savaşın kirlisi temizi olmaz lanetliyoruz!

advertisement
kızılbaş
Agustos 2013-Sayı 29
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
savaşın
kirlisi temizi
olmaz
lanetliyoruz!
kızılbaş - sayfa 2 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş
yayınlayan / veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni:
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi: hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
[email protected]
berlin temsilcisi: ali koçak
[email protected]
tel: 0177 457 79 78
stuttgart temsilcisi: ali usta
[email protected]
tel: 0176 78 56 12 71
adres: bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 ağustos 2013 sayı: 29
yeni web sayfamız:
http://www.kizilbas.biz
kızılbaş’ın eski sayılarını
bize vereceğiniz e-mail adresinize
pdf dosya olarak gönderebiliriz.
k izilbasdergisi@k izilbas.biz
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :..........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg
6 sayı 30 € - 12 sayı 60 €
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindek iler:
Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ................................................. Ali Ülger
Sayfa 06 - SEY QAJİ’NİN ANIT MEZARI’NIN AÇILIŞI KONUŞMASI
................................................................................ Dr. Daimi Cengi
Sayfa 08 - Aleviler ve MİT-Öcalan Mutabakatı - 2 ..... Cemil Gündoğan
Sayfa 14 - FESTİVALE DAİR SÖZÜMÜZ VAR! ..................... Hatice Çevik
Sayfa 17 - Kültürel ve Ekolojik Kırıma Hayır. Diren Dersim!
.............................................................................. Okan Manaz
Sayfa 18 - Zazaca Kursu, yaz tatilinden sonra devam edecek!
Sayfa 19 - İSMAİL BEŞİKÇİ VE DERSİM PANELİ
.................................................................... Dr. Daimi Cengiz
Sayfa 21 - İttihat ve Terakki’nin Kürd politikaları ............ Porf. AYŞE HÜR
Sayfa 24 - GEZİ DİRENİŞİ DEĞERLENDİRİLMESİ - YERELDE
OLUŞTURULMAYA ÇALIŞILAN PLATFORMLAR VE
ALEVİLERİN TUTUMU. .................... Mustafa Karabudak
Sayfa 25 - AYKIRI DOĞRULAR .................................................. Cevat Sinet
Sayfa 27 - Yedinci yüzyılda, İslam ordularının Zerdüştilere yaptığı
........................................................................... katliama ağıt
Sayfa 28 - Belçika’da Süryani soykırımı anıtı dikiliyor
Sayfa 29 - Tunceli Cemevi’nden Ramazan iftarı
Sayfa 30 - Türkiye PYD Görüşmesi… ............................... İbrahim GÜÇLÜ
Sayfa 32 - Süryaniler ve Yakındoğu .......................... Dr. İsmail Beşikci
Sayfa 36 - PONTOS SOYKIRIMI TBMM’DE (21 AĞUSTOS 1922)
NASIL KONUŞULDU .................................. Devrimci Karadeniz
Sayfa 37 - Nevşehir’in Rum Mirası Kentsel Dönüşüm Kurbanı
......................................................................... Serdar Korucu
Sayfa 38 - PONTUSLARIN YAŞADIĞI YURTLARININ
ADAI ANADOLU DEGİL.
Sayfa 40 - ΔΕΛΤΙΟ ΤΥΠΟΥ .................................. Stefanos Tanimanidis
Sayfa 41 - SOYKIRIMLA SİLİNEN BATI-ERMENİSTAN’IN
TARİHSEL GERÇEKLİĞİ İNKAR EDİLEMEZ! .. Hovsep Hayreni
Sayfa 48 - Kayıp Ermenileri Buluşturan Mezar Taşları ....... Sultan Kılıç
Sayfa 51 - Akh merıt merni Sari Gyalin ...................................... Aram Ararat
Sayfa 52 - Komşunun peygamberine “kış” demek ne zaman suç olur?
....................................................................... Sevan Nişanyan
Sayfa 53 - ANNEANNEM ........................................................... Canan UÇAR
Sayfa 54 - PERİ’DE SEFERBERLİK ............................. Hovsep Hayreni
Sayfa 55 - Minaresiz Camiiler ve Alevi Asimilasyonu! ......... Erdal Yıldırım
Sayfa 56 - (K)Odlama Mı? ............................................ Adnan Cangüder
Sayfa 57 - Salih Müslim ikinci kez İstanbul da
Sayfa 57 - ERMENİ YETİM DÜNYASINDAN Aintura Yetimhanesi
.......................................................................... Sait Çetinoğlu
Sayfa 58 - Söyleşi ................................................................................ Cemal Taş
Sayfa 61 - 2 Ağustos 1914: İttihat ve Terakki, Almanya ile gizli ittifak
anlaşması imzaladı
Sayfa 62 - Bir Kavram Bin KIRIM Yanilsamalar-7 Laiklik: laiklikği isim
................................................................................. Ali Haydar Kanlı
Sayfa 64 - 1931 Jandarma’nın Dersimli Tarifi
Sevdiğim'le malımızı bölüştük.
Halı ona düştü, çul bana düştü,
Şu senin, bu benim derken anlaştık
Kervan ona düştü, yol bana düştü
Beni üryan etti, saldı çöllere,
Kendisi benzedi gonca güllere
Karayı bitirdik, döndük sulara,
Derya ona düştü, sel bana düştü.
Kul Ahmed'im güzel didara baktık
Ay ile Güneşi ona bıraktık,
Gayri yer yeryüzünden göklere çıktık,
ALLAH ona düştü, KUL bana düştü,
Kul Ahmed
Aşık Hüdai
Gönül Çalamazsan Aşkın Sazını
Ne Perdeye Dokun Ne Teli İncit
Eğer Çekemezsen Gülün Nazını
Ne Dikene Dokun Ne Gülü İncit
Dinle ki Bülbülü Gelesin Coşa
Karganın Namesi Gider Mi Hoşa
Meyvesiz Ağacı Sallama Boşa
Ne Yaprağını Dök Ne Dalı İncit
Bekle Dost Kapısını Sadık Dost İsen
Gönüller Tamir Et Ehli Dil İsen
Sevda Sahrasında Mecnun Değilsen
Ne Leyla'yı Çağır Ne Çölü İncit
Rızaya Razı Ol Hakka Kailsen
Ara Bul Mürşidi Müşkülde İsen
Hakikat Şehrine Yolcu Değilsen
Ne Yolcuyu Eğle Ne Yolu İncit
Gel Haktan Ayrılma Hakkı Seversen
Nefsini Islah Et Er Oğlu Ersen
Hüdai İncinir İnciden Versen
Ne Kimseden İncin Ne Eli İncit
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Cangözü
ile
görmek
remez. Çünkü bu siyaset CHP
aracılığıyla işletilmektedir. CHP
Dersim ve diğer katliamların ve
soykırımlarının birincil dereceden
sorumlusu! CHP gölgesine giren
Solcuların ve Zazacıların günah
ve suçları devletin MİT-APO ittifakından daha az değiller!...
Ali Ülger
Zaman ve siyaset hızla akıp gidiyor. Kimi zaman insanlar, topluluklar bu akıntının içinde kendilerini kaybederler.
Dünyada ve memlekette değişimler, dönüşümler öylesine hızlı
yaşanıyor ki, insan bu hıza yetişemeyince tarumar olup eziliyor
asimilasyondan kendi yakasını
kurtaramaz bir hâle geliyor..
Sovyetlerin, Doğu Avrupa’nın
hızla çözülmesi çok ciddi aydınlanmayı da beraberinde getirdi.
Yugoslavya, Arap-Baharı, YakınDoğuda işletilen siyasetler bizleri
de derinden etkilemektedir.
Kürt ulusal kesimlerinin içine girdikleri yeni dönemde biz Kızılbaşları direk etkiliyor.
A. Öcalan’ın tek başına yürüttüğü
MİT ile barış süreci de PKK’nin
hukuki ve siyasi işleyişini de açık
sergilemesi açısından önemlidir.
TC. Devletinin elinde tutsak bulunan bir liderin özgürlük mücadelesine tek başına kendini yetkili
ve hâkim görmesi de sağlıklı bir
davranış ve demokratik bir tutum
değildir.
Güney Kürdistan’da yapılan ulusal birlik toplantılarına Kızılbaş
Kürtlerin davet edilmemesi de biz
Kızılbaşlara güven vermemektedir.
***
Dersim festivali yapıldı. Katılan
ve organize edenlerin kendi iç
dünyalarını kendi işleriyle ortaya
koydular.
“iş kişinin aynasıdır” deyimi çok
güzel süzülüp söylenmiş doğru
sözdür. Bu hâliyle Dersim Festivali için de geçerlidir.
Kürt devleti istemeyen beyaz
Kürtler Türk kardeşleriyle insanca barış içinde bir arada(!) TC
dâhilinde yaşayabileceklerinin ön
anlaşmasını TC devletinin gizli
istihbarat teşkilatı şefiyle ortaklık yapıyorlar. CC. Allah hayırlı
uğurlu eylesin deriz. İstemeyenleri
de Cin-Şeytan çarpsın diyelim.
Bizim çok açık ne TC devletinin
ne de A. Öcalan’ın bu ortaklığına
güvenimiz yoktur.
Bu iş Kedi Fare kardeşliğidir.
Şimdi Dersim Festivaline bu
ruhun gölgesinde ev sahipliği
yapanların da işleri bu gölgenin altında kalmıştır. Dersime
bu ittifakı bu kardeşliği dayatan
devlet Apo siyaseti dayatılmıştır.
Bu yaklaşıma destek azalmıştır.
Giderek de azalacaktır. Hayırlı
bir gelişmedir...
Diğer yanda da devlet Apo ittifakına karşı çıkıp devletin diğer
kesimine sığınanların da siyasetleri Dersim’e hiç hayır geti-
***
CHP daha önce MHP ile ortak
hükümet kurdu. Bu ittifaka hiç bir
Alevi - Bektaşi örgütlenmelerinin
karşı tepkisi olmadı.
Yakın gelecekte yapılacak olan seçimlerde CHP ve müritleriyle yeni
ittifaklar gündeme gelecek. CHP,
MHP, İP ve diğer yedek solcular
ile oluşabilecek bloka karşı açık
tavır alan Alevi - Bektaşi örgütleri olacak mı? Bunu hep beraber
göreceğiz!.
***
Devletin her iki kolu da toplumda
var olan siyasal gurupları kendilerine yedeklemek için özel çaba
gösterirler. Bunu başaramazlarsa
bastırmaya etkisiz hâle getirmeye
çalışırlar.
Tam da bu noktada Kızılbaş-Alevi-Bektaşi topluluklarının var olan
örgütlenmeleri devlet tarafından
parsellenip mülklerine geçirilmiştir.
Bu zapta geçirilmeden rahatsız
olanların bu işgalin dışında kendini ifade edecek öz örgütlülüğünü
oluşturması gerekiyor.
Devlet partilerinin Kızılbaş-Alevi
siyaseti tektir “Kızılbaş-Alevileri
önce Türk yapılacak. Sonra da
devletin müsaade ettiği kadar da
Müslüman yapılacaklar. Bunlara
uymayanları da imha edilecektir.” Kızılbaş-Alevilere uygulanan
devlet siyaseti TC tarihinde hep
böyle olmuştur. Yapılan katliam
soykırımları bu devlet kuramının
ürünleridir.
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Şimdi bunları bilen sadece biz
miyiz? Elbette hayır. Kızılbaş-Alevi örgütlenmelerindeki kadroların
hemen hemen tümü bunu bilirler.
Ama gereğini yapmazlar! Çünkü
maraba kalmaya iman etmişlerdir
de ondan.
Bu durumlarını bilip de boyun
eğenlerimiz Hınzır Paşalar elbette
düşkündürler. Kapılarının önünde
KARATAŞ vardır!...
“Hz. Ali’yi sevmek Alevilikse ben
dört dörtlük Aleviyim diyen Başbakana soruyorum?! Siz de Bizim
gibi KIZILBAŞ-ALEVİ MİSİNİZ?!
Atalarınızın kanlı fetvalarına kendinizi de dâhil ediyor musunuz?
Osmanlı Devletinin almış olduğu
insanlık suçu olan bu fetvalar TC
Devletinde de yürürlüktedir.
Bu utanç verici fetvaların kaldırılıp özür dilemeyi öneriyorum!..
***
Kızılbaş-Alevilerin de kendi partisi olsun dendi mi hep bir ağızdan
“hayır olmaz” diye yükselen devlet partilerinin ve marabalarının
korosuyla karşılaşıyoruz. Demek
ki yaraları var gocunuyorlar!...
Haklı bir talebin sesini bastırmak
için...
***
Kızılbaş-Aleviler içinde İslam
Müslüman, AKP düşmanlığı
yapanların düşürüldükleri durumları vahimdir. Bu siyaset devlet
siyasetidir.
“Kızılbaşın kestiği yenmez”
“Kızılbaşa selam verilmez”
“Kızılbaşın malı canı ırzı helaldir”
“Kızılbaşı öldüren cennete gider”
“Kızılbaş elinde ölen ve şehit(!)
Müslüman’a cennet garantisi var”
“Kızılbaş-Aleviler ana bacı tanımazlar! Mum söndürürler”
Bu kanlı fetvanın tam metnini alttaki adresten görmek mümkündür.
http://www.kizilbas.biz/
belgeler/101-seyhuelislamebussuud-efendi-fetvalari.html
Müslümanlar içinde de KızılbaşAlevi düşmanlığı da devlet siyasetidir. Her iki kesim de devletin
hâkimiyeti için bu iğrenç siyasete
maraba yapılmışlardır.
Her iki kesimde var olan dürüst
samimi bireylerin bu bölücü
asimilasyoncu ırkçı siyasetine
karşı çıkmasını öneriyorum, Talep
ediyorum!
Kızılbaş-Alevilerin de kendi siyasal, ekonomik, demokratik taleplerimizi kazanmak için siyaset
alanına kendi öz örgütümüz ile
kendi gücümüz ile çıkıp mücadelemizi yükselterek haklarımızı
kazanabiliriz.
Bugüne kadar devlet partilerinden
medet umarak hiç bir basit sorun
çözülmediği gibi sorunlarımıza da
zam yapılmıştır.
***
Kızılbaş-Alevilerin siyasal öz
örgütlenmemizin sorunları tartışmak kamuoyuyla açık, yüz yüze
konuşabilmek için son baharda
Ankara’da bir konferans hazırlığımız var. Tarih, gündem, yer ve
zaman bilgilerini yakın gelecekte
kamuoyumuz ile paylaşacağız.
Bilgi ulaşım çağında yaşıyoruz.
Kurulacak öz Partimizin var olan
klasik partilerden farklı olmalıdır.
Modern teknik teknolojik donanımlar ile yüklenmelidir. Şiddetin,
terörün dışında barışçıl, demokratik değerler ile donatılıp açık
siyaset geniş katılımlar ile gelişmelidir.
Yenilenme, yeniden yapılanma ile
demokratikleşme önümüzde duran
ciddi bir sorumluluktur.
- Ya adam gibi kendimize sahip
çıkacağız!
- Ya da devletin ırkçı inkârcı asimilasyoncu siyasetine yem olacağız!..
Saygılarım ile
can cana
yeni çıktı PANELİN tamamı video kayıtı yapıldı. 2 dvd den oluşan paneli isteyen
herkeze posta ile gönderilir. posta ücreti dahil 15,00 tl. avrupa ve diyer ülkeler 15,00 €
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
sey qaji’nin türbesi açıldı
SEY QAJİ’NİN ANIT MEZARI’NIN AÇILIŞI
KONUŞMASI
Dersim’in koca Homeros’u Sey Qaji
(Seyit Gazi) Alevi Ocaklarının serçeşmelerinden Sey Sovınu (Seyit sabun)
Ocağı’ı mensubu ve cem yürüten dede
olarak seyit kimliği ile tanınırdı. Kılam ve mani yakıcısı, Dersim halk şairlerinin piri olarak da şair kimliği ile
tanınırdı. Ancak onun şair kimliği hep
önde idi.
Bıxeleşnime namus u serefê Anadoliye.
İngiliz ve Fransız emperyalistleri
Anadolu’nun kapısı ve kilidi olan Çanakkale ve Gelibolu’yu işgâl ederek
İstanbul ve bütün Anadolu’yu ele geçirmeyi hedefliyorlardı. Anadolu’da
seferberlik vardı. Desimliler de bu seferberliğe zorunlu dahil edilmişlerdi.
Bu işgâl hareketini ve savaşı Sey Qaji
şöyle dile getirir:
Sey Qaji üzerine yaptığımız 30 yıllık alan çalışması ile şairin yaşamını,
sanatını ve manzum eserlerini içeren
‘Dizeleriyle tarihe tanık Dersim şairi
Sey Qaji’ adlı kitabı yayımlandık. Bazı
bilim adamları bu çalışmamızı şöyle
yorumladılar: ‘Bu kitap ile şair sözlü
hafızanın kısa tarihinden alınarak edebiyatın yazılı tarihine kazandırıldı ve
ölümsüzleştirildi’.
Sey Qaji; Tanzimat, Meşrutiyet, İttihat
ve Cumhuriyet dönemlerinin tanığı
ve manzum tarihçisidir: O, bu iktidar
dönemlerinin Dersimliler için ne ifade
ettiğini şu mani ile ifade eder:
rine, emperyalist işgâllerine ve aşiretlerin kör kadeş kavgalarına kılam ve
manileriyle protest duruş sergiler. Şairin bu uzlaşmaz tavrı ve duruşu, zalimin karşısında secde etmeyen ahlaki
bir tavırdır. Çarlık Rusyası’nın 1916’da
Doğu Anadolu’yu işgaline şu kılamla
karşılık verir:
Dewrê Tanjımati
Dewrê Hurati
Dewrê Cumrati
Pêro ki mı di.
Bara marê bi tertele u afati.
Bu dönemlerin anti demokratik uygulamalarına, feodal baskı ve zülümle-
Rozê ama disemiye
Wurıs koto Anadoluye
Padisi kerdo qexpen u yıntızar u babağıye
Lawo pêrode ma pêrodime
Bıxelesnime namus u serefê Desim u
Kırmanciye
Dr. Daimi CENGİZ
Sewqetê ma do are berdo
Çhanaqala u Gelibolıye.
Ma cek giredayi, duzmeyi eşti ho miye
Hot seriyo dame pêro
Seweta kılıtê Anadoluye.
Haq paytaxte padısi bırızno
Xêr u hêsa ma hette qewıl nebiye
Neche vosnê qeri,
Kılıtê kowunê Desımi kerdi vind seferberliğiye
Dame pêro, gorn u mezelema belu niye
Sair! Şuarede namê ma cıfıye.
Sey Qaji’nin kılam ve manilerinde Dersim halk kimliği, kişiliğinin ve sosyal
değerlerinin kodları mevcuttur. O,
Dersim’in Homeros’u, Dede Korkut’u,
Ahmedi Xani’si ve Firdevsi’sidir.
Bazı bilim adamları akademik or-
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tamlarda Sey Qaji üzerine yaptığımız
sunumlarımızı değerlendirdiler. Hayatın değişik alanlarını konu edinen,
kılam ve manilerinde çizdiği rol ve
karekterlerden ötürü Sey Qaji ile 16
yy. İngiliz şairi ve oyun yazarı William Sekspir’in çizdiği rol ve karekterler arasında şöyle paralellik kurdular:
‘Sekspir İngiltere’nin tapusu ise Sey
Qaji de Dersim’in tapusudur’.
Almanya’nın Frankfurt Üniversitesi
karşılaştırmalı diller bölümü başkanı
Prof.dr Jost Gippert, ‘Dizeleriyle tarihe tanık Dersim Şairi Sey Qaji’adlı
kitabımıza yazdığı önsözde şaire dair
şu tespitte bulunur: ‘Sey Qaji’nin manileri ve kılamları belagati yüksek (derin anlam, anlatım,estetik ve stilistik)
içeren bir belge olma özelliği taşır….
Şairin ana dilinin henüz resmiyette
anadil olarak algılanmadığı bir zamanda oluşmuş eserler olarak Zazaca’nın
muktedir ifade derinliğinden yakın bir
perspektif sunmaktadır.
Sey Qaji ile aynı yüzyılın bir kesitini
paylaşan biri Türk halk şairi Asık Veysel ve diğeri de Kürt dengbeji Evdale
Zeynıke arasında küçük bir mukayese
yapmak istiyorum.
Gözlerinden ama olan Aşık Veysel
(1894-1973) de büyük bir Alevi şairi
olarak pek çok değerli manzum eserler üretti ve sazda essiz icra tarzını
miras bıraktı. Daha ziyade tabiat ve
aşk konulu repertuar icra etti. Ancak
Veysel’in resmi dildeki icrası, Atatürk
ve Cumhuriyet üzerine methiyeleri,
O’nun eserlerinin devlet kurumlarınca basılması, maaş bağlanması, resmi
medya tarafından tanıtılması ile zirveye çıkartıldı. 1894 doğumlu olan Veysel; İttihat ve Cumhuriyet devri şairi
olarak onca savaş ve badireyi gönül
gözüyle Sey Qaji gibi göremedi ve dile
getiremedi. Sey Qaji, Veysel’e kıyasla
dik durdu ve daha güçlü icralar yaptı.
Ama yasaklı bir dil ve inancın şairi
olması nedeniyle görülmedi ve yok sayıldı.
Bir diğer değerli şair de Kürt dengbeji
olan Evdale Zeynıke (1800-1913)’dir.
Eleşkirtli Sürmeli Mehmet Paşa’nın
konağında kalır. Osmanlı fermanı alarak yola çıkan Sürmeli Mehmet Paşa
ve 400 kişilik suvari kuvvetine, şair
‘gazanız mübarek olsun’! diyerek katılır. 1865 yılında Adana-Toros böl-
gesinde Kozanoğlu ve Avşar isyanını
bastırmaya gider. Savaş sonrası şair
Evdale Zeynıke, himayesine girdiği
Paşası üzerine kürtçe methiyeler yazar. Yaşar Kemal, bu dönemin tanığı ve
manzum tarihçisi Evdale Zeynıke’yi
Kürtlerin Homeros’u olarak görür.
Estetik ve sanatsal değeri olan manzumelerin sahibi bu büyük dengbejin,
saldırıya uğrayan Avşar ellerinin ozanı
Dadaloğlu (1785-1868) ve Sey Qaji ile
farkı neydi?
Sarayın şairi olması ve şavaşı tek taraflı olarak anlatması ve Paşasına olan
övgüleridir. Ama karşısında yıkıma
uğrayan Avşar’ın o gür ve onurlu sesi
ise Dadaloğlu idi ve şöyle diyordu:
Beğê 366 dewu
To qeyd sano gerıs u kowu
Hardo dewres to destte be rızawo
Dewranê Beğ u Pasawu
Dinalığede jê şiya daro, jê hewnê sewo
Mire zalımeni meke
Zulım verê pırnıka zalımude
Je teliyê kengeri rewo.
İşte Dadaloğlu ile Sey Qaji’nin Veysel
ve Evdale Zeynıke ile olan farkı şudur:
Tarihsel olaylara, zulme ve işgallere
karşı olan dik ve ahlaki duruşlarıdır.
Sanırım bundan böyle Sey Qaji’in farkı
ve önemi daha iyi anlaşılacaktır. Anlaşıldıkça çoğalacaktır.
16.yy Alevi şairi Pir Sultan’da zulme
karşı şu dizelerle durmuştu:
Onca ağıt yakan ve 1936 baharında
hakka yürüyen Sey Qaji, vefatı sonrası üzerine ağıt yakacak şairlere sitem
ediyordu. 1935 sonrası Dersim’e yapılan yol, kışla ve karakolların halkına
kıyım getireceği öngörüsünü bu siteme
yükleyerek şu mısraları son olarak dillendiriyord:
‘Yürü bıre Hızır Paşa
Senin çarkın kırılır
Güvendiğin ol Padışah’ın
O da birgün devrilir’
‘Sayıroke mı sero suare vano
Tü kon feke deyi
Nara dıme kılamı bene seyi
Surğın sone qeseyi’.
Tarihsel olarak Pir Sultan ve Dadaloğlu damarını temsil eden Sey Qaji’de
yaşadığı bölgede 366 pare köyün sahibi, baskı ve zulumüyle ün yapan Şah
Hüseyin Bey varisi Haydar Bey’e methiyeler dizmez, aksine şu protest dizelerle cevap verir:
Tew Beğe mı tewu
Hedefimiz: Bu güne kadar yapılmış
çalışmalara ek olarak Sey Qaji’nin belgeselini yapmaktır. Uygun bölge ve
zemine Heykel ve büstünü yerleştirmektir. Adını yörenin akademik kurumlarına vermektir. Onun mirasını
zamanın ruhuna uygun çoğaltarak ve
geleceğe aktarmaktır.
Kalktı göç eyledi Avşar elleri
Ağır ağır giden eller bizimdir.
Hakkımızda ferman vermiş padışah
Ferman padışahın dağlar bizimdir.
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Aleviler ve
MİT-Öcalan Mutabakatı - 2
Genel bir tasvirini önceki yazıda(*)
vermeye çalıştığım Avrupai Türkler,
MİT-Öcalan mutabakatından en çok etkilenen gruplardan biridir. Bu etkilenme, temelde, söz konusu mutabakatın
Türkiye Cumhuriyetinin inşa yıllarında
kurulan bazı dengeleri sarsmasından
kaynaklanıyor. Aşağıda bu dengeleri ve
söz konusu mutabakatın bunları nasıl
etkilediğini özetlemeye çalıştım. Yazı
biraz uzadı. Yaz sıcağında fazla göz
korkutmasın diye soluklanmaya yarayacak bazı ara başlıklar ekledim. Buna
rağmen yazının tümünü okumayı göze
alamayacak okurlar sadece siyaha boyanmış yerlere bakarak içerik hakkında
genel bir fikir edinebilirler.
Avrupai Türklerin Azınlık Olarak Kuruluşu
Türkiye’nin kuruluş döneminde oluşmuş ve şimdiye kadar fazlaca tartışılmamış dengelerden biri, ağırlıkla
Avrupai Türklere dayanan, emperyalizmle işbirliği içindeki bürokrasi ve
(yeni doğmakta olan) burjuvazinin öncülüğünü yaptığı azınlık benzeri bir
toplumsal grubun Asyatik Türkler ile
Kürtler üzerindeki egemenliğiyle ilgilidir.Türkiye uzun süre bu azınlık yönetimiyle idare edilmiştir.
Esasen bu Türkiye’ye özgü bir durum
değildir. Emperyalizmin I. Dünya Savaşı öncesinde geliştirdiği bir stratejiye
dayanır ve kabaca azınlık yönetimler
eliyle yönetmek olarak tarif edilebilir.
Ortadoğu’da yakın zaman öncesine
kadar geçerli olan düzeni yerleştirmiş
olan Sykes-Picot Anlaşması bu anlayış
üzerine kurulmuştur. Buna göre, Ortadoğu çok sayıda yeni devlete bölünecek,
ancak bu devletlerin yönetimi mümkün
olduğu ölçüde azınlıklara devredilecekti. Azınlık yönetimleri iktidarlarını koruyabilmek için emperyalist devletlere
bağımlı kalacaklarından, Batılı güçler
yeni kurulacak devletleri görece kolay
bir şekilde kontrol edebilecekti. Nitekim bu stratejiye uygun olarak Irak’taki
yönetim, çoğunluğu oluşturan Şii Araplara değil, azınlıktaki Sünni Araplara
verildi.Keza, Suriye’deki iktidar kori-
ğişik unsurlar içerse de her şeyden daha
çok bu eski modeli İran’dakiyle aynı
doğrultuda yıkmak isteyen Arapların
mücadelelerini anlatır. Ama bu ilişkiyi
anlatmak başka bir makaleye kalsın.
Biz tekrar Türkiye’ye dönelim.
Cemil Gündoğan
dorlarında da çoğunluğu oluşturan Sünni Arapların değil, azınlıktaki Nusayrilerin etkinliği arttırıldı.
Biraz farklı bir yoldan gidilmekle birlikte, Türkiye’de de benzer bir durum
oluştu. Farklılık, Türkiye’de yönetimi
ele geçiren Kemalistlerin, kelimenin
bildiğimiz anlamında tek bir etnik veya
dini azınlığa mensup olmayıp, farklı etnik gruplardan devşirilerek geleneksel
kimlikler karşısında (esas olarak Türklerle Kürtlerin oluşturduğu çoğunluk
karşısında) adeta yeni bir etnik grupmuş gibi kurulmalarıyla ilgilidir. Geleneksel kimliğin karşısına dikilen yeni
“Türk” kimliği, o yıllarda, yeni oluşmakta olan bir etnik azınlığın kimliği
görünümündeydi. Çoktandır popüler
hale gelmiş bir anlatı bu durumu gayet
güzel özetler. Anlatıya göre, Cumhuriyetin başlangıç yıllarında köylünün birine gururla Türk olduğunu anlatan bir
Kemaliste köylü, “Estağfrullah Beyim,
biz Müslümanız,” mealinde cevap verir.
Bu anlatımdaki Kemalistin eski etnik
mensubiyetinin (Bulgar, Türk, Boşnak,
Kürt, Rumen, Aranavut veya Makedon)
bir önemi yoktur. Onlar artık yeni bir
etnik grupturlar. Yeni, azınlıkta ve yöneten bir etnik grup. Emperyalist devletlerle işbirliği içinde çoğunluğu yöneten azınlık modeli Türkiye’de işte bu
yolla kuruldu.
Elbette oluşum Türkiye’ye özgü değildi. Örneğin, İran’da da genel hatlarıyla
buna benzeyen bir süreç yaşandı. Nitekim bu modeli yıkan ilk ülke de İran
oldu. Ne yazık ki yıktığından da beter
bir modelle değiştirerek. Günümüzün
her derde deva sözü “Arap Baharı”, de-
Türkiye’nin kuruluşundaki bu oluşum,
Cumhuriyet Türkiyesinin üzerinde
fazla tartışılmamış şifrelerinden birini oluşturur. Oluşum, genel hatlarıyla
özetlenirse, bazı iç ve dış dengelere ve
mekanizmalara dayanır. Dengenin dış
ayağını yukarıda özetledim; çoğunluğu
oluşturan geleneksel kimlikler karşısında Batılı emperyalistlerle yapılan işbirliğince belirlenir.
İç ayakları ise biraz daha karmaşıktır. Öncelikle yeni inşa edilmekte olan
“Türk ulusu”na insan devşirecek, yani
yeni azınlığın sosyal zeminini genişletecek sistemlerin kurulması gerekmiştir. Bunların en önemlileri, Kemalist eğitim sistemi ve Ordu’dur. Bu iki
kurum, bir fabrikanın işleyişi gibi, bir
ucundan geleneksel sektörlere mensup
insanları almakta, şiddet ve indoktrinasyonla öğütüp yoğurduktan sonra
diğer ucundan yeni etnik Türk kimliğine değişik düzeylerde entegre edilmiş
insanlar olarak piyasaya salmaktadır.
Türkiye’de Ordu’nun siyasal, sosyal ve
kültürel yaşama müdahalesi genellikle onun darbeci faaliyetleri ekseninde
tartışılmıştır. Oysa bu analiz, Ordu’nun
anılan fonksiyonu hakkında fazla bir
şey söylemez. Ordu’nun en önemli toplumsal ve kültürel işlevi, onun yeni ulusun kurucu fabrikalarından biri olarak
işlemesidir. Bu fabrika sayesinde, kendi
köyünün dışına pek çıkmamış, geleneksel kimliklerden bir veya birkaçına
mensup, Müslüman bir Mehmet, askere
alınıp iki yıl boyunca dayağın ve küfürün eşlik ettiği bir indoktrinasyondan
geçirildikten sonra, köyüne genellikle
Türkleşmiş bir Müslüman olarak dönmüştür.
Geleneksel kimliklere Türklük aşısı
yapılarak oluşturulan bu yeni tipoloji,
Asyatik Türklerin ideolojisini oluşturan
Türk-İslam sentezinin sosyal maddesini oluşturmaktan başka, Kemalist rejim
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
açısından tehlike arzeden komünizm,
anarşizm, Kürt hareketi,solculuk, liberalizm gibi “tehlikeli” akımlara (ki neredeyse hepsi sosyalist bir söylem kullanmışlardır) karşı Kemalist yönetimin
başvurduğu gericiliğin ve kıyıcılığın
insan kaynağını da meydana getirmiştir.
Bu işbirliğini -ki zirvesini 12 Eylül ile
Hizbullah-JITEM işbirliği oluştururmümkün kılan şey, esas olarak Komünizm tehdidi ve Soğuk Savaş’tı (Hizbullah-JİTEM örneğinde Kürt hareketinin
oluşturduğu tehdit). Nitekim bunlar ortadan kalkınca, geleneksel kimliklerin
asıl patronu olma iddiasındaki Asyatik
Türklerin önderleri, Avrupai Türklerin
kontrolündeki kitleyi yavaş yavaş geri
aldılar (Bin Ladin-Amerika ayrışmasının Türk versiyonu). Bu iktidar kavgası,
uluslararası koşulların da el vermesiyle
esas olarak 2000’li yılların başlarında
Asyatik Türkler lehine sonuçlandı.
Elbette askerden evine sadece Türkleşmiş Müslümanlar dönmedi. Modernist,
laik, Batıcı bir Türk olarak dönenler de
oldu. Ama geleneksel malzemeden bu
tür modernist Türkler türetmek, esas
olarak sivil Kemalist eğitim kurumlarının ve diğer bürokratik aygıtların işi
olarak kaldı. Bu kurumlarda yeterince
rendelenenler, kural olarak milliyetçi,
laik, modernist ve Batıcı Türkler olarak
şekillendiler. Avrupai Türklerin sosyal
tabanının genişlemesi esas olarak bu şekilde sağlanmıştır. AKP’nin, iktidarını
sağlama alır almaz okul sistemiyle oynamaya başlamasının temelinde de bu
ilişki yatar. Bu okullarda artık Avrupai
Türkler değil, Asyatik Türkler yetiştirilecektir. İktidar kanadından sık sık duyduğumuz “Bundan böyle dindar nesiller
yetiştireceğiz,” yolundaki sözler bunu
anlatır.
Alevilerin Kemalistlerce Arkalanması
Sosyal tabanındaki genişleme, Avrupai
Türklerin çekirdeğinde duran Kemalist bürokrasiyle büyük burjuvazinin
sorunsuz biçimde Türkiye’ye egemen
olabilmelerine yetmemiştir.Bunun için
geleneksel Türk kimliği, Aleviler ve
Kürtlerle ilgili bazı ek düzenlemeler ve
mekanizmalar gerekmiştir.
Birincilerle ilgili olarak yapılan en
önemli düzenleme, geleneksel dini kurumların yasaklanarak din işlerinin
Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanması
olmuştur. Kamusal alanlarda dinin ve
geleneğin etkisini sınırlayıp Cumhuriyetin sembolik egemenliğini sağlama
yönündeki uygulamalar, diğer bir tedbir
manzumesini meydana getirir.
Alevilere gelince, Kemalist laisizm,
Aleviliği yasaklamış, fakat karşılığında
onlara, pogrom tehdidini azaltan bir güvenlik ortamı sunmuştur. Tehdidi yok
eden diyemiyoruz; çünkü 1970’lerin
sonlarında gerçekleştirilen Maraş ve
Çorum katliamlarında görüldüğü üzere, Kemalist rejim, iktidar mücadelesi
gerektirdiğinde Alevilere karşı pogromlara devam etti. Bununla birlikte
pax-Kemalanın egemen olduğu Cumhuriyetin ilk elli yılında Türk Alevilerine karşı pogrom uygulanmadığı da bir
gerçektir.
Yeni düzenin bu özelliğini fark eden
örgütsüz Aleviler, geleneksel Sünni
tehdidini, iktidardaki azınlık rejimine
yaklaşarak dengelemeyi rasyonel bir
varoluş stratejisine dönüştürdüler. Bir
diğer deyişle, kitlesel kırım tehdidinden
bir ölçüde uzak yaşamanın bedeli olarak inançlarını gizlice ifa etmeye razı
oldular. Buna, Kemalist azınlığın Alevileri arkalaması adını verebiliriz.
Bu ilişkiye arkalamak diyoruz, çünkü
gördüğümüz şey, eşitler arası bir ittifak
veya işbirliği ilişkisi değildir. Kemalist
yönetim, Alevileri asla işbirliği yapılacak eşit bir partner olarak görmemiştir.
Tersine Sünni geleneğe sadık kalmış,
Alevileri sistemli ve inatçı bir şekilde
dışlayıp asimile etmeye çalışmıştır. Örneğin, Alevilerin köylerine cami yaptırmış, çocuklarını Sünni tedrisat çerçevesinde din eğitiminden geçirmiştir.
Alevileri, Ordu’nun ve diğer güvenlik
kurumlarının yönetiminden uzak tutmuştur.Bürokraside ve iş hayatında da
aynı ayırımcı politikayı sürdürmüştür.
Cumhuriyetin ilk elli yılında devlet
eliyle palazlandırılan büyük iş adamları
arasında Alevi yok gibidir. Alevilerin
büyük iş adamları arasında görünmeye
başlamaları, toplumsal ve iktisadi yapının devlet tarafından kontrol edilemeyecek kadar kompleks bir nitelik kazanmasından sonraki döneme denk gelir.
Bürokrasi alanında da durum farklı değildir. Kazara müsteşar veya genel müdür makamına yükselmiş bir Alevinin
–ki genellikle dört başı mamur bir oportünizm veya takiye sayesinde mümkün
olur- bu makamdaki ömrü, kural olarak, Sünni bir rakibi tarafından Alevi
olduğu gerekçesiyle gammazlanmasına
kadar sürebilmiştir.
Fakat bütün bu sistematik dışlama ve
yok etme siyasetine rağmen, Kemalist
rejim, Alevilerin ileri gelenlerini küçük
jestlerle satın alarak ve sıradan Alevilerin geleneksel Sünni korkularını değişik mekanizmalarla besleyerek Türk
Alevilerini arkalamayı başarmıştır.
Aynı formül Kürt Alevileri için de işletilmek istenmiştir. Özellikle Cemal
Bardakçı’nın Elazığ valiliği döneminde
bu yönde ilginç girişimler yapılmıştır.
Fakat 1938’de gerçekleşen soykırıma
kadar Dersim’in egemenleriyle Kemalist yönetim arasında arzulanan düzeyde bir yakınlaşma sağlanamamıştır.
Dersim Alevilerinin de Türk Alevilerinin izlediği çizgiye getirilmeleri/gelmeleri, esas olarak soykırımdan sonra
ve onun sayesinde mümkün olmuştur.
İslamcılara, Alevi Türklere ve Sünni
Kürtlere karşı dışlama, bastırma ve en
uç noktada katliam politikası uygulayan Kemalist rejimin, Kürt ve Alevi
kimliklerinin üst üste düştüğü Dersim’e
karşı soykırımı da repertuvarına eklemesi, Kemalist rejimin değişik sosyal
ve kültürel kimliklerle kendisi arasına
koyduğu mesafeyi anlamak bakımından
iyi bir göstergedir.
Sünni Kürtlerin Dengedeki Yerleri
Sünni Kürtlere gelince, bunların bir
kısmı Ermeni soykırımına aktif biçimde katıldıkları veya katledilen Ermenilerin mallarına el koydukları için
başından beri Kemalist güçleri bir koruyucu olarak görmüşlerdir (Buradan,
Alevi Kürtlerden de bu tür işler yapan
insanlar olmadığı sonucu çıkmasın.
Fakat bunlar Sünni Kürtlerle kıyaslandığında daha küçük orandadır). Kemalist hareket,bunlara ve Müslümanların
birliği düsturunu diğer her türlü ilkenin
önünde tutan diğer bazı Kürtlere yaslanarak Sevr Anlaşması’yla ortaya çıkan
tehlikeli durumu savuşturmuş, dönemin yeni canlanan modern Kürt milliyetçi hareketini ezmiştir.
Fakat dışarıdan Kemalist orduların, içeriden ise kökleri II. Abdülhamit’in politikalarına (Hamidiyecilik) uzanan bu
iki gücün yarattığı kuşatmaya rağmen
Sünni Kürtlerin belli kesimleri, milli-
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yetçi Kürt aydınlarının da katkılarıyla
Avrupai Türklerin azınlık yönetimine
karşı direnmeye devam etmişlerdir. Bu
direniş, özellikle “Şark Islahat Planı”
çerçevesinde Kürdistan’daki geleneksel egemen sınıf ve tabakaları sindirme
politikalarının yürürlüğe konulmasıyla genişlemiş(Bu aşamada Hamidiyeci
Kürtlerin bir kısmı da direniş saflarına
katılmıştır) ve yer yer silahlı biçimler alarak 1930’lara kadar sürmüştür.
Dersim’deki soykırım, Sünni Kürtlere
uygulanan bu ezme ve sindirme politikasının başarıya ulaşmasıyla mümkün
hale gelmiştir.
Dikkat edileceği üzere Avrupai Türklere dayanan Kemalist rejimin başarısının arkasında yatan etkenlerden biri,
karşısına aldığı geleneksel Türk ve Kürt
kimliklerini bölerek aralarında birliğin
oluşmasını engelleyebilmiş olmasıdır.
Normal olarak, Kemalistlerin öldürücü
tehdidi altında yaşayan bu grupların
kendi aralarında birleşerek direnmeleri beklenir. Fakat böyle olmamıştır.
Sadece Türkiye’nin değil tüm bölgenin
en modern örgütlenmesi olan İttihat ve
Terakki’nin tecrübesine, örgütçülüğüne, kadro gücüne, entelektüel donanımına, politika yapabilme kabiliyetine
vb. dayanan Kemalist hareketin karşısındaki geleneksel güçleri manipüle
etmesi, bölmesi ve giderek birbirine düşürmesi zor olmamıştır.
Kemalizmin karşısındaki güçlerden
geleneksel Türk kimliğine yaslanan
muhalifler, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde, Kürtler söz konusu olduğunda,
kural olarak birlikten kaçan bir tavır takınmışlardır. Yer yer Kemalistleri destekleseler bile ilgisizlik baskın tutumları olmuştur. Cumhuriyetin ilerleyen
dönemlerinde ise, yukarıda özetlediğimiz gibi, söz konusu kitle Türk-İslam
sentezinin ana toplumsal maddesine
dönüşmüş ve böylece Kürtlere karşı Kemalist iktidarın asker kaynağını oluşturmuştur.
Kürtler cephesinden böyle bir birlik
sağlamaya yönelik bazı adımlar daha
çok Sünni Kürtlerden gelmiştir. Örneğin, Azadi örgütünün liderlerinden
Yusuf Ziya Bey’in 1924’taki Beytüşşebap isyanı öncesinde Türk muhaliflerle
birlik oluşturmak amacıyla İstanbul’da
bazı görüşmeler yaptığını biliyoruz.
Ancak bu görüşmelerden somut bir işbirliği çıkmamıştır.
Bir diğer deneme Şeyh Sait ayaklanmasının hemenöncesinde ve ayaklanma
esnasında yapılmıştır. Hareketin öncü
kadroları İstanbul’daki Türk muhalefetiyle birleşebilmek için çaba göstermiştir. Israrla dinci bir söylem kullanmalarının arkasında yatan nedenlerden biri
de böyle bir birliğin imkanlarını arttırma düşüncesidir. Ancak bunlar hiçbir
sonuç vermemiştir.
Aynı dönemde Dersimli Kürt Alevilerle birleşme yönündeki girişimler ise
sadece bireysel veya ailesel ölçeklerde
başarı sağlamıştır. Nitekim Sünni Kürtlerle işbirliği yapan bazı Alevi Kürtler,
ayaklanma bastırıldığında Elazığ ve
Diyarbakır’da idam edilmişlerdir. Fakat
Aleviler, kural olarak bu ayaklanmanın
dışında kalmıştır. Genel tutum böyle olmakla birlikte, geleneksel Alevi-Sünni
çekişmesinin aşiretler arası çatışmalarla üst üste düştüğü bazı durumlarda,
Alevi Kürtler, ayaklanan Sünni Kürtlere karşı Kemalist yönetimle işbirliği
halinde hareket etmiştir.
Yukarıdaki özetten de anlaşılacağı gibi,
Kemalist rejim, gerçekte bir tür etnik
azınlık yönetimi gibi kurulmasına rağmen, Alevileri büyük ölçüde arkaladığı,
Kürtler arasındaki geleneksel bölünmeleri beslediği ve geleneksel Sünni Türkler ile Sünni Kürtlerin birleşmelerini
engelleyebildiği için Türkiye’yi uzun
yıllar yönetmeyi başarmıştır. Bu, Cumhuriyet Türkiyesinin pek de gizli olmayan bir sırrıdır.
MİT-Öcalan Mutabakatının Kuruluştaki Dengelere Etkisi
MİT-Öcalan mutabakatı, bu sırrın arkasında yatan dengeleri bozacak bir
içerik taşıdığı için Avrupai Türkleri
ürkütmektedir. Çünkü bu mutabakat,
Öcalan’ın Newroz konuşmasında açıkça ifade ettiği üzere, Kürtleri, devletle
mücadele eden bir güç olmaktan çıkarıp, Sünni İslam kardeşliğine dayanan
yeni-Osmanlıcı bir program çerçevesinde iktidardaki Asyatik Türklerin
Ortadoğu’ya yayılması eyleminin destekçisi haline getirmeyi öngörmektedir.
Bu açıdan, Öcalan’ın yapmak istediği
şey, Kürtleri, iktidarın ezdiği bir diğer
grupla birleştirerek ezilen grupların
soluk almalarını kolaylaştıran bir ittifak yapmak değildir. Tersine, Kürtleri
iktidarın arkasına takarak diğer ezilenler üzerindeki tahakküm gücünü arttır-
maktır.
Daha önceki yazılarımın birinde Türk
devletini Ortadoğu’nun efendisi yapmayı öngören bu tür planların boş hayallerden ibaret olduğunu belirtmiştim. Bu,
sadece dış koşulların uygun olmayışıyla ilgili bir durum değildir. Bizzat mutabakatın Kürtler için öngördükleri de
böyle bir programın köküne kibrit suyu
dökecek cinstendir.Çünkü Türkiye’yi
Ortadoğu’da emperyal bir devlet haline getirmenin karşılığı olarak Kürtlere verilmesi öngörülen şey, kocaman
bir hiçtir. Mutabakata göre, Kürtlere
statü bir yana, dil hakları bile verilmeyecektir; ama Kürtlerden Türkiye’nin
emperyal yayılması için savaşması istenecektir! Denklemin kuruluşundaki bu
çarpıklık, mutabakatın ne kadar çürük
bir zemine dayandığını göstermektedir. Avrupai Türklerin Türkiye çapında
eyleme geçmeleri, bu zemine Türkler
cephesinden de ağır bir darbe indirmiştir. Erdoğan’ın Ortadoğu’da hegemonya
kurma hayali, Türk ulusunun son eylemlerdeki bölünüşüyle birlikte iyice
zora girmiştir. Amerika ve Rusya’nın
Suriye konusunda stratejik planda bibirlerine biraz daha yaklaşmaları da
benzer etkiler doğurmuştur. Kısacası,
burada MİT-Öcalan mutabakatının Avrupai Türklere etkisinden bahsederken
bunun mutlaka gerçekleşecek bir mutabakat olduğunu söylemiş olmuyoruz.
Sadece böyle bir mutabakatın lafının
bile, Türkiye Cumhuriyeti denilen politik bütünlüğü oluşturan ana kütleler
arasındaki ilişkileri etkileyebileceğini
anlatmaya çalışıyoruz.
Bir varsayım yapalım ve diyelim ki
mutabakatın bahtı açık gitti ve Hanefi Türkler ile Şafi Kürtler İslam kardeşliği esasında birleşerek yönlerini
Kürdistan’ın diğer parçalarına (Suriye
ve Irak’taki parçalar) çevirdiler ve mutabakatta öngörüldüğü üzere sınırları silikleştirip Suriye Kürtleri ile Irak
Kürtlerini Türkiye’nin bir parçasına
dönüştürdüler. Böyle farazi bir tabloda
Avrupai Türklerin durumu ne olacaktır?
Böyle bir tabloda Avrupai Türkler,
Sakarya’dan El Haseki’ye, oradan da
Süleymaniye’ye kadar uzanan büyük
Sünni deryasında yüzmeye çalışan
küçük bir tekneye dönüşeceklerdir. O
teknenin bu denizdeki ömrünün uzun
olmayacağını söylemek ise gereksiz bir
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
laf olur. Mutabakatta öngörülen birlik
başarılı bir şekilde inşa edilirse Avrupai Türkler bir daha asla iktidar yüzü
göremeyeceklerdir. Daha da önemlisi,
Avrupai Türkler bir süre sonra muhtemelen Asyatik Türklerin içinde eriyip
yok olacaklardır. Tabii süreç barışçı biçimde ilerlerse. Burası Ortadoğu, bu tür
süreçlerin kanlı aşamalar içermesi ihtimali de tümüyle yok sayılamaz. Türkiye’dekine benzer bir süreç şu sıralar
Mısır’da yaşanıyor ve dünkü olaylarda
16 kişi öldü bile. İşte Avrupai Türklerin
MİT- Öcalan mutabakatına karşı tavrını
belileyen şey bütün bu ilişki ve olasılıklar sistemidir.
Dikkat ederseniz, MİT-Öcalan mutabakatı ile Alevilerin ilişkisini ele aldığımız yazıda(**) çizdiğimiz tablonun
bir benzeriyle karşı karşıyayız. Avrupai
Türkler için yukarıdaki paragrafta dile
getirilen durum, Türk Kürt fark etmez
Aleviler bakımından da geçerlidir. Eğer
bu mutabakat gerçekleşirse uzun vadede Alevilerin bu coğrafyada yaşama
şansı olabildiğine azalacaktır. İlişkinin
bu karakteri matematik bir kesinlik
taşıdığı için Öcalan’ın Newroz konuşmasındaki yeni-Osmanlıcı programın
kamuoyuna sunulduğunun ertesindeki
gün, Türk Kürt fark etmez bütün Alevilerin ve Avrupai Türklerin bu programa
karşı direneceklerini yazmakta tereddüt
etmedim.
Nitekim şu sıralar olup bitenler, her
şeyden çok bu iki toplumsal gruptaki
hareketlenmeye işaret ediyor.Aleviler
irkilmiş vaziyetteler ve kötü gidişatı durdurmak için bir şeyler yapmaya
çalışıyorlar. Medyada, Taksim direnişi esnasında öldürülen dört kişinin
dördünün de Alevi olduğuna dair haberler çıktı. Bu durum, Alevilerin son
direnişte tuttukları yer konusunda bir
fikir vermesi bakımından dikkat çekicidir. İstanbul’da, Taksim dışındaki
en çok ses getiren gösterilerin Gazi
Mahallesi’nde yapılmış olması da aynı
şeye işaret ediyor. Kürdistan’daki Kürtler arasında Taksim direnişine tek gerçek kitlesel desteğin Dersim’den gelmesi, aynı yöndeki bir başka veridir.
Kısacası, Aleviler gidişatı görüyor ve
kendi kaderlerine etki edebilmek için
yavaş yavaş hareketleniyor. Hükümet
de bu silkinmeyi pasifize etmek ve gelişmeyi rayından çıkarmak için şu sıralar Alevileri bölmeye yönelik yeni bir
paket hazırlamakla meşgul.
Taksim Direnişinin MİT-Öcalan Mutabakatıyla İlişkisi
Avrupai Türklere gelince, onların kimler olduğunu ve yeni süreci nasıl algıladıklarınıTaksim patlamasıyla pratikte
görmüş olduk. Piyasada Taksim direnişini analiz etmek amacıyla geliştirilmiş bir çok görüş var. Buların büyük
çoğunluğu, bu direnişi, onun bir parçasına eşitleme düşüncesine dayanıyor: Orta sınıf hareketi, post-modern
direniş, ayrıcalıklıların eylemi, burjuvaların direnişi vbg. Gerçekte bu tanımların hiç biri hareketi açıklamayamıyor; çünkü hareket başka her şeyden
çok bir ulusal harekete benziyor. İçinde
burjuvası da işçisi de, modernisti de
post-modernisti de, Ergenekoncusu da
liberali de, Marksisti de faşisti de.... var.
Taksim direnişi, çok yönlü bir fenomen
olamkla birlikte, başka her şeyden çok,
Avrupai Türklerin yeni bir ulus yaratmaya götürebilecek devinimlerinden
biri olarak tanımlanabilir. Karşımızda,
kendisi Müslüman olsa da sosyal yaşamın referanslarını Şeriat’tan almak
istemeyen ulus-benzeri bir topluğun,
Asyatik Türklerin dayattığı programa
yönelttiği bir itiraz var. Bu devinimin
ileride dört başı mamur bir ulus kurmayla neticelenebileceği gibi soluksuz
kalıp bambaşka bir şeye de dönüşebilir.
Hareketin hangi yöne evrileceğini kesin
olarak bilemeyiz. Fakat Şafi Kürtlerle
Hanefi Türklerin Türkiye’nin yönünü
Ortadoğu’ya doğru çevirme hedefinde
birleşmeleri olasılığı yükseldikçe, birinci ihtimalin güç kazanacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Buradan kalkarak, Taksim direnişinin,
MİT-Öcalan mutabakatının birinci aşamasının sorunsuz biçimde sona erdiğine dair bir izlenimin yaygınlaşmaya
başladığı bir dönemde patlamasının
tesadüf olmadığı söylenebilir. Avrupai
Türkler bu eylemleriyle, Sünni Türklerle Sünni Kürtlerin İslam birliği zemininde Türkiye’nin yönünü Ortadoğu’ya
çevirme niyet ve girişimlerine itiraz ettiklerini deklare etmiş oldular.
Bu manada anlaşılmak kaydıyla, Taksim
direnişinin MİT-Öcalan mutabakatına
karşı bir boyut içerdiği doğrudur. Ancak bu karşıtlık, PKK-BDP çevrelerinin
sunmaya çalıştığı türden bir karşıtlık
değildir. Çünkü onlar, özellikle Taksim
direnişinin başlangıç günlerinde, bu
direnişi Ergenekoncuların barış süre-
cini boşa çıkarma girişimi olarak lanse
ettiler. Hala da ortada sanki gerçek bir
barış süreci varmış da Ergenekoncular
onu sabote etmeye çalışıyormuş gibi
konuşanlar var. Bu tür değerlendirmeler, meselenin küçük bir parçasını onun
esası olarak sunmaktan ibarettir. Ergenekoncular elbette bu hareketin içinde
varlar ve harekete kendi renklerini vermek için çalışıyorlar. Tıpkı bazı küçük
Marksist grupların militan çıkışlarla bu
hareketi kendi çizgilerine doğru yönlendirmeye çalışmaları gibi. Ne var ki
Taksim direnişinin Ergenekoncu bir
hareket olduğu yolundaki iddia, dinci
iktidarın kara propagandasından başka
bir şey değildir.
Taksim’de direnenlerin ana hedefleri
Kürtler değildir. Onlar, muhtemel bir
Sünni deryasında iki gün içinde darmadağın olacak bir tekneye dönüşmemek
için direnen Avrupai Türklerdir. Bu
nedenle ana hedefleri de Kürtler değil,
Asyatik Türklerdir. Direnişin içinde,
Kürtleri esas problem olarak gören kesimlerin, örneğin Ergenekoncuların
varlığı bu gerçeği değiştirmiyor. Kürtler, yeni-Osmanlıcıların gerici fetih
programına destek verdikleri ölçüde
böyle bir hareketin hedefine dönüşürler. Mevcut durumda ise, bu harekette,
Kürt muhalefetiyle çıkar ortaklığı içinde olduklarına dair bir bilinç yavaş da
olsa gelişmeye devam ediyor. Taksim
direnişçilerinin geçtiğimiz hafta içinde
İstanbul ve İzmir’de yaptığı “Lice yalnız değilsin” gösterileri bunun bir göstergesi.
Bu açıdan bakıldığında Avrupai Türklerin direnişini, Kürtlere karşı bir hareket olarak görmek sadece yanlış olmaz, aynı zamanda Kürt hareketini,
sırf liderinin tutsaklığından ötürü içine
yuvarlanmakla yüz yüze bulunduğu gericilik kuyusundan (yeni-Osmanlıların
Ortadoğu’daki yayılmasına destek olma
eylemi) uzaklaştırmaya yardımcı olabilecek önemli bir olanağı da tepmek anlamına gelir.
Türkiye’nin mevcut durumunda Avrupai Türkler ve Kürtler, Asyatik Türkler
karşısında iki azınlıktır. Artık darbe
yaparak Avrupai Türkleri bu durumdan
kurtaracak bir ordu da bulunmadığına
göre, bu iki grubun çıkarları bundan
sonraki süreçte, isteseler de istemeseler
de büyük ölçüde paralel yürüyecektir.
Bu durum, esasen kabaca 2005’ten be-
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ri, yani Ordu’nun darbe yapamayacağının belli olduğu tarihten beri böyleydi.
Nitekim tabloyu daha rahat görebilsinler diye referandum dönemi yazılarımda konuyu şöyle özetlemiştim.
“Tarihin garip cilvesine bakınız ki, bugün, Avrupai Türkler, kan kusturdukları Kürtlerle ittifaka muhtaç duruma
düşmüşlerdir.
“Böyle olmasının nedeni, Avrupai
Türklerin önlerinde sadece iki yol kalmış olmasıdır:
“1-‘Yenildik, yapılacak bir şey yok’ diyerek, iktidara elveda demek. Yani kendi kaderine razı olmak.
“2-Kürtlerle ittifak yoluna giderek Asyatik Türklerin iktidarını dengelemeye
çalışmak.
“Eğer Avrupai Türkler, Kürtlerle ittifak
yaparak Asyatik Türklerin iktidarını
dengeleme yoluna gitmezlerse, Kürtler,
Asyatik Türklerin yarım kalmış işlerini
tamamlamalarını seyretmekle yetineceklerdir. Bundan kuşkunuz olmasın.
Öcalan’ın Mustafa Kemal aşkı bile
Kürtleri bu tavrından alıkoyamaz. Kaldı ki otuz bin evladını Avrupai Türklerin inkâr ve imha polikasına kurban
vermiş bu halkın içinden Asyatik Türklerin eylemini seyretmekle kalmayıp
hararetle destekleyecek bir hayli insan
çıkacağı da kesindir.” (Dönemeç Yazıları, Vate Yayınları, 2011, s. 200-201)
Ama Avrupai Türkler bu gerçeği o
zaman görüp buna uygun hareket etmediler. Çok küçük bir kesimi Kürtleri anlamaya çalıştı. Büyük çoğunluk
Kürtleri kendisine dert edinmedi. Grubun içindeki etkin ve örgütlü kesimler
ise, AKP’nin Kürtlere karşı açtığı savaşı kışkırtıp derinleştirerek iki tarafın
da güçten düşmesine yol açacağını umdukları bir strateji güttüler.
Ama umdukları gibi olmadı; ne Kürtler
yenildi, ne AKP iktidardan düştü. Ve
gelinen noktada deniz tükendi. Taksim
direnişinin tam böyle bir anda patlaması hem dikkat çekicidir, hem de hayra
alamettir. Çünkü Avrupalı Türklerin
meseleyi yavaş yavaş idrak etmeye başladıklarını göstermektedir. Ordu’nun
darbe yapmasından umudunu kesmiş
Avrupai Türkler, kendi göbeklerini kendileri kesmeye karar vermiş görünüyorlar. Sokağa inmeleri bunun ifadesidir.
Bir yandan sokağa inerken diğer yandan
da Kürtlerin bu mücadelede kendilerine
kalıcı bir müttefik olabileceğini idrak
etmeye başlıyorlar.
Esasen görmesini bilenler için bu yönlü
gelişmeleri Taksim direnişinden önce
de tespit etmek mümkündü. Örneğin,
bu direnişten yaklaşık bir ay evvel Avrupai Türklerin popüler yazarlarından
Ertuğrul Özkök, Kürtlerle Türkler arasındaki problemin en iyi çözümünün
“ya dostça ayrılık, ya da federatif bir
model” olduğunu yazdı. (bkz. Ertuğrul
Özkök, “Işın: ‘Düello mu istiyorsun?
Buyur’”, 24 Nisan 2013/Hürriyet.
(* * *)
Kemalist rejimin son otuz yıllık kötülüklerinin ortaklarından biri olan
Özkök’ün birden bire Kürtlere bağımsız
devlet veya federasyon önerecek kadar
hayırlı bir çizgiye gelmiş olmasının nedeni ne olabilir?
Nihayet doğruları görmüş olabilir mi?
Olabilir. Ama neden bugün?
Kürtlerin önüne yağlı bir börek atmak
suretiyle “barış sürecini” dinamitlemek
amacıyla böyle bir yazı yazmış olabilir
mi?
Olabilir, ama bağımsız Kürdistan teklifi biraz fazlaca yağlı bir börek olmuyor
mu? Nedir Özkök’ü bu kadar yağlı teklifler yapmaya razı eden şey?
Soruları uzatmak mümkün. Fakat
teklifin yapıldığı konjonktürü gözden kaçırırsanız en masumundan en
komplocusuna kadar bütün bu sorulara
bulabileceğiniz cevaplar sadece yeni
sorular doğurur. Bu nedenle gözlerimizi konjonktüre çevirmemiz gerekiyor. Orada ise Sünni Türklerle Sünni
Kürtlerin birleşerek Türkiye’nin yönünü Ortadoğu’ya çevirmeleri eyleminin
politik gündeme girmesi ihtimali duruyor. Bu ihtimalin ciddileştiğini gören
bir Avrupai Türk’ün, Kürtlerin en doğal
haklarını kabul ederek onlarla ittifak
yolları aramasından daha rasyonel ne
olabilir? Yani Özkök’ün davranışında
mutlaka bir komplo aramamız gerekmiyor. Çünkü böyle bir strateji kendi
mantıki sonuçlarına varırsa, Asyatik
Türkleri bir müttefikten yoksun bırakıp
zayıflataacağı gibi, Avrupai Türklere de
bir müttefik kazandırarak pozisyonlarını daha da güçlendirecektir. Bir diğer
deyişle Özkök, üç yıl evvelki makalemde Avrupai Türklere önerdiğim yolun
tek çıkar yol olduğunu iş ciddileştikten
sonra görmüş olabilir.
Durumun böyle olup olmadığını bilmiyorum. Dahası, şahıs olarak Özkök’ün
ve onun gibi düşünenlerin yeni çizgilerinde sebat edip etmeyeceklerini de
bilemem. Ancak toplumsal bir grup
olarak Avrupai Türklerin önündeki tek
yolun Kürtlerle ittifak yaparak Asyatik
Türklerin iktidarını dengelemek olduğunu, üç yıl sonra bugün daha güvenli
biçimde ileri sürebilirim. Denklemin
kuruluşu böyle olduğu müddetçe, Avrupai Türklerin saflarında Kürtlerin
haklarını kabullenme yönünde başka
gelişmeler görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Taksim direnişçilerinin Lice’ye destek eylemleri bu türden bir gelişmedir.
Kürtler cephesinden yapılması gereken
şey, bunu teşvik etmek ve daha bilinçli
hale gelmesini sağlamaktır.
Avrupai Türkler İlerlerken Kürt Hareketi Geriliyor mu?
Ne yazık ki Kürtler cephesinden bu yönde ölçülmüş, kararlı ve istikrarlı bir tutum görmüyoruz. Hatta bazı belirtilere
bakılırsa Avrupai Türkler olumlu yönde
ilerlerken Kürtlerin ters tarafa doğru
yürümeye başladıkları bile söylenebilir.
Kürt hareketinin saflarındaki önemli
bir kitlenin, Avrupai Türklerin olumlu
veya olumsuz her eylemini gözü kapalı
bir şekilde Ergenekoncuların süreci sabote etme eylemi olarak lanse etmeleri bunun işaretidir. O kadar ki, Taksim
direnişi gibi Türk tarihinde görülmemiş
nitelikteki bir eylem bile Kürt hareketi
tarafından görmezden gelindi. Hatta ilk
günlerinde olumsuz değerlendirmelerin
konusu edildi. Elbette kaçamak ifadelerle. Bütün Türkiye’de eyleme destek
vermemiş dört vilayetin Hakkari, Şırnak, Muş ve Bitlis olduğu yolundaki
medyada çıkan haberler bu açıdan dikkat çekicidir. Bütün bu olumsuzlama,
görmezden gelme, önemsizleştirme
eylemlerinin üstü “biz gaz ve bomba
yerken siz neredeydiniz?” türünden siyasette anlamı olmayan söylemlerle örtülmeye çalışıldı. Bunlar geriye doğru
gidişin işaretleri.
Peki neden?
Durumu kavrayamamaktan kaynaklanan geçici bir tekleme olabilir mi?
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Olayın bir teklemeyle açıklanabileceğini sanmıyorum. Doğrudur, Taksim direnişibirçokları açısından beklenmedik
bir olaydı. Bu nedenle Kürt hareketinin
de başlangıçta durumu anlamakta zorlanması anlaşılır bir şeydir. Hele son
otuz yıldır bu topraklarda kendileri dışında dişe dokunur bir direniş hareketi
göremeyen PKK yöneticilerinin, bu pozisyonlarının yol açtığı kendileri dışındaki her direnişe tepeden bakma tavrını
artık içselleştirmiş oldukları gerçeğiyle
bir arada düşünülürse.Buna rağmen,
bütün olup bitenleri, beklenmedik bir
durumu anlayamamanın geçici şaşkınlığıyla açıklamak ikna edici değil. Direnişe karşı Kürt hareketi saflarında şahit
olduğumuz dayanıklı soğukluk, bunun
ötesine giden bir direnişe işaret ediyor.
Aradan bunca zaman geçmiş olmasına
rağmen bugün bile aynı soğukluğun
hissediliyor olması, açıklanmaya muhtaç bir durumla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
En yaygın izah tarzı, Kürt hareketinin,
Taksim direnişinin “barış süreci”ni sabote etmek için Ergenekoncular tarafından tezgahlanmış olduğundan kuşkulandığı için direnişe şüpheyle yaklaştığı
yolundadır. Bu izahta bir gerçek payı
vardır. Yani, Ergenekon komplosuyla
ilgili kuşku, Kürt hareketini Taksim
direnişi karşısında bir dereceye kadar
tedirgin, şaşkın ve hareketsiz bırakmıştır. Fakat tek sebebin bu olduğuna inanmak zordur. Eğer öyle olsaydı direnişin
Ergenekonla ilgili bir şey olmadığının
anlaşılmasıyla birlikte Kürtlerden bu
direnişe tam katılım sağlanırdı. Oysa
Dersim dışında böyle bir katılım yok ve
Dersim’deki katılım da PKK-BDP’nin
çabasından ziyade bölgenin Alevi olması ve sosyalist akımların bölgede
hala belli ölçülerde varlıklarını sürdürmeleriyle ilgili bir durum.
Dolayısıyla başka faktörlere göz atmamız gerekiyor. Kendi payıma en az iki
faktör sayabilirim. İlk faktör, Kürt hareketinin kendi politikasının sınırlarını
cezaevindeki bir tutsağın sınırlarına
hapsetmeyi kabul etmiş olmasıdır. O
sınır çok dardır ve Taksim türünden gelişmeler yaşandığında manevra yapma
kabiliyetini ortadan kaldırmaktadır.
Kürt hareketi, politikasının sınırlarını
bir cezaevinin sınırlarına hapsetmeye
devam ettiği müddetçe bundan sonra
da eline geçecek politik fırsatları doğru
veya etkili biçimde kullanamayacaktır.
Çünkü kafanızı kendi elinizle bir hapishaneye soktuğunuzda, bütün yumurtalarınızı o cezaevinin gardiyanı olan
Erdoğan’ın sepetine koymuş olursunuz.
Yumurtalarınız Erdoğan’ın sepetinde
duruyorken diğer sepetler otomatikman
manevra alanınızın dışına çıkar. Böylece, dünya ölçeğinde örgütlü bir hareket
olmanıza rağmen Taksim direnişi gibi
Türkiye’yi sarsan bir olayı dahi elinizi
böğrünüzde bağlayarak seyretmek zorunda kalırsınız.
İkinci faktör ise, Kürt hareketindeki
gelenekselci reflekstir. Buna Sünni refleksi de diyebilirsiniz, çünkü kültürel
planda Sünniliğin değerleriyle paralel
yürümektedir.
PKK yönetimi, söz itibarıyla da olsa,
bir süre önce Taksim’e ilişkin destek
tavrını ilan etti. Ama PKK tabanı buna
rağmen Taksim direnişine kitlesel bir
destek sunmadı. Bu geri duruşun bir
kısmının Hükümete verilmek istenen
“mutabakata sadığız” mesajıyla ilgili
olduğunu tahmin etmek zor değil. “Biz
bomba yerken siz neredeydiniz?” şeklindeki duygusal tepkileri de bir faktör
olarak sayabiliriz. Yine de geleneksel
kültürel kodlara epeyce bağlı bir tabanın, kendisini Taksim’le sembolize olan
modern, hatta post-modern yaşam tarzlarıyla özdeşleştirmekte hissettiği zorluğu anmazsak tabloyu eksik bırakmış
oluruz. Daha açık bir şekilde yazmak
gerekirse, PKK kitlesinin en azından
bir bölümü, Avrupai Türklerle Asyatik
Türkler arasındaki kapışmada kendilerini kültürel olarak ikincilere yakın hissetmektedir. Bu nedenle Avrupai Türk-
lerin eylemi, Kürt hareketi safalarında
MHP’dekine benzer sorunlar yaratmaktadır. MHP’nin durumunu bu yazının
birinci bölümünde özetlemiştim. Kürt
hareketinin sorunu ise, hareketin omurgasını kültürel planda Avrupai Türklerinkine benzer değerler taşıyan kadrolar oluşturuyorken, hareketin tabanın
Asyatik Türklerin kültürel kodlarına
yakın duran kitlelerden oluşuyor olmasıdır. Dün fazla sorun çıkarmayan
bu terslik, Avrupai Türklerle Asyatik
Türkler arasındaki kültürel kodlar üzerinden yürüyen savaş keskinleştikçe
Kürt hareketinde de iç gerilim yaratmaya başlıyor. Taksim’e karşı kitlesel dirençten anlaşılıyor ki Kürt hareketinin
saflarındaki Sünni refleksi artık reel bir
siyaset faktörüdür.
Bu durumda bize kalan, üç yıl önce Avrupai Türkler için yazdıklarımızı bu kez
Kürt hareketi için tekrarlamak oluyor:
Türkiye hızlı bir cemaatleşmeye doğru gidiyor. Bu koşullar altında Avrupai
Türkler, Kürtler, Müslüman olmayan
azınlıklar ve Aleviler artık Türkiye’deki Asyatik Türklerin iktidarından muzdarip birer azınlık pozisyonundadırlar.
Erdoğan’ın, kendisini destekleyen %
50’lik payı kemikleştirmeye yönelik
provokativ bir politika izlemesine ve
Polis aygıtına yeni yatırımlar yapmasına bakılırsa bu durumun daha uzun yıllar sürmesi ihtimali vardır. Dolayısıyla
azınlıktaki gruplar ya gerçek hayattaki
bu ilişkinin gereklerine uygun davranıp
Asyatik Türklere karşı herkes için yaşam alanı sağlayacak demokratik bir işbirliği geliştirirler, ya da Asyatik Türklerle tek tek hesaplaşmayı tercih ederek
kötü kaderlerine razı olurlar. Dünün
efendileri olan Avrupai Türklerin bu
gerçeği yavaş yavaş görmeye başladığı
bir dönemde, Kürt hareketinin, sırf lideri tutsaktır diye bundan yançizmeye
başlaması veya gelişmeye ayak uyduramaması tarihin ironisi olsa gerek.
2013-07-02
[email protected]
(*) http://www.gelawej.net/index.php/cemil-gundogan/10917-2013-06-22-16-06-17.
html
(**) ht t p: // w w w.g el awe j. n e t /
i nd ex.php/c e m i l-g u ndo gan/10557-2013-06-03-12-14-12.html
(***) Yazının internet adresi şöyle: http://
www.hurriyet.com.tr/yazarlar/23120048.
a s p? u t m _ s o u r c e = h u r r i ye t &; u t m _
m e d i u m = y a z a r l a r& u t m _
campaign=yazarsonyazi
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
FESTİVALE
DAİR
SÖZÜMÜZ
VAR !
çekici.. Bu kalekollar aynı zamanda
psikolojik baskı unsurlarıdır ve devletin ‘ben buradayım’ mesajı açıktır.
JARA GOLÊ ÇETU ve MUNZUR
Hatice Çevik
13. Munzur Kültür ve Doğa Festivali
Dersim 25-28 Temmuz 2013 tarihinde
merkez ve ilçelerindeki yoğun programların gerçekleşmesi ile sona erdi.
3 günlük programın kimine katıldık
kimine yetişemedik. Sonuç itibariyle
kendi adıma festival zamanı Dersim’de
olmamak kanatine vardım. Dersimin
doğasıyla baş başa kalamamak, kutsallığına sığınma isteğim beni böyle
düşündürüyor. Sanırım bu beklentilerimizle orantılı olsa gerek. Dersim’de
geçirdiğim birkaç gün içindeki gözlemlerimi aktarayım.
Geniş bir coğrafyada böylesi büyük bir
organizasyonu gerçekleştirmek elbette
zor bir sorumluluk. Festival Dersim
asimilasyonuna bir tepki olarak doğdu, desteklenmesi gereken bir eylemdi.
İnsanlar topraklarına gelsin, tepkilerini ortaya koysun tarihine, diline sahip
çıksın, yozlaşmanın önüne geçilsin istendi. Gel gör ki bugün gelinen nokta
kültürü bir tarafa bırak eğlence festivali olmuş gibi.. Sanatçıların akın ettiği konser ağırlıklı programların yer aldığı şölen… Şölen diyorum çünkü her
akşam merkezde ve her ilçede birkaç
sanatçının aynı anda program yaptığı
bir şölen… Kendilerini dinlemekten
zevk aldığım değerli dost sanatçıların
konserlerine katılamadım. O nedenle
konserlerde ne olup bitti ne mesaj verildi bir şey diyemem. Katılanlardan
dinlediğim basından takip ettiğim kadar bilgiliyim.. Dillerine sahip çıktıkları müziğin evrenselliğiyle birleştirip
yaşattıkları için, geleceğe aktardıkları için emeğe teşekkür etmek düşer
bana.. Emeği geçen herkese teşekkürle
beraber…
DERSİM DÖRT DAĞ İÇİNDE KALEKOLLAR VAR TEPESİNDE !
Ben daha çok Dersim’in kendisi şuan
ki durumu ile ilgiliyim. Yani asimilasyonun yarattığı yeni Dersim… Yeni
Dersim diyorum eskisinden nerdeyse eser kalmamış. Panayır havasında
yoğun insan kalabalığının gizlediği
perdeyi araladığınız da karşılaştığınız
yeni dersim… Kafanızı ne tarafa çevirseniz kalekollarla karşılaşıyorsunuz.
Çok rahatsız edici bir durum. O kadar
yakınlar ki sürekli izleniyormuşsunuz
hissini yaşıyor, devletle adeta göz göze
geliyorsunuz. Abartısız evinizin içini
dahi görebilecek yakınlıkta.. Dersim
halkı kalekollar konusunda doğal olarak tepkili, festivalde panellerde ve
son gün yapılan yürüyüşte bu tepki
ortaya kondu. Kalekol yapımı özellikle
Kürdistan’ın birçok yerinde yapılıyor
ama Dersim’deki sayısı hayli dikkat
Gece Ankara’dan başlayan yolculuğumuz bir hayli zahmetliydi. Ama herkesin Dersim’e biran önce ulaşma isteği
her türlü zorluğa karşı sabrettiriyor.
Dersim dağlarından doğan güneşle sabahı karşılıyoruz Pertek’e girerken.Feribotla Keban baraj gölünü geçerek geldiğimiz Pertek festivalin gereği davul
zurnayla karşılıyor bizi.. Lavaş içinde
peynir olan kahvaltı yorgunluğumuzu bir nebze alıyor. Kutsal topraklara
ulaşmanın mutluluğu ile Pertek’i ardımızda bırakıyoruz. Dersime girişte
akreplerin varlğı uzun yıllardır doğal
kabul ediliyor biliyorsunuz.
Kutsal güneş ışığıyla yıkanan Munzur
öyle mahsun öyle hüzünlü kaşılıyor
ki dilim adeta lal oluyor. İki nehrin
birleştiği Hızırın mekanı kutsal ziyaret yeni düzenlemesi ile misafirlerini
karşılıyor. Yıllarca insanların çevresinde ki kayaları ağaçları öperek doğaya niyaz ettikleri Gola çetu ziyareti
direniyorum diyor geçişimizde.. Hes
projelerinin yarattığı tahribat, girişte
çevresine yapılmış apartmanlar imara
açılmış yerleri doldurmuş., Son iki gün
gidebildiğim gözelerde de durum farklı
değil.. Turistlere(!) hizmet versin diye
kıyısına beton dökülerek oluşturulan
plastik sandalye masaların kiralandığı,
kutsallığı bir kenara bırakılmış adeta ötelenmiş Hızır’ın mekanı Munzur
susturulmuş. Aslında Munzur’un bütün kıyıları Dersim’in dağları sayısız
ziyaretlerle dolu, toprağı farklı kılan
doğayla bütünleşen Dersim Kızılbaş
inanç sistemi Dersim kültürünü var
eden. Munzur özgür akmalı ki bu kültür yaşayabilsin… Devlet bu kültürü
yok etmek için Munzur’u yok etmenin
gerekli olduğunu çoktan keşfetmiş.
Biz ne yapıyoruz buna karşılık? Devlet eliyle yapılana zaten itirazımız var
ama ya Dersimlilerin Munzur’u katletmesine yok mu? Elbette çuvaldızı
kendimize batıralım önce; Munzur
gözeleri bütün kıyıları ataların kutsal
mekanlarıyla dolu kutsal toprakları
boydan boya geçen Munzur’a deniz
muamelesi yapıp kenarında demlenmek midir Munzur’a sahip çıkmak.
Gözelere uğradıysanız görmüşsünüz-
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
dür oturacak yer bulmak nerdeyse
imkansız, bakir doğaya tecavüz edilip
betonla doldurmak marifet mi? Üstelik
orada oturabilmek için 20 lirayı gözden çıkarıyorsunuz. Kıyıda boş bir yer
bulursanız şanslı sayın kendinizi…
Buna göz yumanları Hızıra şikayet
ederken içim acıyor. İlk defa Dersim’e
gelenler bunun farkında bile değil elbette, buralarda doğmuş her yıl ziyareti görev bilmiş Dersim’in özgürlüğü için çırpınanlar sanırım benim
gibi duygusal şaşkınlık içinde gözleri yaşararak gözlerini kaçırmıştır
Munzur’dan, çaresizlik içinde… İlgili
kurum temsilcilerinin ve aktivistlerin
bu talanı görmelerini ve durdurmalarını umuyorum.
ÖZÜNE SAHİP ÇIKMAK
Festivalin ilk günü yapılan birlik cemi
pek ilgi gördü denemez. Zazaca ve
Türkçe yapılan cemde eksiklik kendimizdeydi, özellikle gençler bilmiyor
cem nedir nasıl olur? Festival nedeniyle Dersim’e gelen BDP Eşgenel Başkanı Gultan Kışanak Diyarbakır Cem
evinde gerçekleştirilen Birlik Cemine
katıldı. Semaha duranlara katılan Kışanak cem sonrası gazetecilerin sorularını yanıtladı. ‘Bu birlik cemiydi.
Herkesin tarihine, kültürüne, diline
sahip çıkması, geleneklerini inançlarını yaşatması gerekir. Ben de inancımın, kültürümün bir parçası olan cem
töreninde semah dönülürken içimden
geldi. Doğal bir refleksti bunu yerine
getirdim’’dedi. Özüne sahip çıkması
önemli ve takdire şayandır. Buna orada bulunanlar şahit oldu öyle palanlı
programlı yapıldığını sananlar boş
konuşanlardır. Doğal kıyafetiyle ceme
katılan Kışanak’ın semah dönmesi birinci derece haber değeri taşıyor, bir
genel başkan O, gazteciler ceme alın-
masaydı kimse öğrenemeyecekti ama
birlik cemine herkes katılabilir bunu
da görmek gerekir. Dersimliyim, Kızılbaşım, Kürdüm diyemeyen bir genel
başkan da var bildiğiniz üzere.. Ben
aleviyim diyen özüm bu diyen bir insanın onurlu duruşuna da saygı göstermek gerekir.
Alevi Kızılbaş inanç sistemi ve ritüellerini İslamiyet içinde görmeye çalışmak nasıl bir yanılgı ise özellikle
gençler arasında bunu ilkellik olarak
görmekte o kadar büyük bir yanılgıdır. Yozlaşmanın ta kendisidir. Çünkü bu inanç sistemi insanın toplumla,
doğayla ilişkisini belirleyen etkileyen
en önemli unsurdur, kısaca hayattır.
Siz bu inanç sistemini yok ettiğinizde
kültürü yok edersiniz ki o zaman Dersimin dağları vadileri suyu sıradan bir
coğrafi özellik olup Dersimli olmanın
farkını da ortadan kaldırır. Direnci
kırmak isteyen asimilasyon politikalarına hizmet edenlere karşı inanç sistemine inatla sahip çıkılmalı, anlatılmalı
öğretilmeli… Cemevinde iftar vermek
şöyle dursun yakında minareli cemevlerini gördüğünüzde işişten çoktan
geçmiş olur geçmiş olsunları kabule
başlarız..
CHPNİN DERSİM’E ÖZEL İLGİSİ
3. köprüye Yavuz adının verilmesi,
Gezi direnişi, Yaklaşan belediye seçimleri CHP nin her zaman ki gibi alevi seçmene yaklaşmakta fırsat değerlendirmesi için yeterli oldu. Dersim se
CHP nin devlet eliyle rahat hareket ettiği bir alan.. O nedenle sayısız CHPli
belediyelerin dersime gideceklere araç
tahsis etmesi doğal görmek gerekir. Bu
sözüm ona hizmeti hiç sorgulamadan
kabul eden Alevi Kızılbaş ve Dersim
derneklerinin hiç sorgulamadan kabul
etmesi akılalır değil, şaka gibi ama bir
gerçekti. Başta bu nedenle festival için
Ankara Dersimliler Derneğinin yaptığı
organizasyon katılımcılardan geçersiz
not aldı. Ben Ankara-Dersim arasında
gidip gelmekten başka organizasyonuna katılmadım ama herkesin ortak kanısını dönüş yolunda dinlediğimde bir
şey kaçırmadığımı görmek sevindirdi
hatta kendimi şanslı bile gördüm diyebilirim. Bir daha ki festivale kadar dernek yöneticilerin kendini bir daha gözden geçirmesini temenni ediyorum.
Festivale tam anlamıyla örgütlenerek
gelen CHPli aleviler belediyelerinin
onlara verdiği olanaktan hayli memnun
görünüyorlardı. Birçoğunun Dersimli
olmamasına rağmen ilginin çokluğunu görmezden gelmek mümkün değil.
Hemen festival sonrası CHP genel başkanının Ramazan bayramı nedeniyle
Dersime ziyareti de hiç tesadüfi değildir. Yakında neleri göz ardı edip nelere
hoşgörü gösterdiğimizi acı bir şekilde
görürsek şaşırmayalım derim.
BDP li olan belediye başkanı Edibe
Şahin’e Eşgenel Başkan Gultan Kışanak’ında konuşmacı olarak katıldığı
’38 den Sakinelere Kadın özgürleşmesi’ konulu panel sonrası sordum. Neden
hiç afiş, resim yok burada ve nerdeyse
hiçbir yerde diye. Dersim’de sayısız
değer olduğunu ama organizasyon komitesi olarak böyle bir karar alındığını
belirti. Yani ne CHP gibi siyasetler ne
de devleti rahatsız edecek bir görsel
yoktu. Bu kadar da hoşgörü rahatsız
edici sonuçlar vermez umarım.
TAŞLAŞAN ACI 38 DUVARI
Festivalin benim gözümde en önemli
etkinlikleri arasında yer alan 38 duvarının açılışı BDP Eş Genel Başkanı
Gultan Kışanak tarafından yapıldı.
Seyid Rıza Meydanından Ovacık yoluna çıkışta sağ taraf adeta Dersim
gerçeğiyle yüzyüze gelmenize neden
oluyor. 38 de yapılan soykırım ve Seyid Rıza’nın fotoğraflarının sergilendiği doğal bir galeri olmuş. DERSİM
38 DUVARI yazılı panonun üzerine
yazılan TUNCELİ BELEDFİYESİ yazısı asimilasyonun acı gerçeği olarak
karşımıza çıktı. Devletin verdiği isim
Tunceli kara bir hançer gibi adeta yerini almış. Dersim’de ve sürgün yolarında katledilen canlara, Seyid Rıza’ya
saygı gereği bunun tabeladan çıkartılması yerinde olur. Yoksa gördüğünüz-
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
de acıyla taş kesilmemek elde değil !
SEYİD RIZAnın köyü Memnu Mıntıka (Yasaklı Bölge) AĞDAT ‘ta ilk defa
anma yapıldı.
Bu yıl festivalde bir ilk yaşandı ve
yıllarca girişe izin verilmeyen Seyid
Rıza’nın köyü Ağdat’ta anma yapıldı.
Adeta haritadan silinen köyde yüzlerce kişinin katılımıyla Seyid Rıza ve 38
kurbanları anıldı. Ev sahipliğini Seyid
Rıza’nın torunları Zeliha Polat ve Rüstem Polat’ın yaptığı anma etkinlikte
çok sayıda kişi söz alarak 38in hafızalarda yeniden canlanmasına vesile
oldu. Anmada konuşan Zeliha Polat
Kürt tarihinin bu topraklarda başladığını geçmişin izlerinin silinmesine
izin verilmemesi gerektiğini söyledi.
Kürt halkı tarihine sahip çıkmalı diyerek burada yeniden konak yapılacağının müjdesini verdi. Programa anlatıcı
olarak İbrahim Karakaya, Ali Kılıç ve
Hüseyin Ayrılmaz katıldı. Soykırıma
ilişkin araştırmalarıyla tanınan Hüseyin Ayrılmaz’ı dinleyenler gözyaşlarını tutamadı. Ayrılmaz konuşmasında
Dersim’de Alevi, Kürt ve Ermeni halkın beş yüz yıldır bir arada yaşadığını
söyledi. Eskiden devlet, karakol yoktu. Ulus devlet projesi ile birlikte yeni
cumhuriyetin yönetici konumundaki
cellatların Dersim’i haritadan silmek
için hareket düzenlediğini ve direniş
olmasaydı Dersim’in haritadan da silineceğini belirtti. Hüseyin Ayrılmaz
duygu seli yaşatan sözlerini ‘’Seyid
Rıza’nın yalnız kaldığını öğrenen Demenanlar Seyid’e haber göndererek
yanlarına çağırırlar. Her elçi gönderildiğinde Seyid Rıza bir türlü yol bulup
gelemez. Onlara sordum aranıza gelseydi ona ne yapardınız diye ‘Altın kutuya koyup koynumuzda saklar devlete
vermezdik’ diye tamamladı. Dersimlileri topraklarına dönmeye çağıran Sul-
tanbaba çevre köyleri yardımlaşama
derneği başkanı Emirali Yıldız en büyük acının yaşandığı memnu mıntıka
denilen bölgenin 38 köyden oluştuğunu ve 15 köyün tamamen yakılıp yıkıldığını aktardı.
nin farkında bile değildi. Çünkü onun
inancına göre bir candı, insandı ve yeterliydi. Ayşegül ve Zeyno’nun çocuksu heyecanlarını görmeniz benim gibi
mutlu olmanıza ve umudunuzu yeşertmeye yeterdi.
FESTİVALİ ANLAMAK
Acaba festival nedeniyle Dersim’e gelen insanların ne kadarı özüyle buluşabildi, bugün ne durumda olduğunu
görebildi. Söyleşiler ve sergiler bu
nedenle öncelikli olarak önemliydi kanımca.. Bir daha ki festivalde komitenin bunu dikkate almasını diliyorum.
Bir örnek vereyim hemen; Ankara
Dersimliler Derneği’nin kafilesinde
yer alan ve bu seyahatte tanıştığımız,
oğlumun oda arkadaşı, ağabeyleri Devran, Yusuf ve Altay’ın teyzesi
kökeni Dersimli olan Emine can heyecanla şunu anlatıyor, Hozat dönüşünde
bana.. Ben hiçbir şey bilmiyormuşum!..
Küçük ve tutucu bir ilde esnaf olan
Emine yıllarca inançlarını gizlemek
zorunda kaldıklarını büyüklerinden
gördükleri kadar gereğini yapabildiklerini anlatıyor hızlı hızlı.. Kendine de
kızıyor bu arada hiç araştırmamışım
okumamışım diye kıyasıya eleştiriyor
kendini.. Hozat’ta sergilenen Kalan
Müziğin Hasan Saltık’a ait arşivinden
alınarak sergilenen fotoğrafları gördüklerini öğrendilerini aktarıyor acıyla karışık ama artık biliyor olmanın sevinciyle… Gelirken yolda da hiç bilgi
verilmedi Dersim hakkında ne yapsın
kendi kendine öğrenme çabasında.. Bu
çabanın önünde utanarak ve saygıyla
eğilirim. Çünkü o kadar çok can var
ki böyle bir haber susturulmuş, köredilmiş… O nedenle insanları bilgiyle
buluşturmak festivalin çıkış amacına
ulaşmasında etkili olacaktır. Ne yazık
ki bu çok değerli arşivde yer alan 38
Fotoğraf sergisini çok kişi göremedi.
Ermeni halk oyunları topluluğunun
gösterisini herkes izleyebidi mi? Ermenilerin bu topraklarda var olduğunu ve onlara ne olduğunu öğrenebildi
mi herkes? Geçmişte yaşanan acıları,
toprakları bol olsun katledilen canları
ne kadar anlayabildi? Öylesine gidip
öylesine döndülerse işte düşündürücü
olan da budur!
Öyle yoğun ki program hangi birine
yetişeceksin üstelik birbiriyle çakışan
programlar. Az zamanda çok şey yapabilme telaşı, ulaşım zorluğu da cabası..
Paneller önemliydi ama konserler kadar ilgi görmedi. Seyid Rıza Meydanını dolduran siyasi partilerin standlarını bayraklarını gösterme çabası da bir
dersim gerçeği olarak akılda kalanlar
arasında.. Herkes Dersim’de herkes diyor ben buradayım.. Dersimden başka
hiçbir ilde sanırım hepsini bir arada
görmek mümkün değil! Dersimliler ise
köylerine çekilmiş festivalin bitmesini
beklerken misafirlerine gösterdikleri
güleryüz ve sevgi değişmeyen tek şeydi diyebilirim.
Dersimde yaşayan çok kişiyle sohbet
imkanı buldum. Hep aynı öf ke, serzeniş aynı dilekler … Ve direnç! Bir de
hala çok değişmeyen korkunun getirdiği sessizlik!
Anmadan edemeyeceğim unutulmaz
bir anımı da burada paylamak isterim.
Yeraltı çarsına inmeden kızının tezgahında karşılaştığımız ve babaanneme çok benzediği için gidip öptüğüm
Emine ana yanımda bulunan gençlerle
ve benim ellerimi birleştirip avucuna
alarak bir Kızılbaş duası yaptı. Bilinmeyen bir dille yapılan bu niyazda siz
kimsiniz nerelisiniz demeden sevginin
dili vardı. Emine anam oracıkta Kızılbaş duasını yaparken; bir Siverek’ten
gelmiş Kürdün, Hopa’dan gelmiş bir
Ermeninin ellerini nasıl birleştirdiği-
Festivale dair sözümüz var dedik söyledik ya, göremediklerimiz de oldu
zamansızlıktan dolayı.. Bir daha ki
festivalde daha güzel ve verimli etkinliklerin devamı dileğimiz olsun!
Hızır yardımcımız olsun!
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kültürel ve Ekolojik Kırıma Hayır.
Diren Dersim!
asılmamalı. Festivalin tüm etkinlikleri, festival komitesi tarafından kesintisiz olarak videoya alınıp, ilgili
makamlar istediğinde verilmalidir.
Bu yıl 13.sü gerçekleşen ve “Kültürel ve Ekolojik Kırıma Hayır, Diren
Dersim!” şiarıyla düzenlenen Munzur Kültür ve Doğa Festivalini geride bıraktık. Kuşkusuz kazanımları,
olumlulukları olduğu gibi aşılması
gereken eksiklikleri de var.
Yazının ilerleyen bölümlerinde olumluluklarına, kazanımlarına ve eksikliklerine değineceğim. Ancak,
öncelikle Munzur Kültür ve Doğa
Festivali nedir, nasıl bir tarihsel sürecin sonunda, hangi ihtiyacın ürünü
olarak ortaya çıkmıştır? Bu soruları
yanıtlamaya çalışacağım.
Festivaller, yerel bir topluluk tarafından belirlenmiş, gelenekselleşmiş
tarihlerde kutlanan, yapıldığı yörenin
özelliklerini taşıyan bir etkinlikler
bütünüdür. Elbette düzenlenen her
festivalin kendine özgü bir anlamı
ve amacı vardır. Dersim’de festival;
devlet zülmünün, köy yakmaların,
ambargonun, aramaların, zorla göçertmelerin (1994-95 yılları arasında
elli bin insan göçertilmiştir) kalkması ve yaşanan bu olumsuzlukların
ülke ve dünya kamuoyuna yansıtılması için organize edilmiştir. Bu insanlık dışı uygulamalar neticesinde
ata topraklarını terketmek zorunda
kalmış olan Dersim’liler, kamuoyunu
aydınlatmak, geri dönüşleri sağlamak için festivallere bir zorunluluk
olarak bakmışlardır. Munzur Kültür
ve Doğa Festivali, İstanbul Tuncelililer Derneğinin öncülüğünde, bir çok
kurum ve kitle örgütünün desteğiyle ortaya atılmış bir fikirdir. Dersim
için mücadele edenlerin öncülüğünde
ortaya çıkmış, 1998 yılında “tatilini
Dersim’de geçir kampanyası” ile de
hız kazanmıştır. 1999’da ilk adım
atılmasına karşın, yasal müracaatına
izin verilmemiştir. Uzun bir uğraşın
sonunda yasal engeller kalkmış, ilk
festival 2000 yılında gerçekleşmiştir.
Önce de belirttiğim gibi Munzur Festivaline ağır bir sorumluluk biçildi.
Açık hava oyunlarının metinleri
programdan 48 saat önce Emniyete
sunulmalı.
Okan Manaz
Öyle ki, dünyanın hiç bir yerinde bir
festivale bu kadar derin, zor ve onurlu bir misyon yüklenmedi. Festivalin,
Dersim’de yaşanan zorbalığa karşı
oluşu, görkemli doğasını kurtarma
azmi, binlerce yıllık renkli kültürürünü tanıtma çabası, elbette düzen
temsilcilerini rahatsız edecekti. Bundandır ki, festival, gerek görkemi,
gerekse her yıl yaşanan gerginliklerle
kendinden söz ettirmeyi bildi. 2003
yılında 4. Munzur Festivali öncesinde, valiliğin belediyeye dikte ettirdiği 17 maddelik “Munzur Festivali
Taahhütnamesi” gerçek anlamda bir
yasaklar zinciriydi.
Taahhütnameye göz atalım:
Festival komitesince provokatörlere
karşı müdahale timi oluşturulmalı. Stad içindeki olaylara bu ekipler
anında müdahale etmeli. Ekipler arasında yer alan beş kişinin cep telefon
numaraları ve diğer bilgileri emniyete verilmeli.
Program sunucuları, halkın tahrik
edilmemesi için uyarılar yapmalı ve
tansiyonu mümkün olduğu kadar düşük tutmalılar.
Proğram yapılacak yerlere büyük boy
Atatürk posteri dışında hiçbir pankart
Taaahhütnamenin amacı; festivali
yaptırmamak, yapılacaksa da içinin boşalmasını sağlamaktı. Yani öz
değerlerinden kopmuş, heyacansız,
zevksiz, onursuz bir şey... Oysa Dersim Festivalinin en önemli özelliği;
direngenliğini, dilini, tarihini, kültürünü yaşatıp, ileriki kuşaklara taşımaktı. Kısacası, politik, devrimci bir
duruş sergilemekti....
Valiliğin bu tavrı bize şunu gösteriyordu: Egemenler, devrimcileri kitlelerden kopardıkları ölçüde ve kitleleri, düzenlerini tehdit edemeyecek
bir mesafede tutabildikleri ölçüde
demokrasicilik oynayabilirler. Oysa
görünen demokrasi müsameresinin
arkasındaki kuşkusuz diktatörlüktür.
Dersim, farklı kimlik ve kültürlerin
buluştuğu, kaynaştığı ve zenginleştiği bir coğrafyadır. Bununla birlikte
çelişkileri, egemen güçlerle uzlaşmayan tarihsel arka planı, onun devrimci
duruşunu besleyen doğal bir katalizör
görevi görür. Güncel olarak da, bir
çok farklı bölgede yapılmak istenen
ve yapımı süren Heslere karşı diğer
bütün bölgelerden çok daha görkemli
ve etkili bir direniş göstermiş olması Dersim’in tarihinden almış olduğu
güçle açıklanabilir.
Ha keza Jara Gola Çetu... 1994’te yapımına başlanan Uzunçayır Barajı ve
Hidroelektrik Santrali (HES) nedeniyle sular altında kalma tehdidiyle
karşılaştı. 2011 yılında Tunceli Belediyesi, mekanın, baraj alanının içinde kalmasını engellemek için park
haline getirdi. Ne var ki, 2013 yılında bu uygulamanın kanunsuz olduğu
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
gerekçesiyle Tunceli Belediyesi, 2,2
milyon TL para cezasına çarptırıldı.
Arkasından da park için yıkım kararı çıkarıldı. Dersimlinin ve Dersim
dostlarının yoğun tepkileri üzerine
Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel
Eroğlu; ziyareti yıkmaktan vazgeçip,
davaları geri almak zorunda kaldı.
Ancak Dersimlilerin, tarihlerinden
ve misyonlarından kaynaklanan direngen güçlerini üretime aktardıkları söylenemez. Munzur Festivalinin
özgünlüğü, doğal zenginliklere sahip
çıkmak, binlerce Dersimliyi buluşturup hasret gidermekle sınırlı kalmamalı. Tabi ki bu da olmalı, ama
yeterli değil. Dersim’in başta işsizlik
olmak üzere yozlaşma, cemaatleşme,
karakollaşma ve giderek artan madde bağımlılığı gibi sorunları çözüm
beklerken öf kesini, enerjisini bu alana aktarmak mecburiyetinde kalması
tek kelimeyle haksızlıktır, zulümdür.
Dersim’de onca sorun varken Dersim
halkını kültürel, siyasal ve sosyolojik olarak ileri taşıması beklenen
Dersim’in kurumları, malesef dargrupçu kaygılarından dolayı sorunlarını çözememişlerdir. Güçlü, birleştirici, halkın katılımını arttıracak,
Zazaca Kursu, yaz
tatilinden sonra
devam edecek!
12 Haziran Çarşamba günü başlayan Zazaca Kursu, iki aylık bir
öğretim sürecinin ardından yaz
tatiline girdi. İki aydan beri, yapılan kursun son iki dersi, 7 Ağustos
günü gerçekleştirildi. Kesin tarihi
daha sonra açıklanacak olan yeni
dönem Zazaca Kursu, Eylül sonu ya
da Ekim başı gibi planlanıyor. Yeni
dönem için yeni kayıtlar devam
ediyor.
Hallac Haber – Viyana Alevi
Öğrenciler ve Akademisyenler
Derneği’nin (Alevitische StudentInnen- und AkademikerInnenvereinigung Wien – ASAV), Viyana’daki
Dersimin kültürel değerlerini koruyacak festivaller örgütlemek, bu
konuda çaba gösteren devrimcilerin
önünde duran görevler arasındadır.
Halka bilinç taşıyan, devrimci kültürü büyüten ve can bedeli örülmüş
değerlerin geleceğe taşınır nitelikte
olması, Dersimlilerin ve Dersim dostlarının sorumluluğundadır.
Festivaller, Seyit Rızalar’ın mirasını
yaşatan, asimilasyonlara karşı kültürümüzü koruyan, insanlarımıza,
sürdürülebilir eğitim kurumlarından BİLCOM’da organize ettiği
ve 12 Haziran Çarşamba günü
başlayan Zazaca Kursu, iki aylık
bir öğretim sürecinin ardından yaz
tatiline girdi. İki aydan beri, her
Çarşamba günü, 18:00-20:00 saatleri arasında yapılan kursun son iki
dersi, 7 Ağustos günü gerçekleştirildi.
Kesin tarihi daha sonra açıklanacak olan yeni dönem Zazaca Kursu,
Eylül sonu ya da Ekim başı gibi
planlanıyor. Yeni dönem için yeni
kayıtlar devam ediyor. Kurslardaki gruplandırmalar, Zazacayı
“az bilenler” ve “hiç bilmeyenler”
kıstaslarına göre yapılıyor. Gelecek
dönemdeki kurslarda yer almak
isteyenler, ASAV ya da BİLCOM
üzerinden, şimdiden kayıtlarını
yaptırabilirler. Grupların oluşumunda, en az 5, en fazla 10 katılım-
sosyal, bilimsel, politik, sanatsal,
kültürel, etik ve estetik bir bakış açısı verecek mahiyette olmalıdır. Yabancılaşmanın, yozlaşmanın, fuhuşun ve uyuşturucunun panzehiri olan
komünâl yaşam kültürünü yaymak,
kendine duyarlıyım diyen herkesin
görevi olmalıdır.
Festivalin son gününde Munzur Çayına düşerek boğulan Gökhan Kılınç
ve Kenan Eren’i saygıyla anıyor anıları önünde eğiliyorum.
cı prensibi de gözetiliyor.
Önceki dönemin Zazaca Kursu’na
devam edenler, sadece kursa
katılmakla kalmadı, ortak birkaç
etkinlik de gerçekleştirdi. Birlikte açık havada kahvaltı yapmak,
günlük bisiklet turu düzenlemek
gibi. Sonraki dönemlerde de kursa
katılanlara yönelik sosyal aktiviteler organize edilerek, bu süreler
içinde öğrenildiği kadarıyla Zazaca
konuşulmasına özen gösterilecek.
Yani bir bakıma, kurslarda öğreninlenlere uygulama alanları yaratılmaya çalışılacak.
Yeni Kayıt İçin:
ASAV Tel: 0650 361 55 47
BİLCOM Tel: 01 641 99 85-10
Kurs Adresi:
Senefelderg. 11/Top 1
1100 Wien
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İSMAİL BEŞİKÇİ VE DERSİM PANELİ
Dr. Daimi Cengi z
Bu yıl Dersim’de yapılan 13. Munzur
Kültür ve Doğa Festivali programı
ile eş zamanlı olarak 27 Temmuz 2013
günü Celal Doğan Parkı’nda İsmail Beşikçi Vakfı tarafından bir halk toplantısı gercekleştirildi.
Söyleşi yerine vardığımda, Türk burjuvazisinin 1915 Ermeni soykırımı ve
Rum halkına yapılan katliam sonrası
geride kalan mülklerle palazlandığından söz eden Beşikçi, bir gerçeğin altını
çiziyordu. Ancak Dersim soykırımında
yaşanan kıyım ve göçü anlatırken, tek
taraflı ve sığ görüşleri ile bizde hayal
kırıklığı yarattı. Yıllarca Kürt sorunu
ile haşir-neşir olan Beşikçi’nin bir sosyoloğ olarak Dersim’i pek tanımadığı
kanaati bizde pekişmiş oldu.
Beşikçi’nin Kürt sorunu için ödediği
bedel ve bilim adamı olarak sorunu sahiplenmesi ve ahlaki duruşu her zaman
tarafımızdan da taktir ve saygı ile karşılandı. Dersim katliamını ilk kez soykırım olarak tanımlaması da… Aynı
şekilde Kürt hareketinin de ödediği
bedel ve yarattığı değerler de bu cerçevededir. Bu toplantıda Beşikçi’ye hep
bu kıstasları ve hassasiyetleri dikkate
alarak açıklamalı sorular yönelttik.
Beşikçi; “1938 Dersim soykırımı bir
Kürt kıyımıdır, bir Alevi kıyımı değildir. Ama Alevi oldukları için devlet Dersim sürgünlerini özellikle Batı
Anadolu’daki Alevi-Türk köylerine
yerleştirerek onları Türk Aleviliği üzerinden asimile etmek istedi” diyor. Bu
açıklamasına karşı cevabımız şu oldu:
Anlaşılıyor ki sosyolog Beşikçi Dersim
kıyımının sosyolojik okumalarını eksik
yapıyor. Yıllardır Dersim’de, İç ve Batı
Anadolu’da ve Avrupa’da yaşayan Dersim sürgünü aileler içinde sözlü tarih
çalışmaları yapıyoruz. Açılan arşivler
ve yaşayan tanıklar da bu kıyım ve sürgünü hiç de sayın Beşikçi’nin aktardığı
gibi aktarmıyorlar.
1937 Dersim Askeri Harekatı tamamen
Dersim inanç önderleri ve aşiret reislerine yönelikti. Amaç Dersimlilerin
inanç ne aşiret önderliğini yoketmekti. 38 kıyımı ise tüm kitleyi kapsadı.
Dersim’de konuşlandırılan tümen, tugay, alay vb. askeri birliklerdeki hazır kıtalarda kıyım için eğitilen 18-20
yaş gurubu genç askerlere ‘Askerın el
kitabı’ndan şu talimatlar yapıldı: ”Dersim halkı İslam dışı bir mezhebe sahiptir. Bunlar zındıktır. Taşa, ağaca ve
suya taparlar, sakalı pis seyitlere secde
ederler. Cemde ana-bacı bilmezler. Kadınları çok seksidir. Gazanız mübarek
olsun”.
Resmi kayıtlarda İç ve Batı Anadolu’ya
sürülen 13000’den çok Dersim sürgününden sadece 150-200 kişi kadarı
tesadüfen Alevi-Bektaşi köylerine yerleştirilirken, geride kalan 13000 kişinin
hepsi sunni Hanifi köylere yerleştirildi.
Bu sunni yerleşim alanlarında Dersimli sürgünlerin karşılaştıkları en büyük
sorun camiye gitmemeleri ve namaz
kılmamaları vesilesiyle dışlanmalarıdır. İkinci bir tıravma yaşamalarıdır.
Hatta Beşikçiye şu hatırlatmayı da yapmak isteriz. Bu sürgün ailelerden az bir
kesimi de Doğu’da sunni şafii Kürt köylerine yerleştirildi. Dini açıdan (ŞafiiKızılbaş çelişkisinden ötürü) Desimliler Batı’da çektikleri sıkıntıdan daha
fazlasını bu bölgede çektiler. Ve yerleştikleri köyleri rizke girerek terk ettiler.
Cumhuriyet sonrası Doğu’da yapılan
Kürt katliamlarında hiçbir zaman Dersim ve Ermeni katliamlarında olduğu
kadar pervasız bir kıyım yaşanmadı.
Bunun tek nedeni devletçe iki halkın
da İslam dışı görülmeleridir. Dersim
halkı 1938 Laç Deresi ağıdında bu kıyımı Ermeni kıyımına benzeterek şöyle
aktarır:
‘Nıka ke teseliya ho mara gurete
Bizi bertaraf (kıyım) ettikden sonra
Peniya sıma peniya Hermenano
Akibetiniz Ermeni akibetine döner
Nıkake teseliya ho mara gurete
Bizi bertaraf ettikten sonra
Cereno ra kaf u koke sıma ano.
Döner soyunuzu keser
Dersim halkına uygulanan jenosid, Osmanlı ve İttihat dönemlerinde hazırlanan raporların yeniden icrasından öte
bir şey değildir. Jenosidin bu katmerli
boyutu ancak Alevi inanç kimliği ile
açıklanır. Ulusal kimlik bu kıyımda
ikinci yerde durur. Dersim kıyımında
bir tek sunni vatandaşın burnu bile kanamamıştır. Cumhuriyet dönemi sunni
Kürtlerin katliamlarında inanç talidir.
Ağılıklı olarak şeriat talepli Şıh Sait
İsyanı hariç, bu katliamlarda sadece
ulusal kimlik ön plandadır. Devlet hiç
bir Kürt hareketini bastırmada Kızılbaş
Dersim üzerinde uyguladığı Ebu Suud
Fetvası fermanını ve Yavuz ile İdri-i
Bitlisi’nin kök kurutma planını uygulamadı. Desim soykırımı ile diğer Kürt
katliamları ve harekatları arasındaki
fark budur.
İ. Beşikçi’nin ikinci açıklaması da
şöyledir: ‘Mehmet Bayrak’ın Horasan
üzerine yayımlanan son çalışmasında
“Desimliler arasında yaygın söylenen
‘Horasan’dan geldık’ söyleminin Şah
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İsmail döneminde Horasan bölgesine
yeleştirilen Dersim aşiretlerinin Şah
Abbas dönemi sonrası tekrar Dersim’e
dönmesi sonucu bu söylem oluştu”.
tora programı icra ederken,Beşikçi’nin
böylesine bilim dışı düşünceleri ve tavrı O’nun bilinen bilim adamı kimliğine
hiç yakışmıyor ve de zedeliyor.
Bizim Beşikçi’ye cevabımız şöyle oldu:
Sayın Beşikçi bu “Dersim’e dönüş” hikayesi son 20-30 yıldır biliniyor. Sayın Bayrak’ın yayınından evvel başka
yayımlar yapıldı. Ancak Şah İsmail
döneminde Çemisgezekli aşiretlerden
sadece Khewu aşireti ile yanındaki biriki küçük aşiret ve Şadlu aşireti (ki bu
aşiret Azeri kürtleri arasında da var)
Özbek akınlarını durdurmak amacıyla
Horasan’a yerleştirildi. Bu aşiretlerin
az bir kısmı Şah Abbas dönemi sonrası
tekrar Dersim’e döndü. Oysa Horasan’a
gitmeyen onlarca aşiretin (%95) yerleşik olduğu Dersim’de ortak söylem
“Horasan’dan geldik”tir. Bu söylem
daha çok Dersim’den Horasana gitmeyen ocakzade Dersim aşiretleri ve diğer
talip aşiretler arasında çok daha yaygın
ve kadimdir. Neden? Çünkü konuştukları Kırmancki (Zazaca) dili başlı başına bir dildir. Bu dil Kürtçe (Kurmanci)
değildir, ancak Kürtce’ye komşu olan
bir dil olarak kadim kökleri İran Daylamistan ve Horasan bölgelerindedir. 1617. yy’ın 1.Şah Abbas dönemi ve sonrası söylemi hiç değildir. “Horasandan
geldik” söylemi geriye doğru ve kadim
bir tarihe, 9.yy ve 10. yy İran’ına referans verir. Hatta kurmanci (Kürtçe) konuşan bazı aşiretler de bu bölgeden gelmiştir. Bu Horasan-Dersim hattı öyle
‘CHP’nin Alevi dedelerini kandırdığı’
ucuz söylemi ile açıklanamaz. Aşiretler ve Alevi ocaklarının bu söylemi var
iken Chp’nin esamesi okunmuyordu.
Söz alan Munzur Cem, Beşikçi’nin
“Dersim soykırımı Kürt kimliğinden
ötürü oldu” düşüncesine katkı yapmak
için kıyım öncesi devletin hazırladığı
raporların hep kürtlüğe vurgu yaptığını
söylerken İnönü’nün “Erzincan’ın kütleşmesi” örneğini verdi.
Beşikçi’ye dinleyicilerden biri şu soruyu sordu: ‘Zazaca Kürtçenin lehçesi
midir? Cevabı şöyle oldu: “Bu konuda bilgi sahibi değilim. Ama Munzur
Cem, Malmisanij ve Roşan Lezgin’in
düşünceleri benim için muteberdir”.
Doğrusu peh! Kürt çevrelerde “Bilimin
namusu” olarak onurlandırılan Beşikçi,
dilbilimci olmayan, sadece sahada folklorik çalışma yapan bu kişilerin Zazaca
konusundaki düşüncelerine itibar edeceğine, dünyaca ünlü dilbilimci David
Neil MacKenzie, Karl Hadank, Oskar
Mann, Jost Gippert, Paris Kürt Enstitüsü başkanı Joyce Blau’nun düşüncelerini muteber göremez miydi? Bu gün bazı
üniversiteler Zazaca’nın bir dil olarak
araştırılması ve geliştirilmesi için kürsü ve bölüm açıp lisans, master ve dok-
Ama M. Cem, devletin A. Reşit Tankut’a hazırlattığı “Dersim Zazadır,
Zaza kökenlidir ve Zaza Kızılbaşıdır”
roporundan hiç söz etmemekle dürüst
davranmadı. Oysa devlet yer yer Kürt
ve yer yer de Zaza ve Kızılbaş kimliği
altında Dersim’i raporluyordu. Beşikçi
ve Cem sadece işine geleni alıyor ve
kürtlüğe entegre ediyor. Zazalık ve Kızılbaş vurgusundan özellikle vebadan
kaçar gibi kaçıyorlardı.
Munzur Cem; Sah İsmail-Yavuz Sultan
Selim ve İdrisi Bitlisi karşılaştırmasında Osmanlı tarihçilerine itibar ederek
“Şah İsmail’in katliamcı ve anasını öldürdüğünü, İdris-i Bitlisi ve Yavuz Sultan Selim’den daha gaddar olduğunu”
söyledi. Dersim halk inancında ve Alevi-Bektaşi inancında Ali algısı gibi Sah
İsmail (Hatayi) algısını kavramama
cahaletini gösterdi. Tarihsel Ali ile Sah
İsmail kişiliğini değil, Anadolu AleviBektaşileri ve Dersimlilerin inancında
yarattığı Ali ve Sah İsmail algısı dersimliler için önemlidir. M. Cem bu ayrımın farkında bile değildir.
Dinleyicileden tesettürlü Diyarbakırlı
bir Hanım bizlere cevaben şu hatırlatmayı yaptı: “Şu anda Dersim’de bulunuyorum. Seyit Rıza’nın vatanında…S.
Rıza’nın son sözü şu olmadı mı?”: “Ben
şehit oluyorum ve Kürdistan şehitleri
kervanına katılıyorum”.
Cevabımız şu oldu: “Hanımefendi galiba 1980 öncesinin politik dünyasında yaşıyor. Baytar Nuri’nin gayıpta(!)
Seyit Rıza’ya söylettiği bu bayatlamış
sözü tekrarlayıp duruyor. Seyit Rıza’nın
idamı esnasında söylediği varsayılan
sözler Baytar Nuri’nin uydurmalarıdır.
Baytar Nuri, Seyit Rızanın idamından
aylar önce evvela Avrupa’ya giriş yapmak ister, beceremeyince de Suriye’ye
sığınır. Orada önce Dersim Tarihi adı
altında yazdığı kitabı Bedirhaniler tarafından ‘Desimlilik yapıyorsun’ müdahalesi ile değiştirilir. Bu kitapta iddia
edilen sahşiyeti, ailesi, S.Rıza ve Dersim aşiretleri hakkında verdiği bir çok
bilgi yanlış ve eksik iken bazı bilgiler
de uydurmadır. Baytar Nuri ve kitapları artık Dersim aydınları arasında pek
güvenilir değildir.
Kuşkusuz bizi daha ziyade Beşikçi’nin
düşünceleri ilgilendiriyor. Beşikçi,
Dersim kıyımına ilk kez Jenosid dedi
ve parlamentonun gizli celselerindeki
Dersim konuşmalarını yayımladı. Bu
çok doğru bir tespit saygı değer bir başlangıç idi. Ancak geçen 20 yıl içinde
Beşikçi’nin Dersim’e dair gelişmeleri
iyi takip edemediği ve bazı çevrelere
fazla angaje olarak Dersimi sosyoloğ
olarak sosyolojik okumadığı, artık pek
çok Dersimli aydın tarafından kabul
görmektedir.
Ancak bu ve benzer başka toplantılardaki söylemlerinde, Beşikçi’nin yazılarında genellikle Beşikçi’nin ‘ödediği
bedel’in gölgesinde kalınmaktadır. Bu
hassasiyet nedeniyledir ki çoğu zaman
Beşikçi’nin ‘bilim metodu’adı altında
yazdığı bir çok yazıdaki bazı yanlış ve
eksiklikler ya görülmemektedir ya da
görülüp eleştirilmemektedir. Aslında
bu Beşikçi’ye yapılan kötülüktür.
Şubat 1994’te Cemşit Bender’i Kürt
kültürü üzerine yayımladığı uyduruk
yazılarından ötürü ‘Bender yaratmaları mı, Kürt yaratmaları mı?’ adlı makalemle eleştirmiştim. Bazı Kürt vd.
kökenli aydınlar da Bender’i eleştirmişlerdi. Mehdi Halıcı adıyla Anadolu
medeniyetini Türk mühürlü yaratmalar
olarak görürken, isim değiştirip Cemşid
Bender olunca bu medeniyeti Kürt mühürlü medeniyet ediverdi. Bu uyduruk
tezleri eleştirdiğimizde de Beşikçi’nin
tavrı bir yazısında ya da ropörtajında
yaklaşık şöyle olmuştu: ‘Cemşid Bender uyduruk şeyler yazıyor ama Kürtlerin bir tarih bilincine ve motivasyona
ihtiyacı vardır. Bu nedenle O’nunla uğraşmayın’ demişti.
Benzer uyduruk tarih ulusal inşa döneminde Türk devleti tarafından da
yazıldı. Ama bugün o tarihin inandırıcı hiçbir yanının olmadığı ve sıkıntılarının ağır fatura olarak Anadolu’nun
halklarına çıktığı görülüyor. Beşikçi
bu ve benzer hususlarda daha mesafeli, eleştirel bir tutum izlese, ya da hakkında bilgi sahibi olmadığı konularda
(Dersim vb.) daha ketum davransa saygıdeğerliliğine helal gelmez.
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İttihat ve Terakki'nin Kürd politikaları
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC)
Kürd politikasını İTC’nin ideoloğu
sosyolog Ziya Gökalp oluşturmuştur.
Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edildiği
1908’den sonra Ziya Gökalp’in ilk işi
Diyarbakır’da Milan (Milli) aşiretler
topluluğunun reisi Hamidiyeci İbrahim
Paşa’nın hegemonyasını kırmak için
Diyabarbekir’de İTC’nin şubesini açmak ve paşaya karşı gönüllüler toplamak olmuştu. Ardından Diyarbakır’da
yayımlanan Peyman gazetesine Kürd
aşiretleri hakkında makaleler yazmaya başladı. Bu makalelerde Türklük ve
Kürdlük meselesinin nasıl ele alındığını (sadeleştirilmiş dille) şu cümlelerinden anlamak mümkün: “Köylülerimiz
çoğunlukla Kürd kavmine mensup cahil ve aşiret ahlakıyla davranır (...)
Kürdler vatan ve millet hissinden tümüyle mahrumdur. Kürd köylüsü genel
bütçeye katkının şerefini bilmediği için
vergi vermek istemez. Vatanı köy ya da
aşiretten ibaret sandığı için askerlikten
kaçar (...) Bu hastalık, uygun sosyal tedavi yöntemleriyle iyileştirilebilir.”
Habis urdan iyi huylu ura
Ziya Gökalp Kürdlerin sosyolojik durumunu ‘hastalık’ olarak tarif etmişti ama kendi ifadesine göre Kürdleri
“cerrahi bir operasyon ile milli bünyeden kesip atmak mümkün olmadığı
için”, “temsil ve isticnas (asimilasyon
ve benzetme) yoluyla” bu “evram-ı habise (zararlı urları) bir münasip tedavi tatbikiyle zehirden ve vehametden
(tehlikeden) tecrid ederek (soyutlayarak) evram-ı selime (iyi huylu ura) haline getirmek” yoluna gitmek lazımdı.
Ziya Gökalp’in bulduğu ‘sosyal tedavi
usulleri’ arasında Kürdlerin göç yollarının tespit edilip bunların zamanla daraltılması, mahkeme üyelerinin bölge
halkından seçilmesi, arazi sahiplerinin
memuriyete alınmaması, mahkemelerde (Kürdler Türkçe konuşmak zorunda
kalsınlar diye) davalıların bizzat hazır bulunmasının mecbur kılınması,
Kürdleri eğitmek için köy okullarının
kurulması vardı. Ancak bu düşüncelerin “kuvveden fiile geçirilmesi” ancak
İTC’nin iktidara tamamiyle el koymasını sağlayan 23 Ocak 1913’teki Babıali Baskını’ndan sonra oldu.
(dolaşma yerleri) belirlenecekti. Ayrıca
Kürdlük ile ilgili her türlü materyalin,
orijinalinin ve kopyalarının toplanıp
İstanbul’a gönderilmesi isteniyordu.
Kürdlerin zorunlu iskânı
Porf. AYŞE HÜR
[email protected]
Ziya Gökalp’in anketi
Mart 1913’te Aşâir ve Muhâcirîn
Müdüriyet-i Umûmisi (AMMU, kısaça Aşiretler ve Göçmenler Müdürlüğü)
kuruldu, 13 Mayıs 1913’te İskân-ı Muhacirin Nizamnamesi çıkarıldı. Temmuz 1914’te Ziya Gökalp tarafından
hazırlanan bir anket tüm Kürd bölgelerine gönderildi.
68 soruluk ankette Kürd toplumunun
ve aşiretlerin yapısına (aşiret reisinin
isimleri, yaşadıkları bölgeler, aşiret
hiyerarşisi içindeki yerleri, seçilme
biçimleri, aşiretlerin demografik, askeri ve coğrafi gücü, kullanılan diller,
lehçe farkları, aşiretlerin dostları, düşmanları, geçmişte katıldıkları isyanlar,
Hamidiye olup olmadıkları vb.) ilişkin
29 soru, dini organizasyonlarına (şeyh,
molla gibi dini şahsiyetlerin isimleri, bağlı oldukları halifeler, bu kişilerin zaafları, diğer tarikatlar ve dinsel
gruplarla ilişkileri, devletle ilişkileri
vb.) yönelik 19 soru, iktisadi organizasyonlarına (aşiretlerin geçimlerini
nasıl sağladıkları, ticari ilişkileri, aşiret reislerinin kapitalist eğilimleri olup
olmadığı vb.16 soru vardı. Dört soru
ise bölgedeki her türlü topografik oluşumun ve yerleşim yerinin adlarının,
Kürd tarih ve etnografyasına, örf ve
adetlerine dair her türlü bilgi ve belgenin derlenmesine dairdi.
Anketin bölgelerdeki devlet birimlerinin yetkilileri ile Kürdler ve aşiretler
hakkında bilgisi olanlarca doldurulması isteniyordu. Anketle birlikte Kürd
aşiretleri haritalanacak, böylece aşiretlerin konaklama ve ‘cevelangâhları’
Bu anket yapılırken Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na girmişti. 1915’te ‘Ermeni Meselesi’ Kürt
çeteleri, başıbozuklarının da yardımıyla ‘halledildikten’ sonra, sıra Ziya
Gökalp’in terminolojisiyle ‘Kürdleri
medenileştirmeye’ gelmişti. Ancak
savaşla birlikte bu işin başarılmasını zorlaştıran yeni bir durumla karşı
karşıyaydı İTC: Doğu sınırları Rusya
ve İran’dan (özellikle Van ve Urmiye
Gölü arasındaki bölgeden) gelen Kürd
asıllı Müslüman muhacirlerin akınına
uğramıştı.
1916 Ocak ayında tüm Batı vilayetlerine yollanan bir telgraf, mülteci durumundaki Kürdlerin Anadolu’nun Batı
bölgelerine sevklerinin düşünüldüğüne dair ipuçları içeriyordu. Telgrafta
“nerelerde ne kadar Kürd köyleri vardır. Nüfûsları mikdârı nedir? Lisân ve
âdât-ı asliyelerini muhâfaza ediyorlar
mı? İştigâlleriyle Türk köylü ve köylerine münâsebetleri ne derecededir?”
gibi sorulara acil cevap isteniyordu.
Mayıs ayında Talat Paşa Kürdlere uygulanacak İttihatçı politikayı vali ve
mutasarrıflıklara üç tamimle bildirdi.
İlk tamim Diyarbekir, Sivas ve Mamuretülaziz ve Erzurum gibi Rus işgalindeki bölgelerin sınırındaki vilayetlere
gönderilmişti. İkinci tamim, Musul,
Urfa, Maraş ve Ayıntap (Gaziantep)
gibi ‘Kürdlerin yoğun olduğu’ diye
tarif edilen vilayetlere gönderilmişti.
Üçüncü tamim ise Ankara, Eskişehir,
Konya, Hüdavendigar (Bursa), Kastamonu, Tokat, Kayseri, Niğde ve Kütahya gibi ‘Türklerin yoğun olduğu’ diye
tarif edilen vilayet ve livalara gönderilmişti.
Yüzde 5 usulü
Tamimlerde özetle her iki bölgedeki
Türk nüfusun yerinde tutulması ve/
veya güçlendirilmesi, Kürd nüfusun
seyreltilmesi, göçertilecek Kürdlerin
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Türk nüfusun yüzde 5’ini geçmeyecek
şekilde Türk bölgesine serpiştirilmesi
ve nihayet göçertilen Kürd nüfusun hiç
bir şekilde asıl memleketine iade edilmemesi isteniyordu.
İttihatçıların asimilasyon programının en önemli unsurlarından biri de
aşiretlerin liderlerinin (telgraflardaki dille ‘rüesanın”) aşiretten ayrı bir
yere iskan edilmesiydi. Hatta 4 Mayıs
1916’da Urfa, Maraş ve Ayıntap’a yollanan telgrafta “rüesa” ailelerinin de
2-3 kişilik birimlere bölünerek bu livaların kuzeyinde bulunan Türk köylerine dağıtılması, bu kişilerin birbirleriyle ve aşiret mensuplarıyla ilişkilerinin
kesilmesi isteniyordu.
Bütün bu ‘nüfus hareketleri’ (Ekim
1916’da 659 bin, Aralık 1917’de
1.077.155, Mart 1918’de 1,5 milyon mülteci vardı ancak bunun ne kadarının
Kürd olduğu bilinmiyor) İstanbul’dan
günü gününe takip edildi. Ancak devletin kayıtlarında hiç bir zaman açıkça
yer almadı. Yapılan işler değişik adlar
altında perdelendi. Savaşın Osmanlı
İmparatorluğu ve müttefiklerinin yenilgisiyle bitmesi yüzünden İTC’nin
başlattığı ‘Kürdleri asimile etme” işini
tamamlamak Kemalistlere kaldı.
Bir Meşahir-i Meçhule: Habil Adem
İttihatçıların ‘Kürd çalışmaları’ için
görevlendirdiği kişi yazılarında ‘Habil Adem’ adını kullanan Naci İsmail (Pelister) adlı ilginç bir şahsiyetti.
Doğum tarihi ve ailesi bilinmeyen
Habil Adem’in eğitimi konusunda ise
çelişkili bilgiler vardı. Kendi ifadesine göre “elektrik mühendisi olmak
için gittiği Almanya’dan felsefe doktoru olarak” dönmüştü. Kendisiyle
1932’de tanışan Abidin Nesimi’nin
deyimiyle ‘Meşahir-i Meçhule’ (tanınmayan ünlüler) grubunun en mümtaz
örneklerinden biri olan Habil Adem,
Almanca, İngilizce, Fransızca ve Macarca biliyordu. Almanya’dan döndükten sonra İttihatçı karşıtı Mevlanzade Rıfat Bey’in Serbesti gazetesinde
çalışmıştı. 1908 sonrasında Emniyet
Umum Müdüriyeti’nin (EUM) “Yahudilerin eline geçmesinden endişe eden
Talat Paşa’nın, EUM’un üst kadrolarına atadığı 13 ‘Müslüman memur’
arasında Habil Adem de vardı. Habil
Adem çok dil bildiği için EUM’un
çeviri bürosunda görevlendirilmişti.
İTC’nin ‘Halaskâran Hareketi’ tarafından iktidardan uzaklaştırıldığı 1911
ve 1913 arasında birazdan anlatacağım
bir olaydan dolayı yurt dışına gitmiş,
1913’ten sonra da AMMU’da Türkmenler Şubesi’nde etnik konularla ilgili kitapların çevirisi ile görevlendirilmişti.
Uydurma adlarla ‘ilmi kitaplar’
Habil Adem, 4’ü 1916 yılında olmak
üzere 12 eser kaleme aldığını iddia
eder. (Fuat Dündar, bir kişinin bu kadar kısa sürede her biri farklı konuda,
uyduruk bilgilerden oluşsa da 12 kitap
yazmasının imkansızlığına dikkat çekerek bu kitapların İttihatçıların etnik
politikalarına ‘ilmi kılıf’ uydurmak
için 1917’de AMMU bünyesinde kurdukları Encümen-i İlmiyye Heyeti tarafından yazıldığını düşünür. Heyette
İttihatçı sosyolog ve etnologların yanısıra Alman uzmanlar da görev yapıyordu.
lanması güç idi. (...) ve nihayet kendi
şahsımı ortadan kaldırmaktan başka
çare bulamadım. O zaman kendi eserlerimi hayali birer Avrupalı yazara
atf eyledim. Kamuoyunun etkilendiği
bilfiil sabit olan 12 eser yayımladım.
Hepsinde de ben çevirmen durumunda
idim. Çevirmenin fikirler üzerinde ne
etkisi olabilirdi? Hiç!... İşte bu hiçdir
ki bugünkü ilmin oluşmasını mümkün
kıldı. En muğlak, en çetin konular en
açık ve kesin bir şekilde yazdırabildi.”
İtalya sürgünü
Nitekim bu eserlerle Habil Adem’in
ismi ya hiç geçmiyor, ya da çevirmen
olarak geçiyordu. Yazarların adları ise
Prof. Cons Mol, Prof Libah (Habil’in
tersi), Dr. Frayliç, Mühendis Rolig,
Bokkert, Prof. Vayt gibi uydurma isimlerdi.
Abidin Nesimi’ye göre, bu kitaplardan biri olan ve yazarı Prof. Cons
Mol olarak belirtilen Londra Konferansındaki Mes’elelerden: Anadolu’da
Türkiye Yaşayacak mı? Yaşamayacak
mı? adlı kitap yayımlandığında Alman
Sefiri Talat Paşa’yı ziyaret etmiş ve
Almanya’da böyle bir profesör olmadığını söylemişti. Bunun üzerine Talat Paşa Habil Adem’i çağırmış, Habil
Adem de profesörün Alman değil Macar olduğunu, metnin de kitap değil bir
konferans kaydı olduğunu iddia etmişti. Talat Paşa buna inanmış görünmüş
ancak Türk-Alman ilişkilerinin bozulmaması için bir süreliğine ülkeden
ayrılmasını istemişti. Habil Adem de
İtalya’ya gitmişti.
Habil Adem kitaplarında neden uydurma adlar kullandığını 1923 yılında yayımladığı Ankara ve Avrupa Siyaseti
adlı kitabında (günümüz Türkçesiyle)
şöyle açıklayacaktı: “... On sene önce
yayımladığım çeşitli eserlerde savunduğum konuların birer birer gerçekleştiğini görüyorum. O zamanın tehlikeli
ve kararsız hükümeti karşısında yeni
düşüncelerin yeni anlayışların yayım-
Habil Adem beş parasız çıktığı sürgünü paraya tahvil etmek için İtalya’nın
kanatları altındaki Arnavutluk’un taht
kavgalarına karışmış, uzak akrabalık
vesilesiyle Arnavutluk Kralı olma hevesindeki Mısır Hidivi Abbas Hilmi
Paşa’nın kral olabilmesi için gerekli
sahte soyağacı belgesini imal etmiş,
belgeyi Vatikan arşivine yerleştirmeyi bile başarmıştı. Sahte belgenin ka-
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
muya açıklanması siyasi çalkantılara
neden olunca, Talat Paşa Habil Adem’i
İstanbul’a getirmişti. Bu olayların yukarıda belirttiğim gibi 1911-1913 arasında olması büyük olasılıktı.
Kürdlerin dili
1917’de kurulan Encümen-i İlmiyye
Heyeti, imparatorluktaki etnik, dinsel
ve sosyal gruplara ilişkin bir dizi kitabın yanısıra, 1918 yılında Osmanlı
döneminin Kürdler hakkındaki ilk ve
son kitabı olan Kürdler, Tarihi ve İçtimai Tedkik’i yayımladı. Kitabın yazarı
“Berlin Şark Akademisi profesörlerinden Dr. Friç (Fritz)”, çevirmeni Habil
Adem olarak belirtilmişti. Halbuki
kitabın ana bölümleri daha önceden
AMMU’nun Ahileri incelemekle görevlendirdiği Zekeriya (Sertel’in) İçtimaiayyat adlı dergisinde, 1917 yılının
Ağustos ve Eylül aylarında iki bölüm
halinde yayımlanmıştı. Bu iki yazıda
da yazar adı yoktu.
Kitapta Dr. Friç, Kürd diye bir milletin olmadığını, Kürdlerin tarihte hiçbir ciddi rollerinin bulunmadığı, hatta
kendilerine ait bir dillerinin bile olmadığı güya ‘ilmi’ bir dille anlatıyordu.
Örneğin Dr. Friç’e göre Kürdçe toplam
8.428 kelimeden ibaret olup bu kelimelerin 3.080’i “Türk (eski Türkmen)”,
2.000’i “Arap (yeni lisandan)”, 1.030’u
“Farisi (yeni edebiyattan)”, 1.240’ının
“Zen”, 370’i “Pehlevi (eski)”, 220’si
“Ermeni”, 108’i “Keldani”, 60’ı “Çerkes”, 20’si “Kürdçe (eski lisandan)”
geliyordu. Böylece gerçek Kürdçe kelime sayısı 300’e kadar indiriliyordu.
Ancak yazarın yanına Türkçe olduğunu belirtmek için (T) harfi koyduğu kelimelerin sayısı 575 adetti. Yani
uydurma yazar (Habil Adem) uydurma
bilgilerde bir tutarlılık bile sağlamaya bile gerek görmemişti. Aynı şekilde, AMMU’nun 1918’de yayımladığı
Beynelmilel Usulü’t Temsil, İskan-ı
Muhacirin (Uluslararası Asimilasyon
Yöntemleri, Göçmenlerin Yerleştirilmesi) adlı kitabın künyesinde aynı
isim “Prusya Müstemleke Nezareti
memurlarından Dr. Friç” olarak boş
gösteriyordu.
Ancak bu ‘sahte ilim’ üretiminden
maksat hasıl oldu ve bu ‘sözde’ Dr.
Friç’in Kürdler ve Kürdçe hakkındaki uydurma yargıları, neredeyse tüm
Cumhuriyet tarihi boyunca, Kürdle-
ri yok saymak, küçümsemek, hakaret
etmek ihtiyacı her doğduğunda “Ama
Alman bilim adamı Dr. Friç diyor
ki…” diye başlayan cümlelerle ısıtılıp
ısıtılıp önümüze kondu, hatta hala da
konmaya devam ediyor.
Habil Adem çetesinin işleri
İTC’li olup olmadığı bilinmeyen ancak hayatındaki bütün iniş çıkışlar İTC’nin iniş çıkışlarıyla paralel
olan Habil Adem’in 1918 Mondros
Mütarekesi’nden sonra bir süre gizlendiği, ardından bir Amerikan gaz şirketinin tercümanı olarak İran’a gittiği
sanılıyor. (Farsça bilmediği halde bu
işi nasıl aldığı bir muamma.)
Bir yazısında Mudanya Mütarekesi’nin
imzalandığı (11 Ekim 1922) günlerde
İstanbul’da olduğunu belirten Habil
Adem bir süre dava vekilliği yapmış
(o günlerde avukat olmayanlar da dava
vekili olabilirdi). Ama hayatını kazandığı asıl iş 15 kişilik maiyeti (çetesi
demek daha doğru olabilir) ile çeşitli
çevrelerden zorla ilan, abonelik bulmaktan kazanmıştı.
Habil Adem çetesinin işlerinden birkaç
örnek vermek gerekirse; Temsilciliğini üstlendiği gazetelere ilan vermeyi reddeden Adapazarı Türk Ticaret
Bankası’nı, gazetelerde tefrika ettiği
bilimsel kisveli raporlarla batırmıştı.
(Bankanın varlıkları daha sonra Türkiye İş Bankası’na devredilecekti.)
Yine reklam vermeyi reddeden ünlü
sigortacı Piyos’a I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’nin savaş halinde olduğu Fransa’dan aldığı şeref nişanı beratı ile şantaj yapmış, ardından
Mareşal Fevzi Çakmak’ı ikna ederek
Piyos’u sınır dışı ettirmişti. Ardından
Piyos’un hisseleri haczedilmişti.
Tek Parti Dönemi’nin ilan işlerini elinde tutan Hofer Şirketi ile kağıt işlerini
elinde tutan Burla Biraderleri kontrolünde tuttuğu İstanbul’un Sesi adlı
gazetede yayımladığı “Türk Matbuatı Yahudilerin Kontrolünde” başlıklı
yazıyla korkutmuştu. Yunus Nadi’yi,
sahte TKP bildirileri satarak dolandırmış, Nadi belgeleri yayımlayınca da
sahtekarlığı nasıl yaptıklarını anlatarak komik duruma düşürmüştü. Kontrolündeki Yarın gazetesinde istihdam
ettiği Nazım Hikmet’i, Sovyetler aleyhine yazılar yazma tehdidiyle Sovyet
şirketlerinden ilan almaya zorlamıştı.
Serbest Fırka günleri
1930’da 98 günlük macerasında Serbest Fırka’yı destekleyen Habil Adem,
Abidin Nesimi’ye göre Arif Oruç’un
Serbest Fırka’nın yayın organı gibi
çalışan Yarın gazetesinin asıl yürütücüsüydü. Arif Oruç’la birlikte Lâyık
Cumhuriyetçi İşçi ve Çiftçi Fırkası’nı
kuran Habil Adem, Arif Oruç’un rejim
tarafından sürgüne gönderilmesi sırasında yurtdışına çıkmıştı. İsmet Paşa
Habil Adem ve maiyetinin elindeki
gazetelerdeki imtiyazları kaldırmak
için (elbette basın üzerindeki sansürü
arttırmaktı temel amaç)1931’de Matbuat Kanunu’na madde eklemek zorunda
kalmıştı.
Habil Adem’in hangi ülkelerde yaşadığı ve ne zaman yurda döndüğü bilinmediği gibi ölüm tarihi de kesin bilinmemektedir. Abidin Nesimi’ye göre
1937-1939 arasında Halil Yaver adıyla
kitaplar yazmış, muhtemelen 1940’ta
ölmüştür.
Özet Kaynakça: Fuat Dündar, Modern
Türkiye’nin Şifresi, İletişim Yayınları, 2008; Hamid Bozarslan, “M. Ziya
Gökalp”, Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce, C.I, Tanzimat ve Meşrutiyet,
Editör: Mehmet Ö. Alkan, İletişim Yayınları, 2003, s. 314-319; Şevket Beysanoğlu, Ziya Gökalp’ın İlk Yazı Hayatı,
Diyarbakır Tanıtma Derneği Yayınları, 1956; Mustafa Şahin-Yaşar Akyol,
“Habil Adem Ya da Nam-ı Diğer Naci
İsmail (Pelister) Hakkında”, Toplumsal Tarih, S.11, Kasım 1994, s. “Habil
Adem Ya da Nam-ı Diğer Naci İsmail
(Pelister) Hakkında II”, Toplumsal Tarih, S.12, Aralık 1994, s. 17-23; Ali Birinci, “Hâbil Âdem Pelister Hakkında”,
Toplumsal Tarih, S. 19, Temmuz 1995,
s. 54-55; Cüneyt Okay, “Hâbil Adem’e
Dair Bazı Notlar”, aynı yerde, s. 56-57;
Abidin Nesimi Fatinoğlu, Yılların İçinden, Gözlem Yayınları, 1977; Alişan
Akpınar, “Bir Sahtekarlık Hikayesi
ya da Kürtlerin Asimile Edilmelerine
İlk Adım”, http://kurd-tarihi.blogspot.
com/2009/10/bir-sahtekarlk-hikayesiya-da-kurtlerin.html; Dr. Fritz, Kürtlerin Tarihi, Çevrimyazı: Sinan Şanlıer,
Hasat Yayınları, 1992.
Kaynak:
Radikal Gazetesi
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
GEZİ DİRENİŞİ DEĞERLENDİRİLMESİ
- YERELDE OLUŞTURULMAYA ÇALIŞILAN
PLATFORMLAR VE ALEVİLERİN TUTUMU.
Taksim meydanından durup geriye
baktığımızda 1 Mayıs 1978 Taksimini
gördük, Fatsa’yı gördük.1980’de darbeyle sönmüş bir yanardağı andıran
dipten içten içe mayalanan kor ateş
gezide patlamış, lavları Türkiye’ye dağılmıştır. Gezi parkındaki direniş-duruş toplumdaki dengeleri değiştirmiş,
ezberlerini bozmuştur. Üç beş ağacın
derdi değildi o duruş o kavga. Otuz üç
yıllık birikimdi herkes kendi sorununda doğru sokağa çıktı direndi - diklendi. -Öyle bir çıkıştı ki her kesim şaştı
ve sürece müdahil olamadı.
-Devlet şaşırdı böyle olacağını kestiremedi, eğer bir gün öncesinden tahmin
etmiş olsa o parkı sessiz sedasız gençliğe sunardı, toplumun uyanmamasını önlemek adına. Devletin acizliği
ve AKP yönetimin kudurganlığında
bundandır. Başbakanından, bakanlarından, valilerinden, polis şeflerine kadar. İrade koyamadılar, yönetemediler
ve bu halkı korkutamadılar. Kendileri
korktukça daha çok saldırdılar.
-Devrimcilerde şaşırdı dünden bugüne
çalışma yapan, faaliyet yürüten, bedel
ödeyen devrimciler. Her eylem etkinlik tepkisini koyduğunda belli kişiler,
kurumlar alanda olurdu. Bir baktı bu
güne kadar kendi dünyasında yaşayan
suya sabuna dokunmayan “a sosyal”,
“a politik” insanlar kendini durduğu
yerden bir adım ileride. -Bu şaşkınlık o gücü kontrol edemedi. Alt yapısı
oluşmuş olsaydı. Şu anki durum daha
başka olacaktı. Ulusalcılar ve CHP
alanlarda bu kadar alt oynatamazdı.
Ulusalcılar Her zamanki görevlerini
yerine getirmeye çalıştılar. “Devlete
dokunmadan, hükümete yüklenmek ve
katil devleti aklamak, yaklaşan seçim
arifesinde nemalanmaktır amaçları.
Güya AKP’nin yıprattığı Cumhuriyeti yeniden onarıp canlandırmak. Kokuşmuş Militarizmi gezide biriken
enerjiyle güçlendirmek, Silivri’ye kan
taşımaktı.”
-Yerellere yayılan direniş devrimcile-
dunuz?
Siz ne zamandan beri devrimcilere
düşman oldunuz?.
Yaptığınızın farkında mısınız?. Koruduğunuz sahip olmaya çalıştığınız bu
Cumhuriyet’in yasalarıyla ezilmediniz
mi?
Mustafa Karabudak
rin önderliğiyle mücadeleyi büyütürken, devrimcilerin çalışma yapmadığı
yada devrimci iradenin zayıf olduğu
yerlerde CHP ve ulusalcılar, sisteme
tepkisini göstermek için alanlara çıkan
halkın tepkilerini farklı amaç da kullanarak milliyetçiliği hortlatmaya çalışmışlardır. Sanki On yıl önce Türkiye
güllük gülüstanlıkmış gibi, sanki hiç
katliamlar yaşanmamış gibi. Sadece
AKP’yi hedef göstererekten kendilerini aklayıp kafası karışık ve küskün
Alevileri tekrar kendilerine çekme yarışına girdiler.
Oluşturulan ya da oluşturulmaya çalışan platformlarda alanlardaki halkların talepleriyle buluşmamış. Küçük
olsun bizim olsun mantığıyla herkes
kendi platformunu oluşturmuş, Kendi
bağımsız çalışmasını yürütmeye çalışmaktadırlar.
Gezi direnişi boyunca alanlarda olan
Aleviler yine ulusalcıların oyununa
gelmiş. Cumhuriyet-bayrak- Kemalizm üçlemesiyle. Adeta kendi düşüncelerine ihanet edercesine davranmışlardır. Şimdi sormak lazım.
: Eyy “kabesi insan olan Aleviler.”.
“Yetmiş üç millete bir nazarla bakan
düşünceye sahip Aleviler.”
Siz ne zaman Milliyetçi oldunuz?
Siz ne zaman diğer halkları öteler ol-
O bayrağın dalgalandığı binaların altında işkenceye, tacize, tecavüze ve
ölümlere uğramadınız mı? Mustafa
Kemal’in askerleriyiz diye slogan atarken hangi mantıkla bunu söylüyorsunuz.
Koçgiri’yi yerlebir eden, Dersim’i havadan karadan kuşatıp masum halkı
katleden Mustafa Kemal’in askerleri
değil mi?
Maraş’a üç gün sonra giden ve oradaki
katliama seyirci kalan. Malatya, Çorum katliamlarını izleyen destekleyen
darbenin koşullarının yaratılması için
beklediklerini itiraf eden Kemal’in
askerleri değimli?. Madımak’ta oteli
çember alan gerici güruhu kollayan katillerin otele saldırmasına önleyecekleri yerde, Alevlerin yoğun yaşadığı mahallelerde halkın merkeze inmemesi
için mahalleyi çembere alan Mustafa
Kemal’in askerleri değimli ?.
Direniş boyunca katledilen, yaralanan canlarımızı bu devletin askeri
–polisi Katletmiştir ve halen devam
eden saldırıların sorumlusuda bunlardır. -Ethem’in, Ali’nin, Medeni’nin,
Mehmet’in ve Abdullah’ın dostuysanız, devletin de düşmanı olmalısınız.
Ne yaparsanız yapın. Bu devlet sizin
devletiniz değil. Bu ordu bu asker sizi
her fırsatta katleden güçtür. Ve kendi
düşüncenize felsefenize ters gelen bir
mantıkla nasıl çıkarsınız alanlara. Aleviler hiçbir zaman asker olmamış- can
almamışlardır. Yeriniz katillerin yanı
değil. Devrimcilerin emekçilerin ve
ezilmiş, ötelenmiş ve katledilmiş halkların yanıdır.
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
AYKIRI
DOĞRULAR
Ce va t S i ne t
[email protected]
Ermeni
Askere
Kazara Cinayet
“Bir ermeni daha telef oldu.”Bu sözü
askerler kendi aralarında konuşurken
duydum.Batman'da askerlik yaparken
er Kıvanç Ağaoğlu'nun silahından çıkan kurşunla ölen er Sevag Balıkçı,
askerlik görevini Batman'ın Kozluk
ilçesi Gümüşörgü Karakolu'nda yapıyordu.
Terhisine kısa bir süre kala, üstelik de
tam 24 Nisan günü arkadaşlar arasındaki bir tartışmada bir başka er Kıvanç
Ağaoğlu'nun silahından çıkan kurşunla hayatını kaybetti.
Bu olay basında kaza kurşunu olarak
geçti. Ancak üstü çizilen önemli bir
ayrıntı vardı: olay tarihi, tam da 24
Nisan 1915 Ermeni Soykırımı Günü’ne
denk getirilmişti. Bir başka ayrıntı, er
Kıvanç Ağaoğlu, Elazığlı ve Alperen
Ocakları üyesiydi.
6.6.2012 tarihinde Kozluk Asliye Ceza
Mahkemesinde aynı zamanda korucu
olan 18 Tanığın ifadeleri toplam iki buçuk saat sürdü. Ve edindiğimiz izlenim
şu, -ki ifadelerde de mevcut bu- cinayet
günü orada görevli olan tanık korucuların ifadelerinden hiçbiri birbirini tutmadı.
8.6.2012 günü Gümüşörgü (Timok)
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Jandarma Karakolu’nda keşfe gittik.
Keşif günü cinayet zanlısı Kıvanç
Ağaoğlu ve tanık korucular ve askerler,
Jandarma İstihbaratı’ndan görevliler,
Askerî Mahkeme Heyeti ve AGOS’tan
Sarkis Güreh, er Sevag Balıkçıyan’ın
babası Garabet Balıkçıyan, Av. İsmail
Cem Halavurt, Av. Münir Topuk keşfe
katıldı. Dosyada hiçbir gizlilik kararı
olmamasına rağmen, basın mensuplarının davayı izlemesine dahi izin
verilmedi.ve birden bir hareketlenme
yaşandı. Apaçiler geldi denildi bizde
karakolun içinde heycanlan’dık ne oluyor diye saldırımı var dedik acep.meğerse karakolun çöplüğüne gelen kürt
çocuklarına askerler kendi aralarında
adlarını apaçi koymuşlar.
Benim kişisel kanaatim ve izlenimlerim şu yönde. Katil zanlısı, sigara içerken bile tam psikopat edasıyla, normal
bir insandan farklı olacak şekilde,
uyuşturucu madde içer gibi davranıyordu. Daha sonra, birebir konuştuğumuz gerek korucularla ve o tarihte
çevre köylerde yaptığımız görüşmelerde Sevag Balıkçıyan’ın öldürülmeden
önceki gece sabaha kadar silah seslerinin duyulduğunu söylediler. Korucular ise, çok yüklü miktarda Kıvanç
Ağaoğlu’na para verildiğini ve bu cinayetin sıradan bir cinayet olmadığını
iddia ediyordular.
Benim gördüğüm ise, Kıvanç Ağaoğlu
çok rahattı. Ve korucuların tamamı gerek mahkeme saf hasında gerekse keşif
saf hasında çok tedirgin bir havadaydılar.
Ölümle bir daha yüzleşti. Hüzün verir
insana. Her tükeniş, Sevag Balıkçıyan’ın babası Garabet Balıkçıyan, oğlunun askerlik künyesini boynunda
taşıyordu. Yüz çizgilerinden ve gözlerinden hüzün boşalıyordu. Gözleri
sanki hayata bomboş bakıyordu. Sürekli oğlunun adını sayıklıyordu. Biz
ne ettik de oğlumun başına bu geldi
diye veryansın ediyordu. Babaya göre
bu olay özel bir gün seçilerek, özel
kişiye yönelik yani Ermeni Soykırımı
Günü’nde bir Ermeni asker öldürülerek
gerçekleştirilmişti: “Dilerim bu gerçek
açığa çıkar. Çok umutlu olmasam da!
Çünkü keşfin olaydan en geç 15-20 gün
sonra yapılması gerekirken, ancak 2
sene sonra yapılması umudumu azaltıyor. Yargı süreci çok ağır işlemektedir.
Bu da bizi derinden kaygılandırıyor.”
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Yedinci yüzyılda,
İslam ordularının
Zerdüştilere yaptığı katliama ağıt:
Werdeng Berwar hormizgan riman
atiran kujan
Wêşan şardewe gewrey gewrekan
Zorkar ereb keridne xapûr
Ginaw paleyî heta şarezûrşîn û
kenîkan
We dîl beşîna
Mêrd aza tlî we rûy hwêna
Rewişt zertuştire manewe bê des
Bezêka nêka hormiz we hwêç kes
‘Kutsal yerler yakıldı, kutsal ateşler
söndü
Herkesten gizlerdi namlı büyükler
Zalim Araplar girdi ta Fırat’a dek
Köylerden tut da ta Şehrizur’a
kadar
Esir alındı bütün kızlar ve kadınlar
Kendi kanında boğuldu özgür
adamlar
Kimsesiz kaldı Zerdüşt’ün
töresi, dini
Yüce Hürmüz affetmeyecek hiç
birisini’...
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Belçika'da Süryani
soykırımı anıtı dikiliyor
Moushé Malke özel bir taşın üzerine güvercin motifi işledi.
Belçika'da Süryani soykırımı anıtı dikiliyor
Avrupa’da yeni bir Süryani (SEYFO)
soykırımı anıtı dikiliyor. Avustralya,
Amerika, Ermenistan ve Fransa’dan sonra bu defa Belçika’nın Liège şehrinde
yeni bir Asuri (Süryani) Seyfo soykırımı
anıtı dikiliyor.
"Asuri (Süryani)" terimi, Asuri, Arami,
Keldani, Süryani gibi diğer isimler ile
aynı anlamda kullanılıyor.
Çalışmaları bir seneden beri devam eden
anıt, Belçika Süryani Enstitüsü ve Seyfo
Center’in inisiyatifiyle gerçekleşti.
Süryanice dilinde Seyfo “kılıç” anlamına geliyor ve 1915 yılında Osmanlı
İmparatorluğu’nda Hristiyan halklara
karşı gerçekleşen Asuri (Süryani), Ermeni ve Pontus Rum halklarının soylarının büyük oranda yok edildiği soykırımı
adlandırmak için kullanılıyor.
Dünyaca tanınmış ünlü ressam Moushé
Malke, 12 ton ağırlığında özel bir taşın
üzerine vurulmuş bir güvercin motifi işledi. Anıt Seyfo kurbanları anısına Fransızca ve Süryanice bir yazı içerecek.
Asuri (Süryani) soykırımı anıtı, Belçika’nın Liège şehrine bağlı Banneux
Sanctuerin’de dikilecek. Özel bir statüye sahip olan ve uluslararası ün taşıyan
bu bölgenin en işlek parkında yer alacak
Seyfo anıtının bulunacağı alanı senede
bir milyonun üzerinde kişi ziyaret etmekte.
4 Ağustos 2013 tarihinde saat 13:00’te
Banneux’de gerçekleşecek olan soykırım
anıtının resmi açılış merasimine dünyanın dört bir tarafından yüzlerce katılımcı
bekleniyor.
Bütün uluslardan soykırım karşıtları açılışta yer alacak. (Demokrat Haber)
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Tunceli
Cemevi'nden
Ramazan iftarı
Tunceli Hacı Bektaş-ı Veli Kültürünü
Yayma ve Yardımlaşma Derneği Cemevi tarafından Ramazan nedeniyle
iftar düzenlendi.
Tunceli Hacı Bektaş Veli Kültürünü
Yayma ve Yardımlaşma Derneği tarafından iftar yemeğine Vali Hakan Yusuf Güner, 4.Komando Tugay Komutanı Tuğgeneral Metin Akkaya, Tunceli
Cumhuriyet Başsavcısı Mustafa Tarsuslu, Vali Yardımcısı Eşref Yonsuz, İl
Jandarma Komutanı Jandarma Albay
Yurdakul Akkuş, İl Emniyet Müdürü
Hayati Yılmaz, kurum müdürleri, Alevi dedeleri ve vatandaşlar katıldı.
Dualarla başlayan iftarda, konuklara
Cemevi tarafından çeşitli ikramlarda
bulunuldu.
Düzenlenen iftara ilişkin açıklama
yapan Cemevi Dedesi Ali Ekber Yurt,
"Diğer Alevi nüfusun olduğu yerlerde
Muharrem ayında Sünni kardeşlerimiz
Alevilere iftar oruç açma erkanları
davetleri yaptığı gibi cemevlerinde de
Aleviler Sünni kardeşlerimize bu tür
programlar düzenliyor. Kesinlikle art-
ması gerekiyor. Bu toplumun kaynaşması önyargıların kırılması için bunlar
önemlidir" dedi.
İftarla ilgili basın mensuplarına açıklama yapan Tunceli Valisi Hakan Yusuf Güner ise; "Mübarek Ramazan
ayı münasebetiyle birlik, beraberlik,
kardeşlik ve kucaklaşma duygularının
bir kez daha hatırlandığı bu gün vesilesiyle cemevi yönetimine Tuncelili kardeşlerime teşekkürlerimi şükranlarımı
iletiyorum. Yunus Emre'nin dediği gibi
ben gelmedim kavga için benim işim
sevi için, dostun evi gönüllerdir gönüller yapmaya geldim diyor. Bu iftar
sofralarında bu güzel birlikteliklerde
bir kilimin motifinin güzelliği, desenin ahengi gibi bütün kardeşlerimizle
Alevisiyle Sünnisiyle cemevinin bahçesinde buluştuk ve iftarımızı paylaştık. Madem ki tek Allaha inanıyoruz
Tunceli'de 13'üncü Kültür ve Doğa
Festivali'ne katılan BDP Genel
Başkan Yardımcısı
Gültan K ışanak, Tunceli
Cemevi'nde yapılan 'birlik
töreninde' Belediye Başkanı BDP'li
Edibe Şahin ve sanatçı Ferhat Tunç
ile birlikte semah döndü.
aynı peygamberin ümmetiyiz bundan
daha doğal daha güzel bir şey olamaz.
Bizler hangi ekole, hangi yoruma sahip
olursak olalım peygamber efendimizin sofrasında; inancımızın sofrasında
kucaklaştık bir ve beraber olduk. Bu
güzel barış sofrasının, muhabbet sofrasının bütün ülkemize; bütün dünyaya
güzel bir örnek olarak gösterilmesinin
de faydalı olacağına inanıyorum" diye
konuştu.
Düzenlenen iftarda Tunceli Emniyet
Müdürlüğü tarafından hazırlanan Cemevi Dedelerinden Ahmet Yurt Dede
portresi ile Zülfikar Kılıcının portresi
Vali Hakan Yusuf Güner tarafından
cemevi dedelerine hediye edildi.
Alevi Dedeleri hediyeler için yetkililere teşekkür ederek birlik ve beraberlik
mesajı verdi.
CNN Türk’teki Aykırı Sorular
programına konuk olan CHP Genel
Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Atatürk’e
karşı çıkmak vatan hainliğidir. Ben
böyle biliyorum. Böyle öğrendim, böyle
okudum” dedi.
hurriyet.com.tr/gundem/22279930.asp
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Türkiye
fetinin Kürdistan’a fiilen yönelmesini
sağlamak için PYD’yi silahlandırmaya
ve Kürdistan’ın belli bölgelerini de
PYD’ye bıraktı.
PYD
Görüşmesi…
Türk Devleti’nin Kürsdistan’ın Güney
Batısısnda Federal Statünün Oluşmasını Engelleme; Kürt Hareketini
PKK/PYD İle Kontrol Altına Alma;
Türkiye’nin İran ve Suriye’ye, PYD’yi
Sizler Değil Ben Kontrol Ederim
Mesajı…
İbrahim GÜÇLÜ
([email protected])
PKK bilindiği gibi, Kürt Ulusal
Hareketinin İkinci Bahar Döneminde yani 1970’lerden sonra, Kemalist
Devlet’in bir projesi olarak oluştu. Bu
projenin amacı, Kürt ulusal hareketini
kontrol etmek, hedefinden şaşırtmak,
Kürtlerin kendi kaderlerini kendi
iradeleriyle bağımsız devlet olma
doğrultusunda gelişmesini engellemek, bütün zamanlarda Kürt ulusal
hareketini Kürdistan’ın Kuzeyinde ve
Ortadoğu genelinde kontrol etmek ve
denetlemek; Kürt ulusal hareketine
karşı doğal olmayan dış müdahalalerin olmasını sağlamaktı. Bu proje ile,
Kürdistan’ın Kuzeyinde, Kürtlerin
bağımsız devlet olma ve en azından
federe yapı kazanmasının önü geçici
de olsa alınmıştır. Bu durum, Devlet
ve Öcalan tarafından 2013 Newroz’un
yayınlanan 2. Lozan Manifestosu ile
açıkça ifade edilmiştir. Bu manifesto, Kürtlerin hükümranlığına sadece
bağımsız devlet olarak değil; bütün
hükümranlık biçimleriyle (Konfederasyon, Federasyon, otonomi) karşı
olunduğu açıklanmıştır.
PKK, yapısal özelliği itibariyle devletlerin desteğiyle oluşan ve yaşayan bir
örgüt olduğu için, 1980’lerden sonra
da Suriye, Irak ve İran sömürgeci
devletlerinin uydusu bir yapı haline
geldi. Bütün sömürgeci devletlerin
çıkarlarına göre hareket etme kıvraklığını göstermeye başladı.
PKK, Kürdistan’ın diğer parçalarında
Kürt ulusal hareketinin önüne geçmek, kontrol etmek için kendi uydusu
olan örgütler kurdu. Kürdistan’ın
diğer parçalarındaki tüm örgütleri,
liderlerini ve yönetimlerini gayrı
meşru ilan etti. Bunu pratikte Kürdistan örgütlerine karşı savaş ilan
etmekle ortaya koydu. Binlerce Kürt
yurtseverinin katline sebep oldu. Bu
tutumundan bir değişiklik yapmadan
da yoluna devam ediyor.
Bu yapısına rağmen, siyasetinde ve
yaklaşımında bir değişiklik olmamasına rağmen; sömürgeci devletlerin
hesapları/çıkarları ve kendisinin
hegemonik yapısını Kürdistan’da gerçekleştirme stratejisis değişmemesine
rağmen, yeni dönemin taktikleri içinde Kürdistan örgütlerine yaklaşmakta,
onlarla bir Konferans yapma ikiyüzlüğünü ve riyakarlığını göstermektedir.
PKK, Kürdistan’ın Güney Batısındaki
Kürt Ulusal hareketine Suriye adına
müdahale etmek, Kürdistan örgütlerini etkisiz kılmak, kendi egemenlik
alanını genişletmek için Suriye’de
PYD’yi kurdu.
Suriye’yi rahatsız etmemek için de
PYD’nin isminde “Kürt” ve “Kürdistan” kavramlarını kullanmadı. Dolayısıyla PYD’yi yeri gelince bir Kürt
örgütü olarak, yeri gelince de Suriye
örgütü olarak kullandı. Böylece PKK,
PYD eliyle doğrudan Kürdistan’ın
Güney Batısındaki Kürt ulusal hareketine taraf oldu.
PYD’de de Suriye’nin stratejisisne uygun hareket etmeye başladı.
Kürdistan’da halka zulüm ve baskı
yaptı. Kürt liderlerini ve Kürt yurtsever kadrolarını kaçırdı, işkence etti ve
öldürdü. En son aşamada da kısa bir
dönem önce, PYD’nin zulmüne karşı
demokratik bir tarzda ve mitinglerle karşı koymaya çalışan Kürtler,
Kürdistan’ın Amud şehrinde katledildiler.
Başer Esat ve Baas rejimi adına
Kürdistan’ın belli bölgelerine hakim olan PYD’ye İslamcı muhalefet
güçleri saldırarak, Suriye’deki savaş
Kürdistan’a taşındı.
Bu süreç tehlikeli bir şekilde tırmanıyor. PYD’nin Türkiye ile olan açık
ilişkilerinden sonra da, bu savaşın
daha da tırmanacağı görülmektedir.
Türkiye ile Öcalan vasıtasıyla ilişki
kuran PYD’nin, Beşar Esat ve Baas
yönetimi tarafından toleransla karşılanmayacağı bilinmektedir. İki gün
önce PYD yöneticilerinden birinin
arabasına konulan bomba ile öldürülmesi de, bunu en önemli göstergelerinden biri olarak görülmektedir.
PYD’nin yöneticisinin öldürülmesinde
İslamcı güçler üzerinde durulmasına rağmen, Baas tarfından PYD’nin
dikkatinin çekilmesi ve uyarılması
için öldürülmüş olabileceği de hesap
dışında tutulmamalıdır.
PKK, PYD eliyle Kürdistan’daki
tüm örgütlerin, liderlerin, yurttsever
kadroların tasfiyesini stateji olarak benimsedi. Bunun gereklerini de yerine
getirdi.
PKK, “çok kocalı hürmüz” gibi çıkar
çatışması olan dört sömürgeci devletle ilişlki kurma laışmkanlığını bu
dönemde de devam ettiriyor. Öcalan,
Türk Devleti’nin adamı olarak hareket
ederken, aynız amanda İran, Suriye ve
Irak Devleti ile de ilişkilerini devam
ettirmeye çalışıyor.
PKK’nın bu politikası, Mart 2011
yılında “Arap Baharı” hareketinin
Suriye’de de başlamasından sonra
daha etkin hale getirildi. Suriye Devleti, Kürdistan’daki ulusal demokratik
güçlerin Arap muhalefeti ile birleşmemesi, Kürtlerin Başer Esat ve Baas
rejiminin yıkılması stratejisis etrafında birleşmemesi, Arap silahlı muhale-
PKK doğrudan PYD’yi yönettiğinden,
devletlerin uydusu olma alışkanlığını
aynı zamanda ona da bulaştırdı. PYD,
bir yanda Suriye ve Irak Devleti ile
ilişki kurarken (biliniyor ki kısa bir
süre önce PYD lideri son günlerde
Türkiye’de boy gösterdiği gibi Irak’ta
boy göstermişti) Öcalan ilişkilerinden
dolayı Türk Devleti ile ilişki kurmaya
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
hazır olduğunu söylüyordu. Sonuç
olarak, PYD’nin Türk Devlet MİT’iyle
görüşmesi kısa bir süre önce gerçekleşti.
PYD lideri muradına erdi. Çünkü
Türk Devleti MİT’inin bir sorumlusu
ile bir çay içmeye çok istekliydi. Ne
yazık ki şanına uygun olanı da yaptı.
Sık sık geleceğini de basına açılmakla da MİT sevdasının ne kadar içten
olduğunu gösterdi.
Bununla da açığa çıktı ki, PYD aynı
zamanda Suriye yanında Türk Devleti
için de çalışacak. Böyle bir ilişki ve
anlayışın Kürtlerin başına ne kadar
büyük belalar açacağı açıktır.
PYD’nin Türk Devlet rotasında
hareket etmesi gerektiğini Öcalan
istemişti. Öcalan sadece PYD’nin ve
uzantılarının Türk devleti ile işbirliği
yapmasını istemedi; bu işbirliğinin
Misak-i Milli’nin gerçekleşmesi merkezinde gerçekleşmesini istedi. Bunun
için, Kürdistan’ın üç parçası (Güney,
Batı, Kuzey) için bir konferansının
yapılmasını önerdi yani Kürdistan’ın
Güney ve Batı parçalrının da Türk
Devleti’nin hegemonyası altına girmesi için bu konferansta karar alınmasını
önerdi.
Öcalan ve PKK için Hewlêr’de yapılması düşünülen konferans bu amaçla
yapılmaktadır.
PYD, Öcalan’ın bu isteği ve siyaseti
sonucu Türk devleti ile ilişki kurdu.
Bunun amacı da, Türk Devleti’nin
Misaki Milli amacının gerçekleşmesi
için çalışma yürütmektir.
Türk Devleti PYD ile ilişki kurarken,
Suriye’deki yeni yapılanmada Kürtlerin federe bir statüye kavuşmasını
engellemeyi; Güney Batı Kürdistan’da
nüfuzunu artırmayı, Öcalan’ın yol
göstericiliğinde Misaki Milli siyaseti
ve stratejisis içinde kendi egemenliği
altına alma siyaseti gütmektedir.
Bunun yanında da Türk Devleti, Suriye, Irak ve İran Devletlerine, “PYD’yi
siz değil, ben Öcalan vasıtasıyla yönetirim” diyor. Yani rol çalma peşinde.
Bu da PKK’ya ve PYD’ye büyük yatırım yapan ülkelerin, bunu Kürtlere
pahalıya mal edecekleri de görülmeli.
Buna izin verilmemeli.
Güney Batı Kürdiatan’daki kardeşlerimiz ve Kürditan örgütleri yöneticileri
bu tehlikeyi görmek zorundalar. Türk
Devleti’nin ve Öcalan’ın/PKK’nın
bu kirli hesaplarına ve stratejilerine
hizmet etmemeliler. Buna karşı durmalıdırlar.
PYD, Kürdiatan’ın diğer güçleriyle
bir birlik içinde olmasına rağmen,
Türk Devleti ile kendi başına ilişki
kurmak istemesinin, temiz siyasi ve
ulusal çıkar amacı olmadığını; tersine
kirli ve tehlikeli amaçlarının olduğunu
gösteriyor.
Güney Batı Kürdiastan’daki örgüt-
ler PYD’nin Türk Devleti ile olan
ilişkisinin tarzından ve amacından
rahatsız oldukları da bir gerçek. Bunu
da açıkça ifade ediyorlar. Kürdistan
Federe Bölge yönetiminin de durumdan rahatsız olduğu dile getirilmekte;
Kürdistan Başbakanı’nın bu rahatsızlığını Türk devlet yetkililerine aktardığı, aktaracağı da ifade edilmektedir.
AK Parti Hüküğmeti’nin bu yaklaşımı, Kemalist Türk Devletinin bölge
çapındaki Kürdistan meselesine eski
paradigma ve anlayışla baktığının bir
göstergesidir.
Türk Devleti’nin, diğer sömürgeci
devletlerin Kürdistan’ın diğer parçalarına ve Güney Batı Kürdistan’daki
ulusal hareketlere müdahale etmeye
hakkı yoktur.
Kürtlerin bütün parçalarda kendi
kaderlerini kendi iradeleriyle tayin
etmesine saygı duyulması gerekir.
Ayrıca AK Parti Hükümeti’nin, “Türkiye’dseki silahlı PKK’dan rahatsız
olduğunu, Kürdisatan’ın diğer parçalarındaki silahlı yapısından rahatsız
olmadığını, tersine Öcalan’la bütün
Kürtleri yönetmeyi PKK’nın bu silahlı
yapısı ile gerçekleştirmeye çalıştığını”
hep söylüyorum.
Ne yazık ki bu ön görümün gerçekleşmekte olduğunu görüyorum. Buna da
üzülüyorum.
Amed, 1 Ağustos 2013
türk kürt islam kardeşliğinin asıl amacını hoca efendi çok gözel özetlemiştir!
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Süryaniler
İttihat ve Terakki bu düşüncelerini
yaşama geçirmek için çok çaba harcadı. Çok ayrıntılı planlar yaptı. Balkan
Savaşları’ndan sonra, Türkçülük düşüncesinde yoğun bir gelişme yaşandı.
Osmanlıcılık, İslamcılık, Osmanlıyı
kurtaramamıştı. Türkçü düşüncenin ve
eylemin Osmanlıyı kurtaracağı hesaplanıyordu. Türkçülüğün çok önemli bir
dayanağı ise İslamcılık anlayışıydı.
ve
Yakındoğu
Dr. İsmail Beşikci
Bizans İmparatorluğu, Bizans’ı, İstanbul’u, dünyanın merkezi sayıyor ve
Doğu’ya doğru, coğrafyayı şu şekilde bölümlere ayırıyordu: Yakındoğu,
Ortadoğu, Uzakdoğu. Yakındoğu’da,
Anatolia, vardı. Kızılırmak’ın Batı tarafına, Anatolia deniyordu. Bugünkü
Anadolu adlandırmasından farklı bir
kavram olduğu besbelli...
Yakındoğu’da Pontus vardı.
Orta Karadeniz yörelerine Pontus deniyordu. Doğu Karadeniz Lazistan
olarak adlandırılıyordu. Pontus’un ve
Lazistan’ın güneyi Ermenistan’dı. Van
Gölü çevresi Kürdistan, Dicle-Fırat
havzası Mezopotamya olarak adlandırılıyordu. Kuzey Mezopotamya’da
Turabdin, Süryanilerin de yaşadığı bir
alandı. Bugünkü Çukurova yörelerine
Kilikya deniyordu. Ermenilerin, Rumların, Arapların yaşadığı bir bölgeydi.
Ortadoğu, Mısır’dan Hindistan’a, Kuzey Rusya’dan, Umman Denizi’ne kadar olan coğrafyayı içeriyordu. İran,
Yakındoğu ve Ortadoğu arasında kalıyordu.
Uzakdoğu, Altay Dağları’nın doğusunu, Mançurya, Çin, Japonya, Vietnam
gibi ülkeleri kapsıyordu.
Yakındoğu, Yakındoğu’nun yerli halkları (otokton halkları) uzaktan gelenler
tarafından (allochtoon) soykırıma uğratılmıştır. (autochthone- allochtoon)
Bu yazıda bu konuyu incelemeye çalışacağız. Bu soykırım nasıl gerçekleşmiştir, bunu dile getirmeye çalışacağız.
İttihat ve Terakki Fırkası’nın Devlet ve
Toplum Projesi
İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türk etnisi esasına göre yeniden organize etmek gibi bir sorunu
vardı. Bu İttihat ve Terakki’yi en çok
uğraştıran, İttihat ve Terakki’nin üzerinde en çok kafa yorduğu bir sorundur.
Adriyatik Denizi’nden, Büyük Okyanus’a bir imparatorluk olacak, Türk
imparatorluğu. Ama bu imparatorluk
içinde Türk’ten başka bir etni olmayacak. Tamamen Türklerden oluşacak bir
imparatorluk...
Bu anlayışın, Osmanlı Devleti’ndeki mevcut toplumsal ve etnik yapıyla
uyuşmadığı açıktır. İmparatorluk sınırları içindeki Hıristiyan halklar, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler… bu anlayış karşısında önemli pürüzler olarak
ortaya çıkmaktadır. Şüphesiz Ezidi
Kürdlerin durumu da önemlidir.
Müslüman olan ama Türk olmayan
Kürdler, Kürdlerle birlikte Lazlar, Çerkesler… yine önemli bir pürüz oluşturmaktadır.
Türk ya da Kürd olan ama Müslüman
olmayan Kızılbaşlar (Aleviler) da
çok önemli bir sorundur. İttihatçılar,
1910’larda bu konu üzerinde çok çalıştılar. Kızılbaşlar (Aleviler) hakkında
ayrıntılı çalışmalar yaptılar.
İttihat ve Terakki’nin gerçekleştirmek
istediği ikinci bir durum daha vardı.
İttihat ve Terakki Osmanlı ekonomisini millileştirmek istiyordu. Bu, Ermenilerin ve Rumların elindeki sermaye
birikimine, ekonomik kaynaklara el
koyup, bunları Müslüman Türk unsurun denetimine vermek anlamına
geliyordu. Bugün, Türkiye’de, büyük
burjuvazinin zenginliğinin kaynağı
Ermeni mallarıdır, Rum mallarıdır.
Kürd bölgelerinde, Kürd ağalarının,
aşiret reislerinin, Kürd şeyhlerinin
zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Süryani mallarıdır.
Gizli-açık toplantılarda, zaman zaman
yapılan ayrıntılı tartışmalarda, şöyle
kararlar alındı. Karadeniz havalisindeki Rumlar-Pontuslar, Kapadokya’daki,
Egedeki, Kilikya’daki Rumlar, Ege
adalarına, Yunanistan’a sürgün edilecek. Ermeni nüfus tehcir adı altında
uygulanan politikalarla tamamen çürütülecek, yok edilecek. Hıristiyan Süryanilere, Ezidi Kürdlere de aynı tehcir
politikası uygulanacak. Kürdler Müslüman oldukları için Türklüğe asimile
edilecek. Lazlara, Çerkeslere de aynı
asimilasyon politikası uygulanacak.
Kızılbaşlar (Aleviler) Müslümanlığa
asimile edilecek.
Tehcir edilen Ermenilerin ve Rumların
taşınmaz mallarına el konulacak, bunlar, Müslüman Türk unsurun denetimine verilecek…
İttihatçılar, bu düşüncelerini yaşama geçirmek için elverişli bir zaman
bekliyorlardı. Birinci Dünya Savaşı
İttihatçılara aradıkları bu fırsatı verdi.
Savaş başlar başlamaz, Kapadokya’daki Rumlar, Karadeniz havalisindeki
Rumlar-Pontuslar, Ege’deki Rumlar,
Yunanistan’a, Ege adalarına sürgün
edilmeye başlandılar.
1915’in, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran
aylarında, 3-4 ay içinde, bir- bir buçuk milyon Ermeni, tehcir adı altında
soykırıma uğradı. Böylece, İttihatçılar, savaş sırasında iki önemli pürüzü
kendilerince çözmüş oldular. Bu arada,
Süryanilerle ve Ezidi Kürdlerle ilgili
sorunları da kendi anlayışları doğrultusunda çözmüş oldular.
İttihatçıların, Ermenilere karşı sürdürdüğü soykırım, Almanya tarafından
yoğun bir şekilde destekleniyordu.
Wolfgang Gust’un, Ermeni Soykırımı
1915-1916 Alman Belgeleri Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşiv Belgeleri
bu konuda önemli bir kaynaktır (Çev.
Zekiye Hasançebi- A.Takcan, Belge
Yayınları, Ocak 2012).
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Rumlara, Pontuslara, Süryanilere, Ezidi Kürdlere de aslında soykırım yapılmıştır. Ama Ermenilere soykırım,
Rumlara-Pontuslara ise sürgün uygulamasının önemli bir nedeni de vardır.
Rumlara-Pontuslara Yunanistan’ın sahip çıkacağı düşünülmüştür. Hâlbuki
1894-95’de, Sason’da, İstanbul’da,
1909’da Kilikya’da meydana gelen Ermeni direnişlerinde ve bu direnişlerin
Osmanlı tarafından kanlı bir şekilde
ezilmesinde, Batı devletlerinin Osmanlıya karşı hiçbir tepkisi olmamıştır. Bu tepkisizlik soykırım konusunda
İttihatçılara cesaret vermiştir.
Kürdler ve Kızılbaşlar (Aleviler) konusunda temel politika asimilasyondu.
Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, Alevilerin, Ezidi Kürdlerin Müslümanlığa
asimilasyonu İttihat ve Terakki ile başlayan bir süreçti. Cumhuriyetle birlikte
çok daha sistematik bir şekilde uygulamaya konan politikalar oldular. Lazlar,
Çerkesler, Ezidi Kürdler için de asimilasyon geçerli bir politika oldu.
Ahmet Önal, “Yakındoğu Soykırımla
Yok Edildi. Neden?” başlıklı yazısında
bu ilişkileri ele almaktadır. Yazının alt
başlığı “ ‘Anadolu’ ve ‘Türkiye’ isimleri İnsanlık Hapishanesi Olarak İnşa
Edildi” şeklindedir.
Gürdal Aksoy’un, “Halklar Hapishanesi Anadolu, Kürdlerde Anadolu
Merkezci Yabancılaşma” (Komal Yayınevi, Haziran 2002) çalışması da
bu konuda dikkate değer özellikler
taşımaktadır. İttihat ve Terakki’nin bu
devlet ve toplum projesini ayrıntılarıyla incelemekte yarar vardır.
Osmanlıyı Türk esasına göre yeniden organize etmek... Devleti yeniden organize etmek... Jön Türklerin,
İttihat Terakki’nin bu projesi Almanya tarafından çok yoğun bir şekilde
destekleniyor. İttihat Terakki’nin en
yoğun destekçisi Almanya’dır. Örneğin Adriyatik’ten, Orta Asya içlerine,
Çin’e, Mançurya’ya kadar Türk imparatorluğu olduğu zaman Hindistan,
İngiliz sömürgesi Hindistan, tehdit
altında, Alman tehdidi altında olabilecektir.
Bu proje, bir anlamda da yakın doğunun imhası anlamına geliyor. Çünkü
Türk esasına göre yeni bir devlet kuracaksınız. O sınırlar içerisinde Türk’ten
başka halklar varsa onları şu veya bu
şekilde imha edeceksiniz. Almanya
bunu çok yoğun bir şekilde destekliyor. Yakın Doğu’nun imhası Alman
Görüşü.
Ama İngiltere’nin, Fransa’nın ve
Rusya’nın da Osmanlı İmparatorluğu’nu
paylaşma diye bir sorunu var. İşte biliyoruz 1915 yılı sonunda, Sykes Picot
görüşmeleri başlıyor. Ve bu görüşmeler 1916’da sonuçlanıyor. Yani Osmanlıyı, Osmanlı topraklarını paylaşma...
Kürdistan coğrafyası için de Sykes
Picot’ta bir paylaşma söz konusudur.
Sykes Picot’ta Kürdistan’ın paylaşılması da var, ülke olarak, halk olarak.
Ama 1917’de, Rusya’da meydana gelen Bolşevik hareketi, devrim hareketi
İngiltere’nin ve Fransa’nın bu projesinin yaşama geçmesini engelliyor. Ve
İngiltere ve Fransa, Bolşevik Devriminin daha güneye inmesini engellemek
için yeni projeler oluşturmak durumunda kalıyorlar. İşte benim kanımca bugünkü Anadolu dediğimiz yerde
yeni bir devlet organizasyonunun oluşumu, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurulması bu çerçevede gündeme geliyor.
Afganistan’da Emanullah Han, Afganistan devleti, Uzak Doğu’da Çan Kay
Şek hareketi… Bolşevik devriminin
Rusya’nın sınırlarının dışına taşmaması için böyle projeler oluşturuluyor.
Yakındoğu’nun imhası, böylece, bu sefer, İngiliz, Fransız ve Sovyet destekli
olarak yaşama geçiyor. Bu, şu anlama geliyor benim kanımca, İttihat ve
Terakki’nin Alman desteğiyle oluşturmaya çalıştığı Yakın Doğu’nun imhası,
bu sefer İngiltere, Fransa ve Sovyetler
Birliği tarafından destekleniyor. Kemalistlerin, İttihat ve Terakki’nin organik olarak devamı olduğu ise çok
açıktır. Yakın Doğu böyle ortadan kalkıyor. Yakın Doğu’nun ortadan kalkması... Bugün örneğin Kilikya diye
bir sorun yok. Veya ne bileyim Pontus
diye bir sorun yok. Turabdin diye bir
sorun yok. Son yıllara kadar bu adları
kullanmak suçtu. Buralarda da soykırım vardır arkadaşlar. Örneğin Süryaniler söz konusu, Ezidiler söz konusu.
Buralarda da soykırım var. Ama diyoruz ki Yakın Doğu imha edildi. Yakın
Doğu yani Yakın Doğu’daki otokton
halklar... Kimdir bunlar? İşte Süryaniler, Kürtler, Pontuslar, Rumlar, Erme-
niler Yakın Doğu’nun otokton halkları.
Bu Yakın Doğu’nun otokton halkları
uzaktan gelenler tarafından soykırıma uğratılmıştır. İşte biz de yüzleşme,
hakikat dediğimiz zaman soruna bir
bütünlük içerisinde bakmamız gerekiyor. İşte Süryaniler, Ezidiler, Rumlar,
Ermeniler, Kürtler, hepsinin birden ele
alınması gerekiyor. Hepsinin birlikte
değerlendirilmesi gerekiyor. Yani yüzleşme dediğimiz zaman, hakikat dediğimiz zaman bu çerçevede bakmak
gerekir.
Bunun için her şeyden önce ifade özgürlüğünün sınırsız bir şekilde işlemesi, özgür düşüncenin yaygın bir şekilde gelişmesi gerekiyor. 1920’li yıllara
özgürce bakabilmek için bu gerekli
oluyor. Özgür düşünce, özgür eleştiri
zaten bilim ortamının oluşması için
büyük bir gerekliliktir. Akademik özgürlük ifade özgürlüğünü karşılamaz.
İfade özgürlüğü yoksa akademik özgürlük de zaten var olamaz.
Soykırım ve Mülkiyet Transferi
Rumlar-Pontuslar, Süryaniler, Ezidi
Kürdler sürgün edildiler, tehcir edildiler, soykırıma uğratıldılar. Ermenilerden, Rumlardan, Süryanilerden kalan
taşınmaz mallar ne oldu?
Mülkiyet transferini üç aşamada değerlendirmek mümkündür. Birincisi
şudur: 1915, Ermeniler, Süryaniler
kafile kafile, yerlerinden yurtlarından
sökülüp atılmakta, sürgün edilmektedir. Tehcir söz konusudur. Tehcire tabii
tutulanlar, kadınlar, çocuklar, yaşlılardır.
Erkekler, zaten savaş başlar başlamaz
silâhaltına alınmışlardır. Orduda, taş
ocaklarında, yol yapımında, yük taşımakta kullanılmaktadırlar. Kendilerine silah verilmemiştir.
Kadınlar, para, mücevher gibi yükte
hafif değerli varlıklarını beraberlerinde ama gizli olarak götürmeye çalışmaktadır. Kafileye muhafızlık eden
emniyet güçleri bunun farkındadır.
Zaman zaman, fırsat buldukça çeşitli
bahanelerle veya hiç bahane aramadan, kadınları öldürmekte paralarına,
altınlarına el koymaktadır. Kafileyi
yürütmekle görevli bütün muhafızlar
bunu yapmaktadır. Sonra da bu paraları, kendi aralarında paylaşmaktadır.
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Teşkilat-ı Mahsusa’nın payını da ayırmaktadır.
Bu süreç bir-iki gün içinde, bu kafilelerde muhafız olarak yer alan görevlilerde büyük bir zenginleşme sağlamıştır.
Bu dönemde, Teşkilat-ı Mahsusa’nın
elemanları kimlerdir? Teşkilat-ı Mahsusa’da üç türlü eleman çalışmaktadır.
a) Cezaevlerindeki mahkûmlar. Bunlar, ağır suçlardan dolayı cezaevlerinde tutulmaktadır. Teşkilat-Mahsusa
elemanları, bunlarla sözlü anlaşmalar
yapmışlardır. Eğer bunlar, Ermenilerle
mücadele ederlerse, Ermenileri, Süryanileri bulundukları yerlerden kaçırtırlarsa, maddi ve manevi ödülleri çok
büyük olacaktır. Ermenileri, Süryanileri öldürebilirler de. Eğer böyle yaparlarsa cezaevlerinden çıkarılacaklar,
dosyaları da kapatılacaktır. Teşkilat-ı
Mahsusa’nın, birinci planda kullandığı
elemanlar bunlardır.
b) Teşkilat-ı Mahsusa’nın kullandığı
ikinci grup elemanlar Balkan göçmenleridir. Bunlar, Balkan yenilgisi sonucu, oralardaki yerlerini yurtlarını terk
ederek gelmişlerdir. Bundan dolayı çok
öfkelidirler. Öf kelerini Ermenilerden
öç alarak gidermeye çalışmaktadırlar.
Balkanlarda kaybettiklerini Ermeni
mallarına sahip çıkarak karşılamaya
çalışmaktadırlar.
c) Teşkilat’ı Mahsusa’nın kullandığı
üçüncü grup elemanlar ise, Kürd aşiretleridir. Bunlar, bazı Kürd bölgelerinde, Ermenilere ve Süryanilere karşı
yoğun bir şekilde kullanılmıştır.
Mülkiyet transferinde ikinci aşama,
Ermenilerin ve Süryanilerin bırakıp
gittikleri evlerdeki eşyaların yağmalanmasıdır. Bunu daha çok Ermenilerin ve Süryanilerin komşuları gerçekleştirmiştir. Yağmalanan eşyalar
arasında, para yanında, mücevher,
kıymetli kâğıtlar da vardır. Büyükbaş, küçükbaş hayvan sürüleri, kağnı,
at arabası, gibi üretim araçları da bu
yağmaya dahildir. Marangozluk, demircilik, boyacılık, keçecilik vs. atelyelerindeki üretim araçları da… Bu da
yağmacıları bir anda zenginleştiren bir
süreçtir. Bütün bu sürecin devlet tarafından, İttihatçılar tarafından desteklendiği, teşvik edildiği açıktır.
Mülkiyet transferindeki üçüncü aşama
Ermenilerden ve Süryanilerden kalan,
taşınmaz malların, tarlaların, bağ ve
bahçelerin evlerin, dükkânların, atelyelerin yağmalanmasıdır. Bunlar da
ilgili kişileri zamanla zenginleştiren
süreçler olmuşlardır.
Mülkiyet Transferinin Kürd/Kürdistan
Sorunuyla İlişkisi
Kısaca özetlemeye çalıştığımız mülkiyet transferi Kürd sorunuyla, Kürdistan sorunuyla çok yakından ilişkilidir.
Organik olarak ilişkilidir.
Ermenilerin yaşadığı soykırımdan
sonra, şu veya bu şekilde Ermeni/Süryani malı yağma eden bir kişi, bu malı
sürekli olarak tasarruf etmek ister. İşte
o zaman devletle karşı karşıya gelir.
Devlet ona şöyle söyler. Bu malı kullanabilirsin, bu mal senin olabilir. Buna
göz yumabilirim. Ama sen de benim
görüşlerimi destekleyeceksin. Benim
görüşlerimin yaygınlaşması için çalışacaksın. Aksi halde, bu malı senin
elinden alırım. Kullanmana izin vermem. Devletin görüşleri elbette Kürdlerle ilgilidir, devletin asimilasyon politikaları ile ilgilidir.
1915’den önce şöyle bir ilişki var. Van
Gölü ve çevresinde Kürdler kırsal
alanlarda, Ermeniler daha çok şehirlerde yaşıyorlar. Kuzeye doğru çıkıldıkça Ermeni nüfus yoğunlaşıyor. Van
Gölü’nün Güney kesimlerinde de benzer bir ilişki var. Buralarda da Kürdler ve Ermeniler iç içe yaşıyor. Kırsal
alanlarda Kürdler, şehirlerde daha çok
Ermeniler.
Ama Güneye doğru inildikçe Kürd
nüfusun daha yoğunlaştığı görülüyor.
Ayrıca, Kürdler ve Ermeniler yanında,
Süryaniler de var. Süryaniler hem kırsal kesimlerde hem de şehirlerde var.
1915’den sonra şu şekilde bir nüfus
hareketi yaşanmış olabilir. Kürdlerin Güney’den Kuzey’e doğru bir nüfus hareketi olabilir. Böylece, Batı
Ermenistan’da Ermenilerden boşalan
topraklara Kürdler el koymuş olabilir. Yine, Batı Ermenistan’da ve
Kürdistan’da kırsal alanlardan şehirlere doğru bir nüfus hareketi de yaşanmış olabilir. Bu varsayımların olgularla test edilmesi gerekir. Ermenilerden,
Süryanilerden kalan taşınmaz mallar
bugün kimlerin denetiminde?
Türk Ekonomi Tarihi Nasıl Yazılıyor?
Bugün, Türkiye’de, büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağının Ermeni
malları, Rum malları olduğunu söylemiştik. Kürd ağalarının, aşiret reislerinin, şeyhlerinin zenginliğinin kaynağının Ermeni malları, Süryani malları
olduğunu da belirtmiştik. Fakat Türk
ekonomi tarihi, Türkiye İktisat tarihi
gibi kitaplarda bu durumdan hiç söz
edilmez. Osmanlıdan, Cumhuriyete
geçişte, Ermenilerden, Süryanilerden
kalan taşınmaz malların akıbeti hiç
sorgulanmaz.
Ama son yıllarda bu konuda önemli bir bilinç de gelişmektedir. Nevzat
Onaran’ın, Emval-i Metruke Olayı,
Osmanlı’da ve Cumhuriyet’de, Ermeni
ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi,
(Belge Yayınları, Mayıs 2010) incelemesi önemlidir. Sait Çetinoğlu’nun,
bu kitap için yazdığı önsöz de değerli bir yazıdır. Bu yazı, “Önsöz Ya da
Türk Kapitalistlerinin Kökeni ve Gelişimi” başlığını taşımaktadır. Sait
Çetinoğlu’nun Varlık Vergisi 19421944 (Belge Yayınları, 2009) kitabı da
dikkate değer.
Kürdlerin Durumundaki Farklılık
Yakındoğu’nun imhası sürecinde Kürd
ler de soykırıma uğramıştır. Ve bu süreç günümüzde zamana ve mekâna yayılmış olarak devam etmektedir. Yalnız, Kürdlerin durumunu iki aşamada
ele almak gerekmektedir. Kürdlerin
bir kısmı, 1915’de, Ermeni- Süryani
soykırımında İttihatçılara tetikçilik
yapmışlardır. Şu veya bu şekilde soykırıma katılmışlardır. Soykırımı planlayan, yaşama geçiren şüphesiz İttihatçılardır. Ama Kürdlerin tetikçiliği
de dikkatlerden uzak değildir. Bundan
dolayı, maddi ve manevi olarak ödüllendirilmişlerdir. Kürdlerin önemli
bir kısmı, 1919-1920’lerde, Mustafa
Kemal’le işbirliği de yapmışlardır. O
dönemde Mustafa Kemal, Kemalistler, Kürdlere milli haklarla ilgili bazı
sözler de vermişlerdir. Ama Kemalist
hareket güçlendikçe Kürdlere verilen
sözler unutulmuştur. Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra, devlet kendini çok daha güçlü hissetmiştir. Lozan
Andlaşması’nın gerçek adının, “Yakındoğu İşleri İle İlgili Lozan Andlaşması” olduğu bilinmektedir. Artık
Kürdleri ve Kürdçeyi inkâr etmeye,
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
inkâr görüşüne katılmayan Kürdleri
imha etmeye başlamıştır. Kürd soykırımı bu inkârdan sonra başlayan bir
süreçtir. Zamana ve mekâna yayılarak
sürdürülmüştür. Bugün de devam etmektedir.
Arşivle İlgili Sorunlar
Kürd/Kürdistan sorunu, Ermeni sorunu, Pontus sorunu Süryani sorunu,
Alevilik gibi sorunlar gündeme geldiğinde hemen arşiv konusu dile getirilmektedir. “Arşivler açılmalıdır”,
“Arşiv neden açılmıyor?”... Örneğin
Kürdistan İstiklal Komitesi yani Azadi, Kürd tarihinde çok önemi olan bir
örgüttür. Fakat Azadi ile ilgili arşiv
açılmamaktadır. Hınıs Harb Divanı,
Bitlis Harb Divanı ile ilgili arşiv de
açılmamaktadır. Bunun nedenleri üzerinde düşünmek şüphesiz önemlidir.
Burada arşivle ilgili bazı düşüncelerimi belirtmek istiyorum.
Bu konuda üç olaydan söz edeceğim.
Birincisi 24 Eylül 1996’da meydana
geldi. Diyarbakır Cezaevi’nde PKK’li
tutuklular ve hükümlüler, bir görüş
gününde, maltada, gardiyanlar tarafından, demir çubuklarla, zincirlerle, kalaslarla dövülerek katledildiler. On tutuklu ve hükümlü öldürüldü. Onlarcası
ağır yaralandı. Yaralı olanlar, Antep
Özel Tip Cezaevi’ne sürgün edildiler.
Bu dönemde Başbakan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’dı. Adalet Bakanı Şevket Kazan’dı. İçişleri Bakanı Mehmet
Ağar’dı. Genelkurmay Başkanı Org.
İsmail Hakkı Karadayı idi.
İkinci olay, 26 Eylül 1999’da, Ankara’da
Ulucanlar Cezaevi’nde yaşandı. Gardiyanlar, hamamda ve hamam yolunda
tutuklulara ve hükümlülere saldırdılar.
Gardiyanlar, tutukluları demir çubuklarla, zincirlerle, kalaslarla dövdüler.
On tutuklu ve hükümlü katledildi. Onlarcası ağır yaralandı.
Cinayetin işlendiği bu dönemde Başbakan Bülent Ecevit’ti. Adalet Bakanı
Prof. Dr. Hikmet Sami Türk’tü. İçişleri
Bakanı Sadettin Tantan’dı. Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’ydu.
Olgulardan ilk ikisi bunlar. Bu iki olgu
üzerine iki varsayım geliştirmek istiyorum. Birinci varsayım şu: Diyelim
2080’lere geldik. 2080’lerde, üniversiteden, basından herhangi bir kişinin,
araştırmacının veya herhangi bir yaza-
rın bilincine böyle bir konu çarpıyor.
1990’larda, Diyarbakır’da, Ankara’da,
cezaevlerinde neler oldu? Mahkumlar nasıl öldürüldü, şeklinde bir soru
gündeme geliyor. İkinci varsayım da
şu: 2080’lere geldik ama, Türkiye’nin
siyasal sisteminde, siyasal rejiminde
herhangi bir değişiklik, köklü bir değişiklik yok. Üç aşağı beş yukarı bugünkü siyasal sistem aynen devam ediyor.
Bu araştırmacı ne yapabilir? Herhalde
önce arşivlere bakar. Adalet Bakanlığı,
İçişleri Bakanlığı, Diyarbakır Valiliği,
Ankara Valiliği, Diyarbakır Cezaevi,
Ankara Cezaevi arşivlerine bakar.
Araştırmacı, arşivlerde ne bulabilir?
Kanımca hiçbir şey bulamaz. Onlar
zaten teröristlerdi, teröristler arasında
da nizah, anlaşmazlık, uyuşmazlık hiç
bitmiyordu. Kendi aralarında çatışmaları vardı. Birbirlerini öldürmüşlerdir.
Veya güvenlik güçleri teröristlerin saldırısı karşısında kendilerini korumuşlardır.
Arşivden yararlanılamadığına göre,
araştırmacılar nasıl bir yol izleyeceklerdir? Elbette mağdurların yakınlarıyla konuşarak olayı anlamaya
çalışacaklardır. Katliamı, yaralı olarak atlatanlarla konuşarak anlamaya
çalışacaklardır. Her iki olay da, mağdur yakınları ve yaralı olarak kurtulanlar tarafından mahkemeye intikal
ettirilmiştir. Davacıların savunmaları
şüphesiz önemlidir. Bu savunmalar,
bakanlıkların, valiliklerin, cezaevlerinin arşivinde şüphesiz olmayacaktır.
Ama ilgili avukatların, davacıların arşivinde şüphesiz olacaktır. Olayın basına nasıl yansıdığına bakmak elbette
önemlidir.
Bu olgulardan kalkarak 1915’e dönmek
gerekir kanısındayım. 30 Ekim 1918’
de,Mondros Mütarekesi’nden sonra, İttihatçı liderler, Enver Paşa, Talat Pa şa,
Cemal Paşa, ülkeyi terk ettiler.
Ama ülkeyi terk etmeden önce, pek
çok evrakı Cağaloğlu hamamlarında
yaktılar. Cağaloğlu hamamlarına, külhanlara, günlerce çuval çuval belgeler
getirdiler. Yaktılar. Bu belgelerin içeriği neydi? Ermeni soykırımıyla ilgili
oldukları çok açık... Bu belgeler neden
yakıldı? Bunun da üzerinde düşünmek
gerekir,
Bunları, arşive pek de güvenilemeye-
ceğini belirtmek için yazıyorum. Ermenilerle ilgili arşiv, 1980’lerde açılırken, yeni bir elemeden daha geçirildiği
bilinmektedir. Böylesine bir yakmadan
sonra yeni bir eleme daha yapılıyor.
Toplu Mezarlar Nasıl Kazıldı?
Burada üçüncü bir olgudan daha söz
etmeyi gerekli görüyorum. Ekim 2006’
da, Nusaybin’de, kırsal bir alanda, köylüler kendilerine ev yapmak için temel
kazmaya başlıyorlar. Kazıda, bir süre
sonra kemikler çıkmaya başlıyor. Bizim İskilip’de olsa insanlar, bu kemikler hangi hayvanlara ait, acaba buralarda hangi hayvanlar yaşamış diye
düşünür. Ama Kürdler bunun bir toplu
mezar olduğunu düşünüyor. Kazıda bir
süre sonra bir-iki kafatası da çıkıyor.
Köylüler bunu, karakola ve İnsan Hakları Derneği’ne bildiriyor. O bölgedeki
toplu mezarlardan haberi olanlar, bunu
İsveçli Profesör David Gaunt’a bildiriyor. David Gaunt’un bölge ili ilgili
bir kitabı da var “Katliamlar, Direniş,
Kurtarıcılar” ( Çev. Ali Çakıroğlu,
Belge Yayınları, Kasım 2007)
Prof. Gaunt, İsveç’ten Nusaybin’e geliyor. Toplu mezar yerini inceliyor.
Toplu mezardan fotoğraflar çekiyor.
Toplu mezarı kazıldığı kadar fotoğraflarla tespit ediyor. Toplu mezarı
kazmak için çalışmalar başlıyor. Türk
Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf
Halaçoğlu da gelişmelerden haberdardır ve oradadır. Prof. Gaunt’a, “Şimdi
kışa giriyoruz. Yağmur-yağış var. Yakında kar yağar. Toplu mezarı gelecek
sene baharda açalım” der.
27 Nisan 2007’de Prof. David Gaunt ve
Prof. Yusuf Halaçoğlu, toplu mezarın
başındadır. Ama Prof. Gaunt büyük
bir şaşkınlık içindedir. Kemiklerden,
kafataslarından eser kalmamıştır. Bu
duygularını Halaçoğlu’na da bildirir.
Prof. Halaçoğlu, “yağmur oldu, sel
oldu, rüzgâr oldu, kemikleri sel suları
götürmüştür” der.
Daha sonra köylüler, İnsan Hakları yöneticilerine, “bir sabah birkaç kişi çuvallarıyla geldi.
Kemikleri, kafataslarını toplayıp götürdüler…” der.
Bütün bunlar, arşivin, toplu mezar ka-
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
zılarının Türk siyasal sistemi çerçevesinde, nasıl bir içerik kazandığını göstermektedir.
Burada şunu söylemek önemlidir. Arşiv elbette önemlidir. Ama arşive şüpheyle bakmak gerekir. Arşivin bilinçli
olarak, kasıtlı olarak açılmadığı alanlarda, araştırmacılar, o alana ilişkin
kendi yorumlarını yapabilmelidirler.
En azından, arşiv açılıncaya kadar, bu
yorumlar geçerli olur.
Azadi ile ilgili arşiv neden açılmıyor, Hınıs Harb Divanı, Bitlis Harb
Divanı arşivleri neden açılmıyor. Bu
herhalde, Cibranlı Halid’in, Yusuf
Ziya’nın, Teğmen Ali Rıza’nın, Faik
Bey’in, Mela Abdülkerim’in savunmalarından dolayıdır. Diyarbakır İstiklal
Mahkemesi’nde yargılanan Dr. Fuad
ile ilgili arşiv de açılmıyor. Herhalde o da Dr. Fuad’ın savunmalarından
dolayıdır. Bu savunmaların içeriği konusunda araştırmacılar düşünce ve yorum geliştirebilirler.
http://www.ismailbesikcivakfi.org
Telefon: + 0212 245 81 43
[email protected]
PONTOS SOYKIRIMI TBMM’DE
(21 AĞUSTOS 1922) NASIL KONUŞULDU
Dev r i mci K araden i z
Kemalist vekiller, özellikle de Pontos bölgesinden olanlar, Kemalist hükümetin vahşi
tutumundan rahatsızdılar. Bunlar 21 Ağustos 1922′de yapılan parlamento oturumunda
Bursalı meslektaşları Emin Bey tarafından ”Pontos Fikirleri”nin savunucusu olmakla
suçlandılar ve ardından da tutumlarından dolayı soruşturma komisyonu önünde hesap
vermek zorunda kaldılar. (Goloğlu Mahmut: Trabzon Taribi, Ankara 1975, sayfa 3)
21 Ağustos 1922′de yapılan sözkonusu oturumda öne çıkan kişi özellikle büyük bir
gayretle tehcirlerle (zorunlu göç) kendi arasına mesafe koyan Sinop milletvekili Hakkı
Hami Bey‘di (Ulukan) ve konuşmasında şöyle diyordu:
”Tehcirlerden dolayı yüzümüzdeki utanç lekesi ebediyen silinmeyecek. Eğer insanlığın benliğini katleden tehcirlerin muhasebesini yapacak olursak, o zaman efendiler, bu
çok nefret verici bir şeydir. Bu olaylar tüm dünyanın gözü önünde bizi kirletmektedir.
Zira artık hükümet de kendini haklı çıkaramaz. Kendi gözlerimle gördüm. Öyle ahlak
dışı şeyler yaşandı ki, Beyler, bugün bizim memurlarımızın yaptığı çirkinlikler, İngilizler tarafından bile yapılmadı.”
TBMM Gizli Celse Zabıtları, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Cilt 3,
sayfa 721)
Kırşehir Milletvekili Yahya Galip (Kargı) söz alıyor:
”… Pontos sorunu çok önceden ortaya çıkmıştır. Pontosluların bir örgüt kuracağını,
bir hükümet kuracağını, şunu bunu yapacağını duyduk. Ancak insanların tehcirlerden
dolayı ortadan yokedildiği gibi bir sorun olduğunu duymadık… Efendiler, meydana
geldiği söylenen tüm kötülüklerin özel yetkilerden kaynaklandığına emin olabilirsiniz. Şunu anlamıyorum; bir ülkeyi ayakta tutan, yasalardır. Ve yıkan şey ise yasaların
çiğnenmesidir. Özel yetkilerin anlamı, herkesin keyfine göre insan asması, kesmesi,
kentleri yerle bir etmesi, evlerin talan edilmesi ve dünyanın yakılıp kül edilmesi midir?
Çünkü işleri baskı olan insanlar, hırsızlıkları ortaya çıkmasın diye evleri yakıyorlar.
Pontos sorununu yaratan ve bu kötülüğü Pontos’un başına getiren herkes, bize en büyük kötülüğü yaptılar. Pontosluların techir edilmesi adı altında köylerdeki yaşamı,
mal ve mülkü ortadan kaldırdılar… Tek bir kişinin bile techirini onaylamadığıma buradaki herkesin şahit olmasını istiyorum. Sürgünler bu ülke için saatli bomba gibidir.
Çok korkunçtur. Bunun bedelini daha kaç yıl boyunca ödemek zorunda kalacağız?
Mahkemeler kimin suçlu kimin suçsuz olduğuna karar vermelidir.”
TBMM: Türk Genelkurmay Başkanlığı, Türk İstiklal Harbi (T.İ.H.) cilt 4, Mondros
Mütarekesi ve Tatbikatı, Ankara, 1962, sayfa 2708)
Mersin Milletvekili (Hüseyin) Selahattin Bey (Köseoğlu) de konuşmasını aynı yükses
ses tonuyla yaptı:
”… Yüz, yüzyirmi yıl boyunca yönetimin düzeltilmesine dönük, pek de memnun edici
olmayan çabalar oldu. Avrupalı güçler yönetimimizde eksikler gördüğü sürece, bize
saldıracaklardır. Reformlar talep edecekler. Taleplerinde haklılar mı? Evet haklılar.
Tebaa sıfatıyla bizleri elinden geldiğince kucaklayan halkın namusunu, itibarını ve
malını korumaya dönük görevlerimizi yerine getiremedik… Millet Meclisinin amacı,
tek bir gayrimüslimin dahi geriye kalmaması, en sonuncusunun bile sürülüp, imha
edilmesi midir acaba? Böylesi bir durumda dünyanın gözündeki varlığımız ne olur?
Kendi ayaklarımızın üzerinde durabilir miyiz? Affınızı diliyorum, ama bu sorunun
çözümlenmesi milli can damarlarımızla alakalalıdır.
Efendiler, bir hükümet bir İslami hükümet, bir Osmanlı hükümeti ya da nasıl adlandırırsanız adlandırın, bir Türk hükümeti, dininden, cinsiyetinden veya dogmalardan
bağımsız olarak düzenine tabi olan tüm tebaanın hükümetidir. Yoksa sadece müslümanların olan bir hükümet mi? Herkese aynı eşit haklar tanıyacak mı? Neden imhaya
ve yıkıma dayalı bir politika izliyoruz? Zira imha, başka tarz ve yöntemlerle hayata
geçirilebilir. Çeşitli yolları var…”
Kayseri Milletvekili Osman Bey (Uşşaklı) tam da bu noktada konuşmacının sözlerini
şu sözlerle kesti: ”Bu yağmaya ve yıkıma dönük bir politikadır” Selahattin Bey onaylayarak devam etti:
”Bu sayede kimin adı lekeleniyor? Zavallı millet!.. Ve şöyle sorulacaktır: acaba hangi
ulusun tarihinde katliamlarla onur duyulur ve övünülür?”
TBMM: Türk Genelkurmay Başkanlığı, Türk İstiklal Harbi (T.İ.H.) cilt 4, Mondros
Mütarekesi ve Tatbikatı, Ankara, 1962, sayfa 2708)
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Nevşehir’in
Rum Mirası
Kentsel Dönüşüm Kurbanı
TOKİ’nin ‘inşa harekâtı’nda moloza
dönüşen Muş’un Ermeni mahallesinin
kaderinin benzerini Nevşehir’deki eski
Rum yerleşimi yaşıyor. Şehrin geçmişteki merkezini oluşturan bölge bugün
kentsel dönüşüm kapsamında kelimenin
tam anlamıyla şantiyeye dönüşmüş durumda.
Doğal güzellikleri ve peri bacaları ile
olduğu kadar erken Hıristiyan tarihinin
izlerini taşıdığı için de turizm sektörünün ilgisini çeken Nevşehir’de uzun
zamandır hummalı bir çalışma sürüyor.
2009’da başlayan proje ile şehrin eski
merkezi Cumhuriyet Mahallesi’nde kilise ve camiler ile belirlenen birkaç bina
dışında taş taş üstünde kalmadı. Antik
Yunan tiyatrolarında olduğu gibi yukarıdan aşağıya basamaklı şekilde yapılandırılan bölgedeki konak tipi gösterişli
evler, çeşmeler, dükkanlar ve okullar
yerle bir edilmiş durumda. Nedeni ise
kentsel dönüşüm.
İstanbul’daki gibi…
Belediye yetkililerine göre evler artık
yaşam koşullarını sağlayamadıkları için
yıkıldılar. Zira Cumhuriyet’in ilanının
ardından alınan mübadele kararı ile el
değiştiren binalar kötü kullanılmış, bazısına kaçak kat çıkılmış bazısına ise eklemeler yapılmıştı. Belediye bu durumu
gerekçe gösteriyor yıkarak başlattığı restorasyon için. Ancak bir gerçek daha var
ki bu süreç sonunda Rumlardan sadece
birkaç bina günümüze ulaşacak. Rum
mahallesinin yerine ise orijinal hallerine
‘yakın’ ama ‘modern’ binalar yapılmaya
başlanacak sıra sıra. Tıpkı İstanbul’da olduğu gibi…
Bu hızlı değişimde yıkıntıların arasında
bir başına duran, şehir merkezinin Hıristiyan kimliğini ilk bakışta ön plana
çıkartan bina ise halk arasında Meryemana Kilisesi olarak bilinen Koimesis
Theotoku Kilisesi…
1849’da yapılan, bölgenin Post-Bizans
anıtlarının başını çeken kilise, mahallenin Rumlarının topraklarından kopartılması nedeniyle bir süre boş kaldı önce.
Daha sonra ise cezaevine dönüştürülmesine karar verildi. Sütunlarının arasına
duvarlar örüldü, koğuşlar oluşturuldu.
Tavanı yüksek olduğu için iki kata bölündü, odalar, banyo ve tuvaletler eklendi.
Ünlülerin cezaevi
Cezaevi olduğunda içine ilk girenlerden biri Kemal Tahir’di. Tahir, Nazım
Hikmet ile birlikte yargılandığı Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi
tarafından tutuklanmasının ardından
Nevşehir’e gönderildi. 1948-1950 yılları
arasında hapiste kalan Kemal Tahir cezaevi günlerinde Nazım Hikmet’in salıverilmesi için açlık grevi başlatmış, Nazım
Hikmet ise 10 Mart 1950’de yazdığı bir
mektupla kararından vazgeçmesini istemişti: ''Açlığını duydum. Doğruluğuna
inanamadım. Doğru ise bana en büyük
kötülüğü yapıyorsun. Benim başım için
vazgeç. Vazgeçtiğini hemen telle.''
Kiliseden cezaevine çevrilen binanın bir
sonraki ünlü ismi Yılmaz Güney oldu.
Güney, 15 Haziran 1961’de ‘Tatlı Bela’
isimli filmin çekimi sırasında gözaltına alındıktan sonra Üsküdar Paşakapısı
cezaevinin ardından nakledildi Nevşehir Cezaevi’ne… Yılmaz Güney, “Hayatımın akışı değişti” dediği, “Benim
ilkokulumdur” diye nitelediği cezaevi
olarak kullanılan kilisede ‘Boynu Bükük
Öldüler’ adlı ilk romanını yazdı. Kasım
1975’te yayınlanan kitabın önsözünde
Güney şöyle anlatıyordu binada geçen
günlerini: “Boynu Bükük Öldüler, Nevşehir Cezaevinde, siyasiler koğuşunun
en dip köşesinde, rutubetli bir duvara
komşu ranzada, geceli gündüzlü on altı
aylık bir çalışmanın ürünüdür. Ranzamdan hiç indirmediğim küçük bir masam
vardı. Yatma zamanı gelince, ayakucuma
çeker, ayaklarımı altına sokar uyurdum.
Çoğunlukla, anlattığım insanları görürdüm düşlerimde, onlarla yaşardım.”
1973’te ise binada başrollerini Türkan
Şoray ve Hakan Balamir’in oynadıkları “Mahpus” filmi çekiliyordu. Altın
Portakal’da ödül kazanan film kilisenin
1970’lerdeki durumunu da belgeliyordu.
1980 darbesinde tutuklananların da yolu
düştü Nevşehir Cezaevi’ne. Bu dönem-
de sol görüşlü tutukluların talebi üzerine, cezaevi yönetiminin izin vermesiyle
freskler açıldı. Ancak bu ‘özgürlük’ dönemi kısa sürdü. Koğuş değişikliği sonrasında sağ görüşlü tutukluların gelmesi
ile yeniden üstleri kapanarak yeniden
‘hapsedildiler’.
1983’te ise bina yeni cezaevi yapımı ile boşaltıldı, üç yıl sonra Nevşehir
Belediyesi’ne kültürel amaçlı olarak kullanılması için verildi. Ancak bu süreç
yılan hikâyesine döndü. Dönem dönem
restorasyon projeleri gündeme geldiyse
de sonuç çıkmadı. Metruk kaldı, adeta
definecilerin ellerine teslim edildi. Kilisenin avlusunda görülebilen büyük çukurlar da o süreçten kaldı bugüne…
‘Çanlı Kilise’
Ayakta kalan bir başka Rum yapısı ise
halk arasında ‘Çanlı Kilise’ olarak bilinen Hagios Georgios Kilisesi. Adının
‘çanlı’ diye bilinmesinin nedeni 1797’da
yapılan kiliseden geriye sadece İbrahimpaşa İlkokulu’nun içinde kalan çan
kulesinin ulaşması… Bugün öğrencisi
olmayan ve kendisi de metruk halde bulunan okulun bahçesindeki çan kulesi de
korunmuyor.
Bölgede bir zamanlar 100 kadar evden
oluşan bir Ermeni mahallesi bulunmasına rağmen ayakta kalan tek bir Ermeni
eseri bile yok. Karasoku Mahallesi’nin
yakınındaki mahallenin yerini apartmanlar aldı, kiliseden geriye ise hiçbir iz
kalmadı. Kilise ile ilgili tek bilinen binanın bazı taşlarının 1950’de inşa edilen
Nevşehir Lisesi’nin giriş merdivenlerinin yapımında kullanıldığı.
Bu sürecin sonunda bugün Kapadokya’da
yani ‘güzel atlar ülkesi’nde ne atlar var,
ne de sahipleri… Artık hepsi çok uzaktalar… Yaşar Kemal’in dediği gibi güzel
insanlar güzel atlara binip gideli çok
oldu bu topraklardan...
Serdar Korucu/Agos http://www.bas
kahaber.org/2013/07/nevsehirin-r ummiras-kentsel-donusum.html
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
PONTUSLARIN YAŞADIĞI YURTLARININ ADAI ANADOLU DEGİL.
lütfen inkarcı asimilasyoncu adadolu şemsiyesinin gölgesine girilmesin.
Anadolu ittihatçıların asimilasyon aracıdır!.....
19 Mayıs 1919 tarihi Karadeniz halkları
açısından yeni bir tarihin başlangıcıdır.
Bu tarihe kadar İttihat ve Terakki'nin
1915 'de Ermeni Soykırımı ile başlayan
''Anadolu'yu müslüman olmayanlardan temizleme operasyonu''nun Pontos
Rumlarına karşı da bu kez daha ''deneyimli'' olarak devam edeceğinin yani
''ikinci etap''ın başladığı tarihtir. Bu tarih Pontos Soykırımı tarihidir.
- 353 bin Pontoslu Rum, 1919-1923 yılları arasında Mustafa Kemal'in emriyle;
- ölüm yürüyüşlerinde
- Mustafa Kemal'in sadık katilleri Topal
Osman, İpsiz Recep gibilerinin oluşturduğu çetelerin, Nurettin Paşa'nın askeri
birliklerinin işkence, ev ve köy yakmalarıyla
- kadınlara ve kızlara tecavüz edilerek
- mağaralarda boğdurularak
- gemi kazanlarında diri diri yakılarak
- İstiklal Mahkemeleri'nin kararlarıyla
idam edilerek katledildi.
- 1 milyon 250 bin Pontoslu Rum ''mübadele anlaşması'' ile Anadolu'dan sürgün
edildi.
- Bütün Karadeniz'de 1920'lerin başından itibaren hızla asimilasyon politikaları hayata geçirildi.
- Geride kalan Rumlar zorla müslümanlaştırıldı/türkleştirildi, daha önce müslümanlaştırılanlar da türkleştirildi.
- 1921'de Mustafa Suphi ve yoldaşları
yine Mustafa Kemal'in emriyle boğdurularak katledildi.
uluslararası hukuka aykırı “uygar dünyanın mahkum ettiği” insanlığa karşı
işlenmiş en büyük suçtur.
- Lazlara, Gürcülere ve Ermenilere
(Müslüman Ermeniler / Hemşinliler)
Türkçe öğrenmeleri dayatıldı, şarkı sözleri, öyküleri, fıkraları Türkçeleştirildi.
Türkçe dışındaki bütün diller yasaklandı.
- Şehir, kasaba ve köy isimleri değiştirildi, Türkçe isimler verildi.
“Soykırımın, uluslararası kurumların,
ulusal devletlerin ve kişilerin sorumluluk duyması gereken en büyük insanlık
suçu” kabul edilmesi anlayışına temel
olan düşünce, ikinci paylaşım savaşında
insanlığa karşı işlenmiş suçları, halklar
hukuku bağlamında anmak için Birleşmiş Milletler'in 21 Aralık 1947 tarihili
genel kurulunda kabul ettiği 180 numaralı kararıdır.
- Her kesimden muhalifler istisnasız
imha edildiler...
Olası yeniden başkaldırıları engellemek
için şehir şehir kontra örgütlenmeler
oluşturuldu ve devlet tarafından sınırsız
desteklendi...
PONTOS SOYKIRIMI
20. yüzyılın başında Pontoslu Rumlar,
353.000 kurbanla ikinci büyük soykırıma maruz kalmışlardır.
“SOYKIRIM” KAVRAMI NE ANLAMA GELMEKTEDİR?
Birleşmiş Milletler, 9 Aralık 1948 tarihinde, 12 Ocak 1953’te yürürlüğe
giren soykırımın önlenmesi ve cezalandırılmasına ilişkin 260 numaralı kararı (Convention on the Prevention and
Punishment of the Crime of Genocide)
onaylamıştır. Federal Almanya soykırım
konvansiyonunu Şubat 1953’te imzalamıştır. Bu Karar gereğince soykırım,
Birleşmiş Milletler Soykırım Konvansiyonu ikinci maddesi “bir ulusu, bir etnik,
ırksal, ya da mezhepsel grubu tamamen
ya da kısmen kasıtlı olarak tahrip etmek
amacı ile” aşağıda sıralan suçlardan her
hangi birinin işlenmesini soykırım olarak değerlendirmektedir.
Gruba mensup bireylerin katledilmesi
Grup üyeleri üzerinde bedensel ve ruhsal ciddi zararlara sebep olunması
Grubun yaşam kaynaklarının tamamen
ya da kısmen kasıtlı olarak ortadan kaldırılması
Grup üyelerinin doğal üremelerinin kasıtlı olarak engellenmesi
Grup üyelerinin çocuklarının zorla ellerinden alınıp başka bir gruba verilmesi
Pontoslu Rumlar açısından dini motif ta-
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yin edici olmuştur. Hristiyan olan Pontoslu Rumlar, ya imhayı ya da İslamiyet’i
seçmek zorunda bırakılmışlardır.
Bu gün soykırım dendiğinde akla 20.
yüzyılın insanlığa karşı işlenmiş en
kötü iki katliamı gelir. Yani İttihat ve
Terakki'nin 1915 Ermeni Soykırımı ve
Nazi Almanya’sının Yahudilere ve Slav
halklara karşı gerçekleştirmiş oldukları
soykırımlar.
Halbuki, bu günkü dünya düzeninin
üzerini örtmeye çalıştığı, 20. yüzyılda işlenmiş daha başka soykırımlar da
vardır. Bir soykırımın akla gelebilecek
bütün yöntemlerini yaşayan halklardan
biri de Pontos Rumlarıdır ve bu soykırımın faili, Ermeni Holocaust’unun,
Kürt ulusuna karşı yapılan katliamların
da ortak faili olan Türkiye Cumhuriyeti
Devletidir.
PONTOS RUMLARINA KARŞI İŞLENMİŞ SOYKIRIM MASKELENMİŞTİR
Pontos halkı, Trabzon’un düşüş tarihi
1461’den bu yana Osmanlı egemenliği
altında, katliamlara, sürgünlere, köleleştirilmeye, akla gelebilecek bütün insanlık dışı muamelelere maruz kalmıştır.
Bu politikanın doruk noktası, 20. yüzyılın soykırımıdır.
Soykırıma varacak olan yol, 1908’den
kısa bir süre sonra İttihat ve Terakki tarafından belirlenmiştir. 1919’dan 1923’e
kadar da, Mustafa Kemal tarafından uygulanmıştır.
Bu cinayetin işlenişinde önemli bir kavrama, “sistematik” kavramına dikkat
etmek gerekir. Küçük Asya’nın bütün
alanlarını Türkleştirmek ve İslamlaştırmak için İttihatçılar ve ardılları Kemalistler tarafından uygulanan plan ve
yöntem bunun en açık kanıtıdır. Pontos
halkının erkeklerinin köle olarak çalışma kamplarına sokulması sonucu bütün
köyler ateşe verilmiş, sağ kurtulanlarsa,
İslam dinine geçmeye zorlanmıştır. Kadınlar ve yaşlılar yollarda öldürülmek
maksadıyla sürgüne gönderilmişlerdir.
Hristiyanlara ait ne kadar dini okul,
kilise vb. sosyal kurum varsa tümü ya
yakılmış, tahrip edilmiş ya da camiye
dönüştürülmüştür. Bu gerçekleri bütün
detayları ile teyit eden yüzlerce kaynakr
mevcuttur.
Bu yapıtlardan bazı bölümler:
Alman Dış İlişkiler Dairesi (Politisc-
hes Archiv des Auswärtigen Amtes)
Belgelerinden, Türkiye Nr. 168, Türkiye-Yunanistan ilişkileri, Cilt 14 ve 15,
Dragomans Schwörbel’in Ayvalıya seyahati sırasındaki gözlemleri; Tarih 2 /
19 Ağustos 1915
İstanbul’da bulunan Alman büyükelçi Metternich, Jön Türklerin, Karadeniz sahil şeridinde yaşayan Helenlerin
sürgün edilmesini Rusların yardımı ile
silahlanmalarına ve bir ayaklanma hazırlığı içinde olmaları ile gerekçelendirdiklerine, ancak bunun yanlış olduğuna
dikkat çekiyor. Metternich, eli silah tutan Pontosluların ya askere alındıklarını
ya da yabancı ülkelere savrulduklarını
(sürgün ve takibatlar sonucu elbet) söylüyordu. Sürgün edilenlerinse, neredeyse tamamını kadınların, çocukların ve
yaşlıların oluşturduğunu söylüyordu.
Soykırım ve sürgün harekatı ile hemfikir olmayan bazı Alman ordu mensupları, dışişleri bakanlığına raporlar göndererek, olaylardan sorumlu tutulmamak
için Jön Türklerle aralarına mesafe
koyuyorlardı. Ermeni Holocaustundan
dünya kamuoyunun haberdar edilmesinden sonra araya mesafe koyanların
sayısında artış görülüyordu. Amisos
(Samsun) konsolosu Kückhoff, 16 Haziran tarihli raporunda Berlin içişleri bakanlığına şu bilgileri aktarıyordu:
“Güvenilir kaynaklardan edindiğim bilgilere göre, Pontos halkının Sinop’tan ve
devamı sahil şeridinden kökünden sökülürcesine boşaltılarak sürgüne gönderilmiş olduğunu öğrenmiş bulunuyorum.
Bu durumda sürgün etmekle imha etmek Türkçede aynı anlamı ifade etmektedir. Zira imha edilmekten kurtulanları
açlık ve hastalık yok edecektir.”
Avusturya belgelerinde, HHStA Viyana,
PA, Türkiye, XII, Liasse 467 LIV Griechenverfolgung in der Türkei (Türkiye’de
Helen takibatı) 1916 -1918, No. 97/ pol.,
Konstantinopel (19.01.1916) ve (02.01.
1917)
Ve yine Alman Belgelerinde Bonn PA
AA, Türkei (Türkiye) Nr.168, Cilt 15, f.
Cilt16, (9.2.1917)
Avusturya’nın Konstantinopel (İstanbul) büyükelçisi Pontos’un Amisos
(Samsun) ve yöresinde son olarak şahit
olduğu olayları 19.12.1916 ve 2.1.1917
tarihlerinde Viyana’da şu sözlerle ifade
etmektedir: “Tarih 11 Aralık 1916, beş
Helen köyü yağmalandı sonra da yakıldı. Köy sakinleri kovuldu. 12 Aralık
1916 çevrede başka köyler de yakıldı. 14
Aralık 1916, bazı köylerin tamamı okulları ve kiliseleri ile birlikte yakıldı. 17
Aralık 1917, Samsun yöresinde yağmalama devam etmekte kadınların ırzına
geçilmekte, ahali dayaktan geçirilmektedir. 31 Aralık 1916, 18 köyün tamamı
15 köyün de bir bölümü yakıldı; yaklaşık 60 kadına tecavüz edildi; kiliseler
yağmalandı.
Helen P. Enepekidis 17.08.1997 tarihli
„Kathimerini“ gazetesinde soruna ilişkin düşüncelerini şu sözlerle ifade etmektedir:
“Jenosit Made in Turkey, doğu karakterli
ve sinsidir; teorik bakımdan arka plansızdır; fakat pratik olarak yağmacıdır.
Bir bütün olarak köy ahalisinin kovulması, sürgün edilmesi, savunma gücüne
sahip erkeklerin askere “amele taburları” denen temerküz kamplarında toparlanması, kadınların, yaşlıların karda,
boranda yaya olarak yollara düşürülerek
merhametsizce imhası bir Auschwitz’le
son bulması anlamına gelmiyordu. Hayır, burada hareket halinde olan, seyyar
olan bir Auschwitz söz konusuydu. Yollara düşürülmüş kurban kafileleri belli
bir hedefe değil, iftira ve kötü muamele
altında açlıktan, susuzluktan, ölüme yürütülüyorlardı, yollarda imha ediliyorlardı.
İblisane sistemin örgütlü mesajı buydu.
Kurbanlarının sonunu bekleyen Auschwitz yoktu. Kurbanların çoğu için zaten son yoktu. Ölüme yolculuğun hedefi
değil, kendisi ölümdü.” “Pontus-Rum
Soykırımı”, Tarihçi Prof. Konstantinos
Fotiadis
Dünya kamuoyunun tarihi gerçeklerden
haberdar edimesi için Helen Komitesi
Başkanı ve Öğretmeni P. Kinigopoulos
şöyle diyor:
“Türk devlet mekanizması Helen çocukları ‘korumak’ için ailelerinden koparıp
kendi ‘sorumluluğu’ altında Sivas’ta
Türk okullarına göndermiştir.
Tabii ki, çocukları orada kendi düşünceleri temelinde eğittiler. Çocukların bile
özünü boşaltmakta vicdani rahatsızlık
duymadılar. Sonuç, Hıristiyan çocukların İslamlaştırılması oldu.
Alman ve Avusturya belgelerinin tarihlerine bakıldığında daha 1915 yılında
Ermeni Soykırımı yaşanırken Pontos
Rumlarına karşı da saldırı ve cinayetlerin başladığı anlaşılacaktır.
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Stefanos Tanimanidis
ΔΕΛΤΙΟ
ΤΥΠΟΥ
Με τη μαζική συμμετοχή του κόσμου
πραγματοποιήθηκε σήμερα Κυριακή
19.Μαίου .2013, η εκδήλωση «Διεκδίκησης και Μνήμης» που οργάνωσε
το ΠΑ.Σ.Π.Ε. , σε συνεργασία με την
Π.Ο.Π.Σ. και την Π.Ο.Σ.Ε.Π., στο
άγαλμα μνήμης της Ποντιακής Γενοκτονίας στην πλατεία Αγίας Σοφίας
στην Θεσσαλονίκη.
Μετά την κατάθεση στεφάνου στο
Μνημείο της Γενοκτονίας από τον
Πρόεδρο του Π.Α.Σ.Π.Ε κο Γιάννη
Μωυσιάδη, μίλησε ο καθηγητής του
Α.Π.Θ Διεθνολόγος κος Βενιαμίν
Καρακωστάνογλου.
Ο κος καθηγητής αναφέρθηκε στα
ιστορικά γεγονότα, που συντελέστηκαν σε βάρος του πληθυσμού της
Θράκης του Πόντου και της Μικράς
Ασίας, από τους Νεότουρκους και
τους Κεμαλιστές ,στην περίοδο
1914-1922,τονίζοντας ότι σύμφωνα
με τα υπάρχοντα τεκμηριωμένα στοιχεία, αποτελούν πράξη Γενοκτονίας
σύμφωνα με το Διεθνές Δίκαιο και
την Σύμβαση του Ο.Η.Ε του 1948.
Ενώ τόνισε ότι η αναγκαστική αλλά
και βίαιη ανταλλαγή που συντελέστηκε από το 1922-1924,σε βάρος αυτών των πληθυσμών, δεν ήταν τίποτε
άλλο, παρά μια συγκεκαλυμμένη
«ΕΘΝΙΚΗ ΕΚΚΑΘΑΡΙΣΗ ΠΛΗΘΥΣΜΩΝ», που από μόνη της ως
ενέργεια, αποτελεί κολάσιμη πράξη
όπως προκύπτει και από την νεώτερη
νομολογία των Διεθνών Ποινικών
Δικαστηρίων.
Τόνισε τέλος την ανάγκη να τροποποιηθεί ο νόμος 4093/12 ,που στερεί
το δικαίωμα συνταξιοδότησης σε
10.000 χιλ. Έλληνες, από τις χώρες
της πρ. ΕΣΣΔ.
Χαιρετισμό απεύθυνε ο Δήμαρχος
Γιάννης Μπουτάρης , που ζήτησε
από την Τουρκία να αναγνωρίσει
τη Γενοκτονία που οι πρόγονοί τους
έκαναν σε βάρος του Ελληνισμού της
Ανατολής, γιατί έτσι μόνον μπορούν
να δημιουργηθούν προϋποθέσεις
ανάπτυξης, καλών σχέσεων, μεταξύ
των δύο γειτονικών χωρών.
Χαιρετισμό απεύθυναν εκπρόσωποι
κομμάτων, μέλος της επιτροπής Απόδημου Ελληνισμού του Κοινοβουλίου, που τόνισαν την ανάγκη επίλυσης του θέματος των συντάξεων των
υπερήλικων Ελλήνων από τις χώρες
της πρ. ΕΣΣΔ και ανακοίνωσαν την
συγκρότηση διακομματικής επιτροπής, που θα επισκεφθεί τους αρμόδιους για την επίλυση του θέματος
υπουργούς, στους οποίους και θα
μεταφέρουν τις προτάσεις τους.
Τέλος οι εκπρόσωποι του ΠΑ.Σ.Π.Ε ,
Αντιπεριφερειάρχης Κεντρικής Μακεδονίας κος Ιωάννης Μωυσιάδης, ο
Πρόεδρος της Π.Ο.Π.Σ κος Χαράλαμπος Αποστολίδης και ο Πρόεδρος
της Π.Ο.Σ.Ε.Π κος Σέργιος Καλπαζίδης, αφού συνέδεσαν τα προβλήματα
που αντιμετωπίζουν χιλιάδες Έλληνες από την πρ. Ε.Σ.Σ.Δ. ,εξαιτίας της
άδικης διακοπής των συντάξεων τους
,με την ημέρα μνήμης της Ποντιακής
Γενοκτονίας και τις επιπτώσεις της
σε χιλιάδες Έλληνες που εγκατέλειψαν χωρίς την θέλησή τους τον
Ιστορικό Πόντο και μετακινήθηκαν
στην γειτονική Ρωσία, κάλεσαν
την κυβέρνηση και τους αρμόδιους
Υπουργούς, να υιοθετήσουν την
σχετική τροπολογία ,που ήδη στην
συνεδρίαση της επιτροπής Απόδημου
Ελληνισμού της Βουλής, στις 15 Μάιου ,έθεσαν υπόψη τους , για άμεση
λύση του προβλήματος.
Τόνισαν επίσης , ότι ήρθε επιτέλους
η ώρα η Τουρκία να συμβιβαστεί με
το ιστορικό της παρελθόν και να ανα-
γνωρίσει την Γενοκτονία που έκαναν
οι πρόγονοί τους σε βάρος των Ελλήνων της Ανατολής. Ενώ κάλεσαν την
Ελληνική Κυβέρνηση να αναλάβει
πρωτοβουλία και να φέρει το θέμα
της αναγνώρισης της Γενοκτονίας
του Ποντιακού Ελληνισμού στους
ΔΙΕΘΝΕΣ ΟΡΓΑΝΙΣΜΟΥΣ.
Δήλωσαν ότι θα συνεχίσουν τον
αγώνα τους με την παρουσία και πάλι
του θέματος σε Διεθνείς οργανισμούς
,μέχρι την τελική δικαίωση, ως ελάχιστο χρέος τιμής στη μνήμη των 353
000 χιλιάδων συμπατριωτών τους
που έπεσαν θύματα της πολιτικής της
γενοκτονίας.
Μηνύματα στην εκδήλωση έστειλαν,
ο Πρόεδρος της Ν.Δ. και Πρωθυπουργός Αντώνης Σαμαράς, ο πρόεδρος του ΣΥΡΙΖΑ Αλέξης Τσίπρας,
ο Πρόεδρος του ΠΑΣΟΚ Βαγγέλης
Βενιζέλος, ο Πρόεδρος των Ανεξάρτητων Ελλήνων Πάνος Καμμένος,,ο
Πρόεδρος της ΔΗΜΑΡ, Φώτης Κουβέλης,ο γεν. Γραμμα;τέας του Κ.Κ.Ε.
Δημήτρης Κουτσούμπας.
Μετά την ολοκλήρωση της εκδήλωσης που συμπεριλάμβανε και τραγούδια του Πόντου με την ποντιακή
χορωδία της Φιλόπτωχου Αδελφότητας Ιμεραίων και του Γιώργου Μουστόπουλου, ακολούθησε πορεία από
τον κόσμο που παρακολούθησε την
εκδήλωση , στο Τουρκικό Προξενείο
και επίδοση σχετικού ψηφίσματος
καταδίκης της Ποντιακής Γενοκτονίας.
Από το Γραφείο Τύπου
του ΠΑ.Σ.Π.Ε.
Υπεύθυνη Τύπου
Πόπη Γαλαζίδου
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
SOYKIRIMLA SİLİNEN BATIERMENİSTAN'IN TARİHSEL GERÇEKLİĞİ
İNKAR EDİLEMEZ!
Belçika Ermeni Demokratlar Derneği adına katıldığımız Brüksel Konferansı'nda yüz yıl önceki tarihin dersleriyle mazlum halklar arası birlik ve
dayanışmayı teşvik eden mesajlar vermiştik [1]. 1915 öncesi Batı Ermenistan-Kuzey Kürdistan bileşkesine atıfta
bulunan ve Kürt aydınlarından o tarihsel gerçekliğe saygılı yaklaşım talep
eden bir cümlemiz, daha sonra Radikal yazarı Ayşe Hür'ün yaptığı değinme [2] vesilesiyle, hem kendisine hem
bize yönelik haksız suçlamalara yol
açtı. Konferans tebliğimizi belki de hiç
okumamış bazıları, o sözleri “gelecekte Kürtleri kovma yoluyla büyük bir
Ermenistan kurma arzusu”na yordular.
Ve tam da duyarlılık beklentimizin tersine etik ölçüleri hiçe sayarak tarihsel
Batı Ermenistan gerçekliğini inkara
devam ettiler. O coğrafyada Kürtlerin
“hancı”, Ermenilerin “yolcu” olduğunu
söyleyecek kadar alaya aldılar tarihi.
Bu tür eleştiri yapanlardan biri, daha
önceki bir yazımda inkarcı yaklaşımlarına değinip geçtiğim, asıl eleştirisini sonraki bölüme bıraktığım Xerzî
Xerzan isimli yazar. “Ayşe Hür'ün Cehaleti ve Tarih Çarpıtmaları” başlığı
altında ölçüsüz suçlamalar yürütmüş
[3]. Bu konularda “cehaletini gidermesi” için ona altı ay önce kendi yazdığı
bir makaleyi tavsiye ediyor. Xerzi'nin
o makalesini ben çoktan okuyup yazılı
eleştirisini de hazırlamış, fakat henüz
yayınlamamıştım. Şimdi bu yeni yazdıklarına yanıt verdikten sonra onu da
ayrı olarak sunacağım.
Bir başka “eleştiri” sahibi Şakir Epözdemir, Ermenistan-Kürdistan ihtilafı
üzerine daha berbat fikirler yürütmüş
[4]. Bu zat-ı muhterem de Ermenileri
kendi anavatanında “işgalci” gösterip Kürtlerin Alpaslan komutasında
Türklerle birlikte “haksız işgallere
son verdikleri”nden dem vuruyor.
Bir de onun atıfta bulunduğu Ahmet
Kahraman'ın “Ayşe Hür Tarihi” başlıklı yazısı var [5]. Ahmet Bey'in yazdıkları gerçi diğerlerinden daha usturupludur, ama o da hakkaniyetten uzak ve
tarihsel Batı Ermenistan'a dair dikkat
ile Rıza Aydoğdu'ya teşekkürü borç biliyoruz.
Burada eleştirisini yapacağım yazıların (Xerzi ve Epözdemir'in) hasmane
ruhunu, konferansta hiç değilse bizim
görüştüklerimizden kimsede görmedik. Uç noktalardaki bu görüşlerle tartışırken onları paylaşmayan kimselerin
üzerlerine alınmamaları gerektiğini
özellikle belirtmek isterim.
Hovsep Hayreni
çektiğimiz inkarcılığı örtülü olarak
paylaşma durumunda.
Yeni Özgür Politika'nın bir diğer yazarı
Yusuf Serhat Faik (Serhat Bucak), hemen konferans sonrası yazdığı “Brüksel İzlenimleri” makalesinde, onca
olumlu mesajlarımızı es geçerek şöyle diyordu: “Ermeni katılımcı Hovsep
Hayreni’nin sunumunda diaspora Ermenilerinin hiddeti, Öcalan’ın ilk BDP
heyeti ile görüşmesinde dile getirdiği
bir cümleye yönelik tepkisi vardı.” [6]
Serhat Bey anlaya anlaya bir tek bunu
anlamış ve Türk medyasından devraldığı allerjik üslupla yalnız böyle bir
cümle yansıtmış! Canı sağolsun. Konferansta pekçok Kürt katılımcı yaptığımız sunumu olumlu karşılamış, tebrik
etmişti. Eleştiri noktalarını yanlış algılayan ve inceden sitem eden bazıları ise konuştukça daha iyi anlayıp en
azından yaklaşımın dostane olduğunu
teslim ettiler.
Konferansta çeşitliliğin daha çok bir
imaj olarak önemsendiğini hissetmekle beraber farklı görüşlerimizle katkı
yapmanın yararlı olduğunu gözlemledik. Ana akım Kürt basınında eleştirel yaklaşımların geriye itilip “sürece
destek” beyanlarının öne çıkarılması
problemliydi. Bunu da bizimle röportaj yapmış muhabirlerle diyalog içinde
gidermeye çalıştık. Sonuçta biraz gecikmeli de olsa görüşlerimiz doğru şekilde yer buldu. Bunun için Fırat Haber
Ajansı'ndan Ali Güler'e ve yaptıkları
geniş röportajı eksiksiz yayınlayan [7]
Yeni Özgür Politika'dan Nihal Bayram
Ayşe Hür'e ölçüsüz suçlama ve istismar edilen hatalar...
Bize yapılan haksız yüklenmeye geçmeden, bu yazıların ilk muhatabı olarak Ayşe Hür'e söylenenlerin ölçüsüzlüğüne değinmem gerekir. Xerzi onun
son birkaç yıldır “resmi ideoloji karşıtı
(...) duruşunu terk” ederek “tüm enerjisini (...) mazlum bir halk olan Kürtlere yönelt”tiğini söylemekte. Dönemin
yerli-yabancı gözlemcilerinden yaptığı
aktarımlarda geçen sözleri (hangisinin ne kadar haksız olduğu ayrı mesele) sanki de o söylemiş gibi “Kürtlere
hakaret edercesine kullandığı tabir
ve sıfatlardan dolayı kendisine saygı
duymakta zorlanıyoruz” diyor. Son
yazısında referans verdiği üç kişiden
ikisinin Hristiyan misyoner, birinin de
Ermeni Cismani Meclisi oluşunu onun
'kötü niyet'inin kanıtı olarak değerlendiriyor. “Misyonerlerin... Hristiyan olmayan milletlere bakış açıları herkesçe
bilinmektedir” diyerek, aslında onlara
ilişkin Türk-İslam şovenizminin çizdiği ve bugün bile cinayetlere vesile ettiği subjektif imajı güçlendiren bir vurgu
yapıyor. Onların gerisindeki devletlerin politik amaçları ne olursa olsun,
pek çok misyonerin kendi inançlarını
yaymaya çalışırken hümanist duygularla hareket edip savaş ve barış koşullarında gönüllü insani yardım faaliyeti
yürüttüklerini hatırlatmak gerekir. Bu
faaliyetleri içinden yapmış oldukları
gözlem ve tanıklıklar da o duygudan
bağımsız değildir. Ama bakın Xerzi
onların tanıklığını neye benzetiyor: “O
yıllarda vücuda gelmiş olayları misyonerlerin ağzından anlatmak, tarihin
gördüğü en büyük soykırımlardan biri
olan Ermeni soykırımını, o soykırımda
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bizzat rol almış '7 gavur öldürene cennet kapıları ardına kadar açılır' diyen
bağnaz ve radikal sözde bir müslüman
din adamının ağzından dinlemekle eşdeğer değil midir?”. Sanıyorum izan
sahibi bir okuyucu için bunda yoruma
gerek yok.
Diğer eleştiriciler de Ayşe Hür'ün tarih
yazılarını “montajcılık” filan diye karalıyor. Ama acaba hoşlarına gitmeyen
bu konulara girmese öyle mi diyecek,
yoksa takdir mi edeceklerdi? Önceki yazılarını takdirle karşıladıkları
Xerzi'nin “resmi ideoloji karşıtı duruş”
sözünden anlaşılıyor. Peki Kürtlerin
o resmi ideolojiyle dirsek temaslarını
da eleştirince o duruştan ayrılmış mı
oluyor Ayşe Hür? Çok değişik konularda kısa kısa ve haftalık periyodlarla
yazmanın, derinleşme, özümseme ve
doğru analiz bakımından büyük bir
dezavantaj olduğunu belirtmek gerekir. Önemli bir tarihsel kesitin karakteristik yönlerini bir sayfalık bir yazıda özetlemek de ayrı bir zorluktur.
Kendisi bu makaleleri, geniş kitleler
için kolay okunacak türde ve farkındalık yaratmaya yönelik olarak yazıyor.
Toplumsal sorgulayıcılık ve demokratik bilinç geliştirmeye katkıları inkar
edilemez. Bu olumlu yönü yanında sakıncalarını dile getirmek farklı, itibarsızlaştırmaya dönük kulplar takmak ve
hele de düşmanca niyetler yüklemek
farklıdır. Ahmet Kahraman daha sonraki bir yazısında “tepki”nin dozunu
arttırarak şu yakışıksız ve ürkütücü
sözleri sarfetmiş: “Bugünün son notu,
aklen ilgisiz, ilintisiz, mantıken birbirinden uzak olayları ardı ardına monte
edip, bundan tarih çıkaran Ayşe Hür’e
dair. "Kürtlerin tepesinde bela olmaya bir tek sen eksiktin" dedirten Ayşe
Hür’e...”
Ayşe Hanım'ın yazdıklarında hatalar
doğal olarak var. Şimdi eleştiri konusu
edilen makalesinde benim de katılmadığım şeyler olmuştu ve bunları kendisine belirterek görüşlerimi paylaştım.
Yanlış yansıyan noktalardan biri “1894
Sason Olayları” başlığıyla işlenen bölümde geçiyordu. Orada Sasun'dan
başlayıp yayılan “toplumlar arası çatışma” tabiri akla genel bir Kürt-Ermeni
boğazlaşması getiriyor, sonraki yıllar
ve alanlar belirtilmediği için de neyi
kastettiği muğlak kalıyordu. Gerçekte
Sasun Ermenileri kendi hakları için
birkaç yıl yerel ağalara ve merkezi
otoriteye karşı direniş gösterdikten
sonra 1894'te Türk ordusu ve Kürt
aşiret güçlerince katliama uğratılmıştı. Başka alanlarda yaşananlar ise bu
lokal olayın bitmesinden bir yıl sonra
gündeme gelmiş yaygın pogromlardı.
Abdülhamit'in, kabul etmek zorunda
kaldığı Ermeni reform tasarısını uygulamamak için Ermeni halkına yaşattığı
organize katliam, talan, yakma-yıkma
ve din değiştirtme olaylarıydı. Bu saldırıların ağırlıklı bölümü 1895'in son
üç ayında, bir kısmı ise 1896 yazı ve
güzünde cereyan etmiş, onlarca şehir
ve yüzlerce köyü yarı harabeye çevirmişti. Avrupalı gözlemcilerin 100-150
bin, Ermenilerin 300 bin ile ifade ettikleri ölü sayısı bütün bu süreçte bir
tür Cihad gibi Ermeni halkına estirilen
terör ve pogromların toplam bilançosuydu. Ancak yazısında Ayşe Hür
bunlara atıfta bulunmadığı için (gerçi farkedince internet versiyonunda
bir küçük ilaveyle eksiğini gidermeye
çalışmış, ama) okuyucunun o rakamı
1894 Sason katliamıyla ilgili sanması,
politik yaklaşımla isteyenin de istismar etmesi mümkündü.
Nitekim Xerzi bu noktayı yakaladığı
gibi, hatalı bir özetleme diye eleştirmek yerine şöyle yüklenmiş: “Sason
olaylarında telaffuz ettiği 300 bin ölü
ve ona yakın rakamlara ise söyleyecek bir şey bulamıyoruz... Bugün bile
toplam nüfusu 10 bini geçmeyen (...)
Sason’da nasıl 300 bin kişi ölüyor, o da
başka bir muamma…?!” Aslında Xerzi
o rakamların Ermeni kırımları tarihinde neyi ifade ettiğini biliyor olmalı.
Çünkü önceki bir yazısının kaynakçasında “1894-96 Ermeni Katliamları
ve Charmetant Raporu” mevcut. Eğer
onu gözden geçirmişse, Ayşe Hür'ün
zikrettiği rakamların yalnız Sasun değil, onu da kapsayan iki yıllık bir süreç
ve 11 vilayet gibi geniş bir alanla ilgili olduğunu anlamış olması gerekirdi.
Gerçekten hiç çağrışım yapmadı mı
kafasında, yoksa anladığı halde anlamazlıktan gelerek daha farklı suçlamayı mı tercih etti? Bu da kendisinin izah
edebileceği bir muamma.
Ayşe Hür'ün yazısındaki bir başka hatalı değinme, 1896 Van katliamlarına
karşılık Taşnaklı fedailerin yaptığı
1897 Xanasor misillemesiyle ilgili.
Bu olayı “Ermeni çetecilerinin gece
yarısı kör ateşinde sadece kadınlar
ve çocuklar öldü, çünkü Şeref Bey ve
adamları baskını haber alıp kaçmıştı”
diye özetlemesi yanlış. Orada yapılan
eylemin kör bir intikam olduğu ve sonuçta katliama katliamla cevap verme
anlamına geldiği doğrudur. Fakat sadece kadın ve çocukların öldüğü doğru
değil. Taşnaklar tersine saldırıda kadın
ve çocuklara dokunulmadığını ileri
sürmektedir. Eylemin oluş biçimini
değerlendirince bunun fiilen mümkün
olmadığını, ölenlerin kadın-erkek, çoluk-çocuk karışık olması gerektiğini
anlıyoruz.
Öte yandan bu olayı öncesinden kopuk ve abartılı şekilde konu edenlerin
amacına da dikkat çekmek gerekiyor.
Bunlardan birisi de Xerzi'nin kendisiydi. Fikirdaşı Cewo'nun Ermenice
kaynakları tahrif etme yoluyla uydurduğu akıl mantık çatlatan “40.000
Kürt katledildi” iddiasına dört elle sarılmış, bunu yaparken “Xanasor denilen yer köy müydü, kasaba mı, çadırlardan oluşan bir oba mı, çokçası kaç
kişi yaşıyordu?” diye hiç sormamıştı.
Şüphe etmek ve sormak aklına mı gelmemişti, yoksa işine mi? Şimdi Sasun
konusunda Ayşe Hanım'a referans gösterdiği Mayevsriy'in kitabından bir de
Xanasor olayının bilançosuna baksın
bakalım, ne görecek? Sasun direnişini
bastırma sırasında katledilen Ermeni
sayısını Fransa'nın Diyarbakır konsolosu 7.550 olarak rapor etmiş, Osmanlı heyeti ise 200-250 ölü göstermiştir.
Elbette Osmanlı az gösterecek, çünkü kendi ordu harekatının sonuçlarıdır. Mayevsriy de resmi açıklamadan
hareket ederek öyle küçük bir rakam
vermiş. Xerzi bunu güle oynaya kabul ediyor. Ama aynı Mayevsriy 1897
Xanasor olayının bilançosunu da 150
olarak kaydetmiş. Bu da devletin resmi açıklamasına bağlı olmalı. Fakat
burada katliam Ermenilerin işi, hedef
olan da Hamidiye saflarındaki bir aşiret olduğuna göre devlet bilançoyu olduğundan az göstermez; tersine fazla
göstermeye çalışır, değil mi? Şu halde,
asıl hayretle karşılanacak şey kendi ortak olduğu 40 binlik Xanasor iddiası
iken, neden geriye bakıp bunu sorgulamıyor?
Olayın duyarlılık gerektiren diğer yönüne gelince; Taşnakların o olayı zafer gibi kutlamalarını öğrendiğimiz
zaman -ki buna vesile olan Cewo'nun
yazısıydı- biz de konuyu irdeleyip
vicdani temelde mahkum eden tarihçi
Stepan Boğosyan'a hak verdik ve sürdürülen ayıbı kınadık. Gerçi o kutlama
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
marşlarında “Ermeni fedaisi kadın ve
çocukları esirger, korkma bacım” gibi
sözler geçiyor, ama tasavvur edilen ile
gerçeklik bağdaşmadığına göre bunu
mazur görmemiz sözkonusu olamaz.
Tarihte bu eylemi yapanlar “katliamlara uğratılan Ermeni halkının hesap
sormaya kadir olduğu”nun göstergesi
olarak savunmuş, “aşiretin erkeklerini
yok ettik” diye propaganda etmişler.
Zamanla milliyetçi yönü daha sivrilen
Taşnak partisinin takipçileri o “zafer”
efsanesini hiç sorgulamadan sürdürüp
bir geleneğe dönüştürmüşler. Şüphesiz
ki bu fanatizmle mücadele görevi demokratik duyarlılık sahibi Ermenilere
düşer. Bunun için bizim de Ermenice
makale ve çağrı yazılarıyla etki yapmamız gerekiyor. Ama bunun Xerzi
tarafından tasavvur ediliş biçimi hakkaniyetli değil.
devrimcilerdi. Vanlı Ermenilerin katlinden sorumlu gördükleri aşiret güçlerini sivil halktan izole hedeflemek
yerine toplu yerleşim alanında hedeflemekle büyük bir yanlış ve kötülük yapmışlardı. Sonuçta bu da bir katliamdı.
Ama hareket saikleri Xerzi'nin gösterdiği gibi değildi. Bu anlamda yukardaki sorusu yanlış olduğu gibi, Kürtlerin
katliam yapan kimseyi ulusal kahraman yapmadıkları savı da doğru değil.
Örneğin yakın tarihteki ilk toplu katliamları Nasturilere yaşatan Bedirxan
Bey genelde nasıl tanımlanıyor? Yada
1908 Dersim harekatı ve sonra da Ermeni soykırım sürecindeki rolü bilinen
Hamidiye Alaylarının ünlü komutanlarından Cibranlı Halit Bey?..
Daha önce belirtmiştim; Ermeni fedailerinin Xanasor eylemi, 90-100 yıl
sonra PKK grupları tarafından korucu
köylerine yapılan bazı kör intikam saldırılarından farklı değildir. Bir defada
30-40 kişinin evler içinde çoluk-çocuk öldürüldüğü olmuştu hatırlanırsa.
Bunlar eleştirildiği zaman “Bu savaştır, kurşun adres tanımıyor, kurunun
yanında yaş da yanabilir” gibi yanıtlar
veriliyordu. Xerzi tarihteki Xanasor
olayını karakter olarak bunlarla benzeştirme yerine, soykırım süreçlerinin
katil ve talancılarıyla mukayese ediyor.
Ayşe Hür'e yönelttiği soru ve yaptığı vurgular şöyle: “Kürtlerin hangisi,
kendi içlerinden çıkmış menfaatperest
ve katillerin yaptıkları katliamı milli
bayram olarak kutlama utanmazlığını
göstermiştir bugüne kadar…?! Tek bir
örnek gösteremezsiniz, aksine burada
dikkat çeken olgu, Kürtlerin kendi içlerinden çıkmış olan katiamcıları ve
servet düşkünlerini haklı olarak dışlamaları ve eleştirmeleri iken, radikal
Ermenilerin ise kendi içlerindeki bu
tip insanları Ulusal Kahraman olarak
nitelendirmeleri ve adlarına marşlar
bestelemeleridir.”
“Batı Ermenistan-Kuzey Kürdistan tanımına gelince” diyor Xerzi, “Herkes
istediği gibi düşünür (...) Ama gerçek
tektir. En azından tarih biliminde bu
böyledir”(!). En azından ne demek?
Herhalde tarih bilimini matematikle
karıştırmış. Ardından şöyle açıklıyor o
tek gerçeği: “Kürtler 5.000 yıldan fazla bir süredir Kürdistan coğrafyasında
yerleşiktirler. Mitannilerden bu yana,
Nairiler, Xaltiler (Urartu), Medler,
Med-Pers Konfederasyonları, Partlar
vb. birçok organizasyonlarda bazen
başat, bazen de arka planda kalarak,
ama hepsinde varlıklarını hissettirerek yaşamışlardır. (...) Kürtlerin kadım
coğrafyası olan Mezopotamya ve çevresi, işgalci ve istilacılar için hep cazip
olmuştur. Ama hancı-yolcu ilişkisinde
hancı olan Kürtler, her zaman kendilerini ve özellikle dil ve kültürlerini
korumayı bilmişlerdir. Bu uzun süre
zarfında yolcu rolüne sahip olan bu
işgalcilerin sadece isimleri ve nesebleri değişmiştir, baki olan sadece Kürt
Halkıdır. Bu tüm bilim dünyasınca da
böyle kabul edilmektedir.”
Altını çizdiğim kelimelere dikkat. Burada Kürtler içinden gönderme yapılan
tipler Ermeni-Süryani kırımlarında
sahneye çıkan ve gerçekten de servet
düşkünlüğüyle cinayetin en adisini işleyenlerdir. Peki Xanasor'da Ermeni
fedailerinin hareket saikleri bu muydu? Onlar en az PKK gerillaları kadar
kendi halkının özgürlüğü için savaşan
Kürtler bu coğrafyada hancı, Ermeniler yolcu muydu?..
Gördünüz mü neymiş? Mezopotamya
ve çevresinde (saydığı eski uygarlık
isimlerine bakılırsa o çevre kuzeye
doğru bütün dağlık bölgeleri de kapsıyor) Kürtler 5 bin yıldan beri yerleşik esas unsur, bütün başkaları gelip
geçici işgalci güçlermiş. Asurileri ve
Ermenileri de bunlar arasında anlamamız gerekiyor. “Baki olan sadece
Kürt halkı” vurgusu bunu ima etmek
içindir. Devamında yine “bilimsel ça-
lışan herkesin kabul ettiği gerçek” (!)
diyerek şöyle eklemiş: “Kürtler tarihin
hiçbir döneminde hiçbir kavmin toprağını işgal ve istila etmemişlerdir. Her
zaman savunma pozisyonunda kalarak, ülkelerini korumaya çalışmışlardır”. Bu söylemi kendi tezleriyle çelişiyor. Mesela yazar Medleri Kürtlerin
atalarından saydığına göre, Kuzey-batı
İran'da ortaya çıkan Medya'nın bir dizi
güçlü devleti yıkarak Hint Denizi'nden
Akdeniz'e ve Kızılırmak'a kadar yayılmasını neyle açıklıyor?
Devam edelim okumaya: “Kürtler, ne Trakya'dan, ne Frigya'dan, ne
Avrupa'dan, ne Kaf kaslar'dan, ne de
Orta Asya steplerinden bu ülkeye gelmemişlerdir, buranın en eski ve en
kadim halklarından bir tanesidirler”.
Trakya-Frigya Ermeniler için vurgulanmış. Bununla anlatılmak istenen
“Türkler 1.000 yıl önce gelmişlerse,
Ermeniler de 2.500 yıl önce gelmiş, ne
fark eder daha eski olmaları, kökleri
burdan değil” oluyor. Son cümlesinde,
daha önceki altını çizdiğim tanımlarla çelişki de var, ama Kürtler dışında
“en eski ve en kadim” olarak kimleri
gördüğü yine muamma. Her halükarda
Ermenileri bu sınıfa sokmak istemediği belli.
Ermeniler kendi dillerinde kendilerine Hay derler. Bu bakımdan M. Ö.
15-13. yüzyıllar arası Hitit kayıtlarının çokça sözünü ettiği komşu Hayasa
krallığı (ki anılan kentleri Yukarı Fırat çevrelerine aittir) Ermeni halkının
bölgedeki bilinen en eski öz kaynağı
sayılıyor. Armen (Ermeni) isminin
kaynağı Herodot'un bazı değinmelerinden hareketle Trakya çıkışlı Frig
boylarından biri diye tahmin edilmekle beraber, bu ismi Urartu devletinin
kurucu kralı Aram'la ilişkilendiren
görüşler de var. Halen tartışmalı olan
konuda Ermenilerin Urartu yıkılırken
bu bölgeye geldikleri görüşüne karşı,
başından beri Urartu'nun konfederatif
yapısı içinde Ermenilerin etkin olduğu
görüşü güç kazanıyor. Buna göre daha
önceki Hayasa'nın mirası Urartu'ya intikal etmiş, göçle gelenler ise Yukarı
Fırat ve Dicle kaynaklarında Hayasa
ve Nairili kavimlerle kaynaşarak Ermeni halkının oluşumuna eklemlenmişlerdir. Urartu'nun yıkılışı ardından
ortaya çıkan ilk Ermeni krallıklarının
Medz Hayk (Büyük Ermenistan), Pokır
Hayk (Küçük Ermenistan) gibi isimlerle kurulmuş olması bu görüşün lehine
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bir olgudur. Hayasa ismindeki -sa, -asa
tamlaması Hititçede peşine eklendiği kavim ve tanrı isimleriyle bağıntılı yurt belirtir. Bunun bir çok örneği
var. En önemlisi de Hititlerin başşehri
Hattusa'nın kendi kimlikleri olan Hatti
ve -sa'dan oluşmasıdır. Hayk ismindeki “k” de Ermenicede aynıdır. Eski
dilde hem çoğul eki, hem yurt belirten
bir tamlama. Daha sonra İrani etkiyle
-stan benimsenmiş ve modern Ermenicede Hayk'ın da yerini Hayastan almıştır. Uzun sözün kısası, Hayasa'dan
Hayk'a, Hayk'tan Hayastan'a uzanan
yerleşik Ermeni tarihi yazılı kayıtlarla 3.500 yıl eder. Öncesi meçhul, ama
kadim yerleşik ve otokton bir ana damara sahip olduğunu söylemek için bu
kadarı yeterli.
Xerzi'nin Kürt tarihine gelince, o kadar
çok eski uygarlığı Kürtlere mal eden
yazar, bilinen kimliğiyle Kürt halkının ne zaman ve nerelerde belirginlik
kazandığına değinmiyor. Bunun bilimsellikle bir ilgisi yok. Halkların tarih
sahnesine çıkmaları bir evrim işidir. O
evrim içinde pek çok eski kavimlerin
rolü vardır. Diller ve etnik kimlikler,
bir taraftan ana grupların ayrışması,
bir taraftan da çeşitli kavimlerin birleşmesi ve etkileşmesiyle oluşmuştur.
Bu anlamda Ermeni halkını oluşturan
en önemli kaynaklardan pro-Ermeniler
diye söz etmek gibi, Kürt halkını oluşturan en önemlileri için de pro-Kürtler
demek mümkündür. Ama buna eski
dönemlerin akla gelen bütün kavim
ve uygarlıklarını katıp karıştırmak
itibar edilecek bir şey değil. Mukayese etmek gerekirse, Nairi ve Urartu
konfederasyonları içinde pro-Ermeni
unsurların pro-Kürt unsurlardan daha
önemli bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz. Buna rağmen o uygarlıkları Ermeni diye tanımlamak da doğru olmaz.
Mezopotamya'da varlık göstermiş
kimisi daha eski ve daha geniş alana
dağılan bir dizi uygarlığı Kürt saymak
ise ondan da subjektif ve zorlama olur.
Bugünkü dört parçalı Kürdistan haritasının tarihte aynı genişlikle, hele de
5.000 yıl gerilere uzanan bir karşılığı
yoktur. Hatta 500 yıl önce bile demografik-etnolojik gerçeklik öyle değildir. 16. yüzyıl doğu sancaklarına dair
Osmanlı tahrir defterleri çoğu yerde
Hristiyanların yarıdan fazla nüfus oranına sahip olduğunu gösterir, ki bunun
çok büyük bölümü de Ermenilerdir.
Kürt halkının çekirdeği olarak Kardaka/Karduhi/Karduk isimlerini alırsak, hatta kökleri onlara dayanabilir
diye eski Guti'leri de hesaba katarsak,
bu halkın esas oluşum alanı Zagros
dağları çevresidir. Med İmparatorluğu birçok İrani kavmin birliğinden
oluşmuştur. İçinde Kürtlerin, yada o
zamanki Kardukların önemli bir etkinliği olabilir, ama bu devletin uzun
sürmeyen ömründe yayıldığı alanları
genelde Kürt yurdu saymak mümkün
değil. Sonraki yüzyıllarda Ermenice
haritaların Gortuk yada Gorcayk diye
gösterdiği bölge (Zap Suyu ile Dicle
arası) ve Zagros çevreleri, yani bugünkü Türkiye-Irak-İran sınırlarının
kesiştiği hatlar yine Kürtlerin esas
yoğunluk alanları olmalıdır. Araplar
ile Türklerin istila dönemleri arasında
kurulabilen Kürt beylikleri yine buralarda, Musul'da ve Amid-Meyafarkin
bölgesinde ortaya çıkmıştır. En erken
12. yüzyılda Selçuklu hükümdarları
tarafından kullanıldığı görülen Kürdistan ismi de zaten bu çevreleri ifade
eder. [8]
Daha yukarıları M.Ö. 6. yüzyıldan
beri komşu halkların yazılı kayıtlarıyla Ermenistan olarak bilinir. (Perslerde
Armina, Yunanlılarda Armenia vb...)
O tarihten itibaren Ermenilerin bazen
bağımsız, bazen yarı bağımlı siyasi
birliklere sahip oldukları alan aşağı
yukarı eski Urartu sınırları ile örtüşür.
En eskilerinden başlayarak coğrafyacılar da bu dağlık alana Ermeni Platosu
demiştir. Kısa bir dönem II. Dikran'ın
yayılmacı savaşları ile geniş imparatorluk hüviyetine ulaşması hariç, kendi
doğal sınırları içinde küçülüp büyüyen, bir yerde sönüp bir yerde canlanan
krallık ve prenslikleri görülür. Pers ile
Selefki, Part ile Roma, Sasani ile Bizans arasında çoğu zaman el değiştiren ve parçalı da olsa, her hükmedenin
kendi dilinde Ermenistan'a karşılık
gelen isimlerle andığı bir ülkedir. Arap
istilası altında yine yaşayabilen prenslikleri olmuş, Türk istilacıları en son
ayakta olan Pakraduni krallığını yıkmıştır. Selçuklular, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenler, Osmanlılar da
sırasıyla hakim oldukları bu alanı Ermenistan olarak anmış, bazıları kendine Şah-ı Armen sıfatını bile vermiştir.
Ermenilerin kendi öz tarih kaynakları
ise, özgün alfabelerini yaratmalarından beri (son 1600 yıl boyu) yazılmış
sayısız klasikleriyle, her döneme, her
yüzyıla ve Ermenistan'ın her bölgesine daha ayrıntılı tanıklık eder. Kürtlerin kendi tarihleri üzerine oldukça
geç yazdıkları Şerefname dışında bir
klasik eserlerinin olmayışı modern
zamanda yazılanların öz kaynaklara
dayanması açısından önemli bir fark
ve dezavantajdır. Sözlü tarih malesef
yazılısı gibi olmuyor. Şimdi yazılmaya çalışılan Kürt tarih tezleri antik dönem ve orta çağla ilgili öz birikimden
oldukça yoksun. Öyle olunca gerideki
tarihte kendi köklerini keşfetme imkanı daha zayıf kalıyor ve milliyetçi
tarih yazımı en uzak geçmişe kadar o
coğrafyada olup biten herşeyi, kurulup
yıkılan bütün uygarlıkları kendine maletmenin açgözlü uğraşısıyla daha uyduruk şekilleniyor. Bunun diğer yönü
de, aynı coğrafyada rakip gördüğü ulusun tarihini inkar etmedeki fütursuzluk oluyor. Ama hiç değilse Kürtlerin
klasiği Şerefname'ye bakılırsa Ermenistan gerçekliği şimdikiler gibi inkar
edilme durumunda değil.
Şerefname'de Osmanlı-Kürt ittifakının yapılış koşulları ve gelişmeler
aktarılırken şöyle deniyor: “Dostlarının üstüne titreyen ve düşmanlarını
yerle bir eden bu hükümdar, Kürdistan
Emirlerinin talebine uyarak, Acemistan (İran) topraklarına egemen olmak
amacıyla Ermenistan ve Azerbaycan
üzerine yürüyüşe geçti...” Bu pasajı
aktaran Sait Çetinoğlu, bir parantez
açarak “Ermenistan'a yürüme sözüne
okuyucunun dikkatini çekmek isterim” diyor ve “Osmanlı'nın egemenliğinde Kürtlerin Ermenistan'ı fethettiğini söyleyebiliriz” diye ekliyor [9].
Bunu da Ayşe Hür'le tartışmasında onu
“Sait Çetinoğlu'nu bile okumuyor ve
bilmediği konularda en yetkin isimlerden bile faydalanmıyor” diye suçlayan
Xerzi'nin dikkatine sunmak gerekir.
Şüphesiz bir etnisitenin ismiyle anılan
ülkeler yalnız onun yurdu değildir. Tarihte hiç bir ülke nüfus olarak homojen,
hiç bir halk da soy olarak katışıksız olmamıştır. Ermenistan içlerinde Medler, Persler, Partlar döneminden İrani
gruplar ve tabii ki Kürtlerin ataları da
bulunmuştur. Nasıl ki Asuri-Süryani,
Gürcü-Kartveli, Yunan-Pontus, Tsani,
Yahudi ve eski Hitit halkları eksik olmamışsa... Bütün bu renklerin Ermeni
kültürü içinde eriyenleri de olmuştur.
Ama Kürtlerin Ermenistan içlerine
nüfuz etmeleri esasta Arap ve Türk is-
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tilalarına paralel ve onlarla din ortaklığının imkan verdiği bir gelişmedir.
Yine de Doğu Torosların kuzeyinde
çoğalmaları daha geç, Osmanlı devletine savaş hizmeti karşılığı elde ettikleri beylik alanları sayesinde mümkün
olur. Doğal göçlerle gelen ve boş alanlara yerleşenler de olmuştur. Hepsine
işgalci diyemeyiz. Gelip yerleşmenin
zorbalık ve gasp yoluyla olduğu veya
başlangıçta öyle değilken zamanla güç
toplayarak yerli halkı kovmaya dönüştüğü ölçüde işgalci karakter taşıdığını
söyleyebiliriz. Tarihsel Ermenistan'ın
Kürdistan'la içiçe geçmesi böyle tedrici bir yayılma ve demografik değişimin
ürünüdür. Nihayet soykırımla Ermeni
halkının yok olması Batı Ermenistanı
tamamen Kürdistan'a dönüştürünce,
artık o uzun tarihsel gerçekliği inkar
etmenin yolu da ardına kadar açılır.
İşte bizim konferansta bir küçük paragrafla değindiğimiz istismar olayı
bununla ilgilidir. Bu açık kapının gamsızca kullanılmasıdır. Xerzi de bu kapıdan girdiği gibi, “biz hancı siz yolcu”
şarkısıyla dalgasını geçiyor. Sormak
lazım, oralarda hancılık taslamak için
gösterebileceği kaç tane tarihi eser,
Kürt damgasını taşıyan kaç önemli
uygarlık kalıntısı var? Camilerin, köprülerin, hanların mimarları, Kürt beylerine ait konakların ustaları kimlerdi?
Oralarda daha düne kadar gösterilebilen asırlık ceviz ağaçları, dutluk ve
üzüm bağları bile Ermeni işiydi. Bakın
Türklerle ortak fetihler ve sağlanan
avantajlar bir yana, Ermenilerin yok
edilişinden önceki son 50 yıl zarfında
yapılan gasplar bile kendi başına çok
şey anlatır. Başta Kürt ağaları olmak
üzere Müslüman zorbalar tarafından
Vilayet-i Sitte kapsamında Ermenilerden gaspedilen toprak ve mülklerin
miktarı 26.185 tarla, 2.591 ev, 1.066
değişik yapı, 1.190 bağ-bahçe, 2.007
çayır, 460 mera sayılıyor ve bunların
toplam genişliği 1.030.000 hektar ölçülüyordu [10]. Soykırım sonrası paylaşılan ganimetler bu hesabın içinde değil
ve zaten onların haddi hesabı da yok!..
Ermeniler kendi vatanında işgalci,
1071'de gelen Türkler ise kurtarıcıymış!
Yukardaki noktayla bağlantılı olarak
bir de Şakir Epözdemir'in yakınmasına değinelim. “Neden Kayserililere
pastırmayı, Maraşlılara dondurmayı,
Afyonlulara kaymaklı şekeri öğret-
tiniz de biz Kürtlere bir şeyler öğretmediniz?” diyor. Muhakkak Kürtlerin
de öğrendikleri şeyler olmuştur. Hiç
değilse göçebe aşiretler çiftle çubukla
tanışmıştır. Başka alanlara gelince, bir
yazısında Tarık Ziya Ekinci, Ermenilerin ziraatteki yerini inkar ederek onları neredeyse sadece zanaat ve ticaretle
uğraşır gösterdikten sonra şöyle demişti: “Kürtler Ermenilerin yaptıkları
mesleklerle ilgilenmeyi kendilerine
yediremiyor, bunu aşağılık bir uğraş
sayıyorlardı”. Şakir Bey buradan bir
sonuç çıkartabilir mesela. Zanaat ve
sanat gibi insanı insan yapan uğraşları
“aşağılık” nitelemek, kedinin erişemediği ciğere mundar demesi gibidir [11]
Şakir Epözdemir bir soruyla başlamış
ve yine o soruyla bitirene kadar tarihin canına okumuş. İddiasına göre
Ermeniler “hile ve desise (entrika) ile
sahiplendikleri Kürdistan topraklarını” 1020'de Bizans'la trampa etmişler. Kastettiği Vaspuragan toprakları
(Van gölünün doğu çevresi) Urartu'dan
veya hemen sonrasından beri kesintisiz orada yaşayan Ermenilerin ve son
dönem etkin olan Ardzruni naxararlığının (beylik, prenslik) elindeydi.
Türklerle Bizans arasında durumunu
güvensiz bulan Vaspuragan kralı Senekerim Bizans'la anlaşarak önemli
bir nüfusla Sepasdia (Sıvas) bölgesine
yerleşir. Yazarın iddiasının aksine bu
alan boşaltmanın daha sonra Kürtler
tarafından doldurulmaya hizmet ettiğini söylemek mümkün. Van çevresindeki Ermenilerin orayı uzak tarihte
Kürtlerden ve hele de Kürdistan'dan
aldıklarını söyleyebilecek hiç bir veri
yoktur.
Bu noktada “işgalci Ermeniler” diye
kastettiği, herhalde ki Urartu'nun ardından Medler'in hakimiyet döneminde ortaya çıkan Yervantuni (Orontes)
isimli ilk özerk Ermeni yönetimidir.
Medler önceleri Kuzey-batı İran'da
oluşmuş bir güç iken eski Asur ve
Urartu'yu yıkarak bu topraklar üzerinde yaklaşık 100 yıl sürecek bir hakimiyet kurmuşlardır. Medler içinde
Kürtlerin ataları etkin bir unsur olabilir, nasıl ki Urartu içinde Ermenilerin ataları olmuşsa. Fakat eski Urartu
topraklarını Kürtlere ait göstermek hiç
mümkün değil. Bu açmazı gidermek
için yazar Urartu'yu da Kürt uygarlığı sayıyor. Ermeniler içinse şöyle bir
tablo çiziyor: “Trakya tarafından göç
edip Kürt Haldi/Halti/khalti devletinin
ve Med İmparatorluğunun himayesine
girdikten bir müddet sonra Mekadonlar ve Romalılar bölgeye hâkim olunca
hemen akrabalıklarını öne sürüp sarmaş dolaş olmaya başladılar ve daha
önce Kürtler onları himaye mi etmiş,
onlara devlet mi kurdurmuş, onlara
Rewan Düzlüğünü tahsis ve hibe mi etmiş, onlarla dindaş, dost ve komşu mu
olmuş, hiçbir şey akıllarının ucundan
geçmedi.”
Yazarın Kürt Haldi dediği Urartu devletidir. Buna göre Kürt Medler, Kürt
Urartu'yu yıkmış oluyor. Eskisi ve yenisiyle bütün o bölgeleri Kürdistan saymanın uyduruk tarihi böyle yazılıyor.
Ermeniler ise bütünüyle Trakya'dan
gelip Kürtlerin himayesi sayesinde buralara yerleşebilmiş, fakat daha sonra
Batı'dan gelen istilacılarla işbirliği yaparak Kürtlere sırt dönmüş nankör bir
millet oluyor!.. Rewan (Yerevan) düzlüğünü de Kürtler hibe etmişmiş! Hatta başka bir yerde daha da ileri giderek
“Ermenilerin zaten Kürtlerin kendi
rızalarıyla onlara verdiği Yerivan yada
Rewan'dan başka toprakları yoktu ki”
diyor. Tabii, Yerzınga'nın Xarpert'in,
Muş'un düzlüğünü de Kürtler vermiş
olmalı!.. Urartu döneminin Erebuni
şehrini de Kürtler kurmuş olmalı! Şakir Bey Yerevan'ın “belirme, görünme” anlamında Ermenice bir sözcük
olduğunu bilir mi? Nahçıvan'ın aslının
Ermenice Naxiçevan olup Nuh tufanına atıfla “ilk inilen yer, ilk konaklama” anlamına vaftiz edildiğini de
bilmez. Ama yazısının sonunda eski
yer isimlerinin çok değişik alternatifleri olduğuna değinerek, “Bir yerin,
bir merkezin otantik ve tek ismi yok
mu? Hayır, Kürdistan’da yok. Araplar
geldi değiştirdi, Ermeniler geldi değiştirdi, Türkler geldi değiştirdi” diyor.
Bunu söylerken örnek olarak andığı
“Serékanîyé, Kanyaxezalan, Rasulayn, Ceylanpınar” çeşitlemesi. Orada
Ermeni ismi yok, ama nerelerde varsa
onların da eski Kürt toprağı olduğunu
ima ediyor. Sevan Nişanyan'ın “Adını
Unutan Ülke/Türkiye'de Adı Değiştirilen Yerler Sözlüğü”nde değişik dillerden eski yer isimlerinin dağılımını
gösteren haritalar var. Orada Ermenice isimlerin daha çok doğu illerinde,
Kürtçe isimlerin daha çok güney-doğuda yoğunluk arzettiği görülür. Ermenice isimlerin büyük çoğunluğu o
yerleşimleri ilk kuranların verdikleri
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
isimlerdir. İki halkın yaşam alanlarının kesiştiği ve Kürtlerin nispeten geç
yerleştikleri hatlar için tersine, bazı
Kürtçe isimlerin daha eski Ermenice
isimleri dönüştürme yoluyla ortaya
çıktıklarını da söyleyebiliriz. Bunun
pek çok örneği var.
Yervantuni Ermeni özerk krallığının
eski Urartu alanında Medlerle anlaşmalı şekilde kurulmuş olması yukardaki bir yığın illüzyona dayanak yapılmış. Bu süreçte istilacı olan Medlerdi.
Onlar başka ele geçirdikleri yerler gibi
Urartu alanında da geniş toprakların
kontrolünü sağlayabilmek için yerel
valiler atamaya ihtiyaç duymuşlardı. Tarihteki bütün hızlı büyüyen imparatorlukların ortak özelliğidir bu.
Onlardan sonra gelenler de (Persler,
Romalılar ve başkaları) aynı alanda
yine Ermeni hanedanlık evlerine dayandılar. Dışardan hakim olanların
(Partlar gibi) kendi soylarından atadıkları kralları da oldu, ama bunlar dahi
bölgede baskın olan Ermeni kültürüne
adapte oldular, xınamilik bağlarıyla
Ermenileştiler. Şakir Bey M.Ö. 333'te
Romalılar tarafından işgal edilen bölgeyi yine Kürdistan sayıyor. Ondan 70
yıl önce Anabasis'i yazan Ksenofon'un
Karduk'tan yukarı dağlık bölgeleri Ermenistan olarak andığını yine umursamıyor. Daha sonrası için ise şöyle
yazmış:
İslamiyet Erzurum ve Karsa Miladi
640’ta dayandıktan sonra, Kürtler ilk
olarak doğru bir karar alıp Müslüman
olunca talih yüzlerine güldü. Çünkü
Ermeni yöneticilerin Mezopotamya,
Kürdistan, Kafkasya, Anadolu ve Kilikya toprakları üzerindeki bütün kabadayılıkları ve çalımları Romalıların,
Bizanslıların ve özellikle Hıristiyanlık
dininin sayesindeydi. Eğer Kürtler tez
davranıp Hıristiyanlığı kabul etse ve
Bizanslılarla sıkı bir ilişkiye Ermenilerden önce girebilselerdi, meydan
Ermenilere kalmayabilirdi.(...) İslam
Orduları 640 yılında Kürdistan’ı baştanbaşa işgal etti. Bu koca toprakları kimlerden aldı? İşgalcilerden aldı.
Daha önce 972 yıldır bu topraklar
Roma, Bizans, Ermeni, Gürcü ve Hıristiyan dinine mensup “keysfillelerin” işgalindeydi.(...) Kürtler kendi
topraklarına sahip çıkmaya başladılar
ve Alpaslan o dönemde İslam Halifesi tarafından komutan olarak seçildi.
Hıristiyanlara karşı İslam kuvvetlerini
başta Merwani Kürt devleti olmak üzere diğer Kürdistan Statüleri tarafından
da desteklendi ve Romalıların Milattan önce 333 te işgal ettiği Kürdistan
toprağının geri kalan kısmı da 1404
yıl işgalden sonra kurtulmuş oldu.(...)
İki de bir Kürtler: 'Türklere Anadolu
Kapılarını açtık' demelerine karşın,
biz İslam olarak kuvvetlerimizi birleştirerek Malazgirt’te 1404 yıldır devam
eden haksız işgallere son verdik derim.” (abç)
Bravo! Hele son sözleri Türk Tarih
Kurumu'ndan madalya almayı bile hak
eder. Baksanıza, İslamın kılıcının değdiği her yeri anasının ak sütü gibi helal
sayıyor. Roma ve Bizans'a Ermeni ve
Gürcü gibi yerli halkları da katarak
hepsini ortak işgalci gösteriyor. Orta
Asya'dan akınlarla gelmiş Türkleri ise
kurtarıcı!.. Anlaşılan, nerede ve kim
olursa olsun, Hristiyanlık=İşgalcilik,
İslam=Kurtarıcılık formülüyle bakıyor
tarihe. Bu kadar saçmalığın neresine
laf yetiştirelim?
Herşeyden önce, Roma ve Bizans'ın işgal ettikleri yerler daha çok Ermenistan'dı. Kürtler o dönem Hristiyan olsaydı bile Doğu Toroslar'ın kuzeyinde
önemli bir varlıkları olmadığı için Ermeni naxararlarından daha tercihli bir
dayanak olmaları mümkün olmazdı.
Ermeniler Roma'dan sonra değil, kendi krallıkları ile daha önce Hristiyan
olmuşlardı. Halk olarak Ermenilerden de önce Hristiyanlığı benimseyen
Süryaniler vardı, ama onlar da Kürtler
gibi daha güneyde bulundukları için
yukarı bölgelerde yerel otorite olamadılar. Bizans döneminde Hristiyanlık
Ermenilere de çok avantaj sağlamadı,
6. yüzyılda Justinianos'un düzenlemeleri Ermenistan'ın kendi naxararlarıyla özerk yönetim imkanlarını budadı. Bu uygulama 1300 yıl sonra II.
Mahmut'un merkezileşme hareketiyle
Kürt beyliklerinin budanmasına benzerdi. Osmanlı'nın Bizans mirasından
çok şeyleri devralmış bir imparatorluk geleneği olduğunu düşünürsek, II
Mahmut'un merkezileşme ve Tanzimat
uygulamasının bir Justinianos taklidi
olduğunu da söyleyebiliriz. Fakat iki
otonomi sürecini karşılaştırmak gerekirse, Bizans dönemi Ermeni prensleri
daha önceden de Ermeni nüfusun yoğun olduğu bölgelerde varlık göstermişken, Osmanlı dönemi Kürt beyleri
Şii İran'a karşı savaşta etkin rol oyna-
maları sonucu yalnız daha güneydeki
Kürt bölgelerinde değil, kuzeye doğru
ağırlıkla halen Ermeni olan bölgelerde
de yerel otorite oldular. Mesela Pahahovid yöresini ele geçiren Cimşit Bey
“Palu fatihi” ünvanıyla orada otonom
hükümet sahibi oldu [12]. Bu süreç
Kürt nüfusun kuzeye yayılmasını, Ermeni nüfusun göçlerle dağılmasını ve
Batı Ermenistan'ın tedrici şekilde Kuzey Kürdistan'la içiçe geçmesini sağladı. Osmanlı'nın son dönemi o bölgeler
net sınırlarla ayrıştırılamayacak kadar
iki vatanın bileşimine dönüşmüştü.
Ancak soykırım Ermeni halkının kökünü kurutunca bütün o bölgeler demografik olarak dört başı mamur Kürdistan oldu.
Yukardaki sözlerin diğer acınacak
tarafı, işgalci imparatorluklarla dinsel temelde ittifak ve yerel imtiyazlar
sağlamayı bir yandan (başkası için)
ayıplarken, bir yandan (kendi milleti için) kıskançlıkla savunmasıdır.
Roma-Bizans zamanında Ermenilerin başka halklara “kabadayılık ve
çalım”larından sözediyor. Bunu ne tür
tarihsel verilere dayandırdığı belli değil. Osmanlı döneminde Kürt beylerinin Hristiyan komşularını yıldıran zorbalıklarına ise hiç değinmiyor. Oysa
bunun yığınla somut görüngüsü ve
ayrıntılı belgeleri var. Ermeni köylüsü
onların elinde zar ağlıyor, çareyi göç
etmekte buluyordu. Ama hayır, Şakir
Epözdemir'in tarihi bambaşka. Tıpkı
“eşsiz Türk-Osmanlı hoşgörüsü” gibi,
aynı İslam kültürüyle yoğrulmuş Kürt
yöneticileri de Ermenilere “unutulmaz
bir cennet” yaşatmış. Bakın ne diyor?
“Şimdi Radikal Ermenilere soralım
1020 de mi Ermenilerin ekonomik durumları iyiydi veya 1820 de mi? Eğer
1820 de yani 800 yıl sonra Kürdistanlı Ermeniler daha müreffeh ve daha
huzurlularsa biliniz ki Kürdistan yönetimlerinin sayesinde bu zenginliğe
ve refaha kavuşmuşlardır. Kürdistanlı Ermenilerin bunca vatan hasretini
çekmelerinin nedeni de, Kürdistan’da
kendi vatanlarındaymış gibi bu 800 yıl
boyunca askerlik yapmadan ve hiçbir
kargaşayla karşılaşmadan huzur içinde
ticaret, sanat ve ziraat sektöründe çalışarak, inanç ve eğitim haklarını kullanarak insan gibi yaşamalarındandır.”
(abç)
Evet, bunlar ciddi ciddi yazılmış. Fakat
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tam tersi gerçekliği anlatmaya yarayan
bir tür mizah olarak da okunabilir. 800
yıl boyu hiç kargaşa bile görmeden,
tam huzurlu, “gel keyfim gel” bir yaşam!.. Düşünün ki, Türk-Tatar-Moğol
akınları bile etkilememiş, Celali kargaşalıklar, Yeniçeri zulümleri, savaşlar, kıtlıklar bile hanelerine uğramamış. Çünkü Kürt beylerinin azizler
gibi koruyucu kanatları altındalarmış.
Üstelik orası kendi vatanları olmadığı
halde, bir gün olsun sığıntı hissi yaşatmayan alicenap beyleri sayesinde neredeyse “kendi vatanları gibi” ısınmış
da, ezelden beri Kürdistan olan o yerleri Ermenistan zannetmeye bile başlamışlar. İşte Kürdistan'a Ermenistan
denmesinin ol hikayesi bu imiş!.. Dünyada bunun kadar eğlenceli bir tarih ne
duyulmuş, ne okunmuş olmalı.
İlgisiz “emeller” yüklemek değil, söyleneni anlamaya çalışmak gerekir
Son olarak dikkat çekmek istediğim,
her iki yazarın bu tartışmayı yürütürken, zerre kadar bizim meramımızı
anlamamış görünerek, kendilerince
bir takım “emeller” yüklemeleri ve
yazılarının son sözlerini üst perdeden
“uyarı”larla bağlamalarıdır. Biz, eğer
dürüst olunacaksa, tarihten bahsedilirken o toprakların bütünüyle Kürdistan
değil, bir tarafıyla Ermenistan ve son
dönem için daha çok ikisinin bileşkesi
bir ortak vatan olduğu kabul edilmeli
demiştik. Buna karşılık Şakir Bey'in
efelenmesi şöyle: “Ermenilerin Dernek
Başkanı da buraya Kürdistan demeyin
diyor... Görmüyor musunuz? Kardeş
kardeşi birkaç balya ot için öldürüyor.
Sen bu halkı buradan çıkarıp adına
Ermenistan koyacaksın. Bu kıyamette
olmaz beyim!..” Ve son söz olarak da
söylediği şu: “Biz hala kapkaranlıkta
iken başta Ermeniler olmak üzere bütün dünyanın bu mazlum halktan yana
olması gerekirken, eski yanlış ve gerçekten hem hayali ve hem de tehlikeli
senaryoların sinyallerini almamız çok
kötü bir talihsizliktir.”
Daha önce yazısını irdelediğimiz Xerzi
daha da sert gürlemiş: “Yumuşak koltuklarda, fildişi kulelerde, Avrupalarda
yaşayarak, Ermenistan'daki açlığa ve
sefalete gözlerini kapayarak, Kürdistan'daki acılara sırtını dönerek, yüzyıllık macera dolu hayallere saplanmış
şekilde yaşayarak, ne Kürtlere, ne de
Ermenilere bir katkınız olabilir. Bu
mazlum halkların üzerinden ellerinizi
ve emellerinizi çekiniz. Binlerce yıllık
Anadolu ve Mezopotamya coğrafyası
tüm otokton halkların ortak vatanıdır
ve bu her ne kadar inkar etseniz de
böyledir!” (abç)
ve emelimiz de yok. En az sizin kadar
özgürce konuşma, acımızı dillendirme
ve silinmek istenen tarihimizi savunma hakkına sahibiz. Buna karşı kabadayılığın ne anlamı var, ne de etkisi
olabilir.
02 / 08 / 2013
Bakın hele, kim neyi inkar ediyormuş?
Yukardan beri hancı-yolcu tekerlemesiyle Ermenilerin o topraklarda yerli
ve otokton OLMADIKLARINI anlatmaya çalışan, 5000 yıldır bütün o
bölgeleri komple Kürdistan sayan yazar, son cümlesinde savurduğu tehdite
makul bir görünüm vermek için “ortak
vatan” vurgusu yapıyor. Hatta başka
halkların da otoktonluğunu kabul ediyormuş gibi... Öyle ise sorun nedir?
Bizim savunduğumuz o değil mi zaten? Kıyamet kopartılan çağrımız, Osmanlının son döneminde içiçe geçmiş
olan Batı Ermenistan-Kuzey Kürdistan
gerçekliğine saygılı olunması, tarihten
söz ederken buna uygun tanımlar yapılmasıdır. Siz buna saygılıysanız o
zaman neye çatıyorsunuz? Yukardaki
sözlerin her cümlesi birbirinden vicdansız ve salt kindarlıkla söylenmiş
şeyler. Kim fildişi kulelerde yaşıyormuş? Sefalet ve acılara göz kapadığımızı nerden çıkarttınız Xerzi Bey? Siz
bizi ne sanıyorsunuz? Başka yazdıklarımızı da mı okumadınız? Biz yalnız
Ermeni soykırımının değil, Dersim'in
de, Zilan'ın da, Maraş'ın, Sıvas'ın ve
Roboski'nin de davacısıyız. Türk haberlerini izlerken adaletsizliğin, pervasızlığın her türüne karşı öf keleniyor,
Kürtlerin haklarını tanımamaya dönük
siyaset manevraları karşısında Kürt
politikacılarının köpürmediği kadar
köpürüyoruz. Biraz da sizlerin inkarcılığı kızdırıyor bizi. Ve işte bu yüzden
tartışıyoruz. Kürt halkıyla bir sorunumuz yok, haklı mücadelesiyle dayanışma içindeyiz. Kimseyi yerinden yurdundan sürmek aklımızdan geçecek
şey değil. Kimsenin üzerinde elimiz
[1] http://www.gelawej.
net/dex.php/dosyalar/166hukuk/11093-2013-06-30-22-43-11.html
[2] Ayşe Hür, Hele Kurulsun Ermenistan,
Kürtlerden Tek Kişi Kalmaz, 14 Temmuz
2013, Radikal
[3] http://www.mezopotamya.gen.tr/
drok-tarih/ayse-hurun-cehaleti-ve-tarihcarpitmalari-h1905.html
[4] http://www.kovarabir.com/sakirepozdemir-ermeni-demokratlar-dernegibaskani-hovsep-hayreni-ve-ayse-hur/
(Not: Yazarın benim için kullandığı
dernek başkanı sıfatı doğru değil-HH)
[5] http://www.yeniozgurpolitika.org/
index.php?rupel=nivis&id=4205
[6] http://www.yeniozgurpolitika.org/
index.php?rupel=nivis&id=4129
[7] Soykırım hala devam ediyor; http://
www.yeniozgurpolitika.eu/index.
php?rupel=nuce&id=22630
[8] Vahan Bayburtyan, “Kırderı, Haygagan Hartsı yev Hay-Kırdagan Haraperutyunnerı Badmutyan Luysi Nerko”
(Tarihin Işığında Kürtler, Ermeni Sorunu
ve Ermeni-Kürt İlişkileri), Yerevan, 2008,
s. 7
[9] Sait Çetinoğlu, Emir Bedirhan’ın Cizre-Bothan Direnişini Doğru Okumak -1-2
[10] Hamo K. Vartanyan, “Arevmıdahayeri Azadakrutyan Hartsı yev Hay
Hasaragagan-Kağakagan Hosanknerı XIX
Tari Verçin Karortum” (19. Yüzyıl Son
Çeyreğinde Batı Ermenilerinin Kurtuluş
Sorunu ve Ermeni Sosyal-Siyasal Akımları), Yerevan, 1967, s. 99
[11] Bütünü için bakınız: Toros Sarian,
Tarık Ziya Ekinci'nin 'Tarihsel Sosyolojik İnceleme'sinde Ermeni İmajı, 4 Ekim
2011, HYPERLINK "http://www.gelawej.
net/index.php/joomla/joomla-overview/
yazarlar-arsivi.html"gelawej.net.
[12] Feyzullah Demirtaş, Mirdasi Hükümdarları, Palu-Egil Hükümetleri ve Çermik
Beyliği ile Hakkari Hükümdarları, İstanbul 2007, s.42-43
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kayıp Ermenileri Buluşturan Mezar Taşları
Yurtsuz Ermenileri Yaşatan Vatan
Hasreti
Krikor Marc Kazourian’ın dedesi Toros,
Malatya’da terzidir . Malatya merkezde
ve Babuhtu’da iki evleri vardır. Yazın
Babuhtu’da otururlar, bahçelerinde her
tür ağaç ve bostan yetiştirirler. Akrabalarıyla, komşularıyla paylaşırlar ürettiklerini. Mutluluk budur, diye kaygısız
yaşarken Ermeni soykırımı başlar apansız. Tüm Ermeniler gibi Malatyalı Ermeniler de temmuzda zemheriyi iliklerinde hisseder. Babuhtu’daki evlerinde
gizlenirler bir süre, balta darbeleriyle
parçalanma korkusuyla.
Kışlık evler taranmış, sıra yazlıklara, köylere gelmiş, çember daralmıştır
Ermeniler için. Endişe, ölüm korkusu
Babuhtu’nun bağlarını cennetlikten çıkarmıştır. Her tıkırtı, ölümün ayak sesidir artık.
Tüm mal varlıklarını, yaşanmışlıklarını, dost, komşu ve akrabalarını arkalarında bırakarak bir gece Malatya’dan
çıkıp yollara düşerler. Gündüzleri saklanırlar mağaralarda, ağaç kovuklarında. Parçalanmış giysiler içerisinde,
yazı yabanda çoğu zaman ot yemek
zorundadırlar. Hastalıktan, açlıktan,
susuzluktan, kavurucu sıcaktan, yakıcı
soğuklardan daha beterdir öldürülmek
korkusu. Zaptiyelere yakalanarak ölüm
kafilesine katılırlar, Der-Zor çöllerine
doğru sürülürler.
Kesik Başlardan Oluşan Piramit
Bir yerde tepeler gibi yığılmış insan
kafasıyla karşılaşırlar. Genç Toros
Kazourian’ın göz bebekleri büyür, başı
döner, midesi altüst olur, göğüs kafesine
sığmaz soluğu, boğazına bir taş oturur,
ağzı kupkuru olur, yutkunamaz bile.
Kalbinin gümbürtüsünü zaptiyeler ya
da yol kesen, Ermeni avına çıkan Kürtler, Türkler duyacak diye de ödü kopar.
Gözlerinin önünde tüm ailesi katledilir
Toros Kazourian’ın. Sevdiklerinin kanlı
başlarıyla daha da heybetli bir hal alır
piramit şeklindeki kesik baş yığını.
Kendisi, öldü sanılarak yaralı terk edilir.
Yara bere içerisinde Halep’e, Halep’ten
Beyrut’a, oradan da Marsilya’ya ulaşır
Toros Kazourian. Aşçı olarak çalışmaya başlar. Kendisi gibi yaralı Malatyalı
Ermeni Maryam Güreryan ile evlenerek
yaşamın kıyısına tutunmaya çalışır. İki
Babam 86 yaşında, oldukça dinç; ama
Türkiye’ye gelmek istemedi o kadar ısrar ettiğim halde. Bakın, şu yol arkadaşımız doksan yaşında, bu da Fransa’da
doğmuş bir Malatyalı Ermeni. Doksan
yaşındaki bu insan, Malatya hasretiyle
yollara düştü bu yaşta. Dedemin hasreti
babama, babamın hasreti bana, benim
hasretim de çocuklarıma aktarılıyor.
Hepimiz Malatyalıyız burada doğmamış olsak da. Babam Malatya özlemiyle
yaşıyor.
Sultan Kılıç
[email protected]
erkek çocukları olur. Çocuklarının biri
ölür, diğer çocukları Hagop, soylarını
sürdürür.
Fransa’da yaşıyoruz, evde Ermenice
konuşuyoruz, diyor 61 yaşındaki torun Krikor Marc Kazourian. Babam
Fransa’da doğmuş, ben Fransa’da doğmuşum, benim dört çocuğum Aram,
Maryam, Civan, Astğik Yıldızcık
Fransa’da doğdular; ama nerelisin sorusuna ‘Malatyalıyız’ yanıtını veriyoruz.
Malatyalıyız sözünü inanarak, gurur
duyarak söylüyoruz. Büyük bir hasret
acısıyla söylüyoruz, diyor Ermeniceden
Türkçeye çevirmenimiz Arlet kuyrik
aracılığıyla.
Dedesi aşçılık yapmıştır, babası duvar
ustalığı; kendisi de hukuk bürosunda
icra takipçisi olarak çalışır eşiyle birlikte.
Ermeni soykırımı, soykırımda yaşatılan
acılar, katliamlar, zorunlu göçler, mal
mülk gaspları biz çocuklara doğrudan
söylenmedi. Evde Ermenice konuşulurdu. Biz çocuklar evde Ermenice, dışarıda Fransızca konuşuyoruz. Büyükler
kendi aralarında konuşurken içeri girdiğimizde derhal ya konu değiştirilir,
ya biz anlamayalım diye konuşmada
Türkçeye geçiş yapılır ya da işaret parmakları dudaklara konarak susulurdu.
Bizim duymadığımızı sandıkları konuşmalarına kulak misafiri olduk önceleri.
Okudukça, araştırdıkça büyüklerimizi
konuşmaya zorladık, böylece öğrendik
atalarımıza Türkiye’de yaşatılan acıları.
Fransa’da Manuel adında Malatyalı
bir tanıdığımız vardı. Malatya özlemiyle yaşadı, nihayet geçen yıllarda Malatya’yı dünya gözüyle gördü.
Fransa’ya döndükten üç ay sonra öldü.
Bana göre onu yaşatan, hayata bağlayan
Malatya hasretiydi. Hasretine kavuştu
ve dünyaya veda etti. Babamın hasretine kavuşmasını istiyorum elbet. Diğer
yandan, bu büyük hasretin bitmesi ya da
hasretine kavuşulan sevgiliden yeniden
ayrılmanın dayanılmaz acısı, babamı
bizden koparırsa diye çok korkuyorum
tabi, diyor Krikor Marc Kazourian.
Bu arada fotoğraf makinesindeki aile
fotoğraflarını gösteriyor Krikor. Küçük
kızı Yıldızcık, oldukça güzel, sevimli
görünüyor. Babası Hagop Kazourian da
hakikaten pek yakışıklı ve dinç görünüyor. Babasının Malatya özelinde Türkiye ile ilgili duygularını soruyorum.
Ermeniceden Türkçeye çevirmenimiz
sevgili Arlet, anlattıklarını bana aktarmayı sürdürüyor. Krikor’un anlattıklarını bana aktarırken çoğu yerde Arlet’in
gözleri doluyor.
Babam şu anda 86 yaşında. 60 yaşındayken Ermenistan’da meydana gelen
büyük depremde Hayistan’a gitti, orada
depremzedelere yardım etti. Orada okul
yapımında çalıştı duvar ustası olarak.
İnsanları ve yaşamı seviyor babam.
Ermeni Soykırımının Acısı Paylaşılmadı
Babam, atalarına Türkiye’de, ailesine
de sürgün ve soykırım yollarında yaşatılanları hiç bağışlamıyor. Babam ve
babam gibi kılıç artıklarının Türkiye’yi
bağışlaması için yüz yıldır bir çaba
gösterilmiyor. Türkiye’deki Ermenile-
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
re hâlâ hakaret ediliyor, korku ve baskı
uygulanıyor. Türkiye’deki Ermenileri,
baskı altında susturuyorlar.
Türkiye dışındaki diaspora dedikleri,
dünyanın her yanına yayılmış olan Ermenileri susturamıyorlar. Bu nedenle
Türkiye’deki yöneticilerin, Türkiye’de
yaşayan ırkçıların ilan ettikleri en kötü
Ermeni diasporadaki Ermeniler.
İnsanların zorla yerlerinden edilmesi, evlerine, tarlalarına, bahçelerine,
birikimlerine el konulması, gasp edilmeleri, soyulmaları, yağmalanmaları,
sonra da hadi bakalım def olu gidin
denmesi… Gidin denmekle kalınmayıp, namuslarına el uzatılması, canlarına kastedilmesi… Soylarını kurutmak
üzere katliamlara girişilmesi. Bu acıları yaşattıkları Ermenilerin, mucize
eseri hayatta kalmayı başarabilenlerin
dünyanın öbür ucuna kaçarak hayata
tutunmya çabalaması hiç kolay değil.
Hadi unutun, demekle olmuyor. O piramit gibi yığılı Ermeni kafalarının içerisinde sevdiklerinizden birirnin sevgili
başını hayal ediniz. Bu katliamın hayali
bile insan olanı altüst ediyor. Bu acı,
unutun demekle unutulur gibi değil. Diaspora olmak zor zanaat…
Bir de bunca hakarete, toplu kıyıma
uğrattıkları Ermenilerin hayat sigortası
poliçelerini, yurt dışında bulunan sigorta şirketlerinden isteme yüzsüzlüğüyle
utanmazlığın doruklarındaki Türkiye
devletinin yetkililerini de öğrendik.
Soykırım Arşivlerinin Anahtarı Er-
Foto: Sultan Malatya
menistan’da mı?
Bir de hükümetlerin ve çoğu Türkiyelinin dilinde şu uyduruk gerekçe var:
“Biz, arşivleri açmak istiyoruz; ama
Ermenistan kaçak güreşiyor, arşivleri
açmaya yanaşmıyor.” deniyor. Bu kalıp sözü hiç düşünmeden tekrarlıyorlar.
Madem Ermenistan arşivlerini açmaktan kaçınıyor, kendi masumluğunuza inanıyor, güveniyorsanız siz açın
arşivlerinizi. Arşivlerinizin anahtarı
Ermenistan’da mı? Onlardan arşivinizin kilidini mi alamıyorsunuz?
Babamın göz bebekleri büyüyor, sesi
çatallaşıyor, ağzı kuruyor, başına ağrılar giriyor, yanaklarından gözyaşları
süzülüyor atalarımıza yaşatılan acıları
anlatırken. Beni hiç görmediğim, bana
anlatıldığı kadarıyla hayal ettiğim masal ülkem Malatya’ya getiren, peşinden
sürükleyen acılarımızdır.
Altmış bir yaşımdayım, sorularıma
cevap vermek zorunda kalıyor babam;
ama ben kendi çocuklarıma anlatmıyorum, anlatamıyorum. Onlar da bunları,
öğrenecekleri yaşa geldiklerinde öğreneceklerdir. Babam kin de duyuyor, acıdan kıvranıyor da, korku ve endişe de
var babamın duyguları arasında. Ama
en baskını da babasının- anasının yaşadığı Malatya’ya, Babuhtu’ya duyduğu
amansız hasret.
Fransa’ya gidince burada gördüğüm
yerleri, tanıdığım insanları, çektiğim
fotoğrafları göstererek anlatacağım.
Her gün telefonda soruyorlar, bir an
önce fotoğraflardaki Malatya’yı benden
dinlemek istiyorlar.
Aileme Malatya’dan Bir Avuç Hasret
Götüreceğim
Babam da çocuklarım da Malatya’nın
bir avuç toprağını, bir de mişmiş çekirdeğini istediler. Şimdi siz, götüreceğim
mişmiş çekirdeğini bir avuç Malatya
toprağına dikeceğimizi sanacaksınız
belki; ama hayır. Sevgiliden bir parçayı, bir kavanoza koyup başucumuzda
bulundurarak ona her gün sevgiyle, özlemle dokunacağız… Atalarımızın acılarına dokunacağız. Hiç kapanmayan
yaralarımızın kabuklarına dokunacağız…
Sevgilinin bir tutam saçı gibi saklayacak babam Malatya’dan götüreceğim
bir avuç toprakla bir mişmiş çekirdeğini. Atalarımıza yaşatılan acıların
somutlaştığı bir avuç toprağı; yoğun
acılarımızın, özlemlerimizin simgesi
olarak somutlaştıracağız, acılarımıza
dokunabileceğiz.
Hrant Dink’in: “Evet, bu topraklarda
gözümüz var; ama götürmek için değil, taa dibine gömülmek için.” dediği
gibi. Babam, ata topraklarına gömülemeyecek belki, bu bir avuç Malatya
toprağını, kalbinin üstüne koyarak defnedilmeyi isteyecek. Zorla koparıldığı,
hiç kavuşamadığı, hasretinden öldüğü
sevgilinin bir tutam saçıyla bu dünyadan göçer gibi…
Mezar Taşında Buluşan Amca Torunları
Malatya’ya geldiğimiz ilk gün yol arkadaşlarımız, Ermeni mezarlığına dağılarak aile mezarlarını ziyaret ettiler.
Mumlar yaktı, karanfiller koydu, dualar
ettiler gözyaşlarıyla. Ben de aralarında öylesine dolaşıyordum. Bir baktım
eski, yekpare yontma taştan bir mezarın
üzerinde Ermeni alfabesiyle soyadımız
Kazourian yazıyor. Mezarın başında birileri dua ediyor.
Meğer, varlıklarından bile haberdar
olmadığımız amca torunlarıymışız.
Amca torunlarımız da İstanbul’dan
gelmişler grupla, benim gibi. Sevinç,
şaşkınlık, hüzün, heyecan hepsi birbirine karıştı. Çarpıldım, karmakarışık oldum, dikkatim dağıldı. Hemen telefonla
babama müjdeyi verdim. Babamın sesi
çatallaştı, benim yaşadığım karmaşık
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
duyguları babam da yaşadı. Hasretle
kucaklaştığımız kuzenlerimizle iletişimimiz sürecek elbet. Soykırıma uğrayan Ermenileri, mezar taşları mucizesi
buluşturabiliyor.
Bana anlatılan Malatya yemyeşildi.
Yeşil bağlar bahçeler arasında asmalı,
serin avlulu, avlularından ya da tozlu
yollarının kıyısından arklar dolusu sular akan serin avlulu kerpiç konakları,
zanaatkârların çalışma sesleriyle şenlenen bir Malatya, sebzeleriyle ünlü bir
Babuhtu vardı hayalimde. Bana anlatılan masal ülkesi yeşil cennet Malatya’yı
merkezde bulamadım. Her yan beton
bloklarla kaplanmış. Çevresini gezerken
Horata’da, Venk’te, Orduzu’da, Aşağı Şehir (Battalgazi)’de, Çırmıhtı’da,
Arapgir’de, Darende’de, Kündübek’te,
Sürgü-Takaz’da, Kaptaj’da görebildim
yeşili, suyu…
Ata topraklarımı gördüm, Malatya’mda
altı gün yaşadım, sıcacık dostlarla sarıldım, Aspuzu’nun suyunu içtim, havasını soludum, nefis yemeklerini tattım.
Bir avuç ata toprağı, bir mişmiş çekirdeğiyle döneceğim Fransa’ya. Bir avuç
acı hasreti kalbimin bir köşesinde götüreceğim.
Aklımın Bir Köşesindesin Her Zaman
Aklımın bir köşesinde hep Malatya;
Orduzu, Aslantepe Höyüğü, Çarmuzu,
Babuhtu, Kiltepe Ermeni Mezarlığı,
Kaptaj, Kündübek, Horata, Çırmıhtı,
Venk, Bahri, Sevserek Han, Aşağı Şehir, Darende, Günpınar Şelalesi, Somuncu Baba Külliyesi, Arapgir, Surp
Yerrortutyun Kilisesi (Taşhoran), Sürgü Takaz olacak.
edilen Krikor Marc Kazourian, Fransa- Valance’de yaşıyor. Atalarının acılarının peşinden sürüklenerek ata topraklarına duyduğu özlemle 61 yaşındayken
ilk kez Malatya’ya geliyor. Kendisine
elini uzatan, kollarını açanların ırkını,
inancını hiç merak etmeden kendisi de
karşısındakilere sevinçle elini uzatıyor,
kollarını açıyor.
Ve aklımın her köşesinde bize sevgiyle kucak açan, sarılan, Malatya’da yaşayan insanlar olacak. Hasretim diner
sanıyordum; ama dinmedi. Tekrar geleceğim, bir dahaki gelişimde babamı
da getirmeye çalışacağım, diyor Krikor
Marc Kazourian.
Krikor dese ki: “Atalarıma sizin atalarınız bunca acıyı yaşatmış. Atalarımın mallarını, o zamanki ve ondan
sonraki hükümetlerin devlet politikasıyla atalarınız gasp etmiş. Yüz yıldır
da gasp ettiğiniz topraklarımızı işletiyorsunuz. Hani, ölümlü dünya, atalarımın toprağından iki metre kare
yer verseniz de öldüğümde gömülsem
bari…”
Krikor’la kâh bir yerden bir yere giderken otobüs yolculuğunda kâh bir yerde yemek yerken sohbet ettik. Krikor
Fransa’ya ulaşmak üzere önce İstanbul’a
gitti. Ben de söyleşimizi yazıya geçirmeye başladım. Gördüm ki merak ettiğim; ama sormadığım pek çok sorum
varmış daha. Bir sorum var ki onu da
okurlara sormak istiyorum.
Krikor, Gaspçılardan Mezar Yeri İstese
Dedeleri Malatya’dan sürülen; ataları
göç, sürgün yollarında katledilen; evleri, bağları, bahçeleri, tarlaları gasp
Ermenilerden özür dilemek kolay da…
Özür dilesek, mesele kapansa iyi. Özür
dileyince soykırımı kabul etmiş olacağız. Ondan sonra da tazminat ödeyeceğiz. Topraklarını da isteyecekler, diyor
gaspçılar. Gaspçı olduklarını çok iyi
biliyorlar çünkü. Bu nedenle en büyük
korkuları, gasp ettikleri malları asıl sahiplerine geri verme ihtimali.
Şimdi turist olarak gördükleri için kucakladıkları Krikor’a, Krikor iki metre
kare mezar yeri istediğinde nasıl davranırlar?
Kırkısrak köyü dostluk ve dayanışma Şöleni'ne katılım orta seviyede olsada çoşku hat
safadaydı halayların çekildiği zılgıtların atıldığı. Köyü anlatıldığı klamların söylendiği
sık sık özüne dönüş geleneklere bağlılığın dile getirildiği konuşmalar yapıldı. Yerel
sanatçıların katıldığı şölene birlik olma duygusu hakim oldu. Bunun bir başlangıç
olduğunu ilerliyen senelerde dahada kitlesel şölen yapılacağın sözü ile bitirildi..
Ali Ülger / Kayseri
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Akh
merıt
merni
Sari Gyalin
Aram Ararat
Aman dağlar aman
Aman yollar aman
Aman acı aman
Aman ölüm sen bize doydun ama biz
sana doyamadık..
Büyük büyük adamlar, ülkenin muhtelif bölgelerinde toplantı üstüne toplantılar gerçekleştiriyorlardı. Her toplantının sonucunda yeni yeni kararlar
alıyorlardı. Bu kararlar doğrultusunda
silahlı çeteler, ülkenin dört bir tarafında gayrimüslim avına çıkıyorlardı.
Gavurları(!) öldürenler bu dünyada
mal ve mülkleriyle, diğer dünyada ise
cennet-i bakiye ile mükafatlandırılıyorlardı. Dolaysıyla ne kadar Gavur
(!) öldürmek o kadar sevap anlamına
geliyordu. En azından fetva böyle verilmişti...
Zaman savaş zamanıydı, kötülük tanrısı Ehriman, yedi deryanın yedi kanatlı
doruk tayına binmiş ve gök kubbenin
yedi katında, ortaklarıyla birlikte, bir
yudum kan kutsuyorlardı. İğrenç iğrenç kahkahalar atıp kapkara bulutların arasına karışıyor, bir var oluyor bir
yok oluyorlardı.
Ahali tedirgindi. Yetişkinler çocuklarını korumak için dağlara, durmadan
dağlara kaçırıyorlardı. Çocuklar korku
içinde, dehşetle, çaresizce ebeveynlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı.
Ebeveynler çaresiz ebeveynler yangın
ebeveynler pare pare yürektiler...
Devlet-i Ali Osman’dan arta kalan İttihat ve Terakki çeteleri, yanlarına doğu
vilayetlerinin bazı aşiret reislerini de
alarak bir kıyıma ve bir katliama girişmişlerdi. Avrupalıların hasta adam
dedikleri ve yıkılmakla yüz yüze kalan devlet-i ali osman, kendi iç birliğini sağlamayı Ermenilerin tehciri ve
soykırımında bulmuştu. Bu nedenle
merkezi hükümetin talimatıyla ülkenin her bir tarafında korkunç katliamlar gerçekleştiriyorlardı. Kadın, çocuk,
genç, yaşlı demeden milyonlarca insanı kendi topraklarından ve öz yurtlarından kopartarak demir trenlerin vagonlarına doluşturup Erzingan, Tercan
ve Aşkale toplama kamplarına getiriyorlardı. Oradan yaya yoluyla Bın Xetê
dedikleri sınırın öte yakasına sürgüne
gönderiyorlardı...
Nisan yağmuru hışımla yağıyordu.
Yüzbinlerce hatta milyonlarca insan,
sorgusuz ve sualsız yollara düşürülmüştü. Dağlar, vadiler ve ovalar her
yaştan insanlarla dopdoluydu. Bir insan selidir akıp gidiyordu bilinmezliğe doğru. Acı, züllüm ve ölüm çığlık
çığlığaydı.
Bebekler açlıktan bir deri bir kemik
kalmış annelerinin kurumuş memelerine yapışmış ve öylece kurumuş kalmışlardı. Yaşlıların beti benzi atmış,
avurtları avurtlarına geçmiş, gözlerinin ferri sönmüş, bir kemik yığını gibi,
gruplar halinde yürüyen insanların en
gerisinde düşe kalka, zorbela yürüyorlardı. Kadınlar yangın, kadınlar kederli ve kadınlar yarı çıplak, yalın ayaklarla bir yandan çocuklarını çetelerin
kırbaçlarında koruyorlardı, bir yandan
da kendilerini yollarına vuruyorlardı.
Gücü kuvveti yerinde olan bütün erkekleri bir araya toplamış, onları bir
birleriyle bağlamış ve bu mahşeri kalabalığın önünden kırbaçlaya kırbaçlaya götürüyorlardı. Sekiz on yaşlarında
çocuklar hep bir arada tıpkı ebeveynleri gibi yarı çıplak ve yalın ayaklarla, korku ve göz yaşları içinde anne ve
babalarının bacaklarına sarılıp ağlaya
ağlaya gidiyorlardı...
İttihat çeteleri, Rıza yê Xêlît’in, Hecî
Mûsa’nın ve diğer kandırılmış aşiret
reislerinin adamları ile hükümet askerleri birlikte bu zavallı insanların
arasında geziyorlar, en ufak bir itirazda bulunanların kafasına sıkıyorlardı.
Yürümeye mecalleri kalmamış yaşlı,
hasta ve çocukların ayaklarından tutup
uçurumlardan yuvarlıyorlardı. Açlıktan ve hastalıktan ağlayan bebekleri
annelerinin göğsünden kopartıp süngülerin ucuna takıyor sonra kayalıklardan aşağı atıyorlardı. Genç kadınları ve genç kızları yerlerde sürükleye
sürükleye mağaralara çekiyorlar, orada alçak emellerine kurban ediyorlardı. Karşı koyan kadınları ve kızları
oracıkta boğazlayıp öldürüyorlardı.
Açlık yemiş, yağmur çamur yemiş,
ölüm, zulüm ve sürgün yemiş bu insan
selinin en önünde genç bir delikanlı
ve destani bir güzelliğe sahip bir genç
kız elele tutuşmuş binlerce dert, keder,
elem içinde yürüyorlardı.
Az sonra çete başı Rıza yê Xêlît’in
emriyle askerler bu iki gence saldıracak, delikanlıyı sırt üstü yere yatırıp
ellerini arkadan bağlayacak, genç kızı
saçlarında tutup mağaraya doğru sürükleyeceklerdi. Genç kızın çığlıkları,
delikanlının haykırışlarına karışacak
ve gök kubbeyi yırtarak arş-ı alada
yankılanacaktı. Ama arş-ı ala sağır,
arş-ı ala dilsiz ve arş-ı ala bu acıya bu
zulme sessiz kalacaktı.
Çok geçmeden genç kızı perişan bir
halde giyitleri üstünde lime lime olmuş, üstü başı toz toprak içinde ve yarı
baygın bir durumda delikanlının ayaklarının dibine yığdılar. Delikanlı genç
kızı o halde gürünce başı kesilmiş bir
tavuk gibi yerde çırpınıp durdu.
Bir zaman sonra diz üstü çöktü, ağzını kızın kulağına götürdü, çok içten ve
yürük paralayacak bir sesle şu ağıdı
söyledi.
ambela para para
neynim aman neynim aman sarı
gyalin
yes im seradzin çara
akh merit merni sarı gyalin
sarı gyalin sarı gyalin
dardot yarim...
Delikanlının bu feryat figanına Kürt
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bir kavalcı, Ararat Dağının yamacında
karşılık verdi...
Kavalcı pir-i fani, yetmiş yaşı çoktan
geçmiş bir dervişti. Saçları sakalları kar beyazdı, elleri, yüzü kırışık bir
örümcek ağı gibiydi. Bıyıkları cigaradan sararmıştı. Derviş gözlerini kapatmış, sadece kavalına gömülmüş, öyle
acıklı öyle yürekleri parçalayan nağmeler çalıyordu ki insanın yüreğini
kökünden söküp alıyordu adeta. Yaşlı
derviş bu delikli ağaçla ölümü anlatıyordu, çocukların ölümünü , kimsesizliği anlatıyordu. Çaresizliği, sonra
ırzına geçilen kadınları, kellesi uçurulan erkeklerin ve binlerce yıl kardeşçe
yaşayan insanları bir gecede nasıl birbirlerini boğazladıklarını anlatıyordu.
Kavalın sesi bir harlanıyor, bir sakinleşiyordu. Hırçınlaşan ses sonunda
hüzünlü bir ırmak gibi süzülüyor, ağıt
ağıt akıyordu.
24 Nisan yani büyük felaketin günü.
O gün yedi cihan, al rengine boyandı,
yer gök kızıla kesildi, dağ taş, vadi ve
tüm ormanlar kırmızıya bulanmıştı.
Toprakta biten otlar kan rengiydi, deryalar nehirler çeşmeler kan akıyordu.
Kan güneşe sıçramıştı, güneş utanmış
ve ürkmüştü bu çaresiz insanlar karşısında. Işınlarını topladı, terk-i diyar
eyledi buralardaki semaları.
İnsanların çaresiz çığlığı ölümün sessizliği ve kavalın yürek delen sesi,
dağların en yücesi Ararat dağında yankılandı. Ararat dağıdır bu; soyludur!
Dayanamadı bu acıya. Hırslandı, kızdı,
gürledi ve büyük bir dehşetle patladı.
Ararat’ın göz yaşları ve kanı lav oldu,
aktı aktı aktı, Ermenilerin kanına karıştı. Ondandır Ermeniler için Ararat
Dağı kadimdir.
Evet değerli dostlar bu acılar bütün
çıplaklığıyla ve bütün gerçekliğiyle
yaşandı bu topraklarda. Benim amacım bu yaşanan acıların üzerine de yeniden bir kin ve nefret tohumu ekmek
değill elbette. Fakat bu acıları da unutulmamalı, unutturmamalı.
ilanlarınız için:
kizilbasdergisi@
kizilbas.biz
Sevan Nişanyan
Komşunun
peygamberine
"kış" demek ne
zaman suç olur?
Bin defa da anlatsak birileri anlamamakta ısrar edecek elbette. Gene de anlatalım. Ötekiler bağıra çağıra susturmaya çalışsa da, her şeye rağmen düşünebilen ve anlayabilen epeyce insan var memlekette.
Türk Ceza Hukuku açısından:
TCK 216/3 maddesinde tanımlanan "halkın bir kısmının benimsediği dini değerleri aşağılama" eyleminin suç olması için “fiilin kamu barışını bozmaya
elverişli olması” şartı vardır. Mahkeme, aşağılama eyleminin “kamu barışını bozmaya” ne surette elverişli olduğunu soruşturmadığı müddetçe vereceği
mahkûmiyet kararı yasaya aykırıdır.
İnsan Hakları Hukuku açısından:
1. TC Anayasa 90/son maddeye göre, insan hakları hukukuna ilişkin uluslararası sözleşme hükümleri amirdir. Türk mevzuatı ile uluslararası sözleşme
hükümleri çeliştiğinde ikincisi esas alınır.
2. AİHS dokuzuncu maddede korunan “din, vicdan ve düşünce özgürlüğü”
hakkı, AİHM içtihatlarına göre “insan yaşamının herhangi bir ciddi ve önemli
boyutuna ilişkin felsefi inançları” (Campbell ve Cosans davası, 1983) ve somut
olarak “tanrıtanımazların, agnostiklerin, şüphecilerin ve umursamazların”
inanç ve düşünce özgürlüğünü (Kokkinakis davası 1993) kapsar.
3. AİHS onuncu maddede korunan “ifade özgürlüğü” hakkı, AİHM içtihatlarına göre “sadece genel kabul gören veya zararsız veya önemsiz sayılan bilgi
ve düşünceleri değil, devletin veya nüfusun bir bölümünü inciten, onları şoke
eden veya rahatsızlık veren bilgi ve düşünceleri” de koruma altına alır (Handyside davası 1976).
4. AİHM Otto-Preminger Institut davasında (1994) din-karşıtı söylemin “dini
inançlara sahip insanların dinlerini uygulama ve ifade etme özgürlüğünü
kullanılamaz hale getirmesi” halinde kısıtlanabileceğini karara bağlamıştır.
Azınlık dinleri mensuplarının sözel saldırı ve tacizlerle yıldırılmasına karşı
etkili bir önlemdir.
5. AİHM Wingrove davasında (1997) dine yönelik hakaretin “‘önemli’ (significant) boyutta olması ve ileri bir küfür düzeyine (a high degree of profanation)
varması” halinde devletin tedbir alma yetkisini tanımıştır. Din sebebiyle çıkacak kargaşa ve çatışmaları önlemek devletin görevidir.
6. Mahkemenin, peygambere hakaret kovuşturmalarında yukarıdaki İKİ İLKEDEN BİRİNİN ihlal edildiğini, yani hakaret olduğu ileri sürülen söylemin
“insanları dinlerini icra etmekten men edici” nitelikte olduğunu VEYA “ileri
bir küfür düzeyine vardığını” göstermesi gerekir. Bunun yapılmaması halinde, verilecek olan mahkûmiyet kararı hukuka aykırıdır.
http://nisanyan1.blogspot.de/2013/07/komsunun-peygamberine-ks-demek-ne-zaman.html
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Hulvenk Mezarlık
ziyaretinden dönen
köyün Ermenileri.
ANNEANNEM
Elazığ merkeze bağlı Hulveng köyünde yaşayıp hayatta kalmayı başaranlar, 1915 yılını Büyük Felaket olarak
anmalarını haklı kılacak derin acılar
yaşadılar.
Bütün köy bir gecede katledilip Hizol
Çayına dökülürken Suriye Derzor çöllerine sürgüne gönderilenlerin bir kaçı
hariç hiç birisi geri dönmedi.
Varter Ohannes, kendilerini bekleyenleri birkaç gün önceden sezen annesinin sayesinde kurtulmuş ve sonrasında
ailesini katleden askerlerden birisiyle
evlenerek yaşamına Kayseri'de devam
etmişti...
Adı Ermenice'de Gül anlamına gelen
Varter TUMACANYAN sesiz ve çalışkan mizacı, sebebini bilemediğimiz
farklılığı ile çocuklarının dahi yaşam
öyküsünü tam olarak bilmediği, kendisine bir isim verilmediği için torunları
tarafından dahi veyve (gelin) olarak
seslenilen , 87 yaşında aramızdan sessizce ayrılan benim anneannem…
Onu kaybettikten sonra tüm çocukları
ve torunları onu anlamadıkları, yalnızlığını paylaşmadıkları için çok üzüldüler. Ona dair anılarını biriktirmeye çalışsalar da, onun aslında kimseyle bir
şey paylaşmadığını, hayatının bir dönemini adeta beton atarak gömdüğünü anlamaları uzun sürmedi. Oğulları
kızları son anda hatırlanacak küçük bir
ayrıntı için birbirinden medet umdular
uzun süre...
Geçmişinin kimse tarafından merak
edilmediğini düşündüğünden midir
bilinmez, yıllarca ne tek kelime Ermenice konuştu ne de yaşadıklarını paylaştı. En küçük kızı olan annem Şirin
ile kaçamak zamanlarda Kayseri'ye giderek Papaz ile görüşür, Büyük Felaket
öncesinde Amerika'ya kaçan abisine
mektup gönderir, papaza abisinden gelen mektupların çevirisini yaptırarak
köye dönermiş.
Ermeniceyi zor okuyup yazdığı için
papaza okuttuğu mektupları, köye
döndükten sonra yalnız kaldığı zamanlarda açarak uzun uzun yazılara
bakmasını halen gözyaşları içerisinde
hatırlar annem. Bir de abisinin gönderdiği fotoğraf varmış cebinde taşıdığı.
Şimdi hepimiz için yürek sızısı olan
o sorular "niçin sormadık, niçin dinlemedik, neden anlatmadı" simetrik
aynalar gibi birbirimize bakarak sonsuza çoğalttığımız sorular benim sessiz anneannemin bize bıraktığı yürek
yüküdür...
"Bize vaad edilen bu mudur,
Gittikleri yer Hizol Suyudur"
Annem içinde bu satırın geçtiğini hayal meyal hatırladığı bir türkü mırıldandığını söyler anneannemin. Hizol
Çayı'nın, hepsi kendisinden küçük olan
kardeşlerinin anne babasının ve tüm
köy halkının atıldığı dere olduğunu
biliyoruz ama bu türküyü kendisi mi
yaktı, birinden mi duydu bilmiyoruz.
Anneannemin sevdiği ya da sevmediği
şeyler hakkında kimsenin fazla bir fikri yoktu. Taleplerinin yok denecek kadar az olduğunu, sadece çalıştığını, zor
güldüğünü hatırlar çocukları. İstekleri
hakkında kimsenin hafızasında bir yer
tutmayan Warter Ohannis ölmeden
önce yaptığı son istek ile kaldı hepimizin aklında.
Hayastaninfo.net
Kara bir kefen ile düz bir mezara gömülmek istediğini söylemiş kendisi ile
birlikte yaşayan oğluna. Ailesine ve
kendisine yaşatılan acılara karşı tek
protestosu bu muydu bilemiyoruz ama
biz bir tek bundan haberdar olduk.
Vasiyetinin yerine getirilmeyeceğinden kuşkulandığı için "kefenimi getirip asın karşıma" demiş ölmeden 3 gün
önce ve mecburen bunu yapan dayımın
söylediğine göre bu Kara Kefene bakarak vermiş son nefesini. İstediği gibi o
Kara Kefen ile gömüldü. Ancak düz bir
mezara çocuklarının gönlü razı olmadığı için bu isteği yerine getirilmedi.
Seçmediği bir yaşama mecbur edilen,
kendi dilinde kimseyle selamlaşamadığı bir kentte annemin tabiriyle katilinden bir aile kuran, Hulveng köyünün
en güzel kızı iken Kayseri'de Kara Kefen ile gömülen benim Anneannem….
Çok pişmanlıklar kaldı ondan bizlere.
Bir araya geldiğimizde öyle çok keşkeler savruluyor ki çocuklarında, torunlarında. Varter Ohannes sessiz protestosu ile çok şey anlatmaya çalışmış
aslında bizlere ama ben yine de keşke
diyorum geç kalmasaydım, keşke böyle aymaz olmasaydım, keşke Kayseri'deki ocağın başına oturup önce özür
dileyip sonra da sorsaydım ona:
Sahi, 1915'te size ne oldu anneanne?
Canan UÇA R
http://www.armenieninfo.net
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
PERİ’DE
SEFERBERLİK
- Derleme-Çeviri-Yorum:
Hovsep Hayreni (Peri Dersim-Akpazar)
«Savaş söylentileri çoktan dolanıyordu,
ama halkın bir şeyden haberi yoktu. Bir
gün tellal İbrahim Peri çarşısında hükümetin savaşa katılma ve seferberlik ilanını duyurdu. Ertesi sabah duvarlara kağıt
yapıştırıldı ve askere alınacaklar hakkında bildirim yapıldı.
Peri’de zenginler kişi başına 45 Osmanlı
altını bedel ödeyerek askerlikten muaf
olurken, köylerden askerlik çağındaki bir
çok insan da kendi katırı yada atıyla “demirbaş” olarak kaydolup Erzurum hattında askeri mühimmat taşımayı cephede
savaşmaya tercih edecekti. Ermenilerin
büyük bölümü ise askere alındıktan sonra ordu içindeki bir düzenlemeyle amele
taburlarına devredilecek ve yol yapımı
işlerinde çalıştırılacaktı. Bu, ordu içinde
Ermenilerin silahsızlandırılması ve tehcir uygulamasına paralel olarak tasfiye
edilmesi yönünde alınmış bir tedbirdi.
Çarsancak Ermenileri savaşın gelişmelerinden haberdar olamıyordu. Yalnız
Türkiye’nin Rusya’ya karşı savaştığını
biliyor ve eğer savaş ortamında kendi
başlarına bir felaket gelmezse Rusya’nın
kurtarıcı olabileceği umudunu taşıyorlardı.
Seferberlikle beraber çalışan eller eksilmişti. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar
tarla işlerine koyulmuştu. Ürün yetersizliği ağaların baskısını da artırıyordu.
Aynı zamanda hükümet ek vergiler talep
ediyordu. Kürt aşiretleri içinde bağımlı
olanlar asker ve jandarmaya yazılırken
bağımsız Dersim aşiretleri ne asker veriyor, nede şehre iniyorlardı.
1914 sonbaharında Çarsancak Ermenile-
ri zor günler yaşarken Türkler belirgin
şekilde husumet gösteriyordu. Enver
Paşa’nın Ardahan ve Sarıkamış’ı kuşattığı haberleri dolaşıyor ve Türkler zafer
şarkıları söylüyordu: “Bize verseler Kars
ile Batum...”. Erzurum’a giden Ermeni
demirbaş askerlerden gelen haberler de
iyi değildi. Katırı yolda kalan, akıl almaz eziyetlere maruz kalıyordu.
Nihayet Erzurum’un şiddetli kışı bastırmış ve Enver Paşa’nın doğu cephesindeki taarruzu bozguna uğramıştı. Çözülen
ordunun kaçak askerleri bölgedeki Türk
ve Kürt köylerine dağılıyordu.
Peri’deki askeri güç ikiye katlanmış ve
Hamidiye Alayı oluşturulmuştu. Çapulcu çetelerden oluşan bu silahlı güç dizginsiz şekilde çevreye saldırıyor, asker
kaçaklarını arama bahanesiyle Ermeni
nüfusa eziyet ediyor ve soygunlar yapıyordu.
1915 Mart’ında jandarmalar Çalxadan
köyünden iki Kürt kaçak yakalayıp
Peri’ye getirmişlerdi. Çömlekçiler yanındaki tarla içinde iki çukur kazdırıp
bu kaçakları çukurlara diktiler ve milletin gözü önünde kurşuna dizdiler.
Ermeniler çok tedirgin durumdaydı.
Çokları Dersim’e sığınmayı düşünüyordu. Fakat bağımsız Dersim’e ulaşmak
için bağımlı aşiretler arasından geçmek
gerekiyordu ki, bunlara güven duyulamadığı için gidilmesi kolay değildi.
Dahası Dersimlilerin Peri’ye saldırı yapacakları yönünde bir söylenti tekrar dolaşmaya başlamıştı.
Çarsancak merkezinde Ermenilere karşı
dolduruşa getirilen Türkler “hain gavur”
diye hakaret ediyor; asker kaçaklarını
sakladıkları ve dağdaki fedailere yardım
ettikleri suçlamasıyla sıkıntı veriyorlardı. Tehdit altındaki halk daha önceki badireler gibi bunların da gelip geçeceğini
umut ediyor ve fakat bu defa yüzleşeceği
şeyin topyekün bir felaket, nihayi bir hesaplaşma ve ulusal imha olacağını tahmin edemiyordu.
Kaynak : Çarsancak Ermenileri Tarihi,
Kevork Yerevanyan, 1954-Beyrut
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Minaresiz
ze kadar bir şekilde getirmişlerdir. Bu
yazı, tam da inkâr, yasaklama, imha
ve katliam dışında, bir de çok sistemli gerçekleştirilen asimilasyon politikalarına, bu politikalara bilerek ya da
bilmeyerek hizmet edenlere yöneliktir.
Sisteme karşı o ya da bu şekilde, bölük
pörçük, eksik de olsa sürdürülen bir
karşı duruş mücadelesi vardır ve asimilasyon politikalarından vazgeçilene
kadar da bu mücadele sürdürülmelidir.
Camiiler
ve Alevi
Asimilasyonu!
Erdal Yıldırım
Alevi dernek yönetici ve dedeleri,
aydın, yazar, araştırmacıları, kanaat
önderleri açık açık Müslümanlığı dayatanlara, işbirlikçilere, yol düşkünlerine dur demeli, öncelikle Cemevi
ve dergâhlarında Alevi erkânı yerine
Müslüman inancına uyan cenaze töreni
ve 40 lokması töreni yapılmasına son
vermelidirler.
MiNARESİZ CAMİİLER VE ALEVİ
ASİMİLASYONU!
Dedeler var hoca olmuş bir nevi
İhtirasa kurban edilmiş sevi
Minaresiz cami gibi cemevi
Aleviyi namaz kılarken gördüm
(Ozan Emekçi)
Son zamanlarda çeşitli Cemevi ve Dergahlarda cenaze erkânının, Kırk Lokmasının Müslüman inancına uygun bir
şekilde gerçekleştirildiğini, Ramazan
ayı süresince veya sonunda Alevi erkan, ritüel ve kurallarında olmayan
ne idüğü belirsiz “bayram cemi”, ve
“bayram namazı” gibi uygulamaları
duyar ve görür olduk.
Ben de geçtiğimiz günlerde demokratik Alevi Hareketinin ve örgütlemesinin lokomotifi sayılan, Alevi
örgütlemesinde, demokrasi ve emek
mücadelesinde son 20 yılda çok önemli
işlev, görev ve sorumluluklar üstlenen
bir dernek/cemevimizde Kırk Lokması
(yemeği) erkânını büyük bir şaşkınlık
ve üzüntüyle izledim. Töreni gerçekleştiren sözde “dede” olan kişi adeta
bir Arap ülkesindeki cami hocası gibi
tek sözcüğünü anlamadığımız Arapça
duayla töreni gerçekleştirdi. Kitle bir
çeşit asimilasyon olan bu durumu, yani
hoşnutsuzluğunu, homurdanmalar ve
kısmen konuşarak belli etti. Daha önce
de bir Alevi dedesiyle bu konuda tartışma yaşayan “cemevi hocası /imamı”
ise bildiğinden şaşmadı.(1)
Sorun, Cemevlerinde salt cenaze erkânın, 40 lokmasının Müslüman inancına uygun sürdürülmesi değil. Sorun,
sadece Cemevlerimizde salt Ramazan
sonunda “bayram cemi”, “bayram namazı” da değil. Kimi Cemevlerinde
ilin valisine, komando tugay komutanına, cumhuriyet başsavcısına, Jandarma komutanına, il emniyet müdürüne
ramazanda “iftar sofrası” kuran Cemevleri var. Öte yandan Cemevinde
devrimcilerin cenaze törenlerinin yapılmasına izin vermeyen sözde Alevi
dedeleri var. Bayram cemi, bayram
namazı yaratan, devrimci cenazelerini Cemevine almayan, Alevi cenaze törenini Müslüman inancına göre
uygulayan / uygulatanların yaptıkları
“düşkünlük”tür.
Yüzyıllar boyu Alevi Kızılbaş inancına karşı sürdürülen kıyımlar, sadece Mezopotamya ve Anadolu topraklarında değil, sadece Selçuklular ve
Osmanlılar zamanında değil, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana da sürdürüldüğünü; Alevi Kızılbaş inancının yasaklandığını, horlandığını, inkâr
edildiğini, kimi zaman Alevi önderlerinin, kimi zaman da Alevi Kızılbaş
toplumunun toplu kıyımlara uğratıldığını biliyoruz. Bu katliamların, soykırımları çok acı örneklerini biliyoruz,
kimi kıyımları da yakın süreçlerde
bizzat yaşadık.(2)
Sistematik bir şekilde sürdürülen bu
baskı, yasak, inkâr ve imha politikalarına rağmen bu YOL’u sürenler,
sürdürmek isteyenler çeşitli sürgün,
kıyım ve asimilasyon uygulamalarına
karşı bedeller ödeyerek yol’u günümü-
Devletin özellikle diyanet kurumuyla
kuşatma altına aldığı, naylon dernek ve
onurlarını satan bazı rantiyeci, düşkün
Alevi kökenden gelenler yardımıyla da
Aleviliği asimile etmeye çalıştığı yadsınamaz bir gerçekliktir. İşte devletin
her türlü olanaklarını kullanarak asimilasyona çalışanlar kadar, çeşitli hangi sebeple olursa olsun bu politikalara
göz yumanlar, önemsemeyenler, bilerek ya da bilmeyerek bu duruma hizmet edenler de bir o kadar suçludurlar.
Ne yazık ki, Alevi kanaat önderlerinin
önemli bir kısmı da, Aleviliği bilimsel
şekilde inceleyen, araştıran kimi yazar ve dernek yöneticileriyle, bilinçli
Alevi dedeleri de bu asimilasyona karşı mücadeleyi terk etmiş bir görüntü
sergilemektedirler. Bu kişiler En-el
Hak dediği için Hallacı-Mansur’un
idam edildiğini, Nesimi’nin derisinin
yüzüldüğünü, Pir Sultan Abdal’ın darağacında idam edildiğini, Kalender
Çelebi’nin öldürüldüğünü unutmuş olmalılar.
Hepimiz gibi bu yukarıda saydıklarımda görülüyor ki, kimi Dergâh ve Cemevinde ezan okunuyor, kuran kursları
organize ediliyor, mevlüt okutuluyor,
sadece cübbeleri eksik kimi din görevlileri de Müslüman inancına uygun
cami imamı benzeri icraatlar gerçekleştiriyor. Ve müdahil olması gerekenler sessiz kalıyor, susuyor, göz yumuyor. Oysa unutulmamalıdır ki, sessiz
kalmak, susmak, göz yummak ve tepki
göstermemek onaylamaktır. Ve bu durum en basit anlatımıyla “asimilasyon
suçuna ortak olmak” demektir.
Aleviliğin asimile edilmesinde Cemevine “cümbüşevi”, “Alevinin kestiği
yenmez” diyen, köprülere, semtlere,
cadde ve meydanlara katil “Yavuz Sultan Selim” adını veren, Alevi Kızılbaşların malı, canı ve namuslarının helal
olduğu şeklinde fetvalar veren “Ebu
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Suud’u” öven, zorunlu din derslerini
uygulamaya devam eden, eğitim sistemini imam hatipleştiren Alevi düşmanları kadar, onlarla işbirliği içinde
olanlar, ya da bu asimilasyon politikalarına sessiz kalanların da suçu vardır.
Bu yaşanan olumsuzlukların yanında
kimi olumlu çabaları da gözlemlemekteyiz. Asimilasyona karşı, Alevi yolu,
erkânının özüne uygun bir tarzda gelecek kuşaklara aktarılması için Alevi toplumunun belli bir kesimi, kimi
dernek ve dergâhlarla, kimi bireyler
tarafından Aleviliğin kendi özüne dönüşüyle ilgili çeşitli adımlar atılıyor.
Alevi kanaat önderleri, özellikle dernek yönetici ve dedeleri mutlaka akıllarını başlarına almalı ve asimilasyona
karşı mücadeleyi asla terk etmemelidirler. Bu onların öncelikli görevleri,
inançları uğruna kimi derileri yüzülerek, kimi darağaçlarına giderek hakka
yürüyenlerimize ve Alevi toplumuna
borcu; gelecek kuşaklara karşı da tarihi sorumluluklarının gereğidir.
Alevi dernek yönetici ve dedeleri,
aydın, yazar, araştırmacıları, kanaat
önderleri açık açık Müslümanlığı dayatanlara, işbirlikçilere, yol düşkünlerine dur demeli, öncelikle Cemevi
ve dergâhlarında Alevi erkânı yerine
Müslüman inancına uyan cenaze töreni
ve 40 lokması töreni yapılmasına son
vermelidirler.
Bozatlı Hızır yardımcımız ola.
NOTLAR:
1- AABK İnanç Kurulu Başkanı,
Cafer Kaplan dede, Hasan Kılavuz
Dede, Hüseyin Gazi Metin dede, Ali
Kenanoğlu, Musa Kazım Engin’inde
aralarında olduğu bir çok dedenin
defalarca yazılı ve sözlü olarak belirttikleri gibi, Alevilikte “Ramazan
Orucu”, “Ramazan Cemi”, “Bayram
Cemi” veya kimi dede geçinenlerin
gerçekleştirdiği bir cenaze töreni, ya
da 40 duası da yoktur.
2- Alevi Katliamları: 1920 Koçgiri
(Alevi Kızılbaş Kürt katliamı) , 193738 Dersim Katliamı, 1938 Zini, 1966
Ortaca Katliamı, 1967 Elbistan, 1971
Kırıkhan, 1978 Sivas, 1978 Malatya,
1978 Maraş, 1980 Çorum, 1993 Madımak Katliamı, 1995 Gazi Katliamı
(K)Odlama Mı?
Adnan Cangüder
Anadolu‘ ya kim zulmetmişse Anadolu‘nun zulmüne uğramış ve yarı Türk,yarı
Kürt Ahmed Arif‘in dediği gibi selamsız sabahsız çekip gitmişler. Nice bin
yıllardır devam eden bu zulüm düzeni günümüze kadar timsahın yavrusunu
yeme misali süregelmiştir.Nice Anadolu halkları bu zulme karşı çıkmış ama
her seferinde kırılmaktan ve yok olmaktan kurtulamamış, kurtulanlar ise öyle
yada böyle asimileye uğramış dini, dili ve ırkı karışmış, eriyip gitmiş ve bu gün
sadece bir isim olarak dillerde bir türkü yada masal olarak söylenir olmuş.
Günümüz Anadolu‘nun yöneticileri geçmişin zulüm uygulayacılarının torunları ve devamıdırlar. Geçmişteki renkleri, giydikleri elbiseleri, yaşadıkları
evleri ve yaşayıp yaşadıkları mekanları ile (K)odlanan bu zulüm altındaki
halklar günümüzde ise başka bir (K)odlama ile baskının ve ezilmenin bir değişik şeklini yaşamaktalar.Geçen haftalarda Agos gazetesinin yaptığı bir haber
aslında Anadolu topraklarında (K)odlanan halklarının nasılda her an yok edilecek ve ortadan kaldırılacak şekilde sistemde kayıtlı olduğunu gösterdi ve nedense körlerle sağırlar birbirini ağırlar misali vurdum duymazlığa terk edilerek
bir sonraki yok oluşa bırakıldı.
Anadolu‘nun yöneticileri tarafından yapılan bu (K)odlama aslında biz Kızılbaş
Aleviler tarafından yüzyıllardır biliniyordu, bilinmeyen ise Cumhuriyet dönemi ile bu (K)odlamanın sona erdiğinin kanısının oluşması idi. Aslında durum
hiçte öyle değil çünkü Selçuklu‘dan bu yana Osmanlı ve Cumhuriyet Anadolu‘sunda biz Kızılbaş Alevileri bu duruma alışık vede kendilerinde içselleştirdikleri bir olaydı.
Peki neden birden böyle bir olay ortaya pat diye çıktı? Asıl sorulması gereken
bu olsa gerek öyleyse cevabı ise artık AKePe‘nin devletin bütün kurum ve
kuruluşlarına tam olarak hakim olmasının yanında şakirtlerinin devletteki devamlılığı yani sürekliliği bilmemesinin getirmiş olduğu acemiliktir. Hiç bir
zaman her hangi bir devletin kurumunun yöneticileri kendi halkına-halklarına
bu şekilde resmi olarak bir mektup yaz(a)maz ve açıklamada bulun(a)maz,
buradaki zihniyet halen Anadolu‘ yu yönetenlerin Anadolu halklarını kendilerine göre tebaa yani sürü olarak görüp kasaplık koyun misali (K)odlamasıdır.
Günümüz Kemalist, faşist ve ırkçı kafa yapısının Anadolu’daki sürekliliği
AKePe tarafından kesintiye uğratılırken, Türk-İslam yerine sadece İslam‘ın alması ve İslam‘a göre toplumu son hız dizayn etmesi bu (K)odlamanın bitmediğini, bitmeyeceğini ve devam edeceğini göstermiştir. Unutulmasın ki Cumhuriyet sadece Osmanlı‘nın isim ve şekil değiştirmiş ama zihniyet ile anlayışın
değişmemiş halidir. 6-7 eylül talanı ve yağması, 12 eylül askeri faşist darbesi
sonrası yapılan (K)odlama yani fişleme bu duruma en basit örneklerdir.
Yaşanılan her ne olursa olsun Anadolu halkları kendilerini (K)odlayanları
üzerlerinden atmadıkca, birleşerek atamadıkca bu (K)odlama nasıl ki Selçuklu, Osmanlı (Fatih,Yavuz,Kanuni) 1915 Ermeni soykırımı, Süryani,Yezidi,
Karadenizde Pontus, Koçgiri,Dersim, 1. ve 2. Sıvas katliamları, Maraş ve
Çorum`da yapılmışsa günümüzdede yapılacaktır ki kapıların işaretlenmesi bunun en sağlam işareti ve halende Suriye‘de Arap-Nusayri Alevilerine karşı
yapılan yine bu (K)odlamanın devamıdır.
Yapılması gereken yine (K)odlanmadan önce bütün (K)odlananların bir araya
gelip yapılmış olan bütün kodlamaların ortadan kaldırılmasıdır yoksa daha çok
(K)odlanacağız. Sahi sizin kodunuz ne?
Sewgi ve saygılarımla..
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 29 - ağustost2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Salih Müslim
ikinci kez İstanbul da
Sait Çetinoğlu
25 Temmuz'da İstanbul'a gelen PYD' nin eşbaşkanı Salih
Müslim´ün dün gece saat 02:00'da
ikinci kez İstanbul'a geldiği
bildirildi.Milliyet' in haberine
göre,” MİT ve Dışişleri yetkilileri;
Müslim'le Suriye'deki çatışmalı
süreç, bölgede bir süredir hazırlığı
devam eden özerk Kürt yönetimi ve
Türkiye'nin bölgedeki rolü konusunda görüş alışverişinde bulundu.
İstanbul'a daha önce 25 Temmuz'da
gelen, MİT ve Dışişleri yetkilileriyle bölgenin geleceğine yönelik
bir çok konuyu masada tartışan
Müslim, dün gece ikinci kez Erbil
üzerinden İstanbul'a geldi.
ERMENİ YETİM
Kürt internet siteleri, PYD lideri
Salih Müslim'in uluslararası Erbil
Havaalanından Türkiye Dışişleri Bakanlığı tarafından gelen
resmi davet üzerine dün gece
saat 02.00'de İstanbul'a geçtiğini
duyurdu. Müs-lim'le görüşmede,
Rojava’daki du rum, Suriye’deki
karışıklık ve radikal islami grupların Türkiye sınırından girişleri
konularının ele alınacağı belirtildi.
İstanbul'a geçmeden önce Erbil'de
yayınlanan Rudaw gazetesine açıklama yapan Salih Müslim, "Daha
önceki Türkiye ziyaretimizde
Türkiye ve Rojava arasındaki sınır
kapısı açılacaktı ama açılmadı. Biz
de niçin açılmadığını bilmiyoruz.
Biz bu ziyaretlerde sonra Serekaniye (Ceylanpınar) sınır kapısının
açılacağını umuyoruz" dedi.
Müslim, birinci İstanbul ziyareti sonrası ikinci görüşmenin
Ankara'da olacağını belirtmişti.
Bu nedenle Müslim'ün İstanbul'dan
Ankara'ya geçmiş olabileceği ihtimali üzerinde de duruluyor.“
RO/Cemil Süphan
DÜNYASINDAN
Aintura Yetimhanesi
Türk yetimhaneleri içerisinde en önemli yere sahip olan Aintura Yetimhanesi
Cemal paşa tarafından Lübnan’da açılmıştı. Cemal Paşa Aintura kasabasında fransız Lazarist papazlarının Saint Joseph Koejini yetimhaneye çevirir.
İstanbul’da bulunan Pantürkist kadın yazar, feminist Halide Edip Hanımı davet ederek yetimhaneyi yönetmesini ve ermeni yetimlerinin islamlaştırılmasını sağlar. 1916-1918 yılları arasında bu yetimhanede yaklaşık 1000 çocuk
bululmaktaydı. Burada ermeni yetimlerinin türkleştirilmesi için çalışmalar
yapılmaktaydı. Erkek çocukları sünnet edilip, isimleri türkçe ve arapça isimlerle değiştiriliyordu. Fakat ad ve soyadlarının ilk harfleri değiştirilmiyordu.
Halide Edip burada ermeni çocuklarını türkleştiren kılavuz rolünü oynamıştır. Türkleştirme operasyonu çerçevesinde onunla birlikte 40 kadar görevli
çalışmaktaydı. Ermeni yetimleri çeşitili işkencelereden geçiyorlardı, bunlarda biride demir sopayla yapılan falaka cezasıydı. Falaka ve dayak esnasında
birçok çocuk hayatını kaybetmiştir, çünkü onlar ermenice konuşmaktaydılar.
Yaklaşık olarak 300 çocuk Aintura yetimhanesinde açlık ve salgın hastalıktan
ölmüştür. Bir yıl sonra bu kadın ve çalışma grubu yetimhaneden uzaklaşıp
Lübnan’ı terkederler. Bundan sonra yetimhane lübnanlı papazlar tarafından
idare edilir. Burada 470 erkrk, 200 kız toplam 670 yetim bulunmaktaydı. Papazlar ermeni çocuklarına as ve soyadlarını tekrar verirler. 1919 yılının sonbaharında erkekler Halep’e, kızlar ise Ghazir yetimhanesine yollanır.
1993 yılında katolik papazlar ermeni yetimlerin kemiklerini kolejin ve kilise arasındaki arazide bulurlar. Olay kolejteki inşaat esnasında ortaya çıkar.
Kolejdeki papazlar yetimlerin kemiklerini papazların mezarının yanına gömerler. “Kohar”ın kurucusu papaz Harut Khaçaduryan olayı duyar ve bir anıt
yaptırarak mezarlarının üzerine koyar. Anıtta Osmanlı devletini gerçekleştirdiği ermeni soykırımı ibaresi bulunmaktadır. Anıt 2010 yılında açılmıştır.
Anıtı gören ermeni bir ziyaretçi şu şekilde tarif eder: “anıtın tepesinde Kilikya kralı Levon’un tacının bir örneği bulunmaktadır. Lahitin üzerine ise Kilikya krallığının bayrağı taşa oyulmuş ve 5 yetim çocuğun resmi konulmuştur.
Lahitin ön tarafında gururumuz olan alfabemizin ilk üç harfi ve haberleşme
aracımız bir arp bulunmaktadır. Alt tarafta ise 4 farklı dilde şu yazılmıştır –
Ermeni şehitlerin anısına, onlar osmanlı hükümetinin düzenlediği soykırım
yüzünden hayatlarını kaybetmişlerdir - Anıtın merdiven kısmında bronzdan
yapılmış ve oturmuş bir yetim figürü bulunmktadır. Elinde altın rengi bir küre
tutmuştur yetim ve bu ermeni halkının hayatta kalıp zafere giden yolunu simgelemektedir”.
Bu lahit Zaven Goşdoyan’ın maddi desteği ve Mimar Raffi Tokatlıyan’ın elleriyle hayat bulmuştur. Anıtın biraz ilerisindeki kolejin mezarlığında ermeni
yetimlerinin anıt mezarı bulunmaktadır ve üstünde şu ifadeler yer alır: “Ermeni yetimleri burada yatmaktadır”.
söyleşi
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersim araştırmacısı Cemal Taş: Dersim'deki toplu mezarları savcılara göstermeye hazırım!
Devlet özrünün hukuki sonuçlarını beklerken Dersim katliamı hakkında, sözlü
tarih çalışmalarıyla bu işin peşine düşen Cemal Taş’a sorduk:
HAZAL ÖZVARIŞ-T24
Dersim katliamı, Başbakan Tayyip
Erdoğan’ın “devlet adına” dilediği özür
ve CHP-AKP tartışmasının ardından
hiç olmadığı biçimde gündeme gelmiş
bulunuyor.
İletişim Yayınları, 1930'larda yaşanan
ve açık bir sırra dönüşen facia konusunda Kurtuluş Savaşı komutanlarından
Orgeneral İzzettin Çalışlar’ın kitaplığından çıkan ve sadece 100 nüsha olan
“Dersim Raporu” da dâhil olmak üzere
özel kitaplar yayımladı. Bu kitaplardan
biri de Cemal Taş’ın hazırladığı “Dağların Kayıp Anahtarı”ydı.
Dersim doğumlu Cemal Taş, bir sözlü
tarihçi. Yıllardır hem projeler, hem de
kişisel çabalarla Dersim katliamı tanıklarıyla görüşen Taş, konuştuğu kişiler
arasında 12 tanığın hikâyesini seçerek
“Dağların Kayıp Anahtarı”nda yayımladı. Biz de devlet özrünün hukuki sonuçlarını beklerken Dersim katliamı
hakkında, sözlü tarih çalışmalarıyla bu
işin peşine düşen Cemal Taş’a sorduk:
noktası var’
menizi isterse bunu yapar mısınız?
- Toplu mezarlar nerede?
Tabii ki gösteririm. Ayrıca, sözlü tarih
çalışmalarını yaparken katliamda ölen
insanların isimlerini de tespit ediyoruz. Bir film çalışmamız olduğundan
şimdilik kamuoyu ile paylaşmasak da,
elimizde kısmen de olsa katledilenlerin
bir listesi de var.
Dersim coğrafyasının her bir kilometresinde neredeyse bir katliam yeri var.
Küçüklükten beri bildiğimiz yerler vardı. Son yıllarda, bilmediğimiz noktaları
da, hâlâ devam eden Dersim 1937-38
Sözlü Tarih çalışmaları çerçevesinde
köy köy gezerek katliam tanıklarına
sorduk. Bize göstermelerini rica ettik,
onlar da gösterdi. Dersim dağlık bölge
olduğu için, tanıklar sadece yaşadıkları yerleşim yerlerini değil, dağın karşı
tarafında yapılan katliam bölgelerini de
gösterebiliyor. Ya olay esnasında görmüşler, ya silah sesleri duymuşlar ya da
sonrasında cesetleri görmüşler. Benim
yaklaşık 100 noktaya gitmişliğim var.
Birçok yerde toplu mezar yeri var, insan
kemiklerini bulduk.
- Yani Dersim'de 100 toplu mezar yeri
mi var?
Toplu mezarlar nerede? Dersim'de
evlatlık verilen kızların listesi Genelkurmay Başkanlığı arşivinde mi?
Kenan Evren’in eşi Sekine Evren
Dersim’in kayıp kızlarından mıydı?
Harekâtta Alevi askerler de var mıydı? Katliama katılan askerler yaşananları nasıl anlatıyor? Seyit Rıza,
öne sürüldüğü gibi bir kukla mıydı?
Dersimli CHP milletvekili Kamer
Genç katliamı neden reddediyor? Ve
Dersimliler neden hâlâ önemli oranda CHP’li?
Gördüğüm her katliam yeri şu an toplu mezar olmasa da 100 tane katliam
noktası biliyorum. Katliam noktalarından en azından 30'unda toplu mezar
var. Toplu mezar olmayan yerler, nehir
yatağı veya dere kenarlarıdır. Bunlar
kanıt bırakmamak için bilinçli seçilen
mekânlar. İnsanlar katledildikten sonra
ya suya atılmış ya da kuşlar, kurtlar yesin diye açık alanda bırakılmış. Açıkta
kalan cesetler çevreye dayanılmaz koku
yaymış günlerce. İnsan cesetlerini yiyen köpekler kudurmuş.
İşte Cemal Taş'ın www.t24.com.tr'nin
sorularına verdiği cevaplar:
'Toplu mezarları savcılara gösterebilirim'
‘En az 30 toplu mezar, 100 katliam
- Savcılar toplu mezar yerlerini göster-
- Kaç isim var elinizde?
Binlercesine ulaşamıyoruz, çünkü katliamın ertesinde ailesinden geriye kalmayanlar oldu. Ama elimizde yüzlerce
isim var. İsimlerinin yanında cinsiyet,
yaş gibi detayları da belirtmeye çalışıyoruz. Yürüttüğümüz Dersim 193738 Sözlü Tarih Projesi kapsamında
imkânlarımız olursa en son tanığa kadar gitmeyi planlıyoruz.
Kenan Evren’in eşi Dersim’in kayıp
kızlarından mı?
- Proje için bugüne kadar maddi desteği kim sağladı?
Yurtdışında yaşayan Dersimlilerin kurduğu Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG) proje yürütücüsü oldu.
Dersimlilerin katkıları ve federasyon
üyelerinin proje için yaptığı etkinliklerden elde edilen gelir ve bağışlardan
toplanan mütevazı kaynaklarla finanse
edildi. Çalışanların hepsi gönüllü çalışıyor. Şu ana kadar hiçbir kurum ve
fondan kaynak başvurusu yapılmadı.
Ancak asıl kaynak bundan sonra lazım
olacak.
- Kenan Evren'in eşi Sekine Evren’in
Dersim'in kayıp kızlarından olduğu
iddia ediliyor. Çalışmalarınız bunu
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
doğruluyor mu?
Bunu iddiayı destekleyen kaynaklardan biri (gazeteci) Yavuz Semerci'nin
amcası Hayri Koç’tu. “Herkesin Bildiği
Sır: Dersim” kitabında da yayımlandığı
üzere, Koç, "Amcamın Cemile adında
bir kızı, Cemile'nin Sakine adında bir
kızı vardı. Yani amcamın torunu. Benim yaşlarımdaydı. Sakine hakkında
bir iddia çıktı, hatta gazeteler de yazdı. Dersim'den evlatlık alınmış diye.
O bir söylenti değil, gerçektir. Çünkü
eşimi evlatlık alan subay, Elazığ Dişili nahiyesinde açıkladı. Gerçekten de
adı Sakine'ydi. Kaynanam, Mehmed
Ali Kankotan'ın kızıydı. Sakine de
Mehmet Ali Kankotan'ın kızıdır" dedi.
Elimde konuşmanın görüntülü kaydı
var.
- Eğer iddia doğruysa, Kenan Evren
neden kabul etmiyor?
Bunu anlatan kaynak şu an yaşamıyor.
Ancak Kenan Evren’den tersi bir açıklama gelmediğine göre de iddia hâlâ geçerli sayılır.
‘80 yaşındaki amcamda süngü izleri
hâlâ duruyor'
- Siz bu araştırmaya neden başladınız?
Ben doğduğum topraklarda folklorik
alan araştırmalarına başladım. 80’li ve
90’lı yıllarda geleneksel müzik ve mitoloji üzerine kayıtlar yaparken gördüm
ki, her bir bireyin Dersim ‘38 ile kesişen ortak bir hayat hikâyesi var. Yaşlılara yaşını sorduğunuzda bile, yaşlarını
‘38 öncesi ve sonrasına göre hesaplıyor.
‘38 herkes için bir milat. Ayrıca, katliamda benim ailemden de 20 kişilik bir
kafilenin süngülenerek öldürüldüğünü
sonradan öğrendim. Evlerinden alınıp
götürülen o kafileden 7 yaşındaki bir
çocuk olan Sedali amcam yaralı olarak
kurtulmuş. O amcam şimdi 80 yaşında,
İstanbul’da yaşamını sürdürüyor. Vücudunda o zamanın süngü izlerini taşıyor.
Bu olaydan sonra dedem kahrından ölüyor. Sürgün kararı çıkan halam sürgüne gitmektense intiharı tercih ediyor.
Ailemin diğer fertleri ormana kaçarak
kurtulmuş. Bu yaşananları dinlemek de
beni tetikledi.
Kendi dilim ile yazı yazma hissiyatı
buna benzer yaşanmışlıkları kayıt altına almamı destekledi. Bu çalışmaları
kişisel çabalarla ‘90lı yıllarda yapmaya
başladım. Son iki yıldır da akademik
bir çalışma olan Dersim 1937-38 Sözlü Tarih Projesi ile devam ediyorum.
Bu proje kapsamında 250 tanık ile görüştük. Şimdilik bu projenin Türkiye
ayağından sorumluyum. Tunceli'de bir
büro kurduk, '38 tanıklarıyla görüşmelere devam ediyoruz. Mayıs ayında
projenin çalışma raporunun bir kitapçık
halinde basılarak kamuoyu ile paylaşılmasını hedefliyoruz. 4 Mayıs tarihi aynı
zamanda TBMM tarafından onaylanan
Tunceli tenkil harekâtına dair Bakanlar
Kurulu kararının verildiği tarihtir. Bu
tarihi bilinçli olarak belirledik.
'Çocuğunu boğan bir annenin itirafının ses kaydı var'
- Süreç içerisinde sizi en çok etkileyen
ne oldu?
Her hayat hikâyesi genelde benzerlik
taşısa da, özelde detaylarda çok ayrıntılar gizli ve her bir dram insanın içini
burkuyor. Ancak en ağır olanları çocuk
ve kadın hikâyeleridir. Subaylar tarafından evlatlık alınmak için annelerin koynundan alınan kız çocukları, yetim olarak sürgüne gönderilenler, askerin eline
düşmektense kayalıklardan ve uçurumlardan kendini atan genç kadınlar, ağlamaların sesi askerlerce duyulmasın diye
annelerin çocuklarını elleriyle boğmaları… İnanılmaz gibi gelebilir, ancak
bende bunu itiraf eden bir annenin ses
kaydı var. Nasıl yapabildin diye sorunca, “yüz kişi öldürüleceğine bir, iki çocuk feda edilirdi” diye açıkladı.
Askerlerin hamile kadınların karnındaki cenininin cinsiyeti üzerinde bahis
tutulmaları, karnı süngü ile deşilme
canilikleri… Bu süngülemeler sırasında yaralı kurutulan insanlar oluyor ve
günlerce yapayalnız, cesetler içerisinde
kalakalıyorlar. Ormana yaralı kaçıp kurutulanlar da var. Yemek ve su ihtiyaçları için köylere inmek istiyorlar, ama
ortada kalan cesetleri yiyen köpekler
kudurduğundan, köye inemiyor ve açlıktan ölüyorlar. Bütün bunarlı tanıklar
anlattı.
‘Asker anlattı: Kurşuna dizip gaz dökerek yaktılar’
- Harekâta katılan askerlerle de görüştünüz mü?
İki askerle görüştük. Bunlardan biri
şöyle anlattı: “37 kişiyi evlerden topladık götürdük, başka bir bölüğe teslim
ettik. Gözlerimizin önünde kurşuna
dizdiler. Sonra altına bir sıra odun, üstüne insanlar ve üstlerine tekrar bir sıra
odun koydular, tost gibi yaptılar. En son
gaz döktüler ve yaktılar. Sonra yakılan
kafilenin içinden bir çocuk fırladı. Askerlerden biri koştu, süngüyle yakalayıp tekrar ateşin içine attı.”
'Harekâta katılan
travma yaşıyor'
Alevi
askerler
- Bu iki asker ne durumda?
İlginçtir, ama ikisinin de ortak paydası
Alevi olmaları. Biri yaşananları şöyle
anlatıyor: “Bizi oraya götürdüklerinde
‘Biliyor musun? Bunlar Kızılbaş’tır.”
Diğeri de “Ermeni saklamış Dersimliler” dediklerini aktarıyor. Demek ki
katliama giden askerleri motive etmeye
çalışmışlar. Mehmet Ali Çavuş adındaki tanık “Öldürülmek için içtima edilen
insanlar, salâvat getirirken yer gök inliyordu, ‘ya Hızır’ diye bağırıyorlardı”
diye aktarıyor. Bu asker, ayağına diken
batan kadın yere çökünce ağlamaya
başlamış. Komutan, “Neden ağlıyorsun?” diye sorunca "Annem aklıma geldi" demiş. Komutan adamın duygusallığını fark edince "Sen artık mağaradan
adam toplamaya gelmeyeceksin" demiş.
Diğer asker Haydar Dede de “Çocukları
öldürdükleri zaman ağladım. Komutan,
‘neden ağlıyorsun’ dediğinde belli etmemek için ‘çocuklarımı özlediğim için
ağlıyorum’ dedim” diyerek anlattı olanları. Onların da bizim yaşadıklarımız
gibi travmalar yaşadıkları açık.
- Çocuklarına anlatabiliyorlar mı?
Anlatmış olmalılar, çünkü onlarla iletişim, torun veya çocukları aracılığıyla
başladı.
‘Seyit Rıza uydurulan senaryonun lideridir’
- Sizce Dersim katliamı neden yapıldı?
Sebebi isyan değildi. İsyan, Dersim'de
yapılan katliamın meşrulaştırılması için
kullanıldı. Ulus-devlet projesi, yani tek
dil, tek din, tek kimlik anlayışı. Dersim
meselesi halledildikten sonra da gayrimüslimler ve diğer azınlıklara da inkâr
ve dışlama planları uygulandı. Sözlü tarih araştırmacısı olarak Dersim'e yapılan harekâtla ilgili şunu söyleyebilirim:
Dersim, uzun yıllar Osmanlı'yla mezhepsel ve farklı nedenlerle uyum so-
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
runları yaşamıştır. 4. Ordu Komutanı
Zeki Paşa’nın kaleminden çıkmış 1896
tarihli, “Dersim Islahatı Hakkında
Babıali’ye Takdim Olunan Mayıs
1312 Tarihli Layihadır” başlıklı rapor
bugüne ulaşan Dersim konulu en eski
layihalardan biridir. Osmanlı'dan Cumhuriyet dönemine 30'a yakın harekât
yaşandı. Cumhuriyet döneminde 1935
yılında çıkarılan Tunceli Vilâyetinin
İdaresi Hakkında Kanun ile Osmanlı
dönemi lahiyaları arasında öz anlamda
bir benzerlik söz konusu. Yani Cumhuriyet bir anlamda yarım kalan bir hesabın rövanşını iştahla yapmış.
- Dersimliler, özerk olmak istiyorlar
mıydı?
Özerk yaşama istekleri var. Bunu Osmanlılara karşı direnişlerinde görüyoruz. İnanç kimliğine karşı bağlılıkları
öne çıkıyor. Ama Dersim’de bir tek
inanç ve etnik kimlikten bahsetmek
karşılığını bulmuyor.
- Birçok kaynakta iddia edildiği üzere
idam edilen Seyit Rıza’nın İngiltere'nin
kuklası olduğu ne kadar doğru?
Uydurdukları isyanın başına bir lider
gerekiyordu. Seyit Rıza bu senaryonun
lideridir. Bir de bu liderin ihanet senaryosu gerekiyordu. Bu filme yabancı
değiliz... İstanbul’daki gayrimüslimler
için linç girişimi gerekçesi “Selanik'te
Atatürk’ün evini yaktılar”, Maraş
için “Aleviler camiye bomba attılar” ,
Sivas’ta 37 aydın yakıldığında da “Allahsızlar Tanı'ya laf uzattılar” denilmemiş miydi? Provokatif linçler hâlâ
belleklerde… Dersim'de bir tek aşiret
yok ki Seyit Rıza lider olsun. Her aşiretin bir lideri var ve her aşiretin etkinlik alanı farklı. Varsayalım lider Seyit
Rıza idi. Neden 7 aşiret lideri 1937’da
Elazığ’da idam edildi ve 70 küsuru da
ağır hapis ile cezalandırıldı?
- Özerklik isteği Cumhuriyet döneminde de sürdü mü?
Kızılbaşlar için bir endişe kaynağı olan
Osmanlı’nın Cumhuriyet’e evrilmesi
daha kabul edilir bulunuyor. Sıcak bakılıyor. Hatta görüşmelerde otonomi
vaatleri verildiği biliniyor. Bu anlamda
Osmanlı, Cumhuriyet'e göre daha geri
bulunuyor.
Dersimlilerin CHP ile bağını koparmamasının iki nedeni
- Dersimliler tüm yaşananlara rağmen
CHP'yle bağları koparmadı. Stockholm sendromu Türkçeleştirerek yöneltilen “Dersimliler neden cellatlarına âşık” sorularına ne diyorsunuz?
Gerçekten âşıklar mı, değiller mi, bir
araştırma konusu olabilir. Katliamdan
kurtulanların çoğuna, “Atatürk, Fevzi Çakmak olmasaydı, siz ölecektiniz.
Onların haberi yoktu, katliamı öğrenince onlar sizi kurtardı” diyorlar. Bu propagandanın uzun yıllar etkileri olabilir.
Ayrıca, 1938'den itibaren tek partili bir
dönem var. CHP dışında düşünebilecekleri başka bir seçenek yok. Ama çok
partili dönemin ardından 1960'larda
yaşanan aydınlanma süreci ve sonrasında Dersimlilerin CHP'den çok, daha
radikal sola eğilimli olduğu görülüyor.
Ama genelde CHP'ye yönelen bu eğilim, CHP’nin alternatifi parlamentodaki diğer partilerin hâlâ sağ ve Şafi-Sünni mezhebinin temsilcileri olmasından
kaynaklanıyor. Bu son seçimlerde de
Erdoğan, sürekli Kılıçdaroğlu’nu etnik
ve inançsal kimliğinden vurmaya başladı. AKP’nin bu politikası Dersimlileri
Kılıçdaroğlu'na yönlendirdi.
'Kamer Genç katliamı onaylıyorsa
Dersimlilerin kanında eli var’
- Özür için Kemal Kılıçdaroğlu önce
“Topluma nefret tohumları ekildi”
dedi, bir gün sonra da taleplerden bahsetti. Dersimliler açısından bu tutum
ne ifade ediyor?
Kılıçdaroğlu, kendi partisi içindeki
muhalif sesleri memnun edeyim derken önce Erdoğan’ı Dersim özrü konusunda bölücülükle suçladı. Ertesi gün
Erdoğan’dan daha geri ifadelerde bulunduğunu fark edince çark etti ve sürgünlere toprakların iadesi gibi taleplerden söz etmeye başladı.
Ancak bu konuda devlette bir süreklilik
söz konusu. AKP, bu işi CHP’ye yükleyerek sıyrılamaz. CHP ise hâlâ 30’lu
yılların CHP’si olduğunu ispatladı.
Geçmiş misyonuna sahip çıkarak hâlâ
ulusal bir çizgide ısrar ettiği, İnönü’nün
torununun açıklamalarında da ifadesini buldu. Kılıçdaroğlu, “Dersim’de bir
isyan olabileceği için harekât yapıldı,
sonra bir isyan çıktığı için bu isyan bastırıldı. Dersim olayı münferit bir olaydı” dememiş miydi?
- CHP Tunceli Milletvekili Kamer
Genç, “Dersim’e durup dururken
harekât diye bir şey söz konusu değildir. Derebeyleri ta Osmanlı döneminden beri bölgede devleti tanımıyor, vergi vermiyor, askere gitmiyor. Atatürk
bunlara karşı önce ikna yöntemini
kullandı. Sonuç alamayınca harekât
kaçınılmaz oldu” dedi ve “katliam”
kelimesinin yeni icat edildiğini söyledi. Başbakan özür dilerken, Dersimli
Genç’in sözlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kamer Genç, TBMM'de kaç dönemdir milletvekilliği yapan bir Dersimli.
Eğer Kamer Genç, bu katliamı yapan
zihniyeti onaylıyorsa onun da Dersimlilerin kanında eli var demektir. O suça
ortak olmak demektir. Genç, seçimler sürecinde de yaptığı açıklamalarda
“Dersimliler halis muhlis Türk'” dedi.
Elbette Dersim’de Türkler de var, ama
ben Dersim katliamında öldürülen on
binlerce kişi arasında bir Türk ismi
duymadım.
- Kamer Genç, bir dahaki seçimlerde
Tunceli'den Meclis’e girebilir mi?
Sanmıyorum.… Zaten katıldığı bir televizyon programında “Dersim meselesini gündeme ilk getiren benim” iddialarında bulundu. Sizin hatırlattığınız
cümleleri şimdiden unutmuş gözüküyor.
'Kılıçdaroğlu dürüst biri, ama söylediklerine inanamıyorum'
- Kılıçdaroğlu'na karşı bu kadar sert
değilsiniz...
Zaten keskin cümlelere gerek yok. Kılıçdaroğlu kişisel olarak dürüst kimliğiyle tanınır. İdeolojik tercihine bir şey
demiyorum, ancak Dersim konusunda
politikaya ilk atıldığında da “Münferit bir olaydır” demişti. Ancak kendisi de bir Dersimli olmasına rağmen
Başbakan'ın yarım ağız özrü üzerine
ifade ettiği cümlelere inanamıyorum.
Şaşkınım. Başbakan'a bundan dolayı
“bölücü” dedi. Bu duruşu ne ona sevgi besleyen Dersimlilerin gönlünde yer
yapacak, ne de genel başkanı olduğu
partiye yaranacak… Bence bir Dersimli olmasa da Dersim konusunda devleti daha ileri şeyler yapmaya zorlamalı.
Eğer siyasal hayatındaki konumunu
kaybederse, önerim politikaya atılmadan önce ilgi duyduğu Dersim davasına
hizmet etmeli.
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
‘Genelkurmay'da Dersim bombardımanı görüntüleri olabilir’
- Dersimliler, özürden sonra AKP oy
verir mi?
Sanmıyorum. Birincisi özür, devlet adına verilir. İkincisi AKP zihniyetinin,
Maraş, Çorum, Sivas olaylarında sicili
temiz değil. AKP, Kürt açılımı ve Alevi
çalıştayında da sınıfta kaldı. AKP’nin
samimi olabilmesi için onunda kendi
tarihiyle yüzleşmesi gerekiyor.
- Açılması beklenen Genelkurmay arşivlerinden ne çıkması bekleniyor?
Kaç kişinin öldürüldüğünün, hangi ailenin nereye sürgün edildiğinin ve birbirinden ayrılan ailelerin, evlatlık verilen kızların kimlere verildiğinin listesi
mutlaka vardır. Görüşme yaptığımız bir
tanık, kendi kız kardeşini bulmak için
Genelkurmay’a başvurduğunu ve orada
olan bir defterden bakılarak kız kardeşinin verildiği aileye ulaştığını belirtti. En önemlisi de, uçaklarla yapılan
bombalama görüntülerinin olabileceği
ihtimali var. Bir de Dersimli ailelerden
gasp edilen paraların kimlerce gasp
edildiği açıklanmalı. “Dersim zenginleri” diye tabir edilen kişiler var.
Ordunun kimyasal gaz kullandığını,
Dışişleri Bakanlığı yapmış İhsan Sabri
Çağlayangil itiraf etti. Dersim trajedisinin boyutlarını gerek tanık anlatımları
gerek dönemin resmi ağızlarının anı ve
yayınlanan resmi raporlardan az çok
biliyoruz. Ancak, arşivler açıklanırsa
devletin asıl niyeti ve uygulanma tarzını kamuoyu öğrenmiş olacak. Mağdurların taleplerinde haklı olduğu anlaşılacak. İnsanların bir daha böyle acılar
yaşamasının önüne geçilecek, kardeşçe
yaşamanın yolu açılmış olacak. Yüzleşme demek, tekrarı önlemek demektir.
2 Ağustos 1914:
İttihat ve Terakki,
Almanya ile gizli
ittifak anlaşması
imzaladı
1913 yılında kanlı Bâb-ı Âli baskınıyla iktidarı gasp eden İttihat ve Terakki Fırkası, uzun süreden bu yana Alman emperyalizmiyle sürdürdüğü yakın
ilişkileri kâğıda döktü. Başını Enver Paşa'nın çektiği fraksiyon, Almanya'nın
Orta Asya'da Rusya'yı arkadan vurma planı olan Turancılığı resmi devlet görüşü haline getirdi. Almanya ile Osmanlı arasında 2 Ağustos 1914'te imzalanan saldırmazlık anlaşması, aslında bir ittifak anlaşmasından başka bir şey
değildi.
1898 yılında Almanya imparatorlu II. Wilhelm'in Osmanlı İmparatorluğu'nu
ziyaret etmesiyle birlikte, Osmanlı-Almanya ilişkilerinde yeni dönem resmen
ilan edildi. Kayzer Wilhelm, eşiyle birlikte İstanbul'da geçirdiği 6 günden
sonra, Kudüs'e doğru hareket etti. Şam'da Sultan Selahattin'in mezarını ziyaret ederek, "dünya üzerindeki 300 milyon Müslüman'ın en iyi dostu olduğunu"
ilan etti.
Almanya imparatorunun bu ziyareti ve bu konuşması boş yere değildi; ana
hatlarını ezeli rakibi ve düşmanı olan Rusya'ya karşı Orta Asya'da Müslümanların yoğun olarak yaşadığı yerde ikinci cepheyi açmak, bunun için de Osmanlı İmparatorluğu'nu köprü olarak kullanmak olarak açıklayabileceğimiz
siyasetinin temellerini atıyordu.
Bu siyasete ideolojik zemin olarak hazırlanan Turancılık düşüncesi, İttihat
ve Terakki içinde başını Enver Paşa'nın çektiği kanadın büyük ilgisini gördü. Turancılık emperyalizmi, çok kısa bir sürede Osmanlı İmparatorluğu'nun
resmi devlet görüşüne dönüştü. 2 Ağustos 1914'te Osmanlı İmparatorluğu ile
Almanya bir saldırmazlık anlaşması imzaladılar. Bu anlaşmaya göre Rusya,
Almanya ve Avusturya'ya savaş ilan ettiği takdirde, Osmanlı Devleti de kendini Rusya ile savaş halinde sayacaktı.
Ancak bu anlaşmanın imzalandığı tarihte, Almanya Rusya'ya ve onun müttefiki Fransa'ya çoktan savaş ilan etmişti bile. Bu durumda İttihat ve Terakki
yöneticileri de iki Alman gemisine Rus limanlarını bombalatmak suretiyle,
Osmanlı İmparatorluğu'nu savaşa soktular.
Sonuç ise tam bir felaket oldu. İttihatçıların Turancılık çerçevesinde Orta
Asya'yı fethederek Kızıl Elma'dan Çin Seddi'ne kadar uzanacak bir Türk imparatorluğu kurma hayalleri, daha savaşın hemen başında Sarıkamış faciasında on binlerce askerin donarak ölmesiyle son buldu. Savaşın başlarında 18
milyon olan Osmanlı nüfusunun 3 milyon kadarı cephelerde savaşırken öldü
ya da yaralandı, Ermeni soykırımında yaklaşık 1,5 milyon Ermeni katledildi,
yüz binlerce Anadolu Hıristiyanı katledildi ve sürüldü, imparatorluğun geniş
bölgeleri ıssızlaştı, ekonomik ve sosyal hayat durma noktasına geldi.
Kaynak:
http://www.marksist.org/tarihte-bugun/12416--2-agustos-1914-ittihat-veterakki-almanya-ile-gizli-ittifak-anlasmasi-imzaladi
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir Kavram
Bin KIRIM
Yanilsamalar-7
Laiklik:
laiklikği isim
Ali Haydar Kanlı
1. Laik olma durumu, laisizm
2. hukuk Devlet ile din işlerinin ayrılığı, devletin, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımından yansız
olması, laisizm
(Türk Dil Kurumu Sözlügünden alıntı)
Laik kelimesi Yunanca laos ismi
ve laikos sıfatından gelir, Latincesi
laicus’tur. Laos: halk, kalabalık, kitle
demektir ve zıddı kleros’tur. Laikos:
halka ait, ruhban olmayan demektir.
Laicus: dinsel olmayan, demektir ve
Osmanlıcada bu terim ladini ile karşılanmış fakat bu tutmamış, Fransızca
laik kelimesi Türkçeye girmiştir. Laos/
kleros karşıtlığı MÖ 3. yüzyılda, din
yönetiminde iki sınıfı belirtmek üzere kullanılmıştır. Hıristiyanlığın ilk
yüzyılından itibaren kilise adamlarına klerikoi (Latince clerici), bunların
dışında kalanlara laikoi (Latince laici)
denilmiştir. Bu adlandırma, ruhani ve
cismani bir ikiliğe de işaret eder. Yeniçağda laik terimi, felsefi ve hukuki,
siyasal bir anlamla genişleyerek devlet
ve din ilişkilerine ait bir tarzı ifade etmeye başlamıştır. Fransa’da 3. cumhuriyette laicisme kelimesi dile girmiştir.
İngilizcede, papazdan başka bütün
halka lay, laity denir ve laic, secular
kelimeleri de cismaniliği ifade eder.
Latince saecularis’ten gelen secular,
özellikle İngiliz ve Alman toplumunda
kullanılır.
En yaygın hukuki tanımıyla Laiklik,
devlet ile din işlerinin ayrılmasıdır.'
Devlet, bir dine inanıp inanmama meselesini özel bir problem sayar, fertlerinin sadece maddi yönüyle ilgilenir,
kendisi devlet olarak hiçbir dini taşımaz, hiçbir dini ayine katılmaz, fakat
Devletin dini vardır (İslam)
Devlet okullarında din dersi zorunludur (İslam dini)
Devlet Camiler yaptırır (Devlet kasasından finanse edilen İmam Hatip
Okulları vardır.
Devlet, kendi vatandaşı olan gayrimüslümlerin kurdugu ve kendilerinin
finanse ettigi okullardaki egitimcilerin
Türk (müslüman) olması zorunlulugunu getirmiştir (üstelik 2-3 kat daha
yüksek ücretle)
fertlerin her türlü dini serbestliklerini kabul eder. Devlet, dini esaslara
dayanan kanunlar yapamayacağı gibi,
bütün dinlere eşit mesafede durur ve
hiçbir şekilde dinlerin ibadet hüküm
ve kurallarına müdahale edemez. Ve
fakat; dinlerin düzenini bozacak davranışlarını da önlemekle yükümlüdür.
Özü bir etnik arındırmadan öteye gitmeyen ulusal kurtulus (!) savaşı süreci ve sonrasında birbiri ardına yaptığı
kırımlarla müslüman olmayanlara hiç
bir şekilde yaşam hakkı tanımayan
Kemal, devlet eliyle kurdugu ve devlet
kasasından finanse ettigi DİB. (Diyanet İşleri Başkanlığı) aracılığıyla islam
dinini devletin dini olarak ilan ve himaye etmiştir.
Ermeni, Süryani kırımlarından sonra Pontus kırımıyla soykırımcı mirasi
devralan Kemal, devamla Koçgiri Alevilerini kırımdan geçirir ve süreci Dersim Tertelesine dek sürdürür.
Kürtlerin (Zilan istisnası hariç) kırımlardan payını almamasının asıl nedeni
de onların islam üzerinden türkleştirilebilecekleri varsayımına dayanmaktaydı.
Sivas ve Erzurum Kongrelerinde iki
yanına din adamlarını alarak pozlar
veren Kemal, pragmatist duruşunu net
bir şekilde ortaya koymuştur.
İslam üzerinden kurdugu Ulus Devletin kuruluş felsefesi anti laiktir!...
İşte kanıtları:
Din işlerinin devlet işlerinde ayrı tutulması gerekirken islamist devletimizin
DİB’i vardr (Diyanet İşleri Başkanlığı)
İmamlar ordusunun maaşları devlet
kasasından ödenmektedir!...
1923 ten başlayarak kökleri Osmanlı
sürecinde yatan "Nüfus Kodu" uygulamasiyla tüm gayrimüslümleri kodlayarak (Rumlar 1, Ermeniler 2, Süryaniler
3, Digerleri 4) girişim süreclerini denetim altına almıştr.
Alevileri müslüman sayarak asimile
etmiştir (2006 yılında aldığım Nüfus
kagıdındaki din hanesini boş bırakmak veya dinsiz yazdırmak istegim bir
yıldan fazla süren ve yüz sayfayı aşan
iç yazışmalara, konsolosluk nezdinde
sert tartışmalara malolmuştu)
Kemalist Laiklik; Dinin devleti yerine
devletin dinini yerleştirmiştir.
Devlet eliyle kurulan DiB (Dyanet İşleri Başkanlığı) Milli savunma Bakanligindan sonra gelen en yüksek bütçeye sahiptir ki; kimi kaynaklara göre
bu bütçe yedi bakanlığın bütçesinden
daha fazladır.
Devletin dini içindeki kimi cemaat örgütlenmeleri o kadar palazlanmışlardır
ki, dinin devletini kurma girişimlerine
degin ileri gidebilmişlerdir Kemal´in
kendilerine hazırlayıp sundugu olanaklar üzerinden.
Dini kullanmak, kimi dinci akımlara
ilericilik payesi vererek ittifak arayışına girmek, ya da toplumsal gerceklikten kopuk bir demokrasi savunuculuğu ile özgürlük bayrağını onlar için de
sallamak, aydin müsveddelerinin kafalarda yarattığı karışıklığın ürünleridir.
Çağdışı bir ekonomik, toplumsal, siyasal sistem adına, kapitalizm karşıtlığı
ile modern insanin bir birlik arayışı
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
söz konusu bile olamaz.
Şeriat düzeninde ifadesini bulan tarihsel gelişimindeki kimi özellikler dolayısıyla, diğer dinlere göre daha fazla
siyasal, toplumsal ekonomik yaşamın
bütün alanlarını düzenlemek zorunlulugunu koyan, kapitalist reformasyonun kirli bohcasında kalmış İslamiyet
gibi bir din söz konusuysa, bu konu çok
daha özel bir anlam taşır. Çünkü onda
öz ve içerik olarak, demokrasinin zerresini bulmak mümkün değildir. Tarihin çarklarını geriye, karanlık bir çağa
doğru çevirmek isteyen dinci gericiliğe karşı tutarlı bir mücadele yürütülmeden, bırakalım aydın olmayı, vasat
bir insan bile olunamaz
• Hilafetle beraber Türkiye’de mevcut
olan Ortodoks ve Ermeni kiliseleri,
patrikhaneleri ve Musevi hahamhanelerinin ortadan kaldırılması lazımdır.
Hilafet ve bu muhtelif patrikhaneler
asırlardan beri ruhani yetkilerinin sınırları dışında çok büyük ayrıcalıklar
aldılar. Halkın anlayışına dayanarak
bahşedilen hukuk dışı ayrıcalıklar ile
cumhuriyet idaresinin uygulanması
mümkün değildir…/ M. Kemal (04.
05.1924, New York Herald Tribune
Muhabirine Demeç.) etnik arındırmaya verilebilecek en güzel itiraf örnegi
bu olsa gerek ...
• İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir. Eksiksiz dindir. Çünkü
dinimiz akla mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor./ M. Kemal (07. 02. 1923, Balıkesir)
Le Journal Muhabiri Paul Herriot’ya
Verilen Beyanat.) binlerce yıkık kilise, manastır ve hatta mezarlığın taşları
bile yerinde kalmamıştır Taksim Gezi
Parkı´nın altında kalan Ermeni Mezarligi örneginde oldugu gibi, mezar taşları başka bir alana nakledilerek müslüman camiinin merdiven yapımında
kullaniımiıştır!.
Faşist darbe/ci/ler karşısında bugünkü tutum sadece siyasal konjonktürü
çözümlemede yaşanan belirsizlik ve
zorlanmaların bir sonucu degildir. Solun ağırlıklı bir bölümünde bugün de
örtülü örtüsüz darbe yandaşlığının,
tutum belirsizliklerinin temelinde,
halkçı devrimcilik, maoculuktan-misaki millici analizlerden kopamama,
Türkiye'nin sınıfsal siyasal tarihinde
“Kemalizm”in yer ve rolünün birbirlerine karıştırılması bulunmaktadır. Bu
Türkiye'de sağ oportünizmin darbecilerle flörtünün tarihsel-teorik köklerinden birisidir.
870'lerde Bismark, Alman Katolik Partisi'ne karşı yasalar, polis kovuşturmaları ile yürütülen bir kültür savaşı
açmıştı.
Kemalist şarlatanlar tarafından yere
göge sıgdırılamayan Kemalist laiklik
savaşımı da Bismark´vari yöntemlere
dayanır. Üstyapıda, burjuva demokrasisinin diger unsurlarından arındırılmış olarak, tepeden inmeci ve baskıcı.
Faşizmin Kemalizmde kendi ideolojisine buradan da dayanaklar bulması ve
her askeri darbede dinci gericiliği gerekçe yapması bundandir .(Chp, İp vb)
Sonuc yerine; laiklik, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bir parçasıdır
ve diğer demokratik istemlerle bir bütün oluşturmalıdır.
Dinsel gericilige karşı mücadele bu
temelde ele alınmadıgı zaman burjuva
liberal eskileriyle ittifak anlayışından,
faşist kliklerin yedeğine düşmeye uzanan bir labirentte debelenilip durulur
ki: içinden geçmekte olduğumuz süreç
bunun örnekleriyle doludur (Taksim
Gezi eyleminde oldugu gibi) Keza;
Kürt sorununun "Kürt-Türk İslam Kardeşligi"nde ifadesini bulan çözüm/
süzlüg/ü de bu kafa karışıklığının bir
sonucudur.
Demokrasinin olmazsa olmazları; insanin insan olmaktan kaynaklı doguştan gelen haklarının (bakiniz Evrensel
İnsan Hakları Bildirgesi) teslimidir.
Bu anlamda asgari bir çözümün yolu
burjuva demokratik devrimden geçer.
Algı ve analiz bozuklugu olmayan her
insanın rahatlikla kavrayabilecegi gibi
Türkiyede Laikm bir düzen yoktur ve
hiç bir zaman da olmadı. Bu görev;
burjuva devriminin çöz/e/medigi tüm
diger demokratik görevler gibi önümüzde durmaktadır...
Kemal´den panislamist söylem örnegi.
fazla söze ne hacet?
• Sonra Kuran’ın çevirisini emrettim.
Bu da, ilk defa olarak Türkçe’ye çevriliyor. / M. Kemal (30.11.1929, Vossische Zeitung Muhabirine Demeç.)
tepeden inmeciligin, kitle dayanagindan yoksunlugun daha açık bir ifadesi
olamazdı.
Ahcam bir fesat ve hainlik ocağı bulunan memlekette nifak tohumları ve
uyuşmazlık saçan, hıristiyan hemsehrilerimizin refahı için de uğursuzluk
ve felaket nedeni olan Rum Patrikhanesini artık topraklarımız üzerinde bırakamayız. Bu tehlikeli teşkilâtı memleketimizde muhafazaya bizi mecbur
etmek için ne gibi vesile ve sebepler
gösterilebilir? / M. Kemal (25.12.1922,
http://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/
ataturk-ilke-ve-devrimleri-cumlesicikartildi-h37480.html
hayırlı bir adım!
İSTANBUL- İstanbul Üniversitesi Senatosu mezun olan İstanbul Üniversitesi
öğrencilerinin yemin törenlerine dair yönergeden, aldığı bir karar ile 'Türkiye
Cumhuriyeti yasaları' ve 'Atatürk devrim ve inkılapları' cümlelerini çıkarttığı
öğrenildi. Tepkilerin büyümesi üzerine konu ile ilgili Tweet atan İstanbul
Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yunus Söylet, "Ölmüş devlet büyüklerini putlaştıranlara hep üzülerek baktım" dedi. Bilindiği gibi 1930'larda Üniversite
reformu yapıldığında Atatürk, o dönemde Darul Fünun olarak bilinen İstanbul Üniversitesi'ne gelip incelemelerde bulunmuş ve derslere katılmıştı.
kızılbaş - sayfa 64 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
1931 Jandarma'nın Dersimli Tarifi
Jandarmanın Dersim 38 dönemine dair
raporları gün ışığına çıktı. Gerçekten
devletin bakış açısını buradada görüyoruz… Bu zihniyet bitmedikçe bu ülkede
daha nice katliamlar darbeler sürer gider
KİM BU DERSİMLİLER
Rapordaki en dikkat çekici bölüm ise
devletin bakış açısını ortaya koyması
açısından Dersimliler’le ilgili tespitler:
Konuştukları dil Zazacadır.
Dersim kalabalık ve çok silahlıdır.
Dersim’de silah toplamak gün ve ay işi
değildir. İki sene işidir.
Türk ve Türklüğü telkin etmek için iki
mektep açılmalı.
Hükümete karşı tamamıyla anarşiktir.
Dersim hükümeti cumhuriyet için bir
çıbandır.
Dersimliler askerlik yapmazlar.
Zaza kadını, Türkmen ve Yörük kadınları gibi cinsi temasa pek düşkündür.
Türkmen kadını gibi evinin işlerini
çevirir.
Yavuz Sultan Selim’in gazabı olmasaydı bugün güzel Türkiyemiz’de tek bir
Sünni’ye tesadüf etmek imkanı belki de
mümkün olmayacaktı.
Aleviliğin en kötü ve tefrika değer
cephesi Türklük’le aralarındaki derin
uçurumdur. Bu uçurum Kızılbaşlık
itikadıdır.
Kızılbaş, Sünni Müslümanı sevmez.
Kin besler, onun ezelden düşmanıdır.
Kızılbaşları, yuvarlak kafası, geniş alnı
basık yüzü ile gözlerinin daima akın
yollarını, uzakları araştıran cevvaliyeti
ile Türk neslinden ayrı bir nesle bağlamak güç bir iş olur.
Dersim; Türk, Faris, Asur, Ermeni,
Arap gibi milletlerin tortularını almış
bir mıntıkadır.
Ermenilik Dersim içinde şimale gittikçe
kesafetini kaybetmiş ve ancak kasabalar
ve onların yakınında barınıp taşamamış
ve hiçbir zaman Dersim umum nüfusunun yüzde 20’sini aşamamıştır. Harbi
umumiden sonra izlerini bırakarak
ölmüştür.
DERSİM’DEKİ durumu analiz
eden 1931 tarihli Jandarma Umum
Kumandanlığı’nın raporunda, dönemin
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın “ıslah
planı” var. Kaya, “Aşiret ağaları ve
aşiret ağası olabilecekleri Dersim’den
uzaklaştırılmalı. Dersim’de topraksız
ve ağaların esiri köyler, mahallen veya
naklen topraklandırılmalı” diyor ve
ekliyor: “Bunların tatbiki askeri bir
harekete bağlıdır.” Jandarma’nın raporuna göre, merkezi otoritenin Dersim
üzerinde hâkimiyet kurma çalışmaları
1860 tarihinde başlıyor. Tam 11 kez
askeri harekât yapılıyor. Dersim’e Jandarmanın dönemlere ayırdığı raporlarda, “Dersim giderek Kürtleşiyor” tanımı
bulunuyor. Vatandaşın aşiretlerden çok
çektiğini ve bu nedenle sesini çıkaramadığı yorumları da var.
Hızır Baba
Deli dolu esen rüzgâr
Yare benden selam söyle,
Yollarımı kesen rüzgâr,
Yare benden selam söyle.
Karşı dağlar dizim dizim,
Her yanımı sardı hüzün,
Rüzgâr sana benden izin,
Yare benden selam söyle..
Yüreğimde hatırası,
Zor imiş gönül yarası,
Ben sevdim aldı başkası,
Yare benden selam söyle...
400 SENE NÜFUZ EDİLEMEDİ
Jandarma raporunda, “Dört yüz seneden
beri Dersim’e hükümet nüfuzu girememiş” değerlendirmesi dikkat çekerken,
Şeyh Sait isyanının bastırılmasından
sonra halkta büyük bir yılgınlık oluştuğuna dikkat çekiliyor. 1930 yılından
sonra yapılan harekât planında Aşiret
reislerinin Dersim’den sürgün edilmesi
ve Türklüğün telkini yönünde propagandaya önem verilmesi kararlaştırılıyor. Kürtçe yerine Türkçe’nin ikame
edilmesi, ‘Türk camiası içinde Kürtlük
eritilmeli’ söyleminin hayata geçirilmesinde yarar olduğu vurgulanıyor.
Yaradan İşine Karışmam Haşa
Yaradan işine karışmam haşa
Neden insanları öldürüyorsun
İster çoban olsun isterse paşa
İsmini defterden sildiriyorsun
Akılı arife ettin hediye
Ya bu cahilleri yarattın niye
Cennet-ü alâda huri var diye
Ahmaklara namaz kıldırıyorsun
Böyle işler yakışır mı allaha
Yarattığın kullar bitap billaha
Öldürdüğün kullar gelmez bir daha
Onları nereye dolduruyorsun
Söylediğim söze gücenme yarap
Yarattığın kullar bitap ve harap
Şekkip Rezzani'ye içirdin şarap
Softayı kendine güldürüyorsun
Download