B AŞYAZI Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı Şimdi kardeşlik zamanı Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. 1989 yılından bugüne peygamber sevgisi etrafında toplumumuzu bütünleştirmek amacıyla kutlana gelen Kutlu Doğum Haftası'nın 2012 yılı ana teması, “Hz. Peygamber (s.a.s.), Kardeşlik Hukuku ve Kardeşlik Ahlakı”dır. Zira biz kardeşliği ondan öğrendik. O bize kardeşliğin sadece bir retorik, bir söylem ve bir edebiyat olmadığını öğretti. Doğulu-Batılı, Arap-Acem, Türk-Kürt, kadın-erkek, zenginfakir, şehirli-köylü, işçi-memur, eğitimli-eğitimsiz, kariyerli-kariyersiz gibi yapay tüm ayrımları, iman kardeşliğinin potasında eritmeyi bize o öğretti. İnsanlık onunla vardı hakiki kardeşliğin tadına… O bize kardeşi kardeşe bağlayan en yüce değerin sadece sevgi, ilgi ve muhabbet değil; aynı zamanda bir hak olduğunu bildirdi. Ona göre müminler birbirine hak bağı ile bağlıdır. Hak bağının kurucusu ise bizzat Cenab-ı Hakk’ın kendisidir. Nitekim ayette “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de o, kalplerinizi birleştirmişti. İşte onun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.” (Âl-i İmran, 3/103.) buyrulmuştur. Bu konuyu gündeme getirmemizin iki önemli sebebi vardır: Biri, insanları kardeşliğe mani olacak duygu ve yönelişlerden arındırmaya çalışmak; diğeri insanlarda kardeşliği yüreklerde pekiştirecek hususiyetleri inşa etmeye yöneltmektir. Asıl amacımız kardeşliği bir söylem, bir retorik ve bir edebiyat konusu olmaktan çıkararak bir ahlak ve hukuk konusu hâline getirmektir. Bugün İslam coğrafyasının bir ilim ve medeniyet coğrafyasından bir zulüm ve mazlumiyet coğrafyasına dönüşmesinin en büyük sebebi, kardeşlik ahlakı ve kardeşlik hukuku ihlalidir. Oysa kardeşlik hukukunun çiğnendiği bir Müslüman dünyayı, kardeşlik ahlakının zedelendiği bir İslam dünyasını Yüce Rabbimiz ateş dolu bir çukurun kenarında yaşamak olarak değerlendirmiştir. Böyle bir yaşam her an ateş dolu çukura düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu tehlikeden kurtulmanın yolu, her şeyden önce müminlerin kardeşliğinden geçmektedir. Bunun için kalpler arasında ülfetin sağlanması ve Cenab-ı Hakk’ın nimeti sayesinde kardeşler olduğumuzu bir kere daha hatırlamamız gerekmektedir. Çünkü bizim kardeşliğimiz Yüce Allah’ın bize en büyük lütfu, ikramı, ihsanı ve nimetidir. İslam kardeşliği soy, sop, ırk, renk, dil, bölge ve asabiyet temelinde bir kardeşlik değildir. Menfaat temelinde bir kardeşlik hiç değildir. Yüce değerler ve yüksek idealler etrafında bir kardeşliktir. İman ve takva ekseninde bir kardeşliktir. Yüce Rabbimizin ifadesiyle “Müminler ancak kardeştirler.” (Hucurat, 49/10.) Bir mezhebe, bir meşrebe, bir ideolojiye olan aidiyet ve mensubiyeti bizi asıl kardeş kılan İslam’a olan mensubiyetin önüne geçirme hareketlerinin, İslam coğrafyasında yaygınlaşması, kardeşliği yeniden inşa etmek için seferber olmamızı gerektirmektedir. Öyle ki Allah yolunda hizmet için meydana gelmiş birlikteliklerde dahi kardeşlik ahlakı ve hukuku zaman zaman göz ardı ediliyor. Rahmet-i ilahiyi bile kıskanarak birbirinin cennetinin yolunu kesmeye çalışan kardeşlerin sayısı çoğalıyor. Kibir, buğz, öne geçme, riyaset, gıybet gibi yürekleri kemiren ve ihlası eriten duygular, insanların içinde kol gezip bulduğu bütün güzellikleri talan ediyor. Evet, biz Müslümanlar için daima bir geçici ve küçük; bir de kalıcı ve büyük aidiyet ve mensubiyetlerimiz olmuştur. Bir aileye, bir ırka, bir gruba, bir mezhebe, bir meşrebe, bir cemaate, bir ideolojiye olan intisabımız ve mensubiyetimiz geçici, küçük mensubiyetlerimizdir. Asıl büyük aidiyet ve mensubiyetimiz, İslam ailesine olan mensubiyetimizdir. Önemli olan şairin “İntisabım ta ezeldendir Cenab-ı Ahmed’e” dediği gibi doğumunun 1441. yıl dönümünü kutladığımız Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya (s.a.s.) olan intisabımızdır. Tarih boyunca Müslümanlar için en büyük tehlike, küçük mensubiyetleri kimliğe dönüştürerek bu büyük mensubiyetin önüne geçirmeye kalkışmak olmuştur. Irkçılık, mezhepçilik, meşrepçilik ve cemaatçilik üzerinden kardeşlik hukukunu çiğnemek ve bizi kardeş kılan değerleri yok saymak, aslında Peygamber Efendimize olan intisabımızı hep gölgeleye gelmiştir. Bu duygu ve düşünceler içerisinde Kutlu Doğum Haftası'nın bütün Müslümanların gönlünde kardeşlik duygusunun ve kardeşlik coşkusunun yeniden filizlenip yeşermesini, bütün davranışlarımızda kardeşlik ahlakı ve kardeşlik hukukunun yaşanmasını Yüce Rabbimden niyaz ediyor; başta ülkemiz ve gönül coğrafyamız olmak üzere bütün İslam dünyasının Kutlu Doğum Haftası'nı kutluyorum. Cenab-ı Hak’tan en büyük niyazımız, Sevgili Peygamberimizin sık sık özlemini dile getirdiği kardeşler topluluğu olmaktan hiçbir zaman uzaklaşmamaktır. içindekiler 5 DİYANET AYLIK DERGİ • NİSAN 2012 • SAYI: 256 GÜNDEM Kardeşlik: Üzüntü ve sevinci paylaşmaktır.................. 5 Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz İslami bakışla kardeşlik algısı...................................... 9 Doç. Dr. Halil Altuntaş Kardeşlik: Üzüntü ve sevinci paylaşmaktır Peygamberimizin sözlerinde ve örnekliğinde Kardeşlik ve kardeşlik hukuku.................................. 12 Prof. Dr. Raşit Küçük Hz. Peygamber döneminde kardeşlik uygulamaları.. 15 Prof. Dr. Hüseyin Algül Başkasının kıyameti................................................. 19 Sibel Eraslan Kardeşlik hukukunun ölçüleri................................... 22 Prof. Dr. Ali Bakkal Ahlakla var olmak Koruyucu kardeşlik.................................................. 26 Prof. Dr. Ramazan Altıntaş DİN-DÜŞÜNCE-YORUM Ahlakla var olmak.................................................... 30 Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın Yüksek bir duygu ve yüce bir haslet: Vefa................ 34 Dr. Durak Pusmaz Bir kardeşlik hukuku refleksi: Helalleşme.................. 38 30 Dr. Şemsettin Ulusal AİLE Aile içi iletişimde “Değer” kazandırma yolları-I.......... 42 Prof. Dr. Ertuğrul Yaman Allah Rasulü’nün rahmet yüklü ilişkileri (Aile ve yakın çevredeki örnekliği)............................. 46 Hatice Kübra Görmez Aile içi iletişimde “Değer” kazandırma yolları-I 42 Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Dr. Yüksel Salman Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Dr. Faruk Görgülü Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu Mustafa Bayraktar (Dön. Ser. İşl. Müd.) Yayın Koordinatörleri Mustafa Bektaşoğlu [email protected] Elif Arslan [email protected] BİR AYET BİR YORUM Hayata kulluk mührünü vurmak............................... 50 Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı BİR HADİS BİR YORUM Allah için sevmek..................................................... 52 Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal Kâmil Büyüker [email protected] Son Okuma Mustafa Bektaşoğlu - Sait Şan Mutlu Doğan - Sedat Memiş Uygulama Latif Köse Arşiv Ali Duran Demircioğlu Yönetim Merkezi Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A 06800 Çankaya/ANKARA Tel: (0312) 295 73 06 Fax: (0312) 284 72 88 [email protected] Abone İşleri Tel : (0312) 295 71 96-97 Fax : (0312) 285 18 54 e-mail: [email protected] Abone Şartları Yurt içi yıllık: 28.80 TL. Yurt dışı yıllık: ABD, 30 ABD Doları AB Ülkeleri, 30 Euro Avustralya, 50 Avustralya Doları İsveç ve Danimarka, 250 Kron İsviçre, 45 Frank Abone kaydı için, ücretin Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün T.C. DİN GÖREVLİSİNİN HATIRA DEFTERİNDEN Hep birlikte saf tutalım............................................. 54 Gülsüm Dokuz KÜLTÜR - SANAT – EDEBİYAT Nakibü’l-eşraflık müessesesi ................................... 56 Ayhan Işık Anadolu’da bir kardeşlik tecrübesi: Ahilik................. 60 Dr. Adil Şen ÖRNEK HAYATLAR Hacı Veyiszade Mustafa Kurucu (1887-1960).......... 63 Mustafa Özdamar Nakibü’l-eşraflık müessesesi 56 HİKMET PENCERESİ Kafa dengini değil kalp dengini bul.......................... 66 M. Lütfi Arslan UZMAN GÖZÜYLE Hukuka bir açıdan bakış.......................................... 68 Mevlüt Akyürek FIKIH KÖŞESİ Din İşleri Yüksek Kurulundan.................................... 70 60 İSLAMLA YENİDEN DOĞANLAR Bruce:...bir Müslüman diğerine “kardeşim” diyorsa bunun çok derin bir anlamı olmalı............................ 72 Anadolu’da bir kardeşlik tecrübesi: Ahilik DAĞARCIK Din görevlisinin çocuklarla iletişiminde beden dilinin önemi...................................................................... 74 Adem Güneş KÜRSÜDEN Peygamber sevgisi.................................................. 76 Yunus Akkaya KİTAP TANITIMI Fahrıâlem romanı..................................................... 79 Hacı Veyiszade Mustafa Kurucu (1887-1960) Vural Kaya Ziraat Bankası Ankara - Akay şubesindeki İBAN: TR 84000100076005994308-5001 no’lu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya e-postanın Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A 06800 Çankaya/ANKARA adresine gönderilmesi gerekir. Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın Diyanet Aylık Dergi (Türkçe) Temsilcilikler Yurt içi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri Yurt dışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri, Din Hizmetleri Ataşelikleri web: www.diyanet.gov.tr e-mail: [email protected] [email protected] [email protected] Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir. 63 Tasarım - Baskı Cilt Evren Yayıncılık ve Bas. San. Tic. AŞ Konya Devlet Karayolu (29. km) Evren Yayıncılık Serpmeleri Oğulbey Kavşağı Nu.: 1 06830 Gölbaşı/ANKARA tel.: (0.312) 615 54 54 belgeç: (0.312) 615 54 55 Basım Yeri: ANKARA Basım Tarihi: 31.03.2012 ISSN - 1300 - 8471 EDİTÖRDEN B aşkanlığımız 14-20 Nisan tarihleri arasında düzenlediği Kutlu Doğum Haftası’nı birkaç yıldan bu yana belli bir tema çerçevesinde gerçekleştiriyor. Bu haftaya olan ilgi ve sevgi artık Avrupa’dan Amerika’ya, Balkanlar’dan Avustralya’ya ve gönül coğrafyamızın neredeyse tamamına ulaştı. Bugün yüz ülkeye yaklaşan yurt dışı temsilciliklerimiz aracılığıyla peygamber sevgisi kıtaları aştı. Her geçen yıl da artarak ve zenginleşerek devam edecek. Bu yıl Kutlu Doğum Haftası’nın ana teması, “Hz. Peygamber, Kardeşlik Ahlakı ve Kardeşlik Hukuku.” Başkanlığımız bu hafta vesilesiyle; “Müminler ancak kardeştirler.” ilahî hitabıyla kardeş olan bizlere, benliğimizi kuşatan dünyevileşmenin ve ihtiraslarımıza yenik düşmenin etkisiyle ihmal ettiğimiz kardeşlik hukukunu ve ahlakını yeniden hatırlatmayı amaçlıyor. Örselenen kardeşlik duygularımızı tamir edebilmek ve yeni bir farkındalık oluşturmak üzere yurt içinde ve yurt dışında pek çok bilimsel ve kültürel etkinlikler hazırlandı. Hafta boyunca, Cenab-ı Hakk’ın, “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 21/107.) hitabına mazhar olmuş rahmet peygamberini, kardeşlik ve sevgi ilkeleri ekseninde daha yakından tanımaya, onun kardeşlik mesajlarını özümsemeye ve yaşamaya katkı sağlayacak birçok etkinlik gerçekleştirilecek. Kardeşlik merkezli hazırladığımız bu sayıda, kardeşlik bağlarımızı yeni bir duyarlılıkla nasıl güçlendirebileceğimize ilişkin kıymetli yazılar yanında, ilişkilerimizde ön plana çıkmaya başlayan ben merkezli ve çıkar odak- lı ilişkileri sorgulayan ve kardeşlik temelli bir toplum inşasının önemine işaret eden yazıları bulacaksınız. Dosya kapsamında Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bir Müslümanın diğer Müslümanlar üzerindeki haklarına işaret eden ve bu konuda çerçeve oluşturan hadisinden hareketle kardeşlik hukukunu bizlere aktarıyor. Doç. Dr. Halil Altuntaş, İslam’ın kabilecilik, ırk, renk gibi sebeplere dayalı kardeşliği kabul etmediğini vurgulayarak, birlik ve bütünlüğün öncelikle insanın ruh dünyasında gerçekleşeceğini ve asıl yüreklerden beslenen kardeşliğin kalıcı olduğuna dikkat çekiyor. Prof. Dr. Raşit Küçük, hadis kaynaklarımızda dostluk, ülfet, muhabbet, samimiyet ve dürüstlük gibi kardeşlik duygularımızı güçlendirecek ve bize her zaman rehberlik edecek pek çok ilke ve prensibin bulunduğunu örnekler eşliğinde ifade ediyor. Prof. Dr. Hüseyin Algül’ün birlik şuuruyla dirliğe erişi sahabe örnekleriyle ele aldığı yazısıyla, Prof. Dr. Ali Bakkal’ın kardeşlik hukukunun gereklerini ve ideal ölçüsünü ele aldığı yazısını ve Prof. Dr. Ramazan Altıntaş’ın koruyucu kardeşliğin temeli, özveride bulunma ahlakı ve samimiyetin önemi konulu yazısını da beğenerek okuyacağınızı düşünüyoruz. Sizler için özel hazırladığımız kardeşlik dosyasını ve birbirinden değerli diğer köşe yazılarını ilginize sunarken, Kutlu Doğum Haftası’nın ve gerçekleştirilecek bütün faaliyetlerin verimli, bereketli olmasını, bizleri Kur’an’ın ve Sevgili Peygamberimiz’in kardeşlik ilkeleri etrafında bir araya getirmesini diliyorum. Gündem Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Kardeşlik: Üzüntü ve sevinci paylaşmaktır KARDEŞLİK MESULİYET, FEDAKÂRLIK VE FARKINDALIK BİLİNCİ İSTEYEN BİR BİRLİKTELİKTİR. KARDEŞLİK KRİSTAL CAMA BENZER. DİKKATLİCE KORUNMAZ İSE ÇEŞİTLİ ZARARLARA UĞRAYARAK KIRILIR VE BOZULUR. Kardeşlik, insanlar arasındaki her türlü farklılık ile sosyal ve ekonomik üstünlüğü bir tarafa bırakmayı sağlayan ve yürek bütünlüğü içerisinde Allah’a yönelmeyi gerçekleştiren bir duygudur. Kardeşlik mesuliyet, fedakârlık ve farkındalık bilinci isteyen bir birlikteliktir. Bu yüzden İslam dini, toplum içinde yaşayan fertlerin birbirlerinin farkında olmalarını; üzüntü ve sıkıntıları ile sevinç ve mutluluklarını paylaşmalarını emretmektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.)’in kardeşlik hukuk ve ahlakını anlattığı şu hadis-i şerif, bu konuda yapılması gerekenleri özetler: “Müslümanın, Müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selamına mukabele etmek; yani selamlaşmak, hastayken ziyaret etmek, cenazesinin teşyiine katılmak, davetine icabet etmek ve aksırdığında yerhamükellah/Allah sana merhamet etsin! demek.” (Buhârî, Cenâîz, 2; Müslim, Selâm, 4.) 1. Selamlaşmak, kardeşinin selamına mukabele etmek Selam içtimai huzur, mutluluk ve barışın gerçekleşmesi için kalbî dua, fiil ve söylemdir. Toplum hayatında kardeşlerin birbirleriyle selamlaşmaları barış ve güvenin sembolüdür. Selam, genelde kâinatta varlıkların fıtrat, tabiat ve şeriat kanunlarına göre birbirleriyle olan kavlî, fiilî ve kalbî iletişimlerinin genel adı olarak değerlendirilebilir. Kardeşler arası selamlaşmayı hayatın bir parçası gören İslam dini, selamın yaşaması için ona mukabeleyi ondan daha önemli bir manevi sorumluluk olarak görmektedir. Nitekim bir ayet-i kerimede: “Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile mukabele edin veya verilen selamı aynen iade edin.” (Nisâ, 4/86.) buyrulmuştur. Selamlaşma, kardeşlerin dünyada birbirlerine duası, ahirette ise daru’s-selama çağrısıdır. Selam, hayatı paylaşmaktır. Selam ile insan, hemcinslerinin farkına vararak hayatın zorluk ve kolaylığını, sevinç ve üzüntüsünü fiilî ve kalbî olarak paylaşmış olur. SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 5 Cenâiz, 53.) gibi fiilî hizmetlerle beraber zikretmesi, selamın hizmet ve destek boyutuna işarettir. 2. Hastayken ziyaretinde bulunmak Hasta ziyaretinin biri ziyaret edilen ile; diğeri ziyaret eden ile ilgili iki boyutu vardır. Ziyaret edilen hastalık sebebiyle moral desteğe ve acısının paylaşılmasına muhtaçtır. Bu yüzden müminlerin hasta olanları ziyaretleri hem bir hak, hem de bir hizmet sorumluluğudur. Zira hastalık anı, insanın moral seviyesinin en düşük olduğu zamandır. Ziyaret sayesinde hasta olan kimse arandığını, kendisinin değerli olduğunu hisseder ve bu moral, hastalığının tedavi sürecine olumlu katkı sağlar. DERDİYLE BAŞ BAŞA KALMIŞ, HASTALIĞINDAN DOLAYI İNİM İNİM İNLEYEN BİR HASTANIN NE ÇEKTİĞİNİ ANLAMAK İÇİN ONU ZİYARET ETMEK GEREKİR. Selam en hayırlı amellerden biri kabul edilir. Nitekim bir sahabi Allah Rasulü’ne: “İslam’ın en güzel ve hayırlı davranışı hangisidir?” diye sorduğunda o: “İnsanlara yemek yedirmek (it’am-ı taam), tanıdığın, tanımadığın herkese selâm vermektir (ifşâü’s-selâm).” (Buhârî, Îmân, 20; Müslim, Îmân, 63.) diye cevap vermiştir. İnsanın mümin kardeşini evinde, iş yerinde ziyareti, bir tür selamı yayma çabasıdır. Selam, insanın kardeşine kalbî duasının yanı sıra fiilî destek ve hizmetidir. Selamı sadece kavlî lafızlardan ibaret saymak, ondaki hizmet boyutunu görmemek demektir. Selam hem hayatı, hem sevinç ve sıkıntıları paylaşmaktır. İnsan selamlaşma sayesinde toplumdaki diğer insanların farkına varır; onların dert ve sıkıntılarını fiilî ve kalbî olarak paylaşmış olur. Selamın lafzi boyutu kadar fiilî boyutu da önemlidir. Hz. Peygamber’in selamı, hadisin farklı rivayetlerinde hasta ziyareti, cenaze teşyii, zayıfa yardım ve mazluma destek (Bkz. Buhârî, Mezâlim, 5; Müslim, Libâs, 3; Tirmizî, Edeb, 45; Neseî, 6 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 Hasta ziyareti önemlidir, çünkü derdiyle baş başa kalmış, hastalığından dolayı inim inim inleyen bir hastanın ne çektiğini anlamak için onu ziyaret etmek gerekir. Hasta ve dertli insanların yüreğindeki yangın ve acı, ancak ziyaret edildiğinde idrak edilebilir. Hasta, dert çekmiş ve hâlden anlayan bir ziyaretçisi olduğunda hastalığını bir nebze unutur. Bu yüzden Müslümanların asli vazifelerinden birisi de hasta olan ve derdi bulunan kardeşlerini ziyaret edip onlara hizmet etmektir. Hasta ziyaret eden ise bir yandan hastaya dua etmeli, diğer yandan da hastalıktan ibret alıp hâline şükretmeyi bilmelidir. Duada ölüm duygusu içerisinde olan hastaya soluk aldırma ve rahatlama vardır. Nitekim Hz. Peygamber bir hadislerinde: “Hasta ya da ölünün başında bulunduğunuz zaman hayır dua ediniz. Çünkü melekler sizin dualarınıza amin derler.” (Müslim, Cenâiz, 6; Ebû Dâvud, Cenâiz, 15.) buyurduğu gibi bir başka hadislerinde de: “Hastaya ölüm konusunda soluk aldırın.” (Bkz. Tirmizî, Tıbb, 35, 2088.) buyurarak bu hususa vurgu yapmıştır. Kendinden kötü olan birini ziyaret etmek, kişinin hâlinden razı olup şükretmesine vesile olur. Bu bakımdan hastanelere ve hastalara yapılan ziyaret, daha kötüyü görerek insana empati kurma ve şükretme imkanı verir. 3. Cenazesinin teşyiine katılmak İslam’ın emrettiği vazife ve içtimai ibadet- lerden birisi de vefat eden mümin kardeşine son görevin yapılmasıdır. İnsan cenazeye katılmak suretiyle cenaze yakınlarının acısını paylaşmış olur. Bu insani bir görevdir. Cenaze namazı ve kabre giderek dua ve helalleşmek suretiyle de İslami bir vazifeyi icra etmiş olur. Cenaze sırasındaki şahitlikte Allah’ın kullarına yüklediği ilahi bir görevi yerine getirme vardır. Çünkü Allah Rasulü: “Siz yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz. Kime hayırla şahitlik ederseniz, ona cennet vacip olur…” (Buhârî, Cenâiz, 86; Müslim, Cenâiz, 60.) buyurmaktadır. Vefat eden mümin kardeşin namazını kılarak hüsn-i şehadette bulunmak ve defnetmek farz-ı kifaye kabul edilen bir hak ve sorumluluktur. Bu görevler ihmal edildiğinde toplumdaki herkes sorumlu olacaktır. Cenazeye iştirakin bir de katılana sağladığı fayda vardır ki en az diğerleri kadar önemlidir. O da cenaze sayesinde ölümü hatırlamak ve ölümden ibret almaktır. Bir süre önce hayatta olan, kendisi gibi yaşayan birinin bugün cenazesini kaldırmak ibretamiz bir durumdur. 4. Davetine icabet etmek Davete icabet sevinci paylaşmak demektir. Müminin diğer bir mümin üzerindeki haklarından birisi statüsüne, ekonomik ve sosyal durumuna bakmadan mütevazı bir şekilde mümin kardeşinin davetine icabettir. İnsanın mümin kardeşinin davet ve sevincini pay- laşması aralarındaki muhabbetin artmasına vesile olur. “Sevinçler paylaşıldıkça artar” prensibi gereği insanın mümin kardeşinin davetine icabet etmesi gerekir. Düğün, nikâh, mevlit, sünnet ve açılış gibi davetlere icabet edilmesi insanın asli vazifeleri arasındadır. Mümin bir yürek böyle zamanları fırsat bilmeli ve gönüller arası köprülerin kurulmasına vesile saymalıdır. İnsanlar genellikle sevinçli ve hüzünlü günlerinde dost ve kardeşlerini yanlarında görmek isterler. “Ağaç dalıyla gürler” sözü bunu ifade eder. Hatta sevinçli ya da üzüntülü gününe kimlerin katılıp, kimlerin katılmadığını insanlar tespit ederler. 5. Aksırdığında “Allah rahmet etsin” demek Aksırmak bazen sıhhatli olmanın alameti, bazen de hastalığın habercisidir. Allah Teala’nın verdiği bütün nimetler gibi sıhhat alameti olan aksırma için de şükredilmesi gerekir. Aksırma sırasında insana canı âdeta iade edilir. İnsanın aksıran bir mümin kardeşine “Allah sana rahmet etsin” demesi aslında onun farkında olduğunun beyanı ve bir ilgi ifadesidir. Yalnızlaşan günümüz insanı aslında bugün, bu ilgiye eskisinden daha çok ihtiyaç duymaktadır. İnsanın kardeşinin farkında olması, derdini hissetmesi ve çareler araması bir sorumluluktur. Çünkü kardeşliğin özü farkın- SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 7 Kardeşlik yük vermekten çok, yük taşımak ve hizmette bulunmaktır. Kardeşler arasındaki münasebet insanın iki eli arasındaki ilişki gibi olmalıdır. Nasıl ki elin biri diğerini yıkar, korur, ısıtır, bir arada tutar ve birliktelik verirse kişi de kardeşiyle öyle olmalıdır. DIŞA DÖNÜK, BAŞKALARININ ÜZÜNTÜ VE SEVİNÇLERİNİ PAYLAŞANLAR BAŞKALARIYLA ARALARINA KÖPRÜ KURANLARDIR. YALNIZ, İLGİSİZ YAŞAYAN VE ÇEVRESİNDEN ETKİLENMEDEN İÇLERİNE KAPANANLAR İSE DUVAR ÖRENLERDİR. da olabilmek, üşüyenle üşüyebilmektir. Hz. Peygamber’in Müslümanların birbirleri üzerindeki hakları olarak sembolize ettiği bu hususlar üzüntü ve sevinç konularına münhasır bulunmaktadır. Selam ve davete icabet sevinç zamanlarını, hasta ziyareti ile cenaze teşyii üzüntü anlarını, sonuncusu ise her ikisine şamil bulunmaktadır. Üzüntü ve sevinçteki ziyaret, icabet ve hizmet, uzakları yakın edecek bir enerjiye sahiptir. İçtimai münasebetlerde insanlarla ilişkinin iki boyutu vardır: Duvar örmek ya da köprü kurmak. Dışa dönük, başkalarının üzüntü ve sevinçlerini paylaşanlar başkalarıyla aralarına köprü kuranlardır. Yalnız, ilgisiz yaşayan ve çevresinden etkilenmeden içlerine kapananlar ise duvar örenlerdir. Sosyal hayatın zorlukları ancak kurulacak köprülerle aşılabilir. Yüce dinimiz ve O’nun şanlı nebisi bize sosyal hayatı kolaylaştırmak için köprüler kurmayı önermektedir. Allah yolunda kardeşlik gönül köprüleri kurarak yüz yüze bakmayı, yürek bütünlüğü içinde olmayı gerekli kılar. Kopukluk ve uzaklık başladığı zaman kardeşlik ortadan kalkar. Kardeşlik kristal cama benzer. Dikkatlice korunmaz ise çeşitli zararlara uğrayarak kırılır ve bozulur. Kardeşliği devam ettirmek, başlatmaktan daha zordur. 8 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 Netice itibarıyla üzüntü ve sevinci paylaşmak demek olan Allah için kardeşlik ve dostluk, cennet kapılarını açan, cehennem kapılarını kapatan bir feragat ve fedakârlıktır. Dünyevi dostluklar dünyada kalır. Ahirete taşınan dostluk Allah için olandır. Nitekim Allah Teala takva ehlinin dostluğunun asıl ahirette işe yarayacağını şöyle ifade buyurur: “O gün takva ehli dışında bütün dost/kardeşler birbirlerine düşman kesilir.” (Zuhruf, 43/67.) Böyle bir kardeşlik ve dostluk Hz. Peygamber’in hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Hak Teala’nın arşın gölgesi altında barındıracağını haber verdiği yedi gruptan birini teşkil eder. Onlar Allah için birbirini seven, bu sevgi üzere yaşayan ve bu sevgi ile ölen kardeşlerdir. (Buhârî, Ezan, 36, Zekât, 16, Hudûd, 19; Müslim, Zekât, 91; Tirmizî, Zühd, 53.) BUNDADIR Teslimiyet ile Hakk’a ver başı Huşû, takvâ ile edâ et “beş”i Özünden ve gözünden akıt yaşı Şükrân-i nîmetle nûş eyle aşı Abdiyyet ve kurbiyyet bundadır Uyumlu ol incitme sakın eşi Farkında ol, anla dâim kardeşi Tecessüs ile karıştırma işi Ele değil, öz nefsine at taşı Fazîlet ile mutluluk bundadır. Yükselsin ister isen gönül kuşu Bitir artık içindeki savaşı Kimseye ne iğne batır, ne şişi Üşüyen kardeşinle sen de üşü Empati de, kardeşlik de bundadır. Mütevâzı, zarif ol çatma kaşı Yamuk bakma! Bu yapar seni şaşı Zorluklar için sabreyle, sık dişi Dünyâ fânîdir, gerçek sanma düşü Âhiretteki kurtuluş bundadır. Gündem Doç. Dr. Halil Altuntaş Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi İslami bakışla kardeşlik algısı DİN, SEVGİ, ŞEFKAT, ANLAYIŞ, KENDİNİ BAŞKALARININ YERİNE KOYMA GİBİ DUYGU VE TUTUMLARIN İNSANLAR ARASI İLİŞKİLERİN TEMELİNDE YER ALMASINI ÖNGÖRÜR. GÖRMEDİĞİMİZ, TANIMADIĞIMIZ KİMSELER İMAN BİRLİĞİ SAYESİNDE KARDEŞİMİZ OLUR. BÜTÜN MADDİ ENDİŞELERİ DIŞARIDA BIRAKAN VE SADECE YÜREKLERDEN BESLENEN BU KARDEŞLİK DUYGUSU ONU PAYLAŞANLAR ADINA BÜYÜK HAYIR VE GÜZELLİKLERİN KAYNAĞIDIR. Kardeşlik kavramına vücut veren başlıca unsur ortak bir anne babaya sahip olmak durumudur. Ancak çeşitli anlam ilişkileri sebebi ile bu çerçeve daha da genişletilerek ortak kabile, arkadaşlık, sevgi ve muhabbet ile benzeri olgular da kardeşlik algısına kaynaklık ede gelmiştir. Kur’an, kardeşlik kelimesini bütün bu anlamlarda kullanmıştır. Ancak bununla kalmamış, inanç esasını kardeşliğin temeline oturtmuş ve onu diğer bütün kardeşlik algılarının önüne geçirmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hutbesinde artık Rabbine kavuşmak vaktinin geldiğini ima edince Hz. Ömer ağlamaya başlamıştı. Rasulüllah bu durumu görünce; “Ebubekir, ağlama!” buyurmuş ve şöyle devam etmiştir: “Arkadaşlığı ile malı ile insanların bana en çok iyiliği dokunanı Ebubekir’dir. Eğer ümmetimden bir dost edinecek olsaydım Ebubekir’i seçerdim. Fakat İslam kardeşliği ve bundan kaynaklanan sevgi daha önemlidir.” (Buhari, Salat, 78.) Bu ifadesi ile Rasulüllah, “Müslümanlar arasında en güçlü yakınlaşma ve ünsiyet kaynağı inanç birliğidir.” mesajını vermiş oluyor. Din, sevgi, şefkat, anlayış, kendini başkalarının yerine koyma gibi duygu ve tutumların insanlar arası ilişkilerin temelinde yer almasını öngörür. Ne var ki kişisel menfaat ve hırslar çok kere bu yönelişleri geri plana iter. Günümüz insanında sıklıkla görülen durum budur, ne yazık ki. Ben merkezli bir hayat anlayışı, her bireyi kendi küçük dünyasının hâkimi yapmış bulunuyor. Bununla birlikte bazı özel durumlar insanın gerçeği görmesine sebep olabiliyor. ABD Cumhuriyetçiler Partisinin (Reagan ve Baba Bush’un) siyaset ve strateji danışmanı Lee Atwater (1951) ağır bir hastalığa yakalandıktan sonra diyor ki: “Hastalığım, toplumda kaybedilmiş olan şeyin benim içimde de yok olduğunu anlamama yardımcı oldu: Biraz sevgi ve dostluk, biraz kardeşlik. 80’li yıllarda herkesin hedefi kazanmak; zenginlik, güç ve say- SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 9 olur. Bütün maddi endişeleri dışarıda bırakan ve sadece yüreklerden beslenen bu kardeşlik duygusu onu paylaşanlar adına büyük hayır ve güzelliklerin kaynağıdır. Nitekim Kur’an, din kardeşliği olgusunun kazandırdığı birlik ve bütünlük şuurunu Müslümanlar adına ilahi bir nimet olarak nitelemiştir. (Al-i İmran, 3/103.) Kur’an’ın ifadeye koyduğu müminler arası kardeşlik ilkesini pratik hayata geçirmek üzere Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’ye hicretinden yaklaşık beş ay sonra da 45’i muhacirlerden 45’i ensardan olmak üzere toplam 90 kişiyi ikişer ikişer birbirlerine kardeş yapmıştır. Bu uygulama maddi ve manevi olarak yardımlaşma ve birbirine varis olma temeBÜTÜN MADDİ ENDİŞELERİ DIŞARIDA BIRAKAN VE line dayalı idi. Din kardeşliSADECE YÜREKLERDEN BESLENEN BU KARDEŞLİK ğinin kurduğu yakınlık bağı DUYGUSU ONU PAYLAŞANLAR ADINA BÜYÜK HAYIR VE böylece kan ve soy kardeşGÜZELLİKLERİN KAYNAĞIDIR. liği ile bir tutulmuş oluyordu. Daha sonra muhacirlerin gınlık elde etmekti. Evet, ben pek çok kişiden yerleşik düzene geçmeleri ve daha fazla servet, güç ve saygınlık elde ettim. maddi durumlarının düzelmesinden sonra bu Ancak, her şeyi elde etmiş olabilir ve yine de mirasçı olma uygulamasına son verildi. (Bak: kendinizi boşlukta hissedebilirsiniz. Ailemle Enfal, 8/75.) daha fazla bir arada olabilmek için neler Ensar ile muhacirlerden kardeş kılınanların vermezdim! Arkadaşlarımla bir akşam birsosyal ve ekonomik durumları dikkate alınlikte olabilmek için ne bedeller ödemezdim! dığında ince bir psikolojik ve sosyo-politik Gerçeği görebilmem için ölümcül bir hastalıhedefin güdüldüğünü fark ediyoruz. Farklı ğa yakalanmam gerekti. Bu; acımasız isteklere ırk, kültür ve ekonomik kesimlerden insankapılmış, ahlaki çürüme içindeki ülkenin, lar birbirleri ile kardeş kılınarak, iman bağı benim durumuma bakıp öğrenebileceği bir dışında kalan dünyevi farklılık unsurları devre gerçektir. 90’lı yıllarda bizi kimin yönetecedışı bırakılmıştır. Böylece kardeşler birbirğini bilemiyorum, ama bu kimseler Amerikan lerinin her halinden haberdar olmak istiyor, toplumunun kalbindeki bu manevi boşluğa, onlarla ilgileniyorlardı. Enes b. Malik diyor bu ruh tümörüne hitap edecek kimseler olmaki: Rasulüllah (s.a.s.) iki kişiyi kardeş ilan lıdır.” (Life, Şubat, 1991.) ediyor ve artık geceler onlara uzun gelmeDin kardeşliği o kadar güçlü bir bağdır ki, ye başlıyordu. Kardeşlerden biri öteki ile onun yanındaki bütün diğer bağlar görmezlikkarşılaşınca onu sevgi ve iyilikle karşılıyor ten gelinebilir. Görmediğimiz, tanımadığımız ‘Görmeyeli nasılsın?’ diye soruyordu. Genel kimseler iman birliği sayesinde kardeşimiz 10 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 olumsuz etkenlerolarak ise, bir kimse, İNANCA DAYALI KARDEŞLİK BİLİNCİ SINIR den biri asabiyetkardeşinin durumun- VE MESAFE TANIMAZ; BİRBİRİNİ HİÇ tir. Asabiyet, etki dan haberdar olmaksı- GÖRMEYEN İNSANLAR ARASINDA BİR ve müdahalemizin zın üç gün geçirmiyor- MUHABBET VE BAĞLILIK PEYDA EDER. ürünü olmayan bir du.” (Beyhaki, Şuabu’l-İman, özelliğe dayana9056) Ensarın en zenrak üstünlük iddiasında bulunmak demektir. ginlerinden olan Sa’d b. Rebi’, kardeş olduIrk, dil, renk, güzellik gibi özellikler insan ğu Abdurrahman b. Avf’a, malını kendisi ile çaba ve emeğinin sonucunda elde edilen şeyarasında eşit olarak taksim etmeyi teklif etmiş ler değildir. Hiç kimse mensup olacağı ırkı, fakat Abdurrahman bunu kabul etmeyerek konuşacağı anadilini, taşıyacağı deri rengini Sa’d’e, “Allah malını bereketli ve mübarek kılve güzellik derecesini belirleme şansına sahip sın, siz bana çarşının yolunu gösterin.” demişdeğildir. Dolayısı ile bu niteliklerle övünmek, tir. Abdurrahman ticaret yaparak belli bir süre üstünlük ayrıcalık iddiasında bulunmak dayasonra maddi durumunu oldukça iyileştirmişti. naksız ve anlamsızdır. “Asabiyete çağıran biz(Buhari, Menakıb, 57.) Bu tekil bir örnek değildi. den değildir; Asabiyet uğruna çarpışan bizden Medineli Müslümanlar, ihtiyaç içinde olsalar değildir; asabiyet üzere ölen bizden değildir.” bile muhacir kardeşlerini daima kendilerine tercih ediyorlar, onları öz kardeşleri gibi hatta (Ebû Davud, Edeb, 121.) şeklindeki nebevi yargı, daha da yakın hissediyorlardı. Kardeşlerine İslam temelsiz üstünlük iddialarının ne derekarşı derinden, beklentisiz bir sevgi besliyorce tehlikeli sonuçlara sebep olacağını ortaya lardı. Elde edilen ganimetlerin kendilerine koymaktadır. pay verilmeksizin muhacirlere dağıtılmasınLüks ve rahata düşkünlük bencilce bir hayat dan dolayı hiçbir rahatsızlık duymamışlardı. anlayışını getiriyor. Paylaşma kültürü zayıflıKendileri ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları yor, ya da tamamıyla yok oluyor. İnsan “kenkendilerine tercih ediyorlardı. (Haşr, 59/10.) disi” ile meşgul olurken çevresini “unutuyor”. İslam’ın telkin ettiği kardeşlik ilkesi, bu tür İnanca dayalı kardeşlik bilinci sınır ve mesafe harici etkenler sebebi ile zayıflamaya, yüz tututanımaz; birbirini hiç görmeyen insanlar arayor. Yine, insanlar arası yakınlaşmanın önemli sında bir muhabbet ve bağlılık peyda eder. etkenlerinden biri olan sevgi ve merhamet Sahabi Ebu Malik el-Eş’ari anlatıyor: duygularının zayıflaması, kin ve nefretin dev“Hz. Peygamber (s.a.s.) yanında bulundureye girmesi de kardeşliğin başlıca aşındırıcığum bir sırada şöyle buyurdu: ‘Allah’ın öyle larındandır. Mayamızda var olan kin ve nefret kulları vardır ki ne peygamberdirler, ne de duyguları, kişisel menfaat düşkünlüğü kontrol şehit. Fakat kıyamet gününde Allah’a yakınaltına alınamazlarsa davranışlarımıza hâkim lıkları sebebi ile peygamberler ve şehitler olurlar. Şu uyarıyı hep zihinde tutmak gerekionlara özenir.’ Bir çöl sakini el kaldırıp, ‘Ya yor: “Birbirinize haset etmeyin. Müşteri kızışRasulallah! Onların kim olduğunu bize anlat’ tırmayın. Birbirinize buğzetmeyin. Birbirinize diyince Rasulüllah’ın yüzünde bir sevinç arka çevirmeyin. Birbirinizin pazarlığı üzerine belirtisi gördüm. Buyurdu ki; ‘Bunlar farklı pazarlık etmeyin. Ey Allah’ın kulları, kardeş ülkelerden, farklı kabile ve soylardan kimolun.” (Müslim, Birr ve Sıla, 9.) Kur’an müminleri selerdir. Kendilerini birbirlerine bağlayacak kardeş ilan etmiş olduğu halde Rasulüllah’ın akrabalık, ya da dünyevi menfaat ilişkisi yok“kardeş olun” buyurması, Allah’ın bu iltifatına tur. Allah’ın rahmeti sayesinde birbirlerini layık olacak davranışlar sergileyin; kardeşin severler…’ (Beyhaki Şuabuliman, Fi kıssati ibrahime fil kardeşe nasıl davranması gerekiyorsa öyle muanekati fissalis 6/473) davranın, anlamını ifade ediyor. Birçok ahlaki güzellik eşliğinde iman temeli Bütün yıpranmalara rağmen din kardeşliüzerine kurulan, ilmek ilmek işlenen karği bilinci Müslümanlar açısından önemli bir deşlik örgüsü yıpratıcı, yok edici etkilerden yapıcı güç olmaya devam ediyor. korunmalıdır. Bu noktada akla ilk gelecek SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 11 Gündem Prof. Dr. Raşit Küçük Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Peygamberimizin sözlerinde ve örnekliğinde Kardeşlik ve kardeşlik hukuku ALLAH KELAMI KUR’AN İLE PEYGAMBERİMİZİN SÜNNETİ VE HADİSLERİ, BU BİLİNEN VE HER DİLDE ORTAK OLAN ANLAMI YANINDA KARDEŞLİĞE DAHA FARKLI, DAHA VURUCU, İNSANLIK AİLESİ İÇİN DAHA ÇOK ÜZERİNDE DURULMASI VE VURGULANMASI GEREKEN ANLAMLAR YÜKLER. Kardeş sözcüğü, yeryüzünün bütün dillerinde var olan ve sıcaklığı, sevimliliği, ifade ettiği ortak anlam olarak, ana baba bir, ana bir baba ayrı veya baba bir ana ayrı kişileri anlatan ortak bir kavramdır. İslam dininin temel referans kaynakları olan Allah kelamı Kur’an ile Peygamberimizin sünneti ve hadisleri, bu bilinen ve her dilde ortak olan anlamı yanında kardeşliğe daha farklı, daha vurucu, insanlık ailesi için daha çok üzerinde durulması ve vurgulanması gereken anlamlar yükler. Peygamberimiz bir hadislerinde şöyle buyurur: “Ruhlar toplu cemaatlerdir. Onlardan birbiriyle tanışıp anlaşanlar kaynaşır, tanışıp anlaşamayanlar ise ayrılırlar.” (Buhârî, Enbiyâ 2; Müslim, Birr 159-160.) Bu kısa ve fakat önemli hadis-i şerif bize şu gerçeği öğretiyor: İyi ve güzel huylular, hayır ehli olanlar, ihlası, ihsanı, takvayı şiar edinenler kendileri gibi olanlara, bu özelliklerin aksine sahip olanlar da kendi benzerlerine meylederler. Birtakım üstün ve kıymetli nitelikler ve seçkin özelliklere sahip olmada bir ve beraber olanlar, birlikteliklerini, sevgilerini ve kardeşliklerini güçlü ve kuvvetli kılar, bu özelliklere sahip olmayan veya bunlar açısından zayıf olanların ise sevgi ve dostlukları da zayıf kalır. İnsanlar arasında dostluğun, ülfetin ve kardeşliğin 12 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 gerçekleşebilmesi için, her şeyden önce iki tarafın birbirini en güzel biçimde ve etraflıca tanımaları, Allah’ın koyduğu ölçülere uymaları, en üstün ahlaka sahip olmaları, birbirlerine samimi ve içten bir kardeşlik hissiyle dolu olarak yönelmeleri gerekir. Bundan sonra kardeşler arasında mutlaka bulunması gereken ve zaruri olan haklar ve yükümlülüklere sıra gelir. Din kardeşliğinin ve üstün niteliklere sahip mümin olmanın sünnet-i seniyye ve hadis-i şeriflerden öğrendiğimiz bazı temel esaslarını şöyle sıralamak mümkündür: Her an kardeşleriyle bir ve beraber olma, Kur’an ve sünnete sımsıkı sarılıp bağlanma, sadece Allah’tan yardım dileme, aralarındaki dostluğu en üstün seviyeye çıkarma, cömertlikte en yüksek dereceye varma, her türlü davranışında sadece Allah’ın rızasını gözetme, kardeşinin sıkıntılarını giderip onu hoşnut edip sevindirme, iyilik ve takvada yardımlaşma, birbirini iyice bilip tanıma, birbirine yardımcı olma, sıla-i rahmi yerine getirme, kötü hallerinden dolayı kardeşini ikaz edip iyiye yöneltme, iyi geçim ehli olma, insanlara karşı güzel davranışlar sergileme, güzel ahlak sahibi olma bunların ilk sırada gelenleridir. Peygamberimiz, “Mümin bir kimse din kardeşini sevince bu sevgisini ona bildirsin." buyur- muştur. (Tirmizî, Zühd 53) HZ. PEYGAMBER, KARDEŞLER (Müslim, Birr 32.) buyurarak din kardeşlerimize Çünkü bu durum karşı- ARASINDA SEVGİSİZLİĞİ, KÖTÜ NİYET karşı ne derece dikkatlıklı muhabbetin, dost- VE DÜŞÜNCELERİ, NEFRETİ ORTAYA li olmamız gerektiğini luğun, güven duygu- ÇIKARICI DAVRANIŞLARDAN UZAK DURMAMIZI ÖĞÜTLER. bize hatırlatıyor. Bu sunun gelişmesine ve konuda canlı bir örnekardeşlik hukukunun ği meşhur sahabi Ebu gereklerinin yerine Zerr’in hayatında görüyoruz. Olayın ravisi getirilmesine, Allah’ın da kendisini sevmesine Mağrur’un naklettiğine göre o, Rabeze denivesile teşkil eder. len mevkide Ebu Zer ile kölesini aynı cins Hz. Peygamber, kardeşler arasında sevgisizkumaştan yapılmış elbiseler içinde görmüştü. liği, kötü niyet ve düşünceleri, nefreti ortaKendisine bunun sebebini sorunca, Ebu Zer: ya çıkarıcı davranışlardan uzak durmamızı Ben bir kimseyi annesi sebebiyle kınamış, onu öğütler. Abdullah İbn Ömer (r.a.)’in naklettiği küçümsemiştim. Bu duruma muttali olan Nebi Efendimizin şu hadisi bizim için altın değe(s.a.s.) bana dedi ki: Ey Ebu Zer! Onu gerçekrindedir: “Bir kimse, din kardeşine “ey kâfir” ten annesinden dolayı kınadın ve küçümsedin diye hitap ederse, bu küfür ikisinden birine mi? Şayet böyle ise sen kendisinde cahiliye ait olur. Eğer kardeşi öyle ise ona, değilse bu özelliği/cahiliye huyu bulunan bir kimsesin. sözü söyleyen kimseye döner.” (Buhârî, Edeb 73; Onlar sizin kardeşleriniz ve hizmetçilerinizdir. Müslim, İman 111; Tirmizî, İman 16.) Bu hadis-i şerif, Allah onları sizin himayenize vermiştir. Kimin niyetimizi, gönlümüzü, dilimizi ve her türlü himayesinde bir kardeşi varsa yediğinden ona tavır ve davranışımızı ölçülü tutmayı bize yedirsin, giydiğinden de ona giydirsin Onlara öğütlemiş oluyor. Bu kadar da değil, “Mümin güç yetiremeyecekleri şeyleri yüklemeyiniz. bir kişiye, Müslüman kardeşini hakir görmesi, Şayet yüklerseniz kendilerine yardımcı oluona değer vermemesi, kötülük olarak yeter.” SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 13 MÜSLÜMANLAR SADECE MÜMİN KARDEŞLERİMİZE KARŞI DEĞİL, İNSANLIK AİLESİNE KARŞI DA YÜKÜMLÜLÜK VE SORUMLULUKLARIMIZIN BULUNDUĞUNU AKLIMIZDAN ÇIKARMAMALIYIZ. nuz.” buyurdu. (Buhârî, İman 22; Itk 15; Müslim, Eymân 40.) Hadis şarihleri, Ebu Zerr’in annesi sebebiyle kınadığı kimsenin Bilâl el-Habeşî olduğunu söylerler. Ebu Zer, Bilal’e “Siyah kadının oğlu” diye seslenmiş ve annesinin zenci/siyah tenli oluşunu, sanki onun için bir noksanlık ve ayıpmış gibi ifade etmişti. Ebu Zer, bu sebeple ömrünün sonuna kadar yaptığı bu işten pişmanlık duydu. Sahabe-i kiram, Allah Teala’nın hoşnut olmadığı ve Peygamber Efendimiz’in kınadığı bir şey yaptıkları zaman onu derhal terk eder, işledikleri günah ve kusura tövbe eder ve bir daha o hataya dönmemeye azami dikkat gösterirlerdi. Bütün bunlara karşın Efendimiz bize şu davranışları önemseyip öne çıkarmamızı öğütlüyor: “Mümin kardeşine güler yüz göstermen sadakadır; iyiliği emredip kötülüklere engel olman sadakadır…” (Tirmizî, Birr ve Sıla 45.) Ebu Eyyub el-Ensarî, Peygamberimizin şu buyruğunu bize nakleder: “Bir kimseye mümin kardeşini üç günden fazla terk etmesi helal olmaz. O ikisi karşılaştıklarında, biri yüzünü şu tarafa diğeri öbür tarafa döner. Onların en hayırlısı ve üstün olanı, selâmı önce verendir.” (Tirmizî, Birr ve Sıla 21.) Peygamberimiz, uzaklarda bile olsalar, kardeşin kardeşi unutmaması, daima hatırında bulundurmasını ister, hatta dualarında kardeşini anmasını tavsiye buyurur: “Müslüman bir kimsenin, din kardeşinin gıyabında yaptığı duası kabule şayandır. O kimsenin başucunda Allah’ın görevli bir meleği bulunur, din kardeşi için hayır dua yaptıkça, o melek de ona dua eder ve, “Amin, kardeşin için istediğinin bir misli de senin için olsun.” der. (Müslim, Zikr 86-88.) Enes İbn Malik diyor ki: Nebi (s.a.s.) hayatta iken iki kardeş vardı. Bunlardan biri sürekli Efendimize gelir, diğeri de kazanç elde etmek için çalışır dururdu. Bu çalışan kardeş, diğerini Nebiyy-i Ekrem’e 14 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 şikâyet etti. Peygamberimiz: “Kim bilir belki sen onun sayesinde rızık elde ediyorsun.” buyurdular. (Tirmizî, Zühd 33.) Peygamberimiz, sadece Müslümanlara değil, İslam davetine muhatap olan başka ümmetlere de onların peygamberleri üzerinden mesaj vermiştir. Buyurdular ki: Ben, insanların İsa İbn Meryem’e dünyada da ahirette de en yakın olanıyım. “Bu nasıl oluyor ya Rasulallah” diye sorulunca: “Peygamberler baba bir kardeştirler, anneleri farklı, dinleri ise birdir. İsa ile aramızda başka peygamber de yoktur” buyurdu. (Müslim, Fezâil 143-145) Dolayısıyla biz Müslümanlar sadece mümin kardeşlerimize karşı değil, insanlık ailesine karşı da yükümlülük ve sorumluluklarımızın bulunduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Zalim de mazlum da olsa kardeşine yardım et.” buyurdu. Kendisine: “Ya Rasulallah, mazluma yardım tamam, bunu anladık; zalime nasıl yardım edeceğiz?” denilince: “Zalimin de zulmüne engel olur, onu zulüm işlemekten alıkoyarsınız.” buyurdu. (Buhârî, İkrâh 7; Mezâlim 4.) Kardeşlik hukukunun bazı temel unsurlarını, kalıcı ve sürdürülebilir olmasının esaslarını, Peygamber Efendimizin şu özlü/cevâmiu”lkelim cinsinden olan hadis-i şeriflerinden öğreniyoruz: “Birbirinizle ilişkilerinizi kesmeyin, birbirinize arka dönüp sırt çevirmeyin, birbirinize karşı kin beslemeyin, birbirinizi çekememezlik etmeyin. Ey Allah’ın kulları böylece birbirinizle kardeşler olun. Müslüman bir kimsenin din kardeşine üç günden fazla küs durması helal değildir.” (Tirmizî, Birr ve sıla 24. Ayrıca benzer rivayetler için bk. Buhârî, Edeb 58; Nikâh 46.) Netice olarak: Kur’an’ın pek çok ayeti yanında sünnet ve hadislerde, din kardeşliği başta olmak üzere, kardeşliğin her çeşidi, dostluğun, ülfetin, muhabbetin, samimiyetin ve dürüstlüğün her türü hakkında bize her zaman rehberlik yapacak yeterli derecede örnekler bulma imkanına sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Gündem Prof. Dr. Hüseyin Algül Uludağ Üniv. İlahiyat Fak. Hz. Peygamber döneminde kardeşlik uygulamaları PEYGAMBER EFENDİMİZ, MUHACİRLER VE ENSAR ARASINDA UHUVVET (KARDEŞLİK) KURARAK MEDİNE-İSLAM TOPLUMUNDA BÜTÜNLEŞMENİN SAĞLANMASINDA VE O GÜNKÜ SOSYO-KÜLTÜREL-EKONOMİK PROBLEMLERİN ÇÖZÜMÜNDE ÇOK ÖNEMLİ BİR ADIM ATMIŞTIR. KARDEŞLİK KURUMU, ASR-I SAADET AHLAKININ ÖZÜNÜ OLUŞTURUR VE MÜSLÜMANLARIN AHLAKİ DAVRANIŞLARININ MERKEZİNDE YER ALIR. Hz. Peygamber (s.a.s.) İslam’ın yayıldığı ilk yıllardan itibaren inananlar arasında kardeşlik tesisini, birlik, beraberlik ve dayanışmayı, başarıların devamı ve sıkıntıların aşılması için en mühim tedbir olarak görmüş ve Mekke döneminin sıkıntılı yıllarında hicretten önce her hâl ü kârda birbirlerine maddimanevi destek vermeleri şartıyla Müslümanları kendi aralarında kardeş kılmıştır. Mekke’de çeşitli sıkıntılarla karşılaşan Müslümanlar, bu gaye ile gerçekleştirilen kardeşliğin hayırlı bir meyvesi olarak sabır, sebat ve tahammül duygularıyla birbirleriyle kenetlenmek suretiyle müşrikler karşısında bir bedenin organları ve bir binanın tuğlaları gibi eğilmeden dimdik durmayı başarmışlar, istikametlerini yitirmeden hicret günlerine erişmişlerdir. Kardeşliğin Medine boyutu Peygamber Efendimiz hicretten sonra Medine’de toplumun muhtaç olduğu huzur ve daya- nışmayı sağlayabilmek için bir taraftan, “Selamlaşmak, açları doyurmak, akrabayı gözetmek, geceleyin namaz kılmak” gibi güzellikleri Müslümanlara kazandırmaya çalışırken, öte yandan da bu girişimini cami ve okullaşma ile desteklemiştir. Bu doğrultudaki önemli gelişmelerden birisi de “Uhuvvet tesisi: Kardeşlik kuruluşu”dur. Hicretten yaklaşık beş ay sonra, Peygamber Efendimiz, muhacirler ve ensar arasında uhuvvet (kardeşlik) kurarak Medineİslam toplumunda bütünleşmenin sağlanmasında ve o günkü sosyo-kültürel-ekonomik problemlerin çözümünde çok önemli bir adım atmıştır. O günkü gelişmeler dikkate alındığında gerçekleştirilen bu faaliyet, cami-cemaat ilişkisi ve öğretimin yaygınlaştırılması anlayışının da tamamlayıcısı sayılır. Dolayısıyla kardeşlik kurumu, bu yönüyle asr-ı saadet ahlakının özünü oluşturur ve Müslümanların ahlaki davranışlarının merkezinde yer alır. SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 15 Medine’de tesis edilen kardeşliğin gayesi Peygamber Efendimiz gerçekleştirdiği kardeşlikle “hılf” denilen cahiliye âdetini ortadan kaldırmış oluyor, muhacirlerin Medine’ye uyum içinde yerleşmelerini kolaylaştırıyor, ensarın muhacirlere sağladığı maddi desteği manevi bir yakınlıkla destekliyor, yardım görenlerde doğabilecek psikolojik ezikliği gideriyor, İslam’ın ilk yıllarından itibaren çeşitli zorlukları sabırla göğüsleyebilen fedakâr muhacirlerin ensara tecrübelerini aktarmalarına zemin hazırlıyor, ashab-ı kiram arasında ortak değer yargıları çevresinde muhabbetle bütünleşme ve zihniyet beraberliğine ulaşma hususunda ciddi bir atılım gerçekleştiriyor, başta Mescid-i Kuba ve Mescid-i Nebi olmak üzere cami cemaatinin iman, ibadet ve ahlak bütünlüğünü sağlıyor; inkârcı, münafık ve Yahudi fitnesine karşı İslam toplumunun birlik ve beraberliğini güçlendiriyordu. Gerçekten de Evs ile Hazrecliler, muhacirlere fevkalade yakınlık göstermişler, onları hur- 16 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 ENSAR-MUHACİR KARDEŞLİĞİNİN TOPLUM HAYATINA ÇOK OLUMLU VE VERİMLİ YANSIMALARI OLMUŞTUR. malıklarına ve evlerine ortak etmek istemişlerdi. Ensar, “Ya Rasulallah! Hurmalıklarımızı muhacir kardeşlerimizle aramızda taksim et!” demişler, Rasulüllah da, “Hayır, öyle olmaz! Mülkiyeti verilmez, ancak muhacirler emekleriyle iştirak ederler, sularlar, tımar ederler. Böylece aranızda mahsulü taksim edersiniz.” buyurmuştu. İki taraf da buna razı oldular. Kardeşlikte veraset meselesi Söz konusu kardeşliğin kayda değer toplumsal yansımalarından biri de başlangıçta kardeşler arasında mirasın geçerli olmasıdır. Ancak, Bedir harbinden sonra nazil olan, “... Allah’ın Kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine (vâris olmaya) daha uygundur...” (Enfâl, 8/75.) ayetini müteakip muhacirlerle ensar arasında din kardeşliği üzere cereyan eden miras intikali (tevarüs), bundan sonra geçerli- likten kaldırılmış ve müminler arasında miras, akrabaya hasredilmiştir. Ancak kardeşlik, “Yardımlaşma, birbirine destek olma, öğüt verme, öğüt alma” tarzında her zaman yürürlükte kalmış ve bu anlamdaki uhuvvet, daha sonra, “Müminler ancak kardeştirler...” (Hucûrât, 49/10.) ayetinin hükmünce bütün müminleri içine alacak şekilde umumileştirilmiştir. o pazara götürünüz, bana rehberlik ediniz.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Sa’d, Hz. Abdurrahman’ı Kaynuka çarşısına götürdü ve ona bir miktar sermaye verdi. Ticari işlerde tecrübesiyle tanınan Hz. Abdurrahman, kısa zamanda geçimini kendi kendine sağlayabilecek duruma geldi ve ensardan bir kadınla evlendi. (Buhârî, Menâkıbü’1-Ensâr, 2/6.) Kardeş kılınan iki şahsın örnek davranışları Kardeşliğin verimli bir ürünü olarak ikram-ihsan-isar Ensar-muhacir kardeşliğinin toplum hayatına çok olumlu ve verimli yansımaları olmuştur. Bu konuda dikkatimizi çeken bir örnek, Hz. Sa’d b. Rebi ile Hz. Abdurrahman b. Avf arasındaki kardeşliğin toplumsal yansımasıdır. Aralarında kardeşlik bağı kurulduktan sonra ensardan Hz. Sa’d b. Rebi, muhacirlerden Hz. Abdurrahman b. Avf’a tüm mal varlığının yarısını bağışlayarak temlik etmek istemişse de bu zat, “Allah, ehlini ve malını sana mübarek eylesin! Benim bunlara ihtiyacım yoktur. İçinde ticaret yapılan bir çarşınız yok mu? Beni Kardeşliğin toplumsal yansımalarında görülen isar boyutuna dair yaşanmış bir örnek daha verebiliriz: Hz. Ebu Hüreyre, açlık sebebiyle ayakta durmaya, namazda rükû ve secdede kelimat-ı tesbihatı telaffuza bile gücü kalmayınca durumunu Hz. Peygamber’e arz etmişti. Rasulüllah (s.a.s.)’ın evinde onu doyurmak için yeterince yiyecek bulunmayınca o sırada orada olan ensardan bir zat -bir an için kendi yoksulluğunu unutarak- onu doyurmak niyetiyle evine götürdü. Hâlbuki evde sadece iki çocuğuna yetecek kadar erzak vardı. Söz SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 17 ENSARIN, MUHABBET MERKEZLİ KARDEŞLİK ÇERÇEVESİNDEKİ DERİN İNANÇ VE SADAKATİNİ YANSITAN UYGULAMALARININ YARARLI BİR SONUCU DA MÜSLÜMANLARIN MEDİNE’DE BİR SÜRE SONRA MUHÂCİRLER KANALIYLA İKTİSADİ HAYATTA DA SÖZ SAHİBİ OLMALARIDIR. üstün bir cömertlik ve kişilik/mürüvvet örneği göstermişlerdir. Yukarıda mealini verdiğimiz isardan bahseden ayetin iniş sebepleri arasında söz konusu taksim işinde ensarın gösterdiği bu feragat da zikredilir. (el-Belâzürî, Fütûhu’lBüldan, çev. Mustafa Fayda, s. 27-28.) Buna benzer bir ikram da Bahreyn arazisinin taksiminde ortaya çıkmış, ensar burada da kendi hisselerinin muhacir kardeşlerine verilmesini istemişler, Hz. Peygamber de onları Kevser Havuzu başında kendisine kavuşmakla müjdelemiştir. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 7.) konusu ensar ailesi, yiyeceklerini misafire ikram edip çocuklarını aç yatırmışlar, kendileri de karı-koca aç gecelemişler, bununla beraber, aç kaldıkları zannıyla misafirin üzülmesini önlemek için kandili yakıp söndürerek yemek yiyor gibi davranmışlardı. Sabah namazı için camiye gittiklerinde namazdan sonra Peygamber Efendimiz, ensariye şöyle dedi: - Allah Teala Hazretleri, karı-koca olarak sizin bu gece yaptığınız güzel hareketten hoşnut oldu ve hakkınızda, “...ve ensar, kendileri ihtiyaç sahibi olsa dahi misafir ve muhacirleri kendi nefislerine (öz canlarına) tercih ederler.” ayetini indirdi. (Haşr, 59/9; Olayın nakli: Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 9/23.) Ensarın bu davranışı, İslam ahlakına “İsar: kendisi muhtaç olsa bile din kardeşini kendine tercih” olarak geçmiştir. Keza, Hz. Peygamber, Benî Nadir ganimetlerini muhâcirler arasında taksim etmiş, ensardan sadece üç fakire hisse ayırmış, buna karşılık ensarın hurmalıklarındaki muhacir hisselerinin kaldırılması teklifinde bulunmuşsa da, onlar, kendi mallarındaki muhacir hisselerinin devam etmesini, bununla beraber ganimetlerin de onlar arasında dağıtılmasını isteyerek 18 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 Hz. Ömer’le manevi kardeşi İtbân b. Malik el-Ensârî (r.a.)’nin Hz. Peygamber’i sıra ile takip ederek, öğrendiklerini akşam olunca evlerinde birbirlerine aktarmaları da ensarmuhacir kardeşliğinin ilginç sonuçları arasında sayılmalıdır. Ensarın, muhabbet merkezli kardeşlik çerçevesindeki derin inanç ve sadakatini yansıtan uygulamalarının yararlı bir sonucu da Müslümanların Medine’de bir süre sonra muhâcirler kanalıyla iktisadi hayatta da söz sahibi olmalarıdır. Netice olarak Hz. Peygamber devrinde asr-ı saadette birlik şuuruyla dirliğe ermiş, selamlaşan, açları doyuran, akrabayı gözeten, ibadetlerini huşu üzere ifa eden, cami ortamında cemaat bilincine eren, kardeşlik şuuruyla birbirinin sevinç ve sıkıntılarına ortak olan, çalışkan, üretken, ilme ve öğrenmeye yatkın, muhtaçlara duyarlı, ikram, ihsan ve isar sahibi, hizmette fedakâr, sıkıntılara karşı sabırlı ve müşkülleri çözmede azimli bir sahabe topluluğuna tanık oluyoruz. Ne mutlu bu zevatın örnek davranışlarını doğru anlayıp özümseyerek onların deruni kardeşlik anlayışlarını günümüze taşıyabilenlere! Gündem Sibel Eraslan Başkasının kıyameti... YANGIN YERİNE ÇEVİRDİĞİMİZ BİR GEZEGENDE, ATEŞİN HENÜZ BİZE DEĞMEMİŞ OLMASI, İLANİHAYE DEĞMEYECEĞİ ANLAMINA DA GELMİYOR. DÜNYANIN KÜÇÜCÜK BİR CAMDAN ODAYA DÖNÜŞTÜĞÜ GÜNÜMÜZDEYSE, HERKESİN BİRBİRİNDEN HABERİ OLUYOR. NE GARİP, AYNI ANDA HİÇ KİMSENİN DE BİRBİRİNDEN HABERİ OLMUYOR… 1. “Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)'nün ifadesine göre; “Gerçek açlık rakamları bilinmemekle birlikte, son tahminlere göre 925 milyon insan yatağa aç giriyor. Bu, dünya nüfusunun yüzde 13.6'sı ve önemli çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerde olmak üzere 7 insandan biri anlamına geliyor. Çocuklar, açlığın en görünür kurbanları. Yetersiz beslenme dünyadaki yılda 10.9 milyon çocuk ölümünün en az yarısından sorumlu. Yani 5 milyondan fazla çocuk, açlıktan yaşamını yitiriyor. Kötüyetersiz beslenmenin gelişmekte olan ülkelerdeki çocukların 3'te 1'ini etkiliyor. Son dönem Somali'de yaşananlar, sorunun boyutları açısından son derece çarpıcı. Açlık en çok çocukları vuruyor. Aç çocukların yüzde 70'i Asya, yüzde 26'sı Afrika kıtasında. Yetersiz beslenen ya da aç annelerden doğan çocuklar, açlıkla mücadele ediyorlar." Geçtiğimiz ramazan ayında gittiğimiz Somali'de, uçaktayken okuduğum yukarıdaki raporun altına, tükenmez kalemle şu notu düşmüşüm: “Dünyadaki tarımsal üretim, 30 yıl öncesine göre kişi başına yüzde 17 daha fazla imiş günümüzde... Peki, o zaman sorun nerede? Ne yapmalıyız ki, açlığı engelleyelim? Fazla üretim açlık olan bölgelere yönlendirilebilir mi. Ve nasıl?” 2. 2010, Ağustos ayında günlüğüme düştüğüm notlardan: “ Pakistan sokaklarına serilmiş çocuk ölülerine baktıkça, insan filizkıran fırtınasının anlamını idrak ediyor. Sel, “cive Pakistan”ı vurmuş. Şu güler yüzlü billur gibi parlak gözlü esmer ve kibar çocukların ülkesi Pakistan...” 3. “Başkası olabilmek’’ deneyimi, bugünkü dünya felsefelerinin ana tartışma konularından birisi. Yangın yerine çevirdiğimiz bir gezegende, ateşin henüz bize değmemiş olması, ilanihaye değmeyeceği anlamına da gelmiyor oysa. Açlık, işgal ve fena muamele ile bilinçlerimizin gerilerine itelediğimiz milyonlarca şanssız insanın ah’ı gökleri tutmuş halde. SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 19 ÇOCUKLAR, AÇLIĞIN EN GÖRÜNÜR KURBANLARI. YETERSİZ BESLENME, DÜNYADAKİ YILDA 10.9 MİLYON ÇOCUK ÖLÜMÜNÜN EN AZ YARISINDAN SORUMLU. Küresel ısınma, kıyamet çanlarını çalıyor, üstelik sadece önümüzdeki elli yıl içinde soyu tükenecek kara derili adamın kıyameti de değil bu… Kıyamet, hepimize çatıyor! Kıta büyüklüğünde buzullar kutuplardan koparak dünya denizlerine açılıyor. Buz, önce soğutup ardından sıcaklığı yükseltiyor geçip gittiği kıyılarda... Pakistan ve Endonezya selden yıkılırken, Somali açlığın zirvesinde, Suriye'deki iç savaş, Sudan'daki korkunç afetler, Irak işgalinden sonra dinmek bilmeyen çatışmalar derken, Sibirya ömründe ilk kez yakıyor ormanlarını, yirmi yıllık katliamı Hocalı'nın, hatırlanması bile suçluluk yaratan bir tez olarak susturuluyor... Dünya hızla küçülürken, aynı korkunç yazgı hepimizi etkiliyor. Ve başkası olmaktan çıkıyor herkes... Biz yok ettikçe kardeşliği, biz çiğnedikçe ahdimiz, biz öldürdükçe, sevmedikçe, dışladıkça döne döne gerisin geri saplanan bir bumerang 20 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 gibi, “başkasının ölümü” gelip dolaşıp bizi buluyor. Ölen ve yok olan her başkası, bizi de öldürüyor azar azar… “Başkası olabilmek” deneyimi, Batı felsefesi için deneyimden çok deneyimsizliği ifade ediyor aslında. Merak ettiği her şeye el atan ve iştahından başka hiçbir makul tanımayan birinin, “başkası olabilmek” adına söyleyebileceği çok şey yok aslında. Savaşırken de savunurken de Batı insanı için; “ben”den başkası yoktu, benden başkası el’di… Garip bir dilbilgisi bu; birinci tekil şahıstan başka hiçbir kişiyi ve özneyi barındırmayan, ıssızlık haddinde bir egoizm… Bizim İslam medeniyeti tasavvurumuz böylesi bir atomizasyonu reddediyor oysa. Gerçek manada mümin olmayı; kendi için istediklerini başkaları için de isteyebilme iradesinde arayan bir din İslam. Yani Batı’nın Ben’ci dilbilgisiyle kıyaslandığında geniş bir edebiyat alanımız var bizim! Edebiyat yani ANA-BABAYA, AKRABAYA, YETİMLERE, YOKSULLARA, YAKIN KOMŞUYA, UZAK KOMŞUYA, YAKININIZDAKİ ARKADAŞA, YOLDA KALMIŞA, ELİNİZİN ALTINDA OLANLARA, İYİLİK EDİN! ALLAH, KENDİNİ BEĞENEN VE BÖBÜRLENEN KİŞİYİ SEVMEZ. edepler… Başkası olunmadan, yolunuzu başkasının iç dünyasından geçirmeden hakiki Müslüman olamıyorsunuz. Bir duvar ustası veya fırıncı çırağı olsanız veya ordulara komuta eden başarılı bir kumandan yahut şair veya yargıç olsanız da fark etmiyor, hiçbir şöhret sizin “başkası olma” sorumluluğunuzu bertaraf edemiyor. Buradan hareketle Hz. Ömer, bir devlet başkanı olduğu halde, yetimlerine pişirecek aşı olmayan kocakarıya bizzat kendi omzunda taşıyor infak çuvalını. Halifedir, kumandandır, sahabedir, rasul arkadaşıdır… Fark etmez. O, çuvalı omzunda taşıyıp, yetimlerin yerine kendini koymak zorunda. Sabahlara kadar uykusuz kalsa da, Dicle kenarında anasını arayan yitik bir keçi yavrusundan bile sorumludur yüreği… “Allah’a ibadet edin. O’na hiçbir şeyi eş tutmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakınınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, elinizin altında olanlara, iyilik edin! Allah, kendini beğenen ve böbürlenen kişiyi sevmez…” Böyle diyor Nisa suresi 36. ayette Yüce Allah başkası olmadan, mümin kendisini olduramıyor. Büyük müfessir Kurtubi ve hukukçu İbn Hazm, yukarıdaki ayete dikkat çekerek diyorlar ki; “Bir beldede bir kişi açlıktan ölecek olsa, o belde halkının tümü, ölenin katili sayılır ve ölenin diyeti, onlardan tahsil edilir.” Emire’l-müminin Hz. Ali, sesimizin gittiği yere kadar herkesten, yukarıdaki ayet bağlamında mesul olduğumuzu söylüyor. Dünyanın küçücük bir camdan odaya dönüştüğü günümüzdeyse, herkesin birbirinden haberi oluyor. Ne garip, aynı anda hiç kimsenin de birbirinden haberi olmuyor… Pakistan'daki sel felaketinde hayatını kaybetmiş binlerce insana, Somali'de her yarım saatte bir ölen beş altı çocuk eşlik ediyor... Her saat başı yenileri ekleniyor bu rakamlara... Haber ajanslarında birer kuş ölüsü gibi yerlere serilmiş kimisi açlıktan kimisi susuzluktan vefat etmiş küçük çocuk cenazelerini görünce içimiz yanmıyor mu? Ne kadar duyarsız ne kadar bihaberiz komşumuzun yaşadıklarına... Bu, başkasının ölümü, başkasının kıyameti değil aslında... Bu, bizim ölümümüzden, insanlığımızın kıyametinden başkası değil... SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 21 Gündem Prof. Dr. Ali Bakkal Kardeşlik hukukunun ölçüleri HANGİ İNANCA SAHİP OLURSA OLSUN HER FERT İNSAN KARDEŞLİĞİNİN GEREKTİRDİĞİ TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERE SAHİPTİR. Müslüman olsun olmasın bütün insanlar Âdem’in çocukları olması hasebiyle kardeştir. H a n g i inanca sahip olursa olsun her fert insan kardeşliğinin gerektirdiği temel hak ve hürriyetlere sahiptir. Kardeşlik gibi, kardeşlik hukukunun gereklerini de asgari, vasati ve ideal olmak üzere üç açıdan değerlendirmek mümkündür: Kardeşlik hukukunun asgari ölçüsü: Başkasına zarar vermemek İslam hukukunun ana gayesi makasıd-ı şeria denilen ve dinin, canın, aklın, neslin ve malın korunması şeklinde beş ana başlık altında toplanan hususların korunmasını gerçekleştirmektir. Gerçekleştirilmek istenen bu maksatlar için “maslahat” kavramı da kullanılır. Maslahat ise “celb-i menafi (faydalı şeylerin elde edil- 22 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 mesi) ve def-i mazarrat (zararlı şeylerin uzaklaştırılması)”tan ibarettir. İslam’a göre zararlı şeylerin uzaklaştırılması, faydalı şeylerin elde edilmesinden önce gelir. “Def-i mazarrat, celb-i menafiden evladır.” Kişiler arasındaki hukuki ilişkiler de bu kurala göre belirlenir. Dolayısıyla bir kişinin başka bir kişiyle olan hukuki ilişkisinin asgari ölçüsü ona zarar vermemektir. Hz. Peygamber (s.a.s.) “İslam’da zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur.” (İbn Mâce, Ahkâm 17; Muvatta’, Akdiye 31; İbn Hanbel, III/348.) buyurmakla bu kuralı en kesin bir şekilde belirlemişlerdir. Tabii ilişkiler çerçevesinde düşünüldüğü zaman da bir kişinin başka bir kişiden beklediği ilk şeyin ondan emin olmak ve ondan zarar görmemek olduğunu söyleyebiliriz. “Gölge etme, başka ihsan istemem” gibi atasözleri de bu gerçeğe işaret etmektedir. İslam gerek kişiye gerekse topluma karşı “zarar” niteliğinde olan bütün davranışları yasaklamış, bunları “günah” olarak nitelemiş, Cenab-ı Allah da Müslümanları “Günah işlemek ve başkasına saldırmak hususunda birbirinizi desteklemeyin.” (Maide, 5/2.) şeklinde uyarmıştır. Hadislerde kardeşine zarar verme meselesi sadece günah olarak değil aynı zamanda imanla ilgili bir mesele olarak da takdim edilmiştir: Peygamber Efendimiz üç defa, “Vallahi iman etmiş olmaz” buyurdu. Sahabiler, “Kim iman etmiş olmaz, Ey Allah’ın Rasulü?” diye sorunca Rasul-i Ekrem (s.a.s.) “Komşusu yapacağı fenalıklardan kendisini güvende hissetmeyen kimse!” buyurmuşlardır. (Buharî, Edeb 29; Müslim, İman 73.) Cenab-ı Allah insanlara zarar vermeyi zulüm olarak nitelendirmiş ve “hiçbir zalimin yardımcısı olmayacağını” (Hac, 22/71.) beyan etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de müminleri zulme karşı şöyle uyarmıştır: “Zulümden şiddetle sakının! Çünkü zulüm kıyamet günü zalime zifiri karanlık olacaktır.” (Müslim, Birr, 56.) Kardeşlik hukukunun vasati ölçüsü: Başkasına faydalı olmak Kardeşlik hukukunun normal ve vasati ölçüsü başkasına faydalı olmaktır. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ifadesiyle “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.” (Feyzü’l-Kadîr, 3/84; Kenzü’l-Ummâl, H. No: 4044.) Sıradan bir mümin dahi az-çok bu özelliğe sahip olmalıdır. Felaha, kurtuluşa ermenin yolu da hayır işlemektir. (Hac, 22/77.) “Bir kimse, herhangi bir müminden dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da kıyamet gününde o müminin sıkıntılarından birini giderir. Bir kimse darda kalana kolaylık gösterirse, Allah da ona dünya ve ahirette kolaylık gösterir…” (Müslim, Zikr, 38.) Bazı iyilikleri yapmak sadece bir sevap ve fazilet sebebi değil aynı zamanda bir yükümlülüktür. Mesela nesep kardeşliği bazı durumlarda SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 23 kardeşin nafakasını temin etmeyi gerektirir. Böylesi durumlarda Hz. Peygamber (s.a.s.)’in “İaşesini temin etmekle yükümlü bulunduğu insanları ihmal etmesi, insana günah olarak yeter.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 45.) şeklindeki ikazı büyük önem arz eder. Mümin kardeşliği sebebiyle de bazı fiiller hadislerde iyilikten öte, mümin kardeşimizin hakkı olarak nitelendirilmiş ve bunların yapılması emredilmiştir: Berâ’ b. Âzib diyor ki: Rasulüllah (s.a.s.) bize hastayı ziyaret etmeyi, cenazeye katılmayı, aksırana “yerhamükellah” demeyi, (dünyevi ve uhrevi zarar gelme durumu yoksa) yemininde hanis olmaması için yemin eden kişiye yardımcı olmayı, zulme uğrayan kimseye yardım etmeyi, davet edenin davetine gitmeyi ve selamı yaygınlaştırmayı emretti. (Buharî, Cenâiz 2; Müslim, Libâs 3.) İslam, başkasına faydalı olan her şeyi ibadet seviyesinde görmüş, alan el olmaktan ziyade veren el olmayı teşvik etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ifadesiyle, “Yüksek el (veren el) aşağı elden (alan elden) daha hayırlıdır. Yardım etmeye, geçimini üstlendiğin kimselerden başla.” (Buharî, Zekât, 18.) İSLAM, BAŞKASINA FAYDALI OLAN HER ŞEYİ İBADET SEVİYESİNDE GÖRMÜŞ, ALAN EL OLMAKTAN ZİYADE VEREN EL OLMAYI TEŞVİK ETMİŞTİR. 24 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 İnsan kardeşliği sebebiyle de yardıma muhtaç insanlara yardım etmek bir fazilet sayılmıştır. Bir kimsenin kâfir olması ona karşı her türlü hayrın yapılmasına engel değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisi Medine’de iken Mekke’de meydana gelen bir kıtlık sebebiyle kâfir oldukları halde Mekkelilere yiyecek göndermiş, Hz. Ömer yardıma muhtaç olan zimmilere devlet hazinesinden maaş bağlamıştır. İslam’da sadece insanlara yardım etmek değil, aç ve susuz kalan hayvanlara yiyecek ve su vermek, onları ölüm tehlikesinden kurtarmak kişiye sevap kazandıran ameller arasında sayılmıştır. Başkasına iyilikte bulunmak sadece kişiye sevap kazandıran bir amel değil aynı zamanda sıhhatli bir imanın şartlarından kabul edilmiştir: Nitekim hadiste “Sizden birisi kendisi için arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip arzu etmedikçe kâmil manada iman etmiş sayılmaz.” (Buharî, İman, 7; Müslim, İman, 71.) buyrulmuştur. ilişkisini isar hasleti belirler; bu haslete sahip olanlar da Allah’ın has kulları arasına girmiş olurlar. Siyer ve İslam tarihi kitaplarında bu hasletle ilgili pek çok örnekten bahsedilmektedir. Esasen Hz. Peygamber ve ashabının genel yaşantısı bu şekildeydi. Hz. Peygamber (s.a.s.) en alt tabakadan birisi gibi yaşar ve kendisi ona muhtaç olduğu halde eline bir şey geçtiği zaman onu ashaptan birine vermeyi tercih ederdi. Hendek savaşında açlıktan karnına taş bağlayanlar olmuştu. Ancak başkaları tek taş bağlarken Hz. Peygamber (s.a.s.) iki taş bağlamıştı. Bedir savaşında “su su!” diye bağıranlar, kendilerine su getirildiğinde mümin kardeşinin “su!” sesini duyunca kendileri suya çokça ihtiyaç duydukları halde getirilen suyu içmeyip bunun mümin kardeşine götürülmesini istemişlerdir. Kardeşlik hukukunun ideal ölçüsü: Başkasını kendine tercih etmek (isar) Bir kişinin, kendisi muhtaç iken başkasının ihtiyacını gidermeyi tercih etmesine isar denir. Bu haslet sahabenin davranış özelliğidir ve kardeşlik hukukunun da ideal ölçüsüdür. Cenab-ı Allah muhacirlere karşı sergiledikleri güzel tutum ve davranışları sebebiyle ensar hakkında şöyle buyurur: “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler…” (Haşr, 59/9.) Başka ayetlerde ise Cenab-ı Allah bu özelliği “Allah’ın has kulları”nın hasleti olarak niteler: “Onlar kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (ve şöyle derler): Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz.” (İnsan,76/8-9.) Şu halde bir Müslümanın başka bir Müslümanla olan ideal Kardeşlik hukukunun vasati gereği kardeşin kardeşe yardım etmesidir ki bu da kardeşler arasındaki normal ilişkiyi ifade eder. Kardeşlik hukukunun ideal seviyesi ise bir kimsenin kardeşini kendisine tercih etmesini gerektirir. Bu durumda kişi, kendisi daha fazla ihtiyaç içinde olmakla birlikte kardeşini kendisine tercih eder, kendi ihtiyacını görmeyip kendi imkânlarıyla kardeşinin ihtiyacını karşılar. MÜSLÜMANIN BAŞKA BİR MÜSLÜMANLA OLAN İDEAL İLİŞKİSİNİ İSAR HASLETİ BELİRLER; BU HASLETE SAHİP OLANLAR DA ALLAH’IN HAS KULLARI ARASINA GİRMİŞ OLURLAR. SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 25 Gündem Prof. Dr. Ramazan Altıntaş Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Koruyucu kardeşlik EVRENSEL PLANDA BÜTÜN MÜMİNLER BİRBİRLERİNİN KARDEŞİDİR. BU KARDEŞLİĞİN SEVGİ İLE TAHKİM EDİLMESİ GEREKİR. İslam kardeşliği, “akîde” üzerine bina edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de: “Müminler, ancak kardeştirler.” (Hucurât, 49/10.) buyrulur. Bu bağlamda müşterek manevi değerlere bağlı kardeşlik, biyolojik kardeşlikten daha kuvvetlidir. Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hangi kavme mensup olursa olsun, hangi dili konuşursa konuşsun, derisinin rengi, cinsiyeti, ekonomik durumu ne olursa olsun, evrensel planda bütün müminler birbirlerinin kardeşidir. Bu kardeşliğin sevgi ile tahkim edilmesi gerekir. Bundan dolayı Hz. Peygamber, imanı, sevgi ile ilişkilendirmiştir:“Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip istemedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olmaz.” (Buhârî, “İman” 6, 7; Müslim, “İman” 71–72.) Görüldüğü gibi bu rivayette, doğrudan empati yapmamız istenmiş, neredeyse sevgisizlik, imanın zafiyetine işaret gibi gösterilmiştir. Cahiliye döneminde yıllarca kendi aralarında savaşmış olan Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki bu kavgayı sona erdiren ve gönüllerine sevgiyi yerleştiren güç nedir? Bu sorunun cevabını şu ayette çok açık ve net bir şekilde bulabiliriz: “Hep birlikte Allah'ın ipine 26 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 (Kur'an'a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de o, kalplerinizi birleştirmişti. İşte onun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de o sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” (Âl-i İmran, 3/103.) Bu ayette geçen “hablullah” tabirinin iki manası vardır. Bunlardan birisi “cemaat/birlik olmak”, diğeri ise, semadan arza indirilen Allah’ın kitabı olan Kur’an-ı Kerim’e sımsıkı sarılmaktır. (Mâtürîdî, Ebû Mansûr Muhammed, Te’vîlâtü’l-Kur’an, thk. A. Vanlıoğlu, İstanbul, 2005, II, 328.) Öte yandan biraz önce ifade ettiğimiz KİŞİLERE KÖTÜ LAKAP TAKMAK, O KİMSENİN TOPLUM NEZDİNDEKİ SOSYAL İTİBARINI VE ONURUNU SARSMAKLA KALMAZ, FERTLER ARASINDAKİ SEVGİ BAĞLARINI DA ZAYIFLATIR. gibi,“hablullah” kavramının bir diğer anlamı da “cemaat”ten ayrılmamaktır. Bu birliktelik ruhunu Hz. Peygamber’den gelen şu rivayet desteklemektedir: “Allah’ın kudret eli cemaatle beraberdir.” (Bkz. Tirmizî, “Fiten” 7; Nesâî, “Tahrîm” 6.) Buradaki cemaatten maksat, bütün Müslümanları içine alan sevad-ı azamdır. İslami literatürde cemaat kavramı, farklılıkları, yetenek ve kabiliyetleri tek bir kalıpta eritmeyi değil, ümmet şuuru içerisinde geliştirmeyi ihtiva eder. Bu bağlamda: “Cemaat rahmet, tefrika ise (ayrılık çıkarmak) azaptır.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, 4/145, 278.) Koruyucu kardeşliği bozan nedenlerin başında, müminlerin birbirlerine çirkin lakap takmaları gelir. Kişilere kötü lakap takmak, o kimsenin toplum nezdindeki sosyal itibarını ve onurunu sarsmakla kalmaz, fertler arasındaki sevgi bağlarını da zayıflatır. Kur’an-ı Kerim’de, müminler kötü lakap takmaktan men edilmişlerdir: “...Birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın.” (Hucurât, 49/11.) Kardeşlik hukukumuzu zedeleyecek hastalıklardan bir diğeri de yargısız infaz manasına gelen “sû-i zan”da bulunmaktır. Kur’an-ı Kerim’de müminler bu kötü davranıştan şiddetle sakındırılmışlardır: “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının, çünkü zannın bir kısmı günahtır.” (Hucurat, 49/12.) İslami literatürde zan, sanmak, şüphe etmek, ihtimal üzere hüküm vermek, mahiyetini bilmediğimiz bir konuda akıl yürütmek manalarına gelir. Müslümanlar,“beraat-i zimmet asıldır” fehvasınca, suizandan uzak durmalı, bunun yerine, alternatif olarak “hüsnüzan”ı ahlaki bir ilke edinmelidirler. “Hüsnüzan, ibadetin güzelliğindendir.” (Ebû Dâvud, “Edeb” 89.) Bir İslam âliminin dediği gibi, “Güzel gören, güzel düşünür.” İşte böyle bir bakış açısı, kardeşlik hukukunun korunmasına hizmet eder. SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 27 İnsanın dokunulmaz hak ve hürriyetleri vardır. Mahremiyet de bunlardan birisidir. Çünkü mahremiyet alanı, dokunulmaz bir alandır. Kur’an-ı Kerim’de: “Birbirinizin suçunu araştırmayın.” (Hucurât, 49/12.) buyrulmak suretiyle, insanların özel hallerini araştırmak yasaklanmıştır. Hastalığı ve sağlığı anlamak için nabız yoklamak manasına gelen tecessüs, dinî anlamda, herhangi bir kimse ile ilişkili olarak onun gizli hallerini araştırmak demektir. (Bkz. Ragıb el-Isfehânî, el-Müfredat, İstanbul, 1986, 131.) İslam’da, insan hakları arasında yer alan temel haklardan bir diğeri de kişinin dokunulmazlığı ilkesidir. Bu ilkeyi zedeleyen manevi hastalıklar arasında “gıybet” gelir. Toplum düzenini bozan unsurlar arasında yer alan gıybet, bir kimseden, gıyabında hoşlanmadığı şeylerden bahsetmektir. Gıybet, söz, yazı, görüntü, karikatür, mizah, taklit, ima, işaret gibi davranışlarla da yapılabilir. Bir defasında Hz. Muhammed (s.a.s.)’e: “Gıybet nedir?” diye KORUYUCU KARDEŞLİK HUKUKUNU ZEDELEYEN KÜSLÜKLER, KISA ZAMANDA YERİNİ SULHA BIRAKMAYACAK OLURSA, ÖFKE, İNTİKAM VE DÜŞMANLIKLARIN ARTMASINA YOL AÇABİLİR. 28 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 sorulur. O da, “Kardeşini hoşlanmayacağın bir şeyle anmandır.” der. “Peki, söylediklerim onda varsa, buna ne dersin?” diye ilave bir soru daha sorulur. O zaman şu açıklamayı yapar: “Eğer dediklerin onda varsa, tam bir gıybet yapmışsın demektir. Eğer dediklerin yoksa iftira etmiş olursun.” (Bkz. Ebû Dâvud “Edeb” 35; Tirmizî “Birr”23.) İslam kardeşliğini zayıflatan erdemsizlikler arasında, Türkçemizde “çekememezlik” dediğimiz haset hastalığı da vardır. Haset, başkalarının sahip bulunduğu imkânların elinden çıkmasını ve kendisine geçmesini istemektir. Haset, menfi anlamda bir duygu ve niyet meselesidir. Kur’an-ı Kerim’de Yahudilerin, Müslümanları küfre döndürme niyet ve isteklerinin arkasında hasedin olduğu anlatılır: “Kitap ehlinden birçoğu, hak kendilerine belirdikten sonra, içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi, imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler.” (Bakara, 2/109.) Bu bağlamda Hz. Peygamber, kin ve hasedin kardeşlik hukukunu ihlal edeceğine dikkatlerimizi çekmiştir: “Birbirinizle kinleşmeyin, hasetleşmeyin, birbirinizden yüz çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları kardeş olun...” (Buhârî, “Edeb” 57.) Hz. Muhammed (s.a.s.) kıskançlık/haset adı verilen bu kötü huyun tedavi edilmesinde alternatif olarak gıpta etme ahlakını önerir: “Ancak iki kişiye gıpta edilebilir. Biri, Allah kendisine mal vermiş ve onu, bu malı hak yoluna sarfa sevk etmiş, diğeri de, Allah kendisine ilim vermiş o da bununla amel ediyor ve (başkalarına da) öğretiyor.” (Buharî “Tevhîd” 45.) İslam iyi insan yetiştirme projesidir. İnsana daima iyiyi eylem hâline getirmeyi ve kötülüklerden de kaçınmayı telkin eder. Bütün bunlara rağmen, yine de insanlar arasında küskünlük ve dargınlıklara yol açabilecek olaylar yaşanmaktadır. Koruyucu kardeşlik hukukunu zedeleyen küslükler, kısa zamanda yerini sulha bırakmayacak olursa, öfke, intikam ve düşmanlıkların artmasına yol açabilir. Küslük sorunuyla alakalı olarak Hz. Peygamber’in şu uyarıları çok anlamlıdır: "Size oruç, namaz ve sadakanın derecesinden daha üstün olan BÜTÜN İNANANLARI “ÜMMET” KALIBINDA ERİTEN İSLAM, GÖNÜLLERDEN SINIRLARI KALDIRIR VE BİZE BİRTAKIM TOPLUMSAL SORUMLULUKLAR YÜKLER. şeyi haber vermeyeyim mi?" "Evet (Ey Allah'ın Rasulü, söyleyin!)" dediler. "İnsanların arasını düzeltmektir. Çünkü insanların arasındaki bozukluk (dini) kazır.” (Ebû Dâvud, “Edeb” 58.) Netice olarak söylemek gerekirse, koruyucu kardeşliğin temelini üretici sevgi, özveride bulunma ahlakı ve samimiyet duyguları oluşturur. Bütün inananları “ümmet” kalıbında eriten İslam, gönüllerden sınırları kaldırır ve bize birtakım toplumsal sorumluluklar yükler. Bunların başında, birbirimizi hasbi olarak sevmek ve birbirimizin dertleriyle hem dem olmak gelir. Eğer bugün Müslüman toplumlar arasında sıkıntılar yaşanıyorsa, bunların nedenlerinden birisi de kardeşlik hukukunun ciddi anlamda gözetilmemiş olmasıdır. O halde, gün, yeniden kardeşlik hukukunu ihya etme günüdür. Gün, yeniden Medine toplumunda olduğu gibi muahat projesine işlerlik kazandırma günüdür. SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 29 D in-Düşünce-Yorum Ahlakla var olmak Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi [email protected] ELEKTRONİK MEDYANIN ENFORMASYON BOMBARDIMANI ALTINDA CİDDİ ANLAMDA ZİHİNSEL HAZIMSIZLIK YAŞAYAN GÜNÜMÜZ İNSANININ, BU KARMAŞA ORTAMINDA KENDİNE GÜVENİLİR BİR AHLAKİ ROTA ÇİZME KONUSUNDA VAHYİN KILAVUZLUĞUNA İHTİYACININ KAÇINILMAZLIĞI AÇIKÇA ORTADADIR. 30 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 Günümüzde gelişmiş teknoloji sayesinde kitle iletişim araçları, küresel ölçekte ilişkiler ağı oluşturarak iletişim ve etkileşimi küreselleştirdi. İnsanlık elektronik medyanın bombardımanı altında kültürel dönüşümlere ve alt üst oluşlara maruz kalmaktadır. Kitlesel popüler kültür küreselleştirilmektedir. Doğru ile yanlış, iyi ile kötü birbirine karış(tırıl)makta; hatta iyi olan kötü, kötü olan iyi gösterilebilmektedir. Bu küresel iletişim ve etkileşim ağıyla aramıza duvarlar örme imkânımız da yoktur. Böyle bir kaos ortamında kalan insanın, hakla batılı ayrıştırıp kendine “emin” bir yol haritası oluşturması alabildiğine zorlaşmıştır. Efendimiz (s.a.s.)’in şu duasının önemi bugün daha iyi anlaşılmaktadır: “Allahım! Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı lütfet; batılı da bize batıl olarak göster ve ondan uzak durmayı nasip et.” • SAYI: 256 Ne var ki, biz sadece bu sözlü duayı etmekle yetinirsek, sonuç elde edemeyiz. Bu dua metninin işaret ettiği diri bir mümin bilinciyle birlikte fiili duayı da yapmak zorundayız. O da, her birimizin hakkı hak, batılı batıl olarak görebilme ve batıldan uzaklaşıp hakka tabi olabilmemizi sağlayacak bir donanıma sahip olmaktır. Öz denetim yeteneği gelişmiş, iyi geliştirdiği vicdanının sesine kulak veren ahlakça özgürleşmiş bireyler olmak. Çağdaş toplumsal şartların itmesiyle ve özellikle de medyanın bombardımanı altında sürekli şuraya buraya savrulmaya, ahlaki donanımla direnilebilir. Bu ortamda böyle bir direnişin öznesi olabilmek, kendini yönetecek kadar ahlaken gelişmiş birey olmayı gerektirmektedir. Bu ahlaki gelişmişlik/donanım ise, iddia edilecek bir şey değil, bedeli ödenerek kazanılacak bir şeydir. Bu ihtiyar, hayatı, varlığı ve Bu gerçeği şu anekdotla açmak İSLAM AÇISINDAN varlık bütünü içinde kendi istiyorum: Yaşlı dede, sabah DÜŞÜNCE İLE İMAN ARASINDA KARŞILIKLI varoluşunu anlamlandırmış; erken evinden çıkar, yolda bir bu anlamlandırmanın doğal bisikletlinin çarpmasıyla yere ETKİLEŞİM SÖZ uzantısı olarak kendi değeryuvarlanır ve hafifçe yaralanır. KONUSUDUR. DÜŞÜNME Sokaktan geçenler hemen en İMANA YÖNLENDİRİRKEN, lerini oluşturmuş, özümseİMAN DA DÜŞÜNMEYE miş ve içtenlikle benimseyeyakın sağlık birimine ulaştırırYÖNELTMEKTEDİR. rek kendi ahlakî varoluşunu lar. Hemşire, önce pansuman gerçekleştirmiş, öz benliğini yapar ve "Biraz bekleyin, bir kurmuş. Bu, onda güçlü bir özsaygı geliştirde röntgen çekelim. Herhangi bir kırık-çatlak miş. Benimsediği değerlere ve kendisine olan olabilir" der. Yaşlı dede, "Hayır, acelem var, saygısı, ahlaklı/ilkeli davranmasına yetiyor. gitmem gerek" der. Hemşire merakla acelesiÖzdenetim yeteneğini geliştirdiğinden, dış nin nedenini sorar. Dede, "Eşim huzur evinde çevrenin herhangi bir ödül veya ceza şeklinde kalıyor. Her sabah birlikte kahvaltı etmeye yaptırım(lar)ına ihtiyaç duymamaktadır. giderim, gecikmek istemiyorum" diye cevap verir. Hemşire, "Eşinize haber iletir gecikeceğiAhlaki ve vicdani muhakeme yeteneğini yitirnizi söyleriz" deyince de, yaşlı adam üzgün bir miş bir dünyada yaşayan insanlar, bu ahlaki ifade ile, "Ne yazık ki karım alzheimer hastası duruşu kavramakta zorlanabilirler. Böyle bir hiçbir şey anlamıyor, hatta benim kim olduahlaki sorumluluk bilinci, bu dünyanın insanğumu dahi bilmiyor" der. Hemşire hayretle, ları için artık ütopik gelebilir. Ama gerçekte "Madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor neden bunun başarılması, kolay olmasa da ütopya her gün onunla kahvaltı yapmak için koşuşdeğildir. Allah’ın verdiği fıtratı ve bu arada turuyorsunuz?" diye sorar. Cevap müthiştir: idrak yeteneğini iyi geliştirip doğru kullanan "Ama ben onun kim olduğunu biliyorum." SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 31 VARLIK DÜNYASI VE HAYATA DAİR “OLAN”I, “OLUP BİTEN”İ ANLAM(LANDIRM)ADAN, “OLMASI GEREKEN”İN NE OLDUĞU ANLAŞILAMAZ. herkes, insanlığın tarihsel birikiminden yararlanarak belli bir ahlaki varoluş düzeyini yakalayabilir. Ahlaki iyi ve kötü hakkında yargıda bulunma eğilimiyle yaratılan her insan (Şems, 91/8.), bunu başarma potansiyeline sahiptir. Yeter ki, bu fıtri potansiyelini iyi koruyup geliştirebilsin. Düşünme, anlama/kavrama yeteneğini iyi geliştirmiş, fıtratını tahrip etmemiş olan insan, “Kendine yapılmasını istemediğini başkalarına yapma.” ve benzeri evrensel ahlaki değerleri, vahiyden doğrudan yararlanamasa bile keşfedebilir. Bu konuda İslam bilginleri arasında ihtilaf olsa da, İmam Maturidî gibi bilginlere göre aklını kullanabilen insan, dürüst olmak gibi “kendinde/tabiatında/özdeğerinde (lizatihi) iyi” ve yalan söylemek gibi “kendinde kötü”nün ne olduğunu bilebilir. Bu kategorideki ahlaki iyi ve kötü hakkında vahyin söylediği ile aklın söylediği örtüşür. (Bk. Biçer, 2010:198 vd.) Fakat böylesine evrensel gerçekliği açıkça ortada olmayan ahlaki iyi ve kötüyü insan aklıyla kestiremez; bu kısım ahlaki değerler vahyin kılavuzluğuyla bilinebilir. Mesela, “tarafların rızasıyla nikâhsız birliktelik”in ahlaken kötü olduğu, ancak vahiy desteğiyle bilinebilir. “Belki hoşlanmadığınız bir şey, sizin hakkınızda daha iyidir ve hoşunuza giden bir şey de sizin kötülüğünüzedir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara, 2/216.) Şu da var ki, “kendinde iyi ve kötü”nün ne olduğunu belirleme konusunda da vahyin desteği, elbette bireyin bu alabildiğine zor işini kolaylaştırmaktadır. Başkaları bu ahlaki değerleri tamamen rasyonel bilgi ve düşünce ile kazanmaya çalışırken Müslüman birey, vahiy destekli akli düşünce ve bilgi ile elde etmektedir. Müslüman birey, vahyin aydınlığında, evrensel ahlaki gerçeklerle daha kolayca ve fazla zaman kaybetmeden buluşabilme 32 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 imkânını elde etmektedir. Özellikle elektronik medyanın enformasyon bombardımanı altında ciddi anlamda zihinsel hazımsızlık yaşayan günümüz insanının, bu karmaşa ortamında kendine güvenilir bir ahlaki rota çizme konusunda vahyin kılavuzluğuna ihtiyacının kaçınılmazlığı açıkça ortadadır. Üstelik salt rasyonel bilgi ve düşünce ile keşfedip benimsediği ahlaki değerlere bireyin bağlılığına kıyasla vahiy destekli rasyonel bilgi ve düşünce ile ürettiği aynı değerlere Müslüman bireyin bağlılık düzeyi aynı olmayacaktır. Akli kabule ilaveten bir de iman dayanağına sahip olduğundan Müslüman bireyin ahlaki müeyyidesi daha güçlüdür. Tahkiki imanla ihsan bilincini kazanan mümin, “Allah’ı görüyormuşçasına” yaşamaya çalışacağından, tutum ve davranışlarını kendi vicdanına onaylatırken Allah’ın onayını temel ilke olarak görecektir. Yukarıda nakledilen anekdottaki yaşlı adam, İslam ahlakını özümsemişse, "Ama ben onun kim olduğunu biliyorum" sözünü, arka planda “Allah görüyor/biliyor ve hesabını soracak” inancına yaslamaktadır. Bu inanca sahip olmak, müminin özgürlüğünü zedelememektedir. Çünkü “Allah’a ait olmak, Allah’ın koyduğu sınırlar içerisinde var olmak ve yaşamak” şeklinde tanımlanabilecek özgürlük anlayışı, onda körü körüne oluşmuş değildir. Aksine onun bu anlayışının arkasında köklü bir kişisel sorgulama, anlamlandırma, değerlendirme ve özgür iradesiyle tercihte bulunma vardır. Başkaları ona dikte ettiği için değil, kendisi bunun hakikatini/gerçekliğini kavrayıp gönülden benimsediği için bu karara varmıştır. Bu kararının özgür öznesi olarak kendisi, tercihinin, konumunun, tarz ve tavrının bilincindedir. Özgürlüğüne ahlaki sınırları bizzat kendisi koymaktadır. Hâliyle onun bu kararı, kendi özgürlüğüne halel getirmemektedir. Tahkiki imana dayanan ve bireye tam bir özgürlük kazandıran bu İslami ahlak, görüldüğü gibi vahiyle birlikte rasyonel bilgi ve düşüncenin ürünüdür. “İslam dininin esaslarını kabul keyfiyetinin, serbest münazara ve münakaşa sonucu olması, onun en önemli esaslarındandır.” (Naim, 2010: 39.) Derinlikli düşünce, rasyonel bilgi, sorgulayarak anlama çabası olmadan vahyin getirdiği ahlaki esaslar hakkıyla anlaşılamaz. Varlık dünyası ve hayata dair “olan”ı, “olup biten”i anlam(landırm) adan, “olması gereken”in ne olduğu anlaşılamaz. Düşünme ve bilimsel çabalar, vahyi anlamanın alt yapısını oluşturduğundan dolayı bireyin entelektüel düzeyi/birikimi, vahyi anlama düzeyini belirleyicidir. Dolayısıyla sözü edilen İslami ahlakı üretmek, fikrî ve entelektüel çaba olmadan gerçekleşemez. Esasen İslam açısından düşünce ile iman arasında karşılıklı etkileşim söz konusudur. Düşünme imana yönlendirirken, iman da düşünmeye yöneltmektedir. Düşünme imanı beslerken, imandan beslenmektedir/beslenmelidir de. Yani, imanın tahakkukundan sonra da düşünme durmaz/durmamalıdır. Tam aksine, bu eylemler yoğunlaşarak devam eder/etmesi gerekir. Tahkiki iman, düşünmeyi durdurmaz, iyice tetikler. İslam’a göre takdire şayan iman, körü körüne bir kabullenme, anlamadan itaat etme, pasif bir sahiplenme değildir. Önemli olan, imanın bilinçli bir tercihin, aktif bir benimsemenin eseri olmasıdır. “Ta ki, içlerinden helak olacak varsa bile bile helak olsun, hayat bulacak da varsa bile bile hayat bulsun” (Enfal, 8/42.) Bir Müslüman, “anlamadığım için inanıyorum” d(iy)emez, dememelidir. “İslam dininde aklın keşfedemeyeceği nitelikte, sadece iman edilmesi gereken sırlar yoktur.” (Naim, 2010: 42.) İslam’da akıl üstü denebilecek durumlar varsa da, “akıldışı”lık yoktur. Fizik ötesi meseleler, en azından akıl tarafından yorumlanabilmektedir. İslam’ın öngördüğü tahkiki imanın altında bilgi vardır, düşünce vardır, anlamlandırma ve bilinç vardır/olmalıdır. Ahmet Naim Hocamızın dediği gibi, “Bizde imanın esası ve dayanağı akıldır. Gerek Allah’ın varlığına ve gerek şerefli Nebi Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğine, bildirdiklerinin Allah tarafından indirildiğine iman eden her Müslüman, her halde akli delillere başvurarak bu hakikatleri kabul eder. Getirilen delillerin MÜSLÜMAN BİREY, VAHYİN VE VAHİYDEN BESLENEN AKLIN KILAVUZLUĞUNDA VARLIĞI VE HAYATI ANLAMLANDIRMA BAĞLAMINDA AHLAKİ VAROLUŞUNU GERÇEKLEŞTİRMEYE ÇALIŞACAKTIR. zayıflık ve kuvveti şekil ve görünüşü değişik olsa da, imanın esası hiçbir zaman, bir şekilde delillendirilmekten uzak kalmaz… Hiçbir kimseye “aklın alsın almasın herhalde iman ile yükümlüsün. İman edilmesi gereken konuları tartışmaya aklın yetkisi yoktur.” denilmemiş ve denilemez. O derecede ki, kalbî iman gerçekleştikten sonra bile, dinî nasslar ile kesin akli deliller arasında bir çatışma olduğu görülse, dinî nasların yorumlanması yoluna gidilir.” (Naim, 2010: 42.) Böyle olmasaydı Kur’an, kendinden tamamen emin olarak meydan okuyup ayetleri üzerinde insanların derin derin düşünmelerini (Muhammed, 47/24; Nisa, 4/82; Muminun, 23/68; Sâd, 38/29; Zümer, 39/18; Yunus, 10/24,100.), güçleri yetiyorsa onda bir eksiklik bulmalarını talep eder miydi? (Bakara, 2/23; Yunus, 10/38; Nisâ, 4/82.) istemezdi. Bir akademisyenimizin şu değerlendirmesi İslam açısından ciddi yanlışlar içermektedir: “İnanmanın akılla desteklenmesi inanmanın gerçekleşmemesi demektir. Oysa bizim dindarlarımız sürekli olarak akla yaslanarak pozitivist, rasyonel bir aklın güvencesi içinde seyretmek istiyorlar oysa inanç âleminin, içimize yapılan gezilerin hiçbir güvencesi yoktur.” Bir defa, Müslümanın rasyonel tavrı, pozitivist bir tavır değildir, onunla karıştırılması onaylanamaz. İslam’ın öngördüğü imanın, akla yaslandırılması, akılla desteklendirilmesi doğrudan Kur’an’ın talebidir. Müslüman birey, vahyin ve vahiyden beslenen aklın kılavuzluğunda varlığı ve hayatı anlamlandırma bağlamında ahlaki varoluşunu gerçekleştirmeye çalışacaktır. Kaynak BİÇER, Ramazan, Küreselleşen Çağda İslâm, Gelenek yay. İstanbul 2010. NAİM, Ahmed, İslâm Ahlakının Esasları, Sadeleştiren, Recep Kılıç, T.D.V. yay. Ankara 2010. SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 33 D in-Düşünce-Yorum Yüksek bir duygu ve yüce bir haslet: Vefa Dr. Durak Pusmaz Haseki Dini Yüksek İhtisas Merkezi Eğitim Görevlisi EN BÜYÜK VEFAKÂRLIK, İNSANIN YÜCE YARATICI’YI TANIMASI, VERDİĞİ NİMETLERİN KADR U KIYMETİNİ BİLMESİ, O’NA KARŞI KULLUK GÖREVLERİNİ EKSİKSİZ YERİNE GETİRMESİDİR. 34 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 Vefa; sözünde durma, sözünü yerine getirme, borcunu ödeme, sevgi, dostluk ve bağlılıkta sebat etme, kendini sevenleri, kendisine iyiliği dokunanları unutmama, dostlarıyla ilgiyi kesmeme gibi anlamlara gelir. Bu güzel özelliklere ve yüce vasıflara sahip olan kimseye de vefakâr ya da vefalı denir. Vefanın zıttı nankörlüktür. Vefakârlık; kadir kıymet bilmek, kendisine yapılan iyiliği unutmamaktır. Nankörlük ise iyiliğin kadrini bilmemek ya da kendisine yapılan iyiliğe kötülükle mukabelede bulunmaktır. Vefakâr kimseler dostlarını, kendilerine iyilikte bulunanları unutmazlar, zamanı gelince onlara misliyle veya daha fazlasıyla mukabelede bulunurlar. En büyük vefakârlık, insanın Yüce Yaratıcı’yı tanıması, verdiği nimetlerin kadr u kıymetini bilmesi, O’na karşı kulluk görevle- • SAYI: 256 rini eksiksiz yerine getirmesidir. En büyük nankörlük de kulun Rabb’ini inkâr etmesi, verdiği nimetlere şükretmemesi, nimetleri O’na isyanda kullanmamasıdır. Nitekim Enfal suresi- nin 55’nci ayetinde: “Allah katında canlıların en kötüsü, gerçeği örten nankörler/inkârcılardır. Bunlar iman etmezler.” buyrulmuştur. Yerine göre hayvanlar bile kendilerine verilen nimetin kadrini bilirler, o nimeti verenlere vefalı davranırlar, sadık olurlar. Mevlana hazretleri bunu Mesnevi’sinde çok güzel ifade eder. O şöyle der: “Köpekler bile mahallelerine gelen serseri köpeklere ‘ilk evden gönül bağını koparma, kemik yemiş olduğun ilk kapıya sımsıkı sarıl, o nimetin şükrünü yerine getir. Hakkı gözet, o kapıdan ayrılma…’ diye öğüt verirler. “İlk kapısına gitsin ve orada kurtuluşa ersin diye o serseri köpeği terbiye etmek için ısırırlar… Ona: “Bizim vefasızlığımıza örnek olma. Vefasızlık edip boş yere vefasızlığı açığa vurma. Çünkü vefalı olmak köpeklere mahsus bir huydur. Sen vefasızlık ederek köpeklerin adını kötüye çıkarma.” derler. Mevlana hazretleri devamla sözü Yüce Rabbimizin en güzel şekilde yarattığı ve üstün meziyetlerle donattığı insana getirir ve ona hitap ederek şöyle der: “Vefasızlık köpekler için bir leke, bir ayıp olduğu halde sen nasıl oluyor da insan olarak vefasızlık gösteriyorsun. Cenab-ı Hak da vefa göstermekle övündü de “Bizden başka kim ahdine vefa gösterdi.” (Tevbe, 9/111.) diye buyurdu. Hakk’ın haklarını reddedene, saymayana karşı vefalı olmak, iyi bil ki vefasızlığın ta kendisidir. Hiç kimsenin hakkı Allah’ın hakkından önce gelemez.” (Şefik Can, Mesnevi Tercümesi, III, 44, Beyit: 315-324.) Ahmet Rifat da “Tasvîr-i Ahlak” isimli eserinde şöyle der: “Ana-babaya itaat, akraba ve dostlara hürmet ve yardım, vatana sevgi hep vefa duygusunun eseridir. Vefasızlar ciddi dost bulamazlar. Sıkıntılı zamanlarında kimseden yardım göremezler. Şurası da enteresandır ki, bazıları kendileri sıkıldıkları zaman vefakârlardan vefa umarlar, yardım beklerler SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 35 ASLINDA KENDİSİNE İYİLİK YAPILAN KİMSE BİLSE DE, BİLMESE DE HİÇBİR İYİLİK ZAYİ OLMAZ, BOŞA GİTMEZ. de kendi vefasızlıklarını terk etmezler.” (Ahmet Rifat, Tasvîr-i Ahlak, İst., ts., s. 366.) “Vefa yüksek bir duygu ve yüce bir haslettir. Abbasi vezirlerinden Yahya el-Bermekî vermiş olduğu sözünü teyit etmek isteyince: “Ahde vefayı, görünen şeylerin en yükseği kılan Allah’a yemin ederim.” diyerek sözüne başlardı. (Ahmet Rifat, age., s. 366.) Aslında kendisine iyilik yapılan kimse bilse de, bilmese de hiçbir iyilik zayi olmaz, boşa gitmez. Onun için dilimizde: “İyilik yerde kalmaz”, “İyilik et de denize at, balık bilmezse Hâlık bilir” denilmiştir. İnsanlar kendilerine yapılan iyilik ve kötülükleri unutup unutmama açısından farklıdırlar: Kimi insanlar vardır ki kendilerine yapılan kötülükleri hep unuturlar, iyilikleri ise hiç unutmazlar. Bunlar erdemli, fazilet sahibi kimselerdir. Dinimizin istediği güzel ahlak sahibi müminler böyle olurlar, kendilerine yapılan iyiliği hiç unutmazlar, zamanı gelince ona iyilikle mukabelede bulunurlar, dostlarıyla her zaman ilgilenirler, iyi günlerinde de kötü günlerinde de onları ararlar, varsa dertleri, sıkıntıları gidermeye, yardımcı olmaya çalışırlar. Kimi insanlar da vardır ki kendilerine yapılan yüzlerce iyiliği unuturlar, yapılan herhangi bir kötülüğü ise hiç unutmazlar. Hep onu söyleyip dururlar, temcit pilavı gibi durmadan tekrar ederler. Bu, dinimizin tasvip ettiği güzel davranış ve hoş bir tutum değildir. Bunlar dostlarını kendilerine işleri düştüğü zaman ararlar, sorarlar, o zaman yanlarından hiç ayrılmazlar. Onların kendilerine işi düştüğü zaman ise hep onlardan kaçmaya, uzak durmaya çalışırlar, o zaman onları tanımazlar, daha doğrusu tanımazlıktan gelirler. Mesnevî Şerhi’nde bu tip insanlarla ilgili şöyle bir olay anlatılır: Mervli biri, ticaret için seyahate çıktıkça her defasında Iraklı birine konuk olur, en güzel 36 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 şekilde ağırlanır, kendisine izzet ve ikramda bulunulur, yer içer, giderken de: “Ah sen de bir bize gelsen, biz de seni ağırlasak” dermiş. Tesadüf bu ya, Iraklının da bir sefer yolu Merv’e düşmüş, kendisine devamlı gelip giderek konuk olan ve her defasında davet eden dostunu hatırlamış, doğruca ona gitmiş. Fakat Mervli, Iraklıyı tanımazlıktan gelmiş. Adam ‘her halde beni yolcu elbisemle gördü o yüzden tanımadı’ demiş, külahını, elbisesini çıkarmaya başlamış. Mervli: “Boşuna uğraşma, derini bile yüzsen, ben seni tanımıyorum.” demiş, (Bk. Abdülbâki Gölpınarlı, Mesnevî ve Şerhi, III, 111-112.) böylece kendisinin karakterini ortaya koymuş. İnsan yaratılışı icabı hep başkalarından vefa bekler, dostluk bekler, iyilik bekler. Bunlar doğru ve güzel şeylerdir. Fakat daha güzel olanı insanın, dostlarına karşı önce kendisinin vefakâr olmasıdır. Kendisi vefakâr olmayan kimse başkalarından vefa bekleyebilir mi? Şayet beklerse bu ne kadar doğru ve isabetli olur? Ünlü Divan şairi Nâbî ne güzel söylemiş: Bende yok sabru sükûn, sende vefadan zerre, İki yoktan ne çıkar fikredelim bir kerre. Diğer ahlaki meziyetlerde olduğu gibi, vefakârlığın en güzel örneklerini de Peygamber Efendimiz’de görmekteyiz. Hz. Peygamber, dadısı Ümmü Eymen’i, ücret karşılığı da olsa yıllarca kendisine bakan sütannesi Halime’yi, sütkardeşi Şeyma’yı, çocukluğunu yanında geçirdiği amcası Ebu Talib’in hanımı Fatıma’yı ömrü boyunca unutmamış, her fırsatta onlarla ilgilenmiş, onlara gereken saygı, şefkat ve merhameti göstermiştir. Mekke müşriklerinin zulmünden kaçan Müslümanlara kucak açan Habeş Necâşî’sini daima hayırla yad etmiş, öldüğünde dua etmiş, yıllar sonra oğlu Medine’ye geldiğinde, babasına hürmeten bizzat kendi eliyle ona hizmet etmiştir. Sevgili Peygamberimiz eşlerine karşı da son derece vefakârdı. Onun vefakârlığı sadece hayatta olan eşi ile sınırlı değildi. Vefat etmiş olan eşi Hz. Hatice validemizi de hep hayırla anar, hayırla yad ederdi. Hatta onun arkadaşlarına bile saygı gösterir, ikramda bulunurdu. Bir defa yanına gelen bir yaşlı hanıma fazla ikramda bulunmuştu. Bunun sebebini soranlara: “Bu kadın Hatice (r.a.)’nin sağlığında bize gelir giderdi.” diye cevap vermişti İnsanlar hep zamanlarındaki vefasızlıktan şikâyet ederler. Osmanlıların son döneminde yaşamış olup reisületıbba, devlet adamı, eğitimci, edip ve tarihçi olarak bilinen ve 1866 yılında Tahran sefiri iken vefat eden Hayrullah Efendi bir beytinde zamanındaki insanların vefasızlıklarından şikâyet ederek şöyle der: Ehibbada vefâ yok âşinâ bîgânedir Hayrî Bu âlem bildiğim âlem değil, bilmem ne hâl oldu. (Bk. Osmanlı Müellifleri, III, 67.) Ahmet Cevdet Paşa da zamâne kibarının, ‘vefa’ sözcüğünü yazsa da manasından habersiz olduğunu, bu yüzden kimsenin onlara güvenmemesini belirterek şöyle der: Lafz-ı vefayı yazsa da bilmez meâlini Kimse güvenmesin bu zemâne kibârına. Unutulmaz Mısralar, s. 640.) (Bk. Şair Karamanlı Kâmî ise; bülbülün, sesini âşık olduğu güle işittiremediği gibi artık vefa, sevgi sözünü de kimsenin okumadığından ve dinlemediğinden şikâyette bulunarak şöyle der: Güle gûş ettirmez, boş yere bülbül inler Varak-ı mihr ü vefâyı kim okur, kim dinler. Çağ kapatıp, çağ açan, İstanbul’u fethedip Türk-İslam dünyasına kazandıran, böylece iki cihan güneşi sevgili Peygamberimizin müjdesine nail olan ulu sultan, Fatih Sultan Mehmed de vefânın kokusunu ancak mezarında beklemektedir: Vefâ görmeden ölürsem eğer ben gül-i zârumdan; Erişe dem-be-dem mezârumdan. bû-yi vefâ hâk-i Yazımızı Mevlana hazretlerinin şu güzel sözü ile noktalayalım: “Ey dost! Sen, gamlar içinde bulunduğun halde neşeli ol; vefasız olan, vefa nedir bilmeyen şu dünyada, sen vefalı ol!” SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 37 D in-Düşünce-Yorum Bir kardeşlik hukuku refleksi: Helalleşme Dr. Şemsettin Ulusal Bir arkadaşım “…son sözleri: ‘Hakkınızı helal edin… La ilahe illallah’ oldu” diyordu, annesinin vefat anını anlatırken. Yine televizyonda verilen bir haberde, “…yavrumla dün gece telefonla görüştüm. ‘Anne, operasyona gidiyoruz. Hakkını helal et. Babam ve gelinin de haklarını helal etsin’ dedi. Bugün şehadet haberi geldi” diye gözyaşı döküyordu şehit annesi. Eğitim Uzmanı Bu anlatımlarda, gündelik yaşantımızda, bilhassa uzunca bir yolculuğa çıkacağımız zaman ihmal etmemeye çalıştığımız ve dilimizin mutadı hâline getirdiğimiz bir terime vurgu yapılmaktadır aslında. Belki de yaptığımızın önemini bilmeden, o üç kelimelik cümlenin mana derinliğini kavramadan, bir alışkanlığın sonucu ya da aldığımız bir terbiyenin gereği olarak söyleyiveririz, o sözleri: Hakkını helal et. ZARAFET, NEZAKET VE ALÇAK GÖNÜLLÜLÜK KARIŞIMI MEŞREB-İ KUR’AN’IN BAL TATLISI KATRELERİDİR, “HAKKINI HELAL ET.” 38 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 “Kul Hakkı” müessesi ile yakından alakalı olan bu ifade, aslında bütün İslami değerlerin insan hayatına ince hassasiyetler hâlinde yansımasını sağlayan kişilik disiplininin dilde şekillenmesidir. Hem dahi, zarafet, nezaket ve alçak gönüllülük karışımı meşreb-i Kur’an’ın bal tatlısı katreleridir, “hakkını helal et.” Helalleşmedir bu. Dinimizin bir kuralı ve kardeşlik hukukunun da bir gereğidir. Öyleyse nedir helalleşme? Konunun daha net anlaşılabilmesi için, öncelikle “hak” teriminin anlamının ve çeşitlerinin izahı ile hak gaspına uhrevi hayatta taalluk edecek hususları ifade etmek yararlı olacaktır. Hak terimi hukuki ve dinî bakımdan anlamlandırılırken tanımın yetki, sorumluluk ve ayrıcalık kelimelerine ilmeklenerek yapıldığı hemen göze çarpmaktadır. Bu bakımdan hak, hukukun bir yetki ve bir yükümlülük olmak üzere benimsediği aidiyettir. Bu tanımın açılımı şöyledir: Hak, hukuk tarafından tanınan ve korunmasını isteme hususunda ferdin yetkili sayıldığı menfaattir. Her hakkın mutlaka bir hukuk kuralına dayanması esastır. Bu hukuk kuralının yazılı bir kural (kanun, kanun hük- SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 39 İSTER KAZAİ İSTERSE DİNÎ HAK OLSUN, DİNİMİZ KUL HAKKINI İHLAL ETMEYİ ZULÜM, KUL HAKKINI İHLAL EDENİ DE ZALİM OLARAK NİTELENDİRMEKTEDİR. münde kararname, tüzük, yönetmelik) veya yazılı olmayan bir kural (örf ve âdet hukuku) olması önemli değildir. Hukuk düzeninin tanımadığı bir yetki, korumadığı bir menfaat mahkemeye konu teşkil edecek bir hak olarak nitelendirilemez. (Turgut Akıntürk, Hukuka Giriş, Eskişehir 2009.) Hiç şüphesiz yukarıdaki tanım, dinin hükümlerine göre esasen var olan, ancak mahkemede şahit ya da delil yetersizliği sebebiyle ispat edilemeyen ya da hukukun konu edinmediği dinî hakları kapsam dışı bırakmaktadır. Dindar birey için konunun bu yönü en az öteki kadar, belki ötekinden de çok önem arz ettiği için daha kapsamlı bir tanımın yapılması gerekir. Dolayısıyla hak, korunmasını isteme hususunda sahibinin yetkili sayıldığı menfaat olup, ihlal ya da gasp edenin dünyevi ve/veya uhrevi sorumluluk yüklenmesini ve cezaya çarptırılmasını gerektirir. O halde hakkı dinî ve kazai olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Bu bağlamda dinî hak, dinin hükümlerine göre esasen mevcut olduğu halde mahkemede ispat edilemeyen hakları da kapsar. Kazai hak ise, dinin hükümlerine göre mevcut olsun veya olmasın mahkemede ispatı mümkün olan hakları ifade eder. 40 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 Tasnifi netleştirilmemiş olsa dahi haklar ayrıca, Allah hakkı ve kul hakkı şeklinde de ayırıma tabi tutulur. Bu sınıflandırmaya göre Allah hakkı denilince ilk planda iman ve ibadet gibi yalnızca Allah’a yöneltilebilen, sadece O’nun layık olduğu haklar, ayrıca belirli bir kişi ve zümreyi değil kamu yarar ve düzenini ilgilendiren haklar kastedilir. Kul hakları ise, sonuçta kamu yararını ilgilendirse bile ilk planda ferde ait bir menfaatin korunmasını hedef alan ve ferdin söz hakkının bulunduğu haklardır. (Ali Bardakoğlu, “Hak”, DİA, XV/139-150.) Söz konusu olan ister kazai isterse dinî hak olsun, dinimiz kul hakkını ihlal etmeyi zulüm, kul hakkını ihlal edeni de zalim olarak nitelendirmektedir. En net tanımıyla zulüm, başkasının mülkünde sahibinin izni olmaksızın tasarrufta bulunmaktır. Başkasına ait bir şeyi gizli ya da aleni olarak zulüm yoluyla alan kişi zalimdir. Aldığı şey ister mal olsun, isterse manevi hakka tecavüz olsun değişmez, yaptığı haramdır. Ne yapmak lazımdır bu haramdan sakınmak için? Öncelikle kul hakkını gözetmeyi bir disiplin hâline getirmelidir Müslüman. Zira günlük yaşantımızda bu disiplinin uygulanmadığı neredeyse tek bir alan dahi yoktur. Bir kişiyi sözle veya fiille aldatmak kul hakkıdır. O kişiyi, karalamak, çekiştirmek, kaş göz işareti ile onu aşağılamak, ona hakaret etmek ve onun ayıbını araştırmak kul hakkıdır. Sokak ve caddeleri kirletmek, trafik kurallarını ihlal etmek, amme menfaatini koruyan kanun ve kurallara uymamak, kul hakkına tecavüz etmektir. Cinsel taciz, aile içi şiddet de kul hakkına girer. Ücret aldığı işi layıkıyla yapmamak, işçisine hak ettiği ücreti zamanında vermemek, kamu araç, gereç ve malzemesini yetkisiz ve haksız yere kullanmak ve sarf etmek de kul hakkının gözetilmemesidir. Kamuya ait bir emaneti ehline teslim etmemek ve kamu kaynaklarını yerli yerinde kullanmamak, yine kul hakkının göz ardı edilmesidir. Bütün bunları yapan kimseden öbür dünyada hesap sorulacağını Kur’an ve sahih hadisler bize haber vermektedir. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah, onları ancak gözlerin dehşetle bakacağı bir güne erteliyor. (İbrahim, 14/42.) Bir başka surede ise yüce Allah şu ikazı yapmaktadır: Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle olursa başka. Kendinizi helak etmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir. Kim haddi aşarak ve zulmederek bunu yaparsa, O’nu cehennem ateşine atacağız. Bu Allah’a pek kolaydır. (Nisâ, 4/29-30; ayrıca bkz. Bakara, 2/188.) Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de uhdesinde başkasına ait bir hak bulunduğu halde vefat eden kişinin başına gelecek dehşetengiz hâli şöyle tasvir etmektedir: "Kimin sorumluluğunda kardeşinin nefsi (ırzı) veya ona ait bir şey ile alakalı hak var ise, paranın işe yaramadığı kıyamet günü gelmeden önce dünyada mazlumla (hak sahibi ile) helalleşsin (mazlumdan hakkını bağışlamasını dilesin). Bu yapılmadığı takdirde zalimin var olan salih amelinden (kıyamet günü), zulmü kadar alınır (da hak sahibine verilir). Eğer zalimin sevabı bulunmazsa, mazlumun seyyiatından alınıp zalim üzerine yükletilir." (Buharî, “Mezâlim”, 10; “Rikâk”, 48.) Hadiste öncelikle inanan insanları diğerlerine karşı haksızlık yapmaktan sakındırma vardır. Bu haksızlık metnin orijinalinde “ırz” ve “bir şey” kelimeleri ile ifade edilmiştir. Söz konusu iki kelime yukarıda örneklendirilenle birlikte tüm hakları kapsar. Hadiste vurgulanan ikinci husus ise, kişinin gasp ettiği bu hakkın hesabını ahirete bırakmaması ve hak sahibinden bunun affedilmesini dilemesi ve affettirmesidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) diğer bir hadis-i şerifte ise, “Şüphesiz ümmetimden müflis o kişidir ki, kıyamet günü namaz, oruç ve zekâtla (sevabıyla) gelir. Ancak ona buna söven, zina iftira- UHDEMİZE BİRİSİNİN HAKKI GEÇMİŞ İSE VE BU HAK MADDİ KIYMETİ OLAN BİR ŞEY İSE, HAK SAHİBİNE BU HAKKI TARİF EDEREK VE AF DİLEYEREK ÖDEMEMİZ GEREKİR. sı yapan, haram mal yiyen, kan döken ve darp eden bir kişi olduğu için iyiliklerinin sevabı (hak sahibi) şuna buna verilir. Üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları tükenir de hak sahibi kişilerin günahları kendisine yüklendikten sonra cehenneme atılır.” buyurmaktadır. (Müslim, “Birr”, 59.) İşte dinî terbiyemizde ve kültürümüzde oldukça güzel bir alışkanlık hâline gelmiş bulunan “helalleşme”nin temelinde bu dinî faktörler yatmaktadır. O halde uhdemize birisinin hakkı geçmiş ise ve bu hak maddi kıymeti olan bir şey ise, hak sahibine bu hakkı tarif ederek ve af dileyerek ödememiz gerekir. Böyle bir durumda hak sahibi vefat etmiş ise bedelini onun vârislerine vermemiz, vârisleri de yok ise hak sahibinin adına fakir fukaraya veya bir hayır kurumuna bağışlamamız icap eder. Uhdemizdeki bu malı aynı veya bedeliyle ödememiz mümkün değil ise, tarif ve tayin ederek hak sahibinden, bu hakkı bağışlaması (helal etmesi) rica edilir. Hak sahibinin böyle bir hakkı bağışlaması erdemli bir davranış olmakla birlikte, bağışlamama hakkının bulunduğu da unutulmamalıdır. Diğer yandan hakkın konusu cinayet, iftira, gıybet gibi Allah’ın haram kıldıklarından ise hak sahibinin bu konudaki affı ve kendisinden alınan helallik de yeterli olmayacaktır. Kişi ayrıca samimiyetle tövbe etmeli ve Allah’tan af dilemelidir. Konuyu yine Hz. Peygamber’in bir hadis-i şerifi ile bitirelim. O (s.a.s.) buyuruyor ki: “Haksızlığa uğramış kişinin (mazlumun) bedduasından sakınınız Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur.” (Buharî, "Mezalim", 9.) Hakkınızı helal ediniz! SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 41 Aile �nsanoğlunun değerlerini kazanabileceği en mükemmel mekân ailesi; en uygun zaman da çocukluk evresidir. Aile içi iletişimde “Değer” kazandırma yolları-I Prof. Dr. Ertuğrul Yaman Yıldırım Beyazıt Üniv. ([email protected]) A ilelerde, ebeveynlerin en değerli mirasları yetiştirdikleri çocuklarıdır. Çocukların da en önemli güç kaynakları aileleridir. Dolayısıyla, aile herkes için hem güvence, hem güç kaynağı, hem de değer(ler) merkezidir. Yüce Yaratıcı, kendi iradesi ve güzelliğiyle insanı ahsen-i takvim üzere (en güzel şekilde) yarattı. İnsanoğluna, bütün canlılara nispetle, biyolojik anlamda hüsn, letafet ve zarafeti yükledi. Ne var ki insanın bu dış güzelliğini, iç güzelliğiyle bütünleştirme işini insanların kendine bıraktı. Bu açıdan bakıldığında, insanoğlunun kendini geliştirmesi, yenilemesi, değer kazanması, eğitilmesi ve değiştirilmesi mümkündür. Konu bu cepheden ele alınırsa, insanoğlunun değerlerini kazanabileceği en mükemmel mekân ailesi; en uygun zaman da çocukluk evresidir. Çocukların ailede değer kazanması için, öncelikle ailenin öz değerlerine sahip olması, bunları yaşaması ve çocuklarına aktaracak bilinç düzeyini yakalamış olması gerekir. Ailenin huzur ve saadeti, çocukların değer kazanması için aile içinde yapılabilecek etkinlik önerileri şu şekilde sıralanabilir: Eşler arası önceliklerin tespiti Aile, her şeyden önce iki farklı cinsin bir araya gelmesinden oluşan bir kurumdur. Dolayısıyla eşlerin uyumu, aile saadeti ve değer yargılarının sağlıklı bir şekilde benimsenmesi için öncelikli konudur. Bu bağlamda eşlerin birbirleriyle iyi bir uyum yakalamaları, karşılıklı olarak önceliklerinin doğru belirlenAile mesine bağlıdır. herkes için hem güvence, hem güç kaynağı, hem de değer(ler) merkezidir. Eşlerin birinci önceliği, birbirini mutlu etmek olmalıdır. Her türlü söz ve davranış bu temel prensip üzerine bina edilmelidir. Eşler, karşı- lıklı olarak birbirlerini mutlu etmeyi; birbirlerini incitmemeyi esas alırlarsa, ailede birlik ve dirliğin temelleri atılmış olur. Evliliğin doğası itibariyle evli çiftler, birbirini mutlu etmek isterler. Türk toplumunun geleneksel görev bölümünde, evin hanımı, evi temizleyip çocuklara bakarak ve yemek yapmak suretiyle kocasını mutlu ettiğini düşünüyor. Beyefendi ise; öncelikli olarak para kazanıp evin ihtiyaçlarını karşılarsa ve ailesinin başında bulunursa eşini mutlu ettiğini zannediyor. Bütün bunlar doğru ve gerekli olmakla birlikte, uyumlu bir aile için çok daha önemli önceliklere ihtiyaç vardır. Eşler arasındaki bu uyum sürecinin sağlıklı bir tarzda sürdürülebilmesi için aşağıdaki yol ve yöntemler kullanılabilir. Eşlerin hassas olmaları gereken en önemli konu, birbirlerinin hoşlandığı noktaların doğru tespit edilmesidir. Eşler birbirinin sevdiği tavırları öne çıkarmalı; sevmediği söz ve davranışlardan uzak durmaya dikkat etmelidirler. Hanımlar ve beylerin, birbirlerinin bam teline basmamaya bilhassa dikkat etmeleri gerekir. Hanımların ve beylerin öğretilmiş rutin görevler dışında birbirlerinin duygu dünyalarını keşfetmeleri huzur ve mutluluğa giden en kestirme yoldur. Her şeyden önce, karşılıklı olarak duygu dünyalarını doldurmakta büyük faydalar vardır. Kadın, kocanın duygularını anlamalı, koca da hanımın duygularını önemsemelidir. Hayatın merkezine mal mülk değil, sağlık ve mutluluk konulmalıdır. Çünkü mal mülk biriktirmek, huzur ve mutluğa tek başına hizmet etmezken; huzurlu ve uyumlu bir ailede mal mülk kendiliğinden birikir. Mal mülk birer emanet, güzel hatıralar ve paylaşılan duygular ise, hayatın özüdür. Her aile ayrı bir dünyadır. Standartlar her aileye göre değişir. Ailede eşler, asgari müştereklerde ittifak etmelidirler. Eşler, birbirinin gönlündeki gamı gidermeli; öfke patlaması yaşamadan önce öfkeyi önleyici tedbir almalıdırlar. Esas olan SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 43 eşlerin içlerinde olur olmaz sebeplerle negatif duyguları biriktirmemesi ve gönül bardağını taşırma noktasında hassas olmalarıdır. Ebeveyn önceliklerinin tespiti Birçok anne baba, evlenir evlenmez çocuk sahibi olduktan sonra, daha çok bu dünya için maişet derdine düşerek mal mülk biriktirme derdine düşerler. Para biriktirmek uğruna neredeyse bütün zamanlarını sarf ederek kimi zaman bu uğurda sağlıklarını dahi riske atmaktadırlar. Oysa ebeveynin birinci önceliği iyi, ahlâklı, dürüst, temiz, kaliteli, erdemli çocuklar yetiştirmektir. Ailenin geçiminin temin edilmesi, ailede huzurun sağlanması, mutluluğun hâkim olması bir aile için elbette temel zemindir. Ancak; anne babaların en önemli mirasları, insanlık için yararlı işler yapacak ve arkalarından kendilerine hayır dua edecek mirasçılar bırakmalarıdır. Çocuklar, bir anlamda ailedeki huzur, mutluluk ve uyumun meyveleridir. Her çocuk, büyük oranda ailesidir. Ailede yaşanan her duygu ve değer, çocuklar tarafından âdeta bir ayna gibi kopyalanır ve hayatlarının ilerideki dönemlerine yansıtılır. Bu açıdan, bütün anne ve babaların en değerli öncelikleri makam, mevki, mal mülk, iş güç, meslek, kariyer, imaj vb. değil; kendilerinin en bariz yansımaları olan çocukları olmalıdır. Hepimizin en birincil görevimiz geleceğin iyi insanları olan çocuklar yetiştirmektir. Açık iletişim modeli Aile kurumunda fertlerin birtakım duygu ve değerleri kazanabilmesi için, ailenin iletişim tarzı en önemli belirleyicilerdendir. Kendimize sormamız gereken sorular şunlardır: İletişimimiz doğrudan mı yoksa dolaylı mı? Beklentimizi biz mi anlatıyoruz yoksa karşımızdakinin anlamasını mı bekliyoruz? İstek, arzu, ihtiyaç ve beklentilerimizi doğrudan mı yoksa ailedeki diğer bireyler üzerinden mi sürdürüyoruz. Her şeyden önce iletişimin açık ve anlaşılır bir tarzda yürütülmesi gerekir. Birbirlerinin en yakını olan insanlar (aile büyükleri, anne- 44 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 baba, eşler, çocuklar ve varsa diğer aile yakınları) arasındaki ilişkiler son derece açık, nezih ve ölçülü olmalıdır. Bunun en uygun yolu ise, birlikte geçirilen anlardır. Özellikle toplu yemekler, piknikler, geziler, eğlenceler ve aile toplantılarında doğrudan iletişim kurmakta büyük yarar vardır. Evin çocuğu kendi isteğini kendi ağzından ifade ederek “Baba, bana telefon lazım, alabilir miyiz?” demek gerekirken devreye genellikle anne girer ve hafiften de suçlama modunda “Oğlun arkadaşları arasında mahcup oluyor, bir telefon bile almıyorsun!” gibi bir yaralayıcı cümle ile açık iletişim yerine dolaylı ve belli oranda kapalı bir iletişim tarzı oluşturularak daha sonraki iletişimler için kötü, yanlış ve yorucu bir yönteme de yol açılmış olunur. Aile içinde gizlenen ufak tefek gibi görünen konular, zamanla büyümekte, kartopu etkisiyle çığa dönüşebilmektedir. Bu bakımdan konu ve sorunları sıcağı sıcağına paylaşarak hem bir sohbet ortamı oluşturulabilir hem de ileride çözülemeyecek kadar büyüyen sorunlarla karşılaşmaktan kurtulmuş olunur. Unutmamak gerekir ki aile kurumu, güzelliklerin, sevinçlerin paylaşıldığı; sıkıntı ve sorunların birlikte göğüslendiği bir mekândır. Şu dünyada sorunsuz ve sıkıntısız aile pek azdır. Belki de hiç yoktur. Önemli olan neşeyi de ızdırabı da birlikte paylaşmaktır. Özellikle incir çekirdeğini doldurmayan olay ve durumlar için her gün kafa şişiren eşlerin bu noktada çok daha dikkatli olmaları gerekir. Bilhassa eşler arasındaki iletişimde yıllarını eğitime adamış Sami Yaman’ın şu sözleri kulağımıza küpe olmalıdır: “Hiçbirimiz Ferhat ile Şirin değiliz!” Selamlaşma kültürü Selam, karşımızdaki insanlara esenlikler dilemek demektir. Tanıyalım, tanımayalım; sevelim sevmeyelim herkese; hatta mümkünse ara sıra kendimize ve her daim bütün canlılara esenlikler dileyelim. Dileyelim ki herkes ve her şey de bizim hakkımızda esenlikler dilesin! Birbirlerinin en yakını olan aile bireyleri, ara- larındaki hoş, güzel duyguları daha da nezih hâle getirmek için, sabah kalktıklarında, gün içinde içeri-dışarı giriş çıkışlarında ve akşam yatarken güzel temennilerde bulunmak üzere sözlü olarak esenlik bildiren selam sözleri söylemeleri, aile içindeki iletişimin selameti açısından büyük önem taşımaktadır. Eve gelen herkes evdekilere “selam vermeli”, evdeki de gelene “hoş geldin” demeli. Selamlaşmaya dair söz ve davranışları önemsemek gerek. Çünkü her ayrılış son ayrılışımız, her gelişimiz de son gelişimiz olabilir. Birlikte zaman geçirmek Aile olmak, yalnızca aynı çatı altında yaşamak veya zorunlu ikamete mahkûm olmak değildir. Aile olmak, zamanları birlikte ve güzel geçirmenin tadına varmaktır. Özellikle eşlerin birbirleriyle ve ebeveynlerin çocuklarıyla olan iletişimlerinde nitelikli zaman geçirmeye gayret etmeleri gerekir. Çünkü geçen zamanın tekrarı olmayacaktır. Yaşadığımız anın, o andaki duygularımızın, sevinç ve mutluluklarımızın yeniden yaşanması zor olabilir. Öyleyse, birbirimizin değerini vaktinde bilelim. Ve yine bilelim ki kaybedilenlerin arkasından ağıt yakmanın hiçbir faydası olmayacaktır. Aile bireylerinin birlikte zaman geçirirken aile duygularını güçlendirecek birlikte sohbet, birlikte oyun, birlikte bayram, birlikte gezi, birlikte yemek, birlikte çalışma, birlikte okuma, birlikte aile ziyaretleri, birlikte kabir ziyaretleri gibi etkinlikleri düzenli olarak yapmalarında büyük yararlar vardır. Bu etkinliklerin gözle görülür birçok katkısı olacaktır. Aileye mensup herkesin en önemli barınak ve en sıcak mekân olarak aileyi kabullenmelerini sağlamamız gerekiyor. “Gözü dışarıda olmak” deyimini “gözü içeride olmak” olarak değiştirmeliyiz. Aile bireylerinin evlerini sıcacık yuvaya çevirebilmeleri için, birlikte geçirecekleri zamanı nitelikli kullanmaları çok önemlidir. Aile bireyleri, özellikle akşam saatleri bir araya geldiklerinde gün içinde yaşadıklarını ve öğrendiklerini mutlaka birbirleriyle paylaşmalıdırlar. Paylaşmak, pek çok açıdan faydalı bir uygulamadır. Özellikle çocuklara bu alışkanlığın mutlaka erken yaşlarda kazandırılması gerekir. Çocuklar, yaşadıkları ve karşılaştıkları her şeyi -iyi veya kötü olsunöncelikle aileleriyle paylaşmayı öğrenmelidir. Çocuklar ailede paylaşımı yaşamazlarsa, bu durum onları hoş olmayan mecralara sürükleyebilir. Oysa insanın sığınabileceği ve güvenebileceği bir ailesinin olması büyük bir öz güven kaynağıdır. Ailelerin –ne kadar çok işleri olursa olsunçocuklarını dinlemeleri, onlara kendilerini gerçekleştirme imkânı sunmaları gerekir. Büyüklere anlamsız gelen çocukça duygu, değer, davranış ve sözleri önemsemekte yarar vardır. Çünkü büyüklere anlamsız gelen tutum ve ifadeler, çocuklar için ileri derecede önemli olabilir. Eğer; anne ve babalar, çocuklarına kulak vermezlerse, çağdaş zaman hırsızları olan televizyon, cep telefonu ve bilgisayarın inisiyatifine terk etmiş olurlar ki bu teknik araçlar kontrolsüz kullanılırlarsa hem çocuklar hem de toplum için büyük bir tehdit olabilirler. Unutmamak gerekir ki her çocuk, her şeyden önce bir insandır ve insanlar çok değerlidir. Konuya bir sonraki ay devam edeceğiz. SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 45 Aile Allah Rasulü’nün rahmet yüklü ilişkileri (Aile ve yakın çevredeki örnekliği) Hatice Kübra Görmez Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla Bir insan düşünün: Hayatında asla yalan söylememiş, sıddîk olmuş. Emanete asla ihanet etmemiş, el-emîn olmuş. Hiçbir zaman puta tapmamış, hanîf olmuş. Ağzından hiçbir zaman kötü söz çıkmamış, gıybet ve dedikodu yapmamış, ahlakı Kur’an olmuş. Hiçbir zaman adaletsizlik yapmamış, âdil olmuş. Eşlerinden hiçbirine asla vurmamış ve bunu yasaklamış, en hayırlı eş olmuş. İnsanlara hep hizmet etmiş, insanlığın efendisi olmuş. İbadetlerinde asla ihmalkârlık göstermemiş, şükreden bir kul olmuş. Asla tabiata, hayvana, bitkiye zarar vermemiş, insan-ı kâmil olmuş. Asla dünyaya rağbet etmemiş, vuslatı; refikü’l-âlâ makamı, kevser olmuş. Ve bir insan düşünün, her hâliyle en güzel örnek olmuş… İşte bu sebeple Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de; “Andolsun, Allah’ın Rasulü’nde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden 46 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 kimseler için güzel bir örnek vardır.”(Ahzab, 33/21.) buyurmaktadır. O, dünyaya teşrifleri çağlar çağı beklenen bir muştudur. “Benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim.” (Saff, 61/6.) diyen Hz. İsa’nın muştuladığı, gelmesiyle âlemlere rahmet olan, karanlık geceleri nura boğan, Ahmed-i Mahmud-u Muhammed’dir O. O, her hâliyle bizlere en güzel örnek olsun diye meleklerden değil, fakat bizlerden biri olarak, insan olarak gönderilen; hayatı boyunca bir insanın yaşayabileceği her türlü zorluk, sıkıntı ve acıyı yaşayan; dünyanın türlü türlü meşakkatlerini göğüsleyen; bütün bunların karşılığında ve Cenab-ı Hakk’ın, “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 21/107.) hitabına ve övgüsüne mazhar olan rahmet ve merhamet peygamberidir. Fahr-i kâinat Efendimiz, çoluk-çocuk, kadın- erkek, genç-yaşlı, büyük-küçük, köle-efendi, zengin-fakir çevresindeki her seviyeden insanın, bir peygamber gibi yaşayabilme seviyesine yükseltilmelerinin imkânsızlığını bildiği için bizzat onların seviyesine inmek suretiyle insanları dâreyn saadetine erdirebilme yolunu seçmiştir. O, yetim bir çocuk olarak hayata başlamıştır. Daha doğmadan babasını, çok küçük yaşta annesini ve dedesini kaybeden; Yüce Rabbimizin, “O seni yetim bulup barındırmadı mı? (koruyup gözetmedi mi?" (Duha, 93/6.) ilahî hitabına mazhar olan sadece Allah’ın sevgisi, tesellisi ve himayesine bırakılan yetim bir çocuktur. Bilindiği gibi Hz. Peygamber, babasını hiç görmemiş, annesini ise çok küçük yaşta kaybetmiştir. Bu sebeple onun hayatında baba yerine koyduğu Ebu Tâlib ile Hz. Ebu Bekir gibi erkekler ve annesi yerine koyduğu özel hanımlar vardır. Hicretten önce, hep hayırla yâd ettiği annesinin kabrini ziyaret ettiğine dair sahih bir bilgiye ulaşılmaz. Ancak hicretten sonra Mekke’ye 160 km uzaklıktaki Ebvâ’ya 5-6 kez gidip Hz. Âmine’nin kabrini ziyaret ettiğine dair bilgiler Sahih-i Müslim’de yer almaktadır. Mezarın başında gözyaşı döktüğü, taşlarını ve toprağını düzelttiği, kabri başında annesi ile sohbet ettiği bu bilgiler arasındadır. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) “annem” dediği diğer hanımlar, Hz. Peygamber’in dadısı Ümmü Eymen Bereke, Ebû Leheb’in kölesi Süveybe Hatun, süt annesi Halime Sadiye ve Hz. Ali’nin annesi Fatıma binti Esed olup, Allah Rasulü zaman zaman bu hanımları ziyaret etmiş, hâl hatır sormuş ve onlara ikramlarda bulunmuştur. Çocukluk yıllarını geçirdiği amcasının evinde yengesi Fatıma binti Esed’i annesi gibi görmüş, onun iyiliklerini asla unutmamıştır. Vefat edince “annem öldü” diyerek kendi sırtından gömleğini çıkarıp ona kefen yaptırmış, soranlara da: “Ebu Talip’ten sonra bu hanım kadar bana iyiliği dokunan kimse yoktur. Ahirette cennet elbiselerinden bir elbise giymesi için ona kefen olarak gömleğimi sardırdım,” cevabını vermiştir. Yine Sevgili Peygamberimiz sütannesi Halime ile her karşılaştığında da hemen sırtındaki ridasını alıp yere sermiş, onu üzerine oturtmuş ve ona ikramlarda bulunmuştur. Rasul-i Ekrem’in (s.a.s.), “Annem” dediği altıncı hanım ise, kendisine, “Ümmü Ebîha: Babasının annesi” diyerek iltifatta bulunduğu kızı Hz. Fatıma’dır ki bu münasebet bize baba-evlat ilişkisinin zirve noktasını göstermektedir. Hz. Fatıma, annesini kaybettiğinde daha çocuk denecek kadar küçük bir yaşta babasının hizmetlerini görmeye başlamış ve Peygamber Efendimizin bu iltifatına nail olmuştur… Allah Rasulü’nün bu hanımlara karşı takındığı tavır ile gösterdiği nezaket ve zerafetteki rahmet ve merhamet dolu ilişkilerin boyutu aslında özel bir araştırmaya mevzu olacak kadar önemlidir. Bu şekilde yetim büyüyen Hz. Muhammed (s.a.s.), yetimlerin hâlinden anlamış, onları asla gözü yaşlı görmek istememiş ve “Cennette yetimi himaye edenle ben şu iki parmak gibi yakınız.” diyerek ümmetine bu konuda tavsiyede bulunurken kendisinin de şefkat ve merhamet kanatları hep onların üzerinde olmuştur. O, aile hayatında en hayırlı eştir. 25 yaşında genç bir delikanlı iken aklı, hikmeti, dirayeti ve yüksek ahlakı gözeterek 40’lı yaşlarda dul bir hanım olan Hz. Hatice ile evlenmesi ve başka hiçbir kadınla evlenmeden Hz. Hatice vefat edene kadar 25 yıl süreyle bu evliliği sürdürmesi, onun aile hayatının en önemli dönemidir. Bu itibarla Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Hz. Hatice ile dostluk, sadakat ve vefaya dayalı evliliği; Hz. Aişe ile bilgi temelli, hoca-talebe ilişkisine dayalı evliliği; dinî, siyasi ve diplomatik sebeplere dayalı diğer evlilikleri satır satır okunması gereken mevzulardır. Şu hususu da bu arada ifade etmek gerekir ki; hayatının son on yılında, İslami, diplomatik, siyasi ve ilmî gayelerle yaptığı evliliklerle ilgili ona hak etmediği ithamlarda bulunmak veya bu hususu istismar etmek suretiyle sünnetiyle amel ettiğini söylemek ona yapılacak büyük bir haksızlık olsa gerektir… Araştırıldığında görülecektir ki; o evlilik hayatında hiçbir zaman ailesine karşı en ufak bir öfke ve şiddet göstermemiş; aksine Hz. Aişe validemizin rivayet ettiğine göre: “Sizin en hayırlınız, ailesine karşı hayırlı olandır. Ben aileme karşı hepinizden daha hayırlıyım." buyurarak özüyle sözüyle, muhabbet ve meveddetiyle örnek bir eş olmuştur. Yine, Enes b. Malik’in rivayet ettiği bir hadiste: “Bana dünyada kadınlar ve güzel koku sevdirildi. Namaz ise gözümün nuru kılındı.” sözleriyle insan ilişkilerinin en nezihine, dünya nimetlerinin en hayırlısına ve ahiret azığının en değerlisine dikkatlerimizi çekmiştir. Sa’d b. Ebî Vakkas’tan rivayet edilen başka bir hadiste Sevgili Peygamberimiz yemek yerken hanımının ağzına konulan bir lokmayı sadaka olarak nitelemiştir. Ayrıca bu konuda: Mikdam b. Ma’dî Kerib’den rivayet edildiğine göre SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 47 Rasulüllah (s.a.s.): “Kendi nefsine yedirdiğin sana bir sadakadır. Çocuğuna yedirdiğin senin için bir sadakadır. Hanımına yedirdiğin, senin için bir sadakadır. Hizmetçine yedirdiğin de senin için bir sadakadır.” buyurmuştur. Özel hayatıyla ilgili olarak, “Kişinin eşinin yüzüne tebessümle bakması sadakadır.” buyuran Peygamber Efendimiz, eşleriyle şakalaşmış, bazen; “Kellimînî ya Aişe; benimle sohbet et ya Aişe!” diyerek Aişe annemizle özel sohbetlerde bulunmuş, yarış ve gece yürüyüşleri yapmıştır. Vahiy dâhil birçok bilgiyi hanımlarıyla paylaşarak ve gerektiğinde onlara danışarak, her zaman hayırla ve sabırla muamelede bulunan Allah Rasulü, hane-i saadetinde hep rahmet esintileri oluşturmuştur. Ne yazık ki ondan bir süre sonra insanlar, “Kadınlarla istişare edin ama dediklerinin tersini yapın!” “Kadında, atta ve evde uğursuzluk vardır.” şeklinde rivayetler uydurarak onun adına ona büyük haksızlık etmişlerdir. İçinde yaşadığımız dünyamızda 21. asrın modern insanı, hala aile içi şiddet, kadınlara yönelik şiddet gibi sorunlarla uğraşırken o, asırlar öncesinden Iyâs b. Abdillah b. Ebî Zübâb’dan rivayet edilen bir sözlerinde bizlere şöyle seslenmektedir: “Allah’ın kadın kullarını dövmeyiniz!” İnsanın mutluluğu noktasında evliliğin ve saliha bir eşin ne derece önemli olduğunu vurgulamak için de: “Allah bir kimseye saliha bir hanım nasip etmiş ise ona dininin emirlerinin yarısını yerine getirmekte yardım etmiş demektir. Artık o ikinci yarısını eda etme hususunda Allah’a niyazda bulunsun.” buyurmak suretiyle âdeta tüm çağlara ve günümüz insanına mesajlar göndermiştir. Allah Rasulü’ne göre; bir kadın kocası veya velisinin emri altında bir köle veya esir değildir. Bilakis o kâmil bir insan olarak, müstakil şahsiyet sahibi olup kararlarında hürdür. Seçme ve seçilme, malını harcama, eşini seçme ve hatta ondan ayrılma hakkı vardır. Kadının söz sahibi olması, görüş beyan etmesi onun en temel haklarındandır. O, Hane-i Saadet’te şefkat dolu bir babadır. Allah Rasulü, gözünün nuru yavrularını sevgi ve muhabbetle, şefkat ve merhametle yetiştirmiş, dinî ve ahlaki eğitimlerine büyük önem vermiştir. Bizzat evlendirdiği kızı Hz. Fâtıma ile damadı Hz. Ali’yi her gün evlerine uğrayarak sabah namazına kaldırması, çocuklarına karşı hassasiyetini ve onlara verdiği önemi gösteren güzel bir örnektir. Hz. Aişe, Peygamber Efendimizin kızı Hz. 48 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 Fatıma’ya olan sevgisini şöyle anlatır: “Kendisine hoş geldin diyerek ayakta karşılar, onu alnından öper, sonra yanına oturturdu.” Bütün bunlara rağmen o, her zaman hakkı ve adâleti her şeyden üstün tutmuş, iki gözünün nuru Hz. Fâtıma’ya bile: “Ey Muhammed’in kızı Fatıma sen de kendini Cehennem ateşinden koru senin için fayda ve zarar verebilecek bir imkânım yoktur.” diyerek hakkaniyet sahibi bir baba olduğunu göstermiştir. O, aynı zamanda kalbi evlat acısıyla dağlanan cefakâr bir babadır. Zira Hz. Fâtıma hariç evlatlarının hepsini kendi elleriyle toprağa vermiştir. O, yüreği merhamet dolu bir dededir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), öylesine şefkat ve merhametlidir ki; namazda iken torunları sırtına çıkmış, o ise düşmesinler, sırtında biraz daha kalsınlar diye namazın secdelerini uzatmıştır. Yine bir gün torunlarını öpüp okşarken bir bedevi onun huzuruna gelmiş ve şaşkınlığını gizleyemeden: “Benim 10 çocuğum var, bunlardan hiçbirini öpmüş değilim” dediğinde Allah Rasulü (s.a.s.): “Merhamet etmeyene merhamet edilmez” buyurmuştur. O şefkat peygamberi, çocuklara yolda selam vererek hatırlarını sormuş, gözyaşlarını silmiş, elinden tutan bir kız çocuğunu hiç sorgulamadan istediği yere kadar gidip onun derdine çare olmuştur. Hatta kuşu ölen bir çocuğa yaptığı başsağlığı ziyareti, ne kadar nezaket, nezahet, rahmet ve şefkat dolu bir yüreğe sahip olduğunu göstermeye yeterlidir. O, vefakâr bir akrabadır. O, Allah’ın gözetilmesini emrettiği akrabalık bağlarına, sıla-ı rahime çok özen gösteren, akrabalarını fırsat buldukça ziyaret edip onlara hediyeler götüren kadirşinas bir akrabadır. Zira o Nisa suresinin 36. ayetini kendine ilke edinmiştir: “Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anababaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın. Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.” Hz. Hatice’nin vefatından sonra eşine olan vefasını, onun arkadaşlarına ve akrabalarına hürmet ederek, ikramda bulunarak göstermiştir. Bu hususta Enes b. Mâlik: “Çoluk çocuğuna ve aile fertlerine karşı Hz. Peygamber’den daha şefkatli olan bir kimse görmedim. Ben Rasulüllah’a 10 yıl hizmet ettim. Allah’a yemin ederim ki bana bir kere olsun ‘of’ demedi. Herhangi bir şey için “Bunu niye böyle yaptın, şöyle yapsaydın ya, O, risaleti geceleri ayakları şişinceye kadar demedi. diyerek onun aile fertleibadet ve taatini layıkıyla ifa rine karşı olan ilişkilerini özetsüresince her konuda etmiş, soranlara “Ben de şüklemiştir. Peygamberimize bir bize örnek olarak, aklın, reden bir kul olmayayım mı?” adam gelip; “Ben akrabalailmin, ahlakın, sabır ve diye karşılık vermiştir. rımı ziyaret ediyorum ama Her fırsatta ümmetine olan onlar beni ziyaret etmiyorlar” vefanın, güçlüyken müşfik düşkünlüğünü ifade eden dediğinde Hz. Peygamber olmanın, haklıyken ve:“Ben, beni görmeden iman (s.a.s.): “Olsun, sen onları özveride bulunmanın eden kardeşlerimi özlüyorum” ziyarete devam ettiğin sürebuyuran Sevgili Peygamberimiz ce Allah seninle beraberdir.” adı olmuştur. bizi bizden daha çok düşündübuyurmuştur. ğünü “Ümmetimi isterim Ya Rabbi, O, aynı zamanda müşfik bir komÜmmetim bağışlanmadan cennetine gireşudur. mem” sözleriyle dile getirmiştir. Bütün gayreti O yüce resul, komşuyu da akraba gibi görerek bu insanlığı, içine düşmüş olduğu maddi-manevi her hususta şöyle buyurmuştur: “Cebrail (a.s.) bana türlü sıkıntıdan kurtarmaya çalışmak olan îsar sahikomşuluk hususunda o kadar çok tavsiyelerde bi, abide peygamberimizin bu özellikleri Kerim bulundu ki, nerede ise komşuyu komşuya mirasçı Kitabımızda şöyle ifade bulmaktadır: “Andolsun, yapacak sandım.” Yine bu bağlamda Ebu Zer’e: size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir “Yâ Ebâ Zer! Çorba pişirdiğin vakit suyunu çok ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O koy ve komşularını gözet! diye tavsiyede bulunsize çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli muştur. Allah Rasulü bir başka ifadelerinde de: ve merhametlidir.” (Tevbe, 9/128.) “Komşusu aç olup da karnını doyuran kimse, O, risaleti süresince her konuda bize örnek olarak, mümin değildir.” buyurmuştur. Böylece o, şefkat aklın, ilmin, ahlakın, sabır ve vefânın, güçlüyken ve rikkatin en güzel örneklerini sunmuş, modern müşfik olmanın, haklıyken özveride bulunmanın zamanların yalnızlaşan ve bencilleşen insanlık, adı olmuştur. O, dünyanın türlü türlü acılarını komşuluk ve akrabalık anlayışlarına asırlar öncegöğüsleyen, savaşta yaralanan, taşlanan, hakaret sinden mesajlar vererek çorak gönüllerimizi serinedilen, üç gün üst üste yiyecek ekmek bulamayan, leten bir pınar olmuştur. açlıktan karnına taş bağlayan, taş taşıyan, hendek O, gerçekten çok müşfik ve hilm sahibi bir insankazan, kendisine yapılan eziyete dayanamayan dır. Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah, Rasulüne şöyle Cebrail’in (a.s.), “Beddua et, Allah bunları anında seslenmektedir: “…Şayet sen kaba ve katı kalpli helak etsin.” teklifine karşı: “Ben rahmet peygamolsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi… beriyim, azap peygamberi değil. Allah’ım, bunlar ”(Âl-i İmran, 3/159.) Bu ayet-i kerime, onun insan ilişkilerinin temel felsefesini göstermektedir. bilmedikleri için böyle davranıyorlar, affet” deme O, Nübüvvetin Hâtimesi, Peygamberler aileerdemini gösteren bir insan-ı kâmildir. Hz. Aişe sinin son üyesidir. annemiz, bizlere onu ne güzel anlatmıştır: Şöyle Sevgili Peygamberimiz; “Biz, Allah’ın peygamberder: “Rasulüllah ne kötülük yapar, ne de çirkin bir söz söylerdi. Çarşı-pazarda kabalık yapmaz, hiçbir leri arasında hiçbir ayrım yapmayız” (Bakara, 2/285.) kötülüğe kötülükle karşılık vermezdi. O, sadece ilahî hitabını insanlığa miraç hediyesi olarak müjaffeder ve bağışlardı.” delemiştir. “Peygamberler, anneleri ayrı, babaları Çünkü o, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. bir kardeşlerdir; dinleri de aynıdır.” buyuran Hz. Çünkü o, hep sevdirmiş, nefret ettirmemiş, kolayMuhammed (s.a.s.), peygamberler ailesini güzel laştırmış, zorlaştırmamıştır. Bugün onun gibi bir bir binaya benzeterek kendisinin de o binada aile bireyi olmaya ve onun gibi yaşamaya, fakat eksik kalan bir tuğla olduğunu söylemiş; böylece onun gibi yaşayabilmek için onu anlamaya, onu kardeşliğin, tevazuun ve alçakgönüllülüğün en anlayabilmek için onu bilmeye, tanımaya ve nihagüzel örneğini hikmetli bir şekilde anlatmıştır. “Ey yet tanıtmaya çok ama çok ihtiyacımız var. Bunun Rasulüm; muhakkak ki senin için tükenmez bir için Yüce Rasul’ün hane-i saadetinden, asr-ı saademükafat vardır” (Kalem, 68/3.) müjdesine rağmen; tinden süzülen hakikat parıltılarına gönlümüzü ve cennet ayaklarının altına serildiği, miraçta Yüce aklımızı açmamız yetecektir. Allah ile baş başa görüşmeye nail olduğu hâlde SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 49 Hayata kulluk mührünü vurmak BİR AYET BİR YORUM “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56.) Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi [email protected] ‘kulluk’, Arapçada ‘ubudiyet’, kelimesi ile ifade T ürkçemizdeki edilir. Bu kelimenin kökeninde, bir varlığa karşı en mükemmel manada tevazu ve hürmet göstermektir. Kelime, sebebini sorgulamadan verilen emirlere her yönüyle itaat manasına da gelir. İnsanın bu dünyada var oluşunun esas sebebi, Allah’a ibadet etmektir. İbadet ise, sadece namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek gibi belirli dinî emirlerden ibaret değildir. Geniş manada ibadet, hayatın her alanında ilahî buyrukları yerine getirmek, Allah’ın rızasını kazanmayı amaç edinmektir. Kullukta bir tarafta bütün mükemmellikleri kendisinde toplayan mutlak kudret sahibi Allah Teala vardır. Diğer tarafta da O’nun nihayetsiz yüceliği karşısında hayranlık duyan insan vardır. Bu gerçek de bizi şu sonuca götürür: Kul, Rabbini sıfat ve isimleri ile tanıma konusunda derinleştikçe, kendi acizliğini, sınırlı ve muhtaç oluşunu daha iyi kavrayacaktır. Bu da onun Yüce Mevla’ya daha fazla yaklaşma ve yakınlaşmasına vesile olacaktır. İnsanın kulluk etmeye neden ihtiyaç duyduğu şöyle izah edilir: İnsanın hayatı, tat ve lezzetlere varma, acı ve kederlerden uzaklaşma şeklinde cereyan eder. Bu dürtüler, insandaki ümit ve korkunun da kaynağıdır. Bu sebeple o, üstün kudret sahibi olarak gördüğü bazı varlıkların kendi derdine çare olacağına inanır ve onlara tapınır. (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1935, I, 98.) Kulluk, belirli bir hayat tarzının insana zorla dikte edilmesi, dayatılması şeklinde anlaşılmamalıdır. Aksine kulluk kişinin kendi iradesiyle gerçekleşir ve ancak bu şekilde bir anlam ifade eder. Dolayısıyla müminler, severek Allah Teala’ya kulluk ederler. Çünkü O’nun, sonsuz rahmet ve şefkatiyle kendilerini kucakladığını çok iyi bilirler. Nitekim Fatiha’da önce Yüce Allah’ın rab, rahman, rahim sıfatlarından bahsedilir; daha sonra da kulluğun sadece O’na yapılacağı müminlerin dilinden bir şükran ifadesi olarak dökülür. Yine müminlerde sevginin zirvesini ilahî sevgi oluşturur. (Bakara, 2/165.) Dayatma ve zorlamanın olduğu yerde sevgiden bahsedilmez. Bu da gösteriyor ki kulluğun temelinde sevgi vardır. Namaz, eğer bir şuur uyanıklığı içerisinde eda edilmezse, zamanla derinlikten yoksun, tekrarlanan bir adet hâline dönüşür. 50 DİYANET AYLIK DERGİ Kulluk şuurunda olmak, kul olduğunun farkında olmak, bunu bir bilinç hâline getirmektir. Bu da sadece bilgi sahibi olmak ve NİSAN 2012 • SAYI: 256 Kulluk şuuruna sahip olmak, Allah Teala ile alakanın kesilmemesi demektir. Çünkü unuttuğumuzda, hemen Rabbimizi hatırlamamız bizden istenmektedir. inanmakla gerçekleşmez. Çünkü şuur sahibi olmak, bilgi sahibi olmanın ötesinde bir şeydir. Bu, konuyla ilgili bilgilerin insan zihninde yoğunlaşması ve devamlılık kazanmasıdır. Şuurun tersi, gaflette olmak, yaşadığı hayatta dinî ve ahlaki değerleri umursamamak demektir. Bir kimse hakkında “Kulluk şuuruna sahiptir” dendiği zaman, bu kimsenin kulluğun gereklerini yerine getirdiği anlaşılır. Günümüz Müslümanlarının çoğunluğunun bu anlamda bir kulluk şuuruna sahip olduklarını söylemek zordur. Çünkü çoğu Müslüman’da kulluk, bir hayat tarzı bir yaşam felsefesi haline gelememiştir. Kulluğun gerektirdiği değerler hayata hâkim değildir. Aksine vahiy dışı, şeytani telkinler düşünce ve davranışlara yön vermektedir. Müslümanların önemli bir kısmı, namazlarını disiplinli bir şekilde yerine getirmemektedir. Ayrıca kılınan namazların, hayatın bütün alanlarında ilahî buyruklara teslimiyetin bir simgesi olduğu yeterince kavranamamıştır. Oysa kulluk bölünme ve parçalanma kabul etmez. Camide Allah Teala’yı tazim ve takdis eden müminlerin, toplumsal hayata döndüklerinde vahiy dışı ölçülere göre hayatlarını yaşamaları doğru değildir. Günde beş vakit tekrarlanan namaz, eğer bir şuur uyanıklığı içerisinde eda edilmezse, zamanla derinlikten yoksun, tekrarlanan bir adet hâline dönüşür. Bu şekilde yapılan ibadetler de bir iç derinliği kazandırmaz. Manevi ve ruhsal hayatta tekâmüle erdirmez. Ancak ‘ihsan’ şuuruyla yani Allah’ı görüyormuşçasına secde ve rükûlar yapılırsa (Müslim, İman, 1), işte o zaman eda edilen namazlar adeta her gün insanın eğitildiği mekteplere dönüşür. Namazda şekil şartı elbette ki önemlidir; ancak ebedi kurtuluşun, ilk şartının da namazda huşudan geçtiği unutulmamalıdır. (Müminun, 23/1-2). Namazlar, ‘ihsan’ eğitiminin yani ilahî murakabe altında olma şuurunun yoğunlaştığı zaman kesitleridir. Bu şekilde eda edilen namazlar sayesinde ihsan şuuru, ferdi hayattan aile hayatına, ticaretten eğitime, siyasetten sanata, kısaca bütün insani faaliyet alanlarına yayılır. Artık hiçbir meşgale, mümini Allah Teala’nın zikrinden, O’nun murakabesi altında olduğu şuurundan alıkoymaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: “Kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafile ibadetlerle de bana yaklaşmaya devam eder, ta ki ben onu severim. (Sevince de) artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden isterse muhakkak ona (istediğini) veririm. Bana sığınırsa muhakkak onu korur ve kollarım.” (Buhârî, Rikâk, 38.) Kulluk şuuruna sahip olmak, Allah Teala ile alakanın kesilmemesi demektir. Çünkü unuttuğumuzda, hemen Rabbimizi hatırlamamız bizden istenmektedir. (Kehf, 18/24.) Hatırlamak, Allah Teala’nın katında hatırlanmak demektir. İster müşrik, isterse münafık olsun; insanlar Allah Teala’yı nadiren de olsa zikrederler. (Ankebût, 29/65; Nisâ, 4/142.) Ancak müminlerin O’nu zikretmesi farklıdır. Bu bakımdan, ayetlerde müminlerin zikrinden bahsedilirken, çokça zikretmelerine vurgu yapılır. (Ahzâb, 33/35, 41.) Kulluk, müminin hayatının her alanına rengini verir. Kulluk bilincine sahip olan, ticari hayatta müşteriyi aldatmaz. Devlet dairesinde kamu malını zimmetine geçirmez. Sağlık kurumunda hastaya karşı hoyratça davranmaz. Trafikte keyfi hareket etmez. Eğitimde görevini savsaklamaz. İdarede adalet ve ehliyetten sapmaz. Toplumsal hayatta fitne ve fesada karşı duyarsız kalmaz. İnsanların günah ve isyana sürüklenmesi karşısında sorumsuzca davranmaz. Kısaca ibadet, şu ayette belirtildiği gibi, yaşanan zamana ve mekâna kulluk mührünü vurmak, neticede hayatı her yönüyle manevi bir ticarete dönüştürmektir. “Ey Muhammed! De ki: ‘Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (Enam, 6/162.) SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 51 BİR HADİS BİR YORUM Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Allah için sevmek Ebu Hureyre (r.a.)’nin Rasulüllah (s.a.s.)’dan naklettiğine göre, bir adam başka köydeki bir kardeşini ziyarete gitmişti. Allah, adamın yolu üzerine bir melek gönderdi. Adam meleğin yanına gelince, melek; “Yolculuk nereye?” diye sordu. Adam, “Şu köydeki kardeşime gidiyorum.” dedi. Melek, “Ondan elde edeceğin bir dünyalık mı var?” deyince adam, “Hayır, fakat onu aziz ve celil olan Allah için seviyorum.” dedi. Melek, “Ben Allah’ın sana gönderdiği elçisiyim, senin o kardeşini sevdiğin gibi Allah da seni seviyor.” dedi. (Müslim, Birr, 38.) için sevmek” ifadesinin canlı bir tablosunu resmeden bu “ Allah ve onları birhadis, müminleri kardeş ilan eden (Hucurât, 49/10.) Peygamberlerin davetine muhatap bütün bir insanlık içinden bu davete icabet edenler birbirlerinin din kardeşleri iseler, davete muhatap olan geri kalan kesim de bu kardeşliğe aday olanlardır. 52 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 birlerinin dostları olarak niteleyen (Tevbe, 9/71.) Cenab-ı Hakk’ın beyanıyla tam bir paralellik arz etmektedir. Hadiste de ifade edildiği gibi Allah için sevmek, hiçbir karşılık ve çıkar beklemeden sevmektir. Bunun için de kardeş olmak yeterlidir. Bu kardeşlik sadece nesep kardeşliğini değil, ondan daha kapsamlı ve hatta daha öncelikli olan din kardeşliğini de içerir. Onun için Cenab-ı Hak, “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki merhamet olunasınız.” (Hucurât 49/10.) buyurmuştur. Öncelikle müminler arasında olması gereken bu kardeşliğin, karşılıklı iyi ilişkiler sayesinde bütün insanlığı kapsayacak bir çerçeveye ulaşmasına engel bir durum da yoktur. Nasıl ki peygamberlerin davetine muhatap bütün bir insanlık içinden bu davete icabet edenler birbirlerinin din kardeşleri iseler, davete muhatap olan geri kalan kesim de bu kardeşliğe aday olanlardır. Alemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimizin merhamet kanatları nasıl bütün bir insanlığı kuşatacak genişlikte ise, onun ümmeti olan bizlerin de, insan olarak kapımızı çalan herkese açabileceğimiz bir gönlümüz olmalıdır. İlgili ayet ve hadislerde özellikle mü’minlerin kardeşliğine yapılan vurgu, kardeşliğin doğal sınırının burası olduğunu göstermekte, bunu daha da daraltan yaklaşımların makbul olmadığına işaret etmektedir. Daha açık ifadeyle, birbirlerini “ihvan” (kardeş) kabul eden ve mü’minlerin birbirlerine karşı görev ve sorumluluklarını, çizdikleri dar çerçeve içindekilerle sınırlandıran veya bu • SAYI: 256 konuda önceliği onlara veren oluşumlar, Allah ve Rasûlü’nün muradına uygun bir kardeşlik sergilemiş olmamaktadırlar. Halbuki Kur’an ve sünnet bize, her türlü mezhebin, meşrebin, cemaatin, tarikatin, partinin ve örgütün ötesinde ve üstünde bir din kardeşliğini tavsiye etmektedir. Bu kardeşlikte, muhtaca yardım edilirken, grup üyesini öncelemek yoktur. Bu kardeşlikte, sevinç ve keder paylaşılırken bizden olan ve olmayan ayrımı yoktur. Düşünce, görüş ve yorum farklılığı, imanın gereği olan bu kardeşliğin önüne geçecek ve onu zedeleyecek gerekçeler değildir. İslamın ilk asrından başlayarak, yüzyıllar boyu devam eden ve aynı Allah’a, Kitab’a, Peygambere inandığı halde, siyasî, itikâdî, fikrî birçok sebeple, birbirlerini tekfir eden, canına malına kast eden, kanını heder, malını helal sayıp, çoluğunu çocuğunu esir almayı caiz gören fasid anlayış, ne yazık ki, iman kardeşliğini yeterli saymayıp, gizli amaçlarını gerçekleştirmek için dini kullanarak başkalarını ötekileştirmeyi ve dışlamayı çıkarlarına uygun gören tekelci yaklaşımın bir sonucudur. Bugün de İslam coğrafyasının birçok yerinde, çeşitli gerekçelerle birbirleriyle çatışan müslüman grupların baş sloganı, kendi İslam anlayışlarının iyi ve doğru, diğerlerinin yanlış olduğu iddiasıdır. Bu iddianın bir adım ötesi tekfir, yani karşıdakini müslüman saymamaktır. Aslında onlar da müslüman olsa, ya da kendileri gibi iyi müslüman olsalar hemen kardeş olabileceklerdir.(!) Ne var ki kendilerinden kaynaklanmayan sebeplerle bu kardeşlik gerçekleşmemektedir. İşte şeytanın verdiği bu vesveseler, tarih boyunca olduğu gibi bugün de müslümanları aldatmaya devam etmektedir. Rahman ve Rahîm olan Allah’ın, rahmet elçisiyle insanlığa gönderdiği bu evrensel dini, dar bakış açıları, tekelci ve hizipçi yaklaşımlarla başkalarına tebliğ etmenin olumlu sonuç doğurmayacağı açıktır. Kur'an ve sünnetin evrensel ilkeleri yerine, kişisel dindarlık algıları, sübjektif yorum ve değerlendirmeler, bağlılarını diğer mü’minlerden ayıran sembol ve işaretlerle grup kimliklerini korumaya özen gösteren insanlar, “din”e davet ederken, bir bakıma “kendi”lerine davet ettikleri kimseler yoluyla bu kısır döngüyü sürekli üretmektedirler. Dolayısıyla, kendilerine ihvan olan bu küçük oluşumlar, İslam ümmetinin evrensel kardeşliği bir yana, yaşadıkları toplumda bile kardeşliğin gereğini yerine getirememektedirler. Burada yorumlamaya çalıştığımız hadis, gerçek kardeşliğin ancak karşılıksız sevgiyle, diğer bir ifadeyle Allah için sevmekle mümkün olabileceğini belirtmektedir. Bu karşılık her zaman maddi olmak zorunda değildir. Onun için, karşılıksız sevgide, mesela, karşımızdakini, bizim gibi düşünen, bizim gibi anlayan, bizim gibi yapan, bizim gibi yaşayan biri olduğu takdirde sevmek ve kardeş kabul etmek gibi bir anlayışın yeri yoktur. Mümin olduğunu bildiğimiz kimselerin özel hayatına karışmak, günah ve sevaplarının çetelesini tutmak yoktur. Sadece, kardeşlik hukukundan kaynaklanan iyiliği tavsiye ve kötülükten sakındırma görevi vardır. (Tevbe, 9/71.) Bu kardeşlikte, kimin iyi müslüman olup olmadığını yargılamak yerine, herkesin hesabını Allah’a havale etmek vardır. Bu kardeşlikte, sevgimizi sevdiğimiz kişiye izhar etmek vardır. (Ebu Davud, Edeb, 122.) Bu kardeşlikte, iyilik ve takvada yardımlaşma, kötülük ve düşmanlıkta yardımlaşmama vardır. (Mâide, 5/2.) Bu kardeşlikte zulüm ve kötülük yok, yardımlaşma, dayanışma, kişisel kusurları örtme (Müslim, Birr, 58.) ve kardeşini küçük görmeme (Müslim, Birr, 32.) vardır. Bu kardeşlikte, ilişkiyi kesme, birbirine sırt çevirme, kin tutma, hased etme, küs durma yoktur. (Müslim, Birr, 24.) Bu kardeşlikte, suizan, tecessüs ve gıybet yoktur. (Hucurât, 49/12.) Velhasıl bu kardeşlikte, “iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de (tam) iman etmiş olmazsınız” buyuran ve sevginin formülü olarak da selamın yayılmasını tavsiye eden (Müslim, İman, 93.) Allah Rasûlü’nün mührü vardır. İşte bu bilinçte olan mü’min, “ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla. Mü’minlere karşı kalbimizde bir kin bırakma. Ey rabbimiz, şüphesiz sen çok şefkatli, çok merhametlisin.” (Haşr, 59/10.) duasını bize öğreten Cenab-ı Hakk’ın beyanına uygun olarak, hiçbir hesap yapmadan gönlünü bütün mü’min kardeşlerine açabildiği zaman, Allah için karşılıksız sevmenin ne olduğunu idrak edecektir. SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 53 D in görevlisinin hatıra defterinden Gülsüm Dokuz Çanakkale Müftülüğü Din Hizmetleri Uzmanı Hep birlikte saf tutalım Yeryüzüne çisil çisil yağan yağmur Allah’ın kudretini haykırırken, rahmetini indiriyordu üzerimize sağanak sağanak… O rahmet sadece toprağa değil, kalplerimize de hayat bahşediyordu. Görebilen gözler için yağmur rahmet olarak ulaşıyordu toprağa… Allah’ın rahmetinden yine onun rahmetine sığınıyorduk bir seher vakti sessizliğinde. Din görevlisinin samimi ilgisiyle gösterilen mekânda aldığımız abdestle ilk adımımızı atıyoruz Hisar Camii’ne. Abdestle maddi kirlerden arınan bedenimizden sonra, manevi bir arınmanın coşkusunu arıyor ruhumuz. Allah’ın evinde yine onun kutlu sözleriyle karşılanıyoruz. Lahuti bir ses camiyi dolduruyor. Mülk suresi okunuyor ve şu yüce meal ile son buluyor. “De ki: “Söyleyin bakalım: Suyunuz çekiliverse, size kim temiz bir akar su getirir?” (Mülk, 67/30.) Sessizce kılınan sünnetin ardından kamet getiriliyor. Ve saf bağlanıyor sımsıkı, sımsıcak. Cemaatin rahmetine bereketine inanmış gençler, yaşlılar, çocuklar, kadınlar saf tutuyor, bir duvarın tuğlaları gibi kenetleniyorlar birbirlerine… Hissesine ne düştüyse yetişen alıyor. Kimi henüz ezan okunmadan camideki yerini alırken, biliyor ki beklediği sürece ibadet sevabı alacak. Kimi de teşehhüde bile yetişmiş olsa kazançlı olacak. İlk rekâtta okunan Al-i İmran suresi, sanki ilk defa iniyormuş gibi.”…De ki: “İçinizdekini gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerdeki her şeyi, yerdeki her şeyi de bilir. Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir...” (Al-i İmran, 3/29.) Kalplerimizin derinlikle54 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 rine nüfuz ediyor ve kalplerimiz ürperiyor, silkiniyoruz. …“Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Al-i İmran, 3/31.) Allah sevgisiyle coşan gönüllerimiz, O’nun sevgisine ve bağışlamasına mazhar olabilmek için Rasulüne tabiiyete ahdediyor. Ve âdeta sevgi yumağını, arınmışlığı hissediyor. Hep birlikte kıyam, hep birlikte rükû, hep birlikte secdeyle Rabbin huzurunda ahengi temsil ediyorlar, her biri yek bir vücut. Ardından ikinci rekât… “Sen bu beldedeyken bu beldeye (Mekke’ye), babaya ve ondan meydana gelen çocuğa yemin ederim ki biz insanı bir sıkıntı ve zorluk içinde (olacak ve bunlara göğüs gerecek şekilde) yarattık.” (Beled, 90/1-4.) “Bu Belde”nin hayaliyle namaz devam ediyor. Er ya da geç, sıkıntı ve zorluklarla hayallerinin gerçekleşmesi ümidiyle kıraat dinleniyor, “İnsanoğlu, kendisine kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? “Yığınla mal harcadım” diyor. Kendisini kimsenin görmediğini mi sanıyor?” (Beled 90/5-7.) Kıyam ediliyor, rükûa varılıyor ve secdeyle Rabbe en yakın olma hissediliyor. Tesbihat ve dualar gözyaşlarıyla yıkanıyor. “Eğer biz, bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, elbette sen onu Allah korkusundan başını eğerek parça parça olmuş görürdün. İşte misaller! Biz onları insanlara düşünsünler diye veriyoruz.” (Haşr, 59/21.) Bu Kur’an nağmeleri, dinleyenlere yüklendikleri sorumlulukları hatırlatıyor. El-Fatiha ile her şey bitmiyor. Peygamberin etrafındaki Suffe ashabı gibi bir sohbet halkası oluşuveriyor. Ne güzel bir birliktelik, cami çatısı altında, caminin kuşatıcılığında… Neden caminin bu güzelliklerinden toplumun bir kesimi uzak durur ki ya da uzak tutulur? Yapılan araştırmalara bakıyoruz kadın erkekten daha dindar. Ama camide kadın yok. Peki, olmak zorunda mı? Tabii ki bu bir tercih, olmak zorunda değil. Ama neden olmasın, çarşıda, pazarda, piknikte, eğlence yerinde vs. olan kadın neden camide yok? Fitne korkusu vs. ile zamanında camiden uzaklaştırılan kadın artık camide yeri olmadığını düşünüyor, camiler erkekler için vardır bu genel kanıya göre. Kadın olsa olsa ramazandan ramazana Hz. Peygamberin müekket sünneti teravih namazı için uğrar camiye. Sünnet bir namaz için camileri dolduran kadınların, beş vakit farz namaz için camiye gitmek akıllarına gelmez. Günahtan bu kadar çekinen insanlar olarak, asr-ı saadetteki ağlaşan bebekleriyle de olsa mescitte vakit namazı kılan o güzel insanları görmezden geliriz. Onlar yolumuzu gösteren yıldızlardan değil miydi yoksa? Kendimizi mutluluk çağında gibi hissedip camilerin lahuti havasını hep beraber teneffüs edelim, camiler tek renk değil rengârenk çiçekler açsın. Camilerimiz çiçek açsın diyerek çocuklarımızı camiye davet ederken, yavrularımız bir elleriyle babalarının elinden tutup diğer elleriyle de annelerinin ellerinden tutsun. Tıpkı parka gittikleri gibi… Yoksa korkarım ki anne ve babalarıyla camilere gitmeyince çocuklar, camiler kimsesiz kalacak gelecekte. Camilerin kadınlara ayrılan bölümlerinin güzelleştirilmesi için oluşturulan komisyonda görevliyiz. Programımız çerçevesinde önceden haber verdiğimiz cami görevlilerimiz ilgiyle karşılıyorlar bizi camilerinde. - Kadınlar camide namazı nerede kılıyorlar? Sorusuna, bin bir zahmetle ulaştığımız kadınlar bölümünü gösterip şu cevabı verdi bir arkadaşımız: - Burası, ama ihtiyaç duymuyor kadınlarımız, biz de kapalı tutuyoruz. Binde bir yabancı birileri gelip de, namaz kılacak yer bulamazlarsa uğruyorlar camimize, bizi arayıp buluyorlar, biz de açıyoruz. Yine abdest mekânını sorduğumuzda: - Abdest almak için mi? Anahtarı kahvecide, almak isteyen arayıp buluyor, cevabını veriyor. Ne kadar zor camide yabancı bir kadının engelleri aşarak namaz kılması. Hem neden sadece yabancı kadınlar namaz kılmak için camilere ihtiyaç duyuyor? O mahallenin kadınları hiç mi camiye namaza gelmez? Yirmi yedi derece sevabı neden reddederler ki? Şüphesiz onlara bu güzelliklerden bahseden yoktur da ondan. Evdeki yemek, temizlik, çocuk gibi sorumluluklarının yanında, cemaatle kıldıkları namazla, sevaplarının kat kat arttığının farkında değillerdir. - Hem sahi hocam, eşiniz gelmez mi? Diyorum. - Yok hocam ya, ne işi var. Zaten giyinip hazırlanması bir sürü zamanını alır, diyor. ……….. Kafa yorup emeği geçenlerden Allah razı olsun. Başkanlığımız çok iyi düşünmüş; kadınların camilere alıştırılması adına, cami şartlarının iyileştirilmesini. Ancak önce yapılması gereken bir şey var ki, o da buna önce kendimiz inanmalı ve kendi adımıza bir şeyler yapmalıyız. Bir din görevlisi olarak biz, ezan okunurken caminin önünden geçiyor ve cemaate katılmıyorsak, bir imam hatip eşini, çocuklarını arkasında görmekten haz almıyorsa önce kendimizi eğitime tabi tutmalıyız. Camilerimizin, nüfusun en az yarısını oluşturan kadınlarımızla tanıştırılması ve barıştırılması ümitlerimizle… SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 55 KÜLTÜR - SANAT - EDEBİYAT Nakibü’l-eşraflık müessesesi Ayhan Işık Meşihat Arşivi İstanbul Müftülüğü Hz. Fatıma ile Hz. Ali’nin evladı Hz. Hasan’ın soyundan gelenlere şerif, Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlere ise seyyid denmektedir. (Asım Efendi, Kâmus Tercümesi I-IV, İstanbul, ts., c.I, s. 626; Şemseddin Sâmi, Kâmûs-ı Türkî I-II, İstanbul 1318, c.I, s. 548.) İslam toplumundaki bu yaygın kullanıma rağmen Osmanlı’da böyle bir ayrım sezilmemektedir. Seyyid olarak kabul edilmenin şartı, soyun baba tarafından Hz. Peygamber’e ulaşması esasına dayandırılmakla birlikte anne tarafı da belli ölçüde dikkate alınmıştır. Hz. Hasan’ın veya Hz. Hüseyin’in zürriyetleri arasında herhangi bir fark gözetilmemiştir. İki soyun mensupları da seyyid kabul edilmekte ve nesebi anne tarafından gelen kadınlara seyyide (Nakîbü’l-eşrâf Defterleri’ndeki seyyide kayıtları için bkz., İstanbul Müftülüğü Meşîhat Arşivi, Nakîbü’l-eşrâf Defterleri, nr. 16, vr.80b.; nr. 5, vr. 27a.) veya şerife, erkeklere de şerif denilmektedir. (Nakîbü’l-eşrâf Defterleri’nde şerîfelerle ilgili müstakil bir bölüm oluşturulmuştur. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz., İstanbul Müftülüğü Meşîhat Arşivi Nakîbü’l-eşrâf Defterleri, nr. 2, vr. 26a vd.) İslamiyet’in her döneminde kendilerine muhabbet beslenmiş ve pek ziyade tazimde bulunulmuş bu kimselere, özellikle Osmanlı Devleti olmak üzere; Abbasiler, Memlukler ve Selçuklular gibi İslam devletleri tarafından 56 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 gösterilen ihtiramın yanında, onlara ait işleri görmekle vazifeli bir memur tayin edilmiştir. Nakibü’l-eşraf adı verilen bu görevli, İslam devletlerindeki Hz. Peygamber’in torunlarının -evlad-ı Rasul’ün- her türlü işleriyle ilgilenen; neseplerini, doğum ve vefat kayıtlarını tutan, seyyidliklerinin ispatı için bulundurdukları siyadet hüccetlerini düzenleyen, onları şanlarına uymayan sıradan işlere girmekten men eden, aynı zamanda haklarını koruyup ganimetten alacakları hisselerin de aralarında dağıtılmasını sağlayan idareci konumundaki kimsedir. Başka bir ifadeyle bütün bu vazifeleri üstlenen Nakibü’l-eşraf, seyyid ve şeriflerin umumi vasisidir. Seyyidlerle ilgili bu türlü uygulamalarda ve daha sonra Nakibü’leşraflık müessesesinin kurulmasında, doğrudan veya dolaylı birçok ayet ve hadis etkili olmuştur. (Murat Sarıcık, Osmanlı İmparatorluğu’nda Nakîbü’l-eşrâflık Müessesesi, Ankara 2003, s.5 vd.; Öz, Mustafa Konuyla ilgili belgelerde, çoğunlukla da Nakibü’l-eşrafların seyyidliği sabit olanlara verdikleri siyadet hüccetlerinde karşılaşılan Şura suresinin 23. ayetinde Allah (c.c.), ehlibeyti sevmeyi emrederek “Ey Kureyşliler, ben size yaptığım tebliğ ve tebşirata karşılık olarak sizden herhangi Ehl-i beyt (498-501), DİA, X, s.498.) 21 nolu nakibüleşraf defteri, 1-2 sayfa. bir ücret istemiyorum, ancak ehlibeytimi sevmeniz müstesna.” (Şûra, 42/23.) buyurmaktadır. Aynı şekilde ehlisünnetin ehlibeyt mefhumuna dayanak gösterdiği Ahzap suresinin 33. ayetinde, Allah (c.c.)’ın onları günah kirinden temizlemek istediği belirtilmektedir. “Ey ehlibeyt! Allah sizden ancak kiri/ günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzab, 33/33.) Ehlibeytin Allah’ın teveccühüne mazhar olduğunun delili kabul edilen ve “tathir” (temizleme) ayeti olarak bilinen bu ayeti kerime İslam Tarihi boyunca ehlibeytin önemine kaynaklık eden ilahî bir işaret olarak yorumlanmıştır. (Uyar, Gülgûn, “Hz. Muhammed’in Ehl-i Beyti”, Osmanlı Devletinde Ehl-i Beyt Sevgisi, İstanbul, Hz. Peygamber’in torunlarına duyduğu tüm sevgiye ve onlara verdiği değeri ifade eden birçok hadisine rağmen Emevi Hilafeti, Arap asabiyeti ve Haşimi rekabetinden dolayı seyyidlere karşı genelde olumsuz bir tutum sergilemiştir. (Şit Tufan Buzpınar, 2008, s. 11, 17.) Nakîbü’l-eşrâf (322-324), DİA, XXXII, s. 323.) Seyyid ve Şeriflerin farklı coğrafyalara dağılması Hz. Ömer döneminde İslam’ı yaymak üzere Arap yarımadasının dışına çıkarak Asya ve Afrika gibi bölgelere ulaşan Müslümanların tebliğ faaliyeti, Hz. Osman zamanında iyice yoğunlaşmıştır. Kur’an ahlakını tüm insanlara bildirmek gayesiyle yola çıkan bu Müslümanlar arasında Hz. Peygamber’in soyuna mensup çok sayıda seyyid ve şerif de vardır. O devrin İslam devletlerinin sınır bölgeleri Fas, Kafkasya, Maveraünnehir, Horasan, Taberistan, Yemen gibi şehirlere yerleşen ehlibeyt mensupları, genellikle bölge halkıyla kaynaşarak burada İslam inanç ve itikadını öğretmekle meşgul olmuşlardır. (Fasıldan Fasıla: Kader-Denk Çizgisinde Alperenler ve Kuddusiler, Zaman Gazetesi, 13 Temmuz 1996, s.14.) Osmanlı Devleti, topraklarına gelen seyyid ve şeriflere, diğer ülkelerde örneğine zor rastlanır bir hürmet ve tazim göstermiş, onların rahat ve huzur içerisinde yaşamaları için gereken her türlü hizmeti yerine getirmiş, kendilerine birtakım muafiyet ve imtiyazlar sağlamıştır. Örneğin, evlad-ı Rasul olduklarını belgeleyenlere birer berat vermiş, onlara maaş bağlamış ve aynı zamanda askerlik ve çeşitli vergilerden de muaf tutmuştur. (Bkz., Körlitz, Fredrich Von, İlk Osmanlı Padişahlarının İsdâr Etmiş Oldukları Bazı Beratlar, Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası, İstanbul 1332, Yıl 5, s. 244-246.) Osmanlı Devleti’nde Nakibü’l-eşraflığın kurulması ve işleyişi Osmanlı Devleti’nde Nakibü’l-eşraflık Makamı, seyyid ve şeriflerin kayıtlarının tutulması, suç işlediklerinde yargılanıp cezalandırılması gibi muameleler için Yıldırım Bayezid zamanında 802/1400 tarihinde Nazır-ı Sadat ismiyle ihdas edilmiştir. Nikabet teşkilatının SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 57 yer almaktadır. (Bkz., BOA. İDH. Dosya No:78, Gömlek No: 3900; BOA, Hatt-ı Hümâyûn No: 26846.) İlmiye sınıfındaki seyyidlere verilen Nakibü’l-eşraflık, Osmanlı devlet teşrifatında yüksek bir mevkiye sahiptir. Hatta Nakibü’l-eşraflar bu sınıfın en yüksek rütbelileri ile eş değer tutulmuştur. 18 nolu nakibüleşraf defteri, sayfa 17. Ordu, padişahın bizzat katılımıyla sefere çıktığında Nakibü’l-eşraf da bir kısım sadatla sefere iştirak eder ve sancak-ı şerifin yanında bulunurdu. Seferde imamlık vazifesini üstlenerek ordunun muzaffer olması için dua ederdi. Seyyidler ise savaş sırasında sancak-ı şerif altında tekbir ve salavat getirirlerdi. Nakibü’l-eşraf, Alemdarın kendisini temsilen sancağı taşıdığı seferlerde ise ordunun uğurlanması ve karşılanması törenlerine katılırdı. Osmanlı bünyesindeki teşekkülünde başta Anadolu Selçukluları, Memlukler, İlhanlılar ve Abbasiler’in tesiri bulunduğu gibi, bu kurumun daha önce İslam dünyası tarafından bilinmesinin de etkisi açıktır. Osmanlı Devleti’nde seyyid ve şeriflerin yanı sıra Hulefa-i Raşidin, Abbasiler ve sahabilerin soyundan gelenler de özel bir konuma sahip olmuştur. Örneğin, 1525 tarihli bir belgede, Anadolu’da avarıza kayıtlı haneler verilirken Hz. Ömer neslinden bir ve Hz. Abbas soyundan dört kişinin bu vergilerden muaf tutuldukları yer almaktadır. (Kanûni Devri Eyalet Kanunnameleri, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, Hazırlayan Ahmet Akgündüz, İstanbul 1992,V, 19-25; Kılıç, Rüya, Osmanlı’da Seyyidler ve Şerifler, İstanbul 2005, s.24.) Ayrıca Nakibü’l-eşraf Defterleri’ndeki seyyid ve şeriflerin isimleri yazılırken Hz. Abbas nesebinden olanların adları müstakil bir bölüm altında “şeyh” ünvanıyla kaydedilmiştir. (Nakîbü’l-eşrâf Defterleri, nr 2, vr. 16a.) Meşihat ve Osmanlı Arşivi’ndeki birçok belgede, soylarına hürmeten evlad-ı Rasul’e belli görevler verildiğine (Meşîhat Arşivi, Gelen Evrak Fonu, Hz. Abbas soyuyla ilgili belgeler..) ve padişahlar tarafından ihsanda bulunulduğuna dair kayıtlar 58 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 Osmanlı Devleti’nde, sadatın kendi içlerindeki veya diğer insanlarla olan hukuki ihtilaflarının bir karara bağlanması için İstanbul’da Nakibü’l-eşraf, taşrada ise Nakibü’l-eşraf Kaymakamları görevlendirmişti. Cezayı hak edecek bir hata işleyerek kabahati sabit hâle gelen seyyid veya şerifler, İslam hukukunun emri gereğince yasalar karşısında diğer vatandaşlarla eşit şartlarda yargılanmalarının ardından suçlu bulunurlarsa Nakibü’l-eşraf konaklarında hapsedilmektedir. Nakibü’l-eşraf Başçavuşunun nezaret ettiği (Sâdât çavuşlarıyla ilgili bkz., Meşîhat Arşivi Nakibü’l-eşrâf Defterleri Genel No:86, Özel No:19, 2a; Meşîhat Arşivi Nakibü’l- bu hapishanede genelde borç sebebiyle tutuklu bulunan bu kimselerin, burada uzun süre kalmaları uygun görülmediğinden mevlit kandillerinde veya diğer zamanlarda padişah veya valide sultanlar tarafından borçları ödenerek serbest bırakılmaları sağlanmıştır. (BOA, HAT.1319/51442B; HAT.543/26846.) Cezalarını çekenler de Nakibü’leşraf ve şahitlerin huzurunda bir daha böyle bir kabahat işlemeyeceklerine dair söz verdirilerek serbest bırakılmıştır. (Bkz., Meşîhat eşrâf Defterleri Genel No:72, Özel No:5, 36a.) Arşivi Nakibü’l-eşrâf Defterleri Genel No:76, Özel No:9, 82b.) Hz. Peygamber’in soyundan geldiğini şahitler huzurunda ispatlayan kişilere, Nakibü‘l-eşraf tarafından o nesebe mensubiyetini gösteren siyadet hücceti verilmiştir. Seyyidlerin, halk arasında öne çıkmaları ve sosyal hayat içerisinde birtakım saygısızlıklara maruz kalmamaları için kendilerine has birtakım kıyafetleri vardı. Özellikle yeşil sarık bu zümrenin ayırt edici özelliği olmuştur. Şeyhülislam fetvalarında yeşili sadece sadat mensuplarının taşıyabileceği vurgulanmış (Bkz., Meşîhat Arşivi Nakibü'l-eşrâf Defterleri Genel No:70, Özel No:3, 1b.) ve bu gruba dâhil olmayanlar tarafından takılması da yasaklanmıştır. Hatta evlad-ı Rasul olmadığı hâlde yeşil sarık takınıp seyyidlik iddia eden kişi hakkında darb-ı şedid ve habs-i medid lazım geleceği fetvası çıkarılmıştır. (Fetva için bkz., Meşîhat Arşivi Nakibü’l-eşrâf Defterleri Genel No:89, Özel No:22, 3a.) Ayrıca yeşil sarık takma yetkisinin ancak baba tarafından seyyid olanlara verilebileceği belirtilmiş, anne tarafından olan Sadat-ı kiramın ise sadece yeşil bir alamet bulundurabileceği fakat bütün olarak yeşil sarık saramayacağı vurgulanmıştır. (Bkz., Meşîhat Arşivi Nakibü'l-eşrâf Defterleri Genel No:70, Özel No:3, 1b; Meşîhat Arşivi Nakibü’leşrâf Defterleri Genel No:83, Özel No:16, 80b.) Nakibü’l-eşraf kaymakamları Görevlerini yerine getirmek üzere İstanbul’a Nakibü’l-eşraf, eyaletlere ise Nakibü’l-eşraf Kaymakamları atanmaktadır. (Nakîbü’l-eşrâf Kaymakamları için bkz., Nakîbü’l-eşrâf Defterleri, nr. 34, 35 İlmiye sınıfından ve sadattan seçilen bu kaymakamların kadılık, müftülük gibi görevlerinin yanı sıra çeşitli tarikatların şeyhlikleriyle ilgili vazifeleri de bulunmaktadır. Nakibü’l-eşraf Kaymakamlarının tayin edildikleri yerlerdeki sadatın soy silsilesini muhafaza etmek, suç işlediğinde seyyidleri tedip etmek ve müteseyyidleri tespit ederek merkezdeki Nakibü’l-eşrafa bildirmek başlıca görevleri arasındadır. ve 36.) Şer’iyye sicillerinde, Nakibü’l-eşraf Kaymakamlarının, bulundukları bölgelerde siyadetinden şüphelendiği kişilerden kadı huzurunda nesebini ispatlamasını istediği de görülmektedir. (Bkz., Antep Şer‘iyye Sicili, nr. 162, s.234; Nakîbü’l-eşrâf Defterleri, nr. 5, vr. 45b.) Nakibü’leşraf Kaymakamının belli dönemlerde kadıyla beraber teftiş yaparak seyyid olmadıkları tespit edilenlerin başlarındaki yeşil sarığı aldığı ve Kadı’nın da durumu şer’iyye siciline kaydettiği bilinmektedir. (Nakîbü’l-eşrâf Defterleri, nr. 5, vr. 45b.) Siyadet hüccetleri Hz. Peygamber’in soyundan geldiğini şahitler huzurunda ispatlayan kişilere, Nakibü’l-eşraf tarafından o nesebe mensubiyetini gösteren siyadet hücceti verilmiştir. Seyyid ve şerifleri tespit etmek ve bunlara siyadet hücceti düzenlemek, seyyid olmadıkları hâlde bu kuruma mensup olanlara tanınan birtakım haklardan yararlanabilmek için sahte belge hazırlayanları ortaya çıkarıp bunların hüccetlerini iptal etmek Nakibü’l-eşrafların başlıca görevleri arasındadır. Seyyidlerin şecere tespitleri yapıldıktan sonra isimleri, siyadet veya şerafet silsileleri, çocukları, ahval, ahlak ve ikametgâhları Nakibü’l-eşraf tarafından Şecere-i Tayyibe denilen kayıt defterlerine kaydedilmektedir. Nakibü’l-eşrafların tuttuğu kendi dönemine ait sadat defterleri sayesinde de, şeceresi bulunmayan veya herhangi bir sebeple kaybedenler Nakibü’l-eşraf’a veya Nakibü’l-eşraf Kaymakamları’na müracaat ederek siyadetlerini ispat edebilmektedir. Nakibü’l-eşrafın seyyidlik veya şeriflik iddiasının kabulünde iki temel şartı vardır: Birincisi şahitlerin o kişinin siyadetini doğrulaması, ikincisi de aile üyelerinin ellerinde, önceki Nakibü’l-eşraflar tarafından verilen hüccetin bulunmasıdır. Peygamber soyundan gelen bu insanlar memleketimizin birçok yerinde halen hayatlarını sürdürmekte ve kurumsallık dışında da olsa “evlad-ı Rasul”e gösterilen sevgi ve tazim devam etmektedir. SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 59 KÜLTÜR - SANAT - EDEBİYAT Anadolu’da bir kardeşlik tecrübesi: Ahilik Dr. Adil Şen Eskişehir Osmangazi Üniv. İlahiyat Fak. İnsanlık tarihini incelediğimizde çeşitli coğrafya ve zaman dilimlerinde büyük bunalımların yaşandığını görürüz. Bu sıkıntılı dönemlerin çoğunlukla bir ilahî din yardımıyla atlatıldığına da şahit oluruz. İslamiyet’in zuhurundan önce Arabistan yarımadasının içine düştüğü buna benzer kötü durumdan, İslamiyet sayesinde kurtulup ve kısa sürede Kuzey Afrika’dan, Orta Asya içlerine kadar insanlığa bu “Kurtuluş Muştu”sunu ulaştırdıkları herkesin malumudur. İslam dini ile, başta Araplar ve onları takiben Müslüman olan diğer milletlerin önünde geniş ufuklar açılmaya başladı. Türk milleti de aynı yoldan geçerek Karahanlılar (8401212), Gazneliler (963-1186) ve arkasından, Selçuklular (1040-1157) ile Orta Asya coğrafyasında Türk-İslam kültür ve medeniyetinin ilk mahsullerini ortaya koymaya başlamışlardır. Yalnız bu arada bir bütün olarak İslam dünyasına özellikle de Türk milletine musallat olan iki büyük bela, daha yeni çiçekleniş mevsimindeki bahçenin talan edilmesine sebep olmuştur. Bunlardan ilki Batı’dan İslam âlemine ve Anadolu’ya saldıran Haçlı Seferleri (1096-1291) yaklaşık iki asır milletimiz için 60 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 Devrin ulema, meşayih ve ümerasıyla münasebet içinde gördüğümüz Ahi Evren halkla da bütünleşerek “önder âlim” şahsiyeti ile bayrak isim olmuştur. zorlu mücadeleler ve kayıplara yol açmıştır. Daha bu gaile bitmeden Doğu’dan Moğollar önlerine çıkan her şeyi silip süpürerek, yakıp yıkarak Anadolu içlerine kadar girip, İslam dünyasına büyük zararlar vermiş, derin acılar yaşatmıştır. (Bkz. Osman Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 8. Bsk. İst. 2003 s. 299-301.) Moğol tahribatının önünden kaçarak, Maveraünnehr, Horasan, İran gibi bölgelerden birçok şehirli ahali, esnaf, zanaatkâr, âlim vb. insanlar Anadolu’ya göç etmişler, Anadolu’nun Türk yurdu hâline gelmesini kolaylaştırmışlardır. Himayesine sığındıkları Anadolu Selçuklu Sultanları ve Uç bölgelerdeki Uç Beyleri, bu kitleleri Anadolu’nun bütün yerleşim birimlerinde iskân ettikleri gibi, yeni yerleşim yerleri de ihdas etmişlerdir. (Bkz. Mehmet Şeker, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması, Ank. 1997, s. 53-96.) Anadolu’da Haçlıların açtıkları yaralar henüz iyileşmemişken, acı yıkım ve yoksunlukları bizzat yaşayan, Orta Asyalı muhacir kafileler, yeni yurt tuttukları Anadolu’ya dört elle sarılmışlardır. Her türlü kargaşa ve hercümercin yaşandığı bu dönemde Moğollara karşı varlık savaşı, yerli halka karşı tutunabilme ve hayatın zaruretlerine karşı da ayakta durabilme mücadelesi vermek zorundaydılar. Bu mecburiyetler onların teşkilatlanmasını icap ettirdiğinden bu konuda fazla zorlanmadan, bütün yerleşim birimlerinde varlıklarını göstermişlerdir. Öncülüğü kendisi de Hoy’dan gelen Ahi Evren (1171-1261) Anadolu’nun o dönemdeki siyasi, iktisadi, beşeri durumuna uyacak şekilde Ahilik çerağını yakarak insanlara yol göstermiştir. (Bkz. Mikail Bayram, Ahi Evren (Tasavvufi Düşüncenin Esasları), Ank. 1995 s.16.46.) Devrin ulema, meşayih ve ümerasıyla münasebet içinde gördüğümüz Ahi Evren halkla da bütünleşerek “önder âlim” şahsiyeti ile bayrak isim olmuştur. Anadolu Selçuklu sultanının merkezi hakimiyetinin zaafa uğraması, vilayetlerdeki emirlerin ayrı baş çekmesi, Moğolların gerek zorla, gerekse başka yollarla yanlarına çektikleri bazı âlim, şehy ve idarecilerin durumu, halkın neye, kime tabi olacağını şaşırdığı ve perakendelik manzarası arz ettiği dönemde; Ahi Evren Anadolu’nun en çok ihtiyacını duyduğu “Ahilik=Kardeşlik ülküsü”nü elden ele, dilden dile parola gibi yaymıştır. Parçalanmışlıktan çok çekmiş toplum, bütün katmanları ile bu “Kardeşlik Ülküsüne” can simidi gibi sarılmış; kademe kademe toplumdaki umumi ümitsizlik, yerini azme; parçalanmışlık hali birlik ve beraberliğe; kargaşa emniyete, verimsizlik, çalışıp-üretme istikametinde değişmeğe başlamıştır. (Bkz. Ziya Kazıcı, İslam Kültür ve Medeniyeti (İbn Batuta Seyahatnamesine Göre Ahilik), İst. 19968. s. 130-136.) SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 61 terkibe ulaşma cehAhiler ilk dönemde Toplumumuzda yaşayan örf ve seyfi ve kavli olmak didir. (Bkz. Hasan Küçük, âdetlerimizin büyük bir kısmı Türk-İslam Sosyal Düşünce üzere ikiye ayrılıp, Yapısı, İst. 1980, s. 196-223.) seyfi kısım daha çok Ahilikten izler taşımaktadır. İslam ahlakının ferdi Moğol istilasına karşı şehirleri savunmak, ve sosyal cepheleiçte de toplumun huzur ve asayişini sağlamak rinin dengeli bir şekilde “Ahilik=Kardeşlik için yardımcı olmuşlardır. Kavli kısım ise daha ülküsü” teknesinde yeniden yoğrularak mayaçok halkın irşadı ve kendi mensuplarının eğilanmasıdır. Tarihen görüyoruz ki bu kardeşlik timi ile uğraşmışlardır. Bir başka tasnife göre mayası tutmuş, zamanla sadece Anadolu’da ise Ahiyan-ı Rum, Gaziyan-ı Rum, Abdalan-ı değil; Doğu Türkistan’dan Balkanlar’a kadar Rum ve Bacıyan-ı Rum gibi isimlerle anılan çalışan, üreten insanların ortak ülküsü ve Ahiler, kadını-erkeği ile aynı gaye etrafında hayat tarzı hâline gelmiştir. teşkilatlanmışlığı gösterir. (Bkz. Orhan F. Köprülü, Zaman itibarıyla de 13. yy.’dan 20. yy.’ a kadar “Baciyan-ı Rum” mad. T.D.V.İ.A İst. 1991 c. IV s. 415.) Moğol toplumun tüm kesimlerini etkileyecek şekilde belasının savuşturulmasından sonra, kuruyaygınlık kazanmıştır. Ahiler, el emeğinin, lan beyliklerde yine öncü-danışman görevini göz nurunun, sözün, sohbetin, yerine göre üstlenmişlerdir. Sözgelimi Osmanlı devletinin kılıcın ve kalemin hakkını verecek şekilde kurucusu Osman Gazi Ahiliğe ait “ihtiyaru’dkendilerini programlamışlardır. Bugün hâlâ din” ünvanını almış, kayın pederi Şeyh Edebali toplumumuzda yaşayan örf ve âdetlerimizin de Ahi şeyhlerinden âlim-mutasavvıf bir kimbüyük bir kısmı Ahilikten izler taşımaktadır. seydi. Osman Gazi Karacahisar da cuma, Eskişehir de bayram namazını bir ahi olan Bugün bile bir değer olarak kabul edilen Dursun Fakih’e kıldırtıp hutbeyi kendi adına yüksek disiplin, ahlak, doğruluk vb. vasıfların okutarak beyliğini ilan etmişti. (Bkz. Aşıkpaşaoğlu yanında üretim, tüketim, ticaret v.b. münaTarihi, (Nşr. N. Atsız) 1985. S. 27-28; Ziya Kazıcı, a.g.e. s. 127sebetleri belirlemişler, kontrol etmişler, belli 128.) bir kalite ve standardı yakalayamayanların Ahiler devletin kuruluşuna müteakip zamanla “pabucunu dama atmışlardır.” Açgözlülük, siyasi bir güç olmaktan çıkarak, esnaf birlikkaraborsa ve sahtekârlığın yerine; kanaat, lerinin idari işlerini düzenleyen bir teşkilata yardımlaşma ve dürüstlüğü ikame etmişler, dönüşmüştür. Daha çok çırak, kalfa, usta İslam’ın helal ve haram ölçülerini, milli secihiyerarşisi içinde kendi mensuplarının eğitiyeye tatbik ederek tarih boyunca iktisadi mi, o günün şartlarında el emeği, sınai imalat hayatımıza yön vermişlerdir. Bugün ülkekalite, denetim ve standardizasyonla kendimizde faaliyet gösteren esnaf ve zanaatkâr lerini sınırlamışlardır. (Bkz. Yusuf Ekinci, Ahilik ve birlikleri, sanayi ve ticaret odaları, birçok sivil Mesleki Eğitim. İst. 1990 s.22-43; Muhittin Şimşek, TKY ve toplum kuruluşlarımızı, Ahiliğin çağdaş temTarihteki Bir Uygulaması Ahilik, İst. 2002 s. 133-210.) silcileri olarak telakki ediyor; Ahiliğin kökü ve Ahilik menşe itibarıyla kendisinden önceki uzantılarının bize güven ve ümit bahşettiğini muazzam bir birikim oluşturmuş ilmi ve irfani söylemek cesaretini gösteriyoruz. ocaklardan beslenmekle birlikte esas itibarıyla Özet olarak, Ahiliğin milletimizin duygu, “Fütüvvet Teşkilatı”ndan daha çok etkilenmişdüşünce ve davranış kalıpları içinde göstertir. Abbasi halifesi Nasır li-dinillah’ın (1180diği beceriler, şekillendirdiği sosyal yapılar, 1225) Fütüvvete dâhil olmasıyla Selçuklu sultatbik ettiği dinî, milli, ahlaki, hukuki, iktisadi tanı I. İzzettin Keykavus da 1213’te şedd kuşave estetik değerler manzumesi ile milletimizin narak bu harekete destek vermişlerdi. Ahilik, kendi varlığı ve kültürüne kalıcı hizmetleri Fütüvveti kendine mal ederek zamanın zaruolmuştur hükmüne varabiliriz. retleri doğrultusunda yeni bir arayış yeni bir 62 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 Ö rnek hayatlar Hacı Veyiszade Mustafa Kurucu (1887-1960) Mustafa Özdamar Din-diyanet, ilim-irfan camiasının çok iyi tanıması ve dikkate alması gereken bu kâmil ve mükemmil zat, peygamber vârisi olmanın bütün özellik ve güzelliklerini yaşayarak günümüze taşıyan müstesna bir örnektir. İç ve dış ilişkiler ağının odağında kendine (nefsine) hâkim olan insan, hakîm olur. Hakîmin gönlü Hak Teala’nın hikmet ambarıdır. Bu hikmet ambarında Allah’ın halifesi için lazım olan her türlü malzeme vardır. Bu kutsal malzemeyi Allah’ın muradına uygun şekilde kullanma marifetine sahip olanlar, yüce Allah’ın ilim sıfatına, âlim ve alîm ism-i şeriflerine mazhar oldukları için, onlar, Allah’ın ailesi olan mahlûkâta -cümle yaratılmışa- rahmet, merhamet ve mağfiret tavrı ile bakarlar. Her şeye ve herkese şefkatle muamele ederler. Haklılara haklarını, haksızlara müstehaklarını verme konusunda son derece kavi ve zarif davranırlar. Herkesi kendi diyarında kendi huyu suyu ikliminde, fıtratı doğrultusunda idare etme sanatının sanatkârı olan bu insanlar, yüce Allah’ın celal ve cemal tecellilerinin tevhidini yaşayan bilge kahramanlardır. Böyle bir bilge kahraman olan Hacı Veyiszade Mustafa Kurucu (1887-1960), sadece Konya’nın değil dünyanın medar-ı iftiharı (övünç kaynağı) kâmil bir şahsiyettir. Kendilerini yakından tanıyanlar çok iyi bilirler ki onun hiç gevşek tarafı ve kendi (nefsi) için harcanmış bir dakikası yoktur. Her durumda hep kavi ve yapıcı bir özelliği vardır. Torunu Prof. Dr. Mustafa Fayda, Hazretin bu özelliğini şöyle ifade ediyor: “Dedemin boş ve gevşek geçen bir vakti yoktu. Abdestsiz yere bastığı sanmam ki vaki olsun. (Konya İmam Hatip Okulunda öğretmenlik yaptığı yıllarda) iki ders arasında SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 63 Hacı Veyiszade'nin ders açma duası. (Kendi el yazısıyla.) Gerek okuldaki, gerek okul dışındaki eğitim öğretim hizmetleri ve diğer faaliyetler yanı sıra, nişan, düğün, ölüm doğum hadiseleri, hasta ziyaretleri, fukaraya yardım büyük yer tutuyordu dedemim hayatında. Herkesin her şeyine koşan bir insandı dedem. Tatili yoktu. Ben tatil yaptığını pek hatırlamam dedemin. boş bir saati varsa, o saat içinde; eğer böyle bir boşluk yoksa teneffüslerde derhal abdest tazeler ve bol bol nafile namaz kılardı. Bir odası vardı bu işe mahsus. Daha doğrusu hademelerin odasında yapardı bunu. Dedem kendisi çok nafile namaz kılardı ama öğrencilerini nafilelerle uğraştırmazdı. Hatta şöyle bir şey anlatırlar. Babasını dedemin ziyaretine getiren bir öğrencisi nafileden sormuş da: “Baban kılsın” demiş. Sen nafileyle uğraşma! Dersine çalış sen! Ders çalışma farzı dururken, nafileyle uğraşamazsın sen. İlim talipleriyle bir başka türlü meşgul olurdu dedem. Nesi var nesi yoksa her şeyini, var gücünü sererdi onlar için. Islah-ı Medaris-i İslamiyye’de başlamış dedemin eğitimciliği. En yasakçı devirlerde bile daima özel öğrencileri olmuş. Ve onların her şeyiyle ilgilenirmiş. Çok farklı bir tarafı vardı dedemin. Bir şeyi sadece yapmazdı, hem yapar hem de yaşardı onu. Yaşamadan yaptığı bir şey yoktu. 64 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 Herkesle ilgilenir, herkese dua eder, herkese selam verirdi. Dedemin selamı meşhurdu; çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç, ölüye diriye, önüne gelen herkese selam verirdi. Hatta öyle ki, dedemin bu selamları çocuklar için bir eğlence vesilesi bile olurdu. Dedem daha onlara selam vermeden, onlar dedeme selam verirler, dedem de başlarını okşaya okşaya: Aleyküm selam, aleyküm selam, der giderdi. Elindeki çerez torbasından çetnevir dağıta dağıta giderdi. Çetnevir dediğim de çifte kavrulmuş sarı leblebi. İyiliğe çok sevinir, kötülük karşısında şöyle bir irkilerek kaş çatar, üzülür ve sanki o kötülüğü içinde yakıyormuşçasına değişik bir ürperme içine girer, ama işin gıybetini etmez ve ettirmezdi. Şikâyeti sevmezdi hiç. (M. Özdamar, Hacı Veyiszâde, Kırkkandil Yayınları, s. 13-17.) Büyük insanlık ailesinin iki cihan azizliği için gerekli olan bütün sistemleri bünyesinde barındıran güzelim İslamiyetin şeriat, tarikat, marifet ve hakikat boyutlarının hiç birini ihlal ve ihmal etmeden halka hizmetkâr olmak, Hacı Veyiszade’nin Habib-i Hüda Hz.lerinden tevarüs ettiği bir şuur ve şiarın uzantısıdır. Din-diyanet, ilim-irfan camiasının çok iyi tanıması ve dikkate alması gereken bu kâmil ve Hacı Veyiszade mükemmil zat, peyİyiliğe çok sevinir, kötülük Hz.lerinin Konya’da gamber vârisi olmakarşısında şöyle bir irkilerek kaş hem imamlık hem nın bütün özellik ve öğretmenlik yaptıgüzelliklerini yaşaçatar, üzülür ve sanki o kötülüğü ğı yıllarda bir gün, yarak günümüze içinde yakıyormuşçasına değişik Aziziye Camii’nin taşıyan müstesna bir bir ürperme içine girer, ama işin imam odasında örnektir. Onu çok ziyaretçiler arasında özel ve güzel kılan gıybetini etmez ve ettirmezdi. İmam Hatip Okulu ana haslet, onun Müdürü de vardı. bütün hayatı boyunMüdür Bey sonradan ca hep ve daima geldiği için kapı eşiğine yakın bir yere çömeHabib-i Hüda Hz.lerinin izinde, Habibullah livermişti. Hacı Veyiszade Müdür Bey’in eşiğe Hz.lerinin sünnet-i seniyyelerini giyinip kuşaçömeldiğini görünce: nan “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayetini yirminci yüzyılda yaşayan canlı bir abide - Müdür Bey, dedi tatlı mütebessim bir sesle. olmasıdır. Habibullah Hz.lerinin “Beni kocaltMüdürün yeri orası değil… Siz orada (okulda) tı” buyurduğu bu ayet, hem her şeye ve da müdürsünüz, burada da. Şöyle buyurun! herkese hoş bakmayı, hem de üstüne vazife Müdür Bey’i kendi yanına aldıktan sonra olan olmazsa olmaz kuralları ihlal ve ihmal konuşmayı şöyle sürdürdü: etmeden hayata geçirmeyi, hak ve hukuk üstünlüğünü koruyup kollama gayreti içinde - İmam Hatip Okuluna müdür olmak sıradan olmayı zorunlu kılıyor. bir iş değildir. Bu memleketi müdür Bey’in Zorluk ve kolaylık iç içedir. Zorluğun içindeki kolaylığı yakalamak hünerdir. Bu niyet, gayret, himmet, hamiyet ve dirayetin doruklarında çalışıp çabalamak kolay değildir ama imkânsız da değildir. idare ettiği mektebin talebeleri ihya edecek. Bu çocuklar meleklerin kanatları üzerinde gidiyorlar. Bu memleketi onlar ileri götürecek. Bu milletin sönen, söndürülen kandillerini onlar uyandıracak. Çeşitli katmanlardan oluşan toplumsal hayatın çalkantıları içinde kaderin yorumsuz kavranmaz akışı içinde müslim veya gayrimüslim önüne gelen herkese selam veren, müslimleri: Selamün aleyküm ketebe rabbiküm alâ nefsihi’r-rahmeh: Selam size, rabbiniz rahmeti kendi (nefsi)ne farz kıldı!” Gayrimüslimleri de: Selamün alâ menittebeal hüda! Hüda’ya -en doğruya tabi- olanlara selam olsun!” ayetleriyle selamlayan bu büyük bilge, Habib-i Hüda tavrında yaşadığı için her durumda zuhuru zorunlu olan kahırların zamirindeki lütfu kollama dirayetinin doruklarında yer almıştır. Namaz sonrası sohbet sona erip de Müdür Bey ve cemaat dışarı çıkınca, Hoca’nın yanında yöresinde çok bulunanlardan biri olan astsubay Mehmet Başçavuş: Bulunduğu makam ve mertebelerin hep üstünde seyreden bir bilge Hacı Veyiszade. Bu gayret ve dirayet az rastlanan bir özelliktir. Habib-i Hüda Hz.lerinden tevarüs ettiği bir tavır bu. Gerçek anlamda Allah adamlığı bu... - Hocam, elini öpeyim… Bu adam değmez bu iltifata!... Bu müdür, Talim Terbiyeye sizin hakkınızda müspet rapor vermiyor. Hoca Efendi asrını anlayamamış, talebelere günün icabı bilgileri veremiyor diye rapor etmiş sizi, deyince, Hacı Veyiszade: - Mehmedim, evladım, bilirim, farkındayım, fakat ben, bir insanın yetişmesi için bin münafığın kahrını çekerim! İnsan bahçıvanıyız biz, bu kahrı seve seve çekeriz! (A.g.e., s. 107-108.) Yâr için ağyâra minnet ettiğim ayb eyleme! Bâğibân bir gül için bin hâre hizmetkâr olur! Yâr için başkalarına minnet etmemi ayıplama! Bahçıvan bir gül için bin dikene hizmet eder! SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 65 HiKMET PENCERESi M. Lütfi Arslan Kafa dengini değil kalp dengini bul Kalbe ve gönle kefil dostlar bulmak ne büyük bahttır. Kalbin ve gönlün frekanslarının aynı merkezlerden alındığı ve aynı yerlere salındığı bir dostluk ikliminde yaşamak ne büyük devlettir. Bir çoban sürüsünü otlatırken, bir kurt sürüden koyun kaptı. Çoban kurdun peşine düştü ve koyunu ondan kurtardı. Ancak kurt, çobana dönüp baktı ve şunu söyledi: “Bu koyunları benden başka çobanın olmadığı gün kim kurtaracak?” Orada bulunanlar “Olur mu öyle şey, hiç kurt konuşur mu?” diye itiraz edecek oldular. Peygamber Efendimiz bunun üzerine: “Ben, Ebubekir ve Ömer buna inanırız.” dedi. Yine bir zaman adamın birisi ineğinin üzerine bindi. İnek adama dönüp: “Ben bunun için yaratılmadım, ben çift sürmek için yaratıldım.” dedi. Orada bulunanlar “Olur mu öyle şey, hiç inek konuşur mu?” diye itiraz edecek oldular. Peygamber Efendimiz bunun üzerine: “Ben, Ebubekir ve Ömer buna inanırız.” dedi. Hâlbuki iki olayda da Ebubekir ve Ömer orada değillerdi. Buhari ve Müslim’de geçen bu hadis, herkesin kafa dengi aradığı ve fakat kafa karışıklığından fena halde muzdarip olduğu için bir türlü hakiki dostlar bulamadığı bir zamanın insanlarına ne anlatır? Ne anlatırsa anlatsın biz evvela böyle dostluklar dileyelim Rabbimizden. Kalbe ve gönle kefil dostlar bulmak ne büyük bahttır. Kalbin ve gönlün frekanslarının aynı merkezlerden alındığı ve aynı yerlere salındığı bir dostluk ikliminde yaşamak ne büyük devlettir. Herkes bu devlete erişemez. Bu devlet ancak böyle bir dostluk iklimini her şeyin ötesinde görenlere verilir. Bu ise önce niyet, sonra da o dostluğa liyakat gerektirir. Dost arayan dost olmayı bilmelidir. Dostluğun safasını sürenler, dostlarına cefa ile bâr değil vefa ile yâr olanlardır. O yüzden “ben, ben” diyen dost bulamaz, dost olamaz. Dost, “sen, sen” diyeni arar. Ne “sen”, “ben”dir, ne de “ben” “sen”; dosttur, dostluktur aslolan. Dostluk, bir manadır ki kokusu da, neşvesi de cennettendir. Evet, hakiki dostluk bir cennet manasıdır ki onu bu denî dünyanın ne serveti, ne ömrü ne de vüsati kaldırabilir. 66 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 Dostluk bir kalp kıvamıdır. O kıvama zihin de akıl da ermekten acizdir. Dolayısıyla dostlar öncelikle kafa dengi değil, kalp dengidirler. Kalbi birbirlerinde atmayanlar, zihinlerin güvenilmez ve gevşek zemininde fazla yol alamazlar. Kalplerinin frekanslarını çözemeyenler, zihinlerin şifre çözücülerinden medet ummasınlar. Dost kafa ve zihin ile kazanılmaz; dost, kalp ile kazanılır. Bir kalp kazanmak için ise aynı cinsten bir kıymetten başkası verilmez. Kalbin alışverişi kalple yapılır. Kalbini vermeyen başkasının kalbini alamaz. Evet, herkes çeker gider ama dost dostunu bırakmaz. Tam kırk gün aynı saatte dostunun kabrine ziyarete gider. Orada öyle sessizce oturur, ama gönülden kim bilir neler konuşur? Kırk gün sonra ziyaretten kalkarken döner ve şöyle der: “Dostum, işte kırk gün geçti. Ben duydum ki insan kırk günde her yere alışırmış. Sen de yerine alıştın herhalde. Artık bana müsaade eder misin? Yine gelirim, merak etme ama daha seyrek… Seni yeni yerinde rahat bırakmak gerek… Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Dostların yöneldiği yön dostlarının kalplerinden başka neresidir? Dostlar kalpleri ile birbirlerine yönelmiş olanlardır. Bu zamanla zihin birliğini de getirir, çünkü kalp merkezdir, esastır. Dost ötede bile dostunu bırakmayandır. Kalbe ve gönle kefil dostlar, sadece beraberliklerinde değil, gıyaplarında da birbirleri ile yaşayanlardır. Onlar dostları ile yaşar, dostları ile susar ve dostları ile kanarlar. Dost der, dostla dost olur, dost içer, dost solurlar, çünkü onlar bilirler ki dostluğun yolu Hakiki Dost’a giden yolun bizatihi kendisidir. Burada dost olamayan ya da bulamayan En Yüce Dost ile nasıl dost olur? Fanileri sevemeyen, Baki’ye nasıl yol bulur, meğerki yol Baki’den gele… Gerçek dostlar dostlarını yanlarındayken de özleyenlerdir. “Sana senin yanında bile hasretim Efendim” ifadesi bunu anlatır. Onlar sadece hayatlarında değil, ölümlerinden sonra bile dostlarının hasreti ile yaşarlar. Mesela böyle bir dost ölür gider, vasiyeti açılır, çocukları “falanca dostlarım olmadan beni gömmeyin” diye bir yazı bulur. En yakınların dahi bilmediği, çünkü menfaatin karışmadığı, sadece Hakiki Dost’a dostluk için dostluk yapmış, o yüzden de hiç ortalarda gözükmemiş o dostlar çıkar gelir, son vazifelerini yapar ve dostlarını defnederler. Dost, kabrinde huzuru dostlarının eli ile gömülmekte görendir. Yine böyle bir dost vefat eder mesela, defnedilir. İlk günler iyidir, herkes gelir, gider, ziyaretçisi eksik olmaz kabrin. Ya sonra? Herkes terk eder, ama dost terk etmez. Onun başka bir sezdiği vardır. Zaten öyle olduğu için, kimsenin sezemediğini sezdiği için de dosttur ya. Dost, dostunun kabrindeki rahatını dert edinendir. Dostluk dostu olmadan yaşayamamak, olamamak, olmamaktır. Ve en muhteşem tablo: İkinin ikincisi, tutar elinden babasını getirir. “Ya Rasulallah Müslüman olacak babam” der. En Yüce Dost’tan başkasını dost edinmemiş o en güzel insanın yüreği elvermez: “Neden buraya yordun ihtiyarı, biz gitseydik…” Kelime-i şahadet telkin edilir. O ara sevinçli ve vefalı oğul gözyaşı dökmeye başlar. Babası Müslüman olmuştur, acaba onun sevinç gözyaşları mıdır bu? Sorulur: “Neden ağlıyorsun ey Ebubekir?” Cevap dostluğun boyutunu gösterecek cinsten muhteşem bir anıttır: “Şu an babamın yerinde senin amcanın olmasını ne kadar isterdim Ya Rasulallah…” Dost, kendi sevincini dostunun sevincine feda edebilendir. Güzel kardeşim, hayatının baharında dostluğun kıymetini yeni idrak etmeye başladığın bir zamandasın. Dostlar bulacak, birilerine dost olacaksın. Senin dostluğun hakiki tadını tatmanı dilerim. Öyle dostlara ve dostluklara talip ol ki dostların sadece bu dünyada değil ötede ebedî kurtuluşun mekânında bile sensizliğe dayanamasınlar. Böyle dostluklara ancak alıp kalbini eline koyabileceğin kadar emin ve sadık insanlarla erebilirsin. Unutma! Gerçek dostluk burada olmanın değil ötede, güzellik ve sonsuz mutlulukla beraber olmanın derdine düşenlerin yanındadır. Onları ara, bul; onlarla ol, onlara dost ol, onların dostu ol… SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 67 UZMAN GÖZÜYLE Mevlüt Akyürek / Hukuk Müşaviri Hukuka bir açıdan bakış Hukuk kurallarının öngörülebilir olması hem idareciler açısından hem de bireyler açısından arzulanan bir durumdur. Hukuk devleti, bireylerin hukuki bakımından güvenlik içinde oldukları ve devlet organlarının eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu sistemi ifade eder. Statik olan hukuk kurallarının değişmesi ve bu değişikliğin geriye doğru uygulanması hukuka güveni zedelemektedir. Hukuki güvenlik -geriye yürümezlikbireylerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almaktadır. Geriye yürümezlik ilkesi, Norveç gibi bazı ülkelerin anayasalarına, “Hiçbir kanunun geçmişe etkisi olamayacaktır.” şeklinde emredici hüküm olarak girmiştir. Türk hukukunda ve doktrinde bu ilkenin, hukukun genel ilkelerinden olduğu genel kabul görmüş bir ilke olmakla birlikte, anayasal bir prensip hâline gelmediğini görmekteyiz. Bir kuralın, yürürlüğe girdiği dönemde tamamlanmamış olaylara uygulanmasına, gerçek olmayan geriye yürüme, buna karşın yürürlükte bulunan kurallara göre bütün sonuçları tamamlanmış olan olaylara uygu68 DİYANET AYLIK DERGİ lanması hâlinde de dar anlamda geriye yürüme söz konusudur. Kanunların geriye yürümezliği ilkesi, idari işlemlerde daha genel ilke hâlini almaktadır. Hukuk düzeninde mevcut olmayan ve kişilerin bilmediği bir işlemin uygulanması hâlinde kişilerin hukuka olan güvenleri sarsılacaktır. İlkelerin hâkim olduğu yapıların uzun ömürlü olması gerçeği de söz konusu güvenin tesisiyle açıklanabilir. Hukuk kurallarının öngörülebilir olması hem idareciler açısından hem de bireyler açısından arzulanan bir durumdur. İdari işlemlerin geri alınması, işlemin yapıldığı tarihten itibaren geçersiz kılınması, idari işlemlerin geriye yürümezliğinin istisnasını oluşturmaktadır. İşlemin geri alınması için yargı mercilerince iptali gereken bir hukuka aykırılığın olması şart değildir. Yargı mercilerince bir işlemin iptali, geri alma işleminden daha geniş sonuçlara racidir. Hukuka aykırı işlemlerin hangi sürede geri alınması gerektiği hususu da ayrı bir sorundur. NİSAN 2012 • SAYI: 256 Bir tarafta hukuka uygunluk ilkesi bir tarafta hukuki güvenlik ilkesi olup, bu iki ilke çatışma hâlindedir. Bu çatışan ilkelerden hangisini tercih etmek gerekecek? İşte burada bir dengenin kurulması gerekir. Bu durumda hukuka aykırı bir işlemde olsa belirli süre içinde geri alınmadığında artık hukuka uygun olduğunu kabul etmek gerekir. Aksi halde her daim geri alınacağı ihtimali olan idari işlemler nedeniyle hukuki güvenlik ilkesinin zedelenmesi daha da hukuka aykırılığa sebep olacaktır. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 27/01/1993 tarihli ve E. 197/6, K.1973/2 sayılı kararında ilk kez geri alma işlemi, iptal davası açma süresi ile sınırlandırılmıştır. Bu kararda açık hata ve hile ile elde edilen işlemlerin her zaman geri alınabileceği, bu tür işlemlerin kişiler bakımından korunmaya değer hak doğurmayacağı, ancak açık hata ve hile dışındaki hukuka aykırı işlemlerin iptal davasını açma süresi içinde geri alınabileceğini benimsemiştir. Aynı içerikte Fransız Danıştay’ının da kararları da mevcuttur. Danıştay 1973 tarihine kadar hukuka aykırı olan işlemlerin her zaman geri alınabileceğini benimsemişken, Danıştay İçtihadı Birleştirme Kurulunun 22/12/1973 tarihli ve E.1968/8, 1973/14 sayılı kararıyla geri alma işlemlerini belli bir standarda bağlanmıştır. Anılan karara göre, açık hata, yokluk, hile ve gerçek dışı beyan dışında hukuka aykırı işlemler iptal davası açma süresi içinde geri alınabileceği aksi hâlde hukuki güvenlik ilkesi gereği geri alınamayacağı ilkesini benimsemiştir. Hukuk devletinin bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, hukuka aykırı işlemin toplumda hukuki güvenlik ilkesini ihlal edip etmediği hususu bu işlemlerin geri alınmasındaki ölçü olmalıdır. Bu nedenledir ki, idari işlemlerin tesisinde kamu yararı idareleri bağlayıcı bir ilke halini almıştır. İkinci olarak idari işlemlerin geriye yürümezliği ilkesinin istisnası olarak kanuni düzenlemelerdir. Kanun koyucu kanunla geçmişe etkili olarak düzenlemeler yaparak idarenin geriye doğru işlem tesis etmesini zorunlu kılabilir. Kanunla geriye doğru işlem tesis edilmesi, kamu yararı veya bireylerin menfaatine olan hususlarla ilgili düzenlemeler muvacehesinde yapılmalıdır. Aksi hâlde kanunların Anayasa Mahkemesi denetimine tabi olmaları nedeniyle iptalleri söz konusu olacaktır. Kamu düzeni ve genel sağlığı korumak amacıyla kişi güvenliğinin korunması hukuki güvenlik ilkesine galip gelebilir. Bu durumda da idari işlemlerin geriye yürümezliği ilkesinin istisnaları söz konusu olur. İptal edilen işlem hukuku düzeninde varlık kazandığı haliyle yargılandığından verilen iptal kararından hâliyle etkilenecektir. İptal kararlarının geriye yürümesi hususunda yargı mercileri ve doktrinde görüş birliği mevcut iken, iptal edilen kararın kendiliğinden ortadan kalkmadığı, ancak yargı kararlarının uygulanmasında usulde paralellik ilkesine uyulması da gerekmemektedir. İptal edilen işleme dayanarak hak ve menfaat edinen üçüncü kişilerin bu hakkı korunmaktadır. Hukukun genel ilkelerinden olan iyi niyetin hukuk tarafından korunacağı prensibi ile kesin hükmün nispi kuvveti ilkesinin de devrede olduğunu unutmamak gerekir. İçtihadı birleştirme kararları, kuralların uygulamadaki denetim mekanizması olan mahkemelerin uygulamalarında birlikteliğin sağlanması yoludur. İçtihadı birleştirme kararları da genel düzenleyici kural hüviyeti kazandığı için hâliyle geriye yürümezlik ilkesinin uygulanması gerekir. İçtihadı birleştirme kararında önce anılan içtihada aykırı karar veren mahkemelerin kesinleşen kararları nedeniyle yargılanmanın yenilenmesi yoluna gitmeyecekleri gibi, idari işlem tesis eden idarelerin de anılan içtihattan sonra işlemlerini geri almaları gerekmez. Ancak özlük ve sosyal haklar bakımından bu kararların geriye yürütüldüğünü yargı kararlarında görmekteyiz. Hukukun doğası gereği devlet güçlendikçe bireyin lehine hakların genişletildiği gerçeği Ülkemizde de son birkaç yıldır iyice hissedilmektedir. Hukuk içinde kalmak temennisiyle. SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 69 FIKIH KÖŞESİ DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULUNDAN Saç boyası, abdest ve gusle engel midir? İçeriğinde kan gibi dinen temiz olmayan şeyler bulunmadığı sürece, el veya başa sürülen kına, boya gibi maddelerin katı atıkları iyice yıkanıp, sürüldüğü yerlerden temiz ve saf bir su akması durumunda, bunların deri ve saçlarda bıraktığı renk, suyun deriye nüfuzuna engel olmaz. Dolayısıyla deri üzerinde tabaka oluşturmayan, kına (Buhârî, Libâs, 66; İbn Mâce, Libâs, 34.), saç boyası ve jöle gibi maddeler abdest ve gusle mani değildir. Guslederken suyun küpe deliklerine ulaşması şart mıdır? Gusül, cünüplük, hayız ve nifas gibi hükmi kirlilik hallerinden kurtulmak için gerekli olan dinî temizliktir. Guslün farzları, ağzı, burnu ve bütün bedeni hiç kuru yer kalmayacak şekilde tam olarak yıkamaktır. Kur’an-ı Kerim’deki “Eğer cünüp iseniz, iyice temizlenin (yıkanın).” (Nisâ, 4/43; Mâide 5/6.) emri gereği, bedenin zahmetsiz yıkanabilen bütün organlarını birer defa yıkamak gerekir. Yıkanmasında güçlük ve zahmet olan göz, tıkanmış küpe deliği gibi yerleri yıkamak ise farz değildir. Gusül esnasında, kadının, küpelerini ve dar olan yüzüğünü oynatması gere- kir. Kulak deliğinde küpe bulunmazsa kulağını yıkarken deliğe su girmesi yeterlidir. Suyun kulak deliğine ulaşması konusunda önemli olan, galebe-i zan yani kalbin kanaatidir. Mest üzerine giyilen çoraplara mesh edilebilir mi? Mestler üzerine giyilen çoraplar, ince olup üzerine mesh edildiğinde, altına ıslaklığı geçirirse, bunlar üzerine mesh edilmesi caizdir. Islaklık alta geçmediği takdirde mesh üzerine mesh gerçekleşmiş olmaz. Mest üzerine giyilen çoraplar, üzerine mesh yapılabilecek evsafta ise bu çoraplar üzerine de mesh yapılabilir. Zira bunlar mest üzerine giyilen çizme hükmündedir. Abdestli iken az da olsa uyumak abdesti bozar mı? Yan üstü yatarak, bağdaş kurarak, dirseklere dayanarak, ayakları yan tarafa çıkarıp oturarak, namaz dışında secde hâline geçerek uyumak veya oturup dayandığı şey alındığı takdirde düşecek derecede bir şeye yaslanarak uyumak abdesti bozar. Ancak, uyku ile uyanıklık arasındaki hal, oturağı tamamen yere yerleştirerek uyumak veya bir yere dayanmadan uyumak abdesti bozmaz. Mezhepler arasında abdestin farzları konusunda farklılık var mıdır? Hanefilere göre abdestin farzları, Mâide suresinde (5/6) ifade edildiği üzere; yüzü yıkamak, kolları dirseklerle birlikte yıkamak, başı mesh etmek, ayakları topuklarla birlikte yıkamaktır. Şafiîlere göre bu şartlara ilaveten, abdeste niyet etmek ve tertip (abdest organları yıkanırken ayetteki sırayı gözetmek) de farzdır. Hanbeliler, tertibi ve organların ara verilmeden art arda yıkanmasını (muvâlât); Malikiler ise, niyet ve abdest organlarının art arda yıkanması yanında, organların yıkanırken ovulmasını da abdestin farzlarından sayarlar. Öte yandan abdestin ittifak edilen farzlarının detayıyla ilgili de mezhepler arasında bazı farklılıklar vardır. Hanbelilere göre yüzü yıkamanın kapsamına ağza ve burna su vermek dahildir. Aynı şekilde hem Malikilere, hem de Hanbelilerce tercih edilen görüşe göre başın tamamını mesh etmek, başı mesh etme farzının kapsamındadır. 70 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 Besmele ve niyet unutulduğunda gusül veya abdest sahih olur mu? Abdeste ve gusle başlarken niyet etmek ve besmele çekmek sünnettir. Bu bakımdan niyet etmeden ve besmele çekmeden alınan abdest ve gusül geçerlidir. Şu kadar var ki, abdest ve gusülden önce besmele ve niyetin unutulması sünnet sevabından mahrum olunmasına neden olur. Şafii mezhebine göre ise abdest ve gusülde niyet farz, gusle başlarken besmele çekmek ise sünnettir. Abdest veya gusül alırken konuşmak abdeste veya gusle zarar verir mi? Abdest veya guslederken konuşmak abdeste veya gusle zarar vermez. Ancak, bir ihtiyaç olmadıkça konuşmamak adaptandır. Abdest veya gusül almaya başlayan kişi, yaptığı ibadete odaklanmalı, dünyevi meşguliyet, duygu ve düşüncelerden mümkün olduğunca uzaklaşmalıdır. Bu itibarla, ihtiyaç olmadıkça abdest veya boy abdesti alırken konuşulmamalıdır. Bir zaruret veya ihtiyaç hâlinde konuşmakta ise bir sakınca yoktur. Alkolün temizlikte caiz midir? kullanılması Alkollü içeceklerin içilmesi dinimizde kesin olarak haram kılınmıştır (Mâide 5/90-91). Bunlar necis oldukları için kullanılmaları da caiz değildir. Dolayısıyla elbise ve beden üzerine dökülmeleri halinde yıkanmaları gerekir. Zira üzerine şarap, şampanya, rakı, konyak ve benzeri alkollü bir içki dökülmüş olanlar bunları yıkamadıkça namaz kılamazlar. İçmek için değil de, temizlik amacıyla üretilmiş olan alkollü maddelerin içilmesi haram olmakla birlikte (Buhârî, Edep, 80, Müslim, Eşribe, 73), temizlik maddesi olarak kullanılması caizdir. Bu nedenle, namaz kılmadan önce bu ürünlerin sürüldüğü yerlerin yıkanması gerekmez. Çorap üzerine mesh etmek caiz midir? İslam âlimleri, abdest alırken ayağa giyilen deri ve benzeri sert ve dayanıklı maddelerden yapılan mestler üzerine mesh etmenin, Rasulüllah (s.a.s.)’ın sünnetiyle sabit olduğu (Buhârî, Vudu’ 35, 48; Müslim, Taharet 72, 73; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 245.) konusunda görüş birliği içersindedirler. Ancak çoraplar üzerine mesh etme konusunda, görüş farklılıkları vardır. Bu ihtilaf, öncelikle Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’den, çorap ve ayakkabı üzerine mesh ettiğine dair gelen rivayetlerin sıhhatindeki görüş ayrılıklarından kaynaklanmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s.)’in üzerine mesh ettiği mestlerin keyfiyeti konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. ö İmam Muhammed ve İmam Ebu Yusuf, aşağıda belirtilen şartları taşıyan çoraplar üzerine mesh etmeyi caiz görmüşlerdir. Buna göre ayağa giyilen çorap vb. bir şeyin üzerine mesh edilebilmesi için bunların; ayağa giyilmiş olarak normal bir yürüyüşle en az bir fersah (yaklaşık 5 km.) veya daha fazla yürüyecek kadar dayanıklı olması, giyildiğinde çorabın bağsız olarak ayakta durabilecek kadar sağlam ve kalın olması, hemen suyu emerek ayağa su geçirmemesi, çorapların kıl, pamuk, yün vb. giyimde kullanılan ürünlerden imal edilmiş olması ve içini gösterecek kadar şeffaf olmayıp, kalın olması gerekir. Ebu Hanife, önceleri kalın da olsa çorabın alt kısmının deri ile kaplı olmadıkça üzerine mesh etmenin caiz olmayacağı görüşünde iken, vefatına az bir zaman kala bu görüşünden vaz geçerek, caiz olduğu kanaatine varmıştır. Hastalığında kalın çoraplar üzerine mesh ederek, ziyaretçilerine: “Vaktiyle başkalarına nehyettiğim şeyi, şimdi kendim yapmaktayım.” demiştir. SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 71 İSLAMLA YENiDEN DOĞANLAR Bruce: bir Müslüman diğerine “kardeşim” diyorsa bunun çok derin bir anlamı olmalı...* ... 1989 yılında ihtida etti. İngiltereli. 1965 yılında İngiltere’nin Merseyside şehrinde doğmuşum. Kendi hâlinde orta sınıf bir ailenin ortanca çocuğuydum. Babam Protestan, annem Metodist’ti. Ailem, kardeşlerimle beni pazar günleri dualar öğrendiğimiz bir okula gönderirdi. On altı yaşıma kadar gittiğim devlet okulunda ise İncil’deki hikâyeler öğretilirdi. Doğrusu, dinî eğitim aldığım dönemlerde bu alan çok da ilgimi çekmiyordu. Aile olarak hiçbirimiz dine eğilimli değildik ve dine karşı ulvi duygular taşımıyorduk. Annem ve babam farklı mezheplerden olmalarına rağmen, ikisinin de inandıkları mezhepler arasındaki farkı bildiklerini sanmıyorum. Bu yüzden dinî duygular içinde ve dine yakın bir ortamda yetiştiğimi söyleyemem. On dört yaşımdayken kız kardeşimin de üyesi olduğu bir Hristiyan Gençlik Kulübü’ne katıldım. Orada konuşulan şeyleri ilgi çekici buluyordum. Ama bir türlü aralarında bağlantı kuramıyordum. Tartışma konularını dahi net anlayamıyordum. Aynı dönemde İncil’deki hikâyeleri de okumaya devam ediyordum. Ama hayatımı yönlendirecek kadar değillerdi. Yedinci sınıftayken “klasik medeniyetler” 72 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 isimli bir dersimiz vardı. Bu derste İslam’la ilgili bazı şeyler öğrendik. Ders, Medine’deki ilk Müslüman toplulukla ilgiliydi. Gerçekten çok etkilendim. Hatta İslam dininin çok etkileyici olduğunu kardeşime söylediğimi bile hatırlıyorum. Çok mantıklı görünüyordu ama bu bir tarih dersiydi. Din derslerinde ise bir ya da iki kez İslam adının geçtiğini hatırlıyorum. Fakat İslam’a hep önyargılı yaklaşılıyordu. Müslümanların Tanrı’sının affedici olmadığı söyleniyordu. 1970’lerde İslam’ı benimseyen ünlü pop star Cat Stevens (Yusuf İslâm), 1985 yılında ilgilenmeye başladığım bir sanat dalıyla ilgili konuşma yapmak üzere davet edilmişti. Bu konferansa ben de katılmıştım. Çünkü bu kişi çok ünlüydü. Cat Stevens okulda kendisine 1+1= 2 olduğunu, ama Hristiyanlık’ta 1+1+1=3 değil, 1 olduğunu öğrettiklerini söyledi. Eğer bu öğretilen, başka alanlarda bir anlam ifade etmiyorsa neden dinden etsin ki? Dinde de bir mantık olmalı. Cat Stevens mantıklı bir adamdı. Olayları sadece olduğu gibi aktarmaktansa, nedenleriyle açıklamayı tercih ediyordu. Daha sonra benimle aynı dersi alan birkaç Müslüman çiftle tanıştım. Hatta birkaç arasında çok kuvvetay Müslüman Müslüman olduğumu açıkladığımda, bir kızla li bir bağ olduğunu çevremdeki Müslüman arkadaşlarım arkadaşlık fark ettim. Eğer bir elimi sıkıp beni kucakladılar ve yaptım ve o Müslüman diğer bir sonra da beni yemeğe davet ettiler. beni İslam’a Müslüman’a “kardeMüslümanlar arasında çok kuvvetli yöneltmeye şim” diyorsa bunun bir bağ olduğunu fark ettim. çalıştı. Bu çok derin bir anlamı Müslüman olması gerektiğini arkadaşlaanladım. rım bana İslam ile ilgili kitaplar verdiler. Günde beş vakit namaz kılmam gerektiğini İngiltere’deki Birmingham Islamic Propagation bildiğim halde bir iki vakit kılıyordum. Bu Centre’dan Ahmed Deedat’ın yazdığı kitapçıkdine ait ibadetleri yerine getirmem gerekilardan bir tane aldım. Kitapçığın adı İncil Tanrı yordu. Duygularımdaki ve hareketlerimdeki kelamı mıdır? Şeklindeydi. Müslüman arkadeğişimlerin ardından değişen ilk şey düşündaşlarıma neye inandıklarını, İslam’ın bilimcelerim oldu. Birkaç hafta içinde de kendimi le ilgisinin olup olmadığını, evrim teorisine tamamıyla Müslüman olarak görmeye başlainanıp inanmadıklarını ve Hz. Muhammed’in dım. gerçekten peygamber olup olmadığını sordum. Sorduğum her şey için mantıklı cevaplar aldım. Neredeyse her hafta bu merkeze sorular yazıp gönderdim. Yazdıklarımın hepsine cevap alıyordum. Birkaç mektuptan sonra İslam dini bana daha açık ve mantıklı gelmeye başladı. Sonra bana bir Kur’an gönderdiler, hemen ardından onlara Kur’an’ın Tanrı kelamı olduğuna inandığımı belirten bir cevap gönderdim. İnancımın ne olduğunu tam olarak anlayamıyordum ama gitgide İslam’a yaklaşıyordum. Annem ve arkadaşlarım benim Müslüman olup olmadığımı öğrenmek istiyorlardı. Çünkü İslam’ı savunan biri olup çıkmıştım. İslam ile ilgili ilk araştırmam 1988 yılının Eylül ayında başladı. İçki içmeyi ve domuz eti yemeyi bıraktım. İslam’ın doğru yol olduğuna dair düşüncelerim tam oturduğunda ise artık resmen kendimi Müslüman olarak ifade ediyordum. Bu; aniden, düşünülmeden verilen bir karar değildi. Mantığımla verdiğim bir karardı. 29 Ekim 1989 tarihinde Regent’s Park Camii’ne gittim. Orada din değiştirenlere yönelik çalışmalarda bulunan bir gruba katıldım ve kelime-i şehadet getirdim. O zaman yirmi dört yaşımdaydım. Müslüman olduğumu açıkladığımda, çevremdeki Müslüman arkadaşlarım elimi sıkıp beni kucakladılar ve sonra da beni yemeğe davet ettiler. Müslümanlar Önceleri ailem çok şaşırdı ve üzüldü. Galiba, İslam dinine gösterdiğim ilginin normal bir derse gösterdiğim ilgiden farklı olmadığını düşünüyorlardı. İlk önce, bunu anneme yüz yüze söylemektense, mektup yazarak anlatmayı tercih ettim. Ama mektubuma cevap yazmadı. Ben de telefon ettim. Konuşmamız ne iyi geçti, ne de kötü. Kararıma saygı gösterdi. Ancak herhangi bir politik olaya ya da gösteriye katılmamamı istedi. O sıralarda arkadaşlarımla görüşmektense camilere gidiyordum. Arkadaşlarım bu duruma çok şaşırmışlardı. Sanırım onları biraz ihmal ettim; ama sonra içki içmeye davet etmek yerine onlara camiye gitmeyi teklif ettim. İşyerimdeki arkadaşlarım benim seçtiğim dinin geri kalmış bir din olduğunu iddia ediyorlardı. Şimdi bir Müslüman olarak doğru şeyler yapmaya çalışıyorum. Önceleri de kötü şeyler yaptığımı sanmıyorum; ama artık daha iyisini yapmak için uğraşacağım. Okuduğum ve anladığım şeyleri uygulamaya çalışıyorum. Namaz kılmak ve bundan huzur duyduğumu hissetmek hoşuma gidiyor. Bir namazı kaçırsam kendimi kötü hissediyorum. Çünkü İslam hayatımdaki en önemli şey oldu. * Neden Müslüman Oldum? (İhtida Öyküleri), Haz. Aydoğan Arı, Yusuf Karabulut, Diyanet İşleri Başkanlığı yay. Ankara 2011. s.112-117. SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 73 DAĞARCIK Adem Güneş Din görevlisinin çocuklarla iletişiminde beden dilinin önemi etkisi altına almasıdır. Böylece kişi eğer ruhunÇocuklar yetişkinlerin ne söylediğinden daha da bir mutluluk hâli yaşıyor ise, bu dudaklarına çok ne söylemek istediğine dikkat ederler. Bu yansır, gözleri ışıl ışıl olur. Eğer ruhu daralmış nedenle yetişkinlerle girdikleri diyaloglarda ve içinde sıkıntılar var ise, bu da olduğu gibi, bütün çocuklar (farkında olmadan) yetişkinlerin bedenine yansır. beden dillerini okumakta maharet sahibidirler. Kişinin ruhu beden dili ile okunur. Bu açıdan Yetişkinin bir bakışını, bir gülüşünü, bir sessiz bakıldığında, beden dilinin sağlıklı işleyebilmeduruşunu çocuklar çok güzel anlamlandırırlar. si için en temel şart kişinin kendisi ile barışık Bundan dolayıdır ki, çocuklarla muhatap olan olmasıdır. Beden dilini kullanırken dikkat ediyetişkinler kullandıkları beden diline oldukça lecek hususlar: önem vermelidirler. Belki niyetler iyi olsa da, 1. Abartılı ifadeler: Mademki beden dili insakullanılan beden dilinde bu iyi niyet yansımının duygularında yaşadıklarının karşılığının yor olursa çocuklar sözel iletişimde sarf edilen bedenine yansımasıdır, o halde, abartılardan kelimelere değil, vücudun diline dikkat ederler. kaçmalı, hissetmediğini hissetmiş gibi bedeKaş yapayım derken göz çıkartmak nine yansıtmamalıdır. Eğer içimizden gülmek Çocuklara dinî eğitim verecek olan yetişkinler, gelmemişse gülmemeliyiz; ağlamak gelmiyorsa iletişimde beden dilini kullanmayı çok iyi biliçimizden, asla ağlar gibi yapmamalıyız. melidirler. Bazen iyi niyet ile söylenmiş olan 2. Göz ruha açılan kapıdır: Beden dilindeki bir söz, beden diline yansıyamaz ise çocuk sözen önemli işlevi gözler görür. İnsanın sanki lerinize değil, bedeninizin ifade ettiği anlama gözlerinde ruhuna inen bir yol varmış gibidir. yoğunlaşacaktır. Gözlere bakınca ruhun derinlikleri görünecek Özellikle gençler, yetişkinlere verdikleri değergibidir. İşte bu yüzdendir ki, içinde gizlilikleri onlarda göremezler ise, o kişiden uzakler barındıran kişiler iletişim laşmaya çalışırlar. Bilhassa kurdukları kişinin gözlerine yetişkinlerin tavır ve harebakmaktan çekinirler. Bu ketlerindeki tutarsızlıklar Beden dili, insanın nedenle, bir yetişkinin yapagençlerin dini değerler eğiruhunda yaşadığı cağı en önemli şey, çocukla timine zarar verir. bütün duyguların iletişim içinde iken, gözünü Beden dili nedir? bedenine aksetmesi, hiç sakınmadan çocuğun gözAslında beden dili, insalerine sıcacık bakabilmesidir. nın ruhunda yaşadığı bedenini de etkisi Böylece çocuk karşısındaki bütün duyguların bedenialtına almasıdır. yetişkinden “güven” hisseder. ne aksetmesi, bedenini de 74 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 Bazen iyi niyet ile söylenmiş olan bir söz, beden diline yansıyamaz ise çocuk sözlerinize değil, bedeninizin ifade ettiği anlama yoğunlaşacaktır. 3. Eşit mesafeden bakış: Çocuk ile kurulacak iletişimde yetişkinin boyu uzun olduğu için çocuğa tepeden bakıyormuş izlenimi uyandırabilir. Hiçbir insan da kendisine yukarıdan bakan birinden hoşlanmaz. Bundan dolayıdır ki, çocukla kurulacak iletişimde mutlaka çocuğun gözü seviyesine kadar eğilmek ve gerekirse dizler üzerinde durularak çocukla aynı seviyede konuşmak gerekir. 4. Baş şakaklardan okşanır: Yetişkinlerin en bildik davranışı çocukların başını okşamaktır. Böylece çocuğa değer verdiklerini düşünürler. Evet, bu söz yeri geldiğince doğrudur. Ancak eğer çocuğun başının neresi okşanacağı bilinmez ise, çocuk ile yetişkin arasında sürtüşme olur. Hiçbir çocuk başının tam tepesinin okşanmasından hoşlanmaz. Zira tepeden okşamak çocuk için küçüklük ifadesidir. Çocuklar en çok şakaklarından okşanmasını isterler. 5. Ses yumuşak olmalı: Birçok yetişkin çocuğu kontrol altına alabilmek ve ona söz geçirebilmek için sert bir ses tonu ile konuşmayı marifet zanneder. Hâlbuki sert bir ses tonu çocuğun duygu dünyasının kapanmasına ve öğrenmenin aksamasına neden olur. Bunun yerine, çocukla konuşurken, yumuşak bir ses tonu kullanmak gerekir. 6. Kelimeler sayılı çıkmalı: Çocuklar çok konuşan değil, anlaşılır konuşan yetişkinleri dinlemeyi tercih ederler. Bu nedenle anlatılan şeylerin çok olması marifet değil, çocuğun anlayabiliyor olmasıdır önemli olan. 7. Çocuk, avuç içleri açılmış yetişkini sever: Çocuklara elini uzatan yetişkin, avuçları açık ve yukarı gelecek şekilde çocuğa uzatmalıdır. Elin üstü yukarı gelecek şekilde çocuğa uzanmak çocuğa saldırmak gibidir. Emniyet hissi sunmak ise, avuçlar yukarı gelecek şekilde ve sakince çocuğa uzanmalıdır. Elindeki bir şey istenmelidir. 8. Gözler canlı olmalı: Gözlerin bir özelliği vardır ki, kişinin ruh dünyası sıcacık ve sevecen ise gözler ekstra ışıldar. Eğer kişi bir bıkkınlık ve bezmişlik içinde ise gözler solgundur ve ölü ölüdür. Bu yüzdendir ki, çocuklarla iletişim kuran yetişkinin öncelikle kendi gözlerinin içi gülüyor olması gerek ki, çocuk böylesi bir yetişkinden mutluluk kopyalasın. 9. Hareketler yavaş ve sükûnet içinde olmalı: Çocuklarla iletişim kuracak yetişkinin en dikkat edeceği şey, tavır ve davranışlarında yavaşlıktır. Sükûnet ve sekinedir. Çocuklar hızlı hızlı hareket eden, aceleci işler yapan, kendisini acele ettiren yetişkinlerden hoşlanmazlar. Çocuk fırsat yakalamak ister, yetişkinin aceleci tavrı nedeni ile bu fırsatları kullanmak istemeyebilir. 10. Beden dik durmalı: İnsanlar karşıdaki insanın bedeninin tükenmişliğini algıladığında o kişinin duygularının da tükenmiş olduğu hissine kapılırlar. Bu nedenledir ki, vücut sanki yorgunluk ve bir tükenmişlik hissi uyandıracak derecede çökmüş ve kendinden geçmiş gibi durmamalı, enerji dolu bir diklik içinde çocukla iletişime geçmelidir. SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 75 KÜRSÜDEN Konu: Peygamber sevgisi Yunus Akkaya Basılı Yayınlar Daire Başkan Vekili I. Plan a) Peygamber sevgisinin anlamı ve önemi b) Kur’an-Kerim’de ve hadislerde peygamber sevgisi c) Hz. Peygamber’i sevmenin belirtileri II. İşlenişi Konuya peygamber sevgisinin anlam ve önemine değinilerek başlanır. Hz. Peygamber’i sevmenin imanla ilgili boyutu üzerinde durulur. Peygamber sevgisi konusu ayet ve hadislerden yararlanılarak genişçe izah edilir. Bu bağlamda peygamberimizin âlemlere rahmet olarak gönderilmesi, üstün insani niteliklere sahip olması, güzel ahlakı ve ümmetine olan düşkünlüğü anlatılır. Daha sonra peygamber sevgisinin ancak; onun davetine icabet etmek, sünnetini yerine getirmek, sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemek ve ahlakını örnek almak suretiyle mümkün olacağı vurgulanır. Son bölümde kültürümüzde ve edebiyatımızda peygamber sevgisi konusu üzerinde durulur ve genel bir değerlendirme yapılarak vaaza son verilir. III. Özet sunum Hz. Peygamber’e inanmak ve onu sevmek imanın temel şartlarından birisidir. Kur’an’ın ifadesine göre en üstün ahlak sahibidir. Etrafına ışık saçan bir kandildir. Kendisine tabi olanları daima en doğruya götürür. Bütün insanlar için rahmet olarak gönderilmiştir. Allah’a ve ahiret gününe inananlar için en mükemmel bir örnektir. Hz. Peygamber’in hayatı incelendiğinde; o, Allah’a gönülden bağlan- manın, onun emirlerini aşkla yaşamanın, insanların ızdırabına ortak olmanın, onlara sırf Allah rızası için yardım etmeyi bir vicdan zevki hâline getirmenin, yine onlara sırf insan oldukları için sevgi ve saygı duymanın, intikama muktedir iken affetmenin en güzel örnekleri görülecektir. Gerçek bir mümin kendisine örnek edineceği bu ideal insanı Yüce Allah’tan sonra kendi canından, malından, her şeyden ve herkesten daha çok sever ve onu kendisine rehber edinir. IV. Konu ile ilgili bazı ayetler De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (Al-i İmran, 3/31.) “And olsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe, 9/128.) “Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır…” (Ahzab, 33/6) “Şüphesiz Allah ve melekleri peygambere salat ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salat edin, selam edin. Şüphesiz Allah ve Rasulünü incitenlere, Allah dünya ve ahirette lanet etmiş ve onlara aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.” (Ahzab, 33/ 56, 57.) Konu ile ilgili ayrıca şu ayetlere de bakılabilir: Al-i İmran, 3/128,164; Nisa, 4/69; Tevbe, 9/24,129; Nahl, 16/64; Kaf, 50/45; Kehf, 18/6; Nur,24/62-63; Şuara,26/3, 215; Haşr, 59/7; Kalem 68/4; Müddessir,73/1, 4. V. Konu ile ilgili bazı hadisler Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz beni annesinden-babasından, çoluk-çocuğunuzdan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.” (Buhari, Sahih, İman, 2/89.) “Hz. Ömer: “Ey Allah'ın Rasulü! Ben sizi canımdan başka her şeyden daha çok severim" dedi. Peygamberimiz: Ey Ömer! Canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, beni canından daha çok sevmedikçe olgun mümin olamazsın, buyurdu. Peygamberimizi dikkatle dinleyen Hz. Ömer: Ey Allah'ın Rasulü! Vallahi ben şimdi sizi canımdan daha çok seviyorum, deyince Peygamberimiz: İşte Ya Ömer, şimdi olgun mümin oldun buyurdular.” (Aynî, Umdetü'lKârî,1/144.) Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Üç özellik vardır; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını alır: Allah ve Rasulünü, (bu ikisinden başka) herkesten fazla sevmek. Sevdiğini Allah için sevmek. Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek. ” (Buhari, Sahih, İman, 2/9.) Bir bedevi Rasulüllah (s.a.s.)’a: Kıyamet ne zaman kopacak? Diye sordu. Efendimiz: “Kıyamet için ne hazırladın?” buyurdu. Allah ve Rasulünün sevgisini, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “O halde sen, sevdiğin ile berabersin.” SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 77 buyurdu. (Müslim, Sahih, Birr ve Sıla, 45/50.) VI. Konu ile ilgili bazı hikmetli sözler Muhammed'in barbar, kan dökücü insanların vahşi geleneklerini, sayısız ilerlemelere dönüştürmesinden başka bir şöhrete ihtiyacı yok. O'nun hikmetli dini, dünyayı hâkimiyeti altına alacaktır. Muhammed (s.a.s.) hürmet ve saygıya layıktır. (Tolstoy) Muhammed, büyük bir insandı; erdem ve mükemmellik örneği ile büyük insanlar yetiştirdi. Hikmetli bir kanun yapıcı, adil bir yönetici, münzevi bir peygamberdi. Dünyanın o ana kadar benzerini görmediği bir devrimi gerçekleştirdi. (Voltaire) Hiç kimse Hz. Muhammed’in prensiplerinden daha ileri adım atamaz. Avrupa’ya nasip olan bütün başarılara rağmen bizim konulmuş olan bütün kanunlarımız, İslam kültürüne nispetle eksiktir. Biz Avrupa milletleri medeni imkânlarımıza rağmen, Hz. Muhammed’in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız. Şüphe yok ki, hiç kimse bu yarışmada onu geçemeyecektir. (Goethe) VII. Verilebilecek mesajlar Günah bataklığındaki Mekke toplumunda dahi tertemiz bir gençlik dönemi geçirmiştir. Kendisine iman etmeyen müşrikler tarafından bile el-Emin olarak nitelendirilmiştir. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Ümmetine çok düşkündür ve müminlerin sıkıntıya düşmesi ona çok ağır gelir. 78 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 Müşriklerin her türlü hakaret ve işkencelerine rağmen peygamber nezaketinin en güzel örneklerini sergilemiştir. Cennetle müjdelenmesine rağmen ibadetlerine bağlı kalarak ibadetlerin bizler için Allah’ın bir lütfu olduğunu göstermiştir. İnsanlık için en güzel örnektir ve onun ahlakı Allah Teala tarafından “Muhakkak ki sen, en yüce ahlak üzeresin.” şeklinde takdir edilmiştir. Allah sevgisi Peygamber Efendimiz’e tabi olmaktan geçer. Hz. Peygamber’in davetine icabet, sünnetini yerine getirmek ve ahlakını örnek almak ona olan sevginin bir tezahürüdür. VIII. Yararlanılabilecek diğer bazı kaynaklar • İslam Peygamberi, Muhammed Hamidullah, trc. Salih Tuğ, M. Said Mutlu, İstanbul, İrfan Yayınevi, 2002 • Hz. Muhammed’in Hayatı, Martin Lings, İnsan yayınları. • Hayatü's-sahabe: Peygamberimiz ve ilk Müslümanlar, Muhammed Yusuf Kandehlevi; trc. Sıtkı Gülle, İstanbul, Divan Yayınları, 1990. • Hazret-i Peygamber’in Hayatı: Siyer-i Nebi/Osman Keskioğlu, Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı, 1974. • Riyazü’s-Salihin, Nevevi, tercüme ve şerh eden M. Yaşar Kandemir, İsmail L. Çakan, Raşit Küçük, İstanbul, Erkam Yayınları, 2001. Vural Kaya FAHRIÂLEM ROMANI Fahrıâlem eseri Zeynel Abidin Rahnuma’nın kaleme E fendimiz aldığı alanında farklı ve etraflı bir çalışma hüviyetindedir. ROMAN TARZINDA İLK SİYER ESERİ Eser hacim ve muhteva bakımından tatminkâr olmakla birlikte İslam dünyası açısından düşünüldüğünde geç kalınmış, gecikmiş bir eserdir de. Çünkü şimdiye dek kültür ve medeniyetimiz tarihî bağlamla birlikte düşünülerek ele alındığında uzun yıllardır Efendimizin hayatını çeşitli bakımlardan ele alan düşünür ve alimlerimiz Rahnuma’nın mezkûr eserine gelinceye kadar farklı bir tarz denememiştir. Rahnuma’nın eserinin en belirgin özelliği kaynakları edebiyatla alakalandırarak yeni zamanlarda karşımıza çıkan roman tarzında denemeye çalışmasıdır. Efendimiz Fahrıâlem, mütekâmilen bir roman mıdır, ayrıca düşünülüp tartışılabilir. Müslümanların edebî geleneği içerisinde roman pek yeni bir alandır fakat kadim geleneğimizde romanın işlevini üstlenen Bir “mesnevi” geleneğimiz bulunmaktadır. Zeynel Abidin Rahnuna âdeta geleneksel “mesnevi” geleneğimizle yeni zamanların türü olan “roman”ı mezcederek ve kaynaklarına da hassasiyet göstererek Efendimiz Fahrıâlem’i ortaya koymuştur. Eser Diyanet Vakfı Yayınlarınca tercüme ettirilip hayat bulmuştur. Tercümesi Doç. Dr. Hayati Aydın ve Cemil Sönmez tarafından gerçekleştirilmiş olup, eserin Türkçe halinin bir diğer özelliği de tercüme başarısı olmuştur. En Güzel Farsça Türkçe Çeviri Ödülü etkinliğine mütercimleri katılmış ve orijinal adı “Peygamber” olan Rahnuma’nın bu eserinin tercümesi dolayısıyla ikincilik ödülü kazanmışlardır. “ARTIK YOL KESİCİLERDEN EMİN OLUN, EY GÖNÜL VE BİLGE KAFİLELERİ! ÇÜNKÜ KILAVUZ YETİŞMİŞTİR.” HAFIZ Efendimizin çocukluk ve gençlik yıllarına dair derinlikli araştırma, bilgi ve materyal seviyesi oldukça dikkat çekidir. Bu dönemleri romanlaştırmanın zor ve çekinceli yanları olduğu halde Rahnuma, buna âdeta korkusuz yaklaşarak şecaat göstermiştir. Belirli kişiler üzerinden karakter oluşturarak belli bir roman dili oluşturmak da aynı derecede zordur. Bu da oldukça başarılı bir dereceyle okura sunulmuş olup eserdeki salt didaktik ifadelerin, kuru anlatımın da önüne geçilmiştir. SAYI: 256 • NİSAN 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 79 Eserde, Efendimizin sözlerinin büyük bir şiirsel akıcılık ve ustalıkla işlendiğini görmek mümkündür. Bu da yazarın kabiliyet ve maharetiyle alakalıdır. Böylesi melekeleri yüksek bir edibin kaleminden Efendimizi okumak ayrı bir haz vermektedir. Eserin bir başka dikkat çekici özelliği ise 1935 yılında Rıza Tevfik’in Lübnan’da bu esere bir mukaddime yazmış olmasıdır. İSLAM DÜNYASI AÇISINDAN DÜŞÜNÜLDÜĞÜNDE GEÇ KALINMIŞ, GECİKMİŞ BİR ESERDİR DE. ÇÜNKÜ ŞİMDİYE DEK KÜLTÜR VE MEDENİYETİMİZ TARİHİ BAĞLAMLA BİRLİKTE DÜŞÜNÜLEREK ELE ALINDIĞINDA UZUN YILLARDIR EFENDİMİZİN HAYATINI ÇEŞİTLİ BAKIMLARDAN ELE ALAN DÜŞÜNÜR VE ALİMLERİMİZ RAHNUMA’NIN MEZKUR ESERİNE GELİNCEYE KADAR FARKLI BİR TARZ DENEMEMİŞTİR. DİLDE SADELİK, İFADE VE ANLATIM ZENGİNLİĞİ VE OKURU KUŞATMASI “Küçük bir gemi, gecenin karanlığında, büyük bir denizin coşkun dalgaları arasında yelken açmıştı. Gecenin karanlığı, Arabistan Yarımadası insanının cehaleti; coşan dalgalar ise Kureyş ileri gelenlerinin dizginlenemeyen heva ve hevesiydi. Büyük deniz, vahşi Araplardı. Küçük gemi ise, tevhit sözünün etrafında toplanmış bir avuç insandı. Müslümanların sayısı beş yüzü geçmiyordu; ancak gönüllerinde İslam’ın aşkı, fikirlerinde ise ilahî bir nur taşıyordu. Bu mümin grup, bu karanlık insan denizinde, özel bir nur ile parlayan, günden güne güzelleşen ve renk renk ışık saçan bir erdemli şehir oluşturdular.” [s. 553] Eserin müellifi bu eserin sadece bir roman olmadığını ve kaynaklara, rivayetlere hassasiyetle yaklaştığını ifade etse de eserin roman olarak anılması ya da roman olarak telakki edilmesi de ayrıca önemlidir. Zira romanda Müslüman edebiyatının terakki göstermesi elzemdir. Bu boşluğu doldurabilecek mühim ediplerin alanlar arası münakaşalardan çok eserlerdeki değerleri ve okurla buluşmasını 80 DİYANET AYLIK DERGİ NİSAN 2012 • SAYI: 256 mühim mevzu saymaları gerekmektedir. Müellifin rivayetleri ve hadis-i şerifleri roman metni içerisinde işlenmesi ve edebiyatla sahih kaynakları meczetme mahareti ayrıca dikkate şayandır. Bunda başarı gösterebilmek fevkalade güç iştir ve ehliyet gerektirir. “Kılıçlarını kınından çekip yukarı tutan Hişam ve arkadaşları, “gidelim…gidelim…” diye bağırdılar. Ebu Cehil’in “Siz bunu yapamazsınız, bütün kabilelerin altına imza attıkları bir anlaşma metnini yırtamazsınız” diye yükselen sesi, Hişam ve Zübeyri haklı bulan ve onları destekleyen topluluk tarafından bastırıldı. Hişam ve Zübeyr, arkalarında yavaş yavaş çoğalan halkla birlikte Kâbe avlusuna girdiler. En uzun boylu bir kimsenin bile yetişemeyeceği bir yükseklikte asılı antlaşma metnini birbirlerine işaret ettiler. Bu arada iki kişi ellerini birbirine geçirerek yapay bir merdiven oluşturdular. Hişam, ayaklarıyla bu iki kişinin yukarıda tuttukları avucuna basarak antlaşma metnini duvardan indirdi. İnsanlar aşağı indirilen antlaşma metninin etrafını sardılar.” Rahnuma’nın edebî anlatımı, dildeki akıcılığı, tasvir gücü, içli anlatımı görüldüğü üzere bir araya gelerek eserin yüksek düzeyde değerli ve kaliteli bir çalışma olduğunu göstermektedir. Hz. Peygambere dair okuma alanlarının giderek genişlemesi ve çeşitliliğin de artması ayrıca mutluluk vericidir. Edebî değeri yüksek başka eserlerin de vücuda getirilmesine öncülük edecek eserin daha büyük okur kitlelerine ulaşması temennimizdir.