irade’den AYLIK iLMi, FiKRi, SiYASi DERGi Sayı: 152 Aralık 2016 Fiyatı: 8 TL. Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Çıra Basın Yayın Organizasyon ve İletişim Hiz. Tic. Ltd. Şti. adına Davut Güler Genel Yayın Yönetmeni Ramazan Kayan Yayın Koordinatörü Mehmet Duman Tasarım Murat Acar www.fokusajans.com Hukuk Danışmanı Av. Fatih Yel Adres: Ali Kuşçu Mah. Kıztaşı Cad. Nalbant Demir Sok. No: 10/3 Fatih/İst. Tel: 0212 635 99 19 Faks: 0212 534 81 83 www.ozgunirade.com İletişim: Mehmet Duman [email protected] Baskı: Şan Ofset Hamidiye Mah. Anadolu Cad. No: 50 34406 Kağıthane-İstanbul Tel: 0212 289 24 24 Abone Şartları Yurt İçi - Yıllık: 96 TL. Yurt içi - Altı Aylık: 48 TL. Yurt Dışı - Yıllık: 60 Euro-75 Dolar Hesap No ÇIRA BASIN YAYIN İş Bankası Fatih Şb. (TL.) IBAN: TR20 0006 4000 0011 0201 7052 32 İş Bankası Fatih Şb. (EURO) IBAN: TR84 0006 4000 0021 0200 7371 79 Al Baraka Fatih Şb. (TL.) IBAN: TR75 0020 3000 0022 6672 0000 01 PTT Hesap No: 6024774 Bir film vesile oldu ‘sinema’ dosyamıza, ‘Muhammed: Allah’ın Elçisi’ filmi. Buradan yola çıkarak hem filme ve sinema gerçeğine ve bunları kuşatan sanat olgusuna kısa da olsa bir değinide bulunduk. Sanatı ve sinemayı önemsiyoruz. Suudi kralları gibi düşünmüyoruz. Kendimizden eminiz. ‘Sakın ha’ demiyoruz. ‘Hz. Peygamberin filmini yapmak cinayettir.’, ’Son derece tehlikeli bir filmdir’, şeklinde ‘sinsi bir projenin kilometre taşları’ olarak ta görmüyoruz filmi. Kimine göre ‘hayal kırıklığı’ yaratmış, film. Müslüman olmayanlara hitap ediyormuş, Suudilere mesaj veriyormuş… Hızını alamayıp daha ileri gidenler de var; ‘Yemen’deki Husilerin Mekke’ye yönelik füze saldırıları Ebrehe’nin Kâbe’ye saldırısını anımsatıyor.’ muş… Bu eleştiri de kesmiyor; filmin en tehlikeli yönünün Müslümanların itikadına yönelik olduğu söyleniyor… Derdi üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olanlar ‘Hz. Muhammed filminde Halep bombalanıyor mu?’ diyerek filmi ucuz, bayağı ve sığlaştıran yorumlarda bulunuyorlar. Bunlar eli kalem tutan, ağzı laf yapan bizim kesimden insanlar… Saygın ilim adamları ‘sakıncası yok, izlenir’ dese de, adam gibi eleştirip sonra da ’sırf daha iyisini tahayyül edebilmek için seyredilmesi gerekir’ yorumunu dürüstçe yapanlar olsa da, yukarıda bazılarını sıraladığımız yanlı, ideolojik, sıradan, sığ yaklaşımların bizim cenahtan çıkması ve kimi kesimlerce paylaşılıyor olması, daha alınması gereken çok yolumuzun olduğunu gösteriyor. Eleştirelim. Ama mahkûm etmeyelim, tahkir ve alay etmeyelim. Bir eserin içindeki güzellikleri görelim. Önemseyelim. Onlar bir yere kadar getirmiş; oradan alıp daha yücelere nasıl taşıyabiliriz, yaklaşımında bulunalım. Başkaları yapsa da biz ilkel milliyetçi ve mezhepçi tutum almayalım. Bu şekilde küçülerek, bölünmeyelim. Geçmişi çook eskilere dayanan hassasiyetlerimizin kullanılmasına izin vermeyelim. Gerekirse ümmetin maslahatı için ‘kol kırılır yen içinde’ anlayışına bürünelim. Başkalarına gösterdiğimiz sevgi, saygı ve hoşgörüyü Müslümanlara da gösterelim. Temel hassasiyetlerimiz tabi ki önemli, uğruna her şey feda edilir. Asıl yücelteceğimiz, yükseklere taşıyacağımız değerlerimiz de bunlar olmalı. ‘Küçük olsun benim olsun’ anlayışı zihinlerde mahkûm edilmeli. Çünkü Müslümanlar yönetilen değil, yönetenler olmalılar. Bu ise üst bir anlayışla, ileriye bakmakla, büyük düşünmekle gerçekleşir. O yüzden eserlerimizi küçülterek kendimizi küçültmeyelim. Sinema sanattır. Fakat İslam dünyasında ve Müslümanlar âleminde sanata ve onun her koluna yabancı, uzak hatta zaman zaman düşmanca tavırlar alınmadı değil. Uyanmamız ise bayağı zaman aldı. Dahası uyandığımız ve idrak ettiğimiz bile tartışılır. Sanatta ve sinema da yerimiz belli. Neredeyse yokuz. Zihin dünyasında olmayınca gerçek hayatta da yoksun demektir. ‘Çağrı’dan sonra ‘Muhammed’ filmiyle ‘sanat’ ve ‘sinema’ gerçeği yine gündemde. Çok gerilerde kalsak ta atılan küçük adımlar umut verici. Biliyoruz ki dünya İslam âleminden ve Müslümanlardan ibaret değil. 7 milyarlık bir dünyayız. Kaldı ki, muhasebemiz yapıldığında, sorumluluklarımız bağlamında karnemizin çok ta iyi olduğunu söyleyemeyiz. Halbuki sözlerin en yücesi bizde. Ve şimdi o söz gerçek sahiplerini bekliyor. Dergimiz bu sayıda sinemayı ele aldı ve beraberinde de o filmi.. Artıları ve eksileriyle değerlendirmeleri yapıldı sözü olanlarca, daha iyisi olsun diye. Sinema eleştirmeni İhsan Kabil’le sinemayı ve ‘Muhammed’ filmini konuştuk. Hem dergi yazarlarımız hem de dosyamıza değerlendirmeleri ile katkıda bulunan misafir kalemler de sanat ve sinemayı farklı yönleriyle ele alarak ona anlam zenginliği kattılar. Güncel de özellikle 15 Temmuz’dan beri aralıklarla konuşulmaya devam eden, son zamanlarda iyice yoğunlaşan ‘İdam’ tartışmalarını Cüneyt Toraman yorumladı. ‘Bu cezanın yasalaşmasına destek verenler, haksız yere idam edilecek olan herkesin sorumluluğunu üstlenmiş olacaklarını unutmamalıdırlar.’ diyor Cüneyt Toraman yazısında. İstiklal mahkemelerini, 60’lı, 70’li, 80, li yıllarda idam edilenleri unutmayalım. Onların hangi suçlarından dolayı hayatlarına son verildiklerini… Biz darbecileri idam edip, işin biteceğini mi sanıyoruz? O ‘ceza ruhu’ döner, bir gün seni de bulur, seni de vurur. Duygusal olmayalım! BiR SANAT DALI OLARAK SiNEMA: Gâvur icadı mı bir imkan mı? Bir filmin etrafında koparılan gürültüler veya rüyadan uyanamamak Kurmaca sanat algısı, sinema ve İslam 8 ÜMİT AKTAŞ İran sineması ve ‘Hz. Muhammed’ filmi İSMAİL DOĞU 13 SINEMA YAZARI VE ELEŞTIRMENI IHSAN KABIL: Milli sinemalar kimliksizleşiyor RÖPORTAJ: RÜSTEM BUDAK Sinemanın ‘din’i GÜVEN ADIGÜZEL Düş, sanat ve korku AHMET MERCAN Sadece bir film ZEYNEL ÇAKIR Muhammed: Allah’ın Elçisi RÜSTEM BUDAK Arap coğrafyasında sinema: Ülkeler, yönetmenler, filmler RIZA OYLUM MEHMET ÖZDEMİR Beyaz perdenin ve ekranların derin imtihanı SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN Sinema sinema YAŞAR BEDRİ ÖZDEMİR 22 Etkileşim ve sinema 24 Bir iletişim dili olarak sinema 28 Sinema ve sanat 32 İslami filmler furyasının kısa bir analizi 34 36 NECLA ARPA GÜLAÇAR BAYRAM YILMAZ ADİL AKKOYUNLU HÜSEYİN BURSALI Türk sinemasında sol tahakküm ve liberal görüngü SAİT ALİOĞLU 40 43 46 49 50 54 56 58 BU SAYIDA İdam cezası üstüne AV.CÜNEYT TORAMAN Trump’la dünyayı nasıl bir gelecek bekliyor? ENGİN DİNÇ İstismar HARUN UÇUR Kürt sorununda geleceğe dair HASAN POSTACI İnsan, bir kelime… NECİP CENGİL Her hâl u kârda unutursak unutuluruz AYŞE ŞENER Mesiyanizm ve Mehdiyet ENES TARIM Habbab b. Eret(ra) MEHMET HANİFİ TOSUN Bir aydın modeli olarak Aliya İzzetbegoviç FERHAT ÖZBADEM İnsan ve mabed BÜLENT ACUN İlim, insanı yoldan çıkarır mı? AZİZ DARICI 62 68 71 72 74 77 80 84 88 91 92 BAŞ YAZI 6 SAYI: 152 ARALIK 2016 baş yazı SAYI: 152 ARALIK 2016 7 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? DOSYA Bir filmin etrafında koparılan gürültüler veya rüyadan uyanamamak ÜMİT AKTAŞ [email protected] RÜYA ile hayat kadar, bir film ile gerçekliği ayırt edememek de, hakikatle gerçekliği birbirine karıştırmak gibi “ilkel” bir zihinden ya da “entelektüel” bir cehaletten kaynaklanır. Tıpkı Medine ile “medeniyet”i birbirine karıştırmanın da benzer bir cehaletten (ya da madrabazlıktan) kaynaklanması gibi. İNSAN zihninin en akıl erdirilemez yönlerinden biri, gerçeklik ile rüya (veya hayal) arasındaki farkı ayırt edebilmesidir. Aklı başında olanlar, en gizemli veya korkutucu bir düş de görseler, uyandıklarında bunun bir rüya olduğunun farkına varırlar. Ancak sorunlu ve “ilkel” zihinlerdir ki, rüyayı gerçek zannetmeye devam edebilirler. Rüyalar (sadık rüyalar) -ki bunlar sadece gece rüyaları değildir, gün içerisindeki görüler de buna dahildir-, bizi hakikate doğru çağırır ama şayet biz onların dilini kavrar ve o doğrultuda uygun adımları atabilirsek. Hakikatle bağlarını koruyanlar, nübüvvetin bize kalan o cüzüyle, tıpkı “Ariadne’nin ipi”ni izleyen o mitik kahraman gibi, rüyalarını izleyerek labirentlerinden kurtulabilir, adımlarını özgürlüğe doğru atabilirler. Sinema da bir olayı rüya diliyle, yani sembollerle anlatır. Ama bu bize yine de bir gerçeklik çerçevesi içerisinde sunulur. Elbette ki hiç kimse sahnede kendisine doğrultulmuş bir silaha bakıp salondan kaçmaz. Ama bir yönetmenin ustalığı da sizi bu noktaya ne kadar 8 SAYI: 152 ARALIK 2016 taşıyabilmesiyle ilgilidir. Platon’un Yunan, Mevlana’nın ise Çinli ressamlara dair misalleri bunu dile getirir. Gerçi sanat gerçekliğin taklidi mi olmalı yoksa farklı bir dünya mı yaratmalı meselesi tartışmalıdır ve bu yöntemler etrafında farklı sanatsal eğilimler ortaya çıkmıştır. Ama her halükârda sanat eseri biricik ve kendine ait bir dünyayı anlatır, resmeder ya da canlandırır. Bunun için değişik araçlar kullanabilir ama açıktır ki tüm sanatsal çabalarda da olduğu gibi, sinemada da Tanrı’nın yaratıcılığına bir öykünme söz konusudur. Rüyalarda da, bunun bir düş olduğunu hissedebildiğiniz gibi, yaşadığınızı bir gerçeklik olarak da algılayabilirsiniz. Hatta bu bazen o denli sahici olarak yaşanır ki, uyandıklarında vücutlarında bunun izi ile karşılaşan kişiler vardır. Sizi bu duygudan kurtaracak olan ise, sadece uykudan değil, rüyadan da uyanabilmenizdir. Öyle ki insanlar bazen bir düş kurar ve bu düşsel gerçekliğin içerisinde de yaşayabilirler. Onun gibi, sinemanın oldukça sahici sahnelerinde de, sözgelimi gözyaşlarınızı tutamasanız ya da yüreğiniz gümbür gümbür çarpsa bile, sonuçta bir film sahnesinin karşısında olduğunuzu da bilirsiniz. Sinema salonundan çıktığınızda ise giderek bu atmosferin etkilerinden kurtulur ve yeniden gündelik hayatın sıradan gerçekliğine dönersiniz. Rüya ile hayat kadar, bir film ile gerçekliği ayırt edememek de, hakikatle gerçekliği birbirine karıştırmak gibi “ilkel” bir zihinden ya da “entelektüel” bir cehaletten kaynaklanır. Tıpkı Medine ile “medeniyet”i birbirine karıştırmanın da benzer bir cehaletten (ya da madrabazlıktan) kaynaklanması gibi. Çünkü Medine hakikatle temas kurduğumuz, başlangıçlara dair o nübüvvetin izlerinin sürüldüğü rüyaların mekânsal zamanıdır. Oysa medeniyet hakikatin ıskalandığı ya da gözden çıkarıldığı taşıl bir gerçekliktir. Hem de gerçekliğin somluğundan rüyalar kadar hayallere de artık bir yer kalmayan zamansız (yani yaratıcılığını yitirmiş ve tek- DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? rarlara dayanan) bir mekânın yüceltimi. Bir şehri (medine’yi) görkemli yapılardan, yollardan ve köprülerden ibaret salt mekânsal bir olgu sanmak gibi aptalca bir zehab. Bu anlamdaki medeniyet de aslında bir tür fetişist yüceltimdir. Oysa Atina, agoradaki tartışmalardır; Medine ise Peygamber mescidindeki sohbetler. Yani bu tartışmaları ve sohbetleri sürdüren, hayatı bunlar etrafında canlandıran şahsiyetlerin varlığı. Bilindiği gibi Kuran, gerçekliğin diliyle hakikatin dilini karıştırmamamız konusunda bizi uyarır ve bunları muhkem ve müteşabih diller olarak tanımlar. Muhkem olanın açıklığına karşı, müteşabih olanın nâdanlar elinde harcanmaması, istismara uğramaması konusunda da sürdürür uyarısını. Onları sorumluluklarını müdrik olan âlimlerin (“rasihun”un) emanetine tevdi eder. Ve yine Kuran, rüyaların hakikate işaret eden sembolizminin çözümlemesine dair oldukça ilginç örnekler de verir. Mesela hayatı neredeyse gördüğü ve yorumladığı rüyaların izleğinde süregiden genç Yusuf’un rüyasını Yakup’un yorumlaması ve Mısır melikinin rüyasını da Yusuf’un çözümlemesi gibi. Oysa rüyanın sembolik dilini anlayamayan, gerçeklik ile hakikatin temas noktalarının farkında olmayan saray aydınları bunu bir türlü beceremez, rüyadaki sembolik dilin anlatımının künhüne varamazlar. Genel olarak Kehf Suresinin ve özel de Musa ve yol arkadaşının yolculuklarındaki sırların anlaşılabilmesi Mecidi’nin “Hz. Muhammed, Allah’ın Elçisi” adlı filmi de, sinema diliyle rüya dilini yakınlaştıran, bir başka deyişle sinemanın anlatımını şiirselleştiren ya da resimleştiren bir anlatım. Ama ne yazık ki semboller ile nesnelliği, hakikat ile gerçeği birbirine karıştıran kesimler tarafından iğrenç bir saldırıya uğradı. de, ancak bir rüya dili yaklaşımıyla mümkündür. Aksi halde, buradaki mesela bir çocuğun katli metaforunu gerçeklik gibi algıladığınızda, tutup bir yığın cinayetler işleyebilirsiniz ve tarihimiz bu tür cinayetlerle doludur. Beri yandan burada bahsi geçen olaylardaki teşbihî anlatımı kavrayamayan veya kavrama cehdi gösteremeyenler ise Hızır gibi bir “tanrısal” ve gizemli şahsiyet icad edip, anlama çabasındaki çetrefilli sorunları onun omuzlarına yükleyerek veya bunları gizemlileştirerek, işin içinden sıyrılırlar. Peygamberimiz de bir rivayete göre kendisinin dünyaya gelişini şöyle açıklar: “Ben atam İbrahim’in duası, kardeşim İsa’nın müjdesi, annem Âmine’nin ise rüyasıyım.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned) Bir açıdan her çocuk annesinin bir rüyasıdır. Çocuğun doğumu, bir SAYI: 152 ARALIK 2016 9 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? rüyanın gerçekliğe dönüşümü veya rüyanın tevilidir. Özellikle bu olayın (doğum olayının) gerçekleşim sürecindeki mucizevi yönler üzerindeki tefekkür, doğumu mecaz kılan bir anlatım (rüya, hayal, düşünce, sanatsal veya bilimsel yaratıcılık…) gibidir ki biz buna, yaratıcı veya üretici her çabada tanık oluruz. Maddi olanla manevi olan arasındaki geçişliliğe dair bu misal de, rahatlıkla bir rüyanın veya bir ifadenin (sözgelimi kelimelerin) diline tercüme edilebilir ki, İsa da bu anlamda bir “kelime”dir; Rabbin kelimesi (Nisâ/171) ve ruhu (yani Meryem’e üflenen, vahyedilen ruh, kelime, ayet; (Tahrim, 12). Burada da ruh, kelime ve çocuk (İsa) arasındaki geçişler, gerçekte ilahî yaratıcılığın cisimleşmesinin, yani hakikatin gerçekliğe dönüşümünün bir tasviridir. Peygamberimiz de kendisine hakikati ihbar eden bazı rüyaları (sadık rüyalar) doğrultusunda hareket ederdi. Nitekim “Mekke’nin fethi”yle ilgili gördüğü rüyanın doğru bir biçimde yorumlanamaması nedeniyle, Hudeybiye anlaşmasıyla aslında Mekke’nin fethine yol açtığı, dolayısıyla da peygamberimizin rüyası hakikatte gerçekleştiği halde, sahabilerden bazıları hakikatle gerçekliği karıştırdıkları için bu anlaşmaya itiraz etmişlerdir. Ama Peygamber (as) olanca vakarı, bilgeliği ve hâkimliği ile süreci devam ettirmiş, yaklaşık iki yıl sonra da Mekke fethedilmiş, yani hakikat gerçekliğe tevil olmuştur. Sinema ile rüya dili arasındaki benzerliğe, yani “rüya sineması”na, rahmetli Ayşe Şasa da sık sık değinmekteydi. Ama biz buna dair ip uçlarını İbn Arabi’nin veya Mevlana’nın tefekkürlerinde olduğu kadar, İbn Teymiye’nin meseleye zıt bir yönden bakan yaklaşımların- Kaynaklarımızda bulunan ve kitaplarda okuduğumuz Peygamberimizin hayatına dair olaylar, kitapların dilinden sinemanın diline aktarılmıştı. Buna itiraz edenler neden aynı şeylerin kitaplarda anlatılması karşısında suskun kalmaktadır, anlaşılmaz. Çünkü oradaki de bir anlatımdır. Farklı tasvirler, rivayetler ve yaklaşımlarla Peygamberimizin hayatının -zihnimizde de olsa-, canlandırılmasıdır. 10 SAYI: 152 ARALIK 2016 DOSYA da da buluruz. Bu tür anlama ve yorumlama cehdleri, İbn Arabi’nin hakikatin temessülüyle ilgili teşbihi yaklaşımları kadar, konuya başka ve tam da ters bir açıdan yaklaşan İbn Teymiye’nin tenzihi yaklaşımları tarafından da sürdürülmüştür. Her ne kadar doğru tutum tenzih ile teşbih arasında bir itidal çizgisini yakalamaksa da, anlama ya da anlatma çabası bizi çoğu kez bu itidalden uzaklaştırarak, tenzih ve teşbihin sapaklarına sürükler. Elbette buradaki sapakları rüyaların, hayallerin, düşüncelerin veya gerçekliğin ayak basılmamış yolları, mevcut yolların bittiği ve gerçek yolculukların başladığı o kendi cehdimizin aslî yolları olarak anlamalıyız, yoksa sapmalar veya yoldan çıkmalar olarak değil. Zira Marx’ın, Kapital’in girişindeki deyişiyle “düşüncenin doruklarına ancak patikalardan tırmanılır”. (Aktaran Cemil Meriç, Jurnal, c. 2, İletişim Y.). Bir başka açıdan ise, gerçeklik ile hakikat arasındaki ilintiyi sağlayan o “kral yolu”, teşbih ve mecazın incelikli dili ile kurulabilir. Çünkü kâinatın gerçekliği sonuçta Allah’ın yaratıcılığının bir eseridir ve dolayısıyla da ilahî hakikatten izler taşır. Bu izler, vahyedilen ayetlerin misalleri kadar, tekvinî ayetlerde ifadesini bulan ilahî yaratıcılığın maddî dünyadaki tezahürleriyle de kendisini ortaya koyar. Bu açıdan doğrudan gerçekliğin kendisi bile birtakım hakikatlerin remzidir, sembolüdür; kalbe doğması ya da kulağa fısıldanmasıdır. Hakikatin gerçekliği belirleyen ve besleyen aşkınlığından söz edilirken ya da sanatsal (veya bilimsel) buluşlar yoluyla hakikatin ifadesine çalışılırken ortaya konulan temsiller (imalar, ihsaslar, telmihler, semboller…), kuşkusuz ki hakikatin kendisi değil, anıştırmalarıdır. Bakara Suresinin 25. ayetinde, cennetteki nimetlerden söz edilirken, bu nimetlere nail olanlar, “bu, daha önce de rızıklandığımız (şeylere benzemekte)’dir, derler. Bu, onlara, (dünyadakine) benzer olarak (müteşabihan) sunulmuştur.” Böylece teşbihat tersi bir yoldan da, yani cennette olanların dünyadakilere benzetimi yoluyla da gerçekleşmektedir. Her ne kadar teşbih yoluyla, hakikatle gerçeklik arasında bir temsil (ifade) bahsi açılsa da, bu bahis adlandırma, ima ve gerçeklik dünyasına ilişkin misallerle hakikat arasında kurulmaya çalışılan anlatımlardan öteye gitmez. Doğrudanlığın mümkün olmadığı yerde kullandığımız benzetimli dil, dolaylı ve imalı anlatımlara olan mecburiyetimizin sağladığı ifade imkânlarıdır. Hatta gerçeklik dünyasına ait olan olgular farklı biçimlerde temsil edilebilseler de, hakikatin (Allah’ın ve yaratıcılığı- DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? nın) doğrudan temsili mümkün değildir. Gerçeklik taklit edilebilir, hakikatten ise sadece imalarla söz edilebilir. Belki sözü de aşan bir sezgisel derinlik, kalbin tefekkürü, bizi hakikate daha yakın kılar ama hiçbir zaman ona mülaki kılmaz. İçimizde hakikate en yakın olanımız bile ona ancak bir “yay açıklığı” kadar yakınlaşabilmişti. Sözcüklerin ya da nesnelerin ortaya koyduğu gerçeklik ile hakikatin bağları ise basiret ve tefekküre dayanan düşünsel cehdlerle kavranabilir ki bu kavrayışa hikmet denilmektedir. Aksi halde İskender gibi “kördüğüm”ü kılıçla keserek, kaba bir cihan hâkimi olsanız da, hakikate doğru hikmetle yürüyen nebiler gibi kalplerin hâkimi olamazsınız. Tıpkı Yunus’un deyişiyle: “Cümle yaratılmışa, bir göz ile bakmayan Şer’in evliyasıysa hakikatte asidir.” Rüya dilini sinemaya uygulayan Fellini, Kurosawa, Tarkovski, Angelopoulos gibi yönetmenler yanında, İran sineması da, özellikle Devrim sonrası bu yolda önemli örneklikler vermekte ve bu konuda temayüz etmektedir. Ülkemizde Derviş Zaim ve Nuri Bilge Ceylan gibi yönetmenler de bu konuda çaba göstermekteler. Öyle ki Derviş Zaim’in gösterimde olan Rüya filmi, “ashabı kehf” metaforu üzerinden yapılan bir film. “Her insanın bir rüyası olmalı, bu rüyanın da bir bekçisi” mottosu ile yola çıkan yönetmenin bu oldukça güzel buluşu, ne yazık ki filmin içerisinde üretken ve yaratıcı bir biçimde kullanılmayıp, sadece bir metafor olarak harcanmakta. Mecidi’nin “Hz. Muhammed, Allah’ın Elçisi” adlı filmi de, sinema diliyle rüya dilini yakınlaştıran, bir başka deyişle sinemanın anlatımını şiirselleştiren ya da resimleştiren bir anlatım. Ama ne yazık ki semboller ile nesnelliği, hakikat ile gerçeği birbirine karıştıran kesimler tarafından iğrenç bir saldırıya uğradı. Gerçi bu saldırının ardında siyasal veya mezhepçi saikler olsa da, sonuçta zihinsel primitiflik açısından bu türden saldırılarla, İslam tarihi boyunca sık sık karşılaşılmıştı. Nitekim günümüzde El Kaide veya IŞİD gibi biçimci ve sathî yaklaşıma sahip kesimler tarafından da bu saldırılar sürdürülmektedir. Sözgelimi sanatsal ve tarihi eserlere karşı girişilen vandalca saldırılar, sonuçta simge ile gerçekliği birbirinden ayırt edemeyen zihinsel bir sefaletin ürünüdür. Ama bu tip yaklaşımlar, farklı saiklerden yola çıkılsa ya da farklı gerekçelerle beslenmeye çalışılsa da, entelektüel bir cehalet tarafından da sürdürülmektedir. Mecidi’nin filminde eleştirilecek yönler yok mu? Abartılar, kurgular, kimi hurafe addedilebilecek yönler, kimi kusurlar… Tüm bunlar ise, henüz bir emekleme döneminin tecrübesizlikleri olarak da yorumlanabilir, bir yönetmenin kendi kültürünün izleri veya kişisel kaprisleri olarak da. Sözgelimi bir “mask”, sanatsal bir eser olarak ancak bir simge değeri taşısa da, bunun Tanrı’nın bir sureti veya remzi olarak anlaşılması, fetişizm veya putperestliktir. Bu, rüyasında karısının kendisini aldattığını görüp, uyandığında onu öldürmeye kast eden bir adamın anlayış kıtlığı gibidir. Dolayısıyla simgeyi gerçeklikle ya da hakikatle karıştırmak temel bir sorundur ve bunun uç biçimlerinde Allah’tan “o” diye bile bahsedemezsiniz. Beri yandan fetişizm (simgelere tapınma) aslında hayatın içerisine sinmiş ve oldukça yaygın bir tutumdur; dolayısıyla hayatımızın her ânında da ortaya çıkabilir. Sözgelimi birine perestiş, bir nesneyi (sözgelimi bir otomobil veya parayı) yüceltme (meta fetişizmi) ya da benzeri zihinsel vehimler gibi. Dolayısıyla bu konuda da ister istemez orta yolcu bir tutum ortaya koyabilmemiz gerekir. Yani tapınma veya tanrısallaştırma ile sanatsal yaratıcılık veya teşbihî dil arasındaki ayrımın farkında olan mutedil bir yolun ortaya çıkarılması, hakikatle gerçeklik arasındaki bir insanî dünyanın (ilim, irfan, kültür) gerçekleştirilmesinin zorunlu şartıdır. Bu tür bir fetişist sapmanın etkisi nedeniyle, Peygamber(as), yeni Müslüman olan putperest kavmini bu açıdan sıkıca uyarmıştır. Bu uyarılar sonuçta simgesel nesneleri tanrı ya da onun sureti bilen bir tarihsel duruma dair bir geçiş döneminin uyarılarıdır. Ama bu uyarının özünün değil de salt yasaklıktaki biçimin (rivayetlerde bahsi geçen nesneler, biçimler, kelimeler) üzerinde yoğunlaşan zihinler, bu kez de sembolik olguları hayattan büsbütün süpürmeyi amaçlayan ve hatta doğrudan bu yönlü zihinsel çabaları (teşbih, tefsir, estetik, sanat ve hatta içtihat gibi) ortadan kaldırmaya azmeden bir zihinsel sefalete ve hayatın çölleştirilmesine yönelmiştir. Ancak benzeri bir biçimciliğe, Yahudi biçimciliğine karşı tepkisel Hıristiyan simgeciliğinin -ikonacılığın- Hıristiyanlığı ikonaperestlik noktasına getirmesi SAYI: 152 ARALIK 2016 11 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? Önemli olan gözlerimizdeki o birkaç damla yaş, yüreğimizdeki çarpıntılar, sinemanın bizi içerisine soktuğu o rüya diliyle de olsa Resulullah(as)’ın yaşantısına biraz olsun yakınlaşmanın, kendini orada hissetmenin heyecanlarıdır. Tıpkı bir kitabın kapağını kapadığımızdaki haleti ruhiye gibi. de elbette göz önünde tutulması gereken bir sorundur. Bu noktadaki aşırılık sonucunda, her tür sembolik anlatım çabasının dışlanması da (ikonakırıcılık), ortalığı ister istemez bir çöle çevirecek, insanlığın en güzel yönlerinin, yani estetik ve sanatsal yaratıcılığın (şiir, müzik, resim, süsleme, heykel, sinema vb.) tümüyle yasaklanmasıyla neticelenecektir. Gazali’nin kitaplarında bile, kendi dönemindeki bu tür biçimci bağnazlıkları eleştiren bir yığın örnekler ve uyarılar bulunmaktadır. Mecidi’nin filmi de buna benzer bir hışma uğradı. Oysa sonuçta sembolik bir anlatım, bir sanat çabası, bir rüya diliydi ortaya konulan. Kaynaklarımızda bulunan ve kitaplarda okuduğumuz Peygamberimizin hayatına dair olaylar, kitapların dilinden sinemanın diline aktarılmıştı. Buna itiraz edenler neden aynı şeylerin kitaplarda anlatılması karşısında suskun kalmaktadır, anlaşılmaz. Çünkü oradaki de bir anlatımdır. Farklı tasvirler, rivayetler ve yaklaşımlarla Peygamberimizin hayatının -zihnimizde de olsa-, canlandırılmasıdır. Yazmak, anlatmak, hayal kurmak ve hatta isimlendirmek bile, olgunun gerçeklikten koparılması ve bir teşbihî dile dönüştürülmesidir. Sonuçta bir isim bile, hakikati, isimlendirileni veya benzetileni sınırlar, belli sözlere, seslere (veya resme, işarete, biçime) daraltır. (Belki de bu yüzden, kadimler şiirlerine isim koymazlardı; çocuğa bir isim koymak ise belli başlı bir sorundu. “Ad”ın bir temsil mi, telmih mi, yoksa salt bir isim mi olduğu yüzyıllarca tartışılıp duruldu.) Bu açıdan bakılırsa her isimlendirme bir “metafizik”, yani fizik’in ötesinde/üstünde olan bir “onun hakkında konuşma”dır. Onun için değil mi ki, Tevrat’ta, Musa’nın Sina Dağı’nda Allah’ın ayetlerini alması akabinde, kavmine “O”ndan nasıl söz edeceğini sorduğunda, aldığı cevap: “Ben, ben olanım…” olmuştur. Açıktır ki gaib olan, ancak bu yolla, semboller ve remizlerle şehadet âlemi- 12 SAYI: 152 ARALIK 2016 DOSYA ne çağrılır/taşınır veya bu âlemde ondan ancak bu yolla söz edilebilir. Bu yolla bir anlaşma sağlansa da, anlamak veya temsil ise daha da derin bir sorundur. Kaldı ki bu mesele sadece Allah’ın anlaşılma çabası ile sınırlı olmayıp, sözgelimi kendilerine doğrudan mülaki olamadığımız mikrofizik veya makrofizik âlemlerin anlaşılmasında da ister istemez sembolik dillere ve yollara başvurulur. Kutsal olanın (veya kutsallaştırılanın) sesli, yazılı veya görüntülü bir anlatım olarak ifadeleri arasında ise sadece biçim ve dil/ifade farkı vardır, mahiyet farkı değil. Önemli olan ise anla-tı-mın bayağılaştırılmaması, düşünsel, etik ve estetik inceliğe riayet edilmesidir. Mecidi’nin filminde eleştirilecek yönler yok mu? Abartılar, kurgular, kimi hurafe addedilebilecek yönler, kimi kusurlar… Tüm bunlar ise, henüz bir emekleme döneminin tecrübesizlikleri olarak da yorumlanabilir, bir yönetmenin kendi kültürünün izleri veya kişisel kaprisleri olarak da. “Çağrı”, kırk yıl önce atılmış bir ilk adımdı. Ve ne yazık ki ikinci bir adım ancak bunca yıl sonra atılabildi. Bu konuda örnek sayılabilecek sinematografik anlatımlar da ancak batı dünyasında gerçekleştirildiği için, bu anlatımların etkisi ister istemez bu filmde de zaman zaman kendisini göstermekte. Bunlar ise süreç içerisinde düzelebilecek kusurlar, tecrübe eksiklikleri olarak görülebilir. Ama çoksesli müziğe itiraz eden bir eleştirel sathilik, aslında bizzat sinemaya itiraz etmeliydi ve belki de etmektedir. Çünkü modernliğin ürünü olan, çoksesli müzikten önce sinemadır. Sonuçta ise biliriz ki izlediğimiz, yüzlerce farklı versiyonları yapılabilecek olan öykülerden, anlatımlardan, canlandırmalardan biridir. Ve yine biliriz ki, sinemadan çıktığımızda rüya sona ermiş, gerçek hayata dönmüşüzdür. Üstelik bu rüya bize ait değil, Mecidi’ye ait bir rüyadır. Biz sadece onun rüyasını dinleyen/izleyen faniler olarak gündelik hayatımıza dönerken, önemli olan gözlerimizdeki o birkaç damla yaş, yüreğimizdeki çarpıntılar, sinemanın bizi içerisine soktuğu o rüya diliyle de olsa Resulullah(as)’ın yaşantısına biraz olsun yakınlaşmanın, kendini orada hissetmenin heyecanlarıdır. Tıpkı bir kitabın kapağını kapadığımızdaki haleti ruhiye gibi. Ama bu kez görsellik nedeniyle daha güçlü bir duygunun etkisi altındayızdır. Kimileri bu duygularını sahici zannedip oraya gömülüp kalamaz mı? Bu ise, tamamıyla o kişinin zihinsel sefaletiyle ilgilidir. Hiçbir sahici sanatsal çaba ise, bu tür “ilkel” zihinler düşünülerek ortaya konmaz, konamaz. DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? İran sineması ve ‘Hz. Muhammed’ filmi İSMAİL DOĞU [email protected] MÜSLÜMANLARCA bile izlenilen filmlerin büyük bir bölümü ticari, popüler, klasik Hollywood tarzından oluşmaktadır. Bu aslında bir kaçış tarzıdır; ama başka bir açıdan da bir ağa yakalanmaktır. LUMiERE Kardeşler tarafından 28 Aralık 1895’te Paris’te bir cafe’de yapılan “Bir Trenin Gara Girişi” adlı halka açık ilk gösterimden bu yana, sinema dünyası ve film gösterileri başlamış oldu. Her ne kadar bu gösteri, bugünkü anlamda bir kurgusal film değildiyse de, sonuçta sinemanın etkisi ve film izleme biçimi kendini açık etti. Zira bu gösteride trenin gara giriş sahnesi, kameranın açıyı ustalıkla yerleştirilmesi sebebiyle, insanlar trenin kendi üzerine geldiğini zannederek kaçışmaya başladı. Bu, aslında istenilen bir sonuçtu ve bu kaçışla başarı elde edilmiş oldu. Nitekim daha sonraları Griffith ile bugünkü bilinen şekliyle “Bir Ulusun Doğuşu” adlı ilk kurgusal filmle, indirgemeci ve aynı zamanda da bunu tetikler şekilde eğlendirici bir gerçeklik algısı sağlanmış oldu. Bu öyle bir başarı idi ki, beraberinde sinemanın bir eğlence sektörü olmasına da yol açtı. Böylelikle Klasik Hollywood konvansiyonları, perspektifi resim de icat ederek gözün bir noktada sabitlenmesini sağlaması gibi, filmde de, izleyiciyle aradaki mesafeleri kaldırarak pasif konuma getirmiştir. Burada yapmaya çalıştığımız, daha açık bir ifadeyle, gerçeklik algısının sinemada 3 farklı biçimde gelişmesini anlatmaya çalışmaktır: Gerçeğin ortaya çıkarılması, gerçeğin taklit edilmesi ve gerçeğin sorgulanması. İlk sırada yer alan gerçeğin ortaya çıkarılması, ifadeden anlaşılacağı üzere masum ve anlaşılır bir çaba de- ğildir. Ortaya çıkarmak sevdası, başka bir açıdan gerçeğin indirgenmesi ve dayatılması anlamına gelir. Yönetmenin nezdinde, dünyayı nasıl görüyorsa, öyle gösterme çabasıdır. Elbette yönetmenin gördükleri vardır ve bunlar bir açıdan gerçektir. Ancak sayısız görüntüler ile görünebilecekler imkânının toplamı ıskalandığı için, tek bir yere ve tek bir an bakışıyla öne sürülmesi, gerçekliğin indirgenmesi ve dayatılması dediğimiz noktaya varır. Bu sadece film için geçerli değildir elbette. Daha kadim sanatlardan olan resim, musiki ve şiirde de aynı durum yaşanabilmektedir. Zaten filmin de yaslandığı bu üç önemli alan, onlara bakışın nasıl olduğuyla çok yakından ilişkilidir. Dram sanatı anlatı açısından nasıl indirgemeci bir anlatı tarzı geliştirmiş, perspektifle nasıl indirgenmiş bir bakış tarzı sağlanmış ise film diliyle de aynı kazanımlar elde edilmektedir. Burada söz konusu olan çeşitlilik ve zenginlik adına birlik ve bütünlük değil, tek ve statik bir anlayışın baskın çıkartılmasıdır. Orada tahayyül ve tasavvura yer yoktur. Gerçeklik yalın bir şekilde karşıdadır ve kişi onu pasif olarak karşılamaktadır. Bugün Müslümanlarca bile izlenilen filmlerin büyük bir bölümü ticari, popüler, klasik Hollywood tarzından oluşmaktadır. Bu tür filmler, kendi biçimlerini ya da oluşturulma tarzlarını gizledikleri için, insanlar da genellikle bu filmlere tematik düzeyde ilişki kuruyor ve beğeni yoluna gidiyorlar. Bu aslında bir kaçış tarzıdır; ama başka bir açıdan da bir ağa yakalanmaktır. İnsanlar kendilerine sunulan bu ürünleri sorgulamasınlar, kendilerine sunulan dünyayı sonuna kadar yaşasınlar için, aslında kendilerini ezen ve hatta hiçleştiren bir dünyadan birkaç saatliğine uzaklaşarak eğlenmeleri adına bunları yaşarlar. Bu anlamda seyredilen filmlerin çoğu, ideolojik bir işlev görür. Tabi bu ideoloji, tıpkı futbol da olduğu gibi, kitleleri hem deşarj ettiren hem de asli gerçekliklerin sorgulanmasını unutturan bir işlev gördüğünden dolayı oldukça da politiktir. Kendilerine sunulan dünyanın ve film yoluyla dayatılan gerçekliğin sorgulanmasına engel olduğu için de, otoriterler- SAYI: 152 ARALIK 2016 13 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? DOSYA Bir filmde anlatı, en son ele alınacak bir meseledir dense yeridir. Zira film yapımında gerçekliğin nasıl ele alındığını gösterebilecek tek işaret kameradır. Yazın sanatında kalem, resim sanatında fırça ne ise film yapımında kamera odur. ce desteklenmektedir. Böylelikle verili olan gerçekliğin mutlak ve doğal olduğu söylenerek, başka bir gerçekliğin olabileceği imkânını gizler, dahası ortadan kaldırır. İkinci tarz olan gerçekliğin taklidi, aslında gerçekliğin sorgulanması adıyla atılmış bir kazıktır ve ne yazık ki ilki olan gerçekliğin dayatılmasına çalışır. Fantazma adına, insanların hayal edebilecekleri noktayı süblime ederek onu gerçekleştirilemeyen düşünceler yumağı haline getirir. Ama tüm bunları yaparken de, sözüm ona teorik açıklamalara gidilerek entelektüel tatmin sağlar. Burada sunulan ve arzu edilmesi bile sağlanan benzerlik, kendi içinde bir amaç olarak değil, tatmin edici kurmacaların bir yansıması ve doğal olarak da yanılsamasının aracı olarak kullanılır. İlki başka dünyaların olma imkânını tamamen yok sayarken, bu tarz yaklaşım ise farklı dünyaların oluşmasını sıfırlar ya da sıradanlaştırır. Artık o bir vehim haline gelir ve eğlenceye dönüşür. En son seçenek ise görünenin ardındaki derinliği keşfetmekle ilgilenir. Bu tıpkı bir buzdağı meselesi gibidir. Buzdağının görünen kısmı, görünmeyen kısmından çok ama çok azdır. Gerçeklik adına sadece üst kısmıyla ilgilenenler, eninde sonunda alt kısma çarpar ve batarlar. Ancak üst kısmın altı kısma haberci olduğunu, dolayısıyla da bir işaret taşıdığını fark edenler, kendileri görünenden görünmeyene bir keşif yolculuğuna çıkarlar, insanları da çıkartmaya çalışırlar. Çünkü bilirler ki bu dünya, mümkün dünyaları içinde barındıran sonsuz bir mekân tasavvuruna sahiptir. Gösterilen gerçeklikte elbette haklılık payı bulunmaktadır; ancak bu sadece görüntülerden biri ya da birkaçıdır. Sayısız tecellinin var olması ve fakat hiçbir tecellide tekrarın olmaması anlayışı/bakışı, gerçekliğin indirgenmesine ve dayatılmasına karşı geliştirilebilecek en güçlü ve belki de tek argümandır. Klasik Hollywood filmlerinde görülen bu dayatmacılığı, yine kendi içinde birçok yönetmen yıkmaya ve farklı bakış açılarında oluşturulabileceğini anlatmaya çalışmışlardır. Tabi karşı çıkışlar, sadece sinema dünya- 14 SAYI: 152 ARALIK 2016 sında oluşmamıştır. Resimde Picasso’nıun Kübizmi ya da Dali’nin Sürrealizmi gibi, film diline yansır bir şekilde de Alman dışavurumculuğu, İtalyan yeni-gerçekçiliği ve Fransız yeni-dalgası doğmuştur. Zaten film dilinde olup da, diğer sanat dallarında olmayan ya da film dilinde başka bir anlayış gerçekleştirip de diğer alanlarda bambaşka bir dil geliştiren asla olmamıştır. Gerçeklik algısı düşüncede nasıl geliştirilmişse, sanatta da aynı şekilde var edilmiş; sanattaki bu gerçeklik dayatması ya da sorgulama biçimleri, her dalda aynı şekilde tezahür etmiştir. Diyelim resimde kübizmi benimseyen biri, klasik Hollywood tarzına asla yaslanmamış; aynı şekilde Klasik Hollywood biçimini kendine şiar edinen bir kişi, Dali’nin resimlerinde kendini asla bulamamıştır. İşte edilgen bir film yönetmeni ya da izleyicisi olmakla, etken bir yönetmen ya da izleyici olmak arasındaki fark; yönetmen açısından en başta neyi nasıl ve niçin yaptığının, izleyici olarak da bu yapıtın hangi paradigma üzerinden hareket edilerek neyin amaçlandığını ve dolayısıyla neyin hedeflendiğini anlamaya çalışmaktır. Bu ise sadece anlatıyla oluşabilecek bir yol değildir. Bir filmde anlatı, en son ele alınacak bir meseledir dense yeridir. Zira film yapımında gerçekliğin nasıl ele alındığını gösterebilecek tek işaret kameradır. Yazın sanatında kalem, resim sanatında fırça ne ise film yapımında kamera odur. Gerçekliğin sorgulanması ya da dayatılması meselesi ancak kamera ile yapılır ve ancak kameraya dikkat edilerek anlaşılır. Zira anlatı, her ne kadar önemli de olsa, aslında bir bahanedir. Önemli olan bir gerçeklik algısının nasıl aktarıldığıdır ve bu anlatı dili ile değil kamera ile olur. Eğer anlatı gerçekliğin sorgulanmasına yönelik bir içerik sağlar ve fakat kamera kullanımı da gerçekliğin dayatılmasına yönelik bir metot ile yapılmaktaysa, burada hedeflenen gerçekliğin taklidi ile insanların süblime edilmesidir ya da bu işi yapan kişinin bunlardan hiç anlamadığının göstergesidir. Bu ise başlı başına bir düşünce ve sanat tarihi okumak, gerçeklik meselesi hakkında kafa yormakla ilgili bir uğraşı- DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? dan elde edilir. Aksi takdirde, özellikle ülkemizde sıkça görüldüğü gibi, anlatmak istediği başka dünyaları, aslında kendisinin de karşı çıktığı dayatılan dünyanın yöntem ve argümanlarıyla sunmaktır ki, bundan fayda hiç çıkmayacağı gibi, birçok zarar da oluşturur. Çünkü en başta hem yönetmeni, hem izleyiciyi karşı olduğu şeye dönüştürür. Pek tabidir ki bu travmatik durum, sadece film diliyle oluşmamaktadır. Düşüncede de aynı şekilde Müslüman dünyanın kişilik bölünmesi içinde kaldığı görülmekte ve bilinmektedir. Bunun tek sebebi, ne içinde yaşadığı ve fakat karşı çıktığı dünyanın dayatma biçimlerinden ne de bağlı olduğunu hissettiği ve buna göre de insanlara önerdiği başka dünyanın imkânlarından habersiz olmaktır. Bilinç durumu, işte tam da bununla ilgilidir ki; tıpkı şiirin şuur ve şiar ile aynın kökten olarak, şiirin şiir olması için bir şuur ve şiar oluşturması, oluşturmuyorsa aslında onun bir şiir de olmadığının bilinmesi gerekliliği gibi, film dilinin de aynı şekilde gösterenden daha önemli ve öncelikli bir şekilde gösterilene odaklandırması zorunluluğunu getirir.. Bu uzun giriş, aslında başlı başına işlenmesi gereken bir konu olmakla birlikte, bu yazının sınırlarını daha da genişletmemek amacıyla, sadece film diline az da olsa odaklanarak, genel de İran Sinemasının, özelde de ‘Hz. Muhammed’ filminin sahici bir eleştirisinin yolunu açmak içindir. Hem buradan hızlı bir şekilde geçiş yapacak olursak, İran sinemasının, gerçeklik konusunda sorgulamacı bir anlayış içinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun böyle olmasının temel nedeni ise İran kültür havzasının her yönüyle güçlü ve birbiriyle de sıkı bir ilişki içinde olmasına bağlanabilir. İran sineması sadece güçlü değildir, zira Hollywood da güçlüdür; aynı zaman da bir gerçeklik sorgulanmasını sağlamaktadır. Bu ise bize dayatılan dünyanın ve gerçekliğin kemiklerini sızlatmaktadır. Bu sızlatma, pek tabi ki İran ya da başka bir Müslüman coğrafyadan çok önce, bizatihi Avrupa ve Rusya kanadında çoktan ortaya çıkmıştı. Sinemanın Batı’da icat edilmesi ve gösterime sunulması nedeniyle, doğal olarak tüm bu gerçeklik algısına karşı farklı yaklaşımlar da, yine aynı coğrafyada ortaya çıkmış ve çokça tartışılmıştır. İran sineması bu yünüyle, Klasik Hollywood tarzında değil, Avrupa Sanat Sinemasına yaklaşır. Ancak onu farklı, bir adım daha ileri ve böylelikle güçlü kılan nokta, kendi tarihi ve toplumuna yaklaşarak ve yaslanarak bir film dili oluşturabilmesinde yatar. Avrupa Sanat Sineması, tıpkı diğer sanat dallarında ve düşünsel akımlarda olduğu gibi kendine özgü eleştirileri ve önemli örnekleri olsa da, sonuçta tıpkı Picasso’nun Kübizmindeki gibi, dayatılan dünyadan kaçışı sağlamakla birlikte başka dünyaların hayali ve özlemi konusunda varışı yakalayamamıştır. Bunun temel nedeni, bu insanların, her ne kadar eleştirel düzlemde olsa ve bu karşı çıkışlarında samimi de olsa, sonuçta o dünyanın insanları olmasından kaynaklanmaktadır. Elma kurdunun elmayı çürütmesi kadar elmadan beslenmesi gibi, bu insanlar da eleştirel oklarını tam on ikiden vursalar ve haklı olsalar da, maalesef yeni hedefler ve menziller oluşturma konusunda bir ilerleme sağlayamamışlarıdır. Yine de izlenmeye değer bir yapı taşımaktadırlar. Zira bizlere bir vesileyle de olsa, hem kar- İran sinemasının gücü, her şeyden önce hattında, tezhibinde, minyatüründe, musikisinde ve en önemlisi de şiirinde yatmaktadır. Bu ise bizdeki yönetmenler gibi İranlı yönetmenler tarafından ne ıskalanmış ne de retorik hale getirilmiştir. Başka birçok ülkede de görülebileceği gibi, bugün İran’da hiçbir yönetmen, rejim ya da hükümet taraftarı yahut karşıtı olsun hiç fark etmez, kendi kültürüne yaslanmaktan asla çekinmez. SAYI: 152 ARALIK 2016 15 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? şı çıkış noktasını görebilmekteyiz, hem de bu durumun metot ve argümanlarını fark edebilmekteyiz. Değilse, ne kadar içtenlikli olursak olalım, onların düştüğü tuzağa düşmekten başka bir seçenek kalmayacaktır ki, onların İslam’la iç içe olmamalarından dolayı onlar bir nebze de olsa mazur görülebilir, ancak bizler için asla öylesi mazeretler kabul görmeyecektir. İran sinemasının farkı işte burada yatmaktadır. İran sinemasının gücü, her şeyden önce hattında, tezhibinde, minyatüründe, musikisinde ve en önemlisi de şiirinde yatmaktadır. Bu ise bizdeki yönetmenler gibi İranlı yönetmenler tarafından ne ıskalanmış ne de retorik hale getirilmiştir. Başka birçok ülkede de görülebileceği gibi, bugün İran’da hiçbir yönetmen, rejim ya da hükümet taraftarı yahut karşıtı olsun hiç fark etmez, kendi kültürüne yaslanmaktan asla çekinmez. Onun rejim ya da hükümetle olan derdi, siyasal yahut ekonomik açıdan farklı talepleri, genel de sanat açısından, özel de de sinema noktasından, bu tip yönetmenleri, toplumu ya da tarihine karşı yabancılaştırmaz, uzaklaştırmaz; hele düşmanlık hiç yapılmaz. Biraz önce de bahsettiğimiz gibi aslında bu tutum, neredeyse tüm ülkelerde geçerli bir konumdur; her ne kadar asimile bile olsalar, kendi simülasyonlarını kendi tarihleri ve kültürleri içinden çıkartırlar. Bu bir retoriğe dönüşebilir ama asla düşmanlık oluşturmaz; sadece dönüşümü ve başkalaşımı gerçekleştirir. Böylesi bir travmanın yaşandığı belki de tek ülke Türkiye’dir. Türkiye’de kendi öz kültürüne karşı aydın ya da sanatçı geçinen kişiler ya yabancı ve hatta düşmancadır ya da taraftar olmakla birlikte aslı- DOSYA nı, asaletini kavramadan Batılılaştırma yoluna gitmektedir. Bu ikinci kısım ise iki şekilde oluşmaktadır: ilki bizatihi kasıtlı bir biçimde ve oryantalist bir bakış açısıyla meseleyi ve disiplinin kendisini bambaşka bir mecraya çekmekte; ikincisi de bilinçsiz bir şekilde ve kompleksle hareket ederek kendini karşı mahalleye meşrulaştırmak adına şaklabanlıklar yapmaktadır. Bu başlı başına irdelenmesi gereken özel bir konu olacağından, biz tekrardan İran sinemasına dönebiliriz. Film yapım kadar film okuması, kendi tarihinde bulunan kültürel kodlara yaslandıkça başarılıdır. Avrupa’da dahi başarılı olması, yönetmenlerin kendi mitlerine, geleneklerine, dinlerine yaslanmalarından kaynaklanır. Dini açıdan bir itiraz yapılacaksa, bu kilise ve din adamlarına karşı, o da naifçe yapılır. Bunu yapanın ise dindar ya da ateist olmasının arasında bir fark yoktur. Kabaca yapmak pornografikleştirir. Bunu bildikleri ve bundan asla sanat çıkmayacaklarını hissettikleri için, korku ya da sansürden değil, bile isteye gerçekleştirirler. Gerçi bahsettiğimiz bu aksi durum, artık Avrupa’da da yapılmaya başlanmıştır ama her şeye rağmen asla sanat olarak algılanmamıştır. Kutsala karşı gerçekleştirilen bu alçakça saldırılar, sadece dindar insanları yaralamakta ise de asla sanat tarihinde yeri olmayacaktır. Amerika’da ise her şey çoktan bir showa dönüştüğü için, artık hiçbir şeyin anlamı kalmamıştır. Yönetmen kadar izleyici de önemlidir ve bu durumu belirginleştirir. İzleyici de sadece pasif bir seyirci olarak kalırsa, tabidir ki ne olsa gider. Ancak bilinçli bir izleyici içinse durum farklıdır. Mecid Mecidi sineması, Türk seyircisinin sinemalarda ve televizyonlarda hiç gösterilmese bile, DVD ya da internet aracılığıyla yakından takip ettiği ve sevdiği bir yönetmendir aslında. Hepimiz onu Cennetin Çocukları, Cennetin Rengi, Serçelerin Şarkısı, Söğüt Ağacı ve Baran gibi filmlerinden tanırız. Özellikle de birçok filminde çocukları oynatmış, dolayısıyla da çocuk dünyasını iyi bilen ve beyaz perdeye iyi bir şekilde aktarabilen ender yönetmenlerdendir. 16 SAYI: 152 ARALIK 2016 DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? Filmin biyografik film olmasının yanında, peygamberimizin hayatının anlatılması, işleri daha da zora sokmaktadır. Zaten bunun farklı deneyimleri de, şehit Mustafa Akkad’ın Çağrı filmi hariç, hiç olmamıştır. Bu başka açıdan utanç kaynağıdır aslında. Peygamberi bunca önemseyen bir dünyanın, film meselesinde bu kadar duyarsız kalınması, sinemanın şeytan icadı olmasıyla açıklanacak bir şey değildir elbette. İran sinemasının gücü, sadece yönetmenin kendi kültürüne yaslanmasından değil, bu son cümleden hareketle, bilinçli bir izleyicisinin olmasındandır da. İran’da sinemaya çokça gidildiği ve çokça film izlendiği, haliyle eleştirilerin gerçekleştirildiği bilinmektedir. Tüm bu açılardan bakıldığında İran sineması, tüm aksi eleştirilere ve gösterim engellemelerine rağmen, başarılı performansını daima korumaktadır. Buradan Mecid Mecidi Sinemasına ve Hz. Muhammed filmine gelecek olursak, basında ve sosyal medyada tartışılanlardan ayrı bir biçimde değerlendirmeyi hak ettiğini söyleyerek başlayabiliriz. Mecid Mecidi sineması, Türk seyircisinin sinemalarda ve televizyonlarda hiç gösterilmese bile, DVD ya da internet aracılığıyla yakından takip ettiği ve sevdiği bir yönetmendir aslında. Hepimiz onu Cennetin Çocukları, Cennetin Rengi, Serçelerin Şarkısı, Söğüt Ağacı ve Baran gibi filmlerinden tanırız. Özellikle de birçok filminde çocukları oynatmış, dolayısıyla da çocuk dünyasını iyi bilen ve beyaz perdeye iyi bir şekilde aktarabilen ender yönetmenlerdendir. Mecidi’nin filmografisine baktığımızda önemli bir ayrıntı da, onun tabiatın dilini de bir karakter gibi konuşturabilme becerisini serdedebilmesi olduğunu görmemizdir. Dolayısıyla Hz. Muhammed filmindeki çocuk çekimlerinde ve tabiatı konuşturmasında sağladığı başarısı, onun bu önceki deneyimlerindendir. Ancak şu vardır ki, biyografi filmleri her zaman sıkıntılıdır. Tarihteki hangi şahsiyet ve üstelik hangi özellikleri ön planda tutularak çekilirse çekilsin, sonuçta hem yaklaşım sebebiyle, hem de daha önemlisi sürekli sahne geçişleri dolayısıyla akışkanlığın kesilmesi nedeniyle izleyici açısından sıkıntılı bir atmosfer oluşturur. Bu bahsettiğimiz durum, tüm biyografik filmler için geçerlidir dense yeridir. Dolayısıyla kendine has bir tarzı ile değerlendirilmelidir. Bu tür filmlerde odaklanma sağlanamaz; zira içinde bir konu değil, birçok konu barındırır. Aynı şekilde birçok zaman ve zeminle birlikte birçok şahsiyet, filme sığdırılmak durumundadır. Sahneleri kullanmak bir dert, kullanmamak ise başka bir derttir. Zira kullanıldığında yoğun kesmeler ve geçişler yapılacaktır ki, bu durum, az önce de belirttiğimiz gibi sıkıntı yaratacaktır. Ancak kullanılmadığında da, kişinin hayatında boşluklar oluşacaktır. Bu da bağlantıların kurulmasını zorlaştıracaktır. Ben kendi adıma, bu tür biyografik filmler çekilecekse, her bir durum için ayrı çekilmelidir ki hem odaklanma sağlansın, hem de bahsi geçen sıkıntılar oluşmasın. Kastımızı daha da açacak olursak, bu film üzerinden hareketle, peygamberimizin baştan sona hayatı ya da uzun süren bir dönemini aktarmak yerine, örneğim sadece Hira Mağarasında vahy alış anını ya da diyelim Hicret anının çekilmesi, meseleyi daha da basitleştirecektir. (Buradaki basit ifadesi, olayın ya da şahsiyetin kendisi için değil, anlatım/gösterim tekniği anlamında kullanıldığını hassaten belirtmek isterim.) Bu filmin biyografi filmi olmasının yanında dikkat edilmesi ve ona göre eleştirilmesi gereken bir diğer nokta da, kişinin tarihsel bir şahsiyet olmasının yanında, tüm Müslümanlar açısından özenli bir anlatıma tabi tutulmasını gerektiren bir peygamber siyerini aktarmaya çalışmaktır. Filmin biyografik film olmasının yanında, peygamberimizin hayatının anlatılması, işleri daha da zora sokmaktadır. Zaten bunun farklı deneyimleri de, şehit Mustafa Akkad’ın Çağrı filmi hariç, hiç olmamıştır. Bu başka açıdan utanç kaynağıdır aslında. Peygambe- SAYI: 152 ARALIK 2016 17 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? Peygamberimizin birçok minyatürde resmi bulunmaktadır. Bu minyatüre bakarak hiç kimse, peygamberi bir kişinin yüzünde temsil etmemiştir, birine benzetmemiştir. Dolayısıyla peygamberin bir kişi tarafından canlandırılması, o kişinin peygamberimiz olarak algılanmasına sebebiyet vermez. ri bunca önemseyen bir dünyanın, film meselesinde bu kadar duyarsız kalınması, sinemanın şeytan icadı olmasıyla açıklanacak bir şey değildir elbette. Eğer mesele yücenin yüceltilmemesi, yüceltilirken aslında her bir resmin (bu anlamda sahnenin) farkına varılmasa bile küçültücü olarak ortaya çıkması şeklinde değerlendirilecekse, o vakit tüm naatların, mevlitlerin, şiirlerin, romanların, minyatürlerin ve hikâyelerin de olmaması gerekirdi. Zira hiçbir ifade, onu anlatmaya kifayet etmez ve belki de yüceltme adına küçültür. Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere, bu tarz bir yaklaşım, sadece sinemayı değil, tüm sanat ve edebiyat alanlarını yok sayar ve bu alanların peygamber ya da peygamber muhipleri için yer etmemesi gibi seküler bir alan çağrıştırır. Halbuki her ne kadar kifayet etmezse de, sonuçta kelimeler ve resimlerden başka anlatı imkânı yoktur ki, zaten kelimeler de asli itibarıyla birer resimdir. Her zaman en güzelini bulmak ve ne güzel bir biçimde serdetmek, gerçeklik sorgulamasını yapan ve başka dünyaların imkânına yol açan kişiler için ulvi bir teşebbüs olarak kalmaya devam edecektir. Burada tartışılan konu, daha çok bir peygamberin gösterilme meselesidir. Bir kişinin peygamberi göstermeme ve öylece çekebilme hassasiyeti gayet tabi anlaşılabilir ve kabul görebilir. Belki de göstermeden tahayyül ve tasavvur ettirmek, sanatın derinlikleri ve incelikleri açısından daha değerli de addedilebilir. Buradaki sorun, biri baskıcı, diğeri çelişik olarak iki şekilde ortaya çıkmaktadır. Baskıcı olan, peygamberin gösterilmemesi konusundaki az önce bahsedilen tercih ve hassasiyetin, tek seçenek olarak dayatılmasından ileri gelmektedir. Peygamberi ya da başka bir kişiyi, göstermeden anlatmak, aslında bilinen bir yöntemdir. Klasik Hollywood, düşmanlarını bazen hiç göstermeden anlatır ki, bu bir dışlama yöntemidir. Avrupa Sanat Sinemasının da tam tersine bir anlayışla bazı kişileri 18 SAYI: 152 ARALIK 2016 DOSYA ya da olayları, hem o şahsiyete hem de izleyiciye saygı olsun için göstermediği bilinen bir vakıadır. Böylesi bir duruşla da, tahayyül ve tasavvuru seyirciye bıraktırarak onu içine çeker ve beraberce bir keşif yolculuğuna çıkartır. Aynı şekilde peygamberi göstermeden anlatmaya çalışmak da, oldukça maharet isteyen ve başarıldığında da büyük bir etki oluşturacak olan bir seçenek olarak hep duracaktır. Ancak bu durum, kesinlikle gösterilmemesi anlamına hiç gelmez. Birincisi, peygamberimizin birçok minyatürde resmi bulunmaktadır. Bu minyatüre bakarak hiç kimse, peygamberi bir kişinin yüzünde temsil etmemiştir, birine benzetmemiştir. Dolayısıyla peygamberin bir kişi tarafından canlandırılması, o kişinin peygamberimiz olarak algılanmasına sebebiyet vermez. Eğer verileceği iddia edilirse, bu seyredenle alakalı şizofrenik bir durumun oluşturulması anlamına gelir ki, yazının başında anlatılan, bir trenin gara girmesinin gösterildiği bir yerde herkesi tren üstlerine geliyor zannıyla kaçışması gibi, hem illüzyon hem de bu vesileyle komik durumu çağrıştırır. Bu kaçış biçimi, ilk defa denendiği ve özellikle de açıyı o halde tutması sebebiyle, yönetmen için asla değil ama izleyici için mazur görülse de, bugün için bu kabul edilebilir bir durum değildir. Yönetmen için asla mazur görülmesi, başta değinilen gerçeklik algısının indirgenmesi ve dayatılmasındandır. Buradan şuna varılmak istenmektedir: mesele kamerayı, peygamberi canlandıran kişi için bile olsa, hangi açıyla ve hangi imgeleme biçimiyle çekecek olunmasıdır. Eğer dolayımsız bir gerçeklik verilmek isteniyorsa, değil peygamber, sıradan herhangi bir şahsiyetin çekimi bile o oranda sakınca doğurur. Ancak buzdağı örneğindeki gibi, işaret eden değil işaret edilen, gösterilen istenen değil gösterilmek istenilenle gerçekleştirilecekse, kim gösterilirse gösterilsin sorun çıkmayacaktır. Kısacası kimin olduğu değil, nasıl gösterildiği esastır. Gerçeklik algısı dayatmacı bir mantıkla hareket edildiğinden dolayıdır ki, trenin kendi üzerine geldiğini hissettiği için insanlar kaçmıştır. Bu durumun daha vahim örnekleri bile vardır sinema tarihinde. Kameraya doğrultulan silahın ateşlendiğinde, kendisine doğrultulmuş ve ateş edilmiş gibi kalp krizi geçirerek ölen insanlardan bahsedilir. Bu tabi ki yönetmenin özellikle seçtiği bir açıdır ve aktarma biçimidir. Sonuçta kalp krizinden ölmesini istememiş olsa da, seyirciyi zihinsel anlamda iğdiş ederek hepsini öldürmektedir zaten bu tür yönetmenler. Zira Dziga Vertov’un meşhur ‘Kameralı Adam’ filminde de fark ettirdiği gibi, kamera çekmekle silah çek- DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? mek aynı şeydir, yerine göre. Bu tabi yönetmenin gerçekliğe ihaneti yanında, seyircinin de bu ihanete eğlence ve hatta belki de entelektüellik adına katılması, belki de satılmasıdır. Bundan dolayıdır ki, Çağrı filminde Hz. Hamza’yı öldüren Vahşi’yi canlandıran kişinin, filmden sonra kendi çalıştığı asıl işinden kovulması ve insanların tükürmesi, beddua etmesi, hatta tokatlaması sebebiyle sokakta gezemez oluşu, seyircilerin bu manipülasyona kurban gidecek kadar zavallı oluşundan daha da önemlisi, Akkad’ın bu gerçeklik algısı konusunda düştüğü önemli hatadan kaynaklanmaktadır. Akkad, her ne kadar Klasik Hollywood algısına karşı geliştirilen Los Angeles okulundan mezun olsa da, sonuçta o konvansiyonları kullandığı için Çağrı filmini, tamamen olmasa bile yer yer gerçeklik algısının dayatılması sorununu yaşamış ve yansıtmıştır. Üstelik Çağrı filminde peygamberimizin ve dört halifenin gösterilmemesi, başarılı bir tahayyül ve tasavvur imkânını sunmamıştır seyirciye. Daha çok ortada ya ciddi bir boşluk oluşmuş ya da Hamza rolünü verdiği kişiyle meseleyi kurtarma yoluna gitmeye çalışmıştır. Amacımız burada Çağrı filmini eleştirmek değil elbette. Ama yeri gelmişken şunu söylemekten çekinmeyelim. Eğer Çağrı filmi layıkıyla eleştirilseydi, hem Akkad hem de daha sonra bu tür film çekmek isteyenler, hatta tüm sinemacılar ve seyirciler için önemli bir deneyim ve birikim sağlanmasına vesile olacaktı. Lakin Akkad, zaten bugün Mecidi’ye yapılanlar gibi, birçok sansüre uğradı. Sponsor olan Mısır ve Arabistan, sözünde durmayarak son anda para ve mekân desteğini çekti. Onca kişiyle ve teçhizatla ortada kalan Akkad’ın yardımına, ne yazık ki Kaddafi yetişti. Ne yazık ki diyorum, zira hem sosyalist bir devlet başkanıydı Kaddafi, hem de zalim bir yönetici idi. Ancak o sponsor oldu da ortada kalan ekip filmi tamamlayabildi. Bu sefer de gerçeklik algısı üzerine hangi açıdan olursa olsun asla kafa yormayan zihin yoksunu kişiler, Çağrı filmini sosyalist olmakla suçladılar ve gösterimini yasakladılar. Klasik Hollywood gerçekliğin indirgenmesini bizlere her daim sunarken, bu zihinsel özürlüler, gerçeklik dayatmasını diplerine kadar yaşadığı gibi, İslam adına ayrıca dayatmada bulundular. Haliyle hiçbir zaman doğru dürüst eleştirilemediğinden, ne yenileri çekilebildi ne de çekilenler sahici bir anlayışla değerlendirme imkânını buldu. Peygamberi göstermeme adına öylesine ilginç yaklaşımlar serdedildi ki, şemaili şerif eserlerinin sözlü olmasının, tahayyül ve tasavvura imkân vermeyeceği zehabını doğurdu. Halbu- ki söz ya da göz düştü mü, anlatılan ve anlamlandırılan da o oranda düşer. Bunun söz ya da göz olmasının farkı yoktur. Nasıl bakarsa kişi, öyle görür ve pek tabidir ki öyle söyler. Söz ile göz arasındaki ses etkileşimi sadece kafiye değildir. Söz de göz gibidir ya da tersi. Söylem gözlemi doğurur hiç kuşkusuz. Gerçi ‘müşahede mükalemden evladır’ denilmiştir ve asıl olanın göz olduğuna vurgu yapılır. Bu doğrudur. Lakin gözün ve sözün düştüğü yer de, birinin diğerinden üstünlüğü yoktur; dolayısıyla da ikisinden birine tercih edilmesinin anlamı kalmamıştır. Buna karşın sözü göz ya da gözü söz olan kişi için de aynı şekilde ama farklı bir bağlamda yine fark kalmayacaktır. Zira orada söz de göz de yükseklere taşınmıştır. Artık ne sesin ne görüntünün kendisi değildir söz konusu olan. Orada önemli olan şiarı ve şuurudur. Zira o artık şiire dönüşmüştür. Peygamberin gösterilmesi konusunda baskıcı tutumun yanında serpilen ikircikli ve çelişik tutuma gelince, Hz. Yusuf ve Hz Süleyman gibi peygamberlerin yanında Hz Meryem gibi şahsiyetlerin filmleri yapıldığında, baştan sona ve her yönüyle gösterildiği halde tepki verilmemesi, ama Hz. Muhammed söz konusu olunca aşırı tepki verilmesidir. Bu anlaşılmaz tepkinin bir başka şekli de, Hz. İsa’yı ya da Hz. Musa’yı, üstelik çok da kötü bir biçimde resmeden filmlere karşı, bırakın şiddeti, bir kınama bile yayınlanmamasıdır. Her Cuma gecesi camilerde okunan, neredeyse her Müslümanın ezbe- Peygamberin gösterilmesi konusunda baskıcı tutumun yanında serpilen ikircikli ve çelişik tutuma gelince, Hz. Yusuf ve Hz Süleyman gibi peygamberlerin yanında Hz Meryem gibi şahsiyetlerin filmleri yapıldığında, baştan sona ve her yönüyle gösterildiği halde tepki verilmemesi, ama Hz. Muhammed söz konusu olunca aşırı tepki verilmesidir. Bu anlaşılmaz tepkinin bir başka şekli de, Hz. İsa’yı ya da Hz. Musa’yı, üstelik çok da kötü bir biçimde resmeden filmlere karşı, bırakın şiddeti, bir kınama bile yayınlanmamasıdır. SAYI: 152 ARALIK 2016 19 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? rinde olan aşrı şerifin içindeki “onların arasını ayırmayız ve hepsine iman ederiz” ayetini sürekli tekrarlayan kişiler, acaba neden Hz. Yusuf için değil de Hz. Muhammedin canlandırılması konusuna bu kadar tepkililer. Konu eğer canlandırılan kişinin şahsında peygamberin indirgenmesi ise neden bu canlandırmalarda bu sorun yaşanmamıştır. Bunun biri yönetmen, diğeri de izleyici açısından oluşan iki sebebi vardır: Yönetmen, biraz önce bahsedildiği gibi gerçeklik algısını indirgeme ve dayatma üzerinden yapmamıştır ki, izleyici de bu manipülasyona düşmemiştir. Gerek Yusuf gerek Meryem filmleri kendi içinde birçok başka sıkıntı barındırsa da ve eleştiriye tabi tutulması gerekse de, eleştiriyi hak eden sıkıntılar, gerçeklik meselesi açısından asla değil, bunun yerine daha “estetik” başka noktalardan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla nasıl ki bu filmde indirgemeci olmayan bir kamera açısı yakalanmışsa, aynı şekilde Hz. Muhammed ile ilgili yapılacak filmlerde de bu tür kaygılar göz önüne alınarak da olsa yapılması mümkündür. Bu ifade, aynı zaman da gösterilme canlandırılma hadisesinin salt indirgemeci olması iddiasını çürütmek içindir. Filmin biyografi türü olması yanında Hz. Muhammedi konu edinmesi nasıl kendi içinde sıkıntı oluşturabilmekteyse, daha zor başka bir katman olarak çocukluk dönemine eğilmesi işleri daha da sıkıntılı hale getirmektedir. Zira çocukluk dönemine ait tüm bilgiler kısıtlı olduğu kadar rivayetler açısından da pek sahih görülmemektedir. İşte bu üç sıkıntı durum, yönetmenin işini daha da zorlaştırmaktadır. Ama tercih kendisinin olarak böyle bir işe soyulmuşsa, hesabını da ona göre yapmak zorundadır. Yoksa kimse kendisini böyle bir işin altına girmeye zorlamamıştır. Mecidi, daha önceki deneyimlerine de güvenerek, çocuk dünyasını saf bir biçimde anlatma yoluna gitmiştir. Anlatıda olağanüstü olayların yer etmesi, sadece rivayetlerin değerlendirilmesine matuftur. Zira tarihsel filmlerde tamamen tarihe bağlı kalınmak zorunluluğu her ne kadar bir yönetmen, bir romancı için geçerli değilse de, söz konusu Hz. Muhammed olunca, ister istemez bu bağlılık gerçekleşecektir. Zira bu rivayetler ele alınmazsa Resulullah için tarih/siyer adına anlatılacak bir şey kalmayacağı gibi, ondan uzaklaşılarak anlatılması da Peygamberimizi oldukça sıradanlaştıracaktır. Yönetmenin, sıradanlık ve olağanüstülük anlatımları arasında bocaladığı zaten çok açık bir şekilde görülmektedir. Yönetmen bunu ilk açılış sahnesiyle aşmak istemiştir ve tüm filme yedirme adına bunda da başarılı olmuştur. 20 SAYI: 152 ARALIK 2016 DOSYA Açılış sahnesi Resullullah’ın vahiy alması ve İslam’a daveti sonrası müşriklerce uygulanan boykotla başlar. Filmin boykot sahnesi ile başlamasını, çok garip bir şekilde İran’ın ambargo içinde kalmasıyla, haliyle de, Batıya barış çubuğu uzatması şekliyle değerlendirenler çıkmıştır; sözgelimi film Bedir savaşı ile başlasaydı, bu İran’ın Suriye ile savaşı mı olacak ya da başka bir örnek verecek olursak, hicret ile başlasaydı, bu Amerika’ya dönüş anlamına mı gelecekti?.. Halbuki olayın ele alınışı bambaşkadır. Ebu Süfyan’ın Ebu Talib’le ilettirdiği tehdidiyle Müslümanlar bu davadan vazgeçmezlerse, sabaha hepsi kılıçtan geçirilecektir. Resulullah’ın bu tehdide cevabı, Fil Suresiyle olmuştur. Filmin böyle başlaması, hem bir fikrin başlanmasına işaret eder, hem de flash-back ile geçmişe giderek zaman ve mekân bütünlüğü gösterilmek istenir. Zira fil olayı vaki olduğunda Resulullah, annesinin henüz karnında idi. Nasıl ki Allah, Resulünü ve dolayısıyla Kâbe’yi Ebrehe’nin tehdidinden ve fillerden oluşan ordusundan koruduysa, aynı şekilde bu boykot kararını bizzat verenlerin şimdilerdeki kılıçtan geçirme tehditleri de bir işe yaramayacaktır. Bu işe yaramayacağını bilme duygusu, salt ebabil sürüsüyle müşrikleri yok etme beklentisi içinde olmayı değil, sonuç her ne olursa olsun, Allah’a dayanma ve O’nun verdiğine razı olma biçiminde kendini göstermektedir. Film boyunca işlenen de, aslında Allah’a dayanan ve O’nun yoluna ram olan kişinin, Allah tarafından rahmet ve bereketiyle kuşatılacağının da muştusunu yaşatmaktır. Tehditlere aldırmadan yolda ilerlemek esastır; sonunda ölüm olsa da. Nitekim Resulullah, annesi Amine’nin karnında korunduğu gibi, sonrasında da hep korunmuş ve gözetilmiştir. Bu korunma hep olağanüstülük arz etmez. Dikkat edilirse, daha küçük yaşta, tarihin de kaydettiği şekilde, en yakın çevresi birer birer vefat etmekte, her seferinde yalnızlaşmakta ama hemen ardından da korunmaya alınmaktadır. Bu Duha ile İnşirah surelerinin açılımıdır aslında; Kur’an okuyucuları, bunu çok iyi bilirler. Resulullah, müşriklerin tehdidini kendisine ileten amcasına Fil Suresini okuyarak adeta şunu demiştir: ‘Ey Amcacığım! Sen, ben annemin karnında iken ve daha doğmamışken bile bildin ve gördün ki, Allah Ebrehe’nin ordusundan bizleri korudu. Herkes kaçışırken ve saklanırken, onun ihtişamlı ordusunu ebabil sürüsü yerle yeksan etti. Sonra sırasıyla ben doğmamışken babam öldü, annemle kaldım. Annemin sütü yoktu, amcam Ebu Leheb’in cariyesinin sütü bana yararken, karısının isteği üzerine geri çektirildi. Sütsüz kaldığım sırada, fakir bir DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? sütannenin eline düştüm ama onun kurumuş göğsüne Allah’ın izniyle beni doyurmak üzere süt geldi. Yetimken bir de annemin ölümüyle bir de öksüz kaldım. Ama Allah beni sahipsiz bırakmadı ve babanı, dedem Abdulmuttalibi görevlendirdi. O da ölünce de, onun vasiyetiyle sen himayene aldın. Hatta Yahudilerden kimileri, beni öldürmek üzere peşime takıldıysa da, onlardan da Allah’ın izniyle kurtuldum. Rahip Bahira bile beni fark etti de, hem ikramda bulundu hem de beni kollayıp gönderdi. Bunları tek tek bizatihi sen gördün. Nasıl ki beni hiçbir zaman bırakmayan ve bana darılmayan Allah her daim beni birilerini aracı kılarak da olsa korumuşsa, yine koruyacaktır, sen merak etme!’ Bu döngü devam eder ve filmin sonunda tekrar boykot hadisesine dönerek yeni bir mucize ile karşılaşılır. Sabah vakti kuşatma için toplanan kalabalığa boykot kararının okunması istenir. Açılan kâğıdı güveler yemiş ve Allah yazısından başka tüm kararların ve karara imza atanların isimlerinin kaybolduğu görülmüştür. Bir fil olayı daha canlanmış ve Resulullah bir kez daha duha vaktinde inşirah bulmuştur. Olayı bu döngü içine yerleştirmiştir Mecid Mecidi. Haliyle Allah’a yaslanmak ve O’nun yoluna ram olmak adına da hep çocuksu durumun o saf haline kamerayı tutmuştur. Fıtrata olan bağlılığı ise tabiatın diliyle ifade etmiştir. Peygamber, sırtından da olsa pek görünmemekte ve çoğu yerde de hiç konuşmamaktadır. Ama bu aslında ifadesini olmadığı, hiç konuşmadığı anlamına gelmez. Mecidi, tabiatı, en çok da suları ve gökyüzündeki ay ile yıldızları konuşturarak, Resulün diline tercüman etmiştir. Filmin içinde daimi bir şekilde tabiatın birlik ve bütünlük içinde yüzdüğünü görürüz. Bu bir açıdan adeta tabii bir vahy ile Resulün hazırlık dönemidir. Ama o formatın dışında bakıldığında da, aslında her çocuğun yaptığı şekliyle tabiatın dilinden anlaması, tabiatla konuşması ve tabiatın ona cevap vermesi olarak yorumlanmalıdır. Asıl okuma biçimi budur ama ne yazık ki insanlar bir vesileyle bu algı biçimini bozmaktadırlar. Nitekim Resulullah hem Yahudi, hem Hristiyan, hem de kendi kavmi olan müşrikler arasında bu bozulmaya tanık olmuştur. Ama bu tanıklık filmde çift yönlü işlenmiş, dolayısıyla da bir kavim ya da bir anlayış tek başına indirgenmiş bir gerçeklik düzleminden çekilerek başka ve fakat sahih anlayışların da var olduğunu, var olabileceğini göstermiştir. Bu yapıya uygun düşmeyen bence en önemli konu, filmin içinde salatu selam getirilen müziğidir. Müziğin senfonik bir tarzda ve çok baskın olarak Filmle ilgili eleştiriler, tıpkı bir zamanlar çağrı filmine yönelik eleştirileri hatırlatıyor. Genel de de filme yönelik eleştiriler filmin kendisine değil, yönetmenin kendisine ve daha da çok yönetmenin ülkesine yönelik getirilmiştir. Hatta daha acınası durum, filmi seyretmeden eleştirebilme dehasını gösterebilmedir. verilmesi, tabiatın birlik ve bütünlüğünü kavrayacak şekilde fıtrata ve dolayısıyla da Allah’ın korumasına vurgu yapılan bir filmde, senfonik bir müzik çelişik arz etmektedir. Zira senfonik eserler, çoksesliliğiyle, gerçeklik algısının indirgeme ve dayatma halinde sunulmasının müzik açısından bir kullanımıdır. Bu da başka bir inceleme konusu olarak kenarda durmaktadır. Filmle ilgili eleştiriler, tıpkı bir zamanlar çağrı filmine yönelik eleştirileri hatırlatıyor. Genel de de filme yönelik eleştiriler filmin kendisine değil, yönetmenin kendisine ve daha da çok yönetmenin ülkesine yönelik getirilmiştir. Hatta daha acınası durum, filmi seyretmeden eleştirebilme dehasını gösterebilmedir. Bu da eleştirilerin ne denli sığ olduğunun açık bir göstergesidir. Bu sığlık, tıpkı boykotla başlamasını, ambargoya tahvil etmek gibidir. Aynı şekilde, Ebu Talibi Müslüman göstermek ya da Haşim-Ümeyye çekişmesinden bahsetmeyi Şiilik olarak değerlendirmek gibidir. Film, karşıt olanlar açısından Şii ve Farisi yayılmacılık ekseninden başka hiçbir şekilde ele alınmamakta, üstelik bu denli kavmiyetçi ve mezhepçi yaklaşım içinde olunmasına rağmen, filmi ve yönetmenini ulusçu ve mezhepçi olarak yad etmeye kalkışılmaktadır. Denilebilir ki, böyle bir okuma biçimi geliştirilemez mi, farklı bir okuma biçimi ile bunlar söylenemez mi? Tüm bu sorulara verilecek cevap, gerçeklik algısı ile olan irtibatla alakalıdır. “Aşırı yorum” denilen tabir boş yere gelişmemiştir. Bu tanımlamadan kastedilen, art-niyetlilik ya da en masum haliyle maksadı aşma tarzıdır. Bu filmin gerçek karakteri bir çocuktur ve bence bu filmin gerçek izleyicileri de haliyle yorumcuları da çocuklar olacaktır. Çocuklarınıza seyrettirin ve sizler film hakkında hiç yorum yapmadan onların değerlendirmesini isteyin. Ortaya çıkacak sonuç en sahici sonuç olacaktır. SAYI: 152 ARALIK 2016 21 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? DOSYA SiNEMA YAZARI VE ELEŞTiRMENi iHSAN KABiL: Milli sinemalar kimliksizleşiyor Müslümanlar bu gerçekten ciddi finansmana dayalı bu sanat dalına muhakkak yatırım yapmalıdır. İyi senaristlerin, kameramanların, kurgucuların, yönetmenlerin yetişmesine destek vermelidir. Bir filmin yapımına sponsor olarak da gerekirse zararı dahi göze almalıdırlar. Ticari hayatta hiç mi zarar etmiyorlar? Nesillerin yetişmesinde önemli bir basamak olan sinema sanatında da zarar edebilirler. RÖPORTAJ: RÜSTEM BUDAK İslami bir sinema mümkün mü? İslami bir sinemadan, dini şiarlara dikkat eden, gözeten bir sinemayı anlıyorum ve manevi duyarlıklı sinema demeyi tercih ediyorum. Bugün için öncelikle, açıklık, şiddet ve edebi argonun üstündeki kaba kullanımlara tevessül etmeyen sinemayı olabildiğince İslami sayabiliriz. Daha dini bir sinema anlayışı ise mümkün olduğunca İslami umdelere dikkat eden bir sinema anlayışı ile söz konusu olabilir. Bir ideal olarak ortaya konabilir ve üstüne geniş argümanlar geliştirilebilir. İslam sinemaya tebliğ aracı olarak mı bakmalı, yoksa sanat olarak mı? Sinemanın bu sanat içindeki yeri var mı? Sinema tebliğ aracı da olabilir ancak bu hiçbir zaman doğrudan, kör gözüm parmağına biçiminde olmamalıdır. İslam’ın hayat tarzı, dolaylı yollardan, çağrışım, sembol ve mecazlarla verilebilir. Sinema pahalı bir sanat dalı. Müslümanlar bu alanda nasıl bir yatırım yapmalıdır? 22 SAYI: 152 ARALIK 2016 Sinemanın İslami fıkhı oluşabilir mi? Geçmişin fıkhi görüşleriyle sinemayı değerlendirmek mümkün mü? Sinemanın fıkhi açıdan değerlendirilmesi her zaman söz konusu olabilir. Ancak insan elinden çıkma her şeyde olduğu gibi, hata yapma ihtimali göz önüne alınarak burada da belli ölçülerde esneklik mümkün olabilir. Sinema göstermeci bir sanat olduğu ve merkezinde de insani ilişkiler olduğu için özellikle mahrem konusunda hassasiyet gösterilmelidir. Geçmişin fikhi görüşleri de tabii ki göz ardı edilmemelidir. Dünyadaki İslami tecrübelerin içinde Türkiye’nin yeri nedir? Ne olmalıdır? Sinema açısından yaklaşırsak, bir arayış devam etmektedir. Öncelikle bir kimlik sorunu söz konusudur. Kendi olmak, kültürel kökleriyle bağlantı kurmak, gelenek halkalarını yeniden oluşturmak, insan ve medeniyet anlayışını bugünün diliyle yeniden temsil etmek elzem kabul edilmelidir. Kuran’ın sinematografik yapısından söz etmek mümkün mü? Vahyin sinema diliyle aktarımı mümkün mü? Edebi ve sinematografik anlatım, Kur’an surelerinde de ortaya çıkmaktadır. İran sineması bir deneme olarak zaman zaman bunun örneklerini vermektedir. Vahyin sinema diliyle aktarımı, manipüle etmeden mümkün olabilir. DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? Sinemada hakikat dilini sadece İslam ülkelerindeki sinemacılar mı oluşturabilir? Hakikat izlekleri diğer inançlara ait sinemalarda da görülebilmektedir. Hakikate bütün insanlık muhataptır dolayısıyla sadece İslam’a münhasır değildir. Ancak tam olgunluğa erişmiş hali İslam ülkelerindeki sinemacılar tarafından ortaya konabilmelidir. Türk sinemasındaki konu, kurgu ve özgün senaryo yazma eksikliği nasıl giderilebilir? Sinemamızın bu eksiklikleri, üzerlerinde daha fazla çalışılarak, kurum ve kuruluşlar tarafından desteklenerek, güçlü bir entelektüel yapı oluşturularak giderilebilir. Mevcut edebiyat verimlerimizden ve geçmişin edebi birikiminden mutlaka yararlanılmalıdır. Kurgu, daha teknik bir konudur, dünya sinemasının güncel örnekleri mutlaka takip edilmelidir. Emperyal sinema dilinin İslam ülkelerindeki olumsuz etkisi hakkında neler söylenebilir? Çok geniş çerçeveli bir konu ama başta seyircinin etkilenmesi ve algı yönetimi olarak söze başlayabiliriz. Başta Amerikan sinemasının tesirlerinden söz edilmelidir. Belli bir hayat tarzı genç seyirci kitlesine dayatılmakta, böylece de zihniyet dünyaları dönüştürülmektedir. Giderek milli sinemalar da bu hâkim sinema görüşüne benzemeye başlamakta ve kendi kimliklerini iyice silikleştirmektedirler. Mecidi’nin “Peygamberimiz bugün gelseydi tebliğini sinemayla yapardı.” sözü hakkında ne düşünüyorsunuz. Mecidi’nin bu sözünün bir değeri olduğunu düşünüyorum. Allah’ın halk ettiği her aracın bir anlamı olduğuna inanıyorum, dolayısıyla da kamera da istendiğinde rahmete dair çok önemli olgular ortaya koyabilir. Dünya, bir ibret âlemi ve sahnesiyse, onun bir simülasyonu olan sinemanın nasıl bir potansiyeli olduğunu düşünebiliyor musunuz? Ancak gerçekçilik adına batıl ve mahrem olanın birebir taklidi yerine, onu ikame edecek sinema dilinin marifetiyle değişik sembolik anlatım yolları bulunmalıdır. Mecidi’nin filmi üzerinde, İslami camianın tartışma şeklini olumlu buluyor musunuz? Mecidi’nin Muhammed/ Allah’ın Resulü filmi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu filmin bu denli sert eleştirileri hak ettiğini düşünmüyorum. Filmi genel olarak duygulu, olumlu buluyo- Allah’ın halk ettiği her aracın bir anlamı olduğuna inanıyorum, dolayısıyla da kamera da istendiğinde rahmete dair çok önemli olgular ortaya koyabilir. Dünya, bir ibret âlemi ve sahnesiyse, onun bir simülasyonu olan sinemanın nasıl bir potansiyeli olduğunu düşünebiliyor musunuz? rum. Peygamber Efendimizi belli-belirsiz gösterdiği yerleri daha belirsiz kılabilirdi, salavatı Batı müziği tonlarıyla sunmayabilirdi; burada sanıyorum Batı dünyasını, genel de bütün dünyayı biraz İslam’a ısıtma amacı güdülüyor. Balıklı mucize sahnesi olmayabilirdi, ancak yine Batı’ya bir atıf var herhalde. Hep Çağrı’dan sonra başka film gelmedi diye konuşuluyordu, şu an elimizde iki referansımız var. “Rüya sineması” çalışmalarınız nasıl sürüyor? Sizce bu süreçteki karşılığı nedir? ‘Rüya sineması’ tanımlaması, öncelikle Sezai Karakoç’un, daha sonra Sadık Yalsızuçanlar’ın ortaya koyduğu bir nitelemedir. Çok önemli bir kavramlandırma olarak görüyorum. Daha önce olduğu gibi bugün de üzerinde kafa yorulması, açılımlara gidilmesi gereken bir yaklaşımdır. Türkiye’de bir sinema dili oluşturma potansiyeli var mı? Varsa Müslüman dindarlar bunun neresinde? Türkiye’de bir sinema dili oluşturma potansiyeli mevcut. Tarihi seyri normal mecraında aksaydı, geleneksel gösteri sanatlarımız, gölge oyunu ve orta oyunumuzun tabii bir uzantısı ve bu yeni teknik dille hem form hem de içerik olarak yeniden temsili anlamına gelen sinemayla doğal bir bileşim meydana getirilebilecekti. Sinema sanatının İslam dünyasındaki yeri nedir? İslam düşüncesinde sinema yer bulabilecek mi? Sinema sanatı, İslam dünyasında estetik ve içerik olarak en olgun örneklerini İran sineması dahilinde vermektedir. İslam coğrafyasının diğer bölgelerinde de zaman zaman nitelikli eserler ortaya çıkmaktadır. Ancak genel olarak sinema bir eğlence ve kelimenin her manasında tüketim aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bütün sanatların bileşkesi olarak ve geleneksel sanatların da görsel anlamda bir uzanımı ve açılımı olarak İslam düşüncesinde de hak ettiği yeri muhakkak almalıdır. SAYI: 152 ARALIK 2016 23 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? DOSYA MODERN ANLATILAR, DÜŞ-EVRENLER VE JEDi KiLiSELERi ARASINDA Sinemanın ‘din’i GÜVEN ADIGÜZEL Hollywood’u kuracak olan Doğu Avrupa göçmeni Amerikan Yahudileri geri dönemeyeceklerinden emin oldukları için yeni bir vizyonla hayata tutunma çabasındaydılar. Holllywood bir hayaldi (American Dream). Bir karabasandan kaçan Yahudilerin hayali. Abraham Polonsky KADIM insanlık tarihi, var ola-geldiği yüzyıllar boyunca sanatın bütün verimlerinin tecrübe edildiği ve bu tecrübelerin disiplinler arası bir düzlemde karşılıklı beslenerek dönüştürücü yeni bir güce/imkâna evrildiği kıymetli bir saha ve silsileye sahiptir. Sanat toplam güzelliktir ve medeniyetleri kuşatan sürdürülebilir bir anlam olarak -bu bağlamda- estetik bir algıyı da işaret eder. Sanatın, estetik kalibresi ve alımlanma potansiyeli oldukça yüksek düzeyde seyreden en görkemli ve en göz alıcı formu olarak tebarüz eden sinema’nın, 19. yüzyılın sonlarına doğru girdiği hayatlarımızda hemen başköşeye kurularak beğeni kodlarımızda yerleşik bir alan kazanması hiç de şaşırtıcı değildir aslında. Sinema, anlatı’nın en modern biçimi olarak -yaygın/popüler kimliğinin de etkisiyle- kitleleri peşinde sürükleyecek o büyülü atmosferini dünyanın en ücra köşesinde yaşayan ümmi bir ‘insan’a bile hissettirecek güce, etkiye ve auraya sahiptir çünkü. Form, estetik, içerik, yaygınlık ve etki alanıyla 20. yüzyılda olduğu gibi, 21. yüzyılda da başat kültürel güç olmaya devam eden sinemaya sırt çevirmek neredeyse imkânsız bir haldir artık. Sinemanın hegemonik / düşsel gücünü fark eden ve bu cazibeli güçten istifade etmek isteyen ideolojiler gibi, 20. yüzyılın başlarında dinler de -benzer gerekçelerle- bu imkândan faydalanmak için sıraya girmişlerdir. 24 SAYI: 152 ARALIK 2016 Yeryüzünün bilinen ilk dini mabedi/ilk ibadethanesi Şanlıurfa/Göbeklitepe’de bulunan M.Ö 10.000 yılına ait bir kült merkezidir. Tarihi kayıtlara göre ilk sinema gösterimi ise Paris Grand Kafe’de M.S 1895 yılında yapılmıştır. Göbeklitepe-Paris hattında geçen 12 bin yıllık bir izlek. Din ve sinema arasında uzunca bir insanlık tarihi ve yeryüzü macerasının binlerce yıllık ortak hafızası yatıyor. Modern dönemde sinema, 20. ve 21. yüzyılı sürükleyen devrimci bir kültürel değişimi de simgelemektedir; bu bağlamda sinema-din ilişkileri, sinemanın 21. yüzyılın ulaştığı teknolojik seviye ve beyaz perdeye yansıtılan mitosların etki gücüyle birlikte modern insanın arayışlarına/ihtiyaçlarına cevap veren bir noktaya evrilmesiyle başkalaşım da geçirmiştir. Futbol gibi sinemanın ‘din’ olgusuna alternatif olduğu yönünde muhtelif okumalar ve yorumlamalar mevcut. Dine karşı ‘sinema’ nın konumlandırılması ve bu yöndeki öznel yorumlar büyük bir aşırılık içeriyor gibi görünüyor. Sinema din’ in rakibi ya da celladı değil elbette. Ama Batı’da din’in ‘işlevine’ ortak olarak özellikle kültürel manada hâkimiyetini hissettirdiği muhakkak. Bu tamamıyla temelsiz bir analoji (din-sinema) değil yani. Amerika’da 1913 yılına kadar Kilise yakınlarına sinema salonu açılması yasaktır mesela. Sinema salonlarının mabetleri andırması, müntesiplerinin sınıfsızlığı anlamında söz gelimi bir marangoz ile bir felsefe profesörünün yan yana koltuklarda oturarak aynı filme (mesaja) maruz kalması, kitleselliği, mesajın muhatapları arasında zengin-fakir ayrımı olmaması, kültürel yaşayışı domine etmesi, simgelerin-sembollerin-imgelerin mutlak hâkimiyeti ve seyircinin iletilen mesaj karşısında biçimlenmeye açık olması gibi birçok benzerlik kurulabilir ikisi arasında. Beyaz perdenin vaiz, karanlık sinema salonlarının mabet olarak okunması, yani sinema imgesini bu biçimiyle de görmek aşırılık değil, bi- DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? zatihi sosyolojik arka planı olan ‘çarpıcı’ bir gerçekliktir. Bu yüzden kurdukları düş-evrenlerle yüz milyonlarca insanı peşlerinden sürükleyen George R.R Martin, J.R.R Tolkien ve J.K. Rowling gibi isimler anlatı’nın modern peygamberleri olarak anılıyorlar. MİTOS, DÜŞ-GERÇEK VE JEDİ KİLİSELERİ Sinema mitosun peşindedir, onu bulur, keşfeder ve yeniden üretir. Aynı hikâyeyi bir başka formla yeniden dolaşıma sokar, damarı sabitleyip, kanı tazeler. Mitosları beyaz perdede gören izleyicinin bu anlatıları -eski bir tanıdığı görmüş gibi- içselleştirmesi oldukça kolaylaşır. İnsanoğlunun yeryüzü serüveni boyunca yaşamış-yaşayan bütün medeniyet ve kültürlerin ortak bir mitos havuzundan konuştuğunu, bu bağlamda bütün efsane ve mitlerin birbirine benzediği ve birbirini beslediği söylenebilir. Kahraman ‘yeniden doğuş’u simgeleyen o boğayı öldürecektir mesela, Dede Korkut’ta meydandaki Boğaç Han’dır, Hint-İran Mithra dininde mağaradaki Mithra, Gılgamış’ta Enkidu’nun yardımıyla boğayı öldüren Kral, İnka-Maya-Aztek söylencelerinde isyankâr köylüler ve benzer hikâyeler. Bir çocuk doğduğunda isminin verilmesi için kahramanlık yapmasının beklenmesi, Kral’dan ailesinin intikamını almak isteyen ve yetenekleri küçümsenen gencin hikâyesi mitosların ortak konuları arasındadır. Modern masal anlatıları ve sırtını insanlık tarihini sürükleyen mitoslara yaslamış epik-fantastik film serileri post-modern Futbol gibi sinemanın ‘din’ olgusuna alternatif olduğu yönünde muhtelif okumalar ve yorumlamalar mevcut. Dine karşı ‘sinema’ nın konumlandırılması ve bu yöndeki öznel yorumlar büyük bir aşırılık içeriyor gibi görünüyor. Sinema din’in rakibi ya da celladı değil elbette. Ama Batı’da din’in ‘işlevine’ ortak olarak özellikle kültürel manada hâkimiyetini hissettirdiği muhakkak. tüketiciye uygun anlatı biçimleridir. Sinema, izleyicisini de yeniden üretir. Dinlerin (semavi) özellikle bu epik-fantastik anlatılar karşısında, Tanrı merkezli kendi ilahi gerçekliklerini beyaz perdede tahkim edecek formlar keşfetmeleri gerekmektedir. Mitoslarla bezeli düş-evrenler manevi anlamda boşlukta gezinen modern insan için oldukça cazibeli bir ‘görüntü’ye sahiptir çünkü. Bu etki hakkında örneğimizi biraz daha somutlaştırarak konuşursak; Yıldız Savaşları / Star Wars serisinde tasvir edilen Ceday karakterinin felsefi ve manevi düşüncelerine dayalı olarak oluşmuş post modern bir dini hareket olan Jedi Dini’nin, dünyada yaklaşık bir milyon üyesi (Jedi şö- SAYI: 152 ARALIK 2016 25 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? valyeleri) ve çeşitli ülkelerde açılmış mabetleri (Jedi Kiliseleri) bulunmaktadır. Sinema modern dönemde, seyircilerine sunduğu epik anlatılar ve düş-evrenler vasıtasıyla kendi sanal(masal) dinlerini doğuracak bir potansiyele ulaşmıştır. Bu pek de yabana atılır bir hal değildir. Hollywood merkezli bu algının Müslüman coğrafyasında baskın-hegemonik bir güce sahip olduğu ve epik-fantastik sinemanın etki potansiyeliyle Müslüman zihin dünyasına da nüfus ettiği aşikâr. ‘İslam ve sinema’ başlığı altında ‘dini film’ kategorisine bakacak olursak, 5-6 önemli tecrübeden söz edebiliyoruz sadece. Onlar da dönemi için öncü sayılsalar da, alt-metin derdi olmayan açık-propagandist-didaktik-biyografik sinema dilinin tercih edildiği yapımlar olarak göze çarpıyorlar. DİJİTAL BİR PEYGAMBER OLARAK SİNEMA Din ile sinema arasındaki ilişkiyi tasvir ederken, dinlerin bir modern iletişim biçimi olarak sinemaya bakış açılarının başlangıçta; öğreti, mesaj ve buyruklarının insanlara ulaştırılması noktasında beyaz perdeyi -tabiri caizse- dijital bir peygamber olarak görmeleriyle ilgili olduğunu söylemeliyiz. Sinema bir anlam enstrümandır ve temsiliyet alanında din, sinemayı araçsallaştırarak tebliğ ve irşadın merkez noktası olarak kodlar. Katolik Kilisesinin sinemanın doğuşu sonrasında bu yeni dile karşı takındığı tavır ‘şeytan icadı’ ile ‘tebliğ aracı’ arasında gidip gelse de, hiçbir zaman sinemanın önemini topyekûn reddeden genel/bütüncül bir yaklaşımı olmamıştır. Mel Gibson’ın ‘İsa’nın Çilesi’ filminde anti-semitik bir dil kullandığı gerekçesiyle protestolara maruz kalması, yine Papa II. Jean Paul onayıyla Vatikan’dan gelen bir görüş-fetva ile çözülmüştür mese- Türkiye ölçeğinde din’in sinemadaki izdüşümünü mercek altına aldığımızda, hemen ilk anda din adamları üzerinden kurulan kötücül ve şematik bir temsille karşılaşırız. Yeşilçam’da ideolojik olarak geliştirilen din karşıtı plastik dil, karikatürize edilmiş din adamını kullanarak bir şey dener aslında. Klişeleri ezber haline getirmek suretiyle gerçeği bozuma uğratma çabasıdır bu. 26 SAYI: 152 ARALIK 2016 DOSYA la. (Bu fetvayla film 16 yaşından küçüklere yasak olsa da, 610 milyon dolar gibi rekor bir hasılata imza atarak 2004 yılının en çok izlenen ilk 3 filmi arasına girmişti) Sinema’yı reddetmek yerine bu yeni iletişim biçiminin yönlendiricisi/sahibi olmak Kiliseye daha cazip gelmiş ve Kilise tarafından 1928 yılında Hollanda’da tüm ulusal ofislerin bağlı bulunduğu bir üst yapı olarak Uluslararası Katolik Sinema Ofisi (USKO) isminde bir sinema teşkilatı kurulmuştur. 1933 yılında Amerikalı Katoliklerin kurduğu ‘Ahlak Bekçileri Derneği’ / Legion of Decency de aynı bağlamda ‘reddetme, yönlendir’ felsefesinin bir ürünüdür. Sinema sonuçta devasa bir yapı ve bu yapının kendine özgü birçok bileşene sahip olduğunu biliyoruz. Avrupa ve Amerika merkezli jüri-ödül-festival meselelerini biraz da bu dernek, birlik, vakıf ve ofislerin etki alanları üzerinden de okumak gerekir. (Sinema, sinemacılara bırakılacak kadar önemsiz değildir) 1923 yapımı ‘On Emir’ (Yön: De Mille) ve 1927 yapımı ‘Kralların Kralı; Hz. İsa’ filmleriyle birlikte epik bir dile yaslanan anlatılar eliyle öğretilerin/mesajların sinema perdesine yansıtılarak insanlara ulaştırılması fikri benimsenmiştir. Bu bağlamda Hz. İsa ve Hz. Musa hakkında toplamda 400 civarında film yapıldığı göz önüne alınırsa, bu yolun işlevselliğinin ve geri dönüşlerin tatmin ediciliğinin söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Sinema kendi kuralları olan, hatta artık bu kurallarını dayatan bir endüstridir. Perdeye yansıtılan şey’ in ilk dönemlerde olduğu üzere yalnızca ‘eğlence’ den ibaret olmadığı, sanatsal bir bakışın ve felsefi anlatı tarzının baskın unsur olarak ‘büyük hikâye’ deki yerini aldığı ortada. Semavi dinler ağırlıkta olmak üzere, dinlerin bu hikâyede -dolaylı ya da direkt olarak- yerlerini almamış olması düşünülemezdi zaten. Sinema dinlerin iletişim sahasıdır. İmgelerin destansı hâkimiyetiyle ilerler burada işler. Bollywood’da bağıran Hinduizm, Miyazaki animelerinde Şintoizm, Nacer Khemir filmlerinde tasavvufi mistisizm, Güney Kore sinemasında Budizm ve Hıristiyanlık teolojisi bağlamında İsevilik analojisi kurulan Matrix-Süpermen-Terminatör filmlerindeki örtük-açık kurtarıcı, mesiyanik vurgu. Dinler, sinemanın varlığıyla -aynı zamanda- güç de elde ediyorlar. Yönetmen Mecid Mecidi, “Peygamberlik devam etseydi, peygamberler tebliği sinema ile yaparlardı” derken meseleye can alıcı bir yerden giriş yapıyordu aslında. Kieslowski’nin Tevrat’taki 10 emrin güncel ve gündelik olandaki anlam ‘ı üzerine birer saatlik 10 bölüm DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? halinde çektiği Dekalog serisini Polonya televizyonu için yaptığını unutmayalım. Kieslowski’nin aynı Tarkovski ve Bergman gibi profan olmayan bir dil üzerinden sinemayı anlayan bir yönetmen olması, irşad vazifesini ‘kamera gözüyle’ yapmaya talip olma gerekçesini de açıklamaktadır. Tarkovski ve din meselesi müstakil bir yazının konusu olmayı hak ettiği için, üstadımızın filmlerinde Allah’a yakarmak dışında bir şey olmadığını söylediğini kayıt altına alalım sadece. YEŞİLÇAMIN DİN’İ Türkiye ölçeğinde din’ in sinemadaki izdüşümünü mercek altına aldığımızda, hemen ilk anda din adamları üzerinden kurulan kötücül ve şematik bir temsille karşılaşırız. Yeşilçam’da ideolojik olarak geliştirilen din karşıtı plastik dil, karikatürize edilmiş din adamını kullanarak bir şey dener aslında. Klişeleri ezber haline getirmek suretiyle gerçeği bozuma uğratma çabasıdır bu. Din adamının kötücüllüğü; gösteriş için ibadet yapan, Allah’ı kandırmaya çalışan, nobran, eğitimsiz ve elbette tevhidi bilinçten yoksun bir portre üzerinden görülse de, kitlesel algıya dayatılan esas kavram ‘değer üretmeyen sıradan kötü’ imajıdır. Bu bilinçli bir yıkım çabasıdır, buz gibi ideolojiktir ve gadre uğratılmıştır. ‘Kötücül ve değer üretmeyen’ çizgisine sahip dindarlık tipolojisinin sorunlu bir alanda ‘arızalarının’ altı çizilerek resmedilmesi, bu sunumun (sinema dili) toplumun kodlarıyla oynama idealiyle örtüştüğü ve bir üst yapı olarak Yeşilçam’ın hiç de masum olmadığı yargılarını pekiştirmektedir. ‘Vurun Kahpeye’ filminden beri unutulanlar dışında yeni bir şey yok yani. İlerici-gerici karşıtlığı, dindar-cumhuriyetçi ikilemi ve modern-çağdışı çatışması… Elbette mutlak iyi-mutlak kötü parantezinde konumlandırılarak yapılan bir kurgu olacaktır, ilk şart bu. Yönetmen Yüksel Aksu, Cumhuriyet edebiyatıyla kanıksatılmaya çalışılan adam ile tanıdığımız Anadolu imamının aynı kişi olmadığını ve bu sebeple filmlerinde iyi niyetli, sempatik, güler yüzlü ve pozitif din adamlarını göstermeye gayret ettiğini söylemişti bir röportajında. Kanıksatılmaya çalışılan ile aslında olan ikilemi, sinemanın işlevini de anlatan bir meseledir aslında. *** Sinema-din ilişkileri yaklaşık yüz yıldır sinemayı salt bir tebliğ aracı görmek ile beyaz perdeyi ‘şeytan icadı’ olarak anlamak arasında salınıp duruyor. Propagandist bir üslupla salt didaktik bir tebliğin de, şeytan icadı ola- Sinema-din ilişkileri yaklaşık yüz yıldır sinemayı salt bir tebliğ aracı görmek ile beyaz perdeyi ‘şeytan icadı’ olarak anlamak arasında salınıp duruyor. Propagandist bir üslupla salt didaktik bir tebliğin de, şeytan icadı olarak yok saymanın da ‘din’ açısından bir kazanım doğurmadığına henüz ilk yarısı tamamlanmayan 21. yüzyıl boyunca çokça şahit olmuştuk. rak yok saymanın da ‘din’ açısından bir kazanım doğurmadığına henüz ilk yarısı tamamlanmayan 21. yüzyıl boyunca çokça şahit olmuştuk. Bir öncü kuvvet olarak İran sinemasını ve Aamir Khan gibi isimleri dışarda tutacak olursak, Müslüman sinemacıların manevi güzelliklerin beyaz perdedeki temsili ve vahyin özündeki hakikatin sinema diliyle yeryüzüne yansıtılması noktasındaki estetik dil sorunlarının ayniyle devam ettiğini görüyoruz. Din-sinema bahsinde; Vatikan’ın 12 sinema akademisyeninin görüşleri doğrultusunda kendine özel bir top-45 film listesi oluşturması ve Yeni Ahit’ten ‘alıntılanan’ filmlere verdiği koşulsuz desteği, ders alınacak çarpıcı örnekler olarak gösterilebilir. Son olarak konuyu bütünlüğünden koparmak pahasına da olsa bir Ayşe Şasa alıntısıyla bitirmek isterim; “Bana gelip soruyorlar; “İslami sinema nasıl yapılır?” Ben de diyorum ki; formül şeklinde bir cevabı yok bunun. Yapılacak şey şudur: İslam’ı yaşamak ve sonra kendi meşrebimize, kişiliğimize, durumumuza göre kendimizi sanat alanında ifade etmek. Bizim Geleneksel İslam Sanatında, İslam Edebiyatı’nda –ki Hegel bile fark etmiştir- bildiğimiz gibi lirik ve epik faktörler ön plandadır. Bizde Aristocu manada dramaturji, geleneksel olarak pek mevcut değildir. Bizim medeniyetimizin perspektifinden bakan ve sinemayı yorumlamaya çalışan kişiler bütün bunları hesaba katmak zorundadır. İslami sanat nasıl yapılır diye sorulunca “İslam’ı yaşayın” derim. Çünkü bir söz vardır bizde. Hâfızın fikri neyse zikri de odur. Nasıl yaşıyorsanız onun sanatını yaparsınız. Eğer yoğun şekilde İslam’ı yaşıyorsanız bu sizin üretiminize de etki edecektir. Benden sonra bu konuda yazanlar gibi ben de, lirik şekildeki bir yaklaşımın, destansı epik bir yaklaşımın bizim anlayışımıza yakın olduğunu söyledim.” SAYI: 152 ARALIK 2016 27 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? DOSYA Düş, sanat ve korku AHMET MERCAN [email protected] Rabbim hayretimi benden sonra al. İSLAM sanatı tasdiktir. Yüce yaratılışı işaret etme göreviyle konumlanmış, gökyüzü genişliğince “ip”e tutunup seslenişe /işarete duran sanat. ZULMÜN hiçbir yanında güzellik yoktur, ancak karanlıkta olanın kirli camdan bakanın oyalanmasına aracılık eder. Güzel aynı zamanda adil olanın özelliğidir. Teki çift gören için durum farklılaşabilir salih amel, sahi bakışın ürünüdür. ‘Allah güzelliği sever’ (Bakara,195) Kötülüğün, çirkin olanın iyiliğin bozulmuş hali olmasıdır ve biri iki görenin aklı ve kalbi de ayarını yitirmiştir. Her şeyden önce Müslüman için her eylem ve ürün de aranan öncelikli özellik meşruiyettir. Müslüman vahiyle elde ettiği duruşta yapacağı ve yapamayacağı eylemlerin niteliğini bilen insan olarak inanç, düşünce, fikir ve sanatta bütüncül bir duruşa sahip olmak durumundadır ve bu haliyle ümmetin her ferdiyle yeknesaklık sağlar. Diğer yanıyla kendine bahşedilen mizaç nimetiyle farklı hissedişlere sanatçı yönünü tahkim ederek ürünlerini verir. Müslüman sanatçı, belki her mümin, iyiliğin kaynağını ve kaynağı olmayan kötülüğün, iyiliğin bozulmuş hali olduğunu bilerek, pratiğin kirinin insan eylemi olduğunu bilir ve hisseder. Bu ayırt edici konumdan sonra ortaya çıkan varlığın insan eli değmemiş hali ; (kitlenmemiş tabiat, insandan razı mevsimler, dalları basan ve daha…) sanatçı için büyük hayranlık vesilesidir. Hayranlığı olmayanın sanattan nasibi tartışılır. Hayretin 28 SAYI: 152 ARALIK 2016 açlığını beslemek için “akletmek”, tefekkür etmek; ince ayrıntılardan galaksiler arası panellere ulaşmak; lav püskürten volkandan, pirenin ince bağırsağına uzanan yaratılış gücünü, hikmetini ve güzelliğini her an, her mekânda boşluksuz yakalama imkânı mevcuttur. Her an gözlerini baharla dünyaya açmış aç bir çocuk gibi, her şey o an oluyor gibi bakmak sanatçının en evvel yapması gereken yelkeni doldurma koşullarıdır. Hayreti diri tutak emek ister. Öyle bir emek ki, yaşamayı hissetmenin bir başka adı gibi, acının çiçeğe konuşundaki sevinç gibi. Ve buradan hareketle sanatçı bilir ki, “şaheser” yoktur ve her şey noksanlık yönüyle malül. O’nun karşısında ne varsa sönük ve aynı zamanda üretilen her şey yaratılandan bir kopya. İyinin daha iyisi, güzelin daha güzeli varsa, bunun bir başka adı sonsuzluk koşusudur; yolculuktur. Hayretten yorgun düşmüş idrakin yolculuğu. Sanatçı sonsuzluk koşusunda işaret parmağı hareketli olan mümindir. Sesler, renkler; görünenler, görünmezler üzerinden biriktirdiği yorgunluk üzerinden “yaratılış” esrarını işaret edendir sanatçı. Çünkü sonsuzluk ifadeye sığmaz. Tarifler koşar ve dizüstü çökerken sonsuzluk muhayyileyi aşarak gider. İnsan tekrara düşüyorsa idrakinin kötürüm kalışı yüzündendir. Sonsuzluk her saniye söz alır. Yurtsuz olduğumuzu, yönsüz olduğumuzu ve yarısı olmayan bir dünyada yaşadığımızı fısıldar bize. Anlarız ki, neden mutsuzdur insan, efkârın gücüyle merhale aldığımızda gurbet türküsünün namesiyle karşılaşırız ve “dünya bir kişiye bile yetmez” deriz. Ölümsüzlüğü arayan insanın onu bulduğunda, ölüm gelsin diye neler vereceğini nasıl yalvaracağını keşfederiz ki, orada secde. Dünya noksan, efkâr yanıyla itici güce sahip ve her an sonsuzu işaret etmede. Sûresi bitecek ilaç gibi, fazla dozda zehirleyen, ölmeyecek kadar ilgilendiğinde dönüş yolunu aydınlatan fenere dönen dünya… DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? Rabbi anlatmaya bütün lisanlar birleşse yetmez ve insan kaldığı yerde öteyi yine O’nun bilgisiyle bilir. Sınırda kalan insan için bilgi yerine hissedilişe bırakır. Çaresizliğin keskin lisanı insanın yetersizliğini belgelemek adına feveran eder ortaya şiir çıkar. Görünen bilinen rüya gördüğünü hayal etmek sinema olur. ANLAMANIN ÖN ŞARTI: SEVMEK Hayranlığın itici gücüyle açılan kapının ardında bekleyen sevmek. Sevmenin sonsuzlukla yarışa çıkışı aşk. Cinnet hali; Hastalık. Dert; “ Bir dert ki, dermandan içeri” Herkese güler geçer, belki eğlenir, vakit geçirir, meczup der. Oysa her şey, O’nu idrak etmeye koyulan ruhun yakıcı hüzme ile yanması sonucu oluştu. Bin dermana değişilmeyen “dert” böyle doğar, söze, sese, renge düşer. “Sizde bir türlü bizde bir türlü” Aşk insana eksikliğini hissettirme hali olarak dünyada da bedel ödettiren, buna mukabil ürünleri yağma ettiren izahtan vareste tutumdur. Güzelden, güzelliği çıkarıp Onun ardına düşen insanın halkları kalım yerine alevle, közle söylenen yazılan sözleri çağrıştırır. “Oku” diyerek başlayan söylem bir eyleme çağırır insanı, bütün insanlığı. Okumak, anlamak ve inanmak… Dayatma yapmaksızın teklifle kendini ortaya koyan güzellikle. Sunumda estetik, içerikte derinlik, tavsiyede güzellik. Tevhit ve adalet olmadan güzellik anlaşılmaz ve estetik oluşmaz. Her işte olduğu gibi, Müslüman için sanat önce meşruiyetle başlar. Estetik formuna vahyin meramıyla buluşunca ulaşır ve her yenileme mimesise benzemez, devinimle yeni soluklanış bahsiyle şekil kazanır. Sonsuzluğu işaret eden minarenin inceliği dünyaya bağlılığın kalıcı olmadığını ima eder. Sema da hilâl parçadan bütüne; sonra bütünden parçaya geçerken insanın öyküsünün ikinci ve belki de asıl öğretmenlik göreviyle yerine getirir. Bir de kayan yıldız; ölümün imzası. İnsan noksanlı varlık ve bütün ürünlerine bu vasfı yansıyınca mükemmellik ve objektiflik iddiasına karşı tevbe duruşa geçer. Aksi iddia insanın tanrılaşma ar- zusu ki, komik ve ayıp bir acziyet resmi. Bir nefes için varını vermeye hazır acuze. İslam sanatı tasdiktir. Yüce yaratılışı işaret etme göreviyle konumlanmış, gökyüzü genişliğince “ip”e tutunup seslenişe /işarete duran sanat. Yolcuları kötünün tasvirinden koruyan ve sözü, yazıyı ve bütün mirası salih amel boyutuna taşıyan, yıkayıp arındıran dile gelmez imkân, hesaba dahil edilemez büyüklükte estetik. İnsana bu bahiste destan olarak acziyet bahsi kalır. Değil mi ki, dağı kıyamet günü kuşla eşitler, renkli yün yumakları gibi boşlukta denizlerle, arz kucaklaşır, sayhan dili yaşarken tutulur. Ürüne değen mümin eli onu alışa gelmiş durumunu bozar. Yeni formlar kazandırır söze, objeye. Yeni anlatımlar için yürüyen idrakin sözcüsü olmak için mekânı ve zamanı yenilemek adına büyük buluşmanın ışığından parça sızdırır, her yeni doğan güne. Her yeni form insanın yolcu olduğunu, yolda olması gerektiğini, yarım olana güvenmenin ahmakça, enayice bir durum olduğunu ilham eder. Her ölünün arkasından okunan selanın taşıdığı tını farklıdır. Işığı arayan pencerenin durumu acziyetin fotoğrafıdır. İnsanın en sevimli resmi acziyetinin zirvesine “indiği” andır ki, sadece O’nun karşısında makbul olan secde hali yeryüzünün her yerinde ve tüm zamanları kuşatan berraklıkla ortaya çıkar. İslam sanatının zirve tablolarından biri, arzın okyanuslarla kucaklaşmasını andırır gibi secde fizikle metafiziğin iki ayrı güç, yani ölçü birimi kullanımını gösterir. İnkârın çaresiz kaldığı mekân ve zaman üstü mümin hali şekilden çok ruhta yer edinir ve bütün yetkin eserler de kendini görünmez üzerinden var kılar. Mecid Mecidi’nin dediği gibi: “Sırat-ı müstakim üzere yapmaya çalışıyorum. Eğer SAYI: 152 ARALIK 2016 29 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? sırat-ı müstakim üzere yapmaya çalışıyorsam, Allah’ın(cc) boyası bir şekilde işlerinize rengini verir.” Trajedi sahnesinde insan yansız, yöresiz asıl vatanı, erimeyen yerinden ayrılmayan mekânı arıyor. İdrak açılıyor kapanıyor. Perdeler kıpırdıyor gibi, sezgi gelip dağılıyor. Nimetin ayağına geldiği yüce bir mekândan düştü insan. Bütün inlemeler, ağlamalar ve tevbe imtihanla kayıtlı. Dua için, tevbe için yaşamak, tekrar o yücelik makamına varmak için ölmek gerek. Bu nasıl bir trajedi, semanın erimiş akkar olup akması kadar şiddet içerir insanın konumu. Yaşamanın içinde ölüm saklı. Ölüm yaşamayı öneriyor, tevbe imkanı sağlıyor hayatın kuytusunda. Bir an, bir nebze ve uzun uzun anlatım secde haline kodlanmış. Cennetten atılan ancak sınırsız kainât emrine verilen insanın bir elinden tutkular tutuyor, çekiyor kör kuyulara. Diğer yanına bir hilal göz kırpıyor ve mütemadiyen soruyu yeniliyor: Bir an mı; yoksa sonsuz mutluluk mu? İnsan cahil, aceleci, bencil, aldanmaya yatkın. Ebedi yurdun çağrısı derinlerde iniltiden notaya döküldüğünde tepelerin üzerinden aşıp batan güne gittiği yeri soran efkar iklimi oluyor. Yaratılış ve dönüş, hayat ve seçim, sonsuz ve gizem olmadan sanatın dinamik akışı anlatılamaz. Ortaya çıkan ve insanı mezara taşıyıp terk eden kısa koşunun ihanetine kalır her şey. “İnsan kendinin ölçütüdür.” sözüne uyan kendi mezarını kazdı. İnsan varlık alanında kendini dondurdu. Sonsuzluğu iki metreye sığdırdı; yani, dünyevileşti. Onun için sanat daha çok şehvetle eşitlendi. Mümin ondan uzak, ondan başkadır. “Hikmetle, güzel sözle” sonsuza ve dolayısıyla sonsuzluğun sahibine işarettir, çağrıdır. Parmak ayı gösterir ay öteleri. Müzik, tiyatro ve sinemaya kayıtsız kalmak onu toplumun ilgisinden korumayı mı sağlıyor. Âlimlerin bu sanatların önemini kavraması ve fıkhını oluşturması, ön açıcı olması mümkün olsa, olabilse, alime ve sanatçı diyaloğuyla yolumuzu daha sağlam meşruiyet sorunu veya tereddüdü yaşamadan aşmış olacağız. 30 SAYI: 152 ARALIK 2016 DOSYA Vahiyle donanan insan için dünya küçük kulübeden ibarettir. Mekân anlayışı güç, telakkisi ilahi söyleme yaslanan için farklıdır ve varlıkla çok dilli kardeşlik ilişkisi devrededir. Örümcek en korunaksız evdir Kur’an’ın anlatımında, Hicret’de mağaranın önünde aşılmaz kaleye döner. Objeler tıpkı insan gibi emir bekler. Yaratan’ın emriyle deniz yarılır, bıçak kesmez, ateş yakmaz. Rabbi anlatmaya bütün lisanlar birleşse yetmez ve insan kaldığı yerde öteyi yine O’nun bilgisiyle bilir. Sınırda kalan insan için bilgi yerine hissedilişe bırakır. Çaresizliğin keskin lisanı insanın yetersizliğini belgelemek adına feveran eder ortaya şiir çıkar. Görünen bilinen rüya gördüğünü hayal etmek sinema olur. Görüntü sisle gelir, kendini parçalar, gözden geçmeyi bir başka anlama yolunu ihdas eder. İnsan her yanıyla “Oku”maya başlayınca söz, renk ve şekil, devinen ve dururken göz kırpan varlık rüya ve masal ve taşınan o yüce ruh. Kalelere saldıran görkemli ordular değil. Ömer ve hizmetçisi; bir de deve. Çöl sade dekor. Yalın anlatım. Kudüs’ün anahtarı alınacak, bir şehir halifeyi karşılayacak şehri teslim etmek için. Başka bir dekor, başka bir fetih. Yol boyunca deveye sırayla biniliyor. Şehrin anahtarının alınmasının ardından verilen eman yağmur yüklü bulut kadar cömert. Kısa film; dünyanın ömrü kadar. Öncesi, sonrasını belirleyen sinede taşınan değer. Cesedin emrindeki ruh esir; ruhun taşıdığı beden huzur yüklü. İman ve inkârın ortaklığı olmaz, ikisinin bakışı hiçbir dönem birbirine benzemez. Biri görüntüye esir olur; diğeri görüntünün işaretini alır ve yürür. İki ayrı sinema felsefesinin kökleri burada saklıdır. SANATA YAKLAŞIMIMIZ Eksik, farklı veya eleştiriye konu edeceğimiz bir sanat anlayışından bahsedemeyiz. Türkiye’de yaşayan dindarlar kesitinden baktığımızda durum böyle. Durum böyle olunca hayat açılan boşluğu doldurmaktan imtina etmiyor. Ve pratik sorgulamaya beklemeden boşluğu dolduruyor. Bundan sonrası feryat olsa dahi sonuç değişmiyor. Konu anlatmak için pratiğe yönelerek örneklere dikkat kesilelim. Hat, ebru, tezhip gibi geleneksel özellik kazanmış ve günümüzde önemli gelişmelerle ilerleyen dalların dışında farklı sanat kollarına neden ilgisiz kalınıyor? Müzik, tiyatro ve sinemaya kayıtsız kalmak onu toplumun ilgisinden korumayı mı sağlıyor. Âlimlerin DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? bu sanatların önemini kavraması ve fıkhını oluşturması, ön açıcı olması mümkün olsa, olabilse, alime ve sanatçı diyaloğuyla yolumuzu daha sağlam meşruiyet sorunu veya tereddüdü yaşamadan aşmış olacağız. Gösteri sanatları tehlikeli ve doğduğu kültürün özelliklerini taşıması açısından kimi sıkıntıları beraberinde taşıyor. Burada bir ıslah, yeni bir biçimlenme ihtiyacı fıkhın yol göstericiliğiyle aşılabilir. Her sınırlama farklı bir form çağrışımı taşıyabilir. Suret üzerinden resmin yasaklanması minyatüre imkân hazırlamıştır. Ebrunun doğuşu yine farklı ve oldukça özgün doğumdur. Sinema, müzik, tiyatro büyük kitlelerin ilgisini çekiyor ve karşı koyulmaz sihir yüklü dönüştürücü güce dönüşüyor. Renk, ses, resim ve hareketin bir öykü çerçevesinde buluşmasıyla ortaya çıkan sinema artık sektör olmanın ötesinde gücün sınırlarını aşmasını sağlayan kadife çağrı bahsinde siyasetin öncü gücü. Dünyayı yumuşak güçle sarsan bilinçaltına korku zerk eden, sinemadan bigâne kalan hocaların çocuklarının da etkilendiği bir gerçek… Etkili ve güzel bir örnek olarak, sinemayı insanileştiren İran sineması cesaret ve ilham vermektedir. Biz hâlâ bu konulardaki fetvalarımızı Gazali’den alıyoruz. Sinema fetvamızı müzik üzerinden devşiriyoruz ancak mutmainlik bahsinde tereddütler yaşamıyor değiliz. Konuyu kendi öyküm üzerinden ele alırsam daha hissedilir hale gelir. Seksenli yılların başında ses kasetlerinde bant tiyatrosu ve akabinde ezgiler çıkaran beş kişilik ekibin içinde yer alıyordum. Yayımladığımız ilk kasette sahabi sözünü sazla söyletme cezası olarak ürünlerin satılmaması yanında, yasak fetvasıyla karşılaştık. Bunu yapanların arasında daha sonra kendileri kaset çıkaran, radyo ve televizyon kuran kadın sanatçılara yer veren önemli cemaatler de yer alıyordu. Aradan ancak altı, yedi yıl geçmişti. Bu durum ne kadar sağlıksız yürüyüşümüz olduğunun göstergesidir. Daha doğrusu yerimizde saydığımızın ve pratiğin bizi alıp götürmesinin hazin öyküsüdür. Sadece ilim ehli değil, siyasetçi için de kültürel yaklaşım eksikliği, daha doğrusu körlüğü söz konusudur. Kültür Bakanlığı’nın turizm ile iç içe olması turist sayısı, otel ve yatak sayısının Yunanistan ile kıyaslandığı vasattan söz ediyoruz. Telif haklarının elektronik ortamın gereklerine göre güncellenmediğinden müzik piyasası bütün eğilimleriyle iflas etmiş durumda. Sanata ve sanatçıya değer verilmeyen ortamda sanat an- Sanata ve sanatçıya değer verilmeyen ortamda sanat anlayışından bahsetmenin anlamı da yoktur. Sanatçı dindar camiada meczuba denk tutumla, zaman zaman lazım olabilir kabilinden değer görüyor. layışından bahsetmenin anlamı da yoktur. Sanatçı dindar camiada meczuba denk tutumla, zaman zaman lazım olabilir kabilinden değer görüyor. Siyasetçiler açısından meydanların ve salonların “ilgili şahıs” gelene kadar ısıtılmasını sağlıyor. Görülen azami fayda bu. Konuşmacı salona girdiğinde aniden müziğin kesilmesi, içeri giren zevatın milleti selametle selamlamasıyla alakalı ve tam da sanat bizim neyimiz olur? Sorusunun açığa çıktığı yer. Öte taraftan bu duruma razı olan sanatçı yaftasının neresinde olduğunu tespit edememiş kişinin acılı hali. Bunlar bizim acı ve açık gerçeklerimiz. Diğer yandan ramazan programlarında dahi niteliği ıskalayıp niceliğe prim veren anlayışların “ful çaktı” ile imtihanı. Bütün bunlar sorun, ancak bu sorunların ne muhatabı var, ne de üzerinde konuşacak yetkili mevcut. Kendinden kaçma, kültüründen utanma duygusu yetkililerin yetkinlikleriyle alakalı bir durum. Yeri ve ortamı olduğunda sanat ürünü ve sanatçının olmayışı üzerine ahkâm dinlemek de ayrı bir nakısa. Seküler sermayenin sanata ayırdığı pay, organize ettiği sanat faaliyetleri ahiret, hayır kavramlarıyla izah edilemez. Öte yandan dindar sermaye için böyle bir alandan bahsetmek imkân dahilinde değildir. Evdeki televizyon, vizyondaki filmler parçalı bir zihnin, çarpışan duyguların ve özgün eksikliğine duçar eden etkisini dert etmiyorlar. Gençliğin neden uzaklaştığı, kuşak çatışmasının hangi ara ortaya çıktığını psikologlar üzerinden çözmeye yöneliyorlar. Yaşadıklarım, gördüklerim üzerinden karamsar tablo çizdiğim söylenebilir. Sanatın etkisini yakinen görmüş, gayba inananların telif hakkını düşünemez olmalarına şahit olmuş, “tövbekâr yapımcı” nın hâlâ hiçbir şeyin değişmediğini görmesi böyle bir sitemli yazıyı ortaya çıkardı. Öte yandan ortaya çıkan bir film üzerine manasız düşmanlık insaf sınırlarını aşarak saldırmanın izahını, bu ilgisizliğin karşısına koyduğumuzda şaşırmamak elde mi? SAYI: 152 ARALIK 2016 31 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? DOSYA Sadece bir film ZEYNEL ÇAKIR Her eylem yeniden diriltir beni Nehirler düşlerim göl kenarında TARIHIN akışında akıntıyı oluşturan şeytani elementlere savunma refleksi içerisindeki karşı duruşumuz, ödediğimiz bedelleri arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. Şu kirli akıntının içerisinde; karşı duruş olarak yapılan her eylem (biz buna cihad diyelim) akıncı refleksi ile değil yılların getirdiği yenilgilerle dolu kemikleşmiş kompleks halini almış bir duygu ile var olup gitmekte… Bir film üzerine kopan fırtınayı da körlerin fil tarifi gibi şu yazının sahibine benzer şekilde durduğumuz noktanın kıt olduğunu düşündüğüm anlayışlarımızla bina etmekteyiz. Filme itirazın dillendirilen hurafelerin tamamı yeni anlayışlarımızın inşa ettiği yeni yeni hurafeler… Hurafesiz de yeni bir anlayış oluşturamayacağımızı da artık kabullenmeliyiz. Şu an konuştuğumuz tüm yenilikçi anlayışların güncel olmayan anlayışlarımıza göre hurafe olduğunu, usül ve fıkıh geleneğimizi kültürel bir inanç haline getirmediğimiz müddetçe de insanlığa faydamız olmayacak anlaşılan… Mecid Mecidi’nin mesleği ve yeteneği ile Diyanet dahil bir çok yerden fikir alarak üretmiş olduğu bir tecrübeyi yerden yere vurarak aslında kendi ayağımıza sıkıyoruz. ‘Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed’ filmini İslam dininin bir nesnesi olarak görmeye devam edersek, filmdeki her sahneyi sanki gerçekten yaşanmış gibi kabul etmek zorunda kalacağız. Peygamberimizi ne göklerde uçurup orada bırakalım, ne de yerlere serip değerini düşürelim. Çağrı filminden sonra böyle nitelikte bir film çekmek öncelikle bir cesareti gerektiriyordu ve Mecidi bunu başardı. Ayrıca film, sağlam rivayetlerle kurgusunu oluştururken yapılacak tartışmaları en aza indirgeme konusunda günümüz Müslümanlarının çektiği anti- İslam düşmanlığını bir yere kadar azaltmayı amaçlamaktadır. Filme eleştirilerin olması; İslamofobiye karşı sinema endüstrisinin Müslüman bir neferi olarak kendisini 32 SAYI: 152 ARALIK 2016 nitelendiren bir yönetmeni olan Mecid Mecidi’nin bir sonraki ürünlerini daha nitelikli olmasını sağlayacaktır. Filmde tarihi şahsiyetlerin çarpıtılması, Yahudi ve Hıristiyanların peygamber anlayışlarına karşı peygamberimizin aşırı derecede onlarla yarıştırılması, yaşanan mucizevî olayların sıhhati konusunda kaynak araştırmalarının yeteri kadar yapılmaması, Bahira’nın fazla abartılması ve Yahudilerin o dönemde küçük bir çocuğun peşine bu kadar düşmesi, Sünni dünyasında anlatısı hiç yapılmayan denizden balık taşması sahnesi film ile ilgili tartışma yaratan sahnelerin başında gelmektedir.. Peygamber algısının değişeceği korkusu ile pompalanan mezhep taassuplarını körükleyeceği, birleştirici misyonda olması gereken peygamber imajının İslam dünyasını ayrılığa götüreceği fikri bazı grupları bir takım endişelere sevk ettiğini görmekteyiz. Film’de yaşanan olayların yaşadığım ülke olan İran’da fazla tartışmaya neden olmaması İran toplumunun mistik ve mitolojik öğeleri önemsemelerinden ileri gelmektedir. Muharref Tevrat’ın bu topraklarda yazılmış olması, Zerdüştlük dininde de kurtarıcı birinin olması, kadim İran kültürünün etkisi altında olduğu düşünülen İsa ve Musa figürünün peygamberimizle yarıştırılması hiçbir tartışmaya yol açmamıştır. Bir kurtarıcı olarak İsa ile Musa’nın Muhammed’le kıyas içine girilmesi, Hızır gibi keramet sahibi kişilerin varlığı, tarihteki şahsiyetlerin masumiyeti filmin birçok yerinde resmedilmesi ve filmin Oscar Akademisine aday gösterilmesi İranlıların tarihsel duygularını okşamış ve gururlandırmıştır. İran toplumu sanat ve edebiyatta bize göre bir takım tartışmaları aştığı için sinema da da izlenirlik oranları çok yüksek kaliteli filmlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Doğu sanatları içerisinde peygamberimiz bazı minyatürlerde de resmedildiği biliniyor. Yalnız yüz kısmının olmadığı resimler de İslam dünyasında rağbet edilmemiş ve hiçbir yerde kullanılmamıştır. İran’da Hazreti Peygamberin resminin olduğuna inanıldığı resimlerin bir dönem elden ele dolaştırıldığını ama yaygınlaştırılmadığını öğreniyoruz. Kaynak olarak da Ayetullah Humeyni’nin müze haline getirilen evinde ken- DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? Hazreti peygamberi hiçbir film tam anlamıyla anlatamayacağına göre; yapılan çalışmaları küçümsemeden yeni yapılacak çalışmalara destek vermeliyiz. Yıllardır biz değil miydik “neden biz de peygamberimizin hayatını anlatan güzel bir sinema eseri çekmedik?” diyen. disine hediye edilen bir tablonun “ Bana Hazreti Peygamberi hatırlatıyor” denilerek sergilenmesi çok fazla tartışılmadığını göstermektedir. Resim halen Tahran’ın kuzeyinde bulunan Cameran’daki evini ziyaret edenler tarafından görülebilir. İran’da resim ve sanatlarının ustalıkla icra edilmesi, heykel vb. ürünlerin şirk unsurları taşımadığı müddetçe birçok şehirde meydanlarda gözükmesi, ülkenin İslam dünyasında kendini çok daha farklı bir konumda gördüğünü ispatlamaktadır. Binaenaleyh ‘Allah’ın Elçisi Hazreti Muhammed’ filminin diğer serilerinin çekilmesi önünde çok fazla bir engel çıkarılmayacağını ve resmi anlayış tarafından da destekleneceğini öngörebiliriz. İran devlet desteğinin olması her ne kadar Sünni dünyasını endişeye sevk ediyor olsa da; Müslüman dünyasının çoğunluğunu oluşturan Sünni aleminin kendi anlayışlarını yansıtacak daha nitelikli filmler yapmasını doğuracağı için hayra yorumlamak daha mantıklı gelmektedir. Film, toplumsal karşılığı olmadan izlenirlik sağlayamazdı. Toplumsal karşılığı olan film siyasi, ekonomik ve kültürel olarak da desteklendi. Sadece 1979 İran İslam İnkılâbından bu yana ambargolarla mücadele eden, Batı’nın çifte standardını her anlamda yaşayan bir halkın filmin başında Mekke’de yaşanan ambargo zulmünü işlemesi toplumun ve devletin desteğini almış görünüyor. Danimarka’da başlayan karikatür krizi ile peygambere sahip çıkan bir devlet desteğinin olması filmi daha izlenir hale getirmiş. İran’da sinema kültürünün gelişmiş olması filmin izlenirlik oranlarını arttırarak hâsılat sorununu çözdüğünü biliyoruz. Tanıtımları 5 yıl önceden yapıldığı, Oscar almış görüntü ve ses yönetmenleri ile çalışıldığı ve ekonomik olarak yüksek bütçeli bir İran filmine desteğin olması, Mekke ve Medine şehirlerinin tıpa tıp aynısının inşa edilerek yapılacak tüm dini filmlere ev sahipliği iddiası, İranlıların filmi kültürel bir nesne olarak görmesini sağlamış olduğunun kanıtı. Eski TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’in davet edilerek film platosunun ortak projelerle değerlendirilmek istendiği medyada yer bulmuştu. Lakin film ile ilgili yapılan çoğu gereksiz tartışmalar ve güncel siyasi tartışmalar yüzünden yapılması muhtemel ortak projelerin yapılamamasını beraberinde getirmiştir. Ashab-ı Kehf, Hazreti Meryem ve Hazreti Yusuf filmi ile başlayan Türkiyeli Müslümanların İran’ın dini filmlerine duydukları ilginin bilinçli bir şekilde sabote edildiğini varsayabiliriz. Hazreti peygamberi hiçbir film tam anlamıyla anlatamayacağına göre; yapılan çalışmaları küçümsemeden yeni yapılacak çalışmalara destek vermeliyiz. Sinemada esas olan yönetmenin ve senaristin kendi kişisel öznel yargıları ile oluşturduğu duygusal ilişkilere kutsiyet atfetmemeli, olanı olduğu gibi kabullenmeliyiz. Yıllardır biz değil miydik “neden biz de peygamberimizin hayatını anlatan güzel bir sinema eseri çekmedik? “ diyen. O ki ne bir kitaba ne de her hangi bir sanat dalına sığmayacak bir karakter olduğuna göre onu anlatan her araca saygı göstermeliyiz. Onu mutlaklaştırmak istediğimiz bir şiir, roman, tiyatro veya sinemanın aciz kalacağını bilerek filmi basite alıp algılarımızın iman olmadığı bilinci ile bu tür filmleri izlemeli, filmden çıktıktan sonra ona olan sevgimizi daha da katlamalıyız. Kuran-ı Kerim elimizde olduğu halde hiçbir şeyden korkmamalı, tarihin akışına hükmeden Batı entelijansiyasının korktuğu Kitaba asla sloganik düzeyde seyirci kalmamalı ve peygamber anlayışımızı da ilahiyatçılarımızın sahih çalışmaları ile Kitabı Mübin’de anlatıldığı gibi oluşturmalıyız. Filmi sadece bir film gibi görüp, üç saatlik bir hayalin daha iyisini inşası için abartılardan fazla etkilenmemeliyiz. Türünde yapılan en masraflı film olan ‘Allah’ın Elçisi Hazreti Muhammed’ filmini Akif İnan’ın ölü olan göl kenarında akan nehirleri düşlemesi gibi hayallerimizi, ideallerimizi daha diri tutmak için izlenilmesini tavsiye etmeliyiz… SAYI: 152 ARALIK 2016 33 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? DOSYA Muhammed: Allah’ın Elçisi RÜSTEM BUDAK [email protected] FiLMiN dikkati çektiği esas husus diğer din ve ideolojilere İslam’ın mesajının Hz. Muhammed’in şahsında iletilmesidir. Film, peygamberimizin varlığının başta Hıristiyan ve Yahudi kaynaklarından nasıl bir karşılığı olduğunu çok güzel bir şekilde ifade ediyor. Yahudi ve Hıristiyanlara asli dil, çizgi ve damara çağrı niteliği taşıyor. BIR film izledim, hayatım değişmedi ama bakış açım zenginleşti… Mecidi’nin ‘Muhammed/ Allah’ın Elçisi’ filmini izlemek nasip oldu. 1. Sinema bilinenin görsel hali… Farklı kaynaklardan beslenmekten kaynaklanan bazı farklılıklar dışında bildiğimiz bir mücadelenin sinema üzerinden anlatımı… Bu film, her film gibi tasvir, benzetme, rol, kurgu… 2. Peygamberimiz üzerinden oluşturulan suret- beden- sözün bir oyuncu tarafından verilip verilmemesi filmin ana tartışma konusu… Bu çok basit konunun bu kadar abartılıp akidevi bir tartışma konusu haline getirilmesi, birçok gerçekliği konuşmanın önüne geçiyor. Film de peygamberimizin yüzü, bedeni, giyimi, saçları, gözleri gösterilmiş. Şimdiye kadar peygamberimiz bu denli somut planda ifade edilmemişti. Bence filmin en büyük katkısı bu noktada olmuştur. Peygamberimizin tiyatro, sinema ve dizilerde sanatçılar tarafından ifade edilmesinin önü açılmış oldu. 3. Biyografik film olduğu için geçişler başarılı olmamış. Mekkeli müşriklerin Müslümanlara uyguladıkları ambargo ile başlayan film, Ebu Talib’in şahitliğinde bir yolculuğa çıkarıyor. Peygamberimizin çocukluğunu esas alması itibariyle sadece o dönemi esas alsaydı, daha bütünlüklü olacaktı. 34 SAYI: 152 ARALIK 2016 4. Filmin dikkati çektiği esas husus diğer din ve ideolojilere İslam’ın mesajının Hz. Muhammed’in şahsında iletilmesidir. Özellikle Batı kamuoyu başta olmak üzere diğer toplumlara İslam’ın mesajının iletimi bu çağda sinema dili ile en hızlı ve merak uyandırıcı niteliğe sahiptir. Müslümanlar, diğer din mensuplarına İslam’ı nasıl bir dil ve algı düzeyi üzerinden ifade edeceklerini bilmiyorlar. Film, peygamberimizin varlığının başta Hıristiyan ve Yahudi kaynaklarından nasıl bir karşılığı olduğunu çok güzel bir şekilde ifade ediyor. Yahudi ve Hıristiyanlara asli dil, çizgi ve damara çağrı niteliği taşıyor. 5. Doğumundan itibaren beklenen peygamber anlayışı, yaş ilerledikçe bu ifade biçiminden uzaklaşıyor. Peygamberimizin çocukluğuna sığdırılan özellikle beklenen elçi merkezli anlayış, gençlik döneminden itibaren ta ki ilk vahyin indiriliş dönemine kadar gündeme gelmiyor. Çocukluk dönemine atfedilen olağanüstülükler, sonrasında olağan bir hayata dönüşüyor. Peygamberimiz ticaret, evlilik ve Mekke’deki zaman içerisinde resul- elçi olmasına dair bir beklentinin içinde olmuyor. Ve kendisi bu noktaya atıfta bulunacak hiçbir vurgulama içinde de değil. 6. Filmin en güzel yönleri insani, doğal, olağan olan akıştır. Yetim olması, anne- çocuk ilişkisi, ayrılıklar, öksüz kalması… Anlatı mitolojiden gerçekliğe döndüğünde daha etkileyici ve sahici oluyor. 7. Muhammed’in sürekli adalet arayan ve özgürlük mücadelesinin çocukluktan itibaren ortaya konulması filmin başarılı noktalarındandır. 8. Yahudilerin peygamberi tespit ve peygamberin ele geçirilmesi noktasındaki mücadelesinin gerçekliği tartışılmalıdır. Filmde bu husus abartılarak sunulmuştur. 9. Tamamen rivayet kültürü ile değil tamamen Kur’an’ın anlattığı peygamberin sinema diliyle ifadesi daha başarılı olacaktır. 10. Film, peygamberin hayatına giriş mahiyetinde önemli bir kapı açmış bulunuyor. Dönem veya olay merkezli olarak peygamberin hayatının beyaz perdeye aktarılması Müslümanlarının sorumluluklarındandır. Sinemacılar için Hz. Muhammed filmleri konuları: 1. Hira, 2. Hicret, 3. Fetih, 4. Hılful Fudul, 5. Yahudilerle ilişkiler, 6.Peygamber ve eşleri, 7. Medine mescidi, 8.Peygambe- DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? İran sineması ümmetin yüz akıdır. İslami anlayışla sinemanın nasıl yapılabileceğini dünyaya kabul ettirdi. Öncelikle Müslüman toplum ve devletlere örnek oldu. Filmin etrafında koparılan yaygaranın ne basit, bayağı, boş, kof, anlamsız olduğu film izlenince daha iyi anlaşılıyor. rin Son Günü, 9.Hudeybiye 10.Akabe Biatları 11.İfk hadisesi, 12. Tebük Seferi, 13. Bir’i Maune Faciası, 14.Hayberin Fethi, 15. Uhud Savaşı, 16. Hendek Savaşı, 17. Bedir Savaşı, 18.Ambargo, 19. Habeşistan’a Hicret, 20. Fil Olayı 21. Peygamberin Elçileri, 22. Kâbe, 23.İlk Müslümanlar, 24. Taif Yolculuğu, 25. Huneyn Savaşı, 26. Ezan, 27. Daru’n Nedve, 28. Daru’l Erkam, 29.Veda Haccı 11. Kardeş kavgasının devamına şahitlik ediyoruz. Habil ile Kabil değil Ebu Talib ile Ebu Leheb mücadelesi öne çıkıyor. Ebu Talib, Habil karakteriyle öne çıkıyor. Merhametli, sabırlı, vefalı ve fedakâr… Ebu Leheb, zalim, kıskanç, tekelci, mal yığan, iktidar için her türlü zulmü göze alan… 12. Bu filmi bu haliyle yapmak büyük bir başarıdır. İran sineması Hz. Meryem, Hz. Yusuf ve Ashab-ı Kehf gibi filmlerle bunun kapısını çoktan aralamıştı. Bu altyapı ile daha güzel eserler verecektir. Mecidi’den Allah razı olsun. 13. İran sineması ümmetin yüz akıdır. İslami anlayışla sinemanın nasıl yapılabileceğini dünyaya kabul ettirdi. Öncelikle Müslüman toplum ve devletlere örnek oldu. 14. Filmin etrafında koparılan yaygaranın ne basit, bayağı, boş, kof, anlamsız olduğu film izlenince daha iyi anlaşılıyor. Bu yaygarayı koparanların entelektüel ve ilmi vakıaları göz önüne alındığında daha büyük trajedi olmaktadır. ‘İzlemeyin’ propagandası yapanlar büyük vebal altındadırlar. İzleyerek daha iyi nasıl yapılır, sorusunun cevabı bulunabilirdi. 15. Müslüman aklın ürettiği sinemayı desteklemek gerekirken, bu filmlere Charlie Hebdo muamelesi yapmak Allah’ın sinema ayetini inkâr etmektir. 16. İran-Şii kavramları üzerinden filmi yargılayanlar büyük bir yanılgı içerisindedirler. Peygamberimizin çocukluğuna dair anlatılarda sünni kesimin kabul etmediği husus yok gibidir. Peygamberimizin ana rahmine düştüğü gece (regaib kandili), doğduğu gece (mevlid kandili) gibi anlatılardaki olaylar filme aktarılsa nasıl bir tablo ortaya çıkardı? Örneğin; meleklerin gelip peygamberimizin göğsünü yarması hadisesi… 17. Sinema çağın iletişim dilidir. Bu dili kullanmayanın çağa vereceği bir şey yoktur. Zamanın gerisinde kalır. İslam’ın ruhunu sinema sanatına aktaramazsan, yirmi dört saat boyunca Holywood Kapitalizmin ruhunu her gece zihinlerimize işler. Üstelik İslam tarihi sadece peygamberler tarihi ile sınırlı değildir. İslam tarihindeki birçok olay bugün sinema olarak ifadesini bekliyor. Ki bunlar sadece kişi ve olay merkezli olanlar… Bir de imge, konu, algı, olgu olarak sinematografik ifade kaçınılmazdır. Ama daha o noktaya çok uzağız. 18. Muhammed/Allah’ın Elçisi filmini izleyenlerin imanı artmıştır. İzlemeden reddiye yazanların- konuşanların ise asabiyetini- öfkesini artırmış, bu da onları hakikatten biraz daha uzaklaştırmıştır. 19. Filmin izlenmesi ısrarla tavsiye edilmelidir. Çocuk ve gençlerin peygamber tasavvurlarına önemli katkılar sağlayacaktır. Uzun süre gündemde tutulmalıdır ve tartışılmalıdır. 20. Akkad’ın Çağrı filmi yapım yılı 1976… Mecidi’nin Muhammed/ Allah’ın Elçisi 2016... Uluslararası düzeyde bu dönemde peygamberimiz batılıların provokasyonları ile gündeme geldi. Her bir provokasyon İslamofobiyi besledi. Özellikle bu algıyı beslemek için kullanıldı. Salman Ruşdi’nin kitabı ve karikatür tartışmaları ile bugüne gelindi. Kayıp bir kırk yıl… Bugün Müslümanların üretimi bir film yine Müslümanlar tarafından hiçbir makul gerekçesi olmaksızın linçe tabi tutulmaktadır. Yeni bir film için kırk yıl beklenmemelidir. Oysaki bu tartışma seviyesi filmlerin üretimini engellemektedir. Mecidi’den bu filmin devamını çekmesini bekliyoruz. Emeği geçen herkesten Allah razı olsun. SAYI: 152 ARALIK 2016 35 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? DOSYA Arap coğrafyasında sinema: Ülkeler, yönetmenler, filmler RIZA OYLUM ‘Ortadoğu Sineması’ kitabının yazarı İSLAM ve modern sanatlar tartışması, eskimeyen bir tartışma zemininin üstünde günceliğini koruyor. Özellikle İslam ve sinema denklemi daha uzun süre tartışılacak bir ilişki denklemi. İslam dininin en kalabalık milleti olan Arapların sinemayla kurdukları ilişki, İslam medeniyetinin sinema sanatıyla kurduğu ilişkinin düzeyini göstermesi açısından son derece önemlidir. Biz yazımızda, Ortadoğu Arap ülkelerinin sinema sanatıyla kurdukları ilişkiyi tarihi bağlamı içinde ortaya koymaya çalışacağız. Arap ülkelerinin sinema sanatıyla kurdukları ilişkinin düzeyleri birbirinden oldukça farklı. Sinema sanatına bakışları da son derece çeşitlidir. Filistin, Suriye, Irak, Lübnan, Mısır ve Körfez ülkelerinde farklı sinema anlayışları kimi zaman köklerini güçlendirmeye kimi zaman da filiz vermeye çabalıyor. FiLiSTiN SiNEMASI: BiR VAROLUŞ MÜCADELESi OLARAK SiNEMA Ulusal varlığının en önemli göstergelerinden biri olan sinemasıyla adından söz ettiren Filistin’de sinema, hiçbir zaman sadece sinema değil. Bu sinemada; direniş, savaş, intifada, taşlar, sapanlar, tanklar, askerler, yıkılan evler, ölen çocuklar başrolde oynuyor. Filistin sineması, parçalanmış üçayak üzerinde varlığını devam ettiriyor. Bunlardan biri, ülkenin yaşadığı işgalden ötürü yurdunu terk etmek zorunda kalanların oluşturduğu Filistin diaspora sineması; ikinci ayak, kamplarda üretilen Filistin sinemasıdır. 2002 yapımı Mohammed Bakri’nin Cenin Cenin isimli belgeseli buna örnek gösterile bilir. Cenin mülteci kampında yaşanan katlia- 36 SAYI: 152 ARALIK 2016 mı beyaz perdeye yansıtan belgesel, katliama tanıklık edenlerin hatıralarını da ölümsüzleştiriyordu. Üçüncü ayaksa, İsrail vatandaşı olarak Filistin sinemasını temsil edenlerin oluşturduğu Filistin sinemasıdır. Mustafa Abu Ali’nin çabalarıyla ortaya çıkan, Michel Khleiff’in başarılarıyla adından söz ettiren Filistin sineması, günümüzde Alia Süleyman ve Hani Abu-Asad’ın çalışmalarıyla yoluna devam ediyor. Hâlâ kişisel tecrübeler üzerinden gelişmeye çalışan bir sinema Filistin sineması. Büyüyebilmesi için de, en az diğer Arap ülkelerinki kadar imkânlara sahip olması gerekiyor. Sinema salonlarına, ekipmana ve finansmana... Ama her şeyden öte film çektiği için baskı görmeyeceği, uluslararası festivallerde isminin altında yazacak bir ülkeye ihtiyacı var bu yönetmenlerin. BiR ZAMANLARIN UNUTULMAZI: MISIR SiNEMASI Arap sinemasının lokomotifi Mısır sineması da, geniş kesimlerin sinemayla ilişkilerini kuvvetlendirdi.2. Dünya Savaşı’nın olanca yıpratıcılığı insanoğlunun üstüne çöktüğü dönemde sinema ticareti de yön değiştirmeye başlamıştı. Bu dönemde bölgenin en büyük sineması haline gelen Mısır, komşu ülkelerden başlayarak Afrika ve Endonezya’ya kadar film ihraç eden bir endüstri haline gelmişti. Bölge insanı, Amerika ve Avrupa filmlerine nazaran kendilerine benzeyen oyuncuların rol aldığı, kendi hikâyelerini anlatan Mısır filmlerini daha çok benimsiyorlardı. Bütün Ortadoğu’ya film ihraç ettiği günler çok eski de kalsa da; Mısır sineması bölgenin bütün festivallerine film gönderebilen bir ulusal sinema olarak varlığını devam ettiriyor. Sözgelimi Mısırlı kadın yönetmen JehaneNoujaim 2000’lerin başından beri belgeseller çeken bir isim. 2013’de çektiği Tahrir Meydanı’ndaki DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? gösterileri anlatığı belgeseli Meydan, (El Square) Oscar yarışına katılmıştı. Mısır sinemasının son döneminde öne çıkan bir isim olarak Muhammed Diab isminden de bahsedebiliriz. 2010’da çektiği Kahire 678’de toplumun farklı kesimlerinden cinsel istismara maruz kalmış 3 kadının buna karşı verdiği mücadeleyi anlatır. Gerçek hikayelerden yola çıkan filmde, Mısır’da kadınların yaşadığı sorunlardan hareketle kadınların adalet arayışını resmediyor. Film çok sayıda festivalde gösterilip bir çok ödül aldı. Son filmi 2016, Çatışma ise çok daha etkileyici bir çalışma. 2013 Mısır Askerî Darbesi sırasında geçen bir hikâye anlatılıyor. Polis kamyoneti içinde geçen film, çatışma halindeki iki ayrı gruptan, Mursi yanlıları ve ordu destekçilerinden gözaltına alınan insanların aynı yerde kapalı kalması fikrinden yola çıkıyor. Çatışmalar nedeniyle kamyonette mahsur kalan gözaltındaki insanlar için koşullar zorlaşırken, gruplar arasındaki gerilimin kontrol edilmesi de güçleşiyor. ORTADOĞU’NUN FRANSIZ’I: LÜBNAN SiNEMASI Farklı kültürleri bünyesinde barındıran Lübnan’daki sinema hareketleri ise bölgenin siyasi ve kültürel atmosferinden bağımsız değil. Yaşanan iç savaş, tüm yönleriyle Lübnan sinemasında karşılık buldu. Belgesel geleneğinin hiçbir zaman kaybolmadığı Lübnan sineması umut verici bir yolda ilerliyor. Lübnan sinemasında film sayılarında belirgin bir artış olsa da, üretilen film sayısı halen yeterli değil. Ülkenin mali kaynaklarının kısıtlı olması, yönetmenleri alternatif yollara sevk ediyor. Birçok yönetmen ortak yapımlarda yer alarak ekonomik sorunları aşmaya çalışıyor. ALBA ve IESAV Ulusal varlığının en önemli göstergelerinden biri olan sinemasıyla adından söz ettiren Filistin’de sinema, hiçbir zaman sadece sinema değil. Bu sinemada; direniş, savaş, intifada, taşlar, sapanlar, tanklar, askerler, yıkılan evler, ölen çocuklar başrolde oynuyor. gibi sinema okullarının olduğu Lübnan’da yeni yetişen yönetmenler eskinin mirasını sahipleniyorlar. Ghassan Salhab, Jocelyn Saab, Randa Chahal-Sabbag, Philippe Aractingi ve Nadine Labaki gibi yönetmenlerin önemli başarılar kazandığı Lübnan sinemasında, genç yönetmenlerin deneyimlerinden faydalanacakları bir neslin oluşmuş olması umut verici bir durum. Özellikle bölgenin siyasi ve kültürel atmosferi de oldukça besleyici bir platform oluşturuyor. Ayrıca belgesel geleneğinin hiçbir zaman kaybolmadığı da görülebiliyor. SURiYE VE IRAK’TA SiNEMA Devlet destekli bir sinema olan Suriye sineması, önemli yönetmenlerinin hemen hepsini Sovyet film okullarında yetiştirmişti. Şam’da düzenlenen Uluslararası Şam Film Festivali’nin varlığı ve ülkede bulunan yabancı kültür merkezlerinin düzenlediği film günleri, bu coğrafyanın sinemayla olan ilişkisini güçlendiriyordu. Ancak artık Suriye kurmaca filmlerle değil gerçek katliam videolarıyla takip ediliyor. Sinema sanatı Suriye coğrafyası için artık lüks bir sanat dalı. Suriye devleti sanata yatırım yapmayı kendine dert edinmiş bir devlet. Ortadoğu’nun en heybetli opera binalarından biri Şam’da. Yaraların sarılması kolay olmasa da sular durulup da Suriye üstüne planlar başka bir bahara bırakıldığında; sanat hayatının da yeniden canlanacağını SAYI: 152 ARALIK 2016 37 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? Suudi Arabistan’da çekilen ilk uzun metrajlı film olan VecideWajda İstanbul Film Festivali’nde gösterilen başarılı filmlerinden biriydi. 2012 Suudi ArabistanAlmanya ortak yapımı olan filmde; yönetmen Haifaa Al Mansour Suudi toplumundaki kadının yerini bisiklet almaya çalışan küçük bir kızın gözünden anlatıyordu. ummak için umutlu olmalıyız. Şimdilik zorunlu bir kış uykusuna yatsa da Suriye’nin bir sinema dinamiği var. 2003’teki Amerikan İşgali ile sonlanan Saddam Hüseyin döneminden sonra Irak’ta yeni yönetim oluşturma çalışmaları içinde, bölgede daha önce söz sahibi olmayan Kürtlerin etki alanı genişledi. Bu durum Irak’ın sinema endüstrisine de yansıdı. Öyle ki müdahale sonrasında Irak sinema endüstrisinin önemli bir kısmı ya Kürt kökenli ya da Amerika’dan Irak’a gelen yönetmenlerin çalışmalarından ibaretti. Bu açıdan müdahale sonrası Irak sineması için Kürt sineması tanımlamasını yapmak pek abartılı olmasa gerek. Bu dönemin başka bir özelliği de, ortak yapımlar döneminin 38 SAYI: 152 ARALIK 2016 DOSYA ortaya çıkmış olmasıdır. Çoğu zaman Amerika ile bazen de Fransa ve Almanya ile ortak yapımlı filmlerin bu dönemde yaygınlaştığını görebiliyoruz. Ayrıca bu dönemin Irak filmlerinin farklı coğrafyalarda düzenlenen film festivallerine kabul edildiklerini de söyleyebiliriz. FiLM FESTiVALLERiNiN MERKEZi ARAP EMiRLiKLERi Arap Emirlikleri özellikle düzenledikleri film festivalleriyle önemli bir merkez olma yolunda ilerliyor. Abu Dabi’de düzenlenen festival, bölge ülkelerinin ürünlerinin değerlendirildiği en büyük ve en saygın festivallerden biridir. Abu Dabi Film Festivali olarak da bilinen festivalde; hem kısa filmler, hem belgeseller, hem de uzun metraj kurgu filmler ödüllendiriliyor. Birleşik Arap Emirlikleri’nde uzun metraj film çalışmaları oldukça azdır. Ülkenin sinemayla kurduğu en önemli bağ olan film festivallerinden ikincisi de Dubai Uluslararası Film Festivali’dir. SUUDi ARABiSTAN, KATAR, UMMAN’DA SiNEMA: SAKiL DURAN İTHAL BiR OYUNCAK Ürdün, Katar, Yemen, Umman ve Suudi Arabistan’da ise sinema sanatı bireysel çabalarla kendine yol bulmaya çalışıyor. 1 milyon kişinin yaşadığı Bahreyn’de çekilen ilk film 1990 yılındaydı. Bassam al-Thawadi’nin çektiği DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? The Barrier / Al-Hajiz isimli filmden sonra geçen 20 yılı aşkın sürede 3 film daha yapıldı: Bassam al-Thawadi’nin 2004’te çektiği Visitor/ Za’er ve 2006’da Bahraini Tale / Hekaya Bahrainiya filmleriyle beraber, Hassan al-Halibi’nin 2006 yapımı filmi Four Girls. Bahreyn’de azımsanmayacak sayıda sinema salonu var. Ancak salonlarda Hollywood ve Bollywood sinemalarının büyük bir ağırlığı söz konusu. Bu yapının değişmesi için Bahreyn devleti 2006 yılında Bahreyn Film Üretim Merkezi’ni kurdu. Bu merkezdeki çalışmalarla yerel sinema hareketlerinin geliştirilmesine çalışılıyor. Umman’da bilinen tek film 2006 yılında çekilen The Dawn / Al-Boom oldu. Khalid al- Zadjali tarafından çekilen filmin dışında yaklaşık 10 tane kısa filmcinin çalışmaları da var. Katar için de aynı cümleleri kurmak mümkün. 2006 yılında Threads Beneath Sands / Khyoot taht al-rimal isimli film, bilinen tek film. Khalifa al-Meraikly tarafından çekilen filmin dışında, tıpkı Umman gibi 10 civarı kısa filmcinin ismi Katar sineması içinde değerlendiriliyor. Sinema endüstrisinin oluşmadığı bir başka ülke de Kuveyt’tir. Ülkede çekilen ilk film 1972 yılında Enough o Sea / Basya Bahr isimli filmdir. Khalid al-Siddick’in yönettiği filmden sonra aynı yönetmen tarafından 1976’da The Wedding of Zein / Urs al-Zayn filmi yapıldı. 1979’da Hashim Muhammed’in The Silence / al-Samt isimli filminden sonra 1985’te Khalid al-Siddick, bir film daha yaptı. Chahin / Shahin isimli film uzun yıllar sonra yapılmış son film oldu. 2000’li yıllarda genç yönetmenler yeni çalışmalar yapmaya başladılar. Abdullah Boushahri 2006’da Losing Ahmad’ı çekti. Amer al-Zuhair’in belgesel çalışması olan When The People Spoke / Indama Rtakalam al-sha’ab ise, 2007’de çekildi. Irak İşgali’nden sonra Kuveyt’in yeniden inşa sürecinde tiyatro ve sinema salonları da yenilendi. Ayrıca ulusal sinemanın oluşması için Cinescape isimli bir kurum da kuruldu. Resmi verilere göre, Kuveyt’te yirmiye yakın kısa film yönetmeni bulunuyor günümüzde. 25 milyonluk Suudi Arabistan’ın sinemayla kurduğu ilişki de, Katar ve Umman’dan farklı değil. Suudi topraklarında genelde Hollywood yapımları izleniyor. Ama sinemada değil. Suudi Arabistan’da sinema salonu yok. 2014’ te bir girişimci bu konuda başvuru yaptığı ajansa düşen haberlerden biri. El Arabiya’ya göre, Suudi Arabistanlılar film seyretmek için genellikle Bahreyn ve Dubai gibi komşu ülkelere gidiyor. Suudi Arabistan’da Sinema sanatının gücünden, değiştirici, dönüştürücü enerjisinden ürken ülkeler; dinin felsefi derinliği yerine sınırlayıcı, yasaklayıcı taraflarını belirginleştirerek sinemanın İslam sanatları arasında yeniden inşasına imkân tanımamış haldedirler. Gelinen noktada Arap ülkelerinde sinema; Batılılaşan, seküler bireylerin önceliği durumundadır. İslam tarihinin görsel bir inşasının oluşması, İslam dininin görselliğin gücü ve etkileyiciliğiyle dünyada tanıtılması gibi önermeler henüz bir manifesto düzeyine dahi tartışmaya açılamamış haldedir. çekilen ilk uzun metrajlı film olan Vecide-Wajda İstanbul Film Festivali’nde gösterilen başarılı filmlerinden biriydi. 2012 Suudi Arabistan- Almanya ortak yapımı olan filmde; yönetmen Haifaa Al Mansour Suudi toplumundaki kadının yerini bisiklet almaya çalışan küçük bir kızın gözünden anlatıyordu. SONUÇ YERiNE Sinema sanatının gücünden, değiştirici, dönüştürücü enerjisinden ürken ülkeler; dinin felsefi derinliği yerine sınırlayıcı, yasaklayıcı taraflarını belirginleştirerek sinemanın İslam sanatları arasında yeniden inşasına imkân tanımamış haldedirler. Gelinen noktada Arap ülkelerinde sinema; Batılılaşan, seküler bireylerin önceliği durumundadır. İslam tarihinin görsel bir inşasının oluşması, İslam dininin görselliğin gücü ve etkileyiciliğiyle dünyada tanıtılması gibi önermeler henüz bir manifesto düzeyine dahi tartışmaya açılamamış haldedir. Açıkça ifade edebilmeliyiz ki sinema, Arap coğrafyasında yerel kültürel değerlerle yeniden inşa edilememiş haldedir. Sinemanın, tarihi olarak güçlü bir gelenekten geldiği Mısır’da ve orijinal çalışmaların yapıldığı Lübnan’da sinema seküler çevrelerin inşa ettikleri bir sanattır. Devlet olma mücadelesini sürdüren Filistin’de ise sinemanın daha kurumsal bir inşası elzemdir. Ekonomik güce sahip Körfez ülkelerinin ise öncelikleri sanatın dönüştürücü gücünden çok uzaktadır. SAYI: 152 ARALIK 2016 39 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? DOSYA Kurmaca sanat algısı, sinema ve İslam MEHMET ÖZDEMİR SANAT bir yaratma işidir; yeniden inşadır. Eşyanın hallerini aksettirme işidir. Objeyi doğrudan aktarmak zorunlu değildir ama yansıtılması iradidir. Var olan malzeme yeni forma sokularak sunulur. Yansıtma esnasında malzeme değişime uğrayabilir. Yansıtma biçimi de zaten üsluptur. KURMACA: Kurgu. Kurgulanmış olay. Tamamı ya da bir bölümü gerçek olmayan, hayali eser. “Gerçekten öyle olmadığı hâlde öyle sayılan, saymaca, fiktif”.1 Birine eklenen, birbirini tamamlayan gerçeğe yakınlaşmış hayali olayların bütünüdür. Kurmaca, bir görüntü kompozisyonunun içerisinde kendini oluşturur; ütopiktir. Bu şekilde oluşan hikâye soyuttur. Bu soyut hikâye filmle vücut bulur, somutlaşır, bir kıyafete bürünür. Süje objeyle kendini ifade eder. Kurmaca filmlerde ana mesajın yüklendiği hikâyeyi yan hikâyeler besler. Bu yan hikâyeler ana mesajın üstünü örtmez, hikâyeyi daha anlaşılır kılar. Eserin bir kısmı gerçeklikten hareket edebilir ya da tamamen tasarlanabilir. Gerçeklik kurmaca hayalin altında silikleşir, kaybolur. Bu tür eserlerde gerçeğin kendisi bulunamaz; gölgesini görmek mümkündür ancak. Obje hayal gücüyle dış dünyadan alınarak iç âlemde yoğrulur ve sembollerle dile getirilir. Kurmaca eserler zaman ve mekânla sınırlandırılamazlar. Her zaman için bir masal genişliğine sahiptir. Her seferinde yeniden yaratılır, tazeliğini, canlılığını korur. Kurmaca eserler nevi şahsına münhasırdır; benzeri 40 SAYI: 152 ARALIK 2016 yaratılamaz. Yoruma açık olan bu eserler lirik ve ütopik anlatımlarıyla özgünlük ve özgürlüğün yolunu açarlar. Kurmaca olan itibaridir. Gerçek olmayan gerçekmiş gibi algılanır. Yaşanmayan bir şey yaşanmış gibi varsayılır, tasavvur edilir, kurgulanır, üretilir. Dış dünyadan alınan malzemeyle işlenerek hayali bir gerçekliğe dönüştürülür; yeniden yaratılır. İzleyiciye de böyle hissettirilir, bu yönde bir algı oluşturulur. Görsel öğelerle desteklenerek algının kalıcı olması sağlanır. Bu eserlerin iç tutarlılığı sorgulanabilir. Toplumlardaki genel, kapsayıcı, baskın düşünme biçimleri bireysel düşünmenin yollarını tıkayabilir; ya da kendi düşünce biçimine dönüştürebilir. Ama bu, bireyin merak dürtüsünü ve ütopik düşünme özelliğini ortadan kaldıramaz. Sanat bir yaratma işidir; yeniden inşadır. Eşyanın hallerini aksettirme işidir. Objeyi doğrudan aktarmak zorunlu değildir ama yansıtılması iradidir. Var olan malzeme yeni forma sokularak sunulur. Yansıtma esnasında malzeme değişime uğrayabilir. Yansıtma biçimi de zaten üsluptur. Bir de olmayan bir şeyi bilinen şeyler üzerinden anlatma işi vardır. İster olan fakat sanatçı tarafından yeni bir şekle sokulan, ister olmayan (kimsenin haberdar olmadığı) bir şeyi yine sanatın muhataplarınca bilinen şekliyle açıklanması gönderici ve alıcı arasında bir bağ oluşturur. Görsel sanat olarak sinema dünyanın her yerinde aynı işlevi görür. Yönetmen kendi duygu dünyasından süzdüğü şeyleri görüntü olarak damlatır izleyicinin zihnine. Sanatçının/ yönetmenin yetiştiği çevre, aldığı eğitim, toplumsal-sosyal kalıtım sanatının içeriğini oluşturur. Forum ise bir eğitim sürecidir. Yönetmen kafasında kurguladığı hikâyesini olduğu gibi izleyiciye aktaramaz, ancak sızdırır. Bu sızan damlayla duygu dünyası örtüşenler bağ kurabilir; sanatın işlevi de böylece gerçekleşmiş olur. İçerik yeni bir kıyafetle izleyici karşısına çıkar ve mesajını verir. Bunda başarılı olursa eser seyrini tamamlamış olur. DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? Kur’an, kıssa anlatımıyla geçmişle ilişki kurar. Geçmişte yaşanmış olayları bir format içinde insanlara sunar. Kıssalar mesajını açık bir şekilde vermez, metaforlara yükler. Her çağda farklı okumaların önü açık tutulur böylelikle. Ancak, bu kıssalar güncellenmediği sürece her devirde bir hikâye olarak anlatılıp duracaktır. Yorumlar hep geçmişe yönelik olacaktır. Ayrıntıya boğulmuş hikâyeden oluşan bir film, mesajını net olarak ortaya koyamaz. Hatta bu ayrıntılar mesajı boğar, örter. Bu durumda kurmaca film mesajını veremez, olay bilinmediği için de anlam metaforlar arasında kaybolup gider. İzleyici ile anlatım üzerinden ilişki kurulur, anlaşılır görüntü senfonisine dönüştürülür ve izleyicinin bildiği dil kullanılarak bilinen şeylerle, nesnelerle anlatım dili oluşturulur. Kur’an, kıssa anlatımıyla geçmişle ilişki kurar. Geçmişte yaşanmış olayları bir format içinde insanlara sunar. Kıssalar mesajını açık bir şekilde vermez, metaforlara yükler. Her çağda farklı okumaların önü açık tutulur böylelikle. Ancak, bu kıssalar güncellenmediği sürece her devirde bir hikâye olarak anlatılıp duracaktır. Yorumlar hep geçmişe yönelik olacaktır. Bu durum ancak mesajı ileten ile mesajı alan arasında duygusal bir bağ oluşturabilir. Bunun düşünce hayatına, sosyal hayata yansıtılması hiç de kolay olmayacaktır. Kehf suresinde, Hz. Musa ile o hikmet sahibi şahsın kıssası diğer kıssalardan farklılık arz etmektedir. Kur’an’da yer alan diğer kıssalarda yaşanmışlık daha belirgin daha ön planda olmasına rağmen bu kıssa daha itibari, tasavvur edilen olaya dair kurgu olduğu izlenimini veriyor. Kurmaca bir olayla ütopik, sembolik bir dille mesaj veriyor gibi. “...rivayete göre Hz. Musa, bir keresinde, insanların en bilgesi olduğunu iddia ettiği için Allah tarafından azarlanmış ve kendine vahiy yoluyla, “iki denizin birleştiği yerde” yaşayan bir “Allah kulu”nun kendisinden daha bilge olduğu bildirilmişti. Hz. Musa bu adamı bulmak yönünde ısrarlı bir istek gösterince, Allah da o’na “bir sepete balık” koymasını ve balık kayboluncaya kadar yoluna devam etmesini emretti; balığın kaybolması amaca erişildiğinin işareti olacaktı. Şüphe yok ki bu rivayet, bizim Kur’ânî meselimize temsîlî bir giriş niteliğindedir. Hem Kur’an’da, hem de söz konusu Hadis’te geçen bu “balık” imajı, mümkündür ki, mutlak bilgiyi yahut ebedî hayatı simgeleyen eski dinî bir sembol olsa gerektir.”2 “Râzî’ye göre, Hz. Musa gibi bir peygamberin bile eşyanın nihaî gerçeğini (hakâiku’l-eşyâ’ kemâ hiye) bütünüyle kavramadığına ve daha genel bir ifadeyle, insanın olağan koşullarda daha önce tecrübe ve müşahede etmediği türden bir olguyla karşılaştığında içine düştüğü itidal ve kavrayış eksikliğine işaret eden bir ifade.”3 “-Hz. Musa’nın sonraki tecrübelerinden de anlaşılacağı gibi- görünüşle gerçekliğin her zaman çakışmadığını îma etmekte ve bunun da ötesinde, ince bir üslupla, insanın kendi entellektüel/zihnî tecrübelerinde, en azından öğeleri, unsurları itibariyle, bir eşdeğeri, bir karşılığı olmayan şeyleri bütün gerçeğiyle hiçbir zaman kavrayamayacağı, gözünde canlandıramayacağı yo- SAYI: 152 ARALIK 2016 41 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? Mecidi, “Peygamberimiz bu çağda gelseydi tebliğini sinemayla yapardı.” diyor. Bu çağın diliyle, çağdaş sanatın diliyle vahiy anlatılabilir mi? Sinema bu konuda başat bir rol üstlenebilir mi? Peygamber -İslami anlayışgüncellenmedikçe geçmiş daima tekrar edilir. Bu kısır döngü İslam’ın iç dinamiklerini yok edebilir. lundaki derin gerçeği dile getirmektedir; Kur’an’ın insanın algı ve tasavvur alanının ötesinde kalan hususlarda (ğayb) mesajını mecaz ve temsîllerle ifade etmesi de bu yüzdendir.”4 Muhammed Esed’in bu ifadelerinden de anlaşıldığı gibi, Kur’an var olanı anlaşılır bir dille anlattığı gibi, kurmaca bir hikâye ile anlattığı şeyi anlaşılır kılarken, mecaz ve temsillerle ifade yolunu seçiyor. Yani imge, metafor dediğimiz şey de bu işte. Sanatın, sinemanın vazgeçilmez dili. Kurmaca filmlerde genel çerçevede evrensel bir dil kullanılır. Mesela annenin yavrusuna merhametini anlatırken her hangi bir anne-yavru ilişkisine odaklanmak yeterli olur. Merhametin dili yaratılır. Bir kuşun yuvada yavrusunun ağzına yiyecek koyması dünyanın her yerinde anne şefkati olarak okunur. Bu görüntü sevginin, merhametin, anneliğin dilidir. 42 SAYI: 152 ARALIK 2016 DOSYA Mecid Mecidi’nin son filmi “Muhammed” de Hz. Peygamber bilinen hikâyelerle anlatılmış. Sünni ve Şii hafızalar, tarihsel bellek bu anlatılanlara yabancı değil. Belgesel tarzında bir uyarlama filmi. Peki, kaynaklarda olmayan hikâyelerle Hz. Peygamber anlatılabilir mi? Kurmaca siyer mümkün mü? Müslümanların belleğinde olmayan hikâyelerle görüntüler oluşturmak nasıl karşılanır? Kıssaların yaşanmışlık esası var mı? Yoksa kıssalar kurmaca mı? Ya da her ikisi de mümkün mü? Bu soruların cevapları bizi kurmaca filmlere yaklaştıracak ya da uzaklaştıracaktır. Mecidi, “Peygamberimiz bu çağda gelseydi tebliğini sinemayla yapardı.” diyor. Bu çağın diliyle, çağdaş sanatın diliyle vahiy anlatılabilir mi? Sinema bu konuda başat bir rol üstlenebilir mi? Peygamber -İslami anlayış- güncellenmedikçe geçmiş daima tekrar edilir. Bu kısır döngü İslam’ın iç dinamiklerini yok edebilir. Kur’an’daki sinematografik sahneler göz kamaştırıyor. İnsanlık, sinemayı vahyin dili haline getirecek Kur’an müminlerini bekliyor. Geçmişe ait kir tortusunun Müslüman zihinlerden temizlenmesi sinemayla mümkün olabilir. Bu da yeni medeniyet oluşumuna milat olan bir devrim olur kuşkusuz. 1. Sözlük, TDK 2. Muhammed Esed Tefsiri, www.kuran.gen.tr 3. Age. 4. Age. DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? Beyaz perdenin ve ekranların derin imtihanı SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN [email protected] BÜYÜK bir sektör haline gelen sinema artık bu zamanda etkili bir dil. Kuşatıyor, değiştiriyor, dönüştürüyor. Manevi değerlerin üzerinden silindir gibi geçiyor. ZOR zamanlardan geçiyoruz. Herkes kendi zamanının zorluğunu mutlaka idrak eder ve söyler. Yani aslında biz ne kadar yaşadığımız zaman diliminin zorluğundan, çıkmazlarından, ayartan tüm hallerinden bahsetsek de kıyamet an an yaklaşıyor, ahir zaman ümmeti olarak bizler an an yaklaşmakta olan kıyamete doğru hızla koşuyoruz desek de; her insan topluluğu için bu söylediklerimiz onların kendi yaşadıkları zamanlar için de geçerliydi. An an yaklaşan kıyamete koşuyorken oluyor her şey. Hızla değişiyor ve dönüşüyor dünya. Çağın insanı neye uğradığını şaşırmış halde, içinde bulunduğunu tüketen savaşların tam ortasında buluyor kendini. Savaşlar içindeyiz. Yangınlar içindeyiz. Ümmet parçalanmış, bölünmüş, birlikten ve beraberlikten uzak tam da Batı’nın istediği gibi tarumar haldedir. Her taraftan kuşatıldığımız zamanlarda Ortadoğu’ya bombalar yağarken, Arıkan’da ve Suriye’de, Irak’ da ve pek çok yerde çocukların masum bedenleri patlarken bir taraftan da kültürel ve sanatsal savaşların ortasında buluyoruz kendimizi. Değişip dönüşen dünyamıza doğru oluk oluk akan bir yabancı kültür… Kokuşmuş, kendi öz değerlerimize savaş açmış halde öylece akmakta eviçlerimize, okullarımıza, sokaklarımıza ve dahi şehir ve köylerimize. Bizi kuşatan bu kültürel yoz savaşın tam ortasındayız aslında. Sıcak odalarımızda, rahat koltuklarımızda yavaş yavaş içimize, ruhumuza işleyen derinden soluduğumuz bir hava gibi akıyor zehri ekranların oysa. İşte o derinden hiç incitmeden akan o zehir çocuklarımızın, gençlerimizin yaşamlarını da dönüştürüp değiştiriyor, tükeniş duraklarına doğru gençliği sürüklüyor. Bu yaşantımızın içine sinsice sinmiş beyaz ekranlardan akan ve bize yabancı yaşantılar manevi değerlerin en derinini öylesine tarumar ederken oluyor her şey. Sözler, anlatılar, hikâyeler, masallar, menkıbeler tükenmez elbet. Ama gün gelir büyüsünü yitirir. Gün gelir hitap ettiği çağın insanına sesini duyurmaz olur. Her çağın şeytanları da o çağın insanına, o çağın şartlarına göre kendini geliştirir ve oyunlarını kurar. Yaşadığımız modern ve post modern dönemlerde, ayartıcılara baktığımızda kendi görevlerini nasıl da eksiksiz ve yaşadıkları çağın insanına göre yapıyorlar. Görevlerini hiç aksatmadan, hiçbir eksiklik olmadan, çocukların, gençlerin ve dahi tüm insanlığın üzerine zehirli tuzakları en gelişmiş teknolojilerin eteğinde akıtıyorlar. Hep akan ve öldüren, maneviyat yoksunu yapan zehir şimdi bilgisayar ve televizyon ekranlarından, akıllı telefonlardan, beyaz perdenin yapımlarından öylece kuşatıyor insanlığı. Biz çocuklarımızı ve gençlerimizi oluk oluk akan ve SAYI: 152 ARALIK 2016 43 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? Bizi bize anlatan, içinde manevi aşkın değerlerimizin cennete taşıyan soluğunu yudumlamış yapımlarla her akşam ekranları kuşatan diziler yapmalıyız. Bunun mümkün olduğunu Diriliş dizisiyle gördük. Demek ki bu millet böylesine yapımlara hasret. Milletin verdiği oyla Kelebek ödülünü alan yönetmenin nasıl aşağılandığını, nasıl küçümsendiğini hep birlikte izledik her gün onların gönüllerini ve zihinlerini tüketen onları ayartan bu zehirli ekranlardan korumak için neler yapıyoruz. Bizler de kendimizi bu akışa kaptırmış evimizin tam ortasında, tam merkezinde büyük ekranlarla hâkimiyetini sürdüren dönüştüren, değiştiren bu büyücünün efsununa kendimizi kaptırmışız aslında. Yirmibirinci yüzyıl bilişim çağı. İletişim çağı. Bilgisayar çağı. İşte tam da bu çağın dilini en iyi kullanan, bu dili kendisine ustaca alet eden şeytan ve şeytanın tüm güçleri. Şeytan yemini yapmıştı ya; ayartacağım, ben insanlığın doğru yolunun üzerine eğri oturarak onu ayartacağım diye. Bu yemini en tavizsiz şekilde yapmakta… Çağın imkânlarını kullanarak, çağın silahıyla kuşanarak, hitap ettiği çağdaşı olan insanlığa öylesine cazibeli ve öylesine büyülü seslenişler göndererek onları doğru yollarının üzerine eğri bir şekilde oturmuş hep beklemekte ve ayartmakta. 44 SAYI: 152 ARALIK 2016 DOSYA Şimdi beyaz perde var. Her yıl filimler çekiliyor. Her yıl milyarlarca paralar akıyor bu filmlere. Sonra çevrilen dizi filmler.. Bu çekilen filmleri, dizileri bizim gençlerimiz, çocuklarımız her gün izlemekte… Hayatlarının tam odağında… Bizler dahi bu dizi filmleri izlemekten kendimizi alamıyoruz… Çünkü kaçış yok… Biri değilse de diğeri mutlaka gözümüze takılıyor… Bu dizilerin aktörleri hiç de bize, çevremizdeki insanlara benzemiyorlar. Gerçeklikten öylesine uzak, evleri, arabaları, dertleriyle öylesine içinde yaşadığımız muhitlerden şehirlerden ve köylerden çok uzaktalar… Ekranlardan eviçlerimize doğru akan bu insanlar nasıl bizim toprağımızın insanı olabilirler. Her an harama bulaşmış, her an ihanet içinde yaşayan, hiçbir manevi çekincesi olmayan bu insanlar her akşam evimizin vazgeçilmez müdavimleri oysa. Şeytan çağın silahıyla silahlanmakta hiç geri kalmamış, anlıyoruz. Ahir zaman ümmetinin tüm gediklerini, tüm açlığını, tüm manevi açmazlarını keşfederek yoluna devam ediyor. Çağın tüm ayartıcılarını kendi oyunlarına kendi planlarına öylesine kusursuz halde dahil ediyor ki… Görüntünün, ekranın, perdenin büyüleyen, ayartan zamanlarında şeytani tüm güçlerle akıyor haram zamanlar insanlığın algılarına, bakir körpe çocukların muhayyilelerine, gençlerin heyecan yüklü sancılarına… Büyük bir sektör haline gelen sinema artık bu zamanda etkili bir dil. Kuşatıyor, değiştiriyor, dönüştürüyor. Manevi değerlerin üzerinden silindir gibi geçiyor. Kendi döneminde altın çağı yaşarken, insanlığın ilahi olanla arasındaki tüm bağları kopartarak yeni bir anla- DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? yış ve çarpık bir yaşam algısının mayasını öylece sinsice serpiştiriyor usulca derinden derine… En son Mecid Mecidi’nin yönetmenliğini yaptığı, ‘Hz. Muhammed’ filmi üzerinden büyük tartışmalar yaşandı. Kamplaşmalar oldu. Mecidi’nin filmi bu dergi sayfalarında değerlendirilecektir. Ama şu bir gerçek ki; bu film ekseninde kopan fırtına ile artık sinemanın, beyaz perdenin eşsiz büyüsünün insanlık üzerindeki etkisinin kaçınılmaz olduğunu anlamış durumdayız. Okumak erdemli ve hakikat duraklarına taşıyan biricik bir uğraş. Ama ne yazık ki sadece bir avuç ilgili genci ve yetişkini okumanın eşsiz ve doğruya, erdeme taşıyan duraklarında görüyoruz. Oysa sinema ve diziler, belgeseller çok daha evrensel ve kuşatan bir dile sahip. Mecidi’nin filmi tartışılırken büyük bir eksikliğin farkına vardık aslında. Şeytani tüm ayartıcılar kendi görüş ve kendi yolları üzere muhteşem yapımlara imza atıyorlar. Kendi dünyalarının dilini o aşağılayan, esfeli safilin üzere olan aşağıların aşağısında olan cehennem dilini öylesine özenle kullanıyor ve kuşatıyorlar tüm zamanları. Efendimiz, “Düşmanın silahıyla silahlanın” diyor. Artık şeytanı güçler tüm güçleriyle kuşatıyorlar. Ve sinema dilini keşfetmiş olmanın bilinciyle tüm aşağılık oyunlarını oynuyorlar değiştirip dönüştürmek istedikleri toplumlar üzerinde. Artık Efendimizin çağrısına uyarak, düşmanın silahıyla kuşanma zamanlarındayız. Bu nasıl olacak? Her taraf kuşatılmış. Yerler ve gökler kuşatılmış. Savaşlar içindeyken. Bombalar coğrafyaları tarumar ederken nasıl olacak bu? Kültürel savaşlarla olacak elbet. Zihin devrimlerini yine onların silahıyla kuşanarak yapacağız. Şeytanın dili ekran diliyse bu dili ele geçirmenin derdine düşeceğiz. Sanatın duraklarında soluklanırken, sinemacılar, senaristler, tiyatrocular, büyük yapımcılar yetiştireceğiz. Maddi anlamda ülke olarak, devlet politikası olarak artık büyük sinema filmleri yapmanın derdine düşeceğiz. Eleştirmek, taşlamak, yermek kolay… Peki bizler neler yapıyoruz. Dönüp kendimize bakma zamanlarındayız. Kendi manevi değerlerimize yaslı, eşsiz değerlerimizin kuşatıcılığında, yegâne Kitabı’mızın mihmandarlığında, hakikat mayasına bulanmış, doğruluğu, erdemi kuşanmış toprağımızın, coğrafyamızın, ümmetimizin sinemasını yapmak zorundayız. Bizi bize anlatan, içinde manevi aşkın değerlerimi- zin cennete taşıyan soluğunu yudumlamış yapımlarla her akşam ekranları kuşatan diziler yapmalıyız. Bunun mümkün olduğunu Diriliş dizisiyle gördük. Demek ki bu millet böylesine yapımlara hasret. Milletin verdiği oyla Kelebek ödülünü alan yönetmenin nasıl aşağılandığını, nasıl küçümsendiğini hep birlikte izledik. Artık sonlarını gören, yükselen manevi ve milli değerlerle kendini bilme ve bulma yolunda olan bu yüce milletin önünde içlerindeki nefreti nasıl da rahatlıkla kustuklarını gördük. Bu onların son çırpınışları… Sinemamız olmalı. Pencere halini alan televizyonu artık evimizden çıkartamıyorsak, kendi dizilerimizi yapmak zorundayız. Bu artık kaçınılmaz bir durumdur. Devlet kültürel politika olarak öz değerlerine doğru yola çıkan, kendi kimliğini komplekssiz bir şekilde inşa eden, manevi değerlerini örselemeden iz bırakan yapımlara imza atan yapımcılara destek vermeli. Bir şeyi yok sayarak, kapatarak bir yere varamayız. O kapattığımız şeyi yok etmez. Hatta daha cazip hale getirir. O nedenle savaştığımızı tanımak ve onun alternatifini yapmak zorundayız. Bizim bıraktığımız boşlukları mutlaka dolduracaklardır. Canımız yanacak, zihin ve yürek yükünü taşımakta zorlanan gençliğimiz tükeniş duraklarına gelecektir. Şimdi düşmanın silahıyla kuşanma zamanlarındayız. Değerlerimize yapılan tüm saldırılara karşı dimdik durarak, yüz yıllık bir silkinişle artık kuşatan ve dağıtan tüm sanatsal politikalardan kurtularak kendi yolumuzu bulmak zorundayız. Bu da ancak bu çağın dilini yakalamakla mümkündür. Bu çağın dili sinema ve beyaz perdenin büyülü dünyası ise bu dünyayı kuşatmalı ve komplekslerden sıyrılmış halde artık yürüyüşümüzü başlatma zamanlarındayız. Bir şeyi yok sayarak, kapatarak bir yere varamayız. O kapattığımız şeyi yok etmez. Hatta daha cazip hale getirir. O nedenle savaştığımızı tanımak ve onun alternatifini yapmak zorundayız. Bizim bıraktığımız boşlukları mutlaka dolduracaklardır. Canımız yanacak, zihin ve yürek yükünü taşımakta zorlanan gençliğimiz tükeniş duraklarına gelecektir. SAYI: 152 ARALIK 2016 45 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? DOSYA Sinema sinema YAŞAR BEDRİ ÖZDEMİR Film Kuramı diğer argümanları provoke etmeden duramaz. Kracauer SINEMA, televizyonların oluşturduğu uzun rehavetten sonra büyük bütçelerin harmanlandığı eğlence sektörü boşluğunu doldurmaya çalışır. Uzun yıllar seyirlikte egemen olan televizyonlar, sınırsız kanalla saldırmasına rağmen doyumsuz modern zamanlar tüketicilerine yetmeyip, aradığı heyecan ve değişikliğe alternatif olarak sinema salonlarını doldurmaya başladı. İnsanlara hayallerini ve rüyalarını pazarlarken; yedinci sanat ‘gördüğümüz rüyaları başkalarına göstermeyi başarıyor. Birileri ete kemiğe bürünüp birilerinin yerine geçerek, gölgeler ve suretlerden ibaret olarak taklidini yapıyordu. Bu rüya, dünyayı tek mağaza haline dönüştürme havarisi olan küreselleşme projesinin bir damarı olarak, zamanı hızlandırma, kısaltma sanatıdır diyebilir miyiz? Oyun ve eğlenceye atıfta bulunurken, ‘oyun’ eyleminde olan insanın oyun da ne kadar kendisi olduğunu, oynadığı oyuna ne kadar dikkatle yoğunlaştığını gözlemleyebiliriz. Dünya sinema sanatı yaklaşık bir buçuk asırdır toplumsal sorunları kendisine sorun edinebilmiş bir temaşa dünyasını, sanata ve ekonomiye dönüştürmeyi başarmıştır. Bugün, sinema, çok büyük bütçelerin dönüştürüldüğü iş sahası olurken, akılları zorlayıcı görsel teknikleri merakla izlerken hayranlığını duyuyoruz. Ülkemizde çok daha farklı işleyen sinema; uzun yıllar estetik ve sanat derdi olmaksızın, ucuz ve vasat üretimle merdiven altı konfeksiyon atölyeleri karakterini geçemedi. Milli Sinema kavramı, 1960’lı yılların sonunda Yücel Çakmaklı tarafından ortaya atılmış, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Güner, Üstün İnanç gibi isimlerden yola çıkılarak kuramsal bir temel kazandırılmaya çalışılmıştır. Ancak, esas olarak bu düşünceyi sinema diline 46 SAYI: 152 ARALIK 2016 dönüştüren Yücel Çakmaklı’dır. Çakmaklı’nın tanımıyla burada kastettiği milli kültür ise, ‘bir toplumun tarihi birikiminden aldığı duyuş, düşünce ve yaşama biçimi ile oluşturduğu değer hükümleridir.’ Ona göre bu değer hükümleri ilim, sanat ve dindir. Ve aynı zamanda bu değer hükümleri geleneksel değer hükümleridir. Tanımı bu şekilde yapılan Milli Sinema’nın bir başka ayağı ise, yabancı kültür ile şartlanmadan, yabancı kültürün emperyalist siyasetine mağlup olmadan kendi öz kültürümüzü müdafaa edebilmektir. Eleştirmenlere göre. ‘Çakmaklı’nın jenerasyonunu sürdürmeye çalışan Mesut Uçakan ve Salih Diriklik klasik Yeşilçam kalıpları içinde sıkışıp kalan ürünler üretmekten öteye gidemez’ Yetmişlerin başında toplumsal hafızayı sorgulamaya çalışan sinemacının, toplumsal adaletsizliği, acıları, duyarlığı, hassasiyeti, işlemek istese de linç edilmesi hâlâ hafızalardadır. Sanat ve estetik bilinci olmayan hükümetlerin, milli şef kanunlarını ve travmasını sürdüren özgüvensizliği ve zaafı ile sesli düşünme suç sayılarak, Cumhuriyet havarilerinin sansürüne, takibine takılmış, düşünce mahkûm edilmiştir. Sinema; dünyayı yeniden keşfetmemizde etkin sanat dalı olmuştu. Ülkemizin idrak, düşünce haritasında etkin olan güçler gaflet uykumuzdan uyanmamızı istemiyordu. Konfeksiyoncuların suya sabuna dokunmadan, elinde giyotinle bekleyen fincancı katırlarını ürkütmeden, sosyal, kültürel ve düşünsel sahada ‘uyu ali uyu, yat uyu’ aymazlığı ile sis bulutu içinde sıradanlaşmaya teşvik ediliyordu. Avantür ve tarihi filmlere vitrin değişikliği olsun diye alternatif olarak yapılan dini motifli; ‘adalet’li, hazret’li filimler öylesine karikatürize edilmiş olarak gösterime girdi ki, merdiven altı üretimi konseptinin can sıkıntısını gidermiş olmak için yapılmış avantür serisinin etkisinden kurtulamamıştılar. Senaryolar sulandırılmış tekrarlardan oluşurken çekimler ve kurgular içler acısıydılar. Her biri, kartpostalları peynir ekmek gibi satılan, marka olan aktör ve aktrisler yıllar yılı suretinin benzerini oynadılar. DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? Yetmişlerin başında toplumsal hafızayı sorgulamaya çalışan sinemacının, toplumsal adaletsizliği, acıları, duyarlığı, hassasiyeti, işlemek istese de linç edilmesi hâlâ hafızalardadır. Agâh Özgüç: “Türk sineması bireyleriyle, kurumlarıyla, hiçbir ülkenin sinemasında benzerine rastlanmayan ekonomik yapısıyla, çalışma düzeniyle ya da düzensizliğiyle garip bir dünyayı oluşturmaktadır,” diyordu. ‘Konfeksiyon sineması’, ‘gecekondu sineması’ tanımlaması yapılan çok kısa sürede üretilmiş basmakalıp filmler, garip modaların türediği dönemdi. ‘Kazankaya’nın, düzenin düzensizliğini getiren bu filmlerin sayısını bir yılda 13’e çıkardığı bile oluyordu. Semih Evin ‘in senaryosuz, klaketsiz, iç içe çektiği “İkiz filmler”in diyaloglarını, ‘Yenice’ sigara paketlerinin arkalarına yazan dehşet bir sinemacı’ olduğu günceleri o günlerin sinemasını çok güzel anlatmaktadır. 1965 döneminde ‘Hazretli’ filmlerin etkileri büyük olmuştu. Afyon’da bir matinede filmin sinemada izlenilmesinden önce seyircilere gülsuyu dağıtılmıştı. 1970 yılının başlangıcı “ulusal sinema” tartışmalarının ardından yeni bir düşünce akımını getirdi. Yücel Çakmaklı’nın yönettiği “Birleşen Yollar” milli sinema ya da İslami sinema akımının ilk örneği olarak zapturapt altına alındı. Bu filmde milli kültürün sinema diliyle anlatılması öngörülüyordu. Geliştirdiği düşünce yapısı aynı akımın diğer temsilcileri arasında tartışmalara yol açsa da: “Çile” (1972) “Zehra” (1972) ve “Oğlum Osman” (1973) gibi “milli sinema” üzerine temellendirilmiş filmlerle “İslami sinema” hareketi sürdürülür. Yücel Çakmaklı’yı bu akımın sinemadaki kuramcısı olarak görebiliriz. Dar bütçeli, kısıtlı ve Semih Evin gibi çok hızlı çalışma temposu içinde sürdürdüğü yapımlar bir çeşit “konfeksiyon sineması” ürünleri olmaktan öteye geçemedi. Senaristliğini, yönetmenliğini, yapımcılığını ve başrol oyunculuğunu Yılmaz Güney’in yaptığı Umut (1970) filmi sinema arenasına çıkan ilk ciddi ‘toplumsal çalışma’ olduğunu da hatırlayalım. Sansür kurulu, Cabbar’ın (Yılmaz Güney) sabah namazını güneş doğarken kılmasını sakıncalı bularak, filmi yasakladı. Arkaplanda hiçbir zaman tanımlayamadığımız Amerikancılık fobisi ve sosyal eşitsizliğin vitrine koyulması asıl sebepti. Halkın bilinçli bir şekilde düşünmeyen, akletmeyen, sorgusuz itaat eden oy potansiyeli haline getirilme çabasının mayası kısmen tutmuştu. Uyuyan Ali’ler büyümüştü. Platolar; sanayimizde, eğitimimizde olduğu gibi iyi şeylerin ayırdında olmak istemeyen, ucuz işler yaparak para kazanmayı tercih eden Ali Babaların çiftliğine dönüşerek uzun süre fason imalat sanayiîni sürdürmüştür. Hızlı uyanışı anarşiye dönüştürüp düşüncenin önüne ket vuran 12 Eylül havarileri, post-modern rehavetin nabzını silahların gölgesinde tutar. Bu dönemlerin en çok izlenen Kemal Sunal filmlerini hatırlarsanız: Hocalar; bilgisiz, düzenbaz, sahtekâr şıh tiplemeleriyle, ağanın menfaatleri doğrultusunda fetva veren çıkarcı karakterlerdir. Bunlara yaygara kopartarak yıllarca tekrar tekrar tebessüm ederek, itiraz edilmeden izlendi. Bugün bile onlarca kanal bu filmleri temcit pilavı gibi izlettiriyor. İslâm’ın gelecek tasavvurunda sinemanın yerini çok fazla düşünemedik. Korkulu, ağır bir yük gibi geldi bize. Batı entelektüeli kompleks duymadan kilise kültürünü projelerinin içine çok rahat sokabiliyordu. Çanların çağrısını, kilise ayinleri ve kilise de özel günlerin seremonilerinin olmadığı prodüksiyonları yok denecek kadar azdı. Dini ayinlerini özenle öne çıkaran Batı sinemasını izlerken, Hıristiyanlığın (ya da öteki dinlerin) ritüelleri yıllar yılı kutsal metin gibi izlendi, Hıristiyan misyonerlerin damar yapmasına itiraz edeni duyan, okuyan oldu mu? En iyimser yansımasıyla ölülere inmiş kitap gibi anlatılmaya çalışılan Kur’an, mezarlık aksesuarı olmaktan SAYI: 152 ARALIK 2016 47 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? Vizyona girmeden ve sonrası ilk bölümü(Muhammed/Allah’ın Elçisi) çok fazla eleştirildi ve tartışıldı. Engizisyon mahkemeleri kuruldu, fetvalar havalarda uçuştu. İşin asıl trajikomik tarafı filmi görmeyenler daha çok konuşuyordu. öteye gitmedi. Bir ney, minare görseli, ezan’la iyi adamın sonu olarak sunuldu. Bizim en sıkıntılı kitlemiz, kendi ütopyalarına kutsal metin gibi itaat eden Darwin havarileri, beyin fonksiyonları oturmamış enteller, yaşamın içindeki İslami motiflerine ve tebliğlere cinnet geçirir hale geldi. Sinema bir anlatı diliydi. Bu dili fotoğraftan ayıran şey, devinen bir cümle oluşturmasıydı. Modern zamanların vaat ettiği refah toplumu düşüyle, ütopya olmaktan öteye gidemeyen bilim, oluşturduğu teknocanavarla önüne gelen her şeyi kirletirken, yarattığı ideolojik boşluğun yerine dünyayı tek mağaza haline getirme projesini devreye sokmuştu. Diğer adıyla tüketim çılgınlığı. Kendisine ait olmayanı harcama deliliği. Batı sineması ve reklam dünyası bilinçli bir şekilde bunu işledi. Erk, güç, şiddet, hız, tahrip ve yok etme senaryoları ile yarattığı teknolojinin aç tanrılarını doyurma projesine bilinçsiz tüketiciyi dâhil etti. Diyalektiğin sonu olarak tanımlanan; ideolojilerin buhar olması ve parçalanmasını, modern yaşamda arızalarıyla geri dönüşler yaşıyor. Kültürler; inanç, din ya da başka şeyler tarafından bir arada tutulmakta zorlanıyor. İnsanı bir arada tutan; gelenek, örf ve adetlerin kültürel kırılmalarla yok edilmesiyle oluşan ahlak sorunsalı kanunlarla çözülmeye çalışılsa da, uçurum gittikçe büyümekteydi. Yırtıcı küreselleşmenin etkisi, süper güç addettiğimiz emperyalizmin işgalci ruhla ete kemiğe bürünüp canavarlaşması insanın ayarlarıyla oynadı. Dünyanın ve ülkemizin geleceğini iyi okuyamayan bürokratların yaptığı yasalarla saf yürek iradenin kontrol altına alınması imkânsız hale geldi. Suç dosyaları gün geçtikçe toplumun habis uru haline gelirken önlenemez travmalara dönüşmekteydi. 1976 yılında Mustafa Akkad’ın çektiği ‘The Message’ (Çağrı) filmi göktaşı gibi düşmüştü Müslümanların dünyasına. Filmin ağır yükünü taşıyan Anthony Qu- 48 SAYI: 152 ARALIK 2016 DOSYA inn’in Müslüman olmadığı halde canlandırdığı ‘Hamza’ karakteriyle gönüllere kazındı. Mesaj filmi çok ses getirdi ve kült film haline geldi. Daha sonra aynı filmin değişik versiyonları çekildiyse de Akkad’ın gölgesinde kaldı. Kırk yıl sonra İranlı yönetmen Majid Majidi’nın “Hz. Muhammed/ Allah’ın Elçisi” filmi 28 Ekim’de Türkiye’de vizyona girdi. İki yıllık araştırma, beş yıl süren çekimler ve teknik sürecin sonunda tamamlandı. İran’ın Horasan şehrinin güneyindeki Allahyar köyüne Mekke’yi tasvir eden özel bir set kuruldu. Otuz milyon dolar harcanarak yapılan film çok küçük bütçelerle başarılı projelere imza atan Majidi’nin böyle yüksek bütçeyle neler yapabileceğini merak ediyordum. İlk bölümünü izlediğimiz filmin konusu: Peygamberimizin doğumundan, on iki yaşlarına kadar olan zaman dilimini anlatıyordu. Vizyona girmeden ve sonrası ilk bölümü(Muhammed/Allah’ın Elçisi) çok fazla eleştirildi ve tartışıldı. Engizisyon mahkemeleri kuruldu, fetvalar havalarda uçuştu. İşin asıl trajikomik tarafı filmi görmeyenler daha çok konuşuyordu. Marksist pencereden bakanlar mucizelerin ‘ne’liğini eleştirirken, mezhep penceresinden bakanlar Şia müktesebatını sorguladı. İkonografik görüntüler, dilerim İsevilerin kalp transferine vesile olur. Gereksiz bulduğum bu polemiklere getirilen menfi eleştirilere tebessüm ediyor, kulak misafiri olmakla yetiniyorum. Peygamberlik görevi verilene kadar geçen sürede aksiyon sahneleri olmamasından kaynaklanan tasvir temalarının çokluğu filmi durağan kılmıştır. Gelecek iki bölümde filmin sinemasal yüzünü daha iyi göreceğimizi umuyorum. Şia, Sünni tefrikleri her fırsatta kaşınmaya başlanması büyük İsrail projesinin satranç tahtası haline getirilen Ortadoğu ve Türkiye, çok çabuk manipüle edilebilen toplumlar haline getirildi. O kadar çok düşmanımız var ki; yerli ‘adam’lar ve neye hizmet ettiğini bilmeyen diplomalılar da İsrail sempatizanlarıyla işbirliği etmişçesine aynı ortak dili kullanması akılları bulandırıyor. Çoğulcu, laik kültür içerisinde harmanlanan diğer kayıp ideolojilerin kalıntıları sinema kuramlarıyla yan yana gezinmektedirler. Bilim insanoğluna, Hıristiyanlığı herkesin inanabileceği ve kârlı çıkabileceği modern ve reddedilemez bir sistemle değiştirmek konusunda abartılı sözler vermiştir. DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? Etkileşim ve sinema NECLA ARPA GÜLAÇAR [email protected] TEKNOLOJININ gün geçtikçe geliştiği çağda yaşıyoruz. Artık sınırlı bir çevremiz yok. Baş edemeyeceğimiz kadar sosyalleşiyoruz. Bir o kadar yalnız ve tek başına... İnternet, televizyon, telefon, sinema, tiyatro gerçekten bir ihtiyaç mı? Hayatımızın merkezinde olan bu iletişim ve etkileşim araçları, yemek içmek gibi bir ihtiyaç haline geldi. Külliyen zararlı mı? Asla! Fazla yemek zararlıdır, vücudu hasta eder ama yemeden de yaşanmaz. Francis Bacon’un “para iyi bir uşak kötü bir efendidir! “ sözü gibi etkileşim araçları iyi kullanıldığında gerçekten iyi bir uşak, fakat bizleri tesiri altına aldığında ise kötü bir efendi oluveriyor. Fıkıhta sinemanın caizliği tartışıla dururken, “atı alan -ne yazık ki çoktan- Üsküdar’ı geçmiş. “ Her birimiz TRT’nin kovboy filmleri ile büyümedik mi? Kendi tarihimizden iki satır bir şey bilmezken “şerifler, kovboylar, barlar, kasabalar, güçlüler ve zayıflar”; temiz dimağlarımız bu karelerle kirlenmedi mi? Uzun süre gösterimde olan “Muhammed” filmini sırf yapılan kötü propaganda sebebi ile gidip seyrettim ve seyrettiğime hiç pişman olmadım. Sadece filmin uzun oluşu biraz bıkkınlık verdi. Onun haricinde acımasızca eleştirildiğinin ka- nısına vardım. Ayrıca gözlemlediğim bir iki nokta ise artık İslam dünyasının sinemayı göz ardı etmemesi gerektiğini düşündürdü. Filmi izlemeye gelenler sadece dindar insanlar değildi. Başı açık kızlar, dış görüntü itibari ile solcu diyebileceğim gençler de vardı. Bu gençlerin eline 500-600 sayfalık Hz. Muhammed(sav)’in hayatını anlatan bir kitap versem, eminim çoğu ders çalışıyorum bahanesi ile kitabı okumayı reddedecektir… Fakat sinema veya tiyatro öyle mi? Gençlerin eylenmek, dinlenmek, kafasını dağıtmak için en az haftada bir sinemaya gittiğini ve bunu da kültürel etkinlik için yaptıklarını biliyoruz. Aileler hafta sonları iyi vakit geçirmek için sinemaya yönelirler. İyi bir film arayışı saatlerini alır. Sırf isminden dolayı “Muhammed” filmini seyretmeye gelen geleneksel yaşayan aileler vardı ve ilk defa sinemaya gelmişlerdi. Çıkışta yaptıkları analizlere yorumlara kulak kabarttım; “Ne çok ağladım annesini kaybettiğinde. Demek ki o da bizim gibi bir insanmış, ne badireler atlatmış.” İşte bu dedim. Onlarca kitapla anlatamayacağımız tebliğ, eğitim, adap demek ki iki üç saat gibi kısa bir zaman diliminde anlatılabilirmiş. Eyvah! Ne de çok geç kalmışız! Adamlar sinema, televizyon, internet vs. yoluyla ne yememiz, neyi giymemiz, nasıl yaşamamız, nasıl inanmamız gerektiğini bize inceden inceye işlemişler. Biz ise daha yeni keşif yolundayız. Tabi bu tür filmler sadece iyi ve kaliteli vakit geçirmek için yapılmamalı. Hz. Peygamber (sav)’in derdini dert edinen birkaç sermaye sahibi lazım. Derdimiz para kazanmak değil ilahi mesajın yarınların umutlarına ulaşması için. Görsel eğitimin en iyi eğitim aracı olduğu herkesin kabulü. “Söylediğin değil, yaptığın eğitir, öğretir.” Her birimiz dünyaya merhaba dediğinde hangi coğrafyada gözünü açıp orada büyümüş ise oraya benziyor. Rengin, ırkın, dinin ne olursa olsun etkileniyor insan. Yani görsel olarak eğitiliyorsun. Söylemin ve eylemin birlikte olduğu öğretimler her zaman fark yaratır ve muhatabını müthiş etkiler. Bu minvalde naçizane sinemanın iyi bir etkileşim aracı olduğuna inanıyorum. İslam dünyasının sinemayı öğretici, eğitici bir araç olarak kullanılmasını teşvik etmesini temenni ediyorum. SAYI: 152 ARALIK 2016 49 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? DOSYA Bir iletişim dili olarak sinema BAYRAM YILMAZ [email protected] “this is business” The Godfather III filminde Michael Corleone’nin Papa’ya söylediği replik… SINEMA tüm sanat alanları içerisinde kullandığı malzeme açısından en komplike sanat dalıdır. Bir derdinizin olması, bir hikâyenizin bulunması, hikâyenin senaryo diline dönüşmesi gibi fikirsel süreçleri yolun başında aşmanız gerekir. Sizden insanlara göstermek istediğinizi görsel bir sanata dönüştürebilecek bir sanat duyarlılığı ve becerisi beklenir. Filmleşmeye başlayan hikâyenin alt yapısında ne tür tınıların yerleşeceği, üreteceğiniz müziğin orijinalliği, metinle uyumu gibi meseleleri çözmeniz bunun için de müzik kabiliyetine sahip insanları bu çabanın parçası haline getirebiliyor olmanız gerekir. Hikâye, görsellik, ses ve müzik alanlarındaki üst sanatsal yaklaşımların yanında ses, ışık, çekim teknikleri gibi üst düzey mühendislik gerektiren işleri de kotaracak kadronuzun olması olmazsa olmazlarınızdır. Tüm bu işlerinizi görürken de birlikte çalıştığınız insanların kalp ritimlerini ortaklaştırabilecek motivasyonlara, tüm bu insani ilişkileri yönetebilecek yönetim becerisine de sahip olabilmeniz gerekir. Aktarmak istediğiniz bir duyguyu ses, ışık, görüntü yönetmenliği, müzik, oyuculuk, dekor, diyaloglar içerisinde kaydetmeniz gerekir ki, bunu yaparken ışık ve ses ile ilgili ileri düzeyde mühendislik becerisine ve imkânına sahip olmanız gerekir ki bu da yetmez. O sahneyi yılın en uygun döneminde havanın en müsait halinde, günün en uygun saatinde yaptığınız çekimle sahneye taşıyabilmeniz gerekir. İster Peygamberimizin hayatını anlatın isterseniz Titanik’ in batışını. Tüm bu organizenin içinde de görüntü yönetmenliği etkili görsel- 50 SAYI: 152 ARALIK 2016 lik için çok önemli olup, epik ve yüksek bütçeli filmlerin en önemli unsurlarındandır. Titanik örneğinde sadece bir sahne için yönetmen havanın ve bulutların uygun olabilmesi için bir hafta beklemiştir. Yüzüklerin Efendisi filmi için uygun dekorun oluşabilmesi için devasa bir hobbit köyü çiçek ve bitkileriyle 3-4 senede inşa edilmiştir. Bu serinin çekilme süresi 7 yılı bulmuştur. Avatar filminin senaryo aşaması dâhil 11 yıl sürmesi, yapımcısı ve yönetmeni tarafından Star Wars serisinin 1. ve 2. bölümlerinin çekebilecek teknoloji gelişmediği için önce 3. bölümün çekilmesi ve yıllar sonra 1. ve 2. bölümlerinin çekilmesi ne tür bir faaliyet alanından bahsettiğimiz hakkında bir fikir verebilir. Yani mesele “beğenmedim olmamış” basitliğinden öte bir durum. Yazma sebebimiz Mecidi’nin “Hz Muhammed: Allah’ın Elçisi”, filmi olduğu için açıkçası benimde yönetmenin tercihlerine yönelik eleştirilerim var ama Banker Bilo filminin repliği ile “yaptım ama hele bir sor niye yaptım…” Kısaca sinema filmi yönetmeninin üst düzeyde mühendislik becerilerine sahip olması, ince işçilik yapabilecek kadar zanaatkâr olabilmesi, işine duygu yoğunluğu aktarabilmesi için sanatkâr olabilmesi tüm bunların yanında oyuncusundan sinema emekçilerine varıncaya kadar insanları yönetebilmek için de yönetim uzmanı olması gerekir. *** Hiç dikkatiniz çeker mi bilmem? Popüler sinema sitelerinde beklenen filmlerin gösterim tarihleri ile ilgili 787 gün kaldı, 280 gün kaldı gibi tarihler yer alır. Film çekmek ince işçilik ve planlama gerektirir. O gün geldiğinde de film gösterimde olmalıdır. Çok fazla insanın emek verdiği sinema aynı zamanda fikir ve değerler aktarımı konusundaki fonksiyonelliği bakımından ticari ve emperyal bir sektördür. Bu fonksiyonlarından dolayı devletlerin de destek ya DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? da köstek olabildiği, çok fazla kesimin müdahil olmaya çalıştığı, yönlendirdiği 7. sanattır. Konu bakımından 750 yıl öncesindeki tarihi şahsiyetler üzerinden şekillendirdiğiniz senaryolarınızda bile diyaloglar bugüne dönük olabilir. Osmanlı Beyliğinin kurucu figürü Ertuğrul Bey’e “her şeyi affedebilirim ama ihaneti asla… Şehitlerimizin kanı yerde kalmayacak…” gibi cümleler söyletebilir. Hedef kitlenizi bir film, bir dizi üzerinden duyarlılık sahibi yapabilirsiniz. Ülkemizde televizyonlarda gösterilen güncel tartışmalar, haber bültenleri, filmler, diziler üzerinden insanları düşünmeye sevk etmek değildir yapılanlar. Doğrudan sonuç odaklı “işte bunlar bu kadar hain, bizlere bu kadar düşman!” şeklinde net önermeler olarak gözümüze sokulur. Bu kadar sonuç odaklı yaklaşımın üreteceği bir tecrübe de olmaz. Bu tartışmalarda “bu hainler nasıl bu kadar hainlik yapma imkânı bulabildiler” sorusunun can yakıcılığı ortada gözükmez. Çünkü meseleler politikleştiği zaman; sebep-sonuç bağlamında değil, sonuç odaklı bir süreç yönetimi ile kurgulanır… Sizinle aynı duygu ikliminde buluşmayan kesimler ise etkinliğinizi kırmak için provokatif ödül törenleri düzenleyebilir… “Zira bu alan yani kültürel egemenlik alanı, eski iktidar seçkinlerinin ellerinde kalan son kaleydi. Siyasette, ekonomide, hatta sivil toplum alanlarında kaybettikleri egemenlikten sonra kültürel hegemonya tutundukları tek daldı. Sanat, sinema, dizi, müzik işleri ve bu işlerin yapıldığı sahalarda iktidar ve karar verici güçler hâlâ onlardı. Ama ‘Diriliş’ sur da bir gedik açılabileceğinin ilk örneklerinden biri oldu. Eski muktedirlerin, en iyi dizi ödülünü almış bir yapımın senaristine-yapımcısına, milyonlarca insanın gözlerine baka baka kabalık edebilecek kadar gözlerini karartmalarının sebebi de bu işte...”* Sinemaya siyasi anlamlar yükleyebilirsiniz ama özellikle politik sinemada marifet; derdinizi ve mesajınızı anlatım dilinizi zedelemeden, izleyicinin zekâsına hürmetsizlik göstermeden, amiyane tabirle “kör gözün parmağına” yapmadan, detaylar üzerinden bütüncül bir aktarım ile yapabilmektir. Bütünlük ise parçaların toplamından öte bir şeydir. Her parça kendi içinde bir anlam karşılığı olduğu gibi, parçaların bir uyum içermesi, bütün içerisinde bir tamamlayan olması istenir. *** Mecidi’nin “Hz Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi- Sinema filmi yönetmeninin üst düzeyde mühendislik becerilerine sahip olması, ince işçilik yapabilecek kadar zanaatkâr olabilmesi, işine duygu yoğunluğu aktarabilmesi için sanatkâr olabilmesi tüm bunların yanında oyuncusundan sinema emekçilerine varıncaya kadar insanları yönetebilmek için de yönetim uzmanı olması gerekir. ni değerlendirmeden önce birkaç noktanın daha altını çizmek gerekir. Birincisi ve en önemlisi; usul ve üslup ve dahi edep sorunlarımızın her gün artarak büyümesi… Bu usulsüzlük bizleri sağlıklı bir anlama sürecinden uzaklaştırdığı gibi, kendimizi anlatabilme zemininden de uzaklaştırmaktadır. Böyle giderse mesele “ergene bağlamak” tan öte toplum olabilme vasıflarımızda meydana gelebilecek aşınmalar olacaktır. İkinci olarak tarafgirlik duygusunun ürettiği zihinsel konforun matah bir şeymiş gibi yorumlanmasıdır. Bilmeye çalışmak, öğrenme çabasına dahi girmeden taş üstüne taş koymadan “bu duvar niye eğri” diyerek zihinsel konfor sağlayabiliriz belki ama medeniyet inşası iddiası en başta zihinsel emek ister… Üçüncü olarak da tüm sanat alanları gibi sinema da sadece sinema değildir… Sinema, sanat ve mühendislik olduğu kadar toplumsal alanı korumanın, düzenlemenin, dönüştürmenin imkânına hizmet de edebilmektedir. Bir mesajı görüntü, ses, kurgu, bir hikâye içerisinde aktarma imkânı sağladığından insanın düşünme biçimini, duygularını, yargılarını ve algıyı dönüştürebilir, değiştirebilir. Belki örnek uygunsuz kaçabilir ama açıklayıcılığı açısından aktarmak isterim. Bugün evlilik tekliflerinin ve nikâh yüzüklerinin başrolünde olan “tek taş pırlanta yüzük” şartı 1950’lere kadar hiç gündemde olmayan bir uygulamadır. Bir elmas şirketinin talep üretme arayışı olarak “sinema ikonu” Marilyn Monroe üzerinden “sonsuza kadar daima” sloganıyla mutlak gereklilik noktasına çıkardığı bir tüketim nesnesi olmuştur. Yani sinema ciddi anlamada bir algı üretmenin ve dahi manipüle etmenin imkân zeminidir. Peki, bu zemin tebliğ amaçlı kullanma imkânı olamaz mı? Denemeden bilemeyiz. Ama bildiğim şey ses ve görüntü- SAYI: 152 ARALIK 2016 51 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? Sinemaya siyasi anlamlar yükleyebilirsiniz ama özellikle politik sinemada marifet; derdinizi ve mesajınızı anlatım dilinizi zedelemeden, izleyicinin zekâsına hürmetsizlik göstermeden, amiyane tabirle “kör gözün parmağına” yapmadan, detaylar üzerinden bütüncül bir aktarım ile yapabilmektir. nün birlikteyken insanın hayal gücüne ve idrakine ket vurduğudur. Hayal gücünü, tefekkür imkânını sakatlayan her ortam ve dış etki ise yüzeysellik üretir… *** Bir sinema filmini eleştirmek tüm meselelerde olduğu gibi niyet, imkân, gayret ve mümkün kavramlarının izleğinde değerlendirmek gerekir. Niyetiniz ne? İmkânlarınız neler? ‘Neye ne kadar gayret gösterdiniz’ sorularının cevaplarına ulaşabildikten sonra ortaya çıkartılan eser üzerinden değerlendirme yapmak gerekir. Bir eseri önemli kılan birkaç özelliği vardır; konusunu önemsersiniz, eseri meydana getiren önemlidir ya da eserin sebep oldukları önemsenmeyi hak eder. “Bizler yargılarımızı genellikle üç kavram çiftiyle ifade ederiz: iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin. Bu kavram çiftlerinden iyi-kötü eylem alanında, doğru-yanlış düşünce alanında, güzel-çirkin ise beğeni alanında yer alır; dolayısıyla bizler bir sanat yapıtını beğendiğimizde, beğeni derecemize göre, yapıtı bazen hoş, bazen güzel, bazen de olağanüstü, mükemmel ve görkemli bulduğumuzu söyleriz, beğenmediğimizde ise nahoş, iğrenç, çirkin, rezil gibi birbirinden farklı estetik (duyusal) nitelemeler kullanırız. Ne ki hiçbir film, hiçbir sanat yapıtı sadece beğeni alanının yargılarıyla değerlendirilemez, hele hele o filmle ferdiyetin doruğu evrensel bir şahsiyetin, bir peygamberin yaşamını anlatmak amaçlanmışsa. Bu takdirde işin içine birden değerler (iyi-kötü) ve düşünceler (doğru-yanlış) giriverir, eleştirmenler de ister istemez yapıtın uzun ve kısa vadede yol açabileceği toplumsal ve siyasal sonuçları (ortak yarar ve zararı) dikkate almak gibi bir ödevle karşı karşıya kalırlar.’’** Yönetmen Mecid Mecidi’nin İran devletinin imkânlarını da kullanarak iki yıl süren araştırma ve 5 yıl süren çekimler sonunda 2015 yılında tamamlanan, geçtiği- 52 SAYI: 152 ARALIK 2016 DOSYA miz aylarda Türkiye’de gösterime giren “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi için 40 milyon dolara yakın para harcandı. Yine film için Mekke ve Medine şehirlerinin platosu hazırlandı. Üç yılda tamamlanan platolarda, tarihi filmlerin çekilebileceği dayanıklılıkta setler oluşturuldu. Dünyaca ünlü görüntü yönetmenleri çalışıldı. Filmin müziklerini Oscar ödüllü Müslüman Hintli müzisyen A. R. Rahman’ın yaptı. Bilgisayar efektlerine ayrılan bütçeyi de sahnede görebiliyorsunuz… Mecidi’nin “Hz. Muhammed” filmi büyük oranda -rivayet olunan- mucizeler üzerine bina edilmiş. Burası da uzmanlık konusu... Şahsen, bahsedilen mucizelerin çoğunun gerçek olmadığı kanaatindeyim. Fakat meselemiz benim fikrim değil. Peygamberimizi (sav), mucizelere boğulu bir hikâye örgüsüyle anlatmak, onun bizim için, bizden biri olduğu hakikatini zedeler. Daha doğrusu, buna dair insanoğlu üzerindeki kanaati akamete uğratır. Sadece Müslümanlar demedim, evet. Zira film zaten Hıristiyan ve Yahudilere de hitap ediyor. Peygamberimizin (sav) alametlerini fark eden dönemin Hıristiyan ve Yahudi din adamlarının onu kabul ettiğini vurguluyor. Yani onlar açısından da bakmaya çalışmış film. (Abdulhamit Güler, Diriliş Postası) İslam dünyası, mezhep ayrılıklarını bir tarafa bırakarak kurgusal anlatımlara değil tarihî gerçeklere dayalı, Hz. Peygamber’i yaptığı fiiller ve söylediği sözlerle anlatan yeni ve kaliteli filmler ortaya koymalıdır. Mecid Mecidi’nin filmi esasen sanatın her alanına ve dahi sinemaya hâkim, yetişmiş, kaliteli, samimi dindar Müslümanlara ne denli ihtiyaç duyulduğunun açık bir kanıtı olarak karşımızda durmaktadır. (Mecidi’nin Çizdiği Peygamber Portresi ve Tarihî Açıdan Değerlendirilmesi Dr. Fatımatüz Zehra Kamacı, Sonpeygamber.info) Filmin içeriği ile ilgili daha fazla detaya girmeyi çok gerekli görmeden Hz. Muhammed’in (sav)hayatından bir dönemi ele almak, ‘görsel sanat’ olarak nitelenen bir alanda ciddi risk içerdiğini ifade etmek gerekir. İslam geleneği Peygamberimizin suretini görselleştirmemiştir. Efendimizin sureti ile ilgili tartışmalar fıkhın konusundan daha çok edebin konusu olmuştur. Geleneğimiz Peygamberimizi resmetmeyi edebe mugayir görmüştür. Bu acıdan Mecidi’nin filminin kapıyı araladığı tespitini yapmak gerekir. *Özlem Albayrak, Y. Şafak,18.11.201 ** Ducane Cundioğlu 06.11.2016 Hürriyet DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? SAYI: 152 ARALIK 2016 53 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? DOSYA Sinema ve sanat ADİL AKKOYUNLU [email protected] AMERiKALILAR, Amerika kıtasını işgallerini, filmlerle meşru hale getirdiler(!) İşgalin adını da “keşif” koydular. Tarih boyunca fitne ve zulümde ilk sırayı kimseye kaptırmayan Yahudiler de, filmlerle kendilerini hep mazlum gösterdiler… HAYATIN hemen her sahasında önce onu görürsünüz. At koşturmadığı saha yoktur. Çağımızda bütün insanların ilgilendiği, etkilendiği, en çok zaman ayırdığı bir sanat dalı sinema… Sinema, sadece kısa filmlerle ve dizilerle sınırlı değil; reklamlar, belgeseller ve sanal ortamda seyredilen her şey sinemanın sahasına girmektedir. İnsanlar, eskiden film seyretmek için sinemaya gitmek zorundaydılar. Şimdi sinema herkesin evinde… Günlerinin çoğunu televizyonun veya cep telefonunun, bilgisayarın karşısında film seyrederek geçiriyorlar. Akşam seyrettiklerini de, gündüz yorumlayarak birbirlerine anlatıyorlar. Öyle ki, insanların inançlarının, düşünce yapılarının ve siyasi görüşlerinin ne olduğunu; hangi kanalda, hangi filmi seyrettiklerinden tahmin edebilirsiniz. Sinema, göze ve kulağa hitap ettiği için çağımızın en etkili iletişim ve sanat dalı olma özelliğini elinde tutmaktadır. Sanattan bahsedilince, önce sinema geliyor akla. Sinema ve sanat… Sanki sinema, sanatın aynası, yansıması, görüntüsü… Soyutun somuta dönüşmesi… Sanatın ne olduğunu anlamaya çalışmamız, sinemanın da kimliğini tanımamıza yardımcı olacaktır: Sanat; herkesin baktığı halde göremediğini gören ve gördüğünü de en güzel şekilde göstermesini becerebilen insanların hayata bakış tarzıdır. Yaşama biçi- 54 SAYI: 152 ARALIK 2016 minin, ustalıkla vitrinlenerek sergilenişidir. İnanç, duygu, bilgi ve düşüncelerin örnekleştirilerek hayata yansıtılma yöntemidir. Sanat, hikmetli anlatım ve yorumdur. Kalpleri ve gönülleri okşar. Büyüleyicidir, etkileyicidir, yönlendiricidir. Tarihin her döneminde toplumu en çok etkileyen ve yol haritasını çizen kişiler, o toplumun sanatkârları olmuştur. Sanat, kalpleri nakış nakış işlemek için, gönülleri yumuşatma, potada eritme işidir. Güzel işlenirse, insanları güzelleştirir; kötü işlenirse, insanları çirkinleştirir. Medeniyetler, kültürün; Kültür de, inanç toprağının ürünüdür. Bu toprağın çiftçileri ise düşünürler ve sanatkârlardır. Kant, her ne kadar; “sanatın kendi dışında, hiçbir amacı yoktur.” dese de; sanatın, yalnız sanat için olduğunu söylemek, safdillik olur; inandırıcı olmaz. Yanılıyor Kant… Bütün sanatçılar, sanatlarını, inançlarıyla mayalayarak yoğururlar. Kendi duygu ve düşüncelerini yansıtmak için kullanırlar sanatlarını. Her sanatçının, düşüncelerini, hayata bakış ilkelerini okuruz eserlerinde. Sanatçı, kendi gönül penceresinden seyreder dünyayı. Kendi inanç ve düşünce gözlüğüyle bakar olaylara. Kendine göre yorumlar. Kendi rengini yansıtır eserlerine. Müslüman sanatçı da vahiy penceresinden seyreder dünyayı ve dünya ötesini. Onun için güzel bakar, güzel görür ve güzeli göstermeye çalışır. Çirkinliklerde bile -varsa- güzellikleri fark edip yansıtmaya çalışır eserlerinde. Bir leşte dahi, onun ışıl ışıl parlayan, pirinç taneleri gibi dizilmiş dişlerinin güzelliğine dikkat çeker. Gerçek sanatkâr budur işte. Sinema sanatı, dünyada da, İslam coğrafyasında da, İslam’a yabancı olanların elinde… Hatta zaman zaman bunu, İslam’a düşmanlıkta silah olarak da kullanıyorlar. Filmlerle haramlar cazip gösterilmekte, günahlar sevdirilmekte, ahlak ifsat edilmekte, dini değerler, değersizleştirilmekte, yuvalar yıkılmakta ve toplum, kimliğinden uzaklaştırılmaktadır… Bir yakınımızın çocuğunun, seyrettiği çizgi filmden sonra: “Ben koyun eti yemek istemiyorum, domuz eti yemek istiyorum.” demesini hâlâ unutamıyorum. DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? Bid’at ve hurafelerden uzak, İslami değerleri anlatan kaç film gösterebilirsiniz? Aslında: “Böyle bir film var mı?” diye de sorabilirsiniz. Gerçek Hz. Muhammed’i anlatan iki filmi zor gösterebilirsiniz ama Hıristiyanların İsa’sını anlatan yüzlerce film var. Peygamberimizin yakınlarını ve arkadaşlarını anlatan var mı ciddi bir film? Çizgi filmlerle çocuklarımız, elimizden alınmakta, inançları ve milli duyguları çalınmakta… Kendi inancına ve kültürüne yabancı nesillerin yetiştirilmesi amaçlanmakta… Zalimler, mazlum; mazlumlar da zalim gösterilmektedir. Çocukken, seyrettiğimiz filmlerde hep işgalci Amerikalı kovboyları alkışlamış, ezilen yerli Kızılderilileri lanetlemiştik. Amerikalılar, Amerika kıtasını işgallerini, filmlerle meşru hale getirdiler(!) İşgalin adını da “keşif” koydular. Tarih boyunca fitne ve zulümde ilk sırayı kimseye kaptırmayan Yahudiler de, filmlerle kendilerini hep mazlum gösterdiler… Hıristiyan - Yahudi inanç ve adetleri sinema yoluyla Müslüman halka da benimsetilmeye çalışılıyor. Sinema sanatına en uzak duranlar Müslümanlar olmuştur. Hâlâ dünyanın çok gerisindeyiz. Bu nedenle biz gerçekleri, dünyaya duyuramıyoruz; ama zalimler, gerçekleri tersyüz ederek dünya insanlığını yanlış bilgilendiriyorlar. Tebliğ şurada kalsın; mazlumiyetimizi ve kendi gerçeklerimizi bile savunamıyoruz. Birbirlerinin kanını döken Müslümanlara oynanan oyunları anlatamıyoruz… Bid’at ve hurafelerden uzak, İslami değerleri anlatan kaç film gösterebilirsiniz? Aslında: “Böyle bir film var mı?” diye de sorabilirsiniz. Gerçek Hz. Muhammed’i anlatan iki filmi zor gösterebilirsiniz ama Hıristiyanların İsa’sını anlatan yüzlerce film var. (“Hıristiyanların İsa’sı” diyorum, çünkü o anlattıkları kişi, Allah’ın kulu ve elçisi olan Hz. İsa değil, Hıristiyanların uydurdukları İsa) Peygamberimizin yakınlarını ve arkadaşlarını anlatan var mı ciddi bir film? Gerçek tarihimize ışık tutan kaç film gösterebilirsiniz? Filmlerdeki din adamı rolünü üstlenen kişilere bakınız; Kur’an’a ve sahih hadislere bağlı, İslami şuur veren, halkı bilinçlendiren, ilimi hüviyete sahip bir din adamı var mı? Filmlerdeki din adamlarının çoğu toplumun en cahil, bencil, yalancı, sahtekâr, hilebaz insanları oluyor. Sinema sektöründe de ilk sırada bulunan Amerika, ne bizim gibi tarihi zenginliğe ne tarihi şahsiyetlere ve ne de dünyaya insanlık dersi verecek inanca, düşünceye ve yaşayışa sahip… Ama her yerde, insanlığa hiçbir katkısı olmayan (hatta zararlı olan) onların hazırladıkları filmler izleniyor. Vahyi öğrenmek, yaşamak ve bildiği kadarıyla insanlara duyurmak tarihi örnek şahsiyetleri tanıtmak, her Müslüman’ın en önemli görevidir. Bugün bunun en etkili yolu mademki sinemadır; öyleyse bu sanatın, vahyin anlaşılması ve tebliğinde de en etkili şekilde Müslümanlar tarafından acilen, ustaca kullanılması gerekir. Rabbimiz, en doğru ve en güzel söz olan kutlu Kitabında çok sayıda gerçek hikâyeler anlatıyor bize. İbret almamızı istiyor. Bu olaylar, her zaman, her coğrafyada, herkesin başına gelebilir. Bu nedenle anlatılan hikâyelerde yer, zaman ve çoğu kez isim de bildirmiyor. Sinema senaryosu olacak çok fazla konu anlatıyor Rabbimiz. Fertlerin, ailelerin ve toplumların bütün hayatlarını kucaklayacak kadar çok fazla konu var Hayat Rehberimizde. Amatörce yapılan, basit bir iki filmin dışında sinema, henüz bu hazineyi keşfetmiş değil. Biz Müslümanlara düşüyor bu görev. Vahyi, sinema diliyle ne zaman öğrenir ve anlatmaya başlarsak, tebliğ görevimizi de yeterince o zaman yerine getirmenin huzurunu ve mutluluğunu yaşayacağız. Düşmanın silahıyla silahlanma mı dersiniz, çağın silahıyla silahlanma mı dersiniz; önemli değil… Bu silahı zaman kaybetmeden acilen kuşanmaları gerekiyor Müslümanların. SAYI: 152 ARALIK 2016 55 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? DOSYA İslami filmler furyasının kısa bir analizi HÜSEYİN BURSALI TÜRKIYE’DE bir döneme damgasını vuran İslami filmler olma iddiasında olanları ve bu filmleri ortaya çıkaran düşünsel yapıyı analiz edeceğiz. Bu analizi yaparken amacımız Türkiye’de çekilmiş İslami filmleri tek tek ele almak değildir. Çünkü bizim yapmaya çalışacağımız şey, yapısalcı analize benzer bir biçimde bu filmlerde değişmeyen şeyi, yani ortak arka planı tespit etmektir. Bu nedenle İslami filmler çeşitli dönemlere ayrılabilirse de biz bunları eş-zamanlı olarak inceleyeceğiz. İslami filmlerdeki değişmeyen zihinsel arka planı ortaya çıkarmak için eş zamanlı bir okuma yaparsak, bu filmlerin en genel manada, tematik olarak ikiye ayrıldığını görürüz. Birincisi, geçmişte yaşamış örnek şahsiyetlerin hayatlarını anlatan, isimleri nedeniyle literatüre “Hazretili Filmler” kuşağı olarak geçen filmlerdir. İkincisi, filmde ana ya da yan karakterlerin hidayete ermesini konu alan “ihtida” filmleridir. Kuşkusuz filmlerde bazen bu iki tema birbiri içerisine geçmiş olabilir. Ancak en genel tematik ayrım bu şekildedir. Bu filmlerde, ayrım sadece tematik olmakla kalmaz aynı zamanda yapısal farklılıklar da içerir. Örneğin, “Hazretili Filmler”de senaristin kurgusal müdahalesi asgari düzeydedir ancak ihtida filmleri tam anlamıyla kurgusal bir yapıdadır. Bu ayrımdan sonra zihinsel arka planı tespit edebilmek adına şu soruyu sormamız gerekiyor: Bu iki tip film içinde değişmeyen, değişmeden kalan ideolojik bir arka plan var mıdır? Var ise bu ideolojik arka planın mahiyeti nedir? İslami filmler furyasına dikkatli ve özenli bir bakış bu soruyu cevaplamamıza yardımcı olabilir. İdeolojik arka planı incelediğimiz zaman; geçmişte yaşayan örnek şahsiyetlerin anlatıldığı “Hazretili Filmler”de, izleyiciye -ister bilinçli, isterse bilinçaltı şeklinde olsun- verilmek istenen mesaj ideal olanın geçmişte olduğu yönündedir. Bu filmler çoğu zaman günümüzden bir anlatıcı vasıtası ile başlarlar. “Yıldırım Han ve Emir Sultan Hazretleri” filminde hikâye, yaşlı ve bilge bir amca tarafından bir kamyon şoförüne anlatılır, “Hüdai Yolu-Aziz Mahmud Hüdai” filminde ise hikâye, yolcusunu kayıkla karşıya geçiren yaşlı ve bilge bir amca tarafından anlatılır. Özetle bu filmlerde, izleyiciye bugünden hareketle, çok kıymetli bir geçmişin anlatıldığı ısrarla vurgulanır. Bu ideolojik gerekçeyle “Hazretili Filmler”in yönetmenleri, bu kutsal geçmişi anlatırken, geçmişe dair, izleyicinin filme katılımını artıracak herhangi bir kurgu unsuruna yer vermez. Zira geçmiş zaten idealdir. Ona eklenecek herhangi bir kurgusal yapı, ancak senaristin süfli duygularıyla geçmişi kirletmesi olabilir. “Hazretili Filmler”in yönetmenleri, bu düşünceye o kadar bağlı kalmışlardır ki; filmler, filmden çok görüntülü menakıpnameler biçimindedir. İkinci tip filmler olarak belirlediğimiz, “ihtida filmleri”; İslam’dan uzak karakterlerin-genellikle ana karakterler- hidayete erme, doğru yola girme öykülerini an- İdeolojik arka planı incelediğimiz zaman; geçmişte yaşayan örnek şahsiyetlerin anlatıldığı “Hazretili Filmler”de, izleyiciye -ister bilinçli, isterse bilinçaltı şeklinde olsunverilmek istenen mesaj ideal olanın geçmişte olduğu yönündedir. 56 SAYI: 152 ARALIK 2016 DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? “İhtida filmleri”ni detaylı olarak analiz ettiğimiz zaman “hidayete erme” meselesinin aslında sadece itikadi bir tercihle sınırlanmadığını kolaylıkla görebiliriz. latır. Bu filmleri daha detaylı olarak analiz ettiğimiz zaman “hidayete erme” meselesinin aslında sadece itikadi bir tercihle sınırlanmadığını kolaylıkla görebiliriz. Bu filmlerde hidayete erme, aynı zamanda batı medeniyetinin karşıtı anlamında doğulu olma, batılı değerlere sırt çevirme, geçmişe saygı durma anlamlarına da gelir. Yani aslında bu ihtida filmleri oldukça yoğun bir ideolojik mesaj taşır. Hatta bu yoğun ideolojik mesaj, filmleri izleyen bir insan için ilk başta garip gelebilir. İhtida hikâyesi anlatan bir filmin bu ölçüde yoğun bir ideolojik muhtevaya sahip olması anlamsız bulunabilir. Örneğin Salih Diriklik’in “Danimarkalı Gelin” filminde, ihtida eden batılı gelin kızımız sadece Müslüman olmamış aynı zamanda kelimenin tam anlamıyla doğulu olmuştur. Kendisi batılı olduğu için, batıya özenen Türk kızlarını gördükçe onlara acır. Yine Mesut Uçakan’ın “Yalnız Değilsiniz” filminde ana kahramanımız Serpil’in hidayete erişi salt bir itikadi aydınlanma değildir. Serpil aynı zamanda, her nedense, modern tıbba ve hekimlerine karşılık bitkisel tedavinin ve aktarların önemini de kavramıştır. Serpil’in hidayete erişi bu farkındalığı da içerir. Kuşkusuz film bu, örnekleri çoğaltmak mümkün ancak biz ana amacımızdan sapmamak adına bu kadarıyla yetineceğiz. Baştaki sorumuzun cevabı biraz daha aydınlanıyor. Evet, İslami sinemanın bu iki tip filmi içinde değişmeyen, değişmeden kalan ideolojik bir arka plan vardır. Bu da gördüğümüz üzere, ideal olanın geçmişte, geçmişin değerlerinde olduğunu savunan ideolojik arka plandır. Bu aslında İslamcı yönetmenlerle sınırlı olmayan düşünsel bir problematiğin dışavurumudur. Bu problem modern hayat biçimiyle İslam arasındaki uyumsuzluk problemidir. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Müslüman düşünce dünyasının ana problemi bu olmuştur. Bugün bile neredeyse üretilen bütün İslami düşünceyi bu sorun kapsamında ele almak mümkündür. Modern hayat ile İslam uyumsuzdur çünkü batının dikte ettiği modern hayat biçimi cahiliyedir diyerek bu soruna karşı, yelpazenin bir ucunda yer almışlar. Modern hayat ile İslam tamamen birbiriyle uyumludur tarzında bir yaklaşımla yelpazenin öbür ucunda yer almışlardır. İslamcı düşünce serüvenini incelerseniz sadece bu yelpazenin iki ucu arasında gel-gitler görürsünüz. Bu filmleri finanse etmeleriyle meşhur olan bazı holdingler de dışarıya itilen, modern hayattaki ekonomik üretim biçimine sermaye sunan faizci bankalarına yanaşamayan, bu nedenle çözümü sermaye birleştirmekte bulan yapılardır. İslami holdinglerin bu filmlerin finansmanına ön ayak olmasının başlıca sebebi de budur. Müslümanların durumun vahametini “görmelerini sağlamak” tır. Filmlerin yapım amacının “görmelerini sağlamak” olduğunun altını çizelim. İslami holdingler tarafından finanse edilsin ya da edilmesin, filmlerin esas amacı “görmeyi sağlamak, teşhir etmek, ya da daha doğru bir ifadeyle farkındalık yaratmaktır”. Bu filmlerin estetik değerinin son derece düşük olmasının ve içlerinden klasik olarak adlandırabileceğimiz bir eser çıkmamasının sebebi de budur. Kuşkusuz “farkındalık yaratmak” için üretilen ama son derece yüksek estetik değere sahip filmler yapılabilir, ancak İslamcı yönetmenlerin farkındalık yaratmaktaki amaçları adı konmamış bir devrimi haklı çıkarma çabasıdır. Haksızlık etmemek adına, bu furyada yer alan, İsmail Güneş’in “Beşinci Boyut- Kapıcı Musa” filmi gibi aykırı örnekleri de zikretmek gerekir. Gerek muhteva gerekse estetik değeri açısından bu gibi farklı ve iyi işlerde çıkarılmıştır. İslami sinemanın son dönemde geçirmiş olduğu, hem içerik hem estetik dönüşümünden bahsetmediğimiz dikkatli bir okurun gözünden kaçmayacaktır. Ancak İslamcı sinemanın son döneminde yaşanan bu dönüşümü ayrıca incelemeye değer düşünsel bir arka plana sahiptir. Küreselleşmeyle birlikte devletsiz de kendimizi dünya sahnesine atıp bir şeyler söyleyebiliriz düşüncesinin bir ürünü olan; Tarkovski, Rüya sineması, Bergson gibi irfani takıntıları olan bu son dönem İslami sinema anlayışı ise yenilginin başka türlü kabulünden ibarettir. SAYI: 152 ARALIK 2016 57 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? DOSYA Türk sinemasında sol tahakküm ve liberal görüngü SAİT ALİOĞLU [email protected] olmasa da, köyü konu alan ‘ilk Türk sinema filmi’ Muhsin Ertuğrul’un yönetmenliğinde 1934’te çekilecekti… OSMANLININ son dönemine; daha doğrusu hengâmeli, savaşlarla yıpratılan evresine denk gelen bir vasatta, yedinci sanat dalı olarak da bilinen sinema sanatının neşvünema bulması ile birlikte, aynı vasatta, bu sanatın modernleşen yüzüyle İstanbul’da gayrimüslim Osmanlı vatandaşları tarafından yer bulduğunu söyleyebilirdik. Daha sonra sinemanın, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, rejimin kültür politikaları ve ‘makul vatandaş’ yetiştirme düşüncesinden ayrı mütalaa edemeyeceğimiz bir vasatta rol oynadığı görülecekti. İlk çevrilen ve yurt dışından ‘gösterim için’ getirilen filmler sessiz bir özelliğe sahipti. Seyirciler, oyuncuların yaptıkları rol ve mimikler vasıtasıyla, filmin ne adına iş gördüğünü de anlamaya çalışıyordu. Türk sinemasının ilk filmlerinin rejimin de etki ve katkısıyla, şehrin ve şehirlinin hayatından yola çıkarak ve şehir hayatını baz alarak bir toplumsal değişim ve dönüşümün habercisi olmaya çalıştığı düşüncesinden hareketle, ufukta, altmışlı yıllar sonrası solunun, üzerinde basa basa durduğu salt ‘ilericilik’ ve feodalite karşıtlığı yaptığı söz konusu bile değildi. Ki, zaten, Mustafa Kemal “köylü milletin efendisidir!” diyerek, köylüye ne olması gerektiği konusunda bir yön belirlemişti. Ama daha sonra köy ve köylünün ‘efendilik’ fenomeni içerisinde görülmediği(!) anlaşılacaktı ki, kendilerini, hemen her açıdan Kemalizm’e borçlu hisseden sol cenahın, sinema dilini kullanarak, köylüyü işin içerisine çektiği görülecekti. Bu bağlamda SiNEMA KONUSUNA DAiR ‘ÖZET’ BiR BAKIŞ Hayatın hemen her alanında yıkımların yaşandığı bir vasatta, bir modernleşme dalgası ile kendine, toplumuna, dinine, inancına, örfüne ve geleneğine yabancılaştırılan insanların yabancılaşmasında, yabancılaştırılmasında, elbette, onun direkt bir suçu ve kabahati olmadığı halde, sinemayı ‘yine’ kendisi üzerinden dikte ettirilen yeni anlayışlara bakıldığında, onu başta ideolojik bir araç, daha sonra ise, ideoloji karışık bir eğlence ve hatta kültürlenme aracı vazifesi gördüğü söyleyebiliriz.. Sinema konusuna dâhil edilmek üzere, yukarıda saymaya çalıştığımız yaklaşımları da dikkate alırsak eğer, o zaman bu alanla ilgili doneleri ve fenomenleri ele almak, başlı başına akademik çalışmalarını ve alan çalışmalarını gerektirirdi. Bu meyanda özetle şunları söyleyebiliriz; “Günümüzde modernleşmeyi, bir ideolojik yıkım ve toplumu illa da, sonucu ne olursa olsun, bir Batılaştırma aracı olarak görmeden hareketle alıp değerlendirdiğimizde, eskisine oranla, birçok sanat alanında olduğu gibi, sinema alanında da güzel şeyler yapılabilirdi. Yine, bir dönem, ilk çıkış mantığına kıyasla, yanlış ellerde lümpenleştirilen, daha sonralar da ise salt ideolojik hale sokulan, bir dönemde ise, bu sanatı muhafazakâr ‘Türk’ izleyicisine sevdirme düşüncesi ile millileştirme çabalarına koşut olarak, günümüz İran’ında –kısmen de devletin resmi görüşü ve sağladığı kaynak açısından- ‘hikmetli’ hale getirilmeye azami gayret gösterilen sinemanın, bu hikmet olgusundan taviz 58 SAYI: 152 ARALIK 2016 DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? vermeden ve sanatı da sulandırmadan bir çaba içerisine girilebilirdi. BAŞAT BiR MALZEME OLARAK FEODALiTE OLGUSUNUN SiNEMA DiLiYLE iŞLENMESi Kurulduğu günden başlamak üzere sürekli Batıcı refleksler gösteren Kemalist sistemin ‘yeniden’ tahkim edilmesi adına 27 Mayıs askeri/sol darbesinin sonrasında neşvünema bulan materyalist ve ‘indirgemeci’ sol anlayışın, müesses nizamın da katkılarıyla, birçok alanda olduğu üzere, bu kez Türk sineması üzerinden bir feodalite heyulası oluşturduğu görülecektir. Ve bunlara binaen, sol, onlarca yıl, böyle bir heyuladan yola çıkarak, birçok algı operasyonuyla ‘özellikle de Kürt toplumu üzerinden’ adeta farklı bir çerçeve çiziyordu. Burada işlenen feodalite ve varsayılan feodal ilişkiler şehirli ve köylü karakter çizdiği gibi, aslında ‘medenilik vasfı açısından’ şehirle aynileşmesi pek de mümkün olmayan ilişkiler yumağı oluşturmakta ve sanaldan, yani zandan hareketle, işi gerçeklik zeminine taşımaya çalışan laik/sol cenah tarafından bir hayat memat sorunsalına irca edilmekle birlikte Türk sineması üzerinden işlenip durmaktaydı.. Laik/sol cenahın zandan hareketle varsaydığı feodal ilişkiler, her şeyden önce sinema dilinin de ustalık- Türk sinemasının ilk filmlerinin rejimin de etki ve katkısıyla, şehrin ve şehirlinin hayatından yola çıkarak ve şehir hayatını baz alarak bir toplumsal değişim ve dönüşümün habercisi olmaya çalıştığı düşüncesinden hareketle, ufukta, altmışlı yıllar sonrası solunun, üzerinde basa basa durduğu salt ‘ilericilik’ ve feodalite karşıtlığı yaptığı söz konusu bile değildi. la kullanılması yoluyla ideolojikleştirilmekte ve bu yolla da sol iktidar için büyük bir vaveylayla devasa bir algı yoluna girilmekteydi… SOLUN EVRENSELLiK iDDiASININ VE DiLiNiN SiNEMA ORTAMINDA YiTiP GiTMESi Esasen evrensellik iddiası ile ortaya çıkıp oluşan solun, Türkiye serüvenine bakıldığında; sol, “yerli ve milli” ya da ‘ulusalcılık’ adına iddialarının çoğundan vazgeçip Kemalist kulvar da var olan sistemin bir parçası haline gelmiştir. Bununla birlikte, sol düşünürler, ay- SAYI: 152 ARALIK 2016 59 SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? dınlar, sanatçılar ve özellikle de sol sinemacılar, uyarladıkları senaryolar aracılığıyla Müslüman bir ülkede ve toplumsal baz da ülke insanının özelliklerine karşı durdukları müddetçe, yerli bir sol düşünce üretemezlerdi. Keza, yaptıkları filimler ise, bir müddet, biraz da laik medya aracılığıyla, tasarladıkları hemen her konuda olduğu üzere, sinema açısından da olmayan feodaliteyi ve ona hasredilen ilişki biçimlerini tedavülde tutardı, ama daha sonraki süreçte ise işlevsizleşebilirdi… Yaklaşık yüz yıllık bir sinema geleneğinin var olduğu ülkemizde, sinemanın çıkış yeri olan Batı’da olduğu üzere materyalist seküler değerlerin toplumsal katmanlar nezdinde ‘temellenmesi’ esprisine dayanan serüvenine bakıldığında, toplumsal kaygı ile birlikte ‘dine ve dinî değerlere uyup uymadığı konusu hiç mi hiç önemsenmeden yer bulduğu söylenebilirdi. Aslında icadı meselesi bir tarafa, kurgulanışı, içeriğinin dolduruluşu ve neye hizmet ettiği, ettirildiği mevzuuna bakıldığında, bu aracın kendi başına salt bir masumiyet içerdiğini, ama ona yön veren güç ve güçlerin, bu masumiyet karinesine sahip bulunan araca yüklediği anlam ve misyon ön plana çıkmaktaydı. SOLUN SiNEMA ÜZERiNDEN ‘VAR KILDIĞI’ FEODAL iLiŞKiLERiN MAHiYETi VE ELE ALINIŞ TARZINA BiR DEĞiNi Hani derler ya; “kendi uydurur, sonra döner kendi inanır.” Ya da “kendi yapar, sonra ise döner, kendi tapar” kabilinden olaya ve olguya bakıldığında, zikrettiğimiz o iki özdeyiş benzeri konulara yaklaşımda, tarih Esasen evrensellik iddiası ile ortaya çıkıp oluşan solun, Türkiye serüvenine bakıldığında; sol, “yerli ve milli” ya da ‘ulusalcılık’ adına iddialarının çoğundan vazgeçip Kemalist kulvar da var olan sistemin bir parçası haline gelmiştir. Bununla birlikte, sol düşünürler, aydınlar, sanatçılar ve özellikle de sol sinemacılar, uyarladıkları senaryolar aracılığıyla Müslüman bir ülkede ve toplumsal baz da ülke insanının özelliklerine karşı durdukları müddetçe, yerli bir sol düşünce üretemezlerdi. 60 SAYI: 152 ARALIK 2016 DOSYA boyunca birçok insanın, insan kümesinin bilerek rol aldığını ve rolüne uygun hareket ettiğini görmekteyiz… İlgilisince uydurulan bu türden masallara benzer bir oranda, kısacası ilericilik adı altında, büyük oranda ilgili ferdin, ideolojik saiklerle uydura geldiği olay ve olgularla birlikte, dikkat çekmeye çalıştığı toplumların kültürel icraatlarının birer izdüşümü sayılan, ama gel gör ki, başta barındırdığı insanî zaafla birlikte, ilahî mesajın ters yüz edildiği cahilî durumlardan sadır olan kültürel kırıntıları baz alıp, buradan toplumuna göre, feodal ya da hak etmedik oranda burjuva türü vs. yakıştırmalardan hareketle bir sinema dili oluşturulmuştur. ZAAFLI YÖNLERiN iDEOLOJiKLEŞTiRiLMESi Zaaf insan var oldukça, onunla var olacağı reddedilemeyecek oranda, kendi açısından bir gerçekliğe sahiptir. Zaaf bir açıdan insanın, istenmediği halde peşini bırakmayan bir öze sahiptir. O, yani zaaf konumuzu aydınlatma babında, insanın unutkanlığıyla alakalı bir durumdur ve zaten ‘insan’ kelimesinin anlamı ‘unutan’; Rabbine verdiği sözü unutan varlık anlamındadır. Bu olgu ve anlamsal açılımdan hareketle, zaaf var olacak bir hadise olduğu gibi, bu hadiseyi, kendi bağlamından koparıp, ustalıklı bir şekilde, solun yaptığı üzere, konumuz gereği feodaliteye; bu feodaliteyi de köylü ve şehirli insan tipolojisi ve psikolojisi üzerinden ortadan kaldırılması gereken malzemeye indirgemek, aslında, içerisinde yaşanılan ve bu iddia ettikleri toplumsal statüyü ve sözde o statüden kaynaklanan zaaflı durumları sinema dili üzerinden gerçekmiş gibi lanse etmeleri olsa olsa ideolojik bir işgüzarlık olabilirdi.. İşi ideolojik çerçeveden arındırıp, psikolojik halleri de tolere ederek ele alırsak, ilahî ifade ile insan tipolojisi Kur’an’da apaçık bir şekilde ve ideoloji üstü bir vasatta; Mü’min, Münafık ve Kâfir tiplemesiyle karşımıza çıkardı. Bizim baz alacağımız tipolojiler bu üç insan tipiyle karşılanıyor ise eğer, şehirde ve kırsalda, ister yaşanılan yerin ilk toplumsal yapılandığı zaman diliminde oluşmuş olsun, ya da birtakım toplumsal, siyasal, kültürel vs. altüst oluşlarla meydana gelen kırılma anlarında ortaya çıkmış olsun; medeni ve gayr-ı medeni ilişki biçimlerini ideolojik vasattan ayrı tutarak değerlendirmek zorundayız… Bunun, günümüz açısından en güzel ve anlamlı örneklerini eğer konumuz sinema ise, İran sineması üzerinden verebiliriz; bir bakıyorsunuz, işin ideolojisine ba- DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI? kılmaksızın yol da parasını kaybetmiş, bisikleti çalınmış küçük bir çocuğun ‘belki de’ bir gün içerisinde ki akıp giden hayatının sinema dili ile anlatılması, beyaz perdeye aktarılması, illa da feodalite diyen Türk sol sinemasına ilham kaynağı olabilirdi. Daha o zamanlar feodalite vurgusu sinema dili üzerinden işlenmemişti henüz. Batılılaşma ile başlayan, iktisat alanında serapa bir paylaşımı esas alması düşünülen halk kitlelerine yönelik olan, ama bununla birlikte eski toprak işleme usulünün değiştirilmesini murat eden bir vasat, araya giren sair devrimlerin etkisi sonucu, belki de bir türlü oluşmayan toprak reformuna bağlı olarak; sonraki süreçte, kırsal da güçlü ve diri ekonomik çevrelerin Kemalizm’e yakınlaşması sonucunda bir reform başlamadan bitmişti. Bunu çok iyi bilen sol, buna rağmen, kısmen şehirle sınırlı kalan, ama daha çok kırsaldan hareketle güya feodalizmi alt etmeyi düşünüyordu. Bununla birlikte, en iyimser görüşle söylersek; aslında iş feodaliteden ziyade, Kemalist baskıcılığa karşı kırsal da kendine yer bulan, İslam’a uygun bir hayat anlayışını feodalite üzerinden ele alıp gözden düşürmekti. SOLUN ‘YARI’ LiBERAL BAKIŞ AÇISIYLA SiNEMA DA GÖRÜNMESi İşte, altmışlı yıllardan buyana Türk sinemasında revaç bulan bu anlayış sonucunda, ne yazık ki, birçok kitleyi de olumsuz şekilde etkilemeyi başarmıştı. Bugüne kadar hangi siyasî ve ideolojik çevreye yapıldığı konusunda bir türlü karar verilmemiş bulunan 12 Eylül askeri rejimi ve akabinde oluşan Özalizmin rüzgârıyla oluştuğu gözlemlenen ve büyük oranda, yine sol çevrelere yaradığı bilinen bir vasatta oluşan sol/liberal hava sonucunda, sol yine, başta medya olmak üzere sinema alanında da varlığını sürdürüyordu. Bu kez, feodaliteyi konu alan bir iki ‘sol ideolojik’ filmle birlikte, çoğu salt liberal bağlamda özgürlükçülüğü ve bohem hayatları baz alan filmlerle birlikte, yine köy mantalitesi üzerinden, başroldeki aktörlerinin solcu/Alevi kimlikli olduğu, içeriği ironi dolu güldürü-komedi türü filmler de gösterime girmişti. Daha sonra, yönetmenlerinin elde bulundurmaya özen gösterdiği ‘yeni’ kimliğe binaen, liberal/özgürlükçü bir vasatta, konularının bir kısmı yaşanan ortamdan alınan filmlerde gösterime girmişti. Bunların içerisinde; büyük oranda kırsaldaki insan ilişkilerini, özellikle de aşk konusunu platonik bir çerçevede işleyen “Eşkıya” Gerek Türk sinemasına arız olan indirgemeci ve feodalite karşıtı(!) bir sol anlayış ve gerekse de, 12 Eylül sonrası esen ve Batı’da var olan salt ‘özgürlükçü’ havayı yansıtan liberal anlayışın egemenliğinde yeniden biçimlenen Türk sinemasının, yaşanılan ülke Müslüman bir ülke ve toplumunun da kahir ekseriyetinin haliyle Müslüman olmasına rağmen, senaryoda işlenmediği halde, sadece film karelerinde, o da mekânsal farklılaşmalardan dolayı olsa gerek- görüntüye gelen bir iki İslâmî döne dışında İslâm adına bir şeyler yer edinmiyordu. filmi, solun sinema tahakkümünün az da olsa ortadan kalkmaya başladığına bir işareti olarak okunabilirdi… Bir de hatırlanacağı üzere, 12 Eylül öncesi şartlarda kendine, içerisinde bulunduğu ideolojik kampın mahiyetine uygunluk oranına bakıldığında ve onunla kıyaslandığında, darbe sonrası süreçte ‘elde edilen’ mesleklere bakıldığında, sağdan ve soldan vb. birçok kişinin nam-ı hesabına mafyacılık düşmüştü. Bununla birlikte sol kesimin büyük çoğunluğuna ise, gökteki yıldızlar misali kırpılıp kırpılıp reklamcı olmanın yanında da ‘konjonktür gereği’ liberal olmak düşmüştü. Bunların bir kısmı ise, reklamla at başı giden sinema alanında, sözde ideolojisiz, amma velâkin liberal olmak düşmüştü! Sonuçta, gerek Türk sinemasına arız olan indirgemeci ve feodalite karşıtı(!) bir sol anlayış ve gerekse de, 12 Eylül sonrası esen ve Batı’da var olan salt ‘özgürlükçü’ havayı yansıtan liberal anlayışın egemenliğinde yeniden biçimlenen Türk sinemasının, yaşanılan ülke Müslüman bir ülke ve toplumunun da kahir ekseriyetinin haliyle Müslüman olmasına rağmen, senaryoda işlenmediği halde, sadece film karelerinde, o da mekânsal farklılaşmalardan dolayı olsa gerek- görüntüye gelen bir iki İslâmî döne dışında İslâm adına bir şeyler yer edinmiyordu.. Onlar da, işin aslına ve var olan mantaliteye bakıldığında minare gölgesi kabilinden şeylerdi, ama her neyse… SAYI: 152 ARALIK 2016 61 GÜNCEL İdam cezası üstüne AV.CÜNEYT TORAMAN [email protected] TÜRKIYE’DE insan hakları çıtasının yükselmesinde büyük emeği olan AK Partinin, idam cezasını geri getirmesi kuruluş felsefesinin inkârı olacaktır. Bir inat uğruna, böylesine meşum bir cezayı meclis gündemine getirirlerse, bu ceza lehinde oy veren milletvekilleri ile yasalaşmasına destek verenler, ileriki yıllarda, haksız yere idam edilecek olan herkesin sorumluluğunu üstlenmiş olacaklarını unutmamalıdırlar! 15 Temmuz darbe teşebbüsün ardından, cumartesi gününden itibaren, hem Başbakan ve hem de Cumhurbaşkanının konuşmaları, halkın “idam istiyoruz” sloganlarıyla kesildi. Her iki lider, bu konunun tartışılabileceği mesajı verdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Demokrasilerde halk ne diyorsa karar odur, öyle zannediyorum ki bu konuyu hükümetimiz ana muhalefeti, muhalefetiyle görüşmek suretiyle bir karara mutlaka varacaktır. Bu kararı fazla da geciktiremeyiz. Bu ülkede devlete darbe yapanlar bunun bedelini ödemek durumundadır. Bu iş bu kadar ucuz değildir” derken, Başbakan Binali Yıldırım, “İdam cezasının Türk Anayasası’ndan çıkarıldığını ancak, meclisin “bu ve buna 62 SAYI: 152 ARALIK 2016 benzer çılgınlıklarla” karşı karşıya kalınmaması için ne gibi ilave düzenlemeler yapılacağı üzerine çalışacağını” söyledi. Konuşmaların içeriğinden, “idam cezasının, darbe teşebbüsünde bulunanlar için getirmek istendiği” anlaşılıyor. Hukukçular, “uluslararası sözleşmelere imza koyan Türkiye’nin idam cezasını geri getirmesinin mümkün olmadığını, geri getirse bile, geçmiş olaylara uygulanmasının mümkün olmadığını” belirtirken, hükümet kanadından bazı milletvekillerinin, “idam cezasının, Fethullah Gülen ve Abdullah Öcalan’a uygulanabileceği” iddiası tartışmaları alevlendirdi. Devletin üst düzey yetkililerinin bu açıklamalarına Avrupa Birliği yetkilileri tepki göstermekte gecik- medi. Darbe teşebbüsünün üzerinden dört aydan fazla süre geçtiği halde, idam cezası gündemdeki yerini ve tazeliğini koruyor. Pek çok konuda olduğu gibi, kamuoyu, “idam cezasını destekleyenler” ve “karşı çıkanlar” olmak üzere ikiye bölünmüş durumda. Bu yazımızda, idam cezasının gelişim seyrini, Türkiye’deki uygulama ve kaldırılma sürecini, bu konudaki tartışmaları, beklentileri ve gerçekleri ele almaya çalışalım. İdam, ölüm cezasına çarptırılan bir kişinin cezasının infaz edilmesidir. Bu ceza, insanlık tarihi boyunca, içinde yaşadığı toplumda (göçebe topluluklar, kabileler, siteler, devletler) toplumsal düzeni sağlamayı amaçlıyor, caydırıcı olması için, “suç tipine” göre, farklı yöntemler uygulanıyordu.1 Günümüzde, iple asma, kılıçla boynunu vurma, kurşuna dizme, elektrikli sandalye, vs. gibi yöntemler uygulanmaktadır. “Genel olarak ceza infaz tarihine bakıldığında; üç dönemsel süreçten geçtiği görülmektedir: Orta Çağın erken döneminde: kefaret ve para cezaları, yaygın ceza tarzı olarak benimsenmiştir. Orta Çağın geç döneminde: işkence, acımasız/ kaba uygulamalar ve idamlar yoğun bir şekilde uygulanmıştır. 17.yüzyıl döneminde: acı- güncel masız ve barbar uygulamaların yerini, hürriyeti bağlayıcı cezalar almaya başlamıştır.” “Cezaevinin gelişiminden önceki dönemde suçlulara karşı uygulanan cezalar, genelde suçlunun ortadan kaldırılması ve mağdurun zararının karşılanmasını amaçladığından, suçlulara; ölüm, dayak, kısas, sakat bırakmak, kırbaçlamak, sürgün, para cezası ve kölelik gibi hem bedeni işkenceler hem de para cezaları uygulanmaktaydı.”2 Osmanlı devleti de, hüküm sürdüğü dönemin koşulları içinde idam cezasını uygulamıştır. Şu kadar ki, Ortaçağ Avrupa’sında, Engizisyon mahkemeleri, daha fazla acı çektirecek yöntemler peşinde koşarken, Osmanlı devleti, acı çektirmemeyi benimsemiştir. Osmanlı devletinde, yeniçeriler cellat satırıyla, sıradan şahısların başları kılıçla vurulurdu. Kılıcın tercih edilmesinin sebebi, kılıcın idam edilen kimseye daha az eziyet verdiği, ölümü çabuklaştırdığı varsayımıdır. Vezirler, sadrazamlar, devlet adamları umumiyetle boğdurulurdu. Osmanlı Hanedanı mukaddes sayıldığından hanedan mensuplarının asla kanı akıtılmaz, mutlaka boğularak idam edilirdi. 17.yüzyıldan itibaren ceza ve ceza arasındaki ilişkinin sorgulanmaya başlaması, idam cezasının kaldırılmasında etkili olmuştur. “Cezanın amacını açıklayan teorilere göre farklılık göstermek kaydıyla cezadan beklenen, suçlu- yu ıslah etmesi ve/veya suçlerinde, tutuklu ve hükümlüların işlenmesini önlemesi ler üzerinde yapılan araşve/veya suçlunun yaptığıtırmalar, suç işleyenlerin, nın kendisine ödettirilmeişledikleri suçun cezasısidir.”3 Cezaların suç orannı bilmediklerini gösları üzerindeki etkileri tartermektedir. Çok satışma konusudur. Ağır ceyıda suç tipi olduğu zaların suçları azaltacave sonuç cezayı beğı, hiçbir etkisinin olmalirleyebilmek için iledığı, hatta artacağı öne ri derecede hukuk bilsürülmektedir. Bu görüşgisi gerektiği dikkate leri destekleyen araştıralındığında, (hırsızlık malar bulunmakla birlikgibi belli suçları işlete, sadece ceza miktarımeyi itiyad edinenleri nı esas alan bir değerlenbir yana bırakacak olurdirme doğru değildir. sak) faillerin işleyecekİnsanların suç işleleri suçun cezasını bilmesinde veya suç mesi çok zordur. Türişlemekten vazkiye’de kan davageçmesinde larını sona erdir(ahlaki, ekomek amacıyDünyanın nomik, çevla, kan gütbüyük bir re, mahalme saikiyçoğunluğu, le, vs.) le adam idam cezalarını birçok öldürme etken kaldırmakta fiilinin b u yarışırken, idam lunTürkiye’nin, kaldırdığı kapsamakmına idam cezasını geri tadır. alınmagetirmeye çalışması, Ceza sı suç akıntıya karşı kürek miktaoranını çekmekle eş rı, bunazalmadeğerdedir. lardan mış, tam sadece aksine artbiridir. Belli mıştır. Koopesuçlar için önratif Genel Kurul görülen cezaların toplantılarının zamasuç işleyenler üzerinde etkinında yapılmasını temin amasinin sanıldığından daha az olcıyla, yönetim kurulu üyelerinin duğunu göstermektedir. hapis cezalarının ertelenemeBirinci nedeni, suç işleyenyeceğine ilişkin yasal düzenlerin, işleyecekleri suçun celeme, beklentileri karşılamazasını (genellikle) bilmemesidığından, eski hale dönülmüşdir. Çeşitli ülkelerde, cezaevtür. Bu örnekler, ceza mikta- SAYI: 152 ARALIK 2016 63 güncel rında yapılan artışların suçların işlenmesinde önemli bir etkisi olmadığını göstermektedir. İkinci nedeni, suç işleyecek olanların çok iyi plan yaptıkları, (her detayı düşündükleri, güvenlik önlemlerinin yetersiz olduğunu bildikleri için) yakalanamayacaklarına olan inançlarıdır. En basit suçları işleyecek olanlar bile, planlar hazırlayıp, defalarca keşif yapmakta, yakalanmayacaklarına emin olduktan sonra harekete geçmekte, suç mahallinde hiçbir delil bırakmamaya özen göstermektedirler. Nitelikli suçlarda bu önlemler daha ileri düzeyde gerçekleşmektedir. Profesyoneller tarafından işlenen suçların önemli bir kısmı, adli sistem iyi işlediği için değil, failler arasında anlaşmazlık ve ihbar üzerine veya tesadüfen ortaya çıkmaktadır. Zaten yakalanmayacağına inanan kişiler üzerinde, cezanın ağırlığının herhangi bir etkisinin olamayacağı açıktır. Üçüncü nedeni, doyumsuzluk ve adalet sisteminin benzeri suçları işleyenleri tespit edememesi yakalayamamasıdır. “Caydırıcı kuramcılara göre verilen cezalar, bireye değil suça verilmeli ve verilen ceza da, suç işlemekle elde edilecek kazanç veya vereceği zevkten fazla olmalıdır. Kuramın önde gelen temsilcilerinden Bentham, suçlulara verilecek cezaların hızlı, kesin, ciddi ve kararlılıkla uygulanması durumunda, bireylerin suç işlemelerinde caydırıcı bir işlevi yerine getirdiğini ileri sürmektedir.”4 Yani, çoğu suçlar için, cezanın şiddetinin yüksek olması, düşük suç oran ile ilişkilidir. Suç işlemeyen bireyleri, cezanın mutlak caydırıcılığından dolayı suç işlemediklerini söylemek her zaman doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü bireylerin suç işlemekten kaçınmalarında, (ahlaki, ekonomik, çevre, mahalle, vs.) çok sayıda başka faktör etkili olmaktadır. Devletler, hukuk düzenini korumak amacıyla, belli eylemleri suç saymış, bu fiiller için cezalar tayin etmiştir. Suç tipleri ve cezalar, kamunun hak ve özgürlüklerini korumaya yönelik önlemler bütünüdür. Ülkeden ülkeye farklılık göstermekle birlikte, suç tipleri arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır. Siyasal iktidarlar, kamu düzenini sağlayabilmek için, Yakın tarihimizi merak edenler, bu dönemde, İstiklal Mahkemelerinin nasıl çalıştığını, binlerce kişinin hangi amaçla ve hangi gerekçelerle idam edildiğini görebilir. Resmi kayıtlarda, sadece iki bin kişinin idam edildiği belirtilse de, sadece şapka kanununa muhalefet nedeniyle idam edilenlerin sayısı (yaklaşık) yüz bin kişidir. 64 SAYI: 152 ARALIK 2016 suçları önleyecek sosyal politikalar belirlemekte, yasama organı da, bu politikaları desteklemek amacıyla, suç tipleri ve (caydırıcı nitelikte) cezalar tayin etmektedir. Hukuk düzenini, kamu düzenini, kamu güvenini, sosyal barışı, kişilerin can ve mal güvenliğini, vs. sağlamanın birincil yolu, sosyal politikalardır. Siyasal iktidarın (iç ve dış) politikaları ile siyasal düzene karşı işlenen suçlar, toplumdaki refah düzeyi ile mala karşı işlenen suçlar, ahlaki dejenerasyon ile cinsel istismar suçları, vs. arasında doğrudan bir ilişki söz konusudur. Ekonomik kriz dönemlerinde karşılıksız çek keşide etme suçlarında patlama yaşanması, bunun en somut örneklerinden biridir. Her suç, toplumdaki arızanın sonucu ve dışa vurumudur. Türkiye’de işlenen suç oranları5, adli, idari, hukuki, sosyal, ekonomik, siyasi, eğitim, aile, hemen her alanda yaşanan sorunların sonucudur. Suç oranları, birçok alanda, ciddi bir sorun olduğunu göstermektedir. Devletlerin sosyal politikalarını görmezden gelerek, sadece cezaları artırmakla suçların önlenebileceğini ummak safdilliktir. Hukuk tarihi, idam cezalarını kaldırma yönünde seyir izlemektedir. Bedeni cezaların yerini, hapis, para cezaları ve seçenek önlemler alırken, idam cezasını benimseyen devlet sayısı hızla azalmaya başlamıştır. BM, ölüm cezasının yerine getirilmemesi ve güncel ortadan kaldırılması için çalışmalar yapmaktadır. Uluslararası Af Örgütü, 140 ülkeyi hukuken ya da fiilen idam karşıtı, 58 ülkeyi idam taraftarı olarak sınıflandırmaktadır. Ölüm cezası en yaygın Asya’da olup, infazların yüzde 90’ı bu kıtada gerçekleşmektedir. Dünya genelinde (Çin hariç) toplam infaz sayısı, 2005 yılında 2148, 2006 yılında ise 2200 civarındadır. İran, Pakistan ve Suudi Arabistan, idam cezasını en fazla uygulayan ülkelerin başında gelmektedir. Dünyanın büyük bir çoğunluğu, idam cezalarını kaldırmakta yarışırken, Türkiye’nin, kaldırdığı idam cezasını geri getirmeye çalışması, akıntıya karşı kürek çekmekle eş değerdedir. Köleliğin kaldırılmasına en büyük desteği Müslümanların, idam cezasının kaldırılmasına da en büyük desteği yine Müslümanların vermesi gerekir. En ağır suçlardan biri olan “adam öldürme” suçunda bile, ölenin yakınlarına “bağışlamayı/diyeti” tavsiye eden (Bakara,178), “bir insanı öldürenin bütün insanlığı öldürmüş gibi olacağını” (Maide,32) dile getiren bir dinin idamı emrettiği (bir kez günah işleyen birinin hayatının sona ermesini istediği) savunulamaz. İslam’ın bu konuda tavsiyesi, zanla hareket edilmemesi, suçun her türlü kuşkudan uzak ve somut kanıtlarla tam bir vicdani kanaatle ispatlanması, hükmolunacak cezanın, suç (eylem) ile orantılı (cezanın suça denk) olması6, suç işleyenler arasında (din, Hukuk katliamı, sadece tek parti döneminde değil, çok parti döneminde de devam etmiştir. 1960 darbesinde, dönemin başbakanı ve bazı bakanlar başta olmak üzere, çok sayıda masum insan idam edilmiştir. dil, ırk, renk, soy, sosyal statü, vs.) ayırım yapılmaması, hükmolunan cezanın hiçbir ayırım yapılmadan (herkese eşit olarak) uygulanması/infaz edilmesi, özetle, adil bir yargılama yapılmasıdır.. İdam cezasının kaldırılmasının temelinde, suç ve ceza konusunda yapılan araştırmalar ve bilimsel incelemeler yatmaktadır. Geçmişte suç işleyenler, “öç alma”7 saikiyle cezalandırılırken, bu amacın yerini “suçlunun ıslahı” almıştır. Suçlunun ıslahı, idam cezasının kaldırılmasını gerektirmiştir. Günümüz ceza hukukçuları, (suçlunun ıslahı için) cezada, dört özelliğin bulunması gerektiğini dile getirmektedir. Bunlardan birincisi, cezanın insan haysiyetine uygun olması, ikincisi, sadece suçluya tesir etmesi, üçüncüsü, bölünebilir olması, dördüncüsü, tamiri ve geri alınabilir olmasıdır. Bu ilkeler ışığında, idam cezası; bedeni bir ceza olması nedeniyle, insanlık onuruna aykırıdır, hayatına son verme uygulamasından en fazla ailesi etkilenmek- tedir, bu ceza bölünemediğinden, (yargılama sırasında hata yapıldığı ortaya çıksa bile) tamiri ve geri dönüşü olmadığından kabul görmemektedir. Ceza Mahkemeleri, yapısı gereği, mutlak gerçeği değil, “görünür gerçeği” esas almaktadır. Görünür gerçeği esas aldıkları için, çok sayıda masum kişiyi, suç işlemedikleri halde cezalandırmaktadır. Cezaevlerinde yapılan istatistiklerde, hükümlülerin önemli bir kısmı, masum olduğunu iddia etmektedir. Bir kısmının masum olduğu infaz aşamasında, bir kısmının ise infazdan sonra ortaya çıkmaktadır. İdam cezası infaz edildiğinde, bu kişi hakkında yapılan hatanın telafisi mümkün olmayacaktır. Masum biri idam edildiğinde, suçlanması gereken mahkeme (veya yargılama makamı) değil, idam cezasının kendisi olmalıdır! Konuya, yakın tarihimiz ve “Türkiye gerçekleri” açısından bakacak olursak, idam cezasının geri getirmek için üzerinde dokuz kere düşünmemiz gerekir. Türkiye’de idam ceza- SAYI: 152 ARALIK 2016 65 güncel sı, başlangıçta (kuruluş aşamasında) dünyadaki değişime ve eğilime aykırı bir seyir izlemiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Avrupa ülkelerinden kanunlar ithal edilirken, yasaların içeriğine dokunulmamış, aynen aktarılmıştır. Ancak 1889 tarihli İtalyan Ceza Kanunu esas alan ceza kanununda, farklı bir yol izlenmiştir. O dönemde İsviçre, Romanya, Portekiz, Hollanda ve Fransa’da da idam cezası kaldırılmasına ve İtalyan Ceza Kanununda da ölüm cezası bulunmamasına rağmen Türk Ceza Kanununda, çok sayıda suç için idam cezası getirilmiştir. İdam cezaları (İtalya’da faşist partinin uygulamalarına paralel olarak) 1930 yılında önemli oranda artmıştır. Ruth Miller (2013 yılında Ufuk Kitapları arasında yayınlanan) “Fıkıhtan Faşizme” isimli kitabında, Türkiye’de yaşanan hukuk devriminin (!) seyrini gözler önüne sermiştir. Yakın tarihimizi merak edenler, bu dönemde, İstiklal Mahkemelerinin nasıl çalıştığını, binlerce kişinin hangi amaçla ve hangi gerekçelerle idam edildiğini görebi- Türkiye, idam cezasını geri getirecek olursa, Türkiye aleyhine suç işleyenler, Türkiye’ye iade edilmemek için yasal bir gerekçeye sahip olacak, Türkiye’ye iade edilmeyeceklerdir. 66 SAYI: 152 ARALIK 2016 lir. Resmi kayıtlarda, sadece iki bin kişinin idam edildiği belirtilse de, sadece şapka kanununa muhalefet nedeniyle idam edilenlerin sayısı (yaklaşık) yüz bin kişidir. Hukuk katliamı, sadece tek parti döneminde değil, çok parti döneminde de devam etmiştir. 1960 darbesinde, dönemin başbakanı ve bazı bakanlar başta olmak üzere, çok sayıda masum insan idam edilmiştir. 1980 darbesinden sonra ve 28 Şubat darbe sürecinde, resmi kayıtlara geçmeyen binlerce kişi öldürülmüş, (İstiklal Mahkemelerinin devamı niteliğindeki) Devlet Güvenlik Mahkemeleri, yüzlerce kişinin idamına karar vermiştir. Bu kararların önemli bir kısmı “irtica” gerekçesiyle verilmiştir. Türkiye’de idam cezası, PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye iade şartı nedeniyle kaldırılmış, hükmolunan idam cezaları, ağır hapis cezalarına çevrilmiştir. Türkiye’nin, Avrupa Birliği üyelik beklentisi/çabaları olmasaydı, 28 Şubat darbe sürecinde darbeye direnenlerin büyük bir çoğunluğu idama mahkûm edilir, cezaların çoğu da infaz edilirdi. Bugün idam cezasını getirmeye çalışanlar, bu cezanın yarın kimlere uygulanacağını çok iyi hesap etmeleri gerekir. Türkiye’nin idam cezasını geri getirmesini, sadece iç hukuk sorunu olarak görmemek gerekir. Bu konu, milletlerarası hukuku da ilgilendirmektedir. Zira Türkiye, insan hakları ve idam cezasının kaldırılması konusunda birçok sözleşmeye taraf olmuş, kanunla yürürlüğe koymuştur. Türkiye, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına ilişkin 6 Sayılı Protokolü ve Ölüm cezalarının her durumda kaldırılmasına ilişkin 13 Sayılı Protokolü imzalamıştır. Türkiye, 13.02.1957’de Paris’te imzalanan, “Suçluların İadesine Dair Avrupa Sözleşmesi” ne de taraftır. Bu sözleşmede, suçluların iade şartlarından biri, suçlunun iade edileceği ülkede idam cezası olmamasıdır. Türkiye, idam cezasını geri getirecek olursa, Türkiye aleyhine suç işleyenler, Türkiye’ye iade edilmemek için yasal bir gerekçeye sahip olacak, Türkiye’ye iade edilmeyeceklerdir. İdam korkusuyla Avrupa ülkelerine sığınan Türk vatandaşları, bulundukları ülkelerde Türkiye aleyhine faaliyette bulunacaklar, bu da (Osmanlı devletinin çöküş sürecinde olduğu gibi), Türkiye için tehdit oluşturacaktır. Daha da önemlisi, çok taraflı sözleşmelerde, sözleşmenin tarafı olan devletlerden biri, sözleşmedeki taahhütlerinden tek taraflı olarak vazgeçerse, diğer taraf devletler, Türkiye’ye karşı, siyasi, askeri, ekonomik vs. yaptırımlar uygulayabilecektir. Bu olasılık, idam cezasından beklenen yarar ile zararın tartılmasını gerektirmektedir. İdam cezasının, 15 Temmuz darbe teşebbüsüyle ilişkilendirilmesi de, hukuki gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Zira, ceza hukukunun en temel prensiplerinden biri, “kanunların geçmi- güncel şe yürümemesi” ve “sanık lehine olan yasanın uygulanması” ilkesidir. Türkiye; idam cezasını yürürlüğe koysa bile, idam cezası, yürürlüğe gireceği tarihten önceki suçlara (15 Temmuz darbe teşebbüsüne ve bu yasa sanığın aleyhine olduğu için) uygulanamaz. Failin yakalanmış olması veya kaçak olması önem taşımaz. İdam cezasının Fethullah Gülen’e ve Abdullah Öcalan’a uygulanacağına ilişkin açıklamalar, hukuki temelden yoksundur. AK Parti, (15 Temmuz darbe teşebbüsüne destek verdiğine inandığı) Avrupa Birliği’nin üyelik müzakerelerini sonlandırmasını istiyorsa, bu tartışmayı (toplum vicdanını kanatmaya devam eden idam cezası ekseninde değil) farklı bir zeminde yürütmelidir. Türkiye’de idam cezasının 80 yıllık uygulaması, bu cezanın acılarının ne kadar taze ve ne kadar derin olduğu, hâlâ kanamaya devam ettiği, sonuçlarının ne kadar yıkıcı olduğu, suç işleme oranını da azaltmadığının en somut kanıtıdır. Türkiye’de insan hakları çıtasının yükselmesinde büyük emeği olan AK Partinin, idam cezasını geri getirmesi kuruluş felsefesinin inkârı olacaktır. Bir inat uğruna, böylesine meşum bir cezayı meclis gündemine getirirlerse, bu ceza lehinde oy veren milletvekilleri ile yasalaşmasına destek verenler, ileriki yıllarda, haksız yere idam edilecek olan herkesin sorumluluğunu üstlenmiş olacaklarını unutmamalıdırlar! Türkiye; idam cezasını yürürlüğe koysa bile, idam cezası, yürürlüğe gireceği tarihten önceki suçlara (15 Temmuz darbe teşebbüsüne ve bu yasa sanığın aleyhine olduğu için) uygulanamaz. Failin yakalanmış olması veya kaçak olması önem taşımaz. İdam cezasının Fethullah Gülen’e ve Abdullah Öcalan’a uygulanacağına ilişkin açıklamalar, hukuki temelden yoksundur. 1. Engizisyon mahkemelerinde uygulanan idam ve işkence yöntemleri, halen, Avrupa ülkelerinde müzelerde sergilenmektedir. Tarihte uygulanan çeşitli idam yöntemleri, cezaların büyük bir öç duygusu altında infaz edildiğini göstermektedir. 2. Dr. Zahir Kızmaz, Ceza veya Kriminal Yaptırımın Suç Oranları Üzerindeki Caydırıcı Etkisi, Sosyal Bilimler Dergisi. shf.212 3. Dr. Metin Feyzioğlu, Ölüm Cezası Üzerine Düşünceler ve Anayasa Değişikliği ile 4771 Sayılı Kanun’un Getirdiği Yeni Düzenlemeler, (Ankara Barosu Dergisi, 2002/4, yıl 60, ss.1335) Cezanın amacını açıklayan pek çok teori vardır. “Mutlak teoriler”, cezanın mahkuma verdiği acı ile zararın ödetilmesi, onun tek amacıdır. “Nisbi teoriler”, cezanın, “genel önleme” ile toplumun fertlerinin suç işlemekten alıkonulması, “özel önleme” ile de suçlunun ıslahı veya toplumdan tasfiyesi yoluyla yeni suçlar işlemekten alıkonulması amaçlanır. “Karma teoriler”de, cezanın ödetme amacı yanında, genel önleme ve özel önleme amaçlarına hizmet ettiği ileri sürülmektedir. 4. Dr. Zahir Kızmaz, Sh1.217 5. Türkiye’de suç istatistiklerine göre, 2015 yılında 1.542 kişi, 2014 yılında 1. 433 kişi öldürülmüştür. Mala karşı işlenen suçlar nedeniyle (258.307 davada) 394.265 kişi yargılanmış, bunlardan (74.426 hırsızlık ve 173.058 nitelikli hırsızlık olmak üzere) 247.484 kişi “hırsızlık” suçundan yargılanmıştır. Kısa süre önce Meclise verilen (ve tepki- ler üzerine geri çekilen) önergeyle, devlet, küçük yaşta evlilikleri önleyecek sosyal politikalar uygulamadığından, dört bin civarında erkeğin (kocanın), çocuklara cinsel istismar suçundan hükümlü olduğu ortaya çıkmıştır. Bu konuda Türkiye ile benzerlik arz eden İspanya, 1980’li yıllarda 12.867 olan 16 yaşından küçüklerin evlilik sayısını, 1990’lı yıllarda 2.678’ye, 2000-2014 arasında 365’e düşürmüş, 2015 yılında da rüşt yaşını 13’ten 16’ya çıkarmıştır. 6. Norveç’te, 22 Temmuz 2012 tarihinde, Utoya adasında, çoğu çocuk 77 kişiyi öldüren ve 242 kişiyi yaralayan Anders Behring Breevik hakkında Mahkemece verilen (o ülkedeki cezanın üst sınırı) 21 yıl hapis cezası işlenen suça denk değildir. Bununla birlikte, müebbet (ömür boyu) hapis cezasının, suçlu ve çevresinde, idam cezasından daha etkili olduğu öne sürülmektedir. Müebbet hapis cezasına mahkum edilenlerden bazılarının cezaevinde intihar etmesi, ölümü, müebbet hapis cezasından daha iyi bir seçenek olarak kabul ettiğini göstermektedir. 7. Öç alma, idam cezasının en önemli gerekçelerinden biri olmuştur. İdam cezasını savunanlar, az sayıda ve hunharca işlenen bazı suç örneklerini, idam cezasının gerekliliğine gerekçe olarak sunmuştur. Suçların, toplumsal düzendeki arızalardan meydana geldiğini, arızalarının ıslahı halinde suçların da azalacağını unutmayalım. SAYI: 152 ARALIK 2016 67 güncel Trump’la dünyayı nasıl bir gelecek bekliyor? ENGİN DİNÇ dinç[email protected] HERKESIN merakla beklediği ABD başkanlık seçimlerinde dünya kamuoyunu büyük bir şaşkınlığa uğratarak seçilen isim Donald Trump oldu. İngiltere’den sonra ABD seçiminde de anketler sonucu tahmin edemedi. Son hafta yayınlanan en az 10 anketin 9’unda Clinton’ın kazanacağı öngörüsüne rağmen zafer Trump’ın oldu. ABD’deki karmaşık seçim sistemine göre Trump 175 bin eksik oyla kazandı. Buna göre Trump, 59 milyon 216 bin oy ve yüzde 47,5 oy oranı ile 306 delege çıkartırken, Clinton 59 milyon 391 bin oy ve yüzde 47,7 oy oranı ile 232 delege çıkarabildi. ABD’nin 45. başkanı olan Donald Trump, kendinden önceki başkanların aksine, ordu da hizmet etmemiş veya kamu görevinde çalışmamış ilk başkan oldu. Seçimlerden önce medyanın, anket şirketlerinin hasılı genel kamuoyunun Hillary Clinton’ın seçileceğine dair güçlü beklentisine ve hatta manipülasyon çabalarına rağmen Trump’ın nasıl olup da büyük bir fark atarak seçilmeyi ba- 68 SAYI: 152 ARALIK 2016 şardığı hâlâ büyük bir tartışma konusu. Bununla ilgili çok fazla sebep sayıldı. Trump’ı ABD halkının ve dünyanın genelinde kötü gösteren bazı söylemleri olmuştu. Donald Trump’ın seçim sürecinde en çok konuşulan sözleri Müslümanlar, kadınlar ve göçmenler hakkında söyledikleri oldu. Trump, yaptığı bir açıklama ile ABD yönetimine Müslümanların tümünün ülkeye girişini yasaklama çağırısında bulunmuş, göçmenlerin ülkeye girişini engellemek için Meksika sınırına bir duvar öreceğini söylemiş, Clinton’a yönelik “Sen ne kadar iğrenç bir kadınsın” sözlerini kullanmıştı. Trump’ın tüm bu sözleri de büyük tepki çekmişti. Tüm bu negatif görünümü ve itici sözlerine rağmen 2008’deki ekonomik krizin etkilerini hâlâ üzerinden atamayan ABD’de Barack Obama ve politikalarından umduğunu bulamayan seçmen, kendilerine eski günlerini vadeden Trump’a büyük destek verdi. Seçimlerin ardından Trump’ın kazanmasını özellikle taşradaki beyaz ABD’li seçmene ve Clinton hakkındaki usulsüzlük iddialarına bağlayanlar çoğunluktaydı. Burada önemli olanın beyaz ABD’li seçmenin desteği olduğunu ve bu konunun daha geniş perspektiften ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Konu ABD’deki iki başkan adayının yarışından çok daha farklı bir dip dalganın gelişmesiyle ilgili. Trump’ın ABD seçimlerindeki başarısı, aslında küreselleşme ile ulus devletlere dayalı sistem arasındaki gerilimin bir yansıması. Bilindiği gibi, küreselleşme sermayenin ve bilginin tüm dünyada herhangi bir sınır ya da engelleme olmadan, sınırsız bir şekilde dolaşımda olması fikrine dayanıyor. Bu bağlamda küresel şirketlerin yön verdiği dünya ekonomisi; BM, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) vb. uluslararası kuruluşlarla bir yandan ulus devletlerin bağımsız karar verme yeteneğini elinden almaya çalışırken, bir yandan da iç karışıklıklar, darbeler ve savaşlarla kendilerine sorun çıkaran ülkelerdeki yönetimleri değiştirmeye çalışıyorlar. Mısır, Afganistan, Brezilya, Venezuela, Ukrayna, Türkiye, Su- güncel riye, Irak, Libya, Tunus, Sudan vb. pek çok ülkede bu tip çabaları sergilediler. Kiminde başarılı, kiminde ise başarısız oldular. Bu çabaların bir sonucu olarak ortaya fakir, istikrarsız, ekonomisi kötü, iç savaş ve çatışmaların dinmediği pek çok ülke ortaya çıktı. Bu ülkelerin halkları ise yaşanılan kötü şartlardan kurtulmak, huzur ve refah için gözünü gelişmiş Batı ülkelerine dikti ve buralara yöneldi. Kimi legal yollardan, kimi ise illegal olarak bu ülkelerin yolunu aşındırmaya başladı. Tek istedikleri daha iyi bir yaşam olan bu insanların önünde ise büyük engeller var. Ancak küreselleşmenin çelişkisi de burada başlıyor. Küreselleşme düşüncesi, tüm dünyanın zenginliğini ele geçirmek için paranın ve bilginin sınır- Kabul etmek gerekir ki, ABD’de Trump özellikle taşralı beyazların, yaşlıların ve hispanic ya da- siyahi olması önemli değil- işsiz gençlerin oyunu aldı. sız bir şekilde dolaşımına imkân verirken, emeğin yani insan unsurunun sınırsız göçüne imkân vermiyor. Sermaye gelişmiş Batı ülkelerinde toplanırken, bu dünyanın dışında kalan bölgeler giderek daha fazla kan, gözyaşı, açlık ve fakirlikle mücadele ediyor. Yine kapitalizmin küreselleşmeyle birlikte artan ve derinleşen krizler, bir yandan Batılı ülkelerin güven dolu ekonomilerini vururken, bir yandan da bu durumun artık eskisi kadar kolay atlatılamayacağını gösteriyordu. Buna ucuz işgücü için yatırımlarını ülke dışına taşıyan küresel şirketleri ve göçleri de ekleyince, Batılı ülkelerde halk giderek gelecek endişesi taşıyan bir hale büründü. Toparlanamayan Batılı ekonomilerde halklar artık daha huzursuz, daha güvensiz ve gelecekten kaygılıydı. Trump işte böyle kaygılı, umutsuz ve güvensiz bir Amerikan halkından destek gördü. Kabul etmek gerekir ki, ABD’de Trump özellikle taşralı beyazların, yaşlıların ve hispanic ya da- siyahi olması önemli değil- işsiz gençlerin oyunu aldı. Trump’ın vaatlerine bakıldığında özellikle kapanan fabrikaların yeniden açılacağına, kayıt dışı göçmenlerin yakalanıp sınır dışı edileceğine, terör tehdidi olarak gördükleri Müslü- SAYI: 152 ARALIK 2016 69 güncel Küreselleşme düşüncesinin merkezi olarak kabul edilen ABD’de, küreselleşmecilerin kaybettiğini söyleyebiliriz. Kendisinin de uluslararası yatırımları bulunmasına rağmen küreselleşme mağduru kesimlere yönelik söylemleriyle seçimleri kazanan Donald Trump’ın oluşturduğu şok bundan kaynaklanıyor. manların ülkeye girişine izin vermeyeceklerine, ülkenin Ortadoğu ya da dünyanın başka yerlerinde heba edilen kaynaklarının yurtiçinde harcanacağına vb. pek çok şey bulabiliriz. Küresel şirketlerin ve lobilerin desteklediği kampanyasına verilen maddi destekten de belli olan Hillary Clinton’ın ise Amerikan halkının geniş bir kesimini oluşturan insanlar için bir cazibesi yoktu. Zira Clinton’ın Obama’nın politikalarını devam ettirmekten başka bir yol takip edeceğine dair bir işaret bulunmuyordu. Obama ise dış politikadaki başarısızlığının yanı sıra Obamacare olarak adlandırılan ve ülkede özellikle Cumhuriyetçiler tarafından tepkiyle karşılanan sağlık reformu dışında ülke içinde pek çok alanda yetersiz kaldı. Ekonominin krizden tam anlamıyla kurtulduğuna dair güçlü işaretler olmaması da halkın kararında etkili oldu. Tüm bunları bir araya getirdiğimizde küreselleşme düşüncesinin merkezi olarak kabul edilen ABD’de, küreselleşmecilerin kaybettiğini söyleyebiliriz. Kendisinin de uluslararası yatırımları bulunmasına 70 SAYI: 152 ARALIK 2016 rağmen küreselleşme mağduru kesimlere yönelik söylemleriyle seçimleri kazanan Donald Trump’ın oluşturduğu şok bundan kaynaklanıyor. Küresel şirketleri ve lobileri temsil eden Hillary Clinton gibi bir ismin kaybedeceğine hiç inanmadılar. Yaşanan büyük hayal kırıklığını ve son günlerde gördüğümüz oyların yeniden sayılması tarzı haberleri bu gelişmelerle açıklayabiliriz. Donald Trump’ın özellikle dış politikada keskin değişimler yapabileceğini düşünmemek gerekiyor. Zira ABD’nin belirlenen politikalarının kısa sürede değişeceğini düşünmek, bu ülkeyi yeterince iyi tanımamaya işaret eder. Yine de Trump, daha az maliyetli bir dış politika gütmeyi hedefleyecektir. Bu durum muhtemelen Ortadoğu’daki askeri varlıkların azaltılmasından müttefik olarak görülen kimi ülke ve örgütlere yönelik yardımların kısıtlanmasına kadara geniş bir çerçevede ilerleyecektir. Söz konusu bölgelerdeki ülkelerde istikrarsızlığa yol açacak değişimler konusunda daha isteksiz davranacaklarını söyleyebiliriz. Bu da Trump’ın açık- ladığı gibi Suriye’de Esed iktidarının devamından yana bir politika değişikliğine gidilmesine yol açacaktır. Kısacası Trump, önceliği ülke içine verirken ülke dışında daha temkinli, ihtiyatlı ve maceradan uzak bir yol izleyecektir. Özellikle Rusya ile yaşanan gerilimin Trump’la beraber azalacağını da söyleyebiliriz. Barack Obama, ilk yurtdışı ziyaretini Ortadoğu’ya yapmış, onlarca barış mesajı vermiş ve Nobel Barış Ödülü’ne henüz hiçbir icraat yapmadan layık görülmüştü. Bugün Obama, Suriye’de binlerce insanın öldüğü, çocukların dayanılmaz acılar çektiği görüntülerin medyaya yansımasının sorumlusu olarak karşımızda duruyor. Ukrayna’da, Gürcistan’da ve Suriye’de Rusya’ya karşı başarısız olan ABD, Türkiye ve Suudi Arabistan gibi dost kabul ettiği ülkelerin güvenini kaybetmiş durumda. DAEŞ gibi bir terör makinasını ortaya çıkarmış, PKK/PYD gibi terörist yapıları meşrulaştırmaya çalışan bir görüntü içinde. Kısacası iç politikada kayda değer bir başarı kaydedemeyen Obama’nın başarısız dış politikası sonucu yerine gelecek olan Trump’ı zor günler bekliyor. PKK/PYD ve FETÖ üzerinden gergin bir dönemden geçen Türkiye-ABD ilişkilerinin Trump’la beraber nasıl bir seyir izleyeceğini ise hep birlikte göreceğiz. DÜŞÜNCE İstismar HARUN UÇUR [email protected] TOPLUMSAL insani münasebetlerde yaşanan ve yaşadığımız, sosyal ve ahlaki çeşitli yaralara neden olan acı hallerimiz içinde “istismar” çok büyük bir yer edinmektedir. Genel olarak bilinen istismarlar; kadınlara, çocuklara ve engellilere yönelik olmaktadır. Ancak daha derinden irdelendiğinde bu acı ve aşağılık durumun çok geniş bir alanı kuşattığına şahit oluruz. Örneğin zamanımızın çeşitli cemaatlerine, tarikatlarına, mezheplerine, partilerine, sivil toplum kuruluşlarına baktığımızda kendi menfaatleri için her kazanımı değerlendirilip kullandıklarını görürüz. Güçleriyle, zenginlikleriyle ve çokluklarıyla övünen ve bunları tek gaye edinen bu camialar için amaç yolunda her samimi değer ve insan istismar edilebilir. Yine bu uğurda hak ve hukuka riayet edilmediği gibi her şeye mubah gözüyle bakıldığını görürüz. Tüm istismar kurbanlarının ortak özelliği samimiyet sahibi, iyi niyetli olmaları ve varlıklarıyla büyük bir kuvveti barındırmalarıdır. İstismarcılar gerçek yüzlerini maskeleyerek kendilerine güç katmak için, çıkarları uğruna liyakatli, zeki, başarılı, çalışkan, sadakatli ve bilgili insanları kullanarak menfaat devşirmek suretiyle işlerini yürütürler. İlk olarak kullanacakları insanları önce kendilerinin samimiyetine inandırarak işe başlarlar. Onların ihlaslı ve sadakatli olduğuna inandığınız andan itibaren farkına varmadan istismara uğrarsınız. Kullanılanlar samimi olduğundan herkesi kendileri gibi samimi olarak görmektedirler. Onlar, davanın derdine aşk ile adanırken, liderin kalbindeki istismarı bilemezler. Onlar, hastalığın ıstırabına yanarak şifa ararken, şifacının gönlündeki istismardan haberleri olmaz. Menfaat avcıları sezdirmeden kurbanlarını tuzaklarına çekerek hedeflerine ulaşırlar. Aç bir yırtıcı nasıl ki avını gördüğünde gözü başka bir şeye kaymadığı gibi onlarda aynı şekildedir. Bakışları çıkar bürüdüğünde her anlamlı ve değerli şeyin anlamı ve değeri kaybolur; önemsizleşir, yerine menfaatin basitliği yerleşir. Bu aşağılık ve rezilce davranışın dünya çıkarından daha değerli hiçbir şeyi olmayan, ebedi ahiret inancından uzak kişiler tarafından yapılmasını bir yere kadar belki normal olarak görebiliriz. Fakat tam manasıyla ahiret inancı olan müminler için du- rum böyle değildir. İnsanlarla olan tüm münasebetlerin ardında saklı her niyetin sorgulanacağına inananların davranışlarının umarsızca olması düşünülemez. İnananların hesap günü idraki, “iç ve dış bir olduğunda her gizli ve açık” ortaya dökülüp görülmesidir. Buna canı gönülden iman eden müminlerin tek amacı Allah’ın sevgisi ve rızası olmalıdır. İstismarca yaklaşımların “Müslüman” etiketli topluluklar tarafından sergilenmesi kalbi bir hastalığın belirtisidir. Bu hastalığı en güzel şekilde tarif eden yine Peygamber Efendimiz (as) olmuştur; bu kalbi marazı ‘vehn’ olarak niteleyerek, dünya sevgisi ve ölüm korkusu illetini teşhis etmiştir. Kâr ve zararın merkezine dünya konulduğunda ve ahiret kazancı örselediğinde otomatikman ‘vehn’ illetine yakalanılmış oluruz. Yüce Rabbimiz Tekasür Suresinde, “Çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi.” buyurmuştur. İstismarın temelinde çokluk kuruntusu olduğu net bir şekilde görülür. Unutulmaması gerekir ki Bedir zaferi çok olanların değil imanı büyük olan az bir topluluğun zaferiydi. Sonuç olarak şunu açıkça söyleyebiliriz; Müminlerin hayatında her türlü istismarın yeri yoktur, olamaz. İnsanların iyi niyetlerini kötüye kullanmak ve sömürmek muttakilerin işi değildir. SAYI: 152 ARALIK 2016 71 GÜNCEL Kürt sorununda geleceğe dair HASAN POSTACI [email protected] 15 TEMMUZ süreci ile birlikte ilan edilen olağanüstü hal ve eş zamanlı başlayan Fırat Kalkanı Operasyonu ile sonrasında dahil olduğumuz Musul’un kurtarılması harekatı geleceğe dair iç ve dış politikada önemli değişimlerin yaşanacağının güçlü sarsılmaları olarak okunabilir. Bu köklü değişimlerin temelinde ABD’nin Türkiye’nin iç ve dış politikasını şekillendirmede kullandığı FETÖ yapılanmasının çökertilmesi ile başladığının altını çizmek gerekir. Kürt sorunundan, Suriye ve Irak politikalarının FETÖ üzerinden ABD ve Batı çıkarları doğrultusunda manipüle edildiği ve AK Parti hükümetinin bu bağlamda kuşatılmaya çalışıldığını şimdilerde daha net görülüyor. Bu ağır durumu Cumhurbaşkanı yeni bir kurtuluş savaşı olarak tanımlıyor. Türkiye kamuoyunun kahir ekseriyeti 15 Temmuz sonrası iç ve dışta atılan adımları, hükümetin politikalarını ve özellikle cumhurbaşkanının söylem ve duruşlarının son dönemlerde görülmemiş bir ortak milliyetçilik ruhu ve iklimiyle destekliyor. Ülkenin içinde bulundu- 72 SAYI: 152 ARALIK 2016 ğu olağanüstü sıcak koşulların uzun vadeli sürdürülemeyeceğini de akılı başında herkes görüyor. İlk ayların kontrolsüz ve ölçüsüz FETÖ operasyonlarının olumsuzlukları son dönemlerde alınan kararlar ve yapılan açıklamalarla telafi edilmeye çalışıldığı görülüyor. Genel olarak hukuki uygulamalarda bir takım mağduriyetler yaşanması, bazı maddi hataların yapılması, siyasi olarak yaşananları görünmez kılmamalı. Dış destekli açık bir ihanet çetesinin teşebbüs ettiği darbenin başarılı olması durumunda ülkenin ne hale geleceğinin kâbusunu bile birazcık düşünmek, bu mücadelenin siyasi düzlemde bir varoluş çabası olarak algılanmasını gerektirir. Sürecin geleceğine dair birçok boyutta hikmetli derin analizler yapılmasına ihtiyaç olduğunu görmek gerekir. İçte ve dışta sürdürülen ve yoğunluklu olarak askeri tonu fazla olan politikaların, psikolojik, ekonomik ve daha birçok açıdan bu tempo ve sıcaklıkta taşınamayacağı aşikârdır. Bu bağlamda Kürt sorunu özelinde geleceğe dair değerlendirmelerde bulunmaya çalışalım. Öncelikle son süreçte ortaya çıkan en önemli hususun FETÖ ve PKK’nın aynı üst akıl tarafından yönlendirildiğidir. Özellikle PYD’ ye verilen açık destek bu durumu daha görünür kılmıştır. Fırat Kalkanı Operasyonu ile beraber bir yandan PYD’ nin Suriye’deki etkisi kırılmaya çalışılırken, içeride PKK’ye karşı başlatılan askeri operasyonlar, hendek stratejisinin uygulandığı yerleri de aşarak kırsal hâkimiyet alanlarını ve sınır ötesi kandil bölgesini de içine alacak şekilde genişletildi. HDP vekillerinin tutuklanması ve Belediyelere kayyum atanması, çeşitli dernek ve sivil toplum kuruluşlarının kapatılması, ilişkili tv kanalları, gazeteler ve internet sitelerinin kapatılması PKK ile mücadelede tüm köprülerin atıldığını gösteriyor. Diğer yandan örgüt sempatizanlığı üzerinden başlatılan başta öğretmenler olmak üzere kamu çalışanlarının ihraç edilmesi veya açığa alınmasının yaratacağı sosyolojik boşluk ve gerilim sürecin geleceğine yönelik kaygıların artmasını beraberinde getiriyor. Bir sistem sorunu olarak cumhuriyetle yaşıt olan Kürt sorununun yaklaşık son kırk yılına damgasını vurmuş PKK’nın sa- güncel HDP vekillerinin tutuklanması ve Belediyelere kayyum atanması, çeşitli dernek ve sivil toplum kuruluşlarının kapatılması, ilişkili tv kanalları, gazeteler ve internet sitelerinin kapatılması PKK ile mücadelede tüm köprülerin atıldığını gösteriyor. dece askeri operasyonlar ve güvenlikçi politikalarla etkisiz hale getirilemeyeceği geçmişteki deneyimlerle açıkça görülmüştür. Kaldı ki geçmişten günümüze yaşanalar PKK’nın çekirdek katı Marksist-Leninist çizgisini oluşturan mekanik örgütlü yapısının dışında ikinci, üçüncü ve daha alt seviyelerde bir biçimiyle örgütün askeri ve siyasi mücadele sürecinde siyasi bir bilinç ve kimlik kazanmış geniş bir sosyolojik tabanından bahsetmek gerekir. Bugün itibariyle PKK muhalifi ve Kürt sorunu üzerinden bir siyasi duruş ve söylem sergileyen yapılanmalar açısında da Kürt sorunu hâlâ sistemin yapısal bir sorunu olarak algılanmaya devam edecektir. Ayrıca Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve Suriye’de yaşananlar Kürt sorununun artık yerel bir sorun olmaktan çok küresel bir sorun olduğunu ve her bir Kürdistan coğrafyasında yaşananların birbirini etkilediği gerçekliğini de görmek gerekir. PKK’nın hayati bir stratejik hata yaparak AK Parti dönemi çözüm süreci kredisini tüketmesine en büyük cezayı Müslüman Kürt halkı verdiği desteği çekerek göstermektedir. Ancak bu durum Kürt sorununun PKK yenilgisiyle biteceği gibi bir yanılgıya dönüşmemelidir. Çözüm sürecindeki dosyalar olduğu yerde duruyor. Yeni Ana- yasa sürecine Kürt sorununun çözüm dinamikleri mutlaka yansıtılmalıdır. Kürt ve Türk halklarının tüm Anadolu coğrafyasında sosyolojik kaynaşmasının daha derin temellere dayanmasının beraberinde getirdiği tek devletli çözümün nitelikli düzenlemelerle tüm toplumsal kesimlerden destek göreceğini belirtmek gerekir. Kürt sorununun çözümünde bir şans olarak görülen Ak Parti hükümetinin bu bağlamda sorunun çözümüne dönük çabaları tekrardan gündemine alması oluşan olumsuz psikolojik iklimi rehabilite edecektir. Bu bağlamda yapılacaklar ise geçmişte yapılan müzakerelerin tozlu notları arasında durmaktadır. Bu süreçte öncelikle yapılması gereken Kürt sorununa duyarlı sivil siyasi aktörleri cesaretlendirecek adımlar atmaktır. PKK vesayeti kadar devletin güvenlikçi ve artan katı milliyetçi refleksleri de bu iklimdeki kırılganlığı artırmaktadır. Yoğunlaşılması gereken ana başlıklar; Kürt dilinin tüm boyutları ile özgürleştirilmesi, geliştirilmesine yönelik düzenlemelerin yeni anayasanın çok dilli, çok kültürlü ikliminde yapılması ve bu bağlamda yeni bir yol haritasının oluşturulmasına yönelik komisyonun görevlendirilmesi. Bu sürecin ekonomik, piskolojik, kültürel ve sosyal projelerle desteklenmesi ve yeniden bir güven ikliminin tesis edilmesi gerekmektedir. HDP vekillerine ve belediyelere yönelik operasyonların oluşturduğu siyasi temsiliyet krizinin aşılmasına dönük tedbirler alınması ile ilgili çalışmalar başlatılmalıdır. Yeni seçimlere kadar kayyumlu belediyelere yerel danışma ve yönetime katılım mekanizmaları gibi bu ara sürecin siyasi bunalım ve güvensizlik boyutunu rehabilte edecek formüller üzerinde düşünülmelidir. Avrupa Birliği üzerinden yaşanan gerilimlerin Kürt sorununa yansımaları iyi yönetilmelidir. PKK’nin Avrupa ülkelerinden aldığı siyasi desteğin ancak diplomatik yöntemlerle etkisiz hale getirilebileceği görülmelidir. Suriye ve Irak politikalarının da soruna yansımaları dikkate alınmalıdır. Barzani yönetiminin bağımsızlığı gündemine aldığı bu süreçte İran ve Rusya olan ilişkilerinde bu soruna etkileri göz önünde bulundurulmalıdır. Sonuç olarak küresel ve bölgesel olarak birçok alanda kuşatılmışlık altında bulunduğumuz bu sürecin çıkış dinamiklerinin başında Kürt sorununu sağlıklı yönetebilmek geliyor. İçte ve dışta bu sorunun sivil siyasi ve barışçıl çözümü derinleştikçe geleceğe daha güçlü yarınlarla yürüyebileceğimizin altını çizmek gerekir. SAYI: 152 ARALIK 2016 73 DENEME İnsan, bir kelime… NECİP CENGİL [email protected] EY ‘dil’ hem lisanım hem yüreğimsin. Yanlış yapar ikisini birbirinden koparırsan, yanlışımın belgesi olursun. İNSAN, bir kelime... Açılımında nice anlamlar yüklü. Bir yanında nankörlük, bir yanında acelecilik, bir yanında nisyan… Bir yanında güzel huy; yaratılıştaki doruk güzellik, erdem ve ahlak… Diğer yanında kötü huy; aşağılığın en alt sınırı durmaktadır. Bir yanında duygu diğer yanında duygusuzluk; bir tarafta sevgi bir tarafta sevgisizlik… Kaskatı bir yüreğe karşı, ipekten daha yumuşak ve okşayıcı bir yürek… Sivrilen dilin karşısında, incitmeyen, onurlandıran, güzelliklere çağrı yapan bir dil… Bir yanda başıboş olduğunu düşünebilen, diğer yandan yükünü ağırlaştıran “emanet” kelimesiyle çevrelenen bir insan. Ki, başıboş bırakılmayan insan emanet kelimesiyle sarılı ve emaneti koruma konusunda sürekli bilgilendirilmiş, desteklenmiş ve yalnız bırakılmamış. Ve insan kendi kendisinin tutsağı, kendi kendisinin hapishanesi… Hem kuyu hem Yusuf… Hem kuyuya atan, hem kuyudan çıkaran el… Bir yanında melik durur, en yakını- 74 SAYI: 152 ARALIK 2016 nı korumak adına Yusuf’u zindana atan. Bir yanında Züleyha durmaktadır, günaha çağrı sahnesini makul göstermeye adanmış oyunlar oynayan. Günah oyununa ortaklar arayan ve günah oyununu sürdüreceğini ilan eden. Oyunu iftira ile bitiren. Ve dedikodu deryasını Yusuf’un yoluna salan. Ve Yusuf… Bir yanında dedikodu ile gelen zindan, bir yanında rüyası. Bir yanında rüya tabirinden çıkan zindan anahtarı… Anahtarı saraya, rüyayı zindana, tabiri Melike taşıyan kelimeler… Dilinde sırrı saklı insanın… Bir kelime, bir cümle... İhtiyaçları ile daima muhtaç olan, emellerine bağlı olarak daima rüyalarla, hayallerle, beklentilerle yorulan, tul-u emel sahibi, savrulan; eşyanın isimleri ile tanışıp meleklerin bile bilmediklerini öğrenen, konuşan, anlatan, yazan… Akabinde; öğrendiği, anlattığı, yazdığı gibi olamayabilen… Veya kimi zaman, meleklerin inip musafaha yapacağı kadar hakikat ve güzellik pınarı olmayı başarabilen. An- cak her an dilinin provokasyonuna gelme ihtimali olan… Dilinin gadrine uğrayabilen insan. Aldatılmışlığı dilinde aramayı kimi zaman unutan insan… Dili hakkında uyarılmışken, uyarıldığı konuları ve ‘uyaran kelimeleri’ unutan insan… Belki de insan; dil, söz, konuşma ile alakalı olarak peygamberimizden gelen şu hatırlatmayı zihnine nakşetmeli: “Âdemoğlu sabaha erdi mi, bütün azaları, dile temenna edip: “Bizim hakkımızda Allah’tan kork. Zira biz sana tabiyiz. Sen istikamette olursan biz de istikamette oluruz, sen sapıtırsan biz de sapıtırız!” derler.” Ey ‘dil’ hem lisanım hem yüreğimsin. Yanlış yapar ikisini birbirinden koparırsan, yanlışımın belgesi olursun. Yanlış yapar yüreğimin içini boşaltacak, tarumar edecek şekilde açılırsan kaybedişimin ilanı olursun. Nice “akıllı” görünüşlü insanı alay konusu yaptın. Nice ümmi insanın beynindeki, yüreğindeki bilgelikleri açığa vurdun. Nice “zeki” kabul edilen insanın arzulanmayan sivriliği oldun. Sırları açığa vurdun; sırları açığa vurulanların yerden yere vurulmasına sebebiyet verdin. Nice “gizemli şahsın” aynası oldun, sakladığı asli kimliğini deşifre ettin. Belki sayısız kere “Hay dilini arı soksaydı da...” denildi senin için. Veya “Dilim tutul- deneme saydı da söylemeseydim…” diye tepki verilen nice cümleler şekillendi seninle. Dili, hem yüreğinin, hem düşüncesinin, hem hayatının anahtarıdır insanın. İnsan akılla teçhiz edilip mükerreren akletmeye, düşünmeye, tefekküre davet edilen ve hesabını ağırlaştıracak bir yönünün de dili olduğu kendisine bildirilen kişi… İnsan, kimi zaman diline hâkim olan, kimi zaman dilinin savurmasına kapılıp şaşkın duraklarda gezinen, bazen dilini bilincinin izahı olarak değerlendiren kişi... Dilini nasıl kullandığı, nerede değerlendirdiği, seçtiği kelimeler... Hepsi önemli. Dil, insanda bir çekim gücü oluşturacağı gibi, gönül kırıcı ve itici bir özellikte kazandırabilir. Bakarsınız “dil-baz” der, sözündeki hoşluğu, güzelliği anlatırlar. Bir başkası için “ dil-azar” der, konuşurken nasıl hatır kırdığı, kırıcı olduğu izah edilir. Mevlana’nın dediği gibi: “A dil, hem sonsuz bir haznesin sen;/ hem dermanı bulunmaz bir dertsin sen.” Dili, lisanı insan düşüncesinin meyvesi… Düşünce; hayat ağacının ruhudur. Düşüncesini izhar ederken güzel ve çirkin sözden haberdar edilen ve güzel söze davet edilirken çirkin sözden uzak durması öğütlenen kişidir insan… Mesela Sadî-i Şirazî “İster uşşak, isterse hicaz olsun, kötü çalgıcının gırtlağından çıkan sesin değeri olmaz.” der. Diğer taraftan güzel söz, kökü yere sağlam basan, bir diğer ifadeyle sağlam ve sağlıklı bir örfe sahip; dalları göğe doğru uzanırken çevresini gölgeleyen ve sürekli meyve veren bir ağaca benzetilir. Çirkin sözün kökü sallantıdadır, sağlam bir örfe veya geleneğe sahip değildir; meyvesizdir veya meyve gibi görünen mahsulü faydasızdır. Neticede güzel söz veya çirkin söz, her ikisi de kelimelerden oluşmaktadır. Ve insanın “güzel sözde” karar kılması, elfaz-ı cemile ile donanması, kem sözden uzak durması beklenmektedir. Ve denir ki; hayata anlam katacak söylem elfaz-ı cemile ile donanandır. Kelime yıldız, cümle galaksi… Ve insanın yörüngesini çizen, kurduğu cümleler, seçtiği kelimeler. Yıldızlar yanıp söndüğü gibi, insanın sözleri ve kelimeleri de inkırazla yüz yüzedir. İnsandan istenense doğruya, sürekliliğe ve ışıldamaya inkıyadı yani uyması veya itaat etmesidir. Şikeste hali, yani yorgunluk ve yılgınlık insanın peşini bırakmaz. “Şikeste” ye karşı inkişaf kelimesi bekler insanı. İnhirafa karşı insicam… İnsandan her an insaniyet beklenir. Yani insan olmanın güzellikleri aranır ondan. Ve insan “İnsaniyet-i Kübra” olan “İslam” ile şereflendirilerek, ona yolculuğunda yalnız bırakılmadığı, yarsız ve desteksiz olmadığı hatırlatılır. İnsana insaniyet-i kübra yar olunca, kişi bu sağlam yârin izinde yolculuğunu sürdürürken güzelliklerin adresi oluverir. Kelimeler nura dönüşür, insan ışığın aydınlığında konuşur ve çevresini aydınlatır. Evler ve sokaklar ürkütmeyen, sevgiye doyuran, hoşnutluğa çağıran sözlerle dostlaşır. Ve elbette sözlerin adamına göre yakıcı olanı da vardır. Nur kimine nar görünebilir. Gerçekleri duymanın ağırlığına dayanamayanlar olabilir. Rahmet kaynağı bazısı için bir firak membaı olur. Fısk daha yakın gelir kendilerine. Günahlardan örülü kaleyi kendilerine daha yakın hissedebilirler. Yani henüz insaniyet-i kübra’ya hazır olmayabilirler. Fakat her âdemoğlunun insaniyet-i kübra için namzet olduğunu unutmadan ses vermek gerekir. Kelimeler insanın mana iklimini anlatacağından, kelimelerden iticilik değil çekicilik oluşturmak önemlidir. “Müjdeleyin nefret ettirmeyin, kolaylaştırın zorlaştırmayın” kıvamında… Önemli olan buna dair uğraş vermektir elbette. Muhatabın arzulanan yankıyı vermemesi irfan ikliminden vazgeçirmemeli insanı. Evet, insanın duası kelimelerden, bedduası kelimelerden… Yazgısı kelimelerden. Kendi tuttuğu günlüğü, kendisini gözetleyenlerin tuttuğu “ha- Nur kimine nar görünebilir. Gerçekleri duymanın ağırlığına dayanamayanlar olabilir. Rahmet kaynağı bazısı için bir firak membaı olur. SAYI: 152 ARALIK 2016 75 deneme Hayata canlılık veren, ölümü yaşama dönüştüren ve hayata şahitlik eden kelimeler hep var olacaktır... Kelimeler varlığını yitirmeyecek; canlı, cesur, vefalı, ahdine sadık, insan olmanın ve insan kalmanın hakkını verecek olan kişileri arayıp duracaktır. yat günlüğü” kelimelerden… Öyledir, her insanın bir günlüğü vardır, tutulan. Kelime kelime yazılan, satır satır okutulacak olan. Yaptığı her şeyi bulacağı bir günlüktür tutulan. Kâtipleri ile birlikte yürüdüğünü düşünen insan, sırtında bir kâğıt ve kalemin ağırlığını hissetse nasıl olur? Her söylediğinin kâtibin kaleminden çıkan mürekkeple belgelendiğini bilmekten öte hissederek yaşayan insan herhalde sözlerine daha bir dikkat eder. İnsanla gezen kâtip arzuhal yazmaz, hayatın her anını kitaplaştırır. Öyle ki, yazılan bu kitabın bir tek okuyucusu vardır. Herkese, yalnızca kendi kâtibinin yazdığı kitap okutulur. İnsan sürgüne ve sınava gönderildiği şu dünyada adresini bulmak için kelimeleri kullanır. Ne Firavun dinler kelimeler, ne korku; suyun en sert kayaları dinlemediği gibi… Ola ki ucunda uçurumlar olsa bile... Ola ki, ucu darağacına uzansa bile. Aşkı, tutkusu, nefreti kelimelerden örülü insanın… Aşk-ı hakiki ile yolunu bulur, aydınlığı yakalar, nura ulaşır, sözleri nurdan damlalar gibi hayatı etkiler. Hayatı karanlıklardan kurtulur, bakışı şüphelerden arınır, arkadaşlığı cennet tadına vasıl 76 SAYI: 152 ARALIK 2016 olur. Ufku açılır, hoşnut olacak bir anlayış yakalar. Kendisini “nara” götürecek düşüncelerden kurtulur. Yakıtı insanlar ve taşlar olan bir cehennem resminde yer almamanın yollarını öğrenir. Aşk-ı kimyevi ile hayat arkadaşına ulaşır. Bir dünya paylaşır, beraber uhrevi hazırlığını yapar. Yani fıtri bir ihtiyacını gidermekle kalmaz, aynı zamanda hayatın paylaşma yönünü, sabır yönünü, imtihanın başka boyutlarını tanımış olur. Nice anlamlar yüklü insanda. O bir âlem, bir toprak hülasası, bir damla su, bir çiğnem et ve âlemin çığlığı. Onu hayata taşıyan, onurlandıran, zillete düşüren kelimeleri… Dilini hayata güzellikler katabilmek için kullananlar olduğu gibi çirkinliği çoğaltmak için kullananlar da çıkabiliyor. Cümle de bir çığlık, kelimelerden örülü. İnsanı ve insana dair, insana ait, insanla ilgili her şeyi açıklayan cümleler. Susmak bilmeyen cümleler. Susturulmak istendiğinde, kuşların diliyle bile hayata seslenen. Tutsaklığı mümkün olmayan cümleler. Nasıl tutuklanır, çığlığın tutsaklığı görülmüş şey midir? Cemil Meriç’in deyimiyle “ Cümle bazen bir çığlıktır, bir şimşek pırıltısıdır, yanar söner. Ama her fikir bir şimşek değil- dir ki, bocalayışları, arayışları, kendi kendini düzeltişleri, çeşitli tecrübeleri ile bütün bir arayış” tır. Ya da “düşüncenin fotoğrafıdır” cümle. Elbette kelimelerden örülü bir fotoğraf… Düşüncenin fotoğrafında, demir parmaklıklar, durmayan, dinmeyen gözyaşları, ağıtlar, hasretler görüntülenmişse, cümlelerin prangasız olduğu söylenebilir mi? Sözleri ile olmasa bile, gözleri ile, bedenleri ile konuşan insanların prangaları kırmamaları mümkün mü? “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım” diyerek çığlığını en gaddar savaşlara duyuran şair hâlâ aramızdaki biri gibi konuşmamakta mıdır? Hatta savaşların ardından hayatta kalan da yalnızca kelimeler, kelimelerle can bulan anılar ve tarih değil midir? Kılıç keser atar, kelimeler dünü bugüne, bugünü yarına taşır. Kurşun hayat bağını koparır, kelimeler hayatı ( dünya ve ötesini) yazar. Kutadgu Bilig’ teki “ Ne yumruktan ne kılıçtan iz kalır,/ insan ölür arkasında söz kalır.” İfadesi düşünmeden söylenen bir söz olabilir mi? Hayata canlılık veren, ölümü yaşama dönüştüren ve hayata şahitlik eden kelimeler hep var olacaktır... Kelimeler varlığını yitirmeyecek; canlı, cesur, vefalı, ahdine sadık, insan olmanın ve insan kalmanın hakkını verecek olan kişileri arayıp duracaktır. Hayata hayat veren kelimeler arasında canlı kalmanın yarışı sürdürüldükçe insan kendi dinamikleri ile hayata anlam katmaya devam edecektir. DENEME Her hâl u kârda unutursak unutuluruz AYŞE ŞENER BIR yaprağın seyrindeyiz. Büyük bir çınardan düşmüşüz. Yüzüyor ömrümüz. Bir dala takılıp iki, bilemedin üç gün eğleşiyor. Mola yola dahil. Derken bir akıntı onu ittiriyor... Yola devam ediyoruz. uzun süren bir namaz: hayat... KÜÇÜK bir ipucu mesabesinde yaşadığımız mekân. Tasavvurun uçsuz bucaksızlığına sığmayan o bilinmeyen âlemlere kıyasla. Olsun. Çok güzel bir bahçe. Kimi yataklarında pek çok zaman kan seli aksa da. “Aşağıda” da olsa... Güneş, ay, yıldızların nöbetiyle dursuz-duraksız akmakta olan bir zaman ırmağının kıyısında... Bir yaprağın seyrindeyiz. Büyük bir çınardan düşmüşüz. Yüzüyor ömrümüz. Bir dala takılıp iki, bilemedin üç gün eğleşiyor. Mola yola dahil. Derken bir akıntı onu ittiriyor... Yola devam ediyoruz. Düzenli tekrar olsak ta, sıradanlaşmaya küçük, büyük isyanız. Bazen hakikaten bir an’ız. Çoğu zamansa koca bir yıl. Bir kovalamaca- dır yaşadığımız. Her hafta sonu gün sayısını az bulanız. Allah Allah! Ne çabuk geçeniz. Fena halde faniyiz. Hayat uzun süren bir namazı andırıyor. Bu büyük namazda ya ayaktayız. Ya oturmakta. Ya da bir istirahat anında... Ya hareket, değişim halinde, ya sabit, durağan. Böyle bir tadili erkan da. Zikrimize sağlık. “Ayaktayken” Aşk ve imanla ayaklanmış, kıyama kalkmış bir kalpken tam bir hatırlama anındayız. Ruhsal ayaklanmalar anında Cenab-ı Hakk’ın hatırını bir bir saymaktayız. Kullanımda olmayan ve yaşama akmayan bütün unutuşlarımızla bir hayal mahşerinde. Birazdan kendimizi sorgulamaya alma heyecanında. Titrek bir hüzün alevlenmekte sol yanımızda. Vicdanın kapıları ardına kadar açık. Tenimizin sınırlarına taşan bir kalbiz. Hayatımızın, uğradığımız bütün “sokak”ların köşe başlarından toplayıp yaşamımızı; elemedeyiz, yaşanması gerekenlerin yüce inceliğinden. Yine sözler vermedeyiz bir dahaki sefere yaşanacaklara. Olsun varsın döneceğimiz sözler... Özür dilemede, bir daha yapmayacağımlardayız. Değişmemiz gerektiğinin beyanında. Lütfen! Bu defa da kabul niyazında... Çok uzaklardan, pek yabancılaşmaktan kendimize gelme anındayız. Tamam. Şuracıkta bir başka yüzü var hayatın. Günlük güneşlik yüzü. Telaşlar, yoğun iş hayatı, tesadüfen ve tevafuken eklenen hikâyelerle dolu bir senaryo akışı içinde, başka bir yerde atan gizli bir kalpçiğimiz var. Şimdi buralardaydı nereye gitti cinsinden kaçak bir kalp. Genellikle bir kenarda olgunlukla beklerken, fırsat kolladıkça bir çeşit ergenlik yaparak dikkat çekmeye çalışan o ince sızı. “ Yaşamak iyi, hayat güzel, aşkı evlendirmesi, kebap ya da pilav, üstüne çay, çarşı pazar, geciken ödemeler, erken faturalar, kasa, cüzdan, çocuk, torun, yazlık, kışlık, sahil, yayla SAYI: 152 ARALIK 2016 77 deneme Boş yere değil hiç bir şey. Boşluk olamaz bunca doluluk. Hiçlik bir intihardır. Var edilmişliğin borçluluğunu her insan olmasa bile, her insaf duyar. Değersizlik yokluktur. Ve muhakkak hayata karşılık olabilecek, eşlik edecek bir anlam geliştirilmelidir. tamam... Hepsi ayrı bir hoşluk. -Da neden? Neden açlıktan düştü düşecek ruhumuz? Hangi sebepten?- Der demez, -Boşuna değil bütün bunlar. Olamaz!- Düşüncesi yoklar durur hepimizi. Bir düş sa’yi bu. Bir oraya, bir buraya arayış. Susuzluk var zira. Her dünyevi doygunluğa burun kıvıran koca bir açlık var. Ve ekler o ses arkasından; -Bir hiç uğruna, boşu boşuna var olmuş olamayız, muhakkak “geçerli” bir nedenimiz var!- Derinimizi kazmalı. Balta yıldıza vurana kadar. Varıp dayanmalı sağlam bir zemine. Bulabilirsek ezeli bulmalı. Sabitlenmeliyiz. Keyfince dönüp dolaşmak için. Yüksek bir yere asmalıyız muallakta gezineni. Kaygısız bir aşk tavafı için. Varoluş bağımızın kesik acısını ve aslında nasıl daha feci bağlandığımızı koparıldığımız göğe... Biliyoruz. ince huylu bi’ağrı Bu düşünce gün içinde ara ara gözlerimizin içine bakar. İnce huylu bir ağrıdır. Kalbi ayak uçlarında bir ceylan. Gönülden iner. Fark edilmek ister. Betonarme çerçevelerin arasında bizi göresi gelmiş gökyüzü, alnımızı aniden, şehrin ortasında hasretle öptüğünde mesela, bunu hissede- 78 SAYI: 152 ARALIK 2016 riz. Ya da şehirden, boy sırasına dizili apartmanları, plazaları, kurumlu binaları ve gece gece konduğu için hep arka sıralarda saklambaçta olanları geçip te şehirler arası bir yol güzergâhında toprağın çiçeklerden, otlardan, böceklerden ve ağaçlardan nefes alışlarını, göğsünün inip inip kalkışlarını gördüğümüz zaman; yani göklerin ve yerlerin yaratılışını tabii ve aşikâr gözlemlediğiniz zamanlarda -o düşünce- yüz bulmuş bir çocuk masumiyetiyle koşar gelir zihnimize. -Yok canım, boşa değil tabii ki bütün bu varlık, boşa olacaksa neden var edilsin ki, elbette dolu bir anlamı var bu yaratmaların, bu var etmelerin bir amacı var,der durur içimizde. Bazı zamanlar kalabalıktan, gürültüden iyice uzaklaştığımızda sesler toplanmak için kendi aralarında sözleşir. Var edilişin anlamlılığını konu alan büyük bir koro oluştururlar. Sanki boşalır içimiz. Kalbimiz bütün varlığı misafir eden koca bir salona dönüşür. Ya da yeni çatılmış bir Nuh aleyhisselam gemisine... Karıncalar bile, boşaltılmış büyük caddelerin ortasından yürür gelir de adımlarından bir tını katarlar o koroya. Sessizlik başka türlü bir bayramdır. Bir bayram şarkısı hatta... -Boş yere yaratılmadık! Bir değerimiz var. Değerlerimiz... Amaçsız ve anlamsız değiliz hiç birimiz. Amaçsız olamayız. Anlamsız yaşayamayız.der her şey. Bu müthiş iç ses. Huzurun bestesi. Ayakta, omurga üstünde, onur alında, iş-güç veya bir faaliyet anında her ne yapıyorsak onu dürüst ve erdemlice yapabilmeye dönüşür. Dolu dolu yaşamaya iter bizi, boş yere yaratılmamış olmamız. Boşluğa düşmemizi, can sıkıntısından gebermemizi engeller. Üreterek yenice yaratılmış gibi, hep bir bahar üzere, hep çiçekli, meltemli, hep doğarak ve dünyaya yeni, özgün bir şeyler getirerek yaşarız. Nitelikle yapmaya çalışırız, her ne yapıyorsak. Kaliteyi ararız. Kaliteyi var ederiz. İlla bir şeyin ehli, mütehassısı oluruz. İlla en iyi yapabildiğimiz bir şey olur. Amatörlükle yetinmeyiz. Heyecanımızı ise hiç bir şeye değişmeyiz. İstikrar ararız. Profesyonelliğimiz ise heyecan kaybına yol açmaz. Liyakatimizi başkalarına fırsat vermeden en başta kendimiz sorgularız. Daha iyi ayakta durmak, daha omurgalı bir hayat için eksiğimizi gediğimizi utanmadan, sıkılmadan, üşenmeden gidermeye bakarız. hiçlik intihardır “Otururken” bir çimen üstünde. Ya da şehrin orta yerinde, evimizde, ikametimiz- deneme de, masa başında, toplantıda, yerleşik hayatta, tahiyyatta, ya da dinlenme anında hayatı bir parça oturtmuşken. İş yerimizde aniden dosyaları kendi hallerine bırakıp, ya da müşteriyi unutup dalıverdiğimizde bu düşüncelere. Hatta en çok ta “yanımız üzerine yatmışken” ayaklanır yine aynı düşünceler içimizde. Küçük küçük ölmeden evvel sorguya alırız kendimizi. Ay çarprazında. Düşünür dururuz. Boş yere değil hiç bir şey. Boşluk olamaz bunca doluluk. Hiçlik bir intihardır. Var edilmişliğin borçluluğunu her insan olmasa bile, her insaf duyar. Değersizlik yokluktur. Ve muhakkak hayata karşılık olabilecek, eşlik edecek bir anlam geliştirilmelidir. Bunca ince ince fikredilmiş ve bahşedilmişliğe, varılmış varlığa ve verilmiş hayata karşı, gülümseyen ve mahcup bir teşek- Şuracıkta bir başka yüzü var hayatın. Günlük güneşlik yüzü. Telaşlar, yoğun iş hayatı, tesadüfen ve tevafuken eklenen hikâyelerle dolu bir senaryo akışı içinde, başka bir yerde atan gizli bir kalpçiğimiz var. Şimdi buralardaydı nereye gitti cinsinden kaçak bir kalp. kür edilmelidir en azından. O da dosdoğru bir amacının olmasıdır şu hayatta. Anlamlı olmasıdır insanın, deriz içimizden. Der miyiz?... Herkesin tefekkürü vardır az veya çok. Herkes farklı cümlelerle, farklı düzeylerde de olsa arar hayatının anlamını. Her hal u kârda, ne yapıyorsak yapalım, dürüst ve erdemlilik ilkelerine göre yapıyorsak zikir halindeyiz demektir. Unutmadığımız değerlere sahibiz anlamına gelir bu. Kalbin titizliğidir. Temizliği... Her hatır bir yana, En Yüce’nin hatrı var demektir hayatımızda. Aferin bize! Zaten böyle za- manlarda bir huzur girer izinsiz, içimize. Uçsuz bucaksız cennet sokulur kalbimize. Alnımıza güneşi alırız. İçimizden ırmaklar akar. Soyut tahtlara yerleştirir bizi bir başka huzur... Dahil oluruz “cennet”e o an. “Cidden göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde -duru ve lekesiz- akıl sahipleri için elbette ibretler vardır. Onlar ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışında tefekkür’e dalarlar. “Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen münezzehsin, bizi ateşin azabından koru!”” (Al-i İmran, 191) SAYI: 152 ARALIK 2016 79 DÜŞÜNCE Mesiyanizm ve Mehdiyet ENES TARIM [email protected] JEST ve mimikleriyle “Mussolini”’ye benzeyen “Trump”, tam bir faşist olsa da, karanlık siyasi geçmişiyle “Hillary Clinton” da bir “Sevgi Kelebeği” sayılmazdı. Trump, ırkçı ve İslam düşmanı bir portre çizerken, Hillary ise Ortadoğu ve dünyanın muhtelif yerlerinde en kanlı işlere imza atıyordu zaten. AMERIKA’DA seçimler sürpriz bir şekilde sonuçlandı ve umulmadık olan gerçekleşerek çok da şans tanınmayan “Trump” başkan oldu. Jest ve mimikleriyle “Mussolini”’ye benzeyen “Trump”, tam bir faşist olsa da, karanlık siyasi geçmişiyle “Hillary Clinton” da bir “Sevgi Kelebeği” sayılmazdı. Trump, ırkçı ve İslam düşmanı bir portre çizerken, Hillary ise Ortadoğu ve dünyanın muhtelif yerlerinde en kanlı işlere imza atıyordu zaten. Seçimin en ilginç sonuçlarından biri de, sonuçların açık- 80 SAYI: 152 ARALIK 2016 lanmasının hemen akabinde ABD’de arama motoru Google’da “Kanada’ya nasıl göç edebilirim” sorusunun en çok arananlar arasında yer alması ve Amerikalı seçmenin tedirginliğinden, aşırı yüklenmeden Kanada hükümetinin internet sitesinin çökmesiydi. “Trump”un seçilmesinden sadece ABD halkı değil, tüm dünya tedirgin olsa da, “Hillary” sıkı bir “Neocon Şahini” olarak bilinir ve rakibi “Trump” tan daha az tehlikeli değildir. Dışişleri Bakanı olduğu yıllarda tüm yeryüzünde çalınan savaş davullarının sesinden onun nasıl da dünyayı savaşa sürükleyici politikalara imza attığını gördük ve yaşadık. Ve aynı Hillary gibi diğer tüm ABD li Neoconlar, İsrail aşırı sağının pompaladığı, “Tanrı’yı kıyamete zorlayarak” “Armageddon” savaşını erkene almayı dinsel bir zorunluluk ve itikadi bir bilinç olarak görmekte. Bu düşünceyi pratiğe aktarma çabaları ve akabinde Mesih’in yeryüzüne inmesini bekleme üzerine kurgulu Mesiyanik düşünce, Müslümanların da kendi içlerindeki kıyamet savaşlarını hızlandırıyor. Armageddon, ABD’li Neocon Evangelistlerce İslam içi mezhep savaşlarını başlatarak tüm dünyayı kaosa sürükleyici projeler içeriyor. Irak işgalinden başlayarak Ortadoğu cehenneminde yaşıyor olduğumuz mezhep savaşları, Batının kurguladığı ve bizler için öngördüğü adımların ilki olsa gerek. Ve yaşananlardan anlıyoruz ki, ne kadar görmezden gelinse de devletler ve küresel çapta büyük örgütlerin bir kısmı düşünce hesaplarını Mesihiyet inancı etrafında şekillendiriyor. Son yıllarda dünya gündeminde yoğun olarak yer alan IŞİD de olduğu gibi… IŞİD’in, “Melhame-i Kübra” savaşının eşiğine girildiği propagandaları ile tüm dünyadaki Müslümanları biate ve Mehdinin yanında savaşmaya çağırmaya başlaması gözleri bölgeye çevirmeye yetmişti. Akabinde bölgenin ÖSO tarafından IŞİD’ den alınması “Mehdi Ordusu” olma iddialarının da bitişiydi aslında. Mehdi, yol gösteren, hidayete eren, Allah tarafından kendisine rehberlik edilen kimse anlamında, zulüm ve adaletsizliğin her tarafı kapladığı bir zamanda gelip yeryüzünü adaletle donatacağına inanılan olağanüstü güçlerle donatılmış kişiyi ifade etmekte. Kötülük, fesat ve zulüm dolu dünyanın, bir kurtarıcı tarafından dünyanın sonuna doğru kurtarılacağı inancı demek olan “Mesiyanizm” şaka gibi olsa ve inandırıcı gelmese de, gerçekte birçok ülkenin ve küresel çapta büyük örgütlenmelerin gelecek öngörü ve planlamalarını da belirlemekte. Tüm din ve inanç sistemlerinde, kimi zaman adına mehdi denmese de dünyanın sonunda, kötülüğün tüm ihtişamı ile altın çağını yaşadığı bir dem de yeryüzüne inerek insanlığı kurtaracak bir Mesiyanik beklenti bulunmakta. Mehdiyet inancının kökeni tarihçilerce Sümerler’ den başlatılmış olsa da, insanlık tarihinin ilk dönemlerine kadar uzandığı; Babil ve Mısır da hayat bularak Hinduizm, Zerdüştlük, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam gibi her dinin inanç siste- mi içerisinde farklı nüanslarla hayat bulduğu bir vakıa. Kötülük, fesat ve zulüm dolu dünyanın, bir kurtarıcı tarafından dünyanın sonuna doğru kurtarılacağı inancı demek olan “Mesiyanizm” şaka gibi olsa ve inandırıcı gelmese de, gerçekte birçok ülkenin ve küresel çapta büyük örgütlenmelerin gelecek öngörü ve planlamalarını da belirlemekte. Tüm dünya da, özellikle de bölgemizde yaşadığımız olayların çoğu her ne kadar çoğumuz kabullenmesek te, Mehdi SAYI: 152 ARALIK 2016 81 düşünce Bush döneminde ABD’nin devlet politikası haline getirdiği “Evanjelizm”, Hıristiyan mesianizmine ait kıyamet senaryolarında, Tanrı’nın Krallığı kurulmadan önce bir Yahudi hâkimiyetinin olacağına inanıp, bunun gerçekleştirmesi için çaba sarf etmeyi esas almakta. inancı çerçevesinde şekillenmekte ve koca süper güçler ya da devletler bu inanç etrafında, siyasi ve politik ideallerini, şekillendirecek pozisyonlar alarak, stratejiler geliştirmekte. Bu anlamda ülkemizde yaşadığımız 15 Temmuz darbesi ve FETÖ örgütlenmesi de Mesiyanik hareketlerden olmakla birlikte, üzerinde çokça yazılıp çizildiği için değinmedik. Hıristiyanların Mesih’i, Yahudilerin Maşiyah’ı, Müslümanların ise Mehdisi akla ilk gelen kurtarıcılar. Budizm ve Zerdüştlük gibi inançlarda da benzer görevi ifa etmesini umdukları ahir zaman kurtarıcılar var. 82 SAYI: 152 ARALIK 2016 Filistin topraklarına Yahudi göçünün de benzer şekilde güçlü mesiyanik tonları var. Harem’in yerine ahir zamanda inşa edileceğine inanılan tapınak, çoğu çatışmanın nedeni ve ahir zamanda Mesihin bu tapınağa inerek mücadelesine başlayacağı özellikle Evanjelist inancın temelini teşkil ediyor. Bush döneminde ABD’nin devlet politikası haline getirdiği “Evanjelizm”, Hıristiyan mesianizmine ait kıyamet senaryolarında, Tanrı’nın Krallığı kurulmadan önce bir Yahudi hâkimiyetinin olacağına inanıp, bunun gerçekleştirmesi için çaba sarf etmeyi esas almakta. Kıyametin gerçekleşmesi için neredeyse Siyonistler’den çok Siyonizm’i savunmakta “Evanjelist”ler… Ve yine bu mezhep taraftarları Filistin’de aynı amaçlarla her konuda aktif rol alarak İsrail’e finansman sağlamakta. İran’da ise eski Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın da mensubu olduğu “Hüccetiye Hareketi” İran’da ilk akla gelen Mesiyanik hareketlerden. Hüccetiye’ nin “Kayıp İmam” ın dönüşünü hızlandırmak için kaos politikaları yaymayı amaç edindiği iddia edilmekte ve Suriye’deki çatışmaları da İmam Mehdi’nin geleceği sürecin bir aşaması olarak görmekteler. Hatta Suriye’de savaşa katılma konusunda çekimser davranan Hizbullah’ın Mehdiyet vaadleri ile İranlı dini liderler tarafından ikna edildiği iddialar arasında. düşünce Kur’an-ı Kerîm’de yer almamasına rağmen, hadis kaynaklarında İsa’(as) nın Şam’ın doğusunda beyaz minareye ineceği, Mehdi ile buluşacağı, Deccali öldüreceği anlatılmakta. Şia’da ve Sünni kaynaklar da farklı rivayetler olsa da Mehdînin zuhuru hakkında nakledilen rivayetlerin ortak noktası; Onun, İlâhî emirleri hayata geçirerek, sünneti ihya edip bid’atları ortadan kaldırması, dünyaya hâkim bir devlet kurarak ve adaleti tesis ederek devrinde herkesin zenginleşip, barış ortamını gerçekleştirip düşmanlıkları sona erdirecek olması. Ve bu anlamda Mehdi, Allah katında desteklenerek olağanüstü güçlerle donatılarak insanüstü güçlere sahip olup, mücadelesinde bu harikulade güç ve kabiliyetlerini kullanan seçilmiş kişiyi ifade etmektedir. İslam özelinde, Kur’an’da olmayan bu inanç ve beklenti silsilesi, Peygamber(sav) diliyle gelen bir kısmı sahih, bir kısmı ise uyduruk rivayetlerle hayat bularak, İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren cılız itirazlar ve reddedişlere sahne olsa da, özellikle günümüz yakın dönemlerinde, “Neo Mutezil” akılcı kesimlerce tümüyle uydurulmuş kabul edilerek görmezden gelinmektedir. Oysa mevzu bahis konu, başta Buhari ve Müslim olmak üzere tüm hadis kaynaklarında; “Lafzen Mütevatir” olmasa ve haberi vahit rivayetleri içerse de çok sayıda raviden nak- İslam özelinde, Kur’an’da olmayan bu inanç ve beklenti silsilesi, Peygamber(sav) diliyle gelen bir kısmı sahih, bir kısmı ise uyduruk rivayetlerle hayat bularak, İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren cılız itirazlar ve reddedişlere sahne olsa da, özellikle günümüz yakın dönemlerinde, “Neo Mutezil” akılcı kesimlerce tümüyle uydurulmuş kabul edilerek görmezden gelinmektedir. ledilmiş olarak “Manevi Mütevatir” kabulleri ile yer almakta. “Manevi Mütevatir” bilindiği üzere, göz ardı edilemeyecek kadar çok sayıda ravinin, ortak lafızlarla olmasa dahi, benzer anlamlarla bir haber ya da vuku bulmuş bir olay üzerinde ittifak etmesini ifade etmektedir. Mehdi rivayetleri, birçok sahih kaynakta Ali, İbni Abbas, İbni Ömer, Talha, İbni Mesud, Ebu Hüreyre, Enes b. Malik, Ebu Said Hudri, Ümmü Habibe, Ümmü Seleme, Sevban, Kurre bin İyas ve Abdullah bin Haris gibi çok sayıda sahabi tarafından rivayet edilmektedir. sonrası Peygamber(sav) Emevi /Abbasi iktidarlarının kendi yönetimlerini güçlendirme merkezli uyduruk Mehdi rivayetlerine karşılık, Şia taraftarlarının da bu mealdeki rivayetleri kendi lehlerine yaygınlaştırmaya çalışması, şüpheci ve inkârcı yaklaşımların güç kazanmasının sebebi olsa gerek. Özellikle geçmiş siyasi fırkaların bu inancı kendi siyasi çıkarları doğrultusunda kullanmaları, günümüze değin yığınlarca sahte mehdilerin çıkışını ve bilgisiz cahil dindar kesimlerin kullanımı beraberinde, problemli bakış açılarının da sebeplerinden birisi. Her dönem kendini mehdi ilan ederek, hastalıklı ve vehimli kafa yapıları ile çevresini etkileyerek maceralara sürükleyip kullanan meczup kişilerin varlığı; sahih rivayetler üzerinde şüphe bulutları oluşturarak Muhammedi sünnete olan güveni de zedelemektedir. Beklenen Mehdi anlayışının bu kadar popüler olması ve çıkan her sahte Mehdinin her dönem taraftar bulabilmesi biraz da, yaşanan sorunların büyüklüğü ve ancak Mehdi gibi ilahi destek sahibi biri ile çözülebilecek olması fikrinden kaynaklanmakta. Ancak hakkındaki çok sayıdaki sahih rivayeti göz ardı ederek küresel çapta yaşanan Mesiyanik strateji ve planlamaları görmezden gelici çıkarımlar ve yorumlar yapmak, dini ıstılah ve kavramları yıpratıcı olduğu kadar, yaşananlardan da ders almayan bir akıl tutulması olsa gerek… O halde, tüm işlerin sonu O’nadır! SAYI: 152 ARALIK 2016 83 ASHAB-I KiRAM (ra) Habbab b. Eret MEHMET HANİFİ TOSUN [email protected] MUHAMMED(as), insanlığın yeni rotasını belirlemek üzere gönderildiğinde ilk etapta kendisine inananların sayısı bir elin parmak sayısını geçmiyordu. Eşi Hatice, amcası Abbas, amcası oğlu Ali, arkadaşı ve yakın dostu Ebubekir, azatlı kölesi Zeyd b. Harise ve henüz köleliği devam eden Bilal-i Habeşi… Bu küçük topluluk zaman zaman bir araya gelir, çıkış yolu arar toplumun hidayeti için ne yapmaları gerektiğini konuşur, mücadelenin gelecek stratejisini inzal olunan vahiyler perspektifinde belirleyerek yol almaya çalışırlardı. Tarihin seyrini değiştirecek paradigmayı barındıran bir kitap, her tür şartlara direnip dik duracak, karakter ve şahsiyeti dillere destan bir lider ve bu lidere hayatları pahasına inanıp yolunda kendisiyle beraber menzile yürüyecek sayıları az da olsa bir kitle… İman, istikamet, ısrar ve istikrar üzere hareket eden bir topluluk, menziline ulaşmada sorun yaşamaz. Muhammed(as) ve iman eden vefakâr ashabı, toplumun her kesiminden insana yeni dini ulaştırmak için üst düzey gayret gösteriyorlardı. Kervana 84 SAYI: 152 ARALIK 2016 her gün yeni katılımlar oluyordu; Habbab da bu bahtiyarlardandı(miladi 586-657). ÖZGÜRLÜKTEN ESARETE Çölün derinliklerinde hüküm süren kabilelerin geçim kaynaklarından biriydi eşkıyalık. Eşkıyalar, ani gece baskınlarıyla kabilelerin korkulu rüyası olmuşlardı. Koruma kalkanları zayıf kabilelere saldırıyor, haksız yere hür olan insanları malları ile birlikte derdest ediyorlardı. Temim kabilesine yaptıkları ani baskında içlerinde Habbab’ın anne ve babası da bulunan birçok insanı katleden eşkıyalar, birçok insanı, özellikle de çocukları esir aldılar. Eşkıyalar, ani baskınlarla ele geçirip kölelik kemendini boyunlarına geçirdikleri insanları köle pazarlarında satışa sunuyor, yüklü kârlar elde ediyorlardı. Eşkıyalık çölün hatta o günkü dünyanın bir gerçeği olmuştu. Ferman eşkıyanındı. Habbab b. Eret, kabilesinden, ailesinden, otağından koparılan birçok insanlardan sadece biriydi. İnsan tüccarları, Habbab b. Eret’in de içinde bulunduğu birçok insanı köle pazarlarında satışa sunacak- lardı. Esir edilen bu insanlar, bundan böyle alınıp satılan birer metaa dönüştüler. DEĞER OLMAKTAN METALAŞMAYA Ahseni takvimde yaratılan, yeryüzünün halifesi kılınan, Allah’a kulluk ekseninde kalması icap eden hâsılı değer sahibi olan insanın metalaşma trendine girdiği zamanlardı. Habbab da bu zamanların kurbanı olarak köle pazarında satışa sunulmak üzere Mekke’ye getirildi. Henüz on yaşlarında olan Habbab, okuma yazma bilen, akıllı, uslu ve zekâ küpü bir çocuktu. Kölesini iyi bir paraya satmak için pazarda avazı çıktığı kadar bağıran insan tüccarı, onun maharetlerinden bahsedip duruyordu. Habbab’ın hünerlerini sayıp döken haydut, o esnada köle pazarında dolaşan Huzaalı Ümmü Enmar’in dikkatini çekmeyi başardı. İnsan sarrafı Ümmü Enmar, kısa bir tetkikten sonra pazarlık yapmaksızın -deyim yerindeyse bir çuval parayı- insan tüccarlarının kucağına bırakarak Habbab’ı satın alıp ona sahip oldu. Zira Habbab, değerliydi. Bu değere sahip olmak paha biçilmez bir keyifti. Bu keyfin sahibi ise Ümmü Enmar oldu. Habbab için hürriyet, yerini esarete terk etmiş, anne- ashab-ı kiram si de babası da Ümmü Enmar olmuştu. Kadermişçesine bir psikolojiye mahkûm kılınan kölelerin, kölelik boyunduruğunu çıkarıp atmaları hiç de mümkün değildi. Kölelik hukuku, ağır şartlara sahipti. Günün dünyasında efendisine isyan eden bir köle, makbul olmadığı gibi asla tasvip görülüp, korunup kollanmazdı da. Sistemin hizmet sektörü, kölelik üzerinden yürütüldüğünden “Bugün bana yarın sana” olmasın diye katı kurallar konulmuş, bu kuralları çiğneyenler de ağır yaptırımları göğüslemek zorunda bırakılmıştı. DEMIRCI USTANIN YANINDA Habbab, Ümmü Enmar’ın kölesi olarak bundan sonraki yaşamını Mekke’de yoğun bir iş temposu içerinde geçirecekti. Ümmü Enmar, kölesi Habbab’ı bir demirci ustasının yanına çırak olarak yerleştirdi. Büyük bir iştiyakla işine dört elle sarılan ve on parmağında on hüner olan Habbab, kısa sürede sağlam ve mahir bir demirci ustası oldu. İşini en güzel şekilde icra eden becerikli Habbab, efendisinin nazarında gözdelerdendi. Ümmü Enmar, Habbab 20’li yaşlarındayken onunla iş ortaklığı yapma kararı aldı ve hünerli kölesini mükâtep1 köle olarak azat etti. Ve Habbab’a bu minvalde bir de atölye kurdu. Demirci ustası olan Habbab, kılıç vb. savaş aletlerinin Olacak şey değildi. Muhammed köle, hür, zengin, fakir ayrımı gözetmiyor, her birinin Allah katında kıymet-i harbiyesinin yapıp ettikleriyle eşdeğerde olduğunu söylüyordu. Oysa müesses nizamda bu bakış açısı, kazanılmış statüleri berhava kılacak nitelikteydi. yapımında maharetiyle ün saldı. Hayat, rutin mecrasında devam ederken günler ayları, aylar yılları kovalamış, Habbab’ın 24. yaşını aldığı miladi 610 yılı gelip çatmıştı. Bu tarih, Mekke’de dünya halklarını aydınlatacak vahyin nazil olmaya başladığı yıldı. ESARETTEN GERÇEK ÖZGÜRLÜĞE Ümmü Enmar’ın azatlısı olan Habbab b. Eret, Mekke’de kurduğu dostluk halkasına Muhammed’i de dâhil etmişti. Muhammed(as), zaman zaman Habbab’a uğrar, onunla hasbihal ederdi. Habbab sevilen, sayılan, itibar edilen bir esnaftı. Her kesimden insanın yolu onunla çakışırdı. Zaman zaman Mekke ve dünya siyaseti üzerinde yaptıkları konuşmalar ve değerlendirmelerle akıllarını ve gönüllerini teskin ediyor, huzurun kaynağına dair mütalaalarda bulunuyorlardı. Son zamanlarda Muhammed(as)’daki değişimin Habbab da farkındaydı. Ortadan kayboluyor, bazen haftalarca ortalarda gözükmüyordu. Bu hal bir anlamda kalıcı bir hale dönüşmüştü. Derken Cebrail(as)’ın getirdiği ilk vahiyle nübüvvet yılları başladı. Muhammed(as), bundan böyle Mekke sokaklarının yılmaz mücadele adamı olarak sahnede olacaktı. Bu aşamada Habbab ile de sık görüşmeye başlamıştı. Muhammed(as), elçi olarak gönderildiğinde davetini Habbab’a da ulaştırdı. Habbab, öteden beri tanıdığı Muhammed(as)’ın daveti kendisine ulaştığında işin aslını sorup künhüne vakıf oldu. İndirilen vahiyleri dinledi ve daveti karşılıksız bırakmadı. Muhammed(as)’ı ve yaşamını yakın planda tanıyıp bilen Habbab, duydukları karşısında fazla düşünmeden İslam’ı din olarak benimseyip Müslüman olarak davet hareketinin ilkleri ve öncüleri arasındaki yerini almış oldu. KORKUSUZ YIĞIT Mekke’de kendisini koruyacak kimsesi bulunmayan Habbab b. Eret, iman ettikten sonra imanını izhar etti. Olacak şey değildi. Muhammed köle, hür, zengin, fakir ayrımı gözetmiyor, her birinin Allah katında kıymet-i harbiyesinin yapıp ettikleriyle eşdeğerde olduğunu söylüyordu. Oysa müesses nizamda bu bakış açısı, kazanılmış statüleri berhava kılacak nitelikteydi. Muhammed(as), kula kulluğun egemen olduğu bu toplumda getirdiği öğretileriyle sosyolojiyi altüst ediyor- SAYI: 152 ARALIK 2016 85 ashab-ı kiram du. Ve Habbab bu işte Muhammed’e tabi olmuştu. Bu durum, kabullenilecek bir durum değildi. Kurulu sistemin yok olmasının yolunu açacak bir davranıştı. Başkaldıracaklara ibret vesikası olsun diye Habbab’ın cezalandırılması gerekiyordu. Mekke ileri gelenleri hemen Habbab ile aralarında muvalat ilişkisi bulunan Ümmü Enmar’ın yanına gidip Habbab’a sahip çıkamadığını dillendirdiler. Habbab’ın Müslüman olduğunu söyleyip bu densize(!) haddini bildirmesi gerektiğini söylediler. Onu, Habbab’a karşı kötü davranması nokta-i nazarında teşvik ettiler. ÇILELI YILLAR Habbab’ın çile dolu yılları başlamış oluyordu. Bundan sonra Mekke’de bir daha rahat yüzü görmeyecekti. Ümmü Enmar’ın, zalim karakteri temayüz etmiş o güne kadar kendisine birçok zenginlik katan mahir ustasına cehennemi aratmayacak işkenceler uygulamak için kardeşi Siba’yı ve ayaktakımından birkaç serseriyi de yanına alarak Habbab’ın dükkânına geldi. O esnada kılıç yapmak için demiri körüklüyordu. Siba ve üç beş serseri arkadaşı var güçleriyle Habbab’a saldırıp yoruluncaya kadar dövmeye başladılar. Öfkeli ve kızgınlığın zirvesini yaşayan Ümmü Enmar, körükteki demiri alıp çığlıklarına aldırış etmeden Habbab’ın kafasını dağlamaya başladı.2 Bu işkenceyi birçok defa tekrarlayan Ümmü 86 SAYI: 152 ARALIK 2016 Enmar, bugünden sonra Habbab’a sistematik işkence uygulamaya başladı. Sistematik işkenceye maruz bırakılan Habbab, aç ve susuz bırakılıyor, günlerce güneşin altında durmaya zorlanıyor, elbiseleri çıkarılıp demir zırhların içinde güneşin altında göğsüne konan ağır taşlarla da desteklenen işkencelere maruz bırakılıyordu. Ümmü Enmar, zaman zaman adamlarına odun toplatıp yaktırıyor, ateşin içine bir takım taşlar da katarak ateşi harlıyordu. Ateş iyice kor oluncaya kadar bekliyor, Habbab’ı kor kor yanan ateşin ve ısınan taşların üzerine sırt üstü yatırıyorlardı. Öyle ki Habbab’ın vücudundan çıkan yağlar o ateşi söndürüyordu. İnsan takatinin kaldıramayacağı bu işkenceler, Ümmü Enmar’ın, Allah yolunda sarsılmaz bir imana ve çelik gibi sağlam bir iradeye sahip olan Habbab’a uyguladığı işkencelerdi. BU ZULÜM NE ZAMAN BITECEK! Zulmün tavan yaptığı yıllardı. Mekkeli azgın güruh Habbab’ı alıp şehrin dışındaki kara taşlık bölgeye götürdüler. Orada büyükçe bir ateş yakıp ateş kor kor olunca Habbab’ı sırt üzeri ateşe yatırdılar. Sırtından çıkan yağlar ateşi söndürecekti. Acı ve ızdıraplar içinde kendinden geçen ve bayılan Habbab’ı vücudundaki yanıklarla bırakıp gittiler. Nice sonra kendisine ge- len Habbab(ra), Allah Rasulünün yanına gelip durumundan, çektiği ızdıraplardan dolayı şikayetlendi ve şöyle dedi: “Bu çile daha ne zamana kadar devam edecek ey Allah’ın Rasulü?” Allah Rasulü, elbette ki davasına gönül verip kendisi ile birlikte her tür baskı ve zulüm politikalarına direnen ashabının ilklerinden olan bu iman abidesi sahabesinin çektiklerinin farkındaydı. Ancak davanın bir tabiatı vardı. Ve bu dava, tarih boyunca hep böyle zorlu yollardan geçen iman erlerinin sebat ve istikrarları neticesinde insanlık için kurtuluş vizesi sunmuştu. Davanın tabiatı böyleydi. Allah Rasulü de bu tabiatı dile getirerek şöyle buyurdu: “Sizden önceki ümmetler içerisinde öyleleri vardı ki, toprak kazılır, sonra bir demir testere getirilir, başının üstüne konurdu da, onları dinlerinden caydıramazlardı. Demir taraklarla etleri taranır, kemiklerinden ayırt edilirdi de, onlar dinlerinden yine vazgeçmezdi. Allah elbette bu davayı tamamlayacak ve bütün dinlerden üstün kılacaktır. Öyle ki, hayvanına binip Sana’ dan Hadramut’ a kadar tek başına giden bir kimse, Allah’tan başkasından korkmayacak, koyunları için de kurt saldırmasından başka bir şeyden endişe duymayacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz!”3 Seneler sonraydı. Ömer(ra), Emir el-Mü’minin iken yanında Habbab bulunduğu bir sırada, İslam uğruna çektikleri eza ve ashab-ı kiram cefayı kastederek: “Yeryüzünde şu meclise bundan daha lâyık ve müstahak olan, sadece bir tek adam vardır” dedi. Habbab(ra) merak edip, “Ey Emir el-Mü’minin! Kimdir o?” dedi. Ömer(ra): “Bilal’dir” dedi. Habbab(ra): “Ey Emir el-Müminin! O benim kadar işkence çekmemişti! Çünkü müşriklerin eziyetlerinden Bilal’i koruyan vardı. Benim ise, koruyucu hiç kimsem yoktu ve olmadı da...” dedi. Sonra da ekledi: “Bir gün müşrikler beni tuttular. Ateş yaktılar. Ateşin içine beni sırtüstü yatırdılar. Sonra adamın biri göğsümün üzerine bastı. Yer soğuyuncaya kadar da beni bırakmadı!” Habbab, sırtını açıp Ömer(ra)’a gösterince, Ömer(ra), Habbab’ın çektiklerine yıllar sonra muttali olacaktı… Her dönem böyle olmuştu. Firavun’u, Nemrud’u, Ashabı Uhdud’u, Ashab-ı Kehf’in belalısı Dakyanus’u ve daha nicelerini Kur’an bizzat zikrediyordu. Bu davanın tabiatında zorluklar, sürgünler, baskılar, cehennemi aratmayacak nitelikte belalar vardı. Bulunduğumuz çağlarda bu işin kavgasını verecek iman erleri, davanın bu tabiatını her dem göz önünde bulundurmak durumundadırlar. “Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “İman ettik” demeleriyle bırakılıverileceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.”4 Allah Rasulü, elbette ki davasına gönül verip kendisi ile birlikte her tür baskı ve zulüm politikalarına direnen ashabının ilklerinden olan bu iman abidesi sahabesinin çektiklerinin farkındaydı. Ancak davanın bir tabiatı vardı. Ve bu dava, tarih boyunca hep böyle zorlu yollardan geçen iman erlerinin sebat ve istikrarları neticesinde insanlık için kurtuluş vizesi sunmuştu. HABBAB’ IN ALACAK DAVASI İman etmesi bir yandan işkenceye maruz kalmasını sağlamış, diğer taraftan ticari olarak da alacaklarını tahsil edemeyerek ekonomik kıskaca alınmasına sebep olmuştu. Habbab ile As b. Vail arasında ticari bir alışveriş gerçekleşmiş, Habbab’a borçlanmıştı. Yüklü bir alacağı olan Habbab, ne yaptıysa da As b. Vail’den alacağını tahsil edemedi. As b. Vail, “Muhammed’i inkâr etmedikçe, sana olan borcumu ödemeyeceğim!” diyordu. Habbab ise “Her şeyimden vazgeçerim ama ölünceye kadar, ölüp dirilinceye kadar asla Muhammed(as)’ dan ve onun dininden ayrılmam!” diyerek karşılık veriyordu. Öfkeden kuduran As b. Vail, bu cevap üzerine “Şayet böyle bir şey olacaksa sabret, dirilip malıma ve evladıma tekrar kavuştuğum gün sana olan borcumu öderim!” diyerek küstahlaşıyordu. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: “Şimdi ayetlerimizi inkâr eden ve “Elbette bana mal ve evlat verilecektir.” diyen adamı gördün mü? O kâfir, gaybı mı bildi? Yoksa Rahman olan Allah katından bir söz mü aldı? Hayır, asla öyle değil; biz onun söylediklerini yazacağız ve azabını çoğalttıkça çoğaltacağız. O söylediği mal ve evlat gibi şeyleri de hep elinden alacağız ve o, tek başına bize gelecektir. Onlar, kendilerine kuvvet ve şeref kazandırsın diye, Allah’tan başka ilâh edindiler. Hayır, zannettikleri gibi değil tapındıkları ilâhlar onların ibadetlerini inkâr edecekler ve aleyhlerine dönüp düşman olacaklardır.”5 Dipnotlar 1. Belli bir ücret üzere anlaşıp bu ücreti ödeyeceği alt yapıyı oluşturarak köleyi serbest bırakmaktır. 2. Aradan çok kısa bir zaman geçmişti ki, Ümmü Enmar dehşetli bir baş ağrısına yakalandı. Ağrının şiddetinden ne yapacağını bilemez bir duruma gelmişti. Bazıları ona, başını ateşle dağlamasını tavsiye ettiler. Çaresiz, ona da teşebbüs edecekti. Ve bu işi yapmak da kölesi Habbab’a düştü. Habbab(ra), bir müddet önce imanından dolayı kendi başını kızgın demirle dağlattıran kadının başını demirle dağlıyordu. Yüce Allah, Habbab’ın intikamını henüz dünyadayken böyle aldırıyordu… 3. Buhari 4. Ankebut: 1-3 5. Meryem: 77-82 SAYI: 152 ARALIK 2016 87 iSLAM KAHRAMANLARI DÜŞÜNSEL VAROLUŞUN EYLEMSEL ESTETiĞi: Bir aydın modeli olarak Aliya İzzetbegoviç FERHAT ÖZBADEM [email protected] ALIYA, sadece bir sıfat ile isimlendirilebilecek biri değildir. O İyi bir okur, iyi bir yazar, düşünür, iyi bir eylem ve devlet adamı, iyi bir eş ve iyi bir baba, iyi bir dost ve büyük bir ufuk… ENTELEKTÜEL savrulmanın çokça olduğu bu zamanda rol model olarak ele alınabilecek aydınların duruşu üzerinden, hem düşünsel varoluşun hem eylemsel estetiğin ölçüsünün nasıl olması gerektiği hem de aydınların, toplumların inşasındaki işlevleri ortaya konulabilir. Bu anlamda çağımızın eylemsel estetik ve düşünsel varoluş simgesi olarak Aliya İzzetbegoviç rol model olarak ele alınabilir. İçinde yaşadığımız zaman dilimi ve şartlar Aliya İzzetbegoviç’i yeniden keşfetme ve anlamanın zamanının geldiğini göstermektedir. Bunun için birçok gerekçemiz var ama en önemlisi entelektüel eylem adamlarının nasıl bir zihin ya- 88 SAYI: 152 ARALIK 2016 pısına sahip oldukları ve bize bıraktıkları mirasa sahip çıkma duygusu ile Aliya okumaları yapmamız gerekiyor. Aliya, sadece bir sıfat ile isimlendirilebilecek biri değildir. O İyi bir okur, iyi bir yazar, düşünür, iyi bir eylem ve devlet adamı, iyi bir eş ve iyi bir baba, iyi bir dost ve büyük bir ufuk… ‘İslam Deklarasyonu’ adlı kitabı ellili yıllarda ilk yayınladığında pek ses getirmemişti. Sonra seksenli yıllarda ikinci kez yayınladığında bütün dikkatleri üzerine çekti. İslam düşüncesinde yeni bir ufuk açan deklarasyon, içinde barındırdığı hazineler ile hâlâ gözde bir çalışma olarak önümüzde duruyor. Müslümanların İslamlaşması için hazırlanmış bir program olan ‘İslam Deklarasyonu’ üç bölümden meydana gelmekte. Müslüman halkların geri kalmışlık sebepleri ve geri kalmışlıktan kurtulma yolları ve İslami bir düzenin nasıl olacağını işleyen bölüm ve İslami düzenin bugünkü sorunları, çözüm yolları olmak üzere üç bölüm… Toplumun düşünsel ve eylemsel anlamda değişmesi ve dönüşmesi, toplumun sorunlarını tespit etmek ve reel çözümler önermek ile mümkündür. Aliya, içinde yaşadığı toplumun geri kalmışlığı ve her anlamda sorunlarını çok iyi analiz etmişti. Bu sorunlar için ayağı yere basan, reel ve uzun vadeli çözümler üretmiştir. Ortaya koyduğu çözümler noktasında sadece teori ile yetinmemiş bizzat kendisi emek vermiş, toplumun dönüştürülmesi mücadelesini sahada vermiştir. Bir aydın sorumluluğu da bunu gerektirir. Aydın sadece teorik çözümler üreten değil aynı zamanda sahada mücadele eden kişidir. Aydın sorumluluğu budur. ‘Doğu ve Batı Arasında İs- iSLAM KAHRAMANLARI “Ölmeye hazır olan insanlar, ölmeye hazır olmayanlara karşı galip gelirler.” diyerek bir zafer nasıl kazanılır ve zaferini nasıl kazandığını anlatır Aliya. “Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de Batı’nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına.” lam’ adlı çalışmasında kurucu irade olarak İslam’ın merkezde olması gerektiğini beyan eden Aliya, kendi düşünce dünyasının nasıl şekillendiğini en iyi şekilde bu eserde ifade etmektedir. Birçok soruna el atan Aliya özel de İslam’ın diyalektik boyutunu tespitleri ile örgüleştirmektedir. Birçok konuda ortaya koyduğu özgün tespitlerle birlikte onun en dikkat çekici hususlardan birisi, genel kabul gören anlayışları eleştirmesi yönü ile dikkat çekmektedir. Misal olarak: “İslam gerçekten insandan bütün sorumluluğu üzerine almasını istemektedir. Fakirlik ve ıstırap dolu terk-i dünya zihniyetini ise ideal olarak ortaya koymamıştır. İslam’ın insandan talep ettiği hayat iki koordinat üzerinde durmaktadır: Birisi mutluluğa ve kudrete olan meyil, öbürü ahlaken yükselmek, “kendi kendini durmadan yaratmak” tır/varoluşsal olarak yenilemektir/. Bu eğilimler ancak mantıkta birbirine zıttır; gerçek hayatta ise birleşir ve karşılıklı olarak birbirine nüfuz eder. “* der. Aliya’nın kendi hayatını anlattığı ‘Tarihe Tanıklığım’ eseri ise Bosna tarihinden, Aliya’nın çocukluk ve ilk gençlik yıllarına, hapis hayatından Demokratik Eylem Partisini kurmaya, Bosna’nın bağımsızlığını ilan etmesinden Bosna cihadına, Cumhurbaşkanı olmasına ve Cumhurbaşkan- SAYI: 152 ARALIK 2016 89 iSLAM KAHRAMANLARI Aliya, bir düşünce ve eylem adamı olarak çağın en büyük düşünürlerinden biri olduğunu eserleri ve bıraktığı izler ile ortaya koymuştur. Bu yönü ile savrulmayan bir aydının ne kadar büyük işler yapabileceğini de ispatlamıştır. lığı görevini bırakmasına kadar olan hayatının hemen hemen bütün ayrıntılarını içeren bir otobiyografidir. Eser de en çok dikkat çeken hususlardan biri Aliya’nın barış için verdiği çabalardır. Savaş olmadan barışçıl yollarla sorunların çözülmesi için elinden geleni yapan ama nihayetinde mecbur kaldığında kendi halkını korumak için mücadele eden Aliya savaşın en şiddetli olduğu zamanlarda bile barış için çabalamaktadır. Aliya özel olarak bir ekol ya da cemaat ile organik bağ halinde değildir. İlk gençlik yıllarında girmiş olduğu ‘Genç Müslümanlar Teşkilatı’ Bosna’da yerel bir organizasyondur. Bununla birlikte gerek eserlerindeki olaylara ve düşüncelere yaklaşımı gerekse mücadele anlayışına bakıldığında Hasan el Benna, Seyyid Kutub, Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh ve benzeri kişilerin fikirlerinin izleri görülmektedir. Kendi çağının şahitliğini en güzel şekilde yapan, Müslüman dava adamı sorumluluğunu yerine getiren Aliya bizlere düşünce ve fikir olarak büyük bir miras bırakmıştır. Bu mirasın en güzel şekilde koru- 90 SAYI: 152 ARALIK 2016 nup diğer nesillere aktarılması ise bizim sorumluluğumuzdur. Aliya, hikmet ve bilgeliği cem ederken, kalbinin güzelliklerini ve aklının keskin görüşlerini konuşmalarında ve eserlerinde ortaya koymuştur. İçinde yaşadığı toplumda sessiz bir devrim gerçekleştiren Aliya, bu yönü ile aydınlara bir toplumu değiştirmenin birçok yolu olduğunu ve bunun en uygun şeklinin sessiz bir devrim olduğunu göstermiştir. “Ölmeye hazır olan insanlar, ölmeye hazır olmayanlara karşı galip gelirler.” diyerek bir zafer nasıl kazanılır ve zaferini nasıl kazandığını anlatır Aliya . “Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de Batı’nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına.” diyerek Batı’nın kirli yüzünü bir daha ortaya koyup, erdemli bir mücadelenin nasıl olması gerektiğini ortaya koymuştur. “Geleceğimizi geçmişimizde aramayacağız. Kin ve intikam peşinde koşmayacağız.” diyerek bir zaferden sonra na- sıl olunması gerektiğini öğretiyordu Aliya. “Hayat, inanan ve salih ameller işleyenler dışında hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur.” diyerek hayatın anlamını ve değerini bir daha hatırlatmak sureti ile düşüncenin İslami olmasının önemini öğretiyordu Aliya. “Bu adil bir barış olmayabilir; fakat süren bir savaştan daha iyidir.” diyerek aydın insanların barışçı olması gerektiğini, barışın savaştan daha iyi bir iş olduğunu öğretiyordu. “Ben Müslümanım ve Müslüman olarak kalmaya kararlıyım. Bu hayatımın sonuna kadar böyle devam edecek. Çünkü İslam benim için iyi ve asil olmanın en doğru ifadesidir.” diyerek inançlı olmanın aydın olmanın önünde engel olmadığını en güzel şekilde gösteriyordu. “Allah’a yemin ederim ki biz köle olmayacağız.” diyerek de özgürlüğün ne denli önemli olduğunu bir aydın olarak en güzel şekilde anlatıyordu. Aliya, bir düşünce ve eylem adamı olarak çağın en büyük düşünürlerinden biri olduğunu eserleri ve bıraktığı izler ile ortaya koymuştur. Bu yönü ile savrulmayan bir aydının ne kadar büyük işler yapabileceğini de ispatlamıştır. Aliya’yı rol model olarak ele almamızda, onun en büyük özelliği olan düşünce ve eylem birliğini ispatlamış bir aydın olmasıdır. * Doğu Batı Arasında İslam, S. 246 ŞiiR İnsan ve mabed İnsan mabedi inşa eder, Mabed insanı ihya eder. İnsan mabede âşık, Mabed insana ışık. İnsan mabede imam Mabed insana mihrap. İnsan mabedi temiz tutar Mabed insanı aziz kılar. İnsan mabedi yükseltir Mabed insanı yüceltir. İnsan, mabedin iftiharı Mabed insanın itibarı. İnsan mabedin zineti Mabed insanın nimeti. İnsan mabedin müteahhidi Mabed insanın şahidi. İnsansız mabed mahzun Mabedsiz insan mahrum. İnsan mabedi var eder Mabed insanı bahtiyar. İnsan mabedin kalbi Mabed insanın kıblesi. İnsan Rahmanın misafiri Mabed Rahmanın evi. İnsan mabedin arifi Mabed insanın tarihi. İnsan mabede hadim Mabed insana hekim. İnsan mabedin hakikati Mabed insanın marifeti. İnsan mabedde engin Mabed insanla zengin. İnsan mabedin duası Mabed insanın yuvası. İnsan mabedin yıldızı Mabed insanın dünyası. İnsan mabedin saltanatı Mabed insanın sanatı. İnsan mabedde kendini bulur Mabed insanla anlam. İnsan mabedin dili Mabed insanın ağzı. İnsan mabedde secde eder Mabed insan alnından öper. İnsan mabedin çiçeği Mabed insanın bahçesi. İnsan mabedin gerçeği Mabed insanın her şeyi. İnsan mabedin şairi Mabed insanın şiiri. İnsan mabedin sermayesi Mabed insanın gayesi. İnsan mabedde el açar Mabed insana yol açar. İnsan mabedin incisi Mabed insanın deryası. İnsan mabedin baş tacı, Mabed insanın miracı. İnsan mabedde âdem Mabed insana âlem. İnsan bir mabed bekçisi Mabed huzuru ilahi elçisi. İnsan mabedin zaferi Mabed insanın seferi. İnsan mabedle hayırlı Mabed insanla hatırlı. İnsan mabede koşar Mabed insanla coşar. İnsan mabede kişilik Mabed insana kimlik. İnsan mabedde özel, Mabed insanla güzel. İnsan mabedin hayranı Mabed insanın seyranı. İnsan mabedin bayramı Mabed insanın dermanı. İnsan mabedde ayakta, Mabed insanla hayatta. İnsan mabedde agâh, Mabed insana dergâh. BÜLENT ACUN SAYI: 152 ARALIK 2016 91 DENEME İlim, insanı yoldan çıkarır mı? AZİZ DARICI [email protected] ÖNCE insanda hâkim olan bilgiyi tartmak gerek. Kendisinde barındırdığı bilgi nedir, şahsiyetini oluşturan ve bunu eylemsel faaliyetlerine dönüştüren bu bilgi neyi ihtiva eder? Salih amel oluşturur mu? Önce bunu konuşmak gerekir. İLIM, insana bahşedilmiş en güzel ikramlardan birisidir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran tarafı kendisine irade verilmesi kadar, aslında iradenin işlevi olan bilgi-ilim sahibi olarak o bilgiyi kullanma ve yaşama bilinci daha ön plandadır. O ikram ki ayette de belirtildiği gibi; “Ey iman edenler, size meclislerde “Yer açın” dendiği zaman, yer açın; Allah size genişlik versin. Size: “Kalkın” denildiği zaman da kalkın. Allah, sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Mücadele,11) İlim sayesinde Allah’ın lütuflarına mazhar oldukları müjdelenmektedir. Doğru ve yanlış kullanılan bilginin insanın hayatını ne yönde şekillendirece- 92 SAYI: 152 ARALIK 2016 ği sorusuna cevap olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı zamanda ilmin insanı hangi mertebelere yükselttiğini de gösteriyor. Yunus Emre’nin bir şiirinde: İlim ilim bilmektir İlim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsin Ya nice okumaktır Şiirde belirtilen husus kendini, hayatı ve tüm kâinatı yaratanı tanımanın yolu ifade edilmektedir. Fıtratın, kendisine adaleti emrettiğinin aynı zamanda işaretidir de. İlim, hayatta, yol kılavuzluğunda engellere aşmaya verilen tepkidir. İlim, hayatın sorunlarına verilen cevap, insanın ihtiyaçlarına giden yol da bir pusuladır. İlim kâinatta niçin muhatap alındığımıza özlü bir cevaptır. İlim, kişinin kendi kapasitesinin farkına vararak, Allah’a kul olmanın bilincine varmaktır. İlim, hak ve adalet terazisinde kendini tartmaktır. Kendini bilme safhası aşılınca, Rabbini bilme aşamasına geçmektir. Karşılaşılan sorunlara cevap arama derdine düşmektir. İnsanın en önemli özelliklerinden birisi soru sormasıdır. Sorulara verilen cevap hayatımızın şekillenmesinde önemli katkı sağlar. Burada her cevap doğru çıkacak mı varsayımı yapılabilir. Eğer sorulan soru niyet bozukluğunun alameti değilse, genel de doğru cevaplar verilir. Rabbimize ve Hz. Peygambere sorulan sorular da ise cevaplar açık ve nettir. İnsanın imtihanı onu sınıfta bırakma adına değil, sınıfta kalmak için onca uğraş veren insanı teşvik edip, onu mezun etmek adınadır. Bir öğretmen nasıl ki geçirdiği öğrencilerle sevinirse, Allah’ta Cennetini hak eden kulları ile öyle sevinecektir. Yoksa hiçbir insan sınıfta bırakılan öğrenciler için kutlama yapmadığı gibi bu öğrenciler sınıfta kalmayı hak etmiş olsa bile, üzüntü genel de hâkim olan duygudur. Gelelim konu başlığımıza… İlim yoldan çıkarır mı? deneme Genelde insan okuyarak ilmini arttırır, görerek ve duyarak anlam kazandırır, tecrübe ederek hayatın zorluklarını aşar. Bilgi birikimi barajlara benzer. Yağmur ve doğal kaynak suları nasıl barajı besliyorsa; bilgi de zihinde ve yürekte bir birikime yol açar. Sanırım cevap ‘hayır’ olacaktır. Bu cevap bizim bilgi düzeyimizle verdiğimiz ilk tepki değildir. Bu bizim fıtrattaki özümüzün bize söyletmesidir. Peki, neden o zaman insan, kendini insanlıktan çıkararak kötülük bilgisi ile dünyayı tarumar eder?.. Önce insan da hâkim olan bilgiyi tartmak gerek. Kendisinde barındırdığı bilgi nedir, şahsiyetini oluşturan ve bunu eylemsel faaliyetlerine dönüştüren bu bilgi neyi ihtiva eder? Salih amel oluşturur mu? Önce bunu konuşmak gerekir. Hayatımıza baktığımızda, hangi bilgi bizlere yol göstermişse; aynı zamanda bizlerin inandığı değerleri de açığa çıkaracaktır. Bilgi kirliliğini toplumsal anlamda çözülmesi zor olsa da, bireysel mana da o kadar zor olmasa gerek. Muhakkak her kişi kendisini tarif ederken kendi bilgi hazinesinden cümleleri ve kelimeleri kullanacak ve bize kendini tanıtacaktır. Ya da SAYI: 152 ARALIK 2016 93 deneme herhangi bir parkta, çay ocağında oturduğumuzda kulak misafiri olduğumuz sohbetler de hangi ilmin ve bilginin insana tesir ettiğini biliriz. İyi ve kötü insan tanımlamamız veya güven-güvensizlik çıkarımlarımız zihnen oluşacak. Hayatta tanıdığımız kişiler de zaten bu tanımlama bitmiş, hayat akışı ve ilişkilerimizin seyri bu doğrultuda gidecektir. İnsanın kullandığı ve sahiplendiği bilgi onu tanımlıyorsa, bu aynı zamanda insanın ilim sayesinde nerede duracağını ve nereye ulaşacağını da gösterir. Cennet ve Cehennem kendilerine verilen ilmin nerede kullandıkları ile ilgili sorulara verilen cevaptır. O zaman ilim insanı yoldan çıkardığı gibi insanı yola getirmesi de gerekiyor! Allah bir ayetinde “Dedi ki: “İlim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum; ancak sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.” (Ahkaf, 23) Gerçek ilmin kendi katında olduğu haber veriyor. Bu ilmin kaynağını belirtmekle kalmıyor, kendimizde doğru bildiğimiz ilmin bu hakikate göre gözden geçiril- mesi de istiyor; bunu yapmadığımızda cahil olmakla da uyarılıyor. Uyarı sadece kitap bazında kalmıyor, içimizden biri olarak gönderilen bir Peygamber aracılığı ile tebliğ ediliyor, açıklanıyor; aynı zamanda pratik olarak ta yaşama aktarılarak yanlışların önüne geçiliyor. Bir başka ayeti kerime de ise “Hayır! O, kendilerine ilim verilenlerin göğüslerinde apaçık olan ayetlerdir. Zulmedenlerden başkası, bizim ayetlerimizi inkâr etmez.” (Ankebut, 49) İlim, değişimin gerekçesi olarak sunuluyor, yüreğinizin kapılarını bu ilim kapısına açmalarını, bunda samimiyet göstermelerini ve kendi kendilerine zulüm etmemelerini emrediyor. İlmin Allah katında olması göğüsler de huzura, sükûnete erdiriyor. Zihinlerde ise açıklığa, ferasete ve basirete ve amelde hayra dönüştüreceği kuşkusuzdur. İlmin hevâ ve heveslerin ürünü olması göğüslerin sıkışmasına, karanlığa, kibre yol açtığı gibi; zihinlerde bulanıklığa, yanlış varsayımlara götürüyor. Amelde ise kötülüğe kapı aralayacağı muhakkaktır. Kur’an’ı Kerim’de, “O, bu ancak bendeki ilim sayesin- Dünyada kötülülüğün bu kadar yaygın olmasın sebebi, kötülük bilgisinin kalplerdeki ve zihinlerdeki zaaflarla buluşmasıdır. Buradaki yanlış tercihler kötülüğün işlevselliğini arttırarak, kişilik haline dönüşür. Bu kötülük bireysel olmaktan çok toplumsal işlev görünce hayat zulüm kokar. Kâinat kötülüğün kıskacında can çekişir. 94 SAYI: 152 ARALIK 2016 de bana verilmiştir, dedi. Bilmez miydi ki Allah, hiç şüphesiz ondan önce, kuvvet bakımından ondan daha üstün, topluluk bakımından ondan daha fazla nice nesilleri helak etmiştir ve suçluların suçlarını bile sormaya hacet yok zaten.” (Kasas,78) ayeti ile yoldan çıkmanın en bariz örneğini sunar. Kendine verilen ilmi yanlış değerlendirmenin sonucunda helak olmasına sebep, yine yoldan çıkaran ölçüsüz ve kibir kokan ilim oluyor. Kendi haddini bilmemek, Allah tarafından haddi bildirilerek sonuçlandırılıyor. İlmin kibre dönüşmesi onu hayırlı işlerde kullanmamaktır. Hayra kullanılmayan ilim yozlaşır ve kendisine zarar verdiği gibi topluma da zarar verebilir. Bunu şu örneklendirme ile açıklayabiliriz: Genelde insan okuyarak ilmini arttırır, görerek ve duyarak anlam kazandırır, tecrübe ederek hayatın zorluklarını aşar. Bilgi birikimi barajlara benzer. Yağmur ve doğal kaynak suları nasıl barajı besliyorsa; bilgi de zihinde ve yürekte bir birikime yol açar. Barajdaki suyun bir birikme sebebi olduğu gibi insanda da bilginin birikme sebebi vardır. Baraj nasıl ki susuz topraklara can veriyorsa, su ulaşmayan yerlere su ulaştırmada görev yapıyorsa, suyun olmayacağı zamanlar da ‘su’ nasıl bulunmaz nimet oluyorsa, elektrik üretilerek evimize ulaşıyorsa; tıpkı bunun gibi insan da, biriken ilmini hayata taşınması ve ilmi seviyesini arttırmış olan in- deneme sanın da hayata dönük eylemsel bir işlev olarak bilgiyi hayata yansıtması gerekiyor.. Yoksa fazla suyun barajlarda ki tahliye mekanizmasının olmamasının nelere yol açacağını filmlerde çok iyi temaşa etmişken, ilmin yürekte ve zihinde işlevsiz kalmasının başka arızalar doğuracağı muhakkaktır. İlim sahibi insanında kendisine verilen ilmin başka yürek coğrafyalarında yeşermesi için başkasına ulaştırması gerekiyor. İnsanın kendisinde kalan ilim zamanla kendisine zarar verir ya da anlamsızlaşır. Dünyada kötülülüğün bu kadar yaygın olmasın sebebi, kötülük bilgisinin kalplerdeki ve zihinlerdeki zaaflarla buluşmasıdır. Buradaki yanlış tercihler kötülüğün işlevselliğini arttırarak, kişilik haline dönüşür. Bu kötülük bireysel olmaktan çok toplumsal işlev görünce hayat zulüm kokar. Kâinat kötülüğün kıskacında can çekişir. Ahlaksızlık, yaşam tarzı haline gelir. Hırs ve açgözlülük tüm dünyayı sarar. Her yeri yangın yerine çevirir. Yalan- yanlış bilgiler hayatı şekillendirir. Bu listeyi uzatabiliriz. Yeterince malzeme var elimizde ne yazık ki… Bunlara 15 Temmuz ihanetini ekleyebilirsiniz. Eğitim durumlarının yüksek olduğu gözlenen bu örgütün, kötülük bilgisinin kıskacında neler yaptığına hepimiz şahit olduk. Kendilerine verilen nimetlerin şükrünü vereceklerine daha fazlasına göz diktiler. Kurdukları sofralarda kimseyi istemediler. Vaaz- İyilikle donanmış şahsiyetler, kendilerine verilen ilmi bir emanet bilerek yeryüzünü inşa ve ihya hareketine dönüştürmek için kullanırlar. Kâinatta iyiliğin melodisini dinletebilirler, dünyada iyilik kervanı oluşturabilirler, kanaatkâr ve şükür adımları ile yol alabilirler, zulmün karşısında cesaretle direnebilirler, insanları kötülün kıskacından kurtararak iyiliğin korumacılığına götürebilirler. larında hoş görü edebiyatı yapılırken, Müslüman kardeşlerinin kuyusunu kazma derdine düşmüşler. Dünya saadetleri karşılığında milyonlarca insanın kaderi ile oynadılar. Bedduaları kendilerine döndü. Çünkü ‘zulüm ile abad olunmaz’ ilahi sünnetullahı işledi. Ayet dile geldi, “Şüphesiz zalimler felaha eremezler.” (En’am, 135) Oysa iyilikle donanmış şahsiyetler, kendilerine verilen ilmi bir emanet bilerek yeryüzünü inşa ve ihya hareketine dönüştürmek için kullanırlar. Kâinatta iyiliğin melodisini dinletebilirler, dünyada iyilik kervanı oluşturabilirler, kanaatkâr ve şükür adımları ile yol alabilirler, zulmün karşısında cesaretle direnebilirler, insanları kötülün kıskacından kurtararak iyiliğin korumacılığına götürebilirler. Hayatlarını ilimle bütünleştirenler için, Hz. Enes (ra) anlatıyor: “Resulullah (sav) buyurdular ki: “İlim talebi için yola çıkan kimse dönünceye kadar Allah yolundadır.” Bu öyle bir güce dönüşür ki, iyilik adına yeryüzünde dolaşır. Peki bu gücün sırrı nedir? Bu gücü Allah müjde olarak ve Müslümanların hangi nimetlere kavuşabileceği noktasında bir sır olarak veriyor. Aynı zamanda kıymetli bir bilgi olarak da: “Düşman olan kavmi takip de gevşek davranmayın. Siz acı duyuyorsanız şüphe yok ki onlar da sizin duyduğunuz acıyı duyuyorlar ve siz Allah’tan, onların ummadığı şeyleri umuyorsunuz ve Allah, her şeyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa,104) İnanmayanların isteyemeyeceği, düşünemeyeceği gibi güç de yetiremeyeceği bir şeyi Allah’tan istemek… Allah daima galip olduğu gibi, Allah’a iman edenler de galip gelecektir. “Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar; oysa kâfirler hoşlanmasa da Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saff,8) ayetini salt bir kuru okumadan ziyade ilmi derinlikte anlayarak okumak gerek. Bunun için gerçek ilmin yol kılavuzluğunda çok geniş bir okuma ve tefekkür ile İslam’ı bütün olarak algılayıp; İslami yaşam modelini oluşturmak gerekir. Allah’ın, iyiliği yeryüzüne hâkim olması adına müjdelediği topluktan olmak ümidi ile… Vesselam. SAYI: 152 ARALIK 2016 95