“İnsani Müdahale” Ne Kadar İnsani ve “Lale Tarlasında Su Aygırı” Gülay GÖKTÜRK* Bundan 30 yıl önce olsaydı, Trablusgarp sokaklarında esen “devrim” rüzgarlarıyla kendimden geçmem işten bile değildi. Kaddafi’nin sonunu getiren kitlesel ayaklanışı, Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya doğru esen bahar rüzgarını coşkuyla alkışlar, bu düşünceyle halkın devrimci gücüne olan imanımı tazelerdim. Ama artık hiçbir şeyin bu kadar saf ve basit olmadığını biliyorum. Hele hele şu anda Libya’da olduğu gibi altüst oluş anlarından söz ediyorsak; gerçeğin, devrim heyecanı içinde atılmış birkaç slogana indirgenemeyecek kadar karmaşık olduğu konusunda deneyimliyim. Ellerinde silah, gözlerinde dipsiz bir öfkeyle ele geçirdikleri yerleri talan eden, önlerine çıkan her şeyi yakıp yıkan “muhalifler”i seyrederken; iktidar ve zenginlik paylaşımı için alesta bekleyen kabileleri düşünürken; “Libya Pastasını” paylaşmak için birbirini ezerek Libya’ya koşturan Batılı ülkeleri izlerken zihnim şüpheyle kıvranıyor. Libya’yı ağır bombardımana tutan Sarkozy, gösterdiği fedakarlığın karşılığı olarak, Libya’nın yeniden inşasında ön almaya çalışıyor. ABD, Fransa’nın bu ataklığından rahatsız. İtalya, Libya’dan dünya piyasasına petrol sevkıyatına olanak sağlayacak yollar aramak üzere muhaliflerin kurduğu Ulusal Konsey’in Başkanı Mustafa Abdülcelil’i başkentte ağırlıyor. Libya’yı Kaddafi’den “kurtaranlar” için diyet isteme vakti! “Kurtarıcılar” sıranın önüne geçmek için birbirini itip kakıyor. Bu mide bulandırıcı manzaraya baktıkça aynı soru dönüp duruyor kafamda: Şimdi bu “insani müdahale” mi olmuş oluyor? Elinden tutup çukurdan çıkardığın insanın kolunu koparmak mı insanlık? Arap Baharı’na burnunu sokmak Arap Coğrafyası’nda başlayan halk hareketleri bölgede Batı’nın şimdiye kadar birlikte iş tuttuğu müstebitleri teker teker devirmeye başladığından bu yana, ABD ve Avrupa’nın temel meselesinin ne olduğunu hepimiz biliyorduk. Batı, bu bölgenin kaderinin bölge insanlarının ellerine bırakılamayacak kadar önemli olduğuna o kadar inanıyordu; yaşanan değişim sürecinin kendi kontrolleri altında gelişmesi ve kurulacak yeni rejimlerin Batılı devletlerin çıkarları doğrultu* Bugün Gazetesi Yazarı Ekim’11 • Sayı: 34 21. YÜZYIL [27] Gülay Göktürk sunda şekillenmesi konusunda o kadar kararlıydı ki müdahale için mutlaka bir bahane bulacaklarına kesin gözüyle bakıyorduk. Müdahale için bekledikleri fırsatı onlara Kaddafi verdi. Onlar da bu fırsatı bir dakika kaybetmeden hemen kullandı. Herhalde, en büyük korkuları Kaddafi’nin BM Güvenlik Konseyi kararlarına uyması ve müdahale fırsatının kaçırılmasıydı ki, daha durum tam olarak açıklığa kavuşmadan ve diplomatik görüşmelere hiçbir fırsat tanımadan büyük bir aceleyle füzeleriyle Libya topraklarını dövmeye başladılar. Sonunda beklenilen oldu. Kaddafi NATO marifetiyle yenildi. NATO desteğinde kazanılan bu “zafer”, Ortadoğu’da yaşanan değişim sürecinin ABD başta olmak üzere Batı’nın kontrolü altında gelişmesi, yeni nüfuz sahaları oluşması, Ortadoğu’da kurulacak yeni rejimlerin Batılı devletlerin kontrolü altında oluşması tehlikesini de beraberinde getirdi. Arap Baharı yara aldı. Eğer bu yara, Ortadoğu halklarının bir kez daha kendi hür iradeleri ile kendi seçtikleri rejimleri kuramamalarına; bu coğrafyanın bir kez daha Batılı ülkelerin siyasi [28] 21. YÜZYIL Ekim ’11 • Sayı: 34 “İnsani Müdahale” Ne Kadar İnsani ve “Lale Tarlasında Su Aygırı” mühendisliği ile dizayn edilmesine, Batılı ülkelerin siyasi ve iktisadi çıkarlarının bölge halklarının çıkarlarının üstünde tutulmasına yol açarsa; yarın öbür gün NATO bu defa da “Suriye halkını Esad’ın zulmünden kurtarmak için” bu ülkeyi de bombalamaya başlarsa, tarihi bir fırsat kaçmış olmaz mı? İstismara açık bir kavram İnsani müdahale kavramı uluslararası hukukun en tartışmalı kavramlarından biri olageldi hep. Ama özellikle NATO’nun Kosova’ya müdahalesiyle birlikte tartışma son derece güncelleşti ve popülerleşti. NATO’nun ilk kez, “uluslararası bir sorun” kulpu takmaya kalkışmaksızın, bir ülkenin iç sorununa askeri müdahalede bulunması, hem de bunu öyle gözBatı, Arap coğrafyasının den uzak yerlerde değil, Avrupa’nın göbeğinde yapmakaderinin bölge sı “dünya tarihinde yeni bir sayfa” olarak değerlendirilinsanlarının ellerine miş ve “ulusal egemenliklerin sonu” olarak ilan edilbırakılamayacak kadar mişti. O zamandan bu yana bu konuda çarpışıp duran iki tezi hatırlatacak olursak; Tezlerden biri, uluslararası hukukta insani müdahale hakkı diye bir hakkın bulunmadığını, böyle müdahalelerin uluslararası hukukun temel ilkelerinden olan milli devletlerin egemenlik hakkı, iç işlerine karışmama, kuvvet kullanmama gibi ilkelere aykırı olduğunu belirterek müdahaleye karşı çıkıyor. önemli olduğuna o kadar inanıyordu; yeni rejimlerin Batılı devletlerin çıkarları doğrultusunda şekillenmesi konusunda o kadar kararlıydı ki müdahale için mutlaka bir bahane bulacaktı. Diğer tez ise, artık dünyada demokrasi, insan hakları gibi kavramların “devletin bekası, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü” gibi kavramlardan daha kutsal olduğunu düşünen uluslararası bir iradenin var olduğunu; milli sınırların, yerel caniler için sığınılacak limanlar yaratmaması; evrensel adaletin suçluları o milli sınırlar içinden de çekip çıkarabilmesi ve cezalandırabilmesi gerektiğini; dolayısıyla uluslararası hukukun bu yeni duyarlılığı göz önüne alarak devlet egemenliğinin sınırlarını yeniden tanımlaması gerektiğini savunuyor. Şüphesiz, bu önemli bir tartışma ve bireyin, birey haklarının devlet egemenliğinden daha üst bir yere yerleştirildiği günümüz demokrasi ve özgürlük anlayışı ışığında ikinci tezi savunanlara katılmamak mümkün değil. Hatta, şöyle diyesi geliyor insanın: Keşke bu uluslararası irade, bundan yıllar önce Pol Pot, kesik kafalardan tepeler yaptığı zaman da insan haklarının devlet egemenliğinden daha kutsal bir kavram olduğunu idrak edip harekete geçebilseydi. Sovyetler Birliği’nde binlerce aydın psikiyatri kliniklerinde işkence görürken isyan edebilseydi dünya... Şili’de onbinlerce genç buharlaşıp yok olurken, dünya kamuoyu öyle eli kolu bağlı seyretmek zorunda kalmasaydı. Ne var ki, mesele bu kadar basit değil ve iç işlerine karışmama gibi “eski” ilkelerde ısrar etmek gerektiğini söyleyenlerin haklı oldukları noktalar da var. Zira, “insani Ekim’11 • Sayı: 34 21. YÜZYIL [29] Gülay Göktürk müdahale” gerekçesinin kötüye kullanıma son derece açık bir kavram olduğunun sayısız örneği var önümüzde. “İnsani kaygılar”, en azından son yüzyılda gerçekleştirilen kuvvet kullanma örneklerinin birçoğunda karşılaşılan bir gerekçe oldu. Mesela, bugün birçok insan, Nazi Almanyası’nın Çekoslovakya’yı “bu ülkede yaşayan halklara özgürlük verme” gerekçesiyle işgal ettiğini hatırlamayabilir ama ABD’nin 1945’ten beri dünyada giriştiği müdahale ve saldırıların büyük bölümünde bu gerekçeyi öne sürdüğü herhalde unutulmamıştır. Bunun son örnekleri, Bush yönetiminin (başka gerekçelerin yanı sıra) Irak halkını “Saddam’ın zulmünden kurtarmak ve demokrasiye kavuşturmak” gerekçesiyle Irak’a yaptığı işgal ve sözde Usame bin Ladin’i yakalamak için Afganistan’ı işgali oldu. Peki sonuç? Ne oldu Irak’ta ve Afganistan’da? “Lale tarlasında su aygırı” Bush yönetimi, “Irak halkını Saddam’ın zulmünden kurtarmak için” yaptığı işgalle Saddam’ın bütün iktidarı boyunca öldürdüğü muhalif Irak’lıdan daha fazla Iraklının ölümüne sebep oldu. Üstelik Amerikalıların arkalarında bıraktıkları şey sadece cesetler değil; aynı zamanda enkaz haline gelmiş, bütün iç dengeleri bozulmuş bir ülkeydi. Irak’taki son muharip Amerikan tugayı, “sorumluluğu” Irak güvenlik güçlerine terkederek ülkeden törenle ayrılırken, Saddam Hüseyin döneminin en etkili ismi Tarık Aziz yedi yıldır tutuklu bulunduğu hapishanedeki hücresinden şöyle sesleniyordu Obama’ya: “Bizi böyle bırakıp gidemez. Irak’ı kurtlara teslim ediyor. Eğer bir yanlış yapmışsan onu düzeltmen gerekir. Irak’ı ölüme terk edemezsin.” [30] 21. YÜZYIL Ekim ’11 • Sayı: 34 “İnsani Müdahale” Ne Kadar İnsani ve “Lale Tarlasında Su Aygırı” İşgalin iktidardan alaşağı ettiği adam, işgalcinin arkasından “Bizi böyle bırakıp gidemezsin” diye bağırıyor. Ne kadar trajik değil mi? Ama biliyoruz ki şu anda Irak’ta milyonlarca insan, Amerikalılar çekildikten sonra başlarına geleceklerin korkusu içinde, işgalcilere bir kez daha lanet okuyor; bu defa da bırakıp gittikleri için… Lübnan asıllı ünlü yazar Amin Maalouf ise 2009’da yayınlanan “Çivisi Çıkmış Dünya” kitabında, ABD’nin Irak’ta yarattığı tahribatı anlatırken, işgalin ilk haftalarından başlayarak Amerikan yönetiminin dinsel ya da etnik aidiyetleri temel alan bir temsil sistemini uygulamaya koyduğunu ve bu politikanın kısa süre içinde ülke tarihinde eşine rastlanmamış şiddet olaylarının birbiri ardına gelmesine yol açtığını, ulusu kalıcı biçimde düşman aşiretlere bölen bir kota sistemi kurmanın “Büyük Amerikan demokrasisinin Irak halkına verdiği zehirli bir armağan” olduğunu söylüyor ve bu trajedinin “son perdesi” dediği çekilme sonrası dönemi ise şöyle tasvir ediyor: “Amerikan ordusu Antik Mezopotamya’da lale tarlasındaki su aygırı gibi davranıyor. Özgürlük, demokrasi, meşru müdafaa ve insan hakları adına insanlar hırpalanıyor, dayak yiyor, öldürülüyor. Yediyüz bin insan daha öldükten sonra, belli belirsiz bir özürle ülkeden çekilecekler. Yaklaşık 1 trilyon dolar, bazılarına göre bunun iki-üç katı para harcandı. Ama işgal edilen ülke eskisinden de yoksul. Terörizme karşı mücadele vermek isteniyordu ama Milli sınırların, yerel terörizm hiç bu kadar azmamıştı. Başkan Bush’un caniler için sığınılacak Hıristiyanlığı öne sürülüyordu ve artık her kilise haçılimanlar yaratmaması; nın düşmanla işbirliği yaptığından kuşkulanılıyor. evrensel adaletin Sözde demokrasi getirilecekti, ama buna öyle bir şekilde suçluları o milli sınırlar kalkışıldı ki kavramın kendi bile uzun süreliğine göziçinden de çekip den düştü. (…) Amerika Irak sarsıntısını atlatacaktır. çıkarabilmesi ve Irak ise Amerikan saldırısını atlatamayacaktır; en kalacezalandırabilmesi balık tarikatlar daha yüzbinlerce ölü verecek; en zayıf gereklidir ama kimin, tarikatlarsa eski hallerine bir daha asla ulaşamayacaknasıl yapacağı daha tır.” önemlidir. Ya Afganistan? Bilindiği gibi, ABD’nin Afganistan işgali, 11 Eylül’ün hemen ardından daha dünya kamuoyunun toparlanıp da “dur” demesine fırsat kalmadan apar topar gerçekleşti. Afgan dağlarında bir adam aramak için koskoca bir ülkenin işgal edilmesine kimse fazla akıl erdiremediyse de, 11 Eylül’ün dehşeti o kadar taze, Amerikalılar o kadar mağdurdu ki, terörle bu mantıksız mücadele biçimine fazla ses edilemedi. Ama işte yanlış silah orada da ters tepti. Usame öldürüldü belki ama, El Kaide eskisinden daha da faal. Terör hiç de bitecek gibi görünmüyor ve ABD oraya daha fazla asker yollamanın maliyetini tartışıyor. Öte yandan, Afganistan’daki afyon ekim sahaları ABD işgalinden bu yana artış gösteriyor. Beyaz Saray Ulusal Politika Ofisi’nin 2003 yılı raporundan aktarılan rakamlara göre, Afganistan’da 2000’de 42 bin dönüme kadar gerileyen afyon ekim alanları Amerikan işgalinden sonra 2002’de 770 bin dönüme, 2003’de ise 1 milyon 520 bin dönüme fırlamış. Çünkü ABD, afyon eken aşiretlere Taliban’a karşı savaş- Ekim’11 • Sayı: 34 21. YÜZYIL [31] Gülay Göktürk mak koşulu ile göz yummuş. Artışın iyice tehlikeli boyutlara ulaşması üzerine Karzai yönetimi mücadeleye başlamış ama ne uygulanan parasal teşvik politikaları ne de 160 bin dönüm tarlanın yakılması afyon ekimindeki ve üretimindeki artışı durduramamış. Ve Libya... Önümüzdeki dönemde hukuksuzluğun Libya için Kaddafi’den daha büyük bir tehlike olduğunu görürsek hiç şaşırmayalım. Evet, bu müdahale Kaddafi’yi götürdü ama huzuru getireceği çok şüpheli. Dış müdahalenin zaten doğru dürüst bir devlet yapısı olmayan, 20’den fazla aşiretin yönettiği bir ülke olan Libya’yı paramparça etmesi, bitmek tükenmek bilmeyen aşiret savaşlarını başlatması ve ülkenin derin bir kaosa yuvarlanması hiç de sürpriz olmaz. Keşke uluslararası irade, Pol Pot, kesik kafalardan tepeler yaptığı zaman da insan haklarının devlet egemenliğinden daha kutsal bir kavram olduğunu idrak edip harekete geçebilseydi. “Güçlülerin hukuku” sürdükçe Özetle söyleyecek olursak, Kosova ile birlikte açıldığını sandığımız “yeni” sayfanın, aslında şu eski bildiğimiz emperyalist - yayılmacı tezlere çerez yapıldığını görmek için yeterince örnek var elimizde. Irak, Afganistan ve işte şimdi de Libya tecrübesi “insani yardım” kavramının ne kadar tehlikeli, ne kadar istismara açık bir kavram olduğunu acı bir biçimde gösterdi bize. Hatta 1999’da heyecanla desteklediğimiz Kosova Müdahalesi’nin bile daha sonraki yıllarda daha serinkanlı bir değerlendirmesini yaptığımızda, farklı bir getiri-götürü hesabıyla karşı karşıya kaldık. Örneğin, savaştan sonra NATO’nun silahlı Arnavut örgütü olan KLA’nın aynı vahşeti Sırplara uygulamasına göz yummasından dolayı ortaya çıkan zayiatın farkına vardık. Robert Fisk’in “Savaştan sonraki beş ay içinde öldürülen Sırpların sayısı, NATO bombardımanı başlamadan önceki beş ay içinde öldürülen Arnavutların sayısına yaklaştı” değerlendirmesi tokat gibi çarptı yüzümüze. Economist Dergisi’nin “Bu savaşın amacı etnik temizliği durdurmaktı, fakat bu savaşla birlikte etnik temizlik daha da arttı” cümlesiyle şoke olduk. Freedom House adlı düşünce kuruluşunun “Uluslararası güçler 1999’un ortalarında Kosova’ya girdikten sonra etnik temizliğin boyutları inanılmaz ölçüde arttı. 250,000’den fazla Sırp, Roman, Boşnak, Hırvat, Türk ve Yahudi bölgeyi terk etmeye zorlandı.” tespitiyle birlikte “insani yardım operasyonu” olarak bilinen bu operasyonun üzerinde daha eleştirel düşünmeye başladık. Evet, Kosova, bütün bu insani yardım müdahaleleri arasında gerekçesi en güçlü ve haklı olanıydı. Ama o müdahalede bile korkunç istenmeyen yan etkiler ortaya çıktı. Demek ki, “uluslararası kamuoyu” denen şeyin bir parçası olarak hepimiz, oturup Kosova ile başlayan bu sürecin yeni bir değerlendirmesini yapmak zorundayız. İnsan haklarının ulusal egemenlik hakkından daha kutsal olduğunu ve bireyi mahalli despotlara karşı koruma altına almak için gerekirse müdahalenin meşru olabileceğini kabul ettik diyelim. Peki bu, dünyadaki bütün diktatörlüklerin devrilmesi için bütün bu ülkelere derhal yabancı müdahalede bulunmak gerektiği anlamı mı [32] 21. YÜZYIL Ekim ’11 • Sayı: 34 “İnsani Müdahale” Ne Kadar İnsani ve “Lale Tarlasında Su Aygırı” taşıyor? Şu anda dünyada 50 adet diktatör varsa, uluslararası güçlerin bu 50 ülkeye birden savaş açması makul mu demek oluyor? Hangi diktatörlerin yıkılmayı “hak ettiğine” kim karar verecek? Zamanlamaya kim karar verecek? Ayrıca, o ülke insanları –ya da en azından o insanların bir kısmı – o diktatörlükten memnunsa? Halkın yüzde kaçının diktatörlerinin yıkılmasını istediğini kim tespit edecek? Yaşadığımız pratik bize bütün bu soruların cevabının aynı olduğunu gösteriyor: Güçlüler! Bir başka deyişle, bugünün dünyasında, bugünün uluslararası güçler dengesinde ve hukuk düzeninde insani müdahale dediğimiz şeyin doğru ve adil uygulanmasının mümkün olmadığını görüyoruz. Ekim’11 • Sayı: 34 21. YÜZYIL [33] Gülay Göktürk Öyleyse, iki yol var önümüzde: Ulusu kalıcı biçimde düşman aşiretlere bölen bir kota sistemi kurmak, Amerikan demokrasisinin Irak halkına verdiği zehirli bir armağandır. Ya uluslararası müdahalenin koşulları ve sınırları konusunda yeni bir hukuk oluşturmak, sağlam ilkeler yerleştirmek, güvenilir kurumlar yaratmak, böylece konunun reel politika alanında kötüye kullanımının önüne geçmek için çalışacağız; müdahalenin hangi durumlarda kaçınılmaz olacağına dair birtakım kıstaslar koyacağız. Kim bilir, belki de “yakın ve somut tehlike” tanımları yapacağız. BM yetmiyorsa başka örgütler kuracağız. O örgütlerin caydırıcı askeri güçleri olması gerektiği ortaya çıkmışsa, onu oluşturmanın çarelerini arayacağız. Usame Bin Ladin gibi adamları bulup yakalamak için İnterpol yetmiyorsa, İnterpol’den çok daha güçlü, sınır tanımayan, geniş yetkilerle donatılmış uluslararası polis örgütleri; uluslararası terörle mücadele timleri kuracağız. Ama ne yapıp edecek, güçlü olanın “kurtarıcılığa” soyunmasına izin vermeyeceğiz. Ya da –daha doğrusu birincisini yapamıyorsak- daha eşitlikçi ve daha adil bir dünya düzeni kurulana kadar, insani yardım kavramının işgal emellerine alet edilemediği koşullar oluşuncaya kadar, şu babadan kalma “iç işlerine karışmama” ilkesiy21. YÜZYIL le idare etmeye devam edeceğiz. [34] 21. YÜZYIL Ekim ’11 • Sayı: 34