Türkiye’nin Gücünü Test Etmek Türkiye’de siyaset son iki yıl içinde ardı ardına yapılan dört seçimin ardından 1 Kasım itibariyle istikrara kavuştu. Böylece Gezi olayları ile başlayan ve ülkenin ufkunu karartan süreç sona erdi. Artık ülke gelecek dört yılda yeni bir seçim yaşamayacak. Şimdi Anadolu insanının seçimlerde gösterdiği feraseti ve demokratik süreçlere ilişkin güveni boşa çıkarmayacak politikaları hayata geçirme zamanıdır. Kurulan yeni kabinenin öncelikli hedefi ekonomik ve siyasi anlamda yeniden yapılanma ve reform projelerini öncelemek olmalı. AK Parti hükümetleri son yıllarda özellikle Anadolu’nun her yerinde iz bırakacak güzel hizmetler yaptı. Duble yollardan, şehirlerin ve köylerin imarına ve hızlı tren ağlarına kadar Türkiye’nin fiziki altyapısı büyük ölçüde tamamlandı. Siyasi olarak da halkın iradesine saygı duymayan bürokratik vesayetçi sistemi milletin desteği ile geriletti. Şimdi bir yandan eksik kalan yatırımları tamamlamaya ve ekonomiyi rayında tutmaya devam ederken, diğer yandan bu ülkenin temel sorunları olan eğitim ve kültür gibi insanımızın medeniyet ufkunu açacak alanlara yönelmek gerekiyor. Güçlü ekonomi elbette olmazsa olmazımızdır, ancak Türkiye küresel düzlemde merkez bir ülke olacaksa bunun yolu Türkiye’yi bilimsel, siyasi ve kültürel anlamda epistemolojik bir merkez haline getirecek yatırımlar ve zihniyet değişiminden geçiyor. Antalya’da yapılan ve adeta küresel bir BM Kabinesi’ni andıran G-20 liderler zirvesi Türkiye’nin organizasyonel kapasitesini ispat etme ve dünyadaki saygınlığını görme açısından son derece öğreticiydi. Güçlü Türkiye’nin yeniden tarih sahnesine dönüşünde Antalya zirvesi hafızalarda önemli bir enstantane olarak yer edecektir. Diğer yandan Türkiye’nin hava sahasını ihlal eden bir Rus uçağının düşürülmesi de benzer şekilde ciddi bir devlet olduğu imajını pekiştirecektir. Zira Baltık ülkelerinden Doğu Akdeniz’e uzanan coğrafyada yer alan tüm ülkelerin hava sahasını adeta kevgire çeviren ve tarihinde ilk kez balistik füze kullanarak Suriye’ye müdahale eden Rusya ve diğer ülkeler Türkiye’nin egemenlik haklarını koruma konusundaki kararlılığını ve bu gücünü not edeceklerdir. Bu yeni olay adeta altın çağını yaşayan Türk-Rus ilişkilerinde elbette bir kırılma yaşatacaktır. Ancak iki ülkedeki devlet geleneğinin ve liderlerin bu krizi daha fazla derinleştirmeden hızla aşacaklarını umuyoruz. Bu arada yalnızca kendi ülkelerine yönelik mülteci akımı olduğunda harekete geçen Batılı dostlarımızın da Suriye’deki insani krizin temelinde yatan siyasi krizi artık görmeleri gerekir. Türkiye’nin gösterdiği tüm fedakârlıklara ve aldığı risklere rağmen Suriye Krizi tek bir ülke tarafından çözülmeyecek kadar çetrefilleşmiştir. Suriye halkını Putin-Esed ikilisinin merhametine terk etmek demokratik Avrupa adına tarihe kara bir leke olarak geçecektir. Kalın sağlıcakla. Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı İÇİNDEKİLER STRATEJİK DÜŞÜNCE • SAYI: 73 • ARALIK 2015 108 “Normalleşme” Muhalefet Partlernden Başlamalı Surye’de Bayır Bucak ve Vurulan Uçak Dr. Murat Yılmaz..................................................................................... 6 Aydın Bolat ............................................................................................62 MHP 1 Kasım’da Neden Kaybett? 2015 G-20 Antalya Zrves’nde Çn Prof. Dr. Turgay Uzun .........................................................................12 Doç. Dr. Erkn Ekrem...........................................................................66 CHP 1 Kasım Seçmlernden Ders Alacak Mı? Surye: Türk–Rus İlşklernde Keskn Dönemeç Selvet Çetn............................................................................................16 Fert Temur ............................................................................................70 Burda Kmse Yoğtıırr!.. Surye’ye Rus Müdahales ve Arka Planı Snan Başak ..........................................................................................19 Vahteddn Bngöl .................................................................................73 1 Kasım Sonrasında Terör Devam Eder M? Gündem: Rus-Türk İlşkler Bülent Orakoğlu ...................................................................................22 Başkanlık Sstem Üzerne Kısa Br Değerlendrme 59 İbrahm Şahbazov ...............................................................................76 Prof. Dr. Haluk Alkan...........................................................................28 Cumhuryetç Partnn Geleceğ ve 2016 Başkanlık Seçmler Seçm Hükümet Yrd. Doç. Dr. Mehmet Kocaoğlu .......................................................82 Prof. Dr. Faruk Blr ..............................................................................32 Kuşatılan İran-2 Snan Tavukcu ......................................................................................90 Nusaybn’de Ne Oluyor? Orhan Mroğlu .......................................................................................35 Netanyahu’nun ABD Zyaret Öner Buçukcu .......................................................................................96 7 Hazran’dan 1 Kasım’a Neler Değşt? İbrahm Uslu Röportajı .......................................................................38 1 Kasım, G20 ve Ekonom Dr. M. Levent Yılmaz ........................................................................ 100 Yen Terör Dalgası ve Radkalzmle Doğru Mücadele Prof. Dr. Brol Akgün............................................................................46 Türkye’nn Başkanlığında G-20: Değşen Roller ve Küreselleşen Meseleler Fransa’dan Bayır Bucak’a Br Kalın Çzg Doç. Dr. Selm Kayhan ..................................................................... 102 Prof. Dr. Yasn Aktay ...........................................................................52 Yenden Fransa’da Saldırılar… Seçm Sonrası Türkye Syasetnn Dünya ve Ülke Dnamkler Açısından Değerlendrlmes Zeynep Songülen İnanç .....................................................................59 Prof. Dr. Talp Özdeş ......................................................................... 108 62 82 35 16 46 Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Birol Akgün www.sde.org.tr Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Doç. Dr. Mehmet Şahin Dr. Murat Yılmaz Dr. Cemil Ertem Orhan Miroğlu Aydın Bolat Alper Tan Danışma Kurulu Prof. Dr. Muhsin Kar Prof. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. B. Berat Özipek Bülent Orakoğlu Dr. M. Levent Yılmaz Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. H. Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Haluk Alkan Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Prof. Dr. Osman Can Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Sinan Tavukcu Yazı İşleri Müdürü Mehmed Cahid Karakaya Yayın Asistanları Adem Karaağaç İbrahim Kaya Hasan Gökmeşe Reklam Rezervasyon [email protected] Fotoğraflar AA, ShutterStock Yönetim Yeri Ç. Emeç Bulv. A. Öveçler Mah. 4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara Tel: 0 312 473 80 45 Faks: 0 312 473 80 46 Tasarım-Baskı Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti. Tel: 0 312 397 16 17 www.basakmatbaa.com Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir. 06 “Normalleşme” Muhalefet Partlernden Başlamalı Dr. Murat Yılmaz MHP 1 Kasım’da Neden Kaybett? Prof. Dr. Turgay Uzun 16 CHP 1 Kasım Seçmlernden Ders Alacak Mı? Selvet Çetn Burda Kmse Yoğtıırr!.. Snan Başak 22 Bülent Orakoğlu Prof. Dr. Haluk Alkan 28 Seçm Hükümet Prof. Dr. Faruk Blr Nusaybn’de Ne Oluyor? Orhan Mroğlu 38 19 1 Kasım Sonrasında Terör Devam Eder M? Başkanlık Sstem Üzerne Kısa Br Değerlendrme 32 12 7 Hazran’dan 1 Kasım’a Neler Değşt? İbrahm Uslu Röportajı 35 İÇ POLİTİKA “NORMALLEŞME” MUHALEFET PARTİLERİNDEN BAŞLAMALI CHP ve havzasında bu ş tartışacak ve hayata geçrecek yen br hareket ve kadrodan bahsedlemeyeceğne göre, bu değşmn daha başlangıçta sınırlı olacağı söyleneblrd. Ntekm değşm hamlesnn etks CHP çersndek tartışmalarla kırıldı, kna edclk vasfı azaldı, Genel Başkan Kılıçdaroğlu ve genel merkezn hareket alanı daraltıldı. Bu durum, en çok başörtüsü ve Çözüm Sürec tartışmalarında yaşandı. Anayasa yapmak için idam gömleğini giymeyi göze almak lazım, Kürt sorunundaki reformlar için önce MGK ve Genelkurmaydan izin almak lazım, terörle mücadeleyi Kara Kuvvetlerine havale etmek lazım ifadeleri bu muhalefet anlayışının tezahürleridir. Muhalefetin vesayet sistemi hâkimken, dar alanda siyaset yapması en azından reel politik bakımdan anlaşılabilirdi. Ancak 14 yıllık reformlarla vesayet sistemi yıkıldıktan sonra da, muhalefetin siyasetin genişleyen sınırlarına rağmen dar alanda siyasette ısrar etmesi anlaşılabilir değildir. Muhalefet, Türkiye’nin normalleşmesine katkıda bulunabilmek için evvela iktidara şunları konuşamazsınız, bunları yapamazsınız hatta teklif dahi edemezsiniz demekten vazgeçerek genişleyen alanda siyaset yapmaya yönelmelidir. Kutsal Dava, Örgüt ve Lider Muhalefet açısından ikinci büyük engel, kimlik politikalarına hapsolması ve kimliklerin temsilcisi sıfatıyla eleştiriden münezzeh bir kutsallık halesine bürünmesidir. Bu haliyle muhalefet, siyaset yapmak yerine kimliklerin, ardına sığınarak kutsal bir dava, kutsal bir teşkilat ve kutsal bir lider kültü etrafında şekillenmektedir. Böyle olunca muhalefet kendisinde ülkenin bir altın hissesinin olduğu zehabına kapılıyor. Dr. Murat YILMAZ SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü S eçimlerden sonra ilk tartışılan kazanan partinin balkon konuşması oluyor. Arkasından da herkes kazanan partiye ve lidere öğütler vermeye başlıyor. Kaybeden ve 15 yıldır kaybeden partiler ise genel başkanlar değişecek mi, olağanüstü kongre toplayacaklar mı dedikodularıyla asıl tartışmayı geçiştiriyorlar. Hâlbuki bir ülkede 15 yıldır iktidar değişmiyorsa ve ana muhalefet ancak iktidar partisinin yarısı kadar oy alabiliyorsa, öncelikle tartışılması gereken muhalefet partileridir. Türkiye’deki muhalefet partilerinin temel sorunu, çöken vesayet sisteminin içinde düşünmekten 6 ARALIK 2015 kurtulamamalarıdır. Muhalefet, çoğunluğun yönetme hakkını ve Türkiye’nin temel problemlerini siyasetin çözmesi gerektiğini hazmetmekte zorlanıyor. Muhalefetin “Öğrenilmiş Çaresizliği” Vesayet sistemine göre temel tartışma konuları bürokrasi tarafından karara bağlanır, iktidarın bütçe ve atamalardan ibaret bir alanı vardır. Siyasetin alanını genişletmek isteyen partilerin ve siyasetçilerin sistemle başı belaya girer: Hatta “Muhtar bile olamaz.” Muhalefet, vesayet isteminin “öğrenilmiş çaresizlik” terbiyesiyle adeta zehirlenmiştir. Hafızamızı yoklarsak CHP, MHP ve HDP için ayrı ayrı dava, teşkilat/örgüt ve lider kutsamaları zihnimize gelecektir. Son zamanlardaki “Yeni CHP” söylemine rağmen, CHP de maalesef hala bu sınıfın içinde yer alıyor. Hal böyle olunca muhalefetin içinden veya dışından makul eleştiri ve değişim teklifleri kendilerine uygun mecralar bulamıyor. Bu yüzden de muhalefet dönüşmek ve yenilenmek yerine ayrılma ve tasfiye sarmalından kurtulamıyor. Türkiye’nin normalleşmesi, ancak müşterek bir “norm”da anlaşmasıyla mümkün... Muhalefet vesayet sisteminin çöktüğünü, altın hissesi olanların değil çoğunluğun yönetme hakkının olduğunu ve kendilerinin seçime giren diğer partilerden bir üstünlüğünün olmadığını kabul etmedikçe normalleşmenin yolları kapalıdır. Muhalefet bu normları kabul ettiğinde kutsal dava, teşkilat/örgüt ve liderlerin tartışılmazlığı yerine kendi siyaset performanslarını değerlendirmeye yönelebilir. Muhalefet artık evinin önünü ve hatta içini temizlemelidir. Dikkat edilirse bütün dünya AK Parti Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’nu arayıp tebrik ederken, muhalefetten hala bir tebrik telefonu veya ziyareti duyulmadı. Muhalefetin seçim sonuçlarını centilmence kabul ederek rakiplerine, hakeme, millete, sahaya suç bulmayı bırakarak kendine yönelmesi ve A’dan Z’ye her şeyi tartışması gerekiyor. CHP CHP 1 Kasım seçimlerinde başarılı olamadı. Başarısızlık CHP için yeni değil. Çok partili hayatın başlangıcı 1946’dan bu yana CHP başarısız. CHP için yeni olan, “Yeni CHP” söylemlerine ve genel başkan değişikliğine rağmen başarısızlığın devamında... Yeni Genel Başkan ve Yeni CHP söylemleri de, seçmenlerin çoğunluğunu CHP’nin değiştiğine ikna edemiyor. Bu durum, CHP değişebilir mi sorularını gündeme taşıyor? Bu bakımdan 1 Kasım seçimleri sonrasındaki CHP tartışmaları, genel başkan değişikliği ötesinde bir derinlikte gelişiyor. CHP 1946’dan bu yana sürdürdüğü laiklik ve rejim krizi üzerinden yürüttüğü siyasetten, bürokratik vesayetin çöküşüyle ağır bir yenilgiyle çıktı. Bürokratik vesayet sistemindeki ortaklarının güç kaybetmesi karşısında topluma dönmek zorunda kalan CHP, yeni bir arayış içine girdi. Deniz Baykal’ın son döneminde başlayıp Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan olmasıyla hız kazanan bu arayış, CHP’nin tek parti dönemi ve 27 Mayıs sonrasındaki bürokratik vesayet döneminde oluşmuş ideoloji, teşkilat ve zihniyetin adeta CHP paradigmasının tartışılması anlamına geliyordu. ARALIK 2015 7 CHP ve havzasında bu işi tartışacak ve hayata geçirecek yeni bir hareket ve kadrodan bahsedilemeyeceğine göre, bu değişimin daha başlangıçta sınırlı olacağı söylenebilirdi. Nitekim değişim hamlesinin etkisi CHP içerisindeki tartışmalarla kırıldı, ikna edicilik vasfı azaldı, Genel Başkan Kılıçdaroğlu ve genel merkezin hareket alanı daraltıldı. Bu durum, en çok başörtüsü ve Çözüm Süreci tartışmalarında yaşandı. Değişmiyor, Savruluyor CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan olmasından sonra Yeni CHP inşa edilemediği sürece, yeni toplumsal kesimlere açılarak partinin büyütülmesi çabası, bir siyasi program ve tutarlılık ekseninde yapıl(a)mayınca “savrulmalar” şeklinde telafi edilmeye çalıştı, çalışıyor. “Yeni CHP” söylemi ve iddiası, başarılı olamadıkça yeni toplumsal kesimlere açılabilmek için Gezi’ye, sağa, Sarıgül’ün popülizmine, Cemaatin yolsuzluk kampanyasına, HDP’nin muhalefetine savrulan CHP’nin Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı dışında ortak paydasının azaldığı ve bu savrulmalardan zarar gördüğü söylenebilir. 8 ARALIK 2015 Herkesi Yakalayabilir Mi? Bu savrulmaların aşılması ve CHP’nin “herkesi yakalamak” isteyen bir partiye dönüşmesi de mümkündür. Ancak bu tercihin CHP’nin tarihi, ideolojik ve teşkilat mirasıyla bağdaşmasının zor olduğu kaydedilmelidir. CHP “herkesi yakala” partisi olmaya karar vermesi ve bunu uygulaması, partinin taban ve teşkilatının ikna edilmesinin yanı sıra, ülkedeki genel siyasi iklime de bağlı görünüyor. CHP birbiriyle telif edilemeyecek açıklamalar, değişim ve yenileşme tartışmalarıyla bir tutarsızlık ve yönsüzlük girdabına sürükleniyor. Hâlbuki değişim ve yenilenme dönemlerinde en tehlikeli olan şey, işte bu yönsüzlük halidir. Çünkü değişim ve yenilenme, korku ve umudu harekete geçirir. Değişim eskiden memnun olanları ve yeniyle tasfiye olacakları korkuturken, vaat ettikleriyle de umut yaratır. Yönsüzlük işte bu korkuyu arttırırken, umudu ortadan kaldırır. Böylece değişim ve yenilenme için ihtiyaç duyulan temel dinamikten, yani umuttan mahrum kalınır. Bu durumda korku ve umudun yarattığı makası karşı cephe için kullanabilecek değişim ve yenilenmeyi taşıyan aktör, cephede ters dö- nerek kendi makasının hedefi haline gelebilir. CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu, böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalmış görünmektedir. CHP’nin içine düştüğü derin kuyudan kendi başına çıkması zor görünüyor. CHP kriz yerine işbirliğini seçer ve siyasi merkezin demokratik bir rol oynarsa değiştiğini kendi tabanına ve Türkiye’ye gösterebilir. MHP MHP, son dönemin merakla takip edilen partisi oldu. 7 Haziran seçimlerinden sonra kilit parti MHP oldu. Bu yüzden de MHP bütün tarafların hedefi haline geldi. İçeriden bakınca ise, MHP hala içinden çıkamadığı bir paradoksa hapsolmuştu. MHP iki bloğa ayrılan siyasi tabloda kendisine yer bulamadı ve ayrı bir blok oluşturmayı denedi. Ancak MHP ayrı bir blok olmayı başaramadı ve seçimlerden küçülerek çıktı. Şimdi dışarıdan ve içeriden artan eleştirilerle yüzleşmek zorunda. Kurucu lideri Alpaslan Türkeş’in vefatından sonra bir lider partisi olmanın ötesinde ideolojik bir tabana sahip olduğunu gösteren MHP, 18 Nisan 1999 seçimlerinde sürpriz başarıyla % 18 oy almıştı. Bu süp- riz başarıya rağmen, kendi liderliğinde bir koalisyon yerine Bülent Ecevit liderliğinde bir koalisyonu kabul eden Genel Başkan Devlet Bahçeli, böylece MHP’yi yeni bir güzergâha soktu. Belki gerçekçi bir değerlendirmeye dayanan bu tercih, DSP-MHP-ANAP koalisyonun çok açık başarısızlığı ile tarihe geçti. MHP Yenilenmeyi, Değişmeyi Başaramadı MHP, bu koalisyon sürecinde sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada milliyetçilerin küreselleşmeye cevap veremeyen ideolojik baskısı altında ezildi. Bu yüzden bazen çok uyumlu bazen çok uyumsuz bir parti görüntüsü ortaya çıktı. MHP aynı zamanda Türkiye’deki milliyetçilerin entelektüel seviye kaybının sonucu olarak, değişen şartlar karşısında kendini yenilemeyi ve değişmeyi başaramadı. Bahçeli’nin bu dönemde, MHP’yi mafyöz ilişkilerden temizlemek başarısının yanında, değişime direnen bu milliyetçi elitlerle tatmin etmek durumunda kaldı. Buna bir de MHP tabanının yükselen sınıf ve zümrelerle ilişki kuramayışı, MHP’nin otoriter liderlik ve teşkilat anlayışı da eklenince, başarısızlık kaçınılmazdı. Nitekim MHP bu hükümette başarılı olamadığı gibi, daha sonra da muhalefette de başarılı olamadı. ARALIK 2015 9 Çözüm Sürec’nn muhatap ve muhtevasındak muğlaklık, HDP’nn anlaşılmasını zorlaştırdı. HDP bu muğlaklıktan azam ölçüde faydalandı. HDP’nn Cumhurbaşkanlığı seçmnde Türkyellk, demokratk syaset ve barış üzernden oluşturduğu şal, HDP’nn netleşmes yerne muğlaklığın ardına sığınmasını kolaylaştırdı. Çözüm Sürec’nn belk de en öneml eksklğ, bu muğlaklıkla slahlı br hareketn syasleşmesnn, değşmesnn ve taleplernn tartışılmasının önünün keslmesyd. 3 Kasım 2002 seçimleri sonrasında, bu seçimleri tahlil ederek bir muhasebe yapmak yerine, sessizce beklemeyi tercih eden MHP, bu dönemde milliyetçilik tartışmalarında sokaktan uzak duran tavrıyla takdir topladı. Ancak MHP’nin yaptıklarıyla değil, yapmadıklarıyla beğenilmesi MHP’den pozitif değil negatif bir tavır beklendiğini gösteriyordu. MHP Sessizlikten Kriz Politikasına MHP, bu dönem zarfındaki sessizlik politikasını son zamanlarda terk etti. MHP’nin uzun zamandır sessiz kalmanın verdiği gerginlikle bir anda sert çıkışlara başlaması, kutuplaşmasının yarattığı ufalanmayı telafi etmek kaygısının izlerini taşıyordu. Ancak bu sertlik politikasının dozajının ciddi olarak aşılması MHP’yi, CHP’nin kriz politikasına dâhil etti. MHP 7 Haziran’dan sonra dışında kalmaya çalıştığı blok siyasetinden, 7 Haziran seçimleri öncesinde uzak durmadı. 7 Haziran sonrası ise bu blokların altında ezilme korkusuyla iki bloğa da “hayır” diyen bir siyasi çizgiye savruldu. Tabanındaki farklılaşma ve birbiriyle telif edilmesi zorlaşan öbekleşme MHP’nin hareket kabiliyetini giderek kısıtlıyor. Bu durum, MHP’nin geleceği açısından da ciddi bir kırılmaya işaret ediyor. MHP bu haliyle kendi içindeki ideolojik dengeyi ve tabantavan paradoksunu taşımakta zorlanacaktır. MHP, barajı geçse de artık engellenemeyecek bir sosyolojik fay hattını harekete geçirmiştir. MHP, seçim barajını aşsa dahi sosyolojik barajda boğulma tehlikesi altındadır. MHP tavanı değişmekte zorlandıkça ve bir tercihte bulunamasa da, taban değişiyor. MHP tabanı değiştikçe, siyasi pozisyonu tavanla farklılaşıyor. MHP tavanı değişmedikçe, MHP tabanı değişiyor ve MHP zorlanıyor. Tabanın değişimi partiye yansımayınca taban, parti değiştirebiliyor. MHP tavanı, tabanın aksine genel başkan tartışmasının ötesinde bir tartışmadan hala uzak görünüyor. 10 ARALIK 2015 HDP Türkiye siyasi hayatının temel problemlerinden biri nominalizmdir. Bir şeyi gerçekte ne olduğu ve hangi işlevi üstlendiği üzerinden değil adı üzerinden tanımlamak, bizi gerçekliğe ulaştırmaz. Gerçekliği değil adları konuştuğumuzda ise siyasi ve sosyal gerçekliği anlayamayız. HDP de bu nominalizme kurban gidiyor. HDP her şeyden önce müstakil bir siyasi parti midir sorusuna cevap vermedikçe, HDP’yi anlamak mümkün değildir. HDP Muğlaklığın Arkasına Saklandı Çözüm Süreci’nin muhatap ve muhtevasındaki muğlaklık, HDP’nin anlaşılmasını zorlaştırdı. HDP bu muğlaklıktan azami ölçüde faydalandı. HDP’nin Cumhurbaşkanlığı seçiminde Türkiyelilik, demokratik siyaset ve barış üzerinden oluşturduğu şal, HDP’nin netleşmesi yerine muğlaklığın ardına sığınmasını kolaylaştırdı. Çözüm Süreci’nin belki de en önemli eksikliği, bu muğlaklıkla silahlı bir hareketin siyasileşmesinin, değişmesinin ve taleplerinin tartışılmasının önünün kesilmesiydi. PKK, Çözüm Süreci’nde HDP üzerinden normal bir demokratik siyasi partiye dönüşmeyi değil, demokratik özerklik ve özsavunma adı altında silahlı güçlerinin hâkimiyetini anlıyordu. Bu, Türkiye’nin egemenliğini paylaşacak bir statü anlamına gelmektedir. HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş bu muğlaklığı kullandı ve halkla ilişkiler tekniği replikleriyle üzerini örttü. Böylece HDP ve PKK’nın dönüşümünün tartışılması engellenmiş oldu. Hâlbuki Çözüm Süreci’nin başlangıcı da nihai amacı da bu kesimin değişmesi ve normal bir siyasi parti olarak Türkiye siyasi hayatına dâhil olmasıydı. PKK bu haliyle Türkiye’yi Lübnan’a, kendisini Lübnan Hizbullah’ına dönüştürecek bir formül peşinde... PKK 7 Haziran seçim sonuçları üzerinden Türkiye siyasetini ve Suriye’deki dengeleri bu formülü hayata geçirecek bir fırsat olarak yorumladı. Kontrollü bir şekilde şiddeti arttırması ve 14 Temmuz’da devrimci halk savaşı ilanı, Türkiye’nin PKK ile Çözüm Süreci’ne mahkûm olduğu varsayımına dayanıyordu. Demirtaş üzerinden HDP ve PKK’nın dönüşümü yerine, Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı tartışılmaya başlandı. HDP/PKK hattı bu tartışmanın üzerini örterek Kürt seçmenlerin yanına Erdoğan karşıtlarından bir blok eklemeyi tercih etti. Bu tercih ne kadar başarılı olursa olsun, nihayetinde örtülen tartışmanın gündeme gelmesi kaçınılmazdı. Nitekim 7 Haziran seçimlerinden sonra PKK muğlaklıktan ne anladığını silahlı güçleri marifetiyle gösterdi. Türkiye Lübnan Değil, Türkiye 23 Temmuz’da başlayan operasyonlarla, PKK’nın varsayımlarının ne kadar yanlış bir temele dayandığını gösterdi. HDP/PKK hattı bu yanlışı devam ettirerek, operasyonları salt seçime endeksli bir hamle olarak takdim ettiler. Seçimlerden sonra devam eden operasyonlar, HDP/ PKK hattını bunalttı. Şimdi yeni anayasa ve başkanlık ifadeleriyle operasyonları sona erdirebilecek ve yeniden siyasi denkleme girebilecekleri bir yol arıyorlar. Ancak HDP/PKK hattında çok önemli değişiklikler olmadıkça, siyasi denkleme giremeyeceklerini anlamaları zaman alacak. HDP/PKK hattı önce kendilerine yönelerek evvela bu hatalı politikaları yapan yönetici kadrolarını değiştirmedikçe kamuoyunu ikna edemezler. İkinci olarak artık arkasına sığınabilecekleri bir muğlaklık kalmadığını görmeliler. Bugün hendekler ve devrimci halk savaşı etrafında ortaya çıkan HDP, Demirtaş ve PKK imajı, net bir şekilde şiddetle resmediliyor. Türkiye’nin Lübnan, PKK’nın da Hizbullah olamayacağını kabul etmedikçe, HDP’nin siyasi bir denkleme girmesinin mümkün olmadığı da artık netleşmiş durumda. PKK silah bırakmayı ve HDP’nin normal bir siyasi parti olmasını kabul etmedikçe, sosyolojik tabanını hendeklerin etrafında öğüten bir stratejik açmaza girmiş durumdadır. Bu açmazdan hatalarını kabul ederek ve değişerek çıkmak yerine, Öcalan’a dayanarak çıkmak istiyor. Bu bağlamda Öcalan’a mahkûm olan devlet değil, PKK’dır. Ancak onlar değişmedikçe, Öcalan artık onları kurtaramaz. ARALIK 2015 11 İÇ POLİTİKA MHP Nerede Hata Yaptı? MHP 1 KASIM’DA NEDEN KAYBETTi? Prof. Dr. Turgay UZUN* Akademisyen 1 Kasım 2015 seçimlerinin sonucu belki de en çok MHP için merak ediliyordu çünkü MHP’nin oylarında yaşanacak bir artış ya da 7 Haziran’da aldığı oy oranını koruması tekrar koalisyon kurma sürecini başlatacak, buna karşılık 7 Haziran’da AK Parti’den gelen oyların geldiği yere dönmesi tek başına iktidar kilidini açabilecekti. Nitekim seçim akşamında sonuçlar belli olmaya başladıkça MHP’de ciddi bir oy kaybının yaşandığı ve bu kaybın AK Parti’ye iktidar yolunu tekrar açtığı görüldü. Burada cevaplanması gereken soru beş aylık kısa bir süre içerisinde hangi etkiler altında bu kadar yüksek oranda bir seçmenin MHP’den desteğini 12 ARALIK 2015 çekerek adres değiştirdiğidir. Bu sorunun cevaplanmasında, MHP yönetiminden ve propaganda sürecinden kaynaklanan nedenler, dönemsel etkiler ve özellikle AK Parti’nin iktidara giden yolu doğru bir biçimde, seçim stratejisini MHP’ye giden oyları geri alma üzerine kurmuş olması önem kazanmaktadır. Diğer yandan, 7 Haziran öncesi dönemde “Çözüm Süreci” nedeniyle kopan oyları tekrar kazanma çabası içerisinde olan AK Parti’nin, terör olaylarının önüne geçebilmek için askeri çözüme tekrar dönüş yapması da Çözüm Süreci’ne karşı olan seçmeni kendisine çekmesinde etkili olmuştur. MHP gibi kırk yılı aşkın siyasal tecrübesi ve köklü bir geçmişi olan siyasi bir partinin daha güçlü ve etkin bir halkla ilişkiler mekanizmasına sahip olması gerekirken, yaşadığımız gibi çok kritik bir dönemeçte partinin görüşlerini ve duruşunu seçmen ile paylaşma sorunları yaşadığını söylemek mümkün. Bu durumun sadece 1 Kasım seçimleri ile sınırlı bir durum olmadığı diğer seçimler ve farklı süreçlerde de benzer bir durumun oluştuğunu söylemek yanlış olmayacak. Bu sorunun arka planında aslında MHP’nin sahip olduğu ideoloji ve örgütsel yapının da etkili olduğu görülmektedir. Aslında bu problem sadece MHP’ye özgü bir sorun olmanın ötesinde tüm siyasal partileri de ilgilendirmektedir. Ancak, MHP’nin yapısal farklılığı bu sorunu daha da derinleştirmekte, özellikle “lider, teşkilât, doktrin” üçlemesinde karşılığını bulan bu yapı, alttan gelen iletilerin daha geç ve daha zor bir biçimde yönetim katmanına iletilmesine neden olmaktadır. Beş ay gibi kısa bir sürede çok önemli siyasal olayların ve süreçlerin yaşandığı Türkiye’de MHP’nin mevcut, katı hiyerarşik yapısı gerekli değişimlere hızlı biçimde adapte olunmasını sağlayamamış ve duruma göre hareket etmek anlamında, “durumsallık yaklaşımının” hayata geçirilmesine de engel olmuştur. Bu sorunu çözebilmek ve benzer durumlarda tekrar aynı sorunların yaşanmaması için MHP’nin iletişim ve halkla ilişkiler konusunda daha etkin yöntemler kullanması gerekmektedir. Politik arena çok zengin ve birçok dinamiğin birlikte etkili olduğu bir alandır. Bu nedenle tüm seçeneklerin masada olması ve en makul seçimin bunlar arasında ve olası değişiklikleri göz önüne alarak gerçekleştirilmesi yöntemi etkin bir yol olarak gözükmektedir. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin 7 Haziran gecesi yaptığı konuşma, tüm uzlaşma kanallarını kolaylıkla kapatıp tekrar erken seçime gitme tercihini güçlü bir seçenek olarak ortaya çıkartmıştır. Bu da 7 Haziran seçimlerinde AK Parti’den ayrılıp MHP’de karar kılan ama bir AK Parti-MHP koalisyonuna da sıcak bakan seçmen açısından olumsuz bir mesaj olmuştur. Parti içerisinde yaşanan gelişmelerin kamuoyuna yansımasında yaşanan sıkıntılar, sevilen ve kamuoyunun tanıdığı isimlerin liste dışı kalması, parti yönetiminin kararının aksine, karizmatik lider Alparslan Türkeş’in oğlunun seçim hükümetinde yer alması seçimlere giderken MHP’yi negatif anlamda etkilemiştir. Strateji Geliştirme Sorunu 7 Haziran sonrası süreçte on üç yıldır tek başına iktidar da olan AK Parti’nin doğal olarak bir koalisyon hükümetinde büyük ortak olarak yer almayı içine sindirememesi ve böylesi bir kompozisyon içerisinde ülke yönetiminde eski etkinliğini sürdüremeyeceği endişesi aslında koalisyona giden yolu oldukça zorlaştırmıştır. Bu bağlamda AK Parti dinamik bir strateji üreterek hem koalisyon görüşmelerine devam edip hükümet kurma sorumluluğunu yerine getirdiğini göstermiş hem de bir yandan yeni seçimin ARALIK 2015 13 Beş ay gb kısa br sürede çok öneml syasal olayların ve süreçlern yaşandığı Türkye’de MHP’nn mevcut, katı hyerarşk yapısı gerekl değşmlere hızlı bçmde adapte olunmasını sağlayamamış ve duruma göre hareket etmek anlamında, “durumsallık yaklaşımının” hayata geçrlmesne de engel olmuştur. Bu sorunu çözeblmek ve benzer durumlarda tekrar aynı sorunların yaşanmaması çn MHP’nn letşm ve halkla lşkler konusunda daha etkn yöntemler kullanması gerekmektedr. alt yapısını oluşturmuştur. CHP ve MHP bu strateji karşısında sadece aktör rolü oynayarak seçime gidilmesini kolaylaştırmış ve bir yandan da “koalisyonu zora sokan muhalefet” imajının yerleşmesine zemin hazırlamışlardır. AK Parti, MHP’nin kendisiyle koalisyona yanaşmaması üzerine CHP ile masaya oturmuş ve bu görüşmeleri kırk beş günlük anayasal sürenin neredeyse sonuna kadar “canlı” tutmayı başarmıştır. Görüşmelerde anlaşma sağlanmayacağı yönünde güçlü belirtiler olmasına karşın MHP, her nedense son ana kadar AK Parti-CHP koalisyonunu zorlamış, bu da seçmen gözünde “iktidardan kaçan parti” imajının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Gerek AK Parti gerekse de MHP tabanının aslında bir koalisyona sıcak bakmasına hatta her iki partinin yönetiminde de bu koalisyonun kurulabileceğini düşünenler bulunmasına rağmen liderler arasında bir yakınlaşma sağlanamamış, AK Parti, muhalefete yönelik oluşturduğu imaj doğrultusunda ülkeyi yeni seçime götürme stratejisini başarıyla uygulamaya devam etmiştir. Bu süreçte CHP, AK Parti’nin stratejik hamlesini boşa çıkarmak için kısa sürede masadan kalkmış olsaydı, Cumhurbaşkanı hükümet kurma görevini ana muhalefet partisi lide- 14 ARALIK 2015 rine verebilir ve başka bir süreç ortaya çıkabilirdi. Bu bağlamda, her iki muhalefet partisi açısından seçim yenilgisinin altında AK Parti karşısında dinamik bir strateji geliştirememe sorununun da önemli oranda pay sahibi olduğu söylenebilir. MHP İçin “Hayırcı” Algı Nasıl Oluştu? MHP’nin 7 Haziran gecesinden itibaren kullandığı söylem diğer rakip partiler açısından oldukça zengin bir malzeme kaynağı oluşturmuştur. Özellikle AK Parti, MHP yönetiminden gelen bu mesajları “MHP’nin ülke menfaatlerinin gerektirdiği bir koalisyonu istemediği ve bütün kapıları kapattığı” biçiminde kamuoyuna yönlendirmiştir. MHP’nin kendisini ana muhalefet partisi olarak peşinen konumlandırması ve CHP ile AK Parti’yi ortak hükümeti kurmaları yönünde oldukça güçlü bir biçimde motive etmesi de özellikle 7 Haziran’da MHP’ye ilk defa oy veren kitleyi kendisinden uzaklaştırmıştır. MHP seçmeni içinde yer alan çekirdek kitleyi temsil eden ve kendisini “ülkücü” olarak tanımlayan kesimin iktidar beklentisi daha güçlü bir biçimde bu süreçte kendini göstermiştir. Bu kitle, parti yönetiminin tutumu ve başkaca olumsuz etkilerden bağımsız hareket eden bir kitledir. Parti ideolojisine bağlılık, “kol kırılır, yen içerisinde kalır” düşüncesi bu kesimi en olumsuz koşullarda bile partiye oy vermekten alıkoymamaktadır. Bu kitlenin ortak beklentisi on üç yıllık iktidar özlemini gidermek ve bu süre boyunca özellikle bürokratik katmanlarda yaşadıkları olumsuzluklara son vermek isteğidir. Bu beklentiye rağmen parti yönetiminin peşinen hükümet ortaklığı için kapıları kapatması tüm bağlılık unsurlarına rağmen yönetim ile taban arasını açarak bu kitlenin seçim motivasyonunu ciddi biçimde sekteye uğratmıştır. Seçim sonrası yapılan yorumlarda bazı teşkilatların çalışmadığı ve hatta AK Parti lehine hareketsiz kaldıkları iddiaları de bu savı doğrular niteliktedir. Genel merkezin performansına bakıldığında 1 Kasım öncesinde oldukça az sayıda miting düzenlendiği, bunların da daha çok bölge mitingleri niteliğinde olduğu görülmektedir. AK Parti ile kıyaslandığında halk ile buluşma ve seçmen motivasyonu açısından oldukça etkili gözüken mitinglerin sınırlı sayıda yapılmasının da seçim sonuçlarına olumsuz etki yaptığı söylenebilir. Seçim kampanyasının etkinliği açısından değerlendirildiğinde, 7 Haziran seçimleri ile kıyaslandığında oldukça zayıf bir kampanya yürütüldüğü söylenebilir. Haziran seçiminde kullanılan “Bizimle Yürü Türkiye” sloganı daha etkili bir mesaj oluşturmuşken, 1 Kasım’da kullanılan “Sen Bilirsin Türkiye” mesajı doğrudan MHP’ye oy verme çağrısında bulunmayan bir mesaj etkisi göstermiştir. Sonuç olarak MHP’nin, 7 Haziran’a kıyasla oy kaybı 1,8 milyon seçmendir. Bu sayının özellikle Orta Anadolu ve Karadeniz bölgesinde yoğunlaştığı ve bu nedenle 7 Haziran’da AK Parti’den alınan milletvekilliklerinin de tekrar geriye döndüğü, MHP’nin otuz yedi vekili AK Parti’ye, üç vekili de CHP’ye kaptırdığı görülmektedir. Özellikle bu bölgelerde az farkla AK Parti’den alınan milletvekillikleri başta olmak üzere MHP ciddi sayıda milletvekilliği kaybı yaşamış, partinin Merkez Yönetim Kurulu’ndan on dört yönetici Meclis dışında kalmış, yirmi bir kişi ise Meclis’e girmeyi başarmıştır. MHP, 1 Kasım seçimlerinde sadece Ardahan’da oy artışı sağlayabilmiş, Kilis’te % 16,82, Iğdır’da % 13,02, Bilecik’te % 11,50, Bayburt’ta % 10,73, Artvin’de % 9,08 oranında oy kaybı yaşamış, 23 ilde de yüzde onluk seçim barajının altında kalmıştır. MHP’nin, 7 Haziran’da 32 ilde milletvekili çıkaramamasına karşın 1 Kasım seçiminde ise bu sayı 58’e çıkmış, 7 Haziran’da vekil çıkardığı 22 kentten bu kez mil- letvekili çıkarmayı başaramamıştır. MHP’nin, 1 Kasım sonrası Aksaray, Burdur, Bayburt, Çanakkale, Elazığ, Eskişehir, Giresun, Gümüşhane, Karabük, Kastamonu, Kırşehir, Kilis, Kütahya, Nevşehir, Niğde, Sivas, Tekirdağ, Tokat, Trabzon, Uşak, Yozgat ve Zonguldak’taki vekillerini kaybettiği ve özellikle “Selçuklu Hilali” olarak adlandırılan bölgede başta, Tokat, Nevşehir, Kırşehir, Niğde, Yozgat, Çorum ve Kayseri olmak üzere oy oranlarında ciddi azalma yaşadığı görülmektedir. MHP’nin iktidar alternatifi olabilmesinin yolu geniş kitlelere açılmayı başarması ve kendisine olan seçmen desteğini de devamlı kılabilmesine bağlıdır. MHP’nin temel toplumsal tabanını oluşturan ve ideolojik bağlılığa sahip olan “ülkücü” seçmene ek olarak, başta AK Parti olmak üzere diğer sağ partilere her zaman için oy verebilecek olan daha merkezde yer alan seçmeni kendi yanına çekebilmesi gerekmektedir. Bunun yolu, ülke sorunlarına gerçekçi çözümler üretmek ile dinamik bir siyasal strateji geliştirip uygulamanın yanında, halkla daha yakın ve etkin bir iletişimi sağlayabilmesi ile güçlü bir iktidar alternatifi olduğunu açık biçimde göstermesinden geçmektedir. * Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesidir. ARALIK 2015 15 İÇ POLİTİKA oy bandını bırakmamakta kararlı görünüyor. Nitekim 1 Kasım seçimlerindeki % 25.56’lık oy oranı, CHP’nin bir Türkiye Partisi olamama sorununu yeniden gündeme getirdi. CHP 1 KASIM SEÇİMLERİNDEN DERS ALACAK MI? Selvet ÇETİN Araştırmacı T ürkiye’nin siyasi tarihinde ilklerin yaşandığı alışılmadık bir seçim maratonu daha geride kaldı. 7 Haziran seçimlerinden hükümet çıkaramayan Türk siyaseti, bölgesel ve küresel düzeyde meydana gelen olağanüstü gelişmelerin gölgesinde önemli bir sınav verdi. 1 Kasım seçimleri, toplumun parçalı bir yönetim tarzına kapıyı kapattığını, istikrarın tek parti iktidarıyla devamı yönünde tercihte bulunduğunu gösterdi. 7 Haziran ile 1 Kasım seçim sonuçları kıyas- 16 ARALIK 2015 landığında CHP hariç, diğer siyasi partilerin ciddi bir oy değişkenliği yaşadığı görüldü. 1 Kasım seçimlerinden sonra tek başına iktidarı garantileyen AK Parti, 7 Haziran’da aldığı % 40,9’luk oy oranını % 49.32’ye çıkararak bu oy değişkenliğinden en fazla yararlanan parti oldu. Her iki seçim sonuçları kıyaslandığında, en dramatik oy kaybı MHP’de yaşanırken, 7 Haziran seçimlerinde oy patlaması yapan HDP, 1 Kasım’da barajı kıl payı geçebildi. CHP ise tutunduğu % 25’lik CHP’nin seçim beyannamesinde ortaya koyduğu siyasi, ekonomik ve sosyal vaatlerinin hedef kitleler üzerindeki inandırıcılığının oldukça sınırlı düzeyde kaldığı ve özellikle genç seçmenlerin ikna edilemediği anlaşıldı. Türkiye’de uzun yıllar boyunca ideolojik devletin egemen sınıfını temsil eden ve bu yönüyle “elitlerin partisi” olarak sıkça eleştirilen CHP’nin değişim arayışlarının, toplumsal çevrelerde beklenen siyasi karşılığı bulamadığını söyleyebiliriz. 1 Kasım seçimleri, özellikle Anadolu’nun dindarmuhafazakâr seçmen kitlesinin CHP’ye hala çok mesafeli olduğunu gösterirken, Kürt seçmenlerin de mevcut CHP politikalarından bir beklentisinin bulunmadığını ortaya koydu. Aslında son iki seçimde de Gezi sürecinden bu yana CHP’nin siyasi iktidara karşı izlediği sert politika ve AK Parti’ye yönelik algı operasyonlarına sağladığı desteğin kamuoyu tarafından benimsenmediği görüldü. Toplum, CHP’nin ülkeyi yönetme kabiliyetinden uzak olduğuna dair güçlü bir mesaj verdiği gibi, AK Parti ile yapılan koalisyon görüşmelerinde uzlaşmaz tutumu nedeniyle de CHP’yi cezalandırmış oldu. CHP açısından, son on yılda gerçekleşen seçimler iki ana değerlendirme konusunu oluşturuyor. Bun- lardan ilki, CHP kurmaylarının sıklıkla ifade ettikleri yapısal değişim ve “Yeni CHP” söylemidir. Siyasi katılımcılık ve çoğulculuğun, insan hakları ve özgürlükler hukukunun bu değişim perspektifinde kilit bir rolü olduğu parti yönetimi tarafından ifade edilse de, mevcut seçmen profili bu değişim iradesini yeterince yansıtmıyor. Parti kadrolarının genel olarak ulusalcı-laik karakterini muhafaza ediyor oluşu ve statükocu çevrelerle bağların hala çok güçlü görünmesi, Türkiye’nin en eski partisinin köklü bir yapısal reforma hazır olmadığını yeterince anlatıyor. Diğer taraftan her genel seçim sonrası, CHP’nin tek başına iktidar olabilme kapasitesinin sorgulandığı bir süreç yaşanıyor. 1 Kasım seçim sonuçları, CHP parti programının öngördüğü hedefleri geniş toplumsal çevrelerin tatmin edici bulmadığını ve değişim-açılım söylemlerinin inandırıcı görülmediğini deklare etti. Bu durumda CHP’nin kendi içinde gerçekçi bir yüzleşme yaşaması gerekecektir. AK Parti’nin 2002’den bu yana Türk siyasetine damgasını vurmasıyla birlikte yaşanan reform ve kalkınma süreci, ana muhalefet konumundaki CHP’nin siyasi manevra alanını ister istemez daralttı. Emeklilere verilecek ikramiye, asgari ücret artışı ve gençlere sağlanacak imkânlar çerçevesinde bir seçim stratejisi izleyen CHP’yi kaynak sorunu üzerinden köşeye sıkıştıran siyasi iktidar, geleneksel CHP zihniyetinin kolay kolay değişemeyeceğine ARALIK 2015 17 İÇ POLİTİKA Maddi refah düzeyi, inanç ve yaşam tarzı itibariyle genel halk kitlesinden kopuk çevrelerin siyasi ve ekonomik gücü üzerinden siyaset yapma tarzı “Eski Türkiye’ye” özgüydü. Bugünkü şartlarda fırsat eşitliğine sahip, bilgi ve becerisiyle yükselen, devlet sermayesiyle değil, öz kaynaklarıyla rekabet gücüne kavuşan “Yeni Türkiye” gerçeğini konuşuyoruz. ilişkin tarihsel örnekleri kullanarak seçmen davranışını güçlü şekilde etkiledi. Türkiye’nin 34 ilinden milletvekili çıkaramayan, yine Ege ve Trakya kıyılarına hapsolan CHP’nin Türkiyelileşme sorunuyla nasıl ana muhalefet partisi hüviyetini taşıyacağı önemli bir tartışma konusu haline geldi. CHP, Marmara ve Ege bölgesindeki altı ilde birinci parti olmasına rağmen, her iki bölge genelinde ikinci parti durumundadır. Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde % 10’un altında kalan, İç Anadolu ve Karadeniz bölgelerinde % 15’i göremeyen CHP’nin siyasi temsil gücü bakımından değil, meclis aritmetiğine göre ana muhalefet partisi olması yanıltıcı bir husustur. Dolayısıyla CHP’de siyasi figürlerin değişmesiyle yapısal bir değişimin yaşanacağını beklemek ham hayalcilik olur. Mevcut kapasitesiyle ana muhalefet görevini bile üstlenmekte zorluk çekecek olan CHP’yi yeni hizip tartışmaları ve kurultay kavgaları beklemektedir. 1 Kasım sonuçları, CHP’nin ülkedeki değişim ve dönüşüm sosyolojisinin dinamiklerini kavramakta hala zorlandığını gösteriyor. Anadolu halkı, siyasi ve ekonomik özgürlüğün sağladığı fırsatları teknolojik gelişmeyle de bütünleştirip ülke geleceğinde söz sahibi olurken, CHP seçkinci zümrelerin siyasal tercihleriyle şekillenen geleneksel tutumunu bir türlü terk edemedi. Sol Kemalist grupların, Cumhuriyetçi Alevi kitlenin, eski dönem yerleşik Balkan göçmenlerin ve Ortodoks laiklerin temsil edildiği bir platform olarak CHP’nin Anadolu’daki dindar toplumsal çevrelerle arasındaki doku uyuşmazlığı görmezden ge- 18 ARALIK 2015 linemez. Bu kitlenin hassasiyetlerini sadece “İmamHatipleri kapatmayacağız” söylemiyle tatmin edebilme eşiğinin çoktan aşıldığını kavramak gerekir. Öte yandan, orta sınıf kentli seçmenleri hedef kitle olarak lanse eden CHP, göç hareketleriyle birlikte büyük şehirlerdeki sosyal dokunun da çeşitlendiğini fark edebilmeliydi. Yani maddi refah düzeyi, inanç ve yaşam tarzı itibariyle genel halk kitlesinden kopuk çevrelerin siyasi ve ekonomik gücü üzerinden siyaset yapma tarzı “Eski Türkiye’ye” özgüydü. Bugünkü şartlarda fırsat eşitliğine sahip, bilgi ve becerisiyle yükselen, devlet sermayesiyle değil, öz kaynaklarıyla rekabet gücüne kavuşan “Yeni Türkiye” gerçeğini konuşuyoruz. CHP’nin geleneksel siyasi çizgisinin toplumsal hafızada bıraktığı ürkütücü hatıra, 1 Kasım seçimlerindeki vaatlere güven duyulmasını zorlaştırdı. Cumhuriyet tarihi boyunca sistemin muhalifleriyle yıldızı barışmayan, ideolojik devlet aklının ürettiği baskıcı ve yasakçı uygulamaları savunan CHP’deki yenilenme arayışı ve değişim isteğinin hangi düzeyde sahici olup olmadığını zaman gösterecek. Ancak partideki huzursuzluk ve iç hesaplaşma kurultay tartışmalarıyla başlamış görünüyor. Genel Başkan Kılıçdaroğluna karşı muhalefet bayrağını çekenler arasında Muharrem İnce ilk sıradaki yerini korurken, İzmir Milletvekili Mustafa Balbay ve İstanbul Milletvekili Umut Oran’ın sahneye çıkması, CHP’nin hangi yöne doğru ilerleyeceğine dair soru işaretlerini artırıyor. Önder Sav ve Deniz Baykal tecrübesini yaşamış olan Kılıçdaroğlu ve ekibi, Alevi kesimden önemli bir destek alacaktır. Muharrem İnce’nin, “6 seçimde başarılı olamamış bir CHP var. 7’nci seçimde bunun başarılı olabileceğini söyleyen bir Allah’ın kulu var mı? Başkanlık referandumu gelirse CHP bir kez daha yenilecektir. Önce Muhalefetin değişmeye ihtiyacı var” sözleri, partideki çekişmenin nedenini özetliyor. Bununla birlikte, CHP yönetiminin değişmesinden çok, partide bir zihniyet ve siyasi perspektif değişimine ihtiyaç var. Genel başkan adaylarını değerlendirdiğimizde böylesi bir zihniyet dönüşümünü sağlayabilecek liderliğin şimdilik ufukta görünmediğini söylemek mümkün. Sonuç olarak, 1 Kasım seçimlerinde aradığını bulamayan CHP’nin, hem nicel hem de nitel açıdan statükocu özelliğini koruduğu, meclis aritmetiği bakımından ana muhalefet partisi olarak gözükse de, siyasi temsil yönüyle bu görevi yerine getirmekte zorlanacağı bir tablo ortaya çıktı. BURDA KİMSE YOĞTIIRR!.. Sinan BAŞAK Gazeteci - Yazar B u feryat, 6-8 Ekim hadiselerinde Kurban eti dağıtan Yasin Börü ve arkadaşlarının sığındıkları evin sahibesinin feryadıdır. Bu feryadın aslında “burda devlet yoğtııır” olması lazımdı. Yasin Börü ve arkadaşlarının teslim edilmesi meselesini herkes konuştu, hakkında makaleler yazıldı, siyasiler ve savcılar kararlar aldı. O evin sahibine küfretmedik bir Allah’ın kulu kalmadı bu ülkede. Lanetlenmiş Kürtler, evlerine sığınmış birkaç çocuğu PKK teröristlerine teslim etti diye. Bendeniz bu adresten dinledim feryadı. http://www. haksozhaber.net/yasin-borunun-sigindigi-evden-polisetelefon-68250h.htm Dikkatle dinlemenizi tavsiye ede- rim kadının feryadını ve var olmayan(!) devletin vurdumduymazlığını. Yasin Börü ve arkadaşlarının katledilmeleri halen konuşulmakta ve yazılmaktadır. Eski Türkiye dönemlerini çağrıştıran bu feryat, o günlerde karşılık bulmadığı gibi Yasin Börü ve arkadaşları hunharca, kalleşçe şehid edilmişlerdi. Kürtlerin yaşadığı coğrafya savaşların yapıldığı ve yazıldığı coğrafyadır. Çetin şartların var olduğu coğrafyasında mazlum oldu ve dış müdahalelerle hep mağdur edildi Kürtler. Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun) döneminde ve takip eden senelerde Müslüman olan Kürtler, İslam’la şereflendikten sonra Müslüman kalmakta hep ısrarlı oldular. Sırasıyla Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı Cihan devleti- ARALIK 2015 19 olsa bir tercihte bulunarak, devletin kendilerine de ait olduğunu ve sahiplenilmelerinin gerektiğini haykırarak üstü örtülü mesaj vermiştir. ne bağlı kalan Kürtler, İslam’ın emirlerini yerine getirmekte titiz davrandılar. Osmanlı’nın her cihadına katılmış, Osmanlı akıncılarıyla Viyana önlerine kadar gitmiş olan Kürtler bugün Macaristan’da bile 14 köyle varlıklarını sürdürmektedir. Lütfi ilahinin sağanağını Müslüman olmakla ve kalmakla hep üzerlerinde gören bu topluluk, ne yazık ki (Allah-u âlem) ilk defa başlıktaki feryadı, içinden devşirilmiş katiller ve caniler için seslendirmiştir. Tarih boyu cihada katılmakta her zaman istekli olan Kürtler, 50 yılı aşkın bir süredir yoz kültürle yetişmiş, tarihine ve inançlarına düşman evlatları tarafından, Komünist bir sistemin oluşturulmasında kullanılıyor. Bunu da kendi evlatlarını katlederek yapıyor. Yetmediği gibi ele geçirdikleri belediyeler vasıtasıyla oluşturdukları halk evleri, mahalle meclisleri gibi yaftalarla genç, yaşlı, kadın, erkek demeden “24 saatte Marks, 24 saatte Stalin” diye sayıklayıp, yedikleri herzeleri barış, özerklik, devrim ve aydınlanma diye kusuyorlar. Yezit gibi kan nehrinin üzerine fırın kurup, Kürtlere ekmek yedirmenin adını devrim, özerklik koymak, bu özerklik isteklerine barış demek ise habennekeliktir. Günü geldiğinde ki sanırım bugün o gündür, bu habennekeler boyunlarındaki gerdanlığı aramaya başlarlar. 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin nasıl başarılı olduğunun en açık delili “burda kimse yoğtıır” diye feryad eden kadının çığlığında yatıyor. Burada devlet yoğtıır demesi lazım gelen bir kadının feryadına, “biz Parti olarak aşıyoruz barajı, siz HDP’ye yönelin, ona oy verin barajı aşsın” diyerek verilen cevaplar yetmediği gibi yapılan hakaretler ve küfürler, mağdur ve mazlum kelimelerinin Kürtler için yetersiz kaldığını da gösteriyor. Hep derler ya Kürtler istemeye alışmış, vermesini bilmezler diye. 6-8 Ekim hadiselerinde Kürtler kendi çocuklarını kurban verdiler. Kurban veren bir topluluk hakarete maruz kalınca, 7 Haziran seçimlerinde yanlış da 20 ARALIK 2015 Diyarbakır’da Özturan apartmanından yükselen “burda kimse yoğtıır” feryadını, o gün duymayan devlet; 2015 Temmuz’undan beri bu feryada kulak verdiğini ve Kürtlerin devşirilmiş evlatları tarafından katledilmelerini önlemeye çalıştığını herkese açıkça göstermiştir. Tarih boyu İslam olmakla iftihar eden Kürtler, devşirilmiş, yozlaşmış evlatları tarafından dinsizlik, imansızlık çamuruna, batağına saplanmak isteniyor. PKK denen ve Kürt evlatlarının başını yeme mekanizmasına dönüşen Yezit mantığı, akarsu üzerine değirmen kurmuş, evlatlarının kanını içmektedir. Asıl kan içici PKK, orak-çekiç markalı göndermelerle neyin özlemini taşıdığını göstermesine rağmen, devlet erki Müslüman ahalinin temsilcisi diyerek adeta bugüne kadar PKK ve siyasi temsilcilerini onurlandırmıştır. Hâlbuki şu anda devleti idare eden zevat İslam ve ümmet meselelerinde çok hassas... İslam âlemine liderlik edecek kapasitede bir liderlik ve devlet yapılanmasına doğru gidilirken belli bir etnisitenin lehine, düz lakırdılı kelimelerle hangi doğruyu ağzına alıyor ki PKK ve HDP’nin taassuplarına değer verilsin? PKK ve HDP taassubu, durağan su gibi, pis kokular yayarken, Yezit olup ırmak üzerine kurduğu değirmende kendi evlatlarının kanını içerken nasıl muhatap olarak alınabilir ki? Çözüm meselesinde Kürtlerin Müslümanlığını bir kenara iterek, PKK’ya ırmak olun(!), ab-ı hayat sunun(!) diyen devlet aklı, onların Yezitleşebileceğini ve sosyalist herzelerle Müslüman ahaliyi, sosyalist bakışlı bir kitle haline sokabileceğini hesap edemedi mi? Mü’min Sokulduğu Delikten Bir Kere Geçer 1 Kasım seçimlerinden sonra hem Doğu Anadolu’ da, hem Türkiye’de ve hem de İslam beldelerinin birçoğunda büyük sevinçler yaşandı. Ümmetin diriliş hamlelerinin başladığı bir tarih oldu 1 Kasım. Devletin seçim sonrasında devam ettirdiği operasyonların halk üzerindeki müspet etkileri sosyal, siyasi ve ekonomik alanlarda kendisini göstermeye başladı. PKK adeta yok hükmünde şu anda. Bütün çırpınmalarına rağmen halk için PKK’nın önceliği çok gerilere düştü. Siyasi, ekonomik ve sosyal rant çevrelerinde dahi, PKK operasyonlarına tepki gerilerde. Küçük bir azınlık dışında operasyonları “adeta” ipleyen yok. Peki, bu ne kadar sürer? Devletin kararlılığına bağlıdır. Şu anda halka karşı gösterilen müşfik yaklaşım devam ederse, önemsememe devam eder ve hatta bazı devlet yetkililerinin çok önceleri öngördüğü gibi küçülen, sıra dışı bir PKK ile karşı karşıya kalırız. HDP ne olur derseniz? PKK olmazsa HDP asla olmaz, olsa da Doğu’daki CHP’nin akıbetine uğrar. Kürtler Müslüman, PKK İse Tam Tersine Komünist Şu anda devleti idare eden mekanizma ve siyasi erk Müslüman... 2023 ve 2071 hedefi ortaya koyan siyasi erk ve devlet Müslümanlığının gereğini yapmalıdır. Öncelikle operasyonlar durmamalıdır. Kürtlere dair meselelerde ise PKK ve HDP muhatap alınmamalıdır. Terörün durması için PKK ve eğer istekli olursa HDP muhatap alınabilir, lakin Kürtlere ait konularda asla muhatap alınmamalıdır. Geçen makalemde yazdığım gibi devlet Kürtlere dair meseleleri kendisi halletmelidir. Ayrıca, hem Türkiye sathında ve hem de bölgemizde yeni bir ihya hareketi başlatılmalıdır. Çocuklara ve gençlere yönelik İslami ve milli programların yoğun şekilde her vasıta kullanılarak çoğaltılması gerekir. İslam dışılığı ilke edinmiş gruplara yönelik olarak İslam hakikatlerinin Ehl-i Sünnet çizgisinde anlatılması elzemdir. İhya hareketinde Ehl-i Sünnet olmayan Şia ve Vehhabi grupların olmamasına özen gösterilmelidir. Kürt medreselerinin sayılarının bir hayli arttığı gözlenmekle birlikte, sosyal ihya hareketlerinde varlık göstermemektedirler. Medreselerin sayılarının artması yetmez, bu grupların sosyal hayatın içinde her yönden kendilerini gösterme zamanı gelmiştir. PKK’lı gençlerin de bir an evvel Yezit değirmeninden kurtulması için ne gerekiyorsa o yapılmalıdır. 1980 öncesi yok edilen gençlerimiz gibi olmadan, PKK’ya katılmış gençler tamamen yok olmadan bir an evvel ölümlerin önüne geçilmelidir. Kandil ağalığına son verilirse, bu gençler katliamlara katılmaktan kurtulup yuvalarına döneceklerdir. Bunlar kolaycı bakış gibi gelebilir. Ama kolaycı yaklaşım değildir. Bu yaklaşım Kürt meselesine içeriden bakan birisi olarak gerçekçi bir yaklaşımdır. Ne siyasidir ve ne de rant kaygısı vardır. Sadece Müslüman olarak, halkın düşüncelerinin ve beklentilerinin bu satırlarda dillendirilmesidir. Bazı aklı evvel yazar ve çizerler İmralı sakininin ve HDP’nin yeniden muhatap alınmasının faydalarından(!) bahsetmeye başladılar. Onlar için kolay, ver Doğu’yu PKK’ya, HDP’ye(!) özerk olsunlar, sen de kurtul(!).. Ama kazın ayağı öyle değil. PKK Yeni Türkiye’nin ve İslam’ın düşmanıdır. HDP ise PKK sözcüsü, attığı sözde demokratik(!) adımların değeri yok. Kandil hop dediğinde oturan bir siyasi(!) yapıdan demokrasi adına beklenti saftoriklerin işi olmalı. Yeni Türkiye’nin kurucuları ve bugünkü siyasi erk ise saftorik değildir. Hülasa, 1 Kasım seçimleri Kürtlerin hürriyetlerine yelken açma seçimleri olmuştur. Kaptan köşkünde oturan Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve Yeni Türkiye’nin kurucu iradesi, Kürtlerin hürriyetlere açtığı yelkenlerin indirilmesine İnşaAllah müsaade etmeyecektir. Hem Türkiye sathında ve hem de bölgemizde yeni bir ihya hareketi başlatılmalıdır. Çocuklara ve gençlere yönelik İslami ve milli programların yoğun şekilde her vasıta kullanılarak çoğaltılması gerekir. İslam dışılığı ilke edinmiş gruplara yönelik olarak İslam hakikatlerinin Ehl-i Sünnet çizgisinde anlatılması elzemdir. İhya hareketinde Ehl-i Sünnet olmayan Şia ve Vehhabi grupların olmamasına özen gösterilmelidir. ARALIK 2015 21 İÇ POLİTİKA kontrolündeki AİPAC yazılı ve görsel medyası, nedenleri farklı olsa da bu konuda konsensüs içinde görünüyorlar. Tıpkı, Türkiye’nin DAİŞ ile işbirliği içinde olduğuna yönelik, Türkiye’nin uluslararası imajını etkisizleştirerek, üst düzey yöneticilerini Lahey Adalet Divanı’nda yargılanmalarını hedefleyen psikolojik harp ürünü olan Asparagas algı operasyonunun bir benzeri yurt içinde ve dışında uygulanmaya çalışılıyor. Aslında darbe ve iç savaş çığırtkanlığı yapan dış şer cephe ile mankurtlaşmış iç cephe işbirlikçilerinin, Türkiye’nin gerek Suriye’de gerekse dünyada sert ve yumuşak caydırıcı gücü ve ağırlığının bilincinde ve farkında oldukları yadsınamaz bir gerçek. Bu şer cephe, 7 Haziran’da olduğu gibi 1 Kasım seçimlerinde de, AK Parti ve saray üzerinden psikolojik harp teknikleriyle oluşturmaya çalıştıkları kişilik suikastları ve nefret dalgası üzerinden seçmeni etkileyerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı kamuoyunun gözünden düşürüp etkisizleştirmek, AK Parti’yi de tek başına iktidar olabilecek bir sayı ile meclise girmesini engellemek için epey gayret sarf ettiler. Ancak bu iki hedefi de etkisiz hale getirdikleri takdirde, Türkiye’nin Suriyeleştirilmesi veya Iraklaştırılmasına yönelik beşinci kol faaliyetlerinin daha başarılı olabileceği kanaatinde oldukları, son üç seçimde ve 1 Kasım’da Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti’yi iç ve dış şer koalisyonu ve algı operasyonları ile kuşatma faaliyetlerinden anlaşılıyor. 1 KASIM SONRASINDA TERÖR DEVAM EDER Mİ? Bülent ORAKOĞLU SDE Başkan Danışmanı 1 Kasım seçimleri öncesinde Türkiye, kolonyalist ülkelerin kontrolünde ulusal kimliğini, milli ve manevi değerlerini yitirmiş, mankurtlaşmış zihinlerin, 30 Mart Yerel seçimleri öncesinde başlatıp günümüze kadar sürdürdükleri önemli bir algı operasyonu ile karşı karşıya bırakılmış görünüyordu. Milli İradeden kopmuş, ülkemizin birlik ve beraberliğini, kardeşliğini, siyasi ve ekonomik istikrarını ve ulusal 22 ARALIK 2015 güvenliğini hedef alan mankurtlaşmış çevreler, vesayetçi iç ve dış yapıları ajite edecek şekilde 1 Kasım seçimleri sonrasında Türkiye’de ordunun devreye girmesi gerektiğini çeşitli mahfillerde ve medya organlarında dillendirmeye devam ediyorlardı. Enteresan bir şekilde PKK/PYD ve HDP’nin drijan kadroları, 28 Şubat ve Fethullahçı Terör Örgütü ile ABD ve Avrupa’da faaliyet gösteren İsrail Lobisi Küresel Merkez’in, PKK koridorunu oluşturarak bu hat üzerinde tampon devlet kurma faaliyetleri için PKK/PYD ve DAİŞ’i taşeron olarak kullandıklarını tespit eden Türkiye, milli güvenliğini ve toprak bütünlüğünü tehdit ettiği savıyla PKK koridoruna karşı olduğunu, bu durumun Türkiye’nin kırmızı çizgisi olduğunu, bu duruma izin verilmeyeceğini başta ABD, NATO ve ilgili ülkelere iletmişti. PYD/YPG’nin PKK’nın Suriye kolu olan bir terör örgütü olması nedeniyle, ABD’nin DAİŞ ile savaştığı bahanesiyle YPG’ye verilen silah ve mühimmatların PKK ve PYD/YPG tarafından Türkiye’de terör amaçlı kullanılması durumunda bu terörist odakların vurulacağı da ayrıca ikaz edilmişti. Ayrıca PKK koridorunu tamamlamak için DAİŞ ve PYD/YPG arasında mizansen savaşlarla Mare, Cerablus ve Azaz bölgelerinin Küresel Merkez’n, PKK kordorunu oluşturarak bu hat üzernde tampon devlet kurma faalyetler çn PKK/PYD ve DAİŞ’ taşeron olarak kullandıklarını tespt eden Türkye, mll güvenlğn ve toprak bütünlüğünü tehdt ettğ savıyla PKK kordoruna karşı olduğunu, bu durumun Türkye’nn kırmızı çzgs olduğunu, bu duruma zn verlmeyeceğn başta ABD, NATO ve lgl ülkelere letmşt. DAİŞ tarafından PYD/YPG’ye hülle yöntemleri ile devredilmesine izin verilmeyeceği de ikaz edilmişti. Bu şer cephe 1 Kasım seçimleri öncesinde, AK Parti’nin tek başına iktidar olması durumunda PKK/PYD’nin yeni bir terör dalgası ile birlikte büyük bir ayaklanma (Serhildan) başlatacağı iddiasında bulunarak seçmeni açıkça tehdit ediyorlardı. Bu durumdan aşırı rahatsızlık duyan kamuoyu haklı olarak 1 Kasım seçimleri sonrasında “Terör devam eder mi? Ne olacak bu terör” sorusunu gerek katıldığımız konferanslarda bizlere, gerekse yetkililere soruyordu. Başbakan Davutoğlu’nun da birçok kez açıkladığı gibi Türkiye, “PKK/PYD, DAİŞ, DHKP-C ve Fethullahçı Terör örgütlerini” kullanarak Türkiye’de siyasi istikrarsızlık ve kaos yaratmak amacıyla birlik ve beraberliğimize kasteden ülkeleri ve faaliyetlerini adım adım takip ediyor. İstihbarat birimlerimiz “Çözüm Süreci’nin bozulması ve çatışma sürecinin başlatılması için Kandil’e hangi ülkelerin istihbarat birimlerinin gittiğini, PYD’nin Suriye rejimi ile Haseke’de Türkiye aleyhine hangi kararları aldıklarını, PKK üst düzey yöneticileri ile Paralel Yapı’nın Kuzey Irak imamının Ocak ve Ekim 2014’te Kuzey Irak’ta gizlice görüşüp Türkiye’ye karşı ittifak kararı aldıklarını, Paralel Yapı’nın polislerinin MİT’in PKK muhbirlerinin listesini örgüte vermesi sonucu örgütün bu isimleri infaz ettiğini” deşifre etmişlerdi. Bir merkezden idare edildiği anlaşılan terör örgütlerine güvenlik güçlerimiz Cumhuriyet tarihinde bir ARALIK 2015 23 ilk olarak nokta operasyonlar ve yerli elektronik sistemlerle donatılmış F-16 uçakları ile darbe üstüne darbe vuruyor. Türkiye içindeki Kandil olarak adlandırılan Yüksekova’daki İki Yaka Dağları’nda ve Kandil’e yapılan operasyonlarda tabiri caizse PKK’nın beli kırıldı. Aynı şekilde DAİŞ ve Fethullahçı Terör Örgütü’ne son dönemde yapılan operasyonlarla da bu örgütler terör eylemlerini gerçekleştiremeden güvenlik güçlerince etkisiz hale getirildiler. Türkiye 23 Temmuz’da başlatılan terörle mücadele operasyonlarını kararlılıkla ve büyük bir başarı ile sürdürüyor. Yerli insansız hava araçları, elektronik harp araç ve gereçleri ve tamamen yerli, istihbarata destek olarak üstün nitelikli modern silah sistemlerinin yerli imkânlarla geliştirilerek üretime geçmesi sağlanıyor. Tamamen yerli olarak geliştirilen milli seyir füzesi, beton delici bomba, lazer güdümlü füze dedektörü, F-16’ların harp sistemlerinin milli olarak tasarlanması TSK’nın ve Türkiye’nin caydırıcı gücünü arttırdığı gibi bölgesinde ve dünyada çok daha fazla söz sahibi olmasının önünü açıyor. AK Parti’nin yaklaşık % 50 oy oranı ile tek başına iktidar olduğu 1 Kasım seçimlerinin en önemli sonucu, 24 ARALIK 2015 Türkiye’yi Suriyeleştirmek ve Iraklaştırmak isteyen iç ve dış şer mihraklarına karşı milli iradeyi temsil eden seçmenin, birlik ve beraberliğimizin, kardeşliğimizin bozulmasına izin vermeyeceği yönündeki mesajıydı. Yüce Türk Milleti, 1 Kasım’da Türkiye üzerinde oynanan oyunların farkında olarak milli güvenliğimize, toprak bütünlüğümüze yönelik tehditlere karşı başta Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan olmak üzere AK Parti’ye güven ve itimadını yenilemek suretiyle kritik bir süreçte iç ve dış sorunlara karşı Türkiye’nin elini güçlendirmişti. Bu durum öncelikle milli iradenin ferasetini ortaya koyarken vesayetçi dönemlerde mumla aradığımız devlet-millet kaynaşmasının bariz ve tipik bir örneğini sergilemesi açısından da ayrı bir öneme sahip sanırım. G-20 liderlerinin onuncu toplantısı, 2015 yılında dönem başkanlığını üstlenen Türkiye’nin ev sahipliğinde, 15-16 Kasım tarihlerinde Antalya’da yapıldı. Bu toplantıya katılan ABD Başkanı Obama’nın bu zirvede Cumhurbaşkanı Erdoğan’a PYD/YPG’nin ABD için terör örgütü olmadığı yönündeki kırmızı çizgilerini ileteceği bir süre öncesine kadar Dışişleri Bakanlığı’nda üst düzey danışman olarak görev yapan Prof. David Phillips tarafından iddia edilmişti. Phillips ayrıca Türkiye’nin DAİŞ ile mücadele koalisyonuna katılma kararının Erdoğan tarafından PKK’ya saldırmak için bir kılıf olarak kullanıldığını iddia ederek iki ülke arasında dostluk ve güvenin(!) giderek azaldığını öne sürmüştü. ABD ve PYD arasında güvenlik konusunda işbirliğine dikkat çeken Phillips, ABD tarafından PYD’ye Kobani’de hava desteği verilerek havadan silah ikmali yapıldığını, bundan sonra PYD/YPG ile daha fazla işbirliğine gireceklerini açıklamış, Türkiye’nin buna cevabını ise YPG güçlerine ateş açarak verdiğini belirtmişti. Bu açıklamalardan sadece birkaç gün sonra, 1 Kasım seçimlerinde Türk Kamuoyunun Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti’ye verdiği destek karşısında, ABD’nin DAİŞ’e karşı Irak ve Suriye’de yürüttüğü Doğal Kararlılık Operasyonu’nun sözcüsü Albay Steve Warren’in, sinevizyon aracılığıyla Pentagon’da düzenlenen basın toplantısında, “ABD’nin artık YPG’ye silah ve mühimmat vermeyeceklerini” açıklaması bir kez daha “küresel kumpas ve algı operasyonlarına” karşı “Kamuoyu desteğinin” gücünü ortaya koyması açısından hayati öneme sahip görünmektedir. Bu durum Küresel Merkez’in hedef aldığı ülkelerde etki ve nüfuz ajanları vasıtasıyla kamuoyunu etkilemek amacı ile neden algı operasyonlarına giriştiğinin açık işaretlerini de veriyor zannımca. 7 Haziran’dan 1 Kasım’a ne değişti de AK Parti böylesine büyük bir zafere imza attı sorusunun cevabı ile ilgili olarak yazılı, görsel ve sosyal medya platformlarında çeşitli analizler ve yorumlar yapıldı, yapılmaya devam ediyor. Kimilerine göre 1 Kasım’da toplumun tamamı kucaklanmıştı. Toplumun tanımadığı adaylar yerine eski siyasi tecrübesi olan adayların devreye sokulması AK Parti’nin en büyük kozu olmuştu. Toplumun çeşitli kesimlerine yönelik vaatler, siyasi ve ekonomik istikrar vurgusu bu sonucun alınmasında en büyük etkendi. Şüphesiz 1 Kasım zaferinin kazanılmasında bu yönde yapılan analiz ve açıklamaların büyük bir bölümü iyi niyetli, yapıcı ve gerçekleri ifade etse de bazı araştırma şirketlerine göre MHP ve HDP’de yaşanan sert düşüş ve bunun bir sonucu olarak AK Parti’nin aynı anda hem MHP’den hem HDP’den oy almış olmasının ne sosyolojik olarak, ne siyaset ARALIK 2015 25 bilimi açısından, ne de istatistiki olarak izahı yoktu. Aslında Adil Gür haricindeki kamuoyu araştırma şirketlerinin neredeyse tamamı sınıfta kalmıştı. Zira Türk Milleti hem araştırma şirketlerini ve özelikle de Türkiye’yi koalisyonlar sürecine mahkûm etmek isteyen “1 Kasım’da değişen bir durum yok lobisi”ni ters köşe yapmıştı. Türkiye’yi terör kartını kullanarak dize getirmek isteyen Küresel Merkez’in kontrolündeki terör örgütlerine karşı güvenlik güçlerimize terörle mücadelede büyük destek veren siyasi iktidar ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kararlı tutumları sayesinde, terör örgütleri PKK/PYD-DAİŞ, FETÖ, DHKP-C ye ağır zayiat verdirildi. Lojistik destekleri yok edildi. Bu terör örgütlerinin 1 Kasım seçimlerini kana bulamaya yönelik faaliyetleri Diyarbakır, Gaziantep ve İstanbul’da hücre evlerine yapılan baskınlar sayesinde önlendi. Aslında eski Türkiye’de terör yaratarak mevcut iktidarları antidemokratik bir şekilde iktidardan uzaklaştıran küresel merkez bu kez kendi oyunu ile ters köşe oldu. Yüce Türk Milleti bu kez milli güvenliğini tehdit eden terörle ve bu terörü besleyen ülkelerle en iyi mücadeleyi Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti’nin verebileceğinin bilincinde AK Parti’yi tek başına iktidara taşıdı. Bu süreçte kamuoyunun bu Globalleşen terörzmn, “Küresel Merkez” tarafından hedef alınan ülkelerde yen ve örtülü br savaş yöntemne dönüştürülmes stratejs sonucu tüm dünya devletlernn, özellkle dış poltkalarının terbye edlmesne yönelk olarak uluslararası terörzmn tehdt ağı çnde olduğu gerçeğn unutmamamız ve bu konuda devlet ve mllet dayanışması çnde olmamız gerekyor. anlamda bilinçlenmesine neden olan her kesimin ülkemizin birlik beraberliğine, kardeşliğine, ulusal güvenliğine olumlu katkılarını da unutmamamız gerekir diye düşünüyorum Bu nedenlerle, “Ne olacak bu terör?” endişesi içinde olan vatandaşlarımız merak etmesinler “Türkiye ehil ellerde.” Ancak Globalleşen terörizmin, “Küresel Merkez” tarafından hedef alınan ülkelerde yeni ve örtülü bir savaş yöntemine dönüştürülmesi stratejisi sonucu tüm dünya devletlerinin, özellikle dış politikalarının terbiye edilmesine yönelik olarak uluslararası terörizmin tehdit ağı içinde olduğu gerçeğini unutmamamız ve bu konuda devlet ve millet dayanışması içinde olmamız gerekiyor. Dünyanın uzak bir köşesinde gerçekleştirilen uluslararası terör saldırıları Globalleşen dünya konjonktüründe pek çok ülkeyi güvenlik ve ekonomileri başta olmak üzere birçok açıdan tehdit edebiliyor. Paris’te Çarli Hebdo saldırısından yaklaşık 10 ay sonra, 13 Kasım’da Almanya ve Fransa futbol milli takımlarının hazırlık ve dostluk karşılaşmasının oynandığı saatlerde, Paris’in çeşitli noktalarında eş zamanlı 7 terör saldırısında ilk belirlemelere göre 129 kişi hayatını kaybederken 99’u ağır 352 kişi yaralandı. 2’nci Paris saldırısını 26 ARALIK 2015 da üstlenen DAİŞ terör örgütüne mensup 7 militanın maskesiz olarak üzerlerinde patlayıcı düzenek (canlı bomba) ve makineli tüfeklerle 7 noktada bu kanlı eylemleri 3 ekip olarak gerçekleştirdikleri soruşturmalar sonrasında anlaşıldı. 7 DAİŞ militanı Fransız güvenlik güçlerince ölü olarak ele geçirildi. DAİŞ Fransızca ve Arapça yayımladığı açıklamalarla saldırıları üstlendi. Terör örgütü Paris’te gerçekleştirilen saldırıların “Fransa’nın mevcut Suriye ve Irak politikalarını sürdürmesi halinde en büyük hedef olarak kalmaya devam edeceğini göstermek için yapıldığını iddia ve ifade ederek, DAİŞ kontrolündeki topraklara düzenlenen hava saldırılarına karşı misilleme olarak yapıldığını” duyurmuştu. 2’nci Paris saldırısı bugüne kadar Fransa’da gerçekleştirilen en kanlı ve kapsamlı profesyonel bir terör saldırısına işaret ederken, zamanlaması da 1’nci Paris saldırısında olduğu gibi ilginç ve manidar bir tarihte gerçekleştirilmişti. 2’nci Paris saldırısından yalnızca 2 gün sonra, Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Başkanlığı’nda Antalya’da yapılacak G-20 Liderler Zirvesi’ne Türkiye, 1 Kasım’da kamuoyundan aldığı büyük destekle eli çok güçlendirilmiş olarak ev sahipliği yapacak. Bu Zirve’de ekonomi dışında Suriye, PKK/PYD, DAİŞ, mülteci sorunu, Kıbrıs, Filistin ve BM’nin yapısına ilişkin dosyalar olacağı belirtiliyor. Ayrıca bu zirvede alınacak kararlarda Esed’in geleceği belirlenirken, DAİŞ’e yönelik yapılması muhtemel kara operasyonuna Türkiye’nin katılıp katılmayacağı veya hangi şartlarda katılacağı belirlenecek. En önemlisi de Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde “güvenli bölge” oluşturma tezindeki kararlılığın bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından zirveye katılan liderlere iletileceği güvenilir kaynaklardan alınan bilgilerden anlaşılıyor. Bu terör eylemlerinde DAİŞ terör örgütünü tetikçi bir yapı olarak kullanan Küresel Merkez’in 2’nci Paris saldırısıyla G-20 Zirvesi’nde, Türkiye’nin tezlerini benimseyen Fransa’ya verdiği gözdağı ile AB ülkelerini de dolaylı olarak terör kartı ile etkilemek veya zımnen tehdit etmek suretiyle, Türkiye’nin elini zayıflatmak niyetinde olduğu açıkça görülebiliyor. Ayrıca İstanbul’da, G-20 Zirvesi öncesinde önleyici istihbarat çalışmaları çerçevesinde, DAİŞ hücrelerine yapılan operasyonlarda Paris saldırısı ile eş zamanlı olarak İstanbul’da da saldırı planlandığı düşünülen 5 DAİŞ örgüt militanının güvenlik güçlerince yakalandığı, soruşturmanın büyük bir gizlilik içinde devam ettiği, ismi açıklanmayan Türk yetkililerinin bu yönde AFP ve Reuters’a bilgi verdikleri iddia ediliyor. ARALIK 2015 27 İÇ POLİTİKA önceliklidir.1 Başkanlık sistemlerinde katı kuvvetler ayrılığının diğer bir yansıması parlamento üyelerinin bakanlık gibi yürütme ile ilgili görevlere getirilmelerinin tamamen yasaklanmış ya da oldukça kısıtlanmış olmasıdır. Yürütme yetkililerinin de yasama faaliyetlerine katılımı aynı şekilde kısıtlanmıştır. Örneğin ABD’de başkan doğrudan bir yasa tasarısı hazırlayarak Kongre’ye sunamaz. Latin Amerika ülkelerinde başkanlara yasa tasarısı sunma yetkisi genellikle tanınmıştır, ancak bu ülkelerde de başkan ya da bakanların yasama çalışmalarına katılımlarına ilişkin kısıtlayıcı hükümler bulunmaktadır. BAŞKANLIK SİSTEMİ ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME Prof. Dr. Haluk ALKAN SDE Uzmanı Temel Özellikler B aşkanlık sisteminin belirleyici özelliklerinden biri yasama ve yürütme arasında geçişkenliğe izin vermeyecek şekilde daha katı bir kuvvetler ayrılığı prensibine dayanmasıdır. Bu özelliğin kurumsal düzeyde bu sisteme özgü bir takım yansımaları vardır. Bu yansımalardan ilki yasama ile yürütmenin iki ayrı seçimle halk tarafından seçilmesidir. Parlamenter sistemlerden farklı olarak yürütme otoritesi meşrui- 28 ARALIK 2015 yet açısından yasama iktidarına bağımlı değildir. Bu nedenle başkanlık sistemi çift meşruiyete sahip bir sistemdir. Yasama ve yürütme doğrudan halktan aldıkları yetkiyi kullanan iki otoritedir. İkinci olarak, yasamanın yürütmenin başı olan başkanın görev süresine herhangi bir müdahale yetkisi bulunmamaktadır. Başkanın da parlamentoyu tek taraflı doğrudan fesih yetkisi yoktur. Başkanlık sisteminde erken seçim istisnai bir durumdur ve yürütme ve yasama otoritelerinin kendi görev sürelerini dışarıdan bir müdahale olmaksızın tamamlamaları amacı Başkanlık sisteminin dayandığı felsefe ortaya parlamenter sistemden oldukça farklı bir yürütme yapısı çıkartmıştır. Yürütme otoritesi kişi tarafından temsil edilir ve bu kişi yürütme alanından doğrudan sorumlu ve yine yürütme alanında yetkili kılınmış bir otoritedir. Bu çerçevede yürütme birimleri seçilmiş başkanın otoritesine tabi kılınmıştır. Bakanlar parlamento dışından atanır ve bir kurul olarak çalışmazlar. Bireysel olarak başkanın sekreterleri konumundadırlar.2 Başkan yürütme alanında yalnızca kendi atadığı bakan ve yöneticilerle çalışmaz, aynı zamanda başkana yürütme alanında geniş bir düzenleyici işlem yapma yetkisi tanınmıştır. Başka bir ifade ile başkanlık sisteminde seçimli başkan yürütme alanında başkanlık kararnameleri yolu ile kural koyan, kuralın uygulanması ile ilgili bürokratları atayan, uygulama ile ilgili stratejik kararları alan ve tüm bunların bir sonucu olarak halka hesap veren bir otoritedir. Dolayısıyla başkanlık sisteminde başkan politikalarla ilgili sorumluluğunu başka bir kurum ve otoriteye delege edemez. Başkanlık sisteminde bakanlıklar yürütme iktidarının temel örgütleri değil, farklı yürütme birimlerinden biridir. Başkan bakanlık statüsü dışında doğrudan kendisine bağlı farklı yürütme birimleri oluşturabilir. Bunların yetki ve personel sistemini belirleyebilir. Başkanlık sistemi, yukarıda açıklandığı gibi, yasama ve yürütme iktidarına birbirlerini frenleyip dengeleyecek bir takım karşılıklı yetkilerin tanınmış olmasını gerektirmektedir. Parlamentodan çıkan yasalara karşı başkana genellikle güçleştirici veto yetkisi tanınmıştır. Bu durum başkanın yasamaya geri gönderdiği bir düzenlemenin tekrar başkana onay için gönderilebilmesi olasılığını oldukça düşürmektedir. Yasamada hangi bileşim olursa olsun temsilciler çıkarılacak yasa konusunda başkanın eğilimini Başkanlık sstemnn dayandığı felsefe ortaya parlamenter sstemden oldukça farklı br yürütme yapısı çıkartmıştır. Yürütme otortes kş tarafından temsl edlr ve bu kş yürütme alanından doğrudan sorumlu ve yne yürütme alanında yetkl kılınmış br otortedr. dikkate almak zorundadırlar. Buna karşılık yasama organı cezai konularda, sınırlandırılmış bir biçimde, başkanı yargılayıp görevden alma yetkisine sahiptir (Impeachment). Impeachment, gensoru gibi bir siyasi sorumluluk mekanizması değildir. Belirtildiği gibi konusu suç teşkil eden durumlarda başkanın yasama organı tarafından suçlanıp, görevden alınmasını içermektedir. Başkanlık sisteminde yasama ve yürütme arasında dengenin sağlanmasına yönelik diğer bir mekanizma belli konularda her iki organın bir arada karar almaları zorunluluğunun getirilmesidir. Başkan tarafından atanacak bakan, üst düzey bürokratlar yasama organının onayı ile göreve getirilebilirler. Aynı şekilde üst düzey yargıçlar yine başkanın önerisi ve yasamanın onayı ile atanabilirler. Uluslararası antlaşmaların yürürlülük kazanması, hatta bazı başkanlık sistemlerinde başkanın belli bir süreyi aşan yurtdışı gezileri yasamanın onayına bağlanmıştır. Ayrıca bazı başkanlık sistemlerinde, parlamentonun başkanlık kararnamelerini denetleme yetkisi bulunmaktadır.3 Başkanlık Sisteminin Sonuçları Bu kurumsal özellikleri ile başkanlık rejimi siyasal sistemin işleyişi üzerinde bir takım etkilerde bulunmaktadır. Bunlardan ilki, yasama ve yürütmenin görev sürelerine herhangi bir müdahalenin olmaması ve başkanın yürütmeden sorumlu tek otorite olarak hareket edebilmesinin hükümet istikrarı açısından bu sistemi güçlü kılmasıdır. Koalisyon hükümetlerinin yol açtığı pazarlıklar, parlamenter denetimin hükümeti bloke etmek amacıyla kullanılması, mil- ARALIK 2015 29 letvekili transferleri, parti içi anlaşmazlıkların neden olduğu kopmalarla oluşan parlamento partilerinin siyasal parçalanmaya yol açması gibi nedenlerle hükümetlerin kurulamaması veya istikrarını olumsuz etkileyen durumlar başkanlık sisteminde görülmemektedir. Başkanlık koalisyonları istisnai bir durumdur ve yürütmenin istikrarı üzerindeki olumsuz etkileri daha sınırlıdır. Linz,4 başkanlık rejiminin çifte meşruiyet anlayışına dayandığını belirtmektedir. Yasama ve yürütme iktidarları ayrı seçimlerle belirlendikleri ve meşruiyetlerini birbirlerinden almadıkları için birbirlerine bağımlılıkları da asgari düzeye indirgenmiştir. Böylelikle halkın denetimi dışında güçlü yetkiler kullanan özerk otoritelerin sistem içinde etkinlik kazanabilmesi önlenmiş olmaktadır. Bu nedenle başkanlık sistemleri halka hesap vermeyen ancak politika sürecinde etkili rol oynayan vesayet alanlarının oluşumuna karşı dirençli sistemlerdir. Belirtildiği gibi bu yapı yetkilerin delege edilerek, kamuoyu tercihleri ile politikaların arasındaki mesafenin açılması olasılığına karşı da daha işlevsel bir kurumsal zemin oluşturmaktadır. Başkanlık sisteminde yürütme alanında politika belirleme ve bu politikaları hayata geçirme noktasında güçlü yetkilerle donatılmış bir yürütme yapısı kurgulandığından, politika ile bu politikaları hayata geçirecek bürokratların uyumu konusunda da işlevsel bir zemin oluşmaktadır. Başkan ile birlikte göreve gelen ve onunla birlikte görevinden ayrılan bürokratlar politika odaklı olarak ve başkana doğrudan sorumlu şekilde görev yapmaktadırlar. ABD’de Kurumsal anlamda başkanlık sstemnn demokratk anlamda y şleyeblmes çn, sstemn çnde kltlenmey önleyc mekanzmalara yer verlmes, başkanlık kararnamelernn alanının açık br bçmde belrlenmes, yne başkanlık çn süre ve dönem kısıtının getrlmes önem kazanmaktadır. 30 ARALIK 2015 başkan ile birlikte göreve atanıp, ayrılan personel sayısı yaklaşık dokuz bini bulmaktadır.5 Üstelik başkan bürokratlarını görevden alma yetkisine sahip olduğundan, gerekli gördüğünde müdahale edebilmektedir. Başkana tanınmış kararname yetkisi, gereksinimlere göre yeni yürütme birimlerinin oluşturulabilmesinde, bunların değişen koşullara göre fonksiyonel hale getirilmelerinde, kaynak ve personel verimliliğinin sağlanmasında başkana büyük avantajlar sağlamaktadır. Başkanlık sisteminde bir başkanın bürokratik vesayetten bahsedebilmesi oldukça zordur. Başkanlık Sistemine Yöneltilen Eleştiriler Başkanlık sistemlerine getirilen eleştirilerin başında birbirlerinden katı şekilde ayrılmış, ayrı meşruiyet iddialarında bulunan iki otorite arasında ortaya çıkabilecek anlaşmazlıkların sistemde bir kilitlenmeye yol açabilme tehlikesi gelmektedir. Bu eleştiri başkanlık sistemlerinde yasama ile yürütme arasında anlaşmazlık yaşandığında kilitlenmeyi aşacak mekanizmalara yeterince yer verilmemiş olmasına dayandırılmaktadır. Yasama ve yürütmenin ayrı siyasal partiden ya da eğilimden geldiği durumlarda veya parlamentoda çok partili bir bileşim ortaya çıktığında, yasama ve yürütme arasında bir uzlaşma sağlanamadığı durumlarda bu sistemde çifte meşruiyet krizinin ortaya çıkması söz konusu olabilmektedir. Nitekim 1995 ve 1996 ve en son 2013 yılı sonunda bütçe konusunda Başkan ile Kongre arasındaki anlaşmazlık yüzünden ABD hükümeti maaşlarını ödeyemediği için federal memurlara izin vermek zorunda kalmıştır.6 Başkanlık sistemine yöneltilen bir diğer eleştiri bu sistemde yaşanacak kilitlenmelerin siyasal sistemin otoriterleşmesine neden olacağı iddiasıdır. Öncelikle yasama ve yürütme arasında yaşanacak bir kilitlenme sisteme dışarıdan müdahaleyi kolaylaştırıcı bir sonuç doğurabilir. Yine güçlü yetkilerle donatılmamış veya çok partili bir parlamentoya karşı yetkilerini daha rahat kullanabilen başkan, sistemi otoriter bir rejime yönlendirebilir. Ancak burada bir noktanın altının çizilmesi gerekmektedir. Otoriter sistemler, hükümet sisteminin bir sonucu olarak ortaya çıkmazlar. Aksine sistemi otoriterleştiren dinamiklerin bir sonucu olarak kurgulanırlar. Bu nedenle otoriter rejim çok farklı dinamiklerden beslenen bir olgudur. Aslında başkanlık sistemleri otoriterleşmeye karşı, parlamenter sistemlerden daha dirençlidir. Onca sapma girişimine karşı, Latin Amerika ülkelerinde barışçıl iktidar değişimlerinin yaşanabilmesi bunu göstermektedir. Parlamenter sistemler ise otoriterleşme eğilimlerine karşı daha zayıf sistemlerdir. Mevcut kurumları yönlendirebilecek güçte bir liderin ortaya çıkması durumunda parlamenter sistemler dağılmakta ve yerlerini otoriter rejimlere bırakmaktadırlar. Hitler Almanya’sı, Mussolini İtalya’sı, Franco İspanya’sı bu duruma örnek olarak verilebilir. Buna karşılık, başkanlık sistemlerinde, başkanlık seçimlerine adaylık, dönem ve süre kısıtları getirilmediği durumlarda yapılan seçimlerde uzun sürelerle iktidarda kalan liderlerin, kararname ve atama yetkileri nedeniyle yasama ve yargı üzerinde hâkimiyet kurabilmeleri söz konusu olabilir. Böyle bir süreç, O’donnell’in ifade ettiği gibi delegasyoncu demokrasi adı verilen bir işleyiş ortaya çıkarabilir.7 Başkanlık sisteminin kurumsal özelliklerinin bir diğer sonucu, siyasette “kazanan her şeyi alır” ilkesini pekiştirmesi ve yarışmacı güçlü bir sivil toplum yapısı ile desteklenmediğinde çoğunlukçu bir demokrasi anlayışını güçlendirme olasılığıdır.8 Yapılan başkanlık seçimlerinde küçük oy farkları ile güçlü bir yürütme iktidarına ulaşılabilmesi, lider imajı ve kitle manipülasyon araçları ile seçimlerin yönlendirilmesi arayışlarını öne çıkarabilmektedir. Bu durumlarda gerçekte halkın taleplerine duyarlı olmayan, ancak seçim sürecini manipüle eden bir aday, başkanlığa seçildiğinde seçmen desteğinin ve taleplerinin dışında hareket edebilir. Sistem içinde muhalefete hareket alanı bırakılmadığı durumlarda sistem başkanlık sisteminin temel felsefesinden uzaklaşabilir. Bu nedenle başkanlık sistemleri muhalefete tanınacak alanın kurumsal düzeyde iyi dizayn edilmesine gereksinim gösterirler. Bir siyasi değişim, yalnızca hükümet sistemi üzerinden gerçekleştirilemez. Aslında hükümet sistemi bir siyasal bütünlüğün küçük bir kısmını oluşturmaktadır. Kurumsal anlamda başkanlık sisteminin demokratik anlamda iyi işleyebilmesi için, sistemin içinde kilitlenmeyi önleyici mekanizmalara yer verilmesi, başkanlık kararnamelerinin alanının açık bir biçimde belirlenmesi, yine başkanlık için süre ve dönem kısıtının getirilmesi önem kazanmaktadır. Bunun dışında ülkedeki siyasi parti rejiminin demokratikleştirilmesi, seçmen temsilci ilişkisini güçlendiren bir seçim sistemine geçilmesi ve yarı doğrudan demokrasi mekanizmalarının güçlendirilmesi gibi düzenlemeler kurumsal boyutu destekleyici faktörlerdir. Dipnotlar 1 2 3 4 5 6 7 8 Arend Lijphart, Patterns of Democracy: Government Forms and Performance in Thirty-Six Countries, Yale University Press, New Haven, 1999, s. 17. Douglas V. Verney, 1959. The Analysis of Political Systems, Routledge & Kegan Paul Limited, London ss. 46-47; Edward Ashbee, 2004. US Politics Today, Manchester University Press, New York, ss. 146-148. Gary L. Gregg, The Presidential Republic: Executive Representation and Deliberative Democracy, Rowman & Littlefield, Lanham, 1997, s. 149. Juan J. Linz, “Presidential or Parliamentary Democracy: Does it make a difference?”, The Failure of Presidential Democracy I, Ed. J.J. Linz ve A.Valenzuela, Johns Hopkins University Press, Baltimore, 1994, s. 7. Uğur Ömürgönülşen,“Amerika Birleşik Devletleri’nde Kamu Yönetimi”, Kamu Yönetimi İncelemeleri, İmge Kitabevi, Ankara, 2009, s. 385. Ersin Kalaycıoğlu, “Başkanlık ve Yarı-Başkanlık Rejimleri Neden Otoriterlik ve İstikrarsızlık Üretir?”, 1982 Anayasasının 25 Yılı: Bir Geçici Bilanço ve Perspektifler Sempozyumu, İstanbul Üniversitesi SBF, 15 Kasım, İstanbul, s. 1; Dünya, 3 Ekim 2013. Guillermo O’Donnell,1994. “Delagative Democracy”, Journal of Democracy, 5/1, 1994, s. 51. Josep M. Colomer ve Gabriel L. Negretto, “Can Presidentialism Work Like Parliamentarism?”, Government and Opposition, 40/1, 2005, 62. ARALIK 2015 31 İÇ POLİTİKA SEÇİM HÜKÜMETİ Prof. Dr. Faruk BİLİR* Akademisyen 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri sonucunda, dört parti Mecliste temsil hakkı elde etti. Ancak hiçbir parti tek başına hükümeti kuracak çoğunluğa ulaşamadı. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanı seçiminin yapıldığı 9 Eylül 2015 tarihinden itibaren kırk beş günlük sürede Bakanlar Kurulu kurulamadığından, Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ile istişare ederek, Anayasa’nın 116. maddesi gereğince Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimlerinin yenilenmesine 24 Ağustos 2015 tarihinde karar vermiştir. Bu karar üzerine, Anayasanın Ülkeyi seçime götürmek üzere öngördüğü Seçim Hükümeti (Geçici Bakanlar Kurulu) kurulmuştur. 1 Kasım seçimlerinden önce kurulan Seçim Hükümeti’nin oluşumunda Anayasal kurallara uygun hareket edilmiştir. CHP’li vekillerin tamamı ve MHP’li vekillerin ikisi ve HDP’li vekillerden biri bakanlık teklifini reddedince yerlerine bağımsızlar atanmıştır. Aynı şekilde HDP’li bakanların 32 ARALIK 2015 Bakanlar Kurulu’ndan çekilmeleri üzerine de yerlerine bağımsızlardan atama yapılmıştır. Cumhurbaşkanına Anayasada tanınan yetkilerden birisi de TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar verebilme yetkisidir. Cumhurbaşkanının seçimleri yenileme yetkisi 1982 Anayasasının 116. maddesinde düzenlenmiştir. Bu maddeye göre, Cumhurbaşkanının seçimleri yenileme kararı verebilmesi için gerekli şartlardan birisi de, genel seçimlerden sonra TBMM Başkanlık Divanı’nın seçiminden itibaren kırk beş gün içinde yeni hükümetin kurulamamasıdır. Cumhurbaşkanı, bu şartın gerçekleşmesi halinde TBMM Başkanına danışarak seçimlerin yenilenmesine karar verebilecektir. Ancak Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı’nın görüşü ile bağlı değildir; yetkisini kullanıp kullanmamada tamamen serbesttir. Belirtmek gerekir ki bu şart oluşsa dahi, Cumhurbaşkanı, Meclis çatısı altında güvenoyu ala- bilecek bir hükümet çıkabileceği kanaatine varırsa, bu yetkisini kullanmayabilir ve yeni bir Başbakan belirleyerek hükümeti kurma görevini ona verebilir. Bir başka ifadeyle seçimlerin yenilenmesine karar vermek, Cumhurbaşkanı’nın takdirine bırakılmıştır1. Ancak, Anayasa’nın 116. maddesinde yazılı şartlar oluşmadan seçimlerin yenilenmesine karar veremez. Bugüne kadar, Cumhurbaşkanları tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmemiştir. Başka bir ifadeyle TBMM’nin görev süresi dolmadan seçimlerin Cumhurbaşkanınca yenilenmesinin örneği Cumhuriyet tarihi boyunca hiç yaşanmamıştır. Zaten 1924 Anayasası Cumhurbaşkanına böyle bir yetki vermemişti. TBMM seçimlerinin yenilenmesi yetkisi ilk olarak 1961 Anayasası’nda tanınmış olmakla birlikte, Cumhurbaşkanının bu yetkisini kullanabilmesi, gerçekleşmesi oldukça zor şartlara bağlanmıştı. Cumhurbaşkanının bu yetkisini kullanabilmesi için hükümetin 18 ay içerisinde üç defa gensoru önergesi veya başbakanın güven isteminin reddi suretiyle düşürülmesi ve başbakanının Cumhurbaşkanından seçimlerin yenilenmesi yönünde bir talepte bulunması gerekliydi2. Özellikle 1973 seçimleri sonrası dönemde Meclis içerisinden bir hükümet çıkmaması ciddi siyasal krizlere sebep ol- muş, ancak seçimleri yenileme yetkisi katı kurallara tabi olduğundan krizi bu yolla aşma imkânı olmamıştır3. Bu açıdan Cumhurbaşkanı tarafından alınan seçimlerin yenilenmesi kararı bir ilki gerçekleştirmiştir. Cumhurbaşkanı’nın bu anayasal yetkisini kullanmasının sonucu Seçim Hükümeti olarak adlandırılan Geçici Bakanlar Kurulu kurulmuştur. Cumhurbaşkanınca seçimlerin yenilenmesine karar verildiğinde Bakanlar Kurulu çekilir ve Cumhurbaşkanı Geçici Bakanlar Kurulu’nu kurmak üzere bir Başbakan atar. Geçici Bakanlar Kurulu’na, Adalet, İçişleri ve Ulaştırma bakanları Türkiye Büyük Millet Meclisindeki veya Meclis dışındaki bağımsızlardan olmak üzere, siyasî parti gruplarından, oranlarına göre üye alınır. Siyasi parti gruplarından alınacak üye sayısını Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı tespit ederek Başbakan’a bildirir. Teklif edilen bakanlığı kabul etmeyen veya sonradan çekilen partililer yerine, Türkiye Büyük Millet Meclisi içinden veya dışarıdan bağımsızlar atanır. Geçici Bakanlar Kurulu, yenilenme kararının Resmi Gazete’de ilanından itibaren beş gün içinde kurulur. Geçici Bakanlar Kurulu için güvenoyuna başvurulmaz. Geçici Bakanlar Kurulu seçim süresince ve yeni Meclis toplanıncaya kadar görev yapar. ARALIK 2015 33 İÇ POLİTİKA Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez Seçim Hükümeti’nin kurulduğunu ve Seçim Hükümetine ilişkin teamüllerin de yeni oluşmaya başladığını söylemek mümkündür. Seçim Hükümetiyle ilgili Anayasa’da bazı hükümlerin yer almaması, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın oluşturulacak ve onaylanacak hükümette yapılan faaliyetlerin teamül oluşturmasına yol açmaktadır. Bu anlamda hükümeti kurmakla görevlendirilen Başbakan’ın seçimlerde Seçim Hükümeti oluşturma hakkındaki düzenlemeleri teamül oluşturmaktadır. Seçim Hükümeti’nde yer alan milletvekili olmayan bakanların yemin edip etmemeleri konusunda bir düzenleme bulunmamaktadır. Ancak Seçim Hükümeti’nde yer alan bakanlarda yasama sorumsuzluğu ve yasama dokunulmazlığından faydalandıkları için yemin etmeleri gerekir. Nitekim Seçim Hükümeti’nde yer alan milletvekili olmayan bakanlar yemin ederek göreve başlamışlardır. Anayasaya göre, bakanların kimler olacağı Başbakan tarafından belirlenmekte ve Cumhurbaşkanına sunulmaktadır (An. md. 109). Benzer şekilde Anayasanın 114. maddesinde de “Teklif edilen bakanlığı kabul etmeyen veya sonradan çekilen partililer yerine, Türkiye Büyük Millet Meclisi içinden veya dışarıdan bağımsızlar atanır” denilmektedir. Bu hükümden, partililere bakanlıklar önerileceği ya da teklif edileceği anlamı çıkarılabilir. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti tarihinde anayasal bir zorunluluk olarak ilk kez oluşturulan Seçim Hükümeti’nde, Başbakanın parti grupları yerine bu siyasi partilerden milletvekillerine doğrudan bakanlık teklifinde bulunma yetkisi vardır. Başka bir ifadeyle, Anayasaya göre, Mecliste grubu bulunan partilerden Seçim Hükümeti’nde yer alacak bakanları belirleme yetkisi Başbakan’a aittir. Yani Başbakan, siyasi partilerden kendilerine düşen bakanlık sayısı kadar öneri istemeksizin, doğrudan partili milletvekillerinden bakanları belirleyebilir. Anayasa göre, “Başbakan, Cumhurbaşkanınca, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri arasından atanır. Bakanlar, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri veya milletvekili seçilme yeterliğine sahip olanlar arasından Başbakanca seçilir ve Cumhurbaşkanınca atanır; gerektiğinde Başbakan’ın önerisi üzerine Cumhurbaşkanınca görevlerine son verilir” (An. md. 109/2-3). Görüleceği üzere, her durumda Başbakan ve bakanları atama yetkisi Cumhurbaşkanına aittir. Bakanları belirleme yetkisi ise Başbakan’a aittir. Bu konuda, daimi Ba- 34 ARALIK 2015 kanları Kurulu ile Geçici Bakanlar Kurulu arasında farklı bir düzenleme öngörülmemiştir4. Anayasaya göre, Meclis toplandığı gün Seçim Hükümeti’nin görevi, istifa etmesine gerek kalmadan sona ermektedir (An. md. 114/son). Normal şartlarda hükümetler yeni hükümet kurulana kadar görevde kalmaktadır. Ancak, Anayasada Seçim Hükümeti’nin görev süresinin sona ermesine ilişkin açık bir hüküm vardır. Seçim Hükümeti’nin görevlerinin sınırı ile ilgili Anayasada herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Seçim hükümeti ve bu hükümette yer alan bakanlar da hukuken güvenoyu almış hükümetlerde görev yapanlar kadar yetkili olmakta ve bakanlıklarında atamalar yaparak, tasarruflarda bulunabilmektedirler. Fakat doktrinde TBMM’de güvenoyunu almamış hükümetlere işgüder hükümet ismi verilmekte ve söz konusu hükümetlerin önemli konularda karar almaması esası benimsenmektedir. Hükümet yalnızca gündelik yahut gecikmesinde sakınca bulunan işlemlerle ilgili kararlar alabilmektedir. Dolayısıyla Seçim Hükümeti icracı bir hükümet olarak nitelendirilmez. Seçim Hükümeti tarafından yapılan personel atamalarının gündelik işler içerisinde değerlendirilmesi mümkündür. Ülkemizde ilk defa kurulmasına rağmen Seçim Hükümeti’nin, Ülkeyi seçime götürmek konusunda ve seçim dönemi boyunca görevini gerektiği gibi yaptığını söyleyebiliriz. Anayasa gereği kuruluşunda sadece tek partinin değil birden fazla partinin yer alması, görevinin gereği olarak olağan ve gerekli işleri yapması ve seçimlerin mevzuata uygun olarak yapılmasının sağlanması açısından da, Seçim Hükümeti’nin görevini iyi bir şekilde tamamladığını söyleyebiliriz. Dipnotlar 1 2 2 4 BİLİR, Faruk, 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri Sonrası Anayasal Süreç, SDE, No:11, Haziran 2015, s.9- 10. BİLİR, s. 9. UZUN, Cem Duran, 5 Soru: Seçimler Yenilenirken Geçici Bakanlar Kurulunun Kuruluşu, http://setav.org/tr/5soru-secimler-yenilenirken-gecici-bakanlar-kurulununkurulusu/yorum/27103, (e. t. 08.11.2015). ŞEN, Ersan, Seçim Hükümeti Nasıl Kurulur?, http:// www.haber7.com/yazarlar/prof-dr-ersan-sen/1518604secim-hukumeti-nasil-kurulur, (e. t. 08.11.2015). * Selçuk Üniversitesi, Hukuk Fakültesi öğretim üyesidir. Anayasa hukuku, siyaset bilimi ve insan hakları alanlarında çalışmalar yapmaktadır. NUSAYBİN’DE NE OLUYOR? Orhan MİROĞLU AK Parti Mardin Milletvekili B u soruyu ne yazık ki uzun zaman sadece Nusaybin bağlamında değil, benzeri halleri yaşayan başka ilçeler, Cizre, Silopi, Yüksekova, Diyarbakır-Sur için de duymaya devam edeceğiz. Bu ilçeler, baştanbaşa hendeklerle kazılmış durumda. Ve bu hendekler iddia edildiği gibi, kafası bozuk, doksanlı yılların travmalarını yaşayan birkaç genç tarafından değil, bu ilçelerde HDP’ye rağmen en örgütlü yapı olan KCK/YDG-H gibi örgütlerin şehirlere yönelik stratejilerinin bir gereği olarak kazılıyor. Böylece güvenlik güçlerinin mahallelere gir- meleri engelleniyor ama nihayet öyle bir aşamaya gelindi ki, kimi mahallelere artık HDP’li politikacılar da giremiyor. Girilemeyen bu mahallelerin siyasi, sosyal hatta kültürel yaşamı da adı geçen örgütler tarafından düzenleniyor ve kimse bu düzenlemelere karşı çıkamıyor. Mahkemeler var, düzenli vergi alınıyor ve seçimlerde HDP’ye % 90’ların üstünde bir oy oranının çıkması sağlanıyor. Bu oy oranı o ilçeleri yönetmeye yetmiyor mu ki hendekler kazılıyor, militanlar güpegündüz omuzda roketatar, elde kalaşnikof ARALIK 2015 35 Bir defasında esnaf ziyareti yapmak istedik, pişman ettiler. Gençleri toplamışlar, slogan atıp duruyorlar, aramızda silahlı insanlar var, Allah korusun karşı karşıya gelsek çok insan ölebilir, çaresiz, arabalara doluşup ayrıldık Nusaybin’den. Seçimlere üç gün kala partili bir arkadaşımız Medeni Konak, direksiyonunda olduğu aracına arkadan yanaşan iki motosikletli katilin açtığı ateş sonucu, sokak ortasında infaz edildi. ortada cirit atıyor? Ve bu hendekler neden en çok Kürt yoksulların yaşadığı mahallerde ve en çok oy alınan ilçelerde kazılıyor? HDP’ye bu kadar yüksek oranda oy vermek, o oy verenlere neden zulüm görünüyor ve bazen de ölüm olarak geri dönüyor. Peki, bir siyasi grup, kendisine bu kadar yüksek oy veren ilçelerden daha ne bekler? Sokağa çıkma yasağının sürdüğü günlerde Nusaybin’de yaşayan akrabalarım, dostlarım, partili arkadaşlarımla bütün gün görüşürüm. Hastaneden arayan doktorlar olur. İçim kanar onları dinlerken. Bedenim Ankara’da, Meclisteki odamın içindedir, ama yüreğim Nusaybin’de atar... Gelen telefonlardan hep aynı şikâyetleri dinlerim. Elektrikler düzenli verilemiyor, sular akmıyor. Son ekmekler çoktan yenilmiş, ekmek yerine bulgur pişiriliyor. Trafolar patlatılıyor, onarım için gelen ekipler mahallelere giremiyor, roketatarlarla durduruluyor. Çalışma ekiplerini mahallelere girmeye ikna etmek çok zordur. Bir yandan da şarapnel ve kurşun yaralarıyla hayatını kaybetmiş insanlar taşınıyordur hastanelere. AK Parti olarak, Haziran seçimlerinde iki, Kasım seçimlerinde de iki defa Nusaybin’e girmeyi başardık. Girmeyi başardık derken aklınıza, şehir içinde serbestçe dolaştığımız, insanların elini sıkıp merhabalaştığımız bir şehir ziyareti gelmesin. İlçe binamıza gidiyoruz, benim gözümde cesur, hatta kahraman insanlardan ibaret olan AK Partililerle orada buluşuyoruz, kısa bir süre kaldıktan sonra da arabalarımıza doluşup ayrılıyoruz. 36 ARALIK 2015 İnternette hala video olarak var. Nusaybin’de bir mahallede ve sokak ortasında kurulan bir “halk mahkemesi.” Sokağı aydınlatan bir lambanın altında yüzü maskeli, eli silahlı iki kişi, yine yüzüne torba geçirilmiş ve suç işledikleri iddia edilen iki kişinin yanında duruyor. Kalabalık bir halk topluluğu var, gelen yoğun seslerden ve arada bir duyulan çocuk seslerinden anlıyorsunuz ki, mahalle sakinlerinin tümünün, sokakta kurulan mahkemenin bu duruşma anını izlemesi istenmiş. Önce suçlar okunuyor. Birinin suçu, sırtında Türk bayrağı dövmesi taşıması. Diğerinin suçu, uyuşturucu kullanmak. Suçlar tebliğ edildikten sonra mahkeme yargıcı uzun bir konuşma yapıyor. Halk bu kadar zor şartlarda özgürlük mücadelesi verirken, düşmanın bayrağını sırtında taşımanın, hele uyuşturucu kullanmanın nasıl da affedilemez suçlar olduğu hatırlatılıyor. Anlaşılan Jüri üyeleri olarak “Barış Anneleri” söz alıyor sonra. Anneler de mahkeme yargıcının -veya savcısının- söylediğine benzer şeyler söylüyor. Sonra karar açıklanıyor. Sanıklara belli bir süre tanınıyor ve şimdilik affedildikleri ama takip altında olacakları ifade ediliyor. Bu videoyu izlediğimde aklıma Stalin’in kurdurduğu mahkemeler değil, ama her nedense Fuko’nun, “Hapishanenin Doğuşu” ismini taşıyan kitabında okuduğum, okurken ürperdiğim, bir mahkûmun halkın tezahüratları altında parçalanarak can verdiği o uzun anlatısı geldi. Stalin’in muhalifleri yargıladığı ve tümünü ölüme ve sürgüne yolladığı mahkemelerde coşkulu halk kalabalıkları yoktu. O yargılamaların üstündeki sır perdesi bile daha ancak bu yakın zamanda keşfedilmeye ve belgeleriyle beraber gün yüzüne çıkmaya başlamışken, Nusaybin’de yüz küsur yıl sonra ve 21. yüzyılda, sokak ortasında kurulan mahkemelerde “coşkulu halk kalabalıkları”nın fonda olduğu duruşma anları gizlenmiyor, tam tersine halka açık duruşmalar olarak icra ediliyor ve insana sadece ve sadece Ortaçağı hatırlatıyordu. O halk mahkemesinde yargılanan gençlerden biri, serbest kaldıktan sonra karısını ve çocuklarını yanına alarak Nusaybin’i terk etti. Onunla buluştum ve hikâyesini dinledim. Omzundaki Türk bayrağı dövmesi yüzünden neredeyse canından olacaktı. Yaşadıklarını ağlayarak anlattı. Onuru kırılmış ve vücuduna işkence yapılmıştı. Gömleğini çıkardı, dövmenin üstünde sigara yanıkları görülüyordu. Dövmeden başlayarak koltuk altına uzanan bölgede izi kalmış bir bıçak yarası vardı. Dövme yaptırmak aklına nereden geldi diye sordum. Babası 90’lı yıllarda Hizbullah tarafından öldürülmüştü. O da cinayete tepki olsun diye sırtına Türk bayrağı dövmesi yaptırmıştı. Özgürlük iddiasında olan bir hareketin kendi halkına reva gördüğü özgürlükler bundan ibaretti. “Çözüm Süreci’nin” sağladığı tolerans ortamında nihayet sıra, bu korkunçluğun sürüp gitmesi için birer iktidar alanı olarak belirlenen mahallelerin etrafını hendeklerle kazmaya ve elde silah, bombalarla doldurulmuş o hendekleri korumaya gelmişti. Sadece Nusaybin’de 200’ün üstünde hendek var. Adını yazmayayım, sadece bir mahalledeki taziye evinde 400 kilogram bomba var. Bu sayı ve rakamlara Sur, Silopi, Cizre, Silvan ve daha başka yerlerdeki hendekleri ekleyin. Hendeklerle yarılmış bir coğrafyayı tahayyül etmeniz zor olmaz. Geçenlerde Kandil’den gelen bir açıklamada, bu kışın final kışı olacağı söyleniyordu. Bunun anlamı şudur: Bu kış, dağlarda değil, şehirlerde “savaşacağız.” Dağlarda kazanılacak bir “savaş” kalmadı. Aslına bakarsanız hiçbir zaman dağlarda PKK’nın kazandığı bir savaş olmadı. PKK er veya geç dağlardan çekilmek zorunda kalacak. Kış şartlarında PKK dağlarda zaten “savaşamaz.” Dağlardan şehirlere inip, o şehirleri cehenneme çevirmeye çalışacak. En güçlü olduğu ilçeleri seçmesi bu yüzden. Adını saydığım ilçeler HDP’ye çok yüksek oy veren ilçeler. Oralarda saklanıyor militanlar. Gerektiğinde halk zorla evinden tahliye ediliyor ve o evlere dağlardan gelen militanlar yerleşiyor. PKK, tek şansının şu olduğuna inanıyor: Şehirlere silahlı gruplarını istihdam edebilir ve bu silahlı gruplar burada tutunabilirse, 2019’a kadar geçecek sürede yeni bir çatışma alanı yaratmış olacak. PKK, selametle geçeceğine ve yeni anayasamızı yapabileceğimize inandığımız bu dört yıla terör ve şiddet yoluyla hükmetmenin ve bu dört yılı yok etmenin peşinde(!) Başarabilirse eğer, dünyanın gözü dağlardan şehirlere kayan bu yeni çatışma alanına çevrilecek. HDP’nin eli kolu bağlanacak. Bu şiddet dalgasının peşinden sürüklenmeye mahkûm olacak. Bu ortamda yeni anayasa elbette hakkıyla konuşulamayacak ve tartışılamayacak. Strateji bu, ama halkın asla desteklemediği bir strateji. PKK’nın gözünü diktiği bu şehirlerde yaşayan yüz binlerce insan var. PKK terörü ve şiddetiyle mücadele edilirken bu insanların yaşam hakları garanti altına alınmak ve korunmak zorunda... Fakat sokağa çıkma yasağı ilan edilmeden, PKK’nın şehirlerdeki bu yeni hamlesini boşa çıkarmak ve bombalardan, silahlardan temizlemek kolay değil. PKK, halka cehennem gibi bir yaşamı reva görüyor. Halk, güvenlik güçleriyle karşı karşıya gelsin ve çatışmalar derinleşsin istiyor. Şehirlerin demokratik ruhunu ve geleceğini yok edebilecek, korkunç bir planla karşı karşıyayız. Mervaniler’in Bedirxaniler’in başkenti Silvan ve Cizre, bugün harabeye dönmüş durumda. Babil halkı, Nusaybin’e Nisibis diyordu. Bir zamanların Nisibis’inden geriye çok az şey kaldı. Süryani bilim adamlarının bilim ve felsefe üstüne kafa yordukları ve Nusaybin’deki okullarda üretilen düşüncelerin, Nusaybin’den Yunanistan’a, oradan da Avrupa’ya ulaştığı BEŞ BİN YILLIK bu kadim şehirde şimdi Ortaçağ’ın ruhu dolaşıyor(!) Nusaybin’deki mücadele işte bu yüzden karanlıkla aydınlık arasındaki mücadeledir. ARALIK 2015 37 röportaj 7 Haziran’dan 1 Kasım’a Neler Değişti? Röportaj: SDE Yazı İşleri İbrahm Uslu kmdr? 30 Temmuz 1966 tarhnde doğdu. Lsans eğtmn 1983-1987 yılları arasında İstanbul Ünverstes Syasal Blgler Fakültes, Kamu Yönetm Bölümü’nde tamamladı. Yüksek Lsanasını aynı ünverstede 1988-1991 yılları arasında Sosyal Poltka üzerne yaptı. 1993-1995 yıllarında Amerka Brleşk Devletlernde Doktora Semnerler çn bulundu. 1995 yılında başladığı Doktorasını 1999 yılında İstanbul Ünverstes’nde Sosyal Poltka üzerne yaptı. 1988-2003 yılları arasında İstanbul Ünverstes’nde Araştırma Görevls ve Öğretm Üyes olarak çalışmıştır. 2003-2004 yılları arasında se Bersay İletşm Danışmanlığı Başkan Yardımcısı olarak çalışmıştır. 2004 yılından ber Ankara Sosyal Araştırmalar Merkez (ANAR) Genel Müdürü olarak görev yapmaktadır. Syasal Vakfı Mütevell Heyet Üyes ve Türkye Araştırmacılar Derneğ üyesdr. 38 ARALIK 2015 2007 yılındaki tercihlerine sadık kaldı. Dolayısıyla 7 Haziran’dan 1 Kasım’a kadar çok sansasyonel, dramatik, trajik değişiklikler yaşanmadı. 2007’den beri gelen önemli bir istikrar söz konusu. 2007’den bu tarafa baktığınızda, 2007’de AK Parti yine % 49 küsur oy almıştı. O da şimdiki sonuçlara çok benziyor. CHP ve MHP’nin de oyları nerdeyse bu civardaydı. Dolayısıyla 1 Kasım sonuçları, 2007’den beri bildiğimiz bir tabloyu yansıtmaktadır. Ortada bir süreklilik var. Ancak bu sürecin standart sapması olan 7 Haziran seçimleri dikkate değer. 7 Haziran’ı konuşmak lazım. 7 Haziran’da ne oldu? Seçmenin davranışını anlayabilmek için, zihin kodlarını çözebilmek için 7 Haziran analize muhtaç. 7 Hazran’dan sonra 5 ay çersnde ne değşt de AK Part’nn oyları bu kadar arttı? 1 Kasım seçm sonuçlarını nasıl değerlendryorsunuz? Genel br değerlendrme yapablr msnz? 1 Kasım seçim sonuçlarını herkes daha önce sanki hiç yaşanmamış büyük bir sürpriz gibi karşıladı. Seçim gecesi bir televizyon programına katılırken, YSK seçim sonuçlarının açıklanmasına henüz izin vermiyordu. Ama biz sandık sonuçlarını görüyorduk. Ben izleyicilere biraz ipucu vermiştim. Eğer seçim sonuçlarını merak ediyorsanız hem kendi ilinizde hem de Türkiye genelinde 2011 sonuçlarını açın ve bakın. Hatırlayın 2011 seçim sonuçlarına benziyor demiştim. Nitekim 2011 seçim sonuçlarına yakın bir sonuç çıktı. Tek istisna HDP. HDP dışındaki üç partiye bakın aslında 2011 sonuçlarına yakın sonuçlar aldılar. Aralarında ufak tefek farklılıklar var ama geçen dört yılda da bu kadar farklılıkların olması normal. Dolayısıyla seçmen 2011 yılındaki hatta biraz daha geri gidersek AK Parti birkaç şey yaptı. Aslında yaptığı, diğer partilerin yapmadığıdır. Ve seçmen tekrar eski sonuçlarını hatırladı ve eski tercihlerinin doğru olduğunu düşündü. AK Parti 7 Haziran’dan sonra özeleştiri yapan tek partiydi. Diyelim ki CHP % 35 hedefi koymuştu. % 25 aldı. Buna rağmen özeleştiri sürecinden geçmedi. Hatta özeleştiri sürecinden geçmediği gibi 1 Kasım seçimleri belli olduktan sonra aday listesini bile değiştirmedi. Aday kampanyasını 7 Haziran’a göre daha düşük profilli bir hale getirdi. Seçim beyannamesini değiştirmedi, 7 Haziran’daki tavrında ısrar etti. Böylelikle de seçmene şu mesajı verdi: “Ben halimden memnunum, daha fazlasını istemiyorum. % 25 zaten bana yetiyor. Dolayısıyla Allah bereket versin.” İktidara talip olması gereken ve bu doğrultuda gayret göstermek zorunda olan CHP bir başka şey daha yaptı; Sayın Kılıçdaroğlu kalktı ve “biz- den iyi bir koalisyon ortağı olur, bizler koalisyona talibiz” anlamına gelecek sözler söyledi. Bir taraftan baktığınızda ılımlı bir siyaset dili, uzlaşmacı bir siyaset dili uyguladı. Ama bizim seçmenimiz iddialı siyasetçileri seviyor. Hiçbir iddiası olmayan “benden iyi bir koalisyon ortağı olur” diyen bir partiye niye oy versin ki… MHP 7 Haziran’da % 16 oy aldı ve % 16’nın tamamının kendi oyu olduğunu düşündü. HDP, her ne kadar sonraları unutmuş olsa da ilk başlarda kendisine verilen oyların bir kısmının emanet oylar olduğunu fark etmişti ama MHP kendisinde emanet oy olduğunu hiç düşünmedi bile, “artık bunlar benim tapulu malım” gibi davrandı. MHP ne bir özeleştiri sürecinden geçti, ne 1 Kasım seçimleri için aday listesini değiştirdi ve ne de seçim beyannamesini değiştirdi. Hatta doğru dürüst kampanya bile yapmadı. MHP’de şu mesajı verdi: “Ben halimden memnunun, bu aldığım oylar yeter, Allah bereket versin”. Son gün Sayın Bahçeli de “biz koalisyon kurarız. Koalisyon ortağı oluruz” seklinde açıklamalar yaptı. CHP “benden koalisyon ortağı olur” dedikten sonra MHP de “esas benden daha iyi bir koalisyon ortağı olur” diye seçmenin karşısına çıktı. Her iki tutum da çok yanlıştı. HDP’ye gelince; HDP’ye seçmen sert bir ikazda bulundu. 7 Haziran öncesi “Ben artık Türkiye partisiyim. Türkiye’nin sorunlarıyla ilgileniyorum, sadece bir kimlik partisi değilim, bütün Türkiye’yi kucaklayacağım. Hatta muhafazakârları bile kucaklayacağım” şeklindeki söylemleri seçmenden rağbet gördü. Tabi orada yine aldığı oylara baktığınızda 13 puanın 11,5’inin Kürt oyları olduğunu görüyoruz. Etnik olarak, Kürtlerden oy aldı ama 1,5 puan da olsa Kürt olmayan, kendini Kürt olarak tanımlamayan insanlardan oy almayı ARALIK 2015 39 başarmıştı. Seçimden hemen sonra bu payların emanet oy olduğunu söyledi ve ona göre bir dil kullandı. Fakat kısa bir süre sonra bu söylemi terk etti ve Türkiye’nin en büyük partisi olmasa bile ve en müessir olan partisi olduğu vehmine kapıldı, Türkiye’nin bütün siyasetini yönetebileceğini düşünmeye başladı. Bu seçmeni rahatsız etti. Özellikle de temmuz ayının ortalarından sonra başlayan terör süreci ile ilgili tutumu, terörle arasına mesafe koyamaması hatta teröre terör bile diyememesi Kürtlerin yeniden HDP’ye olumsuz bir tepki görmesine neden oldu. 7 Haziran’da HDP Güney Doğu Anadolu’nun ve Doğu Anadolu’nun birinci partisi olmuşken ve kendini Kürt olarak kimliklendiren seçmenlerin birinci tercihi olmuşken, 1 Kasım’a gelindiğinde bu üç pozisyonunu birden kaybetti. HDP artık Doğu Anadolu’nun, Güney Doğu Anadolu’nun ve Kürtlerin birinci partisi değil. Rakipler bütün bunları yaparken AK Parti ne yaptı? AK Parti, birincisi, bir özeleştiri sürecinden geçti ve seçmene, “ben neden oylarımı dokuz puan civarında düşürdüğünüzü anladım” dedi. Ve ona uygun olarak hem söylemini değiştirdi hem de sert dilini... 7 Haziran seçimleri öncesinde diğer partilerle sert polemikler yaşıyordu, 1 Kasım öncesi bunu yapmadı. Aday listesini ve seçim beyannamesini radikal bir şekilde değiştirdi. En agresif, en kapsamlı ve en çalışkan kampanyayı yine AK Parti yaptı. Seçmen kitlesini kazanmaya başladı ve bütün bu maceradan sonra 2011’e geri dönüldü. Seçmen eski durumuna geri döndü. 1 Kasım seçimlerinin en temel özelliği o. Seçmen dört yıl önceki hatta 8 yıl önceki pozisyonuna, tercihlerine geri dönmüş oldu. 7 Hazran’da beklenmedk br oy oranına ulaşan HDP, 1 Kasım seçmlernden sonra baraj altında kalma tehlkes yaşadı. HDP’nn oy oranlarındak düşüşü nasıl değerlendryorsunuz? 1 Kasım’dan bu yana HDP felç olmuş durumda. Tepki veremiyor. Yorum yapamıyor henüz yolunu çizmeye çalışıyor ama şuan nasıl bir karar verdiğini göremiyoruz. Bence, daha önce dediğim gibi, 40 ARALIK 2015 HDP % 13’ü doğru yorumlamıştı. 7 Haziran’dan sonra yapılan açıklamalarda “bunların emanet oy olduğunu biliyoruz ve buna uygun davranacağız” dedi. Fakat % 13 biraz şımarttı, biraz da medyanın dolduruşuna geldiler, biraz da Kandil’in tahriklerine kapıldılar. Çünkü henüz seçimden bir ay geçmemişken Kandil defalarca HDP aleyhine çok sert açıklamalar yaptı. İşte, “sizi oraya gönderdik % 13 oy aldınız ama hiçbir şey yapmıyorsunuz” şeklinde. Bence, % 13’ü almanın meydana getirdiği o yapay ve mesnetsiz öz güven, Selahattin Demirtaş’ın 7 Haziran’dan sonra konuşma tavırlarının değişmesi bir de Kandil’in yaptığı sert açıklamalar HDP’nin DNA’sını bozdu. Ve 7 Haziran öncesinde kendisine başarı getiren dili bir ay içerisinde unuttu. Bir ay gibi bir kısa süre içerisinde değişmeleri ve sağduyu çağrısının olmaması en büyük hatalarıydı. Hep birlikte PKK ve muhalif medyanın onları ittiği yere yöneldiler ve seçimden büyük bir hezimetle çıkmaktan kıl payı kurtuldular. Seçmen hemen infaz etmek istemedi. Tıpkı 7 Haziran’da AK Partiyi uyardığı gibi bu sefer de 1 Kasım seçimlerinde HDP’yi çok sert bir şekilde uyardı ve kendine çeki düzen ver dedi. “Soldaki iki partili sistemi hala muhafaza ediyorum ama eğer üslubunu bu şekilde devam ettirirsen bir sonraki seçimde solda iki parti olamayacak” şeklinde çok net bir mesaj verdi. Bu mesajı HDP algıladı mı algılamadı mı tam olarak bilmiyoruz. Eğer açıklamalar gelirse göreceğiz. Şu ana kadar bir şeyler olduğunu hissettiğini zannediyorum. Fakat henüz politika belirleyemedi, dil belirleyemedi, HDP tam bağımsız bir parti olsa bunları çok çabuk görüp buna göre kendini ayarlayacak kadar siyasi aklının olduğunu düşünüyorum. Ama HDP tam bağımsız bir parti olmayınca bir de vurgun yemişken, hele hele tepesinde bu kadar çok kılıç sallanırken siyaseten en doğru kararı almak kolay bir şey değil. Seçmenn ddalı partler sevdğn belrttnz. 7 Hazran seçmlernden sonra hçbr koalsyon formülünde olmayacağını söyleyen br MHP vardı. Ntekm 1 Kasım seçmlerne gderken bu tutumu sebebyle “hayırcı MHP” olarak anıldı ve meclse dördüncü part olarak grebld. MHP’nn bu tutumunu nasıl değerlendryorsunuz? Bana soracak olursanız MHP artık misyonunu tamamlamış bir partidir. Kendini 50 yıldır yenilemeyen, değiştirmeyen bir MHP’nin, hangi platformda ne söylediği çokça belli olmayan, sadece bir iki klişe ile Türkiye’de ve dünyada olup biten her şeyi açıklamaya çalışan bir partinin zaten bir karşılığı olamaz. MHP seçmeninde kırılma meydana getiren birkaç şey vardı. Sayın Bahçeli 7 Haziran akşamı bir söz verdi. Koalisyonun yapmayacağını, ana muhalefet olduğunu iddia etti. Konuşmasının sonunda da “biz ülkeyi bir krize ve yönetimsiz bir ortama mahkûm etmeyiz, gerektiğinde taşın altına gövdemizi koyarız” dedi. Sonra AK Parti’nin CHP ile koalisyon kuramayacağı anlaşılınca Sayın Davutoğlu, Sayın Bahçeliyle bir kere daha görüşmeye gitti. Orada iki şey talep ediyor: “Ülkeyi seçime götürelim ve kuracağımız azınlık hükümetine destek verin ki HDP’li bakanlar kabinede yer almasın”. Sayın Bahçeli sözde taşın altına gövdesini koyacaktı ama parmağını bile koymadı. Bir şey yapması bile gerekmiyordu. Sadece oylama esnasında parlamentoya girmeyecekti. Parlamentoya girmese zaten azınlık hükümeti kurulmuş olacaktı ama azınlık hükümetine destek vermeyeceğini ilan etti. Yani HDP’li bakanların kabineye girmesine neden oldu. Anayasa gereği bir Seçim Hükümeti kurulacak, ülke zor durumda, artık hükümet kurulamıyor Türkiye’de ve her partinin o süreçte ülkenin yönetimine destek vermesi gerekirken MHP, oraya da temsilci vermedi. Hatta bakanlar kuruluna girmeyi kabul eden Sayın Tuğrul Türkeş’i aforoz etti ve çok ağır ithamlarla partiden uzaklaştırmaya çalıştı. Bir diğer travma da buydu. Daha sonra yapmış olduğumuz araştırmalarda MHP’nin AK Partiyle koalisyon kurmasını MHP tabanının % 75’den fazlasının istediğini tespit ettik. MHP yönetimi bu kadar yoğun desteğe rağmen koalisyona yanaşmadı. Bu durum MHP üst yapısının tabana rağmen iktidar olmak istemediğini göstermektedir. Azınlık hükümetinin desteklenmemesini de MHP seçmeninin yine % 75’i yanlış buldu. HDP’li bakanların kabineye girmesinin doğru olmadığını düşünen MHP seçmeninin oranı ise % 80 civarındaydı. Seçmeninin % 75’inin istediğini yapmaz ve karşı çıktığı işi de yaparsanız olacağı budur. MHP bence 7 Haziran’dan bu yana yapabileceği bütün siyasi yanlışları yaptı ve tesadüfen bile doğru bir iş yapmadı. Ona rağmen terör tehdidi ve HDP’nin varlığı o tür nedenlerle MHP oy oranını yine güvenli bir biçimde barajın üstünde tutmayı başardı. Ama MHP şu anki haliyle misyonunu tamamlamış görünüyor. Türkiye’nin en zor zamanlarında bile ülkeye katkı vermeyen bir parti siciline sahip artık. O yüzden seçmenin bunları değerlendirdiğini ve bundan sonra da değerlendirmeye devam edeceğini düşünüyorum. MHP ya gerçekten kendisini yenileyecek, çıkıp seçmenden özür dileyecek, yanlış yaptığını kabul edip, özeleştiri yapıp kendini gözden geçirecek ya da bence yavaş yavaş erozyona uğrayacak. CHP kemkleşmş oy oranı olan % 25’le 1 Kasım seçmlern de atlattı. Seçmden sonra bazı CHP’ller genel başkanlık çn adaylıklarını açıkladılar. CHP’de değşm zamanı geld m? Genel anlamda br değerlendrme yapablr msnz? CHP’de değişim aslında 50 yıl önce olması gerekiyordu ama CHP bunu anlamamakta ısrar ediyor. Gerçi anlasa da CHP bunu gerçekleştirmede zorlanıyor. Sayın Baykal’ın son döneminden itibaren CHP değişmesi gerektiğini anladı. CHP Türkiye’deki siyaset sosyolojisinin nasıl bir tablo ortaya çıkardığını 50 yılın sonunda nihayet gördü ve ilk kez dindarlarla barışma gereği hissetti. Sayın Baykal’ın son döneminde İstanbul’da çarşaf açılımı yapıldı. Çarşaflılara rozet takıldı. Bir işin doğru olduğunu görüyor olmak onu gerçekleştirebileceğiniz anlamına gelmiyor. Hele söz konusu olan CHP ise. Çünkü CHP’nin bütün parti yapısı ana kronolojiyi yaşıyor. 1930’ların sonlarını yaşayan bir düşünceye sahipler. Ama o esnada tarih Türkiye’de 2000’li yılları gösteriyordu. Çarşaf açılımı yapmaya çalıştılar, rozeti taktılar fakat netice CHP teşkilatı çarşaflıları dövüp otobüsten aşağı attı. CHP muhafazakâr kesimle barışayım derken ARALIK 2015 41 aslında ne kadar muhafazakâr kesim düşmanı olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Sayın Kılıçdaroğlu geldikten sonra da kendini dönüştürmeye çalıştı CHP. Üslubunu yumuşattı, mesela başörtüsü sorunu CHP’nin itiraz etmemesi nedeniyle 30 saniye içinde çözüldü. 30 yıllık sorun 30 saniyede çözüldü. Sonra muhafazakâr isimleri partiye transfer etti. CHP’de değişim vizyonu var bunu inkâr etmemek lazım, haklarını da teslim etmek lazım. Anadolu’da bir laf vardır. “Duymuş Horasan’da halı dokunduğunu ama enine mi boyuna mı?” diye. CHP değişime ihtiyaç olduğunu görüyor ama bunu nasıl yapacağını çözemiyor. Bunun uluslararası örnekleri de var. İngiltere’de muhafazakâr parti arka arkaya üç dönemden fazla iktidarda kaldı. Bu dönemde İşçi Partisi büyük bir kriz içerisindeydi. Sonunda İşçi Partisi’nde yeni bir lider doğdu, Tony Blair. Ama aynı zamanda bütün politikalarını ve ideolojik formasyonunu da değiştirdi. Üçüncü yol diye yeni formasyonla seçmenin karşısına çıktı ve ondan sonra da İşçi Partili iktidarlar dönemi başladı. CHP’nin bence yapması gereken şey bu. Bu ideolojik formasyonla daha fazla oy üretemez. Solun toplam oyu büyüse bile CHP’nin toplam oyu büyümüyor. Alternatif sol partiler büyüyor. HDP büyüdü mesela. Sol genellikle % 35 gibi bir oy alıyor. Bu 7 Haziran’da % 39’a çıktı. Fakat büyüyen CHP olmadı. CHP pozisyonunu korurken başka alternatif sol parti büyüdü. Şimdi CHP’nin bunu iyi okuması lazım. Bu ideolojik formasyonla, altı ok ideolojisiyle CHP % 25’ten fazla oy alamaz. CHP’nin altı oku revize etmesi veya terk etmesi gerekiyor. Fakat CHP içerisindeki tartışmalara bakıyorsunuz orada tam bir selefi yaklaşım söz konusu. Altı ok ideolojisine kayıtsız şartsız biz geri dönmeliyiz diye öneriler veya değerlendirmeler yapıldı. Yani ufacık değişimleri bile bertaraf edip altı ok ideolojisine geri dönelim ve bu % 25 bile bize fazla diyor aslında. Sayın Kılıçdaroğlu ve arkadaşları bu mantaliteyle mücadele etmek zorundalar. Parti içerisindeki asıl mücadele, değişimcilerle “CHP muhafazakârları” arasındaki mücadeledir. Yoksa genel başkanların biri gelir biri gider, bir şey olmuyor ki… İdeoloji 42 ARALIK 2015 orada durduğu sürece ya da bu ideolojik formasyonun bekçileri esas gücü elinde bulundurduğu sürece CHP kendini değiştiremez. Yoksa CHP 2007’li yıllardan sonra 2010’lara gelindiğinde Sayın Baykal’ın son dönemiyle birlikte değişmesi gerektiğini anlamıştı. Fakat bunu gerçekleştiremiyor. Parti içerisinde ideolojik misyonun bekçileri var ve onların hala çok güçlü savunucuları mevcut. 1 Kasım seçm öncesnde çözüm sürec btmşt. Cumhurbaşkanının tabryle buzdolabına kaldırılmıştı. Şuan tekrar gündeme geld. Bununla lgl neler söyleyeblrsnz? Devletin ya da hükümetin tavrı belliydi. Başından beri aynı şeyi söylüyorlardı. “Silahı bırak gel konuşalım”. Bence ilk çözüm süreci yıllarında Devlet iki kere PKK’ya tabiri caizse avans verdi yani silahları henüz bırakmamışken de müzakere yürüttü. Büyük bir miktar mesafe de alındı. Ama Suriye’de yaşanan gelişmeler ve uluslararası güçlerin vaatleriyle bence PKK’nın aklı karıştı ve ahlakı bozuldu. Kendini bir anda olduğundan daha güçlü ve büyük gördü. Büyük hayallere kapıldı hatta Kuzey Suriye’yi, Kuzey Irak’ı ve Güney Doğu Anadolu’yu içine alan büyük bir alanın tek hükümranı gibi dolaşmaya başladı. Daha önce bu kavramı paralel yapı için kullanmaya başlamıştım, “kendini boğa hisseden kurbağa”... PKK da temmuz ayından bu tarafa kendini bir süre öyle gördü. Hatta Rojavayla başlayan süreç, Suriye’de kantonlaşmanın ortaya çıkması, Barzani’nin Kuzey Irak’ta sorunlar yaşaması ve oradaki inisiyatifin PKK’ya geçme olasılığı, Türkiye’de belli bir bölgenin PKK’nın eline geçme olasılığı PKK’nın ahlakını bozdu. Hükümetin toleransıyla kendine tanınan o silahı bırakmadan müzakere imtiyazını elinin tersiyle itti ve o gün bugündür PKK’ya karşı çok sert bir şekilde hükümet mücadele yürütüyor. Ve Türkiye içerisinde çok büyük sıkıntılar yaşadığını biliyoruz. Bundan sonra da kontrolü ele geçiremeyeceğini görüyoruz. Bölgede alan hâkimiyeti vs. falan kuramayınca ülkenin Batı’sındaki eylemlere destek verdi. Ama bunlarla mesafe alması mümkün değildir. PKK yarın “silahlı güçlerimi sınır dışına çektim” dese hükümetin tekrar müzakerelere başlayabileceğini düşünüyorum. Orada herhangi bir ön rezervin olmadığını zannediyorum. PKK bunu demediği sürece ve gereğini yapmadığı sürece sürecin devam etmesi mümkün gözükmüyor. 1 Kasım seçmlernden sonra başkanlık sstem ve yen anayasa yenden konuşulmaya başlandı. Szce yen dönemde yen anayasa ve başkanlık sstem le lgl ne gb gelşmeler olablr? 2011’de AK Parti’nin sahip olduğu milletvekili sayısı şu ankinden daha fazlaydı, 327 milletvekili vardı. Birini meclis başkanı seçtiği için 326’ya düştü. Daha sonra istifalar oldu ama 326 milletvekili varken AK Parti anayasayı değiştirmeyi başaramadı. Anayasa değişikliği bir irade işi ve vizyon işi ama biraz da milletvekili sayınızla ilgili. Şuan 316 milletvekili var. Esas sorun bu. Şuan TBMM’de yemin krizi yaşanıyor. Bu parlamentoda herhangi bir maddenin değiştirilmesi için, örneğin yemin metnini değiştirmek için birinin AK Parti olması şartıyla en az iki partinin uzlaşması gerekiyor. Burada başkanlık gibi komple rejimin değişeceği büyük çaplı bir reformdan bahsetmiyoruz. Basit bir yemin töreni için anayasa değişikliğine ihtiyaç var ve şuan için anayasa değişikliğini yapamayacağız gibi gözüküyor. O yüzden bu parlamentodan bir uzlaşma çıkar mı? Onun için bir değerlendirme yapmak henüz erken. HDP’nin henüz ne yapacağı belli değil, kararını veremiyor. CHP nasıl bir üslup izleyecek, bence parlamento çalışmaya başladıktan sonra bunu görecez. Sayın Başbakan’ın bir liderler turu olacak ve orada partilerin yaklaşımlarını görme imkânımız olacak. Neresinden tutarsanız tutun bu mesele elinizde kalıyor. Yemin metni de dahil olmak üzere anayasanın her tarafı sürekli bu ülkede siyasi kriz üreten bir etkiye sahip. Bu yüzden bu Anayasanın mutlaka değişmesi gerekiyor. Anayasanın değişmesi konusunda bütün partiler hem fikirdi ve bu konu dört partinin müşterek vaadiydi. Anayasa değişikliği ve uzlaşma komisyonu kuruldu. Komisyon çalıştı, 60 küsur maddede uzlaşıldı fakat o süreç akamete uğradı ve gerçekleşmedi. Bu seçimde AK Parti dışında diğer partiler anayasa değişikliği üzerinde fazla durmadılar. İşin doğrusu ben pek fazla ümit var değilim fakat yine de bekleyip partilerin tavrını görmek lazım. Bu sefer inşallah geçen seferkinden daha fazla bir uzlaşı çıkar ve anayasa değişir. Sayın Davutoğlu’nun balkon konuşmasında Yen Türkye vurgusu ön plana çıktı. Yen Türkye çn neler söyleyeblrsnz? Beklentlernz ve öngörünüzlernz nelerdr? AK Parti geldiği günden bu yana Yeni Türkiye’yi gerçekleştirmeye çalışıyor. Bu anlamda da epey mesafe kat etti. Fakat daha önümüzde kat edilmesi gereken çok mesafe var. Ben Yeni Türkiye ideallerine inananlardanım. Bunun ülkemiz açısından da çocuklarımız açısından da daha doğru olacağını düşünüyorum ve öngörüyorum. Fakat yolculuğun henüz başında olduğumuzu düşünüyorum. Sayın Babacan seçim kampanyası döneminde güzel bir kavram kullanmıştı: “Şimdiye kadar birinci nesil reformları tamamladık ve şimdi ikinci nesil reformlara ihtiyaç var” demişti. O ikinci nesil reformları da gerçekleştirebilmemiz gerekiyor. Bunun yolu her şeyden önce anayasanın değişmesinden geçiyor. Anayasayı değiştirmeden Yeni Türkiye ülküsüne ulaşmak mümkün değildir, bunu görmemiz lazım. Bugüne kadar Yeni Türkiye hedefinin tam olarak hayata geçememesinin nedenini de ben anayasada görüyorum. Fakat anayasa kadar önemli bir başka mesele daha var; partilerin cesur davranıp siyasi partiler kanununu değiştirmesi lazım. Siyasi partiler kanununun daha demokratik, aşağıdan yukarıya örgütlenmiş, parti üyelerinin daha güçlü olduğu şekle kavuşturulması lazım. Seçim kanununun değişmesi lazım. Şu anki seçim kanunumuz var olduğu sürece bizim demokratik bir sisteme ulaşmamız mümkün değildir. Burada yine partilerin cesaretle ve ülke yararına ve uzun vadede kendi yararlarına olacak adımları atmaktan çekinmemeleri lazım. ARALIK 2015 43 DIŞ POLİTİKA Surye’dek ç çatışmada ABD, Fransa, İran ve Rusya gb ülkeler ortak amaç olarak sözde IŞİD le mücadele ettklern dda ederken, gerçekte ABD yönetm zamana oynamakta, Rusya ve İran se Esed rejmne muhalf olan km varsa (Özgür Surye Ordusu (ÖSO) ve Türkmenler gb) herkes aynı kefeye koymakta ve daha çok da ÖSO mevzlern bombalamaktadır. YENİ TERÖR DALGASI VE RADİKALİZMLE DOĞRU MÜCADELE Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı 13 Kasım’da Avrupa’nın en önemli metropollerinden biri olan Paris’te eş zamanlı olarak yedi ayrı yerde girişilen terör saldırıları, içinde Türkiye kökenlilerin de bulunduğu 132 kişinin ölümü ve 350 kişinin yaralanmasıyla sonuçlandı. Bu olay 2015 yılında Paris’te yaşanan ikinci terör saldırısıydı ve sıradan masum insanların hayatlarına yöneldiği için de Avrupa halklarında büyük bir travma yararttı. Fransa Cezayir savaşından bu yana 46 ARALIK 2015 ilk kez ülke genelinde olağanüstü hal ilan ederken, Cumhurbaşkanı Hollande 11 Eylül olaylarından sonra zamanın ABD başkanı George W. Bush’un tepkilerine çok benzer şekilde “Fransa savaşta” açıklaması yaptı. Saldırının IŞİD kaynaklı olduğu üzerinde herkes hemfikir olurken, Fransız polisi Paris banliyölerinde seri operasyonlara girişti. Dahası Almanya ve Belçika başta olmak üzere tüm Avrupa’da IŞİD ile ilgili olduğu düşünülen islami gruplara yönelik operasyonlara hız verildi. Uzun yıllardır polisin girmeye cesaret edemediği Brüksel’in bazı mahalleleri adeta askeri abluka altına alındı. Gerçekten de Paris saldırılarının Avrupalıların zihninde, 11 Eylül’le kıyasalanacak kadar derin izler bırakacağı söylenebilir. Aslında Paris saldırılarına tekil bir örnek olarak da bakmamak gerekir. Son aylarda arka arkaya gerçekeleştirilen kanlı terör saldırıları içinde Paris ancak zincirin önemli halkalarından biriydi ve son da olmayacaktı. Ankara’daki tren garı önündeki intihar eylemi (102 ölü), Mısır’da Rus yolcu uçağının düşürülmesi (224 ölü), Beyrut patlaması (43 ölü), Paris olayları (132 ölü) ve Bamoko’daki (Mali) otel baskını (22 ölü) gibi terörist eylemler zincirinin mekânları farklı olsa da masum insanların hunharca öldürülmesi ve faillerinin en azından ideolojik olarak benzer motivasyonlarla hareket eden ve doğrudan veya dolaylı olarak IŞİD terör örgütü ile ilişkili olmaları terör konusunda uluslararası toplumu ortak hareket etmeye ve ilbirliğine zorlamaya başladı. Nitekim Paris olayından bir gün sonra G-20 zirvesi vesilesiyle Antalya’da toplanan dünya liderleri ilk kez terörle mücadele için ortak bildiri yayınladılar. Bildiride “Terör örgütlerinin yayılması ve terör faaliyetlerindeki kayda değer artışın, uluslararası barış ve güvenliğin muhafazasını zayıflattığı” tespiti yapılırken, “Terörizmin herhangi bir din, milliyet, uygarlık veya etnik grupla ilişkilendirilemeyeceği” vurgulanıyor ve “Terörizmin bütün biçimleriyle mücadelede, her nerede meydana gelirse gelsin, dayanışma ve kararlılık” içinde olunacağı taahhütünde bulunuluyordu. Diplomatik bir metinden bekelenilmeyecek kadar güçlü bir kararlılık vurgusu yapılmasına rağmen, uygulamada her bir ülkenin ilkelere bağlılıkla kendi çıkarlarını koruma kaygısının işbirliğini zorlaştırdığı ise çok açık. Örneğin Suriye’deki iç çatışmada ABD, Fransa, İran ve Rusya gibi ülkeler ortak amaç olarak sözde IŞİD ile mücadele ettiklerini iddia ederken, gerçekte ABD yönetimi zamana oynamakta, Rusya ve İran ise Esed rejimine muhalif olan kim varsa (Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve Türkmenler gibi) herkesi aynı kefeye koymakta ve daha çok da ÖSO mevzilerini bombalamaktadır. Diğer yandan son yıllarda artan IŞİD tehdidi karşısında Batı dünyası, nasıl bir mücadele strartejisi geliştireceğine karar vererememekte olup nerdeyse görüntü veya isimleri itibariyle Müslüman olan herkesi tethdit olarak nitelemeye başlamış bulunmaktadır. Bir yandan artan sosyoekonomik krizler, diğer yandan yükselen ırkçılık ve islamofobia dalgası Batıda azınlık olarak yaşayan Müslümanlara karşı siyasi ve toplumsal saldırganlığı da artırmaktadır. Nitekim toplumsal olarak Almanyadaki Pegida hareketi gibi sosyal hareketler giderek güç kazanmakta ve Fransa’daki Le Pen türü ırkçı liderlerin oyları da hızla yükselmektedir. Endişe verici olan şey ise Avrupa toplumlarında yaygınlaşan “islami terör tehdidi” algısının giderek artan şekilde merkez sağ ve merkez sol partileri de söylem ve politika itibariyle aşırı sağın pozisyonuna yaklaştırmasıdır. Merkez partiler sağduyu ve siyasi ARALIK 2015 47 akılla hareket ederek açılımcı, kapsayıcı ve vizyoner politikalar üretmede yetersiz kalmakta ve bu nedenle ucuz oy getiren ırkçı politikalara kolayca teslim olmaktadırlar. Bir din adamı olarak barış ve huzur ilham bir figür olması beklenen Katoliklerin lideri Papa’nın dahi sıklıkla “3. Dünya Savaşı’ndan” bahsetmesi, gerçekten cayi dikkat bir durumdur ve izahı oldukça zordur. Batı maalesef içine girdiği sosyo-ekonomik ve siyasi krizlerden sonra şimdi de güvenlik krizine girmiştir ve kendisini bu kriz sarmalından kurtaracak çıkış formülleri üretmekte zorlanmaktadır. Başka deyişle, adeta kollektif bir toplumsal akıl tutulması yaşamaktadır. Küresel Terör Raporu Ne Söylüyor? Peki gerçekten terör tehdidinin boyutlarına ilişkin olarak veriler bize ne söylüyor? Tüm dünya din kaynaklı bir ortak terör tehdidiyle mi karşı karşıya, yoksa hep beraber abartıyor muyuz? Öncelile bu konudaki bilimsel araştırmalara bakmak gerekir. Ekonomik ve Barış Enstitüsü tarafından her yıl düzenli olarak yayınlanan Global Terörizm İndeksi-2015 (GTİ) raporuna göre, terörden dolayı hayatını kaybedenlerin sayısı son on beş yıllık sürede dokuz kat artmış durumda. Son on beş yıl içinde kayda geçen 61 bin terör olayında hayatını kaybeden toplam insan sayısı 140 bin civarında. Yıllık bazda değerlendirildiğinde, 2000 yılında ölenlerin sayısı 3,329 iken, 2014 yılın- da 32,685’e ulaşmıştır. Bir önceki yıla göre 2014’te terörden ölenlerin sayısı da % 80 oranında artış gösteriyor. Aşağıda açıklanmaya çalışılacağı üzere, artık terör küresel sistemin bir parçası ve devletlerarası çıkar çatışmalarında terör örgütleri konvensiyonel savaşta kullanılan milli orduların yerini almaya başladı. Zira yeni savaş konsepti vekâlet savaşları ve hibrid savaşlar mantığına kaymış durumda. GTİ raporuna göre terörün artışı, uluslararası sistemdeki geleneksel normların ve değerlerin pörsümesi, derinleşen küresel adaletsizlikler ve krize giren küresel yönetişim sisteminin etkisizliği ile yakından ilişkili. Diğer yandan terör küresel bir tehdit olarak görülse de, aslında terörist eylemler az sayıda ülkede yoğunlaşmış görünüyor. Terör büyük ölçüde gelişmekte olan ülkelerde yaygın olarak kullanılan sistemik bir siyasi araca dönüşmüşken, Batılı ülkelerde ise “yalnız kurt” diye tabir edilen bireysel terör eylemleri görülüyor. Bu gerçeği ifade etmek için, Batılı gelişmiş ülkelerde bir kişinin şimşek çarpması sonucu ölme olasılığının terör saldırısı nedeniyle ölmesi olasılığından çok yüksek olduğu vurgulanmaktadır. Dünyadaki teröre dayalı ölümlerin ancak % 0,5’i Batılı ülkelerde gerçekleşiyor. Daha çarpıcı olanı, tüm terör eylemlerinin % 78’inin beş ülkede (Irak, Nijerya, Afganistan, Pakistan, Suriye) gerçekleşiyor olmasıdır. Bununla beraber terör eylemlerinin coğrafyası giderek yaygınlaşmaktadır. Terörden dolayı 500 ve daha fazla ölümün olduğu ülke sayısı 11 olup, yeni terör ülkeleri arasında Somali, Ukrayna, Orta Afrika Cumhuriyeti, Güney Sudan ve Kamerun gibi ülkeler yer alıyor. Gelişmekte olan ülkeler diye bilinen ve terörün yaygınlaşmaya başladığı bu toplumların ortak özellikleri vardır. Bazılarında devlet sistemi ve hukuk düzeni tamamen çökmüştür (başarısız devletler), bazıları ise derin istikrarsızlıklar yaşamakta veya kötü yönetimler, iç çatışmalar, yozlaşma ve fakirlik gibi sistemik arızalarla maluldür. Dünyadaki Terör Saldırıları (2000-2014) Dünyadaki terör saldırılarından sorumlu olan örgütlerin başında ise Boko Haram ve IŞİD gelmektedir. İstatistiklere göre bu iki örgütün eylemlerinden dolayı ölenlerin sayısı dünyadaki tüm terör mağdurlarının % 51’ine tekabül ediyor. Yalnızca Nijerya’da ölenlerin sayısı 2014’te 7,512’dir. GTİ raporuna göre, incelenen 160 ülke içinde en yüksek terör riski taşıyan on ülkenin sekizi Müslüman ülkelerden (Nijerya, Irak, Afganistan, Suriye, Libya, Pakistan, Yemen, Somali) oluşurken, diğer ikisi de (Hindstan ve Tayland) ciddi miktarda Müslüman azınlığı barındıran ülkelerdir (Bkz. peace.org/wp-content/uploads/2015/11/Global-Terrorism-Index-2015.pdf). 48 ARALIK 2015 Batı maalesef çne grdğ sosyo-ekonomk ve syas krzlerden sonra şmd de güvenlk krzne grmştr ve kendsn bu krz sarmalından kurtaracak çıkış formüller üretmekte zorlanmaktadır. Başka deyşle, adeta kollektf br toplumsal akıl tutulması yaşamaktadır. ARALIK 2015 49 Terörizmle Mücadele Hakkında G-20 Bildirisi Aydınlanmanın ve rasyonalitenin merkezi olan Avrupalı siyasiler, din adamları ve entellektüeller artan terör konusunda medyanın kendilerine sunduğu basit tanımlamalar ve çözümleri reddedip, sorunu derinlemesine ele alıp, analitik düşünerek sağduyuya dayalı çözüm stratejileri geliştirmelidirler. Özellikle IŞİD gibi dini kaynaklı bir ideolojiye dayalı terör eylemleri yapan örgütlere karşı mücadele yöntemleri geliştirilirken ideolojik ve duygusal hareket etmek sorunları çözmez, ancak derinleştirir. Bu meyanda Batı dünyasında Siyasi İslam konusunda ciddi akademik ağırlığı olan Oliver Roy gibi analistlere kulak verilmelidir. Roy’un bizim de katıldığımız görüşü şudur: aksine). Din cilasının ardında, eylem için eylem bu. Üstelik cihadcılık, zamanında komünizmin yapmış olduğu gibi, yerel “lanetliler” (ki bunlar solcular için hiçbir zaman gerçekten proleterler, cihadcılar için ise “göçmenler” olmamıştır; iki durumda da, daha ziyade, sınıf düşmüş enteller ve marjinaller) ile, tutunamayanların bir saldırılığına da olsa efendi konumuna geçtiği bir âleme onları sokan büyük bir evrenselci dava (dün devrimdi, bugün cihad) arasında bir köprü sunuyor. Cihadcıları büyüleyen, ilâhiyat veya tasavvuf değil, eylem ve şiddet. Burada karşımıza çıkan şey, “radikalliğin islamîleşmesi”dir, dinî bir radikalleşme değil” (Bkz., medyascope. tv/2015/09/27). “Cihadcılık öncelikle dünya çapında, küresel. Belirgin bir sebebe (Filistin, işsizlik) bağlı değil, altmışlı ve yetmişli yıllarda gençliğin bir kısmını harekete geçirmiş olan Dünya Devrimi çağrısı çizgisinde. Belirli bir kategoriye değil herkese hitap ediyor, ama herşeyden önce gençliği etkiliyor. Bu anlamda DAEŞ/IŞİD de, El Kaide de, Action Directe (Doğrudan Eylem) gibi, Baader-Meinhof çetesi gibi gençlik hareketleridir; ki bu da onları ataları olan komünist partilerden, günümüzde de Müslüman Kardeşler’den/İhvan’dan ayırt ediyor. Fakat aynı zamanda tüm başkaldıranlara da hitap ediyorlar, sadece Müslümanlar’a değil (Müslüman Kardeşler’in/İhvan’ın durumu ise buydu). Şayet Müslüman değilseniz, otuz saniyede din değiştirip büyük maceraya atılabiliyorsunuz (diploma lâzım değil, dini araştırmakla geçirilen yıllar lâzım değil; yine Müslüman Kardeşler’in/İhvan’ın Özetle, eğer karşı karşıya kaldığımız küresel boytlu bir IŞİD radikalizminin temelinde bizatihi islam dininin kendisi değil de, küresel sisteme itirazın formu olma ve bu yönüyle de yeryüzündeki tutunamayanların ve lanetlilerin çekici ideoljisi/örgütü olması yatıyorsa, mücadele stratejisi buna göre kurgulanmalıdır. Küresel düzlemde sosyo-ekonomik adaletsizliklerle ortak mücadele programlarının geliştirilmesi, hızlı küreselleşmenin yarattığı dışlanmışlıkları ve marjinalleşmeyi aşacak bir kapsayıcı siyaset, yerküremizdeki dini, etnik, sosyal tüm farklı kimlikleri tolere edebilecek kuşatıcı yeni siyasi yaklaşımların üretilmesi gibi stratejiler zor görünse de uzun vadede salt güce, silaha ve güvenliğe odaklı stratejilerden çok daha etkin olacaktır. Savaş uçakları, tanklar ve füzeler kadar fikirlerin de önemli olduğuna inanmalıyız. Terörle Mücadelede Doğru Strateji 50 ARALIK 2015 1. Paris’te 13 Kasım ve Ankara’da 10 Ekim tarihlerinde meydana gelen hain terör saldırılarını en güçlü şekilde kınıyoruz. Bunlar, tüm insanlığı hedef alan kabul edilemez eylemlerdir. Terör mağdurlarına ve ailelerine en derin taziyelerimizi sunuyoruz. Terörizmin bütün biçimleriyle mücadelede, her nerede meydana gelirse gelsin, dayanışma ve kararlılığımızı yineliyoruz. 2. Terörle mücadelede birlik içindeyiz. Terör örgütlerinin yayılması ve terör faaliyetlerindeki kayda değer artış, uluslararası barış ve güvenliğin muhafazasını doğrudan zayıflatmakta; küresel ekonomiyi güçlendirme ve sürdürülebilir büyüme ile kalkınmayı sağlamaya yönelik devam eden çabalarımızı tehlikeye sokmaktadır. 3. Hiçbir durumda meşrulaştırılması mümkün olmayan terörizmin her türlü eylem, yöntem ve uygulamasını, bütün biçimleriyle, gerekçesi ne olursa olsun, nerede ve kim tarafından işlenirse işlensin, kesin surette kınıyoruz. 4. Terörizmin herhangi bir din, milliyet, uygarlık veya etnik grupla ilişkilendirilemeyeceğini teyit ederiz. 5. Terörle mücadele ülkelerimiz için önemli bir öncelik olup, terörizmi artan uluslararası dayanışma ve işbirliği çerçevesinde önlemek ve durdurmak için birlikte çalışma kararlılığımızı, Birleşmiş Milletler’in bu konudaki merkezi rolünü dikkate alarak ve Birleşmiş Milletler Şartı ve uluslararası hukuktan doğan yükümlülükler ile özellikle uluslararası insan hakları hukuku, uluslararası mülteci hukuku ve uluslararası insancıl hukuk uyarınca ve ilgili uluslararası sözleşmeler, BM Güvenlik Konseyi kararları ve BM Terörizmle Mücadele Küresel Stratejisi’nin tam uygulanması marifetiyle yineleriz. 6. Ayrıca, özellikle bilgi değişimi konusunda geliştirilmiş işbirliği, teröristlerin mal varlığının dondurulması, terörizmin finansmanının suç sayılması ve terörizm ile terörizmin finansmanıyla bağlantılı olarak hedef odaklı finansal yaptırım rejimleri vasıtasıyla, terörizmin mali kaynaklarıyla mücadele etme karar- lığımız da, Mali Eylem Görev Gücü’nün (MEGG) standartlarının tüm yetki alanlarında süratle uygulanması dâhil olmak üzere, devam etmektedir. MEGG ilgili öneri ve enstrümanlarını uygulamaya devam edeceğiz. Terörizmin finansmanı ve hedef odaklı finansal yaptırımlar ile uygulamalarının güçlendirilmesi amacıyla, hukuki çerçeve dâhil, MEGG tarafından önlemler belirlenmesi çağrısında bulunuyoruz. 7. Terörizmle mücadele eylemlerimiz, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2178 Sayılı kararında belirtildiği üzere terörizme elverişli şartlar, şiddete varan aşırıcılık, radikalleşme ve eleman temin etmeyle mücadele, terörist hareketlerin engellenmesi, terörist propagandanın önlenmesine dayalı kapsamlı bir yaklaşımın parçası olarak devam etmeli ve teröristlerin, internet de dâhil olmak üzere, teknolojiyi, iletişimi ve kaynakları istismar ederek terör eylemlerini teşvik etmelerinin önüne geçilmelidir. Terörizmin doğrudan veya dolaylı cesaretlendirilmesi, terör faaliyetlerin kışkırtılması ve şiddetin övülmesi engellenmelidir. Şiddete varan aşırıcılıkla mücadele için, gençleri de dâhil edecek şekilde sivil toplumu desteklemek ve toplumun tüm üyeleri bağlamında kapsayıcılığı teşvik etmek üzere her seviyede proaktif çalışma ihtiyacının farkındayız. 8. Büyüyen vahim yabancı terörist savaşçı akımı ve bu akımın kaynak, geçiş ve hedef ülkeler dâhil olmak üzere bütün devletlere yönelttiği tehdit nedeniyle kaygılıyız. Bu tehdide karşı, bilgi paylaşımı, seyahatleri saptamak için sınır yönetimi ve uygun cezai müeyyideler oluşturulması da dâhil olmak üzere, işbirliğimizi geliştirmek ve gerekli önlemleri almak suretiyle, mücadele etmek ve bu olguyu engellemek için kararlıyız. Küresel havacılık güvenliğini güçlendirmek için birlikte çalışacağız. 9. Dünyanın her yerinde devam edegelen ve yakın zamandaki terörist saldırılar, terörizmle mücadelede dayanışma ve uluslararası işbirliğinin artırılmasına olan ihtiyacı bir kere daha ortaya koymuştur. Bu saldırıların mağdurlarını her zaman hatırlayacağız. ARALIK 2015 51 DIŞ POLİTİKA FRANSA’DAN BAYIR BUCAK’A BİR KALIN ÇİZGİ Prof. Dr. Yasin AKTAY SDE Onursal Başkanı T arihinin en kanlı saldırısına geçtiğimiz ay DAEŞ eliyle muhatap olan Türkiye’den sonra Fransa da kendi tarihinin en kanlı terör saldırılarından birine yine DAEŞ eliyle muhatap oldu. 130 insanın hayatını kaybettiği, çok sayıda insanın yaralandığı bu saldırının zamanlaması ve saldırıların gerçekleştirildiği lokasyonlar oldukça enteresan. Fransa ve Almanya milli takımlarının hazırlık maçında karşı karşıya geldikleri Stade de France’ın birkaç yüz metre yakınında oldukça şiddetli bir patlama gerçekleşiyor. Maçtan bir gün önce Almanya milli takımının kaldığı otelde bomba olduğuna yönelik bir ihbar yapılıyor ve Alman milli takımının konakladığı otel değiştiriliyor. İhbardan bir gün sonra ise stadyumun çok yakınında bir yerde saldırı gerçekleşiyor. Maçı izleyenler arasında Fransa Cumhurbaşkanı Hollande da var. Anlaşıldığı kadarıyla Fransa güvenlik güçleri bazı saldırıların olabileceğine dair ihbarlar almış. Almanya milli takımının konakladığı otele dair yapılan ihbar meselenin kamuoyuna yansıyan kısmı. Kamuoyuna yansımayan boyutunda Fransız istihbaratının ve güvenlik güçlerinin zaafiyeti söz konusu. Diğer taraftan bu kadar komplike bir saldırının bir veya birden 52 ARALIK 2015 fazla istihbarat örgütünün desteği olmaksızın, bir terör örgütü tarafından gerçekleştirilebileceği akla yatkın gelmiyor. Neden Fransa’nın hedef olduğu konusunda ise herkesin müttefik olduğu neredeyse tek cevap var: Fransa’nın DAEŞ’e karşı ve küresel ölçekte tüm “cihatçı” örgütlere karşı yürütülen mücadelede en ön safta yer alması. Fransa son dönemde “uluslararası terörizmle” mücadele konusunda oldukça aktif bir politika izliyor. 10 bin civarında Fransız askeri Irak, Libya ve Batı Afrika’da uluslararası terörizmle mücadele için sahaya inmiş durumda. Fransa’nın el-Kaide ile mücadele amacıyla 2013 yılında Mali’ye gerçekleştirdiği müdahale hafızalarda tazeliğini koruyor. Suriye’de DAEŞ’le mücadele eden koalisyonun da aktif bir üyesi olan Fransa, Doğu Akdeniz’deki savaş gemilerinden Suriye içerisinde tespit ettiği noktaları vuruyor. Tüm bunlar Fransa’nın neden DAEŞ tarafından hedef seçilmiş olabileceğine dair soruya cevap için ikna edici veriler sunuyor gibi. Bu çerçevede DAEŞ’in gerçekleştirdiği saldırı ile Fransa’ya eğer Suriye içerisindeki mevzilerini bombalamaya devam ederse Fransa’nın birçok yerinde benzer saldırılar gerçekleştireceği ve Fransa’da kaotik bir durum yaratacağı mesajı verdiği yorumları yapılıyor. Konu üzerine fikirlerini ifade eden Batılı araştırmacıların ve penceresi daima Batıya açık entelektüellerin neredeyse tamamı bu perspektifle meseleyi ele alıyor. Bu yaklaşım Fransa’nın DAEŞ’e karşı ve “cihadist” örgütlere karşı dünya çapında yürüttüğü mücadelenin; örneğin el-Kaide ile mücadele için Mali’ye müdahale etmesinin doğruluğu ve meşruluğunu savunmak üzere değerlendiriliyor. Diğer bir deyişle bu saldırı Fransa ve dünya kamuoyuna Suriye’de uluslararası barış ve güvenliği tehdit eden unsur olarak tespit edilen DAEŞ’in ne kadar doğru bir tespit olduğunu gösterir bir düzeyde ele alınıyor, yorumlanıyor. Doğrusu bu vahşi saldırının bu şekilde yorumlanıyor olması oldukça konformist bir dış politika sürecinin sonucu. Terörle mücadeleyi sadece denizden gönderilen güdümlü füzelerle birtakım lokasyonları bombalamak olarak gören, Suriye’de ortaya çıkan trajedik durumu DAEŞ çerçevesinde yorumlamanın ötesine geçmeyen ve bu çarpık mücadele anlayışının neticesinde DAEŞ terör örgütüne karşı mücadele ettikleri simülasyonu sebebiyle PYD ve onunla bağlantılı örgütlerle ilişki geliştiren, onları destekleyen hastalıklı zihniyetin bir neticesi. Suriye’de çözüm konusunda Türkiye ile benzer bir perspektife sahip olan Fransa’nın Cumhurbaşkanı Hollande’ın PYD’li teröristleri Cumhurbaşkanlığı sarayında kabul etmesinin ardından terörizmin iyi- ARALIK 2015 53 lemeden terörü lanetledi, teröre karşı tam bir birlik görüntüsü sergiledi. Bu da kuşkusuz birilerine dert birilerine de ders olacak bir fark. inmişlerdi. Yani uluslararası veya bölgesel güçler arasında doğrudan temas ihtimalinin söz konusu olabileceği bir döneme girildi. Bataklık Kurutulmadan İran önce Hizbullah eliyle Suriye’deki savaşın seyrine müdahale ettikten sonra Esed güçlerinin geçtiğimiz yıl içerisinde gerilemesini önleyemeyince doğrudan kuvvetlerini Suriye’de kullanmaya başlamıştı. Suriye krizinin taraflarından bir diğeri Rusya ise 2015 yılının ikinci yarısında Suriye içerisinde doğrudan operasyonlar gerçekleştirmeye başlamıştı. Fransa’da gerçekleşen terör saldırılarından sonra Suriye meselesi uluslararası toplumun dikkatini daha fazla çekmeye başladı. Bununla birlikte genel olarak Batılıların ayrıntıya takılıp resmin tamamındaki gerçekliği kaçırdığını söyleyebiliriz. DAEŞ ile mücadelenin Suriye Krizini sona erdirmeyeceği ya da hafifletmeyeceği ortada. Bu çerçevede Türkiye’nin çeşitli düzeyEsed’n, DAEŞ’n ya da lerde yaptığı girişimlerin PYD-YPG’nn zulmünden kaçarak neticesinde şimdilik yeTürkye sınırlarına yığılan, tersiz de olsa Suriye’deki krizin bütününe dönük hayatlarını güvence altına almak bir uluslararası perspeksteyen tüm unsurlara Türkye tifin gelişmeye başladığı ev sahplğ yaptı. Türkye’ye söylenebilir. sinin kötüsünün olmadığı, terörizme destek olarak algılanabilecek bu gibi hareketlerin hem müttefik ülkeler arasındaki hukuku zedeleyebileceği hem de uluslararası terörizme motivasyon sağlayabileceği uyarısında bulunduğumuzda Fransız dostlarımız ne demek istediğimizi anlamamış gibi davranmışlardı. Gelinen nokta hiçbir biçimde kabul edilemeyecek bu menfur terör saldırısı oldu. Yine de Fransa ve Batı kamuoyunun meselenin analitik bir analizini yaptıklarını söylemek zor. Bununla birlikte, mesele hala DAEŞ meselesi olarak yorumlanmaya ve Fransa dış politikasına bu argümanla motivasyon sağlanmaya devam ediliyor. Hâlbuki DAEŞ Esed rejiminin yarattığı bataklıkta uçuşan sineklerden sadece birisi. Bataklık kurutulmadığı sürece sineklerle mücadelenin geçici rahatlamalar getireceği bir türlü anlaşılmıyor. Dahası yaşanan saldırılardan bu bataklıktan kaçmış, en temel insan hakları olan yaşama hakkını güvence altına almaya çalışan Suriyeli mülteciler mesul tutuluyor. Sanki milyonlarca Suriyeli mülteciyi kabul etmiş gibi Avrupa ülkeleri mülteci kabulünü durdurduklarını açıklıyorlar. Bu yaklaşımın bir önceki aşamasının 54 ARALIK 2015 İlerleme Raporu şantajı olduğunu bir önceki yazımda ifade etmiştim. Bu gidişle bir sonraki aşamasında Avrupa devletlerinin hükümetleri tarafından İslamofobinin sistematik, bilinçli bir politika haline dönüştürüleceğini tahmin etmek zor değil. Bosna Savaşı esnasında savaş manzaralarını gören Fransız belgeselci Henry Levy, “Avrupa Bosna’da öldü” demişti. Levy’nin bu tespitini onaylayan gelişme Suriye’de gerçekleşmek üzere. Avrupalılar korkunç bir hummaya yakalanmış gibi tehlikeli bir ezberi sayıklamaya, bataklığın sinekleriyle uğraşmaya devam ediyorlar. Bataklığın sahibi ise şen şakrak, Halep’e yürüyerek yeni bir insanlık trajedisi yaratmak üzere. Bu trajedilere sırt çevirdikten sonra bataklığı sineklerin yarattığı tespitini yapmak hangi akılla açıklanabilir? Bu saldırının kamuoyunda karşılanma biçimiyle ilgili kuşkusuz herkesin dikkatini çeken Türkiye’yle bariz farklarını zikretmeden geçmeyeceğim. Bizimkinin aksine Fransa kamuoyu ilk günlerde asla kendi hükümetini ne istihbarat zafiyetleriyle suçladı, ne de bu olay dolayısıyla kendi hükümetlerini suçladı. Hatta kendi aralarında bir görüş ayrılığı bile sergi- Tüm bunlar dikkate alındığında Suriye’de uluslararası bir çözüm ihtimalinin oldukça ciddi bir çaba gerektirdiği görülüyor. İmkânsız değil ancak tarafların mevcut pozisyonlarında ciddi bir esneme olmaksızın oldukça zor. Rusya, Suriye içerisindegelemeyenlere se yardım ki mevzileri Akdeniz’deki Fransa tarafından BM malzemelernn ulaştırılablmes denizaltılarından fırlatılan Güvenlik Konseyi’ne suçn tüm önlemelere rağmen cdd nulan karar tasarısının füzelerle vurmaya devam ardından Rusya da Suediyor. Dahası Rus yetkiçaba sarf ett. Bu çerçevede Bayır riye’deki krize dair BM lilere dayanılarak yapılan Bucak Türkmenlerne de Türkye Güvenlik Konseyi’ne bir haberlerde Rusya’nın bu htyaç duydukları her an yardım karar tasarısı sunmuş hedefleri vururken uzun ancak tasarı BM Güeln uzatmaktan ger durmadı. menzilli füzelerin yanı sıra venlik Konseyi üyelerinin seyir füzeleri yani cruise büyük bir kısmı tarafından füzeleri de kullandığı idEsed rejimi ile işbirliği öngördia ediliyor. Rusya’nın Doğu düğü gerekçesiyle reddedilmişti. Akdeniz’de gerçekleştirdiği bu eylemlerin Suriye Krizi ve DAEŞ sorunundan çok daha öte bir anlam Bununla birlikte ilerleyen dönemde Suriye’deki iç savaşı bitirmeye dönük uluslararası diplomasi belir- taşıdığı üzerinde uzun uzadıya durmaya gerek yok. gin biçimde hareketleneceğe benziyor. Dolayısıyla Suriye Krizi’nde son dönemece gelindiği kanaati yaygınlaşmaya başladı. Yine de bu konuda itidalli olmakta, krizin uluslararası bir fay hattı halini aldığını dikkate almakta fayda var. Taraflar Suriye’de artık vekâleten savaştan doğrudan savaşa geçmiş durumdalar. Rejime karşı muhalefet eylemleri biçiminde başladıktan sonra şiddetin tırmanmasıyla birlikte bir iç savaşa dönüşen Suriye Krizi’nde 2014’ten itibaren taraflar sahaya Suriye konusunda akıllardaki en ciddi soru işareti ABD ile Rusya’nın Suriye’nin geleceği konusunda anlaşıp anlaşmadıkları. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Türkiye ile ABD’nin Suriye sınırını temizlemeye başlayacağını açıklamasının ardından Rusya’nın Suriye’deki müdahalesinin Esed rejimini korumaya yönelik değil Suriye devletini korumaya yönelik olduğunu ifade etmesi ve Rusya’nın Suriye’deki operasyonları hakkında mutedil bir yaklaşım benimsemesi bu yöndeki kanaatleri kuvvetlen- ARALIK 2015 55 İran’ın, Esed rejiminin ve hatta İsrail’in de birer DAEŞ’i var. Çünkü DAEŞ her kapıyı açan nitelikli bir maymuncuk. Suriye Krizi’ni bir bütün olarak ele almayıp sadece DAEŞ’i bir tehdit olarak gösteren her aktörün bir DAEŞ’i olduğu düşünülebilir. DAEŞ’in yarattığı genişlik ise ABD dış politikasının iflasını beraberinde getiriyor. Suriye’de çözümün DAEŞ’le mücadeleyle aynı kararlılıkta Esed rejiminin bitmesi gerekliliğinde olduğu artık net bir biçimde ve kararlı bir dille ifade edilmeli ve politikalar bu merkezde belirlenmeli. Bunun dışındaki her alternatif idare-i maslahat olacaktır ve sadra şifa netice üretmeyecektir. Bayır Bucak ve Fransa Olayları Birbirinden Ayrı Değil diriyor. Ancak tüm bunları ABD Başkanı Obama’nın dış politika paradigması olarak beliren ve “smartpower” olarak adlandırılan yaklaşım çerçevesinde değerlendirmenin daha doğru bir analiz olacağı söylenebilir. “Smart power” kavramı çok kabaca askerî güç olarak tanımlanabilecek “hard power” ile yine çok kabaca kültür, politik değerler, ekonomik güç öğeleri ile tanımlanabilecek “soft power”ın bir bileşkesi olarak takdim edildi. Ancak Obama yönetimi kavram “telif hakkı sahibi” Joseph Nye’ın anladığından farklı bir biçimde uygulamaya geçirdi. Obama’nın “smart power”a yüklediği anlam da zaten ABD’de muhalif kesimler tarafından “devekuşu doktrini” olarak adlandırıldı. Smart power’ın ABD dış politikasında yarattığı salınımlar Suriye konusunda aktörlerin daha radikal salınımlarını beraberinde getirdi. Diğer bir deyişle küresel ve bölgesel güçlerin Suriye ve bölge politikasında geçtiğimiz 5 yıl boyunca dış politikalarının ciddi kırılmalar yaşamasının en önemli sebebinin 56 ARALIK 2015 ABD dış politikasında kararlı bir tavrın belirmemesi olduğu söylenebilir. Yani smart power kavramının kriz alanlarına müdahale konusunda ABD dış politikasında yarattığı belirsizliğin etkisi diğer aktörler tarafından daha net ve sarsıcı biçimde hissediliyor. Neticede oluşan güç boşlukları da DAEŞ ve YPG gibi terörist yapılar tarafından dolduruldu. Herkesin DAEŞ’i Kendine Analiz bu şekilde kurulduğunda DAEŞ’in büyük resmin önüne geçirilmesinin ABD dış politikasını da zafiyete uğrattığı söylenebilir. DAEŞ’in sadece Suriye’de değil bölgede çeşitli aktörlere meşruiyet sağlayan bir enstrüman haline dönüştüğü üzerinde daha önce de durmuştuk. Öyle ki son dönemlerde Suriye rejiminin eli kanlı diktatörü Beşar Esed dahi Suriye’den DAEŞ tehdidi silinmeden yönetimden ayrılmayacağını söyledi. DAEŞ’in bu çok fonksiyonlu İsviçre Çakısına benzeyen hali ortaya şöyle bir durum çıkarmış gibi gözüküyor. Aslında Suriye’de her ülkenin bir DAEŞ’i var. Almanya’nın, Fransa’nın, ABD’nin, Rusya’nın, bildi. Hâlbuki eli kanlı diktatör Esed’in komutanları son bir aydır kısa sürede netice alabileceklerini umdukları bu plan üzerinde çalışıyorlardı. Esed rejimi ülkenin kuzeyindeki bu stratejik bölgeyi ele geçirebilmek için önce Halep’e doğru hareket ederek muhalif grupların güçlerinin önemli bir kısmını Halep’e kaydırmasını sağladı. Ardından ikinci bir orduyla Türkmen Bosna Savaşı esnasında savaş Dağı’na yönelen Esed manzaralarını gören Fransız güçleri Halep’e doğru kaydırılan muhalif kuvbelgeselc Henry Levy, “Avrupa vetlerle Türkmen Dağı Bosna’da öldü” demşt. Levy’nn arasındaki bağlantıyı bu tesptn onaylayan gelşme kesti ve korumasız kaldığını düşündüğü Türkmen Surye’de gerçekleşmek üzere. Dağı’nı kısa bir sürede Avrupalılar korkunç br hummaya ele geçirmeyi planladı. Ancak Esed’in zulüm sayakalanmış gb tehlkel br rayındaki planın şimdilik ezber sayıklamaya, bataklığın Türkmen Dağı’na uymasnekleryle uğraşmaya devam dığı söylenebilir. edyorlar. Bataklığın sahb se şen şakrak, Halep’e yürüyerek yen br nsanlık trajeds yaratmak üzere. Suriye’de Türkmenlerin yoğun biçimde yaşadıkları Bayır Bucak bölgesinde, özellikle Derhanne, Kızıldağ ve Fırınlık köyleri civarında Esed rejimine bağlı güçlerin Rus savaş uçaklarının da desteğiyle gerçekleştirdiği operasyonlar şiddetini arttırarak sürüyor. Rejim kuvvetlerine askerî açıdan önemli bir üstünlük sağlayacak Kızıldağ bölgesinde yoğunlaşan çatışmaların uzamasının ya da Esed rejiminin bölgeyi düşürmesinin Türkiye’ye doğru yeni bir göç dalgası yaratabileceğinden endişe ediliyor. Daha da önemlisi Esed rejiminin kontrolüne geçen bölgelerde gerçekleştirilebilecek toplu infazlardan korkuluyor. Aslında Türkmen Dağı olarak anılan bölge tek bir dağ değil, dağlık bir bölge. Dolayısıyla bir iki günde kesin bir neticenin elde edilmesi oldukça zor. Bununla birlikte olanca gücüyle ve Rus savaş uçaklarının desteğiyle yüklenmesine rağmen Esed rejiminin beklediğinin çok altında bir ilerleme gerçekleştire- Bu yazı hazırlanırken sahadan gelen son bilgilere göre Gimam, Zuveyk Köyü ve Acısu Kavşağı’nı ele geçiren rejim güçleri Türkiye’ye 5 kilometre mesafede olan ve bölgenin en önemli yükseltisi olması açısından stratejik bir öneme sahip Kızıldağ’ı kontrol altına alabilmiş değil. Bayır Bucak Türkmen Dağı Kültür Eğitim ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Mehmet Ali Öztürk Türkmen Dağı’nı savunan muhalif grupların buradaki savunmayı İkinci Çanakkale olarak gördüklerini; kesinlikle geri çekilmeyeceklerini tekrarladıklarını belirterek yaşanan gelişmelerin önemini ortaya koyuyor. Esed rejimi geçtiğimiz yıl asker toplamakta zorlandığını net bir biçimde dile getirmişti. Uzun zamandır Esed rejiminin asker ihtiyacını Afganistan, İran gibi ülkelerden getirilen Şii paralı askerlerden sağladığı, teşkil ettirilen askerî yapıların komutanlığını da İranlı generallerin veya daha düşük rütbeli subayların yaptığı bilinen bir durum. Yani Esed rejimi varlığının ARALIK 2015 57 DIŞ POLİTİKA devamını meseleyi bir kimlik meselesine, yaşanan çatışmaları mezhep çatışmasına dönüştürerek sağlama gayretinde. Bu durum sadece Suriye’de değil bölgede tehlikeli gelişmelerin önünü açabilir. İlk günden itibaren bölgede böyle bir tehlikenin var olduğunu gören Türkiye’nin sorumlu politikalarının şimdiye kadar bu tehlikenin büyümesini önlediği söylenebilir. Esed’in, DAEŞ’in ya da PYD-YPG’nin zulmünden kaçarak Türkiye sınırlarına yığılan, hayatlarını güvence altına almak isteyen tüm unsurlara Türkiye ev sahipliği yaptı. Türkiye’ye gelemeyenlere ise yardım malzemelerinin ulaştırılabilmesi için tüm önlemelere rağmen ciddi çaba sarf etti. Bu çerçevede Bayır Bucak Türkmenlerine de Türkiye ihtiyaç duydukları her an yardım elini uzatmaktan geri durmadı. Tüm bu gelişmeler yaşanırken yine de Türkiye, Bayır Bucak Türkmenlerine ve Türkmen Dağı’na yardım etmemekle itham ediliyor. Bayır Bucak Türkmenlerine yardım götüren tırların önünü Paralel Çete’nin organizasyonuyla kesenlerin bugün Bayır Bucak Türkmenlerine yardım edilmiyor yaygarasını koparanlar olduğunu görmek insanı hayrete düşürüyor. Dahası bu kişiler öylesine bir düşünsel terör estiriyorlar ki örneğin Mali’deki terör saldırısı hakkında görüş bildiren kimseler bir çırpıda hain ilân ediliveriyor. 58 ARALIK 2015 Türkiye uzunca bir süredir Esed rejiminin bir sonraki hedefinin Bayır Bucak Türkmenleri olduğunu, Esed rejiminin Suriye içerisinde sivillere dönük sistematik katliamlar gerçekleştirdiğini uluslararası platformlarda dile getirirken Türkiye’yi Suriye’nin içişlerine karışmakla suçlayanların şimdi Bayır Bucak Türkmenleri ve Türkmen Dağı saldırısı hakkında konuşabiliyor olması samimiyetsizliklerinin, siyaseti ve uluslararası politikayı nasıl ucuz bir mantıkla değerlendirdiklerinin göstergesi. Sosyal paylaşım sitelerine Türkmen Dağı kelimesini yazdığınızda Bayır Bucak Türkmenleri üzerinden Osmanlı mirasına dönük nasıl bir nefret kusulduğunu görebilirsiniz. Dahası AK Parti hükümetini “mezhepçilik” yapmakla itham edenlerin nasıl bir mezhep kiniyle Bayır Bucak Türkmenlerine yönelik Rus savaş uçaklarının salvolarını alkışladıklarına hayretle şahitlik edebilirsiniz. Esed zulmüyle abad olacaklarını zannedenler büyük bir yanılgı içerisindeler. Bugün Suriye’deki Türkmenler, Sünni Arapları ve PYD-YPG ile aynı çizgide olmayan Kürtlere yönelen zulmün yarın bu zulme destek verenlere yöneleceğini bilmek gerekiyor. Zira zulm ile âbâd olanın âhiri berbad olur. … R A L l R l D L A S A ’D A S N A R F N E D i N YE Zeynep SONGÜLEN İNANÇ SDE Uzmanı 13 Kasım gecesi Fransa için büyük bir kâbusa dönüştü. IŞİD tarafından şehir genelinde yedi ayrı noktada düzenlenen saldırılarda 129 kişi hayatını kaybetti ve çok sayıda yaralı var. Bu saldırı, bundan on ay önce yine Paris’te düzenlenen Charlie Hebdo saldırısından önemli bir farklılık gösteriyor. Charlie Hebdo saldırısının nedeni olarak, dergide yayınlanan karikatürlerden hareketle Hz. Muhammed’e (s.a.v) edildiği öne sürülen hakaretler gösterilmişti. Bir anlamda hakaretlere bir cevap olarak saldırılar düzenlenmişti. Bu cevabın haklı veya haksız olduğu elbette tartışmalı. 13 Kasım saldırısında ise bu tür bir neden gösterilmiyor. 13 Kasım saldırıları, Ankara, Beyrut gibi uluslararası boyutu olan bir saldırılar dizisinin son ayağı olarak dikkat çekiyor. IŞİD bu saldırıların, batıya karşı başlatılan savaşın ilk adımları olduğunu ifade etti. Fransa başta olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinde de bu tür saldırıların düzenleneceğini duyurdu. 13 Kasım’daki saldırıların son derece profesyonelce planlandığı ve hayata geçirildiği görülüyor. Saldırı mekânları seçilirken bu mekânların sembolik anlamlarına odaklanılmış. Ayrıca zamanlama açısından da uluslararası konjonktür takip edilmiş. Saldırılar, Stade de France’ın çevresinde başladı ve bir saatten kısa süre içerisinde Paris’in X. ve XI. ilçelerinde yaşandı. Bu ilçeler, yoğun genç nüfus barındıran, kültür hayatını önemseyen, siyasi ve sosyal duyarlılıkları bulunan kozmopolit bölgeler olarak bilinir. Buralardaki restoran, teras, konser salonu, ARALIK 2015 59 vap olarak yaptılar ve yaşam tarzlarına sahip çıktıklarını göstermek istediler. kafe gibi yerlerde saldırıların düzenlenmesi, kent yaşamının pratiklerine yönelik bir meydan okumaya karşılık geliyor. Cuma akşamı iş çıkışı restoranları, konser salonlarını, kafeleri dolduran vatandaşların yani halkın teker teker vurularak öldürülmesi, eylemlerin acımasızlığını göstermenin ötesinde tek tek insanları hedef alarak bir medeniyet ve yaşam tarzı projesine karşı yapıldığını vurgulamak açısından önem taşıyor. Buna ek olarak Stade de France’ta oynanmakta olan Almanya-Fransa dostluk maçını izleyenler arasında Fransa Cumhurbaşkanı ile Almanya Dışişleri Bakanı da bulunuyordu. Bu açıdan son derece keskin mesajlar ortaya çıkıyor. Güvenliğin en yüksek düzeyde olduğu bu duruma rağmen saldırılar hayata geçirilebildi. Bu durumda Fransız devletinin, istihbarat ağını, istihbarat servislerinin teknolojik ve beşeri altyapısını yeniden gözden geçirmesi bir zorunluluk olarak beliriyor. Herhangi bir somut olay üzerinden hareket edilmemesi ve doğrudan vatandaşların hedef olarak seçilmesi, Batı tarzı siyasi ve sosyal yapıya karşı girişilen savaşta yeni bir aşamaya geçildiğini gösteriyor. Bu yeni aşamada her iki taraf için de öne çıkan söylem, savaş söylemi oldu. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, Charlie Hebdo saldırısının ardından verdiği tepkiden farklı olarak Fransa’nın savaşta olduğunu belirtti. Bu doğrultuda Fransa’da sınırlar kapatıldı, olağanüstü hal ilan edildi. Saldırıların hemen ardından vatandaşların evlerinden çıkmamaları yönünde telkinler yapıldı, toplu gösteriler düzenlenmesinin tehlikeli olacağı belirtildi. Ancak Fransızlar bu teyakkuz halini fazla sürdürmeye yanaşmadılar. Saldırılardan birkaç gün sonra yeniden restoranları, kafeleri doldurdular. Bunu teröre karşı bir ce- 60 ARALIK 2015 IŞİD’in bu saldırıları düzenleme hedefiyse Suriye ve Irak başta olmak üzere Orta Doğu’daki savaşı Batı’ya genişletme olarak dile getirildi. IŞİD’in bu yaklaşımı, içerisinde bulunduğu durum açısından bazı anlamlar barındırıyor. Bir yandan ABD öncülüğünde kurulan koalisyonun yanı sıra Rusya’nın hava saldırıları devam ediyor. IŞİD bu sırada toprak kayıpları yaşadı ve hareket alanı kısıtlandı. Ayrıca petrol kuyularının vurulması sonucunda gelirlerinde ciddi bir düşüş yaşamaya başladı. Bir anlamda “devlet kurma” iddiasındaki bir örgüt için üstesinden gelinmesi kolay olmayan sorunlarla karşı karşıya kaldı. Bir devlet yapılanmasından söz edebilmek için öncelikle güvenliğin sağlanması, vergi sisteminin işletilmesi, sağlık-eğitim-altyapı hizmetlerinin düzenli biçimde verilmesi gibi temel unsurların yerine getirilmesi gerekiyor. IŞİD bu unsurları karşılamakta zorlanmaya başladı. Bu nedenle yeni bir sıçrama yapabilmek için Ankara, Beyrut ve Paris saldırılarını düzenlemek, Mısır’dan Rusya’ya giden sivil uçağı düşürmek gibi eylemlerle yeni bir strateji geliştirmeye çalışıyor. Bu strateji, Irak-Şam hattında kurma iddiasında olduğu devletten yani iç alandan ziyade uluslararası alan üzerinden şekillenecek gibi görünüyor. Örgüt, meşruiyetini artırmak ve kitlesel desteğini sağlamlaştırmak amacıyla uluslararası düzlemde daha faal hale gelmeye çalışıyor. Sonuç olarak Paris saldırısı benzeri eylemlerin devam etmesiyle IŞİD, hem konjonktürel hem de ontolojik meydan okumalar karşısında kendisini ispat etmeye çalışıyor. Fransa, Avrupa’da en yüksek Müslüman nüfusa sahip ülkeler arasında yer alırken aynı zamanda radikalizasyonun da en fazla olduğu ülkelerden bir tanesine işaret ediyor. Bu köktenci zeminden dolayı Fransa’da eylem düzenlemek teröristler için daha tercih edilir oluyor. Ayrıca IŞİD, saldırılarını Fransa’da düzenleyerek bu büyük Müslüman nüfus içerisinden daha fazla destekçiye ulaşmayı hedeflemiş. Bu kitle üzerinde oluşacak baskının, kendisini Prof. Jean-Franços Bayart’ın Lbératon gazetesnde altını çzdğ gb Fransa’nın ve Avrupa’nın son kırk yıllık dış poltkası, bu olayların yaşanmasında etkl oldu. Bayart’a göre Flstn sorunuyla lgl yaşanan ayrışma, Türkye le üyelk fırsatının yakalanamaması, Fransa’nın petrol monarşleryle yaptığı ttfaklar gb nedenlerle Orta Doğu’da radkalzasyon arttı ve kâbus büyüdü. güçlendireceğini öngörmüş. Zira IŞİD açısından en önemli kazanım, kamusal alanda keskin bölünmeler yaratmaktan geçiyor. Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar, Batılılar ve Doğulular, Müslümanlar ve Haçlılar gibi insanlık tarihinde her zaman çatışmayla sonuçlanan, insanlığı bölen, bir arada yaşama yollarını tüketen söylemler üzerinden rakip/düşman/ öteki yaratmaya çalışıyor. Bu sırada Avrupa’daki sıradan Müslümanlar açısından yaşanan sorunlu dönemin daha da zorlaşacağı ileri sürülebilir. Avrupalı Müslümanların kendilerini ifade etme ihtiyaçlarının ve paralel biçimde sorunlarının artacağı öngörülebilir. Bununla birlikte şunu da belirtmek gerekir ki Paris saldırıları konusu aşırı sağ tarafından popülist bir tutumla Avrupa’daki Müslümanların dışlanmaları yönünde bir eğilimi güçlendirse de bu perspektifi aşan bir durum bulunuyor. Avrupa’daki Müslüman cemaatleri aşan ve bu cemaatlerle doğrudan ilişkilendirilmesi zor bir gerçeklik söz konusu. Avrupa toplumunun ayrılmaz bir parçası haline gelmiş Müslümanların, neoliberal politikaların da etkisiyle toplumsal, ekonomik ve siyasi dışlanmayla karşılaştıkları gerçeği geçerliliğini korurken, bu terör olaylarını hem bundan ayrıştırmak hem de bununla birlikte düşünmek önem taşıyor. Bu açıdan bu olayları anlamaya ve açıklamaya çalışırken pek çok unsuru bir arada göz önünde bulundurmak ve bu karmaşık bağlar üzerinden aklıselim tartışmalar yürütmek önem taşıyor. Müslümanların Avrupa’daki durumları bu terörün ortaya çıkmasındaki etkenlerden bir tanesine karşılık gelirken bir diğer etken Fransa’nın Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinde sürdürdüğü geleneksel politikaya karşılık geliyor. Prof. Jean-François Bayart’ın Libération gazetesinde altını çizdiği gibi Fransa’nın ve Avrupa’nın son kırk yıllık dış politikası, bu olayların yaşanmasında etkili oldu. Bayart’a göre Filistin sorunuyla ilgili yaşanan ayrışma, Türkiye ile üyelik fırsatının yakalanamaması, Fransa’nın petrol monarşileriyle yaptığı ittifaklar gibi nedenlerle Orta Doğu’da radikalizasyon arttı ve kâbus büyüdü. Bunun dışında Fransız dış politika geleneğinin bir yansıması olarak Orta Doğu’ya ve Afrika’ya düzenlenen müdahaleler, bu bölgelerdeki otoriter rejimlerin desteklenmesi, demokrasiye ve bireyin değerine bağlılığın bu coğrafyalarda Fransa’daki kadar savunulmaması ve ticari amaçlarla yapılan silah anlaşmaları gibi nedenler, günümüzde yaşanan terörü değerlendirirken nedensel etkenler arasında yer alıyor. Paris’teki saldırıları düşünürken çok boyutlu ve karmaşık unsurları bir arada ele almak ve bir arada yorumlamak gerekiyor. İslamofobinin bu olaylardaki etkisini düşünürken radikalizasyon ile din değiştirme eğilimlerini birlikte dikkate almak bir gerekliliğe işaret ediyor. Bunu, neoliberalizmin yarattığı kitlesel işsizlikten ve dezendüstrializasyondan ayırmamak önem taşıyor. Bir yandan iç politikadaki sorunları tanımlarken öte yandan dış politikadaki pragmatik ve bencil tutumların uzun vadeli etkileri analiz edilmeyi bekliyor. Uluslararası ilişkileri var eden devletler sisteminin dışlayıcı ve bireyi radikalleştiren yanı eleştirilmeyi hak ediyor. Tüm bu unsurlar tartışılırken siyasi düzlemde her bir unsurun etki düzeyi farklı yorumların konusu olacaktır. Ancak bu tartışmanın tüm zıtlıklara rağmen devam etmesi, özgürlüklerin söylemden çıkıp uygulamaya geçtiği alanı oluşturacaktır. Böylelikle siyasi alanın genişlemesiyle bireyler kendilerini bu siyasi alanın “yapıcısı” ve parçası olarak görecekler ve toplumlar, kültürler, mahalleler vb. arasındaki ara yüzler artacaktır. Ara yüzler bulundukça radikalizasyon/terör/düşman söylemleri geriler. Benzer şekilde ölüm bir adım daha geriye atılır. Aksi takdirde vatandaşlara korku ve tereddüt yüklendikçe militarizasyon artar. Bu da hem devletleri müdahaleci kılar hem de silahlı örgütlerin alanını genişletir. Bunun sonucunda ölüm kaçınılmaz hale gelir. Tüm dünya için dileğimiz olsun. Ölüme, son noktaya gelmeden anlaşabilmek ümidiyle… ARALIK 2015 61 DIŞ POLİTİKA SURİYE’DE BAYIR BUCAK ve VURULAN UÇAK Aydın BOLAT SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı ikinci orduyu konumlandırmış durumda. Türkiye başından beri burada bir güvenli bölge oluşturulmasını talep ediyor. Mültecilerin karşılanması, buradaki mültecilerin yönlendirilmesi ve PKK Kürdistanının engellenmesi noktasında Türkiye’nin kararlı bir duruşu var, dolayısıyla Türkiye’nin o bölgeye yönelik askeri müdahalesini engellemek adına da böyle bir operasyonu yapıyorlar. S uriye küresel bir kriz alanı ve örtülü gibi görünse de burada bir dünya savaşı devam etmektedir. Burada küresel ve bölgesel aktörlerin güç mücadelesi vermekte olduğunu görüyoruz. Bugünkü Suriye merkezli Orta Doğu coğrafyasının sınırları kimseyi memnun etmiyor, yani herkes burada yeni bir düzen kurmak ve Sykes-Picot Anlaşması’nı güncellemek için bir çaba içerisinde görünüyor. Bugün en güncel konu da Hatay’ın Yayladağı sınırlarına yakın Bayır Bucak bölgesi ki asırlardır Türkmen kardeşlerimizin yaşadığı bir bölge, buraya yönelik saldırılar var; Ruslar havadan, rejim askerleri karadan bu bölgeye saldırıyor. bölgesi ve dolayısıyla burayı düşürmek Kürt koridorunun oluşmasında çok önemli. İkincisi; Suriye parçalanmış durumda, sadece Şam Lazkiye hattında Şii-Nusayri devleti kurma çabası var, dolayısıyla onun sınırlarını genişletip burada kendilerine bir güç toplamak istiyorlar. Bununla ilgili onlar için üç amaç var. Bu durum Rusya’nın Lazkiye ve Tartus’ta üstlerinin olması ve bu üstleriyle Doğu Akdeniz’de güçlü kalmak istemesi sebebiyle işine gelir. Bunun Esed rejimine destek olarak sağlanacağını düşünüyor dolayısıyla orada kurulacak bir Nusayri devletin sınırlarını genişletmek ve olabildiğince güçlü tutmak için bir çaba içerisine giriyorlar. Birincisi; Akdeniz’e de uzanması planlanan Kürt koridorunun, Akdeniz’e çıkış kapısı Bayır Bucak Üçüncüsü ise; Türkiye’yi rahatsız etmek. Türkiye, özellikle Fırat’ın batısında Cerablus-Azez hattında 62 ARALIK 2015 Bayır Bucak saldırılarının; Türkmen grupların Cerablus bölgesinde DAEŞ’e karşı başarılı operasyonlar yaparak 4 köyü ve bazı yerleşim yerlerini kurtarmalarından hemen sonra başlaması çok manidardır. Amerika ile Rusya’nın Çıkara Dayalı Paslaşmaları Var Amerika ve koalisyon güçleri, Türkiye’ye karşı başka, Rusya ile İran’a karşı başka davranıyorlar, rejim için arkadan dolaşıyorlar yani söylemleri başka eylemleri başka türlü. Belli ki Amerika ile Rusya’nın kendi aralarında çıkara dayalı bir paslaşmaları var. Rusya bir yandan Viyana’daki siyasi çözümü desteklerken öte yandan Suriye’de askeri harekâtı tırmandırmakla tam bir çelişki sergiliyor. Özellikle Türkiye’nin 911 km sınırı olan Suriye hattında güç kazanmasını, oynanan oyunları bozmasını istemiyorlar. Türkiye sadece o bölgedeki Türkmenlere değil Araplara da, Kürtlere de destek verdi, veriyor. Dün Kobani düşüyor diye yeri göğü ayağa kaldıranlar bugün Türkmen dağı için çıtlarını çıkartmıyorlar. MİT yardım tırlarına operasyon çekerek Türkiye’yi dünyaya terör gruplarına yardım yapmakla itham edenlerin ve jurnalleyenlerin bu gün kimlerin ekmeğine yağ sürdükleri, kimlerin ajanlığını yaptıkları da apaçık gün yüzüne çıkmıştır. Türkmen Grupları Hala Güçlü Durumdalar Rusya buraya DAEŞ’le mücadele için girdiğini söylüyor ama desteklediği operasyonlarla Türkmen dağını ve oradaki sivilleri hedef alıyor. Bu güne kadar 400’e yakın sivilin öldürüldüğü, 97 kadarının çocuk olduğu söyleniyor. Bu çok yanlış bir tutum. Ancak Türkiye buradaki bütün aktörlerle diplomatik ilişkilerini sürdürüyor. Bize gelen bilgiler biraz abartılı geliyor, tabi o bölgedeki Türkmen grupları hala güçlü durumdalar. Türkiye hem sınır hattında hem de iç bölgelerde desteğini sürdürüyor. Bu uzun süreli bir savaş, Türkiye bu aşamada riskli bir konumda ve daha dikkatli olmak durumunda. Türkiye terörist bir devlet gibi de davranamaz, fakat bu noktada gücünü göstermek durumundadır. 2,5 milyon mülteciyi barındırması ve 911 km sınır bulunması hasebiyle Suriye için oluşturulan siyasi çözüm masasının en önemli yerinde de Türkiye oturmaktadır. ARALIK 2015 63 Vurulan Rus Jeti Esed rejiminin çağrısı üzerine 30 Eylül’den itibaren Suriye’de operasyonlara başlayan Rusya DAEŞ’le mücadele için meşruiyet pozları verdikten sonra Esed için tüm muhalifleri terörist ilan ederek havadan bombalamalarını 2 aydır sürdürüyor. Özellikle Kasım ayının ikinci yarısından itibaren Ruslar havadan, savaş gemilerinden, rejim askerleri ve İranlı Şii Hizbullah milisleri de karadan Bayır Bucak bölgesine ve Türkmen dağına saldırıyorlar. Sınırda devriye görevi yapan Türk Hava Kuvvetleri jetlerine füze kitlemesi, tacizler ve sınır ihlalleri yapıyorlar. Ekim ayında birkaç kez tekrarlanan bu ihlaller Ruslara en üst düzeyde uyarılarla iletildi, angajman kuralları tekrar hatırlatıldı. En son Türkmen bölgesine yapılan saldırılardan 10 gün sonra bütün diplomatik ikazlara rağmen Türkiye’nin beklentilerine kulaklarını tıkayarak bildiklerini pervasızca uyguladılar. 24 Kasım 2015 Salı günü saat 09.24’te sınır ihlali yapan iki Rus uçağından birisi 5 dakikada 10 kez yapılan ikazı dinlemeyince vuruldu ve Suriye’de sınırdan 4 km içeride düştü. Bir anda Suriye ve dünya gündemi gerildi. Putin: “Türkiye ABD ile yapılan anlaşmaya aykırı davrandı. Sırtımızdan vurulduk. Çok önemli sonuçları olacaktır. Jet vurulduğunda 4 km içeriden uçuyordu. Uçaklarımız ve pilotlarımızla Türkiye’yi tehdit etmedik. Türkiye teröristleri destekliyor.” diyerek ilk anda sert bir tepki gösterdi. Davutoğlu ise şunları söyledi: “Sınırlarımızın güvenliği, ülkemizin bu ateş çemberi içinde bekası, vatandaşlarımızın hayatı ve izzeti söz konusu olduğunda her türlü fedakârlığı yapacağımızı ve her türlü tedbiri alacağımızı da cümle âlemin bilmesini isteriz. Bugün Türk hava sahasını ihlal eden uçaklara dönük olarak silahlı kuvvetlerimizin anında gösterdiği tepkiyi de bu çerçevede ele almak lazım. Biz hiçbir şekilde herhangi bir ülkenin toprağında gözü olan bir yaklaşımı benimsemiyoruz. Ama herkesin de bilmesi lazım ki defaatle yapılan uyarılara rağmen, geçen pazar günü Çankaya’da yaptığımız güvenlik zirvesinde bir kez daha teyit etmemize rağmen hava ve kara sınırlarımızı kim ihlal ederse ona karşı her türlü tedbiri almak hem uluslararası hakkımızdır hem de ulusal görevimizdir. Buradan da bütün dünyaya uluslararası kamuoyuna şu çağrıda bulunuyorum. Gelin Suriye’deki yangını söndürelim. Bunun yerine Bayır Bucak Türkmenlerine, Araplara, Kürtlere ateş yağdıran kim olursa olsun, ister Suriye rejimi, ister terör örgütleri, isterse dışardan, mesajımız açıktır. Suriye halkı barış ve onur içinde yaşama hakkına sahiptir.” Genel Kurmay Başkanlığı Türk ve Rus jetlerinin elektronik iz haritasını ve ses kayıtlarını yayınladı. NATO Türkiye’nin çağrısı ile olağanüstü toplandı. Geçte olsa NATO ve ABD’den Türkiye’ye destek mesajları geldi. Türkiye’nin haklı olarak müdahalede bulunduğu, egemenliğini ve hava sahasını koruma hakkı olduğu belirtildi. Bu tehlikeli durumda herkes serinkanlı ve sakin kalmaya davet edildi. Umarım bu krz Rusya le lşkler daha rasyonel br düzleme taşır, Surye meselesnn syas çözümünü hızlandırır. Bölge ve dünya barışına “br musbet bn nashatten yeğdr” anlayışı le katkı sağlar ve hzmet eder. İnancım; Putn ve Erdoğan’ın dünyanın en kıdeml ve tecrübel devlet adamları olarak bu krz aşacak feraset ve basret göstereceklerdr. 64 ARALIK 2015 Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un 25 Kasım’da yapılması planlanan Türkiye gezisi iptal edildi. İlk günlerdeki sıcak tepkiler zamanla daha soğukkanlı açıklamalara dönüştü. Lavrov: “Savaş ilan etmeyeceğiz ama ilişkilerimizi yeniden gözden geçirmeliyiz.” dedi. Bir NATO ülkesinin ilk defa bir Rus jetini düşürmesi bütün dünya ülkeleri ve medyasında, BM dâhil tüm uluslararası kuruluşlarda 1. gündem oldu ve çok yönlü analizler yapıldı. Bu olay Suriye meselesinde Türkiye’nin kararlılığını ve stratejik konularda özgüvenini göstermesi bakımından çok önemlidir. Dost-düşman, bölgedeki irili ufaklı bütün aktörler paylarına düşen mesajı almışlardır sanıyorum. Türkiye’nin sadece yumuşak gücüyle, diplomatik süreçlerle değil gerektiğinde sert gücüyle sahada yer alabileceği gösterilmiştir. Türkiye’nin Suriye’den uzak tutulması, etki alanının sınırlanması hatta sıfırlanması için müttefiklerimiz dâhil küresel güçler tarafından her türlü hamle yapılmıştır. PKK, PYD, DHKP-C ve DAEŞ üzerinden terör saldırılarıyla Diyarbakır, Suruç, Ankara katliamlarıyla ülke içine kapatılmış, şehir şehir, dağ dağ terör operasyonları ile meşgul edilmiştir. NATO ülkelerinden getirilen Patriot hava savunma sistemleri bu kritik süreçte kaldırılmış ve Rusya-İran Suriye’ye davet edilmiştir. Amaç; Türkiye’yi Suriye denkleminden tecrit etmektir. 1 Kasım seçimleriyle Türkiye siyasi belirsizliği sonlandırarak, demokrasisini güçlendirerek milli iradesini ülkenin kaderine koymuştur. Türkiye bütün bu iç ve dış kuşatmaları kırarak oyunları bozmuştur. Ancak bu jet vurulma olayı hamasetle abartılmadan, uluslararası hukuk ve meşruiyet çizgisinden saptırılmadan, Türkiye’nin hava sahasını ve sınır güvenliğini koruma sorumluluğu çerçevesinde değerlendirilmelidir. Tahriklere ve provokasyonlara fırsat verilmeden olay soğukkanlılıkla, siyasi ve diplomatik yollardan konsolide edilmelidir. Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinin bozulmasında, bölgede gerilimin tırmandırılmasında, olayın NATO krizine dönüştürülmesinde bir fayda yoktur. Soğuk Savaş’tan sonra yıllardır itina ile oluşturulan güven ikliminin, siyasi ve ekonomik ilişkilerin sürdürülebilir olmasında Rusya Federasyonu’nun da Türkiye’nin de ileriye dönük büyük stratejik menfaatleri vardır. Yeni stratejik vizyonunun arayışında olan Türkiye bölgesel gücünü ve küresel rolünü gözeterek, stratejik alternatiflerini ve dengelerini bir uçak krizine feda etmemelidir. Umarım bu kriz Rusya ile ilişkileri daha rasyonel bir düzleme taşır, Suriye meselesinin siyasi çözümünü hızlandırır. Bölge ve dünya barışına “bir musibet bin nasihatten yeğdir” anlayışı ile katkı sağlar ve hizmet eder. İnancım; Putin ve Erdoğan’ın dünyanın en kıdemli ve tecrübeli devlet adamları olarak bu krizi aşacak feraseti ve basireti gösterecekleridir. Türkiye Her Zaman Masanın En Önemli Yerinde Bulunacak Uluslararası ilişkilerde dürüstlük diye bir şey yok ama bir gün mutlaka Suriye sınırına da barış ve güvenlik gelecek. Mutlaka Suriye için bir takım çözümler bulunacak, belki bedelleri ağır olacak ama Türkiye her zaman masanın en önemli yerinde bulunacak. Sayın Başbakanın da ifade ettiği gibi, Türkiye diplomatik ve siyasi girişimlerini sürdürürken her türlü yardımını yapmaktadır. Dolayısıyla endişe edilecek bir şey yoktur, Türkiye sınır güvenliğini ve oradaki menfaatlerini de koruyacak güçte ve kararlılıktadır. Hükümetin kurulması ve siyasi istikrarın sağlanmasıyla Türkiye kriz noktalarına daha etkin müdahale edecek konuma gelmiştir. Evet, Türkiye eski Türkiye değildir. Bunu dostdüşman, bütün dünya anlayacak. Yeni Türkiye’yi herkes tanıyacaktır. ARALIK 2015 65 DIŞ POLİTİKA G20 zrves esnasında Çn Devlet Başkanı X Jnpng le Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında br görüşme gerçekleşmştr. Yapılan görüşmede X Jnpng, k ülke stratejk lşklernn güçlendrlerek bağlayıcı kalkınma stratejsnn gelştrlmesn, İpek Yolu Fonu ve Asya Altyapı Yatırım Bankası platformundan aktf br şeklde faydalanılmasını ve şbrlğ kanalları le modeller yenleyerek ortak kalkınma ve ortak refaha kavuşmak çn gayret gösterlmesn önemsedklern fade etmştr. uluslararası ticaret ve yatırım dinamiğinin geliştirilmesi ve 4. 2030 yılı sürdürülebilirlik kalkınma gündeminin gerçekleştirilmesi, adil ve kapsayıcı gelişmeye dinamik gücün katılmasıdır. 2015 G-20 ANTALYA ZİRVESİ’NDE ÇİN G-20 Zemininde BRICS Zirvesi Doç. Dr. Erkin EKREM SDE Uzmanı Çin’in Durum Tespiti ve Önerisi Ç in Devlet Başkanı Xi Jinping G-20 Zirvesi’nde dünyanın mevcut ekonomik durumu üzerinde bir tespit yaptı. Xi’ye göre, Uluslararası mali krizin derin etkileri devam ediyor, dünya ekonomisi hala derin ayarlar süreci içinde. Geçen yüzyılda yaşanan birkaç büyük küresel ekonomik krize bakılırsa, devletlerin tepkisel yöntemleri ile ilgili hatalar, ekonomik toparlanmanın zorlaşmasının genel sebepleridir. Son küresel finansal krizden bu yana ülkeler, mali ve parasal tedbirleri almakla belli bir düzeyde pazarı stabilize etmeyi ve kötüleşen durumu kurtarmayı kısmen başarmışlardır. Şimdiki duruma bakıldığında, son küresel finansal kriz, daha önceki krizlere kıyasla daha da karmaşıktır, çözümü için 66 ARALIK 2015 G-20’nin görevinin dünyada ekonomik büyümeyi geliştirmek olduğunu vurgulayan Xi Jinping, G-20 ülkelerinin, ekonomik büyümelerini istikrarlı hale getirirken, uzun vadeli dinamikler oluşturmaları gerektiğini vurgulamıştır. Ayıca, daha önceki zirvelerin sonuçlarını yerine getirmekle birlikte, her zirvede yeni görüş birliklerinin sağlaması gerektiğini dile getiren Xi Jinping, üye ülkelerin kendi işlerine çözüm getirirken, küresel işbirliğine engel teşkil eden sorunlara da elbirliği ile çözüm aramalarının önemini ortaya koymuştu.1 kapsamlı önlemlere ihtiyaç duyulmaktadır, bu da bir günde olacak iş değildir. Bu durum, küresel finansal kriz üzerinden yedi yıl geçmesine rağmen, dünya ekonomisinin hala yavaş toparlanıyor olmasının ve büyüme oranlarının alt seviyelerde gerçekleşmesinin sebepleridir. Hastalığın sebebinin bulunması ve doğru teşhis konulması ile ancak hastaya doğru ilaç verilebileceğini belirten Xi Jinping mevcut duruma karşı dört çözüm teklifi ortaya koymuştur. Bunlar: 1. Makroekonomik politika koordinasyonunun pekiştirilmesi, politika ve eylem gücünün oluşturulması; 2. Reform ve inovasyonun hızlandırılması, dünya ekonomisinin orta ve uzun vadeli büyüme potansiyelinin artırılması; 3. Dışa açık bir dünya ekonomisinin oluşturulması, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika ülkelerinden oluşan yeni ekonomiler 15 Kasım’da bir gayri resmi liderler zirvesi düzenlemiştir. Paris’teki terör saldırısını kınamakla başlayan bu mini zirvede, BRICS üye ülkeleri arasındaki temasları geliştirme ve küresel ekonomik zorluklarla mücadele etme konuları üzerinde fikir alışverişinde bulunuldu. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping “Fırsatları Yaratma ve Zorluklarla Mücadele Etme” başlıklı bir konuşma yaptı. Xi Jinping’e göre, dünya ekonomisinin canlanması uluslararası gelişmelerde yeni değişimler yaşanması sebebiyle hayli yavaş olmaktadır. Jeopolitik sorunlar ön plana çıkmaktadır, küresel meydan okumalar sıkça yaşanmaktadır. Bu gelişmelerden dolayı BRICS ülkeleri de yeni sorunlarla yüz yüze kalmaktadır: 1. Dış çevredeki karmaşık ve zor etkenler gidererek artmaktadır, toplam küresel talep yetersizdir, ülkelerin makroekonomik politikalarındaki farklılaşmalar artmıştır, dünya genelinde eko- nomik büyüme sürecindeki belirsizlikler artmıştır. 2. İç ve dış etkenlerden dolayı BRICS ülkelerinin ekonomik büyümesi genel olarak yavaşlama sürecine girmiştir, ekonomik kalkınma ayarı dönemine geçilmiştir. 3. Uluslararası çevrede BRICS ülkelerinin aleyhine çıkan sesler durmuş değildir.2 Bu sorunlardan kurtulmak için Xi Jinping toplantıda dört maddeli bir öneri sundu: 1. Elverişli dış gelişme ortamının oluşturulması ve küresel ekonomik yönetişimin birlikte iyileştirilmesi; 2. Eşgüdümlü ve karşılıklı desteğin arttırılarak her çeşit küresel meydan okumalarla mücadele edilmesi. Bu çerçevede Xi Jinping, Paris’te meydana gelen terör saldırılarına da değinerek, uluslararası toplumun el ele vererek Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne ve diğer uluslararası kurallara göre terörle mücadelede işbirliğinin arttırılması ve terör konusunda çifte standardın giderilmesi gerektiğini ifade etmişti. 3. Uluslararası alanda ortak çıkar ve karşılıklı kazanca dayalı gelişme işbirliğinin yürütülmesi. Bununla birlikte, yeni tip küresel gelişme ortaklığının teşvik edilmesi gerektiğinin altını çizmişti. 4. Birlikte uzun vadeli gelişme gerçekleştirilmesi için ekonomik optimizasyonun sağlanması. Çin-Türkiye İlişkileri G20 zirvesi esnasında Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında bir görüşme gerçekleşmiştir. Yapılan görüşmede Xi Jinping, iki ülke stratejik ilişkilerinin güçlendirilerek bağlayıcı kalkınma stratejisinin geliştirilmesini, İpek Yolu Fonu ve Asya Altyapı Yatırım Bankası platformundan aktif bir şekilde faydalanılmasını ve işbirliği kanalları ile modelleri yenileyerek ortak kalkınma ve ortak refaha kavuşmak için gayret gösterilmesini önemsediklerini ifade etmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan da ko- ARALIK 2015 67 nuşmasında, iki ülke arasında üst düzey temasların devam etmesi gerektiğine değinerek, her alanda ilişkilerin güçlendirilmesinin ve karşılıklı anlayış ve ortak görüşün meydana getirilmesinin önemini ortaya koymuştur. Türkiye’nin Çin ile olan ilişkilerine önem verdiğini ifade eden Erdoğan; siyaset, ekonomi, enerji, kültür, güvenlik ve turizm gibi alanlardaki karşılıklı saygı esasına dayanan ilişkilerin derinleştirilmesinin ve ticari ilişkilerin düzeyli hale getirilmesinin önemini vurgulamıştır. Erdoğan aynı zamanda Bir Kuşak ve Bir Yol (İpek Yolu Ekonomi Kuşağı ve 21. Yüzyıl Deniz İpek Yolu) projeleri üzerinde işbirliğinin güçlendirileceğini ve Çinli girişimcilerin Türkiye’de altyapı alanlarındaki yatırımlarını artırmasını olumlu karşıladığını ifade etmiştir. Erdoğan, Türkiye’de Çin karşıtı ve Türk-Çin ilişkilerine zarar verecek güçlere izin verilmeyeceğini de belirtmiştir.3 Liderlerin görüşmesinden sonra, Çin ve Türkiye yetkilileri yedi anlaşma imzalamışlardır. Bu anlaşmalar: İpek Yolu Ekonomik Kuşağı ve 21. Yüzyıl Deniz İpek Yolu ile Orta Koridor Girişiminin Uyumlaştırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası; Türkiye Cumhuriyeti Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı ile Çin Halk Cumhuriyeti Kalkınma ve Reform Komisyonu arasında, e-ticarette İşbirliğinin Güçlendirilmesi Mutabakat Zaptı; Edirne-Kars Yüksek Hızlı Tren projesi çerçevesinde hazırlanan Demiryolu İşbirliği Anlaşması; Türkiye Cumhuriyeti Gıda Tarım ve Hay- 68 ARALIK 2015 vancılık Bakanlığı ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında, Türk Kirazlarının Çin’e İhraç Edilmesine Yönelik Bitki Sağlığı Gereklilikleri Protokolü; Türkiye’den Çin’e İhraç Edilecek Süt Ürünleri İçin Veterinerlik ve Sağlık Şartları Konusunda Protokol; Başbakanlık Türkiye Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı ile China Export and Credit Insurance Corporation (Sinosure) arasında Çerçeve İşbirliği Anlaşması ve Kumport Limanı’nın hisselerinin devrine ilişkin anlaşmalardan oluşmaktadır.4 G-20 Zirvesi 2016’da Çin’de Yapılacak Türkiye’nin düzenlediği G-20 Zirvesi daha önceki zirvelerle kıyaslandığında bazı özellikleri ile ön plana çıkmıştır: G-20 Zirvelerinin hedeflerinin gerçekleştirilmesi ve verilen sözlerin yerine getirilmesi amacıyla geçmiş taahhütlerin uygulanması; büyümenin güçlü bir destekçisi olarak yatırımların artırılması ve büyümenin nimetlerinin herkesçe paylaşılabilmesi için eylemlerin kapsayıcılığının desteklenmesi olmak üzere üç ana başlık etrafında kapsamlı bir gündem benimsenmiştir. 16 Kasım’da G-20 zirvesi kapsamında düzenlenen öğle yemeğinde, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, 2016 G20 Zirvesi’nin 4-5 Eylül 2016 tarihleri arasında Çin’in Zhe-jiang Eyaleti Hang-zhou kentinde düzenleneceğini beyan etmiştir. Çin’de düzenlenecek G-20 Zirvenin teması “yenilikçi, dinamik, bağ- lantılı ve kapsayıcı dünya ekonomisini inşa etmek” olacaktır. Bunların anlamı ise: 1. Yenilikçi büyümenin şekli, reform ve inovasyonu ilerletmektir, yeni fırsatları yaratmak ve yakalamaktır, dünya ekonomik büyümesinin potansiyelini yükseltmektir. 2. Küresel ekonomi ve finans yönetişimini iyileştirmektir, yeni piyasaların ve kalkınmakta olan ülkelerin temsilini ve söz hakkını daha iyi bir noktaya taşımaktır, riske karşı dünya ekonomisinin kapasitesini arttırmaktır. 3. Uluslararası ticaret ve yatırımı arttırarak ekonomik büyümenin itici rolünü işlevsel hale getirmek ve dışa açık dünya ekonomisini oluşturmaktır. 4. Kapsayıcı ve ilişkili kalkınmayı ilerletmekle 2030 yılı sürdürülebilir kalkınma gündemini gerçekleştirmek, yoksulluğu yok etmek ve ortak kalkınmayı gerçekleştirmektir. Çin’in böyle düşünmesinin gerekçesi ise: 1. Dünya ekonomisi genel olarak krizden çıkmış ancak canlanması için henüz kırılgan durumdadır, büyümenin itici gücü yetersizdir, başta ekonomilerin trendleri ve politikaları daha fazla farklılaşmaya başlamıştır. Dünya ekonomisini yeni bir refah düzeyine ulaştırmak için yeni büyüme kaynaklarının acilen bulmasına ihtiyaç duyulmaktadır. 2. Son yıllarda küresel ekonomik yönetişim reformu beklendiği gibi kolay olmamıştır, uluslararası ekonomi ve ticaret kuralları da hızlı değişime uğramaktadır. Ülkeler arasında eylem uyumluluğu ile ancak uluslararası ekonomik işbirliğine ve gelişime yön verilebilmekte- dir. 3. G-20 krize karşı tedbir almaktan uzun vadeli yönetişim mekanizmasına dönüşmektedir, konular da kısa dönemli sorunlardan derin ve uzun vadeli sorunlara uzanmaktadır. G-20 ülkelerinin makroekonomik politikalarının koordinasyonu ve işbirliğinin güçlendirilmesinin gerekliliği ile yaşanan zorluklar eşzamanlı artırmaktır. Üye ülkelerin ortaklık ruhunu ileriye taşımak, söz konusu ülkelerin dönüşümlerini başarıyla tamamlanmaları ve G-20’nin küresel ekonomik yönetişimin ana platformu konumunu koruması gerekmektedir.5 Dipnotlar 1 д䖥ᑇ, <߯ᮄ䭓䏃ᕘ ݅ѿথሩ៤ᵰüѠक䲚 ಶ乚ᇐҎकዄӮϔ䰊↉Ӯ䆂Ϟ݇ѢϪ⬠㒣⌢ᔶ ⱘথ㿔>˄2015ᑈ11᳜15᮹ˈᅝศ߽Ѯ˅, ljҎ⇥ ᮹NJ 2015ᑈ11᳜16᮹ 02 ⠜. 2 д䖥ᑇ, <ᓔᢧᴎ䘛 ᑨᇍᣥü䞥ⷪᆊ乚ᇐҎ䴲 ℷᓣӮϞⱘথ㿔> (2015ᑈ11᳜15᮹, ᅝศ߽Ѯ), lj Ҏ⇥᮹NJ 2015ᑈ11᳜16᮹ 03 ⠜. 3 ᴰᇮ⋑ǃ䆌ゟ㕸, <д䖥ᑇӮ㾕ೳ㘇݊ᘏ㒳ᇨᅝ>, ljҎ⇥᮹NJ 2015ᑈ11᳜15᮹ 01 ⠜. 4 “Türkiye ile Çin 7 anlaşma imzaladı”, Anadolu Ajansı, 14 Kasım 2015. 5 д䖥ᑇ, <Ѡक䲚ಶ乚ᇐҎዄӮᎹजᆈϞ݇ѢЁ Џࡲ2016ᑈዄӮⱘথ㿔> (2015ᑈ11᳜16᮹, ᅝศ ߽Ѯ), ljҎ⇥᮹⍋⠜NJ, 2015ᑈ11᳜17᮹ 02 ⠜. ARALIK 2015 69 DIŞ POLİTİKA Suriye: Türk–Rus İlişkilerinde Keskin Dönemeç Ferit TEMUR Avrasya Uzmanı T ürkçede güzel bir atasözü vardır; “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” diye. Herhalde ulusal ve uluslararası kamuoyunda şok etkisi yapan Türkiye–Suriye sınırında bir Rus jetinin düşürülmesi olayını, bu atasözünden daha güzel bir ifade açıklamaz. Neden mi? Çünkü Moskova’nın eylül ayından bu yana, “Esed rejimini” destekleme eksenli Suriye politikasında bir adım öteye giderek bu ülkede fiilen askeri harekâta katılması, üstelik bunu yaparken Türkiye’nin sınırlarını taciz ederek açık bir şekilde Ankara’ya karşı tavır alması, 70 ARALIK 2015 bütün bu olanların aslında habercisi niteliğindeydi. Rusya’nın Suriye’deki askeri operasyonlarının DAEŞ terör örgütünden ziyade Esed rejimi karşıtı muhalif tüm unsurları hedef alması, “hava şartlarının bozuk olması” gerekçesiyle hava sahamızın zaman zaman ihlal edilmesi, son olarak da Kuzey Suriye’deki sivil Türkmen halkın bombaların hedefi haline getirilmesi, hiçbir şekilde Türkiye açısından izahı mümkün olmayan düşmanca davranışlardı. Bu durumu Türkiye’nin, Kiev Yönetiminin daveti üzerine Ukrayna’nın Doğu’sundaki Rusça konuşan Türk savaş uçaklarının sık sık Rus hava sahasını “buranın oyun kurucusu benm ve sen bu oyunun dışındasın” mesajı vermek çn tacz ettğn düşünelm. Acaba Rusya’nın ve Rus mlletnn tepks ne olurdu? Yanıtı çok bast; Rusya “sınır havzasında” başka br “gücün” bekasını tehdt edecek şeklde oyun kurmasına en baştan zn vermez, gerekrse savaşı göze alırdı(!) halka “terörist” diye bomba yağdırmasıyla kıyaslama yapalım. Dahası Türk savaş uçaklarının sık sık Rus hava sahasını “buranın oyun kurucusu benim ve sen bu oyunun dışındasın” mesajı vermek için taciz ettiğini düşünelim. Acaba Rusya’nın ve Rus milletinin tepkisi ne olurdu? Yanıtı çok basit; Rusya “sınır havzasında” başka bir “gücün” bekasını tehdit edecek şekilde oyun kurmasına en baştan izin vermez, gerekirse savaşı göze alırdı(!) III. Büyük Paylaşım Savaşı Bir süredir Avrasya coğrafyasında meydana gelen iç isyanlar, askeri müdahaleler ve diğer örtülü mücadeleler adeta III. Dünya Savaşı’nın habercisi hükmünde. Ukrayna Krizi’yle birlikte Rusya ve ABD öncülüğündeki Batı bu yeni “jeopolitik savaşın” karşı kutuplarına iyice konumlanmış oldu. Türkiye ise tüm bu çetrefilli süreçte Rusya’nın karşında yer almadığı gibi ilişkilerini geliştirme yönünde 2000’li yılların başından beri izlediği politikasını sürdürdü. Örneğin 2008 yılında Rus-Gürcü Savaşı’nda hem ABD savaş gemilerinin Karadeniz’e girişine Montrö Sözleşmesi’ne sadık kalarak izin vermedi, hem de krizin daha fazla büyümemesi için arabuluculuk yapmaya çalıştı. 2014 yılında Kırım’ın ilhak edilmesi üzerine Batılı ülkelerce Rusya’ya uygulanan ekonomik ve siyasi yaptırımlara, Batıdan gelen sert eleştirilere rağmen(!) katılmadı. Aksine Suriye konusundaki görüş ayrılığında muhatabının duruşunu anlamaya çalıştı ve bu konunun Türk-Rus ilişkilerinde bir sorun olmasına izin vermeyerek stratejik önemdeki bazı enerji/ticari projelerini Rusya ile gerçekleştirme adına kararlı tutumunu sürdürdü. Benzer şekilde Rusya’dan gelen “Türk akımı” gibi enerji projelerinde de işbirliğine açık oldu. Dünyanın önemli bir kısmı kendisine resmen düşmanca tavır aldığı bir dönemde Türkiye’nin tüm yapıcı/dostane yaklaşımına rağmen Rusya, tarihsel kodlarından esinlenen jeopolitik tasarımı çerçevesinde yeni bir “Avrasya projesi” uygulamaya koydu. Moskova’nın “Avrusyacı” bu jeopolitik tasarı- mı, tıpkı tarihte olduğu gibi, Türkiye’yi dışlayıcı bir zihinsel önyargı taşıyor. Bunun en somut belirtisini Rusya, 1915 olaylarının başlıca sorumlularından biri olmasına karşın, Türkiye’yi 24 Nisan 2015 tarihinde “soykırımla” itham ederek gösterdi. İran’la eşgüdüm içinde gerçekleşen son Suriye hamlesi ise çok açık bir şekilde Türkiye’yi denklem dışına iten, Ankara’nın bölgesel güvenlik kaygılarını hiçe sayan, son 10 yıldır iki ülke arasında yakalanan stratejik işbirliği ruhunu kökten zedeleyen bir dış politika yaklaşımı oldu. Rusya böylelikle son bir yıldır uyguladığı bu politika nedeniyle, tıpkı II. Dünya Savaşı sonrası Stalin’in yaptığı stratejik hataya benzer şekilde, artık Türkiye’yi siyaseten kaybetti. Bundan sonra bir süre siyasi konumlanışımız karşı “uçlarda” olacaktır. Türk-Rus İlişkilerinde “Gerçekçiliğe” Dönüş Rusya üzerine uzmanlaşmaya çalışan, bu ülkede öğrenim gören/yaşayan kişilerin şu husus hep dikkatini çekmiştir. Ankara’dan Moskova’ya bakış ile Moskova’dan Ankara’ya bakış arasında ciddi bir görüş farklılığı bulunmaktadır. Moskova’nın bakış açısına göre Ankara hiçbir zaman “stratejik ortağı” olmamıştır. Oysa Ankara Moskova’ya yüzeysel yaklaşarak bu ülkenin jeo-stratejik kodlarını ve ilişkilerini nasıl karşılıklı azami yarara ve ortaklığa çıkarılabileceğini kendi perspektifinden yeterince planlamadan onu “stratejik ortak” olarak tanımlamıştır. Bu anlamda Türkiye’yi yöneten siyasal erkin kültürel, sosyopsikolojik, ekonomik, siyasi ve askeri açıdan Rusya üzerine birikim edinmiş gerçek uzmanlara ihtiyacı vardır. Tarih boyunca Ruslar ve Türklerin birbirlerine ilişkin algısı son derece olumsuz olmuştur. Tarihte ilk kez 1921 yılındaki “Dostluk ve Kardeşlik Anlaşması’yla” yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliği arasında bu mezkûr olumsuz algının giderilmesine hizmet edecek bir zemin ortaya çıkmış; fakat 1930’ların sonlarına doğru ilişkiler yeniden bozulmuştur. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla başlayan yeni süreçte ise iki toplum birbirini ARALIK 2015 71 DIŞ POLİTİKA samızı” oluşturalım ve bunu muhatabımıza olumlu/ olumsuz bütün yönleriyle gösterebilelim. “doğrudan” tanıma imkânı bulmuş ve günümüze kadar turistlik seyahatler, ticari faaliyetler ve evlilikler vasıtasıyla küçümsenmeyecek bir kaynaşma yaşanmıştır. Kat edilen mesafe henüz yeterli olmasa da iki ülkenin geleceği bakımından umut vericidir. Hem bu noktadan geri dönüşün yaşanmaması, hem de Türkiye’nin ulusal kaygılarının Rus entelijansiyası/kamuoyu nezdinde doğru bir şekilde dile getirilmesi için iki ülke arasında “Track II diplomacy” görevi ifa edebilecek sivil stratejik akla dayalı bir mekanizma kurulması elzemdir(!) Bilhassa birkaç yıldır Moskova’da açılmaya çalışılan Yunus Emre Türk Kültür Merkezi’nin en kısa sürede faaliyete başlatılarak, çalışma konseptinin “Rusya gerçeklerine” uygun olarak kamu diplomasisi eksenli tasarlanması, iki ülke arasında ciddi bir ihtiyaç olan söz konusu sivil stratejik ayağın oluşmasını rahatlıkla sağlayabilir. Ruslarla Düşmanlığa Fırsat Vermemek Rusları tanımayanlarca, dünkü yaşanan olaydan sonra bunun nasıl olacağı sorgulanacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti haklı müdahalesi ile geç kalınmış olsa da(!) Rusya nezdinde “kırmızı çizgilerini” çiğnetmeyen, beka kaygısının hiçe sayılması durumunda gerekirse savaşa dahi girebilecek bir “devlet” olduğunu sergilemiş oldu. Sanılanın aksine “güç merkezli psikolojik kodları” olan Ruslar artık Türkiye’ye daha çok saygı duyacaktır, her ne kadar bunun zıddını dille söyleseler bile. Yani yaşanılan olay, Türk-Rus ilişkilerinde gerçekçi, karşılıklı saygı ve onura dayalı yeni ve uzun soluklu bir döneme zemin hazırlayabilir. Yeter ki Türkiye olarak biz tüm boyut ve parametreliyle uzun vadeli “Rusya siya- 72 ARALIK 2015 Bu süreçte Rusların içinde bulunduğu zor koşulları anladığımızı, Suriye üzerinden kurmaya çalıştığı oyunu gördüğümüzü, gerçekten kendileriyle doğrudan bir sorunumuzun olmadığını, sorundan daha çok işbirliği yapabileceğimiz ekonomiden dış politikaya, terörle mücadeleden bölgesel güvenliğe fazlasıyla alan olduğunu doğru bir şekilde onlara anlatabilelim. Türk-Rus ilişkilerinin bugünkü ihtilaflı duruma gelişinin, tarihsel güvensizlik ortamına yeniden dönüşün tetikleyicisinin başlıca sorumlusunun kendileri olduğunu, suçlamadan söyleyebilelim(!) Özellikle Kuzey Suriye’de, Türkiye’nin bekasını tehlikeye sokacak “Kürt koridoru” vs. gibi “projelerin” gerçekleşmesine asla ama asla izin vermeyeceğimizi, gerekirse bu tür tehlikeli oyunları oynayanlarla savaşı dahi göze alabileceğimiz konusunda kararlı olduğumuza hem Rusları hem de diğer aktörleri ikna etmemiz gerekiyor. Olayın yaşandığı ilk andan itibaren Rusya’da medya eliyle yoğun bir şekilde “tarihi düşmanımız Türkler” algısı tekrar işlenmeye başlandı. Dostluk köprüleri kurmak oldukça zor ve zaman alan bir iş ama yıkmak ise bir o kadar kolay... Devletler arası anlaşmazlıklar, hatta gerilimler yaşansa da, Ruslara karşı sabırlı olmalı, Rus milletini düşman olarak görmemeli, tam tersine III. Paylaşım Savaşı sonrasında onları (diğer Slavlarla birlikte) bir hayli zor günlerin beklediğini bilerek dostluk elimizi her daim hazır tutmalıyız. Zira eşsiz bir biçimde medeniyet tarihi açısından ortak Avrasyalı kimliğini bünyesinde barındıran ve ünlü Rus şair Puşkin’in “hangi Rus’u kazısanız altından Tatar çıkar” sözüne atfen, aslında etnik bakımdan “akraba topluluklar” olan Türkler ve Rusların gerçek anlamda dost olması sadece iki millet için değil, aynı zamanda Doğu toplumlarının gelişimi bakımından da büyük önem taşımaktadır. Dünden bugüne pek çok ortak sorunu bulunan ve Doğu’nun sosyal, ekonomik ve kültürel yönden kalkınması bağlamında ortak gelecek inşası yolunda aslında “kaderdaş” olan Türkler ve Rusların dayanışması ancak ve ancak 21. yüzyılın kaotik görünümünün bertaraf edilmesini sağlayabilir. Suriye dönemeci, sağlam raylar üzerinde hareket etmeyen “Türk-Rus treninin” arka vagonunu kopardı, ama henüz tren bütünüyle devrilmedi ve gerekli yol önlemlerini alarak bu uzun yolculuğumuza devam edebiliriz. SURİYE’YE RUS MÜDAHALESİ VE ARKA PLANI Vahteddin BİNGÖL* Diplomat/Yazar R usya sadece Suriye’de değil, bütün İslam Arap coğrafyası ve uluslararası alanda varlığını hissettirmek üzere, doğan fırsatı değerlendirdi ve müdahaleyi kolaylaştıran faktörleri göz önünde bulundurarak, Suriye’ye müdahalede bulundu. Mezkûr müdahaleyi kolaylaştıran faktörleri şöyle sıralayabiliriz: 1. Küresel alanda teröre karşı başlatılan savaşın fiyaskoyla sonuçlanması, ABD başta olmak üzere Batı’nın Afganistan savaşından bu yana teröre karşı başlattıkları savaşta başarı sağlayamamaları. Aksine terörün dünyanın birçok bölgesinde yayılarak artış kaydetmesi, âdeta bir kanser virüsü gibi birçok rejimin sosyal ve siyasal huzurunu tehdit etmeye devam etmesi. 2. Batı koalisyonunun bugüne kadar havadan IŞİD’e karşı başlattığı savaşta başarısız kalarak kayda değer bir başarıya ulaşamaması. 3. Rusya’nın ABD ile yeni bir soğuk savaşa girmeye niyetli görünmemesi, ABD’nin de mevcut şartlarda böyle bir savaşı başlatmaya isteksiz olması. Ayrıca her iki gücün de içerde ekonomik ve mali zorluklar yaşadığı, uluslararası alanda sıkıştıkları gibi siyasi ve diplomatik alanlarda da önemli sorunlarla karşı karşıya bulunmaları. 4. Batılıların terör ve dünya savaşlarından sonra ilk olarak tehlikeli bir mülteci dalgalarıyla karşı karşıya gelerek soruna çözüm arama yollarıyla meşgul olmaları. 5. Amerikalılarla Avrupalıların Suriye sorununun çözümü için bu güne kadar açık bir tavır ortaya koyamamaları, ta başından beri mevcut Suriye rejiminin düşmesine karşı tereddütlü davranmaları. Aynı şekilde muhalefeti desteklemede de netlik içinde olmamaları. Batı Esed rejimini istemediği gibi, İslami bir alternatif bulmada da aciz kalmıştır. Rusya ise halkını öldürmekte sınır tanımayan bir diktatörün yanında yer almıştır(!) ARALIK 2015 73 6. Rusya, ABD’nin Suriye’de çıkacak bir savaşta yer almayacağını biliyor. ABD katıldığı sınır ötesi savaşlarda hep kaybetmiştir. Afganistan’da ve Irak’ta teröre karşı giriştiği savaşlarda kaybetmiştir. IŞİD’e karşı havadan başlattığı savaşta da kayda değer bir başarı görünmemektedir. Dolayısıyla ABD halkı Orta Doğu’da çıkacak yeni savaşlarda yer almayacaktır, destek vermeyecektir. Rusya’nın Suriye ile İlişkilerinin Geçmişi Rusya’nın Suriye’deki varlığı yirminci asrın 50. yıllarına dayanıyor. Soğuk Savaş döneminde Rusya, Suriye’nin sahil kenti Tartus’ta Hava Lojistik Üssü inşa etmiştir ve Suriye ordusunun ağır silahlarla donatılmasını sağlamıştır. Rusya, içinde Vietnam ve Küba’daki askeri üslerin de olduğu bütün dış üslerini kaybetmiştir. Sadece Tartus askeri üssünü elinde tutmakta ve bu üssün önemi de buradan kaynaklanmaktadır. Rusların Suriye’deki varlığı eski Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra da, iki taraf arasında imzalanan anlaşmalar gereği devam eder ve etmektedir. Rusya, ABD’nin Orta Doğu bölgesinde gerilemesiyle doğan boşluğu doldurmak üzere bölgeye dönmek istiyor. Özellikle Suriye, Rusya yönetimleri için vaz geçilmez bir zorunluluk olarak kabul edilmektedir. Burada ABD Rusya için bir rakip değil, aksine ABD, 2012’den bu yana Suriye’yi Ruslara satma niyetini izhar ederek, Cenevre 1 görüşmelerinin esaslarını beraber düzenlemiş, Rus çözümünü kabul eden bir muhalefet icat etmiştir. Dolayısıyla Ruslar Suriye’de Amerikalılarla rekabete girmeyi düşünmüyor, aksine ABD’nin Suriye ile ilgili oynayacak rollerini desteklediğine inanıyor. İran’ın nükleer sorunuyla ilgili olarak çözüm bulunması için Rusya Amerika’nın yanında saf tutmuştur. Buna mukabil ABD ise Rusların Suriye ile ilgili politikasını desteklemiştir. Belki de ABD’nin Suriye’ye yapılan Rus müdahalesine yumuşak tepki göstermesinin nedeni bundandır. Günümüzde büyük güçler arasında küresel güç bölüşüm çekişmesi yaşanıyor. Başka güçlerin desteği alınmadan küresel güç elde etmek mümkün değil. Rusya böyle bir durumla karşı karşıyadır ve buna muhtaçtır. ABD’nin Orta Doğu bölgesinde gerilemesine, bölgede Rus çıkarlarının tahakkuku için yardımcı olmasına rağmen Rusların bölgede bir iler- 74 ARALIK 2015 leme sağlayamamaları da üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. Moskova, Şam yönetimine silah ihracını 2013 yılında Cenevre-2 anlaşmasının başladığı sırada dondurmuştur. ABD istihbarat raporlarına göre yaklaşık iki ay önce Rus yönetimi başta savaş uçakları olmak üzere yeniden Suriye yönetimine silah göndermeye başlamıştır. Ayrıca Rus yönetimi Akdeniz doğu sahilinde gerçekleştirdiği tatbikattan sonra orduya bağlı bazı ek birlikler de Suriye’ye yönlendirilmiştir. Bu durum hem ABD, hem de İsrail’i büyük ölçüde kuşkulandırmıştır. İsrail’in kuşkusu, Rus savaş uçakları yüzünden Suriye semalarında İsrail casus uçaklarının hareketlerinin zora girmesinden; Suriye üzerinden gelişmiş bazı Rus silahlarının Lübnan Hizbullahı’nın eline ulaştırılması sonucunda İran ve Hizbullah’ın Golan bölgesinde İsrail’e karşı bir direniş örgütlemesine gidilmesi ihtimalinden kaynaklanmaktadır. Netanyahu’nun Rusya ziyareti bu kuşkulardan kaynaklanmış olmalıdır. Diğer taraftan Rusya’nın Suriye’ye yoğunlaşması başta ABD, İsrail, İran, Türkiye ve Mısır gibi bölgede çekişen tarafların stratejilerini, politikalarını ve planlarını olumsuz yönde etkileyecektir. ABD’nin bölgede yoğun ve serbest hareket etmesini sınırlayacak olan Rus müdahalesi, Moskova’nın bölgesel rolünü arttıracak ve böylece ABD’nin Suriye, Lübnan ve Irak’taki planlarını başarısız kılacaktır. Rus kaynaklı gelişmiş ağır silahların Suriye’ye sokularak rejimin eline geçmesi Esed’in çözüm için askeri seçeneği ileri sürmedeki azmini güçlendirecek ve Rusların Suriye’ye müdahalesiyle Orta Doğu’daki stratejik sahneyi/görüntüyü ciddi bir şekilde değiştirecektir. Suriye’ye Rus Müdahalesinin Nedenleri ve Doğuracağı Sonuç Rusların Suriye’ye müdahale sebeplerinin başında, Batıyla yapılacak görüşmelerde Ukrayna’yı Suriye ile takas yapma imkânını elde etme yer almaktadır. İkinci neden, Rusların Orta Doğu’ya ayak basarak, bölge haritasına fiilen girdiğini ispatlamak ve bir diğer neden ise, Irak ve Libya’da kaybedilen Rus nüfuzunun, Suriye’ye yapılan müdahale ile Irak, Suriye ve bölgede ağırlığını hissettirip, tekrar geri alındığı imajını vermek. ABD, Fransa, Türkiye, Çeçenistan, Arap dünyası, AB ve Afrika gibi dünyanın birçok coğrafyasından radikal hareketler, Suriye’ye girmiş, hem rejim ile hem de kendi aralarında savaşmaktadır. Son olarak Suriye rejimiyle anlaşmaları bulunan ve rejim tarafından davet edilen Ruslar da Suriye’ye fiilen girmiş ve devam eden savaşa müdahil olmuşlardır. Rus müdahalesi Orta Doğu’da herhangi bir şekilde bir denge sağlayacaktır. Bölgedeki stratejik boşluğu dolduracaktır. Aralarında işbirliği olmakla beraber Rus savunma liderleriyle Pentagon arasında Suriye semalarında vuku bulacak herhangi bir hata, Orta Doğu bölgesini iki süper güç arasında çıkacak bir savaşa dönüştürecektir. Böyle bir savaşın sonucu Kuveyt ve Domuz Körfezi savaşları sonuçlarına benzemeyecektir. Rus müdahalesi Suriye sorunun çözülmesini de ciddi bir şekilde hızlandıracaktır. Ayrıca Obama ile Putin arasında nüfuz alanlarını belirleyecek bir anlaşmayı da beraberinde getirme ihtimalini de taşımakta olup, bu anlaşmayla Rusların daha güçlü taraf olacağı da akla gelmektedir. Anlaşmanın adı da (bir Arap yazarının dediği gibi) belki Putin-Obama veya Seycos-Putin anlaşması olacaktır. Başkan Obama’nın Orta Doğu’yla İlgili Stratejisinin Ana Hatları 1- Başkan Obama selefi Başkan oğul Bush’un bölgeye yönelik, ABD’ye pahalıya mal olan politikasının aksine rekabet savaşına son vererek bölgesel savaşlar için yapılacak harcamalardan adeta kaçmayı tercih etmiştir. müttefiklerle vekâleten sürdürmektedir. Buna örnek olarak aşağıdaki gelişmeler gösterilebilir: İran nükleer sorununun çözümünü savaşa tercih etmiştir. Avrupalı müttefiklere güvenerek BM’nin 1973 sayılı kararıyla Kaddafi’yi devirmiştir. Arap-İsrail Sorununda ilgisini hep geride tutmuştur. Suriye’de yaşanmakta olan savaşla ilgili bölgesel müttefiklerini kullanmıştır. Rakiplerinin kanlı çekişmelere girmelerine göz yummuştur. Zayıf düşmelerini sağlamıştır. İç savaşlarla yanmakta olan Orta Doğu bölgesine yönelik farklı bir tutum takınarak ABD askerini göndermemeyi tercih etmiştir. Rusya’nın Suriye’ye girmesi ABD’nin bir stratejisidir. Zayıflatmak istediği rakiplerinin bölgede çarpışmalarını sağlamış/sağlayacaktır. Obama’nın bu stratejisinin bölgedeki bütün sıcak dosyalarda uygulanmaya konulduğunu da söylemek mümkündür. Rusya’nın Suriye’ye Müdahalesiyle ABD’nin Kazanacağı Stratejik Hedefler: - Maddi ve beşeri bir kayba uğramadan, bölgede Rus silah ve uçaklarıyla terörist gruplarla Rusların savaşmalarını sağlamak. Arap halklarının sevilmeyen Ruslara karşı nefret ve kinini arttırmak. - Rusya müdahalesinden sonra Esed ve müttefikleri yerine, Batıyla dost, akil bir devletle Suriye sorunu için çözüm görüşmelerine başlama imkânını elde etmek. - Suriye’ye yapılan Rus müdahalesinden rahatsız olduğu ifade edilen İran’ın, başta Suriye olmak üzere elde ettiği bölgesel nüfuzunu azaltmak. 2- Yirminci asrın kırklı yıllarında yürüttüğü politikanın aynısını yürüterek, Orta Doğu anlaşmazlıklarına müdahale etmeyi azaltarak asgariye indirmeyi hedeflemiştir. - Bölgesel düzeyde ABD için önem arz eden Rusya’nın uzun vadede Suriye’deki savaştan yıpranarak, Afganistan’da karşılaştığı yenilgiye benzer bir mağlubiyeti yaşatmak. 3- Bölgesel vekillere güvenerek Orta Doğu’daki bölgesel gelişmeler ve çekişmeleri kendilerine devretmiş veya “müttefik” ve “rakip” olarak gördüklerine güvenerek aralarındaki çekişme ve ihtilafları yönetmiş, böylece ABD’nin bölgedeki çıkarlarını sağlama alarak, güçlendirmiş ve bölge sorunlarından uzak kalmayı tercih etmiştir. Esed rejimi Rus müdahalesinden sonra ister istemez Moskova ve Kremlin’in seçeneklerine boyun eğme zorunda kalacaktır. Başkan Putin’in ülke çıkarları için, Suriye’de elde ettiği avantajı muhafaza ve devam ettirmesi, küresel düzeyde yaşanmakta olan enerji fiyatlarının düşüşü sorunu gölgesinde ekonomik çıkar sağlamak gibi beklentileri Esed’i her an pazarlık konusu yapması hiç de uzak ihtimal değildir. Rusların müdahalesiyle ABD bölgede, içinde Rusya’nın da olduğu teröre karşı bölgesel güçleri kullanmaktadır. Diğer bir tabirle ABD büyük zarardan kurtularak bölgesel savaşı bölgesel güçler ve * Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Dış İlişkiler ve Yurtdışı İşçi Hizmetleri Genel Müdürlüğünde çalışmaktadır. ARALIK 2015 75 DIŞ POLİTİKA Suriye krizi bağlamında son dönemde yaşananlar ikili ilişkileri iyice zor duruma sokmuştur. Bunun yanı sıra Türkiye’deki seçimler de ilişkilerin bir süre askıda kalmasına neden olmuştur. Bu yazıda bahsi geçen olumsuz etkenlerin iki ülke ilişkilerini ne derece etkilediği ve bundan nasıl sonuçlar çıkarmamız gerektiği irdelenmeye çalışılacaktır. GÜNDEM: RUS-TÜRK İLİŞKİLERİ İbrahim ŞAHBAZOV SDE Asistanı Ö zal ve Yeltsin döneminde, 1990’larda Moskova-Ankara ilişkileri bavul ticareti ve mavi akım gibi doğalgaz ilişkilerinden ibaretti. Türkiye’nin PKK ile yoğun mücadele içerisinde bulunduğu ve zayıf siyasi güce sahip olduğu, Rusya’nın ise Sovyetlerin devrilmesi ve kapitalizme geçiş ile uğraştığı o zor dönemde ilişkilerin gelişmesine uygun bir siyasi platform da bulunmamaktaydı. Batı yanlısı Rus elitinin temsilcisi olarak bilinen Yeltsin’in yerine daha çok Avrasyacı olarak bilinen Putin’in (2000) ve Türkiye’de de Erdoğan’ın iktidara geldiği dönem (2002) Rusya-Türkiye arasındaki beş asırlık ilişkilere yeni bir ivme kazandırmıştır. Putin’in iktidara gelmesi Rusya’nın o döneme kadarki iç ve dış politikasının yeniden gözden geçirilmesini sağlamıştır. Ancak Arap Baharıyla esinlenen ve 2011’de Suriye’de patlak veren kriz iki ülke ilişkilerine bir engel oluşturmaya başlamıştır. Başlarda ekonomik partnerlik siyasi anlaşmazlıklara ağır basıyor ve ilişkileri canlı tutuyordu. Lakin 76 ARALIK 2015 7 Haziran Sonuçlarının İkili İlişkilere Yansıması 13 yıldır tek başına iktidar olan AK Parti ilk defa 7 Haziran seçimleri sonucunda mecliste koltuk sayısı azalmakla birlikte 276 barajını geçemedi. Dolayısıyla tek başına iktidar olamadı. AK Parti’nin tek başına iktidar partisi olduğu dönem, Türkiye’nin ekonomik olarak en iyi şartları yaşadığı dönemdir. “The Economist” dergisi 13 yıllık AK Parti iktidarını son 50 yıl içindeki Türkiye’nin en başarılı yönetimi olarak nitelendirdi.1 Bu 13 yıl içerisinde Türkiye hem iç politikada hem de dış politikada önemli reformlar gerçekleştirdi. Dış ilişkilerine baktığımızda farklı ülkelerle askeri, sosyal-ekonomik ilişkiler geliştirmiştir ve uluslararası arenada Türkiye’yi önemli aktör haline getimiştir. Dolayısıyla, Türkiye’nin bu ülkelerle girdiği ilişkilerin geleceği ve Türkiye’nin stratejik önemi nedeniyle Türkiye seçimleri diğer aktörler için de büyük önem taşımakla beraber yakinen takip edilmekteydi. Son zamanda uluslararası platformda yaşanan denge değişiklikleri devletleri dış politikalarını yeniden gözden geçirmeye yöneltmiştir. 2013’te Ukrayna’da ortaya çıkan krizle birlikte uluslararası sistem iyice sarsılmış ve eksen kaymalarına neden olmuştur. Ukrayna’daki devrimcileri destekleyen ABD öncülüğündeki Batılı ülkeler yaşananlardan Rusya’yı sorumlu tutarak ekonomik yaptırım uygulamış ve bazı uluslararası kuruluşlardan izole etmiştir. Bir NATO ülkesi olarak Türkiye ekonomik ve siyasi çıkarlarını gözeterek bu yaptırımlara bütün baskılara rağmen katılmamıştır. Türkiye Ukrayna’da yaşanan olaylarda Rusya’yı haksız görse de her şeyden önce bu ülkeyle olan ekonomik ve stratejik işbirliğini göz önünde bulundurmuş ve bu konuya ilişkin siyasi görüşleri ile ekonomik görüşlerini birbirinden ayırarak dengeli politika izleyebilmiştir.2 Bu siyasi anlaşmazlıklar çerçevesinde ve bilhassa Ukrayna Krizi’nin ardından Rusya Türkiye ile enerji alanında yeni bir projeye imza atmış ve bu alanda- Türkye Dışşler Bakanlığı’nın yaptığı açıklamaya göre 3 Ekm tarhnde SU-30 tp Rus savaş uçağı kısa sürelğne Türkye hava sahasını hlal etmştr. Bununla lgl Rusya Federasyonu Türkye Büyükelçs Bakanlığa çağrılarak kuvvetle protesto edlmş, bu tür br hlaln tekerrüründen kaçınılması önemle talep edlmş, aks takdrde yaşanablecek arzu edlmeyen br hadseden Rusya Federasyonu’nun sorumlu olacağı bldrlmştr. ki ilişkilerini yeni bir seviyeye çıkartmıştır. Ukrayna üzerinden Avrupa’ya uzanan doğalgaz projesi olan “Güney Akım” dondurulmuş ve yerine Türkiye üzerinden geçmesi planlanan “Türk Akımı” projesinin temelleri atılmıştır. Ancak milyarlarca dolarlık bu projenin muhatabı olan AK Parti’nin tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde edememesi ve ülke içindeki siyasi belirsizlikler “Türk Akımı” projesinin gerilemesine neden olmuştur. Bu nedenlerden birini de aşağıda da değineceğimiz Suriye’deki anlaşmazlıklar oluşturmaktadır. Son yıllarda Türkiye ile ciddi anlaşmalara imza atan Rusya Federasyonu da iki ülke arasındaki ilişkilerin seçim sonuçlarından ne derece etkileneceğini merak ve endişe içerisinde beklemekteydi. Rus-Türk ilişkilerinin “lokomotifi” olarak adlandırabileceğimiz Erdoğan’ın kurucusu olduğu AK Parti’nin iktidarı kaybetmesi Rusya’nın işine yaramazdı.3 Suriye Krizi Bağlamında Son Gelişmelerin İki Ülke İlişkilerine Yansıması Suriye Rusya İle Türkiye’nin Arasını Bozdu Mu? 5 senedir devam eden ve binlerce can kaybına sebep olan Suriye Krizi günümüzde çözülemeyen bir düğüm haline gelmiştir. Bir taraftan NATO üyesi olan ve bölgesel çıkarlarını gözeten Türkiye, diğer taraftan “Yeni Türkiye’nin” dış politikası kapsamında Avrasya coğrafyası ve bilhassa Rusya ile karşılıklı çok yönlü ilişkiler içerisine giren Türkiye bulunmaktadır. Daha önce gerilimlere sebep olan Ukrayna ve Gürcistan krizlerinde gördüğümüz kadarıyla Türkiye ARALIK 2015 77 Ruslar daha öncek hlal durumlarındak uyarılara rağmen Türkye’den böylesne sert br cevabın geleceğne htmal vermyorlardı. Bu yüzdendr k olayın yaşandığı lk saatlerde Rus tarafından kmse doğru dürüst br açıklama yapamıyordu. Çünkü buna hazır değldler. Önce “uçak bze at olablr” gb br şey söyledler, peşnden “uçak bzm fakat yerden ateşlenen roketle vuruldu” dedler. Rusya ile bir şekilde dostluk ilişkilerini sürdürmeyi başarabilmiştir. Fakat Suriye meselesine gelince bir soru işaretiyle karşılaşmaktayız. Bir tarafta Esad rejimine son vermek isteyen ve bunun için muhalefet güçlerini destekleyen ABD öncülüğünde Türkiye’nin de dâhil olduğu koalisyon güçleri, diğer tarafta Suriye ile ve bilhassa Esad rejimi ile yarım asırdan fazla bir süredir sıkı işbirliği içerisinde olan Rusya ve Çin, İran gibi müttefikleri bulunmaktadır. Bu siyasi gerilim çemberi içerisinde Rusya ile Türkiye’de kendi payına düşeni almış, sert bir şekilde karşılıklı tavırlarını ifade etmişlerdi. Türkiye’nin komşusu olan Suriye’de yaşananlar fazlasıyla Türkiye’nin güvenliğini tehdit etmektedir. Suriye’de yaşananların sorumlusu olarak da Türkiye Esad’ı görmektedir. Dolayısıyla, Suriye Krizi’nin çözüme bağlanması için de Esad rejiminin son bulması gerektiğini savunmaktadır. Bunun aksine Suriye’deki savaşın son bulması için Esad’ın desteklenmesi ve iktidarın güçlendirilmesi gerektiğini ve ancak ondan sonra Suriye halkının iradesine başvurarak seçim üzerinden Esad’ın gidip gitmeyeceğine karar verilmesi gerektiğini savunan Rusya vardır. BM Güvenlik Konseyi 28 Eylülde gerçekleşen Birleşmiş Milletler 70. Genel Kurulu toplantısında gözler Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Putin’e çevrilmişti. Fakat Putin yaptığı konuşmasında yeni bir şey söylememekle birlikte dünya liderlerinin dikkatini ABD’nin (adını vermeksizin) her şeyi yapma gücüne sahip olduğunu düşünerek bölgesel ve küresel platformda başına buyruk davrandığına ve bunun hiçbir şekilde kabul 78 ARALIK 2015 edilemez olduğuna çekmeye çalışmıştır. Ayrıca, Suriye konusunda da geri adım atmayacağının tekrar altını çizmiştir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Toplantısının hemen akabinde Rusya Devlet Başkanı Putin, Esad’ın resmi talebi üzerine, Rusya Federasyonu Güvenlik Konseyi’nden Suriye’de IŞİD ile mücadele kapsamında hava operasyonlarını başlatmak için onay almış ve zaman kaybetmeden IŞİD militanlarının konumlandıkları yerleri bombalamaya başlamıştır. Rusya Federasyonu Savunma Bakanlığı’nın web sayfasında yayınladığı verilere göre Su-34, Su-24м ve Su-25см tipi Rus savaş uçakları Lazkiye’de bulunan “Hmeymim” hava üssünden havalanarak aralıksız Şam, Halep, Hama, Rakka bölgelerinde bulunan militanları bombalamaya devam etmektedir.4 Rus Savaş Uçakları Tarafından Türkiye Hava Sahası İhlali Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın yaptığı açıklamaya göre 3 Ekim tarihinde SU-30 tipi Rus savaş uçağı kısa süreliğine Türkiye hava sahasını ihlal etmiştir. Bununla ilgili Rusya Federasyonu Türkiye Büyükelçisi Bakanlığa çağrılarak kuvvetle protesto edilmiş, bu tür bir ihlalin tekerrüründen kaçınılması önemle talep edilmiş, aksi takdirde yaşanabilecek arzu edilmeyen bir hadiseden Rusya Federasyonu’nun sorumlu olacağı bildirilmiştir. Bu hadiseyle ilgili Rusya Savuma Bakanlığı bu ihlalin sadece kötü hava koşulları nedeniyle yaşandığını açıklamıştır. Bu olay medyada büyük yankı buldu. Rusya’ya ait bir savaş uçağının Türk hava sahasını ihlal etmesine NATO’dan da sert tepki geldi. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Türk hava sahasının Rus savaş uçağı tarafından ihlal edilmesinin “kabul edilemez” olduğunu söyledi ve konunun müttefik ülkeler arasında görüşülmesi için Kuzey Atlantik Konseyi’ni toplantıya çağırdığını belirtti. Her hadisede olduğu gibi burada da fikirler ikiye ayrıldı. NATO müttefikleri Rus uçaklarının Türkiye’nin hava sahasını ihlal etmesini bir provokasyon olarak yorumlarken, diğerleri olayın navigasyon hatasından ibaret olduğunu savunmaktaydırlar. Bu hadisenin akabinde Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından sert bir şekilde eleştirilen Rusya adına açıklama yapan Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanı ile Devlet Başkanı Sözcüsü Peskov da bu hadisenin iki ülke arasındaki ilişkileri bozmayacağını temenni ettiklerini dile getirmiştir. Erdoğan’ın “Türkiye gerekirse tamamen Rus doğalgazından vazgeçer ve başka yerlerden tedarik edebilir.”, “Akkuyu projesini ise başkaları tamamlar.” gibi “uyarısına” ise Rus uzmanları ciddi bir yaklaşım sergilememekle birlikte böyle bir şeyin olacağına ihtimal vermediklerini belirtmişlerdi. Zira böyle bir şey gerçekleşirse Türkiye’nin daha çok zarar göreceğini ifade etmişlerdi. “Rusya İçin Acı, Türkiye İçin Ölümcül” Rus uzmanının bir makalede ele aldığı yazıda Türkiye’nin Rus gazından vazgeçmesi gibi bir durumda Rusya ile kıyasla Türkiye’nin çok daha zararlı çıkacağının altını çizmiştir. Makalede: “Türkiye Almanya’dan sonra ikinci doğalgaz alıcımızdır. 2014 yılında Türkiye 27,3 milyar m3 gaz almıştır (Almanya 40 milyar m3’ün üzerinde). Gazprom doğalgazı doğrudan Karadeniz’den geçen “Mavi Akım” boru hattından 16-19 milyar m3 kapasitesinde sevk ediyor. Geri kalan hacmi ise sözde Batı koridoru diye adlandırılan Ukrayna ve Romanya üzerinden ulaştırıyor. Ankara dediği gibi Rus gazından vazgeçecek olursa Gazprom milyarlarca dolar kaybeder. 2014’te Türkiye’ye 27,3 milyar m3 gazı 374 dolardan sata- rak Gazprom 10,2 milyar dolar gelir elde etmiştir. Bu sene petrol fiyatlarında yaşanan düşüş nedeniyle birinci dönemde Türkiye için doğalgaz fiyatı 300 dolar altında, ikinci dönemde ise 260 dolar fiyatından satılmıştır. Bu yüzden 2015’te aynı kapasite için Gazprom Ankara’dan 7-7,5 milyar dolar almıştır. Gazprom toplamda Avrupa’ya 217 milyar m3 gaz satmaktadır. Türkiye’nin gazdan vazgeçmesi “acıtır” ama “ölümcül” olmaz. Ankara için ise böyle bir karar ciddi ekonomik sorunlar yaşatır. Türkiye’deki Rus gazı toplam tüketimin % 50 - % 60’ını karşılamaktadır. Bu kadar büyük orandaki doğalgazı başka ülkelerden tahsis etmesi mümkün olmaz.” denilmektedir. Uzmana göre Türkiye Rusya’dan başka Azerbaycan’dan 5,3 milyar m3, İran’dan da 8,9 milyar m3 doğalgaz almaktadır. Bu ülkelerden aldığı gaz kapasitesini arttırmak için gerekli altyapıya sahip değildir. Pratikte yapılabilir ancak çok zaman ve çok para gerekir. Esad’ın Moskova Ziyareti: Putin’in Batı’ya Mesajı Mı? Suriye’de iç savaşın başladığından bu yana yani yaklaşık 4 senedir ülkesinden çıkmayan Esad 20 ARALIK 2015 79 nun Rusya’nın üst düzey devlet adamları olması da bu ziyaretin ve burada konuşulanların önemini vurgulamaktadır. Diğer önemli husus ise Esad’ın ziyaretinin ABD Dışişleri Bakanı’nın Rusya Dışişleri Bakanı ile görüşmesi öncesinde gerçekleşmiş olmasıdır. Şimdi bu ziyaretten ne anlayabiliriz? Ekim 2015 tarihinde kimsenin beklemediği bir zamanda Moskova’yı Rusya Devlet Başkanı Putin ile görüşmek üzere ziyarette bulunmuştur. Esad’ı Kremlinde Devlet Başkanı Putin, Başbakan Medvedev, Savunma Bakanı Şaygu, Rusya Dış İstihbarat Müdürü Fradkov ve RF Güvenlik Konseyi Sekreteri Patruşev karşılamıştır. Bu görüşme Esad’ın güvenliği nedeniyle medya mensuplarına ancak Esad ülkeden ayrıldıktan sonra bildirilmiştir. Kremlin’in resmi sayfasında görüşmenin aktarılan kısmında önce Putin’in Esad’a ülkesindeki ağır duruma rağmen daveti kabul edip geldiği için teşekkür ettiği, Suriye halkının 4 senedir neredeyse tek başına teröristlere karşı savaştıklarını, çok kayıp verdiklerini, ancak son zamanlarda olumlu sonuçlar elde ettiklerini dile getirdiği ve teröristlerin Orta Doğu’nun önemli topraklarını ele geçirme isteklerinin Rusya’yı da yakinen ilgilendirdiğini söylediği aktarılmaktadır. Bunun üzerine Esad’ın da bütün Rusya yönetimine destekleri için teşekkür ettiği yazılmaktadır. Her iki liderinde Suriye Krizi’nin ancak ve ancak hukuksal çerçevede çözülebileceğini vurguladıkları ve Putin’in sadece askeri alanda değil siyasi çözüm sürecinde de diğer ülkelerle birlikte yer alacağını söylediği aktarılmaktadır.5 Ziyaretin Perde Arkası Esad’ın Moskova ziyareti dünyada büyük yankı buldu ve farkı kişilerce farklı yorumlandı. Zira son gelişmeleri göz önünde bulunduracak olursak bu ziyaretin ne kadar önemli bir mesaj olduğunu görürüz. Ayrıca Esad’ı Kremlinde karşılayan kadro- 80 ARALIK 2015 Putin’in Esad’ı özellikle Moskova’da karşılaması, Suriye Krizi’nin çözüm merkezinin Moskova olduğunu vurgulamak içindir. Görüşme’nin başka bir nedeni ise Suriye’de elde edilen başarılar sonucunda iki müttefikin elde edilen sonuçları gözden geçirmek ve ileriye yönelik adımlar hakkında fikir alışverişinde bulunmak istemeleridir. Putin Suriye’nin artık 2011 öncesi Suriye olmayacağını çok iyi bilmektedir. Esad’ın ya yetkisini sınırlaması ya da iktidardan ayrılması gerekeceğini bilmektedir. Dolayısıyla Moskova görüşmelerinde bu senaryoya ilişkin siyasi adımların temelleri atılmışta olabilir. Zira ziyaret sonrası Esad’ın yaptığı şu açıklama dikkat çekicidir: “Eğer Suriye halkı beni desteklerse seçime gider ve aday da olurum”. Öte yandan Batı basınında bilhassa ABD basınında çıkan ziyaret yorumlarında iki liderin görüşmesinin Suriye Krizi’nin çözümünü hızlandırabileceği yazmaktalar. Zira Orta Doğu’da yaşananları Rusya ABD arasında anlaşmalı çekişme olduğunu düşünürsek ABD uzmanları tarafından yapılan bu tarz yorumların boş olmadığını anlamamız mümkündür. Hava Sahası İhlalinin Tekrarı Rus-Türk İlişkilerinde Kırılma Noktası mıdır? 25 Kasım sabah saat 9 sularında Türkiye hava sahasını ihlal eden Rus savaş uçağı SU-24 Türkiye hava kuvvetlerine ait F-16 uçağı tarafından defalarca uyarıldıktan sonra düşürülmek zorunda kaldı. Rus uçağındaki iki pilottan biri hayatını kaybetti, diğeri kurtarıldı. Yaşananlar aslında hem şaşırtıcı hem de öngörülür bir olaydır. Çünkü bundan yaklaşık bir ay önce aynı şeyler yaşanmıştı ve Rusya ciddi bir şekilde ihlallerin tekrarlanmaması doğrultusunda uyarılmıştı. Zira bu seferki hadise iki ülke için de çok daha ciddi sonuçlara neden oldu. Çünkü kimse işlerin bu duruma geleceğini düşünmemişti. Bu olay hemen hemen tüm ülkelerin gündem konusu olmuştur. Bilhassa Rus ve Türk medyasında şiddetle tartışılmakla beraber karşılıklı suçlamalar ve açıklamalar yapılmaktadır. Rus basını resmen enformasyon savaşı başlatmış ve devlet kanallarında Türkiye’yi suçlu konumuna düşürmeye çalışmaktadır. Aslında Ruslar daha önceki ihlal durumlarındaki uyarılara rağmen Türkiye’den böylesine sert bir cevabın geleceğine ihtimal vermiyorlardı. Bu yüzdendir ki olayın yaşandığı ilk saatlerde Rus tarafından kimse doğru dürüst bir açıklama yapamıyordu. Çünkü buna hazır değildiler. Önce “uçak bize ait olabilir” gibi bir şey söylediler, peşinden “uçak bizim fakat yerden ateşlenen roketle vuruldu” dediler. “Aynı tırmığa iki defa basılmaz” Ruslar aynı hatayı neden tekrar tekrar yapıyorlar, amaçları nedir? Gerginliği tırmandırarak ne elde etmek istiyorlar? Şimdilik akla gelen ilk cevap bu olaya istinaden Suriye’deki askeri varlığını artırarak ellerini güçlendirmek istemeleri olabilir. Zira iki gün içerisinde Suriye’ye S-400 füze sistemlerini yerleştirdi. Türkiye’ye karşı da sert bir tepki sergileyerek bazı yaptırımları uygulamaya koydu. Rus basınında ifade edilen “tehditlerin” çoğunun gözdağı vermekten başka bir şey olduğunu düşünmüyorum. Doğal gazı kesemez, kime satacak, zaten ekonomisi zor durumda petrol fiyatlarından dolayı. Ticari ilişkileri kısmen kesse de tamamen bitiremez, Türkiye’den başka kim kaldı ki Rusya ile işbirliği yapan. Dilde sert ifadelerinin nedeni de Rus halkının ve diğer ülkelerin gözünü boyamak olabilir. Su-24 krz devlet lderlernn ne kadar hızlı br şeklde değşebldğn bze br kez daha göstermştr. Türkye NATO üyes olmasına rağmen Ukrayna Krz’nde Batı’ya yaptırımlar hususunda katılmadı, Rusya’yı dolaylı da olsa yalnız bırakmadı. Ancak Rusya bu durum sank hç yaşanmamış gb anında Türkye’y düşman lan ett ve ayrıca terör destekçs dye ftralar atmaya başladı. Bundan Sonra Ne Olur? Bir kere Rusya-Türkiye ilişkileri artık aynı olamaz. Daha önceki Rus uçaklarının sınır ihlallerinde Ruslar bu olayın iki ülke ilişkilerine yansımayacağını umuyoruz diyorlardı, ancak şimdi durum farklı, ayrıca öldürülen pilot da var işin içinde. Rus tarafı Türkiye ile artık ilişkilerimiz aynı olmayacak diye açıklama yapıyorlar. Sanki Orta Doğu’daki oyunları için Türkiye’yi saf dışı bırakmaya çalışıyorlar. Böylelikle Türkiye’nin bu coğrafyadaki etkisini kırmaya çalışıyor olabilirler. Rusya burada da geri adım atmayacaktır, aksine daha da hırslı bir şekilde politikasına devam edecektir. “Su-24 krizi” devlet liderlerinin ne kadar hızlı bir şekilde değişebildiğini bize bir kez daha göstermiştir. Türkiye NATO üyesi olmasına rağmen Ukrayna Krizi’nde Batı’ya yaptırımlar hususunda katılmadı, Rusya’yı dolaylı da olsa yalnız bırakmadı. Ancak Rusya bu durum sanki hiç yaşanmamış gibi anında Türkiye’yi düşman ilan etti ve ayrıca terör destekçisi diye iftiralar atmaya başladı. İlişkilerin bozulması hem ticari-ekonomik hem de insani-kültürel alanlarda iki ülkenin de 15 senede elde ettikleri başarıları bir çırpıda silip atmaları anlamına gelir. Rusların bu konuda “Türkler daha fazla zarar görür” açıklaması yerine bu durumdan öncelikle iki ülke halkının en az zarar göreceği şekilde nasıl çıkabiliriz diye düşünmeleri beklenirdi. Zira kültürel açıdan iki ülke güçlü karşılıklı bağlara sahipler. Son olarak, acaba Türkiye, Rusya’nın Suriye’de yaptığı gibi Ukrayna’da iktidarın talebi üzerine gelip de Ukrayna’nın doğusundaki ayrılıkçılara karşı iktidarı destekleseydi Ruslar ne düşünürdü? Bunu yaparken de Rus sınırlarını defalarca ihlal etselerdi... Dipnotlar 1 2 3 4 5 THE BATTLE FOR TURKEY’S SOUL, http://www. emmabonino.it/press/world/5039 Voprosik.net, Перспективы Российско-Турецких отношений, http://voprosik.net/perspektivyotnoshenij-rossii-i-turcii/ , Erişim tarihi 28.09.2015 Ирина Свистунова, Российско-Турецкие отношения, Российский Институт Стратегических Исследований, http://riss.ru/analitycs/5452/, Erişim tarihi 25.09.2015 http://regnum.ru/news/1933187.html Министерство Обороны РФ, http://syria.mil.ru/news/ more.htm?id=12060556@egNews Kremlin resmi sayfası, http://kremlin.ru/events/ president/news/50533 ARALIK 2015 81 DIŞ POLİTİKA Tea Party hareketnn ve Freedom Caucus’ın Başkan Obama karşısındak muhalefet yöntemlernn ve zledkler stratejnn ardından Cumhuryetç Part’nn 2010 ve 2014 seçmlernde çoğunluğu kazanması, bu oluşumların party zafere taşıdığı yorumlarını berabernde getrd. Cumhuriyetçi Parti’nin bu seçimlerde nasıl bir performans ortaya koyacağı en çok merak edilen konulardan biridir. Cumhuriyetçilerin 2008 ve 2012 yılında yapılan iki başkanlık seçimini kaybetmiş olmalarına rağmen yapılan son seçimlerde Kongre’de çoğunluğu elde etmiş olmaları 2016 yılında yapılacak başkanlık seçimini kazanacakları kanaatini uyandırmaktadır. Ancak başkanlık seçimlerinin kazanılmasında pek çok faktör etkili olmaktadır. Cumhuriyetçi Parti’nin 2016 başkanlık seçimlerindeki başarısını etkileyecek en önemli iki etken partinin kendi içerisinde yaşadığı dönüşüm ve parti adaylarının söylemleridir. ci, partinin politik yelpazenin sağına doğru yönelmesi şeklinde tezahür etmektedir.1 Cumhuriyetçi Parti’nin, sosyal ve ekonomik konularda daha sağda kabul edilen politikaları dillendirmeye yöneldiği söylenebilir. Cumhuriyetçi Parti İçinde Yaşananlar: Kaos Mu Dönüşüm Mü? Harvard Üniversitesi Profesörü Skocpol’a göre bu hareketin iki temel amacı vardır: Cumhuriyetçileri, Başkan Obama’nın sosyal demokrat gündemine karşı mücadele etmeye motive etmek ve yasama sürecinde demokratlarla uzlaşmalarını engellemek.3 Ancak Tea Party’yi sadece bu iki amaca sahip bir yapı olarak değerlendirmek eksik bir okumadır. Tea Party, bir hareket olarak; devlet harcamalarında ve vergilerde kesintiyi savunan, özel sektör üzerinde düzenlemenin son derece sınırlı olması gerektiğine inanan, sosyal ve siyasal alanda muhafazakâr ilkeleri dile getiren ve Cumhuriyetçi Parti’yi de bu ilkelere uygun bir strateji izlemeye yönlendiren bir yapıdır. Cumhuriyetçi Parti’nin bu ilkelere dayanan bir strateji izlemesi Senato ve Temsilciler Meclisi seçimlerinde partiyi çoğunluk elde etmek noktasında zafere taşımıştır. Son yedi yıldır Cumhuriyetçi Parti’nin iç işleyişinde ve muhalefet tarzında bir değişimin yaşandığı aşikârdır. Cumhuriyetçi Parti’de yaşanan bu değişimin öncelikli amacı, partinin tarihsel söylemine ve ilkelerine sadık bir şekilde daha mücadeleci bir muhalefet performansı ortaya koymasını sağlamaktır. Bu dönüşüm, hem parti içindeki liderlik mücadelelerine hem de Başkan Obama’ya ve Demokrat Parti’ye karşı izlenen stratejilere yansımaktadır. CUMHURİYETÇİ PARTİNİN GELECEĞİ VE 2016 BAŞKANLIK SEÇİMLERİ Yrd. Doç. Dr. Mehmet KOCAOĞLU* Akademisyen A merika’da 2016 başkanlık seçimlerine bir yıl gibi bir süre olmasına rağmen seçim süreci tüm hızıyla devam ediyor. Cumhuriyetçi ve Demokrat Partilerin aday adayları kampanyalarına başlayalı uzun bir zaman oldu; eyaletleri gezerek 82 ARALIK 2015 yapılan mitingler, anketler, radyo-televizyonlara verilen röportajlar ve reklamlar, parti adaylarının görüşlerini geniş halk kitlelerine aktarmalarına imkân veren ve ilgiyle takip edilen televizyon tartışmaları bu başkanlık seçiminin de olağan ritüelleri. Cumhuriyetçi Parti içerisindeki Tea Party ve Freedom Caucus gibi yapılar hem Başkan Obama’nın sosyal demokrat ajandası içerisinde yer alan devletin sosyal ve ekonomik alandaki düzenleyici rolünü artırmayı amaçlayan politikalarına karşı çıkmakta hem de yasama sürecinde Cumhuriyetçi Parti’nin kongre üyelerini partinin ilkelerine aykırı şekilde Demokrat Parti’yle uzlaşmaması yönünde büyük çaba sarf etmektedir. Yaşanan bu değişim, kaos olmayıp partinin muhafazakar temellere ve ilkelere dayanan duruşuna yeniden dönüşüdür. Parti içindeki bu dönüşümün temelleri Barack Obama’nın başkanlık koltuğuna oturduğu 2008 yılına kadar uzanmaktadır. Kongrede Cumhuriyetçi Parti’nin çoğunluğu kazanmasıyla birlikte parti içindeki dönüşüm ivme kazandı. Bu değişim süre- Özellikle Cumhuriyetçi Parti içerisindeki Tea Party hareketi, Cumhuriyetçi Parti’yi, politik yelpazenin daha sağında yer almaya teşvik etmektedir. Bu hareket, partinin kendini gözden geçirmesi ve kendini bulması için içten gelen bir meydan okumadır.2 Cumhuriyetçi dünya görüşüne sahip olan gönüllülerden oluşan yerel gruplar, sivil toplum örgütleri ve bağış yapanlar bu harekete yön vermektedir. Kongredeki her iki mecliste de elde edilen çoğunluk, Cumhuriyetçi Parti içindeki Tea Party ve Freedom Caucus gibi oluşumların, izlenen taktiğin ve stratejinin doğru olduğuna dair inançlarını pekiştirdi. Tea Party hareketinin ve Freedom Caucus’ın Başkan Obama karşısındaki muhalefet yöntemlerinin ve izledikleri stratejinin ardından Cumhuriyetçi Parti’nin 2010 ve 2014 seçimlerinde çoğunluğu kazanması, bu oluşumların partiyi zafere taşıdığı yorumlarını beraberinde getirdi. Aynı zamanda seçimlerde elde edilen zaferler, Tea Party ve Freedom Caucus’ın ARALIK 2015 83 parti içindeki rolünü bir başka boyuta daha taşıdı. Bu iki oluşumdan biri olan ve son zamanlarda Amerikan siyasetine damgasını vuran Freedom Caucus, özellikle Senato’daki ve Temsilciler Meclisi’ndeki Cumhuriyetçi Parti liderlerinin ve Kongre üyelerinin, partinin ilkelerine uygun hareket etmeleri hususunda bir tür zorlayıcı unsura dönüştü. Bir anlamda bu yapı, partinin ilkelerine sadık siyaset yapılması için parti liderlerine ve diğer kongre üyelerine yöneldi.4 Caucus’un gücü anlaşılır. Temsilciler Meclisi Sözcüsünün bu yapının onayını almadan bir yasa tasarısını geçirmesi imkânsızdır. Freedom Caucus buna dayanarak Cumhuriyetçi Parti liderlerini iki seçenekle baş başa bırakmaktadır: Freedom Caucus’un cumhuriyetçi ilkelere sadık kalınması uyarısını dikkate alarak görevini yerine getirmek ya da yasa tasarısı için gerekli çoğunluğu elde edememe durumuyla yüzleşmek. Freedom Caucus, Temsilciler Meclisindeki 40 cumhuriyetçi temsilcinin oluşturduğu bir harekettir. Bu hareketin üyeleri Amerika’nın en sert cumhuriyetçilerinin olduğu eyaletlerden seçilmiş temsilcilerdir. Bu hareketin önderleri arasında Louis Gohmert (Teksas), Jim Jordan (Ohio), Mark Meadows (NC), John Fleming (LA) ve Tim Huelskamp (Kansas) bulunmaktadır. Bu hareket temel olarak ekonomi alanında devlet harcamalarının az olmasını ve vergilerin düşük olmasını savunurken sosyal alanda ise muhafazakâr politikaları ısrarla savunmaktadır. Freedom Caucus’ın temsilcileri, cumhuriyetçi parti liderlerinin çok yetersiz ve çekingen olduğuna, temel konularda alternatif bir gündem sunmak noktasında pasif kaldığına ve Başkan Obama ile yeterli ölçüde mücadele etmediğine inanmaktadır.5 Bu sebeple Freedom Caucus’ın üyeleri Temsilciler Meclisi Sözcüsü John Boehner’i istedikleri çizgiye çekebilmek için uzun süredir mücadele etmektedir. 435 üyeli Temsilciler Meclisinde, Cumhuriyetçi Parti 247 sandalyeye sahiptir. Temsilciler Meclisinde bir yasa tasarısının geçebilmesi için gerekli minimum oy sayının 218 olduğu hatırda tutulursa Freedom 84 ARALIK 2015 Freedom Caucus’ın üyeleri, Sözcü Boehner’e sağlık ve sosyal hizmetlere yapılan harcamaların yeniden düzenlenmesi ve bu alanlarda devlet harcamalarının kesilmesi, İran ile yapılan anlaşmanın engellenmesi, Planlanmış Ebeveynliğe yönelik devlet harcamalarının durdurulması konusunda baskı yaptılar. Bu istekler yerine getirilmediği takdirde, Freedom Caucus’ın üyeleri, federal hükümetin borçlanma tavan eşiği konusunda gereken desteği vermeyeceklerini ifade ederek Federal hükümetin faaliyetlerini durdurma kartını oynadılar.6 Freedom Caucus, Planlı Ebeveynliğe yönelik devlet harcamalarına ilişkin sağlam karşı duruşuyla Temsilciler Meclisindeki Cumhuriyetçilerin Başkan Obama’nın imzalayacağı bütçe yasasını desteklemeyeceğinin sinyalini verdi. Böylece Federal Hükümetin kepenk kapatma krizi için saat geriye saymaya başladı.7 Freedom Caucus’un Temsilciler Meclisi sözcüsü Boehner’den istekleri sadece Başkan Obama ve Demokrat Parti’ye karşı sert muhalefet gösterilmesiyle sınırlı olmayıp aynı zamanda Temsilciler Meclisi’nin yönetilme şeklinin de değiştirilmesi ve reform yapılmasını içermektedir. Caucus üyeleri, Temsilciler Meclisi’ndeki her komitenin başkanının komite üyeleri tarafından seçilmesini, toplantıların ne zaman yapılacağına ve hangi yasa tasarısının önerileceğine komiteler tarafından karar verilmesini talep etmektedirler.8 Freedom Caucus’un istekleri Sözcü Boehner’i iş yapamaz hale getirmiş ve Boehner’in görevinden ayrılma kararı almasına sebep olmuştur. Boehner’in boşalttığı koltuğa kimin oturacağı şu an için küçük bir kriz yaratmış durumda. Boehner’in yerine Cumhuriyetçi Parti’nin güçlü isimlerinden Temsilciler Meclisi çoğunluk partisi lideri Kevin McCarthy aday olmak istedi. McCarthy’nin Bingazi Soruşturma Komitesi’nin Hillary Clinton’ın başkanlık kampanyasını olumsuz etkilemek üzere oluşturulduğunu ifade etmesiyle adaylığı tartışmalı hale geldi. McCarthy, bir süre sonra Temsilciler Meclisi sözcülüğüne aday olmadığını açıkladı. Ancak bunun arkasındaki temel sebep Freedom Caucus’un McCarthy’nin adaylığına Boehner’in sağ kolu olduğu gerekçesiyle karşı çıkmasıydı. Bunun ardından partinin güçlü isimlerinden bir diğeri olan Paul Ryan’ın aday olması istendi. Paul Ryan, ilk olarak bu pozisyona aday olmayacağını ifade etti. Fakat parti içinden gelen baskılar karşısında kararını gözden geçireceğini dile getirdikten birkaç gün sonra Freedom Caucus’un kendisine yönetimi sürecinde destek vermesi ve koşullarını kabul etmesi şartıyla aday olabileceğini ifade etti. Freedom Caucus’un ve Tea Party hareketinin, parti liderlerine yönelik cumhuriyetçi ilkelere yeniden dönülmesi ve sadık kalınması uyarısı Senatoda da yankılanmaktadır. Tea Party’nin önemli isimlerinden Senator ve başkan aday adayı Ted Cruz, ARALIK 2015 85 Cumhuryetç Part’nn başkanlık seçmlernde başarılı olablmes, ülkenn değşen demografk yapısını y analz etmesne ve bunlara yönelk poltkalar savunmasına bağlıdır. Değşen demografk yapı çnde ülkedek seçmenler arasında beyaz Amerkalıların oranı azalırken, azınlıkların, gençlern ve kadınların oranı artmaktadır. Senatonun kürsüsünden, Senatonun kurallarına aykırı şekilde isim vererek, Cumhuriyetçi Parti’nin Senatodaki çoğunluk lideri Mitch McConnel’i, Export Import Bank ile ilgili anlaşmalarına uymamakla itham ederek açıkça McConnel’in ‘yalancı’ olduğunu ifade etti.” Cruz’a göre her iki mecliste çoğunluk Cumhuriyetçilerde olsa bile bugüne kadar Obama yönetiminin isteklerini onaylamak dışında bir şey yapılmamıştı, Başkan Obama’nın 1,1 trilyon dolarlık devlet harcaması yasası ardından sağlık sigortası programı onaylanmış, Loretta Lynch’in adalet bakanı olması önerisi kabul edilmişti.9 ABD başkanlığından ve Kongre başkanlığından sonra ülkedeki en prestijli makama siyasetçilerin aday olmakta tereddüt etmesi ve koşullar ileri sürmesi, Kongre kürsülerinde Cumhuriyetçi liderlere sert suçlamalar, parti içindeki ılımlı Cumhuriyetçiler ve radikal Cumhuriyetçiler arasında bir mücadele yaşandığının açık delilleridir. Yaşanan mücadele temel ilkelerde bir ayrılık olmayıp başkanlık seçimleri öncesinde izlenmesi gereken taktiklere ilişkindir. John Fund’ın da ifade ettiği gibi “ılımlı Cumhuriyetçiler yaklaşan başkanlık seçimleri öncesinde vatandaşların nezdinde “iş yapmaz ve yönetemez” imajı oluşturmamak adına adım adım yasama işlerinin devam etmesini isterken, radikal sağ kesim ise sert bir taktik izlenmesi gerektiğinde ısrar etmektedir.”10 Ilımlı Cumhuriyetçilerin, başkanlık seçimleri öncesinde partinin daha ılımlı söylem benimsemesini ve taktikler izlemesini istemesinin sebebi sert radikal söylemin Cumhuriyetçi Parti’yi seçim öncesi yıpratacağına inanmalarıdır. Çünkü kamuoyunda çeşitli yazarlar ve analistler Cumhuriyetçi Parti içinde yaşananları kaos olarak yorumlamakta ve bunu Cumhuriyetçi Parti’nin ülkeyi yönetme yeteneğinden yoksun olmasına dayandırmaktadırlar.11 Mark Hemingway’e göre Cumhuriyetçi Parti’nin aşırı sağcılar tarafından aşağı çekildiği Demokratların uydurduğu bir mit olup kamuoyunda Cumhuri- 86 ARALIK 2015 yetçilerin ülkeyi yönetme kabiliyetine sahip olmadığı algısı oluşturmak için kullanılmaktadır.12 Hemingway, bu iddiasında haklılık payına sahip olabilir. Özellikle MSNBC, The New York Times, The Huffingthon Post gibi çevrelerde Cumhuriyetçi Parti’nin kaos yarattığı ve ülkeyi yönetme yeteneğinden yoksun olduğu sıklıkla ifade edilmektedir. Fakat McCutcheon’ın da işaret ettiği gibi Tea Party hareketinin, Başkan Obama’nın ülke için faydalı olabilecek politikalarına yönelik sert muhalefeti ve Obama yönetimini engelleyerek federal hükümetin hizmet sunumunda aksamalara sebep olması kamu nezdinde hoş karşılanmadı.13 Pew Araştırma Merkezi’nin son araştırmasına göre14 yaşan parti içi mücadeleler, borçlanma tavanının yükseltilmesi ve federal hükümetin sunduğu hizmetlerin devamını sağlayacak müzakerelerdeki uzlaşmaz tutumu Cumhuriyetçi Parti’nin destek oranının son altı ayda azalmasına sebep oldu. Bu oran Ocak ayından itibaren % 9 azalarak % 32’ye geriledi. Ayrıca Cumhuriyetçilerin kendi partilerini değerlendirmelerinde de aynı tabloyu görebiliriz, altı ay önce Cumhuriyetçiler kendi partilerini % 86 oranında olumlu değerlendirirken bu oran şimdi % 68’e düştü. Cumhuriyetçi Parti’nin son yıllarda yaşadığı dönüşümün kamuoyundaki karşılığının olumsuz olmaması için partinin başkanlık seçimleri öncesinde izlediği taktikleri gözden geçirmesi gerekliliği dile getirilmektedir. Jay Cost, Cumhuriyetçi Parti’nin ülkeyi yönetebilme yeteneğine sahip olduğunu gösterebilmesi için Kongrenin sembolik yasa tasarılarını hazırlayıp Başkana göndermesinin ve Başkan Obama ile fayda sağlamayan savaşlara girmek yerine eyaletlerde reform çalışmalarına ağırlık vermesinin altını çizmektedir.15 Cumhuriyetçi Parti’nin kamuoyundaki desteğinin azaldığını gösterir anketler dikkate alınırsa Cumhuriyetçi Parti’nin kendi içinde birlik kuramadığı ve ülkedeki sorunların çözümünde sorumsuz davrandığı algısının oluşması gelecek yıl yapılacak başkanlık seçimlerini kazanmasını zorlaştırabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin 2016 yılındaki başkanlık seçimlerini kazanabilmesi Cumhuriyetçi Parti’nin aday adaylarının başlayan seçim kampanyalarındaki performanslarıyla da yakından ilgilidir. Cumhuriyetçi Parti 2016 Başkanlık Seçimlerini Kazanabilir mi? Cumhuriyetçi Parti ve Demokrat Parti aday adayları seçim kampanyalarına başladı. Demokratlar üst üste üçüncü kez seçimleri kazanmak için yarışacak. Yakın zamanlarda partisine üç veya daha fazla dönem üst üste başkanlığı kazandıran başkanlar Cumhuriyetçi Ronald Reagan ve Demokrat Franklin D. Roosvelt’ti. Cumhuriyetçilerin yaklaşan seçimlerde elini kolaylaştıran en iyi veri şimdiye kadar Amerikalıların nadiren üç dönem üst üste aynı partiden başkan seçilmesine müsaade ettiğidir. Anketler başkan Obama’nın bunu tersine çevirecek bir performans ortaya koymadığını göstermektedir. CBS’in anketine göre Başkan Obama’nın idaresinden memnun olmayanların oranı % 46 iken Başkan Obama’nın ekonomideki yönetim performansından memnun olmayanların oranı ise % 53’tür.16 Başkan Obama’nın, Demokrat Parti’nin üçüncü kez üst üste başkanlık makamını kazanması için yeterli bir performans ortaya koymamış olması tek başına Cumhuriyetçi Parti’ye başkanlık seçimlerini kazandıracak faktör olamaz. Cumhuriyetçi Parti’nin başkanlık seçimlerini kazanabilmesi için çözmesi gereken sorunlar var ve bu sorunlar Cumhuriyetçi Parti’nin başkanlık seçimlerini kazanma şansını olumsuz etkiliyor: Son yıllarda seçmen tabanının beyaz yaşlılara dayanması ve bunların sanılanın aksine devletin sosyal yardım hususunda daha fazla rol üstlenmesini savunması, Parti’nin siyah Amerikalıların, diğer azınlıkların (Hispanikler ve Asyalılar), kadınların ve gençlerin oylarını kazanmak için politikalar ortaya koymaması ve çabalamamasıdır. David Frum, partinin yüzleştiği bu sorunlara partiye bağışta bulunanların radikal olması ve Cumhuriyetçileri daha radikal taktikler izlemeye ittiğini, partinin iç işleyişindeki kuralların ve ilkelerin katılaşmasının partinin değişen koşullara uyum sağlamasını zorlaştırdığını eklemektedir.17 Cumhuriyetçi Parti’nin başkanlık seçimlerinde başarılı olabilmesi, ülkenin değişen demografik yapısını iyi analiz etmesine ve bunlara yönelik politikalar savunmasına bağlıdır. Değişen demografik yapı içinde ülkedeki seçmenler arasında beyaz Amerikalıların oranı azalırken, azınlıkların, gençlerin ve kadınların oranı artmaktadır. ARALIK 2015 87 Cumhuriyetçi adaylar içinde kendine özgü karakteriyle ülke gündemine damgasına vuran Donald Trump söylemleriyle Cumhuriyetçi Parti’nin seçimleri kazanmasını zorlaştırmakta ve değişen demografik yapı içerisinde önemli bir yere sahip olan azınlıkları Cumhuriyetçi Parti’den soğutmaktadır. Medyanın sürekli olarak Trump’ı konu alması Cumhuriyetçi Parti ve Trump arasındaki çizgiyi bulanıklaştırmaktadır. Ayrıca Trump’a medya tarafından gösterilen aşırı ilgi, Hillary Clinton’ın başını ağrıtan email skandalının, İran ile varılan anlaşmanın, Demokrat Parti’deki ayrışmaların ve diğer Cumhuriyetçi adayların projelerinin yeterince konuşulmasını engellemektedir.20 Whit Ayres’in de işaret ettiği gibi Cumhuriyetçi kongre adayları 2010 ve 2014 yılında beyaz seçmenlerin oyunun % 60’ını alarak seçimleri kazandı. Ancak özellikle azınlıkların katılımının yüksek olduğu başkanlık seçimlerinde bu tablonun anlamı değişir. 2012 yılındaki seçimlerde Barack Obama, siyahların ve azınlıkların büyük oranda desteğini alarak (Siyahların % 93’ünün, Hispanik ve Asyalıların % 70’inin) seçimi kazandı. Sonuç olarak Amerika’nın ilk siyahi başkanı 10 beyaz seçmenden 4’nün oyunu alarak seçimi yeniden kazandı. Cumhuriyetçi Parti’nin adayı Mitt Romney ise 2012 seçimlerinde beyaz olmayan seçmenlerin sadece % 17’sinin oyunu alabildi. Cumhuriyetçi Parti’nin 2016 başkanlık seçimlerini kazanabilmesi için beyaz olmayan seçmenlerin minimum % 30’nun oyunu alması gerekmektedir.18 Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı olabilmek için yarışan isimlere baktığımızda Donald Trumph ve Ben Carson yapılan anketlerde ilk iki isim olarak uzun süredir pozisyonlarını korumaktadırlar (Donald Trump % 24, Ben Carson % 23, Ted Cruz % 10, Marko Rubio % 9, Jeb Bush % 8, Carly Fiorina ve Mike Huckabee % 5, Rand Paul % 3).19 Anketlerde ilk iki pozisyonu koruyan isimlerin seçim kampanyalarındaki konuşmaları analiz edildiğinde ülkenin değişen demografik yapısını iyi tahlil edemedikleri sonucuna ulaşmak mümkündür. 88 ARALIK 2015 Cumhuriyetçi aday Donald Trump canının istediği herkese aşağılayıcı sataşmalarda bulunmakta tereddüt etmemektedir: Meksika’dan Amerika’ya illegal yollarla geçmiş Meksikalılara tecavüzcü yakıştırması yaptı, ABD-Meksika sınırına duvar inşa edeceği ve illegal göçmenleri özellikle Hispanikleri sınır dışı edeceği tehdidini savurdu, Fox tv kanalındaki Cumhuriyetçi adayların katıldığı tartışma programının moderatorü Megyn Kelly’e kendisine zaman ayırmadığı için cinsiyetçi imalar içeren ifadeler kullandı, bir başka Cumhuriyetçi aday olan Carly Fiorina’nın fiziksel görüntüsüyle alay etti. Anketlerde ikinci sırada yer alan Ben Carson da, Donald Trump’ın izinden giderek ayrımcılık ve nefret diline sarılarak “Bir Müslümanı ABD başkanı olarak görmek istemediğini ve bir Müslümanın ABD başkanı olmasının sakıncalı olduğunu ” açıkça ifade etti. Azınlıkları, kadınları ve farklı olanı inciten bu tür söylemlerin Cumhuriyetçi Parti’nin başkanlık seçimlerini kazanma şansını olumsuz etkilemesi kaçınılmaz gözükmektedir. David Lauter’in de ifade ettiği gibi son yirmi yılda ülkenin oy kullanacak seçmen sayısı arttı ve özellikle elli yaşın altındaki seçmenler için farklılık ve çeşitlilik önemli değerler haline geldi.21 Dolayısıyla partinin değerleri çerçevesinde farklı olana saygılı bir üslup izlenmesi ve siyahlar dâhil Amerikan vatandaşı olan azınlıkları kucaklayıcı politikaların ortaya konulması Cumhuriyetçi Parti’nin başkanlığı kazanma şansını artıracaktır. Cumhuriyetçi Parti’nin özellikle siyahları ve azınlıkları önemsediğini gösteren adımlar atması bu kitlelerin Cumhuriyetçi Parti’ye yönelmesi sonucunu doğurabilir. Siyahları ve diğer azınlıkları önemsediğini göstermek için ceza yargılaması reformu önererek işe başlayabilir. Piyasanın aşırı düzenlenmiş olmasıyla mücadele ederek siyahlar ve diğer azınlıklara mensup pek çok insan için yeni iş imkânları yaratabilir. Ayrıca mümkün olduğunca siyahlarla ve diğer azınlıklarla iletişim kurmanın yollarını arayarak toplumun bu kesimlerine karşı partinin kayıtsız olmadığını kanıtlayabilir.22 Bu yönde atılacak küçük adımlarla Cumhuriyetçi Parti başkanlık seçimlerinde istediği sonuca ulaşabilir. 10 11 12 Dipnotlar 1 2 3 4 5 6 7 8 9 Sosnik, Doug; “Groucho Marx’s Republican Party: Why the GOP is in more trouble than you think”, Politico, 17 Mart 2014. http://www.politico.com/magazine/story/2014/03/sosnik-memo-republican-partyfuture-104749#.VCgxnuc6DJw Kristol, William; “‘The Crisis at Which We Are Arrived’; Don’t fear the Tea Parties”, The Weekly Standard, Vol: 15, No:41, 19 Temmuz 2010. http://www.weeklystandard.com/articles/crisis-which-we-are-arrived Skocpol, Theda; “Tea Party Forces Still Control the Republican Agenda”, http://www.scholarsstrategynetwork.org/page/tea-party-forces-still-control-republicanagenda Ornstein, Norm; “The Republican Road Block Ahead”, The Atlantic, 5 Ağustos 2015. http://www.theatlantic.com/politics/archive/2015/08/ why-the-gop-needs-to-brace-for-the-road-blockahead/400499/ Lowry, Rich; “The House Republican Civil War”, National Review, 9 Ekim 2015. http://www.nationalreview.com/article/425298/house-republican-speakermeltdown?target=topic&tid=747 Waldman, Paul; “It doesn’t matter who the next Speaker is. Because this is a permanent conservative rebellion”, The Washington Post, 9 Ekim 2015. https://www. washingtonpost.com/blogs/plum-line/wp/2015/10/09/ it-doesnt-matter-who-the-next-speaker-is-becausethis-is-a-permanent-conservative-rebellion/ Dickinson, Tim; “There will be Blood”, Rolling Stone, Sayı: 1246, 22 Ekim 2015, s.36. McCaughey, Betsy; “Rebellion in the House: It’s about Democracy”, The American Spectator, 13 Ekim 2015. http://spectator.org/articles/64332/rebellion-houseit%E2%80%99s-about-democracy Raju, Manu; “Cruz accuses Mitch McConnell of telling a ‘flat-out lie’, Politico, 24 Temmuz 2015. Read more: http://www.politico.com/story/2015/07/ ted-cruz-says-mitch-mcconnell-lies-export-importbank-120583#ixzz3p4ZKUC1h 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 Fund, John; “Freedom Caucus Strategy Could Backfire on the GOP”, National Review, 8 Ekim 2015. Read more at: http://www.nationalreview.com/article/425292/kevin-mccarthy-house-speaker-race-exitleads-turmoil-john-fund Bu yorumlar için bakınız; Marcus, Ruth; “Why would Paul Ryan want to be speaker?, Washington Post, 13 Ekim 2015. https://www.washingtonpost. com/opinions/the-alarming-opposition-to-paulryan/2015/10/13/768868c2-71d7-11e5-824898e0f5a2e830_story.html, Brooks, David; “The Republicans’ Incompetence Caucus”, New York Times, 13 Ekim 2015. http://www.nytimes.com/2015/10/13/ opinion/the-republicans-incompetence-caucus.html?rr ef=collection%2Fcolumn%2FDavid%20Brooks&action =click&contentCollection=Opinion&module=Collection& region=Marginalia&src=me&pgtype=article Hemingway, Mark; “Media Myths About Republicans; The demise of the GOP has been greatly –exaggerated”, The Weekly Standard, 24 Kasım 2014, Vol: 20, No:11 http://www.weeklystandard.com/articles/mediamyths-about-republicans_819026.html McCutcheon, Chuck; “Future of the GOP: Can Repuplicans Gain More Minorty Support?”, CQ Researcher, 24 Ekim 2014, Vol: 24, No: 38, s.891. “GOP’s Favorability Rating Takes a Negative Turn: Republicans Less Positive About Their Party”, 23 Temmuz 2015. http://www.people-press.org/2015/07/23/gopsfavorability-rating-takes-a-negative-turn/ Cost, Jay; “How to Win in 2014”, The Weekly Standard, 4 Mart 2013, Vol:18, No: 24. http://www.weeklystandard.com/articles/how-win-2014_703135.html Salvanto, Anthony, Jennifer De Pinto, Sarah Dutton and Fred Backus; “ Poll: Congress, Boehner Receives Poor Marks,” 11 Ekim 2015, http://www.cbsnews.com/ news/poll-congress-boehner-receive-poor-marks/ David, Frum; “Crashing the party: why the GOP must modernize to win”, Foreign Affairs, September-October 2014 https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/2014-08-18/crashing-party Ayres, Whit; “A Daunting Demographic Challenge for the GOP in 2016”, Wall Street Journal, 05 Mart 2015. http://www.wsj.com/articles/whit-ayresa-daunting-demographic-challenge-for-the-gopin-2016-1425513162 Blanton, Dana; “ Carson Giving Trump a Run for his money in Gop Race”, http://www.foxnews.com/politics/2015/10/13/fox-news-poll-carson-giving-trumprun-for-his-money-in-gop-race/ Continenti, Matthew; “Making use of Donald Trump”, Commentrary, September 2015, s. 71-72. Lauter, David; “Clashing realities in 2016 contest”, Los Angeles Times, 19 Nisan 2015. Johnson, Thedore R.; “Civil-Rights Republicanism”, National Review, 2 Kasım 2015, Vol. LXVII, NO: 20, s.3233. * Necmettin Erbakan Üniversitesi, Adalet Meslek Yüksek Okulu öğretim üyesidir. ARALIK 2015 89 DIŞ POLİTİKA -2 Sinan TAVUKCU SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi İ ran, Büyük Pers İmparatorluğu havzasında hâkimiyet kurma hedefi için birbirinden farklı, hatta çelişen politikalar geliştirerek müthiş bir pragmatizm sergilemektedir. İçeride etnik ve dini farklılığa sahip halkları bir arada tutabilmek için İranlılık kimliğini, İran’ın toprak bütünlüğünü korumayı ve dış düşmanlara karşı yekvücut olmayı işlemektedir. Dış politikada ise; Sünni coğrafyada Şiilerin hamiliğini yapmakta, Farsça konuşan Sünni halklarla ilişki de müşterek dili ve Fars milliyetçiliğini öne çıkarmakta, mazlum dünyanın genel sempatisini kazanmak için ABD-İsrail Düşmanlığını öne çıkaran antiemperyalist bir söylemi sürdürmektedir. ABD-İsrail Düşmanlığı Retoriği ABD ve İsrail karşıtlığı söylemi, Devrimden sonra İran rejiminin iç ve dış politikada en fazla istifade ettiği araç olmuştur. ABD’yi “büyük şeytan”, İsrail’i de 90 ARALIK 2015 yok edilmesi gereken bir devlet olarak tanımlayan İran İslam Cumhuriyeti yöneticilerine bu söylem, yöneticileri sömürgeci Batı dünyası tarafından ayakta tutulan diğer Müslüman ülke halkları nezdinde itibar kazandırmıştır. Bu söylem, ABD’yle ilişkileri gergin olan başta Latin Amerika’da, Asya ve Afrika ülkelerinde İran’a sempati duyulmasını sağlamıştır. Rejim iç siyasette tıkandığı zamanlarda bu düşmanlığı yükselterek, iç muhalefeti etkisizleştirmeyi de başarmıştır. Ancak, ABD ve İsrail karşıtlığı söyleminin bir retorikten ibaret olduğu, perde gerisinde, İran-ABD ve İsrail arasında çok güçlü bir işbirliğinin mevcut olduğu zamanla ortaya çıkmıştır. Bilhassa ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgali ile halen Suriye’de yaşanmakta olan iç savaşta söz konusu işbirliği ve dayanışma gizlenemez hale gelmiştir. İran yönetimi ABD’nin 2002 yılında Afganistan’ı işgal etmesine yardımcı olmuş, bu işgali kolaylaştırmıştır. 1996 yılında Sünni Peştun ağırlıklı Taliban’ın Afganistan’da yönetimi ele geçirmesi sonrasında bu ülkede nüfuzunu kaybeden İran, Taliban’a karşı herkesle ittifak etmiştir. ABD’nin El Kaide’yi bertaraf etmek ve Taliban yönetimini devirmek amacıyla Afganistan’ı işgal etmesi sürecinde İran ABD’ye her türlü yardım ve desteği sağlamıştır. İran eski Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani 2002 yılında Tahran’da bir Cuma namazında verdiği hutbede; “Amerikalılar eğer İran ordusu olmasaydı Taliban rejimini deviremeyeceklerini bilmelidirler… İran güçleri Taliban’ı öldürdü ve yıkılmasında kolaylık temin etti. Eğer Taliban’a karşı güçlerimiz savaşmamış olsa idi Amerikalılar Afgan bataklığında boğulur giderlerdi.” sözleriyle Amerika ile işbirliğini dışa vurmuştu. Yine, İran eski Cumhurbaşkanı Ahmedinejad bir televizyon konuşmasında; “Biz Afganistan’da Amerika’ya yardım ettik, sonra Irak’ta yardım ettik. Buna rağmen Bush kibirlenip bizi kötülüklerin şer odağı olarak suçluyor.” sözleriyle ABD’ye sitem etmişti. ABD’y “büyük şeytan”, İsral’ de yok edlmes gereken br devlet olarak tanımlayan İran İslam Cumhuryet yönetclerne bu söylem, yönetcler sömürgec Batı dünyası tarafından ayakta tutulan dğer Müslüman ülke halkları nezdnde tbar kazandırmıştır. Bu söylem, ABD’yle lşkler gergn olan başta Latn Amerka’da, Asya ve Afrka ülkelernde İran’a sempat duyulmasını sağlamıştır. Rejm ç syasette tıkandığı zamanlarda bu düşmanlığı yükselterek, ç muhalefet etkszleştrmey de başarmıştır. Dünya kamuoyu, 2003’te ABD’nin Irak’ı işgal etmesini, aynı zamanda, ABD’nin şer odağı olarak ilan ettiği İran’ı kuşatması olarak ta değerlendirmişti. Ancak ABD’nin Irak’ı, İran’ın adamı olarak bilinen Nuri Maliki’nin eline teslim ederek 2012 yılında terk etmesi, bu değerlendirmenin doğru olmadığını göstermiş, İran’la ABD arasında, Afganistan işgalinde olduğu gibi, gizli bir mutabakat bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Nitekim İran eski cumhurbaşkanı yardımcısı Muhammed Ali Abtahi 15 Ocak 2004’te yaptığı bir konuşmada “Eğer İran’ın desteği olmasaydı Kabil ve Bağdat bu kadar kolay bir şekilde düşmezdi.” diyerek, Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın yukarıda zikrettiğimiz itirafını teyid etmiştir. İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın 2008 yılı başlarında Amerikan işgali altındaki Irak’ı ziyaret etmesi zaten bu dayanışmayı açıkça görmek için yeterliydi... ABD, gerek Afganistan gerekse Irak’ta yaptıkları yardımları karşılıksız bırakmayarak, Irak’ı İran nüfuzuna terk etti. 2014 Haziran’ında IŞİD’in Musul’da aniden ortaya çıkıp Irak ordusunu Bağdat ve altına hapsetmesine kadar İran bütün Irak’ta hâkim güç haline gelmişti. başlatılan halk protestolarının tüm ülkeye yayılması ve rejimin halka şiddetle mukabele etmesi üzerine ilk başlarda ABD ve Batı devletleri Esad’ın yönetimden hemen çekilmesini istemişlerdi. Ancak muhalefetin Sünni İslamcı görünümünün ortaya çıkması üzerine pozisyon değiştirdiler. Suriye’deki Alevi Nusayri tabana dayalı laik Baas rejimini ve onun diktatörü Beşşar Esed’i iktidarda tutmak için İran’la birlikte hareket etmeye başladılar. Diktatör olduğu gerekçesiyle Irak’ta Saddam’ı İran’la işbirliği içinde deviren ABD, nedense halkından 300 bin kişiyi katletmiş bulunan bir başka diktatörü ayakta tutmak için yine İran’la dayanışma içine girmişti. ABD önderliğindeki koalisyon güçleri IŞİD’i bahane ederek Esed güçlerinin sıkıştığı her yerde muhalif güçleri bombalıyorlardı. “Büyük Şeytan Amerika” retoriğinin bir slogandan ibaret olduğu Suriye iç savaşında bir kez daha ortaya çıkmıştı. İran’ın Parçalanma Korkusu Dış Politikasını Belirlemektedir ABD ile İran’ın işbirliği Suriye’de de ortaya çıktı. 2011 Mart’ında Baas rejimi lideri Esad’a yönelik İran halkının etnik ve mezhep çeşitliliği, yöneticilerin sürekli parçalanma endişesi taşımalarına neden ol- ARALIK 2015 91 Parçalanma korkusu yaşayan İran için en tercih edilen durum, İran’daki halklarla akrabalığı bulunan ülkelerin istikrarsız halde bulunmalarıdır. maktadır. Dış güçler tarafından parçalanacağı korkusu İran dış politikasını da temelden etkilemektedir. İran nüfusunun etnik olarak; % 40’ını Farslar (31 milyon), % 37’sini Azeriler (29 milyon), % 7’sini Kürtler (5,4 milyon), % 6’sını Gilekler ve Mazandaranlılar (4,5 milyon), % 3’ünü Araplar (2,3 milyon), % 2’sini Lurlar (1,5 milyon), % 2’sini Beluciler (1,5 milyon), % 2’sini Türkmenler (1,5 milyon) ve % 1’ini Kaşkay Türkleri ve diğer etnik gruplar (800 bin) oluşturmaktadır. Nüfusun dini yapısını ise; % 90’ını Şiiler (69 milyon), % 8’ini Sünniler (6,2 milyon), kalan % 2’sini ise diğer dinlere mensup insanlar (Bahaîler, Sâbiîler, Hindular, Yezidiler, Ahli-Hak, Zerdüstçüler, Yahudiler ve Hıristiyanlar) teşkil etmektedir (1,5 milyon). Coğrafi açıdan bakıldığında, ülkenin kuzey-batısındaki Kürtler ile Pakistan sınırındaki Beluciler ve Horasan eyaletinde yerleşik Türkmen aşiretler Sünnidirler. Fars olmayan diğer büyük etnik halklar (Azeri, Arap, Kürt, Beluç, Türkmen ve Gilekler) kendi dillerinin de eğitim dili olmasını talep etmektedirler. İran Anayasasının 19. maddesinde bütün kavimlerin eşit haklara sahip oldukları belirtilmiş olmakla birlikte, 15. maddesinde, “İran’ın resmi ve ortak dili Farsçadır. Resmi yazışmalar ve ders kitapları bu dille yazılır. Fakat basın ve kitle iletişim araçlarında ve okullarda yerel ve aşiret dillerinin ve o dillere ait edebiyatın Farsçanın yanı sıra öğretilmesi serbesttir” hükmü bu taleplere izin vermemektedir. İran rejimi bölünme korkusuyla kendi diliyle eğitim taleplerini reddetmektedir. 92 ARALIK 2015 Bu korkunun tesiriyledir ki İran, Ermenistan’ın Azerbaycan’ın % 20’sini işgal etmiş olmasına, bir buçuk milyondan fazla Müslüman Azeri halkın mülteci olmasına rağmen, aynı mezhebe mensup oldukları Azeri Türklerine destek vermek yerine Ermenistan’la sıkı ilişkiler kurmayı tercih etmiştir. Benzer şekilde, Çeçenistan meselesinde de Müslüman Çeçenlerin hakkını korumak yerine, Rusya’nın “toprak bütünlüğüne saygılı olduğunu” ilan ederek, 1864’ten beri Müslüman toprağını işgal altında tutan Rusya’ya zımni destek vermiştir. Müslüman coğrafyada nüfuz kurarken din dili kullanan İran, Hıristiyan işgali altındaki Müslümanların hakkı söz konusu olduğunda ulusal çıkarlarını esas alan bir politika izlemektedir İran, Nüfuz Alanında Saydığı Devletlerin İstikrarsızlığını Öncelemektedir Toprak bütünlüğünü koruma endişesini taşıyan İran, başta kendisi ile sınırı olan ve İran’da (Azeriler/Türkmenler, Kürtler, Araplar ve Beluclar gibi) halklarla akrabalığı bulunan ülkeleri tehdit olarak görmektedir. İran’ın bu bağlamda çekiniği, Türkmenistan (992 km), Azerbaycan (432 km), Nahçıvan (179 km), Türkiye (499 km), Irak (1.458 km), Pakistan (909 km) ve Afganistan (936 km) ile kara sınırı bulunmaktadır. Ayrıca; Umman Denizi ve Fars körfezi bölgesinde Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, Arabistan ve Kuveyt’le, Hazar Denizi’nde ise Kazakistan ile de komşudur. Bir yandan, “Büyük İran” coğrafyası içinde bulunan bu ülkeler üzerinde hâkimiyet kurma, diğer taraftan bunlardan gelebilecek tehditlere karşı istikrarsızlaştırma amaçlı olarak bu ülkelerde yaşamakta olan Şiileri kontrol altına almak, onların hâmisi rolünü üstlenmek, yaşadıkları ülkelerde onları muhalif politik ve silahlı güç olarak organize etmek ve kendisi için stratejik bir güç haline dönüştürmek İran devleti için bir araç olarak benimsenmiş görünmektedir. Şii inancını politik bir araca dönüştüren İran rejimi, Devrim Muhafızları ve Besic’i bu stratejinin hayata geçirilmesiyle görevlendirmiştir. İran Devrim Muhafızları, Suriye’de “kutsal mekânları Sünni saldırılarından koruma” bahanesiyle Suudi Arabistan Hicaz Hizbullah’ı da dâhil olmak üzere, Lübnan, Irak, Yemen, Afganistan, Pakistan, Hindistan, Somali hatta Fildişi Sahili’ndeki Şiilerden on binlerce silahlı milis oluşturarak bunları Esed rejimi için savaşmak üzere Suriye’ye getirdi ve savaşa soktu. Suriye savaşı bir bakıma, İran’ın Şia üzerindeki etkisini sergilediği bir arenaya dönüştü. İran, Şii unsurları stratejik güç olarak devşirirken, hedef devletleri istikrarsız halde tutmak üzere, etnik unsurlarla da ilişki kurmayı ve tabiiyeti altında bulundukları devletlere karşı desteklemeyi yöntem olarak seçmiştir. Bunun tipik örneği, Türkiye’de PKK hareketine olan gizlenemez desteğidir. İran, Büyük İran projes çn Akdenz’e açılmak çok önem taşımaktadır. İran bu hedefn, Ş br rejm ş başında tutarak Surye üzernden, Ş Hzbullah örgütünü devlet çnde hâkm br duruma getrerek Lübnan üzernden gerçekleştrmek stemektedr. Bunun çn kanlı br savaşı dah göze aldığını göstermştr. Türkiye’nin Kürt Açılım politikasının başarılı olması durumunda, kendisini de İran Kürtlerine ve diğer halklara benzer hakları vermeye zorlayacağını bildiği için, çatışmanın sürdürülmesini ve Açılım Sürecinin durdurulmasını arzulamaktadır. Türkiye’ye karşı laik hatta din karşıtı PKK’yı destekleyen İran İslâm Cumhuriyeti, Irak Kürdistan bölgesinde de Kürt laikleri ile işbirliği içinde Barzani yönetimini devirmeye çalışmaktadır. Benzer şekilde Suriye’de, Sünni muhalefete karşı laik Kürt partisi PYD ile sıkı bir işbirliği içerisinde bulunmaktadır. İran, ulusal çıkar sahası olarak gördüğü Afganistan’daki etkinliğini ise, bir taraftan Türk asıllı Şii Hazaralar, diğer taraftan Farsça konuşan Sünni Tacikler üzerinden tesis etmeye çalışmaktadır. Sünni Peştun çoğunluğun iktidarını engellemeye odaklanmış olan İran, 1996’da kurulan Peştun ağırlıklı Taliban yönetiminin devrilmesi için Afganistan’ın 2002 yılında ABD tarafından işgaline destek vermiştir. İşgal sonrasında kurulan Hamid Karzai hükûmeti üzerinde oldukça etkili olan İran, ABD işgalinin sona ermesi ile toparlanan ve istikrara kavuşmaya çalışan Afganistan’da etkisini yitireceği endişesini taşımaktadır. Sünni Belucilerin yaşadığı Sistan ve Belucistan bölgelerinin, Pakistan ve Afganistan Beluçları ile birleşerek kopacağı endişesi de İran’ı korkutmaktadır. Bu eyaletler Çin, Hindistan ve Pakistan güzergâhına giden doğalgaz boru hatlarının güvenliği bakımından İran için oldukça hassas bölgelerdir. İran devletinin Sünnileri asimile ettiği gerekçesi ile rejime karşı mücadele eden Beluci Cundullah örgütünün arkasında Batı ve Pakistan’ın bulunduğuna inanılmaktadır. Bir yandan Afganistan’da Peştunlara destek vermesi, diğer taraftan Beluc Cundullah örgütünün arkasında olduğuna inanıyor olması ve Sünnileştirme politikası güttüğü gerekçesi ile İran, Pakistan Şiilerine güçlü destek vermektedir. Toplam nüfusun % 20’sini teşkil eden Şiiler ile Sünniler arasında bitmek bilmeyen çatışmalar sürmektedir. Bu çatışmalar Pakistan’ın istikrarını tehdit etmektedir. Kuzey komşusu Azerbaycan halkının büyük çoğunluğu Şii olmasına rağmen İran yönetimi, İran Azerileriyle birleşecekleri korkusu ile Azerbaycan’a karşı Ermenistan’la işbirliği yapmaktan çekinmemektedir. İran, Kafkaslarda ve İç Asya’da Müslüman halkların taleplerine karşı Rusya ile ittifak etmeyi tercih etmektedir. ARALIK 2015 93 Kuzey komşusu Azerbaycan halkının büyük çoğunluğu Ş olmasına rağmen İran yönetm, İran Azerleryle brleşecekler korkusu le Azerbaycan’a karşı Ermenstan’la şbrlğ yapmaktan çeknmemektedr. İran, Kafkaslarda ve İç Asya’da Müslüman halkların taleplerne karşı Rusya le ttfak etmey terch etmektedr. İran, ülkenin güneyinde yaşayan Sünni Arapları koparacakları kaygısı ile Körfez ülkeleri (Bahreyn, BAE, Umman, Katar) ile Suudi Arabistan’da Şii unsurları sevk etmeye ve yönetimlere karşı ayaklanmaya teşvik etmektedir. Öte yandan, Yemen’de Zeydi Hûsileri siyasi ve askeri yönden destekleyerek yaptırdığı hükûmet darbesi ile, bir yandan Yemen’i Şii nüfuz alanına sokmaya çalışmakta, diğer yandan Suudi Arabistan’ı güneyden kuşatmak istemektedir. Hûsi Ensurullah örgütü, Devrim Muhafızları’nın bir parçası haline getirilmeye gayret edilmektedir. Halkının % 60-65’i Şii Arap olan Irak’ta, İran’ın artan nüfuzu ve Irak yönetiminin Sünnilere yönelik dışlayıcı tavrı, Sünni Irak Kürdistan’ı ile Sünni Arapların yaşadığı orta Irak’ın merkezi hükûmetten uzaklaşmasına neden olmuş, IŞİD örgütünün ortaya çıkmasında ve taban bulmasında birinci derecede etkili olmuştur. Ayrıca, İran’ın Irak’ı eski Acem toprağı olarak kabul etmesi birçok Şii Arap’ın İran’a öfke duymasına sebep olmaktadır. Bununla birlikte, İran Devrim Muhafızları binlerce Iraklı Şii Arap’ı eğiterek Suriye’ye savaşa göndermiştir. Yine Devrim Muhafızları, IŞİD’e karşı kullanılmak üzere Şii milislerden oluşan Heşd el Şebî adlı silahlı bir örgüt kurmuş, ama bu örgütün genel olarak Iraklı Sünni Araplara karşı teşkil edildiği ortaya çıkmıştır. Büyük İran projesi için Akdeniz’e açılmak çok önem taşımaktadır. İran bu hedefini, Şii bir rejimi iş başında tutarak Suriye üzerinden, Şii Hizbullah örgütünü devlet içinde hâkim bir duruma getirerek Lübnan üzerinden gerçekleştirmek istemektedir. Bunun için kanlı bir savaşı dahi göze aldığını göstermiştir. 94 ARALIK 2015 Suriye ve Yemen Savaşları Bölgedeki Diğer Devletlerin Gözünü Açtı Bölgedeki diğer ülkeler, kendi ulusal menfaatleri ve klasik ittifakları çerçevesinde pozisyonlarını devam ettirirken, İran’ın dünyanın her yerinden toplayıp eğittiği Şii savaşçıları Suriye’ye yığmasıyla, diktatoryal bir yönetime karşı halkın direnişinin bir Şii-Sünni savaşına dönüştürülmekte olduğu gerçeği karşısında şaşkınlığa uğradılar. Afganistan ve Çeçenistan savaşlarında Müslüman olmayan işgalcilere karşı Sünni mücahitlerin birleşerek mücadele etmesi bilinen bir durumdu. Ancak ilk defa Devrim Muhafızları tarafından dünyanın her yerinden toparlanan Şii savaşçılar, Nusayri azınlığa dayalı bir rejimi ayakta tutmak için Sünni çoğunlukla savaşmak için gelmişti. Bunu meşrulaştırmak için İran, Şii milislerin terörizme karşı savaştığını ilan etti. İran, Baas rejimini ayakta tutmak için Suriye’ye savaşmaya gelen Arap, Türk ve Kürt kökenli ne kadar Marksist-solcu örgüt varsa Suriye’de onlarla işbirliği yapmaktan da çekinmedi. Daha önce Esed gitsin diyen ABD ve müttefikleri, muhalefetin Sünni İslamcı karakterinin ortaya çıkması karşısında Esed’in iktidarda kalması için rejime silahlı koruma sağlamaya başladılar. Ne İran’ın bizatihi savaşa müdahil olmasını, ne Lübnan Hizbullah’ının Suriye savaşına katılmasını ne de İran’ın pek çok ülkeden toparlayıp savaşmak için getirdiği silahlı milisleri eleştirmediler. Bu konjonktürde, P5+1 ülkelerinin (BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin ile Almanya) İran’la yürütülen nükleer müzakerelerde alelacele uzlaşmaya varması ve ABD’nin İran’a yönelik ambargonun kaldırılmasına karar vermesiyle, küresel sistemin Orta Doğu’nun yeniden dizaynında İran’a yol verdiği anlaşıldı. Sonuç 1979 Devrimi’nden sonra ortaya çıkan İran İslam Cumhuriyeti, İslam tarihinde ve halen dünyada bir örneği olmayan bir Ruhban devleti olarak teşkilatlandı. Devletin en tepesinde bulunan ve vahiy bile aldığı iddia edilen Veliy-i Fakih, İran anayasası ile tüm Müslümanların dini lideri ve yöneticisi ilan edildi. Doğrudan kendisine bağlı Devrim Muhafızları Ordusu ve Besic, diğer Müslüman ülkelere devrim ihracı ile görevlendirildi. Devrim Muhafızları tarafından tüm dünyadan derlenen Şii toplulukların İran’da eğitilerek Suriye’de savaşa sokulması ile yeni bir döneme girildi. İran, tüm İslam coğrafyasına savaş ve kaos taşıma kapasitesini gösterdi. İran resmi ağızlarından, üç Arap ülkesinin (Irak, Suriye ve Lübnan’ın) bugün İran’ın elinde ve İslâm devrimine bağlı bulunduğunun, sıranın Yemen’de olduğunun açıklanması Arap dünyasını sarstı. Başta Suudi Arabistan olmak üzere Arap dünyası, İhvan’la, Hamas’la uğraşmayı bırakarak, İran patronajındaki yeni bölgesel denge oluşturma çabalarını anlamaya ve yeni duruma uygun ittifaklar geliştirmeye başladılar. Nitekim dış politikada müşterek hareket etmekte olan Türkiye-Katar ikilisine, Kral Selman yönetimindeki Suudi Arabistan da dâhil oldu. Ortaya bir blok görüntüsü çıkmaya başladı. Yemen’deki iç savaşta Suudi Arabistan’a askeri yardımda bulunmaya sıcak bakan Pakistan’ın bu blokun tabii üyesi olacağı açıktır. Ama en ilginci, halkın çoğunluğu Şii olan Azerbaycan’ın İran karşıtı blokta yer almasıydı. Yemen’de iç savaş başladıktan sonra Nisan ayında, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev resmi temaslarda bulunmak üzere Suudi Arabistan’a gelmiş, bir de umre yapmıştı. Bu ziyaretle Türkiye’nin müttefiki olan Azerbaycan, arka planda Suudi Arabistan ile İran’ın çatıştığı Yemen iç savaşında, tercihini İran yayılmacılığı aleyhine koyduğunu gösterdi. Bu gelişmelerin Arapların büyük devleti Mısır’ı da etkilemesi, düşük katılımlı seçimlerin de ortaya koyduğu gibi, kredisi gittikçe tükenen Cumhurbaşkanı Sisi ile halkın yollarını ayırarak Mısır’ın da bu bloka dâhil olması sürpriz sayılmamalıdır. Netice olarak, İsnâaşeriye (İmâmiye) Şiiliğinin tarihte ilk defa kurmuş olduğu İran İslam Cumhuriyeti devletinin, hem İran halkını hem de İslam coğrafyasını nereye sürükleyeceği meçhuldür. Ancak, “Büyük İran”ı kurma şehveti, kendisini İran tehdidi altında gören doğuda Afganistan ve Pakistan, Kuzeyde Azerbaycan, batıda Türkiye ve güneyde başta Suudi Arabistan, Katar ve diğer Körfez ülkeleri olmak üzere, “Büyük İran” coğrafyasında yer alan ülkeleri bir ittifak ilişkisine sokacaktır. Bu ülkeler arasında siyasi, askeri ve İstihbari alanlarda işbirliği yapılması sonucu İran’ın komşuları tarafından kuşatılması tetiklenecek görünmektedir. ARALIK 2015 95 DIŞ POLİTİKA hemen önce sosyal paylaşım sitesi facebook’ta yayınladığı yorumlarda ABD Başkanı Obama’yı anti-semitizmle suçlarken, Dışişleri Bakanı John Kerry’nin mental yaşının 12’den fazla olmadığını yazmıştı. Baratz daha önce, 2015 Mayıs ayında da İran’la varılan nükleer uzlaşıyı Batılı ve liberal ülkelerde anti-semitizmin modern yüzü olarak değerlendirmişti.1 Beyaz Saray sözcüleri Baratz’ın paylaşımlarının rahatsız edici ve saldırgan olduğunu söylemekle iktifa ettiler. Netanyahu ise Baratz’ın açıklamalarının kabul edilemez olduğunu, Baratz’ın kendisinden özür dilediğini ve İsrail’e döndüğünde yanlış anlamaları gidermek üzere kendisiyle görüşeceğini söylemekle yetindi. NETANYAHU’NUN ABD ZiYARETi Öner BUÇUKCU SDE Uzmanı İ srail Başbakanı Binyamin Netanyahu 2015 Kasım ayı içerisinde ABD’ye bir ziyaret gerçekleştirdi. Bu ziyareti çerçevesinde ABD Başkanı Barack Obama ile de görüşen Netanyahu’nun ziyaretinin esas amacı Obama ile Netanyahu arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi, gerginliğin azaltılmasıydı. İsrail Başbakanı Netanyahu ile ABD Başkanı Obama arasındaki ilişkilerin iyi olmadığı biliniyor. İkili son olarak 2015 yılının ilk yarısında İran ile yürütülen nükleer müzakereler dolayısıyla karşı karşıya gelmişti. İsrail’deki seçim kampanyasını tamamen İran’la imzalanacak nükleer anlaşmanın İsrail’in ulusal güvenliğini tehlikeye düşüreceği argümanı üzerine oturtan Netanyahu, İsrail’in ulusal çıkarlarını her yerde savunacağını söyledikten sonra ABD Temsilciler Meclisi Başkanı’nın daveti ile ABD’de Temsilciler Meclisi’ne hitap etmişti. 96 ARALIK 2015 Obama’nın onayı alınmadan gerçekleştirilen bu ziyaret ikili arasındaki ilişkilerin iyice gerilmesine yol açmıştı. Başkan Obama o dönemde ABD’yi ziyaret eden Almanya Şansölyesi Merkel’i göstererek “Eğer Almanya’da bir seçim süreci olsaydı Sayın Merkel buraya gelmek istemezdi, ben de davet etmezdim. Çünkü bu yakışıksız bir durum olurdu.” cümleleriyle Netanyahu’yu eleştirmişti. Fakat Netanyahu tüm tepkilere rağmen ABD’de konuşmayı gerçekleştirerek İsrail kamuoyuna ve elbette ABD’ye güçlü bir mesaj vermeyi başarmıştı. Böyle bir atmosferde ABD ziyaretine başlamadan önce Netanyahu’nun İsrail Başbakanlık sözcülüğüne yeni atadığı Dr. Ran Baratz’ın Obama hakkında yaptığı açıklamaların Netanyahu’nun ABD ziyaretini oldukça enteresan bir hale dönüştürdüğü söylenebilir. Baratz, Netanyahu’nun ziyareti başlamadan Başkanlık seçimini kazandığı dönemde İsrail’in Gazze’de başlattığı “Dökme Kurşun” operasyonu hakkında “henüz resmi olarak göreve başlamadığı” gerekçesiyle konuşmayan Obama’nın İsrail açısından bu kadar kötü bir ilişki dönemini yöneteceği öngörülmüyordu. Obama ilk başkanlık dönemi boyunca İsrail’e hiç ziyaret gerçekleştirmedi. Bu durum İsrail’de radikal çevrelerde aslında Obama’nın Müslüman olduğu yorumlarına bile sebep oldu. İkinci döneminin ilk ziyaretini İsrail’e gerçekleştiren, ardından Filistin otoritesini de ziyaret eden Obama’nın öncelikli gündem maddesinin Filistin-İsrail Barışı olması İsrail’e dönük politikasını bir miktar esnetmişti. John Kerry’nin ev sahipliğinde bir iftar yemeğiyle yeniden başlayan Filistin-İsrail Barış Görüşmeleri esasen ABD’nin baskısı ile yürüyordu. Neticede Netanyahu yönetimi, Hamas ile el-Fetih arasında varılan mutabakatı bahane ederek masadan kalktığında Obama’nın Orta Doğu politikası çöktü ve ABD tarihsel olarak hiç olmadığı kadar Orta Doğu’da alan kaybetti. Obama, Netanyahu’nun bu yaklaşımı dolayısıyla ilişkilerde seviyeyi oldukça düşürdü. İsrail’de Obama anti-semitist olarak görülürken ABD’de de Netanyahu yönetici elitler tarafından “güvenilmez” bir figür olarak kodlanmaya başladı. Netanyahu’nun bu ziyareti ilişkileri bir biçimde tamir etme amacı taşıyordu ancak öncesinde yaşanan gelişmeler bu ilişkinin tamir edilmesinin kolay olmayacağını gösterdi. Beyaz Saray kaynakları yaptıkları açıklamada ikilinin bölgedeki güvenlik sorunları üzerinde durduklarını, İran’ın nükleer silah geliştirmesine ve bölgede istikrarsızlık alanları yaratmasına karşı ortak geliştirilecek politikalar üzerinde durul- duğu kaydedildi. Bununla birlikte İsraillilerin bu ziyaretten oldukça somut başka bir beklentileri de var. İsrail’in ABD’den aldığı 3 Milyar dolarlık doğrudan askerî yardımın önümüzdeki 10 yıl içerisinde 4 milyar dolara çıkarılması hedefleniyor. ABD ziyaretinde Netanyahu bu çerçevede de çeşitli görüşmelerde bulundu. Görüşmelerin gündem dışı fakat olağan maddesi ise Filistin-İsrail Barış Süreci idi. Netanyahu her ne kadar görüşmelerin önünü tıkayan tarafın kendisi olmadığını iddia etse de Obama yönetimi açısından durum tam olarak öyle değil. Obama yönetimi Barış Müzakerelerinin sağlıklı biçimde devam edebilmesi için İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşim yeri inşaatlarını durdurması gerektiğini savunuyor ancak Netanyahu yönetimi tam tersi bir politika izliyor. Üstelik yaptığı bir takım atamalar da ABD’nin bu konudaki ısrarına bir mesaj olarak yorumlanıyor. Örneğin Netanyahu’nun ABD’ye atadığı ve Mart ayında Temsilciler Meclisi’ndeki konuşmayı da bir biçimde organize eden İsrail Büyükelçisi Ron Dermer Batı Şeria’daki yeni yerleşim birimi inşaatlarının radikal bir destekçisi olarak biliniyor. Yeni atanan Hükümet Sözcüsü Baratz da bu yerleşim birimi inşaatlarını desteklemesinin yanısıra bu yerleşim birimlerinde yetişmiş bir isim olarak dikkat çekiyor. Eylül ayında Rusya’yı ziyaret edip Rusya ile Suriye hava sahasının kullanımı ve İsrail’in ulusal güvenliğinin sağlanması konusunda uzlaşan Netanyahu’nun ABD’de de aynı amaçla görüşmelerin gündemine Suriye’deki durumu getirdiği tahmin ediliyor. Ancak Netanyahu’nun ziyaretinin her şeyden önce bir çeşit tazminat ziyareti olduğu söylenebilir. İsrailliler ABD’nin İran’la vardığı nükleer uzlaşının İsrail’in bölgedeki etkinliğini sarstığını; ilerleyen dönemde Orta Doğu’daki teknolojik üstünlüğünü devam ettirebilmesi için doğrudan askerî yardımın 3 milyar dolardan 4 milyar dolara çıkması gerektiğini düşünüyorlar. Diğer bir ifadeyle Netanyahu’nun ABD’ye İran uzlaşısı için kestiği ceza şimdilik bu. Dipnot 1 Baratz İsrail Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin’i de DAEŞ teröristlerinin dahi rehine olarak almayı istemeyecekleri marjinal bir figür olmakla suçlayan paylaşımlar yapmıştı. ARALIK 2015 97 1 Kasım, G20 ve Ekonom Dr. M. Levent Yılmaz Türkye’nn Başkanlığında G-20: Değşen Roller ve Küreselleşen Meseleler Doç. Dr. Selm Kayhan EKONOMİ G20, Antalya Mutabakatı 1 Kasım, G20 ve Ekonom Dr. M. Levent YILMAZ SDE Uzmanı T ürkiye, 7 Haziran seçimlerinin ardından girdiği belirsiz ama iyi yönetilen süreci 1 Kasım itibariyle bambaşka bir sürece evirmeyi başardı. Tabi ki burada halkın sağduyusunun ne denli önem arz ettiğini ve halkın bir kere daha Türkiye’ye sahip çıkarak önemli bir düzlüğe yönelttiğini vurgulamak gerekiyor. Gerçekten de 7 Haziran sonrası yaşanan gelişmeler ve Türkiye’yi yeniden koalisyonlu günlere döndürme çabaları uzunca bir süre unutulmayacak cinsten. Mesela, bazı yayın organlarının sürekli dayattığı AK Parti-CHP koalisyonu, birden alevlenen terör dalgası, spekülasyonlar üzerinden ekonominin dar boğaza sokulmaya çalışılması gibi pek çok örnek, ülkenin nasıl bir tehlikeden geçtiğinin en önemli göstergesi. Bu durumun halk tarafından çok iyi analiz edilmesi, her şeye rağmen ekonominin dengede kalması, terör örgütü PKK’ya yönelik aralıksız darbe ve FETÖ’ye karşı siyasi sonuç gözetmeksizin yapılan operasyonlarla bileşince oldukça önemli bir 100 ARALIK 2015 oy oranı ile AK Parti yeniden iktidar ipini göğüsledi. Seçim sonuçlarının netleşmesi ile beraber dolar kurundaki hızlı düşüş ve azalan piyasa faiz oranları aslında ekonomik istikrar için siyasi istikrarın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Özellikle uluslararası medyada sıkça dillendirilen halkın koalisyon isteği algısının kesilmesi ve dünya ekonomisinin hızlı bir şekilde yeni bir türbülansa doğru yöneldiği bu dönemde Türkiye, siyasi ve ekonomik istikrarı beraberinde yaşayacağı, seçimsiz bir dört yıla kavuşmuş oldu. “Altın dönem” diyebileceğimiz bu seçimsiz dört yılın çok iyi değerlendirileceği de AK Parti’nin seçim beyannamesinin satır aralarından anlaşılıyor. Özetle 1 Kasım sadece bir parlamento seçiminden öteye geçerek adeta bir gelecek tayini oldu. Bu seçim sonuçları ile halk, istikrarı tercih ederek içeriye ve dışarıya en net mesajı vermiş oldu. 1 Kasım seçimlerinin hemen ardından gerçekleşen ve G20 tarihinin belki de en önemli, en yenilikçi zirvesi de seçim sonuçlarının verdiği özgüvenle yapıldı. Zira seçim öncesinde bazı basın yayın organlarında sırf ülkeye zarar vermek için G20 zirvesinin iptal olabileceğine yönelik gerçek dışı konular üzerinden bir algı operasyonu bile yapılmaya çalışılmıştı. Ancak yapılan tüm algı operasyonlarına rağmen Türkiye pek çok ilki hayata geçirdiği dönem başkanlığını muhteşem bir zirve ile taçlandırdı. Seçim süreci yaşayan Arjantin ve Paris saldırısı neticesinde son anda ziyareti iptal eden Fransa Cumhurbaşkanı dışında bütün G20 liderleri Antalya’daydı. Bu açıdan bile son derece büyük önem taşıyan bu zirveye Türkiye pek çok yenilik katarak çıtayı da yükseltmiş oldu. Örneğin G20 tarihinde ilk kez enerji bakanları bir araya geldi. İlk kez W20 başlığı ile kadın çalışma grubu oluşturuldu. Türkiye’nin kapsayıcı büyüme girişimi ile kalıcı olmak üzere Dünya KOBİ Forumu hayata geçirildi. Dünya ekonomisi ve özellikle gelişmekte olan ülkelerin içinde bulunduğu çıkmazın belki de en iyi vurgulandığı ortam Antalya zirvesi oldu. Sadece ekonominin değil dünyayı yakından ilgilendiren pek çok konunun kapsamlı bir şekilde ele alındığı bu zirvenin neticesinde ortaya çıkan G20 bildirgesi esasen bugüne kadarki tüm bildirgelerden farklılaşarak kendine has bir yapıya kavuştu. Zira bugüne kadar G20 toplantılarında alınan kararların uygulanması takip edilmezken Türkiye’nin teklifi ile bir sekreterya kurulması gündeme geldi. G20 ülkeleri dünya nüfusunun yaklaşık üçte ikisini, dünya GSYİH’sının % 85’ini ve dünya ticaretinin de % 75’ini oluşturuyor. Bu bakımdan söz konusu ülkelerin aldıkları kararların uygulanması bütün dünyayı ilgilendiriyor. Bu hali ile alınan kararlar açısından bu zirve sonuçlarına “Antalya Mutabakatı” adını vermek yanlış olmayacaktır. Ekonomi Nereye? Ekonominin yarısı rakamlardan oluşuyorsa, kalanı da algıdır. Tarih bize çok iyi rakamlara sahip ülkelerin basit bir algı ile battığı ya da tersine çok kötü durumdaki ülkelerin algı ile ayakta kalabildiğine dair pek çok örnek veriyor. Bununla beraber siyasi istikrarın ekonomik istikrar için olmazsa olmaz bir koşul olduğunu Türkiye 7 Haziran sonrası süreç ve 1 Kasım seçimleri ile bir kez daha ispat etmiş oldu. Özellikle uluslararası medyada sıkça dillendirilen halkın koalisyon isteği algısının kesilmesi ve dünya ekonomisinin hızlı bir şekilde yeni bir türbülansa doğru yöneldiği bu dönemde Türkiye, siyasi ve ekonomik istikrarı beraberinde yaşayacağı, seçimsiz bir dört yıla kavuşmuş oldu. Bunun en önemli göstergesini Türkiye’nin Kasım ayı Tüketici güven endeksi oluşturuyor. Türkiye İstatistik Kurumu ve Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası işbirliği ile yürütülen tüketici eğilim anketi sonuçlarından hesaplanan tüketici güven endeksi, Kasım ayında bir önceki aya göre % 22,9 oranında arttı; Ekim ayında 62,78 olan endeks Kasım ayında 77,15 oldu. Böylelikle 7 Haziran sonrası hızla düşen Tüketici güven endeksi bu kez hızla tüm kayıplarını telafi ederek yükselişe geçti. Tüketici güveni bir ekonomi için en belirgin endekslerden birisini oluşturuyor ve tüketicilerin o ekonomi ile ilgili gelecek beklentisini de şekillendiriyor. Dolayısıyla 1 Kasım’da ortaya çıkan siyasi sonucun ekonomiye yansıması da eş zamanlı olarak ölçülmüş oldu. Bunun bir yansıması olarak Ekim ayında 80,87 olan Genel Ekonomik Durum Beklentisi Endeksi % 30,9 oranında artarak, Kasım ayında 105,90 oldu. Bu artış da, gelecek 12 aylık dönemde genel ekonomik durumun daha iyi olacağı yönünde beklentisi olan tüketicilerin sayısının bir önceki aya oranla çok ciddi şekilde arttığını gösteriyor. Tüm bunlara bağlı olarak Tasarruf Etme İhtimali Endeksi’nin de % 17,3 oranında arttığını görüyoruz. Ekim ayında 19,07 olan endeks, Kasım ayında 22,37 değerine yükselmiş durumda. Bu artış, tüketicilerin gelecek 12 aylık dönemde tasarruf etme ihtimallerinin bir önceki aya göre arttığını göstermektedir. Örnekleri artırmak mümkün. Ancak tüm bu gelişmeler bile bizim de sürekli vurguladığımız siyasi istikrarın ne kadar önemli olduğunu ortaya koymak için yeterli görünüyor. ARALIK 2015 101 EKONOMİ TÜRKİYE’NİN BAŞKANLIĞINDA G-20: DEĞİŞEN ROLLER VE KÜRESELLEŞEN MESELELER Doç. Dr. Selim KAYHAN* Akademisyen L iderler düzeyinde 2008 yılında Washington’da yapılan G-20 zirvesinin ardından geçen yedi yılda dokuz adet zirve farklı ülkelerin ev sahipliğinde yapıldı. Türkiye, dönem başkanı olarak gerçekleştirdiği bir dizi ön toplantılardan sonra, 1516 Kasım tarihlerinde liderler zirvesine ev sahipliği yaptı. Bu yıl zirve kapsamında düşünce kuruluşları (T20), emek platformları (L20) ve iş dünyası (B20) toplantılarında, liderler ise G20 zirvesinde bir araya geldi. Kadınların ekonomideki rollerinin artırılmasına yönelik Kadın (W20) ve enerji bakanları toplantıları ise ilk defa bu yıl yapıldı. Zirveye ilginin oldukça yüksek olmasına rağmen G-20 topluluğunun devamlılığı ve küresel çapta önemini sürdüren bir kurum olup olamayacağı halen tartışılan bir konu. Topluluğun sürdürülebilirliğine yönelik bu önemli soru işaretlerini ortadan kaldırmak için ise topluluğun küresel problemleri çözme konusunda tıpkı 2008 krizi sonrasındaki kararlılığı devam etmek zorunda. Her ne kadar zirvede terör önemli bir gündem oluştursa ve mülteci sorunu zirvenin sonuç bildirgesinde yer alsa da, G20’nin küresel ekonomik düzenin kurumsal bir ayağı olabilmesi ve yükselen ekonomilerin küresel ekonomi yönetişimde yetkileri ve sorumlulukları belirli olarak söz sahibi olabilmesi için yapılması gerekenler var. 102 ARALIK 2015 G-8’den G-20’ye Geçiş Süreci Aslında G20 benzeri girişimler yeni bir oluşum değil. Farklı ülke sayılarında da olsa 1975 yılından bu yana varlığını sürdürüyor. Fakat farklı dönemlerde önemini yitirmiş ya da bazı dönemlerde ihtiyaca binaen önemli hale gelmiş. Zira bugün ki sayısına ulaştığı 1999 yılındaki G-8 toplantısında o yıl meydana gelen Doğu Asya ekonomik krizini atlatmak amacıyla maliye bakanlığı ve merkez bankası başkanları nezdinde toplanmıştı. İstişare niteliğinde olan bu toplantılarda ülkeler aslında dünya meselelerinin konuşulduğu masaya davet edilmemişlerdi. 2005 yılında G8 zirvesine çağırılan Çin, Brezilya, Hindistan, Meksika ve Güney Afrika Cumhuriyeti katılım hakkı ya da üyelik almamışlar, aksine pek de dikkate alınmayarak, “misafir” edilmişlerdi. Yine de bu G20 topluluğunun ilerleyen dönemde önemli bir konuma geleceğine dair fikir vermekteydi. Ancak asıl önemli kırılma 2008 yılında Amerika’da başlayan finansal kriz ile yaşandı. G8 veya IMF/Dünya Bankası/Dünya Ticaret Örgütü kapsamında alınan önlemlerin krizi tersine çevirmek ve etkilerini minimize etmek için yeterli olmayacağının anlaşılması üzerine G20 toplantısına ihtiyaç duyuldu. G8 dışın- da kalan ve ekonomik ağırlıkları her gün daha fazla artan yükselen ekonomilerin küresel ekonomi yönetişimi için vazgeçilmez olduğu ve masaya davet edilmeleri gerektiği açık bir şekilde görüldü. Buna ek olarak, G20’nin oluşumuna ilişkin tartışmalarda Avrupa ve Amerika arasında denge kurmasına yönelik görüşlerde beyan edilmişti. Grubun üyeleri de gerek ekonomik gerekse demografik açıdan küresel bir niteliğinin olduğunu göstermekte. G20, G-7 ülkelerini oluşturan gelişmiş ülkeler, Avrupa Birliği, BRICS ülkeleri ve hammadde, tarımsal ürün ya da işgücü potansiyeli yüksek olan ülkelerden oluşmakta. Coğrafi açıdan baktığımızda ise G-7’nin aksine her kıtadan katılımcı bulunmakta. Üye ülkelerine baktığımızda kültürel anlamda da farklılıkları barındırdığını görmekteyiz. Zira grup içerisinde Latin ve Afrika ülkeleri ile birlikte Müslüman ülkeler de temsil edilmekte. Hangi yönden bakarsanız bakın oluşan bu yeni topluluğun küreselleşen problemleri çözme yeteneği daha yüksek. Değişen Gündemi ile G-20 Zirveleri G20’nin oluşum sürecine benzer şekilde yapılan toplantılarda da değişim yaşandı. Küresel kriz sonrası yapılan ilk toplantıların ana gündemini finansal düzenlemeler oluşturmaktaydı. İlerleyen zamanlarda artık G20 sadece finansal krizin atlatılması için yapılması gerekenleri değil dengeli büyüme ve küresel toparlanma gibi meseleleri de gündemine almaya başladı. Zira Seul Zirvesi sonrasında yayınlanan bildiride finansal düzenlemelerden altyapıya, beşeri sermayenin gelişiminden gıda güvenliğine kadar birçok alanda faaliyet planından bahsedil- mekteydi. Her zirvede ele alınan konu sayısı artarken topluluğun Y20, B20, T20 ya da L20 gibi alt birimleri gelişti. Son olarak, Türkiye’nin ev sahipliğinde kadın konusu ve ilk defa uluslararası siyasal bir konu terörizm ve göç konuları da açıktan sonuç bildirgesine girdi. Üye sayısı değişmese bile, G20 gündeminin kapsamının genişlemesi ve alınan kararların uygulanması aşamasında yaptırım gücünün olmaması önemli risk unsurları olarak öne çıkıyor. G-20’nin Artan Gücü ile Değişen Misyonu Önümüzdeki döneme baktığımızda, özellikle Çin ve Hindistan gibi, gelişmekte olan ülkelerin ekonomik büyüklükleri, nüfuslarının dünya nüfusu içerisindeki yeri, artık G7 ülkelerinin tüm dünya adına karar vermekte yeterli kabiliyetinin olmadığını göstermekte. Zira dünyada ağırlık merkezleri değişmekte ve gelişmiş ülkeler olarak adlandırdığımız ülkelerin ekonomik büyüklükler sıralamasındaki yerleri bile önümüzdeki yıllarda kesin değil. Tam da bu noktada 2008 krizi ile gündeme gelen G20 ülkeleri grubu dünyanın ihtiyaç duyduğu küresel ekonomik düzenin reformdan geçirilmesi için önemli bir platform. Gerek demografik ve ekonomik büyüklükleri gerekse grubu oluşturan ülkelerin kültürel yapıları dünyanın ihtiyaç duyduğu tipte bir oluşum. Farklı medeniyet havzalarının temsiline imkân sunuyor. Nitekim 2008 yılından bu yana topluluğun her toplantısı bir öncekine göre daha fazla dikkat çekiyor. G20’nin artan önemi ile birlikte küresel çapta ekonomik sorunların yanında artık tüm dünyayı ilgilendiren politik meselelerde de kural koyucu, düzenleyici bir görev üstlenmesi elzem. Bu konuda başkanlığını ARALIK 2015 103 masının olmayışı G20’ye kuşku ile bakanların temel önermeleri arasında. Topluluğun avro krizi ve Dünya Ticaret Örgütü’nün Doha görüşmeleri sırasında aktif bir şekilde müdahil olamaması etkililiğini tartışılır hale getirmiştir. Ayrıca G20 her ne kadar dünyanın ekonomik açıdan önemli bir kısmını temsil etse de geride kalanların isteklerini dikkate alıp almayacağı da ayrı bir soru işareti. Tüm bu eleştiriler ışığında G20’nin dünya ekonomisi ve siyaseti ile ilgili daha aktif hareket etmesi, topluluğun bekası hakkındaki soru işaretlerini kaldırmaya yeter. Ayrıca grup zirvelerinin devlet başkanları seviyesinde yapılması toplantılarda alınacak kararların yaptırım seviyesini yükseltecektir. Diğer yandan hali hazırda topluluğun oluşumunda öncülük ettiği Finansal İstikrar Kurulu (FSB) gibi kuruluşların varlığı ile IMF ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumların yapısındaki reformlar sonrasında topluluğun uygulama eksiklikleri giderilmiş olur. 2015 Dönem Başkanlığından Kalanlar Türkiye’nin yaptığı 2015 G-20 liderler zirvesinin ana konularından biri olarak terör ve mülteci sorunu gibi tüm dünyayı yakından ilgilendiren bir konunun belirlenmesi önemli bir aşama olarak değerlendirilmeli. ile ilgili uluslararası kuruluşların telkinlerine uymak suretiyle kota uygulamaları gibi ticaretin önündeki engelleri kaldırırken gelişmiş ülkeler hala benzer yollara başvuruyorlar. Diğer yandan, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi organizasyonların kuruldukları dönemlerdeki şartlar ile günümüzdeki şartlar artık birbirinden çok farklı. Çünkü kuruldukları dönemde dünyada hâkim olan güçler günümüzden oldukça farklıydı. Bu ihtiyaç 2008 yılında yaşanan krizde de görüldü. Zira 2008 yılında dönemin IMF başkanı o dönemde dünyadaki gelişmeler ışığında artan fon talebini karşılayamadıkları ve kaynaklarının yetersizliği konularında dert yakınmış, yeni düzenlemelere ihtiyaç olduğunu vurgulamıştı. Dahası 2008 yılının Kasım ayında yapılan zirvede IMF’nin yapısında değişiklik öngörülürken, 2010 yılındaki zirvenin sonunda bu konu ile ilgili kararlar alınmıştı. Geçen sürede konu ile ilgili herhangi bir gelişmenin olmaması, IMF’nin küresel ekonomideki değişen yapıya ayak uyduramadığı ya da ABD gibi gelişmiş ülkelerin bu konuda hala soru işaretlerine sahip olduklarını göstermekte. G-20’nin Bekası Bir diğer önemli konu ise uluslararası ticaretteki gelişmeler. Geçen son yirmi yılda dünya ticaretinin ağırlığı tıpkı ekonomik büyüklüklerde olduğu gibi gelişmekte olan ülkelere doğru kaydı ve bu süreç devam ediyor. Gelişmekte olan ülkeler ticaret 104 ARALIK 2015 G20’nin dünya ekonomisi ve siyaseti ile ilgili alacağı kararlar ve bunların uygulanması oluşumun bekasını da yakından ilgilendiriyor aslında. Çünkü geçmiş tecrübelerin yanında yöneltilen bazı eleştiriler de oluşumun sürekliliği ve kurumsallaşma sorusunu da gündeme getirmekte. 1999 krizinden sonraki dönemde bakanlar seviyesinde toplanan grubun önem seviyesi krizin geçmesi ile birlikte azalmış ve 2008 yılına kadar pek de önemli olmayan toplantılar halini almıştı. Benzer bir senaryonun 2008 krizinden çıkılmasından sonra da söz konusu olup olmayacağı halen belirsiz. Diğer yandan özellikle G20’nin yapısına yönelik bir dizi eleştiri mevcut. Bunlardan bir tanesi yönetim biçimi ile ilgili. Topluluğun bir troyka tarafından yönetilmesinin otorite boşluğuna neden olduğu öne sürülüyor ve bunun da alınan kararların uygulanmasında yaptırım gücünün olmayışını beraberinde getirdiği söyleniyor. Bir diğeri ise G20’nin uygulama mekanizmasının olmayışı. “Adlandırma ve utandırma”nın ötesinde yönlendirme mekaniz- Dönem başkanlığını Türkiye’nin yapmış olduğu 2015 yılı birçok ilke konu oldu. Öncelikle topluluk bünyesinde faaliyet gösteren gençlik, iş âlemi ve düşünce kuruluşları gibi alt gruplara bir yenisi daha eklendi: W20. Kadınların iş hayatındaki yerleri ve karşılaştıkları eşitsizlikler gibi konuların üzerinde durulduğu ilk toplantı sonunda, G20 önceliklerine uyumlu bir bildiri yayınlandı. Bir diğer yenilik ise topluluğun enerji bakanlarının toplantısı oldu. Brisbane’de alınan kararlar çerçevesinde toplanan bakanlar enerji kaynaklarının güvenliği ve sürdürülebilirliği, yenilenebilir enerji, enerji verimliliği ve enerjiye erişim konularını görüştü. G-20 zirvesinin sonuç bildirgesi ise önemli konulara atıfta bulunuyordu. Bunlardan belki de en günceli ve önemlisi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından gündeme eklenmesi istenen, terör ve mülteci sorunu idi. Fransa’da yaşanan terör saldırısı sonrası zirvede tartışmaya açılan bu başlıklar ne yazık ki daha dikkat çekici hale geldi. Zirve bildirisinde göç krizinin küresel bir kriz haline geldiği vurgulanırken, krizin kısa ve uzun vadede oluşturacağı problemlerin çözümü için koordineli ve kapsamlı siyasi bir çözüme ihtiyaç duyulduğu vurgulandı. Zirvede işsizliğin azaltılmasına yönelik yatırımların gerek kamu gerekse özel sektör tarafından yapılması gerektiği vurgulanırken küresel ekonomik bü- yümenin halen istenen seviyeye gelmediğinin altı çizildi. Finansal sistemin istikrarına yönelik olumlu gelişmelerden bahseden sonuç bildirisinde “batmayacak kadar büyük” olan bankaların zarar karşılama kapasitelerine yönelik standartların tamamlandığı bilgisi verildi. Gıda güvenliği, enerjiye ulaşım ve enerji güvenliği, bilgi ve iletişim teknolojilerinin kullanımı ve güvenliği, iklim değişiklikleri gibi başlıklar zirvenin sonuç bildirgesinde yer alan bazı konulardı. Ekonomik toparlanmanın halen istenen seviyede olmadığı vurgulanan zirvede ele alınan bir diğer konu ise uluslararası ticaretin geliştirilmesi ve engellerin azaltılması oldu. Küresel çapta toparlanmanın istenen seviyeye çıkabilmesi için ticaretin artırılması yolu ile yatırımların ve üretimin artırılması gerekiyor. Bu konu aslında topluluğun ülkeleri arasındaki samimiyetin bir göstergesi. Zira ABD gibi gelişmiş ülkeler aslında bu konunun muhatabı. Çünkü gelişmekte olan ülkeler ticarete yönelik tüm engelleri kaldırmışken gelişmiş ülkeler halen bir takım ticari engeller uygulamakta. Bu zirvenin temel maddelerden bir tanesi olan eşitsizliklerin kaldırılması kavramına da ters düşüyor. Topluluğun geleceği ile ilgili önemli soru işaretlerinden bir tanesi ise IMF gibi kuruluşların yapısında planlanan değişiklikler. 2010 yılından bu yana her toplantıda konu ile ilgili niyet net bir şekilde belirtilirken 2015 yılı sonu itibariyle herhangi bir reform henüz yapılmış değil ve bu konudaki niyet zirvenin sonuç bildirgesinde “hayal kırıklığı” olarak nitelendirildi. IMF ile ilgili reformların gerçekleştirilmesinde 2010 yılından bu yana isteksiz olan ABD, grubu oluşturan gelişmekte olan ülkeler ile eşit seviyede temsil edilmek konusunda ne denli istekli olduğunu da gösteriyor. Bu ise topluluğa yönelik eleştirilerin haklı temellere oturduğunu gösteriyor. Sonuç olarak, Türkiye kanaatimizce oldukça verimli gecen bir başkanlık dönemini bitirdi ve şimdi başkanlık, yine bir diğer gelişmekte olan Çin’de. Her ne kadar bu dönemde artık bu topluluğun küresel problemlerin çözülmesinde gerekli kapasiteye sahip olduğu ve ilerleyen yıllarda küresel ekonomi ve siyasette baskın role sahip olacağı net bir şekilde görülse de gelişmiş ülkelerin masayı paylaşma konusunda hala çekinceleri olduğu aşikâr. * Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü öğretim üyesidir. ARALIK 2015 105 Seçm Sonrası Türkye Syasetnn Dünya ve Ülke Dnamkler Açısından Değerlendrlmes Prof. Dr. Talp Özdeş GENEL SEÇİM SONRASI TÜRKİYE SİYASETİNİN DÜNYA VE ÜLKE DİNAMİKLERİ AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ SDE Uzmanı D Müslüman bir toplum olmamıza rağmen, inanç ve değerlerimizle bağdaşmayan bir dünyevileşme eğiliminin, kaynağı ne olursa olsun servet edinme ve mal biriktirme hırsının, egoizmle bütünleşen, aile ve toplumsal bağları göz ardı eden bir bireyselleşmenin belirli bir düzeyde toplumumuzda etkin hale geldiğini kabul etmek gerekir. 108 ARALIK 2015 ünyamızın küçük bir köye dönüştüğü, bir ülkede veya coğrafyada meydana gelen bir olayın hemen dünya gündemine girdiği, hızlı bir şekilde ülkeler arası ilişkileri ve dengeleri etkileyebilecek bir konuma oturduğu bir küreselleşme dönemini yaşıyoruz. Ülkemizde gerçekleşen bir parlamento seçiminden sonra izlenmesi gereken siyaseti de bu realite üzerinden değerlendirmek isabetli olacaktır. 7 Haziran Seçimi’nden 1 Kasım Seçimi’ne uzanan süreçte ortaya çıkan durumlar ve olaylar, söz konusu parlamento seçiminin sadece ülkemizin iç dinamikleri içerisinde mütalaa edilebilecek bir konu olmayıp, global siyaset ve dengelerle beraber ele alınıp değerlendirilmesi gereken bir konu olduğunu göstermiştir. Dolayısı ile bu günümüze ve geleceğe hitap edecek siyasetin değerlendirilmesi, ülkemizin iç dinamiklerinden kopuk olamayacağı gibi, ABD ve AB’nin İslam dünyasına, Türkiye ve Orta Doğu’ya yönelik siyaset ve stratejisinden, Orta Doğu’da meydana gelen olaylar ve gelişmelerden, Rusya ve Çin’in bölgede etkinlik ve hâkimiyetini artırmaya yönelik siyasetlerinden bağımsız değildir. Arap Baharı’nın inkıtaa uğratılması, Arap dünyasında ve Orta Doğu’da totaliter yapıların, darbelerin desteklenip demokratik taleplerin bastırılmaya çalışılması, İslam coğrafyasının etnik-dini-mezhebi çatıştırmalar ve terör üzerinden istikrarsızlaştırılıp parçalanmaya çalışılması Her halükarda Türkye halkı, emanetlern ehllerne verldğ, yolsuzluklara bulaşmayan, dürüst, açık, şeffaf ve kontrol edleblr br yönetm stemektedr. Mlletn nazarında meşruyetn kaybeden kadroların ktdarda kalıcı olmaları mümkün değldr. Başarıları devamlı kılacak şey, toplumun adalet, doğruluk, eştlk, özgürlük beklentlerne cevap verlmesdr. hepsi bu global denklemin, siyaset ve stratejilerin çerçevesi içerisinde gerçekleşiyor. AK Parti yönetimindeki Türkiye’nin, sıfır sorun anlayışından hareketle vesayet rejiminden uzaklaşıp yakın komşularıyla, Türk ve Arap dünyasıyla barışa, karşılıklı anlayış ve dayanışmaya dayalı ilişkiler geliştirip bağımsız kararlar alması, demokratik ve hukuki açılımlar gerçekleştirmesi üzerine Gezi Parkı eylemlerinden itibaren yoğunluğu gittikçe artan birtakım komplolarla karşı karşıya kalması, terörün azdırılmasıyla huzur ve barış ortamının bozulması, ülkenin kuşatılarak içe kapanmaya zorlanması da aynı çerçeve içerisinde gelişmiştir. Başarıları Nasıl Sürekli Kılabiliriz? Ülkenin, global aktörlerin çifte standartlı politik manevraları ve karşılıklı paslaşmalarıyla her yönden kuşatılmaya çalışıldığı bir ortamda gerçekleşen 1 Kasım’daki seçim, normal bir parlamento seçimi olmanın, herhangi bir partiyi iktidara taşımanın ötesinde bir mahiyet ve anlam kazanmış, top yekun ülkenin (Türkiye’nin) seçimi olmuştur. AK Parti’yi iktidara taşıyan oylar, Türkiye üzerine oyun oynayıp komplolar kuran, ülkeyi Suriyeleştirmeye çalışan küresel güçlerin suratına inen bir şamara dönüşmüştür. Bu defa Türkiye halkının önemli bir kesimi, iktidar partisi hakkındaki kotalarını, bir kısmı haklı nedenlere de dayanan negatif değerlendirmelerini buzdolabına koyarak, oylarını AK Parti’yi tekrar iktidara taşıma yönünde kullanmıştır. Halkın bu tercihi, AK Parti’nin tarihe, millete ve İslam dünyasına olan sorumluluğunu artırmıştır. Çevremizde gelişen veya geliştirilen bütün negatif durumlara rağmen, Türkiye, AK Parti’nin tek başına iktidara gelmesiyle önemli bir fırsat elde etmiş, içeride ve dışarıdaki Türkiye karşıtlarının beklentileri boşa çıkmıştır. Bu aşamada yapılacak şey, Allah’ın yardımını göz ardı ederek başarıyı kendimizde görmek değil, geçmişten dersler çıkararak belirlenen hedefler doğrultusunda geleceğe yönelik akıllı ve kararlı adımlar atmaktır. Başarıları ancak bu şekilde devamlı kılabiliriz. Mümin bir bireyin veya herhangi bir grubun Allah’ı devre dışı bırakarak başarıyı kendisinde görmesi, İblis’in tuzağına düşmek anlamına gelir. Nitekim Enfal suresinde Bedir Savaşı ile ilgili bir anlatımda, başarıyı kendilerinde gören müminler Kur’an’a özgü bir dil ve üslupla Allah Resulü (s.a.v) üzerinden ikaz edilmektedirler: “Savaşta onları (müşrikleri) siz öldürmediniz; onları Allah öldürdü. (Onlara ok veya çakıllı toprak) attığında da (gerçekte) sen atmadın; ancak Allah attı!..” (Enfal, 8/17) Yani savaşa katılanları muktedir kılan, onlara başarıyı lütfeden, düşmanı mağlup eden gerçekte Allah’tır. Müminler buna layık olduklarında, üzerlerine düşen görevleri hakkıyla yerine getirdiklerinde Allah onlara zafer ve başarıyı ihsan etmektedir. Yeryüzünde meydana gelmekte olan olaylar ve durumlar arasında bir sebep-sonuç ilişkisinin var olduğu inkâr edilemez. Ancak bu ilişki tek boyutlu ve mutlak olmayıp farklı yönlerde de tecelli edebilir. Müslüman bir toplum olmamıza rağmen, inanç ve değerlerimizle bağdaşmayan bir dünyevileşme eğiliminin, kaynağı ne olursa olsun servet edinme ve mal biriktirme hırsının, egoizmle bütünleşen, aile ve toplumsal bağları göz ardı eden bir bireyselleşmenin belirli bir düzeyde toplumumuzda etkin hale geldiğini kabul etmek gerekir. Ülkemizin, yolsuzlukların yaygın olarak göründüğü ülkeler listesinde yer almış olması düşündürücüdür. Sosyo-kültürel anlamda Müslüman bir kimliğe sahip olmakla; yani Müslüman bir topluma mensup olmakla mümin olmak aynı şeyler değildir. Hucurat suresinde bedevi Araplarla ilgili bir anlatımda bu noktaya dikkat çekilmektedir: ARALIK 2015 109 Türkye’nn Orta Asya’dan, Semerkand ve Buhara’dan Selçukluya, oradan Osmanlı’ya ve günümüze uzanan br tarh, br medenyet öncülüğü ve br devlet tecrübes vardır. Türkye, Anadolu coğrafyasında, Orta Doğu’da, Afrka ve Balkanlar’da çok farklı dller, kavm ve kültürler br arada adalet ve barış çersnde yaşatma ve yönetme becersne sahp olmuş, İslam dünyası çn merkezyet oluşturmuş br mlletn ve geleneğn devamıdır. “(Bedevi) Araplar ‘iman ettik’ dediler. De ki, iman etmediniz, ancak ‘teslim olduk (Müslüman olduk)’ deyiniz. İman henüz kalplerinize girmedi!” (Hucurat, 49/14) Gerçek anlamda Müslüman olmakla, sosyo-kültürel anlamda Müslüman olmak aynı şeyler değildir. Mümin olmak, İslam’ın imani ve ahlaki değerlerini içselleştirmeyi, onları yaşamayı gerektirir. “Ey iman edenler, takva üzerine Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa öylece sakının ve ancak (gerçek anlamda) Müslümanlar olarak ölün!..” (Ali İmran, 3/102), “Ey iman edenler, Allah’a, Rasulüne, Rasulüne indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba (hakkıyla) iman edin!..” (Nisa, 4/136) denirken bu nokta kastedilmektedir. Başta millet olarak kendimize dönmeye, eksiklik ve zaaflarımızı görmeye, insanımızı yeniden inşa ederek değerlerimizi ihya etmeye ihtiyacımız vardır. Bu bağlamda örgün olanı ve olmayanıyla bütün bir eğitim sistemimizin ve programların gözden geçirilmesi, gerekli değişiklik ve düzenlemelerin yapılması önemlidir. Bu konuda devlet kurumlarının yanında vakıflara ve sivil toplum örgütlerine de büyük görevler düşmektedir. Her halükarda Türkiye 110 ARALIK 2015 halkı, emanetlerin ehillerine verildiği, yolsuzluklara bulaşmayan, dürüst, açık, şeffaf ve kontrol edilebilir bir yönetim istemektedir. Milletin nazarında meşruiyetini kaybeden kadroların iktidarda kalıcı olmaları mümkün değildir. Başarıları devamlı kılacak şey, toplumun adalet, doğruluk, eşitlik, özgürlük beklentilerine cevap verilmesidir. Toplumun bütün kesimlerinin devlete eşit mesafede olduğu; devletin, adaletiyle ve şefkatiyle herkesi kuşattığı; adam kayırmacılığa, yolsuzluğa, rüşvet ve torpile geçit verilmediği; her türlü zulüm ve zorbalığın engellenip emniyet, güven, istikrar ve huzurun sağlandığı açık, şeffaf, bir yönetim anlayışı Türkiye halkının ortak beklentisidir. Güvenlik Arayışı Türkiye’nin de içerisinde yer aldığı Orta Doğu başta olmak üzere birçok ülkenin terörden etkilendiği, terörün olumsuz etkilerinin hissedildiği dünyamızda güvenlik arayışları öne çıkmaktadır. Toplumsal talepler başta güvenliğin sağlanması, halkın iradesine zorla hükmetmek isteyen illegal oluşumlara, çetelere, terörizme fırsat verilmemesi doğrultusundadır. Güvenlik ve emniyet sağlanmadan istikrarın sağlanması mümkün değildir. Güvenlik ve istikrarın olmadığı bir yerde gelişmenin olması da muhaldir. Özellikle finans, yatırım, ticaret ve turizm alanındaki gelişmeler doğrudan istikrar ve güvene endekslidir. Ülke kaynaklarının önemli bir kısmının terörle mücadeleye ve terörün açtığı zararlara harcandığı bir ortamda, bilim ve sanayi alanlarına yatırım yapmak da zorlaşmaktadır. Bu bakımdan terörle doğrudan mücadele önemli olduğu kadar, terörün zeminini ortadan kaldıracak çalışmaların yapılması, insanlar arasında uzlaşma, barış ve demokrasi kültürünün geliştirilmesi çoğulcu anlayışın ve eşit vatandaşlık bilincinin ikame edilmesi önem kazanmaktadır. Nitekim 1 Kasım seçimlerinde halkın önemli bir kısmının AK Parti’yi tercih etmiş olması bu nokta ile ilgili gözükmektedir. AK Parti, yukarıda vurgulanan konuları programına koyduğu için, onları hayata geçirmede önemli adımlar attığı için tercih konusu olmuştur. İçeride birlik, barış, huzur ve istikrar sağlanmadan dış politikada güçlü, kararlı ve etkin adımlar atmak mümkün değildir. Kutuplaşmış ve parçalanmış görünümü veren ülkelerin dış müdahalelere açık hale gelmesi kolaylaşmaktadır. Özgürlük ve demokrasi taleplerinin karşılanması ile güvenlik ve istikrarın temini için devreye sokulacak plan ve programlar arasında bir denge kurulması, birinin diğerinin özüne zarar vermeden, birinin diğerini akamete uğratmadan yürütülmesi uygulanan siyasetin başarısını gösterir. Şüphesiz Türkiye bu noktada önemli adımlar atmaktadır. 1 Kasım seçimleri, birilerinin Türkiye ile ilgili seçim öncesi beklentilerini boşa çıkararak Türkiye’yi oldukça rahatlatmış, bölge ve dünya siyasetindeki etkinliğini artırmıştır. Türkiye, bölgesinde işgal ettiği konumu, uyguladığı yönetim anlayışı ve uyguladığı siyasetle önemli bir ülkedir ve bütün bir İslam dünyası için model olma durumundadır. Orta Asya’dan, Semerkand ve Buhara’dan Selçukluya, oradan Osmanlı’ya ve gü- nümüze uzanan bir tarihi, bir medeniyet öncülüğü ve bir devlet tecrübesi vardır. Türkiye, Anadolu coğrafyasında, Orta Doğu’da, Afrika ve Balkanlar’da çok farklı dilleri, kavim ve kültürleri bir arada adalet ve barış içerisinde yaşatma ve yönetme becerisine sahip olmuş, İslam dünyası için merkeziyet oluşturmuş bir milletin ve geleneğin devamıdır. Türkiye’nin Merkeziyet Oluşturma Potansiyeli Osmanlı’nın yıkılması, merkeziyetin ortadan kalkmasını beraberinde getirmiştir. Zaten ne olduysa da ondan sonra olmuş, İslam dünyası paramparça edilerek büyük bir bölümü sömürgeleştirilmiştir. Türkiye, bölgesinde bu merkeziyeti tekrar oluşturabilecek bir birikim ve potansiyele sahip görünmekte olup geleceği için onu ikame etmek durumundadır. Bütün şer güçlerin ittifakıyla gerek dışardan gerek içeriden kuşatılmak, ateş çemberinin içerisine alınmak istenmesi bundandır. Türkiye’yi hedef alan etnik teröre destek verilmesi, bütün tiranlıklara, insan hakları ihlallerine ve katliamlara rağmen Suriye Krizi’nin tırmandırılması bundandır. Suriye’deki gelişmelere zamanında müdahale etmek, meşru ve demokratik talepleri dile getiren ılımlı muhalifleri desteklenmek yerine, teröre karşı olduklarını iddia eden ABD ve Batılı devletler tarafından Esed rejimine destek verilmiş, DAEŞ üretilmiş, onun üzerinden PYD ve PKK gibi örgütlere meşruiyet kazandırılmaya çalışılmış, etnik milliyetçilik kışkırtılmış, uyumakta olan terör harekete geçirilerek Çözüm Süreci zehirlenmiştir. DAEŞ, global aktörlerin Suriye planlarını uygulama amacına yönelik müdahalelerini meşrulaştırmalarının vizesi haline gelmiştir. Görünen o ki Türkiye, Suriye yangını ile kuşatılıp bloke edilmek istenmektedir. İslam dünyasını ırki, etnik, mezhebi ve dini farklılıklar, politize olmuş radikal ideolojik hareketler üzerinden şiddet ve teröre boğanlar, yurtları tarumar edilen ARALIK 2015 111 milyonlarca insanı tehcire mahkûm edip ülkemize sığınmak mecburiyetinde bırakanlar, Türkiye’nin insani bir medeniyet inşa etme yönünde ileriye doğru yürüyüşünün önünü kesmeye çalışmaktadırlar. Çünkü onlar, ne bir şekilde yaratıp kontrol altında tuttukları, İslam coğrafyasını kutuplaştırıp iç çatışmaya sürüklemek, bölgeye yapacakları müdahaleleri meşrulaştırmak için kullandıkları radikal Selefi hareketlerin, ne de mezhep fanatizmi içerisinde boğulan İran Şiası’nın İslam dünyasında merkeziyet oluşturabilecek, evrensel anlamda medeniyet inşa edebilecek bir birikim ve potansiyellerinin olmadığını çok iyi bilmekteler. Suriye’deki son gelişmeler ve Rusya’nın bölgeye müdahale etmesi üzerine İran Şiası’nın izlediği çirkin siyaset; toprağını ve vatanını korumaktan başka hiçbir suçu olmayan masum ve mazlum Suriyeli Müslümanların Rus uçakları tarafından acımasızca bombalanması karşısında Haçlıların yanında saf tutması bu söylediğimizi ispat eder mahiyettedir. Sonuç olarak Türkiye’nin hızlı dönüşümü ve tarihi misyonuna sahip çıkmak istemesi, onun medeniyet yürüyüşünün önünü kesmek isteyenleri şoke etmiştir. İran Şiası’nın ve etnik terörün yanında, “Neo-Haricilik” olarak isimlendirilebilecek DAEŞ tipi radikal Selefi 112 ARALIK 2015 hareketler İslam’a, İslam dünyasına ve özellikle de Türkiye’ye karşı bir silah olarak kullanılmak istenmektedir. Global aktörlerin Türkiye ile daha özelde AK Parti ile DAEŞ arasında bir bağlantı kurmak istemeleri, uluslararası arenada Türkiye’yi ve hükümeti illegal duruma düşürüp mahkûm etme isteğinden kaynaklanmaktadır. 11 Eylül hadisesini takiben İslam coğrafyasında milyonlarca Müslüman’ı katleden, ülkeleri kan ve ateşe boğan, başından sonuna kadar yağmalayıp tahrip eden terörün gerçek sahipleri, yani onu üretenler, yine bir şekilde onu Türkiye’ye fatura ederek ülkemizi suçlu konumuna düşürmeye çalışmaktalar. Türkiye, oluşturacağı kısa ve uzun vadeli programlarla, yapacağı siyasi manevralarla, yapacağı ittifaklarla bu oyunları boşa çıkarmak durumundadır. Özellikle tekfirci radikalizmin ülkemizde taban kazanmasına fırsat verilmemeli, İslam’ın bütün farklılıkları birlikte buluşturan tevhide dayalı imani, ahlaki ve hukuki değerlerinin yanında adalete, din ve vicdan hürriyetine verdiği kıymet, insanlık ve medeniyete yaptığı büyük katkılar Müslüman halklara ve insanlığa takdim edilerek demokrasi ve çoğulcu zihniyet teşvik edilmeli, ekonomik refah ve barış projeleri üretilip hayata geçirilmelidir.