Ayet ve Slogan

advertisement
Ayet ve Slogan
TÜRKİYE'DE İSLAMİ OLUŞUMLAR
Ruşen Çakır
LİJ
METİS YAYINLARI
Yaşadığım ız
Ayet ve Slogan
TÜRKÇE'DE \SİAU\ OLUŞUMLAR
Ruşen Çakır
İÇ İN D E K İL E R
Bu Kitabın Öyküsü 9
Tarikatlar: Çağla Karşılaşan Tarih 17
Türkiye'Cumhuriyeti’nin Ürünleri:
İslami Ekoller 77
Yaşanan Dine Karşı "Hakiki" İslam,
Düzene Karşı Radikalizm 140
Cemaatten Partiye 214
Güçlenen İslamın Sıradışı Yankılan
Modern Çağın Hikmet Avcıları: 232
Müslüman Entelijansiya
İslama Karşı İslam 275
Kaynakça 303
251
Ağabeyim Mehmet Ali için
"İslam’ın müsamaha ruhunu katı tabiatlarına feda
eden ve tarihte ’Harûri' diye bilinen ilk Hariciler ’Lâ
hükme illâ lillâh' (Hüküm ancâk Allah'ındır) sloganını
atarak müslümanlarla' savaşmışlardır. Gerçekte bu
slogan Kur’an ayetlerinin bir parçasıdır. Fakat sloganlaşmış haliyle artık Kur'an’ın bütünü içerisinde
ifade etmekte olduğu manasından çıkrçıış, karşı tarafı
tekfir (kafir saymak) için bir formül oluvermiştir."
HİKMET ZEYVELİ
Kelime, sayı 3, Ağustos 1986, s. 24
BU KİTABIN ÖYKÜSÜ
"İnsanlar hangi dünyaya
kulak kesilmişse öbürüne sağır”
îsmet Özel
Ben bir gazeteciyim. Ama "Ayet ve Slogan" son yılların popüler tanım­
lamasıyla bir "gazeteci kitabı" değil. Çünkü daha önce bir gazete ya da der­
gide çıkan yazıların, olduğu gibi (ya da ufak telek rötuşlarla) bir araya ge­
tirilmiş hali değil. Dolayısıyla hiçbir basın kuruluşunun koruyucu kal­
kanına sahip değil. Sorumlulukları yalnızca yazarına (bana) ait.
Bu kitabın hatasız ve eksiksiz olduğunu iddia edecek değilim. Ancak,
bütün bunlara rağmen yayınlanmalıydı, yayınlandı. Hatta geç bile kalın­
dığı söylenebilir. Çünkü böyle bir çalışmanın mükemmelliği yakalayabil­
mesi, koşullar ne olursa olsun imkânsız.
Türkiye'de herhangi bir ideolojik kesimin birçok düzlemde, birçok bo­
yutta ele alındığı çalışmalar yok denecek kadar az. Bazı katıksız antikomünistlerin soğuk savaş ruh haliyle döktürdükleri dehşetengiz "komü­
nist hareketler raporları" ile "içeriden" yazıldığı için tüm hayati noktalara
eğilemeyen, yumurta küfelerinin hep sırtlarda hissedildiği "Sol Kendini
Anlatıyor" gibi çalışmalar mevcut. 12 Eylül sonrası Türkiye Solu’nu an­
layabilmekte önemli bir boşluğu doldurduğu kesin olan Rafet Ballı'nın
"Sosyalist Sol Konuşuyor''u da yalnız ve yalnız bir gazeteci çalışması ol­
mak çabasında. 12 Eylül'ün arifesinde Aydınlık gazetesinde yayınlanan
"Bilinmeyen Sol" dizisi de esas olarak "doğru sosyalist tavır" adına, tasvip
edilmeyen militan grupların, ev krokileri çizmeye varacak ölçüde bir yer­
lere ihbar edilmesiydi.
îslami kesim üzerine bazı akademik çalışmalar ve birkaç dar kapsamlı
10 AYET VE SLOGAN
basın dosyası dışında bunlar bile yapılmadı. Bu anlamda, 1985 yılında
Nokia dergisinde muhabirlik yaparken bu kesimle ilgilenmeye başladığım­
da ilk farkına vardığım herkesin acemi olduğuydu. Ben zaten gazeteciliğin
acemisiydim, haklarında ürkütücü tablolar çizilen İslamcılarla neyi, nasıl
konuşacağımı bilmiyordum. İslamcılar acemiydi. İlk defa kendilerine, ken­
dilerinden olmayan biri çıkıp "Siz kimsiniz, ne yer, ne içer, nereden gelip
nereye gidersiniz?" diye soruyordu. Dergideki sorumlularım, çalışma arka­
daşlarım acemiydi. İlk defa "gizli Kuran kursu, illegal ayin vs."den değil
ama İslamcılardan söz eden haberlerle karşı karşıyaydılar.
Toplum ve özel olarak benim yakın çevrem acemiydi. "Aman başına
birşey gelmesin" diye samimi bir şekilde uyaranlar; "onların öyle görün­
düğüne bakma, iktidara gelseler ilk seni, beni keserler" diye kehanetle bu­
lunanlar; "abi, adamlardaki anti-emperyalist boyut hakikaten çok önemli"
diye kestirmeden politik davrananlar ve daha niceleri...
Büyük ölçüde o dönem yaygın olan sivil toplum tartışmaları ve bunun
en belirgin yansıması olup bugün maalesef yalnızca gülünç yönleriyle
hatırlanan panellerden cesaret alarak, İslami kesimle ilgimi kesmedim,
hatta ilişkilerimi ilerlettim. Geçen zaman içinde acemiler ustalaştı, han­
dikaplar öz ve biçim değiştirdi. Bazıları benim "ajan vs." olduğumu iddia
edip, İslamcıları zinhar bana "yüz vermemeye" çağırdılar. Hatta içlerinden,
benim haber toplayabilmek için kendimi İslamcı gibi tanıttığımı söyleye­
bilecek kadar hayal güçleri geniş olanlar da çıktı. İslamcılardan bazıları
beni ısrarla tebliğe çok açık biri olarak gördü, bu nedenle muhtemel bir­
çok güzel sohbet heba oldu.
Yakın çevremdeki genel eğilim ise, bu sonunculara yakın bir şekilde,
benim "modaya uyup hidayete ereceğim" ama bu arada "vakit kazanmak
istediğim" şeklindeydi. İçlerinde bizzat benle iddiaya girenler bile çıktı.
Bu kolektif sağırlık ortamında nesnel bilgilere ulaşmanın önünde daha
bir dizi engel vardı, hep var. Örneğin bir-iki çevre ve çok olağanüstü du­
rumlar istisna, hiçbir İslamcı bir başkasına olan eleştirilerini (hâlâ İslam­
cıları birbirlerine sıkı sıkıya kenetlenmiş yekpare bir güç sananlar var
mı?) somut bir biçimde yazıya dökmüyor. Bir araştırmacıyı, alabildiğine
imalı yazılm ış yazıları sabırla kazım aya m ecbur bırakan bu tutum
"müslüman kardeşliği... dışarıya sır kaçırmama” gibi "ulvi" gerekçelere
yaslanıyor. Ama nedense dedikodu, eleştiriden de öte, sözlü karaçalmalar
pek revaçta. İslami dergilerin birçoğunda, özellikle okuyucu mektupları
BU KİTABIN ÖYKÜSÜ 11
köşelerinde, editörlerin okuyucuları "her söylenene inanmama"ya çağır­
maları boşuna değil.
Kitapta, ele aldığım çevrelerin yazdıklarından yapılan alıntılar ve kişisel
yorumlarım dışında çok az şey var. Bunların içinde dedikoduya yakın gibi
görünenler varsa mecburen konulmuş, ama konulmadan önce birçok farklı
kaynaktan doğrulatılmış olgulardır.
Başkalarına dokunmamaya çalışan İslamcılar kuşkusuz kendi sorun­
larında da aynı yolu izliyorlar. Şunu belirtmek gerekiyor ki İslamcı yayın
organları içinde belli bir cemaate ait olanlar herşeydcn önce kendi bağlı­
larına hitap ediyorlar. Bu nedenle konumlarının olumlu anlamda abartıl­
ması, cemaat merkezinin işine gelmediği durumlarda çok önemli konu­
ların pas geçilmesi ya da çarpıtılması sık rastlanan bir olay. Derginin sa­
mimi bir şekilde okurlarına içlerini dökmesi nedense genellikle ekonomik
sorunlarda yaşanıyor. Dergi paralarını yollamayan Anadolu’daki bayiler
okura şikâyet ediliyor...
Ayrıca İslami grupların büyük kısmı görüş ve tavırlarını sık sık değiş­
tirip, bunların değişmiş olduğunu açıkça belirtmeyi de sevmedikleri için,
kimi zaman varolmayan bir düşünce istikrarı adına, birbirini tekzip eden
yazılar arasında sistematik bir ilinti bulmaya boşuna gayret sarfediyorsunuz.
v
Nesnelliğe ulaşmanın önündeki engeller daha da uzatılabilir. Bu engel­
ler beş yıl önce de vardı, bugün de var. Ama gidişin iyiye doğru olduğunu
sevinerek belirtmeliyim.
Yorum anlamında bu kitabın mükemmel olabilmesi için en azından
yarısını "İslami Entelijansiya" bölümüne ayırmam gerekecekti. Bunu yap­
madım çünkü böyle bir tutum çok kaba bir "müslüman aydınlar İslami ce­
maatlere karşı" tablosu çıkarırdı. Ayrıca, yalnızca İslami keşimin değil,
tüm Türkiye'nin yakın geleceğinde önemli bir rol oynayacaklarını düşün­
düğüm müslüman aydınlar üzerine geniş kapsamlı, ayrı bir çalışmaya daha
şimdiden, en azından niyet olarak girişmiş durumdayım.
Türkiye'de İslam üzerine düşünce üretiminin kısırlığı aleyhimeydi.
Özellikle de küçük yaşta bağlandığım Türkiye Solu'nun ilgisizlik ve bil­
gisizliği çok ihtiyaç duyduğum tartışmaları yapmamı büyük ölçüde engel­
ledi. İstisnalar oldu tabii. Onlar kendilerini biliyor, çok teşekkür ederim.
Hal böyle olunca tartışmalarımı büyük ölçüde müslümanlarla yaptım.
Bundan pek de şikâyetçi değilim. Hele bu tartışmaların bazılarında bazen
12 AYET VE SLOGAN
kinıin solcu, kimin İslamcı olduğunun karıştığı düşünülürse! Müslü­
manlar içinde "ufkumun açılmasında" özel olarak bazı dostlarımın çok
büyük katkısı oldu. Bu beş yıllık gazetecilik serüvenimden, en azından bu
dostlukları edinmeme yardımcı olduğu için çok memnunum.
Kitapla ilgili teknik ayrıntılara gelince: Yüzde 97'sinden fazlasının
müslüman olduğu söylenen Türkiye'nin tüm dini haritasını çıkarmak iddi­
asında, hatta niyetinde değilim. Son bölümde ayrıntılı bir şekilde tartıştı­
ğım gibi "Elhamdülillah müslümanım” diyenleri kabaca üç kategoride ele
alıyorum. İlk olarak çoğunluğu oluşturan, dini inançlarını gündelik ya­
şamlarının belirleyici gücü olarak algılamayan "sıradan müslümanlar".
İkinci olarak, sık sık "İslami kesim", bazen de "İslami cephe" olarak ad­
landırdığım, dinlerini yaşamlarının en temel belirleyici gücü olarak kabul
eden dindar kalabalıklar. Son olarak ise, bu kalabalıklar içinde varolup,
İslam'ı yalnızca bir din olarak değil, bir dünya nizamı olarak gören
İslamcılar.
Kitapta "sıradan müslümanlar" kapsamında olduğunu veya yönlendirici­
lerinin İslamcı olmadığım düşündüğüm dini cemaatlerden (Örneğin Mevleviler, Cerrahiler, Rifailer, Rufailer, Kadiriliğin bazı kolları, Nakşi bir
gelenekten gelmelerine karşın İslam'ı yalnızca bir muhafazakârlık öğesi
olarak gören Işıkçılar...) söz etmedim. Bu çevrelerin bambaşka ve belki
bundan daha ilginç çalışmaların konusu oldukları da kesin.
^
İslami kesimin herhangi bir şekilde etkin, önemli veya ilginç tüm
çevrelerinden söz etmeye çalıştım. Başta bu kesim içinde yer alıp zamanla
onu terkeden Adnan Hoca-Edip Yüksel gibi isimleri ise henüz kopuşları
yeni olduğu için kitaba aldım.
Türkiye'deki İslami oluşumlar kitapta altı genel bölümde incelendi. İlk
bölümde İslam'dan iki yüz yıl sonra Arabistan, İran ve Horasan'da ilk ciddi
örnekleri ortaya çıkan İslam tasavvufunun günümüzdeki uzantılarından
İslamcı bir çizgiye sahip olanları (en azından böyle görünenleri) ele alındı.
Kökenleri Kuran'da ve Hz.Muhammed'in sünnetinde bulunan İslam tasav­
vufu tarih boyunca çok sayıda tarikat (Allah'a kavuşturan yol) üretti.
Günümüz Türkiyesi'nin tasavvufi yapılanmalarının büyük kısmı "şeriat
ile tarikat" arasındaki bağı birincisinin aleyhine kopartıp modem hayata
iyice eklemlenmiş durumda. İslamcı bir çizgiyi tasavvuf temelinde sürdür­
mek isteyen tarikatların başında ise Nakşibendilik geliyor. 14.yüzyılın or-
BU KİTABIN ÖYKÜSÜ 13
tatarında Buharalı Mehmed Bahaüddin Nakşibend tarafından kurulan ve
İslam dünyasında hâlâ önemli bir potansiyele sahip olan bu tarikatın
Türkiye'deki dört etkin kolu bu bölümde incelendi. Türkiye'nin dört bir
yanında varlıklarım sürdüren küçük Nakşi tekkelerinden ise ülke genelinde
seslerini duyurmadıkları için söz edilmedi. 12. yüzyılda Şeyh Abdü'lkadir
Geylani tarafından kurulan ve günümüz İslam dünyasında Nakşibendi­
likten biraz daha yaygın olan Kadiriliğin ise yalnızca bir kolunun incelen­
mesinin kitabın amacına uygun düşeceğini düşündüm.
İkinci bölümde, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarındaki somut koşul­
ların doğrudan ürünleri olan yeni İslami ekoller incelendi. Süleymancılık
tek bir başlık altında ele alınırken, Said Nursi'nin ölümünden sonra sürek-:
li bölünme içinde olan Nurculuğun belli başlı grupları ayrı ayrı incelendi.;
İslam'ı esas, olarak politik bir ideoloji olarak algılayanlar, buna uygun
bir biçimde dinin geleneksel görünümlerini sorgulayanlar üçüncü bölümde
"radikal İslam yorumlan" çerçevesinde değerlendirildi.
1
Sağ ile sol partilerin dışında, yasal politika planında bağımsız İslami;
alternatifler geliştirmeyi ve bu amaçla örgütlenmeyi esas alan iki parti
dördüncü bölümde bir araya getirildi.
Aslında sayıları daha fazla olan İslami kesimin marjinallerinin üç ilginç
örneğinden beşinci bölümde söz edildi.
Son olarak gücü ve etkisini gün geçtikçe artıran müslüman entelijansiya üç ana eğilim ekseninde özetlenmeye çalışıldı. (Bazı çevrelere diğerle*
rinden daha fazla yer ayırmış olmam, büyük ölçüde onların bilinen ve ge­
nel kabul gören önemleri nedeniyle olmakla birlikte, esas olarak benim
onlara atfettiğim önem yüzündendir.)
Bu bölümlemelerden önce İslami kesimin genel bir panoramasını, te­
mel dinamiklerini, iç çelişki ve çatışmalarını, gelişme seyrini, vb. bir ara­
da görmek isteyenler, kitabı okumaya sonuç bölümünden de başlayabi­
lirler.
'
Özel olarak dipnot verilmeyen kitapta, alıntıların hangi kaynaklardan
yapıldığı metin içerisinde belirtildi. Çalışma sırasında yararlanılan kaynak­
lar ise kitabın sonundaki "kaynakça" bölümünde liste halinde verildi.
Birçok bölümde, sözü edilen İslami çevrenin daha iyi anlaşılabilmesi
için bazı metinler ek olarak sunuldu. Bu eklerdeki Türkçe kullanımı, imla
ve dizgi yanlışlarına dokunulmadı.
14 AYET VE SLOGAN
Özellikle İslami kesimin tartışılmak istenmeyen iç örgütsel sorunlarını
açıkyüreklilikle dile getiren ve bu çalışmamda bana geniş ölçüde yardımcı
olan "Yeni Bir Dünyaya Uyanmak" adlı kitabın 45. sayfasında, yazarı
Mehmet Metiner şöyle diyor: "Halkı küçümseyen, halkın kültürünü, gele­
nek ve göreneklerini kaale dahi almayan ve onları eğitilmesi gereken sürü­
ler olarak gören kimseler ekonomik durumları ne olursa olsun elitisttirler.
Çünkü elitistler en kestirme deyimle, ’herşeyi en iyi biz biliriz' ve 'herşeyin en iyisi bizdedir' anlayışında olan kimselerdir. 'Dayatmacı' ve 'zorba'
olmaları da bu anlayışlarından dolayıdır. Çünkü onlar kendi duygu ve
düşüncelerini kabul ettirmekle —zorla dahi olsa— halkın yararına bir iş
yaptıklarının mutluluğu içerisindedirler. Halkı hizaya getirmek elitistlerin
baş arzusudur. Dayatmacı ve zorba olan elitistlerin halktan korkmaları da
bu yüzdendir işle. Halkın öz değerlerine sahip çıkması elitistler için kor­
kunun asıl kaynağını oluşturur. Bu yüzden halk gerici olarak nitelenir,
mürtcci olarak itham edilir."
Metiner'in bu sözlerine katılıyorum. Dinsel planda olup biten herşeyi
"ilericilik-gericilik" ikileminden hareketle anlamaya çalışmak hiçbir za­
man mümkün olmadı, günümüzde ise iyice imkânsız. Son yıllarda ülke­
mizde gözlemlenen dine olan ilginin kısmi artışını, yalnız ve yalnız askeri
rejimin İslamizasyon politikalarıyla açıklamaya çalışmak, bireyin önemi­
ni, onun modem dünyanın cangıllarında iç huzur arayışını görmemekten/
görmek istememekten kaynaklanıyor. Dini, egemen sınıfların sömürü­
lerini gizleme ve meşrulaştırmasının basit bir aracı olarak göstermek is­
teyen bazı solcularımız, ezici bir çoğunluğu dine inanan emekçilere ulaşa­
mamalarını meşrulaştırmaya çalışıyorlar. "Aydınlanma" kavramı etrafında
dinin (İslam'ın) ne kadar bilitndışı olduğunu kanıtlamaya çalışanlar, din­
sizlik dininin mücahidliğini yapıyorlar. "Çağdaş yaşamı destekleme" adı­
na başörtülü genç kızları üniversitelere sokmamanın savaşını verenler
özgürlükçülük dersinden sınıfta kalıyorlar. Tarihinde engizisyon yaşama­
mış olan İslam'ın dogmalarını "Ortaçağ karanlıklarına" benzetmek ne
ölçüde bilimsel?
Sosyalizmin hedefini dinin ortadan kaldırılması olarak göstermeye çalı­
şan solculara "Din ortadan kalkınca sınıflar da otomatikman kalkacak mı?”
diye sormak gerekiyor. İslamcıların, iktidara gelirlerse herkesi kör teste­
reyle keseceklerini vehmedenlere, "Ya siz iktidara gelirseniz kimleri kese­
ceksiniz? Kör testere yerine ne kullanacaksınız?" diye sormak gerekiyor.
BU KİTABIN ÖYKÜSÜ 15
Kendileri gibi düşünmeyenlere tahammül edemeyenlere daha çok örnek
verilebilir. Kuşkusuz çok sayıdaki dindar fanatiğe bakıp tüm İslamcı
düşünce ya da İslam hoşgörüsüzlükle suçlanamayacağı gibi, herkesi kendi­
leri gibi dinsiz yapmaya uğraşan bazı solculara bakıp sosyalizmin din ve
vicdan özgürlüğüne taraftar olmadığı söylenemez. Aynı şekilde laiklik
adına dindarlara baskı yapılmasına bakılıp, laikliğin yerine başka ilkeler
aramaya kalkmak da yanlış olacaktır.
Daha fazla sözü uzatmadan sizi kitapla başbaşa bırakmak istiyorum. Bu
kitabın oluşmasında bilerek ya da bilmeyerek bana yardımcı olan değişik
din ve görüşten çok sayıda kişiye teşekkür etmek istiyorum. Kendisine
çok şey borçlu olduğum sevgili Jean-Pierre'in soluğu ne yazık ki bu ki­
tabı görmeye yetmedi. Kendisini sevgiyle anıyorum.
R U ŞE N ÇAKIR
Cihangir-Cağaloğlu
TARİKATLAR:
ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH
T ürkiye Cumhuriyet tarihinin en etkili ve ;
ünlü Nakşi şeyhlerinden olan M ehmed ;
Zahid Kotku Kafkas muhaciri bir ailenin '
oğlu olarak 1897'de Bursa'da dünyaya geldi. •
I. Dünya Savaşı nedeniyle genç yaşta as­
kere alındı, uzun süren askerliği nedeniyle ;
bulunduğu İstanbul'da özel dini derslere ve camilerdeki vaazlara devam etti. ,
21 yaşındayken, ünlü Nakşibendi şeyhi Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi'nin :
1850'li yıllarda kurmuş olduğu İstanbul’daki Gümüşhaneli Tekkesi’ne gire- i
rek Şeyh Ömer Ziyaüddin Efendi'ye intisap etti (bağlandı). Onun kısa bir
süre sonra ölmesi üzerine eğitimini bir sonraki şeyh Tekirdağlı Mustafa
Feyzi Efendi ile tamamladı. 27 yaşlarındayken halife oldu ve, şeyhinin
"işaretiyle" değişik kasaba ve köylerde hem imam-hatiplik yaptı,.hem de
irşad [Doğru yolu (Allah'ın yolunu) gösterme] faaliyetiyle uğraştı. Tekkele­
rin kapatılmasıyla Bursa’ya dönen Kotku, babasının ölümüyle boşalan îzvat
Köyü imamlığı görevini üstlendi. Ardından Üftade Camii imam-hatipliğine
atandı.
,
Kazanlı Abdülaziz Bekkîne'nin vefatı üzerine tekkenin başına geçmek
için 1952 Aralık ayında İstanbul'a taşındı. Önce Fatih Zeyrek'teki Çivizade
Camii imam-hatipliğine atandı. Bir ara, yine Fatih'te Ümmügülsüm Mescidi'nde görev yaptı ve son olarak 1.10.1958 tarihinde Fatih İskender Paşa
Camii'ne geçerek ömrünün sonuna kadar burada çalıştı.
Modernleşen
G ele n e k :
İSKENDER PAŞA
DERGÂHI
18 AYET VE SLOGAN
Kotku'nun tarikat şeyhi olarak işi çok zordu. Öncelikle, her türlü tarikat
faaliyetinin yasaklandığı Türkiye Cumhuriyeti'nde, bir zamanlar bir milyo­
na yakın müridi olduğu söylenen bir dergâhın varlığını korumak, sürdürmek
ve geliştirmekte en büyük sorumluluk ona düşüyordu. Bu misyonu yerine
getirebilmek için ise, kaderin garip bir cilvesi sonucu TC devletinin me­
muru olması gerekecekti. (Kotku'nun İskender Paşa Camii'nde Cuma na­
mazı ve Pazar ikindi namazı sonrası derslerini sürdürdüğü, caminin avlusun­
daki evinde de sık sık toplantılar yaptığı kuşkusuz devlet tarafından bi­
liniyordu. Ancak Kotku, bilebildiğimiz kadarı ile, hayatında hiçbir adli
kovuşturmaya uğramadı. Bu olgu, politik iktidarların onu tehlikesiz görme­
leri, onun faaliyetlerini denetlediklerini sanmaları ya da seçimlerde desteğini
alabilmek için onu rahatsız etmek istememeleri gibi bildik gerekçelerle
açıklanmaya çalışılabilir. Fakat bunun esas nedenini Kotku'nun çağa ayak
uydurabilmekteki becerisinde ve daha önemlisi resmi ideolojinin, tasavvufa
karşı yürüttüğü savaşı kaybettiğinin bilincine varmasında, aramak gereki­
yor. Bütün ideolojik aygıtlarıyla tarikatları, özellikle de Nakşibendiliği her
türlü melanetin, geriliğin sembolü olarak gösteren devletin bu "hoşgörüsü"nü başka türlü yorumlamaya çalışmak yeterince gerçekçi olmayacaktır.)
Kotku'nun önündeki ikinci zorluk, Said Nursi'nin, bu kitapta da sık sık
karşılaşacağınız o ünlü "devir tarikat devri değil, imanın yeniden ihdas edil­
mesi devridir" sözleriyle en özlü ifadesini bulan Türkiye'nin yeni koşul­
larıydı. Şöyle ki, tarikatlar, dolayısıyla Nakşibendilik ve özellikle de
Gümüşhaneli Dergâhı, içine girilmesi çok kolay ama içinde kalınması son
derece zor yapılardı. İslami bilimlerin devlet eliyle yaygın bir şekilde
öğretildiği, bol sayıdaki ulemanın geleneksel olarak saygı gördüğü ve ko­
runduğu... kısacası İslam'ın ön planda tutulduğu toplumlarda bireyler nice
aşama ve zorluklardan geçerek, elene elene bu tarikatlarda yer alabiliyor­
lardı. Halbuki cumhuriyetin ilanı ve onu izleyen Atatürk devrimleriyle bir­
likte Türkiye'de İslam'ın etkinliği gün geçtikçe azalıyor, "muasır medeni­
yetler seviyesi"ne ulaşmada, en genel anlamda İslam olmasa bile, İslam'ın
ortodoks yorumları baş engel olarak görülüyordu. Buna bağlı olarak,
ağırlıkla da eğitimin sekülarizasyonu olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bir­
likle din eğitiminde muazzam bir gerileme ortaya çıktı. Ceza kanunlarındaki
maddelerle ulema köşeye kıstırıldı; içlerinden idam edilenler, sürgüne
gönderilenler, ülkeyi terk etmek zorunda kalanlar oldu. Az bir kısmı devlet­
le-uzlaşma yoluna gitti... Kısacası İslam'ın ülke içindeki mevzilerinin teker
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 19 i
teker düştüğü ve yeniliklerin
(Atatürk devrimlerinin) halkın
hatırı sayılır bir kesiminde
destek bulduğu bir ortamda İs­
Aylık M ecmi
lamcı bir hareketlilik için ta­
rikat faaliyeti ilk bakışta faz­
lasıyla lükstü.
Nitekim Said Nursi, Sü­
leyman Hilmi Tunâhan gibi
kişiler tarikat geleneğinden
uzak olmamakla birlikte, ya
"İslam hakikaüeri"ni anlata­
rak, ya da bütün ömürlerini
Kuran okumayı öğretmeye adayarak yepyeni ekoller oluş­
turdular. Hatta Seyyid Abdülhakim Hüseyni gibi önemli
bir Nakşi şeyhi tarikat faali­
yetini çök dar bir halkada sı­
nırlı tutarak esas çalışmasını
sıradan, hatta lümpenproletaryadan'kişilere en basit anla­ İslam Dergisi, Kasım 1987: M. Z. Kotku ve İskender
Paşa Camii.
mıyla İslam ’ı tebliğ etmek
[propaganda] üzerine oturttu.
Kotku'ya bu ikinci zorluğu aşmada birçok şey yardımcı oldu. Selefi
Abdülaziz Bekkine, çevresinde oluşturmuş olduğu üniversite hoca ve
öğrencilerinden geniş bir halkayı ona miras bırakmıştı. O günlerin
Türkiyesi'nde önemli bir saygınlığı olan bu eğitimli kesim Kotku'nun çok
sayıda yeni mürid adayıyla, özellikle gençlerle tanışmasına yardımcı oldu.
Öte yandan Gümüşhaneli Dergâhı'na çok önceden intisap etmiş yurdun döıt
bir yanındaki müridlerle ilişkisi sürüyordu. Bu kişilerin aile yapısı içinde
İslami bir eğitim almış çocukları, yükseköğrenim yapmaya geldikleri
büyük şehirlerde Kotku'ya kolaylıkla ulaşabiliyorlardı. Ancak bütün bunlar­
dan daha önemli olan, Kotku'nun "zayıflayan" imanı güçlendirme ile tasav­
vuf faaliyetini birbirinden koparmadan, birbirini tamamlayarak sürdü­
rebilmekteki maharetiydi. Ülkede ağırlığını giderek hissettiren liberalizm ve
İsîâm
20 AYET VE SLOGAN
Marksizm karşısında bocalayan, onlardan şu ya da bu şekilde etkilenmiş
ama yetişmeleri gereği herhangi birine bağlanmaya cesaret edemeyen
gençleri, Zahid Kotku, hayatın, Türkiye’deki tüm modem akımların ihmal
ettiği bir boyutunu öne çıkararak kendine bağlıyordu: Şiirsellik.
Kotku'nun müridlerinden Ersin Gürdoğan, onu anlatmak için yazdığı
"Görünmeyen Üniversite" adlı kitaba şu sözlerle başlıyor: "Derin bir
güvensizlik ve umutsuzluk duygusuna kapılmış insanların oluşturduğu kit­
leler, yapay olarak büyütülmüş ihtiyaçları karşılamak için, sonu gelmez bir
kazanma ve gösteriş yarışına itilmiş durumdadırlar. Adeta bir savaşa
dönüşmüş ve süreklilik kazanmış bu yarış içinde, kişilerin yalnızlıkları za­
manla katlanarak artıyor. Akan hayat içinde insanların büyük bir çoğunluğu
bütünüyle edilgen bir konuma düşmüştür. Dostluk, kardeşlik, başkalarına
hiçbir karşılık beklemeden yardım etme anlamını yitirmiş. Gösteriş ve daha
çok kazanma yarışı içinde, insanlar özgürlüklerini ve kişiliklerini bir bir yi­
tiriyorlar. 'Yalnız kalabalıkların sayısı günden güne katlanarak artıyor.
"Kalabalıkların içinde, kalabalıklarla birlikte, insanlar duygularını yitire­
rek adeta sürüleşiyorlar. Oysa Allah'ın insana bağışladığı iç zenginlikler,
sonu gelmez tutkuların tatmini amacıyla ele geçirilen dünyevi zenginliğin
yanında, kişinin hiçbir zaman kavrayamıyacağı ve anlayamıyacağı boyutlar­
dadır.
"İnsan iç huzuru arayan bir topluluğa katılmadıkça, çoğu kez kendine
bağışlanan zenginliklerin ve nimetlerin farkına bile varmaz. Kişi olağan
saydığı nice şeylerin, aslında olağanüstü olduğunun bilincine, hizmeti amaç
edinen bir topluluk içinde varır. Söz konusu sevgi birliklerine ve hizmet
topluluklarına değişik biçimde çağrılma veya bir seçme sonucu dahil olu­
nur, Bu hizmet ve sevgi toplulukları seçme veya çağrılma sonucu, giderek
büyüyen çok geniş bir aileye benzer."
"Güvensizlik ye umutsuzluk" içinde hızla modernleşen bir toplumun
gelenekçi kesiminden gelen gençlerin, "iç huzuru arayışlarında" şeyhin,
Kotku'nun "şiiri" öne çıkıyor. Onlara artık iyice yabancısı oldukları bir di‘ lin "esrarlı" sözcükleriyle, ama bir halk adamı ağzıyla hitap ediyor. Onları
bir başka dünya için, mutlak bir varlık için fedakârlığa davet ediyor. Onları,
Allah’a ulaşabileceklerine, en azından onun sevgili kulları olabileceklerine
' ikna ediyor. Bu yolda onlara kendini sunuyor. Kendisinin dışında, yalnızlık
duygusundan kurtulabilmeleri için onlara geniş bir de cemaat sunuyor.
Aslında mürid topluluktan önce şeyhe bağlanıyor. Çünkü o "geniş ailenin"
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞ AN TARİH 21
temel direği şeyh. Bir diğer deyişle mürşidinin kişiliğinde şiire ulaşan mürid, bu şiiri diğer mürid kardeşleriyle yeniden üretmeye çalışıyor.
Konuya biraz daha açıklık getirebilmek için, Ersin Gürdoğan'm yine aynı
kitapta anlattığı Kotku'ya biat etmesi [beyat; birinin hâkimliğini kabul
etme, bağlanma] olayını aktarmak istiyoruz:
/ "Planlamanın (DPT) üst düzey yöneticilerinin de katıldığı oldukça ka­
labalık bir sohbetti. Karşılıklı konuşmalar ve güncel sorunların tar­
tışması gece geç vakte kadar devam etti. Gece yarısına doğru, Cevat
Ayhan ve Kahraman Emmioğlu ile birlikte kendimizi diz çökmüş bir
durumda Hocaefendi'nin karşısında bulduk.
Hocaefendi tek tek ellerimizi ellerinin ortasına aldı. Ve bizden geçmi­
şimizdeki günahlardan, bilerek ya da bilmeyerek yaptığımız bütün ha­
talardan tövbe etmemizi istedi.
Tövbe ettiğimiz hatalarımızı, eksikliklerimizi bir daha tekrarlamama­
mız gerektiği konusunda bizleri uyardı. Başkalarının bizim üzerimizde
bulunan bütün haklarını helal etmemizi söyledi.
Her türlü kin, öfke, öç duygularından sıyrılmalıyız. Böylece gön­
lümüzü ve zihnimizi meşgul edecek bütün düşünce ve eylemlerden
antmış oluruz* dedi.
Kur'an'ın yolundan, Peygamberimizin sünnetinden ayrılmayacağımı­
za, Peygamberimizin ahlakı ile ahlaklanacağımıza huzurlarında söz
verdik.*^
i Hep birlikte, 'Kendisinden başka ilah olmayan, Hay ve Kayyum, yer­
yüzünün ve gökyüzünün yaratıcısı Allah'tan kusurlarımın bağışlan­
masını dilerim. İşlediğim bütün kusurlarımın pişmanlığı ile O'na
tövbe ederim. Çünkü, can veren, öldüren ve öldükten sonra diriltecek
olan yalnızca O'dur'diyerek tövbe ettik.
Sonra aramızda bulunanlardan biri, El-Fetih sûresinden aşağıdaki ayet­
/leri okudu:')
\
VSana biat edenler; gerçekte Allah'a biat etmektedirler. Allah’ın eli on­
ların elleri üzerindedir. Kim sözünden vazgeçerse, kendine kötülük
yapmış olur. Ve kim Allah'a verdiği sözü tutarsa, o Allah tarafından en
büyük ödülle sevindirilecektir.
Sonra hepimiz ellerimizi dizlerimizin üzerine koyduk ve gözlerimiz
yumulu. Hocaefendi üç defa 'Allah' dedi ve gözlerimizi açtık. Ve eller
hep birlikte duaya kaldırıldı. Hocaefendi bizlere dua etti. Namazlannızı
22 AYET VE SLOGAN
aksatmadan kılın, Allah’ı anmaktan geri kalmayın ve altı ay sonra tek­
rar geliniz dedi. Ve bir kuş gibi hafiflemiş şekilde evden ayrıldık."/
Kotku'nun bir başka mahareti de Türkiye'nin hızla değişen koşullarına
uyum sağlayabilmesiydi. Bir yandan "imanı yeniden ihdas etmek" isteyen­
lerin çabalan semeresini vermeye başlamış v6 devletin dine karşı neredeyse
horgören tutumunda gözle görülür değişiklikler olmuş, bunlara paralel ola­
rak İslam toplumsal yaşamdaki eski yerini almaya doğru belirgin bir ivme
kazanmıştı; öte yandan ülkede politika ve ekonominin yeri ve önemi git­
gide artıyordu; benimsesin ya da benimsemesin, batılılaşma ve modern­
leşmeye herkes ayak uyduruyor, en azından uydurmaya kendini zorunlu his>sediyordu.
Bu koşullar altında Kotku'nun izlediği çizgi üç boyutta incelenebilir. İlk
olarak, resmi ideolojinin araladığı tüm kapıları, başta kitlelerin İslami
eğitimi için zorluyordu. Bu amaçla müridlerini, Kuran kursları açma, yeni
camiler kurma, varolanlara sahip çıkma, öğrenim çağındaki gençlere burs,
pansiyon gibi kolaylıklar sağlama yolunda seferber ediyordu.
İkinci olarak, bizzat kendisi ülkenin ekonomik, politik, kültürel ve ben­
zeri her türlü sorunlarıyla ilgilenmeye çalışıyor, müridlerini de aynı yönde
teşvik ediyordu. Örneğin bugün artık Milli Nizam Partisi'nin ve ardından
Milli Selamet Partisi'nin, Kotku'nun teşvik, destek ve onaylarıyla kurul­
dukları; faaliyetlerinin çoğunun onun tarafından bir bakıma denetlendiği bi­
liniyor.
f! Kotku'nun ölümünden sonra yerine geçen damadı Prof. Dr. Mahmut Esad
Coşan'ın 26 Mayıs 1990'da müridlerine yaptığı ve Tempo dergisinde bir
kısmı yayınlandığında büyük gürültü kopartan konuşması bu konuda birbi­
rinden çarpıcı itiraflar içeriyor\^Bu konuşmanın tam metnini bu bölümün
sonunda yayınlıyoruz.)
Kotku, politika dışında ama ona sıkı sıkıya bağlı bir biçimde devlet
işleriyle de uğraşıyordu. Bugün anlatılan anektodlardan, onun, müridlerini
devlette, bürokrasi içinde çalışmaya teşvik ettiği ortaya çıkıyor. Özellikle
1960'larm sonlarına doğru Devlet Planlama Teşkilatı'mn her düzeyde birçok
kadrosunun onun eğitim halkalarına katıldığı biliniyor. MSP de, gerek
CHP ile yaptığı koalisyonda, gerekse de Milliyetçi Cephe koalisyonlarında
elde ettiği kilit bakanlıkların yeniden kadrolaştırılmasında çoğunlukla Hocaefendi'nin rahle-i tedrisinden geçmiş ünivesite mezunu, taşra kökenli
kişilere başvuruyordu.
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH. 23,
Devlet içinde bu tür kadrolaşm a kuşkusuz son tahlilde devletin
kuşatılmasını ve iktidarın nihai olarak İslamileştirilmesini hedefliyordu.
Yalnız bu noktada ortaya çıkan ve ihmal edilmemesi gereken bir başka olgu
var: Kotku devleti mutlak bir düşman olarak görmüyordu. Bu anlamda,
İslamcılığın radikal yorumlarına itibar da etmiyordu. Hiç kuşku yok ki,
Kotku'nun gündelik hayatın İslamileştiriİmesi doğrultusunda "evrimci" bir
yol izlemesi, kendisini ve cemaatini devletin şerrinden kurtarıyordu. Öte
yandan İskender Paşa Cemaati'nin radikalizmden uzak olması, 12 Eylül
öncesi Türkiye'de yaşanan çatışma ortamına İslamcıların yoğun olarak
katılmamalarının önemli nedenlerinden biriydi.
Kotku'nun ekonomiye bakışı ise ilk bakışta çelişkili bir durum arzediyordu. Sohbetlerinde gösteriş ve tüketim toplumunu kıyasıya eleştiren, in­
sanoğlunun ayda yürümesinden heyecanlanmayacak denli ileri teknolojiyi
sorgulayan Kotku'nun bu ve benzeri tavırları derinden derine Türkiye'de
"lasavvufi bir çevreci|ik"in tohumlarını atıyordu. Bu tohumun yeşerttiği
çiçeklere örnek olarak, Özkul Eren yönetiminde İslam dergisinde bir süre
devamlı olarak yayınlanan "Çevre" sayfalarını ve Ersin Gürdoğan’ın
"Teknolojinin Ötesi" ile "Kirlenmenin Boyutları" kitaplarını verebiliriz.
Ancak MSP’nin Türkiye’nin kalkınması için neredeyse tek çözüm olarak
öne sürdüğü "ağır sanayi hamlesi" fikrinin de büyük ölçüde Kotku'nun soh­
betlerinde oluştuğunu unutmamak gerek. "Batı gücünü teknolojisinden
alıyor, ona karşı ancak daha güçlü bir teknolojiyle, ama kültürümüze sonu­
na kadar sarılarak, durabiliriz" gibi İslamcılık düşüncesinin 19. yüzyıl son­
larında doğuşu sıralarında kullanılan argüm anlar belki bir şeyleri
açıklayabilir ama K otku ve onun m üridlerinin teknoloji karşıtı
söylemlerinin zayıfladığı da kesin.
Kotku'nun ekonomi konusundaki inisiyatiflerine bir örneği Ersin
Gürdoğan, "Görünmeyen Üniversite" kitabında şöyle veriyor: "Hocaefendi
kendi kül türümüze sahip olmak ve batının pazarı olmaktan kurtulmak için,
temel ihtiyaçlarımızı karşılayacak tarzda bir sanayileşmenin, ekonomik ve
siyasi bağım sızlığın elde edilm esinde önem li bir vasıta olduğuna
inanıyordu. Bu yüzden, Esad Coşan Hoca'mn bir sohbette belirttiği gibi,
Türkiye'nin sanayileşmesi tarihinde çok önemli ve ibret verici bir girişim
olan Gümüş Motor fabrikasının kurulmasında öncü olmuştur. Bu önemli
proje Hocaefendi'nin sohbetlerinde oluştu ve gerçekleştirildi. Türkiye'deki
1980 sonrası gelişmelerle fabrika istenen biçimde çalıştınlamadı ve el
24 AYET VE SLOGAN
değiştirdi."
Mehmed Zahid Kotku son yıllarını çeşitli hastalıklarla geçirmişti. Bu ne­
denle, daha sağken sohbetleri damadı Prof. M ahmut Esad Coşan
sürdürüyordu. Son defa gittiği hacdan 6 Kasım 1980 tarihinde ağır hasta ola­
rak döndü ve bir hafta sonra, 13 Kasım 1980 günü 83 yaşında vefat etti.
Cenazesi bir gün sonra büyük bir kalabalığın katılımıyla, bir başka Nakşi
şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu tarafından kıldırılan namazın ardından
Süleymaniye Camii'nde kaldırıldı. Caminin avlusundaki Kanuni Sultan
Süleyman Türbesi'nin arkasında, tüm Gümüşhaneli Dergâhı şeyhlerinin
mezarlarının bulunduğu yere gömüldü. Kotku'nun söz konusu yere
gömülmesi için, iki ay önce ülke yönetimine el koyan Milli Güvenlik
Konseyi özel izin vermişti.
YENİ ŞEYH, YENİ DÖNEM
Mehmed Zahid Kotku'nun ölümünden sonra yerine damadı Prof. Mahmut
Esad Coşan geçti. Coşan 193.8 yılında Çanakkale'de doğdu. Çok küçük
yaşta ailesiyle birlikte İstanbul'a yerleşti. Vefa Lisesi'ni bitirdikten sonra
İstanbul Üniversitesi Arap-Fars Filolojisi’ne girdi. Arap Dili ve Edebiyatı,
İran Dili ve Edebiyatı, Ortaçağ Tarihi ile Türk-İslam Sanatı sertifikalan
aldı. 1960'yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nin Klasik-dini
Türkçe Metinler Kürsüsü'ne asistan oldu. 1965’te doktor, 1973'te doçent,
1982'de profesör olup 1987'de emekliye ayrıldı.
Prof. Coşan dindar bir çevrede büyüdü. Büyükdedesi Molla Abdullah,
Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi'nin tarikat halkası içindeydi. Hâlâ hayatta
olan babası Halil Necati Coşan da aynı dergâhın son şeyhlerinden Kot­
ku'nun müridlerindendi. Esad Coşan'm da genç yaşta bu halkaya katılmış
olması kuvvetle muhtemel. Kotku'nun kızıyla evlenen Prof. Coşan, onun
ölümüyle şeyhliği devraldı. Bu andan itibaren Nakşibendiliğin Türkiye’deki
bu. en güçlü kolu için yepyeni bir dönem başlamış oldu.
Esad Coşan zor koşullarda dergâhın başına geçmişti. Üç ay önce ordu
yönetime el koymuş, her türlü siyasi ya da siyasi olmaya meyilli çalışma
askıya alınmıştı. Güçlerinin önemli bir kısmını MSP’ye kanal ize etmiş
olan Nakşiler, bu partinin kapatılıp önde gelen yöneticilerinin tutuklanması
ve soruşturmalar açılması yüzünden uzun bir süreyi kendilerini toparlamak­
la geçirmek zorunda kaldılar. Ankara Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 25
Esad Coşan, yeni oluşturulan Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) nedeniyle'
istediği ölçüde hareket serbestliğine sahip olamıyordu. Bu nedenle Kot­
ku'nun İskender Paşa Cam ii'ndeki Cuma derslerini pek sürdüremez
olmuştu. Haftasonlari İstanbul'a giderek Pazar günleri yapılan ikindi soh­
betleriyle yetinmek durumunda kaldı. Coşan'm Ankara'da oturması uzun bir
süre dergâhın İstanbul'da olan merkezinin bu iki büyük şehir arasında pay-'
laşılmasma bile yol açtı. Bu durumun doğrudan bir sonucu olarak, dergâhın
içinde Ankara'da yaşayanların, özellikle de A.Ü. İlahiyat Fakültesi'nden
Coşan'ın öğrencilerinin etkisi daha da arttı.
İSLAM DERGİSİ: SÖZDEN YAZIYA
Ve 1983'ün Eylül ayında İslam dergisi yayın hayatına atıldı. Birinci baskısı;
kısa sürede tükenen derginin kapağında Kâbe ve çevresinin bir fotoğrafı, ke­
narda ise "Hac" yazısı vardı. Dergide okuyucunun karşısına çıkan ilk yazı'
Prof. Halil Necatioğlu imzalı "Gayemiz" başlıklı başyazıydı. Yazar, ba-i
basının adını kendisini müstear ad olarak seçen Prof. M ahmut Esad;
Coşan'dân başkası değildi.
Bu ilk başyazı "Elham dülillah m üslümanız; gayem izin kaynağı
imanımızdır" cümlesiyle başlıyor, birkaç satır aşağıda ise yazar neden bir
dergi çıkartma ihtiyacr hissettiklerini şöyle açıklıyordu: "Müslümanların;
eğitim ve öğretimi bizce en mühim mevzudur. Gördük ki bu sahada şimdiye
kadar yaptığımız türlü çalışmalar: Ders, vaaz, sohbet, konferans, seminer,'
kurs... vs. faaliyetlerimiz yeterli Ûeğildir; istek ve ihtiyaçları tamamen
karşılayamıyor; arzu ettiğimiz her yere, bizi davet eden her topluluğa ulaşıp
yetişemiyoruz. Mecmuamızı, işte bunu sağlayabilmek için çıkarmağa karar
verdik."
Görüldüğü gibi söz konusu olan, tarikatların geleneksel ilişki ve
bağlarının çağdaş Türkiye'de yetersiz kalmasıdır. Diğer bir deyişle, geçmişte
müridleriyle yüzyüze, sözle temas kuran mürşidin gitgide genişleyen ve
coğrafi olarak kendisinden uzağa düşen mürid halkalarına yazılı olarak hitap
etme, böylece onlar üzerindeki denetimini pekiştirebilme niyetinin ürünü­
dür İslam dergisi.
Nitekim bir sonraki paragrafta şunları yazıyor Prof. Coşan: "Umuyoruz
ki mecmua sayesinde öğretim ve eğitimimizi yaygınlaştırmış ve sesimizi
her yere duyurmuş olacağız-, birlik ve beraberliğimiz, saygı ve sevgi bağla-
26 AYET VE SLOGAN
nmız güçlenecektir."
İslam dergisinin çıkışı, tarikat içi ilişkileri yenileme arzusunun yanısıra
başka ihtiyaçlara da denk düşüyor: "Çağımızda dünya hızlı bir değişme ve
ilerleme içindedir. Müslümanlar olarak bunları takip etmek, ve gerekli ted­
birleri alarak yeni gelişmelere ayak uydurmak zorundayız. Şerefle yaşamak
ve yükselmek için bu şarttır. Halbuki pek çok kimse bu seviyede değildir.
Değil halkımız, onları eğitmek ve yol göstermek durumunda olanlar dahi
bu bakımdan yardım ve desteğe muhtaçtırlar. Çünkü bu iş kaliteli eleman,
kadro, mali güç, iyi vasıta, modern malzeme ve geniş zaman ister." Prof.
Coşan, yıllar sonra bu zorunlulukları "çağın gerektirdiği performansı
göstermek" şeklinde formüle etti.
Son bir nokta da, şeyhin kendisini merkezde tutarak, yine çağın getirdiği
sorunlara karşı çözümler üretmekte ilmi otoritesini başkalarıyla paylaşmak
durumunda olması. Bu konuda da şunları yazıyor Prof. Coşan: "Çağımızda
bütün dünyada ve özellikle Batı’da İslam’a, Tasavvufa karşı büyük bir ilgi
ve temayül görülmektedir. Bu durumda Müslümanlar olarak İslam'ı iyi tem­
sil etmek, tanımak, tanıtmak, yaymak ve tebliğ ile vazifeliyiz. Bu ise, kuv­
vetli bir merkez, ilmi ve dini bir otoritenin varlığı ile mümkün olabilir.
Türkiyemiz geniş bir ilim kadrosuna sahiptir. Bizim de bu ilim çevreleriyle
bağlantımız vardır. Bizler pek çok kıymetli, sözü geçen, tecrübeli, sa­
hasında otorite, ilim adamı dost yardımı ile mecmuamızı bir kültür, ilim ve
irfan mektebi haline getirmek istiyoruz."
12
Ocak 1988 günü İslam Dergisi Yayın Kurulu üyelerinin İstanbul'da
halka açık bir toplantıda yaptıkları konuşmaların, aynı derginin Şubat
1988'de yayınlanan özetlerine bakıldığında derginin'çıkışı ile ilgili ilginç
bilgiler edinmek mümkün. Derginin bir süre genel yayın yönetmenliğini
yapmış olan Haşan Hüseyin Ceylan "Özellikle 1980 sonrasında İslam’ı
yaşanan bir hayat nizamı olarak bütün canlılığıyla ortaya koyacak bir yayın
organı ihtiyacının kendilerini bu dergiyi çıkartmaya sevk ettiğini" söylüyor
ve hazırlık sürecini şöyle özetliyor: "Şubat 83'den başlayarak Eylül 83'e ge­
linceye kadar Türkiye'de başta yedi ilahiyat fakültesi olmak üzere, saha­
larında temayüz etmiş ilim çevreleriyle, geniş bir kitlenin dergimizin çıkışı
ve yayın politikası konusunda görüşleri alındı."
Gerçekten de, derginin ilk sayısında çok sayıda İslam otoritesinin yazılan
ya da kendileriyle yapılmış röportajlar bulunuyor: Lütfi Doğan, Ömer Lütfi
Zararsız, Dr. İrfan Gündüz, Raşit Küçük, M.Asım Koksal... Ancak İslami
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 27
kesimler bu isimlerin büyük kısmının İskender Paşa Dergâhı'na bağlı ya da
yakın olduğunu biliyorlar.
İlk sayıda, derginin İskender Paşa'nın yaym organı olduğunun altım
ısrarla, ama çoğunlukla dolaylı yollarla çizme gayretleri görülüyor. Yazılara
hâkim olan tasavvulı üslup dışında "Prof. Dr. Halil Necatioğlu" ile yapılan
"Şeriat ve tarikat üzerine bir sohbet"; "Kültür Dünyası" sayfalarında Mehmed Zahid Kotku’nun "Ana-Baba Hakları” kitabının tanıtılması ve aynı
yazıda Kotku’dan "Sağlığında binlerce talebe yetiştirmiş, vaazları ve sohbet­
leriyle kendisini dinleyen, sohbetinde bulunan büyük küçük herkesin kal­
binde taht kurmuş, gönülleri fethetmiş, her yönü ile numune-i intişar alim,
fazıl bir zat idi. Sohbetlerindeki tatlılık, yüzündeki güleçlik, tefekküründeki
derinlik ve hitabetindeki letafet nedeniyle birçok entelektüel tarafından sevi-i
lip sayılan, arayıp sorulan ve nihayet onların düşüncelerinde engin tesirleri
olan bir mürşid-i kamil idi" şeklinde söz edilmesi, yine Mehmed Zahid Kot-i
ku’nurı, sağlığında yaptığı sohbetlerin "Cuma Sohbeti" başlığıyla ve
İskender Paşa Camii'nin fotoğrafıyla birlikte yayınlanmaya başlanması bu
gayretlerin somut göstergeleri. Son olarak, bu sayıda eski MSP'li bakanlar­
dan Süleyman Arif Emre'nin iki tasavvufi şiirinin yayınlanması da oldukça
manidar.
BİR MANİFESTO: "A LLAH YOLUNDA C İHAD "
İslam dergisinin ikinci sayısının ağırlıklı dosyası Hicret. Kapak grafiği isemüslüman ülke bayraklarının beyaz bir hilal üzerine dizilmesiyle ortaya
çıkmış ve ortalarına bir ayet yazılmış: "Ancak müminler kardeştir".
Halil Necatibğlu'nun bir manifesto özelliği gösteren "Allah Yolunda Cihad" başlıklı başyazısı bu sayıda yeralıyor. Cihad sözcüğünün gayret göster,
çalış, çabala, sabret anilamına gelen "cehd e fte n türediğini söyleyen Necatioğlu (Prof. Coşan) "Karşındaki kim olabilir?" diye soruyor ve hemen
yanıtlıyor: "Düşman..."
Necatioğlu'na göre düşman kâfirdir, "küfür tek millettir" ve hem dıştan,
hem içten çalışarak "gözünü bizim topraklarımıza dikmiştir". Necatioğlu'na
göre "bu topraklardan bunlar gitsin, ben almalıyım, buralar bizim olsun
diyen"lerin "birincisi ve ilk akla geleni Yunanlı"dır ve daha başkaları da
vardır.
Ona göre, dış saldırılardan daha önemli olan "düşmanın içerden çökertme"
28 AYET VE SLOGAN
çabalarıdır. Şöyle yazıyor: "İçlerinden dönmeleri para vererek kandıralım ve
bu memleketi içten çökertip hâkim olalım, bunları İslam'dan ayıralım, ka­
falarını bozalım, zihniyetlerini, şuurlarını ifsad edelim [bulandıralım] de
bize düşmanlık etmesinler derler. Gazeteyle, mecmuayla, müstehcen yayın­
la, eğlenceyle, zevkle, afyonla, içkiyle bu milleti çürütüp kendilerine kul
köle yapmak isterler."
Necatioğlu'na göre cihadın bir başka yönü de müslüman nüfusu çoğalt­
maktır: "Kâfir bizim nüfusumuzun artmasından bile korkuyor. Korkusu bu
kırkbeş milyonun şuurlanmasından. O zaman halinin nice olacağından kor­
kuyor."
Bu sözlerin arkasından fazlasıyla abartılı bir kâfir (diğer bir deyişle Batı)
betimlemesine gidiyor. Yazarın İslam dergisinin ilerki sayılarında Avustral­
ya, ABD, Federal Almanya, İsveç, Fransa gibi batı ülkelerine yaptığı gezi­
lerin ardından yazdığı başyazılarında nedense itibar etmez olduğu bu basit
karaçalmalara bir göz atalım: "Kendisi çocuk yapmaktan ve büyütmekten
tiksinmiş. Çocuğa bakmak köpek beslemekten daha zor geliyor. Köpeğe bir
tasma takıp yanma alıyor, simiti bir ona ısırtıyor, bir kendi ısırıyor, don­
durmayı bir ona yalatıyor bir kendisi yalıyor. Yatağına alıyor, odada gezdi­
riyor..."
Necatioğlu, cihadın bir başka türünü de "düşmanın oyununa oyunla mu­
kabele" şeklinde tanımlıyor. Ona göre "düşman bizim gelişmemizi iste­
miyor. Evinde namaz kıl, evinde tespih çek, bak hürriyet var! Başka hiçbir
şeye karışma, ben de burayı istediğim gibi sömüreyim diyor". Necatioğlu,
tüm Konya ovasının buğdayını verip karşılığında uçak almak yerine müslümanları uğraşmaya, sabretmeye, o aleti bizzat yapmaya çağırıyor.
Necatioğlu ikinci cihad olarak "şeytanla uğraşma"yı öne çıkarıyor. Nefsi
insanın en büyük düşmanı olarak tanımlayarak müslümanları sert bir şekil­
de eleştiriyor. İşte bazı bölümlen "İslam'ı küçük bir eşyamız kadar bile tut­
muyoruz. İslam'a arabamıza baktığımız kadar bile baktığımız yok. Onu sa­
dece yemeğimizin üzerindeki biber gibi, tarçın gibi, tuz gibi, ağzımızın tadı
daha iyi olsun diye tutuyoruz. Kendimize göre bir yaşayış yolu tuttur­
muşuz. Müslüman olmasak içimiz rahat etmeyecek, vicdanımız bizi içerden
dürtecek, rahatsız edecek. Onun için birazcık da müslümanız. Ama aslında
yirminci yüzyılın dünyaya tapan, maddeye tapan insanlarıyız. Ama vic­
danımız ikide bir bizi dürtmesin, uykumuzu kaçırmasın diye hafif hafif
ucundan kenarından müslümanlık yapıyoruz."
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 29 "
Türkiye insanının çoğunluğunun İslam'ı yaşayışını böyle tanımladıktan!
sonra Necatioğlu tavrını koyuyor ve yapılması gerekeni anlatıyor: "Öyle
şey olmaz!... Ucundan kenarından yarım yamalak tutmakla olmaz. Ama işte
fiilen böyledir (...) İyi müslüman olun. Başkasına da İslam'ı öğretin. Artık
kendisine tedavi yapılan, uğraşılan insan olmaktan çıkın da başkalarına fay­
danız olsun (...) Cehd sarfedin, terleyin biraz. Para kazanmak için sabahtan
akşama kadar dolaşıyoruz, dağ taş demeden hepsini biliyoruz. Allah için de
tamamen öyle yapmamız lazım. Böylece nazlı müslüman olmamak lazım.
Sağlam kavi müslüman olmak lazım."
j
j
j
I
İSLAM DERGİSİ VE İSLAM DÜNYASI
Prof. Coşan'ın ve buna bağlı olarak Nakşibendiliğin İskender Paşa Dergâhı’;
nın gelişme ve her türlü konuda düşünce seyrini izleyebilmek için çok geniş
olanaklar mevcut. İlkin cemaatin yayınları:. Vefa Yayıncılık AŞ tarafından
1983 Eylül ayından bugüne kadar kesintisiz olarak çıkan aylık İslam dergi­
si; aynı şekilde 1985 Nisan ayından bugüne kadar gelen Kadın ve Aile adli
aylık dergi; son sayısı 1989 Ekim ayında yayınlanan üç aylık ilim ve Sanat
ile 1987 Haziran-1990 Ocak tarihleri arasında yayınlanmış olan Gülçocuk
dergisi. Başta Mehmed Zahid Kotku ve Prof. Mahmut Esad Coşan'ın eserleri olmak üzere önemli bir yayın faaliyeti sürdüren Seha Neşriyat1m kitap-,
lan. Dergide daha önce çıkan farklı yazıların derlemelerini yayınlayan ama
artık faaliyetine ara vermişe benzeyen İslam Mecmuası Yaymları'nm eserleri... Biz burda, esas olarak İslam dergisini temel alarak bu cemaati irdelemeye çalışacağız.
Haşan Hüseyin Ceylan'ın deyimiyle "Ankara'da bir şirketin mescit olarak
kullandığı küçücük bir odasında bir rahle, bir eski daktilo ile yayın hayatına
başlayan" dergi halen yurtiçinde birçok büroya sahip. Profesyonel bir
çalışmanın ürünü olduğu daha ilk sayısıyla belli olan, gün geçtikçe kalitesi ­
ni artıran derginin teknik özelliklerinden biri sayfa düzenlemesini sık sık
değiştirmesi. Ayrıca, kuşe kâğıtlara basılan "İslam hakikatlerini anlatma"
çabasındaki Sızıntı, Zafer gibi, bol doğa manzaralı sembolik, fotoğraf basan
dergiler bir yana bırakılacak olursa, piyasada varolan İslami dergiler içinde
görsel malzemeleri en iyi biçimde kullanan dergi olması.
İslam dergisi, sürekli yazarlarından Dr. Raşit Küçük'ün deyişiyle "her
mesele" ile ilgileniyor. Tabii bunun başında din, İslam konuları geliyor.
j
j
j
j
\
i
ı
30 AYET VE SLOGAN
Özellikle hac, ramazan, hicret gibi önemli konular sık sık kapaktan sunu­
luyor. Bunların dışında "akaid [inançlar], fıkıh [İslam hukuku], hadis ve
sünnet, İslam kurumlan, İslam tarihi, tasavvuf, tefsir" gibi konularda her
sayıda birçok yazı ve röportaj yayınlanıyor. Bunlara Mehmed Zahid Kot­
ku'nun sohbetleri ve Halil Necatioğlu'nun başyazılarını da eklemek gerek.
-{ Ancak İslam dergisinin esas özelliği İslam dünyasındaki gelişmelere
duyarlı bir biçimde yaklaşması. Dünyanın hangi köşesinde müslüman varsa
İslam dergisi orayla ilgili haber, yorum, değini, inceleme, araştırma ve. dos­
yalara geniş bir biçimde yer verme uğraşında. Dr. Raşit Küçük, 12 Eylül
askeri yönetiminin etkisini bütün gücüyle koruduğu "hassas bir dönemde"
yayın hayatına atılan dergilerinin birinci yılının ilk yarısından itibaren daha
çok Türkiye dışındaki müslüman toplumlarım konu aldığım söylüyor ve
bunun "kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" kabilinden olduğunu be­
lirtiyor.';-,
İslam dergisinin İslam dünyasına bakışı çok kaba hatlanyla şöyle
özetlenebilir: "Bugün tüm dünyanın gündeminde İslam vardır ve İslam
ülkelerinde ise İslamlaşma olayı bir numaralı sırayı işgal etmektedir. İslam
ülkeleri arasında her alanda en ileri derecede işbirliği arzu edilmektedir.
Kuşkusuz ekonomik, siyasi, kültürel alanda İslam dünyasının birlik
oluşturması halinde dünyanın denge merkezini İslam ülkeleri oluşturacaktır.
İslam ülkelerinin hicri-15. asırla birlikte bu oluşum içinde kristalize ol­
maya başladıkları bir zamanda ise, İslam'a ve müslümanlara yönelik tehdit
ve saldırıların yoğunlaştığını görüyoruz. Çünkü İslam ülkelerinin uyanışı
karşısında, bir takım haksız kazanç sahipleri ve eski sömürgeciler, sahip ol­
dukları nimet ve imtiyazları kaybetmenin endişesini yaşamaktadırlar."
Ekim 1983 tarihli İslam dergisinde yeralan bu genel yaklaşım bugüne ka­
dar geliştirilerek sürdürüldü. Hep iki kutuplu bir dünya betimlendi:
Müslümanlar ve kâfirler. Kâfirlerin kendi içlerindeki çelişkiler özellikle ilk
yıllarda fazla göz önüne alınmadan, İslam'a karşı ortak bir cephe içinde bu­
lundukları varsayıldı. Bu bağlamda Afganistan’ı işgal eden Sovyetler Birliği
ile Filistinlileri katleden İsrail ya da Libya’yı bombalayan ABD arasında bir
ayrım gözetilmedi.
İlk bakışta uzlaşmaz bir anti-emperyalist çizgiye sahip görünen İslam
dergisi, uzan bir süre, müslüman olmayan üçüncü dünya ülkelerindeki (El
Salvador, Nikaragua, Panama...) emperyalist müdahaleleri görmezden gele­
rek ya da bu konulara gerektiğince değinmeyerek bu çizgide ne kadar tutarsız
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 31
olduğunu da gösterdi. (Halbuki Türkiyeli bir kısım İslamcı aydın, evrensel
bir anti-emperyalist çizgiyi savunagelmede başarılı sınavlar verdiler.)
İslam dünyasına "bilinçli, organize" bir şekilde saldıranlar olarak bazı
düşmanların altı çizildi: Vatikan, siyonistler, masonlar, dönmeler. Dinsizle­
rin düşman kategorilerinde en üst sırada yer almamaları ise ilginç bir nokta
olarak gözlemlendi.
Müslüman ülkelerdeki iç sorunlar konusunda İslam dergisi radikal ama
ürkek bir tavır izleyegeldi. Afganistan, Irak gibi çok belirgin İslam karşıtı
rejimler dışında, halkın çoğunluğunu müslümanların oluşturduğu ülkelerin
yönetimlerini devrim yoluyla bir an önce alaşağı edilmesi gereken tağuti
[şeytani, sapkın] rejimler olarak değerlendirmemeye çalıştı. Bu yönetim­
lerin şu ya da bu nedenle ve çeşitli şekillerde giriştikleri her türlü İslami»
zasyon politikası desteklendi, öte yandan bunlardan hiçbirisi "hakiki" İslam:
devleti olarak kabullenilip bütünüyle olumlanmadı.
İslam ülkelerindeki İslami hareketler genel olarak desteklendi. Bir ülke;
içinde tercih söz konusu olduğunda çoğunlukla-Mısır'da Müslüman Kar-,
deşler'in oluştuğu "evrimci" geleneğe yakın olanlara daha fazla önem veril-1
di. Müslümanlar arasındaki çok boyutlu çelişki ve tartışmalara karşı izlen-;
meye çalışılan ortayolcu politikaların geçerli olamayacağı önemli durumlar­
da ise taraf tutuldu ama bu da üstü kapalı ya da dolambaçlı yollarla yapıldı. ;
Örneğin İran-Irak savaşı boyunca hep İran’ın yanında yer alındı ama bu ,
hiçbir zaman bağıra çağıra dile getirilmedi. Dergide savaşın seyri üzerine:
yayınlanan ayrıntılı yazılarda Irak’ın emperyalist ülkelerce desteklendiği,!
savaşta esas amacın İran İslam Devrimi’nin yenilgiye uğratılması ve onun
diğer müslüman ülkelere sirayet etmesinin engellenmesi olduğu vurgulandı.
Ama esas vurgulanan, savaşın bir an önce bitmesi ve müslümanların birbir­
lerini öldürmelerinin son bulması dileğiydi. Bu bağlamda, İran yönetiminin
savaşı ululaştırıcı politikalarına itibar edilmedi. Hatta İran’ı eleştirmekten
de çekinilmedi.
İslam dergisinin bu ortayolcu politikası İran İslam Devrimi ve onun lide­
ri Ayetullah Humeyni konusunda da çok açık bir tavır almamalarına veya
tavırlarını açıkça dile getirmemelerine neden oldu. Bu konuyu tartışmaya
yönelik doğrudan tek örnek Temmuz 1989 sayılı dergide yer alan Yusuf Ya­
zar imzalı üç sayfalık yazı. "İmam Humeyni’nin Ölümü ve İran" başlıklı bu
yazıda daha çok Humeyni’nin kişiliği, liderliği ele almıyor ve övülüyordu.
Yazının önemli bir kısmı Humeyni sonrası İran üzerine tahminler üzerine
32 AYET VE SLOGAN
kuruluydu. En can alıcı tartışma noktaları ise, "1 Şubat 1979'da dönmüş
olduğu İran'da onun önderliğinde başlamış olan devrimin ya da değişimin on
yıllık macerası farklı yanlarıyla ve farklı açılardan değerlendirilebilinir,
eleştirilebilinir ve bu bir ölçüde yapılmıştır da" gibi yuvarlak sözlerle
geçiştiriliyordu.
Yine de, bugüne kadarki yayınlarından, İskender Paşa Dergâhı'nm İran
değerlendirmesi konusunda bazı noktalar çıkartmak mümkün. İlk olarak,
güçlü bir imam önderliğinde bir halk hareketi olarak devrim savunuluyor.
Ardından devletin ve ülkenin İslamîleştirilmesi yolunda atılan adımlar,
İslamdışı eski müttefiklerin tasfiyesi gibi uygulamalar onaylanıyor. İş dev­
rindin ihracına geldiği zaman bakış değişiyor. Çünkü ihraç edilecek şeyin
İslam devrimi mi, yoksa Şiilik mi olduğu konusunda şüpheleri var. İran'ın
gerek Lübnan'da, gerek Afganistan'da hep Şii kökenli hareketleri destekle­
mesi, Sünni kökenli devrimci hareketlere de İran'a ve Humeyni'ye bağlılığı
dayatması Islâm dergisinde açıkça yazılmayan ama satır aralarında gözlenen
eleştiri noktalan. Bütün bunlara ek olarak İran toprakları içindeki azınlık
Sünni nüfus üzerinde ayrımcılık yapıldığı iddiaları da dergide ima yoluyla
dile getiriliyor.
Halil Necatioğlu'nun yukarıda sözünü ettiğimiz "Allah Yolunda Cihad"
başlıklı başyazısındaki şu bölüm, onun diğer yazılarında değişik şekillerde
tekrarlanageldi: "Hepsinin gözü bizim topraklanmızdadır. Bizim toprak­
larımız tâ Viyana'ya kadar dayanıyordu. Yemen'e dayanıyordu. Basra, Bağdat
bizim eyaletimizdi. Vali tayin ederdik. Mısır bizim, Libya bizimdi. Tunus,
Cezâyir, Fas bizimdi. Hepsi elden gitti."
Bu satırlarda özlü bir ifadesini bulan Osmanlı Devleti nostaljisi İslam
dergisinin diğer yazılarında da sık sık dilegetiriİdi. Bunun dışında, özellikle
son dönemde Türkiye topraklan dışındaki müslüman Türkler derginin
önemli gündem maddelerinden birini oluşturmaya başladı. Bu kapsam
içinde, başta SSCB'deki müslüman Türk cumhuriyetleri olmak üzere, Bul­
garistan, Batı Trakya ve Yugoslavya'daki müslüman-Türk azınlıklar
hakkında geniş dosyalar yayınlandı.
İSLAM DERGİSİ VE GÜNDELİK HAYAT
Daha ilk çıktığı andan itibaren müslümanlara dinlerini her yönüyle öğret­
mek gibi bir misyon üstlenen İslam dergisi, onlan gündelik hayatlarının en
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 33
ufak ayrıntıları hakkında bile uyarmaya çalıştı, çalışıyor. Tüm yazıların son
tahlilde bu işleve hizmet ettiği söylenebilirse de doğrudan doğruya gündelik
hayata müdahaleler, tasavvuf faaliyetinde hadisi temel alan İskender Paşa
Dergâhı'nm yayın organındaki hadis ve sünnetle ilgili yazılarda ve bunlara
ek olarak fıkıh bölümlerinde göze çarpıyor. Daha ilk sayısındaki Hac dos­
yasında yeralan yazı ve röportajlarla okuyucuya hac sırasında nelerin yapılıp
nelerin yapılmaması gerektiğini aktarmayı bir görev bilen derginin ilerki
sayfalarında ticari sözleşmelerin nasıl yapılması gerektiği konusunda da
fıkhi hükümler yeralıyor.
Özellikle 1988'e kadar olan yayınlarda Lütfi Doğan, Halil Gönenç, Meh­
met Emin Er gibi fıkıh ilminin saygın isimleri başta olmak üzere değişik
kişilerle yapılan röportajlar ya da yazılarla, dergi okuyucularının önemli bir
talebine cevap veriliyordu. Politikanın öne geçtiği son zamanlarda azalan bu
yazılarda şu tür konular ele alınıyordu: Belli müddetlerle borç para vermek;
cezaların şahsiliği; kadının erkekle görüşmesi; kadının yürüyüşü; misafire
ikram; seferberlik; tokalaşmak; altın ve gümüş kullanımı; elbiselerin rengi; kuru temizleme; helal olan yarışma; menfaat satışı ve gelir ortaklığı;
muska ve nazar boncuğu; müslümanın kiliseye girmesi; spor karşılaş­
malarında şort giymek; taksitle satış; tedavi ve doktora gitmek...
{Yine örnek olması için, derginin 1985 Temmuz sayısından, A.Özcan
Emre imzalı bazı fıkhi değerlendirmeleri alalım: "Spor karşılaşmalarında
şort giymek: Aklı baliğ olmuş bir müslüman için namaz dışında da Olsa
setr-i avret [ayıp yerlerini kapama] gerekir. Erkeğin avreti diz kapağı ile
göbeği arasıdır. Mükellef bir müslüman bu iki yer arasına bakamaz ve avre­
tini açmaz. Ancak tedavi anında zaruret miktarı açabilir. Bir de taharetlenir­
ken, guslederken ve def-i hacet esnasında — şartlarına uyarak— ve benzeri
hususlarda açabilir. Fitneden emin olduğu zaman diz kapağı ile göbeği arası
hariç erkeğin vücudunun diğer kısımlarına bakılabilir. Futbol karşılaşmala­
rında ve diğer spor yarışmalarında giyilen şort erkeğin göbeği ile diz kapağıarasını örtüyorsa giyilmesi caizdir (...) Elbiselerin rengi: Elbiselerin beyaz
ve siyah renkli olması müstehabtır. Yeşil renkli olmaları da sünnete uygun­
dur. Elbiseler kırmızı ve san renkli olmamalıdır [erkekler için] çünkü Pey­
gamber s.a.s. bu iki rengi erkeklerin giymelerini yasaklamışlardır.''";
Okuyuculara yîoFgösterınF, neyi, nasıl yapmaları gerektiğini öğretme
konusunda Mehmed Zahid Kotku ve Halil Necatioğlu’nun yazıları da
kuşkusuz son derece önemli, Ancak derginin 3. ve 23 . sayılan arasında Ha-
■
!
•
i
I
!
i
'
34 AYET VE SLOGAN
san Hüseyin Ceylan imzasıyla yayınlanan "Unutulan Sünnetlerimiz"
bölümü İskender Paşa cemaatinin İslam'ı yorumlayışını çok iyi belgeliyor.
Bu kısa yazılarda, H.H.Ceylan Hz. Muhammed'in yaşamından örnekler
verip okuyucunun bunları örnek almasını istiyor. Herhangi bir vasıtaya bi­
nerken, yemek yerken, uyurken, ezan okunurken, hasta ziyaret ederken, hediyeleşirken neyi, nasıl yapmak, hangi sözleri söylemek, hangi duaları oku­
mak gerektiğini anlatıyor. ■
Doğrudan doğruya modem hayatın karşımıza çıkardığı yeniliklerle, bir
başka deyişle Hz. Muhammed'in sünnetinden referans bulunamayacak konu­
larla ilgili yazıları da ilk sayılarından itibaren İslam dergisinde bulmak
mümkün. Örnek olarak diş fırçası ve macunlan; stres, deterjanlar, AIDS, si• gara, ilaç sanayii, hormonlu etler ve gıdalar gibi konuları sayabiliriz.
Bu tür çalışm aları yalnızca "hayatın her alanını İslamileştirme"
çabalarının bir parçası olarak nitelendirmek, bizi önemli bir gelişmeyi
gözardı etmeye itecektir. Yalnızca İslami bir kaygıyla olsa bile, İslam dergi­
sinde geliştirilmeye çalışılan tüketici bilinci, Türkiye'deki siyasi, ekono­
mik ve kültürel otoritelerin yapıp ettiklerinin sorgulanmasını ön plana çı­
kartmakta, böylelikle sivil toplumun gelişmesine önemli bir katkıda bu­
lunmaktadır. (Kuşkusuz İslam dergisinin sivil topluma katkılan yalnızca bu
noktadan ibaret değil)
İSLAM DERGİSİ VE TÜRKİYE
İlk üç yılı boyunca Türkiye'nin siyasi gündemiyle doğrudan ilgili
yazılardan ısrarla kaçman, buna karşılık İslam dünyasının dört bir tarafında
yaşanan en ufak gelişmeleri bile aktaran İslam dergisi bu çizgisini 1987
yılından itibaren değiştirdi. Ülke gündeminde önemli bir yer işgal eden
başörtü tartışmalarıyla başlayan bu çizgi değişikliği imam-hatip liseleri ile
ilgili dosyalarla; Türkiye'yi "içten fethetmeye çalışan" misyonerler, mason­
lar, dönmeler, yahudiler üzerine geniş incelemelerle;-Türkiye'nin Avrupa
Topluluğu'na tam üyelik başvurusunun ardından peşpeşe yayınlanan
eleştirel kapak konularıyla devam etti. 29 Kasım 1987'de yapılan erken ge­
nel seçimler öncesi, 1987 Kasım sayısıyla birlikte İskender Paşa Cemaati
ülkedeki günlük politikayla olan ilgisini ilk kez açık bir şekilde dile getirdi.
Önce Türkiye'nin nasıl betimlendiğine bakalım. Derginin 1988 Mart
sayısındaki başyazısında Halil Necatioğlu (Prof. Coşan) oldukça karamsar
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 35-i
bir tablo çiziyor: "Görülüyor ki; Türkiye'ye çok önem veriliyor, üzerinde i
büyük oyunlar oynanıyor ve karanlık hesaplar yapılıyor; emperyalizm,
şovenizm, siyonizm ve Hıristiyanlık hızlı iç ve dış gelişmelerden azami is­
tifade peşinde; ticaretten, turizmden, AT'ye girişle ilgili çeşitli serbest­
leştirme kararlarından ve sair imkânlarından gerçekten de faydalanıyor. Mâ­
liyemizin, ziraatimizin, sanayimizin, madenlerimizin, arazi, mülk ve müesseseleriımizin, din, iman ve kültürümüzün geleceği ve akıbeti hakkında çok
ciddi endişelerimiz var. Müslümanlar din ve iman için, tebliğ ve irşad için
bir çalışırsa, şer cephesi küfür ve ilhad [dinsizlik] için, idlal ve ifsad için biri
misli gayret gösteriyor. Ehl-i hak ve ehl-i gayret, camiler, Kur'an kurs­
ları, İmam-Hatip liseleri, bazı özel okullar, mahdut ve cüzi neşriyat gibi
cılız teşebbüslerle yaymaya ve öğretmeye çalışırken; ehl-i küfür, ehl-i da lal-,
barlar, diskotekler, kumarhaneler, gazinolar, meyhaneler, sinemalar, tiyat­
rolar, filmler, televizyon programları, videolar, romanlar, gazeteler, dergi­
ler, kitaplar, ansiklopediler, klüpler, localar, kökü dışarıda teşkilatlar, ajan­
lar, misyoneriyle, sapık ideolojiler ve kalabalık kadrolar ile olanca gücüyle
yükleniyor."
Çözümü kuşkusuz İslam'da görüyor ve gösteriyor Necatioğlu. 1987
Aralık sayısındaki başyazıda bu İslam'ı şöyle tarif ediyor; "Ahiret saadetinin
olduğu kadar, dünya huzur ve asayişinin; ferdi ve içtimai, milli ve beynel• m inci terakki ve başarının anahtar ve prensipleri İslam'dadır. O sâdece manevi, ruhani ve uhrevi bir ayinler ve ibadetler sisteminden ibaret değildir;
aynı zamanda maddi, sıhhi, ailevi, içtimai, beşeri, evrensel, iktisadi, ticari,
askeri, terbiyevi, ilmi ve kültürel... ahkama sahip, gediksiz, eksiksiz, ku­
sursuz bir sistemdir. Hayattan kopmuş, dünyayla, çevreyle, insanlarla
beşeri faaliyetlerle ilgiyi kesmiş bir manastır dini değil; aksine: Hayata, in­
sana, cemiyete, devlete, beynelminel'e yönelmiş, onlar arasındaki münase­
betleri tanzime yönelmiş aktif ve dinamik bir nizamdır; tüm hayatı, Al­
lah’ın istediği tarzda yaşama biçimidir; yüce ve asil ilahi yoldur."
İslam'ın bu aşırı siyasi ve ideolojik yorumunun ardından doğal olarak
müslümanların başta gelen görevlerinden birinin siyasetle uğraşmak olduğu
saptaması geliyor. Bu konuda en derli toplu özeti, ek olarak verdiğimiz, Ha­
lil Necatioğlu'nun 1990 Haziran tarihli, "İslam'da Siyasetin Yeri ve Önemi"
başlıklı başyazısı sunuyor.
İskender Paşa cemaatinin siyasetten neyi kastettiğini daha fazla irdele­
mekte fayda var. İslam dergisinin 1987 Aralık sayısındaki "Siyaset ve
36 AYET VE SLOGAN
Yönetim" başlıklı soruşturması bu konuda ilginç ipuçları veriyor. Bu
soruşturmada görüşlerine başvurulan kişilerin başlığa çıkartılan sözleri
İslam-siyaset ilişkisine İskender Paşa Cemaati'nin bakışı konusunda da
açılımlar getiriyor. M. Emin Er: "Müslüman, İslami bir siyasetin savunu­
cusu olmalıdır." Fehmi Koru: "55 milyona hitap eden bir parti." Prof. Yu­
suf Ziyaoğlu: "İyi bir kadro için birleşm ek gerekir." Hüsnü Aktaş:
"Müslüman siyaset dışı kalamaz." Recai Kutan: "Müslümanlar taviz ver­
memeli." Mehmet Fahri: "Yönetime talip olmalıyız."
Yönetime talip olmak... Bu Nakşilerin artık sık sık dile getirecekleri
başat talepleri olacaktır. Talip olmanın yolu ise yasal bir partide
örgütlenmek ve siyaset yapmaktır. 1987 Kasım seçimleri öncesi bu parti
Prof. Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah Partisi idi. Prof. Esad Coşan,
derginin Kasım sayısında tüm İslami yapıları, adını açık açık dile getirme­
mekle birlikte RP'yi desteklemeye, onun için çalışmaya, ona oy vermeye
çağırmıştı: "Maddi ve manevi lider, önder, münevver, alim ve mürşid
kardeşlerim —daha önce emsalini gördüğümüz te'vil, tefsir ve hesaplara gir­
memeli, dolaylı değil, doğrudan doğruya hakkı desteklemelidir; çünkü Hak
ve hakikat bu kez çok net olarak ortadadır." Prof. Coşan bu yazısında, yak­
laşan en büyük tehlikeyi AT'ye güme olarak gösteriyordu. Bu nedenle "çok
net ortada olan hak" AT'ye belki de tek karşı çıkan siyasi parti olan RP'den
başkası değildi.
Bu yazının dört sayfa ilerisinde, Tercüman gazetesinde çıkan, kendisinin
ANAP lideri Turgut Özal'la beş kişilik bir milletvekili listesi için pazarlık
ettiğine dair yazıya "gerçek adını" kullanarak verdiği cevapta, Prof.Coşan'm
RP'yi desteklediği daha açık olarak gözüküyordu. Yedi maddelik yalanla­
masının son maddesinde şöyle diyordu Prof. Coşan: "Bendeniz şahsen
Büyük Millet Meclisi’mizde, şanlı mazimizin, temiz inancımızın ve yüce
milli menfaatlerimizin samimiyetle savunuculuğunu yapacak, Avrupa O r­
tak Pazarı’na girmeyecek, parti tüzüğü ve ekonomik görüşleri buna göre
hazırlanmış bir partinin grup kurabilecek kadar veya daha fazla başarı
sağlamasını candan temenni eder, bunun ANAP dahil bütün partilerin
hayrına sonuçlar verecek bir gelişme olacağını düşünürüm."
Aralık 1987 sayısında dâ (ki bu sayı tam seçim günlerinde piyasaya
çıkmıştır) "İslam'ın mesajını iyi kavramak" başlıklı yazısında parantez içi
bir cümleyle müslümanları uyarmayı sürdürmüştü Prof.Coşan: "Ve mesela
[bir müslüman] seçimde yaptığı yanlış bir tercihten kıyamete kadar sürecek
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 37
veballer yüklenilebildiği gibi, attığı isabetli bir oydan da sonsuz ecirler [se­
vaplar] elde edebilir."
Fakat olmadı!.. RP yüzde 10'luk barajı aşamayarak parlamentoya gire­
medi. Prof. Coşan 1988 Ocak başyazısını büyük bir hayalkırıklığı ve
öfkeyle yazdı, RP'ye oy atmayan İslamcıları sert bir şekilde suçladı: "Bu.
sonuçta bazı dini grup liderlerinin basiretten, çağın gerektirdiği perfor­
manstan mahrum olması, sosyal ve siyasi meselelerden ilgisiz ve bihaber
bulunması önemli rol oynadı. Sorumluluğun çoğu onlarındır; büyük vebal
altında kaldılar. Elbette kendilerine göre savunmaları ve mazeretleri vardır
ama bakalım bunlar İnd-i İlahide geçerli olacak mı?"
Prof. Coşan, bu yazısında beklentisinin, RP'nin barajı aşıp TBMM'de :
grup kurmasından da öte, iktidara gelmesi olduğunu da açıkladı: "Herşeyden :
önce belirtmek ve bilmek gerekir ki Türkiye’de dindar insanlar çoktur; fakat ■
tek bir partide toplanmak istememiş, çeşitli sebeplerle kitle ve propaganda ;
partilerine oylarını dağıtmıştır. Seçim kanunu müsait idi, eğer hepsi bir tek
ve aynı partiye oy verseler kahir bir ekseriyetle iktidar olurlar, onun veya '
bunun himaye ve vesayetinden kurtulur, bir takım samimiyetsiz siyasilerin ;
istismar ve aldatma çemberini kırar, kendi menfaatlerini dolaylı değil
doğrudan doğruya, az değil tamamiyle koruyup kollama imkânı bulurlardı."
Ama sular bir başka türlü aktı. 1990 yılma gelindiğinde ise herşey
bütünüyle değişti. Prof. Coşan bu kez kendi cemaati ve diğer müs1Umanları, bir zamanlar sonuna kadar desteklediği M NP-MSP-RP çiz- i
gisinin himaye ve vesayetinden kurtarma, "samimiyetsiz RP üst düzey
yöneticilerinin istismar ve aldatma çemberini kırma", bütün bu hedeflere
varmak için de kendi partisini kurma çabalarına girişti.
■^İskender Paşa Cemaati ile MNP-MSP-RP çizgisi arasındaki bağların
öyküsünü, kopuşun nedenlerini, bu bölüm ün sonundaki ekte Prof.
Coşan'ın ağzından okuyabilirsiniz. Ancak onun dile getirmediklerinin de i r - ,
delenmesi gerekiyor. Prof. Coşan-Prof. Erbakan çekişmesinin boyutlarını
daha iyi ahlayabilmek için t s lam dergisinin bazı yazılarını "kazımak" g e re -,
kiyor.):
•İMehmed Zahid Kotku'nun, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden kısa bir
süre önce Prof. Erbakan ve diğer MSP yöneticilerini çeşitli nedenlerle
uyardığı biliniyor. İran İslam Devrimi'nin de hızıyla İslami hareketin alıp
başını gitmesi sonucu soğukkanlılıklarını yitiren, kendilerini yegâne İslami
alternatif görmenin sarhoşluğundaki MSP lider kadrosu, şeyhlerinin ikaz-
38 AYET VE SLOGAN
lannı önemsemediler. Cemaat-parti arasındaki ilk kopuş böyle yaşandı)42
Eylülle birlikte MSP yöneticileri tutuklandı, kovuşturmaya uğradı. Bu de­
rin yaralar daha sarılamadan Kotku, Kasım ayında vefat etti. Acılar
çelişkileri uzun bir süre dondurdu ama ortadan kaldırmadı. 1983 seçimlerine
MSP çizgisi bağımsız bir güç olarak katılamadı. Bunun üzerine İskender
Paşa Dergâhı desteğini Anavatan Partisi’ne kaydırmak durumunda kaldı.
ANAP'ın bugün "dinci" diye tanımlanan kanadındaki kadroların önemli bir
kısmı İskender Paşa'dan yetişmeydi. RP'nin güçlü bir şekilde örgütlenmesi
ve eski kadronun partinin başına dönmesiyle ANAP'takiler tabii ki geri
dönmedi! İktidar partisinin üyesi olma avantajlarını terk etmek işlerine gel­
medi, içine girdikleri kabın şeklini almayı yeğlediler. "İslamcı politikacı"
sıfatı yerine bir sağ kitle partisinin gün geçtikçe anlamım yitiren "dinci
kanadının üyesi" tanımını seçtiler.
'-^Siyasi parti çalışmasının getirdiği kolaylıkları ve sağladığı olanakları 12
Eylül öncesinden çok iyi bilen Prof. Coşan, cemaatin AMAP’a olan kerhen
desteğini yavaş yavaş RP’ye kaydırdı. Bu kaydırmanın itici güçleri
başörtüsü sorunu, AT'ye tam üyelik başvurusu, ANAP içinde liberallerin
atakları oldu. Bu kaydırmanın yavaş yavaş olmasının başta gelen nedeni,
■sanılacağının aksine ANAP iktidarının nimetlerinden feragat edip etmeme
tereddütü değil, Prof. Coşan'ın Prof. Erbakari'la olan otorite savaşıydı.}"
Kotku ak sakallı, yaşlı, yılların deneyimine sahip, kerametlerinden
sözedilebilen ve bu nedenle "veli" olarak adlandırılabilen bir şahıstı. Onun
dinsel (tasavvufi) otoritesine karşı çıkmak, hele Prof. Erbakan gibi biri için
kesinlikle imkânsızdı. Halbuki Prof. Esad Coşan genç, öğretim üyesi, daha
dünyevi biriydi. Öte yandan Kotku zamanında siyasete verilen önem ister
istemez siyasi-dinsel kadroların ayrışmasına yol açmıştı. Dergâhın yasalar
yüzünden kendisini gizlemek zorunda kalması ön plana hep siyasi kadro­
ların çıkmasına vesile olmuştu. Buna Prof. Erbakan'ın tüm siyasi faaliyeti
kendi şahsında merkezileştirmesi eklenince ortaya ikili bir otorite çıkmıştı.
Erbakan, Kotku döneminde cesaret edemediği, tekkenin dinsel otoritesine
saldın politikasını temkinli bir şekilde de olsa Prof. Coşan zamanında uy­
gulamaya koydu. Ana çalışma yönteminin siyaset, dolayısıyla parti çalış­
ması olduğunu empoze etti taraftarlarına. Tasavvufu ise, bir tür geri kalan
zamanları değerlendirme yöntemi olarak "övdü". Diğer bir deyişle "hoşgördü". Ama hem tasavvufu olumlayıp, hem de onun temel ilkelerinden olan
"şeyhe itaati" reddetme tavnnı uzun bir süre birlikte yürütmesi mümkün ol-
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 39
madiği için, çizgisini tasavvuf eleştirisine kadar vardırdı.
;,
Kopmanın başladığı 1990 Ocak ayının dergisinde H. Necatioğlu'nun
başyazısı "İslam alimlerinin tartışılmaz değeri ve üstünlüğü" başlığını
taşıyordu. Yazının spotuysa şöyleydi: "Tarih boyunca ümmet-i M u­
hammed'in müttakileri [günah ve haramdan sakınanları], salihleri [din buy­
ruklarına uyanları], samimileri, gerçek din alimlerine tabi olmuş, onlara,
bey'at ve intisap etmiş, onların emrinde çalışmış, onların gösterdiği yolda
yürümüş, böylece dünya ve ahiret saadetine nail olmuştur. Ümmetin gerçek
halifeleri, o mübarek ulema-i arifin ve meşayıh-ı vasılindirler [hakka eren
şeyhler], zalim ve despot siyasiler değil! Nice imanlı ve insaflı, aklı başına
müminler, devlet adamları, emirler, vezirler, hatta padişahlar... gelip onlara
bağlanmış, ellerini öpmüş, dualarını talep etmiş, buyruklarını tutmuş; on­
ları kendilerine rehber edinmiş, kendilerini onların emrinde ve hizmetinde:
bilmiştir."
Derginin bir sonraki sayısında ise şaşırtıcı bir olay vardı. Prof. Esad:;
Coşan'ın resmi ilk kez yayınlanıyordu. Hem de tek sayfada iki tane birden.,
Bu, Prof. Coşan'ın otorite çekişm esini artık üstü kapalı bir şekilde'
sürdürmek istemediğinin önemli bir göstergesiydi. Aynı sayıda Ayasofya:
soruşturmasına RP adına Prof. Necmettin Erbakan'ın cevap vermesi ise ilk
bakışta çelişkili bir durum gibi gözüküyordu. Ama Erbakan'ın görüşlerinin;
DSP, MÇP ve hatta Sosyalist Parti yetkililerinden sonraya bırakılması da
oldukça anlamlıydı. Ve aynı sayının son yazısı: Mehmed Zahid Kotku'nun
"Sohbet" köşesi. Başlık hiç şaşırtıcı değil: "Üstada ve Mürşide Hürmet",
j
Mart 1990 sayısında Sinân Ayhan'ın "Din Alimlerinin Önderliği" baş-:
lıklı makalesi; bir sonraki sayıda başyazının "Tasavvuf Hakkında Birkaç
Söz" söylemeye ayrılması, artık her sayıda Prof. Coşan'ın herhangi bir top­
lantıda yaptığı konuşmanın özetinin mutlaka fotoğrafıyla birlikte yayınlan­
ması geleneğinin başlaması, onun Erbakan'a alternatif olarak bizzat kendisi­
ni çıkartmasının örnekleriydi.
Bugün artık dergâh ve parti arasında bütün köprüler atılmış durumda.
Bundan böyle eski statükonun, hiçbir şey olmamış gibi yeniden oluşturul­
ması imkânsız. Aynı şekilde RP üst düzey yöneticilerinin parti yönetimini
terketmeleri de hayli zor bir olasılık. Gelişmeler, Prof. Coşan'ın bazı irili
ufaklı İslami yapılanmaları da yanına alarak, hâlâ kendisini Prof. Erbakan'a
tercih eden RP'den önemli bir kesimle ve şimdiye kadar particiliğe bulaş­
mamış müridleriyle partileşeceğini gösteriyor. Prof. Coşan, en çok, RP’nin
j
j
!
;
40 AYET VE SLOGAN
en büyük mali kaynağı durumunda olan yurtdışmdaki göçmen işçilere güve­
niyor ve onların desteğini almaya çalışıyor. Fakat RP'den toplu kopmalar
olabilmesi için yeni partinin kendini kabul ettirmesini beklemek gerekecek.
Bütün bu doludizgin RP eleştirileri, Prof. Coşan'ın bir zamanlar RP'ye
oy atmadıkları için öbür dünyada vebal altında kalmakla suçladığı diğer
İslami yapılanma liderlerinden bir bakıma özür dilemesine de neden oldu.
Artık onun gözünde sorumlular "çağın gerektirdiği performanstan uzak"
dini liderler değil, onları çeşitli nedenlerle aynı çatı altında toplayamayan
RP üst düzey yöneticileri. Hal böyle olunca, "laik basının nitelemelerine"
yakın bir şekilde "Nurcu, Süleymancı, Hüseyin Hilmi Bey'e, Adıyaman'a,
Erenköy’e bağlı” olarak tanımladığı insanları ve diğer İslami grupları tek
çaü altında birlikle siyaset yapmaya çağırıyor.
Ancak tercihlerini ANAP, DYP ya da MÇP’den yana yapan önemli
İslami grupların, kendini İslamcı olarak tanımlayan bir partide yeralabilme
cesaret ve kararlılığını gösterebilmesi için bir tür mucize gerekiyor.
İSKENDER PAŞA CEMAATİ'NİN GÜCÜ
Türkiye’de herhangi bir İslami yapılanmanın somut gücü ile ilgili veri edin­
mek neredeyse imkânsız. Zaman zaman basma sızdırılan devlet istihbarat
güçlerinin "rakamları” genellikle hem abartılı, hem de bunların edinilme
yollan hayli kuşkulu. İşin ilginç yanı söz konusu İslami grupların çoğunun
bu abartılı rakamları, propaganda için, gönüllü bir şekilde benimsemeleri.
İskender Paşa Cemaati'nin gücünü belirlemede başvurulabilecek ilk yol
İslam dergisinin tirajı kuşkusuz. Yalnız bu konuda dergi yetkilileri şimdiye
kadar hiçbir açıklamada bulunmuş değiller. Ortada bir takım dedikodulardan
başka bir şey yok. Bu dedikodulara göre derginin satışları 1985 yılı içinde
100 bine (aylık) yaklaşmıştı. Fakat daha sonra RP ile çelişkilerin başlaması
ve parti üst kademesinin, taraftarlarına İslam dergisini bir tür yasaklaması
üzerine satışın hızla düştüğü aynı dedikodu üreten çevreler tarafından
yayılmaya başlandı. Bilinen tek nokta dergi yöneticilerinin şu anki satış­
lardan pek hoşnut olmadıkları. Başta Halil Necatioğlu'nun başyazılarında
olmak üzere, derginin birçok sayfasında okuyucular abone olmaya, abone
bulmaya ısrarla çağrılıyorlar.
İskender Paşa Dergâhı'nın niceliksel gücünü ölçmenin artık geçerli ola­
mayacak olan bir başka yolu MSP ve RP'nin değişik seçimlerde aldıkları
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 41
oylardı. Kuşkusuz bu partileri
yalnızca söz konusu dergâh
desteklemiyordu fakat onlara
oy veren kitlenin en azından
bu cemaati bildiğini, tanıdığı­
nı, ona saygı duyduğunu söy­
lemek de hiç abartılı olmaya­
caktır.
N icelik olayını bir yana
bırakıp niteliğe bakmak iste­
diğimizde elimizde çok önem­
li bir belge var: İslam dergisi­
nin 1987 Temmuz ayında ya­
yınladığı okuyucu anket for­
muna gelen cevapların, yine
aynı derginin 1987 Aralık sa­
yısındaki değerlendirmesi. Her
ne kadar cevap verenlerin top­
lam sayısı belirtilmemişse de
ortaya çıkan birçok bulgu İs­
kender Paşa Dergâhı'nm nasıl
bir zemin üzerine oturduğu Kadın ve Aile, Ekim 1987: Prot. Coşan'la birlikte lskerv
der Paşa Dergâhı’nda kadınların yeri ve önemi belirgin
konusunda aydınlaücı bilgiler bir biçimde arttı.
;
içeriyor.
Anket sonuçlarına göre dergi okuyucularının yüzde 80'e yakını 30 yaşın
altında. Yüzde 29.01’i 15-20 yaş; yüzde 31.93’ü 21-25 yaş; yüzde 20.35'i
26-30 yaş grupları arasında. 30 yaşın üzeri ise yüzde 20.35. Dergi okurları­
nın yüzde 95.13'ü erkek ki bu yüksek oranın önemli nedenlerinden biri aynı
cemaatin Kadın ve Aile dergisini de çıkartması olsa gerek. Okuyucuların
eğitim durumu ise şöyle: İlkokul mezunu yüzde 9.34; ortaokul mezunu
yüzde 15.57; lise mezunu yüzde 37.70; üniversite mezunu yüzde 35.92;
üniversite üstü yüzde 2.04. Meslek açısından bakıldığında İslam dergisini en
çok üniversite öğrencileri okuyor: yüzde 19.64. Daha sonraki sıralama şöy­
le: Ortaöğretim öğrencisi yüzde 15.61; öğretmen yüzde 11.68; esnaf yüzde
10.90; ilahiyatçı yüzde 6.44; mühendis yüzde 4.02; ekonomist yüzde 2.94.
Dergi okuyucularından yüzde 20'ye yakını yabancı dil bildiğini söylüyor.
42 AYET VE SLOGAN
Bunların yüzde 36.68'i Arapça; yüzde 38,13'ü İngilizce; yüzde 9.33'ü Al­
manca; yüzde 4.28'i Fransızca konuşabiliyor ve bu dillerden çeviri yapabile­
ceklerini belirtiyorlar.
Son olarak, anketi cevaplayanların yüzde 51.33'ünün şehirde, yüzde
29.68'inin kasabada; yüzde 18.97'sinin ise köyde yaşadığını ekleyelim.
Bütün bu rakamlar, İskender Paşa Dergâhı'nın temel olarak, şehirli (ya da
şehirlileşmiş), genç, aydın bir kesimin platformu olduğunu ortaya koyuyor.
Öğrenci okurların önemli bir kısmının öğretmenlik ya da ilahiyatçılık gibi
devlet memurluklarına ve mühendislik, ekonomistlik gibi serbest meslek­
lere kayacakları hesaplanacak olursa, dergâhın, İslam dünyasındaki önemli
çağdaş İslami hareketlere benzer bir şpkilde toplumun aydın elitlerinin
sürüklediği bir hareket olduğu görülüyor.
Henüz siyasi partisini kurmamış ama kurmaya niyetli olan cemaatin
örgütlenme araçları, Mehmed Zahid Kotku'nun bizzat kurdurduğu ve Prof.
M. Esad Coşan'ın ilk kurucusu olduğu Hakyol Vakfı. Cemaatin yaym or­
ganlarında sık sık tanıtımı yapılan, Prof. Coşan'ın birçok kez başyazılarında
sözünü ettiği ve okuyucularım yardım ve desteğe çağırdığı bu vakfın gücü
hakında tslam dergisinin 1990 Temmuz sayısındaki şu küçük duyuru
önemli bir bilgi veriyor: "Pakistan ve Avrupa’da bazı kişi ve kuruluşlar ta­
rafından Hakyol Vakfı adı kullanılarak yardım toplandığı öğrenilmiştir.
Vakfımızın Avrupa'da ve Pakistan'da şubesi veya yetki verdiği şahıs yoktur.
Yardım ve bağış yapmak isteyenlerin aşağıdaki adres ve numaralara
müracaat etmeleri rica olunur..."
Vakfın dışında, dergâhın son zamanlarda çeşitli demekler kurmak için
kollan sıvadığı görülüyor. Derginin son sayılarından, İzmir’deki Simin
Hanımlar Derneği'nin çalışmalarına Prof. Coşan'ın konuşmasıyla baş­
ladığını; merkezi Ankara'da bulunan Temel Hak ve Hürriyetler Derneği'nin
kuruluşunda cemaatin aktif bir biçimde yer aldığını öğreniyoruz. Ayrıca der­
ginin 1990 Nisan sayısında Av. Necati Çan'la "dernekler üzerine" yapılan
geniş konuşma ile "kimler dernek kurucusu olamaz?" ve "dernekler ile
vakıflar arasındaki fark" başlıklı çerçeve yazılar bu niyetin somut bir
göstergesi.
İskender Paşa cemaatinin mali kaynaklarına gelince, bu noktada başta
Suudi Arabistan olmak üzere petrol zengini Arap saltanatlarından bavullarla
para geldiği türünden spekülasyonlar bekleyenler hayalkırıklığına uğraya­
caklar. Çünkü böyle bir ilişki söz konusu olsa bile, bu ağır ithamı
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 43
kanıtlamak için gerekli belgelere herhangi bir gazetecinin ulaşabilmesi hay-:
li zor. Ama daha önemlisi İskender Paşa Dergâhı’nın, yayın organlarında de­
falarca, lüks içinde bir yaşam süren Arap saltanatlarını ABD'nin jandar­
malığını yapmakla suçlaması; onların radikal İslami hareketlerle olan
zıtlaşmalarında tercihini daha çok radikallerden yana yapması, böyle bir
ilişkiyi hayli güç kılıyor. (Yine de Arap sermayesinin Türkiye'deki en
önemli temsilcilerinden Korkut Özal'm cemaatle yıllardan beri süren
bağlılık ilişkisini de bir kenara atmamak gerekiyor.)
İskender Paşa yoksul bir cemaat değil. Her ne kadar sık sık mali zorluk­
lardan yakınsalar da, örneğin yıllardan beri özlemini çektikleri, hatta bir ara
"Adını siz koyun" yarışması bile açtıkları haftalık dergilerini bir türlü
çıkaramasalar da önemli bir mali potansiyele sahipler. Dergi ve kitap
yayıncılığı yapan Vefa Yayıncılık AŞ ve kitap yayıncılığı yapan Sehg
Neşriyat'ın dışında bir takırn şirketlerin doğrudan ya da dolaylı olarak ce­
maatle bağlantısı var. Örneğin şimdilik dersanecilik yapan Asfa Eğitim Te-i
sisleri AŞ, genel müdürü Ö. Faruk Diker'in söylediğine göre "Prof. M;
Esad Coşan tarafından bir eğitim ve kültür kompleksi oluşturmak düşüncesi
ile kurulmuştur." Şimdilik Kıbrıs'taki bir tatil köyüne gruplar yollayan;
Hac ve Umre turları düzenleyen, başta Yugoslavya olmak üzere Balkanları
kapsayan projeler içindeki İSPA Turizm Taşımacılık ve Ticaret AŞ de ce­
maatle çok yakın ilişkide. Prof. Coşan'ın şirketin yönetim kurulunda ol?
m^sı bu ilişkinin en basit kanıtı.
Cemaatin önemli gelir kaynaklarından biri de yayınlarına kabul ettikleri
ilanlar. Zaman zaman okuyucuların çokluğundan şikâyet ettiği bu ilanlara
bir göz atalım. İslam dergisinin 1990 Temmuz sayısının kapak içinde tam
sayfa renkli Şamil İslam Ansiklopedisi ilanı var. 24. sayfada Hakyol
Vakfı nın tam sayfa "Kurban keseceklerin dikkatine" sunduğu duyuru; 29.
sayfada Tuğra Neşriyat ile Uludağ Yayınlarının "Bursa'da Tarikatlar ve Tek­
keler (Mustafa Kara)" kitabının ilanları; 37. sayfada Karadeniz Pide ve Ke­
bap Salonu ile Erzincan Has Bakliyat; 53. sayfada Akça Kliniği ve
Gıdaplast Ambalaj Sanayi ve Tic. AŞ; 54. sayfada Kuruç Ticaret (bisiklet.,
ev aletleri), Merkez Dış Tic. Ltd. Şti. (boya ve kimyevi maddeler), Tezışık
Mühendislik Bürosu, M üezzinoğlu Ertoplar Giyim Sanayi; 56. sayfada
Açıklamalı Kurban Risalesi (kitap) ve Rical Erkek Giyim; 70. sayfada top­
lam sekiz adet doktor ve klinik ilanı; 74. sayfada Çatalkaya Pazarlama'nın
musluk suyu arıtıcısı reklamı; 76. sayfada Endülüs Kuyumculuk, Hakan
44 AYET VE SLOGAN
Gömlek-Triko, Özşahin Boya-Kimyevi Maddeler Pazarlama, Yaparlar İnşa­
at ve Tarım Aletleri San. ve Tic. AŞ; 77. sayfada Erdiller Ev Aletleri, Osmanlı Kuyumcusu, Zemzem Dış Tic. ve Mühendislik Ltd. Şti., Ormak
Makina Sanayi; 78. sayfada Sefine-i Evliya (kitap), Safa Emlak İnşaat Bü­
rosu; 79. sayfada tam sayfa Alçam Yapı Malzemeleri; 80. sayfada tam sayfa
ASFA Dersanesi İngilizce kursu; arka kapak içte tam sayfa renkli Huzur
Giyim Sanayi ve arka kapakta tam sayfa renkli Kuveyt Türk Evkaf Finans
Kurumu AŞ ilanları. Belki bu ilan fazlalığı Kurban Bayramı tebrikleriyle
açıklanabilir ama hatırlatmak gerek ki, hiçbir bayramın söz konusu olma­
dığı bir önceki sayıda da toplam 18.5 sayfa ilan aynı dergide yer almıştı.
İlan sahiplerinin İskender Paşa Dergâhı ile nasıl bir ilişki içinde olduğu­
nu tek tek saplamak zor ve aslında çok da gerekli değil. Öte yandan birçok
durumda bu ilanların verilmesinde ticari amacın yanısıra, tarikat içi bir da­
yanışmanın söz konusu olduğunu söylemek de hiç zor değil.
İSKENDER PAŞA
CEMAATİ'NİN SORUNLARI
Bugün İskender Paşa cemaatinin en belirgin handikapı gelenekçilikmodemleşme dengesinin, modernleşme lehine giderek bozulması. Mehmed
Zahid Kotku, şeyhliği döneminde bu dengeyi ağırlıkla kişisel inisiyatifiyle
sağlamayı biliyordu. Onun bu başarısında kuşkusuz Türkiye'nin o dönem
şartlarının da etkisi büyüktü. Tekkesinin yarı-gizli bir konumda olmasının
esrarlı cazibesini, kendisinin derin tasavvufı bilgisi nedeniyle İslami ke­
simlerde sahip olduğu saygınlığıyla yoğuruyordu.
Prof. M. Esad Coşan'ın şeyhliği ise kitle iletişim araçlarının, toplumda
hiçbir mahrem nokta bırakmama cüretkârlığına ulaşabilecek kadar gelişip
yaygınlaştıkları bir döneme rastgeldi. Aynı dönemde Türkiye'de askeri rejim
eliyle yukarıdan aşağı gerçekleştirilen denetimli İslamizasyon politikaları
ve bunlara bağlı olsun ya da olmasın, en azından onlarla eşzamanlı olarak
yaşanan İslami uyanış, laikliği benimsemiş olan kitle iletişim araçlarının
büyük kısmının İslami kesimi daha fazla ciddiye almasına neden oldu.
Basının panikten doğan, sık sık abartılı irtica kampanyalarıyla paranoyak
şekillerde kendini gösteren bu ilgisi, İslami grupların önemli bir kısmının
su yüzüne çıkma cesaret ve gücünü kendilerinde bulmalarıyla çakışınca yep­
yeni bir durum ortaya çıktı. İslami oluşumlar faaliyetlerini alenileştirdikleri
ölçüde toplumsal planda meşruiyet kazandılar. Bu meşruiyetin ge­
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 45
rekçelerinden biri kuşkusuz laik basının iddialarının devlet tarafından!
önemsenmemesi ya da ufak tefek müdahalelerle geçiştirilmesiydi. İhbar edi­
len faaliyetlerin önemli bir çoğunluğunun adli makamlarca aklanması ve
bazı durumlarda iktidar tarafından yasalara aykırı bir durumun olmadığının
dile getirilmesi (Örneğin eski ANAP yöneticisi ve Trabzon Milletvekili
Eyüp Aşık'ın "Ben Nakşibendiyim" demeci) İslami hareketlerin önüne hu­
kuki anlamda çok geniş bir meşru alan açtı.
Ancak daha önemli bir gerekçe, ülkede İslamcı olmayan bir kısım
aydının İslami hareketlerin meşruiyetini açıkça dile getirmesi oldu.
İslamcıları tanımaya, onlarla diyalog kurmaya çalışan hemen tümü sol
kökenli olan bu kişiler gerek kendi çevrelerinden, gerek İslamcı kanadın bir
bölümünden hiç de olumlu tepkiler almadılar. Fakat özellikle 1984-88
yılları arasında geniş kültürel olanaklara ve muhataplara sahip olan bu
kişiler, bir grup İslamcı aydınla birlikte, İslamcı düşüncenin de Türkiye'de
varolduğunu, varolması gerektiğini, bunun yasaklarla engellenmesinin
yanlışlığını ve olanaksızlığını büyük çapta kabul ettirdiler.
Sonuç olarak İskender Paşa Cemaati ve şeyhi Prof. Coşan artık yarıgizlilik özelliğinden vazgeçmek zorundaydı. (Gizliliğin günümüzde ne kadar
zor olduğuna en çarpıcı örneklerden birini iki bölüm sonra, Nakşiliğin
İsmail Ağa Cemaati ve Mahmut Hoca'dan bahsederken vereceğiz.) Zaten
Prof. Coşan da daha fazla gizli (yarı-gizli) kalmak niyetinde değildi. Bir ta­
raftan Prof. Necmettin Erbakan'm otoritesini tehdit etmesi, öte yandan aleni
faaliyetin sunduğu olanaklar onu bu yola itiyordu. Kısacası özgür irade ile
zorunluluğun karşılıklı etkileşimi İskender Paşa cemaati için yepyeni bir
dönemin kapısını açtı.
Bu uğurda.Prof. Coşan, Kotku'da olduğunu söylediğimiz "esrarlı ca­
zibe" den feragat etmek durumunda kaldı. Hâlâ bazı İslami grup liderlerinin
açığa çıkrnarfıakta ısrar etmesi sonucu, o da herşeye rağmen kendi "esrarını"
korumak için direndi. Fakat 1990 Şubat ayında İslam dergisinde resmini
yayınlatması ve bu uygulamayı sonraki tüm sayılarda sürdürtmesi direnci­
nin kırıldığının göstergesi oldu.
£ "Esrar"dan uzaklaşmaya benzer bir gelişme de İskender Paşa cemaatinin
(Prof. Coşan'ın) "çağın gerektirdiği performansı" göstermek adına İslam'ın
politik yorumunu öne çıkartması; bu politik tavırları geliştirebilmek için
uyum sağlamak zorunda olduğu modern durum lar adına gelenekçi
yönlerinden taviz vermesi ve böylelikle de "şiirsellik"ten adım adım uzak­
46 AYET VE SLOGAN
laşması oldu. Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi, bağlılarını yabancı diyarlar­
dan gelen ilaçlardan uzak durmaya çağırırken, Prof. Coşan okurlarına İslam'ı
"Kainatı yaratan Allahu taâla'nın mahza lutfu ve rahmeti sebebiyle bize
gönderdiği bir prospektüstür" şeklinde tarif edebilmişti. Ve bu tarifini şu
şekilde sürdürmüştü: "Hayatı en doğru, en olumlu biçimde yaşamamız için,
bize bahşedilen her türlü nimet ve imkânı en uygun ve en verimli tarzda
kullanmamız için sunulmuş bir 'kullanma talimatnamesi'dir." Bir başka
yazısında ise birbirleriyle çekişen müslümainları "hak ve batıl savaşında ye­
rini şaşırıp kendi kalesine gol atan zavallılar" olarak tanımlayabilmişti.’;"
Şiirsellikle politikliğin, hele günümüz koşullarında, birarada varolabilmcleri çok zor. İskender Paşa Dergâhı'nın önünde iki seçenek var: Politik
bir tasavvuf hareketi olarak kalmak ya da tasavvufi bir politik harekete
dönüşmek. "İslam'da Siyasetin Yeri ve Önemi" başlıklı yazısında "Çok der­
viş olmalıyız" diyen Prof. Coşan, hemen bir sonraki cümlede "Bir taraftan
çok dürüst ve idealist, diğer yönden de fevkalade pratik bir pragmatik ol­
mamız gerekiyor" diyerek bu iki seçeneğin arasında bir konum arayışına gi­
riyor. Fakat dönüşüm uzun zamandan beri yaşanıyor ve geriye dönüş artık
olanaksız. Nitekim İslam dergisinin 1990 Ağustos sayısında yayınlanan bir
konuşmasında "Her şey değişti, bu da normal" diyen Prof. Coşan eski za­
manların dervişlerinden bilinen tiplemeler çizdikten sonra bugüne geliyor:
"Şimdiki zamanın dervişi kot pantolon giyiyor, kısa gömlek giyiyor,
üniversitelerde okuyor, yüksek tahsil yapıyor..."
Bu dönüşüm içerisinde İskender Paşa cemaatinin önemli kayıplar verdiği
de bir gerçek. İslam dergisinin yayınlanmasıyla birlikte başlayan, tarikat içi
sözlü iletişimden yazılı iletişime geçiş süreci, Prof. Coşan'ın 1990
başından itibaren aynı dergide sohbetlerinin özetlerini de yayınlamaya
başlam asıyla tamamlanmış sayılabilir. Böylelikle Prof. Coşan belli
aralıklarla müridleriyle görüşen mürşidler kategorisinden, belli aralıklarla
dergisini herhangi bir bayiden para verip satın alan okurlara hitap eden
başyazarlar kategorisine geçmiş oluyor. İskender Paşa Camii'ndeki gelenek­
sel sohbetlerin sürüyor olması bu yeni olguyu pek etkileyemiyor. Eğer
dergâh, sözünü etmeye başladığı siyasi partiyi kurar ve Prof. Coşan da orada
önemli bir görev üstlenirse, bir sonraki kategorisinin siyasi liderler katego­
risi olması da kaçınılmaz.
Bunun sonucunda, bir yandan Prof. Coşan yeni rakipler edinirken (bugün
diğer başyazarlar, hatta yazarlar; yarın büyük bir olasılıkla diğer siyasi li­
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 47
derler), öte yandan tarikat içi mürşid-mürid ilişkileri dönüşmeye başlıyor.
Örneğin Prof. Coşan'ın, 1990 Ocak ayma dek RP’yi sonuna kadar destekle­
diklerini söylemesine rağmen, müridlerinden birçok kişinin ANAP’a oy
verdiği, hatta onun listesinden milletvekili, belediye yöneticisi gibi ma­
kamlara seçildikleri biliniyor. M. Z. Kotku'ya bağlılıklarını her fırsatta yi­
neleyen, hatta uzun bir süre Prof. Coşan'a da bağlılık gösteren birçok Nakşi
aydınının onu açıktan eleştirmekten kaçınmadıkları gözlemleniyor. RP'ye
alternatif bir parti kurma çabasından sonra birçok müridin "Hocalarına duy­
dukları saygıya rağmen” yılların siyasi tecrübesine sahip bu yapıyı terketmeyecekleri, böylelikle de ona muhalif bir konumu zoraki benimseyecekle­
ri de şimdiden yaşanmaya başlanmış bir diğer gelişme.
İskender Paşa Cemaatinin bugün karşı karşıya bulunduğu sorunlar liste­
si uzatılabilir. Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca en önemli İslami yapı­
lanma olma özelliğini hemen hemen hep koruyup bugüne kadar getirebil­
miş bu tarikat kendi partisini nasıl kuracak? Bunu hangi kadrolarla nasıl
yürütebilecek? Şu an en temel görev olarak önlerine koydukları ve "İslami
Şura" teklifiyle somutlaştırdıkları İslamcı grupların birliğini sağlayabil­
mede ne ölçüde başarılı olabilecekler? Bu sorular uzatıldıkça uzatılabilir.
Sorulacak her soru bu cemaatin sorunlarını dile getirmekle eşanlamlı ola­
caktır.
Bugün modernizme karşı modernleşmenin İslami kesim içindeki en tipik
örneği olan İskender Paşa Cemaatinin can alıcı açmazı Türkiye'nin yaşadığı
derin ekonomik sorunlara karşı tutarlı alternatifler önerememesidir. Sosyal
adaletsizliklere, gelir dağılımındaki muazzam eşitsizliklere, kısacası yok­
sulluğa karşı, Prof. Coşan'ın "İslam fakiri güldürür, zengini hayra yön­
lendirir; işçiyi sevindirir, ağayı, patronu duygulandırır..." demesi çok fazla
anlam ifade etmiyor. Türkiye'de varolan üretim ilişkilerinin değişmesinden
doğrudan çok büyük çıkarları olmayan bir toplumsal kesime, dolayısıyla
ekonomik anlamda statükonun sürmesine taraftar muhafazakârlara hitap
eden dergâh ne kadar politik olursa olsun, dilini ne kadar radikalleştirmeye
çalışırsa çalışsın geniş halk kitlelerini kucaklayabilecek bir ideolojik potan­
siyele sahip olma şansından uzak. Bu nedenle mücadeleleri batılılaşma
yanlılarıyla mevzi savaşlarından öteye gidemeyecektir. Yine bu nedenle, ku­
rulu ekonomik düzenin güçlü bir tehdit altında kalması durumunda hep
içlerinde banndırageldikleri sağcı yön kolaylıkla ön plâna çıkabilecektir.
48 AYET VE SLOGAN
PROF. M. ESAD COŞAN'IN KONUŞMASI
Umumiyetle burdaki bana sorulan sorular parti ile ilgili çeşitli sorular. Diyorlar ki bir
müddet desteklediniz, şimdi bir ihtilaftan bahsediliyor. Niye?
^D esteklem ek hocamızın [Mehmed Zahid Kotku] zamanından beri oldu, parti, belli
bir partiyi kastediyorum, genel olarak partileri değil, dergâhımızın bir aksiyonu ola­
rak başladı. Hocamıza kişiler geldiler dediler ki, "Hocam şöyle şöyle şeyler yapalım
mı?" Emir buyurdu, istikamet gösterdi "Yapın" buyurdu, yaptılar. Gelen arkadaşlara
destek için hocamız kendileri eleman verdiler. Bazı kişiler, "Efendim falanca
kardeşim bana şöyle teklifte bulunuyor ne yapayım? Uygun görür müsünüz? Çalı­
şayım mı?" dedi; Hocamız da, "Uygundur, çalış" diye emir buyurdular. Böylece bizim
dergâhımızın bir aksiyonu olarak politik bir çalışma başladı. Hocamız destekledi,
ben Ankara’daydı m .ama zaman zaman beraber oluyorduk, mühtelif yerlerde muhte­
lif kimselere "Kardeşlerimizdir, tekkemizin, efendim, mensubudur, elbette destek­
lememiz, lazım" diyerek ortaya çıkmış kardeşlerimize yardımcı olmalarını rica ettiler)*
Çok bariz şekilde Samsun'da, hatırlarım Amasya'dan Samsun'a geçmiştik, Suluo­
va'da, Ali Efendi diye çok yaşlı bir şeyh efendi vardır, ilim dergâhla ilgilidir, Hocamızı
ziyarete gelmişti. O Süleyman Bey'i tutuyordu, hâlâ da belki öyledir, evine misafir
falan etmiş bir kimse. Ona çok nasihat etti Hocamız. Dedi "Bu bizim kardeşimiz iken
öbür tarafı tutmak uygun olmaz." Yine Samsun’da bir başka kitapçı hacı amcamız
var büyük tanınmış, büyük bir zat Mustafa Bağışlayıcı. O zat da MHP'yi tutardı.
Hocamız ona da nasihat etmiştir, orayı tutmamasını, efendim, bu tarafı destekleme­
sini söylemiştir. Biz de zaman zaman Ankara'da üniversitede vazifeliyken giderdik,
çağrılırdık, gazetede [Milli Gazete] "Esad Hoca falanca yerde konferans verecek"
diye ilanı çıkardı; ben sonradan haberdar olurdum. Bana derlerdi "Gazetede ilan
çıktı, işte Samsun'da konferans olacak, ayıp olur lütfen hadi buyrun" filan, biz de
emri vakiler karşısında giderdik, konuşurduk muhtelif yerlerde. Partinin, parti içi
seminerlerinde bizden rica ederlerdi "Güzel ahlak ve neslin terbiyesi konusunda
lütfen partililere, çalışacak kimselere bilgi verin" diye. Muhtelif yerlerde böyle top­
lantılar olurdu. Bir keresinde hatırlıyorum bazı kardeşlerimiz bakan iken, bazı
kardeşlerimiz başbakan yardımcısı iken Karacabey Harası'nm salonlarında birkaç
gün toplanılmıştı, ordan efendim... Fehmi Cumalıoğlu kardeşimizle Bursa'ya beraber
gelmiştik, Balkan Türklerinin bir toplantısı vardı, Batı Trakya Türkleri, Bulgar Türkleri
vsjle ilgili, ona katılmıştık.
^■Böylece tekkemizin bir aksiyonu olması dolayısıyla tepeden tırnağa destekleye­
rek devam etmiştik. Öyle zamanlar oldu ki siyasi olaylarda Hocamızın ikazları oldu,
nasihatları oldu, tavsiyeleri oldu, "Söyleyin şöyle yapsın. Söyleyin onlara böyle yap­
masın. Sakın şöyle bir karar çıkartmasınlar. Aman sakın şu olmasın, bu ojnıasm"
tarzında. Bunların da bir kısmına bizzat şahidim ve çok şahitler de vardırjÂşkeri
harekattan önce hatırlıyorum "Partinin .gençlik kollarını söyleyin kapatsın şunlar, bu
çocukları mahvedecekler" dediklerini hatırlıyorum. Onun üzerine muhtelif yerlerden
geldiklerini hatırlıyorum. İsim olarak mesela Kayseri'den Tevfik Rıza Çavuş
kardeşimizi hatırlıyorum. Onlar gelip "Aman hocam siz böyle böyle diyormuşsunuz",
"Evet." "Ama o zaman meydan şunlara kalır, bunlara kalır. Kapatır mıyız, kapatırsak
nice olur halimiz?" diye itiraz ettiklerini biliyorum. İtiraz edenlerin hepsi sonra ha­
pishanede, medrese-i yusufiyede biraz zahmet çektiler, üç beş sene kaldılar, hâlâ
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 49
t
muhakemeleri devam edenler vardır/yani hocamızın tavsiyesini tutmadıkları için. •
Sonra bir ara başındaki şahsa, "Söyleyin Necmi'ye partinin başkanlığından ayrılsın"
dediğini hatırlıyorum. Bunu temin etmek için kayınbiraderi Osman Çataklı'nm
görevlendirildiğini, bir sebeple bizzat kendisinin gidip söylediğini biliyorum. Fakat oradan ayrılmadılar. Sonra gene benim yorumlamama göre, şefkatten kaynak­
lanıyordu, hocasıydı, görüyordu, benim tahminlerime ve inancıma göre, olacakları
görüyordu, seziyordu, ve her radyo yayınını, her haber ajansını dinlerdi: 11, 1, 3, 5,
7, 9, 11. Yanında böyle bir el radyosu vardı, şıp açar dinlerdi, hiç birini kaçırmazdı.
Ben kendi kendime "^Hocamız bir şey bekliyor galiba" derdim. İşte o sırada söz dinleyenler rahat ettîler^onlardan bir tanesi de müşahhas bîr misa! olsun diye size
söyleyim, Yahya Oğuz" Bey Sanayi Bakanlığı müsteşarıydı. "Yahya ayrılsın, bu va­
zifeden'* demiş. Ertesi gün Yahya Oğuz atlamış, ertesi gün gelmiş İstanbul'a,
"Efendim" demiş "em riniz başım üstüne ama siz hakkaten söylediniz mi
söylemediniz mi diye tetkik için huzurunuza kadar geldim, böyle bir emriniz var mı?" :
"Evet var," istifasını hemen vermiş, Sanayi Bakanlığı müsteşarlığından hemen . ;
ayrılmış. Hiç de sıkıntı çekmedi, Yahya Oğuz ne uzunadaya gitti, ne inceadaya gitti, !
ne başka bir yere g itti^ \
;
80 harekatından sonra örfi idare devreleri oldu, çeşitli sıkıntılar oldu, partili ya- ;
saklamaları oldu, bu sırada bizim yurt içinde, dışında partiye muhabbet eden j
kardeşlerimize eğitim çalfşması olarak, konferans olarak çeşitli faaliyetlerimiz oldu, ;
onlara yönelik. O zamanlarda da parti bizim bir yân teşebbüsümüzdür, bizim bir ı
parçamızdır, kardeşlerimizin müessesesidir diye o gözle destek olmaktaydık. Hiçbir 1
kimse "Efendim bu parti bizimdir, sizin değildir" diye bizi dışlayarak, buna girişmez
diye düşünüyorduk. Bizi Almanya'ya zorla, fakülteden zor izin alırdık çünkü bir ta­
raftan fakültede görevimiz olduğu için, izin atarak, "Falanca zamanda buyurun filan­
ca toplantı olacak buyurun" diye rica ederlerdi, giderdik ve oralardaki toplantılarda
bizi öyle bir ünvaniarla takdim ederlerdi ki, burdaki.takdim solda sıfır kalır. "Çok
büyük mürşit" filan diye, "çok büyük evliyatullahtan" diye takdim etmeğe kalkarlardı,
ben mani olmağa çalışırdım. Merkez merkez, şehir şehir dolaşırdık, şu gruplar gibi ^
kalabalık cami cemaatleri ve yüzlerce insan katılırdı, ihvanımız [kardeşlerimiz] olur­
du, sizin gibi kardeşfer haline gelirdi ve adeta Almanya'da 2 milyon kadar işçi
kardeşimiz var, eşleriyle, çocuklarıyla Türk nüfusu olarak, bunun tabii büyük kısmı
camiyle, namazla, niyazla ilgili değildir maalesef, sanıyorum onda biri kadarı cami­
lerle ilgilidir. Onların içinden bir kısmı da partinin yönettiği camilerle ilgilidir. Büyük bir
kısmı biracıdır, içkicidir, Alm anlarla.evlenm iştir filan yani çok acınacak durum­
dadırlar. Onlara hizmet götürmemiz lazım aslında. Bugün Almanya’da müslüman
olanların büyük çoğunluğu eğer soracak olursanız, eğer daha önceden bir yere inti­
sap etmemişlerse bizim ihvanımızdır, kardeşimizdir. Ama daha önceden Sami Efendi'ye mensup olanlar vardır, bilmem başka yerlere mensup olanlar vardır, onlar tabii
o tarzda devam etmişlerdir.
Şimdi biz bu kardeşlik duygusuyla, sevgisiyle partinin merkez yönetim kuruluna
eleman vererek, başkanlıklarına, başkan .yardımcılıklarına eleman vererek, gençlik
teşekküllerine eleman vererek böyle devam ediyor idik, o zamanlar Milli Gazete’nin
Almanya baskısında, "Bizim adabımız tekke adabıdır" diye yazılıyordu, hergün bir
kuşak halinde, hiç değişmeyen bir kuşak halinde iri harflerle, iri puntolarla değişik
renkte bir zemin üzerine "Bizim adabımız tekke adabıdır" diye yazılıyordu ve "Her
toplantıda bir kişinin mutlaka intisabı gerekiyordu" diye söylüyorlardı. Almanya'daki
kardeşlerimiz bilirler. Almanya ile ilgisi olanlar bilirler, Almanya'da akrabası olanlar,
50 AYET VE SLOGAN
onlara mektup yazıp bu durumları sorabilirler. Şimdi, bu tavır bir zaman sonra bariz
bir değişikliğe uğradı, Hoca'ya karşı. Ve parti şeylerinde bize karşı bir tavır başladı.
Üç sene önceden, dört sene önceden, beş sene önceden, altı sene önceden bir
tavır başladı. Nasıi bir tavır başladı? Bizim dergimizin nasıl çalıştığını biliyorsunuz,
neden yazdığımı biliyorsunuz, beğeniyorsunuz, veya efendim okuyorsunuz,
alıyorsunuz. Biz bu dergileri şu bakımdan çıkartmıştık, örfi idare var, ben İskender
Paşa'da konuşuyorum, Ankara'da konuşma iznim var, muhtelif yerlerde izinler ala­
bilmişim konuşuyorum ama yasaklanabilir. "Sen Diyanet'e bağlı bir kimse değilsin,
emeklisin, konuşamazsın" diyebilirler. Onun için ben ihvanıma, yani kardeşlerime,
ahiret yoldaşlarıma ulaşabiliyim, mesajımı iletebiliyim, mektuplaşabiliyim diye
çıkartıyordum bu dergileri. Mektup adı altında böyle, çerçeveletip duvarlara asılan
nasihatlerimdir filan diye, böyle şeyler basıp, böyle şeyler. Birkaç tane mektubu
vardır, Hocamızın mektubu. İhvanlarımızın misafir odalarının duvarlarında asılıdır,
selam ile başlar, 20-30 nasihati şey yapar, hatta en son mektubunu ben kaleme
aldım yataktayken... Hocamız vasiyet ediyormuş, .o sene vefatı olunca o zaman an­
ladım vasiyeti olduğunu. Çünkü ben, Hocamızın yüz otuz~yüz kırk yıl yaşayacağını
sanıyordum. KafkasyalIlar çok yaşar. O Kafkasya'dan göçmüş gelmiş. Latife eder­
di, benim mahdumun, Nurettin'in torununu göreceğini söylerdi. Ben de sanırdım ki
benim Nurettin evlenecek, onun çocuğunu görecek, torununu görecek sanırdım.
Ben evlendiğim zaman "Evladım benim yerime sen geçersin” diye de söylerdi. Ben
de "O kadar yaşar mıyım" diye düşünürdüm. Onun için anlayamadım onun vasiyeti
olduğunu. Hocamız, rüyalarla da vasiyet ederdi, nasihat ederdi. Pek çok kimsenin .
hatıralarından bilirim, konuştuğu, vedalaştığı, konuştuğunu biliyorum.rüyalarında.
Bendeniz de dergilerimizle sizlere ulaşmayı düşünürdüm. Dergilerimiz benim size
mektuplarım diye düşünürdüm. Şimdi bu Almanya'daki partici kardeşlerimiz
başladılar "Bu dergiler bizim dergilerimiz değildir" demeğe. Ama dergimiz çıktığı za­
man Milli Gazete bayram yapıyordu. "İki üç günlük malzeme çıktı, dergilerden alırız
rahat ederiz" diyorlardı yazı yazanlar. Hakikaten de kardeşlerimizce günlerce,
. emeklerle hazırlanmış dosyalar, yazılar da özetleniyordu, yayınlanıyordu, filan...
Dergilerimizden istifade ediyor ama dergiler bizim dergiler değil, abone olmak yok,
abone olmaya engel olmak var Almanya'da. Sadece bizi seven bir kardeşimiz vardı
Hamburg'la, o da ihvanımızdır, Hocamız kendisine ders verme selahiyeti vermişti
kendisine, devam demiştir. O kardeşimiz bizim orda biraz muavinimiz gibi olduğu
için, genel merkezden saklı olarak, gizli olarak birşeyler yapmaya, çalışmıştır, cüzi
az. bir şeyler yapmaya çalışmıştır.
Bizim vakfımızdan bazı kimseler, kazara, tesadüfen bir tüccarın yanına gitmişler
üç dört-sene önce, "Biz demişler, .Hakyol için, talebeler için para topluyoruz, siz de
katılır mısınız? Yardım eder misiniz?" demişler. Aldıkları cevap "Biz partiye sora­
cağız, verilen cevaba göre yardım ederiz veya etmeyiz, biz doğrudan doğruya bir
yere yardım yapmıyoruz" filan demişler. Sormuşlar partiye, sonra da "Yapamayız"
demişler, "Bu vakıf bizim değil" demişler. Halbuki Hakyol Vakfı'nı rahmetli Hocamız
kurmuştu, Hakyol Vakfı'nı dışlamışlar beğenmiyorlar ve yardım yapmıyorlar. Ama
İktibas gazetesi sahibi Ercüment Özkan'ın adamlarının Almanya'ya gittiği zaman,
Almanya'daki mescitlerde para topladıklarını ve buraya geldikleri zaman da radikal
müslüman kardeşlerin, cuma kılmayan, cumayı uygun görmeyen kardeşlerin yurt­
larına bu paraların harcandığını biliyorum. Yani biz onlardan geri sayılmışız. Yardım
edilmeme durumu var, bizzat Necmettin Bey Konya'ya geldiği zaman bir buçuk sene
önce, "Efendim böyle iki şey olmaz, hem Hakyol'a yardım edeceksiniz hem Milli
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 51'
v
Gençliğe olmaz. Sadece Milli Gençliğe yardım edeceksiniz" demiştir. KonyalIlar hur­
dadırlar. Yani vakfımıza karşı tavır, dergilerimize karşı tavır, efendim, benim aciz ■
naçiz şahsıma karşı tavır, kitaplarıma karşı tavır. MBu kitapları okutmayın" filan
tarzında. Fakat Milli Gençlik için "Hocam Düzce'de konuşma yapar mısınız?” Eee
yolumun üzeri, Ankara'ya gideceğim vaaz için, yaparım, ben giderim onların
vakıflarında konuşma yaparım. Milli Gençlik Vakfı'nın başındakiler daha önce bizim
ihvanımızdır aslında. Yani onlardan böyle ikili bir tavır, vakfımıza yardım etmeme,
kitaplarımızı, dergilerimizi okutmama ama olanca imkanlarıyla elemanlarımızdan fay­
dalanma... Böyle biracaip garip durum. Uzun zaman belki düzelirler, yanlışlarını an1
larlar diye bekledik, dayandık. Bizim elemanlar seçimlerde yardımcı oldular, seçim
konuşmalarına giderler, ilahiyat fakültesindeki kardeşlerimiz her tarafa dağılırlar, Al­
manya'dan gelen kardeşlerimiz arabalarıyla seçim için seferber olurlardı, onların
tavrı böyleydi.^Sonradan, iş daha da keskin bir hale geldi. Sonradan başladılar parti­
nin eğitim semîherlerinde, geçenlerde bunlardan birisi Yalova'da yapılanıydı, tarika­
ta karşı bir tavır, tasavvufa karşı bir tavır, hadi benim şahsıma karşı bir tavır olsa
birşey değil ama tasavvufa karşı bir tavır, benim yoluma, benim müritlerime, benim
bağlandığım şeye karşı bir tavır. “Tasavvuf da neymiş, şeyhler-iaf üretmekten
başka ne yaparlarmış." Tarihi bilmiyor, tasavvuf tarihini bilmiyorlar. C ahiller^'
Vahdet gazetesinden bir kardeşimiz geldi... "Hocam ne dersiniz müslümanlar bir
şura kurmalı mı?" diye bir soruyla başladı. Dedim "Öyle şey olmaz, bu benim
şahsıma bağlı bir şey değil, bu Kuran-ı Kerim'in, ayetin koyduğu bir kural" dedim.
Ben mevki makam peşinde değilim ki, benim taraftarlarımın sayısı az olmuş, çok
olmuş onun peşinde değilim ki, yani ben Hacı Bayram Veli'den daha güçlü bir insan
mıyım, onun bir buçuk müridi varmış, benim o kadar da yoktur belki. Belki Allah daha
fazlasını lütfetmiştir, belki benim zayıflığımdan dolayı bana takviye olsun diye daha
çok vermiştir belki Allah. Sonra Milli Gazete'de bir yazar, gıybet olmasın diye ismini
söylemeyim, şura ile ilgili bir yazı yazmış, dalga geçmiş; "Şimdi bir de İslam şurası
meselesi çıktı, eğitim şurasından, efendim, spor şurasından sonra bir de şimdi İslam
şurası modası çıktı." Hayır, bu moda Peygamber Efendimizin zamanından, yani Kuran-ı Kerirn'in modası, böyle dini gerçeklerle alay edilmez; bunu yapanlar sapıtmış,
şaşırmış, dostunu düşmanından ayırd edemiyecek hale gelmiş, böyle saçma şey ol­
maz. Kuran-ı Kerim hakikatleriyle alay edilmez. Böyle kimselerle .dostlukla, arka­
daşlıkla, ihvanlıkla ilişkim yok. Böyle bir yolla, böyle bir teşkilatla benim ilişkim yok,
böyle bir kafayia benim ilişkim olamaz. Bizim uğraşımız Allah rızasını kazanmak, ne
gerekirse yaparız. Susmak gerekirse-susarız, şükür de ibadettir, uyku gerektiği za­
man uyurum, gündüz gider mışıl'mışıl uyurum, Peygamber Efendimiz gündüz uyku­
su vardır diyerek, sünnettir diyerek uyurum, bu da ibadettir. Süt içerim Peygamber
Efendimiz süt içmeyi sever diye, sünnettir diye süt içerim, süt içmek de ibadet olur.
Susmaksa susmak, konuşmaksa konuşmak, kavgaysa kavga, ölmekse ölmek.
Ben Kuran-ı Kerim'e aykırı birşey söylüyorsam, sünnete aykırı birşey söylüyorsam
yapmayın, ama başkası da söylüyorsa onu da yapmayın. Hesap sorun, "Niye sen
Kuran'daki hakikatle alay ediyorsun?" diye hesap sorun.
Şimdi birçok insan hesap sormadığı için şımarıyor, çünkü bazı insanlar değişiyor,
şımarıyor. Değişen ben değilim. 1990 yılının Ocak ayına kadar bütün kusurlarıyla bu
kardeşlerimizi destekledim, adam olurlarsa ilerde de desteklerim, doğru yolda gider­
lerse desteklerim, doğru yolda gitmezlerse babam olsa dinlemem, sizi de dinlemem,
doğru bildiğim şeyi yaparım. Bile bile susmak olur mu? Onun çevresinde hoca yok
mu? Avrupa'da hoca yok mu? Niye söylemiyorlar? Tek başıma kalabilirim, hiç kimse
52 AYET VE SLOGAN
destek olmayabilir, ama ben yanlış gördüğüm şeyi söylerim. Şûra'ya dil uzatmak.
İslami hareket değildir.
"Cihad yapıyoruz" diyor. "Ben cihad emiriyim" diyor. Muhterem kardeşlerim şu
anda bir harp var mı Türkiye'de? Var mı, yani harp yok, yani silahlı bir çatışma yok,
irşat var, tebliğ var, talim var, terbiye var, hakkı söylemek var, çeşitli çalışmalar
var. Cihad kafirlerle olur. Sen cihad yaptın mı kafirlerle? Afganistan'a gittin mi? Orda
düşmana silah attın mı? Mersedeslere kurulup saltanat sürüyorsun, yaptın mı ci­
hadı? Cihad emiri! Nerde cihad emirliği yaptın? Yapmadın. Sadece nutuk attın.
"Neler yaptık şu vatan için*’ dediği gibi şairin, kimimiz öldük kimimiz nutuk söyledik,
sadece nutuk söyledin. Hain de öyle yapıyor. Sen kendini doğru yolda sanabilirsin
ama öteki de kendini öyle sanır onun için Şafi mezhebi vardır, onun için Hanefi mez­
hebi vardır, Maliki mezhebi vardır, Hambeli mezhebi vardır, şu mezhep vardır, bu
mezhep vardır ve biz onlara hak mezhep diyoruz. "Bana biat etmeyen kendine din
arasın" diyor. Yani insanlıktan mı çıkıyor? Böyle saçma şey mi ölür? Sen nesin? Bu­
lunmaz hint kumaşı mısın ki ben sana itimat etmediğim zaman, kusurlu görmüşüm,
şey yapmışım, zaten ekseriyeti sağlayamamışsın, tüm desteğimize rağmen yüzde
7'lerde kalmışsın 46 milletvekili artı 3 senatörle meclise girmişken, şimdi sıfıra indir­
mişsin, yani ben ne diye sana uyuyum? Beğenmiyorum ki metodunu, benim meto­
dum o değil ki! Benim metodum sevgi, kardeşlik, vefa, ahde vefa. Hani nerde ahde
vefa? Peygamber Efendimiz buyuruyor ki, "Ahdine vefası olmayanın dini yoktur"
diyor. Hani nerde ahde vefa? Hani nerde 20 yıllık, 30 yıllık, 40 yıllık arkadaşlık? Hani
nerde iyiliğe iyilikle mukabele etme? Ben seni 90 yılına kadar desteklemişim, sen
benim vakfımı niye desteklemiyorsun? Sen benim kitabımda İslam'a aykırı ne
gördün? Kendi keyfine göre bir yol tutturmuş, "Cihad emiriyim", ne cihadı? Böyle Al­
lah yoluna bir cihad değil ki bu! 40 yıldır tanıdığı insan, 40 yıldır tanışırız, 40 yıldır
desteklediğimiz insan, beslediğimiz insan, varlığımızın her çeşidiyle katıldığımız in­
san, kardeşlerimizin parasıyla, bütçesi kabarmış, şişmiş insan, Almanya'dan valiz­
lerle gelen paralarla zenginlemiş insan, Suud'dan, Kuveyt'ten gelen paralarla şey
yapmış insan, bütün gençlerimizle, okuyan talebelerle, kendi damatlarım dahil, ken­
dim dahil, seçim meydanlarında, Erzurum'un dağlarında, Samsun'un, Terme'nin,
Havza'nın şeylerinde desteklediğimiz şey, bu mudur ahde vefa? Bu mudur der­
vişlik? Sen bu tekkenin mensubu değil miydin? Sen "Bizim yolumuz tekke adabıdır"
demiyor muydun? Sen "Herkesin İntisabı olması lazım” demiyor muydun? Derviş
şeyhin sözünü dinlemezse dervişliği nerde kalır? Öyle saçma şey mi olur?
İyi yetişmemiş insanlardan İslami aksiyon çok zarar görüyor. Biz insanların nef­
sinin esiri olmaması, Allah'a kulluk, Allah'ın rızasını kazanma esasına göre,
çalışması gayretindeyiz. Bu gayretin değerlendirilmesi Allahu taala hazretlerine
kalmıştır. Biz naçiz kullarız, eksiğimiz, kusurumuz çoktur, hareketlerimizde kusur
olabilir ama tuttuğumuz yol güzeldir, sevgi yoludur, kardeşlik yoludur. Bize hücum
eden radikal müslümanlara> cevap bile vermemişim, Hürriyet gazetesi aleyhimize
yazmış', Emin Çölaşan, İsmail Nacar aleyhimize yazmış, Ercüment Özkan aleyhi­
mize yazmış, cevap vermedik. Niye? Müsiümandır, onlarla hesabımız sonra, ahi­
re tte.
Aradan 20 yıl geçtikten sonra, 46 milletvekili artı üç senatör, 49 parlamenteri
sıfıra indirdiğimizde yüzde yedi, yüzde on bir şey. Bundan sonraki seçimlerde ne
tahmin ediyorsunuz? En iyi tahminlerle diye soruyorum: yüzde on, yüzde onbeş.
Halbuki Türkiye'nin yüzde 99'u müslüman. Niye sağlanamamış bu birlik ve beraber­
lik? Biz bunun hatasını görüyoruz. Biz müsiümanların kardeşliğinin tam ifade edilme­
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 53
diğini görüyoruz. Cihad literatürü ifade ediyorlar, cihad literatüründen coşan
gönülleri müslümanlar üzerine tevci ediyorlar. Öyle şey olmaz, cihad müslümanla ol­
maz, müslüman müslümanla cihad etmez. Biz bunu anlatmağa çalışıyoruz. Dervişlik
metodunu kullanalım diyoruz. Kusuru kendimizde arayalım diyoruz. Millet kusuru
kendisinde görmüyor; "Efendim yüzde 99 müslüman hatalı" diyor. Kendisini destek­
leyenler tamam, desteklemeyenler, tabir aynen kendisinin, "patates dininden*' diyor.
Alay ediyor yani. Cihadı methediyor, ediyor ondan sonra da "En büyük cihad parti
sandığında parti müşahidi olmaktır*' diyor. Peki öyleyse, niye reye en çok ihtiyacı
olduğu dönemde, hem de seni en son seçimde bile desteklemiş dergâhla savaşa
kalkıyorsun? Niye benim dergilerime, vakıflarıma, şahsıma savaş açmış durum­
dasın? Biraz kusuru kendinde görsen! Biraz söz dinlesene "Hocalardan şura kuru­
yum da hocalardan başıma bela mı alıyım?" demiş Rıfat Boynukalın'a. Şurayı kabul ‘
etmiyor ki adam, "Ben" diyor, "emirim" diyor, "Baş başa, baş şeriata, yani bana
bağlı" diyor. Kendisine bağlı diyor ve "Ben de istediğim gibi ictihad [Kuran ve hadis­
lerle çözümlenemeyen sorunlarda görüş bildirme] ederim" diyor. Sen ictihad ede­
mezsin, çünkü sen ne ayet bilirsin, ne Arapça bilirsin, ne de içtihadın şartlarından
herhangi birine sahipsin, ne de ekseriyetle tasvip görmüş seçilmiş bir insansın. Se­
nin eski yol arkadaşların bile sana kırılmış, senden ayrılmışlar. Saha son ana kadar
yardım etmeye çalışmış yaralarını sarmağa çalışmış insanları bile bile karşına almış,
tavır almışsın, nasıl cihad edeceksin? Neyle cihad edeceksin? Ne biçim anlayış! Bu
kafayla.nereye varırsın?
Sorduğunuz suallerin cevabı bu. Böyle tavırlar olduğu için, böyle davranışlar
olduğu için efendim biz ilan ettik. Dikkat ederseniz yazılarıma, Ocak yazımda
"Yazıklar olsun kardeşi kardeşten ayırandan" dedik. Neden? Biz kardeşlerimizi ona
emanet ettik, "Buyur çalış sana kadro olsun" dedik. Kardeşlerimizin şimdi tekkeye
bakışı, tasavvuf anlayışı, biati darmadağın dağıldı. Senin biata hakkın yok ki! Senin
intisap ettirmeye hakkın yok ki! Her komutan kendisine biat ettirirse, yüzbaşıya bir
biat, binbaşıya bir biat, generale bir biat, böyle saçma şey mi olur? Peygamber
Efendimiz zamanında insanlar kime biat ediyordu bağlanıyordu? Peygamberimize.
İkilik var mıydı devlet yöneticisiyle şey arasında? İmanının imamını bilmeyen cahil­
dir. Üç kişi bir araya gelse birini imam seçmesi lazım. Onun'için İslam'ı bilmiyorlar,
İslam'ı doğru uygulamıyorlar, fanatizme düştüler, yanlış uygulamalara geçtiler.
Lütfü Doğan Hoca benim yanıma gelirken, "Efendim, zatiâlilerinize hürmetleri var, el­
lerinizden öpüyor." Ben istemem kardeşim, benim elimi ne diye öpüyor, ben öyle
birşey demiyorum, istemiyorum. Vallahi billahi istemiyorum. Ama "ellerinden öperim"
deyip arkasından kuyu kazmak İslam'da yok.
Bir başka soru diyor ki "Hocam parti kuracakmışsınız?" Parti kurabilirim, o benim
hakkım, hiç bir zaman kurmam demedim, yani parti kurma hiçbir zaman bir şahsın in­
hisarında değil, hele beceriksiz olduktan sonra, hele başaramadıktan sonra.
Eğitimlerinde söylüyorlar, "İkinci bir baş çıkarsa başını kesmek lazım" diyorlar. Lite­
ratürlerinde kesmek var, hem de kaç seneden beri! Adapazarlı kardeşlerim bilirler,
partinin eğitimi içinde bu vardır, kesmek.vardır. Bu onların kararıyla olacak bir şey
değil, düşünülür, taşınılır, kendim bir hareket yaparım bu kendimi bağlar, beğenilirse
siz de katılırsınız. Daha iyi niyetti daha çok müslümam kucaklayacak bir parti kur­
mak bugün müslümanların boynunun borcudur. Kim kurmuyorsa, kim kurmaya
yanaşmıyorsa, kim yan çiziyorsa, kim başka başka partilere girip, asıl yapması ge­
reken işten kaçıyorsa vallahi de billahi de Allah indinde mesul olur.
Çünkü müslümanların kendi öz siyasi teşkilatını kurması lazım. "İşçiler birleşin
54 AYET VE SLOGAN
,
patronlar sizi sömürmesin" diyorlar. Demokratik düzenlerde herkes menfaatlerini
korumak için kanunların verdiği imkanlar içinde çalışıyor, herkes. Biz niye
müslümanlik menfaatimizi korumak için bir organizasyonu kuramamışız, ekseriyeti
sağlayamamışız?
Cuma namazı günü tatil olsun diye bir önerge veriyor, partisinin bütün adamları
gelmiyor, cuma tatili olm uyor Cuma tatil olsa ne olur? Bir kanunlukcanı var yani.
Meclis'te şu kadar insan parmağını kaldırırsa cuma tatil olur, herkes cuma namazına
gider, hutbe dinler, vaaz dinler, Allah’ın bir farzını yerine getirmiş olur, böylece de
birçok hayırlar hasıl olur. Ama yapmıyor, 20 yıl çalışıp da bir sonuca
götüremeyenden Allah hesabını soracak. "Sen 20 yıl ne yaptın, 20 yıldır politika sa­
hasında çalışıyorsun, geldiğin nokta.nedir?" diye sormazlar mı? Cemalettin Hoca
çıkmış, "Efefndim bu iş politikayla olmaz". Politikayla olmazsa nasıl olur? Mevcut
şartlar içinde yapabileceğin herşeyi yaparsın, ona göre çalışırsın/kendi imkanlarınla
hiç kimse kalmasa sen doğru bildiğin şeyi yaparsın. Müslümanların ekseriyeti temsil
eden bir partiyi kurmaları boyunlarının borcudur, kurarlarsa kurarlar. Kurmazlarsa
Allah hesabını s o r a r ^
KAYNAK: 26 Mayıs 1990'da İstanbul'da yaptığı konuşmanın bant dökümü.
İSLAM'DA SİYASETİN YERİ VE ÖNEMİ
Halil N eca tio ğ lu
Islâm dininin, hiç şüphesiz -her mevzuda olduğu gibi- siyaset, devlet, hükümet, "
yönetim esasları, idareciler ve idare edenler hakkında da, çeşitli hükümleri, tavsiye­
leri, emir ve yasaklan vardır; çünkü en kâmil ve en tam dindir; hiçbir sahayı ihmal et­
mez, sağlam ve kusursuzdur; Allah Celle Celalühü’nün razı olduğu, uymayı emret­
tiği, hak dindir; eksiksiz, noksansız, komple bir sistemdir, pratik ve aktif bir hayat
dinidir, ütopist ve hayalperest değildir, gerçektir, gerçekçidir, dipdiridir, hayatiyet
doludur, insanoğlunun her meselesiyle ilgilenir, her sorusunu çözer, her müşkilini
halleder.
’
O halde müslümanlar, bu siyasi içtimai (sosyo-politik) konularda da -ibadet ve
taatlerde olduğu kadar- dinin ahkâmına uymakla, emirlerini tutmakla yükümlü ve so­
rumludurlar; bu sahalarda ödev ve görevlerini yapmak zorundadırlar; asla ilgisiz, bil,gisiz, etkisiz, renksiz, lâkayt, bigâne ve pasif kalamazlar; kalırlarsa, mes'ül olurlar,
günaha girerler, büyük ve devamlı veballer altında kalırlar, dünyada hor ve zelil,
müstaz'af ve esir düşer; ahirette azab görür, perişan olurlar. Din, bir bütündür, bir
kısmını yapıp, diğer kısmına sırt çevirm ek olamaz. Ülkemizdeki laiklik,
müslümanların siyasetle uğraşmamaları demek değildir. Aksine var güçleriyle
uğraşmalarını ve siyasi yönden teşkilâtlanmalarım gerektirir; çünkü yönetim, de­
mokrasi ve rey oyunlarıyla dine karşı grupların eline geçer, inhisarına düşerse, bu,
müslümanların en tabii haklarının çiğnenmesi, ibaret ve taatlerini dahi yapamama
durumuna düşülmesi sonucunu doğurabilir. (Başörtü, cuma namazı, faiz, Ayasofya
v.s. konularında olduğu gibi.) Müslümanların seçimlere katılmamaları, siyasetle ilgi­
lenmemeleri, devlete talip ve sahip olmamaları, yönetime iştirak etmemeleri, pasif
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 55-*
kalmaları, içteki azınlıkların, dıştaki emperyalist güçlerin arzusudur.
Çünkü müslüman halkların uyanmaları, haklarını istemeleri, yönetimi elde etmele­
ri, onların asırlardır süren mücadelede yenik düşmeleri, istilâ ve istismarlarının sona
ermesi demek olacaktır.
Emperyalistler, sosyal bünyesi zayıf, halkları cahil ve şuursuz, ilim ve teknikte
geri ülkeleri ya doğrudan doğruya istilâ ederek sömürürler; ya da kendi yandaşları
ve ajanlarını iktidara getirerek, onları kullanarak yönetirler; o milletin kendi öz vatan­
sever evlatları -ezkaza- herhangi bir yolla iktidarı elde ederlerse hemen onları ihtilal­
lerle, iç ve dış gailelerle bertaraf etmeğe çalışırlar. Bu bakımdan dünyanın her yerin­
deki müslümanların çok uyanık olmaları, oyuna gelmemeleri, siyaset ve yönetimin
dini ve miili menfaatlere uygun yönde çalışmasıiçin çalışmanın, hem en büyük ve en"
temelli hakları, hem de en ciddi ve önemli görevleri olduğunu asla unutmamaları
gerekir.
O haide sîzler de temiz siyasetle çok yakından ilgilenmelisiniz. Bu sahayı, beceT
riksizlerin, ahlâksızların, hayalperestlerin, yalancıların, inatçıların, istismarcıların, ;
sahtekârların, düzenbazların, muhterislerin, rüşvetçilerin, hırsızların,'ajanların, ;
hainlerin eline terk etmeyin. Parçalanıp, dağılmayın; sevgi ve saygıyla, karşılıklı an- i
layış ve hoşgörü ile hareket edip, birlik ve beraberliği, galibiyet ve ekseriyeti mutla- j
ka sağlayın. İyi bilin ki hizipçiliğe ve inatçılığa devam ederseniz yönetim çok kötü el- ;
lere geçebilir. Bu tehlikeleri gördükçe içim yanıyor; bu hayatî gerçekleri görmeyen, f
sorumsuzca hareket eden fanatik, dar kafalı partili ve particilere çok.şaşıyor ve çok ;
teessüf ediyorum.
î
Maddi ve manevi benliğimizi kaybetmeden, haklarımızı çiğnetmeden, yurt zen- ;
ginliklerimizi, ekonomik ve kültürel varlıklarımızı yağmalatmadan, hürriyet ve istikla- :
limizi elden kaçırmadan, vatanı böldürtmeden, her tür varlığımızı daha da geliş- ^
tirmeğe, genişletmeğe, yükseltmeğe çalışmalıyız; çok dikkatli, çok müteyakkız, ;•
çok olumlu, çok sevimli, çok bilgili, çok çalışkan, çok verimli, çok vefakar, çok fe- :
dakar, çok vatansever...(yani özetle: "çok derviş") olmalıyız. Bir taraftan çok
dürüst ve idealist, diğer yönden de fevkalade pratik ve pragmatik olmamız gerekir *;
yor. Birlik ve beraberliğe engel olan herşeyi, her ne pahasına olursa olsun :
aşabilmeli, her müşkili halledebilmeliyiz, küçük pürüzlere takılıp kalmamalıyız.
Taşlaşmış taraftarlık duygularıyla, lüzumsuz sevgi ve haksız bağlılıklarla, yersiz
düşmanlık ve asılsız çekişme ve çatışmalarla... birlik ve beraberliği sabote etmek
isteyenlere âlet olmadan, ulvi gayemize doğru sarsılmaz adımlarla ilerlemeliyiz.
Çünkü bizim güçlü, kuvvetli ve sağlıklı olmamız tüm insanlık için elzemdir; herkes
bizden medet umuyor, tüm dış Türklerin, cümle İslâm âleminin gözbebeği ve en
büyük ümidiyiz, bütün soydaşlarımız ve dindaşlarımız bize bel bağlamış, bizi
gözlüyor, bizden işaret ve beşaret bekliyor.
Bizim selâhımız, felâhımız ve muvaffakiyetimiz, doğulu-batılı, kâfir-mümin cümle
insanlığın, dünya ve ahiret saadet ve selametiyle birçok yönden ve çok yakından
bağlantılıdır.
Tevfik Allah’tandır.
Allah celle celalüh yardımcımız olsun!
KAYNAK .Islâm, Haziran 1990, ss. 5-6.
56 AYET VE SLOGAN
M Ü tB V a Z I
Mutasavvıflar:
»
.
ERENKOY CEMAATI
x Mahmud Sami Ramazanoğlu 1892'
de Adana'da d^ du- lsti>"bul;a “t
versıte okumak ıçırı geldi.. Daru 1Fûnun Hukuk M ektebi'ni birinci­
likle bitirdi. Bir süre Nakşibendili­
ğin Gümüşhaneli Dergâhı'na devam etti. Daha sonra yine Nakşi tekkesi
olan Kelami Dergâhı'nın şeyhi Erbilli Mehmet Esad Efendi'ye (18471931) bağlandi. Cumhuriyetle birlikte tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla
Adana'ya döndü. Cami-i Kebir'de vaazlar verdi. Özel sohbetleriyle şey­
hinden almış olduğu irşad sorumluluğunu yerine getirdi. Geçimini
sağlamak için bir kereste şirketinin muhasebesini tuttu. .;
1951'de İstanbul'a dönen Ramazanoğlu, iki yıl sonra ailesiyle birlikte
Şam'a yerleşti. Bu ikameti 9 ay sürdü. Dergâhın başına geçmek için yine
, İstanbul'a gelip önce Beyazıt'a, ardından Erenköy'e (Erbilli Esad Efendi'nin
son yıllarını geçirdiği semt) taşındı. İrşad faaliyetlerini Erenköy Zihni
Paşa Camii’nde sürdüren Ramazanoğlu Mahmud Sami'nin sohbet halka­
larında değişik meslek ve düzeylerden insanlar vardı. Ancak hali vakti ye­
rinde olan işadamları özellikle dikkati çekiyordu.;Yakmlarıııdan Bekir Haki
Efendi'nin şu sözleri onun zengin insanları tasavvufa bağlamakta ünlü
olduğunu gösteriyor: "Bu zenginleri saatlerce dizüstü oturtmak Boğaz'dan
gelen bir gemiyi Sarayburnu'nda bağlamaktan da zordur. Bizler bu işi ya­
pamayız. Bunu ancak Sami Efendi yapabilir..^
,, Mahmud Sami Ramazanoğlu'nun bu özgün yanını rastlantıyla açıkla­
mak yanlış olacaktır. Çünkü daha işin başında şeyhi onun stratejisini bir
Kuran ayetiyle çizmişti: "Ne ticaret, ne,de alışverişin Allah'ın zikrinden
alıkoyamadığı kimseler vardır." (Nur. 37) Ayrıca kendisi varlıklı bir aile­
nin çocuğu olarak bu türden insanları yakından tanıyordu. Şeyhliği müddetince Tahtakale'de bir şirketin muhasebesini tutuyor olması da bu çevre­
lerle ilişkisini güçlendiriyordu. Ramazanoğlu Mahmud Sami 1979 yılında
Suudi Arabistan'a hicret etti. Ömrünün kalan kısmını İslam'ın kutsal topraklarinda geçirdi. 12 Şubat 1984 günü aynı yerde vefat etti. ;.
Uzun süreden beri "Erenköy Dergâhı" olarak anılan Nakşibendiliğin bu
kolu, Erbilli Esad Efendi'nin zamanında Kadirilikten de irşad icazeti almış
olması nedeniyle, bazı Kadiri öğeleri de kapsıyor. Dergâh'ın tasavvuf faa­
liyetinin temelinde İskender Paşa'da olduğu gibi hadis, İsmail Ağa’da
olduğu gibi fıkıh değil, tefsir var. Gerek Ramazanoğlu Mahmud Sami'nin
Aralık 1986 tarihli Altınoluk dergisinin "Yuvamız" ekinden bir çizgi roman.
58 AYET VE SLOGAN
konuşmalarının derlendiği kitaplarda, gerekse dergâhın diğer yayınlarında
Kuran'ın en önemli referans kaynağı olduğu görülüyor. Yalnız Kuran'm
yorumlanmasının öncelenmesi hadis ve fıkıhın önemsenmediği anlamına
gelmiyor.
;
YENİ DÖNEM: ALTIN O LU K DERGİSİ
{Şeyhin ölümünden sonra Erenköy Dergâhı'nın başına tek bir kişi
geçmediği, faaliyetlerin birbirlerinden görece bağımsız olan dört kişilik bir
heyet tarafından yönlendirilmeye başlandığı söyleniyor.;
<\ Dergâh yayın alanına esas olarak Ramazanoğlu M ahmud Sami'nin
külliyatını yayınlamayı kendine görev bilen Erkam Yayınları'nın kurul­
masıyla girdi. İslami dergiler kervanına ise 1986 Mart ayında Altınoluk
dergisiyle katıldı. Günümüze kadar, aksamaksızın her ay yayınlanan bu
dergi Erenköy Cemaatini anlamakta oldukça yardımcı oluyor.;;
Her sayısı 48 sayfa olan Altınoluk'un teknik kalitesi oldukça yüksek.
Diğer birçok dergi gibi her ay bir kapak konusunu geniş bir şekilde ele
alıyor. Kapak grafiklerinde fotoğraflardan ziyade illüstrasyonlar, kolajlar
ve sık sık da hat'lar kullanılıyor. Derginin az sayıda ama istikrarlı bir ya­
zar kadrosu var. Ayrıca hemen hemen her sayıda İslami kesimin saygın bir
ismiyle geniş röportajlar yapılıyor. Mutlaka Kuran ayetleriyle başlayan
derginin her sayışında iki ayrı başyazı bulunuyor. Üçüncü sayfadaki, o
sayının kapak konusunu yorumlayan yazı sık sık güncel siyasi sorunlara
. eğiliyor, derginin politik bakışı hakkında ipuçları veriyor. Dil ve üslubu
oldukça modern olan bu yazıların sahibi, önceleri Ahmet Maraşlı müstear
adım kullanan Ahmet Taşgetiren.
Orta sayfalarındaki "Ayın Sohbeti" bölümü ise itikadi ve ahlaki konu­
ları tasavvufi bir perspektiften yorumluyor. İlk sayılarda "Altınoluk" im­
zasıyla yayınlanan bu yazılar daha sonra Sadık Dânâ imzasıyla çıkmaya
başladı. Bu adın, dergâhın önemli bir şahsiyetinin müstear adı olması ihti­
mali yüksek.
Bu iki ayrı başyazıda gözetilen politika ile tasavvuf arasındaki denge,
derginin bütününde karşım ıza çıkıyor. Fakat ilk sayıdan itibaren
Altınoluk'ta ağır basan yönün İslam'ın bir din olarak algılanışı olduğunu
kolaylıkla söylemek mümkün. İslami bir düzene geçebilmek için toplum­
da radikal-devrimci dönüşümler olması gerektiği görüşüne kesinlikle itibar
iv/
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 59
etmeyen Altınoluk'ta esas olarak birey hedef alınıyor. Düzen ne olursa ol­
sun, İslam'ı bir bütün olarak, bilinçli bir şekilde hayatlarının her alanında
yaşayan bireylerin böylesi bir dönüşümü otomatikman gerçekleştireceği
varsayımından hareket ediliyor.
Amacı iman duygusunu ve ibadet sorumluluğunu yaygınlaştırmak ve
güçlendirmek olan Altınoluk, Nurcular gibi "iman hakikatlerini" pozitif
bilimler yardımıyla kanıtlamak yoluna da gitmiyor. Tasavvufi bir disiplin
içinde, insanların kalplerine, gönüllerine alabildiğine şiirli bir dille sesle­
niyor. Yazıları incelikli hat'larla süslüyor. Destanlar, kıssalar yayınlıyor.
İslam tarihinin önemli şahsiyetlerinin hayatlarını anlatıyor. Buyurmamaya
özen göstererek öğütler veriyor.
Derginin son sayfalarında M .Ahmed Varol tarafından hazırlanan,;
Türkiye ve İslam dünyasından güncel gelişmelerin aktarıldığı bölümde bu
yumuşak üslup biraz sertleşiyor. Sınırlı sayıda sayfada bir ayın gündemini;
özetlemek ve aynı zamanda magazin de yapmak gibi zor bir işin altından1
ustalıkla sıyrılan bu bölüm A ltın o lu k’a bir anlamda "hava aldırıyor".';
Türkiye değerlendirmelerinde, liberal kanat ve uygulamaları hariç, ANAP'ı;
zor duruma sokabilecek yorumlardan kaçımîdığı gözleniyor.
Erenköy Cemaati, 12 Eylül öncesi tercihini Milli Selamet Partisi'nden
yana yapmıştı. Sivil hayata yeniden geçişte ise ANAP desteklendi. Bul
yeni eğilimde, bu partinin kurucularından ve İstanbul İl Başkanı Eymen'
Topbaş’ın cemaat içinde etkin olmasının rolü büyüktü. RP’de eski MSPİ
kadrolarının yeniden üst düzeylere gelmesiyle cemaatin politik tercihle­
rinde farklılıklar ortaya çıktı. İstanbul kanadı ANAP destekçiliğini
sürdürürken cemaatin Anadolu'daki bağlıları RP'ye yeniden meyletmeye
başladılar. Örneğin 29 Kasım 1987'de yapılan erken genel seçimler öncesi,
dergâhın dört büyük isminden biri olan eski MSP Konya Milletvekili Tahir Büyükkörükçü bu tavrı açıkça dile getirdi. Söz konusu seçimler sıra­
sında vargücüyle RP'yi destekleyen İslam dergisinin, tam seçim arifesinde
piyasaya sürülen 1987 Aralık tarihli 52. sayısında siyasete bakışını şöyle
açıklamıştı Büyükkörükçü: "Biz şahsen Türkiye'yi bir havuza benzetiyo­
ruz. İçerisi yıllardır yabancı maddeler, artıklar, Müslümanları memnun et­
meyen unsurlarla doldurulmuş bir havuz. Bu havuz ancak iki şekilde te­
mizlenebilir: Birincisi, havuzu tamamen boşaltmak, bütün pislikleri bir
anda akıtıp yerine tertemiz bir su doldurmakla gerçekleşir ki, bunu bugün­
kü Türkiye şartlarında gerçekleştirmek imkânsızdır. İkincisi, bir taraftan
60 AYET VE SLOGAN
kirli suyu akıtırken yerine aynı miktarda temiz su vermekle mümkün
olur. Bugün Türkiye'de buna ihtiyaç vardır. Böylece havuz zamanla kendi­
liğinden temizlenmiş ve evsaf-ı selasesi dediğimiz, rengi, kokusu ve tadı
açısından içilebilecek özellikicTFir suya kavuşturulmuş olur."
Türkiye'deki devrimci ve evrimci İslami anlayışlar arasındaki farkı
mükemmel bir şekilde özetleyen Büyükkörükçü, neye talip olduklarını
şöyle açıklıyor: "Gönlü ve ruhu kararmış, kafa yapısı karma karışık olan
nesiller yerine, imanlı ve inançlı nesiller yetiştirmiş olacağız. İçki, ku­
mar, fuhuş, zina, faiz gibi toplumu çökerten unsurları ortadan kaldıracak
bir siyasi zihniyet ile havuzun temizliğini sağlamış olacağız. Bu yüzden
inançlı kadrolara Türkiye insanı her zaman muhtaçtır."
Cemaatin İstanbul kanadı tarafından çıkartılan Altınoluk dergisinde
siyasetin bu yalınlıkta, bağımsız bir bakış açısıyla algılanışına rastlamak
zor. Bu olguyu yalnız ve yalnız ANAP destekçiliğiyle açıklamak büyük
haksızlık olacaktır. Çünkü birçok cemaatin, İslam dünyasındaki radikal
dönüşüm dalgalarının verdiği sarhoşlukla siyaseti herşeyin önüne koyduğu
dönemlerde izlediği mütevazı yayın çizgisi uzun vadede Altınoluk'un kârlı
çıkmasını sağladı. İslam'ın radikal yorumlarının hızlı bir gerileme
yaşadığı bugünlere dergi çok az bir yarayla girdi.
Ancak bir bütün olarak Erenköy Cemaati'nin Türkiye'de çok etkin oldu­
ğunu söylemek mümkün değil. Onun gücü daha çok müridlerinin maddi
düzeyinin yüksekliğinden geliyor. Dergâh işte bu maddi gücünü daha çok
müslüman aile çocuklarına üniversite bursları sağlamak gibi "hayır işle­
rine" kanalize ediyor. Nakşibendiliğin geleneklerini mümkün olduğunca
korumaya gayret eden Erenköy Dergâhı, günümüz Türkiyesi'nde klasik
tarikat yapılarına en yakın olan çevrelerin başında geliyor.
Metropoldeki Taşra:
/ S MA İL >4ĞA
Türkiye'de, Batılılaşmayla eşanlamlı
olarak telaffuz edilen modernleşmeye
n P M A ATİ
karşı, İslami direniş yollarının her
"
biri, değişik cemaatler tarafından fark­
lı biçim ve dozlarda geliştiriliyor.(M ahmut Ustaosmanoğlu (Mahmut
Hoca)'nın şeyhliğini yaptığı Nakşibendiliğin İsmail Ağa Cemaati, İran
asıllı yazar D. Shayegan'm "acısı çekilen tüm toplumsal eşitsizlikler ve
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 6;i
|
ı
I
ahlaki çöküntüleri, mucizevi bir şekilde çözmesi beklenen köken mitoloji|
sine doğru gerileme" diye tanımladığı direniş yönteminin en katı ve radi­
kal uygulayıcılarından biri.'1|
j
jfKadınların çarşafa bürünmeşinin^erkeklerinsakaLbırakıp^şalyarr sarık,
cübbe kullanmasının'temel şart olduğu, bu tarikatta gündelik yaşam m.eti
|
ince ayrıntıları konusunda neyin, nasıl yapılması gerektiği şeyh tarafından
j
belirlenip müridlere dayatılıyor. Bu dünyadaki varoluşu sadece ve sadece
|
Allah'a ibadet etmeye indirgeyen tarikat, kuşkusuz ilk aşamada, bilinen ibadetler hakkında alabildiğine ayrıntılı, karmaşık ve birbirlerine belirli bir
sıra içinde sıkı sıkıya bağlı hükümler geliştiriyor. Böylelikle müridler,
örneğin namaz ibadetinin pratiği kadar teorisiyle de meşgul oluyorlar. An­
cak bu teori, namazın niÇin'inden çok nasıl'ıyla ilgileniyor.}
İkinci olarak, tarikat içi ilişkiler, özelikle de mürşid-mürid ilişkileri ger
liyor. Allah'a kulluk ibadetinin ayrılmaz bir parçası olarak görülen tasav­
vuf hakkında da yukarıda sözünü ettiğimiz karmaşıklıkta bilgi, görgü ve
geleneklerin yeniden üretimi söz konusu. Ancak bu düşünsel yeniden
üretimler şeyh (Mahmut Hoca) tarafından verilen "dersler" ekseninde yürü­
düğü için, bir tartışma, kolektif arayış yerine, öğretme-öğrenme, anlatmaI
dinleme, şart koşma-itaat etme ilişkisi belirleyici oluyor. Tarikat içi iliş|
kilere verilen yoğun önem, birçok tarikat yapısında olduğu gibi, İsmaii
i
Ağa Cemaati'nde de, mürşidin odasına dizler üzerine sürünerek girip çık~
j
mak gibi ritüellerin ortaya çıkmasına yol açıyor.
j
Son olarak, yine aynı ilişki ağlarıyla, cemaatin, içinde yaşanılan toplu-j
mun diğer birey ve cemaatleriyle ne türden ilişkiler kurabileceği, kurması
gerektiği de belirleniyor. Kendi küçük cemaatlerini içinde yaşadıkları top- |
luma karşı bir güç olarak tanımlamaları, doğal olarak içinde yaşadıkları
toplumu da kendi küçük cemaatlerine karşı bir güç olarak tanımlamalarına
neden oluyor. Bu tanımlamalarda ısrar edildikçe cemaat kendi içinde daha i
da sıkı kenetleniyor ve kendini toplumdan daha da yalıtıyor. Sonuçta, j
modern Türkiye'nin bağrında bir "İslam gettosu”nun temelleri atılıyor.
(A dını, şeyhleri M ahm ut U ştaosm anoğlu'nun im am lığını yaptığı '•!
İstanbul Fatih’in Çarşamba semtindeki İsmail Ağa Camii'nden alan ce­
maat, kamuoyunda daha çok caminin hemen yakınındaki İsmail Ağa Er- j
kek Kuran Kursu ve yurdu ile İsmail Ağa Kız Kuran Kursu, ve yurduyla
tanınıyor. 1330 öğrenci kapasiteli, dıştan altı, içten sekiz katlı birinci
kurs ve yurt binası daha inşaat halindeyken basında gündeme gelmiş,
62 AYET VE SLOGAN
"saray yavrusu, Türkiye'nin en modem Kuran kursu binası" olarak tanım­
lanmıştı?»,
Ama daha önce, "faaliyetlerine engel olduğu için, Üsküdar Müftüsü Ha­
şan Ali Ünal'ın öldürülmesine fetva verdiği" iddiasıyla M ahmut Hoca,
İstanbul 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nde idam istemiyle yargılanmış,
sonuçta beraat etmişti. Bunun dişmda, gazetecilerin gizlice kaydettikleri
bazı vaazlarının yayınlanması üzerine birkaç kez kovuşturmaya uğrayan
Mahmut Hoca hiçbir zaman mahkûm olmadı. Hakkında yapılan bütün ih­
barlar, onun ününün daha da artmasına, müridlerinin "ona birşey yapamaz­
lar" şeklindeki inançlarının iyice pekişmesine vesile oldu! "'
v(Trabzon'un Çaykara ilçesinde doğan, 70 yaşlarındaki Mahmut Ustaosmanoğlu, Osmanlı Devleti'nin son yıllarının önemli Nakşi şeyhlerinden
olan ve Cumhuriyet döneminde faaliyetlerini dar bir halkada sessiz bir şe­
kilde sürdürmek durumunda kalan Ahıskalı Ali Haydar Efendi'nin talebesiydi. Mahmut Hoca, 1960'ta ölen mürşidinden devraldığı şeyhlik faaliye­
tini uzun bir süre Gümüşhaneli Dergâhı şeyhi Mehmed Zahid Kotku'ya
saygı içinde sürdürdü. Kotku'nun ölümünden sonra (cenaze namazını biz­
zat kendisi kıldırmıştı) Prof. Mahmut Esad Coşan'ın şeyh olmasıyla çizgi­
sini daha da bağımsızlaştırdı^)
if Mahmut Hoca'mn İskender Paşa Dergâhı'ndan en önemli farkı, onlar
gibi hadis-sünnet temelli bir eğitim yerine fıkıh temelli bir tasavvufi faa­
liyet yürütmesidir. Hanefiliğin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin ve
onun fıkhi öğretisine sarsılmaz bir şekilde bağlı olan sonraki fakihlerin ic­
tihad ve fetvalarını bugün olduğu gibi taklit etmeye çalışan Mahmut
Hoca, modern dünyanın tüm yeniliklerine büyük bir şüpheyle yaklaşıyor
ve bunların büyük bir kısmını (genellikle sorgulama ihtiyacını bile his­
setmeden) köklen reddediyor.'*,
i Başta memleketi Trabzon olmak üzere, Kayseri, Tokat, Adapazarı,
İzrnit gibi illerde önemli bir potansiyele sahip olan cemaat esas olarak
İştanbul’un Fatih, Ümraniye, Beykoz, Üsküdar gibi semtlerindeki faaliyet­
leriyle dikkat çekiyor. M üridlerinin önemli bir bölümü dar gelirli ve
eğitim düzeyi düşük kişilerden oluşan cemaatin İstanbul'daki etkisi, pratik
olarak bakıldığında şeyhin burada ikamet etmesinden kaynaklanıyor^An­
cak cemaatin söylemini tamamıyla modern dünyaya kökten karşı çıkış
üzerine oturtması, ülkenin bu en büyük metropolünde gelenekleriyle koz­
mopolit kültür arasında sıkışıp kalmış taşra kökenli insanlar arasında
•TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARÎH 63
yankı bulmasına yol açıyor. Bu acımasız modem cangılda ekonomik,'
kültürel ve hatta dinsel açıdan horlanan, ezilen, dışlanan bireyler, tek
başına kılık kıyafetleriyle bile "karşıt saflarda" tedirginlikler, kaygılar ve
korkulara yol açarak kolektif bir intikamın keyfini yaşıyorlar. Ama esas
olan bu intikam arzusu değil. Modernleşmeye karşı koyma âdına gelenek­
lere sarıldıklarında, esasında hiçbir zaman bir gelenek olarak yaşam adık-'..
lan, ama şeyhlerinin kendilerine atalarının gelenekleri olarak sunduğu
ritüellerle kendileriyle barışık, anlamlı, huzurlu, güvenli bir yaşam sürme­
ye başlıyorlar. Fakat, yukarıda değindiğimiz, "toplumu iki kutuba ayırma"
teorisi, kolektif bilinci yeniden üretmede zorunlu olunca, "düşman" kutup­
la her karşılaşma onlarda da tedirginliklere neden oluyor. Bu tedirginlikleri;
aşmada en büyük yardımı da şeyhlerinden bekliyorlar. Böylelikle, şeyhden i
öğrendikleri toplumsal tavır alışı sürdürebilmek için tekrar şeyhlerine i
dönmeleri gerekiyor.
Dışarıdan bakıldığında güçlüymüş izlenimi veren İsmail Ağa Cemaati.'
aslında Türkiye'deki İslami yapılanmalar içerisinde en zayıf olanlardan ;
biri. Ekonomik anlamda toplumun alt-gelir kesimlerine hatip etmesine ;
karşın "manevi" yoksulluk ve yoksunluklar dışında bir şeyle ilgilenmiyor. :
Gittikçe derinleşen sınıf çelişkileri karşısında yapabildiği, müridlerine ce­
maat içinde bir ekonomik yardımlaşma ağı sunmak ve onlara tevekkül ve ;
aza kanaat etmeyi telkin etmekten öteye gidemiyor.
Ekonomik sorunlar konusunda alternatif geliştirmemenin dışında, p o li-;
tik olarak da fazla bir şey sunamıyor İsmail Ağa Cemaati. Müridler MNP- i
MSP-RP çizgisine oy atmaya sevkediliyor ancak bağımsız bir politik
çizgi oluşturmaktan kaçınılıyor. Aynı şekilde müridlerin siyasi yapılan­
malar içinde aktif olarak yer alması tasavvufi terbiyeden uzaklaşmaya
yolaçabilir kaygısıyla arzulanmıyor.
Cemaatin varlığım sürdürebilmesi, müridlerinin artmasına, faaliyet ve
etki alanlarının yaygınlaşmasına doğrudan bağlı. Fakat Türkiye'deki
İslami yapılanmaların son yıllardaki hızlı entelektüel gelişimine ayak uy­
duramayan, uydurmak istemeyen, uydurması da olanaksız olan İsmail Ağa
Cemaati gitgide tıkanıyor. Bu nedenle, tercihini çoktan İslami bir yaşam­
dan yana yapmış bireyler için cazip olabilmesi imkânsız olan cemaat teb­
liğ çalışmalarını birebir ilişkilerle, "sıradan rnüslümanlara" yöneltiyor.
Ancak bu noktada da önünde büyük bir sorun var. Bir şekilde eski "din­
dışı" yaşamından vazgeçmeye karar veren insanlar artık eskisi gibi, önceki
64 AYET YE SLOGAN
yaşamlarından sert bir biçimde kopmak mecburiyetinde değiller, çünkü
günümüzde bir dizi "yumuşak geçiş" alternatifiyle karşı karşiyalar. .
/ Kendi dışındaki İslami çevreleri de, özellikle kılık-kıyafet konusunda
eleştiren İsmail Ağa Cemaati yalnızlığı, kapalılığı bir erdem olarak su­
nuyor ama vargücüyle karşı çıktığı modem dünyanın, istediği zaman her­
kesin mahremine girebilmesi gerçeğiyle karşılaştığında büyük sarsıntı
geçiriyor. Örneğin Mahmut Hoca'nm büyük bir seremoni niteliği taşıyan
Yavuz Sultan Camii'ndeki geleneksel pazartesi vaazına, Nokta dergisinin
bir kadm muhabiri kara çarşaflar içinde girebiliyor; diğer çarşaflı kadınların
arasına,,onlardan biriymiş gibi oturabiliyor; bu arada gizli kamerayla
fotoğraf çekip, vaazı da çantasındaki teybe kaydedebiliyor. Yine aynı dergi­
nin muhabirleri, Mahmut Hoca’nm bağlılarından bir genç kızı bulup, on­
dan tarikat içi eğitimin en ince ayrıntılarını alabiliyorlar (tuvalet kapısında
yazılı yazı, helaya girer ve çıkarken edilecek dualar...) ^
^ Mahmut Hoca haklı, modern dünya çok acımasız! Yine Nokta dergisi­
nin 11 Şubat 1990 tarihli yazısından, Mahmut Hoca’nm kadın müridlerinin "erkek eli değdiği için hazır satılan sutyen, kilot ye fanilaları giy­
mediklerini" öğreniyoruz. Daha bitmedi! Kadınların adet görünce kullan­
dıkları pamuklârlrTdüşmemesini nasıl sağladıklarını da tariflerle anlatıyor
genç kız, dergi muhabirine.^
İsmail Ağa Cemaati’ni ’ modernizme karşı bir pratik geliştirdiği" için
hoşnutlukla değerlendiren İslamcı gazeteci-yazar Ali Bulaç, cemaat
içindeki insanları "anti-modernist ve otantik anlamda geleneksel kılan
kimliklerini" İslami kriterler açısından sorguladığında İslam'a uygun ol­
mayan birçok dürüm, aykırılık saptıyor. Ve ardından şunları söylüyor:
"Belki de bu kimliklerini bıraktıklarında kolaylıkla asimile olabilirler. O
da mümkündür."
İsmail Ağa Cemaati'nin kimliğini değiştirmesi, gerçekten asimile ol­
maları anlamına gelecektir. Değiştirmemeleri, ısrar etmeleri durumunda
ise, yukarıda sıraladığımız zayıflıklar nedeniyle daha şimdiden başlayan bir
sürecin ileride daha da ivme kazanacağını söyleyebiliriz: İsmail Ağa Ce­
maati Türkiye'de folklorik bir öğe olmaya doğru doludizgin yol alıyor.
Yerli ve özellikle de yabancı basın mensupları vehmettikleri irticamn en
çarpıcı görüntü ve "kanıtlarını" Fatih Çarşamba’da yakalıyorlar. Kısacası
"irtica" kampanyaları varoldukça İsmail Ağa Cemaati de varlığını sürdüre­
cek, en azından o kampanyalardan medet umanlar tarafından güçlüymüş
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 65.
gibi gösterilecek.
Toplumsal plandaki geleceğinde ise yukarıda saydığımız tüm zayıflık­
ların ötesinde, cemaatte önemli bir güç oluşturan kadınların rolü büyük
olacak. Türkiye’de kadının özgürleşmesi hareketinin başarı ya da başarısız­
lıkları İsmail Ağa Cemaati'nde de ister istemez derin yankılar bulacak.
Hayatlarını tümüyle İslam'a göre ayarlamak isteyen insanlar varoldukça
İsmail Ağa cemati ve benzerleri varlıklarını sürdürecek.
< 1970'li yıllarda, İstanbul'un Çağlayan
semtinde genellikle yaz aylarında Adıya­
man'a otobüsler kalkardı. Rize, Trabzon
gibi Karadeniz illerinden göçmüş, çoğu
küçük esnaf kökenli insanlar bir ibadet
ciddiyeti içinde kiraladıkları otobüslerle
yüzlerce kilometre katederlerdi. Mahallede içki, kumar vb. alışkanlıklara
tutkun çok sayıda erkek, büyük ölçüde ailelerinin zorlamasıyla çıktıkları
bu yolculukların ardından tövbe etmiş olarak dönerlerdi. Kısa bir süre son­
ra ise takke, cübbe ve şalvarlar içinde, yeşillere bürünmüş, sakal bırakmış
olarak camiilerin beş vakit müdavimleri olurlardı) İçlerinde bu yolculuğu
tekrarlayanlar da çıktı, ailelerindeki dindarlar tarafından "bu adam iflah ol­
maz" diye kendilerinden umut kesilenler de. Yolcuların sayısı, "kötü
alışkanlıkların" kurulu aile düzenlerini tehdit etme durumuna göre azalıp,
çoğalıyordu. Değişerek dönenler, eski alışkanlık arkadaşlarına yoğun pro­
paganda yapıyorlardı. Ancak aynı yolculuğa çıkmak isteyebilecek birçok
kişi, "Nakşibendi olma"yı göze alamadıkları için eski yaşamlarını sürdür­
düler. Çünkü o günlerde Nakşilik günümüzdeki kadar meşrulaşmış değildi;
yeraltını, devletin aleyhinde olmayı, dolayısıyla devletin baskısını çağrış­
tırıyordu...
( Kuşkusuz otobüsler yalnızca Çağlayan'dan kalkmıyordu. İstanbul'un
diğer semtlerinden, diğer büyük kentlerden, küçük kentlerden, kasabalar­
dan, köylerden çok sayıda insan, Adıyaman'ın Kahta ilçesine bağlı,
Adıyâman-Diyarbakır Karayolu'nun 60. kilometresindeki Menzil (bugün­
kü adıyla Durak) KÖyü'ne akıyorlardı. Hedef* Nakşi şeyhi Mehmet Reşit
Erol'un huzuruna çıkmak, onun elini öpmek, ona dertlerini dökmekti.
Karşılığında beklenen, onun sağ elini ziyaretçilerinin sağ omuzlarına koy­
Garipler İçin
Bir Tekke-Köy:
MENZİL
DERGAHI
66 AYET VE SLOGAN
ması, "İnşallah iyi olacaksın" benzeri bir söz söylemesi, öğütler vermes iy d p
Müridleri tarafından "Sultan Hazretleri" veya "Şeyda Hazretleri" olarak
adlandırılan Mehmet Reşit Erol'u ve onun hızını kaybetmeden günümüze
kadar süren faaliyetini daha iyi anlayabilmek için biraz gerilere gitmek,
babası Seyyid Abdülhakim Hüseyni (Erol)'un yaşamını incelemek gere­
kiyor.
1902 yılında Siirt'in Baykan ilçesine bağlı Kermat köyünde doğan
Abdülhakim Hüseyni, imam ve medrese hocası olan babasının ölümünden
sonra küçük yaşta dedesinin yanma yerleşmiş. Dedesi onu daha, sekiz
yaşındayken yörenin ünlü şeyhlerinden Muhammed Ziyaüddin'in halkasına
katmış. 6 yıl şeyhinin yanında İslam ilimleri tahsil eden Abdülhakim
Hüseyni, onunla manevi irtibatını kesmemiş. Cumhuriyet yönetiminin
tekke ve medreseleri kapatmasıyla Baykan'ın Taruni köyünde imamlık
yapmaya başlamış. Bu arada şeyhi ölmüş.
"Gördüğü bir rüya üzerine" Suriye'nin Hazne köyünde yaşayan Nakşi
şeyhi Ahmet Haznevi'ye bağlanmak için defalarca sınırı geçmiş. 14 yıllık
ziyaretlerinin sonucunda, önce 34 yaşında "ilim icazetini", iki yıl sonra da
"irşad müsaadesini" almış! Tarikat faaliyetlerini Taruni ve Bilvanis
köylerinde, oradan Bitlis'in Narlıdere nahiyesinde, ardından Siirt'in Kozluk
ilçesine bağlı Gadiri köyünde sürdüren Hüseyni'nin en son durağı, gelir
gelmez geniş topraklar satın aldığı Menzil Köyü olmuş. Fakat Menzil'de
bir yıla yakın kalabilmiş, hastalanınca önce Diyarbakır'a, sonra da Anka­
ra'ya götürülmüş, 25 Mayıs 1972'de ise vefat etmiş.
.(Abdülhakim Hüseyni, daha önce İskender Paşa Cemaati bölümünde de
belirttiğimiz gibi, geleneksel tarikat faaliyetini çok dar bir halkayla
sınırlandırıp, esas olarak "imanı kurtarma" ile uğraşmıştır.)Onun şöyle
söylediği rivayet ediliyor: "Eskiden insanlar yıllarca gezer, kendilerine
şeyh ararlardı/Şimdi, Şah-ı Hazne kapı kapı dolaşıp müslümanları, iman­
larının kurtulması için, çağırıyor ve topluyor... Şah-ı Hazne, ümmet-i
Muhammed'in imanını kurtarmaya çalışıyor. Yoksa bu zamanda tarikat
meselesi diye bir şey olmuyor. Şimdi bir oyalamadır yapıyoruz. Maksat
iman kurtarmakür. Tam hidayet Mehdi'nin zamanında olacaktır."
Kuşkusuz, şeyhi Ahmet Haznevi'nin ilkelerini anlatırken kendi ilkeleri­
ni de anlatmış oluyordu Abdülhakim Hüseyni. Ama onun kapı kapı
dolaştığını iddia etmek abartılı olacak. Aksine, yurdun dört bir yanından
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 67 i
onun ününü duyan kapısına geliyordu. N ice eşkiya, sarhoş, kumarbaz !
vs.nin "hidayete ermesine vesile olduğu" dilden dile dolaşıyordu. Modem
politik dille anlatacak olursak, dar kadro çalışması yerine geniş kitle ç a lış-.
masını tercih etmişti. Onun ve cumhuriyet dönemi bazı İslamcı liderlerin
bu tür tercihleri sık sık "yanan bir evden değerli birkaç eşyayı kurtarmak
yerine yangını tümden söndürmek" çabasına benzetildi.
Abdülhakim Hüseyni'nin bu çabası, ölümünden sonra şeyhlik postuna
oturan oğlu Mehmet Reşit Erol tarafından da sürdürüldü. Sonuçta halef se­
lefi geçti, oğul babadan daha ünlü oldu. Bugün Menzil'e gidenler, "Havs"
(güneş, ışık, aydınlık) diye anılan Abdülhakim Hüseyni'nin türbesini
saygıyla ziyaret ediyor, orada dualar okuyorlar. Fakat Menzil'le ilgili ilk j'
önemli röportajı 1984 tarihinde yayınlayan Erkekçe dergisinin muhabirle- i
ri, Reşit Erol hakkında sayısız keram et öyküleri anlatıldığını, babası i
hakkında ise benzer söylencelerin bulunmadığın^naklediyorlar. Sadece "O i
ulu bir şeyhti, çok büyüktü" deniliyormuş. Reşit Erol'u ziyarete gelenle-, :
rin gerçek bir tasavvuf eğitimi ve terbiyesinden yoksun oldukları göz j
önüne alınırsa, tarikatlarda hep bir önceki şeyhin daha üstün tutulduğunu :
„ bilmemelerini yadırgamamak gerek. Derin bir İslam ve tasavvuf bilgisine :
sahip olduğu bilinen Reşit Erol'un ise böyle davranmadığı, tevazuyu elden
• bırakmadığı kesin. Nitekim 23 O cak 1989'da H ü r r i y e t gazetesinde ;
yayınlanan röportajında, gazete muhabirleri Hayri Köklü ve Aziz Aykaç'a /
şunları söylüyor: "Babam bilgili bir ilim adamıydı. Ona gelenlerin büyük f
bir bölümü, bugün beni de ziyaret ediyor."
.
:
(R esm i kayıtlara göre 1938 doğumlu olan Reşit Erol, müridlerince ge­
nellikle daha yaşlı biri olarak kabul ediliyor. Erkekçe muhabirlerinin tarif­
lerinden ilginç bir şeyh portresi çıkıyor; "Uzun boyluydu... Uzun sa­
kallıydı. 'Keçi sakallı' değildi ama değirmi de sayılmıyordu. Aklaşmıştı
sakalı. Gençliğinde sakalının sarı olduğu izleri vardı. Yer yer kınalı gibiy­
di. Temiz, 'ruhani' bir yüzü vardı. Göbeklice, ama yakışıklıydı. Sakalı
onu olduğundan yaşlı gösteriyordu;.. İpekten bir takke vardı başında. Apak
ipekten sarık, özenle onun çevresine dolanmıştı... Upuzun bir elbise vardı
üstünde. 'Entari' biçimindeki elbise apak ipek ketendi. Topuklarına dek iniyordu. Elbisesinin göğsü düğmeliydi. Onun üstüne siyah bir yelek giy­
mişti’. Üstündeki açık bej cübbenin altında yeleği görülüyordu. Siyah
yeleğin cebinde altın zincirden kösteği sallanıyordu. Ayağında, halk' .
arasında 'sabo’ diye adlandırılan ayakkabı vardı) Çoraplarıyla uyum için-
68 AYET VE SLOGAN
deydi renk açısından. Sadece sabolarıyla, çorapları kahverengiydi. Onun
ötesinde tüm giysileri, sakız aklığmdaydı. Tertemizdi üstü başı..."
35 haneli ve 300 nüfuslu köyde Reşit Erol’u görebilmenin iki yolu var:
Birincisi, genellikle namaz kılmak için camiye gittiğinde ki bu sırada her
zaman nüfusunun çok üzerinde insan ağırlayan köyün sokaklarında büyük
bir hareketlilik, heyecan ve saygının hüküm sürdüğünü kestirmek hiç zor
değil.
İkinci olarak, ziyaretçileri kabul ettiği zaman evinde görebilmek
mümkün kendisini. Hürriyet muhabirlerinin anlatımından, dış kapıdan gi­
rildikten sonra bir avlu geçildiğini ve iki katlı evin üst katına çıkıldığını
öğreniyoruz. Şeyhin odasına girebilmek için mutfaktan geçmek gerekiyor.
Çok sade bir oda söz konusu. Köşede bir soba, yerde halılar ve onların
üzerlerinde minderler.
12 Eylül'den sonra iki yıla yakın bir süre Çanakkale'ye sürgüne yolanan Reşit Erol’un H ürriyet muhabirlerine ilk sözleri "devlet ve hükümet
aleyhine çalışmadığı" olmuş ve şöyle devam etmiş: "Bütün bu olayları
güvenlik kuvvetleri de biliyor. Hiçbir suça karışmadığımız için müdahale
eden de olmadı... Gezdiniz, gördünüz. Hiçbir gizli kapaklı işimiz yok.
İsteyen gelip gezebilir. Kapımız herkese açıktır."
.(Bir kalp rahatsızlığı nedeniyle sürekli doktor kontrolünde yaşayan Reşit
Erol'a "kötü alışkanlık" sahipleri dışında, çocuğu olmayanlar, hastalar gibi
dertliler de geliyor. Sonunda herkes hoşnut olarak geri dönüyor. Erol, şifa
dağıttığı iddialarını "Şifa cebimde mi ki dağıtayım" sorusuyla yanıtlıyor!
Erol'un "esrar"ının telkin olduğunu anlamak için az, buçuk psikoloji bil­
mek yeterli. Zaten kendisi de bunu belirtiyor: "Gelenlere şifa, huzur telkin
ediyorum, çekip gidiyorlar.']/7Gelenlere ilk olarak doktora gitmelerini
önerdiğini, ancak onlardan "her çareye başvurdukları" cevabını aldığını be­
lirten Erol soruyor: "Bu durumda ben onlara ne diyebilirim? 'Allah belanı
versin' mi diyeyim? Büyük bölümü zaten geri dönüyor. Dönmeyenler ise
ceketini yastık yapıp camide, arabasında uyuyor. Türkiye'nin her yerinden
kalkıp gelene nasıl git denir? "> .
S^Reşit Erol'un manevi gücünün önemli bir kısmı da zenginliğinden kay­
naklanıyor. Aleyhindeki, ziyaretçilerden para ve hediye kabul ettiği, onları
taşıyan otobüsçülerden komisyon aldığı iddialarının hiçbiri kanıtlana­
bilmiş değil. Öte yandan günün 24 saati bulgur çorbası kazanlarının kay­
nadığı, ziyaretçilerin caminin altındaki misafirhanede ücretsiz konakladık-
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞ AN TARİH 69
lafı, biliniyor. Menzil'deki bol sayıda dinsel hediyelik eşya dükkânının ona
ait olduğu iddialarını da köylüler yalanlıyor^)
Erol'un tarıma elverişli topraklarıyla ya da evinin, ailesinin somut
işleriyle uğraşmadığı da ayrı bir gerçek. Bunların büyük kısmı maddi çıkar
gözetmeyen müridleri tarafından üstleniliyor. Böyle bir sevaba girebilmek
için müridlerin birbirleriyle yarıştıklarını aktarıyor Erkekçe muhabirleri.
OY D E PO S U
YANILSAMASI
Daha Adıyaman'a gitmeye, niyetlendikleri andan itibaren yaşamlarındaki
kötülüklerden uzaklaşmayı kafalarına koymuş olan insanlar için Mehmet
Reşit Erol yalnızca bir vesile. Ya bütün bu ziyaretçiler Reşit Erol için ne
anlam ifade ediyor?
{Böyle bir soruya Erol hiç kuşkusuz "Yalnızca Allah'ın rızasını kazan­
mak” diye çevap verecektir. Fakat olayın bu yalınlıkta olmadığı da kesin.
İşte zorunlu olarak yöneltilen bu soruya doğrudan politikayla ilgili cevap­
lar aranıyor. Hatta 12 Eylül öncesi bu cevabın bulunduğu sanılmıştı:
"Menzil Şeyhi MHP'ye, yani Alpaslan Türkeş'e destek veriyor! yGenellikle MHP karşıtları tarafından dile getirilen bu iddia MHP'nin
fazlasıyla işine geliyordu. Çünkü başta devletin muhtemel baskılarından
kaçınmak olmak üzere, birçok nedenle günlük siyasete alenen bulaşmak
istemiyordu Reşit Erol. Ayrıca istese bile yurdun dört bir yanındaki
"müridleriyle", diğer tarikat yapılarının sahip olduğu gibi güçlü iletişim
ağları yoktu. (Zaten ziyaretine gelenlerin çoğunun niyeti ona intisap et­
mek değil, ondan şifa bulmaktı. Kaldı ki bir gün öncesinin alkoliğinin er­
tesi gün müridlik payesine ulaştığını tasavvuf tarihi hiçbir zaman yaz­
madı. M enzil'den dönenlerin büyük kısm ı yarım yam alak İslam i
bilgileriyle eski çevrelerine hava atmakla yetindi genellikle. İçlerinden,
oturdukları yerdeki başka tarikat yapılarına girenler de oldu. Yine içlerin­
den büyük kısmı Menzil ziyaretlerini sürdürdü. Yılda bir yapılan iki daki­
kalık ziyaretle tarikat faaliyeti olmayacağı da ayrı bir nokta.)
MHP olayına gelince. Gerçekten yurdun dört bir tarafından MHP ve
Ülkü Ocakları mensupları Menzil'e gidiyorlardı. Çünkü onların politik
başbuğlarının dışında, "intisap edecek" bir şeyhe ihtiyaçları vardı. Öte yan­
dan ülkücü hareketin taraftarlarıyla Reşit Erol'un müdavimleri, özel hayat­
ları bakımından birbirlerine çok benziyordu! Hem her önüne gelenin sağ
70 AYET VE SLOGAN
omzuna, sağ elini koyacak başka bir şeyh bulmak çok zordu, hem de
böyle birisi bulunabilse bile, ona intisap ettikten sonra ülkücü m ili­
tanlığı, özellikle de Başbuğ'a bağlılığı sürdürebilmek kolay değildi.
N ite k im yıllar sonra, başörtüsü konusunda yazdığı bir başyazısında
İskender Paşa Dergâhı Şeyhi Prof. Mahmut Esad Coşan bu aldatmacayla
şöyle alay edecekti: "Dönmeleri, hainleri, kansızlan anlıyoruz ama lafa ge­
lince faziletleri, dindarlığı, m em leketseverliği, idealistliği kimseye
bırakmak istemeyen, hatta otobüslerde gidip gidip belli bir dergâha bile
intisap eden, .derviş olan 'Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız' sözünü kendine slogan seçen siyasi gruptan biri çıkıp da
müslümanlarla savaşınca hiç mi hiç anlıyamıyoruz.”>
Hiç şüphe yok ki, Reşit Erol kendisini ziyaret etmiş herkesi belli bir
partiye oy vermeye çağırsa (örneğin çok satan bir gazete ya da — imkânsız
ama— televizyon aracılığıyla), bu kişilerin önemli bir kısmı (tümü değil)
o partiye oy verecektir. Onun 1972'den beri elini öpenlerin sayısı ise
yüzbinlerle ifade edilebilir. İşte dedikodular bu nedenle MHP yönetici­
lerinin çok işine geldi.
Reşit Erol hakkında ikinci önemli politik dedikodu, 1982 Anayasası'na
red oyu atılmasını telkin ettiği yolunda yapıldı. Ülkeyi büyük bir para­
noya ile yöneten generaller hemen onu Çanakkale’ye sürdüler. Halbuki
Erol'un faaliyeti, Milli Güvenlik Konseyi'nin yukarıdan aşağıya devlet
kontrollü İslamileştirme politikasıyla önemli paralellikler gösteriyordu.
Anayasa'da bile suçladıkları "serseriler" onun eli değince "adam oluyor­
lardı". Ona gelenlerin komünist olabilmesi hemen hemen imkânsızdı.
Daha önemlisi, gazetecilerle tercüman aracılığıyla konuşmak zorunda kala­
cak kadar Kürt olan Erol "bölücülüğe” karşı mücadeleye de ciddi katkılarda
bulunabilirdi. Sonuçta rivayetlere inanıp MHP'ye oy atan Erol bağlıları
olduğu gibi, devlet eliyle çıkartılan dedikodulara inanıp Anayasa'ya hayır
diyenler de çıktı onun bağlıları içinden.
<En son rivayet, 29 Kasım 1987 erken genel seçimleri öncesi RP Genel
Başkanı Prof. Necmettin Erbakan'm Menzil Köyü'nde şeyh Erol'u ziyaret
ettiği, ondan izzet ikram gördüğü yolundaydı. Fotoğraflarla veya başka
kanıtlarla doğrulanmayan ama pekâlâ mümkün olan bu ziyaretin RP oy­
larını ne denli artırdığı hâlâ meçhul. Fakat aynı seçimlerin arifesinde
ANAP'lı Haşan Celal Güzel'in de Şeyda Hazretleri'ni ziyaret ettiği "dedi­
kodusu" aynı ölçüde yaygınlaşamadı nedense.\
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 71
Bütün bu dedikodulardan sonra, soruyu yinelemek gerekiyor: Mehmet
Reşit Erol politikayla ilgilenmiyor mu? Menzil Dergâhı'nın yazılı olarak
hiçbir faaliyette bulunmaması, şeyhin ender olarak kabul ettiği gazeteci­
lere ısrarla "devlete bağlılığı"nı tekrarlaması bu sorunun hakiki "cevabına
ulaşmamızı engelliyor. Öte yandan herkesin, onun kendilerini desteklediği
şaiyalarından medet umması üçüncü şahısların istihbaratlarına kuşkuyla
yaklaşmayı gerektiriyor.
Fakat Erol'un politika konusunda müridlerini yönlendirmek istediğini
varsaysak bile, kendisi yukarıda değindiğimiz gibi ne bunun dolaşımını
sağlayabilecek bir ağa, ne de bunun propagandasını yürütebilecek yetkin-;
likte kadrolara sahip. Ortalıkta onun imzasını taşıyan ya da şifreli bildiri-;
1er de dolaşmıyor. Bu aşamada önemli bir noktaya dikkat çekmek gereki-!
yor. Erol'un Türkiye çapında tarikat ağı yok ama yakın çevresinde sürekli i
olarak, çoğunluğu ailesinin fertlerinden oluşan, yardımcıları görünümünde ;
kimseler mevcut. Bu kişilerin bir takım politikacılarla onun adına p a - ;
zarlıklara giriştikleri kesin. Bu pazarlıkların amacı Menzil D ergâhını
Türkiye'deki politik gelişmeleri etkilemede bir güç haline getirmekten I
çok, dergâhın faaliyetlerini güvence altına almak. Dolayısıyla ilişkiler
daha çok iktidar partileriyle veya ona aday güçlü sağ.parülerle kuruluyor.
Örneğin ANAP iktidarları boyunca dergâhın hükümetle hep iyi ilişkiler ’>■
içinde olduğu, bu ilişkileri koruma adına müslümanlara devlete itaati te l- :
kin ettiği özellikle radikal İslamcı kesimler tarafından kızgın bir şekilde i
dile getiriliyor.
M ehmet Reşit E rol’un Türkiye'deki İslam i şahsiyetlerin büyük
çoğunluğu gibi şeriat düzenini arzuladığı kesin. Zaten böyle bir arzuyla
bir insan politikanın içine ister istemez giriyor, girmek zorunda. Ancak
sön tahlilde ülke yönetimini hedefleyen sistemli bir politika yürütmekle,
bir takım pragmatik hesaplar bağlamında gündelik politikaya edilgin ola­
rak katılmak arasında çok önemli farklılıklar var. Mehmet Reşit Erol, ba­
bası Abdülhakim Hüseyni'nin bu bölümün başlarında aktarmış olduğumuz
sözlerine fazlasıyla inanıyor olmalı: "Maksat imanı kurtarmaktır. Tam hi­
dayet Mehdi'nin zamanında olacaktır." Şeriatı Mehdi'nin zuhuruna ertele­
yip, ona "savaşçılar yetiştirme"yi amaçlayan faaliyetlerinin önüne çıkabi­
lecek güçlükleri aşmak için sağ partilerin kuyruğunda pragmatik politika­
lara yeşil ışık yakan Erol, gündelik politikanın çarklarına doğrudan doğru­
ya kapılmayı kolay kolay göze alamıyor. Çünkü daha Menzil yoluna ko-
72 AYET VE SLOGAN
yulmadan Erol’un belli bir partiyi tercih ettiğini öğrenen "mürid adayı”,
onun elini öpmenin o partiye oy atmayı gerektirebileceğini düşünerek se­
yahatinden vazgeçebilir.
Menzil Dergâhı'nın geleceği uzun süredir doktor kontrolünde yaşayan
Reşit Erol’un vefat etmesi durumunda ne olacağı sorusunun yanıtına
bağlı. Şeyhliği yakın çevresinden, örneğin oğullarından birisinin devral­
ması kuvvetle muhtemel. Ama bu kişinin Erol gibi şifa dağıtabilmesi
zor. Sonuçta varolan tekke ilişkileri katı politik bir hareketliliğe kanalize
edilebilir. Bu da Türkiye'de bir efsanenin sonu anlamına gelecektir.
Önce Cemaat ve
Onun Bası-
<İslam dünyasının ve aynı zamanda da
Türkiye'nin köklü tarikatlarından olan
__
, .
’ ı_ * _
Kadirilik bugün Türkiye'de eski güç ve
M U H AFAZAKAR
etkisinden hayli uzak durumda. GünüKADIRILER
müz Kadiri tekkelerinden bazıları MevVF. HAYDAR BAŞ
leviler, Cerrahiler gibi turistik bir görü­
nüme sahipj/İçlerinde Avrupa'da kapalı
salonlarda yabancı izleyicilere "toplu zi­
kir gösterisi" sunanlar bile mevcut. Yerel şeyhlerin başını çektiği bazı Ka­
diri dergâhları ise kendi kendilerine yeterek geleneklerini sürdürmeye çalı­
şıyor, ülke çapında kültürel, sosyal ve politik misyonlara soyunmuyor.
£ Geriye tek bir çevre kalıyor: İcmal ve Öğüt dergileri etrafında toplanan,
sanayici-işadamı Haydar Baş'm liderliğini yaptığı Trabzon kökenli grup.
Ülke çapında 90’a yakın şubesi bulunan, yine Trabzon merkezli İlmi Araş­
tırmalar Vakfı çerçevesinde değişik illerde faaliyetlerde bulunan bu çevre­
nin Kadiri olduğu diğer İslami yapılanmalar tarafından tespit ediliyor; aynı
konuda tamamıyla tasavvuf ağırlıklı bir yayın yapan İcmal dergisinde bir­
çok ipucu bulunuyor ama kendileri tarikat olmadıklarında ısrar ediyorlar./
Örneğin Öğüt dergisinin 1987 Şubat sayısında kendisiyle söyleşi yapı­
lan Haydar Baş şunları söylüyor: "Bugün hukuken yasaklanan anlamda bir
tarikat yoktur. Kadirilik, Nakşilik, Halvetilik... gibi eskiden var olan tari­
katlar, bugün tamamen ortadan kalkmışlardır. Bugün bana bir 'tekke' gös­
terebilir misiniz? Bugün bana, devamlı olarak bu tekkede yaşayan, bu tek­
kede yiyip içen ve hususi bir eğitime tabi tutularak yetiştirilen 'müridler'
gösterebilir misiniz? Kısaca, kendine has bir bütçesi, özlük işleri ve özle
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 73
prensipleri olan, müdavim
öğrencileri ve tek hocası olan
bir eğitim ocağı bulabilir mi­
siniz? İşte yasaklanan 'tari­
kat' budur ve böyle bir 'tari­
kat' Türkiye'de yoktur. Peki
bugün ne vardır? Bugün olan
şey ibadettir, dini ayindir,
dini törendir."
Baş'ın bu sözleri daha çok
yasal kaygılarla ettiği düşü­
nülebilir. M odernleşm eyle
birlikte mecburen dönüşüme
uğrayan tasavvufi örgütlen­
melerin tarikat olma özellik­
lerini kaybettiği iddiasını ge­
çersiz kılacak pek çok somut
bilgi mevcut. Herşey bir ya­
na, Baş gerçekten bu iddia­
sında samimiyse, bundan ön­
ceki bölümlerde incelemeye
çalıştığımız Nakşi dergâhları Öğüt, Şubat 1987: Başyazar Haydar Baş’la söyleşi. ;
tarafından tekzip edilecektir.
, !
s^Peki Haydar Baş bir Kadiri şeyhi, çevresindekiler de Kadiri mi? Baş'ı
yakından tanıyan kimi İslamcılar, onun gençlik yıllarında İstanbul'un
tanınmış Kadiri-Rufai şeyhi Hayri Efendi'nin müridi olduğunu, mürşidi
ölünce cenazeyi kendi memleketi olan Trabzon'un Akçaabat ilçesine
götürüp, evinin bahçesine defnettiğini söylüyorlar^ 1983 Eylül ayından itibaren yayınlanmaya başlanan, Haydar Baş'm başyazarı olduğu icmal, der­
gisinin tasavvuf dışındaki konulara, fazla rağbet etm ediği, buradaki
yazılarda sık sık Kadiri referanslarına başvurulduğu biliniyor. Haydar Baş
1986 Kasım ayında yayın hayatına atılan "aylık fikir ve aktüalite dergisi"
Ö ğü t'ü n de başyazarı. Dergide Baş'ın yazılarının dışında, kendisiyle
yapılmış röportajlarla da sık sık karşılaşılıyor. Derginin birçok kapağında
onun fotoğrafları bulunuyor. Öğüt'ü n 1987 Şubat sayısı bu konuya ilginç
bir örnek. K apakta yalnızca H aydar Baş'ın resm i var am a ismi
74 AYET VE SLOGAN
yazılmamış! Dergi yazarlarından Mehmet Kahraman, başya-zanyla söyleşi
yapıyor. Başlık: "Laiklik ihlal ediliyorj" Bu söyleşi tam on sayfa sürüyor
(derginin toplam sayfası ise, kapak ve ilanlar dahil 36). Bu on sayfanın
her birinde Baş'ın birer fotoğrafı var (kapak ve içindekiler sayfasıyla bir­
likte 12 fotoğraf ediyor). Muhabirin, ona hitap ederken kullandığı sözler
Baş’ın kariyerini iyice pekiştiriyor: "Efendim... Sayın Üstadım... Sayın
Hocam..."
Öğüt'ün 1987 Nisan sayısında kapak konusu İcm al dergisinin İstanbul'
da düzenlediği "Gençlik ve Kültür Gecesi". Başlık "Gençlik İcmal Oldu".
Harun Hasanbabaoğlu imzalı yazıdan Haydar Baş'la ilgili bölümlere göz
atalım: "Heyecan ve coşkuyla izlenen programın kapanış konuşmasını İc ­
mal ve Öğüt dergileri başyazarı Haydar Baş yaptı. Gecenin geç saatlerine
gelinmesine rağmen, baştan sona büyük bir dikkat ve ilgi ile izlenen ko­
nuşmasında Haydar Baş, insanlığın içinde bulunduğu bunalımı.ve çözüm
yollarını dile getirdi ve gençliğe düşünce ve gönül dünyasını aydınlatacak
tavsiyelerde bulundu. Konuşması sık sık kesilerek ’Üstad!...', ’Üstad!...’
diye sevgi gösterisinde bulunulan Baş, insanlığın büyük bir arayış içinde
olduğunu, Allah'a vuslatın ise Kemâl ile mümkün olacağını, bu noktaya
da ancak Kâmil insanların manevi eğitiminden geçerek gelineceğini, bu­
nun içinde de tefekkür, tezekkür,,sabır, Havfullah, Muhabettullah, iman,
ihlas v.s. gibi hal ve sıfatlara s,ahip olmak gerektiğini vurguladı."
Bütün bu övgü ve yüceltmelerden sonra Baş’ın Kadiri şeyhi olup ol­
madığı tartışmalarını bir kenara bırakıp görüşlerini incelemeye çalışalım.
Söz konusu gecede İcm al dergisi bazı kişilere plaket vermiş. Bunların
içinde Aydınlar Ocağı Başkanı, Türk-İslam Sentezi'nin önemli isimlerin­
den Prof. Süleyman Yalçın, yine aynı çevrenin tanınmış simalarından
Prof. Nevzat Yalçıntaş, Prof. Sabahattin Zaim, Prof. Ayhan Songar ile
Turgut Özal'ın annesi Hafize Özal gibi kişiler de var. Ö ğü t dergisinin
yayınından, geceye DYP Genel Başkam Süleyman Demirel ile DYP Ge­
nel Başkan Yardımcısı Mehmet Gölhan'dan, ayrıca bakanlar, milletvekille­
ri ve çok sayıda üst düzey bürokrattan kutlama telgrafı geldiğini öğreniyo­
ruz. Gece sırasında, programda olmamakla birlikte, ANAP'ın milliyetçi
kanat milletvekillerinden Mustafa Taşar kendi isteğiyle bir konuşma yap­
mış ve "Bu gençlik, bu imanla, bu duygu ile varolduğu müddetçe Türki­
ye'de hiçbir sapık ideolojiye yerolmayacaktır" demiş.
İcmal dergisinin Bursa'da düzenleyeceği "Fetih Gecesi"nde "din ve vic­
TARİKATLAR: ÇAĞLA KARŞILAŞAN TARİH 75
dan hürriyeti aleyhine sürdürülen kampanyaları boşa çıkartan" Türkiye,
Zaman, Yeni Nesil, Milli G azete ve Tercüman gazeteleri ile Öğüt, Ribat,
Selam , Sızıntı, Sur, Zafer, İ sla m , A ltınoluk, M e k tu p ve K ö p r ü dergile­
rine mansiyon verileceğini de aynı yazıdan öğreniyoruz.
Adlarını anmamaya çalıştığı radikal gençlik grupları hariç, genel olarak,
hiçbir İslamcıyı incitmemeye, tüm İslami kesimi kucaklamaya çalışan bu
çevrenin gönlünün daha çok milliyetçi-muhafazakâr politikalara meylettiği
kesin. 1987 yılında üniversitelerde başlayan öğrenci eylemleri üzerine ka­
leme alman yazıdaki şu sözler Ö ğüt dergisinin bağımsız bir İslamcı po­
litika oluşturmak yerine sağ kitle partilerini desteklemeyi yeğlediğinin
göstergeleri: "Rahmetli Menderes'i hatırlamamak mümkün değil. Türki­
ye'nin en büyük demokratını 'demokrasi' adına idam ettirmiş bir zihniyetin
şimdiki çocukları, aynı yolu ANAP'a karşı da deniyor olmasın!"
i
Öğüt dergisi parlamenter demokrasiyi, 1982 Anayasası'm, "gerçek an-;
lamıyla" laikliği savunuyor. Özünde devleti savunuyor Ö ğüt ve "soğuk
savaş" dönemlerinden kalma yöntemlerle katı bir anti-komünist çizgi iz-'
liyor. Öğrenci olayları hakkında dergideki bir başka değerlendirme bu tutu­
ma bir örnek: "Demokratik mücadele, demokrasinin kural ve kurumlarım
çiğneyerek yapılamazdı. Oysa daha ilk günden izinsiz yürünmüştü ve de-;
mokrasinin temel kurumlarına karşı başkaldınlmıştı. Bu gençler, SHP'nin
il ve ilçe binalarında eğitilmişler ve öylece sokağa fırlatılmışlardı. Tıpkı.
1950'lerden itibaren CHP'nin yaptığı gibi...”
.j
14 Şubat 1969 tarihli ünlü Kanlı Pazar'ın ünlü fotoğraflarından birini,
toplum polisleri ve bir sivil tarafından götürülen yüzü gözü kanlar içinde
solcu bir gencin resmini basan 29 resim altına şöyle yazabiliyor:
"CHP'nin desteklediği 'Solcu Gençlik' 'Amerika'ya Hayır!' sloganı ile so­
kakları kana bulayacaktı."
Halbuki Öğüt dergisi ABD'yi eleştirmekten de geri kalmıyor. Musul ve
Kerkük'e Türkiye'nin müdahale etmesini savunarak Türkçü politikalara
yanaşan dergi, bu konuda en büyük engelin ABD'den geldiğini ifade edi­
yor. Misak-ı Milli sınırları içindeki Musul ve Kerkük'e sahip çıkmanın
yolunun "Rambo'nun figüranı olmaktan kurtulmak" olduğunu söylüyor.
Öğiit'ün ANAP'a yönelttiği tek kayda değer eleştiri Avrupa Topluluğu
hakkında. AT yerine bir İslam Ortak Pazarı'nın hararetli savunucusu olan
derginin zamanla bu radikal tavrını yumuşattığı gözlemleniyor.
Dış görünüm açısından cazip bir dergi olan Ö ğüt içerik olarak zayıflı-
76 AYET VE SLOGAN
ğmı hep koruyor. Temsilciliğini yaptığı çevrenin faaliyetlerine paralel olarak Trabzon, Tokat gibi illerden bol sayıda haber veren derginin bir diğer
özelliği milliyetçi-muhafazakâr-ılımlı İslami çevrelerce düzenlenen panel,
sempozyum gibi etkinliklerin neredeyse tümünden söz etmesi.
Ancak ne Öğüt, ne de İcmal kendi cemaatlerinin dışına pek açılamıyor­
lar. Dergiler cemaatin kendi dağıtım sistem aracılığıyla okura ulaştırılıyor.
İcmal 'in tirajının "yüzbinleri aştığı"m iddia ediyorlar ama diğer İslami çev­
reler bu rakamı çok abartılı buluyor.
Ö ğü t 'te cemaat içi haberler geniş yer tutuyor. Bunlara cemaat içi ilan­
ları da eklemek gerek: Baş Isı Sanayii'nin kalorifer kazanları, Baş Çelik'in
elektrikli sobaları ve çelik tencereleri arka ya da iç kapak sayfalarında renk­
li olarak, "Sanayide Milli Oluş" sloganıyla duyuruluyor. Bütün bu şirket­
lerin ve daha başkalarının sahibinin hep Haydar Baş olduğu söyleniyor.
Bu nedenle İslami kesimlerde, Haydar Baş hakkında çok sayıda rivayet
dolaşıyor. O da bu iddiaları yine Ö ğü t aracılığıyla yanıtlıyor. Derginin
1989 Ekim tarihli sayısında Baş'ın bir konuşması aktarılıyor: "(...) Bizi
böyle değerlendirenler, böyle yorumlayanlar maalesef bu koşudan ayrıl­
mak, geri kalmak, sektelemek gibi talihsizliklerle karşı karşıya gelmişler­
dir. Hz. Peygamber 'Düşmanın silahıyla silahlanınız' buyurmaktadır. Kuran'da da insan Halifetullah olarak vasıflandırıldığına göre, en güçlü im­
kânların Müslümanların elinde olması ve müminin maddeyi Allah adına
tasarruf etmesi gerekmektedir." Aynı derginin 17 sayfa ilerisinde Akçaabat
İmam Hatip Lisesi inşaatıyla ilgili haberde de Baş ve zenginliği karşımıza
çıkıyor: "Baş Şirketler Grubu adına sanayici ve işadamı Haydar Baş’ın 10
milyon ile başı çekmesi, emsalleri arasında bir örnek ve 'Allah, bana yo­
lunda harçayamayacağım beş kuruşu nasip etmesin' sözüne sadakatinin sa­
mimi bir ispatıydı."
İstikrarsız ve eklektik görüşleriyle politik arenada kendisine bağımsız
.bir yer edinemeyen, gün geçtikçe Sağ’a iyice eklemlenen bu çevre öğrenci
gençlik içerisinde belirgin bir ilgi görüyor. Ancak cemaat ve lider taassu­
bu ve buna bağlı olarak geliştirdiği "devletten çok devletçi" politikalar,
daha çok son on yılın ürünü olan bu grubun yöresellikten (Karadeniz)
sıyrılıp tüm ülke çapında etkin bir güce dönüşebilmesini engelliyor.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN
ÜRÜNLERİ:
İSLAMİ EKOLLER
BEDİÜZZAMAN
^ yüzyılda Türkiye'nin, yalnızca dinisahada değil, en genel anlamda yetiştir-;
diği önemli şahsiyetlerden biri olan
Çilekeş Bir Kavga
Bediüzzaman Said Nursi'nin 87 yıllık1
ve Fikir Adamı
ömrü hapislerle, sürgünlerle, idam seh­
palarından kurtulmalarla geçmişli. Yani;
kavga insanıydı. Yine ömrü, okuma, yazma, tartışma, sorular yanıtlama'
ve görüşlerini yaymayla geçmişti. Yani fikir insanıydı. Her iki meşruti-i
yeti, işgali, Kurtuluş Savaşı'nı, tek parti dönemini, çok parti dönemini:
yaşamıştı.
1873 yılında Bitlis'in Hizan kasabasının Nurs köyünde doğup 1960'ta
ölen Said Nursi’nin hayatini Necip Fazıl Kısakürek üç devreye ayırıyor:
1873-1890 (17 sene) ile 35'er senelik 1890-1925 ve 1925-1960 dönemleri.
Zaten Said Nursi'nin kendisi de böyle bir ayrıma gidiyor ve Nur Risalele- x
ri'nin yayınına başladığı 1926'ya kadar olan yaşamında kendisini "Eski
Said", sonrasında ise "Yeni Said" olarak adlandırıyor.
Kuşkusuz bu çalışmamızda bizi daha çok "Yeni Said" dönemi ilgilendi­
riyor. A ncak Said Nursi gibi bir şahsiyetin biraz olsun portresini
çizebilmek ve onun oluşturduğu Nurculuk ekolünü irdeleyebilmek, anla­
yabilmek için işe ta başından başlamak gerekiyor. Bu arada bir noktayı da
itiraf etmeli: Said Nursi'nin nice ilginç ve önemli olaylarla dolu yoğun
yaşamı ile alabildiğine zengin ve ayrıntılı İslam yorumunu layıkıyla ele
<Z A İn
w //rc /-
78 AYET VE SLOGAN
almak için sayfalar dolusu
yazm ak bile yetmeyebilir.
Biz burada en genel hatlanyla
onun yaşamı ve düşüncesi
hakkında ipuçları vermekle
yetineceğiz.
H Ü R R İYE T AŞIĞI
SAVAŞÇI
BİR MOLLA
Daha 9 yaşında din eğitimi­
ne başlayan Said Nursi, Ne­
cip Fazıl'm deyimiyle "miza­
cındaki istiklal, şahsiyet,
hatta dikbaşlılığa kadar giden
hususiyet" nedeniyle statik
m edrese disiplinine uyum
sağlayamadı ve köyüne dön­
dü. 1885 yılında Hz. MuBediüzzaman Said Nursi.
hammed’i rüyasında görünce
tekrar İslami ilimlerle ilgi­
lenmeye başladı. Siirt, Tillo, Cizre, Nurşin, Mardin ve Erzurum'un Bayezit medreselerinde eğitim gördü. Sürekli olarak, bulunduğu yerlerin önde
gelen İslam otoriteleriyle tartıştı, onlara üstün geldi, böylelikle adı birçok
yerde duyulur oldu. Henüz 21 yaşındayken Bediüzzaman (çağın güzelliği)
ismiyle anılır oldu. Yöresinin önde gelen devlet adamlarıyla, kendini asla
ezdirmeden hatta kimi zaman onları horlayarak yakın ilişkiler kurdu.
"Padişahla görüşüp; mekteplerde din dersleri; medreselerde ise müsbet
fen dersleri okutulmasını" teklif etmek istiyordu. Bu yolla "mekteplilerin
dinsizlik, medreselilerin de taassuptan kurtulacağını" düşünüyordu. Bu
amaçla 1896’da ilk kez İstanbul'a gitti, arzusuna ulaşamadı. İkinci gidişi
11 yıl sonra oldu. Bu kez amacı II. Abdülhamit'i, "Medresetü-z Zehra"
adını verdiği, Kahire'deki ünlü El Ezher'in kızkardeşi olacak bir üniver­
sitenin Van'da açılmasına, Bitlis ve Diyarbakır'da şubelerinin kurulmasına
ikna edebilmekti.
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: ISLAMl EKOLLER 79;
İstanbul'da Fatih Camii'nin yakınındaki Şekerci Hanı'na yerleşmiş, !
odasının kapısına "Burada her suale cevap verilir, her müşkül halledilir, fa­
kat sual sorulmaz" yazılı bir levha asmıştı. Belinden hiç eksik etmediği
hançeri ve tipik Kürt giysileriyle din adamından çok savaşçıyı andıran Said
Nursi'nin üniversite talebi kabul edilmediği gibi, kendisine yapılan maaş
teklifini de reddedince önce hapishaneye, sonra da akıl hastanesine yol­
landı. Burada kendisini muayene eden doktora şu sözleri söylüyordu: "Ben
Kürdistan dağlarında büyümüşüm. Kaba olan ahvalimi o yerlerin terazi­
siyle tarlmalısmız. Hassas olan medeni İstanbul m izaniyle tartmamalısınız."
• Serbest bırakıldıktan sonra Selanik'e giden Said Nursi, orada II. i
Abdülhamk'e karşı mücadele veren İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişkiye 1
girdi. II. Meşrutiyet’in üçüncü günü Selanik Hürriyet Meydam’nda istib -;
dadı yerip hürriyeti öven ateşli bir konuşma yaptır')
İktidar odaklarıyla uzun süreli iyi ilişkiler kuramayan Said Nursi kısa i
bir süre sonra İttihatçılardan uzaklaştı ve İtlihad-ı Muhammedi partisinin ;
kurucuları arasında yer aldı. Necip Fazıl’ın deyişiyle, "kendisine göre çok '
basit bir adam olan" Derviş Vahdeti’nin Volkan gazetesinde yazılar yaz- ;
maya başladı. Ünlü 31 Mart Olayı’na karışmak iddiasıyla yargılandı ve
"Şeriatın tek hakikatine bin vücudum olsa fedaya hazırım! Çünkü şeriat ;
biricik saadet sebebi, adalet örneği, ve fazilet timsalidir. Fakat benim şeriat. ,
isteğim;, asi askerlerin dileğine uymaz. Benim o türlü dileklerle hiçbir ala- :
kam olamaz!" şeklindeki savunmasının ardından beraat etti. Tahliye o lduk-;
tan sonra Beyazıt M eydanı’nda söylediği şu sözler ise tarihe kazındı:
"Zalimler için .yaşasın cehennem!"
.
Daha sonra Said Nursi'yi Karadeniz'de, Tiflis'te, Van ve diğer Doğu Ana­
dolu illerinde, Şam'da, Beyrut'ta ve İzmir üzerinden tekrar İstanbul'da
görüyoruz. Rumeli seyahatinde eşlik .ettiği Sultan Reşad'a Medresetü-z
Zehra projesini kabul ettirdi. I. Dünya Savaşı nedeniyle üniversitenin te­
melinin atılmasından öteye gidilemedi.
Savaş sırasında Teşkilat-ı M ahsusa'da görev alan Said Nursi, 1916
yılında milis komutanı olarak Pasinler'de Ruslarla savaştı ve esir düştü.
Bolşevik Devrimi'nin yarattığı kargaşadan istifade ederek esir kampından
kaçtı, Petersburg-Varşova-Viyana-Sofya üzerinden 1918'in 25 Haziram'nda
İstanbul'a döndü. Bir müddet burada İslami ve entelektüel faaliyetlerde bu­
lunduktan sonra Kurtuluş Savaşı'nı destekledi ve M ustafa Kemal ta­
\
80 AYET VE SLOGAN
rafından Ankara'ya davet edildi. Ancak milletvekillerini yeteri kadar dindar
bulmayıp hayalkırıklığma uğrayınca 1923 baharında Van’a gitti.
BASKIYA
BOYUN EĞMEMENİN RİSALELERİ
Said Nursi’nin hayatını 1925’teki Şeyh Sait isyanı değiştirdi. İslami bir
Kürt isyanı olarak tanımlanabilecek bu olaya Said Nursi şu gerekçelerle
destek vermemişti: "Türk milleti asırlardan beri İslamiyetin bayrak­
tarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle bir
milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz müslümamz, onlarla kardaşız, kardaşı kardaşla çarpıştıranlayız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç, harici düşmana
çekilir, Dahilde kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegane kurtuluş çaremiz
Kur’an ve iman hakikatleriyle, tenvir [nurlandırma, aydınlandırma] ve irşad
etmektir. En büyük düşmanımız olan cehli izale etmektir. Teşebbüsünüzr
den vazgeçiniz. Zira akim kalır. Birkaç cani yüzünden binlerce masum
kadın ve erkekler telef olabilir."
Fakat Cumhuriyet yönetimi yörenin birçok önde geleniyle birlikte NurI si hakkında da soruşturma açtı. Kendisi İstanbul'a getirildi. Oradan Bur: dur’un Eğridir ilçesinin Barla köyüne sürgün edildi. Bediüzzaman sekiz
buçuk yıl yaşamak zorunda kaldığı Barla’da Risale-i Nur adını vereceği
eserinin dörtte üçünü telif etti.
Said Nursi’nin faaliyeti yalnızca risale yazımı değildi. Etrafında geniş
bk öğrenci halkası oluşmaya başlamıştı. Bu öğrenciler, onun Risalelerini
gizlice çoğaltıp yayarak Türkiye çapında Nurculuk hareketinin tohumlarını,
attılar. Bu nedenle devletin Said Nursi üzerindeki denetim ve baskısı da
artıyordu. 1934’te Barla'dan İsparta’ya nakledildi. B k yıl sonra da önce bazı
Nur talebeleri, ardından kendisi tutuklandı. Said Nursi ve 120 talebesi
Eskişehir Cezaevi'ne nakledilip Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi'nde
yargılanmaya başlandı. Sonuçta 11 ay hapse mahkûm oldu. Cezasını ta­
mamladıktan sonra Kastamonu'ya sürülüp, polis karakolunun tam karşı­
sındaki bir evde ikamete tabi kılındı.
20 Eylül 1943'te yeniden tutuklanan Said Nursi önce Ankara'ya sevkedildi. Ardından İsparta ve Denizli Cezaevleri'nde tutuklu kaldı. 126 talebe­
si de değişik bölgelerden toparlanıp tutuklanmıştı. Dokuz ay sonra herkes
beraat etti. Ama baskı bitmemişti. Bediüzzaman özgürlüğü tadamadan, ge­
len bir emirle bu kez Afyon Emirdağ'a sürgün edildi. Yeni soruşturmalar,
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: İSLAMİ EKOLLER 81
yeni tutuklamalar ve bu kez 20 ay sürecek olan Afyon Cezaevi. Sonunda
mahkûmiyet kararları çıkar ama temyiz bunları bozacaktır.
14 Mayıs 1950'de Demokrat Parti iktidara gelince Said Nursi Cumhur­
başkanı Celal Bayar'a şu telgrafı çekmişti: "Zatınızı tebrik ederiz. Cenab-ı
Hak sizi İslamiyet vatan ve millet hizmetinde muvaffak eylesin. Nur tale­
belerinden ve onların namına Said Nursi.”
Risalelerinin büyük kısmını tamamlamış olan Said Nursi'nin bundan
sonraki günleri, "Eski Said" günleriyle benzerlikler göstermektedir.
"Üçüncü Said” olarak adlandırdığı bu devrede, siyasilere doğru yolu
göstermeyi ve onları İslam'a hizmet etmeye çağırmayı temel alır. Hükü­
metin Kore Savaşı'na katılma kararını, en yakın öğrencilerindan Bayram
Yüksel'i cepheye yollayabilecek ölçüde desteklemiştir.
Bu arada ilk kez olarak Risalelerden bir bölümü bir dergide yayınlanınca soruşturma açılır. Said Nursi davaya katılmak için 27 yıl uzak kaldığı ;
İstanbul'a gelir. Tutuksuz yargılanan ve özgür olan Said Nursi'ye talebe­
lerinin gösterdiği ilgi, tüm baskılara karşın yılmayan bu mücadeleci i
kişinin zaferi gibidir. Her celsesi gövde gösterisine dönen mahkeme sonu- ;
cunda beraat eder.
Ardından yerel bir gazetede yayınlanan bir yazısı nedeniyle Samsun'da
tutuksuz yargılanır, yine beraat eder. Afyon Ağır Ceza Mâhkemesi'nin 25
Mayıs 1956'da Nur Risaleleri'nde hiçbir suç unsuru bulunmadığı yolunda- i
ki kararıyla dört ilde birden tüm Risaleler basılır. Bediüzzaman 1957 i
seçimlerinde DP’ye oy atar. 22 Nisan 1957'de İsparta'daki Tugay Ca- :
mii'nin tem eline ilk harcı koyup dua eder. Ömrünün son günlerinde
sürekli dolaşan Said Nursi ile 5 Ocak 1960'ta Time dergisi muhabiri bir
söyleşi yapar. Hastalığına rağmen uzun bir otomobil yolculuğu yapıp 21
Mart 1960'ta Urfa'ya varır. İki gün sonra da ölür. Yüksek mülki erkanın
da katıldığı cenaze töreniyle Halilürrahman Camii'ne defnedilir.
27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra, 12 Temmuz 1960 gecesi,
kardeşi Abdülmecit Ünlükul'u yanlarına alan askerler naaşı alıp askeri bir
uçakla İsparta'ya götürürler. O gün bugündür Said Nursi'nin nerede gömü­
lü olduğunu çok az kimse bilmektedir. Bunların büyük kısmı da artık
yaşamıyor.
82 AYET VE SLOGAN
İMANIN YENİDEN İHDASI
Said Nursi'nin görüşlerini ve Nurculuğu kavrayabilmek için politikayla
yoğun ilişkiler içindeki "Eski Said"den çok, Nur Risaleleri'ni kaleme alan
"Yeni Sâid"e bakmak gerekiyor. Fakat "Yeni Said"in eskisinden köklü bir
kopuş yaşamadığım, hürriyetçi, cumhuriyetçi, mücadeleci ruhunu, Türki­
ye Cumhuriyeti koşullarında yeniden üreterek muhafaza ettiğini unutma­
mak gerek.
Said Nursi'nin görüşlerini, ona ait olan "Kastamonu Lâhikası"ndaki şu
bölüm çok iyi özetliyor: "Bu zaman, hem iman ve din, hem hayat-ı içti­
maiye (toplumsal yaşam) ve Şeriat, hem hukuk-u amme ve siyaset-i İslamiye için gayet ehemmiyetli bir mecdid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi (iman hakikatleri) muhafaza noktasındaki tecdid (yenilen­
me), en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasi­
ye daireleri ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Hadisdeki tecdid-i din
hakkındaki ziyade ehemmiyet ise, imanı hakaikdaki tecdid itibariyledir."
1929 yılında kendisini ziyarete gelen subay Hulusi Yahyagil'e "Karde­
şim, ben şeyh değilim imamım. İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani gibi bir
imamım. Zaman tarikat zamanı değil imanı kurtarmak zamanıdır" diyen
Said Nursi'yc göre müslümanlar giderek İslam'dan daha fazla uzak­
laşıyorlardı. Bu inançsızlığın motor gücü Batı'mn bilim ve teknolojisiydi.
Halbuki Said Nursi bilim ve teknolojinin İslam'ın aleyhine değil lehine
olduğuna inanıyordu. Örneğin Kastamonu'da kendisini ziyarete gelen lise
öğrencilerine "Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah'tan bahsedip, Halik'i tanıttırıyor. Muallimleri
değil, onları dinleyiniz" öğüdünü vermişti.
Aklı herşeyden önce tutarak, ama "İslam'ın her meselesi makuldür. Fa­
kat akıl ona kendi başına yetişemez" demeyi de ihmal etmeyerek,
araşürmacı İhsan Işık'ın deyişiyle "Tüm eserlerinde, dini meseleleri akla
ve mantığa uygun örnekler ve kanıtlar belirterek açıklamaya çalışmıştır.
Eserlerinde zaman zaman müteşabih ayetlerin, bazen de müteşabih hadisle­
rin yorumunu yapmıştır... Bazı ayetlerin de ebced hesabıyla yorumunu ya­
parak Kuran'm icazını açıklamaya çalışmıştır."
Nurcuların önemli isimlerinden Safa Mürsel, "Bediüzzaman Said Nursi
ve Devlet Felsefesi" adlı geniş çalışmasında Said Nursi'nin ilkelerini şöyle
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: İSLÂMÎ EKOLLER 83
sınıflandırıyor:
”a) Hadiselere İslami değerler açısından bakmak;
b) Hadiseleri olduğu gibi kabul eden gerçekçiliği elden bırakmamak;
ç) İzahlarında isbat usulünü, yani pozitif metodu benimsemek;
d) Sırf nazariyatta kalmamak, hayatın pratik tecrübelerinden istifade
edilmiş yorumlarla nazariyaü hadiselere tatbik etmek; ■
e) Batı kültürünün teknolojik neticeleri ile İslamiyet arasında yâpıcı
diyalog kurarak senteze gitmek;
f) Sübjektif değerlendirmelerden ziyade objektif sahada kalmak;
g) Sosyal hadiselerde tekamülcü bir değişim düşüncesine mensubiyet."
Prof. Şerif Mardin, Said Nursi’nin "Cumhuriyet'in ilk yıllarında artan
okur yazar kitlesi karşısında Kuran'ın daha geniş bir kitle tarafından
anlaşılmasına çalışmasının" dışında ikinci ve birinciyle belki de eşit
ölçüde önemli olan bir noktanın altını çiziyor: "Eskisine nispetle daha
geniş bir kitleye Kuran'ın 'icaz'mı, mistik, gizemli taraflarını anlatmaya,
bunların dini bilgilerini bir kat daha inceltmeye çalışmıştır."
Böylelikle Said Nursi'nin çabasının iki yönü ortaya çıkıyor: En geniş
anlamda müslüman cemaatin imanını kurtarmak, güçlendirmek, onu ra­
kiplerinin silahlarıyla kuşatmak (seküler bilime karşı İslami bilim) ve bu
geniş müslüman cemaat içinde bir tür öncü rolü üstlenecek, daha rafine bir
imana, daha güçlü bir cemaat kardeşliği duygusuna sahip ikinci bir cemaat
(Nur talebeleri) meydana getirmek.
NUR R İSALELERİ - NUR TALEBELERİ VE NURCULUK
İslamcılık karşıtı kesim ler Nurculuğu öteden beri bir tarikat olarak
gördüler ve görmeye devam ediyorlar. Bu yanlış tespitin bir nedeni bu ke­
simlerin İslami konulardaki ilgisizliğiyse, diğer bir nedeni "tarikat"
tanımlamasının kitleleri korkutacağı beklentisidir. Halbuki Said Nursi sık
sık kendi hareketlerinin tarikatla aynı olm adığını dile getirm iştir.
"Tarikatsız cennete giden çoktur. İmansız cennete giden yoktur" sözleriyle
de bunu net biçimde özetlemiştir.
Said Nursi tarikattan farklı bir yöntem'izlemesinin dışında, Prof. Şerif
Mardin'in "Religion and Social Change in Modem Turkey" adlı kitabında
belirttiği gibi onu eleştirmiştir de: "Said Nursi, kendilerine Kuran'da belir­
tilen kimi görevlerden müslümanları saptırdığına inandığı için tasavvufa
84 AYET VE SLOGAN
karşı çıkıyordu. Ona göre bir müslümanın kendini teslim edişinde esas
olan, iman, ’kalp’ti. Ancak bu iman, Kuran’ın özel emirleri tarafından bil­
gilendirilip yönlendirilen faal bir iman olmalıydı. Mutasavvıfların öğreti­
lerinin neden olduğu esneklik, onun yaratmak istediği hareketli müslümanları üretmiyordu. Bediüzzaman, tasavvufa bu karşı çıkışıyla, 'Allah'ın
iradesine tanık olan, artık kendini Allah'ın emirleriyle bağlı hissetmez'
(Fazlur-Rahman, İslam, 1979, s. 113) diyerek tasavvufi öğretilere saldıran
müslüman fundamentalist İbni Teymiyye'nin (1263-1328) bir örneğini
oluşturduğu ortodoks kutsal metinci (scriptualist) ve fundamentalist ge- .
leneğiiı tam ortasında yeralıyordu."
Prof. Şerif Mardin, 1987 Mayıs ayında N o k ta dergisinde yayınlanan
yazısında Nurculukla tarikatların arasındaki farkı şöyle açıklamıştı:
"Tarikatlarda, örneğin Nakşibendilikte, bir manevi liderle 'rabıta' —
manevi köprü— kurmak esastır. Bediüzzaman çok açık olarak bu 'köprü'
nün salik (bağlanan kişi) ile Said Nursi'nin mesajı — eserleri— arasında
kurulması gerektiğini vurgulamıştır! Bugün, Said Nursi'nin eserlerini okumak için toplanan gruplar, şahsi rabıtanın,yerine yeni —belki de
'ideolojik' olarak tanımlanabilecek— bir örgütlenme ilkesinin örüntüsüyle
gruplaştıkları oranda 'tarikat' olarak değil bir 'inanç hareketi’ olarak
tanımlanabilirler.”
"Risale-i Nur'u okuyan benimle görüşmüş olur. Baki hakikatler fani
şahıslar üzerine bina edilemez" diyen Said Nursi'nin en çok önem verdiği
nokta "Sözler", "Mektubat", "Lem'alar", "Şualar" adında dört ana bölüm­
den oluşan 130 parçalık Risalelerinin okunması, çoğaltılıp yayılmasıydı.
Üzerine titrediği ikinci husus "kardeşlerim" olarak adlandırdığı Nur talebel­
eriydi. "Risale-i Nur'un silsile-i kirematinin bir parçası" olarak gördüğü
Nur talebelerinin gelişip güçlenmesinden büyük sevinç duyuyordu.
Özellikle mahkemelerde sözlerine birçok kez "Biz ki 500 bin fedakar Nur
talebesiyiz" şeklinde gururla başlamıştı.
Araştıımacı İhsan Işık, Said Nursi’nin ’’Tarihçe-i Hayat" eserinden hare­
ketle Nurculuğun amaçlarını şöyle sıralıyor:
"1- Risale-i Nur hizmetinin yegane amacı olan imanın kuvvetlenmesi,
vatan ve milleti tehdit eden dinsizlik ve komünistlik tehlikesine engel ol­
maktır.
2Şimdi en önemli vazife, fertlere ve cemiyete düşen hizmet, imanı
kurtarmak ve kuvvetlendirmektir.
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: ISLAMl EKOLLER 85
3- Zamanın en büyük davası Kuran'a sarılmaktır.
4- Risale-i Nur, bütün gücüyle dikkatini bu yöne çevirdiğinden gizli
dinsizler çeşitli bahanelerle saldırıya geçip Nurculara karşı hükümeti
kışkırtmaktadır.
5- Fakat biz müsbet hareket etmeye mecburuz. 'Elimizde Nur var, siya­
set topuzu yok. Yüz elimiz de olsa, ancak Nur'a kafi gelir' demeliyiz.
6- Risale-i Nur, din düşmanlarını mağlup edecektir. Müsbet hareket et­
mek atom bombası kadar tesirlidir.
7 - Risale-i Nur’un siyasetle hiçbir alakası yoktur.
8- Mesleğimizin (davamızın) en büyük dayanağı ihlastır [doğruluk,
içten gelen bağlılık],
9- Allah'ın rızasından başka hiçbir maksat peşinde olmamak lazımdır.
10- R(isale-i N ur’un kuvveti de, N ur talebelerinin başka bir amaç
gütmemesinden kaynaklanmaktadır.
11- İhlaslı ve müsbet hareket edilmesi halinde, Rahmet-i ilahiyye Ri­
sale-i Nur'u himaye edecektir."
Said Nursi'nin hayatında, onun etrafında güçlü halkalar oluşturan Nur
talebeleri, üstatlarının ölümünden sonra birlik ve beraberlikten uzaklaştı­
lar, hatta içlerinde birbirlerini çök ağır şekilde suçlayanlar da oldu.
Bu ayrışmaları ilerki bölümlerde ele alacağız. Yalnız bu çelişkilerin
genel bir değerlendirmesi Said Nursi'yi, onun eserlerini ve mücadelesini
değerlendirmekte önem arzediyor. ■
İlerki bölümlerde göreceğimiz gibi Nurcular arasındaki ayrışmaların
özünde değişen ülke şartları içinde Said Nursi'nin hangi yönünün ön plana
çıkartılması gerektiği tartışmaları yatıyor. Her ne kadar bütün gruplar,
onun iman hakikatlarını ahlatma çizgisini sürdürüyora benzese de, kimisi
bunu yegâne çalışma yöntemi olarak benimsiyor; kimisi bu yönteme tali
bir önem atfediyor; kimisi de adet yerini bulsun diye bu yolda etkisiz bir­
kaç çalışmayla yetiniyor.
Nurcu grupların, tümü de Said Nursi'den referanslı, farklı temel çalışma
yöntemleri şu şekilde sınıflandırılabilir: Yalnızca iman hakikatlarını anlat­
mak; Demokrat Parti misyonunu sürdüren sağ kitle partilerini destekle­
mek, devlete dindar kadrolar yetiştirmek; Türkiye ve dünyada dinsizlik ve
komünizme karşı, herkesle ittifak yapıp mücadele etmek; Risalelerin eski
yazıyla elle çoğaltılıp dağıtılmasıyla yetinmek...
Değişik Nurcu gruplarının gerçek boyutlarını örtmeye çalıştığı bu
86 AYET VE SLOGAN
köklü ayrılıkların başlıca nedeni, modem bir ekol olan Nurculukta, Said
Nursi'nin ölümünün ardından, onun yerini doldurabilecek bir otoritenin
■öluşmaması/oluşturulmamasıdır.
(Necip Fazıl, Nurcuların bir başka zaafını da şöyle tanımlıyor: "Bazı fert­
lerin korkunç mübalağaları ve üstatlarına bağlılıkta had tanımaz taassup­
ları gözden kaçacak gibi değildir." N. Fazıl'm bu eleştirisine Nur Risalele­
rine bağlılığın da abartılmasını eklemek gerek?>
Yine Necip Fazıl, bir diğer önemli noktaya değiniyor: "Nur Risalesi'ni
ele alınca, onda derinliğine bir iman tefekkürü bulunmakla beraber, o te­
fekkürden, ipek böceğinin kozası halinde iplik iplik fışkırıp dokulaşan ve
olanca insanı dünü, bugünü ve yarınıyla kuşatan, onun bütün illet ve has­
retlerine teşhis ve tedavi getiren, mutlak İslam bağlılığı içinde müstekib,
ezel kadar eskinin yanında da eb'ed boyu yenilik belirtici bir ideolocya
örgüsü bulamıyor ve 'Nur Risalesi'ni — 5 asırlık hasretimiz— , böyle bir
dünya görüşüne misal kabul edemiyoruz."
İslamcı kesimde ender rastlanan bir samimiyetle Nurculardan da öte,
Said Nursi’yi eleştiren N. Fazıl’ın bu tespiti çok önemli. Gerçekten de
Nurcular "mükemmel bir dünya görüşü"nün yansıması olarak gördükleri
Risalelerin değişen koşullarda yenilenmesine gitmek yerine onu donuk­
laştırma, dogmalaştırma yoluna gitmeyi yeğlediler. Said Nursi'nin Risale­
lere'biçtiği abartılı önem göz önüne alınırsa, Nurcuların yapacakları her
açıklama için ondan referans bulma ihtiyacını hissetmeleri, yeni arayışlara
hoş gözle bakmamaları üstatlarına duydukları saygının gereği olarak
görülebilir. Ancak bu tutum, Said Nursi'nin en belirgin özelliğinin, çağa
ayak uydurma, kalıplara, klişelere itibar etmeme, özgürlüğe önem verme
olduğu düşünülürse, ondan uzaklaşmak anlamına geliyor.
Günümüzde kendilerini Nurcu olarak tanımlayanlar belli bir çevrenin
dışına taşmakta büyük güçlük çekerken, Said Nursi'nin düşünce ve
mücadelesinden seçmeci bir tavırla yararlanan İslami çevre ve gruplar daha
başarılı oluyorlar.
Böylelikle Nur talebeleri, bütün ısrarlarına rağmen Said Nursi'yi kendi
tekellerinde tutamıyorlar. Artık Türkiye'deki tüm İslami çevrelerin Said
Nursi'den saygıyla söz ettikleri, ondan kendi görüşlerini oluşturmak için
yararlandıkları görülüyor. F.Almanya'da Cemalettin Kaplan grubunun
yürüyüşlerde "Zalimler için yaşasın cehennem" pankartları taşımaları, bu:
nun basit bir kanıtı.
•
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: İSLAM! EKOLLER 87
Ü S T A D IN
M Ü D A FA A S I
"Çok uzun süren mazlumane, maceralı hayatıma dair gayet kısa bir beyanatta bulu­
nacağım.
Yirmisekiz sene emsalsiz ihanetlere, işkencelere, tarassud ve hapislere maruz
kaldım. Bütün bu iftira ve isnatların esası birkaç noktaya dayanır;
1 - En birinci ittihamlan: Beni rejim aleyhtarı olarak telakki etmeleridir. Malumdur
ki, her hükümette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şartiyle, hiç
kimse vicdaniyle, kalbiyle, kabul ettiği bir fikirden’, bir metoddan dolayı mes’ul ola­
maz. Bu hukuki bir mütearifedir.
Dininde çok mutaassıb ve cebbar bir hükümet otan Ingilizlerin yüz sene hakimi­
yetleri altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar, Ingilizlerin küfür rejimle­
rini kabul etmeyip Kur'an iie reddettikleri halde,*onlara o cihetten ilişmemeleri; bura-;
da ve bütün İslam Hükümetlerinde eskiden beri Yahudiler, Nasraniler tabi oldukları ;
memleketin dinine, kudsi rejimine muhalif, zıd ve muteriz bulundukları halde, o J
hükümetler hiçbir zaman kanunlarla onlara o cihetten ilişmemeleri; (Hazret-i Ömer, ;
(r.a.) hilafeti zamanında adi bir hıristiyan iie mahkemede birlikte muhakeme olundu-:
lar. Halbuki o Hıristiyan, İslam Hükümetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanun-;
lara muhalif iken, mahkemede onun o hali nazara alınmaması) açıkça gösterir, k i, .
adalet müessesesi hiçbir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve j
vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki, komünist olmıyan Şark ve Garb’da, bütün;
dünya adalet müesseselerinde cari ve hakimdir.
^
!
Ben., din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine ve yüzlerce Âyât-ı Kur'aniye’ye
istinaden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet perdesi altında yürüyen mutlak bir;
istibdada,, laiklik maskesi altında dine ve dindarlara karşı tatbik edilen en ağır b ir
baskıya muhalefet etmiş isem bu hiîaf-ı hakikat bjr hareket sayılabilir mi? Haksızlığa,
karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhalefet hiç bir hükümette suç sayılmaz,,
bilakis muhalefet meşru ve samimi bir muvazene-i adalet unsurudur.
!
2 - Bana zulüm ve cefayı reva gören Devr-i Sabık'ın yaptığrisnadların İkincisi:!
Emniyet ve asayişi ihlaldir. Bu vehim ve hayal ile bu düzme isnat ile yirmisekiz sene
bana ceza çektirdiler. Memleket memleket, mahkeme mahkeme süründürdüler. Zin­
dandan zindana attılar. Kimse ile görüştürmediler. Tecrit ettiler, zehirlediler; Her
türlü hakaretlerde bulundular.
Biz ki beşyüzbin fedakâr Nur Talebeleri, memleketin her tarafında emniyet,ve
asayişin fahri manevi muhafızlarıyız; bize böyle bir isnadda bulunmaları en büyük bir
zulümdür. Onlar bize o kadar zâlimane ihanetlerde bulundukları halde; biz asla his­
lerimize kapılmayarak, gönüllerde emniyet ve/asayişi temin yolunda, iman ve
Kur'an'a hizmet yolunda, gafletle anarşiye,sapanları düştükleri fevza gayyasından
kurtarmak yolunda çalışmaktan bir ân hali kalmadık. Bu delilsiz bir iddia değildir. Bi­
zim zulüm ve menfa sahamız olan altı vilayetin altı mahkemesi,.uzun ve ince tetkik-,
. ler neticesinde, emniyet ve asayişi ihlal yolunda hiçbir vukuat kaydedememişlerdir.
Bu hareketimiz isbat eder ki, Nur Mekteb-i İrfanının Talebeleri, emniyet ve asayişin
bekçisini kafalara, kalblere.yerleştirir. Bizim iman derslerimiz anarşiye ve farmasonT
lara ve komünistlere karşıdır. Memleketin bütün zabıta dairelerinden sorulsun,
beşyüzbin Nur Mekteb-i İrfanı Talebesinden birinin olsun nizam ve intizama aykırı bir
vukuatı var mıdır? Yoktur. Elbette yoktur. Çünkü hepşinin kalbinde nizam, ve inti-
88 AYET VE SLOGAN
zamtn en sağlam muhafızı olan iman bekçisi vardır.
Sebiiürreşad'ın 116'ıncı nüshasında "Hakikat Konuşuyor" başlıklı makalemde bu
hakikatleri uzun uzadıya izah ettim. Bütün dünyasını, hatta icab ederse hayatını ve
ahiretini dinine feda ettiği, bütün hayatı şehadet eden, otuzbeş seneden beri siya­
seti terkeden, müteaddit mahkemelerin o kadar incelemelerine rağmen bu yolda bir
delil bulunamayan, sekseni aşmış, kabir kapısına gelmiş, dünya metaından hiçbir
nesneye malik olmamış ve ehemmiyet vermemiş bir adam hakkında: "Dini, siyasete
aiet ediyor." diyen, yerden göğe kadar, gökten yere kadar haksız ve insafsızdır.
' Biz Nur Mekteb-i İrfanı Şakirdlerinin Kur'an-ı Hakim'den aldığımız hakikat dersi
şudur ki: Evde, yahut bir gemide, bir masum, on cani bulunsa, Adalet-i Kur’aniye o
masumun hakkına zarar vermemek için o haneyi o gemiyi yakmayı menettiği halde,
on masumun bir tek cani yüzünden mahvı için o hane, o gemi yakılır mı? Yakılırsa en
büyük zulüm, en büyük hıyanet ve gadir olmaz mı? Bu sebeple asayişi ihlal yolunda
yüzde on cani yüzünden doksan masumun hayatını tehlikeye ve zarara sokmayı
Ada!et-i İlâhiye ve.Hakikat-ı Kur'aniye şiddetle menettiği için bütün kuvvetimizle bu
Ders-i Kur'aniyeye ittibaen asayişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur kılarız.
İşte bizi böyle haksız-isnadlaria itham eden Devr-i Sabık'taki gizli düşmanlarımız
şüphe yok ki ya siyaseti dinsizliğe alet etmek istediler, yahut bilerek, bilmeyerek
bozuk ideolojileri memleketimize yerleştirme gayretine düştüler. Görülüyor ki, nizam
ve intizamı bozan, maddi, manevi memleketin emniyet ve asayişini ihlâl eden bizler
değil, asıl oniardı. Hakiki bir Müslüman, samimi bir mü'min hiçbir zaman anarşiye v e .
bozgunculuğa taraftar olmaz. Dînin şiddetle menettiği şey, fitne ve anarşidir.
Çünkü, anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini ca­
navar hayvanlar seciyesine çevirir ki, bunun ahirzamanda "Ye’cüc" ve "Me'cüc"
komitesi olduğuna Kûr’an-ı Hakim işaret buyurmaktadır.
Yirmisekiz sene bana ve talebelerime böyle eza ve cefada bulundular. Ve mah­
kemelerde bazı resmi kimseler bize hakaretlerde bulunmaktan çekinmediler. Hep­
sine tahammül ettik, iman ve Kur'an'a hizmet yolunda devam ettik. Ve Devr-i
Sabıkın o zulüm ve cefalarını affettik. Zaten onlar da müstahak oldukları akıbete,
uğradılar.
Said Nursi"
KAYNAK: Ihsan Işık, Bediüzzaman Said Nursî ve Nurculuk, Ünlem Yayınları,
İstanbul 1990, ss, 224-226.
DP - A P -D Y P Çizgisini
N u rlan d ıran iar:
"YENİ" YENİ ASYA
ve YENİ NESİL
Bediüzzaman Said Nursi'nin 22
Mart 1960’ta ölmesinden sonra
Nurculuk hareketi tek bir ki­
şinin liderliği altına girmedi,
önde gelen bazı Nur talebeleri
tarafından kolektif olarak yönlendirilmeye başladı. Nur Risaleleri'ni basma ve yaymayı esas meşgale
olarak saptayan Nurcuların önem verdiği diğer husus, basın alanında varlık
göstererek 27 Mayıs ihtilalcilerinin "din ve dindarlara karşı hücumlarını"
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: ÎSLAMl EKOLLER 89
bertaraf etmekti. Bu amaçla, 11 sayısının 10'u Sıkıyönetim tarafından top­
latılan Zülfikar gazetesi İzmir'de yayınlandı. Onu kısa bir süre için Uhuv­
vet takip etti. Said Nursi'nin yakm talebelerinden Zübeyir Gündüzalp ve
birkaç arkadaşı tarafından ilk sayısı 24 Ekim 1967'de yayınlanan haftalık
fttihad gazetesi, o döneme göre oldukça cesur çıkışlarıyla geniş ilgi to p lad ı.
anta 12 Mart 1971 askeri müdahalesinin ardından, 7 Haziran 1971 tari­
hinde Sıkıyönetim tarafından süresiz olarak kapatıldı. İ tt i h a d ın ka­
patılması Nurcuları pek fazla zora sokmamıştı çünkü 21 Şubat 1970’ten
itibaren bir günlük gazete aracılığıyla daha geniş bir kitleye ulaşmaya
başlamışlardı. Nurcu hareket için gerçekten önemli bir dönüm noktası
olan Yeni A sy a gazetesinin temel prensipleri yıllar sonra kendileri ta­
rafından şöyle açıklanacaktı: "Öncelikle istişareye önem verilecekti. De­
mokrasi her hal ve şart altında müdafaa edilecek, demokrasiyi tahrip edecek
hareketlere karşı çıkılacaktı. Dinsizliğin ve komünizmin mahiyetini or­
taya koyacak yayınlar yapılacaktı. İnsanları hakka ve hakikate davet eder­
ken ikna yolu benimsenecekti. İslamiyet asla istismar edilmeyecek ve
kimseye de istismar ettirilmeyecekti. Hür dünya ile medeni münasebetler
kurma fikri esas alınacak; H ıristiyanların dindar ruhanileriyle iyi
münasebetler kurmanın yollan aranacaktı. Yaym prensiplerine uymayan
reklamlar alınmayacak; banka reklamlarına kesinlikle yer verilmeyecekti."
.«(İslami kesim içinde yayıncılık faaliyetlerinin yok denecek kadar az
olduğu bir dönemde gözüpek bir üslupla ortaya atılan Nurcular dindar kit­
leler içinde önemli bir saygınlık ve yaygınlık kazanmaya başladılar. Ama
bu arada iç bölünmeler de başlamıştı. Ayrılıklardan ilki Ispartalı hattat
Hüsrev A ltınbaşak'ın, N ur R isaleleri’riin Latin harfleriyle matbaada
basılmasına kar^çTRmasıyla yaşandı. Sonuçta, Risalelerin Osmanlıca olarâk_l;n ’e“çöğaltılmasınl3ârrbaşka bir şeyle uğraşmayan, daha sonra
"Yazıcılar" adıyla anılacak olan küçük bir grup ortaya çıktı!)Zaman içinde
önemini yitiren ve iyice daralan bu grubun ardından, A/Tevfi.k.Paksu,
Sudi Reşat Saruhan, Gündüz Sevilgen gibijisi m leri n _baş ın ı_çek t iğ Lbir
başka grup, Yeni A syâölâm Tf'demÖtait misyon" diye adlandırıp sonuna
kadâFdestekledikleri Adalet Partisi’ne alternatif olarak çoğunluğunu Nalkşi
aydınların oluşturduğu Milli Nizam Partisi'nde yer aldı. Bu gruptan bazı
isimler MNP'nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasından sonra,
geri kalanlar ise MSP'nin CHP ile koalisyona gitmesiyle başlayan ve
Genel Af kanunu ile doruğa ulaşan çelişkilerin ardından Prof. Necmettin
Erbakan ve ekibini terkettiler?*
90 AYET VE SLOGAN
ASKERİ DA R B ELER VE NURCULAR
Yeni Asyacıların belirgin özelliği hep siyasetle içli-dışlı olmaları ve hep
DP-AP-DYP çizgisini desteklemeleri olmuştur. Türkiye'deki üç askeri dar­
benin de, Yeni Asyacıların "demokrat misyon" adını verdiği bu çizginin
hükümetleri zamanında yapılmış olması, ister istemez Nurcuların tari­
hinde bu darbelerin ve onlara karşı geliştirilen tavırların önemli bir yer
İşgal etmesine yol açtı. Özellikle 12 Eylül sonrasında "darbenin iyisi
kötüsü o)maz" şeklinde özetlenebilecek "demokrat" bir tavır içinde
gözüken Nurcuların bu bakış açısına istisnasız sahip olduklarını dü­
şünmek yanlış olacaktır. Örneğin 12 Mart müdahalesinden kısa bir süre
önce, Genelkurmay Başkam Memduh Tağmaç'm verdiği muhtıra üzerine,
Said Nursi'nin avukatı ve yaşayan Nurcuların en saygın isimlerinden biri
olan Bekir Berk, 10 Şubat 1971 tarihli Yeni A s y a gazetesinde
"Ordumuzun Sesi" başlıklı bir makale yazmış ve şunları söylemişti: "Bu
ses tarihimizin sesidir. Bu ses sanki Mohaç'tan gelen sestir. Bu ses Malaz­
girt'ten yükselen bir sestir. Bu ses Kanije gazilerinin sadasını aksettirmek­
tedir... Bu ses hürriyet ve istiklalimizin, bu ses din ve imanımızın,
şerefimizin vc haysiyetimizin bekçileri şerefli paşalarımızın, erlerimizin,
tek kelimeyle Mehmedçiğimizin sesidir... Bu ses, sağa da, sola da gelişi
güzel yumruk sallayanların değil, tehlikenin nereden geldiğini bilen, gören
ve onun üstüne yürüyen, ve onlara son defa 'Hizaya gel' komutu verenle­
rin sesidir... Bu ses meseleleri kanunların çerçevesi içinde halletmek iste­
yenlerin, bu ses millet iradesini korumaya ahdedenlerin sesidir."
"Yaklaşan komünizm tehlikesine" karşı 12 M art öncesi "şerefli
paşalardan" medet uman Nurcular, ihtilalcilerin "demokrat misyonla" tam
bir işbirliği içine girecekleri yolundaki beklentilerinin gerçekleşmediğini
görüp, "tarafsızlık" ve "partilerüstülük" gerekçeleriyle "ülkenin CHP'nin
eline teslim edildiği" vehmine kapılınca anti-militarist kesildiler. 12 Martçı generallerden Faruk Gürler'in cumhurbaşkanı olma gayretlerine karşı
mücadele ettiler.
12
Eylül 1980 darbesine kadar Yeni Asyacılar kayıtsız şartsız AP’yi ve
onun lideri Süleyman Demirel'i destekledi. O dönemleri bugün şöyle be­
timliyorlar: "Demokraj: misyon yine iş başındaydı ve bir 'hürriyetler adası'
haline getirdiği ülkede kalkınma hamlesini başarıyla devam ettiriyordu.
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: İSLAMİ EKOLLER 9İ
Ancak, tertibin ardı arkası gelmiyordu. Önce, iktidar partisi [AP] par­
çalanarak zaafa düşürüldü [Demokratik Parti]. Ardından dindar kitleleri
şaşırtarak demokrat kadroları güçsüz bırakmayı hedef alan dini görüntülü
bir siyasi parti kurduruldu [Önce MNP, sonra MSP]. Bu gelişmeler olup
biterken Yeni Asya, gerek iktidardaki demokratları, gerekse halkı uyarıcı,
bir neşriyat yaptı."
Bu neşriyatın köşe taşlarını şöyle özetlemek mümkün: MSP'yi CHP
ile koalisyona gitmemesi için uyarmak; "anarşistlerin" affına engel olmak
(bu amaçla açtıkları kampanyanın da etkisiyle 20 MSP milletvekili af
aleyhine oy kullandı); müstehcen neşriyata karşı geniş bir kampanya;:
1977 seçimlerinde tüm Sağ'ın, özellikle de dindarların AP'ye destek,ver-;
mesi için yoğun bir propaganda; "anarşi" döneminde CHP ve lideri Bülent;
Ecevit'e karşı suçlama yağmuru, AP'nin ve Demirel’in her hareketinin;
olumlanması ve müthiş bir anti-komünizm...
12
Eylül 1980 askeri darbesinden yaklaşık bir ay sonra sıkıyönetim ;
Yeni Asya'yı kapattı. Nurcular da hemen bir başka gazeteyi, Yeni Nesil' i ;
yayınlamak için kolları sıvadılar. Bu sonuncusu çıkmaya başladıktan son- ;
ra Yeni Arya'mn yayınına yeniden izin verildi. Nurcular ise Yeni Asya'nın
tüm haklarını Yeni N esil'a devretm eyi ve bu İkincisinin yayınını ;
sürdürmeyi kararlaştırdılar. Yeni Nesil, askeri rejim döneminde, kendi ifa­
deleriyle "Siyasi partilerin kapatılmasını, ihtilal lideri Kenan Evren'in dini
konularda olur olmaz ahkam kesmesini,, tatbikata konan başörtüsü \
yasağım, 1982 Anayasası taslağını, Siyasi Partiler Kanunu'nu, MGK'nın
vetolarını, Büyük Türkiye Partisi'nin kapatılmasını, Seçim Kanunu'nu,
bazı partilerin seçimlere sokulup bazılarının sokulmamasım" yine kendi
ifadeleriyle "meşru ve makul bir üslupla" eleştirdi. Anayasa oylamasına
bir gün kala Yeni N esil kapatıldı. Nurcular bu defe da Tasvir adlı bir ga­
zete yayınlamaya başladılar. 1 Ekim 1983'te bu gazete de kapatıldı. Tam
Hür Yurt adlı yeni bir gazetenin hazırlıkları yapılırken Tasvir' in yasağı 15
gün sonra kalktı. Ondan 19 gün sonra ise, 5 Kasım 1983'te Yeni Nesil
yeniden açıldı.
Bütün bu süreç içerisinde Yeni Asyacılar olarak adlandırılan en büyük
Nurcu gruptan ayrılmalar da sürüyordu. 1970 ortalarında Fethullah Gülen
kopmuştu. Onunla hemen hemen aynı zamanlarda Zafer ve Sur dergilerini
çıkartacak olan, gündelik politikayla uğraşmak yerine "iman hakikatlerini"
anlatmayı yeğleyen çevreler oluşmuştu. 12 Eylül sonrasında ise, Süley­
92 AYET VE SLOGAN
man Demirci'm artık misyonunu dol­
Grev rüzgarı
durduğunu söyleyen ve bunlara bağlı,
555
la h * W dİsmjm PT3
olarak Yeni N esil 'i çıkartanları yanlış
yapmakla, duygusal ve aşırı davran­
makla eleştiren Mehmet Kırkıncı adlı
ünlü Nurcu "hoca", çevresinde daha
çok Ankara kökenli Nurcu aydınları
toplayarak ayrıldı. Kırkıncı Hoca ve
çevresi, birçok "sağcılaşmış" İslami
cemaat gibi, 12 Eylül generallerini ve
onun ardından gelen ANAP'ı sonuna
kadar destekledi.
1987'den itibaren yayınlam aya
Rusya'da Müslüman
başladıkları "Yakın Tarih Ansiklopedi­
nüfusunda patiama!
si" ile birlikte Türkiye Cumhuriye­
timin Kemalist dönemiyle bütün he­ "Yeni" Yeni Asya'n ın 15 Ocak 1990 tarihli-ilk
saplarını görmeye çalışan Yeni As- nüshası.
yacılar, Demirel ve onun son örgüt­
lenmesi olan DYP taraftarlığını fanatizme varacak ölçüde sürdürmeyi de
ihmal etmediler. Ancak 3 Ocak 1990 tarihinde Yeni Nesil'm önde gelen
yazarları, yazıişleri kadrosunun önemli bir kısmı, grubun çıkardığı
Köprü, Bizim A ile ve Cankardeş dergilerinin hemen hemen tüm kadrosu
kendini kapı önünde buldu. Mehmet Kutlular, Mustafa Kaplan, Bünyamin
Ateş, Burhan Bozgeyik gibi Nurcu camianın önemli yazarları, Yeni N e ­
sil'm sahibi olarak görülen kişilerin, gazetenin ANAP ve resmi ideoloji
karşıtı politikasının yerine devlet ve iktidarla uzlaşmacı bir çizgiyi getir­
mek istediklerini, bu nedenle bir "saray darbesine” başvurduklarını iddia
etti. Yeni Nesil 'in başyazarı Safa Mürsel ise, aralarındaki ayrımın "dozajın
ayarlanması" sorunundan kaynaklandığını söyleyerek "darbeyi" savundu.
Mürsel bu yol ayrımına nasıl gelindiğini şöyle anlatıyor: "Mesele DYP
ve Sayın Demirel'in savunulmasından vazgeçildiği meselesi değildir. Biz
demokrat misyonun daha örtülü bir şekilde savunulmasını istiyoruz. Kral­
dan çok kralcılık ne bize, ne de Sayın Demirel'e fazla bir şey ka­
zandırmamışım Nur derslerine gelmiş gitmiş nice insan var ama biz bu
işi düşük tirajlı gazetelerle sürdürmek istemiyoruz. Toplumdan kendini
tecrit etmek,, kati ve sivri hareketler bize fazla bir şey kazandırmadı.
b?-
Osmanh düsmanSıat
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: ISLAMl EKOLLER 93
■
-
|
.
Yıllardır hep kendimiz çaldık, kendimiz oynadık. Arlık daha geniş çaplı;
bütün herkese hitap eden bir gazete çıkartm ak istiyoruz. Kendi kabuğumuzu kırmak istiyoruz."
.Safa Mürsel bize ayrışmayı anlatırken, yeni çizgilerinin "açıklık" olacağım söylüyor. Hatta kimi arkadaşları bu sözcüğün yerine "glasnost"
sözcüğünü bile telaffuz ediyorlarmış. Gazetenin "resmi sahipleri" tarafından kapı dışarı edilen Nurcular ise fazla vakit kaybetmeden 15 Ocak
1990'dakendi gazetelerini yayınlamaya başladılar: Yeni Asyal Öte yandan, adlarında ufak tefek ekleme veya çıkartmalar yaparak K öprü, Bizim
A ile ve Cankardeş dergilerini de yayınlamayı sürdürüyorlar. Kendisiyle
görüştüğümüz Mustafa Kaplan, Safa Mürsel'in ayrışmayı "açıklık" önerisi
ekseninde süren tartışmalara bağlamasını tek kelimeyle "yalan" olarak niteliyor ve şöyle devam ediyor: "Böyle bir tartışma hiçbir zaman yapılmadi. İşin arkasında ANAP iktidarı var. Ama DYP'yi savunmadıklarım
açıktan söyleyemezler. Zaten taban kimin neyi savunduğunu biliyor. Ga-i
zete, isim haklarına sahip oldukları için onlarda kaldı ama tabandan desteki
leri hiç yok denecek kadar az. Daha şimdiden bizim tirajımız yüzde 50
arttı. Onlar ise gazeteyi satamıyorlar."
İSLA M İLE DEM OK R A Sİ A R A SIN D A K İ K ÖPRÜ
ı
;
j
!
S
i
j
j
j
i
j
i
|
j
.
"Yeni” Yeni Asyacılar ve Yeni Nesilciler arasındaki düşünce ayrılıkları
henüz netleşebilmiş değil ve ağırlıklı olarak gündelik siyaset çevresinde
odaklaşıyor. Nurcuların bu en güçlü kesiminin kendisini temel olarak DPAP-DYP taraftarlığıyla tammlamiş olduğu bilindiğinde ise bu ayrışma
noktalarını hiç de yabana atmamak gerekjyor.
Biz burada, bütün bu ayrışma olaylarını bir yana bırakarak, Said Nursi’nin ölümünden 1990 Ocak ayma kadar Nurculuk hareketiyle özdeş­
leştirilen bu çevrenin geliştirdiği görüşlere değinmek istiyoruz. İki grubun
da, ortaya çıkan yeni duruma rağmen, zamanında ortaklaşa geliştirdikleri
bu düşüncelere halen (en azından kaba bir genellemeyle) sahip çıktıkları
biliniyor.
Ayrışmaya kadar geçen süre içinde Y eni Asyacıların ana hedefi
kuşkusuz Said Nursi’yi ve onun eserlerini tanıtmak oldu. Farklı konularda
geliştirdikleri tüm görüş ve düşüncelerin yegâne mihenk taşı Risalelerdi.
Ancak Yeni A syacıların Said Nursi'den hareketle mi bu görüşleri
i
j
j
j
j
j
j
j
j
94 AYET VE SLOGAN
geliştirdikleri, yoksa önce bu görüşleri kabullenip ardından bunları olumlayabilecck referansları üstatlarının yaşam ve eserlerinde mi aradıkları ko­
nusunda ilgili kesimler arasındaki tartışmalar sonuçlanabilmiş değil.
İnsanları bu tartışmalara sevkeden kuşkusuz Yeni Asyacılar tarafından
savunulan görüşler ve izlenen politikalar. DP'yi desteklediği konusunda
ancak birkaç "mütevazı" kanıt bulunabilen Said Nursi'nin izleyicilerinin
Demirci tutkusuna yukarıda değinmeye çalıştık. Olayın boyutlarını
açıklayabilmek için birkaç örnek daha vermek gerekiyor. Yeni Asya
Yayınları şimdiye kadar Süleyman Demirel’in şu kitaplarını bastı:
"Anayasa ve Devlet İdaresi; Demirel Demokrasiyi Anlatıyor; Kalkınmanın
Manevi Yönü; İslam ve Demokrasi; Demirel GAP'ı Anlatıyor; Gençlik ve
Eğitim"... Söz konusu kitapların, daha önce Nurcuların değişik yayın or­
ganlarında çıkmış yazı ve röportajların derlemeleri olduğunu da belirtelim.
Zaten Yeni Asyacıların genellikle her sayısında ağırlıklı bir konuyu
işledikleri aylık K ö p r ü dergisinde, bu konuyla ilgili olarak Demirel'le
röportaj yapmamaları çok ender rastlanan bir durumdu. Kimi zaman Demi­
rci'm yerine onun yakın çalışma arkadaşı İhsan Sabri Çağlayangil Nurcu­
larla tam bir uyum içinde, önemli birçok konuda görüşlerini dile getir­
mişti.
Bu çizgiyi, Yeni Asyacıların "ideoloğu" olarak nitelendirebileceğimiz
Safa M ürsel, 1987 Mayıs ayında N o k t a dergisinde yayınlanan bir
söyleşide şöyle gerekçelendirmişti: "Günümüz toplumlarında yönetim ya
demokratik, ya despotiktir. İki alternatif karşısında hürriyetçi yönetim
şekli olan demokrasiyi tercih etmek kadar tabii bir şey olamaz. DP-APDYP'nin Türk siyasi hayatındaki alternatifi. bir bakıma despotizmdir.
İhtilal ve anarşiye karşı hürriyetçi partileri kararlı bir şekilde desteklemek
politika yapmak değildir. Said Nursi'nin DP'ye olan ilgi sebebi de bu par­
tinin hürriyetçi karakteridir." Yeni Asyacıların, Demirelciliklerinden çok,
bu tutumlarının açıklaması olarak geliştirdikleri demokrasi savunuculuğu
onlara Türkiye'deki İslami cephe içinde özgün bir konum sağladı.
İslam'ın demokrasiyle çelişmediğini, aksine onunla bir arada düşünülmesi
gerektiğini, Said Nursi’den yaptıkları alıntılarla anlatarak, demokrasiyi
şeriata aykırı, "beşeri ideolojilerin bir tezahürü" olarak değerlendirme
eğilimindeki birçok İslamcı çevreyi karşılarına aldılar. Söz konusu cep­
heleşmeyi en iyi Girişim dergisinin Yeni Asyacılara yönelttiği şu suçlama
özetliyor: "İslam'la demokrasi arasında köprü kurmaya çalışıyorlar."
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: ISLAMI EKOLLER 95
Araştırmacı İhsan Işık, "ra­
Say» T7»Moyı*
dikal" bir İslamcı bakış açı­
sından, Yeni Asyacıları "sta­
tükoyu k o ru m ak 'la eleşti­
V \ 1 I k h \ I I I N |k ] SI : I M
riyor: "Son yıllarda Türkiye'
deki ’Demokrasi'yi savunan
bazı Nurculara göre esas olan
sadece Risale-i Nurların ser­
bestçe basılıp okunabilmesidir. Bunlara göre Türkiye'nin
mevcut düzeni, mevcut siyasi
haklar bu tebligat için ycterlidir, fazlasını isteyip bundan
da mahrum olmanın alemi
yoktur. Daha fazla hürriyet ve
İslami hürriyetlerin tamamına
evet diyecek bir hükümetin
tesisi için herşeyden önce
kam uoyunun hazırlıklı o l­
ması şarttır. Kazanılmış hak
ve özgürlükleri korumak için
güçlü siyasi partiler ve hü­ Bizim Aile, Mayış 1989.
kümetlerin himayesine ihtii
yaç vardır. Bunun ötesindeki gayretler maceracılıktır."
İlk bakışta birçok noktada haklı gibi gözükse de, İhsan Işık'ın bu tes­
pitlerinde bazı önemli eksikler var. Güçlü siyasi partiler ve hükümetleri,
kendi örgütlenmelerine zarar gelmesini engellemek ve güçlenmek için des­
tekleme politikasının, Türkiye'deki birçok köklü İslami cemaatin yak­
laşımı olduğu bir gerçek. Yeni Asyacılar da ilk başlarda benzer kaygılarla
"demokrat misyon"dan yana tavır aldılar. Ama bu çıkar ilişkisinin zaman­
la ideolojik bir özdeşleşm eye gittiği de bir başka gerçek. Onların
Süleyman Demirel'e sık sık başvurmasındaki samimiyeti gözardı edip
olayın yalnızca çıkar boyutunu öne çıkarmak bir İslamcı yazar için duygu­
sal bir tavır olmaktan öteye gidemiyor. Aynı şekilde Süleyman Demirel'in
Risale-i Nur hakkındaki derin bilgisini, en azından Nurcular kendisiyle
röportaj yaptıkları zaman Said Nursi'nin hayat ve eserlerinden yerinde
96 AYET VE SLOGAN
alıntılar yapmasını görmezlikten gelmek yanlış olacaktır. Yeni Asyacılartn demokrasiyi benimsemelerinin bir takım politik ve örgütsel hesap­
lardan öte anlamlar taşıdığını kavrayabilmek için Safa Mürsel'in bu de­
mokrasi savunuculuğunun teorisini yaptığı "Bediüzzaman Said Nursi ve
Devlet Felsefesi" başta olmak üzere bir dizi kitabına kısaca göz atmak ye­
terli.
/T ü rk iy e için parlamenter demokrasiyi benimseyen Yeni Asya grubu,
benzer bir tutumu tüm dünya için de savunuyor. Üstatlarından miras
aldıkları komünizm düşmanlığını büyük bir gayretkeşlikle sürdüren bu
kişiler öteden beri ABD’nin ve NATO’nun politikalarım desteklediler. Bu­
nun altında yatan neden, komünizme karşı durmanın yanısıra, yine Said
Nursi'nin, dinsizlere karşı ehl-i kitap olan H ıristiyanlarla işbirliği
yapılması gerektiği görüşüydü.^
Dünyaya bakışta kendilerini kapitalist-em peryalist kampta konum­
landıran Yeni Asyacıların örneğin İran İslam Devrimi'ne antipatiyle bak­
maları hiç de şaşırtıcı değil. Safa Mürsel bu konuda şunları söylüyor:
"İran Devrimini İslami bir hareket olarak kabul etmek mümkün değildir.
Bir barış ve hoşgörü dini olan İslamiyeti kin ve husumet ideolojisi olarak
gösteren tutumu nedeniyle İran Devrimıne bakılarak İslamiyet hakkında
hüküm verilemez. Batı dünyası İran Devrimi'nin bu hatalı ve yanlış
yönünü İslamiyete olan ilgiyi azaltmak için istismar ediyor. İran Devrimi
şahsında İslamiyet hak etmediği şekilde kötü ve korkunç gösteriliyor."
1987
Haziran ayında kapaktan- "Humeyni mi, İslatn mı?" diye soran
K öprü dergisine göre İran Devrimi tamamıyla Şii inancından beslenen,
Sünni dünyada hiçbir başarı şahsı olmayan bir devrimdir. "Humeyni'ye
göre Kuran yalnızca bir 'siyaset kitabıdır’. Humeyni İslam'ı bir 'cihad ve
mübâreze [düello] dini' olarak tarif eder ve asıl görevi 'İslam'ın korun­
masıdır' olarak tanımlar. Humeyni doktrininin özü 'kıyam ve isyan' keli­
melerinde saklıdır."
Yine K ö p r ü 'ye göre "Humeyni'nin fikriyatında imanı işleyen tek bir
cümleye raslamak mümkün değildir." İran Devrimi'nin Şii özelliklerini
ayrıntılandıran dergi, Türkiye'deki tepkileri şöyle özetliyor: "Vaktiyle Hu­
meyni fikriyatını yoğun bir tercüme faaliyetiyle Türkiye’ye taşıyanlar bile
artık Humeyni hakkmdaki fikirlerinin değiştiğini itiraf etmeye kendilerini
mecbur hissettiler."
K öprü dergisinin İran Devrimi'ne karşı çıkışının ana dayanakları ise şu
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: İSLAMİ EKOLLER 97
cümlelerde özetleniyor: "Manevi hizmetler meyanında Risale-i Nur gibi
eşsiz bir iman ve kültür hâzinesini insanlığa armağan eden Bediüzzaman,
bu düşünceler içinde, doğrudan devleti ve iktidarı hedef,alan anlayışlara dai­
ma karşı oldu. Onun düşünce sisteminde, 'zaman iman kurtarmak za­
manıydı’. En önemli vazife, 'fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyyun
ve tabiyyun taunu (materyalizm ve tabiatçılık hastalığı) beşer içine intişar
etmesiyle, herşcyden evvel felsefeyi ve maddiyyun fikrini tam susturacak
bir tarzda imanı kurtarmak' ve 'ehl-i imam dalaletten muhafaza etmek'ti.
Ortaya koyduğu program üç kademeliydi: iman, hayat, şeriat. 'İslam ce­
miyetinin ana direği' olan iman, tam manasıyla hayata intikal edince, sair :
gelişmeler zaten kendiliğinden gelirdi. Fıtrata ve sünnetullaha uygun olan ;
hizmet metodu da buydu. Ama doğrudan iktidara talip olan hareketler, bil- .
hassa ihtilalci metodları benimsemeleri durumunda, İslam'ın ana hedefle- ;
rinden biri olan adalete tamamen zıt olan neticeleri getirir, bu da 'zulmü ;
bütün bütün genişletirdi'. Ayrıca, İslam'ın istikbale tam manasıyla hakim ;
olmasını engelleme istidadındaki istibdad manzaraları da, bu gibi ihtilalci
anlayışların kaçınılmaz neticeleri olacaktı."
•
Son tahlilde tümü demokrasi savunuculuğuna varan değişik konulardaki
görüşlerinin incelenmesini daha geniş çaplı araştırmalara bırakıp Nurculuk •
hareketinin geleceği konusunda bazı varsayımlarda bulunmak istiyoruz.
( Yeni Asyacılar, 1990 Ocak başındaki ikiye bölünme olayına kadar '
yaşanan sayısız kopmayı önemsemediler. Yeni döneme kadar yaşanan ■
ayrışmalarda, gidenler de, kalanlar da, birbirlerine kırıcı eleştiriler yöneltmemeye aşırı özen gösteriyorlardı) Ya "Fethüllah Hoca zaten Nurcu oldu­
ğunu hiçbir zaman ifade etmemişti", ya "ayrılıklar bünye farklılıklarından
kaynaklanıyordu, ya da "herkes Risalelere kendi yönlerinden, farklı alan­
larda hizmet ediyor"du. Örneğin eski yol arkadaşları Mehmet Kırkıncı'nın, DYP’nin iktidara iyice, yaklaşması durumunda ANAP destekçiliğinden vazgeçeceğini söylüyorlardı. Diğer İslami kesimlerin, özellikle de
gençlik ağırlıklı grupların, Said Nursi'yi savunarak kendilerine yönelt­
tikleri eleştirileri ise, ancak komünistlere gösterdikleri bir hiddetle cevap­
lama yoluna gidiyorlardı. Örneğin 21 Nisan 1986 tarihli Yeni N e sil’de.
Mustafa Kaplan, Girişim dergisini "ajan provokatörlerin dergisi... karanlık
mihrakların dümen suyunda gidiyor" olmakla suçlayabilmişti. Daha önce,
Nokta'mn "Dinci Gençlik" kapağında Safa Mürsel, radikal İslamcı genç­
leri devlete ihbar etmekten çekinmemişti: "Bir sürü gençlik grubunda za-
98 AYET VE SLOGAN
man zaman Kaddafici, zaman zaman Humeynici eğilimler var. Bunlar,
devletin işi çok ciddiye almayışından gelen sapmalardır. Yoksa gerçek
İslamiyetin fikir ve inanç potansiyeline uygun davranışlarıyle gençleri kanalize etmek aslında devletin yapması gereken, demokratik bir devletin
yapması gereken bir vazifedir."
"Yeni" Yeni Asya-Yeni Nesil ayrışmasından sonra durum artık değiş­
mişe benziyor. Yeni Nesilciler eski "ne olursa olsun aleyhte konuşmama"
geleneğini sürdürmeye çalışıyor görünse de, bir kış günü kapı Önüne ko­
nulan "Yeni" Yeni Asyacıların böyle bir ısrarları yok. Yeni Nesilcilerin
ANAP'çı bir çizgiyi savunduğunu kanıtlamaya çalışan "Yeni" Yeni Asyacılar DYP ve Demirel destekçiliklerini tam hız sürdürüyorlar. Bu iki
grup arasındaki çelişkiler ise en çok Fethullah Gülen gibi, zamanında on­
ları eleştirmiş ve ayrıldıktan sonra güçlü bir örgütlenme yaratabilmiş
olanların işine yarıyor.
Bugün resmi ideolojiyle çok temel kavgaları olmayan ("Yeni" Yeni
Asyacıların tavizsiz Atatürk aleyhtarı yayınları istisna) her iki grup uzun
zamandan beri Türkiye'nin politik yaşamına entegre olmuş dürümdalar.
Ancak Said Nursi'yi "tabulaştırmaları", kendilerini aşırı önemsemeleri
(diğer bir deyişle başkalarını önemsememeleri), dünya ve Türkiye'de İs­
lamcı ideolojinin gelişim ve değişimlerine gözlerini kapamaları gibi ne­
denlerle Nurcular, 1970'li yıllardan itibaren İslami cephe içinde, pek de iti­
raz etmedikleri yalıtılmış bir konuma vardılar. Bu yalıtılmışlık sonucu,
laikliği savunan kesimlerin klasik "gerici" tiplemesinin dışına çıktılar bel­
ki, ama ülke çapındaki güç ve etkinliklerini de yitirmeye başladılar,
Artık hiçbir grup Said Nursi ve Nurculuk hareketini kendi tekeline
alma şansına sahip değil. Yani artık hiç kimse, kendi cemâatinden başka­
sını hedeflemeyen, ama onlar tarafından bile yeterince ilgi görmeyen,
amatörce hazırlanmış gazeteler yayınlayıp zengin bir miras üzerinde
yegâne hak sahibi olduğunu iddia edemeyecek. Bundan böyle herkes kendi
yağıyla kavrulmak zorunda.
Türkiye'yi Nur Talebelerinin dışında, yalnızca DYP'den ve Süleyman
Demirci'den ibaret gören "Yeni" Yeni Asyacıların tek umudu tuttukları
partinin iktidara gelmesi. Bu ihtimalin düşüklüğü oranında onların da
işleri güçleşiyor. Tabandan fazla destek bulamadıği görünen Yeni Nesilci­
ler ise bu gidişle küçük bir "Nurcu aydınlar çevresi" olmaya aday. Onlar
için diğer bir şık da, "Yeni" Yeni Asyacıların iddialarının doğru olduğu
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: ISLAMl EKOLLER 99
varsay ılırsa, daha önceden kendilerinden kopmuş ve uzun zamandır ANAP
ideolojisiyle eklemlenmiş Nurcularla işbirliği yapmaları. Özetle Nurcular
eski günlerinden çok uzaktalar.
Küçük bir hücrede, elleri,, ayakları
bağlı bir genç adam illüstrasyonu.
Belli ki işkenceler görmüş ve ölmüş.
Sızıntı dergisi 1989 Mayıs sayısında
bu resimden kalkarak bir soru sor­
muş. Ama bu sorunun muhatabı iş­
kenceciler değil. Sızıntı öldürülen gencin imanını sorguluyor: ."Burada,
böyle hicran ve gurbetle noktalanan hayat, bari ötelere açık olsaydı! Ya
değilse..."
41978 yılında yayın hayatına atılan, merkezi İzmir'de bulunan Türkiye
Öğretmenler Vakfı'nın yayınladığı Sızıntı dergisi kamuoyunda Fethullahcılar diye bilinen Nurcu yapılanmanın görüşlerini aktarıyor. Derginin,
daha sonra "Asrın Getirdiği Tereddütler; Çağ ve Nesil; Yitirilmiş Cennete
Doğru; Buhranlar Anaforunda
ıs
İslam" gibi adlarla, M. Ab«18
'..İV'
*
dülfettah Şahin imzasıyla ki­
taplaştırman başyazılarının da
(her ne kadar dergi yönetici­
leri tarafından "tekzip"edilse
de) söz konusu grubun lideri
Fethullah Gülen tarafından
kaleme alındığı konuyla ilgi­
li hemen hemen herkes ta­
rafından kabul ediliyor^
Fethullah Gülen ve ce­
m aatini anlayabilm ek için
ilk önce S ız ın tı dergisine
gözatm ak gerekiyor. TÖV
Genel Sekreteri Salih Sarıgül'ün, N o k t a dergisinin
F E T H U LLA H C ILA R
Gözyaşı , Sabır,
Devlet ve M illet
İSI
100 AYET VE SLOGAN
1986 yılı 51. sayısında yayınlanan "Orduya Sızan Dinci Grup" yazısına
ilişkin olarak 26 Aralık 1986 tarihinde yolladığı açıklamada Sızıntı şöyle
tanımlanıyor: "Yayınladığım ız ilmi, edebi ve ahlaki bir dergi olan
Sızıntı 'da hiçbir zaman siyasi ve ideolojik, milli birlik ve bütünlüğü bo­
zucu, milli ve ahlaki tieğerlere ters, suç teşkil eden herhangi bir yazı
yayınlanmamıştır. Bilakis çeşitli zamanlardaki sayıları incelendiğinde dai­
ma Ordumuzun ve emniyet güçlerinin yanında olarak, hitap ettiği okuyu­
cularına asayiş ve huzurun telkinini yaptığı görülecektir."
Gerçekten de görülüyor! İşkence olayında zalimin yaptıklarım değil de
mazlumun vicdanını sorgulayan, derginin başyazarı "M. Abdülfettah
Şahin" "Asker" başlıklı yazısında şunları yazıyor: "Her milletin tarihinde
asker bir tepe varlıktır (...) Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O,
asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür.
A.şıktır askerliğe, serhad boylarına, akma ve kavgaya (...) Onun süngüsü,
yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi
kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini
gördük... Eğer, atik davranıp da' yıllardan beri hazırlanan karanlık emelle­
rin Önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan
başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz
içinde onu tutan yüce başa binlerce selam..!"
12
Eylül 1980 askeri darbesini "imalı" bir şekilde destekleyen Başyazar’m övgüleri başka yazılarda da sürüyor. Ona göre darbe, "Düşmanı
kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimai bünyenin, harici bir kısım
erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi (...) Ümidimizin
tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihâlerin
son kertesine varabilmesi dileğimizi arzediyoruz.” (Çağ ve Nesil, s. 9)
Aslında Sızıntı dergisinin belirgin yönü doğrudan siyaset yapmak değil,
tıpkı bir sonraki bölümde sözünü edeceğimiz Zafer dergisi gibi, pozitif bi­
limler temelinde Said Nursi'den miras alınan "iman hakikatlerini" anlatma
geleneğini sürdürmek. Sızıntı dergisinin herhangi bir sayısına bakıldığında
bunu görmek kolay. Örneğin derginin 1989 Temmuz sayısının konularına
bir göz atalım: "Arkada Kalan Bir Buhranlı Dönem” başlıklı başyazı;
Scien ce 7Vews'dan "Uçaklarda Yakıt Tasarrufu" başlıklı bir çeviri;
Y.Doç.Dr. Polat Has’ın ”Hiss-i Kable'l Vuku" (Önsezi) yazısı; Mustafa
Temiz'den "Beden Sağlığı ve Banyo"; LaRecherche'ûcn "Yeni Bir Lütuf:
Azzola" başlıklı, küçük bir eğreltiotu üzerine çeviri; Muammer Gökçin'in
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: İSLAMİ EKOLLER 101
"Tahlil Gücü" başlıklı makalesi; Geo' dan çevrilme, bol resimli "Alet Kul­
lanan Hayvanlar" yazısı; Doç.Dr. Ahmet Akgündüz'ün "Fatih Sultan
Mehmet Devrinde Din ve Vicdan Hürriyeti" yazısı; Şaban Pirinçci'nin
"Akciğer Kanseri" makalesi; Time'dan "Bilgisayar Virüsleri” üzerine bir
derleme; Bekir Solmaz'm "Fetih Ruhu" başlıklı yazısı; "Deniz Aleminden
Damlalar", "Bitkiler de Bronzlaşıyor”, "Arı Vızıltısının Fonksiyonları"
başlıklı kısa çeviriler; Safvet Semih'in "Kelimelerin Azizliği mi?" maka­
lesi ve bir-iki şiir, birçok veciz söz, okuyucu mektupları ve şiirleri.
İslami bir yayından çok TÜBİTAK'ın Bilim ve Teknik dergisine rakip
gibi duran Sızıntı' yı, "Çağ ve Nesil" kitabına yazdığı önsözde Doç.Dr.
Suat Yıldırım şu şekilde tanımlıyor: "S ızıntı, yapısındaki küçültme sigasının da belirttiği gibi iddiasız bir dergi. Özlemini çektiği diyarın sadık
bir mensubu olarak mahviyet ve tavâzuu şiar edinmiş. Onda benlik, sert­
lik veya acelecilik ararsanız bulmakta zorluk çekersiniz." "Örnek insan ve toplumun vasıfları" olarak "tcvbe, merhamet, insana
saygı, müsamaha, sabır ve ümit"i sıralayan Doç. Yıldırım, Sızıntı' nın yer
yer aşırıya kaçan sembolist üslubunu yine sembolist bir dille şöyle ge­
rekçelendiriyor: "Sızıntı bazı nağmeler mırıldanıyor, işitip anlayanlar var,
anlamsız bulanlar da. Birşeyler sızdırıyor, ilim ve irfandan sızan bir takım
faziletler; farkında olan var, olmayan var. Şamata çıkarmıyor, sızdırdığı
bile görünmüyor bazan. Köklerde, yapraklarda, topraklarda gizlenen bir
ıslaklıkla hayatiyet, verdiği halde, gürültü ile, şırıltı ile akmıyor, belki de
devamlılığı tercih ettiği için. Bazan onun ruh iklimi — hele pek az olma­
yan sembolik ifadelere bürününce— ağyarın, yani hazırlıklı olmayanların
giremeyecekleri bir mahremiyet diyarı oluveriyor. Bu durumlarda, ancak
aynı frekansa ayarlanmış 'garipler' ancak onun remizlerini doğru olarak
anlayabiliyorlar."
Kamuoyunun karşısına, belediye otobüslerindeki meşhur "ağlayan
çocuk" resminin bulunduğu ilan panolarıyla çıkan Sızıntı' da "gözyaşı"
muazzam bir öneme sahip. Yazılarım, okuyucusunu, hep kendisini dinli­
yormuş kabul edip konuşma üslubuyla kaleme alan (Fethullah Hoca en
çok vaazlarıyla meşhurdur) Sızıntı Başyazarı "M. Abdülfettah Şahin" in­
sanları sık sık birlikte ağlamaya çağırıyor: "Şimdi sizler, ey bütün tarih
boyunca ağlamayı unutmuşlar! Gamsızlar, dertsizler ve ağlanacak hallerine
gülenler! Gelin; şu çıkmazın başında durup asırlık gamsızlığımıza bir son
vererek hep beraber ağlayalım. Cehaletimize ağlayalım. Kaybettiğimiz
102 AYET VE SLOGAN
şeylerden habersizliğimize ağlayalım. Kusurdan bir heykel haline gelmiş
m âhiyetim ize, duygularım ızın dum ura uğrayışına ve hoyratlaşan
gönlümüze ağlayalım. Bu vaziyette öleceğimize, öldüğümüz gibi diri­
leceğimize, tasmalı ye prangalı büyük imtihanda, en büyük merasimde
fevc fevc geçecek olan mazinin şanlıları arasında yer bulamayacağımıza
ağlayalım."
"M. Abdülfettah Şahin"in ve dolayısıyla da Sızıntı dergisinin esas derdi
Batı ile, Batı düşüncesiyle. Başyazılarda bol bol Latin kökenli kelimelerle
(nostalji dahil!) ve Montesquieu, Bismarck, Goethe, Gide, Sartre, Nietzsehe gibi isimlere göndermelerle karşılaşılıyor. Batı felsefesinin değişik
görünümlerine karşı mücadele içindeki Şahin en çok bu felsefelerin
ışığında müslümanlarda oluştuğunu düşündüğü "tereddütlere" açıklık ge­
tirme gayreti içinde. Bu amaca hasredilmiş "Asrın Getirdiği Tereddütler"
kitabının birinci çilli 33 soru ve bunların cevaplarından oluşuyor. İşte bu
sorulara birkaç örnek: "Allah tarif edilebilir mi, bilinebilir mi?... Denili­
yor ki Allah herşeyi yarattı, (hâşâ) O’nu kim yarattı?... Allah niçin kul­
larım bir yaratmadı? Kimini kör, kimini topal olarak yarattı?... Beş vakit
namaz farzdır. Kutuplarda ise, bazen altı ay gece, altı ay gündüz olur. Bu­
rada nasıl namaz kılınacak?... Çok insanlara, araba, apartman, mal, mülk,
itibar, arkadaş, şan, şöhret vermiş. Bazı insanlara da fakirlik, dert,
müsibet, elem keder vermiş; sondaki insanlar çok mu kötü yoksa Allah
öbürlerini çok mu seviyor? Uçmak için yaşayanla, sürünmek için yaşayan
arasındaki fark nedir?..."
•
•
S E S S İZ
VE DERİNDEN
S ızıntı dergisi yayınım ara vermeden sürdürüyor ama bugün Fethul-
lahcıların görüşlerini öğrenmek isteyenlerin başvurabilecekleri daha
önemli bir kaynak var: Z a m a n gazetesi. İlk çıktığında bağımsız
müslüman aydınların yönetiminde birbirinden ilginç konulara, birbirinden
ilginç şekillerde el atan, Türkiye'de bağımsız bir İslami kimliğin
oluşmasında önemli katkıları olan Zaman gazetesi finansman sahiplerinin
ortaya çıkan durumdan rahatsız olması sonucu önce kısa bir süre için
"radikal" görünümlü bir kesimin eline geçmiş, ardından Mehmet Şevket
Eygi'nin yönetiminde sağcı bir rotaya oturmuştu. Gazete en son olarak
Fethullah Gülen çevresine yar oldu. Özellikle 1988 yılından itibaren gaze­
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: İSLAMİ EKOLLER 103
teyi koyu bir ANAP iktidarı savunuculuğuna ve resmi ideoloji kuyrukçuluğuna çeken Fethullahcılar bu noktaya uzun yıllar süren sessiz ve
derinden, titiz bir çalışmanın sonucunda geldiler.
{^Erzurum doğumlu olan Fethullah Gülen 1970'li yılların başlarında
özellikle İzmir’in Bornova semtindeki vaazlarıyla ünlü bir Nur talebesiydi.
Gür sesiyle, büyük bir coşkuyla verdiği vaazlar büyük kalabalıklar ta­
rafından dinleniyor, bu yaazlarm kasetleri elden ele dolaşıyordu. Zamanla
çevresi genişleyen Fethullah Hoca, bazı işadamlarının da kendisine geniş
destek vermesinden cesaret alarak 1970'li yılların ortasında Yeni Asya gru­
bundan ayrıldı. Gerekçesi, bu grubun Adalet Partisi destekçiliğini heırşeyin önüne koyup davaya zarar verdiği, asli görev olan "iman hakikatleri"ni;
anlatmaktan uzaklaştığıydı^Gülen'in önemli bir kesim tarafından meşru i
görülen bu itirazında ne derece samimi olduğu, kendisinin kısa bir sü re:
sonra Milli Selamet Partisi'ni desteklediğinin yaygın bir şekilde söylenir i
olmasıyla ortaya çıktı. (Aslında kimin kimi desteklediği de şüpheliydi. ■
Çünkü Fethullah Hoca'nın ünlü 24 Haziran 1980 vaazında kendilerini'
kıyasıya eleştirmesi üzerine M SP'liler "oyuna geldiklerini" söyleyeçeklerdi.)
Fethullah Hoca için şu ya. da bu partiyi desteklemekten daha önem liişler vardı: Kendi grup varlığını oluşturmak, pekiştirmek ve güçlen­
dirmek. Bu amaçla yakın çevresine vakıflar kurdurdu, dergiler çıkarttırdı, [
öğrenim çağındaki gençlere verdiği öneme paralel olarak özel dershaneler
açtırdı. Bütün bu süreç içinde yazdığı yazılar, verdiği vaazlar ve bizzat;
iştirak ettiği gençlere yönelik derslerle kendisi de bu ilk örgütlenme
dönemlerinde, karizmasını bol bol kullanarak, bilfiil; çabaladı.
Nurculuğun Türkiye'de oluşturmuş olduğu imajın dezavantajlarından
kaçınmak için Nurcu olduğunu hiçbir zaman söylemeyen Fethullah Hoca,
Said Nursi'den yaptığı (yapmak zorunda olduğu) alıntılarda alenen onun is­
mini kullanmamaya özen gösterdi. Devlete hep itaat içinde oldu. Bu itaa­
tin samimiliğinin dışında, onun devletten çok çekindiği, örgütlenmesine
zarar gelmesini istemediği söylendi. 1977'de yurt çapında yapılan Yüksek
İslam Enstitüleri boykotunu İzmir'de "İslam'da boykot yoktur" fetvasıyla
kırdı. 12 Eylül öncesi vaazlarında "Var mı Resulullah’m yürüyüş yaptığı,
var mı slogan attığı" diye soran Fethullah Hoca, 1980 Şubat ayında ver­
diği bir vaazda, anarşist ve terörist olarak nitelendirdiği kişileri devletin
asker ve polisine bildirmeyenlerin Allah katında sorumlu olduklarını belir-
104 AYET VE SLOGAN
terek şöyle eliyordu: "İstihbarat duysun, emniyet duysun, askeriye duysun,
başbakan duysun, riyaset-i cumhuriye duysun. Polise, askere kurşun sıkan
bu hainlere mahkemelerde gereken ceza verilmezse ne devlet kalır, ne mil­
let!"
Fethullah Hoca'nın polis ve askere karşı ilgisinin yalnızca onlara
kurşun sıkanları ihbar etmekle sınırlı kalmadığı artık biliniyor. 1986
Aralık ayında N okta dergisinin ilk olarak verdiği haberle Kuleli Askeri
Lisesi'nden 33, Bursa Işıklar Askeri Lisesi'nden 16, İzmir Maltepe Askeri
Lisesi'nden de 17 öğrencinin Felhullahcılarla ilişkisi olduğu için okul­
larından atıldığı, sayıları 100'e varan öğrenciye de ihtar verildiği ortaya
çıktı. Ardından astsubay yetiştiren okullarda da benzer soruşturmalar
yapıldığı, buralardan da atılanlar olduğu öğrenildi. Soruşturmalar sonucu,
öğrencilerin büyük kısmıyla bu okulların sınavlarına girmeden önce ilişki
kurulduğu, bunların büyük çoğunluğunun cemaate bağlı dershanelerde özel
olarak sınavlara hazırlandığı, hatta sağlık koşulları nedeniyle askeri lise­
lere girmeleri mümkün olmayan bazı öğrencilerin işlerinin "ayarlandığı"
da açığa çıktı. Fethullah Gülen'in orduya sızma çabasının nedeni ne olursa
olsun, ordunun yaptığı operasyonun önemli bir boyutu var: Fethullahcıların bilinçli sızmasından paniğe kapılan yetkililer bu arada "kurunun
yarımda çok da yaş yaktılar" ve dindar ailelerden gelip, dindar olmaktan
başka bir "suçu" olmayan bazı subay olma heveslisi gencin istikbalini
değiştirdiler.
Fethullah Hoca, askeri liseler olayından sonra devletin gözünde azalan
itibarını yeniden tahsis edebilmek için yeni bir yola başvurdu. Ama bu
yeni yola değinmeden önce onun 12 Eylül sonrası devletle ilişkilerine göz
atmakta yarar var. 12 Eylül'ün hemen ardından İzmir Sıkıyönetim Mahke­
mesi taralından hakkında soruşturma açılan ve adı arananlar listesine giren
Fethullah Gülen nedense bir türlü ele geçirilememişti. Halbuki kendisinin
Türkiye'yi terketmediği, özellikle Ege bölgesinde cemaat çalışmalarını
sürdürdüğü söyleniyordu. Hatta bir iddiaya göre, Burdur'da gözaltına
alınmış ama şehrin Emniyet Müdürü ertesi gün Erzurum'a "tayin edil­
mişti". Yazımızın başında Sızıntı dergisinin başyazılarından yaptığımız
alıntılar, Fethullah Hoca’nın 12 Eylül darbesini desteklemekten de öte,
ona methiyeler düzdüğünü gösteriyor. Dolayısıyla onun, yüzyüze olmasa
bile çevresindeki etkin kişiler aracılığıyla, cemaatinin askeri rejimin hiz­
metine amade olduğuna dair mesajlar göndermiş olması çok yüksek bir
olasılık.
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: İSLAMİ EKOLLER 105
0-6 Kasım 1989 tarihinde Fethullah Gülen'in İzmir Hisar Camii'nde so­
kaklara taşan bir kalabalığa verdiği ve aynı anda otuzbeş camide birden
yayınlanan vaazı, onun devlete olan itaatini tazelemesinin doruğuydu. 12
Eylül'den sonra ilk kez alenen verdiği ve bizim de bu bölümün sonunda
önemli kısım larını ek olarak verdiğimiz bu vaazda en "hızlı irtica,
düşmanlarının" bile cesaret edemediği bir suçlamada bulunup, kendinden
çok emin bir şekilde türban yürüyüşlerindeki çarşaflı kadınların çoğunun
erkek, geri kalanların da aslında açık saçık kadınlar olduğunu söyledi??
Türkiye'deki İslami cephenin ezici bir çoğunluğunu uzun süreden beri
ilk kez biraraya getiren başörtüsü eylem lerine bu denli cüretkârca
saldırabilen Fethullah Hoca hakkında bu vaazın ardından özellikle radikal;
İslamcılar tarafından çeşitli iddialar ortaya atıldı. Örneğin tüm sayılan top- i
latılan ve sonunda da kapatılan "Aylık İslamcı Militan Dergi" A k - D o ğ u ş ;
1990 Mayıs tarihli ö.sayısında Ankara'da gözaltına alınan arkadaşlarına ■
işkence yaptığını öne sürdükleri polislerin, işkence sırasında şunları
söylediğini yazdı: "Bizim için Türkiye'nin en büyük adamı Fethullah'
Hoca'dır. Siz ve sizin gibi düşünenlerse sapıktır!" (A k-D oğu ş sözü geçen :
polislerin iftar vaktinde işkenceye ara verip, oruçlarını bozduktan sonra
işlerine kaldıkları yerden devam ettiklerini de yazıyor.) Derginin ayni;
sayısında, İdari Sorumlu Hayrettin Soykan şüphe üzerine gözaltına ,
alındığı polis karakolundaki duygularını şöyle anlatıyor: "O an üzerimde;
bulunanlar, herhangi bir polis için son derece şüphe toplayıcı nesnelerdi, j
Fakat siyasi şubeye bile sevkedilmeye gerek görülmeden bırakıldım. Bunu
karakolun girişinde gördüğüm 'Milli Gazete'ye bağlıyorum. Aynı yerde
düzenin tavizsiz sesi, yerli Pravda'mız 'Zaman Gazetesi' olsaydı, Ankara
Siyasi Şube'de işkence gören arkadaşlarımın pozisyonuna düşebilirdim.
Ankara’da polis de, savcı da Zamancıymış. Hatta bir polis, arkadaşlara Zamancı savcı denk gelince, şunu söylemiş: 'Yandınız. Keşke öbür sol
eğilimli savcı düşseydi size!' Ve savcı kendisinden bekleneni yaparak, ar­
kadaşların tutuklu yargılanmasına karar aldırmış ve mahkemenin tarihini
bile tespit etmemiş."
A k -D oğu ş 'un bir sonraki sayısında, Halis Turan imzalı "İhaneti Anla­
mak" başlıklı yazı da, Fethullahcıların radikal İslamcılara nasıl baktığı,
onların da bundan böyle Fethullahcılara nasıl bakmaya başlayacakları ko­
nusunda ilginç ipuçlarıyla dolu: "...Adam zaten her konuşmasının başında
'ben bir hiçim... ben nifakımdan korkuyorum... ben bu ilgiye layık ve
106 AYET VE SLOGAN
selahiyetli biri değilim... ben son derece günahkârım... ben, ilmi ve fikri
itibariyle çok az nasibi olan biriyim... ben, etrafımdaki müslümanları
gereğince terbiye edememiş ve vebal altmdabiriyim...' deyip duruyor. Biz
de adama'şunu diyoruz: 'Aferin; bak seviyesizliğinin farkındasın. Fakat,
işi ehline teslim etmemenin kıyamet alameti oluşuna dair ölçüyü bilmen
gerektiğine göre, niçin hâlâ o makamı (!) bırakmıyor ve insanları irşad (!)
ediyorsun?.. Onları ne hakla, düzenin her türlü politikasına, İslam adına
devlete itaate davet ediyorsun?... Hem ne hakla bizi provokatörlükle itham
edebiliyorsun?... Siyasetsizlik maskesi ardına gizlenerek, müslümanları
her türlü siyasetin ve zulmün pasif (edilgen) objesi yapma siyasetini ne
cüretle gerçekleştiriyorsun?... İnsanlarımızın, giden ölü ardındaymışçasına
çaresizlik hisleriyle ağlatılmaya ve düzen lehine deşarj edilmeye değil,
geçmişte kendi insanına gavur zulmü yaparak ayakta duranlardan hesap
sorma fırsatı kollamaya ihtiyaç ve açlıkları vardır. Sen ne hakla, Üstad'ın
olduğunu iddia ettiğin o faziletli zata zulmeden anlayışla kafa kafaya ve­
rebiliyor ve siyasetleri karşısında sessiz ve tepkisiz kalarak onların siyase­
tini yürütüyor ve önünü açıyorsun? Aslında fazla iyimser olduk; düpedüz
destekleyip siyaset yapıyorsun?.."
Turan, Fethullah Hoca'nm "minberde kurşunlanarak veya dışarıda pu­
suya düşürülerek öldürülme korkusu" olduğunu öne sürüyor ve soruyor:
"Kimden NİÇİN korkuyor acaba?... Solcular desek, ona gelinceye kadar
ömrü yetmez. Kontr-gerılla desek, düzenin adamı zaten. Yoksa, evet yok­
sa; çok çok az kişinin bildiği bir 'işbirliği' içinde mi ki, 'fanatik İslamcı'
ismi yakıştırılan belli bir kesimden çekiniyor?... Kendisi daha iyi BİLİR!
Yalnız şu kadarını ekleyelim: DGM'de ifade veren bir yazarımıza, siyasi
şubede 33 İslamcı Kürt militanı sorgulayan bir polis amirinin 'Bunlar Fet­
hullah Hoca’yı vaaz verirken minberde kurşunlayacaklarmış!..' tarzında bir
söz fısıldaması, bize — sizi bilmeyiz ama— çok şeyler anlatıyor."
Fethullah Hoca'ya yalnızca Ak-D oğuş’un saldırmadığını, İmza dergisi­
nin, onun Hisar Camii vaazının tam metnini ek olarak verdiğini, Objektif
dergisinin de konuyla ilişkili eleştiri yazıları yayınladığım belirtmek gere­
kiyor. Ama dobralıkta her zaman herkesi büyük bir keyifle sollayan AkD o ğ u ş 'un yazarı Halis Turan'ın şu "önerisini" es geçmemek de şart:
"Fethullah'a şu an bulunduğu makamı yakıştıramasak bile, ona özellikle
yakıştırdığımız iki makam var: CIA'nın 'Ilımlı ve Olumlu Müslümanlar
Dairesi, Türkiye Masası Şefliği' veya anlı şanlı Türkiye Cumhuriyeti
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: İSLAMİ EKOLLER 107
Diyanet İşleri Başkanlığı!
Hele bu sonuncusu 'cuk' oturm uyor _mu?... Ö ylesine
ılımlı ve olumlu fetvalar ve­
riyor ki!... Biz ve bizim gi­
bilere karşı ne kadar olumsuz
olduğunu bilmeyen yok."
■f İslam'ın radikal yorum ­
larına karşı açıktan mücadele
er bir çizgiyi yıllar öncesin­
den benim sem iş H üseyin
Hilmi Işık ve onun bağlıları
gibi kendisini İslamcı cephe­
nin dışına çıkarmaya niyeti
yok. Onun esas çabası, bu
cephenin içinde kalıp oradaki
"yanlış yollara" sürüklenen­
leri de yanına çekebilmek. Unutmamak gerek ki, radikal
müslümanlara cephe alan
"Hakk'ın vadettiği günler"
"Millet başladı artık kendi dünyasını heceliyor,
Fethullah Hoca'nın baş düş­
Savulun karanlık ruhlar, bir aydınlık nesil geliyor.’
manı her zaman için "dinsizler, materyalistler ve ko­
münistler". "İman düşmanlarına” karşı tüm dinlerle, komünistlere karşı
her türden kapitalistle işbirliğini savunuyor. Bu "Amerikancı çizginin"
İslam'a uygun olduğunu kanıtlayabilmek için İslam tarihinden ve temel
İslam kaynaklarından kendine göre yorumlar yapıyor^
Fethullah Hoca'nın "devlet teminatı" altındaki örgütlenmesi gün
geçtikçe gelişip, güçleniyor. Devletle iyi ilişkilerine rağmen Hoca tedbiri
de elden bırakmıyor. Onun, daha yolun başındayken, saptadığı gizli
çalışma yöntemini terketm ediği söyleniyor. Fethullahcıları yakından
tanıyanlar bu "gizliliği", adında İslam kelimesi bulunan hiçbir kitabı
taşımama, üniversitelerde cereyan eden tartışmalara ne pahasına olursa ol­
sun girmeme gibi tutumlarla örnekliyorlar.
108 AYET VE SLOGAN
Karizmasına da çok güveniyor Fethullah Hoca. İstanbul Fatih Camii'nde, onun onlarca kasetinden bazılarım satan genç, bunlardan birini
gösterip "Hani tam ortasında bayıldığı şu meşhur vaaz var ya, işte bu!”
diyerek reklam yapıyor. İnsan ve kitle psikolojisinden anladığı muhakkak
olan Fethullah Hoca vaazlarında sık sık kendini küçük gösterip dinleyenle­
rin duygularını okşuyor. Hoca'nın vaaz verdiği camiiye Hz. Muhammed'i
getirmesi çok puan topluyor, dinleyicilerinin iyice kendilerinden geç­
melerine neden oluyor. Bir vaazında "Senin olduğun yerde nasıl konu­
şurum ey Allah'ın Resulu” diyen Hoca bir başkasında bir rüyasını anla­
tıyor: "Ben cehennemin önünde kollarımı açmış sel gibi cehenneme akan
insanları durdurmaya çalışıyordum. Sonunda dayanamadım kenara çekil­
dim. Vallahi bu cemaatten hiç kimse onların içinde yoktu."
"Özlenen Gençlik" adıyla kaset halinde satılan bir Ramazan vaazında,
koyu Osmanlıcı, fütuhatçı, bunların sonucu olarak Türkçü bir üslupla,
İslam'ın gerilemesinin nedeninin "akıncı ruhunu kaybetmesi" olduğunu
söylüyor ve abartılı bir iyim serlikle bu ruhun yeniden yeşerdiğini
müjdeliyor: "Bana söylendi, ben biliyorum. Yeni Fatih' 1er, yeni Ya­
vuz’lar gelecek; bu cemaatin içinde görüyorum ben onları..."
Sızıntı Başyazarı "M. Abdülfettah Şahin" "Izdırapla Bütünleşen Ruhlar"
başlıklı bir yazısında şunları söylüyor: "Bugün bizim, şuna-buna değil;
(Ben milletimin maddi-manevi mutluluğu için cehennemin alevleri içinde
yanmaya razıyım) diyenlere(...) Şahsi menfaat ve bencillikleri bir tarafa
iterek Hak ve millet yolunda fani olanlara (...) Toplumun ızdıraplarıyla
kıvrım kıvrım kıvranıp, hep inilti kovalayanlara (...) Elinde ilim
meşalesi, her yerde bir çırağ tutuşturup cehalet ve görgüsüzlüklerle
mücadele edenlere (...) üstün bir inanç ve azimle, dökülüp yolda kalanların
imdadına koşanlara (...) maruz kaldıkları zorluklar karşısında isyan etme­
den, ümitsizliğe düşmeden bir küheylan gibi yoluna devam edenlere (...)
yaşama arzusunu unutarak, yaşatma zevkiyle şahlanan babayiğitlere ih­
tiyacımız var..!"
"Batı’nın bilimini alalım ama kültürümüzü muhafaza edelim" şeklinde
özetlenebilecek olan, İslamcı düşüncenin dünya yüzünde ortaya ilk çıktığı
dönemlerin gözde tavrının çağdaş Türkiye’deki en ısrarlı ve başarılı savu­
nucularından biri olan Fethullahcılar, öğrenim çağındaki gençleri temel
alan tebliğ çalışmaları sonucunda bugüne kadar nice "babayiğit" yetiş­
tirmiş durumda. Kadrolarını devletin hizmetine koşmayı yeğleyen (en
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: İSLAMİ EKOLLER 1Ö9
azından şimdilik) bu cemaat aynı zamanda çok geniş mali olanaklara da sa­
hip. İleride bir gün, kendine güveni geldiğinde, cemaatin siyasi iktidara
talip olmak isteyebileceği "teorik" olarak varsayılabilir. Ancak kuru ajitasyonla, spekülatif argüm anlarla, kişi kültüne koyu bir bağlılıkla
yetiştirilen bu "kadrolar"la nereye kadar yürünebileceği şüpheli.
FETHU LLA H G Ü L E N İN
İZM İR K O N U ŞM A SI'N O A N
v
BÖ LÜ M LER
ı
Değerli müminler.
i
I
i
Cenabı Hak sizi ve yezyüzünde imana İslam'a gönül vermiş müslümanları hususiyle
j
geleceği omuzunda bayraklaştıracak olan sizin gibi gençlerin evvela niyetlerini halis , j
eylesin. Niyetleriniz inşallah halistir. Sonra da falan meseleyle münasebetlerine fi-i
\
lan meseleyle münasebetlerine göre değilde huluslarına göre ihlaslarına göre onlara
j
muamele buyursun. İbadetlerin o türlüsü vardır ki Kiramen Katibin bile onları yazar-i
ken hayrette kalır. -Ben ne yazayım der. Binaen aleyh bazı davranışlar olduğu gibi
!
kaydedilir. Tablolar olduğu gibi alınır. Muhafazaya alınır. Plakların, bantların muhafa*
'
zaya alındığı gibi muhafazaya alınır..Meleğin ne yazayım sözüne karşılık Allah (cc)
j
buyurur ki siz onun dediğini, onun yaptığını olduğu gibi kaydediniz. Ama onu
i
değerlendirme meselesine, sevap adına ne ifade eder o, kaç değere tekabül eder/
j
onu bana bırakın. Onu ötede; o kapalı sandığı ben açacak ben şerhedecek, bea.
}
göstereceğim. Siz, bir kıtmiri dinlemeye gelmiş olabilirsiniz. Bu bir hata olabilir. Ama
Allah böyle hataları affeder. Fakat sizin niyetiniz, hulusunuz, Rabbin rızasını duyjmak, Rabbin rızası istikametinde yeni bir adım atmaksa şayet, işte bunlar kapalı olaf
rak muhafazaya alınacak ve ötede Allah'ın indinde, Kadirşinasın indinde, her şeyi
en iyi taktir edenin indinde bütün taktir bilmezlere karşı taktir edenin indinde taktir
edilmek üzere açılacaktır. Ben şu samimi haliniz hakkında birşey söyliyemiyeceğim.
Gecenin yarısı yanımda olan arkadaşlara sordum beri. Cami dolmuş dediler.
Evvela cami dolmuş, çok önemli. Melekler meseleyi değerlendirirken camiyi dol­
duran, bir cemaatin hali itibariyle değerlendireceklerdir. Samimi kaynaşma
bütünleşme, iç içe oturma, belli birşey intizar etme, buna göre değerlendirecekler.
Ve meseleler buna göre kitabete, buna göre kayda tabi tutulacaktır. Ve sonra,
herşeyin ötesinde, ötesi sözü ifade etmez her şeyin evvelinde, herşeyin ahirinde
herşeyin zahirinde, herşeyin batınında (Hüvel evvel, hüvel ahır, hüvezzahir,
hüvelbatın) olan Allah (cc), O büyük taktirleriyle taklit edecektir. Bırakın kulumun
durumunu taktir etmeyi ben yapayım. Onlar benim kullarımsa kalplerinden geçenleri
de ben biliyorsam, hissiyatlarını ruhlarını saran duygu ve düşünceyi ben biliyorsam,
duygu ve düşünceye göre muamele yapma değerlendirme de bana aitse şayet
bırakın onu ben yapayım. Ben, sizi böyle bir muhavere, böyle bir müzakere böyle bîr
kayıt keyfiyetinin taktiri meselesiyle hayalen yüz yüze getireyim sonra ikinci bir
meseleye intikal ediyim müsadenizle.
'
i
(- )
i
■
110 AYET VE SLOGAN
...Allahım bizi Nebilerini sıddiklerini, velilerini, ebrarini, mukarrebini, şehitlerini hida­
yet buyurduğun doğru yola hidayet buyur. Günde tam kırk defa söylüyoruz.
Sünnetler hayatımıza giriyor. Hayatımızda bütünleşiyor. Hayatımızı nurlandırıyor.
Tam kırk defa söylüyoruz bunu. Duanın en azı bile yerinde kabul olur. Ellerini
kaldırsan Allah karşısında kemal-i tazimle bikere bile desen. (Rabbena ecirna minnennar) Allahım' bizi can yakan ateşten koru. Senin yaptığın bu duayı Allah’ın kabul
edeceğine bel bağlarsın ümit edersin. Öyle birduaki bu dua seni ona vardırmayı ge­
rektiren bir duadır. Bu dua sırat-ı müstagimi talep etme duasıdır. Bu dua daha evvel
efendimiz gitmiş henüz izleri kaybolmamış yolun sağında solunda şaşırtmasın diye
reflektörler var. Öyle bir yola davet duasıdır. Binaenaleyh senin bu duanda kabul
olmuştur. İnşallah. Rabbin engin rahmetine binaen sen basiretli davranacak doğru
yürüyeceksin. Bağışlayın. Başkalarının oyununa gelmeyeceksin. Takvanın bir yanı
budur. Basiretli hareket etmek Ayatı tekviniyenin prensiplerine uymak. Kainatta cari
ister fizik bazında, isterse kimya bazında, isterse astro fizik bazında, isterse
içtimaiyat dediğimiz sosyoloji bazında, kanunlara tevfiki hareket ederek senin
yanına yaklaştığın zaman fotosefle açılan kapılara çarpmadan yürüdüğün gibi.
Dönerken kapılara çarpmadan çıktığın, girdiğin gibi. Dönen merdivenlere, yürüyen
merdivenlere takılmadan yürüdüğün gibi. Kainatın kanunları içinde yürüme takvanın
bir buudu bir derinliğidir. Mümin burada yaygaracıların, fesatçıların, anarşistlerin,
çarşıda pazarda huzursuzluk çıkaranların iğfallerine aldatmacalarına aldanmayacaktır. Çünkü mümin kendi gözüyle görüyor. Mümin kadirşinas taktirleriyle
değerlendiriyor. Mümin kendi basiretiyle meseleyi değerlendiriyor. Elin alemin
aklıyla hareket edecek durumumuz yoktur. O türlü yollarla gönüllere iman taşımakla
mükellef olan mühabbet fedaileri, husumete vakit bulamayanlar hiç bir yere vara­
mazlar. Bugünlerde yine şom ağızlar tertemiz ruhları, tertemiz idrakleri sokaklara
çekmek istiyorlar. Müminler basiretli olsun. Sağlarında sollarında uğursuzca onların
bülbülce sesler verdikleri yerlerle saksağanca sesler çıkaranlar olursa şayet arka­
larını dönsün Hasbunallahu veniğmelvekil desin çeksin gitsinler. Çarşıda pazarda
anarşiye karışmasınlar. Zira çok yakın arkadaşlarımız Fotoğraflarıyla tesbit ettiler.
Sultanahmet'te olan hadisenin arkasında da esas din düşmanları var. Başka yerde
olan hadiselerin arkasında da bilgi düşmanları var. Sözde türban adına yürüyorum
diyenler. İstihbarat örgütlerince derdest edilince bu baş örtülü mantolu veya çarşaflı
kadınların çoğu erkek olarak çıktı ortaya. Ve bunların çoğu bir kostüm dükkanından
nasılsa islami kıyafetler almış kendini sokağa atmış açık saçık kadınlar olduğu tebeyyün etti. Zira siz de dikkat etseniz o fotoğraflarda çok,güzel tesbit etmişler.
Önde bağırıp çağıran, çığırtkanlık yapan bir insan, milleti kızıştırdıktan sonra, resmi­
ni bana arkadaşımız son hadiseler içinde taa gerilerde gösterdi. Sakallı da olsa
çünkü o hainin işi bitmiştir. Onun meselesi bu müslüman Türk evladını sokağa sal­
mak Allah'ın onun başına yağmur gibi yağan lütüflarının kesilmesine vesile olmak.
Türbanın bile birşeye, müsbet birşeye bağlanacağı günlerde müslümanlar için
sırtlarında kambur bazı meselelerin ve kanun maddelerinin Türk toplumunun içinde
bulunduğu şartlar muvacehesinde bu.şartlarda hesap edilerek harici baskıların du­
rumu hesap edilerek dış dünyanın baskısı hesap edilerek bir haline yoluna konmak
istendiği anda çeşitli ajanlar çeşitli kılık ve kıyafetlerde peygamber urbasıyla
şeytanlıklarını yapacaklarını benim basiretli arkadaşlarım hiçbir zaman unut­
masınlar. Peygamber pazarında şeytan zünnarıyia gezenler var. Karşınıza çıka-'
caklardır. Siz huzur topluluğusunuz ve Allah'a binlerce hamd ve senalar olsun. Toplumumuz, toprağımız, ülkemiz her şeyiyle Islâm'ın neşvü nema bulmasına fevkalade
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: İSLAMİ EKOLLER İli'.
müsaittir. Çok yer olmasa bile gördüm çok yerde şartlann iman ve Kur'an'ıd
neşvünema bulmasına müsait. Bu ülke kadar müsait bir yer bulamadım. Bu bula-i
madımlar içerisine siz isterseniz İslâmî idareyle idare olunuyor olduklarını iddia ederi.
Suudi Arabistan'ı da katabilirsiniz. Zira ben üç ay elimdeki bir teşbihten dolayı on­
ların istimtakına gittim hesap verdim. Müstantıklarına gittim hesap verdim. Niye
eünde üç el teşbih var diye mustantıka gittim hesap verdim. Belki-işin içine hislerim,
karışmış olabilir. Fakat hayır adına, gümün adına, kadirşinas olma mecburiyetinde­
yiz. Ve Allah (cc) bunları başımızdan aşağı yağdırmaktadır. Ben basiretli idraki da'.,
aynı zamanda takvanın bir buudu bir uzvu olarak size takdinv ettim. Mümin basiretli
insandır., Mümin gürültüye gelmez. Mümin aldatıiamaz. Mümin iğfai edilemez. Allah
Rasulünün (S.A.V.) Cevamiü! kelim dediğimiz, çok özlü sözlerinden: “bir mümin bir
delikten bir kere ısırıhr." Onu bejki bir kere bi dönemde sokağa çekmeye muvaffak
oiurlar. Değişik kılık ve kıyafette. Ama bu bir kere olur. Basiretli insan bir daha
(bağışlayın) bu türlü oyunlara gelmez. Benim mevzu harici size arzetmeyi:
düşündüğüm şeyier bunlardı.
Bunlar için%
cümlesi cümlesine kelimesi kelimesine birşey tasarlayıp sizin huzuru­
nuza çıkmadım. Ama temelde meseleye karşı.bir bakışım vardı ve Kur'anî zaviyeden!
bir bakış zannettiğim sandığım bu bakışımı bakış zaviyemi sizlere takdime çalıştım. ;
Caminin içerisi biraz sıcak bazı yerlerde pervaneler var ama yine de terliyebflirsi-1
niz. Sizin terlemeniz dikkatinize tesir eder. Mümkünse pencereler açılsa terlem e1
kısmen önlenir zannediyorum. Dinlemede huzurunuza engel olmaz. İnşallah.
;
Değerli kardeşlerim. Size arik ve amik birşeyler anlatma iddiasında değilim .1
Senelerce ama pekçoğunuz çehrelerinize bakınca belki o senelerde fakiri dinlem e-;
diniz. Yanlışlarımız olabilir. Ama zannediyorum yanlış, anlamalar daha çoktur. Ben '
on seneye yakın bir zaman olduki onbeş seneye.veya yirmi seneye yakın bir süre :
içinde bu mübarek beldedeki gene ihtiyar arkadaşlarıma bunları doyuracak ayağa;
kaldıracak bilgiler değil ama benim için de dert onlar için de dert, benim için de d e r-:
man onlar için de derman derdin ve dermanın beraber yüz yüze bakıp müzakeresini
yaptım. O günlerden fakiri dinleyenler bilirler. Bu kürsüde de burada da, ahu ef-î
ganimi hicranımı dile getirmiş burada da ümmet-i Muhammed'in dertleri için gözyaşı.;
dökmüş, Manisa'da da aynı şeyi yapmış, ben kendi.günahlarıma ağlamış kendi gaf- •
letime ağlamış, kendi dalaletim karşısında iki büklüm olmuş içim burkulmuştu. Ha­
lime bakanlar, o günün insanları bunlarda neye ağlamış neye ahu efgan etmişlerdir
bilemem. Bu bilenler bilirler, bilenler kendi aralarında konuşmuş, bilmeyenlere de bil­
dirmişlerdir. Uzun boylu, derin tefasuh yapıp milletin kalbine kafasına birşeyler ko­
yacak halim yoktur. O. iktidarda o güçte de değilim. Ama birşeyim vardır. Allah'ın ni­
meti sayarım onu. Her zaman sizin içinizde bulunmayı arzu ettim. Bu on sene benim
Rabbimin taktiri hakkımda budur dedim. Bu dikeni bağrıma bastım. Kalbime sapla­
nan o dikenleri hazmetmeye çalıştım. Ama ben sizin drahşan çehrelerinizi okadar.
çok görmeye alışmıştım ki bu camilerde diyanetin şerefli sarığını başıma koyup onun
cübbesini sırtıma geçirip sizin karşınıza geçip aynı dertlerden bir fasıl açarak yeni
bir ders faslı, yeni bir derman faslı açarak müzakere etmeye okadar çok alışmıştım
ki hele kimsem olmadığından dünyada dikili bir taşım bulunmadığından sîzlerle çok
bütünleşmiştim.
(...)
İzninizle ben takvaya geliyorum. Eliflam mim. Ebced harfleri gibi. Elifba harfleri
gibi 'Sıraya dizilen ve bir muamma geliyor önünüzde diyor, gibi sinyal gönderen
Kur'an‘m bu ikinci, suresinin ilk kelimesinden sonra, keîimemidir mukatta harfler di­
112 AYET VE SLOGAN
yoruz. Bunlara da keiime denir mi? Harfe kelime dendiği gibi denir. Eliflam mim. Bi
şifre dikkat edin Allah'ın diyeceği var. Allah en önemli şeyi söylüyor. Zaiikel kitabu
laraybe fiih. Bu elinizdeki kitap varya derinlemesine içine baktığınız zaman onun de­
rinliklerine indiğiniz zaman ilahi solukları ifade ettiğini şüpheniz olmadan
göreceksiniz. Bu kitabın Allah kitabı olduğuna delil doğrudan doğruya kendisidir.
Büyük bir zatın dediği gibi. Ağrı dağı denilen Ararat dağının altında bulunuyordum.
Birdenbire o dağ infilak etti. Dünyanın dörtbir yanma ateşten parçalar savurdu.
Baktım muhterem validem yanımda duruyor. Dedim ana korkma Allah'ın emridir. Anladımki müthiş bir sarsıntı olacak. Kuran'ın etrafındaki surlar yıkılacak. Ama Kur'an
kendi kendini müdafa edecek. İş bana kaldı diyecek. Yeni hakikatler yeni nurlar sa­
vuracak. Diller susacak, gönüller ters istikamete dönecek, çok yerde mihraplar
değişecek, çok yerde mimberier altüst olacak, ama ayakta kalan tek şey Kur’an olacak. Sesi kesilmeyen kitap. Kolu kanadı kırılmayan kitap. Ezelden geldiği gibi la
yezele kadar namzet olan kitap. Aradan ondört asır geçmiş olmasına rağmen. Hele
ona dokuz asır sahip çıkmış şu Türk toplumunun haline bakınca hayranlık, duyma­
mak mümkün değil tarihi dahil onu hiç bir zamanda derinliğine anlamadı.
Ama şunuda söyleyeceğim. O, Kur’an'ı öyle bir anladı ki muhtevası itibariyle, ihti­
va ettiği hakikatler itibariyle onu öyle bir anladı ki sahabi asrını istisna edecek olur­
sanız tarihte onun kadar Kur'an'a sahip çıkan, onun bayraktarlığını yapan ikinci bin
millet göstermekte mümkün değildir. Yaptığım şey ırkçılık değil. Kaba bir ırkçılık,
ham bir ırkçılık değil. Allah'ın bu millete gördürdüğü vazife ve fonksiyonu eda et­
mekte bir nimettir ve tahdis'i nimettir. OsmanlIlar dünyaya gelmeden iki asır evvel
yaşamış, Muhyiddin İbni Arabi Hazretlerinin şecerei numaniyesi var. Osmanlf sul­
tanlarının adlarını söylüyor harflerle orda. Yavuz Selim'in Şam’a gireceğini kendi me­
zarının ortaya çıkacağını söylüyor. Kendinden iki asır sonra kurulacak bir devletin
panoramasını sunuyor. Ve bir noktada gözlerimi dolduran birşey söylüyor. Sahabe
ve tabiinden sonra Osmanhlar'ın insanlığa emanet olarak sunduğu büyük mesaj ka­
dar bir mesaj sunmuş ikinci bir millet yoktur diyor. Sahabi ve tabiinden sonra en
büyük onlardır diyor. Büyük bir veli. Ben söylemiyorum. Neden böyle? Çünkü o ima­
na ve kur'an'a kale oldu. Sağdan soldan bütün gelip toslamalara göğsünü gerdi. Bir
dönemden itibaren alırsak dokuz on asır, bir ayrı dönemden itibaren alırsak bugüne
kadar altı asırdan beri Kur'an kitabim dir diye ona sahip çıktı.. Yer yer ellerini
gevşetmediği olmadı diyemeyiz. Oldu, oldu ama şuanda da o-millet yine yeryüzünde
ümit kaynağı. Reca kaynağı. Kur’an'a el uzatacağı, sahip çıkacağı, kitabım diyeceği
bağrına basacağı ırkdaşı soydaşı dünyaya, o dünyanın başındaki gaileler karanlık
bulutlar çözülürken onlara el uzatacak yine tek toplum bu toplumdur. Allah'ın inayet
ve keremiyle.
(.»)
<
Abdeşt almaya gideceksiniz. Dikkatlice abdest almaya gidin. Caminin içi namaz
kılmaya müsait hale getirilse ve istirham ediyorum. Hz. Muhammed'in cemaati ca­
miin' huzuruna muhalif bağırma çağırma söz ve beyanda bulunmasalar. Abdest alsa
içeriye girse namaz kılsalar veya burası namaza yetmeyecekse sessizce Hz. Mu­
hammed cemaatine yakışır vakar içinde gitse başka camide namazlarını kılsalar,
ebed içinde nezahat içinde dağılsaiar. Bugünlerde sokaklarda bağırıp çağıranlar
olabilir. Biz emniyetin temsilcileriyiz. Bir huzur cemaatiyiz. Talibiz şuna. Yeryü­
zünde emniyeti temsil etmek-istiyen bir cemaat aranınca biz bunu temsil edecez di­
yoruz. Ailelerini bize teslim etsinler. Hazînelerini bize teslim etsinler. Bakmadan
kılına dokunmadan emniyet içinde kendilerine vereceğiz. Memleketin asayişine hu­
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: İSLAM! EKOLLER 113.
zuruna dokunmak, huzursuzluğa sebebiyet vermek bizden fersah fersah uzaktır.
Rüyalarımızdan fersah fersah uzaktırlar. Kardeşlerim kendilerine kardeşim dememi
kabul ediyor zül saymıyorlarsa diyeyim.'Kardeş derim. Hz. Muhemmed'e cemaat
olma havası içinde çıkın gidin. Ve anarşi oyununa gelmeyin. Kim tarafından olursa
olsun sokak bağırması, çığırtkanlığı anarşidir.
Anarşistlerin oyununa gelmeyin. Biz muhabbet fedaileriyiz. Huzur ve imtinanın
emniyet ve güvenin yanındayız. Bunu gösterecek bunu teslim edeceksiniz. Çünkü
dünya sizin soluklarınıza muhtaç. Dünya sizi bekliyorken .küçük oyunlara gelmeyin.
Siz soluklarınızı Özbekistan'da, Türkmenistan'da, Mengüşistan'da, senelerden beri
insanı tebid edilen Kırım'da soluklayacaksınız. Sizi bekliyorlar. Elinizde Kur'an elifbe
cüzleri, bantlar oraya gidecek. Hz. Muhammedi anlatacaksınız. Büyük işler sizi
bekliyor. Küçük işlerin altında kalıp ezilmeyin. Allah sizin ve bizim yardımcımız olsun.
*
Lilîahi Taalel Fatiha.
KAYNAK: imza, Qze\ ek, Aralık 1989-Ocak 1990.
Pozitif Bilimleri
:
—■
.
imana Getirenler:
ZAFER VE SUR
D E R G İL E R İ
Nurcular içinde Said Nursi’nin, "iman
hakikatlerini pozitif bilimler yardımıyla
tebliğelme„‘çizgisini çalışm;iarma);e.
mel yapan iki önemli çevre vardı: Zafer
ve Sur dergileri. Yayın hayatına 1975
yılında atılan, Türdav yayınları tarafın­
dan çıkarılan Sur ile ilk sayısı bir yıl sonra çıkan Sakarya Eğitim Vakfı'nın sahibi olduğu Zafer, ilk yıllarda benzer bir yayın çizgisi izlediler:
İslam'ın politik bir yorumu yerine icazını okura iletmek; bunu şiirler,
özlü sözler, çekici grafik düzenlemeleri, karikatürler ve resimler aracılığıy­
la gerçekleştirmek. Her iki derginin bir başka ortak özelliği, Edip Yüksel'in ek olarak verdiğimiz eleştirisinde görülebileceği,gibi her taşın altın­
da bir İslam mucizeleri aramalarıydı...
Di'li geçmiş zaman kullanıyoruz ama bu dergilerin hiçbirisi kapanmış
değil. Aksine Zafer 160, Sur ise 170 sayıyı çoktan aştı. Fakat 1980'lerin
sonlarından itibaren Sur çizgisini değiştirmeye başladı. Z afer ve Sızıntı
gibi Nurcu kökenli dergilerin sembolizmiyle rekabet edemeyeceğini an­
lamış olacak ki gündemine daha çok toplumsal ve politik olayları almayı
yeğledi. M ehmet Şevket Eygi, Hekimoğlu İsmail, Vecdi Bürün gibi
İslamcılıklarının dışında sağcılıklarıyla tanınan "güçlü" kalemleri yayın
114 AYET VE SLOGAN
kuruluna katarak devletçi bir İslami çizgiyi benimsedi.
"Avrupa'yı İslamileştirmek, Türkiye'deki demokrasiyi garanti altına al­
mak" gibi gerekçelerle Türkiye'nin Avrupa Topluluğu'na tam üyeliğini
savunan Sur, "irtica, imam-hatip liseleri, Ayasofya" gibi konularda İslami
kesimler tarafından yürütülen mevzi savaşları dışında radikal bir tutum içi­
ne girmekten kaçınıyor. Günlük politik gelişmeler üzerine ise mümkün
olduğu kadar değinmek çabasında olduğu görülüyor. Ama bütün bunları
aşırı bir temkinlilikle, bütün muhafazakâr cephenin görüşlerinden bir sen­
teze ulaşmaya_gayret göstererek yapıyor. Sonuçta ortaya Türk-İslam Sen­
tezi savunucularının görüşlerine oldukça yakm tavırlar çıkıyor.
Sur dergisinde dikkati çeken bir başka yön, her sayısında bir konuya
çok geniş yer ayırması ve bu dosyalan oluştururken radikallikten uzak
müslüman şahsiyetler dışında solcu bilinen (tabii ılımlı olmak kaydıyla)
ünlülerin de görüşlerini alması. Türkiye'deki tüm Nurcu çevrelerin önemli
açmazlarından biri olan "kendi kabuğuna kapanma" olgusunu kırmada
öteden beri istikrarlı ama mütevazı bir tutum içinde olan Sur dışa açıldıkça
hep içinde barındırdığı "sağcı" yönü daha da belirginleştiriyor.
Bu politikleşme süreci içerisinde Sur 'un spekülatif bilimselciliği tam
anlamıyla terketliğini söylemek de imkânsız. Yalnız bu konuda da bir
değişim söz konusu. Sıradan insanların bilimlere ilgisini yakından izleyen
S u r artık demode olan fizik, kimya, biyoloji gibi pozitif bilimlere
yönelmeyi bırakıp psikolojik konulara el atıyor. Modern dünya insanının
muzdarip olduğu manevi sorunlar üzerine İslamileştirilmiş bir psikolojist
bakışla dosyalar yayınlıyor. Bu popüler bilimselcilik sonuç olarak stresli,
bunalımlı modern insana İslami olmaktan çok, en genel anlamıyla meta­
fizikçi çözüm yolları önermek durumunda kalıyor. Örneğin "İslam Dünya
Gündeminde" kapak spotuyla yayınlanan 1989 Nisan sayısının baş yazısı
"İnsanlığın Son Keşfi: Dine Dönüş" başlığını taşıyor. Kapak yazısı ise,
çeşitli kesimlerden Türk aydınlarla yapılan çerçeve söyleşiler sayılmazsa,
Batı dünyasında dini eğilimlerin artması üzerine, yabancı basın organlanndan derlenerek kaleme alınmış.
Kahramanmaraş'tan Hidayet Kurbanoğlu "Güzel konulara temas ediyor­
sunuz... Lâkin işlediğiniz konular sanki siz işleyince bitip halloluyormuş
gibi daha sonra unutulup gidiyor. Neden olayları, bir başka tarafından, tek­
rar tekrar ele almıyorsunuz? Gelecek sayıda haydi bakalım Tom Miks'in
başka macerasına..." diye yazmış. "Okuyucu Postası"ndaki bu mektubu
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: ÎSLAMİ EKOLLER 115
dergi yöneticileri yanıtlamamış. Kurbanoğlü'nun eleştirisi Sur dergisinin
önemli bir zaafının altını çiziyor. Bir çevre olma özelliğini aşamayan Sur
dergisi daldan.dala atlayarak, her çiçekten bal alarak Türkiye İslamcılarının
kültürel alanda yürüttükleri mücadeleye yolun sağından giderek katkıda bu­
lunmakla yelmiyor.
Zafer dergisi de Sur gibi, okuyucusundan esas olarak, "sadık bir okur"
olmasını talep ediyor, onlardan bir cemaat bağlılığı istemiyor. Miislümanlara, İslamcılara, tebliğ çalışmaları için modern malzemeler sunuyor.
Kuşkusuz Zafer de İslami bir yap.lanma ama derginin okurlarının çoğunun
bu Nurcu çevreyle ilişkisi olmadığı da bir gerçek.
Zafer "albenili" bir dergi. Hemen hemen tümü Batılı Hıristiyan ve/veya
bilimsel dergilerden aparma rengârenk grafik (fotoğraf, kolaj, desen) çalış­
maları (bunların çoğunun aparma olduğu, insanların bizim insanlarımıza
hiç mi hiç benzememesinden kolaylıkla anlaşılıyor); birinci sınıf kuşe
kâğıda pırıl pırıl renkli baskı; fazlasıyla dinamik bir sayfa düzenlemesi;
aşırı sembolik şiirsel bir dil...
Tam bir İslami kitseh örneği olan Z aferin temaları neredeyse 14 yıldır
aynı: Sevgi, kardeşlik, maddelerin sim , görünen şeylerin görünmeyen, bi­
linen şeylerin bilinmeyen yanları; özetle iman hakikatleri.
Metaforların had safhada mevcut olduğu Zafer kendini "ilim araştırma
dergisi" olarak sunuyor. Ama onun ilimi araştırmadaki amacı bilgilerin
kendilerinden çok onlardan meseller, dersler çıkartma. Bu nedenle, bilme­
diği, yanlış bildiği ya da eksik bildiği farzedilen okur önce aydınlatılıyor,
ardından ona öğüt veriliyor, yol gösteriliyor.
Z afer dergisinde kelebekler, kuşlar, börtü böcek, bilumum hayvan,
ağaçlar, çiçekler, meyveler, sebzeler, dağlar, tepeler okura yaşama sevinci
aşılıyor. Öte yandan (ve tabii ki) insanlar somurtuyor, görüntüleri bile
ürpertiyor, küçük çocuklar bile .nahzun, buruk.
Doğrudan doğruya siyaset yok 'Zafer dergisinde. Derginin kapaklan o ay
sizi neyin beklediği konusunda ipucu vermiyor genellikle. Aslında her
sayıda hep birbirine benzer temalar gören okuyucunun böyle bir beklenti
içinde olduğunu söylemek de zor. İşte birkaç kapak spotu: "Biz geliyo­
ruz!... Mahşer... Oruç, ruhun zaferim. Suçlu kim?... Olmazlar nasıl olur...
Tabiat mı?... Cennet ülkesi..."
Zafer, inançsızlığından dolayı bunalımda olduğunu varsaydığı çağımız
insanına, iman hakikatlerini, modemizmin yöntem, dil, teknik ve bulgu­
116 AYET VE SLOGAN
larını İslami (dinsel) motif­
lerle deforme ederek anlatma
gayretinde olduğu için "bi­
limsel olarak kanıtlanmış"
mucizelere sık sık rağbet edi­
liyor. Örneğin derginin ya­
yınladığı "Gerçeğe Doğru"
adlı broşürlerin dördüncüsün1 de şöyle bir cümle görebili­
yorsunuz: "Florida'ııın Pana­
ma şehrindeki Akbar Kliniği'nde sürdürülmekte olan bir
araştırm a, K uran'ın Allah
(c.c.) kelâmı olduğu gerçeği­
ni, bir kere daha gözler önüne
sermiştir."
Aynı broşürde Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi öğ­
rencisi Yusuf M. Kerküklü'nün İhlas Suresi'ınden gra­
fik bir çalışma sonucu Allah
Zafer dergisi, Ağustos 1986.
kelim esini çıkarttığı haber
veriliyor. Kerküklü’nün ne­
den böyle bir mucizenin peşine düştüğünü ve nasıl sonuca ulaştığını anla­
tan sözleri Zafer dergisinin bakış açısını da yansıtıyor: "Cenab-ı Hakk'ın
tek mabud olduğunu ilan eden İhlas Suresi üzerinde uzun zamandır
düşünüyor ve bu surenin, harf sayılarında veya terkibinde, binlerce sır
yattığına inanıyordum. Fatiha ile birlikte okunan üç İhlas'ın bir hatim ye­
rine niyaz edilmesi de bu satırlara işaret ediyor ve böyle bir çalışma için
bana gayret veriyordu. İlk önce surenin harflerini saydım. 47 çıktı. Bunlar
arasında 1.2 değişik harf vardı. Bu harfleri, suredeki sıralarına uygun olarak
grafiğin düşey ekseni üzerinde tek tek belirledim. Bundan sonra her harfin
sure içinde kaç defa tekrarlandığını saydım. Mesela ’k a f harfi bir defa,
'lâm' harfi 12 defa, 'he' harfi 4 defa tekrarlanıyordu. Bu sayıları grafiğin ya­
tay ekseni üzerinde K uran’ın okunuş şekli gibi sağdan sola doğru
işaretledim. Daha sonra da her harfe ait yatay ve düşey çizgileri ke­
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: İSLAMİ EKOLLER 117-
siştirerek bir takım noktalar elde ettim. Ve bu noktaları birleştirdiğim de,:
hayretler içinde kaldım. Çünkü grafik düzlemi üzerinde, îhlas suresinin tek
olduğunu ilan ettiği mabudun (ibadet edilecek zat'ın) has isimi, son derece
net bir şekilde okunuyordu."
i’. ı b l o d a g ö r ü l e n 7 t ı’ l e r n e n t i ı ı ( î ı s n u l . ı k i k 'r , 3 . g r u p t a v ı 'r a l a n L u> -A c i l e L u - I A > ı r a s ı m i .ı s ı r a i ü r u ı ı a k t *
A l l .ı h !a f% s n i b o / m « » m a ı n a k t a d ı r ( B u K ı s ı m g r a f i k t e b t ’ i ı r t ı l m i ş t i r . )
'
V
Zafer'in 114. sayısında, Susurluk Şeker Fabrikası İşletme M üdürü1
Kimya Y.Mühendisi Vecihi Burdurlu'nun, "elementlerin periyodik sistem
tablosundan" hareketle grafik düzlemde Arapça Allah kelimesini bul­
duğunu "Sıra Kimya’da" başlığıyla öğreniyoruz, Burdurlu böyle bir muci­
zenin peşine neden düştüğünü şöyle açıklıyor: "Son günlerde grafikler
yardımıyla açığa çıkartılan ve inkar edilmesi mümkün olmayan Allah
lafzının, mutlaka kimya ilmi için de geçerli olduğundan hareket ederek bu
araştırmaya koyuldum..."
Mucize avcısı okurları sayesinde derlediği mucizeleri "son derece net
bir şekilde... inkar edilmesi mümkün olmayan..." gibi iddialı sözlerle bü­
yük bir "zafer" kazanmış gibi sunan dergiye bir zamanlar yurdun dört bir
tarafından "Allah’ın varlığına delalet eden mucizevi" sebze ve meyvelerin
yağdığı biliniyor. Edip Yüksel'in ek olarak verdiğimiz yazısında görül­
düğü gibi "Zafer'in Adapazarı merkezinin manava döndüğü" bile olmuş.
118 AYET VE SLOGAN
Zafer dergisinin elimizdeki en son sayısı olan 1990 Ağustos sayısının
sunuş yazısından bazı bölümleri aktarmak istiyoruz:
"Değerli okuyucularımız;
~
Yine Ağustos...
Yine Zafer...
Ne Ağustos'un yeniden gelmesinden rahatsızız ne de Zafer'in gönül
evimizin kapısında durmasından...
Kim sevinmez yeni bir aya daha kavuştuğuna...
Kim hoşlanmaz Zafer gibi bir dostun ziyaretinden!
(...) Bakalım Zaferimizde neler var?
Başyazarımız, Hâtem-ül Enbiya Efendimizin 'göze görünen mucizele­
rinden birini' ele alıyor... Tıp dünyasını yakından ilgilendiren bu konu, in­
san olan herkese ve 'görmek isteyen her göze' çok kıymetli mesajlar
taşıyor inancındayız...
MURRALAR mutlaka okunmalı...
Prof. Dr. Adem Tatlı'mn GARİP AMA GERÇEK başlıklı yazısında
nadide renkler bulacaksınız zannediyoruz...
İbrahim Erşahin'in kıymetli kaleminden yeni bir- seriye başlıyoruz...
Sanatseverlere bir müjdedir bu: ŞİİRLERLE YAŞAMAK. Zevkle okuya­
caksınız... CİHAD ZAFER 'aşk sevmenin bir türü sadece'; 'Halbuki çile
yetiştirir çiçeklerin en güzellerini' diyerek yazısını okumaya davet ediyor
tüm kalp sahiplerini...
(...) Birbirinden önemli konularla birbirinden güzel yazılarla bezemeye
çalıştığımız ZAFER, 'bilerek ve duyarak' inananlara KANAVİÇE olmak
gayretindedir. Renkler belki hep aynı ama nüansların farklılığını hissede­
bilirsiniz bunda en azından.
„
Gökkuşağının rengi hiç değişmiyor ama biz onu, sanki her rengi yeni
gibi sevmiyor muyuz? ZAFER de bir GÖKKUŞAĞIDIR..."
Z afer dergisi beyinlere, kalplere ve en çok da gözlere hitap ediyor.
Batı'nın teknolojik ilerlemesi karşısında kendini ezik hisseden müslümünların bu acılarını düşmanın silahlarını kullanarak dindiriyor. Fazladan on­
lara acılarını, imanlarını hatırlatarak "kendilerinin daha güçlü” olduğunu
telkin ediyor.
Zafer başarılı bir dergi, modern toplumlarda bilimin ululaştırılması
sürdükçe bu başarısını koruyacağı da kesin. Ama onun müslümanlığa
çektiği veya imanını tazelediği bireylerin, devlete talip bir İslami hareke^
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: İSLAMİ EKOLLER 119
tin kadroları olabilmesi zor. Hatta böylcsi bir hareketin gelişmesi duru­
munda, devletin yanında ona karşı durmaları daha güçlü bir olasılık.
ZAFER ve SUR DERGİLERİNE BİR UYARI
Edip Yüksel
Zaman geçtikçe gençleşen ve günbegün harikaları ve gaybî haberleri ortaya
çıkararak insanlığın dikkatini kendisine çeken Kur’an-ı Kerim'in mucizelerine karşı
müslümanlar arasında iki aşırı tavır gelişmekte...
Kimileri imana ve tebliğe güç katması ve "h id ayet olayına ivme katması sebe­
biyle bu mucizeleri haklı olarak sürekli gündemde tutmaktadırlar. Ne var ki, bu tebiiğci grup, ilmî yetersizliklerinden kaynaklanan safiyâne bir tavırla önüne çıkan her
şeyi "mucize" görme hevesine kapılmakta ve müfrit tavırlarıyla Kur'an'ın büyük muci­
zelerine karşı olan itimadı da sarsabilmektedirler.
Kimileri de buna tümüyle tepki göstererek Kur'an'ın birçok açık ve büyük muci­
zelerine karşı duyarsız katabilmekte, hatta bunlara karşı basit ve yanlış eleştiriler
getirmekte. Bu ikinci grup, daha da ileri giderek Kur'an-ı Kerim ile fen ilimleri
arasında bir ilişki veya.uygunluk olmadığını iddia edebilecek duruma dahi geldiler.
Hatta "Kur'an mı, Bilim m iT sorusuyla Kur'an ile bilimi karşı karşıya getirme yo­
bazlığını gösterdiler. Nitekim bu tavırdan cesaret ve ilham alan bazı materyalistler,
Kur'an ayetlerinin bilimsel gerçeklerle ters düştüğünü, makalelerle yayımladılar.(l)
Kur'an-ı Kerim'in mucizelerini anlayamayan, daha dpğruşu saplandıkları yanlış fi­
kirlerden dolayı anlamak istemeyen, ve bilime karşı tümüyle şüpheci bir tavır
takınan müslüman kardeşlerime tafsilatlı bir cevap vereceğim inşaallah... ,
Bu makalemde, Kur’an. mucizesi konusunda ifrata giden birinci grubu
eleştireceğim. Zira Kur’an'ın matem atiksel ve bilim se l. mucizeleri üzerinde
araştırmaları olan bir yazar olarak bana bu uyarı görevinin düştüğüne inanıyorum.
Bilvesile şunu da belirteyim: Birinci grubun yakalandığı bu ifrat tavrın şahıs
planındaki temsilcisi sayın Dr. Haluk Nurbaki ve ikinci grubun yakalandığı tefrit
tavrın temsilcileri ile bir açık oturumda meseleyi tartışmamız yararlı olacaktır.
Evet bu makalemde Sur ve Zafer dergilerinde yer alan birkaç "mucize iddiasına"
kısa eleştiriler getireceğim. Beni bu eleştiriyi yapmaya sevkeden, yani bardağı
. taşıran son damla "S u /’ dergisinin Nisan 1986 sayısındaki "İiim Allah D iyo f başlıklı
yazı oldu. ■ ■
Orta sayfada verilen bu yazı, Kur'an surelerindeki ayet sayılarının bir x, y koordi­
natı üzerinde tesbit edilmesiyle elde edilen grafiğin "Allah" lafzının Arapça'sını teşkil'
ettiğini ve bunun Kur'an’ın diğer mucizeleri gibi eşsiz ve harikulade bir özellik
olduğunu savunuyor.
Sur dergisinin bu say ısı yayımlanmadan önce bir arkadaşımdan bu konu ile ilgili
bir haberin Tercüman gazetesinde çıkmış olduğunu işittiğimde bu çalışmayı çok me­
rak etmiş, fakat gazetenin o sayısını elde edememiştim. Ne var ki konuyu iyi anla­
yan birinin tarifi üzerine söz konusu grafiği milimetrik kağıt üzerine uygulamış, fakat
iddia edilen istikamette her hangi bir sonuca ulaşamamıştım, İşte ben.bu merak h a ­
leti içerisinde iken Sur dergisinin son sayısının bu çalışmayı yayımlamış olduğunu
120 AYET VE SLOGAN
görünce bir hayli sevindim.
Ne yazık ki, sevincim kısa bir süre sonra üzüntü ve kızgınlığa dönüştü. Sur*un o
sayısına kapak konusu edilen dört düşmandan birisi olan "cehaletin müşahhas bir
tablosuyla karşılaşmanın doğurduğu hayal kırıklığı ve burukluk beni bu eleştiriye
zorladı.
Kur'an'a ve İslam'a hizmet için çırpınan dava kardeşlerimi eleştirmek zorunda
kaldığım için üzgünüm. Lâkin bu tür hataların gerek Sur ve gerekse Zafer dergisi ta­
rafından sık sık tekrarlandığını ve bu hataların Islâm düşmanları tarafından birer koz
olarak kullanıldığını gördükçe dayanamadım. Sözlü ve gizli eleştirilerimin fayda ver­
mediğini (bilhassa Zafer yöneticilerine) görünce meseleyi aleniyete dökmeye karar
verdim.
Evet Sur dergisinin Nisan 1986 sayısında yer alan grafik tümüyle keyfî! Her hangi
bir kural yok. Zira ortaya konulan kurallarla, orijinaline, bakmadan herkesiri "Allah"
lafzını ortaya çıkarabilmesi gerekir. Çünkü itim "evrenset'd\r. "En dışta kalan nokta­
lar" hangileridir. Mesela Duhan Suresi 59. ayet olup onu temsil eden yıldız bir hayli
içeridedir. Neden Hucüratm yıldızı ile Secde'nin yıldızı birleştirilmemiş? Neden Ya­
sin'\n yıldızı Ahzab'm ve Ankebutun yıldızlarıyla birleşmemiş? Neden Bakara'nın
yıldızı Şt/ara'ntnkiyle birleştirilmemiş? Buna benzer yüzlerce cevapsız soru...
Grafik çalışması tümüyle keyfî olduğu gibi baştan savmadır da.. Piyasadaki
meallerin sonundaki listelerden dikkatsizce yararlanılmış ve oralardaki matbaa ha­
taları aynen yansımış ve bu hatalara rağmen mucize!... Mesela Vakfa suresi 96.
ayet olduğu halde hemen hemen bütün Türkçe meallerin fihristlerinde 69. olarak
yanlış yazıtmış ve bu yanlış aynen kullanılmış...
Bizim Kur'an’ın mucizelerine olan yakînimiz, şeksiz imanımız bu konuda ileri
sürülen her iddiayı düşünmeden ve araştırmadan kabul etmek yozluğuna
düşürmemeli. Kur'an’m büyük mucizelerinin yanında, mucize bulma ihtirası ile yalan
yanlış, saçma sapan iddiaları "mucize" diye lanse edersek Kurfa n)n o büyük muci­
zelerinin de değerini düşürmüş olmaz mıyız? Düşünen ve araştıran insanların ka­
fasında Kur'an'ın tüm mucizelerinin böyle keyfî ve basit olduğu zehabını uyandırmaz
mıyız? "Mucize" kavramını sulandırmaya ve yozlaştırmaya "tebliğ" adına hakkımız
var mı?
Müşrik basın zaten bizim kavramlarımızı yozlaştırmak ve gerçek anlamından
saptırmak için alabildiğine gayret sarfediyor. Meselâ Allah düşmanlarının cesedlerine bile şehid derliyorlar mı? Zayıf bir futbol takımının galibiyetini "mucize" olarak
tanımlamıyorlar mı? Ne yazık ki biz de saflığımızdan dolayı onlara katılıyoruz.
Meselenin daha da üzücü yanı, okuyucuyu bile bile aldatmaya yeltenmektir.
Nitekim sözde "muhteşem tabloyu sunarken şu cümle kullanılmış: "Bu buluşu genç
bir araştırmacı kardeşimiz gerçekleştirdi. Çalışmaları sonunda istatistik bilgilerini
kullanarak Kur'an-ı Kerim’deki surelerin dizilişini ve ayet sayılarını bilgisayara
dökünce Allah lafzını ortaya çıkardı."
Allah aşkına yalan söylemek zorunda mısınız? Söz konusu grafiğin bilgisayarltk
hangi yanı var. Milimetrik kağıt üzerinde bir ortaokul talebesinin bile yirmi dakikada
rahatlıkla çizebileceği bir grafiğin bilgisayara dökülmesinin anlamı ne ki? Amaç
okuyucuyu "bilgisayar" kelimesiyle büyülemekse ne yazık ki buna inanabilecek ka­
dar cahil olan okuyucularla bir ilim-araştırma dergisi yürümez! Olsa olsa bir ’ilim .karıştırma dergisi" olur.
Kalbin üzerindeki yüzlerce damardan birkaç tanesini Allah lafzına benzeterek
dergi kapaklarına ve kartpostallara geçirmekten başlayan keyfî ve avamî anlayış,
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: ÎSLAMI EKOLLER 121
salatalığın, kabağın, şeftali çekirdeğinin, kerevizin üzerindeki gelişi güzel karmançorman çizgilerin de Allah lafzı.olduğu iddiasına vararak komikleştiğini ve geri
zekalı bazı okuyucuların gönderdiği "mucize sebze ve zerzevat' örnekleriyle ilim -'
Araştırma Dergisi" Z a fe r'in Adapazarı merkezinin manava döndüğünü bizzat
müşahede‘etmiştim. Zafer dergisi yetkililerini bir kardeşleri olarak ısrarla uyarmama
rağmen ne yazık ki bu tür seviyesiz haberler ve yorumlarla okuyucu kazanma yolu­
na, iltifata devam ettiler.
f Mesela Zafer dergisinin (Eylül) sayısının kapak konusu buna bir örnektir. Kur'an
metninin içinde bulunduğu dikdörtgen çerçeve açılmadan sayfa kenarları güveler ta­
rafından delik deşik edilen eski bir Kur'an nüshasının mucize eseri olarak korunduğu
iddiası ve bu iddianın, Kur'an'ın Alîah tarafından korunacağı va'd-i ilahisiyle yorum­
lanması. çok hazin bir cehalet örneğiydi.. Her şeyden önce ayet-i kerimenin anlama
tümüyle yanlış yöne çekilmiştir. Zira korunacağına dair Allah tarafından söz verilen
şey Kur'an'ın mushafı. ve kağıtları değildir. Nitekim binlerce Kur'an nüshası çürümüş;
yakılmış, kaybolmuş, yahut yırtılmıştır. Buna herkes şahit o la b ilir i
Kaldı ki bir İlim-araştırma dergisine düşen vazife-önüne çıkan meseleleri inceden
inceye araştırmak ve ö konuda akla gelebilen tüm suallere ve itirazlara cevaplar
hazırlamaktır. Kur'anın bir büyük mucizesi olarak sunulan eski Kur'an nüshasını;
gören bir müsümin veya gayr-i müslimin "belki de hattat'ın kullandığı mürekkep
güvelerin hoşuna gitmeyen bir madde, bir anti-güve içermektedir." şeklindeki itirazı;
karşısında okuyucusunu cevapsız bırakan bir dergi, savaş meydanında emrindeki1
askerleri cepheye cephanesiz süren komutandan daha zalim olmaz mı?
^ Kaş yapayım derken göz çıkarmamalı, kazdığımız kuyuya kendimiz düşm em eli
Neil Armstrong'un mucizevî bir şekilde müslüman olduğunu araştırmadan, sansas­
yon yaparak yayımlamanın bedeli tahmininizden çok daha büyüktür. Nitekim
" Gökyüzü" dergisinin Mart 1986 sayısı " Yalan Söylüyorlar Müslüman olmadık"
başlığıyla silahımızı geri teptirmiş ve tüm müslümanları yalancılıkla ve şarlatanlıkla'
itham etmiştir. Zafer dergisi buna ne bir cevap verebilmiş, ne de okuyucularından
özür dileme cesaretini göstermiştir. Kamuoyunda güvşnini yitiren bir dergi, fanatiK
birkaç cahil okuyucuyla başbaşa kalmağa m a h ku m d u r^
Sur ve Zafer dergisi yöneticilerine ve yazarlarına soruyorum: İlim ve Sanat dergi­
sinin 5., İktibas dergisinin ... sayılarında yayımlanan Kur’an mı, Bilim mi? başlıklı
yazıya ne cevap verdiniz?
Ziyaüddin Serdar tarafından kaleme alınan o makaledeki yanlış iddialara cevap
vermeniz gerekmez miydi? Aynı şekil de Saçak dergisinin 19. sayısında yer alan
"Kuran ve Bilim" başlıklı makaleyi cevaplandırmak yahut da onlara özel cevap ver­
mek gerekmez miydi? Eleştirilere gözleri kapamak, gözlen tıkamak ne zamana ka­
dar bizi kurtarır? Ne acıdır ki avamın seviyesini aşmama konusunda bir hayli kararlı
gözüküyoruz.(2)
Zafer ve Sur dergisi yöneticilerini ve yazarlarını bir müslüman kardeşleri olarak
uyarıyorum: Gelin daha bir dikkatli olalım. Müthiş bir fikir savaşının sürdüğü
ülkemizde müslüman okuyucularımızın eline sahte bombalâr^yatsıya kadar yanan
mumlar, tutuşturmayalim.
1.
Saçak dergisinin 19. sayısında E nder H elvacıoğlu imzasıyla yayımlanan "K ur'an
ve B ilim " başlıklı m akaleyi okuduktan sonra makalenin yazanyla S a ç a k dergisinin
Cağaloğlu’ndaki idarehanesinde buluşmuş ve konu üzerinde tartışmıştık. înkılab kîtabevi sahibi H aşan G üneş B ey'in de hazır bulunduğu tartışmamız sonucunda ,bu iddialı
yazarın benden sürekli notlar alması ibret verici bir vakaydı.
122 AYET VE SLOGAN
2.
Sızıntı dergisinin şu ana kadar ki ciddî ve seviyeli yayını Z a fe r ve S u r dergileri
için örnek olmalıdır.
. .
'
KAYNAK: Girişim, Haziran-Temmuz 1986, ss. 44-46.
Düzen Partilerine
Karşı Hizb-i Kuran:
Y
.
.
Y eni Asya-Yeni N esil çizgisinin
dp-ap-dyp kL,ymkç,iu8uşeklinde
kendim gösteren sağcılığı; ırılı uıakDA VA DERGİSİ
h birçok Nurcu grubun " iman haki­
katlerini" pozitif bilimler aracılığıy­
la açıklamakla yetinip düzene uyumlu insanlar yetiştirme politikası; Fethullahcıların önce gündelik politikayla çok içli dışlı olan Nur talebelerini
eleştirip zamanla aynı yörüngeye oturmaları Türkiye'deki İslami yapılan­
maların çoğunun gözünde Nurculara ve ister istemez Said Nursi'ye kuş­
kuyla yaklaşmayı da beraberinde getirmişti. Faaliyetlerini kendi başlarına
yürütmek, başka İslami cemaatlerle fazla yüzgöz olmamak ve bütün bun­
ları yaparken Said Nursi'yi de tekellerine almak, bu grupların işine de ge­
liyordu zaten. Düzen uzlaşmacılığı ve statüko savunuculuğunu içlerine
sindiremeyen Nur talebelerinin bir kısmı küskün bir şekilde köşelerine
çekildi; bazıları daha radikal İslami yapılanmalara kayıp Nurculuktan uzak­
laştı; bir takım küçük çevreler ise Nurculuklarından vazgeçmeyip, onu
"yanlış tanıtanlara” karşı mücadele etmeyi bir görev bildi.
İlk sayısı 1989 Nisan ayında çıkan D a v a dergisi, işte bu sonuncu tür
gruplardan "Med-Zehra" çevresinin yayın organı. Bu çevre Yeni Asya-Yeni
Nesil grubundan yıllar önce kopmasına karşın ilk kez 1980 başlarında Ten­
vir Neşriyat'ı kurup, Sözler Yayınevi'nin "aslına uygun ve lâyıkıyla yap­
madığını" iddia etlikleri Nur Risaleleri’ni yayınlaması işine girişerek faa­
liyetlerini geniş bir alana taşıdı.
D a v a dergisinin ilk sayısında kendilerini "Bize hiçbir adın yakıştırılmasına, zorlanmasına lüzum yoktur, maslahat da yoktur. Bizler Elham­
dülillah gerçek tevhid ehli olmaya, Kuran'a hadim ve talebe olmaya namzed kimseler olmanın dışında hiçbir gayesi olmayan muvahhidleriz. Bizler
Hizb-ül Kuran'ız" şeklinde tanıtan çevrenin önde gelen ismi Muhammed
S. Şeyhanzade, aynı derginin 7. sayısında kendisiyle yapılan söyleşide
Said Nursi'yi nasıl anladıklarını anlatıyor: "[O] Müminlerin İslami cep-
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: ISLAMI EKOLLER .12$
hede tekvucud haline gelm elerini arzu etmiş, Avrupa medeniyetinin
içimize attığı particilikle M üslümanları ayrı ayrı cephelere getiren
düşmanlıkları ve bu anlayıştaki particiliği şiddetle men etmiş. 'Nur
mesleğinde ehli imanın uhuvveti esastır. Ancak küfre, zındıkaya cephe
alır' genel prensibini vaz'etmiştir. Ve Nur ekolünü hizb-i Kuran (Kuran
partisi) olarak tavsif etmiştir. Veyl olsun böyle Kurani ve Nebevi bir ha­
reketi kendi kısır anlayışlarına inhisar edenlere!"
^ Med-Zehra çevresine göre, "Said Nursi'yi tekellerine almak isteyen par­
ticiler" Risalelerin tüm müslümanlara mal olmasını engellemiştir. Bu tes­
pitten hareketle, kendilerine bu olgunun önünü almak gibi bir misyon
biçen çevrenin yaklaşımını Şeyhanzade aynı söyleşide şöyle açıklıyor:
"Türkiye'de maalesef Bediüzzaman hazretlerinin başlattığı bu Kurani hareket ilk devresindeki teravetini koruyamamış ve bütün ehl-i imana mal
olma hususunda bazı ciddi arızalar sebebiyle engellenmiştir^...) Çeşitli zaman dilimi içerisinde değişik arızalar meydana geldi. Siyasi, içtimai ve
milli tesirler gibi. Fakat bugün elhamdülillah gelinen nokta gösterilen hedefe doğru gidilecek bir hattı göstermektedir. Ve arzu edilen manada herkesin bu eserlere sahip çıkma ve bundan istifade etme zemin ve zamanı
oluşmuştur.dersek mübalağa etmiş olmayız. Bugün onun üzerine konan
bazı perdeler ve gölgeler çekilmeye başlamış ve gerçek İslam’a gönül verenlerin sinelerinde ma’kes bulmaya başlamıştır. Bugün gelinen nokta
yakın bir istikbal için ümid vad’etmektedir."
D a v a dergisi, sayfalarından en azından yarısını Said Nursi'nin Risalele­
rinden bölümlere ayırıyor. Diğer yazılarda da Risalelerden alıntılar büyük
bir yer tutuyor. Derginin bütününe hâkim olan ağır ve ağdalı eski Türk­
ç e ’ye, yazarların diğer Nurcu gruplardan farklarını genellikle imalı bir
şekilde dile getirmeyi tercih etmeleri eklenince ortaya "yarı-şifreli" bir me­
tinler bütünü çıkıyor. Tüm müslümanlara hitap etmek gibi bir misyona
sahip derginin bu üslubu, bugünün Türkiyesi'nde İslami kesimlerde önem­
li bir yer işgal eden gençlerin dil bilgileri hesaba katılacak olursa, hayli
çelişki ar/ediyor.
Said Nursi'nin, hedefini "En mukaddes maksadım şeriatın bütün ah­
kamım tamamen icra ve tatbiktir" sözlerinde tayin ettiğini öne süren MedZehra çevresi, din ile devleti ayrı şeyler olarak algılayan ve göstermek is­
teyen Nurcuları, yine Said, Nursi'den alıntılarla, özellikle de müslümanlann azınlıkta olduğu Mekke dönemi ile ilk devletlerini kurdukları Medine
;
;
;
i
k
i
;
:
'
\
124 AYET VE SLOGAN
dönemi arasındaki kıyaslamalarıyla eleştiriyor. Şeyhanzade bu konuda,
aynı söyleşide Said Nursi'den şu alınlıları yapıyor: "Mekke'yi yaşama­
yanlar Medine'yi vucuda getiremezler. Mekke ve Medine'yi ayrı düşünenler
gerçek manada Kuran'ı anlamada ve hayata intikalinde büyük vartaya sukut
etmiş olacaklardır... İslam bir bütündür. Tecazzi ve inkısam kabul etmez
bir külldür."
D a v a dergisinin Aralık 1989-Ocak 1990 tarihli 5. sayısında Gıyaseddin
Eyyubioğulları imzalı "20.Yüzyılda Kuran’a Dayalı İslami Hareket"
başlıklı yazı, bu çevrenin Nurculuğu, politik alanda düzenle uzlaşmayı
seçen "iman hakikatlerini" anlatmaktan ibaret bir fikir hareketi olarak
görmediklerini özetliyor: "Bediüzzaman, kafir ve mürted tağutların, İslam
dünyasındaki şeytani planlarını çok erken bir zamanda sezmiş, eldeki tüm
imkânlarla tedbir almıştır. Gerek fikir planında, gerekse hareket planında
tüm gayretlerini sarfederek bu şeytani güçlerle mücadeleye başlamıştır.
İslam topraklarında müslümanların başına geçip, yönetimi ele alanlar,
İslam dini ile ilgilerini koparm ış ve müslümanları da kendilerine
çevirmek, yani İslam'dan koparmak ve tamamen dinsizlik olan modemizmin, materyalizmin çirkefine atmak için planlar hazırlamışlar. Yönetim
kadrosundaki bu kişilere karşı, gerçekleri haykırmak ve yanlışlıklarını or­
taya koyup iç yüzlerini günyüzüne çıkarmak gerekiyordu."
Said Nursi ve Nurculuk hareketinin "içeriden" en radikal yorumlamşı
olarak nitelendirilebilecek olan Med-Zehra çevresi ilişkilerini öteki Nurcu
çevrelerden çok, radikalizme yakın diğer İslami gruplarla yoğunlaştırıyor.
Düzenle uzlaşmayı reddeden İslamcılar da §u rcu olarak bu çevreyi muha­
tap kabul ediyorlar. Örneğin Said Nursi ile ilgili yayın yapân Girişim gibi
dergiler Muhammed S. Şeyhanzade ile röportajlar yapıyorlar; İhsan Işık,
"Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk" isimli kitabında tüm Nurcu gru­
plara "saygı çerçevesinde" eleştiriler yöneltirken, D ava dergisinden en son
olarak ve hiçbir itiraz ve eleştiride bulunmadan bahsediyor.
Med-Zehra çevresi yaygınlaşabilmek için başta dil sorununu aşmak zo­
runda. İkinci olarak da referanslarını Said Nursi'nin dışına da taşırması ge­
rekiyor. Çünkü dünyada (ve biraz da Türkiye'de) İslam'ı politik bir bağlan­
ma olarak yorumlayan çok sayıda kişi ve bunların ciltler dolusu çalışma­
ları mevcut. Üstelik bu kişiler ve eserleri Türkiye İslamcıları tarafından
yakından biliniyor. Bütün bunlar görmezden gelinerek, Said Nursi’nin
düşünce ve hareketindeki politik yönün ve bu yönün radikallik özelliğinin
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: ISLAMI EKOLLER 125
i
i
abartılmasıyla bugünün Türkiyesi için radikal bir İslami hareketin prog­
ramım çizebilmek epey zor. Büyük ölçüde duygusallığın ağır bastığı MedZehra çevresi bu çizgisinde ısrar ederse en fazla "federatif bir İslami hareke­
tin" bir unsuru olabilir.
Değişime Reddiye:
CİH f=VM A K i m  B
O U L .C ¥ iv iM N L r lL A n
"1979 yılı Mayıs’ınm 21'inde Istan’
bUİ Sp° r Ve Sefgl Sarayı,nda 0 Süne
kadar görülmemiş bir kalabalık top­
lanmıştır. Bu topluluğun diğer kala-t
, balıklardan bazı farkları vardır. Her zaman sigara dumanından göz gözü
görmeyen bu salon, içindeki 5 bin kişiye rağmen adeta oksijenle temizlen-;
miş gibi pırıl pırıldır. Herkes kravatlıdır. Koca salondan 'çıt' çıkmamak-;
tadır. Görevlilerin misafirleri yerlerine götürmeleri, özel misafirler için
özenle hazırlanmış koltuklar, basın için ayrılan üzeri çiçeklerle süslü uzuri
masa dikkati çekmektedir.
"Bu salonda, Kurs ve Okullara Yardım Demekleri Federasyonu'nun ge­
nel kurulu yapılmaktadır. Saat tam 10'da divan başkan ve yardımcıları yer­
lerini almışlardır.
^'M ikrofona gelen bir zat, 'Muhterem Ağabeyimiz Kemal Kaçar Beye*
fendi şimdi salona gelmek üzereler' der demez, o güne kadar bu salonda, en
önemli maçlarda, eğlence günlerinde ve siyasi toplantılarda görülmemiş
bir alkış tufanı duyulur. Herkes ayağa kalkmıştır. Alkış, Kemal Kaçar ağır
ağır salonu aşıp misafirler arasında kendisine ayrılan yere gelinceye kadar
kulakları sağır edici bir tempoda devam eder. Kemal Kaçar (ki Süleyman
Hilmi Tunahan'm damadı ve o günlerde, şimdi kapatılmış AP'nin millet­
vekilidir) yerine oturmadan önce elini yukarı doğru kaldırır ve alkış sesi.,
bir düğmeye hasılmışçasına birden k e silir^
t^'Bu salonda, Türkiye'de çeşitli kent vekasabalarda binin üstünde özel
binada kurs gören en az yüzbin genci, yurtdışmda da, tüm Avrupa'yı ağ
gibi saran 215 İslam Kültür Merkezi'ni sinesinde barındıran bir örgütün
genel kurulu yapılm akta^ Gerçekte kamuoyunda 'Süleymancılar' olarak
bilinen topluluk o güne kadar yaptıklarının bilançosunu çıkarmaktadır. Kürsüde bir adam, kutlama ve başarı dilekleri içeren telgrafları okumak-
126 AYET VE SLOGAN
tadır. Gönderenlerin arasında bakanlar, milletvekilleri, ekonomi ve kültür
hayatımızın önde gelen bazı isimleri vardır. D üsseldroftan, Berlin'den,
Paris'ten, Köln, Frankfurt, Stuttgart, Cenevre, Zürih, Amsterdam, Brük­
sel, Viyana, Melbum, Sydney'den telgraflar vardır.
"Kongre, başladığı gibi, intizamla, dakik ve sessiz sona ermiş, büyük
kalabalık 15 dakika içinde salonu ve binanın çevresini terketmiştir."
Ahmet Güner ile Hakkı Karadeniz'in Milliyet gazetesinde yayınlanan
"Türkiye'de Mezhep ve Tarikatlar" başlıklı ortak çalışmasının 17 Mayıs
1986 tarihli bölümünden bu uzun alıntı Türkiye'nin önemli İslami ce­
maatlerinden Süleymancıların özgün yönlerini çok güzel bir şekilde
özetliyor:
1) Güç ve yaygınlık: Yurdun dört bir yanında bini aşkın kurs binası,
buralarda barınan en azından yüzbin genç; yurtdışındaki 215 İslam-Kültür
Merkezi...
2) Yasallık ve modernlik: Yasalara göre kurulmuş demekler ve federas­
yon; devlet görevlilerinin denetiminde ve basına açık genel kurul; ülkenin
önde gelen isimlerinin kutlama telgrafları; öte yandan herkesin kravatlı
olması (yazıda belirtilmeyen ama önemli bir diğer nokta da Süleymancı­
ların sakal bırakmamaları...)
3) Disiplin ve itaat: Zamanında başlayıp biten bir toplantı; hep birlikte
alkışlayan, ayağa kalkan 5 bin kişilik bir kalabalık; Kemal Kacar'a
katıksız bir itaat ve saygı (hem muhterem, hem ağabey, hem beyefendi);
Kacar'ın tek bir el işaretiyle alkışların duruvermesi...
Bu alıntıda bazı ufak tefek değişiklikler yapsak; örneğin Kurs ve Okul­
lara Yardım Demekleri Federasyonu yerine Milliyetçi Hareket Partisi top­
lantısı desek; Kemal Kacar'ın yerine salona Alpaslan Türkeş'i soksak; iz­
leyicilerdeki kravatlı oranını düşürsek; içlerinden bazılarına sigara içirsek;
alkışların yamsıra sloganlar da eklesek ortaya yine "doğru bir haber" çıka­
caktır.
Özetlersek, İslami bir ekol olarak doğan, kısa sürede güçlü bir İslami
cemaate dönüşen Süleymancılık yıllar içinde "İslami" vasfını hep koru­
makla birlikte, esas olarak otoriter ve hatta faşizan bir örgütlenme görü­
nümü arzediyor. Şimdi işi başından alıp, bu başkalaşımın gelişimini ince­
leyelim.
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: ISLAMl EKOLLER 127
%
VELİLEŞTİRİLMEYE ÇALIŞILAN BİR DÜNYA ADAMI:
SÜLEYM AN H İLM İ TUNAHAN
£İ888 yılında Silistre'nin Ferhatlar Köyü'nde doğan Süleyman Hilmi Tunahan'ın, Fatih Sultan Mehmet'in "Tuna Hanı" atadığı İdris Bey'in soyundan
geldiği söyleniyor. Babası Hocazade Ösman Efendi yörenin önde gelen
müderrislerinden. Kendisi de onun gibi yoğun bir İslami eğitim görmüş,
İstanbul'un ünlü medreselerinde, dönemin ünlü isimlerinden ders almış.
Üstün derecelerle mezun olup "dersiam" .olarak çalışmaya başlamış.
1924'te medreselerin kapatılmasıyla ticarete atılmış, 1930'dan itibaren ise ;
Diyanet İşleri kadrosundan İstanbul'da Sultanahmet, Ycnicami, Şehzade-;
başı, Kasımpaşa camiilcrindc vaizlik yapmış?).'
>
. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanından sonra Kuran'm giderek unutulmaya i
başladığım ve devletin bu konuda değil çaba göstermek, yasaklayıcı ve *
baskıcı bir tutum içinde olduğunu düşünen Tunahan çalışmalarının tem e-;
line çocuklara ve gençlere Kuran'ı öğretmeyi koymuştu. Bazı zengin müslümanların sağladığı mekânlarda ve evlerde sayısız talebe yetiştirdi. :
1946'da Kuran kurslarına yasal izin verilmesiyle gizli faaliyetlerini ale- 1
nileştirdi. Onun yetiştirdiği talebeler Diyanet İşleri Başkanlığı çerçeve- :
sinde müftü, vaiz, imam, müezzin, Kuran kursu öğretmeni olarak çalış- '
maya başladılar.
1
;
Tunahan üç kere adli kovuşturmaya uğradı. Bunlardan ilki 1939 yılında '
oldu. Dostları ve yakınları ile beraber İstanbul Siyasi Şube tabutluklarında
üç gün kaldı, tutuksuz yargılanıp beraat etti. İkincisi beş yıl sonra yaşan­
dı. Bu kez gözetim 8 gün sürecekti. Yine tahliye, yine beraat. Sonuncusu
ise Demokrat Parti dönemine denk geldi. Y ıl 1957. Tunahan ve damadı
Kemal Kaçar, Osman Bölükbaşı'mn M illet Partisi'nin faal üyesidirler.
Yakında da genel seçimler yapılacaktır. O sıralarda Kütahya'nın Tavşamlı
ilçesinden Akif isimli Nakşi kökenli bir şahsın taraftarları, onun Mehdiliğini iddia ederek Bursa Ulu Camii'nde eylem yaparlar. Bu olayla ilgili
olarak polis Kütahya'nın Altıntaş ilçesinin Süleymancı müftüsünü gözal­
tına alır. Bu kişinin poliste verdiği (veya vermek zorunda kaldığı) ifade s o - .
nucu Tunahan ve yakınlan tutuklanıp Kütahya Cezaevi'ne konulurlar. İlk
celsede tahliye edilip sonuçta beraat ederler.
.
Necip Fazıl Kısakürek'in "pembe yüzlü, kumral rengine kır düşmüş
128 AYET VE SLOGAN
hafif sakallı, minkari burun­
lu, kestane rengi gözlerinin
S H ö*
■ W M
. içi gülümseyen, güzel tabi­
rine layık bir zat" olarak
** İ K 1 İ :' :'A
tanımladığı Tunahan’ı, bağlı­
ları hep keramet sahibi bir
l - '? - £
veli olarak gördü ve göster­
mek istedi. Hatta onun kâ­
mil bir mürşid olduğunu ka­
bul etmeyen müslümanların
günah işlediklerini iddia et­
‘%’~ P* ,rf*Wî
meye kadar vardırdılar bu
bağlılıklarım.
N .Fazıl’ın "Son Devrin
Din
M azlumlan" kitabında
» *r
mfögSSffi
yayınladığı, kendisine Kemal
Kacar’ın verdiği notlar bu ko­
yafcV.-ı - *
nuda en açık belgeler: "Bir
insan m üslüm an olabilir,
tahsilli ve akıllı olabilir,
hatta iç hayatı münkir olmaz
t .
da yine tasavvuf ve irşada
ehil bir zat ile karşılaştığı
Süleyman Hilmi Tunahan
halde o zat ilahi iradeyle ken­
disini ona bildirmişse dünyalar bir araya gelse onun feyzlerinden haberdar
olamaz. Bizim ise kendisinin manevi cephesi üzerine zerrece tereddütümüz
yoktur. Biz bu noktayı ’ilm-el yakın’ biliyoruz. Kendisinin tasarrufunu ve
ruh melekleri üzerindeki tesirini, öz ruhumuzda ve vücudumuzda hisset­
miş; enfüsi (iç) ve kevni (dış oluşlara bağlı) kerametlerinin üstünde irşad
harikalarını fiil haline ve hakkıyla mü-şahade etmiş bulunuyoruz. Allah’ın
bu husustaki inayet ve lütfuna mazhar olduğumuza, kendilerinin kâmil ve
mükemmel mürşid olduğuna (Silasile-i Sâdât: Büyükler Zinciri) kolunun
32’nci ferdi Selahaddin İbn-i Mevlana Seraceddin’in cismani nisbet, îmamı Rabbani Hazretlerinin de ruhani nisbetle varisleri bulunduğuna imanımız
tamdır. Kendisinin bu cephesini anlamayanların, anlamakta acz gös­
terenlerin, hiç olmazsa aksini iddia etmemelerini ve kendisinde bir mürşid
'îâ&&K
-t
m
m
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: ISLAMI EKOLLER. 129 ,
hali görmediklerini söylemekten çekin-melerini, dünya ve ahiret yıkımına
uğramamaları bakımından tavsiye ederiz."
CKacar'ın bu notlarındaki kesin üslup, bölümün başında Süleymancılık
hakkında yaptığımız "otoriter ve hatta faşizan" yorumunun teorik temelini
oluşturuyor. Tunahan'ın kerametleri konusunda hiçbir itiraz kabul edil­
miyor, onun önem li bir Nakşi silsilesinin m addi ve manevi varisi
olduğuna "delil gösterme ihtiyacı hissedilmeden" iman ediliyor. Hal böyle
olunca Süleymancılar hakkındaki "rabıta" iddialarının fazla mesnetsiz ol­
madığı görülüyor. Aslında, Tunahan'ın Nakşi olduğunu övünerek söyle­
yen bağlıları, onun sağlığında, tarikatların en belirgin unsurlarından olan
rabıta'yı uyguladığına itiraz etmiyorlar. Fakat sorun onun ölmesinden son­
ra başlıyon>
<fC İddialara göre, Süleymancılar içinde "Süleyman Efendi'nin ruhuyla
rabıta (bağlantı) kurabilen seçkin bir zümre vardır. Yalnızca 'rabıta ehli'
adı verilen bu kişiler ayetlerin, hadislerin gerçek anlamlarını bilebilirler."
Büyük çoğunluğunu Tunahan'ın öğrencilerinin oluşturduğu bu seçkinlerin
dışında kalanların, onun fotoğrafına bakarak, 15-45 dakika arasında değişen
süreler içinde rabıta kurdukları da bir diğer iddia!\J
Her ne kadar geleneksel anlamda bir mürşid-mürid ilişkisi, kerametler
vs. söz konusu olsa da Tunahan'ın faaliyetini klasik tarikat faaliyetine
benzetmek hayli zor. Hele kendisinin ölümünden sonra Süleymancıların
çalışmalarının böylesi bir rotadan iyice uzaklaştıklarını söylemek müm­
kün.
Kuran’ı gençlere öğretmeyi kendine temel ilke edinen Süleyman Efendi
için "içinde bulunduğu dönemin koşullarına ayak uyduran bir Nakşi şeyhi"
denebilir. Ancak bu "şeyhin" geride iki milyondan fazla baskı yapmış
"Yepyeni Usul ve Tertiple Kuran Harf ve Harekeleri" adlı kitaptan başka
hiçbir eser bırakmamış olması, onun mücadelesinde aracın (Kuran öğret­
me) amacın (tasavvuf) yerine geçtiğinin çarpıcı bir göstergesi. Nitekim tasavvufi geleneklerin aksine Süleymancıların Kuran ve ilmihal kitapları
dışındaki İslami eserlere fazla itibar etmemeleri de bu olguyu güçlen­
diriyor-. (Bu konudaki en önemli istisna çoğu İmam İbni Teymiyye ya da
Mısır kaynaklı, reformcu, mezhepsiz, Vehhabi sıfatlarıyla suçladıkları ce­
reyanlara karşı yapılan zehir zemberek yayınlar. Buradan da anlaşılacağı
gibi Süleyman Efendi ve bağlıları koyu birer S ünnidirler.)
Süleyman Hilmi Tunahan, 16 Eylül 1959'da şeker hastalığından öldü.
130 AYET VE SLOGAN
Bağlıları onu Falih Camii'ne gömecekken, dönemin İçişleri Bakanı Namık
Gedik'in emriyle cenaze Karacaahmet Mezarlığı'na götürüldü ve polis ne­
zaretinde bir çukura gömüldü. Tunahan’a insanüstü güçler atfeden müridleri, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra Adnan Menderes, Fatin
Rüştü Zorlu ve Haşan Polatkan'ın idamlarının da bir 16 Eylül günü infaz
edilmesini gayet manidar karşılıyorlar.
Dİ YA NET-S ÜLE YMA NCILAR:
B İTM E Y E C E K
KAVGA
1946 yılında Kuran kurslarının yasallaşmasıyla birlikte Süleymancıların
altın çağı başlamıştı. Daha önceden yetiştirdikleri ve çoğu öğretmen olan
öğrenciler sayesinde resmi Kuran kurslarının büyük çoğunluğunu denetli­
yor, böylelikle de Diyanet İşleri Başkanlığı’na önemli sayıda kadro yetişti­
riyorlardı. Ancak 1951 yılında ilk İmam-Hatip liseleri açıldı ve 1958'de bu
okullardan ilk mezunlar çıktı. 1965 yılında yürürlüğe giren 633 sayılı
Diyanet Teşkilatı Kanunu, din adamı yetiştirme tekeli zaten kırılmış olan
Kuran kurslarına öldürücü darbeyi vurdu: Bundan böyle Diyanet'te yalnızca
İmam-Hatip ve İlahiyat Fakültesi mezunları görev alabilecekti. Kanunla
zor duruma düşen Süleymancılar 1966 Ocak ayında üç derneğin girişimiy­
le Türkiye Kuran Kursları Kurma, Koruma ve İdame Ettirme Dernekleri
Fedcrasyonu’nu kurdular. Bu arada, daha önceden Diyanet’e girmiş olan
Süleymancılarla İmam-Hatip mezunlan arasında büyük bir çekişme yaşa­
nıyordu. Süleymancılar, rakiplerini "mezhepsizlik, Vehhabilik ve İslami
bilgilere vakıf olmamak’la suçlarken; karşı taraf da onlan "kendi dışlarında
herkesi kafirlikle suçlayan, gerici, Atatürk düşmanı, hurafeci, devlet düş­
manı” olarak itham ediyordu. Bildiriler, kitaplar, broşürler, sahte broşür­
ler, sahte bildiriler, ihbarlar birbirini kovalıyordu.
Süleymancılara karşı mücadele bayrağı açanların başında 12 Mart 1971
askeri darbesiyle görevinden alınan ve hakkında kovuşturma açılan döne­
min Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür (bugün- İskender
Paşa Cemaati'nin "şura" çağrısını aktif olarak destekliyor); üçü de 1973-77
seçimlerinde MSP adayı olan Tarsus Müftüsü Süleyman Tekin, İsken­
derun Müftüsü Zübeyir.Koç ve Adana Müftüsü Cemalettin Kaplan (Süley­
mancıları zamanında devlet düşm anlığı'ile itham eden Kaplan bugün
F.Almanya'da yürüttüğü ve "Kara Ses" olarak yankı bulan faaliyetleriyle
ünlü) geliyordu.
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: İSLAMİ EKOLLER 131-
<^Artık, Kozan İmamı Mustafa Akyıldız'a, "Ben Bir Süleymancı İdim" !
kitabını, Süleymancılar hakkında el altından bir bildiri de yayınlayan Kap­
lan ile Adana Din G örevlileri Derneği Başkanı M .Orhan Bülbül’ün
yazdırdıkları bir sır değil. Herkes tarafından benimsenen Süleymancı
tanımının isim babası da Kaplan ve arkadaşları^)
Süleymancılar, 12 Mart askeri yönetiminin, Kuran kursları yönetme­
liğine 17 Ekim 1971 tarihinde eklettirdiği bir madde ile ikinci bir şok
yaşadı. Bu maddeyle tüm Kuran kursları devletleştirildi ve hepsinin yöne­
timi Diyanet’e aktarıldı. Süleymancıların buna karşı yapabildikleri tek şey
dernek ve federasyonlarının tüzük ve isimlerini birkaç kez değiştirmek
oldu. Yine de birçok Kuran kursu binasını devlete (Diyanct’e) kaptırdılar
ve faaliyetlerini en son 1980’de koydukları adla " Kurs ve Okul Talebele­
rine Yardım Demekleri Federasyonu" ekseninde sürdürüyorlar.
Süleymancılar yakın zamanda da çok önemli bir darbe savuşturdular. 12
Eylül 1980 müdahalesiyle gelen askeri yönetim federasyonun tüm mal
varlığını Milli Eğitim Bakanlığa'na devretmek üstünde epey düşündü. Bu
konuda raporlar hazırlandı, fakat Anayasa ve yasaların teminatı altındaki
bir dizi sivil örgütlenm eyi tereddütsüz yasaklayan, bunların mal
varlıklarına el koyan, binlerce insanı maddi ve manevi acılara sürükleyen
askeri rejim "kanunlara aykırı" olduğu gerekçesiyle bu devletleştirmeden
son anda vazgeçti. Bunun yerine, yıllar sonra kendisinin de itiraf edeceği
gibi, bizzat Kenan Evren’in direktifiyle Antalya'da önemli Süleymancı li­
derler hakkında ceza davası açıldı, Kemal Kaçar ve federasyon başkanı eski
AP M illetvekili Ali Ak başta olmak üzere birçok sanığa 163. madde
uyarınca ikişer yıl hapis cezası verildi. Bu cezalar daha sonra Yargıtay ta­
rafından bozuldu. Sonuçta yenilenen yargılama sonucu, Kaçar, Ak ve
birçok sanık beraat etti. Bir kısım sanık ise "izinsiz dernek açmak"
suçundan küçük cezalara çarptırıldı.
Tayyar Altıkulaç'ın başkanlığı sırasında iyice kızgınlaşan DiyanetSüleymancılar kapışmasının sonunda gülen ikinci kesim oldu. Altıkulaç'ın bütün çabalarına rağmen, Süleymancıların mal varlıklarını, askeri
rejime bir takım garantiler vererek (örneğin 1982 Anayasası'na evet oyu)
korudukları sık sık rivayet ve iddia edildi. Ama tabii ki kanıtlanamadı. En
son olarak, Allıkulaç, Ali Ak'm da tanıklık yaptığı aleyhine bir_soruşturma yüzünden görevinden istifa etti.
Bütün bu tartışmalar müddetince Süleymancıların, İmam-Hatip mezunu
132: AYET VE SLOGAN
imamların arkasında namaz kılmadıkları söylendi (ki hep geçiştirilen bu
iddiayı yıllar sonra K.Kacar Tercüm an gazetesinde üstü yarı-kapalı bir
şekilde doğruladı). Diyanet görevlileri hakkında küfüre varan sözlerle dolu
şiirler, marşlar ortalıkta dolandı. Son olarak 1989 Aralık ayında Kemal
Kaçar, Tercüman gazetesinden Nazlı Ilıcak'ın sorularını yanıtlarken bu
kavganın kolay kolay bitmeyeceğini vurguladı. Hemen ardından Altıkulaç
kendisini yanıtladı ve onu "masum müslümanları aldatmakla" suçladı. Ka­
çar, yine aynı gazetede yanıta yanıt verdi...
MAKYAVELİZM'İN
DORUĞU
Süleyman Hilmi Tunahan’ın ölümünden sonra cemaat yönetiminin bir
süre kolektif olarak sağlandığı söyleniyor. İlk olarak dört isim göze
çarpıyor: Kemal Kaçar, Hüseyin Kaplan, Mehmet Arıkan ve Seyfettin Alkan. Daha sonra, tümü de Tunahan’ın yetiştirdiği şu isimler geliyor:
Hüseyin Kumaş, Harun Reşit Tüylüoğlu, Hilmi Türkmen, M ehmet
Emre, Lütfü Davran, Mustafa Özaltın, Mustafa Çırpanlı...
Zamanla, damat Kemal Kacar'ın konumunun "tek otorite"liğe varacak
kadar güçlendiği görülüyor. Üç dönem üstüste AP’den Kütahya Milletve­
kili seçilen, bir dönem Demokratik Parti’ye geçip geri dönen Kemal Ka­
çar, Avrupa Konseyi'ndeki Türk parlamenter heyetinin de üyesiydi.
Tunahan'ın ölümünden sonra Süleymancıların çalışmaları bir yandan
D iyanetle olan kavgalarını sürdürmek, diğer yandan dernek örgütlen­
melerini yaygınlaştırmak ve güçlendirmekten ibaretti. Avrupa'daki Türk
işçileri arasında ilk önemli İslami faaliyeti de Süleymancılar başlatmıştı.
Önce Kuran kursları, ardından 1974'te kurulmaya başlanan İslam Kültür
Merkezleri ve bir yıl sonra oluşturulan İslam Kültür Merkezleri Birliği.
Bugün yalnızca F.Almanya'da Süleymancıların 150’yi aşkın camisi bulun­
duğu biliniyor.
Türkiye'ye gelince; Kurs ve Okul Talebelerine Yardım Demekleri Fede­
rasyonuna bağlı demeklerin sayısı 1983 Ekim ayma kadar 909 idi. Bugün
ise yalnızca 5 demek kaldı. Bunun nedeni, 2908 sayılı Demekler Kanunu'nun 7 Ekim 1983'te yürürlüğe girerek, herhangi bir federasyona üye
olacak demeklere mutlaka "kamu yararına çalışan demek" olma niteliğini
şart koşmasıydı. Tabii ki 904 demeğin ve ardından kurulmuş olanların fe­
derasyona üye olamamaları, onların Süleymancıların denetiminden çıktığı
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: İSLAMİ EKOLLER 133
anlamına gelmiyor. Bu demeklerin her birinin bir tek öğrenci yurdu açtığı
varsayılırsa ortaya bine yakın yurt çıkıyor. Dolayısıyla buraya devam eden
yüzbini aşkın öğrenci.
Federasyon Başkanı Ali Ak derneklerin faaliyetini şöyle özetliyor:
"Devletin her türlü eğitim ve öğretim müesseselerine devam eden öğren­
cilerin yurt ve pansiyon hizmetleri (...) Bu yurt ve pansiyon binaları der­
nekler tarafından inşa edilmiş olup, mülkiyeti derneklere aittir. Bu yurt ve
pansiyonlarda verilen hizmetlerin, bu mevzuda Türkiye'de mevcut standart­
ları geride bıraktığım rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu yurt ve pansiyonlarda,
talebelerin her türlü ihtiyacı düşünülmüş olup ona göre buralarda yatak­
hane, mutfak, yemekhane, hela, banyo, çamaşırhane, mescid, kütüphane,
mütalea salonları, revü-, modem cihazlarla teçhiz edilmiş lisan laboratuvarları... vs. mevcuttur."
Bu yurtların, özellikle de basın mensuplarına gezdirilen İstanbul Bakır­
köy'deki Kartaltepe Öğrenci Yurdu gibi "örnek" olanların, son derece mo­
dem, temiz ve tertipli olduğu biliniyor. Yurtlarda kalan öğrencilerden ke­
sinlikle para alınmıyor. Masrafların büyük kısmı dernek üyelerinin aidat­
larından ve hayırsever kişilerin ayni ve nakti yardımlarından karşılanıyor.
Süleymancıların ana meşgalesi yurtlarım ellerinde tutabilmek. Bu
amaçla, geçmişte AP gibi hep iktidar adayı olan bir partiyi destekleme yo­
luna gittiler. Bu pasif bir destek değildi. B izzat AP listelerinden
TBMM'ye girip politikayı kendi faaliyetleri için kullandılar. Örneğin der­
nekleri ve pansiyonları aleyhine çalışmaları TBMM ve hükümetler nezdinde bizzat savuşturmaya çalıştılar. Son olarak ANAP'ı destekleyerek
örgütlenmelerini güvence altına alma politikalannı-sürdürdüler.
Ancak politik manevralar tek başına yeterli değildi. 12 Eylül sonrası
tüm yurtlarda Atatürk ve hatta daha ileri giderek Kenan Evren köşeleri
açıldı. Yeni yurt binalarının açılışlarına M esut Yılmaz gibi "liberal"
görünümlü devlet yöneticileri davet edildi.
1980'li yılların ortalarından itibaren Süleymancı yurtlarında olup biten­
lere basının yakın ilgi göstermesi sonucu bu politik ilişkiler bile onların
saldırıları bertaraf edebilmesinde tek başına yardımcı olamadı. Süleymancı
pansiyonlarda yaşanan intihar, şüpheli ölüm, dayak ve kaçm a olayları
peşpeşe yansıdı basına. Bazı yurt binalarının bulunduğu yerleşim birimle­
rinin halkı Süleymancılardan şikâyetçi oldu.
Bu yayınlar Süleymancıları çok zora soktu. Çünkü o güne kadar
132 AYET VE SLOGAN
imamların arkasında namaz kılmadıkları söylendi (ki hep geçiştirilen bu
iddiayı yıllar sonra K.Kacar Tercüm an gazetesinde üstü yarı-kapalı bir
şekilde doğruladı). Diyanet görevlileri hakkında küfüre varan sözlerle dolu
şiirler, marşlar ortalıkta dolandı. Son olarak 1989 Aralık ayında Kemal
Kaçar, Tercüman gazetesinden Nazlı Ilıcak'ın sorularını yanıtlarken bu
kavganın kolay kolay bitmeyeceğini vurguladı. Hemen ardından Altıkulaç
kendisini yanıtladı ve onu "masum müslümanları aldatmakla" suçladı. Ka­
çar, yine aynı gazetede yanıta yanıt verdi...
M A K Y A V E LİZM İN
DORUĞU
Süleyman Hilmi Tunahan'ın ölümünden sonra cemaat yönetiminin bir
süre kolektif olarak sağlandığı söyleniyor. İlk olarak dört isim göze
çarpıyor: Kemal Kaçar, Hüseyin Kaplan, Mehmet Arıkan ve Seyfettin Alkan. Daha sonra, tümü de Tunahan'ın yetiştirdiği şu isimler geliyor:
Hüseyin Kumaş, Harun Reşit Tüylüoğlu, Hilmi Türkmen, M ehmet
Emre, Lütfü Davran, Mustafa Özaltın, Mustafa Çırpanlı...
Zamanla, damat Kemal Kacar'ın konumunun "tek otorite"liğe varacak
kadar güçlendiği görülüyor. Üç dönem üstüste AP'den Kütahya Milletve­
kili seçilen, bir dönem Demokratik Parti'ye geçip geri dönen Kemal Ka­
çar, Avrupa Konseyi'ndcki Türk parlamenter heyetinin de üyesiydi.
Tunahan'ın ölümünden sonra Süleymancıların çalışmaları bir yandan
Diyanet'le olan kavgalarını sürdürmek, diğer yandan dernek örgütlen­
melerini yaygınlaştırmak ve güçlendirmekten ibaretti. Avrupa'daki Türk
işçileri arasında ilk önemli İslami faaliyeti de Süleymancılar başlatmıştı.
Önce Kuran kursları, ardından 1974'te kurulmaya başlanan İslam Kültür
Merkezleri ve bir yıl sonra oluşturulan İslam Kültür Merkezleri Birliği.
Bugün yalnızca F.Almanya'da Süleymancıların 150'yi aşkın camisi bulun­
duğu biliniyor.
Türkiye'ye gelince; Kurs ve Okul Talebelerine Yardım Demekleri Fede­
rasyonuma bağlı derneklerin sayısı 1983 Ekim ayma kadar 909 idi. Bugün
ise yalnızca 5 demek kaldı. Bunun nedeni, 2908 sayılı Demekler Kanunu'nun 7 Ekim 1983'te yürürlüğe girerek, herhangi bir federasyona üye
olacak demeklere mutlaka "kamu yararına çalışan demek" olma niteliğini
şart koşmasıydı. Tabii ki 904 derneğin ve ardından kurulmuş olanların fe­
derasyona üye olamamaları, onların Süleymancıların denetiminden çıktığı
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: ÎSLAMI EKOLLER 133;
anlamına gelmiyor. Bu demeklerin her birinin bir tek öğrenci yurdu açtığı
varsay ılırsa ortaya bine yakın yurt çıkıyor. Dolayısıyla buraya devam eden
yüzbini aşkm öğrenci.
Federasyon Başkanı Ali Ak derneklerin faaliyetini şöyle özetliyor:
"Devletin her türlü eğitim ve öğretim müesseselerine devam eden öğren­
cilerin yurt ve pansiyon hizmetleri (...) Bu yurt ve pansiyon binaları der­
nekler tarafından inşa edilmiş olup, mülkiyeti derneklere aittir. Bu yurt ve
pansiyonlarda verilen hizmetlerin, bu mevzuda Türkiye'de'mevcut standart­
ları geride bıraktığım rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu yurt ve pansiyonlarda,
talebelerin her türlü ihtiyacı düşünülmüş olup ona göre buralarda yatak- ;
hane, mutfak, yemekhane, hela, banyo, çamaşırhane, mescid, kütüphane, i
mütalea salonları, revir, modern cihazlarla teçhiz edilmiş lisan laboratuvar- ;
lan... vs. mevcuttur."
Bu yurtların, özellikle de basın mensuplarına gezdirilen İstanbul Bakır- i
köy'deki Kartaltepe Öğrenci Yurdu gibi "örnek" olanların, son derece rmo- :
dern, temiz ve tertipli olduğu biliniyor. Yurtlarda kalan öğrencilerden ke- ;
sinlikle para alınmıyor. Masrafların büyük kısmı dernek üyelerinin aidat- '
lanndan ve hayırsever kişilerin ayni ve nakli yardımlarından karşılanıyor.
Süleymancıların ana meşgalesi yurtlarını ellerinde tutabilmek. Bu
amaçla, geçmişle AP gibi hep iktidar adayı olan bir partiyi destekleme, yoluna gittiler. Bu pasif bir destek değildi. Bizzat AP listelerinden ;
TBMM'ye girip politikayı kendi faaliyetleri için kullandılar. Örneğin der- ;
nekleri ve pansiyonları aleyhine çalışmaları TBMM ve hükümetler nezdinde bizzat savuşturmaya çalıştılar. Son olarak ANAP’ı destekleyerek
örgütlenmelerini güvence altına alma politikalannı-sürdürdüler.
Ancak politik manevralar tek başına yeterli değildi. 12 Eylül sonrası
tüm yurtlarda Atatürk ve hatta daha ileri giderek Kenan Evren köşeleri
açıldı. Yeni yurt binalarının açılışlarına M esut Yılmaz gibi "liberal"
görünümlü devlet yöneticileri davet edildi.
1980’li yılların ortalarından itibaren Süleymancı yurtlarında olup biten­
lere basının yakın ilgi göstermesi sonucu bu politik ilişkiler bile onların
saldırıları bertaraf edebilmesinde tek başına yardımcı olamadı. Süleymancı
pansiyonlarda yaşanan intihar, şüpheli ölüm, dayak ve kaçma olayları
peşpeşe yansıdı basma. Bazı yurt binalarının bulunduğu yerleşim birimle­
rinin halkı Süleymancılardan şikâyetçi oldu.
Bu yayınlar Süleymancıları çok zora soktu. Çünkü o güne kadar
134 AYET VE SLOGAN
saldırılar örgütlenmenin geneline, lider kadroya yöneltiliyor, yurtlarda
olup bitenlere kimse değinmiyordu. Birçok yayın organının birden ilk kez
mahremiyetlerine dokunması karşısında ürkek tavırlar aldılar. Basından
kaçma veya soruları yazılı olarak yanıtlama yoluna gittiler. (Sahibi Ke­
mal İlıcakla yakın ilişki içinde olduklan Tercüman gazetesi hariç.)
Suçlama bombardımanından hiçbir şey olmamış gibi davranmakla kur­
tulacaklarını sanan Süleymancılara, kendi cemaatleriyle organik ilişkisi
olmayan Zaman gazetesi gibi İslami yayın organlarının karşı yayınları ve
mahkemelerden üstüste çıkan aklama kararları yardımcı oldu. Sonra
Siileymancılık Türkiye gündeminden düştü. Ama yurtlardaki çocukların,
modern olanaklardan yararlanmanın dışında, ehliyetsiz yöneticilerin sultası
altında alabildiğine disiplinli ve otoriter bir biçimde yaşam sürdükleri or­
taya çıktı.
Gazeteci Emin Çölaşan'ın H ürriyet gazetesinde yayınlanan 9 Ağustos
1987 tarihli söyleşisinde, ilkokul beşinci sınıfta Süleymancıların Malat­
ya'daki bir yurduna ailesi tarafından yerleştirilen 1970 doğumlu Ferhat
Yılmazer'in anlattığı birçok çarpıcı olaydan küçük bir bölüm şöyle: "Biz
hiç oyun oynamadık orada. Çok acıdır, ama bize hiç oyun oynatmadılar.
Oyun oynamak yasaktı. Zaten top oynamak için 'haram' derlerdi. Tavla,
satranç herşey haramdı (...) Hatta kağıt kalemle oynanan kaçakaç, coğrafya
oyunu, adam asmaca gibi şeyler vardı. Onlar bile yasaktı.. Size çok ilginç
bir şey söyleyeyim; ben ordan ayrılalı beş yıl oldu. Şimdi bile top oyna­
masını bilmem yani. Bir tavla, bir satranç oyunu bilmem... Çünkü on­
ların etkisinden kurtulmama rağmen, gidip de öğrenemedim. Mesela ben
hiç bisiklete binmedim Emin abi.. Ama yine de çocuktuk ve bir takım
kaçamak şeyler yapıyorduk. İşte orada birbirimizin pipisine bakıyorduk.
Oyunumuz buydu (...) Bazen Cumartesi, Pazar günleri, binanın içinden,
bahçeye kağıttan uçak yapıp atardık. Çok da güzel uçardı bunlar..."
Kuran öğrenmenin tabu olmaktan çıktığı ve devlet eliyle yapıldığı
koşullarda Süleymancılar köklü bir strateji değişikliğiyle-yalnızca öğrenci
pansiyonculuğuna yönelmişlerdi. Günümüze kadar bu politikanın epey
başarılı olmasında devletin eğitim alanında dolduramadığı boşluklar önem­
li bir rol oynuyor; Eğitim olayının yalnızca okullar açmak ve öğretmen
bulmaktan ibaret olmadığı, öğrencilerin barınma, beslenme gibi sorun­
larının ortada kaldığını çok iyi tespit eden Süleymancılar yoksul ailelerin
çocuklarına ekonomik açıdan geniş olanaklar sağlıyorlar. Ayrıca, çocuk­
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: İSLAMİ EKOLLER 135
larının "yanlış yollara sapmasından" endişe duyan muhafazakâr ailelere:
Süleymancı yurtları çok cazip geliyor.
Peki bu çocuklar daha sonra ne oluyor? Yurtlarda kalan çocukların az
bir bölümü Süleymancılığa sempati duyan ailelerden geliyor. Dolayısıyla
bunların büyük ölçüde Süleymancı cemaate eklenebilecekleri düşünüle­
bilir. Öğrencilerin çoğunluğu ise, dindar aileler tarafından esas olarak
ekonomik nedenlerle yollanıyor. Bu çocukların tümünün Süleymancı ola­
cağını düşünmek, bizi bugün Türkiye'de yüzbinlerce genç Süleymancının
varolduğunu söylemeye götürür ki bu çok abartılı bir rakam olur. Yine de,
Süleymancı yurtlarında kalıp toplumsal yaşam içinde daha sonra statüle­
rini yükseltebilenlerin vefa borçlarım ödemek için en azından yurtlara d e s-;
tek olduklarını söylemek yanlış olmayacaktır.
Süleymancılar kuşkusuz yalnızca pansiyonlarla varlıklarını sü rd ü r-,
müyorlar. Bir zamanlar bazı küçük çaplı günlük gazeteler ve Fazilet:
Neşriyat'm yayınlarıyla öne çıkmış olan basm-yayın faaliyetleri uzun i
süreden beri durgunluk içinde. Onun yerine tam am ıyla e k o n o m ik ;
girişimler cemaat içinde öncelik kazanmış durumda. Basın organlarında
çeşitli defalar Süleymancılara ait olduğu ileri sürülen, çoğu taşımacılık'
işleriyle uğraşan büyük şirketlerin listeleri yayınlandı. Bunların bir
kısmının hayali ihracat olaylarına karıştığı da iddia edildi. Bu iddialar tam i'
olarak kanıtlanabilmiş değil ama Süleymancıların, gündelik hayatlarındaki,
katı Sünniliklerine rağmen, ticari faaliyetlerde faiz gibi İslamdışı uygu-!
lamalara başvurdukları biliniyor.
:
Diğer bir gerçek de, temel amacı cemaatin varlığını korumak ve
güçlendirmek olan Süleymancıların kendine özgü bir nomenklatura ya­
ratmış olması. Gazeteci Uğur Mumcu, RP eğilimli Avrupa Milli Görüş
Teşkilatları Genel Sekreteri Ali Yüksel’e soruyor: "Süleymancıların çok
zengin oldukları söyleniyor. Kemal Kaçar neyle geçiniyor örneğin?"
Yüksel’in yanıtı çok kısa: "Süleymancılıkla!"
Otoriter ve faşizan bir cemaat anlayışının ve cemaatin varlığını ko­
rumayı her türlü amacın önüne koymanın kaçınılmaz sonucu bu nomen­
klatura. Bu imtiyazlı seçkinlerin kaçınılmaz sonu da birbirlerine düşmek.
İşte Tunahan’ın öğrencisi, MİT raporlarına göre bir dönem Süleymancı­
ların Güney illeri sorumlusu, 1969’dan itibaren iki dönem Hatay milletve­
killiği yapmış olan Hilmi Türkmen. Halen Tarsus’ta fahri vaizlik yapan
Türkmen yıllardan beri tek başına eski cemaatine ve özellikle de Kemal
136 AYET VE SLOGAN
Kacar'a karşı savaş halinde.
Süleyman Efendi'nin "hiçbir zaman siyasal amaçlan olmadığını" öne
süren Türkmen, Kemal Kaçar liderliğindeki Süleymancıları şöyle an­
latıyor: "Bir kısım müesseseleri, devleti ele geçirmek, siyasi bakımdan
hakimiyet kurmak maksadıyla çalışmaktadırlar. Öylesine gizlidirler ki me­
sela kendi aralarında birbirlerine telkin etmiş oldukları, dinen sakat olan,
Kuran'a ve hadise uymayan fikirleri kesinlikle dışarı açıklamazlar, kabule
müsait olmayan kimseye katiyen söylemezler."
<
Türkmen, Kemal Kacar'ın "Beni kimse kandıramaz. Ben herşeyi avucu­
mun içindeki çizgiler gibi bilirim" dediğini birkaç defa duyduğunu
söylüyor. Süleymancıların, Kacar'ın Mehdi'den önce gökten inmesi bekle­
nen Hz. İsa olduğunu yaydıklarını ileri sürüyor.
Süleymancılardan Türkmen’e cevap 6 Mart 1988 tarihli Z a m a n 'ın
sürmanşeti olarak geldi. "Biraz Haya" başlıklı yazı tam bir öfke göste­
risiydi: "Bu yaşa gelmişsin, bu kadar gün görmüşsün,, ama yazık ki adam
olamamışsın. Yazık sana, vah sana, eyvah sana!... Ne olur biraz utansana... Hem müslüman geçiniyor hem de müslümanları şer kuvvetlerine ih­
bar ediyorsun. Üstelik şecaat arzedercesine poz veriyorsun. Cemaatte lider
olmak isliyordun, olamadın, elhak kuyruk acın büyüktür. Nasıl çıkara­
caksın bu acıyı? Masonlara, dinsizlere, ashab-ı şimale ihbar ve ifşaatta bu­
lunarak. Yuf olsun!"
Ama Süleymancılar asıl iç darbeyi, cemaatin üst düzey isimlerinden
Hüseyin Kaplan’ın 1980 ortalarında ayrılmasıyla yedi. Kaplan'ın Türk­
men'den farkı, el altından bildiriler dağıtıp spekülatif suçlamalar yapmak
yerine bazı demekleri peşinden sürükleyip ayn bir örgütlenmeye gitmesiydi. Hatta ilk başlarda eski cemaati hakkında aleni görüş belirtmekten bile
kaçınıyordu. Örneğin 1986 Aralık ayı içinde Nokta dergisine yapacağımız
kapak konusu için kendisini bulduğumuzda uzun uzun konuşmuştuk. Fa­
kat zamanlama açısından teybe konuşmak istememişti. Yaklaşık bir
buçuk yıl sonra, Hürriyet gazetesinden Çetin Yetkin'e kısa bir değerlen­
dirme yapan Kaplan artık mücadelesini açıktan yürütmeye karar vermişe
benziyordu. 6 Mart 1988 tarihli gazetede şunları söylüyordu Hüseyin Kap­
lan: "Üzülerek müşahade ediyoruz ki bir takım sapmalar meydana gel­
miştir. Bu sapmalar, saptırmalar; peşinden gittikleri zata istinat ettikleri
bir takım sıfatlardan geliyor (...) İşin daha üzücü tarafı, bunu böyle yapan­
lar, böyle inandılar, böyle inandırıldılar. Bunu, samimi olarak yapıyorlar
r
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: ISLAMl EKOLLER 137
(...) Bir de, bir takım dünyevi maksat ve garazı temin için inanmadıkları
halde yapanlar vardır."
Süleymancı yönetici seçkinler arasındaki gizli ya da açık çekişmeler
Kemal Kacar'ın 80 yaşına dayanmasıyla birlikte tırmanacağa benziyor.
Toplumun kendinden olamayan kesimlerine —diğer İslami cemaatler de
dahil— hep yukarıdan bakan, kendi örgütsel yapısını hep uİulaştıran
Süleymancılar artık tıkanma içinde. Açabilecekleri kadar yurt açtılar, Av­
rupa'da yaygınlaşabilecekleri kadar yaygınlaştılar, zenginleşebilecekleri ka­
dar zenginleştiler ve geldikleri bu noktalardan öteye gidemiyorlar."
Zamanla kendi hedeflerine yabancılaşan, Türkiye gündemine ancak pan­
siyonlarındaki çocuklardan birinin başına bir şey gelmesi durumunda gire-;
bilen bu yapı, kabuğuna kapanmak geleneğiyle kabuğunu kırmak zorunlu-!
luğu arasında bocalıyor.
Süleymancıların objektif güçlerini sübjektif plana tercüme edebilmeleri;
için şimdiye kadar gizledikleri görüşlerini alenen dile getirmeleri gereki­
yor. Bu bağlamda ilk kayda değer gelişme, Kemal Kacar’ın Nazlı Ilıcak'la >
uzun bir görüşmeyi kabul etmesi ve bu söyleşinin 4-10 Aralık 1989 tarih- ;
leri arasında Tercüman gazetesinde "Süleymancılar Cevaplıyor" başlığıyla
yayınlanmasıydı.
.
Bu söyleşi sırasında "Atatürk'ün İslam dininden uzak olduğunu; Cum­
huriyetin ilk yıllarında cenazeleri kaldıracak imam kalmadığını; camilerin
kışla yapıldığını; Türkiye'nin İslam ülkesi olmadığını; bu nedenle faiz |
alınabileceğini ve hatta kazanmak şartıyla kumar bile oynanabileceğini;:
kendisinin Süleymancıların başı, büyüğü, ağabeyleri olabileceğini ama
şeyh olmadığını..." anlatan Kacar'ın yaptığı, bir bakıma, bugüne kadar
hep katı sağcı bir cemaat olarak görülegelmiş Süleymancıların İslami
yönünü su yüzüne çıkarmaktı.
Türkiye'nin "dar-ül harp" olduğu tespitinden hareketle, "düşmana karşı
kendini korum ak için" İslam dışı olduğunu kabul ettikleri şeyleri
özümseyebilen; dıştan dayatıldığını düşündükleri modernleşmeye karşı
koymak adına onu yukarıdan aşağıya, talimat ve telkin yoluyla, kontrollü
bir şekilde benimseyebilen (sakal bırakmama, kravat takma...) bir cemaa­
tin kendi iradesi dışında da modernleşeceği bir gerçek. Süleymancılar
şimdiye kadar, bütün "çağdaş" görünümlerine rağmen rotalarım İslam’dan
şaşırtmamak için Süleyman Efendi ve onun ölümünden sonra cemaati
yönlendiren lider kadro hakkında insanüstü şayialar yayma, katı bir disip-
138 AYET VE SLOGAN
lin uygulama, taraftarlarının toplumun diğer kesimleriyle "sahici" ilişkiler
kurmasına izin vermeme yoluna gitmişlerdi.
Artık kendilerine yeni yollar bulmaları gerekiyor. Örneğin yeniden
yayın faaliyetlerine başlamaları söz konusu olabilir. Fakat düşüncenin do­
nuklaştırılması konusunda bunca yıldır sürdürülen çabalardan sonra,
Süleymancılar tüm Türkiye'ye hitap edebilecek nitelikte entelektüel kadro­
lar bulabilmekte hayli zorlanacağa benziyorlar.
Politikada son yılların ANAP destekçiliğinden vazgeçmeleri için
Süleyman Demirel'in iyice iktidara yürümesi ve onların eskiden olduğu
gibi TBMM'ye taraftarlarını sokmalarına göz yumması gerekiyor. Bunun
gerçekleşip gerçekleşmemesi zamana bağlı. Öte yandan sağ kitle partileri
yerine İslam cı bir partide çalışm aya ilk kez yakın gibi gözüken
Süleymancıların, küçümsedikleri diğer İslami cemaatlerle böylesi bir bir­
likteliğe gidebilmeleri çok güç. Kendi başlarına parti kurmaları ise, marji­
nal kalma riski büyük olduğu için imkânsız.
Bugün bir dizi çelişki, açmaz, sorun ve yol ayrımında bulunan Süley­
mancıları ayakta tutan esas öğe Kemal Kaçar. Kacar'ın sonrasında ise,
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin bu güçlü İslami yapılanması çok şeylere
gebe.
İN A N A C A Ğ IM IZ E SA SLA R
(DİKKATLE OKUNMALI VE TATBİK EDİLMELİDİR)
^ 1.Süleyman efendi hazretleri aliyi resuldür. 2.Efendi hazretleri gelip geçmiş
bütün evliyaların en eftali ve sonuncusudur. Bütün evliyayı kiram efendi hazretleri­
nin ruhundan müstefiz olmuşlardır. 3.Kıyamet alemetlerinden olan ve hadisi şerifte
subut bulan (Güneşin garpten doğup garpten batmasından murat) efendi hazretleri­
nin garpte doğup garpte uful etmesidir. 4.Türkierden peygamberimiz 300.000 bin
kişiye şefaat etmesi için efendi hazretlerine izin vermiştir. Onlarda ancak bizim
üstattan feyiz alan mürit kardeşlerimizdir. 5.Efendi hazretlerine mürit olanlar mehdi­
nin ordusu, olmayanlarda deccalın ordusudur. Bu gün deccalın ordusunu imam ha­
tipliler ilahiyet ve İslam enstitüsü mensuplarının olduklarını unutmayalım. 6. Efendi
hazretleri .ölmemiştir. arşa çıkmıştır, ve oradan bizleri irşatları ile idare etmektedir.
Kemal ağabeyimizin ve Hüseyin ağabeyimiz işareti onun işaretidir. 7. Üstadımızın
dilediği her şey olur, sadece hulusi kalple rabıta yapmalıdır. 8. 4 sene içerisinde
bütün Türkiye reisicumhurundan başbakanından şoför muavinine kadar Süleymancı
olacaktır. 9. Süleymancılardan başkasına selam verirken (ESSAMÜALEYKÜM) Al­
lah belanızı versin olarak almayı unutmayın, biliniz ki Abdülkadir ceylanı hazretleri
üstattan feyiz almış ve imamı rabbaniye mektübatıda üstat ya zd ırm ıştı^
CUMHURİYETİN ÜRÜNLERİ: ISLAMl EKOLLER 139
$ ' RABITA NASIL YAPILIR. 7 kere istiğfar edip efendi hazretleri ruhuna bir fatiha üç
ihlası şerife okuruz. Sonra rabıta yapmaya başlarız, şöyleki efendi hazretlerini fatih
camiinde tıpkı fatih sultan mehmede benzeterek halayilimizde canlandırırız, bu can^
landırıştan sonra üstadın sağ elini üç kere öperiz, sağ ve sol kaşımıza üç defa
süreriz, arkasından alnımıza koyduktan sonra "destur ya hazret" deriz. Euzü bes­
mele ile (Yaeyyuhellezine amenüsbüru vesabitu ve rabıtu...) ayetini okuruz, tekrar
7 kere istiğfar ederiz, iki ayet hutbe ayeti okuruz, arkasından yedi kere salavatişerife okuruz, tekrar yukarıdaki rabıta ayetini okuruz, destur ya hazret deyip
üstadın yine elini öperiz, dizimizi sağ dizine dayarız, sonra alnımızdan bir siyah hat
çemeriz. kalbimizdeki Allahın lemini üstada bağlarız. Onun kalbine keleriz, ar­
kasından kalbimizdeki allahın lafzına bakarak bir saat başımızı sol göğüs üzerine
eğerek rabıtaya devam ederiz, arkasından destur ya hazret deyip teşbihe başlarız,
her kardeş ve-rabitu ayetini okuyup dilini üs damağına yapıştırıp beş defa dolandırırsa kalbinin Allah Allah dediğini duyacak o zaman bir fatiha üç ihlas efendi;
hazretlerinin ruhuna yeniden okusun, bundan sonra efendi hazretlerinin elini öper
arka kapıdan çıkarsın, önce kalbi çalıştırırsın, ruha geçersin ruhu çalıştırdınmı sırrageçersin sırrı da çalıştırınca hafiye geçersin onuda çalıştırdıktan sonra ahfaya;
geçersin iştebu beşi çalıştıran her kardeşimiz veli olur. Hazret bir nur deposudur,;
kalbi kalbine bağladınmı öyle yıllarca okumaya lüzum yoktur onun kalbinden sizin;
kalbinize nur akar bitmek tükenmek bilmez. $
M PAROLAMIZI TEKRAR EDELİM VE UNUTMAYALIM?:
I
k İman hatipliler başa geçiyor her kardeş gittiği yerde kurs açacak ve en az beş:
tanesini de açtıracaktır. İmam hatiplileri köşede bucakta içki içtikleri dini yıkmak için:
camide işe mihraptan başladıkları halka anlatılacak, bu küfürle savaştır, "Elharbü;
hu'atün" Süleymancıtığın selameti için her şey mubahtır, Yerinde yalandan iftiradan.,
korkmayın bu bir harptir, ve harpte herşey size haramdır||
D I K A T : Istanbuldaki velilerimiz Ahmet Kaplan (Bakırköy vaizi) Hüseyin Kap- '
lan (Fatih vaizi) Mehmet Arıkan (Zeytinburnu Müftüsü) Mustafâ.Özaltın (Vaiz) Kemal;
ağabey çok hikmetlidir, Kütahya mebusu olup, Diyanette ve hükümette bütün:
işlerimizi takıp eder, darda kalan her kardeşin imdadına koşar kalp gözleri açık Ab­
dullah ve Halil dünyada görülmedik rüyalar görürler hele bir Necati vardırki Jipi uçar,
kıyamet 13 yıl sonra k o p a c a k tır.^
(Süleymancılara atfedilen ve karşıtları tarafından yıllardır et altından yayılan bu
"talimatname" üzerinde hiçbir değişiklik yapılmadı. R.Ç.)
YAŞANAN DİNE KARŞI
"HAKİKİ" İSLAM,
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM
S
GİRİŞİM "
Özgün
Bir Radikalizm
**
ArayiŞinin Beş Yıllık
S e rü v e n i
Ekim 1985'te yayınlanmaya başbe5 yl1
ra ' E y ,u ,
1990 da yayım ına ara veren
aylık G i r iş i m dergisi, 12 Eylül
sonrası Türkiye İslami hareketi
içinde özel bir yer ve öneme sa­
hip. Dergi ilk sayısında ilkelerini şöyle özetlemişti: "(...) Girişim (...) bir
özlemi dile getirmektir elbette. Bu özlem, kültürel hayatımızı artık iyiden
iyiye görülm eye başlanan 'tek renkliliğe’ boyama çabalarına karşı,
gerçekliği çok boyutluluğu içinde sergileme ve sorunlarımızı müslümanca
bir bakış açısıyla tartışma temeline dayanmaktadır en geniş anlamıyla.
Büsbütün 'kabul' veya ’red’lerle veyahut şu cemaat ve şahsın yanında yer
alıp bu cemaat ve şahsın karşısında olm akla sorunlarım ızın çözüm­
lenebileceğine inanmıyoruz. Bırakınız çözümlemeyi, bu türden bir tavrın
son tahlilde yıkıcı ve yıpratıcı olacağına inanıyoruz. Bu yüzden Girişim
mevcut hiçbir cemaatin, kuruluşun veya şahsın organı olmamak gibi bir
tavırla çıkıyor. Bizim tasvip etmediğimiz ve etmeyeceğimiz şey, grup
gerçekliği değil, grupçuluk anlayışı ve kurumlanmadır. Bu yüzden çaba­
mız yeni bir grupçuluk anlayışı oluşturmak veya müslümanları şuraya bu­
raya çekmek için değildir asla. Söyleyecek sözü olan insanlar olarak yine
bir forum oluşturmaktır niyetimiz. Çağrımız, tüm okuyanlara ve düşünen­
leredir. Artık okuyan ve düşünen insanlarımızın salt ’onaylayıcı1olmaktan
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 141
v
çıkıp 'seçici' olmalarım ve tasvip etmedikleri bir durum karşısında eleştiri'
haklarını kullanmalarını istiyoruz."
Bir siyasi hareketin ideolojik-örgütsel-politik bir bütünlük olduğu
düşünülürse Türkiye'de İslami hareketin birliğini önüne en ivedi sorun olarak koyan G irişim , önceliği örgütsel alana tanıyor. Yukarıdaki uzun
alıntıdan da görüleceği gibi İslamcıların birbirleriyle olan sorunları
Girişim'i çok rahatsız ediyor. Özellikle derginin genel yaym yönetmeni
Mehmet Metiner'in ilk başyazıları (daha sonra başka yazı ve konuşmalarla
birlikte "Yeni Bir Dünyaya Uyanmak" adıyla kitaplaştırıldı) İslamcılar
arasındaki ilişki(sizlik) geleneklerini yoğun bir sorgulamaya tabi tuttu.
Metiner'in yazılarından kaba hatlanyla şöyle bir İslami hareket panoraması i
çıkarülabilir:
.
f Müslümanların değişik grup ve cemaatler etrafında toplanmaları doğal,
hatta İslami hareketin gelişimi için şarttır. Ancak Türkiye'deki İslami j
gruplar, bu grup gerçekliğinden bağnaz grupçuluğa varmışlardır. Herkes V
kendisini İslami hareketin merkezine oturtuyor. Birliğin ancak kendi e tra f-; '
lannda mümkün olabileceğini söylüyor. Kimse eleştiriye tahammül et- j
miyor. Kendi dışlarındakilerin de bazı konularda doğruyu savunabilecekle- :
rini kabul etmeyip, onların hep yanlışlarını arıyorlar. Sonuçta kendileri
gibi davranmayanları inkar edip "batıl" damgası vuruyorlar. Bütün bu :
yanlışlıklar tahakküm hırsından kaynaklanm aktadır Bu hırs sıklıkla, in- '
sanlara hükmetmek, onların düşüncelerine, davranışlarına yön vermek is- :
teyen grupların lider kadrolarında, "ağabeyler"de gözlemlenir. Onlar, uy- j
gun görmedikleri değişiklik ve yeniliklere karşı durmaya çalışırlar.-Bağlı­
larının neyi okuyup, neyi okuyamayacağına, kimlerle konuşup, kimlerle
konuşmayacağına kendileri karar vermek isterler. Bu konumlarını sağlaya­
bilmek ve koruyabilmek için "ağabeyler" kendilerim "masum" (günahsız,
yanılmaz) olarak göstermeye çalışırlar. "Üstün insan" konumlarım inan­
dırıcı kılmak için "iyi insanların, iyi ve güzel olan herşeyin geçmişte
kaldığı" görüşünü beyinlere kazırlar. Yani "iyiler göç etmiş" geriye hep
"kötüler kalrmş"ür. Kendileri ise bu kötülerin en iyisidir.
Bu karamsar tabloyu ortadan kaldırabilmek amacıyla, Metiner ilk olarak
İslamcıların her türlü önyargıdan sıyrılarak birbirleriyle konuşmalarını,
birbirlerini tanımalarını öneriyor. "Müslüman kardeşliği" terbiyesiyle •
yürütülecek olan eleştiri kurumuna muazzam bir önem atfediyor. Bu
eleştiri, özeleştiriyi de içeriyor. Metiner, herkesin belirlenmiş bir tavrının,
142, AYET VE SLOGAN
bir tercihinin olması, ama- bunların katılık ifade etmemesi-gerektiğini
söylüyor. Tek tipçi kültürlenmenin yerine çoksesliliği savunuyor. İfrat ve
tefritten, her türlü aşırılıktan uzak durmayı, büsbütün kabullenme veya
reddedişler yerine seçmeci olmayı öneriyor.
O'Metiner, bu öneri dizgesinden hareketle İslami hareketin birliğini "aşa­
malı bir zorunluluk" olarak tanımlıyor. Bu aşamaları ise şu şekilde formü­
le ediyor: "İlk aşamada, değişik yaklaşım tarzlarını doğal karşılamakla
başlamalıyız işe (...) Apaçık küfür veya nifak olduğu sabit olmayan ihti­
laflarımızı rahmet olarak değerlendirmeliyiz (...) İkinci aşamada, karşılıklı
sevgi ve saygıya dayalı bir ortamın oluşması için elbirlik çaba harcamak
gerekir. Bu da ancak kardeşlik hukukuna riayet etmekle mümkün olabilir.
Dışa kapalı tutumumuzu bir tarafa bırakıp özgür bir tanışma ve tartışma
tavrı içine girmeliyiz (...) Üçüncü aşamada taraflararası bilinçli bir seçim
kendiliğinden oluşur inancındayım. Bu noktada önemli olan, ortak müca­
dele anlayışı ve bu anlayışı mümkün kılacak somut tarzlar üzerinde anlaşabilmektir (...) Şura ve dayanışma aşaması olarak niteleyebileceğimiz bu
aşamada tarafların daha çok anlaşabilecekleri noktalar üzerinde durmaları
esastır. Dördüncü aşama, en üst aşamadır. Burada artık 'fena fi’d-dava' söz
konusudur. Gruplar varlıklarını sürdürmekle birlikte, artık önceki fonk­
siyonlarına benzer fonksiyonlar icra edemezler^"
Girişim'in beş yıllık serüveni boyunca Mehmet Metiner sık sık aynı
temaları işledi, ayrıca derginin diğer yazarları da İslamcılararası iç hukuk
üzerine önemli görüşler geliştirdiler. Dergi hemen hemen her sayısında,
haber-yorum-röportajlarla bu tartışmayı sürekli olarak sıcak tuttu. Birlik,
yalnızca Türkiyeli İslamcıların değil, tüm İslam dünyasındaki hareketlerin
sorunu olduğu için bu tartışmayı uluslararası plana da kaydırdı.
İslamcı kesimlerde yaygın olan "iç sorunları alenen konuşmama"
eğilimine bu radikal karşı çıkış sayısız denge ve statükoyu altüst etti.
Girişimciler bu cesareti büyük ölçüde, genç olmalarından aldılar. Fakat
statükoların olağanüstü gücü onların sorgulamacı tavırlarını sonuna kadar
götürmelerine engel oldu.
Girişim 'de Suriye Müslüman Kardeşler örgütündeki bölünme her iki ta­
rafın temsilcileriyle, görüşülerek aktarıldı; okur Afganistan'daki mücahit
gruplar arasındaki çatışmalar hakkında, olay yerindeki dergi muhabirinin
doğrudan gözlemleri ve yaptığı görüşmeler aracılığıyla bilgilendirildi;
Lübnan'daki farklı İslami grupların temsilcilerine eşite yakın önem verildi
DÜZENE KARŞI RADtKALtZM 143
ve kendileriyle doğrudan röportajlar yapıldı; Mehmet Metiner İran'la ilgili
kişisel gözlem ve değerlendirmelerini geniş bir samimiyetle kaleme aldı...
Bu örnekler çoğaltılabilir. Bütün bunlar, bilhassa İran ile ilgili
değerlendirmeler, kulaktan dolma bilgilerle, dünyadaki İslami hareketleri
güllük gülistanlık tasavvur eden, İslamcı kişi ya da gruplan kestirmeden
bir yerlere oturtan Türkiye İslamcılarının alışık olmadıkları şeylerdi. Radikal olarak bellenmiş bir derginin, Lübnanlı Sünni lider Fethi Yeken ile
görüşüp, onun "Kuvvet son çaredir" sözünü kapağa çıkartması; Enver Sedat'ın öldürülmesine fetva veren Mısırlı âmâ Şeyh Ömer Abdurrahman'dan
bu fetvasının "İslami delillerini" istemesi ve ardından Mısır rejiminin
yaptıklarından tek başına Sedat'ın sorumlu tutulup tutulamayacağını sor­
ması; Mehmet Metiner'in "Türkiye'deki İran, İran'daki İran değil" demesi
en azından şaşırtıcıydı.
i'
Girişim, dünyadaki İslami hareketler konusunda gösterdiği araştırmacı
ve sorgulayıcı yaklaşımı Türkiye'deki İslamcı yapılanmalar arasındaki somut sorunlarda aynı cüretkârlıkta gösteremedi. Daha doğrusu, teorik plan­
da eleştirdiği yanlışlıkların pratik hayattaki yansımalarını açıkça dile getirmeye pek yanaşmadı. Bunun bir nedeni, yukarıda değindiğimiz gibi,
varolan statükoların ezici baskısıysa, bir diğer nedeni de haklarında genellikle fısıltı gazeteleri aracılığıyla üretilen suçlama ve spekülasyonlara ce vap verebilmek için çoğunlukla kendilerini savunma durumunda olma larıydı. Bu olgu belirgin bir şekilde, daha 4. sayıda Mehmet Metiner'in
"Biz Kimiz, Arkamızda Kimler Var?" yazısını kaleme almak zorunda kal1masında görülüyor.
Yine de G irişim in beş yılık geçmişinde Türkiye'nin İslamcı haritasını
doğrudan etkileyen çıkışlar olmadı değil. 1986 Nisan tarihli 7. sayıda
Bediüzzaman Said Nursi'nin kapak yapılması, onu kendi tekellerinde tutan
Nurcu oluşumları fazlasıyla tedirgin etti. İçlerinden Yeni Nesil çevresi,
Girişim 'in Bediüzzaman'ı tüm İslamcı kesimin (radikaller dahil!) ortak mirası kılma girişimine şiddetle karşı çıktı. Aylar süren polemiklerin ardın-,
dan olay kapandı. Kimin "kazandığı" ise G irişim 'in Bediüzzaman'ı daha
sonraları da sık sık sahiplenmesi ve Nurcuların buna itirazdan vazgeçmeleriyle zaman içinde anlaşıldı.
Said Nursi ve diğer birkaç istisna dışında yukarıda değindiğimiz ürkek­
liğini Girişim son sayılarında tam anlamıyla aştı. 54. sayıda (1990 Mart)
toplam 17 kişinin sekiz soruyu yanıtladığı "Türkiye'de İslami Hareket"
!
j
|
i
!
j
i
i
i
J
I
j
J
j
j
i
j
j
;
j
j
!
144 AYET VE SLOGAN
adlı dosya kapak yapıldı. Bir ay sonraki kapak konusu "İslami Vahdet"ti.
Bu kez dört soru, değişik çevrelerden dokuz kişi tarafından yanıtlanmıştı.
İki ay sonra "İslami Hareket'te Aydın ve Ulema", onun peşinden de
"İslami Hareket ve Gençlik" soruşturmaları kapaktan verildi. Bütün bu
dosyaların belkemiğini derginin yazarlarının kaleme aldığı ana yazılar
oluşturuyordu. Ancak sonuncu dosyadan iki ay sonra Girişim veda sayı­
sıyla çıktı okuyucularının karşısına.
ÇAĞDAŞ D A V E T FIKHI
Her ne kadar "örgütsel birliği" ön plana çıkarsa da, Girişim bu hedefe ideo­
lojik birlikten geçilerek varılabileceğinin farkındaydı. Örgütsel sorunların
tartışıldığı yazıların derin ideolojik boyutları dışında, yalnızca ideolojik
arayışa hasredilmiş tartışma yazıları da dergide dikkati çekiyordu.
İdeolojik açıdan Girişim çevresinin esas yönteminin seçmecilik olduğu
rahatlıkla söylenebilir. Bu yöntem, değişik zamanlarda, değişik coğrafya­
larda,-değişik İslamcı düşünür ve hareketler tarafından geliştirilmiş teori ve
pratiklerin Kuran ve sünnet ölçü alınarak saptanan evrensel ve eskimeyen
yönlerini, yaşanan coğrafyanın güncel koşullarında geliştirilen yeni düşün­
ce ve hareketliliklerle, yine Kuran ve sünnetin ışığında yoğurmayı hedef­
liyordu.
{^Mehmet Metiner tarafından "çağdaş davet fıkhı" olarak tanımlanan bu
yöntemin çağdaş kilometre taşlan şu kişilerdi: Dışta, Mısır'da Müslüman
Kardeşler örgütünü kuran Haşan el-Benna; Cemal Abdülnasır döneminde
aynı örgütün teori ve pratiğini radikalleştiren Seyyid Kutub; İslami bir
parti modelini esaslı bir biçimde ilk kez geliştiren Hind Yarımadasındaki
Cemaat-i İslami'nin ideoloğu Ebu'l Ala El Mevdudi; günümüzde İslami
davetin nasıl yapılması gerektiğini kuramsallaştıran Lübnanlı Sünni lider
Fethi Yeken; Tunus İslami Yöneliş Hareketi lideri Raşid Gannuşi; devrim
öncesi İranı'mn ünlü düşünürü sosyolog Ali Şeriati ve tabii ki Ayetullah
HumeyniO
İçte ise G i r i ş i m 'in başta gelen çağdaş referansı Said Nursi'ydi.
Süleyman Hilmi Tunahan, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, İsmet
Özel ve MNP-MSP deneyimi derginin olumlu yönlerine sahip çıktığı
diğer isim ve hareketler. Cumhuriyet dönemine damgasını vuran tarikat
şeyhlerinin anılmasına ise G irişim'Ğt .rastlamak hemen hemen olanaksızS
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 145'
Körükörüne taklidin, ya da ideolojik kafa karışıklığının egemen olduğu
İslami kesimin, Mehmet Metiner'in Özgün bir siyasi düşünür olarak siv­
rilmesini nasıl karşıladığını gösterebilmek için uzun bir alıntı vermek is­
tiyoruz. G irişim 'in sahibi, sorumlu yazıişleri müdürü ve Metiner'den son­
raki en güçlü yazarı olan Hüseyin Okçu'nun "Yeni Bir Dünyaya
Uyanmak" için yazdığı "Takdim"deki yakınması İslamcıların kelimelerle
oynamaktan ne kadar hoşlandığına da tanıklık ediyor: "Metiner'in kastet­
mediği manalar yüklenerek eleştirilen konu 'çağdaşlık' konusudur. Aslında
dikkatli bir bakış, kitabın temelini teşkil eden 'Çağdaş Davet Fıkhı’ tabi­
rindeki ’çağJaş' teriminin hangi anlamda kullanıldığını rahatlıkla farkedebilir. Ama bu rahatlığa rağmen 'Çağdaş Davet Fıkhı' tabirinden, Peygamber :
dönemi davet fıkhından ayrı, ondan uzak ve ondan bağımsız bir davet fıkhı
sonucunu çıkaranlar var. Halbuki kasdedilen bu değil! Gerçekte, Peygam- I
ber (SAV) dönemine bağlı olmak, tevhidi çizgiye [Tanrı'mn birliğini ■
bilme ve buna inanma] sahip olmak, siret [Hz. Muhammed'in yaşamı]
mantığını kavramak, kendi çağım, toplumunu ve yöresini tanımak ve ona ■
göre İslam'ın davet fıkhını yine İslam'ın öngördüğü şekilde, İslam'ın ruhu- :
na aykırı düşmemek koşuluyla uyarlayabilmektir asıl üzerinde durulan."
Günümüzde İslami yapılanmalar arasındaki ideolojik tartışmalar birkaç
tema ekseninde sürüyor ve biteceğe de hiç benzemiyor: "Türkiye dar-ül
harp mı, dar-ül İslam mı?,.. Cuma namazı kılınmalı mı, kılınmamak •
mı?... Particilik İslam'da var mı, yoksa küfür mü?..."
j
G irişim bu tür tartışmalarda ortayolcu bir tutum takmıyor ve tartışan
tarafları usul yönünden eleştiriyor. Bu tartışma konularının sanıldığı gibi
temel öneme haiz olmadığını iddia edip, kendi düşüncesini açıkça dile ge­
tirmek ihtiyacını hissetmiyor.
Şimdiye kadar yazdıklarımızdan da anlaşılabileceği gibi Girişim çevresi,
kendini tanımlamayı daha çok karşı oluşlarıyla yapmaya çalışıyor.
Grupçuluğa, şablonculuğa, devlet uzlaşmacılığına, entelektüalizme, İran'
dan çok İrancılığa, aşırılığa, pasifizme... karşı olan Girişim 'i tanımlamaya
en uygun sıfat hiç tartışmasız "radikal". Ancak Girişim 'in radikalliği dev­
rimciliğe varmıyor. Çünkü politik mücadeleden çok, ideolojik mücade­
leyi, İslamcı düşüncenin propagandasını önçeleyen, çerçevesini "çağdaş da­
vet fıkhı" olarak çizdikleri çalışma tarzı anlayışlarının tam anlamıyla
içini dolduramadılar. İlk bakışta makul görünen ortayolculukları, seç­
mecilikleri, uzlaşmacılıkları onların varolan İslami söylem(ler)den k e­
146 AYET VE SLOGAN
sinkes kopmalarını engelledi (böyle bir kopuşa taraftar olmamaları da ayrı
bir nokta), Türkiye'deki İslami cephenin, son tahlilde resmi ideolojinin
çizdiği meşruiyet alanına hapsolduğu düşünülürse G ir iş im de kurulu
düzene devrimci bir alternatif olabilme özelliğine hiçbir zaman sahip ol­
madı.
K Ü R T SORUNU,
ÜLKÜCÜLER, SİVİL
TOPLUM
İslami kesimin ezici çoğunluğu gibi Girişim de uzun bir süre basının irti­
ca kampanyalarına cevap yetiştirmekten, başörtüsünün yasaklanmasına
karşı direnmekten öteye gidemedi. Diğer İslami yapılanmalar gibi, başka­
ları tarafından dayatılan gündemin dışına çıkıp kendi bağımsız gündemini
oiuşturamadı.
"Aylık haber-yorum-kültür dergisi" olarak G irişim dünyadaki İslami
hareketlerin pratiklerini alabildiğine radikal ve yer yer devrimci bir yak­
laşımla yakından izliyordu. Çünkü özellikle Ortadoğu'daki İslamcı
oluşumlar, genel olarak savunma konumunda olmakla birlikte, birçok du­
rumda saldıran taraf da olabiliyorlardı. Veya Salman Rüşdi örneğindeki
gibi, kendilerine yönclülen saldırılara kimi durumlarda o kadar şiddetli di­
reniş gösteriyorlardı ki inisiyatifi ele alabiliyorlardı.
Girişim, başta İslam dünyasına olmak üzere, dış dünyaya bakışında İran
İslam Cumhuriyeti’nin izlediği politikalarla çoğu kez oldukça yalcın düştü:
Hac krizleri ve Suudi Arabistan’a bakış; İran-Irak savaşı ve Batı'nın Körfez'deki emelleri; Lübnan; Filistin sorunu; ÂBD-SSGB yakınlaşması...
Sünni İslami hareketlerle İran arasındaki ihtilaflı konularda ise İran'la
arasına mesafe koymaktan çekinmedi: Suriye, Afganistan...
İslam dünyasındaki gelişmeleri, genellikle kendi muhabirleri aracılığıy­
la, birinci dereceden yetkili kişilerle doğrudan görüşmeler yoluyla okuruna
aktaran Girişim sayısız başarılı gazetecilik örneği vererek, kendisiyle aynı
ideolojik yaklaşıma sahip olmayan İslamcıların da satın almak zorunda
kaldığı bir dergi oldu. (G irişim 'in önemli bir hatası, haftalık bir dergiye
dönüşme cesaretini gösterememesiydi. Halbuki buna en elverişli aylık
İslami dergilerden biriydi. Böylece daha geniş bir kitleyle daha sık ilişki
kurma fırsatını kaçırdı.)
Girişim 'in politik planda önde gelen başarısı Türkiye'de İslami hareke­
tin gündemine Kürt sorununu sokması oldu. Bu kitabın MNP-MSP-RP
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 147
bölümünde de görüleceği gi­
bi, Güneydoğu illeri öteden
t b Z 1 beri İslamcı düşünceye geniş
",
ilgi ve destele gösteriyor.
1984'ten itibaren PKK ey­
lemleriyle bölgede yükselen
tansiyon genel olarak yerel
İslamcıların daha da radikal­
leşmesine neden oldu. Gerek
İslami yapılanm aların m er­
kezlerinin
İstanbul ya da An­
v>
kara'da olması, gerek yönlen-:
' /, -r
» j
V
diricilerinin son tahlilde dev-!
letçi bir hat izlemeleri Kürt;
sorununun İslami kesim için­
de görmezden gelinmesine, ge­
çiştirilmesine neden oluyor-;
ii.
du. İslam'ın kavmiyetçiliğin
i. ^
^
i
\
İ Â Tfî* v y
her türüne karşı olduğu baha­
nesiyle genel kabul gören bu
ürkek politikaya rağmen GiGirişim, Nisan 1987.
r iş im 1987 Nisan ayındaki!
19. sayısında kapaktan "Gü-:.
neydoğu'da Neler Oluyor?" diye sordu. Üstelik otomatik silahlı sekiz
Iraklı peşmergenin fotoğrafını basarak.
1988 Mayıs ayında Saddam Hüseyin'in Halepçe katliamını kapaktan
veren G irişim , Türkiye İslamcılarının çok onaylamadığı bir duyarlılığı
sergiliyordu. Irak Kürtlerinin Türkiye'ye sığınması konusunda en aktif
tavrı yine Girişim aldı. 1988 Ekim tarihli dergi, kapağında "Kürüerin So­
runu Ümmetin. Sorunu" spotuyla çıktı. Bir sonraki sayıda ise, yine kapak­
tan Iraklı Kürtlere Yardım Kampanyası duyuruldu. En son olarak 1990 Ni­
san tarihli, Azerbaycan olaylarının da değerlendirildiği 55. sayıda "Kürt
Sorunu" yine kapaktaydı.
.
Girişim, Kürt sorununa gösterdiği duyarlılık nedeniyle İslami kesimden
üç değişik tepki aldı: Zaten Güneydoğu'da yakından izlenen derginin pres­
tiji Kürt kökenli İslamcıların çoğunluğunun nezdinde arttı. İkinci bir
V"
%
^
t.
148 AYET VE SLOGAN
grup, Girişim' i "aceleci ve heyecanlı" olmakla eleştirdi. Zaman içerisinde
Kürt sorununun tırmanması, İslamcı saflarda alenen tartışılmaya başlan­
ması bu kişileri de birşeyler söylemek zorunda bıraktı. Ancak bu son de­
rece hassas konuda poliüka üretmenin birincil ilkesini temkinlilik olarak
saptayan bu çevrelerin ne söyledikleri veya niye söyledikleri pek anlaşıla­
madı. Sonuncu eğilim ise Girişimcilere abartılı bir biçimde "Kürtçü" dam­
gası vurulmasıydı. Tercüm an gazetesi destekli bu ithamı yöneltenlerin
yegâne delili, M ehmet Metiner ve Hüseyin Okçu başta olmak üzere,
Girişim çevresini genellikle İstanbul'da yükseköğrenim gören Kürt köken­
li gençlerin oluşturmasıydı. Ayrıca derginin Said Nursi'yi sahiplenmesi
de, aynı manükla, onun Kürt olmasıyla ilişkilendiriliyordu.
G i r i ş i m ' in 1989 Ağustos tarihli 47. sayısında, 64. yıldönümü
münasebetiyle Güneydoğu’daki Şeyh Said ayaklanmasını kapak konusu
olarak işlemesi, yine İslami cephede şok etkisi yarattı. Hüseyin Okçu
yaptığı geniş araştırm ada Şeyh Said ayaklanmasının milliyetçi değil
İslamcı olduğu sonucuna varıyordu. Kemalist ideolojiye karşı bu ilk ciddi
karşı koyuşun "kıyam" olarak nitelendirilmesi radikal İslamcı çevreler ta­
rafından hararetle desteklenirken, gelenekçi yapılanmalar bir kez daha ses­
siz kalmayı yeğlediler.
£ İlk sayılarında Türkiye solundaki gelişme ve tartışmaları yakından iz­
leyen G irişim , üçüncü yılından itibaren ilgisini ülkücülere kaydırdı. Cezaevlerindeki ülkücü mahkûmların hızla İslamileşmeleri, içlerinden bazı­
larının geçmişleriyle tüm bağlarını kopartıp kendilerini yalnızca "müs­
lüman" olarak tanımlamaya başlamaları derginin 25. sayısında (Ekim
1987) ilk kez ele alındı. Girişim, Mamak Askeri Cezaevi'nde "işkenceler
sonucu şehid olan” Hüseyin Kurumahmutoğlu'nun İslamcı saflara geçme­
sinden sonra eski yol arkadaşlarının baskısına maruz kaldığını, ölümünün
ardından ise aynı kişilerin kendisine "ülkücü şehid" olarak sahip çıktığını
yazdı.^>
Bir sayı sonra Bursa Cezaevi'nden bir grup ülkücü mahkûm, dergide
olduğu gibi yayınlanan mektuplarında bu iddiaları yalanladılar. Eski
ülkücü-yeni İslamcıların ünlü ismi Burhan Kavuncu da hemen yan sayfada
bu yalanlamayı yalanladı.
,■
Yeni D ü ş ü n c e , B iz im O c a k , G ö z y a ş ı gibi dergilerde açıkça
gözlemlenen, ülkücülerin "geçmişlerine toz kondurmadan İslamcılık yap­
ma" tavırları, G i r i ş i m tarafından 12 Eylül sonrasının dayattığı bir
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 149
"tutarsızlık" olarak değerlendirildi. Ülkücülere iki şık tanındı: İslamüeş-^
melerini geçmişlerinden tam anlamıyla kopmaya vardırma ya da îslami
motifleri kullanmaktan vazgeçme.
Girişim ilk sayılarında Türkiye soluyla ilgili yazılara, büyük ölçüde o
günlerin popüler olayı olan sivil toplum tartışmalarının etkisiyle yer ver­
mişti. M ehmet M eliner, "12 Eylül ve Yeni Söylemler" başlıklı b ir'
başyazısında (Şubat 1987) "kemalist ideolojinin gölgesinden/vesayetinden
kurtulma mücadelesi" içindeki solculara dikkat çekip şöyle yazıyordu:
"Solun da sağın da elbette dürüst aydınları vardır. Bu aydınların diyalog
çağrısının bu yüzden yabana atılmaması gerektiğine inanıyoruz. Çünkü
yeni dönemin öne çıkan özelliği de bu yönde olmuştur." Yine M etiner'in,;
bir ay sonra S o sy a list Zem in dergisinde "İslamcılar ve S osyalistler";
başlıklı yazısı yayınlandı. Metiner, Zemin yazarlarından Emin Tanrıyar’ın ;
İslamcılarla diyalog içindeki bazı solcuları "fazla geriye gitmekle" suçla­
dığı yazısına cevaben kaleme aldığı yazısında şöyle diyordu: "Açık açık 1
şunu diyorum: ABD emperyalizmini protesto etmek üzere Taksim’de top-;
lanan sosyalistleri bastırma işi ne yazık ki müslüman kitlelerle y a p ıl-;
mistir. Müslüman kitleler dini duyguları tahrik edilerek ve yanlış yönlen-1
dirilerek sokağa sürülmüştür. Bu açıkçası bir provokasyondu. Bir müslü-:
man olarak bu olayı tasvip etmediğimizi açıkyüreklilikle belirtiyorum.
(...) Kanlı Pazar'lar geride kaldı artık! İslamcıların açıkça eleştirdiği bu
türden hadiseleri ikide birde onlara mal etmek neyin nesi oluyor, doğrusu [
anlamak güç! Asıl bugün müslümanlar Kanlı Pazar tertipçileriyle yüzyü-'
zedirler. Bu tertipçilerin kim olduklarını Tanrıyar da belirtiyor,- söz konusu
yazısında: Muktedirlerin safında yer alan bir kısım sosyalistler ve sosyal
demokratlar! Nereden nereye! Bir kez daha belirtiyorum: İslamcılaf zulmün
ve haksızlığın karşısındadırlar. Kimden gelirse gelsin ve kime yapılırsa
yapılsın zulmün ve işkencenin lanetlenmesi, protesto edilmesi gerektiğine
inanmaktadırlar."
Türkiye'nin politik haritasının yeniden netleşm esi sivil toplum
tartışmalarının gözden düşmesine yol açınca G irişim 'de eskisi gibi diya­
logu önemseyen yazılara rastlanmaz oldu. Ancak derginin 40. sayısında
(Ocak 1989) Mehmet Metiner'in "Hılfu'l-Fudül'ün, Anlam ve Mahiyeti"
başlıklı yazısı müslümanların aynı inanıştan olmayan insanlarla diyalog
kurmalarının, belli sorunlar karşısında birlikte hareket edebilmelerinin teo­
rik çerçevesini çiziyordu.
150 AYET VE SLOGAN
Hılfu'l-Fudül, Hz. Muhammed'in kendisine vahiy gelmeden önce
Mekke'deki keyfilik ve haksızlıkların önünü alabilmek amacıyla, "cahiliyye"ye mensup olmalarına rağmen erdemlilik vasfına da sahip olan bazı
güçlü şahsiyetlerle birlikte gittiği bir örgütlenmeydi. Metiner, "Erdemliler
İttifakı" olarak bilinen bu örgütlenmenin günümüzde de mümkün olabi­
leceğini, olması gerektiğini söylüyor. Ona göre "Erdemli olmak başlıbaşına bir meziyettir. İdeolojik farklılıklar, erdemli olmaya gölge düşüremez
bu yüzden. Çünkü erdemli insanlar, kendisi gibi düşünmeseler de, kendisi
gibi inanmasalar da, zulme uğrayan herkesi savunmak gerektiğine ina­
nırlar. (...) Erdemli insanlarla bir araya gelmek hiç kimseye ürkütücü gel­
memelidir. Çünkü erdemli insanların birlikteliği insanlığın teminatıdır,
insanca yaşamanın adıdır (...) Zulmün ve haksızlığın evrensel düzeyde sis­
temleştiği bir dönemde çağdaş zor ve istikbara kairşı direnebilmek için er­
demli insanlara her zamankinden daha çok ihtiyaç duyulmaktadır."
GEÇ KALAN EYLEMLİLİK
70'1 i yılların sonlarından itibaren İslami gazete ve dergilerde kendilerini
yetiştiren bir grup genç tarafından çıkartılan G irişim esas olarak genç
İslamcılar tarafından izlendi. Dergiyi çıkartanlar, İslami harekette gençliğe
çok büyük bir önem atfettiklerini ısrarla belirtiler. Bölümün sonunda ek
olarak verdiğimiz Mehmet Metiner'in "Genç Kuşağın Misyonu" yazısı bu
tavrı çok net bir biçimde sergiliyor.
Gelenekleri, statükoları, dengeleri sarsabilmek için kaçınılmaz olan bu
tercihin bir dizi dezavantajı da vardı. Hızla değişen Türkiye'de İslami dergi
ve çeviri kitap bombardımanına tutulmuş İslamcı gençlerin kafaları kar­
makarışıktı. İdeolojik netliğe bir an önce kavuşmak isteyen çok sayıda
genç bir an önce bir yere angaje olup "bir şeyler yapmak" istiyordu. İslam
dünyasındaki radikal İslamcı çıkışlarla ajite olmuş, basının irtica kampan­
yaları ve başörtüsü yasaklarıyla öfkelenmiş gençler somut program
önerileri bekliyordu. Gözlerin kendisine çevrildiği durumlarda Girişim po­
litik mücadele içine girmek yerine, İslamcı düşüncenin propagandasını (da­
vet) temel almakta ısrar ediyordu.
Başörtüsü yasağına karşı aktif direniş saflarında yer alan G ir iş im
çevresi, solcu öğrencilerin "tek tip öğrenci derneği yasa tasarısı"na karşı
eylemlerini onaylamış, hak ve özgürlükler konusundaki çifte standarttan
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 151
uzak benzer bir tavrı başörtüsü konusunda solculardan beklediğini ilan |
etmişti.
31. sayısında (Nisan 1988) ülke çapında yapılan "Filistin Halkıyla
Dayanışma" gösterilerini kapaktan sahiplenen G irişim bundan böyle
Türkiyeli İslamcıların artan hareketliliklerine geniş yer verir oldu. Çünkü,
o meşhur tabirle, "hayatın kızgın pratiği", teoriyi her zaman olduğu gibi .
geri plana itmeye başlamıştı.
Girişim 52. sayıda (Ocak 1990) üniversitelerde gerçek gücün İslamcılar
olduğunu açıkça ilan etti. Gençlik kesimi içindeki yoğun eylemlerinin
Sol'un çıkmazına delalet ettiğini iddia eden dergi, çeşitli üniversitelerde
İslamcıların gerçekleştirdikleri eylemlerden övgüyle söz etti. Bir sonraki ;
sayısında da Azerbaycan olayları üzerine İslamcı kesimin yaptığı eylem- j
lere sahip çıktı.
Radikal İslamcıların savunma psikolojisinden sıyrılıp bağımsız bir ey- ;
lem çizgisi sürdürebilmeleri kısa sürdü. Bir diğer deyişle G irişim 'in terk j
etmeye soyunduğu temkinlilik politikasının haklılığı kanıtlandı. Çünkü ,
devlet radikal İslam'a karşı ilk kez ciddi olarak baskı uygulamaya '
başlamıştı. Dergiler toplatıldı (Girişim in 54. sayısı dahil), değişik illerde :
yapılan polis operasyonlarıyla çok sayıda İslamcı tutuklandı. Radikal
İslamcı oluşumların varlığını doğrudan tehdit eden bu uygulamalara karşı ;
Girişim, -İslami Vahdet konusunu gündeme getirerek ortak direniş odaklarının yaratılmasına çabaladı. Fakat kısa bir süre sonra, büyük ölçüde ;
mali sorunlar nedeniyle 1990 Eylül sayısıyla, tam beş yıl sonra, yayınına :
"ara verdiğini" ilan etti.
Radikal İslamcı kesimin en istikrarlı dergisi olan Girişim'm kapanması
yalnızca maddi olanaksızlıklarla açıklanamaz. İlk sayıdan itibaren maddi
sorunları olan dergi çalışanları (hatta bazıları geçim derdiyle istemeye is­
temeye dergiyi terkettiler) çıkışlarının iddialılığı ve destek görmesi ora­
nında çok büyük manevi yüklerin altına girdiler. Beş yılın sonunda, iyice
yorulmuş olduklarını, üstüste yaptıkları "İslami Hareket, İslami Vahdet"
gibi sorLi armalara rağmen, bu ağır yükün taşınmasında yakın gördükleri
İslamcılardan kendilerine fazla yardım gelmeyeceğini anlamış olsalar ge­
rek.
Girişim in kapanması Türkiye'de radikal İslamcılığın başaşağı gidişini
hızlandıracak. Başka gençlerin, Girişim !in açtığı yolda, Türkiye'ye özgü
çağdaş-radikal bir İslamcı söylemin oluşturulması çabalarını sürdürebil­
152 AYET VE SLOGAN
mesi güç. Aksine, böylesi bir girişime öteden beri burun kıvıran bazı ra­
dikal çevrelerin haklı çıktıklarını ilan etmeleri kuvvetle muhtemel. Bu
"kestirmeden radikal" çevrelerin, G irişim 'in beş yıllık uğraş sonunda gel­
diği tıkanıklığı ta baştan beri yaşadıkları kabul edilirse, radikal İslam­
cılığın Türkiye'de gelecek vadcünediği ortaya çıkıyor.
GENÇ KUŞAĞIN MİSYONU
Mehmet Metiner
Türkiye'de genç kuşak müslümanların misyonu ne olmalıdır? Bence, Müslümanlar
arasında gurupçuluk eğilimi yüzünden oluşan kin duvarlarını yıkmak ve
bütünleştirici Isiamî anlayışı yeniden ihya etmek olmalıdır. Yani genç kuşak
müslümanlar içtenlikle ve bilinçle, orta yerde duran uçurumları derinleştiren değil;
uçurumlara köprü teşkil eden bir misyonun temsilcisi olmalıdırlar Bu misyonu sa­
dece düşünce düzeyinde değil, pratik bir nümune halinde ortaya koymak da bu mis­
yonun bir gereği olarak anlaşılmalıdır.
Türkiye'de.ciddi bir biçimde eksikljği hissedilen şey budur gözlemleyebildiğim ka­
darıyla.
Bilinçli ve şuurlu müslümanları birbirine yakınlaştırabilecek, oniar arasında da­
yanışma bilinci oluşturabilecek ve onları ortak bir duyarlılık ekseninde harekete
geçirebilecek bir gurubun ortaya çıkması hiç kuşkusuz büyük bir rahmete vesile ola­
caktır. Bu gurup., geniş yürekli olmayı, diyaloga ve yardımlaşmaya açık olmayı bir
temel ilke olarak benimsemelidir ki, amacına ulaşabilsin. Bu grubun en başta
önemsemesi gereken ahlak? ilke; "kendi nefsin için istediğini müslüman kardeşin
için de işte!n ilkesi olmalıdır. Bu şu demektir: Bir başkasının benim kanaat ve yorum­
larıma seviyesiz bir üslupla hakaret etmemesini istiyorsam, benim de onun kanaat
ve yorumlarına o üslupla hakaret etmememdir. Bir başkasının benim doğrularıma
"batıldır, küfürdür" damgasını basmasını istemiyorsam, benim de bir başkasının
doğrularını bu gözlükle değerlendirmememde. Yani kısacası ve açıkçası, anlamayı
ve anlaşılmayı tümden iptal eden kötü ahlakî tutum ve tavırlar içine girmemektir. Sa­
dece uyaran değil, uyarılan inşan olabilmeyi kabul etmektir. Kendimizi hak ve haki­
katin merkezi, dışımızdakileri de sapık ve çizgi dışı görmemek ve göstermemektir.
İyi bir uyarıcı olmak kadar, iyi bir uyarılan olmak gerektiğini unutmamaktır. Hep
başkalarını uyarıya ve eleştiriye muhtaç gören bir anlayışın kendisi düzeltilmeye
muhtaç bir anlayıştır çünkü. Bu anlayış, nefisleri azizleştiren ve gurupçuluk eğilimini
kökleştiren ve bu cümleden olarak Müslümanları birbirlerine karşı horgorü silahını
kuşanmaya iten kötü bir ahlakî ilkeyi gündeme getirmektedir. Bu anlayış mensup­
larının son tahlilde güvenilir kimseler olarak kabul edilmeyecekleri ve en kötüsü de
marjinal olarak kalacakları besbellidir.
.
.
İnsanları, hatalarından dolayı uyarmak kuşkusuz bir vazife olarak telakki edilme­
lidir. Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır meâlen: "Kardeşine
haklı da olsa, haksız da olsa yardımcı ol." Haksız olduğunda yardımcı olmak demek,
ona nasihat etmek demektir. Ona haksız olduğunu gösterebilmek demektir. Onu iyi
bir biçimde uyarabilmek demektir. Bugün uyarmak adına yapılanlar ne yazık ki bir
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 153
?•
başka haksızlık örneği teşkil etmektedir çoklukla. Yanlışlıkları ve kusurları telafi
edeyim diye uğraşanlarımızın çokları, ne hikmetse yeni bir yanlışlık ve haksızlık
örneği ortaya koymaktadırlar. Ne mi yapmaktadırlar bunlar? Kötü bir biçimde uyarıcı
olmaktadırlar en başta. Şuna-buna "küfür" ve "şirk" damgası, basmaktadırlar.
Sözgelimi, bir müslüman, İslama ve Müslümanlara partiyle hizmet etmek gerektiğine
mi inanmaktadır. Onun niyetine bakmaksızın, "parti küfürdür, particilik yapmak da
küfürdür!" demek suretiyle o müslümanı çok itici bir üslupla çizgi dışı göster-,
mektedirler. Aynı bakışaçısını partiyle çalışmak gerektiğine inanan müslüman da '
partiye karşı çıkan müslümana karşı kullanmaktadır. Bu durumda “Nuh'un gemisi"ne
binmediği için -her gurup kendi teknesini Nuh'un teknesi olarak kabul etmektedir
zımmen veya açıkça- birbirlerini olumsuz bir biçimde dıştalayan müslümanlar artık
oturdukları yerde birbirleri aleyhine konuşmaktadırlar, birbirlerini karalamaya,
çalışmaktadırlar. Bırakınız birbirine destek .olmayı, birbirlerine, kelimenin'tam an­
lamıyla köstek olmaya çalışmaktadırlar: Bütün, bunlar ne adına mı yapılmaktadır?;
Sorulduğunda, bir yanlışlığı düzeltmek ve insanları daha tevhidî bir düzleme oturt­
mak adına yapıldığı söylenmektedir. Ama sonuçta olan ortada. Müslümanlar birbirle­
rine kılıç üşüren insanlar olmakla ve bündan da tevhid davası zarar görmekte. Sor-î
mak lazım: Bir yanlışı düzeltmek adına bir başka yanlışa yol açmak mıdır marifet?;
Oysa az-biraz insan psikolojisinden veya kitle psikolojisinden anlayan kimseler bi-j
lirler ki, tek tek bireyleri veya insan guruplarını bu şekilde doğrultmaya çalışmakmümkün değildir. Çünkü bu yaklaşım biçimi, herşeyden önce insan psikolojisine;
aykırı bir yaklaşım biçimidir. Bu durumda sizin söylediklerinizin doğru, hatta dos-'
doğru olması pek bir anlam ifade etmemektedir. Burada daha çok sunuş biçimi belir-;
leyici olmaktadır. Bu toplumda pek çok yanlış ve hatta sapık görüşün insanlar .
arasında kabul görmesi bu yüzden değil midir? Evet, sunuş biçiminizde veya tebliğ;
üslubunuzda aykırılıklar ve yanlışlıklar varsa, "doğru" bildiğiniz şeyleri kabul ettirme-i’
niz zaten mümkün değildir. Bugün hepimiz bunun sıkıntısını şu. veya bu ölçüde'v
çekmiyor muyuz?
Bir de sıkıntımıza sıkıntı katan bir başka husus var ki, o da şu: İnsanların yapıp-:
ettiklerini değerlendirirken onların niyetlerini hiç.mi hiçgözönüne almamamız. Halbu-i
ki bizim dışımızda başka yol ve yordamlarlalslama hizmet etmeye, çalışan insanların:
niyeti düzgünse, bu durumda onları küfür ve şirkle itham etmemiz dinen caiz
değildir. Sadece onların kullandıkları alet ve e.davatlarin şen olmadığını söylemek,
yani kardeşçe uyarılarda/eleştirilerde bulunmak bir gereklilik halini alır. Açık misal
vermek gerekirse, sözgelimi, Refah Partisi'ni tutan bir Müslüman, partiyi sadece bu
toplumda İslama hizmet için kullanılması gereken araçlardan bir araç olarak kabul
ettiğini ve parti aracı dışındaki araçlarla da pekala mücadele edilmesi gerektiğine inandığmı ve parti aracını kullanırken kimi tavizler vermek zorunda kalındığını
açıkyüreklilikle belirtiyorsa, bu müslümanı nasıl değerlendirmek gerekmektedir? Bu
müsiümania nasıl bir ilişki biçimini içine girmek gerekmektedir? Bu soruyu sormak­
tan ve bu soruyu cevaplamaktan korkmamakgerekir. Şahsen, böylesi bir niyete sa­
hip bir Müsiümania kardeşlik hukuku çerçevesinde ilişkiye girmekten kaçınmamakgerektiğini kendi adımıza belirtmekte yarar görüyorum. Yani her iyi niyet sahibi Hizbuilahî Müsiümania, ortak bir hedefe doğru yürürken aynı cephede gözükmekten ve
birlikte iş üretmekten içtinab etmemek gerekmektedir. Burada birlikte iş üretmek
sözünden kastettiğim husus şudur: Particilik yapanlarımızın mutlaka particiliği terketmeleri, particilik yapmayanlarımızın da mutlaka particilik yapm aları demek
değildir. Yani dışımtzdakileri aynen kendimize benzettikten ve onları kendimiz gibi
154 AYET VE SLOGAN
yaptıktan sonra onlarla iş üretm ek değil; farklılığım ızı koruyarak, ama
farklılıklarımızdan dolayı birbirimize karşı hoşgörü sahibi olmadan Islamın genel
menfaatleri söz konusu olduğunda biraraya gelip ortak işler yapabilmektir. Bir
başörtüsü olayında birlikte ses yükseltebilmektir, bir Halil Ürün ve 1.Halil' Çelik
olayında aynı tepkiyi gösterebilmek ve o kardeşlerimize sahiplenebilmektir, Islama
ve Müslamanlara yönelik saldırılar karşısında ortak tavırlar geliştirebilmektir mesela:
Tabii bütün bunları yapabilmek için, herşeyden önce birbirimizin iyi niyetinden kuşku
duymamak ve birbirimizle İyi beşeri ilişkiler içinde olmamız gerekmektedir. Değilsek,
sıkıntılarımızı kendi ellerimizle daha da arttıracağız demektir. Bu fiillerimizin hesabını
yüce Rabbimiz o hesap gününde hiç kuşkusuz bizden soracaktır.
Müslümanlar arasında bariz bir biçimde görülen bu ve benzeri sıkıntıları, “güzel
bir nümune" ortaya koymak suretiyle giderebilecek bir guruba ihtiyaç vardır. Genç
kuşak müslümanlar bu misyonu yüklenmek için kollarını sıvamalıdırlar. Yeni bir an­
layış ve yeni bir ruhla insanları hayra çağırmahdırlar, bu bağlamda sevimli ve
bütüncü bir.tebliğ üslubu geliştirmelidirler, Türkiye şartlarına uygun aklı başında bir
davet fıkhının oluşmasına katkıda bulunmalıdırlar, mezhebi ve meşrebi ne olursa ol­
sun bütün müsiümanları küfre ve tuğyana karşı birlik olmaya çağırmahdırlar ve en
önemlisi de birbirimizle uğraşıp gücümüzü yanlış yerlerde ve zeminlerde tü­
ketmemek gerektiğini vurgulamalıdırlar. Gurup kardeşleri değil, Müslüman kardeşler
olduğumuzu hiçbir zaman unutmadan birbirimize hadis-i şerifte belirtilen şekliyle
yardımcı olmamız gerektiğini hatırlatmalıdırlar.
Genç kuşak Müslümanların bu misyonlarında başardı olabilmeleri için, geçmişteki
ve halihazırdaki zaafları iyi tesbit etmeleri ve benzer zaaflara düşmemeleri gerek­
mektedir. En önemli zaaf, yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız gurupçuluk, mez­
hepçilik veya-meşrepçilik zaafıdır. Yani, "bir tek biz fırkayı naciyeyiz!" anlayışının
benimsenmesi zaafı... Buna yol açan önemli bir faktör biliyorum şahsen. O da, güç
faktörüdür. Biraz kuvvetlenmeye ve palazlanmaya başlayan her bir şahmın veya top­
luluğun bu eğilime yaka kaptırdığına şahit olmak gerçekten üzücü, işte başında
güçsüz İken, daha geniş yürekli olmaktan ve kardeşlikten sözeden kimseler ve top­
luluklar,-ne hikmetse, biraz güç topladıklarında, "ya bize katılırsınız, ya bize
katılırsınız"'demek suretiyle müslümanlara adeta kendilerinden başka bir alternatif:
bırakmamaktadırlar. Genç kuşak müslümanlar özellikle bu yanlış güçlülük psikoloji­
sine yakalarını kaptırmaya daha bir dikkat etmelidirler.' Diğer bir zaaf da şu: Yersiz
ve lüzumsuz tartışmalarla vakit kaybetmek ve bu tartışmaların yol açtığı tahribatları
görmezlikten gelerek farklı zamanlarda yine benzer tartışmalara kucak açmak.
Buna yol açan faktör de, ciddi bir geçmiş muhasebesinden yoksun oluşumuzdur
Geçmiş muhasebesi akıllıca ve bilinçle yapılmadığı içindir ki, bir delikten bırakınız iki
defa ısırılmayı, sayısız kere ısırtabiliyoruz. Yeni kuşak müslümanlar, geçmiş muha­
sebesini kendi çaplarında ciddi bir şekilde yaparak kimlerin yersiz ve lüzumsuz
gündem maddeleri oluşturarak aynı delikten kaç kez ısırıldıklarını tesbit etmelidirler.
Bu tesbit, onlara bir basiret kazandıracaktır, bir feraset kazandıracaktır kuşkusuz.
Sözgelimi, yakın geçmişimizde, 12 Eylül'den hemen sonra adeta dinin "olmazsa ol­
maz" hükmü olarak gündeme getirdiğimiz ve tartıştığımız konular niçin gündem dışı
kalmışlardır? "Memur oldun, kafir oldun", "Cuma kıldın, tağuta uşak oldun!", "Partiyi
desteklemedin, siyonist uşağı oldun!", "Iranı sevdin, Şii oldun, Humeynici oldun!",
"İranı tenkid ettin veya İmam Humeyni'ye bey'at etmedin, cehenneme gittin!",
"partiyi desteklemedin veya liderimize beyat etmedin cahilliye ölümü üzre ölmeye
hakkettin!" vb. tartışmaların yol açtığı tahribatları telafi etmek öyle sanıldığı kadar
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 155:
kolay olmamaktadır işte. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bugün benzer tartışmaları • 1
sürdürmeye'kalkışmak bir basiretsizlik örneği değil de nedir? Hem dikkat ederseniz,
suçlama mantığı değişmiyor. Sadece tırnak içindeki sözler farklılaşıyor o kadar. Bu
benzerliğimiz aklıma hep şu reklam spotunu getirmiştir: "Yok aslında birbirimizden
farkımız, ama biz..." Bizim de galiba birbirimizden pek bir farkımız yok bu noktada;
Genç kuşak müslümanların misyonu işte bu noktada "farklı" olmak gibi bir özellik
arzetmelidir. Böyle bir topluluğa olan ihtiyaç kendini açıkça hissettirmektedir. Vah­
det eğiliminin giderek güç kazandığı yeni bir döneme doğru serpiliyoruz. Genç
müslümanlar bu yeni dönemin "güzel nümuneleri" olsunlar ve bu süreci hızlan­
dırsınlar istiyoruz. İçimizde insanları hayra çağıran ve kötülüklerden nehyeden va­
sat bir topluluk (ümmet) olarak vazife görsünler istiyoruz. Onlardan biri olmak ne
büyük bir şereftir, ne büyük bir sevaptır. Selam olsun onlara!..
KAYNAK: Girişim, Haziran 1989, ss. 32-33.
C'îran İslam Devrimi, tüm İslam dün- !
Evrensel
“ yasında olduğu gibi Türkiye'de de ;
geniş yankılar bulmuştu. EmperyaISla rnİ Hareketin
lizmin Ortadoğu'daki gözbebeği olan,
Amatör Savaşçıları
alabildiğine güçlü şahlık rejiminin ■
• Ayetullah Humeyni'nin önderliğinde ;
halk tarafından alaşağı edilmesi, o güne dek İslami bir devletin hangi yolla i
kurulabileceği sorusuna mükemmel bir yanıt bulamamanın sıkıntısını !
çeken birçok İslamcı için tartışmasız bir model oluşturdu. "Allahuekber
Humeyni Rehber" sloganıyla en özlü ifadesini bulan İran tipi ve İran
bağlantılı bir devrimin savunucuları, daha çok gençlerdi. Türkiye'de İran
Devrimi'nin doğrudan etkilerini taşıyan dergiler yayınlanmaya başladı, var­
olan dergilerden bazıları çizgilerini yeni döneme uyarladı. Fakat "devrimci
İslam cılar” güçsüzlükleri, acemilikleri gibi nedenlerle, birbirleriyle
çatışma halindeki Marksist sol ile ülkücülere kıyasla marjinal bir konümö daydılaö İran Devrimi'nin başlarında, İslamcılarla solun Şah'akarşı bir­
likte hareket etmesi, Ayetullahların geliştirdikleri emperyalizm ve özelde
ABD karşıtı sert politikalar, Türkiye'deki "devrimci İslamcıların" da ok­
larını soldan çok sağa, özel olarak da "faşist" olarak nitelendirdikleri
ülkücülere yöneltmelerine neden oldu. Aynı şekilde ülkücüler de, muhafakazâr kesimin ellerinden kaymasının önüne geçebilmek için "devrimci
HİZBULLAHİLER:
156 AYET VE SLOGAN
"Müslümanların ilk kıblesi Mes.cid-i Aksa işgal a ltjjd a da ya Kabe?"
Şehâdet, Kasım 1987, Özel Sayı.
İslamcılarla” bildikleri tek yolla, silahla, şiddet kullanarak mücadele etti­
ler. 23 Şubat 1979 tarihinde İstanbul Fatih Camii avlusunda İslamcı
gençlik lideri Metin Yüksel'in ülkücü komandolarca öldürülmesi bu
çatışmanın doruk noktası oldu.
/
12
Eylül askeri rejimi, çizgilerini ve örgütlenmelerini henüz berraklaştıramamış olan radikal-devrimci İslamcılara indirdiği darbelerle bu çev­
relerin kendilerini toparlayabilmelerini bir süre geciktirdi. Devrimci İslam­
cıların 12 Eylül'e karşı tek önemli eylemi Diyarbakır uçağının Yılmaz
Yalçıner şefliğinde kaçırılması oldu; ama eylem başarısızlıkla sonuçlandı.
. 80'1İ yılların ortasına doğru, ülkedeki genel İslami hareketliliğe ve dev­
letin yukarıdan aşağıya denetimli İslamizasyon politikalarına paralel ola­
rak devrimci İslam cılar yeniden siyasi platform da yerlerini almaya
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 157’
t
'}•
başladılar. Gençlik kesimi içerisinde, Marksist ve ülkücülerin sindirilmiş ■
olmasından dolayı göreli olarak yalnız kalmışlar, önlerinde geniş bir faa­
liyet alanı açılmıştı. Öte yandan dünya çapında İran merkezli "Hizbullahi"
hareketler önemli başarılar kaydediyordu. Bunlara ek olarak Afganistan,
Filistin gibi bölgelerde yaşanan, yalnızca İran'ın katkılarıyla açıklanamamakla birlikle radikallikleri tartışma götürmeyen İslami hareketlilikler
kendilerine büyük prestij sağlıyordu,.
■ .
. A rtık kendilerini "Hizbullahi müslümanlar" olarak adlandırm aya
başlayan Türkiyeli devrimci İslamcıların önüne yeni yeni engeller de çık­
mıştı. Çoğunluğunu Sünnilerin oluşturduğü İslam dünyasında İran Devri­
mi'ne karşı duyulan genel sempati, yerini İran İslam Cumhuriyeti'ne
yönelik sert eleştirilere, ondan ürkmeye bırakmaya başlamıştı. İran, devri­
mi tüm müslüman ülkelere ihraç etmekte kararlıydı. Bu kararlılık, başta
Suudi Arabistan olmak üzere, rejimlerinin İslamiliği üzerinde derin kuşku­
lar bulunan ülkeleri karşı önlemler alma.ya şevketti. Ayrıca köklü müca­
dele gelenekleri olan ve ülkelerinde büyük ölçüde kurumsallaşmış (Müs­
lüman Kardeşler, Cemaat-i İslami gibi) Sünni İslami hareketler, İran ta­
rafından, kendi evrimci çizgilerine eleştiri yöneltilmesinden, kendi safları
içinde devrimci-Şii söyleminin propagandasının yoğun bir şekilde sürdü­
rülmesinden derin kaygı duyuyorlardı.
Irak'ın saldırısıyla başlayıp, İran'ın tavizsiz tutumuyla önemli bir
gelişme kaydetmeden yıllarca süren savaş; Ortadoğu’daki dengelerin aleyh­
lerine bozulmasının önüne geçmek isteyen emperyalist güçlerin, İran ve
onun liderleri aleyhine uluslararası kitle iletişim araçları vasıtasıyla tek
yönlü kamuoyu oluşturmaları ve benzeri durumlar İran’ın İslam dünyasın­
daki saygınlığının kırılmasında etkili oldu. Kuşkusuz İran rejiminin mez­
hebi yönünün iyice belirginleşmesi bu konuda çok belirleyici bir rol oy­
nadı. İran’ın İslam değil Şii devrimi ihraç etmek istediği yargısı, tarihsel
çatışmaları unutmayan (unutmaya da niyetli görünmeyen) Sünnilerin
büyük çoğunluğu tarafından benimsendi.
Bu düşüncenin yaygınlaşması Türkiye'deki Hizbullahileri de zor durum­
da bıraktı. İslami cephe içinde giderek yalnızlaştılar, marjinalliği aşama­
dılar. Bu olguyu, aynı çevre tarafından sırasıyla çıkartılan Istiklal-ŞehadetTevhid dergilerinde kolaylıkla gözlemlemek mümkün. Söz konusu dergim
lerde Şii-Sünni ihtilafları, vahdet ve rehberiyet sorunları üzerine çok sayı­
da yazı yayınlandı. Çoğu Türkiye'den olmak üzere Sünni, hemen hemen
158 AYET VE SLOGAN
hepsi İran'dan olmak üzere Şii din otoriteleriyle röportajlar, açık oturumlar
yapıldı. Yıllar önce Müslüman Kardeşler kurucusu ve lideri Haşan elBenna'nın da içinde bulunduğu Mısırlı Sünni liderlerle, Irak, Lübnan ve
İranlı Şii liderlerin katılımıyla oluşturulan "Cemaat-i Takrib"in (Yakın­
laştırma Heyeti) yeniden gündeme getirilmesine çalışıldı.
Türkiye'de Şii nüfusun yok denecek kadar az olduğu düşünülürse (kuş­
kusuz Alevilik de Şii kökenlidir ancak onun günümüz Türkiyesi’ndeki ko­
numu dinsel olmaktan çok kültüreldir. Ayrıca İran Şiileri [yani Caferiler]
özellikle ibadet bakımından Sünnilere sanıldığından daha çok yakındırlar)
bu yakınlaştırma çabalarının ülke içindeki farklı cemaatler arasındaki
değil, farklı söylemler arasındaki çelişkilerin yumuşatılmasını hedeflediği
anlaşılıyor. Bir diğer deyişle, kendileri de Sünniliği bırakıp Şiiliğe geç­
memiş olan Hizbullahi müslümanlar, Türkiye’deki müslümanları Şiiliğe
değil Şiiliğin politik diline davet edebilir ancak. Bunun için ise tarihi düş­
manlıkların bertaraf edilebilmesi gerekiyor. Bu çabaların meyve verme­
diğini ve vermesinin de çok zor olduğunu belirtip bu ihtilalci İslam yoru­
munun ana hatlarına göz atalım. '
Merkezi Londra'da bulunan Müslim Institute’ün lideri Pakistan asıllı
Kelim Sıddıki, başta Ayetullah Humeyni olmak üzere İranlı Şii önderler
tarafından geliştirilen "Evrensel İslami Hareket" kavramını sistemleştiren
bir kişi. Türkiye'deki Hizbullahi müslümanlar da Sıddıki'nin formülasyonlarını benimsiyorlar. Şehadet dergisinin 1987 Kasım tarihli özel
sayısında Muhammed Ömer Faruk imzalı ilk yazıda "Evrensel İslami Hareket"in ana hatları şu şekilde sıralanıyor: "1. Evrensel küfür, cahiliye ve
istikbara karşı topyekün ve uzlaşmaz bir şekilde mücadele etmesi, 2. Mer­
kezin İslam devleti olması, 3. Cahiliye dünyası ile bütün bağları, iliş­
kileri kesmesi, 4. Metodunun Resulullah (S.A.S.)'ın hareketinden kaynak­
lanması, 5. Öncülüğünü ulema ve fukahanın oluşturması, 6. Ümmetin
vaıhdeti üzerine temellenmesi, 7. Kuran'ın insancıllık, dürüstlük ve adaleti
tesis etmeyi amaçlaması, 8. Özel bir grup ve sınıfı değil, bütün müslümanları muhatap alması, 9. İslami hareket ve toplumun oluşturulmasında
mescidin rolünün özellikle vurgulanması, 10. 'Ulul emr minkum' lider­
liğini sağlaması, 11. Şehadet bilincini yerleştirmesi..."
Maddelerin en önemli yönlerini açımlayabilmek için aynı yazıdan bazı
bölümler de aktarmak gerekiyor: " İslam Devrimi ümmetin uyanmasında
ve evrensel İslami hareketin öncülüğünde önemli sorumluluklara sahiptir.
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 159
Diğerleri sorumluluğun dışında, tabii ki tutulamaz. Fakat açıktır ki,
'Liderlik' liderlik etmek zorundadır. İkincisi: Evrensel İslami hareketin bi­
lincinde olanlar ve kabullenmiş olanlar İslam devriminin liderliğini kabul­
lenmek zorundadırlar. Ümmetin çabaları karşısında küfür aktif olarak yeri­
ni alacağından, İslam devrimi de bu savaşta ümmetin merkezi olarak
yerini almalıdır. Bu, dengesini sağlamış, güçlü, istikrarlı bir hareketin bir
görevi, aynı zamanda hakkıdır."
Bu anlayış görüldüğü gibi ümmetçi bir perspektifle tüm İslam dünya­
sının merkezine İran'ı oturtuyor. İran Devrimi ulusal özelliklerinden soyu­
lup "evrensel İslam devri mi"nin ana halkası olarak kabul ediliyor. Böylece
dünyadaki tüm İslami hareketlilikler bu ana halkaya bağlılık arzetmek zo­
runda. Bu bağlılık, İran'ın liderliğini kabullenmeyi, onun imamını kendi
imamı olarak benimsemeyi şart koşuyor.
Dünyadaki bütün İslami hareketleri İran yörüngesine oturtmaya çalışan
bu anlayışın önünde yalnızca Şii-Sünni ayrımı değil, aynı zamanda ve
kimi durumlarda daha önemli olarak İranlı-Arap, İranlı-Türk vs. ayrımları
da büyük engeller oluşturuyor. Bu anlamda İsmet Özel'in 1985 yılında
yaptığı "Tahran müslümanların Moskovası olmak istiyor" uyarısının
haklılığı ve gündeme getirdiği endişeler önem kazanıyor.
Dergilerini İran kaynaklı yazı ve fotoğraflarla dolduran Türkiyeli hiz­
bullahi müslümanların dünyasının, şablonculuklarımn doğal sonucu ola­
rak, yanılsamalarla, abartmalarla dolu olduğu kolaylıkla söylenebilir. Tek
tük yaprak kımıldayan bir Türkiye'de, ellerinde kalaşnikof bulunan çarşaflı
kadınlar ve hatta çocuklar, umman kalabalıkların hançerelerini yırttığı mi­
tingler, sıkılı yumruklar, Kuran ayetlerinin yazılı olduğu dalgalanan bay­
raklar çok fazla anlam ifade etmiyor. İran'daki devrimci ajitasyon ve propa­
ganda sanatının bu ürünleri Türkiyeli Sünni müslümanlar için fazlasıyla
yabancı ve bir dönemlerin Marksist propagandalarını anımsattığı için de
itici.
^ İslam'ın bir din olarak fonksiyonlarını katı bir politik ideoloji uğruna
kolaylıkla gözden çıkartabilen Hizbullahiler, İran'ın bile ayak uydurmaya
çalıştığı dünyada yaşanan yumuşama süreçlerine rağmen keskinliklerini
muhafaza edebilmek için büyük gayret sarfediyorlar. Kapağında kendisini
"Hizbullahi dergi” olarak tanıtma ucuzluğuna giden D a v e t , 1990 Mayıs
sayısındaki takdim yazısında şu satırları yazabiliyor: "Kesin hatlarla 'iki'
cepheye, yani 'iman' ve 'küfür', 'hak' ve'Tjatıl', 'tevhid' ve 'şirk' cephesine
160 AYET VE SLOGAN
ayrılan, 'hizbullah' ve ’hizbuşşeytan' diye askeri yönden bloklaşan
günümüz dünyasında, çok yönlü ve şümullu 'Kıyamet Savaşı'nm hazırlık
aşamasına gelmiş bulunduğumuzu söylersek, mübalağa yapmamış oluruz
kanaatindeyiz'^
D a v e t 'in mübalağa yaptığı kesin. Aynı yazının ilerki satırlarında bu
mübalağa daha da "abartılıyor". D avet, sanki herkesçe itirazsız kabul edi­
len bir olguymuş gibi, Humeyni için bile dünya müslümanlarımn büyük
bir kısmı tarafından uygun görülmeyen "İslam ümmetinin veliyy’ül emir­
liği" sıfatını, İran Devlet Başkanı Haşimi Rafsancani’nin gölgesinde bir
anlamda sembolik bir göreve sahip olan Ayetullah Seyyid Ali Hüseyni
Hamenei’ye veriyor.
D a v e t dergisi "İmam'dan çok İmamcılığına" nadide bir örneği üç sayı
üstüste yayınladığı "Hama Olayı ve İran İslam İnkılabı" yazısında sergi­
liyor. 1982 yılında Hafız Esed rejimine karşı ayaklanan Suriye'nin Hama
şehri İslamcıları, tarihin kaydettiği en büyük katliamlardan birine maruz
kalmış, İran kendi devriminden cesaret alıp ayaklanan Hamalılar'a yardım
etmemiş,,bu büyük şehrin haritadan silinmesine göz yummuştu. İran'ın
bu tutumu, "Evrensel İslami Hareket"in çıkarlarının önüne kendi ülkesel
çıkarlarını koyduğunun bariz bir kanıtı olarak kabul edilmişti. D avet der­
gisi yazısında, İran'ın "ambargolarla kuşatıldığı bir uluslararası durumda
Suriye ile olan iyi ilişkilerini korumak zorunda olduğunu" kabul ediyor ve
bu politikanın İslam'a "son derece uygun olduğunu" kanıtlamak için
Hama'daki ayaklanmanın bazı liderlerine ve ister istemez de ayaklananlara
kara çalıyor.
^T ürkiye solcuları bu ruh halini iyi bilirler. Bütün politikalarını Mosko­
va, Pekin ve hatta Tiran gibi- başkentlere göre ayarlayan kimi solcular, bu
merkezlerin bile uluorta savunmaya cesaret edemedikleri birçok uygula­
manın sosyalizmin gereği olduğunu kanıtlayabilmek için az uğraşmamışla rd ı.\
Türkiyeli Hizbullahi müslümanlar yalnızca şablonculukları ve kraldan
çok kralcılıklarıyla değil, birçok konuda Türkiyeli Marksist-Leninistlerle
benzerlik gösteriyorlar. Türkiye'ye yönelik görüşler ve program üretme
çalışmaları ya yok, ya da "milliyetçilik, kitle kuyrukçuluğu, eklektizm"
gibi suçlamalarla daha rüşeym halindeyken boğulmaya çalışılıyor. Yazı ve
kitapların büyük çoğunluğu İran kaynaklı. Türkiye üzerine yazılanlar ise
kuru ajitasyondan öteye pek gidemiyor. ,
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 161
Saddam Hüseyin'in Kuveyt’i işgal etmesiyle yaşanan süreç, şematik dünya
yorumlan içinde Saddam ve Irak'ı büyük şeytan ABD’nin kucağına oturt­
muş olan Hizbullahileri iyice köşeye sıkıştırdı. Yine Saddam ve Irak’ın
İran’ın radikal anti-emperyalist sloganlarım kullanarak, "evrenselislam i
hareket"in hayalini bile kuramayacağı bir şekilde .dünya "müstekbirlerinin" hepsine kafa tutmasıyla neye uğradıklarım şaşırdılar. Daha çok
çeviri ağırlıklı yazılara yer veren, ılımlı bir "Hizbullahi" çizgideki Dünya
ve İslam dergisinin "Amerika ve İşbirlikçilerine Karşı Müslüman Kitleler
Safında Yerimizi Alalım!" başlıklı "özel sayısı" bu şaşkınlığın nerelere
kadar uzanabileceğine ilginç bir örnek oluşturdu.
Dünya ve İslam şöy\c diyor: "Irak’m Kuveyt'i İşgal ve ilhakı, akabinde
Suudi Arabistan'a yönelik fiili bir tehdit oluşturması ve hepsinden de
önemlisi emperyalizmin İslam dünyasının kalbine saplı bulunan hançeri
İsrail’in güvenliğini tehdit edici çıkışları bölgede emperyalizmin dayattığı
statükoya indirilmiş önemli bir darbedir." Derginin "müslüman kitleler
salV'ndan kastettiği Saddam ve Irak'ın yanıbaşı. Bu açık tavır alıştan sonra
Saddam'ın "suç dosyalarının kalabalıklığından" söz edilmesi hiçbir anlam
ifade etmiyor.
Her ne kadar diğer Hizbullahi çevreler Körfez Krizi'nde kimseden yana
tavır almadılarsa da, içlerinden tek bir grubun bile Saddamcı kesilmesi
başlıbaşma çok önemli açmazların işareti. Girişim dergisi Genel Yayın
Yönetmeni Mehmet Metiner'in, on günlük bir İran ziyaretinden sonra
BBC’nin Türkçe Yayın Servisi'ne verdiği cevaplar ve kendi dergisinde ka­
leme aldığı yazılar, Türkiye'deki genç radikal İslami çevrelerdeki İran tabu­
sunun yıkılmasına öncülük etmişti. Metiner'in yaptığı İran’ı eleştirmek
değil Türkiye’deki İran bağnazlarını eleştirmekti. Örneğin Türkiye'deki
Hizbullahilerin ısrarla reddettikleri İran rejiminin mezhepçi yönünü olum­
lu bir olgu olarak gözler önüne sermekten çekinmedi. Türkiye'deki Hiz­
bullahilerin "hakiki İslam" adına kıyasıya eleştirdikleri bazı geleneklerin
(kabir ziyareti vb.) İran'da aşırı bir biçimde geçerli olduğunu anlattı.
Hizbullahiler mücadele enerjilerinin büyük kısmını uzun bir süre gele­
nekçi müslüman kalabalıklara karşı sarfetmişlerdi. Onları "hakiki Muham­
medi İslam"a çekebildikleri ölçüde devrime yaklaşabileceklerini varsayı­
yorlardı. Ancak keskin eleştirilerinin giderek kendilerini daha da m arj inalleştirdiğinin farkına vardılar. Öte yandan birincil çalışma alanları olan
gençlik içinde Marksistler ve ülkücüler tekrar karşılarına çıktı. Özellikle
162 AYET VE SLOGAN
"sadece söylemeyip, aynı zamanda da bir şeyler yapan" Marksist devrim­
ciler herhangi bir şekilde radikalizme eğilimli gençler için daha cazip bir
hale geldiler.
Dünya ve İslam dergisinin 3. sayısından, Hizbullahilerin büyük bir
bölümünün bu tıkanıklığı aşmak için gelenekçi İslam'a yönelttikleri
eleştirilerden geri adım attıklarını öğreniyoruz. Dergi imzasıyla yazılan
giriş yazısında şöyle deniliyor: "Kitleselleşme, halkla iletişim kurmada
zorluk çekme gibi Türkiyeli Müslümanların karşılaştığı pratik zorlukları
aşma telaşının sözü geçen eğilimi besleyen önemli bir faktör olarak bu
noktada devreye girmesi ve tasavvuf ve tarikatler konusunda önceden
ulaşılan sahih anlayış ve tavırların terkedilmesiyle, kitleselleşmenin
önündeki önemli bir engelin kalkmış olacağı hesabı (...) Ayaklan yere
basmak gibi süslü kavramlarla ifade edilen bu tavırlar en ucuzundan bir
oportünizmden başka bir şey değildir."
Aynı dergiden, bazı Hizbullahilerin birdenbire tasavvuf düşkünü olma­
larını Ayetullah Humeyni'nin Mihail Gorbaçov’a yazdığı mektuptaki bazı
sözlere borçlu olduklarım öğreniyoruz. Dünya ve İslam'ın şu uzun şablonculuk eleştirisi, Türkiye'deki Hizbullahi hareketin iflasın eşiğinde oldu­
ğunun bizce çarpıcı bir göstergesi: "İmam [Humeyni] devasa kalıpları, ke­
mikleşmiş anlayışları sorgulayarak, eleştirerek, yıkarak devrime önderlik
etti. — Zaten sorgulama yoksa devrim de yoktur.— İmam’dan öğren­
diğimiz birçok şeyden biri de 'sorgulayıcı bakışaçısı'dır. Öyleyse aynı sor­
gulayıcı bakışaçısıyla İmam'ın görüşlerini ve eylemlerini de sorgulayabİlmeliyiz. Elbette bir insan olarak İmam'ın da bir takım hatalı görüşleri bu­
lunabilir ve vardır da. Bunları görmemek, görmemeye çalışmak ise Türki­
yeli müslümanların geçmişten miras aldıkları ve bilinçaltlarında çok derin­
den yer etmiş olan 'kişileri putlaştırma' yanlışının yeni bir tezahürü ol­
maktan başka bir şey değildir. Hele bu yanlış 'çağın putkıncısı'nm şahsın­
da yapılıyorsa, çok daha trajik bir durumla karşı karşıyayız demektir."
Türkiyeli Hizbullahiler sorgulayıcı bir bakışaçısı için çok ama çok geç
kaldılar. Küçük bir militan çevre olarak varlıklarını sürdürebilme şansına
sahip olsalar da Türkiye'nin siyasi, toplumsal, kültürel ve dini yaşamında
etkin olabilmeleri imkânsız. Gazeteci-yazar Turan Dursun'un öldürülmesi
olayında adlarının geçmesini ne yalanlama, ne de doğrulama cesareti göste­
remeyen Türkiyeli Hizbullahilerin bu ülkeye verdikleri en önemli hizmet,
kim ne derse desin, son yılların en önemli toplumsal dönüşümlerinden
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 163.
biri olan İran İslam Devrimi’nin ve aynı şekilde son yılların en büyükf
devrimcilerinden biri olan Ayetullah Humeyni'nin doğru dürüst anlaşılıp
değerlendirilmesinin önüne çıkarttıkları dev engeller oldu!
M.AKSOY VE ÇETİN EMEÇ'İN ÖLÜMÜ
VE D Ü Ş Ü N D Ü R D Ü K L E R İ
Naci Hanpolaî
Türkiye'de mevcut sistemin miras olarak gerçekleştirdiği toplumsal yapılanma ve bu
yapılanmanın beraberinde getirdiği topluma hakim birtakım anlayışlar, bu coğrafya­
da köktenci-devrimci çözümlemeler getiren hareketlerin uzun bir dönem marjinal ;
kalmasına neden oluyor. Bu olayın kökenlerine indiğimizde Hz. Ali dönemindeki'
karşı devrim hareketi sonrası Islâm topiumunda yayılmaya başlayan ve gitgide h a - '
kim bir çizgi durumuna gelen, "Emevi yanlısı anlayış" olarak adlandırılabilecek bir a n -1
layışla karşılaşırız. Toplumdaki mevcut durumu muhafaza, yeniliklere şüpheyle ':
bakış, düşünce üretmede ve yaratıcılıkta donuktuk bu anlayışın belirgin tezahür- j
leridir. Türkiye'de mevcut toplumsal yapılanmanın miras olarak devraldığı Osmaniı ‘
saltanat sisteminde en iyi şekilde ifadesini buian statükoculuk, toplumdaki adalet- j
sizlikleri kökten çözecek anlayışlar yerine birtakım günübirlik çözümlemelere git­
mek, mevcut sistemin muhafazasını önde gelen görev bilmek gibi tavır ye düşünüş ;
tarzları, toplumu hep ortayolcu -olumsuz anlamıyla- bir konuma sevketmiştir.
Türkiye'nin toplumsal örgüsünün dayandığı arkaplanı irdeleyen bu kısa tahlil,
Marksist-Leninist devrimci hareketlerin T.C.'nin kuruluşundan günümüze kadar k i ;
seyrine baktığımızda içine düştüğü ve artık kronikleşmiş "uzlaşmacı" tavrını
değerlendirebilmek amacını güdüyor. Dünya genelinde K.Marks ve F.Engels'in teori- ‘
sini şekillendirdiği şekliyle Marksizm, Kapitalist sermayedar sınıfın toplumun prole- :
ter-ezilen sınıflarını sömürmesine karşılık proleter sınıfa, kapitalizme karşı savaşımı \
için devrimci bir program sunma amacını taşıyordu. Bu anlayışta toplum iki kutba
bölünmüştü ve bu iki kutupdan proleteryanın, kendi özgücüne dayanarak
sağlayacağı örgütlülük sonucunda.burjuvazinin iktidarının sona ereceği kabul edil­
mişti. Bu nedenle bütün toplumsal olaylar, çeşitli görüş ve düşünceler, sosyal h a re -.
ketler değerlendirilirken “sınıfsal bir bakışaçısr1hep ön planda tutuluyordu. Sonraları
Lenin de Marksizm'in bu sınıfsal ayrıştırmasını uluslararası ilişkilere uyguladı ve
"Emperyalizm teorisi"ni kurdu. Sonradan ortaya çıkan Marksizm-Leninizm'den sap­
ma birtakım revizyonist-reformist hareketleri, Avrupa tipi komünist partilerinin
geliştirdiği yeni sosyalist anlayışları gözönünde bulundurmazsak toplumsal bakış
açısının, Marksist-Leninist MUler için sınıfsallığını koruduğunu söyleyebiliriz. Bu
amaçla ML'ler, toplumun ezilen, sömürülen kesimlerinde örgütlenmeye çalışmışlar,
Burjuvazi ve onun işbirlikçilerine karşı mücadele etmişlerdi. Dolayısıyla kendi toplumlarının gerçekçi bir tahlilini gerçekleştirebilmiş, halkın öz değerlerine sahip
çıkabilmişlerse mücadelelerinde başarıya da ulaşmışlardı.
Türkiye'de ML hareketinin bu açıdan bir değerlendirmesini yaptığımızda
karışımıza çıkan tablo, ML teorinin gerektirdiği tarzda bir görünüm arzetmemektedir.
Kurtuluş savaşı adı verilen savaştan bu yana genel olarak ML hareketi, Türkiye'deki
164 AYET VE SLOGAN
yönetici elitin, toplumsal kültürü -ML teoriye göre burjuva bir anlayış olan- pozitivizm
yönünde değiştirmesi sürecinde bir araç olarak kullanılmıştır. Ki bu yönetici elit bur­
juva aityapılı, emperyalizmin işbirlikçisi, anti-marksist bir entellektüel kesimden
oluşuyordu; Burada ML teorinin, burjuva veya küçük burjuva sınıfa mensup bir
kişinin hangi ekonom ik altyapının b elirle yiciliğ i altında ML olabildiğini
açıklayamadığı, bunu teorinin kendi ekonomik altyapı ilkesiyle apaçık bir şekilde
çelişki .arzeden "sınıf, intiharı" gibi muğlak bir kavramla izah etmeye çalıştığı
açmazına değinmek gerekir. Konumuz ML teorinin açmazlarını irdelemek ol­
madığından üzerinde fazla durmuyoruz. ML terminolojisinde bir "Burjuva Demokratik
Devrimi" olan, devletin kapitalist bir sınıfın oluşumu için ekonpmiye müdahale ettiği
bir sistem anlayışı getiren Kemalist devrim -bazı Maocu fraksiyonlar buna MDD (Milli
Demokratik Devrim) diyorlar- açıkça komünizme karşı tavrını belirginleştirdiği halde
ML'ler mevcut düzenin kuyrukçusu olmuşlardır. Düzene muhalif devrimci her İslâmî
hareketin, ayaklanmanın karşısında mevcut sistemin savunuculuğunu düzenin asıl
uygulayıcılarından daha şiddetli olarak yapmışlar. ML sınıfsal bakışaçısı'nı terkederek ezilen-sömürülen kitlelerin karşısında hep 1789 Fransız ihtilali'nin burjuva içerikli
içi boş, bayat sloganlarını, gene burjuvazi ve tekelci sermaye için ön plana
çıkarmışlardır. 1925 Şeyh Said Kıyamt'na karşı sistemin aşırı sol, sağ ve hatta ken­
dine "Müslümanım" diyen birtakım çevreleri "ortak düşman"a karşı bir savunma itti­
fakı gerçekleştirmişlerdi. Çünkü "Misak-t Milli" sınırlan tehlikeye düşmüştü. İlginçtir,
Şeyh Said Kıyamı'ndan yaklaşık yarım asır sonra doğuda gerçekleştirilen birtakım
mitingler, İslâmî içerikli olmadığı halde birtakım kendine ML diyen çevrelerin yayın
organlarında "Şeyh Said'in piçleri tekrar ortaya çıktılar" şeklinde lanse edilmişt,i.(1)
60'lı yılların sonlarına doğru dünyadaki bir takım gelişmelerin Türkiye'ye de
yansıması sonucu belirli oranda eylemde ve,teoride radikallik sağlanabilmişse de bu
çok küçük — marjinal bir yönelim olarak kalmış, hakim karakter, belli bir noktaya ka­
dar sisteme muhalif olma, bu noktadan sonra İse düzeni savunur pozisyona düşme
olmuştur. Bu nokta da Kemalizmin ilkeleridir. Mevcut sistemin temel dinamiklerine
yönelik her İsiâmî-dövrimci girişim, en radikal ML'ler tarafından bile burjuva-küçük
burjuva demokrat lâik çevrelerin sempatisini kazanmak amacıyla hep kınanmış, hat­
ta düzen adına hesap sormaya and içilmiştir. Burada düzen bir yandan kendisine
bağlı kukla din adamları yetiştirerek İslâmî duyarlılığı bu yolla yoketmeye çalışırken,
öte yandan lâik-demokrat-sosyalist bir kesimi de bu yöne eğilimi olabilecek kitleleri
kontrol altında tutmak amacıyla kullanmıştır. Hatta bu amaçla kemalizmin bir sağ, bir
de sol yorumu yapılmış böylece sağcıların ve solcuların kemalizmin ortak pay­
dasında birleşmeleri sağlanmıştır. Halen kamuoyunda konuşulan Prof. M.Aksoy'un
ve Çetin Emeç'in öldürülmesi olayında, bu eylemi bir İslâmî örgütün gerçekleştirmiş
olabileceği ihtimali gündeme geldiğinde toplumun en radikal solcusundan faşistine
kadar herkes "ortak düşman"a karşı îavıralınması için kolları sıvamışlardır. Hatta bu
amaçla ML'nin gerçek takipçileri oldukları iddiasında olan gruplar, olayı protesto için
korsan mitingler yapmışlardır. Bununla da kalmayarak bir zamanlar Amerikan Em­
peryalizminin kuklası yerli faşistler "Türkiye Iran olamayacak" diye sloganlar
atmışlardır. Evet.. Öyle görülüyor ki Türkiye'de ML'lerin görevi mevcut kapitalist sis­
temi devirip yerine sosyalizmi inşa etmek, desteklemek, onu yaratıcı eylemlilikler­
den kaçınmaktır.(2)
Bütün bu olaylardan biz Hizbullahîler şu dersi çıkarıyoruz; toplumun bütün
sömürülen kesimleri; işçiler, köylüler, memurlar v.s. bütün ezilen kesimler devrimci
İslâmî hareketin kendilerine sunacağı kurtuluş programının potansiyel beklentisi
DÜZENE KARŞI RADtKALİZM 16Î
içindedirler. Şurası kesin bir gerçektir ki bugün Türkiye'de ML harekete sempati ile
bakan kesimler ve hatta bu hareketin militanlarının büyük çoğunluğu kendilerine ve­
rilen bu anlayışın tahlilini yapabilecek, teorideki tutarsızlıkları bir yana Türkiye'deki
pratiklerinin kendi teorilerinin ternel ilkeleriyle çeliştiğini anlamayacak denli bilgisiz
bırakılmış durumdadırlar. Genel olarak devrimci İslâmî hareketin kendini gerçek bir
alternatif olarak ortaya koyabilmesi, kitleleri ardından sürükleyebilmesi için toplu- ;,
mun sorunlarına sahip çıkması, geleneksel din anlayışının dışına çıkarak köklü
çözümler., Kur'anî yaklaşımlar oluşturmak, şimdiye kadar yapıldığı gibi hep düzenin
izin verdiği ölçüde, hoşgördüğü oranda devrimcilik yapmak yerine kendi programı
gereği ne yapması lazımsa onu yapmak yönünde tavır alması gerekiyor. Toplumun
kanını emen ruhbanların, kapıkulu din ulemasının,.kapitalist sermayedarların ve ge­
nel nitelikleriyle tam bir san sendikacı konumunda olan ML'lerin gerçek yüzlerinin
Müslümanlarca teşhir edilmesi gerekiyor.
ML'lerin ve genel olarak ML hareketin ikiyüzlü, dışı devrimci, özü uzlaşmacı Ş
içeriğini toplumda bu kesime sempati ile bakan samimi kitlelere göstermek, bu ha-;
reketin devletin halkı kandırmak ve kendine daha fazla köle etmek amacıyla k u l-:
lanılan bir emniyet subabı olmaktan öte bir anlam taşımadığını bilerek, ML hareketin ;
tekelinde olduğu önyargısıyie uzun süre uzak durulan alanlara da el atmak gereki- i.
yor. Yalnız, burada çok önemli bir noktanın vurgulanması gerekiyor ki o da artık,
faşist söylemlerin, duygusal yaklaşımların bir an önce terkedilmesidir. Kur’an, Hz. »
Muhammed (s.a.v.)’in hadisleri ve genel olarak Islâm kültürü, özünde devrimci m u h -,
tevaya sahiptirler. Bu muthevayla küfür ve şirkin saldırılarının önünde durmak gere- ■
kiyor. '
'
■
Bugün Türkiye gerçeğinde zalim düzene muhalif yegâne devrimci güç.,
Müslümanlar dışında bu zulüm-sömürü-baskı ortamını ortadan kaldırabilecek tek b ir :
güç yoktur.
'
Bu gerçeklerin ışığında halkların İslâmî kurtuluşunu gerçekleştirmeye çalışan ;
Hizbullahi birimler, Allah’ın mustaz’afiarı vaad ettiği konuma geleceklerdir. Hz. Pey- i
gamber (s.a.v.)’İn buyurduğu gibi;
!
"Bir hükümet küfr ile ayakta kalabilir, ama zulm ile as/a"
1. Türkiye’de Kürd solu yapısı gereği Kemalizm'in ideolojik propagandasından et­
kilenm ediği, m ücadelesini sürdürebilmek için direk olarak Kemalist id eolojiyi
karşısına almak durumunda olduğundan dolayı gerek Şeyh Said kıyamında ve gerekse,
genel yaklaşımlarında daha olumlu ve devrimci bir yapıda gözükmüşlerdir. Buradaki
değerlendirmelerimiz, Kürd sol örgütleri üzerinde değil, şu veya bu şekilde Türk
Şovenizminden etkilenmiş, adı devrimci sol fraksiyonlar içindir.
2. Yazım ızda sağcı-faşist kesim in karşı devrim ci rolüne değinm eye gerek
görmedik. Kendine 'Müslüman' adını veren birtakım gruplardan tutun da m illiy e tç i-1
muhafazakârlara, liberal sağcılara, ırkçı faşist kesim e kadar şirkin !sağ cephesinin
tavn, geçm işten beri ortada olduğu için, değerlendirmemizi bu konuda devrimci
tavırlarıyla bilinen ama gerçekte böyle olmayan sol gruplarla sınırlandırdık.
KAYNAK: Tevhid, Nisan 1990, sst 17-19.
166 AYET VE SLOGAN
N o k ta dergisinin 1990 Mart so­
nunda yayınlanan 13. sayısı geniş bir
yankı uyandırdı. Derginin kapağında
"Şeriat için silahlı mücadele" başlığı
ve "Eylemci Müslüman Ak-Doğuş
grubunun Kumandanı Salih Mirzabeyoğlu ile konuştuk" spotu vardı.
Kapak resm inde ise "kum andan”
görülüyordu. Türkiye’de bir İslam
devrimi için her türlü şartın hazır olduğunu söyleyen, Kürt sorununu eya­
let sistemi içinde çözmeyi öneren, gerilla savaşından, silahlı mücadeleden,
şchadetten dem vuran Ak-Doğuşçular, Nokta okurlarının büyük çoğunluğu
için söyledikleriyle, savunduklarıyla önem kazandı ve büyük bir ihtimalle
"tehlikeli” bulundu^Halbuki Ak-Doğuşçuları diğer İslamcılardan ayıran
yön, son tahlilde birçok grup ya da çevre tarafından kabul edilebilecek olan
söyledikleri ve savundukları şeyler değil, bunları söyleme, açıkça savunma
cesaret ve yürekliliğini gösterebilmeleri. Bir diğer deyişle, tuzu kuru bir
biçimde F.Almanya'dan yolladığı "masum" tebliğlerde sırf bazı kelime ve
kavramları sansürsüz dile getirdiği için nasıl Cemalettin Kaplan haksız
yere "en radikal" payesine ulaştırılmışsa, Ak-Doğuşçular da Türkiye top­
raklarında yasal faaliyet içinde bulunup, bütün İslamcıların korkulu rüyası
163. maddenin üstüne üstüne gitme gözüpekliğini gösterdikleri için
gerçek konumlarından daha ilerilerde algılanıyorlar (Nitekim Nokta 'nın bu
sayısı ve Ak-Doğuş un bütün sayıları söz konusu maddeye dayanarak top­
latıldı, hatta devlet sonunda çareyi Ak-Doğuş 'u kapatmakta buldu)^
Ak-Doğuşçulann bü dobra militanlıkları kuşkusuz savunduktan dünya
görüşü ve gençliklerinin dinamizmi tarafından besleniyor. Ve bu militan­
lığın üç hedefi var: 1) "Düşman" güçleri şoka uğratıp, panik havası içinde
daha da saldırganlaştırmak ve böylelikle "gerçek yüzlerinin açığa çıkması­
nı" kolaylaştırıp, hızlandırmak; 2) Genelde müslüman kitleleri, özelde
İslamcı kadroları içinde bulundukları uyuşukluk ve pasifizmden sıyırmak
amacıyla İslamcı kurum ve kuruluşların statükolarını bombardımana tut­
mak; 3) Bütün bu süreçlere paralel olarak geniş bir kitle çalışması ve bu­
nun bağnnda dar-kadro çalışması sürdürmek.
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C)'nin ideolojik ve po­
litik lideri Mahir Çayan'm Kesintisiz Devrim 2-3 broşürlerinde formüle
BÜYÜK DOĞUİBDA:
Öncü, Militan,
Aydın, Aristokrat
ve İnkılapçı
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 167
ettiği "Politikleşm iş A skeri Savaş
Stratejisi" ile (bizim yorum layarak
özetlediğimiz) bu görüşlerin derin ben­
zerlikler göstermesi pek rastlantı değil.
Çünkü Ak-Doğuşçuların birçok yazı ve
yayınında Mahir Çayan dışında, Che
Guevera, Carlos M arighela gibi ünlü
gerilla önderlerinden yapılm a çok
sayıda alıntı.var. Ayrıca 12 Eylül 1980
öncesi, pratikte işlemeyen İslam Kur­
tuluş Partisi-Cephesi (İKP-C) girişi­
mine aynı çevreden bazı kişilerin sem­
patiyle baktıkları da biliniyor.
'
B ÜYÜK DOĞU-İBDA
'
Ak-Doğuş amblemi.
,
^Böylece Ak-Doğuşçularm yegâne özelliklerinin, özgünlüklerinin cesaretle­
ri olmadığı anlaşılıyor. Onları İslami kesimin büyük çoğunluğundan
ayıran yönlerinden biri de bir dünya görüşüne sahip olmaları. Bu söz ilk
bakışta saçma gelebilir, "bütün İslamcıların bir dünya görüşü yok mu?"
diye sorulabilir. Şimdiye kadarki bölümlerde gördüğümüz ve bundan son­
raki bölümlerde de göreceğimiz gibi Türkiye'deki İslamcı çevreler (arayış
içindeki istisnalar hariç) dünya görüşlerini "İslam" olarak tanımlıyorlar,
referansları ise Kuran ve Hz.M uhammed'in sünneti. Ancak içinde
yaşadığımız ülke koşullarında nasıl bir program için hangi yollara
başvurulması gerektiği konularındaki görüşleri oldukça muğlak, varolan
politik tavır alışların çoğu istikrarsız ve belli bir sistematikten uzak. Hal
böyle olunca herkes varoluşunu olumlamak için "gerçek" İslam'ı savun­
duğunu söylüyor ve çoğunlukla da dışındaki İslamcıları kendi "doğru yolu­
na" çağırıyor. "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmek" temel şart olarak be­
nimsenince varılan en kestirme ve yaygın sonuç Kuran, sünnet ve mezhep
imamlarının ictihadlarının her soru ve sorunu çözen talimatnameler olarak
almak, bunların dışında veya doğrudan bunları kaynak göstermeden yapı­
lan tüm yorumlamalara "beşeri" damgası vurmak oluyor.}
168 AYET-VE SLOGAN
? t Ak-Doğuşçular bu damgayı yemekten çekinmiyorlar. Necip Fazıl Kısakürek'in genelde Büyük D oğu dergisindeki yazılarında, özelde "İdeolocya
Örgüsü" ve "Büyük Doğu İdeolocyası" kitaplarında kuramsallaştırdığı
"Büyük Doğu" çizgisiyle, Salih Mirzabeyoğlu’nun bu çizginin tatbiki için
geliştirdiği "İBDA diyalektiğine birer m üslüm an olarak bağlı olduklarını
söylüyorlar.^
£ Uzun bir çile döneminin ardından Nakşi şeyhi Abdülhakim Arvasi saye­
sinde İslam'a bağlanan Necip Fazıl politikayla hep içli dışlı olmuştu.
Tartışmasız edebi kişiliğini, derin Batı kültürü ve düşünce hayatı bilgi­
siyle; bütün bunları da tasavvuf ağırlıklı İslami inanç ve bilgiyle
yoğurarak teferruatlı bir dünya görüşü ve toplum projesi çizdi. Vardığı
noktayı şöyle özetliyor: "Büyük Doğu, İslamiyet'in emir subaylığı^
‘^ Büyük Doğu, İslam içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir ictihad
kapısı... Sadece Sünnet ve Cemaat Ehli tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve
pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyet'e yol açma
geçidi ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti 21. Asrın
eşiğinde eşya ye hadiselere tatbik etme işi...^
S. Mirzabcyoğlu ise, sözlük anlamı "benzeri olmayan yeni bir şey
meydana getirme, yaratma" olan İBDA'yı şu şekilde özetliyor: "Herşeyden
önce bilinmelidir ki; İBDA, yakıştırma bir isim değil, zamanın mânâsıyla
mutabakatı olan ve bu yüzyıl İslam diyalektiğini temsil eden bir (neticeoluş) hakikatinin belirtilişidir. (....) Büyük Doğu Mimarından bize tevdi
olunan mananın özü şudur ki, Büyük Doğu'nun muradı ve maksadı, onun
ancak İBDA buudunun görünüşünden tahkik edilebilir. İBDA iç'e doğru
olmak ve dış'a doğru oldurmak borcu altında, fikirde, ilimde, sanat ve ak­
siyonda, Büyük Doğu'nun fetih ve oluş buududur; nakkaşlık manası,
madde planında da, genişliğine insan oluşunun en büyüğünü, DEVLETİ
GÖZLE YİCİ."
Ak-Doğuş'tan önce, bir süre yayınlanan Tavır dergisinin 1986 Mayıs/
Haziran tarihli ikinci sayısı Büyük Doğu-İBDA ilişkisini şu cümlelerle
özetliyor: "Büyük Doğu bir mimari projeyse, İBDA bu projenin inşa isdidatlısı ve ehliyetlisi olarak şantiye merkezi; Büyük Doğu billurdan bir sa­
raysa, İBDA onun bütün değerlerini koruyucu ve tahkim edici olarak
çepeçevre hisarı; şu, bu, tek kelimeyle Büyük Doğu'nun manifestosu!"
İbdacıların, bağlandıkları çizginin "vahye dayalı, tevhidi akideye
sımsıkı bağlı bir dünya görüşü, bir diyalektik tarzı" olduğunu ısrarla tek­
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 169
rarlamalarına rağmen haklarında İslami kesimde oluşmuş antipatiyi silebilmeleri kolay değil. Örneğin karşılarına hemen Necip Fazıl ve S. Mirzabeyoğlu'nun alim olmamaları, İslami ilimler konusunda tedrisat görme­
miş olmaları çıkartılıyor.
A K IN C I
GÜ Ç 'TEN FO NK SİYO N EL
Ö R G Ü TLE NM ELE RE
İbdacıların ilk tohumu 1975 yılında MSP'nin yan örgütlenmesi görünü­
mündeki Akıncılar içinde, çoğu önemli mevkide bulunan bir grup öğrenci­
nin Gölge dergisini çıkartmasıyla atılmıştı. Bu gençlik çevresi, kısa bir
süre sonra Akıncılardan koptu ve Akıncı Güç adlı bir grup oluşturdu. Da­
ha sonra aynı adlı bir dergi de çıkartacak olan bu-grup; özellikle gençlik
içinde yaşanan çaüşma ortamında İslamcıların pasifizmini eleştirerek mili-!
tanlığa soyundu.
. ..
;
Bugün 40 yaşında olan Salih Mirzabeyoğlu ve birkaç arkadaşı ğörüş-;
lerindcn geniş ölçüde etkilendikleri Necip Fazıl'ı, dergilerinin ilk sayısını
takdim etmek için ziyaret ettiklerinde soğuk karşılanmışlardı., Çünkü:
İslami kesimin en köklü geleneklerinden biri olan (hâlâ öyle), gençlerin,;
görüş ve tutumlarına katılmasalar bile, bazı tanınmış şahsiyetleri ziyaret:
edip, onlarla belli bir somut hedef gözetmeyen sohbetlerde bulunma arzu- ■
su, düşüncelerini pratiğe tam olarak aktaramamanın ızdırabı içindeki Necip!
Fazıl’a bıkkınlık vermişti. Fakat kısa sürede başından savdığı gençlerin'
dergisini okuyunca bu kez hata yaptığım anlamıştı, çünkü Akıncı Güç
adlı dergide "kendisi" vardı. Ardından bu gençler ölümüne dek onun hep
yakınında oldular, ona hizmet ettiler, ona sımsıkı bağlandılar. Necip Fazıl
kendisine karşı aşırı terbiyeli bu gençleri sık sık eleştirdi, onlara yol gös­
terdi. İçlerinden Salih Mirzabeyoğlu'nu iltifatlara boğarak yazmaya teşvik
etti.
Akıncı Güççüler militan pratiklerinde, "menfur tavan, menhus taban"
tespitiyle Alpaslan Türkeş ve diğer lider kadroya rağmen ülkücü "dinamik"
gençlere oynayan üstatlarından biraz uzak düştüler. Çünkü Ak-Güççülere
göre esas mücadele edilmesi gereken kesim komünistler değil, kendileriyle
aynı kitlelere hitap etme şansı olan ve kadrolarına silahlı saldırılar
düzenleyen "faşistler”di. 12 Eylül'e kadar çok ses getirmese de bâzı militan
eylemler gerçekleştiren bu grubun birçok üyesi askeri darbeyle birlikte
kovuşturmaya uğradı. Uzun bir süre sessizliğe gömüldüler.
170 AYET VE SLOGAN
Türkiye'de "radikal" olarak tanımlanabilecek İslami çevreler içinde teo­
rik ve pratik planda bir gelenek oluşturabilen ender gruplardan olan İbdacıların-yeniden ortaya çıkışı N. Fazıl ve S. Mirzabeyoğlü'nun ciltler dolusu
kitaplarının yoğun bir şekilde piyasaya sürülmesiyle hazırlandı ve 1986
Nisan ayında yayın hayatına atılan Tavır dergisiyle gerçekleşti. Kapak gra­
fiğinde kırılmış kurşunkalemler arasında dimdik bir kurşunkalem görülen
derginin spotu "Doğru bir çizgi, doğru bir tavır için...."di. "Başlarken"
yazısında "kemmiyet"in (nicelik) değil "keyfiyet"in (nitelik) önemli oldu­
ğunu dönüp dönüp vurgulayan dergi daha baştan İslami kesim içinde çok
etkin olmadıklarını kabulleniyordu. Her vesileyle Büyük Doğu-İBDA
çizgisine'bağlılığını tekrarlayan derginin en ilginç bölümlerinden biri,
İnsan, İktibas, Mektup, Girişim, İslam, Sızıntı, İcm al gibi her eğilimden
İslamcı dergiyle inceden inceye dalga geçtikleri "Paraşüt" adlı basından
alıntılar sayfasıydı.
7'avır'm ardından Öfke, Son K arar, Oluş, Elif, Kararlı Genç Adam, AkD o ğ u ş gibr dergiler çıktı. Bunların bir kısmı kendi kendine kapandı, AkD o ğ u ş devlet tarafından kapatıldı, bazıları ise sürüyor. Bu dergi bol­
luğunun nedeni, İbdacılığın ayrı ayrı grup ve bürolar aracılığıyla "tek mer­
keze" bağlı olarak faaliyet sürdürebilme çoksesliliğine olanak tanıması,
hatta teşvik etmesi. Özetle İbdacılar bugün "fonksiyonel” nedenlerle, ayrı
ayrı gruplarda örgütleniyorlar. Yani ek olarak verdiğimiz "Ak-Doğuş Gru­
bu Tüzüğü" bütün İbdacıları bağlamıyor. Bütün bu gruplan birbirine
bağlayan ise dünya görüşü ve onun mimarı, kumandanı Salih Mirzabeyoğlu.
T A R T IŞM A SIZ LİD E R
İBDA kelimesinin sözlük anlamından ayrı bir anlam ı daha olduğunu
söyleyen İbdacılar nedense bunu alenen açıklamış değiller. Ancak rivayet­
ler İbda'nm "İslami Büyük Doğu Akıncıları"nm kısaltılması olduğu yo­
lunda. İbdacılara ise, Ak-Doğuş'ta çıkan bazı haberlerde "İBDA-C Militan­
lan" deniyor. Buradaki "C n in anlamı "cephe" olsa gerek.
İbdacıların diğer İslami gruplarca soğuk karşılanmalarına neden olan
özelliklerinden biri de Mizabeyoğlu'na atfettikleri müthiş önem. A kD o ğ u ş dergisi 5. sayısında kumandanlarının N o k ta aracılığıyla gerçek­
leştirdiği "hurucu"nu şöyle tanımlıyor: "Ve ve, [A k -D o ğ u ş ] 500 senedir
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 171;
beklenen savaşçı mütefekkirin kamuoyuna malolmasma vesile olarak kendinden beklenen misyonu ifa etti. Tam 40 yaşına kadar münafık toprağıyla
diri diri gömülmek istenen aksiyon sanatçısı lideri, dost ve düşman karşı­
sına dikti. Vurgulayalım ki, baş da son da, o kahraman’ın 'yolu' ve yön­
temi bereketiyle husule geldi (...) Niçin başka bir tarih değil de, 1990?
Daha yıllar öncesinden 1990'ın ehemmiyetim işaretlemişti Kumandan.
Hep anlayana, hep nasibi olana!...."
Mirzabeyoğlu odaya girince ayağa kalkılır, saygıyla önler iliklenir, der­
gilerde onun yazı veya konuşmaları "zevkle... önemle" takdir edilir. Ve
Ak-Doğuş'ün 4. sayısındaki "Muhteşem bir imza günü" başlıklı haberden i
alıntıladığımız şu satırlar aynen yazılabilir: "Nihayet, yurdun dört b ir :
köşesinden birçok müslüman gencin Ankara'ya âkın etmesine sebep 'b ek -;
lenen gün' geldi. Kumandanım ız Salih Mirzabeyoğlu'nun imza günü!... ;
Tarih 27 Ocak 1990 (...) o gün kitapları imzalayıp okuyucularıyla so h b et'
eden mütefekkir dünyanın beklediği BÜYÜK İSLAM İNKILABI'nın mer- i
kezindeki şahsiyet ve İslam Alemi’nin 500 yıldır beklediği mütefekkirin tâ i
kendisiydi! İslam savaşçılarının KUMANDAN’ı!... Saat 14.00-17.00 arası
yapılacağı ilan edilen imza gününde, birçok erkek ve başörlülü-başörlüsüz
kız, izdihamdan dolayı kitaplarım imzalatmadan fuardan ayrılmak zorunda :
kaldılar. Büyük Doğu-İbda bağlısı gençler de, kitap imzalatmadaki önceliği, henüz tanımadıkları yeni arkadaşlarına bıraktıkları için, imza süresi-;
nin uzatılmasına rağmen, KUMANDAN'larıiıa kitap imzalatamadılar (...);
Nihayet İBDA MİMARI, kendisini bekleyen bir taksiyle Kitap Fuarı'm
terketti. Taksiyi, 400-500 kadar İBDA-C militanının baş ve işaret parmak­
larım kaldırıp 'İbda Selamıyla'-uğurlaması, çevredeki çevik kuvvetin ala­
kasını 'cezbetmiş' ve fakat İBDA-C militanları, onlar gelene kadar sessizce
dağılmışlardır."
Salih Mirzabeyoğlu'nun da kendine müthiş önem verdiği muhakkak.
Aksi takdirde bütün bu yüceltmeler mümkün olamazdı. Yazı ve konuş­
malarında birinci tekil şahıs kullanmayı sıklıkla yeğleyen Mirzabeyoğ­
lu'nun fiil zamanları da genellikle, kesinlik belirten geniş zamaînlar.
Konuşmalarındaki ilginç bir diğer husus da, daldan dala atlaması ve aralar­
da sık sık "Yani ... anlatılanlara dikkat ediyorsanız... Dikkat edin... bu
misalleri şunun için veriyorum... şunu da haber vereyim size..." gibi
geçişler kullanması. Sol'dan esinlenmelerinden söz ettiğim iz M irza­
beyoğlu'nun ünlü üçlü (Marx-Engels-Lenin) ya da beşli (Marx-Engels-
172 AYET VE SLOGAN
j^Lenin-S talin-Mao) posterle­
rine benzer bir grafik çalış­
mayı (profilden Necip Fazıl'
m portresi ve kendi portresi
yanyana) kitaplarının arka
kapağına koydurtması ve bu
grafiğin dergilerde de sık sık
yayınlanmasına izin vermesi
bu konuya başka bir örnek^?.
Aslında tüm İbdacılar ken­
dilerine "müthiş önem" veri­
yorlar. Yayınlarında bu konuda nice ömek bulmak mümkün. Ama "bizi
saymazsak, dünyada İslami bir örgüt yok" cümlesi bu örneklerin tümünü
gereksiz kılıyor. A k -D o ğ u ş Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Saka'nın
Konya'daki bir konferansta bu cümleyi hatırlatan bir dinleyiciye verdiği
cevap ise şu: "Gösterebileceğiniz var mı? Varolan şu: mekanik teşkilatlar.
Üç silah, beş adam, bu da bir örgüt... Yok derken, fikir yok!"
K E NA R M A H A LL E A R İS TO K R A TLA R !
Salih Mirzabeyoğlu, İslam inkılabını "bir çeşit aydınlar aristokrasisi"ne
benzetirken bu tespiti, kendi kendini önemsemenin teorik temelini
oluşturuyor. Aristokratlık arayışının üslup açısından görünümleri de İbda
hareketinin geniş İslamcı kesimlere ulaşabilmesinin önünde önemli en­
geller oluşturuyor. İlk olarak dilin kullanımı: Mirzabeyoğlu'nun üstadı
Necip Fazıl'dan devraldığı ve iyice zenginleştirdiği, kelime haznesi zengin,
batı felsefelerinden geniş bir biçimde etkilenmiş, kimi zaman yüklemsiz
sözcüklerle dolu, genellikle konuşma tarzındaki dili ortalama kültür
düzeyine sahip, kişiler tarafından zor anlaşılabiliyor. Hele onun metinle­
riyle başbaşa olan bir kişi, onun sık sık kullandığı kavramlara hangi an­
lam lan atfettiğinden habersizse bunların içinden bir türlü çıkamıyor.
İbdacılann "teorik dil alanı" olarak övünçle andıkları jargonlarını, kendile­
rine özgü şifreli dili terketmeye hiç niyetleri yok. Böyle bir dilin, basit­
liğin egemen olduğu İslami kesim içinde kendilerine bir ayrıcalık ve ca­
zibe sağladığının bilincindeler.
Bir yandan bu felsefi dille hedefledikleri aristokratlığa iyice yaklaşan
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 173 :
İbdacılar, öte yandan iflah olmaz bir argo tutkunu oldukları için kenar ma- r
halle insanlarını andırıyorlar.
0Salih Mirzabeyoğlu bir konuşmasında Necip Fazıl üzerindeki tekelini
şöyle açıklıyor: "Düşünün: Bir sümüklü, bir homongolos, bir Rotary
kulüp üyesi, bir puşt muharrir, bir kabak, sayısız kıytırık ve samimiyet­
siz adamla 'Necip Fazıl seven' olarak eşit, bir sırada oturacağım!... Bunun
ne kadar komik olduğunun farkındasınız değil mi?’^
Bir zamanların "Aylık Kavga Dergisi" Öfke 1987 Ağustos tarihli 2.
sayısında "Daha ne kadar bekleyeceğiz? Memleketimizde yeniden tüy­
lenmeye başlayan komünizma ayısının sesini kısmak ve ortalığı velveleye
verme çabalarını bertaraf edebilecek manevi teçhizatlı gençliği?" diye, sor­
muş, cevap alamamış olacak ki iki sayı sonra bu kez komünizma ayısına
doğrudan "öğüt verme" ihtiyacı hissetmişti. "Seviye" hep aynıydı. Öfke'
nin öfkeli yazarı Sadık Asilhanoğlu Sol'u "soysuzlaşmış, kütükleşmiş,
donmuş, sönmüş, kararmış ve bir türlü aklaşma bilmeyen güruhun 20.
yüzyıldaki temsilcisi" ilan edip ona "çekip gitmesini" öğüllemişti. Ancâk .
böylecc "namussuzluğunu, ıstırapsızlığmı, sahtekârlığını, bayağılığını
gizleyebilecek istidada sahip olduğunu" gösterebilirdi sol. Yoksa?
"Zamansız öten horozun kafasını keserler bizim köyde..."
Aslında Ö fke insaflıydı. "Aylık İslamcı Militan Dergi" A k - D o ğ u ş
çıkınca diğerlerinin ne kadar terbiyeli olduğu da ortaya çıktı. Artık akıla
gelebilecek her küfür (orospu, piç, ibne, pezevenk v.s.), hakaret sözcüğü,
kaba kelime oyunları bol keseden kullanılıyordu. İşin ilginci küfür ve
hakaretlerden Sol'dan çok diğer dünya görüşleri nasiplerini alıyordu.
Ülkücüler üzerine 7-8. sayıda çıkan bir yazıda şu sözler bulunuyor: "9
Işıkim zı alın, münasip bir yere koyun (...) Adına 'doktrin' dediği doktrin
müsvettesi ’boktrin'ini Ahbes'e övgülerle dolduran lider ve hempası..."
^Aynı sayıda Fethullah Hoca (Gülen) MİT ve Em niyetle "dizdize ve
gözgöze" olmakla suçlanıyar. Kendisine "Hocacık... Fethullah... mirasye­
di... kartlaşmış güdücü" olarak hitap ediliyor^
/ A k - D o ğ u ş 'un 5. sayısındaki bir yazı ise "CIA'nın Ilımlı ve Olumlu
Müslümanı Fehmi Koru'ya" başlığını taşıyor. Hayrettin Soykan, Zam an
gazetesi Başyazarı Koru'yu "meşhur ajan pasifist" olarak tanımlıyor.
Koru’nun Türkiye'deki statükoyu müslümanlar için "sağlıklı" olarak nite­
lemesini "psikolojik ve fizyolojik sapıklık, sapkınlık” olarak yorumluyor
ve yazısının sonlarında şu sözleri ediyor: "Sizi bir kum torbası yerine
174 AYET VE SLOGAN
koyup, okuyucularımıza birtakım mesajlar vermek istedik." (17 Mart
1990 günü iki kişinin saldırısına uğrayan Fehmi Koru'nun İbdacılar ta­
rafından dövülmüş olması yüksek bir olasılık olarak görülüyoi) Nokta'
daki röportajlarında Ak-Doğuş yetkilileri "solcuların işi olabilir” cevabını
vermişlerdi. Halbuki dergilerinin 5. sayısında küçük bir haber var. "Kim
mi dövmüş olabilir? İhtimaller alemi geniş...” diye yazan İbdacıların
saldırıyı düzenlememiş olsalar bile bundan büyük keyif aldıkları kesin.)
FANATİK İRAN VE ŞİA KARŞITLIĞI
M ustafa Saka, A k - D o ğ u ş 'un 3. sayısında "en küçük bir İslamcı
kıpırdanmanın bile İran kaynaklı olarak nitelenmeye" çalışılmasından
yakınıyor. Bir diğer yakınma da, özellikle Türkiye’deki her türden radikal
İslamcı çıkışın baş düşmanı Tercüman gazetesi tarafından aynı yakıştır­
manın kendilerine de yapılması. Halbuki İbdacılar koyu birer ehl-i sünnet
bağlısı ve aynı koyulukta Şia ve İran düşmanı. M. Saka'nın şu pervasız
sözlerini, cn yoğun İran aleyhtarı propaganda dönemlerinde Batılılar bile
söyleme cesaretigöstcrememişlerdi: "(...) Söz konusu olan idarecilerin
değişmesi ve idare biçimlerine dair birtakım değişikliklerdir. Açık konuşa­
lım; bu manada İran'da da bir inkılap söz konusu değildir halen. Bugün en
çok uyuşturucu ve viski tüketilen ülkelerden biridir orası. Fuhuş yapmak
için de Türkiye'ye gelirler."
A k -D o ğ u ş'u n 4. sayısında Hayrettin Soykan'ın "ehl-i sünnet ule­
masından" Adil Teymur Hocaefendi ile yaptığı söyleşi de bu konuda iyi
bir örnek. Soykan'ın sorduğu sorular ve bunları soruş biçimi İbdacıların,
Sünnilik ve mezhepçilik konularını sorgulamak isteyen gençlere, Şiilere
ve dolayısıyla İran'a karşı acımasız, sekter ve sık sık ukalalaşan bakışının
tipik bir göstergesi. İşte Soykan'ın bu bakışı özetleyen cümleleri: "Geldik
Türkiye’de hissi bir tarzda savunulan İran Devrimi'ne. Bizce, din ve dünya
anlayışı bakımından Şia'nın ve bugünkü İran'ın savunulacak bir tarafı
yoktur. Bugün İran'da kılıklar baştan başa değişmesine rağmen İranlının
ruhunda lanse edilmeye çalışılan o inkılap gerçekleşmem iştir. Şah
döneminin kanlısıyla bugünün İranlısı, ruh itibariyle köklü ve 'inkılap'
demeyi hakedecek bir değişim yaşamamış; aksine kimi sahalarda geriye
sayma başlamıştır..."
Temel örgütlenme alanı gençlik olan İbdacıların bu katı İran düşman­
lığı bir kumar değil mi? Bir anlamda evet. Ancak İbdacılar İran ve Şia
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 175
j
|
hakkındaki keskin eleştirilerini uygun bir zamanlamayla, gençlik içerisinde İran'dan umutların kesilmeye başladığı bir dönemde daha da alenileştirdiler. Günümüzdeki arayışın, Şia'dan ödünç kavram ve sembollerle
radikal İslamcı bir politika oluşturmak yerine, bu radikalizmin kökenlerini
Sünnilikten çıkarabilmek olduğu düşünülürse İbdacıların taktik açıdan
doğru yolda oldukları söylenebilir. Fakat her ne kadar umutlar azalmışsa
da İran Türkiye’de etkisini hâlâ koruyor. Ayrıca, İbdacıların yapmaya
çalıştığı gibi, hem katı bir Sünni olup hem de uzlaşmaz bir radikal politik
çizgi oluşturabilmek hiç de kolay değil.
İbdacılar radikallik konusunda "İrancı" olarak niteledikleri gençlik gruplarını rakip olarak önemsemiyorlar. Bu grupların iyice marjinalleştikleri
hesaba katılırsa bu tavırlarında isabetli oldukları söylenebilir. İbdacıların;
gözünde en güçlü rakipleri, hiçbir zaman açık açık bunu dile getirmeseler;
de, dergilerinde küçük haber ve değinilerde sataşmadan edemedikleri:
Girişim dergisi çevresi. Kolaylıkla İrancı olarak yaftalayamadıkları, mez-i .
hep ayrımı gözetmeksizin her türlü İslamcı akım ve kişinin görüşlerinin
\
f
’
"olumlu" yanlarından yararlanmak, grüpçu eğilimlerle savaşarak Türkiye!
İslamcıları arasında geniş bir birliktelik yaratabilmek amacındaki bu çevrenin ısrarla kendilerini adam yerine koymaması İbdacıları çileden çıkar­
tıyor.
S İLA H IN
YÜ CELTİLM ESİ
Dergilerinin amblemine kalaşnikof oturtarak kimilerini şaşırtan, kimilerini korkutan İbdacılar silahlı mücadele konusunda gerçekten samimiler mi?
Gece cami çıkışlarında meşaleli gösteriler yapan, Çağdaş Yaşamı Destekleme Demeği'nin İstanbul Basın Müzesi’nde açtığı başörtüsü aleyhtarı serginin basılmasını üstlenen, İTÜ'de bir profesörü tartaklayan İbdacılar için
bu tür eylemler "elma şekeri" niyetinde. "Provokasyonlar bize yarıyor"
diyebilen İbdacılar bu tutumları nedeniyle İslami kesimler tarafından "pro­
vokatör, MİT'çi" olarak suçlanabiliyorlar.
Halbuki İbdacılar daha yolun başında. Hayrettin Soykan'ın A k D o ğ u ş 'un 3. sayısında yer alan "Kör-piçlerin Diktatörlüğü".başlıklı yazı­
sında, Salih Mirzabeyoğlu'nun "Marifetname" adlı kitabından yaptığı ve
bazılarını aktardığımız şu alıntılar yeterince açık: "Sağlam inşa ancak
yıkmakla mümkündür (...) İhtilaller, meydandaki kalabalığın gürültüsünde
değil, birkaç insanın kafasında ve kalbinde başlar (...) Ruhi bir veridir ki,
J
j
Ş
j
j
j
j
I
I
!
!
j
i
j
j
176 AYET VE SLOGAN
adam öldürmenin tasdik edici bir değeri vardır ve bu aynı zamanda doktrin
bağlıları arasında, bunların inançlarım kuvvetlendiren bir çeşit ortak bağın
meydana gelmesine yarar (...) Düşmanınıza öyle vurun ki bir daha yerin­
den kalkamasın (...) Hiçbir siyasi tasavvur, silahlı kuvvetlere veya bu
kuvvetlerin bir kısmına gizli veya açık olarak intikal ettirilemezse, illegal
bir harekete kalkışmak mümkün olamaz (...) Gerçek bir insan, karnına bir
mermi parçası isabet ettikten sonradır ki mutlu olur (...) Askeri tekniği
iyi öğrenmeye bakın..."
Kumandan'ın öğüt ve emirleri, her türlü şartının olgunlaştığı varsayılan
İslam inkılabının kadrolarının yetiştirilmesi yönünde. Peki bu ne derece
mümkün? A k - D o ğ u ş 'la birlikte gittikçe militanlaşan, radikalleşen dile
yöneltilen eleştiriler yalnızca diğer İslami gruplardan gelmiyor. Bir kısım
İbdacı da Türkiye'nin koşullarının doğru tahlil edilemediği, dünya ve
Türkiye'de değişen dengeler hesaba katılmadığı gibi gerekçelerle "fikrin ve
eylemin militan cephesi"nden uzak duruyorlar.
Uzlaşmaları, statükoları, dengeleri, gelenekleri altüst eden İbdacılar
bunu şimdilik yayınlarıyla gerçekleştirdiler. Bu şok ortamıyla kendilerine
sempati duyan gençleri kazanabilmek, etkilerini daim kılabilmek için bir
üst düzeyde, örgütlenm e ve faaliyet anlam ında da aynı militanlığı
gösterebilmeleri gerektiğinin kendileri de bilincinde.
Ancak ne olursa olsun yazı boyunca değindiğimiz dezavantajlarının ağır
yükü İbdacılarm Türkiye'deki İslamcı hareket içinde belirleyici bir konuma
ulaşabilmelerini engelliyor. Örneğin üzerlerine epey oynadıkları ülkücü­
lerin, başbuğlarından paçalarını kurtardıktan sonra bir başka başbuğa, Sa­
lih Mirzabeyoğlu'na itaat etmelerini düşünmek biraz garip olur.
Herşey bir yana, İslami hareketi sadcce ve sadccc gençlerden ibaret
görmek büyük bir yanılgı. Ortayaş kuşağı ve daha yaşlıların bu son derece
küstah, ukala, elitist söyleme, kenar mahalle argosuna yaslanan polemikçi
dile itibar edebileceklerini düşünmek hiç gerçekçi değil.
Özetle İbdacılarm hep lafını edegeldikleri gibi "2000 yılına kadar
Türkiye'de bir İslam inkılabı olması" epey zor. Böylesi bir inkılabın öncü
gücünün İbdacılar olabilmesi ise zordan da öte.
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 177,
A K-D O Ğ U Ş GRUBU TÜZÜĞÜ
(Ana ilkelerimiz)
I
Madde 1- Adımız: AK-DOGUŞ. Adımızın zahir ve batın görünüşü etrafında: A kıncı.
Doğuş, Akıncının Doğuşu, Doğuşun Aklığı, Aklayıcı-Temizleyici Doğuş, Akademik.
Tarz ve Çapta Doğuş, Büyük Doğu-lbda ismi ve manasından'mülhem Doğuş vs.
şeklinde manalandırmalar mümkün...
(JVladde 2- Büyük Doğu-lbda’ya nisbetle yerimiz: Ana stratejiye sımsıkı bağlı, fa­
kat bu bağlılık içinde ondan ayrı bir yerde stratejik ve taktik faaliyetler kombinezo­
nunda kendisine yer bulacak ve elbette bulunduğu yerden ana stratejiyi besleyici
bir ideolojik eğitim-faaliyet ocağı... İddiamız, bağlısı bulunduğumuz dünya görüşünü
temsil değil, ona kendimizi mükellef kılıcı bağlılık noktasında^.
Madde 3- Faaliyet mevzularının alabildiğine zenginliği ve her mevzuun kendine
has çap ve derinliği, hareket tarz ve şekillerinin binbir çeşitliliği vesaire... Bir dünya
görüşü etrafında faaliyet gösterecek olmamızın kaçınılmaz gereği olarak bizi; hep
dikey sürecek bir faaliyet çizgisinin tesbitine ve bu çizgi, üzerinde müşahhas hedef
tesbitferine zorlamakta...
t
Madde 4- Büyük Doğu-İbda ve öngördüğü temel meseleler üzerinde analitik bir
usuL. Ortaya konulan terkibi hükümleri, elattığımız mevzularla açıcı, isbatlayıcı ve
hükme getirici bir yaklaşım...
Madde 5- Kendimize muhatap aldığımız kitle öncelikle ve özellikle İslamcı Ca­
mia... Ortak bir sembol olarak EHLİ Sünnet; bu dairenin içindekilere karşı politik es­
neklik... Buna nisbetle baş saldırı hedefimiz Ehl'i Sünnet dairesi dışındakiler.
Saldırımızın haklılık zemini yine Ehl'i Sünnet...
Madde 6- İslam dairesi dışındakilere karşı dereceler içinde tutarlı bir saldın politi­
kası... Kendi manamıza ters düşmeyecek ve hitap ettiğimiz İslamcı kitleden de
puan toplayıcı bir politik tavır...
Madde 7- Yeni mensuplar için planlı, programlı bir ideolojik eğitim faaliyeti.
Madde 8- Hadiselere müdahaleci, ilişkilerde yayılmacı bir politika takibi ve bunun
gereği...
Madde 9- İbda Diyalektiğini kuşanmış olarak öncelikle İslâmî bir bilgi donanımı;
bunun tezahürü, tahassüsü...
Madde 10- Miskinliğe, konformizme ve başıboş entellektüalizme kapalı bilgelik...
Madde 11- İlkel asabiyet ve arabesk militanlığa kapalı bir aksiyon-tavrı...
Madde 12- Yapısal ve işlevsel örgütlenme... Yetki ve sorumluluk alanlarının
örtüştüğü bir hiyerarşi ve işbölümü...
Madde 13- İlişkileri adına kurabileceğimiz, faaliyetlerimizi kendine katicı ve dışa
tanıtıcı objeler: Dergi, kitap, araştırma dosyaları vs,..
Madde 14- Herkese açık olan mensubiyet kapımızdan girmek isteyen her fert bu
ilkeleri ve tüzüğümüzün diğer ilkelerini pazarlıksız kabul eder...
Madde 15- AK-DOGUŞ mensubu her fert:
— Islâm'a muhatap anlayışın dünya görüşünü bütünleştiren Büyük Doğu-lbda
şuurunu hiçbir zaman ve şekilde kaybetmeyeceğine, aksine, yöneldiği her sahada
o şuuru zenginleştireceğine...
— Ak-Doğuş faaliyeti içerisinde şahsi çıkar ve nefsi sürtüşmeleri bir yana
bırakıp, örgüt disiplini altında ve sadece Allah rızasını gözeterek çalışacağına...
178 AYET VE SLOGAN
— Her an ölümle burun buruna yaşadığımız şu dünyada, her an şehadeti
özleyenlerden, ama asıl zaferi gözleyenlerden olacağına...
— Kendisi için istediğini gönüidaşları için de İsteyeceğine, kendisi için isteme­
diğini gönüldaşları için de istemeyeceğine...
—■Dergi, dernek, örgüt, parti vesaire.vasıtaları esas gaye için bileceğine, gaye­
den sapan her vasıtayı (Ak-Doğuş faaliyeti de dahil) tereddütsüz terkedeceğine ye­
min eder...
(Grubun Yapısı)
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
Madde 1-İDARE KADEMESİ (İdarî Kadro)
Genel Başkan
Genel Başkan Yardımcısı/Eğitim Kad. Bşs.
Genel Sekreter/Alt Kademe Başkanı.
İdare Kademesi Genel Kurulu
Madde 2- EĞİTİM KADEMESİ (Eğitim Kadrosu)
Eğitim Kad. Başkanı (Genel Bşk. Yardımcısı).
Eğitim Kad. Başkan Yardımcısı
Eğitim Kad..Gehel Kurulu
Madde 3 - ALT KADEME (Alt Kadro)
Alt Kademe Başkanı (Genel Sekreter)
Alt Kademe Genel Kurulu
Madde 4- KADIN KOLU (Kadın Kolu Kadrosu)
Kadın Kolu Başkanı
Kadın Kolu Başkan Yardımcısı
Kadın Kolu Genel Sekreteri
Kadın Kolu Genel Kurulu
(İşleyiş İlkeleri - İç Tüzük)
Madde 1- Grubun genelini.ilgilendiren önemli kararlar İdare Kademesi top­
lantılarında alınır.
Madde 2- Grubun tüzük ilkelerini kabul etmek ve mensubiyetinde bir sakınca bu­
lunmamak kaydıyla herkes grup mensubu olabilir. Bu meyandaki bir talep İdare Ka­
demesi toplantısında değerlendirilir ve kabul edilirse, talep sahibi Alt Kademe ve
Eğitim Kademesinden birine dahil olarak faaliyetlere iştirak eder.
Madde 3- İdare Kademesi toplantılarında, grubun teşkilat ve kadro çerçevesiyle
birlikte iç tüzük maddeleri kısmen veya tamamen değiştirilebilir. Alt Kademe men­
supları değişiklik teklifinde bulunamaz.
Madde'4~ Genel Başkan ve Genel Başkan Yardımcısından başka İdare Kadro­
sundan birinin bulunmadığı durumlarda, ana tüzük çerçevesinde bu iki idarecinin
alacağı kararlar esastır. Fakat her iki idareci de, grubun teşkilat ve kadro
çerçevesiyle iç tüzük maddelerini tek başlarına değiştirmeye yetkili değildirler. Bu­
nun yanında, Genel Başkan Yardımcısının tüzük çerçevesinde Genel Başkana
bağlılığı tartışılamaz.
Madde 5- İdare Kademesi toplantılarından (yukarıdaki istisna maddesi haricinde)
bağlayıcı karar çıkması için Genel Başk., Gen. Başk. Yard. ve bir İdarî kadro men­
subunun bulunması yeterlidir. Olağanüstü durumlar haricinde toplantı tarihlerinin
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 179
önceden bildirilmesi şarttır.
Madde 6- Genel Başkanla İdare Kademesi mensupları arasındaki ihtilaflarda
Genel Başkanın karan esastır. Yapılan oylamalarda Genel Başkanın dahil olduğu ta­
raf düşük oy alırsa, karşı tarafın kararı esastır. Genel Başkan da bu karara uyar.
Madde 7- Eğitim Kadrosunda üç aylık uyum süresini doldurmayan İdari Kadro
Genel Kurul mensubu olamaz.
Madde 8- Genel Sekreter olabilmek için İdari Kadro genel kurul mensubu olarak
iki aylık uyum .süresini doldurmak şarttır.
Madde 9- G enel Sekreter olarak iki aylık uyum süresini doldurmayan Genel
Başkan Yardımcısı olamaz.
:
Madde 10- Genel Başkan Yardımcısı olarak iki aylık uyum süresini doldurmayan
Genel Başkan olamaz.
Madde 11- Genel Başkanlık üst mercide de tasdik olunmadıkça göçerlilik kazan­
maz.
Madde 12- Grubun kurucuları: Genel Başkan Mustafa SAKA ile Genel Başkan
Yardımcısı Hayrettin SOYKAN mevkileri için gerekli şartlardan (istisna olarak) mu­
aftırlar.
Madde 13- idare Kademesindeki grup mensuplarının oy nisbetleri:
Genel Başkan
:8
Genel Başkan Yardımcısı: 5
Genel Sekreter
:3
Genel Kurul (Toplam): 6 (Genel Kurul Mensuplarından bir kişiye düşen oy oranı, "6"
birim oyun, hazır olan üye sayısına bölümüyle tesbit edilir. Fakat her halükarda, bir
üyeye.düşen oy sayısı "2"yi geçmez.)
Madde 14- Genel Başkanın olmadığı durumlarda Genel Başkan Yardımcısı ona
yetkileriyle vekalet eder. Genel Başkan Yardımcısı yoksa Genel Sekreter, o da yok­
sa idare Kademesi Genel Kurulu mensuplarının kendi aralarında seçecekleri bir
şahıs grup idaresine vekalet eder. Fakat bu vekiller üstlerini ve grubun genelini
bağlayıcı kararlar alamazlar.
"
'
Madde 15* Alt mevki veya kademeden üst mevki veya kademeye geçiş İdare
Kademesi toplantılarında karara bağlanır.
Madde 16- Cezalar üç çeşittir: ihraç, ihtar ve ihtar yerine geçmek üzere İdare
Kademesi toplantısında belirlenen iş veya verim cezası.
Madde 17-Tüzük ilkelerine aykırı tutum sahibi çeşitli derecelerdeki ihtarlarla ce­
zalandırılır. Bu. ihtarlar suçun nev'ine göre belirlenmiş süreler içinde belirlenmiş
sayılara eriştiğinde İdare Kademesi olağanüstü toplanır ve derhal ihraç karan alır.
Madde 18- Mensuplar, Idare-Kademesi toplantılarında belirlenmiş aylık asgari ve­
rim çizelgesine uymakla mükellef olup vazifesini peşpeşe iki ay aksatan, birinci de­
receden bir ihtarla beraber, iki ay bir alt kademede zorunlu olarak çalışma cezasına
çarptırılır. Ceza süresi zarfında cezalı, vazifesini yapmadığı ayların verimiyle bir­
likte, cezalı olarak indirildiği kademenin verimini de tamamlamak zorundadır. Aksi
halde birinci dereceden bir ihtar daha alır ve sonraki iki ay, tüm vazifelerini tamam­
layamazsa derhal gruptan ihraç edilir.
Madde 19- Gruptan ihraç edilen şahıs, iki aydan önce gruba dahil olamaz. Grup
hiyerarşisi yönünden de gruba yeni girmiş gibi muamele görür.
Madde 20- Vazifesini peşpeşe değil de düzensiz olarak aksatan, ikinci derece­
den bir ihtarla cezalandırılır. Bu şekilde üç defa ihtar alan bir alt kademeye indirilir.
Burada iki aylık cezai müeyyideleri karşılayacak çalışmalarını gerçekleştirmeyen
180 AYET VE SLOGAN
veya gerçekleştirip bir üst kademeye çıktıktan sonra aynı halini sürdüren gruptan
ihraç edilir.
Madde 21- Kademe toplantıları haftalık olarak yapılır. Kademe toplantılarına
özürsüz olarak peşpeşe iki kere gelmeyen birinci dereceden bir ihtar alır. Düzensiz
aksatmalarda ise, her bir aksatma için ikinci dereceden bir ihtar alır. İkinci derece­
den dört ihtar gruptan ihracı gerektirir. Bu madde altı aylık uyum çalışmasından son­
ra değiştirilecek ve toplantılara bir kere habersiz ve mazeretsiz katılmayan gruptan
derhal ihraç edilecektir.
Madde 22- Aylık olarak tutulan siciller, kademe başkanlarıyia irtibatlı olarak Ge­
nel Başkan tarafından işlenir. Genel Başkanın sicilini Genel Başkan Yardımcısı
işler. Genel Başkan yardımcısının olmadığı durumlarda Gene! Başkanın sadece
ceza durumunu Genel Başkan Yardımcısına vekalet eden Genel Sekreter işler.
Madde 23- Sicillerde mensuplar hakkında gerekli bilgiler, ceza ve başarı durum­
ları yer alır.
Madde 24- Karar bağlanan cezalar İdare Kademesi toplantısında alınacak bir ka­
rarla ertelenebilir.
Madde 25- Her grup mensubu diğer mensup veya mensuplar hakkında suç it­
hamında bulunma hakkına sahiptir. Sözkonusu suçun gerçekliği ispat-ediiemediği
takdirde itham sahibi o suçun gerektirdiği cezaya aynen çarptırılır.
Madde 26- Karara bağlanan bir cezanın bir defaya mahsus temyiz hakkı vardır.
Madde 27- Grup mensuplarının aylık asgari çalışma ve verim çizelgesi:
Genel B a ş k a n .........................: 4000 sh. okuma, 20 kitap sh. yazı.
Genel Başkan Yardımcısı .-i...... : 3000 sh. okuma, 15 kitap sh. yazı.
Genel S e kre te r....................... : 2500 sh. okuma, 13 kitap sh. yazı.
İdare Kademesi Ü yeleri...........: 2000 sh. okuma, 10 kitap sh: yazı'.
Eğitim Kademesi Başk. Yard....: 2000 sh. okuma, 7 kitap sh. yazı.
Eğ. Kad. Gen. Kur. Ü yeleri...... : 1500 sh. okuma, 5 kitap sh. yazı.
Alt. Kad. Gen. Kur. Ü yeleri....... : 1000 sh. okuma, 3 kitap sh. yazı.
Madde 28- İdare kademesi toplantısında aylık mükellefiyetler gerekçeleriyle bir­
likte kısmen veya tamamen kaldırılabilir. Yerine başka bir görev verilir. Mükellefi­
yetinin kaldırılmasını isteyen mensup haklı gerekçesiyle birlikte talebini idare kade­
mesi toplantısına sunar. İdare Kademesi Toplantısında alman karar esastır.
Madde 29- Her Kademe haftalık toplantılarını yapmak, alınan kararlan ve genel
durum değerlendirmesini İdare Kademesine rapor etmek zorundadır.
Madde 30- İdare Kademesinin aylık raporunu Genel Başkan hazırlar, GeneP
Başkan Yardımcısının onayıyla raporu ilan eder.
Madde 31- Raporlar prosedüre uygun olarak ve mutlaka yazılı olarak verilir. Grup
mensubunun grubun çalışmaları hakkında grup dışından birine şifahi veya yazılı ra­
por vermesi tesbiti halinde, bir daha geri alınmamak üzere ve derhal gruptan ihracını
gerektirir.
Madde 32- Haftalık toplantı tarihlerini her kademenin kendi başkanı tayin eder.
Kademe başkanlarının aynı hafta içinde ve mensuplarına duyurmak kaydıyla bu ta­
rihleri erteleme ve öne alma hakkı vardır.
Madde 33- Her ay düzenli olarak Genel Başkanın belirleyeceği tarihlerde tüm
kademelerin iştirakiyle Ak-Doğuş Grubu genel aylık olağan toplantısı yapılır. Bu top­
lantılara mazeretsiz ve habersiz bir kere katılmamak gruptan ihracı gerektirir. Bu
kararın temyizi yoktur.
Madde 34- Genel Başkan grubunun faaliyetlerini üç aylık raporlar halinde üst
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 181
mercie sunar.
'
Madde 35- Üst merciden Genel Başkana tevdi edilen emir ve kararların, AkDoğuş Grubunun tüzük ve faaliyet kararlarının üstünde bağlayıcılığı vardır.
Madde 36- Ak-Doğuş Kadın Kolu; bir başkan, bir başkan yardımcısı ve bir genel
sekreterden oluşmuş olup direkt olarak Genel Başkana veya Genel Başkanın em­
riyle Genel Başkan Yardımcısına bağlı olarak çalışacaktır. Kadın Kolu Başkanı gru­
bunun faaliyetlerini aylık raporlar halinde Genel Başkanlığa sunacaktır. Ak-Doğuş
Kadın Kolu, tüzüğümüzün bazı maddelerinden muaf tutulacak ve kendileri için bazı
Özel maddeler vazedilecektir.
Madde 37- AK-DOĞUŞ GRUBU TÜZÜĞÜ 15 ana ilke, 4 yapı ilkesi ve 37 işleyiş il­
kesinden ibaret olup toplam 56 maddedir ve vazedildiği tarihten itibaren altı aylık
süre içinde tamamen geçerli olup bu süre; içinde değiştirilmeyecek ve değiştirilmesi
teklif edilmeyecektir. Altı aylık uyum süreci sonunda objektif ve sübjektif şartları­
mızın tahlili yapılarak gerek görüldüğü takdirde yeni bir düzenlemeye gidilecektir.
KAYNAK: Ak-Doğu§, Kasım 1989, ss. 5-7.
Kestirmeden
R a d ik a i m
G irişim dergisinin Haziran 1989 tarihli 45.
sayısının kapak konusu "Almanya’da İslami
H areketti. Derginin aynı zamanda sahip ve
sorumlu yazıişleri müdürü Hüseyin Okçu*
K APLAN
nun hazırladığı dosyanın ilginç bölümlerin­
den biri de Cem alettin K aplanla yaptığı
söyleşiydi. 1986 yılında, dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evrep'in üstün
gayretleriyle kamuoyunda "Kara Ses" adıyla meşhur olan Kaplan o dönemi
Okçu'ya şöyle anlatıyor: "Evren ve benzerleri kişilerin tariz ve hakaretleri
daha çok şahsımıza yöneliktir (...) Fakat Allah için birisi çıkıp da İslam
adına söylenenleri tenkid edemedi (...) 'Dini devletten, devleti dinden
ayırırsanız, din devletsiz kalır, devlet de dinsiz olur' gibi hakikatler, Hürri­
yet ve benzeri gazeteler tarafından Türkiye’nin her tarafına duyuruldu...
Yıldırım hızıyla basın harekete geçti, vizesini alan Avrupa'nın yolunu tut­
tu. Biz de bu fırsatı değerlendirdik; İslam’ın elli-altmış senedir söylenemiyen, söylendirilmeyen hakikatlerini söyledik (...) Neticede bu gerçekleri,
bu hareketi duymayan kalmadı; köyü de duydu, kasabası da (...) Neticede
biz kazandık (...) Ki biz çuvallarla mark verseydik, bunları duyuramazdık."
Ne diyordu Cemalettin Hoca? Gazeteci-yazar Uğur Mumcu, "Rabıta"
adlı kitabında, Hoca'nm "Tebliğ'in El Kitabı"ndan aktarıyor:
n c m a cT -rih t
U tM A L t I UN
182 AYET VE SLOGAN
ç "Gayemiz: İslam devleti.
Hakimiyet: Allah'a mahsustur.
Anayasa: Kuran-ı Kerim'dir.
Nizam: Şeriattır.
Kaynak: Yine Kuran-ı Kerim'dir.
Örnek ve önder: Hz. Muhammed’dir.
Metod: Tebliğdir.
Mevzu: Hakkın hakimiyetidir.
Tebliğ vasıtaları: Meşru her vasıtadır.
Tebliğ hükmü: Farzdır.
Tebliğin üslubu: Açık, net ve kesin.
Silah: İlim (ayet, hadis, akıl ve mantık).
Siper ve kalkan: Sabır, tahammül ve müdafa (Tebliğ devrinde silaha
sarılma, kaba kuvvete başvurma, mukabele-i bilmisil yapma yoktur).
Günün Türkiyesi: Dünün Mekkesi'dir."
Bütün bu ilkeler, Türkiye'deki İslamcı kişi, çevre ve cemaatlerin büyük
kısmı tarafından kabul ediliyor. Öyleyse Cemalettin Kaplan'ı diğerlerinden
"daha tehlikeli, daha radikal, daha güçlü, daha önemli..." kılan neydi? Bu­
nun tek bir cevabı var: Kaplan çalışmalarım F.Almanya'dan yürütüyor,
tepesinde Demokles'in kılıcı gibi sallanan 163. madde yok! Kaplan'ın bir
avantajı daha var: Yurtdışında rakibi olan örgütlenmelerin hepsinin
Türkiye’de meşru çalışma içindeki bazı çevrelerle organik bağı varken (ör­
neğin Milli Görüş Teşkilatı ile MNP-MSP-RP örgütlenmelerinin; İslam
Kültür Merkezleri ile Süleymancıların), onun, dışardaki faaliyetleri yüzün­
den içeride zor duruma düşecek bağlantıları yoL)
Aslında bu avantaj bir başka açıdan büyük bir dezavantaj onun için. Teb­
liğinin birinci derecede muhatabı Türkiye toprakları olmasına rağmen, ora­
da F.Almanya'daki gibi güçlü bir örgütlenmenin kadroları mevcut değil.
Bunu gidermenin yolu dışarıda eğitilmiş kadroları zor bir şeye, dava adına
kesin dönüş yapmaya ikna edebilmekten geçiyor. Veya dışarıdaki tabanın
ülkedeki yakınları aracılığıyla birşeyler yapabilmekten. Ama burada da
önemli bir engel var: Hoca kolay kolay kimseye güvenmiyor, herşeyin
merkezine kendisini koymak istiyor. Bunun nedenlerinden biri üst düzey­
deki bazı kadroların örgütten ayrılması, hatta bunlardan bazılarının Tercü­
man gibi gazeteler aracılığıyla kimi örgüt sırlarını ifşa edip Hoca'yı suçla­
maları. Bir başka neden ise kuşkusuz örgütlenme tarzına ilişkin bazı "İsla-
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 183
mi" gerekçeler.
■
Kaplan'm "tek adam"lığını gösteren birçok örnek verilebilir. Tebliğ
için dağıtılan kasetlerde hep kendisinin konuşması, kitap ve broşürlerde
hep onun imzasının bulunması, başka İslami gruplardan, cemaatine dergi,
kaset gibi yayınları göndermemelerini istemesi, cemaat içinde toplanan
paraların kendi adına açılmış banka hesaplarına yatırılması gibi...
Para konusu C.Kaplan için çok önemli. Girişteki alıntıda basın saye­
sinde "çuvallar dolusu mark" ödemekten kurtulduklarından söz eden Hoca,
cemaatinden ayrılanları Hüseyin Okçu'ya şöyle tanımlıyor: "Bu teşkilatta
yemlenip, başkaları adına yumurtlayanlar . . Y i n e aynı söyleşide cemaati­
ni şöyle tanımlıyor: "Davet edildiğinde.icabet eden, istendiğinde eli cebine
gidebilen, tehlikeler karşısında sarsılmayan bir cemaatin hizmetindeyiz." \
20 YILLIK D E V L E T MEM URUNUN DÖNÜŞÜM Ü
(Cem allettin Kaplan 1926 yılında Erzurum'un İspir ilçesinin Dengiz
köyünde doğdu. Babası din hocasıydı. Sülalesi de yetiştirdiği din adam­
larıyla ünlüydü. O da geleneğe uydu ve babasından aldığı eğitimle Arapça
ve İslam'la tanıştı. İmamlık yaptı. Askerden sonra dışarıdan sınavlara gire­
rek ilk, orta ve lise diplomalarına kavuştu. 1965'te de İlahiyat Faküitesi'nden mezun oldu. Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde müfettişlik,
personel başkanlığı, diyanet işleri başkan yardımcılığı görevlerine getiril-;
di. Dönemin Diyanet Başkanı İbrahim Elmalı'nın görevden alınması üzelrine başkan yardımcılığından uzaklaştırılacağım düşünerek Adana Müftüsü
olmayı istedi ve 15 yıl boyunca bu makamda k a ld ık
?\M üftü Kaplan'm Adana günleri Süleymancılara karşı amansız bir müca­
deleyle başladı. Bu mücadelenin esas gerekçesi, Süleymancıların Diyanet'in ve dolayısıyla devletin dışında dini çalışmalar yürütmesiydi. Diyanet'e vekaleten başkanlık eden Yaşar Tunagür'le birlikte gerek polisiye
yöntemlerle, gerekse de yayın yoluyla Süleymancılara aman vermemeye
çalışan Kaplan, söz konusu cemaatin isim babalarından biriydi. Tunagür'ün 12 Mart 1971 darbesiyle görevden alınması Kaplan'ı tekrar sakin
yaşantısına döndürdü.^
a Kaplan, Adana'da bulunduğu süre içinde iki kesimle ilişkisini iyi tut­
maya çalışmıştı: Şehrin önde gelen toptancı tüccarları ve yerel Nakşi
şeyhleri. 50 yaşına kadar tarikatlara pek sıcak bakmayan Kaplan birden
184 AYET VE SLOGAN
"Anladım ki herkesin bir mürşide ihtiyacı vardır" sözleriyle bir Nakşi
şeyhine intisap etti^K
1977
seçimlerinde MSP listesinden Erzurum'dan dördüncü sıradan aday
olan Cemalettin Kaplan, milletvekili seçilemedi, dolayısıyla "Anayasa ve
laiklik ilkesine bağlı kalacağına" and içme şansını kaybetti. Artık politika
kazanının içine iyice girmişti. NiLekim 1978 Temmuzu'nda yardımcısı
M.Asım Unsal ve imam Abbas Almalıoğlu, Kaplan'ı "siyaset yaptığı"
gerekçesiyle Ankara'ya şikâyet ettiler. Adana’da sıkıyönetim uygulan­
masıyla birlikte Kaplan hakkında soruşturma açıldı. Soruşturmanın ceza
davasına dönüşmesi endişesiyle 1981 yılında emekliliğini istedi. Ardından
eşini, oğlunu ve gelinini yanma alıp F.Almanya’ya yerlpşti.
Kendi iddiasına göre Kaplan'ın yurtdışına çıkmasını bizzat Prof. Nec­
mettin Erbakan istemişti. Çünkü 12 Eylül'ün ardından yurtdışındaki Milli
Görüş örgütlenmesinde karışıklıklar yaşanıyordu ve takviyeye ihtiyaç
vardı. Kaplan'ın bu örgütlenme içinde "İrşad ve Fetva Komisyonu Başkan­
lığı" yaptığı öne sürülüyor. Eski AP ve MHP milletvekili, şaibeli işada­
mı Murat Bayrakin yardımlarıyla siyasi mültcci statüsü elde eden Kaplan,
İslam'a göre caiz olmayan soyadını "Hocaoğlu” olarak değiştirdi. 1983
yılında Milli Gorüşçülerden ayrıldı. İki yıl sonra da İslam Cemiyet ve Ce­
maatler Birliği'ni kurdu.
Kaplan’ın ayrılma gerekçesi, profesyonel yöneticilerin yerlerini din
adamlarına bırakması önerisinin örgüt tarafından kabul edilmemesiydi.
Ayrılırken din adamlarının büyük çoğunluğunu da peşine takan Cemalet­
tin Kaplan’ın Milli Görüş tabanının yaklaşık yüzde 80’ini etkisi altına
aldığı m uhalifleri tarafından da kabul ediliyor. Ayrılm asıyla kendi
örgütünü kurması arasında geçen süre içinde Kaplan’ın davetli olarak git­
tiği İran'da temaslar yaptığı ve yeni bir tebliğ dili oluşturduğu biliniyor.
Bu dil büyük ölçüde Ayetullah Humeyni ve İran söyleminden esinlen­
meler taşıyor. Kaplan, İmam Humeyni’nin sürgünde bulunduğu Paris'ten
bir halk hareketini nasıl yönlendirdiğini iyi incelemiş ve kendisi de kaset­
ler (video-teyp) doldurarak, bildiriler yazarak, kitaplar, broşürler kaleme alarak ülkeye postalatmış. Gazetecilerle röportaj yapmış Humeyni gibi.
(Ama burada önemli bir fark var: Humeyni’nin kapısını dünyanın dört bir
tarafından gazeteciler aşındırır, baskılar nedeniyle kendi yurttaşları röportaj
yapam azken, Kaplan çoğunlukla Türkiyeli gazetecilerin sorularını
yanıtlamış.) Uğur Mumcu’ya "35 tane kitap okudum, sonra belledim" diye
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 185
yazma sürecini anlattığı "İslam Anayasası"™, yine Mumcu'nun "Rabıta"
kitabında çok açık bir şekilde belgelediği gibi İran İslam Cumhuriyeti
Anayasasından "yürütmüş".
İlk çıkışının başarısından aldığı cesaretle dilini daha da radikalleştiren,
yönünü daha fazla İran'a doğru kaydıran Cemalettin Hoca'nın elinin
altındaki Sünni taban, büyük ölçüde köklü bir tarihi geçmişe sahip olan
Sünni-Şii ayrılığı nedeniyle kaymaya başladı. Öle yandan Türkiye'nin,
baskısıyla F.Alman yetkilileri, medreselerini kapatmak gibi yaptırımlarla
cemaatin hareket alanını kısıtlayıcı bir tutum takındı. Bir kısım taraftar,
"erken İslam devrimi hayallerinin” gerçekleşemediğini görerek salları terketti. Üst düzeydeki bazı isimler "kişisel" nedenlerle Kaplan'dan koptu.
Kaplan doludi/.gin'güç kaybına karşı yeni strateji ve taktikler geliştir­
mek zorunda kaldı. İlk olarak, her ne kadar kendisi "geriye ya da ileriye
gitme söz konusu değil" dese de İran'a bakışında geri adımlar altı. İran
Devrimi ve devletinin mezhebi yönünün altını çizmeye; İran'a "biat ettik­
lerini” söyleyen bazı Türkiyeli İslamcıların Sünnilik aleyhine çalışmalar
yaptıklarından yakınmaya; İran yetkililerinin Türkiyeli İslamcılarla, do­
layısıyla da kendisiyle ilişkilerinde "takiyye" yaptıklarından [İslam'ın çı­
karlarının gerektirdiği durumlarda yalan söylemek] endişe ettiğini söyle­
meye başladı.
Örgüt içi sorunları gidermede otoritesini mutlaklaştırma yoluna gitti.
Kaplan'm güç kaybını engellemek için önem verdiği-hususlardan biri de
diğer İslami gruplara karşı tavrını iyice keskinleştirmek oldu. (Kendisinin,
başka grupların yayınlarını taraftarlarına yollamalarını istemediğini, söyle­
miştik.)
Bu grupları şöyle suçluyor Kaplan: "Teşkilatımızı beğenmedikleri ve
tasvip etmedikleri halde, cemaat ve fertlerimize sesli ve sözlü yayınlarım
göndermek suretiyle kendi adlarına yatırım yapmak isteyen fert ve kuru­
luşlar..." Ardından bu kesimleri "birlik ve beraberliğe" çağırdıklarını söy­
lüyor. Peki nerede olacak bu birlik? Kaplan, bunun cevabım 1988'de ya­
yınladığı 15 maddelik "Tüm İslami Kuruluşlara Tebliğ"de vermiş: "Ama
nerede birleşeceğiz? Cevabımız odur ki, ortada bir hareket var. Bu hareket
'İslami Cemaatler Birliği' ismini almaktadır. Üç küsür senelik geçmişi
vardır. Denemeden geçmiş ve imtihanını başarıyla vermiştir. Herşeyiyle
ortadadır. İnkılabi bir çizgide yürümektedir..."
"Kaba kuvvete, terörizme, kışkırtıcılığa" hiçbir zaman başvurmadık^
186, AYET VE SLOGAN
tarım sık sık tekrarlayan Cemalettin Kaplan'a göre temel sorun "kadro"dur
ve cemaati bu sorunu büyük ölçüde aşmıştır. Hüseyin Okçu'nun sorularını
cevaplandırırken "kadro"ları dörde ayıran Kaplan kendi durumlarım özetle
şöyle anlatıyor:
1) Teşkilat içi yönetici kadro: "Teşkilat kendi kendini idare ediyor."
2) Tebliğ kadrosu: "Teknik ilerledi, sesli ve sözlü tebliğ vasıtalarî
çoğaldı. Artık tebliğci gidip saatlerce oturup konuşmayacaktır; o vasıtalar­
dan birini bırakıp dönecektir. Bu kadarını da, teşkilat mensubu her kardeşi­
miz yapabilmekte ve yapmaktadır."
3) Devlet kadrosu: "Teşkilatın ızdırabım çekmeden, acı ve tatlı havasını
teneffüs etmeden devlet kadrosu yetişürmek mümkün değildir."
4) Ulema kadrosu: "Teşkilat dışı yetişmiş hoca efendilerin kısm-i azami
geldiklerinde ya ayak uyduramıyorlar ya da faydadan çok zarar oluyorlar.
Hareketimiz ulema kadrosunu kendi modeline göre yetiştirmenin imkân­
larını arıyor ve her sene yıllık programına alıyor. Medrese kapatıldıktan
sonra bantlar vasıtasıyla açık öğretim yoluna gidilmekten de istifade edil­
mektedir."
Türkiye'deki İslamcılar arasında, bir devrimin ancak bir "imam"
önderliğinde gerçekleşebileceği inancı, İran İslam Devrimi'nden sonra iyice
pekişmişti. İşte Cemalettin Kaplan’ın çıkışı, tam da ülkede İslami hareke­
tin ivme kazandığı bir zamanda bu beklentilerle çakışmıştı. Ama ilerleyen
zaman, Kaplan'ın "irtica" kampanyalarından medet uman çevreler ta­
rafından abartıldığını, ünlü 163. madde sayesinde sivrilebildiğini gösterdi.
Sonuçta o da, bir dizi İslami cemaatten birinin lideri konumuna geldi. O
da, cemaatinden ayrılanlar için "bu çeşit parazit ve pürüzler her toplumda
olabilir. Kaldı ki bu gibileri kendi cematleri ve yakın çevreleri ayıkla­
makta ve bu suretle gereken ders verilmektedir" gibi, hep lanetleyegeldiği
' politikacılara özgü suçlamalarda bulunabildi.
Din adamlarının önderlik edeceği bir devrimin propagandasını yapıp,
yetişmiş din adamlarını kendisine ayak uyduramamakla ve faydadan çok
zarar vermekle eleştiren, bu nedenle kendi din adamlarını bizzat kendisi
yetiştirmeye soyunan bir "imam adayı” hep "aday” kalmaya mahkûmdur.
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 18T7
|
Türkiye'deki radikal. İslam cı hareketlilik
içerisinde İktibas dergisinin özel ve ilginç bir
rn n n M K h iT
yeri var. 1981 Ocak ayından bugüne kadar,
tn l/U M tlV /
kimi kısa, kimi uzun aralarla yayınını sürdüÖZKAN
ren, dergi kupür arşivciliği yapan Ankara'daki Basın Haber A jansı'nın yayın organı.,
İktibas' ın önemli bir bölümünü yerli ve yabancı yayın organlarından
yapılan iktibaslar oluşturuyor. Ancak derginin özgünlüğü bu alıntılardan
değil, derginin imzasını taşıyan bölümlerdeki yazılardan geliyor.
C'fishnda,.İktibas tek bir isimle, BHA'nın kurucusu ve sahibi Ercüment
Özkan’la özdeşleşmiş durumda. 1938 yılında Kırşehir Mucur'da doğap
Özkan, hukuk ve Arap-Fars dilleri eğitimi görmüş. Genç yaştan itibaren
İslami bir çizgi içinde hareket etmiş, hayatı boyunca defalarca gözaltına
alınmış, tutuklanmış, toplam 10 yıl 3 ay ağır hapse, 2 yıl sürgün cezasına ve ömür boyu kamu hizmetlerinden mahrumiyete mahkûm olm uş'}
İktibas dergisinin hitap ettiği okuyucu kitlesi yalnızca müslümanlar;
hatta sıradan müslüman olmanın ötesinde İslam’ı bir politik bağlanma ola­
rak kabul edenler. Çünkü tümü Ercüment Özkan’ın kaleminden çıküğı kesin olan "Selam İle", "Yorum", "Kavramlar", "Mektuplar" bölümleriyle,
bir dönem yayınlanan "Bir İktibas" bölümündeki temel amaç, İslam'ı, onu
özünden saptırdığı iddia edilen, "sonradan eklenme" unsurlardan arındır?
mak. Özkan bunu şöyle tarif ediyor: "Tarih içinden gelen ve nerede ise
kireçlenmiş bir büyük arıza üzerinde fizik tedavi yapmaya çalışıyoruz." \
İktibas, bu amaca ulaşmanın yolunu tek kelimeyle özetliyor: akletmek.
Özkan şöyle yazıyor: "Müslümanlar, İslam geldiğinden itibaren belli yılİar fikren canlı olduklarından hayatiyetleri de zirvede idi, fikren zinde idiler. Ne zaman ki Allah'ın söylediklerinin yerine, kullarının söylediklerini
nihai doğrular olarak kabul etmeye başladılar, işte o zamandan bu yana ellerindeki mirası bitirene kadar yaşadılar ve öldüler... İslam'ı tekrar hayata
döndürmenin yolu akletmekten geçmektedir. A kıl cihazını toplumun
tümünü etkileyecek şekilde kullanmazsak ne İslam anlaşılır, ne de onunla
amel olunabilir. Kuran, içindeki esaslarıyla kıyamete kadar ona inananların sorunlarını çözmeye kadir olduğunu söylüyorsa, bu çözüm aklı kullanarak vahyi anlamaktan geçmektedir. Vahiy, akıldan başka bir şeyle
anlaşılamaz, anlaşılmamıştır da. Zira akıllara, akıllılara gönderilmiştir."
İktibas' ın (Özkan’ın) üslubu birçok sıfatla birden açıklanabilir: Cüret­
j
Bir Tasavvuf
DÜsmam ’
!
I
!
j
!
:
j
|
j
i
|
j
\
]
:
j
j
j
j
j
j
j
188 AYET VE SLOGAN
kâr, saldırgan, samimi, kendine güvenen, polemikçi, ısrarlı... İşte bir
örnek: "Hadis diye, Müctehid sözü diye, alimlerin görüşü diye sunulanlara
dikkat ediniz. Araştırınız, düşününüz ve Kuran'la mukayese ediniz. Hemen
tanıyacaksınız onları gerçek hüviyetleriyle (...) Yanlışa düşmekten kendi­
nizi ve çevrenizi korumanın yolu da budur. Yapın bunu: Okuyunuz çokça
Kuran'ı ve Resulullah'm sahih sünnetini tanıyınız. Eğriyi doğrudan ayırabilcsiniz ve doğru yolda yürüyenlerden olabilesiniz."
K U T S A L IN
D Ü N Y E V İL E Ş T İR İL M E S İ
^ i k t i b a s (Özkan) katıksız bir tasavvuf düşmanı, çünkü ona göre tasavvuf
İslam'ın düşmanıdır. Dergide, özellikle okuyucu mektuplarına verilen ce^ saplarda, İslam tasavvufunun en temel kavramlarının (rabıta, velilik, ke­
ramet, vahdet-i vücud, zikir, şeyhe biat etme...) nasıl başka dinlerden apartıldıkları ya da gerçek İslami özlerinden saptırıldıkları uzun uzun "kanıt­
lanmaya" çalışılır. Tasavvufun eri temel metinlerinden yapılan uzun alın­
tılar "Bir İktibas" bölümünde yayınlanarak, "hurafeler", birinci ağızların­
dan gözler önüne serilmeye çalışılır.\İslam tarihinin önde gelen, Türki­
ye'de de genellikle geniş bir saygınlığa sahip olan İbn-i Arabi, İmam Ga­
zali, Mevlana, Bahaaddin Nakşibend gibi mutasavvıflarına çok ağır suçla­
malar y ö n e ltilip
Özkan, bir okurunun mektubunu şöyle yanıtlıyor: "Daha düne kadar
çook büyük bir İslam büyüğü bildiğiniz nicelerinin tepesine kadar şirk
içinde olduğunun delillerini görüyor ve şaşırıp kalıyorsunuz. Nice büyük­
lerimizin (!) insanları küfre, şirke sokmakta, şeytanı da geride bırakacak
derecede büyük şeytanlıklarım görüyor, okuyorsunuz. Allah'ı koynuna
alanları, haramı helali ’derva_gibiler'e kaldıranları, karışım evinde gelip gi­
denlere ikram-&den (abdal tabakasına ermiş) velileri, gaybı bilen ve gezdiği
yerlere bereket yağdıran efendileri, Kuran'dan 700 yîhîon.ra yazdığı şiif kitabı için Alemİ&riri Kabbmdan indirilmedir' diyenleri ve daha şeytanın
aklına gclmeyenlcrnnsanİann basma getirenleri tanıyorsunuz. Düşünürse­
niz göreceksiniz ki bunların müslümanlıkla uzaktan yakından ilişkisi yok­
tur ve olamaz da.$
n}\ Özkan'ın kavgası yalnızca tasavvufa karşı değil. Kendisini "Ben Peygamber'in mezhebindenim" diye tanımlayan Özkan İslam'daki tarihi mez­
hep farklılıklarım (gerek Sünni-Şii, gerek müctehid imamlarca geliştirilen
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 189
Hanefi, Maliki, Şafii, Hambeli mezhepleri arasındaki ayrımları) belirleyici
olarak kabul etmiyor. Ona göre müslümanlar mezhep imamlarını taklit
etmek zorunda değiller: "Her ne kadar asırlardır insanlar mukallid olmaya
mahkûm edilmişlerse de asıl olan mahkûm olmamaktır. Zira bir yanlış,
asırlardır doğru diye tamim olmakla, doğrulanmaz. Müslümanlar dinlerinde
ictihad yapmak (onu anlamak ve hayatlarına uyarlama için azami gayret
göstermek) zorundadırlar.T)
'(I "Hurafelerle, bağnazlıkla" mücadele ettiğini söyleyen İktibas (Özkan)
günümüz Türkiyesi’nin tasavvuf dışı İslami ekollerini de eleştirmekten
geri durmuyor. Örneğin Özkan’a göre kitaplarında."bunları ben yazmadım,
bana yazdırıldı” diyen Said Nursi de "tarikatçılarla aynı paralelde yürü-;
mektedir'fv
"Sapmalardan kurtulmak", "esasa sarılmak" adına 1400 yıldan uzun bit
tarihin büyük bir kısmını elinin tersiyle itebilen; akla, beyine seslenmek;
adına kalpleri, İslam'da çok önemli yer işgal eden rüyaları ihmal ve hatta
iptal eden İktibas'm yaptığı, son tahlilde İslam'ı dünyevileştirmekten:
başka bir şey değil.
;
Her ne kadar "itikaddan amele kadar bütün boyutlarını taşımak”tan söz
etse de, İktibas 'ın temel hedefi İslam’dan radikal bir politik ideoloji üre­
tebilmek. Bu anlamda, bölümün başlarında değindiğimiz gibi .İktibas'm \
müslüman olmayan ya da İslam'ı hayatlarında yoğun bir biçimde yaşa-;:
mayanlara hitap edebilmesi çok zor, hatta imkânsız. Çünkü "hidayete;
erme" olarak adlandırılan vakalar incelendiğinde, İslam'ı "keşfedenlerin"1
onu herşeyden önce bir din olarak algıladıkları, ona çağdaş politik ideolo­
jilerin dolduramadığı kişisel manevi boşlukları nedeniyle bağlandıkları
görülüyor. Belki bu kişiler belli bir süre sonra İktibas'm yorumuna yakın
bir İslami çizgiye gelebilirler, hatta belki de doğrudan doğruya İslam'la
tanışıklıkları böylesi bir çizgiyle olmuş kimseler de bulunabilir. Ama bu
tür örnekler kaba tabiriyle "attan inip eşşeğe binmek"tir. Yani materyalist
bir dünyevilikten dindar bir dünyeviliğe transfer olmaktır ki burada önemli
olan sıfatlar değil isimdir.
Öte yandan İktibas ’m özellikle gençler arasında başarı şansı sınırlı da
olsa var. Bunun birinci nedeni, kuşkusuz gelenekçi kesimlere yöneltilen
eleştirilerin büyük ölçüde haklılık payları içermesi (şeyhlerin otoritelerini
suistimal etmeleri, güçlerini abartmaları...). Bir başka neden, eninde so­
nunda laik bir eğitimden geçen gençlerin genelde modemist bakış açılarına
190 AYET VE SLOGAN
sahip olmaları ve İslam’ı akıl yoluyla anlama, olayları akıl yoluyla değer­
lendirme gibi yöntemlere fazlasıyla itibar etmeleri. Son olarak ise, İs­
lam'ın bir din olmaktan öte politik bir ideoloji olarak öne çıktığı çağımız­
da, benzer bir uğraş içindeki ik tib a s 'm İran İslam Devrimi'nden ve İran
İslam Cumhuriyeti'nin uygulamalarından, bunlara verdiği "ölçülü" destek­
le faydalanması.
Ancak bu şansın sınırlı olmasının daha fazla gerekçesi var. Gelenekçi
İslami yapılanmalar çok güçlü Türkiye'de. Hele İ k tib a s 'm göstermeye
çalıştığı gibi "dokunulsa paramparça" olacakları abartmadan başka bir şey
değil. Bu güçlü yapıları istikrarlı bir şekilde çıkamayan, dış görünüş itiba­
riyle de yeterince çekici olmayan bir aylık dergiyle zorlamak çok zor. En
basit biçimiyle, ik tib a s ’m da sık sık yakmageldiği gibi, cemaat yönetici­
leri bağlılarını bu dergiyi okumaktan men ederlerse (yayın ambargosu
gelenekçi yapıların çok sık başvurduğu bir uygulama) zorlama bile söz
konusu olamaz. Ayrıca büyük ölçüde herşeyi tek başına yapan (yapmak
isteyen) Ercüment Özkan’ın gücünün de bir sınırı var. Nitekim Özkan’ın
hastalığı nedeniyle İktibas 'in yayınına 1989 Kasımı’na kadar iki yıl ara ve­
rilmişti.
^ Öte yandan Türkiye'de gelenekçi İslam'ın teorik temelleri de birkaç
yazı, kitap ve dergiyle çürütülemeyecek kadar köklü. İslamcıların büyük
çoğunluğu bunca yıldan sonra, İbni Arabi'den, İmam Gazali'den, Mevlana'dan... feragat edip sadece ve sadece Kuran'la yetinmeyi, gelinen bu aşa­
madan sonra ve içinde yaşadığımız koşullarda hangi hadisin gerçek, han­
gisinin uydurma o!duğ;unu araştırmayı istemeyecek dürümdalar. Kendisini
alabildiğine güçsüz ve kırılgan hissettiği modem dünyada, güven duygusu­
nu şeyhine ve onun cemaatine bağlılıkta bulan bir kişiden, bütün bunları
bir kenara itip, gerekirse (ki İktibas 'in çizdiği İslam anlayışında büyük bir
ihtimalle gerekecek) tek başına bir birey olarak İslami mücadelesini sür­
dürmesini beklemek safdillik olacaktır. Aynı şekilde dış görünüşün birçok
şeyin önüne geçtiği günümüz toplumlarında bir kesim müslürnanı sakal
bırakmasalar, sarık takmasalar da olabileceğine, Kuran'ı ellerine abdestsiz
alabileceklerine ikna edebilmek epey güç olsa gerek^
Son olarak, eleştiri geleneğinin bir türlü oluşmadığı, başkalarında yan­
lış görünen şeylerin genellikle açıkça dile getirilmediği ama dedikoduların,
sözlü suçlamaların yaygın olduğu İslami kesimde ik tib a s ’m sert eleştiri
üslubunun onaylanmadığı da görülüyor. Derginin okuyucu mektupları
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 191
bölümünde Özkan'ın dönüp dolaşıp hep aynı sorulara cevap vermek zorun­
da kalması bu yüzden. Hakkında kulaktan kulağa yayılan suçlama ve ri­
vayetleri birçok kez yalanlamak zorunda kalması da bu yüzden.
Ercüment Özkan, kendi İslam yorumunu "radikal" sıfatıyla betimliyor
ve sık sık radikal İslam'ın dünya ye ülke çapında önemli ilerlemeler katettiğini müjdeliyor. Ancak temkinli olmaktan yana: "Son yıllardaki İslami
gelişmeler bir bütün dünyayı kapsamına almış ve mevzilikten çıkmış
iken, içinde yaşadığı toplumdaki 'turfanda' gelişmeleri heba etmemek için
titizlenmeli değil miyiz? Bizi 'doğum'a heveslendirenlerin henüz doğum
sırasında olmadığımızı ve yapılacak şeyin en fazla bir 'düşük' olacağını
aklımızdan çıkarmamalı değil miyiz? 'Eşeği yoldan çıkarmak için oyna­
yan sıpalar' görüyoruz. 'Aklımıza karpuz kabuğu düşürmek isteyenler'
görüyoruz. Sırtımızdaki yükü devirmemizi dört gözle bekleyenlere fırsat
vermemek müslümanlığımızın olmazsa olmaz şartlarmdandır."
Acaba Özkan'ın çizdiği "gelişen radikal İslam” tablosu ne derece doğru?
Yine İktibas 'a bakmak gerekiyor bu sorunun cevabı için. Gelenekçiliğe
karşı radikal çizgisinden taviz vermeyen Özkan daha çok, gelenekçi
çizgilerinden kolay kolay kurtulamayan müslümanlarla muhatap olmak
durumunda kalıyor. Bu kişiler, tasavvufi kaynaklardan yaptıkları alıntılarla
onu "hatasından dönmeye" çağırıyorlar. Özkan'ın bu kişilere yapüğı açık­
lamalar, genellikle "Neden bunları görmüyorsunuz, yapmayınız böyle"
gibi cümlelerle bitiyor.
Bartın'dan M . Atav'ın suçlam alarına verdiği yanıtın son bölümü
Özkan'ın radikal İslam tebliğinde ne ölçüde başarılı olabildiğini çok net
gösteriyor: "Gel de görüşelim, biz bilmediğimizi sizden, siz de bizden
öğrenin. Birlikte bilmediklerimiz çıkarsa onları da birlikte öğrenecek kim­
seler arayalım, olmaz mı? Ve akıllı olalım, ukala değil olmaz mı. Haydi
Allah'a emanet ol ve şu mektubu başından sonuna kadar bir daha oku, fa­
kat anlamak için, düşünmek için oku, biraz sert yazdığımızın farkındayız
ve bilerek de öyle yaptık belki biraz şok etkisi olur da çalışmayan,
tıkanıklık yapan yerleriniz hareketlenir diye, oldu mu, selametle kal."
Müslüman kitleye, tek başına, 35 yıllık birikimine dayanarak "hakiki"
İslam bilincini taşımaya çalışan Ercüment Özkan, günümüz dünyasındaki
her türlü ideolojik bağlanmanın "öncü aydınlarının" dramım yaşıyor. Be­
lirli bir ideolojik bağlanma içindeki kişilere hitap ediyor öncelikli olarak;
"Benim görüşüm doğru" diyor. Muhataplarının da, seviyeleri ne olursa ol-
192 AYET VE SLOGAN
sun, kendilerine göre doğruları olduğunu, bunlardan kolay kolay vaz­
geçemeyeceklerini kabul etmek istemiyor.
İktibas dergisi ve Ercüment Özkan'ın yazıları, Türkiye'deki İslamcı
düşünce içinde en selefi, en püriten tezlere sahip olmaları bakımından
önemliler.' Ancak siyasi pratikte marjinallikten kurtulamıyorlar, kurtulabi­
leceğe de benzemiyorlar.
1985 Şubat ayında yayın hayatına atılan M ek­
tup dergisi, uzun süreden beri Türkiye'nin en
çok satan İslami dergisi. "Kadınların kalemin­
den kadın erkek herkes için” şiarıyla çıkan der­
ginin sahibi ve yazıişleri müdürü Recep
Özkan. Ancak M ektup'un temel direği, Öz­
kan'ın eşi, "Gençliğin İmanını Sorularla Çal­
dılar" adlı kitabından dolayı 163. maddeden
mahkûm olan Emine Şenlikoğlu. Teknik işlemleri erkekler tarafından
yapılan derginin sürekli yazar kadrosunun tümü ve diğer yazarlarının
Çoğunluğu kadın.
Mektup, adını gerçekten hakeden bir yayın organı. Derginin "Okuyucu
Diyor ki" bölümünde birçok okurun özellikle güncel olaylar hakkmdaki
duygu ve düşünceleri yayınlanıyor. "Okuyucu Mektupları (Soru Cevap)"
bölümünde E.Şenlikoğlu yine çok sayıda okurun her türlü konuda mera­
kını dile getirdiği mektupları yanıtlıyor. "Sırrınız Sırrımızdır" bölümünde
mahrem sorunlarını rumuzlarla anlatan okurlara öğütler veriliyor. Dergiye
gönderilen başka yazılar ve şiirler de diğer sayfalarda yayınlanıyor. Ek ola­
rak her sayıda "Mektubu Gelenler" çerçevesi içinde yer darlığı nedeniyle
yayınlanamayan mektup sahiplerinin listesi veriliyor.
Yakınma, iç dökme, öğüt isteme, öğüt verme, yol gösterme üslubu
derginin diğer bölümlerinde de hâkim. Özetle, M ektup dergisi yazı dilin­
den çok konuşma dilinin esas olduğu bir dergi. Bu olgunun bir diğer
göstergesi de Türkçe imla kurallarına hemen hemen hiç uyulmaması ve
bundan şikâyetçi de olunmaması. (Kuşkusuz her sayıdaki tashih bol­
luğunun acemilikten başka bir açıklaması yok.)
M e k t u p 'un başarısının sırrı, söz konusu biçim in çok kolay bü-
Kadmların
Kaleminden
İslami Arabesk:
MEKTUP
D E R G İS İ
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 193
HANIMLAR BİR DAKİKA
ÎKIHANIM YOLDA KARŞILAŞIRLABL
* Esselamu aleyküm
-"« P İ
M « i ||
' {
i + *
p>3
*Vc aleyktimüsselam.
*Afedersiniz,kıyafetinizl çok beğendim
acaba nereden aldınız?
♦NİSA GİYİM 'den ald.m.Tum ihtiyaçlar
nm da kalitc v e ç e şlt aradığım için NİSA
GİYİM! iterclhediyorum ..Siz de aradığınız
giyim İhtiyaçlarınızı NİSA GİYİM1den temin,
edebilirsiniz.
*Çok teşekkür ederim, Allah'a (cc) eme;
sSJ
net otunuz.
r-a t-
ll'P-mt'İ*
t
IH I
Bir tesettür ilanı: Mektup, Nisan 1989.
tünleşebileceği bir içerikle birlikte sunulması. Bu içerik iki kategoride in­
celenebilir. Birincisi, müslümanların ne denli zulüm gördüklerinin, bu
zulüme rağmen dinlerinden ne denli habersiz olduklarının, dinlerini
gerçekten kavrayabilm iş olsalar yaşadıkları topluma İslam ’ı hâkim
kılabileceklerinin, dinlerinden gerçek anlamda haberdar olan kişilerin de
"ben tutkusu" nedeniyle bir araya gelemediklerinin, birbirlerine düştük­
lerinin anlatılması. Kısacası tevhid, iman, şeriat, cihad, şehadet, vahdet
gibi temel İslami kavramlar ekseninde alabildiğine yalın, birbirlerini tek­
rarlayan, hamasi yazılar.
İkinci tema ise gündelik yaşam. Bu kategoride iktidarsızlık, mastür­
basyon, eşcinsel eğilimler, adet kanaması gibi cinsel; aile içi geçimsizlik,
boşanma, kadınların kocalarına, erkeklerin karılarına karşı görevleri gibi
ailevi konulara değiniliyor. Stres, feminizm, örtünme gibi günümüz
tartışma konularında tavırlar geliştiriliyor.
Başta kadınlar olmak üzere, eğitim ve kültür düzeyi düşük bir kitleye
hitap eden M e k tu p yurtdışındaki işçi aileleri,-şehir ve kasabaların
çalışmayan kadınları tarafından büyük ilgi görüyor. Genellikle "halk
İslamandan gelme bu okuyucu kitlesi, derginin "halk İslamı"nm temelle­
rini oluşturan gelenek ve.göreneklere (kendi deyimleriyle bidat ve hurafe-
194 AYET VE SLOGAN
lere) savaş açması nedeniyle önce irkiliyorlar, ancak dergi tarafından ken­
dilerine önerilenlere çabuk uyum sağlıyorlar. Çünkü İslam'ın temel kay­
naklarına ulaşması imkânsız olan (en azından kendilerini böyle gören) bu
kişilere M ektup "hakiki İslam"ı sunuyor.
Dergi sık sık söyleşilere yer veriyor. Bunlardan, rasgele telefon edip be­
lirli temalar üzerine sorular sormaya dayanan "Telefonla Röportaj" bölü­
mü, radyo skeçlerini andırması ve dergi yazarlarının İslam’ın nasıl tebliğ
edilebileceği konusunda örnekler vermesi nedeniyle oldukça ilgi topluyor.
Ayrıca bazı "sıradan kadınların", "bütün engellemelere rağmen hakiki İs­
lam’la tanışmalarını" veya "vicdan azaplarını, pişmanlıklarını" dile getir­
dikleri söyleşiler de derginin yakından izlenen bölümleri.
(^Dolayısıyla "ibret" Mektup dergisinin en çok işlediği değerlerden biri.
Bu uğurda "kurgu söyleşiler" yaratmaktan bile çekinilmiyor. Örneğin
1990 Ağustos sayısında Nevin Kayacan’ın "Feminist Zümbül Hanım'la
yaptığı söyleşi". "Zümbül Hanım" ileride kocalarından dayak yemesinler
diye üç kızını judo, karate kursuna yolluyormuş. Söyleşinin sonlarına
doğru röportajı yapan kişi kendisine İslam'ı anlatıyor. Zümbül Hamm'ın
cevabı "Bunları boşverin, bugün zaten sıkıntım üzerimde" oluyor. Çünkü
en büyük özlemi, kendisinin annesine yaptığı gibi, kızlarının da ağrı ve
sızıları için sırtına masaj yapmalarıymış. Ama onlar annelerine saygı
gösterecekleri yerde "feminist derneklere gidip geliyorlar"mış. Sonunda
"doğal olarak" Zümbül Hanım ağlıyor. Söyleşinin son cümlesi de,
"Aslında Zümbül Hanım, bugün olması için savaştığı ilerici kadının dav­
ranışına ağladığının farkında bile değildi" oluyor^
İkinci "feminist", Şefkiye Hamm'ın, M ektup muhabirine amaçlarını
"kadınların güzellikleriyle erkekleri mahvedecek duruma gelmeleri" ola­
rak tanımlaması ne kadar inandırıcı?
M ektup dergisi özel, bağımsız bir İslami çizgiye sahip değil. Olma yo­
lunda da bir gayret göstermiyor. Sürekli olarak tüm grupların (ülkücüler
de dahil) kardeş olduğu, çelişki ve çatışmaları bir kenara atmaları gerek­
tiğini vurguluyor. Yine Ağustos 1990 sayısında yayınlanan, E. Şenlikoğlu'nun "Müslümanlara İlan" şiiri derginin İslami vahdet konusunda ne ka­
dar safdil olduğunu gösteriyor: "Sentez olsa diyorum tüm cevherler /
Alemde birleşse şu asillikler / Nurculuğun kibarlığı alınıp dizilse / Süley­
mancının temizliği öğrenilip bilinse / Millicinin itaati gündeme gelse /
Ülkücünün cesareti eklense / Liste devam ediyor ve ekliyorum / Hocaoğ-
. DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 195
M ÜS1ÖMA N
KAD İN LA R
GÜN Ü
. Faüma'nm doğum yıldönümü münasebetiyle,
Örnek kişiliğinden hareketle* kutlamak istediğimiz bugünö
tüm Türkiyeli müslüman kadınlan katılıma çağırıyoruz.
Program , , ;•.;; Ş :
A ç ılış ütv '■
- '; \ M
- Konuşmacılar.
*
Zeynep DOĞAN
Yıldız KAVUNCU > ' ;
; Asiye DİLİPAK
f
Cihan AKTAŞ
- Slayt Gösterisi
- Marşlar
Tarih: 20.1.1990
12:30
giş-ec/eff
1
ğcfc/ecjçM//: --:
YüR: Yeni Saray Düğün Salonu Halıcılar cad. Koska Helvacısı yanı Fatıh/İSTANBUL
Mektup, Ocak 1990.
lu'nun isteği, hiddeti / Mahmutcunun ibadeti / Vahdet'in akidesi / Mektup'un firaseti / Girişim'in aksiyonu / Sızıntı'nm istikrarı / Ribat'ın tasav­
vufu / Tüm güzellerin güzellikleri / Bir olsa diyorum, bir bomba patlasa /
İşte böyle hayal ediyorum duy beni dünya / Gerçi buna da hakkım yok
ya!!!"
f Her ne kadar Nurculara, Süleymancılara davetiye çıkarıyor görünse de
Mektup bu grupların kabullenemeyeceği kadar radikal bir dergi. Kanların
aktığı, Arapça pankartların uçuştuğu, kalaşnikoflann arz-ı endam ettiği
illüstrasyonlara yer vermeyen hiçbir sayısı yok neredeyse. Hatta dünyada
her türden ihtilalin sembolü durumuna gelen bu silah, derginin son sayıla­
rında, kapak kompozisyonlarında da boy göstermeye başladı^)
Türkiye'deki İslami hareketliliğin temel dinamiği popülizm ve ucuz ra­
dikalizm değil artık. Dolayısıyla kalabalıkların ruh halini yansıtmakta
başarılı olsa da M ektup dergisi gelişen, güçlenen yenilikçi İslam yorum­
larının çok gerisinde kalmaya mahkûm. Nitekim M ektup dergisi ve onun
196 AYET VE SLOGAN
Mektup, Ağustos 1989.
üslubuna karşı en ciddi eleştiriler müslüman aydınlardan geliyor. Örneğin
1989 Haziran tarihli 28.sayısmda "İslami Arabeskin Dili" başlıklı bir ka­
pak dosyası hazırlayan K itap D ergisi, Emine Şenlikoğlu'nun kitaplarını
ve M ektup dergisinin bütün sayılarını "arabesk" olarak tanımlıyor. Dergi,
ülkede yaşanan hızlı şehirleşmeyle birlikte, kentlerin çevresini dolduran
taşralılarda iki ana eğilim tespit ediyor: Lümpenleşme ve müslümanlaşma. Bu iki eğilime yönelen insanların birbirlerini tamamiyle dışlama­
dıklarını söyleyen K itap D ergisi İslami arabeski bir bakıma bu iki eğili­
min kaynaşmasının ürünü olarak değerlendiriyor.
21. yüzyılın eşiğinde popüler kültürün kazandığı mevziler göz önüne
alındığında M e k tu p dergisinin "başarısı"nı anlamlandırabilmek kolay­
laşıyor. "Halk İslami" ile radikal İslam'ın, kent ile kasabanın karışımı
olan bu derginin daha uzun bir süre aynı başarıyı sürdürmesi beklenir. An­
cak Körfez Krizi gibi bir olaya "müslümanca" bakışını "İster İrak Ku­
veyt'i, ister Kuveyt Irak'ı alsın bizim için hiç fark etmez" cümlesiyle
özetleyen bir derginin ciddi politik, toplumsal, kültürel çıkışlar yapabil­
mesi de beklenemez.
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 197;
GENÇ KIZLAR DİK K A T
İSLAMIN NİKAHINI SUİSTİMAL EDENLER VAR
Rahman ve Rahim Allah'ın Adı İie...
Sizinle biraz İslamın nikahı üzerinde duralım mı ne dersiniz? Zira imamların özel
işlemi haline getirilen islamın nikahı sahtekarlar tarafından masum kızlarımızı avlama
aracı yapılıyor.
İslamın nikahı öylesine yüce bir müesseseki, düşünün yedi yabancıyı yedi ya­
bancı ile bir anda ata evlat yapabiliyor, o yüzdendir ki, ömür boyu bir gelin kaynatası
ile, bir damat kaynanası ile evlenemez. Onu ömür billah mahremi olarak kabul eder.
Bir yabancı kadını bir yabancı erkeğe (damada) anne yapan faktör dinimizin yüce ni­
kahı oluyor, fakat bu yüce nikah ne yazıkki simsarlar tarafından'hafife alınıyor. Bu
vesile iie de bir genç kızın hayatı nerede ise mahfediliyor.
Son zamanlarda'"Ana kimmiş, baba kimmiş!?" diyenler türedi. Herkes suçlu. Sa- ■
dece kendileri suçsuz. Onlar kahraman... islami onlar getirecekler. Onlar istedikleri;
zaman istedikleri yerde nikah kıyabilirler. Vs evet, islami reddeden ailenin ibadet :
konusunda söyledikleri olumsuzluklarda reddedilir. Kızınıislam düşmanına vermek ■
isteyen bir ailenin kızı, isterse İslami yaşayan gençle evlenebilir fakat en ufak olumsuzluklarda da gizlice nikah yapmak olur mu? üstelik dini nikahı belediye nikahı ka- \
dar ehemmiyetli görmeyenler çok çabuk nikahı iptal ediveriyorlar. Daha önce ata­
larını beğenmeyen genç, birde bakıyorsunuz ki, atalarının dahi yapmadığı vahşeti .i
yapıyor. Ulu orta genç kızı sokakta bırakıveriyor. Üstelik dava adına yapıyor bunu... ;
Sonra bu durum hangi boyutlara ulaşıyor biliyormusunuz, o genç kızın dini nikaha ;
saygısını temelinden yıkıyor.
■
GENÇ KIZLAR DİKKAT
j
Geçenlerde bir doktor arkadaşıma uğradım. Kadın doktoru olan arkadaşımın an- ;
lattıkları beni hayrete düşürdü. "Ahh" dedi. "Emineciğim. Günde en az üç dört genç
kız geliyorlar, hamile kalınca başlıyorlar korkmaya. Son zamanlarda neden böyle
oldu bilemiyorum." dedi. Gençler güya bir an önce evlenip din kurtarma niyetindeler.
Erkek sıkışınca "Annem babam seni evlatlıktan reddederim dedi. Seninle evlenemiyeceğim ne olur bana anlayış göster" diyorlar, genç kız şok halinde soruyor, "biz za­
ten evli değilmiydik?" Evet bacı, sen sana göre evli idin ama o beye göre resmi nikah
olmadığı için evli değildin.
Bacılar! Hergün beş-altı tane bacımızdan mektup veya telefonda aynı şikayetleri
dinliyorum. Keşke imkânım zamanım olsa da hepsini dinlesem sonrada çözüm bul­
sam... Yok buna imkân yok. Kapitalist sistemlerin beşiğinde yetişen gençlerin çoğu
kul hakkini bilmediği için evlenip boşanmayı hiç günahı olmayan başit konu gibi
görüyor. Zannediyorki, keyfi ölarakta kadın boşanabilir. Hayır kardeşim hayır islamın nikahı senin oyuncağın değil, üstelik İslam nikahına inat için getirilen belediye
nikahını islamın nikahından üstün görenler istamdan çıkarlar. Zira en ağır sorumlu­
luklar veren, kadınada kocayada birçok şartlar ileri süren nikah islamın nikahıdır.
Fakat gençlerimiz doğru dürüst bu sorumluluklardan haberdar edilememiştir.
198 AYET VE SLOGAN
Ne kadınımız doğru dürüst vazifesini biliyor; ne de erkek kardeşlerimiz. Biz put
perest çağın çocu kla rıyız., Hepimiz islam i sonradan Öğrenmişiz, (yüzde bir
müstesnalar vardır) Bir yönümüz çok güzel olsa öteki yönümüz hiç islami olmayabi­
lir. Onun için genç kızlar biraz daha dikkatli adım atın... Her mücahid dört dörtlük
koca olur diye bir kayıd yok. Adam dini mücadelesinde aksiyonerdir ama aile
hayatında merhametsiz veya bilgisiz olabiliyor.. Aslında olmaması lazım. Putperest­
lerin hakim olduğu dünyada putperestlerin hamurundan azda olsa alınıp yoğrulduk
bunu unutmayalım.
Bu meseleler böyle kısacık bir makalede anlatılacak meseleler değil. Bu ko­
nularda araştırmalar yaparak size faydalı olmaya çalışacağım. Zira iyi niyetli
bacılarımın simsarlar elinde yem olmasına tahammülüm yok. Sizlerde tahammül ede­
mezsiniz şüphesiz. Yanlış anlaşılmasın sadece bu konular üzerinde durmayacağız
tabiiki, yüzlerce derdimiz, yüzlerce kederimiz var. Bir araya toplanıp paylaşacağız
derdimizi.
BU MESELE NEDEN MÜHİM?
Dünya putperestlerinin bütün gayretleri ile İslama saldırdığı çağdayız. Bu
saldırılar devam ederken bir de İslama bizim elimizle saldırı olursa huzuru ilahide
hesabını veremeyiz. Şöyle bir düşünelim. Mehmet, Ayşegül ile evlendi. Dini nikah
yaptı. Ayşegülün ailesi ilk defa bir şeriatçı müslüman ile karşılaşıyor. Ayşegülün ma­
hallesi ikiyüz hane, en az beşyüz kişi var bir ikiyüz hanede. Ayşegülün amca teyze
sülalesinde eh az iki yüz kişi olur. Böylece Ayşegülün islami evliliğini yediyüz kişi iz­
liyor durumunda. Bunların birkısmı genç kız. Dikkatle gözlerini arkadaşları veya
tanıdıkları Ayşegülün yuvasına dikiyorlar. Öte yandan Ayşegülün kocası için
"yobaz-gerici“ söylentileri gençlerin okuduğu okuldan izledikleri filmlere kadar her ta­
rafta işleniyor. Hatta cumhurbaşkanından bile duyuyor o suçlamaları. Devamlı
Ayşegüie acıyor "zavallı kızcağız! yobazın elinde mahf olacak" diye sızlanıyorlar.
Bu olayı iki ayrı sahnede ele alalım.
Birincisi: Mehmet Ayşegüie zulm yapıyor. Ve çok geçmeden "babanın evine git"
diyor. Ayşegülün Mehmet ile evlendiğine bin pişman olduğunu ortalama yediyüz kişi
duyuyor. Bu yediyüz kişi her müslüman ile evlilik konusu olduğunda hemen atılıyor
ortaya. Sakın ha! Aşırı dincilerle kızınızı evlendirmeyin, bizim bir Ayşegülümüz
vardı. Bir dinci ile evlendi şimdi hayatı zindan oldu” diyorlar.
Yüzlerce genç kıza ulaşıyor bu haber. Dolayısı ile islami yaşayanlara güven
kalkıyor.
Sen söyle kardeşim bu manzarayı oluşturan gerek Mehmet, gerek Mehmedi ye­
tiştirenlerin günahı yok mu? Tabii ki var. Bir islami görünen düğünün islami olmayan
devamı İslama ma! edilecek. Olur mu bu be kardeşim. Olur mu bu vicdansızlık?
Şimdide Ayşegülün olayını islami açıdan ele alalım.
Herkes dikkatle Ayşegülü takip ediyor ona acıyorlar. Fakat Ayşegülü her
gördüklerinde hayrete düşüyorlar. Ayşegül "Mehmet çok iyi bir insan. Doğrusu ba­
bamda anneme karşı görmediğim incelik-anlayış İslama göre kul hakkına riayet Mehmedde var. Siz bana acımayın... İslami bilmeyen erkeklerin elinde ziyan olan kızla-
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 199
rınıza acıyın*1 diyor. Ve Mehmedin yumuşak, gerektiğinde otoriter, merhametli,
çocukları ile bizzat ilgilenen, hanımını mutlu eden bir erkek olduğu duyuluyor. Ye,diyüz kişinin en az dörtyüzünde bu merhametlere karşı bir devrim oluşacaktır.
Ardında bir kaç Mehmet Ahmet birkaç Haşan Ali gördüler mi kanaatler tahtına oturur.
"Hayır. İslami yaşayan gençler yobaz değiller. Tam tersi İslam medeniyetine göre
yaşıyorlar onlar" diyeceklerdir.
Böylece evlilik müessesesi ile İslama saldırı olmayacak, ve genç kızlar sükutü
hayale uğramayacaklar. Zira Mehmedler, nikahın imama verilen söz değil, Allah'a
verilen bir ahidname olduğunu bileceklerdir.
Kızlar, böylesi Mehmedleri seçin... Onlarda şu vasfları arayın, ilim, takva, alihimmet, anlayış, kul hakkına riayet (kadına zulm kul hakkına girer) etrafında sevilen ol­
masına, cömert olmasına komplekssiz olmamasına dikkat edin.
Siz araştırmanızı dikkatlice yapında kötü çıkarsa talihinize küsmeyin eğitim ver­
meyenlere iyi yetiştirmeyenlere küsün.
Ve sen Mehmet ler mücahidler olan kardeşim, ahiret gününe iman etmiş isen bin
düşün bir kere karar ver. Almayacağın kıza umut verme. Boşayacağın kızı alma.
Zira isiamdâ keyfi kadın boşamak haramdır. Baksana bütün dünya İslama çatıyor,
gel bir darbede sen vurma. Unutmaki. evlendiğin genç kız dinde senin kardeşin. Helede Belediye nikahını önemseyip, dini nikahı "nasıl olsa istediğimiz zaman boşarım"
diye küçümseme. Bu gün dini nikah ile evlenip sonradan da ufak tefek konular
yüzünden boşadığın karın islami bir mahkeme bulup seni oraya veremez. Ama unut^
maki hayat çok kısa. Ve bir gün adli ilahide mahkeme olacağız.
"Ama kıyamet safhası geldiği zaman, o gün kişi kardeşinden kaçacak, annesin­
den, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacak. O gün ancak kendi derdi ile
uğraşacak. Benden kimse hesap sormasın diye herkesten kaçacak. Herkesin ken­
dine göre işi vardır.(1)"
"Doğrusu iman edip de salih ameller işleyenler; işte bunlar da yaratıkların en
hayırlısı olandır.(2)"
Ey insan! Gerçekten sen Rabbine döneceksin.(3)
Her haksızlık yapan zalimi ve zalimlere haksızlıklarını söyleyemeyen gafili,
Kur'an ile başbaşa bırakıyor hepinizden hepimiz için (bilhassa teheccüd namaz­
larında) dua bekliyoruz.
Allah’a emanet olunuz can kardeşlerim din kardeştim.
(1) Abese Suresi:33~38
(2) Bakara; 7
(3) Kur’an-! Kerim
KAYNAK: Emine Özkan Şenlikoğlu, İslam'da Erkek, Mektup Yayınları, İstanbul,
Kasım 1988, ss. 121-126. (Yazının imlası, dili ve yazım hataları olduğu gibi korun­
muştur R.Ç.)
200 AYET VE SLOGAN
Yazılı Kaynak
Müslümanlığı: •
MEALCİLER
VE DİĞERLERİ
Ürdünlü Takiyüddin el Nabbani tarafından
1950 yılında kurulan Hizbü-t Tahrir (Öz­
gürlük Partisi) bütün İslam ülkelerinde faa­
liyet gösteren, siyasi iktidarları devrim yo­
luyla ele geçirip yukarıdan aşağıya şeriat
uygulanmasını savunan bir parti. Son yıl­
larda etki ve önemini kaybeden Hizbü-t Tahrir, Türkiye'de ilk olarak
1960’lı yılların ortasında örgütlenmişti. El Nabbani'nin manifesto nite­
liğindeki "İslam Nizamı" adlı kitabında Hz. Muhammed'in izlediği tebliğ
ve politik faaliyet sürecinin aynen izlenmesi savunuluyordu. Buna göre
bütün müslümanların konumu, Hz. Muhammed'in peygamberliğinin- ilk
yıllarındaki konumuyla aynıydı (Mekke dönemi). Önce İslam (daha doğ­
rusu "hakiki" İslam) gizlice tebliğ edilecek, ardından bu faaliyet alenileşlirilccekti. El Nabbani, kurulu düzenlerin bu açık tebliği hoş karşılama­
yacağını, bastırmaya çalışacağım hesap ederek bir sonraki aşamanın "hic­
ret" olacağını söylüyordu. Peşinden, göçülen yerde bir İslam devleti kuru­
lacak; bu devlet ilk olarak terkedilen anayurdu, sonra da diğer ülkeleri fet­
hedecekti.
"Öze dönüş" teorilerinin bu aşırı örneğini savunan Türkiyeli Hizbü-t
Tahrirciler çalışmalarında pek başarılı olamadılar. Bu başarısızlığın üzerine
denenen benzer girişimlerin de akıbeti aynı oldu.
70'li yılların ortalarında "öze dönüş" arayışı içindeki genç İslamcı çevre­
lerde bu .tür örgütsel modeller tartışılırken, o çevrelere hiç de uzak olma­
yan küçük bir grup yepyeni bir kimlikle ortaya çıktı. Ankara'da, genellik­
le sosyal bilimlere eğilimli bu gençler, illegal örgütlenme anlayışına tavır
alarak ilkelerini açıklık, lidersizlik ve örgütsüzlük olarak saptadılar. Bir
cemaate, bir kişiye bağımlılık yerine, "öze dönüş" esprisine uygun olarak
İslam'ın temel kaynaklarına bağlılığı esas aldılar.
.
Hadisleri tutarsız görmeye ve sorgulamaya başladılar. Asr-ı Saadet mo­
delciliği ve/veya çeşitli sünnet yorumlarına duydukları tepkiyi, çeşitli or­
yantalistlerin özellikle İngilizce'den okudukları sünnet yorumlarıyla besle. diler. Onların yeni İslam arayışına klasik tefsirler de yanıt vermiyordu.
Sonunda Kuran'la başbaşa kaldılar. Kuran'ı Kuran'la bizzat tefsir etme yo­
luna gittiler.
Her İslamcının diline pelesenk olmuş "asıl kaynaklara dönüş"e kayda
değer bir sistematik kazandırma çabasının öznesi olan bu gençler gelene-
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 201
ğin modernliğe yenik düşmesinin acısıyla, yeni bir iktidarı gelenekle sava­
şarak arıyorlardı. Bu anlamda politiktiler ve İslam dünyasındaki radikal
politik çıkışlara sempatiyle yaklaşıyorlardı. Ancak her türlü hiyerarşiyi,
örgütsel ilişkiyi reddeden, "kişi"ye değil "metin"e referans veren tutumları
onları, politik değil kültürel, cemaatçi değil bireyci, modern bir İslami .
ideoloji arayışına yöneltti.
Sosyal bilimlerle uğraştıkları için eleştirel bir din görüşüne kendilerini
yetkili ve etkili gören bu gençler, geleneksel cemaatler tarafından "mezhepsiz, Vahhabi" gibi sıfatlarla suçlanıyordu. Halbuki onlar marjinal ko­
numa düşmemek için teorik olarak vardıkları noktayı, en katı ve en keskin
haliyle açıkça dile getirmekten çekiniyorlardı. Yine de başlan marjinalliğe \
mahkûmdular. Hem yaklaşık 1400 yıllık bir tarihle bağlarım koparmak i
(tarihselciliği reddetmek), hem de tarihsel bir fikir sistemi içinde varolmak ;
istiyorlardı.
\
Marjinaldiler ama elitist olmamaya çalıştılar. Entelektüeldiler ama ente- .
lektüalizme karşıydılar, hatta popülisttiler. "Çöldeki Arapların anladığı
Kuran'ı kapıcı Mehmet Efendi niye anlamasın?" sözleri ile meşhur oldu­
lar. Bu sözlerden de anlaşılabileceği gibi, Kuran'ın aslında çok açık ve ko­
lay bir kitap olduğunu, insanların zaman içinde şu ya da bu nedenle onu
muğlaklaşürdıklarmı, gündelik hayatın dışına çıkarttıklarını iddia ediyor­
lardı. Camilerde toplu olarak tefsir çalışıyorlardı. Kuran etrafında oluşturu­
lan gizemi kırmak için müslümanları rahatsız eden davranışlardan'kaçın-, mıyorlardı. Örneğin yere uzanarak, ellerinde sigarayla... Kuran okuyor­
lardı.
Sosyal bilim kurum ve kurallarından etkilenen ve bireyi önceleyen yeni
bir İslam arayışının Türkiye'deki öncülerine kısa bir süre içinde, kendileri­
ni eleştirenler tarafından ad da konuldu: "Mealciler". Aslında bu ad bir
suçlamayı içeriyordu: "Sizin okuduğunuz Kuran değil onun Türkçe meali
[anlamı]". Zamanla bu isim yerleşti, suçlayıcı, küçümseyici anlamı
yumuşadı.
Bu sırada Mealci gruplar yavaş yavaş da olsa genişliyordu. Türkiye'nin
değişik şehirlerinde kendilerine benzer İslam yorumlan olan çevrelerle de
temas içindeydiler. Ancak bir "merkez” yoktu, olması da istenmiyordu,
dolayısıyla bir "merkezi yayın" da yoktu. Teksir ya da fotokopiyle
çoğaltılmış bazı yazılar elden ele dolaştırılıp bilgi ve görgü alışverişi,
tartışması yürütülüyordu.
202 AYET VE SLOGAN
Yalnızca Kuran okumayı ve her müslümamn onu bizzat tefsir etmesini
savunan Mealciler arasında çok önemli farklar vardı, ama onlar bunları gi­
dermek yolunda çaba göstermek bir yana, neredeyse teşvik ediyorlardı. Bu
farklılık noktaları en genel olarak "sünnet"e bakışta ortaya çıkıyordu.
Örneğin bir Anadolu ilindeki Mealci grup Sünni mezheplerine saygıyla
yaklaşırken, Ankara'dakiler tam bir ortayol izliyor ama bir başka Anadolu
ilindeki küçük bir oluşum tüm mezhepleri İslamdışı ilan edecek cesareti
kendinde bulabiliyordu. Onlara göre dünya müslümanlarımn ezici çoğun­
luğu aslında müslüman değildi, "1400 yıllık bir başka dine” inanıyorlardı.
Bu radikal tavır pratikte camide cemaate namaz kıldırdıktan sonra, "Bu işi
para kazanmak için yapıyorum" deyip tek başına aynı namazı, ama "hakiki”sini tekrar kılan imam örneğine kadar varabiliyordu.
İslami kesim içinde Mealcilerin bir güç oluşturmaya başlaması, o güne
kadar tam olarak tanımlanamayan özgün İslami yaklaşım sahibi bazı
aydınların da onlarla birlikte anılmasına yol açtı. Bunların en ünlüsü Ma­
latya'da yaşayan ve sayısız öğrenci yetiştirmiş olan M. Said Çekmegil adlı
terziydi. Dinsel ve modern anlamda belli bir eğitimi olmayan Çekmegil
büyük bir açlıkla kendi kendini yetiştirmiş karizmatik bir kişiydi. Onu
Mealcilere yaklaştıran yönü, İslam'ın yazılı kaynaklarına olan aşırı hassa­
siyetiydi. Her önüne gelen din adamının "Kuran, Peygamber diyor ki..."
diye başlayıp aklına eseni söylemesine karşı mücadele ediyor, ama bu
savaşını geleneğin içinde kalarak sürdürüyordu. Çekmegil akademik bir
üsluba sahipti. Klasik bir diyalektik yöntem kullanıyordu tartışmalarında:
tez, anti-tez, sentez. Ama pratikte sentez, tez ve anti-tezin karşınımdan or­
taya çıkmıyordu. Çünkü onun yöntemi kendi tezinin anti-tezi "mağlup et­
mesi" üzerine kuruluydu. Sonuçta kişisellikten ardındırılmış bir İslam an­
layışım savunan Çekmegil kişisel bir otoriteye talipti. Bu özelliği ise
onu, bireylerin özgürleştirilmesini temel alan Mealcilerden iyice uzak­
laştırıyordu.
Mealcilere yakın görünen bir başka isim, Çekmegil'in damadı Hikmet
Zeyveli'ydi. Doğruluğu genel kabul görmüş birçok hadisi detaylı akade­
mik çalışmalarla çürüten Zeyveli'nin Mealcilerin bazı isimleri üzerindeki
etkisi çok belirgindi ancak kendisi hiçbir zaman sünnet reddetme tavrı
içine açıkça girmedi.
Bugün çoğulcu bir toplumu savunan müslüman aydınlar içinde önemli
bir yere sahip olan Ali Bulaç da 70'li yılların başlarında savunduğu
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 203 .
"selefi" görüşlerle M ealcilere yakın düşüyordu. Fakat 1979'da yazdığı
"İslam'ın Anlaşılması Üzerine" adlı kitabında sünneti savunarak Mealcilerle arasına set çekti.
.
İran İslam Devrimi, Mealcilerin etki alanını genişleten olay oldu. Şii
kitlelerin, din adamlarının önderliğinde gerçekleştirdiği bu olağanüstü top­
lumsal dönüşüm katı mezhepçi Sünni anlayışların iyice gözden düşmesine
yol açtı. Mealciler de, kendi konumlarını (mezhepsizliklerini) meşrulaştır­
mak için İran'dan çok yararlandılar. Türkiye İslamcıları içinde İran lehine
ilk onlar konuştu. Onların devrimle ilgili yaptıkları çevirilerle, yazdıkları
yazılar elden ele dolaştı; açık oturumlarda Mealcilerin söyledikleri büyük
ilgi uyandırdı. İran Devrimi ile birlikte kendi İslam anlayışlarını pazarla­
maya çalışan Mealciler, bu uğurda arayışlarındaki temel kültürel yönü geri
plana ittiler. Ancak örgütlenmeme ısrarları ve bazı gençlik çevrelerinin
İran'ı her bakımdan taklit etmeye çalışması sonucu süreç içinde eski ko­
numlarına geri döndüler.
(Tran taraftarlıkları süresince Mealcilere yeni katılımlar da oldu. Bunlara
en ilginç örnek Yaşar Kaplan'dı. E d e b iy a t dergisinde edebi çalışmaları
yayınlanan Kaplan, kendisine "abi" diyen bir grup edebiyat tutkunu gençle
1978 sonlarında Mealci saflara katıldı. Onun çıkartmaya başladığı Aylık
D e rg i bu akımın görüşlerinin yansıdığı ilk dergi oldu. 1979 Eylül ayında
tekrar sünneti savunmaya başlayan Kaplan, bu zigzaglarıyla bir zamanlar­
daki etkisinden uzaklaştı. Yine de kendisini merkeze aldığı çalışmalarını
bugüne kadar sürdürdü.' "Demokrasi Risalesi" adlı kitabı yüzünden 1985'te
mahkûm oldu. İçerden çıktıktan sonra Aylık D e r g i 'yi kapatıp, Ankara'dan
İstanbul'a geldi ve Bu M eydan dergisini yayınlamaya başladı. Şimdi ise
yıllar boyu sert biçimde eleştirdiği Prof. Necmettin Erbakan ve arkadaş­
larının Refah Partisi'ni destekliyor^
12 Eylül sonrasında uzun bir süre Mealcilerden ses çıkmadı. Hem öğ­
rencilik dönemi bitmiş, hem de M ealcilik faaliyeti belirgin bir tıkanma
içine girmişti. 1986 Haziran ayında ilk sayısı çıkan K e lim e dergisi tam
aniamıyla olmasa da Mealcilere yakın bir çizgiye sahipti. Hikmet Zeyveli'nin birbirinden ilginç hadis incelemeleri "yazılı kaynak müslümanlığı"nın yeniden gündeme gelmesinde önemli bir işlev gördü,
^M ealcilerin gerçek anlamda yeniden gündeme gelişi ise, 1988 Ocak
ayında çıkan, ilk "gerçek" Mealci dergi K a le m ile oldu. Şeref Çavdar,
Süleyman Kalkan, M. Ali Baltaşı, Mehmet Y. Soyalan, Mehmet A. Er-
204 AYET VE SLOGAN
sin gibi 70 sonlarının ünlü Mealcilerinin yazılarını bir araya getiren K a ­
lem büyük ölçüde değişen koşullara rağmen hep aynı şeyleri söylediği için
fazla ilgi görm edi^
İslami kesimde "Mealci" denilince ilk akla gelenler de bu entelektüeller
değildi artık. Çünkü 12 Eylül sonrasında bu akım içinde bir kopma yaşan­
mış, kültürel düzeyleri nispeten daha düşük bir grup "az laf çok iş" ilke­
siyle yollara dökülmüştü. Bu "baldınçıplaklar" sokaklarda, otobüslerde el­
lerinde-Kuran, tebliğ yapmaya başlamışlardı. Daha sonra bu kişilerin bü­
yük kısmı İstanbul'a yerleşti. Özellikle Üsküdar vapurlarında "Size Allah'
ın kitabından bazı şeyler okumak istiyorum" diye ısrarlı bir sevecenlikle
insanları şaşkınlıklara garkelmeyi sürdürüyorlar.
Muhafazakâr/dini solculuk ya da dini aydınlanmacılık olarak tanım­
lanabilecek olan Mealcilik akımı Türkiye İslamcılık düşüncesinde özel bir
yere sahip. Her ne kadar varolan cemaat yapılarına bir alternatif oluşturamadılarsa da onların Kuran'a atfettikleri önem ve bu perspektifte geliştir­
dikleri eleştirel tutumlar diğer İslami cemaatleri de bu en temel referansa
göre kendilerini ve görüşlerini gözden geçirmeye şevketti.
K U R'AN'LA YAŞAMAK
Hurrem Murat / Süleyman Kalkan
Günümüz İslam Toplumuna şöyle bir göz atıldığında, birİik içinde olması gereken bu
toplumun derin ayrılıklar içinde olduğu görülecektir.
Ama, aynı zamanda, bu ayrılıklara karşın, müslümanların, Kitapları Kur'an'a
bağlılık konusunda birlik içinde oldukları da görülecektir. Zahiren, müslümanlar bir­
birlerini kur'an'a göre yaşamaya çağırmaktadır. Kur'an gece gündüz okunmakta,
tecvid üzere okunması konusunda azami titizlik gösterilmekte, güzel Kur'an okuma
yarışmaları düzenlenm ektedir. Kur'anî mesaja ilişkin ciltler dolusu kitaplar
yayınlanmaktadır. Camilerde ve dini toplantılarda Kur'an'ın üstünlüğü konusunda
nutuklar atılmaktadır. "Kur'an mucizesi" konusunda hemfikir olmayan yok gibidir.
Ancak, daha yakından bakıldığında, bütün bu güzel nutuklara ve törenlere,
yayınlanan kitaplara, sarfedilen çabalara.karşın Kur'an'ın müslümanlar üzerinde çok
fazla etkili olmadığı da anlaşılacaktır.
Müslümanlar Kur'an'ı okumaktadırlar, ancak, ne kalplerinde bir kıpırdanma ne
gözlerinde yaş ve ne de hayatlarında bir değişme görülememektedir. Kur'an bu in­
sanlara etki etmiyor gibidir.
Oysa Kur’ân'la ilk kez muhatap olanların durumlarıyla, günümüz müslümanlarının bu durumu arasında kesin bir çelişki gözlemlenmektedir. O ilk nesil, Kur'ani me­
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 205 î
saj karşısında gözyaşlarını tutamamış, kalpleri atmaya, bedenleri titremeye
başlamıştı. Bununla da kalmamış, hayatları hal ve hareketleri tümüyle değişmişti.
Düşünce yapıları, hayata bakış tarzları değişmişti. Yalnızca fert olarak değil, toplum
olarak değişmişlerdi. Kur'an'ın vahyedilişini izleyen 100 yıl boyunca bu değişiklikler
yaşanmıştı. Kur'anî mesajın özü olan La ilahe illallah çağrısı onları evlerinden
dışarıya çıkarmış, bu çağrı, dünyanın bir ucundan öbür ucuna kadar, ulaştırılmıştı.
Kur'an'ın mucizesi ve etkisiydi bu.Oysa günümüzde, Kur'an'ı okuyan, ona bağlı olduğunu iddia eden fert ve toplumlarda bu tür değişiklikler görülemiyor. O zaman insanın aklına şu soru geliyor.
Acaba Kur'an insanları ve toplumları değiştirme gücünü mü yitirdi? Yoksa biz Kur'ani
gerçeği mi yitirdik? Bugün İslam toplumunun karşı karşıya bulunduğu en can alıcı
sorun budur.
İnanıyoruz ki, Kur'an, kalpleri, zihinleri ve insanları harekete geçirme, onları
değiştirm e gücünü yitirm em iştir. Sorun Kur'an'da değil bizdedir. Kur'an'a
gösterdiğimiz zahiri bağlılığa karşın, bizler Kur'anî gerçeği yitirmiş bulunuyoruz.
Öyleyse oturup, Kur'an'ın ne olduğunu, Kur'an'a göre yaşamanın ne anlama gel­
diğini araştırmamız gerekiyor:
Kur'an bildiğimiz kitaplara benzemez, Kur'an'da Yaratıcı bizimle konuşur.
Kur'an’la geçirilen zaman, bir anlamda, Allah ile geçirilen zaman demektir. Kur’an'la
muhatap olan ilk nesil» Allah'ın kendileriyle, Kur'an ayetleri aracılığı ile konuştuğuna
kesin olarak iman etmişlerdi. Bu nedenle de onlar Allah’ın kendilerine söylediklerine
kayıtsız kalamıyorlardı. Onlar Kur'an'ı okurken ve dinlerken Allah'ın’ varlığını
içlerinde hissediyorlardı. Daha önce Yaratıcıya kayıtsızlık içinde olan insanlar şimdi
ona kesin olarak iman ediyorlardı, ikinci olarak, Kur'an onlar için bir tarih kitabı
değildi. Ayetler, onlar yaşarken vahyediliyordu. Kur'an’ın getirdiği her mesaj onların
hayatları ve sorunlarıyla yakından ilişkiliydi. Daha da önemlisi Kur'an onlar için iki
kapak arasına sıkıştırılmış bir "kitap" değildi. Yıllar boyu, bizim sahip olduğumuz gibi
bir kitapları olmamıştı. Onların sahip olduğu şey Kur'an'ın vahyedicisine kesin bir
teslimiyet duygusuydu. Onlar dilbilgisi (gramer) ve dilin incelikleri konusuna takılıp
kalmıyorlardı. Bizim şu anda sahip olduğumuz ciltler dolusu tefsirlere ve kitaplara da
sahip değillerdi. Fakat onlar Kur'ani mesajın özünü, insanı neye çağırdığını çok iyi
kavramışlardı,
*
Ayrıntıları bir yana bırakacak olursak, Kur’an'ın onlardan tek bîr talepte bulun­
duğu görülür: Alemlerin Rabbına tam bir teslimiyet içinde olmak ve sahip oldukları
her şeyi O'na adamak. Bir kez Kur'an'ın Allah sözü, Allah'ın da, insanların yegane
Rabbı ve Yaratıcısı olduğunu kabullendikten sonra, insanın, sahip olduğu şeyler
hakkındaki tüm iddialarından vazgeçmesi gereklidir. Kur'anî mesajı kabul ettikten
sonra, "bu el benim elim, bu gözler benim gözüm, bu beden benim bedenim, bu mal
ve servet benim malim ve servetim" deme hakkı -yoktur. Çünkü "Allah inananlardan,
mallarını ve canlarını, cennet karşılığında satın almıştı? (9/111).
İşte.bu nedenledir ki, Kur'an yalnızca okunmak için var olan kitap değildir. O in­
sanları, Allah’a teslim olmaya çağırmaktadır; Allah bizi Kur‘ani gerçek ve doğru yol
(hüda) konusunda insanlara şahit olarak seçmiştir. Klasik anlamda, yalnızca "takva
206 A YET VE SLOGAN
ve teslimiyet' yetmemektedir. Kur'an'ın ilk mesajı "İKRA*' (OKU) idi. "Rabbının adına
oku." Bu devrimci bir mesajdı. Bununla bütün bilgilerin, eylemlerin, hayatın Yaratan
Rab adına olması gerektiği vurgulanmak isteniyordu. "Oku" emri ile kasdedilen
yalnızca, koltuğa oturup okumak değildi, Kur’ani mesajın insanlara ulaştırılması kasdediliyordu. Ardından "Kalk ve uyar ve Rabbınt yücelt" mesajının gelişi de bunu vur­
guluyordu. Bugün bizim uzun uzadıya kafa yorduğumuz gereksiz ayrıntılar yoktu o
zaman, yine bugün bizim bir bütün olarak okuduğumuz Kitap yoktu o zaman.
İşte ilk muhataplarını yepyeni bir kimliğe büründüren bu Kur'ani gerçekti. Bu
Kur'an? mesaj sayesinde, Mekke’nin tüccar ve esnafı, Arabistan’ın çobanları ve Me­
dine'nin ziraatçıları yüzyıl içinde insanlığın önderleri olmuşlardı. Onları bu denli
değiştiren şey neydi?
Onları değiştiren şey, Kur'an'a yalnızca okunacak ve hayran kalınacak bir kitap
olarak bakmamaları; insanı tüm varlığı ile Yaratıcıya teslim olmaya, Kur’ani mesajı
tüm insanlığa ulaştırmaya çağıran bir dava ve amaç anlayışına sahip olmalarıydı.
Kur’an bir ışıktır. Bu ışık ihtiyaç duyan herkese ulaştırılmalıdır. Kur'an bir zikir (hat(rlatma/öğüt)dir. Bu zikir her eve, öğüt almak isteyen her kadın ve erkeğe götürül­
melidir. Bunu yapmak bizim görevimizdir, işte bu anlayış sayesindedir ki, Kitabın ilk
muhatapları, kısa sürede dünyaya egemen olan, yerinde duramaz ve dinamik bir
topluma dönüşmüştü.
Ne yazık ki, bugün, İslam toplumu olarak, Kur'anî özün bu üç özelliğini kaybet­
tiğimiz söylenebilir. Evet bizler de Kur'an okuyoruz, ama, geçmişe ait bir kitap gibi,
bir tarih kitabı gibi. Kendimizi onunla tedavi etmek istiyoruz, ancak, ona yalnızca fi­
ziki hastalıklarımız için başvuruyoruz. Kur'an bizim için yaşayan bir kitap değil.
Kur'an'ı okurken, Allah’ın bizimle konuştuğunun bilincine varıyor muyuz?
Hz. Muhammet (a.s.)'in son peygamber olduğuna ve ondan sonra da peygamber
ve kitap gelmeyeceğine nasıl inanıyorsak, şuna da kesin olarak inanmalıyız ki,
Kur'an, 1400 yıl önce, insanlık ve insanlığın sorunlarıyla nasıl ilgili ise bugün de aynı
şekilde ilgilidir.
Kur'ani yaşamak istiyorsak şu üç şeyi akıldan çıkarmamalıyız:
Birinci olarak, hayatımız Kur'an'la değişecektir. İbrahim (a.s.)’in deyişiyle, "Ben
yüzümü gökleri ve yeri Yaratana çevirdim" (6/79). İkincisi, Kur’an bizden canımızı ve
sahip olduğumuz her şeyi istemektedir. Bizim kulluğumuz, hayatımız, ölümümüz,
hepsi Alemlerin Rabbı Allah içindir (6/162). Üçüncü olarak, tüm yanlış hal ve hare­
ketlerimizi değiştirmeye hazırlıklı ve istekli olmamız gerekmektedir. İlk nesil devamlı
olarak kendilerini değiştirmeye ve Kur'an'ın emirlerini uygulamaya çağrılıyordu.
"Rabbt ona 'testim ol' dediğinde. 'Ben Alemlerin Rabbına teslim oldum' dedi" (2/131).
Bugün bizim hayatımızda tek bir hedefimin yok. Namazlarda bir kıbleye dönüyor
olabiliriz. Ancak hayatımızda bir çok kıbleler var. Hayatlarımız topyekün olarak Ya­
ratıcıya adanmış değil. Hayatımızı birçok bölümlere ayırmış durumdayız. "Şu kadarı
Allah için, şu kadarı dünyevi amaçlar için". Ve nihayet Kur'ani mesajın özünü yitir­
mişiz. Diğer dinlere benzetmişiz dinimizi. Bu.konuda Kur'an’ın verdiği örnek ne ka­
dar çarpıcıdır. Kendilerine Tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların du­
rumu, sırtına kitap yüklenmiş merkebin durumu g i b i d i r (62/5) Kur'an bize yalnızca
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 207
belirli hükümleri öğreten bir kitap değildir. O bize bir görev yüklemektedir. Bu görevi
unutur ve Allah ile aramızdaki ahdi bozarsak, kalplerimiz katılaşır ve Kur'an'dan
gerçek yarar sağlamamız mümkün olmaz. O zaman da ilk muhataplarını gözyaşlarını
boğan, onların hayatlarını değiştiren Kur'an ayetleri bizim üzerimizde hiç bir etki
göstermez. Kur'an bunu açıkça anlatmaktadır: "Gerçekten, indirdiğimiz beyyinaft.
(açık ayetierİ) ve hüdayı (doğru yol rehberi), Kitapta insanlara açıkladıktan sonra
■gizleyenler var ya. Allah onlara lanet eder. Lanetçiler de onlara lanet ederler. Ancak
tevbe edenler, ıslah olanlar ve gerçeği açıklayanlar müstesna. İşte onların tevbesini
kabul ederim." (2/159).
Oysa bizler bugün hastalıklarımızı yanlış teşhis ediyor ve çareyi başka şeylerde
arıyoruz. Kur'an bu konuda da şunlara söylüyor:"Sizler kitabın bir bölümüne inanıp
bir bölümünü inkar mı ediyorsunuz? İçinizden bunları yapanların karşılığı bu dünya:,
da zillet ve rezilliktir. Onlar ahiret günü de müthiş bir azaba uğratılacaklardır.'' (2/85)
Bugün İslam Toplumunun dünyadaki yerine bakıldığında, Kur'an'ın bu ayetiyle,!
ne kadar açık bir gerçeğe işaret ettiği kolayca görülecektir.
Pekala Kur'an'a göre yaşamak nasıl olacaktır? Yalnızca yanlışları ortaya koymak;
yeterli değildir. Aynı zamanda, doğrulan ve ne yapılması gerektiğini de ortaya koy­
mak zorundayız.
Kanımızca yapılması gereken ilk şey hemen Kitabı ele alıp okumaya başlamak
değildir. Ya da Kur'an üzerine ayrıntılı .çalışmalara, bilimsel ve akadem ik:
araştırmalara girişmek de değildir. Yapılacak ilk iş, kişinin kendisini Ailahu Teala'ya
adamasıdır. Tüm hayatımızın bize değil, Allah'a ait olduğuna karar vermemizdir. S a -,
hip olduğumuz her şeyin (yeteneklerimizin, enerjimizin, zihnimizin, kalbimizin, kale­
mimizin ve dünyevi servetimizin) O'na ait olduğuna karar vermemizdir. Yaratıcı ile |
yapılmış olan anlaşmaya sadık kalacağımıza söz vermemizdir. (Allah inananlardan !
canlarını ve mallarını, cennet karşılığında satın almıştır). "Ve sen ahdini yerine getir !
ben de ahdimi yerine getireceğim" (2/40).
İkinci olarak, Kur'an'la arkadaş olmalıyız. Onu yanımızdan hiç ayırmamalıyız.
Küçücük bir zamanımı* da olsa onu Kur’an’la geçirmeye çalışmalıyız. Bununla,
yalnızca Kur’an’ı kıraat etmeyi (yüzünden okumayı), hatmetmeyi ya da enteflektüel
ve bilimsel çalışmaları kasdetmiyoruz. Demek istediğimiz şu: Kur'an'dan ne kadar
az öğrenirsek öğrenelim, onu özümlemeliyiz. Kur'an içimize işlemeli. Tek bir ayet
bile okusak, o ayetle, Allah'ın bizimle konuştuğunu hissederek okumalıyız. Ve biz­
den ne istendiğini anlamaya çalışmalıyız. Kalbimizi ayetlere açmalıyız. Anlamaya ve
ona göre davranmaya istekli olmalıyız.
Üçüncü olarak, Allahu Teala'nın bize yüklemiş olduğu amaca kendimizi vermeye
çalışmalıyız. Yeryüzünde Allah'ın doğru yolunun emanetçiliği, insanlara karşı örnek
ve şahit toplum olma görevi ve Kur'ani mesajın tüm insanlara eksiksiz anlatılması ve .
ulaştırılması amacına hayatımızı adamalıyız.
Kanımızca, bu üç hususa riayet ettiğimiz takdirde, Kur'an'a daha fazla yaklaşmış
olacağız. Sanıldığı gibi, Kur'an'i yaşamak zor bir iş değildir. Çünkü Allahu Teala biz­
den gücümüzün üzerinde bir şeyi, imkansız olan bir şeyi istemez (2/286). Kur'ani
davanın kolay olmadığı da bir gerçektir. Nitekim Kur'an bu konuya değiniyor ve
208 AYET VE SLOGAN
şöyle d iy o r:"Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gire­
bileceğinizi mi sandınız? Peygamber ve onunla beraber inananlar 'Allah'ın yardımı ne
zaman' diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki Al­
lah'ın yardımı yakındır (2/214) İnanıyoruz ki bu işte Allah'ın yardımı her zaman bizim­
le birlikte olacaktır. "Yollarımızda çalışıp-çaba gösterenleri, elbette yollarımıza
ulaştırırız" (29/69).
•
Bütün mesele ilk adımı atabilmektedir. Bunun bir çok örnekleri vardır. Tek kişiyle
başlamış olan nice hareket, düşünce, sonradan insanlığın büyük bölümünce kabul
görmüş ve dünyaya egemen olmuştur. Bunun en güzel örneği de bizzat Rasulullah'ın başlatmış olduğu harekette görülmektedir.
Bizim kararlılığa, sabıra ve gayrete ihtiyacımız vardır. Kur'an bizden paramızı,
malımızı, zamanımızı, enerjimizi, bilgi ve becerimizi ve yeteneklerimizi istemektedir.
Hasılı, Kur'an bir bütün olarak bizi istemektedir..Ve biz kendimizi bölemeyiz. "Şu ka­
darı kendim için, bu kadarı Allah için" diyemeyiz. Bu bir iman sınavıdır."inananlar on­
lardır ki, Allah'a ve rasulüne inanırlar ve şüphe etmezler. Ve Allah yolunda malları ve
canları ile mücadele ederler. Onlardır sadık olanlar* (49/15).
KAYNAK: Kalem, Ocak 88, ss. 3-5.
£ İslamcı yayın organlarının peşpeşe yayın­
lanmaya başladığı bir dönemde, 1986 Nisan
ayında "Aylık düşünce/araştırma/yorum der­
gisi" M ektep de, bu kervana katıldı.-Dergi-*
den çok bir kitap formuna sahip olan, diğer
İslam cı aylık dergilerin çoğunun aksine
güncel olaylara çok az yer verip daha çok makaleler yayınlayan Mektep'in
sürekli yazarlarının ortak özelliği İmam-Hatip ve İlahiyat çıkışlı olma­
larına rağmen Diyanet'te çalışmamalarıydı. Yayın Kurulu üyeleri M. Beşir
Eryarsoy, Ahmed Eminoğlu, Adil Doğru ve Ömer Küçükağa ile Yusuf
Kerimoğlu gibi yazarlar, dergide İran İslam Devrimi’nden. izler taşımakla
birlike, teorik gıdasını esas olarak İslam'ın temel kaynaklarından alan ra­
dikal bir Sünni çizgi oluşturmaya çalıştılar. Bu arayışa paralel olarak
Mektep' in, çoğu Mısır Müslüman Kardeşler hareketi kökenli Sünni İslam
dünyasının "selefi" olarak adlandırılabilecek (Seyyid Kutub, Yusuf elKardavi, Prof. Muhammed Kutub, Dr. Muhammed el-Behiy gibi...) şah­
Kerıdini
Okutamayan
Haftalık Gazete:
VAHDET
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 209
siyetlerin yazılarını yayınla­
ması da doğaldı.1)
2. sayıdaki Adil Doğru
imzalı "Gelenekçilik ve Modemizm Arasında İslam" baş­
lıklı yazı, bize göre bu Sün­
ni radikalizm arayışını çok
iyi özetliyor. "İslam'dan uzak­
laşmanın bir biçimi olarak
ifadelendirebileceğimiz gele­
nekçi düşünce, geçm işten
kaynaklanan ve İslam'a uy­
mayan görüş, kanaat ve yaşa­
yış şekilleridir" diyen Doğru,
İsmail R. Faruki'den yaptığı
bir alıntıyla gelenekçilerin
modernizm karşısındaki tavır­
larını şöyle anlatıyor: "Dün­
yalarının batmaya yüz tut­
tuğunu düşünerek aşırı tutu­
culuğa saplandılar ve kişilik­
leriyle en değerli mülkleri
olan İslam’ı, bir yeniliğe kar­
şı çıkıp, İslam prensiplerine
harfiyen uyulması gerektiği­ Mektep, Ekim 1987.
ni savunarak korumaya çalış­
tılar. Bu tutum, bir manada
durma ve donuklaşma demekti." Adil Doğru, yapılması gerekeni, Ebul
Haşan En Nedvi’yi referans göstererek şöyle betimliyor: "İslami hakikatle­
rin asli kaynaklardan ciddi bir biçimde öğrenilmesi ve pratiğe aktarılarak
çağa yön verilmesi bekleniyor. Ancak bu şekilde çeşitli sapmaların önlen­
mesinin yanısıra, İslam’ın gerçek misyonu yerine gelebilir."
Mektep dergisi bir yılını doldurduktan sonra, İslami dergi piyasasındaki
yerini güçlendirmek, özellikle genç okurların istemlerini karşılayabilmek
için "daha zengin bir muhteva, daha çekici bir şekil" arayışına girdi. 1987
sonlarına doğru ise formatmı büyüterek, bol fotoğraf kullanarak, güncel
210 AYET VE SLOGAN
olaylara ağırlık vererek ve her sayıda geniş bir dosyayı kapaktan sunarak
yayın hayaünı sürdürdü. Artık "düşünce/araştırma/yorum" yerine "düşünce
/haber/yorum" dergisi olmuştu. Bazı yazılar, fotoğraf dışında, bol İslami
motifli, kanlı, bıçaklı, otomatik tüfekli, pankartlı, darağaçlı, sıkılı yum­
ruklu, bayraklı desen ve karikatürlerle süsleniyordu. Eski yazar kadrosunu
koruyan, ilan sayısını artıran ve Hürriyet Holding aracılığıyla dağıtılan
Mektep yeni halini aldıktan kısa bir süre sonra bir başka arayış içine girdi:
Haftalık gazete. Sonuçta, "Hep Allah'a hesap vereceğimiz endişesiyle" slo­
ganıyla okura duyurulan Vahdet' in ilk sayısı, kapağında İsrailli askerlerin
sürüklediği bir Filistinli genç fotoğrafıyla 4 Ocak 1988 tarihinde gazete
bayilerinin vitrinlerinde yerini aldı.
Vahdet, adına yaraşır bir şekide, M ektep-M ektup v c R i b a t dergilerinin
birlikte hareket etmesi sonucu yayın hayatına atıldı. M ektep yazarlarının
dışında, M ektup'im Emine Şenlikoğlu, Sabiha Ünlü gibi isimler de yeni
gazetede yazmaya başladılar. Vahdet' in çıkmasından kısa bir süre sonra
M ektep yayın hayatına son verdi. M ektup ve R ibat ise böyle bir uygula­
maya gitmedi.
İslami kesimin önemli bir boşluğunu doldurmaya aday olan Vahdet,
özellikle gençlerin entelektüel düzeyinin hayli gerisinde kalarak onların
aktüaliteyi yakından izleme ihtiyacını karşılayamadı ve zamanla önem ve
etkisini yitirdi. İslam dünyasındaki gelişmelerle ilgili birkaç ilginç röpor­
taj ve çevirinin dışında, dünya ve Türkiye olaylarını, üstünkörü İslamcı
yorum ve sıradan esprilere bulayarak, yerli basından derleyerek verme yo­
luna gitti. Zaten günlük gazeteleri izleyen okuyucunun, oralarda karşısına
çıkan haberleri, oralardaki fotoğraflarla birlike ikinci kez görmesinin
İslami harekete neler katuğı tartışmalı.
Güncel olayları, istemleri karşılayabilecek bir mükemmellikte vereme­
yeceğinin bilincinde olacaklar ki, V ah det daha ilk sayısından itibaren
"köşe yazarlarına" geniş bir yer ve önem vermişti. Ancak birbirlerine çok
yakın bir yazarlar kadrosunun sonuç olarak birbirlerine benzeyen yazılar
kaleme alması Vahdet'in "belli bir çevrenin yaym organı" olduğu izleni­
mini pekiştirdi ve geniş bir okur kitlesine ulaşabilmesinin önünü ukadı.
Bu tıkanıklığı değişik İslami çevrelerden görüşlerin yeraldığı dosyalarla ya
da Ahmet Küçükağa'nın büyük ilgi uyandıran "Bir Evren Paşa Vardı Netekim" araştırması gibi yazı dizileriyle gidermeye çalışan V ah det kalıcı
çözüm için 108. sayısında bir hamle başlattı. 22 Ocak 1990 tarihli bu
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 211:
sayının birinci sayfasında "Vahdet yazar kadrosu giderek güçleniyor" spo­
tuyla tam 10 resim ve isim vardı. Bu liste her yeni sayıda uzuyordu.
Bütün bu isim lerin belki de tek ortak noktası, 12 Eylül Öncesi
MSP'yle bir şekilde ilişkili olmalarıydı. Ancak 80’li yıllarda yollan ayrıl- .
mış, değişik tavırların sözcüleri durumuna gelmişlerdi. Çoğu, başka başka
aylık dergilerin genel yayın yönetmeni veya sürekli yazarı olan, farklı
çevrelerden gelen bu kadar ismin aynı yerde yazacak olması kuşkusuz îslami hareket için çok önemli bir gelişmeydi. Hele duyurudan daha iki hafta
önce, Vahdet 'in önde gelen yazarlarından Adil Doğru’nun "İslam Adına
Yapılan Entelektüel Yanlışlar" başlıklı yazısında, isim vermeden de olsa,
derginin yeni yazarlarından Ali Bulaç, Abdurrahman Dilipak gibi İslamcı­
ları; "Bazı okumuş ve aydın geçinen müslümanlar, kendi kardeşlerinden
uzaklaşıp, müslüman olmayan insanlarla ülfet etmekte ve onların görüşle­
rini paylaşmaktadırlar. Enteresandır ki, bazı müslüman yazar kardeşlerimi­
zin yazı ve konuşmalarında, kafirlerin şiddetinde, müslüman kişi, kurum
ve İslam dönemlerini yargılayıcı ifadelere çokça rastlanılmaktadır. Hatalı
müslümanı bir 'kafir veya münafık mantığı’ ile hesaba çekmek, İslami an­
layış ve olgunluğa ters bir tutumdur. Bu son derece tedavisi zor, 'psikolo­
jik bir aşağılık kompleksi'nin belirtisidir. Bunun da temelinde olaya, imani ve İslami bir temelden bakmamak yanlışlığı bulunmaktadır” diyerek
ağır bir şekilde eleştirdiği hesaba katılırsa.
Ancak ilerleyen sayılar, yeni isimlerin büyük çoğunluğunun bir-iki
yazı vermekle yetindiklerini, Vahdet 'in yine esas olarak eski yazı kadro­
suyla sürüklendiğini gösterdi. Yeni isimlerin gazetede önemli bir yer al­
ması için 1990 Haziran ayını ve eski kadrodan bazı yazarların ayrılmasını
beklemek gerekecekti.
Vahdet'in yayın hayatı boyunca gerçekleştirdiği en önemli yayın, Nak­
şibendi şeyhi Prof. Mahmut Esad Coşan’la yapılan söyleşiydi. Prof. Coşan'm bu söyleşide tüm İslami cemaatleri bir şura kurmaya çağırması bü­
yük yankı uyandırdı. Gerek Vahdet, gerek İslam dergisi "laik basının" da
ilgi gösterdiği "şura" konusunu uzun bir süre işlediler.
Prof. Coşan'la yapılan söyleşi, Vahdet'in profesyonellikten ne denli
uzak olduğunu bir kez daha göstermesi bakımından da anlamlıydı. Söyle­
şinin özellikle ilk bölümü, gazetenin daha ilk sayısından beri bir alamet-i
farika gibi taşıdığı dizgi hataları ve Türkçe yanlışlarıyla doluydu. Böylesi­
ne önemli bir yazıyı anlamayı epey zorlaştıran bu hatalara, söyleşiyi ya-
212 AYET VE SLOGAN
pan Mustafa Birbilen'in edebiyat paralamaları da eklenince ortaya okuyu­
cuyu bezdiren bir durum çıkıyordu. Bütün yanlışları aynen koruyarak bazı
bölümleri sunmak istiyoruz. Birbilen, ilk sorusunu soruyor ve cevaptan
önce "gözlem ve duygularını” dile getiriyor: "Kar tanaleri misali aklar
düşmüş sakallarına; parmaklarıyla tarar gibi yaptı. Saçlarındaki beyazlıklar
yoğun çalışmaların bereketi; ellerini gezdirdi oralarda... Gözlerimde tütün
yalnızlağa meydan okuyan bir tebessümle başladı konuşmasına...” Bir
başka sorunun cevaplarının arasına yine "özlem ve duygularıyla" giriyor
Birbilen (olduğu gibi alıyoruz ): "Sesi öylesine yumuşak ki, kadife bir
kumaşın bütün vücudumuzu sardığınız sanırsınız. Öylesine sıcaktır ki,
kalbinizden tüm bedeninize yayıldığını hissedersiniz. İnsana hakim bir ses
tonu vardır. Aynı ses tonuyla 'Öyle değil mi?' dedi ve sonra 'sıra hangi so­
ruda?’ dercesine baktı.”
Vahdet kuşkusuz basında çıkan "irtica" haberlerinin "doğru olmadığını"
kanıtlamaya yönelik yayınlar da yapıyor. Ama bu konuda muazzam bir
çifte standart uygulayan gazete, özellikle sol ile ilgili haberlerinde inanıl­
maz taraflılıkta haber örnekleri veriyor. Örneğin şu sözler: "Maraş'la vukubulan hadiselerin lertipçisi ve asıl sorumlusunun 'sol' olduğu herkesçe
bilinen bir gerçek. Fakat olayların ve gerçeklerin tersyüz edilmesinin Sol'
un vazgeçilmez bir taktiği olduğu da başka bir gerçek." Veya şu yorum:
"Şu bir gerçek ki, sahne önündeki öğrenciler, oyunun gerçek oyuncuları
değil... Sadece bir piyon ve terör örgütlerinin maşası durumundalar. Bilile­
ri, kendi amaçları doğrultusunda, özgürlük ve demokrasi kılıfı altında, üni-
Kıyamet Savaşı
Vahdet; 30 Nisan 1990.
Senaryo-Ç izim : SALİH KOCA
DÜZENE KARŞI RADİKALİZM 213
[■
versite öğrencilerini kullanıyor vç bu öğrencileri kendi suçlarına alet et­
mek istiyor... Amaç, ne çağdaş üniversite, ne eğitim eşitliği, ne de bilim­
selliğin ön planda tutulmak istenmesi,"
Söz yalan haberden açılmışken, Vahdet 'in 2 Nisan 1990 tarihli sayısın­
da yer alan, kaynak ve yazar adı belirtilmeyen, "Siyonistlerin AIDS Itıraçatı" başlıklı yazıdan da bahsetmek gerekiyor. îşte bir alıntı:
. "Yapılan açıklamalara göre, MOSSAD tarafından görevlendirilen AIDS’tiler,
özellikle sahipsiz kimsesiz çocukları toplayarak bunları besliyor ve bir yandan da
homoseksüelliğe alıştırıyorlar. Kendilerindeki AIDS virüsünün onlara da geçmesini
sağladıktan sonra bunları iyice homoseksüelliğe alıştırdıkları için, etraflarındaki
başka çocuklarla ve gençlerle ilişki kurmaya da yöneltiyorlar. Bu yolla, genç nesil
arasında kesin öldürücü hastalık olarak bilinen AIDS’in tedrici bir şekilde yayılmasını-;
sağlıyorlar. Bazı kaynaklarda MOSSAD ajanlarının bugüne kadar 150-200 kadar
Mısırlı çocuğu tuzaklarına düşürdükleri ifade edildi: Bu çocuklar, homoseksüelliğe!
iyice a lış tırd ık la rın d a n dolayı, adeta uyuşturucu m üptelaları gibi, kendi;
çevrelerindeki arkadaşları ile cinsel ilişkide bulunmadan duramıyorlar. Diğer yandan;
da, bu çocuklar sahipsiz ve muhtaç durumda oldukları için maddi karşılık elde etmeki
amacıyla zaman zaman kan bağışında bulunuyorlar. Böylece hem kan bağışlamak;
suretiyle hem de cinsel ilişki ile AIDS mikrobunu yayabiliyorlar. Kısacası MOSSAD, *
AIDS ihracatı projesini çok sistemli bir şekilde yürütüyor.",
Türkiye'de Sünni bir radikal söylem oluşturma çabasının ürünü olan
Vah det , gazeteciliği öne aldıktan sonra bu temel misyondan hayli u zak -:
laştı. Öte yandan gazeteciliğin profesyonel gereklerini pek yerine getiremediği için hep "çıkmış olmak için çıkan” bir gazete görünümünde k ald ı.;
Halbuki İslamcılar, toplumun diğer kesimlerinin de okuduğu, "okumak !
zorunda kalacağı" yayın organları özlüyorlar artık. Bu nedenle Ya Wer’ten
umutlarını kesmiş dürümdalar.
CEMAATTEN
PARTİYE
İslami Particiliğin
Tekeli:
NECMETTİN
ERBAKAN
VE MNP-MSP-RP
1967 yılında, Süleyman Demirel lider­
liğindeki Adalet Partisi (AP) içinde bir
avuç milletvekiliyle bir senatör, İslami
özellikleri ağır basan yeni bir parti ara­
yışı içine girmişlerdi. K.Maraş Senatö­
rü A.Tevfik Paksu, Adana Milletvekili
Haşan Aksay ve Rize Milletvekili Arif
Hikmet Güner'in çalışmalarına Odalar
Birliği Sanayi Dairesi Başkanı olan Prof. Necmettin Erbakan da dahil
oldu. Prof. Erbakan, 1968'de büyük sermaye sahipleri karşısında güç ve
etkinliklerini yitirmeye başlayan "küçük ve orta çaptaki iş adamlarının
temsilcisi olarak" Odalar Birliği başkanlığına seçildi. Ancak İzmir ve
İstanbul Ticaret Odalarının tepkileri sonucu, AP iktidarının Ticaret Ba­
kanı, Prof. Erbakan'ı başkan olarak tanımadı ve görevden aldı.
İslami parti kuruluşu 1969 genel seçimlerine yetiştirilemeyince, bazı
isimlerin sağ partilerden ya da bağımsız olarak aday gösterilmesi karar­
laştırıldı. Örneğin Prof. Erbakan, Konya’dan aday olmak için AP'ye baş­
vurdu ama veto edildi. Bunun üzerine aynı ilden bağımsız olarak seçime
girdi ve kazandı. Bu seçimlerde aynı İslami çevreden çok sayıda aday
bağımsız olarak katılmıştı ama hiçbiri TBMM’ye giremediler.
Sonuçta 26 Ocak 1970’te 18 kişi Milli Nizam Partisi’ni (MNP) kurdu:
1)
Necmettin Erbakan (Prof. Dr., Makine Yük. Müh., Konya Millet­
vekili)
CEMAATTEN PARTİYE 215
2) A. Tevfik Paksu (Tüccar, eski K.Maraş senatörü)
;
3) Ali Haydar Aksay (Adana'da avukat)
4) S. Arif Emre (Avukat, eski Adıyaman Milletvekili)
5) H. Tahsin Armutcuoğlu (Ankara'da avukat)
6) Ömer Çoktosun (Konya’da tüccar)
7) Ekrem Ocaklı (Çiftçi, eski Gümüşhane Milletvekili)
8) Ö. Faruk Ergin (Emekli memur)
9) Saffet Solak (Prof. Dr., Ege Ün. Tıp Fak.)
10) Haşan Aksay (İlahiyatçı, eski Adana Milletvekili)
11) Ali Oğuz (İstanbul'da avukat).
12) İsmail Müftüoğlu (Adapazarı'nda avukat)
13) Nail Süre! (Tekirdağ'da tüccar)
14) İ. Fehmi Cumalıoğlu (Müteahhit, Yük. Müh.)
15) Hüsamettin Fadıloğlu (Müteahhit, Yük. Müh.)
16) Bahaddin Çarhoğlu (Tüccar)
17) Mehmet Sataoğlu (Müteahhit, Yük. Müh.)
18) Rifat Boynukalın (Mak. Yük. Müh.)
Bu 18 kişiye, kısa süre içinde AP'den milletvekili seçilmiş iki kişinin,
avukat Hüsamettin Akmumcu (İsparta) ve ilahiyatçı Hüseyin Abbas (To­
kat) katılmasıyla MNP'nin ilk genel idare kurulu ortaya çıkıyor, yeni parti
TBMM'de üç kişiyle temsil edilmeye başlıyordu.
Aşağıda son bölümünü yayınladığımız "Kuruluş Beyannamesi”nden de
görüleceği gibi MNP, yıllar boyu sağ partiler tarafından oy deposu olarak
kullanılmış dindar kesimin, eğitimli seçkinleri aracılığıyla siyasi arenada
ilk bağımsız yer alışıydı.
M İL L Î NİZÂ M PARTİSİ KURULUŞ BEYANNAMESİ
(...)
Bugün; bundan bin sene önce şahlanıp haçlı ordularını göğsünde söndüren, beş yüz
sene önce gemileri karadan yürüten, dörtyüz sene önce Viyana kapılarını zorlayan,
yarım asır önce Çanakkale ve İstiklâl Harbimizin şaheserlerini meydana getiren Millî
ruh yeniden şahlanıyor, coşuyor ve MİLLÎ NİZÂM PARTİSİ'ni kuruyor.
Millî Nizâm Partisi'nin kurulduğu bugünün mânâ âlemindeki yeri, millî heyecanın
birikip, birikip coşkun bir deniz halini aldığı bir anda, bu denizi kendi şeddinin ar­
kasında zor zaptetmeye başlayan azametli barajın artık su kapaklarının açılmaya
başladığı gündür. Milletimizin fıtratındaki yüksek ahlâk ve fazilet bu kapakların
açılmasıyla kuvveden fiile çıkacak, Millî Nizâm Partisinin muntazam kanallarından
dörtbir yana dağılarak bütün yurt sathında, her tarafa; refah, saadet ve. selâmet
götürmeye başlıyacaktır. Bugün bu mutlu gündür. Bütün milletimize uğurlu ve hayırlı
216 AYET VE SLOGAN
olsun.
Aziz Milletimiz;
Bugün, asırlarca insanlığı meyvalarıyla besleyen büyük medeniyet ağacımızın,
son asırlarda içinden kemirilerek çürütülüp devrildiği ve elverişsiz iklim şartları mu­
vacehesinde, her an yeniden insanlığa örnek medeniyetler kurabilme cevherinin bir
tohum içinde saklı hale geldikten ve uzun yıllar çeşitli tesirler altında sadece içine
çekilen millî cevherin bu mukaddes tohumunun büyük ve gür medeniyet ağacını ye­
niden meydana getirmek üzere kendi kabuğunu deldiği gündür. Bugün bu mutlu
gündür. Bütün milletimize uğurlu ve hayırlı olsun.
Aziz Milletimiz;
Bugün, daima Hak'ka bağlılıkta, Hak'kı tutmakta, iyiyi destekleyici, kötüyü men
edici hüviyetiyle insanlık tarihinin en ulvî mahreki üzerinde yürüyen Büyük Milletimi­
zin çeşitli tesirlerle kendi yolundan saptırılması gayretlerinin hüküm sürdüğü ol­
dukça uzun bir devreden sonra yeniden, ulvî ve şanlı tarihî yörüngesi üzerine otur­
tulması için füzelerin ateşlendiği gündür. Millî Nizâm Partisi; Milletimizi karışık ve
karanlık devrelerden sonra aydınlığa götürecek, onu, parlak tarihî yörüngesi üze­
rine yeniden oturtmak için ateşlenen güçlü füzedir. Bugün bu füzenin ateşlendiği
gündür. Bugün bu mutlu gündür. Bütün milletimize uğurlu ve hayırlı olsun.
Ey, daima Hak'kı tutmak, iyiyi sağlamak ve kötüyü men etmek yolunda bulunmak
üzere seçilmiş mümtaz ve aziz Milletimiz!
Asırlardan beri özieçiiğin ve beklediğin, kendi ruhunun derinliklerinden gelen ve
senin bizatihi kendi öz varlığının mânâ ve madde sahasında yeniden doğuşundan
başka birşey olmayan Millî Nizâm Partisinin kuruluşu münasebetiyle sana yaptı­
ğımız bu ilk hitabımızı bitirirken Cenabı Hak'tan Milletimize özlediği huzur, saadet,
refah ve selâmet dolu Millî Nizâmı nasip etmesini dileriz.
KAYNAK: M. Gündüz-Sevilgen, M.S.P/de Dört Yıl (1973-1977), Yüksel Matbaası,
Ankara 1980, ss. 21-29.
Sağ kitle partilerinin, baskın liberal eğilimleri nedeniyle ancak seçim
zamanlan hatırladıkları milliyetçi-muhafazakâr talep ve temaları herşeyin
önüne çıkaran MNP kısa süre içinde acemiliğinin ve tabanındaki heye­
canın kurbanı oldu. Anayasa Mahkemesi. 20 Mayıs 1971’de, kısa süre
içinde yurdun dört bir köşesinde örgütlenmiş olan partiyi kapattı. Tabii bu
kapatmanın 12 Mart askeri darbesinin hemen ardına denk gelmesi de bir
tesadüf değildi.
12 Mart döneminin siyasi ortamının yumuşamasını çok iyi değerlen­
diren MNPTiler, İsviçre'ye "hicret eden" Prof. Necmettin Erbakan’ı yurda
dönmeye ikna ettikten kısa bir süre sonra, 11 Ekim 1972'de yeni bir parti
kurdular. Milli Selamet Partisi (MSP)'nin 19 kurucusu içinde hiçbir MNP
kurucusu yoktu. Tüccar ve mühendis ağırlıklı genel idare kurulu, partinin
başına Süleyman Arif Emre'yi geçirdi. Kısa süre içinde, 21 Ocak 1973’te
toplanan Birinci Büyük Kongre'de MSP, 42 il ve 300'e yakın ilçede
CEMAATTEN PARTİYE 217
örgütlenmişti. 14 Ekim 1973 genel seçimlerinden parti tam bir zaferle
çıktı: 1.265.771 oy (yüzde 11.8) ve 48 milletvekili. Senato seçimlerinde
ise 516.822 oy (yüzde 12.3) ve 3 senatör.
MSP, büyük ölçüde yüzde 46.5 oy oranından yüzde 29.8’e düşen
AP'nin oylarını, yine ilk kez seçime giren Demokratik Parti (DP) ile bir­
likte paylaşmış, bu arada yeni seçmenlerden bir kısmının desteğini almış, ,
bir önceki seçimde oy kullanmamış olan çok sayıda kişiyi kendi lehine
sandık, başına çekmeyi bilmişti.
MSP toplam 36 ilden milletvekili çıkarmıştı. Bunlardan İstanbul, Er­
zurum, Konya ve Sivas'tan 3'er; Ankara, Çorum, Elazığ, K.Maraş'tan
2'şer; Adana, Adıyaman, Afyon, Ağrı, Amasya, Balıkesir, Bingöl, Bolu, ;
Bursa, Diyarbakır, Gaziantep, Gümüşhane, Kars, Kayseri, Kocaeli, M alat-;
ya, Manisa, Mardin, Muş, Nevşehir, Rize, Sakarya, Samsun, T o k a t,!
Trabzon, Urfa, Yozgat ve Zonguldak'tan birer temsilcisini TBMM'ye y o l-; .
lamıştı.
■
MSP'nin kendi Türkiye ortalamasının çok üstünde başarı gösterdiği il- 1
lerin ülkenin orta ve doğu bölgelerinden olduğu göze çarpıyor (Kocaeli ve :
Afyon dışında). Bunların içinde alevi-Sünni çelişkisinin yoğun bir. şekilde
yaşandığı Elazığ, K.Maraş, Sivas, Çorum, Yozgat, Malatya, Tokat gibi ;
illerde muhafazakâr Sünni oylarının büyük ölçüde MSP'de toplandığını
söylemek pek zor değil. .
'
' ■
;
Esas olarak Nakşibendiliğin İskender Paşa Cemaatiyle Nurcu kadroların i
ittifakı olan MSP, ülkedeki köklü İslami cemaatlerin büyük çoğunluğu- :
nun faal desteğini almayı bilmişti. 1973 seçimleri sonucu ortaya çıkan
Meclis aritmetiği bir koalisyon hükümetini şart koşuyordu. MSP ise 48
milletvekiliyle "Anahtar parti" konumundaydı. Parti başkanlığına dönüş
yapmış olan Prof. Erbakan ve yakın çevresi baştan beri CHP ile işbirliği­
ne sıcak bakıyorlardı. Ancak parti tabam ve meclis grubunu ikna etmeleri
kolay değildi. Üstüste yaptıkları manevralar MSP'nin kamuoyunun gö­
zünde, parti üst yönetiminin de parti kadroları gözünde puan kaybetmesine
yol açıyordu. Sonuç olarak 26 Ocak 1974 tarihinde MSP-CHP koalisyonu
fiilen ülkeyi yönetmeye başladı. MSP'ye bir Başbakan Yardımcılığı, bir
Devlet Bakanlığı (din işlerinden de sorumlu), İçişleri, Adalet, Ticaret, Gıda
Tarım ve Hayvancılık, Sanayi ve Teknoloji Bakanlıkları.verildi.
"Komünistliğini, anarşistliğini, dinsizliğini" sık sık saldırı konusu
yaptığı, örtük de olsa hesaplaşmak istediği Atatürkçülüğün uzantısı duru-
218 AYET VE SLOGAN
murıdaki CHP ile koalisyona gitme riskini MSP birçok nedenle almıştı.
En önemli gerekçe, bir paranoya halini alan yeniden kapatılma endişesinin
koşullarını hükümete ortak olarak ortadan kaldırmaktı. İkinci olarak, ikti­
darı paylaşmanın sağlayacağı nimetler iştah kabartıyordu. Son olarak parti
programının kısmen de olsa uygulanmasının nihai zafere büyük katkıları
olacağı hesaplanıyordu. En ideali AP ve diğer sağ partilerle işbirliğine git­
mekti, ama "Millet bize muhalefet görevi verdi" diyen Süleyman Demirel
ileri görüşlülükle böylesi ihtimallere imkân tanımıyordu. Sonuçta ikti­
darın en güçlü adayı olan CHP’nin icraatını denetlemek gibi tali bir mis­
yonla sosyal demokrat-İslamcı koalisyonuna "rıza gösterildi". Bu arada
uzun yıllar iktidardan mahrum olan CHP'nin yeni lideri Bülent Ecevit'in
kendini kanıtlama isteğini ve MSP konusundaki "mecburi iyiniyelini" de
unutmamak gerek.
Koalisyon müddetince MSP elindeki bakanlıklar aracılığıyla devlet
içinde önemli kadrolaşmalara gitmeye başladı. Her fırsatta "Önce ahlak ve
maneviyat" sloganını hayata geçirmeye çalıştı. "Ağır sanayi hamlesi" pers­
pektifiyle, tekelci sermayeye karşı, zaman içinde birçoğu fos çıkacak olan
dev devlet yatırımları başlattı. Dinin devletten ayrılmasına en çok karşı
çıkanlardan biri olduğunu kamtlarcasına elindeki devlet bakanlığı aracı­
lığıyla din işlerine muazzam kaynaklar ayırdı. Hatta Diyanet İşleri Başkanı'nın "kayd-ı hayat şartıyla” atanmasına ilişkin bir yasa önerisi bile getir­
di. Fakat şeyhülislamlığın diriltilmesi anlamına gelecek bu öneri, yasa­
laşamadı.
Kamuoyuna "gerçekte kendilerinin hükümet ettiğini" gösterme gayreti
içindeki M SP'liler, ortakları CHP'nin düşündüklerini gerçekleştirmesi
önünde ciddi engeller çıkarttılar. Bunların en çarpıcısı, "Genel Af Kanunu"
görüşmeleri sırasında 22 MSP milletvekilinin 141 ve 142. maddeden
mahkûm olanların affedilmesini engellemesi oldu. (Aynı milletvekilleri­
nin 163. maddeyi af kapsamına aldıklarını hatırlatmak gerekir mi?)
Af tartışmaları iki önemli kopuşun başlatıcısı oldu. CHP, koalisyon
ortağına fazla güvenmemesi gerektiğini iyice anlamıştı. Öte yandan benzer
bir güvensizlik, MSP üst yönetiminde etkin olan Nakşi geleneğinden
gelme isimlerde, parti disiplinini bozan Nurculara karşı oluştu. Bu sırada
Ecevit Kıbrıs'a asker çıkartma kararının sağladığı geniş kamuoyu deste­
ğine güvenerek koalisyonu bozdu. 31 Mart 1975’te Demirel liderliğinde,
AP-MSP-MHP ve CGP'yi biraraya getiren Milliyetçi Cephe koalisyonu
CEMAATTEN PARTİYE 219 (
kuruldu. MSP bu yeni dönemde kadrolaşma başta olmak üzere uygulama­
larını sürdürdü. Sonunda AP, CHP ile anlaşarak 1977'de erken genel seçi­
me gitti.
Nurcuların terkettiği MSP, seçim propagandasını "Kıbrıs harekatlarım
CHP'ye rağmen kendilerinin gerçekleştirdiği" teması üzerine kurmaya
çalıştıysa da inandırıcı olamadı. MSP dört yıl öncesine kıyasla 4 bin oy
fazla aldı (1.269.918) ancak oy oram yüzde 11.8’den yüzde 8.6’ya düştü.
Çünkü hem seçmen sayısı, hem de seçime katılma oranı artmıştı. Seçi­
min galibi oy oranını yüzde 8.1 artırarak yüzde 41.4’e çıkaran CHP ol­
muştu. Ardından yüzde 7 .l ’lik artışla oyların yüzde 36.9'unu elde eden AP
geliyordu. CHP ve AP esas olarak bu seçimde toplam yüzde 13.4'lük oy
kaybıyla yokolmanın eşiğine gelen DP ve CGP (Cumhuriyetçi Güven
Partisi)’ni yutmuşlardı. MSP’nin oy kaybının genel olarak, oylarını yüzde
3 artıran Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)'nin işine yaradığını söylemek
mümkün.
Örneğin MSP’nin dört yıl önce büyük başarı gösterdiği, Türkiye'nin
"Alevi Yöreleri" olarak bilinen 8 ilde (Elazığ, Erzincan, Çorum, Sivas,
Tokat, Yozgat, Nevşehir ve Çankırı) 1977 seçimlerinde büyük bir geri­
leme içinde olduğu, bu bölgelerde MHP’nin oy patlaması gerçekleştirdiği
biliniyor.
1977 seçimlerinde Bitlis, Hakkari, Mardin, Muş, Siirt, Urfa ve Van
gibi geri kalmış Kürt illerinde oylarım artırabilen MSP bizce hakiki kim­
liğini de bulmuş oldu.
Yeni dönemin ilk hükümeti Demirel başkanlığında AP, MSP ve
MHP'nin katılımıyla İkinci Milliyetçi Cephe koalisyonu oldu. Milletve­
kili sayısı yarı yarıya azalıp 24'e düşmüş olan MSP "anahtar parti" psiko­
zunu sürdürerek tavizsiz tutumuyla AP'ye zor anlar yaşattı. Sonuçta 2.
MC'nin ömrü kısa oldu; ülke hükümet bunalımları ve azınlık hükümet­
leriyle 12 Eylül 1980 askeri darbesine geldi.
Askeri yönetim, esas olarak partinin Konya'da düzenlediği mitingi ba­
hane ederek MSP yöneticilerini sıkıyönetim mahkemesinde yargılattı.
MSP'liler sonuçta beraat edecekti ama örgütsel olarak büyük darbe yemiş­
lerdi. Generallerin ülkeye zor yoluyla getirdikleri "Atatürkçü barış ve kar­
deşlik ortamı" ideolojik olarak da onları zor durumda bırakmıştı. Partinin
birçok kadrosu, İzmir'den MSP adayı olmuş, yine eski MSP'li bakanlar­
dan Korkut Özal'ın kardeşi Turgut Özal'ın Anavatan Partisi'ne kapılan-
TABLO : 1
1973 ve 1977 G e n e l S eçim lerind e M SP'nin, 1984 ve 1989 il G en el M eclisi Ü yeleri S eçim leri iie
1987 G enel S eçim lerinde RP*nin en başarılı olduğu 2 0 ii ve bu itlerdeki oy yüzdeleri.
1973 1
Erzurum
1.
z
Elazığ
3, - K.Maraş
4.
Sivas
Bingöl
5.
6.
Gümüşhane' Rize
7.
Çorum
8.
9.
Yozgat
10.
11.
12.
13.
14.
15.
16.
17.
18.
19.
20.
Adıyaman
Malatya
Diyarbakır
Nevşehir
Sakarya
Tokat
Kocaeli
Urfa
Kayseri
Konya
Afyon
Türkiye Genel
Yüzde
29.5
27.8
26.7
25.7
25.5
24.9
21.9
21.7
.21.5
21.1 ■
19.9
18.5
18.4
10.2
18.2
18.1
. 17.6
16.5
16.5
16.4 ■
11B
• 19771
Bitlis
Bingöl
Mardin
S iirt
Van
Malatya
KonyaUrfa
Adıyaman
Hakkari
Diyarbakır
Muş
Erzurum
K.Maraş
Gümüşhane
Elazığ
Sivas
Yozgat
Rize
Kocaeli
Türkiye Genel
Yüzde
27.3
.25.4
23.2
22.0
20.5
20.4
19.8
19.5
19.2
18.5
17.9
17.9.
15.5
15.1
14.9
14.0
14.0
13.0
12.3 ,
10.6
8.6
1984 2
Yüzde
Ağrı
Kocaeli
Sakarya
Adıyaman
Sivas
Trabzon
Çorum '
Rize
Zonguldak
13.5
10.0
9.8
9.6
9.1
8.9
8.8
8.6
8.6
8.5
8.3
8.1
7.9
7.4
6.7
6.7
6.6
6.5
6.4
6.1
Türkiye Genel
4.4
Bingöl
S iirt
Şanlıurfa
Muş
Van
K.Maraş
Niğde
Konya .
Elazığ
Tokat
Nevşehir
1987 3
Diyarbakır
S iirt
Bingöl
Bitlis
. Elazığ
Van
Mardin
Konya
Rize '
Ağrı
K.Maraş
Muş
Gümüşhane
Kocaeli
Giresun
Sivas
Şanlıurfa
Adıyaman
Trabzon
Nevşehir
Türkiye Genel
1. Kaynak: Ali Yaşar S arı bay, Türkiye'de Modernleşme D in ye P arti Politikası, Alan Yayıncılık, İstanbul, 1985.
2. Kaynak: DİE Mahalli İdareler Seçim Sonuçları, Ekim 1989, Ankara.
3. Kaynak: Resmi Gazete , 9 Aralık 1987.
Yüzde
24.5
24.0
22.1
21.1
17.6
17.3
16.9
15.0
-14.2
14.0
13.7
13.6
13.2
13.1
12.6
11.9
11.6
11.4
11-1
10.6
7.16
1989 2
Bitlis
Muş
Bingöl
S iirt
Sivas
Van
Elazığ
Konya .
_ Erzurum
Diyarbakır
K.Maraş
Rize
Şanlıurfa
Gümüşhane
Ağrı Adıyaman
Trabzon
Mardin
Kocaeli
Nevşehir
Türkiye Gene!
Yüzde
27.8
27.7
25.2
24,0
23.5
22.7'
20.9
. 20.7
20.0
19.6
18.1
17.8
16.4
16.2
16.1
14.7
14.6
14.4
14.2
13.6
9.8
CEMAATTEN PARTİYE 221
dılar. Eski günlere dönme arzusundaki bazı orta kademe kadrolar Ahmet
Tekdal'ın liderliğindeki Refah Partisi (RP) etrafında toplanmaya başladı;
ancak generallerin buna bile tahammülü yoktu; vetolarla RP’yi 1983 se­
çimlerine sokmadılar.
Aslında vetolar RP’nin işine yaradı denilebilir. Nitekim genel seçim­
lerden sonra yapılan yerel seçimlerde ancak 778.622 oy alarak, oy oran­
larını yüzde 4.4'te tutabildiler. Üç yıl sonra yapılan erken genel seçimlerde
ise, olduğu gibi eski kadrosuyla yer alan RP, ANAP'a gittiği kesin olan
oylarının önemli bir kısmını almayı bildi. Toplam 1.717.425 oy, yani
yüzde 7.16. Ancak ANAP'm demokratikliği hayli tartışmalı seçim kanunu
nedeniyle ülke çapında yüzde 10 barajını aşamayan RP, TBMM’de temsil
edilme hakkına kavuşamadı. Yaptığımız hesaplara göre, on yıl önceki
seçim kanunu uygulanmış olsaydı RP 21 milletvekili çıkartabilecekti.
Diğer bir deyişle 1987'de yalnızca üç eksikle parlamentoda temsil edilecek,
belki de yeniden bir koalisyonun ortağı olacaktı.
ANAP için büyük bir hezimet olan 1989 yerel seçimlerinde, ülke
çapında il genel meclisi üyeleri seçim sonuçlarına bakıldığında RP'nin oy­
larını yüzde 9.8'e çıkarttığı görülüyor. Bizce bu oran, MSP'nin 1973 ge­
nel seçimlerindeki yüzde 11.8 oranından daha büyük bir başarı. Çünkü
daha önce de değindiğimiz gibi, MSP'nin katıldığı ilk seçimde aldığı oy­
ların önemli bir kısmı "ödünç"tü. 1989 yerel seçimlerinde kazandığı oy
oranı ise onun gerçek gücünü gösteriyor. Ancak İskender Paşa Dergâhı'nın, kitabın ilk bölümünde bahsettiğimiz gibi RP'den desteğini çekme­
sinin ve cemaatin şeyhi Prof. M. Esad Coşan'ın yeni parti girişiminin
RP'ye darbe indireceği kesin. Bu darbenin ne derece güçlü olabileceğini ise
zaman gösterecek.
Normal olarak 1992'de yapılacak olan genel seçimlerin ardından RP’nin
TBMM'de yer alması çok yüksek bir ihtimal. ANAP’ın genel seçimler
öncesi, kendini güçsüz hissedeceği oranda seçim kanununu demokratik­
leştireceği düşünülürse RP'nin umulmadık sayıda milletvekili çıkarması
da mümkün. Özellikle resmi ideolojiden giderek daha çok uzaklaşılan
Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde zaten güçlü olan RP, radikal
çıkışlar yapabilirse büyük oy patlamaları gerçekleştirebilir. Öte yandan ül­
kücü kesimde yaşanan bariz İslamileşme sürecine müdahale edebilmesi du­
rumunda Alevi bölgelerinde, 1973 seçimlerinde olduğu gi6i, Sünni oyla­
rın önemli bir kesimini yeniden kendisine çekme şansına sahip. Son ola-
222 AYET VE SLOGAN
Tablo: 2
1989 İl Genel Meclisi Üyeleri Seçiminde 300 binden fazla geçerli oy kullanılan illerde
RP'nin son üç seçimde elde ettiği oy oranlan :
19841 19872 19891
(Yerel) (Gene!) (Yere!)
Yüzde Yüzde Yüzde
Adana
Ankara
Antalya
Aydın
Balıkesir
Bursa
Denizli
Eskişehir
Gaziantep
Hatay
İçel
İstanbul
İzmir
4.3
3.8
3.4
1.1
2.6
4.5
1.9
4.0
4.5
3.5
1.4
4.3
2.1
-
5.5
4.2
3.1
3.0
4.7
6.2
2.9
2.9
6.4
6.0
3.9
6.8
2.2
4.9
7.0
3.5
3.8
6.5
9.0
3.0
4.6
8.5
6.9
4.7
10.7
3.2
1984
(Yerel)
Yüzde
Kayseri
Kocaeli
Konya
Manisa
K.Maraş
Ordu
Sakarya
Samsun
Trabzon
Zonguldak,
Türkiye
Genel
1 9 8 7 198 9
(Genel) (Yerel)
Yüzde Yüzde
4.6
7.9,
8.6
0.4
8.9
5.2
7.4
- 4.9
6.6
6.1
9.9
13.1
15.0
4.1
13.7
6.3
1.5
6.0
11.1
5.0
12.6
14.2
20.7
6.2
18.1
9.1
13.2
8.8
14.6
7.6
4.4
7.1
9.8
1. Kaynak: D lE M ah alli İd a reler Seçim S o n u ç la n , Ekim 1989, Ankara.
2. Kaynak: R esm i G a zete, 9 Aralık 1987
rak, RP'nin 1973'te yüzde 8.4, 1977’de yüzde 6.6 oy aldığı İstanbul’da
1989 yerel seçimlerinde yüzde 10.7 oranına ulaştığını kaydetmek de gere­
kiyor. Ancak Tablo 2'den de görüleceği gibi büyük şehirlere ulaşabilmekte
hâlâ zorlanıyor.
R P ’N İN A Ç M A ZLA R I
Hiç tartışmasız Türkiye'nin en güçlü İslami yapılanması niteliğine sahip
olan, ilk genel seçimlerden sonra mecliste güçlü bir şekilde yer alacağını
iddia ettiğimiz RP'nin bir tıkanma aşamasında olduğunu söylemek ilk
bakışta çelişkili gelebilir.
RP'nin temel açmazı "katı ideolojik bir parti" görünümünden (gerçe­
ğinden) "kitle partisi" olmaya geçememesi. RP, İslam'ı hayatlarında her­
şeyin önüne koyan dindar kalabalıkların dışındaki kesimlere ulaşma şan­
sına sahip değil. 12 Eylül sonrası TBMM’de olmayan, RP'nin kitle ile-
CEMAATTEN PARTÎYE 223
lişim araçları tarafından görmezden gelinmesi (Konya Belediye Başkani
i
Halil Ürün ile Şanlıurfa Belediye Başkam İbrahim Halil Çelik dışında), bu
j
partinin geniş kitlelere ulaşabilmesini daha da zorlaştırıyor. Her ne kadar
Cezayir'deki İslami Selamet Cephesi bu konuda istisna teşkil ediyorsa da,
,j
İslamcı partilerin demokratik yollarla iktidarı zorlaması, hele Türkiye'de
epey güç.
j
RP yöneticilerinin bu görünümü ortadan kaldırmak için çok fazla çaba
gösterdikleri de söylenemez. Örneğin partinin organı durumundaki M illi
Gazete ve Yeni D e v ir gazeteleri, değil başka kesimleri, partinin inanmış
kadrolarını bile tatmin etmiyor. RP'den haberler şeklinde esas olarak Prof,
.i
Erbakan'ın reklamını yapan bu gazeteler Türkiye'deki İslami kesimin eriş'
tiği kültürel düzeyin çok çok altında seyrediyor. Arada sırada Yeni D evir 'i
j
canlandırma yolunda atılan adımlar ise, saltanatının tehdit edildiği veh , i
mine kapılan Prof. Erbakan tarafından kısa sürede baltalanıyor.
i
Zorunlu hukuki durumlar dışında MNP-MSP-RP oluşumlarının hep
aynı kadrolar tarafından yönetilmesi bir oligarşi ortaya çıkarttı. Politikada
j
artık iyice profesyonelleşen bu yönetici tavanın tabana yabancılaştığı koj
nusunda güçlü eleştiriler mevcut. Yine de RP içinde, Necmettin ErbaI
kan'ın şahsında somutlaşan yönetim tekelciliğine karşı hiçbir zaman bir
j
alternatif oluşmadı. 7 Ekim 1990'da gerçekleştirilen RP 3. Olağan Büyük
\
Kongresi'nde yapılan seçimler sonucu, tek aday Prof. Erbakan genel baş-:
j
kanlık için 552 oydan 55 l'ini aldı. (Geri kalan tek oy da geçersiz sayıldı.}
!
Merkez Karar ve Yönetim Kurulu seçimlerine de tek liste katıldı ve tabii
j
ki itirazsız kazandı.
I
^
i
MNP ve MSP, bazı'islami cemaatlerin konsensus'u üzerine kurulmuş!
tur. Bu geleneğin mirasına tümüyle sahip çıkan RP üst yönetimi, zaman
j
içinde güçlendikçe, çekinmeden kendisini İslami hareketin merkezine yerj
leştirdi. İslami kesimde siyasi-dini ayrışmasını dayatan Erbakan ve arka­
daşları, tüm cemaatleri yalnızca dini ve toplumsal işlevlerle sınırlayıp,
;
siyasi misyonun yalnız ve yalnız kendileri tarafından yerine getirilebij
leceğini işlediler. Politikaya bulaşmaktan ürken cemaat otoriteleri başlanj
gıçta bu tutumu anlayışla karşılayıp onayladılar. Fakat zamanla politij
kanın bütün alanların önüne geçtiğini, otoritelerinin zayıflayıp Erbakan'ın
gölgesinde kalmaya başladıklarını farkedince itirazlara başladılar. Erba-|
kan'm müslümanlığa yaraşır olup olmadığı tartışmalı üslubunu ve birçok
!
uygulamasını yedeklerine alıp onu hizaya getirmeye çalıştılar. Ancak Er-
224 AYET VE SLOGAN
bakan politika uğruna bindiği dalı bile kesmeyi göze aldı. 12 Eylül'ün he­
men öncesinde birçok şey borçlu olduğu kendi şeyhi Mehmed Zahid Kok
ku'nun uyanlarına bile kulak asmadı. Kitabın birinci bölümünde tam met­
nini yayınladığımız Prof. M. Esad Coşan'ın tarihi konuşması bu konuda
sayısız anektod sunuyor.
£ 'Yine Prof. Coşan’ın konuşmasından Prof. Erbakan’ın "Bana biat etme­
yen kendine din arasın" dediğini öğreniyoruz. Bu çıkış, Erbakan'ın dinisiyasi ayrımını bir üst düzeye çıkarttığını, daha doğrusu dini-siyasi ayrı­
mını ortadan kaldırarak her alanda yalnız ve yalnız kendisini ve örgütlen­
mesini seçenek olarak sunduğunu gösteriyor. Bu politikanın tutması için
ilk olarak tasavvufun eleştirilmesi, tarikat yapılarının sorgulanması gere­
kiyor ki Prof. Coşan, RP yöneliminin bu yolda olduğunu da belirtiyor!^
RP'nin İslami kesim içinde başını ağrıtan sorunlardan biri de "İslam'da
parti var mı?" tartışması. Daha MNP'nin kuruluş günlerinde başlayan bu
tartışma, 12 Eylül'de yenilen darbeden sonra iyice hız kazandı. Pratik ha­
yattaki en önemli tezahürü ise F. Almanya'da Cemalçttin Kaplan'm ayrıl­
masıyla yaşandı. Cemaletlin Hoca, Türkiye'de siyasi faaliyetlerin.üzerine
yasakların gölgesinin düştüğü bir dönemde, yasal parti çalışması dışındaki
yollara karşı çıkan Milli Görüşçüler'e, İran'dan aparma eklektik görüşle­
riyle güçlü bir darbe indirdi. Avrupa'daki Milli Görüş teşkilatlarının
önemli bir bölümünü peşinden sürükledi. Fakat Cemalettin Hoca'nm mi­
tingler düzenleme ve ülkeye tebliğler postalamadan öteye gidemeyen radi­
kalizmi, beklentileri karşılamaktan çok uzaktı. Nitekim Erbakan ve eski
kadroyla eski günlerine dönmeye başlayan RP, kendisi için hayati öneme
sahip olan (göçmen işçilerin dövizleri her zaman Erbakan hareketinin en
büyük finans kaynaklarından biri olagelmiştir) Avrupa'yı yeniden fethetti.
Son yıllarda parti kavramı etrafındaki tartışmalar hafifledi ama yerini
başka konulara bıraktı. Özellikle üniversite gençliği içerisinde yeşeren
modemizme karşı İslami alternatifler üretme kaygısı ve buna bağlı olarak
geliştirilen teknoloji sorgulamaları, MNP-MSP-RP çizgisinin adlandırıl­
ması olan "Milli Görüş"ün ağır sanayi ve ekonomik büyümeyi savun­
masıyla hiçbir şekilde uzlaşamıyor. Müslüman aydınların geliştirdiği ve
İslami kesimde yavaş yavaş da olsa yaygınlaşan anti-modernist söylem
RP'yi hiç etkilememişe benziyor. Zaten 80'li yıllarda Türkiye'de yaşanan
"İslami uyanış" atmosferi içerisinde RP'nin de genel eğilime uyarak dilini
daha fazla dinselleştirdiği gözlemleniyor.
CEMAATTEN PARTİYE 225
RP yalnızca İslami kesimin en güçlü yapılanması değil; aynı zamanda '
Türkiye'deki siyasi örgütlenmeler içinde en fedakâr, en dayanışmacı, en
militan tabana da sahip. Ancak, daha önce de değindiğimiz gibi, tabanının
bu kenetlenmiş cemaat olma niteliği, RP'nin geniş kitlelere açılmasına
engel teşkil ediyor.
Son olarak Irak'ın Kuveyt'i işgaliyle başlayan Körfez Krizi'nin RP için
olumsuz sonuçlar doğurduğunu da söylemek gerek. İslam dünyasının bir­
birine düşmesi bir yana, RP’ye para yardımında bulundukları iddia edilen
Suudi Arabistan ve Kuveyt gibi petrol zengini ülkelerin, içine düştükleri .
durumda Prof. Erbakan ve arkadaşlarına aynı cömertlikte davranabilmeleri,
en azından belli bir süre için beklenemez. Kaldı ki, tıkanıklığını aşabilme­
si için RP'nin paranın dışında, yeni perspektiflere ihtiyacı var. Bunlar
artık tüm dünya dillerinde "glasnost" ve "perestroika" kavramlarıyla ta­
nımlanıyor.
Politika ve Şiir'
DİRİLİŞ PARTİSİ
y
. ~
SEZA / KARAKOÇ
26 Mart 1990 Pazartesi günü İçişleri
B a k a n l^ n a yap.lan b ^ m n u a ar-
dından Diriliş Partisi (DIRI-P) resVE
men kurulmuş oldu. Amblemi "gül­
ler açmış gül ağacı" olan partinin ku­
rucuları kamuoyu tarafından bilinmeyen isimlerdi. Genel başkanları hariç:
Sezai Karakoç.
‘
^ 1933 yılında Diyarbakır Ergani’de doğan Karakoç, Türkiye'nin (do­
layısıyla da İslami kesimin) yaşayan en önemli şairlerinden. Şairliğinin
yanısıra özgün bir düşünür olan Karakoç, sanatı ve "diriliş” kavramı ekse­
ninde geliştirdiği düşünceleriyle birçok İslamcı aydının gelişmesine
katkıda bulundu, birçok İslami eğilimi etkiledi.)
Ç Tek kelimeyle "mütevazı” olarak özetlenebilecek bir kişiliğe sahip olan
Karakoç her türden gündelik hesap, çelişki, çatışma vs.den uzak kalmasını
bildi. Bunun sonucu olarak Türkiye'deki sanat ve düşünce alanlarında ge­
niş bir saygınlığa ulaştı. Karakoç üretken bir kişi olmasına rağmen, yan­
lış anlatılmak ve anlaşılmaktan çekindiği, reklamdan hoşlanmadığı için
röportaj önerilerinden hep uzak durdu, böylelikle layıkıyla tanınamadı.^
226 AYET VE SLOGAN
İşte, bu ve benzeri nedenlerden dolayı Karakoç'u bilenler onun parti kur­
maya çalıştığım duyduklarında inanmadılar. DİRÎ-P resmen kurulduğunda
ise şaşkınlıklarını gizleyemediler. Kimileri, "yeni dönem" nedeniyle Karakoç'un tutumunda değişiklikler bekledi; yanıldı. Karakoç bir parti başkanı
olarak ne bir demeç verdi, ne bir basın toplantısı yapu.
^T eo rik olarak, gitgide anlamsızlaşan ve yozlaşan Türk siyasi yaşamına
yeni bir soluk geürebilecek olan DİRÎ-P, pratikte (maalesef) bunu gerçekleştirebilmckten hayli uzak görünüyor. Çünkü partinin maddi olanakları,
rakiplerine kıyasla yok denecek kadar az. Öte yandan daha kuruluş aşama­
sında partiyi bir "fikir kulübü" olarak yaftalayan İslami.kişi ve çevrelerin
bu olanaksızlıkların giderilmesi yolunda çaba gösterecekleri, gösterseler
bile bu yardımların Karakoç ve arkadaşları tarafından kabul edileceği kuş­
kulu^
Genel seçimlere katılabilmek için yasaların dayattığı zorunlulukları ye­
rine getirmesi hayli güç olan DİRİ-P'in, Refah Partisi'nin önde gelen
isimlerinden Oğuzhan Asiltürk tarafından "oyları bölmek"le suçlanması
ise Sezai Karakoç’un "manevi gücünü" göstermesi bakımından çok an­
lamlı.
'
Herkesin bol bol İslam'dan söz edip, iş Türkiye'nin sorunlarına somut
çözümler ürcüneye geldiği zaman nedense dilsiz kesildiği (tabii ki istisna­
lar var) İslami kesim içerisinde, en azından 147 maddelik bir programa sa­
hip olan DİRİ-P’in ayrıcalıklı bir yeri var. Bu programdan önemli ve/veya
ilginç bazı bölümleri ek olarak veriyoruz:
DİRİLİŞ P A RTİS İ P R O G R A M IM D A N SEÇ M ELER
MADDE 1— Ana ilkemiz, hakikattir. ■’
MADDE 2— Bilim, hakikata götüren, temel yol, yöntem ve araçtır.
MADDE 3— Toplumun yaşama temeli, güvenlik ve adalet, insanın temel hak ve
özgürlüklerine saygı, yurttaşlar arasında eşitliği gözetme ilkeleridir. Görevlerde ye­
tenek, yeterlilik, uzmanlık ve ahlâk üstünlüğünün öncelik için göz önünde tutulması,
kişilerin haklarının yanında görevlerinin de bulunduğunun bilincine ermeleri için ge­
rekli formasyonu kazanmalarının sağlanması, vazgeçilmez kişi hakları ve toplum
şartlarıdır.
MADDE 4— Aydınlarla halkın kaynaşması, toplum barışının vazgeçilmez ku­
ralıdır.
MADDE 5— Amaç, üç kelimeyle özetlenirse, hakikat, adalet ve fazilettir.
MADDE 6— Manevi yapısını sağlam temellere dayamamış toplum, maddi kal­
kınmasını da yapamaz ilkesi, toplumu sağlıklı tutan dinamiklerin kaynağıdır.
CEMAATTEN PARTİYE 227
MADDE 7— İhtilâl, darbe, kanlı devrim gibi fikrini zorla kabul ettirme yollarının hiç
biri benimsenemez inancındayız. Bu usullerin zararı, faydasından çok fazladır ka­
naatini taşıyoruz. Bu tür girişimler, yapımdan çok yıkım getirirler.
(.»)
MADDE 13— Millet ve ülkenin bütünlüğü, birliği ve bölünmezliği için, devlet her
türlü tedbiri alır. Ülke bütünlüğüne zarar verecek hiç bir hareket toleransla
karşılanamaz. Devlet, yurttaşların birlik ve beraberlik inancı içinde yetişmeleri için,
çocuklarından itibaren, fikrî beslenme planı uygular.
MADDE 14— Kişilerin, haklarını tüm genişliğiyle kullanmaları için, devlet, özen
gösterir. Konut dokunulmazlığı, haberleşme mahremliği, din ve fikir özgürlüğü ve
benzeri insan hakları, en büyük saygıya lâyık görülecek ve en büyük saygınlığa
kavuşturulacaktır. Kişilerin düşünce ve görüşlerini, ifade hakkı kısıtlanamaz. Ancak
ihtilâl, ^terör ve anarşi için kışkırtıcılık yapmak, kişileri başkalarının can, namus,
şeref ve mallarına saldırmaya teşvik etmek, düşünce özgürlüğü çerçevesinde
düşünülemez. Buna karşılık, yurttaşların siyasî parti kurma, dernek, vakıf ve sendi­
ka oluşturma hakları azami genişlikte tutulup devletçe tasvip ve teşvik görür.
(...)
MADDE 22— Meclis veya devlet başkanı, ancak kamu hakları konusunda genel
af çıkarabilir. Bir kişiye zarar vermiş kişiyi.ancak zarar gören veya önün varisleri af­
fedebilir.
MADDE 23— Adalet tarafından oluşturulan barışma kurumu, çalışmalarıyla, bir
takım uzlaşmazlıkları dava konusu haline gelmeden çözümlemeye çalışacak ve
böyiece adliyenin yükünü hafifletecektir.
MADDE 24— Devlet Başkanının halk'tarafından seçilmesi ve yürütmenin ona
bağlı olması esası getirilerek, başkanlık sistemine gidilmesine çalışılacaktır, Devlet
başkanının üç yardımcısı olacak, birini, kendisi doğrudan seçecek, diğer ikisini mec­
lis ve yüksek yargı kurulunun önerdiği üçer kişi içinden seçecektir. Kendi seçtiği
yardımcı, yürütme işlerine bakacak, yüksek yargı kurulunun önerdiği kişiler içinden
seçilen yardımcı, yargı ile başkanlık arasındaki ilişkiyi sağlayacak, aynı şekilde
üçüncüsü de Meclisle başkan arasındaki ilişkiyi sürdürecektir.
(...)
MADDE 30— Üniversiteler, bilim araştırmaları yapma ve ülkenin ihtiyacrolan uz­
manları yetiştirme kurumlandır. Üniversiteler bilim ve araştırma özgürlüğü, malî ve
İdarî özerklik ölçüleri içinde çalışırlar. Özel kesim üniversiteleri kurulması hakkı
tanınmakla birlikte, kurulacak üniversiteler, kalite ve millî yarar açısından devlet
gözetiminde olacak ve devlet üniversitesi standartlarından aşağıda olmayacaktır.
Devlet ve özel sektör üniversiteleri, anarşi, ihtilâl yatağı haline getirilemez. Suç
işlendiği takdirde, güvenlik koşuşturması yapılmasına üniversite yönetimince engel
olunamaz. Devlet, üniversitenin saygınlığına özen gösterirken, üniversite yönetimi,
öğretim üyeleri ve öğrenciler de devlete, topluma ve ülkeye saygılı olmak, anarşi ve
teröre tolerans göstermemek borcundadırİar. Bir öğrenci grubu, diğer öğrencilere
baskı yapamaz ve üniversiteye hakim olma girişiminde bulunamaz.
(...)
MADDE 37— Toplumun yapısının temeli manevi yapıdır. Kişilerin inanç ve
ahlâkça, tavır ve davranışça en ileri ve üstün bir seviyede yetişmeleri için devletin
bu ideali gözetmesi gerekmektedir. Din, manevi yapının kaynağı ve dayanağı olarak
değerlendirilecektir.
MADDE 38-^- Gençliğin yetişmesi için aile ve okul dışında bir takım manevi ku-
228 AYET VE SLOGAN
rumlar oluşturulacak ve bunlar devletin denetimi altında bulundurulacaktır. İçki, ku­
mar ve fuhuşla savaşılacaktır. Sadece yasak değil, aynı zamanda içki, kumar gibi
alışkanlıklardan uzak olmanın güzelliği ve iyiliğine inandırıcı bir anlatım metodu uy­
gulanacaktır. Bunlardan kurtarılanlara alternatif iyi meşguliyetler temin edilecektir.
MADDE 39— Yurdun suyu, toprağı, madenleri, rüzgârı, tabiî ve tarihî tüm varlık
ve hâzineleri korunup değerlendirilecek, betonlaşma, havanın ve suyun kirlenmesi,
yeşilliğin, orman ve ağaçların, tabiî çevrenin yok edilmesine karşı büyük bir savaş
açılacak, çevreyi kirletmenin çok büyük bir yanlışlık olacağı ve zarar getireceği
yurttaşların ruhuna ta çocukluktan itibaren kesin bir inanç gibi yerleştirilecek, de­
nizlerimizin ve ormanlarımızın değeri anlatılacak, kuş ve yabani hayvan nesillerinin
korunması ve ağaçların kesilmemesi için detaylı planlar uygulanacak, turizm avcılığı
kesinlikle yasaklanacak, iç avcılık da son derece sınırlandırılacaktır. Ölçü, zaruret
olmadan bir ağacın kesilmesini ve bir hayvanın öldürülmesini bir nevi katle eş
görmektir. Zaruret dışında bu hayatlara dokunulamaz inancı yeni kuşaklara
aşılanacaktır. İnsanımızın doğal bir çevrede, temiz su ve hava, sonsuz yeşillikler,
binbir çeşit kuş ve hayvanatla canlı olan tabiat içinde mutluluk ve en yüce yaşantı
ile hayat sürebilmesi için devletçe ve toplumca elden gelen yapılacaktır.
(...)
MADDE 42— Edebiyatçıların biyografilerinin yine edebiyatçılar tarafından senaryolaştırılarak tümleştirilmesi, televizyon filmi ya da dizisi haline getirilmesi için geniş
bir çalışma yapılacaktır.
MADDE 43— Romanlar da yine edebiyatçılar tarafından senaryolaştırılarak ekra­
na getirilecektir. Klasik ve çağdaş türk şiiri en seviyeli bir düzenleme ile süreklice
televizyonda görüntülerle verilecek, tanıtılacak, çağdaş aydınımızın bu konulardaki
ihtiyacı giderilecek, kültür alanı süreklice geliştirilip beslenecektir.
MADDE 44— Sinema, yeni baştan, devlet eliyle, sadece, sanat ve ahlâk yüceliği
ve kendi kültürümüzün dirilişi gözönünde tutularak kurtarılacaktır. Yöneticiler, oyuncular ve tüm diğer elemanlar hep okuldan yetiştirilecek, seviyeli film çalışması
yapan özel girişim ciler de desteklenecektir. Siyasî sansürden ziyade estetik
sansürü uygulanacak, hiç bir değeri olmayan filmler üretilmesine ve millî servetin
heba edilmesine göz yumulmayacaktır.
, MADDE 45— Klasik müziğimiz, her yerde ve her vesile ile asıl müziğimiz olarak
kabul edilip yeniden topluma yerleştirilecektir. Halk müziği ve klasik batı müziğinin
de izlenmesine imkân sağlanacaktır. Müziğin yozlaşmaması için kültür savaşı veri­
lecektir.
(»O
MADDE 55— İnsan gücüyle sağlanacak işlerde makina ithali öngörülmeyecektir.
Bilgisayarlı çalışmaya tam geçiş, ancak, bilgisayarın memleketimizde üretilmesiyle
mümkün olacaktır. Prensip itibariyle, mâkina ülkemizde üretilmelidir. Sadece, çok
zaruri ve acil işlerde, askerî ve millî güvenlik ihtiyaçlarında ithal yoluna gidiîmesi ka­
bul olunabilir.
(...)
MADDE 57— İktisadî bakımdan Ortak Pazara mahkûm olmamak için bölgede bir
ortak pazar teşebbüsü düşünülecek, ayrıca, Afrika ülkeleriyle İktisadî işbirliği ve
karşılıklı yardımlaşma imkânları araştırılacaktır.
,
(...)
'MADDE 63— Yazın tüketimden artan meyva ve sebzelerin kurutulması ya da
konserve edilmesi için üike çapında bir sistem geliştirilecektir.
CEMAATTEN PARTİYE 229:
(-)
.
!
MADDE 71— Verginin mutlaka nakit olarak tahsili şart olmayıp aynî ödeme de
yapılabilir.
^
MADDE 72— Maaş ve ücretlerden vergi alınmaz. Ancak, ücretli, mal varlığıyla
vergilendirme nisabına girmesi halinde vergi verir.
MADDE 73— Faizcilik yerine kâr ortaklığı teşvik edilecek, böyiece tasarruf sa­
hibinin sömürülmesi ya da müteşebbisin zarar halinde batması önlenecek, netice ,
itibariyle millî servet, sermaye ve emek korunacaktır.
(...)
MADDE 80— Dıştan gelen ve memleket içinde terör ve anarşi doğuran ideolojik
faaliyetlerde sadece koğuşturmadan ibaret bir ilgilenişle yetinilmeyecek, İç İşleri
Bakanlığında oluşturulacak Doktrinler ve Fikirler Dairesi yoluyla fikren de mücadele
imkânı araştırılacaktır. Devletçe desteklenen fikir adamları, gazeteciler ve bilim
adamları, bu ideolojilerle-basında da bilfiil mücadele vereceklerdir.
■ (•■■)
' '
i
MADDE 86— Okul, karatahta ve boş sınıflar, kürsü ve öğretmen demek olmayıp ;
canlı kütüphane olarak düşünülecektir. Ders kitabı, öğrenciden çok öğretmen için i
bir elkitabı şeklinde kabul edilecektir. Öğretmen ve ders kitabı, öğrencinin j
kütüphane ve laboratuvardan yararlanması için, yardımcılardır.
MADDE 87— Sınıf, coğrafya sınıfı, tarih sınıfı, fizik sınıfı, biyoloji sınıfı, edebiyat '
sınıfı olarak düzenlenecektir. Hoca, sınifında oturacak/öğrenci, ona gidecektir. Ta- j
rih sınıfında, mümkün olduğu kadar tarih kitapları, eski zamanları gösteren tarih at- ’
las ve haritaları, şemalar olacaktır. Öyle ki, öğrenci sınıfa girdiği zaman sanki ;
günümüzden tarihî devirlere bir yolculuğa başlamış sayacaktır kendini. Her dersle il­
gili eserler olacaktır sınıfında. Edebiyat sınıfında da, antolojiler, edebiyat tarihleri,
sözlükler, mümkün olduğu kadar divanlar ve şiir kitapları, klasik romanlar, biyogra-v
filer bulunacaktır. Coğrafya dersinde haritalar, biyoloji dersinde havyanların resimle­
ri, ansiklopediler v.b. olacaktır.
:
(...)
MADDE 99— Plastik eşyadan mümkün olduğu kadar cam eşyaya geçme, sağlık ;
düzeni için gerekli görülecektir.
(...)
MADDE 110— Yurttaşlar, muhtarlıklara, bir form doldurulması suretiyle, hayatta
iken, organ bağışı bildiriminde bulunabileceklerdir. Bu formlar, bir merkezde toplana­
rak, ölüm halinde, organların alınıp gereken yerlere verilmesi bir organizasyonla
sağlanacaktır. Her yıl, organ bağışı kampanyasıyla yurttaşların bağış bildirimlerini
vermeleri istenecektir. TRT bu kampanyada yardımcı olacaktır.
(•••)
MADDE 112— ülkenin savunulması için, ordularımızın tüm ihtiyaçlarının;
karşılanması ve bunun için hiç bir fedakârlıktan kaçınılmaması, konuya ne kadar
tahsisat ayrılırsa ayrılsın bunun fazla görülmemesi, yurdumuzun jeopolitik konumu
bakımından millî savunmanın adeta tüm konuların üstünde kabul edilmesi, savunma
konusunda bir ilke olarak benimsenecek ve konu adeta varolup olmamak meselesi
gibi düşünülecektir. Milletimizin bu konunun şuurunda,olduğu, bu güne kadar tutu­
mundan bellidir.
(...)
-
MADDE 121— Başka bir ülke veya ülkeler topluluğuyla ilişkilerde teslimiyet ıruhu
asla kabul edilemez. Kurulan ilişkide mahkûm duruma düşmemek için mutlaka bir al-
230 AYET VE SLOGAN
tennatif aranacak, ancak bu alternatif, bir tehdit unsuru gibi kullanılmayacaktır.
MADDE 122— Geçmişte birlikte olduğumuz ülkelere karşı davranışımız bu tarihî
beraberliğin gereği olarak diğer ülkelere nazaran daha yakınlık ifade edecektir. An­
cak bu yakınlık, onların vaktiyle bize bağımlılıkları sebebiyle duyarlıkları göz önünde
tutularak, incitmeden, kırmadan sağlanacaktır.
(...)
MADDE 132— Bilhassa büyükşehirlerde mirasın bir türlü paylaşımının
gerçekleşmemesi veya başka sebeplerle bir çok bina boş durmakta ve bu hem millî
servetin atıl kalması sonucunu doğurmakta, hem de ihtiyaç gözönündeyken bunlar­
dan istifade mümkün olamamaktadır. Devletçe, bir kurum oluşturularak, miras
uzlaşm azlıklarının bir an önce çözüm lenm esi, değerlenm eyen binaların
değerlendirilmesi, satış veya kiraya verilmesinde devletçe yardımcı olunması
imkânları, getirilecektir. Bir binanın uzun süre boş, yararlanılmadan durması
önlenecektir.
(- )
MADDE 137— Tanınmış devlet adamları, düşünce, bilim, felsefe ye edebiyat ve
sanat adamları yurdumuza çağrılarak, ülkemizi tanımalarına yardımcı olunacaktır.
Aynı şekilde ülkemizin sanat, bilim ve edebiyat adamlarının yurt dışına gidip ülkemizi
tanıtmaları yolu açılacaktır.
MADDE 138— Dünyanın önemli merkezlerinde, fikir adamları, sanatçı ve yazar­
larımızın yerleşip ürün vermeleri ve Batı ve Doğuda medeniyet ve dünya
görüşümüzün yayılmasına hizmet etmeleri sağlanacaktır.
(».)
MADDE 144— Turistler, çoğu kez toplu geldikleri için, onları hep birbirinden
ayrılmaz bir topluluk gibi düşünme yanlışından arınılacak, turiste turist diye bir kimlik
verilerek bakılmayacak, bir insan olarak sükûnete, rahatsız edilmemeye ihtiyacı
olduğu hesaba katılacak, aldatılmaması için çalışılacak, bu şekilde bir misafir gibi
ağırlanması sağlanacaktır.
MADDE. 145— Mütevazi turist kavramı, turizmde ağırlık verilecek nokta ola­
caktır. Turistin, memleketimiz ve milletimiz hakkında oluşmuş düşüncelerin olumlu
ya da olumsuz yönde-değişmesinin birinci derecede bir faktörü olacağı gözden ırak
tutulmayacaktır.
MADDE 146— Av turizmi, zaten sayıları tükenmeye yüz tutan hayvanların nesli­
nin devamı düşünülerek yasaklanacaktır. Bir insanın zevki için hayvanı öldürmesini,
sırf maddî bir gelir sağlayacağı düşüncesiyle hoş görme İnsanî değildir. Tabiattaki
canlıların kati zarar vermedikçe ya da yaşamamız için kesin zaruret olmadıkça
hayat haklarına dokunulmaması, turizm gelirlerini etkilese de bu İnsanî düşüncenin
aşılanması, yurdumuz tabiatını zenginleştiren kuşların ve hayvanların korunmasını
sağlayacaktır.
MADDE 147— Hayvanat Bahçeleri, hayvanların tabiî bir ortam içinde
yaşayacakları derecede geniş ve imkânlı olmadıkça, tesis edilmeyecektir. Son de­
rece dar ve kötü olan hayvanat bahçeleri, göstermelik mahiyette olup, hem hayvan­
lar için bir eziyet teşkil etmekte, hem de ülkemiz hakkında çok kötü izlenim ve ka­
naat uyandırmaktadır. Milli park boyutunda olmayan ya da boyutuna çıkarılması
mümkün olmayan bu tür bahçeler ortadan kaldırılacak, sözde turist eğlendirmek için
sokaklarda hayvan dolaştırılmasının önü alınacaktır.
CEMAATTEN PARTİYE 231
SONSÖZ
Programın temeli, millet ve ülkenin güvenliği, geleceğinin garanti edilmesi ve mut­
luluğunun sürmesidir. Program, sürekli gelişen bir düşünceler demeti, demektir. Bu
sebeple, uygulamada yararlı görülmeyen program maddelerinin terk edilmesi, buna
karşılık, programda olmayıp da sonradan ihtiyaç olarak.beliren konu, önlem ve
çözümlerin programa girmesi tabiidir. Programa sadakat, sözünü tutma gereğidir.
Ama, program taassubuna da gerek yoktur. Çünkü: millet ve yurt, program için
değil, program, millet ve yurt içindir. .
KAYNAK: Diriliş, 23-30 Mart 1990, ss. 12-22.
GÜÇLENEN
İSLAM'IN
SIR AD IŞI YANKILARI
İslamcı yapılanmaların çoğunluğa yakın kısmı,
Hz. Muhammed ve Dört Halife dönemini, yani
Asr-ı Saadct'i referans alıp, bu referansı günü­
müz Türkiyesi için somutlaştır(a)mazken İz­
mir'de bir grup müslüman referans sistemlerini
daha da geniş tutarak, ütopik sayılabilecek bir
toplum projesini ayrıntılandırıyor ve şimdiden
bunu uygulamaya çalışıyorlar,.
Ç Bu ütopyanın fikir babası 1928" yılında Artvin'in ıssız bir köyünde
doğan, medrese tahsilli babasından Kuran ve Arapça öğrenen, İTÜ Elektrik
Faküllesi’nden mezun olduktan sonra 14 yıl devlet memurluğu, bir ara da
serbest inşaatçılık yapan Süleyman Karagülle. Karagülle için toplumsal
yaşamın en hayati kavramı meşruiyet. "Daha lisedeyken meşru yaşama
karan aldım. Bana göre meşru yaşamak demek, makul olmasa da yürür­
lükteki mevzuata uyarak kendi inanç ve anlayışına uygun yaşamaktır"
sözleri Karagülle'yi her türlü meşruiyetin tek kaynağım Allah'ta ve O'nun
indirdiklerinde bulan, bu nedenle de bütün çalışmalarını nihai olarak bir
şeriat düzenine yönelten İslamcılardan ayırıyor^
Karagülle, İslamcıların çoğunluğuyla olan temel ayrılığını birçok tali
konuda da sürdürüyor. Örneğin onun din-devlet ilişkilerini yorumlayışı
laikliğe oldukça yakın. Şöyle diyor: "İslamiyette hükümler dinî ve kazaî
Çağdaş
Bir İslami
Ütopya:
AKEVLER
K O O PE R A TİFİ
GÜÇLENEN İSLAM'IN SIRADIŞI YANKILARI: 233
olmak üzere iki türlüdür. Dinî hükümleri insan kendi içtihadına göre, an­
ladığı şekilde yapmakla mükellef olup hesabım, yalnız Allah'a verir. Hata­
dan sorumlu olmayıp kötü niyetinden sorumludur/Allah'tan başka kimse,
devlet dahil, buna karışamaz. Kazaî hükümleri yerine getirebilmek için ise
başka insanlarla anlaşmak gerekir. Bu insanların müslüman olması gerek­
mez. Bu hükümler ancak diğer gruplar da kabul ederse yürürlüğe girece­
ğinden, müslüman, hükmün asıl şekliyle uygulanmasını arzuladığı hailde,
diğer gruplarla anlaşabilmek için taviz verebilir. Taviz verdikten sonra
buna uymak zorundadır. Yani bir müslüman eğer anlaşmışsa gayri İslami
düzene de uymak zorundadır. Dayanılmayacak durumda ise isyan etmeye-;
cek, mevzuatı çiğnemeyecek, gerekiyorsa o ülkeyi terk edecektir. Ona farz!
olan budur." Karagülle, Türkiye'yi "dar-ül harp" kabul edip devletle sava-;
şan İslamcıları eleştiriyor. Ona göre "ülkelerdeki hukuk sistemine.göre;
ülkeler dar-ül harp veya dar-ül İslam kabul edilir. Sivil hukuk sisteminin'
uygulandığı ülkeler dar-ül İslam sayılır. Sivil hukukta haklı kimse, kuv- i
vetli de odur. Herkes mevzuata uymak zorundadır, sorumluluk şahsidir,;
başarı meşru davranışla ölçülür ve cezalar sonuçlara değil fiillere verilir.
Askeri hukukun uygulandığı ülkeler dar-ül harptır.. Askeri hukukla kuv­
vetli kimse, haklı da odur, mevzuata değil amirin emrine.uyulur, cezalar’
fiile değil sonuçlara verilir. Giriş ve çıkışın .serbest olduğu yabancı ülkeler ;r
de dar-ül İslam kabul edilir. Giriş ve çıkışın yasak olduğu yabancı ülkeler;
dar-ül harp sayılır."
.
1
MEZOPOTAMYA
M O D E Lİ İS LA M KOMÜNÜ
Süleyman Karagülle, büyük bir tutkuyla ayrıntılandırdığı ve çok dar bir
çevre tarafından benimsenen ütopyasını şöyle özetliyor: "Biz diyoruz ki
gündüz şehir hayatından bunalan insanlar en azından akşam rahat etsin. Bi­
zim hedefimiz aldığımız birbirine yakın iki arsanın birinde bin hanelik bir
site, diğerinde de o insanların çalışacağı işyerleri kurmak. Böylece ev-iş
arasındaki trafiği de kolaylaştıracağız^Amacımız faizsiz ortaklık sistemi
ve yarışmalı gruplar sistemine dayalı bir kent yapmak. Benim kafamda
şöyle bir hayat var: İnsanlar güneş doğmadan iki saat önce kalkacak. Müslümansa namazını kılacak. Sonra herkes kalkıp mescide gelecek. Orada
nereye gideceğini, ne iş yapacağını öğrenecek. Buraya kadınlar, çocuklar,
yaşlılar da gelecek. Sonra insanlar işlerine, çalışamayacak durumda olanlar
234 AYET VE SLOGAN
ise eğlenecekleri yerlere gidecek. İnsanları işlerine vasıtalarımız bedava
taşıyacak Mesai altı saat sürecek. Saat 6'da başlayıp, 12'de bitecek. Sonra
insanlar yeniden toplanacak, ezanla veya belki borazanla. Namazını
kılacaklar. Sonra öğle tatili geliyor. Saat 3’e kadar. Bunun ardından fertler
kendilerine ait İşleri yapacaklar. İsteyen bahçesiyle uğraşır. Belki ressam­
dır tablosunu yapar, satranç oynar, araştırmasını yapar. Yani artık o toplu­
luğun içinde bireydir. Akşam üzeri gene toplanıyorlar saat 6'da. 6’dari 8'e
kadar sohbet vardır. Birçok salonumuz olacak. Bir salonda televizyon sey­
redilir, diğerinde video olur. Bir başkasında seminer, tartışma vb. olur. Bu­
günkü sosyal hayaun gereği olan şeyler konuşulur. Salonlarda gene kadın,
çocuk, yaşlı, genç hep bir arada olacak."
Karagülle, yalnızca kendi sitelerini kurup toplumun geri kalan çoğun­
luğuyla ilgilenmemek yoluna sapmıyor. "Meşru yaşamak isteyip, arala­
rında anlaşabilecek gruplan" kendi sitelerini kurmaya çağırıyor. Topluluk­
lara uyum sağlayamayanların iç sorunlar çıkarmak yerine özgür bir şekilde
ayrılıp yeni bir grup kurmalarını veya başka bir gruba geçmelerini istiyor.
Küçük sitelerden oluşan toplum projesini şöyle kuramsallaştırıyor Ka­
ragülle: "Sosyal bakımdan çözüm, merkezi devlet yerine, kentlerin olu­
şumu. Bunu tarihte Mezopotamya’da görüyoruz. İnsanların problemi, bir­
liği, düzeni bozmadan hürriyettir. Asgari on siyasi parti olmalı ki vatan­
daş siyasi hürriyetim kullansın. On tane mezhep olmalı ki dini hürriyetini
kullansın. Sonra bir tek üniversite olmamalı. Mesela İran'da tek üniversite
var, başı açık olan kızlar gidemiyor, Türkiye'de de başı kapalı olanlar. Bü­
tün bunların dışında, yerinde yönetim sistemi oluşturup küçük belediyeler
kendi yönetimlerini kurmalı."
Karagülle, bu projenin Almanya, ABD, İngiltere gibi Batılı ülkelerde
ve "1950 sonrasında, Batı demokrasisini benimseyen Türkiye'de mümkün"
olduğu görüşünde. İran, Suudi Arabistan gibi müslüman ülkelerde ise
düzenin buna mani olacağına inanıyor.
23 YILLIK BİR DENEY: AKEVLER KOOPERATİFİ
Hem mevzuata, hem de inançlarına uygun bir yaşam sürdürmek isteyen
Süleyman Karagülle'nin iki büyük sıkıntısı olmuş: Rüşvet ve faiz. İşte
bu sıkıntıları aşabilmek için verdiği mücadele onu bir kooperatif kurmaya
kadar götürmüş. Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi'nin öyküsünü
GÜÇLENEN İSLAM'IN SIRADIŞI YANKILARI 235!
Karagülle’den dinleyelim:
"Arkadaşlarımla görüştüm. 42 kişiden biner lira, birkaç tanıdıktan beşer
bin lira topladım ve kendilerine bir kooperatif kurmak istediğimi, rüşvet
vermeyeceğimi, faizle kredi almayacağımı, bu nedenle paralarının batabi­
leceğim kabul ederek vermelerini söyledim. Toplanan parayla 1967 sonunda yirmi dönümlük yer aldık ve kooperatifi kurduk. Kooperatifin gayesi
'Çalışmada ve. yaşamada birbirleriyle anlaşabilecek kimseleri bir araya ge­
tirerek aralarında iktisadi, içtimai, ilmi ye ahlaki dayanışmayı ve yardım­
laşmayı sağlamaktır' şeklinde belirlendi. Başlangıçta büyük bir katılma
oldu. Apartman inşaatına başladım. Üyeler dar gelirli kişiler olduğu için
belirli meblağlar yatırma mecburiyeti koşmadık, herkes istediği zaman, is- j
tediği kadar para yatıracaktı. Önce yatıranların para değerini korumak için ;
demir-çimento birimi (DÇ= 10 kg demir + bir torba çimento fiaü) tarif et­
tik ve herkesin hesabını tutarken, yatırdıkları paraların o günkü DÇ değer­
lerini de hesaplayıp işlemeye ve yatırımını DÇ ile değerlendirmeye karar
verdik. Halen her ortağın cari hesabı TL ile DÇ cinsinden iki kolonda tu­
tulur. Yatırdığı veya çektiği, DÇ cinsi esas alınarak değerlendirilir. Daire
bedelleri DÇ cinsinden belirlenmekte, en çok DÇ yatırana daire seçme;
hakkı tanınmaktadır. Kooperatifte işi yapan müteşebbisler yaptıkları işin
bedeli üzerinden belli bir oranda kâr alırlar. Çalışan ortaklar saat ücreti ile
veya götürü çalışırlar. Saat ücretleri veya götürü iş bedelleri DÇ cinsinden
belirlenir ve ödemeler DÇ'nin o günkü TL değeri üzerinden yapılır. Yatı­
rımların düzensiz ve az olması, ayrıca bankadan faizle kredi alınmaması
nedeniyle inşaatlar yavaş tamamlanmaktadır. Hesaplar kooperatif tarafın­
dan tutulur, bu iş için teşebbüsten pay alır. Kooperatif içinde yeni şubeler
kurduk, ortakları adi ortaklıklar olarak organize ediyoruz. Kooperatif ve
şubeleri hizmet ortağı olarak katılmaktadır. Kendisi bunun dışında bir iş
yapmamaktadır. Ortaklar işlerini adi ortaklık içinde görmektedirler. Burala­
ra yeni ortaklar kaydediyoruz. Yukarıdaki sisteme benzer şekilde çalışan
yeni teşebbüslere giriştik. Zamanla alman yerler değerlendi. Ortaklara ait
olmayıp kooperatifin olan yerlerin bazılarını satarak sermaye oluşturmakta
ve bu sermayeyi müteşebbislere kredi olarak vermekteyiz. Bir yer satıl­
dığında yerine yeni bir yer alarak sermaye kaynağının tükenmesini önle­
mekteyiz. Bu faaliyetlerde yönetim kurulu üyeleri hiçbir ücret almamak­
tadırlar." .
Akevler Kooperatifi'nde çoğunluk ile karar alınmıyor. Çünkü çoğunluk
236 AYET VE SLOGAN
sisteminde güçlünün zayıfı ezdiğine inanılıyor. Topluluk içinde anlaşmaz­
lık çıkması durumunda farklı görüşler ayrılıp, hemen iki şube yapılıyor.
Örneğin 1988 yılında kalabalık bir grubun ayrılıp başka bir kooperatif
kurması, Akevler'in Karagülle'den sonraki önemli isimlerinden, 9 Eylül
Üniversitesi öğretim üyesi hukukçu Doç. Süleyman Akdemir'i sevindir­
miş. "Bizden ayrı düşündükleri belli. Onlarla niye uğraşalım ki! Bir arada
kalmanın anlamı kalmadı ki!" diyen Akdemir sözlerini şöyle bağlıyor:
"Sistem zaten bu. Ayrılmalara, fikir ayrılıklarına rağmen ayakta kalabilen,
yıkılmayan bir model oluşturmak."
Akevler'in yönetim kurulu için listeler, adaylar çekişmiyor. Çünkü
yöneticiliği "hak edenler", aritmetik olarak belirleniyor ve istisnasız bütün
üyeler geleneksel olarak bu "adaylara" oylarım veriyorlar. Kooperatifin
haftada iki kez yaptığı yönetim kurulu toplantıları bütün ortaklara ve hatta
dileyen herkese açık. Katılan, toplantı defterine adını yazıyor. Zamanında
gelen iki, geç gelen bir puan alıyor. Genel kurul öncesi bu puanlar hesap­
lanıyor ve en yüksek puandakiler otomatikman yönetim kurulu üyesi
oluyor.
Kooperatifin "hizmet ortağı" olarak verdiği hizmetler ise şunlar: Mua­
mele, yani şirketin yazışmalarının yapılması. Muhasebe, şirketin bütün
hesaplarının, kooperatifin muhasipleri tarafından görülmesi. Muhafaza,
yani şirketin ortak mallarının korunması.. Murakabe, yani şirketin inşaat
yaparken kullanılan malzemeleri, kooperatifin mühendislerine kontrol et­
tirmesi. Müdafaa, "haklı olarak" mahkemeye düşen ortakların kooperatif
avukatlarınca savunulması. Reklam, ortakların faaliyetlerinin tanıtılması.
Tartışma, iş kurmak isteyen ortakların birbirlerine haberdar edilmesi. Yar­
dımlaşma, başına beklenmedik bir olay gelen ortaklara maddi yardımda bu­
lunulması. Ve hakemlik. Kooperatifin ana sözleşmesinde "Gerek ortaklık
camiası içinde, gerekse ortaklar arasında çıkacak her türlü anlaşmazlıklar
hakemler yoluyla halledilir" hükmü ve geniş açıklamalar var. Uygulama
özetle şöyle: Kooperatifin 20'ye yakın uzman hakemi var. Davacı ve da­
valı bunlardan birer tanesini seçiyor. Bu iki hakemin incelemesinden sonra
alınan karara ise herkes uymak zorunda.
Başlangıçta Akevler Kooperatifi'ne gösterilen geniş ilgi ve' destek bir­
çok kesim tarafından yürütülen aleyhte propagandalarla zayıfladı, ortakla­
rın sayısı azaldı. Bu karşı propagandalar kooperatifle şu ya da bu nedenle
anlaşmazlığa düşen kişilerce yürütüldü. Özellikle, Akevler'in, İzmir'deki
GÜÇLENEN İSLAM'IN SIRADIŞI YANKILARI 237;
Özdemir Çelik Döküm Sanayii ve Ticaret A.Ş.'nin hisselerini satın al- ;
ması ve değeri milyarları bulan şirketin fabrikasını işletmeye çalışması
sırasında çok sayıda ihbar yapıldı. Kooperatif yöneticileri DGM'ye şikâyet
edildi ve aklandılar. Haklarında birçok ticari dava açıldı. Süleyman Ka­
ragülle şöyle yakınıyor: "Yönetim kurulunun zamanını mahkeme kapıla­
rında dava takibi ile geçirmesi ve bazen de haksız kararların alınmış ol- '
ması üzücüdür. Basında da aleyhimizde yalan haberler yayınlandı. Çok
önce kooperatifimizin değişik şubeleriyle ortak olan bazı üyelerimiz za­
manla mesleklerinde ilerlediler, öğretim üyesi, bakan, vali oldular. Bu ki­
şiler zaman zaman basında değişik gayelerle kooperatif üyesi olarak açık­
landı. Bu ortakların zamanla devlet kademelerinde yükselmeleri kooperati­
fimize herhangi bir avantaj sağlamamıştır."
Bunların dışında, Karagülle ve Akevler girişimi, İslamcı grup ve çev­
relerin de saldırılarına maruz kaldı. Karagülle’nin bireyi öne çıkarması,
katı mezhepçi anlayışların aksine "ictihad kapısının açık olduğunu" savun­
ması ve herkesi ictihad özgürlüğünü kullanmaya davet etmesi; bu yak­
laşımından hareketle, devlete verilen verginin zekat yerine geçtiği; Hac’ın
bir fuar gibi düzenlenmesi gerektiği; takke, takunya, tespih, seccade gibi
zorunlulukların olmadığı; kadınların da erkeklerle birlike namaz kılabile­
ceği, her türden toplumsal faaliyette aktif olarak yer almaları gerektiği
gibi "çağdaş" İslam yorumları geniş tepkiler doğurdu,
<VYine de bütün İslami eleştirilerine rağmen, çok sayıda İslamcı bir daire
sahibi olabilmek gibi somut gerekçelerle kooperatife üye oldular. Ancak
Karagülle, binlerce ortak arasından kendi ütopyasına inanan 15-20 kişiyle
yeünmek durumunda kaldı. Bunlardan iktisatçı Doç. Arif Ersoy amaçlarını
şöyle özetliyor: "Bizim olayımız bir laboratuvar. Bir çölün ortasındaki bir
vaha gibi. O vahaya testilerle su taşımaya çalışıyoruz." Doç. Ersoy, ken­
dilerinin "Mazdek cemaatinden, Şeyh Bedrettin'den, ütopik sosyalist Robert Owen'dan, Tito deneyiminden" etkilenmiş olabileceklerini ama "bam­
başka bir şeyi gerçekleştirmek istediklerini" söylüyori>
Karagülle ve yakın çevresi kolektif araştırmalarla görüşlerini kitaplar
haline getirip yayınlıyorlar. Diğer bir deyişle faaliyetlerini kooperatifin
çerçevesinden öteye götürüp bir düşünce hareketi oluşturmak istiyorlar. Bu
çevrenin en genç isimlerinden Kazım Erten kendilerinin "kolektivist" yön­
lerinin ağır bastığını söylüyor. Doç. Süleyman Akdemir ise kendilerine en
uygun tanımın "laik müslümanlar" ya da "toplumcu müslümanlar" olduğu
238 AYET VE SLOGAN
görüşünde.
1 Uygun gördükleri sıfatlardan da anlaşılabileceği gibi modern anlamda
bir İslam komününün uygulayıcıları olan bu kişiler, İslam'ı katı bir poli­
tik ideoloji olarak kabullenen İslamcı kesimlerle mesafelerini iyice açma­
ya çalışıyorlar. Süleyman Karagülle'nin şu sözleri, söz konusu çabanın
köklerini gündelik yaşamdaki deneyim lerden bulduğunu gösteriyor:
"İflastan kurtardığımız Özdemir A.Ş.'nin ortakları vesilesiyle dini vecibe­
leri yerine getirmeyen kesimle de diyalog kurduk. Onlar bizi dini vecibele­
ri yerine getirenlerden daha çok desteklediler ve sözlerinde durdular. Bundan
son derece memnun olduk."
Süleyman Karagülle ve arkadaşlarının girişimlerinin çok geniş kitlelerce onaylanması ve benimsenmesi mümkün değil. Zaten onların da "in­
sanları kendilerine bağlamak, itaat ettirmek" gibi bir amaçları yok. Yani
iktidara talip değiller. İnandıkları gibi yaşamak, başkaları tarafından "mev­
zuata uygun, meşru hayatlarına" müdahale edilmemesini istiyorlar.
Akcvler olayının Türkiye için önemi, modernleşme sürecinin müslümanları ne tür arayışlara sevkedebileceğine çarpıcı bir örnek olmasından;
yalnızca müminliklerinin insanları doğrudan doğruya aynı toplumsal
cephe içinde biraraya getirmeye yetmediğini, diğer bir deyişle toplumsal
yaşam pratiğinde pekâlâ bir müminle bir dinsizin, aynı inanışta oldukları
kişilerden daha fazla anlaşabileceğini göstermesinden geliyor.
Türkiye'deki İslamcı kesimlerin en başta
gelen düşmanı, batılılaşmayla özdeşleş­
tirdikleri modernizm; İslam'ı yorumla­
malarını beğenmediklerine yönelttikleri
suçlamaların önde geleni de "modemist"
sıfatı. Ancak, ne bir çevrenin suçlama­
sıyla bir diğer çevrenin "modemist" olduğu kanıtlanabiliyor; ne bu suçla­
mayı yönelten çevre, böylelikle kendi bağrında taşıdığı "modemist" unsur­
lardan arınabiliyor; ne de gerçekten "modemist” olan grupların çalışmaları
bu suçlamalar nedeniyle büyük darbeler yiyor. Çünkü "modemist" yönleri
ağır basan kişi ve gruplar tebliğlerini, "modemizmi" bir zül olarak gören
dindar kesimlerden çok, onu olumlu bir olgu olarak kabul eden, İslam'a
Mucizevi
Atatürkçüler:
ADNAN HOCA
VE EDİP YÜKSEL
GÜÇLENEN İSLAM'IN SIRADIŞI YANKILARI 239;
pek yakın olmayan, kısacası Batılılaşmış kitlelere yönelik yapıyorlar. Do-:
layısıyla kendilerine muhatap aldıkları kitlelerin "gerici, yobaz" gibi
sıfatlar yakıştırıp uzak durduğu İslamcılardan gelen eleştiriler, "İslam'ın
modern tebliğcilerinin" işine yarıyor çoğunlukla. Hatta "modemistlerin"
başlangıçtaki başarılarını İslam düşmanlarına karşı İslam'ın zaferleri olarak
gören "anti-modernistlerin" uzun süre eleştirilerini saklı tutarak onları •
özellikle "laik basının" saldırılarına karşı destekledikleri de gözlemleniyor.
Ama zaman içinde, üstüste gelen geçici başarılarla heyecana gelen ve
güçlenmelerini iradi bir şekilde kontrol edemeyen "modemist tebliğciler",
söylemlerinin hep yeni, daha çarpıcı, daha radikal argümanları gerektir­
mesinin sonucunda işi kolaylıkla çığırından çıkartıyorlar. Artık böylesi j
aşamalardan sonra çoğunluğu tem sil eden İslam cıların üstü k a p a lı;
eleştirileri açığa çıkıyor, "modemist" sıfatı en hafif suçlamalardan biri ha- ;
line geliyor. Suçlamaların dozu arttıkça, suçlananların tavrı da keskin-j
leşiyor; fetvalar, ihbarlar, tehditler, kampanyalar birbirini kovalıyor. 1
Varılabilecek (ve örneklerimiz için henüz varılmamış olan) en son aşama, ;
bu aykırı kişi veya çevrelerin dinden çıktıklarının (mürtedlik) ilam ve bu !
durumun genel kabul gören İslami hükmü olan ölüm cezası.
^ S o n yılların Türkiyesi’nde bu "modernist" tebliğ yönteminin iki uygu­
layıcısı meşhur oldu: Adnan Hoca diye bilinen Adnan Oktar ile Edip
Yüksel. Oktar ve Yüksel birbirlerinden habersiz olarak, farklı biçimlerde '
ama sonunda aynı kapıya çıkan çalışmalar içine girdiler. Aykırı insanlar ;
olarak İslami kampın çoğunluğuyla ilişkileri yukarıda özetlediğimize 1
benzer şekillerde gelişti. Yöntemleri onları belirli bir aşamadan sonra (zo­
runlu olarak) bir araya getirdi, birbirlerine destek oldular. Entelektüel
düzeyi daha yüksek olan Yüksel, Adnan Hoca'ya öğütler verdi, Hoca da
onu can kulağıyla dinledi. Ama sonra yolları ayrıldı. Bu ayrılığın teme­
linde Edip Yüksel'in aşırı dobra ve cesur olması, Adnan Hoca'nm ise ak­
sine gerçek düşüncelerini açıklamayı dar bir kesim le sınırlı tutup,
çekinmeden "yalan" söylemesi (İslami deyimiyle takiyye yapması) yatı­
yordu. Final ise hem Edip Yüksel, hem Adnan Hoca, hem de her ikisini
de'amansızca suçlayan İslami kesimin geneli için oldukça polisiye, drama­
tik, komik ve anlamlı oldu. Edip Yüksel, Adnan Hoca'nın kendisine çe­
kinmeden açtığı "aykırı fikirlerini" (ki bu fikirlerin Türkiye tekeli Yüksel'deydi), bütün ısrarlarına rağmen açıkça savunmaktan kaçınmasına çok
k ız ıy o rd u ^ ir gün Hoca'nın evine gitti, cebine (ya da çantasına) bir teyp
240 AYET VE SLOGAN
yerleştirerek onu samimi bir şekilde konuşturdu. Daha doğrusu kendi
"aykırı" görüşlerini tekrarlayıp, Hoca'nın bunlara katıldığını bir kez daha
teyid etti. Ardından kaseti, hem kendisine iyi gözle bakmayıp, hem de
"Adnanizm"e öldürücü bir darbe vurmak için yanıp tutuşan İslamcı yayın
organlarına teslim etli. Bu kasetin deşifreleri birkaç İslami dergide birden
yayınlandı ve Adnan Hoca'nm da Edip Yüksel gibi "İslam'dan sapmış
olduğu" böylece kanıtlandı.^
.
İKİ M UCİZECİNİN ÖYKÜSÜ
^Edip Yüksel İslami kesimin öteden beri yakından tanıdığı bir isim. Babası
Sadrettin Yüksel saygın bir İslam âlimi. 12 Eylül öncesi Fatih Camii av­
lusunda ülkücüler tarafından öldürülen kardeşi Metin Yüksel ise radikal
İslamcıların en önemli "şehidi". Onun ölüm yıldönümünde bazı radikal
gençlik gruplan "Şehadet Haftası" düzenliyorlar. Edip'in diğer kardeşleri de
şu ya da bu şekilde İslami kesim içerisindeki faaliyetleriyle tanınıyorlar.
Kendisinin "politik" geçmişi 12 Eylül öncesine dayanıyor. Bir yazısından
dolayı tutuklanıp 163. maddeden 4 yıl hapis yatan Edip Yüksel çıktıktan
sonra ODTÜ Makine ve Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakülteleri'nde öğrencilik yaptı ama ikisini de terketti. 12 Eylül sonrası ilk esaslı
çıkışını, Güney Afrikalı müslüman vaiz Ahmet Deedat'm yazdığı "Kuran:
En Büyük Mucize" adlı kitabı çevirerek yaptı.3Aslında Deedat bu kitabını, Mısırlı Reşat Halife'nin tezlerinden hareket
ederek kaleme almıştı, Bir bilgisayar hastası olan ziraat mühendisi Ha­
life'nin dikkatini bir gün Müdessir Suresi'nin 30. ayeti çekmiş: "Onun
üzerinde on dokuz vardır." Sonunda aradığını bulmuş olmanın verdiği hu­
zur ve gayretle "bulduğunu" kanıtlamaya girişmiş. Bilgisayarının başına
•geçip Kuran'ın 19 sayısı üzerine kurulduğuna dair delil avına koyulmuş.
Ve deliller birbirinin ardı sıra gelmeye başlamış: Besmele tam 19 harfli,
Kuran’da 114 (19X6) sure var, birçok önemli kelime Kuran'da 19 veya
onun katları kadar geçiyor.^
^K uran'ın Allah kelamı olduğunu "matematiksel olarak kanıtlayan” bu
kitabın peynir ekmek gibi satması üzerine Yüksel bu sefer Halife'nin kita­
bı "Kuran Görünen Mucize"yi çevirdi. O da çok sattı. Bu süreç içerisinde
Halife'yle temas kuran ve kendisi de "19 Mucizesi"ne bağlı olarak yeni
yeni deliller bulan Yüksel popülaritesinin verdiği cesaretle "İlginç Soru­
GÜÇLENEN İSLAM'IN SIRADIŞI YANKILARI 241
lar” adlı bir kitap yazdı. îslami bir çevrede yetişmekle birlikte modern bi­
limler ve yeniliklerle kafaları karışan bireylere yönelik bu kitapta "İslam'ı
çürütmek" amacıyla üretilen spekülatif sorulan bilimsel (ve tabii ki aynı
ölçüde spekülatif) verilerle çürüttü. Kuşkusuz bu kitabın da temel direği
”19 Mucizesi" idi?|
( ^ u faaliyetleri sırasında Edip Yüksel İslami kesim tarafından desteklen­
di, Onun kitapları değişik cemaatler (özellikle bazı, Nurcu gruplar) ta­
rafından tebliğ faaliyetlerinde kullanıldı. Yalnız Yüksel'in genç yaşına ve
tecrübesizliğine bakmadan her konuda fikir beyan etmesi ve bunların bir
kısmının fazlasıyla cüretkâr olması İslami ilimleri tekellerinde tutmak is­
teyen bazı kişilerde rahatsızlıklara da yol açmaya başlamıştı. Yine de kim­
se geniş bir popülariteye sahip olan Yüksel’e ve onun özellikle gençleri
İslam'a yönelttiği kesin olan kitaplarına açıktan cephe almaya cesaret ede-g^dnan Oktar ise kendi halinde bir gençti. Küçük yaşta babasını kaybet­
miş, doğup büyüdüğü Ankara'dan 1979 yılında Güzel Sanatlar Akademisi'nde okumak için İstanbul'a gelmişti. 1981 yılında "garip" kıyafet ve
tavırlarıyla, "Darwinizm, yahudilik-masonluk, Mehdilik" gibi konularda
yaptığı ateşli konuşmalarla Âkademi'nin artistik çevresinde küçük bir grup
oluşturmaya başladı. Ona "Abi" diye hitap eden bu kişiler, zengin aileler­
den gelme, seçkin öğrenim kuramlarından yetişme, genellikle yabancı dil
bilen gençlerdi. Bu arada Akademi’den İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Felsefe Bölümü’ne geçen Adnan Oktar'ın çevresi benzer özellik­
lere sahip yeni gençlerin katılımıyla genişliyordu. Böylelikle "büyük oy­
namayı" kafasına öteden beri koymuş olan Oktar'ın önünde yepyeni,
herkes tarafından ihmal edilmiş geniş bir alan açılıyordu: Burjuva yaşanüsının nimetlerinden sonuna kadar yararlanan ama bir türlü "manevi tat­
mine ulaşamayan" parlak gençler^Bu andan sonra Oktar, "Abi"likten
”Hoca"lığa terfi etti. Hz. Muhammed'in sünnetine uygun olduğunu söyle­
diği ortadan ayrık, yağlanmış saçları, uzun gür sakalı ve siyah takkesiyle,
öğrencilerinin çeşitli kolejlerden, Boğaziçi gibi üniversitelerden, Bebek,
Bağdat caddesi gibi semtlerden, diskoteklerden, kafeteryalardan "topladık­
ları" gençleri bizzat kabul ediyordu. Ya Ortaköy'deki evinde, ya da cami­
lerde onlara "tavşanım, civcivim" gibi sıfatlarla hitap ediyor, "iyi ahlak­
tan, sevecenlikten" söz ediyordu. Titizlikle yumuşatılmış, etkileyici bir
ses tonuyla konuşuyor, karşım dakilerin gözlerinin içine içine bakıyor,
242 AYET VE SLOGAN
küçük sevgi dokunuşlarını hiç ihmal etmiyordu. Sürdükleri rahat hayattan
aslında hoşnut olmadıklarını "öğrenen" gençlerden Adnan Hoca’nın hal­
kasına iştirak edenleri daha sonra bir üst çalışma bekliyordu: Çoğu Hıris­
tiyan menşeli yabancı kaynaklardan Darwinizm ve Yahudilik-masonluk
aleyhine bilgi ve belge toplamak, bunları çevirerek Hoca'larına iletmek,
daha sonra onun "Harun Yahya" adıyla "yazacağı" bol renkli resimli, kuşe
kâğıtlı kitap ve broşürlerini pazarlamak^
Adnan Hoca'nın faaliyetleri ilk kez, çevresindeki gençlerden bazılarının
ailelerinin şikâyeti üzerine Nokta dergisinin araştırmaları sonucu kamuoyu
tarafından öğrenildi. Önce iki muhabir mürid halkasına girerek Hoca'nın
konuşmalarını gizlice kaydettiler. Gerekli ön bilgiler toplandıktan sonra
yapılan röportaj önerisi Adnan Hoca tarafından önce reddedildi, ardından
fotoğraf çekilmemesi şartıyla kabul edildi. Fotoğraf sorununun gizlice hal­
ledilmesiyle tamamlanan yazı geniş bir yankı uyandırdı. Nokta 'nın yayını­
nı bir hafta daha sürdürmesi üzerine diğer basın organları da bu sansasyona
son derece açık konuya balıklama daldılar. Kuşkusuz ön plana yalnızca
giyim kuşamıyla bile yeterince "fotojenik" olan Adnan Hoea çıkartı­
lıyordu. Onun da bu duruma itiraz ettiği pek söylenemezdi. Hocalarından
"habersiz ve onaysız adım atmayan gençlere ulaşmak hem zordu, hem de
kendisinden başka kimsenin meşhur olmasını istemeyen Hoca’nm böylesi
girişimleri engellemeye yarayacak yeterince gerekçesi (çocukların aileleri,
okulları, vs.) vardı. Reklam uğruna Hafta Sonu gazetesine gidip Ahu
Tuğba ile birlikte poz vermeye bile itiraz etmeyen Hoca'nın bu ve benzeri
birçok tavrı İslami kesim içinde kendisine pek de iyi gözle bakılmamasına
yol açıyordu.
Ama basının olaya bir "irtica" görüntüsü vermesi ve üstüste açılan
soruşturma ve davalar nedeniyle İslamcılar, özellikle yayın organları ara­
cılığıyla Adnan Hoca ve müridlerini sahiplendiler. En büyük destek, tebliğ
metodunun Said Nursi'den esinlenmeler taşıması nedeniyle Hoca'ya genel
bir Sempatiyle yaklaşan bazı Nurcu gruplardan geliyordu. Bunların dışın­
daki İslamcı kesim ise "modemist" olduğu kuşku götürmez olan bu hare­
kete, ülke çapındaki genel "Batıcı-İslamcı" kavgası çerçevesinde tedirgin
bir destek veriyordu. Bazı İslamcı şahsiyetleri ziyaret edip, onlara "Beni
destekler görünmeniz tebliğime zarar yeriyor" diyebilen Adnan Hoca'nın
bu "kerhen dayanışma"dan çok hoşnut olduğu da söylenemezdi:
Adnan Hoca ve müridleri ana programlarına "Mehdilik ve Altın Çağ"
GÜÇLENEN İSLAM'IN SIRADIŞI YANKILARI 243
konularını almışlardı. Yalnız bu konuda önlerinde, yabancı kaynaklardan
mahrum olmak gibi "ufak" bir sorun vardı. Bu sorun da pratik bir şekilde
aşıldı: Adnan Hoca, İslami açıdan güvenilirliği tartışmalı bazı kaynaklar­
dan kıyametin ve beklenen Mehdi'nin alametlerini derledi. Gençler de bun­
ların yaşanmaya başladığına dair kanıtlar topladılar! Örneğin İstanbul Boğazı'nda Independenta tankerinin patlaması, 1977 yılında Taksim Meydanı'nda yaşanan kanlı 1 Mayıs, AIDS salgını ve daha bir yığın olay resim­
lerle, şemalarla, krokilerle Mehdi'nin çok yakında beklendiğine delalet
ediyordu.
Ç İslam tarihi boyunca, dünyânın dört bir köşesinde, bir sürü insan ta­
rafından suistimal edilen Mehdi inanışım kendine esas meşgale olarak ka­
bul eden bir hareketin, sütten ağzı yeterince yanmış İslamcılarla birçok so­
runu olacağı kesindi. Ayrıca her ne kadar kendisi kati bir dille sık sık
yalanlaşa da Adnan Hoca'nın Mehdiliğini ilan ettiğine dair güvenilir istih-’
baratlar çeşitli İslamcılara geliyordu. Dolayısıyla Mehdi adayı, kılıcını,
herşeyden önce, artık "gericiler, yobazlar" diye tanımlamaya başladığı bu
kesimlere karşı kullanmak zorunda kalacaktı J
Yalnız M ehdilik komısu değildi sorun çıkartan. Adnan Hoca, şık
pardösü ve başörtülere doladığı genç kızlara yeniden açılmalarını emret­
mişti. Dini çağa uydurmak adına "ictihad kapısını" sonuna kadar açan
Hoca'ya göre İslam'da hırsızlara verilen ceza el kesme değil el çizme idi;
aybaşı halinde kadınlar namaz kılabilirdi; günde beş vakit değil, ikindi ve
yatsının diğerleriyle birleştirilmesi sonucu üç vakit namaz kılınmalıydı;
müslümanlar hadislere itibar etmemeliydiler... Bu ve benzeri yenilikler
üzerine cemaat ilk kez gedik vermeye başladı. 1988 Ramazan ayında 10
kişilik bir grup ayrıldı. Onlan 1988 Ağustos ayında 50 kişi izledi. İddiaya
göre aynlanlar arasında, Adnan Hoca'nın değişik zamanlarda evlenme teklif
ettiği altı "civciv" de bulunuyordu.
Harun Yahya adıyla yazdığı "M ehdilik ve Altın Çağ" kitabının
"Mehdi'ye önce inanıp, sonra yan çizenler"le ilgili bölümlerinde kendisini
terkedenlere "İslami" gözdağı veren Hoca, son bölümlerde ise bol bol
"gerici ve yobazlara" saldırdı.
Cemaat içinde bölünmelere yol açan ictihadlar, Adnan Oktar'ın yazgı­
sının Edip Yüksel'inkiyle çakıştığının göstergeleriydi. Cemaatten ayrılanİarın aktardığı İslâm'ın bu modem yorumlarının Yüksel tarafından alenen
savunulduğu biliniyordu. "İlginç Sorular" kitabının son sayfalarında bir
244 AYET VE SLOGAN
anket formu yayınlayan Yüksel, okuyuculardan "kafa karıştıran soruları"
kendisine postalamalarını istemişti. İşte bu yeni soruların cevaplarıyla
"İlginç Sorular-2" kitabı ortaya çıktı. Ancak Yüksel'in eski kitaplarını te­
reddütsüz basan yayınevleri bu yeni çalışma için aynı cesareti göstereme­
diler. Yüksel de kitabını kendi kurduğu bir yayınevinden, Yüzondört [yani
19X6] Yayınlarından çıkarttı.
Yüksel bu kitapta insanları "akıllarından fedakarlık etmeden geleneksel
dini sorgulamak ve araştırmaya... Çifte standartlı olmayı terkederek, dünya
işlerinde kullandıkları akıllarını, dinlerini anlamakta da devreye sokmaya"
' çağırıyordu. Ona göre "Emevilerden itibaren başlayan ve gittikçe artan ce­
halet ve bağnazlık dönemi, artık vadesini doldurmuştur." "İslam aleminde­
ki fitnelerin, ihtilafların, kavgaların, zulümlerin ve perişanlığın temel se­
bebini merak edenleri" kitabım dikkatle okumaya davet eden Yüksel
başına gelecekleri de önceden kestirebiliyordu: "Toplum um uzun belleğine
yüzyıllardır işlemiş önyargıları kaldırmanın, atomu parçalamaktan daha
zor olduğunu biliyorum. Buna gayret edenlerin, dedikodu, yalan ve iftira­
larla aforoz edildiklerini de biliyorum.”
Gerçekten Yüksel aforoz edildi, başta babası Sadrettin Yüksel ve
kardeşleri tarafından. Birçok dergide aleyhine yazı yazılıyor, bunlara yaz­
dığı cevapları aynı dergilerde yaymlatamıyordu. Kendisine yöneltilen suç­
lamaların aynısını ve bunlara verdiği cevapları "Sakıncalı Yazılar" adıyla
kitaplaştırdı. Kimliği meçhul kişiler binlerce kitabı matbaadan çaldılar.
Piyasaya sürülebilenleri kitapçılardan tek tek toplamaya çalıştılar.
Türkiye içinde giderek yalnızlaşan Edip Yüksel, ABD'nin Arizona eya­
letinin Tucson şehrinde yaşayan ve United Islamic Natiori (Birleşik İslam
Ulusu) adlı kuruluş çerçevesinde faaliyetlerini sürdüren Reşad Halife ile
bağlarını güçlendiriyordu. Ama Halife de dünya çapında büyük bir yal­
nızlığa doğru yol alıyordu. Başlangıçta "19 Mucizesi"ne büyük bir hararet­
le destek veren İslamcı çevreler, onun yeni İslam i yorum lan karşısında
neye uğradıklannı şaşırmışlardı. Bunun üzerine "mucize"den feragat etmek
zorunda kaldılar. Dünya çapında birçok kişi ve kurum 19 sayısında muci­
zevi bir yön olmadığım kanıtlamak için kolları sıvadılar. Sonuçta da
emellerine nail oldular. Tevbe suresi'nin son iki ayeti mucize iddialannı
yalanlıyordu. Zor durumda kalan Halife kolay bir çıkış yolu buldu: "Tevbe
Suresi'nin ayet denilen son iki cümlesi Kuran'a sonradan ilave edilmiştir.
Biz yakında 'hakiki' Kuran'ı neşredeceğiz." Halife bununla da yetinmeyip
GÜÇLENEN İSLAM'IN SIRADIŞI YANKILARI 245:
kendisinin, Kuran’da bildiri­
len son peygamber olduğunu
da ilan edecekti.
^ Reşad Halife'nin fazla bul­
duğu ayetler, Salman Rüşdi'
nin Şeytan'a ait olduğunu
"edebi" bir dille söylediği ayetlerle aynıydı. Bu garip
tesadüf Rüşdi ve Halife'nin,
27 Şubat 1989'da Mekke'de
toplanan 11. Dünya Fıkıh
Konseyi'nde gıyaplarında bir­
likte yargılanmalarına neden
oldu. Dünya çapında ünlü
Sünni alim lerden-oluşan
Konsey'in kararı şu şekilde
çıktı: "Konseyimize gön­
derdiği çağnda, bazı ayetlerin
Kuran-ı Kerim'e sonradan ek­
lendiğini savunan ve vahyi
19 sayısı ile sınırlamaya ça­
Rönesans, Mayıs 1990.
lışan Mısırlı ziraat mühen­
disi Reşad Halife hadis-i şe­
rifleri ve sünneti de inkâr etmektedir. Halife'nin bu tavrı Salman Rüşdi'nin
kitabında da olduğu gibi ilme ve nasslara aykırıdır. Halen ABD'de yaşayan
Reşad Halife'nin peygamberlik iddiası ise doğrudan doğruya küfürdür.
Konseyimiz, Reşad Halife ve Salman Rüşdi'ye hitaben bir bildiri
yayınlayarak, sapık fikirlerinden dönmeleri ve tövbe etmeleri çağrısında
bulunmaktadır. İddialarında ısrar ettikleri takdirde her ikisi de bütün İslam
dünyasınca kâfir kabul edilecektir. Bu karar oybirliği ile alınmıştır.})'
Edip Yüksel, Halife olayındaki gelişmeler üzerine katlanarak artan salırılar karşısında iyice yalnızlaşıyordu. Zamanında onun "mucize" kitapla­
rını basmış (ve bundan iyi de para kazanmış) olan İnkılap Yayınları hem
piyasada bulunan kitapları toplamış, hem de "ilmi bir heyet"e hazırlattığı
yeni bir kitapla " 19 Mucizesi"nin saçmalığının propagandasını yapmaya
başlamıştı. Adnan-Hoca'nın dışında kimsenin desteğini alamayan Yüksel,
246 AYET VE SLOGAN
birdenbire kendisini Atatürk'ün yanında buldu. Bir zamanlar Atatürk'e ha­
karetten hapis yatan Yüksel, artık onu, "İslam'ı çekilmez, yaşanmaz bir
din haline getiren,* tümüyle despot, halta faşist denilebilecek bir döneme
son veren" bir kişi olarak yüceltiyordu. Yüksel'e göre "Atatürk'ü Allah
görevlendirmişti." Bu iddiasını yine 19'la kanıtlama yoluna gitmesi de hiç
şaşırtıcı değildi: Doğum tarihi 1881, yani 19X19; ölüm tarihi 1938, yani
19X102; Samsun'a ayak basışı 19 Mayıs 1919; Mustafa Kemal Atatürk
ismi toplam 19 harften oluşuyor^
Adnan Hoca'nın bu konuda da Yüksel'i izlemesi fazla vakit almadı.
Genel Yayın Koordinatörlüğümü yaptığı Rönesans adlı dergide, "kendi
soırup kendi cevap verdiği" izlenimi uyandıran söyleşinin bir yerinde şun­
ları söyledi Hoca: "Geçmişte hakkında yanlış fikirlere sahip bulunduğum
Büyük Önder Atatürk'e ve Atatürk ilkelerine bağlılığımı özellikle vurgu­
luyorum."
Aynı söyleşide Adnan Hoca'ya "soruluyor": "Size yapılan saldırıların
gerçek sebebi nedir? Bunun sorumlusu kimlerdir?" Hoca yanıtlıyor: "Bana
yapılan saldırıların daha önceleri din dışı çevrelerden geldiğini zannediyor­
dum. Ancak gördüm ki, benden asıl, dindar ve muhafazakâr geçinen insan­
lar rahatsız oluyorlar. Çünkü farkında olmasalar da bu insanların asıl
düşman olduğu dindir. Bu insanların, dinin kolaylığı ve sadeliğini anlat­
maya çalışan ve bunda başarısının mümkün olacağı ortaya çıkan her
kişiye karşı tavır almaları kaçınılmazdır. Eğer gerici olsaydım nasıl olsa
birşey yapamaz düşüncesiyle benle ilgilenmezlerdi. Bunun dışında mason­
ları da unutmamak lazım."
C^Edip Yüksel uzun zamandır Tucson'daki Birleşik İslam Ulusu adlı kuru­
luşun merkezinde yaşıyor. Dünya Fıkıh Konseyi'nin kararından yaklaşık 6
ay sonra Reşad Halife bir müslüman tarafından öldürüldü. Onun takip­
çilerinin durumu hakkında Türkiye’de fazla bir şey bilinemiyor^
Adnan Hoca ise çalışmalarını sürdürüyor ama eski günlerdeki kadar po­
püler değil. Şık otellerde, fahri başkanlığını yaptığı Bilim Araştırma Vakfı'ııa konferanslar düzenlettiriyor. Bu konferanslarda "Çağdaş Yaşamı Des­
tekleme Demeği”nin faal üyeleri, başörtüsü düşmanı kadın profesörlere
konuşmalar yaptırtıyor. Basının ilgisini yeniden çekebilmek için hiçbir
fırsatı kaçırmıyor; pop ve caz konserlerine gidiyor örneğin. Devlet yetki­
lilerine, "emirlerine amade” olduğuna dair mesajlar yollamaya çalışıyor.
Dünyadaki gelişmelere paralel olarak ortadan kalkan "soğuk savaş" duru­
GÜÇLENEN İSLAM'IN SIRADIŞI YANKILARI 247 ;
munu yeniden hortlatabilmek için ilginç "analizler" yapıyor. İşte bunlara :
bir örnek: "Lenin, 'Bir İleri, İki Geri’ [doğrusu Bir Adım İleri, iki Adım
Geri olacak] adlı kitabında, Gorbaçov’dan seneler önce komünist taktiği
vermişti. Gorbaçov'un yaptıkları bu kitapta tavsiye edilenlerin dışında bir
şey değildir... Komünizmin korkunç maskesi çıkartılıp, başka bir maske
takılmıştır. Marksizm, kuzu postuna bürünmüştür. Lenin'in iki ileri bir
geri, Maö'nun tabiriyle üç ileri, iki geri taktiği uygulanmaktadır... Libera­
lizmin, kapitalizmin, Avrupa'nın zenginliğinden istifade edilmesi için,
geçici bir isim değişikliği meydana getirilmiştir. İdeoloji aynen durmak­
tadır. Ve ideoloiji için büyük bir atılım olmuştur. Çünkü Avrupa'yı yut­
ma imkânı meydana gelmiştir."
İta a tk â r
İ<zlam ın
^Türkiye'deki İslami yapılanmaların
Misyonerleri'
yurtdışıyla ilişkileri konusunda iddia '
.
y
~
.
.
' ve söylentiler hep oldu, olacak. Yalnız
TEBLİĞ CEMAATI
bunların içinde biri var ki "kökünün
dışarıda, olduğunu" hiçbir zaman gizle­
miyor. İslami çevreler arasında "Tebliğciler" olarak adlandırılan bu grup,;
merkezi Hindistan'ın Yeni Delhi şehrinde, bulunan Tebliğ Cemaati ile o r-:
ganik ilişki içinde, onun Türkiye şubesi olarak çalışıyoî^
İslam dergisi muhabirinin, Yeni Delhi'de, cemaatin önde gelen isimle­
rinden Mevlana Hâbibürrahman ile yaptığı söyleşiden şu-bilgileri.öğre­
niyoruz: Tebliğ Cemaati, rüyasında Hz. Muhammedi görüp, ondan "İlyas,
ne duruyorsun? İnsanlara, hem de bütün dünyadaki insanlara İslam'ı tebliğ
et" buyruğunu alan Mevlana İlyas tarafından 1940'ta Yeni Delhi'de kurul­
muş. Cemaate göre "İslâm, okuma, konuşma ve felsefe dini değildir, amel dinidir. Gaye insandır. Resulullah ile peygamberlik kesilmiştir. Onunla birlikte tebliğ de durmuştur." Kendi yaptıkları tebliği Peygamber'in
tebliğinin devamı olarak gören Cemaat alü maddelik bir reçete teklif edi­
yor insanlara: İman, amel, yakın, ihlas, ahlak, ilim ve bunların tebliği.
\ \ Cemaat, tüm dünya müslümanlarınm emiri olarak kendi emirleri Mev~
• lana İmamu'l Haşan'ı kabul ediyor. Emir Haşan, kısa bir süre için kabul
248 AYET VE SLOGAN
ettiği İslam dergisi muhabirine, cemaatlerinin en önemli yönünü şöyle
açıklıyor: "Bizi devletlerin yapıları ilgilendirmiyor. Bizim için önemli
olan insanların sağlam imana sahip olmaları. Biz devletlerin gidişatına ve
işlerine karışmayız, onlar da bize karışmaz. Bizlerden onlara bir zarar gel­
meyeceğini bildikleri için onlardan da bize bir zarar gelmez. Tebliğ için
yaptığımız uluslararası seyahatlere bütün devletler yardımcı olurlar. Vize­
leri rahat alırız. Önümüze hiçbir engel koymazlar. Çünkü onları tenkit et­
meyiz, karşılarına dikilmeyiz, siyaset yapmayız., İslam'da siyaset yoktur.
İslam'da devlet yoktur. Devlet için çalışma da yoktur. Sadece tebliğ vardır.
Biz bir ülkeden de mesul değiliz. Bütündünyada tebliğ yapıyoruz^
Cemaatin kurallarına göre, her tcbliğci ayda en az üç, yılda ise en az 40
.gün tebliğe çıkmak zoruda. Tebliğe çıkılan yerlerin sırası ise şöyle: Yaşa­
dığı il, yaşadığı ülkenin başka illeri ve başka ülkeler. Ayrıca hayatları bo­
yunca en az 4 ay boyunca, cemaatin Hindistan'daki merkezinde, diğer ülke­
lerin tebliğcileriyle birlikte kalmaları gerekiyor.
^ Tebliğ Cemaati Türkiye'ye 1967 yılında girebilmiş. Cemaatle Pakis­
tan'da tanışan Mühibullah Işıklar, tanınmış işadamı Nuh Kuşculu'nun ba­
bası Süleyman Kuşculu, Fehmi Bilge, Yusuf Çelik ve Ahmet Çalapkul
yurda döndükten sonra hummalı bir faaliyete girişmişler. Uzun zamandan
beri Hayrat Vakfı çerçevesinde çalışan Türk Tebliğcileri, 1980'lerin or­
tasında İstanbul Sullançiftliği'nde kurdukları, "Mescid-i Selam" adlı mer­
kezlerinde düzenli olarak bir araya geliyorlar.\
Cemaat, en güçlü olduğu Uzakdoğu ülkelerinde yüksek düzeyli bü­
rokrat, subay ve öğretim üyelerini de kapsayan geniş bir kitleye sahipken,
Türkiye'de çoğu marangoz, inşaat ustası, nalbur, bakkal gibi esnaf ve za­
naatkar kesiminden sınırlı bir gruba hitap ediliyor. (Öyle ki Mescid-i Selam'ın inşaatı için hiçbir işçilik ve ustalık parası ödememişler.)
Her Perşembe akşamı genel toplantı yapan tebliğcilerden "işe çıkacak"
olan, genellikle 6'şar kişiden oluşan gruplar Cuma sabahı yollara koyulu­
yorlar. Her grup önceden tespit ettikleri bir camiye yerleşmeden önce yö­
renin yetkililerinin onayını alıyor. Sonra çevreden kişilerin yardımıyla ev
ve işyerlerini dolaşarak halkı akşam namazından sonra yapacakları konuş­
maya davet ediyorlar. Bir tebliğcinin başarısı, konuşmaya cami müdavim­
lerinin dışında ne kadar kişiyi getirebildiğiyle ölçülüyor.
1
Tebliğcilerin çok katı ilkeleri var. Kılık kıyafetleri "sünnete" uygun ol­
mak durumunda: Uzun sakallar, uzun pardösüler, takke... Tebliğ faaliyet-
GÜÇLENEN İSLAM'IN SIRADIŞI YANKILARI: 249
-r
Nokta dergisi, 21 Eylül 1986.
leri. sırasında kendi yağlarıyla kavruluyorlar. Sırtlarına attıkları çanta ya da
torbalarının içinde yalak, uyku tulumu, piknik tüpü, kapkacak gibi zorun­
lu malzemeleri taşıyorlar. Halktan ikram kabul etmemeye çalışıyorlar.
Geceleri camide yatıp, yemeklerini de cami avlusunda hazırlıyorlar. Bu il­
kelerle "milli misafirperverliğimiz"in karşı karşıya geldiği durumlarda
yaşanan olaylardan gülümseyerek yakmıyorlar.
Tebliğ Cemaati, dirayetli çalışmaları sonucu özellikle Batı Avrupa
ülkelerinde İslam’ın canlanmasına önemli katkılarda bulunmuş. Türkiyeli
tebliğciler de fırsat buldukça, Türk işçilerinin yaşadığı Avrupa ülkelerinde
çalışmalarını sürdürüyorlar. Türkiye'ye ise başka ülkelerden yol arkadaşları
geliyor. Urduca vaaz veren bir PakistanlI ya da Hintli Türkiye camii ce­
maatleri arasında hatırı sayılır bir etki yaraüyor.
Cemaat üyeleri sık sık, böylesi bir duruma alışkın olmayan mülki
amirlerin soruşturmalarına muhatap olmuşlar. Şimdiye kadar haklarında
250 AYET VE SLOGAN
birçok dava açılmış. Yalnız cemaat devletten çok diğer İslami cemaatlerin
tepkisini üzerine çekiyor. Bunun başlıca nedeni zaten müslüman olanlara
hitap eden tebliğcilerin siyasete asla itibar etmemeleri. Ayrıca, tüm dünya­
da kendilerinin dışındaki İslami yapılanmaları eleştirmeleri. Örneğin "Son
zamanlarda tarikatlar dejenere oldu. Hakiki mürşitler gelmez oldu" sözle­
riyle özetledikleri tasavvuf aleyhtarlıkları, birçok bölgede karşılarına gayrimcmnun müridler çıkarıyor.
Dünya çapında yaygın, güçlü bir cemaate bağlanmanın sağladığı mane­
vi haz içerisinde Türkiyeli tebliğciler büyük bir gayret ve fedakârlıkla çalı­
şıyorlar. Fakat bütün uğraşlarına rağmen marjinal bir grup olmaktan kur­
tulabilmenin işaretlerini taşımıyorlar.
MODERN ÇAĞIN
HİKMET AVCILARI:
MÜSLÜMAN ENTELİJANSİYA
Araştırmacı İsmail Kara, iki ciltlik "Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi" adlı,
incelemesine İslamcılığın tarifiyle başlıyor: "İslamcılık, X IX-XX .!
yüzyılda, İslam'ı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset,:
eğitim...) "yeniden" hayata hakim kılmak ve akılcı bir metodla müslü­
manları/İslam dünyasını batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöne-,
ticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden... kurtarmak; medenileştirmek, ,
birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist, modernist ve eklek-;
tik yönleri baskın siyasi, fikri ve ilmi çalışmaların, arayışların, teklif ve :
çözümlerin bütününü ihtiva eden bir hareket olarak tarif edilebilir."
Bu tanımdan hareketle, İslamcılık düşüncesinin taşıyıcıları.hem kurtulunmak istenen Batı’yı, hem de kurtarılmak istenen İslam’ı çok iyi bilen
kişiler olmak durumunda. Nitekim Kara’nın çalışmasında ele aldığı 16
İslamcı düşünürün önemli bir kısmı, öğrenim kuramlarında aldıkları Batı
tarzı eğitimin yanısıra, ailelerinden aldıkları dini eğitimi kişisel çabalarıy­
la geliştiren kişiler (Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, Said Halim
Paşa, Mehmed Akif Ersoy, Babanzade Ahmet Naim...) Şeyhülislam Musa
Kazım, İskilipli Mehmed Atıf, Bediüzzaman Said Nursi gibi köklü bir
medrese eğitimi görmüş bir grup düşünürün de Batı dünyasını yakından
takip etmeye çalıştıkları biliniyor. M. Şemseddin Günaltay, İsmail Fenni
Ertuğrul gibi bazı isimlerin de hem medrese, hem Batı eğitimini birlikte
yürüttüklerini öğreniyoruz Kara’nın çalışmasından.
Dolayısıyla İslamcılık düşüncesinin, tüm İslam dünyasında olduğu gibi
252 AYET VE SLOGAN
Türkiye'de de ulemanın yerini aydınlara terketmesi ya da aydm'laşması
sürecini başlattığını söyleyebiliriz. Fakat bu süreç Türkiye'de cumhuriyet
ve Atatürk devrimleriyle kesintiye uğradı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile
medreseler kapatılınca yeni ulema yetişmez oldu. Varolan ulema da hem
maruz kaldığı devlet baskısı, hem de yeni eğitim kurumlan aracılığıyla
yurt sathına yayılan pozitivist düşünceyle başedememesi nedeniyle etkisi­
ni yitirdi.
Tepkisel birkaç İslami çıkışın kolaylıkla bastırıldığı bu yeni dönemde
ülkenin kültür hayatına damgayı Sol’a yakın halkçı-devletçi düşünce vur­
du. İslami kesimde ise, pozitivizmle İslam'ı bağdaştırmaya çalışan Nurcu­
luk hareketi geniş yankı buldu. Fakat tam anlamıyla savunma durumunda­
ki müslüman kalabalıkların mobilize edilmesinde tarikatlar öne çıktı.
Cumhuriyetin ilk yılları, bütün yasal engelleme ve zorluklara rağmen,
geleneksel rakipleri ulemanın gerilemesi sayesinde mutasavvıfların altın
çağı oldu.
Pozitif bilimlerin, dini eğitimden önce geldiği ilk imam-hatip liseleri
ile onların hemen ardından açılan yüksek İslam enstitüleri yeni kuşak İs­
lamcı aydınların yetişmesinde ciddi bir rol üstlendi. Fakat büyük şehirlerde
başta mühendislik olmak üzere, hukuk, tıp, iktisat, vs. yüksek öğrenimi
gören taşra kökenli dindar aile çocukları yeni İslamcı aydın kuşağının dinamosuydu.
1961 Anayasası ile başlayan çeviri ağırlıklı yayın faaliyetleri, İslamcı
düşüncenin Arapça bilenlerin tekelinden çıkmasına yol açtı. Bir yandan
Mısır, Pakistan... kökenli İslamcı düşünürlerin temel eserlerinin, diğer
yandan Batılı oryantalistlerin klasikleşmiş kitaplarının çevrilmesi,
İslam'ın yalnızca bir din değil, aynı zamanda bir hayat nizamı olduğu
düşüncesinin yeşermesine katkıda bulundu. Bu dönemde Kemalist ideolo­
jiden kopuş sürecine giren ve ülkenin politik gündemine ciddi müdahale­
lerde bulunan sol da İslami kesimi geniş ölçüde etkiledi. "Sömürü, emekçi
sınıflar, sosyal adaİet,. eşitlik, kapitalizm, emperyalizm" gibi kavramlar;
"gerçekçilik, varoluşçuluk" gibi düşünce akımları müslüman aydınlar
arasında da tartışılmaya başlandı.
1970'te önce Milli Nizam Partisi'nin, ardından Milli Selamet Partisi'nin kurulması ve bu ikinci partinin, girdiği ilk seçimlerden umulmadık
bir başarıyla çıkması İslamcı aydınların hızla politikleşmesine vesile oldu.
Marksizm'den İslam'a geçen İsmet Özel'in "teknik, medeniyet ve ya­
MÜSLÜMAN ENTELÎJANSİYA 25?
bancılaşma" kavramlarım sorguladığı "Üç Mesele" adlı kitabının 1978'de
yayınlanmasına kadar Türkiye'de müslüman aydınların amacı "dinlerinden
taviz vermeden" çağdaş uygarlık düzeyine varmak, hatta onu aşarak Batı
ile hesaplaşabilmekti. Özel'le birlikle ilk kez gündeme getirilen, modernizmi usul yönünden değil, esastan sorgulama anlayışı İran İslam Devri­
mi'nin patlak vermesiyle kısa süre içinde geri planda kaldı.
İran Devrimi'nde, daha çok İran'ın ve Şiiliğin özgün konumundan hare­
ketle, klasik ulema tipinin önder rol oynaması, müslüman kalabalıkların
şiddetiyle güçlü bir despotizmin alaşağı edilmesi, aydınların horgörülmesine, onların çabalarının "entelektüel ukalalıklar" olarak nitelendirilme­
sine yol açtı.
12 Eylül'le birlikte devrimci çözüm önerileri yerini ılımlılığa bıraktı.;
Pratikten çok teoriye önem verildi. İslami hareket daha da gençleşti. 80'li
yıllarda bir dizi yayınevi İslam dünyasının dört bir tarafından yaptığı;
çevirilerle daha çok bu gençlere yöneldiler. İslami cemaatlerin çoğunun'
"gözbebeklcri" de aynı gençler oldu. Bu hareketliliğin doğal sonucu olarak;
birbiri ardısıra İslami dergiler yayınlanmaya başladı. Köklü İslami cemaat-v
lerin yayın organlarında lider kadro ve İlahiyat Fakültesi kökenli "ulema-1
aydınların yazıları dikkati çekerken, bu dergilerin redaksiyonları ve
aktüalite sayfaları gençler tarafından kotarılıyordu. Belli bir geleneği olan:
cemaatlerin dışında, radikal eğilimli gençlik gruplan, çoğu kısa ömürlü'
olsa da kendi dergileriyle ortaya çıkmaktan çekinmediler.
Dünyada gelmiş geçmiş, önemli sayılabilecek tüm İslamcı düşünür"lerin neredeyse tamamı çevrilmiş kitapları, bir dizi dergi, "İslam’ı yaşamak
bütün sorunların çözümüdür" tespitiyle Asr-ı Saadet’e göndermeler yapı­
yorlardı. Ama her geçen gün daha da şehirlileşen, modernleşen. Türkiye
toplumunda "modem Asr-ı Saadet”in nasıl yaşanabileceğini açıklamakta
hayli yetersiz kalıyorlardı.
Radikal İslami hareketlerin dünyadaki zaferleri; ülkede devletin bürok­
rasi kadrolarını müslümanlara teslim etmesi; insanların dine (İslam'a) olan
ilgilerinin birkaç sansasyonel hidayet vakasıyla daha da pekişmesi; laikliği
savunduklarını söyleyen kesimlerin basının irtica kampanyalarının etki­
siyle İslami hareketliliği abartması... Bütün bunlar, atılımların konjonktürel olabileceğini hesaba katmayan İslamcıların gözlerini kamaştırıyor,
onları "beklenen günün” geldiğine inanmaya sevkediyordu. Bu heyecan,
İslamcılann dinlerini daha çok politik bir ideoloji olarak algılamalarına ve
254 AYET VE SLOGAN
bu şekilde tebliğ etmelerine neden oldu.
Bu radikal politik bakış sahipleri, İslam'ın temel direkleri olan gelenek­
sel değerleri ve cemaat yapılarını sorgulayarak bunları kısmi de olsa
dönüştürdüler. İslam'ın dini ve kültürel yönlerini basitleştirdiler; Sonuçta
alaşağı etmek istedikleri beşeri/dünyevi düzene (modemizme) alabildiğine
dünyevileştirdikleri kutsal'la (İslam'la) karşı koymaya çalıştılar.
(Ulaşılıp ulaşılamayacağı bile şüpheli olan) Dünyevi bir iktidar uğruna
ayet'in sloganlaştırılmasına, kütsal'ın feda edilmesine müslüman kesim
içinden en yoğun tepki bir grup aydından geldi. Çoğunluk İslam’ı dünye­
vileştirme eğilimindeyken İ.Özel'in "Üç Mesele”de kaba hatlarını çizdiği
anti-modemist düşünce de Batılı ye bazı müslüman düşünürlerin eserlerin­
den beslenerek olgunlaşıyordu.
BİR ZAM ANLAR ZAM AN GAZETESİ
Bu entelektüel akım, Zaman gazetesinin ömrü bir yıl süren ilk halinde,
-gençler tarafından yönlendirilen "İnsanlar ve Hayat, Genç Satırlar* Bilim,
Tartışma, Çevre" gibi sayfalarda kendine güçlü bir platform bulmuştu.
Kadın, bilim ve teknoloji, eğilim, çevre, cinsellik gibi konularda, sık sık
kemikleşmiş İslamcıları tedirgin eden "aykırı" tartışmalar yapılıyordu. Bu
kesimin önemli isimlerinden, "o zamanki" Zaman gazetesinin yayın koor­
dinatörü Nabi Avcı, bu tartışmaların taşıyıcılarını şöyle tanımlamıştı:
"Şöyle bir genelleme belki yapılabilir: Çoğunlukla Müslüman ailelerden
gelme, ama getirdikleri İslami kültürü yaşadıkları ortama tercüme etmekte
güçlük çeken, dolayısıyla o tercümeyi başka kavramlarla daha rahat yapa­
bileceklerine inanan üniversite öğrencileri, üniversite bitirmiş erkek ve
kadınlar. Muhtemelen kırsal geçmişleri çok geriye gitmeyen insanlar. Do­
layısıyla bu tartışmalarda kent kültürüne adapte olma çabalarının izlerini
görmek de mümkün. Bunların Batı ile alışverişleri daha fazla. Diğer
aydınlardan belki de tek farkları Batı'ya daha eleştirel bakabilmeleri."
Genellikle Ankara’da yaşayan gençlerden oluşan bu entelektüel çevre
Zaman dan kapı dışarı edildikten sonra Çete, Albatros gibi "mütevazı ama
iddialı" dergiler, birkaç da kitap üretti. Şu günlerde "yersiz-yurtsuz"
görünmelerine rağmen özellikle üniversite çevrelerinde iyice kök salmış
dürümdalar. Maddi sorunlarım aşabilirlerse her an yeniden kamuoyunun
karşısına çıkabilirler.
MÜSLÜMAN ENTELÎJANStYA 255
Nabi Avcı, geleneksel cemaatlerin, kendi aykırı çıkışlarına yönelt­
tikleri eleştirileri şöyle yorumluyor: "Biz, onların bizimle ve bu tartış­
malarla ilgili eleştirilerine emniyet sübabı gibi baktık. Onları hiçbir za­
man gerimizde kalmış insanlar olarak görmedik. Bizim asıl arkamız onlar
ve biz onların içindeyiz. Yani içerik değil üslup farkı var aramızda. Ente­
lektüel düzlemde ne kadar gerilim doğarsa doğsun, pratikte hepimiz aynı
camide namaz kılıyoruz. Bazı sert tepkiler varsa bunun nedeni İslam'dan
çok köylülükle ilintili."
Evrensel düzeyde, modemizmin karşısına yalnızca İslam'ı değil, genel
anlamda dini ve "yitirilmiş kütsal'ın peşindeki" tüm arayışları çıkartan bu
aydınlar Türkiye planında da esas olarak geleneğe yaslanıyorlar. Fakat on­
ların gözünde gelenek kavramı yalnızca İslam'ı değil, "yerli" olan,;
"yoksulların yanında" olan tüm değerleri içeriyor.
Bu kişilerdeki genel eğilim, kendilerini tanımlamada "İslam cı,;
müslüman" gibi sıfatlardan çök "biz" zamirini kullanmak yönünde. Albat- '
ro.v'un 10. sayısında (İ5 Temmuz 1989) "Altemaüf Kültür Politikaları" i
başlığıyla yayınlanan tartışmada Mehmet Çetin şunları söylüyor: "Biz de­
diğimiz insanların temel bir yanlışı.var: Hususileştirilmiş bir İslam anla­
yışı, İslamcılık vb. gibi, Müslüman denilince sadece Allah'a iman etmiş
insan kastedilmiyor. İslamcılık dediğimiz akımın spesifik tanımına göre sınırları çiziliyor bunun. Ben, kendini müslüman hisseden her insanın,;
müslüman olarak telakki edilmesinden yanayım. Bu yüzden İslamcılık ve­
ya özel bir anlamı olan müslüman tanımlarına karşıyım. Bunun kendimizi
dar sınırlara sokmak olduğunu ve halka rağmen halkçılık vs.ye benzer bir
şekilde İslam'a rağmen İslamcılık, millete rağmen milliyetçilik gibi bir
netice doğuracağına inanıyorum. Hususi İslamların hususi söylemleri kit­
lelerle bağın kopması sonucunu doğurur."
Bu kesim, modem Asr-ı Saadet'in nasıl'ım tartışırken "ideolojinin kirli
sularında boğulmamak için başka candamarları arıyor. Bunun da, belli
ölçülerde bağışıklanarak (tevekkül, sabır, kader) olabileceğini" düşünüyor
(Deniz Gürsel, Albatros, sayı 4, 15 Ocak 1989). Necati Polat'ın Nabi
Avcı ile yaptığı, Gergedan dergisinin Ocak 1988 tarihli 11. sayısında
yayınlanan söyleşi bu kesim hakkında çok ayrıntılı bilgiler veriyor. Bu
söyleşinin son bölümlerini sunmak istiyoruz:
256 AYET VE SLOGAN
(...)
Necati Polat -Sizin bir belirlemeniz vardı. Yazılarınızın bütününe yansıyan bir be­
lirleme neredeyse: Bu memlekette insanlar kravatı pek sevmiyorlar. Bu yüzden, her
fırsatta kravatı çözme ihtiyacını duyuyorlar: Nasıl bakıyorsunuz'buna.
Nabi Avcı - Evet, bu aslında halk dilindeki kaymalardan da kolayca
çıkartılabilecek bir şey. Mesela halk "medeniyet yuları" diyor kravata. Boynumuza
bîr aksesuar gibi değil de bir yular gibi geçirildiği için... Her aşamada, yani bütün kra­
vatlar için söylüyorum... Halkın tepkisi de bugüne kadar böyle oldu. Hani Latife Tekin'in söylediği, "yoksulluk bilgisi” diye bir şey var. Bazılarımız buna sabır, ta­
hammül, tevekkül, tedbir veya bunların hepsini birden kuşatacak şekilde
müstezafların bilgisi, yani kırılganların, müstekbirlerce köşeye sıkıştırılmışların bilgi­
si de diyebiliriz. Aynı şeylerden söz ettiğimizi nereden biliyorum? Mesela Latife Te­
kin "Biz zaten yenilmiştik" dediği zaman, en canlı "evefler bizim arkadaşlarımızın
arasından yükseldi. Latife Tekin çok yenilerde olup biten, bazı şeyleri kastederek
böyle söylüyor; bizim arkadaşlarımız bunu biraz daha geriye alıyor -ki ben de onlara
katılıyorum- biz elli sene önce, altmış sene önce, yüz sene önce, iki yüz sene önce,
beş yüz sene önce zaten yenilmiştik. Onun için, Latife Tekin belki daha yakın
geçmişe uygun bir adlandırmayla buna 'yoksulluk bilgisi' adını veriyor. Biz daha geri­
lere giden bir yenilmişlikten söz ettiğimiz için buna kırılganların hikmeti diyebiliyoruz.
Nitekim, Incil’de yanılmıyorsam bunun karşılıkları var. Onun için, orada da işte "Bir
gün gelecek, ayaklar baş, başlar ayak olacak" deniliyor. İşte biz, bütün bu bilgilerle,
bugün "Bu oyunu bir de biz oynayalım bakalım" diye düşünebiliyoruz.
N.P. - Bunu biraz daha açalım mı ? Biz halkız.
N A - Evet, ama eline fırsat geçirmiş bir halk gibiyiz. Yani bizi figüran olarak sok­
tukları bu oyunda bazılarımız, kaçamak da olsa, senaryolara göz atmak imkânını
bulduk. Ve orada, bize biçilen figüranlığın, başkalarına biçilen başrol oyuncu­
luğunun, yönetmenliğin, senaristliğin, film eleştirmenliğinin ne anlama geldiğini anla­
maya başladık.. Okullar açtılar, bizi de aldılar. Yaptıkları en büyük yanlışlardan biri,
az kalsın bu olacaktı. Şimdi fark ettiler. Ama yine de birçoğumuz olup bitenleri se­
zinlemeye başladı. Tüketimi demokratikleştirmenin de teknolojik gelişmelerin de bir
fiyatı var. Utanmadan, bu fiyatı da bize ödetmek istiyorlardı.
N.P. -Daha önce sizinle, alternatif tıbbın, Müslüman tıp öğrencileri arasında çok
koiay kabul gördüğünden konuşmuştuk. Sanki bu söylediklerinizle ilgiliymiş gibi gel­
di bana
N.A. - Haklısın. Kırılganların duyargaları, tıp fakültelerinde bile körleştirilemiyor.
Belki bir süre narkozla markozla uyuşturuyorlar, ama büsbütün körleştiremiyorlar.
N.P. -Gene biliyorsunuz, Feyerabendl Türkiye'de ilk keşfeden ve ilk yazan bazı
genç Müslümanlar oldu. Illich, Laing, Schumacher vb. de öyle...
N.A. - Evet. Bunun da hemen aklıma gelen iki açıklaması olabilir. Birincisi, biraz
önce söylediğim duyargalar meselesi... Bir de kilise meselesi var.< Şimdi bunlar,
Batının en son heretikleri. Batıda bu tür heretikler hep olmuş. Ama kiliseler de hep
var olduğu için, pek seslerini duyuramamışlar. Bizde böyle köklü kiliseler olmadığı
ve eski yapılar da çoktan yerle bir edildiği için, bizim bu tür heretiklerin
MÜSLÜMAN ENTELtJANSİYA 2 5 7 ’
t-
kışkırtmalarıyla veya baştan çıkartmalarıyla kaybedeceğimiz bir şey kalmadı. Halk
arasındaki deyimle, acı patlıcanı kırağı çalmıyor. Ölmüş, eşek kurttan korkmuyor. Bu
adamların oluşturdukları tehdit, bizde mukabil kiliseler bulamıyor ki...
N.P. -Peki bu adamlar; 'onların oyurian'mn bir parçası olabilir mi?
N.A. - Çok komplocu bir teori olmaz mı? Gerçi Toynbee’nin Ingiliz istihbaratıyla,
Marcuse'ün Amerikan istihbaratıyla ilişkilerini gündeme getirip bu teoriyi alımlı hale
getirmek o kadar zor değil, ama yine de bir zorlam a olur böyle düşünmek..,
Sanmıyorum... Ama bizim oyunumuzun bir parçası olabilecekleri çok açık... ■
N.R. -Nasıl?
N.A. - Şimdi b.iliyorsun Rusya'ya kapitalizmin girişiyle ilgili Leninist açıklamaların
tutamaklarından bir tanesi, Çarlık Rusyası'nda modern teknolojiye en açık kesimle­
rin en yoksul kesimler olduğunu söylüyor, Yani adamın karasabanı varsa, pulluk
onun için o kadar da cazip bir şey değil; çünkü alternatif bir maliyet söz konusu.
Ama adamın hiçbir şeyi yoksa, pulluktan korkması için de bir neden yok. Bu sadece
teknoloji transferinde değil, düşünce transferinde de sanıyorum geçerli olan bir ku­
ral. Yani bizim artık bu tür aykırı söylemlere açık olmakla kaybedebileceğimiz,
gözden çıkartacağımız, kendisinden olabileceğimiz zenginliklerimiz zaten çoktan
elimizden altndı.
N.P. -Aykırı söylemlerin genç Müslümanlar arasında böylesine kolay yayılmasını
sadece buna bağlayabilir niyiz? N.A. - Hayır, sadece bunlar değil tabii... Ama bunlar kolaylaştırıcı etmenler olarak
düşünülebilir. Bu söylediklerim, daha çok işin psikolojik zeminiyle ilgili. Yani bunlar,v
bizim bilimde, sanatta,, edebiyatta, hatta siyasette aşırı uçlara-veya 'aşırı uç‘ lafı
yanlış çağrışımlar yaptığı için 'uçlara' diyelim- evet, uçlara savrulmamızı kolay­
laştıran etmenler olabilir. Ama her şeyi bu psikolojik zeminle açıklamak da mümkün
değil-tabii... Sözgelimi Capra'yla, Feyerabend'le kurduğumuz ilişkide bu psikolojik
boyutu çok aşan başka şeyler de var. Capra’nm Hint mistisizmiyle, hatta Muhyiddin-i Arabi'yle kurmaya çalıştığı ilişkinin bizde birtakım karşılıklar bulm'aması
mümkün mü?
N.P. -B ir de şu var: Belki bu yüzden, daha üniversitelerimizin, Türkiye'deki
üniversitelerin kütüphanelerine girmeden, mesela Capra, mesela lllich, mesela
Schumachert Müslüman kamuoyunda tartışı İmaya başlandı.
N.A. - Evet, ama tartışılan konular bu isimlerle irtibatlandmlmadan, hatta çoğu
zaman bu isimler hiç telaffuz edilmeden tartışıldı. Mesela Emin Acar Hoca'yı
tanırsın. Kendisine sormadım, ama muhtemelen lllich’in adını bile duymamıştır. Duy­
mamıştır ama, yıllardır lllich'in modern tıbba, daha doğrusu rriedikal: düzene
yönelttiği eleştirilere şaşılacak derecede benzeyen bir tavrın savunuculuğunu yapar. Sonra Mahmut Hoca... "Televizyon seyretmeyin" dedi diye kıyamet koptu bili­
yorsun... Halbuki çok çağdaş bir çıkıştı... Hiç de Batıdaki İletişimcileri okuduğunu
sanmıyorum... Ama öyleydi. Aynı şekilde, Risale-i Nur hareketi de, özellikle
Bediüzzaman'tn sağlığında, lllich'in Toplumun Okulsuzlaştırılmasinöa söylediklerini
hayata geçiren bir hareket olarak değerlendirilebilir. İnşallah Şerif Mardin'in Risale-i
Nur hareketiyle ilgili kitabında işin bu tarafı kavram salar çerçeveye kavuşturulur. O
zaman bazı şeyleri daha net tartışabiliriz sanıyorum. Ama-tam bu noktada, çok
258 AYET VE SLOGAN
önemli bir tehlikeye de dikkati çekmek gerekiyor: Batı'daki bazı düşünce akımlarıyla
kurduğumuz bu ilişkiler, daha doğrusu bu paraleller, bizden öncekilerin "Biz de fen­
ciyiz; biz de teknolojiyi severiz" türünden sloganlarla dile getirdikleri apolojetik tavra
benzeyebilir,. Bizim kuşağın artık böyle apolojilere ihtiyacı yok. Ama sazlarımızı
akort ederken, yani en uygun kavramsal düzlemi yakalamaya çalışırken, ister iste­
mez onlarla aynı perdelerde dolaştığımız görülüyor. Benzeşmelere bir de bu açıdan
bakmakta yarar var.
N.P. -Peki, ama, 'her şeyini kaybetmiş' bir toplum veya bir halk için bu fazla iddi­
alı olmaz mı?
. . .
^
N.A. - Bunu bir iddia gibi almamak lazım. Tamam, biz her şeyimizi kaybettik. Ama
her şeye rağmen ayakta kalmamızı sağlayan; her şeye rağmen "Bu oyunu bir de biz
oynayalım bakalım” deme gücünü kendimizde bulmamızı sağlayan bir şey var. Dip­
teki tortularla alakalı bir şey. Bu, Guenori'un, 'geleneğin midye kabuğuna çekildiği
anlar' dediği şeyle sanıyorum yakından alakalı. Bak, mesela Guenon'un Çin'de olup
bitenler için söylediği bir şey var; bizim derdimize de çok benziyor: Geleneğin, daha
doğrusu oradaki geleneksel unsurların bu olup bitenlerden çok .fazla etkilenme­
yeceğini, bunların kabukta kalan dalgalanmalar olduğunu söylüyor. Evet, bizde de
bunlar oldu, ama çok derinlerde, yeraltında bir yerlerde... Hatta her birimizin derinlik­
lerinde bir yerlerde bir öz, değişmeden, kabuktaki dalgalanmalardan sanıldığı kadar
müteessir olmadan hayatiyetini sürdürdü. Ve biliyorsun, şu İçinde yaşadığımız Kaü
Yuga, bulanık tortular çağı demek... Hatta bu öz, bütün bu yaşananlardan sonra,
içine düştüğü kapanma duygusuyla daha da güçlenmiş olarak, daha da mukavim
hale gelmiş olarak varlığını sürdürüyor. Bu mukavemet, toplumsal düzleme, işte
bazı arkadaşlarımızın yoksulluk bilgisi, bazılarımızın da halkın gelenekse! bilgisi
dediği şey olarak yansıyor.
N.P. - Bir de şu var: Bunlar, hikmet potansiyeliyle çok kolay karşılıklar buluyor;
yani bu Batılı ‘heretikler’ dedikleriniz... Bunların ve başkalarının b ird e Türkiye deki
‘onlar'a yanşıyışı var veya Türkiye'deki 'Onlar1aracılığıyla'Türkiye'ye girişi var.
Batıda bir şeyler oluyor ve bir müddet sonra Türkiye'ye sızıyor. Nasıl sızıyor? 'Onlar1
nasıl taşıyor bunu?
N.A. - Orada oldukça farklı mekanizmalar işliyor sanıyorum. Bir defa, onlar,
hayatı kendilerinin götürdüklerini sanıyorlar. Ve çok fena yanılıyorlar. Hayatı onlar
götürmüyorlar. Hayat daha derinden işliyor. Ama suyun yüzünde onlar çok gürültü
ediyorlar. Evet, teknolojide, sosyal bilimlerde, edebiyatta, felsefede, psikiyatride
pek çok yeni maceralar yaşanıyor. Batıda. Ve sonra onlar, belirli aralıklarla bize de
yansıyor. Aktarılıyor. İşte bu aktarılmanın mekanizması, onların Türkiye'deki ente­
lektüel hayatı nasıl götürdüklerini veya nasıl.götürdüklerini zannettiklerini açıklıyor.
N.P. -Bu mekanizmaları açalım mi örneklerle?
N.A. - Açalım. Yani mesela Marksizmin Türkiye’ye gelişi -ki sanıyorum içlerinde
en sahih karşılıklarla aktarılanlardan biri odur- ve o yüzden daha ilginci, mesela
yapısalcılık olabilir. Öyle sanıyorum ki, mesela giyim kuşam modasının Türkiye'ye
aktarılma biçimiyle veya kaliteli çelik üretimi teknolojisinin Türkiye'ye aktarılma
biçimiyle mesela yapısalcılığın Türkiye'ye geliş biçimi arasında çok ilginç benzerlik­
ler bulunabilir. Dışardan şöyle kabaca baktığımız zaman, orada da mesete kotaların
olduğunu görüyoruz. Orada da acenteler, acentelikler görüyoruz. Hatta, sanayi ca­
MÜSLÜMAN ENTELtJANSIYA 259
susluğuna, patent hırsızlığına benzer işlemlerden bile söz edebiliriz. Mesela bizim yapısalcı casuslarımız olabilir. Araştırılırsa bulunabilir. Batıda mikrofilmlerini
çektikten sonra Türkiye'ye gelen ve spnra gümrük muafiyetinin kaldırılması için mer­
kezi otoriteye baskı yapan... Yani bu oyunların, ticarette, sanayide oynanan bu oyunların, entelektüel ilişkilerde de oynandığını pekala düşünebiliriz. Hatta, bu alan­
da da ihracata teşvik primi veriliyor biliyorsun: Profesör olmak için,.yabancı dergi­
lerde yazı yayımlaman gerekiyor... En az şu kadar makalen dış piyasaya arzedilecek. Bu zorunluluk YÖK'ten sonra geldi. Yani devlet eliyle hayali ihracat bu alanda
da teşvik ediliyor. Şimdi nasıl Avrupa'da bazı tabela şirketlerine binleri ıvtr zıvır
'saîıp* vergi iadesi alıyorlarsa; bu tarafta da bjrileri tabela dergilerine 'makaleler
yazıp' unvanlar alacak deniliyor. Entelektüel ithalatın olduğu gibi, entelektüel ihra­
catın da kendine mahsus kuralları oluşuyor. .
N.P. -Bunlar sadece Türkiye'ye mi mahsus?
N.A. - Belki diğer 'geri kalmış' ülkelerde, Üçüncü Dünya ülkelerinde de buna
benzer mekanizmalar işliyordur, ama Türkiye'de bu iş. galiba daha yaygın ve daha
eskilere dayanıyor.
N.P. - Dışarda kotaların yerini başka,birtakım şeyler alıyor galiba. Hani daha önce
konuşmuştuk: Chomsky'nin yükselişi ve düşüşü...
N.A. - Ha, tabii... Orada, yani Batıda işler epey farklı. Batıda bir düşünce akımının
gündeme gelişi, entelektüel çevrelerde, akademik çevrelerde yaygınlaşması ve
sonra itibardan düşmesi ile o akımın Türkiye'ye, transferi, Türkiye'de belli bir çevrede
yaygınlaşması ve sonra gözden düşmesi, birbirinden çok farklı eğriler çiziyor. Me­
sela Chomsky örneğinde bu eğriyi neye göre çizeceğiz? Sözgelişi Kuhn'un
geliştirdiği koordinatları esas alarak bir eğri çizmeye kalkıştığımızda şaşırıp
kalıyoruz. Ama dilbilimle hiç alakası olmayan koordinatları esas olarak aldığımızda,
ortaya çok anlamlı bir eğri çıkıyor. Ki inşallah sen bu koordinatları ve ortaya çıkan
eğriyi bir güzel tanımlayacaksın. Ben şimdHyi tanımlanmamış şeylerden söz ediyo­
rum. Yani dilbilim sel bir teorinin başarı ve yaygınlık grafiğiyle İkinci Dünya
Savaşı'ndaki temerküz kamplarının ne ilgisi olabilir? Ama adam temerküz kampları
meselesini sorgulayan bir kitapçığa önsöz yazdı diye dilbilimle ilgili teorilerinden
oldu... Ortadoğu’ya yönelik Amerikan politikasını böylesine acımasızca eleştirmeye
devam ederse, onu da bir kafese kapatıp halka teşhir edebilirler.
N, P. -Ezra Pound gibi mi ?
N.A. - Evet, Pound gibi... Çok ciddi söylüyorum: Dilbilim alanında söyledik­
lerinden çoktan vazgeçtim; ben Chomsky’nin başına daha büyük işler açabilirler
diye korkuyorum. Sen istersen buna paranoik kuruntular da diyebilirsin. Ama bu ko­
nuyu, başkalarının da itiraz edemeyeceği bir kavramsal düzlemde araştırdığın-za­
man sen de bu tür 'kuruntulara kapılacaksın... Eminim.,.N.P. -Ama bu söyledikleriniz bir başka örneğin ışığında düşünüldüğü zaman or­
taya bulanık bir tablo çıkıyor: Türkiye’de bu bizim... tırnak içinde "bizimH... Negatif
söylem potansiyeli taşıyan bir hikmet içersinde kim i itirazların oluşmasıyla, Batıda
diyelim pozitivizme karşı negatif bir söylem geliştiren Frankfurt Okulu arasında,
koordinasyon noktalan bulmamızı güçleştiriyor mu? '
N.A. - Tam tersine, kolaylaştırıyor. Frankfurtçuların hasidik bir geleneğe yas­
260 AYET VE SLOGAN
lanıyor olmaları, en azından bazılarının bu gelenekle bir şekilde irtibatlı olmaları, bi­
zim yakın çevremizde bu grupla ilgili sempatilerin yaygınlaşmasını kolaylaştırdı.
Frankfurt Okuiu'nu Türkiye'de tanıtanlar o hasidik köklerin ne kadar farkındalardı,
bilmiyorum. Farkında iseler bile, demek ki pek önemsememişler. Ama mesela Benjamin'in bizim arkadaşlarımız arasında, bizim,yakın çevremizde bu kadar yaygın bir
hüsnükabui görmesi, sanıyorum onun Yahudi mistisizmiyle, en çok da Gershom
Scholem'le olan ilişkileriyle açıklanabilir. Yani biz, Benjamin'in satır aralarına
yerleştirdiği -yerleştirdiği demeyelim, çok polisiye bir yaklaşım oluyor- satır ara­
larından sızan, satır aralarında ister istemez varlığını sürdüren o hasidik bildiriyi ken­
di îasavvufi yatkınlıklarımız içinde hissedip kendimize yakın bulmuş olabiliriz.
N.P. -Peki Zaman'da görülen feminizm, bilim felsefesi,.çevre tartışmalarının da
buna benzer açıklamaları olabiir mi?
N.A: - Olabilir. Bu ve benzeri ilgiler, bize ilk bakışta ne kadar yapay, özenti veya
ithal malı görünürse görünsün, neticede bu .ambalajlarından soyuldukları zaman,
zannediyorum o demin sözünü ettiğimiz tortularla bunların bir alışverişi var. Bunlar,
şöyle ya da böyle, o sözünü ettiğimiz ’öz'le irtibatlı şeyler. Nitekim Deniz Gürsel,
özellikle çevre ile ilgili olarak bu* irtibat noktalarını uzun uzun açıkladı. Şimdi b‘u
ilişkiyi açıklarken, belki çok mekanik bir biçimde açıklıyoruz. İşin özü böyle mekanik
değil, tabii. Ama bu açıklama biçimi, bizim gerek bu konularla, gerekse .Batıdaki
başka heretiklerle kurduğumuz ilişkilerin sezgisel niteliğini de gözler önüne seriyor.:
Yani Müslümanların mesela Foucault'yla, Feyerabend'le, Schumacher'le, lliich'le,
Uaing’le kurdukları ilişkiler çok teorik ilişkiler değil. Bilgisel ilişkiler değil. Bizim bun­
larla kurduğumuz ilişkiler, daha çok sezgisel ilişkiler. Mesela bizim Zaman'da Foucault’yla ilgili dört beş tane yazı çıktı, O yazıları yazan veya çeviren arkadaşlarımız,
onun iktidar konusunda söylediklerinin,- bizim burada çok işimize yarayabileceğini
düşünüyorlardı. Bence pek de yanlış değil böyle düşünmek. Bu da işte halk ta­
rafımızla bulduğumuz bir yol belki de. Eğer biraz kurcalarsan, yapılan iş, gecekon­
dusunu yıkmaya gelen belediye ekiplerinin önüne geçip İstiklal Marşını söylemeye
başlayan halkın yaptığından çok daha farklı değil. Şimdi Foucault'nun Amerika'ya
girişiyle Türkiye'ye girişi, tabii çpk farklı... Gündelik hayatta karşılaştığımız sorular
ve verdiğimiz cevaplar nasıl farklıysa, bu da öyle farklı... Görenler-söylüyor;
görmeyenler de televizyondan izliyor: Adamların gündelik hayatı öylesine inceden
inceye tanzim edilmiş ki, sıradan bir Amerikalının kendi başına sorular icat edip,
kendi başına cevaplar bulmasına hiç gerek yok. Oysa bizde sorular ve cevaplar bu
kadar "iyi" tanzim edilmediği için, her Türk her sabah bir önceki gün karşılaşmadığı
türden bir dizi soruya orijinal cevaplar bulmak zorunda: Sabah kalkıyorsunuz, evini­
zin önünde iki metrelik çukurlar... Şimdi buna bir cevap bulmanız gerekiyor. Soruyu
önünüze koyan adamlar, yanına birde cevap bırakmıyorlar ki... Yani belediye size o
gün işinize nasıl'gideceğiniz konusunda hiçbir ipucu vermiyor. O soruyu, damar­
larınızdaki asil kana dayanarak kendiniz cevaplandırmak zorundasınız. İşte bu
türden olmayacak sorulara olmayacak cevaplar bulma yeteneği, artık her birimizin
genlerine işlemiş. Belki genlerimize bile sinen bu soru-cevap ilişkisini entelektüel
açmazlarımıza da tatbik ediyoruz. Yani karşımıza Foucault diye bir adam çıkıyor...
Bu adamı karşımıza getirenler, önümüze getirenler belki bambaşka sorularına bam­
başka cevaplar arama gayretiyle onu bizim gündemimize sokuyorlar. Biz ise| ya
"Who fucks Foucault!" diye kenardan dolaşıyoruz; ya da o sorudan, kendi günlük
hayatımızla, kendi reel hayatımızla alakalı çok başka cevaplar türetiyoruz. Bunu da
MÜSLÜMAN ENTELÎJANSlYA 261 '
teorik bir düzlemde değil, dediğim gibi, daha çok sezgisel bir düzlemde yapıyoruz.
N.P. -0u oluşturulmuş, daha önceden oluşturulmuş ve kabul edilmek üzere
önümüze sürülmüş cevaplara soru sormayf da içermiyor mu?
N.A. - Tabii tabii, içeriyor... Zaten bu yetenek kendi üzerine katlanmaya
başlayınca, artık cevapların soruya dönüştürülmesi; bu soruların tekrar kendi içinde
yeni sorulara dönüştürülmesi gibi süreçleri de içeriyor. Yani biz her an tetikte olmak
zorundayız. Çünkü biz iki kere deplasmandayız.
• '{
*
N.P. -Sizin bir yıllık bir Zaman Gazetesi deneyiminiz oldu. Ve Zaman Gazetesini *
izleyenlerin, yakından izleyenlerin ortak bir belirlemesi var: Deniyor ki.Nabi Avcı, her
ne kadar çıkan gazeteden sürekli şikayetçi olduysa da yazılarında, satır aralarında;bu gazeteden bir tat kalacaksa eğer, tadını Nabi Avcı verdi dediler, Ki gazetenin
başka mahallelere y^nsıyışı da bu tatla oldu. Mesela bazı insanlar, ”Bu gazete on­
ların gündemi-bizim gündemimiz ayrımını kaldırdı" dediler. Hatta bir haftalık dergi,
Hitchcock'tan Capra'ya, caza, Oğuz Atay'a... diye Zaman için alameti farika olarak
bunları koydu. Ve bu deneyim bitti. Geriye doğru baktığınızda nasıl değerlendiri­
yorsunuz bu deneyimi?
N.A. - Evet, şimdi önce bir... Bir nezaket kaygısıyla söylemiyorum, gerçekten
öyle bir komplimana ihtiyaç olduğunu da sanmıyorum, ama bir hususu belirtmek :
lazım. Yani öyle bir şey söyledin ki, alkışları orkestrasıyla paylaşmak isteyen bir ke- !
mancı gibi hissediyorum kendimi... Ama sen de biliyorsun ki bu orkestraya dönüp, ;
alkışları onlara aktarsan, hepsi.aynı anda dillerini çıkartabilirler. Onun için, bu orkes­
traya kompliman da yapamazsın... Ama yine de öyle görüneceğini bile bile, şunu/
söyleyebilirim: O dediğin özellikleri bir kişiyle veya birkaç kişiyle açıklamak çok -j
doğru olmaz. Eğer öyle olsaydı, zaten bu kadarcık bir ilgi de çekmezdi. O özellikleri,
gazeteye benim de içlerinde olduğum çok genç bir kadro kazandırdı. -Onlar kadar ‘
genç sayılmam amazonlardan biriyim işte.- Yani biz aramızda hiçbir önanlaşma ol­
maksızın, bir anda, burada çok şenlikli bir oyunun oynandığını, oynanabileceğini
hissedip oraya toplaşmış halk çocuklarıydık. Bu, zaten var olan bîr potansiyelin
kendine bir çıkış alanı bulmasından ibaret bir hadise: Ben o sayfalan hazırlayan ar­
kadaşlarımızın çoğunu gazete çıkmaya başladıktan sonra tanıdım. Onlar, zaten b ir-.
takım tasarılarla geldiler. O tasarıları birlikte gazete diline tercüme etmeye çalıştık.
Gazete olmasaydı, aynı arkadaşlar çalıştıkları veya çalışacakları kurumlarda,'
yazdıkları dergilerde, ilerde çekecekleri filmlerde, ne bileyim, başka başka yerlerde
yine bunları bir şekilde yapacaklardı. Yine yapacaklar. Zaman,.buna bir prova zemi­
ni sağladı. O bakımdan bep, daha önceki bütün şikayetlerime rağmen, bu iş iyi oldu
diye bakıyorum şimdi. İlerde inşallah daha da iyisi olacak. Bir başka zamanda, bir
başka zeminde daha da iyisi olacak...
N.P. -Mesela nerede?
N.A. Şimdiden bir şey söyleyemem, ama bakarsın bir haftalık dergi olur; ba­
karsın üniversite olur, bakarsın hiç olmayacak bir yerde, ne bileyim mesela sinema­
da olur. Ama bizi bir kere daha yenenlere, bir başka zamanda ve bir başka mekanda
"Hayır, biz oyunu sürdürüyoruz. Biz yarış bittikten sonra da koşan atlarız" diyebildiğimiz zaman... İşte Zaman‘dan kalan asıl o olacak, (...)
262 AYET VE SLOGAN
PO LİTİK EN TELE K TÜ E LLER
Zaman gazetesinin ilk döneminde İstanbul bürosunun belkemiğini oluştu­
ran genç aydınlar da aynı tartışma sürecine dahildiler. Ancak bunların bü­
yük kısmı, tasavvufu da içeren gelenekselci düşünceye değil selefi düşün­
ceye yakındılar. "Ankara çevresinin" aksine, her ne kadar kendine her müs­
lüman diyeni müslüman kabul etseler de, İslam'ı "hurafe ve bidatlerden
ayıklayıp", "gerçek" özüne kavuşturma niyetinden hareket ediyorlardı.
Bu çevre, İslami yayınevlerinin büyük çoğunluğunun Türkiye
dağıtımını yapan Birleşik Dağıtım’ın aylık dergisi Kitap Dergisi'nin
başına Ali Bıılaç'ın 1988 Aralık ayında üçüncü kez geçmesiyle
düşüncelerini düzenli olarak yaymaya başladı. Kitap Dergisi, kısa süre
içinde, öz olarak aykırı ama üslup olarak ağırbaşlı yayınıyla en etkili cemaatlerüstü aydın dergisi vasfına ulaştı.
Doyurucu haber dosyaları (Doğu Bloku, Ortadoğu, Türk reklam
sektörü, Avrupa'da Türk işçiler...) hazırladı; İslam dünyasındaki ge­
lişmeleri yakından izledi (Ayetullah Humeyni'nin ölümünün ardından
hazırlanan dosya bile tek başına yeterli); İslami kesimin tabularına el attı
(İslami arabesk, Prof. Süleyman Ateş'in "Yüce Kuran’ın Çağdaş Tefsiri"
adlı çalışmasının ışığında "Cennete kimlerin gireceği" tartışması...); İslam
hakkında oluş(turul)an endişeleri (İslami kesim kesecek mi?... İslam'da
özgürlük ve hoşgörü...) cevaplamaya çalıştı...
Kitap Dergisi, özellikle Ali Bulaç'm yazıları, temaları, göndermeleri,
söyledikleri açısından geniş benzerlikler gösterse de, Ankara çevresinden
oldukça farklı. Bu ayrılık şu cümleyle özetlenebilir: Bir kesim (Ankara)
modern bir Asr-ı Saadet'in nasıl' ını araştırırken, diğeri (İstanbul) Asr-ı
Saadet'in modern bir hayata nasıl taşınabileceğini tartışıyor. Diğer bir
deyişle, bir kesim (Ankara) bütün bir tarihi mirası ve yaşanan
gerçeklikleri kabullenip, bunlarla birlikte modele (Asr-ı Saadet) uygun
yaşamanın yollarını ararken; diğeri (İstanbul) bu tarihi miras ve onun
uzantıları olan yaşanan gerçekliklerde acımasız bir ayıklamaya giderek,
modelin günümüzde olduğu gibi uyarlanabilmesinin yollarını açmaya
çalışıyor.
Dolayısıyla Kitap Dergisi çevresinin mücadelesi kültürel olmaktan çok
. ideolojik, hatta politik boyutlara sahip. İslam'ın ilk anayasası olarak ka­
MÜSLÜMAN ENTELİJANSIYA 263'
bul edilen, her inanç grubu­
nun kendi özel hukukuna
göre yaşamasını garanti altı­
na alan Medine Evrakı'nm !
günümüzde de pekâlâ uygula­
nabileceğini savunuyorlar.
Herkesin müslüman olma­
sını dayatmayan bu "ço­
ğulcu" toplum projesi kuş­
kusuz özgürlükçü. Hatta ilk
bakışta laik bile denebilir.
Ama değişik inanç sahibi in­
sanların konsensüsü sonucu
ortaya çıkacak ortak bir siyil
hukuk yerine, Akevler giri­
şiminde de gördüğümüz gibi,
"herkesin şeriatı kendine"
ilkesiyle toplumu sayısız adaya bölme özlemi ne kadar
gerçekçi?
Ali Bulaç m Kitap Dergi- Kitap Dergisi, Mart 1989.
j/'nin Ocak/Şubat 1990 ta­
rihli 35/36. sayısında "Mo- ■ .
•
dern Zamanların Gerçeği:
Din'in Yükselişi" başlığıyla
yayınlanan yazısının son
bölümünü aktarmak istiyo­
ruz:
GELEN DİN İSLAM DİNİDİR
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: 19. yüzyıldan devralınan ve 20. yüzyılın son
çeyreğine kadar savunulan yaygın görüşün aksine Din, insan hayatından
çekilmiyor, tam aksine bütün görkemiyle geri geliyor. Bu müthiş gelişin ilk habercisi
1979'da İran'da gerçekleşen İslam Devrimi olmuştu. İslam devrimi ilk adımdı. Devri­
min önderi Ayetullah Humeyni, 1989 Haziran ayında vafat etti ve fakat 10 yıl boyun­
ca tarihi sanki mecrasından kaydırıp bir başka yöne çekti. Şimdi İran'da Rafsancani
ve kendisi gibi realist düşünen ekibi işbaşında. Bu yeni dönemde İslam devrimi, ilke­
lerden çok pragmatik gerçeklere önem veren konjonktürel ve reel faktörler eşliğinde
264 AYET VE SLOGAN
süren bir sürece dönüştürülmek isteniypr. Bundan sonra İran'dan büyük ve_ şaşırtıcı
hatalar bekleyebiliriz. Ama İran'da Humeyni'den sonra ne olursa olsun, İslam devri­
mi dünyanın bundan sonraki siyasal tarihine büyük bir miras bırakmıştır. '
İslamiyet ve Hıristiyanlık iki evrensel din olârak yeniden gündeme girmiş, milyon­
larca insanı motive eden, onları baskılara, çürümelere ve sömürüye karşı direnişe
çağıran devrimci bir konuma yükselmişlerdir; Ama kuşkusuz sadece direnişe
çağırmak yetmez; kitleleri ayağa kaldıran bir Dinin onlara sahici ve kalıcı çıkış yol­
ları, sosyal, ekonomik ve politik tutarlı modeller önermesi de lazım. Konfüçyanizm,
Taoizrri; Hinduizm, Budizm, Şintoizm v.b. doğulu dinler, sahih anlamda birer din ol­
maktan çok birer kültür, hatta yarı-öiü veya tam ölü kültürler durumundadırlar. Batı,
İslamiyet'in alternatif tezleri karşısında hem kendi halklarına hem de Doğu toplumlarına bu ölü kültürleri sahici alternatifler olarak sunmaya hazırlanıyor.
Bugün yaşayan üç büyük ilahi kökenli dinlerden Yahudilik ise, sadece bir ulusun,
İsrail'in ırkçı ve tahakkümcü emellerinin lokal bir aracıdır ve başka ırk ve dinlerden
insanlara kapalıdır. Geriye İslamiyet karşısında beşeri öğretiler bağlamında Batanın
bugün bütün dünyaya dayattığı liberal kapitalizm ve onun absürd dünya görüşü, din
bağlamında da Hıristiyanlık kalıyor. Hıristiyanlık, İslamiyet gibi ve ondan mülhem olarak Latin Amerika kıtasından Avrupa'ya kadar yeniden halk yığınlarının vicdanını
harekete geçiriyor; Ama yapısı gereği sosyo-ekonomik, maddi ve politik, alternatif­
ler üretmeye elverişli değildir. Sonunda gelip dayanacağı nokta Tanrfnın hakkı
Tanrı'ya, Seza.r'ın hakkı Sezar’a ilkesinin doğal sonucu olarak kendi tarihini tekrar
yaşamaktır. Yani ya Katolik Kilisesinde olduğu gibi kralları Tanrı'ntn serfleri ilan edip
onlarla sosyal düzeni paylaşacak veya Ortodox Kilisesi'nde olduğu gibi kendine bir
sezar bulup onunla bütünleşecektir. Oysa Hıristiyanlık için tek sahici yol, kendi ilahi
özüne ve İsa aleyhisselam'ın saf tebliğine dönüp İslam'la tek söz (Kelime-i Tevhid)
üzerinde birleşmek, son ilahi mesajın bütün zamanlar ve toplumlar için geçerli ilkele­
rini benimsemekten başkası değildir:
İslam ise, kendi tarihini yeniden yaşamak zorunda olmayan bir Din'dir. Çünkü is­
ter bugünkü konumunu, ister tarihteki durumunu olsun, kritik edecek sahih kaynak­
lara, yani Kur'an-ı Kerim'e ve Hz. Peygamberin sünnet ve sireti'ne sahiptir. O, her
zaman kendini yeniden üretebilir, tarihi sorgular, kendine çağın gerçeklerini kavra­
yan sahih bir konum biçebilir. Hem İslamiyet'in bugün yüklendiği mesaj, yalnız İslam
dünyasının değil, sanayileşmiş batılı, toplumların da sorunlarına çözümler öneriyor.
İktidar seçkinleri tarafından yabancılaşmanın, çaresizlik ve umutsuzluğun içine itil­
miş, dev kurumlar karşısında atomize olmuş batılı insanın da Allah'ın son mesajı olan
İslamiyet'e kulak vermekten başka çıkış yolu yoktur. İslam, ister doğuda ister batı­
da olsun, bir avuç gizli veya açık oligarşik güç tarafından maddi ekonomik, siyasal,
ruhsal veya zihinsel alanlarda güçsüzleştirilen acılı insanların kurtuluş umududur.
Bir fetret (aralık) döneminden sonra Din geri geliyor. Dünyanın yakın geleceğini
de İslam'ın nuru aydınlatacaktır.
A H İR E T E
YÖNELİK S İY A S E T
Ali Bulaç, modern hayatta "sosyo-ekonomik, maddi ve politik alternatifler
üretmeye elverişli" tek dinin İslam olduğunu söylüyor. "Çoğulcu" toplum
projesiyle ne derece bağdaştığı tartışmalı olan bu tespitiyle Bulaç, bütün
MÜSLÜMAN ENTELÎJANSlYA 26S
görünümleriyle kutsal'ın savunucuları olan "Ankara çevresi"nden iyice
uzaklaşıp İsmet Özel’e yaklaşıyor.
"Üç Mesele"den itibaren şairliğinden çok düşünürlüğüyle öne çıkan
Özel, genellikle Milli Gazete'ûekı yazılarını bir araya getirdiği kitaplarıyla
İslamcı düşünceyi derinden etkilemeyi hep sürdürdü. Ancak tavizsiz aris-,
tokrat lavn nedeniyle olsa gerek, kendi etrafında bir çevre oluşturmadı.
Özel, kolaylıkla "paranoyak, komplocu" gibi sıfatlar yakıştırılan aşırı
temkinliliğiyle İslami kesimde genel kabul gören noktaları bile kıyasıya
sorguladı. (Ona, yıllar önce "Tahran müslümanların Moskovası olmak is­
tiyor" dediğinde şiddetle karşı çıkanların büyük bir kısmı bugün aynı
görüşü paylaşıyor!) Özel, sorgulamalarını, bu dünyayı değil, ahireti hesa-;
ba kalma ekseninde yapıyor. Örneğin İslam'ın aslına irca edilmesi konu­
sunda, "İrtica Elden Gidiyor!." adlı kitabındaki "Zaten Öyle Yapmıştık":
başlıklı yazısında şu soruları soruyor: "Bütün bu yaklaşımlar doğru oldu-:
ğu kadar özlenen, her aklı başında kimsenin uğruna birçok sıkıntıyı göze
alabileceği temiz hedefler. Bu sözler doğrudur doğru olmasına, ama bunlar*
gerçek sözler midir acaba? Bunu anlayabilmek için bu kabil sözleri edenle-;
rin niyetlerinin bilinmesi zaruri. İslam’ı aslına irca edelim diyenlerin sa­
mimi niyetleri acaba ahiret yurdunun dünya hayatından daha geçerlik
olduğuna inanmaya mı dönük, yoksa bu kimseler dünya hayatında var­
mayı düşündükleri hedeflerin (bu hedefler şahsi olabildiği kadar içtimai de’
olabilir).yolunu mu yapıyorlar?"
İsmet Özel, yaygın kanının aksine, politika yapıyor. Onun ahiret yur-'
dunun iktidarım amaçlayan politik mücadele çağrısına kalabalıklar değil,
tek tek bireyler olumlu yanıt verebilir ancak. Zaten o da, İslam’ın seçkin­
lere ve bu kişiler eliyle "aydınlanma"ya ihtiyacı olduğunu söylüyor.
Yine "İrüca Elden Gidiyor!"dan olduğu gibi alıntıladığımız şu makale­
si, Özel'in özgün yaklaşımının birçok öğesini barındırıyor:
GERİ
Mİ
DÖNECEĞİZ?
Yazılarımda Kur'an ve Sünnet'e bağlı kalmanın ve üstelik bu bağlılığı hiç bir mazeret­
le gölgelememek gerektiğinin savunusunu yapıyorum. Hadis-i şeriflerin önemini
küçültmenin bir bakıma İslâmî bir atmosferi gereksiz sayma arzusuyla paralellik
taşıdığını söylüyorum. Bütün bu görüşlerin karşısında akla hemen şu geliyor: Eğer
sırat-ı müstakim üzre olmak istiyorsak bütün modern araç ve gereçlerden, günü­
266 AYET YE SLOGAN
m üzde geçerli olan kazanç yollarından uzak durup, olabildiğince geçmiş devirlerin
salih müslümanlarının hayatını mı taklid etmemiz teklif ediliyor? Geri mi döneceğiz?
Aklı başında olan hiç kimse geçen zamanın yeniden ele geçirilemeyeceğini bilir.
Geçmiş devirleri taklid etmek elimizde olsa bile bu yapıp ettiklerimiz zihnimizdeki
yeni formlar sebebiyle hem bir taklid olmaktan ileri gidemez, hem de geçmiş devirle­
rin hayat çerçevesi bizim yaşamaya çalıştığımız çerçeveyle uyuşmayacağı için ma­
nasını anlamamız mümkün olmayan bir eziyetle karşılaşmamız muhtemel. Yani ne
olsun? Hem modernizasyonun belâlarını ancak müslüman olmakla defedebiliriz di­
yoruz. Hem de müslüman olmanın ön şartı olarak Kur’ân ve Sünnet’e bağlı olmayı
örıe sürüyoruz. Bu bağlılıkta hem şekil hem muhteva olarak sadakatin zorunlu oldu­
ğunu söylüyoruz. Bunun yanı sıra da Kur’ân ve Sünnet'i dünyadan bize zerkedilen
heva ve hevese bir mazeret olacak tarzda yorumlamanın azgınlıktan başka bir şey
olmadığı görüşündeyiz. Bütün bu gerekçeler geriye dönüş anlamı mı taşıyor soru­
suyla karşılaşınca da "hayır, geri dönemeyiz” demekteyiz. Bu zıtlıkta hangi manâ
saklıdır?
Bize modern burjuva medeniyetinin aşıladığı en yozlaştırıcı zihni hastalık ge-,
leceğimizi sınırları belli bir model çerçevesinde kendimizin çizebileceğine dair olan
inançtır. Gerçi 18. yüzyıldan bugüne kadar çizilen hiç bir model gerçeklik kazan­
mamıştır, lâkin eğitim bütün dünyada insanın kendi önüne koyduğu hedefleri ele
geçirebilecek, bütün öğrencileri ikna edecek kadar etkin duruma getirilmiştir. Bu
yüzden müslüman olsa bile insanlar kendi geleceklerini algılanabilir sınırlar içinde zi­
hinde canlandırmadan harekete geçemez hale getirilmişlerdir. Ne var ki bu gelecek
tıpkı kâfirlerin tasvir etmeye çabaladıkları dünya hayatına ilişkin ve kısa vadede
işaretleri görülebilen bir gelecektir.
Zaten ölüm sonrası başımıza gelecekler ciddiyetle bizi ilgilendirmiş olsaydı hali
hazırda yapıp ettiklerimizden kaçıni^yapmaya devam ederdik acaba? Öyleyse ilk
plânda anlayış çerçevemizi bize Yaradan'ın müstehak olduğumuz yaşama tarzını
vereceğini ve hatta şimdiden vermiş bulunduğunu kavrayacak biçimde değiştir­
memiz gerek. Biz neye razı oluyoruz? Günümüzde belki sorutabilecek soruların kri­
tik olanlarından biri bu. Geri dönüp dönmeyeceğimiz böyle bir sorunun yanında fan­
tezi kalıyor. Biz neye razı oluyoruz ve ne karşılığında?
Yaşadığımız hayat, eğer bu hayatın temel direklerini bütün gücümüzle dik tut­
maya çalışmaz ise pek sağlam kalabilecek bir hayat değil. Ama biz kendimize model
olarak kâfirleri almışsak bunun iflâh olur tarafı yoktur. Çağımızın belâlarından
sözederken,-şikâyette bulunurken ilk önce bu belâlara kendi'katkım ız aklımıza
gelse hiç şüphem yok ki bizi hayâtta tutan Rabbimiz de bize hayırlı bir istikameti gö­
recek gücü bahşedecektir. Ama kimin umurunda? Tövbe edeceğim, tövbe edece­
ğim ama demiş Almanya’da çalışan bir Türk işçisi, hele önümüzdeki faşinge bir katı­
layım ondan sonra... Hergün yapıp ettiklerimiz acaba bu işçinin ruh durumunu yan­
sıtmıyor mu? Tatmin yollarımızı acilen öne alırken, İslâmî tavırlarımızı tehir etmekte
hepimizin durumu düşündürücü değil mi? Öyleyse geri dönüp dönmeyeceğimizi sor­
madan önce günümüzü doğru yaşayıp yaşamadığımızı sormamız gerek derim.
KAYNAK: İsmet Özeİ, İrtica Elden GidiyorL, İklim Yayınları, İstanbul, Nisan 1988,
ss. 141-143.
MÜSLÜMAN ENTELİJANSİYA 267
KÜLTÜREL HARİTA
DEĞİŞİYO R
Türkiye'nin müslüman entelijansiyası yalnızca bu üç çevreden ibaret değil.
İlahiyat Fakülteleri çıkışlı öğretim üyeleri; "bağımsız" yazarlar; tasavvufi
geleneklerden gelip gün geçtikçe daha da özgürleşen, bağımsızlaşan bazı
isimler; radikal İslam yorumlarına rağmen özgün çalışmalara imza atan
gençler; giderek sayıları artan edebiyatçılar...
Bu liste uzadıkça uzayabilir. Arük Türkiye'de bazı "laiklerin", kendileri-;
ni korkutanların "çember sakallı, takunyalı, 99'luk tespihli” alışılagelmiş i
dindarlar değil, iyi eğitim görmüş, yabancı dil bilen, "çağdaş" giyimli,!
-dünyadaki her türlü gelişmeyi yakından izlemeye çalışan genç aydınlar!
olduğunu itiraf etmeleri boşuna değil. Ülkemizde son yıllarda "çağdaş'
giyimin" mükemmel bir örneğini sergileyen "türbanlı” kızlar şimdiden en-!
telijansiya içindeki yerlerini almaya başladılar bile. (Aşağıda bir yazı­
sından bölümler verdiğimiz Yelda Doğan, bunlara yeni bir örnek.)
Üç yıl önce Nokta’da "Bugünislam i entelijansiya oluşmuş durumda
mı?" diye sormuştuk. Nabi Avcı şu cevabı vermişti: "Bu her zaman vardı,
şimdi kendi dışındaki entelijansiya ile ilişki kurma yolunu buldu. Bu iliş-,
ki sonucunda Türkiye'nin entelektüel kadastrosu yeniden oluşacak. Bugüne;
dek İstanbul'da hazırlanmış Nuh Nebi'den kalma haritalar kullanılıyordu.:
Bu haritaların çizelgeleri, enlemleri, boylamları yanlıştı. Balta girmemiş
ormanlar gibi görünegelen Müslüman kesim bu haritadaki gerçek yerini
alıyor. Bundan sonra insanlar birbirlerini daha rahat bulup konuşa­
bilecekler."
Aynı soruyu Avcı'nm kaldığı yerden yanıtlarken, Sol'dan İslam'a
geçmiş Deniz Gürsel daha iddialı: "Bence bu diyalog Batı'daki alternatif
akımların asıl sahipçilerinin belirlenmesi diyalogudur. Türkiye'de solun
Fromm'a sahip çıkması, 68'in devamı olarak görülmesi abestir. Alternatif
söylemlere yatkın olan müslümanlar bunlara hep sahip çıktılar. Batı’ya,
modem dünyaya karşı çıkarken Doğu'dan esin alıyorlardı. Biz, kendimizi
onların devamı olmaktan ziyade, onların esinlediği kaynakların temsilcisi
olarak görüyoruz. Böyle giderse 68'e, Frankfurt Okulü'na, anti-psikiyatriye müslümanlar sahip çıkacak. Buna çok hazır bir kitle var. Mesela Cap-
268 AYET VE SLOGAN
ra, Illich, Foucault gibi isimler müslümanlar arasında çok saygın ve po­
pülerdir."
Acaba öteki (sol) entelijansiya bu diyaloga razı ve hazır mı?
D İN Lİ DE İM A N SIZ
Yelda Doğan
(-)
.
İnsanların öbür dünyadaki yerlerini tayin etmek biz insanların harcı değil. Ancak
açık ki "müslüman tanımı” da bu derece muğlak ve kişiden kişiye değişen bir şey
değil. Ama nedense insanlarımız kulluk tanımını yapma hakkını Allah'ın elinden almak için anlaşılmaz bir çaba gösteriyorlar.
Zaman zaman eklemeler yapıldığı görülüyor İslamın şartlarına, bir şeyhe
bağlanılmazsa tam müslüman olunamayacağı, ya da bir iîmihal takib edilmezse ebe­
di saadete ulaşılamayacağı gibi. Ancak genel eğilim bir şeyleri çıkarrnak yönünde.
Allah'ın deyimiyle "kitabın bir kısmına inanıp bir kısm ın ı. inkar edenle rim iz
çoğunlukta. Çoğunlukta, olmasına ya, beni en çok üzenler bizden bildiklerimiz. Gali­
ba en iyi İfadesiyle, "dinci olup da dindar olmayanlar”. Bunlara çeşitli görünüşlerde
rastlamak mümkün. Bazen sakallı, tesbihli bile olabiliyorlar. Şeriatı savunuyorlar,
evlenirken eşlerinin örtünmesini şart koşuyorlar, İslam’ın sosyolojik, psikolojik,
ekolojik, politik, hukuki, felsefi v.s boyutları üzerine derin tartışmalara giriyor,
ayrıntıya kaçacak kadar bazı kuralları gözetiyorlar. Gazali'nin Ihya-yı Ulumiddin'inden son dönem post modernist yazarların kitaplarına kadar her türlü yayını
okuyorlar, ya da bir kısmı seksen öncesinde okumuş. Siyasi heyecanlan, cihad bi­
linçleri yerinde. Dinle ilgilerini gizlemiyorlar, kimselerden çekinmeden selam verip
alıyorlar, zaman zaman hapse girme tehlikesine aslanlar gibi atılıyor, aileleriyle ken­
dilerini evden attıracak kadar sürtüşüyorlar.
. Ama namaz kılmıyorlar!...
Bir süre önce mülkiyeliler derneğinde "Türkiye'de İslami Akımlar" konulu bir kon­
ferans düzenlendi. Dolayısıyla mülkiyeliler haricinde kalabalık bir dinci dinleyici gru­
bu da vardı. Ara verildiğinde eşim ve ben bir cami bulmak için dışarıya fırlarken bir­
likte geldiğimiz insanlar, aynı şevkle sigara içebilecekleri bir yer arıyorlardı. Çok
yakındaki caminin ne gidiş, ne de geliş yolunda o geniş gruptan birine rastladık.
Dedim ya, insanların müslümaniık derecelerini ölçmek bizim haddimiz değil. Bunu
yapmaya teşebbüs ettiğiniz ilk anda "sen kendine bak" cevabını alır ve kendi
zayıflıklarınızı, hatalarınızı düşünerek susmak zorunda kalırsınız. Ben kendi adıma,
sözü sahibine bırakmak yanlışıyım. Kur'an'a şöyle bir göz gezdirdiğinizde, namaz
kılmayanların, pek de müslümandan sayamadıklarım görürsünüz. İnsanlar nasıl id­
dia ederlerse etsinler, Allah müslüman tanımı içine namaz kılmayı da almıştır.
(...)
Namaz kılmanın dinimizdeki önemi böyle büyük olunca şeytanın bu konuya ya­
kından eğildiğini tahmin etmek zor değil. Gerçekten insanların belki de en çok kap­
ris yaptıkları konulardan bindir namaz kılmak. Mesela ben bir grup insan tanırım,
başkalarının görebileceği yerlerde namaz kılmazlar. Efendim onların namazları, bi-
MÜSLÜMAN ENTELtJANSÎYA 269
f'
zimkinden farklı olarak, çök özel, çok kutsaldır ve sadece tanrıyla kendileri
arasında kalmalıdır. Öte yandan başka akıl sahipleri farklı teoriler öne sürerler.
Kısaca "ibadet de gizli kabahat de" formülüyle özetlenebilecek bu görüşün sahipleri’
de namaz vakitlerini gönü! rahatıyla geçirirler. Bir başka grup, mesela oscar almış
bir film mi var, tam akşam vaktine mi denk gelmiş, namazı "cem" ediyor. E ne de olsa
bu da dini bir zorunluluk. Müslümanlar bu filmi seyretmezlerse nasıl cihad ederler?
Dini bilgi ve bilinci bu seviyeye ulaşmamış olanlarda da "kazaya bırakma rahatlığı",
var. Diyelim ki kollarında su değmemesi gereken b ir yara var, "insanlar güçlerinin
üzerindeki şeylerden sorumlu değildirler" gibi Kur'ani açıklamaları yarıda keserek
"Ben hayatımda hiç yarım abdest almadım. Ay vallahi içime sinmez, sonra kaza ede­
rim" diye üst seviyede hassasiyet sergiliyorlar. Bir on gün sonra bütün geçen, na- •
mazları bir günde kılmak (170 kere yatıp kalkmak) daha zor olduğu için de feda­
karlıkta bulunduklarını bile düşünüyorlar. .
Öyle hanım, öyle beyefendi oimuşuzki, namaz kılanlarımız bile yolculuk ederken!
tuvaletlerde abdest alıp sanki özellikle sevimsiz yapılıp, gözlerden saklanmış mes-:
j cidlerde namaz kılmaya tenezzül etmiyoruz. Sonra kaza ederim, verilen ilk cevap.:
Kendilerini, güzel görünmek için epey zora sokup namaz için rahatını bozmayanlar’
bir de üste çıkmazlar mı? Hani neredeyse namaz kılmak için altın ibriklerle sıcak su-;
lar dökülüp; önümüze bulunmaz hint kumaşlarından seccadeler serilmesini, üç kilo-i
metreden yakın olan şahısların da bir zahmet çekilmelerini şart koşacağız.
.
. Öteyandan yolculuklarda, onlar bir yana İstanbul'da kadınların abdest alacak yer1
bulmaları çok da kolay değildir. Ben, erkekler için tuvaletten ayrı pırıl pırıl abdest,
alma yerlerinin olduğu bir. konakta üzerime yürüyen haşaratı kollayarak abdest al­
maya çalıştığımı hatırlıyorum. Beyler her yerde abdest alabilirler, niye onların abdest:
alacakları yerler düşünülür de hanımlarınki düşünülmez? Paralarını bir metre arayla,
cami dikmeye harcayan müslüman kardeşlerimiz mevcutların yanına birer kadınlar:
için abdest alma yeri yaptırsalar daha fazla insanın namaz kılmasına vesile olmazlara
mı?
Bir diğer grup müslüman ise, namazını ezan okunur okunmaz kılıyor, nerede ol-:
düklerim önemsemiyor, hiç kimseyi de takmıyor. Bunlar genellikle ailelerinde namaz^
kılınan, küçük yaşlarında namaza başlamış kişiler. Ancak namazlarını jet hızıyla
(dört rekatı en çok iki dakikada) kılıyorlar ve onlar namazdayken devam eden soh­
bete sanki hiç ara vermemiş gibi katılabiliyorlar.
Kelimeler, zaman içinde, ilk çıktıklarında sahip olmadıkları bazı anlamlar
yüklenirler. Terimsel anlamın orijinal anlamın yerini aldığı devrede yaşayanlar, ke­
limenin gerçek anlamını kavramada büyük bir .dezavantaja sahiptirler. Nasıl
"müslüman", y a d a "İslam" kelimelerinin teslim olmakla ilgisi unutulmuş, bu da
gerçek Isiamtn kavranamamasında rol oynamışsa, namazın (salât) dua olan ilk .an­
lamı da kayıplara karışmıştır. Namaz artık, yatıp kalkmaya ek olarak sadece belirli'
duaları telaffuz etmek olarak algılanır olmuştur. Allah'tah af "dilemekle", anlamını bile
düşünmeden, belki bilmeden estağfurullah “demenin1' eş tutulduğu gibi.
' Gerçekten namaz bir dua etme şeklidir Bunu fiili kısmının önemini küçümsemek
için söylemiyorum. Ancak namazın, "dua"dan koparılması "günahlardan alıkoyma"
özelliğini de beraberinde götürmüştür. Duanın insanlar üzerindeki harikulade etkisini
hiç kimseye anlatmak zorunda değilsinizdir, bunu herkes bilir. Bir yolculukta bir
ateistle tanışmıştım. Tanrıya inanmıyordu ama bunalıma girdiği zamanlarda öyle bir
şeyi var sayıp ona dua etmenin kendisini rahatlattığını söylüyordu. Bir çok kez de
görmüşümdür, namazı alelacele kılıp sonra yana yakıla dua edenleri. Halbuki sonra-
270 AYET VE SLOGAN
ki duada istediğimiz bir çok şeyi namaz sırasında da söylemişizdir.
Sizin de aklınıza takıldığı olmuş mudur, namaz nasıl olup da insanı kötü dav■ranıştardan koruyabileceği ve niye namazın vakitleriyle beraber farz kılınmış bir iba­
det olduğu? Cevabı alabilmenin belki de ilk şartı namazda okuduğumuz duaların an­
lamını öğrenmektir.
(...)
Geçenlerde bir Trabzon yolculuğu sırasında şoför öğle namazı süresinde hiç
mola vermedi. Namaz geçti geçiyor, abdestlerimiz de var, arabada kılmaya karar
verdik. Ben namaza, diğer yolcular da yadsıyan bakışlarla bakmaya başladık. Eşim
rahatsız oldu, ben iç tarafta oturduğum, dolayısıyla daha az göründüğüm için na­
mazı bitirdiğimde yer değiştirmeyi teklif etti. Verdiğim cevabı duyunca eminim hepi­
niz benimle gurur duyacaksınız. Tam.bir mücahideye yakışacak şekilde "Sen herke­
sin önünde kıl ki arabada namaz kılınabileceğini bilmeyenler öğrensin, bilip de
kılmayanlar utansın. Biz mi saklanacağız?" dedim, hatta çevredekiler de duysun
diye biraz da yüksek sesle.
Böyle bir şecaat gösterdikten sonra unutmadım tabi söylediklerimi, hepsi dün
gibi aklımda. Ancaak, geçenlerde okul servisinde namaz kılmam gerekmesin mi?
İşletme fakültesinin ayaktakilerle tıkış tıkış dolu servisinde namaz kılmak, Trab­
zon’a giden bir otobüste, bir daha yüzünü görmeyeceğiniz insanların yanında na­
maz kılmaktan oldukça farklıdır. Soğuk soğuk terlemeye başladığımı hissediyor,,
bütün otobüsün beni izlediğini görür gibi oluyordum. "Allah'ım, bir mucize olsaMdiye
dua etmeye başladım. "Mesela arababir caminin önünde arıza yapsa". Muhtemel bir
mucize beklentisiyle son beş dakikamı da geçirip, tekbirimi aldım. Tam o sırada
otobüs bir tünele girdi. Göz gözü görmüyor ama siz görün bendeki sevinci. Hani bil­
meyenler öğrensindi. Hani saklanması'gerekenler biz değildik...
Bu korkuyu abdest alırken de yaşıyoruz. Yıllar önce bir kadın dergisi dini kadın
dergilerinden biriyle ilgili bir yazı yayınlamıştı. Yazının en az yüzde yetmişi ortamın il­
kelliğiyle ilgiliydi. Ortam çok ilkeldi, çünkü insanlar girişte ayakkabılarını çıkarı­
yorlardı. Kadın yazar uzun uzun ayakkabılarından uzak kalmanın kendisinde uyan­
dırdığı acı duygulan anlatıyor, gözleri ince siyah çorabına takıldıkça bir garip oldu­
ğunu yazıyordu. Q zamanlarda bunları çok abartılı, komik ve aşağılayacak bir konu
bulamamış yazarın sarıldığı can simidi olarak görmüşsem de bu gün daha iyi
anlıyorum ki, Avrupa kültürünün en temel öğelerinden biri ayakkabıdır. Zaman za­
man fotoğraflar yayınlanır gazetelerde, bir Avrupa ülkesinin, bir “çok üst düzey** yet­
kilisi, hani şu savaş çıkartıp bitirebilen güçlü kudretli zevattan, bir caminin
kapısında oturmuş ayakkabısını giymek için savaş yermektedir. Romanlarda okur,
filmlerde görürsünüz, yabancıların ayakkabılarını çıkarmaları pek nadir rastlanan bir
olaydır. Hatta yatağa bile çizmeleriyle atarlar kendilerini. Bu boyutlara, televizyon
dizilerindeki ailelerin evde ayakkabılarla dolaşmalarına rağmen, ulaşmamakla bir­
likte ev dışında ayakkabı çıkarmanın bizim toplumumuzda da görgüsüzlük kabul
edildiği bir gerçek. Dile kolay., yıllardır karikatür dergileri' “takunyalı” imajıyla bonbardıman etmişler bilinç altımızı. Kolay mı silkinip atıvermek?
Kolay elbet. Biz İslam'ın mücahidleri, mücahideleri, lafa gelince gözü yılmaz
bekçileri, biz hiç kimsenin dindarlığını beğenmeyen çok bilmişler... Neredeyse
üzerimize "Müslüman olduğum için özür dilerim." yazılı tişörtler giyerek dolaşacağız.
Yeter bu gidişi değiştirmenin vakti geldi artık. Nasıl mı? İnandığımızı iddia ettiklerimi­
zi-yaşayarak.
Namaz deyince hatırlamamam çok zor, okulun ilk açıldığı günlerde, bütün
MÜSLÜMAN ENTELÎJANSlYA 271’
' kampüste hiç mescid ölmediği için, yaklaşık bir km yol yürüyüp camiye vasıl olduk, i
Ama camii kapalıydı. Dıştaki avuçiçi kadar yerde de bir kaç erkek namaz kılıyordu
ve onlar da bize yardımcı olmaya çalışmak bir yana, "Görüyorsunuz yer yok, hâlâ ne
duruyorsunuz?" diyen bakışlarla bakmaya başlayınca namaz kılamadık. Hınçla geri
dönerken "Mübarekler camii değil, halıları koruma cemiyeti." dedim. Söylediğim şeyi
çök beğenmiştim ve devam da edecektim ki, arkadaşım, "Bunları şu anda konuş­
manın faydası yok" dedi. Zor oldu ama sustum. İçimde ince bir sızı, gerçekten ben
olmayacak konular üzerinde atıp tutarak kendini kandıran onca insandan biri miy­
dim? Düşünmekten, bunalıp, beyninizin bütün entellektüöl fonksiyonlarını durdurmak
istediğiniz olur mu hiç? Ben böyle zamanlarda radyonun FM kanalını dinlerim. Ne
olur ne olmaz, diğer kanallarda bir konuşmaya rastlarım, beni düşünmeye sevkeder
diye.
Kanalı çeviriyorum, bir türküler programı var. Bir ara türkünün sözleri kulağıma
çalınıyor: "Sevdiğimin dini var, imanı yok"
Nasıl nasıl? Dini var da imanı mı yok? Hay Allah ne demek istiyor bu türkü? işin
yoksa düşün şimdi, acaba bizim dinimiz var da imanımız mı yok?.....
KAYNAK: Kitap Dergisi, "Bayan Çokbilmişin Amları-3", Haziran/Temmuz/Ağustos
’9Q, ss. 86-89.
\
YARALANMIŞ BİLİNÇ
"Batı etkisi ve Batı’nın el altından yaydığı modernlik, günümüz İslâm dün-,
yasında çeşitli direniş alanlarına yol açmaktadır. Kâh bu toplamların acı­
sını çektiği tüm toplum sal eşitsizlikleri ve ahlâki çöküntüleri mucizevi bir
şekilde çözmesi beklenen köken mitolojisine doğru bir gerileme, kâh gün­
den güne daha tehlikelileşen bir kendini — ateşe— atış, bazen de yeni za­
manın meydan okumasına karşı kesin bir reddediş görülmektedir. Az ya da
çok sapkın bütün bu kaçış bahaneleri, aynı olayın farklı yüzlerini dışa vur­
maktadır; gözlemlenen tepkilerin şu ya da bu biçimi almaları, derin bir ra­
hatsızlığın belirtileri oldukları gerçeğini değiştirm ez. Bence bu rahatsızlık
büyük bir tarihsel olayın — en geniş anlamıyla modernliğin— anlaşamama­
sından ya da başka bir deyişle özüm senmemesinden kaynaklanmaktadır.
M odernlik hiçbir zam an olduğu haliyle, yani kendine özgü felsefi yeri
içinde, nesnel olarak göz önünde bulundurulm am ış, hep geleneklerimize,
yaşama ve düşünme tarzlarım ıza zorla kabul ettirdiği travmalı değişimlere
bağlı olarak değerlendirilm iştir. Bu noktadan hareketle, modernliğe karşı
her yargı, ilişkilerin başından beri ahlâki bir değerlendirmeyle donanmıştır:
Batı’nm maddi gücüyle karşılaşmasının başlarında, gecikmesini ve kendi­
sini Avrupa’dan ayıran uçurumu büyük bir şaşkınlıkla farkettiğinde, İslami
dünya modernliği övgüyle, daha sonra Batı etkisine kapanıp en uçuk fantazmları yeniden canlandırm aya başladığındaysa lanetle karşılamıştır. İlk
tepki alabildiğince coşkulu olmuş, İkincisiyse aksine, s.aplantflı bir redde­
dişin isterik dilini benim sem iştir. Her iki durum da da Batı hiçbir zaman,
geçm işiyle bir kopm a gerçekleştirm iş, kendine özgü yasaları ve kendine
özgü bir hakimiyet mantığı olan yeni bir paradigma olarak ele alınmamış,
aksine maddi gücü sayesinde bize sahip olm akta olan, en derin dayanak­
larımızı sarsmakta, göreneklerim izi saptırmakta ve bizi uzun vadede siya­
sal ve kültürel köleliğe düşürm ek için faziletlerim izi bozm akta olan gizli
güçlerin bir fesadı olarak görülmüştür.
Nahda (Uyanış) akımının ilk düşünürlerinin Avrupa’daki siyasi ve hukuki
sistem lere özel bir dikkat gösterm e onuruna sahip oldukları doğrudur.
Kişisel hak ve özgürlükler mefhumunu çekici bulmuşlardı. Ne var ki, bu ilk
zaman düşünürleri tıpkı bugünküler gibi tem el bir şeyi gözden kaçırdılar:
Fotoğ. M anuel Çıtak
faziletleri övülen bu tem el m efhum lar mucizevi bir reçetenin ürünleri değil,
istisnai bir tarihsel sürecin vardığı noktanın — tabiri caizse bir paradigma
değişiminin— ürünüydüler ve aşırı derecede bağlı olduğum uz, kamu sa­
hasını bütünüyle dolduran geleneksel değerleri tahliye etmeden, dolayı­
sıyla marjinalleştirmeden bizim dünyam ıza yerleştirilemezlerdi.
Öte yandan, birçok açıdan devrimci olan bu yeni,fikirler, geleneklerim i­
zin kapalı dünyasında çoğu zaman yer almayan başka gerçeklik katm an­
larına, başka toplum sal ilişkilere zemin hazırlıyorlardı.. Çünkü, dünyaya
bakışımızdaki toparlayıcı ve dinsel perspektifte bu gerçeklikler (tabii bun­
ların bilincine varıldığı zam anlar) ya yoktular ya da şeylerdeki maddi
olasılığa bağlı bir şekilde değerlendiriliyorlardı. Jacques Berque, Arap dilin­
deki ayırıcı niteliğe gönderm e yaparken haklı o la rak şöyle der: "Her
sözcüğü Tanrı’ya varan Arap dili gerçeği kavram ak için değil, örtm ek için
doğmuştur". Yeni gerçeklik alanlarıyla, bunları bilgi sahasının dışına ya da
dibine savuran, atadan kalma dirençler arasındaki gerilim lerin bilinçte bir
takım çatlam alara yol açması zorunluydu. Şeyler dışsal olarak değişm ek­
teyken, kafalardaki tasa n la r hâlâ eski tem sil etme biçim leriyle işlem ek­
teydi. Durum böyleyken vicdandaki bu ça tlam alar nasıl yaşanabilirdi?
İstesek de istem esek de bu sorun, dünyam ızı kırıp geçiren tüm zihniyet
çarpıklıklarındaki (ki bunlar çoktur) çözülmez sorun olarak önümüzde dur­
maktadır. Bu sorun ancak bu uygarlıkların savunucuları tarafından ortaya
çıkarılabilir, çünkü nasıl kimse bir başkasının yerine ölemezse, bizim için­
de yaşadığımız uygarlığın dışında bir uygarlıktan gelen biri de bu çatlama
deneyim ini varlığının her zerresinde hissederek ruhunda yaşayam az.
Başka bir deyişle bu çatlama, bize özgü olan ve başkasına devredem e­
yeceğimiz kaderim izdir."
D A R Y U SH
SH A YE G A N
Le regard m utile , s.13-15
(Çev. Haldun Bayrı)
İSLAM'A KARŞI İSLAM
İslam'ın 80'li yıllarda Türkiye gündemine iyice yerleşmesinden endişe du­
yanlar, bu olguyu iki ana nedene bağlama eğiliminde: 12 Eylül askeri reji­
mi ve ardından ANAP iktidarlarının, resmi ideolojinin yeniden oluşturul­
masında dinden alabildiğine faydalanmaları ve buna paralel olarak devlet
kademelerinde, toplumsal yaşantıda yukarıdan aşağıya, denetimli bir
İslamileştirme politikası uygulamaları..
Bu değerlendirmenin ilk zaafı, artık moda olduğu gibi, 12 Eylül
1980’in Türkiye için bir ıriilad olarak kabul edilmesi. Halbuki yönetici
seçkinler, Kemalist ideolojiden uzaklaşmaya Atatürk’ün ölümünün hemen
ardından başlamışlardı. "Milli Ş e f İsmet İnönü döneminde CHP’nin önde
gelenleri İslam’ı fazla ihmal ettiklerini itiraf etmek zorunda kalmışlardı.
Köylerde cenaze namazı kıldırabilecek din adamları bulunmadığından, dini
terbiye görmeyen gençlerin büyüklerine (ve tabii ki devlete) itaat etmedik­
lerinden yakınıyorlardı. Türkiye’de kurulan ilk ciddi imam-hatip liseleri ve
onları takip eden yüksek İslam enstitüleri bu kaygıların ürünüydü.
Demokrat Parti iktidarı ise kopuşu daha ileriye götürdü. Kemalist devrimleri "tutanlar-tutmayanlar” şeklinde ayırıp tutmadığını düşündüklerini
ayıklamaya girişti. İyi bir politikacıda dine bağlılık meziyetinin aranır ol­
ması da bu döneme özgüdür. Hükümetlerin artık sandıktan çıkmaya başla­
dığı Türkiye'de seçim kampanyaları, politikacıların yağmur çamur deme­
den halkın ayağına gitmesi, onlara vaatlerde bulunması çağını açmıştı.
Yerel parti örgütleri, yol, su ve elektrik dışında, halkın cami, din görevlisi
taleplerini de taşıyorlardı Ankara'ya.
Soğuk savaş dönemi devletle dini iyice barıştırdı. İç ve dış "komünizm
tehlikesi"ne karşı müslüman kalabalıklar harekete geçirildi. Dinsizlik teh-
276 AYET VE SLOGAN
didinin artık devletten değil komünistlerden geldiğini düşünen dindarlar, bu
manipülasyona gönülden ayak uydurdular. Kemalist dönemde devlet deste­
ğiyle "gericilerle" mücadele eden küçük devlet memurları, aydınlar, dindar­
lar tarafından devlete ihbar edilir oldu. Bol keseden din sömürüsü yapan
sağcı gazeteler ve politikacılar "Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri"
nin dindarlarla dolup taşmasını sağladılar. Kanlı Pazar örneğinde olduğu
gibi, devlet kendi resmi güçlerini kullanmaktan kaçındığı durumlarda bu
kalabalıkları Sol'un üzerine saldırttı.
Ülkedeki dini faaliyetleri Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla tümüyle
finanse eden devlet, bu teşkilatın yalnızca Sünni, hatta çoğu durumda diğer
üç fıkhi Sünni mezhebi de gözardı ederek, yalnızca Hanefi usullere göre
çalışmasına göz yumdu. Devlet memuru imam ve vaizler, Ankara'dan ken­
dilerine gönderilen kâğıtları cemaatlerine vaaz diye okuyarak, resmi ideo­
lojinin taşıyıcılığında öğretmenlerin yerine talip oldular.
Türkiye'nin son 70 yıllık tarihinin yazılmasında dindarlara büyük
görevler düştü. Önemli siyasal ve toplumsal dönüşümlerde hep "yeni­
leştirici” tarafın yanında aktif şekilde yer aldılar: Kurtuluş Savaşı'mn milli
özü İslam tarafından alabildiğine beslendi. Demokrat Parti'yi dindarlar oya
boğdu. 27 Mayıs sonrasında Adalet Parlisi'ni yine onlar iktidara taşıdı.
70'li yıllarda Milli Selamet Partisi'ni koalisyonların anahtarı haline
müminler gelirdi. 80'lerde Anavatan Partisi'nin ünlü dört kanadından ağır
basanı muhafazakârlardı.
Dolayısıyla devlet kadrolarının İslamileştirilmesi de yıllar öncesinden
başlayan bir süreç. Özellikle 60'lı yıllardan itibaren bürokrasinin birçok
mevkii, iyi eğitim (başta mühendislik) görmüş taşra kökenli dindar aile
çocuklarınca dolduruldu. Bu müslüman aydın kuşağı politikaya bizatihi
atılıp (MNP-MSP), koalisyonlarda kilit bakanlıklar elde edince, bu kadro­
laşma daha da alenileşti.
12 Eylülcüler, "emir-kumanda zinciri" içinde tüm ordu mensuplarını
darbenin sorumluluklarına dahil edebilmek, en genel anlamda vatandaşlar
nezdinde meşruiyete ulaşabilmek ve Batı'nm şimşeklerini çok fazla çek­
memek için gürültülü bir biçimde Atatürkçülüğe dönmek durumunday­
dılar. Bu nedenle "irtica" onların düşmanlarından biriydi, "görüldüğü yerde
ezilmeli”ydi.
Fakat miadını çoktan doldurmuş, hayatın her alanını (özellikle gündelik
yaşamı) kuşatmayı hiçbir zaman becerememiş ve becermesi de mümkün
İSLAM'A KARŞI İSLAM ?77
olmayan Atatürkçülük aracılığıyla ülkenin "yeniden inşa edilmesi" imkân­
sızdı. Toplumdaki sınıf çelişkilerinin şiddetli bir sınıf mücadelesine dö­
nüşmesine engel olabilmenin, vatandaşların devlete ve onun baskıcı uygu­
lamalarına saygı ve itaat gösteren "zararsız” insanlara dönüşmesinin (veya
hep öyle kalmasının) yolunun, yukarıdan aşağıya toplumun birçok kurumunun denetimli bir şekilde İslamileşürilmesi politikasının hızlandırıl­
masından geçtiği düşünüldü.
Bu aşamada askeri rejimin karşısında kabaca iki müslüman kesim vardı:
Laikliği şu ya da bu biçimde benimsemiş "sıradan" müslümanlar; gele­
nekçi İslami cemaatler içinde yer alan, daha dindar görünümlüler. Birinci
kesime yönelik "tebliğ" faaliyetini kimi zaman bizzat Kenan Evren üst­
lendi. Kalabalık mitinglerde İslam'ın ne kadar "akılcı, çağdaş, ilerleme ve
yeniliklere açık..." bir din olduğunu, Kuran ve hadisten örnekler vererek,
birçok konuda ictihad yaparak anlattı. İkinci kesimle ise değişik yöntem­
lerle ilişki kuruldu. Özellikle Anayasa oylaması konusunda pazarlıklar
edildi, lider kadrolara gözdağı verildi. İşin özü şuydu: "Siz bizim aleyhi­
mizde çalışmaz ve yardımcı olursanız, biz de size zorluk çıkartmayız, hatta
işinizi kolaylaştırırız." Çoğunlukla Osmanlı'dan gelme, devletin dümen
suyunda ortodoks bir Sünni geleneği izleyen önemli İslami cemaatler bu
teklife yanaştılar. Zaten "komünizm, dinsizlik ve anarşi belalarına" dur
diyen darbeye fazla itirazları olmamıştı. Ülkenin düşünen insanlarının
çoğunu hapislere dolduran, süründüren 12 Eylülcüler, devlet işlerini emek­
li askerlerle daha fazla yürütemeyeceklerini anlayınca bu cemaatlerden
yetişme, taşra kökenli üniversite mezunlarını bağırlarına bastılar.
Generallerden farklı olarak, kadrosunda çok sayıda dindar barındıran
(başta Nakşi geleneğinden gelme Turgut Özal) ANAP ise, onların kaldık­
ları yerden devam etti. Toplum ve devletin İslamileştirilmesi politikasını,
Atatürkçülük maskesine gerek duymadan, daha hoyratça sürdürdü. Bunun
hukuki zeminini sağlayabilmek için, 12 Eylül'ün topluma hediye ettiği
Anayasa'ya, yasalara ve bir dizi uygulamaya (özellikle güvenlik soruştur­
ması) fazla dokunmadı.
DİNE D Ö N Ü $Ü N KİMLİĞİ
Devlet eliyle yürütülen İslamizasyon politikası Türkiye'de yaşanan "dine
dönüş" olgusunu açıklamakta çok önemli olsa da yeterli değil. Çünkü tek
2,78 AYET VE SLOGAN
başına bu yaklaşım toplumsal hareketliliğin öznesi olan bireyi küçüm­
süyor, onu değişen koşullara birebir uyan, "dış etmenler" tarafından ko­
laylıkla yönlendirilen bir nesneye indirgiyor.
"Dine dönüş", olmayan bir şeyin keşfedilmesini değil, varolan bir şeyin
hatırlanmasını kavramsallaştırıyor. Önce hatırlanan şeye, İslam'a bakalım:
Günümüze kadar tahrif olmadan gelen Kuran, insanları Allah'a iman et­
meye çağırmanın dışında, diğer kutsal kitaplardan daha ayrınülı olarak, on­
lara "bu dünyada” nasıl yaşamaları gerektiğini söylüyor. Hz, Muham­
med'in devlet yönelimini de içeren sünneti, müslümanlar gözünde toplum­
sal yaşamın tartışmasız örneğini oluşturuyor. Ayrıca 1400 yılı aşkın bir
İslam tarihi, inananların istedikleri gibi dersler çıkarmasına müsait.
İslam'ın herşeyi içeriyor görünmesi, daha doğar doğmaz kulaklarına
ezan okunan bireylerin kendilerini güçsüz hissettikleri durumlarda ona sa­
rılmalarını kolaylaştırıyor. Birçok bireysel çaresizlik anında (sevilen biri­
nin ölmesi, önemli başarısızlıklar sonrası, önemli sınavlar öncesi, top­
lumdan yalıtılmışlık...) bir müslüman gerek Kuran okuyarak, gerekse
doğrudan doğruya Allah'la konuşarak kendine geniş bir onlolojik güven
alanı açabiliyor.
Yine bir müslüman bir camide cemaatle namaz kılarak, bir tekkede
diğer müridlerle birlikte zikrederek, bir şeyhin elini öperek bir toplüluğa
ait olma ihtiyacını giderebilir. Kırgın olduğu birisiyle, dini bir bayramı
vesile ederek rahatça barışabilir. Hiç tanımadığı insanlarla Allah'ın sela­
mını vererek diyalog kurabilir...
Özetle; yalnız, çaresiz, muhtaç, üzgün, hasta, yoksul, yoksun, kırgın,
hüzünlü, güçsüz, sessiz, sömürülen, aldatılan, anlaşılmayan, horgörülen,
aşağılanan, önemsenmeyen, ihmal edilen, saldırılan, ezilen... insanlar için
kendilerini günde beş kez yüksek sesle çağıran Allah'a sığınmak geçici de
olsa bir kurtuluş.
Kapitalizmin kendi iç dinamikleriyle değil de, emperyalizme bağlı ola­
rak yukarıdan aşağıya geliştiği Türkiye'de bazı insanların ezana daha çok
kulak kabartması olağan. Gelir dağılımındaki uçurumun giderek derin­
leştiği, işsizliğin, yoksulluğun çığ gibi büyüdüğü bir toplumda insanların
önünde hep üç seçenek var: Düzeni değiştirmek için mücadele etmek; sınıf
atlayıp ezenlerden olmak için mücadele etmek; herşeyi olduğu gibi kabul­
lenip mücadele etmemek.
Büyük fedakârlıklar ve çileler gerektiren birinci şık, ülkede sahici alter-
İSLAM'A KARŞI İSLAM 279
natifler de yeşeremediği için, küçük bir azınlık tarafından benimsendi;
ikinci şık hep gönüllerde yatan aslan oldu; sonuncusu ise yaşandı. Adalet­
sizliklere, haksızlıklara karşı mücadele (cihad) etmeyi inananlara farz kılan
İslam'ın bu yönü gözardı edilir, ettirilirken; onun ticareti olumlaması,,
zengin-fakir ayrımım onaylaması hatırlandı, hatırlatıldı.
Kapitalizmle birlikte atalarından gördükleri gibi yaşayan kalabalıkların
değerleri, gelenekleri altüst oldu. Yabancı patentli kültür aşısı ya tama­
men, ya kısmen tuttu, ya da hiç tutmadı. Yeni modernist kültürü benim­
seyenler Batı'yı en azından on yıl geriden izlediler. Kendileriyle aynı tavrı
almayan yurttaşlarım küçümsediler, onlara yabancılaştılar. Öykündükleri:
Batı'nın kendilerine hâlâ eşit muamele yapmamasının suçunu "geri kafalı":
vatandaşlarına attılar. Hatla onları sık sık Batı'ya şikâyet ettiler. Ülkeleri- j
nin "egzotik" yönlerini Batı'ya pazarlayıp ihya olanlar da çıktı.
i
.C^Modernist Öğelerle gelenekleri birlikle yürütmeye çalışanlar hep iki ara-.
da bir derede olmanın sıkıntısını yaşadılar. Ezan okunduğu sırada televiz- 1
yonu kapatanlar; teravih ile sahur arasını kahvede okey, çanak, ellibir o y -:
nayarak geçirenler; İslam sosyetesi; bilgisayarlarla Allah'ın varlığım
kanıtlamaya çalışanlar; ölene kadar akrabalarından dinsiz olduklarını sak- ;
layıp dini törenle gömülenler... hep bu kesimden çıktı. Solcuların büyük ;
kısmı, bu kesimin en ilginç melezliklerini üretmekle göz doldurdu. Köylü
türküleriyle kapitalizme kafa tuttular. Evlilik dışı ilişkiyi hoş karşıla-;
madılar. Kız militanlara "bacı", erkeklere "hoca" sıfatını uygun gördüler.
Militan adaylarına dini dogmalarından arınmayı şart koşup, sonra onlara
madde madde diyalektik ezberlettiler."^
Moderriizme mutlak bir karşı çıkış içinde olanlar ise geleneklerini ye­
niden üretme yoluna gittiler. Bildikleri, yaşayageldikleri dinin kendilerine
yetmediğini farkettikleri anlarda yetersizliğin kendilerinden kaynaklandı­
ğını düşündüler. Unuttuklarını, ihmal ettiklerini, bilmediklerini sandık­
larını bulmak için muazzam bir kazı faaliyetine giriştiler. İslam'ın kay­
naklarına ulaşamadıkları oranda, bilenlerden yardım umdular. En ufak bir
noktada dahi fetva peşine düştüler. Özellikle herşeyi tanıdıkları kırdan,,
hiçbir şeyi tanımadıkları kentlere göçenler arasından İslami bir cemaatte
huzur ve güven arayan çok kişi çıktı.
Modem toplumda "her koyun kendi bacağından asılır". Bu nedenle her
bireyin kendine sağlam bir kimlik bulması gerekiyor. Öyle bir kimlik ki
iyice küçülen ve. aynı ölçüde karmaşıklaşan dünyada bütün olup bitenleri
280 AYET VE SLOGAN
açıklayabilsin; bu cangılın içinde bireye azim, direnç, umut... versin.
Modern toplumda "sürüden ayrılam kurt kapar". Modernizm sık sık tek
başına bıraktığı insana bütün bireysel kahramanlık kapılarını da kapıyor.
Hem geniş aile yapılarını parçalıyor, hem de birey birşeyleri değiştirmek
istediğinde, onu başkalarıyla birlikte hareket etmeye zorluyor.
Nurculuk hareketinin ilk yılları, birey-cemaat diyalektiğini sağlayabil­
mede Türkiye'de İslam'ın ne denli avantajlı olduğuna iyi bir öriıek oluş­
turuyor. Said Nursi'yi dinleyerek veya onun risalelerini okuyarak modernizme karşı kendilerini donanımlı hisseden Nur talebeleri, bu risaleleri elle
çoğaltıp yayarak, gizli dersanclerdeki Nur derslerine katılarak güçlü bir bi­
reysel ve toplumsal kimliğe sahip oluyorlardı. (Bu kitapta ele aldığımız
tüm İslami oluşumlarda bu ikili özellik yar gözükse de kurumsallaşmış
cemaatlerde genellikle bireyin rolünün geri plana itilmesi; radikal veya
entelektüel çevrelerin ise güçlü cemaat yapılarına dönüşememesi gözardı
edilmemeli.)
İslam’ın dışında insanlara bireysel ve toplumsal bir kimlik sunabilme
durumundaki belki de tek ideoloji olan solun deneyimleri ise trajik bir
çizgi izliyor. Sosyalizmin koşullarının olgunlaşması adına ülkedeki kapitalistlcşme sürecine açık destek veren sol, dolayısıyla modernleşmenin,
Kemalist devrimlerin ve yönetici seçkinlerin müttefiki; geleneğin, kala­
balıkların düşmanı oldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında Balkan göçmenleri­
nin, gayri-müslim azınlıkların ve bir avuç aydının taşıyıcılığım yaptığı
sosyalist hareket, bu tercih nedeniyle, yıllar boyu mutlak anlamda illegal
bir cemaat olmanın ötesine geçemedi. 60'lı yıllarda ise öğrenci gençlik
için en cazip kolektif kimlik oldu. 12 Mart sonrasında umulmadık ölçüde
yaygınlaşan sol, yeni durumun coşkusu ve sürekli eylem durumu nede­
niyle bireysel arayışları 1972'de dondurdu. 12 Eylül'ün ardından ise bütün
suç cemaat ilişkilerine atılıp bireyin keşfine çıkıldı,
K A PİTA LİZM H ERŞEYE KADİR DEĞİL
•'!
Türkiye'de dine dönüşten bahsederken modernleşme düşüncesinin iflas et­
tiğini, insanların akın akın İslam’a koştuğunu kastetmiyoruz. Kastettiği­
miz, yüzde 97’sinin müslüman olduğu söylenen Türkiye'de "toplumlar
için din olmazsa olmaz" düşüncesinin daha da yaygınlaştığı; sorulduğunda
"Elhamdülillah müslümanım" cevabını gür bir şekilde verenlerin sayısının
İSLAM'A KARŞI İSLAM 281
arttığı; öğrenci gençlik için dinin yerle bir edilmesi gereken bir tabu ol­
maktan çıktığı; tesettürün olağan karşılanmaya başladığı ve İslamcı
düşüncenin hukuki ve toplumsal meşruiyet kazandığı.
Kapitalizm, geleneksel toplumdaki dayanışma ağlarının çoğunu lağve­
dip bunların yerine yalnızca devleti koymaya çalıştı. Ancak "kâr-zarar he­
sapları"™ herşeyin önüne geçirip sosyal devlet anlayışından uzaklaştıkça
hizmet sektöründe derin boşlukların ortaya çıkmasını engelleyemedi. İşte
kapitalist devletin elinin uzanamadığı birçok alanda İslami cemaatler gele­
neksel dayanışma ağlarını yeniden canlandırarak özellikle yoksulların sem­
patisini kazanmayı bildiler. Örneğin cemaatler içindeki dayanışma ağları
sayesinde kiralık ev, iş, iş kurabilmek için ödünç sermaye bulmak kolay­
laşıyor.
Modern toplumun temel direği olan eğitim alanında İslami cemaatler
devlete ciddi biçimde alternatif dürümdalar. Yoksul öğrencilere karşılıksız
maddi olanaklar (burs, pansiyon...) sağlama konusunda, başta Süleyman­
cılar olmak üzere, tüm köklü İslami yapılanmalar ciddi alternatifler sunu­
yorlar. Olayın bir başka boyutu da, dindar ailelerin, devlet ya da özel
sektörün çocuklarına sundukları olanaklara (özellikle barınma konusunda)
ahlaki nedenlerle fazla güvenmemeleri.
Kapitalizmin yatırım yaparken insanların dini inançlarını göz önüne al­
maması, genellikle cemaatler içinden "İslami" şirketlerin çıkmasına neden
oluyor. İleride daha geniş olarak değineceğimiz gibi, dini metalaşüran bu
şirketler, faaliyetlerinin esasının "hizmet... hayır" olduğu konusunda
müminleri ikna edebiliyorlar. Örneğin İslami kooperatifler genellikle
büyük şehirlerde müslüman siteler kuruyorlar. İslami turizm şirketleri
"alternatif" tatiller düzenliyor. Özellikle dindar kadınlar İslami kliniklerde
tedavi oluyor...
Türkiye’nin nüfusunun katlanarak artmasında doğum kontrolüne pek itibar etmeyen dindar ailelerin katkısı büyük. Dindarlarla dindar olmayanlar
arasındaki nicelik farkı bu kesimlerin nüfus planlamasına bakışma göre de
değişime uğruyor. (Üçüncü dünyadaki nüfus patlaması Batı ülkelerini
nasıl ürkütüyorsa, Türkiye'nin Batıcı kesimlerinin de benzer bir tedirginlik
içine girmesi olağan olacaktır.)
282 AYET VE SLOGAN
SOL'UN İS L A M ’A KATKILARI
Birbirleriyle içiçe geçmiş olsalar da dine dönüşle İslami hareketin güçlen­
mesi olgularını ayrı ayrı ele almak gerekiyor. Örneğin Türkiye'de ve
dünyada sol hareket her iki olguya da ayrı ayrı katkıda bulundu. Başlan­
gıçta birine olan katkısı diğerinin de işine geldi. Ama sonuçta İslamcılarla
dindar kalabalıklar arasındaki bir dizi çelişki ve çatışmaya damgasını vur­
muş oldu.
DP iktidarıyla birlikte, devletin din üzerindeki maddi ve manevi baskı­
ları azaltma politikasının belirgin olarak izlenmesi yeni bir düşman bul­
mayı gerektirmişti. Komünizm, zaten İslam'ın düşmanı olarak görülü­
yordu, bu aşamadan sonra "baş düşman" oldu. Sosyalist ülkelerdeki (özel
olarak SSCB'ye bağlı müslüman cumhuriyetlerdeki) din karşıtı uygulama­
larla pekişen bu anti-komünizm uzun bir süre müslümanların yegâne poli­
tik tavrı oldu.
Sol ise yangına körükle gitti. Etkilerinden bir türlü sıyrılamadığı Ke­
malizmin ”ilericilik-gericilik" ikilemine sadık kalarak dindar kalabalıkları
karşısına aldı. 70'li yıllarda şiddetlenen geleneksel Alevi-Sünni çatışma­
sında kısa yoldan "ilerici" olarak nitelendirdiği Alevilerin sallarında yer
aldı. Bu tercih İç Anadolu'nun Sünni çoğunluğunun İslami bir hattan faşi­
zan bir çizgiye kaymasına katkıda bulunmakla kalmadı, Sol'un Alevileşmesine (gösterilmek istendiği gibi Aleviliğin solculaşması değil) yol açtı.
70'li yılların genç militanları, her ne kadar "halkın değerlerine saygısız­
lık etmeme"yi ilke olarak benimsemiş gözükseler de, solcu olmanın baş
şartlarından birinin dinsizlik olduğu düşüncesiyle sağda solda "devrimden
sonra camilerin spor salonu vs. yapılacağını" söyleyerek; "Tamam insan­
ları Allah yarattı. Peki onu kim yarattı?" gibi "bilimsel" argümanlarla di­
ni "mahkûm ederek" hem dindar kitlelerdeki anti-komünizmi beslediler,
hem de sola meyilli birçok insanı İslamcı saflara iteklediler. (Dünyada so­
ğuk savaştan eser kalmadığıHSQşyaliş| sistemin çözüldüğü, anti-komünizmin anlamını yitirdiği şu günlerde, Türkiye'de anti-komünist propaganda
hâlâ insanlar üzerinde etkili olabiliyorsa, insanları dinlerine daha fazla bağlayabiliyorsa, bunda, bazı solcuların yerlerinde saymalarının rolü büyük.)
Dindar kalabalıklar komünizm tehdidiyle safları sıklaştırırken, bu ta­
banın içinden doğan politik İslamcı oluşumlar Sol'dan kopya çekmekten
İSLAM'A KARŞI İSLAM 283
geri durmuyorlardı. Tüm İslam dünyasında olduğu gibi Türkiye'de de sos­
yal adalet, eşitlik gibi değerler 20. yüzyılda müslümanların gündemine sol
sayesinde girdi. Bolşevik, Çin, Küba devrimleri güçlü merkezi devletlerin
halk tarafından yıkılabileceğini İslamcılara gösterdi. Türkiye'de de THKO,
THKP-C eylemleri genç müslümanlar tarafından sempatiyle karşılandı.
THKP-C'nin siyasal düzeni tanımlamak için kullandığı "oligarşi” teriminin birçok radikal İslamcı grup tarafından benimsenmesi (12 Eylül öncesi
bir İslamcı dergi "Katil oligarşiyi ancak biz yıkarız" kapak spotuyla çıkmıştı) hâlâ geçerli. Solun Türkiye'ye soktuğu "tek yol" mantığı radikal
İslamcılarda "Tek Yol İslam... Tek Yol Cihad..." sloganıyla mevcut;
Çoğaltılabilecek bu örnekler, radikal eğilimlerin son tahlilde benzer
söylemlere sahip olduklarını gösteriyor.
Sol ile İslamcılığın benzerlikleri yalnızca her iki kesimin radikalleri:
arasında, yalnızca üslup bakımından söz konusu değil elbette. Örneğin'
Bülent Ecevit'in sosyal-demokrat CHP'si ile Prof. Necmettin Erbakan'm:
İslamcı MSP'si pekâlâ uzun süre koalisyon ortaklığı yapabildiler. 12;
Eylül sonrası sivil toplum tartışmaları sırasında solcu ve İslamcı aydınlar
bir araya gelebildiler. Halen Avrupa'da Milli Görüş Teşkilatı ile solcu der-.
nekler göçmen işçilerin sorunlarının çözümü için aktif eylem birliği:
yapıyorlar...
Solun İslami harekete en son katkısı, bu kitabın ilk bölümünde (İsken- i
der Paşa Cemaati) geniş bir biçimde tartıştığımız gibi, İslamcı düşüncenin
toplumsal meşruiyet kazanması sürecinde yaşandı. (15 günlük) Yeni
Gündem dergisi sayfalarını İslamcı aydınlara ya da İslam'ı önemseyen sol
kökenli yazarlara açarak karşılıklı tanışma, konuşma, tartışma sürecini
başlattı. Her iki kesimden yükselen yoğun itirazlara, karalama kampanya­
larına rağmen bu diyalog bir müddet başarıyla sürdü. Sonuçta sol ve onun
etki alanı içindeki kesimler İslamcıların varlıklarını kabul ettiler, kısmi de
olsa onlardan etkilendiler. İslamcılar ise, ilk bakışta, "dinsiz de olsalar sol­
cuların içinde birkaç dürüst aydın var" anlayışından öteye gitmediler. Ama
zaman içinde, en azından her iki kesimin "bağımsız" aydınlarının benzer
sorunları, benzer yöntemlerle tartıştıkları gözlendi (Müslüman Entelijan­
siya bölümüne bakınız).
Son on yıl içinde gençlerin etki ve belirleyiciliğinin daha da artması
İslami hareketi hızla politikleştirdi. Bu, ister istemez soldan esinlenmele­
rin artışı anlamına geliyordu. Sonuçta İslami kesim içindeki çelişki ve
j
I
j
j
i
j
!
j
;
J
'
İSLAM'A KARŞI İSLAM 2^5
ayrılıklar keskinleşti. İslamcılar birbirleriyle uğraşmaktan, toplumdaki
dine dönüşün gerisine düştüler, hatta bu dalganın önüne zaman zaman set
çektiler. Fakat İslam denilince nedense akıllarına yalnızca "kör testere" ge­
len "laikler" bu tür ayrıntılarla ilgilenmedikleri için her dindarı şeriatçı,
her türbanlı kızı militan yaparak düşenin dostu oldular.
M O D E R N İZM E
K A R Ş I M O D E R N L E ŞM E
Müslümanlar arasında ihtilafların, çelişki ve çalışmaların tarihi Hz. Mu­
hammed'in ölümünden kısa bir süre sonraya dayanıyor. Müslümanlar
bugüne kadar "kâfirler" dışında birbirlerini de öldürdüler. Devletler kurul ­
du, yıkıldı; güçlü olan hilafeti ele geçirdi. İslam’ı yorumlayıp yaşamada
farklı eğilimler, gelenekler ortaya çıktı. Bir dizi mezhep, tarikat, ccmaa
vs. tarihe karıştı, değişen koşullarda onların yerini yenileri aldı.
Tanzimat'la birlikte başlayan Batılılaşma süreci, müslümanlar arasın­
daki tarihten gelen ayrılıkları derinleştirip onlara yeni görünümler k a ­
zandırdı. Cumhuriyetle birlikle müslümanların modemizme karşı genel o-,
larak üç farklı tutum benimsediği görülüyor:
1)
lienı kültürü, hem teknolojisiyle modernleşmeye sahip çıkmak. Bu
yaklaşımdaki müslümanlara göre modernizmin değerleri İslam'ın özüyle
çelişmiyordu. Başta laiklik olmak üzere tüm Kemalist devrimler "yobaz ­
lar" yüzünden geri kalmış olan dini ve müslümanları ilerletcbilirdi. Baş;
langıçta hem Batılı, hem dini eğitim almış bir avuç aydın tarafından savu­
nulan bu görüş zaman içinde halkın çoğunluğu tarafından benimsendi.
Günümüzde "sıradan müslümanlar" olarak tanımlanan bu kesimin İslamcı
düşünceyle ilgisi yok ve hâlâ güçlerini koruyorlar.
.^İslam'ın yalnızca iman ve ibadet boyutlarını yaşayan bu kesime g e­
leneksel İslami yapılanmalardan da katılanlar oldu. Önce Aleviler ve Bcktaşiler, ardından Mevleviler. Çok partili hayatla birlikte bu kervana Cerra •
hilik, Rufailik, Rifailik gibi tarikatlar, Kadiriliğin bazı kollan da katıldı.
Nakşi geleneğinden gelmekle birlikte, emekli Albay Hüseyin Hilmi Işık,
60’lı yıllardan itibaren etrafında oluşturmaya başlacfiğTcemaati değiştire
dönüşlüre aynı rotaya oturttu (günümüzün Türkiye gazetesi). Şeriatla bağ­
ları koparılmış tarikat faaliyetini, tasavvufi ritüellerin yeniden üretilme­
siyle sürdüren bu çevrelere son olarak, bambaşka yöntemlere sahip olan
Adnan Hoca ve Edip Yüksel dahil oldu.
286 AYET VE SLOGAN
2) Batı'nın teknolojisini alıp İslam kültürünü muhafaza etmek.
Müslümanların Baü karşısında yenik düştüklerini kabul ettikleri andan iti­
baren ortaya çıkan bu görüşün savunucuları, tek parti döneminde iktidarla
"muhalif bir uzlaşma" içindeydiler. Onlar da Kemalistler gibi "bidat ve hu­
rafelerin" ilerlemeye engel olduğu kanısmdaydılar. Kemalistlerden ayrıldık­
ları nokta, bu ayakbağlarını ayıklayıp yerine İslam'ın "gerçek-öz" değer­
lerini geçerli kılmaktı.
Genellikle medrese çıkışlı aydınlarca savunulan bu görüşe Said Nursi
toplumsal bir pratik kazandırdı. Günümüzde yine Nurcular tarafından açık
açık sürdürülen bu yaklaşım aslında dindar kalabalıkların ezici çoğunluğunca benimseniyor.
3) Batının hem teknolojisine, hem kültürüne karşı çıkmak. Kemalist
devrimler döneminde, halk İslam'ı ve onun başlıca örgütsel gücü tarikatlar
bir müddet kabuklarına çekildiler. Kendi varoluşlarını olumlama ve koru­
manın tek yolunu, toplumdaki her türlü değişme ve gelişmeye karşı çık­
makta buldular. Ancak tepkileri esas olarak kültüreldi (Atatürk heykeli
kırma, yeşil bayrak açma, şapka giymeme). Devletin dine karşı üslubunun
yumuşamasıyla onların da sanıldığı kadar teknolojiye karşı olmadıkları
anlaşıldı. Örneğin, aynı tarikat yapılarının vücuda getirdiği MSP "ağır sa­
nayi hamlesi" sloganım kendine bayrak edindi.
Modemizme karşı bu üç ayrı tavır bir noktada birleşiyor: Modemizmle
uzlaşma. Onu bir dost; bir yarı dost-yarı düşman; bir düşman olarak algı­
layanlar, modernizmin kendilerinden üstün durumda olduğunu kabulleni­
yorlar. Her üç tavır da, hareketlerini, programlarını modemizme göre ayar­
lıyor. Çünkü kimse "çağdaş uygarlık düzeyi"nin gerisinde kalmak iste­
miyor. O düzeyi yakalayabilmek için kalkınmak, sanayileşmek, büyü­
mek, ilerlemek istiyor.
Modernizmin hayatın her alanına nüfuz ettiği, sürekli bir şeyleri yıkıp
geçtiği bir toplumda, onun hem maddi, hem manevi yönlerine karşı
çıkmak, iktidara değil, Mahmut Hoca'nın İsmail Ağa Dergâhı gibi bir get­
toya götürebiliyor müslümanları. Çünkü modern teknolojiye İslami bir
alternatif çıkarmanın yolu toplumsal yaşantının İslami esaslara göre
örgütlenmesinden geçiyor. Medreselerin kapatıldığı, Arap alfabesinin unu­
tulduğu, kılık-kıyafetin bile yasalarla belirlendiği bir toplumda; en önem­
lisi gündelik yaşamın namaz saatlerine göre düzenlenmediği, insanların
cuma değil, pazar günü tatil yaptığı bir toplumda İslamcıların mücadelesi
İSLAM'A KARŞI İSLAM 287
Lâ ilâhe illallah»
mecburen ideolojik ve poli­
tik olacaktır.
Dolayısıyla politik ikti­
darı ele geçirmek amacındaki
İslamcılar, nihai hedefleri ne
olursa olsun, şeriat düzenine
ulaşana dek, Hz. Muham­
med'e atfedilen bir "hadis"
ışığında, "düşmanın silahıyla
silahlanma"yı önceliyorlar.
Kolalı içeceklere, kâğıt men­
dile karşı çıkan, insanoğlu­
nun Ay'a ayak basmasını
önemsemeyen, ekonominin
yatağını değiştirmeye çalıştı­
ğı iddia edilen Mehmed Za­
hid Kotku, "Hani nerde tay­
yare ve top fabrikalarımız?"
ALLAH İÇİN SAVAŞTA
YENİLGİ
YOKTUR ASLA
diye sorarken "cihad aşkım"
KANIMIZLA ATARIZ
gerekçe gösteriyor. İşlerini
İMZAMIZI HER ASRA
faizle görmekten, netameli
ticari ilişkilere girmekten çekinmeyen Süleymancıların bahanesi
Türkiye'nin dar-ül harp olduğu. Bir yandan ezanın mikrofonla okunup
okunmamasını tarüşanlar diğer yandan pırıl pırıl dergiler çıkartıyor, teyp
ve video kasetleriyle tebliğ yapıyorlar. Radikaller her fırsatta kalaşnikof
resmi basıp, ölen VietnamlI gerilla fotoğrafının altına (ünlü "Why?" pos­
teri) ayetler yazıp kartpostallar ya da yeni posterler üretiyorlar...
A Y E T İN
S LO G A N L A Ş M A S I
^Cum huriyet döneminin kaba hatlarıyla üç müslüman tipi yarattığı
söylenebilir. Laik düzenin teminatı olan modem müslümanlar; İslami ha­
reketin kitle tabanı olan gelenekçi dindarlar; İslami hareketin kadroları
olan İslamcılar. İslamcı kadrolar, ilke olarak, politik bir mücadele içinde
oldukları modem müslümanlara da "hakiki" İslam'ı tebliğ ediyorlar. Fakat
bu konuda pek başarılı oldukları söylenemez. İslam'ı bayram namazlarına,
288 A,YET VE SLOGAN
Fatiha suresine, mevlitlere, cenaze namazlarına indirgeyen bu kesime ula­
şabilmekte, onlarla "anladıkları dilden konuşmaya" gayret.eden spekülatif
bilimselci Nurcu çevreler daha şanslı. Ayrıca bu kesim, kendisi için ye­
terli bir İslam yorumunu yeniden üretebilecek Yaşar Nuri Öztürk, Lütfü
Doğan, Bahriye Üçok, Tayyar Altıkulaç, Hamdi Mert gibi ilahiyatçılardan
hiçbir zaman mahrum kalmıyor^
İslamcılarsa tebliğ faaliyetlerini esas olarak gelenekçi dindarlara yönelti­
yorlar. Bu kesimi sofu dindarlığın pasifizminden ideolojik-politik bir bağ­
lanmanın aktivizmine çekebilmekte, önlerine, tarih boyunca devlete itaati
kendine şiar edinmiş gelenek engeli çıkıyor. İşte İslamcılar arasındaki,
şeriat düzenine nasıl geçilebileceği tartışmaları sırasında beliren yöntem
farklılıkları ilk sınavını bu karşılaşmada veriyor.
Evrimci bir hattı benimseyen köklü ve kurumsallaşmış cemaatler bil­
fiil içinde yeraldıkları geleneksel ilişki ağlarını kendileriyle birlikte dönüş­
türmek istiyorlar. Yüzyüze görüşmelerin, vaazların yerini kasetler alıyor.
Öte yandan periyodik yayınlar ve kitaplar düşünce iletiminde mcrkpzi bir
işlev kazanıyor. Yurdun dört bir yanındaki cemaat bağlıları toplandık­
larında (zikir, rabıta, Nur dersleri...) bu yayınları da tartışıyorlar. İçlerin­
den, şeyhlerinin "başyazılarını" çerçeveletip duvara asanlar da çıkıyor.
Kuşkusuz bütün bu yayınlar cemaatlerin tebliğ çalışmalarının ana mater­
yalleri.
Evrimci çizgi, gelenek ile modernlik (söz ile yazı, din ile politika, ayet
ile slogan...) arasında önce bir denge kurup, ardından bu dengeyi İkincisi
lehine yavaş yavaş kırmayı hedefliyor. Bu çizginin en başarılı uygulayı­
cıları bizce İskender Paşa Cemaati ve Fethullahcılar. Kuşkusuz onların
gerisinde kalanlar (Erenköy, Adıyaman cemaatleri...) ve onlardan ileriye
gidenler de (RP, Yeni Nesil, "Yeni" Yeni Asya...) mevcut.
Bu kitabın "radikaller" kısmında ele aldığımız çevreler ise dindarların bir an önce politikleşmesini istiyorlar. Bu aceleci tutumlarının onay gör­
memesinin bütün suçunu geleneklere yükleyerek onlara savaş açmaktan
çekinmiyorlar. Bu gelenek karşıtlığı onları dini mutlak anlamda politikleştirmeye, ayeti sloganlaştırmaya itiyor. Böylece yalnızca dindar kala­
balıkları değil, yukarıda değindiğimiz gelenekçi İslami yapılanmaları da
karşılarında buluyorlar.
: ■
Gün geçtikçe daha da marjinalleşen bu devrimci çizginin en aşırı örnek­
leri İktibas dergisi ve Hizbullahiler. Fakat bu sonuncular içinden bir gru-
İSLAM’A KARŞI İSLAM 289
bun kitleselleşebilmek için tasavvufa "hoşgörüyle" bakmaya başladığı bi­
liniyor. Girişim çevresi "İslami Vahdet" uğruna bütün çelişkileri dondur­
ma eğilimiyle dikkat çekiyor. Cemalettin Kaplan fazla ileri gittiğinin bi­
linciyle adımlarım geriye atmakla meşgul. Hiçbir zaman bağımsız bir
çizgi oluşturamayan Mektup dergisinin radikalliği ise.kadınlara çarşafı
dayatmaktan öteye gidemiyor. Mealciler zaten politik iktidar tutkusundan
sıyrılmış halde, kültürel bir çevre olarak varlıklarını sürdürüyorlar.
Türkiye'de İslami hareketin son on yılım incelemenin anahtarı radikal­
lerle gelenekçiler arasındaki çelişki ve çatışmalar. Bir yanda devletin İslamizasyon uygulamaları, diğer yanda, başla Ortadoğu olmak üzere müslü­
man ülkelerde "devrimci" İslamcıların üstüsle başarılar kazanması, İran
İslam Devrimi ile gençlik kesiminde başlayan radikalleşmeye ivme kazan­
dırıyordu. Ayrıca 12 Eylül yenilgisinin getirdiği şok ve dağınıklıkla, dev­
letin baskısını kurumsallaştırması birleşince, sol, mevzilerinin hemen he­
men hepsini (geçici de olsa) lerketmek zorunda kalmıştı. Böylelikle özel­
likle gençlik kesiminde İslamcıların önünde çok geniş bir çalışma alanı
açılmış oldu.
Ancak radikaller bu yeni alandaki aldatıcı zaferlerin coşkusuyla
gözlerini gelenekçi kalabalıklara çevirdiler. Bu aşamada radikal gelenekçi
çelişkileri derinleşti. Radikallerin, bir bakıma gelenekçilerin çocukları
olduğu düşünüldüğünde İslami hareket içindeki bu kavganın aslında bir
kuşak çatışmasının uzantısı olduğu da görülüyor.
Bu çatışma sonucunda farklı oluşumlar çıktı: Derinleşen marjinallikleri
nedeniyle herşeyden umudunu kesen radikaller; taktik icabı geleneğe saldır­
maktan vazgeçen radikaller; bazı radikal argümanları benimseyen gelenek­
çiler; tüm çabalarım radikalleri bertaraf etmekte yoğunlaşüran gelenekçiler
gibi. Fakat en baskın eğilimler, radikallerin büyük çoğunluğunun sivri
yönlerini törpüleye törpüleye gelenekçi saflara eklemlenmesi ile içlerinden
bir kısmının politik bağlanmalardan sıyrılıp müslüman entelijansiya için­
de yer almalarıydı. (Gençlerin kafa tuttukları büyüklerine benzemelerinin
başlıca nedeni cinsel sorunlarının çözümünü bir an önce evlenmekte
görmeleri ve aile kurduktan sonra da geçim derdine düşmeleri olsa gerek.
Bu anlamda tercihin entelektüellikten yana yapılması düzenle "politik"
bütünleşme olasılığının önüne geçme çabası olarak sivriliyor.)
Radikalizmin bütün açmazlarına rağmen İslami hareketin her geçen gün
daha da gençleştiğini söylemek çelişki olarak görünebilir. Ancak dini
290 AYET VE SLOGAN
eğitim kurumlarmdan her sene binlerce öğrencinin mezun olduğu, genç
işsiz sayısının sürekli katlandığı, radikal sloganların gençler için cazibele­
rini hep koruduğu düşünülürse genç İslamcı çevrelerde gidenlerin yerlerine
yenilerinin geldiği, yokolan fraksiyonların yerlerine yenilerinin türediği
görülüyor. Ayrıca radikal bir geçmişlen gelenekçi ya da entelektüel çevre­
lere transfer olanların bülün deneyimlerinden sıyrılmadıkları, onları yan­
larında taşıdıkları, yeni yerlerini gençleştirdikleri kesin.
Ö R G Ü TSÜ ZLÜ K
VE PO LİTİK A SIZLIK
>
İslamcılık sağ ve solun dışında bağımsız bir politik çizgi geliştirebilir
mi? Kapitalizm ve sosyalizm dışında bir toplum projesi sunabilir mi? Biz
yalnızca Türkiye'deki İslami hareketin günümüze kadar bu sınavlarda başa­
rılı olmamasının göstergelerini ele almak istiyoruz.
Bu başarısızlığın birincil nedeni İslami hareketin merkezi bir yapıya sa­
hip olmayıp bir dizi cemaat, ekol, çevre vb.nin aritmetik toplamı olmak­
tan öteye gidememesi. Bu oluşumların grup gerçekliklerini herşeyin önü­
ne koyması, liderlerini fetişleşürmesi, eleştiriye tahammülsüzlükleri vb.
(İslami hareketlerin örgütsel sorunlarının daha geniş açımlanması Girişim
bölümünde yapılmıştı) herkesin ağzında sakız olan "İslami Vahdet"i ütop­
ya olmaya mahkûm ediyor.
Bir takım teorik ayrılıklardan kaynaklanan bu bölünmüşlük, süreç için­
de bir yığın suni teorik ayrılığı da beraberinde getiriyor. 12 Eylül’den son­
ra yoğun bir yayın patlaması yaşanan İslami kesimde fikir üretiminin daha
çok başka ülkelerin İslamcı şahsiyetlerine havale edilmesi bu suni tartış­
maları fazlasıyla besliyor. Telif eserlerin azlığı Türkiye'nin sorunlarının
tartışılmasını engellediği gibi, Türkiye İslamcılarının kendilerini doğrudan
doğruya ilgilendirmeyen tartışmalara da taraf olmalarına, boşa emek ve
çaba harcamalarına yol açıyor.
Bu keşmekeş içinde İslami hareketin hatırı sayılır bir bölümünün
bağımsız İslami bir politika oluşturmaya niyeti bile yok: Yeni Nesil ile
"Yeni" Yeni Asya çevreleri DYP'cilik-Demirelcilik yarışı içinde. Gözü,
devlete sadık mümin kadrolar yetiştirmekten başka bir şey görmeyen Fet­
hullah Hoca şu an, doğal olarak ANAP'cı. Politika yapmayı, kendilerine
zarar gelmemesi için en güçlü sağ .partiyle iyi geçinmek olarak gören
Süleymancılar, Adıyaman Dergâhı gibi yapılanmalar da ANAP ile iyi
İSLAM’A KARŞI İSLAM 291
geçiniyorlar. Başta Erenköy Dergâhı’nın İstanbul kolu olmak üzere, bir
dizi küçük gelenekçi cemaat ANAP'a yalnız oy değil kadro da veriyorlar.
Geriye MNP-MSP-RP çizgisi, onlardan kısa süre önce kopan İskender
Paşa Dergâhı ve radikaller kalıyor.
Sağ kitle partilerinin dışında politika yapma tercihi bağımsız bir çizgi
için tek başma yeterli değil. Örneğin bir İslamcı yazar, MSP'nin "önce
ahlak ve maneviyat" sloganı etrafında derlediği dini talepleri, 12 Eylül
askeri rejiminin, Ayasofya’yı ibadete açmak dışında, fazlasıyla yerine ge­
tirmiş olduğunu söyleyebiliyor. Son yıllarda İslami hareketin günlük po­
litikada, savunmaya yönelik "irtica, türban" konulan dışında yalnızca cılız
bir şekilde Ayasofya konusunda varlığını gösterebildiğini biliyor.
İslami hareket, dinsel motiflerle etrafında topladığı kitlelere politik,
ekonomik konularda somut hedefler gösterebilmekten uzak. Örneğin üni­
versitelerde sayılan giderek artan İslamcılar, öğrencilerin akademik-demokratik taleplerine sahip çıkma konusunda, tecrübesizlikleri ve ürkeklikleri
nedeniyle hiçbir şey yapamadılar. Aynı şekilde, ülke çapında gelir dağılı­
mındaki eşitsizliğin günden güne artması, insan hak ve özgürlükleri üze­
rindeki baskıların sürmesi gibi konularda İslamcılar iyi bir sınav verme­
menin ötesinde, sınava bile girmediler. Ta ki başörtüsü olayının gündeme
gelmesine ya da 1990 yılında bazı radikallere de işkence yapılmasına ka­
dar.
"Yaşanan bütün sorunların çözümü İslam’dadır" sloganı ancak dindar
kalabalıklar için bir anlam ifade edebiliyor. Nitekim MNP-MSP-RP
hiçbir zaman "zaten dindar olanlar" dışındakilerin partisi olamadılar. Çün­
kü daha geniş kitlelere ulaşabilmek için "bütün sorunların” ne olduğunu,
İslam’ın bunlara hangi çözümleri önerdiğini ayrıntılarıyla açıklamak ge­
rekecekti. Bu da ister istemez kapitalizm eleştirisini, soldan konuşmayı
zorunlu kılacaktı. Dindarların anti-komünizmini, devletin hiddetini göze
alabilmeyi, yurtiçi ve dışındaki mali desteklerini geri çevirmeyi gerektire­
cekti. Kısacası cesaret işiydi.
Bu cesaretin biraz olsun gösterilebildiği durumlarda neler olabiliyor?
Örneğin Suudi Arabistan, Milli Görüş’ün ve Cemalettin Hoca’nın hacı
kafilelerine vize vermiyor; Fethüllah Hoca başörtüsü için yürüyüş yapan
çarşaflı kadınların, gerçekte "erkekler ya da hafif kadınlar" olduğunu alenen
iddia ediyor; gelenekçi cemaatlerin bazılan "Humeynicileri, Kaddafıcileri".
devlete ihbar ediyor; dergilere, kitaplara ambargo konuluyor; fısıltı gazete-
292 AYET VE SLOGAN
leri aykırı İslamcılar hakkında karalama kampanyaları başlatıyor...
İslami kesimin "cesurlan" olan radikaller ise içerdeki bağımsızlıklarını
sağlamanın yolunu dışarıda, ithal politikalarda arıyorlar. "Evrensel İslami
hareket", "evrensel İslam devrimi" gerekçeleriyle olumlamaya'çalıştıkları
dışa bağımlılıkları, onları diğer İslami cemaatlerden uzaklaştırmakla kal­
mıyor, toplumla bağ kurmalarını da engelliyor. (Yerli ve yabancı İslamcı
düşünür ve hareketlerin "olumlu" yönlerinden hareketle bağımsız bir radi­
kal politika yürütebilmeye en yakın olan Girişim çevresi ise beş yıl sonra
dergilerinin yayınma ara vermek zorunda kaldı. Büyük Doğu-İBDA hareke­
ti ise fazlasıyla sol esintili ve elitist.)
ÖZE DÖNÜŞ VİRÜSÜ
Yaşar Kaplan, kendisine 163. maddeden mahkûmiyet getiren "Demokrasi
Risalesi" adlı kitabında resmi ideolojinin İslam’a bakışını şöyle yorum­
luyor: "Gelmesi muhtemel bir 'komünizm tehlikesi'nin karşısına rejimin
teminaü olarak İslam dikilmek istenmektedir. Ama İslam da aynı şekilde
hatta daha da beter ve üstelik 'kökü içerde' bir tehlike sayıldığından, İs­
lam'ın önünü de almak zorunlu görülmektedir. İslam'ın önünün bir başka
ideolojiyle alınması hele bu saatten sonra hiç mümkün olamayacağına
göre, tek çıkar yol olarak, İslam'ın önü yine İslam'la, ama bir Şibihİslam 'la (sözde İslam) alınmak istenmektedir. Yani vatan sathında bir
Şibih-lslam mayası tutturabilirlerse, bu hem 'İslam tehlikesi'ni, hem de
başka ideolojilerden gelebilecek tehlikeleri bertaraf etmekte işe yaraya­
caktır. Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktır."
, Kaplan'ın söyledikleri, radikal İslamcı düşünürlerin müslüman ülke re­
jimlerini değerlendirişlerini çok iyi yansıtıyor. Radikal İslamcı görüşe
göre "müslüman ülkelerin çoğunluğu batılı küfür güçlerinin yerli işbirlik­
çileri tarafından yönetilmektedir. Bu tağuti düzende modern cahiliyye döne­
mi yaşanmaktadır. Allah'ın indirdikleriyle hükmedilmesini isteyen müslü­
manlara baskı, işkence yapılmakta ayrıca karşılarına bidat ve hurafelerle
dolu, gerçek İslam'la alakası olmayan, kalabalıkların dini çıkartılmaktadır.
İslami bir düzenin kurulması, insanların öze dönmeleri, gerçek İslam'a
sarılmaları ve ardından cihad etmeleriyle mümkündür. İslami hareketin
görevi, ulemanın önderliğinde gerçek İslam'ı tebliğ etmek, şartlar olgun­
laştığında inkılabın başını çekmektir..."
İSLAM'AKARŞIİSLAM 293:
Radikal (ya da devrimci) olsun olmasın hiçbir İslamcının itiraz edeme­
yeceği "İslam’ın tarih boyunca gayri-İslami değerlerle yozlaştığı, Asr-ı
Saadet ve sahabeler (ilk müslümanlar) müslümanlığından uzaklaşıldığı,
İslam düşmanlarının bu durumu teşvik ettikleri, asıl kaynaklara, öze, ger­
çek İslam'a dönülmesi gerektiği" düşüncesi İslami harekete yarardan çok
zarar getiriyor.
İslam karşıtlarının "dine karşı din" çıkarttıklarını iddia eden İslamcılar
da o dinin karşısına kendi dinlerini çıkartıyorlar. Kalabalıklar politik tavır­
larını dini inançlarından bağımsız geliştirirken İslamcılar inançlarım poli­
tikleştiriyorlar.
Eğer "Elhamdülillah müslümanım" demek müslüman olmak için yeter­
li olmasaydı; İslam'da, elinde aforoz silahı bulunan bir ruhban sınıf mev­
cut olsaydı-belki sorun çıkmayabilirdi. Merkezi bir dini otoritenin bulun­
madığı, herkesin kendi İslam yorumunun "en doğru" olduğunu iddia ettiği
bir ortamda, olan İslam'ın kendisine oluyor. Saf bir niyetle "gerçeğin”
peşine düşenler kısa sürede pes ediyorlar: Ya işi uzatmadan bir cemaate an­
gaje oluyorlar ya da kendi başlarının çaresine bakmayı yeğliyorlar. Sol'da
hayalkırıklığına uğrayıp "kurtuluşu" İslam'da bulanlar bu anlamda çok
şanssızlar. Eğer daha yolun başında bir şeyhe, bir gruba bağlanmamış­
larsa, İslami kesimin bin parçaya bölünmüşlüğünün sol fraksiyonlardan
daha beter olduğunu farkedince neye uğradıklarını şaşırıyorlar.
"Gerçek" İslam'ın kıstası kuşkusuz asıl kaynaklar. Fakat bu konuda da
önemli ihtilaflar var. Kimisi yalnız Kuran'ı, kimisi buna ek olarak Hz.
Muhammed'in sünnetini, kimisi bütün bunlara ek olarak mezhep imam­
larının ictihadlannı asıl kaynaklar olarak görüyor.
Kaynaklar üzerinde anlaşmaya varılsa bile sorunlar bitmiyor. Örneğin
hangi hadislere ne derece itibar edilebileceği tartışmaları hâlâ sürüyor. Ku­
ran genellikle Türkçe meallerine bakılarak yorumlanıyor ve bir ayetten
birbirine zıt sonuçlar çıkartılabiliyor. Beş ayrı mealin bir ayeti beş ayrı
şekilde Türkçe'ye çevirdiği düşünülürse bu çok olağan.
"Öze dönüş" tartışmaları, biteceğe benzemeyen "İctihad kapısı açık mı,
kapalı mı?" tartışmalarıyla birlikte sürüyor. Dört Sünni mezhep imamıyla
birlikte ictihad kapısının kapandığını, fetvaların yapılmış olan ictihadlaıa
göre verilebileceğini söyleyenler birçok durumda verdikleri fetvalarla en
çağdaş ictihadları bile sollayabiliyorlar. Ya da ictihad kapısının sonuna ka­
dar açık olduğunu savunanlar, "ben yaptım oldu” mantığıyla her konuda
294 AYET VE SLOGAN
akıllarına ilk geleni söyleyip, bu yorumlarının "İslami" olduğunu iddia
edebiliyorlar.
\ İş "hurafe ve bidatlerin" ayıklanmasına gelince durum daha trajik bir hal
alabiliyor. Bu ayıklamayı iyice ciddiye alanlar (örneğin Ercüment Özkanîklibas dergisi) halkın elinden İslam diye bildiği ne varsa almaya kadar
vardırıyorlar işi: "Ölülerden medet ummak günah... Mevlid Hz. Muham­
med zamanında yoktu... Mevlana, İbn-i Arabi ve bilumum mutasavvıflar
İslam'dan sapmıştır... Sakal bıraksanız da olur, bırakmasanız d a ..î^
İslam'ın gerçek özünü ortaya çıkarabilmek amacıyla onu kabuğundan
sıyırmaya çalışanları İsmet Özel şöyle uyarıyor:"(...) Nerede bu kabuktur
diye faydasız sayılmış bir davranış biçimi veya bir yol, yöntem terkedil­
mişse orada muhtevanın da tahrib olduğu saraheten görülmüştür. Çünkü
bu sünnelullahtır. Eğer bir nesnenin kabuğunu yok ederseniz özünü koru­
masız bırakmış olursunuz. Özü olmayan kabuk vardır (...) Ama kabuğu
olmayan öz yoktur. Zira kabuk özü muhafaza etmek için vardır, öz haya­
tiyet sahibiyse kabuk da öze dahildir." (İrtica Elden Gidiyor!., s.139)
RADİKAL İS L A M ’IN TÜKENİŞİ
İslam'ı politik devrimci bir ideolojiye dönüştürmek isteyen radikaller,
onun yüzlerce yıllık deneyimlerin ürünü olan kabuğunu parçalamak için
uğraştılar. Sonuçta ellerinde dinsel (kutsal) özü zedelenmiş, eğreti bir poli­
tik (dünyevi) kabuğa sahip İslam anlayışlarıyla azınlıkta kaldılar.
Radikaller kendilerine İslam dünyasındaki devrimci İslami hareketleri
örnek almışlardı. Dolayısıyla kaderleri, radikal İslam'ın dünya çapındaki
kaderine doğrudan bağımlıydı. İran-Irak Savâşı'nda İmam Humeyni'nin
ateşkesi kabul etmek zorunda kalmasının ardından dünya çapında militan
İslami hareketlerin gerilemesi başlamıştı. Aslına bakılırsa İran, tavizsiz
gibi gözüken devrimci çizgisinden birçok "reel" durumda kolaylıkla vazgeçebilmişti. Örneğin Suriye’nin Hama kentinde ayaklanan İslamcılara,
Hafız Esed’le olan iyi ilişkilerine halel gelmemesi için yardım etmemiş,
koca bir şehrin yokedilmesine, yüzlerce insanın katledilmesine göz yumabilmişti. Yine Afganistan'da, Pakistan ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle
rekabetine bağlı olarak, mücahid gruplardan yalnızca Şii kökenli olanları
desteklemiş, bu grupların Sünnilerle ittifakının bozulmasına ve aralarında
şiddetli çatışmaların doğmasına bilerek ya da bilmeyerek neden olmuştu.
İSLAM'A KARŞI İSLAM 295;
İmam Humeyni'nin ölümünden sonra Haşimi Rafsancani yönetiminin
ağır ağır da olsa, eski sert söylemlerden uzak durmaya çalışması, dış poli­
tikada birçok önemli değişikliğe gitmesi Tahran merkezli "evrensel İslami
hareket" savunucularını, birçok yerde olduğu gibi Türkiye'de de zor durum­
da bıraktı.
İmam Humeyni, uluslararası statükonun dayattığı meşruiyet alanını ka­
bul etmeyip, kendine yeni ve İslami bir meşruiyet çerçevesi çizmeye
çalışmıştı. Bu anlamda gerçek bir devrimciydi; Fakat İran Devrimi'nin
diğer müslüman ülkelere sirayet etmemesi için, radikal İslamcıların deyi­
miyle, "şeytani küfür güçlerinin" geniş desteğiyle yıllar boyu yüzbinlerce
müslümanın kanının dökülmesine neden olan, kendi vatandaşlarım bile
kimyasal silahlarla katletmekten çekinmeyen Irak Devlet Başkanı Saddam
Hüseyin de, Körfez Krizi sırasında Humeyni'nin sloganlarım kullanabildi.
Saddam'ın bugün aynı ağızla konuşuyor olması, Humeyni'nin devrimci­
liğinin çok da sağlam temellere oturmadığına, en azından onun yeni bir
meşruiyet alanı oluşturabilme çabasının konjonktürel zafer günlerinin
ardından başarısızlıkla sonuçlandığına delalet ediyor.
Saddam, İran'ın artık itibar etmez olduğu radikal İslamcı söyleme taktik
icabı da olsa talip olmanın dışında, Arap milliyetçiliğini yeniden dirilt­
meye de çaba gösteriyor. Saddam'ın Arap dünyasından belirgin desteği,
milliyetçi sloganları sayesinde aldığı kabul edildiğinde, İslam (en azından
Arap) dünyasında ümmetçiliğin altın çağının kapanmaya yüz tuttuğu iyice
ortaya çıkıyor.
İran İslam Devrimi artık sona erdi. İslam dünyasındaki radikal İslami
hareketler ellerindeki mevzileri tek tek kaybetmeye, bir zamanlar kıyasıya
eleştirdikleri kurumsallaşmış müslümanlarla uzlaşma peşine düşmeye
başladılar. Türkiye'de ise zaten tarihi Sünni-Şii ayrımı nedeniyle kayda
değer başarılar gösterememiş olan radikaller mutlak bir tıkanma içindeler.
Yani slogan kâybetti.
Peki ayet mi kazandı? Şimdilik hayır. Radikal İslamcıların iç ve dış ne­
denlerden dolayı güç kaybetmeleri, uzun zamandan beri daha çok bir
"devrim"le özdeşleştirilen İslami devlet beklentilerinin de zayıflamasına
yol açtı. Gelenekçi İslamcılar radikalizmden ve radikallerden uzaklaşıp, on­
lara cephe aldıkça devletle daha fazla uzlaştılar. 12 Eylül rejiminin
İslamizasyon politikalarının ANAP iktidarları döneminde daha da tırman­
dırılmasının sağladığı somut olanaklardan yeterince hoşnut olan bu kesim­
296 AYET VE SLOGAN
ler, "düşünsel iktidarlarının" tehdit altında olduğunu farkeden "laiklerin"
ordudan medet ummasını ciddiye alarak, "Cuma namazı kılan ilk (hem de
sivil) cumhurbaşkam"mn ve onun geliştirdiği "yeni" resmi ideolojinin
ısrarlı savunucuları oldular.
D E V L E T DİN D EN ELİNİ ÇEKERSE
İslamcıların hatırı sayılır bir bölümü, Allah'ın indirdiğiyle hükmetmek il­
kesinden hareketle laikliğe karşı. Ancak, bu, onların TC devletinin bazı
uygulamalarının laikliğe aykırı olduğundan şikâyetçi olmalarına engel
teşkil etmiyor. Başörtüsü olayında yoğun bir şekilde kendini gösteren bu
yakınmalar genel olarak "din ve vicdan özgürlüğü" talebiyle özetlenebilir.
Bir şeriat düzeninde bu özgürlüklerin ne derece garantili olduğu tartış­
masını bir kenara bırakıp, İslamcıların bu taleplerinde ne denli samimi ol­
duklarım, laikliği ne ölçüde savunduklarını irdelemek istiyoruz.
Türkiye İslamcılarının büyük kısmının başla gelen korkularından biri
devletin dinden elini çekmesidir. Böylesi bir durum Diyanet işleri teşki­
latının lağvedilmesi, imam-hatip liselerinin kapatılması, okullardaki zo­
runlu din derslerinin kaldırılması, resmi iletişim araçlarındaki dini prog­
ramların iptal edilmesi, tüm bu işlevlerin cemaatler tarafından üstlenil­
mesi anlamına gelecektir. Geniş maddi olanaklarına rağmen ellerindeki
Kuran kurslarını, öğrenci pansiyonlarını arzuladıkları ölçüde finanse ede­
meyen, daha çok sayıda öğrenciye burs olanağı sağlamak isteyen, yayın
faaliyetlerine maddi kaynak aktarmakta ciddi sorunlar yaşayan cemaatler
için devletin dini yaşantıyı finanse etmekten vazgeçmesi altından kalkılması imkânsız dev külfetler getirecektir. Varolan cemaatlerin yetersiz kala­
cağı durumlarda yeni yerel cemaatler oluşacak, daha önemlisi birçok işlev
artık yerine getirilemeyecektir.
Ancak olayın politik boyutu daha belirleyici. Türkiye’deki İslami
yapılanmaların büyük bir bölümü iktidarı, yani şeriatı hedefliyor. Şeriat
düzeninde ise dinle devlet işleri tam anlamıyla birlikte yürüyor. Do­
layısıyla dini cemaatlerin sivil toplumun güçlü elemanları olması
İslamcıları fazla ilgilendirmiyor. Aksine aşağıdan yukarıya, toplumsal
dönüşümler yoluyla şeriata varmak isteyenlere göre devlet din işlerine daha
fazla kaynak aktarmalıdır. Daha çok cami açılmalı, daha çok imam-hatip
İSLAM’A KARŞI İSLAM 29?
lisesi kurulmalı, gençler dini açıdan daha yoğun eğitilmelidir. Bu evrimci
bakışa göre sorun bunların denetlenebilmesi, yönlendirilebilmesidir. Ke­
malizmin "aydın din adamı yetiştirme" politikasının yürümediği kabul
edilirse, bu alanların İslamcılar tarafından denetlenebilmesinin ne kadar ko­
lay olduğu da görülebilir. (CHP ile koalisyon sırasında MSP'nin, Diyanet
İşleri Başkanı'nm "ömürboyu" atanması önerisiyle "laik" devlet içinde
şeyhülislamlığı diriltme gayreti, söz konusu İslamcı bakışın nerelere kadar
varabileceğine iyi bir örnek.)
Devletin dini yaşamı daha fazla finanse etmesiyle İslamcı ideolojiye
muhatap olabilecek insanların sayısı artacak, muhtemel bir İslam inkılabı­
nın önder gücü "ulema”nın yetişmesi kolaylaşacak, devlet içinde dindar-i
ların kadrolaşması imam-hatip mezunlarının her türlü üniversiteye girebil­
mesiyle zirveye tırmanacak... İslamcılar bu stratejilerini yıllardır hayata;
geçiriyorlar ve ilk bakışta büyük kazanımlar elde etmişe benziyorlar. Fa-;
kat İslamcıların resmi dini kurumlan ve buralardan yetişip hayatai
atılanları ne dereceye kadar denetleyebildikleri epey tartışmalı. Özellikle ;
devlet kademelerinde çalışan dindarların kısa bir süre içinde en azından
özerkliklerini ilan ettikleri, ufak tefek vefa borçlan dışında kendilerini dev­
letin denetimine teslim ettikleri, kimse tarafından kabul edilmek isten­
mese bile bizce asıl gerçek. Kısacası kaleyi içten fethetmek isteyen:
İslamcılar, bu iş için görevlendirdikleri akıncılar aracılığıyla, devletle ’
bütünleşiyorlar.
<
Devletin din işlerine fazla el atmasına radikal İslamcı kesimlerdeneleştiriler geliyor. Hatta içlerinde Diyanet’in feshedilmesini savunanlar
bile çıkabiliyor. Ancak devrimci İslamcıların bu eleştirileri, resmi dini kurumlarda "pasifist bir İslami eğitim" verildiği inanışından kaynaklanıyor.
Rahatsızlıkları bu kurumlan denetleyebilme imtiyazına kendilerinin değil
gelenekçi yapılanmaların sahip olması. Eğer devlet köşesine çekilip cami­
leri cemaatlere terkederse radikallerin buralara ulaşması daha da zorlaşa­
caktır. İmam-hatip liseleri özelleştirilecek olursa, devletin yapmadığını
muhtemelen bu okulları işletmeye başlayacak olan gelenekçiler yapacak,
radikallerin buralardan kadro devşirmesine he yapıp edip göz yummayacak­
lardır. Kaldı ki radikaller de, bir İslam devrimini gerçekleştirecek olurlarsa,
ilk iş olarak tüm dini yaşantıyı devletin tekeline vereceklerdir. Bu nedenle
varolan kurumlarda değişikliklere gitmek, olmayan kurumlan yaratmaktan
daha kolay olacaktır.
298 AYET VE SLOGAN
Gariptir ki bir politik ideoloji olarak İslam'ı ve politik İslamcı yapı­
lanmaları güçsüzleştirecek; bir din olarak İslam'ı, laikliği ve sivil toplu­
mu güçlendirecek böyle bir "ütopya"ya az sayıda solcu ve İslamcı aydın
dışında gönül veren yok. Bu sonunculara çarpıcı bir örnek Altay Ünaltay.
1990'da yayınlanan "Doğu'da ve Batı'da Din-Devlet ilişkisi" adlı kitabının
sonuç bölümünde Ünaltay çifte standartçılığa prim vermeden dinin top­
lumda bağımsız kurumlar aracılığıyla örgütlenmesini, "İslam Devleti" olarak soyutlanan modeller için de savunuyor. Ünaltay, İslamcıların kendi­
sini "laik" olarak "suçlayabileceklerini" kabul ediyor ve onların itirazları­
nı üç maddede yanıtlıyor.
Bizce yalnızca ikinci şık bile yeterli: "İslam tarihi boyunca dinin ko­
ruyucusu, birbiri ardısıra iktidara gelen devletler değil, müslüman halk
olmuştur. Dahası tarihimiz, iyi niyetlerle kurulup, sonra yozlaşmış birçok
siyasi iktidarın örnekleriyle doludur. Bütün kuramların siyasi iktidarın
emrine verilmesi, iktidarın yozlaşması durumunda bu halin o kuramların
hepsine birden bulaşması ile sonuçlanır. Oysa sağlıklı bir toplumsal yapı,
birbirini denetleyen ve bir kısmı yıkıldığında ayakta kalan diğer toplumsal
kuramların varlığı ile kendini garanti altına almalıdır."
İslami kesim içinde Ünaltay gibi laikliği savunanların sayısı sanıldı­
ğından da fazla. Fakat Türkiye'de laiklik adına yapılanlar ve dindar kalaba­
lıklar tarafından dışlanma endişesi, onları bunun adını koymaktan alıko­
yuyor.
YAKIN GELECEĞİN DİNAMİKLERİ
80’li yıllarda, karşıtlarının da tazyikiyle erken doğum yapan İslami hareket
nihayet gerçek mecrasında akmaya başladı. Bugün İslami kesim yalnızca
marj inallikleri katmerleşen radikallerle, devletin kuyruğundan ayrılmayan
gelenekçi cemaatlerden oluşmuyor. Bu ikisinin dışında kimi zaman birbir­
lerinden ayn, kimi zaman birbirleriyle çok ilişkili bir dizi dinamüc mev­
cut.
Yasalcılık: İslami kesimin geleceğinde önemli roller üstlenmeye aday
olduklarını şimdiden kanıtlayan eğilimlerden birincisi yasalcılık. Özellikle
Cezayir'de İslamcıların yerel seçimlerdeki zaferi, İslami hareket içinde ikti­
darı aşağıdan yukarıya ele geçirme çizgisine güç kazandırdı. Bu çizginin
önde gelen savunucuları Refah Partisi ile bu yılm başında RP'ye verdiği
İSLAM'A KARŞI.ISLAM 29$
i
I
II
i
i
BISMIHI TE'ALA
" İn t m lü la h i ve in t m ileyF vi r a c iu n "
|
i
Mısır’ın kan içici zorba zalimi Nasır tarafından
29 Ağustos 1966'da
şehid edilen
■ \ ■
i
i
i
MERHUM ŞEHİD SEYYİD KUTUB'U
rahmetle anarken tüm dünya coğrafyasında Allah'ın hakimiyetini
gaspetmeye kalkışan tağutlan çanak yalayıcı Nasır'm şahsında
lanetliyoruz ve diyoruz ki:
YOLUNU SÜRDÜRECEĞİZ EY ŞEHÎD...
j
Sena Organizasyon- Dönüşüm Gazetesi- Ribat Neşriyat- Çağıltı Tiyatro TopluluğuÖzgün Ajans- Mesture Giyim- Ekol Mühendislik - Saydam Mühendislik- Akdeniz A.Ş. Eroğlu Terzi- İkindi Kitapevi- Zülfikar Kitapevi- Güvenç Kilim - Galeri Isdar - Nizam
Oto Galeri - Süslü Oto Lastik - Örnek Plastik - Kam San Kauçuk Sanayi - Aziziye
Kitapevi - Toplum Kitapevi.
j
Tevhİd, Eylül 1990.
"
.1
l
i
‘
!
!
desteği çekip ayrı bir parti kurma çabasına girişen Prof, Mahmut E sad:
Coşan'ın şeyhliğini yaptığı İskender Paşa Cemaati.
:
Bağımsız bir siyasi mücadele yürütme amacındaki bü gruplar, kendi
bağlıları dişmda, radikalizmden umudunu kesenlerin ve cemaatlerinin sağcılaşmasından hoşnut olmayan bir kısım dindarın da desteğini alabilirler.
Ancak bin parçaya bölünmüş durumdaki İslami kesimi politik bir şemsiye
alımda bir araya getirebilmek her ikisi için de imkânsız. İslamcı partilerin
oylarını yükseltebilmeleri ancak dindarların dışına açılabilmeleriyle müm­
kün. Fakat daha önce değindiğimiz gibi solcu bir görünüm kazanma endi­
şesi ve böyle bir yola başvursalar bile inandırıcı olmayacakları kanısı onları frenliyor.
MNP-MSP-RP geleneğinin sağ ile sol, kapitalizm ile sosyalizm
arasında üçüncü bir yol arayan dindarlardan oy aldığı biliniyor. Bu nedenle
bu ortayola çok uygun düşen sosyal demokrasi güçlü ve din karşıtı olma­
yan bir biçimde bu kitlelerin karşısına çıkar, onları ikna etmenin zorluk­
larını göze alırsa gelecekte başarılı olabilir.
;
*
300 AYET VE SLOGAN
"Yasalcılık" derken elbette yalnızca siyasi partileri kastetmiyoruz.
İslamcılar klasik vakıf vs. örgütlenmelerin dışında demek faaliyetlerine de
girişmiş dürümdalar. Tabip odaları, barolar ve diğer mesleki kuruluşlarda
da bağımsız bir güç olabilme niyetindeler. Bu konuda, başta Mısır olmak
üzere birçok İslam ülkesindeki İslamcıların deneyimlerinden faydalanma
şansına sahipler.
Bireyselleşme: Radikal İslam yorumlarının etkisiyle dolu dolu geçen
şu son yıllar, cemaat yapılarını dönüştürdü, bireyleri bağımsızlaştıramasa
bile özerkleştirdi. Bireyin ön plana çıkış süreci, büyük ölçüde kendiliğin­
den gelişen başörtüsü eylemleriyle başladı denebilir. İslami yapılanmaların
çoğunun dahil olduğu ama hiçbirinin tek başına önderlik edemediği bu
hareketlilik, esas olarak dindar kadının toplumsal ve siyasi hayata aktif
olarak katılmasını ciddi olarak ilk kez gündeme getirdi. Artık dindar kitle-
“N A M A Z VAKİTLERİNİ GÖSTEREN SAAT..:*
Butün.dünyaya Islâm saati diye tmtUten/Mprfünmn bir müfc . •
$et ma\vnin ürünüm iOÜyıl'Süreyfediinva itzenndeki 4'S2&i}ÖÖ0 noh
depolayan, eşsiz bilgisayar saat...
(icunf
Saat
ıleğil
bilgisayar
' V
■ÖSi
m -ş
\ c ’. î
\ T \it
ti ı ( /
İmsake Öğle, İkindi, Akşam ve Yatsı nama/Uıınıu vakitlerini
İstediğini/, bir yeruı t o k a l ı m !tiıkiı
veriJcrek namaz vakitleri,
Yaz ;v e kış saath'iımıı b ir «luume*!*1
ayarlanabitirliği.
5 Saniye arayla hicri ve ımljuı uk\ıın
Gmıliık ayarlanabilir alarm, ■Suratlı servim
Krom kaplama
24 Metreye kadar % 100 su geçirmedik/
bir alarmla ika/, eder.
1 Yıl uluslararası garanti (Fabrikasyon anmalara karşt) ^
Televizyonda 30 Spacetronic saatte 70 000 iransistör var!.
Ak-Doğuş, Haziran-Temmuz 1990.
İSLAM'A KARŞI İSLAM 301
ler, cemaat ilişkilerini sürdürseler bile, bireyselliğe kapı aralayan, başta
"öze dönüş" olmak üzere bir sürü virüse karşı bağışıklıklarını kaybetmiş
haldeler.
İslamcı pazarlama: Modernizmin yalnızca tekniğini alma yaklaşımı is­
ter istemez bilumum yeniliğe "islami öz" katma çabalarına yol açtı. Din­
darların yoğun olarak yaşadıkları semtlerde müslüman doktorlar İslami
"klinikler" açtılar. Cemaatlerce "kolejler", yabancı dil ve üniversiteye ha­
zırlık dersaneleri kuruldu. Teyp ve video kasetleri, cemaatlerin tebliğ faa­
liyetleri dışında genel anlamda İslam'ın anlatılması için de kullanıldı.
Gençlere, başta Uzakdoğu sporlarını öğreten salonlar sunuldu. Sinemaya
gitmek isteyenler için dini filmler çekildi, videosu olanlara bunların kaset-1
leri pazarlandı. Üniversite mezunu gençler, "hayallerindeki projeleri g er-;
çekleştirmek için çok para kazanmak" amacıyla müslüman reklam ajans-:
larında bir araya geldi. Mantar gibi "ajit-prop" tiyatro toplulukları bitti.,
Birkaç kişi "İslami arabesk" şarkı kasetleri doldurdu. Birçok kişi "İslami
roman" kaleme aldı. Turizm şirketleri, hac ve umre turları dışında dindarla­
ra "İslami tatil" olanakları da sundu. Erkekler için "şık" mayolar üretildi.
Tesettür pazarında müthiş bir rekabet başladı... Kısacası bir tek İslami fut­
bol takımı kurulmadığı kaldı.
Ayrıca İslamileştirilmeleri zor alanlarda da dindarlar için ayrı bir piyasa
oluşturuldu. "Hicret Düğün Salonu... Cihad Köftecisi... İhlas Kırtasiye...
Vahdet Eczanesi..." gibi tabelalar boy göstermeye başladı.
Şirket isimlerinin Islamileştirilemediği durumlarda (bilgisayar, deterjan,
mobilya, kap-kacak... sektörleri) bol sayıdaki İslami yayın organına veri­
len ilanlarla dindar müşteriler çekilmeye çalışıldı.
Et kesiminin İslami usullere uygun yapılması nedeniyle Avrupa'daki
müslüman işçilere yönelik dev "helal et" sektörlerine benzer iş alanları
oluşamadıysa da "alkolsüz esans... namaz saatlerini gösteren saat" gibi ti­
cari yatırımlar müslüman tüketicinin ilgisini çekti. Bütün bu İslami pazar
ağının daha da yaygınlaşacağı, dindarların kurulu düzenle bütünleşmesini
daha da kolaylaştıracağı kesin.
Gettolaşma: Dindarların tüketiminin "İslamileştirilmesi” çabalan, gün­
delik hayatın tümünü İslam’a uygun olarak yaşamak isteyenler için yeterli
değil. Bu anlamda, büyük cemaat yapılarının çözülmeye yüz tuttuğu da
hesaba katılırsa, İsmail Ağa cemaati gibi anti-modemist, Akevler girişimi
gibi modemist gettolar bir kısım dindarlar için ciddi birer, alternatif haline
302 AYET VE SLOGAN
geliyor. Yaşantılarım kendi kural ve disiplinleri içinde sürdürmek isteyen
dindarlar ya "İslami kooperatiflerin" birbiri peşisıra diktikleri sitelere yer­
leşiyorlar ya da belirli semtlerde yoğunlaşıyorlar.
Mistisizm: Modern insana mistik kaçış olanakları sağlayan, ona mo­
dern yaşamla uyum içinde olmayı telkin eden, belli politik tavırlar dayat­
mayan Mevlevilik, Rufailik, Cerrahilik, bazı kollarıyla Kadirilik gibi tari­
katlar dine dönüşün veya yaşayışın yumuşak platformları olarak yakın
gelecekte kendilerinden daha sık söz ettireceğe benziyorlar. Bunlara yeni
tasavvuf yorumları da eklenebilir.
Mehdicilik: Modern dünyada, "herşeyin kötüye gittiği" inanışının bazı
insanlarda çok yaygın olduğu biliniyor. Tüm dini topluluklarda kıyamet
beklentilerini iyice kızıştıran, sahte peygamber arayışlarını pekiştiren bu
ruh hali İslam dünyasında öteden beri bir Mehdi enflasyonu yaşanmasına
neden oluyor. Son yıllarda DPT uzmanı İskender Evrenosoğlu ve Adnan
Hoca örneklerinde nükseden bu kaçışın daha uzun bir süre ilginç çeşitle­
melerle etkisini sürdürmesi hiç şaşırtıcı olmayacak.
Aydınlanma: İslami hareket gençleşiyor, gençleştikçe aydınlanıyor. Bir
yandan İslam'ı dünyevileştirmeye çalışan radikaller geri çekilirken, öte
yandan dindarlar cemaatler tarafından tam olarak doyurulamıyor. Modernizm bir tabu olmaktan çıkıyor. "Dindar birey", modemizme hayranlık
beslemek; onun "olumlu" yönleriyle "öz değerlerinin" sentezini yapmaya
çalışmak; onun her türlü etkisinden uzak durmak uğruna, gündelik yaşam­
da akrobatlık yapmak dışında başka seçenekler de olabileceğini görmeye
başladı. İslam'ın kutsal yönünü yeniden ön plana çıkartmak uğraşındaki
entelektüellerin başını çektiği aydınlanma hareketi, yalnızca İslami kesimi
değil tüm Türkiye'yi etkiliyor. Bu.hareket içinde genç kızlar önemli bir
rol üstleniyorlar. Müslüman aydınlar, kültürel iktidar odaklarını tehdit
ediyorlar...
Özetle ne ayet kazandı, ne de slogan. En azından bir süre için.
KAYNAKÇA
Abdallah Laroui, İslam et modernite, La Decouverte, Paris, 1986.
Ahmed Şahin, İnsan ve Din, Cihan Yayınları, İstanbul, 13. Baskı, 1990.
A!i Ak, Zaruri Bir Açıklama: ’Süleymancıltk* (!) ile Yaftalanan Federasyon ve Dernek­
ler, İthamlar ve Cevaplar, Kendi Yayını, İstanbul, 1987.
Ali Ak, Süleymancılık Uydurması, Kendi Yayını, İstanbul, 1987.
Ali Yaşar Sarıbay, Türkiye'de Modernleşme Din ve Parti Politikası, MSP Örnek Olayı,
Alan Yayıncılık, İstanbul, 1985.
Altay Ünaltay, Doğu'da ve B atida Din~Devlet İlişkisi, Endülüs Yayınları, İstanbul,
1990.
Daryush Shayegan, Le regardmutile, Albin Michel, Paris, 1989.
Derleme, Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı 1990, Türkiye Yazarlar Birliği, Ankara, 1990.
Derleme, Soruşturma/2, Kuran ve Sünnet, Sor Yayıncılık, İstanbul, 1987.
Derleme, Soruşturma/3, Fıkıh ve Içtihad, Sor Yayıncılık, Ankara, 1988.
Derleme, Cihad Önderieri-1, İslam Mecmuası Yayınları, İstanbul, 2. Baskı; 1987.
I
Edip Yüksel, İlginç Sorular, İnkılap Yayınları, İstanbul, 1985.
Edip Yüksel, İlginç Sorular-2t Yüzondört Yayınları, İstanbul,.1987.
Edip Yüksel, Sakıncalı Yazılar, Taha Yayınları, İstanbul, tarihsiz.
Emine Şenlikoğlu, İslam'da Erkek, Mektup Yayınları, İstanbul, 6. Baskı, 1988.
:
Ersin Gürdoğan,Görünmeyen Üniversite, Seha Neşriyat, İstanbul, 1989. 1
Ercüment Özkan, İnanmak ve Yaşamak, Yöneliş Yayınları, İstanbul, 1988.
Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda Itikadi İslam Mezhepleri, Selçuk Yayınları, Ankara, ;
Genişletilmiş 3. Baskı, 1986.
Gilles Kepel, Le Prophete etPharaon» La Decouverte, Paris, 1984.
Gotthard Jâschke, Yeni Türkiye'de İslamlık, Çev: Hayrullah Örs, Bilgi Yayınevi, An- i
kara, 1972.
_
'
Ihsan Işık, Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk, Ünlem Yayınları, İstanbul, 1990.
İrfan Gündüz, Gümüşhanevi AhmedZiyaüddin (KS), Hayatı-Eserleri-Tarikat Anlayışı
ve Halidiyye Tarikatı, Seha Neşriyat* İstanbul, 1984.
İsmail Kara, Türkiye'de İslamcılık Düşüncesi, Metinler/Kişiler l-ll, Risale, İstanbul,
1986-1987.
İsmet Özel, İrtica Elden Gidiyor!., İklim Yayınları, İstanbul, 3. Baskı, 1988.
Mahir İz, Tasavvuf: Mahiyeti, Büyükleri ve Tarikatler, T^rdav, İstanbul, Tarihsiz.
M.Abdülfettah Şahin, Çağ ve Nesil, T.Ö.V. Yayınları, İzmir, 5. Baskı, 1985.
M.Abdülfettah Şahin, Asrın Getirdiği Tereddütler, T.Ö.V. Yayınları, İzmir, 1985.
M.Abdülfettah Şahin, Buhranlar Anaforunda İnsan, T.Ö.V. Yayınları, İzmir, 1990.
M.Abdülfettah Şahin,Yitirilm iş Cennete Doğru, T.Ö.V. Yayınları, İzmir, 1990.
M.Gündüz Sevilgen, MSP'de Dört Yıl (1973-19771 Yüksel Matbaası, Ankara, 1980.
Mahmut Esad Coşan,Gayemiz, Vefa Yayıncılık, İstanbul, 2. Baskı, tarihsiz.
Mahmut Esad Coşan, Hacı Bektaş-ı Veli, Makalat, Seha Neşriyat, İstanbul, Tarih­
siz.
Mahmut Esad Coşan, İslam Çağrısı, Vefa Yayıncılık, İstanbul, 1989.
Mehmet Metiner, Yeni Bir Dünyaya Uyanmak, Seçkin Yayıncılık, İstanbul, 1987.
M(ehmed). Z(ahid).K(otku),, Tasavvufi Ahlak 1-2-3-4-5, Bahar Yayınevi, İstanbul,
1979.
Muhammed Said al-Ashmawy, L'lslamisme conîre İslam, Çev: R.Jacquemond, La
Decouverte/ai-Fikr, Paris-Kahire, 1989.
Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, Yeni Asya
Yayınları, İstanbul, 7. Baskı, 1988.
Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul,
10. Basım, 1990,
Oya Açıkahn, Modemism/Westernism vs Fundamentalism/lslamism, yayınlanmamış
master tezi, Ankara, 1987.
Olivier Carre-Gerard Michaud, Les Freres Musulmahs (1928-1982), Gallimard/
Juiliard, Paris, 1983.
Olivier Carre-Paul Domont (ed.), Radicalismes lslamiques I (Iran, Liban, Turquie),
L’Harmattan, Paris, 1985.
Sadık Albayrak, Şeriat Yolunda Yürüyenler ve Sürünenler, Medrese Yayınevi,
İstanbul, 2. Baskı, 1979.
,
Safa Mürsel, Bediüzzaman Said Nursi ve Devlet Felsefesi, Yeni Asya Yayınları,
İstanbul, 4. Baskı, 1980.
Safa Mürsel, Siyasi Düşünce Tarihi Işığında Bediüzzaman Said Nursi, Yeni Asya
Yayınları, İstanbul, 1989.
Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği -Kurtuluş Yolu, İBDA Yayınları, İstanbul, 1985,
Seyyid Hüseyin Nasr, Modern Dünyada Geleneksel İslam, Çev; S.Ş.BarkçınH.Arslan, İnsan Yayınları, İstanbul, 1989.
Şakir Diclehan, Sanat ve Düşünce Dünyasında Sezai Karakoç, Piran Yayınları,
İstanbul, 1980.
,
"
v
Şerif Mardin, Religion and Social Change in Modern Turkey, The Case of
Bediüzzaman Said Nursi, State University of New York Press, Albany, 1989.
Uğur Mumcu, Rabıta, Tekin Yayınevi, İstanbul, 2. Basım, 1987.
Vehbi Vakkasoğlu, Maneviyat Dünyamızda İz Bırakanlar, Cihan Yayınları, İstanbul,
■ 1987.
.
Yaşar Kaplan, Demokrasi Risalesi, Aylık Dergi Yayınları, Ankara, 3. Baskı, 1985.
, Bu kitabın hazırlanmasında değişik tarihlerde yayınlanmış, bir kısmının yayını
süren, tümü İslam cı" olarak nitelenemese de, İslami yönleri ağır basan şu gazete
ve dergilerin muhtelif sayılarından yararlanılmıştır:
Adımlar, Ak-Doğuş, Albairos, Altınoluk, Ayane, Aylık Dergi, Bizim Aile, Bu Mey­
dan, Çete, Dava, Davet, Diriliş, Dünya ve İslam, Girişim, İcmal, İktibas, İlim ve Sa­
nat, İlme-lrfana-ümrana Köprü, İmza, İslam, İstiklal, Kadın ve Aile, Kalem, Kararlı
Genç Adam, Kelime, Kitap Dergisi, Köprü, Mavera, Mektep, Mektup, Milli Gazete,
Objektif, Öfke, Öğüt, Oluş, Ribat, Rönesans, Sızıntı, Son Karar, Sur, Şehadet,
Tavır, Tek Yol, Teklif, Tevhi'd, Vahdet, Yazı, Yeni Asya, Yeni Bizim Aile, Yeni Devir,
Yeni Nesil, Zafer, Zaman.
Download