ve kadın çalışmaları kadını, spesifik ve tanımlanabilir bir alan olarak kavramsallaştırmaya devam etmiştir. Baskı ve özgürleşme arzusu, ortak dava olmuş ve özgürleşmeyi mümkün kılacak olan “kardeşlik” vurgusu, küresel bir olgu haline gelmiştir. Tecrübe ve “kadın” üzerine olan bilgi, feminist praksisin köşe taşı haline gelmiştir. Buna göre, özgürleşme “kadın tarafından, kadınlar için ve kadınlar aracılığı ile” gerçekleştirilebilir. Ne var ki, 1980lere gelindiğinde Batı feminizminin genellemeleri, siyahi ve beyaz olmayan kadınlar tarafından, evrensellik iddiasının geçersiz ve dışlayıcı, hatta ırkçı olduğu, kadın tecrübesinin farklılıklarını görmezden gelici olduğu ve bu nedenle kadınlar arasında görünmez bir eşitsizlik yarattığı gerekçesiyle eleştirilmiştir. Bu nedenle, siyahi ve beyaz olmayan kadınlar, batıda kullanılan kolektif “kadın” kavramının kendilerini dışladığını ve bu kesimleri ve tecrübelerini görünmez kıldığını iddia etmiştlerdir. Yaş, ırk, cinsiyet ve sınıf ve birçok diğer değişken de kadın kavramının kategorik temsilîne karşı kullanılmıştır. 1990’ larda ise, “Üçüncü Dünya” kadınları, kadın kavramının evrenselleştirilmesini sorunsallaştırmaya devam ederek, Kuzey ve Güney arasındaki politik, sosyal ve ekonomik eşitsizliğin, farklı kadın tecrübeleri arasındaki ilişkileri üzerinde etkileri olduğunu iddia etmişlerdir. Yirminci yüzyılın sonunda gelişen “küreselleşme”, “Birinci” ve “Üçüncü Dünya” kadınları (ve erkekleri) arasındaki maddî uçurumun artmasıyla, bu konuyu daha da alevlendirmiştir. Bu koşullar altında şu sorular ön plana çıkmaktadır: Kadını bir “tanım” olarak ele almaktan vazgeçilmeli midir? Kadın kategorizasyonu, bir kurgu mudur? Çoğulcu bir kadın kavramı geliştirerek “kadın” mitini geçerli mi kılmaktayız? Kadın olmanın anlamının kültürel ve tarihi özgüllüğü dışında, dünya çapındaki ekonomik, demografik ve siyasal değişkenlerin ele alınması, kadınların koşullarını genel bir çizgide ele almaya neden olmaktadır. Kadınlar, dünya nüfusunun yarısını teşkil etmekte, dünya daki toplam çalışma saatlerinin üçte ikisini üstlenmekte,dünya daki toplam gelirin onda birini kazanmakta ve dünya daki mülkiyetin yüzde birinden daha azına sahip olma konumundadır. Bunun yanında dünya daki fakir kesimin çoğunluğu kadınlardan oluşmaktadır. En azından, materyal açıdan bakıldığında, kadınlar tanımlanabilecek bir toplumsal kategoriyi teşkil etmektedir. Ayrıca, kadınlar erkeklere oranla daha yoğun bir şekilde tecavüz ve ev içi şiddetin kurbanı olmaktadır. Siyasal liderlik her yerde özellikle ve sadece erkeklerin elindedir. Son olarak, dünyanın tüm bölgelerinde kadınların açık bir şekilde cinsiyet ayrımcılığına maruz kalması sonucu ortaya çıkan spesifik sosyal, siyasal ve ekonomik amaçlar etrafında mobilize olan kadınlar mevcuttur. Kadının geleneksel rollerinin üzerine kurulu olduğu feminen özcülük ve bu rollerin ne kadarının öğrenildiği sorunsalı, belki genetikçiler tarafından cevaplanabilir. Cinsiyet, beyin ve toplumsal cinsiyet arasındaki bağlantılar üzerine yapılan araştırmalarda, kadının özcü tanımlayan tezler ile kadını bir toplumsal inşa ögesi olarak tanımlayan tezler arasındaki henüz sonuca varmamış olan tartışma, hâlâ belirleyici bir rol oynamaktadır. Bunun yanında, siyasal ve ekonomik bir toplumsal grup olarak kadınlar, zaman ve mekan boyunca faaliyet gösterse de, bir şekilde “kadın olmayan” Kalıp Yargılar | 713 aktörler tarafından tanımlanmaya devam ediyor.Ne var ki, değişik ölçülerde gerçekleşen baskı, tecrübelerin farklılığı ve kadınlar arasındaki (hatta kadın ve erkek arasındaki) güç eşitsizliği gibi durumlara bağlı olmaksızın, kadınlar, daha güçlü bir öz temsil geliştirerek, giderek artan bir şekilde kendilerini tanımlıyor, kendi gündemlerini oluşturuyor ve kadın mitini inşa eden stereotipleri ortadan kaldırıyorlar. Meridy Harris Çev. İ. Erkam Sula KAYNAKLAR de Beauvoir, S. (1953 [1949]) The Second Sex, Harmondsworth. Wollstonecraft, M. (1792) A Vindication of the Rights of Woman, London. Woolf, V. (1929) A Room of One’s Own, London. İLERI OKUMALAR Baron-Cohen, S. (2003) The Essential Difference, Boulder, CO. Butler, J. (1990) Gender Trouble, London. Davis, A. (1981) Women, Race and Class, New York. Evans, M. (ed. ) (1994) The Woman Question, London. Gilligan, C. (1982) In a Different Voice, Cambridge, MA. hooks, b. (1982) Ain’t I a Woman: Black Women and Feminism, London. Morgan, R. (ed. ) (1985) Sisterhood is Global, Harmondsworth. Rich, A. (1976) Of Woman Born, New York. ▮▮ Kalıp Yargılar ‘Kalıp tip’ terimi, aynı görüntünün tekrarlanan baskısını yapmak için kullanılan dökme demir bir plakaya atıfla ilk kez basım endüstrisinde kullanılmıştır. Gazeteci Walter Lippman’ın Public Opi- nion (Kamuoyu, 1922) adlı eserinde terimi, sosyal gruplar içerisindeki insanların ‘kafalarındaki resimler/imajlar’a karşılık gelecek şekilde kullanmasıyla kalıcı, sabit ve değişime dirençli bir kalıp, anlamıyla sosyal bilimler literatürüne dâhil edilmiştir. Minimalist bir anlamda kalıp yargı, belirli bir grup veya topluluk içerisinde geniş çapta bilinen ve paylaşılan bir insan grubunun imajı veya temsilîdir. Ancak buna ek olarak, sosyal araştırmalarda (daha genel olarak toplumda) kalıp yargılar, çoğu Lippman’ın tanımladığı gibi, bir dizi olumsuz özellikler olarak anlaşılır. Daha özelde kalıp yargılar değişime dirençli ve aynı zamanda önyargı yüklü, seçici ve basit olduklarından, karikatürle akraba olarak görülürler. Bu görüşlerle tutarlı olarak, büyük çaplı bir sosyal psikolojik araştırma önyargıların, gruplar arasındaki farklılıkları ve benzerlikleri vurgulamaya meyilli olduğunu onaylar. Kalıp yargıların içeriklerinin, grup içi yani ait olduğumuz grubun kalıp yargılarının, grup dışı yani, ait olmadığımız gruplarınkinden daha olumlu olma eğilimi taşımaları anlamında da etnik merkezci olduğu, sıklıkla gözlenir (Tajfel ,1981). Bu sebeple çoğu sosyal bilimci bu terimi kullandığında, dolaylı olarak temelde yanlış olduğuna inanılan algıları işaret ederler; şöyle ki, dış grupların üyelerini birbirlerine daha benzer, diğer gruplardan farklı ve gerçekte olduklarından daha kötü karakterde sunarlar. Bu yüzden kalıp yargıların ele alınışı ve ifade tarzı, genellikle önyargının bir biçimi olarak görülür ve bu, iki fenomenin üzerinde iç içe geçmiş araştırmalara katkı sunar. Kalıp yargılar ve yargıların kalıplaştırılması araştırmalarının tarihi, açıkça ta- L ▮▮ Lacan, Jacques (1901–1981) Freud’un zihinsel işlev teorisi ve yenilikçi tedavi yöntemiyle ilgili 20.yüzyıl boyunca incelemeler yapan psikanalistler arasında kuşkusuz en tartışmalı olanı, Jacques Lacan’dır. Lacan, bazıları tarafından Freud’un tahtının tek gerçek varisi olarak idolleştirilirken bazıları tarafından da, klinik bir şarlatan ve anlamsız teoriler tüccarı olduğu gerekçesiyle yerilmektedir. Bu iddiaların ötesinde, Lacancı psikanalizin, ana gövde olan neo-Freudcu ve Kleincı yaklaşımlara gerçek bir alternatif oluşturduğu ve Lacancı kavramların, sosyal ve beşeri bilimler alanlarında yaygın olarak kullanıldıkları görülmektedir. Lacan, orta sınıf Roma-Katolik bir ailenin çocuğu olarak 13 Nisan 1901 tarihinde Paris’te doğmuştur. Tıp doktoru eğitiminin ardından psikiyatri alanında uzmanlaşmış ve paranoya üzerine yaptığı doktora tezini, 1932 yılında tamamlamıştır (Lacan, 1975 [1932]). Lacan, 1920’lerde Sigmund Freud’un eserlerini keşfetmiş ve psikanalizi incelemeye başlamıştır; bu çabasında, sürrealist hareketin entelektüel ve sanatsal tecrübeleri onu cesaretlendirmiştir. II.Dünya Savaşı’nın patlamasından hemen önce ve Rudolph Loewenstein ile beraber tamamladığı staj analizinin ardından, ona özel muayenehane açma imkanı sağlayan, Paris Psikanaliz Topluluğu’na (SPP) tam üye olarak kabul edildi. Lacan’ın ‘değişken uzunluktaki seansı’, standart ’50 dakikalık seans’ yerine kullanması tartışmalı olmuş ve Fransız psikanaliz camiasında bir çatlağın ortaya çıkmasına yol açmıştır (Miller, 1976). On yıl sonra aynı mesele Lacan’ın Uluslararası Psikanaliz Derneği’nden (International Psychoanalytic Association-IPA) atılmasına neden olmuştur; bunun üzerine Haziran 1964’te kendi okulunu, Ecole freudienne de Paris’i (şimdiki adıyla Ecole de la Cause freudienne) kurmuştur (Miller, 1977). Lacan’ın fikirleri, anlaşılmaz hale gelmese de, gittikçe karmaşık ve zor anlaşılır olmasına rağmen, 1960 ve 1970’lerde Lacan takipçileri katlanarak artmıştır. 1981’de öldüğünde bir öğretmen, yazar ve klinikçi olarak etkisi o kadar fazlaydı ki, kullandığı bazı terimler (gerçek, sembolik, sanal gibi), Freud’un Oedipus kompleksi gibi dile yerleşmişti. Lacan, teorik olarak kendi çalışmalarının ‘Freud’a dönüşten’ (Lacan, 2002 [1955]) başka bir şey olmadığını her zaman iddia etmiştir. Freud sonrası literatürde ortaya çıkan ve Lacan tarafından, Freud’un orijinal açıklamalarından kuşkulu sapmalar olarak adlandırılan durumlar, onun bu iddiasını destekler. Lacan’ın Freud yorumuyla ilgili gizemleştirme suçlamalarına karşı Lacan, geSosyal Bilimler Ansiklopedisi | 851 852 | Lacan, Jacques (1901–1981) leneksel Freudcu çerçevede çalışan tek psikanalist olduğunu ileri sürmüştür. Hatta Lacan, Freudcu teori ile Ferdinand de Saussure ve Roman Jakobson tarafından geliştirilen yapısalcı linguistiği birleştirmeye çabalarken bile (Lacan, 2002 [1957]), bu çabanın tam da kurucunun, Freud’un arzusuna uygun bir çapraz dölleme projesi olduğuna inanıyordu. Lacan’ın Freud okumasındaki Rüyaların Yorumu (Freud, 1900), tamamen linguistik işlemlerle ilgilidir; aynı şekilde psikanalizin klinik pratiği de bu çerçevede işler. Lacan, yapısalcı paradigmaya uzun süre bağlı kaldığı için onun adı, Claude Levi-Strauss, Roland Barthes ve Louis Althusser gibi diğer ‘yapısalcı’ akademisyenlerle sıkça anılır. Ancak, 1960’ların ortasından itibaren Lacan, dilin biçimlendirici gücünü ısrarla vurgulayarak, yapısalcılıkla arasına mesafe koymaya başlamıştır. 1972’de verdiği bir seminerde (önde gelen yapısalcılardan Jakobson’un da yer aldığı) meşgul olduğu psikanalizin, linguistikten ziyade ‘linguistrickleri –dil hilelerini’ (linguisterie) desteklediğini itiraf etmiştir (Lacan, 1998 [1972–1973]: 15). Bu itiraf, onun, Michel Foucault ve Jacques Derrida gibi ‘postyapısalcıları’ benimsediği anlamına gelmez. Bu durum, daha çok, özellikle dilin sınırlarının ötesine taşmaya yazgılı olan gerçek, mutluluk ve nesne a gibi Lacan’ın kendi kavramsal kategorilerinden bazıları üzerinde kafa yormaya başladığının bir göstergesidir. Lacan, yapısalcılıktan uzaklaşmakla beraber, 1960’lardaki amacı olan psikanalizi yapısalcı bir bilime dönüştürme çabasını da bir kenara bırakmıştır (Lacan, 1977 [1964]). Lacan artık topolojinin matematiksel işlemleri ve ilmek teorisi ile psikanaliz bilgisini zenginleştirmenin imkanı arayışına girmiştir. 1970’lerin ortalarında Lacan takipçilerine, ‘Borrom ilmeğini, halkası’ abartılı suistimallerle, değişikliklerle sunmuştur; tahtada bu ilmeğin özgün özelliklerini göstermiş ve daha muğlak konuşma tarzı geliştirmek adına bu türden yazım ve çizimlere sıkça yer vermiştir. Lacan, psikanaliz alanına sayısız katkılarda bulunmuştur. Ancak, bu katkıların çoğu, Lacan’ın kendi okulu dışındaki analistler tarafından fazla ilgi görmemiştir ve bazı katkılar, bizatihi Lacancı topluluk içinde karşıtlıkları tahrik etmiştir. Kuramsal düzeyde Lacan, yeni bir fikirler yelpazesini (ayna aşaması, analistin arzusu, bölünmüş özne, dört söylem teorisi, vs.) devreye sokmuş ve bunların hepsi psikanaliz pratiğini aklileştiren ve biçimlendiren yenilikler olarak değerlendirilmiştir. Teknik olarak da Lacan, ‘değişken uzunluktaki seansı’ icat etmiş ve Freud’un aktarım tarzı ve yorum ilkeleri üzerinde yeniden çalışmıştır. IPA’daki psikanalist eğitimini aşağılayan Lacan kendi okulunu, ‘geçiş işlemi’ diye adlandırdığı bir anlayış etrafında düzenlemiş ve bu okul, onun en önemli kurumsal yeniliği olmuştur (Lacan, 1982 [1974]). Kendi başına Lacan’ın fikirleri gibi yayın politikaları da onun metinlerinin yayınlanmasına destek olmuş ve bu durum, şiddetle eleştirilmiştir. Şu anda orijinal Fransızca olan çalışmaları da dahil olmak üzere, çalışmalarının çoğu henüz yayınlanmamıştır. İngilizce konuşan okuyucular için Lacan’ın katkılarının etkisini kavramak her zaman kolay değildir. Bunun nedeni kısmen metinlerindeki üsluba ilişkin zorluk iken, bir diğer Lévi-Strauss, Claude (1908–2009) | 853 nedeni de, Lacan’ın 28 ciltlik seminerlerinden sadece 6 cildinin resmî İngilizce çevirisinin bulunabilmesidir. Lacan’ın 1966’ya kadarki 20 yıllık dönemini kapsayan ve makalelerinden oluşan 900 sayfalık Ecrits adlı eserinin kırpılmış çevirisi, İngilizcede daha yeni yayınlanmıştır (Lacan, 2002). Dany Nobus Çev. Ahmet Kemal Bayram Ayrıca bkz: Freud; psikanaliz; yapısalcılık; postyapısalcılık KAYNAKLAR Freud, S. (1900) ‘The interpretation of dreams’, in The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Vols 4–5, London. Lacan, J. (1975 [1932]) ‘De la psychose parano¨ıaque dans ses rapports avec la personnalite´ ’, in De la psychose parano¨ıaque dans ses rapports avec la personnalite´ , suivi de premiers e´ crits sur la parano¨ıa, Paris, pp. 13–362. — (1977 [1964]) The Four Fundamental Concepts of Psychoanalysis, ed. J. -A. Miller, London. — (1982 [1974]) ‘Note italienne’, Ornicar? 25: 7–10. — (1998 [1972–3]) The Seminar. Book XX: On Feminine Sexuality, the Limits of Love and Knowl- edge (Encore), ed. J. -A. Miller, New York. — (2002) Ecrits: A Selection, New York. — (2002 [1955]) ‘The Freudian thing, or the meaning of the return to Freud in psychoanalysis’, in Ecrits: A Selection, New York, pp. 107–37. — (2002 [1957]) ‘The instance of the letter in the unconscious or reason since Freud’, in Ecrits: A Selection, New York, pp. 138–68. Miller, J. -A. (1976) La Scission de 1953 – La communaute´ psychanalytique en France 1, Paris. — (1977) L’Excommunication – La communaute´ psychanalytique en France 2, Paris. İLERI OKUMALAR Bowie, M. (1991) Lacan, London. Evans, D. (1996) An Introductory Dictionary of Lacanian Psychoanalysis, London. Fink, B. (1997) A Clinical Introduction to Lacanian Psychoanalysis: Theory and Technique, Cambridge, MA. Macey, D. (1988) Lacan in Contexts, London. Nobus, D. (2000) Jacques Lacan and the Freudian Practice of Psychoanalysis, London. Roudinesco, E. (1997 [1993]) Jacques Lacan, New York. Schneiderman, S. (1983) Jacques Lacan: The Death of an Intellectual Hero, Cambridge, MA. ▮▮ Lévi-Strauss, Claude (1908– 2009) Claude Lévi-Strauss, Brüksel’de Fransız bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Paris’te Lycée Janson de Sailly lisesini bitirdikten sonra, Paris’teki Hukuk fakültesinden lisansını ve 1931’de de Sorbonne’dan da felsefe öğretmenliği diplomasını (agrégation) aldı. Mont-deMarsan ve Laon liselerinde 2 sene öğretmenlik yaptıktan sonra, Brezilya’daki Fransız üniversite misyonuna atandı ve Sao Paulo Üniversitesinde 1935–1938 arası hocalık yaptı. 1935 ve 1939 seneleri arasında Mato Grosso ve Amazon’a etnografik geziler organize etti ve başlarında bulundu. Savaş arifesinde Fransa’ya dönünce askere alındı. Haziran 1940’taki ateşkesten sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne geçmeyi başardı ve New York’taki New School for Social Research’te dersler verdi. Özgür Fransız birlikleri için gönüllü oldu, ABD’deki Fransız bilimsel misyonuna dahil edildi ve H. Focilon, J. Maritain, J. Perrin ve diğerleriyle beraber New York’ta, kendisinin genel sekreteri olduğu École Libre des Hautes Études’i kurdu. 1945’te ABD’deki Fransız elçiliğine kültür elçisi olarak atandı fakat 1948’de kendisini bilimsel çalışmalarına vermek istediği için istifa etti. Lévi-Strauss’un Sorbonne’a sunduğu 854 | Lévi-Strauss, Claude (1908–2009) doktora tezi, ilk iki çalışmasından oluşuyordu: La Vie familiale et sociale des Indiens Nambikwara (1948) ve Les Structures élémentaires de la parenté (1949) (The Elementary Structures of Kinship, 1969). 1949’da Musée de l’Homme’un müdür yardımcısı, sonra da École Pratique des Haute Études okuryazar olmayan kabilelerin karşılaştırmalı dinleri kürsüsüne Maurice Leenhardt’ın halefi olarak araştırma müdürü oldu. 1959’da Collège de France’a atandı ve toplumsal antropoloji kürsüsünü kurdu. 1982’de emekli olana kadar da aynı kürsüde dersler verdi. Claude Lévi-Strauss ismi, daha sonra ‘yapısal antropoloji’ olarak adlandırılan alanla ayrılmaz bir şekilde bağdaşmıştır. ‘Structural analysis in linguistics and anthropology’ (1963 [1945]) (Dilbilim ve antropolojide yapısal analizler) gibi ilk makalelerini okuyanlar, daha ilk baştan itibaren ne kadar açık ve net bir şekilde yapısalcılığın temel ilkelerini formüle ettiğine şaşırırlar. Makalesinin başlığının da işaret ettiği gibi Saussure’ün dilbilim çalışmalarından ve hepsinin ötesinde Trubetzkoy ve Jakobson’un (Lévi-Strauss ile İkinci Dünya Savaşı sırasında New York’ta tanışmışlardı) geliştirdiği fonolojik metottan ilham almıştı. Bu kaynaklardan, yöntemin prensiplerini çıkardı: bilinçli olgulara değil, olguların bilinçsiz altyapısına odaklan; bir dizgenin unsurlarına bağımsız değer atfetme, konumsal anlamlarına bak, zira unsurların değerini belirleyen şey, onları birleştiren ya da zıtlaştıran ilişkilerdir ve bu ilişkiler analizin temeli olmalıdır; dahası bu ilişkilerin öneminin de bir korelâsyonlar sistemindeki konumlarından kaynaklandığını ve asıl bu sistemin yapısının ayıklanması gerektiğini bil. Lévi-Strauss bu yöntemi, ilk olarak akrabalık bağlarının anlaşılmasına uyguladı ve bu bağların fonetik sistemlerle biçimsel bağını ortaya koydu. 1945’teki makalesi dayı-yeğen ilişkisi üzerinde özellikle duruyor ve böylece daha sonraki Elementary Structures kitabının ana temasını oluşturan konuları netleştiriyordu. Bunlara, ensest yasağını içeren evlilik alışverişinin merkezi rolü de dâhildi (alışveriş işin olumlu tarafı oluyordu bir yerde). Evlilik alışverişi akrabalığın şartıdır: ‘Akrabalığın kendisini kurması ve devam ettirmesine sadece evliliğin belli türleri aracılığıyla izin verilmiştir.’ O ayrıca evliliğin toplumsal karakterini de vurguluyordu, ki bu ,‘doğadan ne devraldığı’ değil, daha ziyade ‘doğadan sapış şekli’ ile ilgiliydi (1963 [1945]). Nihayet, Lévi-Strauss, akrabalık sistemlerinin ve dolayısıyla genelde toplumsal sistemlerin, simge sistemleri olduğunu ileri sürdü. Açıkça görülen ve Lévi-Strauss’un da her zaman kabullendiği diğer bir ilham ise, Marcel Mauss’un çalışmalarıdır. Mauss’un düşüncesine duyduğu yakınlık, Mauss’un Essai sur le don’daki analiz yöntemini yapısal dilbilimle karşılaştırışında veya aynı şekilde antropolojinin görevinin çeşitliliği ve görünürdeki karmaşayı anlaşılır kılacak, ‘kurumları, hatta daha iyisi dili soruşturarak ortaya çıkarılabilecek bilinçdışı zihnî yapıları’ çalışmak olduğunu belirtişinde görülebilir (Lévi-Strauss 1983 [1950]). Elementary Sturcutures of Kinship’in yazarının ortaya koyduğu hedef buydu: Evlilik ve akrabalık kurallarının, tarihsel ve coğrafîk kiplerinin çeşitliliği Lévi-Strauss, Claude (1908–2009) | 855 bize biyolojik ailelerin toplumsal gruba entegrasyonunu temin için mümkün olan tüm yolları tüketmiş gibi görünüyor. Böylece, yüzeyde karmaşık ve keyfî görünen kuralların küçük bir sayıya indirgenebileceğini tesis etmiş oluyoruz. Sadece üç tane temel akrabalık yapısı mümkündür; bu üç yapı iki tür alışveriş aracılığıyla inşa edilir ve bu iki alışverişin kendisi de tek bir diferansiyel özelliğe, yani söz konusu rejimin uyumlu yahut uyumsuz karakterine tâbidir. Nihai olarak, dayatılan tüm teamüller ve yasaklar a priori olarak tek bir sorudan yeniden inşa edilebilir: söz konusu toplumda, iskân kuralı ve zürriyet kuralı arasındaki ilişki nedir? (1969 [1949]: 493) Dahası, bu akrabalık yapıları evrensel zihnî yapılara dayanıyordu: kuralın kural olarak gücü, mütekabiliyet kavramı ve hediyenin simgesel karakteri. Lévi-Strauss 15 yıl sonra, The Raw and the Cooked (1970 [1964]) ile cevaplanmamış bir soruyu ele almak için geri döndü. Bu akrabalık yapıları gerçekten birincil miydi, yoksa ‘kurumlarda tecessüm etmiş bazı toplumsal taleplerin insanların zihnindeki yansımasını’ mı temsil ediyordu? Yani aslında dışsal bir mantığın etkileri miydi? Mythologiques kitabında, akrabalığın aksine ‘pratik bir fonksiyonu olmayan… farklı bir tür gerçeklikle dolaysız olarak bağlı olmayan’ mitolojide de aynı tür süreçlerin bulunduğunu göstererek, bu işlevselci yaklaşımı ekarte etti. Sistemler, ister toplumsal yaşam içerisinde gerçekten yaşanır olsunlar, ister mitler gibi spontane ve keyfî bir şekilde teşekkül etsinler, kökenleri, ‘zihinsel’ olarak tanımlanabilecek tek bir kaynağa dayanıyordu. Bu cevap aslında önceki Le Totémisme aujourd’hui (Totemism, [1962] 1973) ve La Pensée sauvage (The Savage Mind, 1966) kitaplarında verilmişti. İkinci kitapta Lévy-Bruhl’ün ‘mantık-öncesi zihniyet’ kavramına ters olarak, ‘yaban’ düşünce biçimlerinin hepimizde bulunduğunu ve kültürlerimiz tarafından evcilleştirilen ortak bir temel teşkil ettiğini iddia etmişti. Mesele, yapısalcı metodun sadece akrabalık ilişkilerine mi, hatta sadece Lévi-Strauss’un ‘temel’ olarak adlandırdığı ve geleneksel toplumlar için bile evrensel olmayan yapılara mı uygulanabileceği sorusuydu. Totemciliğin yeniden incelenmesi bu metodun, insanların dünyayı temsil etmek için kullandıkları simgesel sistemlere de ne derece başarıyla uygulanabileceğini gösterdi. Dahası, mitlerin analizi gösterdi ki, yöntem sadece akrabalık sistemi gibi kapalı sistemler için değil, açık sistemler – en azından hemen kapanmamış ve yorumu, genel ve istikrarlı bir yapının yokluğundan, ancak bir nebulayı andırır biçimde geliştirilebilen sistemler – için de uygulanabiliyordu (The Raw and the Cooked). 1976 ve 1982 arasında College de France’daki son derslerinde, Lévi-Strauss akrabalık meselesini bir kere daha ele aldı, fakat 1949’da zaten temel yapılar teorisini üzerine kurduğu tek kaynaklı zürriyet ve seçmeci ittifaka dayalı sistemleri bir kenara bıraktı. Bu sefer, Lévi-Strauss’un Orta Çağ’da kullanılan bir terimi ödünç alarak ‘house’ adını verdiği temel grupları ‘ya akraba ve baba tarafından akrabaları veya akraba ve anne tarafından akrabaları’ bir araya getiren toplumları araştırdı. Bu çalışmaları, Paroles données (1984) adlı kitabında tasvir edilmiştir. Burada göstermektedir ki, 856 | Lévi-Strauss, Claude (1908–2009) yapısalcılık, ‘zürriyet ve iskanı, iç evlilik ve dış evliliği, hısımlık ve müttefikliği, anadan gelme ile babadan gelmeyi birleştirerek etnolojik kuramın geleneksel kategorilerini aşan kurumların’ araştırılmasında eksik kalmamaktadır ve başka yerlerde birbirini dışlayan prensipleri yan yana veya peşpeşe getiren karmaşık evlilik stratejilerini tahlil edebilmektedir. En iyi ittifak hangisidir? Kişi yakın çevreden bir eş mi seçmelidir yoksa uzaktan mı? Bunlar mitlere hâkim olan sorulardır. Fakat sadece yabanlar tarafından sorulmamışlardır. 1983’te yapılan bir konferansta, Lévi-Strauss Blanche de Castille, Saint-Simon ve Japonya, Afrika, Polinezya ve Madagaskar’ın köylü nüfuslarından örnek malzemelere referansla, ‘karmaşık’ olarak görülen toplumlarla, hatalı bir şekilde ‘ilkel’ veya ‘arkaik’ olarak tanımlanan toplumlar arasındaki farkın düşünüldüğü kadar çok olmadığını göstermiştir. Bu yüzden, yapısalcı antropologları tarihi göz ardı etmek ve ele aldıkları toplumları, kendilerini zamanda bizim gibi konumlandıramasalar da, onlar da bizim gibi zamanda yer alıyor olmalarına rağmen, değişmezmiş gibi görmekle suçlamak hatalıdır. Bu eleştiri Lévi-Strauss’un aslında çok erken bir döneminde önüne geçmeye çalıştığı bir yanlış anlaşılmadan kaynaklanır. 1949’da – Elementary Structures basıldığı sene – 1982’teki konferans makalesinde tekrar kullanacağı bir başlığı – ‘Tarih ve etnoloji’- kullanmış olması önemlidir. 1949’daki makalesinde iki disiplin arasındaki farkın aslında birbirlerini tamamlıyor olmalarından kaynaklandığını vurguluyordu: ‘tarih, verilerini bilinçli tasniflere referansla düzenlerken; etnoloji, toplumsal hayatın bilinçdışı koşullarına referansla yapıyordu bunu’. 1983’te, ‘nouvelle histoire’ denilen yeni akımı da hesaba katarak, bu tamamlayıcılığı yeni bir düzlemde yeniden ifade etti. Aslında: tarihçiler, etnoloji ile etkileşimleri sayesinde toplumdaki yaşamın örtülü ve derin taraflarının önemini fark ettiler. Karşılığında da, yöntemlerinin ve araştırma sahasının yenilenmesi neticesinde, tarih, tarihsel antropoloji adı altında etnologlara hatırı sayılır bir yardım kaynağı oldu. Böylece, eğer tarihçiler, kralların ve kraliçelerin soyları, savaşlar, anlaşmalar ve aktörlerin bilinçli niyetleri ile ilgilenmeyi bırakıp, onun yerine gelenekleri, inançları ve muğlâk zihniyet (mentalité) kavramının kapsadığı diğer şeylere odaklanır ve antropologlar da, sözde-karmaşık toplumların tarihinin ‘insanı daha iyi anlamak adına kullanılabilir mevcut toplumsal deneylerin sayısını’ arttırdığını fark ederlerse, antropoloji ve tarih birbirine hizmet edebilirler. Lévi-Strauss’un 1960’da College de France’daki açılış konuşmasında ‘soğuk’ toplumlar – kendi tarihselliklerini göz ardı eden antropologların geleneksel olarak çalışageldiği toplumlar – ile ‘sıcak’ toplumları – kendi tarihselliklerine değer veren ve tarihçilerin özel ilgi alanı olan toplumlar- birbirine referansla ayırt edip tanımladığı doğrudur. Ama bu zıtlık, bir ya da öbür toplumun tarihselliğini sorgulamamaktadır, sadece toplumların kendi tarihlerine karşı tavırlarına işaret etmektedir. Her toplum iki yönlüdür: yapısal ve tarihsel. Ama bir yönü daha değerli görülüyorsa, bu, diğerinin yok olması anlamına gelmez. Ve hakikatte soğuk toplumlar geçmişi inkâr etmez: onu tekrar etmek isterler. Sıcak Lévi-Strauss, Claude (1908–2009) | 857 toplumlara gelince, onlar da kendi soğukluklarını tamamen inkâr edemezler: tarihleri ancak kimliklerini garantileyen bir süreklilik sayesinde onlarındır. Bu, kendi tarihleri ile en çok alakadar olan toplumların kendilerini yerleşik kalıplar penceresinden görmeleri paradoksunu izah eder. Ve tarihi fark etmeleri veya arzulamaları onları, başkalarını, özellikle de komşularını tarih dışı olarak algılamaktan alıkoymaz. İngiliz ve Fransızların birbirini temsilî buna örnek verilebilir. Böylece yapısalcılık, tarihi değil, çok yaygın bir tarih fikrini sorgular: tarihin sadece akış ile ilgilenebileceği ve değişimin sonsuz olduğu fikrini. Öte yandan, tabiatın sıçramalar yapmadığı açıksa da, görebildiğimiz kadarıyla tarih, sıçramalardan kurtulamıyor. Tabidir ki, kişi geçiş anlarına ilgi duyup, onlara odaklanabilir. Ama aynı şekilde arada kalan dönemlere de ilgi duyabilir ki, zaten tarih, özünde, bu tür evrelerden müteşekkil değil midir? Toplumun değişik evreleri arasında geçişin yaşandığı zamanlar, birbirlerinin çağdaşı olup, birbirinden bihaber bir şekilde aynı sınırı paylaşan toplumların yaşadığı zamanlardan daha az süreklilik göstermez. Araya konan mesafenin – ki etnolog için araştırmasının temel koşuludur, zira araştırılan ‘öteki’dir – zamansal mı uzamsal mı olduğu pek önemli değildir. Açıktır ki, tarih ve Lévi-Strauss’un anladığı şekliyle antropoloji arasında bir kaynaşma fikrini kabul etmek şart değildir. Tarihçiler süreksizlikleri, kopuşları aşmaya çalışırlar, hedefleri, bir toplumsal durum ile diğeri arasındaki kalıtsallık ilişkisini ortaya koymaktır. Antropologlar ise tam tersine, süreksizlikten nemalanırlar, farklı toplumlar arasında (bu toplumların aynı soy ağacına dahil olup olmadığını umursamadan) insanlığın tek bir ortak temeli paylaştığına delalet edecek benzerlikler bulmaya çalışırlar. Lévi-Strauss hep, sıklıkla absürt olarak nitelendirilmiş, arzunun zekaya öncüllüğü öne sürülerek açıklanan ama bilakis ‘çevrenin amorf bir bilinç üzerinde eylemesinin atıl bir etkisi olmayıp… zihnin yapısının direk bir tezahürü’ olan ifadeler çoğulluğunun altında, bu ‘orijinal mantığı’ fark etmeye çabalamıştır. Eğer yapısalcılığın Kant’çı yönünden dem vurulacak olursa (ki Lévi-Strauss bunu hiç reddetmemiştir), yapısalcılığın Kant’ı iki şekilde dönüştürdüğüne dikkat edilmelidir. Birincisi, aşkın bir özne ortaya koymaktansa, çeşitli somut temsil sistemlerinden, kolektif düşünce biçimleri çıkarmaya çalışır. İkincisi, bu sistemler arasından bizim kendi sistemimizden en fazla farklı olanları seçer. Bu yüzden, ‘temel ve müşterek bir sabitler matrisi’ keşfetmek hırsı Kant’çılığı andırsa da, aşkın öznesi olmayan Kantçılık, daha doğru bir tabir olacaktır. Bu tür bir girişim öznelliği bir kenara atıyor ya da en azından parantez içine alıyor gibi görünmektedir ve yapısalcılığa yöneltilen eleştirilerden biri de bu olmuştur: yapısalcılık insanla bir özne olarak ilgilenmez. Burada bir yanlış anlaşılma söz konusudur. Lévi-Strauss’un ‘Introduction à l’oeuvre de Marcel Mauss’ makalesinde belirttiği gibi: Bizimkinden farklı olan her toplum bir nesnedir; toplumumuzda da, bizimki hariç, her grup bir nesnedir; evet paylaşmadığımız her tavır, kendi grubumuza ait olsa bile, bir nesnedir. Ne var ki, hep birlikte etnografın nesnesini teşkil eden tüm bu sınırsız nesneler serisi, tarihsel veya coğrafî hususiyetleri ne olursa olsun, nihayetinde etnoğrafın kendisine 858 | Liberalizm nispetle tanımlanır. Analizinde ne kadar nesnel olursa olsun, nihayetinde onları öznel bir düzlemde yeniden bir araya getirmelidir. Yine aynı metinde: ‘Son tahlilde, etnolojik problem bir iletişim problemidir.’ Yani, özneler arası iletişim, Mauss’un ifadesiyle ‘bilmem hangi adanın Melanezyalısıyla… onu gözlemleyen, dinleyen ve yorumlayan kişi’ arasındaki iletişim. Benzer bir ifade 12 yıl sonra yayımlanan La Pensée sauvage’da da yer alır, kitap ‘yaban düşünce’nin kanunlarıyla çağdaş iletişim kuramları –mesajın iletimi ve alımlanması- arasındaki örtüşmenin değerlendirilmesiyle biter. Böylece özne ihmal ya da inkâr edilmez, ama (bir yandan antropolojiyi geçersiz kılacak bir solipsizmden kaçınarak) denilebilir ki, daima, iletişim problemini doğuran bir özne çoğulluğu söz konusudur ve önemli olan bu öznelerin ilişkisidir. Lévi-Strauss’un yapısalcılığında bu hep sabit bir ilkedir: önemli olan ilişkilerdir, terimler değil. Bu kısa özeti yönlendiren de yine aynı ilkedir. Aynı anda hem tamamlanmış hem de daima ucu açık bir külliyatın değişmeyen niteliklerini soyutlayabilmek amacıyla, metinleri kendi başlarına ele almaktan ziyade, aralarındaki ilişkiye – hem eş zamanlı hem de artzamanlı olarak- odaklanıldı. Jean Poullion Çev. A. Eren Topal Ayrıca bkz: yapısalcılık KAYNAKLAR Le´ vi-Strauss, C. (1963 [1958]) ‘Introduction: History and ethnology’, in Structural Anthropology, New York. — (1963 [1945]) ‘Structural analysis in linguistics and anthropology’, in Structural Anthropology, New York. — (1966 [1962]) The Savage Mind, Chicago. — (1969 [1949]) The Elementary Structures of Kinship, London. — (1970 [1964]) The Raw and the Cooked, London. — (1973 [1962]) Totemism, Boston and London. — (1983 [1950]) Introduction to Marcel Mauss, London. — (1984) Paroles donne´ es, Paris. İLERI OKUMALAR Eribon, D. (1991) Conversations with Claude Le´ vi- Strauss, Chicago. Johnson, C. (2003) Claude Le´ vi-Strauss: The Formative Years, Cambridge, UK. Le´ vi-Strauss, C. (1961 [1955]) A World on the Wane, New York. — (1963 [1949]) ‘History and ethnology’, in Structural Anthropology, New York. — (1963 [1958]) Structural Anthropology, New York. — (1972 [1966]) From Honey to Ashes, London. — (1978 [1968]) The Origin of Table Manners, London. — (1981 [1971]) The Naked Man, London. — (1977) ‘The scope of anthropology’, Structural Anthropology 2. — (1987 [1983]) A View from Afar, London. Pace, D. (1983) Claude Le´ vi-Strauss: The Bearer of Ashes, London. ▮▮ Liberalizm Liberalizm, Batı’da hâkim siyasal ideoloji olmasına rağmen anlamı, sadece özgün nüanslarını betimleyen sıfatların kullanımıyla taşınabildiği her kalıba giren bir öğretidir. En tanıdık liberalizmler, sosyal liberalizm ve iktisadi liberalizmdir. Ancak bu farklı liberalizmlerin hepsi, birey ile devlet ya da örgütlü toplum arasında ahlaken uygunluğu söz konusu olan çeşitli yorumlardan türetilmektedir. Geleneksel olarak liberalizm, bireyin mantıksal açıdan toplumdan önce geldiğini ve kişinin kendi kendine belirlediği hedeflerin peşinden özgürce gide- Liberalizm | 859 bildiği korunaklı bir alan tahsis etmek suretiyle siyasal oluşumların, buna saygı göstermeleri gerektiği varsayımlarına dayanır. Liberalizm, amaçların çoğulluğunu savunan bir inanca dayanır; öyle ki hiç kimsenin kendine özgü bir ayrıcalık hakkı yoktur. Bu çerçevede liberalizm, hukuk ve devletin eşit adaletle ilgili kurumsal bir çerçeveyi muhafaza etmesi gerektiğini iddia eder. Bundan dolayı da liberalizm, siyasal otoriteyi sınırlayan bir anayasacılık biçimiyle de koparılamaz derecede bağlantılıdır. Liberaller, insanların yapıp etmelerinde aklın rolünü kabul etme derecesine göre farklılaşırlar. Ancak liberalizm her zaman, bireysel doyumun korunmasına verilecek değerin ele alınmasından da önce, geleneğe dayalı kurumsal düzenlemelerin bir sadakati, bağlılığı hak ettiği şeklindeki muhafazakâr iddiayı reddeder. Ayrıca, tikel tarihsel ve sosyal koşullardan bağımsız olarak ahlaki bir geçerliliğin varlığının ilan edilmesi çerçevesinde liberalizme içkin olan bir evrenselcilikten bahsedilebilir. İddia edilen bu geçerlilik, normalde ya bireysel olarak kendi kaderini tayin etmekten doğan avantajların faydacı açıklamalarından ya da bireyin dokunulmazlığına dayalı saf ahlaki bir bakış açısından türetilir. John Locke (1690), ortaya koyduğu iddialarla belki de modern liberalizmin kurucusudur. Onun iddiasına göre yönetim (devlet) doğal hukukla bağlı ve işlevi, bireysel hakların, özellikle de ahlaki hukuka tabi bireyin kendine tahsis ettiği mülkiyet hakkının korunmasıyla sınırlıdır. Locke’un liberalizmi ayrıca, ahlak tarafından tespit edilmiş bireycilik sınırları devlet tarafından ihlal edildiğin- de itaat etmeme hakkını da kapsamıştır. Buna rağmen Lockeçu liberalizmin, 17. yüzyılda olgunlaşan İngiliz örf ve âdet hukukunun içinde zaten yer aldığı söylenebilir. Oysa modern liberalizmin gelişimi, varlığını, Avrupa düşüncesinde yer alan Aydınlanmanın etkisine borçludur. Aydınlanma düşüncesi, geleneksel pratiklere bulaşmamış bir tarzda tüm sosyal düzenlemelerin açıkça bir soyut akıl testine tabi tutulduğu daha rasyonel bir uyarlama ortaya koymuştur. Özellikle Voltaire ve sonrası Fransız liberalizmi, esas olarak tecrübeye güvenmemiş ve özgürlük artırıcı kurumların yeni temeller üzerinde tasarlanması gerektiğini varsaymıştır. Bu liberalizm türü, David Hume ve Adam Smith’in ihtiyatlı emprisizminden dikkate değer derecede farklıydı. Hume ve Smith, özgürlüğü, piyasa kurumlarının ve ilgili yasal çerçevenin kendiliğinden gelişimiyle özdeşleştirme açısından özgün bir yaklaşım sergilemişlerdir. Böyle bir yaklaşım devlet için oldukça küçük bir rolü öngörür. Çünkü mübadele sistemindeki ‘görünmeyen elin’, özel kişilerin sadece kendilerini gözeten eylemlerinden kamusal iyiyi yaratacağı düşünülüyordu (Smith, 1776). 19. yüzyılın başlarından itibaren liberalizm, laissez-faire ekonomisi ve faydacılıkla ilişkilendirilmeye başlanmış ve ahlaki boyutları, mutluluğun gözetilmesiyle sınırlandırılmıştı. Ancak Jeremy Bentham (1789), hâlâ bireylerin sosyal değerlendirmenin temel birimleri (Bentham’a göre, devlet ve toplum gibi müşterek varlıklar, haz peşindeki farklı faillerin güdülerinden inşa edilmiş ‘kurgulardır’) olduklarını iddia etmekle beraber, çıkarlarla ilgili yapay bir uyumun 860 | Liberalizm tesis edilmesinde siyasal yönlendirmenin de rolü olduğunu öne sürmüştür. Böyle bir iddia kuramsal olarak, devletin rolündeki büyümeye göz yumar. Ancak 19. yüzyıl boyunca, kaynak tahsisi ve gelirin belirlenmesinde işleyen doğal piyasa süreçlerinin, liberalizmin ana özellikleri olarak ortaya çıktığı görülür. Serbest piyasanın güçlenmesiyle birlikte devleti, diğer temel kamusal iyilerle beraber savunma, hukuk ve düzeni sağlama işlevleriyle sınırlandırma uygulamaları sadece liberalizm ile ilişkilendiriliyordu. John Stuart Mill, kendini liberal faydacı olarak görse de, bireyciliğin ahlaki değerini vurgulama açısından müstesna bir kişilikti. On Liberty (Özgürlük Üstüne, 1859) adlı eserinde özgürlüğü, kişiliğin gelişimine bir katkı olduğu gerekçesiyle savunduğu kadar, özgürlüğün refah yaratmadaki rolünü de vurgulamıştır. Aslında ikinciye yapılan vurgu oldukça zayıf kalmıştı. 20. yüzyılın başlarında ise liberalizm, daha fazla sosyal yönelim kazanmış ve iyi bir yaşam için gerekli olan koşulları sağlama sorumluluğu devlete yüklenmiştir. L.T. Hobhouse (1911) gibi yazarların etkisi altında kalan İngiliz liberal öğretisi ile refah devletinin doğuşu arasında bağlantı kurulmaya başlanmıştır. Bu yaklaşımın hâlâ bireyci olduğu iddia edilebilir. Çünkü devlet hâlâ, özel kişilerin değerlerine indirgenemeyecek müşterek değerleri somutlaştıran bir merci ya da yurttaşlarından sorgusuz sadakat iddiasında bulunabilecek bir ahlak kaynağı olarak anlaşılmamaktadır. Ama daha eşit bir toplum yaratma açısından devletin rolü, kesinlikle liberalizmin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. İktisadi özgürlük, yani mülkiyet haklarının korunması ve sözleşmenin dokunulmazlığı, geri plana itilmiştir. Serbest piyasanın otomatik olarak kendi kendini ıslah ettiği şeklindeki geleneksel liberal öğretiyi reddetmelerine rağmen Keynes (1936) gibi iktisadi müdahaleyi savunan büyük kuramcılar kendilerinin tam anlamıyla liberal olduklarını iddia edebilmişlerdir. Artık genel bir çıkarın oluşturulması, doğrudan liberal devletlerin sorumluluğu altındaydı. Çağdaş dünya da ise liberalizm, erken dönemdeki faydacılık anlayışının yükünün çoğunu sırtından atmıştır. Bunun nedeni büyük oranda, liberalizmin sosyal adalet kuramını benimsemesidir. Bu çerçevede Rawls (1971) adaleti, toplumun ilk erdemi olarak tanımlamış ve devlet siyasasının değerlendirilmesiyle ilişkilendirilen iktisadi refah koşullarından önce adaletle ilgili taleplerin karşılanması gerektiğini öne sürmüştür. Bu öğreti rasyoneldir ve mevcut kurumlara yönelik olarak eleştireldir. Rawls, sözleşmeci yöntemi kullanarak bireylere, mevcut koşullardan ve sahip oldukları özel becerilerden habersiz olduklarında hangi sosyal ve iktisadi örgütlenme ilkelerini benimseyeceklerini sorar. Rawls, hukuk ve ifade özgürlüğünden önce geleneksel liberal eşitlik değerlerini tercih etmekle beraber, rasyonel öznelerin yeniden paylaştırıcı bir yönetimi üzerinde karar kılacaklarını iddia etmiştir. Böyle bir yönetim, en az avantajlı olanlara en yüksek faydayı temin etme ihtiyacı doğduğu sürece eşitsizliğe müsaade edecektir. Bu, rasyonel bencillikle tutarlı olarak görülebilir çünkü gerçek dünya koşullarında herhangi bir birey, her an en az avantajlı durumuna düşebilir. Bu yaklaşım, tam anlamıyla 20. yüzyıl sonu liberalizmi olmuştur (özellikle Liberalizm | 861 ABD’de). Bu yaklaşım kişilerin bağımsızlığını, birbirlerinden ayrılıklarını ve dokunulmazlıklarını vurguladığından, temelde Kantçı bir yaklaşımdır. Bireysel çıkarlar, sosyal yararlılık işlevi ile bütünleştirilemezler çünkü, böyle bir teşebbüs, toplumun amaçlarına imtiyazlı bir konum tayin eder. Ayrıca, iyi kavramlaştırmaları açısından da ‘tarafsızdır’. Yaşam tarzları, bireysel tayin meselesidir çünkü, devlet açısından herhangi birini kayırmak, sahip olamayacağı ahlak bilgisini varsayacaktır. Bu yaklaşım ayrıca, insanlara eşitsiz muameleyi de barındırır. Bu öğretide temel refah, özgürlük, fırsat eşitliği ve özsaygı gibi değerlerin yer aldığı koşulları kuşatan öncelikli iyilerin desteklenmesine izin verilir ve her tür mükemmellik fikrinden sakınılması gerektiği belirtilir. Öğreti, orijinal formülasyonunda oldukça evrenselcidir çünkü bireyler, kasıtlı olarak tüm toplumsal bağlarından soyutlanmıştır ve herkes için uygulanabilecek ahlaki kurallar üzerinde müzakere etmeleri rica edilmiştir. Öğreti, aynı zamanda büyük ölçüde eşitlikçidir çünkü sadece miras alınmış servetin değil, doğal kıymetlerin (sosyal olarak değerli görülen beceriler ve yetenekler) dağılımından gelen avantajların da ahlaki geçerlilikleri reddedilir. Hiç kimse becerisini hak etmemektedir; bu beceriler doğanın tesadüfî süreçlerinin ürünüdür. Orijinal liberal öz mülkiyet kavramı açıkça yadsınmıştır. Doğal kıymetlerden edinilen kazanımlar ortak bir havuz oluşturur ve bu havuz sosyal adalet ilkelerine göre yeniden paylaşım için elverişli bir havuzdur. Liberal faydacı verimlilik kavramına verilen tek taviz, yetenekli olanların becerilerini herkesin (en az avantajlılar da dâhil) faydalanacağı şekilde kullanmalarını temin etmek için gerekli olan, bir miktar eşitsizliktir. Bu liberalizm ile iktisadi liberalizm arasındaki son bağ da Rawls’un, sistemin kapitalist veya sosyalist üretim araçları mülkiyetiyle tutarlı olduğu iddiasıyla kopmuştur. Bu öğreti, özellikle bir doğal haklar öğretisi değildir; çünkü Rawls ve takipçileri, topluma önsel olan bireysel iddialar kavramından faydalanmazlar. Ama bu öğretinin dayandığı ahlak metafiziği liberalizme, pozitif hukuk (yasama) karşısında kullanabileceği entelektüel bir zırh sağlamıştır. Hukukçu sosyal liberaller, özellikle Ronald Dworkin (1977), devlet karşısında bazı hakların varlığını iddia etmek açısından oldukça etkindirler. Bu bireysel haklar (bunlar iktisadi özgürlükleri kapsamamasına rağmen) toplumsal çıkarların ya da çoğunluğun iradesinin karşısında öncelik kazanır. Bu liberalizm uyarlaması ABD’de serpilmiştir, bunun nedeni ise, buradaki yazılı anayasanın yargı erkine, liberal hakların içerikleri üzerinde dikkate değer bir yorumlama otoritesi vermesidir. İktisadi liberalizm ise, 1970’lerin ortalarından itibaren ufak çaplı bir canlanma yaşamıştır. Buradaki vurgu ya sosyal liberalizmin ön planda tuttuğu eşitlikçiliğin iyice zayıflattığı bireysel mülkiyet hakları ya da liberal yeniden paylaşımcılığın iddia edilen iktisadi tutarsızlığı üzerine odaklanmıştır. Bu çerçevede Nozick (1974), Locke’un öğretisinin yeniden gözden geçirilmiş bir uyarlamasında, bireylerin doğal yetenekleri, gönüllü mübadele ve miras ürünleri üzerinde de hakları olduğunu öne sürmüştür. Devletin eşitlikçi bir düzen yaratma yönündeki müdahalesi, bu hakları çiğneyecek ve bireyleri (Kantçı tarzın 862 | Liberteryenizm aksine), toplumun amaçlarına ulaşmada birer araç olarak kullanacaktır. Devlet, meşru olarak edinilmiş mülkiyet haklarının uygulanması, sözleşme özgürlüğünün korunması ve geçmişteki yanlışların düzeltilmesiyle sınırlıdır. Friedrich von Hayek (1976) ise, iktisadi yönü daha ağır basan bir görüşü benimsemiştir. Hayek’e göre, üretim ile dağıtım, paylaşım arasında bir ayrım yoktur: her tür yeniden kaynak paylaşımı, üretim imkânları üzerinde bir geri besleme etkisi (zayıf güdüler aracılığıyla) bırakmalıdır, bu durum bir bütün olarak toplum için daha kötüdür. Yeniden paylaştırma güçlerini devlete emanet etmek, özgürlük ve hukukun üstünlüğü ilkesine yönelik ciddi tehditler oluşturur. Adalet gerçekte devleti, doğal piyasa sürecine çeşitli dayatmalar (özel gelir ve servet tarzları) koymaktan men eden bir tür anayasacılıktır. Ek olarak Hayek, çoğulcu liberal bir toplumda paylaşımın ahlakiliğine ilişkin bir hemfikirlik söz konusu olamayacağını iddia eder. Örneğin, genelin rızasını temin edecek nitelikte hak etmeyle ilgili bir kuram yoktur ve anonim bir piyasa kararnamesiyle müdahalede bulunmak, liberal düzene yönelik bir tehdittir. Hayek’in liberalizmi piyasa ekonomisi ve hukukun üstünlüğü öğretisiyle sıkı ilişki içerisindedir. Burada şaşırtıcı olan Hayek’in, insanlar biraz özgür bırakıldığında tüm bu ayarlamaların kendiliğinden gerçekleşeceği şeklindeki iddiasıdır. Burada, sosyal düzenin ele alınmasında aklın rolü ciddi düzeyde azaltılmıştır. İktisatla ilgili görüş ayrılıkları her ne olursa olsun modern liberaller en azından, rasyonel eleştiriden muaf tutulan verili sosyal düzen içinde bireyin kim- liğini belirleyen muhafazakârlık türüne karşı muhalefet çerçevesinde birleşirler. Birey, topluluğun iddialarına karşı direnç gösteren özgün bir egemenlik türüne sahiptir. Yöntemsel olarak hemen hemen tüm liberaller bütünsel ve kolektivist kuramların açıklayıcı değerlerine karşı şüphe barındırmakla beraber böylesi modellerin belirledikleri ahlaki çıkarımları reddederler. Benzer bir şekilde liberaller, demokratik usullerin meşruluğunu yadsımazken, sınırsız bir çoğunluk yönetimi altında, bireyin kutsallığını da tehlikeye atmak istemezler. Norman Barry Çev. Ahmet Kemal Bayram Ayrıca bkz: Bentham; özgürlük; Hayek; Locke; Mill KAYNAKLAR Bentham, J. (1789) An Introduction to the Principles of Morals and Legislation, London. Dworkin, R. M. (1977) Taking Rights Seriously, London. Hayek, F. A. von (1976) The Mirage of Social Justice, London. Hobhouse, L. T. (1911) Liberalism, London. Keynes, J. M. (1936) The General Theory of Employment, Interest and Money, London. Locke, J. (1690) Two Treatises of Government, London. Mill, J. S. (1859) On Liberty, London. Nozick, R. (1974) Anarchy, State and Utopia, New York. Rawls, J. (1971) A Theory of Justice, Cambridge, MA. Smith, A. (1776) An Enquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations, London. ▮▮ Liberteryenizm Liberteryenizm genellikle, üzerinde uzlaşılmamış bir gücün ahlaken hoş görülebileceğini belirten bir kuram olarak anlaşılmaktadır. Liberteryenizm, faillerin başlangıçta tamamen kendi başlarına ve dışlarındaki şeylerden özel mülkiyet Z ▮▮ Zeka ve Zeka Testi Zeka testinin, Paris’te yirminci yüzyılın başlarında Binet’in halk eğitiminden faydalanacak çocukları seçme çabasına kadar giden uzun bir geçmişi (psikoloji için) vardır. O zamandan beri zeka kavramı, hususiyetle 1930’larda İngiltere’de Spearman tarafından olmak üzere, hatırı sayılır derecede irdelenmiş ve çoğunlukla sert tartışmalara neden olmuştur. çok düşük olan sanat öğrencisi bu noktayı temsil eden bilindik kalıplardır (cf. Gardner’ın yedi zeka tiplemesi (Gardner, 1983)). Zeka, geniş bir problem yelpazesini çözmekte kullanılabilen genel bir akıl yürütme yetisi olarak tanımlanır. Genel olarak tanımlanmasının sebebi, böyle bir yetinin çok farklı türlerden ödevlerde kullanıldığının empirik olarak kanıtlanmış olmasıdır. Mesela iş seçiminde, zeka testi sonuçları ile mesleki başarı arasındaki ortalama korelasyon 0.3’tür. Bu, zekanın bir yeti olarak ne kadar genel olduğunun iyi bir göstergesidir. Zeka hakkındaki bilgimizin ekseriyeti, zeka testlerinin geliştirilmesi ve uygulanması neticesinde edinilmiştir. Hatta, zeka bazen, zeka testlerinin ölçtüğü şey, olarak tanımlanır. Bu göründüğü kadar döngüsel değildir: zeka testlerinin ölçtüğü şey, yüksek ve düşük puan alanlar üzerinde yapılan araştırmalar ve zeka testleri üzerinden nelerin öngörülebileceğinin çalışılması ile bilinmektedir. Hakikaten de, bir genel yetenek olarak zeka kavramı, zeka testlerinin ve diğer skorların araştırılması ile ortaya çıkmıştır. Wechsler ölçeği (yetişkinler ve çocuklar için), Stanford-Binet testi, ve İngiliz Zeka Ölçeği iyi bilinen testlerden bir kaçıdır. Bunlar, bireyler üzerinde uygulanan testlerdir. İyi bilinen grup testleri arasında da, Raven Matrisi ve Cattell’in Kültür Sergisi testi zikredilebilir. Bu genel yeti, sözel ve sayısal yetenek ve algılama hızı gibi diğer yetilerden ayırt edilmelidir. Bunlar, zeka ile birleştiklerinde çok farklı sonuçlar verebilen daha özel yeteneklerdir. Bir mühendis ve bir gazeteci benzer genel zekaya sahip olabilirken, sözel ve uzamsal yetenekleri farklı olacaktır. Sözel yeteneği sıfır olan bilim adamı ve sayısal yeteneği IQ (intelligence quotient – zekâ katsayısı), herhangi iki skoru karşılaştırılabilir kılan bir figürdür. Her yaş grubuna ait puanlar, normal bir dağıtımda, vasat 100 ve standart sapma 15 olacak şekilde ölçeklendirilir. Böylece 130 puan, her zaman normalin iki standart sapma üzerinde, yani yaş grubunun üst 2,5’luk yüzdesindedir. Zekanın Anlamı Sosyal Bilimler Ansiklopedisi | 1599 1600 | Zeka ve Zeka Testi Modern zeka testleri, farklı testlerin sonuçları arasında gözlemlenen farkların altında yatan boyutları ayırt edebilen bir istatistik metodu olan faktör analizi kullanılarak geliştirilmişlerdir. Bu, geniş bir ölçüm derlemesine uygulandığında, tüm testlerde mevcut olan bir zekâ faktörü (yahut, ilerde göreceğimiz gibi, faktörler) ortaya çıkar. Faktör yükleri, bir testin bir faktör ile ne kadar alakalı olduğunu gösterir. Bu yüzden, kelime dağarcığı testi 0,6 yükler ki; bu, zeka ile 0,6 korelasyon demektir. Bu tür yüklemeler, tabidir ki, zekanın doğasına dair açık işaretler verir. En modern ve teknik olarak yeterli faktör analizlerinin sonuçları aşağıdaki gibi özetlenebilir (tam bir tasvir için, bkz. Cattell, 1971). Zeka, iki birleşene ayrılır. Likit yetenek, (g∫) temel akıl yürütme becerisidir ve Cattell’e göre büyük oranda doğaldır (lakin bkz. aşağısı) ve beynin nörolojik yapısına bağlıdır. Öğrenmeden bağımsızdır ve çözümü için bilgi gerekmeyen araçlarla ölçülebilir. Tipik bir likit yetenek sorusu: X ile Y, Z ile … gibidir… 5 resim arasından çoktan seçmeli soru. Kristalize yetenek (gc) likit yeteneğin kültür içinde cisimlenmiş halidir. Cattell’in görüşüne göre kristalize yetenek, likit yeteneğin belli bir kültür tarafından değer atfedilen becerilere yatırım yapılmasıyla teşekkül eder. Mesela, İngiltere’de bunlar fizik, matematik, diller ve edebiyat gibi geleneksel akademik disiplinlerdir. Hayatın ileri safhalarında, hukuk, tıp gibi mesleki beceriler de kristalize yeteneğin taşıyıcısı olabilirler. Tipik bir kristalize yetenek sorusu: Odiseus ile Tek Gözlü Dev, Gılgamış ile …. gibidir. (Doğru cevap: Humbaba) Özellikle eski moda testlerin çoğunun bu iki etkenin bir karışımını ölçtüğü hatırlanırsa, zeka testi puanları ve eğitim başarısındaki toplumsal sınıflardan doğan farklılıkların çoğu, bu etkenler üzerinden kolayca açıklanabilir. Mesela, ailevi değerlerin ve kültürel değerlerin uyumlu olduğu orta-sınıf ailelerde likit yetenek, kültürün genel olarak kıymet verdiği etkinliklere (sözel yetenek gibi) yatırılır. Eğitimdeki performans, böylece g (çocuk) ile ölçülen toplu yeteneğe yakındır. Eğitime dayalı becerilerin aynı derecede teşvik edilmediği ailelerde yetenek ve başarı arasında ciddi bir uçurum görülebilir. Kristalize yeteneğin ölçüldüğü zeka testlerinde, toplumsal sınıfa bağlı farklar, likit yeteneğin ölçüldüğü testlerden daha fazladır. Yeteneklerin faktör analizine dayanan zekâ üzerine görüş, özetle iki unsura dayanır: biri, büyük oranda doğal bir genel akıl yürütme yeteneği; diğeri ise, bu yeteneğin belli bir şekilde değerlendirilmesinden doğan beceriler kümesi. En önemli iki yetenek bunlardır. Diğerleri ise, algılama hızı, görselleştirme kabiliyeti, ve fikirlerimizde ve sözlerimizde ne kadar akıcı olduğumuzu belirleyen bir faktör olan, hafızaya erişim hızıdır. Şimdi, zeka ve zeka testi alanında, ciddi tartışma doğuran fakat, çoğunlukla bilgiden ziyade önyargı ve cehaletle ele alınan bazı kritik mevzuları incelemeye geçebiliriz. Zekanın Kalıtsallığı Bu tartışmalı mesele etrafındaki sorunlar maalesef siyasi duruşlar ekseninde Zeka ve Zeka Testi | 1601 kutuplaşmıştır. Zekanın kalıtsallığı tezine karşı çıkanlar, Sir Cyril Burt’ün, hipotezini destekleyen ikizler üzerine verilerini kendisinin uydurmuş olduğuna dair deliller üzerine umutlanmışlardı. Ama, bu pozisyonu destekleyen ve biyometrik analizlere dayanan ve başka ikna edici veriler de mevcuttur. Öncelikle, kalıtsallık hipotezi nedir? Bu hipoteze göre, İngiltere ve ABD’de ölçülen zekadaki varyasyon yüzde 70 oranında genetik faktörlerden, yüzde 30 oranında da çevresel faktörlerden kaynaklanmaktadır. Bu çalışmanın, belli bir nüfus içerisindeki farklılaşmaya dayandığını belirtmemiz elzem. Eğer bireyler için çevre aynı olsaydı, çevreye dayalı farklılaşma sıfırlanırdı. Bu demektir ki, tablo kültürden kültüre hatta bir tarih, dönemden diğerine değişim gösterecektir. Bu varyasyon nüfus varyasyonunu belirtmektedir; bir bireyin zekâsının yüzde 70’inin genetik olarak belirlendiğini söylememektedir. Sonuçta, çevre ile etkileşim gerçekleştiği de kabul edilmektedir; tüm varyasyonun genetik olarak belirlendiği iddia edilmemektedir. Bu rakamlar, farklı derecelerden kan bağı olan bireylerin zekâ testi sonuçları arasındaki ilişkilerin incelenmesini içeren ve böylece hem farklılaşmanın aile içi (etkili olduğu tespit edilmiştir) ve aileler arası etkilere atfedilmesine izin veren, hem de araştırmacının veriler üzerinden, sınıflandırıcı çiftleşme ve diğer benzer genetik faktörlerin etkisini belirlemesini mümkün kılan biyometrik analizlerden üretilmiştir (bunlar Cattell 1982’de mükemmel bir şekilde izah edilmiştir). Bu yaklaşımdan türetilen bulguların yanlışlanması zordur. Irksal Zeka Farklılıkları Bu, yıkıcı siyasal sonuçları olabilecek, çok daha tartışmalı bir meseledir. Bazı sosyal bilimciler, bu konunun, nükleer fizik ve genetik mühendisliğinin bazı alt dallarında olduğu gibi araştırmaların durdurulması gereken bir alan olduğu kanaatindedirler. Gerçeğin üzerinin örtülmesinin yahut araştırılmasının meşrulaştırılabilirliği ise, tabii ki ahlaki bir ikilem olarak önümüzde durmaktadır. Sorunun kökünde ise, ABD’de siyahilerin diğer tüm gruplardan daha düşük zeka skoruna sahip oldukları kaçınılmaz gerçeği yatmaktadır. Faşistler ve aşırı sağ hareketlerin mensupları bu sonucu derhal siyahilerin aşağılığının delili olarak yorumladılar. Bu görüşün karşısındakiler ise nedenleri başka faktörlerde aradılar: testlerin içeriklerinden dolayı siyahilere karşı (negatif) yanlı olması; siyahilerin beyazlar tarafından hazırlanmış testleri çözmeye motive olmamaları; test kavramının kendisinin Amerika siyahi kültürüne yabancı olması ve, siyahi ailelerin fakirliği ve kötü durumlarının sonuçları etkilemesi; siyahilere karşı mevcut önyargının düşük özgüvene neden olması ve testlerde performansı düşürmesi; siyahi ailelerde sözel gelişimin beyaz ailelerdekinden daha az olması gibi. Jensen (1980) tüm problemi çok detaylı bir şekilde incelemiş ve bu argümanların çoğu, özellikle de sonuncusu deney sonuçları tarafından çürütülmüştür, zira siyahiler sözel olmayan alanlarda nispeten daha da düşük puanlara sahiptirler. Lakin, yine de, bunun doğal yahut genetik olduğunu iddia etmek bulguların çok ötesinde olan bir iddiadır. Motivasyon ve tavırları ölçmesi 1602 | Zihinsel Hayal zordur ve siyahi puanlarının düşüklüğüne etkili olmuş olması gayet muhtemeldir (Steele ve Aronson, 1995). Nihayetinde, bariz olan şey ise, zekâ testleri profesyonel ve yüksek statü mesleklerde bireysel başarıyı isabetle ölçerken, siyahilerin bu testlerde diğer ırksal ve kültürel gruplardan açıkça daha düşük puanlar almış olmalarıdır. bu akıl yürütme becerisinin doğası tam olarak anlaşılmaya çalışılmaktadır. Sternberg’in (1982) benzeş muhakeme analizleri bu alanın –psikometrik ve deneysel psikolojinin- güzel örneklerindendir. Zekanın Önemi Cattell, R.B. (1971) Abilities: Their Structure, Growth and Action, New York. Testler tarafından ölçülen zeka önemlidir; zira karmaşık ve teknolojik olarak gelişmiş toplumlarda akademik ve mesleki başarıyı isabetle öngörebilmektedir. Bu nedenle insanlar zeki olmaya yüksek değer atfederler. Yeteneklerin kültürler arası araştırılması neticesinde, mesela Afrika’da zeka kavramının Batı’dakinden farklı olduğu ve aynı derecede değerli görülmediği ortaya konmuştur. Afrika toplumlarındaki bir çok beceri, çok daha farklı yetenekler gerektirebilir. Bu yüzden, bir toplumda, bir değişken başarıya etki ettiği sürece değerli addedilir. Zekâ bireysel yeteneklerden sadece biri olmasına rağmen, Batı’da gelecekte diğer bazı yeteneklerin zekadan daha değerli sayılması ise uzak bir ihtimal gibi görünmekte. — (1982) The Inheritance of Personality and Ability, New York. Son olarak iki noktayı vurgulamak gerek. Birincisi, hatırı sayılır bir genetik faktörün bulunması, çevrenin (aile ve eğitim) zeka testi sonuçlarını etkilemediği anlamına gelmez. Açıkça ortaya konulmuştur ki, yüzde seksen oranında genetik belirlenim olduğu durumlarda bile, çevresel faktörler zeka testlerinde yüzde 30’a varan değişkenlik yaratabilmektedir. Knowns and unknowns’, American Psychologist 51: 77–101. İkincisi, istatistiksel olarak tanımlanmış nispeten soyut zeka kavramı günümüzde, bilişsel deneysel psikoloji tarafından yoğun olarak araştırılmakta ve ‘Zihinsel hayal’ terimi iki şekilde kullanılır. Biri sübjektif yaşantıya işaret eder; ‘akıl gözü ile görme’, ‘akıl kulağı ile dinle- Paul Kline ÇEv. A KAYNAKLAR Gardner, H. (1983) Frames of Mind, New York. Jensen, A.R. (1980) Bias in Mental Testing, Glencoe, IL. Steele, C.M. and Aronson, J. (1995) ‘Stereotype threat and the intellectual test performance of AfricanAmericans’, Journal of Personality and Social Psychology 69: 797–811. Sternberg, R.J. (ed.) (1982) Handbook of Human Intelligence, Cambridge, UK. İLERI OKUMALAR Gould, S.J. (1981) The Mismeasure of Man, New York. Kline, P. (1992) Intelligence: The Psychometric View, London. Neisser, U., Boodoo, G., Bouchard, T., Jr, Boykin, A.W., Brody, N., Ceci, S., Halpern, H., Loehlin, J., Perloff, R., Sternberg, R. and Urbina, S. (1996) ‘Intelligence: Resnick, R.B. (ed.) (1976) The Nature of Intelligence, Hillsdale, NJ. Vernon, P.E. (1979) Intelligence: Heredity and Environment, San Francisco, CA. ▮▮ Zihinsel Hayal Zihinsel Hayal | 1603 me’ gibi. Aynı zamanda böyle sübjektif yaşantıları üreten bilginin sunulduğu ve işlendiği, bilginin kullanıldığı spesifik yönteme işaret eder. İkincisinde, zihinsel hayal kısa süreli hafızada depolanan bir algısal sunumdur. Bir çok araştırma, imaj temsilleri ile ilgilidir. Hayal, bir çok yöntem ile araştırılabilir; bu yöntemler davranış gözlemlerinden (belli şekillerde imajları kullanmak için gereken zaman, doğruluğu ile ilgili betimlemenin etkileri) nöropsikolojik değerlendirmelere kadar değişir (beyinde meydana gelen hasarı takiben oluşan bozukluklar, betimleme süresince aktif hale getirilen beynin alanları). Görsel hayal, bir çok araştırmanın konusu olagelmiştir. iki tane objeyi sanki bir şekilde birbirleri ile etkileşimde bulunuyorlarmış gibi hayalinde canlandırırsa, bu kelime çiftlerinin ezberlenme ihtimali artar (bkz. Bower, 1972; Paivio, 1971). Altıncısı, kendini bir işi yapıyor olarak gözünün önüne getirerek (böylece bu eylemi yönlendiren depolanmış bilgiyi düzenler) hayal birisine becerilerini arttırmada yardım etmek için kullanılır. Son olarak, deneklerden hayallerini saatlik olarak kaydetmeleri istendiği zaman hayalin bir çoğunun, dikkatlerini kaybedip daldıkları zaman ortaya çıktığını rapor ederler (Kosslyn vd., 1990). Fakat, denekler, amaçsız hayalin bile bazen kendilerine önemli bir hatayı hatırlattığı veya bir fikir verdiğini rapor ederler. Hayalin Amaçları Hayal, modalite (öğrenme yolu) algısına benzer algılarda kullanılan bir çok aynı sinirsel mekanizmalara dayanır (Kosslyn vd., 2001). Görsel imajlar, sadece sesli algılardan daha çok görsel algıları engellemez (veya sesli algılar için bunun tersi); bunun yanında gerçek uyarı ile karıştırılır (Craver-Lemley ve Reeves, 1987; Finke, 1989; Johnson ve Raye, 1981). Hayalde bazen görsel ilüzyonlar oluşur (Berbaum ve Chung, 1981); algıyı engelleyen beyin hasarı aynı şekilde hayalin bozulmasına neden olur (Farah, 1988). Fakat, beyin hasarı her ikisini bazen ayrı ayrı etkilediği gerçeğinde şahit olunduğu gibi, bu iki beceri aynı değildir (Kosslyn, 1994). Beyin tarama teknikleri, görsel hayal ve görsel algılama boyunca beynin benzer parçalarının aktif hale getirildiğini ortaya çıkarmıştır. Aslında, görsel hatırlamaların soyut bir formda sıralandığı ve en azından bazı imajların, topografik olarak organize edilmiş beynin bölümlerinde yeniden yapılandırıldığını ortaya koy- Hayal, en azından, yedi fonksiyona sahiptir. Birincisi, belli bir eylemin sonucunu tahmin etmeye izin vererek problem çözme ve muhakemenin farklı çeşitlerinde bir rol oynar. Örneğin, biri kalabalık kağıt bardak topluluğuna bakar ve bu bardakları, bir tanelik daha yer açmak için nasıl tekrar düzenleyeceğine karar verir (Finke, 1989). İkincisi, grafikler ve Venn diyagramları gibi görselleştirme sembolleri ile birisi, soyut kavramlar hakkında fikir yürütmek için hayali kullanır. Üçüncüsü, hayal birisine belirli durumların sözlü tariflerini anlaması için yardım eder. Dördüncüsü, hayal, birisinin sözlü olarak kodlanmayan görsel ve uzamsal bilgiyi hatırladığı zaman kullanılır. Örneğin, geçen akşam, akşam yemeğinde masada ne olduğunu nasıl hatırlamaya çalıştığınızı düşünün. Beşincisi, hayal, bilgiyi ezberlemeye yardım eder, mesela birisi isimlendirilmiş 1604 | Zihinsel Hayal muştur; bu imajlar aslında bilgiyi resmeder. Fakat, diğer imaj tipleri bu şekildeki bir resim olmayabilir. Bu bir tartışma alanıdır (Roland ve Gulyas, 1994; Kosslyn ve Thompson, 2003). Memory, New York. Craver-Lemley, C. and Reeves, A. (1987) ‘Visual imagery selectively reduces vernier acuity’, Perception 16(5). Farah, M.H. (1988) ‘Is visual imagery really visual? Overlooked evidence from neuropsychology’, Psychological Review 95. Finke, R.A. (1989) Principles of Mental Imagery, Cambridge, MA. Hayal İşlemi İmajlar bir kez oluşturulduğunda, bir çok şekilde, gerçek objelerin yerine geçerler. Birisi hayal edilmiş objeleri tarayabilir, döndürebilir, büyütebilir, eğebilir vb. bütün durumlarda, ne kadar gerekli işlem varsa (tarama, döndürme, büyütme), o kadar daha fazla zaman gereklidir (Kosslyn, 1994; Shepard ve Cooper, 1982). İmajlar, girdiler kısaca kaydedildiği veya birisi imajı oluşturmak için kayıtlı bilgiyi aktive ettiği zaman görünür. Basit bir şeklin imajı, görünüşe göre birisini, algılama süresince belirli bir objeyi görmek için hazırlayan aynı mekanizmalar tarafından üretilir; fakat hayalde bu hazırlama o kadar kuvvetlidir ki biçimi yeniden yapılandırılır. Eğer birisi detaylı bir imaja ihtiyaç duyarsa, imaja her defasında ilave bölümler eklenir (bkz. Kosslyn vd., 1988). Bölümleri eklemek için kullanılan işlemler karmaşıktır ve her iki beyin yarım kürelerindeki mekanizmaları çalıştırır. Yaygın olarak bilinenlerin zıddına, hayal beynin sağ yarım küresinin bir işlemi değildir (bilgi için bkz. Kosslyn, 1994). Stephen M. Kosslyn Çev. İlhan Varank KAYNAKLAR Berbaum, K. and Chung, C.S. (1981) ‘Muller–Lyer illusion induced by imagination’, Journal of Mental Imagery 5. Bower, G.H. (1972) ‘Mental imagery and associative learning’, in L. Gregg (ed.) Cognition in Learning and Johnson, M.K. and Raye, C.L. (1981) ‘Reality monitoring’, Psychological Review 88. Kosslyn, S.M. (1994) Image and Brain: The Resolution of the Imagery Debate, Cambridge, MA. Kosslyn, S.M., Cave, C.B., Provost, D. and Von Gierke, S. (1988) ‘Sequential processes in image generation’, Cognitive Psychology 20. Kosslyn, S.M., Ganis, G. and Thompson, W.L. (2001) ‘Neural foundations of imagery’, Nature Reviews Neuroscience 2: 635–42. Kosslyn, S.M., Segar, C., Pani, J. and Hillger, L.A. (1990) ‘When is imagery used? A diary study’, Journal of Mental Imagery 14. Kosslyn, S.M., and Thompson, W.L. (2003) ‘When is early visual cortex activated during visual mental imagery?’ Psychological Bulletin, 129(5): 723–46. Paivio, A. (1971) Imagery and Verbal Processes, New York. Roland, P.E. and Gulyas, B. (1994) ‘Visual imagery and visual representation’, Trends in Neurosciences 17 [including commentaries]. Shepard, R.N. and Cooper, L.A. (1982) Mental Images and their Transformations, Cambridge, MA. İLERI OKUMALAR Paivio, A. (1986) Mental Representations, New York. Tippett, L. (1992) ‘The generation of visual images: A review of neuropsychological research and theory’, Psychological Bulletin 112. Tye, M. (1991) The Imagery Debate, Cambridge, MA.