Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51 Gülsüm KAYMAK1 Nilüfer ÖZTÜRK AYKAÇ2 YENİ DENETİM BİÇİMLERİ BAĞLAMINDA İDEOLOJİ Özet Bu makale, küreselleşme diye özetlenen çığırda, tükendiği iddia edilen ideolojinin serüvenini izlemeyi hedeflemekte, onu çağdaş literatürde anlamsız kılmaya çalışan yaklaşımları tartışmaya açmaktadır. Son dönem sosyal teoride önemli bir yer işgal eden tartışma; demokrasi alanında yaşanan gelişmeler neticesinde ideolojilerin günümüzde tükendiğidir. Politik ve sosyal alanda yaşanan gelişmeler, toplumsal ve siyasal kimliklerin kayganlaşmasını beraberinde getirmektedir. Peki, bu durum ideolojik sorunların önemini yitirdiğini ve ideolojinin sonunun geldiğini söylemek için yeterli bir gerekçe midir? Yoksa aksine, Althusser’in “çağırma” şeklinde adlandırdığı ideoloji, tam da bu noktada daha cazipleşen bir megafon gibi mi görünmektedir? Bu kontekst ile öncelikle ideoloji kavramı, nüvelendiği tarihsel süreci ile işlenecek, ardından sosyal teoride ele alınışı bakımından irdelenecek, son olarak yeni denetim biçimleri bağlamında varlığı ortaya konulacak ve tükenmediği savunulacaktır. Anahtar Kelimeler: İdeoloji, sosyal teori, kimlik hareketleri, tüketim kültürü, medya. IDEOLOGY AS PART OF NEW FORMS OF DISCIPLINE Abstract This paper, in the epoch summarised as globalization, has aimed at viewing the adventure of ideology pretended to be wasted and has brought forward approaches aiming to render the ideology meaningless in contemporary literature. The discussion engages a certain role in recent social theory is that; ideologies have been used up as a consequence of developments in relation with democracy. Öğretim Görevlisi, Batman Üniversitesi Sosyal Hizmetler Bölümü, [email protected] Ar. Gör., Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü, [email protected] 1 2 Gülsüm Kaymak - Nilüfer Öztürk Aykaç 40 Developments experienced in political and social spheres have brought about social and political identities’ becoming slippery. Well, is this situation a sufficient reason to say that ideological problems lost their significance and ideologies have come to an end? Or the other way round, ideology as Althusser named “calling” just at this point seems like a charming megaphone just at this point? Within this context, the concept of ideology will be handled with its historical process it’s been cored, and then it will be evaluated in relation to its interpretation in social theory and finally its’ existence will be exhibited via new discipline mechanisms and it will be defended that ideologies have not wasted away. Key Words: Ideology, social theory, identity movements, consumption culture, media. Giriş Kökleri Aydınlanma felsefesine kadar uzanan, sosyal bilimlerde olduğu kadar siyaset biliminde de sıklıkla kullanılan kavramlardan biri olan ideoloji, akademik dünyanın anlaması ve anlatması zor terimlerindendir. Bu halde bile toplumsal meselelerle ilgilenen kimselerin terminolojisinde önemli bir yer işgal ederek toplumsal olaylar, düşünceler ve akımlarından bahsederken sık referans verilen bir kavram olmuştur. Zaten, onu çetrefilli kılan faktörlerden biri de farklı düşünürlerin ve fikir gruplarının kavram üzerindeki değişik algıları ve yorumlarıdır. Söz konusu engel yetmezmiş gibi, bir de ideoloji ile karıştırılma riski bulunan diğer kavramların pek çok kez ideoloji teriminin içine sokuşturulması tehlikesi vardır. Bazı teorisyenleri inanç-ideoloji ayrımı üzerinde mesai yapmaya zorlayan unsur, inanç gibi dinsel referanslı bir kavramın ideoloji kapsamında yorumlanmasıdır. Değer ve simgelerin toplandığı odak noktası olan din, birçok açıdan Şerif Mardin’in deyimiyle ideoloji ile rekabet halinde olan bir başka kurumdur (Mardin, 2006: 118). Yine, bilişsel araçlar olarak kabul gören “mitos”lar da, dünyayı algılamada sınıflandırmalar yapma, tarihi anlaşılır bir şekle sokma iddiasındadır ve bu yönü ile ideolojileri andırmaktadır. Bu gibi sebeplerden ötürü, Heywood’un da dikkat çektiği gibi; terim ile ilgili yerleşik ve üzerinde hemfikir olunan bir tanım bulunmamaktadır. Kimilerine göre siyasi bir inanç sistemi, kimilerinin bakışına göre eylem yönelimli siyasal ve düşünsel bir öbek, diğer bir görüşe göre dönemlerin hâkim sınıflarının dayatma yolu ile uygulamaya koydukları fikirler, farklı bir görüşe göre ise kapsayıcı bir yaşama formu (Heywood, 2007: 7), ideoloji kelimesini karşılamaktadır. Yaşanan anlam karmaşasını az çok gidermek ve ideoloji kavramının karanlıkta kalan yönlerini aydınlatabilmek adına, ilk olarak ideolojinin tarihi seyrinin ele alınması uygun görülmüştür. 1. Kavramın Tarihsel Durakları Kimi teorisyenlerin hudutlarını çizmenin zor olduğundan söz ettiği ideoloji, sözcük anlamı olan “fikir bilimi”nin (Modern Toplumsal Düşünce Sözlüğü, 2008: 348) yanı sıra, bugün yoğunlukla ‘nesnel olmayan fikirler ürünü’ çağrışımı şeklinde kullanılmaktadır. Oysa kavram, Avrupa’nın fikir tarihinde bambaşka bir anlamda ortaya çıkmıştır (Mardin, 2006). Aydınlanma’nın bilgiyi dinin elinden alıp akla ve bilime bırakmasını takip eden süreçte, doğru düşündürmenin bir yolu olduğuna inanan bir grup düşünür tarafından ‘doğru düşünme’ bilimine verilen isim olmuştur. Fransız düşünürleri Condillac (1715-1780) ve Helvétius (1715-1771) bu düşünürlerin fikirlerini besleyen önemli kaynaklar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51 41 Yeni Denetim Biçimleri Bağlamında İdeoloji kavramsallaştırma günümüzde kısmen de olsa hâlâ devam eden ideoloji-bilim tartışmasının temellerinin de atılmasını sağlamıştır. Condillac’a göre, o zamana dek geçerli olduğu kabul edilen, “insanın dünyayı içinde bulunduğu durumlara göre algıladığı, ruhsal kalıbına göre dünyayı irdeleyip, hükümlere vardığı” önermesi yanlıştı. Condillac, asıl doğru olanın bunun tam tersi olduğunu ileri sürüyordu. Ona göre dil, bilgimizi sistematikleştiren simgeler sistemiydi. Bu sistem ne kadar rasyonel çalışırsa dışarıdan gelen girdileri, etkileri o kadar doğru algılayabilirdik. Dilde veya kullanılışında bir pürüz olduğunda da gerçekleri yanlı olarak algılardık. Dolayısıyla hakikatlere varabilmek ve onları pürüzsüz olarak algılamak için de dilimizle rasyonel bağlar kurmak durumundaydık (Mardin, 2006: 22-23). Dönemsel bağlamıyla söyleyecek olursak, doğru düşünmenin yolu olan ideoloji, Condillac’a göre, yansız ve doğru kullanımına bağlıydı. Yani içten bir biçimlendiriciye değil, dıştan bir etkene ihtiyaç vardı. Bir diğer Aydınlanma düşünürü olan Helvétius de bu konuyu ayrıntılı olarak ele almıştır. Bu düşünüre göre, “İnsanlar benliklerini asıl olarak dıştan gelen etkilerle kazanırlar; dolayısıyla dışarı ile bağıntı, ilişki önemlidir ve bu bağıntı insanın insanlaşmasında en önemli rolü oynar.” Örneğin bir insandaki ahlaki düzeyi ve düşünme kudretini oluşturan eğitim sistemidir ve bu sistemi de saptayan ve uygulamaya koyan, gözetleyen devletin politikasıdır (Mardin, 2006: 23). Devletin kontrolü altındaki sistemin değişmesi durumunda, sonuçların da değişebileceğine dikkat çeken Helvetius, yaptığı bu vurgu ile Condillac’ın teorisini ileri götürmüş ve güçlendirmiştir. İdeoloji konusunda Condillac ve Helvetius gibi isimlerin önemi açık ve büyüktür. Zira benliğin içsel etkenlerden ziyade dışsal etkenlerle biçimlendirilmesi, onların yaklaşımları ile dikkat çekmiş ve ideoloji formunu kazanmaya başlamıştır. İdeoloji teriminin daha bilinçli olarak kullanılması ve tartışılması ise biraz daha sonralara, 1790’ların ikinci yarısına dayanmaktadır. 16. yüzyıldan itibaren kendini başta Avrupa’da göstermeye başlayan ve daha sonraları kuvvetli bir ivme kazanan, Sanayi Devrimi odaklı ve başlangıçlı toplumsal değişimler; klasik düşünme ve yaşama formlarında değişikliklere yol açmıştır. Toprağa dayalı bir ekonomi anlayışından sanayileşmeye varan kâr odaklı ekonomiye geçiş, yeni üretim türlerinin ve bu türlerin erbaplarının ortaya çıkması, yeni sınıfların oluşumu ve sınıfsal ayrımların belirginleşmesi, birey olarak insanın öneminin artması yeni soruları, yeni cevapları ve bu cevapları açıklayacak yeni kavramların oluşmasını sağlamıştır. İdeoloji kavramının da bu dönemde üretilmesi şaşılmayacak bir durumdur. İdeoloji kavramı 1797’de Fransız düşünürlerinden Antoine Destutt de Tracy tarafından “düşüncelerin bilimi” kastı ile üretilmiştir (Örs, 2009: 8-9). Tracy, o dönemde “ideologlar” diye bilinen ekibin önderi olarak ideolojinin düşünce bilimi terimlerini tümüyle karşılamakta olduğu görüş ve iddiasındadır. Tracy ve meslektaşlarına göre hayvansal yaşamın bir yönünü teşkil eden zeka, yalnızca duyu algılamaları yoluyla fikir üretebildiğinden ideoloji zoolojinin bir parçası olarak düşünüldü. Daha açık bir ifadeyle bu dönemde ideoloji zihinsel faaliyetleri fizyolojik temelle açıklayacak bir bilim olarak algılanıp yorumlanmıştır. Napolyon döneminde de etkisini sürdüren bu akım, daha sonra özellikle din hakkındaki olumsuz görüşlerinden ötürü Napolyon tarafından eleştirilmiş ve bu ekibe verilen her türlü devlet desteği geri çekilmiştir (Mardin, 2006: 24-25). Napolyon bununla da kalmayıp ekibi “belirsiz metafizikçiler” adı altında kötülemiş, fikir bilimlerinin tehlikeli bir ideoloji ilanı olduğunu öne sürerek reddetmiş ve bu kimseleri din ve yasaların özünü inkar etmekle suçlayıp Fransız halkının düşmanı saymıştır. Bu olaylar akabinde “ideoloji”; gerçekleri çarpıtmak, insanların zihinlerini bulandırarak onları yönlendirmek The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51 Gülsüm Kaymak - Nilüfer Öztürk Aykaç 42 amacıyla başvurulan olumsuz çağrışımlarla bütünleşmiştir (Modern Toplumsal Düşünce Sözlüğü, 2008: 348). Mclellan’ın bilgimize sunduğu üzere; ideoloji kavramının ilk ayak izlerine Fransa dışında Almanya’da da rastlanmaktadır. Almanya’da İngiltere başlangıçlı Sanayi Devrimi’nin hatırı sayılır bir şekilde vücut bulması ve beraberinde Alman Romantik hareketinin insana ve yaşadığı dünyaya önem atfetmesi, ideolojinin bu çevrede de tartışılmasına olanak vermiştir. Bu gelişmeler altında ideoloji kavramı, büyük çoğunluğu ile Karl Marx ve onun ünlü çalışması Alman İdeolojisi’ne (1846) dayandırılarak aktarılmıştır (Mclellan, 2005: 7-10). Yukarıdaki bağlamda düşünüldüğünde, Tracy ile Fransa’da ve Marx’ın tesiri ile Almanya’da form kazanan ideoloji, içerisinde bir parça objektiflik barındırıyorsa da toplumsal ve politik yönlendirmeden bağımsız bir yerde değildir. Devrimin son aşamasında ilk kez Tracy tarafından kullanılan kavramın aslında Fransız devletinin sorunlarına çözüm üretmek amacıyla çeşitli düşünceler geliştirmek üzere kurulan bir kontekst olduğunu düşünmek olanaklı hale gelmektedir. Tracy’in “düşünme bilimi” söylemlerine karşın söz konusu ilişkiler, amaçlar ve arayışlar ideoloji kavramına ilk damgasını vurmuştur. Bu nedenle kavram Napolyon’un tutumunun da etkisiyle, başlangıçta düşünmenin kuralları ve yöntemlerini inceleyen bir bilim olmaktan öte düşünceyi ve bilgiyi Fransa’nın hizmetine sokmaya yönelen bir arayışın kavramlaştırılması gibi düşünülebilmektedir. Söz konusu dönem, ideolojinin günümüzde taşıdığı tüm diğer çağrışımları da içinde barındırmıştır. Fikir bilimi, fikirlerin altında yatan sınıf, iktidar mücadelesi, fizyoloji gibi fikir üretmenin ötesindeki temeller, hayalci ve yıkıcı oldukları iddiasıyla reddedilerek mit, öğreti ya da siyasi-kültürel plana hizmet etme amacıyla belli grupların kullanımda oldukları gibi bağlamlar bu dönem anlayışı içinde bir arada bulunmaktadır (Modern Toplumsal Düşünce Sözlüğü, 2008: 348). Öte yandan kavramın Almanya’daki dayanağı durumunda olan Marxist çözümlemede de anlamın toplandığı nokta çok farklı değildir. Daha sonra da işleneceği gibi Marx’a göre bilinci belirleyen şey “toplumsal varoluş”tur ve bu yüzden bilincin ideolojik bir düşünceye saplanarak “yanlış bilinç”e dönüşmesi muhtemeldir (Marx, 1976). Tüm bu kontekstin politik çıkarlar taşıyan misyonu nedeniyle ‘ideoloji’ de buna bağlı bir dünyada doğmaktadır. Nitekim bütün ideoloji tarihi boyunca bu politik egemenliğin özellikle de sosyal sahadaki baskınlığından söz edilebilir. Gramsci’nin hegemonya modelinin ana izleği, Althusser’deki “devletin ideolojik aygıtları”nın temellendiği zemin budur. 2. Sosyal Teoride İdeoloji İdeoloji kavramı sosyal teoride genel olarak 3 temel bağlama işaret etmektedir: 1) faşizm, komünizm, çeşitli milliyetçilikler örneğinde gözlemlenebilecek çok özel düşünüş biçimleri; 2) Marksist literatürde ifade edildiği şekliyle belli ölçüde çarpıtılmış ve belli bir sınıfa ya da çıkara hizmet eden bilgi setleri; 3) özellikle bilgi sosyolojisi kapsamında değerlendirildiğinde anlam kazanan, bilimsel bilgi, din, gündelik hayat bilgisi gibi birçok alanı kapsayan fikirler (Abercrombie, Hill ve Turner, 2006: 191). Sosyolojik teori açısından ideolojiyi ele aldığımızda öncelikle, sosyolojinin bir bilim olarak doğuşuna tanıklık eden 19. yüzyıla gönderme yapan ve ideolojilerin bugün dahi tutunmasına olanak sağlayan muhafazakarlık, liberalizm, sosyalizm gibi fikir akımlarının üzerinde durmak gerekmektedir. The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51 43 Yeni Denetim Biçimleri Bağlamında İdeoloji Kanlı Fransız devriminin kullanıma açtığı şiddet olgusuna serzeniş; yine devrimin neticesinde yayılan bireysel özgürlüğe alternatif toplum vurgusu, aristokrasinin düşüşe geçmiş çıkarlarını koruma güdüsüyle birlikte muhafazakarlık ideolojisini devrim ve liberalizm eleştirisi üzerinden beslemiştir. Daha sonraki dönemde özellikle klasik sosyologların betimlemesini yaptığı Aristokratik/demokratik; Feodal/kapitalist; mekanik/organik; geleneksel/ussal bürokratik; kırsal/kentsel; cemaat/cemiyet (toplum) gibi dikotomik tipolojiler modern dönemde muhafazakarlık tarafından içleri doldurulan kavramlar olarak sosyoloji zeminini hazırlamıştır (Ünsaldı ve Geçgin, 2013). Bu alt yapı, bireyin aklın mutlak iradesinden çıkarılıp toplum potasına atılma sürecini açıklayarak ve bozulan toplumsal düzenin inşası bağlamında odak noktayı topluma çekerek daha sonraki yüzyılda toplum bilimi olan sosyolojinin doğuşuna önemli katkı sağlamıştır. Liberalizm ise, ekonomik bağlamı bir kenara bırakıldığında, dönemin muhafazakar çizgisine karşı devrimle ortaya çıkan bireyin hakları ve özgürlüğüne sahip çıkma çabasında olmuştur. Özellikle özgürlük ve eşitlik talepleri doğrultusunda bireyi sınırlayan devlet ve topluma dair aidiyetlerin bertaraf edilmesi bu ideolojinin temel talebidir. Ancak bu toplumu tamamen saf dışı bırakmak değil, aksine dönemin yaygın sorusu olan “Toplumları bir arada tutan nedir?” sorusunu referans alıp başka türlü cevaplamaktır. Örneğin, önde gelen temsilcilerden Tocqueville, bunu “demokrasi” diye cevaplar (Ünsaldı ve Geçgin, 2013: 73). Sosyal teoriye katkıda bulunan dönemin üçüncü ana ideolojisi olan sosyalizm, Marksist düşünceye referans olması ve sonraki tartışmaları önemli ölçüde şekillendirmesiyle dikkati çekmektedir. 19. yüzyıl boyunca özellikle İngiltere, Fransa ve Almanya örneklerinde gelişme ve çeşitlenme göstermiş olmakla beraber temel çıkış noktası, özellikle liberalizm bağlamında anlam kazanan bireycilik ve piyasa mekanizması karşıtlığı doğrultusunda özetlenebilir. Bu özellikleriyle muhafazakarlıkla benzerlikler taşımasına rağmen “din” noktasında ayrışır. Muhafazakarların dine yaptığı vurgu ve nostaljik özlem, sosyalistlerde bu anlamıyla mevcut değildir. Ancak, sosyolojinin öncüsü sayılabilecek Saint Simon örneğinde olduğu gibi, reformist bir “yeni din” yaklaşımına da rastlanabilmektedir. Sosyalist düşüncenin daha sıkı bir temsilcisi olan Proudhon ise “bilimsel sosyalizm” terimini kullanarak sosyalizmi toplumu sahada anlamada kullanır. Mutlak toplum ya da mutlak birey anlayışının ötesinde, bu ikisini birbiriyle ilişki içinde gören ve tanımlayan Proudhon, vizyonunun genişliğini göstererek çağdaşlarından ayrılır. Bu ilişkide devleti değil kişiler arasındaki yardımlaşma ve dayanışmayı vurgular. Bu yorumuyla da Marx’ı ve diğer devrimci sosyalistleri etkileyecek “anarşist” fikirlere kapı açar (Ünsaldı ve Geçgin, 2013). Marx’ın katkısı ve ideolojiye ilişkin yorumu biraz ileride tartışılacak olup bu kısımda en dar anlamıyla sosyalizmi sosyal teoriye etkisi bakımından incelemekle yetineceğiz. Kavrama sosyologlar üzerinden bakarken ideoloji ve ideologlara olumsuz bakışı sürdüren Comte’u analiz dışı bırakıp ideolojiye dair ilk sosyolojik saptamaları yapan Durkheim ile yola çıkabiliriz. Durkheim’e göre ideolojiler nesnel toplum koşullarına yaslanmaz. Bu koşulların var ettiği gerçeklikler yerine, zihinde çeşitli kurgular ve kalıplar aracılığıyla çarpıtmalar yapılır. Gerçeklik zihinde ya da topluluk ilişkilerinde çarpıtılarak üretilir ve yerini fikirlere bırakır. İkinci işlemde, zihindeki fikirler nesnel gerçeklik yerine konmaya çalışılır. İşte Durkheim toplumsal fenomenler yerine koyduğumuz bu şeye “nosyon” adını vermektedir. Nosyonları da ‘ilk’ ve ‘kaba nosyonlar’ olarak ikiye ayırır. Durkheim’e göre bunlar bütün bilimlerin temelinde bulunmakta, olguların yerine geçerek idol haline gelmekte ve onları bozmaktadır (Durkheim, 1985: 53-56). The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51 Gülsüm Kaymak - Nilüfer Öztürk Aykaç 44 İdeoloji kavramını “bilgi sosyolojisi” alanında değerlendirerek sosyal teoriye ve ideolojik tartışmalara katkı veren bir diğer önemli isim Karl Mannheim’dır (1839-1947). Mannheim, 1936 yılında yayımlanan Ideology and Utopia adlı eseriyle birlikte Marksist ideoloji anlayışını, tüm bilgi türlerini ve toplum anlayışını sınıf temelli ele almalarını eleştirmiş; birçok başka sosyal grup ve sürecin bilgi üretimine katkıda bulunacağını, dolayısıyla Marksist anlayıştan öte bir bilgi sosyolojisi ve ideoloji anlayışını savunmuştur (Abercrombie, Hill ve Turner, 2006: 234). Onun ideoloji kavramsallaştırmasında, sosyolojik analizi gerektiren özel ve genel/total olmak üzere iki temel ayak vardır. Özel biçimlendirmede, şeyin içinde bulunduğu toplumsal konumu bilinçsizce gizleme ya da açığa çıkarması düşünülmelidir. Başka bir deyişle, “konumsal belirlenimlilik” eleştirisinde bulunan ideologların kendi düşünceleri de konumlarının etkisinde kalmakta ve bu konum bilgisini açığa çıkarmaktadır. Genel anlamda ise, sorgulanan fikirlerin doğruluğu ya da yanlışlığı gündeme gelmektedir. Burada, ideolojik bir analiz yaparken kendininki dahil tüm görüşlerle muhatap olma cesareti gösterilmelidir (Zeitlin, 1997: 386; Giddens, 2005: 338-339). Bu iki bağlam, ideolojinin savunusunun da eleştirisinin de hem içeriden hem dışarıdan etkiye açık olduğunu gösterir. Muhalif görüşlerin eleştirisini yapıyorsak kendi görüşümüzü de eleştiriye açık tutmalıyız ki gerçek anlamda ideolojik analizi mümkün kılabilelim. Bu anlamda Marksist ideoloji analizinin Mannheim için neden sorunlu olduğu daha anlaşılırdır. İdeolojinin çarpıklığını savunmak, bu savunuyu yapanların kendi içinde bulunduğu ideolojik konumu ve yapılanmayı da açığa çıkarmaktadır. Bu da kavrama ilişkin sosyal teoride bulunma hevesinde olanın sınıf üyeliğinin ötesinde ideolojiye ilişkin çoklu bir bakış açısı taşımasını zorunlu kılar. “Toplum mu, topluma ilişkin düşünme şekilleri mi?” sorusu ile ikinci tarihsel durağımız olan Marx’ın “ideoloji” kavramına bir derece daha yaklaşılmış olunur. Zira Marx için ideolojinin anlamı bu noktada toplanmaktadır. Marx için toplum yapısına dair fikirler alanı ekonomi alanından ayrılamaz ve fikirleri ideolojik kılan, bu fikirlerin şeyleri egemen sınıfın yararına gizlemesidir (Marshall, 1999: 320). Marx’ın “içeriden” görüş olarak anladığı, toplumsal ve özellikle iktisadi özelliklerin toplum dinamiğinin zembereğini teşkil etmesidir. Marx’a göre toplumu harekete geçiren iktisadi ilişkilerdir ve mesele dış görünüşe aldanmamaktadır: “Fikirlerin, tasarımların ve bilincin üretimi, ilkin doğrudan ve dolaylı bir biçimde insanların maddi faaliyetine ve maddi ilişkisine bağlıdır ve gerçek yaşamın dilidir. İnsanların tasarımları, düşüncesi ve zihinsel ilişkisi, burada onların maddi davranışlarının dolaysız anlatışı olarak kendini gösterir… Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir.” (Marx, 1976: 44) Marx’ın “sosyal yaşam bilinci belirler” savı kendisinin ideolojiyi nasıl kullanmış olduğunu anlatmakta önemli bir tutamak sağlamaktadır. Bu sav ışığında “yanlış bilinç” kuramını anlamamız kolaylaşacaktır. Bu andan itibaren ideoloji analizi, insanların bilinçlerinin ötesine geçme, etkinliklerinin gerçek -maddi- temellerini açığa çıkarma ve yine bu temelleri toplumsal dönüşüme hizmet için kullanma anlamını kazanmıştır (Giddens, 2005: 335). Marx, toplumsal olaylarda değerlendirmeyi tersine çevirip, gerçekleri olduğu gibi göremeyen ve ideolojinin maddi temelini ortaya koyamayan ‘yukarıdan aşağıya’ tarih anlayışının tersine yaşamın maddi gerçeklerinden yola çıkan ‘aşağıdan yukarıya’ analiz yaparak toplumsal yaşamda doğru ya da gerçek olanı yakalamaya çabalamıştır. Belirleyici olanın dış dünya girdileri olduğu, insanın toplumsal bir canlı olup bağımlı bir değişken olarak çevre ile The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51 45 Yeni Denetim Biçimleri Bağlamında İdeoloji etkileştiği, maddenin esas olduğu Marx’la birlikte tartışılagelmiştir. İdeoloji, dünyayı nasıl görmek gerektiğini bildirir ve toplumsal yaşam biçiminin yorumlanmasını sağlar. Marx’a göre ideolojik düşünmek, toplumsal gerçekliği nesnel maddi yapılarla açıklamaktan kaçarak düşünce ile yorumlama yoluna gitmektir. Bu bağlamda Marx’a göre ideoloji, bir çarpıtma biçimidir. Werner Stark’tan aktarımla “kapitalist sırf kapitalist olduğu için, kapitalist kaldıkça uydurma bir dünyada yaşamaya mahkûmdur” (Mardin, 2006: 36). İdeoloji kendilerini haklı görmek, göstermek isteyen egemen oluşuma yardım eden bir dünya görüşüdür ya da böyle bir dünya görüşünü temsil etmektedir. Marx bir toplumda egemen sınıfın çıkarı ile egemen düşüncenin birlikte var olmak zorunda olduklarını belirterek ideolojik oluşumun bu ilkeye bağlı olarak oluşup yaşadığını söyler. Bu durumda ideoloji, kapitalist düzende siyasal iktidarı meşrulaştırmaya, bireyi sisteme entegre etmeye yardımcı fakat genellikle de yanlış fikirler kümesi olarak tanımlanmaktadır. Proletaryanın sosyal ilişkilerini, toplumsal bağlamlarını ve dolayısıyla da kendilerini, başkalarının fikirleri aracılığı ile anlamaya yönlendirildikleri Marx tarafından vurgulanır (Marx, 1976). Tam da bu noktada ideolojiyi maddi bir pratik, yaşananın bir aynası olarak gören Louis Althusser’i değerlendirmemiz kaçınılmaz olmaktadır. Aynı zamanda Marxist bir sosyal teorisyen olan Fransız düşünürün ideoloji çözümlemesi Marx’ınkinden farklıdır. Althusser, ideolojiyi, toplumsal yaşantıyı farklı biçimde fakat her zaman ve her aşamada kendiliğinden etkileyen bir oluşum gibi ele almaktadır. Daha doğrusu ideoloji ile toplumsal pratik iç içedir ve toplumun ekonomik yapı ve ilişkilerinin dışına taşınmıştır. İdeoloji, bir sınıfın diğerine kabul ettirdiği bir fikirler dizgesinden çok, tüm sınıfların katıldığı süregiden ve her yana yayılmış pratikler dizgesi olarak yeniden tanımlamıştır. Bu sınıfların bu pratiklere katılması, pratiklerin artık başat sınıfın çıkarlarına hizmet etmediği anlamına gelmemektedir. Aksine bu hizmeti kesinlikle yerine getirirler. Bu anlamıyla tarihsel-olmayan bir gerçekliktir ideoloji, zira tarihin her döneminde mevcuttur (Althusser, 2010). Yeniden tanımlanan ideoloji Marx’ın inandığından çok daha etkilidir, çünkü dışarıdan değil içeriden işlemektedir. Ayrıca tüm sınıfların düşünce ve yaşam biçimlerine derinden işlemiştir (Fiske, 2003: 223). Althusser’e göre ideolojiden kaçmak mümkün değildir. Toplumsal değişimi Marx’ın kuramı kaçınılmaz, Gramsci’ninki olası, Althusser’in kuramı ise olanaksız görür (Fiske, 2003: 227). Hayat pratiği olan ideoloji Althusser’de hayatla birlikte başlar. Sistem, ideolojiyi bireye yaymanın yoludur. Bu yol adeta kendiliğinden çalışan mekanik bir yöntemdir. Bu içerik Marx’ın Kapital’de ideolojiyi tanımlamak için söylediği “bilmiyorlar ama yapıyorlar” cümlesinden mülhem gibidir. Daha önce de belirtildiği gibi Marx, işçilerin kendilerini, kendilerine ait olmayan düşünceler aracılığıyla anlamaya zorlandıklarını, itildiklerini söyler. Althusser’de bu durum bir sonuç olarak doğrudur. Ancak ona göre süreç farklı işlemektedir. Daha net bir ifade ile temel tez, “Her ideoloji ancak bir özne aracılığı ile ve özneler için var olabilir” demektir (Althusser, 2010: 99). Çünkü ideolojinin oluşumuna tüm sınıflar katılır. Örneğin özneleri “çağırma” her sınıfa özgüdür. Böylece yeniden tanımlanan ideoloji toplumsal sistem içinde dışarıdan değil içeriden işlemekte ve sistemi temelinden yakalamaktadır (Fiske, 2003: 223). Bu önemli saptamasıyla Marksist kimliğine uygun olarak Althusser, düşünsel olanın maddi olanın içinde gerçekleştiğine dikkat çeker. Yine onun kavramsallaştırması ile söylenirse “devletin ideolojik aygıtları” maddi bir yapı olarak kendi ideolojik oluşumlarını topluma çıktı olarak verir. Bu “maddi” şeyler; pratikler, ritüeller, maddi ideolojik aygıtlardır (Üşür, 1997). The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51 Gülsüm Kaymak - Nilüfer Öztürk Aykaç 46 Dolayısıyla maddi olanla düşünsel olanı kesin çizgilerle birbirinden ayırma ve onları kilitleme gibi bir sistematiği olmayan Althusser, bu yanı ile Gramsci’yi andırır. Gramsci’nin ideolojiye verdiği konum muadillerinden şu noktada farklıdır: Sistemin sürekliliğini sağlayan ana yapılar kadar dönemler arasında da bağlantıyı kuran ‘harç dokudur’ ona göre ideoloji. Bu durumda ideoloji sözcüğünü genel itibariyle iki anlamda kullanmıştır. Her insanın toplumda belirli bir sınıfsal konum içinde yaşadığını, insanın içinde bulunduğu konumunun bir parçası olduğunu ve bu sınırlamanın ideoloji tarafından çizildiğini öne sürmüştür. Diğer taraftan da ideolojinin gerçeğe karşı gösterilen bir tepki olduğuna ve bu durumun yaygın bir alışkanlık haline geldiğine dikkat çekmiştir (Lukacs, 1978: 149). Dolayısıyla Gramsci, ideoloji konusunda bir bakıma olumsuz olmayan bir duruş sergilemiş, Marxist düşüncedeki zayıf ideoloji anlayışını irdelemiştir. Suçu, ideolojiyi “yararsız” ya da “süprüntü” olarak görenlerde aramıştır. Onlar ideolojiyi salt ekonomik temel tarafından belirlenmiş şekilde göredursunlar, Gramsci ideolojinin psikolojik bir geçerliliğe sahip olduğuna dikkat çekmek istemiştir. İnsanların hareket ettikleri, kendi kavramlarının bilincini edindikleri ve ideoloji sayesinde mücadele ettikleri bir alan yarattıklarını vurgulamıştır. Lukacs’ın da dikkatlere sunduğu gibi Gramsci’ye göre toplumsal sınıfların ideolojik düzeyde temsili mümkündür ve bu ilişkinin temelinde bir dünya görüşünün varlığı yatmaktadır (Lukacs, 1987). Gramsci’nin kuramı “hegemonya” kavramını kurumsallaştırır. Hegemonya kavramı sayesinde ideolojiyi bir mücadele sahası gibi düşünmemiz mümkünleşmektedir. Hegemonya, çoğulluğun kendisini ikincil konuma koyan sisteme rızasını amaçlanmaktadır. Bu bağlamda düşünüldüğünde “ortak duyu inşası”, temel hegemonya stratejilerinden biri olarak karşımıza çıkar. Yönetici sınıfın duyusunu ortak duyu gibi kabul etmek hegemonyayı tekrar tekrar inşa etmenin vazgeçilmez yolu gibi görünmektedir. Haliyle, ortak duyu olarak kabul gören fakat yönetici sınıfın ideolojik hedeflerini gerçekleştiren fikirlerin ortaya çıkacağı şüphesizdir. Kavramı modern sosyolojiden biraz daha yakınlara, bugünlere taşıdığımızda karşımıza Habermas çıkar. Onun kuramında beklendiği gibi ideoloji, bir kavram olarak doğası gereği ideoloji eleştirisiyle ilintilidir. Bu yaklaşımla ideoloji, fikirleri bilinç ve akılcı süreçler dışındaki güçlerin yönlendirmesiyle oluşur ve bu süreçlerin ne olduklarının ve nasıl işlediklerinin açığa çıkarılmasını sağlar (Giddens, 2005: 346). İlgili tartışma bir sonraki bölümde daha detaylı olarak işlenmektedir. 3. İdeolojinin Bugünü 20. yüzyılın genel havası, gündelik hayatın birçok alanında ideolojilerin görünürlüğünü artırmıştır. Totaliter, faşist, komünist rejimler bu görünürlüğün baş aktörleri olup halktaki çok sesliliği bastırmış ve eleştirel düşünceyi yok etmeye çalışmıştır (Ansart, 2011: 357). İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkıldığında savaş öncesini vurgulayan ideolojik çatışmaların devam edip etmeyeceği merakla bekleniyordu. Fakat 1950’li yıllara doğru eski ideolojik çatışmalar açısından, hiç değilse ortamın ve belirtilerin değişmesi bakımından, yeni bir durumla karşılaşıldığı kanısı yaygınlaşmaya başladı. Lipset’in ifadesiyle farklı ideolojileri temsil eden iki “süper devlet”in çıkarlarının çok zaman “sağ-sol” özelliklerine nispeten daha ağır bastığı görüldü. Diğer taraftan da Avrupa’nın iç politikasında “ideolojik kamplara ayrılma” etkeni yerini yeni etkenlere bırakıyormuş gibi bir görüntü belirdi. Pek çok devlet bir zamanlar ideolojik bir konu olarak damgalanan iktisadi planlamayı, toplumun iktisadi düzenliliğini sağlayan bir teknik gibi görmeye başladı. Birçok The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51 47 Yeni Denetim Biçimleri Bağlamında İdeoloji ülkede eskiden sosyalizmin sivri bir önerisi olarak görülen sosyal güvenlik tedbirleri şimdi olağan görülmeye başlandı (Mardin, 2006: 170-171). Bu yumuşama döneminde ve özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte ideoloji kavramı konusunda yapılan değerlendirmeler de önemli farklılıklar göstermeye başladı. İlk kez Amerikalı sosyolog Daniel Bell (1965) post-endüstriyel olarak tanımladığı yeni dönemde ideolojilerin sonunun geldiğini iddia etti. Bu söylemin dayandığı temel, modern toplumlarda artık makro teoriler ve ideolojilerin oluşturulamayacağı teziydi. Bu teze göre özellikle günümüz Batı dünyasında etik ve ideolojik sorunların önemi azalmış, insanlar ve topluluklar özellikle maddi kazanımların peşinden gitme eğilimi içine girmişlerdi. Siyasetin, iktisadi olanın ve hatta kültürel olanın gerisinde kalarak önemini yitirdiğini savunan Bell, bu argümanını destekleyebilmek için 1960’lı yılların ‘kültürel’ nitelikli olduğunu ileri sürdüğü gençlik hareketlerini, feminist toplumsal hareketleri ve özellikle ABD’de baş gösteren etnik hareketleri dayanak göstermiştir. Bell, bu tür hareketlerin özel alana girdiğini, kamusal alanı belirleyen en önemli unsurun ise politik-ideolojik kutuplaşmanın ötesine geçmesi gerektiğini düşündüğü postendüstriyel iktisadi gelişme olduğunu iddia etmiştir (Kaya, 2004: 2). Gerçekten de günümüz dünyası büyük teknolojik yeniliklere, ekonomik ve politik dönüşümlere, kültürel ve iletişimsel gelişmelere, teknolojik ve sosyal formasyonun yaygınlığına tanık olmaktadır. Yerel bir sosyal örgüt olan internet aracılığı ile küresel bilgi ortamına yerleşmektedir. Örneğin 24 Nisan 1988 tarihinde dünyanın herhangi bir yerindeki insan hakları ihlallerini bütün dünyaya duyuran Uluslararası Af Örgütü (AI)’nün merkezi, Colorado’da küçük bir kasabada yaşayan bir çiftin evidir. Kişisel bilgisayarın uyduya entegre imkanlarıyla yerel düzeyde üretilen haber bilgisi bütün dünyaya ulaşmıştır. Küreselleşme üzerinde çalışan sosyolog Robertson, yaşanan gelişmeleri “dünyanın bir bütün olarak düşünülmesi” şeklinde tanımlamaktadır (Robertson, 1999: 49). Yeni teknolojiler eşliğinde taşınan değerler, semboller ve inanışların duvarları delip geçtiğinden söz eden Friedman’a göre “dünya düzleşmiştir”. Dünya yeni elektronik ağlarla duvarlarından arınmış; dijital, kablo ve çeşitli bağlantılarla birbirine bağlanmıştır (Friedman, 2006: 153). Öte yandan bu gelişmelerin eleştirel yankıları da çok geçmeden sahne almıştır. Habermas örneğinde göreceğimiz gibi, bilim ve teknolojideki gelişmeler “teknokratik akıl” adı altında hakim ve bireyleri çok yönlü kuşatan bir ideolojiye dönüşmüştür (Giddens, 2005: 346; Habermas, 2013). Bu durum, kitlelerin kendi politikasızlaştırılmalarına inandırılmaları ve neticede varlığımızın iki temel koşulundan biri olan dilde; gündelik yaşam bağlamında toplumsallaştırılma ve bireyselleştirilmenin iletişim dili ile olan ilişkisini temelden zedelemektedir. Bu zedelenme, teknik ilerleme ve bunları kullanma akılcılığı yanılsamasıyla beraber, eski sınıfsal düşünme tarzlarına geri dönülmesine, dolayısıyla ideoloji ile eşitsiz, çarpık iletişim düzeninin yeniden kendi yoluyla kurulmasına ve günümüzde de yaşamasına olanak tanır (Habermas, 2013: 67). Bunların yanı sıra, küreselleşme diye özetlenen çığırın, toplumsal ve siyasal kimliklerin kayganlaşmasını, çoğullaşmasını ve melezleşmesini de beraberinde getirdiğinden söz edilmektedir. Bir yandan ulusallık çağının sona erdiği yönündeki tartışmalar devam ederken bir yandan da yerel davetiyeler basılmaktadır. Ekonomik ve politik etkenleri ikincilleştiren ve kültürü her şeyi kaplayan bir unsur gibi gören kimlik merkezli yaklaşımların yükselişte olduğu doğrudur. Hatta, son derece daraltıcı bir bakış sunan söz konusu yaklaşımların kontekstinde düşünüldüğünde ideolojinin sarsıldığını söylemek mümkün gibi görünmektedir. The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51 Gülsüm Kaymak - Nilüfer Öztürk Aykaç 48 Oysa tam aksine ideolojik seslenişler farklı tonlamalarla devam etmektedir. Doğru olanın yakalanması ve içinde bulunulan nebuladan kurtulunması amaçlandığında, ideolojinin tükendiğini bir çırpıda söylemek zor olacaktır. Zira toplumsal yaşantıyı her aşamada ve kendiliğinden etkileyen ideoloji, tam da Althusser’in ifade ettiği gibi bireyi sisteme çağırmanın bir yoludur ve bu seslenme son bulmayacaktır. Zira sistem; tüm toplumsal katmanların katıldığı, süregiden ve kendiliğinden çalışan bir mekanizmadır. Dolayısıyla hemen her birey bu çağrıdan payına düştüğü ölçüde etkilenecektir. Bu çağrı ille de teröristik değildir. Ancak totaliterdir. Çünkü sadece toplumun teröristik bir politik eşgüdümü değil, düşüncelerin çıkar çevreleri tarafından manipülasyonu yoluyla işleyen bir eşgüdüm de totaliterdir. Totaliterliğe götüren şey yalnızca belirli bir hükümet biçimi değildir. Bunu partiler, gazeteler, reklamlar ve daha nice üretim ve tüketim dizgesi de yapabilir ve yapmaktadır (Marcuse, 2010). Örneğin ABD’nin Afganistan’ı işgal etmeye başlamasıyla ekranlarda bilgisayar oyununu andıran savaş görüntüleri izlenmeye başlandı. Gıda taşıyan konvoyların bombalanması veya masum sivillerin öldürülmesi gibi haberler egemen yayın organları tarafından duyurulmadı. Oysa madalyonun öteki yüzü farklıydı. Yaşanan yıkımı makyajla kapamaya çalışan ‘sonsuz özgürlük’ operasyonunun, aslında ‘dibi karanlık ölüm kuyusu’ haline gelmiş olduğu görülemedi. Bugün de benzer bir “buğulu gözlük dağıtma” kampanyası geçerlidir. Sistem, insanların yeni düzene uygun düşmeyen kısımlarını kesip, kırpıp atan “insan artığı” üretmeye devam etmektedir. Tüm mücadelesini sadece kimliği üzerinden vermek zorunda hisseden yığınlar, böylesi bir ideolojik organizasyonun ürünüdür. Bir anda herkes, sadece kimliği yüceltip politikayı ve diğer sosyal unsurları önemsiz kılan biteviye bir toplumun öznesi olmuştur. Günümüzün özgül yeni ideolojilerinden biri, topluma dökülen bu parçalayıcı damlacıklardır. Bauman’ın da dikkate sunduğu gibi gerçekten de inanılmaz bir kimlik ve anlam üretimi söz konusudur: “Benim mahallem, benim cemaatim, şehrim, okulum, ağacım, nehrim, plajım, şapelim, benim barışım, benim çevrem…” Küresel tornadoya karşı savunmasız kalan insanlar gittikçe kendilerine daha çok sarılmaya başlamışlardır. Ancak kendilerine sarıldıkça küresel tornado karşısında iyice dayanaksızlaşıp, yerel kimlik ve anlamlara, aynı zamanda kendi hayatlarının anlamlarına karar veremez olmuş ve savrulmaya başlamışlardır. (Bauman, 2012: 143) Bugünün ayırt edici ideolojisinden bir diğeri de, özgürlüğü ihtiyaçlar ile boğmadır. Bir şeyi yapma ya da yapmama, kullanma ya da yok etme, ona sahip olma ya da onu reddetme olanağının varlığı bugün de tartışılmalıdır. Günümüz insanının gereksinimi ön koşullandırılmıştır. Marcuse’nin çarpıcı ifadesi ile içinde bulunduğumuz dünyanın yeteneği, savurganlığı gereksinime çevirme yeteneğidir. Bir yığın insan reklamlar ile uyum içinde dinlenme, eğlenme, davranma ve tüketme; başkalarının sevdiklerini sevme ve nefret ettiklerinden nefret etme gibi “yanlış gereksinimler” içindedir. (Marcuse, 2010: 22-25) Karşılanmaları birey için doyum verici olan söz konusu gereksimler, bütünün hastalığını tanıma ve hastalığı iyileştirme şansını kavrama yeteneğini durdurur. Aslında yukarıdan dayatılan bu ideoloji sayesinde, türesizliğin sürdürülmesi amaçlanır. O zaman sonuç, mutsuzluk içinde coşkudur. Toplumsal denetimler, savurganlığı üretip, tüketimi zorunlu kılarlar. Gerçek bir zorunluluğun olmadığı böyle bir yerde; aptallaştırıcı bir çalışma, kendini sansürleyen basın unsurları, mağazalar, markalar, reklamlar arasında yalpalayıp duran özgür insanlar vardır. Birey The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51 49 Yeni Denetim Biçimleri Bağlamında İdeoloji ve toplum arasındaki düzeneğin işleyişi değişmiş ve “tüketim” de tutukluk yapmıştır. Kitlesel iletişim araçları ve kitlesel üretim, herkesi bu sürece uyumlu olmaya zorlamaktadır. Frankfurt Okulu’nun tanımlamasıyla, “kültür endüstrisi”nin ürettiği magazinel radyo ve televizyon yayınları, filmler, gazeteler gibi piyasa ürünleri tek tipleştirici ideolojinin taşlaşmış ve yaygınlaşmış çıktılarıdır (Adorno ve Horkheimer, 2010: 219). Darwinci dünyanın karanlık hakikatine geri dönülmektedir: En iyi uyum sağlayanın hayatta kalabildiği dünya. Bu yüzden birey, özgür (!) bir ekonomik özne olarak kendini pazarda kanıtlamaya zorlanmaktadır. Kişiler, kitle kültürü kafesi içinde “Neysen, o olacaksın!” (Adorno ve Horkheimer, 2010: 221) ya da “Paran kadar konuş!” terimleriyle yargılanmaktadır. İnsanlar kendilerini metalarında tanımaya başlamışlar; ruhlarını otomobillerinde, telefonlarında, ev eşyalarında görmeye çalışmışlardır. Yine Marcuse’den mülhem söyleyecek olursak; çeşitliliğin, bolluğun ve özgürlüğün olduğu yanılgısı son derece yaygındır. Oysa efendilerin ve kölelerin özgürce seçimi, efendileri ve köleleri ortadan kaldırmaz. Geniş bir mallar ve hizmetler türlülüğü içinde özgür seçme, özgürlüğü imlemez. İdeolojilerin sonunun geldiğini hiç imlemez. Eğer bu mallar ve hizmetler yeknesaksa ve korku yaşamı üzerindeki yeni denetimleri destekliyorsa... Günümüzde ideoloji ile ilgili polemiklerin yoğunlaştığı “ideolojinin sonu” tartışması, daha çok Daniell Bell ve Seymour M. Lipset’in kuramsal beslemesini yaptığı, kapitalizmin dönüştüğü yeni biçim doğrultusunda artık çalışan sınıfların da yönetime ve siyasete demokratik katılım olanağı bulmasına mütevellit eski tip sağ ve sol tandanslı ideolojilerin son bulduğu tezi üzerinedir (Abercrombie, Hill ve Turner, 2006: 130-131). Ancak o artık sadece eşitsizliklerin ya da sömürünün üzerini kapatan bir örtü değil, gerek kitle kültürü ve kültür endüstrisi yoluyla gerekse propagandayla iç içe geçerek güçlenmiş ve kendi yapısını terörde oluşturarak dünyanın tehdit eder yüzü haline gelmiştir (Adorno ve Horkheimer, 2010: 222). İdeolojinin sonuna ilişkin bir tez öne sürmek, mevcut egemenlik biçimlerini meşrulaştırmaya hizmet etmek anlamına dahi gelebilir. Buna mukabil, Giddens’ın deyişiyle Marksist düşünce dahil ideolojilerin sonunun geldiğine dair herhangi bir iddiada bulunan söylem biçimi; bizzat kendisi ideolojik olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Hatta C. Wright Mills, “mevcut düzende -gerici veya devrimciköklü değişiklikler yapma zorunluluğunu ilan eden bir inanç sistemi” olarak Bell’in kullandığı anlamdaki ideolojiyi ‘nihayete ermiş’ ilan etmenin zaten bir ideoloji olduğunu dile getirenler arasındadır (Giddens, 2005: 373). İdeolojilerin yaşayabilmeleri için kendilerine dayanak olacak bir kitle olması zorunluluktur (Karpat, 2014: 313). Günümüzde küreselleşme ve çokkültürlülük politikalarının etkisiyle yalnız tek tipleştirici kültür fetişizmi anlamındaki ideolojiden değil, birey ya da grup olarak yaşam temsili talebindeki kimlik hareketlerini besleyen ideolojilerin varlığından da söz edebiliriz. Tüm bunlara ek olarak, ideolojinin kavranması meselesinin ve ideolojiye dair tartışmaların genel sosyolojik tartışmalarla birlikte düşünülmesi gerektiği de aşikardır (Ansart, 2011: 358). Toplumlar var olmaya devam ettiği müddetçe kuramsal ve kavramsal yaklaşımlar da oluşturulmaya devam edeceğinden, ideolojilerin de bir nihayete ermeyeceğini söylemek kaçınılmazdır. Sonuç İdeolojinin günümüzde sosyolojik açıdan ele alınmasının esas konusu fikir ile toplumsal eylem arasındaki bağdır. Fikirlerin ve bilincin üretimi doğrudan ve dolaylı olarak insanların The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51 Gülsüm Kaymak - Nilüfer Öztürk Aykaç 50 sosyal yaşamlarına bağlıdır. Sosyal gerçeklikte, belirleyen ve belirlenen olduğu doğrudur. İşte ideoloji bu ilkeye bağlı olarak oluşmaktadır. İdeoloji, dünyayı nasıl görmek gerektiğini bildirir ve yaşam biçiminin yorumlanmasını sağlar. Sosyal bilimlerde Aydınlanma’nın özgürleştirici aklı ile başlayan ideoloji tartışması, Fransa ve Almanya geleneği içinden günümüze çeşitli bağlamlara eklemlenerek gelmiştir. Küreselleşen dünyada ise sermaye egemenliğini ve hareketliliğini meşrulaştırmak ve bütünün pürüzsüz işleyişi incelenmesi gereken bir bağlam haline gelmiştir. Yürürlükteki yeni denetim biçimi; toplumun kimlik politikaları, tüketim kültürü, teknokratik akıl ile düzleştirilmesidir. Küreselleşmenin olabildiğince çok kimliğe göz kırpması, iyi geçindiği kapitalizmin hedeflerine yardımcı olma amacındandır. Yerelliklerin sesi daha toklaşmakta, farklılıkların rengi koyulaşmaktadır. Böylelikle öznelerin politik alanda kapladıkları alanlar daraltılır. Tüm ve tek mücadelesini kimliği üzerinden yürüten, kamusal sahada daha sessiz olan, suskun kalma hakkında ısrar eden kişiler, böylesi bir organizasyonun mahsulüdür. Günümüzün bir diğer özgül ideolojisi de gereksinimlere ve tüketim metalarına boca edilmiş ideolojidir. Üretici aygıt ve hizmet; bilişim, eğlence, konut, giysi ve daha nice meta ile birlikte tutum, davranış, düşünce, entelektüel ve duygusal tepki satar ve dayatır. Böylece bireyin her yanıyla bütüne bağlandığı katışıksız ve yön verilebilir bir toplum üretilir. Bu üretim sürecinde başrollerden biri medyaya verilmiştir. İdeolojinin derin varlığını direttiğimiz ve denetimlerin etkinliğini aşırı ölçüde büyüttüğümüz düşünülebilir. Ancak bu karşı çıkış öncesi, medyanın “doktrin” aşılama gücü anımsanmalıdır. Egemen sistemin ‘çağrısı’ kitle iletişim araçlarının megafonuyla büyük bir gürültüye çevirebilmekte ve ideolojinin akması kolaylaşmaktadır. “İdeolojinin sonu” tezi, bir gerçeklik sürçmesidir. İdeolojik baskı ve egemenlik son bulmayıp aksine genişlemiştir. Ekonomik ve politik almaşıkların fazlalığı “ideolojinin” sonunu imlemez. İdeolojik dizge kendini kitlesel üretim ve kitlesel dağıtım içine boca etmiştir. Böyle bir ortamda teorik anlamda ya da hakiki anlamda ideolojilerin tükendiğini savunmak, gerçeği doğru okuyamamakla eşdeğerdir. KAYNAKLAR ADORNO, T.; HORKHEIMER, M., (2010), Sosyolojik Açılımlar (Çev., M. Sezai Durgun-Adnan Gümüş), Bilgesu Yayıncılık, Ankara. ALTHUSSER, Louis, (2010), İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları (Çev., Alp Tümertekin), İthaki Yayınları, İstanbul. ANSART, Pierre, (2011), Sosyolojik Düşünce Sözlüğü (Çev., Bülent Arıbaş), İletişim Yayınları, İstanbul. BAUMAN, Zygmunt, (2012), Akışkan Aşk (Çev., Işık Ergüden), Versus Yayınları, İstanbul. DURKHEIM, Emile, (1985), Toplumbilimsel Yöntemin Kuralları (Çev., Cemal Bali Akal), B/F/S Yayınları, Ankara. FISKE, John, (2003), İletişim Çalışmalarına Giriş (Çev., Süleyman İrvan), Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara. The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51 51 Yeni Denetim Biçimleri Bağlamında İdeoloji FRIEDMAN, Thomas, (2006), Dünya Düzdür (Çev., Levent Cinemre), Boyner Yayınları, İstanbul. GIDDENS, Anthony, (2005), Sosyal Teorinin Temel Problemleri (Sosyal Analizde Eylem, Yapı ve Çelişki) (Çev., Ümit Tatlıcan), Paradigma Yayıncılık, İstanbul. HABERMAS, Jürgen, (2013), İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim (Çev., Mustafa Tüzel), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. HEYWOOD, Andrew, (2007), Siyasi İdeolojiler (Çev., Özgür Tüfekçi), Adres Yayınları, Ankara. HILL, S.; TURNER, B.; ABERCROMBIE, N., (2006), Dictionary of Sociology, Penguin Books, UK. KARPAT, Kemal, (2014), Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji, Timaş Yayınları, İstanbul. KAYA, İbrahim, (2006), Sosyal Teori ve Geç Modernlikler/Türk Deneyimi, İmge Yayınevi, Ankara. LUKACS, György, (1978), Birey ve Toplum (Çev., Veysel Atayman), Günebakan Yayınları, İstanbul. MARCUSE, Herbert, (2010), Tek Boyutlu İnsan (Çev., Aziz Yardımlı), İdea Yayınevi, İstanbul. MARDİN, Şerif, (2006), İdeoloji, İletişim Yayınları, İstanbul. MARSHALL, Gordon, (1999), Sosyoloji Sözlüğü (Çev., Osman Akınhay-Derya Kömürcü), Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara. MARX, K.; ENGELS, F., (1976), Alman İdeolojisi (Çev., Selahattin Hilav), Sosyal Yayınları, İstanbul. Modern Toplumsal Düşünce Sözlüğü, (2008), (Çev., Melih Pekdemir), İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul. ROBERTSON, Roland, (1999), Küreselleşme/Toplum Kuramı ve Küresel Kültür (Çev., Ümit Hüsrev Yolsal), Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara. SANCAR ÜŞÜR, Serpil, (1997), İdeolojinin Serüveni, İmge Kitabevi, Ankara. SENNETT, Richard, (2002), Kamusal İnsanın Çöküşü (Çev., Serpil Durak), Ayrıntı Yayınları, İstanbul. ÜNSALDI, L.; GEÇGİN, E., (2013), Sosyoloji Tarihi (Dünya’da ve Türkiye’de), Heretik Yayıncılık, Ankara. ZEITLIN, Irving M., (1997), Ideology and the Development of Sociological Theory, Prentice-Hall Inc., USA. The Journal of Academic Social Science, Yıl: 3, Sayı: 14, Haziran 2015, s. 39-51