XVI. PEDİATRİK ENDOKRİN ve DİYABET KONGRESİ Çocuk Endokrinolojisi Endokrinoloji ve Diyabet Derneği Ondokuz Mayıs Üniversitesi Samsun -2012 ONUR KURULU Ondokuz Mayıs Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hüseyin Akan Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. A. Haydar Şahinoğlu KONGRE DÜZENLEME KURULU Kongre Başkanı Prof. Dr. Murat Aydın Kongre Sekreteri Doç. Dr. Cengiz Kara Üye Uzm. Dr. Figen Günindi Uzm. Dr. Ala Üstyol KONGRE BİLMSEL KURULU Prof. Dr. Murat Aydın Prof. Dr. Merih Berberoğlu Prof. Dr. Feyza Darendeliler Prof. Dr. Nurgün Kandemir Doç. Dr. Cengiz Kara ÇOCUK ENDOKRİNOLOJİ ve DİYABET DERNEĞİ Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Peyami Cinaz Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Feyza Darendeliler Genel Sekreter Prof. Dr. Bumin Dündar Sayman Prof. Dr. Behzat Özkan Üye Doç. Dr. Ayhan Abacı İÇİNDEKİLER Davet Mektubu ...............................................................................................1 Kongre Programı .............................................................................................2 Kongre Konuşma Metinleri..............................................................................5 Sözel Bildiriler ............................................................................................... 88 Poster Bildiriler ........................................................................................... 125 Indeks ......................................................................................................... 308 Davet Mektubu Değerli Meslektaşlarım, Çocuk Endokrinolojisi ve Diyabet Derneği ile Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalının ortak düzenlediği “16. Ulusal Pediatrik Endokrin ve Diyabet Kongresi” 08-10 Kasım 2012 tarihleri arasında ve “7.Diyabet Ekibi Sürekli Kursu” ile “11. Çocuk Diyabet Hemşireliği Kursu” 06-07 06 Kasım 2012 tarihleri arasında Samsun’da yapılacaktır. Kongre süresince Tiroit, Kemik, Hipofiz Kitleleri, Raşitizm, Diyabet ve Steroid Metabolizması Bozuklukları gibi konularda değerli konuşmacıları dinleme ve birlikte tartışma olanağı bulacağız. Poster ve Sözel Bildiri bölümlerinde ilginç vakalarımızı, çalışmalarımızı ve tecrübelerimizi paylaşabileceğiz. Zengin bilimsel içeriğinin yanı sıra tekrar birlikte olabilmenin sevincini yaşayabilmek değerli katılımınız ile mümkün olabilecektir. Atatürk’ün şehrinde sizleri ağırlayabilmek bizi onurlandıracaktır. Sevgi ve saygılarımızla, Düzenleme Kurulu Adına Prof. Dr. Murat Aydın UPEK 2012 Sayfa 1 16. ULUSAL PEDİATRİK ENDOKRİN VE DİYABET KONGRESİ 08 - 10 KASIM 2012 08 KASIM 2012, PERŞEMBE 08:00-08:30 AÇILIŞ TÖRENİ 08:30-09:30 I. OTURUM Oturum Başkanları: Prof .Dr. Hülya Günöz, Prof. Dr. Peyami Cinaz 08:30-09:00 Bifosfonat tedavisi; Endikasyon, doz, takip Prof. Dr. Gönül Öçal 09:00-09:30 Adolesanlarda cins hormonları replasman tedavisi Prof. Dr. Ömer Tarım 09:30-09:50 ARA 09:50- 11:05 I. PANEL: TİROİD HASTALIKLARI Oturum Başkanları: Prof. Dr. Oya Ercan, Prof. Dr. Bilgin Yüksel 09:50-10:15 Subklinik hipotiroidi; Tedavi ve izlem Prof. Dr. Aysun Bideci 10:15-10:40 Konjenital geçici hipotiroidi; Nedenleri ve izlem Prof. Dr. Sema Akçurin 10:40-11:05 Tiroid hormon direnci Prof. Dr. Ayfer Alikaşifoğlu 11:05-11:30 ARA 11:30-12:15 II.OTURUM: Oturum Başkanları: Prof. Dr. Nurgün Kandemir, Prof. Dr. Şükrü Hatun 11:30-12:15 Akademik alanda pediatrik endokrinoloji: Ne yapmalı? Prof. Dr. Ali Süha Çalıkoğlu 12:15-13:00 YEMEK ARASI 13:00-14:00 POSTER BİLDİRİLERİ Poster Başkanları: Prof.Dr.Zerrin Orbak,Doç.Dr.Yaşar Şen/ Prof.Dr.Yaşar Cesur, Doç.Dr.Şükran Poyrazoğlu/ Prof.Dr.Serap Semiz, Doç.Dr.Pınar İşgüven/Prof.Dr.Pelin Bilir, Doç.Dr.Orhun Çamurdan/ Prof.Dr.Murat Aydın, Doç.Dr.Ayşın Uçkun-Kitapçı/Prof.Dr.Firdevs Baş, Doç.Dr.Teoman Akçay/Prof.Dr. Ayla Güven, Doç.Dr.Halil Sağlam 14:00- 15:30 II.PANEL: TİP 1 DİYABET TEDAVİSİNDE YENİLİKLER Oturum Başkanları: Prof. Dr. Şükran Darcan , Prof. Dr. Firdevs Baş Tip 1 diyabette hücre tedavisi: Güncel durum ve ülkemizdeki Doç. Dr. Tuncay Delibaşı 14:00-14:45 uygulamalar 14:45-15:30 Yakın geleceğin diyabet tedavisi: Yapay pankreas Doç. Dr. Eda Cengiz 15:30-15:50 ARA 15:50-16:30 III.OTURUM: Oturum Başkanı: Prof. Dr. Rüveyde Bundak Prof. Dr. Merih Berberoğlu 15:50-16:30 Diyabete eşlik eden hastalıklar: Olgular ve çözüm önerileri 16:30-18:00 18:00-18:30 18:30-19:30 19:30 SÖZEL BİLDİRİLER Oturum Başkanları: Prof.Dr.İffet Bircan, Prof. Dr. İlknur Arslanoğlu ÇALIŞMA GRUPLARI ARA AÇILIŞ KOKTEYLİ UPEK 2012 Sayfa 2 09 KASIM 2012, CUMA 08:00-08:30 Akılcı ilaç kullanımı; İlaç kullanımında dikkat edilmesi gereken konular 08:30-09:30 IV. OTURUM Oturum Başkanları: Prof. Dr. Nurçin Saka, Prof. Dr. Behzat Özkan 08:30-09:00 Büyüme hormonu tedavisinde en uygun doz seçimi ve yönetimi 09:00-09:30 Yenidoğan osteopenisi 09:30-09:50 ARA 09:50- 10:50 III.PANEL: SELLAR ve SUPRASELLAR KİTLELER Oturum Başkanları: Prof. Dr. Pelin Bilir, Prof. Dr. Bumin Dündar 09:50-10:20 Prolaktinomalarda tedavi ve izlem 10:20-10:50 Kraniofarinjiomalarda tedavi ve izlem 10:50-11:10 ARA 11:10-12:10 IV. PANEL: RESEPTÖR BOZUKLUKLARI Oturum Başkanları: Prof. Dr. Enver Şimşek, Prof. Dr. Ayça Törel Ergür 11:10-11:30 Kalsiyum duyarlı reseptör bozuklukları 11:30-11:50 IGF-1 ve IGF reseptör bozuklukları 11:50-12:10 12:10-13:00 13:00-14:00 14:00-15:00 14:00-14:20 14:20-14:40 14:40-15:00 15:00-15:20 15:20-16:00 16:00-17:30 17:30-18:00 18:00-18:30 20:00 Prof.Dr.Murat Aydın Prof. Dr. Feyza Darendeliler Prof. Dr. Selim Kurtoğlu Doç. Dr. Gülay Karagüzel Prof. Dr. Alparslan Şenel Prof. Dr. Sibel Tulgar Kınık Doç. Dr. Mehmet Keskin Doç. Dr. Semra Çağlar Çetinkaya Aldosteron reseptör bozuklukları YEMEK ARASI POSTER BİLDİRİLERİ Poster Başkanları: Prof.Dr.İlknur Arslanoğlu, Doç.Dr.Mehmet Nuri Özbek/ Prof.Dr.Betül Ersoy, Doç.Dr.Tolga Ünüvar/Prof.Dr.Enver Şimşek, Doç.Dr.Ediz Yesilkaya/Prof.Dr.Damla Gökşen, Doç.Dr.Nihal Hatipoglu/ Prof.Dr.Bumin Dündar, Doç.Dr.Fatma Demirel/Prof.Dr. Ayça Törel, Doç.Dr.Ayhan Abacı/Prof.Dr. Ece Böber, Doç.Dr.Emre Taşçılar V.PANEL: STEROİD HORMON BİOSENTEZİNİN NADİR GÖRÜLEN GENETİK BOZUKLUKLARI Oturum Başkanları: Prof. Dr. Zerrin Orbak, Prof. Dr. Betül Ersoy SF-1 Geni ile ilişkili hastalıklar Prof. Dr. Zeynep Şıklar Aromataz eksikliği Prof. Dr. Filiz Tütüncüler POR eksikliği Prof. Dr. Olcay Evliyaoğlu ARA TANISINI BİRLİKTE KOYALIM (İnteraktif) Prof. Dr. Alev Özön SÖZEL BİLDİRİLER Oturum Başkanları: Prof. Dr. Ayşehan Akıncı, Prof. Dr. Ayşenur Ökten ÇALIŞMA GRUPLARI DERNEK TOPLANTISI GALA YEMEĞİ UPEK 2012 Sayfa 3 10 KASIM 2012, CUMARTESİ 08:0008:40 V. OTURUM Oturum Başkanı: Prof. Dr. Abdullah Bereket 08:0008:40 Pediatrik endokrinolojide güncel uluslararası yayınlar 08:4009:00 ARA 09:05 Atatürk'ü Anma ve Saygı Duruşu 09:1510:15 VI. PANEL: RAŞİTİZM Oturum Başkanları: Prof. Dr. Ece Böber, Prof. Dr. Mustafa Kendirci 09:1509:45 Raşitizmin ayırıcı tanısı 09:4510:15 Hipofosfatemik ve Vitamin D Bağımlı raşitizmlerde tedavi ve izlem 10:1510:30 ARA 10:3012:00 SÖZEL BİLDİRİLER Oturum Başkanları: Prof. Dr. Serap Semiz, Prof. Dr. Yaşar Cesur 12:0012:30 ARA 12:30 ÖDÜL TÖRENİ, KAPANIŞ Prof. Dr. Nazlı Gönç Doç. Dr. Serap Turan Doç. Dr. Cengiz Kara UPEK 2012 Sayfa 4 KONUŞMALAR K-1 ÇOCUKLARDA BİFOSFONAT TEDAVİSİ Prof. Dr. Gönül Öçal Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı Kimyasal olarak pirofosfat analoğu olan bifosfonatlar kemikte osteoklastik aktiviteyi inhibe ederek rezorbsiyonu engelleyen ilaçlardır. Endojen pirofosfatlara benzer yapıları nedeniyle “hidroksi apatit” kristallerine bağlanırlar. Osteoklastların yaşamını kısaltıp, fonksiyonlarını inhibe ederek kemik yıkımını azaltırlar. Yapı olarak bifosfonatlar nitrojen içerenler ve içermiyenler olmak üzere ikiye ayrılırlar. Başlıca bifosfonat tipleri Tablo 1’de verilmiştir. Nitrojen içerenler mevalonat yolunu fernesil-difosfat üzerinden baskılarlar böylelikle osteoklastların olgunlaşmasından sorumlu birçok proteinin fenilasyonunu engellerler. Ayrıca bifosfonatlar osteoklastların altında birikirler, kemik rezorbsiyonu sırasında salınırlar ve osteoklastın foksiyonunu bozararak apoptozize neden olurlar (Şekil1). Diğer bir etkileri de osteoblastlardan osteoklastların matürleşmesini sağlayan bir protein olan RANKL (Reseptör Aktivatör Nükleer Faktör Ligand) salınımını bir ölçüde engellemektedirler. Bifosfonatların kullanım alanları primer ve sekonder osteoporoz nedenleri, hiperkalsemi ve yumuşak doku kalsifikasyonlarıdır. İlk bifosfonat Etidronate 16 aylık Myositis Ossificans Progressiva tanısı olan bir bebekte kullanılmıştır. Daha sonra yüksek kemik döngülü bir hastalık olan Paget hastalığında denenmiştir. Yetişkinlerde bifosfonatlar osteoporoz tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Paget Hastalığı, Postmenopozal Osteoporoz, Metastatik Meme Karsinomu, Hiperparatiroidi, Metastatik Prostat kanseri, Metastatik Hiperkalsemiler, Multibl Myelom yaygın olarak kullanıldığı alanlardır. Osteoporoz kemik yapısının birincil bozukluğu olarak ya da sistemik hastalıklar / tedaviler sonucu gelişen kemik dayanıklılığının azalması ve kırık riskinin artmasıdır. Kemik dansitesi ve yapısı osteoklastlarla gerçekleştirilen kemik rezorbsiyonu ve osteoblastlarla sağlanan kemik yapımı arasında kurulan denge ile sağlanmaktadır (Remodeling). Bu dengenin osteoklastik aktivite yönünde bozulması osteoporoz ile sonuçlanmaktadır. Çocuk ve Ergenlerde Kemik Frajilitesine Yol Açan Nedenler: Primer Osteoporoz Nedenleri: Osteogenesis İmperfekta (TipI–TipXII), İdyopatik Juvenil Osteoporoz (heterozigot LRP5 mutasyonu), Bruck Sendromu (Tip a, Tip b), Osteoporoz Psödogliom Sendromu, Spondilo-Okuler Displazi, Spondilometafizyal Displazi, Ehlers-Danlos Sendromu, Marfan Sendromu, Kutis Laksa Sekonder Osteoporoz Nedenleri: Nöromusküler Hastalıklar ( CP, Duchenne muskuler distrofi , Spinal kord hasarlanması, Rett sendromu, Uzun süreli immobilization), Kronik Hastalıklar (Lösemi ve diğer çocukluk çağı maliniteleri, Romotolojik hastalıklar, Anoreksi Nervosa , Kistik Fibroz, İnflamatuvar barsak hastalıkları, Çölyak, HIV, Böbrek yetmezliği, Ağır yanıklar, Talesemi, Organ transplantasyonları ), Endokrin Bozukluklar (Hipogonadizm, BH Eksikliği, Hipertiroidi, DM, Hiperprolaktinemi, Cushing Sendrom/Hastalık,MAS), Iatrogen (Glukortikoidler, Methotrexate, Cyclosporine, Radioterapi, Medroxyprogesterone acetate, GnRH agonistler, L-T4 supresiv tedavi, Antikonvülsanlar, Doğuştan Metabolizma hastalıkları (Lisinurik protein intolerans, Glikojen depo hastalığı, Galaktozemi, Gaucher Hastalığı, Homosistinüri). UPEK 2012 Sayfa 6 Osteoporoz Tanı Ölçütleri: Klinik olarak kırık öyküsü ve düşük kemik mineral dansitesi, osteoporoz tanısının en önemli ölçütleridir. Yaşa, cinse ve vücut kitlesine göre kemik mineral kontent (KMK) ya da kemik mineral densitesi (KMD) z-skor <−2 SD ise osteoporoz sınırıdır. Alt ekstremitelerde 1 ya da 2 kemikte kırık; Üst ekstremitelerde en az 2 kemikte kırık; Vertabral çökme kırıklarının varlığı tedavi endikasyonu için önem gösterir. Hafif travma ile kırık oluşuyorsa ya da vertabra çökme kırıkları varsa KMD -2 SD’den az sapmış olsa da osteoporoz olarak yorumlanmalıdır. Kemik mineral dansitesi <-2,5 bulunur ve birlikte kırık varsa ağır osteoporoz olarak kabul edilir. Osteoporoz düşünülen hastalarda kesinlikle yan vertabra grafisi çekilmeli ve vertabra cisimlerinde çökme kırıkları olup olmadığı denetlenmelidir. Osteoporoz bir yaşlılık hastalığı değildir. Çocuklukta ve adolesanda kazanılan bir hastalıktır. Kemik kütlesinin önemli bir kesimi çocuklukta ve özellikle adelosan döneminde kazanılmaktadır. Çocuklarda Bifosfonat Tedavisi Primer ve sekonder osteoporozda anti-osteoklast medikasyon bifosfonat grubu ilaçlarla ve yeni olarak RANKL inhibitörleri sağlanabilmektedir. Çocukluk Çağında Bifosfonat Tedavisinin Optimal Kullanımı, Dozajı, Tedavi Süresi Konusunda Bir Uzlaşı Yoktur. Çocuk yaş grubunda bifosfonat tedavisinde indikasyon belirlemesi, uygun ajan seçimi, uygulanacak doz ve tedavinin süresi bakımından halen yanıtlanmamış sorular vardır, bu konuda prospektif randomize çalışmalara ve görüş birliği oluşturulmasına gereksinim vardır. Çocuklarda bifosfonat tedavisinin geç-yan etkileri konusu da tartışmalıdır. Çocuklarda bifosfonat tedavisi ile ilgili en fazla deneyim osteogenesis imperfektalı (OGI) çocuklara yapılan uygulamalardır. Osteogenesis imperfekta Tip I kollajen A proteininde ya da kemik kollejeni ile ilgili diğer proteinlerle (COL A1, COL A2, CRTAP, LEPRE1, PPIB, SERPINH1, SERPINF1) ilgili genetik defektler sonucu oluşan kemik frajilitesi ile karekterize bir hastalıktır. Sıklığı 20 000 canlı doğumda 1-2 olarak verilmekte ise de hafif formların gözden kaçtığı ve bu oranlamaya girmediği sanılmaktadır. OMIM 2012‘de halen tanımlanan OGI tipleri Tip1 - Tip12 arasında değişmektedir. Sillece’ın 1979’da sınıfladığı ilk 4 OGI tipi otozomal dominant kalıtım örneği gösterirken, sonra tanımlanan 8 OGI tipi otozomal resesif kalıtılmaktadır. Ağır deformitelerle birlikte olan ağır OGI tiplerinde siklik intravenöz pamidronat tedavisi önerilirken, hafif formlarda oral bifosfonat preparatların da kullanılabileceği ileri sürülmektedir. Ayrıca ortopedik düzeltme ve desteklemeler, fizyoterapi tedavinin önemli bir kısmını oluşturmalıdır. Bu olgularda d-vitamini eksikliği engellenmelidir. İlk kez 1987’de Devogelaer ve ark. OGI’ da bifosfonat tedavisini uygulamışlardır. Glorieux ve arkadaşları 1998’de 30 OGI’lı olguya uyguladıkları siklik intravenöz pamidronat tedavisinin sonuçlarını yayınlamışlardır. Pamidronat yılda 6.8 ± 1.1 mg/kg dozda olacak şekilde 4-6 ay aralarla intravenöz uygulanmış (1,3 - 5,0 yıl). Pamidronat uygulaması serum ALP düzeyini ve idrarla kalsiyum, tip1 kollajen teleopeptid atımını düşürmüş. KMD’si % 41,9±29,0 oranında (delta KMD + 1,9), Metakarplarda kortikal kalınlık %27,0±20,2 oranında artmış, vertabral çökmelerde düzelme sağlanmış. Yıllık kırık sayısı, kemik ağrıları azalmış. Aynı yazarın 2004 yılında çocuk yaş grublarına göre siklik pamidronat dozu Tablo 2’ de verilmiştir. Siklik pamidronat tedavisinde 0,5-1 mg/kg/gün doz pamidronat 250 to 500 ml isotonik saline içinde dilue edilir. Yaklaşık 4 saatte gidecek şekilde intra venöz yavaş infüzyon yapılır. Bu uygulama 3 gün yapılıp, 3 ay aralarla yılda 4 kez yinelenir. Pamidronat tedavisinden önce D-vitamini eksikliği olmamalıdır, varsa tedavi edilmelidir. İntravenöz bifosfonat uygulaması kemikten kalsiyum rezorbsiyonunu önlediğinden tedavi sırasında kan kalsiyumu düşebilir. Yakın izlenmeli tedavi sırasında günde 400 ünite Oral D – vitamini ve 800-100 mg kalsiyum verilmelidir. Åström ve Söderhäll kendi olgularında pamidronat dozunu vücüt metrekaresi üzererine hesaplamışlardır ( ilk 3 ay 10 mg/m2, izleyen 3 ay 20 mg/m2, tedavinin daha sonraki dönemlerinde 30 mg/m2). Biz Ankara Üniversitesi UPEK 2012 Sayfa 7 Pediatrik Endokrinoloji Bilim Dalında 2003-2004 yılları arasında siklik pamidronat uygulamasının (6 mg / kg /yıl) 1 yıllk etkilerini denetlediğimiz 6 OGİ’lı olguda ağrıların azaldığını, mobilizasyon skorunun iyileştiğini, kırık sayısının azaldığını, boy kazanımı sağlandığını (∆ BSDS 0.58 +/- 0.26), KMD’sinde % 41,87’lik bir artış sağlandığı ve vertabral kalınlıkta anlamlı artış olduğu dikkatimizi çekti, Bifosfonatların etkisi ile aktif büyüyen kemik alanlarına kalsiyumun hızla çökmesi ile sklerotik cizgiler oluşur. Osteoklastların inhibisyonu sonucu rezorbe olamayan kartilaj alanlarının oluşturduğu sklerotik bandlar, radyolojik olarak zebra çizgileri olarak adlandırılmaktadır. Her pamidronate infuzyonu uzun kemiklerin metafizinde yeni sklerotik çizgiye neden olmaktadır. Çizgiler arası mesafe kemiğin longitudinal büyüdüğünü göstermektedir. Sekonder osteoporoz gösteren çocuklarda bifosfonat uygulanma ölçütleri primer osteoporozlu olgulara parelellik gösetrmektedir. Bu olgularda da kemik mineral yoğunluğunun azalmış olması ya da giderek azalmayı sürdürüyor olması, vertebral kompresyonun bulunması ya da minör travmalarla oluşan ekstremite kırıklarının oluşmasıdır. Kemik frajilitesine yol açabilen hastalıklarda osteoporozun klinik bulguları yoksa, osteopeni giderek osteoporoza ilerlemiyorsa, salt osteopeniyi düzeltmek amacıyla ya da proflaktik olarak bifosfonat kullanılmamalıdır. Osteogenesis imperfektalı olgularda ve çocukluk çağı osteoporozlarınında bifosfonatların kısa süreli uygulamalarda yararlı olduğunu bildiren birçok gözlemin yanı sıra, özellikle 2007 yılından itibaren uzun süreli uygulamaların kümülatif toksik etkileri, kemikte yeniden yapılanmanın bozulmasının sakıncaları, gen tedavisi gibi yeni tedavi yöntemlerinin de tartışılması gerekliliği konuları gündeme gelmeye başlamıştır. Amerikan Serebral Palsi akademisi 2007‘de yayınladıkları bir derlemede yapılan sadece 8 çalışmanın bilgilendirici önem gösterdiğini vurgulamışlardır. Son yıllarda birçok araştırıcı, bu ajanların yineleyen ekstremite kırıkları, semptomatik vertebral kollapları ve ilerleyici KMD kayıpları ile sınırlanması gerkliliği konusunda görüş birliği bildirmektedir Kullanım süresi 3-5 yılı aşmamalı, etkin en düşük doz, en kısa sürelerle uygulanmalıdır. Biz klinik olarak bifosfatın kümülatif toksik etkisini de göz önüne alarak siklik pamidronat tedavisini yıllık KMD ile izliyor ve tedaviye 3 yılda ara veriyoruz. Hiperkalsemi Tedavisinde Bifosfonat Kullanımı: Hiperkalsemi tedavisinde amaç, kalsiyumun barsaktan emilimini engellemek, böbreklerden kalsiyum atımını arttırmak ve kemiklerden kalsiyum rezorbsiyonunu engellemektir. Bifosfonatlar osteoklastik aktiviteyi baskılamakla kemikten kalsiyum rezorbsiyonunu engellemektedirler. Hiperparotiroidi ve malinitelerin oluşturduğu hiperkalsemilerde başarı ile kulanılabilen ilaçlardır. Ağır hiperkalsemilerde öncelikle hastanın hidrasyonu ile birlikte 4 saatte 0,5mg1mg/kg Pamidronat infüzyonu uygulanıp, oral bifosfonat preparatları ile idame tedavisine (1020mg/gün) geçilebilir. Neonatal Hiperkalsemide de pamidronat infüzyonu uygulanabilmektedir (0,5 mg/kg doz 250 ml SF’ de eritilir, IV 2-3 saatte gönderilir, bu uygulama kan kalsiyum düzeyindeki iyileşmeye göre 3 gün sürdürülebilir). Bu tedavi nefrokalsinozun önlenmesi bakımından önem göstermektedir. Malinite hiperkalsemilerinde de intravenöz bifosfonat (pamidronat, zolendroninat) infüzyonu uygulanmaktadır. Zoledronate salt malinite hiperkalsemilerinde FDA onayı almıştır (4 mg /100 ml SF içinde 15-dakikada IV infüzyon 72 saatden önce yinelenemez ). Bifosfonatları Yan Etkileri: Bifosfonatların akut kronik yan etkileri Tablo 3’de verilmiştir. • Osteoporoz Tedavisinden ne Bekliyoruz: 1. Kemikteki yıkıcı litik süreci engellesin, kemiğe güç ve fleksibilite kazandırsın, yaşam kalitesini yükseltsin, 2. Geç yan etkisi olmasın, kemikte mikroyapısal hasar oluşturmasın. Bifosfonatlar bu amaçlardan ilkine gayet iyi yanıt verirlerken, UPEK 2012 Sayfa 8 ikincisi için uzun süreli kullanımda sakıncalar ortaya çıkmaktadır. Bifosfonatlar enzimatik yıkıma uğramayan kimyasallardır, uzun süreli uygulamalardan özellikle 5 yıllık tedaviden sonra kümülasyon gösterme eğilimleri vardır , kemikte yeniden yapılanmanın (remodeling) bozulması sakınca yaratabilmektedir (KÜMÜLATİF OSTEOTOKSİK ETKİ). Vertabral çökmelerin düzelmesi vertebra kalınlığının artması genellikle olumlu yorumlanırken,Spinal cerrahi girişimler sırasında cerrahlar uzun süre pamidronat tedavisi alan olgularda kaya gibi sert korteksle beraber ufalanan trabeküler yapıların varlığını, bildirmektedir. Rezorbe olmayan kartilaj kalıntıları kırıklara neden olabilmektedir. Whyte ve arkadaşları yaklaşık 3 yıl giderek artan yüksek dozlarla siklik intravenöz pamidronat uygulanan 12 yaşındaki bir hastasında bifosfonata sekonder osteopetrosis bildirmiştir. Ayrıca uzun süreli bifosfonat kullanan post menopozal kadınlarda minor travmalarla ortaya çıkan atipik femur kırıkları bildirilmektedir. En uzun 5 yıllık tedaviden sonra tedavinin durdurulması önerilmektedir.Uzun Süre Bifosfonat Kullanan Çocuk ve Adolesanlarda Teratojenik etki Gelişir mi?. Sorusu da yanıtlanması gereken bir konudur. Çene kemiği osteonekrozu önemli bir komplikasyondur. Yetişkin yaşlarda ve intravenöz uygulamalarda daha fazla bildirilmektedir. Tedavi öncesi ağız sağlığı denetimi yapılmalı, çürük dişler tedavi edilmeli ve ağız hijyenine dikkat edilmelidir Kaynaklar 1. Arkan S, Sayed-Noor; Bakir K Kadum, Göran O Sjödén "Bisphosphonate-induced femoral fragility fractures: What do we know?". Orthopedic Research and Reviews 2010;2:27-34 2. Lenart BA, Lorich DG, Lane JM .Atypical Fractures of the Femoral Diaphysis in Postmenopausal Women Taking Alendronate. N Engl J Med 2008; 358:1304-1306 3. Whyte MP, Wenkert D, Clements KL, McAlister WH, and Mumm S. Biphosphonate induced osteopetrosis N Engl J Med. 2003:349:457-63 4. Marini JC. Do Bisphosphonates Make Children's Bones Better or Brittle? N Engl J Med 2003; 349:423-42 5. Rauch F, Travers R, Plotkin H, Glorieux FH. The effects of intravenous pamidronate on the bone tissue of children and adolescents with osteogenesis imperfecta. J Clin Invest 2002; 110: 1293–99.31 6. Brenson JR .Treatment of hypercalcemia of malignancy with bisphosphonates. Semin Oncol 2002 ;29(6 Suppl 21):12-8. 7. Biphosphonate therapy in subcutaneous fat necrosis with hypercalcemia and nephrocalcinosis in the newborn Stafai L. Neonatal Nurs. March 2012 8. Bisphosphonate therapy for children and adolescents with secondary osteoporosis. Cochrane Database Syst Rev. 2007 9. Yamashita S. Bisphosphonates and other new therapeutic agents for the treatment of osteogenesis imperfecta Clin Calcium. 2009 ;19:253-7. UPEK 2012 Sayfa 9 Sıklık Yaş (yıl) Doz (ıv) 0,5 mg/kg/gün 3 gün <2 Her 2 ayda bir 0,75 mg/kg/gün 3 gün 2-3 Her 3 ayda bir 1 mg/kg/gün 3 gün Her 3 ayda bir > 3 Rouch F, Glorieux FH. Lancet 2004;363;1377-85 2004;363;1377 UPEK 2012 Sayfa 10 UPEK 2012 Sayfa 11 K-2 ERGENDE CİNS HORMON TEDAVİSİ Prof. Dr. Ömer Tarım Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı Hipogonadizmin nedeni ne olursa olsun tedavi cins hormon replasmanı ile yapılır. Tedavinin amacı pubertal gelişmeyi sağlamak ve genetik boy potansiyeline ulaşmayı mümkün kılmaktır. Estrojen Tedavisi Kızlarda estrojen tedavisi meme gelişimini başlatmak amacıyla başlanır. Tedaviye başlama yaşı hastaya göre değerlendirilmeli ve takvim yaşı, kemik yaşı, boy ve psikososyal konular dikkate alınmalıdır. Bu konudaki araştırmalar genellikle Turner sendromuna odaklanmıştır. Bu durumda önerilen dozlar erişkinlerde kullanılan replasman dozunun sekizde biri ile onda biri arasındadır ve kullanılan preparata bağlıdır. Başlangıç dozu düşüktür ve birkaç yıl içinde yavaşça yükseltilir. Doz eşdeğer şeması şöyle özetlenebilir (1-3): Estrojen preparatı Mikronize estradiol Esterifiye estrojen Konjuge estrojenler Etinil estradiol Eşdeğer dozu 2 mg 1,25 mg 1,25 mg 8-10 µg Estojen tedavisi 1-2 yıl devam ettikten sonra veya kırılma kanaması görüldükten sonra tedaviye her ayın bir haftasında medroksiprogesteron şeklinde progesteron eklenmelidir. Medroksiprogesteron meme ve uterus gelişimine katkıda bulunur. Estrojen preparatları ve dozları aşağıda özetlenmektedir: Estrojen türü Oral estradiol Oral esterifiye estrojen Oral konjuge kısrak estrojeni Estradiol yama Estradiol jel Ticari adı Estrace Gynodiol Menest Ogen Ortho-Est Premarin Vivelle Menostar Divigel Dozları 0,5; 1; 2 mg 0,5; 1; 2 mg 0,3; 0,625; 1,25; 2,5 mg 0,625; 1,25; 2,5 mg 0,625; 1,25; 2,5 mg 0,3; 0,45; 0,625; 0,9; 1,25 mg 0,025; 0,0375; 0,05; 0,075; 0,1 mg/gün 0,014 mg/gün 0,5 mg estradiol/ 5 g jel Oral estrojenler 1. faz metabolizma sırasında karaciğerden geçtikleri için biyoyararlanımları değişkenlik gösterebilir ve karaciğer fonksiyonları ile pıhtılaşma faktörleri etkilenebilir. Bu nedenle transdermal uygulamalar daha popüler hale gelmektedir. Erişkinlerde yaygın olarak kullanılmakta ve 50-100 µg/gün transdermal yamanın 0,625-1,25 mg oral konjuge estrojenle aynı etkiyi sağladığı bildirilmektedir. Pubertal tetikleme 3,1-6,2 µg/gün kadar düşük dozlarla sağlanabilir. Bu tedavinin median süresi 8 ay olarak önerilmekte ve sonra dozun iki katına çıkarılması, tedavi başlangıcından 2 yıl geçtikten sonra da progesteron eklenmesi ile normal pubertal gelişme taklit edilmektedir. Transdermal estrojenin erişkin dozu ise 0,1 mg/gündür. Kısa süreli oral ve transdermal estrojen tedavisi karşılaştırıldığında lipolizis, lipid ve karbohidrat UPEK 2012 Sayfa 12 oksidasyonu ve bazal metabolizma hızı arasında fark saptanmamıştır. Buna karşın Turner sendromlu hastalarda transdermal tedavi konjuge estrojene göre kemik mineralizasyonu ve uterus gelişimi üzerinde daha etkili bulunmuştur. Biz de düşük doz transdermal estrojen tedavisi ile takvim yaşındaki değişim/kemik yaşındaki değişim oranının oral estrojen tedavisine kıyasla daha yüksek olduğunu gösterdik. Başka bir deyişle, transdermal tedavi ile kemik yaşının daha az ilerlediğini ve bunun boy prognozunu olumlu yönde etkileyebileceğini belirlemiş olduk. Bu çalışmada Climara patch kesilerek 1/12-1/6 parça (2,25-4,5 µg/gün) başlangıç dozunda kullanılmıştır (4). Perkutan estradiol jel Turner sendromunda denenmiş, lokal deri irtasyonu gibi yan etkiler nedeniyle pediatride kullanıma girmemiştir. Ülkemizde bulunan estradiol preparatları aşağıdadır (5): Climara forte Climara patch Estraderm 100Tts flaster Estraderm 25 Tts flaster Estreva transdermal %1 jel Estrofem tablet Femijel 25 cm2 12,5 cm2 7,8 mg 3,9 mg (0,05 mg/gün estradiol salgılar) 0,1 mg 0,025 mg 0,5 mg/0,5 g jel 2 mg 1,5 mg/2,5 g jel Testosteron Tedavisi Bu konudaki araştırmalar genellikle yapısal puberte gecikmesi ve Klinefelter sendromuna odaklanmıştır. Testosteron tedavisine genellikle erişkin dozun %15-25 i ile başlanır. Testosteron 50-100 mg, 2-4 haftada bir i.m. başlanıp 4-6 ay sonra yavaşça artırılarak erişkin doza ulaşılır. Yapısal puberte gecikmesinde 50-100 mg ayda bir 4-6 ay süreyle verilirse puberteyi başlatabilir ve büyümeyi hızlandırabilir. Kalıcı hipogonadizmde tedaviye ömür boyu devam edilmelidir. Başlangıç dozlarında bile total vücut yağı, yağ yüzdesi ve total vücut proteolizisinde azalma görülür (6). İ.m., transdermal ve oral preparatları vardır. Testosteron enantat ve cypionate pediatride en sık kullanılan preparatlardır. İ.m. enjeksiyonlar ağrılı olduğu için alternatif yollar araştırılmaktadır. Oral tedavi ile ilgili uzlaşı yoktur ve deneyim sınırlıdır. Testosteron jel böbrek yetmezliğinde büyümeyi hızlandırmak amacıyla 50 mg/m2/gün dozunda kullanılmıştır. Transdermal testosteron yama 5 mg/gece uygulanması ile gecikmiş pubertede normal kan düzeyleri sağlanmıştır. Transdermal testosteronun yan etkileri içinde lokal deri iritasyonu önemlidir. Transdermal tedavide de deneyim sınırlıdır ve pediatride i.m. tedavi yerini korumaktadır. Testosteron preparatları ve erişkin dozları aşağıdadır. UPEK 2012 Sayfa 13 Testosteron türü İ.m. testosteron enantat İ.m. testosteron cypionate Oral testosteron undecanoate Testosteron yama Testosteron jel Bukkal testosteron Testosteron implantları Ticari adı Dozu (erişkin) Delatestryl 250 mg, 2-4 haftada bir Depo-Testosterone 250 mg, 2-4 haftada bir Andriol (40 mg kapsül) Günde 2-3 kez 2 kapsül Androderm 5 mg/yama haftada 2 kez Androgel 50-100 mg/gün (25 mg testosteron/2,5 g jel) (50 mg testosteron/ 5 g jel) 30 mg tablet Günde 2 kez 1 tablet Testopel 75 mg/pelat 4-6 ayda bir 3-4 pelet Ülkemizde bulunan testosteron preparatları ise aşağıdadır (5): Metil testosteron Afro 25 mg tablet Testosteron undekanoat Nebido 250 mg Testosteron propionat + fenilpropiyonat Sustanon 250 mg Testosteron Testogel 50 mg transdermal jel Testosteron Virigen testocaps 40 mg kapsül Prader Willi sendromunda ek olarak hCG tedavisinin endojen testosteron salglanmasına ve vücut kompozisyonuna olumlu etkisi olduğu bildirilmiştir (7). Kaynaklar 1. Donaldson MD, Gault EJ, Tan KW, et al. Optimising management in Turner syndrome: from infancy to adult transfer. Arch Dis Child 2006;91(6):513-20. 2. Mauras N, Shulman D, Hsiang HY, et al. Metabolic effects of oral versus transdermal estrogen in growth hormone treated girls with Turner syndrome. J Clin Endocrinol Metab 2007;92(11):4154-60. 3. Nabhan ZM, DiMeglio LA, Qi R, et al. Oral versus transdermal estrogen replacement in girls with Turner syndrome: a pilot comparative study. J Clin Endocrinol Metab 2009;94(6):2009-14. 4. Çakır EDP, Eren E, Özgür T, Sağlam H, Tarım Ö. Retrospective evaluation of pubertal development and linear growth of estrogen treated hypogonadal girls regularly followed up in our pediatric endocrinology department. ESPE 2011, Glascow. 5. Farmadex Güncel İlaç Rehberi 2012. 6. Rogol AD. Pubertal androgen therapy in boys. Pediatr Endocrinol Rev 2005;2(3):383-90. 7. Eizolher U, Grieser J, Schlumpf M, et al. Clinical effects of treatment hypogonadism in male adolescents with PraderLabhart-Willi syndrome. Horm Res 2007;68(4):178-84. UPEK 2012 Sayfa 14 K-3 SUBKLİNİK HİPOTİROİDİ: TEDAVİ ve İZLEM Prof. Dr. Aysun Bideci Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı Subklinik hipotiroidi (SKH) genellikle asemptomatik bir durum olup, tanısı; tiroid fonksiyon bozukluğuna ait herhangi bir bulgu veya belirtinin yokluğunda dolaşımdaki normal tiroid hormon seviyelerine rağmen artmış TSH seviyesinin (tipik olarak 5-10 mU/L) varlığı ile konulur. SKH çocuklarda sık görülmekle birlikte SKH’nin yönetimi ile ilgili günümüzde tam bir uzlaşı sağlanamamıştır. Yapılmış olan bir çok pediatrik çalışma SKH’nin aşikar hipotiroidiye(AH) ilerlemesi olasılığının düşük olduğunu, hastaların uzun süreli izlemlerinde TSH seviyelerinin normale döndüğünü ya da daha fazla artış göstermeden aynı seviyelerde kaldığını göstermektedir. Subklinik hipotiroidinin etyolojisi multifaktöriyeldir. SKH’li çocukların büyük kısmı küçük yaşlarda tanı almaktadır. Çocuklardaki yüksek TSH, erişkinlerdeki hafif otoimmün tiroidit (AIT) gibi sonradan kazanılmış bir durum değildir. Daha çok hafif, kompanse konjenital durumlarla ilişkilidir. Bazı SKH olgularının tiroid bezlerinde hafif gelişimsel anormallikler tesbit edilmiştir. SKH; Tiroid hastalığı yönünden pozitif aile öyküsü olanlarda, obezitede, otoimmun hastalıkların varlığında, iyot eksikliğinde, antiepileptik ilaçlar gibi ilaçların kullanımında, TSH reseptör mutasyonlarının varlığı gibi durumlarda görülebilir. Birinci basamak hekimleri SKH geliştiren çocuklarla karşılaştıklarında izlenecek stratejinin seçimi konusunda kararsız kalmaktadırlar. İlk başvuruda hastadan Tiroid Fonksiyon Testleri(TFT) istemi sebepleri değişkenlik göstermekle birlikte birçok birinci basamak hekimi ivedi bir değerlendirme ve tedavinin bu olgularda gerekli olduğuna inanmaktadır. Pediatrik endokrinolojistlerin izledikleri yol ise; yüksek TSH’yı teyit ettikten hemen sonra tiroid hormon replasmanına başlanılmasından, uzun süre sık aralıklarla TSH değerlerine bakılmasına ve TSH’ da anlamlı oranda artış olması veya subnormal T4 tesbiti durumunda ilaç başlanılmasına kadar değişen geniş bir spektrumu içermektedir. Pediatrik endokrinologlar arasında SKH ile ilgili bir uzlaşı olmamasının birçok nedeni vardır. İlki, SKH’nin doğal seyri ile ilgili bu zamana kadar az sayıda çalışmanın yapılmış olması; ikincisi ise SKH’nin tedavi edilmemesi durumunda sıklıkla AH’ye ilerleyeceği şeklinde bir kaygının hekimler arasında yaygın olarak bulunmasıdır. Diğer yandan düşük total veya sT4 değerleri ile birlikte TSH’nın 20 mU/L’nin üzerinde olması bütün klinisyenler tarafından tedavi verilmesi konusunda hemfikir olunan hipotiroidizm değerleridir. Çocuklarda SKH’nin tedavisinin faydası konusunda literatürde yeterli veri olmamasına rağmen bazı hekimler ağır tedavi edilmemiş aşikar hipotiroidinin sütçocukluğu döneminde gelişimsel geriliğe ve daha ileri yaştaki çocuklarda da büyüme geriliğine yol açabilme olasılığına karşı SKH’nin tedavisi konusunda daha dikkatli davranmaktadırlar. Daha ileri yaşlarda ise tiroid antikorlarının ve tiroid ultrasonografisinin SKH’li bütün çocuklarda istenebileceği bazı çalışmalarda belirtilmektedir. Çünkü erken tedavinin potansiyel zararlı etkilerinin oldukça az ve sınırlı olduğu, SKH’li çocukların tedavi edilip edilmemeleri konusunda ileride yapılacak olan çalışmaların sonuçlarını beklemeden bu çocukların tedavi altına alınmasının daha doğru bir yaklaşım olacağı ifade edilmektedir. Subklinik hipotiroidi etyolojisi Yeni yayınlanmış longitidunal çalışmaların birçoğunda SKH’li hastaların 1/3’ünün TSH seviyesinde zamanla normalleşme görüldüğü belirtilmektedir. Öte yandan geri kalanların büyük kısmında kalıcı hafif TSH yüksekliği devam etmektedir. SKH’nin sebepleri iki farklı alt grup içerisinde tartışılmaktadır. UPEK 2012 Sayfa 15 Geçici SKH 1-Rasgele TSH varyasyonu: TSH değerleri sağlıklı bireylerde hem zamanla hem de gün içerisinde dalgalanma eğilimi gösterir. Bir çalışmada 100 hastada erken sabah açlık ve geç sabah TSH değerleri karşılaştırılmıştır. Hastaların 97’sinde TSH değerleri sabah boyunca %26 oranında düşmüştür. Eğer anormal TSH değeri 5 mU/L’nin üstü olarak kabul edilirse; hasta, 6 mU/L seviyesinde bir TSH değerine sahip iken tiroid bezinin hormon üretme kapasitesinde bir değişiklik olmadığı halde günün ilerleyen saatlerinde yapılan bir başka TSH ölçümünde 4 mU/L değerine sahip olabilir. Hatta günün değişik saatlerinde yapılan bu ölçümlere bağlı olarak hekim hastanın SKH’sinin düzeldiğini düşünebilir. Ölçülen bu TSH genel topluma göre hafif yüksek, ölçümün yapıldığı çocuk için ise aslında normal olarak kabul edilebilecek aralık içerisinde kalmıştır. 2- Tiroid dışı hastalık: Aktif ya da yeni başlamış bir hastalığa bağlı olarak tiroid hormon üretiminde geçici bir düşme olabilir. İyileşme döneminde normal sT4 düzeylerini yerine koymak için TSH seviyesinde geçici bir yükselme görülebilir ve sonrasında kısa bir süre içerisinde TSH seviyesi normal bir aralığa gelir. 3- Hafif AIT: Düzelebilir ya da ilerleyici olabilir. Büyümüş olan tiroid bezinde küçülme olmasa da TSH normale dönebilir. 4- Down sendromu: Subklinik hipotirodinin özellikle Down Sendrom’lu çocuklarda sık olduğu uzunca bir süredir bilinmektedir. Fakat bu hastalarda SKH gelişimine neyin sebep olduğu tam olarak aydınlığa kavuşturulamamıştır. Süregen SKH 1-Normal TSH aralığı sağlıklı insanların %95’inin sahip olduğu aralığa düşen değerlerdir ve sonuç olarak normal bireylerin %2,5’i de normal aralığın üst sınırında veya hemen üstünde TSH değerine sahip olabilirler. 2- Hafif gelişimsel tiroid anormallikleri: Hafif TSH yüksekliği olan çocukları izleyen bir çalışmada 19 çocuğun 8’inde yenidoğan taramasında bir lobun hipoplazisi ya da tiroid bezinin hemiagenezisi tesbit edilmiştir. Tiroid hormon ihtiyacının artmış olacağı pubertal büyüme atağından sonra bu hastalardaki TSH seviyelerinin artıp artmayacağı tartışılmaktadır. 3- Gestasyonel yaşına göre küçük olarak doğan çocuklar (SGA): Yaşları 5,6±3,2 yıl arasında olan, büyümeyi yakalayamamış, tiroid antikorları negatif olan ve SGA olarak doğan 53 çocuğu inceleyen bir çalışmada; kontrollerle karşılaştırıldığında SGA’lı çocukların yarısının TRH’ya abartılı TSH yanıtı verdikleri görülmüştür. Her iki gruptaki hastaların ortalama sT4 değerleri normal iken TRH’ya aşırı TSH cevabı veren grubun ortalama TSH değerinin 6.2 mU/L (4,2-14,6 mU/L), kontrol grubunun TSH değeri ise 3,2 mU/L (1,6-7 mU/L) olarak bulunmuştur. Bu bulgulara bağlı olarak araştırmacılar, SGA’lı çocukların tiroid fonksiyonlarında bozulma olmadan anormal TSH ayar noktası ile karakterize anormal TSH düzenleyici sistemi geliştirebileceklerini ileri sürmüşlerdir. 4- Hafif kararlı AIT: AIT zamanla iyileşecek ya da aşikar hipotiroidiye ilerleyecek gibi gözükse de bezin hafifçe bozulmuş tiroid hormon üretme kapasitesini uzunca bir süre koruyabileceği, TSH yüksekliğinin devam edebileceği belirtilmektedir. UPEK 2012 Sayfa 16 5- Obezite: Obezite ile TSH artışını ilişkilendiren birçok çalışma mevcuttur. Ancak obeziteye bağlı TSH yüksekliğinin sebebi ile ilişkili mekanizma halen açık değildir. Obez çocuklar tiroid hastalığı açısından tarandığında, bu hastalarda aşikar hipotiroididen daha sık SKH tesbit edilmektedir. 6- TSH reseptör (TSH-R) mutasyonları: SKH’li bazı çocuklarda TSH-R gen mutasyonu gösterilmiştir. Yenidoğan taramasında süregen TSH yüksekliği tesbit edilmiş olan 102 çocuğu inceleyen çalışmada; TSH değeri 10 mU/L’nin üzerinde olan 70 hastanın üçünde her iki TSH-R geninde mutasyon tesbit edilmişken, TSH değeri 5-10 mU/L arasında yer alan 32 hastanın üçünde tek bir TSH R mutasyonu gösterilmiştir. Bu konu ile ilgili yapılan çalışmalar neden SKH’li çocukların yenidoğan döneminde tesbit edildiğine ve izlemlerinde yıllarca neden TSH değerlerinin değişmez bir şekilde kaldığını açıklamaktadır. Eğer TSH-R’i TSH’ya bağlanmada veya onun tarafından aktive edilmesinde azalmış kabiliyete sahip ise TSH reseptörlerinin, optimal aktive olabilmek için, normalin 2-4 katı miktarda TSH ya ihtiyaç duyacağı bilinmektedir. Yukarıdaki çalışmalardan elde edilen kanıtlar, süregen SKH olgularının büyük çoğunluğunun hafif derecede yükselmiş TSH değerlerinin varlığında yıllarca normal serbest T4 değerlerini koruyabileceğini göstermektedir. Aşikar hipotiroidiye ilerleyişin sık görüldüğü AIT düşündüren özellikler taşıyan SKH’li çocuklarda dahi zamanla SKH’den aşikar hipotiroidiye ilerleyişin nadir olması dikkat çekicidir. Ancak SKH olduğu düşünülen çocuklarda mutlaka halsizlik, uyumada artış, konsantrasyon bozukluğu, duygulanım ve algılama bozukluğu, büyümede yavaşlama, kan yağlarının yüksekliği gibi bulgular sorgulanmalı ve araştırılmalıdır. Wasniewska ve ark., idyopatik SKH’li 92 çocukta(8.1±3 yaşlarında) yapmış oldukları çalışmada, iki yıllık izlem sonucunda olguların %88’inde TSH değerleri ya normale dönmüş yada değişmeden kalmışlardır. İzlem boyunca hiçbir hasta hipotiroidi semptomları sergilememiş, boy persentil ve VKİ’ de beklenenden farklı değişiklik gözlenmemiştir. Cerbone ve ark., SKH’li 36 çocuğu (9.7 ± 0.6 yaşlarında) ortalama üç yıl boyunca izlemişler hastaların izleme başlandığı andaki antropometrik ölçüleri yaşıtları ile benzermiş, izlem sırasında olguların hiçbirinde hipotiroidizm bulgusu gelişmemiş, bu çocukların kognitif fonksiyonları kontrol grubundan farklı bulunmamış. Ayrıca olguların SKH olma süreleri ve TSH değerleri ile IQ skorları arasında ilişki bulunmamış. Ancak, Ergür ve ark., SKH’li 17 çocuğu (7-17 yaş arasında) nörokognitif fonksiyonlar açısından değerlendirdiklerinde ve kontrol grubu ile karşılaştırdıklarında bu çocukların dikkat ölçümü testlerinde daha düşük bir performans gösterdiklerini bildirmişlerdir. Tedavi başlanması ile literatürde farklı görüşler yer almaktadır. Wasniewska ve ark., çalışmalarında idyopatik SKH tanısı alan 9.4±4 yaşlarında 69 çocuğa iki yıl boyunca L-tiroksin tedavisi vermişler ve tedavi kesildikten üç ay sonra hastaların tiroid fonksiyon testlerini değerlendirdiklerinde; tedavi verilmesinin TSH yüksekliği üzerine bir etkisi olmadığını bulmuşlar, tedavi kesildikten sonra ölçülen TSH değerleri ile hastaların bazal TSH değerleri arasında korelasyon olduğunu göstermişlerdir. Çetinkaya ve ark., SKH’si olan çocuklara tedavi verildiğinde boy kazanımı açısından fark olup olmadığını araştırmışlardır. Boy kısalığı yakınması ile başvuran 2067 çocuktan SKH tanısı alan 39 olguya tedavi verdiklerinde büyüme hızı ve büyüme hızı SDS değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı bir artış saptamışlardır. SKH’ nin yönetimi için öneriler Bu konu ile ilgili olarak SKH’li çocuklarda özellikle nörokognitif fonksiyonları değerlendiren plasebo kontrollü tedavi çalışmalarına ihtiyaç vardır. Literatürdeki mevcut bilgiler ışığında SKH yönetimi ile ilgili öneriler aşağıda belirtilmiştir. UPEK 2012 Sayfa 17 1) Tiroid hastalığı için tarama yapıldığında birinci basamak hekimlerine sadece ST4 ve TSH istemleri yapmaları tavsiye edilmelidir. Dahası T3 uptake, T3 ve ST3 istemlerinin yapılması hem maliyeti arttırır hem de tiroid hastalığının yokluğunda dahi bu istemlerin sonuçları anormal olabilir. Tarama testi olarak tiroid antikorlarının ne kadar yardımcı olduğu konusunda çelişkiler mevcuttur. Genellikle erişkinlerde daha sık pozitif olmasına rağmen sağlıklı çocuklarda da pozitif olabilir. Amerika’da yapılmış NHANES III çalışmasına göre total populasyonun %13’ü tiroid peroksidaz antikoruna %11,5’i tiroglobülin antikoruna sahiptir. Bu değerlendirme 12-19 yaş arası çocuklarda yapılmış ve pozitiflik kızlarda erkeklere göre daha fazla bulunmuştur. 2) Normal total veya sT4 varlığında TSH 5-10 mU/L arasında olsa dahi hipotiroidiye yol açacak olan parametre TSH yüksekliği değil sT4 düşüklüğüdür. Farklı hastalar sT4 için farklı ayar noktalarına sahiptirler; buna göre sT4 değeri 1.1ng/dl (0,9-1,5) ve TSH değeri 2,0 mU/L olan hasta ötiroid iken, yine sT4’ü 1,1ng/dl fakat TSH değeri 30 mU/L olan başka bir hastanın öncesinde büyük olasılıkla daha yüksek bir ST4 değeri mevcut iken bozulmuş bir hormon sentezi olasılığı nedeniyle tedavi edilmesi gerekir. Ancak yinede çok az hasta, hipotiroidinin klasik semptomlarını, ancak sT4 değeri toplum için verilen referans aralığının altına düşer ise göstermektedir. 3) Eğer guatr varsa veya TSH 10 mU/L’nin üzerinde ise tedavi endikasyonu daha geçerlidir. Çünkü oran olarak altta yatan bir tiroid hastalığı olması ihtimali yüksektir. Fakat bu noktayı açıklığa kavuşturacak pediatrik çalışma yoktur. Ellibeş yaş üstü erişkinlerde yapılmış olan bir çalışmada SKH’den AH’ye ilerleyiş ilk TSH’sı 5-9,9 mU/L olan hastalarda 100 hastada yaklaşık 2 olgu , ilk TSH sı 10-14,9 mU/L olan hastalarda 100 hastada 20 olgu ve ilk TSH sı 15-19,9 mU/L olan hastalarda 100 hastada 74 olgu olarak verilmiştir. Aynı çalışmada hastada guatr tesbit edilmesi, guatr olmamasına göre AH’ye ilerleme oranını 2,47 arttırmaktadır. 4) Eğer guatr yoksa ve TSH 10 mU/L’nin altında ise 6-12 ay içerisinde sT4 ve TSH’nın tekrarı önerilir. Çocukluk yaş grubunda bazı otörler 3-6 ay içinde kontrollerinin daha uygun olabileceğini de belirtmektedirler. Genellikle pratikte testler bir ay içerisinde tekrar edilir. Bu durum önceki ile benzer TSH değeri saptanmasına sebep olur ve hekime yol gösterici hiçbir yeni bilgi sağlamaz. Oysa 2. test için 612 ay beklenmesi durumunda TSH’nın normalleşmesi ya da gerçek artışı için yeterli süre geçmiş olacaktır. Tarama testi olarak ikinci kontrolde tiroid antikorlarına bakılması faydalıdır. Eğer bu testlerin sonuçları negatif ise hekimin bir AIT olgusu ile karşı karşıya olmadığı kesinleşecektir ve arka arkaya sık kontrol yapma ihtiyacı ortadan kalkacaktır. Öte yandan antikor pozitifliği saptanması, hastaların testlerle yakın izlenmesi gerektiği hususunda hekimlere uyarıcıdır. 5) AH’ye ilerlemediğinden emin olmak için SKH’li çocukların ne kadar süre takip edilmesi gerektiği konusunda daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. Önerilen, 2 sene boyunca periyodik olarak TSH değerlerine bakılması gerektiğidir. Eğer hastada guatr veya tiroid antikor pozitifliği mevcut ise bu süre daha da uzayabilir. Eğer TSH 5-10 mU/L aralığında kalıyorsa çocuğun kararlı hafif TSH yüksekliğine sahip olduğu düşünülebilinir. Guatr gelişmediği sürece ya da AH’yi düşündüren yeni semptomlar oluşmadığı sürece testlerin tekrarına gerek yoktur. 6) TSH değeri 5-10 mU/L arasında olan tiroid antikorları negatif olan ve guatrı olmayan bir çocuğun aşikar hipotiroidiye ilerlemesi muhtemel değildir. Böyle bir durumda tedavinin gerekliliğini göstermek zordur. Bu grupta, arada olan bir çocuk, izlemde eğer AH geliştirecek olursa uzun süreli sonuçlar bu hastayı erken yakalamış olmakla düzelmeyecektir. Normal sT4 iken TSH 10-15 mU/L aralığında ise AH’ye ilerleme özellikle AIT durumunda olasıdır. Bu hastalar tedavi edilir. UPEK 2012 Sayfa 18 7) Serbest T4 seviyesi yapılan ölçümlerde sürekli normal olan fakat persistan hafif yüksek TSH seviyesine sahip yaşamın ilk 2 yılındaki çocuklarda tedavisiz izlemin gelişimsel gerilik geliştirme riski düşüktür. Bu yaş grubunda AH’ye ilerleyiş ender görülmektedir. Eğer tedavi başlandı ve tedavide iken hastanın TSH değeri 5 mU/L’nin altında süregen kaldı ise 3 yaş civarında tiroid hormonunu bir ay kesip tiroidin durumunun tekrar değerlendirilmesi önerilebilinir. Sonuç Subklinik hipotiroidi, çocuklarda oldukça yaygın bir bulgudur ve etiyolojide birçok sebep tanımlanmıştır. Doğal seyir çalışmaları, yükselmiş TSH seviyelerinin zamanla ya normale döndüğünü ya da hafif yüksek olarak kalmaya devam ettiğini belirtmektedir. Süregen hafif derecede TSH yüksekliği olan hastalar kararlı bir denge içerisinde normal tiroid hormon üretimine imkan tanıyan normal varyantlar olarak değerlendirilebilinirler. Bu konu ile ilgili yapılan bütün çalışmalar incelendiğinde, AH’ye ilerleyen olgu sayısı oldukça azdır, bu nedenle tercih edilen strateji acil tedaviden ziyade hastaların aralıklı olarak izlemi olabilir. TSH reseptöründe mutasyonu olan ve AIT özellikleri olmayan SKH’li çocuklarda TSH’nın etkisine direnç nedeniyle TSH seviyeleri artmıştır. Herşeye rağmen hipotiroidiye ilerleyebilecek hastaların tesbiti anlamında bu hastaların düzenli izlemi önemlidir. Süregen SKH’ si olan hastalarda, tiroid USG’si daha uzun süreli takip ihtiyacı gösteren ve tedavi ihtiyacına yol açabilecek altta yatan morfolojik sebeplerin ortaya konması anlamında faydalıdır. İzlemde yükselmekte olan TPO antikor titreleri otoimmun hipotiroidizmin ön belirteci olabilir. Hafif TSH yüksekliği olan hastaların tiroid hormon desteğinden fayda gördüğüne dair yeterli kanıt olmasa da bu durum kesinlikle fayda görmeyecekleri anlamına da gelmemektedir. Tedavi genellikle persistan TSH yüksekliği olan (TSH>10 mU/L olan) hastalarda önerilmekle birlikte çocuklar ile ilgili kanıtlar literatürde yetersiz olup bu değer erişkin çalışmalarından alınmıştır. SKH’ si olan bebeklerde tedavinin etkili olup olmadığı konusunda multisentrik kuvvetli çalışmalara ihtiyaç vardır. İlk yapılmış çalışmalar SKH’nin tedavisinin büyüme üzerine faydalı etkisi olmadığı yönündedir. Fakat bu konu ile ilgili TSH düşüşünü görmekten çok bu çocukların tiroksin ile tedavi edilmesinin ölçülebilir faydaları olup olmadığını gösteren yeni çalışmalara ihtiyaç vardır. Kaynaklar 1234- 5- 6- 7- G. Papi, E. D. Uberti, C. Betterle, et al. “Subclinical hypothyroidism,” Current Opinion in Endocrinology, Diabetes and Obesity, 14(3):197–208, 2007 Kaplowitz PB. Subclinical hypothyroidism in children: normal variation or sign of a failing thyroid gland? Int J Pediatr Endocrinol. 2010 D. C. Moore, “Natural course of ’subclinical’ hypothyroidism in childhood and adolescence,” Archives of Pediatrics and Adolescent Medicine, 150(3):293–297, 1996 V. L. Zen, M. A. Czepielewski, L. P. de Paula, and J. C. Schwerz, “Thyroxin replacement therapy does not improve growth velocity in children with subclinical hypothyroidism and short stature,” in Proceedings of the 91st Annual Meeting of the Endocrine Society,Washington, DC, USA, 2009 D. Leonardi, N. Polizzotti, A. Carta, et al. “Longitudinal study of thyroid function in children with mild hyperthyrotropinemia at neonatal screening for congenital hypothyroidism,” Journal of Clinical Endocrinology and Metabolism, 93(7):2679–2685, 2008 M. Wasniewska, M. Salerno, A. Cassio, et al. “Prospective evaluation of the natural course of idiopathic subclinical hypothyroidism in childhood and adolescence,” European Journal of Endocrinology,160(3):417– 421, 2009 G. Radetti, E. Gottardi, G. Bona, A. Corrias, S. Salardi, and S. Loche, “The natural history of euthyroid Hashimoto’s thyroiditis in children,” Journal of Pediatrics, 149(6):827–832, 2006 UPEK 2012 Sayfa 19 8910- 11- 1213- 14- 15- 161718- 19- 20- R. R. Scobbo, T. W. VonDohlen, M. Hassan, and S. Islam, “Serum TSH variability in normal individuals: the influence of time of sample collection,” The West Virginia Medical Journal,100(4):138–142, 2004 A. Fava, R. Oliverio, S. Giuliano, et al. “Clinical evolution of autoimmune thyroiditis in children and adolescents,” Thyroid, 19(4):361–367, 2009 D. Rubello, G. B. Pozzan, D. Casara, et al. “Natural course of subclinical hypothyroidism in Down’s syndrome: prospective study results and therapeutic considerations,” Journal of Endocrinological Investigation, 18(1):35–40, 1995 A. Keselman, A. Chiesa, S. Malozowski, A. Vieytes, J. J. Heinrich, and L. Gru˜neiro de Papendieck, “Abnormal responses to TRH in children born small for gestational age that failed to catch up,” Hormone Research, 72(3):67–171, 2009 S. Chikunguwo, S. Brethauer, V. Nirujogi, et al. “Influence of obesity and surgical weight loss on thyroid hormone levels,” Surgery for Obesity and Related Diseases, 3(6):631–635, 2007 S. Narumi, K. Muroya, Y. Abe, et al. “TSHR mutations as a cause of congenital hypothyroidism in Japan: a population-based genetic epidemiology study,” Journal of Clinical Endocrinology and Metabolism, 94(4):1317–1323, 2009 Cerbone M, Bravaccio C, Capalbo D, Polizzi M, Wasniewska M, Cioffi D, Improda N, Valenzise M, Bruzzese D, De Luca F, Salerno M. Linear growth and intellectual outcome in children with long-term idiopathic subclinical hypothyroidism. Eur J Endocrinol,164(4):591-597, 2011 Wasniewska M, Corrias A, Aversa T, Valenzise M, Mussa A, De Martino L, Lombardo F, De Luca F, Salerno M. Comparative evaluation of therapy with L-thyroxine versus no treatment in children with idiopathic and mild subclinical hypothyroidism. Horm Res Paediatr, 2012;77(6):376-381, 2012 Ergür AT, Taner Y, Ata E, Melek E, Bakar EE, Sancak T. Neurocognitive functions in children and adolescents with subclinical hypothyroidism. J Clin Res Pediatr Endocrinol, 4(1):21-24, 2012 Cetinkaya E, Aslan A, Vidinlisan S, Ocal G. Height improvement by L-thyroxine treatment in subclinical hypothyroidism. Pediatr Int, 45(5):534-537, 2003 J. G. Hollowell, N.W. Staehling,W. D. Flanders, et al., “Serum TSH, T, and thyroid antibodies in the United States population (1988 to 1994): National Health and Nutrition Examination Survey (NHANES III),” Journal of Clinical Endocrinology and Metabolism, 87(2):489–499, 2002 J. J. D´ıez and P. Iglesias, “Spontaneous subclinical hypothyroidism in patients older than 55 years: an analysis of natural course and risk factors for the development of overt thyroid failure,” Journal of Clinical Endocrinology and Metabolism, vol. 89, no. 10, pp. 4890–4897, 2004 O'Grady MJ, Cody D. Subclinical hypothyroidism in childhood. Arch Dis Child.96(3):280-284,2011 UPEK 2012 Sayfa 20 K-4 KONJENİTAL GEÇİCİ HİPOTİROİDİZM:NEDENLERİ ve İZLEM Prof. Dr. Sema Akçurin Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı Geçici doğumsal hipotiroidizm (GDH); fonksiyon temelinde başlangıçta yüksek TSH ve düşük T4 düzeylerine sahip yenidoğanın daha sonraki değerlendirilmesinde T4 ve TSH düzeylerinin normal bulunması şeklinde tanımlansa da, bu tanım ilk testin niteliği (tarama veya doğrulama testi), eşlik T4 düzeyinin düşük veya normal olma koşulu ve tiroid fonksiyonlarının normale dönmesi için gerekli süre gibi konularda geniş değişkenlik göstermekte ve “hatalı pozitif” tarama testi, geçici izole hipertirotropinemi ve geçici izole hipotiroksinemi tablolarıyla örtüşmektedir. GDH tanımında uzlaşı olmamakla birlikte, 3 yaşından sonra tedavi gereksiniminin olmaması, GDH’in en önemli ayırt ettirici özelliği olarak kabul edilmektedir. Tanım değişkenliğine bağlı olarak sıklık da önemli farklılıklar göstermektedir. Olguların çoğunda tanı aşamasındaki tiroid hormon profilleri ağır bozukluk göstermemekte ve çok düşük doğum ağırlıklı pretermler ve/veya yoğun bakım alan hasta bebekler gibi gecikmiş TSH yükselmesi saptanan olgularda sıklıkla görülmektedir. Maternal T4 aktarımının kesilmesi, sınırlı postnatal termogenez, hipotalamus-hipofizin yetersiz gelişimi, kısıtlı tiroid bezi rezervi, fetal tiroid hormon metabolizma paterninin devam etmesi ve tiroid dışı hastalıklar gibi faktörlerin neden olduğu tiroid sistem immatüritesi, çok düşük doğum ağırlıklı bebeklerde gözlenen tiroid disfonksiyonunun nedenleri arasındadır. Doğumsal hipotiroidizm sıklığında son yıllarda gözlenen artışta GDH olgularının katkısı olduğu düşünülmektedir. Kalıcı hipotiroidizmde gözlenen 2/1 kız-erkek oranı GDH’de söz konusu değildir. GDH etyolojisinde; TSH reseptör blokan antikorların (TRBAbs) transplasental geçişi, maternal hipertiroidizm tedavisinde kullanılan antitiroid ilaçların transplasental geçişi, iyot eksikliği ve iyot fazlalığı olmak üzere 4 temel neden tanımlanmıştır. DUOXA2 veya DUOX2 mono-/biallelik mutasyonları ve doğumsal hepatik hemanjiom/hemanjioendotelyoma gibi nedenler daha az görülmektedir. Kontrolsüz maternal hipertiroidizm, hasta bebeklerde steroid ve dopamin kullanımı, pretermlerde hipofizerhipotalamik immatürasyon gibi nedenlerle ortaya çıkan geçici santral hipotiroidizm, düşük T4 ve düşük/normal TSH düzeyleri ile karakterizedir. TRBAbs: Tiroid folliküler hücre plazma membranında yerleşik TSH reseptörüne karşı oluşmuş Ig G altgrubu antikorlardır. Graves veya kronik lenfositik tiroidit gibi maternal otoimmun tiroid hastalığı söz konusu olan fetus ve yenidoğanlarda TRBAbs fetal TSH’ın reseptörüne erişimini engelleyerek hipotirodizme yol açar. Yarı ömürleri 4 haftadır, serumda 3-6 ay kadar bulunabilirler. TRBAbs nedenli GDH hipotiroid yenidoğanlarda % 1-2 sıklığında görülmektedir (1/180.000 canlı doğum). Maternal otoimmun tiroid hastalığı veya kardeşinde GDH öyküsü olan tüm yenidoğanlarda TRBAbs düzeyleri denetlenmelidir. Ultrasonografik olarak varlığı gösterilen tiroid bezinin 123I veya 99 Tc taramalarında gözlenememesi tanıtıcıdır. Maternal antitiroid ilaçlar: Maternal hipertiroidizm tedavisinde kullanılan propiltiourasil ve metimazolun plasentayı geçerek fetal tiroid hormon üretimini inhibe etmesi nedeniyle hipertiroid anne bebekleri postnatal ilk 1-2 hafta süresince hipotiroidizm riski taşırlar. Aktif maternal hipertiroidizmin UPEK 2012 Sayfa 21 sıklığının 1/200-1/1000 olarak bildirilmesine rağmen maternal antitiroid ilaç nedenli GDH sıklığının düşük olması birçok olgunun bildirilmediğini düşündürmektedir. İyot eksikliği: Maternal, fetal ve postnatal tiroid hormon üretimi için iyot mutlaktır. Dünya ölçeğinde iyot eksikliği GDH’nin en sık rastlanan nedenidir. Preterm yenidoğanlar maternal iyot ve tiroid hormonu desteğinden yoksun oldukları için özellikle risk altındadırlar. Toplumda iyot eksikliğinin ölçütleri olarak sıklıkla yenidoğan topuk kanı TSH düzeyinin >5 mU/L ve hamile kadınlarda üriner iyot atımının <150 µg/L olması kullanılmaktadır. İyodinizasyon politikalarının başarı ile yürütüldüğü ülkelerde iyot eksikliğine bağlı GDH olgularında önemli ölçüde azalma gözlenmektedir. Geçici olmasına rağmen bazı olgularda L-T4 tedavisi gerekebilir. İyot fazlalığı: Aşırı yüksek organik iyot alımının (50-100 µg/kg) tiroid peroksidaz enzimini bloke etmesi sonucu gelişen T4 üretimindeki geçici inhibisyon “Wolff-Chaikoff fenomeni” olarak tanımlanır. Etki genellikle 10 gün sürer ve “kaçış fenomeni” ile sonlanır. Pretermlerde immatürite nedeniyle kaçış fenomeni işlemeyebilir. İyot fazlalığının kaynağı prenatal kontrast ajanlarla karşılaşma, iyot içeren ilaç kullanımı (örn. amiodaron ) veya doğum esnasında maternal (damar yolunun açılması, mesane kateterizasyonu, epidural anestezi) veya postnatal iyot içeren antiseptik uygulaması olabilir. Hipotiroidik profil genellikle postnatal 2-3. günden sonra oluşur. İdrar iyot atımı yüksektir. Aşırı iyotun tiroidal 123I alımını bloke etmesi nedeniyle taramada bez gözlenmeyebilir. Ultrasonda tiroid bezi normal veya büyümüş, ötopik olarak görülür. Kalıcı hipotiroidizmin değerlendirilmesi Başlangıç verilerinin geçici hipotiroidizmi düşündürmesine rağmen, bazı bebeklerde hipotiroidizmin şiddet ve süresi nedeniyle L-T4 tedavisi gerekebilir. Tedavi başlanan ve görüntüleme tetkiklerinde tiroid bezi normal bulunan, tedavi süresince L-T4 dozunun arttırılması gerekmeyen, TSH düzeylerinde ikincil yükselme gözlenmeyen, düşük L-T4 dozları ile ötiroidinin sağlandığı fiziksel-motormental gelişimi iyi olgular 3 yaşından sonra yeniden değerlendirilmelidir. L-T4 tedavisinin 4-8 hafta süresince kesilmesini tolere eden olguların 4 ve 6. ay kontrollerinde tiroid fonksiyonlarının normal bulunması GDH tanısını kesinleştirir. Optimal izlem süresi 2-3 ay olarak kabul edilmektedir. Yeniden tedavi başlanması gereken kalıcı hipotiroid olguların tedavi kesiminden zarar görmemeleri için dozun kesilmesi yerine azaltılması, 1 ay eşdeğer dozda L-T3 uygulamasının ardından 7-10 günlük ilaç kesimi veya tiroid bezi taramasının ilaç kesilmeden rhTSH uygulaması eşliğinde yapılması diğer seçeneklerdir. Kararsız kalınan olgularda TRH uyarı testi ayırt ettirici olabilmektedir. DGH tanılı olguların uzun erimli izlemlerine ait bilgi olmaması nedeniyle, bu olgular puberte ve gebelik gibi kritik dönemlerde tiroid fonksiyonları açısından denetlenmelidir. Kaynaklar 1. 2. 3. 4. Korzeniewski SJ, Grigorescu V, Kleyn M et al. Transient hypothyroidism at 3-year follow-up among cases of congenital hypothyroidism detected by newborn screening. J Pediatr 2012 Aug 7. [Epub ahead of print]. Mann NP. Congenital hypothyroidism-What’s new? Paediatrics and Child Health 2011; 21: 295-300. Mitchell ML, Hsu HW, Sahai I et al. The increased incidence of congenital hypothyroidism: fact or fancy? Clinical Endocrinology 2011; 75: 806-810. Bhavani N. Transient congenital hypothyroidism. Indian J Endocrinol Metab 2011; 15 (suppl2): 117-120. UPEK 2012 Sayfa 22 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. Kemper AR, Ouyang L and Grosse SD. Discontinuation of thyroid hormone treatment among children in the United States with congenital hypothyroidism: findings from health insurance claims data. BMC Pediatrics 2010; 10:9-14. Parks JS, Lin M, Grosse SD et al. The impact of transient hypothyroidism on the increasing rate of congenital hypothyroidism in the United States. Pediatrics 2010; 125: 54-63. Rastogi MV, LaFranchi SH. Congenital hypothyroidism. Orphanet J Rare Dis. 2010; 5:17-39. Simpser T and Rapaport R. Update on some aspects of neonatal thyroid disease. J Clin Res Ped Endo 2010; 2: 95-99. Olney RS, Grosse SD and Vogt RF Jr.Prevalence of congenital hypothyroidism--current trends and future directions: workshop summary. Pediatrics 2010; 125 (suppl2): 31-36. LaFranchi SH. Newborn screening strategies for congenital hypothyroidism. J Inherit Metab Dis 2010; 33 (suppl2): 225-233. Leonardi D, Polizzotti N, Carta A et al. Longitudinal study of thyroid function in children with mild hyperthyrotropinemia at neonatal screening for congenital hypothyroidism. J Clin Endocrinol Metab. 2008; 93: 2679-2685. Fisher DA. Thyroid system immaturities in very low birth weight premature infants. Semin Perinatol 2008; 32:387-397. Fugazzola L, Persani L, Vannucchi G et al. Thyroid scintigraphy and perchlorate test after recombinant human TSH: a new tool for the differential diagnosis of congenital hypothyroidism during infancy. Eur J Nucl Med Mol Imaging 2007; 34: 1498-1503. Rose SR, Brown RS and Lawson Wilkins Pediatric Endocrine Society. Update of newborn screening and therapy for congenital hypothyroidism Pediatrics 2006;117: 2290-2303. Daliva AL, Linder B and DiMartino-Nardi J, Saenger P.Three-year follow-up of borderline congenital hypothyroidism. J Pediatr. 2000; 136: 53-56. UPEK 2012 Sayfa 23 K-5 TİROİD HORMON DİRENCİ Prof. Dr. Ayfer Alikaşifoğlu Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı Tiroid hormon direnci, hedef dokuların tiroid hormonuna duyarlılığının azalması ile karakterize, genetik bir hastalıktır. İlk kez 1967 yılında Samuel Refetoff ve arkadaşları tarafından tanımlanmıştır. Tiroid hormon direncinin insidansı yaklaşık 50 000 canlı doğumda 1 vaka olarak belirlenmiştir. Erkek ve kızlarda eşit sıklıkta görülür. Hastalığın patogenezinde tiroid hormon reseptörünü kodlayan gen defektleri rol oynar. Oldukça homolog 2 farklı tiroid hormon reseptörü vardır: TRα ve TRβ. Bu iki tiroid hormon reseptöründen genellikle β reseptör geninde, oldukça nadir olarak α geninde defektler bildirilmiştir. Bu genetik defektler nedeni ile tiroid hormon reseptörleri normal fonksiyonlarını gösteremezler. Olguların hemen hemen tamamında otozomal dominant kalıtım vardır ancak otozomal resesif kalıtımın gösterildiği, klinik bulguların daha ağır olduğu çok az sayıda olgu bildirilmiştir. Tiroid hormon direnci saptanan hastalar değişken klinik bulgular gösterirler. Olguların çok büyük çoğunluğu klinik olarak ötiroid tabloda iken, bazı olgularda aşikar hipotiroidi bulguları, nadir bazı olgularda da hipertiroidi bulguları saptanır. Bazı olgularda da bir dokuda hipotiroidizm, farklı bir dokuda hipertiroidizm bulguları görülebilir. Ötiroid veya hipotiroid klinik tabloya sahip olan olgular “generalize” tiroid hormon direnci, hipermetabolik tablo ile başvuranlar “hipofizer” tiroid hormon direnci olarak tanımlanır. İlk yayınlanan iki olguda generalize tiroid hormon direnci klinik bulguları varken daha sonra 1975 yılında Gershengorn ve Weintraub hipofizer düzeyde tiroid hormon direncini tanımlamışlardır. İzole periferik doku direnci ile seyreden olgular ise üçüncü bir fenotip olarak “periferik doku” direnci olarak isimlendirilir. Ancak aynı aile içinde, aynı mutasyonu taşıyan bireyler farklı klinik tablolar gösterebilmektedir. Çocukların bir kısmı hiperaktif davranışlar, öğrenme güçlüğü, gelişme geriliği nedeni ile araştırılırken tanı alırlar. Erişkin yaştaki olgular ise guatr veya taşikardi yakınması ile müracaat ederler. Ailede daha önce tanı alan bireylerin olması yeni vakaların erken saptanmasını sağlar. Ayrıca konjenital hipotiroidi taramasında T4 ile beraber TSH’nın değerlendirildiği ülkelerde olgular neonatal dönemde tespit edilir. Fizik muayenede vakaların % 65-95’inde guatr saptanır. Vakaların yaklaşık yarısında hiperaktivite davranışı veya öğrenme sorunu vardır. Olguların yaklaşık dörtte birinde IQ değerlendirmesinin 85’in altında olduğu, olguların % 3’ünde IQ’nun 60’ın altında bulunduğu bildirilmiştir. Olguların % 20’sinde mental retardasyon ile beraber büyüme geriliği vardır. Sadece büyüme geriliği % 4 olguda bildirilmiştir. Hastaların yaklaşık % 20’sinde işitme kaybı mevcuttur. Bu bulgular dışında tiroid hormon eksikliği ya da fazlalığı ile açıklanamayan majör veya minör somatik defektler eşlik edebilir. Skafosefali, vertebral anomaliler, güvercin göğsü, 4. metakarpal kemiklerde kısalık, konjenital iktiyozis, makuler atrofi bunlardan bazılarıdır. UPEK 2012 Sayfa 24 Hastaların serum serbest tiroksin (T4) veya serbest triiyodotironin (T3) seviyeleri artmış, tirotropin (TSH) seviyesi ise normal veya hafif artmıştır. TRH uyarısına TSH yanıtı alınır. Yaş ilerledikçe doku direncinin derecesinin azaldığı bu nedenle tiroid hormon seviyesinde bir miktar azalma olduğu bildirilmiştir. Ayırıcı tanıda ilk olarak hormon ölçümlerin geçerliliğini değerlendirmek gerekir. Artmış serum serbest tiroid hormonlarının iki basamakta veya equilibrium diyaliz yöntemi ile çalışılarak doğrulanması planlanmalıdır. Bu şekilde anormal bağlayıcı protein artışı ve antiiyodotironin antikorlara bağlı serbest tiroid hormon artışı ekarte edilir. Artmış tiroid hormonları saptanmasına rağmen TSH’nın baskılanmadığı tüm durumlar ayırıcı tanıda düşünülmelidir (Tablo 1). Tiroksin bağlayıcı globulin fazlalığı tablosunda hipertiroidizm bulguları olmaksızın serolojik olarak benzer sonuçlar elde edilir. Bu durumda total tiroid hormonları yüksek iken serbest tiroid hormonları normal sınırlardadır. Ayırıcı tanıda düşünülmesi gereken diğer bir durum TSH salgılayan tümörlerdir. TRH uyarı testi ile tanı koymak mümkündür, bu test ile TSH salgılayan tümörlerde yeterli TSH yanıtı alınmazken, pitüiter tiroid hormon rezistansında normal TSH yanıtı beklenir. Tablo 1. Artmış tiroid hormonları ile beraber TSH’nın baskılı olmadığı klinik tablolar Artmış serum bağlayıcı proteinleri Familial disalbuminemik hipertiroksinemi Antiiyodotironin antikorları Heterofil ve antiTSH antikorları Nontiroidal hastalık Akut psikiyatrik hastalıklar Yenidoğan dönemi İlaçlar (Amiodaron, heparin) Tiroksin tedavisi alanlarda tedaviye uyumsuzluk TSH salgılayan hipofiz adenomu Tiroid hormon direnci Tiroid hormon transport bozukluğu Tiroid hormon metabolizma bozukluğu Tiroid hormon direncine neden olan bozukluğu düzeltmek mümkün değildir. Tiroid hormon direncinin aynı hastada farklı dokularda değişkenlik göstermesi bazı vakaların tedavisinde güçlüğe neden olabilir. Genel olarak tedavi ihtiyacı için hipertiroidizm bulgularının varlığı veya olmaması faydalı bir rehber olarak kullanılır. Vakaların büyük çoğunluğunda reseptör defekti dolaşımdaki artmış tiroid hormon seviyeleri ile kompanse edilir. Hastaların fazla büyük olmayan guatrları vardır ve ötiroid tablodadırlar. Bu durumdaki olgular tedavi edilmez. Bu olguların biyokimyasal bulgularının düzeltilmeye çalışılması gereksizdir. Hipotiroidi bulguları olan (büyüme ve gelişme geriliği, erişkinlerde hiperkolesterolemi vb) vakalara suprafizyolojik LT4 dozları verilmesi bazı dokularda yüksek rezistansı yenebilir. Bu şekilde tedavi verilen hastalarda tiroid hormon etkisinin yakın takip edilmesi gereklidir. Özellikle kardiyovasküler sistem açısından yan etki oluşturmaması önemlidir. Bu hastalarda tedavinin yeterliliği bazal metabolizma hızı, nitrojen dengesi ve seks hormon bağlayıcı globulin düzeylerinin ölçümü ile, uzun dönemde ise çocuğun boyu, kemik maturasyonu ve mental gelişimi değerlendirilerek yapılmaktadır. UPEK 2012 Sayfa 25 Hipermetabolik semptomları bulunan hastalarda da tedavi güçtür. Sıklıkla bulgular subjektif ve nonspesifiktir, bu semptomların periferik dokulardaki yüksek tiroid hormonlarına bağlı olduğuna karar vermek güç olabilir. Bu hastalarda semptomatik tedavi ön plandadır. Taşikardi ve tremor için atenolol oldukça etkilidir. Sinirlilik sikayetlerini azaltmak için anksiyeteyi önleyen ilaçlar tercih edilir. Pitüiter tiroid hormon rezistansı baskın olan hastalarda antitiroid ilaç kullanılması hipertiroidizm bulgularını azalttığı halde tiroid bezinde aşırı derecede büyümeye neden olur. Bir T3 analogu olan 3,5,3’- triiodothyroacetic acid (Triac) ile hem çocuk hem erişkin olgularda faydalı sonuçlar bildirilmiştir. Triac, tiroid hormon β1 reseptörlerine T3’den daha fazla afinitesi olan bir ajandır. Bu nedenle mutant β1 reseptörlerine T3’den daha fazla bağlanarak dominant negatif etkinin üstesinden gelebilmektedir. Ayrıca Triac periferal dokuda tiroid hormon etkisi olmaksızın pitüiter TSH salınımını baskılayabilir. Bir dopamin agonisti olan bromokriptin ve somatostatin analogu olan oktreotid TSH salınımını baskılamak için kullanılabilmektedir. Ancak bu etki uzun süreli olmamaktadır. Kaynaklar 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. Refetoff S, DeWind LT, DeGroot LJ. Familial syndrome combining deaf mutism, stippled epiphyses, goiter and abnormally high PBI: possible target organ refractoriness to thyroid hormoen. J Clin Endocrinol Metab 1967;27:279. Gershengorn MC, Weintraub BD. Thyrotropin induced hyperthyroidism caused by selective pituitary resistance to thyroid hormone. J Clin Invest 1975;56:633. Weiss RE, Refetoff S. Resistance to thyroid hormone. Reviews in Endocrine&Metabolic Disorders. 2000;1:97-108. Hauser P, Zametkin AJ, Martinez P. Attention deficit-hyperactivity disorder in people with generalized resistance to thyroid hormone. N Engl J Med 1993; 328:997 Takeda K, Sakurai A, DeGroot LJ, Refetoff S. Recessive inheritance of thyroid hormone resistance caused by complete deletion of the protein-coding region of the thyroid hormone receptor-beta gene. J Clin Endocrinol Metab 1992; 74:49. Bochukova E, Schoenmakers N, Agostini M, Schoenmakers E, Rajanayagam O, Keogh JM, Henning E, Reinemund J, Gevers E, Sarri M, Downes K, Offiah A, Albanese A, Halsall D, Schwabe JW, Bain M, Lindley K, Muntoni F, Khadem FV, Dattani M, Farooqi IS, Gurnell M, Chatterjee K. A mutation in the thyroid hormone receptor alpha gene. N Engl J Med. 2012; 366(3):243-9. Gurnell M, Visser TJ, Beck-Peccoz P, Chatterjee VK. Resistance to thyroid hormone. In: Endocrinology. Eds: Jameson JL, De Groot LJ. 6th Edition. 2010, p1745-1759. Chiesa A, Olcese MC, Papendieck, Martinez A, Vieites A, Bengolea S, Targovnik HM, Rivolta CM, GruneiroPapendieck L. Variable clinical presentation and outcome in pediatric patients with resistance to thyroid hormone (RTH). Endocrine. 2012;41:9518-6. UPEK 2012 Sayfa 26 K-6 TİP 1 DİYABETTE HÜCRE TEDAVİSİ: GÜNCEL DURUM VE ÜLKEMİZDEKİ UYGULAMALAR Doç. Dr. Tuncay Delibaşı Endokrinoloji ve Metabolizma Kliniği, Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Tip 1 Diabetes Mellitus (Tip 1 DM); pankreas Langerhans adacıklarındaki beta hücrelerinin bazı genetik HLA alleleriyle ilişkili olarak otoimmün harabiyeti ve kaybıyla seyreden kronik bir hastalıktır. Tip 1 diyabetli hastalarda yaşam kalitesini artırmak ve diyabetin kronik komplikasyonlarını önlemek ya da geciktirmek için eksojen insülin tedavisi tek seçenektir. Ancak yoğun insülin tedavisinin kronik komplikasyonları önlemede yeterli başarıya ulaşamadığı gözlenmektedir. Tip 1 DM tedavisinde bir çok yöntem üzerinde çalışılmaktadır. Bunlardan bazıları; pankreas transplantasyonu, adacık transplantasyonu, kök hücre kökenli tedaviler, gen tedavileri ve yapay pankreas üretilmesidir. Pankreas ve pankreasdan elde edilen adacık nakli son yıllarda en fazla umut vaat eden tedavi edici yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Pankreas naklinin kısıtlayıcı yönleri nedeniyle (büyük cerrahi girişim, cerrahi komplikasyonlar, yoğun immunsupresif kullanma zorunluluğu v.b.) adacık nakli son zamanlarda ön plana çıkmıştır. Pankreasın %2’sinden daha az bir kısmını oluşturan adacık hücrelerinin izole edilerek, daha azinvazif yoldan (portal vene infüzyonla) karaciğere nakledilmesine yönelik çalışmalar 1990’larda hız kazanmış, ilk başarılı sonuçlar 90’ların sonunda Kanada’dan rapor edilmiştir. Pankreas adacık hücre nakli, tip 1 diyabetli hastalar için yeni ve umut verici bir yöntem olmasına rağmen halen seçilmiş hastalarda uygulanan deneysel bir tedavi şeklidir. Adacık hücre naklinin başarısı, donörün özellikleri ve transplante edilen hücre kitlesiyle ilişkilidir. Uygun donör-alıcı seçimi, yeni immünmodülatör rejimler, daha fazla miktarda ve saf hücre elde etmeye yönelik stratejiler ve enkapsülasyon gibi adacık hücreleri immün ataktan koruyan metodların geliştirilmesinin yanı sıra adacık hücreleri ile birlikte adacık hücrelerinin yaşam sürelerini uzatmaya yardımcı olacak ikinci bir hücre tipinin belirlenmesi bu çalışmalardan bazılarını oluşturur. İkinci hücre tipi olarak en çok mezenkimal kök hücre üzerinde çalışmalar devam etmektedir. Bunun dışında kemik iliği mononükleer hücreler, kök hücre eğitiminden geçmiş periferik kan hücreleri, pankreas kökenli kök hücreler de sıklıkla çalışılan hücre gruplarını oluşturmaktadır. Çalışılan her yöntemin kendi içerisinde kısıtlılıkları olmakla birlikte örneğin, donör yetersizliği, immun baskılayıcı ilaçların zararları, hücre kökenli tedavide saf hücre nesillerinin elde edilme zorluğu, kök hücre tedavilerinin uzun dönem sonuçlarının bilinmemesi gibi, gelecekte Tip 1 DM’un hem tedavisinde hemde komplikasyonların önlenmesi ya da giderilmesinde hücresel bazlı tedavilerin öne çıkacağı görülmektedir. UPEK 2012 Sayfa 27 K-7 Yakın Geleceğin Diyabet Tedavisi: Yapay Pankreas Eda Cengiz, MD, MHS, FAAP; Çocuk Endokrinolojisi, Yale Üniversitesi TIp Fakültesi, New Haven, ABD Tip 1 diyabetin tedavisi için denenen otoimmun ve pankreas adacık transplantasyonu alanındaki hayal kırıklıkları son yıllarda biyonik tedavi metodu seçeneğinin daha da önem kazanmasına yol açtı. Yetmişli yıllarda araştırmaları yapılan ve günümüzde yaygın olarak kullanılan insulin pompalarından sonra 2000’li yıllarda kan şekerinin takibi için geliştirilen glukoz monitörleri (CGM) diyabetin mekanik tedavisinde kullanılan ana araçlar oldu. Bu teknolojinin geliştirilmesi ile beta hücresinin kan şekerine bağlı olarak insülin salabilmesi görevini üstlenecek biyonik bir yapay pankreasın yakın gelecekte diyabetin tedavisinde yerini alması ihtimalinin çok yüksek olduğu son dönemdeki araştırmalarla perçinlendi. Yapay pankreas ya da araştırma dilinde kapalı döngü sistemini (closed-loop) oluşturan ana parçalar ise interstisyel dokudaki glukozu ölçen CGM, CGM’den gelen glukoz değerlerine göre verilmesi gereken insülin dozunu hesaplayan algoritma ve bu hesaba göre insülini subkütan dokuya enjekte eden insülin pompasından oluşuyor. Bu sistemde ana üç element varmış gibi görünse de, aslında dördüncü ve çok önemli bir element de insulinin kendisidir. Yapay pankreasın araştırma ortamından klinik diyabet tedavisine geçebilmesi için bu dört elementin de etkili ve güvenli bir şekilde çalışması şarttır. Yapay Pankreası Oluşturan Yapılar ve Bu Alanda Yapılan Son Araştırmalar Glukoz Monitörleri (CGM) CGM subkütan dokuya yerleştirilmiş özel iğnesi yoluyla interstisyel dokudaki glukoz ölçümünü enzimsel reaksiyon metoduyla gerçekleştirir ve buradan elde edilen değeri verici ile monitöre iletme yoluyla işlev görür.1 Şu anda ABD’de klinik alanda kullanılan glukoz monitörlerinin hepsi glukoz oksidaz enzimi metodu ile çalışıyor.2 Glukoz monitörlerinin ölçümdeki gecikmeler ya da sapmalar dokunun fizyolojik glukoz metabolizmasından ya da monitördeki teknik yapılardan kaynaklanmaktadır. 1Yıllardır süren araştırmalarla bu eksikliklerin en aza indirilmesi amaçlanırken glukoz oksidaz yanında yeni tekniklerin glukoz monitörunde kullanılması öngörülüyor. Bu alanda yapılan çalışmalar arasında cilt üstünden glukoz ölçümu yapan optik monitörler, cilde implante edilmiş fluoresan sistemler ve glukoza bağlanan protein sistemleri gibi birçok yeni metod araştırma alanında kullanılmaktadır.3 İnsulin Algoritmasi Yapay pankreas sisteminde su anda FDA onaylı olmayan tek element insulin algoritmasıdır. Yapay pankreas çalışmalarının yapıldığı merkezlerin hemen hemen hepsinin kendine ait kullandığı bir hesaplama sistemi, algoritması var. En çok kullanılan algoritmik formüller ise PID (proportional, integral, derivative) sistemi, tahmine bağlı model (model predictive) ve hatları bulanık mantık (fuzzy logic ) sistemi olarak üçe ayriliyor.4 Bu sistemlerin geliştirilmesi ile PID sistemine son dönemde insulin geri bildirim (feedback) eklenmesi sonucunda yapay pankreas sistemine bağlı hipogliseminin azaltılmasına çalışılıyor.5 Tahmine dayalı sistemin çok yüksek ya da düşük kan şekerini düzenleme yani kan şekerini hedef aralığa çekilebilmesi için araştırmalar (treat to range) Yale dahil olmak üzere bir çok merkezde sürmektedir. Buradaki algoritma insulin daha agresif bir şekilde sisteme vermeyi öngörürken, kan şekeri hedef aralıktayken bazal insulin seviyesinde bir insulin salınımı uyguluyor. UPEK 2012 Sayfa 28 İnsulin Pompası Yapay pankreas deneylerinde kullanılan insulin pompalarının hepsi FDA tarafından onaylı, günlük hayatta diyabet tedavisinde kullandığımız medikal aletlerdir. Bant ya da pod insulin pompaların (patch pump) yapay pankreas platformunda yer alması gelişen pompa modelleriyle daha da artacak gibi görünmektedir. Fransa’daki diyabet araştırma merkezinde implante insulin pompası ile yapılan çalışmalar olsa da bu pompaların kullanımı sonucunda oluşan komplikasyonlar yakın gelecekte implante pompalarin yapay pankreas alanında yaygın kullanılamayacağına işaret ediyor.6 Ultra-Hızlı İnsulin Yapay pankreasin ilerlemesini geciktiren en önemli faktörlerden birisi ise bizim hızlı olarak tanımladığımız aslında pek de hızlı islev görmeyen insulinlerdir. İnsulinin subkütan dokuya enjekte edilmesinden sonra görülen farmakolojik etki gecikme nedenleri insulin molekuler yapısından kaynaklanan gecikmeler ve dokunun katmanlarındaki gecikmeler olarak ikiye ayrılıyor. 7Fizyolojik olarak şeker hastalığı olmayan bir kişide kan şekerinin artışı ile dakikalar içinde kana salınan ve aktif olarak şekeri düsüren insulinin subkütan dokuya bolus olarak enjeksyonu sonrasinda maksimum aktivitesi adolesanlarda 90-110 dakikayi bulmakta.8 Bu gecikmelerin en önemli klinik sonucu ise yemek sonrası hemen düşmeyen ve bir süre hiperglisemi seviyesinde kalan kan şekeri. Yapay pankreasta bu gecikmelerin etkisi sistemin efektif çalışmasına sekte vuruyor. Yemek sonrası yükselen kan şekerinin indirmeye çalışan sistemin verdiği yüksek doz insulin bir süre sonra hipoglisemiye neden olabiliyor. Ultra hızlı insulin alanında yapılan çalışmalar ise insulinin kimyasal yapısının değiştirilmesi, doku emilimini arttırma ve değişik metodlarla insulinin vücuda verme seklinde üç ana gurupta toplanıyor. Kimyasal değişiklikle tamamen yeniden yapılanan insulin molekülu ile ilgili yayın henüz olmasa da çalışmalar sürüyor. İnsulinin dokudan emilme konusunda ise Yale’de yaptığımız çalışmalarda insulin enjeksyon alanında cilt yuzeyini 38.5˚ C’e ısıtma ile 0.2u/kg bolus dozundaki aspart insulinin maksimum hiza ulasmasını 35 dakika erkene çekildiğini gösterdik. “InsuPatch” adı verilen bu cihaz klinik alanda kullanım için su anda FDA onayını beklemektedir. İnsulinin subkütan dokudan emilimini arttırma alanındaki diğer bir çalışma da enjeksyon alanına hyaluronidaz enzimi verilmesidir. 9-12Rekombinant olarak üretilen hyaluronidaz ( rHuPH20) aspart, lispro ve glulisine insulinlerinin subkütan dokudan emilimini kolaylaştırdığı ve bu insulinlerin farmakokinetik ve farmakodinamik profillerini hızlandırdığı bir seri insulin klamp çalışması ile gösterildi. Yeni çalışmalar ise rhUPH20’nin insulin ile birlikte formulasyonunun etkisini araştırma üzerine yapılmaktadır. İnsulinin farmakokinetik ve farmakodinamik olarak hızlandırılması alanında vücuda verilme yöntemleri ile ilgili denenen diğer metodlar ise intra-dermal iğne ile infüzyon, nefes yoluyla alınan insulin ve periton içi insulin infuzyon setleri alanında 13 gerçekleşmektedir. Yapay Pankreas’a Giden Yol Yapay pankreasi oluşturan dört elementin geliştirilip klinik tedavi amaçlı uygulanabilmesi için araştırmalar Yale Diyabet Merkezinin de dahil olduğu Yapay Pankreas Kurulu tarafından takip ediliyor. Uzun yıllardır süren yapay pankreas çalışmalarının bize öğrettiği bir gerçek ise bu sistemin tam otomatik olarak hasta tedavisinde kullanılmasından önce yarı-otomatik şekilde klinik uygulamaya gireceğidir. Şu anda yapılan çalışmalar da bu yöne odaklanmış durumdadır. Yapay pankreas’in en son uygulandığı araştırma çalışmaları ise yeni tanı konmuş diyabetli çocuk ve gençlerde beta hücresi ömrünün uzatılması, uzun yıllardır tanı almış diyabetli hastalarda kan şekerinin hedefte tutulabilmesi, insulin hızınin arttırılması, yemek sonrası kan şekerlerinin diğer metodlarla kontrol edilmesi (pramlintide, GLP-1 UPEK 2012 Sayfa 29 analogu vb.) ve bi-hormonal sistemlerle hipoglisemi kontrolu (glukagon ve insulin ko-infuzyon) alanlarında yoğunlasmiş durumdadır. Son iki senedir olan en yeni gelişme de yapay pankreas’in artık hastanelerin araştırma katlarından çıkıp yine araştırma amaçlı olarak diyabet kampları gibi hastane dışı ortamlarda yürütülmesidir. Sonuç olarak denilebilir ki, yapay pankreas alanındaki çalışmalar hız kaybetmeden devam ettiği takdirde diyabetin biyonik tedavisi diğer bir çok metoddan önce gerçekleşebilecek ve yapay pankreas çok yakın gelecekte diyabetin rutin tedavisi olarak yerini alacaktır. Kaynaklar 1. Cengiz E, Tamborlane WV. A tale of two compartments: interstitial versus blood glucose monitöring. Diabetes Technol Ther 2009;11 Suppl 1:S11-6. 2. McGarraugh G. The chemistry of commercial continuous glucose monitörs. Diabetes Technol Ther 2009;11 Suppl 1:S17-24. 3. Pickup JC, Hussain F, Evans ND, Rolinski OJ, Birch DJ. Fluorescence-based glucose sensors. Biosens Bioelectron 2005;20:2555-65. 4. Aye T, Block J, Buckingham B. Toward closing the loop: an update on insulin pumps and continuous glucose monitöring systems. Endocrinol Metab Clin North Am 2010;39:609-24. 5. Palerm CC. Physiologic insulin delivery with insulin feedback: a control systems perspective. Comput Methods Programs Biomed 2010;102:130-7. 6. Renard E, Costalat G, Chevassus H, Bringer J. Artificial beta-cell: clinical experience toward an implantable closed-loop insulin delivery system. Diabetes Metab 2006;32:497-502. 7. Cengiz E. Undeniable need for ultrafast-acting insulin: the pediatric perspective. J Diabetes Sci Technol 2012;6:797-801. 8. Swan KL, Dziura JD, Steil GM, et al. Effect of age of infusion site and type of rapid-acting analog on pharmacodynamic parameters of insulin boluses in youth with type 1 diabetes receiving insulin pump therapy. Diabetes Care 2009;32:240-4. 9. Hompesch M, Muchmore DB, Morrow L, Ludington E, Vaughn DE. Improved postprandial glycemic control in patients with type 2 diabetes from subcutaneous injection of insulin lispro with hyaluronidase. Diabetes Technol Ther;14:218-24. 10. Hompesch M, Muchmore DB, Morrow L, Vaughn DE. Accelerated insulin pharmaçokinetics and improved postprandial glycemic control in patients with type 1 diabetes after coadministration of prandial insulins with hyaluronidase. Diabetes Care;34:666-8. 11. Morrow L, Muchmore DB, Ludington EA, Vaughn DE, Hompesch M. Reduction in intrasubject variability in the pharmaçokinetic response to insulin after subcutaneous co-administration with recombinant human hyaluronidase in healthy volunteers. Diabetes Technol Ther;13:1039-45. 12. Vaughn DE, Muchmore DB. Use of recombinant human hyaluronidase to accelerate rapid insulin analogue absorption: experience with subcutaneous injection and continuous infusion. Endocr Pract;17:914-21. 13. Heinemann L, Muchmore DB. Ultrafast-acting insulins: state of the art. J Diabetes Sci Technol 2012;6:728-42. UPEK 2012 Sayfa 30 K-8 TİP 1 DİYABETES MELLİTUS’A EŞLİK EDEN HASTALIKLAR/DURUMLAR Prof Dr Merih Berberoğlu Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı Bu konu başlığında ele alınması gereken endokrinolojik hastalıklar iki ana soru ile ele alınabilir. Bu çocuklarda topluma göre daha sık olan hastalıklar nelerdir? Diyabetlerini nasıl etkiler? İkinci soru ise toplumda çocuklarda artan sıklıkta görülen obezite metabolik sendrom, kızlarda polikistikover sendromu gibi bazı durumlar tip1 diyabetes mellitus’lu (DM) çocuklarda da sık mıdır? Bu birliktelik diyabeti nasıl etkiler? Esas olarak olgular eşliğinde sunuda tartışılacak olan bu soruların sadece, birincisi bu yazıda ele alınacaktır. Bilindiği üzere tip 1DM’lu hastalara diğer otoimmun hastalıklar sıklıkla eşlik etmektedir. Bunların en sık görüleni Haşimoto tiroiditi ve çöliak hastalığıdır. Bunların dışında otoimmun poliglandüler sendrom (OPS) içinde de yer alan vitiligo, primer adrenal yetmezlik Graves hastalığı tip 1 DM ile birlikte görülebilir. Tip1 DM ve büyüme geriliği, lipodistrofi, nekrobiyozis lipoidica, artropati ve ödem diğer tip1 DM ile birlikteliği özellik gösterebilen otoimmun olmayan hastalık ve durumlardır. Genel popülasyona göre diyabetojen otoantikorlar ICA, GAD65, IA-2 gibi antikorların yanında diğer tiroid ve adrenal gibi organ spesifik otoantikorlar bu çocuklarda daha sık görülebilmektedir. Ayrıca sadece çocuklarda değil bu antikorların aile üyelerinde de görülme sıklığı genel popülasyona göre daha fazladır. Otoimmun Tiroid hastalıkları: Tiroid otoantikorları diyabet tanısını takiben ilk yıl içinde %25 oranında saptanır. Klinik bulgular guatr ile kompanse ve/veya dekompanse hipotiroidinin varlığına göre büyüme geriliği, kilo artışı, bradikardi, yorgunluk, dalgınlık, unutkanlık gibi tiroidin fonksiyon durumuna göre değişkenlik gösterir. Bazen puberte bulgularının gecikmesi de bulgu olarak karşımıza çıkabilir. Primer hipotiroidi genellikle %3-8 oranında diğer bir ifade ile 100 hasta yılında 0.9 oranında görülür. Yerine koyma LT4 tedavisi hem TSH değerlerini normalleştirir hem de guatrda küçülmeye neden olur. Bu yönden hastalar izlenirken tiroid otoantikorlarının saptanmamış olması bu hastalarda haşimoto tiroiditinin ilerde eklenmeyeceği anlamına gelmez. Bu nedenle de klinik değerlendirmede kuşkuya düşüldüğünde veya 1-2 yılda bir tarama amaçlı tiroidin değerlendirilmesi yerinde olur. Graves hastalığı ve haşitoksikoza bağlı hipertiroidi, haşimoto tiroiditi ve hipotiroidiye göre diyabete daha az sıklıkla eşlik ederse de gene de sıklığı genel populasyondan daha fazladır. Bilinen hipertiroidi bulguları ile birlikte glisemik kontrolun zorlaşması bu hastalık yönünden uyarıcı olmalıdır. Tedavi yöntemleri açısından tip1 DM bir farklılık oluşturmaz. Çöliak Hastalığı: Çöliak hastalığı genellikle buz dağının altı örneği gibi asemptomatikdir. Sıklıkla %1-10 oranında veya 100 hasta yılında 0.7 oranında eşlik eder. Bu nedenle de çöliak değerlendirmesi için bu çocuklarda yetersiz büyüme, kötü diyabet kontrolü gibi bulguların varlığı şart değildir. Tanısız hastalarda tanıdan önceki ilk 12 ayda giderek hipoglisemi sıklığında artış ve insulin dozlarında düşme gözlemlenebilir. Çöliak taramasında Ig A antiendomisial (EMA) antikorları ve Ig A doku transglutaminaz (tTG) kullanılırsa da tTG EMA’ dan daha duyarlıdır. (%91’e karşı %86) ve daha özgüldür. (%100’e karşı %96). İki yaş altı UPEK 2012 Sayfa 31 çocuklarda ise antigliadin antikorları her ikisinden de daha duyarlı olmakla birlikte özgüllüğü orta derecededir. IgA eksikliği bu antikorlar değerlendirilmeden önce mutlaka dışlanmalıdır. Sıklığı 1/500 de bir olan bu hastalıkta Ig A yapısındaki antikorlar yalancı negatif ölçülürler. Bu hastalarda Ig G antigliadin ve IgG tTG taramada kullanılmalıdır. Bu durum önemlidir çünkü Ig A eksikliğinde çöliak hastalığı genel popülasyondan sıktır. MARSH kalsifikasyonuna göre çöliak hastalığı için otoantikorların varlığında, mutlaka ince barsak biyopsisi ile tanı doğrulanmalıdır. Tedavide glutensiz diyet ince barsak mukozasını normalleştirebilir, hatta antikorlarda kaybolabilir. Ancak her zaman diyabet kontrolünde iyileşmeye neden olmaz. Asemptomatik olgularda glutensiz diyet tedavisi subklinik malabsorbsiyon bulguları olan osteoporoz ve demir eksikliğini engellemek ve GİS malignite riskini azaltmak amaçları göz önüne alınarak planlanmalıdır. Buna karşın literatürde asemptomatik olguların glutensiz diyetten uzun vadede bir kazanç elde ettiğine dair kanıt ta yoktur. Ufak bazı serilerde statiksel anlam ifade etmeyen, tartıda, boyda, osteoporozda düzelme, HbA1c’de düşme bildirilmiştir. Çöliak hastalarının takibi mutlaka gastroentrologlarla birlikte yapılmalıdır. Çöliak hastalığı riski diyabet tanı yaşı ile negatif korelasyon gösterir. Dört yaş altı tanı alan hastalarda 9 yaş üstü tanı alanlardan 3 kat fazladır. Ayrıca tanıdan sonraki ilk 5 yıl içindeki tanılarda daha sıktır. Son on yılda, bizde sürekli takipli 39 tip 1 diyabetes mellituslu hastayı değerlendirdiğimizde; çöliak hastalığı %5.1 oranında saptanmıştır. Bu olguların biri 5 yaş öncesinde, diğeri de 13 yaşında çöliak hastalığı tanısı almıştır. Ayrıca bu hasta da parsiyel Ig A eksikliği vardır. Bu 39 hastanın %30.8’inde haşimoto tiroiditi %2.5’inde de hipotiroidi saptanmıştır. Primer Sürrenal yetmezlik Tip 1 DM’li hastaların %2’si adrenal otoantikorlara (21-OH’a karşı) sahiptir. Tüm diyabetler göz önüne alındığında %0-0.4 sıklıkla görülürken bu antikoru olan diyabetler arasında %3-40 arasında değişen sıklıkta görülür. Addison hastalığı ise genellikle otoimmum poliglandüler sendromlar ile ilişkilidir. OPS 1 de mukokutanöz kandidiyazis ve hipoparatiroidi tanımlayıcıdır. AIER gen mutasyonu sonucu oluşur. OPS II ise daha çok erişkinlerde görülürse de otoimmun tiroiditli çocuklarda da sıktır. Tekrarlayan hipoglisemilere eşlik eden hiperpigmentasyon, hiponatremi ve hiperpotasemi klinik bulguları oluşturur. ACTH testine düşük kortizol yanıtı tanı koydurur ve glukokortikoid tedavi acildir. Minerolokortikoid tedavisi gereken olgularda olabilir. Adrenal otoantikorları olan bir çocukta ACTH’nın yükselmesi erken tanıda yol göstericidir. Kalsiyum düzeylerinin yükselmesi de uyarıcı olabilir. Tip 1DM’lerin 5 yılda bir adrenokortikal antikorlarının taranması önerilmektedir. Ciddi enteropati ve otoimmun semptomlar ve immünodisregülasyon ile giden X’e bağlı geçiş gösteren IPEX sendromu diğer bir erken çocukluk diyabetlerinden olup FOX-P3’de genetik defekte yol açan otoimmun poliglanduler durumdur. Vitiligo: Tip1 diyabetli çocukların %6’sında görülebilen ve otoimmun durumlara eşlik edebilen bir durumdur. Başarılı tedavisi yoktur. Atrofik gastrit: Tip1 DM’lu hastalarda GAD-65 antikoru pozitif, doku tipi duyarlı bireylerde pariyatel hücre antikor varlığı sıktır. Bu antikor varlığında, intrensek faktör inhibe olarak pernisiyöz anemi gelişebilir , otoimmun gastrit riski de daha yüksektir. Helikobakter pilori (HP) enfeksiyonu, gastrik pariyatel hücre antikoru olan hastalarda daha sık saptanmakta ve bu durum diyabet regülasyonunun bozulmasına neden olmaktadır. UPEK 2012 Sayfa 32 Bunun tersi görüşte olan çalışmalar da vardır. En sık ta ağız kokusu bulgusu, HP ile ilişkili tanımlanmış bulgudur. Buna karşın bulantı kusma, epigastrik ağrı gibi bulgular her zaman HP ile ilişkili değildir. Otoimmun olmayan durum ve hastalıklar: Lipodistrofi: Lipodistrofi ve lipoatrofi her ikisi de insan insulini kullanılmaya başlanmasından sonra çok nadir görülmeye başlanmıştır. Bazı lispro ve lantus kullanan pompa hastalarında tanımlanmış nadir olgular son zamanlarda tek tük bildirilmiştir. Nadir bir yan etkidir. Lipohipertrofi ise tersine sık görülen bir yan etki olup tip1 DM’lu olguların %48’inde görülür. Hb A1c yüksekliği ile ilişkilidir. Fazla enjeksiyon ve uzun diyabet süresi riski arttırır. İğne uzunluğu ile ilişki yoktur. Enjeksiyon yerinin dönerek değiştirilmemesi bağımsız risk faktörüdür. Ancak bu durum yine de tümüyle aydınlatılmış değildir. Oluşan süngerimsi doku rezervuar görevi görerek zaman zaman orada kalan insülinin emilmesine, bazen de yapılan insulin dozlarının yetersiz kalmasına neden olur. Nekrobiyozis Lipoidika diyabetikorum: Etyolojisi belli olmayan mikrovasküler komplikasyonlar ile ilişkili pretibial bölgede görülen yuvarlak, kırmızımsı, kabarık lezyonlardır. Bazen ülserleşebilirler. Denenmiş hiçbir tedavinin etkinliği kontrollü çalışmalar ile gösterilememiştir. Prevalansı da çok değişik bildirilmiştir. Büyüme Geriliği: Diyabetli çocuklarda da tüm çocuklar gibi büyüme ve gelişmenin izlenmesi ve bu amaçla büyüme eğrilerinin kullanılması esastır. Tip 1DM’li çocuklarda tanıda boy kısalığı bir bulgu olarak ortaya çıkmaz. Aksine nedeni belli olmayan boy uzamasında artış bildirilmiştir. Bazı çalışmalar tanıyı takiben, bazı çalışmalarda kötü kontrollu hastalarda Bsds’da düşüş bildirmektedir. Bazıları ise bu ilişkiyi göstermemektedir. Avustralyalıların çalışmasında 1990 sonrası tanı alan ve yeni tedavi rejimleri ile tedavi edilen çocuklarla boy uzamasının 1991 öncesi tanı alanlara göre daha iyi olduğu vurgulanmıştır. Ancak her iki grup açısından HbA1c düzeylerinde anlamlı bir farklılıkta yoktur. Geçmişlerden beri en iyi bilinen kötü kontrollü, boy kısalığı ile birlikte olan Mauriac sendromudur. Bu tablonun oluşmasında insulin eksikliği, çöliak hastalığı ya da diğer GİS hastalıklarının katkısı üzerinde durulmaktadır. BH eksikliği olmadığı sürece tip1 DM kısa çocuklarda rhBH tedavisinin yeri yoktur. Tanı sonrası tip1 DM ‘lu çocuklarda insulin tedavisi ile kaybettikleri kiloları geri alırlar. Ancak kilo artışı fazla ise hem alınan kalorinin hem de insulin dozlarının yüksek oluşuna bağlı olabilir. Ayrıca puberte sırasında ve sonrasında fazla kilo alımı daha sıktır. DCCT ve diğer çalışmalar yoğun insulin tedavisinin yan etkisi olarak fazla insulin dozunu sorumlu tutmaktadır. Yeme bozukluklarında olduğu gibi bu yan etki açısından da kızlar daha risklidir. Ayrıca insulin ile fazla kilo alımı PKOS için de bir risk faktörüdür. Eklem hareketlerinde kısıtlılık(Artropati): Uzun dönem geç komplikasyonların çocuklukta tip 1 DM için en erken klinik bulgusudur. Bilateral ve ağrısızdır. Küçük parmak eklemleri genişler ve kontraktürler oluşur. Deri esnekliğinin kaybı ile ilişkilidir. Bunun gözlenmesini takiben erken mikrovasküler komplikasyonlar ve boy kısalığı hem tip1 hem de tip2 UPEK 2012 Sayfa 33 DM içinde gelişebilir. Yaklaşık %30’luk bir eklem sınırlılığı boy uzamasında baskılanma ile koreledir. Eklem değişiklikleri metakarpofariengeal ve 5. parmağın proksimal interfarengeal ekleminde başlar. Bunu distal izler. Büyük eklemdeki sınırlılık genellikle hafif derecede olup engel oluşturmaz. Genellikle 10 yaş sonrası gözlemlenir ve avuç içleri birbirine değecek şekilde tutularak muayene edilir. Aradaki açıklığın derecesi değerlendirilir. Derecede ilerleme birkaç ay ile birkaç yıl arasında değişir. Deri biyopsisi fibroblastlarda aktivasyon ve kollejen polimerizasyonda artış gösterir. Biyokimyasal olarak AGE( advanced glycation end products) olarak adlandırılan glikolizasyon son ürünlerinin eklem proteinlerinde glikolizasyonunda artışıdır. Bu durum eklemde katılığa neden olur. Deri kollajeninin hareket kabiliyeti sınırlanır. Yaşın ilerlemesi ile de olabilen bu durum tip 1 DM’de retinopati ve nefropati varlığında ise oluşma hızı çok artar. Artropati varlığında mikrovasküler komplikasyon riski 3-4 kat artmıştır. Son yıllarda daha az görülmektedir. Artopati gelişimi 70 ‘li yılların ortalarına göre, 90’lı yılların ortalarında 4 kat azalmıştır. Sonuç olarak, Tip 1diyabetli çocukların büyüme ve pubertelerinin yakın olarak izlenmesi, tanıda ve sonrası iki yılda bir tiroid fonksiyon testleri ve tiroid otoantikorlarının denetlenmesi, yine tanıda ve ilk beş yıl, yılda bir çöliak hastalığı açısından olguların taranması, tanı alan olguların gastroentrologlarca izlenmesi ve her kontrolda deri ve eklem muayenelerinin dikkatlice yapılması İSPAD tarafından önerilmektedir. Kaynaklar: 1.Libman IM, Sun K, Foley TP, Becker DJ. Thyroid autoimmunity in childern with features of both type 1 and type 2 diabetes. Pediatric diabetes 2008:9; 266-271 2. Ackard DM, Vik N, Neumark- Sztainer D, Schmitz KH et al. Disorders eating and body dissatisfaction in adolescents with type 1 diabetes and a population- based comparison sample: comparative prevalence and clinical implication. Pediatric diabetes 2008:9; 312-319 3.Stone ML, Walker JL, Chisholm D, craig ME et al . The additional of rosiglita zone to insulin in adolescents with type 1 diabetes and poor glycaemic control: a randomized contrlled trial. Pediatric diabetes 2008:9; 326-334 4. Kordonouri O, magauire AM, Knip M, Schber E et al. Other complications and associated conditions with diabetes in children and adolescents Pediatric diabetes 2009:10; 204-210 5.Schwab KO, Doerfer J, naeke A, Rohrer t et al. Influence of food intake , age, gender, HbA1 c, and BMI levels on plasma cholesterol in 29979 children and adolescents with type 1 diabetes references data from the German diabetes documentation and quality management system (DPV). Pediatric diabetes 2000:10; 184-192 6. Al- Khenaizan S, Al Thubaiti M, Al Alwan I Lispro insulin- induce lipoatrophy: anew case Pediatric diabetes 2007:8; 393-396 7. Taler I, Phillip M, Lebenthal Y, De Vries L, Shamir R, Shalitin S. Growth and metabolic control in patients with type 1 diabetes and celiac disease: a longitudinal observational case-control study. Pediatric diabetes 2012: Epub ahead of print 8. Fröhlich- Reiterer EE, Hofer S, Kaspers S, Herbst A et al. Screening frequency for celiac disease and autoimmune thyroiditis in children and adolescents with type 1 diabetes mellitus- data from a german/ Ausrian multicentre survey. Pediatric diabetes 2008:9; 546-553 9. Cabral VLR, Patricio FRS, Gabbay MAL, Dib SA et al. Intraepithelial lymphocytes in duodenum fromBrazilian adolescents with type 1 diabetes influence of Helicobacter pylori. Pediatric diabetes 2009:10; 316-320 10. Hyman SJ, Shreffler WG, rapaport R. Type 1 diabetes, autoimmune thyroid disease, and chronic urticaria. Pediatric diabetes 2008:9; 508-511 UPEK 2012 Sayfa 34 K-9 AKILCI İLAÇ KULLANIMI; ÜLKEMİZDE ve DÜNYADA DURUM Prof.Dr.Murat Aydın Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı Sağlık Bakanlığınca hazırlanan ve 26/08/2011 tarihli ve 28037 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan, Beşeri Tıbbi Ürünlerin Tanıtım Faaliyetleri Hakkında Yönetmelik uyarınca hazırlanan kılavuzda (Akılcı İlaç Kullanımı Oturumları Hakkında Kılavuz, 14.05.2012); ilaç ruhsat/izin sahiplerinin desteklediği kongre, sempozyum, seminer, çalıştay vb adlarla düzenlenen ve toplam süresi 6 saatten uzun olan toplantılarda, toplantı programı içerisinde veya toplantıya katılanların görebileceği alanlarda ilaç tanıtım (ilaç tanıtım standı, flaması, broşürü vb. tanıtım faaliyetleri) faaliyeti yapılacak ise toplantının konusu ile ilgili bir “Akılcı İlaç Kullanımı” oturumu konulur, denilmekte ve konuşma süresi en az 30 dakika olarak bildirilmektedir. Kılavuzda sunuların nasıl olacağı hakkında açıklamalar yer almaktadır. Sağlık Bakanlığına bağlı sitelerde konuşmalarda kullanılması gereken asgari bilgileri içeren örnek sunular yer almaktadır. Hastalık halinde tedavi seçeneklerini akademik bilgi, ilaç endüstrisinin tanıtımları, sosyo-kültürel ve ekonomik etmenler, yasal düzenlemeler, sağlık personeli çalışma şartları ve alışkanlıklar etkileyebilmektedir. Tedavide ilaç kullanılacak ise; kişilerin klinik bulgularına ve bireysel özelliklerine göre uygun ilacın, uygun sürede ve dozajda, en düşük fiyatta ve kolayca temin edilebilir olmasının sağlanması akılcı ilaç kullanımı olarak tanımlamıştır. Seçilmesi gereken ilaç tanıya uygun, etkili, güvenilir ve ucuz olmalıdır. Uygun ilacın seçiminde hekimler, eczacılar, sağlık personeli, hasta/hasta yakını, üretici firmalar, düzenleyici otorite ve medya sorumluluk taşımaktadır. Uygun ilaç seçimi için öncelikle hastanın sorunları iyi tanımlanmalı ve doğru tanı konulmalıdır. Tedavi seçenekleri iyi irdelenmeli, seçilen tedavi hastaya iyice anlatılarak uyumu sağlanmalıdır. Tedavide ilaç kullanılacak ise olabildiğince çoklu ilaç tedavisinden kaçınmalı, birden çok ilaç kullanılacaksa da ilaç etkileşimlerini öngörerek ilaç seçilmelidir. Bu aşamada güncel tedavi kılavuzları kullanılmalıdır. İlaçların dozları, doz aralıkları, saklanma koşulları hakkında hasta bilgilendirilmelidir. Gereksiz yere antibiyotik ve vitamin tüketimi, yersiz enjeksiyon tercihi, bilinçsiz gıda takviyesi ve bitkisel ürün kullanımı, İlaç-İlaç, İlaç-Besin etkileşimlerinin ihmal edilmesi en sık yapılan uygunsuz ilaç kullanımı uygulamalarıdır. Uygun olmayan kişisel tedavi yöntemlerini de bu kapsamda değerlendirmelidir. Tüm dünyada ilaçların yaklaşık %50’si uygunsuz şekilde kullanılmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)bu konuda ilk düzenlemeleri 1985 yılında yapmaya başlamıştır. Bu amaçla öncelikle eşgüdümü sağlayacak birim kurulmuştur. Bu birim eğitim kanıta dayalı tedavi rehberleri oluşturmaya, sağlık personelini sürekli eğitim programları ile bilgilendirmeye, halkı bilgilendirmeye çalışmaktadır. DSÖ önerileri doğrultusunda ülkemizde Sağlık Bakanlığı bünyesinde 2010 yılında Akılcı İlaç Kullanımı Birimi 19 Mart 2012 tarihinde Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Bünyesinde Akılcı İlaç Kullanımı, İlaç Tedarik Yönetimi ve Tanıtım Dairesi kurulmuştur. İl Sağlık Müdürlüklerin tamamında temsilci bulunmaktadır. Ekipler kurularak bu konuda eğitimler verilmektedir. “Birinci Basamağa Yönelik Tanı ve Tedavi Rehberleri”, “Reçete Yazma Rehberi” ve “Eğiticilere Yönelik Reçete Yazma Rehberi” kitaplarının çevirileri yapılarak yayınlanmıştır. Bu konuda daha geniş bilgiye ve eğitim dökümanlarına “http://www.iegm.gov.tr” ve “http://www.akilciilac.gov.tr” sitelerinden ulaşabilirsiniz. Kaynaklar 1. Akılcı İlaç Kullanımı Oturumları Hakkında Kılavuz 2. White TJ, Arakelian A, Rho JP. Counting the Costs of Drug-Related Adverse Events. Pharmacoeconomics, 1999, 15(5):445-458 UPEK 2012 Sayfa 35 K-10 BÜYÜME HORMONU TEDAVİSİNDE EN UYGUN DOZ SEÇİMİ ve YÖNETİMİ Prof. Dr. Feyza Darendeliler İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı Büyüme hormonu (BH) tedavisi 1985 yılında rekombinan BH olarak BH eksikliğinde (BHE) kullanıma girdiğinden bu yana, Turner sendromu (TS), kronik böbrek yetersizliği (KBY), Erişkin BH eksikliği (EBHE), Prader willi sendromu (PWS), gestasyon yaşına göre küçük kısa boylu çocuk (SGA) ve idyopatik boy kısalığı (İBK) (Amerika), SHOX eksikliği ve Noonan sendromunda (NS) kullanım indikasyonu almıştır. Genel olarak uzlaşı raporlarında ABD’de KBY’de BH dozu 50 µg/kg/g, BHE’de 22-50 µg/kg/g, İBK’da ≤67 µg/kg/g, NS’da ≤66 µg/kg/g, PWS’da 34-50 µg/kg/g, SHOX eksikliğinde 50 µg/kg/g, SGA’da 50-68 µg/kg/g ve TS’de 47-67 µg/kg/g olarak önerilmektedir. Avrupa Birliğinde bu dozlar sırasıyla KBY’de 45-50; BHE’de 22-39, NS’de 45-50, PWS’da 35, SHOX eksikliğinde 45-50, SGA’da 35, TS’de 45-50 µg/kg/g’dür. BH tedavisi ile ilgili olarak halen yanıtlanmamış çok soru vardır ve kullanılacak doz halen net değildir. Kişilerin BH tedavisine yanıtları arasında bireysel değişkenlik çoktur ve tedaviye yanıt kriterleri tam net değildir. Uzun dönemde hastanın hedef boya uygun bir boya erişmesi uygun bir yanıt olarak değerlendirilebilir. Kısa dönemde ise en çok kullanılan boy SDS değerlerindeki değişmedir. Önemli olan BH tedavisine yanıtın öngörülebilmesi, öngörü kriterlerinin netleşmesi ve bu kriterlere göre kişiye özgü tedavi doz ve planlamasının yapılabilmesidir. Genel olarak tedavi başlangıcındaki boy, tartı, kemik yaşı, hedef boy gibi oksolojik parametreleri göz önüne alarak yapılan hesaplamalarda yanıt öngörüsü % 60 civarlarında olmaktadır. Bu parametrelere IGF-I, UDP gibi laboratuar parametrelerinin eklenmesi ile yanıt öngörüsü %70-80’e çıkabilmektedir. Ancak bireysel olarak bu öngörü formüllerini kullanmak pratikte pek mümkün olmamaktadır. Gelecekte BH tedavisi konusunda yanıtı etkileyen farmakogenetik veriler de gündemimize daha fazla girecek ve bu sorunların çözümüne katkıda bulunabilecektir. BH tedavisinde izlem ve özellikle boy izlemi ve IGF-I düzeylerinin değerlendirilmesi tedaviye yanıtın değerlendirilmesi açısından çok önemlidir. Eğer beklenen yanıt düşükse mutlaka hasta uyumunun da değerlendirilmesi önemlidir. Kaynaklar 1. Kappelgaard AM, Laursen T. The benefits of growth hormone therapy in patients with Turner syndrome, Noonan syndrome, and children born small for gestational age. Growth hormone and IGF Research. 2011; 21: 305-313. 2. Root AW, Dana K, Lippe B. Treatment of Growth hormone deficient infants with recombinant human growth hormone to near adult height: patterns of growth. Horm Res Ped 2011; 75: 276-283. 3. Bakker B, Frane J, Anhalt H, Lippe B, Rosenfeld R. Height velocity targets from the National Cooperative Growth study for first year growth hormone responses in short children. J Clin Endo Metab 2008; 93: 352-357. 4. Kirk J. Indications for growth hormone therapy in children. Arch Dis Child 2012; 97: 63-68. UPEK 2012 Sayfa 36 K-11 YENİDOĞAN OSTEOPENİSİ Prof Dr Selim Kurtoğlu Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Neonatoloji ve Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı Prematüre bebekler kemik mineral dansite düşüklüğü açısından önemli risk grubudur. Bu duruma neonatal rikets , prematüre osteopenisi , en son olarak prematürenin metabolik kemik hastalığı adı verilmektedir ( 1). Neonataoloji için önemli sorunlar arasında yer alan bu durum için ortak tanı ve tedavi rehberleri konusunda farklı yaklaşımlar mevcuttur. Prematüre osteopenisi klinik olarak postnatal 6-12. haftalarda başlar. Düşük doğum ağırlıklı bebeklerin % 10’unda rastlanan bu durum kırıklara yol açabilir(2). Kemik mineralizasyonunun normal düzeye ulaşması için belirli bir zaman dilimi gerekir. Postnatal olarak terme gelmiş prematüre bebeklerin kemik mineral içeriği, term olarak bebeklerden daha düşük düzeyde kalmaktadır(3).Bu bebeklerin normal mineral içeriğine ulaşması 1 yaşa kadar uzamakatadır(4).Osteopeni kısa dönemde prematüre myopisi ve respiratuar fonksiyon bozukluğu yaparken, uzun dönemde çocuklukta yetersiz büyümeye yol açmaktadır( 5-7).Hastalığın belirteçleri olarak serum kalsiyum ve alkalen fosfataz kullanılsa da her zaman kemik mineralizasyonu ile paralellik gözlenmeyebilmektedir(1). RİSK FAKTÖRLERİ: Kemiklerde kalsiyum ve fosfor birikimi şeklinde oluşması beklenen mineralizasyonun büyük bölümü son trimestrde gerçekleşmektedir. Erken doğan prematüre bebekler bu gelişmeden yoksun kalmaktadır(1). Gebeliğin 24. haftasından başlayarak fetal ağırlık 30 gr/günde artarken, günde 310 mgr kalsiyum, 170 mgr fosfor gereksinimi vardır(8).Kemik mineral içeriğinin sağlanmasında plasenta önemli bir konuma sahiptir.Plasentadan fosfor transferi için gereken 1.25-dihidrokolekalsiferol plasentada sentezlenmektedir(9). İntrauterin büyüme kısıtlılığı olarak doğan bebeklerde postnatal rikets sıklığının artması , plasental yetmezlik nedeniyle yetersiz fosfat transferi ile açıklanmaktadır(10).Benzer şekilde preeklamptik anne bebeklerinde de neonatal rikets görülme olasılığı yüksektir(11).Koryoamnionitis ve plasental enfeksiyon gelişen anne bebeklerinde de ağır demineralizasyon gözlenebilmektedir(12).Fosfat depolanması yetersiz bebeklerde postnatal fosfat desteği sağlanmazsa osteopeni riski artmaktadır(13).Prematüre bebeklerde doğumdan sonra kemik gücü azalmakta, 2 ay içinde yeni kemik oluşumunu gösteren biokimyasal belirteçler saptanmaktadır. Yetersiz mineralizasyonla doğan prematüre bebeklerde postnatal bir dizi etken tabloyu daha da belirgin hale getirmektedir.Bunların başında postnatal kalsiyum ve fosfor desteğinin yeterince yapılmamasıdır.Bir çalışmada sadece anne sütü verilen bebeklerde % 40 oranında saptanan osteopeninin, kalsiyum ve fosfor içeriği artırılmış formula ile beslenen bebeklerde % 16 oranında olduğu gözlenmiştir(14).Oral verilen fosforun iyi emildiği bilinmekte olup bu nedenle enteral beslenmeyi tolere eden bebeklerde oral fosfor verilmesi önemlidir(1).Uzayan oral intolerans varsa TPN içine fosfor katılmalıdır. Ancak TPN içindeki minerallerin solubulitesi kemik mineral içeriğini azaltma yönünde bir risk oluşturmaktadır. Yine TPN içeriğinde aluminyum kontaminasyonunun kemik formasyonunu azaltıcı etkisi olabilir(15).Prematüre beklerde kullanılan steroidler, metilksantin türevleri, diüretikler kemik mineralizasyonunu azaltabilirler ( 16-18).Yenidoğan döneminde sepsis, serebral patolojiler, kas hastalıkları, paralizi gibi nedenlere bağlı olarak immobilite süresinin uzaması UPEK 2012 Sayfa 37 zayıf kemik mineralizasyonu için diğer risk faktörleridir(1).Kemik gücü aktivite ile artmaktadır. İntrauterin hayatta mekanik yük ile osteoblast aktivitesi artmaktadır. Kemik stimulasyonu yoksa kemik rezorpsiyonu , idrarda kalsiyum atılımı artar ve kemik kitlesi azalır, bu durum ultrasound çalışmalarında gösterilmiştir(19). DEĞERLENDİRME: A. Serum biokimyasal belirteçler a.Alkalen Fosfataz: Kemik osteoklastlarlarla rezorpsiyon, osteoblastlarla formasyon ile bir döngü içindedir. Alkalen fosfataz plasenta,kemik, karaciğer , böbrek ve barsaklarda sentezlenen bir glikoprotein enzimdir.Çocuklarda ölçülen alkalen fosfatazın yaklaşık % 90’ı kemik kaynaklıdır ve kemik döngüsünü gösterir(1). Tüm yenidoğan bebeklerde postnatal 2-3 haftalıkta alkalen fosfataz yükselir, eğer yeterince mineral desteği yoksa daha da artar. Prematüre bebeklere yeterince mineral desteği yapılırsa alkalen fosfataz yükselmesi daha düşük düzeylerde kalmaktadır(20). Alkalen fosfataz artışı hızlı kemik büyümesini yansıttığı gibi yetersiz mineralizasyonunda göstergesi olabilir. Neonatal rikets için alkalen fosfataz düzeyinin adult üst değerinin 5 katına çıkması kriter olarak önerilmiştir(21).Diğer çalışmalarda alkalen fosfatazın kemik mineral birikimi ile paralel olabileceğini göstermektedir. Hatta DEXA çalışmaları kemik mineral içeriği ile alkalen fosfataz arasında bağıntı olmadığını desteklemektedir(22).Alkalen fosfataz düzeyinin bakır eksikliğinde yüksek, çinko eksikliğinde de düşük olabileceği unutulmamalı ve TPN içeriğinde bu minerallere yer verilmelidir(23,24). Bakır eksikliğinde ayrıca nötropeni, hipoalbüminemi, venlerde genişleme ve epifizlerde skorbut benzeri ring bulgusunun pozitif bulunacağı bilinmelidir(23). b. PCIP: C- terminal propeptid tip 1 kollajen iyi bir belirteç olabilir(25). c. Kalsiyum:Seum kalsiyum değeri ölçülse de her zaman yol gösterici olmayabilir. Hipofosfatemi varsa kalsiyum yüksek bile olabilir. d. Fosfat: Preterm bebeklerde serum inorganik fosfat düzeyinin < 2 mmol/L olması osteopeni riskini göterirken, < 1.8 mmol/l olması radyolojik bulgularında ortaya çıktığı rikets olgularını göstermektedir(26). Preterm metabolik kemik hastalığının belirlenmesinde fosfat ve alkalen fosfataz düzeylerinin birlikte değerlendirilmesi duyarlılığı artırmaktadır(27). B. Radyolojik Çalışmalar a. Direkt Grafiler: Bebeklerin grafilerinde ince kemik ve kırıkların saptanması osteopeninin ortaya çıkarılmasında yararlı olabilir. Ancak bu değişimlerin ortaya çıkması için kemik mineralizasyonunda en azından %20-40 azalma olması gerekmektedir( 28,29). b. DEXA: DEXA erişkinlerde kemik kütlesi ve kırık riskini belirlemede önemli bir ölçüm olarak kabul edilmektedir(30). Benzer şekilde çocuklarda da kullanılmaya başlanılmıştır. Total vücut kemik mineral içeriği, yüzey alanı ve kemik mineral dansitesi vücut ağırlığı ile paraleldir. DEXA taraması kemik mineral dansitesindeki minor değişimleri sapmakta oldukça duyarlı bir metodtur ve kırık riskini göstermektedir(31). Preterm ve term bebeklerde de kullanım alanı bulmuş durumdadır(32). c. Kantitatif Ultrasound: Kantitatif ultrasound ile kemik mineral dansite ve yapısı incelenmektedir.Oldukça basit, noninvasiv ve ucuz hasta başında yapılabilen bir uygulamadır(33). Özellikle tibiadan dalga hızı ölçümü ( SOS, speed of sound) yapılır, term ve pretem bebekler için referans değerler hazırlanmıştır(34). Preterm bebeklerde, eğer ilk hafta içinde normal SOS değerleri elde edilirse, intrauterin hayatta yeterli iskelet gelişimi oluştuğunu gösterir. Özellikle 26 hafta ve altı bebeklerde aralıklı SOS ölçümleri yapılmalıdır. Normal ağırlık kazanan ve normal alkalen fosfataz düzeyi saptanan bebeklerde bile SOS değerleri düşme eğilimi gösterebilir( 35). B. İdrar Analizleri UPEK 2012 Sayfa 38 a. Üriner kalsiyum ve fosfor atılımı:Çalışmalar idrarda kaliyumun > 1.2 mmol/L ve inorganik fosforun > 0.4 mmol/L olması kemiklerde önemli ölçüde mineral birikiminin göstergesi olduğunu ortaya koymaktadır(36). Gebelik haftası 26-31 arasında olan pretermlerde normal serum fosfat düzeyi varlığında ( 2 mmol/L) renal fosfat eşiği vardır. Buna karşılık ileri derecede preterm bebeklerde serumda fosfor düzeyi düşük olsa bile düşük renal fosfat eşiği nedeniyle fosfatüri yolula fosfor yitirmeye devam ederler(37).Fosfat kalsiyum gibi plazmada bağlanmadığı için, tubuler fosfat geri emilim yüzdesi, yeterli fosfat desteği için iyi bir ipucu olmaktadır. Geri emilim > % 95 ise yeterli fosfor desteğini göstermektedir.Ancak yorum yapılırken serum kalsiyum düzeyinin de göz önünde tutmak gerekir.Yeterli kalsiyum alınmazsa hiperparatiroidi gelişir, fosfatüri ile atılım artabilir. Benzer şekilde fosfat alımı yetersiz düzeyde ise, kemik yıkımı artarak kalsiyumu yükseltir ve idrarda kalsiyum atımı artar. Tubuler fosfat geri emilim yüzdesi ( TRP) aşağıdaki formülle hesaplanır(38). TRP= 1- UP/UKr X P Kr/PP X 100 UP: Üriner fosfat UKr: Üriner kreatinin P Kr : Plazma kreatinin PP: Plazma fosfat b. Üriner kalsiyum ve fosfat kreatinin oranı: Rutin üriner kalsiyum ve fosfor ölçümü günlük idrarda yapılmalıdır. Bunun yerine spot idrarda kreatinin oranlamasına bakılır. Preterm bebekler için referans değerler yayınlanmıştır(39). Kalsiyum/kreatinin oranının 95. persentil değeri 3.8 mmol/mmol olup postnatal yaş atrttıkça rakam düşmeye başlar. Buna karşılık fosfat/ kreatinin oranı 26.7 mmol/mmol olup postnatal günlerde stabil kalmaktadır. Bebeklerde furosemid ve aminofillin kullanılırsa kalsium atımı artar, ancak fosfor atımı değişmemektedir. Yine dekzametazonun fosfat atımını etkilemediği anlaşılmıştır(40).Üriner indisleri etkileyen önemli bir faktör ise beslenme biçimidir. Preterm Formulaları ile beslenen bebeklerde düşük idrar kalsiyumu yanında yüksek idrar fosfat düzeyi görülmektedir. Anne sütü ise daha düşük düzeyde fosfor içerdiği için preterm bebekler fosfat geri emilimini maksimize ederler. Beslenme biçimine göre özel oranların kullanılması pratik değildir. Ayrıca idrar kalsiyum ve fosfat atılımlarının, kemik mineral kontenti ile bağdaştırılması olası değildir, bu konuda ileri çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. TEDAVİ YAKLAŞIMLARI: Metabolik kemik hastalığının tedavisinden ziyade önlenme için yapılması gereken girişimler daha önemlidir(1). Önce risk faktörleri ortadan kaldırılmalı veya etkileri minimize edilmelidir. Bu amaçla bebeğin nutrisyonu ve kullandığı ilaçlar sık aralıklarla değerlendirilmelidir.Bebeklerde kalsiyum ve fosfor desteği en önemli adımdır. Modern TPN içeriklerinin in utero mineral ihtiyaçlarına benzer olduğu düşünülmektedir. Günlük oral kalsiyum alımı AAP ‘ye göre 140-160 mgr/1oo kcal, ESPGAN’a göre ise 70-140 mgr/100 kcal olarak önerilmektedir. Rigo J ve ark ise günlük alımı 100-160 mgr/kg olarak önermektedir(41). Günlük fosfat alımı ise AAP’e göre 95-108, ESPGAN’a göre 50-87 mgr/100 kcal olarak tavsiye edilmektedir.Rigo J ve ark ise 6075 mgr/kg/gün fosfat alınması gerektiğini vurgulamaktadır. Piyasada potasyum asit fosfat, sodyum fosfat veya Joulie fosfat şeklinde tuzları vardır(42).Bu zorunlu katkılar bazen kullanım dozunu sınırlayabilmektedir. Bazı prematürelere güçlendirilmiş anne sütü verilmektedir. Güçlendirici katılmasının zamanlaması değişkendir. Cochrane sistematik değerlendirmelerine göre güçlendirici eklenmesinin erken peryotta lineer ve baş çevresi büyümesine pozitif katkısı saptanırken, kemik UPEK 2012 Sayfa 39 mineral içeriğine etkisi henüz net değildir(43). Bu nedenle bebeğin 90 ml/kg/gün enteral beslenmesi sağlandığında anne sütü güçlendiricilerinin eklenmesi tavsiye edilmektedir. Enteral beslenen bebeklerde serum kalsiyum, fosfat, alkalen fosfataz ve tubuler fosfat reabsorpsiyon değerlerine göre ek fosfat desteğine karar verilir. Preterm bebeklerde D vitamini desteği 400 1U / gün olarak belirlenmiştir. Anne sütü güçlendiricileri ve Formulalarda D vitamini bulunmasına karşın ek D vitamini damlaları kullanılmalıdır. Oral D vitamini olarak ergokalsiferol uygundur, tek başına veya multivitamin damlaları şeklinde verilebilir. Bebeklerde pasif ekzersiz programları uygulanarak kemik uzunluğu, kemik alanı ve kemik mineral içeriğinin kontrol gruba göre belirgin olarak arttığı gösterilmiştir(44,45). RİSKLİ BEBEKLERDE İZLEM REHBERİ: Doğum ağırlığı< 1500 gr, < 28 hafta altında olan , > 4hafta TPN alan, diüretik ve steroid kullanan bebeklerde kemik hastalığı olasılığı yakından izlemlerle ortaya çıkarılmalıdır(1). Bu amaçla haftalık Ca, P ve alkalen fosfataz bakılmalıdır. Serum fosfat < 1.8 mmol/l ve alkalen fosfataz > 500 IU/ L ise tubuler fosfat geri emilimi kontrol edilir. Eğer TRP > % 95 ise fosfat desteği başlanmalıdır. Fosfat düzeyi yükselmez ve alkalen fosfataz düzeyi artmaya devam ediyorsa ergokalsiferol veya alfakalsidiol tedaviye eklenir. Günlük pasif ekzersizlere başlanır. Aldığı ilaçlar gözden geçirilir, steroid ve diüretikler kesilir. Kaynaklar 1. Harrison CM, Johnson K, McKechnie E. Osteopenia of prematurity: a national survey and review of practice. Acta Paediatr 2008; 97: 407-413. 2. Dabezies EJ, Warren PD. Fractures in VLW infants with rickets. Clin Orthop Relat Res 1997;335: 233–9. 3. Horsman A, Ryan SW, Congdon PJ, et al. Osteopenia in extremely LBW infants. Arch Dis Child 1989; 64: 485–8. 4. Abrams SA, Schanler RJ, Tsang RC, et al. Bone mineralization in former very low birthweight infants fed either human milk or commercial formula: one year follow-up observation. J Pediatr 1989; 114: 1041–4. 5. Pohlandt F. Bone mineral deficiency as the main factor of dolichocephalic head flattening in very-low-birthweight infants. Eur J Pediatr 1994; 153: 234–6. 6. Glasgow JFT, Thomas PS. Rachitic respiratory distress in small preterm infants. Arch Dis Child 1977; 52: 268–73. 7. Lucas A, Brooke OG, Baker BA, et al. High alkaline phosphatase activity and growth in preterm neonates. Arch Dis Child 1989; 64: 902–9. 8. Sparks JW. Human intrauterine growth and nutrition accretion. Semin Perinatol 1984; 8: 74–93. 9. Weisman Y, Harell A, Edelstein S, et al. 1 alpha, 25-Dihydroxyvitamin D3 and 24,25-dihydroxyvitamin D3 in vitro synthesis by human decidua and placenta. Nature 1979; 281: 317–9. 10. Holland PC, Wilkinson AR, Diez J, et al. Prenatal deficiency of phosphate, phosphate supplementation, and rickets in very-low-birthweight infants. Lancet 1990; 335: 697–701. 11. Bosley A, Verrier-Jones ER, Campbell M. Aetiological factors in rickets of prematurity. ArchDisChild1980;55: 683. 12. Ryan S, Congdon PJ, James J, et al. Mineral accretion in the human fetus. Arch Dis Child 1988; 63: 799–808. 13. Litmanovitz I, Dolfin T, Regev R, et al. Bone turnover markers and bone strength during the first weeks of life in VLBW premature infants. J Perinat Med 2004; 32: 58–61. 14 .Takada M, Shimada M, Hosono S, et al. Trace elements and mineral requirements for very low birth weight infants in rickets of prematurity. Early Hum Dev 1992; 29: 333–8. 15. Naylor KE, Eastell R, Shattuck KE, et al. Bone turnover in preterm infants. Ped Research 1999; 45: 363–6. 16. Weiler HA, Wang Z, Atkinson SA. Dexamethasone treatment impairs calcium regulation and reduces bone mineralization in infant pigs. Am J Clin Nutr 1995; 61: 805–11. 17. Zanardo V, Dani C, Trevisanuto D. Methylxanthines increase renal calcium excretion in preterm infants. Biol Neonate 1995; 68: 169–74. 18. Venkataraman PS, Han BK, Tsang RC, et al. Secondary hyperparathyroidism and bone disease in infants receiving long-term furosemide therapy. Am J Dis Child 1983; 137: 1157–61. 19. Eliakim A, Nemete D, Friedland O, et al. Spontaneous activity in premature infants affects bone strength. J Perinatol 2002; 22: 650–2. UPEK 2012 Sayfa 40 20.Crofton PM, Hume R. Alkaline phosphatase in the plasma of preterm and term infants: serial measurements and clinical correlation. Clin Chem 1987; 33: 1783–7. 21. Kovar I, Mayne P, Barltrop D, et al. Plasma alkaline phosphatase activity: a screening test for rickets in pre term neonates. Lancet 1982; 1: 308–10. 22. Faerk J, Peitersen B, Petersen S, et al. Bone mineralization in premature infants cannot be predicted from serum alkaline phosphatase or serum phosphate. Arch Dis Child 2002; 87:F133–6. 23. Faerk J, Peitersen B, Petersen S, et al. Bone mineralization in premature infants cannot be predicted from serum alkaline phosphatase or serum phosphate. Arch Dis Child 2002; 87: F133–6. 24. Cordano A, Baertl JM, Graham GG. Copper deficiency in infancy. Pediatrics 1964; 34: 324–36. 24. Weismann K, Hoyer H. Serum Alkaline phosphatase and serum zinc levels in the diagnosis and exclusion of zinc deficiency in man. Am J Clin Nutr 1986; 41: 1214–9. 25. Crofton PM, Shrivastava A, Wade JC, et al. Bone and collagen markers in preterm infants: relationship with growth and bone mineral content over the first 10 weeks of life. Ped Research 1999; 46: 581–7. 26. Aiken CGA, Sherwood RA, Lenney W. Role of plasma phosphate measurements in detecting rickets of prematurity and in monitoring treatment. Ann Clin Biochem 1993; 30: 469–75. 27.. Backstrom MC, Kouri T, Kuusela A-L, et al. Bone isoenzyme of serum alkaline phosphatase and serum inorganic phosphate in metabolic bone disease of prematurity. Acta Paediatr 2000; 89: 867–73. 28. Ardran GM. Bone destruction not demonstrable by radiography. Br J Radiol 1951; 24: 107–9. 29. Mazess RB, Peppler WW, Chesney RW, et al. Does bone measurement of the radius indicate skeletal status? J Nucl Med 1984; 25: 281–8. 30. Syed Z, Khan A. Bone densitometry: applications and limitations. J Obstet Gynaecol Can 2002; 24: 476–84. 31. Mussolino ME, Looker AC, Madans JH, et al. Risk factors for hip fracture in white men: the NHANES I epidemiologic follow-up study. J Bone Miner Res 1998; 13: 918–24. 32. Rigo J, Nyamugabo K, Picaud JC. Reference values of body composition obtained by DEXA in preterm and term neonates. J Pediatr Gastroenterol Nutr 1998; 27: 184–90. 33. Rubinacci A, Moro GE, Boehm G, et al. Quantitative ultrasound for the assessment of osteopenia in preterm infants. Eur J Endocrinol 2003; 149: 307–15. 34. Littner Y, Mandel D, Mimoumi FB, et al. Bone ultrasound velocity curves of newly born term and preterm infants. J Pediatr Endocrinol Metab 2003; 16: 43–7. 35. Tomlinson C, McDevitt H, Ahmed SF, et al. Longitudinal changes in bone health as assessed by the speed of sound in very low birth weight preterm infants. J Pediatr 2006; 148: 450–5. 36. Pohlandt F. Prevention of postnatal bone demineralisation in VLBW infants by individually monitored supplementation with calcium and phosphorus. Pediatr Res 1994; 35: 125–9. 37. Hellstern G, Poschl J, Linderkamp O. Renal handling of premature infants of 23–25 weeks gestational age. Ped Nephr 2003; 18: 756–8. 38.Payne RB.Renal tubular reabsorption of phosphate:indications and interpretations.AnnClinBiochem 1998;35:201 39. Aladangady N, Coen PG, White MP, et al. Urinary excretion of calcium and phosphate in preterm infants. Pediatr Nephrol 2004; 19: 1225–31. 40. Schilling R, Haschke F, Kovarik J, et al. Phosphorus and calcium metabolism of premature infants fed human milk and formulated milk. Paediatr Padol 1982; 17: 667–74. 41. Rigo J, Senterre J. Nutritional needs of premature infants: current issues. J Pediatr 2006; 149: S80–8. 42. Lowey A, Jackson M. Joulie’s Solution. NHS Pharmaceutical Quality Assurance Committee – Working Party for Extemporaneous Dispensing 2007 (January). 43. Kuschel CA, Harding JE. Multicomponent fortified human milk for promoting growth in preterm infants. Cochrane Database of Systematic Reviews 2004, Issue 1. Art. No.: CD000343. DOI: 10.1002/14651858.CD000343. 44. Moyer-Mileur LJ, Brunstetter V, McNaught TP, et al. Daily physical activity program increases bone mineralization and growth in preterm very low birth weight infants. Pediatrics 2000; 106: 1088–92. 45. Tosun Ö, Bayat M, Güneş T, Erdem E. Daily physical activity in low - risk preterm infants: positive impact on bone strenght and mid-upper arm circumference. Ann Hum Biol 2011; 38: 635-639. UPEK 2012 Sayfa 41 K-12 PROLAKTİNOMALARDA TEDAVİ VE İZLEM Doç.Dr.Gülay Karagüzel Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı Tüm pediatrik beyin tümörleri içinde sella tursika ve parasellar bölge kitleleri % 10 civarındadır. Çocukluk çağı supratentorial tümörler içinde pitüiter adenomlar % 3’ten azdır ve cerrahi olarak tedavi edilen tüm adenomlar içinde de % 6 civarındadır (1). Çocuklarda tüm pitüiter adenomların % 50’sini fonksiyonel prolaktinomalar oluşturur ve tüm çocukluk çağı beyin tümörleri içinde de % 2 olduğu tahmin edilmektedir. Çocuklarda makroadenomlar mikroadenomlardan daha fazla görülür (2-4). Prolaktinomalar kızlarda daha sıktır ve genellikle galaktore ve amenore ile başvururlar. Erkeklerde makroadenom sıklığı kızlardan daha fazladır ve genellikle intrakranial basınç artışı semptomları ile başvururlar (3). Tanı; genellikle primer veya sekonder gonadal yetersizlik bulguları, büyüme geriliği ve / veya tümör bası semptomlarının varlığı ile klinik olarak konur. Pitüiter kitleler kompüterize tomografi ve MRG ile saptanır ve laboratuvar olarak prolaktin düzeylerinde yükseklik vardır. Prolaktinomalarda ve tüm hormon salgılayan adenomlarda pituitary tumor-transforming gene (PTTG)’nin aşırı ekspresyonu gösterilmiştir (3,4). Estrojen pitüiter bezde PTTG ile tümörogenezi indüklemesine rağmen, prolaktinomalarda estrojen reseptörlerinin yokluğu daha agresif tümör davranışı ile ilişkili bulunmuştur (4,5). Germline AIP (aryl hydrocarbon receptor interacting protein) mutasyonlarının tümör supresyon defektine yol açtığı ve pitüiter adenomlara yatkınlık sağladığını öne süren çalışmalar vardır (3,6). Bu mekanizma daha genç yaşlarda, daha büyük ve daha agresif adenomlarla ilişkili olan ‘‘familyal izole pitüiter adenom’’lar için öne sürülmüştür (1,3,7,8). Dopamin agonistleri, prolaktinomada etkinlikleri ve düşük yan etki oranları nedeniyle medikal tedavi için makroadenomlarda bile ilk seçenektir. Kabergolin diğer dopamin agonistlerinden daha fazla tercih edilir. Erişkinlerde kabergolin ile optimal tedavi süresi ve tedavinin nasıl kesileceğini araştıran çalışmalar olmasına rağmen, pediatrik popülasyonda henüz bu konuda rapor edilmiş çalışma yoktur (3,4). Medikal tedavinin başarısız olduğu veya nörolojik olarak aciliyet gerektiren makroprolaktinoma olgularında cerrahi tedavi düşünülmelidir. Radyoterapinin yeri sadece agresif tümörlü olgularla sınırlıdır. Prolaktinomalar çocukluk çağında nadir olduğundan randomize ileriyedönük veri yoktur. 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. Kaynaklar Steele CA, MacFarlane IA, Blair J, et al. Pituitary adenomas in childhood, adolescence and young adulthood: presentation, management, endocrine and metabolic outcomes. Eur J Endocrinol 2010;163:515-522 Colao A, Loche S. Prolactinomas in children and adolescents. Pediatr Neuroendocrinol 2010;17:146-159 Harrington MH and Casella SJ. Pituitary tumors in childhood. Curr Opinion 2012; 19:63-67 Fideleff HL, Boquete HR, Suarez MG, Azaretzky M. Prolactinoma in children and adolescents. Horm Res 2007;72:197-205. Burdman JA, Heredia Serona GM, Bordon AE. Estrogen receptors in human pituitary tumors. Hormon Metab Res 2008;40:524-527 Leontiou CA. The role of the aryl hydrocarbon receptor-interacting protein gene in familial and sporadic pituitary adenomas. J Clin Endocrinol Metab 2008;93.2390-2401. Stratakis CA, Tichomirowa M, Boikos S, et al. The role of germline AIP, MEN1, PRKAR1A, CDKN1B and CDKB2C mutations in causing pituitary adenomas in a large cohort of children, adolescents, and patients with genetic syndromes. Clin Genet 2010;78:457-463. Naves LA, Jaffrain-Rea ML, Vencio SAC, et al. Aggressive prolactinoma in a child related to germline mutation in the ARYL hydrocarbon receptor interacting protein (AIP) gene. Arq Bras Endocrinol Metab 2010;54:761-767. UPEK 2012 Sayfa 42 K-13 KRANİOFARİNJİOMALARDA TEDAVİ ve İZLEM Prof. Dr. Alparslan Şenel Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Beyin Cerrahisi Ana Bilim Dalı Kraniofarinjiomalar santral sinir sisteminin histolojik olarak benign yapıdaki nöroepitelyal tümörleri gurubundadır. Çocuklarda daha çok 5-10 yaşları arasında gözlenirler. Bu tümörler primitif adenohipofiz ve kraniofarinjial tüpün skuamoz hücreli embriyolojik kalıntılarından kaynaklanırlar. Histolojik olarak benign olmakla birlikte tedaviden sonra sıklıkla rekürrensleri olur. Bunun dışında optik sinirler, hipofiz bezi, hipotalamus gibi yerleşim yerlerindeki kritik komşulukları nedeniyle hem tümörün kendisi, hem de küratif tedavilerinin komplikasyonları ağır morbiditelere yol açabilir. Bu nedenlerle bir çok tedavi yaklaşımları önerilmekte ise de optimal tedavi hakkında bir karmaşa mevcuttur. Erişkinlerde görülen formları da olmakla birlikte bunların histolojik ve biyolojik davranışları oldukça farklıdır. Patofizyoloji: Pediatrik kraniofarinjiomların hipofizin anterior lobu ve infindibulumunu oluşturan embriyojenik yapı olan Rathke kesesinin hücresel artıklarından kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu yapının farinksten sella tabanına kadar uzandığı düşünülürse kraniofarinjiomaların suprasellar, parasellar ve ektopik alanlar gibi geniş alanlarda yerleşimi şaşırtıcı olmamalıdır. Semptomların çoğu komşu nöral yapılara kitle etkisinden kaynaklanmaktadır. Genetikleri hakkında çok az şey bilinmektedir. Epidemiyoloji: Kranifarinjiomalar çocuklar ve adölesanlardaki tüm intrakranial malignensilerin %5-10 nunu oluşturur (2-3/1,000,000). Yaş gurubu olarak 5-14 ve 65-74 arasında pik yaparlar. ABD de yıllık 300 olgu bildirilmektedir ve bunların üçte biri çocukluk (0-14) yaş gurubundadır. Kraniofarinjiomalar sella-kiazma bölgesinin en sık gözlenen çocukluk yaş gurubu tümörüdür. Cins ve ırk konusunda belirgin bir farklılık yoktur. Hikaye ve semptomlar: Nöral bası semptomları ön plandadır. Belli bir büyüklüğe ulaşınca BOS dolaşımını engelleyerek (üçüncü ventrikül ve foramen monro basısı) hidrosefali ve kafa içi basınç artışına dolayısıyla baş ağrısı, bulantı ve fişkırır tarzda kusmaya neden olurlar. Başağrısı: %60-80, KİBAS ve hidrosefali nedeniyle Kusma: %35-70, klasik olarak bulantısız ve fışkırır tarzda Görme kaybı: %20-60, kiazma basısı nedeniyle tipik bitemporal hemianopsi veya tek taraflı hemianopsi, papil ödem ve tek/çift taraflı görme keskinliğinde azalma, benzeri görme bulguları Endokrin fonksiyon bozukluğu: Bu bulgular tedavi öncesinde de var olabilir. Bu durum tümörün doğrudan hipotalamusa ve hipofiz sapına basısına veya bu dokuları tahribine bağlıdır. -Growth hormon eksikliği UPEK 2012 Sayfa 43 -TSH eksikliği -Adenokortikotropik hormon eksikliği -ADH eksikliği -LH veya FSH eksikliği Yukarda belirtilen hormonal problemler sonucunda kısa boy, hipotiroidizm, diabet insibit ve panhipopitiutarizmin diğer bulguları ortaya çıkabilir. Diensefalik sendrom: Bu terim ciddi dedrecede zayıf, hiper aktif, alışılmamış göz hareketlerine (körlük de olabilir) sahip çocukları tanımlar. Bunun nedeni hipotalamusun dıştan olan basıya maruz kalmasıdır. Ters olarak tümörün ventromedial hipotalamusa invazyonu veya burayı tahrip etmesi durumunda enerji balansında bozulma ve bunun sonucu olarak da obezite ortaya çıkar. Fizik muayene bulguları: Papil ödemi %25-40 Görme alanı defekti %10-95 Nistagmus %10 dan az Kranial sinir paralizisi %8 (optik sinirler dışında) Kısa boy ve gelişme geriliği %86 Obezite %20 Hipotiroidizm bulguları (kilo artışı, kuru cilt, ince saç, bradikardi) Entellektüel veya emosyonel bozukluk ve somnolens (hidrosefali veya hipotiroidizme bağlı) Baş çevresinde artma (hidrosefali) Ataksi %5-10 (KİBAS veya hidrosefaliye bağlı) Epilepsi (nadir) Fokal motor zayıflık (nadir) Laboratuvar bulguları: Cerrahi hazırlık açısından da önemli olan serum elektrolitleri (endokrin disfonksiyon nedeniyle ayrıca önemli) İntrakranial germ hücreli tümörler de suprasellar yerleşim gösterebileceğinden ayırıcı tanıya da katkısı olacak serum beta-HCG ve AFP değerleri alınmalıdır. Preoperatif başlangıç verilerini oluşturmak açısından da önemli olan GH, TSH/Tiroid hormon, kortizol, FSH/LH seviyeleri bakılmış olmalıdır. Radyolojik Görüntüleme: Direk grafilerde %85 oranında sellada veya suprasellar bölgede kalsifikasyon gözlenir. Sella genişlemesi de bulunabilir. Eğer hidrosefali varsa sütür diastazı izlenebilir. Beyin tomografilerinde solid ve kistik kısımları ayırt edilebilir. Solid kısımları kontrast tutar yapıdadır. Peri tümöral ödem gözlenmez. Ayrıca varsa hidrosefali gözlenebilir. Kalsifikasyonlar MRG den daha iyi demonstre edilir. MRG ile tümörün normal dokularla ilişkisi daha iyi ortaya konabilir. Solid ve kistik kısımlar BT deki gibi ayırt edilebilir. Solid kısımlar BT deki gibi kontrast alacaklardır. MRG de BT deki gibi aksiyel kesitlerin yanında, ayrıca sagital ve koronal kesitler serilerde yer almaktadır. Bunlar cerrahinin planlanmasında önem arzeder. Post operatif ilk 48 saat içinde yapılacak MRG tetkiki postoperatif UPEK 2012 Sayfa 44 değişiklikler ile rezidü tümörün ayırt edilmesinde önemlidir. MR Anjiografi cerrahi öncesi hazırlığın bir parçası olmalıdır. Bunların yanında hastanın tedavi öncesi entellektüel ve psikolojik durumunun bilinmesi tedavinin etkilerinin değerlendirilmesinde temel olacaktır. Tümör Histolojisi: Histolojik olarak adamantinomatoz, papiller ve miks olarak üç tipte sınıflandırılır. Adamantinomatoz tip daha çok çocuklarda (%92-96) görülür ve hem solid, hem de kistik komponentler içerir. Yağ ve kolesterol kristalleri içeren kistik sıvı cerrahi sırasındaki görünümü nedeniyle ‘motor yağı’ olarak tanımlanır. Bu sıvının subaraknoid boşluğa sızması şiddetli kimyasal araknoidite neden olur. Solid kısmının görünümü epiteliyal tümöre benzer. Stageleme açısından pre ve post operatif MRG gereklidir. Nöroaksis boyunca yayılma görülmediğinden bulgusu yoksa tam spinal değerlendirme gereksizdir. Tedavi: Perioperatif dönemde tüm hormon paneli dikkatle izlenmelidir. Perioperatif kortikosteroid kullanımı gereklidir. Kemoterapi: Kraniofarinjiomalarda kemoterapi kullanımı halen araştırılmaktadır. Kemoterapi cerrahi olarak çıkarılamayan ve radyoterapi almış veya radyoterapinin kontrendike olduğu ilerleyici hastalığı olan olgularda düşünülmelidir. Bu hastalıkta sistemik kemoterapinin yararı halihazırda gösterilememiştir. Kraniofaranjiomaların skuamoz hücreli karsinomlarla benzer epiteliyal orijine sahip olduğu düşünüldüğünden İnterferon alfanın kullanımı bu olgularda klinik deneme aşamasındadır ve benzer etkinlikte olduğu gözlenmiştir. Radyoterapisi ertelenerek interferon alfa tedavisi denenen 12 hastanın ancak üçünde objektif radyolojik düzelme gözlenmiştir. Bu tedavinin uygulandığı olguların %60 ında tedavi kesilmesiyle veya doz azaltılmasıyla düzelen hepatik , nörolojik ve cilt bulgularını içeren toksisite ortaya çıkmıştır. İntrakaviter/intrakistik tedavi: Bleomisin (aslında bir antibiyotik olmasına rağmen DNA iplikçiğinde kırılmalar yaparak bir antineoplastik ajan gibi davranır) uygulaması denenen 11 hastanın 10 unda çok az yan etkiyle birlikte kistte küçülme izlenmiştir. Cerrahi olarak bir kateter kist boşluğuna yerleştirilir ve kontrast madde verilerek sızdırmazlığı test edildikten sonra 5 mg günaşırı olacak şekilde toplam 30 mg verilir. Benzer sonuçlar interferon alfa tedavisi ile de elde edilmiştir. İntrakistik tedavi ve radyoterapi alan çocuk olgularda moyamoya hastalığı ve anevrizma gibi vasküler anormallikler gözlenebildiği unutulmamalıdır. İntrakaviter radyosyon tedavisi: Özellikle rekürrensli olgularda tercih edilebilir. Toplam doz 200267 Gy olup %71-88 oranında tam veya kısmen kist küçülmesi gözlenebilir. Ancak kullanılacak izotopun seçimi ve olguların tedavi sonuçlarına katkısı halen tartışmalıdır. Carmustine (BCNU) emdirilmiş parçacıkların kaviteye yerleştirilmesi ile ilgili rekürren kranifarinjiomlu bir olgu da bildirilmiştir. Cerrahi tedavi: Kraniofarajiomaların tedavisinde ilk seçenek cerrahi olmalıdır. Ancak gerçek tam tümör çıkarılması deneyimli cerahlar için bile mümkün değildir. Çünki bu tümörler sıklıkla optik kiazmaya, hipofiz stalkına, internal karotid arterlere sıkıca yapışık olup üçüncü ventriküle invazyon gösterirler. Bu nedenlerle radikal cerrahi girişimler sonrasında panhipopitüarizm, nörolojik defisitleri UPEK 2012 Sayfa 45 (kranial sinir felçleri, hemipareziler, afazi gibi) ve görme alanı defektleri veya körlüğü de içeren ağır morbiditelerin ortaya çıkması süpriz olmamaktadır. Postoperatif mortalite %0-20 arasında değişmekle birlikte son serilerde %5-10 civarındadır. Aslında bu kraniofarinjioma cerrahisinin en cesaret kırıcı tarafı gros total rezeksiyondan sonra bile nükslerin olmasıdır. Radikal eksizyon sonrası nüks oranı %0-60 arasındadır. Transsfeniodal ve endonazal endoskopik yaklaşımlarla yapılan cerrahilerde dahja az endokrin ve görme ile komplikasyonların olduğu bildirilmişse de bu yaklaşımlar daha çok erişkinlerde uygulanabilmektedir. Radikal cerrahinin ağır morbidite ve mortalitesi cerrahları daha sınırlı rezeksiyona yönlendirmişse de bu durum çok kötü lokal rekürrenslerle (%75-90) sonuçlanmıştır. Bu durum rekürensler için tekrar cerrahi girişimlerin yapılmasını gerektirmiş ve sonuç olarak daha da fazla morbidite ile sonuçlanmıştır. Konservatif cerrahinin radyoterapi ile kombine edilmesi önerisi sınırlı cerrahinin işe yaramaması ve radikal cerrahinin de ağır morbidite ve mortalitesinin olması gerçeğine dayanmaktadır. Sınırlı cerrahi girişim ve postoperatif eksternal-beam radyoterapi uygulamasını literatür bulguları da desteklemektedir. Hastalığın düşük riskli uzun dönem morbidite ile 5-20 yıl gibi uzun süreli kontrolünün %80-95 oranında sağlandığı bildirilmektedir. Parankimal beyin yaralanması ve radyoterapinin neden olduğu sekonder malignensi riski %1-2 den az olarak bildirilmiştir. Bazı ötorler gros total eksizyondan sonra bile eğer postoperatif kontrol filmlerde kalsifikasyonlar varsa (ki kötü prognoz belirtisi) radyoterapi önermektedir. Genel olarak radyoterapi uygulaması hipofiz adenomlarına uygulananla benzer şekildedir ve toplam doz 25-30 fraksiyonda 5000-5500 cGy dır. Üç yaş altındaki çocuklar gelişme döneminde olduklarından radyoterapi önerilmez. Sınıtrlı cerrahi ile birlikte uygulanan radyoterapi hastaların yakın takibini gerektirir. Erken tanı ve uygun cerrahi tedavi sonrası tam doz radyoterapi iyi bir uzun dönem sonuç sağlayabilir. Olguların takibi: Endokrin: Büyüme, pubertal gelişme, herhangi bir hormon anormalliği yönünden olguların yakın takibi gerekir. Radyoloji: Takibin temel öğelerinden biridir. Birinci yılda her üç ayda bir MRG, bir yıl altı ay aralıklı MRG, beş yıl yılda bir MRG gereklidir. Eğer radyoterapi almışsa sekonder malignensi riski nedeniyle hayat boyu her yıl MRG gereklidir. Oftalmoloji: Yeni görme alanı defektleri hastalığın ilerlemesinin habercisi olduğundan rutin oftalmolojik değerlendirme gereklidir. Nöropsikiatri: Peryodik değerlendirmeler cerrahinin ve radyoterapinin etkilerini izlemeye yardımcı olacaktır. Bu hastaların tedavisi pediatrik beyin cerrahi, radyasyon onkoloğu,pediatrik endokrinolog ve pediatrik hematolog/onkologdan oluşan bir ekip tarafından yürütülmelidir. Komplikasyonlar: Retrospektif meta analizleri kraniofarinjiomalarda en az komplikasyona neden olan tedavi şeklinin daha az agressif cerrahi ve sonrası radyoterapi olduğunu göstermektedir. UPEK 2012 Sayfa 46 Endokrin: Tedavi sonrası olguların yaklaşık %80 inde hormon replasman tedavisi gerekmektedir. Hormonal olarak tek tek ele alındığında GH için %88-100, ACTH için %55-88, TSH için %39-95, FSH/LH için %80-95, ADH için %25-86 oranlarında tedavi gereksinimi olduğu bildirilmiştir. Diabet insibit en şiddetli endokrin bozukluklardan biridir ve vazopressin tedavisi oldukça pahalı bir tedavidir. Hipotrioidi, GH eksikliği, ACTH eksikliği ve gecikmiş veya erken puberte bildirilmiştir. Bu hastalarda ciddi sistemik hastalıkların da ortaya çıkabileceği unutulmamalıdır. Stres dozunda steroid tedavisi gerekli olabilir. Obezite ve obeziteye bağlı komplikasyonlar ciddi morbiditelere neden olabilir. Hipotalamik harabiyete bağlı metabolik değişiklikler ve azalmış fiziksel aktivite tedaviyi güçleştirir. Şiddetli hormonal anormalliklerin radikal cerrahi sonrası ortaya çıktığı unutulmamalıdır. Nörojenik Morbidite: Genellikle radikal cerrahiye bağlı görme kayıpları ve hipotalamik yaralanma (morbid obezite, uyuklama) sıktır, ancak tedavi sonrasında da ortaya çıkabilir. Nöropsikolojik morbidite: Hafıza kaybı, davranış değişikliği gibi bulgular doğrudan nörolojik harabiyete bağlıdır. Ancak tedavi komplikasyonu olarak da ortaya çıkabilir (uygunsuz hormon tedavileri gibi). Derin ven trombozu: Serum sodyumundaki ve hormonal değişikliklere bağlı nadir olmayarak ortaya çıkar. Radyoterapiye bağlı komplikasyonlar: Kraniofarinjiomalarda radyoterapinin çocuklarda bile rutin olarak kullanılması radyasyon tedavisinin geç dönem komplikasyonlarının sık olarak görülmesine neden olmaktadır. Bunlar arasında endokrinopatiler ve vaskülopatiler (%21) ve sekonder malignensiler (10 yılda %1.9) yer almaktadır. Düşük gradeli kraniofarinjiomaların yüksek gradeli epitelyal tümörlere dönüştüğü rapor edilmiştir. Ancak bildirilen üç olgudan birinde radyoterapi alma hikayesi yoktur. Prognoz: Gros total rezeksiyon yapılan olgularda on yıllık sürvey %86-100 arasında bildirilmiştir. Subtotal rezeksiyon veya cerrahi olarak tedavi edilen rekürrenslere uygulanan radyoterapi sonrası sürvey %57-86 olarak bildirilmiştir. Primer cerrahide perioperatif mortalite %1.7-5.4 arasındadır. Bununla birlikte rekürrensler için yapılan cerrahilerde mortalite %25 lere kadar yükselmektedir. Kraniofarinjiomalı olguların neredeyse tamamı kronik morbiditelidir. Bunlar arasında -doğal olarak- endokrin problemler, görme kayıpları, ataksi, davranış problemleri, algılama yetersizlikleri ve uyku hastalıkları yer alır. Kaynaklar 1. 2. 3. 4. Prabhu VC, Brown HG. The pathogenesis of craniopharyngiomas. Childs Nerv Syst. Aug 2005;21(8-9):622-7. Karavitaki N, Wass JA. Craniopharyngiomas. Endocrinol Metab Clin North Am. Mar 2008;37(1):173-93, ix-x. Garre ML, Cama A. Craniopharyngioma: modern concepts in pathogenesis and treatment. Curr Opin Pediatr. Aug 2007;19(4):471-9. Hofmann BM, Kreutzer J, Saeger W, et al. Nuclear beta-catenin accumulation as reliable marker for the differentiation between cystic craniopharyngiomas and rathke cleft cysts: a clinico-pathologic approach. Am J Surg Pathol. Dec 2006;30(12):1595-603. UPEK 2012 Sayfa 47 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. 17. 18. 19. 20. 21. 22. 23. 24. 25. 26. 27. 28. 29. 30. Pettorini BL, Frassanito P, Caldarelli M, Tamburrini G, Massimi L, Di Rocco C. Molecular pathogenesis of craniopharyngioma: switching from a surgical approach to a biological one. Neurosurg Focus. Apr 2010;28(4):E1. Halac I, Zimmerman D. Endocrine manifestations of craniopharyngioma. Childs Nerv Syst. Aug 2005;21(89):640-8. Bunin GR, Surawicz TS, Witman PA, et al. The descriptive epidemiology of craniopharyngioma. J Neurosurg. Oct 1998;89(4):547-51. Kuratsu J, Ushio Y. Epidemiological study of primary intracranial tumors in childhood. A population-based survey in Kumamoto Prefecture, Japan. Pediatr Neurosurg. Nov 1996;25(5):240-6; discussion 247. Jakacki RI, Cohen BH, Jamison C, et al. Phase II evaluation of interferon-alpha-2a for progressive or recurrent craniopharyngiomas. J Neurosurg. Feb 2000;92(2):255-60. Takahashi H, Yamaguchi F, Teramoto A. Long-term outcome and reconsideration of intracystic chemotherapy with bleomycin for craniopharyngioma in children. Childs Nerv Syst. Aug 2005;21(8-9):7014. Liu AK, Bagrosky B, Fenton LZ, Gaspar LE, Handler MH, McNatt SA. Vascular abnormalities in pediatric craniopharyngioma patients treated with radiation therapy. Pediatr Blood Cancer. Oct 20 2008;52(2):227230. Laws ER Jr, Morris AM, Maartens N. Gliadel for pituitary adenomas and craniopharyngiomas. Neurosurgery. Aug 2003;53(2):255-69; discussion 259-60. Wen BC, Hussey DH, Staples J, et al. A comparison of the roles of surgery and radiation therapy in the management of craniopharyngiomas. Int J Radiat Oncol Biol Phys. Jan 1989;16(1):17-24. Jane JA Jr, Kiehna E, Payne SC, Early SV, Laws ER Jr. Early outcomes of endoscopic transsphenoidal surgery for adult craniopharyngiomas. Neurosurg Focus. Apr 2010;28(4):E9. Campbell PG, McGettigan B, Luginbuhl A, Yadla S, Rosen M, Evans JJ. Endocrinological and ophthalmological consequences of an initial endonasal endoscopic approach for resection of craniopharyngiomas. Neurosurg Focus. Apr 2010;28(4):E8. Sughrue ME, Yang I, Kane AJ, Fang S, Clark AJ, Aranda D. Endocrinologic, neurologic, and visual morbidity after treatment for craniopharyngioma. J Neurooncol. Feb 2011;101(3):463-76. Müller HL. Childhood craniopharyngioma. Pituitary. Jun 8 2012. Manley PE, McKendrick K, McGillicudy M, et al. Sleep dysfunction in long term survivors of craniopharyngioma. J Neurooncol. Jul 2012;108(3):543-9. Chandrakasan S, Sood S, Ham S, Moltz K, Frey MJ, Rajpurkar M. Risk factors and management of deep venous thrombosis in children following post-surgical hypopituitarism in craniopharyngioma. Pediatr Blood Cancer. Jul 15 2011;57(1):175-7. Kiehna EN, Merchant TE. Radiation therapy for pediatric craniopharyngioma. Neurosurg Focus. Apr 2010;28(4):E10. Rodriguez FJ, Scheithauer BW, Tsunoda S, Kovacs K, Vidal S, Piepgras DG. The spectrum of malignancy in craniopharyngioma. Am J Surg Pathol. Jul 2007;31(7):1020-8. Allen ED, Byrd SE, Darling CF, et al. The clinical and radiological evaluation of primary brain tumors in children, Part I: Clinical evaluation. J Natl Med Assoc. Jun 1993;85(6):445-51. Baskin DS, Wilson CB. Surgical management of craniopharyngiomas. A review of 74 cases. J Neurosurg. Jul 1986;65(1):22-7. Blethen SL. Growth in children with a craniopharyngioma. Pediatrician. 1987;14(4):242-5. Cavalheiro S, Dastoli PA, Silva NS, et al. Use of interferon alpha in intratumoral chemotherapy for cystic craniopharyngioma. Childs Nerv Syst. Aug 2005;21(8-9):719-24. Duffner PK, Cohen ME, Freeman AI. Pediatric brain tumors: an overview. CA Cancer J Clin. Sep-Oct 1985;35(5):287-301. Dunbar SF, Tarbell NJ, Kooy HM, et al. Stereotactic radiotherapy for pediatric and adult brain tumors: preliminary report. Int J Radiat Oncol Biol Phys. Oct 15 1994;30(3):531-9. Fisher PG, Jenab J, Gopldthwaite PT, et al. Outcomes and failure patterns in childhood craniopharyngiomas. Childs Nerv Syst. Oct 1998;14(10):558-63. Garrè ML, Cama A. Craniopharyngioma: modern concepts in pathogenesis and treatment. Curr Opin Pediatr. Aug 2007;19(4):471-9. Gonzales-Portillo G, Tomita T. The syndrome of inappropriate secretion of antidiuretic hormone: an unusual presentation for childhood craniopharyngioma: report of three cases. Neurosurgery. Apr 1998;42(4):917-21; discussion 921-2. UPEK 2012 Sayfa 48 31. 32. 33. 34. 35. 36. 37. 38. 39. 40. 41. 42. 43. 44. 45. 46. Habrand JL, Ganry O, Couanet D, et al. The role of radiation therapy in the management of craniopharyngioma: a 25-year experience and review of the literature. Int J Radiat Oncol Biol Phys. May 1 1999;44(2):255-63. Kollias SS, Barkovich AJ, Edwards MS. Magnetic resonance analysis of suprasellar tumors of childhood. Pediatr Neurosurg. 1991-92;17(6):284-303. Miller DC. Pathology of craniopharyngiomas: clinical import of pathological findings. Pediatr Neurosurg. 1994;21 Suppl 1:11-7. Mori K, Handa H, Murata T, et al. Results of treatment for craniopharyngioma. Childs Brain. 1980;6(6):30312. Rajan B, Ashley S, Thomas DG, et al. Craniopharyngioma: improving outcome by early recognition and treatment of acute complications. Int J Radiat Oncol Biol Phys. Feb 1 1997;37(3):517-21. Regine WF, Kramer S. Pediatric craniopharyngiomas: long term results of combined treatment with surgery and radiation. Int J Radiat Oncol Biol Phys. 1992;24(4):611-7. Regine WF, Mohiuddin M, Kramer S. Long-term results of pediatric and adult craniopharyngiomas treated with combined surgery and radiation. Radiother Oncol. Apr 1993;27(1):13-21. Sanford RA. Craniopharyngioma: results of survey of the American Society of Pediatric Neurosurgery. Pediatr Neurosurg. 1994;21 Suppl 1:39-43. Sanford RA, Muhlbauer MS. Craniopharyngioma in children. Neurol Clin. May 1991;9(2):453-65. Shiminski-Maher T, Rosenberg M. Late effects associated with treatment of craniopharyngiomas in childhood. J Neurosci Nurs. Aug 1990;22(4):220-6. Tomita T. Management of craniopharyngiomas in children. Pediatr Neurosci. 1988;14(4):204-11. Tomita T, McLone DG. Radical resections of childhood craniopharyngiomas. Pediatr Neurosurg. 1993;19(1):6-14. Tsao MN, Wara WM, Larson DA. Radiation therapy for benign central nervous system disease. Semin Radiat Oncol. Apr 1999;9(2):120-33. Wilson CB. Diagnosis and surgical treatment of childhood brain tumors. Cancer. Mar 1975;35(3 suppl):9506. Yasargil MG, Curcic M, Kis M, et al. Total removal of craniopharyngiomas. Approaches and long-term results in 144 patients. J Neurosurg. Jul 1990;73(1):3-11. http://emedicine.medscape.com/article/986215 UPEK 2012 Sayfa 49 K-14 CASR MUTASYONLARI Prof. Dr. Sibel Tulgar Kınık Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı Kalsiyuma duyarlı reseptör (CaSR), vücutta PTH salınımını ve böbrekten kalsiyum geri emilimini düzenleyerek Ca+2 dengesini sağlar. CaSR 3. kromozomun uzun kolunda bulunur (3q21.1). nadiren 19. kromozomda mutasyon saptanan olgular vardır. G protein-coupled reseptörüdür ve Ca+2 dengesiyle ilgili dokularda özellikle paratiroid bezler, böbrekler, tiroid bez, intestinalepitel hücrelerinde bulunur. Ayrıca Ca+2 dengesi ile ilişkili olmayan beyin, pankreas, ösefagus,mide, kalp, cilt gibi başka organlarda da bulunduğu gösterilmiştir. Hücre dışı sıvıda iyonize Ca+2 konsantrasyonu artınca paratiroid bezdeki esas hücreler ve renaltübülereptelyal hücrelerde bulunan CaSR aktive olur ve PTH salınımı azalır, renaltübüler Ca+2 geriemilimi azalır. İyonizeCakonsantasyonu azaldığında ise, CaSR aktivasyonu azalır, PTH salınımı ve renaltübüler Ca+2 * emilimi artar. Son yıllarda CaSRlerin magnezyumu da bağladığıve böbrekte henle kulpunun kalın inen bölümünde Mg geri emilimini değiştirdiğ i gösterilmiştir. CaSR mutasyonları fonksiyon kaybettirici (loss-of function, inaktive edici ) veya fonksiyon artırıcı (gain-of function, aktive edici) etkide olabilir. CaSR de fonksiyon kaybına neden olan mutasyonlardan heterozigot olup otozomal dominantkalıtılanı, ailevibenignhipokalsiürikhipokalsemiye neden olur. Bu durumda hafif-orta şiddette, hayat boyu edenhiperkalsemi ardır, PTH üst sınırda veya hafif yüksek,idrar Ca+2 değeri buna uygun olmayarak düşüktür. Hastalar genellikle septom vermezler. PTH ve renaltübüler Ca+2 emilimini baskılayacak Ca+2 eşik değri yükselmiştir. Primerhiperparatiroidizm ile karışabilir. Bazen CaSR ne karşı antikor oluşup ailevi benignhipokalsiürik hipokalsemi tablosuna neden olabilir. CaSR de fonksiyon kaybına neden olan mutasyonlardan homozigot olanıyenidoğanın ağır hiperpartiroidii ne neden olur. Yenidoğan döneminde ağır hiperkalsemi, hipotoni, kabızlık, kusma, oliüri, gelişme geriliği, solunum sıkıntısı, kemik kırıkları olabilir. CaSR de fonksiyon artışına neden olan mutasyonotozomal dominant hipokalsemiye neden olur. Klinik şiddetli veya hafif olablir. PTH nu uyaracak Ca+2 eşik değeri düşmüştür ve hipokalsemi, düşük veya normal PTH düzeyleri, hiperkalsiüri vardır. Nefrokalsinoz, renal yetmezlik olabilir. CaSR de fonksiyon artışına neden olan mutasyonlar Barttersendromu tip V’ e de neden olabilir. Barttersendromunun klasik bulguları; hipokalemi, alkaloz, renin-aldosteron da artış iken, tip V de tabloya hipokalsemi, hiperkalsiüri, nefrokalsinoz da eklenir. NadirenCaSR ne karşı oluşan antikorlar aktivitede artış yönünde etki yapabilirler. CaSRgeni ile ilgili bzıpolimorfizmlrin kişilerin seumCa düzeyleri ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. CaSR, vücutta Ca+2 dengesini sağlamanın yanında başka biyolojik işlevlerde de görev yapmaktadır. Meme ve kolorektal kanserlerde, Alzheimer’s hastalığı, pankreatit, diyabet, hipertansiyon gibi hastalıklarla da ilişkili olduğu gösterilmektedir. UPEK 2012 Sayfa 50 K-15 IGF-1 VE IGF RESEPTÖR BOZUKLUKLARI Doçent Dr. Mehmet Keskin Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji ve Metabolizma Bilim Dalı İnsülin benzeri büyüme faktörleri (IGF) veya diğer adıyla somatomedinler ilk kez 1957’de Salmon ve Daughaday tarafından tanımlanarak büyüme hormonunun anabolik ve mitojenik etkilerinin bu sistem aracılığıyla gerçekleştiği bildirilmiştir. Karaciğerde, kemik hücrelerinde ve diğer dokular da bulunurlar. IGF’ ler tamamen olmamakla birlikte büyüme hormonu kontrolü altındadır. Dolaşımdaki IGF’ ler somatik büyüme ile birçok doku ve hücre grubunun çoğalması için direkt endokrin etki gösterirler. IGF sistemi iki peptid faktör (IGF-1 ve IGF-2), bunlara özel iki reseptör (IGF-1R ve IGF-2R), IGF bağlayıcı protein ailesi (IGFBP1–6) ve ALS (asite hassas alt birim) isimli glikoproteinden oluşur. IGF’ ler insülin, proinsülin ile aynı aileden olup molekül yapısı bakımından proinsüline büyük oranda benzerlik gösterir. IGF-1 geni 12. kromozomun uzun bacağında olup, 95 kb boyundadır, 70 aminoasitten ve 6 eksondan oluşur. Doğum sonrası hayatta en güçlü düzenleyici büyüme hormonudur. Buna karşılık IGF-1 de negatif geri uyarımla büyüme hormonu salınımını baskılar. Beslenme durumu ve diyetteki enerji ve protein alımı da IGF-1 sentezinde önemli olup fetal hayatta en baskın düzenleyicidir. IGF’ lerin hücre çoğalmasında etkili olup önemli otokrin ve parakrin etkilerinin olduğu düşünülmektedir. Kemik, beyin, prostat, kas, meme dokusu ve diğer bazı dokularda lokal sentezlenen IGF’ lerin dokuların büyümesinden ve farklılaşmasından sorumlu olduğu düşünülmektedir. Serumdaki IGF’ lerin % 80’i karaciğer tarafından yapılır. IGF-1’in büyüme üzerindeki önemli etkilerini hayvan deneyleri net bir şekilde göstermiştir. IGF-1 geni yok edilmiş fareler doğumda küçüktür, bunlar doğum sonrasında da ağır bir büyüme duraklaması gösterirler. IGF-1 eksikliği ve direnç durumlarda neden; 1) büyüme hormonu kaynaklı (reseptör kusuru, hipofizer yetmezlik, inhibe edici antikorlar, sinyal iletim kusurları) 2) IGF-1 kaynaklı (sentez kusuru, reseptör eksikliği, IGFBP3-ALS mutasyonları) 3) katabolik durum veya kronik hastalık olabilir. İnsanlarda çok fazla IGF mutasyonu saptanmamıştır. İlk kez Woods ve ark. 1996’da doğum öncesi ve sonrası ciddi büyüme geriliği, sensorinöral sağırlığı ve zeka geriliği olan 15 yaşında bir erkek hastada IGF-1 geninde homozigot kısmi kayıp (ekzon 4 ve 5) saptamıştır. Bu hastanın; boy kısalığı ve IGF-1 düşüklüğü olan ebeveynlerinde de heterozigot aynı gen kaybı bulunmuştur. Bu olgu nedeniyle IGF-1’in intrauterin büyümede etkin rol aldığı düşünülmüştür. Son yıllarda, benzer klinik özellikleri olan fakat IGF-1 sentez kusuru nedeniyle; yüksek düzeyde, fonksiyonel olmayan IGF-1 molekül üretimi olan bir olgu da bildirildi. 1970’li yılların başlarında insülin reseptörlerine benzeyen fakat insüline düşük ilgi gösteren ve insülin benzeri etkileri açıklayan reseptörler tanımlanmıştır. IGF’ ler etkilerini özel reseptörleri aracılığı ile gösterirler. İki tip IGF reseptörü vardır. Tip 1 ve Tip 2. Yapı olarak insüline benzerler. Tip 1 IGF reseptörü IGF-1’e büyük affinite gösterir. IGF-2’ye daha az, insüline çok daha az affinitesi vardır. İnsülin reseptörü, IGF-1 ve IGF-2’yi bağlar ancak affinitesi insüline oranla çok daha azdır. Tip 2 IGF reseptörü aynı zamanda mannoz-6 fosfat reseptörü görevini gösterir. IGF-1 reseptörü, iki α- ve iki β- alt ünitesinden oluşan farklı dört parçalı bir glikoproteindir. IGF-1’in bağlanması üzerine sinyal iletimi başlar ve IGF-1’in büyümeyle ilgili etkileri görülür. Sitoplazmik moleküller olan insülin responsiv substratlar (IRS) fosforile olur. IRS-ler, 1’den 4’e kadar olup en önemlileri IRS-1 ve IRS-2 dir. İnsülin ve IGF’lerin birçok etkisini gerçekleştirir. IGF-1 reseptör geninin yok edilmesi IGF-1 ve IGF-2 geninin yok edilmesi ile benzer sonuç verir ve ağır intrauterin büyüme geriliğine yol açar. IGF’lerin mitojenik etkisi tip 1 IGF reseptörünün etkisi ile oluşur. IGF’ lerin metabolik etkileri olası olarak bunların insülin reseptörü, IGF-1 reseptörü ve hibrid insülin - IGF reseptörü ile etkileşimleri sonucu oluşmaktadır. IRS-1 ve IRS-2 geninin tahribatı büyüme ve karbonhidrat UPEK 2012 Sayfa 51 metabolizması üzerindeki etkilerinin bozulmasına yol açar ki insülin ve IGF-1’in etkisine benzerlik gösterir. Son çalışmalar IGF-1 reseptör ailesinden gelen ancak biyolojik etkileri insülin ve tip-1 IGF reseptörüne benzerlik gösteren bir grup reseptörün varlığını göstermiştir. Bu reseptörün bulunduğu dokuların incelenmesi bu cins reseptörün bir α-β insülin reseptörü dimer’i ile bir α-β Tip-1 IGF reseptörü dimerinden oluştuğunu göstermektedir. Bu reseptörlere hibrid reseptör denir ve gerek insüline gerek IGF’ lere yüksek affinite gösterir. Tip 2 IGF reseptörü insülin reseptör ailesinden olmayıp, bazı sitokin reseptörleri ile benzerlik gösterir. Yapı olarak farklıdır ve özellikle IGF-2’ ye bağlanma gösterirken, mannoz-6-fosfat yapısı olan ligandlarda buna bağlanma gösterir. IGF-2 reseptörünün hücre içi kısmı çok kısadır ve sinyal geçiş mekanizması bilinmez. Hücre motilitesine aracılık ettiği ve kalsiyum girişi ile ilgili değişikliklere eşlik ettiği bildirilmiştir. Tip 2 IGF reseptörünün, fetal yaşamda, fazla IGF 2’nin lizozomda parçalanmasını sağlayıcı bir etkisi olduğu düşünülmektedir. Son dönemde, intraauterin ve doğum sonrası büyüme geriliği ile getirilen ve heterozigot IGF-1 reseptör gen mutasyonu tespit edilen 10 aile bildirilmiştir. Bu olguların ortak özellikleri; 1) düşük doğum ağırlığı ve boy ( < -1.5 SD) 2) ailede düşük doğum ağırlığı öyküsü 3) normal veya artmış serum IGF-1 düzeyi 4) büyüme hormonu uyarı testine normal veya artmış yanıt idi. Kısa boy ile başvuran ve 15. kromozom uzun kolunda (15q26), IGF-1 reseptör geninde haploid yetersizlik tespit edilen olgular da bildirildi. Bu olgular; heterozigot IGF-1 reseptör gen mutasyonu taşıyan olgular ile karşılaştırıldığında fenotipik anormallikler dikkat çekiciydi. Bu olgularda intrauterin ve doğum sonrası büyüme geriliği ile beraber mikrosefali, yüksek damak, anormal kulaklar, hipertelorizm, iskelet anormallikleri (klinodaktili, çarpık ayak, skolyoz) mevcuttu. Ayrıca, 15q delesyonu mevcut olan olgular heterozigot mutasyon taşıyan olgular ile karşılaştırıldığında çoğunda nöromotor gerilik mevcuttu. Kaynaklar 1. Kawashima Y, Takahashi S, Kanzaki S. Familial short stature with IGF-I receptor gene anomaly. Endocr J 2012; 59: 179-185. Review. 2. Wit JM. Diagnosis and management of disorders of IGF-I synthesis and action. Pediatr Endocrinol Rev 2011; 9 Suppl 1: 538-540. Review. 3. Forbes BE. Molecular mechanisms underlying insulin-like growth factor action: How mutations in the GH: IGF axis lead to short stature. Pediatr Endocrinol Rev. 2011; 8: 374-381. Review. 4. Klammt J, Kiess W, Pfaffle R. IGF1R mutations as cause of SGA. Best Pract Res Clin Endocrinol Metab 2011; 25: 191-206. 5. Caliebe J, Broekman S, Boogaard M, et al. IGF1, IGF1R and SHOX mutation analysis in short children born small for gestational age and short children with normal birth size (idiopathic short stature). Horm Res Paediatr 2012; 77: 250-260. 6. Alvino CL, Ong SC, McNeil KA, et al. Understanding the mechanism of insulin and insulin-like growth factor (IGF) receptor activation by IGF-II. PLoS One 2011; 6: e27488. 7. Martin JL, Baxter RC. Signalling pathways of insulin-like growth factors (IGFs) and IGF binding protein-3. Growth Factors 2011; 29: 235-244. 8. Mohn A, Marcovecchio ML, de Giorgis T, Pfaeffle R, Chiarelli F, Kiess W. An insulin-like growth factor-I receptor defect associated with short stature and impaired carbohydrate homeostasis in an Italian pedigree. Horm Res Paediatr 2011; 76: 136-143. 9. Günöz H. Büyüme Bozuklukları. Pediatrik Endokrinoloji, Ankara: Kalkan Matbaacılık 2003; 65-135. 10. Rosenbloom AL, Connor EL. Hypopituitarism and other disorders of the growth hormone-insulin-like growth factor-I axis. In: Lifshitz F. (ed) Pediatric Endocrinology. 5th Ed: New York, 2007, pp 65-99. UPEK 2012 Sayfa 52 K-16 ALDOSTERON RESEPTÖR BOZUKLUKLARI Doç. Dr. Semra Çetinkaya Dr Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları EAH- Çocuk Endokrinoloji Kliniği Aldosteron, 1952 yılında Simpson ve Tait’in tarafından izole edilmiş ve böbreğin tuz ve elektrolit dengesini düzenlediği gösterilmiştir. Aldosteron esas olarak distal nefronda sodyum ve klorürün geri emilimini, potasyum ve hidrojenin sekresyonunu arttırır. Hipotansiyon veya hiperkalemiye yanıt olarak salgılanan aldosteron, intravasküler volümü yeniden yapılandırmak için distal nefronda mineralokortikoid reseptörüne (MR) bağlanır, epitelyum sodyum kanalı (ENaK) aracılığıyla sodyum reabsorpsiyonunu arttırır ve oluşan elektriksel yük değişimi potasyum ve proton salınımını uyarır. Aldosteron diğer steroid hormonlar gibi, tübüler hücreye difüzyon yoluyla girer ve kendine özgü sitozolik reseptörüne bağlanır. Hormon-reseptör kompleksi hücre çekirdeğine taşınır, nükleer kromatinin özel bölgelerine bağlanır ve mRNA’yı arttırır ve ribozomal RNA transkripsiyonu gerçekleşir ve ‘aldosteron ile uyarılmış protein’ adı verilen ve varlığı yeni tanımlanmış bir protein üretilir. Elektrolit ekskresyonu etkilenmeden önceki bu süreç, yaklaşık 30 ile 90 dakika arasında gerçekleşir. Bu proteinin rolü tam anlaşılamamıştır. Aldosteron, hücre içine giren sodyum yoluyla, luminal membran sodyum kanalının beta ve gamma alt ünitelerinin fosforilasyonunu ve alfa alt ünitesini uyarır. Bu sırada serum ve glukokortikoid kinaz-1, nöral öncü hücrede varolan gelişimsel baskılayıcı (gen 4) protein (‘neural precursor cell-expressed developmentally downregulated (gene 4) protein’) ve K-ras gibi genomik olmayan yolaklar ve epigenetik mekanizmalar yoluyla genomik yolaklar devrededir. Aldosteronun bu yolaklar üzerinden etkisi; pankreatik fibrozis, bozulmuş beta hücre işlevi, iskelet kası ve adipöz dokuda insülin duyarlılığında azalma, kardiyak hipertrofi, podosit hasarı ve fibrozis üzerinde rol oynamasını sağlar. Böylece aldosteron oksidatif stres, sistemik inflamasyon, kardiyometabolik sendrom ve kardiyak ve renal hastalık ilerlemesine neden olur. (1). Aldosteron hedef hücredeki reseptörüne bağlandığında, ortamda 11 beta hidroksisteroid dehidrojenaz 2 enziminin varlığı ile MR’nin aldosterona özel aktive olmasını sağlar. Mineralokortikoid reseptörleri, vücutta pek çok dokuda bulunurlar ve doku tamiri ve sıvı-elektrolit dengesi gibi normal fizyoloji için hayati öneme sahip işlevlerde aracı rollerde yer alırlar. Son zamanlarda tüm dikkatler aldosteronun; metabolik sendrom, insülin direnci ve obezitedeki rolü üzerine çevrilmiştir. Yağ dokusunun lipid solubl faktör ürettiği ve bu faktörün aldosteronun üretimini zona glomerulosadan uyardığı yönündedir. Aldosteron inflamasyonu ve oksidatif stresi uyarır ki, bu etkileri spironolakton gibi MR blokürleri ile zayıflatılmaya çalışılmaktadır (2). Mineralokortikoid reseptörlerinin bulundukları bu dokularda uygunsuz aktivasyonu; özellikle de beyindekilerin uygunsuz aktivasyonu; hipertansiyona ve vaskuler, kardiyak ve renal yeniden yapılanmanın patolojik olmasına neden olur. Mineralokortikoid reseptörüne aldosteron, kortizol ve kortikosteron eşit afinitede bağlanır. Mineralokortikoid reseptörleri; aldosteron seviyesinin arttığı primer hiperaldosteronizmde uyarılır, ancak bu duruma benzer şekilde oksidatif stresin arttığı konjestif kalp yetmezliği, obezite ve diyabet gibi hastalıklarda glukokortikoidlerin mineralokortikoid reseptörlerini uygunsuz aktive etmesi ile de uyarılırlar. Bu nedenle mineralokortikoid reseptör antagonistleri insülin direncine neden olmazlar, ancak hipertansiyon ve kardiyak ve renal hastalıkların standart tedavisi için kullanıldıklarında son organ patolojisini azaltır, sempatik sinir aktivasyonunu düşürür ve yaşam kalitesini arttırırlar. Son yıllarda MR antagonistlerinin yeni hedefi, glukokortikoid düzenleyici kinaz 1’dir (3). UPEK 2012 Sayfa 53 Aldosteronun insan fizyolojisi açısından önemi yakın zamanlara kadar yeterince sorgulanmamış, klinik uygulamalarda yalnızca hipertansiyon ve hipokalemi olan nadir hastalarda dikkate alınmıştır. Ancak son yıllarda, özellikle mineralokortikoid direnci gösteren monogenik bozuklukların araştırılması ile insan fizyolojisinde aldosteronun rolünü ortaya koyan önemli çalışmalar dikkati çekmektedir. Aldosteron biyolojisinin insanlarda anlaşılması için, aldosteronun etkisine dirençli hastalar üzerinde bir çalışma yapılmıştır. Hem genetik, hem de edinilmiş birçok klinik hastalıkta mineralokortikoid direnci meydana gelmekle birlikte, son yıllarda aldosteron direncinin oluşmasına neden olan mekanizmalar daha iyi anlaşılmaya başlanmıştır. Tip 1 psödohipoaldosteronizm İlk olarak Cheek ve Perry tarafından 1958 yılında tanımlanan tip 1 psödohipoaldosteronizm (PHA1), aldosteronun etkilerine renal direnç ile karakterize, nadir görülen bir hastalıktır (4). Bu hastalarda, yükselmiş serum aldosteron düzeylerine rağmen, tuz atılımı, hiperkalemi ve metabolik asidoz görülür. Tip 1 PHA’nın moleküler temelini belirlemek için daha önce yapılan girişimler, çelişkili sonuçların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Armanini ve ark., PHA1’li hastalarda lenfositlerdeki fonksiyonel reseptörleri saptayamadıkları için genetik MR yokluğunun PHA1’e neden olduğunu öne sürmüştür. Mineralokortikoid reseptör geninde hastalığa neden olan mutasyonların belirlenmesi için yapılan birçok girişim başarısız sonuçlar vermiş ve altta yatan hastalık mekanizmasının kesin olarak belirlenememesine yol açmıştır. Bu durum, PHA1 teriminin benzer, fakat birbirinden kolaylıkla ayırt edilebilen iki form (otozomal resesif form ve otozomal dominant form) gösterdiğinin anlaşılması üzerine bir ölçüde kesinlik kazanmıştır (5-9). Otozomal resesif PHA1 Otozomal resesif PHA1 (orPHA1) olan hastalarda yaşamı tehdit eden tuz atılımı ve hiperkalemi görülür. Bu hastalarda elektrolit dengesini korumak ve yaşamalarını sağlamak için yüksek dozlarda sodyum ve kronik olarak potasyum bağlayıcı reçine verilir. Bu bozukluk formu, ‘jeneralize PHA1’ olarak da bilinir; çünkü yalnızca böbreklerden değil, aynı zamanda kolon, ter bezleri ve tükürük bezlerinden de tuz atılımı meydana geldiğini gösteren kanıtlar mevcuttur. Armanini’nin ilk çalışmaları, orPHA1’in altında MR mutasyonlarının olabileceğini işaret etse de, etkilenen akrabalarda MR’de herhangi bir mutasyona rastlanmamıştır. Aldosteron efektör yolağının herhangi bir yerindeki mutasyonların klinik mineralokortikoid direncine neden olabileceğinin belirlenmesi ile ilerleme kaydedilmiştir. ENaK, distal nefronda aldosteron bağımlı sodyum taşınmasının primer medyatörü olarak bilindiği için, ENaK’nın alt birimleri mantıken aday genler olmuş ve kısa bir süre sonra alfa, beta veya gama alt birimlerindeki homozigot mutasyonların orPHA1’e neden olduğu gösterilmiştir (10,11). Bu genlerde ‘missense’, ‘non-sense’, ‘frameshift’ ve ‘splicesite’ mutasyonları dahil olmak üzere, birçok mutasyonun mevcut olduğu belirlenmiştir (Şekil 1). Bu listede, çok sayıda N-terminal stop kodonları ve ‘frameshift’ mutasyonları yer almaktadır. Bu da, bu mutasyonların tam bir fonksiyon kaybı meydana getirdiğini göstermektedir. Belirlenen mutasyonlar, öncelikle genlerin eksonik bölgelerinde yer alır; ancak bu gözlemsel bir yanlılığı da beraberinde getiriyor olabilir. Β-ENaK’nın promoter bölgesindeki çok sayıda homozigot delesyonun da orPHA1’e neden olduğu gösterilmiştir (12). UPEK 2012 Sayfa 54 Şekil 1. orPHA1, ENaK alt birimlerindeki mutasyonlar nedeniyle meydana gelir. orPHA1’ye neden olan epitel sodyum kanalının α, β, γ alt birimlerinde meydana gelen bilinen tüm mutasyonların kimliği ve lokasyonu şekilde gösterilmektedir. Her gen için mutasyonlar gen üzerinde dağıtılmıştır. fr: frameshift; spl: splicesite; X: stop kodonu. orPHA1’in patofizyolojisi (13) Bugüne kadar başka bir gende mutasyonu olan resesif PHA1’li hasta bildirilmemiştir ve bu nedenle bu fenotipin ENaK alt birimlerindeki mutasyonlar ile sınırlı olduğu düşünülmektedir. Mineralokortikoid reseptöründeki fonksiyon kaybına yol açan homozigot mutasyonlar, farelerde PHA1 fenotipine neden olurken, bu mutasyonlara insanlarda rastlanmamıştır (14). orPHA1’deki klinik fenotipler böbrek ile sınırlı değildir. Hastaların ter ve tükürük bezi ve kolondan da tuz kaybettiğini gösteren kanıtlar mevcuttur. Genç orPHA1’li hastalarda Staphylococcus aureus veya Pseudomonas aeruginosa hava yolu enfeksiyonlarına yatkınlık (kistik fibrozis benzeri), hava yolu yüzeyindeki sıvıyı absorbe etme kapasitesinde düşüş ve takiben akciğerdeki su düzeyindeki artıştan kaynaklanan, tekrarlayan dispne, öksürük ve hırıltı atakları ile karakterize, yeni bir pulmoner sendrom görülmektedir. Bu bulgu ile tutarlı olarak, α- veya β-ENaK çıkarılmış olan fareler, akciğer suyunu reabsorbe edemediği için solunum yetmezliğine bağlı olarak ölmektedir ve γ-ENaK eksikliği olan farelerde, insan orPHA1’li hastalarda gözlemlenen hafif düzeyde solunum fenotip tablosu gelişmektedir (15-17). Otozomal dominant PHA1 Otozomal dominant PHA1 (odPHA1), genellikle daha hafif bir seyir gösterir, ancak yükselmiş aldosteron düzeylerine karşın, tuz atılımı, hiperkalemi ve asidoz gibi hastalığın resesif formu ile aynı klinik özellikleri taşır. odPHA1’li hastalar asemptomatik olabilir veya bu hastalarda neonatal dönemde önemli düzeyde tuz atılımı bulgusuna rastlanabilir; ancak semptomlar genellikle erken çocukluk döneminden sonra azalır. orPHA1’li hastaların aksine, odPHA1’li hastalarda ter veya tükürük sodyum düzeyleri yükselmez ve tanımlanan bir pulmoner komponent mevcut değildir. odPHA1’ye MR’deki fonksiyon kaybına yol açan heterozigot mutasyonlar neden olur (18). UPEK 2012 Sayfa 55 ENaK’daki fonksiyon kaybına yol açan mutasyonlar ile görüldüğü üzere, MR’deki fonksiyon kaybına yol açan mutasyonlar tuz atılımına ve volüm deplesyonuna neden olur. Bu da, etkilenen kişilerde serum renin ve aldosteron düzeylerinin yükselmesine yol açar. Yükselmiş aldosteron düzeyleri, yaşamın ilk yıllarında sodyum ve potasyum dengesini normale döndürmek için yeterli olmamakla birlikte, hastalara genellikle tuz takviyesi yapılır ve potasyum bağlayıcı reçine verilir. Bununla birlikte, çocukluk döneminden sonra, odPHA1’li hastalar tuz takviyesine gerek olmaksızın elektrolit dengelerini koruyabilirler.. Bu, yaşam boyu sodyum takviyesi ve potasyum bağlayıcı reçine gerektiren, orPHA1’li hastalar ile aralarındaki belirgin bir farktır. Bugüne kadar MR’de PHA1’e yol açan 16 farklı mutasyon belirlenmiştir (Şekil 2). Bunların arasında, gene dağılmış olan anlamsız (nonsense), çerçeve kayması (frameshift), yanlış anlamlı (missense) ve kırpılma (splicesite) mutasyonları mevcuttur. Şekil 2. MR’deki mutasyonlar odPHA1’e neden olur. orPHA1’ye neden olan mineralokortikoid reseptöründeki bilinen tüm mutasyonların kimliği ve lokasyonu şekilde gösterilmektedir. fr:frameshift; spl: splicesite; X: stop kodonu. (13) Ayırıcı tanı İki klinik bozukluğun fenotipi, orPHA1 ile benzer özellikler göstermekle birlikte, birbirinden ayırt edilmesi gerekir. Bunlardan ilki, orPHA1 gibi renal tuz atılımı, hiperkalemi ve artmış aldosteron düzeyleri ile karakterize odPHA1’dir (odPHA1; aşağıda anlatılmaktadır). Ancak, orPHA1’in prognozu çok daha şiddetlidir. Tipik olarak orPHA1’li hastalarda, yukarıda anlatıldığı üzere, yaşamlarının ilk iki yılında halsizlik, büyüme geriliği ve elektrolit bozuklukları görülür. odPHA1’li hastalarda ise bu belirtiler çok daha sonra gelişir veya hiç gelişmez. Ter ve tükürük sodyum düzeyleri artmış olacağından, akraba evliliği öyküsü resesif hastalık için önemli bir faktördür. Son olarak, orPHA1’li bir çocuğun anne ve babasında serum aldosteron düzeyleri genellikle normalken, odPHA1’li bir çocuğun ebeveynlerinde, hipertansiyonun mevcut olmadığı durumlarda, aldosteron düzeyleri önemli düzeyde artmış olabilir. Bu da, o kişinin bu hastalık geni için asemptomatik bir taşıyıcı olduğunu gösterir (9). Bununla birlikte, orPHA1, ROMK2 potasyum kanalındaki fonksiyon kaybına yol açan homozigot mutasyonların neden olduğu tip 2 Bartter sendromundan da ayırt edilmelidir (19). Hipokalemi ve metabolik alkalozun eşlik ettiği Bartter sendromunun diğer formlarının görüldüğü hastaların aksine, Bartter sendromunun bu formunun mevcut olduğu hastaların klinik tablosu, PHA1’li hastalarınkine benzerdir. Bu hastalarda da, neonatal başlangıçlı tuz atılımı, hiperkalemi ve asidoz görülür. Ancak, tip 2 Bartter sendromu olan hastalarda doğum sırasında gelişen hiperkalemi ve asidoz, sodyumun yerine konması ile kaybolur ve hipokalemi ve metabolik alkaloz gibi Bartter sendromunun daha karakteristik bir klinik tablosu belirir (20). UPEK 2012 Sayfa 56 Yenidoğan döneminde şiddetli hiponatremik dehidratasyonla kendini gösteren ancak tuz kaybının ter ile olduğu, karbonik anhidraz 12 enziminin geninde mutasyon olan yeni tanımlanmış bir antite de ayırıcı tanıda akılda tutulmalıdır (21). Tip 2 psödohipoaldosteronizm Tip 2 psödohipoaldosteronizm (PHA2), normal böbrek fonksiyonu ile hipertansiyon, hiperkalemi ve metabolik asidozun otozomal dominant geçişi ile karakterize, nadir görülen bir Mendeliyan bozukluktur. Tiyazid diüretikleri tüm klinik bulguları hızla iyileştirir. PHA1’in aksine, serum aldosteron düzeyleri ya düşük ya da normaldir; bu nedenle “psödohipoaldosteronizm” bir nevi yanlış bir adlandırmadır. Bununla birlikte, bu bozuklukta böbreklerin düzgün bir şekilde potasyum salgılayamaması, bir derece aldosteron direncinin olduğunun da göstergesidir. Yakın zamanda PHA2’nin altta yatan hücre mekanizmasına ilişkin elde edilen veriler, aldosteron direncinin klinik sendromlarının anlaşılması için hayli öğreticidir. Klinik mineralokortikoid direnci Mineralokortikoid direncinin yukarıda anlatılan genetik örnekleri, aldosteronun böbreklerde ekstraselüler volümü düzenleme mekanizmasına da ışık tutmaktadır. Bunlar, klinik uygulamada nadiren karşılaşılan endikasyonlardır. Altta yatan genetik defektin olmadığı durumlarda mineralokortikoid direncine rastlanan bazı klinik durumlar da mevcuttur. İdrar yolu tıkanıklığı veya idrar yolu enfeksiyonu olan bebeklerde geçici psödohipoaldosteronizm bildirilmiştir. Bu durum, primer hastalığın tedavisi ile geri döndürülebilir (22,23). Son yıllarda yapılan çalışmalar, bazı ilaçlara bağlı gelişen aldosteron direncinin muhtemelen transkripsiyonel mekanizmalar ile mineralokortikoid reseptör ekspresyonunda bir azalma sonucunda meydana gelebileceğini göstermektedir. Bu ilaçlar ile tetiklenen aldosteron direncinin mekanizmalarının daha iyi anlaşılması, bu sıkça görülen ve doz sınırlayıcı yan etkinin önlenmesi için bizlere yardımcı olabilir (24-26). Aldosteron biyolojisine yönelik bakış açıları Çeşitli klinik ve deneysel kanıtlar, aldosteronun kardiyovasküler hastalıkların gelişmesinde önemli bir rolü olduğunu göstermektedir. Bu konuyla özellikle ilgilenen çok sayıda çalışma, MR’nin miyokardiyum ve vasküler endotelyum dahil olmak üzere, farklı dokularda eksprese olduğu bulgusundan yola çıkarak, aldosteronun ekstrarenal rolüne odaklanmıştır. Yakın zamanda kaydedilen gelişmeler, aldosteronun etki mekanizmasına ilişkin bizlere çok şey öğretmekle birlikte, öğrenmemiz gereken daha pek çok şey olduğu açıktır. Ancak, bu çalışmalardan kazanılan içgörüler, bizlere aldosteron biyolojisine ilişkin birçok bilgi vermiştir. Mineralokortikoid direncinin bu monogenik bozukluklarını inceleyen bir çalışmadan elde edilen ilginç bir bulgu da, aldosteron düzeyleri ve kardiyovasküler hastalıklar arasında belirsiz bir ilişki olmasıdır. Çok sayıda çalışma, anjiyotensin II ve aldosteronun kardiyovasküler doku üzerinde patolojik bir etkisinin olduğunu ve bu etkilerin kardiyak fibroz ve sol ventrikül hipertrofisine neden olduğunu göstermektedir (27). orPHA1 ve odPHA1 örnekleri, anjiyotensin II ve aldosteronun gözlemlenen patolojinin primer medyatörleri olmadığını açıkça göstermektedir. orPHA1’li hastaların renin, anjiyotensin II ve aldosteron düzeyleri yaşam boyu normalin birkaç kat üzerinde seyreder (ekstrarenal dokularda normal MR yolağı UPEK 2012 Sayfa 57 ile). Ancak, ENaK eksikliği olan insanlarda veya farelerde, sol ventrikül hipertrofisi ve kardiyak fibroza rastlanmamıştır. Buna karşın, yaşam boyu renin, anjiyotensin II ve aldosteron süpresyonuna rağmen, ENaK’ın konstitütif aktivasyonu ile karakterize ve hipertansiyon ve hipokalemiye yol açan Liddle sendromu görülen hastalarda sol ventrikül hipertrofisi ve böbrek yetmezliği insidansı yüksektir. Basitçe ifade etmek gerekirse, kardiyovasküler hastalıkları meydana getirmek için aşırı renal sodyum reabsorpsiyonu gerekli ve yeterliyken, anjiyotensin II ve aldosterona ihtiyaç yoktur. Aldosteronun renal sodyum reabsorpsiyonu üzerindeki etkisi bir yana, kardiyovasküler patolojiyi daha da kötüleştirip kötüleştirmediği henüz bilinmemektedir. Ancak, bu bulgular, birçok kere belirtilen kardiyovasküler hastalığın deneysel sistemlerinde kardiyovasküler hastalıkların başlıca sorumlusunun anjiyotensin II veya aldosteron olmadığı; bu hormonlar tarafından tetiklenen aşırı renal sodyum reabsorpsiyonu olduğu varsayımını desteklemektedir. Benzer şekilde, aldosteronun kardiyovasküler parametreler üzerindeki nongenomik etkilere duyulan merak artarken, orPHA1’li hastaların kan basıncının düşük olması ve bu hastalarda kardiyovasküler hastalıkların görülmemesi, aldosteronun önerilen nongenomik etkilerinin de, tuz dengesinden bağımsız olarak, kardiyovasküler sağlık üzerinde sınırlı bir rolü olduğunu akla getirmektedir (28). Gerçek patolojik etkilerin belirlenebilmesi için daha fazla araştırmaya gereksinim olsa da, reninanjiyotensin-aldosteron yolağının sodyum homeostazı ve kardiyovasküler hastalık açısından önemi göz önünde bulundurulduğunda, aldosteron biyolojisinin daha iyi anlaşılması ile kardiyovasküler hastalıkların tedavisinde iyileşmeler görülebileceği açıkça görülmektedir. Bu iyileşmeler obezitede artan aldosteron ve gelişen komorbiditeler ile ilgili riskler açısından da oldukça önemlidir. Kaynaklar 1. Brilla, CG, Pick R, Tan LB, Janicki JS, Weber KT. Remodeling of the rat right and left ventricles in experimental hypertension. Circulation Research 1990;67: 1355-64. 2. Epstein M. Aldosterone receptor blockade and the role of eplerenone: evolving perspectives. Nephrology, Dialysis, Transplantation 2003;18:1984-92. 3. Michea L, Villagrán A, Urzúa A, et al. Mineralocorticoid receptor antagonism attenuates cardiac hypertrophy and prevents oxidative stress in uremic rats. Hypertension 2008;52:295-300. 4. Cheek D, Perry J. A salt wasting syndrome in infancy. Archives of Disease in Childhood 1958;252: 256. 5. Armanini D, Kuhnle U, Strasser T, et al. Aldosterone receptor deficiency in pseudohypoaldosteronism. New England Journal of Medicine 1985;313:1178-81. 6. Arai K, Tsigos C, Suzuki Y, et al. No apparent mineralocorticoid receptor defect in a series of sporadic cases of pseudohypoaldosteronism. Journal of Clinical Endocrinology and Metabolism 1995;80:814-17. 7. Komesaroff PA. Pseudohypoaldosteronism: options for consideration. Steroids 1995; 60, 168-172. 8. Zennaro MC, Borensztein P, Jeunemaitre X, Armanini D, Soubrier F. No alteration in the primary structure of the mineralocorticoid receptor in a family with pseudohypoaldosteronism. Journal of Clinical Endocrinology and Metabolism 1994;79:32-8. 9. Hanukoglu A. Type I pseudohypoaldosteronism includes two clinically and genetically distinct entities with either renal or multiple target organ defects. Journal of Clinical Endocrinology and Metabolism 1991; 73:936-44. 10. Chang SS, Grunder S, Hanukoglu A, et al. Mutations in subunits of the epithelial sodium channel cause salt wasting with hyperkalaemic acidosis, pseudohypoaldosteronism type 1. Nature Genetics1996;12:248-53. 11. Strautnieks SS, Thompson RJ, Gardiner RM, Chung E. A novel splice-site mutation in the gamma subunit of the epithelial sodium channel gene in three pseudohypoaldosteronism type 1 families. Nature Genetics1996; 13:24850. UPEK 2012 Sayfa 58 12. Thomas CP, Zhou J, Liu KZ, Mick VE, MacLaughlin E, Knowles M. Systemic pseudohypoaldosteronism from deletion of the promoter region of the human beta epithelial Na(+) channel subunit. American Journal of Respiratory Cell and Molecular Biology 2002; 27:314-9. 13. Geller DS. Mineralocorticoid resistance. Clin Endocrinol (Oxf). 2005;62:513-20. 14. Berger S, Bleich M, Schmid W, et al. Mineralocorticoid receptor knockout mice: pathophysiology of Na+ metabolism. Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America 1998;95:9424-9. 15. Kerem E, Bistritzer T, Hanukoglu A, et al. Pulmonary epithelial sodium channel dysfunction and excess airway liquid in pseudohypoaldosteronism. New England Journal of Medicine 1999;341:156-62. 16. McDonald FJ, Yang B, Hrstka RF, et al. Disruption of the beta subunit of the epithelial Na+ channel in mice: hyperkalemia and neonatal death associated with a pseudohypoaldosteronism phenotype. Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America 1999;96:1727-21. 17. Barker PM, Nguyen MS, Gatzy JT, et al. Role of gammaENaC subunit in lung liquid clearance and electrolyte balance in newborn mice. Insights into perinatal adaptation and pseudohypoaldosteronism. Journal of Clinical Investigation 1998;102:1634-40. 18. Geller DS, Rodriguez-Soriano J, Vallo Boado A, et al. Mutations in the mineralocorticoid receptor gene cause autosomal dominant pseudohypoaldosteronism type I. Nature Genetics1998;19:279-81. 19. Simon DB, Karet FE, Rodriguez-Soriano J, et al. Genetic heterogeneity of Bartter’s syndrome revealed by mutations in the K+ channel, ROMK. Nature Genetics 1996; 14:152-6. 20. Finer G, Shalev H, Birk OS, et al. Transient neonatal hyperkalemia in the antenatal (ROMK defective) Bartter syndrome. Journal of Pediatrics 2003;142:318-23. 21. Muhammad E, Leventhal N, Parvari G, et al. Autosomal recessive hyponatremia due to isolated salt wasting in sweat associated with a mutation in the active site of Carbonic Anhydrase 12. Hum Genet 2011;129:397-405. 22. Kuhnle U, Guariso G, Sonega M, Hinkel GK, Hubl W, Armanini D. Transient pseudohypoaldosteronism in obstructive renal disease with transient reduction of lymphocytic aldosterone receptors. Results in two affected infants. Hormone Research 1993;39:152-5.155. 23. Schoen EJ, Bhatia S, Ray GT, Clapp W, To TT. Transient pseudohypoaldosteronism with hyponatremia– hyperkalemia in infant urinary tract infection. Journal of Urology 2002;167:680-2. 24. Deppe CE, Heering PJ, Viengchareun S, Grabensee B, Farman N, Lombes M. Cyclosporine A and FK506 inhibit transcriptional activity of the human mineralocorticoid receptor: a cell-based model to investigate partial aldosterone resistance in kidney transplantation. Endocrinology 2002;143:1932-41. 25. Heering PJ, Klein-Vehne N,. & Fehsel, K. Decreased mineralocorticoid receptor expression in blood cells of kidney transplant recipients undergoing immunosuppressive treatment: cost efficient determination by quantitative PCR. Journal of Clinical Pathology 2004;57:33-6. 26. Heering PJ, Kurschat C, Vo DT, Klein-Vehne N, Fehsel K, Ivens K. Aldosterone resistance in kidney transplantation is in part induced by a down-regulation of mineralocorticoid receptor expression. Clinical Transplantation 2004;18:186-92. 27. Brilla CG. Renin–angiotensin system mediated mechanisms: cardioreparation and cardioprotection. Heart 2000;84: i18–i19. 28. Losel R, Schultz A, Boldyreff B, Wehling M. Rapid effects of aldosterone on vascular cells: clinical implications. Steroids 2004;69:575-8. UPEK 2012 Sayfa 59 K-17 SF-1 GENİ İLE İLİŞKİLİ HASTALIKLAR Prof. Dr. Zeynep ŞIKLAR Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı SF-1 adrenal bez ve gonadların gelişiminde rol alan, steroidogenez için gerekli olan bir nükleer reseptördür. Son yıllarda SF-1 gen mutasyonuna sahip olan olgular daha sık bildirilmeye ve klinik özellikleri ortaya konulmaya başlanmıştır. SF-1 geninin özellikleri: SF-1 geni NR5A1 geni olarak da adlandırılmakta olup 9. kromozomun uzun kolunda (9q33) yer alır. “Orphan nukleer reseptör ailesi” nin bir bireyi olarak belirtilen SF-1’in proteini 461 aminoasit içerir. SF-1 pek çok steroidojenik genin transkripsiyonunda görevlidir. Steroid biyosentezinin yapıldığı dokularda yoğun olarak eksprese edilir. Başlıca adrenal bez ve gonadlarda bulunurken, bunların dışında santral sinir sisteminde, dalakta, deride, plasentada da eksprese edildiği gösterilmiştir. Adrenal bezde korteksde her üç zonda bulunurken, medullada saptanmaz. Gonadlarda, testisde Sertoli ve Leydig hücrelerinde, overde granuloza ve teka hücrelerinde bulunur. Bipotansiyel gonad oluşumunda; 46, XY bireyde testisin gelişiminde, Sertoliden AMH salgılanmasında, Leydig hücrelerde testosteron biyosentyezinde; 46,XX bireyde over gelişimi ve fonksiyonlarında önemli rolü vardır. SF-1’in hedef genleri arasında StAR, HMG-CoA sentaz, Dax-1, sitokrom p450 steroid hidroksilazlar bulunur. SF-1 gen mutasyonu fonksiyon kaybına; ya da fonksiyon kazanımına yol açabilir. SF-1 geninin fonksiyon kaybına yol açan mutasyonları: Fonksiyon kaybı ile giden mutasyonlar farklı klinik spektruma sahiptirler. Klasik fenotip adrenal yetmezlik ve gonad fonksiyonlarındaki yetersizlikle giden bir tabloya yol açar. Ancak bu fenotip çok nadirdir. İlk olarak SF-1 gen mutasyonu ile deney hayvanlarında adrenal yetmezlik ve gonadal yetmezlik oluştuğu görülmüş, insandaki mutasyon araştırmaları bu fenotipe uygun bireylerde başlatılmıştır. Ancak insanda ilk olarak bildirilen klasik fenotipe sahip olguların sayısının çok az olduğu görülmüş ve araştırmalar 46, XY cinsiyet gelişim bozuklukluğu (CGB) olan bireyler üzerinde yoğunlaştırılmıştır. SF-1 gen mutasyonu esas olarak 46, XY bireyde CGB’na yol açar. Mutasyon sıklıkla heterozigot olup, kalıtım şekli otazomal dominant, otozomal resesif, cinsiyet-sınırlı dominant olabilir. Doza bağımlı özellik taşır. İnsanda günümüze kadar 50’ye yakın mutasyon tanımlanmıştır. 46, XY CGB olan bireyler testis disgenezisi, androjen sentez defekti, müller yapı varlığı, hipospadyas, anorşi, ya da sadece infertilite bulguları ile karşımıza gelebilirler. Doğumda kuşkulu genital yapı, ürogenital sinüs, küçük inguinal yerleşimli testis, farklı matürasyon evresinde Wolf yapılar bulunur. Müller kanal artıkları görülebir. Hormonal değerlendirme sıklıkla parsiyel gonadal disgenezi özelliğindedir. Testosteron düzeyi düşük olabileceği gibi normale yakın da bulunabilir. İnhibin B ve Anti Müllerian hormon düzeyleri düşük, FSH düzeyleri ise yüksek bulunur. Son yıllarda 46, XY CGB olan olgu gruplarında mutasyon sıklığı araştırılmış ve yaklaşık %15 oranında SF-1 geninde sorun olduğu görülmüştür. Yakın zamanda yayınlanan çok merkezli bir çalışmada ise, 46 XY CGB olan 99 olguda SF-1 UPEK 2012 Sayfa 60 gen mutasyon sıklığı %8 olarak bulunmuştur. Hipospadias ya da infertiliteli olgularda SF-1 gen mutasyon sıklığı, 46, XY CGB olanlara göre daha düşüktür. 46, XY CGB olan, SF-1 gen mutasyonlu olgularda gonad histolojisinde testis yapısı kısmen korunmuş olabileceği gibi, seminifer tubuluslarda azalma, hiyalinizasyon, germ hücrelerde azlama, Leydig hücrelerinde lipid birikimi görülebilmektedir. 46, XX bireylerde ise SF-1 gen mutasyonunda nadir olarak adrenal yetmezlik, erken over yetmezliği bulguları bildirilmiştir. Prematüre over yetmezliği olan olgularda son yıllarda SF-1 mutasyon sıklığı araştırılmaktadır. Overlerde germ hücre sayısında azalma, stroma bütünlüğünde kayıp olabilmektedir. İzole adrenal yetmezlik sadece 46, XX karyotipli bir olguda bildirilmiştir. Başka bozukluğu olmayan adrenal yetmezlikli olgu gruplarında henüz SF-1 gen mutasyonu bildirilmemiştir. Adrenal yetmezliği olmayan ve SF-1 gen mutasyonu saptanan CGB lu olgularda uzun süreli izlem sonuçları henüz yeterli değildir. Bu olgularda adrenal yetmezlik gelişimi açısından izlemin sürdürülmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Yine CBG olan olguların pubertal yaş grubundaki özellikleri az sayıdaki olgu bildirimleri ile sınırlıdır. Santral sinir sisteminde hipofizde ve hipotalamik ventromedial nukleusda (VMH) SF-1 geninin eksprese edildiği gösterilmiştir. SF-1-/- gen delesyonu yapılmış farelerde geç başlangıçlı obezite, aknsiyete, agresyon gibi VMH fonksiyonları ile ilgili bozukluklar görülebilmektedir. İnsanlarda henüz bu yönde veri bulunmamaktadır. SF-1 geninde fonksiyon kazanımı ile giden bozukluklar: Adrenal tümörler ile SF-1 gen ekspresyonunun artışı arasında ilişki yakın zamanda dikkati çekmiştir. SF1’in kodlandığı 9q33 bölgesinin duplikasyonlarında pediatrik adrenal tümör sıklığının arttığı belirlenmiştir. Ayrıca adrenokortikal karsinomalı olgularda, SF-1 protein ekspresyonu fazla ise prognozun daha kötü olduğu saptanmıştır. Adrenal tümör büyümesi ve metastazında rolü olan bir düzenliyicinin SF1 ile ilişkisi de ortaya konulmuştur. Sonuç olarak, SF-1 geni ile ilgili hastalıkların ve özelliklerinin belirlenmesi konusunda son yıllarda oldukça önemli aşamalar kaydedilmiştir. SF-1 gen mutasyonu en sık 46 XY CGB olan olgularda bulunmasına karşın, steroidogenezin pek çok basamağında ve farklı dokularda genin yer alması, klinik bulguların farklı olmasına neden olmaktadır. Kaynaklar 1. Mello MP, França ES, Fabbri HC, Maciel-Guerra AT, Guerra-Júnior G. Multifunctional role of steroidogenic factor 1 and disorders of sex development. Arq Bras Endocrinol Metabol. 2011;55(8):607-12. 2. Ludbrook LM, Bernard P, Bagheri-Fam S, Ryan J, Sekido R, Wilhelm D, Lovell-Badge R, Harley VR. Excess DAX1 leads to XY ovotesticular disorder of sex development (DSD) in mice by inhibiting steroidogenic factor-1 (SF1) activation of the testis enhancer of SRY-box-9 (Sox9). Endocrinology. 2012;153(4):1948-58. 3. Janse F, de With LM, Duran KJ, Kloosterman WP, Goverde AJ, Lambalk CB, Laven JS, Fauser BC, Giltay JC; Dutch Primary Ovarian Insufficiency Consortium. Limited contribution of NR5A1 (SF-1) mutations in women with primary ovarian insufficiency (POI). Fertil Steril. 2012;97(1):141-6. 4. Allali S, Muller JB, Brauner R, Lourenço D, Boudjenah R, Karageorgou V, Trivin C, Lottmann H, Lortat-Jacob S, Nihoul-Fékété C, De Dreuzy O, McElreavey K, Bashamboo A. Mutation analysis of NR5A1 encoding steroidogenic UPEK 2012 Sayfa 61 factor 1 in 77 patients with 46, XY disorders of sex development (DSD) including hypospadias. PLoS One. 2011;6(10):e24117. 5. Gardiner JR, Shima Y, Morohashi K, Swain A. SF-1 expression during adrenal development and tumourigenesis. Mol Cell Endocrinol. 2012;351(1):12-8. 6. Philibert P, Paris F, Audran F, Kalfa N, Polak M, Thibaud E, Pinto G, Houang M, Zenaty D, Leger J, Mas JC, Pienkowski C, Einaudi S, Damiani D, Ten S, Sinha S, Poulat F, Sultan C. Phenotypic variation of SF1 gene mutations. Adv Exp Med Biol. 2011;707:67-72. 7. Büdefeld T, Tobet SA, Majdic G. Steroidogenic factor 1 and the central nervous system. J Neuroendocrinol. 2012;24(1):225-35. 8. Barbaro M, Cools M, Looijenga LH, Drop SL, Wedell A. Partial deletion of the NR5A1 (SF1) gene detected by synthetic probe MLPA in a patient with XY gonadal disorder of sex development. Sex Dev. 2011;5(4):181-7. 9. El-Khairi R, Martinez-Aguayo A, Ferraz-de-Souza B, Lin L, Achermann JC. Role of DAX-1 (NR0B1) and steroidogenic factor-1 (NR5A1) in human adrenal function. Endocr Dev. 2011;20:38-46. 10. Ferraz-de-Souza B, Lin L, Achermann JC. Steroidogenic factor-1 (SF-1, NR5A1) and human disease. Mol Cell Endocrinol. 2011;336(1-2):198-205. 11: Bashamboo A, Ferraz-de-Souza B, Lourenço D, Lin L, Sebire NJ, Montjean D, Bignon-Topalovic J, Mandelbaum J, Siffroi JP, Christin-Maitre S, Radhakrishna U, Rouba H, Ravel C, Seeler J, Achermann JC, McElreavey K. Human male infertility associated with mutations in NR5A1 encoding steroidogenic factor 1. Am J Hum Genet. 2010;87(4):50512. 12. Warman DM, Costanzo M, Marino R, Berensztein E, Galeano J, Ramirez PC, Saraco N, Baquedano MS, Ciaccio M, Guercio G, Chaler E, Maceiras M, Lazzatti JM, Bailez M, Rivarola MA, Belgorosky A. Three new SF-1 (NR5A1) gene mutations in two unrelated families with multiple affected members: within-family variability in 46,XY subjects and low ovarian reserve in fertile 46,XX subjects. Horm Res Paediatr. 2011;75(1):70-7. 13: Soardi FC, Coeli FB, Maciel-Guerra AT, Guerra-Júnior G, Mello MP. Complete XY gonadal dysgenesis due to p.D293N homozygous mutation in the NR5A1 gene: a case study. J Appl Genet. 2010;51(2):223-4. 14. Bashamboo A, McElreavey K. NR5A1/SF-1 and development and function of the ovary. Ann Endocrinol (Paris). 2010 May;71(3):177-82. 15. Philibert P, Leprieur E, Zenaty D, Thibaud E, Polak M, Frances AM, Lespinasse J, Raingeard I, Servant N, Audran F, Paris F, Sultan C. Steroidogenic factor-1 (SF-1) gene mutation as a frequent cause of primary amenorrhea in 46,XY female adolescents with low testosterone concentration. Reprod Biol Endocrinol. 2010;8:28. 16. Schimmer BP, White PC. Minireview: steroidogenic factor 1: its roles in differentiation, development, and disease. Mol Endocrinol. 2010;24(7):1322-37. 17. Lalli E. Adrenocortical development and cancer: focus on SF-1. J Mol Endocrinol. 2010; 44(6):301-7. UPEK 2012 Sayfa 62 K-18 AROMATAZ EKSİKLİĞİ Prof. Dr. Filiz Tütüncüler Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı Aromataz (CYP19, 15q21.2) bir sitokrom p450 enzimi olup, tüm omurgalılarda androjenlerden (C19 steroidler) östrojen (C18 steroidler) yapımında önemli rol oynar (1). Enzim over ve plasenta gibi östrojen üreten hücrelerin endoplazmik retikulumunda yer alır. Ayrıca testisin Leydig hücreleri, beyin, yağ dokusu, kas ve kıl foliküllerinde de bulunmaktadır (2,3). Fizyolojik olarak östrojen yapımında en önemli öncül maddeler; androstenodion (AS) ve testosteron (T) olsa bile, fetal adrenal bezde yapılan dehidroepiandrosteron sülfat (DHEAS)’ın fetal karaciğerde hidroksilenmesiyle oluşan 16-OHdehidroepiandrosteron sülfat (16OH-DHEAS) hem insanlarda, hem de yüksek primatlarda gebelik sırasında plasental östriol yapımı için en önemli öncül maddedir. Feto-plasental ünitede androjen metabolizması Şekil 1.’de gösterilmiştir (4). Aromataz enzimi büyüme ve gelişmenin farklı dönemlerinde önemli biyolojik etkilere sahiptir. Örneğin; fetüs kaynaklı plasentada bulunan aromataz gebelikte fetüsün adrenal bezinde yapılan androjenlerden anneyi korurken, over ve memede bulunan aromataz ise ergenlikte östrojene bağımlı meme gelişimi için gereklidir. Ayrıca aromataz ergenlik döneminde uterusun büyümesi ve kemik olgunlaşmasında, erişkin yaşam boyunca ise kemik mineralizasyonu, lipid metabolizması ve kardiyovasküler sistem üzerinde etkilidir (1,5,6). Aromataz eksikliği (OMIM: 107910) CYP19 genindeki mutasyonlara bağlı oluşan ve otozomal resesif kalıtılan bir hastalıktır (7). İlk olgu 1991 yılında Shozu ve ark. (8) tarafından bildirilmiş olup, 2009 yılına kadar 19 olgu tanımlanmıştır. Çocukluk çağında bildirilen 12 olgunun biri erkek (9), diğer olgular kız olmasına karşın, erişkin dönemde bildirilen olguların (7 olgu) tümü erkektir (4). Yaşamın farklı dönemlerinde aromataz eksikliğinde görülen klinik ve laboratuvar bulguları Tablo 1. de özetlenmiş, ayrıntılı olarak ise metin içinde anlatılmıştır. FETÜS PLASENTA 16αOH-DHEAS ANNE sulfataz Karaciğer DHEA/ 16α OH-DHEA 3β-HSD DHEAS Kolesterol 17β-HSD Androjenler Östrojenler ∆4A/ 16αOH-∆4A Aromataz 17β-HSD Androjenler Östrojenler FETAL ADRENAL BEZ Şekil 1. Feto-plasental ünitede seks hormonlarının metabolizmasının dağılımı. Fetal adrenal bez ve karaciğerin etkileşimiyle yapılan büyük miktarda DHEAS ve 16αOH-DHEAS plasentaya geçer ve burada sülfat hidroliz ve dehidrojenazyon sonrası aktif androjenler oluşur. Aromataz bu oluşan androjenleri UPEK 2012 Sayfa 63 östrojenlere dönüştürerek nötralize eder. Aromataz eksikliğinde androjenler birikerek fetüs ve anneyi virilize eder. Yaşamın farklı dönemlerinde Aromataz eksikliğinin klinik yansıması Yenidoğan Dönemi Aromataz eksikliği olan 46 XX dişi bebekler hafif klitoremegaliden labioskrotal füzyon ve hipospadias görünüme kadar değişebilen derecelerde virilize olabilir. İç genital yapı dişidir ve gonadlar ele gelmez (14,6,8,10-13). Bir olguda büyük overler görüntülenmiştir (2). Tanı almış bütün dişilerde doğumda hiperandrojenemi vardır ve serumda androjen artışıyla birlikte azalmış E2 düzeyleri saptanmıştır (12). Süt çocukluğu ve çocukluk dönemi Bu dönemde aromataz eksikliği olgularında hipotalamohipofiz-gonadal eksende değişiklikler, overlerde kist oluşumu, lipid profilinde, insülin duyarlılığında, büyüme ve iskelet olgunlaşmasında ve kemik döngüsünde değişiklikler görülür. Çocukluk çağında serum FSH ve GnRH uyarısına FSH yanıtı artmıştır ve bu düzeylerde kalır. Serum LH düzeyleri ise normal sınırlardadır. Kız çocuklarında overlerde büyük hemorajik kistik foliküler oluşumlar tanımlanmıştır. Histopatolojik incelemede polikistik over sendromuyla uyumlu olması dikkat çekicidir. Sütçocukluğu döneminden ergenliğe kadar büyüme normal olmasına karşın, 2 yaşından sonra kemik yaşında gerilik ortaya çıkar ve bu durum ileri yaşlarda da devam eder (4,6,12). Ergenlik dönemi Tam aromataz eksikliği olan kız çocuklarında ergenlik döneminde meme gelişimi ve menarş olmamasına karşın, ağır virilizasyon bulguları vardır. Pubertal büyüme atağı yoktur ve kemik olgunlaşması gecikir. Hem bazal, hem de GnRH uyarısına LH ve FSH yanıtı aşırı artmıştır. Yaşa ve puberte evresine göre serum androjen (T ve AS) düzeyleri yüksek, E2 ise düşüktür. Pelvik USG’de iki taraflı over kistleri saptanır (1,3,4,6,7,11-13). Kısmi aromataz eksikliği olan kızlarda ise Tanner evre 2-4 arasında meme gelişimi olabilir. Fonksiyonel çalışmalar bu olgularda varolan düşük aromataz aktivitesinin meme gelişimini sağladığını göstermiştir (1). Aromataz eksikliği olan kızlarda insülin duyarlılığı ve lipid profilde bozukluk bir olgu dışında tanımlanmamıştır (4). Erişkin dönemi Bu dönemde tanımlanan olguların tümü erkek olup, başlıca klinik bulguları uzun boy, lineer büyümenin devam etmesi, epifizlerin kapanmaması, kemik yaşının geri olması, osteopeni veya osteoporoz, önükoid vücut yapısı, zamanla ağırlaşan iki taraflı genu valgumdur (4-7,13-15). Tip 2 diyabet, hiperinsülinemi, akantosis nigrikans farklı düzeylerde bulunmasına karşın, glukoz metabolizmasında bozukluk ve insülin direnci tüm olgularda vardır (4,12,16,17). Aromataz eksikliği olan erişkin erkeklerde farklı testis hacimleri bildirilmiştir. Birkaç hastada sperm sayısında ve hareketliliğinde azalma gözlenmiş, ancak testis işlevleri tam olarak tanımlanmamıştır (15,17). Erişkin döneme ulaşan kızlarda ağır doğumsal östrojen eksikliğinin klinik bulguları (hipergonadotropik hipogonadizm, primer amenore, infertilite, meme gelişiminin olmaması, virilizasyon ve multikistik overler) daha belirgin hale gelir (4,6,12). Bu hastalar tedavi edilmezlerse, erkeklerde olduğu gibi, epifizlerin kapanmamasına bağlı uzun boy ve osteoporoz gelişebilir (6). Literatürde aromataz eksikliği olan kadınlarda erkeklerde gözlenen metabolik sendrom bulguları (insülin direnci, bozulmuş glukoz toleransı, bozulmuş karaciğer işlevleri) geliştiğine dair veri bulunmamaktadır (4). UPEK 2012 Sayfa 64 Tablo I. Yaşamın farklı dönemlerinde aromataz eksikliğinin bulguları Klinik ve laboratuvar bulgular Yaşam dönemi Gebelik Yenidoğan Ergenlik öncesi Ergenlik Tam eksiklik Kısmi eksiklik Erişkin Kadın Erkek Virilizasyon (akne, ses kalınlaşması, kliteromegali, kıllanma artışı) Virilize ( Prader evre 2-4) İç genital yapı dişi Gonad ele gelmez Serum androjenleri (T, AS, DHEAS) ↑, Serum E2 ↓ Büyük kistik overler Serum bFSH, GnRH uyarısına FSH ↑ Serum androjenler (T, AS, DHEAS) ↑ Serum E2 ↓, KY geri Meme gelişimi yok, pubik ve aksiller kıllanma normal, primer amenore + virilizasyon Meme gelişimi olabilir (Tanner evre 2-4 ) Primer amenore Serum LH, FSH ↑, androjenler ↑, E2 ↓ Pelvik USG ‘de büyük ve multikistik görünümlü overler KY geri, KMY ↓ Uzun boy Seksüel infantilizm Hipergonadotropik- hipogonadizm Hirsutizm / virilizasyon Osteopeni / osteoporoz Büyük multikistik overler Normal dış genital yapı Uzun boy Önükoid görünüm Üstsegment /Alt segment ↑ KY geri Epifizler açık Dislipidemi Hiperinsülinemi Glukoz tolerans bozukluğu KMY ↓ KY: Kemik yaşı, KMY: Kemik mineral yoğunluğu, ↑: artmış, ↓: azalmış. TANI VE TEDAVİ Virilize 46XX yenidoğanlarda en sık neden olan konjenital adrenal hiperplazi (KAH) dışlandıktan sonra akla aromataz eksikliği gelmelidir. Öyküde gebelik sırasında annede virilizasyon bulgularının (akne, kıllanma artışı, ses kalınlaşması, kliteromegali) ortaya çıkması ve doğumdan sonra kaybolması tanıyı destekler. Zira KAH ‘de annede virilizasyon görülmez. Serum androjen ve östrojen düzeyleriyle birlikte gonadotropin düzeylerine bakılmalıdır. Serum androjen düzeylerinde artış, östrojen düzeylerinde azalma saptanan olgularda CYP19 gen analizi istenmelidir. Çocukluk döneminde iki taraflı overde kistik oluşumlar saptanan ve serum androjen düzeyleri yaşa göre artmış bulunan olgularda, ergenlik UPEK 2012 Sayfa 65 döneminde ise virilizasyon bulguları ortaya çıkan ancak meme gelişimi başlamayan ve adet görmeyen laboratuvar tetkiklerinde artmış androjen ve gonadotropin düzeylerine karşın, düşük E2 düzeyi ve pelvik USG’de multikistik büyük overler saptanan kız çocuklarında aromataz eksikliği olabileceği düşünülmeli ve CYP19 gen analizi yapılmalıdır (4,6,7). Tedavide yenidoğan ve sütçocukluğu döneminde düşük doz östrojen başlanmasının etkinliği açısından net veriler bulunmamaktadır (2). Ancak GnRH analog tedavisinin overlerde kist gelişimi ve büyüyen overlerde torsiyon oluşumunu önlemek amacıyla bir tedavi seçeneği olabileceği ileri sürülmektedir (4). Kızlarda ergenlik döneminde günlük östrojen yerine koyma tedavisi ve progesteron benzeri hormon ilavesi yalnızca meme gelişimini değil, menarş oluşumu ve devamlılığını, pubertal büyüme atağı ve epifizlerin kapanmasını ve aynı zamanda gonadotropinlerin azalmasıyla overyel kistlerin gerilemesini sağlar (4,12). Erkeklerde transdermal östrojen tedavisi ergenlik döneminde kemik olgunlaşmasını hızlandırır ve epifizlerin kapanması sağlanarak hedef boya ulaşmada ve kemik mineral yoğunluğunda artış sağlamada etkindir. Transdermal östrojen ve konjuge östrojen tedavisi epifizler tam kapandıktan sonra kemik olgunlaşmasını ve kemik mineral yoğunluğunun artmasını sağlar (5,13-15,17-19). İskelet sisteminde gelişebilecek deformiteleri önlemek için, puberte sonrası östrojen tedavisi başlanması önemlidir (19). Östrojen tedavisinin metabolik göstergelere etkisi daha az bilinmektedir. Aromataz eksikliği olan ve insülin düzeylerinde artış bulunan bir olguda konjuge östrojen tedavisiyle insülin düzeylerinde düşme sağlanmıştır (5). Bazı olgularda ise östrojen tedavisiyle HDL kolesterol düzeylerinde hafif artış ve trigliserid düzeylerinde azalma olduğu gözlenmiştir (5,13,16,17). Kaynaklar 1. Lin L, Ercan O, Raza J, Burren CP, Creighton SM, Auchus RR et al. Variable phenotypes associated with aromatase (CYP19) insuffiency in humans. J Clin Endocrinol Metab 2007; 92: 982-990. 2. Mullis PE, Yoshimura N, Kuhlmann B, Lippuner K, Jaeger P, Harada H. Aromatase deficiency in a female who is compoud heterozygote for two new point mutations in the P450 arom gene: impact of estrogens on hypergonadotropic hypogonadism, multicystic ovaries, and bone densitometry in childhood. J Clin Endocrinol Metab 1997; 82: 1739-1745. 3. Conte FA, Grumbach MM, Ito Y, Fisher CR, Simpson ER. A syndrome of female pseudohermaphrodism, hypergonadotropic hypogonadism, and multicystic ovaries associated with missense mutations in the gene encoding aromatase (P450 arom). J Clin Endocrinol Metab 1994: 78: 1287-1292. 4. Belgorosky A, Guercio G, Pepe C, Saraco N, Rivarola MA. Genetic and clinical spectrum of aromatase deficiency in infancy, childhood and adolescence. Horm Res 2009; 72: 321-330. 5. Bilezikian JP, Morishima A, Bell J, Grumbach MM. Increased bone mass as a result of estrogen therapy in a man with aromatase deficiency. N Eng J Med 1998; 339; 599-603. 6. MacGillivray MH, Morishima A, Conte F, Grumbach M, Smith EP. Pediatric endocrinology update: an overview. The essential roles of estrogens in pubertal growth, epiphyseal fusion and bone turnover: lessons from mutations in the genes for aromatase and the estrogen receptor. Horm Res 1998; 49: Suppl 1: 2-8. 7. Bulun SE. Aromatase deficiency and estrogen resistance: from molecular genetics to clinic. Semin Reprod Med 2000; 18: 31-39. 8. Shozu M, Akasofu K, Harada T, Kubota Y. A new cause of female pseudohermaphrotism: placental aromatase deficiency. J Clin Endocrinol Metab 1991; 3: 560-566. 9. Deladoey J, Flück C, Bex M, Yoshimura N, Harad N, Mullis PE. Aromatase deficiency caused by a novel P450 arom gene mutation : impact of absent estrogen production on serum gonadotropin concentration in a boy. J Clin Endocrinol Metab 1999; 84: 4050-4054. 10. Harada N, Ogawa H, Shozu M, Yamada K. Genetic studies to characterize the origin of mutation in placental aromatase deficiency. Am J Hum Genet 1992; 51: 666-672. UPEK 2012 Sayfa 66 11. Morishima A, Grumbach MM, Simpson ER, Fisher C, Qin K. Aromatase deficiency in male and female siblings caused by a novel mutation and physiological role of estrogens. J Clin Endocrinol Metab 1995; 80: 3689-3698. 12. Zirilli L, Rochira V, Diazzi C, Caffagi G, Carani C. Human models of aromatase deficiency. J Steroid Biochem Mol Biol 2008; 109: 212-218. 13. Grumbach MM, Auchus RJ. Estrogen: consequences and implications of human mutations in synthesis and action. J Clin Endocrinol Metab 1999; 84: 4677-4694. 14. Rochira V, Balestrieri A, Madeo B, Spaggiari A, Carani C. Congenital estrogen deficiency in men: a new syndrome with different phenotypes: clinical and therapeutic implications in men. Mol Cell Endocrinol 2002; 193: 19-28. 15. Carani C, Quin K, Simoni M, Faustini-Fustini M, Serpente S, Boyd J et al. Effect of testosterone and estradiol in an man with aromatase deficiency. N Eng J Med 1997; 337: 91-95. 16. Maffei L, Murata Y, Rochiro V, Tubert G, Aranda C, Vazquez M et al. Dysmetabolic syndrome in a man with a novel mutation of the aromatase gene: effects of testosterone, alendronate, and estradiol treatment. J Clin Endocrinol Metab 2004; 89: 61-70. 17. Herrmann BL, Saller B, Janssen OE, Gocke P, Bockisch A, Sperling H et al. Impact of estrogen replacement therapy in a male with congenital aromatase deficiency caused by a novel mutation in the CYP19 gene. J Clin Endocrinol Metab 2002; 97: 5476-5484. 18. Balestrieri A, Faustini-Fustini M, Rochira V, Carani C. Clinical implications and management of oestrogen deficiency in the male. Clin Endocrinol 2001; 54: 431-432. 19. Rochira V, Carani C. Aromatase deficiency in men: a clinical perspective. Nat Rev Endocrinol 2009; 5: 559-568. UPEK 2012 Sayfa 67 K-19 SİTOKROM P450 OKSİDOREDÜKTAZ (POR) EKSİKLİKLERİ Prof. Dr. Olcay Evliyaoğlu İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı Sitokrom P450 oksidoredüktaz (POR) eksikliği, yeni tanımlanmış KAH formlarından biridir [1]. P450 oksidoredüktaz (POR), 7q11,2 kromozomunda bulunan POR geni tarafından kodlanan, membrana bağlı mitokondriyal bir flavoproteindir [2]. POR, NADPH’dan, P450c17, P450c21, P450aro ve karaciğerin ilaç metabolize eden P450 enzimleri de aralarında bulunmak üzere sitokrom 450’nin 50 mikrozomal formunun tümüne elektron taşır. POR, NADPH den 2 elektron alır ve her seferinde bir atomu P450’ye aktarır [3, 4].Sitokrom P450 oksidoredüktaz (POR) eksikliğinin, fenotipik görüntüsü hafif kortizol eksikliğinden klasik Antley-Bixter sendromuna (ABS) kadar değişen bir yelpaze içinde bulunur. Otozomal resesif geçişlidir.POR eksikliğinin insidansı tam bilinmemekle birlikte son zamanlarda yeni olguların bildirilmesi ve nisbeten silik kinik bulguları olan olguların tanımlanması insidansının cok da az olmadığını düşündürmektedir[5, 6]. Klinik: 21 hidroksilaz etkisindeki azalmaya bağlı olarak kortizol yapımı etkilenmiştir ancak eksikliğinin derecesi değişkendir.POR eksikliklerinin en dikkat çekici özelliği her iki cinste de cinsel gelişim bozukluğunun bulunmasıdır. Değişik derecelerde olmak üzere dişilerde virilizasyon fazla, erkekler de ise azdır. 17,20 liyaz etkinliğinin azalması, testisterde testosteron sentezini bozarak erkek yönünde cinsel gelişimi olumsuz etkiler[7, 8].Dişilerde görülen virilizasyon 2 nedene bağlıdır.Birincisi plasental aromataz (P450aro) işlevi için POR gereklidir. Plasental aromataz eksikliği fetus ve annede virilizasyona yol açabilir [1, 5, 6]. İkincisi, fetal marsupiallarda, androjen sentezinin alternatif ‘arkakapı ‘ ara yolağı tanımlanmıştır. Buna göre ; 17OHP, androstenedion ve testosteron basamaklarını atlayarak dihidrotestosterona dönüşmektedir[9, 10]. Yapılan çalışmalar bu arka kapı yolağının insan fetuslarında da bulunduğunu göstermektedir [11, 12]. POR eksikliği olan fetusun virilizasyonunda hangi mekanizmanın daha etkin olduğu bilinmemektedir.Geniş klinik yelpaze içinde daha hafif klinik bulgular da görülebilir. Büyük kistik overleri bulunan veya erkeklerde pubertede zayıf virilizasyon gösterenolgular bildirilmiştir[13].İskelet anomalileri hafif olabileceği gibi klasik ABS bulguları da bulunabilir. ABS, POR eksikliği yelpazesinin ciddi ucudur. ABS’nin belirgin bulguları kraniyosinositoz, brakisefali, radiyoulnar veya radiyohumeral sinositoz, eğik femur, araknodaktili, orta yüz hipoplazisi, propitoz ve koanal darlıktır [13]. ABS, anormal steroid profili ve cinsel gelişim bozukluğu ile birlikte ise bu durum POR ‘da mutasyon olduğunu gösterir[1, 5, 12].POR aktivitesinin bozulmasının, hangi mekanizmalarla ABS oluşturduğu net değildir. Ancak POR ile bağlantılı kolesterol sentezininin bozulması ile ilgili olabileceği düşünülmektedir[13]. ABS, steroid ve cinsel gelişim anomalileri ile birlikte değilse neden, fibroblast büyüme faktörü almacı 2 ‘nin otozomal dominant işlev arttırıcı mutasyonudur [5, 6]. Bu nedenle ABS tanımı POR eksikliği ile eşleştirilmemeli iskelet anormalliklerini tanımlamak için kullanılmalıdır, çünkü her zaman POR eksiklikleri ile birlikte olmayabilir [1, 5, 6, 14]. Laboratuvar: POR eksikliği bulunan olgularda tipik olarak mineralokortikoid işlevleri ve elekrolitler normaldir, kortizol düzeyleri normale yakın ancak ACTH uyarısına yanıt yetersizdir. Serum 17OHP düzeyleri farklı derecelerde yüksektir, C19 prekursörlerin , cinsiyet steroidlerine oranı düşüktür[13]. Anne serumunda unkonjuge estrio (uE3) düzeylerinin çok düşük veya ölçülemez olması hamilelikte steroid biyosentez kusurunu gösterir[15]. UPEK 2012 Sayfa 68 Kolesterol biyosentezinde görevli olan CYP51’inetkinliğinde azalma görülebilir[15, 16]. CYP51 (14-αdemetilaz), lanesterolün, kolesterol sentezinegidecek olan ara ürünlere dönüşümünü sağlar. ABS li olguların büyük çoğunda kolesterol düzeyleri normaldir ancak bu olguların hücreleri kolesterolden yoksun ortama konulduklarında lanosterol ve dihidrolanosterol birikimi gözlenmiştir. Karaciğerde mikrozomal enzimlerin çalışması için POR etkisine ihtiyaç vardır. Bu nedenle karaciğerde metabolize olan ilaçlar, POR eksikliği bulunan olgularda teratojenik etki gösterebilir. Genotip fenotip korelasyonu Aynı mutasyonu taşıyan olgularda değişik fenotipler görülebilirken, aynı genotip taşıyanlarda benzerlikler bulunabilir. Avrupa kökenli olgularda A287P ve Japon olgularda R457H mutasyonları olmak üzere en sık iki mutasyon bildirilmiştir[13]. Prenatal tanı için ailede hastalık oluşturan mutasyonun daha önce tanımlanmış olması gerekir. Amniotik sıvının steroid profilinin belirlenmesi ile tanı konulabilir. Ayrıca ABS nin iskelet deformiteleri fetal ultrasonografi ile tanınabilir ancak hafif deformitelerin ultrasonografi ile ayırt edilebilmesi çok güçtür. Ayırıcı tanıda; konjenital adrenal hiperplaziler ve konjenital iskelet sistemi bozuklukları düşünülmelidir. Tedavi Klinik bulgulara göre değişkendir. Kortizol eksikliği olan olgularda klasik konjenital adrenal hiperplazilerde olduğu gibi kortizol tedavisi verilmelidir. Cinsel gelişim bozukluğu bulunan olgularda olgunun hangi cins yönünde yetiştirileceği klinik ve laboratuvar bulgularına göre değerlendirildikten sonra uygun cerrahi girişimler ve hormon tedavileri yapılmalıdır. İskelet sistemi bulguları olanlarda tedavi bu bulgulara göre planlanmalıdır. Kraniyosinositoz ve hidrosefali gerekli cerrahi girişimler ile tedavi edilmelidir. Eklem kontraktürleri için fizik tedavi uygulanabilir. Sonuç: POR, aralarında P450c21 ve P450c17 olmak üzere sitokrom P450 enzimlerine elektron taşıyarak onları etkinleştirir. Bu nedenle POR eksiklikleri bu enzimlerin tümünün ektinliğinde azalmaya yol açabilir ve geniş bir klinik yelpaze oluşturur. Özellikle P450c21 ve P450c17 eksikliği bulgularını birlikte taşıyan olgularda POR mutasyonları akla gelmelidir. Kaynaklar 1.Fluck, C.E., et al., Mutant P450 oxidoreductase causes disordered steroidogenesis with and without Antley-Bixler syndrome. Nat Genet, 2004. 36(3): p. 228-30. 2.Miller, W.L., et al., P450 oxidoreductase deficiency: a new disorder of steroidogenesis. Ann N Y Acad Sci, 2005. 1061: p. 100-8. 3.Yamano, S., et al., Human NADPH-P450 oxidoreductase: complementary DNA cloning, sequence and vaccinia virus-mediated expression and localization of the CYPOR gene to chromosome 7. Mol Pharmacol, 1989. 36(1): 83-8. 4.Wang, M., et al., Three-dimensional structure of NADPH-cytochrome P450 reductase: prototype for FMN- and FAD-containing enzymes. Proc Natl Acad Sci U S A, 1997. 94(16): p. 8411-6. 5.Huang, N., et al., Diversity and function of mutations in p450 oxidoreductase in patients with Antley-Bixler syndrome and disordered steroidogenesis. Am J Hum Genet, 2005. 76(5): p. 729-49. 6.Fluck, C.E. and W.L. Miller, P450 oxidoreductase deficiency: a new form of congenital adrenal hyperplasia. Curr Opin Pediatr, 2006. 18(4): p. 435-41. 7.Geller, D.H., et al., The genetic and functional basis of isolated 17,20-lyase deficiency. Nat Genet 1997. 17(2): 201 8.Geller, D.H., R.J. Auchus, and W.L. Miller, P450c17 mutations R347H and R358Q selectively disrupt 17,20-lyase activity by disrupting interactions with P450 oxidoreductase and cytochrome b5. Mol Endocrinol, 1999. 13(1): 167 9.Wilson, J.D., et al., 5alpha-androstane-3alpha,17beta-diol is formed in tammar wallaby pouch young testes by a pathway involving 5alpha-pregnane-3alpha,17alpha-diol-20-one as a key intermediate. Endocrinology, 2003. 144(2): p. 575-80. UPEK 2012 Sayfa 69 10. Auchus, R.J., The backdoor pathway to dihydrotestosterone. Trends Endocrinol Metab, 2004. 15(9): 432-8. 11. Goto, M., et al., In humans, early cortisol biosynthesis provides a mechanism to safeguard female sexual development. J Clin Invest, 2006. 116(4): p. 953-60. 12. Arlt, W., et al., Congenital adrenal hyperplasia caused by mutant P450 oxidoreductase and human androgen synthesis: analytical study. Lancet, 2004. 363(9427): p. 2128-35. 13. Miller, W.L., Achermann, J.C., Flück, C.E., The adrenal cortex and its disorders, in Pediatric Endocrinology, M.A. Sperlingi, Editor. 2008, Saunders, Elsevier: Philadelphia, PA. p. 444-511. 14. Miller, W.L., P450 oxidoreductase deficiency: a new disorder of steroidogenesis with multiple clinical manifestations. Trends Endocrinol Metab, 2004. 15(7): p. 311-5. 15. Cragun, D.L., et al., Undetectable maternal serum uE3 and postnatal abnormal sterol and steroid metabolism in Antley-Bixler syndrome. Am J Med Genet A, 2004. 129A(1): p. 1-7. 16. Kelley, R.I., et al., Abnormal sterol metabolism in a patient with Antley-Bixler syndrome and ambiguous genitalia. Am J Med Genet, 2002. 110(2): p. 95-102. UPEK 2012 Sayfa 70 K-20 RAŞİTİZM AYIRICI TANISI Doç Dr Serap Turan Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı Raşitizm, çocuklarda büyüme plağında enkondral kalsifikasyonun olmaması veya gecikmesi sonucu büyüme plağının bozulma, büyümede yavaşlama ve kemik deformiteleri ile giden klinik bir sendromdur. Raşitizmde aynı zamanda osteomalazi olarak adlandırılan trabeküler ve kortikal kemikte oluşmuş osteoid dokunun minerilizasyonunda bozuluk ta görülür. Çocuklarda hem raşitizm, hem osteomalazi bulguları varken, epifizler kapandıktan sonra sadece osteomalazi bulguları ortaya çıkar. Raşitizm erken süt çocukluğu döneminde; hipotoni, terleme, huzursuzluk, kraniotabes eklemlerde genişleme ve oksipital düzleşme ile, geç süt çocukluğu ve çocuklukta diş çıkmasında gecikme, kemik ağrısı, kırıklar, göğüs deformitesi, raşitik rozariler, Harrison oluğu ve kaput quadratum gibi semptom ve bulgular ile başvurur. Yürümeye başladıktan sonra alt ekstremite deformiteleri (genu varum / valgum) belirgin hale gelir ve hastalar hipokalsemik nöbetler ile yenidoğan döneminden adölesan yaşa kadar değişen yaşlarda kliniğe başvurabilir. Raşitik pnömopati olarak adlandırılan ağır ve tekrarlayan pnömoniler morbidite ve mortalite nedenidir. Büyüme plağı ve trabeküler ve kortikal kemik osteoid minerelizasyonu için kalsiyum, fosfor ve alkalin fosfatazın normal sınırlarda olması gerekmektedir. Bu nedenle ilk sınıflama primer bozukluğa göre yapılmaktadır. Etiyolojiye göre raşitizm sınıflandırması A) Kalsiopenik Raşitizm I. D vitamini ile ilişkili 1. Nutrisyonel D Vitamini eksikliği (en sık) 2. Sekonder D Vitamini eksikliği i. Malabsorpsiyon ii. Karaciğer hastalığı iii. KBY iv. Hızlanmış D vitamini metabolizması (anti-epileptik) 4. D Vitamini bağımlı Raşitizm i. Tip IA: 1-α- hydroxylase eksikliği ii. Tip IB: 25- hydroxylase eksikliği iii. Tip II: D Vitamini reseptör bozukluğu II: Kalsiyum ile ilişkili 1. Nutrisyonel Kalsiyum eksikliği B) Fosfopenik Raşitizm 1. Azalmış fosfat alımı veya artmış ihtiyaç i. Prematurite UPEK 2012 Sayfa 71 2. İntestinal fosfat absorpisyonun bozulması 3. Renal tubuler fosfat kaybı i.Hipofosfatemik Raşitizm (x-linked, autosomal dominant, otosomal resesif ve dominant, hyperkalsiürik, sporadic) ii. Fanconi Sendromu (e.g. cystinosis) iii. Distal RTA iv. Nörokutenöz sendromlar (NKS) v. Poliostatik Fibröz displazi (PFD) vi.Onkojenik Raşitizm (TIO) C) Mineralizasyonun inhibisyonu 1. Herediter hipofosfatazya 2. Aliminyum toksisitesi 3. Flor toksisitesi 4. Birinci jenerasyon bifosfanatlar Kalsiyopenik raşitizmde hipokasemi, hiperparatiroidi ve hipokalsiüri primer biokimyasal bulgular iken hipofosfatemi de görülebilir (Tablo 1). Ancak kemikte raşitizm bulguları hipofosfatemiye bağlı gelişir. Fosfopenik raşitizmde hipofosfatemi ön planda olup, çoğunlukla PTH normal sınırlardadır. Renal fosfat tresholdu (TmP/GFR) diyet ve intestinal nedenli durumlarda artmış iken, renal nedenlerde azalmıştır. Mineralizasyon bozukluğu ile giden durumlarda normal fosfor ve kalsiyum seviyeleri olabileceği gibi, bunlar artmış ta olabilir. Tablo I. Raşitizmin biyokimyasal evreleri Raşitizm 1. Evre Ca N/↓ P N ALP N/↑ PTH N/↑ 2. Evre N ↓ ↑ ↑ 3. Evre ↓ ↓↓ ↑↑ ↑↑ Olay GIS’den Ca emiliminde azalma Sekonder hiperparatiroidi ve kemikten Ca kaybı Ca depolarında azalma, ağır hipokalsemi ve nöbet Son dönemde fosfat regülasyonunda rol alan faktörlerin tanımlanması ile serum fosfat regülasyonu ve hipofosfatemik raşitizme yaklaşım değişmiştir. Hipofosfatemik raşitizmde başta fibroblast growth faktör23 (FGF-23) olmak üzere kalıtsal ve kazanılmış hipofastemik raşitizme neden olan fosfatürik hormonlar tanımlanmıştır. Hipofosfatemik raşitizmin biyokimyasal bulguları ve FGF-23 ile ilişkisi tablo 2’de verilmiştir. UPEK 2012 Sayfa 72 Tablo II: Hipofosfatemik Raştizm tanısında ayırıcı tanı XLHR ODHR ORHR TIO NKS PFD Herediter hipofosfatemik raşitizm Hiperkalsiüri Renal Pi kaybı + + + Hipofosfatemi Relatif ↓1,25 (OH)2D + + + + + + PTH ↑İdrar Calcium - ↑FGF-23 + + + + + + - + + + Artmış + - Etken faktör PHEX FGF23 DMP1, ENPP1 Tümör Nevüs FD NPT 2c Hipofosfatemik hastalıklar ve FGF-23 FGF-23 kemik-böbrek-paratiroid endokrin aksında hem fosfatürik hem de vitamin D karşıtı regülatör bir hormondur ve FGF-23 fonksiyon gösterebilmesi için ko-reseptör olarak klothoya gereksinim duymaktadır. FGF-23 fosfatüri ve negatif fosfat balansına neden olması nedeni ile fosfatonin olarak adlandırılmaktadır. FGF-23 kemik hücrelerinden 1,25(OH)2D3’e ve serum fosfatının artışına cevap olarak fosfatürik hormonu kodlayan mRNA seviyelerinin artması ile salgılanır. FGF-23 böbrekte FGFR/klotho kompleksi üzerinden etki ederek proksimal böbrek tübüllerinde direkt NaPi-2a ve NaPi-2c’nin ekspresyonunu azaltır. Ayrıca distal tübüllerden proksimal tübüllere gelen parakrin bir sinyalin NaPi-2a ekspresyonunu azalttığı düşünülmektedir. Tek taraflı nefrektomi sonrası FGF-23 değerlerinde minimal artış üriner fosfat ekskresyonunu arttırmaktadır. FGF-23 serum değerleri XLHR, ODHR, ORHR, TIO, McCune-Albright sendromu ve poliostatik fibröz displazide artmaktadır. Bu hastalıklar çocuklarda büyüme geriliği ve raşitizm ile karakterizedir. Bu hastalıklarda TRP ve fosfat konsantrasyonu renal thresholdu (TmPO4/GFR) azalmaktadır. Kaynaklar 1.Shimada T, Hasegawa H, Yamazaki Y, Muto T, Hino R, Takeuchi Y, Fujita T, Nakahara K, Fukumoto S, Yamashita T. FGF-23 is a potent regulator of vitamin D metabolism and phosphate homeostasis. Journal of Bone and Mineral Research 2004;19(3):429-435. 2.Burnett SM, Gunawardene SC, Bringhurst FR, Juppner H, Lee H, Finkelstein JS. Regulation of C-terminal and intact FGF-23 by dietary phosphate in men and women. J Bone Miner Res 2006;21(8):1187-1196. 3.Urakawa I, Yamazaki Y, Shimada T, Iijima K, Hasegawa H, Okawa K, Fujita T, Fukumoto S, Yamashita T. Klotho converts canonical FGF receptor into a specific receptor for FGF23. Nature 2006;444(7120):770-774. 4.Fukumato S, Yamashita T. Fibroblast growth factor(FGF)-23 and hypophosphatemic rickets/osteomalacia. Endocr J. 2001;48:603-610. 5.Sabbagh Y, Carpenter T, Demay M. Hypophosphatemia leads to rickets by impairing caspase-mediated apoptosis of hypertrophic chondrocytes. Proc Natl Acad Sci U S A 2005;102(27):9637-9642. 6.White K, Evans W, O'Riordan J, Speer M, Econs M, Lorenz-Depiereux B, Grabowski M, Meitinger T, Strom T. Autosomal dominant hypophosphataemic rickets is associated with mutations in FGF23. Nature Genetics 2000;26:345 - 348 7.Bringhurst R, Demay MB, Kronenberg HM. Hormones and disorders of mineral metabolism. Ed: Larsen P, Kronenberg H, Melmed S, Polonnsky K, Wiliams Textbook of Endocrinology. 10th edition, pp.1303-1371, Saunders, Philadelphia, 2003. UPEK 2012 Sayfa 73 K-21 HİPOFOSFATEMİK VE VİTAMİN D BAĞIMLI RAŞİTİZMDE TEDAVİ VE İZLEM Doç. Dr. Cengiz Kara Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı HİPOFOSFATEMİK RAŞİTİZMDE TEDAVİ VE İZLEM PHEX gen mutasyonlarından kaynaklanan X’e bağlı hipofosfatemik raşitizm (XHR) böbreklerden fosfat kaybıyla oluşan hastalıkların ilk örneğidir ve kalıtımsal raşitizmlerin en sık nedenidir. D vitamininin nutrisyonel raşitizmi düzelten dozlarına yanıt alınamaması nedeniyle, XHR başlangıçta “vitamin D dirençli raşitizm” olarak adlandırılmıştı. Sonradan esas patofizyolojik bozukluğun böbreklerden fosfat kaybı olduğunun anlaşılması üzerine, fosfatı yerine koyma tedavilerine başlandı. Bu tedaviler iskelet lezyonlarında kısmi düzelme sağlamakla beraber hiperparatiroidizme yol açtı. Günümüzde dengeli bir fosfat dozunun aktif D vitamini ürünleriyle birlikte kullanımı ana tedavi yaklaşımı haline geldi. Aktif D Vitamini ve Fosfat Fibroblast büyüme faktörü 23 (FGF23) düzeylerindeki artış böbreklerde fosfat kaybına (hipofosfatemi) ve 1α-hidroksilaz etkinliğinde (kalsitriol [1,25(OH)2D3] üretiminde) azalmaya neden olur. Böylece XHR’nin ana tedavisi fosfat ve aktif D vitamini (kalsitriol veya alfa-kalsidiol) vermektir. Kalsiferol (D3) etkili değildir ve entoksikasyon riski yüksektir. Kalsitriol ve fosfatın doz aralığı geniştir. Fosfat çoğunlukla 30 mg/kg/gün dozunda başlanır ve ihtiyaca göre 80 mg/kg/gün veya üzerine artırılabilir. Genel olarak, fosfatı günlük 0,25–3 g arasında 3 ila 5 doza bölerek vermek gerekir. Karın ağrısı veya ishal gibi intestinal yan etkiler doz ayarlaması gerektirebilir. Kalsitriol 10–80 ng/kg/gün (0,5–3 µg/gün) genellikle iki dozda verilir. Başlangıç dozunu 20–30 ng/kg/gün olarak önerenler olduğu gibi, iskelet yanıtını hızlandırmak için ilk aylarda 50–70 ng/kg/gün kadar yüksek dozlarla başlanıp sonrasında hiperkalsiüri ve hiperkalsemiden kaçınmak için doz azaltılmasını önerenler de vardır. İzlem ve Doz Ayarlamaları Tedavinin ana amacı serum fosfor düzeylerini normale getirmek değil, raşitizmi ve iskelet deformitelerini düzeltmek veya en aza indirmek ve normal büyümeyi sağlamaktır. Serum fosfor düzeyini normal sınırlarda tutmaya çalışmak doğru bir strateji değildir ve hatta fosforla aşırı tedavi sekonder hiperparatiroidizme yol açarak zararlı olabilir. İskelet yanıtı için en yararlı belirteç serum alkalen fosfataz (ALP) aktivitesidir. Tedavi öncesi orta derecede yüksek olan ALP düzeyinin tedaviyle azalması kemik iyileşmesinin göstergesidir. Tedavinin başlangıcında geçici artışlar olabilir ve ALP’nin normale dönmesi 1 yılı alabilir. Tam radyolojik iyileşmenin sağlanması güçtür ve çoğu kez 2–3 yıllık bir süre gerektirir. O-bacak deformitesi (genu varum), yaklaşık 6 ayda 1 cm’lik bir düzelme hızıyla, 3–4 yılda düzelir. Büyüme hızında azalma veya bacak eğriliğinde artma tedaviye uyumun denetlenmesini gerektirir; tedaviye uyum tamsa dozların artırılmasına ihtiyaç vardır. Kabul edilebilir büyüme hızları ve iskelet deformitelerinin düzelmesi dozların yeterli olduğuna işaret eder. UPEK 2012 Sayfa 74 Hiperkalsemi, hiperkalsiüri ve hiperparatiroidizm gibi tedavi komplikasyonlarından kaçınmak için 3 ayda bir laboratuar (serum Ca, P, ALP, PTH, kreatinin ve idrar Ca, kreatinin düzeyleri) izlemi ve nefrokalsinoz açısından 1–3 yılda bir USG kontrolü önerilir. Normofosfatemi bazı hastalarda aşırı tedavi anlamına gelebilir ve hiperparatiroidizm yapması olasıdır. İzlemdeki klinik ve laboratuar bulgularına göre doz ayarlamalarıyla ilgili öneriler tabloda sunulmuştur. Tablo I. İzlemdeki klinik ve laboratuar bulgularına göre doz ayarlamaları Klinik Bulgu Hiperkalsiüri Hiperkalsemi PTH ↑ Radyolojik yanıtın olmaması Büyüme hızının yetersizliği Kemik ağrısı Hipofosfatemi Potansiyel Doz Ayarlamaları Güvenlik Açısından Kalsitriol ↓ Kalsitriol ↓; Ca > 12 mg/dl ise her iki tedaviye ara ver Kalsitriol ↑ ve/veya Fosfat ↓; Cinacalcet seçenek olabilir Etkinlik Açısından Kalsitriol veya Fosfat ↑ Fosfat dozunu artırmak için bir endikasyon değildir! Hipofosfatemik raşitizmin FGF23 gen mutasyonlarına bağlı otozomal dominant formu ile DMP1 gen mutasyonlarından kaynaklanan otozomal resesif formunun klinik ve biyokimyasal özellikleri XHR ile benzer olup benzer tedavi yaklaşımını gerektirirler. Ancak sodyum bağımlı fosfat taşıyıcısını kodlayan SLC34A3 gen mutasyonları kalsitriol sentezini bozmaz. Bu formda hipofosfatemi kalsitriol üretimini artırdığı için hiperkalsiüri gelişir. Hiperkalsiüri eşlik eden hipofosfatemik raşitizmin tedavisinde fosfat replasmanı uygulanır, fakat yüksek sodyum içeren beslenmeden ve D vitamini desteklerinden kaçınmak gerekir. Büyüme Hormonu (BH) XHR’li hastaların çoğunluğunda, geleneksel fosfat ve D vitamini tedavisiyle normal büyüme sağlanamamakta ve erişkin boyları kısa kalmaktadır. Bu nedenle büyüme hormonu XHR’de yardımcı tedavi ajanı olarak kullanılmıştır. BH ve IGF-1 böbreklerden fosfat geri emilimini artırarak fosfat dengesinin sağlanmasına katkıda bulunur ve büyümeyi hızlandırır. Önceki çalışmalarda hastaların BH tedavisine uzun dönem yanıtları değişken bulunmuştur. Bazısında, bacaklara kıyasla gövdenin daha fazla büyümesi, XHR’nin tipik özelliği olan gövde ile bacak uzunlukları arasındaki orantısızlığın artmasıyla sonuçlanmıştır. Ancak, yakınlarda yayınlanan çok merkezli bir çalışmanın sonuçları XHR’li kısa çocuklarda 3 yıllık BH tedavisinin vücut orantısızlığında ilerleme olmaksızın lineer büyümeyi düzelttiğini göstermiştir. Diğer yandan, yakınlarda yayınlanan başka bir çalışma fosfat ve D vitamini tedavisine 1 yaşından (aşikâr iskelet deformiteleri gelişmeden) önce başlanan XHR’li çocuklarda büyümenin normal olabildiğini göstermiştir. Bu veri büyüme açısından erken tanı ve tedavinin önemini vurgulamaktadır. Sonuç olarak, geç tanı nedeniyle büyümesi zaten etkilenmiş, replasman tedavisine rağmen büyüme hızları yetersiz ve ciddi boy kısalığı (boy SDS < -2,5) olan hastalara BH tedavisi önerilebilir. Fakat XHR’ye bağlı boy kısalığında BH tedavisi henüz resmen onaylanmış değildir. Ülkemizde ise Sağlık Bakanlığı’nın endikasyon dışı rapor onayı gereklidir. UPEK 2012 Sayfa 75 Cerrahi ve Diş Bakımı Bacak deformitelerinin düzeltilmesi için ortopedik müdahale gerekebilir. Bu nedenle XHR’yi izleyen ekipte deneyimli çocuk ortopedi cerrahına ihtiyaç vardır. Küçük çocuklarda (< 6 yaş) tıbbi tedavi çoğu kez deformitelerin düzelmesini sağladığı için düzeltici osteotomiler bu yaş grubunda genellikle uygulanmaz. Osteotomiler büyümenin bittiği zamana dek ertelenir fakat ağır deformiteler daha erken müdahaleleri zorunlu kılabilir. Daha az hırpalayıcı ve daha yeni bir yaklaşım olan epifizyodezis büyüme plağının farklı büyümesini uyaran düzeltici bir yöntemdir. Bazı çocuklar diş apsesi geliştirmeye daha yatkındır ve bir apse sonrakilerin habercisidir. Diş minesindeki küçük kusurlar ağız boşluğu ile dişlerin pulpası arasındaki engeli bozarak mikoorganizmların pulpaya ulaşmasına ve apse oluşumuna izin verir. Günde 2–3 kez diş fırçalanması ve düzenli diş hekimi ziyaretleri dâhil olmak üzere çok titiz ağız bakımı önerilir. Bazı diş hekimleri dolgu macunu tavsiye eder. Tıbbi tedavi diş apselerinin sıklığı ve şiddetini genel olarak değiştirmez. Yeni veya Umut Vaat Eden Tedavi Yaklaşımları Oral fosfat replasmanının uygulanmasındaki güçlükler (preparatların tatsız olması ve günde 4–5 kez alma ihtiyacı) ve replasman tedavilerinin yol açtığı komplikasyonlar (nefrokalsinozis, sekonder ve tersiyer hiperparatiroidizm) nedeniyle daha etkili ve daha uygun tedavilere ihtiyaç vardır. Fosfat ve kalsitrol replasmanı nedene değil sonuca yönelik bir yaklaşımdır ve hatta FGF23 üretimini uyardıkları için tedavide bir tür kısır döngü yaratırlar. Son yıllarda, FGF23 düzeylerinin veya etkisinin azaltılmasına yönelik yeni tedavi yaklaşımları dikkat çekmektedir. Bu umut vaat eden yaklaşımları ve kullanılan ajanları kısaca özetleyelim. Cinacalcet Paratiroit hücrelerindeki kalsiyuma duyarlı reseptörlerin (CaSR) serum kalsiyumuna duyarlılığını artıran ve böylece PTH salgısını azaltan bir kalsimimetiktir. Cinacalcet son evre böbrek yetmezliğindeki sekonder hiperparatiroidizmin ve paratiroit adenomu, karsinomu veya hiperplazisine bağlı primer hiperparatiroidizmin tedavisinde onaylanmış bir ilaçtır. Yaşları 6–19 yıl arasında değişen 8 XRH’li hastada cinacalcet’in fosfat yüküne bağlı artmış PTH salgısını ve böylece sekonder hiperparatiroidizm olasılığını azalttığı gösterilmiştir. Bu hastalarda PTH düzeylerinde düşmeye paralel olarak idrar fosfat atılımının azaldığı ve serum fosfat düzeyinin yükseldiği görülmüştür. Kısa süreli cinacalcet uygulamasının serum FGF23 düzeyi üzerine etkisi olmamıştır. Sekonder hiperparatiroidizme bağlı komplikasyonlar geliştiren iki erişkin XHR hastası cinacalcet ile başarılı olarak tedavi edilmiştir. Bu hastaların birinde uzun süreli cinacalcet kullanımının FGF23 düzeylerini azalttığı da gösterilmiştir. Tümöre bağlı osteomalazi olan iki olguda cinacalcet kullanımı hem fosfat hem de kalsitriolün daha düşük dozlarda kullanılmasını sağlamıştır. XLH tedavi protokolüne kalsimimetiklerin eklenmesi açısından daha büyük serilerde uzun süreli çalışmalara ihtiyaç vardır. Ancak kalsimimetikler sekonder hiperparatiroidizm ve ilişkili sorunları (hipertansiyon ve GFR’de bozulma gibi) fosfat ve kalsitriol doz ayarlamalarıyla çözülemeyen hastalarda etkili bir seçenek olarak düşünülmelidir. Kalsitonin Tümöre bağlı osteomalazi olan bir hastaya kalsitonin verilmesi FGF23 düzeylerinde bir azalmaya neden olmuştur. Bu gözlemin XHR’de geçerli olup olmadığı 7 hastada sınanmıştır. Tek doz 200 IU subkütan kalsitonin uygulaması 6 sağlıklı kontrolde bir değişime neden olmazken, hastalarda serum FGF23 UPEK 2012 Sayfa 76 düzeyleri anlamlı olarak azalmış ve fosfat düzeyleri yükselmiştir. Osteositlerde kalsitonin reseptörlerinin varlığı gösterilmiş olduğundan ve FGF23 osteositler tarafından üretildiği için, yazarlar XHR’li hastalarda kalsitoninin doğrudan osteositlere etki ederek FGF23 düzeyini düşürdüğünü öne sürmüşlerdir. Başka çalışmalarla bu verilerin doğrulanmasına ihtiyaç vardır. Kalsitonin XHR’de bir tedavi seçeneği olabilir. Anti-FGF23 Antikorları Hyp fare modelinde, molekülün klotho ile bağlanan C-terminal parçasına karşı nötralizan antikor kullanılarak FGF23 etkinliğinin inhibisyonu serum fosfat ve kalsitriol düzeylerini etkili olarak artırmıştır. Bu antikorun haftalık uygulanması XLH’li farelerde büyümeyi hızlandırmış ve osteomalaziyi kısmen düzeltmiştir. İnsan FGF23’üne karşı benzer bir antikorun etkinliğine yönelik klinik araştırmalar halen devam etmektedir. FGF23 C-Terminal Fragmanı FGF23 yolağının inhibisyonuna dayalı bir diğer yaklaşım FGF23’ün C-terminal parçasını kullanır. Normalde FGF23, klotho ve FGF reseptörü (FGFR1c) ile üçlü kompleks oluşturarak fosfatürik etki gösterir. FGF23’ün C-terminal parçası FGF23 ile yarışmaya girerek üçlü kompleksin oluşumunu ve fosfatürik etkiyi bozar. Hyp farelerine FGF23’ün C-terminal parçasının verilmesinin serum fosfat ve kalsitriol düzeylerinin artırdığı gösterilmiştir. Ancak insan çalışması yoktur. Heksa-D-Arjinin Osteblastlarda PHEX ile birlikte yer alan proprotein konvertaz 2 (PC2), şaperon proteini (7B2) ile beraber FGF23’ü N ve C terminal parçalarına bölerek yıkımını sağlar. Farelerde 7B2•PC2 etkinliğinin inhibisyonu serum FGF23 düzeylerinde artışla beraber XHL fenotipine yol açar. Hekza-D-arjinin’in Hyp fare osteoblastlarında 7B2•PC2 etkinliğini artırarak FGF23 yıkımını ve ayrıca üretimini normale döndürdüğü ve XHL fenotipini düzelttiği gösterilmiştir. Bu veriler XHL patojenezinde PHEX bağımlı 7B2•PC2 etkinliğinin merkezi rolünü destekler niteliktedir ve neden yönelik tedavilerin geliştirilmesi açısından umut vericidir. VİTAMİN D BAĞIMLI RAŞİTİZMLERDE TEDAVİ VE İZLEM Vitamin D bağımlı raşitizm (VDBR) D vitamininin eksikliğiyle değil, metabolizmasındaki sorunlarla oluşan ve nadir görülen 2 tip hastalık içerir. VDBR tip 1 (VDBR–1) 1α-hidroksilaz enzimini kodlayan CYP27B1 genindeki işlev kaybı mutasyonlarına bağlı kalsitriol eksikliği durumudur ve “yalancı D vitamini eksikliği” olarak ta adlandırılır. VDBR–2 ise vitamin D reseptör (VDR) genindeki mutasyonlardan kaynaklanır ve asıl “vitamin D dirençli raşitizm”e neden olan hastalıktır. VDBR–1 olan hastalar kalsiferol (D3) tedavisine yanıt vermezken, fizyolojik dozlarda (10–20 ng/kg/gün) kalsitriol veya alfa-kalsidiol ile kolayca tedavi edilirler. Hastaların serum kalsiyum düzeyleri 24 saat içinde artmaya başlar ve birkaç gün içinde düzelir. Klinik, biyokimyasal ve radyolojik düzelme hızlı ve tamdır. Kemiklerde radyolojik düzelme 2–3 ay içinde görülür. Ömür boyu tedavi gerektirir. Ancak 10 yaşından sonra spontan düzelen olgular bildirilmiştir. Bu düzelme böbrek dışı 1α-hidroksilaz etkinliği ile ilişkilendirilmiştir. Kalsitriol dozunun fazla verilmesi hiperkalsiüri ve nefrokalsinoza yol açabilir. Bu yönden dikkatli olunmalıdır. UPEK 2012 Sayfa 77 VDBR–2 olan hastaların ayırt edici özellikleri çok yüksek serum kalsitriol düzeyleri ve vücut kıllarının seyrek olmasıdır. Hastaların üçte ikisinde kaşlar ve kirpikler dâhil totale yakın alopesi görülür. Etkilenen çocukların çoğunluğu kalsitriol dâhil tüm D vitamini formlarının supra-fizyolojik dozlarıyla tedaviye dirençlidir. VDR genindeki mutasyonlar kısmi veya tam dirence neden olabilir. Kısmi direnç olan hastalar kalsitriolün 15–20 µg/gün dozlarına yanıt verebilir. Ancak tam direnç olan hastaların, kalsitriolün günlük önerilen dozlarının 100 misline (30–60 µg/gün) dahi yanıt vermedikleri gözlenmiştir. Bu tür hastalarda yoğun kalsiyum tedavisi uygulanır. Oral kalsiyum hem D vitaminine bağımlı hem de bağımlı olmayan yollarla bağırsaklardan emilebilir. VDR’si işlevsiz olan çocuklarda, D vitaminine bağımsız yollar çok önemli hale gelir. Normokalsemiyi sağlamak ve sürdürmek için kalsiyumun bağırsaklardan pasif difüzyonu veya D vitaminine bağımlı olmayan diğer yollar yeterli olduğunda, tek başına oral kalsiyum tedavisi başarılı olur. Oral kalsiyum dozu elementel olarak 3,5–9 g/m2/gün arasında değişir. Kalsitriol ve/veya oral kalsiyumun yüksek dozlarına yeterli yanıt alınamadığı durumlarda intravenöz kalsiyum infüzyonları uygulanır. IV yolla 0,4–1,4 g/m2/gün elementel kalsiyum verilmesi serum Ca, P, ALP ve PTH düzeylerini normale döndürür ve raşitizm bulgularını düzeltir. Sürekli intravenöz kalsiyum infüzyonu santral venöz kateter kullanımını gerektirir. IV kalsiyum uygulaması sürecinde kateter sepsisi, kardiyak aritmiler, hiperkalsemi, hiperkalsiüri ve nefrokalsinoz açısında yakın takip zorunludur. Aktif raşitizm bulguları düzeldikten sonra hastalara oral kalsiyum denenebilir. Bazı hastalarda oral ve IV kalsiyum dönüşümlü olarak kullanılabilir. Neyse ki, hastaların yaşı büyüdükçe kalsiyum ihtiyacı azalır. VDBR-2’li hastalarda, bağırsaklardan kalsiyum emiliminin bebeklikte yüksek oranda vitamin D bağımlı olduğu, 10 yaş sonrasında ise vitamin D bağımlı olmayan yolların baskınlık kazandığı gösterilmiştir. Böylece, bazı hastalarda 7–15 yaş arasında spontan düzelme görülebilir; bazısında tedavi tümüyle kesilebilir. Raşitizm düzelse de, alopesi hiçbir tedaviye yanıt vermez ve düzelmez. Kaynaklar 1.Carpenter TO. The expanding family of hypophosphatemic syndromes. J Bone Miner Metab. 2012 Jan;30(1):1-9. 2.Carpenter TO, Imel EA, Holm IA, Jan de Beur SM, Insogna KL. A clinician's guide to X-linked hypophosphatemia. J Bone Miner Res. 2011 Jul;26(7):1381-8. 3.Kienitz T, Ventz M, Kaminsky E, Quinkler M. Novel PHEX nonsense mutation in a patient with X-linked hypophosphatemic rickets and review of current therapeutic regimens. Exp Clin Endocrinol Diabetes. 2011 Jul;119(7):431-5. 4.Kemp SF, Frindik JP.Emerging options in growth hormone therapy:an update. Drug Des Devel Ther. 2011;5:411-9. 5.Quinlan C, Guegan K, Offiah A, Neill RO, Hiorns MP, Ellard S, Bockenhauer D, Hoff WV, Waters AM. Growth in PHEX-associated X-linked hypophosphatemic rickets: the importance of early treatment. Pediatr Nephrol. 2012 Apr;27(4):581-8. 6.Živičnjak M, Schnabel D, Staude H, Even G, Marx M, Beetz R, Holder M, Billing H, Fischer DC, Rabl W, Schumacher M, Hiort O, Haffner D. Three-year growth hormone treatment in short children with X-linked hypophosphatemic rickets: effects on linear growth and body disproportion. J Clin Endocrinol Metab. 2011 Dec;96:E2097-105. 7.Alon US, Levy-Olomucki R, Moore WV, Stubbs J, Liu S, Quarles LD. Calcimimetics as an adjuvant treatment for familial hypophosphatemic rickets. Clin J Am Soc Nephrol. 2008 May;3(3):658-64. 8.Raeder H, Shaw N, Netelenbos C, Bjerknes R. A case of X-linked hypophosphatemic rickets: complications and the therapeutic use of cinacalcet. Eur J Endocrinol. 2008 Dec;159 Suppl 1:S101-5. 9.Yavropoulou MP, Kotsa K, Gotzamani Psarrakou A, Papazisi A, Tranga T, Ventis S, Yovos JG. Cinacalcet in hyperparathyroidism secondary to X-linked hypophosphatemic rickets: case report and brief literature review. Hormones (Athens). 2010 Jul-Sep;9(3):274-8. UPEK 2012 Sayfa 78 10. Geller JL, Khosravi A, Kelly MH, Riminucci M, Adams JS, Collins MT: Clinacalcet in the management of tumorinduced osteomalacia. J Bone Miner Res 2007;22:931–7. 11. van Boekel G, Ruinemans-Koerts J, Joosten F, Dijkhuizen P, van Sorge A, de Boer H. Tumor producing fibroblast growth factor 23 localized by two-staged venous sampling. Eur J Endocrinol. 2008;158:431–7. 12. Liu ES, Carpenter TO, Gundberg CM, Simpson CA, Insogna KL. Calcitonin administration in X-linked hypophosphatemia. N Engl J Med. 2011;28;364:1678-80. 13. Aono Y, Yamazaki Y, Yasutake J, Kawata T, Hasegawa H, Urakawa I, Fujita T, Wada M, Yamashita T, Fukumoto S, Shimada T. Therapeutic effects of anti-FGF23 antibodies in hypophosphatemic rickets/osteomalacia. J Bone Miner Res. 2009 Nov;24(11):1879-88. 14. Goetz R, Nakada Y, Hu MC, Kurosu H, Wang L, Nakatani T, Shi M, Eliseenkova AV, Razzaque MS, Moe OW, Kuroo M, Mohammadi M. Isolated C-terminal tail of FGF23 alleviates hypophosphatemia by inhibiting FGF23–FGFR– Klotho complex formation. Proc Natl Acad Sci USA. 2010;107:407–412 15. Yuan B, Feng JQ, Bowman S, Liu Y, Blank RD, Lindberg I, Drezner MK. Hexa-D-Arginine treatment increases 7B2•PC2 activity in hyp-mouse osteoblasts and rescues the HYP phenotype. J Bone Miner Res. 2012 Aug 9. doi: 10.1002/jbmr.1738. [Epub ahead of print] 16. Sahay M, Sahay R. Rickets-vitamin D deficiency and dependency. Indian J Endocrinol Metab. 2012 Mar;16(2):164-76. 17. Durmaz E, Zou M, Al-Rijjal RA, Bircan I, Akçurin S, Meyer B, Shi Y. Clinical and genetic analysis of patients with vitamin D-dependent rickets type 1A Clin Endocrinol (Oxf). 2012 Sep;77(3):363-9. doi: 10.1111/j.13652265.2012.04394.x. 18. Hochberg Z. Vitamin-D-Dependent Rickets Type 2. Horm Res 2002;58:297–302 19. Malloy PJ, Feldman D. Genetic disorders and defects in vitamin d action. Endocrinol Metab Clin North Am. 2010 Jun;39(2):333-46 20. Tiosano D, Hadad S, Chen Z, Nemirovsky A, Gepstein V, Militianu D, Weisman Y, Abrams SA. Calcium absorption, kinetics, bone density, and bone structure in patients with hereditary vitamin D-resistant rickets. J Clin Endocrinol Metab. 2011 Dec;96(12):3701-9. UPEK 2012 Sayfa 79 ÇOCUKLUK ÇAĞI DİYABET PROGRAMI ÇALIŞMALARI Prof. Dr. Şükrü Hatun Çocuk Diyabet Grubu Başkanı Çocukluk dönemi 18 yaşına kadar olan bireyleri kapsamaktadır. Son nüfus sayımına göre ülkemizde yaşayan 71.500 kişinin 18.5 milyon (% 26.3) 14 yaşından, yaklaşık 27 milyonu 18 yaşından küçüktür. Ülkemizde çocukluk çağındaki vakaların % 98’inden fazlasını Tip1 diyabet oluşturmakta ve son yıllarda seyrek olarak Tip 2 diyabet vakaları görülmektedir. Ülkemizde çocukluk çağı diyabet bakımının geliştirilmesi konusunda 1995’de başlatılan çalışmalara daha sonra aynı hızla devam edilmemiş olmakla birlikte, son yıllarda çocuk endokrin merkezlerinin sayısının artması ve ülke çapında dengeli dağılımı sayesinde yeni bir atılım imkanı doğmuştur. Çocuk endokrin merkezlerinin çalışmaları ve 9 yıldır çocuk endokrin kongreleri öncesinde düzenlenen diyabet ekibi sürekli eğitim programları ile bu alanda önemli bir deneyim birikimi olmuştur. Çocukluk Çağı Diyabet Programı konusundaki çalışmalar, 17 Nisan 2009’da Sağlık Bakanlığı’nın düzenlediği Türkiye Diyabet Kontrol Programı I.Danışma Kurulu toplantısı ile yeniden başlatılmış ve bu toplantıda Ulusal Diyabet Programı içinde “Çocuklarda diyabet bakımı ve tedavisinin geliştirilmesi” konusunun ayrı bir başlık olarak yer alması kabul edilmiştir.Bu toplantının sonuçları 25 Nisan 2009’da Çocuk Endokrin ve Diyabet Derneği üyeleri ile paylaşılmış ve gönüllü katılım ile dernek bünyesinde “Diyabet Çalışma Grubu” kurulmuştur. Bu grup ilk geniş toplantısını “Diyabet 2020” projesi çerçevesinde 3 Ekim 2009’da Ankara’da yapmış ve toplantıda sorunlar ayrıntıları ile değerlendirilerek, Epidemiyoloji, Bakım ve Ekip, Eğitim ve Farkındalık, Tip 2 diyabet ve risk faktörleri başlıkları altında alt çalışma grupları kurulmuştur. Yine bu toplantıda Diyabet Çalışma Grubu’nun hemşire, diyetisyen ve diğer ilgililerin katılımı ile güçlendirilmesi kararlaştırılmıştır. Bu toplantıdaki tartışmaların ışığında ülkemizde çocukluk çağı diyabeti mevcut durum değerlendirmesi aşağıda sunulmuştur Mevcut durum 1. Ülkemizde Tip 1 diyabetli çocuklar için ulusal bir kayıt sistemi yoktur ve çocukluk çağında Tip 1 diyabet insidansı bilinmediği gibi ayrıntılı epidemiyojik veriler yoktur. Bununla birlikte ülkemizdeki çalışmalar1969-1991 ve 1991-2006 arasındaki Tip 1 diyabet vakaları ile ilgili verileri ortalama diyabet başlangıç yaşının 9,5’dan 8’e düştüğünü göstermektedir. Yine yakın zamanda 6-18 yaş grubundaki çocuklarda yapılan bir araştırmada Tip 1 diyabet prevelansı 0.66/1000 bulunmuştur. Elimizde insidans verileri olmamakla birlikte ülkemizde her yıl 1700 civarında çocukta Tip1 diyabet tanısı konduğu ve 18 yaş altında 15-17 bin diyabetli çocuk olduğu tahmin edilmektedir. 2. Ülkemizde diyabetin erişkinlerin hastalığı olduğu şeklinde yaygın bir görüş olması ailelerin, öğretmenlerin ve bazen de sağlık personelinin çocuklardaki diyabet bulgularına yeteri kadar değer vermemesine neden olmaktadır. Bu durum Tip 1 diyabet tanısının gecikmesine ve sonuçta diyabetik ketoasidoz ile başvuru sıklığının yüksek olması ile sonuçlanmaktadır. Ülkemizde Tip 1 diyabet vakalarının % 40-50’si diyabetik ketoasidoz ile başvurmaktadır. Ailelerin farkındalık sorunundan kaynaklanan geç tanı oranının ülkemizin gelişmemiş bölgelerinde daha sık olduğu tahmin edilmektedir. 3. Yakında yapılan bir çalışmada ülkemizdeki Tip 1 diyabetli çocukların HbA1c ortalaması % 8,5 bulunmuştur. Aynı çalışmada vakaların 2/3’nün HbA1c’si %7,5’unun üstünde bulunmuştur. Mikrovasküler komplikasyonlarla ilgili veriler sınırlıdır. UPEK 2012 Sayfa 80 4. Ülkemizde yeterli sayıda çocuk endokrin merkezi olmasına ve bu merkezlerin ülke çapında dağılımı dengeli olmasına karşın İstanbul’da bile Tip 1 diyabetli çocukların ancak % 68’i çocuk endokrinoloji uzmanı olan bir merkezde izlenmektedir. Bunun dışında çocuk endokrin merkezlerinde yeterli sayıda (100 diyabetli çocuğa 1 hemşire, 200 diyabetli çocuğa 1 diyetisyen) hemşire ve diyetisyen bulunmamaktadır. Bunun en önemli nedeni bu merkezler için çocuk diyabet hemşiresi, çocuk diyabet diyetisyeni ve psikologlar için norm kadro tanımının olmamasıdır. Ayrıca diyabetli çocukların okulda bakımı konusunda çeşitli sorunlar bulunmaktadır. 5. Ülkemizde uzun yıllardır diyabetli çocukların eğitimi için çok yönlü çabalar bulunmakla birlikte, bütün çocukları kapsayan yapılandırılmış diyabet eğitimi imkanı bulunmamaktadır. Ayrıca ülkemizdeki kamp sayısı yetersizdir. Var olan eğitim kitaplarının güncellenmesine ve elektronik diyabet imkanlarının geliştirilmesine ihtiyaç vardır. 6. Diyabetli çocuklara sağlanan sosyal güvenlik imkanlarında son yıllarda çok önemli ilerlemeler olmuştur. Bunun yanında yeni teknolojilerin bedellerinin tam olarak karşılanmaması önemli bir sorundur. 7. Ülkemizde çocukluk çağında obesite sıklığında hızlı bir artış vardır.Bu hızlı artışın bir sonucu olarak metabolik sendrom sıklığı da artmakta ve Tip 2 diyabet vakalarında da eski yıllara göre bir artış gözlenmektedir Türkiye Diyabet Önleme ve Kontrol Programı Çalışmaları Yukarıda özetlenen mevcut durum analizleri çerçevesinde Çocuk Diyabet Grubu 16-17 Ocak 2010’da İstanbul’da ikinci kez toplanarak çözüm planları üzerine yoğunlaşmıştır. Bu çalışmalara paralel olarak Sağlık Bakanlığı Türkiye Diyabet Önleme ve Kontrol Programı Stratejik Plan ve Eylem Planı Hazırlık Çalıştayı 15-20 Şubat 2010’da Ankara’da toplanmış ve bu toplantıda “Sorunlar ve hedefler” e odaklanan bir program hazırlanmıştır.Daha sonra bu programa 9 Mart 2010’da yine Ankara’da yapılan Sağlık Bakanlığı Türkiye Diyabet Kontrol Programı Stratejik Plan ve Eylem Planı II. Çalıştayı’nda son şekli verilmiştir. Bu toplantıda çocukluk çağı diyabeti ile ilgili konuların Ulusal Program içinde 4. stratejik amaç olarak “ Çocukluk Çağı Diyabetinin Kontrolü” başlığı ile yer almasına karar verilmiş ve bu amaç çerçevesinde 6 hedef, bu hedeflerle ilgili göstergeler ve her bir hedef için etkinlikler, sorumlu/işbirliği yapılacak kuruluşlar belirlenmiştir. Aşağıda bu hedefler ve bu hedeflere ait etkinlikler özetlenmiştir Hedefler ve Temel Etkinlikler Hedef 1. 0–18 yaş grubunda bulunan fazla kilolu, obez, tip1 ve tip 2 diyabetli çocukların ulusal sağlık bilgi sistemi üzerinden kayıt altına alınması Etkinlikler: 1. 0–18 yaş grubu bireylerin BKİ verilerinin AHBS ve HBS üzerinden girilmesinin performans kriteri olarak düzenlenmesi sağlanacak, 2. 0–18 yaş grubu bireylerin tip 1 ve tip 2 diyabet tanılarının ulusal sağlık bilgi sistemi (Sağlık Net) üzerinden periyodik olarak raporlanması sağlanacaktır. Hedef 2. Diyabetli çocukların bakım ve tedavi standartlarının geliştirilmesi. UPEK 2012 Sayfa 81 Etkinlikler: 1. Pediyatrik endokrinoloji birimlerinin yaygınlaştırılması ve gerekli insan gücünün temin edilmesi sağlanacak, 2. Ulusal Tip 1 Diyabet Tanı Tedavi Rehberi hazırlanacak (sevk ve izlem kriterleri dahil) ve kullanımı yaygınlaştırılacak, 3. Çocuklara yönelik diyabet kampları desteklenecektir. Hedef 3. Tip 1 diyabetli çocuklara erken tanı konulması Etkinlikler: 1. Topluma yönelik farkındalık oluşturma amaçlı programlar kapsamında çocuklarda Tip 1 diyabet bulgularını anlatan bilgilerin ortak yaşam alanları ve iletişim araçlarında çeşitli yöntemlerle aktarılması sağlanacak, 2. Okulda Diyabet Programı geliştirilip yürütülecek, 3. Birinci basamak hekimlerine ve çocuk hekimlerine yönelik diyabet konulu tazeleyici eğitim programı başlatılacaktır. Hedef 4. Ülkemizdeki bütün diyabetik çocukların ve ailelerinin standart/yeterli diyabet eğitimi alması Etkinlikler: 1. 0-18 yaş grubu için standart diyabet eğitim programı modülleri geliştirilecek, 2. Diyabetli çocuk ve ailelerine yönelik ilk aşama el kitabı ve eğitim filmi hazırlanacak, 3. Eğitim kiti içeren oyuna dayalı bir internet sitesi kurulması desteklenecek, 4. Diyabetli çocuklar ve yakınlarına sağlanan diyabet eğitimleri yaygınlaştırılacak ve süreklilik kazandırılacak, 5. Diyabetli çocuklar ve yakınlarına sağlanan diyabet eğitimi hizmetine dair geri ödemenin geliştirilmesine çalışılacaktır. Hedef 5. Çocukluk çağı obezite sıklığının azaltılması. Etkinlikler: 1. Obezite ile mücadele hedef ve stratejilerini içeren “Türkiye Sağlıklı Beslenme ve Hareketli Hayat Programı 2010-2014” uygulanacak, 2. Yüksek kalori içeren yiyecek/içecek reklamları ile ilgili olarak obezitenin önlenmesine yönelik düzenleme sağlanacak, 3. Okullarda yüksek kalorili içecek ve yiyecek otomatlarının kaldırılması, sağlıklı öğle yemeği sağlanması ve kantinlerde meyve gibi sağlıklı besin ürünlerinin bulundurulmasının teşviki sağlanacak, UPEK 2012 Sayfa 82 4. Okullarda işlenen sağlık bilgisi müfredatında “şişmanlık” bölümüne yer verilecek ve mevcut içerik geliştirilecektir. Hedef 6. Tip 1 diyabetli çocuklara yönelik sosyal güvenlik şemsiyesinin bütün tedavi ve izlem ihtiyaçlarını kapsayacak şekilde genişletilmesi Etkinlikler: 1. Tip 1 diyabetin standart bakımı için gereken tedavi ve izlem ihtiyaçları ile ilgili SUT düzenlemeleri ve SGK ödeme uygulamaları izlenip periyodik olarak raporlanacak, 2. Tip 1 diyabet için eksik ödeme uygulamaları sebebi ile yol açılan doğrudan ve dolaylı maliyetler hesaplanıp raporlanacak, 3. Tip 1 diyabetli ve ailesinden dolayı SGK’lı olup 18 yaşını dolduran diyabetiklerin işsiz olmaları ve öğrenci olmamaları halinde bakım ve tedavilerinin ödeme problemleri sebebi ile aksamasının engellenmesine çalışılacaktır. Okulda Diyabet Programı Program, Çocuk Endokrin ve Diyabet Derneği Diyabet Çalışma Grubu’nın önerisi ile Milli Eğitim ve Sağlık Bakanlığı işbirliği ile ve ortak protokol ile geliştirilmiştir. Bu programın esas olarak üç amacı vardır: 1. Tip 1 diyabet konusunda okullar ve öğretmenler aracılığıyla farkındalık yaratmak. Bu sayede okul çağındaki çocuklarda Tip 1 diyabet erken tanısını sağlamak ve diyabetik ketoasidoz sıklığını azaltmak. 2. Okul çağındaki diyabetli çocukların bakımlarını güçlendirmek ve yaşadıkları sorunları çözmek. 3. Okul çağındaki çocuklarında sağlıklı beslenme tutumu oluşturulması ve şişmanlık konusunda farkındalık yaratılması Programın hedef grupları olarak Diyabetli çocukların öğretmenleri, ülkemizdeki 60.000 okuldaki 600.000 civarındaki öğretmen ve 18.000 milyon öğrenci, çocuk diyabet ekibi üyeleri, Milli Eğitim ve Sağlık Bakanlığı il yetkilileri ve okul yöneticileri belirlenmiştir. Okulda Diyabet Programı,problem yönelimli, gerçekçi ve bütün taraflarca heyacanla paylaşılan, Milli Eğitim ve Sağlık Bakanlıkları programları ile entegre, Türkiye Diyabet Önleme ve Kontrol Programı kapsamında olması gibi bir çok özelliği nedeniyle özgün bir program olarak bir başta öğretmenler olmak üzere diyabetle uğraşan bir çok kesimde güçlü bir yankı bulmuştur. Okulda Diyabet Programı kapsamında şimdiye kadar yapılanlar Ülkemizdeki 60.000 okula “Benim çocuğum şeker hastası mı?”başlıklı farkındalık posteri asılmıştır. Bu poster ile ilk ve ortaöğretim kurumlarındaki 650.000 civarındaki öğretmene ve 16 milyon öğrenciye ulaşılarak çocuklarda diyabet konusunda bilgilendirme yapılmıştır. Çocuklarda diyabeti anlatan bir broşür, okuldaki diyabetli çocukların bakımı konusunda bir rehber, öğretmen eğitimi için bir sunum ilgili web sitelerinden ulaşılabilir hale getirilmiş ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından il milli eğitim müdürlüklerine bu program çerçevesinde yapılması gerekenleri anlatan bir yazı gönderilmiştir. Ülke çapında Çocuk endokrin üniteleri diyabetli çocuklar aracılığıyla öğretmenlerine okulda diyabet bakımını UPEK 2012 Sayfa 83 anlatan ve program logosunu taşıyan standardize edilmiş bir mektup ulaştırmaya başlamıştır. Öğretmenlere yönelik bir kısa film hazırlanmış, www.okuldadiyabet.org yayına başlamıştır. Okulda Diyabet Programı kapsamında 2011 yılında “14 Kasım Dünya Diyabet Günü” Haftasında Milli Eğitim Bakanlığı organizasyonu ile 60.000 okulda Diyabet ve Şişmanlık eğitimi yapılması planlanmıştır. Bu eğitimlere hazırlık olmak üzere her ilden 2 MEB, 1 Sağlık Bakanlığı yetkilisi ve çocuklarda diyabet ve şişmanlıkla ilgili uzmanlardan oluşan 300 kişinin katılımı ile 10 Ekim 2011’de Ankara’da bir günlük eğitim toplantısı düzenlenmiştir. Toplantında Diyabet ve şişmanlık konuları yanında, okul kantinleri genelgesinin uygulanması üzerinde durulmuş ve 14 Kasım Haftasındaki Okul eğitimlerinin nasıl yapılacağı anlatılmıştır. Toplantı ulusal kanallarda 21 kez haber ve röportaj konusu oldu. Medya ile 15 milyon kişiye ulaşıldı. İlk kez “Her okula bir hemşire” talebi dile getirilmiştir. Okullarda yapılan eğitimlere eğitimlerine öğrenciler , öğretmenler ve bazı okullarda veliler de katılmış ve bütün okullarda diyabet ve çocuklarda şişmanlık konularının anlatıldığı toplam süresi 24 dk olan iki film gösterilmiştir. Milli Eğitim Bakanlığı’na İl Milli Eğitim Müdürlükleri’nden ulaştırılan verilere göre ülke çapında 24836 okulda eğitim programı düzenlenmiş, bu eğitimlere 7.508.619 öğrenci, 583.182 öğrenci ve 581.807 veli katılmıştır. Bu amaçla www.okuldadiyabet.org sitesi üzerinde eğitim materyallerinin indirilebildiği bir eğitim platformu kurulmuştur. Bu platformda diyabet ve şişmanlıkla ilgili filmler, broşürler ve posterler bulunmaktadır. Diyabetle ilgili olan filmde bir diyabetli çocuğun ağzından diyabetle yaşam anlatılmakta, okul yaşamındaki güçlükler ve diyabetlilerin beklentileri üzerinde durulmaktadır. Programın etkisi daha sonra yapılacak bilgi ve farkındalık araştırmaları ile ölçülecektir. Okulda Diyabet Programı ile çocuklarda da diyabet olabileceği mesajı öğretmenlere, topluma ve öğrencilere güçlü bir şekilde ulaştırılmıştır (Diyabetin yalnızca erişkinlerde görüldüğü inancının değiştirilmesi konusunda önemli bir adım atılmıştır).Çocuklardaki diyabet bulguları tanıtılmış, diyabetli çocukların okullarda yaşadıkları sorunlara Milli Eğitim Bakanlığı, öğretmenler ve okul yetkililerinin dikkati çekilmiştir.Şişmanlık ve sağlıklı beslenme konusunda çocuk endokrinologların mesajları öğretmen ve öğrencilere iletilmiştir.Diyabet ve şişmanlık konularında öğretmen ve öğrencilere yönelik kalıcı bir eğitim kaynağı oluşturulmuştur.Milli Eğitim ve Sağlık Bakanlığı ile güçlü bir işbirliği ve etkileşim temeli yaratılmıştır.Çocuklardaki diyabet ve şişmanlık konularının“Çocuk Endokrin ve Diyabet Derneği”nin her yönüyle sahiplendiği kamuoyuna ve ilgililere gösterilmiştir.“Her okula bir hemşire” gibi okul sağlığı ile ilgili temel ihtiyaçlar güçlü bir şekilde kamuoyuna duyurulmuştur. Okulda Diyabet Programı 2012 Çalışmaları Programın değerlendirilmesi ve 2012 planlarının değerlendiril diği toplantı 13-14 Şubat 2012’de Ankara’da yapılmış ve toplantıya 35 kişi katılmıştır. Toplantı sırasında MEB yetkililerinin yanı sıra ÖSYM Başkanı Prof.Dr. Ali Demir de ziyaret edilmiş ve diyabetli öğrencilerin sınavlarda yaşadıkları sorunlar çözülmüştür.Toplantı da Okulda Diyabet Programı çerçevesinde 2012 yılında aşağıdaki aktiviteler planlanmıştır. • Okul Sağlığı Hemşireleri”ne yönelik olarak diyabet ve şişmanlık konularının işlendiği eğitim programı • Okul Kantinleri ile ilgili kantinciler odası ile çocuklarda şişmanlık ve sağlıklı beslenme konusunda eğitim programları UPEK 2012 Sayfa 84 • 14 Kasım Haftasının Okullarda“ Sağlıklı Beslenme ve Spor Haftası”, 14 Kasım Günü’nün ise “ Diyabet Günü” olarak belirlenmesi ve bu günlerde diyabet ve sağlıklı beslenme aktivitelerinin yapılmasının sağlanması • Beden Eğitimi derslerinin tekrar zorunlu hale getirilmesi ve okullarda her sabah 20 dk aktivite yapılarak başlanması konusunda kampanya başlatılması • Sınıflarında diyabetli çocukların bakımı konusunda sıra dışı katkı sağladığı pediatrik endokrin üniteleri’nce saptanan öğretmenler için teşvik programı geliştirilmesi • Çocuklarda Şişmanlık ve Sağlık Beslenme ile ilgili kamu spotu olarak yayınlanmasının sağlanması • “Çocuk Endokrin Merkezleri Diyabetli Çocukların Öğretmenleri ile Buluşuyor” toplantılarının sürdürülmesi • Okulda Diyabet Programı il yetkilileri ile 14 Kasım 2012 haftasında toplantı yapılması Çocukluk Çağı Diyabet Programı Kapsamında Yapılan Diğer Çalışmalar Çocuk Endokrinolojisi ve Diyabet Derneği bünyesindeki “Çocuk Diyabet Grubu” ile Türkiye Diyabet Önleme ve Kontrol Programı Çocuk Alt Grubu çalışmaları entegre olarak sürdürülmekte ve aşağıdaki çalışmalar yapılmaktadır. 1. Türkiye Diyabet Önleme ve Kontrol Programı çerçevesinde sürdürülen kayıt sistemi için çocuk grubu olarak kayıt sistemi önerileri hazırlanmış ve sunulmuştur. 2. Geçen yıl var olan diyabetli çocuk kamplarına ek olarak ( İstanbul Tıp Fakültesi, Kocaeli Tıp Fakültesi, Ege ve Dokuz Eylül Tıp Fakültesi, Akdeniz Tıp Fakültesi) Diyarbakır Çocuk Hastanesi ile işbirliği yapılarak “Diyarbakır Diyabetli Çocuklar Kampı” organize edilmiştir. Bu yıl Diyarbakır’a ek olarak Erzurum’da bir kamp organize edilmiştir. 3. Kamp sayısının arttırılması çalışmalarına ek olarak Düzce Tıp Fakültesi Çocuk Endokrin Bilim Dalı tarafından başlatılan “Diyabet Yaz Okulu” programının yaygınlaştırılması çalışmaları sürmektedir. 4. Diyabet eğitimine destek çerçevesinde www.arkadasimdiyabet.com yeni içeriği ile yayına başlamıştır. 5. ISPAD/IDF tarafından hazırlanan “Çocuklarda Diyabet Tanı ve Tedavi Kılavuzu” nun ülkemize adapte edilmesi çalışmaları sürmektedir. 6. Okul Kantinleri Genelgesi hazırlık süreçlerine aktif olarak katkıda bulunulmuş ve bu genelgenin geliştirilerek uygulanması için MEB ile işbirliği yapılmaya devam edilmektedir. 7. Ülkemizde “Çocuk Diyabet İnsan Gücü Rapor”u hazırlanmaktadır. 8. Benzer şekilde çocuk diyabeti konusunda SGK kapsamının güçlendirilmesi için bir rapor hazırlanmaktadır. UPEK 2012 Sayfa 85 Türkiye Diyabet Kontrol ve Önleme Programı Çerçevesinde Son Çalışmalar Türkiye Diyabet Kontrol ve Önleme Programı çerçevesindeki çalışmalar Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Obezite, Diyabet ve Metabolik Hastalıklar Daire Başkanlığı tarafından 16 Ağustos 2012’de Ankara’da düzenlenen toplantıda ayrıntıları ile değerlendirilmiş ve aşağıdaki kararlar alınmıştır. 1. 0–18 yaş grubu bireylerin tip 1 ve tip 2 diyabet tanılarının ulusal sağlık bilgi sistemi (Sağlık Net) üzerinden periyodik olarak raporlanması sağlama çalışmaları çerçevesinde Bakanlık Bilgi İşlem uzmanları ile çocuk grubundan ilgili arkadaşlar bir çalışma toplantısı yapılacaktır. 2. Çocuk Endokrin Merkezleri’nin diyabet insan gücü ihtiyaçlarını içeren bir rapor ve eğitim/araştırma hastaneleri için diyabet ekibi norm kadro yazısı en kısa zamanda Sağlık Bakanlığı yetkililerine iletilecek, bakanlık da bu yazı doğrultusunda üniversite ve diğer hastane başhekimliklerine bir norm kadro yazısı gönderecektir. 3. ISPAD kılavuzu Türkçeye çevrilecek/adapte edilecek. Bu konuda sağlık bakanlığına yazı yazılacak . Kılavuz dernek tarafından basılıp dağıtılacak, sağlık bakanlığına bilgi verilecek 4. Kampların düzenlemesinde kalıcı bir finansman yaratılası için Sağlık Bakanlığı gerekli çalışmaları yapacak ( bu konuda Sağlık Bakanlığına yazı yazıldı) 5. Diyabet Eğitiminin ek ödeme sisteminde gerekli değeri bulması için Çocuk Endokrin Derneği adına Sağlık Bakanlığı’na bir yazı yazılacak (Yazıldı) 6. Okulda Diyabet Programı çalışmaları planlandığı gibi sürdürülecek, programın etkisini ölçmek üzere bir araştırma yapılacak 7. Aile hekimlerine yönelik diyabet eğitimi için dernek adına girişimlerde bulunulacak ve Sağlık Bakanlığı aile Hekimleri Sürekli Eğitim Programı’na çocuklarda diyabet konusunu ekleyecek 8. Diyabetli Çocukların Sosyal Güvenlik sorunları konusunda bir rapor hazırlanacak Bu toplantıdan sonra Sağlık Bakanlığı 4 Eylül 2012 tarihinde DİAPTÜRK yürütme kurulu toplantısı yapmış, bu toplantıya Şükrü Hatun ve Nesibe Andıran katılmıştır. Toplantıda Yürütme Kurulu Başkanlığına Prof.Dr. İlhan Satman, Başkan yardımcılığını da Prof.Dr.Şükrü Hatun seçilmiştir. Bu toplantıda çocuk grubu olarak aşağıdaki konular dile getirilmiştir. 1. Çocukluk Çağı Diyabetinin Kontrolü Alt Yürütme Kurulu Başkanı Prof. Dr. Şükrü Hatun, Endokrinoloji servislerinde yeterli hizmetin verilebilmesi için, yeterli sayıda hemşire ve diyetisyenin mutlaka sürekli olarak istihdam edilmesi gerektiğini dile getirmiştir. Bu konuda Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü ve Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu ile görüşülerek konu hakkında bilgi verilebileceği belirtilmiştir. 2. Diyabetli çocukların eğitiminde önemli rol oynayan ve uzun süredir dernekler tarafından yapılagelen “Diyabet Kampları”nın sürdürülebilirliği açısından, SGK ile görüşülerek Diyabet tanısı alan çocuklarda, tedavinin bir parçası olarak, asgari bir tutarın kamp ücreti olarak en az bir kez ödenmesi talebinde bulunulması önerisinde bulunulmuştur(Ayrıca, diyabet kampı yapılamayan bölgelerde alternatif olarak yaz okullarının uygun olabileceği dile getirilmiştir). UPEK 2012 Sayfa 86 3. Halen yürütülmekte olan “Türkiye Sağlıklı Beslenme ve hareketli Hayat Programı”nın ergenlik çağındaki bireylere odaklanması gerektiği, özellikle bu grup dikkate alınarak gözden geçirilmesi gerektiği görüşü dile getirilmiştir. 4. Diyabet tanısı almış 18 yaş altındaki bireylerin, 18 yaşını tamamladıktan sonra da belli şartlar aranarak sosyal güvenlik şemsiyesi altında kalmalarının sağlanmasının gerekli olduğu, bunun için SGK ile görüşmelerin yapılabileceği önerisi getirilmiştir. UPEK 2012 Sayfa 87 SÖZEL BİLDİRİLER 08 KASIM 2012, PERŞEMBE SALON 1, 16.30-18.00 OTURUM BAŞKANLARI: Prof. Dr. İffet Bircan, Prof. Dr. İlknur Arslanoğlu S1 Samsun’da Yaşayan 0-18 Yaş Çocuklarda Tip 1 Diyabet İnsidansı ve Prevalansı *Cengiz Kara, *Turgay Aydın, *Figen Günindi, *Ala Üstyol, *Murat Aydın *Ondokuz Mayıs Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi S2 Tek Gen Hastalığına Bağlı Diyabet Şüphesi Olan Çocuklarda Glukokinaz, HNF1A ve HNF4A Gen Mutasyonlarının Sıklığı, Yeni Mutasyonlar ve Klinik, Laboratuvar Özellikler *Damla Gökşen, *Samim Özen, *Özlem Korkmaz, **Afig Berdeli, *Şükran Darcan *Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları,**Çocuk Endokrinolojisi S3 Kistik Fibrozisle İlişkili Diyabet (KFİD) Tanısında CGMS (Continue Glucose Monitorization System) ile Standart OGTT’nin Karşılaştırılması *Belma Haliloğlu, **Yasemin Gökdemir, *Zeynep Atay, *Saygın Abalı, *Tülay Güran, **Fazilet Karakoç, **Refika Ersu, **Bülent Karadağ, *Serap Turan, *Abdullah Bereket *Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji,**Pediatrik Göğüs Hastalıkları S4 Çocukluk Çağındaki Over Kisti Vakalarının İncelenmesi: Çok Merkezli Çalışma *Banu Küçükemre Aydın, *Nurçin Saka, *Firdevs Baş, *Şükran Poyrazoğlu, *Rüveyde Bundak, **Gül Yeşiltepe Mutlu, **Filiz Çizmeci, **Şükrü Hatun, ***Belma Haliloğlu, ***Serap Turan, ***Abdullah Bereket,****Diğdem Bezen,****Filiz Tütüncüler,*****Nihal Memioğlu, ******Tülay Güran, *Feyza Darendeliler *İ.Ü.İstanbul Tıp Fakültesi Büyüme Gelişme ve Pediatrik Endokrinoloji B.D., **Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi ve Diyabet Bilim Dalı , ***Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji B.D., ****Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi B.D., *****Amerikan Hastanesi Pediatrik Endokrinoloji Kliniği, ******Zeynep Kamil E.A.H. Pediatrik Endokrinoloji Kliniği S5 Erken Puberteli Çocuklara Psikolojik Değerlendirme *Aslı Cömertpay, **Sebahat Yılmaz Ağladıoğlu, ***Pınar Öner, ***Özgür Öner, **Semra Çetinkaya, **Zehra Aycan *Dr.Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genel Pediatri, **Çocuk Endokrin Kliniği, ***Çocuk Psikiyatrisi Kliniği S6 Prematür Telarşlı Olgularda Artmış Serum Leptin Düzeyleri *Bumin Dündar, **Özlem Sangün, ***Duygu Kumbul Doğuç, ***Özgür Pirgon *Katip Çelebi Üniv. Tıp Fak. Pediyatrik Endokrinoloji,**Hatay Antakya Devlet Hast., Pediyatrik Endokrinoloji,***Süleyman Demirel Üniv. Tıp Fak. Biyokimya,***Pediyatrik Endokrinoloji UPEK 2012 Sayfa 88 S7 Üç Türk Ailesinde Tanımlanan Yeni CYP19A1 Gen Mutasyonu *Sema Akçurin, *Erdem Durmaz, **Su-Jun Lee, ***Doğa Türkkahraman, **Jae-Gook Shin, **Woo-Young Kim *Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji BD, **Inje University Pharmacology and Pharmacogenomics Research Center, ***Atatürk Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji S8 Androjen Reseptör Geninde Mutasyon Saptanan Olgularımızın Klinik Özellikleri *Zeynep Şıklar, **Vehap Topçu, *Pınar Kocaay, *Merih Berberoğlu,* Bülent Hacıhamdioğlu, *Şenay Savaş Erdeve, **Hatice Ilgın Ruhi, **Ajlan Tükün, *Gönül Öçal *Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji,**Tıbbi Genetik 09 KASIM 2012, CUMA SALON 1, 16.30-18.00 OTURUM BAŞKANLARI: Prof. Dr. Ayşehan Akıncı, Prof. Dr. Ayşenur Ökten S9 Fibroblast Büyüme Faktörü-23 (FGF-23) ve Matriks Ekstraselüler Fosfoglikoproteinin (MEPE) Sağlıklı Bireylerde Yaşa ve Cinse Özgü Referans Değerlerinin Belirlenerek Fosfat Regülasyonundaki Rollerinin Araştırılması *Ahu Özşen, **Serap Turan, ***Andrzej Furman, **Abdullah Bereket *Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları,**Çocuk Endokrinoloji, ***Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü S10 Yedi Küçük Çocukta Besin Takviyesi Alımına Bağlı D Vitamini İntoksikasyonu *Cengiz Kara, *Figen Günindi, *Ala Üstyol, *Murat Aydın *Ondokuz Mayıs Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi S11 3-36 Ay Arası Çocuklarda D Vitamini Profilaksisinin Değerlendirilmesi *Alper Özcan, *Mustafa Kendirci, *Meda Kondolot, *Fatih Kardaş, *Leyla Akın *Erciyes Üniv. Tıp Fak. Pediatri S12 Ülkemiz Koşullarında Gebelik Döneminde D Vitamini Suplementasyon Dozunun Değerlendirilmesi *Gül Yeşiltepe Mutlu, *Elif Özsu, **Sibel Kalaça, *Ayşegül Yüksel, *Filiz Mine Çizmecioğlu, *Şükrü Hatun *Kocaeli Üniv. Tıp Fak. Pediatrik Endokrinoloji ve Diyabet bilim dalı, , **Marmara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı UPEK 2012 Sayfa 89 S13 İyodu Yeterli Görünen Ankara’da Yaşayan Gebelerde İyot Eksikliği *Alev Oğuz Kutlu, **Cengiz Kara *Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinolojisi,**Ondokuz Mayıs Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi S14 Subklinik Hipotiroidili Çocuklarda Tedavi Öncesi ve Sonrası Bilişsel Fonksiyonların P300 ile Değerlendirilmesi *Özlem Sangün, **Serpil Demirci, ***Nihal Dündar, ****Özgür Pirgon, *****Tuğba Koca, **Melike Doğan, ******Bumin Dündar *Hatay Antakya Devlet Hastanesi Pediyatrik Endokrinoloji,**Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji,***Pediyatrik Nöroloji,****Pediyatrik Endokrinoloji, *****Pediyatri, ******Katip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediyatrik Endokrinoloji S15 Kliniğimizde Takipli Boy Kısalıklarının Etyolojik Dağılımlarının, Antropometrik Bulgularının ve Tedavi Yanıtlarının Değerlendirilmesi *Neslihan Karacabey, *Veysel Nijat Baş, *Aşan Önder, *Sebahat Yılmaz Ağladıoğlu, *Ahmet Örnek, *Semra Çetinkaya, *Zehra Aycan *Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji Kliniği S16 İzole Büyüme Hormonu Eksikliği Olan Çocuk ve Ergenlerde Rekombinant Büyüme Hormonu Replasmanının Metabolik Etkileri *İhsan Esen, *Fatma Demirel, *Derya Tepe, *Özlem Kara, **Nevra Bozdoğan Koç *Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinolojisi,** Beslenme 10 KASIM 2012, CUMARTESİ SALON 1, 16.30-18.00 OTURUM BAŞKANLARI: Prof. Dr. Serap Semiz, Prof. Dr. Yaşar Cesur S17 Obez çocuklarda besin bağımlılığı *Alev Keser, **Ayşegül Yüksel, ***Asuman Bayhan, **Gül Yeşiltepe, **Elif Özsu, **Filiz Çizmecioğlu, **Şükrü Hatun *Kocaeli Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik, **Pediatrik Endokrin, ***Pediatri S18 Çocuk ve Adölesan Obez Olgularda Endotel Fonksiyonunun İrdelenmesi *Hacer Efnan Okuyan, **Ayça Törel Ergür, ***Gökçe Kaan Ataç *Ufuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları , ** Pediatrik Endokrinoloji, ***Radyoloji UPEK 2012 Sayfa 90 S19 Obez Adölesanlarda Erken Mikrovasküler Yaşlanmanın ve Kardiyovasküler Performansın Denetimi *Bülent Hacıhamdioğlu, *Gönül Öçal, *Merih Berberoğlu, *Zeynep Şıklar, **Ercan Tutar, ***Suat Fitöz, ****Gökhan Nergizoğlu, *Şenay Savaş Erdeve, *Emine Çamtosun *Ankara Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi, **Çocuk Kardiyolojisi, *** Radyoloji, **** Nefroloji S20 Şişman Ergenlerde Hipertansiyon Varlığının Perinefritik Yağ Dokusu Kalınlığı ile Plazma Apelin ve C-Reaktif Protein Düzeylerine Etkisi *Ayşe Nurcan Cebeci, *Ayla Güven, **Lütfi İhsan Kuru *S.B. İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrin Kliniği,**Radyoloji Kliniği S21 Alkolik Olmayan Karaciğer Yağlanması Olan Obez ve Metabolik Sendromlu Olgularda Leptin, Adiponektin, Rezistin ve Retinol Bağlayıcı Protein 4 düzeyleri *Mehmet Boyraz, **Abdulbaki Karaoğlu, ****Peyami Cinaz, **Mehmet Emre Taşçılar, ***Ferhat Çekmez, ****Aysun Bideci, ****Orhun Çamurdan, *Nihal Hatipoğlu *Şişli Etfal Eğt. Araş.Hastanesi Çocuk Endokrinoloji, **Gata Çocuk Endokrinoloji,*** Çocuk Sağ. Hast., ****Gazi Ünv. Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji S22 Oksidatif Stres Parametreleri ve Vücut Kompozisyonu Açısından Ebeveyn ve Obez Çocuk İlişkisinin Değerlendirilmesi *İhsan Çetin, *Sebahattin Muhtaroğlu, **Nihal Hatipoğlu, **Selim Kurtoğlu,* *Leyla Akın *Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya,** Çocuk Endokrinoloji S23 Obez Çocuklarda Non-Alkolik Karaciğer Yağlanması (NAKY) Sıklığının Saptanması ve Ürik Asit Düzeyi İle Non-Alkolik Karaciğer Yağlanması ve İnsülin Direnci Arasındaki İlişkinin İncelenmesi *Hüseyin Demirbilek, *Mehmet Nuri Özbek, *Rıza Taner Baran, **Ahmet Baran *Diyarbakır Çocuk Hastalıkları Hastanesi Çocuk Endokrin,**Radyoloji S24 Düşük Omentin 1 Düzeyinin Obez Çocuklarda Klinik ve Metabolik Önemi *Gönül Çatlı, *Ahmet Anık, *Ayhan Abacı, **Tuncay Küme, *Ece Böber *Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji,Dokuz *Biyokimya UPEK 2012 Sayfa 91 SÖZEL BİLDİRİLER (S1 – S24) Bildiri No: S-1 Kategorisi: Diyabet SAMSUN’DA YAŞAYAN 0-18 YAŞ ÇOCUKLARDA TİP 1 DİYABET İNSİDANSI VE PREVALANSI *Cengiz Kara,*Turgay Aydın,*Figen Günindi,*Ala Üstyol,*Murat Aydın *Ondokuz Mayıs Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı Giriş ve Amaç: Dünyada çocukluk çağı tip 1 diyabet (T1D)insidansı 100.000’de 0,1-57,6 arasında değişir. En yüksek Avrupa ve Kuzey Amerika, en düşük oranlar ise Doğu Asya ve Güney Amerika ülkelerinden bildirilir. Ancak,T1D sıklığı üzerine Türkiye’den veri yok denecek kadar azdır. Çalışmanın amacı Samsun’da yaşayan çocuklarda T1D insidans ve prevalansını belirlemektir. Yöntemler: Samsun’daki Çocuk Endokrin Kliniklerinin tıbbi kayıtları birincil kaynak olarak kullanıldı. İkincil bağımsız veri kaynağı yazılı talebimiz üzerine okullar tarafından bildirilen çocukların listesiydi. İldeki tüm okullar ziyaret edilerek, insülin alan çocuklar doğrulandı ve tıbbi kayıt bilgilerine göre diyabetleri sınıflandırıldı. Tip 2, sekonder veya kemoterapiye bağlı diyabeti olanlar dışlandı. Samsun ili nüfus verileri Türkiye İstatistik Kurumu’ndan elde edildi. Bulgular: 1 Mayıs 2011-30 Nisan 2012’yi kapsayan bir yıllık dönemde, Samsun’da yaşayan 0-18 yaş 364.308 çocuk arasında, 31 yeni tanı dahil olmak üzere, T1D olan toplam 192 çocuk belirlendi. Buna göre, 0-18 yaş T1D yıllık insidans oranı 8,5/100.000 (%95 güven aralığı [GA] 8,28,8) ve prevalans oranı 0,53/1000 (%95 GA 0,52-54) idi. Yaş gruplarına göre oranlar tabloda gösterildi. Sonuçlar: Bu Türkiye’den çocukluk çağı T1D insidansını bildiren ilk çalışmadır ve prevalans verisi sunan birkaç çalışmadan biridir. Topluluğumuzdaki okul çağı (6-18 yaş) çocuklar için T1D prevalansı 0,71/1000 olup, bu oran İstanbul’daki yaklaşık 1,6 milyon okul çocuğunu temsil eden büyük bir grupta yürütülen çok yakın bir çalışmanın sonucu (0,67/1000) ile son derece uyumludur. Dolayısıyla, Samsun’daki okul çağı T1D insidans oranının (10,9/100.000), Türkiye nüfusunun yaklaşık 1/4-5’inin yaşadığı bir metropol olan İstanbul’daki olası insidansla örtüşebileceği tahmin edilir. Okul öncesi T1D sıklığı düşük olduğu için genel insidans 8,5/100.000 bulunmuştur. Bu oran birçok Avrupa ülkesinin ortalamasından (10-20/100.000) hafifçe düşük olmakla birlikte, Asya ülkelerininkinden (genel olarak <3/100.000) oldukça yüksektir. Bu veriler İstanbul çalışmasıyla birlikte değerlendirildiğinde, Asya ile Avrupa’nın kesişme bölgesinde yer alan Türkiye’de yaşayan çocukların T1D gelişimi açısından orta derecede riske sahip oldukları sonucuna varılabilir. Tablo. Yaş gruplarına göre tip 1 diyabet (T1D) insidans ve prevalansı Yaş grubu (yıl) 0-5 6-11 12-18 6-18 0-18 Nüfus Yeni tanı T1D olan çocuk sayısı T1D olan çocukların toplam sayısı 106.839 121.606 135.863 257.469 364.308 3 11 17 28 31 9 59 124 183 192 100.000 çocuk başına insidans (%95 GA) 2,8 (2,4-3,2) 9,1 (8,5-9,7) 12,5 (12-13) 10,9 (10,5-11,3) 8,5 (8,2-8,8) 1000 çocuk başına prevalans (%95 GA) 0,08 (0,07-0,09) 0,49 (0,48-0,50) 0,91 (0,90-0,92) 0,71 (0,70-0,72) 0,53 (0,52-0,54) UPEK 2012 Sayfa 93 Bildiri No: S-2 Kategorisi: Diyabet TEK GEN HASTALIĞINA BAĞLI DİYABET ŞÜPHESİ OLAN ÇOCUKLARDA GLUKOKİNAZ, HNF1A VE HNF4A GEN MUTASYONLARININ SIKLIĞI, YENİ MUTASYONLAR VE KLİNİK, LABORATUVAR ÖZELLİKLER *Damla Gökşen,*Samim Özen,*Özlem Korkmaz,**Afig Berdeli,*Şükran Darcan *Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları,**Çocuk Endokrinolojisi Amaç: Bu çalışmada bozulmuş glukoz değerleri veya diyabeti olan ve MODY kriterlerinden en az birini karşılayan olgularda Glukokinaz, HNF1A ve HNF4A mutasyonlarının sıklığı ve olguların klinik, laboratuar özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç-Yöntem: Çalışmaya rastlantısal hiperglisemi saptanan ve ailede diyabet öyküsü olan, ya da tip 1 diyabet tanısı olup, balayı dönemi dışında glukagon ile uyarılmış C- peptit düzeyi, kan glukozu 145 mg/dl den fazla iken 0.6 ng/ml üstünde olan ve düşük doz insülin tedavisi (0.5 ü/kg/gün) ile iyi metabolik kontrol sağlanan toplam 65 ( 34 kız, 31 erkek) olgu alındı. Olgularda DNA dizi analizi yöntemi ile Glukokinaz, HNF1A ve HNF4A gen mutasyonları çalışıldı. Sonuçlar: Başvuruda yaş 9.6 ±4.5 ( 0.2-17.5), boy SDS: 0.16 ± 1.67, VKİ SDS:0.55 ± 1.74 idi. Ailede diyabet öyküsü %75 inde (n=49),rastlantısal hiperglisemi %84.6’sı (n=55), poliüri-polidipsi %15.3’ü (n=10) saptandı. Başvuruda ortalama açlık kan şekeri: 125 ± 115 mg/dl, tokluk kan şekeri:182 ± 125 mg/dl, HbA1c: %7.14 ± 2.62, bazal C- peptit: 1.49 ± 1.19 ng/ml ve glukagon ile uyarılmış pik C- peptit: 4.18 ± 4.22 ng/ml bulundu. Olguların 9’unda (%13.8) Glukokinaz, 2’sinde (%3.0) HNF1A mutasyonu saptandı. Glukokinaz gen mutasyonu saptananlardan hastalardan 4’ünde daha önce tanımlanmayan 3 farklı mutasyon saptandı. Bunlardan birinde p.C230Y missens, ve p.C129X nonsens mutasyonları, iki kardeş olguda ise p.M331T missens mutasyonu bulundu. HNF1A mutasyonu saptanan 2 olguda ise yine sırası ile missense p.Q28H ve p.R272G mutasyonları literatürde ilk defa tanımlandı. Tartışma ve Sonuç: En çok saptanan MODY gen mutasyonu Glukokinaz gen mutasyonudur ve literatürde bildirilmeyen yeni mutasyonlar saptanmıştır. Her hangi bir mutasyon saptanmayan hastalar, diğer bilinen ve daha nadir görülen MODY tipleri olabileceği gibi yeni MODY tipleride olabilir. Bu konuda özellikle ailesel olan olgularda ileri çalışma yapılmalıdır. Keywords { MODY, Glukokinaz, HNF1A, HNF4A, yeni mutasyon } UPEK 2012 Sayfa 94 Tablo 1. MODY tanısı alan hastaların klinik, laboratuar özellikleri ve mutasyon dağılımları Tanı anındaki Cins yaş (yıl) Açlık Tokluk Tanıdaki Mutasyon Yeni Kan Kan HbA1c VKI SDS Nükleotid Aminoasit Mutasyon şekeri şekeri (%) (mg/dl) (mg/dl) Olgu Tanı 1 MODY2 2.5 E c..689 G>A p.C230Y + -1.87 89 184 6.6 2 MODY2 12.7 E c..1358 C>T p.S453L - -0.35 132 178 6.0 2 MODY2 6.7 E c..753 G>A p.M251I - 0.27 132 141 6.1 4 MODY2 8.5 E c..1009 C>T p.Q337X - 0.00 126 159 5.8 5 MODY2 16.0 K c..387C>A p.C129X + -0.26 90 247 7.0 6 MODY2 12.9 E c..748 C>T p.R250C - 2.71 122 126 6.0 7 MODY2 2.8 K c..943 C>T p.L315F - -1.01 99 172 6.7 8* MODY2 7.7 E c.1142 T>C p.M331T + -1.02 126 168 6.8 9* MODY2 3.6 E c.1142 T>C p.M331T + -0.74 125 178 7.0 10 MODY3 13.6 E c.84 G>C p.Q28H + 0.45 155 243 15.3 11 MODY3 5.8 E c.814 C>G p.R272G + 1.3 181 285 9.7 UPEK 2012 Sayfa 95 Bildiri No: S-3 Kategorisi: Diyabet KİSTİK FİBROZİSLE İLİŞKİLİ DİYABET (KFİD) TANISINDA CGMS (CONTİNUE GLUCOSE MONİTORİZATİON SYSTEM) İLE STANDART OGTT’NİN KARŞILAŞTIRILMASI *Belma Haliloğlu,**Yasemin Gökdemir,*Zeynep Atay,*Saygın Abalı,*Tülay Güran,**Fazilet Karakoç, **Refika Ersu,**Bülent Karadağ,*Serap Turan,*Abdullah Bereket *Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji,**Pediatrik Göğüs Hastalıkları Kistik Fibrozisli hastalarda diyabet gelişimi, kliniğin kötüleşmesi ve artmış mortalite ilişkilidir. Bu nedenle erken tanınması ve tedavisi önemlidir. Son dönemlerde KFİD tanısında tarama testi olarak CGMS’in standart OGTT’den daha duyarlı olduğu ve daha erken tanıyı sağladığına dair çalışmalar bulunmaktadır. Bu çalışmada KF’li hastalarda diyabet tanısı açısından standart OGTT ile CGMS’i karşılaştırmayı amaçladık. Çalışmamıza KF tanısı ile takip edilmekte olan 5 yaş üzeri, son bir yıldır akut alevlenmeleri olmayan ve sistemik steroid kullanmamış olan 44 (29 kız) hasta dahil edildi. Hastalara OGTT yapılarak, sonrasında CGMS cihazları takıldı. Üç günlük CGMS ölçümleri ile OGTT sonuçları karşılaştırıldı (Tablo). Gruplar arasında CGMS ortalama glukoz değerleri dışında anlamlı bir fark saptanmadı (p=0.01. OGTT’ye göre hiçbir hastada açlık hiperglisemisi (AH) tespit edilmezken, 6 hastanın AH(-)KFİD (%13,6) olduğu görüldü. CGMS’de hipoglisemi, hiperglisemi ve hem hipo hem hiperglisemisi olan hastalar olmak üzere 3 kategori saptandı. OGTT’de 6 (%13,6 ) hastada hipoglisemi saptanırken, CGMS’de 17 hastada (%38,6 ) hipoglisemi saptandı (p=0.007). OGTT’de KFİD saptanan 6 hastanın CGMS’de 2’sinde hiperglisemi, 3’ünde hem hiper hem hipoglisemi birinde ise sadece hipoglisemi saptandı. Tersine normal OGTT’si olan 26 hastanın CGMS’de 5 hipoglisemi, 7 hiperglisemi, 5 hipo ve hiperglisemi ise saptandı. Bu çalışmada, KF’li hastalarda CGMS hipoglisemilerin saptanmasında yararlı olduğu ve KFİD’li hastalarda insülin öncesi CGMS ile spontan kan şekeri paterninin değerlendirilerek tedavi planının buna göre düzenlenmesi gerektiği sonucuna varıldı. Keywords { OGTT, CGMS, KFİD } UPEK 2012 Sayfa 96 OGTT OGTT Sınıflandırma CGMS Hiperglisemi Hipo ve KŞ>200 mg/dl (n) Hiperglisemi 4 (%9) 86,5 5,1 85 23,4 1,06±0,95 5,41±0,55 108,83±14,15 5 (%11,3) 7 (%15,9) 5 (%11,3) 13,3 1 (%2,3) 103,6 5,5 98,6 18,1 1,39±0,47 5,4±0,20 1 (%2,3) 1 (%2,3) 0 Indeterminate 5 (%11) 13,7 1 (%2,3) 87,5 4 101 32,1 0,97±0,52 5,3±0,98 127,66±32,47 1 (%2,3) 2 (%4,5) 1 (%2,3) 3 (%7) HbA1c Hipoglisemi KŞ<60 mg/dl (n) KŞ 26 (%59) 13 İnsülin HOMA-IR Ortalama (mg/dl) İnsülin IFG Yaş Hipoglisemi OGTT 120.dk KŞ Normal n (%) OGTT 0.dk 115±8,48 IGT 4 (%9) 15,8 0 99,3 3,2 170,7 25,9 0,14±0,12 6,26±0,41 125,75±6,84 0 4 (%9) 0 KFİD AH (-) 6 (%14) 14,7 0 100,3 7,4 224,3 68 1,75±0,73 6,05±0,7 122,66±19,72 1(%2,3) 2 (%4,5) 3 (%6,8) 6 (%13,6) 90,8 5,3 114,4 31,8 1,14±0,88 5,52±0,57 114,46±17,06 8 (%18,2) 16 (%36,4) 9 (%20,4) Toplam 44 13,6 IFG:AKŞ 100-125 mg/dl, Indeterminate:OGTT'de 60.dk KŞ≥200 mg/dl, IGT:OGTT'de 120.dk KŞ 140-199 mg/dl, KFİD AH(-):AKŞ <126, OGTT'de 120.dk KŞ≥200 mg/dl UPEK 2012 Sayfa 97 Bildiri No: S-4 Kategorisi: Ergenlik ÇOCUKLUK ÇAĞINDAKİ OVER KİSTİ VAKALARININ İNCELENMESİ: ÇOK MERKEZLİ ÇALIŞMA *Banu Küçükemre Aydın,*Nurçin Saka,*Firdevs Baş,*Şükran Poyrazoğlu,*Rüveyde Bundak,**Gül Yeşiltepe Mutlu,**Filiz Çizmeci,**Şükrü Hatun,***Belma Haliloğlu,***Serap Turan,***Abdullah Bereket, ****Diğdem Bezen,****Filiz Tütüncüler,*****Nihal Memioğlu,******Tülay Güran,*Feyza Darendeliler *İ.Ü.İstanbul Tıp Fakültesi Büyüme Gelişme ve Pediatrik Endokrinoloji B.D., **Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi ve Diyabet Bilim Dalı , ***Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji B.D., ****Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi B.D., *****Amerikan Hastanesi Pediatrik Endokrinoloji Kliniği, ******Zeynep Kamil E.A.H. Pediatrik Endokrinoloji Kliniği Giriş: Erişkinlerde over kistleri oldukça sık saptanmasına karşın, çocukluk çağında nadirdir. Günümüzde görüntüleme yöntemlerinin daha gelişmiş olması ve yaygın kullanımı nedeniyle daha kolay ve sık olarak saptanabilmektedir. Amaç: Çocukluk çağı over kistlerinin başvuru ve izlem bulgularının incelenmesi ve tedavi seçeneklerinin değerlendirilmesi. Yöntemler: Altı Pediyatrik Endokrinoloji kliniğinde, over kisti nedeniyle takip ve tedavisi yapılan toplam 64 vakanın dosyaları retrospektif olarak incelendi. Bulgular: On dört vakada antenatal, 50 vakada ise postnatal kist saptanmıştı. Antenatal kist saptanan vakaların ortalama kist çapı 55.7 (12-100) mm ve tümü basit kistti. Hiçbir vakada over torsiyonu yoktu. Yedi vakaya ooferektomi, 3 vakaya kistektomi yapılmış, 4 vakanın kisti spontan düzelmişti. İzlemde 1 vakada GEP gelişmişti. Postnatal kist saptanan vakaların 27’si prepubertal dönemdeydi. Ortalama kist saptanma yaşı 8.4 yıl (2.5 ay-17.9 yıl) ve ortalama kist çapı 41.4 (10-110) mm idi. Vakaların semptomları; karın ağrısı (n=11), meme büyümesi (n=10), vajinal kanama (n=9), adet düzensizliği (n=5) ve kıllanma artışı (n=2) idi, 13 vakada herhangi bir semptom yoktu. Vakaların büyük çoğunluğunda tanı basit kist (n= 45) olsa da 2 vakada granüloza hücreli tümör, 2 vakada teratom ve 1 vakada dermoid kist saptandı. 5 vakada (%10) over torsiyonu görüldü. Yirmi altı vakada kist spontan düzelmiş, 11 vakaya ooferektomi, 5 vakaya kistektomi yapılmıştı. Toplam 12 vakada cerrahi tedaviye ek olarak ya da tek başına ilaç tedavisi kullanılmıştı. İzlemde 3 vakada GEP gelişmiş, 2 vakada tekrar over kisti ortaya çıkmıştı. Sonuç: Çocukluk çağında over kistlerinin çoğu selim seyirli olmasına karşın, bir kısmında cerrahi ya da ilaç tedavisi gerektiren over tümörü, over torsiyonu ve erken ergenlik gibi sorunlar ortaya çıkabilmektedir. Bu vakaların pediatrik endokrinolog ve jinekologlar tarafından düzenli ve yakın aralıklarla izlenmesi uygundur. Keywords { over kisti, over torsiyonu, ooferektomi, kistektomi } UPEK 2012 Sayfa 98 Bildiri No: S-5 Kategorisi: Ergenlik ERKEN PUBERTELİ ÇOCUKLARA PSİKOLOJİK DEĞERLENDİRME *Aslı Cömertpay,**Sebahat Yılmaz Ağladıoğlu,***Pınar Öner,***Özgür Öner,**Semra Çetinkaya,**Zehra Aycan *Dr.Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genel Pediatri, **Çocuk Endokrin Kliniği, ***Çocuk Psikiyatrisi Kliniği Giriş ve Amaç:Erken puberte, yetişkin hayata da yansıyabilecek birtakım psikiyatrik bozukluklara sebep olabilmektedir. Literatürde bu konuda yapılan çalışmalar bulunmakla birlikte ülkemizde ilk kez yapılan bu çalışmada erken pubertenin çocuklar üzerinde oluşturabileceği psikolojik etkilerini incelemeyi amaçladık. Method: Çalışmamıza, Endokrinoloji kliniğimizde erken puberte tanısı ile GnRH analog tedavisi alan ve puberte varyantı (Prematür Telarş ve Prematür Pubarş) tanıları ile tedavisiz izlenen toplam 217 olgudan 7 yaş ve üzerinde okula giden toplam 63 olgu dahil edildi. Bu olguların 29’u gerçek erken puberte, 25 ‘i prematür telarş ve 9 ‘u prematür pubarş tanısıyla izlenilmekteydi. Hastalara kendine yeterlik ve sorunlu davranışları açısından Youth Self Report (YSR), Anne-Babalara; çocuklardaki psikopatolojiyi ve sosyal yeterliliği belirlemek açısından Child Behavior Checklist (CBCL), Öğretmenlere ise çocuğun okuldaki başarı ve ilişkilerini değerlendirmek amacıyla Teacher Report Form ölçekleri uygulandı. Tüm ölçek sonuçları aynı psikiyatri uzmanı tarafından değerlendirildikten sonra hasta görüşmeye alınarak Kiddie SADS (Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia for School-Aged) ölçeği uygulandı. Elde edilen sonuçlar GEP ile varyantları arasında karşılaştırıldı. Bulgular: Tedavi alan GEP olgu grubu ile tedavi almayan puberte varyant hasta grubumuz arasında psikiyatrik hastalık sıklığı açısından anlamlı bir fark bulunmadı (p>0,05) ve bu durum tedavide kullanılan GnRH analoglarının psikolojik davranış paterni üzerine olan olumlu etkisine bağlandı. Ölçek sonuçlarında ise, tedavi verilen GEP olgularının, anne CBCL ve TRF ölçeklerine göre içe kapanıklık puanları (p=0,032) ile YSR ölçeğine göre duygu durum bozukluğu ve dikkat eksikliği-hiperaktivite puanları tedavi almayan puberte varyant gruba göre anlamlı olarak yüksek bulundu. (p=0,019) Sonuç: Ülkemizde ilk kez yapılan bu çalışmada erken puberte çocuklarda içe yönelim ve duygu durum bozukluğu gibi birçok psikiyatrik hastalığa yatkınlığı artırmaktadır. Bu dönemde hastalar psikiyatrik açıdan da değerlendirilmeli, aileler ve eğitimciler bilgilendirilmeli, gereken olgularda psikiyatrik destek ile kalıcı sorunların önüne geçilmeye çalışılmalıdır. UPEK 2012 Sayfa 99 Bildiri No: S-6 Kategorisi: Ergenlik PREMATÜR TELARŞLI OLGULARDA ARTMIŞ SERUM LEPTİN DÜZEYLERİ *Bumin Dündar,**Özlem Sangün,***Duygu Kumbul Doğuç,***Özgür Pirgon *Katip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediyatrik Endokrinoloji,**Hatay Antakya Devlet Hastanesi Pediyatrik Endokrinoloji,***Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya,***Pediyatrik Endokrinoloji Dolaşımdaki leptin ve seks steroidleri arasındaki yakın ilişki iyi bilinmektedir. Leptinin yağ dokusu stromal hücrelerinde aromataz aktivitesini artırarak östrojen sentezini artırdığı gösterilmiştir. Leptinin ayrıca meme dokusu gelişiminde ve jinekomasti patolojisinde rol aldığı öne sürülmüştür. Prematür telarş (PT) kızlarda sık görülen bir durumdur ve patogenezi tam anlaşılamamıştır. PT’li olgularda leptin düzeylerini inceleyen bir çalışma literatürde bulunamamıştır. AMAÇ: Bu çalışmada PT’li olgularda leptin düzeylerinin belirlenmesi ve PT oluşum mekanizmasında muhtemel rolünün araştırılması amaçlanmıştır. OLGULAR VE METOD: Etik kurul onayı alındıktan sonra, kliniğimizde 8 yaş altında meme gelişimi ile başvuran, VKİ 85 persentilin altında olan, yapılan laboratuvar incelemeleri sonucu PT tanısı alan 26 kız olgu ile herhangi bir yakınması olmayan yaş ve vücut kitle indeksleri (VKİ) PT’li olgularla benzer 21 sağlıklı olgu kontrol grubu olarak dahil edildi. PT grubundaki tüm olgulara kemik yaşı tayini ve pelvik ultrason yanında, LHRH testi yapıldı ve hepsinde prepubertal yanıt alındı. Her iki gruptaki olgulardan sabah erken aç karnına alınan kanlardan bazal FSH, LH, östradiol, seks hormon bağlayıcı protein (SHBG), leptin, düzeyleri çalışıldı. BULGULAR: Her iki grup arasında ortalama yaş ve VKİ açısından anlamlı fark yoktu (p>0,05). PT grubu ile kontrol grubu arasında bazal FSH, LH, östradiol ve SHBG düzeyleri açısından anlamlı fark saptanamazken (p>0.05); PT grubunun ortalama leptin düzeyleri kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksek bulundu ( Sırasıyla; 2,60 ± 0,47 ve 1,15 ± 0,25 ng/ml, p<0,05) Leptin düzeyleri ile hormonal parametreler arasında korelasyon saptanamadı (p>0,05). SONUÇ: PT’li olgularda kontrol grubuna göre diğer hormonal parametrelerde anlamlı fark olmamasına rağmen, serum leptin düzeylerinin anlamlı olarak yüksek bulunması leptinin PT gelişiminde rol oynayabileceğini akla getirmektedir. Leptin düzeyleri ile hormonal parametreler arasında ilişki saptanamaması, geçmiş literatür bilgileri ışığında leptinin bu etkisini östrojen duyarlılığını artırması veya direkt meme dokusu üzerine olan etkisi ile yaptığını düşündürmektedir. Keywords { prematür telarş, leptin } UPEK 2012 Sayfa 100 Bildiri No: S-7 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları ÜÇ TÜRK AİLESİNDE TANIMLANAN YENİ CYP19A1 GEN MUTASYONU *Sema Akçurin,*Erdem Durmaz,**Su-Jun Lee,***Doğa Türkkahraman,**Jae-Gook Shin,**Woo-Young Kim *Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji BD, **Inje University Pharmacology and Pharmacogenomics Research Center, ***Atatürk Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji CYP19A1 gen ürünü cP450aromataz (cP450arom) enzim kompleksi , başta plasenta ve gonadlar olmak üzere birçok dokuda estrojen biyosentezi ve androjen/estrojen dengesinden sorumludur. cP450arom eksikliği pre- ve postnatal yaşamda aşırı miktarlarda androjen birikimi ve yetersiz estrojen sentezi nedeniyle klinik fenotip üzerinde önemli etkiler oluşturur. Bu çalışmada aralarında akrabalık bulunan üç ailede ilk kez tanımlanan CYP19A1 gen mutasyonunu taşıyan 3 homozigot kız olgu sunulmaktadır. Güncel takvim yaşları 12,3 (olgu I), 5 (olgu II) ve 2 (olgu III) yıl olan üç olgu yenidoğan döneminde kuşkulu genital yapı (fallus, skrotalizasyon ve tek orifis) nedeniyle başvurdu. Karyotipleri 46,XX bulunan olgularda virilizan konjenital adrenal hiperplazi tanısı dışlandı. Maternal öykü ve fizik muayenede gebelikte ağır akne oluşumu, ses kalınlaşması ve klitoral büyüme gibi virilizasyon bulgularının saptanması nedeniyle 3 olguda ve birbirleriyle kuzen olan 5 ebeveynde cP450arom eksikliği öntanısı ile CYP19A1 gen analizi yapıldı. Beşinci ekzonda saptanan 568insC mutasyonunun, erken “kodon durmasına” yol açarak 504 aminoasitlik fonksiyonel protein yerine, enzimatik aktivite için koşul olan “heme” bağlayan bölgeden yoksun 200 amino asitlik nonfonksiyonel ürün oluşumuna neden olduğu ve yeni tanımlanan bu mutasyon açısından olguların homozigot, ebeveynlerin heterozigot oldukları gözlendi. Annesi doğumda ITP nedeniyle kaybedilen ve hipoksik iskemik ensefalopati gelişen olgu I, 7 yaşına kadar izlenebildi. İzlemlerinde olgu I ve olgu II’nin over boyutlarının normal olduğu görüldü. Olgu III’de overler ultrasonografik olarak ve MRI’da gösterilemedi. Olgu II ve III’ün son kontrollerinde yüksek LH ve çok yüksek FSH düzeyleri dışında, testosteron ve estradiol ölçümlerinin yaşla uyumlu olduğu gözlendi. Glukoz ve lipid profilleri normal bulundu. Aromataz eksikliği çok nadir görülen otozomal resesif bir hastalıktır; şimdiye dek yaklaşık 20 olgu tanımlanmıştır. Üç Türk ailesinde saptanan mutasyon ilk kez tanımlanan yeni bir mutasyondur. Virilize kız bebekte maternal virilizasyon eşliği en önemli uyarıcıdır. Keywords { aromataz, CYP19A1 geni, cinsel gelişim bozukluğu } UPEK 2012 Sayfa 101 Bildiri No: S-8 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları ANDROJEN RESEPTÖR GENİNDE MUTASYON SAPTANAN OLGULARIMIZIN KLİNİK ÖZELLİKLERİ *Zeynep Şıklar,**Vehap Topçu,*Pınar Kocaay,*Merih Berberoğlu,*Bülent Hacıhamdioğlu,*Şenay Savaş Erdeve,**Hatice Ilgın Ruhi,**Ajlan Tükün,*Gönül Öçal *Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji,**Tıbbi Genetik Giriş Androjen rezistans sendromlarında (ARS) moleküler heterojenite, klinik spektrumun çok geniş olmasına yol açmakta ve aynı mutasyon değişik bireylerde farklı fenotiplere neden olabilmektedir. Bu nedenle özellikle parsiyel androjen direnç sendromlu (PARS) olguların 5αredüktaz eksikliği, parsiyel gonadal disgenezis (henüz gonad rezervi devam etmekte olan) ve cinsel farklılaşmasındaki zamanlama defektleri ile ayırıcı tanısı güçlük gösterebilmektedir. Ayrıca ağır enzim eksikliği olan 5α- reduktazlı olguların da komplet androjen direnç sendromu (KARS) ile ayırıcı tanısı problem yaratabilmektedir. Testosteron/dihidrotestosteron (T/DHT) oranları bu antitelerin ayırıcı tanısında her zaman yol gösterici olmamakta, kesin tanı için gen analizleri gerekmektedir. Olgular ve Sonuçlar: Kuşkulu genital yapıya sahip, karyotipi 46,XY, gonadları testis, bazal ya da hCG ile uyarılmış testosteron yanıtları normal olan ve ayırıcı tanıda problem yaratan 23 olgunun androjen reseptör gen analizleri AÜTF Tıbbi Genetik Bilim dalında incelenmiştir. Bu denetimden geçen 23 olgudan 18’zinde AR’geninde mutasyon saptanmamasına karşın, 5’inde (%21,7) mutasyon saptanarak kesin tanı gerçekleşmiştir (3’ü KARS, 2’si PARS ). Androjen geninde mutasyon saptanan 5 olgudan 4’ünde biri yeni tanımlanan bir mutasyon olmak üzere AR’ de aminoasid değişimine neden olan, 1’inde ise AR’ de aminoasid değişimi yapmayan 2 sessiz mutasyon belirlenmiştir. Klinik olarak PARS bulguları olan 3,27 yaşındaki bir olgumuzda, AR geninde Ekzon1’de NTD’de((p.Glu213glu)) ve ekzon 7’de LBD’de ( p.ile817) 2 ayrı sessiz mutasyon saptandı. Klinik olarak KARS özellikleri taşıyan 3 aylıkken ingüinal herni operasyonu sırasında dikkati çeken, bize 1,8 yaşında getirilen, T/DHT oranı 5-alfa redüktaz eksikliğini düşündüren diğer bir olgumuzda ise AR geninde ekzon 1’de aminoasid değişimine yol açan yeni bir mutasyon (p.val30met) mutasyon saptandı. Sinnecker 3 virilizasyon kusuru saptanan, 2.8 yaşında bile adının değiştirilmesini isteyecek kadar beyin virilizasyonu gösteren, T/DHT oranı 17,5 olan ve 5-alfa redüktaz eksikliği düsündüğümüz, bir diğer hastamız ise DHT tedavisine penil yanıt vermedi. Bu olguda AR geninde ekzon 4’te gly712glu homozigot mutasyonu saptandı. KARS özelliği gösteren 10,4 ve 12.2 yaşlarında başvuran, primer yakınmaları inguinal herni olan diğer 2 hastamızda AR geninde saptanan mutasyonlar ise ekzon 4’te p.gly689X ve Ekzon 4’de p.D691E Sonuç olarak AR gen mutasyonları çok değişik klinik tablo ve hormonal sonuçlar ile başvurabilmektedir. Hormonal veriler her zaman yol gösterici olmıyabilmektedir. gen analizleri bu açıdan oldukça yol gösterici olmakla beraber hala kolay ulaşılabilirlikleri sorun yaratabilen yöntemlerdir. Ancak cinsel farklılaşma gibi karmaşık bir problemin çözümünde bireysel olgular için de olsa zorunluluk gösterebilmektedirler. UPEK 2012 Sayfa 102 Bildiri No: S-9 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması FİBROBLAST BÜYÜME FAKTÖRÜ-23 (FGF-23) VE MATRİKS EKSTRASELÜLER FOSFOGLİKOPROTEİNİN (MEPE) SAĞLIKLI BİREYLERDE YAŞA VE CİNSE ÖZGÜ REFERANS DEĞERLERİNİN BELİRLENEREK FOSFAT REGÜLASYONUNDAKİ ROLLERİNİN ARAŞTIRILMASI *Ahu Özşen,**Serap Turan,***Andrzej Furman,**Abdullah Bereket *Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları,**Çocuk Endokrinoloji, ***Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü Giriş ve Amaç: FGF-23 ve MEPE hipofosfatemik hastalıklarda ve renal fosfat kaybında rol oynayan ve kemik mineralizasyonunu etkilediği düşünülen iki önemli fosfatürik faktördür. Çalışmamızda bu iki faktörün referans değerlerini oluşturmayı; sağlıklı bireylerde yaşa ve cinse özgü değişimlerinin belirleyerek fizyolojik durumlarda fosfat regülasyonundaki rollerini anlamayı hedefledik. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 0-18 yaş arası 98 sağlıklı çocuk dahil edildi. Serum (S) ve plazma örneklerinde FGF-23, MEPE, ferritin, PTH, 25 OH D vitamini, ALP, IGF-I ve IGFBP-3 çalışıldı. Bulgular ve Sonuç: Tüm populasyon için FGF-23 ve MEPE’nin ortalama değerleri sırası ile 172.4 ± 72.64 pg/ml ve 2.82 ± 3.15 ng/ml olup, yaş gruplarına göre değerleri tabloda verilmiştir. MEPE ortalama değerlerinin yaşla birlikte azaldığı özellikle pubertal çocuklarda erişkin değerlerine yaklaştığı görüldü. FGF-23 ile MEPE (r: 0.22, p: 0.01) ve S-PO4 (r: 0.18, p: 0.05) z-skorları arasında pozitif; IGFBP-3 (r: -0.18, p: 0.05) z-skorları arasında negatif korelasyon bulundu. MEPE ile FGF-23 (r: 0.22, p: 0.01) z-skorları arasında pozitif; İ-Ca/Cr (r: 0.18, p: 0.05), İ-PO4/Cr (r: -0.18, p: 0.05) ve IGF-I (r: -0.19, p: 0.04) z-skorları arasında negatif korelasyon bulundu. PTH z-skoru ile MEPE ve Ca z-skoru arasında pozitif ve ferritin z-skoru ile negatif korelasyon tespit edildi. Sonuç olarak; çalışmamızda FGF-23 ve MEPE’nin normal referans aralıkları tespit edilmiş olup, FGF-23’ün yaşla birlikte belirgin değişkenlik göstermediği, MEPE’nin ise yaşla birlikte azaldığı gösterilmiştir. S-PO4 artması ile FGF-23 ve İPO4/Cr artmaktadır. MEPE’nin direkt olarak İ-PO4/Cr’yi azaltan etkisine rağmen indirekt olarak FGF-23’ü arttırıcı etkisi üzerinden fosfat metabolizmasını etkilediği düşünülmüştür. Keywords { Fosfat metabolizması, MEPE, FGF-23, Sağlıklı Çocuk } UPEK 2012 Sayfa 103 Gruplara göre FGF-23, MEPE, PTH, 25-OH vit D ve PO4, Ca değerleri ile idrar Ca ve fosfat atılımları Yaş grubu 0-3 ay (n:11) 3-12 ay (n:10) 1-4 yaş (n:8) 4-7 yaş (n:12) Tübüler Fosfat S-PO4 FGF-23 MEPE Reabsorbsiyonu (pg/ml) (ng/ml) (mg/dl) (TRP) Ca (mg/dl) PTH İ-Ca/Cr ALP (u/l) (pg/ml) 25-OH VitD (nmol/l) 6.8±0.7 0.98±0.02 225±97 4.25±2.69 10.1±0.5 0.47±0.53 244±103 26±7 39±33 6.3±0.5 0.99±0.01 187±58 3.85±3.75 10.6±0.4 0.42±0.28 188±49 17±4 117±73 5.2±0.5 0.93±0.04 117±53 3.38±3.39 9.8±0.5 0.14±0.13 190±68 26±6 33±17 5.2±0.5 0.93±0.03 167±56 4.21±2.89 10±0,5 0.06±0.05 185±63 31±18 62±33 Tanner evre 1 4.9±0.3 (n:11) 0.95±0.03 180±79 2.14±2.04 9.7±0.3 0.04±0.02 186±50 37±12 51±31 Tanner evre 2 4.9±0.5 (n:10) 0.95±0.03 158±61 1.69±1.51 9.5±0.6 0.05±0.03 211±79 37±16 43±28 Tanner evre 3 5.2±0.9 (n:11) 0.94±0.03 175±44 1.82±1.65 9.8±0.2 0.02±0.01 204±46 54±19 40±11 Tanner evre 4 5±0.7 (n:10) 0.95±0.03 172±63 0.94±0.87 9.9±0.2 0.03±0.02 228±73 53±17 41±16 Tanner evre 5 4.3±0.8 (n:11) 0.94±0.03 189±67 1.18±0.62 9.7±0.4 0.06±0.04 129±83 39±19 41±20 UPEK 2012 Sayfa 104 Bildiri No: S-10 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması YEDİ KÜÇÜK ÇOCUKTA BESİN TAKVİYESİ ALIMINA BAĞLI D VİTAMİNİ İNTOKSİKASYONU *Cengiz Kara,*Figen Günindi,*Ala Üstyol,*Murat Aydın *Ondokuz Mayıs Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi Giriş ve Amaç: Çocuklarda besin takviyesi alımına bağlı D vitamini intoksikasyonu bildiğimiz kadarıyla bildirilmemiştir. Burada, üretim hatası nedeniyle yüksek doz D vitamini içeren bir balık yağı takviyesinin tüketimine bağlı D vitamini zehirlenmesi olan yedi çocuk sunuyoruz. Yöntemler: Besin takviyesindeki D vitamini miktarı gaz kromatografisi/kütle spektrometrisi ve serum 25(OH)D düzeyleri yüksek performans likit kromatografisi ile ölçüldü. Olgu Öyküleri: Açıklanamayan D vitamini intoksikasyonu olan üç olgunun aynı balık yağı takviyesini tükettikleri anlaşıldı. Bu ürün yakın zaman önce yerel bir üretici tarafından üretilmişti. Bu üç olguyu ve yüksek doz D vitamini alımının olası kaynağı olarak ürünü İl Sağlık ve Tarım Müdürlüklerine bildirdik. Bu uyarı üzerine, firma 1000 şişe ürünü birkaç gün içinde piyasadan çekti. Ancak, yaşları 0,7-4,2 arasında değişen dört yeni olgu başvurdu. Sağlık Bakanlığı’nın İlaç ve Kozmetik Araştırma Birimi ürünün beş farklı serisini test etti ve bir seride aşırı derecede yüksek miktarda (3,6 mg/g) D3 vitamini olduğunu, diğer serilerde ise hiç D vitamini olmadığını rapor etti. Bu inceleme üretim hatası olduğunu doğruladı. Bulgular: Yedi çocuk 15-60 günlük sürede aşırı yüksek doz D vitamini içeren seriden yarım ila iki şişe arasında tüketmişti. Başlangıç serum 25(OH)D3 636±222 (340-962) ng/ml ve Ca düzeyi 15,8±2,3 (13,4-18,8) idi. 25(OH)D3 düzeyleri 2-3 ay yüksek seyretmesine karşın, tedaviyle serum Ca düzeyleri 2-7 gün arasında normale döndü ve hiperkalsemi tekrarlamadı. Üç hasta normokalsemiye rağmen dirençli hiperkalsiüri ve bir hasta nefrokalsinoz geliştirdi. Sonuçlar: 1) Bu bildiri çocuklarda besin takviyesine bağlı D vitamin zehirlenmesini ilk kez tanımlar. Üretim hatası 7 çocukta zehirlenmeye neden oldu, ancak olasılıkla etkilenen çocuk sayısı daha fazlaydı. 2) Türkiye’den bugüne dek sadece yüksek doz D vitamini ampulü kullanımına bağlı olgular bildirilmiştir. Bu açıdan bakıldığında, bu olay Türkiye’nin kalkınması ve sanayileşmesiyle beraber gelen yeni tehlikelerin bir göstergesi ve hatta habercisi olarak değerlendirilebilir. 3) Besin takviyeleri ilaç değil gıda kabul edilir. Bu nedenle ilaçlara göre denetimi farklıdır. Tarım Bakanlığı’nın izniyle üretim yapan bu üretici eğer ilaç endüstrisindeki üretim standartlarına tabi tutulsaydı ve Sağlık Bakanlığı tarafından sıkıca denetlenseydi, bu olay önlenebilirdi. 4) Ebeveynler zararsız olduğu düşüncesiyle besin takviyesi kullanımını bildirmeyebilir. Açıklanamayan D vitamini intoksikasyonu olan çocuklarda besin takviyelerinin titizlikle sorgulanması gerekir. Keywords { D vitamini intoksikasyonu, besin takviyleri, bisfosfonatlar } UPEK 2012 Sayfa 105 Bildiri No: S-11 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması 3-36 AY ARASI ÇOCUKLARDA D VİTAMİNİ PROFİLAKSİSİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ *Alper Özcan,*Mustafa Kendirci,*Meda Kondolot,*Fatih Kardaş,*Leyla Akın *Erciyes Üniv. Tıp Fak. Pediatri Giriş ve Amaç: D vitamini yetersizliği gebe kadınları, bebekleri ve adölesanları etkileyen bir sağlık sorunu olmaya devam etmektedir. Bu çalışmada, ülkemizde devam etmekte olan D vitamini proflaksisinin durumu değerlendirildi. Materyal ve Metot: Erciyes Üniv. T. F. Çocuk Hastanesi polikliniklerine başvuran ve servislerine yatırılan 3-36 aylar arasında sağlıklı ve hasta bebek ve çocuklar değerlendirildi. Çalışmaya alınan çocukların bir hastalığın olup olmadığı, D vitamini kullanımı süresi, düzeni ve dozu; anne sütü, mama ve ek gıda ile beslenme durumu sorgulandı. D vitamininin mevsimsel değişkenliği göz önüne alınarak bir yıl süre ile kan örnekleri alınıp serum Ca, P, ALP, Mg ve plazma 25OH D vitamini düzeyleri çalışıldı. Bulgular: Çalışmaya 202’ si sağlıklı 114’ ü hasta olmak üzere 316 bebek ve çocuk alındı. Bebek ve çocukların 304’ünde D vitamini kullanımı hikayesi olduğu; bunların da 237’sinde 2. haftadan itibaren D vitamini kullanılmaya başladığı; 267’sinin her gün 3 damla D vitamini kullandığı; 209’unun D vitaminini düzenli kullandığı saptandı. Bebek ve çocukların 20’sinde raşitizm ile alakalı muayene bulgusuna rastlandı. En sık olarak kapanmamış / geniş fontanel ve raşitik rozary saptandı. Serum Ca, P, ALP, Mg, PTH düzeyleri sağlıklı ve hasta grubunda benzer; 25OH D düzeyleri ise hasta grubunda sağlıklı gruba göre daha düşük (sıra ile 29,35 ve 34,35 ng/ml, p = 0.017) idi. D vitamini yönünden bebek ve çocukların 31’inde (% 9.8) eksiklik (5-15 ng/ml), 30’unda (% 9.5) ise yetersizlik (15-20 ng/ml) olduğu saptandı. Plazma 25OH D düzeylerinin mevsimlere göre kış ve ilkbahar aylarında, beslenme durumuna göre ise anne sütü alanlarda daha düşük olduğu gözlendi. Sonuç: Hasta bebek ve çocuklarda, sadece anne sütü ile beslenenlerde ve kış-ilkbahar mevsimlerinde D vitamini düzeylerinin düşük olduğu gözlendi. D vitamini eksikliğini önlenme amacıyla ülke çapında uygulanan D vitamini profilaksisinin başarılı olduğu, ancak D vitamini eksikliğinin sorun olmaya devam ettiği görüldü. Keywords { Bebek ve çocuklar, D vitamini düzeyleri, Beslenme şekli, Mevsimler } UPEK 2012 Sayfa 106 Bildiri No: S-12 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması ÜLKEMİZ KOŞULLARINDA GEBELİK DÖNEMİNDE D VİTAMİNİ SUPLEMENTASYON DOZUNUN DEĞERLENDİRİLMESİ *Gül Yeşiltepe Mutlu,*Elif Özsu,**Sibel Kalaça,*Ayşegül Yüksel,*Filiz Mine Çizmecioğlu, *Şükrü Hatun *Kocaeli Üniv. Tıp Fak. Pediatrik Endokrinoloji ve Diyabet bilim dalı, , **Marmara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı AMAÇ Maternal D vitamini eksikliği, yenidoğan ve erken bebeklik dönemindeki D vitamini eksikliği için en önemli risk faktörüdür, ancak gebelik döneminde D vitamini desteği konusundaki tartışmalar sürmektedir. Bu çalışmada uluslararası kuruluşların önerdiği 600 IU/gün, ülkemizde kullanılan 1200 IU/gün ve bazı araştırmacıların önerdiği 2000 IU/gün dozları karşılaştırılmıştır. YÖNTEM Mayıs 2011-Mayıs 2012 arasında Kocaeli Kadın Doğum ve Çocuk Sağlığı Hastanesine başvuran yaş ortalaması 27.3 ±5,1 yıl (16.2-42.2), gestasyon yaşı ortalaması 8,9±2,4 hafta (4,1-14,7) olan 91 gebenin başlangıç 25OHD düzeyleri ölçüldü ve olgular random olarak 3 ayrı gruba ayrıldı. Birinci gruptaki (kontrol grubu) gebelere (n=28) 600 IU/gün, 2. gruptakilere (n=31) 1200 IU/gün, 3. gruptakilere (n=32) ise 2000 IU/gün vitamin D3 (minimum 10. gestasyonel haftada başlanmak üzere) verildi. İzlemde olguların serum kalsiyum ve 25OHD düzeyleri, spot idrarda kalsiyum/kreatinin oranı ölçüldü. Çalışma grubundaki gebelerin bebeklerinin doğumdan sonraki ilk iki ay içinde serum kalsiyum ve 25OHD düzeyleri ölçüldü. BULGULAR Olguların sosyo-demografik özellikleri tablo-1’de verilmiştir. Başlangıç 25OHD düzeylerine göre olguların serum Ca, ALP,PTH düzeyleri karşılaştırıldığında yalnız PTH düzeyi 25OHD düzeyi ≥ 20 ng/ml olanlarda daha düşük saptandı (tablo-2). Olguların serum 25OHD düzeyi ortalama 10,4 ±3,4 ng/ml olup yalnızca %2’si yeterli D vitamini düzeyine (≥20 ng/ml) sahipti. Üçüncü grupta (2000 U/gün D vitamini alanlar) D vitamini desteği sonrası 25OHD düzeyi yeterli (≥20 ng/ml) olanların oranı (%80), 1. ve 2. gruba (%42, %39) göre anlamlı olarak yüksekti (p=0.03).Benzer şekilde 3. gruptaki olguların bebeklerinin yeterli D vitamini düzeyine ulaşma oranı (%91) 1. ve 2. gruba göre (%36, %52) anlamlı olarak yüksekti (p=0.006). Çalışma grubundaki olguların hiçbirinde hiperkalsemi ve hiperkalsiüri saptanmadı. SONUÇLAR Bölgemizde gebeler arasında D vitamini yetersizliği/eksikliği çok sık görülmektedir. Ülkemiz koşullarında gebelerde ve erken bebeklik döneminde yeterli D vitamini düzeyinin sağlanabilmesi için gebelikte en az 2000 IU/gün D vitamini gereksinimi vardır. Ülkemizdeki UPEK 2012 Sayfa 107 programda önerilen 1200 IU/gün D vitamini dozunun yeterli olup olmadığı konusunda ülke düzeyinde geniş kapsamlı araştırmalar gereklidir. Keywords { D vitamini, suplementasyon, gebelik } Tablo-1 Olguların sosyodemografik özellikleri Çalışma grubu Yaş (yıl) Gestasyon yaşı (hafta) Giyim tarzı Eğitim düzeyi Yerleşim yeri Gelir düzeyi (TL/ay) Gün ışığından yararlanma (saat/gün) D vitamini desteği başlanan gestasyon yaşı (hafta) N= 91 27,3 ±5,1 (16,2-42,2 median 26,6) 8,9±2,4 (4,1-14,7 median 8,2) Batı tipi %12 (n= 11) Geleneksel örtülü %88 (n =80) Okur-yazar olmayan %2,2 (n =2) Okur-yazar ama ilkokula gitmeyen %2,2 İlköğretim mezunu %64,8 (n =59) Lise mezunu %22 (n =20) Üniversite mezunu %8,8 (n =8) Kentsel alan %68 (n =62) Kırsal alanda %32 (n =29) 1435±866 (600-5000, median 1200) Hiç %25 (n =23) 1-2 saat %57 (n =52) 3-5 saat %18 (n= 16) 25,4±4 (10, 4-36, median 26) Başlangıç 25OHD düzeylerine göre olguların serum Ca, ALP,PTH düzeylerinin karşılaştırılması UPEK 2012 Sayfa 108 Bildiri No: S-13 Kategorisi: Tiroid İYODU YETERLİ GÖRÜNEN ANKARA’DA YAŞAYAN GEBELERDE İYOT EKSİKLİĞİ *Alev Oğuz Kutlu,**Cengiz Kara *Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinolojisi,**Ondokuz Mayıs Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi Giriş ve Amaç: Türkiye’de güncel iyot durumunu gösteren çalışmalar çelişkili sonuçlar vermektedir. Okul çağı çocuklardaki idrar iyot konsantrasyonları (İİK) iyot durumunun yeterli olduğunu desteklerken, yenidoğanlarda konjenital hipotiroidizm etiyolojisi ve TSH düzeyleri üzerine çalışmalar iyot eksikliğinin devam eden bir sorun olduğuna işaret etmektedir. Önceki çalışmalarda iyot durumu yeterli görünen Ankara’da yaşayan gebe kadınların iyot beslenme durumlarını değerlendirmeyi amaçladık. Hipotezimiz iyot eksikliği sorunu devam ediyorsa gebelerin iyot alımının da yetersiz olabileceği yönündeydi. Yöntemler: Bu hastane temelli, müdahale yapılmayan ve ileriye dönük kesitsel bir çalışmaydı. İkinci trimesterdeki toplam 162 gebe kadın iyotlu tuz kullanımı, İİK, guatr olup olmadığı ve tiroit fonksiyonları yönünden incelendi. Guatr durumu palpasyon ile belirlendi. İİK Sandell-Kolthof reaksiyonuna dayalı kolorimetri yöntemiyle, tiroit hormonları ve TSH “chemiluminescence immunoassays” ile ölçüldü. Bulgular: İyotlu tuz kullanım oranı %80,2 olmasına karşın, kadınların %72,8’inde ortanca İİK 150 µg/l’nin altındaydı (Tablo 1). Tüm grubun ortanca İİK’sı 80,5 µg/l (8,9-340,3) olup yetersiz iyot alımına işaret ediyordu. Kadınların %89,5’inde, öncelikli T3 üretimini yansıtan, ST3/ST4 oranları yüksekti. Serum TSH ve ST4 değerlerine göre; %12,4’ünde subklinik hipotiroidizm veya izole hipotiroksinemi mevcuttu. Sonuçlar: Çalışmamız Ankara’da yaşayan gebe kadınlarda iyot eksikliğinin ciddi bir sorun olduğunu gösterir. Bu veriler okul çağı çocuklarda iyot beslenme durumunun gebe kadınlarda iyot alımını yansıtmadığını doğrular. Ülkemizde yapılan diğer çalışmaların verilerini de dikkate alarak, gebe kadınların iyot durumlarını doğrudan değerlendirilmek ve izlemek üzere ulusal tarama çalışmalarının yapılmasını öneriyoruz. Ayrıca, kadınların ve yavrularının iyot eksiliğine bağlı sorunlardan etkilenmelerini önlemek için, gebelerin iyotlu tuza ilaveten iyot içeren takviyeler alması gerektiğini düşünüyoruz. Keywords { İyot Eksikliği Hastalıkları, Konjenital Hipotiroidizm, İyot takviyesi, İyot eksikliği taraması, Gebelik } UPEK 2012 Sayfa 109 Çalışma grubunda idrar iyot konsantrasyonları (İKK) dağılımı Ortanca İİK için referans değerler* Ortanca İİK’ya göre iyot alımı Gebe sayısı (%) İİK ortanca (aralık) Eksik 118 (72·8%) 58,5 (8,9–144,7) 150–249 µg/l Yeterli 28 (17·3%) 201,4 (176–247) 250–499 µg/l Fazlasıyla yeterli 16 (9·9%) 276,2 (250–340,3) Aşırı 0 <150 µg/l ≥ 500 µg/l Toplam 162 80,5 (8,9–340,3) * DSÖ tarafından tanımlanan referans değerlerdir. UPEK 2012 Sayfa 110 Bildiri No: S-14 Kategorisi: Tiroid SUBKLİNİK HİPOTİROİDİLİ ÇOCUKLARDA TEDAVİ ÖNCESİ VE SONRASI BİLİŞSEL FONKSİYONLARIN P300 İLE DEĞERLENDİRİLMESİ *Özlem Sangün,**Serpil Demirci,***Nihal Dündar,****Özgür Pirgon,*****Tuğba Koca,**Melike Doğan, ******Bumin Dündar *Hatay Antakya Devlet Hastanesi Pediyatrik Endokrinoloji,**Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji,***Pediyatrik Nöroloji,****Pediyatrik Endokrinoloji,*****Pediyatri,******Katip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediyatrik Endokrinoloji GİRİŞ ve AMAÇ: Son yıllarda olaya ilişkin uyarılmış potansiyel beyin dalgalarını ölçüm yöntemi olan P300, bilişsel fonksiyonları (BF) değerlendirmede sıkça kullanılmaya başlanmıştır. Çocuklarda özellikle hafif subklinik hipotiroidinin (SH) BF üzerine etkileri ve tedavisi konusunda tartışmalar devam etmektedir. Literatürde çocuklardaki SH’li olgularda tedavinin BF’ye etkisini P300 yöntemi ile inceleyen bir çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışmanın amacı; SH tanısı almış çocuk hastaların tedavi öncesi ve sonrası BF değişikliklerini nöropsikolojik testler ve nörofizyolojik objektif bir yöntem olan P300 ile karşılaştırmaktır. OLGULAR ve YÖNTEM: Kliniğimizde 9-18 yaş SH tanısı almış (sT3 ve sT4 normal, TSH: 5-10 µIU/L), tedavi öncesi ve sonrası en az 6 aylık izlemleri bulunan, başka sistemik kronik hastalığı ve zihinsel engeli olmayan 15 hasta çalışmaya dahil edilirken; benzer yaş ve cinsiyet dağılımına sahip, başka sistemik veya bir kronik hastalığı olmayan ötiroid 20 olgu kontrol grubu olarak alınmıştır. Çalışma grubundaki tüm olgulara TSH’yi normal değerlerde tutacak dozlarda L- tiroksin tedavisi başlanmıştır. Çalışma grubundaki olgulara tedaviden önce ve tedaviden 6 ay sonra dikkat, algılama, yakın-uzak bellek fonksiyonlarını değerlendirmek için nöropsikiyatrik testler ve P300 uygulanırken, kontrol grubuna benzer nöropsikolojik testler uygulanmış ve bulgular karşılaştırılmıştır. BULGULAR: Çalışma grubu tedavi öncesi sözel hafıza ve sözel geri çağırma puanları kontrol grubuna göre anlamı olarak düşük bulunurken (p= 0,004 ve 0,012), 6 aylık tedavi sonrasında bu anlamlı farkın kaybolduğu tespit edilmiştir (p>0,05). Tedavi öncesi ve sonrası değerler karşılaştırıldığında sözel hafıza ve sözel geri çağırma değerlerinin tedavi sonrası anlamlı derecede artış gösterdiği bulunmuştur (p=0.008 ve p=0,0001). Çalışma grubunun tedavi öncesi ve sonrası elektrofizyolojik değerlendirmede N1, P2, P3 latanslarında ve P3 amplitüdünde anlamlı değişiklik saptanmazken (p>0,05), tedavi sonrası N2 latansında anlamlı kısalma olduğu saptanmıştır (p=0,03). SH grubunda tedavi öncesi TSH ile sözel hafıza ve sözel geri çağırma puanları arasında negatif yönde anlamlı korelasyon saptanmıştır (p=0,015, r=0,38 ve p=0,047, r=0,31 SONUÇ: Bu çalışma TSH 5-10 µIU/L olan SH’li olgularda da santral sinir sistemi fonksiyonlarında değişiklikler meydana gelebildiğini ve tedavi ile görsel ve sözel hafızanın artmış olmasının yanı sıra, çocuklarda okuma ve matematiksel becerilerin gelişimi ile ilgili olduğu düşünülen N2 dalgasının kısalması gibi tedavinin yararına işaret eden bulgular elde edildiğini göstermektedir. Keywords { subklinik hipotiroidizm, p300 } UPEK 2012 Sayfa 111 Bildiri No: S-15 Kategorisi: Büyüme KLİNİĞİMİZDE TAKİPLİ BOY KISALIKLARININ ETYOLOJİK DAĞILIMLARININ, ANTROPOMETRİK BULGULARININ VE TEDAVİ YANITLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ *Neslihan Karacabey,*Veysel Nijat Baş,*Aşan Önder,*Sebahat Yılmaz Ağladıoğlu,*Ahmet Örnek, *Semra Çetinkaya,*Zehra Aycan *Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji Kliniği Amaç: Bu çalışmada boy kısalığı tanısı ile takip edilen hastaların etyolojik dağılımlarının yapılması, idiyopatik boy kısalığı, primer ve sekonder büyüme bozukluğu arasındaki antropometrik bulguların karşılaştırılması ve tedavi yanıtlarının değerlendirilmesi amaçlandı. Metod: Ocak 2005- Eylül 2010 tarihleri arasında boy kısalığı tanısı ile izlenen boy SDS<-2 olan, en az 6 ay takip edilen hastaların öyküleri, fizik muayeneleri ve laboratuar testlerinden elde edilen veriler ile izlemde ilave olan bulgular değerlendirilerek hastaların tanıları gruplandırıldı ve aralarındaki farklılıklar analiz edildi. Bulgular: Çalışmaya alınan 554 hastanın (312 erkek) yaş ortalaması 10,2±3,4 (1-17.5) yıl olup, %32.2 si idiyopatik (ailesel ve konstitusyonel), %67.8 si primer ve sekonder boy kısalığı olarak bulundu.İBK'da boy sapması >-2.5 SD ve büyüme hızı >5 cm/yıl iken, diğerlerinde boy sapması <-2.5 SD ve büyüme hızı <5 cm/yıldı. Vücut ağırlığı nutrisyonel boy kısalığında belirgin düşüktü. Yaklaşık 17-42 ay izlem sonrası idiyopatik boy kısalığında boy kazanımları (Δboy SDS); +0.2 iken, IUBG'de +0.3, sendromik kısalıklarda +0.3, büyüme hormonu eksikliğinde +0.6, panhipopituitarizmde +1.4, biyoinaktif BH'da +0.3, nutrisyonel boy kısalığında +0.2, hipotiroidide +0.3, çölyak hastalığında +0.4 SD bulundu (Tablo 1). Sonuç: Bu çalışmada idiyopatik boy kısalıklarının, primer ve sekonder büyüme bozukluklarına göre antropometrilerinin belirgin ayırt edici olduğu ve tedavi ile en iyi boy kazanımının multipl hipofizer hormon eksikliğinde geliştiği bulundu. Keywords { Boy kısalığı, büyüme bozukluğu } UPEK 2012 Sayfa 112 İdiyopatik boy kısalıkları ile primer ve sekonder büyüme bozukluklarının antropometrik özellikleri Tanılar (n) (%) İdiyopatik boy kısalığı (n=178) (%32.2) Primer büyüme bozuklukları (n=76) (%13,6) Sekonder büyüme bozuklukları (n=300) (%54,1) Antropometri ABK (n=69) Başvuru 10±3,2 TY(yıl) Başvuru 8,9±3,2 KY(yıl) BBSDS -2,1±0,6 KBG (n=83) ABK+KBG (n=26) 9,2±3,6 9,6±2,7 IUBG (n=39) 9,5±3,9 Sendromik BHE (n=20) (n=148) 11±3,1 10,6±3,1 MHHE (n=17) 8,3±3,3 BIBH (n=19) 10,1±3,2 NBK (n=17) 10.6±3,8 Hipotiroidi (n=10) 10,2±3,6 6,7±3,4 7,3±3,1 7,1±3,3 8,6±3,1 8,2±3,2 5,08±3 7,3±3,5 8,5±4,2 9,2±4,1 -2,4±0,67 -2,5±1 -3,2±0,8 -3,5±0,8 -3,1±0,9 -3,98±1,2 -3,2±1 -3,1±0,8 -2,4±0,6 Büyüme hızı(cm/yıl) İzlem süresi(ay) Son TY(yıl) 6,3±2,4 6,0±1,9 5,3±1,9 4,9±1,6 3,9±1,9 4,2±1,8 3,31±2,1 4,3±1,8 4,6±2,3 4,7±2,1 17,8±12,6 17,7±11,7 19,6±12,8 28,3±15,9 36,1±13 29,9±16,4 42,7±14,1 32±18 24,2±19,5 30,1±16,3 11,4±3,2 10,8±3,6 11,3±3 11,9±3,5 13,9±2,78 13,1±3 11,9±3,1 12,7±3 12,4±3,4 12,7±3,4 Son KY(yıl) 7,8±3,7 10,6±3,3 9±3,3 9,2±3,5 11,6±2,9 10,7±3,4 8,7±3,6 9,6±3,2 10,1±3,8 10,6±4,3 SBSDS -1,9±0,5 -2,2±0,6 -2,2±1,1 -2,9±0,8 -3,2±1,2 -2,5±0,9 -2,5±1,3 -2,9±0,9 -2,9±1 -2,1±0,7 UPEK 2012 Sayfa 113 Bildiri No: S-16 Kategorisi: Büyüme İZOLE BÜYÜME HORMONU EKSİKLİĞİ OLAN ÇOCUK VE ERGENLERDE REKOMBİNANT BÜYÜME HORMONU REPLASMANININ METABOLİK ETKİLERİ *İhsan Esen,*Fatma Demirel,*Derya Tepe,*Özlem Kara,**Nevra Bozdoğan Koç *Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinolojisi,** Beslenme AMAÇ: Bu çalışmada çocuklarda büyüme hormonu eksikliğinin (BHE) metabolik etkileri ve bu etkilerin rekombinant BH (rhBH) tedavisi ile nasıl değiştiği araştırılmıştır. Ayrıca 12 aylık rhBH tedavisi sonucu elde edilen boy kazancı ile tedavi öncesi vücut kompozisyonu arasındaki ilişki incelenmiştir. YÖNTEM: Yaşları 5-16 yıl arasında değişen izole BHE olan 42 hasta (yaş ort: 10,8±2,6 yıl) ve kontrol grubundaki 40 sağlıklı çocuğun (yaş ort: 10,1±2,4 yıl) oksolojik, laboratuar, biyoelektrik empedans ve kemik mineral yoğunluğu (KMY) ölçüm sonuçları değerlendirildi. BHE olan olgular rhBH tedavisi ile 12 ay izlendi. BULGULAR: BHE olan olgularda kontrol grubuna göre vücut yağ kütlesi yüzdesinin (21,7±8,9 ve 16,4±6,7) daha yüksek, yağ dışı doku kütlesi yüzdesi (18,7±2,5 ve 19,9±2,1), tüm vücut su yüzdesi (59,9±5,9 ve 63,8±5,2) ve KMY z skoru ortalamasının (-1,39±0,94 ve -0,67±0,99 ) daha düşük olduğu saptandı (p=0,002). Serum IGF–1 SDS ortalaması (-1,38±0,97 ve -0,70±0,86) daha düşük bulundu (p=0,002). Serum IGFBP–3 SDS, kolesterol, trigliserid, HDL-C, LDL-C, TSH, serbest T4, aterojenik indeks ve HOMA-IR indeksleri arasında da fark gözlenmedi. Çalışma grubunda bir yıllık rhBH tedavisi sonrası vücut yağ kütlesi yüzdesinde anlamlı azalma, yağ dışı doku kütle yüzdesinde tüm vücut su yüzdesinde anlamlı artış gözlendi (p<0,001). Bir yıllık izlemin sonunda lipit profili ve karbonhidrat metabolizmasında tedavi öncesi değerlere göre anlamlı farklılık gözlenmedi Tedaviye iyi yanıt veren hastalarda tedavi öncesi vücut yağ kütlesi yüzdesinin daha yüksek, yağ dışı doku kütlesi ve tüm vücut su yüzdesinin diğerlerine göre daha düşük olduğu saptandı (p<0,001). Bir yıllık tedavi sonrası boy SDS artışı ile tedavi öncesi vücut yağ kütlesi yüzdesi ile pozitif, yağ dışı doku kütlesi ve tüm vücut su yüzdesi ile negatif korelasyon saptandı (p<0,001). SONUÇ: Bu çalışmada, çocuklarda BHE’nin vücutta yağ kütlesinde artma, yağ dışı doku kütlesi ve KMY’nda azalmaya yol açtığı görüldü. Büyüme hormonu tedavisi ile yağ dışı doku kütlesinde ve tüm vücut su yüzdesinde ilk 3 aydan itibaren anlamlı artış başlamaktadır. Ek olarak BHE olan çocukların tedavi öncesi vücut kompozisyonunun BH tedavi yanıtının öngörülmesinde faydalı bir araç olduğu gözlenmiştir. Büyüme hormonu tedavisi seyrinde iyi bir uzama yanıtının sürdürülebilir olması için BH tedavi dozunun yağ dışı doku kütlesi temel alınarak hesaplanmasının araştırılması gereken bir konu olduğu sonucuna varılmıştır. Keywords { biyoelektrik empedans, metabolik etkiler, vücut kompozisyonu, büyüme hormonu eksikliği } UPEK 2012 Sayfa 114 Bildiri No: S-17 Kategorisi: Obezite OBEZ ÇOCUKLARDA BESİN BAĞIMLILIĞI *Alev Keser,**Ayşegül Yüksel,***Asuman Bayhan,**Gül Yeşiltepe,**Elif Özsu,**Filiz Çizmecioğlu,**Şükrü Hatun *Kocaeli Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik, **Pediatrik Endokrin, ***Pediatri Giriş-Amaç: Son yıllarda çocukluk çağındaki obezitenin ilaç bağımlılığı gibi hoşa giden besinlerin “kompulsif” bir şekilde çok tüketilmesine(“food addiction”) bağlı olabileceği üzerinde durulmaktadır. Bu çalışmada ülkemiz çocuklarında besin bağımlılığının sıklığı ve özellikleri incelenmiştir. Yöntem: Çalışma Kocaeli Üniversitesi Çocuk Endokrin Bilim Dalı’na Aralık 2012-Haziran 2012 tarihleri arasında başvuran 100 çocuk üzerinde yapılmıştır. Besin bağımlılığını değerlendirmek için Yale Besin Bağımlılığı Ölçeği (YBBÖ) kullanılmıştır. YBBÖ madde bağımlılığı kriterleri (DSM IV-TR) çerçevesinde yüksek yağlı ve şekerli besinlere yönelik bağımlılık belirtilerini (tolerans, yoksunluk belirtileri, planlanandan fazla miktar ve sürelerle kulanım vb.) saptamaktadır. Ölçeğin uygulama özellikleri gereği besin bağımlılığı için 3 ve üzerinde belirti olması eşik değer olarak kabul edilmiş ve bağımlılık derecesi belirti sayısı ile tanımlanmıştır. Bulgular: Araştırmaya 10-18 yaş aralığında (14.4±2.05 yıl), 37 erkek, 63 kız çocuk ve adölesan olmak üzere 100 kişi dahil oldu. Çalışma grubunun %9’u fazla tartılı, %7’si obez, %84’ü şiddetli obez olarak sınıflandırıldı ( Kızların VKİ 32.5±6.06 kg/m2, erkeklerin 32.8±5.85 kg/m2’ idi). Hatipoğlu ve arkadaşlarının bel çevresi persentillerine göre katılımcıların %97.7’sinin bel çevresi ≥95 p idi; %97.8’inin bel çevresi/boy oranını> 0.5 idi. Vakaların %71’i bağımlılık belirtilerinden 3 ve daha fazlasını karşılamaktaydı. %17’si 3 semptom, %20’si 4 semptom, %17’si 5 semptom, %8’i 6 semptoma sahipken, %9’unun tüm semptomlara sahip olması dikkat çekiciydi . En fazla bağımlılık gösterilen besinler arasında çikolata (%70), dondurma (%58), kızarmış patates (%57), beyaz ekmek ( % 55), pilav (%53), şekerleme ( % 50), cips ( % 48), makarna (%43), kek ( % 35) ve kurabiye ( % 34) ve hamburger (%34) bulunuyordu. Besin bağımlılığı belirti sayıları bakımından cinsler, HOMA-IR>4.39 olanlar ve altında olanlar, Bel çevresi> 3 SD olanlar ve altında olanlar ve AN varlığı arasında fark saptanmadı (p>0.05). Sonuçlar: Obez çocuklarda “besin bağımlılığı” yaygın bir durumdur. Obezitenin önlenmesinde ve tedavisinde besin bağımlılığı bakımından riskli olan besinlerin tüketilmesinin önlenmesine odaklanan programlara ihtiyaç vardır. Keywords { Obezite, Besin Bağımlılığı, İnsülin direnci } UPEK 2012 Sayfa 115 Bildiri No: S-18 Kategorisi: Obezite ÇOCUK VE ADÖLESAN OBEZ OLGULARDA ENDOTEL FONKSİYONUNUN İRDELENMESİ *Hacer Efnan Okuyan,**Ayça Törel Ergür,***Gökçe Kaan Ataç *Ufuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları , ** Pediatrik Endokrinoloji ,***Radyoloji GİRİŞ ve AMAÇ Çocukluk çağı obezitesinde en önemli morbidite ve mortalite sebebi kardiyovasküler sistem bozukluklarıdır. Son araştırmalar obezite ile ilişkili komplikasyonlarda endotel fonksiyon kaybını işaret etmektedir. Bu amaçla yapılan çalışmada obez ve sağlıklı çocuk ve adölesanlarda endotel fonksiyonlarını akım aracılı vazodilatasyon (AAV) yöntemiyle değerlendirilerek endotel fonksiyonları ile ilişkili olabilecek faktörler ayrıntılı olarak araştırılmıştır. MATERYAL METOT Ufuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji polikliniğine başvuran 7-18 yaş arası 59 obez ve 45 non-obez çocuk incelendi.Epidemiyolojik verileri, antropometri ve fizik muayeneleri ve laboratuvar parametreleri (tam kan sayımı, biyokimya, hsCRP, lipitler, tiroid fonksiyon testleri, diurnal kortizol, 17OHP, prolaktin, DHEA-S), insülin direnci ve OGTT değerlendirildi.Tüm olgulara GE voluson ultrason sistemi kullanarak SPG12MHz yüzeyel probuyla AAV yöntemi uygulandı.AAV; kafın gevşetilmesinden 1 dakika sonraki brakiyal arter çapı ölçülerek yüzde artış olarak ifade edildi SONUÇLAR Gruplar arası cinsiyet, yaş ve pubertal dağılım benzerdi.Obez grupta AAV yüzdesi anlamlı şekilde düşüktü. AAV ile VKİ, bel/kalça oranı, anne VKİ’i, ailede obez kişi varlığı, ürik asit, AST, ALT, GGT arasında negatif korelasyon ve kalsiyumla pozitif korelasyon saptandı. AAV ile yaş, kemik yaşı, kan basınçları, doğum kilosu, anne sütü alma süresi, egzersiz arasında ilişki yoktu. YORUM Bu çalışma çocukluk çağı obezitesinin endotel disfonksiyonuna yol açtığını göstermiştir. AAV’yi olumsuz yönde etkileyen bel kalça oranının artışı, ailede obezite öyküsü bulunması, ebeveyn obezitesi endotel disfonksiyonuna zemin hazırlayan en önemli epidemiyolojik parametreler olarak saptanması çalışmamızın ilginç bir yönüdür. Keywords { çocukluk çağı obezitesi, endotel fonksiyonu } UPEK 2012 Sayfa 116 Bildiri No: S-19 Kategorisi: Obezite OBEZ ADÖLESANLARDA ERKEN MİKROVASKÜLER YAŞLANMANIN VE KARDİYOVASKÜLER PERFORMANSIN DENETİMİ *Bülent Hacıhamdioğlu,*Gönül Öçal,*Merih Berberoğlu,*Zeynep Şıklar,**Ercan Tutar,***Suat Fitöz,****Gökhan Nergizoğlu,*Şenay Savaş Erdeve,*Emine Çamtosun *Ankara Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi, **Çocuk Kardiyolojisi, *** Radyoloji, **** Nefroloji Giriş: Obezitenin erişkinlerde kardiyovasküler sisteme olan olumsuz etkileri iyi bilinmektedir. Adölesan dönemde bile kardiyovasküler performansın olumsuz etkilenmesi söz konusu olabilir hipotezinden hareket ederek, bu çalışmada obez adölesanlarda erken mikrovasküler yaşlanma ve kardiyovasküler performansın denetimi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışma toplam 61 adölesan obez (29 hafif obez, 32 ağır obez) hastada yapıldı. Obez adölesanlarda olası kardiyovasküler etkilenme efor testi ve arteriyel tonometri ile ortaya konmaya çalışıldı ve kardiyovasküler bozulmayı etkileyen risk faktörleri tarandı. Kardiyovasküler risk faktörleri olarak; hipertansiyon, dislipidemi, glikoz metabolizması bozukluğu, abdominal obezite, karın içi yağ dağılımı, karaciğer yağlanması ve kronik inflamasyon denetimi hedeflendi. Arteriyel tonometri parametrelerini karşılaştırabilmek amacı ile kontrol grubu alındı (n:58). Bulgular: Çalışmamızda tüm obezlerin %80.3’ünde öglisemik hiperinsülinemi, %34.4 ‘ünde hipertrigliseridemi, bazal kan basıncı denetimi ile %24.5’inde sistolik, %16.3‘ünde ise diyastolik hipertansiyon saptadık. Bazal kan basıncı ölçümünü normal saptadığımız çok sayıda olguda yaşam içi kan basıncı denetlemesinde sistolik yüklenme ile kendini gösteren maskeli hipertansiyon dikkati çekti. Çalışmamızda IDF kriterlerine göre olguların %27.8’inde metabolik sendrom saptandı. Obez olguların %31.1’inde saptanan karaciğerde yağlanması sıklığı hafif ve ağır obezler ile metabolik sendromu olan ve olmayan obezler arasında farklılık göstermiyordu. Kardiyovasküler performansı denetlediğimiz efor testi sırasında doğrudan ölçtüğümüz tek parametre olan efor zamanında obezitenin derecesi veya metabolik sendromun varlığı açısından fark saptamadık. Çalışmamızda vasküler tonometrik ölçümle belirlenen arteriyel sertlik lehine yorumlanan, nabız dalga hızını obez adölesanlarda aynı yaş grubundaki kontrol grubuna göre belirgin yüksek bulduk. Obez adölesanlarda arteriyel sertliği etkileyen parametreleri regresyon analizi ile incelediğimizde nabız dalga hızını etkileyen tek değişkenin preperitoneal yağ dokusu kalınlığı olduğunu gördük. Sonuç: Obeziteye bağlı erken vasküler yaşlanma adölesan dönemde başlayabilmekte ve bu etkilenme nabız dalga hızı artışı ile gösterilebilmektedir. Preperitoneal yağ dokusu artışı nabız dalga hızı artışı ile ilişkili önemli bir parametre özelliği göstermektedir. Preperitoneal yağ dokusu visseral yağ dokusuna benzer şekilde kardiyovasküler hastalık riski ile ilişkili görünmektedir. Keywords { Adölesan , Arteriyel sertlik, Obezite , Kardiyovasküler Performans, Karın İçi Yağ Dağılımı } UPEK 2012 Sayfa 117 Bildiri No: S-20 Kategorisi: Obezite ŞİŞMAN ERGENLERDE HİPERTANSİYON VARLIĞININ PERİNEFRİTİK YAĞ DOKUSU KALINLIĞI İLE PLAZMA APELİN VE C-REAKTİF PROTEİN DÜZEYLERİNE ETKİSİ *Ayşe Nurcan Cebeci,*Ayla Güven,**Lütfi İhsan Kuru *S.B. İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrin Kliniği,**Radyoloji Kliniği Giriş ve Amaç: Çocukluk çağı şişmanlığına, gelecekteki koroner kalp hastalıklarının bir habercisi olan sistemik kan basıncında yükselme sıklıkla eşlik eder. Şişmanlık ile ilgili hipertansiyonda iç organ yağlanması önemli bir rol oynamaktadır, ancak tam mekanizma henüz aydınlatılmamıştır. Bu çalışmanın amacı perinefritik yağ dokusu (PNYD) kalınlığı ölçümü ile iç organ yağlanmasının rolünü belirlemek ve yeni tanımlanan bir adipokin olan apelin ile ve sistemik inflamasyonun bir göstergesi olan C-Reaktif protein (CRP) ile ilişkisini incelemektir. Hastalar ve Yöntem: Ortalama yaşları 13.96±1.8 yıl olan 60 obez ergen (33’ü kız) ile ortama yaşları 14.38±1.6 yıl olan 29 normal kilolu sağlıklı ergen çalışmaya alındı. Obez denekler 24 saatlik ambulatuvar kan basıncı monitörizasyonu kullanılarak hipertansiyonu olup olmamasına göre iki gruba ayrıldı (Grup 1 hipertansif n=30, Grup 2 normotansif n=30). PNYD çift taraflı olarak ultrasonografi ile ölçüldü. Bulgular: Obez ergenlerde ortalama beden kitle indeksi (BKİ) 35.43±4.9 kg/m2, kontrol grubunda 19.23±2.6 kg/m2 idi. Grup 1’deki hastaların BKİ, karaciğer yağlanma evresi, plazma insülin ve sabah kortizolü değerleri Grup 2’den anlamlı yüksekti. PNYD kalınlığı BKİ ile ileri derecede korele olup, BKİ’nde her bir puan artışa karşılık PNYD kalınlığında 0.64 mm artış olduğu bulundu. Grup 1 ve 2’nin plazma apelin değerleri kontrollere göre anlamlı yüksekti (sırasıyla, p<0.001 ve p=0.004), ancak gruplar arasında fark yoktu (p=0.538). Apelin düzeyleri BKİ ve PNYD ile pozitif korelasyon gösterirken (sırasıyla r=0.316, p=0.003 ve r= 0.307, p=0.003), ortama arter basıncı ve CRP düzeyleri ile korelasyon göstermedi. Plazma apelin düzeyleri ile pubertal evre ve yaş arasında ters korelasyon bulundu (sırasıyla, r=-0.450 p<0.001 ve r=-0.258 p=0.047). Sonuç: Çalışmamız şişman ergenlerde PNYD kalınlığını ölçerek BKİ ile direkt ilişkisini gösteren ilk çalışmadır. Bulgularımız bu yaş grubunda hipertansiyonun şişmanlığın derecesi ile ilgili olduğunu doğrulamaktadır. Obez ergenlerde plazma apelin düzeyleri normal kilolulara göre artmıştır ve BKİ ile PNYD kalınlığı ile doğru orantılıdır. Plazma apelin düzeyleri yaş ve ergenlik ilerledikçe düşmektedir ancak CRP ile ilişkili değildir. Keywords { apelin, ergenlik, hipertansiyon, şişmanlık, yağ dokusu } UPEK 2012 Sayfa 118 Bildiri No: S-21 Kategorisi: Obezite ALKOLİK OLMAYAN KARACİĞER YAĞLANMASI OLAN OBEZ VE METABOLİK SENDROMLU OLGULARDA LEPTİN, ADİPONEKTİN, REZİSTİN VE RETİNOL BAĞLAYICI PROTEİN 4 DÜZEYLERİ *Mehmet Boyraz,**Abdulbaki Karaoğlu,****Peyami Cinaz,**Mehmet Emre Taşçılar,***Ferhat Çekmez,****Aysun Bideci,****Orhun Çamurdan,*Nihal Hatipoğlu *Şişli Etfal Eğt. Araş.Hastanesi Çocuk Endokrinoloji, **Gata Çocuk Endokrinoloji,*** Çocuk Sağ. Hast., ****Gazi Ünv. Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Giriş/Amaç: Son zamanlarda özellikle erişkinlerde, yeni keşfedilen adipokinler ile alkolik olmayan karaciğer yağlanması (AOKY) arasındaki ilişkiye dikkat çekilmiş olup bunlardan adiponektinin yağlanmadan koruyucu, retinol bağlayıcı protein 4 (RBP4)’ ün yağlanmayı artırıcı özelilklerinden bahsedilmektedir. Bizde obez ve metabolik sendromlu ve aynı zamanda karaciğer yağlanması olan olgularda 4 adipokin (leptin, adiponektin, rezistin ve RBP4) düzeylerini araştırmayı amaçladık. Metod: Çalışmaya vücut kitle indeksi (VKİ) persentili 95 ve üzerinde olan 8-18 yaş arası 148 pubertal obez çocuk alındı. Kontrol grubu olarak yaş ve cinsiyetleri uygun 63 olgu seçildi. Antropometrik ölçümler ve biyokimyasal parametreler ölçülüp kaydedildi. Karaciğer yağlanması karaciğer USG yapılarak tespit edildi ve derecelendirildi.Çalışma grubu 3’ e ayrıldı: Grup 1: AOKY olan obezler; Grup 2: hem AOKY olan hem de ALT düzeyleri artmış olan obezler; Grup 3: AOKY olmayan obezler. Her 3 grupta adipokin düzeyleri birbirleriyle karşılaştırıldı ve istatistiksel olarak anlamlılıklarına bakıldı. Sonuçlar: Leptin düzeyi AOKY grubunda kontrol grubuna göre, RBP4 düzeyi ise hem kontrol grubuna hemde AOKY olmayan gruba göre daha yüksekti (p<0.01). Adiponektin ve rezistin düzeyleri hem kontrol hemde AOKY olmayan grupta daha yüksekti (p<0.01). Adiponektin ve rezistin düzeyleri ile Karaciğer ALT aktivitesi arasında anlamlı negatif, RBP4 arasında pozitif korelasyon bulundu. RBP4 ile karaciğer yağlanma evresi arasında pozitif, adiponektin ve rezistin arasında anlamlı negatif korelasyon bulundu. Ayrıca insülin direnciyle adiponektin ve rezistin arasında negatif, RBP4 ve leptin arasında pozitif ilişki bulundu (p<0.01). Sonuç: Bu verilere göre adiponektin, leptin, rezistin ve RBP4 düzeyleri obez ve metabolik sendromlu çocuklarda karaciğer yağlanmasını öngörmede kullanılabilecek belirteçler olabilir. Ancak bunun teyidi için daha fazla sayıda araştırmaya ihtiyaç vardır. Keywords { karaciğer yağlanması, RBP4, rezistin, leptin, adiponektin, obezite } UPEK 2012 Sayfa 119 Bildiri No: S-22 Kategorisi: Obezite OKSİDATİF STRES PARAMETRELERİ VE VÜCUT KOMPOZİSYONU AÇISINDAN EBEVEYN VE OBEZ ÇOCUK İLİŞKİSİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ *İhsan Çetin,*Sebahattin Muhtaroğlu,**Nihal Hatipoğlu,**Selim Kurtoğlu,**Leyla Akın *Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya,** Çocuk Endokrinoloji Obezitede artan yağ dokusunun oksidatif stresi uyardığı ve oksidatif stresin obeziteye bağlı komplikasyonları geliştirdiği bilinmektedir. Amaç: Bu çalışmada obez çocuk ve ebeyenler arasında oksidatif metabolizmanın yıkıcı ve korucuyu unsurları ve vücut kompozisyonu arasındaki ilişkisi değerlendirilmiştir. Metod: 6-16 yaş arasında 48’i obez çocuk ve anne-babası ile 36 sağlıklı kontrol çalışmaya alınmıştır. Katılımcıların BIA ile hem total ve segmantal vücut analizleri yapılmış, açlık kan şekeri, insulin, lipid profili ölçümleri ve oksidatif stress ürünleri olarak malindealdehit (MDA), okside LDL (oxLDL), small dense LDL (sdLDL) ve endotelin (END), antioksidan etkisi nedeniyle de paraoksonaz (PON) değerlerine bakılmıştır. Bulgular: obez çocukların BIA ölçümleri, insulin, lipidler, HOMA ve oxLDL düzeyleri control grubuna göre anlamlı olarak yüksek, HDL düşük olarak bulunmuştur. Obez çocuklarda oxLDL ile LDL, koelsterol, TG arasında pozitif yönde ilişki bulunmuştur. Obez çocuk ölçümlerinin ebeveynen ölçümleri ile ilişkisi korelasyon analizi ile değerlendirilmiş ve anlamlı olanların r değerleri tablo 1 ve 2’de verilmiştir; Sonuç: Bilindiği kadaarıyla şimdiye kadar oksidatif stress parametreleri için ebeveyn çocuk ilişkisini gösteren bir çalışma henüz yapılmamıştır. Bu çalışmada oksidatif metabolizma parametrelerinin ebeveyn-çocuk ve vücut kompozisyon ile ilişkili olduğu bulunmuş ve çocuklarda obezite fizyopatolojisi ve komplikasyonların anlaşılmasında yeni veriler ortaya konulmuştur. Keywords { oksidatif stres, ebeveyn, Obezite } UPEK 2012 Sayfa 120 Tablo 1: Obez çocuklar ve anneleri arasında oksidatif stress parametreleri korelasyon analizi ANNE ÇOCUK YagKüt Gluk. İns. HOMA LDL KOL TG HDL END MDA PON sdLDL oxLDL BMI -0.142 0.026 0.019 0.042 -0.083 -0.119 -0.194 -0.074 -0.270 -0.209 -0.056 0.186 -0.045 0.677 0.939 0.957 0.901 0.807 0.728 0.567 0.829 0.423 0.537 0.869 0.583 0.896 -0.505 -0.279 0.212 -0.095 -0.457 -0.276 -0.361 0.552 0.212 -0.105 0.506 0.070 0.164 0.113 0.406 0.531 0.780 0.158 0.411 0.276 0.079 0.532 0.759 0.112 0.839 0.629 -0.020 -0.170 -0.089 -0.120 0.125 0.027 -0.315 -0.272 -0.232 -0.407 -0.251 0.184 0.165 0.955 0.618 0.795 0.726 0.715 0.937 0.345 0.418 0.493 0.215 0.456 0.588 0.627 -0.091 -0.204 -0.062 -0.132 0.045 -0.014 -0.349 -0.174 -0.193 -0.402 -0.167 0.194 0.180 0.791 0.548 0.857 0.698 0.894 0.967 0.293 0.609 0.570 0.220 0.625 0.567 0.595 0.215 0.215 -0.054 0.130 0.620 0.265 0.182 -0.802 -0.445 -0.088 -0.529 -0.141 0.251 0.526 0.525 0.875 0.703 0.042 0.430 0.592 0.003 0.170 0.798 0.094 0.680 0.457 0.088 0.298 0.018 0.215 0.559 0.267 0.296 -0.750 -0.371 -0.013 -0.491 -0.224 0.352 0.797 0.374 0.959 0.525 0.074 0.428 0.378 0.008 0.261 0.970 0.125 0.508 0.288 0.071 -0.242 -0.222 -0.233 0.140 0.083 -0.125 -0.408 -0.251 -0.284 -0.333 -0.062 0.410 0.835 0.474 0.511 0.491 0.681 0.809 0.714 0.213 0.457 0.397 0.317 0.856 0.210 -0.426 0.036 0.158 0.097 -0.297 -0.196 -0.080 0.343 0.360 -0.008 0.160 -0.048 -0.092 0.191 0.916 0.642 0.776 0.375 0.563 0.815 0.301 0.277 0.982 0.639 0.889 0.789 -0.221 0.114 -0.020 0.065 -0.113 0.017 0.112 0.324 0.016 0.260 0.230 -0.149 -0.125 0.513 0.738 0.954 0.850 0.742 0.961 0.744 0.331 0.962 0.440 0.496 0.661 0.714 0.435 -0.169 -0.385 -0.303 -0.257 0.160 0.325 0.391 0.161 0.341 0.149 0.035 -0.028 0.181 0.620 0.242 0.366 0.445 0.638 0.329 0.235 0.636 0.305 0.661 0.919 0.936 0.348 -0.007 -0.203 -0.115 0.309 0.546 0.082 0.287 0.705 0.292 -0.109 -0.380 0.024 0.294 0.984 0.550 0.737 0.355 0.082 0.810 0.393 0.015 0.384 0.749 0.249 0.943 0.107 0.560 0.687 0.670 0.022 -0.208 0.397 -0.331 -0.551 0.199 0.345 0.150 -0.142 0.753 0.073 0.019 0.024 0.949 0.540 0.226 0.320 0.079 0.558 0.298 0.660 0.677 -0.570 -0.356 -0.322 -0.378 0.376 0.228 -0.476 -0.139 0.508 -0.313 -0.542 -0.518 0.580 0.067 0.283 0.335 0.252 0.255 0.499 0.139 0.684 0.111 0.348 0.085 0.103 0.061 glukoz insulin HOMA LDL Kolest. TG HDL END MDA PON sdLDL oxLDL Ilk satır r, ikinci satır p değerleri UPEK 2012 Sayfa 121 Tablo 2: Obez çocuklar ve babaları arasında oksidatif stress parametreleri korelasyon analizi BABA ÇOCUK BMI GLU iNS HOMA LDL KOL TG HDL END1 MDA BMI sdLDL GLU iNS HOMA LDL KOL TG HDL END MDA PON sdLDL oxLDL 0.141 0.435 0.154 -0.091 -0.017 0.416 0.407 -0.172 0.251 -0.229 0.017 -0.206 -0.019 -0.064 0.738 0.728 0.564 0.063 0.529 0.713 0.946 0.076 0.083 0.481 0.299 0.345 0.944 0.399 0.939 0.796 0.276 0.150 0.235 0.212 0.172 -0.098 -0.030 0.168 0.185 0.094 0.050 0.078 0.084 -0.077 0.265 0.385 0.254 0.539 0.333 0.384 0.481 0.691 0.902 0.493 0.448 0.701 0.840 0.752 0.734 0.754 0.273 0.104 0.431 0.271 0.477 0.271 0.209 0.256 0.298 -0.075 -0.188 -0.254 -0.113 -0.132 0.182 -0.050 0.082 0.194 0.065 0.262 0.039 0.262 0.389 0.290 0.215 0.760 0.441 0.293 0.645 0.591 0.456 0.838 0.738 0.426 0.471 0.300 0.504 0.288 0.208 0.217 0.263 -0.043 -0.146 -0.223 -0.088 -0.107 0.179 -0.060 0.144 0.226 0.042 0.212 0.028 0.232 0.392 0.371 0.277 0.861 0.551 0.359 0.721 0.663 0.464 0.806 0.556 0.351 -0.119 0.012 -0.183 -0.577 0.092 -0.225 -0.154 -0.165 -0.223 0.053 -0.191 -0.152 -0.023 0.088 -0.284 0.156 0.628 0.454 0.961 0.010 0.708 0.353 0.528 0.499 0.359 0.828 0.434 0.535 0.926 0.719 0.239 0.523 -0.057 0.080 -0.128 -0.524 0.109 -0.187 -0.112 -0.020 -0.055 0.056 -0.140 -0.077 0.067 0.041 -0.308 0.361 0.818 0.603 0.744 0.021 0.656 0.443 0.647 0.935 0.824 0.819 0.569 0.755 0.784 0.868 0.199 0.129 -0.249 -0.160 -0.226 -0.307 0.060 0.062 0.066 0.029 0.012 0.120 -0.224 -0.005 0.338 -0.252 -0.478 0.548 0.305 0.513 0.352 0.201 0.806 0.801 0.789 0.905 0.960 0.625 0.357 0.983 0.157 0.297 0.038 0.015 0.257 0.280 0.248 0.182 0.051 0.022 0.046 0.316 0.377 0.004 0.103 0.218 0.124 -0.010 0.101 0.313 0.289 0.246 0.307 0.456 0.835 0.928 0.851 0.188 0.112 0.988 0.676 0.370 0.612 0.966 0.680 0.192 -0.140 -0.077 -0.145 -0.155 0.134 -0.104 -0.048 0.310 0.407 0.058 -0.005 0.006 0.513 -0.193 0.284 0.504 0.568 0.028 0.754 0.552 0.525 0.584 0.672 0.844 0.197 0.084 0.812 0.985 0.981 0.025 0.427 0.239 -0.345 -0.258 -0.316 -0.319 -0.138 0.333 0.233 -0.561 -0.506 -0.176 -0.029 0.115 0.220 -0.337 0.214 -0.213 0.287 0.188 0.183 0.572 0.164 0.338 0.012 0.027 0.472 0.907 0.638 0.366 0.158 0.378 0.062 -0.006 0.156 0.274 0.170 0.385 0.410 -0.191 -0.221 -0.388 -0.029 0.232 0.082 0.064 -0.209 0.093 0.800 0.524 0.257 0.488 0.103 0.081 0.434 0.364 0.100 0.905 0.339 0.739 0.793 0.390 0.979 0.381 0.706 0.095 -0.075 -0.052 -0.054 0.245 -0.136 -0.021 -0.112 -0.136 0.283 -0.100 -0.363 -0.234 0.332 0.230 -0.375 0.700 oxLDL FFM 0.082 -0.085 0.148 PON Yagyüz YagKüt 0.761 0.831 0.825 0.312 0.579 0.932 0.648 0.578 0.240 0.684 0.127 0.335 0.165 0.345 0.114 -0.153 -0.003 -0.123 -0.430 -0.236 -0.249 -0.307 0.014 -0.058 -0.107 -0.049 -0.104 -0.045 -0.319 -0.252 0.580 0.533 0.992 0.615 0.066 0.330 0.304 0.201 0.954 0.812 0.663 0.842 0.671 0.854 0.183 0.298 Ilk satır r, ikinci satır p değerleri UPEK 2012 Sayfa 122 0.009 Bildiri No: S-23 Kategorisi: Obezite OBEZ ÇOCUKLARDA NON-ALKOLİK KARACİĞER YAĞLANMASI (NAKY) SIKLIĞININ SAPTANMASI VE ÜRİK ASİT DÜZEYİ İLE NON-ALKOLİK KARACİĞER YAĞLANMASI VE İNSÜLİN DİRENCİ ARASINDAKİ İLİŞKİNİN İNCELENMESİ *Hüseyin Demirbilek,*Mehmet Nuri Özbek,*Rıza Taner Baran,**Ahmet Baran *Diyarbakır Çocuk Hastalıkları Hastanesi Çocuk Endokrin,**Radyoloji Giriş ve amaç: Çocuk ve adölesan yaş grubunda obezite ile beraber metabolik sendrom sıklığı artmaktadır. Non-alkolik karaciğer yağlanması (NAKY) sıklıkla metabolik sendromun diğer parametrelerine eşlik etmektedir. Hiperüriseminin, obezlerde NAKY ve insülin direnci gibi metabolik bozuklukları arttırdığı bildirilmiştir.Bu çalışmanın amacı obez çocuklarda NAKY sıklığını saptamak, ürik asitin hepatosteatoz ve insülin direnci üzerine etkisini incelemektir. Hastalar ve metod: Çalışmaya 203 egzojen obez ve 69 sağlıklı çocuk alındı. Tüm hastalar ve kontrol grubunda serum ürik asit düzeyi, lipid profili, açlık kan şekeri ve insülin düzeyi ölçüldü. Tüm hastalara oral glukoz tolerans testi yapıldı. Hepatosteatozis ultrasonografi ile değerlendirildi ve yağlanmanın derecesine göre grade-I, grade-II ve grade-III olarak değerlendirildi. Hastalar 3 gruba ayrıldı; kontrol (A grubu), obez NAKY(-) (B grubu) ve obez NAKY(+) (C grubu). Bulgular: Obez hastaların ortalama yaşı (12.1±2.1 yaş) ile kontrol grubunun ortalama yaşları (12.2±2.0 yaş) arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p=0.28). Doksandört (%46.3) hastada hepatosteatoz (grade-I: 53 hasta, grade-II: 38 hasta and grade-III: 3 hasta). Serum ürik asit düzeyi NAKY (+) olan hastalarda NAKY (-) hastalara ve kontrol grubuna göre yüksek saptandı (Şekil 1) (p<0.0001). Obez ve NAKY (+) olan hastaların HOMA-IR değerleri, obez ve NAKY (-) hastalara ve kontrol grubuna göre yüksek bulundu (A, B ve C grubunda HOMA-IR sırasıyla 1.3±0.7; 3.2±2.1; 4.8±2.6 olarak saptandı, p<0.0001). HOMA-IR ile ürik asit düzeyi arasında pozitif korelasyon mevcuttu (r=0.50; p<0.0001). Sonuç: Bu çalışmada obez çocukların yaklaşık yarısında NAKY saptanmıştır. Ürikasit düzeyinin obez çocuklarda NAKY ve insülin direnci için bir belirteç olabileceği gösterildi. Keywords { insülin direnci, hepatosteatoz, obezite, tip 2 diyabet, çocuk } UPEK 2012 Sayfa 123 Bildiri No: S-24 Kategorisi: Obezite DÜŞÜK OMENTİN 1 DÜZEYİNİN OBEZ ÇOCUKLARDA KLİNİK VE METABOLİK ÖNEMİ *Gönül Çatlı,*Ahmet Anık,*Ayhan Abacı,**Tuncay Küme,*Ece Böber *Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji,Dokuz *Biyokimya Omentin 1, başlıca visseral yağ dokudan olmak üzere intestinal paneth hücrelerinden ve endotelyal hücrelerden salgılanan yeni bir adipokindir. Omentinin insülin aracılıklı glukoz transportunu kolaylaştırarak insülin duyarlılığını düzenleyici parakrin ve endokrin etkilerinin olduğu öne sürülmektedir. Amaç: Obez ve sağlıklı çocuklarda serum omentin-1 düzeyinin antropometrik ve metabolik parametreler ile olan ilişkisini araştırmak. Metod: Bu çalışmaya, kilo artışı şikayeti ile kliniğimize başvuran ve VKİ >95 p olan obez çocuklar ile VKİ <85 persentil olan sağlıklı çocuklar alındı. Metabolik parametrelerin karşılaştırılması amacıyla, açlık serum glukoz, insulin, lipid profili ve serum omentin-1 düzeyi ölçüldü. Metabolik parametrelerin karşılaştırılması için SPSS 16.01 programı kullanıldı. Sonuçlar: Çalışmaya yaş ve cinsiyet açısından benzer 49 obez (22 kız) ve 30 sağlıklı (10 kız) çocuk alındı. Obez grubun verileri sağlıklı grup ile karşılaştırıldığında, VKİ, VKİ-SDS, trigliserid, insulin, HOMA-IR, deri kıvrım kalınlığı, kol ve bel çevresi, sistolik ve diyastolik kan basıncı değerleri istatistiksel olarak anlamlı yüksek saptandı (p<0,05). Buna karşın, açlık kan şekeri, total kolesterol, HDL-kolesterol ve LDL-kolesterol düzeyleri açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p> 0,05). Serum omentin-1 düzeyi obez grupta sağlıklı gruba göre istatistiksel olarak anlamlı düşük saptandı (sırasıyla, 24.3±9.8 & 29.0±6.7, p=0,022). İnsülin direnci saptanan obezlerde serum omentin-1 düzeyi insülin direnci olmayanlara göre düşük saptanmakla birlikte fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (sırasıyla, 21.5±2.6 & 27.3±2.39, p=0,106). Obez grupta, serum omentin-1 düzeyi ile VKİ, bel çevresi, HOMA-IR ve insülin düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı ters korelasyon saptanırken, diğer parametreler ile istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon saptanmadı (sırasıyla, r=-0,480 p=0,001, r=-0,412 p=0,013, r=-0,370 p=0.09, r=-0,366 p=0.010) Sonuç: Bu çalışma serum omentin-1 düzeyinin i) obez çocuklarda anlamlı olarak düşük ve ii) VKİ ve insülin direnci ile ters korele olduğunu göstermiştir. Bu bulgular omentin-1’in obez çocuklarda insülin direnci patogenezinden sorumlu olabileceğini düşündürmektedir. Keywords { insülin direnci, omentin, obezite } UPEK 2012 Sayfa 124 POSTER BİLDİRİLERİ 8 KASIM 2012, PERŞEMBE POSTER SALONU 13.00-14.00 POSTER BAŞKANLARI BİLDİRİ NO Prof. Dr. Zerrin Orbak, Doç. Dr. Yaşar Şen P1-P11 Prof. Dr. Yaşar Cesur, Doç. Dr. Şükran Poyrazoğlu P12-P22 Prof. Dr. Serap Semiz, Doç. Dr. Pınar İşgüven P23-P34 Prof. Dr. Pelin Bilir, Doç. Dr. Orhun Çamurdan P35-P46 Prof. Dr. Murat Aydın, Doç. Dr. Ayşın Uçkun Kitapçı P47-P58 Prof. Dr. Firdevs Baş, Doç. Dr. Teoman Akçay P59-P70 Prof. Dr. Ayla Güven, Doç. Dr. Halil Sağlam P71-P82 9 KASIM 2012, CUMA POSTER SALONU 13.00-14.00 POSTER BAŞKANLARI BİLDİRİ NO Prof. Dr. İlknur Arslanoğlu, Doç. Dr. Mehmet Nuri Özbek P83-P93 Prof. Dr. Betül Ersoy, Doç. Dr. Tolga Ünüvar P94-P104 Prof. Dr. Enver Şimşek, Doç Dr. Ediz Yesilkaya P105-P116 Prof. Dr. Damla Gökşen, Doç. Dr. Nihal Hatipoğlu P117-P128 Prof. Dr. Bumin Dündar, Doç. Dr. Fatma Demirel P129-P140 Prof. Dr. Ayça Törel, Doç. Dr. Ayhan Abacı P141-P152 Prof. Dr. Ece Böber, Doç. Dr. Emre Taşçılar P153-P163 UPEK 2012 Sayfa 125 POSTER BİLDİRİLER (P1 – P163) Bildiri No: P-1 Kategorisi: Diyabet YENİDOĞAN DÖNEMİ GEÇİCİ DİABETİ: OLGU SUNUMU *Mehmet Boyraz,***Teoman Akçay,**Ali Bülbül *Şişli Etfal Eğt. Araş.Hastanesi Çocuk Endokrinoloji,**Yenidoğan,***Sadi Konuk Eğt. Araş. Hast Çocuk Endokrinoloji Giriş:Geçici neonatal diyabetes mellitus(TNDM), bebeklik veya erken çocukluk çağında çağında remisyonla giden, hayatın ilk 6 ayında görülen nadir bir diabetes mellitus formudur. TNDM temel olarak kromozom 6q24 de basılı bölgedeki anormalliklerden kaynaklıdır. Burada TNDM tanısı konulan bir yenidoğan olgusu nadir görülmesi nedeniyle literatür bilgileri ışığında sunuldu. Olgu Sunumu:Otuz dokuzuncu gebelik haftasında 3400 g ağırlığında doğan 7 günlük erkek bebek beslenememe, ateş, letarji ve kan şekerlerinin yüksek seyretmesi nedeniyle sevk edildi. Vücut ağırlığı 3120 g olan hastanın fizik muayenesinde özellik yoktu. Laboratuvar tetkiklerinde kan şekerleri yüksek (631 mg/dL), serum ve idrar ketonu negatif; insülin ve C-peptit düzeyleri düşük (sırasıyla<1 mU/mL ve <0,2 ng/mL); insülin, adacık hücre ve glütamik asit dekarboksilaza karşı antikorları negatif bulundu. Beslenmenin düzenlenmesi ile birlikte subkutan kristalize insülin tedavisi başlandı. Daha sonra tedaviye protamin insülin(NPH) ile devam edildi. Olgunun genetik analizinde; KCNJ11, ABCC8, INS ve EIF2AK3 genlerinde mutasyona rastlanmadı. Geçici neonatal diyabet için 6q24 lokusu tarandı ve bu bölgede metilasyon kaybı saptandı. Dokuz aylıkken diabetin remisyonu gerçekleşti. Şu anda hasta 10 aylıktır ve insülin veya oral hipoglisemik ajanlar olmadan öglisemiktir. Büyümesi ve fiziksel gelişimi normaldir ,nörolojik veya gelişimsel aşamalarında hiçbir gecikme yoktur. Sonuç:Yenidoğan diyabeti oldukça nadir görülen genetik bir hastalıktır. Altta yatan genetik nedenin tanımlanması bu olgulara uygun tedavinin planlanması açısından önemlidir. Özellikle oral sulfonilüre tedavisine geçerek, hastayı insülin tedavisinden kurtarabilmek ve uygun kan şekeri kontrolünü sağlayabilmek adına tüm non 6q24 olan TNDM’ li hastaların ,ABCC8 ve KCNJ11 genlerinin mutasyonlarının tahlil edilmesini öneriyoruz. Keywords { yenidoğan, geçici , diyabet } UPEK 2012 Sayfa 127 Bildiri No: P-2 Kategorisi: Diyabet TİP 1 DİYABETLİ ÇOCUKLARDA OSTEOPENİ / OSTEOPOROZ SIKLIĞININ DEĞERLENDİRİLMESİ *Zehra AYCAN,*Semra ÇETİNKAYA,*Aşan ÖNDER,**Özgül TUNÇ *Dr. Sami Ulus Kadın-Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Pediatrik Endokrinoloji Kliniği,**Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Giriş : Tip 1 Diyabetes Mellitus (Tip 1 DM) kemik sağlığını da etkilemekte ve erişkin dönemde kemik mineral dansitometresinde (KMD) düşüklük, kırık riskinde artış, kırık iyileşmesinde zorluklar, diyabet ilişkili iskelet embriyopatisi görülebilmektedir. Bu tablodan vaskuler/ nörolojik mekanizmalar, kötü glisemik kontrol, D vitamini/kalsiyum metabolizmasındaki anormallikler ve sekonder hiperparatiroidiyle hiperkalsiüri gelişmesi gibi faktörler sorumlu tutulmaktadır. Bu çalışmada Tip 1 DM olan çocuklarda osteopeni/ osteoporoz sıklığının belirlenmesi amaçlanmıştır. Yöntem : Çalışmaya 100 Tip 1 DM hastası alındı. 25 OH vitamin D <10 ng/ml olanlar D vitamini eksikliği, 10-20 ng/dl arasında olanlar D vitamini yetersizliği olarak kabul edildi. KMD değerleri ölçülerek Z skorları Türk standartlarına göre değerlendirildi. Z skor ≤-2 osteoporoz, -2 ile -1 arasında osteopeni ve ≥-1 ise normal olarak yorumlandı. Bulgular: Hastalarımızın 28% inde D vitamini eksikliği, 43% ünde de D vitamini yetersizliği saptandı. 10% unda osteoporoz, 25 % inde de osteopeni mevcuttu. KMD normal saptanan, osteopenik ve osteoporotik olan üç grup arasında D vitamini düzeyi, PTH düzeyi ve diyabet kontrolü ile ilişkili farklılık yoktu. Pubertal ve pre-pubertal gruplar arasında da BMD Z skorları değişiklik göstermemekteydi. Sonuç: Bu çalışmada Tip 1 diyabetli çocukların 35% inde osteopeni /osteoporoz bulunması ve bunun metabolik kontrolden bağımsız geliştiğinin gösterilmesiyle, diyabet izleminde osteopeni/ osteoporozun ayrıntlı değerlendirilmesi ve bununla ilgili risklerin azaltılıp, komplikasyonların önlenmesi gerektiği sonucuna varıldı. Keywords { vitamin D, osteoporoz, diyabetes mellitus, çocuk } UPEK 2012 Sayfa 128 Bildiri No: P-3 Kategorisi: Diyabet HİDRONEFROZ VE NEFROLİTİAZİS İLE BİRLİKTELİK GÖSTEREN MODY TİP 3 OLGUSU *Özlem Engiz,**Yıldız Bilge Dallar,***Sian Ellard,**Emine Göçer,**Emine Derya Potur *Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinolojisi,**Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları,***Exeter Üniversitesi Moleküler Genetik GİRİŞ: MODY (maturity onset diabetes of the young) beta hücre disfonksiyonu ile seyreden, otozomal dominant kalıtılan bir diyabet tipidir. MODY tip 3 HNF1A (hepatosit nükleer faktör 1-alfa) geni mutasyonu sonucu oluşmaktadır. Renal agenezi, hipoplastik böbrek gibi böbreğin gelişimsel anomalileri ve renal kistler MODY tip 3’lü hastalarda bildirilmiştir ancak hidronefroz ve nefrolitiazis daha önce rapor edilmemiştir. OLGU: 13 yaşında erkek hasta kontrol amacı ile ölçülen kan şekerinin 489 mg/dl saptanması üzerine Ankara Eğitim Araştırma Hastanesine başvurdu. Hastanın çok su içme, çok idrara çıkma, kilo kaybı ve gece idrar kaçırma gibi yakınmaları yoktu. Özgeçmişinde zamanında 1400 g doğduğu, soygeçmişinde 36 yaşındaki babasının 4 yıldır diyabet tanısı ile insülin tedavisi kullandığı, babanın annesinin ise 4 yıldır tip 2 diyabet tanısı ile glipizid ve metformin tedavileri kullandığı öğrenildi. Fizik muayenesinde vücut ağırlığı: 44.6 kg (25-50 persentil), boy: 147,7 cm (10-25 persentil), sistem muayeneleri doğaldı. Laboratuvar bulgularında AKŞ: 170 mg/dl, açlık insülin: 5.92 uIU/mL, açlık C peptid: 0,60 nmol/L, TKŞ: 266 mg/dl, tokluk insülin: 6,86 uIU/mL, tokluk C peptid: 2.28 nmol/L, HbA1c: %9, anti GAD: (-), anti islet cell: (-), anti insülin antikor: (-), elektrolitler, BFT, KCFT normal, idrar keton: (-), idrarda glukoz: (+4). Hastaya öncelikle düşük doz uzun etkili insülin tedavisi (insülin glarjin) başlandı. Renal ultrasonografide sağ böbrekte evre 3 hidronefroz, orta ve alt kalisiyel sistemde en büyüğü 24X14mm olan çok sayıda taş ekosu izlendi. Aile öyküsünün olması nedeni ile yurtdışına gönderilen genetik analiz sonucu HNF1A geni 2. ekzonda Lys150Glu missense mutasyonu saptandı. İnsülin glarjin kesilerek oral sülfonilüre başlandı. Nefrolitiazis etyolojisine yönelik 24 saatlik idrarda oksalat, sitrat düzeyleri normal sınırlarda idi. Hastaya perkütan nefrolitotomi uygulandı. XRD (X ışını kırınımı) yöntemi ile analiz sonucu kalsiyum oxalat monohidrat taşı olduğu saptandı. 4 aylık tedavi sonrası HbA1c %7.7’ye geriledi. SONUÇ: MODY tip 3’lü hastalarda monogenik diyabet ile böbreğin gelişimsel anomalileri görülebileceği gibi hidronefroz ve nefrolitiazis de izlenebilir. Keywords { MODY, hidronefroz, nefrolitiazis } UPEK 2012 Sayfa 129 Bildiri No: P-4 Kategorisi: Diyabet DİYARBAKIR İLİNDE 6–18 YAŞ OKUL ÇAĞI ÇOCUKLARINDA TİP 1 DİYABET MELLİTUS PREVALANSI *Hüseyin Demirbilek,*Mehmet Nuri Özbek *Diyarbakır Çocuk Hastalıkları Hastanesi Çocuk Endokrin Giriş ve amaç: Tip 1 diyabet mellitus çocukluk çağının en sık görülen kronik hastalığıdır. Dünya genelinde hastalığın görülme sıklığında artış mevcuttur. Hastalığın görülme sıklığı coğrafi, etnik, cinsiyet ve yaş gibi etkenlere bağlı olarak değişkenlikler gösterir. Ülkemizde ve bölgemizde çocuk yaş grubunda T1DM görülme sıklığı ile ilgili az sayıda çalışma mevcuttur. Bu çalışmanın amacı, Güneydoğu Anadolu bölgesinin büyük illerinden biri olan Diyarbakır’da 6-18 yaş grubu okul çocuklarında T1DM prevalansını saptamak, coğrafik ve sosyodemografik özelliklerini incelemektir. Bulgular: Diyarbakır’da okul çağı (6-18 yaş grubunda) T1DM’li çocuk sayısı 176, bu yaş grubundaki öğrenci sayısı 418,810 ve T1DM prevalansı 0.42/1000 olarak saptandı. Hastaların 94 (%53.4)’i kız, 82 (%46.6)’si ise erkek olup kız/erkek oranı 1.2/1 idi. Kızlar çocuklarında hesaplanan prevalans (0.48/103) erkeklerden (0.38/103) yüksek bulundu. Diyarbakır merkezde saptanan prevalans (0.47/103) ilçelere göre (0.35/103) yüksek bulundu. Diyarbakır merkezdeki okullarda devlet okulu ve özel okullardaki prevalans ayrı ayrı hesaplandığında özel okullarda T1DM prevalansı (1.26/1000), devlet okullarına (0.45/1000) göre yüksek idi. Sonuç: Türkiye’nin GDAB’de, Diyarbakır’da 6-18 yaş okul çocuklarında T1DM prevalansı 0.42/103 olarak saptandı. Bu oran daha önce bölgemizden bildirdiğimiz insidans verileri ile uyumlu olup, ülkemizin orta Anadolu bölgesi illerinden Ankara’dan 1993 yılında bildirilen prevalansa göre yüksek, batı illerimizden İstanbul’dan 2009’da bildirilenden ise düşük bulunmuştur. Bu bulgular, Türkiye’de bölgeler arası ve batı ile doğu arasında T1DM görülme sıklığındaki değişkenliği göstermektedir. Keywords { epidemiyoloji, çocuk, tip 1 diyabet mellitus, prevalans } UPEK 2012 Sayfa 130 Bildiri No: P-5 Kategorisi: Diyabet NEONATAL DİYABETLİ BİR OLGUDA PANKREAS AGENEZİSİ VE KONJENİTAL KALP HASTALIĞI: GATA6 GENİNDE YENİ BİR MUTASYON *Gönül Çatlı,*Ayhan Abacı,*Ayça Altıncık,*Ahmet Anık,*Ece Böber *Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Pankreas agenezisine ikincil gelişen kalıcı neonatal diyabet çok nadir görülmektedir. PDX1, PTF1A, HNF-1b, EIF2AK3, RFX6 ve GATA6 gen mutasyonlarının pankreas agenezisine yol açtığı gösterilmiştir. Bu olgu raporunda konjenital kalp hastalığı ve pankreas agenezisine bağlı neonatal diyabet tanısı alan ve GATA6 geninde yeni mutasyon saptanan bir olgu sunulmuştur. Kırk günlük erkek hasta ateş, beslenememe, sarılık ve kan şekeri yüksekliği şikayetleriyle getirildi. Özgeçmişinden 37. gestasyonel haftada 2000 gr ağırlığında doğduğu, 2 günlük iken hiperglisemi, anemi ve hipoalbuminemisinin saptandığı öğrenildi. Fizik muayenesinde; vücut ağırlığı 2400 gr (2.42 SDS), boyu 48 cm (-1.87 SDS) ve baş çevresi 48 cm (-1.13 SDS), nabız:158/dk, rektal ateş: 38.9°C olan hastada huzursuzluk, uykuya meyil, orta derecede dehidratasyon, ciltte solukluk ve skleralarda ikter saptandı. sol ikinci interkostal aralıkta 2/6 sistolik üfürüm saptandı. Laboratuvar incelemesinde venöz glukoz 396 mg/dL, idrar analizinde glukoz (+), keton (-), kan gazı normal idi. Serum C-peptid düzeyi <0.1 ng/mL (N: 1.1-4), HbA1c % 6.4 (N: % 4.8-5.9) olan hastanın diyabet otoantikorları (GAD ve IA2) negatifti. Direkt hiperbilirubinemi ve hipoalbuminemisi olan hastanın transaminaz düzeyleri normal idi. Karın ultrasonografisinde karaciğer ve safra yolları normal olarak izlendi, pankreas izlenmedi. Ekzokrin pankreas yetersizliğinin klinik bulguları olmayan hastaya pankreatik enzim tedavisi verilmedi. Karaciğer hastalığının nedeni ayrıntılı incelemelere rağmen tespit edilemedi ve destek tedavisiyle kendiliğinden geriledi. Ekokardiyografide ASD, hafif PS ve PDA saptandı. Moleküler genetik analiz sonucunda GATA6 geninin 4. ekzonunda yeni bir heterozigot missense mutasyon (p.N466S) saptandı. Sonuç olarak, konjenital kalp hastalığı ve pankreas agenezisine bağlı neonatal diyabeti olan olgularda GATA6 gen mutasyonu araştırılmalıdır. GATA6 mutasyonuna bağlı neonatal diyabet olgularında daha önce bildirilmemiş olmakla birlikte geçici kolestazın eşlik edebileceği akılda tutulmalıdır. Keywords { pankreas agenezisi, GATA6, neonatal diyabet } UPEK 2012 Sayfa 131 Bildiri No: P-6 Kategorisi: Diyabet YENİ TANIMLANAN INS GEN MUTASYONUNA BAĞLI KALICI BİR NEONATAL DİYABET OLGUSU *Gönül Çatlı,*Ayhan Abacı,*Ahmet Anık,*Ece Böber *Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Preproinsulin (INS) gen mutasyonları kalıcı neonatal diyabetin en sık ikinci nedenidir. Bu olgu raporunda, INS geninde yeni bir heterozigot missense mutasyon (p.L30Q ) saptanan neonatal diyabet olgusu sunulmaktadır. Dört aylık kız hasta iştah artışı, poliüri, kilo alımında yetersizlik ve huzursuzluk şikayetleri ile getirildi. Özgeçmiş ve soygeçmişinden, miyadında, 3100 gr ağırlığında, C/S ile doğduğu, akraba evliliği ve diyabet öyküsü olmadığı öğrenildi. Fizik muayenesinde, orta derecede dehidratasyon ve taşikardi dışında patolojik bulgu saptanmadı. Laboratuvar incelemesinde; venöz glukoz 657 mg/dL, idrarda glukozüri ve ketonüri saptandı. Kan gazı normaldi. Serum C-peptid düzeyi 0.41 ng/mL (N: 0.9-7), HbA1c %12.8 ve diyabet otoantikorları negatif olarak saptandı. Neonatal diyabet tanısıyla hastaya günde dört doz cilt altı NPH insulin (0.3 U/kg/g) tedavisi başlandı. Diyabete yönelik yapılan moleküler genetik analizinde, INS geninin 2. ekzonunda yeni bir heterozigot mutasyon (p.L30Q) saptandı. Bu mutasyonun, hastaya (proband) diyabetik olmayan annesinden kalıtıldığı tespit edildi. Annede mutasyon, lökosit DNA’sının yaklaşık %20’sinde mevcuttu ve bu durum somatik mozaisizm ihtimali olarak yorumlandı. Hastanın anneanne ve dedesinde p.L30Q mutasyonu negatif saptandı. Hastanın annesinin HbA1c düzeyi normaldi (%5.6), buna karşın oral glukoz tolerans testi bozulmuş açlık glukozu ile uyumluydu (açlık ve 2. saat glukoz değerleri sırasıyla 106 mg/dL ve 96 mg/dL). Bu olguyu sunmaktaki amacımız, kalıcı neonatal diyabete yol açan yeni bir INS gen mutasyonunu (p.L30Q) bildirmek ve ebeveynlerde INS genindeki somatik mozaisizmin (düşük oranlarda saptandığında) her zaman diyabete yol açmayabileceğini vurgulamaktı. Keywords { INS gen mutasyonu, neonatal diyabet } UPEK 2012 Sayfa 132 Bildiri No: P-7 Kategorisi: Diyabet DİYABETİK KETOASİDOZLU ÇOCUKLARDA ARTMIŞ İSKEMİ MODİFİYE ALBUMİN DÜZEYLERİ *Mehmet Emre Atabek,**Nazife Alptekin,*Beray Selver Eklioğlu,***Sevil Kurban *Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji ve Diyabet Bilim Dalı, **Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı,***Biyokimya Ana Bilim Dalı Giriş ve amaç: Diyabetik ketoasidozlu (DKA) çocuklarda miyonekrozun bir göstergesi olarak bilinen Troponin I, daha önceki çalışmamızda artmış olarak bulunmuştu. Bu çalışmanın amacı, DKA’lı çocuklarda miyokard iskemisi tanısı için hassas bir gösterge olan iskemi-modifiye albumin (IMA) düzeylerini belirlemektir. Yöntem: Çalışmaya alınan DKA kliniği olan 33 diyabetik çocuğun (13 erkek, 20 kız) yaş ortalaması 7.92 ± 4.55 yıl idi. Kontrol grubu olarak alınan 33 sağlıklı çocuğun yaş ortalaması (10 erkek ve 23 kadın ) 8.62 ± 4.70 yıl idi. IMA düzeyleri başvuru anında her iki grupta ve DKA’lı hastalarda 24 saat sonra ölçülerek kontrol grubu ile karşılaştırıldı. Sonuçlar: Diyabetik ketoasidozlu çocuklarda IMA değeri başvuru anında (0.780±0.198 ; 0.425± 0.076; p<0.001) ve 24 saat sonra (0.485±0.159 vs 0.425 ± 0.076; p=0.01) kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksekti. DKA’lı çocuklarda başvuru anındaki ve 24. saatteki IMA değerleri de anlamlı olarak farklı idi (0.780±0.198; 0.485±0.159; p=0.04). IMA düzeyleri kan pH ile negatif korele olsa da istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı Tartışma: IMA düzeyleri DKA ile başvuran çocuklarda yüksek olarak bulundu. Bu bulgular IMA’nın diyabetik ketoasidozda miyokardiyal iskemi belirteci olabileceğini düşündürmektedir. Keywords { çocuk, diyabetik ketoasidozis, İskemi modifiye albumin, miyokardiyal iskemi } UPEK 2012 Sayfa 133 Bildiri No: P-8 Kategorisi: Diyabet TİP 1 DİYABETLİ ÇOCUK VE ADÖLESANLARDA EPİDEMİYOLOJİK VE KLİNİK ÖZELLİKLERİN 40 YIL İÇİNDEKİ DEĞİŞİMİ *Didem Ardıçlı,**Nurgün Kandemir,**Ayfer Alikaşifoğlu,**Z. Alev Özön,**E. Nazlı Gönç *Hacettepe Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları,**Çocuk Endokrinoloji Giriş ve amaç: Bu çalışmada 1990-2010 yılları arasında tip 1 diyabet tanısı alan çocuk ve adölesanlarda epidemiyolojik ve klinik özellikler incelendi. Verilerin 1969-1991 yılları arasında daha önce bildirilmiş olan tip 1 diyabetli olguların bulguları ile karşılaştırılması amaçlandı. Böylelikle 40 yıllık süreç içinde tip 1 diyabet epidemiyolojisi ve klinik özelliklerindeki değişimlerin ortaya konması planlandı. Bulgular: 1990-2010 yıllarında takip edilen toplam 354 tip 1 diyabetli olgu yaş, cinsiyet, ailede diyabet öyküsü, başvuru yakınması, tanı anındaki mevsim, enfeksiyon varlığı, laboratuvar bulguları, açısından incelendi ve 1990-2000 arasındakiler Grup 1, 2000-2010 arasındakiler Grup 2 olarak belirlendi. Grup 1 ve Grup 2’nin karşılaştırılmasında ortalama tanı yaşı, cinsiyet, ailede diyabet öyküsü, tanı anındaki mevsim, enfeksiyon varlığı ve ketoasidoz sıklığı açısından fark yoktu. 19691991 yılları arasındaki epidemiyolojik değerlendirme sonuçları ile karşılaştırıldığında, ortalama tanı yaşının 2 yıl erkene geldiği (9.5 yaşa karşın 7.7 yaş) diğer epidemiyolojik özellikler açısından bir farklılık olmadığı görüldü. Son 20 yıllık süreçte tanı sırasında ketoasidoz ile başvurma oranı % 51 olarak değişiklik göstermeden devam etti. Sonuç: Tip 1 diyabetin 40 yıl içindeki epidemiyolojik özellikleri incelendiğinde son 20 yılda tanı yaşının ortalama 2 yaş erkene geldiği, en sık tanı konulan mevsimlerin kış ve sonbahar olarak devam ettiği görüldü. Başvuruda ketoasidoz sıklığında azalma olmadığı saptandı. Keywords { Tip 1 diyabet, epidemiyoloji } UPEK 2012 Sayfa 134 Bildiri No: P-9 Kategorisi: Diyabet TİP 1 DİABETES MELLİTUS VE SKLERODERMA MORFEA BİRLİKTELİĞİ *Özlem Engiz,**Semra İçöz,**Yıldız Bilge Dallar *Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinolojisi,**Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları GİRİŞ: Morfea (lokalize skleroderma) çocukluk çağında sistemik skleroderma tipinden 10 kat daha sık görülmektedir. Skleroderma morfea Haşimato tiroiditi, romatoid artrit, diabetes mellitus ve Çölyak hastalığı gibi birçok otoimmün hastalıkla birlikte görülebilir. Literatürde 11 yaşında morfea, tip 1 diabetes mellitus ve Çölyak hastalığı birlikteliği olan sadece bir olgu bildirilmiştir. Burada morfea ile uyumlu lezyonları bulunan ve izlemde tip 1 diabetes mellitus saptanan bir olgu sunulacaktır. OLGU SUNUMU: 13 yaşında erkek hasta son bir aydır çok su içme, ağız kuruluğu yakınmaları ile başvurdu. Özgeçmişinde 4 yıldır skleroderma morfea tanısı ile izlendiği, Anti-ds-DNA, ENA SCL 70, ENA jo-1 antikorlarının negatif bulunduğu, 1 yıl steroid, 1 yıl metotreksat tedavileri kullandığı, son 1 yıldır tedavisiz izlendiği öğrenildi. Fizik muayenesinde vücut ağırlığı:40 kg (10-25 persentil), boy:153 cm (50-75 persentil), karın cildi, sağ göğüste ve sağ bacakta sklerotik morfea tipi plaklar vardı, diğer sistem bulguları doğaldı. Laboratuvar bulgularında kan şekeri: 482 mg/dl , pH: 7.36 HCO3: 21.3 mmol/L , idrar glukoz: (3+) , idrar ketonu: (3+), HbA1c: %14, C peptid: 0.014 nmol/L (0.28-2), anti islet cell: 5.47 U/ML(N:<1), anti GAD: 4.9 U/L (N:<1), tiroid otoantikorları (-), Çölyak antikorları (-) idi. SONUÇ: Morfea sklerodermanın bir tipidir ve çocukluk çağında nadir görülür. Morfealı çocukların izleminde tip 1 diabetes mellitus ve Çölyak hastalığı ortaya çıkabileceğinden hastalar yakın izlenmelidir. Keywords { morfea , Tip 1 Diabetes Mellitus, Çölyak hastalığı } UPEK 2012 Sayfa 135 Bildiri No: P-10 Kategorisi: Diyabet RABSON MENDENHALL SENDROMLU BİR HASTADA DİYABETİK KETOASİDOZ YÖNETİMİ *İlker Tolga Özgen,*Yaşar Cesur,**Demet Demirkol,***Hakan Gedik *Bezm-i Alem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi,**Çocuk Yoğun Bakım,***Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Giriş: Rabson Mendenhall sendromu insülin reseptöründeki değişik mutasyonlara bağlı olarak gelişen ağır insülin direnci, akantozis nigrikans, hirşutizm, klitoral hipertrofi, ağır büyüme geriliği, diş ve tırnak bozuklukları ile birlikte giden bir hastalık tablosudur. Hastalığın prognozu oldukça kötü olup büyük bir kısmı adölesans dönemine kadar ancak yaşayabilmektedirler. Olgu: Yaklaşık 3 yaşında iken Rabson Mendenhall sendromu tanısı almış olan hasta 9 yıl 4 aylık iken ciddi ketoasidoz tablosunda başka bir merkezin acil servisine başvurmuş. Dış merkezde hastaya klasik DKA tedavisi başlanmış ve insülin infüzyon hızının iki katına çıkılmış olmasına karşın beyin ödemi bulgularının gelişmesi, asidoz ve hiperglisemisinin dirençli olması üzerine yoğun bakım ünitemize sevk edilmişti. Merkezimizdeki ilk muayenesinde şuuru kapalı, Kussmaul solunumu mevcuttu. Ayrıca Rabson Mendenhall sendromunun tipik deri ve tırnak bulguları vardı. Kan şekeri 654 mg/dl olarak saptandı ve dış merkezde bakılan değere göre düşme eğiliminde olduğundan 0.2 U/kg saat hızında insulin infüzyonuna devam edildi. Kan gazında pH: 6.94 idi, başlanmış bikarbonat tedavisi kesildi. Beyin ödemi tablosunda olduğundan defisit 72 saatte düzeltilecek şekilde ayarlandı ve ilk gün 6x4 ml/kg dozunda hipertonik salin uygulandı. Takibinde insülin dozları 0.5 U/kg/saate kadar çıkıldı. Tedavinin üçüncü gününde ise DKA tablosu tamamen geriledi. Son kontrolünde 33 U/kg/gün dozunda insülin kullanmasına karşın HbA1c düzeyi %12.9 olarak saptandı. Hastaya mecasermin (IGF-1) tedavisi başlanması planlandı. Sonuç: Rabson Mendenhall sendromuna bağlı gelişen DKA olguları daha yüksek miktarda insülin infüzyonlarına ihtiyaç duyulmaktadır. DKA tedavisi hastaya özgü olmalı ve daha önce başlanmışsa, kullandığı insülin dozları dikkate alınarak tedavi planlanmalıdır. UPEK 2012 Sayfa 136 Bildiri No: P-11 Kategorisi: Diyabet TİP 1 DİYABETES MELLİTUSLU ÇOCUK VE ERGENLERDE KARBONHİDRAT SAYIMININ METABOLİK KONTROLE ETKİSİ *Damla Gökşen,*Samim Özen,**Yasemin Atik Aktınok,**Günay Demir,*Şükran Darcan *Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi,**Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları GİRİŞ: Daha esnek bir beslenme modeli olan karbonhidrat sayımı Tip 1 Diyabetes Mellituslu (T1DM) çocuk ve ergenlerde son yıllarda daha çok tercih edilmeye başlanmıştır. AMAÇ: Bu çalışma T1DM’li çocuk ve ergenlerde karbonhidrat sayımı yönteminin, antropometrik ölçümler ve metabolik kontrol üzerine olan etkisini araştırmak için yapılmıştır. GEREÇ-YÖNTEM: Prospektif, randomize, kontrollü çalışmaya en az iki yıldır düzenli olarak izlenen, yaşları 7-18 yıl arası değişen karbonhidrat sayımı öğretilen 52, kontrol grubu olarak ise 32 T1DM’li çocuk ve ergen dahil edildi. Çalışma grubuna karbonhidrat sayımı eğitim verildi, kontrol grubunun ise beslenme eğitimleri tekrarlandı. Olguların başlangıçta ve 3 aylık aralar ile antropometrik ölçümleri, günlük toplam insülin ihtiyaçları(ü/kg/gün), hemoglobin A1c (HbA1c), 1 yıl ara ile serum lipid düzeyleri değerlendirildi. BULGULAR: Çalışma ve kontrol grubu arasında çalışma başlangıcındaki yaş, cinsiyet, diyabet süresi, puberte evresi, son 1 yıl HbA1c ortalamaları günlük toplam insülin dozu (ü/kg/gün), vücut kitle indeksleri (VKİ),VKİ SDS ve serum lipid değerlerinde istatistiksel anlamlı fark saptanmadı (p>0.05). Çalışma grubunda; başlangıçtaki son 1 yıl HbA1c ortalaması %8.10 ± 1.00 iken 1. yıl: %7.58 ± 0.97, 2.yıl: %7.87 ± 1.38 saptandı(p=0.024). Kontrol grubunda ise başlangıçtaki son 1 yıl HbA1c ortalaması %8.43 ± 1.52 iken 1. yıl: %8.01 ± 1.20, 2.yıl: %8.76 ± 1.77 idi (p=0.213). Çalışma grubunda HDL değerleri ilk ve 2.yılda kontrol grubuna göre anlamlı yüksek bulundu (p= 0.02 ve p=0.043). SONUÇ: T1DMli çocuk ve ergenlerde esnek bir beslenme modeli olan karbonhidrat sayımı ile VKİ ve insülin ihtiyacında artış olmadan daha iyi bir metabolik kontrol sağlanabilmektedir. Ayrıca T1DM li olgularda bu beslenme modeli sonucu HDL düzeylerindeki artış kardivasküler hastalık riskini azaltabilir. Keywords { Tip 1 diyabetes mellitus, Karbonhidrat sayımı, Metabolik kontrol } UPEK 2012 Sayfa 137 Tablo I. Hastaların çalışma başlangıcındaki demografik, klinik ve laboratuvar özellikleri Kontrol Grup (n) Cinsiyet (n,%) Kız Erkek Yaş (Ort.±SD) Diyabet Süresi (yıl),(Ort.±SD) Puberte evre (n,%) Evre 1 Evre 2 Evre 3 Evre 4 Evre 5 2 VKİ (kg/m ), (Ort.±SD) VKİ SDS(Ort.±SD) Son 1 Yıl Ortalama A1c (%) ,(Ort.±SD) İnsülin Dozu (U/kg/g), (Ort.±SD) TG (mg/dl) (Ort.±SD) TK (mg/dl) (Ort.±SD) HDL (mg/dl/dl) (Ort.±SD) LDL (mg/dl/) (Ort.±SD) 32 15 (46.9) 17 (53.1) 17.09±5.01 8.97±4.42 9 (28.1) 2 (6.3) 1 (3.1) 2 (6.3) 18 (56.3) 20.89±3.31 0.15±1.24 8.43±1.52 0.96±0.36 92.09±61.36 156.25±38.94 60.06±26.14 83.39±21.18 Karbohidrat Sayımı 52 29 (55.8) 23 (44.2) 16.44±4.59 8.08±3.91 17 (32.7) 5 (9.6) 4 (7.7) 9 (17.3) 17 (32.7) 19.61±3.22 -0.23.±1.11 8.10±1.00 0.92±0.29 75.69±49.33 167.12±35.81 63.19±21.98 84.02±26.01 UPEK 2012 p 0.428 0.545 0.379 0.248 0.084 0.151 0.267 0.645 0.182 0.233 0.104 0.909 Sayfa 138 Tablo II . Hastaların başlangıç ve izlem insülin dozu, BMI, BMI SDS, serum lipid değerleri sonuçları. Başlangıç Birinci Yıl İkinci Yıl Zama Gruplar Grupla n Arasınd r Arası Ort. ± SD Ort. ± SD Ort. ± SD Etkisi a Fark İnsülin Dozu,( Kontrol 0.96± 0.36 1.03± 0.34 1.02± 0.31 0.009 0.920 0.643 ü/kg/g) Grubu Karbonhidr 0.92± 0.29 0.99± 0.29 1.01± 0.28 at Sayanlar Kontrol Grubu Karbonhidr 20.89± 3.31 21.63± 3.66 19.61± 3.22 20.26± 3.51 21.80± 3.68 <0.00 1 20.81± 3.38 at Sayanlar Kontrol Grubu Karbonhidr 0.15± 1.24 0.30± 1.22 0.37± 1.27 -0.23± 1.11 0.04± 0.96 0.23± 1.02 TG (mg/dl) at Sayanlar Kontrol Grubu Karbonhidr 92.09± 61.36 77.78± 85.91± 63.06 72.74± TK (mg/dl) at Sayanlar Kontrol Grubu Karbonhidr 49.11 156.25± 38.94 167.62± HDL (mg/dl) at Sayanlar Kontrol Grubu Karbonhidr LDL (mg/dl) at Sayanlar Kontrol Grubu Karbonhidr VKİ, (kg/m2) VKİ SDS 0.503 0.108 <0.00 1 0.199 0.282 90.19± 78.08 71.22± 0.621 0.876 0.171 61.81 163.81± 40.40 167.36± 39.35 160.22± 44.69 167.44± 0.612 0.574 0.359 35.85 60.06± 26.14 63.34± 39.39 52.41± 11.58 61.78± 44.39 52.34± 15.24 59.50± 0.031 0.326 0.047 22.36 83.39± 21.18 83.64± 14.37 93.84± 26.44 84.32± 14.92 101.61± 27.01 98.90± <0.00 1 0.268 0.412 Sayanlar 22.54 Veriler ortalama ±SDatolarak verilmiştir26.45 VKİ: vücut kitle indeksi, SDS:31.40 Standart deviasyon skoru, TG: trigliserid,TK: total kolesterol, HDL: high density lipoprotein, LDL: low density lipoprotein Tablo 3. Çalışma gruplarındaki A1c değişimleri Grup (n) Çalışma öncesi son 1 yıl ortalama HbA1c Çalışma 1.yıl ortalama HbA1c (%) Çalışma 2.yıl ortalama HbA1c (%) P Kontrol Çalışma Grubu p 32 8.43±1.52 8.01±1.20 8.76±1.77 0.213 52 8.10±1.00** 7.58±0.97* 7.87±1.38** 0.024 0.267 0.118 0.010 Veriler Ortalama ±SD olarak verilmiştir. *p=0.08 Karbonhidrat sayan grupta çalışma öncesi son 1 yıl ortalama HbA1c ile çalışma 1.yılı HbA1c arasında **p>0.05 Karbonhidrat sayan grupta çalışma öncesi son 1 yıl ortalama HbA1c, çalışma 2.yıl ortalama A1c ve çalışma 1.yıl ve 2.yıl ortalama HbA1c arasında UPEK 2012 Sayfa 139 Bildiri No: P-12 Kategorisi: Diyabet TİP I DİYABETES MELLİTUSLU ÇOCUKLARDA SERUM ASİMETRİK DİMETİL ARJİNİN (ADMA) DÜZEYİ İLE ERKEN ENDOTEL DİSFONKSİYONU ARASINDAKİ İLİŞKİNİN ARAŞTIRILMASI *Şehribanu Işık,**Ayşe Derya Buluş,**Nesibe Andıran,***Zeynep Giniş *Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi Pediatri,Keçiören **Çocuk Endokrinoloji,***Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim Araştırma Hastanesi Biyokimya GİRİŞ VE AMAÇ: ‘Endojen anti-aterosklerotik molekül' olarak bilinen nitrik oksit, major endotel kaynaklı vazoaktif mediatörüdür.Asimetrik dimetilarginin(ADMA), esas olarak endojen nitrik oksit sentaz inhibitörüdür.Dolayısıyla ADMA’nın endotel disfonksiyonu ile ilgili anahtar rol oynayan moleküldür.‘Bu çalışmada p1 diabetli vaskülopasi olmayan hasta grubunda ADMA düzeyi ar şı ile endotel disfonksiyonu ilişkisini gösterme amaçlanmıştır. Bu çalışmaya hastanemiz Çocuk Endokrinoloji polikliniğinde takip edilen Tip I Diabetes Mellituslu 39 hasta ve 31 sağlıklı kontrol alınmıştır. Hastaların antropometrik ölçümleri not edilip,biyokimya parametreleri ve ADMA, homosistein, folat değerleri alınmıştır. Kardiyovasküler hastalık, nefropati, retinopati ya da nöropati semptom ya da bulgusu saptanan hastalar; eşlik eden otoimmün hastalığı olanlar; kronik hastalığı olanlar çalışmadan çıkarılmıştır. BULGULAR: Tip1 DM’li hastaların 21’i erkek(%53,8),18’i kız(%46,2) kontrol grubunun ise 16’sı(%51,6)erkek,15’i(%48,4) kızdı.Hastaların hepsi pubertaldi. Tip 1 DM’li hastaların yaş ortalaması 12,25±2,5 yıl, kontrol grubunun yaş ortalaması ise12,5±2,6 yıldı. T1DM hastaların VKİ:19,7±3,3 kg/m2 iken kontrol grubunun 19,6±2,1 kg/m2 idi. Gruplar arasında yaş,cinsiyet ve VKİ arasında anlamlı fark yoktu. Tip1 diabetli çocukların ADMA düzeyleri, kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek saptandı, sırasıyla 0,7±0,4,0,6±0,1µmol/L (p=0,004). Hasta ve kontrol grubu arasında folat ve homosistein ortalamaları açısından anlamlı bir farklılık görülmedi(p=0,368).(Tablo 1) Diabet süresi açısından bakıldığında;6 ay-2yıl 11 ay Tip1DM olan grup (1. Grup) ile 3yıl ve daha uzun sureli Tip1 DM olan grup (2. Grup) arasında ADMA düzeyleri 2.grupda istatistiksel olarak anlamlı yüksek saptandı (sırasıyla; 0,6±0,1,0,9±0,6) (p=0,029). Hastalar ortalama HbA1c düzeylerine göre Grup 1,2,3 olarak gruplandırıldıklarında (ort HbA1c %6-7,9:grup 1; % 8-9,9:grup 2 ve % 10 ve üzeri olanlar grup 3)ADMA düzeyi 3.grupta istatistiksel olarak anlamlı olmamakla birlikte belirgin yüksek saptandı(p=0,057).(Tablo 2) Tip1DM,Tip2DM ve gestasyonel diabette ADMA düzeyinin arttığı bilinmektedir. Fakat daha önceki çalışmalarda diabetli hastalarda ADMA düzeyinin daha çok mikrovasküler komplikasyonlarla birlikte arttığı gösterilmiştir.Tip1DM’Li çocuklarda klinik vaskülopa gelişmeden ADMA düzeyinin artmış olması erken vasküler hasar gelişimi için bir göstergedir.Böyle bir ilişkinin ortaya konması ADMA ölçümünün p1 diabette vasküler hasarın bir bir ön belirteci olarak takipte kullanılmasını ve vasküler komplikasyonların önlenmesini sağlayabilir Keywords { ADMA, diyabet } UPEK 2012 Sayfa 140 Tablo 1: Tip1 DM ve sağlıklı kontrol grubunun karşılaştırılması Tip 1 DM Kontrol p ADMA (µmol/L) 0,7±0,4 0,6±0,1 0,004 Homosistein (mg/dl) 9,2±3,1 9,8±2,5 0,368 Folat (ng/ml) 9,2±3,3 9,8±4 0,887 Tablo2: HbA1c ile ADMA ilişkisi HbA1C Grup 1 ADMA(µmol/L 0,6±0,1 n=10 0,7±0,2 n=20 1,0±0,7 n=9 (%6-7,9) Grup 2 (%8-9,9) Grup 3 (>%10) UPEK 2012 Sayfa 141 Bildiri No: P-13 Kategorisi: Diyabet ESNEK İNSÜLİN TEDAVİSİ ALAN TİP 1A DİYABETES MELLİTUSLU ÇOCUK VE ADOLESANLARDA 2 YILLIK İZLEM SONUÇLARI: KALİTE GÖSTERGEÇLERİNİN BELİRLENMESİ *Pelin Çelik,*Merih Berberoğlu,*Zeynep Şıklar,*Gönül Öçal *Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji Amaç: Esnek insülin tedavisi alan hastalarda 2 yıllık izlem sonuçlarının değerlendirilmesi ve ortalama HbA1c’si ≤%7,5 ve >%7,5 olan 2 grubun karşılaştırılarak, iyi izlem kriterlerinin belirlenmesidir. Gereç ve Yöntem: Tip 1a diyabet tanısı alan ve en az 2 yıl süreyle esnek insülin tedavisi kullanan 39 olgunun dosyaları incelendi. Ortalama HbA1c düzeyleri >%7,5 olan olgular Grup 1 (kötü kontrol grubu), ≤ %7,5 olan olgular Grup 2 (iyi kontrol grubu) olarak tanımlandı, gruplar esnek insülin tedavisinin başlangıcında, izlemde 1. ve 2. yılında karşılaştırıldı. Bulgular: Başlangıçta sadece 3 hastada iyi kontrol özellikleri var iken; esnek insülin tedavisinin 1. yılı sonunda hem Grup 1, hem de Grup 2’ de HbA1c düzeyinde bariz bir düşme saptandı. İki yıllık izlemlerinde Grup 2’ nin tedavinin 2. yılında da iyi kontrollerini büyük oranda sürdürdükleri, ancak Grup 1‘de HbA1c düzeyinin arttığı saptandı. Tedavinin 1. yılında olguların %53,8’ inde HbA1c düzeyleri hedef değer olan %7,5 in altında iken, 2. yılında ise olguların sadece %33’ünde HbA1c düzeyleri hedef değerin altındaydı. Grup 2’deki olgular, Grup 1’e göre daha büyük yaşta tanı alan, başlangıç HbA1c düzeyleri daha yüksek ve çoğu (%75’i) esnek insülin tedavi rejimi tanıda başlanan hastalardı. Bu olguların boya göre tartı yüzdeleri (%VKİ) 1. yılda başlangıca göre anlamlı artış göstermekle beraber idealdi. Esnek tedavi başlangıcında, her 2 grubun yaşları ve puberte evreleri benzerken; 2 yıllık izlem sonunda Grup 2’deki olguların pubertelerinin daha ileri evrede olduğu görüldü. Grup 1’ deki olguların ortalama insülin dozu izlem boyunca artarken Grup 2’ deki olgularda izlemin 1. yılında azaldığı, 2. yılında ise arttığı görüldü. Sonuç: İyi kontrolü sürdüren olguların etkili karbonhidrat sayımı yapabilen, beslenme uyumu daha iyi olan, sağlıklı yaşam tarzını benimsemiş, pubertal yaşta, daha büyük olgular olduğu görüldü. Esnek insülin tedavisinin %VKİ’inde artış yapmadan glisemik kontrolü düzelttiği, HbA1c’yi %7,5’in altına düşürdüğü saptandı. Keywords { Tip 1 diyabet, Esnek İnsülin tedavisi } UPEK 2012 Sayfa 142 Bildiri No: P-14 Kategorisi: Diyabet TİP 2 DİYABETLİ OLGULARDA BAŞVURU ANINDA KLİNİK VE LABORATUAR BULGULARI *Fatma Demirel,*İhsan Esen,*Özlem Kara,*Derya Tepe,*Meltem Tayfun *Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji EAH Çocuk Endokrinoloji Kliniği Amaç ve Yöntem: Tüm dünyada çocukluk çağında tip 2 diyabet (T2DM) sıklığı, obezite sıklığındaki artışa paralel bir artış göstermektedir. Ülkemizde ise çocuk endokrin merkezlerinde T2DM tanısı ile izlenen hastaların sayısı ve diğer diyabetli olgulara oranı henüz tam olarak bilinmemektedir. Bu çalışmada 2011-2012 yılları arasında kliniğimizde T2DM tanısı alan hastalarımızın tüm diyabetli olgular içindeki sıklığı ve tanı anındaki klinik ve laboratuar bulguları geriye dönük olarak araştırılmıştır. Bulgular: İki yıl içinde kliniğimizde izlenen tüm diyabetli olguların sayısı 106 olup bunlardan 15’i (%14.1) T2DM tanısı aldı. Olguların yaş ortancası 13 yaş olup (9 kız, 6 erkek), tümü pubertede idi. Tüm olgular obez olup, ortalama vücut kitle indeksleri 30.1±3.73 kg/boy2 olarak bulundu. Tümünde akantozis nigrikans ve hepatosteatoz saptandı. Başvuruda ortalama kan şekeri 301.0±62.1 mg/dL, cpeptid: 3.9±2.1 ng/mL, HbA1c: %10.2±3.2 olarak bulundu. Olguların hiç birisinde diyabet otoantikor pozitifliği saptanmadı. Tanı anında 9 olguda hiperlipidemi, 4 olguda hipertansiyon mevcut idi. Bir olgu ağır ketoasidoz iki olgu diyabetik ketozis tablosunda başvurdu, bu üç olguda intravenöz sıvı ve insülin tedavisine gereksinim duyuldu. Sonuç: Diyabetli olgularımız içinde T2DM sıklığı %14 olarak bulunmuştur. Bu olguların tanı anında en önemli ayırt edici özellikleri; obezite ve akantozis nigrikans varlığı, yüksek c-peptid düzeyleri ve diyabet otoantikorlarının negatif olmasıdır. Olguların bir kısmı ketoasidoz tablosunda gelebilmekte ve başlangıçta sıvı ve intravenöz insülin tedavisine ihtiyaç duyulabilmektedir. Keywords { HbA1c, c-peptid, obezite, akantozis nigrikans, tip 2 diyabet } UPEK 2012 Sayfa 143 Bildiri No: P-15 Kategorisi: Diyabet TİP 1 DİYABETES MELLİTUSLU ÇOCUKLARIN EPİDEMİYOLOJİK ÖZELLİKLERİ: *Hilal Aydın,**Elif Yağlı Çolakoğlu,**Nesibe Andıran,**Ayşe Derya Buluş *Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi Pediatri,**Çocuk Endokrinoloji GİRİŞ : Tip Idiyabetes mellitus(DM)genetik yatkınlık zemininde değişik çevresel etmenlerin katkısı ile gelişen multifaktöriyel bir hastalıktır.Çocukluk çağı TipIDM insidansının ve zirve tanı yaşının ülkeler ve ülke içindeki bölgeler arasında oldukça değişkenlik gösterdiği bilinmektedir. Çalışmada hastanemiz Çocuk Endokrinoloji kliniğinde TipIDM tanısı ile izlenen hastaların epidemiyolojik özellikleri incelenmiştir YÖNTEM VE BULGULAR: Çalışmada takipli 80 hastadan ulaşılabilen 60 hasta değerlendirildi.Her hasta ailesinden ayrıntılı bir anket formu doldurması istendi.Hastaların yaş,cinsiyet,doğum ağırlığı,VKİ,tanı anındaki klinik semptom ve bulguları ve süreleri, kan tetkik incelemeleri kaydedildi. Hastaların 34’ü(%56) erkek,26’sı kız(%44)olup cinsiyet açısından farklılık yoktu.Yaş ortalaması 13,12 ± 3,89 yıl(2,618,8)idi.Hastaların ortalama diyabet süreleri)2,58 ± 2,87 yıl(2 ay-13,50 yıl)idi.Son bir yıllık ortalama HbA1c ortalaması %9,1±1,47(%7-%13,5) idi. Anne baba arasında akrabalık 18(%30) hastada vardı.Birinci derece akrabalarında Tip1 DM öyküsü 6 (%10) hastada,Tip2 DM öyküsü 23 hastada(%38) alındı.10(%16 ) hasta C/S ile, 49(84%) hasta NSVY ile doğmuş.Dördünde(%6,7) düşük doğum ağırlığı, yedisinde (%11,2) yüksek doğum ağırlığı vardı.Annelerin doğum yaşı ortalaması 27,76± 6,43 (19-50) yıldı.Doğum sırasında altı annenin ≥35 yaş,altı annenin ise ≤20 yaş olduğu saptandı. 7 hasta(%11)bebeklik döneminde hiç D vitamini almamıştı.Anne sütü alma süresi ortalama 14 ay olup,inek sütü ile beslenmeye ortalama ikinci ayda başlanmıştı.5 hastanın(%8) kızamık enfeksiyonu,14 hastanın(%23) suçiçeği, 8 hastanında (%13) kabakulak geçirdiği öğrenildi. Hastaların ilk tanı sırasındaki özellikleri; yaş ortalaması10,5±4.5(0,45– 17,83) yıl olarak bulundu.En fazla kış ve ilkbahar aylarında tanı almışlardı.16(%26,7)hastada BMI<5p,9 hastada(%15)5-15p, 2 hasta (%3,3)>95p’deydi.Kan şekerleri ortalaması 449 ±123 mg/dl(235 mg/dl-800) idi. En sık görülen başvuru semptomu kilo kaybı-çok yemek yeme olup 18(%30,5) hastada mevcuttu 2.sık görülen semptom çok su içme -çok idrara çıkma şikayeti olup 14(%23,7) hastada mevcuttu.25 hastada (%42,4)hiperglisemi,18 hastada(%30,5)ketozis,16 hastada da(%27,1) ketoasidoz vardı.HbA1c değerleri ortalama %11,72±2,82(%7-18,5)idi.Semptomların başlaması ile tanı arasında geçen süre ortalama26,22±32,45(1-180)gündü.20(%33)hasta direkt hastanemize başvurarak tanı almış,27(%45) hasta ise başka merkezde tanı konularak hastanemize yönlendirilmiş,11(%18) hasta ise daha önce 2 farklı merkeze başvurmuş,diyabet tanısı alamamış,3.merkez olarak hastanemize başvurarak tanı almıştı. SONUÇ:İlk tanı Tip1DM’li hastaların en sık ilkbahar ve kış aylarında tanı aldığı,en sık görülen başvuru semptomların kilo kaybı ve çok yemek yeme olduğu, semptomların başlangıcı ile tanı konulması arasındaki sürenin ortalama yaklaşık bir ay olduğu bulunmuştur.Toplumdaki biliçlenmeye rağmen hala Tip1DM’li hastaların yaklaşık üçte biri ketozis(%30,5) ve üçte birinde ketoasidoz(%27,1) tablosu ile başvurduğu görülmüştür. Keywords { diyabet, epidemiyoloji } UPEK 2012 Sayfa 144 Bildiri No: P-16 Kategorisi: Diyabet TİP 1 DİYABETLİ ÇOCUKLARDA BENLİK SAYGISI VE PSİKOPATOLOJİ *Ayla Uzun,*Emine Çığıl Fettahoğlu,**Şeref Şimsek,*Esin Özatalay,***Erdem Durmaz,****İffet Bircan *Akdeniz üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi,****Çocuk Endokrinoloji,**Dicle Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi, ***Mersin devlet hastanesi Çocuk Endokrinoloji, Amaç: Bu araştırmada Tip 1 Diyabetes Mellitus’lu (DM) çocuklarda ruhsal sorunların değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya Tip 1 DM tanılı 8-12 yaş arasında 52 gönüllü çocuk ile bilinen bir tıbbi veya psikiyatrik hastalık öyküsü bulunmayan, yaş ve cinsiyet açısından hasta grubuyla eşleştirilmiş 54 sağlıklı çocuk dahil edildi. Çocuklara K-SADS-PL, Piers-Harris Çocuklarda Öz-Kavramı Ölçeği (PHÖKÖ), Rosenberg Benlik Saygısı Ölçeği (RBSÖ) ve sosyodemografik bilgi formu uygulandı. Anne- baba ve öğretmenlerinden çocukları için Güçler-Güçlükler Anketi’ni (GGA) doldurmaları istendi. Sonuç: DM’li çocukların ortalama yaşları 9.79 ±1.34 yıl, %55.8’i erkek (n= 29), hastalık süreleri 4,2 ±2,2 yıldı. Kontrol grubunun ise yaş ortalaması 9,69 ±1,35 yıl, ve %55,6’sı (n=30) erkekti. DM’li çocukların % 59.6’sında (n=31), sağlıklı çocukların %51.9’unda (n=28) en az 1 psikiyatrik bozukluğun olduğu saptandı (p>0.05). DM’li çocuklarda sadece anksiyete bozukluklarının sağlıklı yaşıtlarına göre daha sık olduğu görüldü (p<0.01) Sağlıklı çocuklarla diabetik çocuklar arasında PHÖKÖ ve RBSÖ puanları açısından farklılık bulunmadı (p>0.05). GGA’de DM’li çocukların anne ve öğretmenleri daha yüksek düzeyde akran sorunları olduğunu, babaları ise daha fazla oranda davranış ve akran sorunları olduğunu bildirmişlerdi (p<0.05). Ayrıca DM’li çocukların baba ve öğretmenleri sosyal davranış ve uyumlarının daha kötü olduğunu tanımlamışlardı (p<0.05). Psikiyatrik tanı alan DM’li çocukların HbA1C düzeyi psikiyatrik tanı almayanlara göre daha yüksek olduğu saptandı (p<0.05). Yorum: Bu çalışmada DM’li çocuklarda sağlıklı yaşıtlarına göre anksiyete bozukluklarının daha sık görüldüğü belirlenmiştir. Ayrıca psikiyatrik tanı alan DM’li çocuklarda glisemik kontrolün göstergesi kabul edilen HbA1C değerinin daha yüksek bulunmuştur. Bu iki bulgu birlikte ele alındığında Tip 1 DM’li çocuklarda ruhsal sorunların hastalığın tedavisini olumsuz etkileyebileceği ve uzun dönemde komplikasyonlara yol açabileceği öngörülebilir. Bu nedenle DM’li çocuklarda ruhsal sorunların taranması ve gerekli müdahalelerin uygulanması önerilir. Keywords { psikopatoloji, tip 1 diyabetes mellitus, anksiyete, benlik saygısı } UPEK 2012 Sayfa 145 Bildiri No: P-17 Kategorisi: Diyabet LİPOHİPERTROFİ SAPTANAN TİP 1 DİYABETLİ OLGULARDA LİPOHİPERTROFİ OLUŞUMUNU ETKİLEYEN FAKTÖRLERİN ANALİZİ VE HBA1C ÜZERİNE ETKİLERİ *Nurdan Yörük,*Ayla Güven,*Ayşe Nurcan Cebeci *Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji Giriş ve amaç: Lipohipertrofi insülin kullanımına bağlı olarak sık gelişen bir komplikasyondur. En önemli nedeni insülin uygulamalarındaki hatalardır. Aynı bölgeye sürekli enjeksiyon yapılması, bölge rotasyonlarının doğru yapılmaması, yanlış enjeksiyon tekniği ile dokuyu zedeleme, iğne uçlarının defalarca kullanımı uygulamadaki hatalar arasındadır. Cilt altı yağ dokusunun bozulması insülinin emilim kinetiğini etkiler, emilim oldukça düzensiz ve değişkendir. Bu çalışmanın amacı; tip 1 diyabetli çocuklarda yapılan insülin enjeksiyonları ve diğer faktörlerin lipohipertrofi oluşumuna etkilerini incelemek, insülin enjeksiyonları ile ilgili bilgi, beceri ve davranışlarını irdelemek, bölge tercihlerini saptamak ve lipohipertrofinin HbA1C üzerine etkilerini araştırmaktır. Bu amaçla lipohipertrofi saptanan 3-18 yaş grubunda (ort: 12,54+¬¬¬3,1) 51 tip 1 diyabetli incelemeye alındı (26 kız, 25 erkek). Olguların diyabet yaşları 1-14 (ort: 5,6+2,7) idi. Çalışmanın verileri; diyabetli ve ebeveynleri ile birebir görüşülerek doldurulan anket formu, poliklinik takip dosyası, hemşire ve hekim gözlemleri ile toplandı. Başlangıçta ve 6 ay sonrasında HbA1C değerleri ölçüldü. Bulgular: Olgular arasında en çok tercih edilen enjeksiyon bölgesi üst kol idi. Olguların sadece %25,5’u enjeksiyon bölgeleri arasında düzenli rotasyon yapıyordu. Lipohipertrofi en çok (%72,5) kollarda saptandı. En sık kullanılan iğne ucu 31G×6 mm (45%), bir iğne ucunu birden fazla kullanım (43%) idi. Olguların %55’i insülini oda ısısında kullanıyor, %59’u dezenfektan ile bölge temizliği yapıyordu. %43’ü insülini kendisi uyguluyor, %76,5 hasarlı bölgeye insülin uygulamaya devam ediyordu. Olguların %70,6’sının lipohipertrofi hakkında genel bilgisi vardı. Çalışmanın başındaki HbA1C (ort: 9,66+1,88) ve 6 ay sonraki HbA1C (ort: 9,52+1,85) ölçüldü. Tüm olgularda iki ölçüm arasında anlamlı bir fark yoktu (p=0,186). 6 ay sonra lipohipertrofisi devam eden olguların HbA1C değerleri başlangıç değerleri ile karşılaştırıldığında anlamlı bir fark olmadığı (p=0,311), lipohipertrofisi düzelmiş olguların HbA1c değerlerinde ise farkın anlamlı olduğu görüldü (p=0,026). Sonuç: Lipohipertrofi oluşumuna insülin uygulamaları ile ilgili yetersiz ve yanlış bilgi beceri ve davranışlar sebep olmaktadır. Lipohipertrofi metabolik kontrolü olumsuz etkilemektedir. Eğitim eksiklikleri ve yanlışlar giderildiğinde HbA1C değerlerinde düzelme kaydedilmiştir. Diyabet eğitimcilerine, insülin uygulama teknikleri konusunda sürekli eğitim ve enjeksiyon bölge kontrolü önerilmektedir. Keywords { Lipohipertrofi, Diyabet, Enjekdiyon } UPEK 2012 Sayfa 146 Bildiri No: P-18 Kategorisi: Diyabet LARON SENDROMU VE DİYABET BİRLİKTELİĞİ *Sebahat Yılmaz Ağladıoğlu,*Semra Çetinkaya,*Şenay Savaş Erdeve,*Aşan Önder,*Havva Nur Peltek Kendirci,*Veysel Nijat Baş,*Zehra Aycan *Dr.Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrin Kliniği Giriş:Laron sendromunda (LS), tedavisiz hastalarda ağır boy kısalığına ilaveten progresif obezite, insülin direnci ve glukoz intoleransıyla beraber nadiren diyabet ortaya çıkabilir. Literatürde yalnız 3 LS hastada erişkin yaşta diyabet bildirilmiştir. Son yıllarda ise tersine Laron Sendromluların diyabetten korunduğu yönünde calışmalar yayınlanmıştır. Burada geç adolesan yaşta diyabet tanısı alan LS’lu bir olgu sunulacaktır. Olgu:19 yaşında erkek olgunun öyküsünden, 4 yaşında başka bir merkezde LS tanısı alarak 4 ay rIGF1 tedavisi alabildiği sonrasında ilaç temin edemediğinden 13 yıl tedavi alamadığı öğrenildi. 17 yaşında boy 133.2 cm (-6.4 SDS), kemik yaşı 14 yıl, ağırlığı 40 kg (İdeal Ağırlığı % 133) iken tedavisi yeniden başlanabilen hasta 2 yıl düzenli tedavi almış, 19 yaşında epifizleri kapandığından tedavisi kesilmişti ve izlem amacıyla kliniğimize yönlendirilmişti. TY:19 yıl, KY:17 yıl, final boyu 142 cm (-4.8 SDS), ağırlığı 51 kg, ideal ağırlığı %136, pubertesi Tanner evre 4 bulundu. 20 yaşındayken ideal ağırlığı % 143’e yükselmişti, ve açlık kan şekeri 176 mg/dL, açlık insülini 4.3 µIU/mL, tokluk kan şekeri 406 mg/dL, tokluk insülini 29.5 µIU/mL, HbA1c % 7.5 olan hastaya diyabet tanısı ile insülin tedavisi başlandı. Diyabet otoantikorlarının negatif bulunması, obezitenin varlığı, anne-babada diyabet olması nedeniyle Tip 2 diyabet düşünüldü. 2 yıl insülinin kullanan hastada, HbA1c düzeylerinin düşmesi, kan şekerinin normal seyretmesi nedeniyle insülin kesilerek oral anidiyabetik (metformin) başlandı. Laron Sendromundaki kalıcı IGF-1 eksikliğinin kan şekeri profiline etkisinin araştırılması amacıyla izin alınarak 2 hafta yalnızca IGF-1 tedavisi kullanılan hastada KŞ profilinin bozulduğu görülerek tekrar metformin tedavisine dönüldü. Sonuç: Laron Sendromunda yaşla beraber artan obezite nedeniyle Tip 2 Diyabete yatkın oldukları düşünülse de vaka sayısının az olması bu olgularda diyabet gelişimi üzerine yapılan yorumların spekülatif kalmasına neden olmaktadır. İlave olarak, bu olguda kullanılan IGF-1 tedavisinin kan şekerlerini düşürmediği görülmüştür. Bu tür olguların bildirilmesi LS olguların KH metabolizmalarındaki değişimlerin izlenmesinin gerekliliğini vurgulamak yönünden önemlidir. Keywords { Laron Sendromu, Diyabet } UPEK 2012 Sayfa 147 Tablo-1:Tanı ve Takipteki Klinik ve Laboratuvar Bulguları Başvuru 6. Ay 1.yıl 2.yıl 2.5 yıl 20,5 21 22 22,5 Yaş (yıl) 19 Diyabet Tanısı Aldığında 20 Boy (cm) 142 (final) 51 53,8 56.2 58.2 59.6 55.5 İdeal ağırlık Yüzdesisi HbA1c %136 %143 %150 %155 %159 %148 5.7 7.3 7.2 8 7.4 5.7 Tedavi Ø Insülin Insülin İnsülin kesildi Metformin Metformin Vücut Ağırlığı (kg) Insülin UPEK 2012 Sayfa 148 Bildiri No: P-19 Kategorisi: Diyabet ÇOCUKLUK ÇAĞI DİYABETİNDE MODY'Yİ UNUTMAYALIM *Nesibe Andıran,*Ayşe Derya Buluş *Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji GİRİŞ:MODY (maturity onset diabetes of the young) beta hücre disfonksiyonu ile seyreden, otozomal dominant kalıtılan, erken yaşta görülen (<25 yaş) insülin bağımsız bir diyabet tipidir. Burada bölümümüzde takip ettiğimiz değişik kliniklerde başvuran ve glukokinaz geninde mutasyon saptanan mody tip 2’li hastalarımızı sunacağız OLGULAR: 1. ve 2. olgular kardeş, halsizlik ve annelerinde tip 2 diyabet öyküsü nedeni ile başvurduklarında AKŞ’leri sırasıyla 121 ve 126 mg/dl bulundu. İki kardeş ve anneden gönderilen mody genetik analiz sonucu: GCK geninde Thr332Lys missense aminoasit heterozigot mutasyonu saptanmıştır. 3. olgumuz başka bir merkezde tip 1 diyabet ile nedeni ile takip edilmiş ve 3 doz insulin lispro, 1 doz insülin glarjin tedavisi alıyordu. Hastanın genetik sonucu mody tip 2 ile uyumlu olması nedeni ile tedavisi kesildi. 1 yıldır tedavi almıyor. Hastanın kan şekeri takibinde açlık ve tokluk 200 mg/dl altında ve en son HbA1c’si %6,8. 4. olgumuz bölümümüze kilo fazlalığı nedeni ile başvurduğunda hastanın insülin direnci ve glukoz intoleransı vardı, hastaya bu nedenle 6 ay metformin tedavisi verildi. Aile öyküsü nedeni ile gönderilen genetik sonucu mody tip 2 ile uyumlu geldi. SONUÇ: Çocukluk yaş grubu diyabetlerinin hepsi Tip 1 diyabet değildir. Mody ve artan obeziteye bağlı tip 2 diyabet günümüzde daha sık tanı almaktadır. Çocukluk çağı diyabetlerin yaklaşık %1-2’si MODY’dir. MODY’nin 6 tipi vardır, en sık görülen tip 2 ve tip 3’dür. . MODY 2 glikolitik yolda glukokinaz enzim geninde heterozigot mutasyonu sonucu olmaktadır. MODY tip 2 diğer tiplerine göre en benign formudur. Tedavide diyet ve egzersiz ile kan şekerleri kontrol altına alınabilmekte ve mikrovasküler komplikasyonlar görülmemektedir. Aile öyküsü olan ve açlık kan şekerleri yüksek olan çocuklarda –obezite ve insülin direnci varsa bilemody açısından taranması gerekmektedir. Keywords { mody } UPEK 2012 Sayfa 149 Tablo 1: olguların epidemiyolojik, laboratuar ve klinik özellikleri Yaş Cinsiyet Şikayet VA (p) BMI Başvuru Yaşı AKŞ (mg/dl)* Açlık insülin (IU/L)* TKŞ (mg/dl)* Tokluk insülin (IU/L)* HbA1C (tanı)* Anti insülin Anti GAD Anne baba akrabalık Aile öyküsü Mutasyon analiz Mody tip Tedavi Olgu 1 10 yaş 5 ay kız halsizlik 32,5kg (25-50p) 16,58 (<5p) 9 yaş 5 ay 121 Olgu 2 16 yaş 10 ay kız halsizlik 48,7kg (10-25 p) 18,22 (<5p) 15 yaş 10 ay 126 Olgu 3 8 yaş 2 ay erkek Karın ağrısı 25,3 kg ( 25-50 p) 13,90 (<5p) 5 yaş 2 ay 116 Olgu 4 13 yaş 6 ay erkek Kilo fazlalığı 60 kg ( 90-95 p) 25 (85-95 p) 12 yaş 9 ay 127 9,2 10,6 4,8 22 148 156 186 186 23 22 17,2 96 %6,8 (-) (-) 2.derece kuzen % 7,5 (-) (-) 2.derece kuzen Anne,teyze, Anne,teyze, anneanne anneanne GCK geninde GCK geninde Thr332Lys missense Thr332Lys aminoasit heterozigot missense mutasyonu aminoasit saptanmıştır. heterozigot mutasyonu saptanmıştır. Tip 2 Diyet, egzersiz Tip 2 Diyet, egzersiz %6,8 (-) (-) yok %6,9 (-) (-) yok Baba ve hala Baba ve babaanne GCK geninde GCK Thr332Lys geninde missense Met393Thr aminoasit missense heterozigot heterozigot mutasyonu aminoasit saptanmıştır. mutasyonu saptanmıştır Tip 2 Tip 2 Diyet, egzersiz Diyet, egzersiz UPEK 2012 Sayfa 150 Bildiri No: P-20 Kategorisi: Diyabet HAFİF VE GEÇ BULGU VEREN GLUKOKİNAZ GENİNDE HOMOZİGOT YENİ MUTASYON *Ayşe Derya Buluş,*Nesibe Andıran *Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji GİRİŞ: Glukokinaz (GCK) beta hücreleri ve hepatositlerde glukoz metabolizmasının düzenlenmesinde önemli bir rol oynar. Heterozigot GCK mutasyonu sonucu mody tip 2 görülmektedir. Bu hastalar değişik kliniklerde başvurabilmekle birlikte genellikle çocukluk çağı veya adolesan dönemde hafif kan şekeri yüksekliği ile başvurmaktadır. GCK geninde homozigot mutasyon ise farklı ve ağır klinik tablo oluşturur. Bu hastalarda diabetes mellitus hayatın ilk günlerinde ortaya çıkmakta ve insülin tedavisi gerekmektedir. Burada glukokinaz geninde homozigot mutasyon saptanan ve geç yaşda diabetes mellitus tanısı konan hastayı tartışacağız. OLGU 12 yaş 10 aylık erkek hasta 3 yıldır tip 1 diabetes mellitus tanısı ile takipli. Hastanın öyküsünde: 9 yaş 5 aylıkken karın ağrısı nedeni ile başvurduğunda tetkiklerinde AKŞ: 155 mg/dl olması üzerine tetkik edilmiş. Yapılan tetkiklerinde: AKŞ: 209 mg/dl, açlık insülin 2,4 IU/l, C-peptid: 1,54 pmol/l, tokluk KŞ: 254 mg/dl, tokluk insülin:15,8 IU/L, HbA1C: %8,5, anti GAD: (-), Antiinsülin antikor (-), anti islet cell antikor (-). Mody?/ tip 2 DM? diyet ve gliklazid tedavisi başlanmış.Yaklaşık 6 aylık takibinde KŞ’leri 200 mg/dl üzerinde seyrettiği için insülin tedavisine geçilmiş.Özgeçmişinde: 20 yaşındaki annenin 2.Gebeliğinden 2.Yaşayan olarak 2950 gr miadında NVY ile doğmuş. Geçirdiği önemli hastalık yok. Soygeçmişinde: anne baba arasında 1. Derece akrabalık var. Ailede diyabet öyküsü: anne ve baba glukoz intoleransı, dede(annenin babası) tip 2 DM Fizik muayene: TY: 12 yaş 10 ay.Boy 143,7 cm(10-25 p),VA: 37,9 kg (10-25 p), KY: 10,5 yaş Genel durumu iyi sistem muayeneleri doğal, puberte:bilateral testis volumu 8 ml, UPB:7 cm PK: E1 Hasta şu anda 3 kez insülin lispro ve akşam insülin glarjin tedavisi alıyor (toplam insülin dozu 0,5 ünite /kg/gün),Hastanın kan şeker regülasyonu iyi,en son HbA1c:%7,7 Mody genetik analiz sonucu: GCK geni 7. Ekson 823. Nukletit pozisyonunda C-T yerdeğişimi homozigot olarak saptanmıştır. Bu nukleotit yerdeğişimi (CGC-TGC) Arg275Cys missense aminoasit mutasyonuna neden olmaktadır. SONUÇ: GCK geninde homozigot mutasyon neonatal diyabete neden olup ağır seyirli bir kliniğe neden olmaktadır. Hastamızda ise GCK geninde homozigot mutasyon olmasına rağmen klinik geç yaşda başlayıp ılımlı kan şekeri yüksekliği olması, insülin ihtiyacının düşük olması ve ketoasidoz kliniği ile başvurmaması dikkat çekiciydi. Teşekkür: Prof. Dr. Afig Berdeli’ye genetik çalışma için teşekkür ederiz Keywords { mody, GLUKOKİNAZ } UPEK 2012 Sayfa 151 Bildiri No: P-21 Kategorisi: Diyabet AİLESEL OSTEOGENESİS İMPEFEKTA TİP IV VE HNF1A MUTASYONUNA BAĞLI DİYABET BİRLİKTELİĞİ *Damla Gökşen,*Samim Özen,*Özlem Korkmaz,**Tahir Atik,***Hüseyin Onay,***Ferda Özkınay,*Şükran Darcan *Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi, **Çocuk Genetik,***Tıbbi Genetik, Çocuk Genetik Giriş: Osteogenezis imperfekta(OI) Tip IV tanısı klinik olarak konan ve HNF1A mutasyonuna bağlı diyabet gelişen olgu sunulmuştur. Olgu: Onaltı yaşında kız; doğumdan beri olan tekrarlayan ekstremite kırıkları ve deformiteleri nedeni ile ilk defa 7.7 yaşında iken kliniğimize başvurdu. Sekiz yaşından itibaren düzenli bifosfonat tedavisi alan ve 10 yaşında obezite gelişen olguda bozulmuş glukoz toleransı olması nedeni ile beslenme tedavisi düzenlendi. Beslenme tedavisinin birinci yılında insülin direnci ve bozulmuş glukoz toleransı devam eden olguya metformin tedavisi başlandı. HbA1c değerleri %5.0-6.5 arası seyretti. Olgunun öz geçmişinde; 2800 gr doğduğu ve anne baba akrabalık olmadığı, babasının benzer şekilde doğumdan itibaren kırıkları olduğu, OI tanısı aldığı ve diyabet nedeni ile insülin tedavisi aldığı öğrenildi. Babasının 2 kız kardeşinin de 30’lu yaşlarda diyabet tanısı aldığı ve farklı anneden olan çocuğunda da OI olduğu öğrenildi. Fizik bakıda; ağırlık: 62.5 kg (SDS: +1.2), boy: 142 cm ( SDS:-2.42), VKİ: 31 kg/m2 (SDS: +2.6), mavi sklera, üst ve alt ekstemitlerde deformiteleri var, akantozis nigrikans saptanmadı. Laboratuar tetkiklerinde; OGTT’de açlık kan şekeri: 170 mg/dl, açlık insülin: 8.7 mIU/ml, tokluk kan şekeri: 308 mg/dl, tokluk insülin: 26 mIU/ml, HOMA-IR: 3.6 bulundu. HbA1c: %10.2, idrarda keton ve otoantikorlar (antiGAD, ICA, IAA) negatif saptandı. İzlemde çoklu doz insülin tedavisi başlandı. Hastadan yapılan HNF1A gen analizinde c.1522 G>A ( p.E508K) missens mutasyon saptandı. Genetik analizin sonuçlanması ile insülin kesildi ve sülfanilüre tedavisi başlandı. Babada HNF1A geninde mutasyon bulunmadı. Sonuç: OI ve MODY tip 3 farklı genlerdeki mutasyonlar nedeni ile oluştuğu bilinen genetik bozukluklardır. Hastada bu iki hastalığın rastlantısal olarak birlikte olduğu düşünülmektedir. Keywords { Osteogenezis imperfekta, MODY3, HNF1A } UPEK 2012 Sayfa 152 Bildiri No: P-22 Kategorisi: Diyabet GENERALİZE KONJENİTAL LİPOATROFİK DİYABET; OLGU SUNUMU *Ala Üstyol,*Figen Günindi,*Cengiz Kara,*Murat Aydın *Ondokuz Mayıs Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı GİRİŞ: Lipoatrofik sendromlar yağ dokusunun parsiyel ya da generalize yokluğu ile seyreden akkiz ya da kalıtımsal hastalıklardır. Berardinelli-Seip Sendromu olarak da bilinen generalize konjenital lipoatrofi ise yağ dokusunun neredeyse tamamen yokluğu ile giden otozomal resesif geçişli ve dünyada sadece 300 vakanın tanımlandığı bir hastalıktır. Diyabetin nadir bir nedeni olarak olgumuz sunulmaya uygun görülmüştür. OLGU: Onbeş yaşında kız hasta yaklaşık 1,5 aydır çok su içme ve çok idrara çıkma yakınması ile başvurdu. Fizik bakıda boy:155,8cm (10-25p), ağırlık:34,1kg(<3p) VKİ: 14(<3p) idi. Zayıf ve hafif akromegalik görünümü mevcuttu. Öz geçmişinde erken çocukluk döneminden itibaren yaşıtlarına göre zayıf ve uzun boylu olduğu ve iştahının fazla olduğu ifade edildi. Babasının da benzer şekilde lipoatrofik görünümü dikkat çekiciydi. Karaciğer ve dalak ele gelmiyordu. Hirsutizmi yoktu. Pubertesi Tanner evre 5 ile uyumluydu. Laboratuvar bulguları; glukoz:540mg/dl, kan ketonu:(-), kan gazı: pH:7,39 HCO3:19,6mmol/L, AST:62U/L ALT:78U/L, Trigliserid:76mg/dl, T.kolesterol:161mg/dl, LDL:106 mg/dl, HDL:39 mg/dl C peptid:1,07ng/ml, HbA1c:%15,05 idi. EKO’su normal bulundu. Batın USG’de karaciğer parankim ekojenitesi artmıştı. CASTELLA 2A testinde hafif mental retardasyon saptandı. Tedaviye 1U/kg dozunda insülin ve 1g/gün metformin ile başlandı. Ancak izlemde insülin dozunun 2,5U/kg’ a kadar çıkılması gerekti. SONUÇ: Generalize konjenital lipoatrofinin sırasıyla AGPAT 2 ve BSCL 2 genlerinin mutasyonu ile belirlenen klinik özellikleri birbirinden farklı iki tipi mevcuttur. Tedavide metformin ve insülin kullanılmaktadır. İnsülin ihtiyacının 1000 ünite/gün kadar yüksek olduğu vakalar bildirilmiştir. Keton negatif hiperglisemiyle başvuran ve lipoatrofik görünümlü olgumuz erken çocukluk döneminde hızlı büyüme öyküsünün olması, aşırı iştahlı olması ve hafif akromegaloid görünümünün olması gibi bulgularıyla lipoatrofik diyabet tanısı aldı. Klinik olarak mekanik yağ dokusunun eksikliği ve mental etkilenmesinin olması nedeniyle tip 2 formu düşünüldü. Bu sunu ile aşırı zayıf ve ketozisi olmayan bir hiperglisemili olguda lipoatrofik diyabeti hatırlatmak istedik. Keywords { konjenital lipoatrofi, diyabet } UPEK 2012 Sayfa 153 Bildiri No: P-23 Kategorisi: Diyabet DİYABET VE EPİFİZYEL DİSPLAZİ BİRLİKTEĞİ: WOLCOTT RALLİSON SENDROMU *Sinem Akbay,*Ümit Başak Şarkış,*Kıvanç Çelikkalkan,**Şule Can,***Bumin Dündar *Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları,**Çocuk Endokrinoloji, ***İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Wolcott Rallison Sendromu (WRS) nadir görülen ve otozomal resesif kalıtımla geçen, erken başlangıçlı diyabet, iskelet displazisi, osteoporoz ve büyüme geriliği ile karakterize bir hastalıktır. Karaciğer yetmezliği, hipotiroidizm, böbrek yetmezliği, serebellar kortikal displazi, serebral atrofi ve pakigyri gibi santral sinir sistemi anomalileri ve nötropeni ile karşımıza çıkabilmektedir. Daha çok Orta Doğu, Pakistan, Kuzey Afrika ve Türkiye gibi akraba evliliklerinin çok olduğu bölgelerde görülmektedir. Diyabet genellikle 6. aydan önce saptanır, akrabalarda da sıklıkla aynı öykü vardır. WRS’nda uzun kemikler, pelvis ve vertebra tutulumu sıktır. Çoklu epifizyel-metafizyel displazi, platispondili, lordoz, coxo vara, yassı ve geniş göğüs kafesi, büyüme geriliği ile karşımıza çıkabilmektedir. WRS ökaryotik translasyon başlatıcı faktör 2a kinaz 3 (EIF2AK3) olarak da bilinen PKR benzeri endoplazmik retikulum kinaz (PERK) kodlayan genlerdeki mutasyon neden olmaktadır. WRS neonatal diyabet ve iskelet displazisi veya akut karaciğer yetmezliği ile gelen hastada akla gelmelidir. Moleküler genetik testler ile tanı kesinleştirilir. Erken tanı ile en tehlikeli komplikasyonu olan karaciğer yetmezliğine hızla müdahale edilmiş olunur. EIF2AK3 mutasyonu saptanan olguların ailesine antenatal tanı için genetik danışmanlık uygulanabilmektedir. WRS’nun prognozu kötüdür, çoğu olgu erken yaşta kaybedilmektedir. 2,5 aylıkken tip 1 diyabet tanısı aldığı öğrenilen, epifizyel displazisi saptanması üzerine osteotomi epifizyodez yapılması planlanan 9 yaşındaki erkek olgu operasyon öncesi kan şekeri regülasyonu amacıyla servise yatırıldı. Olgunun kabulünde vücut ağırlığı (VA):21.5 (3-10 p) VA SDS: -1.71 boy:104 cm (<3p) boy SDS: -4.7 VKI: 19.8 kg/m2 VKI SDS: 2.63 boya göre ağırlık: %83, kemik yaşı: 6.5 yaş ile uyumlu idi. Tiroid nonpalpabl, haricen erkek, testisler bilateral skrotumda 3ml/3ml, pubik ve aksiller kıllanması yoktu. Bilateral genu valgum deformitesi mevcuttu, organomegalisi saptanmadı, diğer sistem bakıları olağandı. Yapılan tetkiklerinde; karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri normaldi, elektrolit bozukluğu saptanmadı. Özgeçmişinde miadında 3500 gr olarak NSVY ile doğduğu öğrenilen olguda prenatal, natal ve postnatal özellik belirtilmedi. Anne ve babanın hala dayı çocukları olduğu, annenin 7 gebeliğinden 7 doğum olduğu ve 2 çocuğunun doğumdan hemen sonra exitus olduğu ve nedenini bilmedikleri belirtildi. Ailede sistemik hastalık belirtilmedi. 2.5 aylıkken saptanan diyabetinin olması, epifizyel displazisinin ve büyüme geriliğinin eşlik etmesi nedeni ile olguda ilk planda WRS düşünüldü. Keywords { diyabet, büyüme geriliği, epifizyel displazi } UPEK 2012 Sayfa 154 EKLENEN GÖRSELLER Wolcott Rallison Sendromu 1 Wolcott Rallison Sendromu 2 Wolcott Rallison Sendromu 3 UPEK 2012 Sayfa 155 Bildiri No: P-24 Kategorisi: Diyabet MAURİAC : SADECE BİR SENDROM MU, YOKSA BİR SPEKTRUM MU? *Gül Yeşiltepe Mutlu,*Filiz Mine Çizmecioğlu,*Elif Özsu,*Ayşegül Yüksel,*Şükrü Hatun *Kocaeli Üniv. Tıp Fak. Pediatrik Endokrinoloji ve Diyabet Bilim Dalı Giriş-Amaç : Klasik Mauriac Sendromu (MS) kötü metabolik kontrolllü tip 1 diyabetli (T1D) olgularda yetersiz insulinizasyona bağlı ortaya çıkan, nadir bir tablodur. Büyüme geriliği, gecikmiş puberte, cushingoid habitus ve hepatomegali (HM) klasik bulgularıdır. Bununla birlikte bazı vakalar klasik semptomlar dışında izole HM ile de başvurabilir. Bu çalışmada Mauriac sendromu yerine Mauriac spektrumu teriminin kullanılmasının daha doğru bir yaklaşım olup olmadığını tartışmak amaçlanmıştır. Yöntem : Mauriac spektrumu içinde yer alan yaşları 7.6-21.3 yıl arasında değişen, 5’i kız 8 vaka sunuldu. Bulgular : Olguların T1D ve Mauriac sendromu tanı yaşları sırasıyla 2.3-8.2, 7.5-17 yaş arasında değişmekteydi. Olguların tümü psikososyal problemler nedeniyle düzensiz takipli hastalardı. Bunlardan 7’si yetersiz insulinize iken 1’i de fazla insulinizeydi. Olguların 4’ünde ağır boy kısalığı ve puberte gecikmesi vardı. HM tek bir olgu dışında tüm olgularda mevcutken karaciğer transaminazları yalnız 1 olguda yüksekti. Cushingoid habitus 7 olguda görülmesine rağmen hiçbirinin hiperkortizolizmi yoktu. HbA1C % 13.4-5 arasında değişmekteydi. Yedi olgunun da en az bir mikrovasküler komplikasyonu vardı. Olguların klinik ve laboratuvar özellikleri tabloda verilmiştir. Sonuçlar: Son yıllarda çok çeşitli insulin tedavi rejimleri geliştirilmiş olsa da Mauriac sendromu geçmişte kalmış bir antite değildir. Geçmişte tanımlanan vakalarda klasik semptomların varlığı gösterilse de Mauriac geniş bir spektrum olarak düşünülmelidir. MS’lu olgularda genellikle yüksek HbA1c düzeyleri gözlenmekle beraber düşük HbA1C düzeyleri de olguların bir kısmının tekrarlayan hipoglisemiler yaşadığını düşündürmektedir. Bu nedenle düşük HbA1c düzeyleri kötü metabolik kontrollü T1D’li olgularda Mauriac sendromu/spektrumu tanısından uzaklaştırmamalıdır. Keywords { tip 1 Diyabet, Mauriac sendromu, spektrum, HbA1C } Olguların klinik ve laboratuvar bulguları T1D tanı yaşı (yıl) 1. vaka 2. vaka 3.vaka 4. vaka 5. vaka 6. vaka 7. vaka 8. vaka 3 2,3 6,8 6,9 8,2 7,7 6,9 4,6 MS tanı yaşı (yıl) 7,8 9 16,9 16,5 13,2 16 15,9 7,5 Boy SDS Tartı SDS -3,3 -2,9 -3,1 -1,5 -1,4 -0,8 -2,69 -1,9 -2,4 -1,9 -1,3 2,2 0,3 1 -0,1 -0,05 Geç puberte evet Bilinmiyor Evet Evet yok yok evet yok Günlük insulin dozu 0,5 0,7 0,7 1 0,68 1 0,85 1,8 HM 4 cm 5 cm 14 cm 18 cm 3 cm 19 cm HM yok 6 cm UPEK 2012 HbA1C (max-min) 13-6.3 9.3-9.9 9.4-6.8 9.1-12.8 12.1-8.4 13.4-5 7.9-8.3 10.9 Sayfa 156 Bildiri No: P-25 Kategorisi: Diyabet TİP 1 DİYABETLİ OLGUDA İLACA BAĞLI LUPUS *Filiz Tütüncüler,*Diğdem Bezen,*Emine Dilek,**Ayça Sönmez *Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi,**Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Çeşitli ilaçlar lupusa benzer klinik ve laboratuvar bulgulara yol açabilir ve genelde erişkinlerde gelişen bu tabloya ilacın uyardığı lupus eritematozis denir. Lupusa neden olan ilaçlar arasında kalsiyum kanal blokerleri, ACE inhibitörleri, tiazid diüretikler, proton pompa inhibitörleri ve antiepileptikler bulunmaktadır. Lupusa en sık yol açan antiepileptikler karbamazepin, etosüksimid ve difenilhidantoindir. Burada okskarbazepine bağlı lupus gelişen Tip 1 diyabetes mellitus tanılı bir olgu sunulmuştur. Olgu: 8 yaş 8 aylık kız olgu. Yüzde kızarıklık, ateş ve karın ağrısı şikayetiyle getirildi. Öyküsünde 4 yıldır tip 1 diyabet tanısıyla çoklu doz insülin tedavisi aldığı, 1 ay önce konvülziyon geçirdiği ve rolandik epilepsi tanısıyla 3 haftadır antiepileptik tedavi olarak okskarbazepin kullandığı öğrenildi. Soygeçmişinde ailede otoimmun hastalık öyküsü yoktu. Fizik muayenede tartı: 26.3 kg (25-50P), boy: 127cm (25-50P), vücut ısısı 38.5 oC, kan basıncı: 100/60mmHg, genel durumu orta, yanaklarda eritematöz, üst kol ve kalçalarda makülopapüler döküntü, her iki servikal bölgede birkaç adet 0.5x0.5 cm, sol supraklaviküler 1x1 cm çapında lenfadenomegali saptandı. Diğer sistemik bulguları olağandı. Laboratuvar tetkiklerinde; tam idrar tetkiki normal, tam kan sayımında; Hb: 12.6 gr/dl, Htc: % 45.6, MCV: 83.6 f/l, lökosit: 2600/mm3, trombosit: 82000/mm3, sedimantasyon: 30 mm/saat, CRP: 0.54mg/dl, ALT: 42 IU/L, AST: 38 IU/L; Na:127 mEq/L, K: 4.8 mEq/L, 1 mcg ACTH testinde kortizol yanıtı 39 mcg/dl, viral seroloji, soğuk aglütininler, RF ve AntiDNA negatif, ANA: 3 pozitif (>1/1000) idi. Olgu sistemik lupus eritematozis tanı ölçütlerini sağlamamış olmasına karşın, lupus bulgularından en az bir klinik bulgunun olması, ANA pozitifliği, antiepileptik tedavinin 3.haftasında bulguların ortaya çıkması ANA pozitif ancak, antidsDNA negatif olması nedeniyle ilaca bağlı lupus olabileceği düşünüldü. Okskarbazepin kesildikten sonra hastanın klinik bulguları düzeldi. Birinci haftada bisitopeni ve transaminaz yüksekliği normale döndü. İzlemin 2. ayında ANA negatifleşti. İlacın kesilmesinden sonra klinik ve laboratuvar bulgularının gerilemesi tanıyı doğruladı. Bu olguda lupus bulgularının ortaya çıkmasında antiepileptik ilacın beraberinde tip 1 diyabet gibi otoimmun bir hastalığın varlığının da kolaylaştırıcı bir etmen olabileceği düşünüldü. Sonuç: Olgu, literatürde daha önce tip 1 diyabet ve ilaca bağlı lupus birlikteliği tanımlanmadığı için sunulması uygun bulundu. Keywords { tip 1 diyabetes mellitus, lupus, okskarbazepin } UPEK 2012 Sayfa 157 Bildiri No: P-26 Kategorisi: Diyabet DİABETİK KETOASİDOZLA CİDDİ HİPERLİPİDEMİ BİRLİKTELİĞİ *Ayşegül Yüksel,*Filiz Mine Çizmecioğlu,*Rahime Gül Yeşiltepe Mutlu,*Elif Özsu,*Şükrü Hatun *Kocaeli Üniversitesi Çocuk Endokrin GİRİŞ: Yeni tanı ve kötü kontrollü diyabeti olan hastalarda diyabetik ketoasidoz (DKA) sırasında yüksek hiperlipidemi nedeniyle lipemik serum varlığı bildirilmiştir. Literatürde hiperlipidemiye sekonder pankreatit gelişen ve plazmaferez ile tedavi edilen bir olgu raporlanmıştır. Pankreatit bu olgularda hem sebep hem sonuç olabilir. Bu durumun çocuklarda tanınması ve iyi yönetilmesi morbidite açısından önemlidir. Bu vaka DKA’daki hastalarda yüksek hiperlipidemideminin önemini vurgulamak için sunuldu. OLGU : Son 1 aydır cok su içme, çok idrara çıkma yakınmaları olan 13 yaşında kız hasta şiddetli karın ağrısı ve tekrarlayan kusma yakınmaları ile acile başvurduğunda kan şekeri 478 mg/dl, keton 3,6, kan gazında Ph 7,07, HCO3 3 mEq/L , PCO2 12 mmHg ile ağır DKA tanısı aldı. Fizik muayenede toksik görünümlü, bilinç durumu letarjik (GKS 13), orta-ağır dehidratasyonu olan hastanın Kussmaul solunumu vardı. Batında hassasiyeti, sırta vuran şiddetli karın ağrısı vardı ancak rebaund ve defans negatifdi. DKA tedavisi ile ketaasidozu düzelmesine rağmen şiddetli karın ağrısı ve kusmaları devam etti. Başlangıçtan itibaren hastadan alınan kanların çok vizköz olduğu ve bu nedenle ilk 12 saat boyunca otoanalizörde biyokimyasal parametrelerin okunamadığı dikkat çekti. Okunabilen ilk osmolaritesi 18. saatte 278 mOsm/L idi. 24 saatin sonunda kan gazı düzelen ve kusmaları azalan hastaya subkutan insülin tedavisi başlandı. Yatışının 4. gününde kan alınırken hala kanı çok vizköz olan hastadan sabah aç karınla bakılan biyokimyada TG 2871 mg/dl, T.kolesterol 750 mg/dl, LDL 64 mg/dl ,AST 30 U/L, ALT 60 U/L idi. Ebeveynlerin lipid profilinin normal saptanması ile ailesel hiperlipidemi dışlandı. Klinik olarak pankreatit tablosu ile uyumlu olan hastada tedavinin 4 günü alınan kanda lipemik serum izlendi (şekil 1), kan amilaz ve lipaz düzeyi 3 katı kadar yüksek olmamakla birlikte laboratuvar normallerinin üzerinde idi. Radyolojik olarak abdominal USG’de pankreatitle uyumlu bulgu saptanmadı ancak idrar amilaz kreatin oranı %5,2 (n:%1-4) olup akut pankreatit tanısını desteklemekteydi. İzlemde antihiperlipidemikler kullanılmaksızın insülin tedavisi ile hastanın serum lipid değerleri ve idrar amilaz kreatin oranı aşamalı olarak düştü (tablo 1). SONUÇ: Akut pankreatit ile birlikte olan DKA mortalite ve morbiditeyi artırır. DKA da şiddetli karın ağrısı olan hastalarda hiperlipidemi ve gelişebilecek pankreatit akılda bulundurulmalıdır. Keywords { DKA, Hiperlipidemi, Pankreatit } UPEK 2012 Sayfa 158 EKLENEN GÖRSELLER Hastanın lipemik serum örneği Tablo 1. Hastanın laboratuvar parametreleri Yatışın TG TK LDL HDL VLDL AST ALT KREATİN AMİLAZ LİPAZ İD.A/KR (mg/dl) (mg/dl) (mg/dl) (mg/dl) (mg/dl) (U/L) (U/L) (mg/dl) (U/L) (U/L) 4.günü 2871 750 164 11 - 30 60 0,45 6.günü 1274 787 - 22 - 79 111 5,2 7.günü 733 693 - 24 - 19 16 0,59 81 90 4,4 9.günü 326 460 - 24 - 22 19 0,59 63 71 4,2 CRP (mg/dl) 4,19 UPEK 2012 Sayfa 159 0,71 Bildiri No: P-27 Kategorisi: Diyabet ÇOCUKLUK ÇAĞI DİYABETİNİN TANISI VE YENİDEN SINIFLANDIRILMASI *Elif Özsu,*Filiz Mine Çizmecioğlu,*R. Gül Yeşiltepe Mutlu,*Ayşegül Yüksel,*Sevgi Akbel, *Ebru Ercanlı, *Şükrü Hatun *Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Giriş: Diyabetli çocuklarda kimi zaman başvuru anındaki klinik ve biyokimyasal veriler diyabet tiplerinin tanımlanmasında zorluğa yol açmaktadır. Biz de özellikle son zamanlarda artan tipik tip 1 olmayan diyabetli vakalarımızı belirlemek için hastalarımızı tekrar gözden geçirdik Olgular ve Metod: Kliniğimizde son 15 yıldır izlenmekte olan 570 vakayı başvuru anında DKA’un olup olmaması, diyabet otoantikorları (anti-GAD, anti-adacık anti-insulin), C-peptit/insulin düzeyleri, obezite varlığı, rastlantısal hiperglisemi ve aile öyküsü açısından araştırdık. Hastaların klinik gidişleri ise; insulin ihtiyaçları ve izlemdeki HbA1c düzeyleri ile değerlendirildi. Bulgular: Hastaların %10’u (n:59) tipik tip 1 olmayan diyabet tanımlamasını karşılıyordu. Tip 2 diyabet %2’sinde (n:11), genetik olarak gösterilmiş 4 hasta ile birlikte MODY %2.6 ‘sında (n:15) ve %0.3’inde (n:2) ise mitokondriyel diyabet saptanırken 31 vaka (%5.4) sınıflandırılamadı. Başlangıç tanıları açısından yeniden değerlendirildiler. Bu amaçla MODY olasılığını belirlemek için Shield ve arkadaşlarının 2009 da geliştirdikleri "MODY prediction modeli" kullanıldı. Tanı anında sınıflandırılamayan bu 31 hastanın %58’i tip 1(n 18), %12’si tip 2 (n 4), %6’sı MODY (n 2) ve %22’si atipik tip 1(n 7) olarak değerlendirilmişti. Üç yıllık izlem sonrasında ise 22 hastanın tanısı (%67) tipik tip 1 olmayan gruba dahil olurken 4 ‘ü (%12) tip 2 diyabet tanısı aldı. Öngörülen modele göre yapılan hesaplamalarla toplam skoru>40 olan 6(%19) hasta ise MODY tanı olasılığı yüksek olduğu için genetik analizleri planlandı Sonuç: Çocukluk çağında diyabetin sınıflandırılmasına yönelik bir altın standart halen mevcut değildir. Her ne kadar tip 1 diyabetin sıklığı diğer tiplere göre daha baskın olsa da başvuru özellikleri ve klinik gidiş göz önüne alınarak bazı hastaların başvuru tanıları tekrar gözden geçirilmelidir. Geliştirilmiş ön görü modelleri ile zaman alıcı ve pahalı genetik testler kost-effektif kullanılmış olur. Keywords { MODY, tip 1 diyabet, Diyabet, Tip 2 diyabet } UPEK 2012 Sayfa 160 Bildiri No: P-28 Kategorisi: Büyüme SEREBRAL GİGANTİZM: AŞIRI BOY UZUNLUĞU YAKINMASIYLA BAŞVURAN BİR OLGU NEDENİYLE *Mehmet Boyraz *Şişli Etfal Eğt. Araş.Hastanesi Çocuk Endokrinoloji Giriş: Serebral Gigantism (Sotos sendromu), endokrin bir bozukluk olmaksızın hızlı büyümeyle karakterize bir hastalıktır. Aşırı boy uzaması, büyüme hormonunun aşırı sekresyonu (Gigantizm), puberte prekoks ve adrenal hastalıklar gibi bazı endokrin hastalıkların erken evresinde görülebilir. Burada kliniğimize aşırı boy uzaması nedeni ile başvuran ve klinik bulgulara dayanılarak Sotos sendromu tanısı konan bir olgu, boy uzunluğunun ayırıcı tanısında akılda bulundurulması amacı ile sunulmuştur. Olgu Sunumu: Beş yaşındaki kız hasta aşırı boy uzunluğu, algılama ve konuşma bozukluğu şikâyeti ile başvurdu. Sağlıklı annenin üçüncü gebeliğinden sezeryan ile zamanında 3350 gram (25- 50p) ve 54cm (90-95p) olarak sorunsuz doğduğu öğrenildi. Kontrollerinde boy persentillerinin yaşına göre üst sınırda seyrettiği, üç yaşına kadar motor-mental gelişiminin normal sınırlarda olduğu öğrenildi. Dört yaşında konuşma geriliği nedeniyle noroloji polikliniğine başvurusunda, aşırı boy uzunluğu nedeniyle polikliniğimize yönlendirildi. Soygeçmişinde bu sendrom ve/veya uzun boyluluk nedeniyle takip edilen akrabasının olmadığı öğrenildi. Anne boyu: 165 cm, baba boyu: 170 cm, hedef boy: 161,7 cm idi. Fizik muayenesinde; Boy: 128 cm (>97 p), Ağırlık: 23,4 kg (50-75 p), Baş çevresi: 50,2 cm (>97 p) idi. Hastanın fizik incelemesinde, geniş ve çıkık alın, geniş yüz ve çene yapısı mevcuttu. Puberte gelişimi; Tanner evrelemesine göre Evre I idi. Laboratuvar incelemelerinde; tam kan sayımı, karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri normal, Bazal GH: 0,55 ng/mL ve IGF-1: 210 ug/mL, IGFBP3: 2600 ug/mL olarak saptandı. Kemik yaşı Greulich-Pyle atlasına göre 6 yaş 6 ay ile uyumlu bulundu. Kraniyal manyetik rezonans görüntülemesinde ventriküllerde hafif genişleme izlendi. Karyotipi 46 XX olarak saptandı. Hastada, boyunun ve baş çevresinin 97 p üzerinde olması, mental retarde (hafif) olması, yüzünde sendroma özgü özelliklerinin olması nedeni ile Sotos sendromu düşünüldü. Sonuç: Aşırı boy uzaması, mental retardasyon, makrosefali, tipik yüz bulguları ve MR bulgusuyla Sotos sendromu tanısı konan bir olgu nedeniyle aşırı boy uzaması ile gelen olgularda ayırıcı tanıda Sotos Sendromu da düşünülmelidir. Keywords { boy uzunluğu, Serebral gigantizm, sotos sendromu } UPEK 2012 Sayfa 161 Bildiri No: P-29 Kategorisi: Büyüme ANNE VE UMBLİKAL KORD KANINDAKİ VİTAMİN D SEVİYELERİNİN FETAL BÜYÜMEYE ETKİSİ *Emel Açıkgöz Okur,*Ayşenur Ökten,*Gülay Karagüzel *KTÜ Ped end Giriş ve Amaç; Düşük doğum ağırlığının erişkin yaşamdaki metaboli¬¬k-kardiyovasküler hastalıklara yatkınlığı artırdığa dair gözlemler yenidoğan bebeğin boyutlarına olan bilimsel ilgiyi arttırmış ve fetal büyümeyi etkileyen faktörlerin irdelenmesine ihtiyaç doğurmuştur. Çalışmamızda anne ve umblikal kord (UK) kanı 25(OH)D seviyesinin fetal büyümeye etkisini araştırdık. Gereç ve Yöntem; Sağlıklı 100 gebe ve yenidoğan bebekleri çalışmaya alındı. Anne ve bebeklerin antropometrik değerleri kaydedildi. Anne ve UK kanında kalsiyum, fosfor, alkalen fosfataz (ALP) ve paratiroid hormon (PTH) ve 25(OH)D çalışıldı. 25(OH)D seviyesi <20 ng/ml eksiklik, 20,1-29,9 ng/ml yetersizlik, ≥30 ng/ml normal olarak kabul edildi. Bulgular; Annelerin ve UK kanı 25(OH)D seviyeleri arasında pozitif korelasyon saptandı (r=0.35, p=0.0001). Annelerin %70’inde vitamin D eksikliği, %20’inde vitamin D yetersizliği, %10’unda ise normal 25 OH vitamin D seviyesi saptandı. Modern tarzda giyinen annelerin serum 25(OH)D seviyesi geleneksel tarzda giyinen annelerden daha yüksek bulundu (p=0.026). Bebeklerin DA, boy, BÇ, KÇ, Pİ ile anne ve UK 25(OH)D seviyesi arasında korelasyon saptanmadı. Sonuç; Çalışmamız toplumumuzda gebeler için D vitamini eksikliğinin önemli bir sağlık sorunu olduğunu desteklemiştir. Ülkemizde gebelere Mayıs 2011 tarihi itibarıyla D vitamini desteği yapılması bu sorunu aşmada olumlu gelişmeler sağlayabilir. Çalışmamızda anne ve UK kanı 25(OH)D seviyeleri ile bebeklerin antropometrik verileri arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı. Literatürde D vitamini seviyeleri ile fetal gelişim arasındaki ilişkiyi araştıran az sayıda çalışma vardır ve bu konuda daha geniş gruplarda yeni çalışmalara ihtiyaç vardır. Keywords { D vitamini, Anne kanı, Kord kanı, Doğum ağırlığı } UPEK 2012 Sayfa 162 Bildiri No: P-30 Kategorisi: Büyüme ANNE VÜCUT KİTLE İNDEKSİNİN FETAL BÜYÜME ÜZERİNE ETKİSİ *Emel Açıkgöz Okur,*Ayşenur Ökten,*Gülay Karagüzel *KTÜ Ped end Giriş ve Amaç; Fetal dönemdeki yetersiz çevresel faktörlerin, özellikle beslenmenin düşük doğum ağırlığı ve erişkin yaşamdaki metaboli¬¬k-kardiyovasküler hastalıklara yatkınlığı artırdığa dair görüşler vardır. Bu bilgiler yenidoğan bebeğin boyutlarına olan bilimsel ilgiyi artırmış ve fetal büyümeyi etkileyen faktörlerin irdelenmesi ihtiyacı doğmuştur. Çalışmamızda, annelerin gebelik öncesi beslenme durumunu yansıtan göstergelerden biri olan vücut kitle indeksi (VKİ) ile gebelikteki VKİ kazancının fetal büyüme üzerine etkisini araştırdık. Gereç ve Yöntem; Sağlıklı gebeler (n= 100) ve yenidoğan bebekleri (n= 100) çalışmaya alındı. Annelerin doğum öncesinde boy ve ağırlıkları ölçüldü. Sağlık kayıtlarından gebelik öncesi, üçüncü ve altıncı aydaki ağırlıkları öğrenildi. Ağırlık(kg)/Boy2(m2) formülü ile VKİ hesaplandı. Plasentalar tartıldı ve bebeklerin doğum ağırlığı (DA), boy, baş çevresi (BÇ), karın çevresi (KÇ), ponderal indeksi (Pİ= [DA (gr)/Boy (cm)3 ] x 100) kaydedildi. Anne VKİ ve VKİ kazançları ile bebeklerin antropometrik verileri arasındaki ilişki değerlendirildi. Bulgular; Annelerin gebelik öncesi VKİ ortalaması 24.50±4.10kg/m2, doğum öncesi VKİ ortalamaları 29.81±4.11, gebelik süresi 39.1±0.7 hafta, bebeklerin DA 3423.7± 502.6gr, boyu 48.7±1.6cm, BÇ 35.1±1.2cm, KÇ 31.7±1.8cm, Pİ 2.9±0.3gr/cm3, plasenta ağırlığı 640.45±126.81gr idi. Plasenta ağırlığı ile bebeklerin DA, BÇ, KÇ, Pİ arasında pozitif korelasyon vardı (p <0.0001). DA ile annelerin gebelik öncesi, 3 ve 6 ay sonu ve doğum öncesi VKİ değerleri ve gebelik süresince VKİ kazancı arasında pozitif korelasyon vardı (p değerleri sırasıyla 0.014, 0.017, 0.01, 0.001 ve 0.001). Sonuçlar; Bulgularımız ile annelerin sadece gebelik sırasındaki değil, gebelik öncesindeki kilosunun, muhtemelen hayat boyu beslenmesinin, bebeklerin doğum boyutları ile ilişkili olduğunu gösterdi. Sonuçlarımız, halk sağlığı açısından sağlıklı gelecek nesiller için kadınların ömür boyu yeterli ve dengeli beslenmesinin önemini ortaya koymuştur. Keywords { Vücut Kitle indeksi, Doğum ağırlığı } UPEK 2012 Sayfa 163 Bildiri No: P-31 Kategorisi: Büyüme BOY KISALIĞI İLE BAŞVURAN HASTADA GONADOBLASTOM: *Fatih Gürbüz,*Eda Mengen,**Murat Alkan,***Derya Gumurdulu,*Ali Kemal Topaloglu,*Bilgin Yuksel *Çukurova Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi,**Çocuk Cerrahisi,***Tıbbi Patoloji Giriş ve Amaç: Gonadoblastoma sıradışı miks germ hücre-seks kord-stromal tümördür. Malign transformasyon potansiyeline sahiptir. En sık disgerminom/seminom olmak üzere germ hücreli tümör gelişimi görülmektedir. Cinsiyet gelişim bozukluğu olan hastalar daha sık etkilenmektedir. Bu sunumda, boy kısalığı nedeniyle başvuran hastaya yapılan incelemeler sonrası gonadoblastoma tespit edilmesinden bahsedilecektir. Olgu sunumu: Beş yaşında kız hasta, boyunun kısa olması nedeniyle başvurdu. Fizik muayenesinde boy 92 cm (<3p), vücut ağılığı 13,5 kg (<3p), meme-aksiller-pubik evre 1 olup dış genitalya tamamen kız çocuğu görünümündeydi, ayrıca ele gelen gonadal yapı yoktu. Bakılan kromozom analizinde 46, XY(%70)/ 45, X (%30) saptandı. Laboratuvar tetkiklerinde: LH: 0,19 mIU/mL, FSH: 8,86 mIU/mL, estradiol: <20 pg/mL, total testosteron: <0,1 ng/mL, AMH: 0,2 ng/mL saptandı. Abdominal ultrasonografide 1,6 x 7 mm çapında uterus ile uyumlu görünüm izlendi ancak overler net değerlendirilemedi. Belirsiz cinsiyet nedeniyle hastaya sistoskopi ve laparoskopi yapıldı. Hymen ve vajenin mevcut olduğu, üretranın kız görünümünde, mesanenin doğal, vajenin serviks ile sonlandığı, uterus ve tubaların yaşı ile uyumlu olduğu, sağda ince-uzun bir over dokusunun, solda da ince-uzun bir over dokusu ve bu dokuya ilişik yaklaşık 1 cm ebatlarında karnıbahar görünümüne sahip bir kitle dokusunun olduğu saptandı. Eksize edilen bu dokunun patolojisi gonadoblastoma ile uyumlu bulundu. Hastaya cinsiyet araştırma komisyonu tarafından total gonadektomi kararı alındı. Sonuç: Boy kısalığı nedeniyle başvuran hastalarda, özellikle kız çocuklarında, cinsiyet problemi nedeniyle başvurmamış olsa bile kromozom analizi yapmak henüz bir bulgu vermemiş nadir patolojilerin erken tanınmasına neden olabilmektedir. Keywords { boy kısalığı, gonadoblastoma, kromozom analizi } UPEK 2012 Sayfa 164 Bildiri No: P-32 Kategorisi: Büyüme TURNER SENDROMLU OLGULARIN METABOLİK VE KARDİYOVASKULER PARAMETRELERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ *Nesibe Akyürek,*Mehmet Emre Atabek,*Beray Selver Eklioğlu,*Sevil Arı Yuca,**Hayrullah Alp *Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakultesi Çocuk Endokrinoloji,**Çocuk Kardiyoloji Giriş: Bu çalışmadaki amacımız, Turner Sendromlu (TS) olgularda erken arterioskleroz bulgusu kabul edilen karotis intima media kalınlığını (KIMK) saptamak ve metabolik , antropometrik veriler ile olan ilişkisini değerlendirmektir. Olgular ve Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji polikliniğinde takip edilen 9-16 yaş arası 12 45 XO,13 mozaik olmak üzere 25 TS olgusu ve aynı yaş grubundan 25 sağlıklı kız çocuk çalışmaya alındı. Hasta ve kontrol olgularının antropometrik(boy,kilo bel,kalça çevresi vucut kitle indeksi(VKI)),ve metabolik parametreleri ( lipid paneli , 24 saatlik ambulatuar kan basıncı ölçümü) ,KIMK ölçümleri kaydedildi.Olgulara OGTT yapıldı. Bulgular: Turner sendromlu olguların yaş ortalaması 12,04 ±3,37 olup kontrol grubunun yaş ortalaması 12,76 ±2,96 idi.Turner sendromlu olgularda %12 dislipidemi,% 24 hipertansiyon,%28 insulin direnci,%36 bozulmuş glukoz toleransı tespit edildi. Turner sendromlu olguların kilo,boy,diastolik kan basıncı,bel çevresi, nokturnal sistolik ve diastolik dipping değerleri ve KMIK ölçümleri kontrol grubuna göre anlamlı farklılık gösterdi.(p<0,05)KIMK ölçümü ile metabolik parametrelerden kilo, boy, belçevresi, LDL, insulin, FGIR, HOMAIR, dipsistolik, dipdiastolik pozitif korele idi. TS olgular HOMAIR ve OUİCK indexlerine göre insulin direnci varlığında KIMK değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık vardı( sırasıyla p:0,05 ,p:0,035). Sonuç: Çalışmamızda TS ‘lu olgularda KIMK düzeyi artmış olarak bulundu.Turner sendromlu olgularda KMIK ile HOMAIR , OUİCK arasındaki yakın ilişki ateroskleroz gelişiminde ınsulin direncinin önemini göstermektedir.İnsulin direnci ve artmış KMIKdeğeri olan olguların kardiyovaskuler mortalite vemorbidite açısından yakın takibi gerekmektedir. UPEK 2012 Sayfa 165 Bildiri No: P-33 Kategorisi: Büyüme BÜYÜME HORMONU TEDAVİSİNE BAĞLI İDİYOPATİK İNTRAKRANİYAL HİPERTANSİYON (PSÖDOTÜMÖR SEREBRİ) : *Eda Mengen,*Fatih Gürbüz,**Elif Erdem,***Faruk İncecik,*Bilgin Yüksel Çukurova Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi,**Göz Hastalıkları,***Çocuk Nörolojisi Giriş ve Amaç: İdiyopatik intrakraniyal hipertansiyon (İİH) veya psödotümör serebri kafa içi yer kaplayan bir lezyon olmadan intrakranial basınçta artma olarak tanımlanmaktadır. Büyüme hormonu (BH) tedavisi alan özellikle BH eksikliği başta olmak üzere çeşitli tanılarla birlikteliği olan (Prader willi sendromu ve Turner sendromunda kronik böbrek yetmezliği) hastalarda nadiren görülebilmektedir. İİH; serebrospinal sıvı basıncının artmasıyla birlikte sıvının kompozisyonunun normal olması, bilateral papilödem, görme keskinliğinde azalma veya diplopi gibi görme değişiklikleri, başağrısı, bulantı ve kusma ile karakterizedir. Burada BH eksikliğine bağlı boy kısalığı nedeniyle BH kullanan hastada gelişen İHH’den bahsedilecektir. Bulgular: Boy kısalığı nedeniyle başvuran on yaş üç aylık kız hastanın fizik muayenesinde boy 125 cm (<3p), vücut ağırlığı 34 kg (25-50 p) olup, sistemik muayenesinde boy kısalığı harici patoloji saptanmadı. Bakılan kemik yaşı 8 yaş ile uyumlu, yıllık uzama hızı 4 cm idi. Yapılan tetkikler sonucu BH eksikliği tanısı alan hastaya 30 µg/kg/gün dozunda BH tedavisi başlandı. Tedavi öncesi kraniyal ve hipofiz MR normal olarak saptandı ve yapılan göz muayenesinde görme keskinliği 10/10 idi. Hasta tedavinin altıncı ayında 3 gündür görmesinde azalma ve başağrısı şikayeti ile başvurdu. Bu yakınmayla gelen hastada BH tedavisi kesildi, göz bölümü ve pediatrik nöroloji bölümlerine konsülte edildi. Yapılan göz-fundus muayenesinde bilateral papil ödem ve görme keskinliğinin 6/10’a gerilediği tespit edildi (Resim 1 ve 2). Kraniyal MR’da yer kaplayan lezyon yoktu. Hastaya BH tedavisine bağlı İHH tanısı konuldu. BH kesildikten 3 gün sonra hastanın görmeyle ilgili yakınmalarının azaldığı saptandı. Asetozolamid tedavisi başlandı. Bu tedavinin 5.gününde hastanın tüm semptomları kayboldu, görme keskinliği 10/10, renkli görme dogal, görme alani dogal olarak saptandı. Asetozolamid tedavisinin iki haftaya tamamlanarak kesilmesi planlandı. Sonuç: Sonuç olarak İHH, BH tedavisi alan hastalarda nadir de olsa gelişebileceği hatırlanmalı, özellikle hastalar başağrısı ve görmede değişiklik şikayetlerinin önemli olduğu konusunda uyarılmalıdır. Keywords { Büyüme Hormonu, Görme Kaybı, Görme Keskinliği, İdiyopatik intrakraniyal hiper } EKLENEN GÖRSELLER Resim 1. Papil Ödemi Resim 2. Papil Ödemi UPEK 2012 Sayfa 166 Bildiri No: P-34 Kategorisi: Büyüme LARON SENDROMLU BEŞ OLGU: KLİNİK VE MOLEKÜLER DEĞERLENDİRME *Samim Özen,**Merve Tosyalı,*Özlem Korkmaz,*Damla Gökşen,**Afig Berdeli,*Şükran Darcan *Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi, **Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AMAÇ: Bu çalışmada kliniğimizde izlenen Laron sendromu (LS) olguların klinik, laboratuvar ve büyüme hormon reseptor (BHR) gen mutasyonlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. GEREÇ-YÖNTEM:Beş (2 kız, 3 erkek) olgunun, tedavi öncesi boy SDS, yıllık büyüme hızları(YBH), BH, IGF-1, IGF-BP3 düzeyleri,tedavi başlama yaşı, tedavini etkinliğini belirlemek amacıyla tedavinin birinci,ikinci ve üçüncü yıllarında boy SDS ve YBH ölçümleri, hedeflenen ve kullanılabilen ilaç dozları(mg/kg/yıl) değerlendirildi. BHR gen mutasyonları çalışıldı. BULGULAR: Tanıda ortalama yaş 3.0±2.7yıl (0.89-7.5yaş), boy SDS -5.06±0.7 (-6.47-4.38), hedef boy SDS -0.72±0.95, tedavi öncesi yıllık büyüme hızı 3.5±1.7cm(1.8-6.0cm) idi. Laboratuvar incelemelerindebazal BH tüm hastalarda 40pg/ml üzerinde, bazal IGF-1 düzeyleri 9.7±9.9ng/ml, IGF jenerasyon testine ortalama IGF yanıtı 10.7±9.8ng/ml saptanmıştır. İlaç temininde oluşan aksaklıklar nedeni ile rekombinant IGF-1 tedavisine başlama yaşı 4.06±2.6 olup, hedeflenen ilaç kullanım miktarları ile kullanılan ilaç miktarları arasında fark, birinci yıl ortalama 5.4±3.8 mg/kg/yıl, ikinci yıl 8.8±6.7mg/kg/yıl olup yıllık uygulanan ilaç miktarları genel olarak hedeflenen düzeyin altında kalmıştır. Tabloda tedavi sırasında YBH, boy SDS değişimleri görülmektedir. Olguların birinde BHR geninde homozigot missense c.1630 A>C(p.I544L) mutasyon ve iki kardeşte c.1419 C>T (p.S473S) polimorfizmi saptanmış olup 2 olgunun analizleri devam etmektedir. Sonuç olarak; Laron sendromlu bu olgularda rhIGF tedavisine yeterli klinik yanıt olmadığı gösterilmiştir. Keywords { Laron sendromu, büyüme hormonu reseptör geni, rekombinant IGF-1 } Tablo 1: Olguların başvuru ve izlem verileri ile moleküler analiz sonuçları Cinsiyet Takvim yaşı Kemik yaşı Tedavi başlangıç boy SDS Birinci yıl boy SDS Birinci yıl YBH(cm/yıl) İkinci yıl boy SDS İkinci yıl YBH (cm/yıl) Üçüncü yıl boy SDS Üçüncü yıl YBH (cm/yıl) -5.93 3.78 Genetik analiz Hasta 1 Hasta Kız 4.98 3.5 -4.04 -4.72 3.7 -4.38 6.4 Kız 11.52 6.75 -4.94 -5.13 4.4 -5.59 4.9 2 Hasta 3 Hasta Erkek 4.91 2.7 -5.43 -5.05 3.12 -5.45 2.4 Erkek 7.93 0.75 -5.65 -5.49 5.45 -5.97 4.39 -6.3 3.67 p.S473S 4 Hasta 5 Erkek 4.23 0.25 -7.75 -6.75 2.02 -6.76 3.15 -6.62 1.29 p.I544L p.S473S UPEK 2012 Sayfa 167 Bildiri No: P-35 Kategorisi: Büyüme MAKROSEFALİ VE BÜYÜME HORMONU FAZLALIĞI İLE GİGANTİZMİN EŞLİK ETTİĞİ ‘‘MİCHELİN LASTİK BEBEK SENDROM’’U; OLGU SUNUMU *Gülay Karagüzel,*Ayşenur Ökten *Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji Giriş: Michelin Lastik Bebek sendromu (MLBS); ekstremiteler ve gövdede çok sayıda, simetrik ve abartılı deri katlantıları ile karakterize nadir bir sendromdur. Bu posterde aşırı büyüme eşliği olan MLBS’lu ilk olgu sunulmuştur. Olgu: Akrabalık tanımlanmayan, 38 yaşındaki annenin 3. çocuğu olan hastanın 4.950gr ağırlığında ve 57.5cm olarak doğduğu, kaba yüz görünümü ve kraniosinostozisi, kromozom analizinin 46,XY olduğu ve MLBS tanısı ile izlendiği öğrenildi. Hasta aşırı büyüme yakınmasıyla kliniğimize yönlendirildi. Yedibuçuk aylık olan hastanın ağırlığı: 14.2kg, boyu: 84cm, Boy SDS +4,37, Ağırlık SDS: +1,82, boy yaşı: 19 ay, kemik yaşı 18 ay (Pyle), baş çevresi: 52cm (BY’na göre >97.p) saptandı. Genel durumu iyi, kan basıncı 100/60mmHg, kaba yüz görünümü, belirgin alın, ön fontanel kapalı, sırt, kollar ve bacaklarda abartılı cilt kıvrımları ve sistolik üfürümü vardı. Organomegalisi olmayan hastanın BTV 2ml idi ve nörölojik muayenesi normaldi. Tiroid fonksiyon testleri, kortizol, kortikotropin, prolaktin, glukoz, AFP, beta-hCG, IGF-I ve IGFBP-3 düzeyleri normal, insülin düzeyi baskılı saptanan hastanın oral glukoz yükleme testinde büyüme hormonu düzeyleri baskılanamadı (>1μg/l). Hipofiz ve hipotalamus MRG’de adenohipofiz ve nöröhipofiz normal olmakla birlikte kemik sellada deformasyon, klivus ve dorsum sellada kalınlaşma rapor edildi. Octreotid tedavisi başlanan hasta büyüme hormonunun tümorogenezis etkileri açısından Pediatrik Onkoloji izlemine de alındı. Sonuç: MLBS; yağ dokusu ve deri altındaki düz kasları tutan hamartomatoz bir bozukluk olmakla birlikte patogenezi bilinmemektedir. MLBS’unda daha önce büyüme hormonu fazlalığına bağlı gigantizm bildirilmemiştir. Keywords { Michelin lastik bebek sendromu, gigantizm, makrosefali } UPEK 2012 Sayfa 168 Bildiri No: P-36 Kategorisi: Büyüme OTOZOMAL RESESİF BRAKİOLMİA; YENİ BİR PAPSS2 MUTASYONU SAPTANAN OLGU SUNUMU *Gözde Yeşil,**İlker Tolga Özgen,**Yaşar Cesur,***Yasemin Alanay *Bezm-i Alem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Genetik,**Çocuk Endokrinolojisi,***Pediatrik Genetik Giriş: Tip 1 brakiolmia Hobaek ve Toledo formları tarif edilmiş otozomal resesif geçişli bir iskelet displazisidir. Her iki form kısa boy, skolyoz, platispondili, dikdörtgen şeklinde uzamış verebralar, düzensiz ve daralmış intervertebral mesafe ile karakterizedir. Olgu: Akraba evliliği olan bir ailenin 6 yıl 10 aylık erkek çocuğu kısa boy ve sırt ağrısı yakınması ile başvurdu. Fizik incelemesinde boy: 105.3cm (<3.p), boy SDS: -3.02, boy yaşı: 4.38 yıl, ağırlık: 22.4 kg (25-50p), kulaç mesafesi: 106 cm, pubis topuk mesafesi 55cm idi. Fizik muayenesindeki en çarpıcı özellik boyun bölgesindeki aşırı kısalık idi. Hastanın servikal vertebralarına yönelik grafilerinde platispondili saptanması üzerine tüm kemik grafileri çekildi ve radyolojik bulgular brakiolmia ile uyumlu olduğu görüldü. Hastanın diğer sistemik muayeneleri ve pubertal gelişimi normaldi. Hasta ve ailesi PAPPS2 mutasyonu açısından incelendi ve IVS1+3A>C homozigot mutasyonu ve ailesinin heterozigot mutasyon taşıyıcısı olduğu saptandı. Bu mutasyon bu fenotip ile ilgili yeni tanımlanmıştır. Sonuç: Brakiolmia olguları özellikle prepubertal dönemde hastalığın çok tipik klinik bulgularının oturmamış olması ya da diğer spondiler iskelet displazileri ile karışması nedeniyle az sayıda tanı almaktadır. Bu olgu ile PAPPS2 genindeki IVS1+3A>C mutasyonunun brakiolmia klinik tablosuna yol açtığı gösterilmiştir. Keywords { Kısa boy, Brakiolmia } UPEK 2012 Sayfa 169 Bildiri No: P-37 Kategorisi: Büyüme 0-6 YAŞ TÜRK ÇOCUKLARINDA BOYA GÖRE AĞIRLIK PERSENTİLLERİ *M. Mümtaz Mazıcıoğlu,*****Türev Demirtaş,**Betül Çiçek,***Ahmet Öztürk PhD,****Selim Kurtoğlu,*Hasan B Üstünbaş *Erciyes Üniversitesi Aile Hekimliği, **Beslenme ve dietetik, ***Biyoistatistik,****Pediatrik endokrinoloji,*****Sağlık Müdürlüğü Aile Hekimliği Giriş ve amaç: Erken çocukluk döneminde büyümenin, serpilme yetersizliği ve obezitenin tanımlanması ve yorumlanmasında uzunluk/boya göre ağırlık (UBgA) referanslarının kullanımını gerekmektedir. Bu çalışmada Türk çocuklarında 0-6 yaş grubunda UBgA referans değerlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Yöntemler: Çalışmamızda 2009-2010 yılları arasında yapılan 0-6 yaş Türk Çocukları’nda Antropometri (ATCA-06) çalışması verileri kullanılmıştır. Bu kesitsel çalışmada LMS yöntemi ile UBgA persentilleri üretilmiştir. Yaşa göre ağırlık persentilleri yerine UBgA'nin kullanılmasının gerekçesi Amerikan Pediatri akademisi'nin iki yaş altında BMI yerine UBgA'nin kullanılması gerektiği önerisidir. Ayrıca serpilme yetersizliği tanısı için UBgA'nin <5 persentil olması gerekmektedir. Bulgular: Toplam 3123 çocukta (1573 kız, 1550 erkek) 40-130cm aralığında her beş santimetrelik aralık için 3, 5, 10, 25, 50, 75, 85, 90, 95 ve 97. ağırlık persentilleri hesaplanmıştır. Tabloda bazı boy aralıkları için 3., 50., 97. presentil değerleri verilmiştir. Sonuç: Bu çalışma 0-6 yaş Türk çocuklarında bizim toplumuz için ilk kez üretilen UBgA persentilleri hesaplanmıştır. Özellikle erken çocukluk döneminde (0-<2 yaş) klinik değerlendirme büyüme, serpilme yetersizliği ve obezitenin tanımlanması ve yorumlanmasında sıklıkla kullanılacağını düşünmekteyiz. Keywords { Persentiller, Büyüme, Ağırlık, Uzunluk/boy } Uzunluk/boya göre ağırlık persentilleri (kg) Boy (cm) 40-44.99 60-64.99 80-84.99 100-104.99 120-124.99 125-130.00 Kızlar Erkekler 3 50 97 1.63 4.85 9.13 13.39 17.81 18.78 2.41 6.32 10.98 16.01 22.38 23.98 3.39 8.08 13.26 19.61 30.24 33.55 3 2.48 6.16 10.28 14.36 17.51 17.51 50 3.17 7.79 12.61 17.84 22.37 22.37 97 2.48 6.16 10.28 14.36 17.51 29.60 UPEK 2012 Sayfa 170 Bildiri No: P-38 Kategorisi: Büyüme BÜYÜME HORMONU EKSİKLİĞİ OLGULARINDA TANI VE TEDAVİYE YANITIN DEĞERLENDİRİLMESİ *Yılmaz Kör,**Mehmet Keskin *Adana Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinolojisi,**Gaziantep Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi ve Metabolizma Bu çalışma; Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı, Çocuk Endokrinolojisi ve Metabolizma Bilim Dalında büyüme hormon eksikliği tanısı konulup tedavi verilen olgularda tanı ve tedaviye etkili faktörlerin araştırılması amacıyla yapıldı. Haziran 2006- Kasım 2010 tarihleri arasında büyüme hormon tedavisi alan 142 olgu geriye dönük değerlendirildi. Olguların 142’si en az bir, 73’ü en az iki, 25’i en az üç, 9’u en az dört ve ikisi en az beş yıl süreyle tedavi almıştı. Boy, boy SDS, VKİ, tedavi başlangıç yaşı, kemik yaşı, hipofiz MRG, boy yaşı, anne boyu, baba boyu, AHB, AHB SDS’si, IGF-I, IGFBP-3, büyüme hormonu uyarı testlerine alınan yanıt ve BH tedavisi ile boy, boy SDS’nin belirli periyodlardaki kazançları kaydedildi. Kliniğimizde rhGH dozu 0.2-0.25 mg/kg/hafta olarak uygulanmaktadır. Çalışma sonucunda, yaş ortalaması 9.97±3.22 yıl (E/K: %55,6/44.4) bulundu. Tedavi öncesi boy SDS 3.46±1.18, delta SDS -2.49±1.39, AHB SDS’si -0.96±0.72, kemik yaşı 6.69±3.13 yıl, boy yaşı 6.50±2.77 yıl ve VKİ 17.05±3.43 kg/m² bulundu. Tedavi sonrası boy kazancı (cm/yıl); ilk altı ay 11.42±2.89, ikinci altı ay 8.55±2.48, birinci yılsonu 9.92±2.44, ikinci yıl sonu 8.41±1.92, üçüncü yıl sonu 7.74±1.63, dördüncü yıl sonu 7.00±1.52 ve beşinci yıl sonu da 6.25±2.47 idi. Tedavinin birinci yılsonu boy SDS kazancı 0.80±0.45 olarak bulundu. Tedavinin birinci yılsonu boy kazancının cinsiyet, SGA, pubertal durum, ağır boy kısalığı ve delta SDS’ye göre farklılık göstermediği, hipotiroidisi olan olguların ise daha iyi yanıt verdiği görüldü. Boy SDS kazancının prepubertal, ağır boy kısalığı olan ve delta SDS’si -2.5’in altında olanlarda daha iyi olduğu saptandı. Sonuç olarak büyüme hormonu tedavisi sırasındaki büyüme hızının pek çok faktörle ilişkili olabileceği görüldü. Keywords { Boy kısalığı, Büyüme hormonu eksikliği, rhGH tedavisi } UPEK 2012 Sayfa 171 Olguların klinik ve laboratuar durumlarına göre tedaviye yanıtları Cinsiyet Hipotiroidi SGA Puberte 1.yılsonu boy kazancı p 1.yılsonu boy SDS kazancı P K(63) 9.76±2.51 0.314 0.75±0.39 0.242 E (79) 10.04±2.38 Var (17) Yok (125) 11.15±2.64 9.83±2.31 0.031 0.89±0.60 0.79±0.43 0.406 Var (20) 10.74±2.62 0.126 0.85±0.52 0.588 Yok (122) 9.86±2.32 Var (44) 9.78±2.19 Yok (98) 10.08±2.46 0.84±0.50 0.80±0.44 0.485 0.86±0.43 0.031 0.68±0.49 Ağır boy kısalığı Var (57) 10.06±2.46 Yok (85) 9.93±2.34 Delta SDS ≥-1.5(28) -1.5,-2.5(44) 9.86±2.36 9.38±2.41 <-2.5(70) 10.42±2.31 <6 yaş(22) 6-11 yaş(59) >11 yaş(61) 12.17±2.62 9.35±1.91 9.82±2.27 <0.001 1.10±0.46 0.80±0.42 0.70±0.45 0.002 2-3y(75) 3-4y(43) 4-5y(14) >5y(10) 10.20±2.53 9.62±2.06 9.07±2.16 11.20±2.27 0.096 0.44±0.05 0.47±0.07 0.44±0.12 0.42±0.13 0.098 Patolojik (35) Normal (107) 10.63±2.99 9.77±2.12 0.063 0.92±0.58 0.77±0.40 0.086 Hipofiz MRG -1,-2 (26) <-2 (116) 10.77±2.76 9.81±2.26 0.063 0.83±0.37 0.80±0.47 0.732 IGF-1 SDS -1,-2 (12) <-2 (130) 8.39±2.12 10.13±2.35 0.015 0.54±0.42 0.83±0.45 0.034 IGFBP-3 SDS 10.09±2.43 9.52±1.95 9.78±3.1 0.807 0.85±0.46 0.37±0.78 0.53±0.21 0.315 L-Dopa <5(113) 5-7(23) 7-10(6) <5 (91) 5-7(32) 7-10(19) 10.18±2.36 9.47±2.35 9.95±2.52 0.465 0.88±0.48 0.62±0.39 0.75±0.32 0.061 Yaş CA-BA klonidin 0.747 0.67±0.42 0.004 0.89±0.46 0.071 0.69±0.46 0.66±0.40 0.002 0.94±0.45 UPEK 2012 Sayfa 172 Bildiri No: P-39 Kategorisi: Büyüme BİYOİNAKTİF BÜYÜME HORMONU TANISI ALAN ÇOCUKLARDA ANTROPOMETRİK ÖZELLİKLERİN, KLİNİK BULGULARIN VE BÜYÜME HORMONU YANITLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ *Veysel Nijat Baş,*Sebahat Yılmaz Ağladıoğlu,*Havva Nur Peltek Kendirci,*Aşan Önder,*Semra Çetinkaya,*Zehra Aycan *Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji Kliniği Amaç: Biyoinaktif büyüme hormonu (BBH), literatürde az sayıda olgu sunumlarıyla bildirildiğinden, hastaların antropometrik ve klinik özellikleri ile tedavi yanıtlarının değerlendirildiği bir çalışma yoktur. Bu çalışmada, BBH hastalarının antropometrik ve klinik özellikleri ve büyüme hormonu tedavisi yanıtlarının değerlendirilmesi amaçlandı. Metod: Çalışmaya; boy SDS -2,5 SD’nin, büyüme hızı -1SD’nin altında, kemik yaşı takvim yaşından 2 yıl geri olan, düşük doğum ağırlığı, sistemik hastalık, nutrisyonel boy kısalığı, malnütrisyon, hipotiroidi ve büyüme hormonu eksikliği olmayan (büyüme hormonu uyarı testine pik BH yanıtı ≥10 ng/ml), serum IGF-1 düzeyi < -2 SD, IGF jenerasyon testine bazal IGF-1 düzeyine göre en az %20 artış sağlanarak BBH tanısı alan 11 erkek, 9 kız hasta dahil edildi. Bulgular: Olguların tedavi öncesi takvim yaşı 11±2,4 yıl, kemik yaşı 8,3±2,4 yıl, boy SDS -3,7±1,1 SD (-2,6–-6,3) ve yıllık uzama hızı 3,4±1,2 cm bulundu. Tedavi öncesi izlem süreleri 18±11 (12–48) aydı. Tedavinin 1. yılında boy SDS -2,9±0,7, uzama hızı 8,7±1,8 cm, 2. yılında boy SDS -2,5±0,7, uzama hızı 14,8±1,4 cm, bir yıllık tedavi ile boy kazanımı (Δ boy SDS) 0,8±0,4 (0,1-2,3) olarak hesaplandı. Tedavi öncesi boy SDS ve IGF-1 ile tedavi sonrası her 6 ayda bir değerlendirilen boy ve IGF-1 SDS değerleri arasında anlamlı artış olduğu görüldü. Tedavi öncesi sadece 1 hastanın genetiğe göre düzeltilmiş boy SDS’si 0’dan büyük iken, 2 yıllık tedavi ile 3 olgu genetik boy potansiyelini yakaladı. Tedavi öncesi yıllık büyüme hızı ile tedavinin hem birinci hem de ikinci yılı arasındaki fark anlamlı iken, tedavinin birinci yılı ile ikinci yılı arasında fark yoktu. Hastalarda pubertal sorun saptanmadı. Sonuç: Literatürde yeterli verinin olmadığı BBH tanısı alan hastaların kapsamlı ve yeterli olgu sayısı ile değerlendirildiği bu çalışmada; E/K oranının 1,2 olduğu genetik boy potansiyellerinden daha negatif olan patolojik boy kısalıklarına sahip oldukları, pubertal problem yaşamadıkları, büyüme hormonu tedavisine ise büyüme hormonu eksikliğine benzer şekilde iyi yanıt verdikleri sonucuna varılmıştır. Keywords { Biyoinaktif büyüme hormonu , büyüme hormonu } UPEK 2012 Sayfa 173 Bildiri No: P-40 Kategorisi: Büyüme BİYOİNAKTİF BÜYÜME HORMONU TANISI ALAN OLGULARIN KLİNİK VE LABORATUVAR DEĞERLENDİRİMİ *Sezgin Şahin,**Feride Tahmiscioglu Bucak,**Bahar Özcabı Taskın,**Oya Ercan,**Olcay Evliyaoglu *Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Genel Pediatri,**Endokrin Amaç: ‘Biyoinaktif büyüme hormonu’ normal büyüme hormonu (BH) düzeylerine rağmen patolojik boy kısalığı, düşük IGF-1 değerleri, dışarıdan verilen BH’na yeterli IGF-1 ve büyüme yanıtı ile tanımlanır. Bu olguların bazılarında BH gen mutasyonları belirlenebilirken, kronik sistemik hastalığı olanlarda da BH biyoaktivitesinde azalma görülebilir. Çalışmamızda, BH biyoinaktivitesi tanısı alan olguların başvuru antropometrik ölçümlerinin ve BH-IGF-1 eksenlerinin değerlendirilmesi; ek sistemik hastalığı olanlar ile olmayanların karşılaştırılması amaçlanmıştır. Olgular ve yöntem: Biyoinaktif BH tanısı altında 76 (39’u erkek-%51,3) olgu çalışmaya alındı. Olguların antropometrik verileri, pubertal evreleri, büyüme hormonu uyarı testine doruk büyüme hormonu düzeyleri, bazal IGF-1 ve BH’na doruk IGF-1 yanıtları belirlenerek kaydedildi. Olgular sistemik hastalığı olup olmamalarına, cinsiyetlerine, pubertal evrelerine göre sınıflandırılarak karşılaştırıldı. Bulgular: Olguların 62’sinin (%81,6) ek bir hastalığı yok iken, 14 olguya (%18,4) bir kronik sistemik hastalık eşlik ediyordu. Olguların ortalama TY/KY, eşlik eden sistemik hastalığı olanlarda 10,1±3,1 / 8,4±3,5 iken; olmayanlarda 10,5±2,4 / 8,1±3 idi (p>0,05). Sistemik hastalığı olanların ortalama boy ve VKİ SDS’leri sırasıyla -2,9±0,9 ve -0,51±1,5 idi. Sistemik hastalığı olmayanların ortalama boy ve VKİ SDS’leri sırasıyla -3±0,8 ve -1±0,9 idi. Her iki grup arasında boy ve VKİ SDS açısından bir fark bulunmadı. Sistemik hastalığı olanların %35,7’si (n=5) pubertal iken, sistemik hastalığı olmayanlarda bu oran %29 (n=18) idi (p>0,05). Biyoinaktif BH’na sahip olup ek bir sistemik hastalığı olanlarda akraba evliliği oranı %50 iken, diğer grupta %22,6 olarak bulundu (p<0,05). Sistemik hastalığı olan/olmayan gruplarda bazal IGF-1 SDS’i -2’nin altında , -2 ve-1 arasında olanlar sırasıyla % 42,9 ve %35 / %69,4 ve %22,5 oranlarında bulundu (p>0,05). Büyüme hormonu uyarısı sonucu bazal IGF-1 deki ortalama yüzdelik artış sistemik hastalığı olan grupta % 92,3 iken, diğer grupta %81,7 olarak saptandı (p>0,05). Sonuç: Biyoinaktif BH tanısı altında sistemik hastalığı olan ve olmayan olguların, başvuru antropometrik verileri, bazal ve BH uyarısı sonrası serum IGF-1 düzeyleri farksız bulunmuştur. Biyoinaktif büyüme hormonu tanısı alan bütün olgularda akraba evliliği oranı yüksek belirlenmiştir, özellikle sistemik hastalığı olan grupta bu oran daha belirgin yüksektir ve genetik mekanizmaların etkinliğini göstermektedir. Olguların uzun takipleri ve BH tedavisine verecekleri cevap, özellikle sistemik hastalığı olanlarda bu tanı altında tedavi almalarının etkinliğini gösterecektir. Keywords { biyoinaktif büyüme hormonu, IGF-1, sistemik hastalık } UPEK 2012 Sayfa 174 Bildiri No: P-41 Kategorisi: Büyüme BÜYÜME HORMONU EKSİKLİĞİ SAPTANAN OLGULARDA HİPOFİZ BEZİ MANYETİK REZONANS GÖRÜNTÜLEMENİN TANI, TEDAVİ VE İZLEMDE SAĞLADIĞI FAYDALAR *Özlem Kara,*Fatma Demirel,*İhsan Esen,*Derya Tepe,**Nadide Başak Gülleroğlu,*Meltem Tayfun *Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji, **Radyoloji GİRİŞ VE AMAÇ: Manyetik rezonans (MR) görüntülemesi büyüme hormonu (BH) eksikliği saptanan olgularda hipofiz bezinin anatomik yapısının değerlendirilmesinde ve organik patolojilerin saptanmasında faydalı bir araçtır. Hipofiz bezinde saptanan herhangi bir patoloji tedavinin planlanması ve klinik izlemde önemli bilgiler sağlar. Bu çalışmada 2009-2012 yılları arasında hastanemizde BH eksikliği tanısı alan hastaların klinik, laboratuar özellikleri ve tedaviye yanıtlarının hipofiz bezi MR görüntülemesi ile ilişkisinin araştırılması amaçlanmıştır. METOD: Hastanemizde 2009-2012 yılları arasında BH eksikliği saptanıp en az 1 yıl tedavi alan, kontrollerine düzenli gelen ve MR görüntülemesine ulaşılabilen 112 olgu çalışmaya alındı. Bu hastaların klinik özellikleri, laboratuar tetkikleri ve MR görüntüleri geriye dönük olarak değerlendirildi. MR görüntülerinde patoloji saptanan ve saptanmayan olguların klinik bulguları ve tedaviye yanıtları karşılaştırıldı. BULGULAR: Çalışmada yer alan olguların 61’i kız 51’i erkekti. Tedavi başlama sırasında ortalama yaşları 10,1±3,4 yıl, %61’i prepubertal, boy SDS -3,30±1,03, tedavi öncesi büyüme hızları 3,8±1,2 cm/yıl, tedavi sonrası büyüme hızları 8,5±2,1 cm/yıl idi. Olguların %91’inde idiyopatik BH eksikliği, %9’unda çoklu hipofizer hormon eksikliği mevcuttu. Hipofiz bezinde organik patoloji görülme sıklığı %32 (n=35) olarak bulundu. Saptanan organik patolojiler sıklık sırasına göre hipofiz hipoplazisi (n=22), parsiyel empty sella (n=4), mikroadenom (n=4), ektopik nörohipofiz (n=2), pineal kist (n=2) ve empty sella (n=1) idi. Her iki grupta yaş, cins, puberte, boy SDS, tedavi öncesi büyüme hızı, tedavi öncesi ve sonrası serum IGF-1, IGFBP-3 düzeyleri arasında anlamlı fark saptanmadı. Hipofiz bezinde patoloji saptanan grubun klonidin uyarı testine BH zirve yanıtı diğer gruptan anlamlı olarak daha düşüktü (sırasıyla 3,9±2,7 ve 5,1±2,4 ng/ml) (p=0,027) ve BH tedavisi ile daha iyi bir büyüme hızı gösterdikleri saptandı (sırasıyla 9,4±2,5 ve 8,1±1,8 cm/yıl) (p=0,004). SONUÇ: Büyüme hormonu eksikliğinde hipofiz bezinde organik patoloji saptanan olguların BH uyarı testlerine yanıtının daha düşük ve tedavi ile uzama hızlarının daha iyi olduğu görüldü. Manyetik rezonans görüntüleme sonuçlarının, BH eksikliği olan çocuklarda tedavi yanıtının öngörülmesinde faydalı bir araç olduğu kanaatine varıldı. Keywords { büyüme hormonu eksikliği , manyetik rezonans, hipofiz } UPEK 2012 Sayfa 175 Bildiri No: P-42 Kategorisi: Büyüme BÜYÜME HORMONU FAZLALIĞI İLE KARIŞAN BİR SOTOS SENDROMU OLGUSU *Figen Günindi,*Ala Üstyol,*Cengiz Kara,*Murat Aydın *Ondokuzmayıs Ünversitesi Çocuk Endokrinolojisi Giriş: Sotos sendromu (serebral gigantizm) aşırı büyüme, karakteristik (akromegaloid) yüz görünümü, öğrenme güçlükleri, ileri kemik yaşı, aşağı çekik palpebral fissürler, hipotoni, nöbetler, skolyoz, kardiyak defektler ile karakterize otozomal dominant bir bozukluktur. Klinik ve laboratuar bulguları akromegali ile karışabilir. Burada başlangıçta büyüme hormonu fazlalığı tanısı almış olan bir Sotos sendromu olgusu sunuyoruz. Olgu: Dört buçuk yaşında kız hasta, aşırı büyüme nedeniyle bölümümüze danışılmıştı. İlk fizik incelemesinde Boy: 121,5 cm (>97p), ağırlığı:23,9 kg (>97p), boy yaşı 73/12, kemik yaşı 710/12, boy SDS: +3,65, hedef boy SDS: +0,49, genetik uyumu: +3,16 idi. Kaba yüz görünümü, geniş ve öne çıkık alın yapısı, aşağı çekik palpebral fissürleri, büyük el ve ayakları, uzun çenesi, yüksek damağı ve Denver gelişim testinde ince motor, kaba motor, dil gelişim alanlarında yaşıtlarına göre gerilik vardı. Kardiyolojik incelemede geniş sekundum ASD tespit edildi. IGF1: 85.5 ng/ml (ortalama/ -1SD) IGFBP3: 7.17 µg/ml ( > +3SD), bazal büyüme hormonu : 1,6 ng/ml olan hastanın oral glukoz yüklemesinin ikinci saatindeki büyüme hormonu: 3,29 ng/ml (>2 ng/ml) idi. Kraniyal ve hipofiz MRG normal olan hastaya Petrozal sinüs örneklemesi yapılması uygun görüldü. Periferik kanda GH:4.28 ng/ml, sağ petrozal sinüs GH: 4.9 ng/ml, sol petrozal sinüs GH: 5.2 ng/ml bulundu. Bromokriptin tedavisi başlandı. İki yıllık tedavi süresince büyüme hızında değişiklik olmaması üzerine tedavi kesildi. Klinik özellikleri ile Sotos sendromu düşünülen hastada NSD1 delesyonu için FISH analizi yapıldı. Karyotipi 46,XX olan hastada NSD1 delesyonu saptanmadı. Mutasyon analizi yapılamadı. Sonuç: Sotos sendromunun uzun boy, el, ayak ve çenedeki belirgin büyüklük gibi fenotipik özellikleri akromegali ile karışabilir. Ayrıca biyokimyasal olarak da GH fazlalığı izlenimi verebilir. Uzun boylu çocukların % 30’unda GH supresyon testine yanıt alınamayabilir. NSD1 geninde FISH analizi ile delesyon saptanmamış olması tanıyı dışlamaz. Literatürde olguların % 14-48,5 arasında değişen oranlarda nokta mutasyonlardan kaynaklandığı bildirilmektedir. En iyi koşullarda bile kromozomal analiz ile 4 kilobazın altındaki değişiklikler analiz edilemeyebilir. Bu nedenle, klinik ve laboratuvar bulgularıyla akromegali düşünülen bir olguda mental gerilik ve eşlik eden başka anomaliler veya dismorfik bulgular varsa Sotos sendromu tanısına yönelmeli ve NSD1 gen analizi yapılmalıdır. Keywords { Sotos sendromu , aşırı büyüme, akromegali, mental gerilik } UPEK 2012 Sayfa 176 Bildiri No: P-43 Kategorisi: Büyüme BÜYÜME HORMONU TEDAVİSİNİN NADİR GÖRÜLEN YAN ETKİLERİNDEN BİRİ: PREPUBERTAL JİNEKOMASTİ- İKİ OLGU SUNUMU *Gül Yeşiltepe Mutlu,*Elif Özsu,*Ayşegül Yüksel,*Filiz Mine Çizmecioğlu,*Şükrü Hatun *Kocaeli Üniv. Tıp Fak. Pediatrik Endokrinoloji Ve Diyabet Bilim Dalı GİRİŞ-AMAÇ Prepubertal jinekomasti (PPJ) tüm jinekomasti olgularının %5’ini oluşturur. Olguların bir kısmı idyopatik olmakla beraber hiperaromataz sendromu, 11 beta hidroksilaz eksikliği, ilaçlar, östrojen içeren kremler, adrenal ve testiküler tümörler ve büyüme hormonu tedavisi de etyolojide sorumlu tutulan diğer faktörlerdir. Büyüme hormonu (BH) tedavisine bağlı PPJ çok nadir görülmekle birlikte insidansı bilinmemektedir. Etyopatogenezi aydınlatılabilmiş değildir. Prepubertal erkeklerde meme tomurcuklanması şeklinde (kızlarda tanner evre 2’dekine eş) görülür. Benign ve spontan gerileyen bir tablo olup tedavinin sonlandırılmasına gerek yoktur. OLGULAR 1.olgu: 12 yaş 4 aylık erkek hasta çoklu hipofizer hormon (büyüme hormonu ve TSH) eksikliği nedeniyle büyüme hormonu tedavisi (0.26 mg/kg/hafta) almaktaydı. Tedavi öncesi jinekomastisi olmayan hastanın izleminde tedavinin 3. ayında (takvim yasi 12 yaş 4 ay, kemik yasi 8 yaş iken) jinekomasti saptandı. Fizik muayenede meme evresi kızlardaki evre 2-3’e eş idi, pubik kıllanması yoktu, testis volümleri ise 2/3 ml, gerdirilmiş penis boyu 5 cm idi. Laboratuvar incelemesinde FSH:0.1 mıu/ml, LH:<0.1 mıu/ml, total testosteron:<0.1 ng/dl, Estradiol:<20 pg/ml, DHEASO4:23.4 mcg/dl, prolaktin :12.27 ng/ml, B-HCG:<1 mıu/ml idi. 2.olgu: 10 yaş 2 aylık erkek hasta parsiyel büyüme hormonu eksikliği tanısıyla büyüme hormonu tedavisi (0.25 mg/kg/hafta) almaktaydı. Tedavi öncesi jinekomastisi olmayan hastanın izleminde tedavinin 3. ayında (kemik yasi 8 yaş iken) hasta göğüslerde büyüme ve sertlik şikayetiyle polikliniğimize getirildi. Fizik muayenede meme evresi kızlardaki evre 2’ye eş idi, pubik kıllanması yoktu, testis volümleri ise 3/3 ml, gerdirilmiş penis boyu 4,7 cm idi. laboratuvar incelemesinde LH:<0.1 mıu/ml, Testosteron:8.35 ng/dl, Estradiol:<20 pg/ml, DHEASO4:107mcg/dl, prolaktin :5.52 ng/ml, B-HCG:<1 mıu/ml idi. Her iki olgunun da büyüme hormonu tedavisine aynı dozdan devam edildi. 1. olgunun jinekomastisi tedavinin 6. ayında evre 3’ten 2’ye gerilerken 2. olgunun jinekomastisi tedavinin 6. ayında tamamen kayboldu. SONUÇ BH tedavisinin yol açtığı PPJ tablosu benign ve kendini sınırlayan bir durum olmakla birlikte BH tedavisi alan hastaların rutin kontrollerde meme muayeneleri de dikkatle yapılmalıdır. UPEK 2012 Sayfa 177 Bildiri No: P-44 Kategorisi: Büyüme AĞIR BÜYÜME GERİLİĞİ OLAN OLGU: BÜYÜME HORMONU RESEPTÖRÜ, STAT5B GENİNDE HETEROZİGOT MUTASYON *Betül Ersoy ,*Bayram Özhan,*Seniha Kiremitçi,**Hwa Vivian *Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi Manisa Çocuk Endokrinoloji ve Metabolizma Bilim Dalı,**Oregon Sağlık Bilimleri Üniversitesi ABD Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Giriş: Büyüme hormonu (BH), insulin benzeri büyüme faktörü (IGF-1) ve onun ana bağlayıcı proteini olan IGFBP-3’ü uyararak postnatal normal büyümeyi sağlayan başlıca hormondur. STAT5b sinyal yolağı, BH ve büyüme hormonu reseptörü (BHR) arasındaki etkileşim ile aktive olur. STAT5b geninde homozigot mutasyon ağır büyüme geriliği, BH duyarsızlığı ve IGF-I eksikliği ile ilişkilidir. Vaka: Bir yaşında büyüme geriliği ile başvuran hastanın miadında 3400 g, 47 cm doğduğu öğrenildi. Boyu 64 cm (SDS: -3,71), ağırlığı 7 kg (SDS: -2,35), baş çevresi 44 cm (SDS: -1,34) idi. Anne 158 cm (SDS:-0,67), baba 169 cm (SDS:-0,86) idi. Yıllık boy uzama hızı 4,5 cm (SDS:- 2,97) olan hastanın kemik yaşı altı ay ile uyumlu, bazal IGF1 düzeyi <25 ng/mL, bazal IGFBP3 düzeyi <0,5 ng/mL, bazal büyüme hormonu düzeyi 17,9 ng/mL olarak bulundu. IGF1 jenerasyon testinde IGF1 ve IGFBP3 düzeylerinde artış saptanmadı. Hastanın GHR geninde intron 2’de splicing mutasyon (70+1G>A) ve STAT5b geninde ekzon 5’te yeni bir heterozigot missense mutasyon saptandı. IGF1 geninde defekt saptanmadı. Hastaya iki yaş yedi aylıkken IGF1 tedavisi başlandı. Yıllık uzama hızı, tedavinin ilk yılında 8 cm, ikinci yılında 5,3 cm’e ulaştı. Sonuç: STAT5b geninde heterozigot missense mutasyonun büyüme geriliğine neden olduğu, büyüme hormonu duyarsızlığı ve IGF1 eksikliği ile kendini gösterdiği ve eşlik eden GHR genindeki mutasyonun tabloyu daha da ağırlaştırdığı düşünülmektedir. UPEK 2012 Sayfa 178 Bildiri No: P-45 Kategorisi: Büyüme MARFANOİD GÖRÜNÜMLÜ OLGUDA NADİR GÖRÜLEN BİR SENDROM: LUJAN-FRYN SENDROMU *Sinem Akbay,*Ümit Başak Şarkış,**Şule Can,***Bumin Dündar *Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları,**Çocuk Endokrinoloji, ***İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Lujan-Fryn Sendromu (LFS); X’e bağlı kalıtımla geçen, marfanoid görünüme ve hafif-orta mental retardasyona eşlik edebilen, korpus kallosum agenezisi, davranış bozukluğu, kraniofasiyal veya kardiyovasküler anomalilerle karakterize bir sendromdur. Uzun boylu, uzun ve esnek extremitelere sahip olan bu olgularda; ince uzun yüz, belirgin alın, küçük mandibula, hipoplazik maksilla, dar ve uzun burun, kısa filtrum ve yüksek damak gibi kraniofasiyal anomaliler de gözlenebilmektedir. Kromozom analizi ile Klinefelter ve Fragile X sendromları dışlanır. İdrar homosistein düzeyi, göz ve kardiyolojik inceleme ayırıcı tanı için gereklidir. Lujan-Fryn Sendromu’ndan şüphelenildiğinde MED12 genindeki p.N1007S mutasyonunun saptanması ile tanı kesinleştirilir. Spesifik bir tedavisi yoktur, eşlik eden hastalıklara yönelik destek tedavisi uygulanır. 14 yaşında erkek olgu boy uzunluğu nedeni ile polikliniğe başvurdu. Miadında 5200 gr olarak doğduğu belirtilen olgunun mental gelişiminin yaşına göre geri olduğu, Ailesel akdeniz ateşi ve astım nedeni ile takipli olduğu ve dış merkezde mental retardasyon saptandığı öğrenildi. Fizik bakısında VA: 69 kg (>97p), VA SDS: 2.6, boy: 190 cm (>97p) boy SDS: 5.6, kemik yaşı: 14 yaş ile uyumlu, hedef boy:164.5 cm, hedef boy SDS:-0.4 , kan basıncı: 105/60 mmHg, haricen erkek, bilateral testisler skrotumda 14ml/14ml, pubertal, aksiller ve pubik kıllanması vardı. Tiroid bezi nonpalpabl idi. Marfanoid görünümü, uzun boynu, kifozu ve sol elinin palmar yüzünde simian çizgisi mevcuttu. Göz ve işitme bakısı olağan olarak değerlendirildi. Yapılan EKO’da mitral kapak prolapsusu saptandı. Laboratuvar tetkiklerinde IGF 1: 341 ng/ml (SDS: (-1)-(-2)), insülin benzeri büyüme hormonu bağlayıcı protein-3: 4,59 microg/mL, DHEAS: 137 ug/dL, total testosteron: 311 ng/dL, kortisol: 5,57 microg/dL, FSH: 3,21 mIU/mL, prolactin: 11,6 ng/mL, LH:2,23 mIU/mL, plazma homosistein düzeyi normal olarak saptandı, homosistinüri saptanmadı, kromozom analizi 46,XY olan olguda Klinefelter ve Frajil X Sendromları dışlandı. Olguya büyüme hormonu (GH) supresyon testi uygulandı; 0, 30, 60, 90. Ve 120. dakika GH seviyeleri sırasıyla 0.76, 1.23, 0.29, 0.12, 0.1 ng/mL olarak saptandı. Hipofiz MR’da hipofiz mikroadenomu saptandı, beyin cerrahisi birimi tarafından takibe alındı. Lujan-Fryn Sendromu 1 Lujan-Fryn Sendromu 2 Keywords { uzun boy, marfanoid görünüm, Lujan-Fryn Sendromu } UPEK 2012 Sayfa 179 Bildiri No: P-46 Kategorisi: Büyüme KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ ÇOCUK ENDOKRİNOLOJİ VE DİYABET KLİNİĞİNDE SON 3 YILDA BÜYÜME HORMONU UYARI TESTİ YAPILAN HASTALARIN RETROSPEKTİF ANALİZİ *Ayşegül Yüksel,*Rahime Gül Yeşiltepe Mutlu,*Elif Özsu,*Filiz Mine Çizmecioğlu,*Şükrü Hatun *Kocaeli Üniversitesi Çocuk Endokrin Giriş ve Amaç Büyüme hormonu eksikliği (BHE) tanısında düşük büyüme hızının ve klinik bulguların yanı sıra büyüme hormonu uyarı testlerinin (BHUT) de önemi büyüktür. BHUT “cut-off” değeri eski yıllarda 57 ng/ml kabul edilmekteyken son yıllarda bu değer 10 ng/ml’ye yükseltilmiştir. Bu çalışmada farklı “cut-off” değerleri göz önüne alınarak kliniğimizde BHUT uygulanan hastaların değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem Ocak 2008- Aralık 2011 tarihleri arasında kliniğimizde BHUT yapılan yaşı 11,2±3,3 yıl (0,8-18,6), %49’u (n=96) erkek olan 195 olgu retrospektif olarak değerlendirildi. İlk BHUT klonidin ile yapıldı. Maksimum yanıtı 10 ng/ml’nin altında olan olgulara L-dopa ile 2. BHUT yapıldı. Oksolojik değerlendirmeleri ve klinik bulguları ile BHE düşünülen, her iki testte de maksimum yanıtı<10 ng/ml olan 55 olguya BHRT başlandı. BHRT başlanan olgular BHUT maksimum yanıtlarına göre 2 gruba ayrıldı (grup 1: <7 ng/ml, grup 2: 7-10 ng/ml). Her 2 grubun antropometrik özellikleri, IGF-1 değerleri ve tedavi yanıtları karşılaştırıldı. Bulgular İlk BHUT’de (klonidin) maksimum BH yanıtı (n=195) 11,1±8,3 (0,05-62,4)’tü. Maksimum yanıtı <10 ng/ml olan 91 hastanın 2. BHUT (L-dopa)’de maksimum BH yanıtı 5,7±5,1 (0-23) ng/ml’ydi. Her iki test göz önüne alınarak BHRT başlanmış olan 55 olgudan 8’inde çoklu hipofizer hormon eksikliği (ÇHHE) mevcuttu. BHRT başlanan olguların %64’ünün (n=35) BHUT maksimum yanıtı <7 ng/ml, %36’sının (n=20) ise 7-10 ng/ml arasındaydı. Bu grupların bazal IGF-1 düzeyleri, hipofiz MR bulguları (organik lezyonu olan/olmayan) ve tedavi yanıtları (1 yıllık boy SDS kazanımları ve yıllık büyüme hızları) tablo-1’de verilmiştir. Tedavi sonrası yıllık büyüme hızı 1. grupta 2. gruba göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p=0,04). Organik lezyonu olan (n=18) ve olmayan (n=37) olgular tedavi yanıtları açısından karşılaştırıldığında ise anlamlı fark saptanmadı (p>0,05) (tablo-2). Sonuç BH eksikliği tanısı için BHUT cut-off değeri 10 ng/ml kabul edilmekle birlikte BHUT maksimum yanıtı <7 ng/ml olan olgular BHRT’den daha fazla yarar görmektedir. Keywords { BHUT, cut-off, L-dopa, klonidin } UPEK 2012 Sayfa 180 Tablo 1:Tedavi alan hastaların BHUT maksimum yanıtlarına göre karşılaştırılması <7 7-10 BHUT maksimum yanıtı p n:35(%64) n:20 10,2± 8,4± (6-17) (5,3-15) Median:9,9 Median:7,5 1,06± 0,45± (-0,5 ve 4,8) (-0,63 ve 1,7) Median:0,76 Median:0,38 IGF-1 <-2 SDS olanlar n:20 n:9 Hipofiz MR bulgusu olan n:10 n:8 Tedavi sonrası YBH Boy SDS kazanımı 0,04 0,059 0,035 Tablo 2:Tedavi alan hastaların organik lezyonu olanlar ve olmayanlar olarak karşılaştırması Hipofiz MR Organik lezyonu Organik lezyonu p var (n:18) yok (n:37) bulgusu BHUT max.yanıt 10 25 0,38 <7 n:35 BHUT max.yanıt 8 12 9,5±2,86cm 9,7±2,6cm (6-17) (5,3-15) Median:9,5 1,24±1,39 Median:9,2 0,61±0,69 -0,63 ve 4,8 -0,56 ve 2,0 Median:0,93 -3,2±1,1 Median:0,55 -3,24±1,1 7-10 n:20 Tedavi sonrası YBH Boy SDS kazanımı Tedavi öncesi boy (-6,19 ve -2) SDS Median:-2,8 0,77 0,05 0,89 (-6,8 ve -1,73) Median:-2,9 UPEK 2012 Sayfa 181 Bildiri No: P-47 Kategorisi: Obezite PUBERTAL OBEZ ÇOCUKLARDA ADİPOKİN DÜZEYLERİ VE METABOLİK SENDROM KOMPONENTLERİYLE İLİŞKİSİ *Mehmet Boyraz,**Mehmet Emre Taşçılar,****Peyami Cinaz,****Aysun Bideci,***Abdulbaki Karaoğlu,****Orhun Çamurdan *Şişli Etfal Eğt. Araş.Hastanesi Çocuk Endokrinoloji,**Gata Çocuk Endokrinoloji,***Çocuk Sağ. Hast.,****Gazi Ünv. Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Giriş / Amaç: Çocukluk çağında metabolik sendrom, santral obezite, insülin direnci, hipertansiyon ve dislipidemiyle yakın ilişkili olan bir durumdur. Son zamanlarda literatürde metabolik sendrom ve onun komponentleriyle adipokinlerin ilişkisine dikkat çekilmektedir. Biz de bu çalışmada pubertal obez çocuklarda serum adiponektin, rezistin ve retinol bağlayıcı protein 4 (RBP4) gibi adipokinlerin serum düzeyleri ile metabolik sendrom ve onun komponentleri arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçladık. Metod: Çalışmaya yaş aralıkları 8-18 arasında olan 148 pubertal obez çocuk alındı ve her birinin vücut kitle indeksi(VKI), bel çevresi (BÇ) , HOMA-IR, kan basıncı, açlık kan şekeri (AKŞ) ve insülin, total kolestreol, HDL kolesterol, trigliserid ve adipokin düzeyleri ölçülüp kaydedildi. Metabolik sendrom ve metabolik sendrom olmayan iki grupta bu parametreler istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Ayrıca adipokin düzeylerinin metabolik sendrom komponentleriyle korelasyonuna istatistiksel olarak bakıldı. Bulgular: Metabolik sendrom grubunda, metabolik sendrom olmayan gruba göre VKI, BÇ, HOMA-IR, kan basıncı, AKŞ, insülin, trigliserid ve RBP4 anlamlı daha yüksek iken HDL kolesterol, adiponektin ve rezistin daha düşüktü (p<0.01). Adiponektin ve rezistin konsantrasyonu HOMA-IR, BÇ, trigliserid düzeyi ve kan basıncı ile negatif korele iken, HDL kolesterol düzeyi ile pozitif korele idi (p<0.01). RBP4 düzeyi ise HOMA-IR, BÇ, trigliserid ve kan basıncı ile pozitif korele iken HDL kolesterol düzeyi ile negatif korele idi (p<0.01). Sonuç: Bu bulgulara göre adiponektin, rezistin ve RBP4 metabolik sendromu öngörmede uygun biyomarkerler olabilir, ancak bunun için daha fazla sayıda araştırmaya ihtiyaç vardır Keywords { adiponektin, rezistin, RBP4, obez, çocuk, metabolik sendrom } UPEK 2012 Sayfa 182 Bildiri No: P-48 Kategorisi: Obezite OBEZ ÇOCUKLARDA ALKOLİK OLMAYAN KARACİĞER YAĞLANMASININ METABOLİK SENDROM VE KARDİYOVASKÜLER RİSK FAKTÖRLERİYLE İLİŞKİSİ *Mehmet Boyraz,**Mehmet Emre Taşçılar,***Peyami Cinaz,***Aysun Bideci,***Orhun Çamurdan,***Hamdi Cihan Emeksiz *Şişli Etfal Eğt. Araş.Hastanesi Çocuk Endokrinoloji,**Gata Çocuk Endokrinoloji, ***Gazi Ünv. Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Giriş/Amaç: Alkolik olmayan karaciğer yağlanması (AOKY) obez çocuklarda yaygın görülür ve metabolik sendrom (MS) ve kardiyovasküler (KV) risk faktörleriyle ilişkilidir. Bu çalışmada AOKY’lı obez çocuklarda yağlanmanın metabolik sendrom ve kardiyovasküler risk faktörleriyle ilişkisini irdeledik. Metod: Çalışmaya yaşları 8-18 arasında değişen 451 pubertal obez çocuk alındı. Hastalar karaciğer yağlanma evresine göre yağlanma olmayanlar (grade 0), hafif-orta derece yağlanma (grade 1 ve 2) ve ileri derecede yağlanma (grade 3) olanlar olmak üzere 3 gruba ayrıldı. Karaciğer yağlanma dereceleri tek radyolog tarafından hastaların antropometrik ve biyokimyasal parametreleri bilinmeden batın ultrasonografi kullanılarak ölçüldü. Tüm hastaların vücut kitle indeksi, bel ve kalça çevresi, kan basıncı, açlık şeker ve insülin, HOMA-IR ve lipid profilleri ölçülüp kaydedildi. Sonuçlar: 451 obez çocuktan 217 (% 48.1)’ inde AOKY ve 96 (%21.3)’ ünde metabolik sendroma (MS) rastlandı. Obez çocuklarda abdominal obezite, hipertansiyon, bozulmuş açlık glukozu(BAG), hiperinsülinemi, dislipidemi ve tip 2 diabet sıklığı sırasıyla; % 61.8, % 25.7, % 4.4, % 54.3, % 41 ve % 2.2 idi. 96 MS’ li olgudan %73’ünde AOKY, %78’inde dislipidemi, % 55’ inde hipertansiyon, %23’ ünde anormal glikoz metabolizması mevcuttu. Kardiyovasküler risk prevelansı, AOKY olan grupta, AOKY olmayan gruba göre anlamlı daha yüksekti (abdominal obesite: %75’ e %50, p<0.01; BAG: %5’ e %4, p>0.05; hiperinsulinemi: %70’ e %40, p<0.01; düşük HDL-C: %75’ e %60, p<0.01; artmış trigliserid: %50’ ye % 14, p<0.01; kan basıncı: %36’ ya %16, p<0.01; HOMA-IR: %72’ ye % 39, p<0.01; tip 2 diabet: %3’ e %1, p<0.01 ve MS: %55’ e %15, p<0.01). BAG, kan basıncı ve tip 2 diabet hariç üç grup arasında tüm kardiyovasküler risk faktörleri farklıydı ayrıca yağlanma derecesi arttıkça kardiyovasküler risk faktörlerinin sıklığının da arttığı gözlemlendi. Sonuç: Obez çocuklarda AOKY’ nın kardiovasküler risk faktörleri ve metabolik sendromla güçlü ilişkisini tespit ettik. AOKY metabolik sendromu öngörmede erken bir mediatör olabilir. Keywords { obezite, kardiyovasküler risk, alkolik olmayan karaciğer yağl, çocuk, metabolik sendrom } UPEK 2012 Sayfa 183 Bildiri No: P-49 Kategorisi: Obezite DÜŞÜK SOSYOEKONOMİK KOŞULLARDA YAŞAYAN ÇOCUKLARDA OBEZİTE EPİDEMİYOLOJİSİ *Enver Şimşek,***Beray Selver,****Yıldız Dallar,*Çiğdem Binay,**Cengiz Bal *Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı,**Biyoistatistik Anabilim Dalı,***Necmettin Erbakan Üniversitesi Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı,****Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Kliniği, Giriş Şişmanlık tüm dünyada epidemik seyir gösteren sağlık problemi olmasına rağmen, düşük sosyoekonomik koşullarda yaşayan çocuklardaki şişmanlık ile ilgili epidemiyolojik risk faktörleri üzerine yapılmış çok az çalışma vardır. Materyal ve Metod Bu çalışma Mayıs 2009 ve Ağustos 2011 tarihleri arasında yapılmış kesitsel bir çalışmadır. Çalışmaya alınma kriterleri; gecekondu bölgesinde ve Türkiye koşullarına göre düşük gelirli ailelerin çocukları olmak. Rastgele 80 şişman erkek (11.1± 2.7 yıl) ve 121 şişman kız (11.4±2.9 yıl) çalışmaya alındı. Antropometrik ölçümlerden boy, kilo ve vücut kitle indeksi kullanıldı. Şişmanlık tanımında eşik değer olarak Uluslararası kullanılan eşik değer kullanıldı. Şişman çocuklara günlük egzersiz programları, okul servisi kullanıp kullanmadıkları, günlük televiyon ve bilgisayara ayırdıkları zaman ve “fast-food” alışkanlıkları sorgulandı. Çocukların birinci dereceden yakınlarında şişmanlık olup olmadığı, anne ve babanın eğitim seviyesi, aylık gelir düzeyi, ailede hipertansiyon, tip 2 diyabet ve kalp krizi öyküsü olup olmadığı sorgulandı. Bulgular: Tablo 1 ve Tablo 2’de özetlendi. Sonuç: Orta ve üst düzey gelir kuşağında olduğu gibi alt düzey gelir kuşağında da bilgisayar oyunları, “fast-food” ve gazlı içecek tüketimine eğilim şişmanlık için önemli risk faktörlerindendir. Annenin çalışmıyor olması da çocuklarda şişmanlık için risk faktörlerindendir. Düşük sosyoekonomik koşullarda apartman yaşamı, babanın şişman olması, ailede tip 2 diyabet ve kalp krizi öyküsünün bulunması, düşük sosyoekonomik koşullarda yaşayan çocuklarda şişmanlık gelişimini öngören parametrelerdir. Keywords { Apartman, Bilgisayar-TV, Gecekondu, Gelir, Eğitim, Şişmanlık } UPEK 2012 Sayfa 184 Tablo 1. Düşük sosyoekonomik koşullarda yaşayan şişman çocukların epidemiyolojik özelliklerinin karşılaştırılması Bilgisayar oyunu (evet-hayır) Okul servisi kullanımı (evet-hayır) “Fast-food” tüketimine eğilim (evet-hayır) Gazlı içeçek tüketimine eğilim (evet-hayır) Anne çalışıyor mu (evet-hayır) Annede şişmanlık var mı? (evet-hayır) Babada şişmanlık var mı? (evet-hayır) Ailede kalp krizi öyküsü var mı? (evet-hayır) Ailede tip 2 diyabet öyküsü var mı? (evet-hayır) Gecekonduda yaşayanlar – Apartmanda yaşayanlar Anne eğitim seviyesi: İlkokul-Yüksek olkul veya üniversite Şişman Kontrol p (n = 201) 127-74 31-170 146-55 172-29 32-169 88-113 65-134 55-144 128-73 72-179 156-45 ( n = 38) 15-23 6-32 18-20 27-11 0-38 10-28 5-33 3-35 10-28 23-15 35-3 <0.05 >0.05 <0.001 <0.05 <0.05 >0.05 <0.05 <0.05 <0.001 <0.05 >0.05 Tablo 2. Şişmanlık için epidemiyolojik risk faktörlerinin Lojistik regresyon analizi Değişken m p Odd (OR) Ratio 95 % CI Bilgisayar oyunu 0.852 0.052 2.34 Şişman baba 1.368 <0.001 5.08 1.54-16.75 Kalp krizi Tip 2 Diyabet 1.358 1.911 0.54 3.89 <0.001 6.76 0.97-15.49 2.54-17.97 Gecekondu yaşamı 1.90 <0.001 6.68 2.41-18.54 0.99-5.44 UPEK 2012 Sayfa 185 Bildiri No: P-50 Kategorisi: Obezite ANKARA İL MERKEZİNDEKİ ADÖLESANLARDA OBEZİTE PREVALANSI *Sırma Ercan,*Yıldız Bilge Dallar,*Serdar Önen,**Özlem Engiz *Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ,**Çocuk Endokrinolojisi AMAÇ: Çocukluk çağı obezite prevalansı tüm dünyada giderek artmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü 1998 yılında obeziteyi ciddi bir halk sağlığı sorunu olarak tanımlamıştır. Ülkemizde ve dünyada çocuklarda belirli yaş gruplarına yönelik obezite prevalans çalışmaları yapılmıştır. Ancak adölesanlar için yeterli veri bulunmamaktadır. Bu nedenle bu çalışma ile Ankara il merkezindeki adölesan yaş grubunda obezite prevalansı ve risk faktörlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Ankara il merkezindeki ilköğretim ve ortaöğretim öğrencilerinden çok aşamalı örneklem yöntemi ile çalışma grubu belirlendi. Bu gruptaki adölesanların yaş, cinsiyet gibi sosyodemografik özellikleri, bilgisayar kullanımı süresi, televizyon izleme süresi, fiziksel aktivite durumu, ailede obezite varlığı standart soru anketi ile sorgulandı. Ayrıca bu adölesanların antropometrik ölçümleri alındı. Antropometrik ölçüm yapılırken, vücut ağırlığı elektronik baskül ile, boy öçümü düz zeminde üzerinde ağırlık yapabilecek kıyafetler çıkarıldıktan sonra yapıldı. Boy ölçümü standartlara uygun stadiometre ile ayakkabısız, ayaklar birbirine bitişik, yüz karşıya bakar şekilde yapıldı. Bel çevresi esnek olmayan mezura ile ölçüldü. Vücut kitle indeksi (VKİ) : vücut ağırlığı (kg)/boy2 (m2) formülü ile hesaplandı. Olguların VKİ değerleri Neyzi ve arkadaşlarının Türk çocukları için geliştirdiği VKİ persentil eğrileri ile karşılaştırılarak obezite prevalansı hesaplandı. BULGULAR: Çalışmaya 4440 erkek (%50.2) ve 4408 kız (%49.8) olmak üzere toplam 8848 adölesan alındı. Adölesanlarda obezite prevalansı %7,7 (kızlarda %8,4, erkeklerde %7) idi. Bu çalışma ile VKİ arttıkça bilgisayar kullanım süresinin arttığı izlendi. Aşırı kilolu ve obez adölesanların 2 saatten fazla televizyon izleme ve bilgisayar kullanma oranı normal kilolulara göre daha yüksek saptandı. Normal kilolu adölesanların düzenli fizik aktivite yapma oranı diğer gruplara göre daha yüksek izlendi. Obez adölesanların ailelerinde obezite prevalansı %56.5 idi. SONUÇ: Ankara il merkezinde adölesanlarda obezite prevalansı Avrupa ülkelerine kıyasla daha düşük saptanmıştır. Bilgisayar kullanımı, televizyon izleme ve fizik aktivite obezite için önemli risk faktörleridir. Keywords { Adölesan, Obezite, Prevalans } UPEK 2012 Sayfa 186 Bildiri No: P-51 Kategorisi: Obezite 2002-2010 YILLARINDA BAŞVURAN OBEZ ÇOCUKLARIN RETROSPEKTİF ANALİZİ *Esra Çelik Kuzaytepe,**Nursel Muratoğlu Şahin,***Ayşe Canan Yazıcı,**Sibel Tulgar Kınık *Başkent Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları,**Çocuk Endokrin,***Biyoistatistik GİRİŞ VE AMAÇ: 2002-2010 yıllarında başvuran obez çocukların klinik ve laboratuar özelliklerini ve bu özelliklerin yıllar içindeki değişimini araştırdık. METOD: Başkent Üniversitesi Pediatrik Endokrinoloji Polikliniği’ne, obezite nedeniyle başvuran 1054 olgu, retrospektif olarak değerlendirildi. IDF kriterlerine göre metabolik sendrom(MS) sıklığı belirlendi. BULGULAR: 1054 olgunun 577’si (%54,7) kız, 477’si (%45,3) erkekti. Ortalama yaş 11,8 yıl, VKİ 27,8 kg/boy2, relatif VKİ %147,9 idi. Ailesi de obez olanlarda relatif VKİ, bel ve kalça çevresi, açlık kan şekeri daha yüksekti. (p<0,05) Olguların %38,1’inde dislipidemi, %32,9’unda hepatosteatoz(HS), %69,3’ünde hipertansiyon saptandı. 10 yaş üzeri olgularda MS sıklığı %7 idi. Dislipidemisi olanların olmayanlara göre yaş, VKİ, relatif VKİ, kan basınçları, bel, kalça çevresi, insülin, LDL, trigliserid(TG), ALT düzeyleri yüksek iken; bel/kalça oranı, HDL anlamlı düşüktü. (p<0,05) HS’u olanların başvuru yaşı, VKİ, relatif VKİ, kan basınçları, bel ve kalça çevresi, bel/ kalça oranı, açlık insülini, TG, ALT değerleri yüksek; HDL değeri düşüktü. (p<0,05) Olguları başvuru tarihlerine göre, ilk beş yıl (20022006) ve son dört yıl (2007-2010) olarak karşılaştırdığımızda; yaş ve relatif VKİ ortalaması değişmediği halde, son dört yılda başvuran olguların bel, kalça, bel/kalça, ALT değerinin, hepatosteatoz, ve dislipidemi sıklığının anlamlı olarak artığı; HDL kolesterol değerlerinin anlamlı olarak azaldığı saptandı. (p<0,05) SONUÇ: Yıllar içinde çocuklarda obezite şiddeti artmadığı halde metabolik bozuklukların şiddeti artmaktadır. MS için önemli bir parametre olan bel çevresinin yıllar içinde artması, kardiyovasküler hastalıklar için koruyucu olan HDL’nin düşmesi, HS sıklığının artması çocuklarda obezite morbiditesinin giderek artan bir sorun olduğunu göstermektedir. Keywords { Çocukluk çağı obezitesi, metabolik bozukluklar, obezitede yıllar içindeki deği } UPEK 2012 Sayfa 187 Bildiri No: P-52 Kategorisi: Obezite OBEZ TÜRK ÇOCUKLARDA İNSÜLİN DİRENCİNİN GÖSTERGELERİ *Ayşenur Ökten,*Gülay Karagüzel,Burcu Güven *Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Endokrinoloji Bilim Dalı Giriş ve Amaç: Birçok kronik hastalığa zemin hazırlayan obezitenin sıklığı tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de artmaktadır. Obezitede sık karşılaşılan problemlerden biri insülin direncidir Bu çalışmada obez çocuklarda vücut yağ dağılımı ile insülin rezistansı ve adipokin düzeyleri arasındaki ilişki araştırıldı. Gereç ve Yöntem: Çocuk Endokrinoloji polikliniğine başvuran ve vücut kitle endeksi 95. persantilin üzerinde olan hastalar çalışmaya alındı (n=65, 41 kız/24 erkek). Hastalar bel/kalça oranına göre abdominal (n=38) ve periferik obezitesi (n=27) olanlar şeklinde sınıflandırıldı Hastaların demografik özellikleri, antropometrik veriler, kan basıncı, serum lipidleri, tiroid fonksiyon testleri, rezistin ve adipokin düzeyleri kaydedildi. Aylık kontrolleri yapılan hastaların üç ay sonraki değerleri ile karşılaştırma yapıldı. Bulgular: İlk başvuruda abdominal obezitesi olanların sistolik ve diyastolik kan basıncı değerleri periferik obezitesi olanlardan daha yüksek saptanırken (p= 0.005), insülin direnci ve adipokin düzeyleri arasında anlamlı fark bulunmadı. Üçüncü ay sonunda kilo veren abdominal obezlerin resistin düzeyinde anlamlı yükselme olurken (p=0.041), periferik obezitesi olanlarda sistolik ve diyastolik kan basıncında belirgin azalma (p=0.015 ve p=0.034), HDL düzeyinde yükselme (p= 0.022), insülin, leptin ve resistin düzeylerinde ise azalma (sırasıyla p= 0.045, p= 0.031 ve p= 0.014) saptandı. Tartışma: Bu çalışmada abdominal obezitesi olan çocukların aynı vücut kitle indeksine sahip periferik obezitesi olan çocuklara göre daha yüksek metabolik risk taşıdıkları gösterildi. Obez hastaları değerlendirirken visseral yağlanmanın bir göstergesi olarak bel çevresi ölçümünün dikkatli yapılması ve ihmal edilmemesi gerektiği ortaya konulmuş oldu. Keywords { Santral obezite, Periferik obezite, İnsülin direnci } UPEK 2012 Sayfa 188 Bildiri No: P-53 Kategorisi: Obezite OBEZ VE SAĞLIKLI ÇOCUKLARDA SERUM NESFATİN-1 DÜZEYİNİN METABOLİK VE KLİNİK PARAMETRELER İLE OLAN İLİŞKİSİ *Ayhan Abacı,*Gönül Çatlı,*Ahmet Anık,**Tuncay Küme,*Ece Böber *Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji,**Biyokimya Nesfatin-1, nöral doku ve pankreasın adacık hücrelerinden salgılanan son yıllarda keşfedilmiş anoreksijenik bir peptiddir. Bu peptid, besin alımında ve enerji dengesinde hipotalamik yolakta önemli rol oynamaktadır. Amaç: Obez ve sağlıklı çocuklarda serum nesfatin-1 düzeyinin metabolik ve klinik parametreler ile olan ilişkisini araştırmak. Metod: Bu çalışmaya, vücut kitle indeksi 95 persentil üzerinde olan obez ve VKİ 85 persentil altında olan sağlıklı çocuklar alındı. Metabolik parametrelerin karşılaştırılması amacıyla, açlık serum glukoz, insulin, lipid profili ve serum nesfatin-1 düzeyi ölçüldü. Metabolik parametrelerin karşılaştırılması için SPSS 16.01 programı kullanıldı. Sonuçlar: Çalışmaya 37 obez ve 31 sağlıklı çocuk alındı. Obez grupta, VKİ, VKİ-SDS, trigliserid, insulin, HOMA-IR, sistolik ve diyastolik kan basıncı değerleri sağlıklı grup ile karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı yüksek saptandı (p<0,05). Buna karşın, total kolesterol, HDL-kolesterol ve LDLkolesterol düzeyleri açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p> 0,05). Serum nesfatin-1 düzeyi obez grupta kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düşük saptandı (sırasıyla, 1,5±1,6 & 2,7±1,0, p=0,001). Obez grupta, serum nesfatin 1 düzeyi insulin direnci varlığına göre karşılaştırıldığında, istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (sırasıyla, 0,7±0,7 vs 1,7±1,7, p=0,202). Obez grupta, serum nesfatin-1 düzeyi ile VKI-SDS arasında istatistiksel olarak anlamlı ters korelasyon saptanırken, HOMA-IR ile istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon saptanmadı (sırasıyla, r=-0,490, p=0,02 vs r=-0,155, p=0,361) Sonuç: Bu çalışma, obez çocuklarda serum nesfatin-1 düzeyinin antropometrik ve metabolik parametrelerle ilişkisini karşılaştıran ilk çalışmadır. Bu çalışmada, anoreksijenik bir peptid olan nesfatin-1 düzeyi obez grupta kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düşük saptanmıştır. Bu çalışma nedeniyle, obez vakalarda nesfatin-1’in iştah kontrolünde rolü olduğunu ve gelecekte obezite tedavisinde kullanılabilecek önemli bir nöropeptid olduğunu düşünüyoruz. Keywords { obezite, nesfatin, insülin direnci, vücut kitle indeksi } UPEK 2012 Sayfa 189 Bildiri No: P-54 Kategorisi: Obezite İNSÜLİN DİRENCİ OLMAYAN OBEZ ÇOCUKLARDA TOTAL ANTİOKSİDAN KAPASİTE VE TOTAL OKSİDATİF DURUM *Rusen Dündaröz,*Ufuk Erenberk,**İlker Tolga Özgen,*Ayşegül Doğan Demir,***Emin Özkaya,****Özcan Erel *Bezm-i Alem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları,**Çocuk Endokrinolojisi,***Çocuk Alerji,****Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Biokimya Giriş ve Amaç: Çocukluk çağında başlayan obezitenin erişkin yaş grubunda görülen koroner kalp hastalıkları tip 2 diyabet gibi ciddi hastalıklara yol açabileceği düşünülmektedir. Oksidatif stresin bu hastalıkların gelişiminde anahtar rol oynadığı gösterilmiştir. Bu çalışmada insulin direnci olmayan obez çocuklarda total antioksidan kapasite (TAC) ve total oksidatif durum (TOS) ölçümleri ile oksidatif stres değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Ortalama yaşları 9.42±3.77 yıl olan 21’i erkek, 17’si kız toplam 38 insülin direnci olmayan obez çocuk ve kontrol grubu olarak ortalama yaşları 9.29±3.87 yıl olan 25’i erkek, 26’sı kız toplam 51 normal kilolu çocuk çalışmaya alındı. Serum TAC ve TOS ölçümleri yapıldı, ayrıca oksidatif stres indeksi (OSI) hesaplandı. Bulgular: Obez çocuklarda TAC normal kilolu çocuklara oranla daha düşük olarak saptandı (2.27±0.28 mmol Trolox Eq/l ve 2.76±0.35 mmol Trolox Eq/l p<0.001). Hasta ve kontrol grupları TOS açısından karşılaştırıldığında önemli bir fark saptanamadı (6.08±3.63 μmol H2O2 Eq/l vs 5.25±4.16 μmol H2O2 Eq/l p=0.333). Obez grupta OSI daha yüksek bulundu (2.65±1.52 vs 1.92±1.56 p=0.029). Sonuç: İnsülin direnci olmayan obez çocuklarda dahi oksidan ve antioksidan system arasındaki denge bozulmuştur ve bu bozukluk antioksidan eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Dolayısı ile obez çocukların daha çok antioksidan tüketmeleri ileride gelişebilecek oksidatif stres ilişkili hastalıkların önlenmesinde faydalı olabilir. Keywords { obezite, oksidatif stres } UPEK 2012 Sayfa 190 Bildiri No: P-55 Kategorisi: Obezite ÇOCUKLUK ÇAĞI OBEZİTESİNDE SERUM ALT DÜZEYİ, KARDİYOVASKÜLER RİSK İÇİN ERKEN BİR BELİRTEÇ MİDİR? *Hacer Efnan Okuyan,**Ayça Törel Ergür,***Gökçe Kaan Ataç *Ufuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları,**Pediatrik Endokrinoloji,***Radyoloji GİRİŞ ve AMAÇ Çalışmalar obezitede karaciğer dokusunun da yağ dokusu gibi ayrı ve karmaşık bir role sahip olduğunu göstermektedir.Yağ dokudan salınan hormon ve sitokinlerin endotel disfonksiyonu yarattığı saptanmış olmasının yanında karaciğerin işlevi henüz açık değildir. Bu çalışmada, obez ve sağlıklı çocuk ve adölesanlarda endotel fonksiyonlarını akım aracılı vazodilatasyon (AAV) yöntemiyle değerlendirilmiş ve karaciğer fonksiyon testleri arasındaki ilişki incelenmiştir. MATERYAL METOT Ufuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji polikliniğine başvuran 7-18 yaş arası 59 obez ve non-obez 45 çocuk incelendi. Olguların öyküleri ve fizik incelemeleri, karaciğer fonksiyon testleri, lipit parametreleri, insülin dirençleri değerlendirildi.Tüm olgulara GE voluson ultrason sistemi kullanarak SPG 12 MHz yüzeyel probuyla AAV yöntemi uygulandı. AAV; supra sistolik basınçla 5 dakika brakial arter oklüzyonu takiben kafın gevşetilmesinden 1 dakika sonraki brakiyal arter çapı ölçülerek yüzde artış olarak ifade edildi. SONUÇLAR Gruplar arası cinsiyet, yaş ve pubertal dağılım benzerdi. ALT ve AST her iki grupta benzerken GGT obez grupta yüksekti. ALT ile GGT arasında anlamlı pozitif ilişki vardı. Grup1’de AAV ile VKİ, bel/kalça oranı, AST, ALT, GGT arasında negatif korelasyon bulunmaktaydı. Ayrıca VKİ’nin ekarte edildiği kısmi korelasyon analizinde ALT ile AAV arasında negatif ilişki saptandı. YORUM Bu çalışmada obez olgularda serum GGT’ye benzer şekilde ALT düzeyleri ile endotel fonksiyonunları arasında negatif ilişkinin bulunduğunu göstermiştir.Bu sonuç serum ALT’nin obezitede hepatosteatoz dışında erken kardiyovasküler risk belirteci olabileceğini düşündürmüştür. Bir başka deyişle obezitede karaciğerin hepatik insülin direnci yoluyla endotel fonksiyonları üzerindeki etkisinin anahtar rol oynadığını düşündürmüştür.AAV ile ALT’nin VKİ’den bağımsız olarak da yakın ilişki gösterdiğinin saptanması çocukluk çağında ALT düzeyinin sadece obezlerde değil nonobezlerde de erken kardiyovasküler risk belirteci olabileceğini düşündürmektedir. Keywords { Çocukluk çağı obezitesi, alt, endotel fonksiyonu } UPEK 2012 Sayfa 191 Bildiri No: P-56 Kategorisi: Obezite ÇOCUK VE ADÖLESAN OBEZ OLGULARDA ÜRİK ASİT METABOLİZMASININ İRDELENMESİ *Ayça Törel Ergür,**Hacer Efnan Okuyan *Ufuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji,**Çocuk Sağlığı Ve Hastalıkları GİRİŞ ve AMAÇ Ürik asit pürinlerin parçalanaması ile ortaya çıkan ve hücre metabolizmasının değerlendirilmesinde oldukça önemli olan bir bileşiktir. Obezitede insülin direncinin glikoliz döngüsündeki gliseraldehit 3P dehidrogenaz enzimine olan inhibisyon etkisi ile hiperürisemi görülmekte ve ürik asit düzeyinin yükselmesi pek çok olumsuz etkiler yaratmaktadır. . Bu amaçla bu çalışmada obez çocuklardaki ürik asit metabolizmasının durum ve etkileri araştırılmıştır. MATERYAL METOT Ufuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji polikliniğine başvuran 7-18 yaş arası 90 obez (grup1) ve 45 non-obez çocuk (grup2) incelendi. Olguların öykü, antropometrik ve fizik muayeneleri yapıldı. Tüm olgulardan biyokimya,lipit parametreleri, insülin direnci parametreleri (açlık kan şekeri, açlık insülin düzeyleri, IRHOMA) ve ürik asit düzeyleri çalışıldı. Gruplar arası karşılaştırmaların yanı sıra obez olgular normal aralığına göre de kıyaslandı. SONUÇLAR İki grup arasında cinsiyet, yaş ve pubertal dağılım benzerdi. Ürik asit obez grupta yüksekti. Ürik asitin yaş, kemik yaşı, VKİ,sistolik ve diastolik kan basıncı,hemoglobin, GGT, trigliserit,VLDL, açlık insülin,tokluk insülin, IRHOMA ile pozitif korelasyonu saptandı. YORUM Çalışmamızda obez olgularda ürik asit düzeyleri anlamlı şekilde yüksek bulunmuştur. Çocukluk çağı obezitesinde hiperüriseminin nedeni olarak proteinden fazla beslenmenin pürin katabolizmasını arttırdığı klasik bilgi olsa da son yıllarda yoğun fruktoz içeren mısır şurubu ile bezenmiş ürünler üzerinde durulmaktadır. . Bu nedenle bu çalışmanın ışığında hiperürisemi ve yarattığı olumsuz etkilerinden kaçınmak için obez çocuklarda fruktoz alınımının da sınırlanması gerektiğini vurgulamak istiyoruz. Keywords { çocukluk çağı obezitesi, ürik asit } UPEK 2012 Sayfa 192 Bildiri No: P-57 Kategorisi: Obezite OBEZ ÇOCUKLARDA AKIM ARACILI VAZODİLATASYON YÖNTEMİ VE KAROTİS İNTİMA MEDİA KALINLIĞI ÖLÇÜMÜNÜN İNCELENMESİ *Hacer Efnan Okuyan,**Gökçe Kaan Ataç,***Ayça Törel Ergür *Ufuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları,**Radyoloji,***Pediatrik Endokrinoloji GİRİŞ ve AMAÇ Obezitenin tüm sistemleri özellikle kardiyovasküler sistemi etkileyebilen komplikasyonlarının temellerinin çocukluk çağına dayandığı düşünülmektedir. Bu nedenle obezitenin olumsuz etkilerini öngörmek için kullanılan subklinik atreosklerozla birliktelik gösterebilen karotis intima-media kalınlığı (KİMK) ölçümü ve koroner endotelde disfonksiyonla birliktelik gösterebilen akım aracılı vazodilatasyon (AAV) yöntemi birbiri ile ve laboratuar verileri ile kıyaslanarak değerlendirilmiştir. MATERYAL METOT Ufuk Üniversitesi T.F. Çocuk Endokrinoloji polikliniğine başvuran 7-18 yaş arası 59 obez(grup1) ve 45 sağlıklı(grup2) olgu incelendi. Olguların özellikleri, insülin direnci (IRHOMA 3,16 sınırıyla sınıflandırıldı) ve lipit parametreleri değerlendirildi. AAV; brakiyal arterler ölçümleri GE voluson ultrason sistemi kullanarak SPG 12 MHz yüzeyel probuyla değerlendirildi ve kafın gevşetilmesinden 1 dakika sonraki arter çapı ölçülerek % (yüzde) artış olarak ifade edildi. Sağ ve sol KİMK, ana karotid arter bifurkasyonun 2cm proksimalinden 3defa arka (uzak) duvara odaklanılarak değerlendirildi.En yüksek ve ortalama KİMK ve AAV değerlerinin obeziteyi belirleyicilikleri(sensitivite ve spesifite yüzdeleri)ROC analiziyle sınandı. SONUÇLAR Gruplar arası cinsiyet, yaş ve pubertal dağılım benzerdi. Gruplar arasında sağ,sol KIMK , AAV açısından anlamlı farklılık vardı.. Yöntemlerin laboratuvar parametreleriyle olan ilişkileri de farklılık gösterdi. İnsülin direncini tanımlamada AAV, sağ KİMK, sol KİMK ile aralarında sensitivite ve spesifitesi açısından farklılık yoktu. AAV’nin obezitedeki kardiyovasküler riske daha spesifik olduğu görüldü. YORUM Bu iki yöntem değerlendirildiğinde; sol KIMK ölçümünün normal olan olguları daha iyi belirlediği, AAV‘nin obez olguların % 94’ünde daha düşük ve sağlıklı olguların ancak % 42’sinde normal olduğu saptandı. Bu çalışma sonucunda AAV yönteminin obeziteye bağlı kardiyovasküler riski tanımlamada KIMK ölçümüne göre daha sensitif olarak bulunarak çocukluk çağında obez olgularda gelişebilecek kardiyovasküler komplikasyonları tanımlamak için daha hassas bir belirteç olduğu düşünülebilir. Keywords { akım aracılı vazodilatasyon, Karotis intima media kalınlığı, Çocukluk çağı obezitesi } UPEK 2012 Sayfa 193 Bildiri No: P-58 Kategorisi: Obezite ÇOCUK VE ADÖLESAN OBEZ OLGULARDA NUTRİSYONEL STATUS *Ayça Törel Ergür,**Hacer Efnan Okuayn *Ufuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji ,** Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları GİRİŞ ve AMAÇ Obezitenin bir çok komplikasyonu olmasına rağmen komorbiditeleri de büyük önem taşımaktadır. Bu çalışmada büyüme ve gelişme için elzem olan bazı vitamin ve elementlerin düzeyinin obez olgulardaki durumunu belirlemek ve birbirleriyle olabilecek etkilenimini değerlendirmek amaçlanmıştır. MATERYAL METOT Ufuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji polikliniğine başvuran 7-18 yaş arası ek hastalığı olmayan 136 obez (grup1) ve sağlıklı 45non-obez çocuk (grup2) incelendi. Olguların antropometrik özellikleri, fizik muayeneleri ve nutrisyonel durumu belirlemek için vitamin B 12, 25 hidroksi vitamin D3 (25OH Dvit3), folat, demir, demir bağlama kapasitesi (DeBK), transferin saturasyon yüzdesi (T.S.), çinko düzeyleri değerlendirildi. Bu değerler hem grup 2’deki non-obez olgular ile hem de normal aralığına göre kıyaslandı. SONUÇLAR Gruplar arası cinsiyet, yaş ve pubertal dağılım benzerken iki grupta vitamin B 12, 25OH Dvit3, demir, T.S. , çinko düzeyleri arasında anlamlı farklılık saptandı. Obez olgularda alınan cut off değerlerin altında kalma yüzdeleri hesaplandığında en belirgin eksikliğin %71 obez olgu ile 25OH Dvit3’ de ve %43 obez olgu ile çinkoda olduğu görüldü. YORUM Bu çalışmada obez çocuklarda , D vitamini ve çinko düzeyi başta olmak üzere nutrisyonel durumun olumsuz yönde etkilendiği görülmüştür.Bu durum obez olgularda düzensiz beslenme ve somatizasyon nedeniyle alınan mikronutrientlerin rölatif olarak eksiklik gösterebileceğini düşündürmüştür. Bu nedenle anemi, kemik gelişim bozuklukları, osteoporoz, mental gelişim ve motor kuvvet , yorgunuk ve aktivitede azalma gibi durumlardan korumak için aralıklı olarak obez olgular taranmalı, gerekli durumlarda suplemantasyon yapılmalı ve aileler bilgilendirilerek dengeli beslenmenin önemini vurgulanmalıdır. Keywords { Nutrisyonel Status, obezite } UPEK 2012 Sayfa 194 Bildiri No: P-59 Kategorisi: Obezite ALKOLİK OLMAYAN KARACİĞER YAĞLANMASINI TAHMİN ETMEDE HANGİ METABOLİK SENDROM TANI KRİTERİ KULLANILMALIDIR? *Beray Selver Eklioglu,*Mehmet Emre Atabek,*Nesibe Akyürek *Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji ve Diyabet Bilim Dalı Giriş ve amaç: Obezite birçok yönden yaşam kalitesini bozan kronik inflamatuvar bir hastalıktır. Metabolik sendrom (MS) obezitenin en önemli komplikasyonlardan biridir. Alkolik olmayan karaciğer yağlanması (NAFLD) metabolik sendromun karaciğerdeki yansıması olarak kabul edilmekte olup günümüzde en sık görülen karaciğer hastalığıdır. Bu çalışmadaki amacımız iki farklı metabolik sendrom kriterinden (WHO ve IDF) hangisinin NAFLD varlığını daha iyi yansıttığını tespit etmek, metebolik sendrom,prediyabet ve NAFLD prevalansını ortaya çıkarmaktır. Yöntem: Çalışmaya 8-18 yaş arasında 217 obez çocuk ve adolesan (vücut kitle indeksi> 95 p) dahil edildi. Olguların 160’ı pubertal ve 57’si prepubertal idi. Olguların antropometrik ölçümleri, kan basıncı ölçümleri, oral glukoz tolerans testi ve lipid profili ölçümleri değerlendirildi. MS çocuklar için uyarlanmış dünya sağlık örgütü kriterleri (WHO) ve uluslararası diyabet federasyonu (IDF) kriterlerine göre tanımlandı. NAFLD risk oranı her iki MS tanı kriterine göre logistik regresyon analizi ile değerlendirildi. Sonuçlar: Metabolik sendrom prevalansı IDF kriterlerine göre % 43,3 ,WHO kriterlerine göre %55,2 idi. Pubertal ve prepubertal grupta MS prevalansı açısından anlamlı fark yoktu. IDF kriterlerine göre MS olan grupta NAFLD sıklığı % 25,5 olup istatistiksel olarak anlamlı (p=0,007) idi. WHO kriterlerine göre MS olan grupta NAFLD sıklığı % 20,8 olup istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p=0,15). Olgularda prediyabet sıklığı %23 olarak bulundu. Prediyabet grubunda NAFLD varlığı anlamlı olarak farklı idi (p=0,019). NAFLD için risk oranları IDF kriterlerine göre MS olan grupta 7,06 (%95 CI 1,295,50); WHO kriterlerine göre MS olan grupta 2,02 (%95 CI 0,81-3,53) olarak bulundu. IDF kriterlerinin daha yüksek odd ratio’ya sahip olduğu tespit edildi. Tartışma: Metabolik Sendrom prevalansı kullanılan tanı kriterlerine bağlıdır. IDF kriterleri NAFLD varlığını en iyi yansıtan ölçüttür. Metabolik sendrom tanı kriterleri içerisinde NAFLD varlığı da düşünülmelidir. Keywords { metabolik sendrom, alkolik olmayan karaciğer yağl, çocuk } UPEK 2012 Sayfa 195 Bildiri No: P-60 Kategorisi: Obezite OBEZİTE İLE BAŞVURAN OLGULARDA SAPTANAN İNTRAKRANİAL LEZYONLAR *Ayça Törel Ergür,**Hacer Efnan Okuyan,***Gökçe Kaan Ataç *Ufuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji, **Pediatri,***Radyoloji GİRİŞ ve AMAÇ İntrakranial lezyonlar, lezyonun lokalizasyonuna bağlı olarak hipotalamik-hipofizer aksı etkileyebilmekte ve başta büyüme hormonu olmak üzere hipofizer hormon eksikliklerine yol açabilmektedir. Özellikle hipofizer mikroadenomalar obezite problemi ile karşımıza çıkabilmektedir. GEREÇ ve YÖNTEM Bu amaçla polikliniğimize başvuran 105 obez olguda ayrıntılı öykü, antropometrik değerlendirme ve fizik muayene yapıldıktan sonra biyokimyasal ve hormonal panel araştırıldı. Olgulara hipotalamohipofizer alanın taranması amacı ile dinamik opaklı magnetik rezonans (MRG) görüntüleme tekniği uygulandı. Beyin MRG görüntülemesi önerilen olgulara beyin MRG istendi. İntrakraniyal (IK) ve/veya intrahipofizer (IH) kitle saptanan vakalarda tüm hipofiz hormonları değerlendirildi. SONUÇLAR Tüm olguların genel özellikleri değerlendirildi. Onbeş olguda boyutları 3mm ile 12 mm arasında değişen hipofizin sağ-sol-orta bölgeleri gibi çeşitli bölgelerinde lökalizasyon gösteren mikroadenomla uyumlu lezyon; birisinde sağ yarı hipofizde heterojen opaklaşma, birinde heterojen parankim, mikroadenomu olan bir hastada sol inferiorda venöz hemanjiom, birinde hipofizit, iki hastada frontal bölgede nodüler lezyon ve Dandy-Walker sendromu ve bir diğerinde ise 4.5 cm boyutunda ve sol temporal lob anteromedialinde yer alan araknoid kist saptandı. İntrakraniyal kitle saptanan yirmiiki olgu morbid obezdi. Altı olguda glukoz intoleransı saptandı.Beş olgunun prolaktin düzeyleri yüksek düzeyde saptandı.Olgular metabolik sendrom ve mikroadenom boyutları yönünden klinik ve laboratuvar olarak izleme alındı. YORUM: Sonuç olarak; bu araştırma 2006 yılında başlatılan çalışmamızın devamı olup 2006 daki oran %12,9 iken çalışmamızın sonucunda bu aranı %20,95 olarak saptadık. Bu oran bize vakalarımızda da saptandığı gibi (%20.95) intrakraniyal ve hipofizer lezyonlar azımsanmayacak kadar sık görülmekte olduğunu göstermiştir. Bu nedenle morbid obez olgular başta olmak üzere eşlik edebilecek intrakraniyal lezyonlar yönünden hipofiz ve/veya beyin MRG‘lerinin değerlendirilmesi önem taşımaktadır. Burada önemli bir noktada MRG tekniğinde dinamik opaklı MRG tercih edilmeli ve bu tetkikle eşlik eden lezyon saptanırsa klinik, hormonal ve lezyon yapısı olarak multidisipliner bir izlem gerekmektedir Keywords { çocukluk çağı obezitesi, hipofiz adenomu, intrakranial kitle } UPEK 2012 Sayfa 196 Bildiri No: P-61 Kategorisi: Obezite 100 ÇOCUĞUN OBEZİTE SÜRECİ VE ÖZELLİKLERİ *Alev Keser,**Ayşegül Yüksel,***Asuman Bayhan,**Elif Özsu,**Gül Yeşiltepe,**Filiz Çizmecioğlu,**Şükrü Hatun *Kocaeli Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik,**Pediatrik Endokrin,***Pediatri Giriş-Amaç:Son yıllarda ülkemizde de çocuklardaki obezite sıklığının hızlı artışı döneminden ( Faz I),tip 2 diyabet ve KC yağlanması gibi komorbiditelerin sıklığının arttığı döneme( Faz II) geçilmesi ile karakterize bir değişim yaşanmaktadır. Yöntem: Bu değişimi anlamak için Kocaeli Üniversitesi Çocuk Endokrin Bilim Dalı’na Aralık 2012Haziran 2012 tarihleri arasında başvuran ve/veya refere edilen 100 hasta ayrıntılı bir protokol çerçevesinde incelendi. Bulgular: Araştırmaya 10-18 yaş aralığında (14.4±2.05 yıl), 37 erkek, 63 kız çocuk olmak üzere 100 kişi alındı. Vakaların %9’u fazla tartılı, %7’si obez, %84’ü şiddetli obez idi; %97.7’sinin bel çevresi ≥95 p idi; % 97.8’inin bel çevresi/boy oranını > 0.5 idi. Vakaların %64.8’inde akantosiz nigrikans saptandı Vakaların 6.8±4.17 yaşında şişmanlamaya başladığı, % 80’ininde başvurudan önceki 1 yıl içinde hızlı kilo öyküsü olduğu belirlendi. Ortalama öğün sayıları 2.9±0.89 idi. Çocukların %95’inin öğün dışında abur-cubur yeme alışkanlığı olduğu, haftada ortalama 2.5±2,10 defa fast-food restorana gittikleri ve haftada ortalama 577.8±540.64 ml şekerli içecek içtiği öğrenildi. TV-bilgisayar karşısında geçirdikleri ortalama vakit 5.4±2.90 saat olarak saptandı. Çocukların %87,2’sinin açlık glükoz/insülin oranı< 7 altında idi ve % 2’sinde bozuk açlık glükozu (>100 mg/dl), OGTT yapılan 35 çocuğun % 16.2’sinde bozuk glükoz toleransı saptandı. Vakaların % 60,6’sınin HOMA-IR değeri yaşa ve cinse göre 95 persentil üzerinde idi. Vakaların %44.4’ünde TG/HDL>2.5 idi ve %7,5’inde ALT≥40 IU/L saptandı. Ultrasonografik inceleme yapılan 45 vakanın % 51.1’inde hepatomegali ve/veya KC yağlanması (%24.5’i grade 1, %17.8’i grade 2, %4.4 grade 3, %4.4 grade 4) saptandı. Vakaların % 5.6’sının TSH değeri > 5 IU idi Sonuçlar: Çocuk Endokrin Bilim Dalları’na başvuran obez çocuklar geç dönemde başvurmaktadırlar. Vakaların büyük bir kısmında obeziteye bağlı komorbitelerden en az birisi bulunmaktadır. Bu veriler çocukluk çağında obezite sorununun ABD’deki benzer seyir izlediğini göstermekte ve ülke düzeyindeki çabaların yoğunlaştırılması gerektiğini göstermektedir Keywords { obezite komorbitesi, obezite süreci, obezite } UPEK 2012 Sayfa 197 Bildiri No: P-62 Kategorisi: Obezite OBEZ VE KİLOLU ÇOCUKLARDA VİTAMİN D EKSİKLİĞİ VE METABOLİK PARAMETRELER İLE İLİŞKİSİ *Senay Savas Erdeve,*Merih Berberoğlu,*Zeynep Siklar,*Pınar Kocaay,**Goksel Vatansever,*Bulent Hacıhamdioğlu,*Emine Camtosun,*Gönül Ocal *Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji, **Pediatri GİRİŞ Bu çalışma ile obez ve kilolu çocuklarda vitamin D eksikliğinin görülme sıklığının kontrol gurundan farklı olup olmadığının belirlenmesi ve vitamin D durumunun metabolik parametreler ile ilişkisinin araştırılması amaçlandı. MATERYAL METOD Çalışmaya obez grupta 109, kilolu grupta 23 ve kontrol grubunda 38 olmak üzere 10-18 yaş aralığında toplam 170 olgu alındı. Vitamin D düzeyinin < 20 ng/ml olması vitamin D eksikliği, 20-30 ng/ml olması vitamin D yetersizliği ve ≥ 30 ng/ml olması D vitamini yeterliliği olarak kabul edildi. Obez olgularda metabolik sendrom varlığı IDF kriterlerine göre belirlendi. Biyoelektrik empedans ölçer alet ile (Tanita) analizi yapılarak vücut yağ yüzdesi ölçüldü. BULGULAR Vitamin D eksikliği obez grupta %60.6, kilolu grupta %40, kontrol grubunda %63 oranında görülürken, obez gruptaki olguların %13.8’inde, kilolu gruptaki olguların %25’inde, kontrol grubundaki olguların %13.15’inde vitamin D düzeyi yeterli bulundu. Vitamin D eksiklik, yetersizlik ve yeterlilik oranı açısından gruplar arasında fark yoktu (p=0.4). Yüzdokuz obez olgunun 22’sinde (%20.2) metabolik sendrom saptandı. Metabolik sendromu olan ve olmayan olgular arasında vitamin D eksikliği yönünden fark bulunmadı (p=0.134). Kasım-nisan ayları arasında başvuran olguların tümünde vitamin D düzeyi yetersiz veya eksik iken, mayıs-ekim ayları arası başvuran olguların %21.7’sinde vitamin D düzeyi yeterli bulundu. Mevsimsel fark anlamlı idi (p=0.01). Obez grupta Vitamin D yeterlilik durumu ile VKİ, bel çevresi, kalça çevresi, bel/kalça çevresi oranı, puberte evresi, sistolik ve diastolik kan basınçları, açlık kan şekeri ve insülin düzeyleri, homa-ır ve glukoz/insülin oranları, HbA1c, kolesterol, LDL, HDL, trigliserid, kalsiyum, fosfor, ALP, parathormon düzeyleri arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (Tablo 1). Vitamin D yeterlilik durumu ile vücut yağ kitlesi, yüzde yağ oranı, yağsız vücut kitlesi ve total vücut suyu arasında da anlamlı bir ilişki yoktu. SONUÇ Obez ve kilolu adolesanlarda vitamin D eksikliği kontrol gurubu ile benzer oranlarda görülmekte ve vitamin D durumu ile metabolik değişkenler arasında anlamlı bir ilişki bulunmamaktadır. UPEK 2012 Sayfa 198 Tablo 1. Obez grupta vitamin D durumu ile klinik ve metabolik değişkenler arasındaki ilişki Vitamin D Düzeyi YETERLİ Vit D ≥ 30 N=15 YETERSİZ Vit D 20-30 N=28 EKSİK Vit D < 20 N=66 p Yaş (yıl) 13.01±2.07 13.38±1.85 13.13±1.84 0.681 VKI (kg/m2) 29.2±3.21 29.59±3.93 30.7±3.88 0.243 Erkek(47)/kız(62) 29/37 9/19 9/6 0.208 Prep (12)/pubertal(97) 3/12 2/26 7/59 0.231 Kış/yaz 0/15 8/20 32/34 0.01 Bel çevresi (cm) 90.2±9.96 94.26±11.8 96.36±11.54 0.220 Kalça çevresi (cm) 104.4±8.44 107.4±9.72 108.32±9.86 0.469 Bel/kalça çevresi 0.86±0.059 0.87±0.08 0.88±0.06 0.478 Sistolik kan B. (mmHg) 115.33±14.93 120.89±14.78 124.09±13.68 0.08 Diastolik kan B.(mmHg) 70.67±11.62 74.36±13.98 75.98±9.61 0.106 Açlık kan şekeri (mg/dl) 82.33±8.46 79.14±7.13 82.3±8.05 0.192 Açlık insülin (mIU/ml) 20.99±13.98 23.18±16.65 27.46±16.89 0.221 Homa-IR 4.3±3.13 4.63±3.54 5.69±3.75 0.145 Glukoz/İnsülin oranı 5.19±2.7 4.84±3.86 4.33±2.8 0.412 HbA1c (%) 5.38±0.3 5.35±0.16 5.38±0.34 0.799 Ca (mg/dl) 9.74±0.22 9.74±0.24 9.8±0.33 0.871 P (mg/dl) 4.82±0.44 4.56±0.62 4.66±0.65 0.359 ALP (U/L) 174.5±73.9 145±69 191.8±88.3 0.055 PTH (pg/ml) 49.9±41.4 51.8±27.2 49±18.8 0.176 Kolesterol (mg/dl) 157.6±37.9 149.54±25.14 162.86±25.57 0.102 HDL (mg/dl) 39.91±10.57 41.18±8.58 44.24±11.93 0.255 LDL (mg/dl) 91.43±30.18 87.2±20.2 96.5±23.11 0.206 Trigliserid (mg/dl) 114.4±52.4 115±62.7 103.75±42.2 0.873 Vücut yağ kitlesi (kg) 26.37±7.43 25.56±6.23 28.43±8.45 0.437 Vücut yağ yüzdesi (%) 35.74±6.75 33.9±3.28 36.18±4.98 0.076 Yağsız vücut kitlesi (kg) 47.18±9.91 49.5±11.1 48.94±11.7 0.871 Total vücut suyu 34.56±7.25 36.8±8.2 36±8.16 0.771 UPEK 2012 Sayfa 199 Bildiri No: P-63 Kategorisi: Obezite KARBAMAZEPİN KULLANIMINA BAĞLI DEKSAMETAZON SUPRESYON TESTİNİN YALANCI POZİTİFLİĞİ: OLGU SUNUMU *Filiz Tütüncüler,*Emine Dilek,*Diğdem Bezen *Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Giriş: Cushing sendromu tanısında, 1 mg deksametazon supresyon testi (DST) yaygın olarak kullanılmaktadır. Kortizol salgılanmasını ya da deksametazon metabolizmasını etkileyen bazı durumlarda DST yalancı pozitif olabilir. Deksametazonun metabolize olmasından karaciğerdeki enzim kompleksi CYP3A4 sorumludur. Tanımlanmış birçok ilaç gibi, antiepileptikler de CYP3A4 aktivasyonuna yol açarak deksametazonun hızlı metabolize olmasına bağlı DST yalancı pozitifliğine neden olabilir. Burada karbamazepin kullanımına bağlı DST yalancı pozitifliği saptanan bir olgu sunulmuştur. Olgu: Dokuz yaşında erkek olgu, son iki yıldır hızlı kilo alma şikayeti ile getirildi. Öyküsünde; epilepsi tanısıyla 15 aydır karbamazepin kullanımı mevcuttu. Sistemik veya topikal steroid kullanımı yoktu. Geliş fizik muayenesinde; vücut ağırlığı 57,4 kg (>97p, SDS: 4,1), boy 137,7 cm (75p, SDS: 0,8), VKİ: 30,2 kg/m² (>95p, SDS: 3,53), kan basıncı 100/70 mmHg, pletore ve buffalo hörgücü saptanan hastanın diğer sistem bulguları olağandı. Laboratuvar tetkiklerinde; serum elektrolitleri, lipit profili ve oral glukoz tolerans testi normaldi. Öykü ve fizik muayene bulgularına dayanarak Cushing sendromunu dışlamak amacıyla 1 mg DST yapıldı ve kortizol düzeyinin (10,3 mcg/dl) baskılanmadığı görüldü. DST 2 mg/doz olarak tekrarlandığında kortizol düzeyi (20,5 mcg/dl) yine baskılı değildi. Hastanın diurnal kortizol salınımı (saat 03:00’de 1,6 mcg/dl ve saat 08:00’de 18,5 mcg/dl) ve 24 saatlik idrar serbest kortizol atılımı (31,3 nmol/gün) normal bulundu. Bu sonuçlara dayanarak, karbamazepine bağlı gelişebilen yalancı pozitiflik olabileceği düşünüldü. Nöroloji danışımın önerisiyle hastanın karbamazepin tedavisi kesildi ve tekrarlanan DST’de kortizol yanıtı (1 mcg/dl) baskılı bulundu. Sonuç: Olgu DST’nin yalancı pozitifliğinin ilaç etkileşimlerine bağlı gelişebileceğini vurgulamak amacıyla sunuldu. Keywords { yanlış pozitiflik, deksametazon supresyon testi, Cushing sendromu, obezite } UPEK 2012 Sayfa 200 Bildiri No: P-64 Kategorisi: Obezite İNSÜLİN DİRENCİ KLİNİK GÖSTERGELERİ İLE ORAL GLUKOZ TOLERANS TESTİ SONUÇLARINDAN ELDE EDİLEN, İNSÜLİN DUYARLILIĞI VE İNSÜLİN SALGILANMASINI DEĞERLENDİREN BASİT ÖLÇÜMLERİN İLİŞKİSİ *Betül ERSOY ,*Bayram ÖZHAN,*Seniha KİREMİTÇİ,**Mine ÖZKOL *Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi, MANİSA Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı,**Radyodiagnostik Anabilim Dalı Amaç: İnsülin duyarlılığını en iyi gösteren yöntem invazifdir. Oral glukoz tolerans testi (OGTT), obez çocuklarda insülin direncini göstermede duyarlılığı yüksek olmayan kolay uygulanan bir testtir. İnsülin direncinin önemli klinik göstergeleri akantozis nigrikans, karaciğer yağlanması ve bel/kalça oranının artmasıdır. Çalışmada amacımız, insülin direnci göstergesi olduğu düşünülen bu bulguların varlığında, OGTT’den elde edilen sonuçlarla hesaplanan, insülin duyarlılığı ve salgılanmasını gösteren basit ölçümlerin düzeyini değerlendirerek, insülin direncini daha basit yollarla saptayabilmektir. Gereç ve Yöntem: Pubertal dönemdeki 114 obez çocuk (63’ü kız, 51’i erkek ve yaş ortalaması 13±1.7 yıl) çalışmaya alındı. Hastalarda akantosis nigricans varlığına bakıldı. Karaciğer yağlanması Bmod ultrasonografi (USG) ile değerlendirildi. Bel ve kalça çevresi ölçülerek, bel/kalça oranı hesaplandı. Tüm hastalara OGTT yapıldı. Açlık, 30, 60, 90 ve 120. dk glukoz (G) ve insülin (İ) düzeyleri ölçüldü. Düzeltilmiş insülin yanıtı (DIY) ve dakikalara göre insülin artışının glukoz artışına oranını gösteren insülinojenik indeksler (İİ) hesaplandı. Bulgular: Hastaların 30’unda akantozis, 75’inde karaciğer yağlanması, 91’inde bel/kalça oranı artmış (>0,85) saptandı. Akantosis nigrikansı olan obezlerin OGTT’de 120. dakikadaki İİ değerleri, akantozisi olmayan hastalara göre anlamlı yüksek saptandı (p=0.029). Karaciğer yağlanması olan obez çocukların 60. dakikadaki DİY ve İİ değerleri anlamlı yüksek bulundu (sırasıyla, p=0.02, p=0.022). Bel/kalça oranı>0.85 olan ve olmayanlar arasında anlamlı fark saptanmadı (p>0.05). Sonuç: Akantozis nigrikans ve karaciğer yağlanması olan pubertal obez çocuklarda, OGTT’de saptanan insülin ve glukoz artış oranları farklı dakikalarda ortaya çıkmaktadır. Bu değerlerde 120. dakikadaki artış akantozis nigrikansla birliktelik gösterirken, 60. dakikadaki artış karaciğer yağlanmasının göstergelerinden biri gibi görülmektedir. UPEK 2012 Sayfa 201 Bildiri No: P-65 Kategorisi: Obezite ÇOCUK VE ADÖLESANLARDA DİYETLE ALINAN VİTAMİN VE MİNERALLERİN OBEZİTE VE METABOLİK PARAMETRELER ÜZERİNE ETKİSİ *Zeynep Caferoğlu,**Selim Kurtoğlu,**Nihal Hatipoğlu,**Leyla Akın *Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hastanesi Beslenme ve Diyet Bölümü,**Pediatrik Endokrinoloji Bilim Dalı GİRİŞ ve AMAÇ: Obezite bir halk sağlığı problemidir ve gelişiminde enerji dengesinin yanı sıra, besin öğelerinin de anahtar rol oynadığı bilinmektedir. Bu araştırma, çocuk ve adölesanlarda günlük diyetle alınan vitamin ve mineral miktarlarının obezite ve metabolik parametreler üzerine etkisini saptamak amacıyla planlanmıştır. YÖNTEM: Çalışmaya 6-18 yaş aralığındaki 193 obez ve 191 kontrol grubu çocuk alınmıştır. Tüm çocukların antropometrik ölçümleri, 3 günlük besin tüketim kayıtları ve 155 obez çocuğun metabolik parametreler için açlık kan örnekleri (kan şekeri, lipid profili, insulin) alınmıştır. Günlük alınan vitamin ve mineral miktarları, BeBiS (Beslenme Bilgi Sistemi) programıyla hesaplanmış ve kilogram başına düşen değerler olarak standardize edilmiştir. Elde edilen veriler, uygun istatistiksel analizlerle değerlendirilmiştir BULGULAR: Kontrollerle karşılaştırıldığında, obez bireylerin tüm mikronütrient alımları anlamlı olarak düşük (p<0.01) bulunmuş (Tablo 1) ve BKİ ile arasındaki ilişki değerlendirildiğinde, D vitaminiyle zayıf, diğer tüm vitamin ve minerallerle orta derecede negatif korelasyon (p≤0,001) olduğu görülmüştür (Tablo 2). Obez bireylerin metabolik parametreleri ile mikronütrient alımları arasındaki ilişki ise Tablo 3’de verilmiştir SONUÇ: Farklı erişkin çalışmalarında vitamin ve minerallerin obezite ve metabolik parametreler üzerine etkileri araştırılmıştır. Ancak bildiğimiz kadarıyla çocuklarda çalışmamızda olduğu gibi geniş vitamin ve mineraller ile obezite ve metabolik değişiklikler arasındaki ilişki şimdiye kadar incelenmemiştir. Sonuç olarak düşük miktonutruient alımı, obezite gelişimi ve metabolik bozukluk ile ilişki bulunmuş; dolayısıyla gerek obezitenin önlenmesi gerekse obezitede görülen metabolik dengesizliğin giderilmesi için yeterli vitamin ve mineral alınmasının önemi gösterilmiştir. Keywords { Obezite, Vitaminler, Mineraller, Metabolik Parametreler } Tablo 1: Günlük Kg Başına Alınan Vitamin ve Mineral Miktarları Değişken Avit (µg) Dvit (µg) Evit (mg) Cvit (mg) B1 (mg) B2 (mg) Niasin (mg) Fol As (µg) B6 (mg) Obez (n=193) Kontrol (n=191) X±SS X±SS 21.53±24.01 0.03±0.04 0.27±0.17 1.89±1.10 0.02±0.01 0.02±0.01 0.42±0.21 4.79±2.35 0.02±0.01 30.05±28.88 0.05±0.07 0.33±0.17 2.48±2.29 0.02±0.01 0.03±0.02 0.52±0.24 5.86±2.82 0.03±0.02 P * 0.002 ** 0.000 ** 0.001 ** 0.001 ** 0.001 ** 0.000 ** 0.000 ** 0.000 ** 0.000 UPEK 2012 Sayfa 202 B12 (µg) Na (mg) K (mg) Ca (mg) Mg (mg) P (mg) Zn (mg) Fe (mg) 0.07±0.07 71.72±35.26 41.39±21.69 12.27±7.01 4.35±2.25 19.81±9.99 0.18±0.09 0.20±0.09 * ** 0.11±0.10 104.04±47.09 51.42±28.42 18.00±10.99 5.40±2.68 26.17±12.55 0.22±0.10 0.24±0.11 0.000 ** 0.000 ** 0.000 ** 0.000 ** 0.000 ** 0.000 ** 0.000 ** 0.001 ** p<0.05; p≤0.001 Tablo 2: Günlük Kg Başına Alınan Mikronütrient Miktarı ile BKİ Arasındaki İlişki Değişken 2 Bireylerin BKİ’leri (kg/m ) p 2 Değişken Bireylerin BKİ’leri (kg/m ) r ** p R ** Avit (µg) Dvit (µg) 0.000 ** 0.000 -0.329 -0.272 B12 (µg) Na (mg) 0.000 ** 0.000 -0.432 -0.621 Evit (mg) 0.000 ** -0.493 K (mg) 0.000 ** -0.528 ** -0.339 Ca (mg) 0.000 ** -0.573 ** -0.565 ** -0.608 ** -0.585 ** -0.536 Cvit (mg) B1 (mg) 0.000 ** 0.000 Mg (mg) 0.000 -0.578 P (mg) 0.000 ** -0.576 Zn (mg) 0.000 B2 (mg) 0.000 Niasin (mg) 0.000 ** -0.522 ** -0.521 Fol As (µg) 0.000 B6 (mg) 0.000 Değişken -0.515 ** Fe (mg) 2 Bireylerin BKİ’leri (kg/m ) 0.000 2 Değişken Bireylerin BKİ’leri (kg/m ) n=384; *p<0,05; **p≤0,001 Tablo 3. Korelasyon Analizinde Mikronütrient ve Metabolik Parametrelerin r Değerleri n=155; *p<0,05; **p≤0,001 Değişken Avit (µg) Dvit (µg) Evit (mg) Cvit (mg) B1 (mg) B2 (mg) Niasin (mg) Fol As (µg) B6 (mg) B12 (µg) Na (mg) K (mg) Ca (mg) Mg (mg) P (mg) Zn (mg) Fe (mg) Total Kolesterol(mg/dL) Trigliserid (mg/dL) HDL (mg/dL) HOMA (%) 0.178* 0.035 0.065 0.046 0.096 0.155 0.133 0.086 0.081 0.203* 0.150 0.131 0.152 0.131 0.135 0.141 0.121 -0.026 -0.068 -0.143 -0.153 -0.106 -0.145 -0.138 -0.149 -0.119 -0.084 -0.146 -0.138 -0.179* -0.101 -0.154 -0.151 -0.122 0.127 -0.022 0.117 0.106 0.139 0.204* 0.113 0.147 0.102 0.257** 0.191* 0.145 0.266** 0.151 0.197* 0.208* 0.135 -0.138 -0.112 -0.221* -0.163 -0.281** -0.311** -0.247* -0.279** -0.240* -0.290** -0.277** -0.286** -0.297** -0.258* -0.283** -0.297** -0.268** UPEK 2012 Sayfa 203 Bildiri No: P-66 Kategorisi: Obezite ENERJİ METABOLİZMASI PARAMETRELERİ VE VÜCUT KOMPOZİSYONU AÇISINDAN EBEVEYN VE OBEZ ÇOCUK İLİŞKİSİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ *İhsan Çetin,*Sebahattin Muhtaroğlu,**Nihal Hatipoğlu,**Selim Kurtoğlu,**Leyla Akın *Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya,**Çocuk Endokrinoloji Çocukluk obezitesinin hem genetik hem de aile içi faktörlerden etkilendiği ve vücut kompozisyonununda ebeveyne benzediği bilinmektedir. Ancak enerji metabolizması açısından ebeveyn-çocuk ilişkisini değerlendiren çalışma bulunmamaktadır. Amaç: Bu çalışmada enerji metabolizması parametresi olarak Leptin, Nitrik oksit (NO), lipokalin-2 (Lip-2) ve koenzim-Q10 (Co-Q10) kullanılmıştır. Vücut kompozisyonu ise bio-elektrik impedans ölçümleriyle (BIA) değerlendirilmiştir. Buna göre obez çocukların ölçümleri hem aynı yaştaki kontrol grubuyla hem de anne ve babadan yapılan ölçümlerle karşılaştırılmıştır. Yöntem: 6-16 yaş arasında 48’i obez çocuk ve anne-babası ile 36 sağlıklı kontrol çalışmaya alınmıştır. Katılımcıların BIA ile hem total ve segmantal vücut analizleri yapılmış, açlık kan şekeri, insulin, lipid profili ölçümleri ve enerji metabolizması göstergesi olarak leptin, Lip-2, CoQ-10 ve NO ölçümleri yapılmıştır. Bulgular: Obez çocukların BIA ölçümleri, kan şekeri ve Lip-2 değerleri dışında diğer ölçümleri kontrollere göre anlamlı yüksek bulunmuştur. Obez çocuk ölçümlerinin ebeveyn ölçümleri ile ilişkisi yaş ve cinse göre düzeltme yapılarak korelasyon analizi ile değerlendirilmiş ve r değerleri tablo 1 ve 2’de verilmiştir. Sonuç: Çocukluk çağı obezitesinde vücut komponenti, biyokimyasal değerler ve ilk olarak değerlendirilen enerji metabolizması parametreleri arasında Keywords { Obezite, ebeveyn, enerji metabolizması, Leptin, lipokalin, Nitrikoksit } UPEK 2012 Sayfa 204 Tablo 1: Obez çocuklar ve anneleri arasında enerji metabozması parametreleri korelasyon analizi ANNE ÇOCUK BMI glukoz insulin HOMA LDL Kolest. TG HDL COQ Lep Lip NO YagKüt -0.142 0.677 -0.505 0.113 -0.020 0.955 -0.091 0.791 0.215 0.526 0.088 0.797 0.071 0.835 -0.426 0.191 0.274 0.415 0.181 0.595 -0.108 0.753 -0.588 0.057 GLU 0.026 0.939 -0.279 0.406 -0.170 0.618 -0.204 0.548 0.215 0.525 0.298 0.374 -0.242 0.474 0.036 0.916 0.502 0.115 0.696 0.017 -0.077 0.822 0.041 0.905 insulin 0.019 0.957 0.212 0.531 -0.089 0.795 -0.062 0.857 -0.054 0.875 0.018 0.959 -0.222 0.511 0.158 0.642 0.090 0.792 0.644 0.032 -0.208 0.538 0.329 0.323 HOMA 0.042 0.901 -0.095 0.780 -0.120 0.726 -0.132 0.698 0.130 0.703 0.215 0.525 -0.233 0.491 0.097 0.776 0.358 0.280 0.738 0.009 -0.131 0.702 0.177 0.603 LDL -0.083 0.807 -0.457 0.158 0.125 0.715 0.045 0.894 0.620 0.042 0.559 0.074 0.140 0.681 -0.297 0.375 0.662 0.026 0.157 0.644 0.032 0.925 0.205 0.545 Kolest. -0.119 0.728 -0.276 0.411 0.027 0.937 -0.014 0.967 0.265 0.430 0.267 0.428 0.083 0.809 -0.196 0.563 0.431 0.185 0.108 0.751 -0.085 0.803 -0.115 0.736 TG -0.194 0.567 -0.361 0.276 -0.315 0.345 -0.349 0.293 0.182 0.592 0.296 0.378 -0.125 0.714 -0.080 0.815 0.291 0.386 0.457 0.158 -0.105 0.759 -0.311 0.352 HDL -0.074 0.829 0.552 0.079 -0.272 0.418 -0.174 0.609 -0.802 0.003 -0.750 0.008 -0.408 0.213 0.343 0.301 -0.438 0.178 -0.184 0.588 -0.198 0.559 -0.309 0.355 COQ -0.122 0.722 -0.109 0.750 -0.044 0.897 -0.060 0.861 0.158 0.643 0.378 0.252 0.162 0. 304 0.148 0.664 0.660 0.027 0.304 0.364 0.005 0.987 0.114 0.738 Lep 0.058 0.867 -0.075 0.826 0.032 0.925 0.021 0.952 0.229 0.497 0.389 0.237 0.188 0.581 0.199 0.557 -0.205 0.546 0.074 0.829 0.452 0.162 0.510 0.109 Lip -0.249 0.460 0.352 0.288 -0.478 0.137 -0.407 0.214 -0.660 0.027 -0.498 0.119 -0.533 0.091 0.601 0.050 -0.106 0.755 -0.135 0.693 0.521 0.101 0.358 0.279 NO 0.111 0.746 -0.725 0.012 0.288 0.390 0.178 0.600 0.760 0.007 0.778 0.005 0.476 0.139 -0.376 0.255 0.162 0.634 0.165 0.629 0.281 0.402 -0.041 0.905 Ilk satır r, ikinci satır p değeri Tablo 2: Obez çocuklar ve babaları arasında enerji metabozması parametreleri korelasyon analizi BABA ÇOCUK BMI glukoz insulin HOMA LDL Kolest. TG HDL COQ Lep Lip NO BMI 0.082 0.738 0.276 0.254 0.431 0.065 0.471 0.042 -0.119 0.628 -0.057 0.818 -0.249 0.305 0.257 0.289 0.304 0.206 0.002 0.995 0.494 0.032 0.478 0.039 Yagyüz -0.085 0.728 0.150 0.539 0.271 0.262 0.300 0.212 0.012 0.961 0.080 0.744 -0.160 0.513 0.280 0.246 0.273 0.258 0.066 0.789 0.471 0.042 0.504 0.028 YagKüt 0.141 0.564 0.235 0.333 0.477 0.039 0.504 0.028 -0.183 0.454 -0.128 0.603 -0.226 0.352 0.248 0.307 0.361 0.129 -0.064 0.796 0.467 0.044 0.472 0.041 FFM 0.435 0.063 0.212 0.384 0.271 0.262 0.288 0.232 -0.577 0.010 -0.524 0.021 -0.307 0.201 0.182 0.456 0.134 0.584 -0.067 0.785 0.041 0.866 0.102 0.679 GLU 0.154 0.529 0.172 0.481 0.209 0.389 0.208 0.392 0.092 0.708 0.109 0.656 0.060 0.806 0.051 0.835 0.411 0.081 -0.206 0.399 0.304 0.206 0.118 0.632 insulin -0.091 0.713 -0.098 0.691 0.256 0.290 0.217 0.371 -0.225 0.353 -0.187 0.443 0.062 0.801 0.022 0.928 0.478 0.038 -0.102 0.676 0.275 0.254 0.136 0.579 HOMA -0.017 0.946 -0.030 0.902 0.298 0.215 0.263 0.277 -0.154 0.528 -0.112 0.647 0.066 0.789 0.046 0.851 0.553 0.014 -0.165 0.500 0.368 0.121 0.146 0.551 LDL 0.416 0.076 0.168 0.493 -0.075 0.760 -0.043 0.861 -0.165 0.499 -0.020 0.935 0.029 0.905 0.316 0.188 -0.137 0.577 0.377 0.112 -0.196 0.422 0.135 0.581 Kolest 0.407 0.083 0.185 0.448 -0.188 0.441 -0.146 0.551 -0.223 0.359 -0.055 0.824 0.012 0.960 0.377 0.112 -0.090 0.713 0.355 0.136 -0.149 0.543 0.091 0.711 TG -0.172 0.481 0.094 0.701 -0.254 0.293 -0.223 0.359 0.053 0.828 0.056 0.819 0.120 0.625 0.004 0.988 -0.153 0.533 0.020 0.935 -0.198 0.415 0.125 0.610 HDL 0.251 0.299 0.050 0.840 -0.113 0.645 -0.088 0.721 -0.191 0.434 -0.140 0.569 -0.224 0.357 0.103 0.676 0.069 0.779 0.129 0.600 0.406 0.085 0.082 0.738 COQ 0.169 0.490 0.277 0.251 -0.263 0.276 -0.202 0.407 -0.218 0.370 -0.175 0.474 -0.043 0.860 0.125 0.612 -0.151 0.536 0.341 0.153 -0.421 0.073 -0.138 0.572 Lep -0.223 0.358 0.055 0.822 0.405 0.085 0.393 0.096 0.038 0.878 0.178 0.467 -0.006 0.979 0.422 0.072 0.129 0.597 0.197 0.420 0.466 0.044 0.389 0.099 Lip -0.081 0.743 0.036 0.884 -0.476 0.039 -0.440 0.060 -0.347 0.145 -0.362 0.128 -0.371 0.118 0.081 0.740 -0.225 0.355 -0.181 0.459 -0.069 0.778 0.119 0.629 NO -0.158 0.519 -0.155 0.525 0.096 0.697 0.042 0.866 0.356 0.135 0.368 0.121 0.566 0.012 -0.124 0.612 0.485 0.035 0.046 0.853 -0.241 0.321 0.130 0.595 Ilk satır r, ikinci satır p değeri UPEK 2012 Sayfa 205 Bildiri No: P-67 Kategorisi: Tiroid AMİODARON TEDAVİSİNE BAĞLI HİPOTİROİDİZM: *Fatih Gürbüz,*Eda Mengen,**Ufuk Utku Güllü,*Ali Kemal Topaloğlu,*Bilgin Yüksel *Çukurova Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi,**Çocuk Kardiyolojisi Amiodaron tiroid disfonksiyonuyla ilişkili güçlü antiartimik bir ilaçtır. Yüksek iyot içeriği nedeniyle 5deiyodinaz aktivitesinin inhibisyonuna neden olur. Çoğu hasta ötroid olmakla birlikte; amiodaronun indüklediği tirotoksikoz veya amiodaron’a bağlı hipotiroidizm, hastaların daha öncesindeki tiroid hastalığına ve mevcut iyot düzeylerine bağlı olarak gelişebilmektedir. Amiodaron’a bağlı hipotiroidizm levatrioksin ile başırılı bir şekilde tedavi edilebilmektedir. Amiodaron tedavisine başlamadan önce tiroid hastalığı açısından hastaya tarama yapılmalı ve amiodaron tedavisi sırasında da belirli aralıklarla tiroid fonksiyonları kontrol edilmelidir. Burada myokardite sekonder dilate kardiyomyopati ve aritmi edeniyle amiodaron kullanan hastada gelişen hipotiroidizmden bahsedilecektir. Ondört yaş, üç aylık erkek hasta, dilate kardiyomyopati ve aritmi nedeniyle altı aydır amiodaron kullanmaktadır. Hastanın rutin kontrolleri sırasında saptanan tiroid fonksiyon testlerindeki bozukluk nedeniyle başvurdu. Özceçmişinde miad, 3250 gr doğum hikayesi olan hastada kalp problemi olarak dilate kardiyomyopati ve aritmi mevcuttu. Fizik muayenede boy: 171,5 cm (50-75p), vücut ağırlığı: 69 kg (75-90p), pubertal Tanner evre 5. Laboratuvar bulgularında serbest T4: 0,52 ng/dL, TSH: 21,72 mIU/L, anti-mikrosomal antikor: 0,2 U/mL, anti-tiroglobulin antikor: <20 U/mL. idi. Hastanın geriye dönük laboratuvar bulgularında bir ay önceki tetkiklerinde ötroid olduğu (serbest T4: 1,02 ng/dL, TSH: 3,44 mIU/L) görüldü. Tiroid ultrasonografisinde bilateral tiroid lobları normal büyüklükte, parankimlerinde irreguler hipoekojeniteler saptandı. Hastaya Amiodaron’a bağlı hipotiroidizm nedeniyle 100 µg/gün dozunda levotrioksin tedavisi başlandı. Kontrollerde hastanın ötroid (serbest T4: 0,93 ng/dL, TSH: 4,09 mIU/L) olduğu görüldü. Sonuç olarak antiaritmik olarak Amiodaron kullanılması planlanan hastalara tedavi öncesinde ve tedavi sırasında muhtemel gelişebilecek tiroid disfonksiyonu açısından tiroid fonksiyon testlerine bakılması gerekmektedir. Hipotiroidi gelişen hastalarda Amiodaron tedavisini kesmeye gerek kalmadan, levotroksin tedavisi ile ötroidi sağlanabilir. Keywords { amiodaron, hipotiroidizm, antiatirmikler } UPEK 2012 Sayfa 206 Bildiri No: P-68 Kategorisi: Tiroid TİP 1 DİYABET VE HASHİMOTO TİROİDİTLİ OLGULARDA VİTAMİN D VE İMMÜNGLOBÜLİN G ALT GRUPLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ *Korcan Demir,***Mehmet Keskin,***Yılmaz Kör,***Murat Karaoğlan,**Özlem Gümüştekin Bülbül *Gaziantep Çocuk Hastalıkları Hastanesi Çocuk Endokrinolojisi,**Biyokimya,***Gaziantep Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi Giriş ve Amaç: Total tiroidektomi gerektiren Hashimoto tiroiditli erişkin olguların bir kısmında, farklı özellikler gösteren "IgG4 ile ilişkili tiroidit" tanımlanmıştır. Vitamin D eksikliğinin çocuk ve erişkinlerde Hashimoto tiroiditi ile ilişkili olduğu bildirilmiştir. Bu çalışmada Hashimoto tiroiditi bulunan ve bulunmayan tip 1 diyabetli olgularda vitamin D ve immünglobülin G alt gruplarının kan düzeylerinin değerlendirilmesi amaçlandı. Yöntem: Düzenli takip edilen tip 1 diyabetli 213 hastanın 25’inde (%11,7) tiroid otoantikorlarının pozitif olduğu saptandı. Bu hastalardan altısı çeşitli nedenlerle çalışmaya katılamadı ve geriye kalan 19’u değerlendirmeye alındı [Grup 1, E/K: 9/12, ortanca yaş 13 (10,1-14,7), ortanca diyabet süresi 2,9 yıl (0,4-5,3)]. Grup 1’de bulunan hastalar ile yaş, cinsiyet ve diyabet süresi açısından eşleştirilmiş 19 tip 1 diyabetli kontrol olgu [Grup 2, E/K: 9/12; ortanca yaş 12,9 (10,5-14,9), ortanca diyabet süresi 3,2 yıl (1,5-5,1)] klinik ve laboratuvar parametreleri açısından karşılaştırıldı. Bulgular: Her iki grupta da vitamin D düzeyleri normal sınırın altındaydı (<20 ng/mL). Gruplar arasında vitamin D, total IgG ve IgG alt gruplarının serum düzeyleri, alt grup/total IgG oranları ve IgG1, IgG2 ve IgG3 serum seviyelerinin yaşa göre normal sınırın üzerinde saptandığı olgu sayısı açısından fark bulunmuyordu. IgG4 seviyeleri, Grup 1’de bulunan beş olguda (%26) yaşa göre normal sınırların üzerinde iken Grup 2’deki hiçbir olguda üst sınırın üzerinde saptanmadı (p=0,046). Vitamin D ve IgG4 düzeylerinin ile çalışma parametreleri arasında bir korelasyon saptanmadı. Tip 1 diyabet ve Hashimoto tiroiditi bulunan ve IgG4 düzeyleri üst sınırın üzerinde olan beş olgunun klinik bulguları, vitamin D ve tiroid otoantikor düzeyleri diğer olgularla benzer bulunurken IgG4 (p=0,001) düzeyi ve IgG4/total IgG (p=0,001) oranı daha yüksek idi. Sonuç: Tip 1 diyabetli olgularda düşük vitamin D düzeyleri ile Hashimoto tiroiditi arasında bir ilişki bulunmadı. Bazı çocuk ve adölesanlarda serum IgG4 düzeylerinin yüksek olması Hashimoto tiroiditinin heterojen bir hastalık olduğunu ve çocuklarda da IgG4 ile ilişkili tiroidit şeklinde bir alt tipi bulunduğunu düşündürmüştür. Keywords { İmmünglobülin G, Vitamin D, Hashimoto tiroiditi, Tip 1 diyabet, İmmünglobülin G4 } UPEK 2012 Sayfa 207 Bildiri No: P-69 Kategorisi: Tiroid TİROGLOBULİN EKSİKLİNE BAĞLI KONJENİTAL HİPOTİROİDİ VAKALARIMIZIN ÖZELLİKLERİ *Murat Karaoğlan,*Mehmet Keskin,**Yılmaz Kör *Gaziantep Üni. Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji,**Adana Numune Eğitim Ve Araştıma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji GİRİŞ VE AMAÇ: Tiroglobulin eksikliği otozomal resesif kalıtılan oldukça nadir görülen tiroid dismormonogenezis bozukluğudur. Konjenital hipotiroidi prevelansı 1:2000-1:4000 olmasına karşın tiroglobulin sentez defekti 1:40 000- 1:100 000 dolaylarındadır. Hastalık doğumsal guatr, yüksek TSH düzeyleri, negatif perklorat testi dilate endoplazmik retikulum ile karakterizedir. Klinik spektrum ötiroid durumdan şiddetli hipotiroidiye kadar değişir. Tiroglobulin eksikliği saptadığımız 4 doğumsal hipotiroidi vakasının özelliklerini sunmayı amaçladık. HASTALAR VE METOD: Kliniğimizce ya da dış merkezde doğumsal hipotiroidi tanısı ile izlenen hastaların etyolojiye yönelik olarak serum sT4, sT3 SONUÇ:Tiroglobulin eksikliğine bağlı doğumsal hipotiroidi olgularının doğumda ötiroid olabileceği unutulmamalıdır. Yenidoğan döneminde boyunda şişlik şikayetinin Tg eksikliği açısından mutlaka değerlendirilmelidir. Otozomal resesif bir hastalık olduğundan aile üyeleri mutlaka Tg eksikliği yönünden araştırılmalıdır, Tg, tiroid ultrasoundu, anti-TPO, anti-TG düzeyleri çalışıldı. Keywords { DOĞUMSAL HİPOTİROİDİ, TİROGLOBULİN EKSİKLİĞİ } Tiroglobulin eksikliği vakası Tablo:Tiroglobulin eksikliği olan hastaların özellikleri Vaka Yaş Tanı yaşı Geliş şikayeti MMR 1 2 15 8 1.5 3ay Var Yok 3 8 5ay 4 3 9gün MMR Boyunda şişlik Boyunda şişlik Boyunda şişlik Yok Var Aile öyküsü (Guatr) Büyükbaba Anne Anne Kardeş Anne Tiroid hacmi(cm3) ST4 mIU/ml ST3 mIU/ml TSH mIU Tiroglobulin AntiTPO AntiTG 10 8 0,4 0,7 2.4 1.4 62 42 <0.2 <0.2 Negatif Negatif Negatif Negatif 16 0,17 0.9 75 <0.2 Negatif Negatif 22 0,8 1.1 100 <0.2 Negatif Negatif MMR: Motor-mental retardasyon UPEK 2012 Sayfa 208 Bildiri No: P-70 Kategorisi: Tiroid TSH RESEPTÖR GENİNDE MUTASYONA BAĞLI GELİŞEN KONJENTAL HİPOTİROİDİLİ İKİ OLGUDA FARKLI KLİNİK SEYİR *Veysel Nijat Baş,*Hakan Cangül,*Eamonn R Maher,*Sebahat Yılmaz Ağladıoğlu,*Semra Çetinkaya,*Zehra Aycan *Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji Kliniği,**School of Clinical and Experimental Medicine,University of Birmingham Centre for Rare Diseases and Personalised Medicine GİRİŞ: Nonguatröz konjental hipotiroidi sorumlu genlerinden biri olan TSHR’nün inaktive edici mutasyonları otozomal resesif kalıtılmakta olup, reseptörde fonksiyon kaybının derecesine bağlı olarak klinik geniş bir spektrum da görülmektedir. OLGU-1: 3 aylık erkek hasta hareketlerinde azlık ve kabızlık yakınmasıyla başvurdu. Soygeçmişinde anne baba arasında 2. dereceden akrabalık (hala-dayı çocukları), annenin tedavi gerektirmeyen guatrı olduğu öğrenildi. Fizik muayenesinde; boyu 57 cm (%3-10 p), vücut ağırlığı 5 kg (%3-10 p), baş çevresi 38 cm (< %3 p), ön fontanel 3x3 cm, arka fontanel 1x1 cm, dili büyük, saçları seyrek ve cansızdı. Genital muayenesinde sağ testis inmemiş olarak değerlendirildi. Laboratuvar incelemesinde; TSH > 100.0 mlU/ml ve sT4 0,1 ng/dl, tiroid sintigrafisinde aktivite tutulumu gözlenmemesi nedeniyle hasta tiroid agenezisi olarak kabul edilerek L-tiroksin 10 mcg/kg/gün başlandı. Hasta 13 yıldır, 3 ay aralıklar ile izlenerek klinik ve laboratuar testlerine göre L-tiroksin dozu ayarlandı. Soygeçmişinde akrabalık öyküsü olan hastanın TSHR geninin doğrudan sekans analizinde daha önceden bildirilmemiş homozigot mutasyon (pozisyon 1667’de C→G) saptandı. OLGU II: 3 günlük iken nTSH değerinin yüksek olması nedeni ile başvuran hastanın anne baba arasında 2. dereceden akrabalık olduğu (hala-dayı çocukları) öğrenildi. Fizik muayenesinde özellik yoktu. Laboratuvar incelemesinde; TSH 48 mlU/ml ve sT4 1,53 ng/dl olarak bulunması nedeniyle takibe alındı. 1.ay tiroid fonksiyon testlerinde TSH 22,7 mlU/ml ve sT4 1,4 ng/dl olması üzerine kompanse hipotiroidi düşünülerek tedavi başlandı. Ultrasonografide normal lokalizasyon ve boyutta tiroid dokusu izlendi. 3 yıl süreyle tedavi alan hastanın klinik ve laboratuar testlerine göre L-tiroksin dozu ayarlandı. Soygeçmişinde akrabalık öyküsü olan hastanın TSHR geninin doğrudan sekans analizinde daha önceden bildirilmiş heterozigot mutasyon (pozisyon 484’de C→G) saptandı. TARTIŞMA: Burada konjental hipotiroidili ilk olguda daha önceden tanımlanmamış TSH reseptör geninde inaktive edici mutasyon ve ciddi hipotiroidi: ikinci olguda tanımlanmış TSH reseptör geninde inaktive edici mutasyon ve hafif hipotiroidi birlikteliği, klinik değişkenliğin gösterilmesi nedeni ile sunulmaya değer bulunmuştur. Keywords { TSH reseptör geni, konjental hipotiroidi } UPEK 2012 Sayfa 209 Bildiri No: P-71 Kategorisi: Tiroid ÇOCUKLUK ÇAĞINDA OTOİMMÜN TİROİD HASTALIĞI VE TİROİD KANSERİ: BİRLİKTELİK Mİ? FARKINDALIĞIN ARTMASI MI? *Zeynep Şıklar,*Gönül Öçal,*Merih Berberoğlu,*Şenay Savaş Erdeve,*Bülent Hacıhamdioğlu,*Emine Çamtosun,*Pınar Kocaay,**Suat Fitöz,***Koray Ceyhan,****Hüseyin Dindar,****Aydın Yağmurlu, *****Metin Kır Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji,**Pediatrik Radyoloji, ***Sitıpatoloji, ****Pediatrik Cerrahi, *****Nükleer Tıp Giriş ve Amaç: Otoimmün tiroid hastalıkları ile tiroid kanseri arasındaki ilişki son yıllarada giderek daha çok dikkati çekmeye başlamıştır. Erişkin çalışmalarında daha sık bildirilmeye başlanmakla birlikte çocukluk çağında henüz yeterli veri bulunmamaktadır. Bu çalışmada pediatrik yaş grubundaki tiroid kanseri tanısı alan olgularımızda özellikle kronik otoimmün tiroidit ve diğer olmak üzere eşlik eden faktörler araştırılmıştır. Olgular ve Yöntem: Kliniğimizde son 10 yıllık dönemde tiroid kanseri tanısı alan 20 çocuk ve adolesan çalışmaya alınmıştır. Tiroid kanserine eşlik eden durumlar belirlenmiş; tiroid ile ilgili olanlar ve tiroid ile ilgili olmayanlar olarak iki grupta incelenmiştir. Olguların tanısal özellikleri ve izlem sırasında gelişen bulguları değerlendirilmiştir. Bulgular: Tiroid kanseri tanısı alan olguların (Ort. Yaş: 15,58) 18’inde papiller tiroid kanseri, birinde folliküler tiroid kanseri ve birinde meduller tiroid kanseri saptandı. Tanı sırasında %30 olguda lenf bezi metastazı, bir olguda uzak metastaz belirlendi. Olguların çoğunda (%90) eşlik eden bir bozukluk bulunuyordu. Onaltı olguda (%80) otoimmün tiroid hastalığı, noduler guatr gibi tiroid ile ilgili, 2 olguda ise (%10) Wilson sirozu ve konjenital adrenal hiperplazi olmak üzere tiroid dışı patoloji saptandı. Otoimmün tiroid hastalığı en sık eşlik eden sorun (9/20) olarak dikkati çekti. Ek tiroid bozukluğu bulunan olguların, tümör boyutu daha küçük ve daha az invazif iken tanı aldığı, postoperatif komplikasyonlar ve izlem özellikleri açısından gruplar arasında fark olmadığı saptandı. Sonuç: Tiroid kanseri ile otoimmün tiroid hastalığının yüksek oranda (%45) birliktelik göstermesi, tiroid bezindeki kronik inflamasyonun kanserleşmeyi kolaylaştırabileceğini düşündürmekte ise de, tiroiditli olgularda tiroid bezine olan dikkatin yoğunlaşmasının da etkisi söz konusu olabilir. Ayrıca tiroid kanserinin kendisinin de inflamasyonu tetikleme olasılığı söz konusudur. Çalışmamız, tiroid otoimmünitesinin tiroid kanseri gelişimindeki rolünün ne olduğu konusunda kesin bir hükme varmayı olanaklı kılmasa da tiroid kanserinin erken tanı almasına yardımcı olduğunu göstermiştir. Çocukluk çağında tiroid kanserinin erken evrede tanınması prognozu iyileştiren bir faktör olarak sayılabilir. Keywords { otoimmün tiroid hastalığı, tiroid kanseri } UPEK 2012 Sayfa 210 Bildiri No: P-72 Kategorisi: Tiroid KRONİK OTOİMMÜN TİROİDİTLİ OLGULARDA REGULATUAR T HÜCRE VE FONKSİYONLARININ, D VİTAMİNİ İLE İLGİSİNİN ARAŞTIRILMASI *Zeynep Şıklar,**Deniz Karataş,*Merih Berberoğlu,**Figen Doğu,*Bülent Hacıhamdioğlu,*Şenay Savaş Erdeve,**Aydan İkincioğulları,*Gönül Öçal *Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji,**Pediatrik immünoloji-Allerji Giriş ve amaç: Kronik otoimmun tiroiditin etyolojisinde regulatuar T (Treg) hücrelerinin rol alabileceği ileri sürülmektedir. Treg hücreler periferik toleransın sürdürülmesinde ve immün cevabın kontrol edilmesinde anahtar görevi gören, Foxp3 ekspresyonu ile karakterize hücrelerdir. Treg hücrelerinin kronik otoimmun tiroiditin etyopatogenezindeki rolü kesin olarak ortaya konulmamıştır. D vitamininin Treg hücrelerinin işlevini düzenleyen faktörlerden biri olduğu üzerinde durulmaktadır. Deneysel çalışmalarda D vitamininin Treg hücrelerin aktivitesini arttırdığı, otoimmüniteyi önlediği gösterilmiştir. Bu çalışmada pediatrik yaş grubunda kronik otoimmun tiroiditli olgularda periferik kanda Treg düzey ve ekspresyonu ile D vitamini ilişkisi araştırılmıştır. Olgular ve Yöntem: Pediatrik Endokrinoloji ve Adolesan polikliniğine başvuran, kronik otoimmun tiroidit tanısı alan 30 çocuk ve adolesan (yaş: 5-18,4 yıl) ile 22 sağlıklı olgu kontrol grubu olarak çalışmaya alındı. Foxp3 molekülü eksprese eden CD4+CD25+ T lenfositler Treg olarak tanımlandı. Treg hücreler Pediatrik İmmünoloji-Allerji Bilim Dalı Araştırma Laboratuvarı’nda intrasitoplazmik boyama metodu ile 3 renk direkt immünofloresan yöntemi uygulanarak akım sitometrisinde (BeckmanCoulter, NAVIOS®,USA) ölçüldü. Tanıda olguların 25 OHD3 düzeyleri belirlendi ve düşük olgulara replasman tedavisi verildikten sonra tekrar Foxp3 ekspresyonu ölçüldü. Bulgular: Kronik otoimmün tiroidit tanısı alan ve 7’sinde hipotiroidi saptanan hastalarda CD4+CD25+FoxP3+Treg düzeyleri(%) kontrol grubuna göre farklı değilken, Foxp3 molekül ekspresyonu kontrol grubuna göre düşük bulundu. D vitamini düzeyleri açısından gruplar arasında istatistiksel olarak fark saptanmadı. Ancak D vitamini eksikliği olan ve replasman verilen otoimmün tiroiditli olgularda CD4+CD25+FoxP3+Treg hücre düzeyi(%) değişmeksizin Foxp3 molekül ekspresyonunun anlamlı derecede arttığı görüldü (D vitamin tedavisi öncesi 70.46±16.06, tedavi sonrası 82.1±14.88, p:0.015). Sonuç: . Pediatrik yaş grubundaki kronik otoimmun tiroiditli hastalarda, doğal regulatuvar T hücrelerde eksprese olan FoxP3 molekül ekspresyonu azalmıştır. Bu azalma hastaların serum D vitamin düzeyleri ile ilişkili bulunmamakla birlikte, D vitamin replasmanı gerektiren hastalada FoxP3 molekül ekspresyonunda artma saptanmıştır. Bu sonuç D vitamininin, doğal regülatuvar T hücre fonksiyonlarını arttırmada rol oynadığını telkin etmektedir. . Tüm otoimmün tiroiditli olgularda D vitamini düzeyleri denetlenmeli ve eksiklik saptanırsa düzeltilmelidir. UPEK 2012 Sayfa 211 Bildiri No: P-73 Kategorisi: Tiroid SUBKLİNİK HİPOTİROİD ÇOCUKLARDA LEVOTİROKSİN (L-T4) TEDAVİSİNİN KEMİK DÖNGÜSÜ ÜZERİNDEKİ ETKİSİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ *Mesut Parlak,*Sema Akçurin,**Sebahat Özdem,*İffet Bircan,***Adil Boz *Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji BD,**Biyokimya AD,***Nükleer Tıp AD Giriş ve amaç: Hipotiroid olgularda kemik gelişiminin bozulması ve büyümenin durması, çocuklarda gelişen iskelet sisteminin sistemik tiroid koşullarına ne denli duyarlı olduğunun bilinen kanıtlarıdır. Çalışmanın amacı, tedavileri konusunda halen bir uzlaşı sağlanamamış olan subklinik hipotiroid çocuklarda 6 ay süreli L-T4 tedavisinin metabolik kemik ölçütleri üzerindeki etkisini denetlemektir. Olgular ve metod: Ortalama 6.19 yıl yaşında 28 prepubertal olgudan (10 kız) oluşan çalışma grubunda, oksolojik veriler, kemik ilişkin biyokimyasal ölçütler [serbest T3 (sT3), serbest T4 (sT4), tiroid uyarıcı hormon (TSH), serum kreatinin (Cr), kalsiyum (Ca), fosfor (P), kemik özgün alkalen fosfataz (BALP), magnezyum (Mg), parathormon (PTH), 25-OH vitamin D3, idrar Cr, Ca, P] ve kemik döngü belirteçleri [serumda osteokalsin (OC), prokollajen 1 N-terminal propeptid (PINP), idrarda tip 1 kollajen N-telopeptid (NTx), deoksipiridinolin (DPyr)] çalışıldı. İdrar Ca/Cr, NTx/Cr, DPyr/Cr oranları ve tubuler fosfor reabsorbsiyon (TRP) değerleri hesaplandı ve kemik mineral yoğunlukları tedavi önce ve sonrasında değerlendirilerek karşılaştırıldı. Bulgular: Çalışma önce ve sonrası serum PTH, 25-OH vitamin D3 , Ca ve Cr değerleri arasında farklılık bulunmadı. TSH ve sT3 düzeyleri normal sınırlar içinde anlamlı ölçüde azalırken, sT4 düzeylerinde anlamlı artış gözlendi. Serum fosfor ve Mg düzeylerinin ve idrar P atımının anlamlı ölçüde azaldığı görüldü. PINP düzeyleri anlamlı ölçüde artmış, NTx/Cr düzeyleri anlamlı ölçüde azalmış bulundu. Altı aylık L-T4 tedavisi sonrasında erkek olgularda KY-TY farkında anlamlı ölçüde düzelme saptandı. Lumbal ve femoral BMD Z-skorlarında fark gözlenmedi. Tartışma ve sonuç: Olgularda tedavi sonunda ortalama KY/TY oranının <1 kalması, fizyolojik L-T4 tedavi dozunun, KY üzerinde olumsuz bir etki yaratmadığını göstermiştir. sT3 düzeylerinde gözlenen düşüş, organizmanın ötiroid metabolizmaya geçişinin kanıtı olarak düşünülmüştür. Ayrıca tedavi izlemi boyunca ölçülen tüm tiroid hormon değerlerinin fizyolojik sınırlar içerisinde kalması uygulanan L-T4 tedavisinin yerinde ve doğru olduğunu göstermektedir. Serum ve idrar fosfor değişiklikleri, fosforun kemik formasyonunda kullanıldığını ve tiroid hormonlarının fosfor dengesi üzerinde doğrudan etkili olduğunu, serum Mg düzeylerindeki düşüş ötiroidizmin sağlanması ile renal Mg retansiyonunun düzeldiğini düşündürmüştür. PINP düzeylerinde artış, osteoblastik aktivite artışına, NTx/Cr oranında azalma osteoklastik aktivitenin azaldığına işaret etmektedir. BMD Z-skoru değerlerinde değişiklik gözlenmemesi, subklinik hipotiroid olgularda fizyolojik dozda L-T4 tedavisinin kemik mineral yoğunluğu üzerinde olumsuz bir etki oluşturmadığının kanıtıdır. Keywords { subklinik hipotiroidi, kemik metabolizması } UPEK 2012 Sayfa 212 Bildiri No: P-74 Kategorisi: Tiroid METİMAZOLE BAĞLI AGRANÜLOSİTOZ VE VASKÜLİT GELİŞEN GRAVESLİ BİR OLGU *Özlem Kara,*Fatma Demirel,**Nermin Uncu,***Abdullah Kocabaş,*İhsan Esen,**Gökçe Gür *Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji,**Çocuk Nefroloji,***Çocuk Kardiyoloji GİRİŞ VE AMAÇ: Çocuklarda Graves hastalığı tedavisinde ciddi yan etkilerinden dolayı propiltiourasil (PTU) terkedilmiş ve günümüzde ağırlıklı olarak metimazol (MMI) kullanılmaya başlanmıştır. Ancak MMI ile de nadiren hayatı tehdit eden ağır yan etkiler görülebilmektedir. Burada Graves hastalığı için MMI başlanan, agranülositoz ve antinötrofilik stoplazmik antikor (ANCA) ilişkili vaskülit geliştiren bir olgu sunulmuştur. OLGU: 12 yaş 10 aylık kız hasta gözlerde belirginleşme, sinirlilik, ellerde titreme ve çarpıntı yakınmaları ile başvurdu. Özgeçmişinde özellik olmayan hastanın, soygeçmişinde dede ve babaannesine hipertiroidi nedeniyle tiroidektomi yapıldığı, amcasında Behçet Hastalığı olduğu öğrenildi. Kilosu 46 kg (25-50p), boyu 150 cm (10-25p), ajite görünümü, canlı bakışları, ellerinde ince tremoru ve ekzoftalmusu vardı. Guatrı evre 2, pubertesi evre 5 idi. Tansiyon 145/90 mmHg, kalp tepe atımı 132/dk, ateş 37.6 0C olarak ölçüldü. TSH 0,12 uIU/ml, sT4 4,2 ng/dl, TT4 19,7 ng/dl, antiTPO 1092 IU/ml, anti TG 2654 IU/ml, TSH reseptör antikoru 33 IU/L bulunması üzerine Graves hastalığı tanısı konularak 0,8 mg/kg/gün metimazol ve 1 mg/kg/gün propranolol başlandı. Tedaviden 1 ay sonra ateş ve boğaz ağrısı ile başvurdu. Lökosit sayısı 1300/mm3, nötrofil sayısı 300/mm3 bulunarak agranülositozu tanısı ile yatırıldı. Metimazol tedavisi kesilerek, geniş spektrumlu antibiyotikler ve lugol başlandı. Yatışının 10. günü kardiyak arrest olan hastanın ventriküler taşikardisi saptanarak proprananol ve amiodaron verildi, lugol kesildi. Mekanik ventilatörde yaklaşık 2 hafta izlenen ve aralıklı ventriküler taşikardi gelişen hasta bu süreç içinde ötiroid idi. Enfeksiyonu kontrol altına alınmasına rağmen ateşi ve akut faz reaktan (AFR) yükseliği devam etti. İzlemde renal yetmezlik, plevral efüzyon ve maküler döküntüsü gelişen hastanın ANCA pozitifliği de saptanarak ANCA ilişkili vaskülit tanısı aldı. Hastaya kortikosteroid başlanmasından 48 saat sonra ateşi düştü, AFR geriledi ve aritmisi kayboldu. Hastaneden taburcu olduktan bir ay sonra radyoaktif iyot tedavisi verilen hastanın halen ötiroid fazda klinik izlemi sürmektedir. SONUÇ: Gravesli çocuk ve adolesanlarda ilk tedavi seçeneği olan MMI PTU’ya göre daha güvenilir bir ajan olmasına rağmen, kullanımı sırasında hayatı tehdit eden yan etkiler gözlenebilmektedir. Metimazol başlanan olguların bu yan etkiler açısından yakın izlemi gereklidir. Keywords { graves hastalığı, metimazol, vaskülit, agranülositoz } UPEK 2012 Sayfa 213 Bildiri No: P-75 Kategorisi: Tiroid KONJENİTAL HİPOTİROİDİLİ OLGULARDA KARDİYAK VE RENAL ANOMALİ SIKLIĞI *Emine Manolya Kara Acar,*Elif Söbü,**Bahar Özcabı,***İbrahim Adaletli,****Ayşe Güler Eroğlu,**Oya Ercan,**Saadet Olcay Evliyaoğlu *İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı,**Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, ***Radyoloji Ana Bilim Dalı,****Çocuk Kardiyoloji Bilim Dalı Giriş:Konjenital hipotiroidizm, mental retardasyonun en önemli ve önlenebilir nedenlerinden biridir. Konjenital hipotiroidili hastalarda, konjenital kalp hastalığı ve üriner sistem anomalilerinin arttığını gösteren bazı çalışmalar bulunmaktadır. Bu sistemlerin embriyolojik gelişiminde rol oynayan ortak genlerin ya da faktörlerin konjenital anomali sıklığını arttırmada rol oynadığı düşünülmektedir. Amaç:Bu çalışmada kliniğimizde konjenital hipotiroidi tanısı ile izlediğimiz olgularda konjenital kalp hastalığı ve üriner sistem anomalisi varlığını araştırmayı amaçladık. Yöntem:Kliniğimizde konjenital hipotiroidi tanısı ile izlenen toplam 52 olgu, ortalama tanı yaşı, tarama TSH düzeyleri ve tiroid patolojileri açılarından değerlendirildi. 22 hasta ekokardiyografi, 11 hasta üriner sistem ultrasonografisi ile eşlik eden ek anomaliler açısından araştırıldı Bulgular :Çalışmaya dahil edilen 52 olgunun 24’ü (%46,1) kız, 26’sı (%53,9) erkekti. Hastaların ortalama tanı yaşı, 0,96 yıl , ortalama tarama TSH düzeyleri, 57,04 mIU/ml idi. 52 hastanın 5’inde tiroid agenezisi (%9,6), 2’sinde hipoplazi (%3.8), 2’sinde ise ektopik tiroid (%3.8) varlığı saptandı. Hiçbir hastada santral hipotiroidi yoktu. Ekokardiyografi yapılan olguların, % 13,6’ında (n=3)konjenital kalp anomalisi belirlendi. Bu olgulardan ikisinde küçük sekundum tip atriyel septal defekt, birinde ventriküler septal defekt saptandı. Atriyal septal defekt saptanan hastalardan birinde tiroid agenezisi belirlenirken, diğerinin ve VSD saptanan olgunun tiroid ultrasonografileri normal idi. Üriner sistem ultrasonografisi yapılan olguların, % 27,7’inde (n=3) üriner sistem anomalisi saptandı. Bir hastada sol renal agenezi, bir hastada bilateral pelvikalisyel sistem dilatasyonu ve bir hastada çift toplayıcı sistem varlığı bulundu. Çift toplayıcı sistem saptanan hastada tiroid hipoplazisi izlenirken diğer iki hastada tiroid ultrasonografileri normal idi. Renal patoloji saptanan üç hastanın ekokardiyografi incelemesinde patoloji yoktu. Sonuçlar:Yapılan çalışmalar konjenital hipotiroidili hastalarda konjenital kalp hastalığı ve üriner sistem anomalileri gibi konjenital patolojilerin sık görüldüğünü göstermektedir. Bu hastalıkların patogenezinde ortak genlerin varlığı ya da embriyolojik gelişim sırasında ortak faktörlerdeki kusurların rol oynadığı düşünülmektedir. Çalışmamızda hasta sayısının az olmasına rağmen biz de benzer sonuçlara ulaştık. Ancak bu hastalarla ilgili rutin tarama yapmadan önce daha fazla çalışmaya ihtiyaç duyulduğu bir gerçektir. UPEK 2012 Sayfa 214 Bildiri No: P-76 Kategorisi: Tiroid OTOİMMÜN TİROİDİTLİ OLGULARDA D VİTAMİNİ EKSİKLİĞİ *Emine Manolya Kara Acar,**Bahar Özcabı,**Feride Tahmiscioğlu Bucak,***Oya Ercan,***Saadet Olcay Evliyaoğlu *İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı,**Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı,***Endokrinoloji Bilim Dalı Giriş ve Amaç: D vitamini, hücre dışı kalsiyum seviyesinin normal sınırlar içerisinde tutulmasını sağlarken, aynı zamanda enfeksiyöz, otoimmün ve onkolojik hastalıkların gelişimini engellemede görev alır. D vitamini CD4 T hücre differansiyasyonunu etkileyerek ve süpresör T hücre aktivitesini arttırarak immün sistemde rol alır. Çalışmamızda, otoimmün tiroiditli olgularımızın D vitamini düzeylerini değerlendirmeyi amaçladık. Yöntem:Bu çalışmada, kliniğimizde otoimmün tiroidit tanısı ile izlenen 94 olgu, yaş dağılımı, başvuru yakınmaları, fizik inceleme bulguları, tiroid fonksiyon testleri, tiroid otoantikorları ve tiroid ultrasonografileri ile değerlendirildi. Hashimoto tiroiditi tanısı, serum anti-TPO ve/veya anti-Tg yüksekliği ve tiroid ultrasonografisinde parankimin heterojen görülmesi ile, Graves tanısı serum TrAb yüksekliği ile konuldu. 53 hastanın serum D vitamini düzeyleri çalışıldı. Serum D vitamini düzeyinin 20 ug/L’ nin altında olması eksiklik olarak kabul edildi. Bulgular : Otoimmün tiroidit tanısı ile izlenen 94 olgu ( Hashimoto tiroiditi(n=87), Graves (n=7)) çalışmaya alındı. Tanıda ortalama takvim yaşı 11,56 idi. Olguların 68’i (%72.3) kız, 26’sı (%27.7) erkek ve 65’i (%69,2) pubertal dönemde idi. Olguların ortalama boy sds 0,011 , va sds 0,21 idi. Sekiz (%8,5) olguda boy kısalığı bulunmakta, 12 olgu fazla tartılı, 5 olgu obez idi. Tanıda 6 hastada hipotiroidi (tümü Hashimoto), 7 hastada hipertiroidi (tümü Graves) belirlendi. D vitamini düzeyi bakılan 53 hastanın ortalama 25-OH D vitamini düzeyi 14,81 ug/L bulundu. Ortalama D vitamini düzeyi, Hashimoto tiroiditi ve Graves hastalığı olanlarda sırasıyla 14,64 ug/L ve 13,41 ug /L olarak bulundu (p>0,05). D vitamini bakılan olguların %75,4’ünde ( n= 40) D vitamini eksikliği belirlendi. Hastaların %24,5’inde (n=13) 25-OH D vitamini düzeyi <10 ug/L , %50,9’unda (n=27) 10-20 ug/L ve %22,6’sinde (n=12) 20 -40 ug/L arasında saptandı. Sadece bir olgunun serum 25-OH D vitamini düzeyi 40 ug/L’nin üzerinde bulundu. Sonuç:Otoimmün tiroiditli olgularımızın çoğunda serum D vitamini düzeyini önemli ölçüde düşük bulduk. D vitamini eksikliğinin otoimmün tiroidit üzerine nasıl ve ne kadar katkı yaptığı kesin olarak bilinmemekle birlikte yapılacak çalışmalar bu konuya daha fazla ışık tutacaktır. Keywords { otoimmun tiroidit, d vitamini, hashimoto, graves } UPEK 2012 Sayfa 215 Bildiri No: P-77 Kategorisi: Tiroid HASHİMOTO TİROİDİTLİ ÇOCUKLARDA KLİNİK VE LABORATUVAR İNCELEME VE TEDAVİ İZLEM SONUÇLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ *Ali SATAN,*Rüveyde BUNDAK,*Firdevs BAŞ,*Şükran POYRAZOĞLU,*Hülya GÜNÖZ,*Feyza DARENDELİLER,*Nurçin SAKA *İstanbul Üniversitesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü Büyüme Gelişme ve Pediatrik Endokrinoloji Giriş:Kızlarda sık rastlanılan Hashimoto tiroiditi(HT)otoimmün bir hastalık olup, çocuk ve ergenlerde guatr ve edinsel hipotiroidizm en yaygın nedenlerinden biridir. Amaç:HT’li çocukların demografik ve antropometrik özellikleri ile birlikte izlem sonrası L-tiroksin tedavisinin tiroid işlevleri, otoantikorlar ve tiroid volümleri üzerine etkilerini araştırmaktı. Yöntem ve Materyal:HT’li 376 olgunun verileri; retrospektif olarak, dosya kayıtları incelenerek elde edildi. Sonuçlar: Çalışmamızda başvuru yaşı ortalaması 10.9±3.25 yıl iken, kız/erkek oranı ise 5/1 saptandı. Olguların 14’ü(%3.7) 4 yaşın altında, 245’i(%65) 10 yaşın üstünde idi. Başvuruda olguların %60’ı ergenlik döneminde iken, tiroid işlevine göre olguların 102’si(%27) ötiroidik, 164’ü(%43.6) kompanse hipotiroidi(KH), 95’i(%25,3) hipotiroidi ve 15’i(%4) ise hipertiroidi idi. Olguların %55.5’inde muayenede guatr, %17.8’inde kabızlık, %16.2’sinde saç dökülmesi, %14.6’sında yorgunluk, %12,1’inde uykuya eğilim ve ergen kızların ise %19.1’inde adet düzensizliği vardı. Yalnızca %4’ünde tirotoksikoz bulguları ve %2.1’inde ise ekzoftalmi mevcuttu. Hipotiroidik olgularda boy SDS’si daha düşüktü. Olguların 64’ünde(%17) eşlik eden bir veya birden fazla hastalık vardı. Down sendromu sıklığı %3,7 idi. Olguların 52’sine(%14) eşlik eden başka bir otoimmün hastalık vardı. Çalışmamızda hastaların %76’sında anti-TPO, %64.1’inde ise anti-TG antikoru pozitif bulundu. Olguların %89,1’inde ise anti-TPO veya anti-TG’den en az biri pozitif saptandı. Her iki antikor düzeyi başvuruda hipotiroidisi olan olgularda daha yüksekti ve bu ilişki anti-TPO antikoru için daha kuvvetli idi (Anti-TPO;p=0.000,Anti-TG;p=0.019). KH olgularda tiroid volümleri anlamlı düzeyde daha düşük saptanmış iken, hipotiroidik ve ötiroidik gruplar arasında fark yoktu. İzlemde L-tiroksin tedavisinin otoantikorlar ve tiroid volümleri üzerine etkisi saptanamadı. İzlemde, ortalama 3.8±2.3yıl sonra tekrar değerlendirilen 252 olgunun 164’ü(%65) ötiroidik iken, 75’i(% 30) KH idi. Başvuruda 66 ötiroidik olgunun izlem sonrası %77’si ötiroidik kalmış iken, %20’sinde KH gelişti. 104 KH olgunun %61,5’inin tiroid işlevleri düzelmiş iken, LT4 tedavisi altında %36,5’inde KH devam etmekteydi. 69 hipotiroidik olgunun ise yaklaşık %60’ı ötiroidik hale geldiği ve %32’sinin ise KH olduğu saptandı. İzlemde TSH ortalaması ise KH grupta üst sınıra yakın iken, hipotiroidik grupta ise normalin üzerinde seyretti. Sonuç:HT’ye bağlı hipotiroidizmin erken teşhisi ve tedavisi, büyüme potansiyelinde oluşabilecek kalıcı kayıpların önüne geçilmesi açısından oldukça önemlidir. HT’li çocukların tiroid işlevleri zaman içinde düzelebileceği gibi hipotiroidizme ilerleme de görülebilmektedir. Dolayısıyla, çocuklarda HT dinamik bir seyir izler ve bu nedenle tiroid işlevleri belli aralıklarla kontrol edilmelidir. Keywords { L-tiroksin, otoantikor, Hashimoto tiroiditi } UPEK 2012 Sayfa 216 Bildiri No: P-78 Kategorisi: Tiroid HİPOTİROİDİYE BAĞLI MUSKÜLER PSÖDOHİPERTROFİ (KOCHER-DEBRE-SEMELAİGNE SENDROMU): ÜÇ OLGU SUNUMU *Emine Dilek,**M. Tuğba Gençhellaç,*Diğdem Bezen,*Filiz Tütüncüler *Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi,**Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları GİRİŞ: Tiroid hormonları, tüm vücut hücrelerinin metabolizması için önem taşımaktadır. Kocher-DebreSemelaigne sendromu (KDS sendromu); uzun süreli tedavisiz hipotiroidi olgularında, kas-iskelet sisteminde özellikle proksimal kaslarda görülen psödohipertrofi ile karakterize olup, Herkül görünümü oluşturabilir. Burada KDS sendromu tanısı alan 3 kız olgu sunulmuştur. OLGULAR: Birinci olgu, büyüme-gelişme geriliği yakınmasıyla başvurduğunda öyküsünden prematüre ikiz eşi olarak doğduğu, yenidoğan döneminde levotiroksin (LT4) başlandığı ancak 6 aylıktan itibaren tedavisinin aile tarafından kesildiği öğrenildi. Olguya görüntüleme yöntemleri ile tiroid agenezisi tanısı konuldu. İkinci ve 3. olgu, kilo alma ve boy kısalığı nedeniyle tetkik edilirken otoimmün tiroidit tanısı almıştı. Her üç olgunun da fizik muayenesinde kas psödohipertrofisi (Herkül görünümü) ve laboratuvar tetkiklerinde kreatinin kinaz (CK) artışı vardı (Tablo 1). LT4 tedavisi ile kas hipertrofisinin düzeldiği ve CK düzeylerinin normale döndüğü saptandı. SONUÇ: Hipotiroidiye bağlı kas hipertrofisi çocukluk döneminde de gelişebileceğinden, bu olgularda kasiskelet sistemi muayenesinin ayrıntılı yapılması gerektiği vurgulanmıştır. Keywords { kas psödohipertrofisi, hipotiroidi, CK yüksekliği } Tablo 1. Olguların fizik muayene ve laboratuvar bulguları Tanı yaşı (yıl) Kemik yaşı (yıl) Vücut ağırlığı (kg) (SD) Boy (cm) (SD) sT4 (ng/dl) (0,8-1,58) TSH (mIU/ml) (0,4-4) CK (U/L) (33-211) 1. OLGU 2. OLGU 3. OLGU 4 1 6/12 9,7 11 5/12 8 10/12 40 10 9/12 6 10/12 44,6 -4,7 78,5 0,32 130,1 1,19 122,2 -5,01 <0,3 -2,08 0,13 -2,8 0,3 >100 250 615 621 2502 2096 Parantez içinde normal değerler verilmiştir. UPEK 2012 Sayfa 217 Bildiri No: P-79 Kategorisi: Tiroid ÇOCUK VE ERGENLERDE HAŞİTOKSİKOZ VE GRAVES HASTALIĞI VAKALARININ OTOİMMUN TİROİD HASTALIKLARI YELPAZESİ İÇİNDEKİ YERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ *Dilek Güneş,*Ali Satan,*Ahmet Uçar,*Firdevs Baş,*Feyza Darendeliler,*Şükran Poyrazoğlu,*Rüveyde Bundak *İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Giriş ve Amaç Çocuk ve ergenlerde hipertiroidinin en sık nedenleri başta Graves Hastalığı(GH)ve ikinci sıklıkta ise Hashiomoto tiroiditinin geçici hipertiroidi fazı olarak ortaya çıkan Haşitoksikoz(Htok)'tur.Htok'ta otoimmun mekanizma ile haraplanan tiroid dokusundan tiroid hormonu salınımı olur.Bu her iki otoimmun tiroid hastalığı aynı yelpaze içinde yer almaktadır. Hipertiroidi bulguları ile başvuran olan GHve Htok vakalarının klinik ve laboratuvar bulgularının karşılaştırılarak,yelpaze içindeki yerleri,tedavi ve izlem yaklaşımlarının değerlendirilmesi planlandı. Materyal ve Yöntem: Hipertiroidi bulguları ile kliniğimize başvuran ve yaşları 1.8-18.3yaş arasında değişen 70çocuk ve ergen(55Kız,15Erkek)retrospektif olarak çalışmaya alındı. Dosya kayıtlarından öykü, muayene ve laboratuvar(biyokimya, tiroid hormonları, tiroid antikorları,tiroid ultronografisi)bulguları elde edildi.Uzun süreli ve kalıcı hipertiroidisi olan ve/veya tiroid reseptör antikoru(TRAK)pozitif bulunan vakalarGH olarak tanı aldı. Sonuçlar: Hastaların yaş ortalaması±SD'si11.9±3.7yıl,olguların çoğu kız(%78.6)idi. Ailelerin 33(%47.1)'ünde Hashiomoto tiroiditi(HT),4(%5.7)'ündeGraves hastalığı(GH) ve 4(%5.7)'ünde hem HT hem de GHöyküsü vardı.37(%52.8)'si guatr, 3(%8.5)'ü oftalmopati, 11(%15.7)'i ağırlık kaybı((≥1kg), 16(%22.8)'si hiperaktivite, çarpıntı ve yorgunluk semptomlarıyla başvurmuştu,3(%4.2)'ü ise herhangi bir yakınması olmadan tiroid hormonları yüksek bulunduğu için gönderilmişti. Başvuru sırasında GHve Htok gruplarında doğum tartısı, boySDSleri benzerdi.Ağırlık ve vücut kitle indeksi(VKİ)SDS'leri ortalama değerlerin altındaydı(p=0.002)ve gruplar arasında benzerdi. Bütün hastaların beklenildiği gibi TSH'sı baskılı, serbestT4 ve T3 düzeyleri yüksekti. Başvuruda GH vakalarının %82’sinde TRAK,%78’inde antiTPO ve %80’inde antiTg pozitifti. Buna karşın Htokta tüm vakalarda TRAK negatif olup,%85’inde antiTPO ve %80’inde antiTg pozitif bulundu. GH vakalarında ilaç tedavisi süresi anlamlı olarak Htok’tan uzundu(p=0.000).Htok’lu olguların %40’ında medyan 2.5ay süreyle (dağılım:1-7ay)anti-tiroid ilaç kullanıldı. Htok'li7(%10) vaka antitiroid tedaviye ihtiyacı olmadan semptomatik tedavi ile remisyona girmişti. Başvuruda Htok ve GH vakaları arasında TRAK,sT4 yüksekliği dışında diğer klinik ve laboratuvar bulguları açısından amlamlı bir fark bulunamadı.Graves vakalarında sT4(p=0.028),vücut yüzeyine göre ortalama tiroid volümü(p=0.011)ve remisyon süresi(p=0.007)anlamlı olarak yüksekti.Tiroid fonksiyonları normale gelince tartı ve boy SDS son kontrolde anlamlı olarak artış göstermişti(sırasıyla;p=0.026ve p=0.006).Htok ve GH vakalarının izlem süresi 12.5-136ay arasında(median:34ay)değişti. Sonuç: GH tanılı vakalarımızda oftalmopati oranı çok düşük olup, hem Htok hem de GH vakalarında klinik ve laboratuvar bulguları birbirine çok benzeyebileceğinden ve aynı yelpaze içinde yer aldıklarından TRAK'tan bağımsız olarak her vakanın bireysel takip ve tedavisinin ayarlanması uygun olacaktır.GH vakalarında uzun süreli tıbbi tedaviye ihtiyaç vardır Keywords { Haşitoksikoz, Graves Hastalığı, tiroid reseptör antikoru , anti-tiroglobulin antikoru , anti-tiroid peroksidaz antikor, Pediatrik hipertiroidi } UPEK 2012 Sayfa 218 Bildiri No: P-80 Kategorisi: Tiroid DOĞU ANADOLU BÖLGESİ ÇOCUKLARINDA TİROİD KANSERLERİ *Avni Kaya,*Atilla Çayır,*Zerrin Orbak,**Akgün Oral,*Büşra Demir,*Hakan Döneray,*Behzat Özkan *Atatürk Üniversitesi Çocuk Endokrinoloji,**Çocuk Cerrahisi Giriş-Amaç: Son yıllarda tiroid kanserlerinin görülme sıklığı giderek artmaktadır. Bu çalışmada 13 olgunun klinik ve laboratuvar bulguları retrospektif olarak incelendi. Bu hastalar kliniğimize boyunda şişlik şikayetleri ile getirilmişti ve bunlara patolojik olarak Tiroid kanseri/hiperplazisi tanısı kondu. Materyal-Metod: Bu çalışma Erzurum Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrin Polikliniklerinde Ocak 2009–Haziran 2012 tarihleri arasında yapıldı. Boynunda şişlik şikayetleri olan olgulardan tiroid kanseri/hiperplazisi tespit edilen olgular alındı. Hastaların yaşı, cinsiyeti, ailede guatr varlığı, radyasyona maruz kalma durumları sorgulandı. Hastalardan serbest T4, tiroid stimulan hormon, tiroglobulin ve idrar iyot düzeyi bakıldı. Olgulara ultrasonografi çekilerek nodül özellikleri tespit edildi. Nodül çapı >1 cm olanlara ince iğne aspirasyon biyopsisi yapıldı. Bulgular: Hastalarımızın ortalama yaşı 13.3 yaş (10-16 yıl) idi. Hastalarımızın 6’sı kız (%46.1), 7’si erkek (%53.9) idi. Hiçbir hastada boyuna radyasyon öyküsü yoktu. 4 hastada (%30.7) evre 4 ve 9 tanesinde (%69.9) ise evre 3 guatr saptandı. 8 hastanın evinde sadece kayatuzu kullanma, 3 tanesinde iyotlu tuz, 2 tanesinde her iki tuzu birlikte kullanma hikayesi vardı. 3 hastanın (%23) idrar iyot düzeyleri normal, 8 tanesinin (%61.7) normalden düşük olduğu bulundu. 3 olgunun (%23) nodül ince iğne aspirasyon biyopsisi normal olarak değerlendirildi. Olgularımızın 5 tanesinde (%66.7) papiller kanser tespit edildi. 3 tanesinde (%33.3) foliküler karsinom tespit edildi. 4 tanesinde hiperplazi olarak değerlendirildi. Sonuç: İyot eksikliği kansere neden olabilir. Endemik iyot eksikliği olan bölgelerde iyotlu tuz kullanımı arttırılmalıdır. Sağlık Bakanlığının ücretsiz D vitamini ve demir dağıtması gibi ücretsiz iyotlu tuz dağıtımı yapması gerekebilir. Ayrıca iyodun su ve ekmek gibi değişik gıda maddelerine konması gerekebilir. Keywords { kanser, iyot, Çocuk } UPEK 2012 Sayfa 219 Bildiri No: P-81 Kategorisi: Tiroid PRİMER DOĞUMSAL HİPOTİROİDİ OLGULARININ ETİYOLOJİK YÖNDEN DEĞERLENDİRİLMESİ (ÖN ÇALIŞMA) *Diğdem Bezen,*Emine Dilek,**Neşe Torun,*Filiz Tütüncüler *Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi, **Nükleer Tıp Amaç: Primer doğumsal hipotiroidi (PDH) görülme sıklığı 1/2500-4000 arasında olup, kalıcı ya da geçici tipte olabilir. Etiyolojinin aydınlatılarak bu ayrımın yapılması, tedavi ve takip planı için önemlidir. Burada, PDH tanısı ile izlenen olguların etiyolojik nedenlerinin belirlenmesinin yanısıra, kalıcı ve geçici hipotiroidi sıklığının saptanmasına yönelik yapılan çalışmanın ilk sonuçlarının sunulması amaçlandı. Yöntem: Çalışmaya kliniğimizde PDH tanısıyla Ocak 2007 ile Haziran 2012 tarihleri arasında takipte olan, 3 yaşını doldurmuş 54 (24 K, 30 E) olgu alındı. Tüm olgularda levotiroksin tedavisi 6 hafta süreyle kesildikten sonra serbest tiroksin (sT4), tiroid uyarıcı hormon (TSH), tiroglobulin (Tg) ve antitiroglobulin (Anti-Tg) düzeyi bakıldı. Ayrıca tiroid ultrasonografisi (USG), tiroid sintigrafisi ve sintigrafide iyot tutulumu olması durumunda perklorat kovma testi yapıldı. TSH düzeyi artmış olgular kalıcı PDH (grup 1), TSH ve sT4 düzeyleri normal olan olgular ise geçici PDH (grup 2) olarak tanımlandı. Bulgular: Çalışma anında olguların yaş ortalaması 3,9±0,7 yıldı. Olguların 18’i (%33,3) ilk 2 hafta içinde tanı almıştı. Grup 1’de 23 olgu (13 K, 10 E) vardı ve bu olguların % 47,8’i (11 olgu) disgenezi (6 hipoplazi, 3 ektopi, 2 agenezi), %52,2’si (12 olgu) dishormonogenezdi. Grup 1’in tanı anında ortalama TSH düzeyi: 41,85±33,95 mIU/ml, ortalama Tg düzeyi: 61,2±64,4 ng/ml idi. Grup 2’de 31 olgu (11 K, 20 E) vardı. Bu olgular tedavi kesiminden sonra 6 ay süresince aylık tiroid hormon kontrolü ile izlendi ve TSH yüksekliği geliştirmedi. Grup 2’nin tanı anında ortalama TSH düzeyi:17,92±17,88 mIU/ml ve ortalama Tg düzeyi: 37,4±17,82 ng/ml bulundu. Tanı anında TSH ve Tg düzeyleri açısından iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı. Sonuç: Bu ön çalışma verilerine dayanılarak tanı anında TSH ve Tg düzeylerinin geçici veya kalıcı hipotiroidi olasılığını öngörmede belirleyici olmadığı görülmüştür. Ayrıca geçici PDH ve dishormonogenez sıklığının literatürden daha fazla olma nedeninin anlaşılabilmesi için çalışmanın olgu açısından genişletilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır. Keywords { primer doğumsal hipotiroidi, etiyoloji } UPEK 2012 Sayfa 220 Bildiri No: P-82 Kategorisi: Tiroid KONJENİTAL HİPOTİROİDİZMLİ OLGULARDA TİROİD BEZİNİN POSTNATAL REGRESYONU *Alev Oğuz Kutlu *Özel Ankara Endomer Pediatrik Endokrinoloji Merkezi Pediatrik Endokrinoloji Giriş ve Amaç: Son yıllarda konjenital hipotiroidizmli hastalar tiroid sintigrafisi (TS) ve tiroid ultrasonografisi (TU) ile tekrar değerlendirilmekte ve tanıları yeniden gözden geçirilmektedir. Bazı çalışmalarda, tiroid hipoplazisi nedeniyle izlenen hastalarda, tekrar değerlendirmelerde bez görüntülenememiş ve araştırmacılar başlangıçta tiroid hipoplazisi tanısının yanlışlıkla konduğunu bunların hiperekojen doku artığı olduğunu düşünmüşlerdir. Konjenital hipotiroidizm tanısıyla izlenen ve tesadüfen çekilen boyun ultrasonografisinde tiroid bezinin görüntülenemediği dört olguyu sunuyoruz. Bu hastalarda literatürdeki gibi ilk tanımızın doğruluğunu ve varolan tiroid bezinin regresyona uğrayıp uğramadığını araştırdık. İlk tanı anında hastaların tamamında TS ve TU'da tiroid bezi görüntülendiği için bezin regresyonunu teyit etmek amacıyla serum tiroglobulin ve kalsitonin düzeylerine baktık. Olgular: Tiroid hipoplazisi (3) ve dishormonogenez (1) nedeniyle konjenital hipotiroidizm gelişen dört olgu değerlendirildi. Olgular sırasıyla 2.5, 12, 8 ve 10 yaşlarında idi. Sonuç: Trofik hormonal uyaranların patoljik olarak azalması, endokrin bağımlı organların patolojik atrofisine ya da apoptozisine neden olur. Tiroid büyüme faktörü olan TSH'nın apoptozisi önlediği ve TSH'nın inhibisyonunun apoptozisi uyardığı hayvan çalışmalarında gösterilmiştir. Hastalarımızdan sadece birinde genetik analiz yapılmış ve gen defekti saptanmamıştır. Bu nedenle hastalardaki bezin apoptozisi ya da regresyonu tiroksin tedavisinin TSH'yı alt sınıra kadar baskılaması ile açıklanabilir diye düşünmekteyiz. Literatürde tiroid bezi disgenezisi olan hastaların zamanla bez boyutlarında küçülme olduğu gösterilmiştir. Ancak günümüze kadar tiroid bezinin tamamen regresyona uğradığı bir olgu bildirilmemiştir. Keywords { konjenital hipotiroidizm, tiroid bezi apopitozisi, tiroid hipoplazisi } Hastaların tanı sırasında ve izlemdeki laboratuvar bulguları 1 2 3 4 Başlangıç TFT ST4: 0.38 ST4: 0.98 TSH: 2.1 ST4: 0.98 TSH>100 ST4: 0.68 TSH>100 Tiroid hacmi İlk TS Kontrol TS Etyoloji Tgb (ng/ml) Kalsitonin (pg/ml) 0.84 + Hipoplazi Bez yok 1.43 2.35 1.02 + Hipoplazi - 2.5 0.5 3.10 + Dishormonogenez - - - 1.80 + Hipoplazi 3.18 1.89 - UPEK 2012 Sayfa 221 Bildiri No: P-83 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması YENİDOĞAN HİPOKALSEMİSİNİN NADİR BİR NEDENİ: İNFANTİL MALİGN OSTEOPETROZİS *Özlem Engiz,**Semra Kara, ****Denizhan Bağrul,*****Georgia Lahr,***Bülent Alioğlu,****İnci Arıkan, ****Yıldız Dallar Bilge *Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji,**Yenidoğan, ***Çocuk Hematoloji, **** Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları,*****Ulm Üniversitesi Moleküler Genetik GİRİŞ: İnfantil malign osteopetrozis (IMO) (OMIM 259700) osteoklastlarda sayıca azalma veya fonksiyon bozukluğu sonucu jeneralize osteosklerozisle karakterize nadir bir hastalıktır. Hastalar yaşamın ilk aylarında anemi, hepatosplenomegali, frontal bossing, nistagmus, körlük, sağırlık ve kemik kırıkları ile başvurabilirler. IMO’lu hastalar hipokalsemi ve buna bağlı nöbet gelişimi açısından risk altındadır. OLGU: 33 yaşındaki annenin 5. gebeliğinden 2. yaşayan çocuk olarak 38 haftalık 2580 g ağırlığında doğan erkek bebek; doğum sonrası solunum sıkıntısı olması nedeniyle yenidoğan yoğun bakım ünitesine alındı. Postnatal 1. gün serum kalsiyum: 6,1 mg/dl (8.8-10.6), fosfor: 4.9 mmol/L (2.7-6.0), magnezyum: 0.6 mmol/L (0.73-1.06), alkalen fosfataz: 776 U/L (0-400), albumin: 3.7 g/dl (3.4-4.8), parathormon: 334 pg/ml (16-87) idi. İnlemeli solunum, takipne ve subkostal çekilmeleri mevcut olan hastanın akciğer grafisinde infiltrasyonu olması üzerine antibiyotik tedavisi ve nasal CPAP ile oksijen başlandı. İntravenöz kalsiyum glukonat ve magnezyum sülfat tedavileri başlandı. Kardeş ölüm öyküsü bulunan hastanın ölen kardeşine ait epikriz incelendiğinde osteopetrozis ve nörolojik tutulum tanıları ile takip edildiği görüldü. Hastanın kafa grafisinde IMO için tipik “space alien” yüzü ve kafa kaidesinde kalınlaşma, uzun kemiklerde diffüz skleroz izlendi. 2 aylıkken pansitopeni gelişen hastanın hemoglobin: 7.9 g/dl, lökosit: 4400/mm3, absölü nötrofil sayısı: 400/mm3, trombosit: 57,000/mm3 idi. Görsel uyarılmış potansiyel (VEP) şiddetli bilateral optik sinir hasarı gözlendi. Genetik analizde TCIRG1 geni 13. ekzonda homozigot insersiyon (c.1507_1508insA) saptandı. Bu mutasyon 682. aminoasitte (AAC>AAA; p.Asn503Lysfs) frameshift ve prematür stop kodonla sonuçlanmıştı. Bu literatürde daha önce İMO için bildirilmemiş yeni bir mutasyondu. İntravenöz kalsiyum tedavisi azaltılarak kesildi. Oral kalsiyum laktat tedavisi yanısıra oral kalsitriol tedavisi başlandı. Hipokalsemi tekrar gözlenmedi. Hasta İMO için kesin tedavi olan kemik iliği transplantasyonu yapılmak üzere sevkedildi. SONUÇ: İnfantil malign osteopetrozis yenidoğan döneminde hipokalsemi ile prezente olabilen ve klinisyenler tarafından az bilinen bir hastalıktır. Bu durum tanı ve tedavide gecikmelere yol açmaktadır. Dolayısıyla infantil malign osteopetrozis yenidoğan döneminde hipokalsemi yapan nadir bir neden akılda tutulmalıdır. Keywords { osteopetrozis, yenidoğan , hipokalsemi } UPEK 2012 Sayfa 222 Bildiri No: P-84 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması MULTİVİTAMİN KULLANIMINA İKİNCİL GELİŞEN D VİTAMİNİ İNTOKSİKASYONU: 3 OLGU SUNUMU *Ahmet Anık,*Gönül Çatlı,*Ayhan Abacı,*Ceyhun Dizdarer,*Ece Böber *Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji İştahsızlık nedeni ile reçete edilen multivitamin preparatını önerilen dozlarda kullandıkları halde D vitamini intoksikasyonu gelişen 3 farklı olgunun sunulması amaçlandı. Yaşları 12-25 ay aralığında olan üç farklı olgu, farklı zamanlarda, kliniğimize iştahsızlık, kusma, huzursuzluk yakınmaları ile başvurdu. Öyküden, olguların iştahsızlık nedeni ile başvurdukları hekimlerinin önerdiği multivitamin preparatını uygun dozda kullandıkları öğrenildi. Laboratuvar tetkiklerinde hiperkalsemi, hipofosfatemi ve hiperkalsiüri saptanan olguların parathormon düzeyleri baskılı ve 25(OH) vitamin D düzeyleri >160 ng/mL saptandı. Tedavide intravenöz sıvı ve furosemid ile beraber; iki olguda prednisolon, bir olguda ise pamidronat tedavisi ile normokalsemi sağlandı. Hastaların öyküsünden tümünün iştahsızlık nedeni ile farklı hekimler tarafından reçetelenmiş olan ve bir ölçeğinde (5 mL) 200 IU D vitamini içeren aynı multivitamin preparatını, günde bir ölçek olacak şekilde kullandığı ve ek D vitamini alımının olmadığı öğrenildi. Her üç olgunun kliniğimize aynı zaman diliminde başvurması (Ekim-Aralık 2011) ve aynı preparatı önerilen dozlarda kullanmasına rağmen D vitamini intoksikasyonu gelişmesi, preparatın D vitamini içeriğinin belirtilenden çok daha yüksek olabileceğini düşündürdü. Hastaların kullandığı preparatlar temin edilemediğinden, piyasada satılmakta olan aynı multivitamin preparatı temin edilerek ürün içeriğindeki D vitamini High Performance Liquid chromatography (HPLC) yöntemi ile çalışıldı ve D vitamini içeriği normal olarak saptandı. Her ne kadar preparatın D vitamini içeriği yüksek saptanmasa da, ölçülen preparat ile hastaların kullandığı preparat aynı olmadığından, hastaların o dönem kullandığı preparatın –o dönemdeki üretim hatası sonucu- D vitamini içeriğinin belirtilenden daha fazla olabileceği düşünüldü. Sonuç olarak; bu üç vaka raporu nedeni ile; (i) riketsin klinik ve laboratuvar kanıtı olmaksızın D vitamini tedavisine başlanmaması, (ii) kanıta dayalı olmayan multivitamin kullanımından kaçınılması, (iii) D vitamini tedavisi alan olguların intoksikasyon açısından klinik ve laboratuvar izleminin yapılması gerektiğini vurgulamak istedik. Keywords { D vitamin intoksikasyonu, hiperkalsemi } UPEK 2012 Sayfa 223 Bildiri No: P-85 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması AİLESEL AKDENİZ ATEŞİ OLAN ÇOCUKLARDA D VİTAMİNİ DÜZEYİ *Ahmet Anık,**Balahan Bora Makay,*Gönül Çatlı,*Ayhan Abacı,*Tuncay Küme,**Erbil Ünsal,*Ece Böber *Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji, **Çocuk Romotoloji AMAÇ: Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA) tanısı ile izlenen çocuklarda serum 25-hidroksivitamin D düzeyinin sağlıklı çocuklar ile karşılaştırılması ve D vitamini düzeyinin klinik ve demografik özelikler ile olan ilişkisinin araştırılması amaçlanmıştır. MATERYAL-YÖNTEM: Dokuz Eylül Üniversitesi Çocuk Romatoloji polikliniğinde izlenen genetik olarak AAA tanısı doğrulanmış 34 hasta ve yaş-cinsiyet açısından benzer olan 30 sağlıklı çocuk çalışmaya alındı. Olguların demografik özellikleri, hastalık süreleri, AAA bulguları, hastalık şiddet skoru, kolşisin tedavisinin süresi ve tedaviye uyum parametreleri kaydedildi. Serum 25hidroksivitamin D düzeyi ELISA yöntemi ile çalışıldı. SONUÇ: Hasta ve sağlıklı grup demografik özellikler (yaş ve cinsiyet) açısından karşılaştırıldığında iki grup arasında fark saptanmadı. Serum 25-hidroksivitamin D düzeyi hasta grupta kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düşük saptandı (sırasıyla, 12.8 ± 3.8 ve 15.1 ± 4.1, p=0.02). Hasta grupta olguların %73’ünde (n=25) D vitamini eksikliği saptanırken; kontrol grubunda ise bu oran %50 (n=15) idi (p=0.052). M694V mutasyonu saptanan çocuklar ile diğer mutasyonları taşıyan çocukların serum 25-hidroksivitamin D düzeyleri karşılaştırıldığında, istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (sırasıyla, 12.3 ± 3.5 and 12.9 ± 3.9, p=0.48). Kolşisin kullanım süresi ile serum 25hidroksivitamin D düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı negatif korelasyon saptandı (r=-0.508, p=0.002). Serum 25-hidroksivitamin D düzeyi ile kolşisin dozu, CRP düzeyi, lökosit sayısı, hastalık şiddet skoru ve hastanın yaşı arasında korelasyon saptanmadı. TARTIŞMA: Bu çalışma ile AAA tanılı çocukların serum 25-hidroksivitamin D düzeyinin sağlıklı kontrol grubuna göre daha düşük olduğu saptanmıştır. D vitamini düzeyi düşüklüğünün kolşisin tedavi süresi ile negatif korelasyon göstermesi kolşisinin D vitamini metabolizması üzerine etkili olabileceğini düşündürmektedir. Vitamin D’nin immünmodulatör etkisi göz önünde bulundurulduğunda AAA tanılı çocuklarda D vitamini tedavisinin hastalığın seyri ve atak sıklığı üzerine olan etkisini değerlendirecek klinik çalışmalara ihtiyaç vardır. Keywords { D vitamini, Ailesel akdeniz ateşi } UPEK 2012 Sayfa 224 Bildiri No: P-86 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması HİPERKALSEMİNİN EŞLİK ETTİĞİ SUBKUTAN YAĞ NEKROZU OLGUSU *Nesibe Akyürek,*Mehmet Emre Atabek,*Beray Selver Eklioğlu,*Sevil Arı Yuca *Necmettin Erbakan Üniversitesi Çocuk Endokrinoloji Giriş:Subkutan yağ nekrozu nadir görülen; gövdede, ekstremitelerde ve yanaklarda ağrılı, eritematöz plak ya da nodüller şeklinde ortaya çıkan adipoz dokunun inflamatuvar hastalığıdır. Kendi kendini sınırlayan bir hastalık olmakla beraber ağır hiperkalsemi, hiperlipidemi, geçici trombositopeni gibi komplikasyonlara yol açabilir. Özellikle yaygın kutanöz tutulumu olan hastalarda hiperkalsemi hayatı tehdit eden bir komplikasyondur. OLGU : Yirmisekiz yaşındaki annenin birinci gebeliğinden miadında 2730 gram ağırlığında 54 cm boyunda spontan vajinal yolla doğan kız hasta, 50 günlükken beslenme güçlüğü nedeniyle kliniğimize sevk edildi. Öyküsünden mekonyum aspirasyonu nedeniyle 7 gün süreyle hastanede izlendiği öğrenildi. Fizik muayenede vücut ağırlığı 4,5 kğ boyu 55 cm, baş çevresi 35.5 cm (90-97p), kalp tepe atımı 130/dk, solunum sayısı 64/dk, vücut ısısı 36,4°C ve kan basıncı 58/32 mmHg idi. Her iki yanakta ,sırtta, gluteal bölgede ,ekstremite ekstansör yüzlerinde subkutan noduler lezyonlar mevcuttu.Laboratuar incelemesinde Hb 12gr/dL, Htc %33, beyaz küre 12000/mm³, trombosit478000/mm³, periferik kan yaymasında %34 lenfosit, %56 nötrofil, %10 monosit, biyokimyasal incelemede; glukoz: 86 mg/dL ,BUN:5 mg/dL, kreatinin 0.4 mg/dL, Na:135 meq/L, K:4,1 meq/L, kalsiyum:12,6 mg/dL, fosfor:6 mg/dL, ALP:234 U/l , PTH:<1 pg/ml, 25-OH-vit D3: 35,4 pg/ml,idrar kalsiyum/kreatinin:1,9 idi. Karaciğer fonksiyon testleri, tiroid fonksiyon testleri, kan gazı değerlendirmesi normaldi.Abdominal USG de her iki böbrekte medüller tip nefrokalsinozis saptandı.Hastaya 200 cc/kg/gün olacak şekilde sıvı tedavisi başlandı. Hidrasyonu düzeldikten sonra 1 mg/kg/gün furosemid (iv) başlandı. Verilen tedaviye rağmen hiperkalsemisi sebat eden hastanın tedavisine 2 mg/kg/gün olacak şekilde prednizolon eklendi.Tedavinin 3.gününde normokalsemik olan hasta oral prednizolon ile taburcu edildi. 1 ay sonra kontrole gelen hastanın cilt lezyonlarının gerilediği gözlendi. TARTIŞMA: Subkutan yağ nekrozu nadir görülen perinatal asfiksi yâda travmatik doğum öyküsü olan miadında doğmuş yenidoğanlarda plak yada nodul şeklinde subkutan lezyonlar saptandığı zaman akla gelmelidir. Bu hastalarda hiperkalsemi nadir, ancak zamanında tedavi edilmezse hayatı tehdit eden bir komplikasyondur. UPEK 2012 Sayfa 225 Bildiri No: P-87 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması KALSİYUM METABOLİZMASI BOZUKLUĞU NEDENİ İLE 2005-2011 YILLARI ARASINDA ENDOKRİN KLİNİĞİ’NDE TAKİP EDİLEN HASTALARIN DEĞERLENDİRİLMESİ *Meryem Karaca,**Semra Çağlar Çetinkaya,*Ülker Ertan *Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Pediatri,**Çocuk Endokrin Giriş: Çocuklarda ‘kalsiyum metabolizma bozuklukları’ başlığı altında, son derece geniş yelpazedeki hastalıklar ele alınmaktadır. Bu hastalıkların bir kısmı nutrisyonel rikets, D vitamini eksikliği gibi edinsel sorunlar iken, bir kısmı da vitamin D dirençli rikets, hipofosfatemik rikets gibi doğumsal sorunlardır. Ülkemizde D vitamini eksikliğine bağlı sorunlar, başta genel pediatri hekimleri ve aile hekimleri olmak üzere, tüm hekimlerin farkındalığında olmasına rağmen, ayırıcı tanıda doğumsal sorunların akılda tutulması ayrı bir önem taşımaktadır. Bu çalışmada kliniğimizde son altı yıldır ‘Kalsiyum Metabolizma Bozukluğu’ tanısı ile takip edilmekte olan olgularda; tanı dağılımlarını değerlendirmek; tanı, tedavi, takip özelliklerini belirlemek ve değişik hasta gruplarındaki kalsiyum ve parathormon arasındaki ilişkiyi göstermek amaçlanmıştır. Sonuçlar: Hastanemiz 1.Ocak.2005-31.Aralık.2011 arasında endokrin kliniğinde ‘kalsiyum metabolizma bozuklukları’ tanısı ile takip ve tedavi edilen, 834 olgu retrospektif olarak değerlendirildi. Tüm gruplar içerisinde hipofosfatemik rikets ve D vitamini eksik/yetersizliği olan olgularda kalsiyum ve parathormon arasında korelasyon(p<0,05) saptanırken, hipokalsemi ve hiperkalsemide kalsiyum ile parathormon arasında lineer ilişki gösterilemedi. Sonuç: Çocuklarda kalsiyum metabolizma bozukluklarından en sık D vitamini eksik/yetersizliğinin görüldüğü, bunu nutrisyonel rikets ve diğer nadir rikets gruplarının izlediği, diğer kalıtımsal rikets tiplerinin de ayırıcı tanıda akılda tutulması, kalsiyum ve parathormon arasında hipokalsemi ve hiperkalsemik değerlerde belirgin bir ilişkinin bulunmadığı sonucuna varıldı. Keywords { Nutrisyonel rikets, D vitamini eksik/yetersizliği, D vitamini dirençli rikets, hipokalsemi, hiperkalsemi } UPEK 2012 Sayfa 226 Bildiri No: P-88 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması DİŞ ÇIKMARMAMA YAKINMASI İLE GETİRİLEN BİR HİPOHİDROTİK EKTODERMAL DİSPLAZİ OLGUSU *Gülay Karagüzel,*Aslıhan Gücüş,*Ayşenur Ökten *Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji Giriş: Hipohidrotik ektodermal displazi (HED), ektodermal displaziler içinde yer alan ve genellikle x’e bağlı geçiş gösteren, oldukça nadir bir tablodur. Fenotipi kompleks olmakla birlikte hipotrikoz, ter bezlerinde disfonksiyon, tırnak ve diş bozuklukları, deri lezyonları ve kraniofasyal dismorfizm vardır. Bu posterde klinik bulgularla HED tanısı konulan bir olgu sunulmuştur. Olgu: Üç yaşında erkek çocuk dişlerinin çıkmaması yakınması ile götürüldüğü doktor tarafından vitamin eksikliği olabileceği düşünülerek kliniğimize sevk edilmiş. Öyküsünden, doğduğundan beri zaman zaman yüzünde yaralar çıkıp iyileştiği ve hiç terlemediği öğrenilen olgunun ailesinde benzer hastalık öyküsü olmadığı ve anne-babasının kuzen oldukları öğrenildi. Fizik bakısında; ağırlığı 13 kg (10.p), boyu 91 cm (3-10.p), dismorfik yüz görünümü, saçları zayıf ve kuru, tüm vücutta yer yer kurutlu cilt lezyonları vardı ve hiç dişi yoktu, 1/6 sistolik üfürümü vardı ve diğer sistemik muayene bulguları doğaldı. Klinik bulguları ile HED tanısı konulan hastaya Pedodonti bölümü ile birlikte tedavi planı yapıldı. Sonuç: HED genellikle ‘‘ektodisplasin A’’yı kodlayan gende (EDA) mutasyonlar sonucu ortaya çıkar. Diş dizisinde görülen eksiklikler nedeniyle en geç üç yaşında protez tedavisi önerilen HED’li olguların beslenme, iletişim ve fonasyon bozukluklarının önlenmesi için intra-oral kontrollerin aksatılmaması gerektiğini, sistemik muayene-değerlendirmenin önemi vurgulamak istedik. Keywords { ektodermal displazi, diş yokluğu, terlememe } UPEK 2012 Sayfa 227 Bildiri No: P-89 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması ADÖLESANLARDA RİKETS *Elif Özsu,*Filiz Mine Çizmecioğlu,*Ayşegül Yüksel,*R. Gül Yeşiltepe Mutlu,*Şükrü Hatun *Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Giriş ve Amaç : Zirve kemik kitlesinin büyük oranda sağlandığı adolesan dönem, kemik sağlığı açısından kritik bir süreç olup öte yandan yaşam tarzı ve beslenme özellikleri bakımından ise D vitamini yetersizliği ve eksikliği açısından riskli bir dönemdir. Güneşli coğrafyasına rağmen D vitamini eksikliği yaygın olan ülkemizde kemik ağrısı ve halsizlik yakınmasıyla gelen adölesanlarda risk grubu olmaları nedeniyle D vitamini eksiklik/yetersizliğinin araştırılması gerekliliğini vurgulamak amacı ile 6 adolesan rikets olgusu sunuldu. Olgular :Yaş aralığı 10,6 ile 18 yıl arasında değişen 6 olgunun beşi kızdı. Risk faktörleri açısından değerlendirildiğinde kızlarda örtülü giyim tarzı, güneşe sınırlı maruziyet, çölyak hastalığı saptanırken erkek olguda myotoni konjenita nedeniyle antiepileptik ilaç kullanımı (Na valporat) vardı. Başvuru yakınmaları içerisinde halsizlik, bel ve kas ağrısı, depresif mood, yürüme güçlüğü, ellerde kasılma ve kırık öyküsü mevcuttu. Fizik muayenede bir olguda gizli tetani bulguları dışında rikets açısından özellik yoktu. Bir olgu dışında tüm olgular hipokalsemikti (4.7-8.2 mg/dl). Serum fosfor düzeyi 1.2 ile 7.1 mg/dl, alkalen fosfataz düzeyleri 200-1443 IU/L arasında değişmekteydi. PTH düzeyi değerlendirilen olguların 4ünde sekonder hiperparatiroidi vardı (110-391 pg/ml). Olguların hepsinde 25OH D vitamini düşük saptandı (5-12 ng/ml), 4 olguda <8 ng/ml altında olup ağır Vitamin D eksikliği vardı. Olguların hepsi klinik ve biyokimyasal olarak nutrisyonel rikets olarak kabul edilerek vitamin D Stoss ve elementer kalsiyum ile tedavi edildi. Tedavi sonrası klinik yakınmalarında ve biyokimyasal parametrelerinde düzelme izlendi. Sonuç : Özellikle risk faktörleri olan adölesanlar non-spesifik kas isklelet sistemi bulgularının varlığında rikets açısından ayrıntılı öykü ve fizik muayene ile değerlendirilmeli biyokimyasal ve hormonal incelemeler yapılmalıdır. Keywords { Adolesan, rikets } Tablo 1. Olguların yaş, cinsiyet ve risk faktörleri Olgu 1 Olgu 2 Olgu 3 Olgu 4 Olgu 5 Olgu 6 Serum Ca (mg/dl) 6.4 4.7 6.1 8.2 7.3 9.3 Serum P (mg/dl) 3.5 7.1 5.1 1.2 4.9 4.1 ALP (IU/L) 250 214 1443 708 427 200 PTH (pg/ml) 329 110 246 _ 391 _ 25OHD (ng/ml) 5.7 5 9 6 12 7 Tablo2. Biyokimyasal ve hormonal parametreler Olgu 1 Olgu 2 Olgu 3 Olgu 4 Olgu 5 Olgu 6 Serum Ca 6.4 4.7 6.1 8.2 7.3 9.3 Serum P 3.5 7.1 5.1 1.2 4.9 4.1 ALP 250 214 1443 708 427 200 PTH 329 110 246 _ 391 _ 25OHD 5.7 5 9 6 12 7 UPEK 2012 Sayfa 228 Bildiri No: P-90 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması ÖN FONTANELİ ERKEN KAPANAN ÇOCUKLARDA D VİTAMİNİ REPLASMANININ KESİLMESİ *Tolga Ünüvar,**Türkan Uygur,***Erdal Adal *Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi,**Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinolojisi,*** Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Nutrisyonel rikets ve D vitamini eksikliği ülkemizde yaygın ve ciddi daha önemlisi önlenebilecek bir problem iken yenidoğan ve süt çocukluğu döneminde erken dönemde fontanel kapanmasını D vitamini fazlalığı ile ilişkilendirerek sonrasında D vitamini desteğinin kesilmesi şeklinde yaygın bir uygulama bulunmaktadır. Bu uygulama da toplumda yenidoğan ve infantlarda D vitamini eksikliği ve rikets riskini arttırmaktadır. Biz çalışmamızda yenidoğan ve erken süt çocukluğu döneminde fontanel kapanmasının D vitamini düzeyi ve aldığı D vitamini profilaksisinin miktarı ile ilişkili olup olmadığını araştırmak istedik Çocuk endokrin polikliniğimize ön fontaneli 6. aydan erken kapanma şikayetiyle başvuran veya rutin muayene esnasında ön fontanelin 6. aydan önce kapandığı saptanan 50 hastanın çalışmaya alınması planlandı. Aynı yaş ve cinsiyetten ön fontaneli açık 35 sağlıklı çocuk kontrol grubu olarak alındı. Tüm hastaların gestasyon haftaları, doğum şekilleri, doğum ağırlıkları, baş çevreleri, başvuru esnasındaki ağırlık ve baş çevreleri not edildi. Başvuru esnasında kullandıkları D vitamini dozu, annenin gebelikte D vitamini kullanma hikayesi, çocuğun beslenme öyküsü öğrenildi. Tüm hastalardan serum açlık kalsiyum, fosfor, alkalen fosfataz, D vitamini ve parathormon düzeyleri çalışıldı Çalışmamızda ön fontaneli erken kapanan grupta ortalama serum D vitamini düzeyi daha düşük saptanmasına karşın kontrol grubu ile arasında anlamlı bir fark saptanamadı (p=0,304). Serum parathormon düzeyi ise ön fontaneli erken kapanan hasta grubunda anlamlı olarak yükselmişti (p=0,001). Bir hekim tarafından D vitamini desteği kesilen hastalar ile kontrol grubundaki düzenli D vitamini desteği alan hastalar karşılaştırıldığında serum kalsiyum, alkalen fosfataz ve parathormon düzeyleri arasında anlamlı fark saptandı (Sırasıyla p=0,016 ve p=0,03 ve p=0.0001). Serum D vitamini düzeyleri arasındaki fark anlamlı olmasa da D vitamini desteği kesilen hastalarda daha düşük bulundu (p=0,076) Sonuç olarak, önemli bir sağlık problemi olan D vitamini eksikliği ve riketsin önlenmesi için D vitamini desteğinin uygun dozda ve yeterli süre kullanılması gerekmektedir. Çalışmamızda da gördüğümüz gibi ön fontaneli erken kapansa dahi vitamin D düzeyi normal hatta normalin altında birçok infant bulunmaktadır. Bu nedenle hem hekimlerin hem de diğer sağlık çalışanlarının D vitamini profilaksisinin devamlılığı konusunda uyarılması ve ön fontanel erken kapanması gibi sebeplerle D vitamini desteğinin kesilmesinin yanlış olduğu vurgulanmalıdır. Keywords { D Vitamini, Kalsiyum, Ön fontanel } UPEK 2012 Sayfa 229 Bildiri No: P-91 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması D VİTAMİNİ İNTOKSİKASYONU TEDAVİSİNDE BİFOSFONATLARIN ETKİNLİĞİ *Cengiz Kara,**Suzan Gündüz,***Semra Çetinkaya,*Figen Günindi *Ondokuz Mayıs Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi,**Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları,***Çocuk Endokrinolojisi Giriş ve Amaç: D vitamini zehirlenmesi tedavisinde bifosfonatların etkinliği geniş vaka serilerinde değerlendirilmemiştir. Bu nedenle, iki ayrı merkezde, 10 yıllık bir dönemde bifosfonat ile tedavi edilmiş olan D vitamini intoksikasyonlu 18 olgunun verilerini inceleyerek bifosfonatların etkinliğini ve güvenirliğini değerlendirmeyi amaçladık. Yöntemler: Bifosfonat tedavisi alan tüm hastaların dosya kayıtları gözden geçirildi. Klinik ve laboratuar bulguları yanı sıra uygulanan tedaviler ve alınan yanıtlar kaydedildi. Bifosfonatlar 5 hastada başarısız prednizolon tedavisinin ardından, 13 hastada ise başlangıçtan itibaren uygulandı. Bifosfonat ve prednizolon tedavilerine yanıtlar karşılaştırıldı. Bulgular: Yaşları 0,3 ile 4,2 yıl arasında değişen 18 çocuğun başvuru zamanındaki serum Ca ve 25(OH)D3 düzeyleri sırasıyla 16,2±2,0 mg/dl ve 531±214 ng/ml bulundu. Prednizolon ile tedavi edilen beş hastanın üçünde normokalsemi ortanca 17 (12–26) günde sağlandı. Bu üç hastada tedavinin kesilmesinden sonraki 3–5 gün içinde hiperkalsemi tekrarladığı için pamidronat verildi. Diğer iki hastada inatçı hiperkalsemi nedeniyle pamidronat tedavisine daha erken (5. ve 8. günlerde) geçildi. Pamidronat ile tedavi edilen toplam 18 hastanın 11’inde (%61) 3 gün ve 15’inde (%83) 7 gün içinde normokalsemi sağlandı. Üç hastada tedaviye alendronat eklendi. Bifosfonatlar ile normokalsemiye ulaşma zamanı ortanca 3 (2–12) gün idi (Tablo). Pamidronat kullanımı sırasında ateş dışında yan etki gözlenmedi. Sonuç: D vitamini fazlalığından kaynaklanan hiperkalsemi tedavisi için bifosfonatlar etkin ve güvenilir ajanlardır. Glukokortikoidlerin yerine, tedavide ilk seçenek olarak kullanılmalıdırlar. Keywords { D vitamini intoksikasyonu, Hiperkalsemi tedavisi, Bifosfonatlar, Glukokortikoidler } Tablo. Prednizolon ve bifosfonat tedavilerinin sonuçları Parametre Prednizolon grubu Bifosfonat grubu Sayı Ortanca (aralık) Sayı Ortanca (aralık) Başlangıç 25(OH)D3 (ng/ml) 5 422 (239–962) 13† 577 (317–841) ‡ Tedavi öncesi Ca (mg/dl) 5 16,7 (13,4–19,7) 18 16,3 (13,7–18,8) ‡ Tedavi sonrası 3. gün Ca (mg/dl) 5 14,7 (11,6–16,2) 18 10,4 (9,2–15,6) Tedavi sonrası 5. gün Ca (mg/dl) 5 15,3 (12,3–16,9) 12 10,2 (9,0–13,5) Tedavi sonrası 7. gün Ca (mg/dl) 4 15,0 (13,5–17,6) 7 10,7 (8,9–12,7) ‡ Ca’un normalleşme süresi (gün) 3 17 (12–26) 18 3 (2–12) † Toplam tedavi süresi (gün) 5 20 (8–38) 13 3 (2–12) † Başlangıçtan ibaren sadece bifosfonat alan hasta sayısı ‡ Prednizolon tedavisi sonrası bifosfonat alanlar dâhil tüm hastaların sayısı UPEK 2012 p değeri 0,257 0,502 0,023 0,004 0,008 0,008 0,002 Sayfa 230 Bildiri No: P-92 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması HİPOFOSFATEMİK RİKETSLİ ÇOCUKLARDA LOMBER KEMİK MİNERAL YOĞUNLUĞU DEĞERLENDİRİLMESİ *Şükran Poyrazoğlu,*Hikmet Kıztanır,*Banu Aydın,*Ahmet Uçar,*Firdevs Baş,*Rüveyde Bundak,*Nurçin Saka,*Feyza Darendeliler *İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi Büyüme-Gelişme ve Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı GİRİŞ: Hipofosfatemik rikets renal fosfor kaybı, bozulmuş vitamin D metabolizması ve kemik mineralizasyon bozukluğu ile karakterizedir. Uzun kemiklerdeki mineralizasyon bozukluğuna rağmen özellikle X’e bağlı hipofosfatemik riketsli hastalarda tedaviden bağımsız olarak trabeküler kemiklerde normal veya artmış mineralizasyon bildirilmektedir. AMAÇ: Hipofosfatemik rikets tanısı ile takipli hastaların lomber(L1-L4) kemik mineral yoğunluklarının değerlendirilmesi YÖNTEM: X’e bağlı hipofosfatemik rikets tanısı ile takipli 13 hastanın(8 kız, 5 erkek) dosyası retrospektif olarak incelendi. DEXA yöntemi ile çekilen lomber (L1-L4) kemik mineral yoğunlukları(KMY) değerlendirildi. BULGULAR: Hastaların tanı yaşı 6.8±5.1(dağılım:1.0-16.2) yıl idi. Hastaların hepsi kalsitriol ve fosfor replasman tedavisi almaktaydı. Ortalama tedavi süresi 7.5±4.4(dağılım:2.4-16.1) yıl idi. Hastaların KMY çekimi tedavi başlangıcından ortalama 5.3±4.5 (0-13.2) yıl sonra 12.2±4.1(2.0-16.9) yaşında yapılmıştı. Tüm hastaların KMY normal sınırlar içinde ve ortalama KMY Z skoru 1.26±0.85(02.3)bulunmuştu. Dört hastanın KMY tedavi başladığında değerlendirilmişti ve 3’ünün KMY Z skoru ≥ 2 bulunmuştu. Beş hastanın KMY 2.9±1.1 yıl sonra tekrar değerlendirilmişti. Hastaların 2. KMY değerleri artmakla birlikte aralarında anlamlı fark yoktu(1. KMY Z skoru: 1.1±1.05 ve 2. KMY Z skoru: 1.4±1.05). SONUÇLAR: X’e bağlı hipofosfatemik riketsli hastaların tedavi öncesinde vertebralarında beklendiği gibi mineralizasyonda azalma değil artış olmaktadır. Fosfor ve kalsitriol tedavisi bu hastalarda uzun kemiklerdeki raşitik bulguların düzelmesini sağlarken trabeküler kemiklerde ise normal olan mineralizasyonda artışa sebep olabilmektedir. Keywords { hipofosfatemik rikets, kemik mineral yoğunluğu } UPEK 2012 Sayfa 231 Bildiri No: P-93 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması HİPERGONADOTROPİK HİPOGONADİZM VE HİPOGONADOTROPİK HİPOGONADİZMLİ ADÖLESANLARDA KEMİK MİNERAL DANSİTELERİNİN İNCELENMESİ *Mehmet Nuri Özbek,*Hüseyin Demirbilek,*Rıza Taner Baran *Diyarbakır Çocuk Hastanesi Çocuk Endokrinoloji Giriş ve amaç: Seks steroidlerinin eksikliğinin kemik mineralizasyonu üzerinde negatif etkileri mevcuttur. Ayrıca bazı hayvan deneyleri ve postmenopozal kadınlarda yapılan çalışmalarda folikül stimüle edici hormonun (FSH) osteoklastik aktiviteyi arttırarak kemik mineralizasyonu üzerine negatif etki ettiği ve postmenopozal osteoporozu arttırdığı bildirilmiştir. Bu çalışmanın amacı hipergonadotropik hipogonadizm ve hipogonadotropik hipogonadizmli adölesan kızlarda kemik mineral dansitesini değerlendirmek ve FSH’nın kemik mineralizasyonu üzerindeki etkisini incelemektir. Bulgular: Çalışmaya 14’ü hipogonadotropik hipogonadizim ve 19’u hipergonadropik hipogonadizimli olmak üzere 33 kız adölesan alındı. Hastaların ortalama takvim ve kemik yaşları arasında fark yoktu (Tablo 1). Serum FSH ve LH düzeyleri beklendiği gibi hipergonadotropik hipogonadizmi olanlarda yüksek, estradiol düzeyi ise her iki grupta da düşük idi. Hipergonadotropik hipogonadizmli hastalar ile hipogonadotropik hipogonadizmli hastaların L1-L4 arasındaki KMD-z skoru medyan ve ortalama değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p=0.841). Korelasyon analizinde FSH düzeyi ile KMD-z skoru arasında istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon saptanmadı (r=-0.035, p=0.846). KMD-z skoru ≤-2.5 olan hasta oranı hipogonadotropik hipogonadizmli hastalarda % 64.3 iken, hipergonadotropik hipogonadizmli olanlarda ise %78.9 olarak saptandı (p=0.442). Toplamda ise hastaların %72,7’sinde KMD-z skoru ≤-2.5 olarak saptandı. Sonuç: Sonuç olarak hem hipogonadotropik hipogonadizmli hem de hipergonadotropik hipogonadizmli hastalarda kemik mineral dansitesi düşük bulunmuştur. FSH’nın yüksek olduğu hipergonadotropik hipogonadizmli adölesan kızlarda KMD-Z skoru ≤-2.5 oranı bir miktar fazla olmasına karşın bulgular FSH’ın osteoporoz üzerine çok belirgin bir etkisinin olmadığını düşündürmektedir. Aradaki bu farkın hipergonadotropik hipogonadizmli hastaların çoğunun osteoporoz için bağımsız bir risk faktörü olan Turner sendromlu hastalar olmasına bağlı olabileceği düşünüldü. Keywords { hipergonadotropik hipogonadizm, hipogonadotropik hipogonadizm, osteoporoz } Tablo 1. Hastaların klinik ve laboratuvar özellikleri Hipogonadotropik hipogonadizm (n:14) (ort±SD) Yaş (yıl) Kemik yaşı (yıl) Boy SDS FSH (mIU/ml) LH (mIU/ml) Östradiol (pg/ml) KMD (L1-L4) (gr/cm2) KMD-z skor (L1-L4) KMD (femur) (gr/cm2) KMD-z skor (femur) 14.9 ±1.5 10.9±1.6 -3.3± 1.4 1.0± 0.9 0.2±0.19 4.2±3.1 0.649± 0.11 -3.07± 1.63 0.602± 0.10 -2.39 ±0.96 Hipergonadotropik hipogonadizm (n:19) (ort±SD) 14.2 ±1.3 11.1±1.2 -4.1± 1.4 109.1± 51.8 21.8±12.1 4.6±2.6 0.602±0.10 -3.37±1.08 0.574±0.11 -3.13±1.00 UPEK 2012 P 0.183 0.498 0.035 <0.0001 <0.0001 0.447 0.155 0.841 0.259 0.281 Sayfa 232 Bildiri No: P-94 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması İDİOPATİK İNFANTİL HİPERKALSEMİ: OLGU SUNUMU *Ayşe Derya Buluş,*Nesibe Andıran *Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji GİRİŞ:İdiopatik infantil hiperkalsemi (İHH) bebeklik döneminde hiperkalsemilerinin nadir bir nedenidir ve yaklaşık 47000 canlı doğumda bir görülür.Genellikle hayatın ilk yılında yüksek serum kalsiyumu,kas zayıflığı,kilo alamama,psikomotor retardasyon,konstipasyon ve nefrokalsinozis ile karakterizedir. Olgu Sunumu:2 aylıkken kilo alamama nedeni ile polikliniğimize başvuran hastanın Ca12,8 mg/dl olması üzerine hiperkalsemi tanısı ile servisimize yatırıldı. 27 yaşındaki annenin 2.Gebeliğinden 41 haftalık NSVY ile 3500 gr doğmuş. Anne baba arasında 2.Derece akrabalık var. Fizik muayenesindeVa 4100 gr(3-10 p),boy 55 cm(3-10 p),baş çevresi37 cm(3-10p ),genel durumu orta iyi,hipoaktif,sosyal gülümsemesi var,diğer sistem muayenesi doğal.Anne sütü ile besleniyor,günde 400 IU Dvit3 damla düzenli alıyor. Başvuradaki laboratuvar bulgularıCa:12,8 mg/dl,P:2,3 mg/dl,ALP: 219 IU/L,25 OH vit D:46 ng/ml(10-30),Mg:2 mg/dl,PTH:33 pg/ml(17-72),BFT ve TFT normal. Kan gazı: pH7,44HCO3:22,3.Spot idrardaCa/Cr:1,6,TİTlökositüri,idrar kültüründe 100000 koloni E.coli üredi.EKO:Normal RenalUSG: her iki böbreğin medüller ekojenitesi artmıştır(nefrokalsinozis). Hiperkalsemiye yönelik hastanın D vitamini kesildi,2000 cc/m2/gün’den mayi,1 mg/kg/günden furosemid tedavisi başlandı.İdrar yolu enfeksiyonu için tedavi başlandı.Bu tedavi ile kalsiyum düzeyinde geçici düzelme olmakla beraber 4.Gün Ca’un 12 mg/dl olması sebebiyle prednizolon tedavisi eklendi. Ca:10,8 mg/dl iken oral prednizolon ile taburcu edildi. Nefrokalsinozis nedeni ile profilaksi başlandı. Hasta 4 aylık Va:4700gr(<3p),boy :59 cm(<3p)ve prednizolon tedavisi altında iken Ca12,2 mg/dl olması nedeni ile hastaya 2 gün 0,5 mg/kg/günden bifosfonat tedavisi verildi.Tedaviden sonrası kısa süreli Ca düzeyi (10,8 mg/dl) düzeldi sonra kademeli olarak yeniden yükseldi. Prednizolon tedavisine rağmen Ca 11,5-12 mg/dl arasında seyretti. Hasta 8 aylıkken kilo almaya başladı ve Ca11 mg/dl civarında seyretmeye başlayınca hastanın prednizolon tedavisi azaltılarak kesildi. Şu an 1 yaş 5 aylık:Va:9,7 kg(10-25 p),boy:77,5 cm(10-25 p),baş çevresi 48 cm(25-60) olup sadece bactrim profilaksisi alıyor. En son Ca 10,5 mg/dl P 4,8 mg/dl.CaSR mutasyonu:negatif.İİH genetik mutasyonu: sonuç bekleniyor SONUÇ:IIH’nin kesin nedeni tam olarak bilinmemektedi,D vitaminine karşı artmış duyarlılık veya D vitamininin yavaş eliminasyonuna bağlı olabileceği düşünülmektedir.IHH’li hastalarda hiperkalsemi genellikle 12 ay civarında kendi kendini sınırlar ve hastanın semptomları düzelir.Tedavide D vitamini kesilmeli, hidrasyon,furosemid,glukokortikoidve pamidronat tedavisi kullanılmalıdır. Keywords { hiperkalsemi } UPEK 2012 Sayfa 233 Bildiri No: P-95 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması RİKETS BENZERİ KLİNİK BULGULAR VE SEKONDER HİPERPARATİROİDİZM İLE ORTAYA ÇIKAN BİR MUKOLİPİDOZİS TİP 2 (I-CELL HASTALIĞI) OLGUSU *Figen Günindi,**Fatma Çakmak Çelik,*Ala Üstyol,**Feyzi Ataseven,*Cengiz Kara,**Canan Aygün, *Murat Aydın *Ondokuzmayıs Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı,** Yenidoğan Bilim Dalı Giriş: Mukolipidozis tip 2 (I-cell hastalığı) lizozomal N-asetilglukozamin 1-fosfotransferaz enzim eksikliğine bağlı gelişen son derece nadir görülen otozomal resesif bir hastalıktır. Bu hastalara Hurler benzeri fenotip, dizostozis multipleks, psikomotor gerilik ve rikets benzeri radyolojik ve biyokimyasal anormallikler ile genellikle 6-12 ayda tanı konulur. Yenidoğan döneminde sekonder hiperparatiroidizm ile birlikteliği birkaç olguda bildirilmiştir. Burada rikets benzeri klinik bulgular ve sekonder hiperparatiroidizm ile Mukolipidozis Tip 2 (I-cell hastalığı) tanısı alan bir yenidoğanı sunuyoruz. Olgu: Yedi günlük kız hasta, 26 yaşındaki annenin ilk gebeliğinden, 1550 gram 32 hafta olarak sezaryen ile doğdu. Fizik incelemesinde; kaba yüz görünümü, belirgin alnı, şiş göz kapakları, basık burun kökü, hipertrofik diş etleri, uzun filtrumu ve her iki tibia bölgesinde yaylanma biçiminde deformitesi vardı. Hastanın laboratuvar incelemesinde yüksek alkalen fosfataz (1637 U/L) ve parathormon (587,4 pg/ml) düzeyleri, normal kalsiyum (10,1 mg/dl), düşük 25 Hidroksi Vitamin D3 (8.93 µg/L) ve fosfor (2,23 mg/dl) düzeyleri saptandı. Direkt radyografilerinde tüm kemik yapılarda ağır osteopeni, diffüz periostal yeni kemik oluşumu, tarsal kemiklere uyan bölgelerde nokta kalsifikasyonlar, uzun kemiklerde kısalma ve distal metafizlerinde çanaklaşma görüldü. Karın ultrasonografisinde organomegali yoktu ve kardiyolojik inceleme normal olarak değerlendirildi. Hastaya 1500 U/gün D vitamini tedavisi ve fosfor desteği verildi. Sonuçlar: Mukolipidozis tip 2’de, plasentada sinsityotrofoblastik tabakada biriken inklüzyonlar nedeniyle bozulmuş transplasental kalsiyum transportu, yenidoğan döneminde ciddi sekonder hiperparatiroidizm ile sonuçlanır. Yenidoğanda D vitamini eksikliği intrauterin kırık ve metafiz değişiklikleri ile giden ağır bir klinik tablo oluşturmaz. Bu nedenle yenidoğan döneminde Hurler benzeri görünüme eşlik eden sekonder hiperparatiroidizm, rikets benzeri iskelet bulguları, normal kalsiyum ve düşük fosfor düzeyleri varlığında ayırıcı tanıda Mukolipidozis tip 2 düşünülmelidir. Keywords { Mukolipidozis tip 2, hiperparatiroidizm, rikets, dizostozis multipleks, psikomotor gerilik , yenidoğan } UPEK 2012 Sayfa 234 Bildiri No: P-96 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması TEKRARLAYAN KIRIKLARLA BAŞVURAN OLGUDA LİZİNÜRİK PROTEİN İNTOLERANSI *Saygın Abalı,*Belma Haliloğlu,*Zeynep Atay,*Abdullah Bereket,*Serap Turan *Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji Giriş: Çocukluk çağında tekrarlayan kemik kırıkları ve osteoporozun en sık sebebi osteogeneziz imperfekta (OI) olmakla birlikte, kemik organik matriksini etkileyen aminoasit metabolizma bozuklukları da OI benzeri bulgular ile kliniğe başvurabilmektedir. Dibazik katyonik aminoasitlerin renal tübül ve bağırsak hücrelerinde taşınmasında bozukluk sonucu oluşan lizinürik protein intoleransı (LPI) farklı klinik belirti ve bulgularla karşımıza çıkabilen otozomal resesif geçişli doğumsal metabolik bir hastalıktır. Hastaların üçte ikisinde iskelet tutulumu olurken patolojik kırıklar nadir görülmekle birlikte, burada kemik kırıkları ile başvuran bir LPI olgusu sunulmuştur. Olgu: Yedi yaş dokuz aylık erkek hasta tekrarlayan kırıklar sebebiyle başvurdu. Hastanın dört yaşından sonra femur ve tibiada minör travmalarla toplam beş kez kırığı olduğu öğrenildi. Sağlıklı ve aynı köyden olan anne ve babadan sınırda preterm olarak, normal yolla 2750 g doğan hastanın nöromotor gelişimi yaşına uygun idi. İlk altı ay D vitamini kullanmıştı. Muayenesinde boy 109 cm (3.22 SDS) ve ağırlık 15.7 kg (-3.85 SDS); cildi soluk idi ve mavi sklerası yoktu. Hastada dar damak, diş gelişiminde bozukluk ve retrognati saptandı. Solunum ve kardiyovasküler sistem muayenesi normaldi. Batın bombeydi ve hepatosplenomegalisi yoktu. Lomber lordozda düzleşme ve skolyozu mevcuttu. Ekstremiteler ince, cilt altı yağ dokusu belirgin olarak azalmıştı. Hastanın laboratuvar değerlerinde serum kalsiyum (10.2 mg/dl), fosfor (5.6 mg/dl), ALP (218 U/L), Parathormon (21.8 pg/ml) ve 25 hidroksi vitamin D (72 μg/L) düzeyleri normaldi. Osteokalsin <2 ng/ml ve idrar deoksipiridinolin 27 nmol/mmol kreatinin (N:2.3-5.4) saptandı. Kemik mineral dansitometrisi (DEXA) L2-L4 0.311 g/cm2 (boya göre düzeltilmiş Z skoru -3.67) saptandı. Solukluk nedeniyle istenen tetkiklerinde hipokrom mikrositer anemisi vardı, trombosit ve lökosit sayıları normaldi. Ferritin ve LDH yüksek saptandı ve ayrıca hastanın beslenme anemnezinde protein içeriği yüksek olan gıdaları reddettiği, yüksek protein alımı sonrası kusmasının olduğu öğrenildi; LPI düşünüldü. Standart bir beslenme sonrası alınan amonyak değeri normal bulundu. Lizin ve arjinin idrar atılımları artmış (sırasıyla 7499 ve 411 μmol/ g kr); plazma düzeyleri düşük (sırasıyla 35 μmol/L ve 10 μmol/L) olarak saptandı. Bu klinik ve laboratuvar ile hastaya LPI tanısı konuldu. Sonuç: OI benzeri tablo ile başvuran hastalarda osteokalsin değerlerinin yüksek olmaması uyarıcı olmalıdır ve tekrarlayan kemik kırıkları ve iskelet değişiklikleri ile başvuran çocuklarda multisistem tutulum olması ve besin reddi LPI düşündürmelidir. Keywords { tekrarlayan kırık, lizinürik protein intoleransı } UPEK 2012 Sayfa 235 Bildiri No: P-97 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması BİR OLGU NEDENİYLE PTH DİRENCİ: PSÖDOHİPOPARATİROİDİ TİP 1A/ ALBRİGHT’ın HEREDİTER OSTEODİSTROFİSİ Mİ, AKRODİSOSTOZ MU? *Gül Yeşiltepe Mutlu,**Yasemin Alanay,*Elif Özsu,*Ayşegül Yüksel,*Filiz Mine Çizmecioğlu, *Şükrü Hatun *Kocaeli Üniv. Tıp Fak. Pediatrik Endokrinoloji ve Diyabet Bilim Dalı, **Acıbadem Üniv. Tıp Fak. Pediatrik ve Klinik Genetik Bölümü GİRİŞ Psödohipoparatiroidi (PHP) çocukluk çağında hipokalseminin nedenlerinden biri olup en sık görülen tipi PHP tip IA’dır. PHP tip IA’da Albright’ın herediter osteodistrofisi (AHO) görülmektedir. Tıknaz vücut, yuvarlak yüz,düz burun kökü, kısa metakarp ve metatarslar nedeniyle brakidaktili AHO’nin tipik bulgularıdır. Akrodisostoz ise boy kısalığı, brakidaktili, nasal hipoplazi ile karakterize bir iskelet displazisidir. Klinik bulguların benzer olduğu ancak farklı genetik mutasyonlardan kaynaklanan iki tipi vardır. Tip1 PRKAR1A mutasyonundan tip 2 ise PDE4D mutasyonundan kaynaklanır. Her iki tipte de hormon (özellikle PTH, TSH, gonadotropinler) direnci bulunabilir. Burada PHP1A/ AHO ve akrodisostoz ayırıcı tanısının güç olduğu bir vaka sunulmuştur. VAKA Halsizlik şikayetiyle başvurduğu bir merkezden hipokalsemi saptanması üzerine polikliniğimize yönlendirilen, anne-babası akraba olan 10 yaş 9 aylık kız hastanın 22 aylıkken koronal ve sagittal kraniosinostoz nedeniyle opere edildiği ve o dönemde de hipokalsemisinin olduğu öğrenildi. Hastamız zihinsel engel nedeniyle özel eğitim almaktaydı. Fizik muayenede boyu 117 cm (-4.1 SDS), tartısı 30 kg (-1.2 SDS), VKİ 21.9 (85-95P) idi. Frontal bölgede ve orbitada yüzeyel venler çok belirgin, burun kökü ve kemeri düz, boynu kısa, el ve ayaklarında belirgin brakidaktili, abdominal obezitesi mevcuttu. Puberte evresi Tanner evre-1’di. Serum kalsiyum düzeyi 4.8 mg/dl, eş zamanlı fosfor 9.1 mg/dl, parathormon (PTH) düzeyi 698 pg/ml’ydi. TSH:5.2 mu/ml, serbest T4:0.8 ng/dl’ydi. Direk grafilerinde metakarp ve metatarslarda belirgin kısalık, kafa grafisinde dövülmüş bakır manzarası mevcuttu, vertebra grafilerinde interpediküler aralığın darlığı dikkat çekmekteydi. Batın ultrasonu ve ekokardiyogramı normaldi. Olgunun GNAS, PRKARIA ve PDE4D genleri mutasyon analizi sürmektedir. SONUÇ Bu vaka, klinik ve laboratuvar bulguları benzeşen iki farklı hastalık olan PHPIA ve akrodisostoz ayrımının bazı vakalarda çok güç olabildiğini göstermektedir. Literatürde ne AHO, ne de akrodisostoz ile kraniosinostoz birlikteliği gösterilmemiştir. Kraniosinostozun tesadüfi bir bulgu mu yoksa kalvariumdaki kalınlaşmadan mı kaynaklandığı bu vakayla ilgili izaha muhtaç noktalardan biridir. UPEK 2012 Sayfa 236 Bildiri No: P-98 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması RİKETS NEDENİ İLE 2005-2011 YILARI ARASINDA ENDOKRİN KLİNİ'Ğİ'NDE TAKİP EDİLEN OLGULARIN DEĞERLENDİRİLMESİ *Meryem Karaca,**Semra Çağlar Çetinkaya,**Zehra Aycan Dr.Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genel Pediatri Kliniği ,**Çocuk Endokrinoloji Kliniği Giriş-Amaç: Rikets, büyüme plaklarında enkondral kalsifikasyonun bozulması sonucunda azalmış büyüme hızı ve iskelet deformiteleri ile seyreden önemli bir kalsiyum metabolizma bozukluğu hastalığıdır. Ülkemizde nutrisyonel riketsin çocukları etkileyen bir sorun olduğu bilinmesine rağmen, doğumsal daha nadir sorunların da akılda tutulması gerekmektedir. Yöntemler: Bu çalışmada Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde 1 Ocak 2005-31 Aralık 2011 yılları arasında çocuk endokrin kliniğinde ‘nutrisyonel rikets, hipofosfatemik rikets, D vitamini dirençli rikets’ tanısı ile takip ve tedavi edilen, 111 olgu retrospektif olarak değerlendirildi. İstatistiksel olarak p<0,05 değeri anlamlı kabul edildi. Bulgular: Çalışmaya 45’i kız, 66’sı erkek olmak üzere 111 olgu dahil edildi. Nutrisyonel rikets 93, D vitamini dirençli rikets on, hipofosfatemik rikets sekiz olguda mevcuttu. Nutrisyonel riketsli olguların en sık Şubat ve Mart ayında başvurdukları, yalnızca %20’sinin D vitamini desteği aldığı ve en sık hipokalsemik nöbet (%27) ile başvurdukları, fizik muayenede ise el bileklerinde genişlik ve raşitik rozari olduğu saptandı. D vitamini dirençli rikets ve hipofosfatemik riketsli olgularda benzeri hastalık ve akrabalık öyküsünün yüksek oranda olduğu, fizik muayene bulgularının nutrisyonel riketse göre çok ağır olduğu görülürken, D vitamini dirençli rikets olgularında başvuruda belirgin hipokalsemi, hipofosfatemik riketsli olgularda ise hipofosfatemi olduğu tespit edildi. Sonuç: D vitamini desteğinin riketsin önlenmesinde çok önemli bir faktör olduğu, riketsin en sık fizik muayene bulgularının el bileklerinde genişlik ve raşitik rozari olduğu, ağır rikets bulguları olan ya da nutrisyonel rikets tedavisine yeterli cevabı olmayan olguların, aile öyküsü de göz önünde bulundurularak herediter riketsler açısından değerlendirilmesinin uygun olacağı sonucuna varıldı. Keywords { nütrisyonel rikets, D vitamini dirençli rikets, hipofosfatemik rikets } UPEK 2012 Sayfa 237 Bildiri No: P-99 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması SERUM FOSFOR VE İDRAR FOSFAT ATILIMINI ETKİLEYEN FAKTÖRLER: OTOZOMAL DOMİNANT HİPOFOSFATEMİK RAŞİTİZMDEKİ (ODHR) KLİNİK DEĞİŞKENLİĞE BİR AÇIKLAMA OLABİLİRMİ? *Ahu Özşen,**Serap Turan,***Andrzej Furman,**Abdullah Bereket *Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları,Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi **Çocuk Endokrinoloji, ***Çevre Bilimleri Enstitüsü Otozomal dominant hipofosfatemik raşitizm (ODHR) FGF-23’ün molekülünün kesilerek inaktive olduğu bölgedeki mutasyonlar sonucu oluşmaktadır. ODHR’li hastalar diğer HR’li hastalara benzer şekilde süt çocukluğu ve erken çocukluk döneminde başvurabilmekle birlikte, farklı olarak; spontan remisyonlar gösterip çocuklukta bulgu vermeden erişkin yaşlarda özellikle ergenlik ve peripartum dönemde de başvurabilmektedir. Bu klinik varyasyonların nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte, son dönemde demir eksikliğinin FGF-23’yi arttırdığı hipotezi ileri sürülmüştür. Biz de ODHR’nin ortaya çıktığı yaşlar olan süt çocukluğu, ergenlik ve peripartum dönemde FGF-23’ün veya diğer fosfatürik faktörlerin fizyolojik olarak yükseldiğini ve bu nedenle de ODHR’in bu yaşlarda manifest hale geldiği hipotezini öne sürerek çalışmamızı planladık. Gereç ve Yöntem: 0-18 yaş arası yaşa ve cinse göre gruplandırılmış 98 sağlıklı çocuk ve, perinatal değişimleri görmek için gebe, lohusa ve kontrol olmak üzere toplam 30 kadın çalışmaya dahil edildi. Bulgular: İlk 1 yaşta S-PO4 ve tubuler fosfat reasborpisyonu değerleri yanı sıra FGF-23 populasyon ortalamasından anlamlı olarak yüksekti (p<0.05). En yüksek MEPE değerleri gebelerde tespit edildi ve bu erişkin kontrol kadın grubuna göre anlamlı yüksekti (p: 0.026) (Şekil). Ayrıca, FGF23 değerleri gebe ve lohusalarda sağlıklı kontrol grubuna göre yüksek olmakla birlikte fark anlamlı değildi (Şekil). Pubertal dönemde yükselişe geçen FGF-23 ve MEPE değerleri pubertal erkeklerde pubertal kızlardan daha yüksekti (p<0.05). FGF-23 z-skoru ile MEPE (r: 0.22) ve S-PO4 (r: 0.18) z-skorları arasında pozitif; MEPE z-skoru ile FGF-23 z-skoru (r: 0.22) arasında pozitif; İ-Ca/Cr (r: -0.18), İPO4/Cr (r: -0.18) z-skorları arasında negatif korelasyon bulundu. Ferritin z-skoru ile S-PO4, FGF-23 ve MEPE arasında korelasyon tespit edilmezken sadece PTH z-skoru ile arasında negatif korelasyon bulundu (r: -0.19). Bu sonuçlar FGF-23 ve diğer bir fosfatürik hormon olan MEPE’nin hipotezimizi destekler şekilde yaşa ve gebeliğe bağlı değişiklikler gösterdiğini ve ferritinin bu mekanizmada rolü olmadığını düşündürmektedir. Keywords { Hipofosfatemik Raşitizm, Fosfat metabolizması, FGF-23, MEPE } UPEK 2012 Sayfa 238 EKLENEN GÖRSELLER Gruplara göre FGF-23 FGF ortalama değerleri Gruplara göre MEPE ortalama değerleri UPEK 2012 Sayfa 239 Bildiri No: P-100 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması TEK PARATİROİD ADENOMUNA BAĞLI HİPERPARATİROİDİZM: OLGU SUNUMU *Sinem Akbay,**Tunç Özdemir,*Kıvanç Çelikkalkan,***Şule Can,****Bumin Dündar *Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları,**Çocuk Cerrahisi,***Çocuk Endokrinoloji, ****İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Hiperparatiroidizm (HPT) çocuklarda çok nadir görülmektedir. Genellikle sporadik ve paratiroid adenomu nedenli olmakla birlikte; multipl endokrin neoplazi (MEN) 1 veya 2 sendromlarına ya da ailesel non-MEN HPT’ ye de eşlik edebilmektedir. Tanı klinik inceleme ve laboratuvar bulguları ile konulur. Görüntüleme yöntemleri ile paratiroid hiperplazisi ve adenomu ayrımı yapılmaktadır. Paratiroid adenomunda kesin tedavi adenomun çıkartılmasıdır. Kemik tutulumu ve nefrokalsinozis gibi uç organ hasarı yönünden dikkatli olunmalıdır. Hiperparatiroidizm ile karşımıza çıkan ve otozomal dominant geçiş gösteren ailesel hipokalsiürik hiperkalsemi idrar kalsiyum eksresyonuna bakılarak mutlaka dışlanmalıdır. Burada; hiperparatiroidi saptanan ve paratiroid adenomu tanısı alan bir olgu, çocukluk çağında nadir görülmesi nedeni ile son literatür bilgileri eşliğinde sunulmıştur. 12 yaşında erkek olgu bulantı ve kusma şikayetleri ile başvurusunda hiperkalsemi saptanması üzerine servise yatırıldı. Öncesinde bilinen bir hastalığı olmayan olguda D vitamini alım öyküsü yoktu. Olgunun fizik bakısında; kan basıncı: 100/60 mmHg, boy:135 cm, boy SDS:-2.12, vücut ağırlığı (VA): 30 kg, VA SDS: -1.21 olarak bulundu. Tiroid nonpalpabl, haricen erkek, bilateral testisler skrotumda ve 5ml/5ml, pubik kıllanma: Evre I, aksiller kıllanma yoktu, diğer sistem bakıları olağandı. Başvuruda plazma kalsiyum (Ca):13 mg/dl, plazma fosfor (P): 3 mg/dl, Alkalen fosfataz: 239 U/L, parathormon (PTH): 170,5 pg/ml (15-65), 25-OH vit D: 11 ng/ml, Mg: 2.2 mg/dl, kalsiyum/kreatinin (Ca/Cr) eksresyonu: 0.13, 0.64 ve 3.4, 24 saatlik idrarda kalsiyum: 7,3 mg/kg/gün bulundu. Ailesel hipokalsiürik hiperkalsemi dışlandı. İzleminde Ca: 13,9 mg/dl olması üzerine olguya 3000 cc/m2/gün damar içi sıvı ve furosemid tedavisi başlandı. İzleminin 5.gününde Ca:13 mg/dl saptandı. Eşlik edebilecek otoimmun hastalıklar açısından tarama tekikleri normal bulundu. Anne ve baba Ca, P ve idrar Ca değerleri normal olarak tespit edildi. Olgunun abdomen ve paratiroid ultrasonu normal, tiroid ultrasonu tiroidit ile uyumlu, iskelet grafileri, kranial ve paratiroid manyetik rezonans görüntülemesi, EKO ve EKG normal, olarak saptandı. Paratiroid sintigrafisi boyun bölgesi tiroid loju sağ lob inferiorda tarif edilen tutulum paratiroid adenomu lehine olarak yorumlandı. İzleminde karın ağrısının olması üzerine tekrarlanan batın ultrasonunda ürolitiasis ile uyumlu ekojenite saptandı. Olgu taş hastalığı ve paratiroid adenomu öntanıları ile çocuk cerrahisi servisine nakil edildi. Tek paratiroid adenomu çıkartıldı, patoloji sonucu adenomla uyumlu olarak tespit edildi. Operasyon sonrası plazma Ca 9.8 mg/dl olan olgu MEN açısından izleme alındı. Keywords { paratiroid adenomu, hiperparatiroidi } UPEK 2012 Sayfa 240 Bildiri No: P-101 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması D VİTAMİNİ YETERSİZLİĞİ/EKSİKLİĞİ TANISI İLE 2005-2011 YILLARI ARASINDA ENDOKRİN KLİNİĞİ'NDE TAKİP EDİLEN OLGULARIN DEĞERLENDİRİLMESİ *Meryem Karaca,**Semra Çağlar Çetinkaya,**Zehra Aycan *Dr.Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genel Pediatri Kliniği ,**Çocuk Endokrinoloji Kliniği Giriş-Amaç: Ülkemizde D vitamini yetersizliği çocuk ve adolesanları etkileyen önemli bir sağlık problemi olarak halen devam etmektedir. Bu çalışma ile, endokrin polikliniğinde izlemde olan ve D vitamini yetersizliği açısından risk altında olan olguların tanılarına göre değerlendirilmesi ve D vitamini yetersizliği ile ilgili durumun belirlenmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi çocuk endokrin kliniğinde 01.01.2005-31.12.2011 arasında düzenli takipte olan boy kısalığı, erken ergenlik, tiroid bezi sorunları, diyabetes mellitus, obezite, Turner sendromu, konjenital adrenal hiperplazi, pan/hipopituitarizm tanılı olgulardan, D vitamini eksikliği/yetersizliği açısından risk grubunda olup (güneşe az çıkanlar, kapalı giyim tarzı olanlar, bel ağrısı olanlar, boya göre ağırlığı %90’ın altında olanlar), 25OHD düzeyi <30 ng/ml olan 713 olgu retrospektif değerlendirildi. D vitamini yetersizliği, D vitamini düzeyinin 30 ng/ml’nin altında olması ve rikets bulgularının olmaması olarak tanımlandı (*). Bulgular: Olguların yaş ortalaması 10,4±5,2 yıl, 393’ü kız idi. Olguların %79’una başka bir hastalık eşlik etmekte iken, kemik dansitometresi bakılan olguların %51’inde osteoporoz, %22’sinde osteopeni saptandı. Olguların tanılarına göre dağılımı tablo-1’de gösterilmiştir. Sonuç: D vitamini eksiklik/yetersizliğinin iskelet sistemi etkilerinin yanısıra birçok kronik hastalığa eşlik edebileceği ve bu hastalıkların prognozunu olumsuz yönde etkileyebileceği göz önünde bulundurularak; kronik hastalığı olanlara 25OHD düzeyi bakılmalı ve buna göre tedavisi planlanmalıdır. *-Holick MF, Vitamin d: extraskeletal health, Rheum Dis Clin North Am. 2012;38:141-160. Keywords { yetersizlik , D vitamini } UPEK 2012 Sayfa 241 Eşlik eden hastalıklara göre 25OHD düzeyi bakılan olgular Hastalık 25OHD düzeyi bakılan 25OHD <30 ng/ml olan DM 211 194 (%91) Boy Kısalığı 90 71 (%78) Obezite 28 22 /%78) Turner Sendromu 20 19 (%96) Pan/Hipopituarizm 20 18 ((92) Tiroid Hastalığı 32 20 (%62) KAH 13 10 (%76) Erken Ergenlik 12 9 (%75) Diğer Hastalıklar (mmr,epilepsi, malignite,çölyak, otoimmün hast, kas hast ….) - 350 UPEK 2012 Sayfa 242 Bildiri No: P-102 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması KARDİYOMİYOPATİNİN TEDAVİ EDİLEBİLİR BİR NEDENİ: VİTAMİN D EKSİKLİĞİ *Erdal Eren,***Osman Başpınar,**Mahmut Abuhandan,**Bülent Güzel *,Ali Ataş Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji,**Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları,***Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Kardiyoloji Giriş: Dilate kardiyomiyopati (KMP) çocuklarda kalp yetmezliğinin önemli bir nedenidir. Dilate KMP’nin en sık nedenleri idiyopatik, ailesel ve akut miyokardittir. Ayrıca viral enfeksiyonlar, endokrin ve metabolik hastalıklar neden olabilir. Çoğunlukla transplantasyon ihtiyacı duyulan bu hastalıkta nadiren medikal tedavi ile tam iyileşme sağlanabilir. Burada KMP tanısıyla izlenen ve vitamin D tedavisi ile kalp yetmezliği bulguları gerileyen bir olgu sunulmuştur. Olgu Sunumu: Genel poliklinikten çocuk endokrinoloji polikliniğine kalsiyum (Ca) düşüklüğü nedeniyle yönlendirilen üç aylık erkek olgu dilate KMP nedeniyle çocuk kardiyoloji tarafınca izleniyordu. Muayenede el bileklerinde genişleme, geniş ön fontanel dikkati çekiyordu. Ca 6,8 mg/dl, fosfor 4,9 mg/dl, ALP 1637 U/L, PTH 191,2 pg/ml, 25 hidroksi vitamin D düzeyi 5,7 ng/ml saptandı. El bilek grafisinde raşitizmle uyumlu bulgular vardı. Vitamin D eksikliği tanısıyla önce Ca laktat tedavisi ardından D vitamin tedavisi başlandı. Tedavinin 3. ayında Ca 10,3 mg/dl, fosfor 5,5 mg/dl, ALP 625 U/L, PTH 10 pg/ml saptanırken raşitizme ait radyolojik bulguların düzeldiği gözlendi. Ekokardiyogramda geniş sol ventrikül, hipokinetik kalp kası, ejeksiyon fraksiyonu (EF) %40, fraksiyonel kısalma %23 idi. Tedavinin 3 ayında ekokardiyogram bulguları normale dönmekte idi ve EF %58 olarak ölçüldü. KMP’ye yönelik ileri incelemelerde serolojik testler (hepatit, EBV, yapılabilen viral çalışmalar negatif idi), idrar-kan aminoasitleri, Tandem –MS normal bulundu, Holter tetkiki normal bulundu. İlk ölçülen pro-BNP değeri oldukça yüksek idi, serum karnitin düzeyi normal idi. Tedaviden sonra kardiyak fonksiyonların düzelmeye başlaması nedeniyle olguda vitamin D eksikliğine bağlı dilate KMP düşünüldü. Sonuç: Nutrisyonel riketsin endemik olduğu bölgelerde dilate KMP’nin etyolojik değerlendirmesinde vitamin D eksikliği tanısı düşünülmeli, tedavinin dramatik iyileşme sağlayabileceği akılda tutulmalı. Keywords { vitamin D, kardiyomiyopati, rikets } UPEK 2012 Sayfa 243 Bildiri No: P-103 Kategorisi: Kemik, Kalsiyum Metabolizması NORMAL KISA ÇOCUKLARDA KEMİK YAPIM-YIKIM BELİRTEÇLERİNİN VE KEMİK MİNERAL YOĞUNLUĞUNUN DEĞERLENDİRİLMESİ *Zeynep Gokce Gayretli,*Aysun Bideci,*Nurullah Çelik,**Neslihan Bukan,*Esra Döğer,**Ümmügülsüm Yıldız,*Hamdi Cihan Emeksiz,*Mahmut Orhun Çamurdan,*Peyami Cinaz *Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi, **Biyokimya GİRİŞ VE AMAÇ YBPG olan olgularda kemik metabolizması hakkında ortak net bir görüş bulunmamaktadır. Bazı araştırmacılar YBPG olan olgularda osteoporoz için artmış risk görürken, bazıları ise kemik metabolizmasının ve kemik mineral yoğunluğunun bu olgularda farklı olmadığını belirtmektedir. YBPG ve ailevi boy kısalığı olan olguların kemik metabolizmasının biyokimyasal göstergelerinin ve kemik mineral yoğunluğunun puberte öncesi normal olan erkek çocuklardan farklı olup olmadığını değerlendirmek amacıyla bu çalışmayı planladık. YÖNTEMLER YBPG tanısıyla izlenmekte olan 31, ailevi boy kısalığı tanısıyla ile izlenmekte olan 30 ve normal sağlıklı 30 çocuk çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen tüm olgular 6-11 yaş arasında, erkek ve prepubertal evredeydi. Tüm olgulardan Ca, P, ALP, PTH, 25 OH Vit D, osteokalsin, osteoprotogerin için kan örnekleri ve deoksipiridinolin(D-Pyd) için idrar örneği alındı. Kemik mineral yoğunluğu (L2-L4) ölçüldü. BULGULAR YBPG olan grupta KMD Z skoru kontrol grubundan anlamlı olarak küçük, idrar D-Pyd düzeyi anlamlı olarak yüksek iken (p<0.001), Ailevi ile Kontrol (p=0.111) grupları arasındaki KMD Z skoru ortalaması ve idrar D-Pyd düzeyi benzerdir. Kalsiyum, Fosfor, Alkalen fosfataz, Parathormon ve Osteoprotogerin ortalama ya da ortancaları ABK, YBPG ve kontrol çalışma gruplarında istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermemektedir (p>0.05).( Tablo 1) SONUÇ Çalışmamızda prepubertal dönemdeki YBPG olan çocuklarda KMD’ nin düşük olması bu durumun sadece puberte gecikmesi ve pubertenin kısa sürmesi ile açıklanamayacağını göstermektedir. YBPG olan olgularda idrar D-Pyd seviyesinin kontrol grubuna göre anlamlı şekilde yüksek bulunması, YBPG olan çocuklarda kemik yıkımının prepubertal dönemde başladığını ve bu durumun osteoporoz ve kemik kırıkları için risk faktörü oluşturduğunu düşündürmektedir. Keywords { Kemik Mineral Dansitesi, Osteoprotogerin , Yapısal Büyüme ve Ergenlik Gec, Osteokalsin, Deoksipiridinolin } UPEK 2012 Sayfa 244 Tablo 1. Çalışma gruplarına göre laboratuvar sonuçları Ailevi Boy Kısalığı (n=22) Laboratuar Parametreleri Ortanca (ÇAG) Yapısal Boy Kısalığı (n=31) Sağlıklı Kontrol (n=27) Ortanca (ÇAG) Ortanca (ÇAG) Test İstatistiği F/c 2 p Kalsiyum (mg/dl) 9.55±0.35 9.59±0.36 9.72±0.32 F=1.881 0.159 Fosfor (mg/dl) Alkalen Fosfataz (u/l) 4.89 (0.72) 4.80 (0.60) 4.98 (0.69) c =2.452 0.294 208.00 (40.75) 206.00 (55.00) 205.00 (84.00) c =0.588 0.745 Osteokalsin (ng/ml) 27.59 (23.63) 21.79 (18.21) 13.40 (10.0) c =9.952 0.007 Parathormon (pg/dl) 34.45 (24.08) 27.60 (13.40) 34.80 (23.90) c =5.208 0.074 23.90±10.09 21.36±9.37 17.60±6.28 F=3.313 0.042 16.01 (3.34) 14.91 (3.32) 13.68 (4.12) c =5.779 0.056 0.07 (0.07) 0.13 (0.12) 0.07 (0.05) c =7.360 0.025 b -1.04±0.42 -1.50±0.93 -0.55±0.85 F=10.371<0.001 b 557.27±145.05 476.45±159.20 620.37±136.48 F=6.893 0.002 b Vitamin D (ng/ml) Osteoprotogerin (pmol/litre) İdrar Deoksipiridinolin (pmol/mL) KMD Z skoru 2 (g/cm ) Günlük kalsiyum alımı (mg) 2 2 2 a, b 2 a 2 2 a: Ailevi Boy Kısalığı olan grupla kontrol grubu arasındaki ilişki; b: Yapısal büyüme ve ergenlik gecikmesi olan grupla kontrol grubu arasındaki ilişki UPEK 2012 Sayfa 245 Bildiri No: P-104 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları ÜÇÜNCÜ BASAMAK SAĞLIK KURUMUNA MİKROPENİS NEDENİYLE BAŞVURAN OLGULARIN ETİYOLOJİK OLARAK DEĞERLENDİRİLMESİ *Tuğba Bilmez Aslan,**Fatih Gürbüz,**Fatih Temiz,**Bilgin Yüksel,**Ali Kemal Topaloğlu *Çukurova Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları,**Çocuk Endokrinolojisi Amaç: Bu çalışmada 3. basamak sağlık kurumuna 1 yıl içinde mikropenis nedeniyle başvuran veya sevk edilen ardışık hastaların etiyolojiye yönelik değerlendirilmesi ve sınıflandırılması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Ekim 2009 - Ekim 2010 tarihleri arasında mikropenis tanısıyla başvuran veya sevk edilen tüm olgularda ayrıntılı öykü ve fizik muayene sonrasında gerilmiş penis uzunluğu ölçüldü. Her hasta ayrı ayrı değerlendirilerek gerekli laboratuvar testleri yapıldı. Bulgular: Çalışmaya alınan toplam 65 hastanın 45’inde mikropenis (% 69) varlığı doğrulandı. Yirmi (% 31) hastada ise yapılan gerilmiş penis uzunluğu ölçümü mikropenis tanımı ile uyumsuzdu ve bu olguların çoğu (%65) obez veya aşırı kilolu idi. Mikropenisi olan 29 hastada (% 44) etiyolojik nedeni bulundu ve bunların çoğunda (%55,1) hipogonadizm saptandı, 16 hastada (% 25) ise mikropenisin etiyolojik nedeni bulunamadı. Sonuç: Mikropenis nedeniyle incelenen hastaların yaklaşık üçte birinde gerçekte mikropenis bulunmamaktadır. Obeziteye bağlı olarak gömülü penis ve penisin uzunluğunun doğru ölçülmemesi ve/veya penis uzunluğu standartlarının bilinmemesi en sık hata nedenleridir. Gerçek olarak değerlendirilen mikropenis etiyolojisi oldukça heterojendir. Çeşitli incelemelere rağmen olguların yaklaşık dörtte birinde neden bulunamamıştır. Doğru ölçüm ve uluslararası kabul görmüş standartların kullanımıyla mikropenisin erken saptanması zamanında tanı konabilmesi ve doğru yönetimi için çok önemlidir. Keywords { mikropenis, hipogonadizm, obezite } Şekil 1. Nedeni saptanan 29 mikropenis olgusunun etiyolojik dağılımı UPEK 2012 Sayfa 246 Bildiri No: P-105 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları NİKOTİNAMİD NÜKLEOTİD TRANSHİDROGENAZ KODLAYAN NNT GENİNDEKİ MUTASYONA BAĞLI FAMİLYAL GLUKOKORTİKOİD EKSİKLİĞİ: *Fatih Gürbüz,*Fatih Temiz,*Eda Mengen,**Leman Damla Kotan,**Macide Burcu Kekil,*Ali Kemal Topaloğlu, ***Lou Metherell,*Bilgin Yüksel *Çukurova Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi, **Biyoteknoloji,***Queen Mary, University of London, William Harvey Research Institute Molekuler Endokrinoloji Familyal Glukokortikoid eksikliği (FGE), ACTH direnci ile seyreden otozomal resesif geçişli adrenal yetmezlik tablosudur. Olgularda serum kortizol düzeyi çok düşük, plazma ACTH düzeyleri ise sıklıkla 1250 pg/ml’nin üstündedir. Hastaların yaklaşık %40’ında ACTH reseptör geninde mutasyonlar tanımlanmıştır. Bunlardan en sık saptananları MC2R ve MRAP genleridir. Çok yakın zamanda bu duruma yol açtığı saptanan NNT adında yeni bir gen mutasyonu tanımlanmıştır. Burada FGE tanısı alan ve NNT geninde yeni bir mutasyon saptanan bir olgudan bahsedilecektir. Yirmi aylık kız hasta, 3 haftadır devam eden cilt renginde koyulaşma, halsizlik ve genel durum bozukluğu şikâyetiyle başvurdu. Özgeçmişinde miadında, sezeryan ile (aile isteği) 3000 gr komplikasyonsuz doğum hikayesi bulunan hastanın gelişimi yaşıtları ile uyumlu idi. Anne ve babası hala dayı çocukları olan olgunun fizik muayenesinde genel durumu orta, halsiz görünümünde, tüm vücudundaki yaygın hiperpigmentasyon harici patolojik bulguya rastlanmadı. Genitoüriner sistem muayenesinde haricen kız görünümünde olup, meme evre 1, aksiller evre 1 ve pubik evre 1 idi. Laboratuvar bulguları plazma glikoz: 94 mg/dl, Sodyum: 138 mmol/L, Potasyum: 5,1 mmol/L, Klor: 101,8 mmol/L, ACTH: >1250 pg/ml, Kortizol: 0,018 µg/dl, Aldesteron: 74 pg/ml, plazma Renin aktivitesi: 110 ng/dl/saat, Ca: 10.5mg/dl, P: 7,2 mg/dl, PTH: 23.36pg/ml, FT4: 1.46 ng/dL, TSH: 3.38 mIU/L, Kolesterol: 156 mg/dl, TG: 102 mg/dl, 17-OH progesterone: 0.01 ng/ml, DHEA: 0,8 ng/ml, Testosterone: 2,5 ng/dl, antimikrozomal antikor: (-), Anti TG: (-), 21-hydroksilaz antikoru (R.I.A.): <0,5 U/ml (normal:<1). Hasta primer adrenal yetmezlik olarak kabul edildilerek Hidrokortizon tedavisi başlandı. Hastada KAH, Triple A, Tüberkuloz, OPS, Metabolik hastalıklar ekarte edildi. Altı ay hidrokortizon tedavisi almasına rağmen hastanın ACTH değeri hala >1250 pg/ml olması üzerine hasta FGE olarak kabul edildi. Hastada öncelikle MC2R, MRAP StAR gen dizilemesine bakıldı. Mutasyon saptanmayan hastada NNT gen dizilemesinde p.G869D homozigot mutasyon saptandı. Sonuç olarak uzun sure ACTH direnci olan FGE tanılı hastalarda NNT geninde mutasyon olabileceği düşünülmeli ve bu yönde gerekli genetik analiz yapılmalıdır. Keywords { Familyal Glukokortikoid eksikl, NNT geni, mutasyon } UPEK 2012 Sayfa 247 Bildiri No: P-106 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları CİNSİYET BELİRSİZLİĞİNDE 5Α-REDUKTAZ TİP 2 EKSİKLİĞİ SAPTANAN BİR OLGUNUN SUNUMU: *Fatih Gürbüz,*Eda Mengen,*Ali Kemal Topaloğlu,*Bilgin Yüksel *Çukurova Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi 5α-reduktaz tip 2 eksikliği, 5α-reduktaz tip 2 (SRD5A2) genindeki mutasyon sonucu 46,XY cinsiyet gelişim bozukluğu ile seyreden otozomal resesif geçişli nadir bir hastalıktır. Bu hastalıkta fetal gelişim sırasında Testesteron’un Dihidrotestosterona dönüşümü defektiftir ve bu durum erkek ambygus genitalenin değişik şekillerde prezentasyonlarına yol açar. Etkilenen olgularda en önemli klinik durum doğru cinsiyet kararının belirlenmesidir. Bu nedenle hızlı ve doğru tanı önem arz etmektedir. Burada dış merkezde cinsiyet belirsizliği nedeniyle takip edilen hastanın kliniğimize başvurması sonrasında 5α-reduktaz tip 2 eksikliği tanısı almasından bahsedilecektir. Dört günlükten itibaren cinsiyet belirsizliği nedeniyle farklı bir merkezde takipli olan dokuz aylık hasta, özgeçmişinde, miad 2200 gr. Doğum, anne babası 3. dereceden kuzen. Hastanın ailesinde cinsiyet belirsizliği olan akrabalarının mevcut olduğu öğrenildi. Fizik muayenesinde boy 71 cm. (25p), vücut ağırlığı 8,1 kg (25-50p), meme-aksilla-pubik evre 1, genital muayenede prader evre 2, fallus 0,8 cm uzunluğunda, tek orifis mevcut olup, labioskrotal katlantıda bilateral gonadlar ele geliyordu. Diğer sistem muayenelerinde herhangi bir patolojiye rastlanmadı. Kromozom analizi 46, XY olan hastanın laboratuvar tetkiklerinde LH: 0.09 mIU/mL, FSH: 0,39 mIU/mL, estradiol: <20 pg/mL, total testosteron: 2,14 ng/mL, DHT: 0 ng/dL. Na: 138 mmol/L, K: 5,1 mmol/L. saptandı. Ultrasonografide uterus ve overler izlenemedi, bilateral inguinal kanalda yaklaşık 10 mm boyutlarında hipodens alanlar görüldü. Hastaya bir aylıkken adrenal yetmezlik açısından düşük doz ACTH testi yapılmış olduğu ve adrenal yetmezliğin olmadığının saptandığı, ayrıca üç ay im. Testosteron tedavisine yanıt alınamadığı öğrenildi. Hastaya yapılan HCG testinde test öncesinde T/DHT oranı: 25, uyarılmış T/DHT oranı ise 32 olan hastanın 5α-reduktaz tip 2 eksikliği açısından SRD5A2 gen mutasyonuna bakıldı. SRD5A2 geni dizi analizinde p.P181L homozigot mutasyon saptandı. Hastaya cinsiyet belirlenmesi amacıyla Laparaskopi/sistoskopi planlandı. Sonuç olarak, cinsiyet belirsizliği nedeniyle başvuran hastalarda nadir bir neden olan 5αreduktaz tip 2 eksikliğinin mutlaka akla gelmesi gereklidir. Böylece tanı sonrasında erken tedavinin çocukta cinsel kimlik gelişimi açısından faydası olduğu vurgulanmıştır. Keywords { cinsiyet belirsizliği, 5α-reduktaz tip 2 , SRD5A2 geni } UPEK 2012 Sayfa 248 Bildiri No: P-107 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları 46,XX Ovotestiküler Sendromunda SRY Pozitifliği ve Cinsel Tercih Kararı Zorluğu *Enver Şimşek,*Çiğdem Binay,**Baran Tokar,***Sare Kabukcuoğlu,***Melek Üstün *Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji,**Çocuk Cerrahisi,***Patoloji SRY (Y kromozomu üzerinde bulunan testis belirleyici faktör) fetal yaşamda primitif gonaddan testis farklılaşmasını belirler. SRY normal genetik 46,XX bireylerde negatif, 46,XY bireylerde ise pozitif bulunur. Burada SRY pozitifliği saptanan 46,XX genetik yapıda iki ovotestiküler sendrom olgusu sunuldu. Olgu 1 : 15 yaşında kız hasta; adet görmeme ve boy kısalığı yakınmaları ile getirildi. Fizik muayenede normal kız fenotipinde genital yapı, meme gelişimi evre I ile uyumlu. Kromozom analizinde karyotip 46,XY, SRY (+), hormonal analizler hipergonadotropik hipogonadizm ile uyumlu geldi. Pelvik ultrasonografi ve MR’da rudimenter uterus yapısı gözlendi, gonadal yapılar tam olarak değerlendirilemedi. Gonadal disgenezis ve ovotestiküler sendrom ön tanısı konuldu. Laparaskopik muayenede rudimenter uterus, fallop tüpleri ve adneksiyal yapıların ucunda solda 1.0 x 1.5 cm boyutlarında gonad, sağda ise 0.5 x x0.5 cm rudimenter gonad izlendi. Her iki gonaddan biyopsi yapıldı. Sol taraf biyopsisi ovotestiküler yapı, adacıklar halinde gonadoblastom, sağ taraf ise “streak” gonad rapor edildi. Hastanın cinsiyetinin kız olarak devamına, bilateral gonadektomi yapılmasına karar verildi. Olgu 2: 3 günlük bebek, doğumda dış genital organında belirsislik olması nedeniyle kliniğimize yönlendirildiği, aralarında akrabalık bulunmayan eşlerin ikinci çocukları olduğu, fizik muayenede dış genital fenotipi belirsiz, 2.5x 0.7 cm fallus, kordis (+), labioskrotal füzyon tam değil, ürügenital sinüs açıklığı fallus tabanında, labiskrotal kesede palpabl gonad saptanmadı. Laboratuar tetkiklerinde; kan glukozu, elektrolitler, kortizol, 17-OH progesteron, normal, testosteron 556 ng/dl, DHEA 291 mcg/ml, antimülleryan hormon 10 ng/ml, karyotip 46,XX, SRY (+), pelvik USG’de bikornus uterus gösterildi, gonadlar hakkında yorum yapılamadı. Laparaskopik muayenede bikorpus uterus, adneksiyel yapıların ucunda blateral atipik oval şekilli, 1.5x1.5 gonadal yapı izlendi. Her iki gonaddan biyopsi yapıldı. Sağ gonad testis, sol gonad ovotestiküler gonad olarak rapor edildi. Tartışma: 46,XY ovotestiküler sendromu olgularında SRY pozitifliği beklenebilir. Diğer taraftan 46,XX ovotestiküler sendromu olgularında SRY pozitifliği daha nadir görülmektedir. SRY (+) olgularda abdomen içinde yerleşimli testis dokusundan gonadoblastom çıkma potansiyeli yüksektir. Keywords { Gonadoblastom, 46,XX, SRY, Ovotestiküler sendrom } UPEK 2012 Sayfa 249 Bildiri No: P-108 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları NON-KLASİK KONGENİTAL ADRENAL HİPERPLAZİYİ TAKLİT EDEN STEROİD HÜCRELİ OVER TÜMÖRÜ *Sebahat Yılmaz Ağladıoğlu,*Senay Savaş Erdeve,**Esin Boduroğlu,*Aşan Önder,**İbrahim Karaman,*Semra Çetinkaya,*Zehra Aycan *Dr.Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrin Kliniği,**Patoloji,***Cerrahisi Kliniği Giriş:Over steroid hücre tümorleri, her yaşta ortaya çıkabilmekle birlikte prepubertal kızlarda nadiren görülürler. Klinik bulgular, salgıladıkları hormona göre değişiklik gösteren tümörler, Kongenital adrenal hiperplaziyle (KAH) bir arada olabileceği gibi KAH’ı taklit de edebilirler. Olgu:12 yaşında kız hasta, non-klasik KAH tanısıyla steroid tedavisi kullanırken izlem amacıyla polikliniğimize başvurdu. 6 yaşında prematür pubarş nedeniyle başka bir merkezde yapılan ACTH uyarı testine 17 OH progesteron yanıtlarının 6, 10, ve 17 ng/mL bulunmasıyla non klasik KAH tanısıyla steroid tedavisi başlanılmıştı. Ayrıca santral erken puberte nedeniyle GNRH anolog tedaviside kullanmıştı. Kliniğimize başvurduğunda 15 mg/m2/gün dozunda hidrokortizon kullanmaktaydı. 12 yaşındayken boyu; 146 cm (-1.5 sds), kilosu; 48,6 kg (-0.4 sds), KY:15 yaş, Tanner evre 4 telarş ve evre 5 pubarşı vardı. Adet olmamıştı. Klitorisi 1,5 cm ve dış genitalyası normaldi. Sesi kalın ve maskülen bir yapısı vardı. Total testosteron: 147 ng/dL, 17 OH progesterone: 19.3 ng/mL ve pelvik ultrasonografik incelemesinde sağ over 42x23x34 mm, sol over 41x30x41 mm olup yaşına göre büyük bulundu. Androjenlerdeki yüksekliğin tedavi uyumsuzluğundan kaynaklanabileceği düşünüldü ve tedaviye uyumu iyileştirilerek aynı dozda hidrokortizona devam edildi. 6 ay sonra tedavisini düzenli kullanmasına rağmen, total testosteron:215.9 ng/dL , 17 OH progesteron: 95 ng/mL bulunması üzerine adrenal/over kaynaklı tümör ön tansıyla tekrarlanan abdominopelvik ultrasonografide sağ over alt ucunda lobule, 23x22 mm boyutunda hipoekoik lezyon tespit edildi. Bu bulgularla, laparoskobik kitle eksizyonunun mikroskobik incelenmesinde over steroid hücreli tümör tanısı aldı. Ameliyattan 2 hafta sonra yapılan standart doz ACTH uyarı testi sonrası KAH tanısı dışlandı. Sonuç:KAH zemininde testis/over rest tümörü gelişebileceği gibi, tümörlerde KAH kliniğini taklit edebilir. Tümörler başlangıçta küçük olup zaman içerisinde büyüyerek görünür hale gelebilirler. Bu nedenle uygun dozda tedavi almasına rağmen metabolik kontrolü sağlanamayan KAH’lı hastalarda tümör olasılığı akla getirilmelidir. Sonuçta 6 yaşında NKKAH tanısı almış ve yüksek doz steroid tedavisi kullanan bu hasta metabolik kontrolün sağlanamaması sonucu tümörden şüphelenerek yapılan görüntülemeler sonucunda 6 yıl gecikmeli olarak over steroid tümürü tanısı alabilmiştir. Keywords { Kongenital Adrenal Hiperplazi, Hiperandrojenizm, Steroid Hücreli Tümör } Table-1: Tanı Anı, Cerrahi Öncesi ve Sonrasındaki Laboratuar Değerlendirmeleri Takvim Yaşı ACTH Bazal 17 OHPG Total Testosteron Tedavi Tanı Anı 6 yaş EE 6 EE Hidrokortizon Hastanemize 12 yaş 7.17 19.3 147 Hidrokortizon *EE: Elde Edilemedi Cerrahi Öncesi 12 yaş 6 ay <5 95 215.92 Hidrokortizon Cerrahi Sonrası 13 yaş 46 1.1 <10 Ø UPEK 2012 Sayfa 250 Bildiri No: P-109 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları ADRENAL YETMEZLİK TANISI İLE İZLENEN HASTALARIMIZIN DEĞERLENDİRİLMESİ *Eda Mengen,*Fatih Gürbüz,*Fatih Temiz,*Mehmet Nuri Özbek,*Neslihan Önenli Mungan,*Ali Kemal Topaloglu, *Güler Özer, *Bilgin Yüksel *Çukurova Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi Giriş ve Amaç: Adrenal yetmezlik hipotalamus, hipofiz veya adrenal korteksin doğumsal veya edinsel patolojilerine bağlı ortaya çıkan ve yaşamı tehdit eden krizlerle seyreden bir hastalıktır. Adrenal yetersizlik doğrudan adrenal bezdeki patolojilere (primer yetersizlik) ya da hipotalamo-hipofizer patolojilere (sekonder yetersizlik) bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu çalışmada son 20 yıldır kliniğimizde Adrenal Yetmezlik tanısı ile takip edilen hastaların etiyolojik sınıflandırılması incelenmiştir. Bulgular: Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı tarafından Adrenal yetmezlik tanısıyla takip edilen 224 hastanın dosya kayıtları retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya toplam 224 hastanın dosya kayıtları alındı. Hastaların 113’ü (% 50,4) erkek, 111’i (% 49,6) kız idi. Olguların yaş ortalaması 9,9 yıl iken, tanı anındaki yaş ortalamaları 2,9 yıl idi. Etiyolojik olarak incelendiğinde 192 (%85,7) hastada primer, 32 (% 14,3) hastada sekonder adrenal yetmezlik saptandı. Primer adrenal yetmezliği olan 192 hastanın; 163’ü (% 84,8) Konjenital adrenal hiperplazi, 22’si (% 11,5) Otoimmun adrenalit [izole/otoimmun poliendokrinopati sendromları (tip 1 ve tip 2)], 3’ü (% 1,6) Triple A sendromu, 3’ü (%1,6) İzole mineralokortikoid eksikliği, 1’i (% 0,5) Adrenal tümör idi. Konjenital adrenal hiperplazi saptanan 163 hastanın ise % 89,6’sında 21-Hidroksilaz eksikliği, % 4,9’unda 11-Hidroksilaz eksikliği, % 2,5’inde StAR protein defekti, % 1,8’inde 3-betahidroksisteroid dehidrogenaz eksikliği, % 1,2’sinde 17-20 liyaz eksikliği mevcuttu. Sekonder adrenal yetmezliği olan 32 hastanın; 19’unda (% 59,3) Hipopitüitarizm, 11’inde (% 34,4) Kraniyal tümör (kraniofarengiom, rabdomyosarkom, gliom, astrositom) ve 2’sinde (% 6,3) İzole ACTH eksikliği saptandı. Sonuç: Adrenal yetmezlikli olgularımızda etiyolojik sınıflandırmada en sık primer adrenal yetmezlik saptanmıştır. Primer adrenal yetmezlikli olgular arasında en sık neden literatürle uyumlu olarak Konjenital adrenal hiperplazi idi. Otoimmün adrenal yetmezlik ikinci sıklıkta idi. Adrenal yetmezlikli olgularda tanı ve klinik tedavi hayati öneme sahiptir. Hasta ve aile üyelerinin eğitimi, uzun süreli sağkalım açısından son derece önemlidir. Şekil 1.Adrenal yetmezlikli olguların sınıflandırılması, n:Hasta sayısı Şekil 3. Sekonder Adrenal yetmezlikli olguların dağılımı, n:Hasta sayısı UPEK 2012 Sayfa 251 Bildiri No: P-110 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları PLESANTAL AROMATAZ EKSİKLİĞİ: OLGU SUNUMU *Nesibe Andıran,*Ayşe Derya Buluş,*Elif Yağlı Çolakoğlu *Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji GİRİŞ: Aromataz (CYP19A1) sitokrom P450 enzimi androjenden östrojen biyosentezinde rol alır. Aromataz enzimi insanlarda plesanta, over, meme ve yağ dokusundan salgılanmaktadır. Plesantal aromataz eksikliği 46, XX cinsel farklılaşma bozukluğunun nadir nedenlerinden biridir. OLGU SUNUMU: 21 yaşındaki annenin 2. Gebeliğinden 1. Yaşayan olarak 40 haftalık C/S ile 2560 gr doğan hasta kuşkulu genitalya nedeni ile bölümümüze danışıldı. Anne baba arasında 3.derece akrabalık mevcut. Fizik muayenesinde: Labioskrotal füzyon tam, labioskrotal kıvrımlar içinde gonad palpe edilemiyor, , fallus boyutu 1,2x0,6 cm, kordi (+), üretra açıklığı fallus tabanında. Laboratuvar Bulguları: Na:134 mmol/L, K:5,34 mmol/L, kortizol 1,67 ACTH:16,4, 17 OH progesteron: 2,2 ng/ml , 11 DOC: 3,67 ng/ml, 1,4 deltaandrostenedion:1,29 (0,1-4,0) ng/dl, DHES: 291,5 mg/dl, t.testesteron:0,1 ng/ml, E2: 30 pg/ml Pelvik USG: mesane arkasında 9x8x7 mm boyutlarında uterus dokusu ile uyumlu hipoekoik alan, sağ paraadneksial alanda 6x7 mm, sol paraadneksial alanda 8x4 mm boyutunda over dokusu ile uyumlu görünüm izlenmiştir. Takip: Hastanın laboratuar tetkikleri tamamlanıncaya kadar konjenital adrenal hiperplazi ön tanısı ile yatırıldı ve 20 mg/m2/gün hidrokortizon tedavisi başlandı. Annesinin sesinin biraz kalın olması ve yüzünün sivilceli olması sebebi ile öykü tekrar sorgulandığında annede prenatal dönemde akne ve belirgin ses kalınlaşması öyküsü olduğu öğrenildi. Hastanın takibinde 17 OH Progesteron ve 11 DOC normal olduğu için hidrokortizon azaltılarak kesilmeye başlandı. Kromozom analizi: 46 XX Hastadan plesantal aromataz eksikliği tanısı ile CYP19A1 genetik mutasyonu gönderildi. TARTIŞMA: 46, XX cinsel farklılaşma bozukluğunun en sık nedeni konjenital adrenal hiperplazilerdir. Daha nadir bir nedende maternal androjen fazlalığına neden olan plesantal aromataz eksikliğidir. Bu nedenle kuşkulu genitalya nedeni ile başvuran kız bebeklerde adrenal hormonlar değerlendirilirken mutlaka annenin gebelikteki öyküsü ve kullandığı ilaçlar dikkatlica sorgulanmalıdır. Keywords { aromataz eksikliği, kuşkulu genitalya } UPEK 2012 Sayfa 252 Bildiri No: P-111 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları GONADOBLASTOM VE DİSGERMİNOMUN BİRLİKTE OLDUĞU 45X0/46XY MOZAİSİZMLİ BİR OLGU *Nurullah Çelik,*Hamdi Cihan Emeksiz,*Esra Döğer,**Zafer Türkyılmaz,*Aysun Bideci, *Peyami Cinaz, ***Arzu Okur, *Orhun Çamurdan,****Özgür Ekinci,*****Mehmet Ali Ergün Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi,**Çocuk Cerrahisi,***Çocuk Onkolojisi, ****Patoloji, *****Genetik 45X0/46XY sex kromozom mozaisizm sıklığı 1,5/10000’dir. Bu olguların %95’inin, klinik olarak tanı almayan normal erkekler olduğu düşünülmektedir. Bununla birlikte postnatal tanı alan olgularda, hipospadias gibi hafif virilizasyon yetersizliği olan erkekten, kuşkulu genitalya ve klasik Turner Sendromu özelliklerini taşıyan kız fenotipe kadar değişebilen oldukça heterojen bir klinik spektrum mevcuttur. Burada 45X0/46XY[SRY(+)] karyotipli, gonadektomi uygulanan, gonadoblastom ve birlikte disgerminom tanısı alan 12,5 yaşında bir kız olgu sunulacaktır. OLGU Boy kısalığı şikâyeti ile başvuran 12,5 yaşındaki olgunun öyküsünden çocukluğundan beri yaşıtlarına göre her zaman kısa boylu olduğu ve son 2 yıldır boy kısalığının daha da belirgin hale geldiği öğrenildi. Fizik muayenesinde; boyu 139,3 cm (<3p, SDS:-2,37), meme Tanner evre 3, pubis Tanner evre 3 idi. Yüksek damak ve 4. metakarp kısalığı dışında diğer sistem muayeneleri doğaldı. Boy kısalığı ve Turner stigmataları olan hastanın kromozom analizi Mos 45,X0(30)/46,XY(25);SRY (+) olarak geldi. FSH: 121 IU/L, LH: 28,8 IU/L, E2: 23,69 pg/mL olup hipergonadotropik hipogonadizm ile uyumlu idi. Yapılan pelvik MR’ı; uterus hipoplazik görünümde, sağ adneksiyal lojda 22x14x19 mm yumuşak doku mevcuttur, sol gonad izlenememiştir şeklinde yorumlandı. Bu bulgular eşliğinde 45X0/46XY[SRY(+)] gonadal disgenezis tanılı olguya bilateral gonadektomi uygulandı. Hasta, gonadektomi materyali incelemesi sonucu sağ gonadda disgerminom ve komşu alanda gonadoblastom, sol streak gonadda gonadoblastom tanısı aldı. SONUÇ 45X0/46XY[SRY(+)] mozaisizmli olgularda malign germ hücreli tümör gelişme riski %15 olarak verilmektedir. Olgumuzda bilateral gonadoblastom ve sağ gonadda ek olarak disgerminom saptandı. Boy kısalığı ile gelen tüm olgularda sex kromozom anomalileri düşünülmeli, özellikle SRY(+) kız olgularda eşlik edebilecek maligniteler açısından profilaktik cerrahi girişimin yapılmalıdır. Olgunun Y mikrodelesyon testinde saptanan delesyonlar nedeni ile normal kız fenotipe sahip olduğu düşünüldü. Keywords { Gonadoblastom , Sex Kromozom Mozaisizm , 45X0/46XY , Disgerminom } UPEK 2012 Sayfa 253 Bildiri No: P-112 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları P450 OKSİDOREDUKTAZ EKSİKLİĞİ OLAN HASTALARIN KLİNİK VE LABORATUVAR BULGULARI *Şükran Poyrazoğlu,*Didem Soydemir,*Ahmet Uçar,*Firdevs Baş,*Rüveyde Bundak,*Nurçin Saka, *Feyza Darendeliler *İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi Büyüme-Gelişme ve Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı GİRİŞ: P450 oksidoreduktaz(POR) steroidogenezde sitokrom P450 enzimlerine redox eşlerinden elektron transfer eden bir flavoproteindir. POR eksikliği adrenal yetersizlik ve cinsiyet gelişim bozukluğuna neden olur. İzole olabileceği gibi iskelet bozukluğu(Antley-Bixler sendromu) ile beraber olabilir. AMAÇ: POR eksikliği tanısı alan hastalarımızın klinik ve laboratuar bulgularının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: POR eksikliği tanısı alan 8 hastanın ( 4, 46XX; 4, 46XY) dosyası retrospektif olarak incelendi. BULGULAR: Hastaların ortalama başvuru yaşı 0.2±0.2 (dağılım:0.05-0.66) yıl idi. 46XX olan hastaların hepsinde virilizasyon artışı vardı. Dört 46XX hastanın ikisi prader evre 4, biri evre 3, diğeri ise evre 1 olarak değerlendirilmişti. Dört 46XY hastanın ikisi penoskrotal hipospadias, biri mikropenis, diğeri ise skrotal hiperpigmentasyon ile başvurmuştu. Bir hastada mikrosefali ve diğer bir hastada ise yüzde orta hat hipoplazisi vardı. Bazal ve uyarılmış 17-hidroksiprogesteron yüksek [sırasıyla 18.1±8.1(2.7-28.1)ng/dl ve 25.4±9.6(14-41.8) ng/dl] androstenedion konsantrasyonu ise normal veya düşük bulundu[sırasıyla 0.82±0.9(0.3-2.5)ng/dl ve 1.4±1.6(0.3-3.7)ng/dl]. ACTH testinde hastaların hepsinde adrenal yetersizlik saptandı [bazal ve uyarılmış kortizol sırasıyla 6.9±5.3(0.214.2) µg/dl ve 10.6±7.3(0.3-17)µg/dl). Bazal progesteron ise yüksek [median 14.0 ng/dl(2.5-50.3)] bulunmuştur. Tuz kaybı olan hasta yoktu. SONUÇLAR: POR eksikliğinde klinik bulgular değişken olabilmektedir. Adrenal yetersizlik ve cinsiyet gelişim kusuru olan hastalarda ayırıcı tanıda mutlaka düşünülmelidir. Keywords { cinsiyet gelişim kusuru, konjenital adrenal hiperplazi } UPEK 2012 Sayfa 254 Bildiri No: P-113 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları FARKLI KLİNİK TABLOLARLA BAŞVURAN İKİ KARDEŞ APECED SENDROMU *Figen Günindi,**Gönül Çaltepe, *Cengiz Kara, **Atakan Comba, *Ala Üstyol, *Murat Aydın *Ondokuzmayıs Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi,**Çocuk Gastroeterolojisi Giriş: Otoimmün poliendokrinopati, kandidiazis, ektodermal distrofi (APECED) otoimmün regülatör gendeki (AIRE) mutasyonlardan kaynaklanan monogenik, otozomal resesif bir hastalıktır ve kronik mukokutanöz kandidiyazis, çeşitli otoimmün hastalıklar ve endokrin organ tutulumları ile karakterizedir. Olgu 1: 62/12 yaşında erkek, dört gündür ellerinde ve ayaklarında kasılma yakınması ile getirildi. Öyküsünden tekrarlayan oral moniliyazisi olduğu öğrenildi. Fizik incelemede Chvostek bulgusu pozitifti. Laboratuvar incelemesinde Ca:6,1 mg/dl, P: 8.98 mg/dl, ALP: 207, PTH: 5,76 pg/ml, 25 OH Vitamin D: 28.6µg/L idi. Hastaya oral kalsiyum ve kalsitriol tedavisi başlandı. Takibinin 5.ayında üç gündür süren kusma yakınmasıyla başvurdu. Na:122 mEq/L, K: 5,2 mEq/L Cl: 92 mEq/L, ACTH: >1250, Kortizol: 1,7 µg/dl, PRA: >572ng/L, Aldosteron: 3,57ng/dl olan hastaya hidrokortizon ve fludrokortizon tedavisi başlandı. Tiroit otoantikorları (-) ve karaciğer fonksiyonları normaldi. Olgu 2: 48/12 yaşında erkek kardeşi gözlerinde sararma yakınması ile başvurdu. Öyküsünden tekrarlayan oral moniliyazisi ve tırnaklarında mantar enfeksiyonu olduğu öğrenildi. Fizik incelemesinde skleraları ikterik, guatr yoktu, Chvostek bulgusu negatif, karaciğer kot altında 4 cm ele geliyordu ve her iki el tırnaklarında disformasyon vardı. Laboratuvar incelemesinde AST: 786U/L, ALT:817U/L, TBil:8,3mg/dl, DBil:6,2 mg/dl, TSH:1.26mIU/L ST4:1.36 ng/dL, Antitiroglobulin Ak: 1586 IU/ml, ANA zayıf (+), Liver Kidney Mikrozomal Antikor (+), karaciğer biyopsisi otoimmün hepatit ile uyumluydu. Her iki olguda AIRE gen exon 2’de homozigot mutasyon saptandı: c.232T>C (Trp78Arg). Sonuç: İki kardeş olgudan ilki hipoparatiroidizm ve adrenal yetmezlik, diğeri otoimmün hepatit ve tiroidit olmak üzere farklı klinik tablolarda başvurmuştur. Halen APECED ilişkili AIRE geninde 60’dan fazla mutasyon saptanmıştır. Olgularımızda saptanan mutasyon ise literatürde ilk kez tanımlanmıştır. Kardeşlerde de geli¬şebileceği için aile bireyleri yakın izlenmelidir. Keywords { APECED, adrenal yetersizlik, hipoparatiroidi, kandidiazis, ektodermal distrofi } UPEK 2012 Sayfa 255 Bildiri No: P-114 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları KLİNEFELTER SENDROMUNDA NADİR MOZAİZM: 47,XXY/46,XX *Esra Döğer, *Hamdi Cihan Emeksiz, *Nurullah Çelik, *Özge Yüce, *Aysun Bideci, *Orhun Çamurdan, *Peyami Cinaz *Gazi Üniversitesi Çocuk Endokrinoloji GİRİŞ: Klinefelter sendromu, ensık görülen sex kromozom anomalisidir ve 500 erkek yenidoğanda bir görülür. Olguların büyük çoğunluğu 47,XXY karyotipi taşırken yaklaşık %10’u 47,XXY/46,XY karyotipindedir. 47,XXY/46,XX mozaizmi ise çok nadirdir. OLGU: 16,5 yaşında erkek hasta jinekomasti nedeniyle polikliniğimize başvurdu. Özgeçmişinde ve soygeçmişinde özellik olmadığı öğrenildi. Fizik muayenede aksiller tüylenmesi olan hastanın pubik tüylenmesi Tanner evre 3 ve testis volümleri 3 ml idi. Bilateral jinekomasti mevcuttu. Yapılan kromozom analizinde 47,XXY (%84)/46,XX (%16) mozaizmi saptandı. Pelvik USG’de prostat bezi izlenirken, uterus ve over saptanmadı. Skrotal renkli doppler USG’de sağ testis 16x7x10 mm (0,6 ml), sol testis 16x7x11 mm (0,65 ml) ve bilateral epididim izlendi. LH:42,9IU/ml, FSH:63,08IU/ml, total testosteron:0,93ng/ml, AMH:0,15 ng/ml olan hastaya hipergonadotropik hipogonadizme yönelik androjen tedavisi başlandı ve jinekomasti nedeniyle plastik cerrahi tarafından 19 yaşından sonra operasyonu planlandı. SONUÇ : 47XXY/46XX mozaizmi son derece nadirdir ve günümüze kadar Klinefelter sendromu özellikleri gösteren sadece 6 vaka bildirilmiştir. Bunun yanı sıra gerçek hermafroditizm, ovariyan hipoplazi ve normal dişi fenotipte olgular da bildirilmiştir. Olgulardaki fenotipik özelliklerin belirlenmesinde gonadlardaki mozaizmin derecesi rol oynar. Keywords { 47,XXY/46,XX mozaizm, Klinefelter sendromu } UPEK 2012 Sayfa 256 Bildiri No: P-115 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları 5 α –STEROİD REDÜKTAZ 2 EKSİKLİĞİNDE P.ALA65PRO MUTASYONLU OLGU *Esra Döğer,*Nurullah Çelik,*Hamdi Cihan Emeksiz,*Özge Yüce,*Aysun Bideci,*Orhun Çamurdan, *Peyami Cinaz *Gazi Üniversitesi Çocuk Endokrinoloji GİRİŞ: 5 α redüktaz eksikliği 46,XY cinsel gelişim bozukluğunun nadir bir formudur. İkinci kromozomun kısa kolunda yer alan SRD5A2 geninde gelişen çeşitli mutasyonlar sonucu ortaya çıkar. Testosteron daha aktif bir metaboliti olan dihidrotestosterona dönüşemez. Bu nedenle erkek fetusta dış genital yapıların virilizasyonu, üretra ve prostat gelişiminde bozukluk gelişir. Fenotipik olarak sadece hipospadias veya mikropenis bulunan erkekten, dişiye kadar değişen geniş bir spektrum vardır. OLGU: 7,5 yaşında kız hasta inguinal bölgede şişlik şikayeti ile başvurdu. Özgeçmişinde özellik olmayan hastanın soygeçmişinde anne ve babanın üçüncü derece akraba (kuzen) olduğu ve annesinin halasında cinsel gelişim bozukluğu olduğu öğrenildi. Fizik muayenede meme ve pubis Tanner evre 1, fallusu andıran kliteromegali ve vajinal açıklık izlendi. İnginal kanalda bilateral gonadlar palpe edildi. Yapılan kromozom analizi 46,XY bulunan hastanın pelvik USG’de uterus ve over saptanmadı ve her iki inguinal kanal distalinde sağda 17x6x11 mm, solda 8x6x10 mm boyutlarında testis dokusu izlendi. FSH: 0,67 IU/ml, LH:0,04 IU/ml, total testosteron: 0,19 ng/ml, testosteron/ dihidrotestosteron oranı:16,3 olarak saptanan hastanın SRD5A2 gen analizinde p.Ala65Pro mutasyonu homozigot olarak saptandı. SONUÇ: Olguda tespit edilen p.Ala65Pro homozigot mutasyonu daha önce literatürde sadece bir Türk ailesinde tanımlanmıştır. Tanımlanan bu mutasyonun akraba evliliğinin sık olduğu ülkemizde yaygın olduğu kanaatindeyiz. Literatürde T/DHT oranı normal olan olgularda da 5 α redüktaz eksikliği saptanabilmektedir. Bizim olgumuzda da T/DHT oranı normalin hafif üst sınırında saptandı. Bu nedenle 46,XY cinsel gelişim bozukluğu ile gelen ve T/DHT oranı normal sınırlarda bulunan olgularda da mutlaka genetik analiz yapılmalıdır. Keywords { 5 alfa redüktaz eksikliği, p.Ala65Pro mutasyonu } UPEK 2012 Sayfa 257 Bildiri No: P-116 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları BOY KISALIĞI İLE BAŞVURAN BİR 45,X/46,XY MOSAİSİZM VAKASI *Murat Karaoğlan,**Seval Çevik,**Murat Şanlı,*Mehmet Keskin *Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji, **Çocuksağlığı Ve Hast. GİRİŞ AMAÇ: Boy kısalığı ile başvuran kız hastalarda Turner sendromu taraması için kromozom analizi uygulanmakta iken erkek hastalar için rutin olarak yapılmamaktadır. Biz boy kısalığı ile başvuran bir 45,X/ 46,XY mosaisizm karyotipine sahip erkek vakayı sunacağız. VAKA :13 yaşında boy kısalığı ile başvuran hastanın tanı anında boy SDS’i -4,05 idi. Bilateral inguinal hernisi saptanan hastanın sağ testisi 5ml iken sol testis palpe edilemedi. Hastanın yapılan batınpelvik MRG’de sağ böbreğin sol böbrek lojunda olup alt uç kısımdan sağ böbrek ile birleşik olduğu saptandı(cross ektopi). Ayrıca batında pelviste Mullerian kalıntıya ya da gonada rastlanmadı. Hastanın Tanner evrelemesi A1P1 olarak saptandı. Penis boyu normal değerlerin alt sınırında yakın bulundu. Hastanın yapılan kromozom analizi 45,X/46,XY mosaisizm olarak saptandı. Yapılan değerlendirmelerinde başka sistemik bir hastalık bulunmadı. Yıllık uzama hızı 2cm olan hastaya uygulanan iki ayrı büyüme hormonu uyarı testine yanıt alınamadı. Büyüme hromonu eksikliği saptanan hastaya büyüme hormonu tedavisi başlandı. İlk 5 ayda 3cm boy uzaması tespit edilen hasta tedaviye yanıt açısından izleme alındı. SONUÇ:Biz açıklanamayan boy kısalığı ve ergenlik sorunları ile başvuran erkek çocuklarında mutlaka kromozom analizi yapılmasını; 45,X/46,XY mosaizim karyotipine sahip büyüme hormonu eksikliği saptanan olan hastalara büyüme hormonu tedavisi verilmesini önermekteyiz. Keywords { boy kısalığı, cinsel farklılaşma bozukluğu, büyüme hormou eksikliği } UPEK 2012 Sayfa 258 Bildiri No: P-117 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları 21 HİDROKSİLAZ EKSİKLİĞİNE BAĞLI KONJENİTAL ADRENAL HİPERPLAZİLİ ÇOCUKLARDA GENOTİPFENOTİP İLİŞKİSİ *Murat Karaoğlan,*Mehmet Keskin,**Yılmaz Kör *Gaziantep Üni. Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji, **Adana Numune Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji GİRİŞ : Konjenital adrenal hiperlazi otozomal resesif kalıtılan bir hastalıktır. Vakaların %95’i 21 hidroksilaz enzim eksikliğine yol açan CYP21 gen mutasyonlarına bağlıdır. Genotip-fenotip arasında yakın bir ilişki bulunmakla beraber hastalık homojen değildir. Bu çalışma bölgemizde 21hidroksilaz eksikliğine bağlı konjenital adrenal hiperplazili çocuklarda genotip ve fenotip ilişkisini incelemeyi amaçlamıştır. HASTALARVE METOD: Çalışmaya Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji kliniğinde konjenital adrenal hiperplazi tanısı ile izlenen 65 çocuk hasta alındı. Hastaların yaşları 0-16 yaş arasında idi. Hastaların 37’i 46 XX, 28’i 46XY genotipine sahipti. Fenotipik değerlendirme :Hastaların tanısı için aile öyküsü, tuz kaybı, başlangıç yaşı, virilizasyon kliniği, ambigus genitale ya da makrogenitalya varlığı, kemik yaşı, renin- aldosteron düzeyleri,başlangıç Na ve K düzeyleri, bazal ve uyarı sonrası 17 hidroksiprogesteron düzeyleri, 11 deoksikortizol düzeyleri ,testesteron, DHEA, androstenedion düzeyleri değerlendirmeye alındı. Hastaların 43’ü tuz kaybettiren, 12’i basit virilizan ve 10’u nonklasik tip olarak sınıflandırıldı. Genetik değerlendirme: Tüm hastalara genetik analiz uygulandı. En sık görülen In2G, Q318X, R356W, I172N, P30L, V281L, V237E, M239K, P453S 1108ntdel, F306+1nt mutasyonları PCR+Restriksiyon Fragman Polimorfizm Analizi yöntemi ile çalışıldı SONUÇ: Hastaların 29 ‘unda (%44.6) In2G (A/C-G), 11’inde (%16.9)R356W, 10’unda (%15.3) Q318X, 14’ünde(%21.5) V281L, 15’inde(%23) P30L, 5’inde(%7.6) I172N, 4’ünde(%6.1) M239K, 7’inde(%10.7) V237E, 1’inde(%1.5) F306+1nt 1’inde (%1.5)1108ntdel mutasyonları saptandı. 7 hastada (%10.7) mutasyon saptanmadı. 35 (%53.8)hastada homozigot, 18 hastada (%27.6) heterezigot, 11(%16.9) hastada compaund heterezigot mutasyon saptandı. 26 hastada(%40) en az 2 mutasyon, 8 hastada (%12.3) en az 3 mutasyon, 2 hastada (%3) ise 6 mutasyon saptandı. Bölgemize ait konusunda ilk verilerin toplandığı bu çalışmada en sık saptanan mutasyon ülkemizde yapılan diğer çalışmalarda da saptanan In2G (A/C-G) mutasyonudur. Ancak çalışmamızda hastalarımızda birden fazla mutasyon varlığının oldukça sık olduğu saptanmıştır Keywords { 21 Hidroksilaz Eksikliği, Konjenital Adrenal Hiperplazi, Genotip Fenotip İlişkisi } UPEK 2012 Sayfa 259 Bildiri No: P-118 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları OVOTESTİKÜLER CİNSEL FARKLILAŞMA BOZUKLUĞU; 46,XY, KIZ FENOTİPLİ OLGUDA WT-1 MUTASYONU *Samim Özen,**Şükriye Apaydın, ***Hüseyin Onay, ****Burcu Özbaran, *****Necmettin Özdemir, ******Ali Avanoğlu, *Şükran Darcan *Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi, **Çocuk Nefrolojisi, ***Tıbbi Genetik, ****Çocuk Psikiyatrisi, *****Tıbbi Patoloji,******Çocuk Cerrahisi Giriş:Genitoüriner sistemin farklılaşmasında rol alan WT1 genindeki 9. intron mutasyonları steroide dirençli nefrotik sendrom ve 46,XY cinsel farklılaşma bozukluğuna neden olabilir. Olgu:On beş yaşındaki kız olgu meme gelişiminin olmaması nedeni ile başvurdu. Öz geçmişinde; 7 yaşında izole fokal segmental glomeruloskleroz (FSGS) tanısı ile izleme alındığı ve son 3 yıldır renal yetmezlik gelişerek, periton diyaliz programına alındığı öğrenildi. Başvuruda, ağırlık: 50 kg (SDS 0.78), boy 151cm (SDS -1.36), vücut kitle indeksi 21.9 kg/m2(SDS: 0.69), Pubik ve aksiler plosite evre 3, meme gelişimi, evre 1 saptandı. Laboratuar incelemelerinde Hb: 8 g/L, üre: 256 mg/dl, kreatinin: 4.5 mg/dl, FSH>206mlU/ml, LH: 240mlU/ml, E2<20pg/ml, serbest testosteron 1.9pg/ml, total testosteron: 0.96ng/dl,DHEA-S:232ug/dl, 17-OHP: 0.9 ng/ml, ACTH: 30.4 pg/ml,kortizol: 12.9 ug/dl, bulundu. Pelvik ultrasonografide infantil tip uterus ile uyumlu görünüm saptandı, ancak overler görülemedi. Vajinoskopide serviks ağzı kör sonlandığı, laparoskopide ise rudimenter uterus ve bilateral streak gonad saptandı, gonadektomi yapıldı. Patolojik değerlendirmede bilateral ovotestis,leyding hücre hiperplazisi, distrofik kalsifikasyon, kortikal over dokusu gözlendi.;Genetik çalışmalarında; klasik sitogenetik analizde karyotip: 46,XY, FISH çalışması ile SRY + bulundu. Çocuk Psikiatrisi tarafından yapılan değerlendirmede cinsel kimlik normal kız ile uyumlu bulundu. WT1 geni dizi analizinde intron 9’da heterozigot IVS9+5 G-A mutasyonu saptandı. Östrojen tedavisi başlanan hastanın izlemi devam etmektedir. Sonuç: WT1 gen mutasyonunlarının fenotipik çeşitliliğe sahip olup, intron 9 mutasyonları sıklıkla Frasier sendromundan sorumludur. Bu olgu sunumu ile steroide dirençli nefrotik sendrom tanılı kız fenotipli bireylerde, karyotip analizinin ve WT1 gen mutasyonunun çalışılmasının önemi vurgulanmıştır. Keywords { WT-1 mutasyonu, Cinsel farklılaşma bozukluğu, Ovotestiküler , Frasier sendromu } UPEK 2012 Sayfa 260 Bildiri No: P-119 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları 46,XX KARYOTİPLİ FARKLI CİNSİYETTE BÜYÜTÜLEN KARDEŞ 2 OLGUDA AROMATAZ EKSİKLİĞİ: CYP19A1 GENİNDE YENİ MUTASYON *Samim Özen,**Tahir Atik,*Özlem Korkmaz***,*Hüseyin Onay,*Damla Gökşen,**Ferda Özkınay,**Özgür Çoğulu, *Şükran Darcan *Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi, **Çocuk Genetik, ***Tıbbi Genetik Giriş: Androjenlerin östrojenlere dönüşümünü katalizleyen aromataz enzimini kodlayan CYP19A1 genindeki mutasyonlar 46,XX karyotipli olgularda kuşkulu genital yapıya yol açabilir. Olgu 1: Yenidoğan döneminde bilateral inmemiş testis ve hipospadias olarak düşünülüp erkek cinsiyette büyütülen 14 yaşındaki olgu; dış genital düzeltme istemi ile başvurdu. Anne baba akrabalığı tanımlanmadı. Fizik bakıda boy: 154.9 cm (SDS: - 2.5), ağırlık: 57 kg (SDS: -0,6), fallus 2 cm, palpabl gonad yok, Prader evre 3, çift ürogenital açıklık, pubik plosite evre 2 saptandı. Laboratuvar incelemelerinde; kemik yaşı 3 yaş geri olan hastanın FSH: 70 mIU/l, LH: 30 mIU/l, Serbest Testosteron:0,9 pg/ml, E2:22,9 ng/ml saptandı. ACTH, Kortizol, 17 OHP normal bulundu. Karyotip 46,XX, FISH analizinde SRY (-) saptandı. Pelvik ultrasonografisinde sağ over 19x14 mm, sol over 15x12 mm bulundu, ancak uterus gözlenmedi. Laparoskopide; bilateral normal görünümde over ve küçük uterus saptandı. Hipergonadotropik hipogonadizm bulunan olguda sağ gonad biyopsisi over ile uyumlu idi. SOX9 geni dizi analizinde mutasyon saptanmadı. Aramotaz eksikliğine yönelik yapılan CYP19A1 geni dizi analizinde daha önceden tanımlanmamış missense R115T homozigot mutasyonu saptandı. Olgu 2: Sekiz yaşında kız olarak büyütülen kardeş olguda boy:125.5 cm (SDS: -0,3), ağırlık: 22.3 kg (SDS: -0,9), fallus 1 cm, palpabl gonad yok, Prader evre 2, çift ürogenital açıklığı, pubik plosite evre 1 saptandı. Kemik yaşı 3 yıl geri olan olgunun FSH, LH yüksek, ACTH, Kortizol, 17 OHP normal, karyotip: 46,XX , FISH analizinde SRY (-) bulundu. Pelvik ultrasonografisinde sağ over 12 mm, uterus ve sol over gözlenmedi. Bu hastanın da CYP19A1 geni dizi analizinde kardeşi ile aynı homozigot mutasyonu taşıdığı gözlendi. Anne ve babanın mutasyon analizinde ise genin aynı bölgesinde heterozigot mutasyon gösterildi. Sonuç: 46,XX virilize olgular konjenital adrenal hiperplazi dışlandıktan sonra aromataz eksikliği açısından değerlendirilmeli ve gerekirse CYP19A1 gen mutasyonları çalışılmadır. Bu olgular nadir görülmesi ve CYP19A1 geninde yeni mutasyon saptanması nedeni ile sunulmuştur. Keywords { 46,XX virilizasyon, Aromataz eksikliği, Yeni mutasyon, CYP19A1 geni } UPEK 2012 Sayfa 261 Bildiri No: P-120 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları EKTOPİK ACTH SENDROMUNA NEDEN OLAN BRONŞİAL KARSİNOİD OLGUSU *Meltem Didem Çakır,*Nurgün Kandemir,**Saniye Ekinci,*Ayfer Alikaşifoğlu,*Alev Özön,*Nazlı Gönç *Hacettepe Üniversitesi Pediatrik Endokrinoloji Ünitesi,**Pediatrik Cerrahi Giriş: Ektopik ACTH sendromu, Cushing sendromunun nadir nedeni olup etyolojide en sık bronşial karsinoidler rol almaktadır. Burada cushing sendromu bulguları ile başvurup ektopik ACTH sendromuna neden olan bronşial karsinoid tanısı alan olgunun uzun dönem izlemi sunulmaktadır. Olgu: 15 y, erkek olgu, 1 yıldır hızlı kilo alımı, büyümede yavaşlama, ciltte mor renkli çatlaklar, halsizlik şikayetleri ile başvurdu. Boyu 156 cm (3-10 p), vücut kitle indeksi 33 kg/m2 (> 97 p) idi. Cushingoid ve pletorik görünümde olup, aydede yüzü, trunkal obezitesi, mor strialar, buffalo hörgücü mevcuttu. Serum ACTH, kortizol, 24 saatlik idrarda serbest kortizol yüksek, sirkadien ritm bozuktu. Düşük doz deksametazon supresyon testinde kortizol cevabında baskılanma olmadı. Yüksek doz deksametazon supresyon testinde de yanıt yetersizdi, CRH uyarı testinde ACTH ve kortizolde artış saptanmaması üzerine ektopik ACTH sendromu tanısı kondu. Toraks BT’de sol akciğer alt lob medialde 10x7x5 mm parankimal nodül, oktreotid sintigrafisinde nodülde ve sol hiler lenf nodunda artmış somatostatin ekspresyonu mevcuttu. Olguya gama probu eşliğinde kitle ve lenf nodu ekzisyonu yapıldı. Patoloji raporu karsinoid tümör ile uyumluydu. İzlemde Cushing bulguları geriledi; ACTH, kortizol düzeyleri normale döndü. Cerrahi sonrası 10. ayda kilo alımı ile birlikte serum ACTH, kortizol ve 24 saatlik idrar kortizolü yüksek saptandı. Toraks BT’de sol akciğer alt lobda 10x6x5 mm hipodens lezyon olup oktreotid sintigrafisinde ve SPECT BT’de de tutulum mevcuttu. Sol alt lobektomi yapıldı. İzlemde ACTH ve kortizol düzeyleri normale döndü, Cushing bulguları geriledi. Sonuç: Ektopik ACTH sendromuna neden olan bronşial karsinoid çocukluk yaş grubunda nadir görülmekte olup, bu olgularda cerrahi tedavi öncelikle uygulanmalıdır. Olgumuz Cushing bulguları ile başvurup ektopik ACTH sendromu tanısı alıp etyolojide bronşial karsinoid gösterilmiştir. Cerrahi tedavi sonrası uzun süreli izlem, hastalığın kesin tedavi sonuçları konusunda bilgi verecektir. UPEK 2012 Sayfa 262 Bildiri No: P-121 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları GEÇ TANI ALMIŞ BİR 5α-REDÜKTAZ ENZİM EKSİKLİĞİ OLGUSU *Hamdi Cihan Emeksiz,*Nurullah Çelik,*Esra Döğer,*Özge Yüce,*Peyami Cinaz,*Orhun Çamurdan, *Aysun Bideci *Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi İkinci kromozomda yer alan SRD5A2 geninde meydana gelen mutasyonlar sonucu gelişen 5αredüktaz eksikliği, doğumda erkek fetusta dış genital yapıda tamamen dişi görünümden tamamen erkek görünüme kadar değişen geniş bir klinik spektruma yol açar. Vakaların büyük kısmı yenidoğan döneminde şüpheli genital yapı nedeniyle tanı almaktadır. 5α-redüktaz eksikliğinde testosteron daha aktif metaboliti olan dihidrotestosterona dönüşemez. Dış genital yapı, ağır etkilenmeleri olan vakalarda klitoris benzeri fallus, ağır bifid skrotum, psödovajinal perineoskrotal hipospadias ve rudimenter prostat şeklinde prezente olmaktadır. Maskülinize olmuş vakalarda ise ayrı vajinal açıklık yokluğu veya üretraya açılan kör vajinal kese izlenir. İleri derecede maskülinize olmuş vakalar ise hipospadias ve hatta penil üretra ile prezente olurlar. Yenidoğan döneminde yanlış tanı alan veya tanı almayan hastalar testisleri alınmadığı takdirde pubertal dönemde feminize değil aksine virilize olurlar. Puberte ile birlikte bu vakalarda kas kitlesinde artma ve seste kalınlaşma görülür. Öncesinde kız olarak yetiştirilen fakat pubertenin başlaması ile erkek kimliğini benimseyen 14 yaşindaki hasta polikliniğimize şüpheli genital yapı şikayeti ile başvurdu. Hastanın genital muayenesinde 5 cm boyutunda fallus, kör vajinal açıklık ve erkek tipi pubik kıllanması (Tanner evre 5) tesbit edildi. Hastada meme gelişimi mevcut değildi. Gonadlar palpasyonla inguinal kanalda tesbit edildi. Karyotipi 46 XY olan hastanın gönderilen SRD5A2 gen analizinde mutasyon saptanmamasına rağmen yapılan β HCG testi, 5α-redüktaz eksikliği ile uyumlu geldi. Burada öncesinde kız olarak yetiştirilmiş fakat puberte ile birlikte erkek cinsel kimliğini benimsemiş geç tanı alan bir 5α-redüktaz eksikliği olgusu sunulmuştur. Keywords { SRD5A2 geni, 5α-redüktaz eksikliği, Şüpheli Genitalya } UPEK 2012 Sayfa 263 Bildiri No: P-122 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları EMBRİYONAL DÖNEMDE BAŞLAYAN ANCAK POSTNATAL DÖNEMDE TAMAMLANAN BİR TESTİKÜLER REGRESYON SENDROMU OLGUSU *Ala Üstyol,*Figen Günindi,*Cengiz Kara,*Murat Aydın *Ondokuz Mayıs Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı Giriş: Testis dokusunda haraplaşma intrauterin (IU) 8. haftadan önce olursa iç ve dış genitallerin dişi yönde geliştiği Swyer sendromu, 8-12. haftalar arasında oluşursa Müller yapıların ortadan kalktığı ancak dış genitallerin dişi görünüme yakın kuşkulu hale geldiği embriyonik testiküler regresyon sendromu ve 14-20 haftalar arasında ise rudimenter testis sendromu meydana gelir. Testiküler regresyon 20. haftadan sonra gelişirse normal erkek görünüm ile bilateral anorşi (vanishing testis) görülür. Burada nadir karşılaşılan ve klinik özellikleri ile embriyonal dönemde başlayan ancak postnatal dönemde tamamlanan testiküler regresyon sendromu ile uyumlu olduğunu düşündüğümüz bir olgu sunuyoruz. Olgu: Dört günlük bebeğin genital incelemesinde tama yakın labioskrotal füzyon, 0,8x0,6 cm boyutlarında klitoris benzeri fallus yapısı ve fallus tabanında tek, geniş ürogenital açıklık saptandı. Gonadlar inguinal kanalda palpe edildi. Kromozom yapısı 46 XY idi. Pelvik USG’de sağ inguinal kanalda 6x4x10mm ve sol inguinal kanalda 7x4x8mm boyutlarında testis ile uyumlu görünüm saptandı, uterus ve diğer Müller yapıları görülmedi. FSH:0,99 mU/ml LH:0,1mU/ml, total testosteron:0,49ng/ml, androstenedion:5,61ng/ml bulundu. Olgumuz üç aylıkken yeniden değerlendirildiğinde, fizik incelemede ve USG’de gonadlar saptanamadı. Çekilen MRG’de de gonadlar görüntülenemedi. Bu dönemde bakılan gonadotropin düzeylerinde ciddi bir artış (FSH:47,7 LH:5,95) saptandı. AMH düzeyi ise <0,1 ng/ml idi. hCG’ye androjen yanıtları yetersizdi. ACTH uyarı testi adrenal hormon sentezinin normal olduğunu gösterdi. Eksojen testosterona fallus yanıtı değerlendirilmek üzere hasta takibe alındı. Tartışma: Olgumuzda Müller yapıların olmaması ve tama yakın labioskrotal füzyon bulunması, İU ilk 8 haftada testis dokusunun farklılaştığını ve AMH ve testosteron üretiminin başladığını destekler. Ancak dış genital yapıda ağır virilizasyon kusuru olması 8-12 haftalar arasında testosteron üretimi veya etkisiyle ilgili bir sorun olduğuna işaret eder. İlk muayenede gonadlar saptandığı ve testosteron düzeyi de görece düşük olduğu için öncelikle testosteron üretim defekti olabileceği düşünüldü. Ancak iki ay içinde gonadların saptanamaz hale gelmesi, hCG’ye testosteron yanıtının alınmaması ve FSH düzeyinin yükselmesi postnatal testiküler regresyon olarak değerlendirildi. Keywords { Testiküler Regresyon } UPEK 2012 Sayfa 264 Bildiri No: P-123 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları MEME GELİŞİMİ SAPTANAN SWYER SENDROMLU BİR OLGU *Şule Can,**Yaşar Bekir Kutbay,**Berk Özyılmaz,***Sinem Akbay,****Sefa Kelekçi,*****Bumin Dündar Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji, **Tıbbi Genetik, ***Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları,****İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Doğum,*****İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji XY saf gonadal disgenezi olarak da bilinen Swyer Sendromu, dişi fenotip, dişi iç genital organlar, bilateral disgenetik gonadlar ve sekonder seks karakterlerinin gelişmemesi ile karakterizedir. Kromozom analizi 46,XY’dir, gonadlar primitif ve fibröz yapıdadır, vajen ve fallop tüpleri vardır; uterus genellikle hipoplaziktir. Gonadotropin düzeyleri yüksek, östradiol düzeyleri düşüktür ve pubertal dönemde meme gelişimi ve menarş gözlenmez. Bazı vakalarda neoplastik östrojen sekresyonu, az miktarda ovaryel fonksiyonun korunması, androjenin periferde östrojene dönüşmesi, kontraseptif kullanımı veya meme dokusunun östrojene duyarlılığının artması gibi nedenlerin meme gelişimine ve menarşa sebep olabileceği düşünülmektedir. Literatürde meme gelişimi gözlenen sadece iki Swyer Sendrom’lu olgu bildirilmiştir. 14 11/12 yaş kız olgu adet görmeme şikayeti ile polikliniğe başvurdu. Özgeçmişinde prenatal, natal ve postnatal özellik belirtilmeyen olguda meme gelişiminin 10 yaşında, pubik kıllanmasının 10-11 yaşlarda başladığı öğrenildi. Anne ve babasında akrabalık belirtilmedi. Olgunun fizik bakısında VA: 55.2 kg (50-75 p), VA SDS: 0.25, boy: 165.5 cm (75-90 p), boy SDS: 0.95, BMI: 20.1, BMI SDS: 0.1, kemik yaşı: 13.5 yaş ile uyumlu olarak saptandı. Dış genital yapı dişi, aksiller kıllanma evre 2, pubik kıllanma evre 5, meme gelişimi evre 5, tiroid nonpalpabl, diğer sistem bakıları olağan olarak saptandı. Yapılan tetkiklerinde FSH:45 mIU/mL, LH:13 mIU/mL, total testosteron: <20 ng/dL, progesteron:<0.2 ng/dL, 17-OH Progesteron:1.5 ng/dL, DHEAS:121 ug/dL, E2:50.8 ve 66.0 pg/mL, prolaktin:5.3 ng/mL, pelvik ultrasonda sağ over boyutu 14*8 mm, sol over boyutu 17*10 mm, uterus boyutu 6*2.5*2.3 cm, endometrium kalınlığı 7 mm olarak saptandı, pelvik MR’da uterus ve endometrium ekosu normal, adneksiyal lojda patoloji saptanmadı şeklinde raporlandı. Olgunun yapılan karyotip analizi 46,XY ve SRY (+) olarak saptandı. Keywords { gonadal disgenezi, meme gelişimi, Swyer Sendromu } UPEK 2012 Sayfa 265 Bildiri No: P-124 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları SAĞLIKLI TÜRK ÇOCUKLARINDA ADRENARŞ ÖZELLİKLERİ *İrfan Fırat,**Tülay Güran,*İpek Kaplan Bulut,*Mahmut Doğru,*Feyza Yıldız,*Abdullah Bereket * Marmara Üniversitesi Zeynep Kamil Eğitim ve Araştırma Hastanesi Pediatri BD, **Endokrinoloji BD Giriş: Adrenal bezin pubertesi olarak kabul edilen adrenarş; henüz tam olarak sebebi, başlangıç fizyolojisi ve insan gelişimindeki rolü tam olarak anlaşılamamış önemli bir gelişim basamağıdır. Puberte başlangıcı ve pubertal gelişim üzerindeki etkisi tam olarak bilinmemektedir. Adrenarşın hipotalamohipofizer gonadal aksının matürasyonundan bağımsız olarak 6-8 yaşları arasında başladığı bilinmektedir. Puberte ve adrenarşın birbirinden bağımsız mekanizmalarla ilerlediği kabul edilse de bu yolakların belli noktalarda kesiştiği düşünülmektedir. Amaç: Çalışmamızda adrenarş başlama zamanına etkisi olabilecek demografik faktörler değerlendirilmiş, pubertedeki yüzyılın trendinin Türk çocuklarında biyokimyasal ve klinik olarak adrenarş başlama yaşı üzerine etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Metod: Çalışmaya Haziran-Ağustos 2012 tarihleri arasında çocuk polikliniklerine başvuran, kronik hastalığı ve ilaç kullanım hikayesi olmayan yaşları 1 ay-18 yaş arasında değişen 531 sağlıklı çocuk alınmıştır. Deneklerin fizik muayene ile meme-genital gelişim, pubik kıllanma (PK, pubarş) evreleri kaydedildi, Biyokimyasal olarak DHEAS’nin 40 mcg/dl’nin üzerine çıktığı değer adrenarş başlangıcı olarak kabul edildi.. Pubarş, adrenarş ve pubertal gelişim parametrelerinin birbirleri ile ilişkisi incelendi. Sonuçlar: Yaş ortalaması 6,01±5,33 olan, %45,2’si (n:240) erkek ve %54,8’i (n:291) kız toplam 531 olgu çalışmaya dahil edildi. Kızlarda PK 1’den 2’e geçişin olduğu yaş için ROC alanı 0,933±0,023 (0,887-0,979); kestirim noktası 8,38 yaş; bu değerde sensitivite %91,7 ve spesifite %87,9 olarak bulunmuştur. Erkeklerde PK 1’den 2’e geçişin olduğu yaş için ROC alanı 0,958±0,019 (0,921-0,994) ve kestirim noktası 8,00 yaş; bu değerde sensitivite %87,5 ve spesifite %91,0 olarak bulunmuştur. Kızlarda PK 1’den 2’e geçişin olduğu DHEAS için ROC alanı 0,860±0,045 (0,772-0,948); kestirim noktası 33,5; bu değerde sensitivite %83,3 ve spesifite %76,5 olarak bulunmuştur. Erkeklerde PK 1’den 2’e geçişin olduğu DHEAS için ROC alanı 0,899±0,032 (0,837-0,962) ve kestirim noktası 42; bu değerde sensitivite %100,0 ve spesifite %80,6 olarak bulunmuştur. Cinsiyete göre yaşın DHEAS üzerindeki etkisi için yapılan analizde kızlarda DHEAS 40’ın üzerine çıkılan yaş için ROC alanı 0,846±0,028 (0,791-0-901) ve kestirim noktası 8,5 yaş; erkeklerde DHEAS 40’ın üzerine çıkılan yaş için ROC alanı 0,797±0,038 (0,722-0,872) ve kestirim noktası 7 yaş bulunmuştur. Sonuç: Erkek çocuklarda DHEAS’nin > 40 mcg/dl olduğu yaş 7, kız çocuklarında ise 8.5 yaş olarak saptanmıştır. Yaş, cinsiyet ve puberte evrelerine göre DHEAS düzeyleri hesaplandı. Keywords { Adrenarş, DHEAS, Puberte } UPEK 2012 Sayfa 266 Bildiri No: P-125 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları LUTEİNİZE EDİCİ HORMON ALMAÇ GENİNDE ETKİNLEŞTİRİCİ MUTASYONA BAĞLI GELİŞEN TESTOTOKSİKOZ OLGUSU *Bahar Özcabı,**Yeşim Önen,**Dilek Uludağ,*Feride Tahmiscioğlu Bucak,*Oya Ercan,***Serdar Ceylaner, *Saadet Olcay Evliyaoğlu *İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı,**Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı,***İntergen Genetik Araştırma Merkezi Genetik Bilim Dalı Giriş ve amaç: Testotoksikoz, erkeklerde erken puberte bulguları ile kendini gösteren luteinize edici hormon (LH) almacında etkinleştirici mutasyonun neden olduğu otozomal dominant geçişli nadir bir bozukluktur. Periferik erken puberte bulguları ile gelen olgumuzun LH almaç geninde yeni tanımlanmış etkinleştirici mutasyon bulunması nedeni ile sunmak istedik . Olgu : Takvim yaşı 1,4 yıl, kemik yaşı 4 yıl olan olgu, pubiste kıllanma, peniste büyüme, boy uzamasınde hızlanma ve akne yakınmaları ile başvurdu. Olgunun 6 aylık iken yakınmalarının başladığı, aralarında akraba evliliği olmayan sağlıklı anne ile babadan 1. gebelik 1. canlı doğum olarak zamanında, C/S ile 3150 gram olarak doğduğu öğrenildi. Fizik incelemesinde boy sds: 5,38, va sds: 2, kas dokusu artmış, sağ testis 4 ml, sol testis 3 ml, penis germe boyu 13 cm ( >2sd), pubik kıllanma evre 3 idi. Laboratuvar incelemelerinde; tiroid fonksiyon testleri normal, FSH:0.05 mIU/ L, LH:<0.07 mIU/L, total testosteron: 1010 ng/dl, DHEA SO4: 37.2 µg /dl , 17alfa OHP:0.93 ng/dl , 1.4 delta androstenedion: 0.50 ng/ mI, ACTH: 26.11 pg/ml, kortizol:10.7 µg/dl idi. LHRH uyarısına doruk LH ve FSH düzeyleri baskılı idi. Alfafetoprotein : 4.95 IU/L ,beta HCG: <1.20 mIU/L idi. Kemik sintigrafisi ve abdominal MR normal olarak bulundu. Erken puberte bulguları olan olgunun klinik ve laboratuvar bulguları periferik erken puberte ile uyumlu bulundu. Testis hacminin tek taraflı 4 ml’ye ulaşması, testosteron salgılayan bir testis tümörü veya LH almaçlarında etkinleştirici bir mutasyon olabileceğini düşündürdü. HCG düzeyinin normal olması HCG salgılayan tümör olasılığını dışladı. Olguya bicutalamid 50 mg/gün ve anastrozol 1mg/gün tedavileri başlandı. Bu arada yapılan testis ultrasonografisinde sağ testiste 2x2mm boyutlarında belirlenen solid kitle çocuk cerrahisi tarafından çıkarıldı. Patoloji Leydig hücre hiperplazisi olarak geldi. Cerrahi sonrasında testosteron düzeylerinde belirgin düşme sağlanamayan olguda testis tümörü olasılığı da dışlanmış oldu. LH almacında etkinleştirici bir mutasyon olabileceği düşünülen olgunun genetik incelemesi yapıldı ve LH almaç geninde yeni tanımlanmış olan c.830G>T (p.S77I) heterozigot mutasyonu saptandı. Anne ve babasında mutasyon belirlenmediği için mutasyonun sporadik geliştiği anlaşıldı. Sonuç: LH almacında aktive edici mutasyon düşündüren olgulardaki genetik çalışmalar olgumuzda olduğu gibi tanıyı kesinleştirebilir ve tedavisi oldukça güç olan bu bozuklukta izlemi nisbeten kolaylaştırabilir. Keywords { testotoksikoz, erken puberte, LH almaç mutasyonu } UPEK 2012 Sayfa 267 Bildiri No: P-126 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları ERKEK CİNSEL KİMLİĞİNDE KONJENİTAL ADRENAL HİPERPLAZİLİ 46,XX OLGULARDA PSİKİYATRİK BOYUT *Behiye ALYANAK, **Nurçin SAKA, **Ahmet UÇAR, **Şükran POYRAZOĞLU, **Mine ŞÜKÜR, **Firdevs BAŞ, **RüveydeBUNDAK, **Feyza DARENDELİLER *İ.Ü., İstanbul Tıp Fakültesi ,Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D.,**Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Endokrinoloji B.D. Giriş:Konjenital adrenal hiperplazi (KAH) 46,XX bireylerde cinsiyet gelişim bozukluklarının en sık nedenidir. Hafif maskülinizasyon gösteren olgular kuşkulu genital yapı nedeniyle doğumu takiben ilk günler veya aylarda tanı alabilirken, Prader 4-5 gibi ağır maskülinizasyon gösteren olguların birçoğu erkek cinsel kimliğinde yetiştirilmekte ve hipospadias ve/veya testislerin iki taraflı ele gelmemesi, cinsel bölgede kıllanma şikayetiyle hekime başvurmaktadırlar. Cinsiyet belirsizliği ile gelen 46,XX KAH’lı olguların genel olarak kız olarak yetiştirilmesi önerilmektedir. Yapılan araştırmalarda, çocukluğunda kısmen maskülen özellikler gösteren, erkek oyunları oynayan KAH’lı olguların erişkin yaşamda heteroseksüel kadın olarak cinsel tatmin yaşadıkları ortaya konmuştur. Diğer yandan ağır maskülinizasyon nedeniyle erkek olarak yetiştirilen ve geç tanı alan olgularda cinsiyet değişimi gerek çocuk, gerekse aile için ciddi sorun oluşturmaktadır. Bu olgular erken dönemde hızlı büyümeyi takiben daha sonraki yaşlarda boy kısalığı, cinsel organlarının küçük olması ve agresyonla baş etme güçlüğü gibi gibi sorunlar yaşamaktadırlar. Amaç: Bu çalışmada; KAH 46,XX ve erkek kimliğinde yetiştirilen olgularda ruhsal sorunların araştırılması amaçlandı. Materyal ve Yöntem: İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji Polikliniği ile liyezon çalışması kapsamında izlenen ve yaş dağılımı 14.8- 25 yaş arasında değişen 46,XX KAH’lı 5 erkek olgunun doldurtulan anketler yardımı ile ruhsal değerlendirmeleri yapılmıştır. Bulgular:Beş olgudan birinde dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu ve komorbid dissosiyatif kimlik bozukluğu saptanmıştır. Diğerlerinde herhangi bir ruhsal bozukluk bulunmamıştır. Bir olgu dışında diğerleri agresyonla baş etme güçlüğü bildirmişlerdir. Olguların tümü cinsiyet ile ilgili görüşleri sorulduğunda erkek kimliğinden memnun olduklarını ve kendilerine benzer sorun yaşayanlarla grup paylaşımının yararlı olacağı görüşünü belirtmişlerdir. Olguların hepsi boy kısalığı nedeniyle çevreleri, 2'si de cinsel organlarının küçüklüğü nedeniyle kız arkadaşları tarafından yadırganma korkusu taşıyorlardı. Sonuç olarak; KAH’lı olguların erken tanınması ve tedavisine başlanması, uygun cinsel kimlik seçimiyle boy kısalığı ve ruhsal sorunların engellenmesi, sağlıklı cinsel yaşam sürmelerini için önem taşımaktır. Keywords { Konjenital adrenal hiperplazi, 46,XX, Boy kısalığı, Psikolojik sorunlar, Cinsiyet, Cinsel kimlik } UPEK 2012 Sayfa 268 Bildiri No: P-127 Kategorisi: Adrenal Bez Hastalıkları ve Cinsel Gelişim Bozuklukları YAŞAMIN BİRİNCİ GÜNÜNDE KÖMÜR KARASI YAYGIN HİPERPİGMENTASYON; IMAGE SENDROMU? *Elif Özsu,*Filiz Mine Çizmecioğlu,*Rahime Gül Yeşiltepe Mutlu,*Ayşegül Yüksel,*Şükrü Hatun *Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Amaç: IMAGE sendromu; intrauterine büyüme geriliği, metafizyel displazi, kongenital adrenal hipoplazi, genital anomalilerin eşlik ettiği oldukça nadir görülen bir sendromdur. Geniş bir klinik yelpazesi olan hastalıkta adrenal gelişim defekti de meydana gelmektedir. Şiddetli hiperpigmentasyon, dismorfik yüz görünümü ve adrenal yetmezliği olan yenidoğan olgumuzu nadir karşılaşıldığı ve erken tedavinin önemini vurgulamak için sunduk. Olgu: Birinci derece kuzen evliliği olan 35 yaşındaki baba ile 28 yaşındaki anneden (G4P2) doğan term 2080 gr (<10p) bebeğin tüm vücudunda mukozaları da içine alan yaygın hiperpigmentasyon dikkat çekici idi. Soygeçmişinde 8,5 aylık ölü doğmuş kardeşin cilt renginin de koyu olduğu öğrenildi. Yüz görünümü dismorfik; bilateral düşük yerleşimli ve küçük kulaklar, düzleşmiş nazal köprü, mikroretrognathisi vardı. Dış genital yapı female olup palpabl gonad saptanmadı. Serum Na 127 mEq/l, K 4 mEq/l kortizol 0.3 µg/dl, ACTH>1250 pg/ml. Adrenal öncüller değerlendirildiğinde 17OH progesteron 3ng/dl, DHEAS 15µg/ml olup gününe göre düşüktü. Aldosteron düzeyi ise hiponatremi anında 600pg/ml idi. Eşlik edebilecek hipogonadotropik hipogonadism nedeni ile bakılan FSH 0.4u/ml LH<0.01u/ml, E2 50pg/ml, testosteron 63ng/dl olup minipubertede olması gereken değerlerin çok altındaydı. Karyogram 46, XX saptanan hastanın pelvik USG da uterusu izlenirken batın ultrasonografisinde bilateral adrenal oluşumlar izlenmedi. Konjenital adrenal hipoplazi ön tanısı ile hastaya adrenal kriz protokolü başlandı. Direk radyografide metafiz ve epifiz görüntüleri normal olan hastada bilateral femur kırıkları saptandı. DAX ve SF-1 mutasyonları çalışılmak üzere DNA yollandı. Tedavi ile hiperpigmentasyonunda açılma izlenen hastada sepsis gelişti, genel durumu bozulan ve multisistem yetmezliğe giren hasta yoğun antibiyoterapi ve destek tedavilere rağmen ex oldu. Sonuç: Nadir görülmesine rağmen IUGR ve jeneralize hiperpigmentasyon ile doğan olgularda ön planda adrenal yetmezlik düşünülmeli ve acilen hormon replasman tedavisi başlanmalıdır. Keywords { Adrenal yetersizlik, Hiperpigmentasyon } UPEK 2012 Sayfa 269 Bildiri No: P-128 Kategorisi: Hipoglisemi TOTALE YAKIN PANKREATEKTOMİ İLE SONUÇLANAN KONJENİTAL HİPERİNSÜLİNEMİK HİPOGLİSEMİ OLGUSU: ABCC8 GENİNDE TANIMLANAN YENİ BİR MUTASYON *Nurullah Çelik,*Özge Yüce,*Hamdi Cihan Emeksiz,*Esra Döğer,*Aysun Bideci, *Orhun Çamurdan, *Peyami Cinaz *Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Konjenital Hiperinsülinizm (KH), çeşitli genetik nedenlere bağlı olarak gelişen pankreasın βhücrelerinden uygunsuz insülin salınımı sonucu gelişir. Burada ABCC8 geninde yeni bir mutasyon tespit edilen ve totale yakın pankreatektomi ile sonuçlanan bir KH olgusu sunulacaktır. OLGU Yaşamının 3. günü emmeme ve morarma şikayeti ile başvurdukları bir dış merkezde ölçülen kan şekerinin 20 mg/dL ve kan insulin düzeyinin 7µU/mL gelmesi üzerine KH tanısı konulan erkek bebek otuzbeş günlük iken tedavisinin düzenlenmesi için bölümümüze sevk edildi. Yatış verilen olgu 53 günlük iken diazoksit, hidroklortiazid ve somatostatin tedavileri, sık kan şekeri izlemi ve diyet önerileri ile taburcu edildi. Bu tedavilerle kan şekerleri stabil seyreden hastanın yaşamının 7. ayında tedaviye rağmen hipoglisemileri olmaya başlaması üzerine yatış verilerek tedavi dozları artırıldı. Pediatrik Kardiyoloji ile ilaç yan etkileri için konsülte edilen hastada uzun QTc tespit edildi; bu durumun somatostatine bağlı olabileceği bu nedenle somatostatin tedavisinin mümkünse kesilmesi aksi taktirde dozunun azaltılması önerildi. Somatostatin dozu azaltılarak nifedipin başlandı ve diazoksit dozu artırıldı ancak takipte hipoglisemilerinin devam etmesi nedeni ile hastaya totale yakın pankreatektomi yapıldı. Hastanın yapılan genetik analizinde ABCC8 geninde babadan kaynaklanan non-sens mutasyon (p.W1339X) ve anneden kaynaklanan yeni bir missens mutasyon (p.M115V) tespit edildi. SONUÇ Hastanın totale yakın pankreatektomi ile ancak hipoglisemilerinin kontrol altına alınabilmesi nedeni ile OR geçiş gösteren diffüz tip pankreatik tutulum olduğu düşünüldü ve histopatolojik olarak bu tanı doğrulandı. Olguda saptanan ve somatostatine bağlı olduğu düşünülen uzun QTc nadir görülen bir komplikasyon olup hayatı tehdit eden aritmilere neden olabileceğinden bu olgularda rutin EKG kontrolü uygun olacaktır. Keywords { ABCC8, Hipoglisemi, Konjenital Hiperinsülinizm , uzun QTc } UPEK 2012 Sayfa 270 Bildiri No: P-129 Kategorisi: Hipoglisemi İNTRAUTERİN BÜYÜME GERİLİĞİNE BAĞLI UZAMIŞ HİPERİNSÜLİNİZM *Nesibe Andıran,*Ayşe Derya Buluş,*Elif Yağlı Çolakoğlu,**Dilek Sarıca *Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji,**Yenidoğan Neonatal hipoglisemi yenidoğanda mortalite ve morbidite açısından önemli bir sorundur. Yenidoğan ve erken süt çocukluğu döneminde tekrarlayan hipoglisemilerin en sık nedeni hiperinsülinemidir. Geçici veya kalıcı olabilir. İntrauterin büyüme geriliği (IUBG) olan bebeklerde geçici hiperinsülinizme bağlı hipoglisemi görülebilmektedir. Burada IUBG ve ağır ve uzamış hiperinsülinizmli bir hastayı tartışacağız. VAKA: 18 yaşındaki annenin 1. Gebeliğinden 2. yaşayan ikiz eşi olarak 38 haftalık 1700 gr C/S ile doğan kız bebek postnatal(PN) 6. Gününde persistan hipoglisemi nedeni ile hastanemize getirildi. PN 2. Gününde konvulziyon geçiren hastada hipoglisemi tespit edilip başlanan glukoz infüzyonu 20 mg/kg/dak’a kadar çıkarılmasına ve prednizolon 2 mg/kg/gün eklenmesine rağmen hipoglisemileri kontrol altına alınamamış. Fizik muayenesinde: genel durumu orta, hipotonik, hepatosplenomegalisi yok, haricen kız görünümünde. Özgeçmişinde 1 ve 5. Dakika Apgar skoru 8 Soygeçmişinde: anne baba 1. derece kuzen evliliği, annede prenatal dönemde diyabet öyküsü yok. Ailede hipoglisemi veya diyabet öyküsü yok. Hastanın takibinde Postnatal 8. Gününde santral venöz kataterden GİH 24 mg/kg/dak alırken KŞ glukometre ile 30 mg/dl, (biyokimyada KŞ: 5 mg/dl) insülin 43,6 IU/L, BH: 5,8 mg/dl saptandı. İdrar tetkikinde keton negatif. Amonyak: 758 mg/dl (0-10 gün 180-341) . Hastaya hiperinsülinizm tanısı ile oral diazoksid (10 mg/kg/gün) ve hidroklorotiyazid ( 5 mg/ kg/gün) tedavisi başlandı. Oral dizoksid dozu 12 mg/kg/güne çıkarıldı.Kademeli olarak steroid ve glukoz infüzyonu kesilerek PN 25. Gününde kan şekerleri regüle edildi. Hasta diazoksid (12mg/kg/gün) ve hidroklorotiazid (5 mg/kg/gün) ile taburcu edildi. Hasta şu an 3 aylık, VA: 3100 gr, aktif şikayeti yok, kan şekerleri 90-110 mg/dl arasında seyrediyor. KŞ:80 mg/dl, insülin:5,1 IU/L ve HbA1c:%5 Genetik analiz: ABCC8, KCNJ11 and HNF4A negatif Tartışma:IUBG olan yenidoğanlarda hipoglisemi en sık görülen metabolik sorundur . Bu bebeklerde hipoglisemi gelişmesinde bir çok faktör rol oynamaktadır, bunlardan önemli bir neden de hiperinsülinizmdir.Çoğunlukla 6 aya kadar uzayabilen geçici hiperinsülinizm mevcuttur.Ayırıcı tanı açısından mutasyon analizi ve hiperinsülinizme bağlı tedavi ve yakın takip gerekmektedir. Keywords { hipoglisemi, ıntrauterin büyüme geriliği } UPEK 2012 Sayfa 271 Bildiri No: P-130 Kategorisi: Hipoglisemi LEPRECHAUNİSM: DRİP İNFÜZYONLA BESLENME VE METFORMİN TEDAVİSİ *Hülya Halis,*Osman Baştuğ,*Şeyma Memur,*Levent Korkmaz,*Tamer Güneş,**Selim Kurtoğlu *Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Neonatoloji,**Neonatoloji, Ped. Endokrinoloji GİRİŞ: Leprechaunism, insülin reseptörünü kodlayan gende mutasyon sonucu meydana gelen bir sendromdur. Ciddi metabolik ve endokrin bozukluk, prenatal ve postnatal lineer büyümede yetersizlik, yumuşak dokuda aşırı büyüme, kas ve yağ dokusunun gelişimde yetersizlikle karakterizedir. Burada kan şekeri regülasyonunu sağlamak için drip infüzyonla beslediğimiz ve oral antidiabetik olan metformin başladığımız bir olgu sunulmaktadır. OLGU: Miadında doğan kız hasta dismorfik yüz görünümünün olması, kilo alamama, batında distansiyon nedeniyle dış merkezde yatırılıp ileri tetkik için hastanemize sevk edildi. Fizik muayenede jeneralize hipertrikoz ve cilt altı yağ dokusu ve kas dokusunda azalma mevcuttu. Saçlar uzun ve sık, düşük ve büyük kulaklar, ekzoftalmus, propitozis, mikrognati , dişeti hipertrofisi saptandı. Meme başları belirgindi. Batın distansiyonu olup karaciğer 3 cm ele geliyordu. Genitoüriner sistem muayenesinde klitoris belirgindi. Deri kıvrım yerlerinde akantozis nigrikans vardı. Hastanın beslenme öncesi kan şekeri 37 mg/dl, beslenme sonrası ise 210 mg/dl idi. Fizik muayene bulgularıyla leprechaunism düşünülen olgunun hipoglisemi sırasında ölçülen insülin >300µU/mL, CPeptid 13,4 ng/mL saptandı. Hastaya 24 saat drip infüzyonla beslenme ve metformin 30 mg/kg/gün 2 dozda başlandı. İzleminde kan şekeri 100-140 mg/dL arasında seyretti. sT3 1,32 pg/ml, sT4 0,7 ng/dL, TSH 0.11 uIU/ml olup santral hipotiroidi nedeniyle L-tiroksin başlandı. Diğer hormonal tetkiklerinde prolaktin 10 ng/ml, FSH 0.95 mIU/mL, LH 0.00mIU/mL, estradiol 14,3 pg/mL, progesteron 2,95ng/ml, ACTH 25.9 pg/mL , Kortizol 18.9 , IGF-I düzeyi 1 ng/ml, IGF-BP3<0.5 µg/mL bulundu. Pelvik, kraniyal USG ve ekokardiografi normaldi. Mutasyon analizi gönderildi. TARTIŞMA: Leprechaunism’in tanısı çeşitli fiziksel, biyokimyasal ve hormonal anormallikler göstermesine rağmen klinik görünüme dayanmaktadır. Tipik fiziksel özellikleri ile sendrom düşünülerek laboratuvar bulguları ile desteklenmeye çalışılır. Özel bir kromozomal anormallik tespit edilememekle birlikte, değişik mutasyonların olabileceği, bazı mutasyonların hastalığın hafif formlarına yol açtığı bilinmektedir. Hastalığın etkin tedavisi yoktur. Olgularda açlık hipoglisemisi ve tokluk hiperglisemisi gözlendiğinden, sürekli beslenmenin bu problemi çözeceği düşünülmektedir. Benzer şekilde olgumuzda kan şekeri regülasyonu drip infüzyon beslenme ve metforminle sağlanmıştır. Keywords { drip besleme, metformin, leprechaunism } Hastanın yüz görünümü UPEK 2012 Sayfa 272 Bildiri No: P-131 Kategorisi: Hipoglisemi DİABETİK ANNE BEBEĞİNDE UZAYAN HİPOGLİSEMİ: İKİ OLGUDA YENİ KCNJ11 MUTASYONU *Şeyma Memur,*Osman Baştuğ,*Hülya Halis,*Levent Korkmaz,*M.Adnan Öztürk,**Selim Kurtoğlu *Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Neonatoloji, **Neonatoloji,Ped.Endokrinoloji GİRİŞ Hiperinsülinizm persistan hipoglisemi yapan en sık nedendir. Bu yazıda geçici hiperinsülinizm tanısı konulup, iki farklı yeni mutasyon saptanan diabetik anne bebekleri sunulmuştur. OLGU 1:Gestasyonel diabetes mellituslu anneden doğan, takibinde hipoglisemisi saptanan hastanın glukoz infüzyonu artırılarak 20 mg/kg/dk’ya çıkıldı. 7. gününde enteral beslenmesine ve yüksek dozda glukoz infüzyonu almasına rağmen hipoglisemisi olan hastanın hipoglisemi anında alınan insülin:49.8 mıu/ml, kortizol:34.6 µg/dl, C peptid:11.1 ng/ml, ACTH:34.5 pg/ml’ydi. İnsülin ve C peptid düzeyi yüksek olan hastada hiperinsülinizm düşünülerek nifedipin 1 mg/kg peroral başlandı. Tedavinin 3. gününde kan şekeri regüle olan hastanın glukoz infüzyonu azaltıldı. Kan şekeri 70 mg/dl üzerinde seyreden hastanın nifedipin dozu azaltılmaya başlandı. 14 gün nifedipin alan hastanın tedavisi kesildi. İzlemde hipoglisemisi tekrarlamadı. Hiperinsülinizm açısından mutasyon analizi gönderildi. KCNJ11 geninde heterozigot missens mutasyon tespit edildi. (p.R176C) Annenin aynı mutasyonu taşıdığı saptandı. OLGU 2:Tip 1 DM’lu anneden deprese, mekonyumla boyalı doğan; mekanik ventilatöre bağlanan hastaya hipoglisemisi nedeni ile yüksek miktarda glukoz infüzyonu verildi. 11. gününde 16 mg/kg/dk glukoz infüzyonu alan ve enteral beslenen, hipoglisemisi olan hastanın kan şekeri 29 mg/dl iken alınan tetkiklerinde insülin:5.2 mıu/ml, kortizol:20 µg/dl, C peptid:7.1 ng/ml’ydi. Hiperinsülinizm düşünüldü. 5 mg/kg/gün diazoksid başlandı. Glukoz infüzyonu azaltılamayan hastanın tedavisine 10 µg/kg/gün oktreotid eklendi. Kan şekeri normal sınırlarda seyretmeye başladı. Oktreotid tedavisinin 4. gününde hiperglisemi gelişti. Diazoksid ve oktreotid kesildi. Kan şekeriyle ilgili ek problemi olmadı. Genetik analiz gönderildi. KCNJ11 geninde heterozigot yeni bir mutasyon tespit edilip (p.R4H) annede aynı mutasyon saptandı. SONUÇ:Hastalarımız diabetik anne bebeği ve makrozomik olup hipoglisemilerinin buna bağlı olduğu düşünüldü. Takiplerinde hipogliseminin devam etmesi nedeniyle başka etyolojik faktörler açısından değerlendirilen hastalarda hiperinsülinizm saptandı. Birisinde nifedipin, diğerindeyse diazoksit ve oktreotidle kan şekeri regülasyonu sağlandı. Hastalarımızda ve annelerinde KCJN11 geninde yeni mutasyonlar saptandı. Saptanan bu mutasyonun geçici hiperinsülinizm yaptığını düşünüyoruz. Bu olgular nedeniyle diabetik anne çocuklarında yedi günü geçen hipoglisemi gözlenirse, genetik çalışma yapılmasını önermekteyiz. Keywords { KCNJ11 mutasyonu, diabetik anne bebeği, hiperinsülinizm, hipoglisemi } UPEK 2012 Sayfa 273 Bildiri No: P-132 Kategorisi: Hipoglisemi YENİ BİR MUTASYON TESPİT EDİLEN FRUKTOZ 1,6 BİFOSFATAZ EKSİKLİĞİ OLAN İKİ KARDEŞ *Yaşar Cesur,**Demet Demirkol,*İlker Tolga Özgen,***Mustafa Atilla Nursoy,****Engin Arı *Bezm-i Alem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi,**Çocuk Yoğun Bakım,***Çocuk Alerji, ****Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Fruktoz 1,6 bifosfataz eksikliği, uzayan açlığı takiben yaşamı tehdit eden hipoglisemi ve laktik asidoz ile karakterize bir glukoneogenez bozukluğudur. Otozomal resesif geçen bir hastalık olup FBP1 genindeki mutasyonlar ile ilişkilendirilmiştir. Endokrin patiğinde nadir görülmesi ve ikisinde de fruktoz 1,6-bisphosfataza ait FBP1 geninde daha önce bildirilmemiş mutasyon saptanan iki kardeş vaka sunuldu. İki yaşında erkek hasta, sık nefes alıp verme, ishal ve kusma ile yoğun bakıma yatırıldı. Ağır metabolik asidoz ve hipoglisemi tespit edildi. Meyvelerden kaçındığı öğrenildi. Boy: 80 cm (-1,97 SDS); vücut ağırlığı 10,3 kg (-1,9 SDS); boya göre ideal ağırlığının %92’sinde. Şuur açık, etrafla ilgili, deri turgoru hafif azalmış. Solunum takipneik, solunum sesleri normal. Açlık kan şekeri: 31 mg/dL; AST: 68 U/L; ALT: 39 U/L, GGT 38 U/L, laktat: 34 mg/dL; ürik asit: 5,3 mg/dL. Sekiz yaşında erkek hasta 4 yaşında hipoglisemi nedeniyle yoğun bakım ünitesinde yatırılmış, iki senedir yılda 2-3 kez konvülsiyonu olması nedeniyle 2x200 mg karbamazepin kullanıyor. Doğumda problem olmayan hastanın gelişim basamakları normal olup dersleri iyi. Vücut ağırlığı: 54,6 kg (+3.1 SDS), boy: 135,4 cm (92.p), boya göre ideal ağırlığının %185’inde. Vücut kitle indeksi: 29,8 (+2,7 SDS), karaciğer nonpalpabl; kan gazları: N, laktat: 2,64 mmol/L; kan glukozu: 79 mg/dL; ürik asit: 3,3 mg/dL; trigliserid: 40 mg/dL; LDL-kolesterol 77 mg/dL; AST: 31 U/L; ALT: 55 U/L; insülin 8,12 μIU/mL Her iki vakada da fruktoz 1,6-bisphosfataza ait FBP1 geninin 7. ekzonunda c.962C>T (p.Ser321Phe) heterozigot mutasyonu saptandı. Bu mutasyon daha önce bildirilmemişti. Her iki vakada görülen mutasyonun heterozigot olması, otozomal resesif hastalıkla uyumsuz gibi görülmekle birlikte kliniğin nispeten hafif seyretmesinin heterozigot mutasyonla ilişkili olabileceği; derin intronik bölgelerde şu ana kadar tarif edilmemiş farklı bir mutasyonun olabileceği; ya da hastalığın klasik şeklinden farklı bir kalıtım şeklinin olabileceği düşünüldü. Keywords { Fruktoz 1,6 bifosfataz eksikli, hipoglisemi } UPEK 2012 Sayfa 274 Bildiri No: P-133 Kategorisi: Hipoglisemi HİPERİNSÜLİNEMİK HİPOGLİSEMİ: 18 VAKALIK DENEYİM *Sebahat Yılmaz Ağladıoğlu,*Şenay Savaş Erdeve,*Semra Çetinkaya,*Veysel Nijat Baş,*Havva Nur Peltek Kendirci, *Aşan Önder,*Zehra Aycan *Dr.Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrin Kliniği GİRİŞ:Hiperinsülinemik hipoglisemili olgular yenidoğan, süt çocukluğu veya çocukluk döneminde klinik bulgu verebilir, geçici, uzamış veya persistan özellik gösterebilirler. Bu çalışmada biz kliniğimizde geçici, uzamış ve persistan HİH tanısı ile izlenen olguların klinik ve laboratuar karakteristiklerini, tedavi yanıtlarını ve nörogelişimsel sonuçlarını değerlendirmeyi amaçladık. METOD:Hiperinsülinemik hipoglisemi tanısı hipoglisemi anında kan/idrar ketonu negatif iken, uygunsuz yüksek (>2 mIU/ml) plazma insülin düzeyi ve/veya C –peptid düzeyinin (≥1.5 ng/ml) tespit edilmesi, glukagona abartılı >30 mg/dl glukoz yanıtının alınması ile konuldu. Annelerinde gestasyonel diyabet saptanılmış olan olgular çalışma dışı bırakıldı. SONUÇLAR:HİH 18 vakanın 10’u kız, 8’i erkekti. Bu olguların 11’yenidoğan döneminde, 6’sı süt çocukluğu döneminde, 1’i ise çocukluk döneminde tanı almıştı. Öyküde akrabalık 11 hastada vardı. Bir aileden ise iki etkilenen kardeş tanımlandı. Hipoglisemik nöbet ek sık başvuru semptomuydu (%72.2). Gestasyon yaşına göre doğum ağırlığının büyük olması 5 hastada tanımlanırken, IUBG olgularımızda yoktu. Hipoglisemi anında insülin düzeyi 3.9-88 mIU/ml aralığında, C –peptid düzeyi ise 1.3 ile 12 ng/ml aralığında tespit edildi (Tablo 1). Olgularımızın 9’u geçici özellik gösterdi ve bu olgulardan 7’si yenidoğan döneminde tanı almıştı. Yenidoğan döneminde tanı alan geçici vakalarda tedavi kesilme yaşı 14 gün ile 330 gün aralığındaydı Süt çocukluğu döneminde tanı alan 2 olgumuzda ise 4.5 ve 11.5 yaşlarda tedavi kesilebildi. İki hasta ise diazoksid tedavisine yanıtsızdı. Bu olgulardan birine cerrahi tedavi uygulandı, diğer olgu ise cerrahi tedaviyi kabul etmediğinden bu olgunun izlemi tıbbi tedavi ile sürdürüldü (Şekil 1). Diazoksid tedavisi sırasında 7 hastada hafif, 2 hastada ciddi hipertrikoz, 1 hastada sıvı retansiyonu gelişti ancak bu yan etkiler tedavi kesimini gerektirmedi. MR görüntülemede 2 hastada kortikal atrofi, 1 hastada gliotik değişiklikler saptandı. Dört hastada epilepsi, 1 hastada gelişimsel gerilik, 3 hastada motor mental retardasyon gelişti. Hastaların nörogelimisel sonuçları şekil 2’de verildi. YORUM:Bu çalışmada HIH olguların farklı klinik seyirlerinin ve farklı nörogelişimsel sonuçlarının olduğu görülmüştür. Keywords { hiperinsülinemik hipoglisemi } UPEK 2012 Sayfa 275 Bildiri No: P-134 Kategorisi: Su Metabolizması WEGENER GRANÜLOMATOZUNA BAĞLI PANHİPOPİTUARİZİM GELİŞEN BİR OLGU *Özlem Kara,*Fatma Demirel,**Banu Çelikel Acar,**Nilgün Çakar *Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji, **Çocuk Nefroloji GİRİŞ VE AMAÇ: Wegener granülomatozu (WG) multisistemik, küçük damarları tutan nekrozitan granülomatoz bir hastalıktır. Nazal veya oral mukozada inflamasyon, akciğer ve böbrek tutulumu yanında nadiren hipofiz bölgesindeki granülomlara bağlı panhipopitüitarizm kliniği ile de karşımıza çıkabilmektedir. Etyolojisi açık değildir, ancak antinötrofil sitoplazmik antikor (ANCA) ile yakın ilişkisi saptanmıştır. Burada panhipopituarizm kliniği ile başvuran ve WG tanısı alan bir olgu sunulmuştur. OLGU: 16 yaş 10 aylık kız hasta ateş, baş ağrısı, yaygın kas ve eklem ağrısı, çok su içme ve çok idrara çıkma yakınmaları ile başvurdu. Göz çevresi ve alnında bir ay önce başlayan şiddetli ağrı ve ateş nedeniyle sinüzit tanısı konulmuş ve çoklu antibiyotik tedavileri verilmişti. Son bir haftadır tabloya yaygın kas, eklem ağrıları ve poliüri-polidipsi yakınmaları eklenmişti. Öz ve soy geçmişinde herhangi bir özellik olmayan hastanın yapılan muayenesinde genel durum kötü, halsiz görünümde, zorlukla konuşuyor, yardımla yürüyebiliyordu. Vücut ağırlığı 56 kg ( 25-50 p), boy 158 cm ( 25-50 p), vücut kitle indeksi 22,4 kg/m2 (50-75 p), tansiyon 95/60 mmHg, kalp tepe atımı 102/dk, ateş 38,6 0C idi. Pubertesi evre 5 olan hastanın son iki aydır adet görmediği öğrenildi. Yapılan tetkiklerinde derin anemi, santral hipotiroidi, sekonder adrenal yetmezlik, santral diyabet insipitus saptandı ve tedavileri başlandı. Akut faz reaktanları yüksek seyreden, hematüri ve plevral effüzyonu gelişen hastanın granülomatöz hastalık şüphesi nedeniyle istenen tetkikleri sonucu renal ve solunum sistemi tutulumu olduğu görüldü, c-ANCA pozitifliği ve böbrek biyopsisinde granülomatöz hastalık ile uyumlu histolojik bulguların saptanması üzerine WG tanısı konuldu. SONUÇ: Bu olgu hipofiz bölgesinde nekrotizan kitle ve panhipopitüitarizm kliniği ile başvuran olgularda Wegener granülomatozunun da düşünülmesi gerektiğini vurgulamak amacı ile sunulmuştur. Keywords { antinötrofilik stoplazmik anti, panhipopitüitarizm, wegener granülomatozu } UPEK 2012 Sayfa 276 Bildiri No: P-135 Kategorisi: Su Metabolizması UYGUNSUZ ADH SALINIMINA BAĞLI HİPONATREMİK KONVÜLZİYON KLİNİĞİ İLE BAŞVURAN SANTRAL ADRENAL YETMEZLİK OLGUSU *Saygın Abalı,*Belma Haliloğlu,*Zeynep Atay,*Abdullah Bereket,*Serap Turan * Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji Giriş Hiponatremi farklı sistem hastalıklarına bağlı gelişebilmekte ve konülziyonlar ile başvurabilmektedir. Hiponatremi, primer adrenal yetmezliklerde sık görülmekle birlikte, santral adrenal yetmezliğe bağlı nadiren ortaya çıkmakta ve genellikle ilk prezentasyon hiponatremi ile olmamaktadır. Burada doğumdan itibaren tekrarlayan konvülziyonları, nöromotor gelişim geriliği ve ağır boy kısalığı olan, bunlara rağmen nöbet sırasında alınan tetkiklerinde hiponatremi saptanması sonucu çoğul hipofizer hormon eksikliği tanısı alan bir hasta sunulmuştur. Olgu Nöromotor geriliği olan, epilepsi nedeniyle valproat kullanan 17 11/12 yaşında hasta nöbet geçirme nedeniyle acile başvurdu. Acil müdahalesi yapılan ve antikonvülzan ile nöbeti kontrol altına alınan hastada hiponatremi saptandı (Na: 120 mEq/L, K: 3.6 mE/L). Dehidratasyonu olmayan, idrar dansitesi ve idrar sodyumu yüksek (154 meq/L) olan hastada tablo uygunsuz ADH ile uyumlu idi. Uygun sıvıelektrolit tedavisi ile normonatremi sağlandı ancak sodyum desteği azaltılınca hiponatremisi tekrarladı. Özgeçmişinde zamanında düşük tartılı makat geliş olarak normal spontan yolla mekonyumlu doğduğu, doğduktan sonra ağlamadığı, bir ay Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi’nde kaldığı ve burada nöbetlerinin tespit edildiği öğrenildi. Konuşma ve yürümesinin dört yaşında başladığı ve öğrenme güçlüğü olduğu belirtildi. Fizik muayenesinde Boy:137.3 cm (-5.39 SD), testisleri bilateral 2 cc olarak saptandı. Ağır boy kısalığı ve hipogonadizmi olan hastanın tetkikleri yapıldı. Düşük doz ACTH testine yeterli kortizol yanıtı alınamayan (pik kortizol; 13 μg/dl) hastanın verilen ilk metil prednizolon dozu sonrasında sodyumu 143 mEq/L’ye yükseldi, sodyum replasmanı ihtiyacı kalmadı ve hiponatremi tekrarlamadı. Hidrokortizon replasmanı ile tedaviye devam edildi. Sonrasında santral hipotiroidisi için (sT4 0.44 ng/dl, TSH 6.53 uIU/ml) L-tiroksin ve büyüme hormonu eksikliği için (pik büyüme hormonu 0.1 mg/dl) replasmanı başlandı. Sella MR “empty sella” ile uyumlu idi. Hastanın dış merkezdeki dosyaları incelendiğinde dokuz yaşında boy kısalığı nedeniyle istenen tetkiklerinde kemik yaşı 3, TT4:6.1 mcg/dl (N:4.5-10.9), ST4: 0.61 ng/dl (N:0.891.8) TSH: 2.84 mIU/ml (N:0.35-5.5) saptandığı ve bunların normal olarak değerlendirildiği görüldü. Sonuç Tedaviye dirençli hiponatremilerde adrenal yetmezlik ve/veya hipotiroidi mutlaka düşünülmelidir. Her iki durum da uygunsuz ADH ile karışabilir. Ayrıca, gelişme geriliği ve epilepsisi olan kronik hastalarda hâlâ, altta atlanmış metabolik nedenlerin de olabileceği unutulmamalıdır. Keywords { hiponatremi, santral adrenal yetmezlik } UPEK 2012 Sayfa 277 Bildiri No: P-136 Kategorisi: Ergenlik SANTRAL PUBERTE PREKOZLU ÇOCUKLARDA GNRH ANALOG TEDAVİSİNİN ÖN HİPOFİZ HORMONLARINA ETKİSİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ *H. Nur Peltek Kendirci,*Sebahat Yılmaz Ağladıoğlu,*Aşan Önder,*Veysel N. Baş,*Semra Çetinkaya, *Zehra Aycan *Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Ankara Çocuk Endokrinoloji Kliniği Giriş ve Amaç:Santral puberte prekoz (SPP) tedavisinde uzun yıllardır kullanılmakta olan GnRH analogları (GnRHa)’nın gonadotropinler dışındaki hipofiz hormonlarına etkileri ile ilgili çocuklarda yapılmış kapsamlı bir çalışma yoktur. Bu çalışmada SPP’lu kızlarda GnRHa tedavisinin ön hipofiz hormonları üzerine etkilerinin incelenmesi amaçlandı. Hastalar ve Metod:SPP tanısıyla GnRHa (Leuprolide asetat, Lucrin depot®, 28 günde bir 3,75 mg intamuskular veya subkutan) tedavisini en az 6 ay süreyle kullanan 62 kız hasta çalışmaya dahil edildi. Tüm hastalardan tedavi öncesi ve tedavi almaktayken, her 3 ayda bir klinik değerlendirmeye ilaveten; serum ACTH, kortizol, TSH, sT3, sT4, IGF-1 ve IGFBP-3, PRL (15 dakika ara ile üç kan örneği) ölçümü yapıldı. Tedavi öncesi ile tedavi sırasındaki hormon düzeyleri arasındaki farklılıklar dağılım normalse paired-t test, dağılım normal değilse Wilcoxon Testi ile değerlendirildi. Bulgular:Hastaların tedavi başlama yaşları 7,9±1,3 (4,3-10) yıl, tedavi başlangıcında kemik yaşları 9,5±1,9 (4,1-12) yıl idi. GnRHa tedavisinin ilk 9 ayında prolaktin düzeyinin tedavi başlangıcındaki düzeye göre yüksek olduğu, ancak sadece tedavinin 3. ayındaki yüksekliğin istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptandı. Ayrıca tedavi başlangıcında 2 (%3,2) hastada hiperprolaktinemi mevcutken tedavinin farklı zamanlarında bu hastalar dışında 11 hastada (%17,7) hiperprolaktinemi geliştiği gözlendi. GnRHa ile tedavinin TSH salınımını etkilemediği, ancak sT3 düzeyinde tedavi başlangıcına göre azalma, sT4 düzeyinde ise tedavinin 9. ayından sonra artışa neden olduğu ve bu değişikliklerin normal sınırlar içinde kaldığı görüldü. GnRHa’nun ACTH salınımını tedavinin 6 ve 15.aylarında azalttığı, ancak normal sınırın altına düşürmediği, kortizol düzeyini ise etkilemediği bulundu. GnRHa tedavisinin 6. aydan sonra IGF-1 düzeyini artırırken IGFBP-3 düzeyini azalttığı saptandı. Sonuç:Bu çalışmada GnRHa tedavisinin %17,7 oranında hiperprolaktinemiye neden olurken, büyüme hormonu, TSH, ACTH gibi diğer ön hipofiz hormonları ve serum kortizol düzeyi üzerine anlamlı bir etkisinin olmadığı ve sT3 ve sT4 düzeylerini normal sınırlar içinde kalmak suretiyle, TSH’dan bağımsız olarak etkilediği sonucuna varıldı. Bu nedenle GnRHa tedavisi alan hastalarda izlemde özellikle prolaktin düzeyinin denetlenmesinin uygun olacağı düşünüldü. UPEK 2012 Sayfa 278 Bildiri No: P-137 Kategorisi: Ergenlik GNRH ANALOĞU İLE TEDAVİ EDİLEN SANTRAL PUBERTE PREKOZLU HASTALARDA TEDAVİ ETKİNLİĞİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ *H. Nur Peltek Kendirci,*Sebahat Yılmaz Ağladıoğlu,*Veysel N. Baş,*Aşan Önder,*Semra Çetinkaya, *Zehra Aycan *Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Ankara Çocuk Endokrinoloji Kliniği Giriş ve Amaç:Santral puberte prekozda (SPP), GnRH analoglarından leuprolide asetat 28 günde bir 0,150,3mg/kg gibi geniş bir doz aralığında başlanabilmektedir. Genellikle uygulanan pratik yaklaşım tedaviye 28 günde bir 3,75mg dozunda başlamak ve izlemde yeterli olmazsa dozun artırılması yönünde olmakla birlikte yüksek dozlarda başlanılmasını savunan çalışmalar da mevcuttur. Bu çalışmada, 28 günde bir 3,75mg dozunda kullanılan leuprolide asetat tedavisinin etkinliğinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Hastalar ve Metod:Çalışmaya SPP tanısı alan ve GnRHa (Leuprolide asetat, Lucrin depot® ) tedavisi başlanan 7,9±1,3 (4,3-10) yaşta 62 kız hasta alındı. Hastalara 28 günde bir 3,75mg dozda leuprolide asetat tedavisi başlandı. Tedavi etkinliği, 3 ayda bir yapılan muayenelerdeki antropometrik veriler, pubertal bulgulardaki ilerlemenin yanı sıra GnRHa testi ve gerekirse LH-RH testi ile değerlendirildi. GnRHa testinde pik LH düzeyi≥3mIU/mL, LH-RH testinde pik LH düzeyi≥2mIU/mL ise HHG ekseni baskılanmamış kabul edildi ve klinik bulgular da dikkate alınarak tedavi dozu artırıldı. Bulgular:28 günde bir 3,75mg dozunda uygulanan leuprolide asetat tedavisi ile hastaların %85,5’unda HHG ekseninde yeterli baskılanma sağlanırken, yalnızca %14,5 hastada doz artırılması gerekti. HHG ekseninde baskılanma olan ve olmayan hastaların özelliklerine bakıldığında (Tablo 1); baskılanma olmayan hastaların tedavi öncesi bazal LH ve E2 düzeylerinin anlamlı yüksek olduğu bulundu. Ayrıca bu hastaların yaşlarının daha büyük ve kilolarının fazla olması nedeniyle ilaç dozunun 0,15 mg/kg/28 gün’ün altında kaldığı görüldü. Sonuç: SPP tedavisinde, tüm hastalara yüksek doz leuprolide asetat başlanmasının gerekli olmadığı, 28 günde bir 3,75mg ile tedaviye başlanıp, izlemde gerekirse doz artırılmasının daha uygun bir yaklaşım olduğu sonucuna varıldı. Tedavi öncesi serum LH ve E2 düzeyleri belirgin yüksek, yaşları büyük ve dolayısıyla vücut ağırlıkları fazla olan çocuklarda ağırlıkları dikkate alınarak doz hesaplamalarının yapılmasının ve dozun 0,15mg/kg/28gün'ün altına inmemesinin daha uygun olacağı düşünüldü. Tablo 1: HHG ekseninde baskılanma olan ve olmayan hastaların özellikleri (Ortalama±SD) HHG ekseninde Baskılanma olan (n=53) p Baskılanma olmayan (n=9) Takvim yaşı (yıl) 7,85±1,14 8,69±1,06 0,32 Kemik yaşı (yıl) 9,36±2,01 10,6±1,47 0,16 VKİ SDS 0,89±0,94 0,92±0,86 0,95 Bazal LH (mIU/mL) 1,05±1,25 2,2±3,31 0,00 Pik LH (mIU/mL) 9,04±8,99 11,12±10,65 0,44 E2 (pg/mL) 26,7±12,9 32,9±24,02 0,00 Leuprolide asetat dozu (mg/kg/28 gün) 0,13±0,14 0,11±0,02 0,47 UPEK 2012 Sayfa 279 Bildiri No: P-138 Kategorisi: Ergenlik BİLATERAL JUVENİL GİGANTOMASTİA: OLGU SUNUMU *Fatih Gürbüz,*Eda Mengen,**Serdar İskit,***Metin Yavuz,*Ali Kemal Topaloğlu,*Bilgin Yüksel *Çukurova Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi,**Çocuk Cerrahisi,***Plastik ve Rekonstriktif Cerrahi Juvenil gigantomastia, etiyolojik nedeni tam olarak açıklanamayan, sağlıklı adelösan kız çocuklarında memenin tek veya iki taraflı massif büyümesi olup, nadir görülen bir durumdur. Kesin tanısı memedeki hipertrofiyi açıklayacak nedenlerin tümünün dışlanmasıyla konulmaktadır. Tedavisi cerrahi olup, meme küçültücü cerrahi veya total mastektomidir. Meme küçültücü cerrahide nüks olma ihtimaline karşı total mastektomi kesin çözüm şeklinde durmaktadır. Burada juvenil gigantomastia tanısı alan bir olgudan bahsedilecektir. Oniki yaş, altı aylık kız hasta, son üç ayda her iki memesinde hızlı ve aşırı büyüme şikayetiyle başvurdu. İlk meme gelişimi dokuz yaşında başlayan hastanın, herhangi bir ilaç kullanım öyküsü yoktu. Fizik muayenede boy 149 cm (10-25p), vücut ağırlığı 43,3 kg (25-50p), aksiller evre 3, pubik evre 5, meme bilateral massif büyük, palpasyonda ağrılı hassas ve aşırı gergin idi. Diğer sistem muayenelerinde patoloji saptanmadı. Laboratuvar değerleri LH: 1,21 mIU/mL, FSH: 3,56 mIU/mL, estradiol: 37 pg/mL, prolaktin: 16,19 ng/mL, β-HCG: 0,34 mIU/mL, CEA: 0,32 ng/mL, CA19-9: 4,3 U/mL, CA125: 7,9 U/mL, TSH: 2,39 mIU/L, serbest T4: 1,12 ng/dL idi. Meme ultrasonografisinde ve MRI’da bilateral memede belirgin glanduler hiperplazi olduğu görüldü. Abdominal ulstrasonografide ise sağ overde yaklaşık 3,5 cm büyüklüğünde kistik lezyon harici patoloji saptanmadı. Hastaya bilateral juvenil gigantomastia tanısı konuldu. İlk olarak memedeki staz, aşırı kanlanma, hassasiyetin önüne geçmek ve cerrahi tedaviyi kolaylaştırmak amacıyla Tamoksifen sitrat 20 mg/gün tedavi başlandı. İki ay medikal tedavi sonrası bilateral memede gözle görülür bir küçülme mevcuttu. Memedeki hassas ve ödemli görünüm kaybolmuş, stazın gerilemesine bağlı ciltteki hiperemi ve nekroze olmaya başlayan görüntü tamamen gerilemişti. Palpasyonla hassas ve ağrılı meme dokusu kalmamıştı. Hastaya iki aylık medikal tedavinin ardından bilateral subkutan mastektomi cerrahisi uygulandı. Daha sonrasında ise kademeli rekonstriktif cerrahi planlandı. Sonuç olarak Juvenil gigantomastia nadir görülen bir durum olup, hastalığın tedavisinde medikal ve cerrahi birlikteliği ile yüz güldürücü sonuç alınabilmektedir. Keywords { juvenil gigantomastia, adelösan, tamoksifen sitrat } Resim 1. Tedavi öncesi UPEK 2012 Sayfa 280 Bildiri No: P-139 Kategorisi: Ergenlik ÜNİVERSİTE HASTANEMİZ ADÖLESAN KLİNİĞİNDE TANI ALAN PUBERTAL JİNEKOMASTİLİ OLGULARIMIZIN GENEL ÖZELLİKLERİ *Tolga Altuğ ŞEN,**Adnan NARCI,***Ayşegül BÜKÜLMEZ,***Meltem UĞRAŞ,***Ali AKSOY,***Evrim GÜRHAN TAHTA,***Özlem GÜRAKSIN,***Faruk ALPAY *Afyon Kocatepe Üniverstesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji ve Metabolizma Bilim Dalı,**Çocuk Cerrahisi,***Çocuk Sağlığı-Hastalıkları Pubertal jinekomasti adölesan erkek çocuklarda memedeki duktal yapıların proliferasyonu sonucu oluşan ve sıklıkla da benign seyirli bir meme büyümesidir. Genellikle orta pubertede başlar, en sık 13-14 yaşlar arasında görülür, farklı toplumlarda sıklığının değişken olduğu bilinmektedir (%4 %69). Polikliniğimizde Ocak 2007 – Mayıs 2012 tarihleri arasında pubertal jinekomasti tanısı almış olan 62 olgu geriye dönük olarak incelendi. Aynı kişi tarafından yapılan fizik muayene ölçümleri ve ultrasonografi bulguları değerlendirildi, hiçbir olguda tümöral oluşum saptanmadı. Olguların yaş ortalaması 14,1±2,2 yıl olup, ortalama vücut ağırlıkları 56,5±9,8 kg, ortalama boyları 158,9±11,2 cm, vücut kitle indeksleri 23,3±2,7 kg/m2 idi. Pubik kıllanma evresine göre değerlendirildiğinde olguların 5’i (%8) pubik kıllanmanın 5. evresinde, 19’u (%30) pubik kıllanmanın 4. evresinde, 30’u (%48) 3. evresinde, 8’i (%13) 2. evresinde idi. Olguların 18’inde (%29) meme büyümesi tek taraflı, kalan 44’ünde (%71) iki taraflı idi. Olguların 46’sında (%74) ölçülen glandular doku çapı 2 cm ve üzerinde, 16’sında (%26) 2 cm’nin altında idi. Hormon düzeyleri ortalamalarına bakıldığında FSH 3,0±1,7 mIU/ml, LH 2,7±1,4 mIU/ml, prolaktin 10,5±5,4 ng/ml, estradiol 20,4±10,2 pg/ml, total testosteron 228,9±159,5 ng/ml, serbest testosteron 3,8±2,5 pg/ml idi. Olguların β-HCG, α-fetoprotein düzeyleri normal sınırlarda bulundu. Olguların 40’ında (%65) tedavi uygulanmaksızın spontan gerileme olduğu saptanmış, bu olguların ortalama pubertal jinekomasti süresi 3,2±1,8 yıl olarak hesaplanmıştır. Olgularımız için medikal tedavi tercih edilmemiştir. En az 4 yıllık izlem sonucu meme dokusu gerilemeyen, glandular doku çapı 4 cm ve üzerinde olan 4 olguya pediatrik cerrahlar tarafından subkütan mastektomi uygulanmış, kozmetik açıdan başarılı sonuçlar alınmıştır. Keywords { puberte, jinekomasti } UPEK 2012 Sayfa 281 Bildiri No: P-140 Kategorisi: Ergenlik X’ E BAĞLI KONJENİTAL ADRENAL HİPOPLAZİ VE HİPOGONADOTROPİK HİPOGONADİZM: DAX1 GEN MUTASYONU OLAN BİR HASTA *Gönül Çatlı,*Ahmet Anik,*Ayhan Abacı,*Ece Böber *Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji X’e bağlı konjenital adrenal hipoplazi erişkin adrenal korteksin kalıtımsal gelişim bozukluğuyla karakterize, DAX1 genindeki fonksiyon kaybı sonucu ortaya çıkan ve sıklıkla hipogonadotropik hipogonadizm ile ilişkili olan bir hastalıktır. Bu vaka raporunda, iki aylıkken tuz kaybı ve primer adrenal yetmezlik ile başvurup takipte hipogonadotropik hipogonadizm tanısı alan ve DAX-1 gen mutasyonu saptanan bir olgu sunulmuştur. İki aylık erkek hasta kusma ve kilo alamama şikayeti nedeniyle çocuk acile getirildi. Özgeçmiş ve soygeçmişinden, miyadında 3250 gr olarak doğduğu, anne ve baba arasında akrabalık olmadığı ve benzer şikayetleri olan iki erkek kardeşinin tanı almadan öldüğü öğrenildi. Fizik muayenesinde, VA: 4020 gr (-1.28 SDS), boy: 56 cm (-0.25 SDS), ön fontanel çökük, ağız mukozası kuru idi. Laboratuar incelemesinde, hiponatremi, hiperpotasemi saptandı. Plazma glukoz, ACTH, serum kortizol, 17-OH progesterone, DHEASO4 düzeyleri normal saptandı. Standart doz ACTH stimulasyon testine kortizol yanıtı yetersizdi (pik kortizol 14 ng/mL). Adrenal yetersizlik düşünülerek hidrokortizon ve fludrokortizon tedavisi başlandı. İzlemde 14 yaşına girmesine rağmen pubertal bulguların başlamaması nedeniyle yapılan LHRH testine prepubertal yanıt alındı. Hipogonadotropik hipogonadizm düşünülerek testosterone tedavisine başlandı. Konjenital adrenal hipoplazi ve hipogonadotropik hipogonadizm birlikteliğinden dolayı DAX-1 gen mutasyonu çalıştırıldı. DAX1 geninin 1. ekzonunun C terminalinde 423DelG mutasyonu saptandı. Sonuç olarak; soy geçmişinde açıklanamayan ölüm öyküsü olup süt çocukluğu döneminde adrenal yetersizlik tanısı alan olgularda (i) ayırıcı tanıda konjenital adrenal hipoplazi (DAX1 gen mutasyonu) düşünülmeli, (ii) bu vakalar uzun dönemde hipogonadotropik hipogonadizm açısından izlenmeli ve (iii) DAX-1 mutasyonu saptanan vakaların ebeveynlerine genetik danışma verilmelidir. Keywords { DAX1 , konjenital adrenal hipoplazi, hipogonadotropik hipogonadizm } UPEK 2012 Sayfa 282 Bildiri No: P-141 Kategorisi: Ergenlik İDİYOPATİK SANTRAL PUBERTE PREKOKS TANISI ALAN ÇOCUKLARDA GNRH ANALOG TEDAVİSİNİN VÜCUT KİTLE İNDEKSİ ÜZERİNE ETKİSİ. *Ahmet Anık,*Gönül Çatlı,*Ayhan Abacı,*Ece Böber *Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Amaç:Bu çalışmada, idiyopatik santral puberte prekoks (SPP) tanısı alan kız çocuklarında, GnRH analog tedavisinin vücut kitle indeksi (VKI) üzerindeki etkisini değerlendirmeyi amaçladık. Materyal ve Metod: Takvim yaşı <8 yıl olan ve meme büyümesi şikayeti ile başvuran hastaların dosya kayıtları retrospektif olarak incelendi. Tanı öncesi her vakanın bazal gonadotropin düzeyleri, kemik yaşları ve pelvik ultrsonografi tetkikleri kayıt edildi. Puberte prekoks şüphesi olan vakalara LHRH testi yapıldı. LHRH testine pubertal yanıt alınan ve hipofiz görüntülemesi normal saptanan olgular idiyopatik puberte prekoks olarak değerlendirildi. Puberte prekoks tanısı alan vakaların tedavi öncesi ve sonrası (tedavinin 12. ay) VKI, VKI SDS, obezite ve aşırı kiloluk oranları değerlendirildi. VKI değerleri CDC verilerine göre değerlendirildi. VKI persentili, 85-95 p aralığında olan vakalar aşırı kilolu, >95 p olan vakalar obez olarak değerlendirildi. Sonuçlar: Çalışmaya, idiyopatik santral puberte prekoks tanısı alan 32 kız vaka alındı. Şikayetlerinin başlama yaşı 7.6±1.21 yıl olarak saptandı. GnRH analog tedavisine başlama yaşı 8.5±1.2 yıl ve tanı anındaki kemik yaşı 11.2±1.3 yıl olarak saptandı. Tedavinin birinci yılında tedavi öncesine göre VKI SDS değerlerinde artma eğilimi saptanmasına karşın, bu artış istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (0.82±0.97 & 1.12±0.90, p=0.084) Buna karşın VKI değerlerinde tedavinin birinci yılında istatistiksel olarak anlamlı artış saptandı (19.16±2.8 &20.7 ±3.4, p=0.001). Tedavi öncesi vakaların %37.5’u (12/32) aşırı kilolu, %21.9’u (5/32) obez olarak değerlendirilirken, tedavinin birinci yılında vakaların %34.4’u aşırı kilolu (11/32), %31.3’u obez olarak değerlendirildi (p=0001). Sonuç: İdiyopatik santral puberte prekoks tanısı alan vakaların 1/3’ü tanı anında aşırı kilolu ve obez olmasına karşın, GnRH analog tedavi SPP tanısı alan vakalarda istatistiksel olarak anlamlı kilo artışına neden olmaktadır. Bu nedenle, bu vakaların metabolik durumları tedavi boyunca yakın izlenmeli ve tedavi süresince diyet ve egzersiz programı ile kilo kontrolü sağlanmalıdır. Keywords { GnRH analog tedavisi, santral puberte prekoks, obezite } UPEK 2012 Sayfa 283 Bildiri No: P-142 Kategorisi: Ergenlik TUBER SİNERİUM HAMARTOMU VE SANTRAL PUBERTE PREKOKS OLGU SUNUMU *Beray Selver Eklioğlu,*Mehmet Emre Atabek,*Nesibe Akyürek *Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji ve Diyabet Bilim Dalı Giriş: Puberte prekoks kızlarda 8 yaşından önce sekonder seks karakterlerinin, 10 yaştan önce menstruasyonun varlığı olarak tanımlanmıştır.Etiyolojide organik nedenler kızlarda sık değildir. Hipotalamik hamartom en sık görülen patolojilerdendir. Hamartom, konjenital non-neoplastik ve tümör benzeri lezyondur. Bu olgu puberte prekoksun küçük yaşta ortaya çıkması ve organik bir lezyona bağlı olması nedeniyle sunulmuştur. Olgu sunumu: Oniki aylık kız hasta 11 aylık iken başlayan vajinal kanama şikayeti ile çocuk endokrinoloji polikliniğine başvurdu. Anne baba arasında akrabalık yoktu. Öyküsünden C/S ile miadında 3500 gr doğduğu, sistemik bir hastalığının olmadığıöğrenildi. Fizik muayenede boyu 80 cm (1,95 SDS), ağırlığı 12 kg(1,99 SDS), Meme gelişimi Tanner evre 2 ve pubik kıllanma Tanner evre 1 olarak saptandı. Aksiller kıllanma yoktu. Nöromotor gelişimi, bilişsel gelişimi ve sistemik muayenesi normal idi. Bazal LH, FSH ve estradiol seviyeleri sırasıyla 2.83 m IU / mL ; 3,84 m IU / ml; 70 pg / ml idi. Kemik yaşı 2 yaş ile uyumlu idi. Hipofiz MR incelemesinde tuber sineriumda hamartom tespit edildi. Tümör rezeksiyonundan bir ay sonra LH, FSH ve estradiol seviyeleri sırasıyla 0.53 m IU / mL ; 5.35 m IU / ml; <20 pg / ml idi. Tartışma: Bu makalede tuber sineriumda bulunan hamartomun santral puberte prekoksa neden olduğu kız olguyu nadir görülmesi nedeniyle bildirdik. Keywords { Santral puberte prekoks, hamartom, çocuk } UPEK 2012 Sayfa 284 Bildiri No: P-143 Kategorisi: Ergenlik RETT SENDROMU ve SANTRAL PUBERTE PREKOKS (OLGU SUNUMU) *Veysel Nijat Baş,*Semra Çetinkaya,*Sebahat Yılmaz Ağladıoğlu,**Başak Gülpınar,*Zehra Aycan Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji Kliniği,**Dr. Abdurrahman Yurtaslan Onkoloji Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi Radyoloji Kliniği Giriş: Rett Sendromu (RS) X’ e bağlı dominant geçiş gösteren doğumdan sonra 6-18 aylarda normal özelliklerde olan fakat daha sonra kazanılmış becerilerin azalması veya kaybı, gelişimde belirgin gecikme, el stereotipileri, yürüyüş ve gövde apraksisi ile karakterize bir sendromdur. Hastaların %95-97’sinde methyl- CpG- binding protein 2’yi kodlayan gende mutasyon saptanır. Rett sendromlu hastalarda hipotiroidi ve büyüme hormon eksikliği gibi endokrin sorunlar yalnızca olgu sunumları biçiminde bildirilmektedir. Burada RS tanısı ile izlenen kız hastada santral puberte prekoks birlikteliği daha önceden bildirilmemiş olduğundan sunulmaya değer bulunmuştur. Olgu: Altı yaşında kız hasta Rett sendromu tanısı ile Nöroloji kliniğinde izlenmekteyken immobiliteye sekonder olası osteoporoz nedeniyle endokrinoloji bölümüne konsulte edildi. Prenatal ve natal öyküsünde özellik yoktu. Hastanın 1,5 yaşına kadar normal gelişim gösterirken, sonrasında nöbetlerinin başladığı, tüm motor becerilerinde kayıplar gözlendiği ve genetik çalışmasında MECP2 geninde C455G P152G mutasyonu saptanarak Rett Sendromu tanısının kesinleştiği öğrenildi. Fizik incelemesinde; Rett sendromunun tipik hareketleri olan el çırpma ve bükmeleri içeren otomatizmalar dikkat çekmekteydi. Boy: 117 cm (50-75p), vücut ağırlığı: 17 kg (3-10p), baş çevresi: 48,5 cm (<3 p), kemik yaşı 9 yaş ile uyumlu bulunan hastanın meme gelişimi ve pubik kıllanması Tanner evre III olarak değerlendirildi. Laboratuvar incelemesinde; bazal LH 0,2 mIU/ml, FSH 1,1 mIU/ml ve estradiol 36 pg/ml bulundu. LH-RH uyarı testine pubertal yanıt alındı ( Zirve LH 32 mIU / ml, FSH 26 mIU / ml). Pelvik ultrasonografide uterus ve over boyutları pubertaldi. Kranial ve hipofiz MRG’de beyin volümünde azalma görüldü. Bu bulgular ile santral puberte prekoks olarak değerlendirilen hastaya GnRH analog tedavisi başlandı. Sonuç: Erken ergenlik ve Rett sendromu birlikteliği daha önce bildirilmemiş olup, aydınlatılması için daha fazla deneyimin gerekli olduğu kanısındayız. Keywords { Rett sendromu , puberte prekoks } UPEK 2012 Sayfa 285 Bildiri No: P-144 Kategorisi: Ergenlik ARAKNOİD KİSTE İKİNCİL SANTRAL PUBERTE PREKOKS TANISI ALAN 18 AYLIK BİR OLGU SUNUMU *Özge Yüce,*Hamdi Cihan Emeksiz,*Nurullah Çelik,*Esra Döğer,*Orhun Çamurdan,*Peyami Cinaz, *Aysun Bideci *Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi GİRİŞ: Santral puberte prekoks, hipotalamus-hipofiz-gonad aksının pubertal aktivasyon göstermesi sonucu pubertede beklenen fiziksel değişikliklerin normal populasyonda görülmeye başladığı yaş ortalamasından 2,5 SD’den daha öne kayması olarak tanımlanmaktadır. Burada araknoid kiste ikincil santral puberte prekoks gelişen bir olgu anlatılacaktır. OLGU: Yaşıtlarına göre iri olması ve hızlı büyüme şikayeti ile polikliniğimize 18 aylıkken başvuran erkek hastanın öyküsünden rutin muayenelerinde büyüme eğrilerinin üst sınırlarda olması nedeni ile iri bebek sendromları açısından değerlendirilmek üzere çocuk endokrinoloji bölümüne sevk edildiği öğrenildi. Öz ve soygeçmişinde herhangi bir özellik olmayan hastanın başvuruda takvim yaşı 1 yaş 6 ay, boy yaşı 2 yaş 6 ay, kemik yaşı 3 yaş idi. Fizik muayenesinde; vücut ağırlığı +2,6 SDS, boy +2,4 SDS, Pubis Tanner evre 1, testis volümleri 4/4 ml, gerilmiş penis boyu 4 cm (50-90 persentil), nörolojik değerlendirmesi ise normaldi. Puberte prekoks tanısı ile yapılan LHRH testinde LH pik yanıtı 7,2 IU/L idi. Mevcut klinik ve laboratuvar bulguları ile santral puberte prekoks tanısı konan hastanın etiyopatogeneze yönelik çekilen kranial MR’ında sol temporal lobda verteks düzeyine kadar ulaşan ve bası etkisi yapan araknoid kist saptandı. Beyin cerrahisi tarafından opere edildikten 3 ay sonraki kontrolünde takvim yaşı 2 yaş 6 ay, boy yaşı 3 yaş 6 ay iken kemik yaşı 4 yaş ile uyumlu, puberte muayenesinde ise herhangi bir değişiklik yoktu. Postoperatif klinik bulgularında ilerleme olmayan hastanın izlemine poliklinik kontrolleri ile devam edilmektedir. SONUÇ: Puberte prekoks tanısı alan kız çocuklarının % 90’dan fazlası, erkeklerin ise yaklaşık yarısı santral puberte prekoksdur. Santral puberte prekoksun kız hastalarda en sık nedeni idiyopatik iken erkeklerde organik patoloji saptanma olasılığı yüksektir. Bu nedenle özellikle intrakraniyal patolojileri değerlendirmek üzere görüntüleme yapılması tedavi seçimi ve izlem açısından önemlidir. Keywords { Araknoid Kist, Santral Puberte Prekoks, İri Bebek Sendromları } UPEK 2012 Sayfa 286 Bildiri No: P-145 Kategorisi: Ergenlik MOZAİK TRİZOMİ X/TETRAZOMİ X SENDROMU VE PREMATÜR OVER YETMEZLİKLİ ADÖLESAN OLGU *Ala Üstyol,*Figen Günindi,*Cengiz Kara, *Murat Aydın *Ondokuz Mayıs Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı Prematür over yetersizliği (POY) nedenleri arasında yer alan X kromozom bozuklukları; Turner sendromu ve varyantları, parsiyel delesyonlar, X/otozomal kromozom translokasyonları ve trizomi X dir. Trizomi X sendromu 1/1000 doğumda bir görülmektedir. Tüm olguların yaklaşık % 10 kadarında 47,XXX/48,XXXX i de içeren farklı mozaik kombinasyonlar ve klinik-fenotipik varyasyanlar bulunabilir. POY ile trizomi X sendromunun birlikte tanımlandığı olguların yaş aralığı 19-40 arasında yer almaktadır. Burada ise nadir olarak adelosan yaşta başvuran bir olgu sunulacaktır. OLGU: Onbeş yaşındaki hasta adet görememe yakınmasıyla başvurdu. Menarşı 13 yaş olan hastamız sonrasında sadece iki siklus görmüş. Öz geçmişinde SGA doğum öyküsü, dil ve motor gelişiminde gecikmesi var. Fizik bakıda ağırlık:45kg(3-10p) boy:163cm(50-75p). Meme gelişimi Tanner evre 4, pubik kıllanma evre 4’tü. Önikoid görünümüyle birlikte klinodaktilisi, düşük saç çizgisi, epikantal kıvrımı, yüksek damağı, pesplanusu, hallus valgusu mevcuttu. Diğer sistem bakıları ile işitme ve görme muayeneleri normal bulundu. CATELLA 2 testinde hafif mental retardasyon saptandıdi. Labaratuvar değerlendirmesi: FSH:88 (mIU/ml), LH:37,9 mIU/ml, E2:9 pg/ml, T3, T4, TSH ve tiroid oto antikorları normal bulundu. Pelvik USG de uterus 19x36x60 mm boyutlarında, overler değerlendirilemedi. EKO normaldi. Batın içi organlar ve böbrekler normaldi.. Karyotipi 47,XXX/48,XXXX olarak belirlendi. Hormon replasman tedavisi ile menstrual düzen sağlandı. SONUÇ: Prematür over yetersizliği olgularında trizomi X oranı %3 olarak verilmektedir. Bu olguların genellikle pubertal başlangıçlarının ve seksüel gelişimlerinin normal zamanda olduğu, over yetmezliğinin ise daha ilerleyen yaşlarda geliştiği belirtilmektedir. Olgumuzda olduğu gibi trizomi X sendromlu olgularda ovariyan yetmezlik nadiren de olsa adolesan çağda da gelişebilmektedir. Özellikle fenotipik bulguları benzer ve mental geriliği olan hastalar olmak üzere prematürover yetmezliği tesbit edilen hastalarda trizomi X in etyolojide hatırlanarak karyotip çalışmanın gerekliliğini vurgulamak istedik. Keywords { trizomi x, prematür over yetmezliği, adölesan } UPEK 2012 Sayfa 287 Bildiri No: P-146 Kategorisi: Ergenlik ÇOCUKLUK ÇAĞINDA NADİR ADNEKSİYAL KİST NEDENİ: PARAOVARYAN KİST *Meltem Didem Çakır,**Şule Yalçın,*Ayfer Alikaşifoğlu,**İdil Rana User,***Zuhal Akçören,*Alev Özön, *Nazlı Gönç,*Nurgün Kandemir *Hacettepe Üniversitesi Pediatrik Endokrinoloji,**Pediatrik Cerrahi,***Pediatrik Patoloji GİRİŞ: Paraovaryan kistler, adneksial kistlerin nadir nedeni olup fallop tüpü ile over arasındaki broad ligamentindeki mezonefrik ve paramezonefrik kalıntılardan gelişmektedir. Çocukluk çağında son derece nadir olup, tanısı patolojik inceleme ile konulmaktadır. Burada bilateral over kisti ön tanısı olup paraovaryan kist tanısı alan olgu sunulmaktadır. OLGU: Dört aydır tekrarlayan karın ağrısı yakınması olan 14 yaşındaki olgu, ağrı şiddetinin giderek artması nedeniyle başvurdu. Fizik muayenede morbid obezite ( ideal ağırlığının %149’unda), akantozis nigrikans, batında her iki alt kadranda hassasiyet mevcuttu. Meme gelişimi evre 3 ile uyumlu olup henüz adet görmemişti. Pelvik USG’de her iki over lojunda solda 12x7x10 cm, sağda 14x8x10 cm boyutlarında, doppler incelemede duvarlarında vaskularizasyon saptanmayan ince duvarlı kistler saptandı. Laboratuvar bulgularında, FSH: 3,1 mIU/ml LH: 2,11 mIU/ml, Estradiol: 11 pg/ml olup serum ACTH, kortizol, testosteron, DHEASO4, 17 OH progesteron, androstenedion düzeyleri normaldi. Over torsiyonu ekarte edilememesi üzerinde yatırılarak izleme alındı. İzlemde karın ağrısı düzelen olguya USG eşliğinde kist drenajı yapılarak 350 ve 450 ml berrak sıvı aspire edildi. Kontrol USG’de her iki overde 8x5 cm kistlerin sebat ettiği görüldü. Laparotomi ile bilateral kist eksizyonu yapıldı. Patolojik değerlendirmede kist duvarının silyalı prizmatik epitel olan tuba uterina epiteli ile döşeli olduğu görüldü, paraovaryan kist tanısı aldı. SONUÇ: Paraovaryan kistler çocukluk çağının çok nadir adneksiyal kitle nedenidir. Literaturde bildirilen olgular tek taraflı olup karın ağrısı ve torsiyon sonucu tanı almaktadır. Malignensi ve torsiyon riski nedeniyle tedavide cerrahi eksizyon önerilmektedir. Olgumuz da karın ağrısı ile başvurup, bilateral over kisti ön tanısı almış, cerrahi sonrası patolojik incelemede paraovaryan kist olduğu anlaşılmıştır. Adneksiyal kist tanısı alan olgularda ayırıcı tanıda paraovaryan kist de göz önünde bulundurulmalıdır. UPEK 2012 Sayfa 288 Bildiri No: P-147 Kategorisi: Ergenlik PUBERTE PREKOKSLU ERKEK OLGULARIN ETYOLOJİK DEĞERLENDİRMESİ *Ayfer Alikaşifoğlu,*Doğuş Vurallı,*Nazlı Gönç,*Hüseyin Demirbilek,*Alev Özön,*Nurgün Kandemir *Hacettepe Üniversitesi Çocuk Endokrinoloji Giriş ve Amaç: Santral puberte prekoks (SPP) erkek çocuklarda nadir görülüp sıklıkla organik bir nedene bağlıdır. Son yıllarda puberte başlama yaşının kızlarda daha erkene kaydığı bilinmekte olup erkeklerde bu konuda henüz bir fikir birliği yoktur. Erkeklerde puberte başlangıç yaşının erkene kaymasının idiopatik santral puberte prekoks olgularında sayıca artışa neden olacağı öngürülebilir. Bu çalışmada; bölümümüzde SPP tanısı konulan erkek olguların etyolojisi ve klinik özellikleri değerlendirildi. Yöntem: Çalışmaya 2003-2012 yılları arasında SPP tanısı konan yaşları 9 ay ve 11.2 yaş arası değişen 75 erkek olgu alındı. Olguların takvim yaşı (TY), boy yaşı (BY), kemik yaşı (KY), VKI-SDS, boy-SDS, Tanner evresi, gonadotropin ve testosteron seviyeleri, hipofiz MRG sonuçları değerlendirildi. Bulgular: Hastaların başvurudaki ortalama TY 9.1±2.4 yaş, BY 9.7±3.1 yaş, KY 10.6±3.0 olup şikayetlerin ortalama 2 yıl önce başladığı öğrenildi. Pubik kıllanma en sık başvuru şikayeti iken (%65.1), bunu sırasıyla peniste büyüme (%18.6) ve aksiller kıllanma (%9.3) izlemekteydi. Ortalama FSH 2.8±1.9 mIU/ml, LH 1.8±1.1 mIU/ml, testosteron seviyesi 177.9±147.7 ng/dl olarak saptandı. LHRH testi olguların %30.7’sine yapılırken, %69.3’üne LHRH testine gerek görülmeden bazal hormon seviyeleri ile tanı kondu. Santral sinir sistem görüntülemesinde olgularının %70.7’sinde herhangi bir patoloji saptanmadı. Patolojik bulgu saptanan 22 hastanın 17’sinde yer kaplayan lezyon mevcut iken, 5 hastada SSS gelişimsel anomalisi vardı. Yer kaplayan lezyonlar arasında araknoid kist, hipofizer adenom, hamartom, optik gliom, kraniofarenjiom, melanositik lezyon, pineal germinom yer almaktaydı. MRI bulguları normal olan 4 hastada dikkat eksikliği ve hiperaktivite mevcuttu. Organik nedene bağlı SPP’lu olguların başvuru yaşı idiopatik olgulardan anlamlı derecede küçük bulundu.(6.7±3.0 karşı 8.0±2.3, p=0.003) Her iki grup arasında BY, KY, VKI-SDS, Boy-SDS, puberte evresi, hormon seviyeleri açısından istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı. Sonuç: SPP’lu erkek olguların sadece üçte biri organik bir nedene bağlı olup çoğunluğu idiopatik olarak bulunmuştur. Bu iki grup arasındaki tek önemli fark organik nedenlere bağlı olan olgularda başvuru yaşının daha erken olmasıdır. Keywords { erkek puberte prekoks, Santral puberte prekoks } UPEK 2012 Sayfa 289 Bildiri No: P-148 Kategorisi: Ergenlik ERKEN ERGENLİK TANISINDA ULTRASONOGRAFİNİN DEĞERİ *Banu Küçükemre Aydın,****Alev Kadıoğlu,**Gamze Asker Kaya,***Esra Devecioğlu,*Firdevs Baş,*Şükran Poyrazoğlu,*Nurçin Saka,*Rüveyde Bundak,***Gülbin Gökçay,*Feyza Darendeliler *İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi Büyüme Gelişme ve Pediatrik Endokrinoloji B.D., **Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları A.D.,***Sosyal Pediatri B.D., ****ALKA Radyolojik Tanı Merkezi Giriş: Kız çocuklarında ergenliğin ilk belirtisi genellikle meme büyümesidir, ancak bazı vakalarda önce pubik kıllanma başlayabilir. Günümüzde sıklığı giderek artan eksojen obezite de, memede yağ dokusu artışı, büyüme hızlanması ve kemik yaşında ilerleme gibi bulgularla erken ergenliği taklit edebilir ya da bu çocuklarda ergenliğin daha erken başladığına dair yayınlar da mevcuttur. Amaç: Erken ergenlik tanısında meme ve pelvik ultrasonografinin yerini değerlendirmek. Yöntemler: Sağlam Çocuk ve Pediatrik Endokrinoloji polikliniklerinden takip edilen ve 6-9 yaşları arasında, 32 sağlıklı (Grup 1), 23 obez-aşırı tartılı (Grup 2), 16 prematür adrenarşı (PA) olan (Grup3) ve 15 obez-aşırı tartılı ve PA olan (Grup 4) toplam 86 kız çocuk çalışmaya alındı. Tüm çocukların antropometrik ölçümleri, fizik muayene ve ergenlik muayeneleri yapıldı, aynı radyolog tarafından meme ve pelvik ultrasonografi yapıldı. Tüm vakalardan LH, FSH, östradiol düzeyleri tayini için kan örnekleri alındı ve kemik yaşı ölçümü için sol el bilek grafisi çekildi. Bulgular: Çalışmaya alınan vakaların ortalama yaşı 7.8 ± 1.1 yıl ve gruplar arasında yaş, ultrasonografi verileri ve hormon düzeyleri açısından fark yoktu. Muayenede henüz meme büyümesi belirlenemediği halde ultrasonografide meme dokusu saptanan olguların gruplar arasında dağılımı benzer ve yüksekti (sırasıyla; % 87.5, % 78.9, % 83.3 ve % 100; p>0.05). Gruplarda en az bir overi ergenlik hacminde olanların (over ≥1 ml) oranı yüksek ve benzerdi (sırasıyla;% 79.2, % 68.4, % 69.2 ve % 72.7). Uterus hacmi de ergenlik büyümesi (≥1.5ml) gösterenlerin oranı Grup3 ve Grup4’te biraz daha yüksek, fakat gruplar arasında fark yoktu (sırasıyla; % 33.3, % 37.5, % 53.8 ve % 45.5). Tüm grup birlikte değerlendirildiğinde VKI SDS ile kemik yaşı (r=0.393, p=0.001) ve uterus maksimum boyutu arasında pozitif korelasyon saptandı (r=0.260, p=0.03). Sol ve sağ meme volümleri ile de serum FSH düzeyleri arasında ilişki bulundu (sırasıyla r=0.395, p=0.03 ve r=0.397, p=0.03). Sonuç: Muayenede henüz meme büyümesi saptanamadan ultrasonografik olarak daha erken yaşlarda ergenlik değişimleri gösterilebilir ve özellikle erken ergenlik açısından riskli gruplarda ultrasonografi ile de takip yapılması uygun olabilir. Keywords {erken ergenlik, obezite, prematür adrenarş, meme ultrasonografisi pelvik ultrasonografi} UPEK 2012 Sayfa 290 Bildiri No: P-149 Kategorisi: Diğer HİPERKALSEMİ İLE BAŞVURAN OTOİMMÜN POLİGLANDULER SENDROM (OPS) TİP 1 OLGUSU *Mehmet Boyraz *Şişli Etfal Eğt. Araş.Hastanesi Çocuk Endokrinoloji Giriş: Otoimmün poliglanduler sendrom (OPS) tip 1 tanısı kronik mukokutanöz kandidiyazis, hipoparatiroidizm ve adrenal yetersizlik üçlüsünden en az ikisinin varlığı ile konulur. OPS tip 1 çok nadir bir otoimmun bozukluktur. İlk olarak 1929 yılında hipoparatiroidi ve kronik mukokutanöz kandidiazis arasındaki ilişki tanımlanmıştır. Otoimmün poliglandüler sendrom OPS tip 1 genellikle otozomal resesif geçiş göstermekle beraber sporadik vakalar da bildirilmiştir. Olgu Sunumu: Kliniğimize halsizlik, hipotansiyon yakınmaları ve hiperkalsemi (kalsiyum:12.6 md/dl) bulgusuyla başvuran 15 yaşındaki genç kızın öyküsünden hipokalsemi yakınmasıyla başvurduğu merkezde kalsiyum tedavisine başlandığı ve son 6 aydır bu tedaviyi aldığı öğrenildi. Kalsiyum tedavisi kesilip hiperkalsemi tedavisine başlandı. Kalsiyumun hızlı düşmesi nedeniyle bakılan PTH’ nun 6.4 pg/ml (normal aralık 12-72 pg/ml) bulunması üzerine hipoparatiroidi tanısı konuldu. Dil ve ağız mukazasında siyaha yakın renk değişimleri olması sebebiyle bakılan ACTH >1250 pg/ml ve kortizol düzeyi sabah 08:00’de 6.56 μg/dl saptandı. Standart doz synacthen testine kortizol yanıtı alınamadı. Hipoparatiroidinin de olması üzerine OPS tip 1 düşünülerek primer adrenal yetersizliğe neden olabilecek nedenler araştırıldı ve bir neden bulunamayarak otoimmün olarak değerlendirildi. Başvurduğundaki hiperkalsemi bulgusu adrenal yetmezliğe bağlandı. Olgumuzda mukokütanöz kandidiyazis bulgularına rastlanmadı. Olguya hidrokortizon ile beraber kalsiyum ve oral d vitamini tedavisi başlandı. Olgumuz şu anda tedavisine devam etmekte, adrenal yetmezlik ve hipokalsemi bulguları olmadan izlenmektedir. Sonuç: Poliglandüler otoimmün sendromlar, endokrin ve nonendokrin organların otoimmün kökenli bozuklukları ile karakterize olup, klinik yelpazeleri çok geniştir. Otoimmün hipoparatiroidizm OPS 1’in başlangıç bulgusu olabilir. Bu nedenle erken yaşlarda hipokalsemi ile başvuran olgularda OPS tip 1 düşünülmeli ve diğer otoimmün hastalıklarla birlikteliği araştırılmalıdır. Zaman içinde otoimmün bozukluklar daha da artabileceği için hastaların uzun süreli takibi önemlidir. Keywords { hipoparatiroidi, otoimmün poliglandüler sendrom, adrenal yetmezlik } UPEK 2012 Sayfa 291 Bildiri No: P-150 Kategorisi: Diğer ROBİNOW SENDROMLU İKİ OLGU: *Fatih Gürbüz,*Eda Mengen,*Ali Kemal Topaloğlu,*Bilgin Yüksel *Çukurova Üniversitesi Çocuk Endokrinolojisi Robinow sendromu otozomal resesif veya otozomal dominant geçişli, Mezomelik kısalık, hemivertebra , genital hipoplazi ve fötal yüz ile karakterize bir sendrom olarak tanımlanmıştır. Sendromda tipik yüz görünümü intrauterin dönemdeki yüze benzediği için fetal yüz ifadesi kullanılmaktadır. Midfasiyal hipoplazi ile birlikte hipertelorizm, kısa kalkık burun ve nazal köprü desprese veya düz görünümde olup, üst dudakta merkezde ters dönmüş V görünümü mevcuttur. Doğumda gingiva hipertrofisi görülebilir. Alın çıkık ve geniştir. Burada mezomelik kısalık, tipik yüz görünümü ve hipogenitalyası mevcut olan Robinow sendromlu iki vakadan bahsedilecektir Olgu 1: İki yaş, dört aylık kız hasta, yüzünün farklı görünmesi şikayetiyle başvurdu. Özgeçmişinde miad, 3000 gr. doğum hikayesi olan hastanın anne babası 3. dereceden kuzen idi. Hastanın fizik muayenesinde boyu 86 cm. (25-50p), vücut ağırlığı 11,6 kg ( 5-10p) idi. Midfasial hipoplazisiyle fetal yüz görünümü olan hastada ayrıca ekstremitelerinde mezomelik kısalık, göğüste pectus ekskavatum deformitesi mevcuttu. Memeaksiller-pubik evre 1 olan hastanın genital muayenesinde klitorisinin olmadığı saptandı. Kromozomal analizi 46, XX olan hastanın spinal MRI’da T7-L1 arasında vertebra korpuslarında segmentasyon anomalisi saptandı. Hastaya mevcut bulgularla Robinow sendromu tanısı konuldu. Abdominal ultrasonografide patoloji saptanmayan hastanın kardiyak açıdan bakılan ekokordiyografisi de normaldi. Olgu 2: Bir yaş erkek hasta, inmemiş testis nedeniyle başvurdu. Özgeçmişinde 32 haftalık, 1820 gr. ikiz eşi olarak doğan hastanın anne babası teyze çocukları idi. Fizik muayenesinde boyu 71 cm. (3p), vücut ağırlığı 7,1 kg (<3p) idi. Fetal yüz görünümü mevcut olan hastada mezomelik kısalık vardı. Meme-aksiller-pubik evre 1 olan hastanın genital muayenesinde PSB 2 cm olup, mikropenisi ve bilateral inmemiş testisleri olan hastaya Robinow sendromu tanısı konuldu. Yapılan abdominal ultrasonografide patoloji saptanmayan hastanın bilateral inguinal kanalda yaklaşık 6 mm boyutlarında testisleri görüldü. Sonuç olarak; atipik fetal yüz görünümü, boy kısalığı ve genital hipoplazi ile başvuran hastalarda Robinow sendromu mutlaka aklımıza gelmeli ve sendromun diğer komponentleri açısından ileri tetkik ve tedaviler planlanmalıdır. Keywords { Robinow sendromu, Fetal yüz, Genital hipoplazi } Resim 1. Olgu 1. Atipik yüz gürünümü (fetal yüz) Resim 2. Olgu 1. Kitoris agenezisi Resim 3. Olgu 2 . Atipik yüz gürünümü (fetal yüz) UPEK 2012 Sayfa 292 Bildiri No: P-151 Kategorisi: Diğer PROLAKTİNOMANIN EŞLİK ETTİĞİ HİPOTALAMOHİPOFİZER AKSA SINIRLI LANGERHANS HÜCRELİ HİSTİOSİTOZİS : OLGU SUNUMU *Mehmet Boyraz,**Ahmet Halefoğlu Şişli Etfal Eğt. Araş.Hastanesi Çocuk Endokrinoloji,**Radyoloji Giriş: Langerhans Hücreli Histiositozis (LHH) sıklıkla iskelet ve cilt tutulumu ile karakterizedir. Santral sinir sistemi tutulumu oldukça nadir olup hipotalamohipofizer aksa sınırlı olanlar sıklıkla santral diabetes insipidusla (DI) başvurmaktadırlar. Prolaktinoma çoğunluğu selim karakterli yaygın bir hipofiz tümörüdür. Adolesan çağın intrakraniyal tümörlerinin %2 kadarını prolaktinoma oluşlturmaktadır. Burada prolaktinomanın eşlik ettiği hipotalamohipofizer aksa sınırlı LHH’ olgusu sunulmuştur. Olgu Sunumu Dokuz yaşında erkek hasta, üç aydır, susama, sık idrara çıkma ve son iki aydır hemen hemen her gün baş ağrısı şikâyeti ve görme bozukluğu şikayetleri ile kliniğimize başvurdu. Noktüri ile birlikte 8-10 l/gün idrar çıkarma öyküsü mevcuttu. Özgeçmiş ve soy geçmişin de özellik yoktu. Fizik muayenede boy 139.2 cm (72 percentil), vücut ağırlığı 29,1 kg (44 percentil), testis boyutları 2x3 ml, penis boyutu 7,5x1,5 cm olup, pubik ve aksiller kıllanma yoktu. Nörolojik defisit yoktu. Görme alanı ölçümünde bilateral temporal görme alanı defekti mevcuttu. Diğer sistem muayeneleri normaldi. Rutin laboratuvar incelemelerinde beyaz küre: 11.300/mm3, hemoglobin: 13.1 g/dL, trombosit: 320.000/mm3, BUN: 7.0 mg/dL, kreatin: 0.9 mg/dL, serum da Na: 148 mmol/L, K: 4.3 mmol/L, Cl:102 mmol/L, Ca: 9.7 mg/dL, P: 4.4 mg/dL, karaciğer fonksiyon testleri normal, açlık kan glukoz düzeyi: 92 mg/dL, idrar dansitesi: 1003, idrar ozmolaritesi: 145 mOsm/L, Total testosteron: 20 ng/dl, ACTH:75,2 pg/ml, kortizol: 23 ug/dl , DHEA-SO4: 171 ug/dl, FSH 0.6 mIU/ml LH 0.1 mIU/ml idi. Prolaktin:54,7 ng/ml, Serbest T4: 1,45 ng/dl TSH: 3,10 mIU/ml, Susuzluk testinde santral Dİ saptandı. LHH için yapılan uzun kemik, dört yönlü kafa ve PA akciğer grafileri normaldi ve litik lezyon saptanmadı. Abdominopelvik USG normaldi. Hipotalamo-hipofiz MR incelemesinde gland santral kesiminde 10x7 mm boyutunda adenom ve gland stalk kalınlığı diffüz olarak artmış olarak izlendi ve transvers çapı 7 mm olarak ölçüldü. Sonuç: LHH sıklıkla arka hipofizi tutar ve ensık bulgusu santral Di’ dur. Ön hipofiz tutulumu %5-50 olarak rapor edilmiştir. Literatürde prolaktinomanın eşlik ettiği LHH rapor edilmemiştir. Keywords { langerhans hücreli histiositoz, prolaktinoma, diabetes insipidus } UPEK 2012 Sayfa 293 Bildiri No: P-152 Kategorisi: Diğer ATEŞLİ SİLAH YARALANMASINA BAĞLI GELİŞEN MULTİPL HİPOFİZER HORMON EKSİKLİĞİ: OLGU SUNUMU *Hüseyin Demirbilek,*Rıza Taner Baran,*Mehmet Nuri Özbek *Diyarbakır Çocuk Endokrin Giriş: Kafa bölgesine olan ateşli silah yararlanmaları oldukça yüksek mortalite oranlarına sahiptir. Burada, ateşli silah yaralanmasına bağlı multipl hipofizer hormon eksikliği olan 6 yaşındaki kız olgu sunulmuştur. Olgu sunumu: 6 yaşında kız hasta kliniğimize başağrısı, çok su içme ve sık idrara çıkma şikayetleriyle başvurdu. Özgeçmişinde özellik bulunmayan ve olay tarihine kadar sağlıklı olan olgunun 5 ay önce evin bahçesinde oynarken başına nereden geldiği belli olmayan bir cisimle başından yaralandığı, bu şikayetle başvurduğu merkezde çekilen direk kafa grafisinde kafatası içerisinde bir kurşun çekirdeği saptandığı öğrenildi. Kurşun sella arkasında yerleşik ve lokalizasyon nedeniyle inoperable kabul edilmişti. Kliniğimize başvurusu sırasında hastanın boyu 113.5 cm (25-50. p), vücut ağırlığı 21 kg (50. p), diğer sistem muayene bulguları normal sınırlardaydı. 24 saatlik idrar çıkarımı 4.5 litre (5.56 L/m2/gün) olan hastaya yapılan su kısıtlama testi sonuçları diabetes insipitus ile uyumluydu. Hastaya test dozunda verilen 5 mcg desmopressin ile idrar çıkarımı azaldı, osmolaritesi arttı. Santral diabetes insipitus kabul edilen hastanın desmopressin tedavisi ile şikayetleri de düzeldi. Diğer hipofizer hormon incelemelerinde santral hipotiroidi saptanarak NaL-tiroksin tedavisi başlandı. Düşük doz ACTH testinde kortizol yanıtı yeterli olan hastanın izleminde büyüme hızı düşük (0.2 cm/6 ay), L-Dopa ve klonidin ile yapılan büyüme hormon uyarı testlerine yanıtı yetersiz olması üzerine büyüme hormon eksikliği tanısı konularak büyüme hormon tedavisi başlandı. Hasta şu anda eksik olan hormonların yerine konulmasıyla, hafif başağrısı dışında kafasında kurşun ile yaşamına devam etmektedir. Sonuç: Bu olgu kafatasına hayatı tehdit eden ateşli silah yaralanması sonrası meydana gelen multipl hipofizer hormon eksikliği ve hipofizer hormonlardan hayati önemi diğerlerine göre daha fazla olan ACTH hormonunun korunmuş olması nedeniyle ilginç bulunularak sunulmuştur. Keywords { santral diabetes insipitus, ateşli silah yaralanması, hipofizer hormon eksikliğ } EKLENEN GÖRSELLER Olgunun direk grafisinde kurşunun sellanın hemen arka duvarına yakın yerleşimi UPEK 2012 Sayfa 294 Bildiri No: P-153 Kategorisi: Diğer NÖROFİBROMATOZİS-NOONAN SENDROMU VE TİP 1 DİYABET BİRLİKTELİĞİ; OLGU SUNUMU *Ayşenur Ökten,*Gülay Karagüzel * KTÜ Tıp Fakültesi, Pediatrik Endokrinoloji Bilim Dalı, Trabzon Giriş: Nörofibromatozis tip 1 (NF1) ve Noonan sendromu (NS) sık görülen ve otozomal dominant geçiş gösteren hastalıklardır. NS fenotipi gösteren NF1’li hastalar ayrı bir klinik antite kabul edilerek Nörofibromatozis-Noonan sendromu (NFNS) olarak isimlendirilir. Bu posterde tip 1 diabet, NFSF birlikteliği gösteren bir olgu sunuldu. Olgu: Tip 1 Diyabet ve NF1 tanısı ile izlenmekte olan hastamızın café-au-lait lekeleri, aksiler çillenme ve göz bulgularına (Lisch nodülleri ve pitozis) ilaveten izleminde saptanan boy kısalığı nedeniyle yeniden değerlendirildiğinde; özel yüz görünümü, kısa boyun, geniş toraks, kardiak üfürüm, ayrık meme başları ile ‘‘NFNS’’ tanısı konuldu. Sonuç: NF1 ile otoimmun hastalıkların birlikteliği nadiren bildirilmiş olmakla birlikte tip 1 diyabetle birliktelik sadece iki olguda rapor edilmiştir. Bununla birlikte NF’in bir varyantı olan NFNS ile diyabet birlikteliği henüz rapor edilmemiştir. NFNS’in genetik etyolojisi tartışmalıdır ve diyabetle NFNS’in ilginç birlikteliği tesadüfi de olabilir. Keywords { Nörofinromatozis, Noonan sendromu, Tip 1 diabet } UPEK 2012 Sayfa 295 Bildiri No: P-154 Kategorisi: Diğer PRETERM OVARİAN HİPERSTİMÜLASYON: OLGU SUNUMU *Hülya Halis,*Levent Korkmaz,*Şeyma Memur,*Osman Baştuğ,*Tamer Güneş,**Selim Kurtoğlu Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Neonatoloji, **Neonatoloji, Ped. Endokrinoloji GİRİŞ Preterm overian hiperstimülasyon ilk kez 1985 yılında 24-28. gestasyon haftasında doğan dört kızda gözlenmiş, postkonsepsiyonel 36-39. hafta arasında vulvar, hipogastrik ve üst bacakta farklı şiddette ödem, serum östradiol ve gonadotropin düzeylerinde artış ve multipl overyan kistler saptanmıştır. Bu hormonal durumun nedeninin plasental steroidlerin negatif geri denetim etkisinin yokluğu ve gonadal aksın immatüritesi olduğu kabul edilmektedir. OLGU 30 haftalık doğan kız hastanın izleminin 28. gününde vulvar, hipogastrik ve üst bacak bölgesinde ödem gelişti. Overyan hiperstimülasyon düşünülen bebekte LH: 31,7 mIU/mL, FSH: 62,06 mIU/mL, E2: 131,4 pg/mL idi. Pelvik USG’de uterus uzun aksı 22 mm, fundus/serviks oranı 0,75 olup, bilateral overler sonografik olarak ayırt edilemedi ancak sağ adneksiel sahada 1,6x1,3 mm kistik görünüm izlendi. 2 hafta sonraki kontrolde E2 düzeyi 200 pg/mL’ye yükselip vulvar bölgedeki ödemin şiddetinin artması üzerine hastaya 150 mg/m2 medroksiprogesteron asetat intramuskular uygulandı. İzleminde LH, FSH ve E2 düzeyinde belirgin gerileme olup, vulvar bölgedeki ödem de azaldı. Kontrol pelvik USG’de kist saptanmadı. Hastamız şu an postnatal üçüncü ayında olup LH 0,77 mIU/mL, FSH 5,65 mIU/mL, E2 41,1 pg/mL’dir. TARTIŞMA Postnatal hormonal değişiklikler ilk kez Forest ve arkadaşları tarafından erkeklerde tanımlanmış olup, kızlardaki hipotalamus-pituiter-gonadal akstaki erken postnatal değişiklikler daha az bilinmektedir. Kız infantlarda yaşamın ilk aylarında başlayan ılımlı E2 yüksekliği ve bireyler arası belirgin farklılık gösteren yüksek konsantrasyonlarda FSH ile karakterizedir. Böylece preterm overyan hiperstimülasyondan gonadal aks aktivitesinden başka bazı faktörlerin de sorumlu olduğu düşünülmektedir. Vulva, hipogastrium ve üstbacakta meydana gelen şişlik preterm ovarian hiperstimülasyonlu hastalarda sık görülen bir bulgudur. Olgularda ödemin diğer nedenleri ekarte edilmelidir. Ödemin nedeninin teka ve granüloza hücrelerinden yüksek düzeyde salgılanan VEGF olduğu düşünülmektedir. Preterm ovarian hiperstimülasyon gelişen bebeklerin uzun dönemde puberte prekoks, polikistik over sendromu, metabolik sendrom ve üreme disfonksiyonu nedeniyle endokrinolojik takibi gerekmektedir. Keywords { Ovarian hiperstimülasyon, prematürite, genital ödem } UPEK 2012 Sayfa 296 Bildiri No: P-155 Kategorisi: Diğer CUSHİNG HASTALIĞI OLGUSUNUN UZUN SÜRELİ İZLEMİ *Veysel Nijat Baş,*Semra Çetinkaya,**Pınar Özışık,*Sebahat Yılmaz Ağladıoğlu,*Aşan Önder,*Havva Nur Peltek Kendirci,*Zehra Aycan *Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji Kliniği,**Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Beyin Cerrahi Kliniği Giriş:Cushing Hastalığı çocuklarda nadir görülmekle birlikte, tipik klinik bulgular zaman içerisinde oluşacağından akla getirilmesi erken tanı bakımından önemlidir. Burada kilo fazlalığı yakınması ile başvuran, takibinde büyüme hızının azalmasının fark edilmesi ile Cushing hastalığı tanısı alan bir olgu sunulacaktır. Olgu:10 yaş erkek hasta son bir yıldır hızlı kilo alımı yakınmasıyla başvurdu. Fizik muayenesinde; TA:100/60 mmgHg, boy 134,6 cm (-0,4 SD), vücut ağırlığı 48,1 kg, vücut kitle indeksi 26,3 (+2,3 SDS), sistemik muayenesi normal ve prepubertaldi. Biyokimyasal parametreleri normal olan hastanın sabah-akşam kortizolü sırasıyla 16,9 µg/dL ve 3,2 µg/dL bulundu. Ailede tip 2 diyabet öyküsü olduğundan yapılan OGTT’de hiperinsülinizm ve insülin direnci saptanması üzerine metformin başlandı. 6 ay sonra boy 135,6 cm (-0,7 SDS ), vücut ağırlığı 52,6 kg, vücut kitle indeksi 28,6 (+2,6 SDS), bulunan hastanın 6 ayda ağırlığı 4 kg artmasına rağmen yalnızca 1cm uzamasının yetersiz olduğu dikkati çekmesi üzerine Cushing Sendromu ön tanısı ile tekrarlanan sabah serum kortizolü 23 µg/dL, akşam serum kortizolü 10 µg/dL ile diurnal ritmin bozulmuş, 24 saatlik idrarda serbest kortizolünün yüksek (652 μg/gün) olduğu görüldü. Düşük doz deksametazon süpresyon testi ile baskılanma olmaması ile Cushing Sendromu düşünülen hastada, yüksek doz deksametazon süpresyon testi ile baskılanma olması Cushing Hastalığı tanısını doğruladı. İnferior petrozal sinüs örneklemesi sağa lateralize olan hastanın (Tablo 1), hipofiz MRG’sinde sağda mikroadenom görüntülendi. Transsfenoidal cerrahi ile mikroadenom çıkartıldı. Operasyon sonrası 1 yıllık izlemi olan hastanın uzama hızı 6cm/yıla çıkarken VKI +2,2 den 0,6’ya düştü. Sonuç:Klasik Cushingoid bulguların oluşması uzun süre gerektirebildiğinden çocuklarda Cushing Sendromunun tipik bulgularına rastlanmayabilir. Obez çocuklarda normalde hızlı büyüme beklenirken, büyüme duraklamasının olması Cushing hastalığını en erken bulgularından birisi olarak akla getirilmelidir. Keywords { Cushing hastalığı, büyüme } Tablo 1. Bilateral İnferior Petrozal Sinüs Örneklemesi ACTH (pg/ml) Periferik ven Sol inferior petrozal sinüs Sağ inferior petrozal sinüs 0.dk 18 123 161 1.dk 33 67 1069 3.dk 36 156 448 7.dk 43 83 378 15.dk 79 754 2154 UPEK 2012 20.dk 62 433 1240 Sayfa 297 Bildiri No: P-156 Kategorisi: Diğer TURNER SENDROMUNDA SANTRAL KORNEA KALINLIĞININ DEĞERLENDİRİLMESİ *Pınar Nalçacıoğlu Yüksekkaya,***Emine Şen,**Aşan Önder,**Semra Çetinkaya,**Zehra Aycan,***Faruk Öztürk *Dr. Sami Ulus Kadın-Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Oftalmoloji, **Pediatrik Endokrinoloji Kliniği,***Ulucanlar Göz Eğitim ve Araştırma Hastanesi Oftalmoloji Giriş- Amaç : Turner Sendromunda(TS) oftalmolojik patolojiler %22 gibi oldukça yüksek bir oranda görülmektedir. Bunların içinde en sık olarak amliyopi, strabismus, hipertelorizm, epikantus, konjenital glukom, konjenital katarakt, retina dekolmanı ve retinal damarlanma bozuklukları bildirilmiştir. Buna rağmen TS da santral kornea kalınlığını (SKK) değerlendiren bir çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışmada TSlu hastalarda korneal kalınlığın değerlendirilmesi amaçlandı. Yöntem : Çalışmaya 31 TS hastası ve 31 sağlıklı/ yaşları uyumlu kız olgu alındı. Santral kornea kalınlığı değerleri ultrasonik pakimetre ile ölçüldü. Olguların intraokuler basınçları (IOB) Goldmann applanasyon tonometresi ile hesaplandı. Ayrıca TS hastalarındaki diğer oftalmolojik patolojiler de değerlendirildi. Bulgular: TS grubunda SSK değerleri 582,0±40,8 (490-646 µm) ve kontrol grubunda da 549,1±34,6 (494-601 µm) olarak saptandı. TS grubunda IOB 16,1± 3,2 (9,7-22,4 mmHg) iken sağlıklı olgularda 15,3±2,9 (10,6-21,5 mmHg) bulundu. Her iki grupta IOB istatiksel olarak anlamlı farklılık göstermezken, TS grubunda SKK değerleri belirgin yüksek bulundu (p=0,01). Başta refraksiyon kusurları (%32), lens opasitesi (%12,8) ve göz kapağı anomalileri (%9,6) olmak üzere TSlu bireylerdeki yüksek oftalmopati oranı dikkati çekmekteydi. 31 TS hastasının 25 inde büyüme hormonu kullanım öyküsü mevcuttu. Sonuç: Bu çalışmada TS da santral korneal kalınlığın sağlıklı olgulara göre artmış olduğu bulundu. Turner Sendromu izleminde tekrarlanan oftalmolojik değerlendirmelerin ihmal edilmemesi gerekmektedir. Keywords { Pakimetre, Turner Sendromu, Santral kornea kalınlığı } UPEK 2012 Sayfa 298 Bildiri No: P-157 Kategorisi: Diğer HİRSUTİZM TANILI ADOLESAN KIZLARDA ETYOLOJİ VE KLİNİK ÖZELLİKLER *Mesut Parlak,*Erdem Durmaz,*İffet Bircan,*Sema Akçurin *Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi BD GİRİŞ ve AMAÇ: Hirsutizm; dişi cinsiyette androjene hassas bölgelerdeki erkek tipi terminal kıllanmadır. Sadece adolesanlardan oluşan bu çalışmada hirsutik olguların klinik ve laboratuar özellikleri incelendi. HASTA ve METOD: 10,5-18 yaş aralığında hirsutik 105 olgunun kıllanma süreleri, ilk adet yaşı ile düzeni ve 1o akrabalardaki kıllanma sorgulandı. Yaş ve vücut kitle endeksine (VKI) göre düşük tartı (<%3), normal (%3-50), fazla tartı (%50-75), obez (>%75) kabul edildi. Menstruel siklusun 2-3. gününde folikül stimulan hormon, luteinizan hormon, estrojen, total testosteron, 17hidroksiprogesteron, dihidroepiandroteron sülfat, androstenedion, prolaktin, tiroid hormonları ve pelvik ultrasonografi bakıldı. PCOS, idiopatik hirsutizm (İH), konjenital adrenal hiperplazi (KAH) tanılı olgulardaki dokuz bölgede (bıyık, sakal, göğüs arası, kol, üst karın, alt karın, sırt, sakral ve bacak) toplam 8> skor hirsutizm, 8-9 hafif, 10-14 orta, 15> aşırı derece kabul edildi. BULGULAR: Olgulardan; 51 PCOS, 23 İH, 16 KAH ve 15 KAH+PCOS tanısı aldı, yaş ortalaması 15.1±1.6 yıl, ilk adet yaş ortalaması 12 yıl olup gruplar arasında fark yoktu. Kıllanma süresi PCOS’ta en kısa, ailede hirsutizm idiopatik grupta en fazla saptandı ancak gruplar arasında fark yoktu. Adet düzensizliği PCOS’lu grupta anlamlı olarak en yüksek oranda saptandı. PCOS tanılı grupta fazla tartı ve obez olgu daha fazla (% 76.6) iken düşük ve normal tartılı olgular idiopatik grup, KAH ve KAH+PCOS’lu grupta daha fazla idi. 17-hidroksiprogesteron KAH’li grupta anlamlı yüksek tespit edildi. KAH+PCOS grubu harici diğer tüm gruplarda ağırlıklı olarak orta derecede hirsutizm (50 olgu) gözlendi. En fazla kıllanma bacak ve sakral bölgede, en az kıllanma göğüs ve üst karın bölgesinde dağılım göstermekte iken gruplar arasında fark yoktu. TARTIŞMA ve SONUÇ : Türk kız çocuklarında ilk menarş yaş ortalaması 12.2±0.9 yıl olup calışmamızda benzer değerin saptanması androjen yüksekliğinin daha çok adet görmeye başladıktan sonraki dönemlerdeki nedenlere bağlı geliştiği şeklinde açıklanabilir. Hirsutizmin başlıca nedenleri PCOS, KAH ve İH’dir. PCOS’lu hastalarda adet düzensizliğinin zamanla azaldığı, hirsutizmin ise arttığı bilinmektedir. Çalışmamızda PCOS grubunda adet düzensizliği oranının yüksek, kıllanma süresinin en az olması; ilk başvuruda adet düzensizliğinin daha etkin bir neden olduğunu, idiopatik grupta ise başlıca başvuru nedeni aile öyküsündeki yüksek kıllanma oranının adolesanlarda oluşturduğu hassasiyet olabilir. Adolesanlarda öncelikle bacak, sakral, çene ve kol bölgelerinin değerlendirilmesi hirsutizm açısından bir ön fikir oluşabilir. Keywords { hirsutizm, adolesan } UPEK 2012 Sayfa 299 Tablo 1: Olguların sayı, yaş, kıllanma süresi, ik adet yaşı, adet düzeni, aile öykü verileri Sayı (%) Yaş Kıllanma süresi İlk adet yaşı İlk 2 yıldaki adet düzensizliği 2 yıl sonrasındaki adet düzensizliği Aile öyküsü PCOS İdiopatik KAH KAH+PCOS P 51 (%48.5) 15.3±1.6 1.6±0.9 12.41±1.1 %63.2 23 (%21.9) 14.7±1.6 1.8±0.9 11.98±0.96, %27.8 16 (%15.2) 15.3±1.9 2.1±1.2 11.6±1.12, %15.4 15 (%14.1) 15.4±1.6 2±0.8 11.98±1.03 % 63.6 P>0.05 %59 0 %14.3 %46.7 P=0,02 %55.6 %59.1 %53.3 %40 P>0.05 P>0.05 P>0.05 P>0.05 P=0,04 Tablo 2: Olguların tanı grupları ve ağırlık verileri PCOS Düşük tartı % Normal tartı % Fazla tartı % Obez % İdiopatik 0 15 (%29.4) 23 (%45.1) 13 (%25.5) KAH 1 (%4.3) 13 (%56.5) 6 (%26.1) 3 (%13) KAH+PCOS 0 1 (%6.7) 7 (%46.7) 4 (%26.7) 3 (%20) 9 (%56.2) 6 (%37.5) 1 (%6.2) Tablo 3: Olguların tanı grupları ve laboratuar değerleri PCOS İdiopatik KAH KAH+PCOS P 17hidroksiprogesteron 1,04±0,53 1.03±0,7 4,34±10,4* 1,58±0,78 P=0,001 Dihidroepiandroteron sülfat 280,1±126 272±118,8 309,5±145,5 236,1±90,6 p>0,05 Androstenedion 2,97±1,64 2,58±1,47 3,58±1,77 3,44±1,52 p>0,05 Totaltestosteron 0,65±1,11 0,45±0,49 0,53±0,29 0,49±0,47 p>0,05 LH 7,5±4,49 8,2±5,7 10,2±17,1 5,8±2,8 p>0,05 FSH 5,4±1,4 5,8±2,3 6,7±4,7 4,9±1,65 p>0,05 TSH 2,2±0,9 2,4±1,24 2,35±0,9 1,9±1,26 p>0,05 sT4 1,2±0,16 1,2±0,14 1,23±0,18 1,22±0,16 p>0,05 Östrojen 63,9±49,1 69±76,4 52,5±32,7 49,9±31,1 p>0,05 UPEK 2012 Sayfa 300 Bildiri No: P-158 Kategorisi: Diğer AİLESEL WİLLİAMS-BEUREN SENDROMU VE ENDOKRİN SORUNLARI *Mesut Parlak,**Banu Nur,*Erdem Durmaz,**Ercan Mıhçı,*Sema Akçurin,*İffet Bircan *Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakülesi Çocuk Endokrinolojisi BD,**Çocuk Genetik Hastalıkları BD Giriş ve Amaç: Williams-Beuren sendromu (WBS), 7 kromozomdaki elastin gen defektine bağlı genetik bir hastalıktır. Tanısı elastin geninin fluorescence in situ hybridization (FISH) analizi ile konulur. Genellikle sporadik saptansa da nadir olarak ailesel olgular bildirilmiştir. Bu bildiride Türk toplumunda ilk kez üç olgudan oluşan WBS tanılı ailenin klinik takip ve endokrin sorunlarını belirttik. Olgular: FISH analizi ile ailesel WBS tanılı ailede; 8 yaşında kız olgunun boy 109.5 cm(<-2 SD,WBS), ağırlık 17 kg(<-2 SD,WBS), hedef boy (HB) 143.3 cm(<-2 SD,WBS), kemik yaşı 7, dokutransglutaminaz antikorları negatif, idrar Ca/Kr oranı 0.1(<0.7), serbest T4 1.17 ng/dl(0.93-1.70), TSH 7.77 uIU/mL(0.27-4.20), idrar iyotu 125.9 ug/L(>100), tiroid oto antikorları normaldi. Tiroid volüm (TV) 1.1ml(5.3±0.9), kontrol sT4 1.29 ng/dl ve TSH 6.05 uIU/mL ile subklinik hipotiroidi (SH) tanısı aldı. Ekokardiyogramda patent foramen ovale saptandı. Kromozom analiz 46,XX, IGF-1 250 ng/ml(112276), IGFBP-3 7039 ng/mL(2100-4200), büyüme hormon (BH) testlerinde L-Dopa 2.7 ng/ml(normal>10ng/ml), insulin toleranse test 10.4 ng/ml saptandı. Uykuda büyüme hormonu testinde nörosekretuvar disfonksiyon saptandı, BH tedavisi planlandı. Hipofiz MR normaldi. Olgu 2 (erkek): 3 yaşındaki kardeşte boy 83.7 cm (-2/-1 SD,WBS), ağırlık 12 kg (-1/0 SD,WBS), HB 156.3 cm (<-2 SD,WBS) idi. Kemik yaşı 2, dokutransglutaminaz antikorları negatif, idrar Ca/Kr 0.05, sT4 1.19 ng/dl, TSH 8.66 uIU/mL, kontrol sT4 3.9 pg/mL ve TSH 6.7 uIU/mL, idrar iyotu 118 ug/L, TV 0.8ml(2.54±0.48) hipoplastikti. SH tanısı aldı. Ekokardiyografide aort stenozu, kromozom analizde 46,XY saptandı. Olgu 3 (baba): 44 yaşında boy 156 cm (<-2 SD,WBS), ağırlık 45 kg (0/-1 SD,WBS), tipik WBS muayene bulguları vardı, laboratuvar tetkikleri ve ekokardiyogram normaldi. Tartışma: WBS genellikle sporadik saptansa da nadiren ailesel olgular bildirilmiştir. WBS’da boy kısalığı sıklıkla görülür. Prenatal gelişim geriliği, beslenme problemleri, konjenital defektlerin yanında endokrin problemler de etki etmektedir. Puberte prekoz, hipotiroidi ve büyüme hormonu eksikliği (BHE) WBS’lu olgularda final boy üzerine etkili olabilmektedir. Ebebeyinlerinin de WBS olduğu ailesel olgularda final boy olumsuz etkilenebilmektedir. BHE saptanan ve tedavi uygulanan WBS’li olgularda ise olumlu yanıt alındığı bildirilmiştir. Sonuç: WBS’da boy kısalığı sıklıkla görülse de endokrin ve diğer konjenital patolojiler de araştırılmalıdır. Keywords { büyüme hormon eksikliği, subklinik hipotiroidi, Williams-Beuren sendromu } UPEK 2012 Sayfa 301 Bildiri No: P-159 Kategorisi: Diğer PRETERM OVARİAN HİPERSTİMÜLASYON SENDROMLU BİR OLGU SUNUMU *Özge Yüce,*Nurullah Çelik,*Hamdi Cihan Emeksiz,*Esra Döğer,*Aysun Bideci,**Canan Türkyılmaz, *Orhun Çamurdan,*Peyami Cinaz,**Yıldız Atalay *Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi, **Yenidoğan Preterm ovariyan hiperstimulasyon sendromu (POHS), hipotalamus-hipofiz-gonad (HHG) aksının immatüritesi sonucu gelişen yüksek gonadotropin, estrodiol düzeyleri ve ovariyan foliküler kist/kistleri ile seyreden nadir bir klinik durumdur. Burada PHOS tanısı ile takibimizde olan yenidoğan tartışılacaktır. OLGU: Prematürite, respiratuar distres sendromu, nekrotizan enterokolit ve erken sepsis tanıları ile yenidoğan yoğun bakım ünitesinde izlenen hastadan postnatal 20.haftada vajinal kanama ve fizik muayenesinde vulvar ödem saptanması üzerine çocuk endokrinoloji konsultasyonu istendi. Hastanın öyküsünden; 33 yaşındaki annenin 4. gebeliğinden 1.yaşayan olarak 24 haftalık 610 gr ağırlığında doğduğu, ilk kez postnatal 16.haftada muayenesinde vulvar ödem saptanmasını takiben parlak kırmızı, bulaş tarzında, birkaç gün süren vajinal kanamasının olduğu, kanamasının aralıklı olarak devam ettiği, periyodik bir seyir göstermediği öğrenildi. Yapılan tetkiklerinde FSH:4,12 IU/L, LH:7,44 IU/L, estrodiol:316 pg/ml düzeyinde saptandı. Özgeçmişinde annenin gebeliği boyunca trombofili nedeniyle Dalteparin tedavisi alması dışında herhangi bir özellik yoktu. Fizik muayenesinde; meme bilateral Tanner evre 2, pubis Tanner evre 1’di. Vulvar ödemi mevcuttu. Hastanın mevcut kliniğine sebep olabilecek patolojiler açısından yapılan pelvik ultrasonografisinde sağ overde mültiseptalı kistik lezyonu mevcut olup AFP, ß HCG değerleri ve çekilen hipatolamushipofiz, beyin MR’ı normaldi. Kontrol ultrasonografilerinde kist boyutlarında azalma saptanan hastanın en son yapılan görüntülemesinde kistik lezyonu kaybolmuştu. Pediatrik cerrahi tarafından yapılan vaginoskopik muayenesi normaldi. Takiplerimizde hastanın vulvar ödemi postkonsepsiyonel 46. hafta, vajinal kanaması postkonsepsiyonel 57. haftadan itibaren gözlenmedi. Sonuç olarak; vulvar ödem, vajinal kanaması olan ileri derecede prematüre yenidoğanlarda HHG aksının immatürasyonuna bağlı PHOS tanısı düşünülmelidir. Keywords { Preterm Ovariyan Hiperstimulas, foliküler kist, Vulvar Ödem, Vajinal Kanama } UPEK 2012 Sayfa 302 Bildiri No: P-160 Kategorisi: Diğer NADİR GÖRÜLEN BİR OLGU: H SENDROMU ve SLC29A3 GENİNDE YENİ BİR MUTASYON *Gül Yeşiltepe Mutlu,***Yuval Ramt,**Kadir Babaoğlu,**Gürkan Altun,***Abraham Zlotogorski, ***Vered Molho-Pessach *Kocaeli Üniv. Tıp Fak. Pediatrik Endokrinoloji Ve Diyabet Bilim Dalı,**Pediatrik Kardiyoloji Bilim Dalı, ***Hadassah-Hebrew University Medical Center Department Of Dermatology And The Center For Genetic Diseases Of The Skin And Hair GİRİŞ H sendromu (OMIM #602783) bir nukleozid transporter olan hENT3 proteinini kodlayan SLC29A3 genindeki mutasyonlardan kaynaklanan, otozomal resesif geçişli multisistemik tutulum gösteren bir sendromdur. Karakteristik bulguları kutanöz hiperpigmentasyon, hipertrikoz, hepatosplenomegali, hipogonadizm, hiperglisemi/diabetes mellitus, kalp anomalileri, hallux valgus ve kamptodaktili ve boy kısalığıdır. Histiositik infiltrasyon önde gelen histopatolojik bulgularından biridir. Burada SLC29A3 geninde yeni bir homozigot nonsense mutasyon saptanmış olan H sendromlu 10 yaşında bir kız olgu sunulmuştur VAKA On yaş 5 aylık kız hasta el parmaklarında hareket kısıtlılığı nedeniyle başvurduğu ortopedi hekimi tarafından boy kısalığı olması nedeniyle tarafımıza yönlendirildi. Anne-babasının akraba olduğu öğrenilen hastanın bebekliğinden beri yaşıtlarına göre daha kısa boylu olduğu belirtildi. Fizik muayenesinde boyu 115 cm (-3.8 SDS), tartısı 20 kg (-2.8 SDS), oturma yüksekliği/boy oranı 0.52 idi. Hipertelorizmi mevcuttu ve burun kökü düz görünümdeydi. El ve ayak parmaklarında belirgin kamptodaktili, her iki ayakta pes planus ve hallux valgus mevcuttu. Her iki alt ekstremitede uyluk ekstansör yüzlerinde ve mons pubiste hiperpigmentasyon ve hipertrikoz, sırtta ve sakral bölgede hipertrikoz, pektus ekskavatus ve splenomegali mevcuttu. Puberte evresi tanner evre-1 ile uyumluydu. Kardiyak muaynede ek ses ve üfürüm tespit edilmedi. Laboratuvar bulguları tam kan sayımında beyaz küre sayısı 6150/mm3, Hb:9.7 g/dl, MCV:73.9 fl, trombosit sayısı: 411.000, kan biyokimyasında açlık glukozu 90 mg/dl, elektrolitleri ve karaciğer transaminazları, tiroid fonksiyon testleri normaldi. CRP 3.65 mg/dl, eritrosit sedimentasyon hızı 86 mm/saat, anti transglutaminaz antikor seviyesi 117.9 RU/ml, LH 0.36 U/L, FSH 2.26 mıu/l, estradiol 20.5 pg/ml idi. Ekokardiyogramında inferior vena kava (İVK) görülmeyen hastanın kardiyak BT’sinde de İVK agenezisi saptandı. Cilt biyopsisinde subkutan yağ dokuda lenfohistiositik infiltrasyon saptandı. SLC29A3 gen mutasyon analizinde exon 6’da pozisyon 310’da erken stop kodona yol açan homozigot nonsense mutasyon saptandı (c.933G>A, p.C310X). SONUÇ :Bu vaka çok nadir görülmesinin yanı sıra İVK agenezisi saptanan ilk H sendromu vakası olması ve daha önce saptanmamış bir mutasyon taşıması nedeniyle sunulmuştur. Keywords { H sendromu, boy kısalığı, SLC29A3 } UPEK 2012 Sayfa 303 Bildiri No: P-161 Kategorisi: Diğer TURNER SENDROMLU KIZLARDA NATRİÜRETİK PEPTİTLERİN KARDİYOVASKÜLER RİSK DEĞERLENDİRMESİNDE KULLANIMI Ahmet Uçar,Firdevs Baş,Melike Tuğrul,Nurçin Saka,Rüveyde Bundak,Feyza Darendeliler İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Giriş ve Amaç Turner Sendromu(TS), artmış kardiyovasküler morbidite ve mortalite ile ilişkilidir. Bir X kromozomunun tamamen veya terminal kısmının yokluğu “short stature homeobox” SHOX geninde haployetersizliğe yol açarak beyin natriüretik peptit(BNP) ekspresyonunu etkileyebilmektedir. Çalışmamızda “yeni” kardiyovasküler risk göstergeleri olarak güvenirliliği kanıtlanmış BNP ve atriyal natriüretik peptit(ANP)’in TS’li kızlarda kullanılabilirliğini incelemeyi amaçladık. Materyal ve Metod TS tanılı 61(orta. yaş±SD: 13.3±5.1yıl, dağılım: 2-24.9 yıl)ve kontrol grubu olarak yaş ve püberte evresi benzer 30 obez kız çalışmaya alındı. Doğum ağırlıkları(DA) öğrenilip, fizik muayeneleri yapıldı. Antropometrik ölçümleri alındı. Açlık lipid profili, insülin, kan şekeri, ANP, BNP düzeylerine bakıldı. Vücut kitle indeksi (VKİ) ve insülin direnci indeksi(HOMA-IR) hesaplandı. Karotis intima media kalınlığı(IMT), sol atrial indeks(LAI), sol ventrikül kitlesi(LVM), ejeksiyon fraksiyonu (EF), bazı arteriyel damar sertliği indeksleri[β-index, Peterson elastik modül (Ep),Young modülü, kompliyans katsayısı(CC), esneklik katsayısı(DC)]ve A dalga hızı değerlendirildi. Bulgular TS’li olgularda obez kontrollere göre anlamlı olarak (p <0,05) DA (sırasıyla; -1.1 ± 1.1 ve 0.1±1.3), VKİ SDS (0.5 ±1.1 ve 2.9 ± 0.7), HOMA-IR ( 1.9 ±1.4 ve 4.4±2.3), BNP(pg/mL) (377±332 ve 580±274 ) ve ANP (pg/mL)(156.4 ±255 ve 324 ±196.7) anlamlı olarak (p <0,05)düşük bulundu. TS’li kızlarda diyastolik kan basıncı SDS (1.8 ± 1.4 ve 0.9 ±0.9 ), β-index (2.39±0.42 ve 2.12±0.73), Ep(kPa)(2.41±0.67ve2.08±0.71)yüksek, LVM(mL)(66.6±9.7ve71.8± 12.6),LAI(mL)(16.9 ±6.1 ve 12.8± 4.2 ),CC (0.20±0.07 ve 0.56± 0.33 ) ve DC (8.49 ± 1.75 ve 10.57±5.14 )düşüktü. Gruplar arasında karotis IMT, sistolik kan basıncı, lipid profili açısından fark bulunmadı. TS’li kızlarda BNP ile A dalga hızı (r= 0.29,p=0.046) arasında pozitif korelasyon vardı. Obezlerde ise hem BNP hemde ANP, VKİ SDS , bel çevresi SDS, log HOMA-IR, CC ve DC ile negatif olarak, püberte evresi, β-indeks, Ep, Young modülü, damar esnekliği, karotis IMT ve LAI ile pozitif olarak anlamlı korele bulundu. Sonuçlar Yeni kardiyovasküler risk göstergeleri olan BNP ve ANP’nin TS’li kızlarda kullanımı çok güvenilir olmayabilir. TS’ye özgü sistemik vaskülopati ve görece miyokard hipoplazisi bu göstergelerin kullanımındaki sınırlamayı açıklayabilir. Keywords { Karotis intima media kalınlığı, Atriyal natriüretik peptit, Beyin natriüretik peptit, Kardiyovasküler risk, Turner Sendromu, arteryel sertlik indeksleri } UPEK 2012 Sayfa 304 Bildiri No: P-162 Kategorisi: Diğer ÇOCUKLARDA TRAVMATİK BEYİN HASARININ AKUT VE KRONİK DÖNEM ENDOKRİN ETKİLERİ *Halil Ulutabanca,**Nihal Hatipoğlu,****Fatih Tanrıversi,*****Mehmet Keskin,*Ahmet Selçuklu,**Selim Kurtoğlu *Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Beyin Cerrahi,**Çocuk Endokrinoloji, ***Beyin Cerrahisi,**** Endokrinoloji,*****Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji, Kafa travması insidansı yüksek olan çocukluk yaş grubunda, endokrin disfonksiyon riski açısından prospektif değerlendirme yetersizdir. Amaç; Travmatik beyin hasarı sonrası akut ve kronik dönemde hipofizer hormonların değişimini incelemektir. Yöntem: Kafa travması nedeniyle beyin cerrahi yoğun bakım ünitesinde yatan 41 çocuk (ort. 7±4.3 yaş) çalışmaya alındı. Hastalardan başvuru anında en az bir yıllık takip sonunda kan örnekleri alınıp bir endokrinolog tarafından anropometrik ve pubertal değerlendirmeleri yapıldı. Ortalama 15.1±3.3 ay sonra 22 olgu tekrar değerlendirildi. Hem akut, hem de kronik dönemde hipofizer hormonları, IGF-1, kortizol, FT3 ve FT4 düzeyleri değerlendirilen hastalara kronik dönemde GHRH-Arjinin testi ile büyüme hormonu uyarı testi yapıldı. Bulgular: Akut fazda GCS ile ACTH (r:-0.440, p:0.007) ve kortizol arasında (r:-0.425, p:0.07) korelasyon bulunmuştur. Akut dönemde hastaların %68.29’unda hipofizer hormonlarda disfonksiyon varken kronik dönemde %4.56’sı multiple olmak üzere %13.64 hipofizer yetersizlik gözlenmiştir. Büyüme hızları normal olan çocukların büyüme hormonu uyarı testine %22.7’sine subnormal, %13.6’sinde yetersiz yanıt alınmıştır. Hormonal değişiklilerin longituinal takibi de tablo 1’de verilmiştir. Sonuç: Kafa travması nedeniyle hospitalizasyon gereken çocuklarda, hem akut hem de kronik dönemde hormonal disfonksiyon değerlendirilmesi önemlidir. Akut dönemde görülen değişikliklerin kronik dönemde düzelmesi, kronik dönemde de daha önce görülmeyen defisitlerin ortaya çıkması uzun dönem takibin önemini göstermektedir. Keywords { Endokrin Disfonsiyon, Travmatik Beyin Hasası } UPEK 2012 Sayfa 305 Tablo 1: Akut ve kronik dönemde antropometrik ve hormonal değerlerin karşılaştırılması AKUT KRONİK P mean±SD Min-max. mean±SD Min-max. BOY-SDS 0.34±1.3 -1.95-2.8 0.45±1.33 -2.56-1.93 0.507 KİLO-SD 0.42±1.25 -1.00-3.04 0.33±1.3 FT3 (pg/ml) 2.33±1.15 0.92-4.81 3.91±0.67 2.42-5.20 <0.001 FT4 (pg/ml) 11.63±1.76 8.03-14.85 14.78±3.16 10.60-23.26 0.001 TSH (mIU/ml) 1.73±1.29 0.36-6.12 2.20±0.80 0.57-3.73 PRL (ng/ml) 11.02±6.04 2.7-23.74 8.75±7.30 3.36-67.00 0.170 GH (µg/L) 3.42±1.83 0.31-6.2 2.77±7.91 0.01-33.91 0.023 IGF-1 (ng/ml) -0.7-3.5 0.657 0.009 121.17±118.87 12.1-483.0 274.35±178.03 55.50-722.00 0.001 FSH (mIU/ml) 1.41±1.67 0.03-8.05 1.59±0.97 0.36-3.85 0.058 LH (mIU/ml) 0.25-0.56 0.00-2.35 0.60±1.34 0.00-4.41 0.014 E2 (ng/dl) 18.42±11.80 1.23-32.31 20.14±0.45 T.TEST (ng/dl) 18.83±36.52 0.01-133.00 100.75±198.62 4.00-576.00 0.005 S.TEST (ng/dl) 0.74±0.60 19.70-20.90 0.285 0.01-2.32 5.67±9.18 0.14-24.96 0.091 KORTİZOL(µg/dl) 22.06±14.74 5.40-64.62 13.19±5.81 4.02-26.00 0.093 ACTH (pg/ml) 42.71±31.36 2.56-114.00 0.002 15.75±19.94 0.29-91.48 Tablo 2: Akut ve kronik dönemde hormonal bozuklukların seyri. Akut fazda hormon İyileşenler eksikliği Kalıcı olanlar Yeni başlangıçlılar Kronik dönemde eksiklik olanlar TSH-FT4 7 (%17.1) 7 0 0 0 FHS/LH 1 (%4.9) Takibi yok Takip yok 0 0 ACTH 3 (%8.3) 3 0 1 (%4.6) 1 (%4.6) IGF-1 2 (%4.9) 2 0 0 0 3 (%13.6) 3 (%13.6) GH UPEK 2012 Sayfa 306 Bildiri No: P-163 Kategorisi: Diğer HAİR-AN SENDROMLU BİR HASTA *Elif Özsu,*Filiz Mine Çizmecioğlu,*R. Gül Yeşiltepe Mutlu,*Ayşegül Yüksel,*Şükrü Hatun *Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Amaç: HAİR-AN; Hiperandrojenizm, Insulin Direnci (Rezistans), Akontosiz Nigrikansın görüldüğü, polikistik over sendromunun bir alt tipi olan ve sanıldığından sık görülen bir sendromdur. Asıl patoloji ağır insulin direncidir. Biz burada ağır hirşutizm ve menstrual düzensizlikle başvuran 15 yasında hastamızı sunarak bu hastalığa dikkat çekmek istedik. Olgu: On dört yaşında kız hasta ciddi hirşutizm ve adet görememe ile başvurdu. Öyküsünde ilk adet kanamasının 12 yaşında başladığı ve sonra düzensizleştiği yaklaşık 2.5 yıldır da amenoresinin olduğu öğrenildi. Bir yıldır yüz bölgesinde giderek artan kıllanması mevcuttu. Kuzen çocukları anne babanın 8. çocuğu olarak evde doğan hastanın yaşayan sağlıklı kardeşlerinde bu şikayet yoktu. Geliş fizik bakısında ağırlık 2 SD, boy -1.82 SD, Vucut kitle indeksi 31 (100 P) olup belirgin obezitesi vardı. Hirşutizm skorlaması (FGS) 25 puan olan hastanın ense, aksilla ve ingiunal bölgede akontosiz nigrikansı ve yaygın skin tagleri mevcuttu. Laboratuar incelemelerinde açlık kan sekeri 60mg/dl iken insulin 1000 u/ml idi. Oral glukoz tolerans testinde 2.saat kan sekeri 190mg/dl ile bozulmuş glukoz toleransı (IGT) ve pik insulin değeri 2000 u/ml ile ağır insulin direnci saptandı. FSH 3 IU/ml, LH 8 IU/ml olup LH/FSH>1, Testesteron 117ng/dl, Androstenedion 5ng/dl, DHEAS 117mcg/dl idi. Pelvik ultarsonografisi PCOS ile uyumluydu. Lipid profilinde trigliserid 36mg/dl ve LDL 55mg/dl ile sendromu desteklemekte idi. Olguya metformin başlanarak kilo vermesi amaçlandı. Ağır hirşutizm için ise lasere yönlendirildi. Sonuç: HAİR-AN sendromu adölesan yaş grubunu etkileyen multisistemik bir hastalıkdır. Erken tanınıp tedavi edilmesi ve yapılacak hayat tarzı değişiklikleri ile ciddi özgüven kaybına sebep olan hirşutizm ve obezite azaltılabilir. Keywords { insülin direnci, PCOS } UPEK 2012 Sayfa 307 İNDEKS YAZAR ................................................................................................................................................... BİLDİRİLER ABACI Ayhan ......................................................................................... S-24 P-5,P-6,P-53,P-84,P-85,P-140,P-141 ABALI Saygın ...................................................................................................................................S-3 P-96,P-135 ABUHANDAN Mahmut ................................................................................................................................. P-102 AÇIKGÖZ OKUR Emel ..............................................................................................................................P-29,P-30 ADAL Erdal ...................................................................................................................................................... P-90 ADALETLİ İbrahim ........................................................................................................................................... P-75 AKBAY Sinem ..................................................................................................................... P-23,P-45,P-100,P-123 AKBEL Sevgi ..................................................................................................................................................... P-27 AKÇAY Teoman ................................................................................................................................................. P-1 AKÇÖREN Zuhal ............................................................................................................................................ P-146 AKÇURİN Sema .................................................................................................................... S-7 P-73,P-157,P-158 AKIN Leyla ..............................................................................................................................S-11,S-22, P-65,P-66 AKSOY Ali ...................................................................................................................................................... P-139 AKTINOK Yasemin Atik .................................................................................................................................... P-11 AKYÜREK Nesibe .................................................................................................................. P-32,P-59,P-86,P-142 ALANAY Yasemin ....................................................................................................................................P-36,P-97 ALİKAŞİFOĞLU Ayfer .......................................................................................................... P-8,P-120,P-146,P-147 ALİOĞLU Bülent .............................................................................................................................................. P-83 ALKAN Murat .................................................................................................................................................. P-31 ALP hayrullah .................................................................................................................................................. P-32 ALPAY Faruk .................................................................................................................................................. P-139 ALPTEKİN Nazife ............................................................................................................................................... P-7 ALTINCIK Ayça ................................................................................................................................................... P-5 ALTUN Gürkan .............................................................................................................................................. P-160 ALYANAK Behiye ............................................................................................................................................ P-126 ANDIRAN Nesibe ....................................................................................... P-12,P-15,P-19,P-20,P-94,P-110,P-129 ANIK Ahmet .......................................................................................... S-24 P-5,P-6,P-53,P-84,P-85,P-140,P-141 APAYDIN Şükriye ........................................................................................................................................... P-118 ARDIÇLI Didem .................................................................................................................................................. P-8 ARI Engin ....................................................................................................................................................... P-132 ARI YUCA sevil .........................................................................................................................................P-32,P-86 ARIKAN İnci ..................................................................................................................................................... P-83 ASKER KAYA Gamze ...................................................................................................................................... P-148 ATABEK Mehmet Emre .................................................................................................. P-7,P-32,P-59,P-86,P-142 ATAÇ Gökçe Kaan .................................................................................................................. S-18 P-55,P-57,P-60 ATALAY Yıldız ................................................................................................................................................ P-159 ATAŞ Ali ......................................................................................................................................................... P-102 ATASEVEN Feyzi .............................................................................................................................................. P-95 ATAY Zeynep ...................................................................................................................................S-3 P-96,P-135 ATİK Tahir ..............................................................................................................................................P-21,P-119 AVANOĞLU Ali .............................................................................................................................................. P-118 AYCAN Zehra ................... S-5,S-15 P-2,P-18,P-39,P-70,P-98,P-101,P-108,P-133,P-136,P-137,P-143,P-155,P-156 UPEK 2012 Sayfa 308 AYDIN Turgay .................................................................................................................................................... S-1 AYDIN Murat ..................................................................................... S-1,S-10 P-22,P-42,P-95,P-113,P-122,P-145 AYDIN Hilal ...................................................................................................................................................... P-15 AYDIN Banu ..................................................................................................................................................... P-92 AYGÜN Canan ................................................................................................................................................. P-95 BABAOĞLU Kadir .......................................................................................................................................... P-160 BAĞRUL Denizhan ........................................................................................................................................... P-83 BAL Cengiz ...................................................................................................................................................... P-49 BARAN Ahmet ................................................................................................................................................. S-23 BARAN Rıza Taner .........................................................................................................................S-23 P-93,P-152 BAŞ Firdevs ..................................................................................... S-4 P-77,P-79,P-92,P-112,P-126,P-148,P-161 BAŞ Veysel Nijat ..................................................................S-15 P-18,P-39,P-70,P-133,P-136,P-137,P-143,P-155 BAŞPINAR Osman ......................................................................................................................................... P-102 BAŞTUĞ Osman ....................................................................................................................... P-130,P-131,P-154 BERBEROĞLU Merih ................................................................................................ S-8,S-19 P-13,P-62,P-71,P-72 BERDELİ Afig ............................................................................................................................................. S-2 P-34 BEREKET Abdullah ............................................................................................ S-3,S-4,S-9 P-96,P-99,P-124,P-135 BEZEN Diğdem ................................................................................................................. S-4 P-25,P-63,P-78,P-81 BİDECİ Aysun ................................................ S-21 P-47,P-48,P-103,P-111,P-114,P-115,P-121,P-128,P-144,P-159 BİLGE Yıldız Dallar ........................................................................................................................................... P-83 BİLMEZ ASLAN Tuğba .................................................................................................................................... P-104 BİNAY Çiğdem .......................................................................................................................................P-49,P-107 BİRCAN İffet ....................................................................................................................... P-16,P-73,P-157,P-158 BODUROĞLU Esin ......................................................................................................................................... P-108 BOYRAZ Mehmet ........................................................................................ S-21 P-1,P-28,P-47,P-48,P-149,P-151 BOZ Adil .......................................................................................................................................................... P-73 BOZDOĞAN KOÇ Nevra ................................................................................................................................... S-16 BÖBER Ece ............................................................................................ S-24 P-5,P-6,P-53,P-84,P-85,P-140,P-141 BUKAN Neslihan ........................................................................................................................................... P-103 BULUŞ Ayşe Derya .................................................................................... P-12,P-15,P-19,P-20,P-94,P-110,P-129 BUNDAK Rüveyde ........................................................................... S-4 P-77,P-79,P-92,P-112,P-126,P-148,P-161 BÜKÜLMEZ Ayşegül ...................................................................................................................................... P-139 BÜLBÜL ALİ ....................................................................................................................................................... P-1 CAFEROĞLU Zeynep ........................................................................................................................................ P-65 CAN Şule ............................................................................................................................ P-23,P-45,P-100,P-123 CANGÜL Hakan ............................................................................................................................................... P-70 CEBECİ Ayşe Nurcan ................................................................................................................................ S-20 P-17 CESUR Yaşar ................................................................................................................................. P-10,P-36,P-132 CEYHAN Koray ................................................................................................................................................. P-71 CEYLANER Serdar .......................................................................................................................................... P-125 CİNAZ PEYAMİ ............................................. S-21, P-47,P-48,P-103,P-111,P-114,P-115,P-121,P-128,P-144,P-159 COMBA Atakan ............................................................................................................................................. P-113 CÖMERTPAY Aslı ............................................................................................................................................... S-5 ÇAĞLAR ÇETİNKAYA Semra .......................................................................................................... P-87,P-98,P-101 ÇAKAR Nilgün ................................................................................................................................................ P-134 UPEK 2012 Sayfa 309 ÇAKIR Meltem Didem .........................................................................................................................P-120,P-146 ÇAKMAK ÇELİK Fatma ..................................................................................................................................... P-95 ÇALTEPE Gönül ............................................................................................................................................. P-113 ÇAMTOSUN Emine ..........................................................................................................................S-19 P-62,P-71 ÇAMURDAN ORHUN .................................... S-21 P-47,P-48,P-103,P-111,P-114,P-115,P-121,P-128,P-144,P-159 ÇATLI Gönül .......................................................................................... S-24 P-5,P-6,P-53,P-84,P-85,P-140,P-141 ÇAYIR Atilla ..................................................................................................................................................... P-80 ÇEKMEZ FERHAT ............................................................................................................................................. S-21 ÇELİK Pelin ...................................................................................................................................................... P-13 ÇELİK Nurullah ......................................................................P-103,P-111,P-114,P-115,P-121,P-128,P-144,P-159 ÇELİK KUZAYTEPE Esra .................................................................................................................................... P-51 ÇELİKEL ACAR Banu ....................................................................................................................................... P-134 ÇELİKKALKAN Kıvanç .............................................................................................................................P-23,P-100 ÇETİN İhsan ............................................................................................................................................. S-22 P-66 ÇETİNKAYA Semra ..................... S-5,S-15 P-2,P-18,P-39,P-70,P-91,P-108,P-133,P-136,P-137,P-143,P-155,P-156 ÇEVİK SEVAL .................................................................................................................................................. P-116 ÇİÇEK Betül ..................................................................................................................................................... P-37 ÇİZMECİOĞLU Filiz Mine ......................... S-4,S-12, S-17, P-24,P-26,P-27,P-43,P-46, P-61,P-89,P-97,P-127,P-163 ÇOĞULU Özgür .............................................................................................................................................. P-119 DALLAR Yıldız Bilge .................................................................................................................. P-3,P-9, P-49, P-50 DARCAN Şükran .................................................................................................. S-2, P-11,P-21,P-34,P-118,P-119 DARENDELİLER Feyza ...................................................................... S-4 P-77,P-79,P-92,P-112,P-126,P-148,P-161 DEMİR Günay .................................................................................................................................................. P-11 DEMİR Korcan ................................................................................................................................................. P-68 DEMİR Büşra ................................................................................................................................................... P-80 DEMİRBİLEK Hüseyin ................................................................................................... S-23 P-4,P-93,P-147,P-152 DEMİRCİ Serpil ................................................................................................................................................ S-14 DEMİREL Fatma ......................................................................................................... S-16, P-14, P-41,P-74,P-134 DEMİRKOL Demet .................................................................................................................................P-10,P-132 DEMİRTAŞ Türev ............................................................................................................................................. P-37 DEVECİOĞLU Esra ......................................................................................................................................... P-148 DİLEK Emine ........................................................................................................................... P-25,P-63,P-78,P-81 DİNDAR Hüseyin ............................................................................................................................................. P-71 DİZDARER Ceyhun ........................................................................................................................................... P-84 DOĞAN Melike ................................................................................................................................................ S-14 DOĞAN DEMİR Ayşegül .................................................................................................................................. P-54 DÖĞER Esra ...........................................................................P-103,P-111,P-114,P-115,P-121,P-128,P-144,P-159 DOĞRU Mahmut ........................................................................................................................................... P-124 DOĞU Figen .................................................................................................................................................... P-72 DÖNERAY Hakan ............................................................................................................................................. P-80 DURMAZ Erdem ................................................................................................................... S-7 P-16,P-157,P-158 DÜNDAR Bumin ................................................................................................... S-6,S-14 P-23,P-45,P-100,P-123 DÜNDAR Nihal ................................................................................................................................................ S-14 DÜNDARÖZ Rusen .......................................................................................................................................... P-54 EKİNCİ Özgür ................................................................................................................................................. P-111 UPEK 2012 Sayfa 310 EKİNCİ Saniye ................................................................................................................................................ P-120 ELLARD Sian ...................................................................................................................................................... P-3 EMEKSİZ Hamdi Cihan ................................................. P-48,P-103,P-111,P-114,P-115,P-121,P-128,P-144,P-159 ENGİZ Özlem .............................................................................................................................. P-3,P-9,P-50,P-83 ERCAN Sırma ................................................................................................................................................... P-50 ERCAN Oya ........................................................................................................................... P-40,P-75,P-76,P-125 ERCANLI Ebru .................................................................................................................................................. P-27 ERDEM Elif ...................................................................................................................................................... P-33 ERDEVE Şenay Savaş ....................................................................................................................................... S-19 EREL Özcan ...................................................................................................................................................... P-54 EREN Erdal .................................................................................................................................................... P-102 ERENBERK Ufuk .............................................................................................................................................. P-54 ERGÜN Mehmet Ali ...................................................................................................................................... P-111 EROĞLU Ayşe Güler ........................................................................................................................................ P-75 ERSOY Betül ............................................................................................................................................P-44,P-64 ERSU Refika ....................................................................................................................................................... S-3 ERTAN Ülker .................................................................................................................................................... P-87 ESEN İhsan ............................................................................................................................. S-16 P-14,P-41,P-74 EVLİYAOĞLU Saadet Olcay .................................................................................................. P-40, P-75,P-76,P-125 FETTAHOĞLU Emine Çığıl ................................................................................................................................ P-16 FIRAT İrfan .................................................................................................................................................... P-124 FİTÖZ Suat ............................................................................................................................................... S-19 P-71 FURMAN Andrzej ...................................................................................................................................... S-9 P-99 GAYRETLİ Zeynep Gokce ............................................................................................................................... P-103 GEDİK Hakan ................................................................................................................................................... P-10 GENÇHELLAÇ M. Tuğba ................................................................................................................................... P-78 GİNİŞ Zeynep .................................................................................................................................................. P-12 GÖÇER Emine .................................................................................................................................................... P-3 GÖKÇAY Gülbin ............................................................................................................................................. P-148 GÖKDEMİR Yasemin ......................................................................................................................................... S-3 GÖKŞEN Damla ............................................................................................................. S-2, P-11,P-21,P-34,P-119 GÖNÇ Nazlı ........................................................................................................................ P-8,P-120,P-146,P-147 GUMURDULU Derya ....................................................................................................................................... P-31 GÜCÜŞ Aslıhan ................................................................................................................................................ P-88 GÜLLEROĞLU Nadide Başak ........................................................................................................................... P-41 GÜLLÜ Ufuk Utku ............................................................................................................................................ P-67 GÜLPINAR Başak ........................................................................................................................................... P-143 GÜMÜŞTEKİN BÜLBÜL Özlem ......................................................................................................................... P-68 GÜNDÜZ Suzan ............................................................................................................................................... P-91 GÜNEŞ Dilek .................................................................................................................................................... P-79 GÜNEŞ Tamer .....................................................................................................................................P-130,P-154 GÜNİNDİ Figen .......................................................................... S-1,S-10 P-22,P-42,P-91,P-95,P-113,P-122,P-145 GÜNÖZ Hülya .................................................................................................................................................. P-77 GÜR Gökçe ...................................................................................................................................................... P-74 GÜRAKSIN Özlem .......................................................................................................................................... P-139 UPEK 2012 Sayfa 311 GÜRAN Tülay .................................................................................................................................... S-3,S-4 P-124 GÜRBÜZ Fatih .................................................................. P-31,P-33,P-67,P-104,P-105,P-106,P-109,P-138,P-150 GÜRHAN TAHTA Evrim ................................................................................................................................. P-139 GÜVEN Ayla ............................................................................................................................................ S-20 P-17 GÜVEN Burcu .................................................................................................................................................. P-52 GÜZEL Bülent ................................................................................................................................................ P-102 HACIHAMDİOĞLU Bülent ................................................................................................. S-8,S-19 P-62,P-71,P-72 HALEFOĞLU AHMET ..................................................................................................................................... P-151 HALİLOĞLU Belma ....................................................................................................................S-3,S-4 P-96,P-135 HALİS Hülya .............................................................................................................................. P-130,P-131,P-154 HATİPOĞLU NİHAL ....................................................................................................... S-21,S-22,P-65,P-66,P-162 HATUN ŞÜKRÜ ........................................... S-4,S-12,S-17,P-24,P-26,P-27,P-43,P-46,P-61,P-89,P-97,P-127,P-163 ILGIN RUHİ Hatice ............................................................................................................................................. S-8 IŞIK Şehribanu ................................................................................................................................................. P-12 İÇÖZ Semra ....................................................................................................................................................... P-9 İKİNCİOĞULLARI Aydan ................................................................................................................................... P-72 İNCECİK Faruk ................................................................................................................................................. P-33 İSKİT Serdar ................................................................................................................................................... P-138 KABUKCUOĞLU Sare ..................................................................................................................................... P-107 KADIOĞLU Alev ............................................................................................................................................. P-148 KALAÇA Sibel ................................................................................................................................................... S-12 KANDEMİR Nurgün ............................................................................................................ P-8,P-120,P-146,P-147 KAPLAN BULUT İpek ..................................................................................................................................... P-124 KARA Cengiz ...................................................................... S-1,S-10,S-13 P-22,P-42,P-91,P-95,P-113,P-122,P-145 KARA Özlem ................................................................................................................. S-16 P-14,P-41,P-74,P-134 KARA Semra .................................................................................................................................................... P-83 KARA ACAR Emine Manolya ...................................................................................................................P-75,P-76 KARACA Meryem ......................................................................................................................... P-87,P-98,P-101 KARACABEY Neslihan ...................................................................................................................................... S-15 KARADAĞ Bülent .............................................................................................................................................. S-3 KARAGÜZEL Gülay ............................................................................................... P-29,P-30,P-35,P-52,P-88,P-153 KARAKOÇ Fazilet ............................................................................................................................................... S-3 KARAMAN İbrahim ....................................................................................................................................... P-108 KARAOĞLAN Murat ........................................................................................................... P-68,P-69,P-116,P-117 KARAOĞLU Abdulbaki ............................................................................................................................. S-21 P-47 KARATAŞ Deniz ............................................................................................................................................... P-72 KARDAŞ Fatih .................................................................................................................................................. S-11 KAYA Avni ....................................................................................................................................................... P-80 KEKİL Macide Burcu ...................................................................................................................................... P-105 KELEKÇİ Sefa ................................................................................................................................................. P-123 KENDİRCİ Mustafa .......................................................................................................................................... S-11 KESER Alev .............................................................................................................................................. S-17,P-61 KESKİN Mehmet .............................................................................................. P-38,P-68,P-69,P-116,P-117,P-162 KIM Woo-Young ................................................................................................................................................ S-7 KIR Metin ........................................................................................................................................................ P-71 UPEK 2012 Sayfa 312 KIZTANIR Hikmet ............................................................................................................................................. P-92 KİREMİTÇİ Seniha ....................................................................................................................................P-44,P-64 KOCA Tuğba .................................................................................................................................................... S-14 KOCAAY Pınar ...................................................................................................................................S-8 P-62,P-71 KOCABAŞ Abdullah ......................................................................................................................................... P-74 KONDOLOT Meda ........................................................................................................................................... S-11 KORKMAZ Özlem ................................................................................................................... S-2,P-21,P-34,P-119 KORKMAZ Levent ..................................................................................................................... P-130,P-131,P-154 KOTAN Leman Damla .................................................................................................................................... P-105 KÖR Yılmaz ........................................................................................................................... P-38,P-68,P-69,P-117 KUMBUL DOĞUÇ Duygu ................................................................................................................................... S-6 KURBAN Sevil .................................................................................................................................................... P-7 KURTOĞLU Selim ........................................................................... S-22,P-37,P-65,P-66,P-130,P-131,P-154,P-162 KURU Lütfi İhsan ............................................................................................................................................. S-20 KUTBAY Yaşar Bekir ...................................................................................................................................... P-123 KUTLU Alev Oğuz ............................................................................................................................................ S-13 KÜÇÜKEMRE AYDIN Banu ....................................................................................................................... S-4 P-148 KÜME Tuncay ..................................................................................................................................S-24 P-53,P-85 LAHR Georgia .................................................................................................................................................. P-83 LEE Su-Jun ......................................................................................................................................................... S-7 MAKAY Balahan Bora ...................................................................................................................................... P-85 MAZICIOĞLU M. Mümtaz ............................................................................................................................... P-37 MEMİOĞLU Nihal .............................................................................................................................................. S-4 MEMUR Şeyma ........................................................................................................................ P-130,P-131,P-154 MENGEN Eda ..............................................................................P-31,P-33,P-67,P-105,P-106,P-109,P-138,P-150 METHERELL Lou ............................................................................................................................................ P-105 MIHÇI Ercan .................................................................................................................................................. P-158 MOLHO-PESSACH Vered ............................................................................................................................... P-160 MUHTAROĞLU Sebahattin .................................................................................................................... S-22, P-66 MURATOĞLU ŞAHİN Nursel ............................................................................................................................ P-51 NALÇACIOĞLU YÜKSEKKAYA Pınar ............................................................................................................... P-156 NARCI Adnan ................................................................................................................................................ P-139 NERGİZOĞLU Gökhan ..................................................................................................................................... S-19 NUR Banu ...................................................................................................................................................... P-158 NURSOY Mustafa Atilla ................................................................................................................................. P-132 OĞUZ KUTLU Alev ........................................................................................................................................... P-82 OKUR Arzu .................................................................................................................................................... P-111 OKUYAN Hacer Efnan ........................................................................................... S-18 P-55,P-56,P-57, P-58,P-60 ONAY Hüseyin ............................................................................................................................ P-21,P-118,P-119 ORAL Akgün .................................................................................................................................................... P-80 ORBAK Zerrin .................................................................................................................................................. P-80 ÖÇAL Gönül .............................................................................................................. S-8,S-19 P-13,P-62,P-71,P-72 ÖKTEN Ayşenur ................................................................................................... P-29,P-30,P-35,P-52,P-88,P-153 ÖNDER Aşan ............................................................... S-15 P-2,P-18,P-39,P-108,P-133,P-136,P-137,P-155,P-156 ÖNEN Serdar ................................................................................................................................................... P-50 UPEK 2012 Sayfa 313 ÖNEN Yeşim .................................................................................................................................................. P-125 ÖNENLİ MUNGAN Neslihan .......................................................................................................................... P-109 ÖNER Pınar ....................................................................................................................................................... S-5 ÖNER Özgür ...................................................................................................................................................... S-5 ÖRNEK Ahmet .................................................................................................................................................. S-15 ÖZATALAY Esin ................................................................................................................................................ P-16 ÖZBARAN Burcu ............................................................................................................................................ P-118 ÖZBEK Mehmet Nuri .................................................................................................... S-23 P-4,P-93,P-109,P-152 ÖZCABI Bahar ....................................................................................................................... P-40,P-75,P-76,P-125 ÖZCAN Alper ................................................................................................................................................... S-11 ÖZDEM Sebahat .............................................................................................................................................. P-73 ÖZDEMİR Tunç .............................................................................................................................................. P-100 ÖZDEMİR Necmettin ..................................................................................................................................... P-118 ÖZEN Samim ........................................................................................................S-2,P-11,P-21,P-34,P-118,P-119 ÖZER Güler .................................................................................................................................................... P-109 ÖZGEN İlker Tolga ................................................................................................................ P-10,P-36,P-54,P-132 ÖZHAN Bayram .......................................................................................................................................P-44,P-64 ÖZIŞIK Pınar .................................................................................................................................................. P-155 ÖZKAN Behzat ................................................................................................................................................. P-80 ÖZKAYA Emin .................................................................................................................................................. P-54 ÖZKINAY Ferda ......................................................................................................................................P-21,P-119 ÖZKOL Mine .................................................................................................................................................... P-64 ÖZÖN Alev ......................................................................................................................... P-8,P-120,P-146,P-147 ÖZŞEN Ahu ................................................................................................................................................ S-9 P-99 ÖZSU ELİF ......................................................... S-12,S-17,P-24,P-26,P-27,P-43,P-46,P-61,P-89,P-97,P-127,P-163 ÖZTÜRK M.Adnan ......................................................................................................................................... P-131 ÖZTÜRK Faruk ............................................................................................................................................... P-156 ÖZTÜRK PHD Ahmet ....................................................................................................................................... P-37 ÖZYILMAZ Berk ............................................................................................................................................. P-123 PARLAK Mesut ........................................................................................................................... P-73,P-157,P-158 PELTEK KENDİRCİ Havva Nur ....................................................................... P-18,P-39,P-133, P-136,P-137,P-155 PİRGON Özgür ........................................................................................................................................... S-6,S-14 POTUR Emine Derya ......................................................................................................................................... P-3 POYRAZOĞLU Şükran ................................................................................ S-4 P-77,P-79,P-92,P-112,P-126,P-148 R MAHER Eamonn .......................................................................................................................................... P-70 RAMT Yuval ................................................................................................................................................... P-160 SAKA Nurçin ............................................................................................ S-4 P-77,P-92,P-112,P-126,P-148,P-161 SANGÜN Özlem ......................................................................................................................................... S-6,S-14 SATAN Ali ................................................................................................................................................P-77,P-79 SAVAŞ ERDEVE Şenay ................................................................................. S-8 P-18,P-62,P-71,P-72,P-108,P-133 SELÇUKLU Ahmet .......................................................................................................................................... P-162 SELVER Beray .................................................................................................................................................. P-49 SELVER EKLİOĞLU Beray ................................................................................................ P-7,P-32,P-59,P-86,P-142 SHİN Jae-Gook .................................................................................................................................................. S-7 SOYDEMİR Didem ......................................................................................................................................... P-112 UPEK 2012 Sayfa 314 SÖBÜ Elif ......................................................................................................................................................... P-75 SÖNMEZ Ayça ................................................................................................................................................. P-25 ŞAHİN sezgin ................................................................................................................................................... P-40 ŞANLI MURAT ............................................................................................................................................... P-116 SARICA Dilek ................................................................................................................................................. P-129 ŞARKIŞ Ümit Başak ..................................................................................................................................P-23,P-45 ŞEN Tolga Altuğ ............................................................................................................................................. P-139 ŞEN Emine ..................................................................................................................................................... P-156 ŞIKLAR Zeynep ......................................................................................................... S-8,S-19 P-13,P-62,P-71,P-72 ŞİMSEK Şeref ................................................................................................................................................... P-16 ŞİMŞEK Enver ........................................................................................................................................P-49,P-107 ŞÜKÜR Mine .................................................................................................................................................. P-126 TAHMİSCİOGLU BUCAK feride ..................................................................................................... P-40,P-76,P-125 TANRIVERSİ Fatih .......................................................................................................................................... P-162 TAŞÇILAR MEHMET EMRE ..............................................................................................................S-21 P-47,P-48 TAYFUN Meltem .....................................................................................................................................P-14,P-41 TEMİZ Fatih .............................................................................................................................. P-104,P-105,P-109 TEPE Derya ......................................................................................................................................S-16 P-14,P-41 TOKAR Baran ................................................................................................................................................. P-107 TOPALOĞLU Ali Kemal ..............................................................P-31,P-67,P-104,P-105,P-106,P-109,P-138,P-150 TOPÇU Vehap ................................................................................................................................................... S-8 TORUN Neşe ................................................................................................................................................... P-81 TOSYALI Merve ............................................................................................................................................... P-34 TÖREL ERGÜR Ayça ................................................................................................ S-18 P-55,P-56,P-57,P-58,P-60 TUĞRUL Melike ............................................................................................................................................. P-161 TULGAR KINIK Sibel ......................................................................................................................................... P-51 TUNÇ Özgül ....................................................................................................................................................... P-2 TURAN Serap ............................................................................................................. S-3,S-4,S-9 P-96,P-99,P-135 TUTAR Ercan ................................................................................................................................................... S-19 TÜKÜN Ajlan ..................................................................................................................................................... S-8 TÜRKKAHRAMAN Doğa .................................................................................................................................... S-7 TÜRKYILMAZ Zafer ........................................................................................................................................ P-111 TÜRKYILMAZ Canan ...................................................................................................................................... P-159 TÜTÜNCÜLER Filiz ............................................................................................................ S-4 P-25,P-63,P-78,P-81 UÇAR Ahmet ............................................................................................................P-79,P-92,P-112,P-126,P-161 UĞRAŞ Meltem ............................................................................................................................................. P-139 ULUDAĞ Dilek ............................................................................................................................................... P-125 ULUTABANCA Halil ........................................................................................................................................ P-162 UNCU Nermin ................................................................................................................................................. P-74 USER İdil Rana ............................................................................................................................................... P-146 UYGUR Türkan ................................................................................................................................................ P-90 UZUN Ayla ....................................................................................................................................................... P-16 ÜNSAL Erbil ..................................................................................................................................................... P-85 ÜNÜVAR Tolga ................................................................................................................................................ P-90 ÜSTÜN Melek ................................................................................................................................................ P-107 UPEK 2012 Sayfa 315 ÜSTÜNBAŞ Hasan B ........................................................................................................................................ P-37 ÜSTYOL Ala ....................................................................................... S-1,S-10 P-22,P-42,P-95,P-113,P-122,P-145 VATANSEVER Goksel ....................................................................................................................................... P-62 VIVIAN Hwa ..................................................................................................................................................... P-44 VURALLI Doğuş ............................................................................................................................................. P-147 YAĞLI ÇOLAKOĞLU Elif ............................................................................................................... P-15,P-110,P-129 YAĞMURLU Aydın ........................................................................................................................................... P-71 YALÇIN Şule ................................................................................................................................................... P-146 YAVUZ Metin ................................................................................................................................................ P-138 YAZICI Ayşe Canan .......................................................................................................................................... P-51 YEŞİL Gözde .................................................................................................................................................... P-36 YEŞİLTEPE MUTLU Gül ................ S-4,S-12, S-17,P-24, P-26,P-27,P-43, P-46,P-61, P-89,P-97, P-127,P-160,P-163 YILDIZ Ümmügülsüm .................................................................................................................................... P-103 YILDIZ Feyza .................................................................................................................................................. P-124 YILMAZ AĞLADIOĞLU Sebahat .......................... S-5,S-15 P-18,P-39,P-70,P-108,P-133,P-136,P-137,P-143,P-155 YÖRÜK Nurdan ................................................................................................................................................ P-17 YÜCE Özge ................................................................................................. P-114,P-115,P-121,P-128,P-144,P-159 YÜKSEL Bilgin ................................................................... P-31,P-33,P-67,P-104,P-105,P-106,P-109,P-138,P-150 YÜKSEL AYŞEGÜL ............................................. S-12,S-17,P-24,P-26,P-27,P-43,P-46,P-61,P-89,P-97,P-127,P-163 ZLOTOGORSKİ Abraham ............................................................................................................................... P-160 UPEK 2012 Sayfa 316