T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ HALKLA İLİŞKİLER VE TANITIM ANABİLİM DALI HALKLA İLİŞKİLER VE TANITIM BİLİM DALI İNANÇLARA YÖNELİK SÖYLEMİN İDEOLOJİK İNŞASI: CUMA HUTBELERİ DOKTORA TEZİ Hazırlayan Asuman Banu HÜLÜR Tez Danışmanı Prof. Dr. Cengiz ANIK ANKARA-2014 i ÖZET HÜLÜR, Asuman Banu. İnançlara Yönelik Söylemin İdeolojik İnşası: Cuma Hutbeleri, Doktora Tezi, Ankara, 2014. Bu tezde inançlara yönelik söylemin ideolojik boyutları belirlenmekte ve bu açıdan Cuma hutbeleri incelenmektedir. Bu amaçla ilk olarak ideoloji ve iktidarın anlaşılmasına yönelik kuramsal görüşler tartışılmaktadır. Bu anlamda, idea ve logos kavramlarının tarihsel gelişimine yer verilmekte; ideoloji, bilgi ve kültürle ilişkili görüşler, toplum ve birey açısından değerlendirilmekte; ideoloji ve iktidara toplumbilimsel yaklaşımlar dikkate alınmaktadır. Daha sonra, din ile toplum arasındaki ilişkiler ele alınmakta ve bu ilişkinin çeşitli boyutları üzerinde durulmaktadır. Dinin toplumsal öneminin anlaşılması için dinin ideolojik ve siyasal boyutlarının anlaşılmasının gerekli olduğuna dikkat çekilmektedir. Dinin, modernleşme sürecindeki konumu ve yaşadığı değişimler, dini söylemlerin oluşmasında belirleyici bir öneme sahip olmaktadır. Çağdaş toplumların kendine özgü yapıları ve süreçleri ile din arasındaki ilişkilere özel bir ilgi gösterilmiştir. Bu bağlamda dinle ilişkili anlayışların şekillenmesinde medya kaçınılmaz bir yere sahiptir. Günümüz toplumlarının dinle ilişkili diğer bir önemli yönü sekülerleşme sürecidir. Özellikle sekülerleşmenin, dinsel inancın, modern anlamda ideolojikleşerek iktidara odaklanan bir biçime dönüşmesine yol açtığı görüşü tezin temel bir vurgusudur. Türkiye’de İslam ve ideolojinin tarihsel ve toplumsal yönüne; Türkiye’deki modernleşme, sekülerleşme süreçlerinin kendine özgü karakteristikleri dikkate alınarak açıklık getirilmeye çalışılmaktadır. Son olarak, sergilenen bu kuramsal tartışmalar ışığında Cuma hutbelerinin metin analizi yapılmaktadır. Kuramsal tartışmalarda ön plana çıkan belirli ölçütler bu metin analizinin temel birimlerini oluşturmaktadır. İnanç ve ideolojinin birbiriyle bağlantıları, bu tezin merkezi ilgisini oluşturmaktadır. Toplumdaki değişmeler, dinsel inancın ideolojiye ii dönüşmesine neden olmaktadır. Bu anlamda inançlara yönelik söylem giderek daha fazla dünyaya ilişkin öğütleri ve tavsiyeleri kapsamaktadır. İnsanlar, ideoloji vasıtasıyla, eylemlerine, ilişkilerine, nesnelere, olaylara kısaca dünyaya anlam verirler. İnançlara yönelik bir söylem biçimi olarak Cuma hutbeleri incelendiğinde onun, insan yaşamının neredeyse tüm bu alanlarıyla ilgili öğütler yoluyla dünyaya anlam vermenin belirli bir türünü oluşturduğu görülmektedir. Ahahtar Sözcükler: İdeoloji, Dini Söylem, İktidar, İletişim, Cuma Hutbeleri iii ABSTRACT HÜLÜR, Asuman Banu. The Ideological Construction of the Discourse on Beliefs: Friday Sermons, Ph.D. Thesis, Ankara, 2014. In this thesis, the ideological aspects of the discourse on beliefs are specified and in that respect the Friday sermons are examined. For this aim, at first, the theoretical views attempting at understanding ideology and power are discussed. In this sense, the concepts of idea and logos are considered in terms of their historical development; the views on ideology, knowledge and culture are evaluated in terms of society and individual; the social scientific approaches to ideology and power are taken into account. When the Friday sermon as a discourse on beliefs is analyzed it is seen that it forms a certain type of giving meaning to the world through advices in all these fields. It is noticed that in order to understand social significance of religion it is necessary to understand its ideological and political dimensions. The position of the religion and the changes religion experiences in the process of modernization have a determinative importance in the formation of religious discourse. There is a special interest in the relation between the structures and processes of the contemporary society and the religion. In this context, media has an inevitable place in shaping the conceptions related to religion. Another significant aspect of contemporary society in relation to religion is the process of secularization. Specifically, a basic emphasis of this thesis is the view that religious belief has been transformed into a form that focuses on power. The historical and social sides of İslam in Türkiye are tired to be clarified by considering peculiar characteristics of the processes of modernization and secularization in Türkiye. Lastly, in the light of these theoretical discussions that are presented, a text analysis of the Friday sermons is carried out. Certain criteria that come into prominence in the theoretical arguments constitute the basic units of this text analysis. iv The interconnections of belief and ideology constitute the central concern of this thesis. The changes in society lead to the transformation of religious beliefs into ideology. In this sense, the discourse on beliefs increasingly contains the advices and recommendations about the world. People give meaning to their actions, their relations, objects, events briefly to the world through ideology. Next, an attention is given to the relations between religion and society and the various aspects of these relations are emphasized. Key Words: Ideology, Religious Discourse, Power, Communication, Friday Sermons v ÖNSÖZ İdeoloji, din ve bu iki kavramın ilişkisi, kapsamı, etkileri, alanı, konjonkturel etkilenimleri her zaman ilgimi çekti. Derin, bir o kadar da karmaşık ve çok yönlü algılamalara açık olan bu kavramlara dayanan bir tez yazmanın çok zorlu bir yola çıkmak anlamına geldiğini kabullenerek başladım bu çalışmaya. Doğal olarak bu kavramların ilişkili oldukları alanlar da – kültür, mitoloji, iktidar, toplum – en az ideoloji ve din kadar çetin ve çok yönlü algılamalara ve anlamlandırmalara açıktı. Bu durum işimi zorlaştırsa da çok daha ilgi çekici ve keyif verici bir süreci beraberinde getirdi. İdeoloji ve dinin eleştirel ya da betimleyici; özsel ya da işlevsel tanımlarından birini kabul edip etmemeye karar verme meselesi, başlarda beni oyalasa da bu konularla ilgili okumalarım arttıkça anlamlandırmalar ve çalışmanın çerçevesi kendliğinden gelişen bir süreçte şekillendi. Ve Cuma hutbeleri… İslam toplumlarının önemli bir kısmında etkin bir iletişim aracı olan hutbeler, bana dinin ve ideolojinin birlikteliğini araştırma fırsatı sundu. Her ne kadar din ve ideoloji konusunda bir çalışma yapmayı istediğimden emin olsam da Cuma hutbelerini çalışmak aklıma gelmemişti. Hele de bir kadın olarak bu konuyu çalışmaktan önceleri çekinsem de zaman içinde “daha az yanlı” olarak hareket edebileceğim düşüncesi beni cesaretlendirdi. Tezin başından sonuna beni hep teşvik eden ve destekleyen, öneri ve görüşleriyle başarma çabamı artıran ve yeni ufuklar ve bakış açıları edinmemi sağlayan çok değerli hocam, danışmanım Prof. Dr. Cengiz Anık’a ne kadar teşekkür etsem azdır. Katkılarıyla ve eleştirileriyle kendisinden çok şey öğrendiğim Prof. Dr. Hale Künüçen’e ve pozitif yaklaşımı ve her sorunuma bir çözüm getirmesiyle yardımlarını unutamayacağım kıymetli hocam Prof. Dr. Hanife Güz’e sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Doktora tezi düzeyinde Cuma hutbeleriyle ilgili bir çalışma yapma fikrini bana öneren saygıdeğer hocam Doç. Dr. Bünyamin Ayhan’a ve sevgili arkadaşım Sibel Ayhan’a teşekkürü bir borç bilirim. Akademik çalışmalarımda her zaman ve koşulda desteğini esirgemeyen sevgili eşim Himmet Hülür’e, biricik, anlayışlı, sabırlı kızım Yağmur’a ve her zaman yanımda olduğunu bildiğim sevgili annem Rabia Barış’a, abime ve ablama edeceğim teşekkür, minnettarlığımı ifade edebilir mi bilemiyorum. vi İÇİNDEKİLER ÖZET ............................................................................................................................................. İ ABSTRACT .............................................................................................................................. İİİ ÖNSÖZ ........................................................................................................................................ V İÇİNDEKİLER .......................................................................................................................... Vİ TABLOLAR ............................................................................................................................ XİV GİRİŞ ............................................................................................................................................ 1 BİRİNCİ BÖLÜM İDEOLOJİ VE İKTİDAR İLİŞKİSİ 1.1. İDEOLOJİNİN ARKA PLANI: İDEA VE LOGOS KAVRAMLARIININ TARİHSEL KÖKENLERİ VE GELİŞİMİ ............................................. 16 1.2. TOPLUMSAL GERÇEKLİK VE BİREY AÇISINDAN İDEOLOJİ, BİLGİ VE KÜLTÜR....................................................................................... 32 1.2.1. Bilgi ve Toplum ............................................................................ 32 1.2.2. Toplumsal Düzenin ve Bireyin Doğası ......................................... 45 1.3.3. Kültür ve İdeoloji .......................................................................... 54 1.2.4. Toplumsal Totalite ve Toplumsal Kontrol ..................................... 64 1.3. İDEOLOJİ VE İKTİDARA YÖNELİK YAKLAŞIMLAR ....................... 76 1.3.1. İdeolojinin Kapsamı ve Boyutları ................................................. 76 1.3.2. Marx ve Marxizm Açısından İdeoloji ve İktidar ............................ 89 1.3.3. Lukács: Tarih ve Sınıf Bilinci ..................................................... 106 1.3.4. Gramsci: Hegemonya ve Aydınlar ............................................. 112 1.3.5. Althusser ve Devletin İdeolojik Aygıtları ..................................... 117 1.3.6. Post-Marxizm, İktidarın İdeolojik ve Söylemsel Biçimleri ........... 129 vii İKİNCİ BÖLÜM DİN – TOPLUM – İDEOLOJİ 2.1. DİN VE TOPLUM ............................................................................. 146 2.1.1. Din Kavramı ............................................................................... 146 2.1.2. Sosyolojik Açıdan Din ................................................................ 153 2.1.3. Toplum Düşüncesinde Din ........................................................ 157 2.1.3.1. Auguste Comte ................................................................... 158 2.1.3.2. Emile Durkheim ................................................................... 160 2.1.3.3. Max Weber .......................................................................... 164 2.1.3.4. Karl Marx ............................................................................. 166 2.1.3.5. Dinin Anlaşılmasına Katkıda Bulunan Diğer Yaklaşımlar .... 169 2.1.4. Din ve Anlam ............................................................................. 174 2.1.5. Din ve Toplumsal Kontrol .......................................................... 178 2.1.6. Din ve Ritüel .............................................................................. 180 2.1.6. Mitoloji, Din ve İdeoloji ............................................................... 184 2.2. DİN – İDEOLOJİ – SİYASET............................................................ 186 2.2.1. Din ve İdeoloji ............................................................................ 186 2.2.2. Popüler Din ve Fundamentalizm ............................................... 193 2.2.3. Din ve İktidar ............................................................................. 196 2.3. DİN VE MODERNLEŞME ................................................................ 198 2.4. DİN VE MEDYA ............................................................................... 209 2.5. TÜRKİYE’DE TARİHSEL VE TOPLUMSAL AÇIDAN DİN .............. 214 2.5.1. İslam, Toplum ve Davranış ........................................................ 214 2.5.2. İslam’da İdeolojik Yönelimler ..................................................... 219 2.5.3 Türkiye’de Din, Toplum ve İdeoloji.............................................. 222 viii ÜÇÜNCÜ BÖLÜM İNANÇLARA YÖNELİK BİR SÖYLEM BİÇİMİ OLARAK CUMA HUTBELERİ 3.1. BİR İLETİŞİM ARACI OLARAK HUTBELER .................................. 237 3.2. 2001 VE 2012 YILLARINDAKİ CUMA HUTBELERİNİN METİN ANALİZİ ........................................................................................... 245 3.3. 2001 YILI CUMA HUTBELERİNDEKİ SÖYLEMİN İDEOLOJİK İNŞASI ............................................................................................. 248 3.3.1. Ahlak ......................................................................................... 248 3.3.1.1. Kişilik/Davranış ................................................................... 249 3.3.1.2. İyilik/Kötülük ........................................................................ 250 3.3.1.3. Hak/Adalet........................................................................... 251 3.3.1.4. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Ahlak” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi.......................... 254 3.3.2. Toplum ...................................................................................... 255 3.3.2.1. Aile ...................................................................................... 256 3.3.2.2. Cemiyet ............................................................................... 256 3.3.2.3. Akrabalık ............................................................................. 257 3.3.2.4. Dayanışma ve Yardımlaşma ............................................... 257 3.3.2.5. Kardeşlik ............................................................................. 259 3.3.2.6. Ekonomi .............................................................................. 260 3.3.2.7. Toplumsal Bütünlüğü Kuvvetlendiren ve Zayıflatan Edimler ................................................................................ 260 3.3.2.8. Komşuluk ........................................................................... 262 3.3.2.9. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Toplum” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi.......................... 266 3.3.3. Ritüeller ..................................................................................... 268 3.3.3.1. Evlilik-Düğün ....................................................................... 269 ix 3.3.3.2. Cenaze ................................................................................ 270 3.3.3.3. Selamlaşma ........................................................................ 270 3.3.3.4. Kandil .................................................................................. 270 3.3.3.5. Hac ...................................................................................... 272 3.3.3.6. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Ritüeller” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi.......................... 274 3.3.4. İnsan.......................................................................................... 276 3.3.4.1. Çocuk .................................................................................. 276 3.3.4.2. Kadın ................................................................................... 277 3.3.4.3. Anne/Baba .......................................................................... 278 3.3.4.4. Genç/Yaşlı........................................................................... 279 3.3.4.5. Kardeş ................................................................................. 280 3.3.4.6. Vatandaş ............................................................................. 281 3.3.4.7. İnsan ................................................................................... 281 3.3.4.8. Kul ....................................................................................... 283 3.3.4.9. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “İnsan” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi.......................... 287 3.3.5. Milli Öğeler ................................................................................ 290 3.3.5.1. Millet .................................................................................... 290 3.3.5.2. Şehit/Gazi............................................................................ 292 3.3.5.3. Bayrak ................................................................................. 292 3.3.5.4. Ecdat ................................................................................... 292 3.3.5.5. Devlet .................................................................................. 293 3.3.5.6. Vatan/Yurt/Ülke ................................................................... 294 3.3.5.7. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Milli Öğeler” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi ......... 296 3.3.6. Dünya/Yaşantı ........................................................................... 298 x 3.3.6.1. Sağlık .................................................................................. 298 3.3.6.2. Fakirlik/Zenginlik ................................................................. 298 3.3.6.3. Mutluluk/Huzur .................................................................... 299 3.3.6.4. Çalışma/Başarı .................................................................... 300 3.3.6.5. Dünya/Ahiret ....................................................................... 301 3.3.6.6. Akıl/İrade ............................................................................. 302 3.3.6.7. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Dünya/Yaşantı” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi ......... 305 3.3.7. Güncel Değerler/Eğilimler .......................................................... 307 3.3.7.1. Hak/Özgürlük ...................................................................... 307 3.3.7.2. Günümüz Dünyasının Sorunları .......................................... 308 3.3.7.3. Bilim/Teknoloji ..................................................................... 309 3.3.7.4. Değişim/İlerleme ................................................................. 309 3.3.7.5. Eğitim/Öğretim .................................................................... 310 3.3.7.6. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Güncel Değerler/Eğilimler” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi ................................................................ 312 3.3.8. Tarihsel Öğeler .......................................................................... 313 3.3.8.1. Tarihsel Şahsiyetler ............................................................. 313 3.3.8.2. Hicret ................................................................................... 315 3.3.8.3. Savaşlar/Fetihler ................................................................. 315 3.3.8.4. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Tarihsel Öğeler” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi ......... 318 3.4. 2012 YILI CUMA HUTBELERİNDEKİ SÖYLEMİN İDEOLOJİK İNŞASI ............................................................................................. 319 3.4.1. Ahlak ......................................................................................... 319 3.4.1.1. Kişilik/Davranış .................................................................... 319 3.4.1.2. İyilik/Kötülük ........................................................................ 321 xi 3.4.1.3. Hak/Adalet........................................................................... 322 3.4.1.4. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Ahlak” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi.......................... 326 3.4.2. Toplum ...................................................................................... 328 3.4.2.1. Aile ...................................................................................... 328 3.4.2.2. Cemiyet ............................................................................... 330 3.4.2.3. Akrabalık ............................................................................. 330 3.4.2.4. Dayanışma ve Yardımlaşma ............................................... 330 3.4.2.5. Kardeşlik ............................................................................. 332 3.4.2.6. Ekonomi .............................................................................. 334 3.4.2.7. Toplumsal Bütünlüğü Kuvvetlendiren ve Zayıflatan Edimler ................................................................................ 334 3.4.2.8. Komşuluk ............................................................................ 335 3.4.2.9. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Toplum” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi.......................... 340 3.4.3. Ritüeller ..................................................................................... 342 3.4.3.1. Cenaze ................................................................................ 343 3.4.3.2. Selamlaşma ........................................................................ 343 3.4.3.3. Kandil .................................................................................. 344 3.4.3.4. Hac ...................................................................................... 346 3.4.3.5. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Ritüeller” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi.......................... 348 3.4.4. İnsan.......................................................................................... 349 3.4.4.1. Çocuk .................................................................................. 350 3.4.4.2. Kadın ................................................................................... 350 3.4.4.3. Anne/Baba .......................................................................... 351 3.4.4.4. Genç /Yaşlı.......................................................................... 351 xii 3.4.4.5. Kardeş ................................................................................. 352 3.4.4.7. İnsan ................................................................................... 353 3.4.4.8. Kul ....................................................................................... 354 3.4.4.9. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “İnsan” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi.......................... 359 3.4.5. Milli Öğeler ................................................................................ 360 3.4.5.1. Millet .................................................................................... 360 3.4.5.2. Şehit/Gazi............................................................................ 361 3.4.5.3. Ecdat ................................................................................... 362 3.4.5.4. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Milli Öğeler” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi ......... 363 3.4.6. Dünya/Yaşantı ........................................................................... 364 3.4.6.1. Sağlık .................................................................................. 364 3.4.6.2. Fakirlik/Zenginlik ................................................................. 365 3.4.6.3. Mutluluk/Huzur .................................................................... 365 3.4.6.4. Çalışma/Başarı .................................................................... 366 3.4.6.5. Akıl/İrade ............................................................................. 367 3.4.6.6. Dünya/Ahiret ....................................................................... 368 3.4.6.7. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Dünya/Yaşantı” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi ......... 372 3.4.7. Güncel Değerler/Eğilimler .......................................................... 374 3.4.7.1. Hak/Özgürlük ...................................................................... 375 3.4.7.2. Günümüz Dünyasının Sorunları .......................................... 375 3.4.7.3. Bilim/Teknoloji ..................................................................... 377 3.4.7.4. Değişim/İlerleme ................................................................. 378 3.4.7.5. Eğitim/Öğretim .................................................................... 379 xiii 3.4.7.6. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Güncel Değerler/Eğilimler” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi ................................................................ 382 3.4.8. Tarihsel Öğeler .......................................................................... 385 3.4.8.1. Tarihsel Şahsiyetler ............................................................. 385 3.4.8.2. Hicret ................................................................................... 387 3.4.8.3. Savaşlar/ Fetihler ................................................................ 388 3.4.8.4. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Tarihsel Öğeler” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi ......... 391 3.5. 2001 VE 2012 YILLARINDA CUMA HUTBELERİNDEKİ DİNİ SÖYLEMİN İDEOLOJİK İNŞASININ DEĞERLENDİRİLMESİ......... 394 SONUÇ .......................................................................................................398 KAYNAKÇA ...............................................................................................409 EK: TÜRKİYE CUMHURİYETİ DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI DİN İŞLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ’NÜN HUTBEYLE İLGİLİ AÇIKLAMALARI ...422 xiv TABLOLAR Tablo 1: Ahlak Birimi Açısından Kategoriler ............................................... 252 Tablo 2: Toplum Birimi Açısından Kategoriler ............................................ 263 Tablo 3: Ritüeller Birimi Açısından Kategoriler ........................................... 273 Tablo 4: İnsan Birimi Açısından Kategoriler ............................................... 284 Tablo 5: Milli Öğeler Birimi Açısından Kategoriler ...................................... 294 Tablo 6: Dünya/Yaşantı Birimi Açısından Kategoriler ................................ 303 Tablo 7: Güncel Değerler/Eğilimler Birimi Açısından Kategoriler ............... 310 Tablo 8: Tarihsel Öğeler Birimi Açısından Kategoriler ............................... 317 Tablo 9: Ahlak Birimi Açısından Kategoriler ............................................... 323 Tablo 10: Toplum Birimi Açısından Kategoriler .......................................... 336 Tablo 11: Ritüeller Birimi Açısından Kategoriler ......................................... 346 Tablo 12: İnsan Birimi Açısından Kategoriler ............................................. 356 Tablo 13: Milli Öğeler Birimi Açısından Kategoriler .................................... 362 Tablo 14: Dünya/Yaşantı Birimi Açısından Kategoriler .............................. 370 Tablo 15: Güncel Değerler/Eğilimler Birimi Açısından Kategoriler ............. 380 Tablo 16: Tarihsel Öğeler Birimi Açısından Kategoriler ............................. 389 1 GİRİŞ Cuma hutbelerinin, inançlara yönelik bir söylem biçimi olarak ele alındığı bu çalışmada böyle bir söylemin ideolojik açıdan önemi ve hangi rolleri oynadığı üzerinde durulmaktadır. Bu amaçla öncelikle ideolojinin hangi biçimlerde anlaşıldığına ve ideolojiye yönelik yaklaşımlara yer verilmektedir. Daha sonra din, toplum ve ideoloji konusundaki görüşler irdelenmektedir. Bu kuramsal çözümlemeler ve görüşler ışığında toplumun çeşitli alanları açısından, özellikle din açısından ideolojinin önemi açığa kavuşturulmaktadır. Son olarak ise kuramsal görüşler çerçevesinde ortaya çıkan başlıca ölçütlere dayalı olarak Cuma hutbeleri çözümlenmektedir. Cuma hutbelerinin ideolojik içeriği, belirlenen ölçütler açısından hutbelerdeki onaylanan ve yadsınan yargıların ortaya çıkarılmasıyla belirlenmektedir. Bu tezin konusu olan inanca yönelik bir söylem biçimi olarak Cuma hutbeleri, doğal olarak dinleyicinin inançlarını pekiştirmeye yönelik bir içerik taşımaktadır. Bununla birlikte bu söylem dünyevi konulara ilişkin mesajlar da içermekte, dolayısıyla dinleyicinin dünyevi yaşamını da tanzim etme bağlamında ideolojik bir inşa yükümlenmektedir. Bu tezin konusuyla ilgili temel sorunsalı, inançlara yönelik bir söylem biçimi olan Cuma hutbelerinin içerdiği dünyevi mesajlarla, nasıl bir ideolojik inşa ortaya koydukları oluşturmaktadır. Bu tezin amacı, ideoloji, iktidar ve dinin toplumsal önemine ilişkin tartışmalar temelinde Cuma hutbelerindeki dünyevi mesajların, dinleyicinin gündelik yaşamını nasıl tanzim etmeyi hedeflediğini belirlemeye çalışmaktır. Dolayısıyla tez, Cuma hutbelerinin dinleyiciyi nasıl etkilediği sorunsalından ziyade, nasıl bir mesajla etkilemeyi hedeflediği sorunsalı ile ilgilenmektedir. Bu amaca yönelik olarak da inançlara yönelik bir söylem olan Cuma hutbelerinin, bireyin dünyevi yaşamlarını tanzim etmeye yönelik mesajlarının 2 neler olduğu gözlemlenmeye çalışılacak ve bu yolla Cuma hutbelerinin ideolojik inşalarına açıklık kazandırılmaya çalışılacaktır. Cuma namazları İslam dininin en yaygın ibadetleri ve ritüelleri arasındadır. Cuma namazı esnasında okunan hutbeler, çok sayıda dinleyiciye ulaşma potansiyeli taşıyan mesajlar içermektedir. Bu mesajların, kişilerin dünyevi yaşamlarını belirlemeye ve özellikle siyasal davranışlarını etkilemeye yönelik içerikleri, onların ideolojik inşalarına belirlilik kazandırılması açısından önem arz etmektedir. Dolayısıyla tezin önemi de bundan kaynaklanmaktadır. Cuma hutbelerindeki dünyevi yaşama ilişkin mesajların yoğunluğu ve anlam alanının gözlemlenmesiyle Cuma hutbelerinin ideolojik inşasının belirlenmesi, inançlara yönelik söylemin ideolojik aygıt olarak kullanıldığına dair veri sunacaktır ve tezin önemi de bu ideolojik inşanın bireyin dünyevi yaşamı ve özellikle siyasal davranışları üzerinde oynadığı veya oynayabileceği role açıklık kazandırılmasından kaynaklanmaktadır. Cuma hutbelerindeki içerik ve söylem biçimleriyle ilgili iletişim disiplini bağlamında, doktora tezi düzeyinde bir çalışmaya rastlayamadık. İletişim dışındaki akademik disiplin alanlarında ise konuyla ilgili sınırlı sayıda makale ve kitap çalışmasının bulunduğu görülmektedir. Bunun yanında hutbelerin eğitim aracı olması, hutbelerde kadın olgusunun kullanılması gibi konularda yüksek lisans tezi olarak hazırlanmış az sayıda çalışma bulunmaktadır. Yukarıda da dile getirildiği gibi azımsanmayacak miktarda insanın Cuma hutbelerindeki mesajlara maruz kalmaları göz önüne alındığında, yapılmış olan çalışmaların son derece yetersiz olduğu ve konunun çeşitli boyutlarının ele alınmadığı dikkat çek mektedir. Hutbelerde iktidarın dolaysız ve dolaylı olarak etkisinin görülebileceği ve siyasal iktidarın inançlara yönelik söylem yoluyla ortak bir bütünlük oluşturarak varlığını sürdürdüğü düşünülmektedir. Bu bağlamda Türkiye’de Cuma hutbelerinin içeriğinin incelenmesi suretiyle hutbelerde ideolojik ve siyasal unsurların ortaya konulabileceği düşünülmektedir. 3 Tez çalışması kapsamında ideoloji, iktidar ve din hakkındaki kuramsal bakış açıları ve taratışmalara yer verilmektedir. Dini söylemin ideolojik ve siyasi boyutlarını irdeleyen bu çalışmada dinin, ideoloji ve iktidar ilişkileri açısından anlaşılmasına çalışılmaktadır. Dolayısıyla bu tezde, gerek ideoloji gerekse din konusundaki kuramlara ve tartışmalara, iktidar kavramıyla alakalı oldukları kadarıyla yer verilmesi amaçlanmaktadır. İdeoloji, iktidar ve din kavramının ve bunların toplumsal yansımalarının diğer boyutları tezin kapsamı dışında kalmaktadır. Buna ek olarak Cuma hutbeleri, sadece hutbe metinleriyle sınırlı olarak incelenmektedir. Cuma hutbelerini dinleyenlerin hutbeleri nasıl alımladıkları, hutbeleri yaşantılarında nasıl yansıttıkları, hutbeler hakkında neler konuştukları gibi Cuma hutbelerinin araştırılabilecek daha çok çeşitli yönleri bulunmasına karşın bu konular temelde tezimizin ilgisinin dışındadır. Bunlar, tezin kapsam ve sınırlılıklarını belirlemektedir. Tezin yöntemi, ideoloji ile iktidar ilişkileri ekseninde ortaya konulan kuramsal tartışmalar çerçevesinde Cuma hutbelerinin metinlerinin analizi oluşturmaktadır. Bu metin analizi açısından inançlara yönelik bir söylemin anlaşılması, içinde bulunduğu toplumsal dünyadaki anlamının ve rolünün hesaba katılmasını gerektirir. Bu durum, inançlara yönelik söylemi, toplumdaki diğer fenomenlerden ve süreçlerden bağımsız olarak incelemenin olanaksızlığını gösterir. Dolayısıyla hutbelerin, toplumsal ve siyasal bütünlüğü dikkate alınarak anlaşılmaya çalışılması yöntemsel bir öncelik olarak benimsenmekte ve iktidar ve ideoloji bu bütünlüğün en temel karakteristikleri olarak görülmektedir. Tezde uygulanan metin analiziyle aynı analiz yöntemine daha önce çok az çalışmada başvurulmuştur. Bu çalışmalar arasında Anık ve Soncu’nun1 “Kültür, Medeniyet ve Modernizm Üzerine ‘Yaprak Dökümü’ Bağlamında Bir Değerlendirme” adlı makalesi ve Soncu’nun 2 “Kimliklerin 1 Anık ve Soncu, 2010. 2 Soncu, 2012. 4 İnşasında Kurumsal Dergilerin Rolü: Türk Yurdu ve Ülkü” adlı doktora tezi bulunmaktadır. Bölümler arasında genelden özele doğru bir akış planlanmaktadır. Öncelikle iktidar ve ideoloji tartışmaları yapılacak, din ve ideoloji ilişkisi tartışılacak, sonra konu Türkiye boyutunda ele alınarak inançlara yönelik söylem biçimi olarak hutbeler konusu çalışmanın uygulama kısmını oluşturacaktır. Özel olarak bölümlerin içeriğini açıklamaya geçmeden önce tezin bütününün dayandığı temel kuramsal ve yöntembilimsel tartışmalara değinmenin yararlı olduğu düşünülmektedir. İdeoloji, toplum bilimlerinde son derece tartışmalı bir kavramdır, bunun en önemli nedeni toplumu anlamaya ve açıklamaya yönelik birbirinden farklı kuramsal geleneklerin bulunmasıdır. Bu durum, en temelde toplum bilimlerinde ortak bir doğrunun bulunmamasıyla ilişkilidir. Ancak, toplum bilimlerinde ideoloji kavramıyla ilişkili uzlaşmazlık ve farklılık, diğer herhangi bir kavramdan çok daha fazladır. Bu uzlaşmazlık aslında doğaldır çünkü ideolojinin alanı, kültürel, zihinsel ve bilişsel konularla ilişkilidir. Bu açıdan ideoloji konusu, son derece kendine özgü yorumları, oluşumları ve fenomenleri kapsar. En azından, ideoloji ile ilgili çözümlemeler ve tartışmalar, yorumsal çeşitliliğe, örneğin ekonomiyle veya endüstriyle ilgili tartışmalardan çok daha fazla açıktır. İdeolojinin, bilgi üretiminin temelinin anlaşılması için başvurulan temel kategorilerden biri olması onun sosyal bilimler için ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Başka bir anlatımla ekonomi, endüstriyel ilişkiler, kültür, siyaset bilimi alanlarının her birinde ideoloji konusu önemli bir yer tutmaktadır. İdeolojinin kendisi bir disiplin olmasına karşın diğer toplum bilimleri ve disiplinleri açısından da geçerli olan bir boyutu olduğu söylenebilir. Çünkü ideoloji, tüm bilimlerin amacı olan bilgi üretiminin doğasıyla ilişkilidir. 5 Belirli bir kuramsal gelenek içinde ideolojiye birbirinden çok farklı biçimlerde yaklaşılmakta, birbiriyle uyuşmayan görüşler savunulmaktadır. Örneğin Marxist gelenek ideolojiye merkezi bir yer verir. Buna karşın tüm Marxist toplum kuramcıları, ideolojiye aynı şekilde yaklaşmazlar. Özellikle yapısalcı Marxistler ile hümanist Marxistler arasında çok derin ve uzlaşmaz farklılıklar bulunmaktadır. Tarihsel ve toplumsal çözümlemeyi belirli bir yapıya dayandıran yaklaşımlar, ideolojik fenomenleri, öznelere veya anlamlı amaçlara başvurmaksızın ele alırlar. Diğer taraftan tarihsel ve toplumsal değişimi, öznelerin belirlediğini kabul eden görüşler, dışsal sınırlandırmaların çok fazla önemli olmadığını benimserler. Genel olarak bilgiyle, daha özel olarak bilimle ilişkisinde ideolojiye olumsuz anlamlar yükleyen görüşler ile bilimi ideolojiden soyutlamanın imkânsız olduğunu ileri süren görüşler arasında temel uzlaşmazlıklar bulunmaktadır. İdeolojiyi negatif olarak gören bakış açıları onu gerçekliğin, doğruluğun, bilimin çarpıtılması olarak nitelendirirler. Bu anlamda örneğin bilimin ideolojikleşmesi onun kendi görevlerini tam olarak yapmaması anlamında kullanılır. Daha özel olarak Marxizm içinde etkili bir eğilim, ideolojiyi, gerçeklerin olduklarının tersine algılanması, bulanıklaşması veya çarpıtılmış yansımaları anlamında kullanılır. Yine çeşitli pozitivist ve nesnelci bilgi anlayışları, ideolojinin bilginin nesnelliğini bozan bir etmen olduğunu savunurlar. Bu anlamda ideoloji, bilimin tersine yanlı yaklaşımları temsil eder. Çeşitli toplum bilim akımları açısından olduğu gibi günlük yaşantı içinde ideolojinin daha çok bu anlamının kullanıldığını söylemek yanlış olmaz. Tüm bu anlayışların ortak yönü, ideolojinin yansızlığı zedeleyen bir durum olduğunun veya gerçek bir bilgi ve doğruluğu çarpıtan bir etmen olarak ön plana çıktığının vurgulanmasıdır. İdeolojinin olumsuz görülmesinin kökeni, bilimin temelde nesnel bir özelliğinin olduğu veya gerçekliğin belirli bir doğru bilgisinin mümkün olduğu şeklindeki düşüncelerde yatar. Ancak ideolojinin daha farklı bir anlamı genel olarak zihinsel etkinlikler ve kültürel oluşumları kapsamasıyla ilintilidir. 6 İnsanlığın tarih içindeki ideolojik evriminden veya gelişiminden bahsettiğimizde ideolojinin bu anlamını kullanırız. İdeolojinin çok farklı yönlerini vurgulayan tüm bu kuramsal bakış açıları ışığında bu tez çalışmasında genel olarak ideoloji, dünyayı ve olayları anlama biçimi, onları anlamlı hale getiren bakış açıları ve inançlar olarak kabul edilmektedir. Bu çerçevede en temel ve yalın anlamda söylemek gerekirse ideolojinin kültür, din, bilgi, iktidar ve modernleşme gibi konularla belirli bağlantıları ve bunun gündelik yaşantıdaki yansımaları üzerinde durulmaktadır. Yani tüm bu alanlarda ideoloji, dünyanın ve olayların anlaşılması ve bu anlayışın gündelik yaşantıya yansıma biçimidir. Bu anlamda iktidarın olduğu gibi bilginin ve dinin de ideolojik boyutu önem kazanmaktadır. Günümüz toplumlarının araştırılmasında iletişim bilimleri, ideolojiye temelde kitlesel düzeyde yansıma bulan bir kültürel fenomen ve süreç olarak ilgi göstermektedir. Ancak bu fenomenler de özünde hangi bakış açıları tarafından incelendiklerine dayalı olarak karşılık bulmakta bu bağlamda kitle kültürü, eleştirel veya olumlayıcı çözümlemelerle anlaşılmaya çalışılmaktadır. İletişimin, kişilerarası bir oluşumdan çok, geniş ölçekli kitlesel bir fenomen olarak ele alınması, temelde kitlesel veya küresel iletişim araçlarının vurgulanmasını beraberinde getirir. Bu bağlamda giderek post-endüstriyel bir nitelik kazanmaya başlayan modern toplumlarda iletişimi ve kültürü büyük ölçüde kitle medyasının belirlediği görüşü, yaygın bir şekilde kabul edilmektedir. Ancak iletilerin oluşturulmasında, yaygınlaştırılmasında ve anlaşılmasında çeşitli ideolojik girdilerin anlaşılması, iletişim araştırmalarının başlıca amaçları arasındadır. Bu durum, ideolojinin boyutunun bireylerden veya gruplardan çok daha geniş düzeylere taşınması anlamına gelmektedir. Sonuç olarak son dönemlerde hızın, mekanikliğin ve eşzamanlılığın belirlediği bir küreselleşme süreci ve bu sürecin temel taşıyıcıları olan yeni iletişim ve medya teknolojileri, giderek daha fazla gerçeklik kazanmakta ve bilimsel araştırmalarda karşılık bulmaktadır. 7 Hemen hemen bütün dinlerin, dinsel mesajı yaygınlaştırma eğilimine sahip oldukları söylenebilir. Bu açıdan dinlerin başlangıcından itibaren kitleselleşme ve küreselleşmeye yatkın oldukları söylenebilir. Geleneksel dünyada dinin mesajını yaymasının temel araçları, kurumsallaşmış dini araçlardı. Cami, İslam toplumunda dini mesajı kitlelere ulaştırmada hayati bir rol icra etmiştir. Bu bağlamda daha özel olarak camide verilen mesajların merkezi mahali olan minber hem geleneksel dünyada hem de modern dünyada işlev gören bir iletişim aracıdır. Bu gibi geleneksel araçların yanında teknolojik ve bilimsel gelişmelerle birlikte ortaya çıkan yeni araçlar sayesinde modern dünyada, dinlerin kendi mesajlarını daha geniş kitlelere aktarabilmelerinin olanakları çoğalmıştır. Özelikle okur-yazarlığın artması ve okuma yazma teknolojilerinin gelişmesinden din de kendi payına düşen avantajları almıştır. Ancak modernleşme süreci dinler açısından çok temel bir sonucu beraberinde getirmiştir: sekülerleşme. Bu süreç, dinin, din dışı olana doğru zorlanmasından daha çok dinlerin hem kendi içlerinde karşılık bulan hem de dışarıdan desteklenen bir süreçtir. Sekülerleşme her şeyden önce dini veya diğer konularda aklın ve rasyonelleşmenin temel ölçüt haline gelmesidir. Bu süreç aracılığıyla dünya giderek daha fazla neden-sonuç ilişkisi içinde kavranmaya başlar. Örneğin hastalıklara şifa daha çok tıbbi tedavi yollarıyla aranır. Elbette geleneksel yollarda tümüyle olmasa da varlığını sürdürür ve tıbbi tedavinin uygulanmasının yanında dua ile şifa dileme de söz konusu olabilir yani dua tümüyle ortadan kalkmaz. Ancak hastalıklara çare aramanın vazgeçilmez biçimi, geleneksel toplumdan çok daha fazla tıbbi tedavi haline gelir ve hastalık, en azından geleneksel dünyadakinden çok daha fazla bir derecede tıbbi nedenlerle ve sonuçlarla anlaşılmaya başlar. Burada sekülerleşme sadece genel olarak dinin değil aynı zamanda çeşitli yerel geleneklerin ve kültürlerin de yapısal bir dönüşüme uğramaları ve bu çerçevede günlük ilişkilerini ve eylemlerini, yani bir bütün olarak dünyayı daha fazla “açıklanabilir” bir tarzda algılamaları anlamına gelir. 8 Bu bağlamda modernleşmeyle birlikte dinin dünyaya yönelik yaklaşımı yeni bir içerik kazanır ve dinin temel ilkeleri hatta dini inanç rasyonelleşmiş bir nitelik barındırmaya başlar. Din genel olarak başlangıcından itibaren insanlara bir dünya görüşü sunmasına karşın modern dünyada bu dünya görüşünün temel çerçevesi değişmiştir. Yani geleneksel toplumda dinin kitleler tarafından benimsenmesinde geçerli olan mutlak inanma yerini akla dayalı argümanlara ve kanıtılar oluşturmaya dayalı tartışmalara bırakmıştır. Bu duruma kısaca dini içeriğin ideolojikleşmesi denilebilir. Din, geleneksel toplumda doğrulukla ilgili olarak neredeyse bir tekele sahipti. Modern dünyada dinin bu tekeli kırılmış, onunla rekabet eden çok sayıda bakış açıları veya “ideolojiler” ortaya çıkmıştır. Bu anlamda ideolojilerin dinden farkı, belirli bir zamanda ve mekânda belirli bir üreticiye dayalı olarak ortaya çıkmalarıdır. Burada modern toplumda ideolojinin üretim işlevini entelijensiya veya aydınlar yerine getirmektedir. Üstelik bu gruplar sadece dini olmayan ideolojileri değil aynı zamanda dini çerçevedeki görüşleri ve yorumları da geliştirmektedir. Geleneksel dünyada insanlar dini konuları, inançlarında ve kalplerinde konumlandırmaya çalışırken modern ve postmodern dünyada akıllarında ve zihinlerinde konumlandırmaya çalışırlar. Aklı ve zihni temsil eden süreçler ve fenomenler toplumsal ve kültürel dünyada egemen hale gelmektedir. Dinin toplum içinde hakikate sahip olma tekelini kaybetmesi, bilimsel, sanatsal ve entelektüel görüşlerin ve akımların ona rakip olarak ortaya çıkması demektir. Yine dinin kendi içinden modern dünyaya özgü çeşitli akımların ve anlayışların gelişmesi, bu sürecin bir parçasıdır. Modern kapitalist toplumların gelişim sürecinde, tarihsel olarak BatılıHıristiyan toplumlarla Doğulu-İslam toplumları arasında temel farklılıklar ortaya çıkmıştır. Sekülerleşme ve rasyonelleşme genel bir süreç olarak önce Batılı-Hıristiyan toplumlarda kendini göstermiştir. Batı toplumlarında din, modern kapitalizmi ve bilimsel-teknolojik devrimleri destekleyici bir rol oynamıştır. Ancak İslam dünyasında bilimsel-teknolojik gelişmelerin 9 benimsenmesi uzun bir zaman almıştır. Hatta birçok İslam ülkesinde bu gelişmeler dirençle karşılaşmaya devam etmektedir. Bunun en büyük nedeni bu gelişmelerin tarihsel kökeninin Batı toplumlarında bulunmasıdır. Toplumsal alanda dinsel görüşlerin rasyonelleşmesi ve giderek ideolojik içerik kazanması, yani giderek daha fazla açıklamaya ve kanıtlara dayalı hale gelmesi, inancın giderek akılla temellendirilmeye çalışılması yani sekülerleşme süreci aynı zamanda siyasal alanda da birtakım karşılıklar bulmuştur. Bu anlamda Batı toplumlarında modern toplumun ortaya çıkışıyla birlikte dinle devletin ilkesel olarak birbirinden ayrıldığı görülmektedir. Ancak İslam toplumlarında Batıdan ortaya çıkan bilimsel ve teknolojik gelişmelere karşı gösterilen dirençten çok daha fazla direnç siyasal alanda dinle devletin ayrılmasına karşı gösterilmiştir. Bu çerçevede din ile devletin birbirinden ayrılması İslam dünyasında en büyük siyasal sorunu oluşturmuştur. Dinle devletin İslam toplumlarında birbirinden kolaylıkla ayrılamamasının en önemli nedenlerinden biri İslam’da, Hıristiyanlıktan farklı olarak dinle dünyanın birbiri içine geçmiş olmasıdır. İslam bir din olarak en azından sosyolojik olarak, dua ve ibadetin çok ötesinde günlük yaşamı düzenleyen değerleri, inançları ve kuralları da kapsar. Toplumun hemen her alanında uyulması gereken belirli buyrukları ve yasakları içerir. Dolayısıyla İslam, ekonomik davranış alanında olduğu gibi toplumsal ilişkilerde ve siyasal konularda belirli kuralları ve öğütleri barındırır. Burada böyle ifadelerin yanlış anlaşılmaması için belirli bir noktanın açığa kavuşturulmasında yarar vardır. İslam’da din ile devletin birbirinden ayrılmadığını veya İslam’ın dünyayı, günlük yaşamı ve siyasal davranışları düzenleyen kurallara ve değerlere sahip olduğunu söylerken bu durumun İslam’ın özünde böyle olduğuna işaret etmiyoruz. Tersine İslam’ın özünde nasıl olduğu bizim buradaki ilgilerimizin tümüyle dışındadır. Buradaki ifadelerimiz toplumda anlaşıldığı biçimiyle İslam’la yani sosyal bilimsel bir açıdan İslam’ın nasıl göründüğüyle ilgili olarak ortaya konulan ifadelerdir. Örneğin birileri, bunların İslam’ın özünde 10 hiç olmadığını iddia edebilir veya bunların tam da İslam’ın özü olduğunu iddia edebilir. Türkiye’de Cumhuriyetle birlikte siyasal alanda dinin rolüyle ilgili tartışmaların siyasal alanın çok önemli konuları arasında olduğu görülmektedir. Bunun temel nedenlerinden biri kurucu seçkinlerin laiklik politikaları ile toplumdaki yerleşik davranışlar ve tutumlar arasındaki gerilimdir. Din ve devleti ayırmaya amaçlayan laikçi seçkinlerin bu politikaları modern toplumun temel niteliklerini geliştirmeye yönelikti. Zaman içinde bu projenin önündeki en büyük engelin İslam’ın anlaşılma biçimi olduğu ve din ile dünyayı ve devleti birbirinden ayırmayan ve kökleri tarihsel olarak derinlere inen bir tutum olduğu görülmektedir. Bugün Cumhuriyet devrimlerinin bir sonucu olarak Türkiye, laiklik uygulamasını diğer İslam ülkelerinden çok daha fazla gerçekleştiren bir siyasal düzene sahiptir. Bununla birlikte dinle devleti birbirine bağlayan en önemli nedenlerden biri, devlet içinde dini yöneten büyük bir yapının, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bulunmasıdır. Bu açıdan din ve devletin birbirinden ayrılması anlamına gelen laikliğin tam anlamıyla Türkiye’de hiçbir zaman uygulanmadığını, dinin her zaman devletin bir parçası olduğunu söylemek yanlış olmaz. İslam ülkeleri arasında laikliğe en fazla bağlı olan Türkiye’de bile devletten dinin, dinden de devletin ayrılmamış olması din, siyaset ve ideoloji çalışmaları açısından son derece önemlidir. Bu tezin kuramsal tartışmaları ve uygulaması bu görüşler ve değerlendirmeler çerçevesinde ortaya konulmaktadır. Bu amaçla tezin Birinci Bölümünde “İdeoloji ve İktidar İlişkisi” başlığında, idea ve logos kavramlarının tarihsel kökenleri ve gelişimi ele alınarak ideolojinin arka planı ortaya konulmaktadır. Daha özel olarak, idea ve logos kavramlarına Eski Yunan düşüncesindeki kökenlerinden modern dönemdeki kullanımlarına kadar hangi anlamların verildiğine değinilmektedir. 11 Birinci bölümün “Toplumsal Gerçeklik ve Birey Açısından İdeoloji, Bilgi ve Kültür” alt başlığı içinde ideoloji, bilgi ve kültür arasındaki ilişkilere olduğu kadar bunların toplumsal yaşantı ve birey davranışı açısından önemine değinilmektedir. İdeoloji, düşünceler, kavrayışlar, algılar gibi zihinsel etkinlikleri olduğu kadar insan ilişki ve etkileşimleri alanında önemli bir rol oynar. İdeolojinin düşünceler ve kavrayışlarla yakın bağlantısı nedeniyle birçok araştırmacı ideoloji ile bilgi arasındaki ilişkileri araştırmıştır. İdeoloji ve bilginin toplumsal yaşam içinde hangi türden yansımaları olduğu, toplum bilimleri açsından ilgi görmektedir. Farklı bilgi türlerinin, belirli bir ideolojik çerçeve içinde üretilmesi yoluyla kültürel gerçekliklerin meydana getirildiğini söylemek mümkündür. Ayrıca toplumda bireyin ve grupların üzerindeki gerçeklik yapıları olarak toplumsal totalite ve toplumsal kontrolün ideolojik ve kültürel boyutlarının anlaşılması önem kazanmaktadır. Bu nedenlerle bu alt başlıkta bilgi ve toplum; toplumsal düzenin ve bireyin doğası; kültür, bilgi ve ideoloji; toplumsal totalite ve toplumsal kontrol konuları ayrıntılı olarak tartışılmaktadır. Birinci bölümün son alt başlığı “İdeoloji ve İktidara Yönelik Yaklaşımlar”ı konu edinmektedir. İdeolojiye birbirinden çok farklı anlamlar verildiği için bu anlamlarda hangi yönlerin ön plana çıktığını ortaya koymak gerekir. Kavram üzerindeki anlaşmazlıklar, bakış açısından olduğu kadar modern toplumun hangi temel süreçleri ve yapılarıyla ilgili değerlendirme yapıldığından da kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla burada Hobbes’tan Eagleton’a kadar belirli düşünürlerin ideolojiyle ilgili temel görüşleri ve kapitalizm, modernlik, bireysel irade, din, rasyonelleşme, önyargılar, siyasal pratik gibi belirli olgular ve oluşumlarla ideolojinin ilişkisi ele alınmaktadır. Bu şekilde ideoloji hakkındaki yönelimlerin belirginleştirilmesi yoluyla ideolojinin kapsamı ve boyutları da belirginleşmektedir. Burada Althusser’in devletin ideolojik aygıtları nosyonu özel bir yer tutmaktadır. Marx’a göre ideoloji altyapı tarafından belirlenirken Althusser’e göre ideolojinin kendisi belirleyicidir. İnsanların eylemleri, düşündükleri ve 12 inandıklarıyla uyumlu olmakta ve bu eylemler bilincin içinde bulunmaktadır. Althusser göre okullar, aile, din ve sendikalar ideolojik birer devlet aygıtı olarak hizmet etmektedir. Bu aygıtlar toplumsal yaşantıyı farklı alanlarda kapitalist sistemin çıkarlarına göre belirlemektedir. Ona göre bireylerin kimlikleri, kişilikleri, rolleri ideolojinin onlar için uygun gördüğü temel ölçütler çerçevesinde ortaya çıkar. Dolayısıyla ideoloji yaşanan bir şeydir, benlikleri ve var oluş tarzını belirleyen bir şeydir. İdeoloji olmadan bireylerin bir kimlik sahibi olmasını, özne olmalarını, belirli statülerde ve rollerde olmalarını düşünemeyiz. Ayrıca bu alt başlıkta, ideoloji ve iktidara yönelik başlıca yaklaşımlar tartışılmaktadır. Bu bağlamda Marx ve Marxizm’in ideolojiye yönelik fikirleri; Lukács’ın tarih ve sınıf bilinci kavramları; Gramsci’nin hegemonya ve aydınlar üzerine görüşlerine yer verilmektedir. Ayrıca burada post-Marxizm tartışmasına ve iktidarın ideolojik ve söylemsel biçimlerine değinilmektedir. Tezin İkinci Bölümünde din, toplum ve ideoloji konuları ele alınmakta ve bunlar arasındaki ilişkiler üzerinde durulmaktadır. İlk olarak din ve toplum konusuna yer verilmekte ve din kavramına değinilmektedir. Bu çerçevede gerek mikro düzeyde birey davranışları açısından gerekse makro düzeyde toplumsal süreçler ve yapılarla ilişkili olarak dinin anlamı vurgulanmaktadır. Özellikle dinin toplumda düzeni, uyumu ve bütünlüğü pekiştiren yönü ele alınmakta, dini tecrübenin önemine ilişkin görüşler sunulmakta ve dinin özselci ve işlevselci tanımları çerçevesinde toplumsal yaşamla kurulan bağlantılar ve dinsel kavrayışlar irdelenmektedir. İkinci Bölümde daha sonra sosyolojik açıdan dinle ilişkili görüşlere ve yaklaşımlara yer verilmektedir. Temel olarak din sosyolojisi içinde son derece farklı bakış açıları, dinin toplumsal karakterini çeşitli araştırmalarla açığa kavuşturmaya çabalamışlardır. İkinci Bölümün bir sonraki alt başlığında, dinin toplumla ilişkisinde dinin çeşitli yönleriyle ilgili kuramsal değerlendirmelerin yanı sıra dinsel olguların nasıl anlaşılması gerektiği sorusuna yanıtlar arayan çeşitli yöntembilimsel yönelimler üzerinde durulmaktadır. 13 Daha sonra toplum düşüncesinde din konusu bu alandaki başlıca düşünürlerin görüşleri açısından ortaya konulmaktadır. Daha özel olarak Auguste Comte, Emile Durkheim, Max Weber ve Karl Marx’ın ve dinin anlaşılmasına katkıda bulunan diğer toplum düşünürlerinin fikirleri dikkatlere sunulmaktadır. Din ve toplum konusunda daha sonra sırasıyla din ve anlam; din ve toplumsal kontrol; din ve ritüel; mitoloji, din ve ideoloji üzerinde durulmaktadır. Öncelikle din yalnızca insan eylemini yönlendirmez aynı zamanda insanların toplumu ve dünyayı anlamalarına yönelik onlara belirli ölçütler sunar. Böylece dini inanç, değer ve pratiklerin kültürün çeşitli biçimlerinin oluşmasında önemli bir etkiye sahiptir. Aynı şekilde toplumsal kontrol de sadece insanların eylem ve etkinliklerinin belirlenmesi demek değildir, aynı zamanda olayların, toplumun ve dünyanın anlaşılmasının da temel kalıplarını sunar. Dini inanç ve ibadetin toplu ve yinelenen biçimleri olarak dinin pratik yönüne işaret eden ritüellerin toplumsal yaşantının ortak tarzlarının gelişmesi açısından katkısı büyüktür. Din ve toplum konusunda son olarak mitolojii, din ve ideolojinin oynadığı role değinilmektedir. İkinci Bölümün diğer bir alt başlığı olan “Din-İdeoloji-Siyaset” başlığı altında öncelikle din ve ideoloji ilişkisi irdelenmektedir. Bu ilişkinin sonucu olarak özellikle modern toplumlarda belirli birtakım dinsel akımların ortaya çıktığı görülmektedir. Bu anlamda popüler din ve fundamentalizmin dinin ideolojik biçimlerinin farklı doğrultularını temsil ettikleri söylenebilir. Modern toplumda çoğu durumda dini akımlar iktidara ilişkin tutumları ve yaklaşımları açısından karakterize edilebilir. Diğer taraftan dinin iktidara yönelik tutumları, onun geleneksel biçiminden uzaklaşarak daha fazla ideolojikleşmesini ifade eder. İkinci Bölümün sonraki alt başlığı din ve modernleşmedir. Burada temel ilgi, geleneksel toplumda modern topluma geçiş sürecinde din ve modernleşme arasındaki etkileşime gösterilmektedir. Özellikle modernleşmeyle birlikte dinin geleneksel toplumda toplumsal yaşantının 14 tümü üzerinde sahip olduğu düzenleme gücü sona ermiştir. Özellikle dinde sekülerleşme, sivilleşme, çoğulculaşma ve bireyselleşme en önemli sonuçlar olarak kendini göstermektedir. İkinci Bölüm’de daha sonra din ve medya konusu işlenmektedir. Öncelikle tarihsel olarak teknolojinin gelişimiyle birlikte medya ile din ilişkisinin nasıl şekillendiği araştırmacıların ilgi duydukları bir konu olmuştur. Ancak son dönemlerde yeni iletişim teknolojileri ve dijital medyanın gelişmesiyle birlikte dinin medyadaki görünümleri ve yansımaları çok daha geniş bir yankı uyandırmaktadır. Din ve medya araştırmalarında görsel kültür, dini kimlik, dini ritüeller önemli bir yer tutmaktadır. Son dönemlerde ise özellikle dinin internetle ilişkisi, ilgi odaklarından biri olmuştur. İkinci Bölüm’de son olarak, Türkiye’de tarihsel ve toplumsal açıdan din irdelenmektedir. Burada öncelikle İslam, toplum ve davranış üzerinde durulmakta, İslamın bir din olmasının yanında toplumsal davranışı ve ilişkileri nasıl etkilediği tartışılmaktadır. Daha sonra İslam’da başlıca ideolojik eğilimler ortaya konulmakta ve laiklik, İslâmcı modernizm, radikal İslâmcılık, gelenekselcilik, yeni-gelenekselcilik ve bunların alt kolları önemli akımlar olarak ele alınmaktadır. Bu bağlamda geleneksel toplumdan modern topluma geçişle birlikte dinde ortaya çıkan kırılmaya değinildiği halde aynı zamanda modernleşmeyle birlikte dindeki canlanmanın temel nedenleri ve koşulları üzerinde durulmaktadır. Üçüncü Bölüm’de ise Cuma hutbeleri hakkında bilgi verildikten sonra tezin uygulaması olan metin analizine yer verilmektedir. Bunun için 2001 ve 2012 yıllarındaki Cuma hutbelerinin metinleri belirli ölçüm birimleri açısından taranmaktadır. Böylece hutbelerin metinlerinin analiz edilmesi için öncelikle, her iki yıldaki hutbelerdeki söylemin ideolojik inşasına değinen belirli analiz birimleri ve alt birimler saptanmaktadır. Bu taramada ölçüm birimleri açısından alakalı bulunan metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından incelenmektedir. Bu nitel incelemeye kuramsal tartışmalarda ortaya çıkan ideoloji ve dinle ilgili temel görüşler yol göstermektedir. 15 Kuramsal yaklaşımlar ve değerlendirmeler ışığında belirlenen bu temel analiz birimleri şunlardır: ahlak, toplum, ritüel, insan, milli öğeler, dünya/yaşantı, güncel değerler, tarihsel öğeler. Daha sonra ise her bir birimle ilgili yargılar, ideolojik inşanın onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmektedir. Her iki yılın hutbeleri bu şekilde ayrı ayrı incelendikten sonra genel bir değerlendirme sunulmaktadır. 16 BİRİNCİ BÖLÜM İDEOLOJİ VE İKTİDAR İLİŞKİSİ 1.1. İDEOLOJİNİN ARKA PLANI: İDEA VE LOGOS KAVRAMLARIININ TARİHSEL KÖKENLERİ VE GELİŞİMİ Bu başlık altında ilk olarak idea ve logos kavramlarının ilk çağlardan günümüze hangi anlamlarda kullanıldığı ve geçirdikleri değişimler ortaya konulmaktadır. Daha sonra ise modern düşünceyle birlikte ideoloji kavramının ortaya çıkışı ve modern düşünce açısından etkili olan belirli düşünürlerin ona hangi anlamları verdikleri üzerinde durulmaktadır. İdeoloji kelimesi, idea ve logos kelimelerinin birleştirilmesiyle oluşmuştur. İdeoloji, Aydınlanma sonrasında kullanılan bir kavram olmasına karşın idea ve logos kavramları, Eski Yunan düşüncesinde önemli bir yer tutmuştur. Daha özel olarak, ideoloji kavramının ilk olarak onsekizinci yüzyılda Fransız aydınlanması döneminde Destutt de Tracy tarafından kullanıldığı görülmektedir. Ona, ilk olarak düşünce bilimi şeklinde bir anlam verilmiş ancak zaman içinde farklı biçimlerde tanımlanmış ve anlam kazanmıştır. Diğer taraftan felsefe, idea ve logos kavramlarına antik çağdan günümüze temel bir ilgi göstermiştir. Bununla birlikte herhangi bir kavrama birden çok anlam verilmesi ve anlamının dönemlere göre değişmesi şaşırtıcı bir durum değil “düşünce tarihi açısından olağan bir durumdur”. 3 Burada öncelikle, idea ve logos terimlerinin ve bunlarla ilişkili olan başka terimlerin ilk çağlarda hangi anlamlarda kullanıldıklarını ele alabiliriz. Eski Yunan’da zihinsel üretimle ilgili olarak kullanılan kavramlardan biri epsiteme, bir diğeri doxa’dır. Her iki kavram da felsefi değerlendirmeleri aşan bir öneme ve anlama sahip olmuştur. Bu açıdan episteme, “doğru, sağlam, 3 Deniz, 2011: 1. 17 tutarlı, güvenilir, geçerli, sistematik, yani ayrıcalıklı bilimsel bilgiyi ifade etmek amacıyla kullanılmış” doxa ise “fehimlerin, zanların bilgisini anlatmaktadır”. Bu açıdan “episteme, kendisine tahsis edilen bu ayrıcalıklı konumu sayesinde, hem müktesebatına hem de dayanakları, kaynakları ve sahiplerine ayrıcalıklı bir konum” sağlama yoluyla toplumdaki egemen kesimlere hizmet etmiş, bu kesimlerin egemenlik aracı olmuştur. “Episteme, egemen görüş, egemen tarafın görüşü olma özelliği taşımakla birlikte, bilim ve felsefe camiasının sorunsalı olmayı sürdürmüştür.”4 Pisagor (İ.Ö. 580-504) din, ahlak ve siyaseti içeren bir din okulu kurmuş, bu bilimlerin hepsini mathematalar olarak adlandırmıştır. Matematik sözcüğünün ilk anlamı insan bilgisinin tümünü kuşatandır ve buraya dayanır. Pisagor’un bu okulda öğrettiği şey; evrenin bir sayı uyumu olduğudur. 5 Pisagor’a göre ilk ilke sayıdır. Bilimin amacı da her varlığın karşılığı olan sayıları bulmaktır. Akıl, ruh, adalet gibi her kavram, belli bir sayıyı karşılamaktadır. “İnsanlar bir’le sayar, bir’le düşünürler. Bir, insanla Tanrı arasında ortak bir ilkedir. Bir, bilenle bilineni, düşünenle düşünüleni birleştiren ortak bir ölçüdür. Peki, bu ortak ölçünün öbür ucu niçin görünmüyor? Onu görebilmek için onunla birleşmek gerekir. (Aynı sonuca varan Hermetisme’i ve İslam mistikliğini hatırlayınız). Ona benzemeye çalışılarak ona yaklaşılabilir”. Ayrıca Pisagor, evrensel bir üçlemeden söz eder. “Yaratıcı düşünce ve o yaratıcı düşünceyle sarmaş dolaş ruh, can ve ben… Evrenin her yönünde rastlayabileceğiniz bu üçlükle, o üçlüğün ilkesi olan teklikten başka bulabildiğiniz hiçbir şey yoktur. Evrensel üçleme, Tanrısal birliktelik (vahdet) içindedir”.6 Pisagor’dan “gelen sayı mistikliği, İslam düşüncesinde Esterabatlı Fazlullah’ın eliyle Hurufilik oldu. Her harf bir sayıyı karşılıyor, her sayı bir sözü anlatıyordu”.7 4 Anık, 2003: 16. 5 Hançerlioğlu, 1977: 60. 6 Hançerlioğlu, 1977: 63. 7 Hançerlioğlu, 1977: 132. 18 Diğer taraftan, Herakleitos’un (İ. Ö. 535-475) düşüncesinde her şey değişir ancak değişmeden kalan tek şey logos’tur. Çünkü logos, “her şeyin nedeni olan Tanrıca bir evren yasasıdır.” Bu anlamda logos, “söz, anlam, düşünce, akıl anlamlarının tümünü” kapsayan bir sözcük olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylece “sonsuzdan gelen ve sonsuza giden logos, bu karşıtlıklar ve çelişmelerle sürekli olarak gelişir ve serpilir. Ama bütün bu çelişmelerin ve karşıtlıkların içinde bir ve değişmeden kalır... Logos, evrenin en büyük gücüdür”.8 Logosun temeldeki bu belirleyici öneminin yanında bilginin kökeni, oluşumu ve nitelikleri de Eski Yunan düşüncesinin temel bir ilgisi olmuştur. Episteme kavramının kökeni, Herakleitos ile Parmenides arasındaki meşhur tartışmaya kadar gider. Herakleitos, her şeyin karşıtı ile varolduğunu ve varlıkların sürekli bir değişim ve oluşum sürecinde bulunduğunu ileri sürmüştür. İlerleme ve gelişim, bu devinim sayesinde gerçekleşir. Bununla birlikte Parmenides, değişimi reddetmiştir. Ona göre, “Soğuk, sıcak, karanlık, aydınlık gibi zıtlıklar, bizim duyularımızdan kaynaklanan algılara ilişkin yakıştırmalardır… [D]eğişen varlık değil, algılarımız ve ona uygun yakıştırmalarımız, yani bilgilerimizdir… değişen varlığın kendisi değil, bizim ona ilişkin düşüncelerimizdir”.9 Dolayısıyla varlık ile onun algılanışı ve bilinişi arasında temel bir ayrımın yapıldığını görmekteyiz. Varlık sabit olarak algılandığı halde ona ilişkin düşünceler ve kavrayışların değişken niteliği vurgulanır. Sokrates’in düşüncesinde episteme’in iki özelliği ön plana çıkmaktadır. “Bunlardan ilki; hangi bilgi düzeyinde bulunduğunu, toplumsal konumunu, başkalarının ve kendisinin düşüncelerini, tutumlarını, inançlarını belirleyebilmek için sürekli diyalog kurmak, ikincisi çevresini ve kendisini sürekli yargılamak denetlemek ve yargılanmak”.10 8 Hançerlioğlu, 1977: 58-59. 9 Anık, 2003: 16-17. 10 Anık, 2003: 109. 19 Varlığın veya nesnelerin bilgisi hem zaman içinde değişebilirdi hem eşzamanlı olarak farklı bilgileri mümkündü. Bu nedenle varlıkların doğru bilgisi veya nesnel bilgisinin nasıl oluşturulacağı konusunun açığa kavuşturulması gerekiyordu. Bu anlamda, Sokrates, nesnel bilginin, insanlık ve toplumla ilgili olan erdem, adalet, bilgi ve iyi gibi kavramların incelenip açıklanmasıyla başarılabileceğine inanıyordu. Bunun yanında “evrensel ahlaki-siyasi normlar”ın varlığının felsefi açıdan nasıl açıklanacağından tam olarak emin değildi. Skirbekk ve Gilje’nin ifadesiyle “Sokrates’e göre… neyin ideasının olup neyin olmadığı konusunda bir belirsizlik var- kriterler eksik gibi görünüyor- aynı zamanda, diğer taraftan, öyle görünüyor ki değerli olguların ideaları var, değersiz şeylerin değil”. 11 Ancak Platon, bir idea (Yunanca Eidos) olarak iyi teori temelinde bu sorunu çözmeyi amaçlıyordu. Bu anlamda idealar teorisi, nesnel ahlak felsefesinin temel bir savunusu rolünü oynadı. Eski Yunan döneminde idea kelimesine felsefi içeriğini ve önemini kazandıran Platon olmuştur. Onun ünlü mağara benzetmesinde, mağaranın içinde bulunan insanların gördükleri gölgelerden hareket ederek gerçeğin bilgisine ulaşmaları, güneşin ışığı sayesinde ideaları görmeleri anlatılır. İnsanların mağaradan gördükleri gölgeleri gerçek olarak düşünmeleri, bir yanılsamanın, göz yanılsamasının sonucudur. Bu benzetmede mağara belirli duylara sahip olan insanların içinde yaşadıkları dünyaya işaret eder. İnsanlara sadece gölgeleri yansıyan nihai gerçeklik veya hakikat ise idealardır. “Felsefe, gölgenin görüntüsünden gerçeğin görüntüsüne yapılan yolculuğun adıdır. Platon’da felsefe, matematik ve geometri başta olmak üzere, beden eğitimi, diğer sanatlar ve bilimleri de kapsayan ve sonunda diyalektiğe varan, yani şeylerin gerçek varlığına dair bilgi, bir yoldur… Aristoteles için de idea; form, morphe, bir şeyin neliği, bir cinsin ya da türün evrensel özü, bir varlığın tanımı, bilgisidir”.12 Hem Platon’un hem de Aristoteles’in idea kavramına, düşünce sistemlerinin merkezinde bir yer verdikleri görülmektedir. 11 Skirbekk ve Gilje, 2004: 72. 12 Deniz, 2011: 2-3. 20 Eski Yunan düşüncesinde idealar teorisi, ‘var olan nedir?’ sorusunu sormasıyla kozmolojik dönemin doktrinleriyle aynı çizgide bir teori olarak görülebilir. Bu soruya farklı yanıtlar verilmiştir. Bazılarına göre, belli maddeler vardır. Pisagor gibi diğerleri ise, yapı ya da biçimin var olduğunu ileri sürerler. Bu bağlamda Platon, ideaların ana gerçeklik (cevher) olduğunu ileri sürer “Değişebilen temsillerin aksine idealar evrensel ve değişmezdir. İdealar düşüncelerimizdeki bir şey de değillerdir. Objektif olarak var olurlar; evrensel olarak geçerlidirler”.13 İdealar teorisinin anlaşılması açısından Parmenides ve Pisagor’da bulunan ontolojik ayrım önemlidir, bu çerçevede, dünya ikiye bölünmüş; idealar ve duyularla algılanabilen şeyler olmak üzere iki farklı düzey ortaya konulmuştur.14 M. Ö. altıncı yüzyıla kadar Yunanlılar, doğa ve toplumun aynı yasalara bağlı olduğuna inanmışlar ve doğa ve toplumun farklı bilgi alanları olduğunu düşünmemişlerdir. Felsefenin ortaya çıkışından sonra doğa ve toplumun Tanrı iradesine dayalı anlaşılması sona ermiş ancak toplum ve doğa tek bir gerçeklik olarak ele alınmaya devam etmiştir. Bu açıdan insan ve doğayı birbirinden ayıran ilk düşünüler Sokrates ve Platon olmuştur. Diğer taraftan M. Ö. beşinci yüzyıldan itibaren sofistler, insan ve doğa arasındaki farklılık görmelerine karşın önemli bir konuda doğa felsefecileriyle aynı fikirde olmuşlardır. Doğa felsefecilerine göre insanın, doğayı akıl yoluyla açıklanması mümkündü ancak insan, onu değiştiremezdi. Sofistler bu düşünceyi topluma uygulamışlar ve toplumun anlaşılabileceğini ancak değiştirilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Platon ise bu görüşe katılmamış, toplumun değiştirilebileceğini savunmuştur.15 Platon’un anlayışında, doğadan farklı olarak insan, toplumsal düzeni değiştirmeyi sağlayabilecek niteliktedir. “Akleden, bilgili insanların topluma yön vermesi, çeki düzen vermesi, yönetmesi ile insan toplumları doğru olanı bulabilecektir”. 16 Bu nedenle 13 Skirbekk ve Gilje, 2004: 73-74. 14 Skirbekk ve Gilje, 2004: 75. 15 Sunar, 1986: 47-49. 16 Anık, 2003: 56. 21 Platon, bilgiyi ve akletmeyi temsil eden felsefecilere kendi düşüncesinde özel bir yer vermiştir. Toplumun temelinde bilginin olduğunu düşünen Platon, bilgiyi ise duyular ve yaşantının değil formların ve ideaların belirlediğini ileri sürmüştür. Ona göre toplum, erostan değil logostan besleniyordu. Bugün mantık veya bilgi anlamında kullanılan ve dar anlamda söz demek olan logos sözcüğüne eski Yunan felsefesinde erosun karşıtı bir anlam veriliyordu ve “‘bir araya getiren’, oluşturan, biçimlendiren akıl (reason) veya neden (reason) anlamında” kullanılıyordu. Bu tür bir kullanışı dinler de benimsemiş ve “başlangıçta söz (logos) vardı...” cümlesindeki gibi “evreni ve yaşamı meydana getiren, yaratan neden” anlamı verilmiştir. Ancak Sunar’ın 17 belirttiği gibi “Dinsel bağlamda insanları biraraya getiren (religio) neden kutsal olmasına karşın Platon’da bu neden teoriktir.” Toplumsal yaşamın temelinde pratik değil teorik bir neden, eros değil logos bulunur. Eros ve pratik, tutkuları temsil ettiği halde teori ve logos aklı ve bilgiyi temsil eder. Bu açıdan tutku ile akıl birbiriyle çatışır. Platon, kargaşa ve hiçliğe yol açan eros karşısında toplumsal düzen için gerekli olan logos’un egemenliğini savunur. Toplumun logos’tan uzaklaşması, kaptansız gemi gibi kaybolması demektir. Toplumun temelinde, bilgi, düşünce ve anlamı temsil eden logos’un bulunması, onun düşünsel bir yapıya (idea-logy) dayanması demektir. Kargaşa ve kaosun nedeni tutku olmasına karşın düzenin varlık nedeni düşünce (idea) olarak görülmektedir.18 İnsanın doğasında bulunan tutku ile düşünce veya idea sürekli olarak birbiriyle çatıştığı halde toplumsal yaşam düşüncenin insan arzuları ve tutkuları üzerinde egemen olmasıyla mümkündür. Ortak bağları ve ortak eylemi gerektiren toplumsal yaşam tutkuya dayalı olarak gerçekleşemez çünkü tutku birliktelikten çok, çatışma doğurur. 17 Sunar, 1986: 50-51. 18 Sunar, 1986: 52-53. 22 Platon, Devlet adlı eserinde idealar teorisini üç analojiyle açıklar. Bunlar; güneş analojisi, bölünmüş hat analojisi ve mağaradaki mahkumlar analojisidir. Birincisi, güneş analojisi, güneş ile iyi ideasının karşılaştırılmasını konu edinir. İyi ideasının hakikat ışığı vermesi, güneşin ışık vermesine benzer. Buna ek olarak gözlerin gün ışığında görmesine benzer bir şekilde akıl da hakikatin ışığında anlar; gözün, inşaları güneşe bağlayan duyusal bir organ olmasına benzer bir şekilde insanların iyi ideasıyla bağlantılarını akıl yeteneği sağlar. Ancak göz veya görme yetisinin güneşle aynı şey olmaması farklıdır ideasıyla aynı şey değildir. “Güneş kendisi de dâhil olmak üzere tüm şeyleri bize görünür kılandır. Aynı şekilde iyi ideası, kendisi de dâhil olmak üzere tüm diğer ideaları aklımız için anlaşılır kılar. Bundan başka, iyi ideası sadece bir anlaşılırlık hali değil, aynı zamanda diğer idealar için bir var olma durumudur –tıpkı güneşin sadece bizim eşyayı görme yetimizle alakalı bir durum olmayıp bunların varlığıyla da alakalı bir durum olduğu gibi”.19 İkincisi, bölünmüş hat analojisidir. Skirbekk ve Gilje’nin diyagramda gösterdikleri bu analoji, insanların bilme yetilerinin farklı aşamalarda gerçekleştiğini ortaya koyar. “İlk olarak, duyusal (sensory) şeylerin bilgisi (BC) ve sadece düşüncenin onaylayabileceği bilgi (AC) arasında bir ayrım vardır”.20 19 Skirbekk ve Gilje, 2004: 78. 20 Skirbekk ve Gilje, 2004: 79. 23 A DÜŞÜNCE idrak E dikkatli akıl yürütme C kanaat DUYULAR D zan B Şekil 1: Bölünmüş Hat Analojisi, Kaynak: Sikirbekk ve Gilje, 2004:79. Mağaradaki mahkûmlar analojisi, algılanabilen dünyayla ilgili bilgimiz ile idealara ilişkin kavrayışımız arasındaki ilişkiyi gösterir. Bu analojiye göre insanlar, çocukluklarından itibaren hareket edemeyecek şekilde zincire vurulmuş halde yer altında bir mağarada mahkûm olarak bulunurlar. İnsanların arkalarında yakılmış bir ateş vardır ve onlarla ateş arasında birtakım nesnelerin gölgeleri, onların önündeki bir duvara gölgeleri düşecek biçimde yansır. Hareket halindeki bu nesneler mahkûmlar tarafından gerçeklik olarak algılanır. İçlerinden bir mahkûm serbest kalsa ve gölgesini gördüğü ama gerçeklik sandığı nesnelerin kendisini görse gölgelerin gerçek olmadığını anlayacaktır. Hatta o mahkûm dışarı çıktığında gördüklerini diğer mahkûmlara anlatsa muhtemelen ciddiye alınmayacaktır. Platon’un bu analojisi, “idealar teorisinin ana noktalarını” ortaya koymaktadır. 21 Mağara benzetmesinin en önemli yanlarından biri, içinde yaşadığımız dünyada algılarımızın sınırlı olduğu, ideaları kavramak için bu dünyanın ötesine 21 Skirbekk ve Gilje, 2004: 79-80. 24 geçmek gerektiği düşüncesidir. Ryan’ın22 ifadesiyle “Gerçek bilgi, şeyleri oldukları şey yapan Formların dünyasının bilgisidir; onlar, etrafımızda bulduğumuz geçici nesnelerin tersine değişmez ve ebedidir.” Bölünmüş hat analojisi ile uyum içinde olduğu görülen mağaradaki mahkumlar analojisi, zandan idrake doğru bir bilgi hiyerarşisine dayanır, yani gölgelerin zannından gün ışığında nesnelerin gerçek bilgisine doğru nasıl yükselebileceğimizi açıklar. Sonuç olarak “Platon’un idealar teorisi sadece ontoloji- varlık teorisi- değil epistemolojidir de- bilgi teorisi-: Algılanabilen şeyler ve sahip olduğumuz fikirlerin çoğu değişken ve kusurludur. Bu bilgi mükemmel bilgi değildir. Biz sadece bizatihi kendileri değişmez ve mükemmel olan ideaların objektif bilgisine, episteme, sahip olabiliriz”. 23 Böyle bir bakış açısının, öncelikli olarak, farklı bilgi düzeylerinin bulunduğunu ve bu düzeylerin kendi içinde hiyerarşik bir düzeninin olduğunu ortaya koymaktadır. Platon, soyut düşüncelerin gerçek varlıklara karşılık geldiğini, yani iyinin, güzelin soyut olarak gerçek varlıkları, ide’leri (idealisme) yansıttığını söyler. Bu anlamda soyut düşüncenin objeleri, idealardır. Daha özel olarak iyinin ideası gerçektir, bunun nedeni belirli bir iyiden daha sürekli olmasıdır. İyi bir insan ölür, iyi bir davranış unutulur ancak iyiliğin kendisi ölmez ve unutulmaz. Kalıcı olan, geçici olandan daha gerçektir, bu da örneğin, güzel bir kadın artık yaşamasa bile güzelliğin yaşamaya devam etmesi demektir. Akıl, idelerin duyusudur. Bir davranış bir yerde iyi, bir başka yerde kötü sayılabilir ancak iyilik değişmez ve her yerde ve zamanda aynıdır. Gerçek, kavramsal olduğu için geneldir. Sözgelimi masanın biçim, renk, büyüklük vb. özelliklerini ondan soyutladığımızda geriye hiçbir şey kalmaz. Bu durum da varlığın genel olduğunu göstermektedir. İnsanların yaşadıkları, görünen dünyada varlıklar ve olaylar sınırlı bir şekilde algılanır oysa idealar, bunların özünü, genel olanı ve soyut olanı temsil eder. Platon’a göre bir idea ne kadar genelse o kadar yüksek düzeyde bulunur, bu açıdan en yüksek ide, iyi idesi 22 Ryan, 2012: 59. 23 Skirbekk ve Gilje, 2004: 80. 25 olan Tanrıdır. Yani Platon’un düşüncesinde Tanrı en yüksek katmandaki iyiliktir, erdem ise Tanrıya benzemek için çalışmaktır. Varlıkların kendisini gerçek saymayan Platon’un gerçek saydığı şey varlıkların türel biçimleridir. İde mutlak iken ideyle ilgili nesnede o ideden alınan küçük bir parça bulunmaktadır. Örneğin güzel kadın daha güzel bir kadınla kıyaslandığında çirkin olabilirken güzel idesi her zaman ve mekânda mutlak olarak kendisinin aynıdır. Nesneler dünyası hiçbir gerçekliği olmayan semboller dünyasıdır. “Öyleyse bilginin temeli, gelip geçici olan özdeksel nesneler değil, sağlam idealardır. Kalıcı bir gerçeklik olan idea, geçici bir görüntüden ibaret bir evren meydana getirmiştir. İdea, varlık, tamlık, etkinlik, olumluluk; özdek yokluk, eksiklik, edilginlik, olumsuzluktur”.24 Görünen, elle tutulan nesneler gerçek değil, birer gölgedir. “Gerçek olan soyut düşüncedir, idelerdir. Maddeler, bu idelerin gölgeleri, kopyalarıdır”.25 Platon’a göre madde olarak güzeli ele alırsak hiç güzel olduğunu söyleyemeyiz. Onun bir çirkine göre güzel olduğunu söyleyebiliriz. Asıl gerçek güzel değil, güzelliktir. Diğer bir ifadeyle güzel idesi, güzel düşüncesidir. Platon değişmeyi bozulmayla özdeş görmüştür. Madde duyuların konusudur ve değişime tabidir oysa değişmeyen ve kusursuz olan şeyler zihnin konusudur. Bunun anlamı düşünmenin algıdan (duyulardan) daha üstün olmasıdır. Algı, insana sanı sağlar oysa duyu, bilgi (episteme) sağlar. Platon, ancak varolanların bilinebileceğini düşünür ve idealar hakkındaki bu bilgiyi kesin olarak görür.26 Anık’ın27 ifadesiyle, idea ve logos kavramları, Platon’un düşüncesinde, iki farklı evren anlayışı çerçevesinde ortaya konulmuştur. Platon’a göre “duyuların algıladığı bir sanal varlıklar evreni bir de aklın algıladığı gerçek (idealar) evren bulunmaktadır. Duyular evreninden 24 Hançerlioğlu, 1977: 71. 25 Hançerlioğlu, 1977: 72. 26 Güzel, 2003: 107. 27 Anık, 2003: 17 26 zihne yansıyan bilgiler doxa, gerçek evrene ilişkin bilgiler ise epistemedir”. Aristoteles’in episteme kavramı Platon’dan ayrılır. “Ona göre kanaatler, fehimler, tasavvurlar, zanlardan oluşan bilgiler doxa, somut bir varlıktan zihne yansıyan (düşünülen) ve akılla, mantıkla, muhakemeyle üretilen bilgiler epistemedir. Bu yüzden episteme güvenilir ve itibar edilebilir bilgidir.” Platon’a göre gerçek bilgi, algıdan ibaret olamaz. Asıl bilgi, akılla kavranan idelerin bilgisidir. İdeler evreni, duyularla kavranan bu değişimler dünyasından üstündür. Platon, bu evreni mağara benzetmesiyle anlatır. Mağarada zincire bağlanmış insanların gördüğü gölgelerden oluşan görünüş evreninin bilgisi, sanı yani doxa’dır oysa idelerin gerçek bilgisi olan sophia’ya ulaşmak zincirden kurtulmayı güneşin aydınlığında görmeyi gerektirir. Philosophe, doxa’dan sıyrılmayı gerektirir, doxa düzeyinde kalarak anlaşılamaz. Platon, önceden aslında bu ideler evreninde bulunduklarını, sonradan dünyaya düştüklerini, burada duyular bilgisiyle zincirlendikleri ancak önceki ideler evreninden kalan kendilerindeki anımsama gücüyle asıllarında bulunan bu idelerle temas kurabildiklerini düşünür yani insanlarda doğuştan bulunan ideleri akılla kavradıkça özlerine dönme olanağı bulurlar. 28 Öze veya gerçek bilgiye ulaşma insanın bu dünyanın engellemelerinden ve sınırlandırmalarından kurtulmasını ve kendi doğasında bulunan yetenekleri keşfetmesini gerektirir. Dünyanın sıradan meşguliyetleri insanda bulunan bu üstün niteliklerin gözardı edilmesini beraberinde getirmektedir, bu nedenle bu üstün niteliklere tekrar kavuşmak için bu dünyanın bayağı uğraşlarının ötesine geçmek gerekir. Platon ideanın görünen gerçek biçimlerin dışında olduğunu ileri sürerken Aristoteles, ideanın görünen gerçek biçimlerin içinde olduğunu iddia eder. Platon ideaların nesnelerin özü olduğunu düşündüğü halde özü biçimsel nesneden ayrı olarak ele almıştır. Bu, Aristoteles’e göre Platon’un yanılgısıdır. Oysaki Aristo’ya göre görünenden görünmeyene bakıp (tümevarım) araştırıp bulunan da görünmeyenden görünene bakarak 28 Ülken, 1967: 5. 27 (tümdengelim) doğrulanmalıdır. Tümevarımla araştırarak bulunan idea tümdengelimle doğru yerine yerleştirilmelidir.29 İdeaları açıklamaya çalışan birçok düşünürden biri olan Karl Forleander, Aristoteles’e fazla bağlı kalınmasının, ideaların ne olduğunun anlaşılmasını zorlaştırdığını ileri sürer. Forleander’e göre idealar, fikir olarak görülmelidir.30 Antik Yunan’da kökleri bulunan episteme anlayışı günümüze kadar gelmiştir. Hatta onsekizinci yüzyıl İtalyan filozofu Giambattista Vico, Platon’un düşüncelerini yeniden formüle etmiş ve modern epistemoloji anlayışına önemli katkılarda bulunmuştur.31 Diğer taraftan, Fransız Devrimi’nden günümüze ideoloji kavramı belirli düşünürler tarafından tartışılmıştır. Ancak bu kavramı ilk olarak Destutt de Tracy ortaya koymuş daha sonra ise Marx, Mannheim, Althusser, Habermas gibi çeşitli düşünürler bu kavram üzerinde odaklanmıştır.32 İdeoloji kavramının modern dönemde kullanımını çözümlemeden önce Rönesans’tan itibaren idea ve logos kavramlarının ele alınma biçimleri üzerinde durmak gerekir. Modern felsefenin en temel sorusu bilgidir. Descartes, antik çağın ve ortaçağın bilgilerinin güvenilmez olduğu görüşüne dayalı olarak kuşkuyu felsefenin başlangıcı haline getirir. Bu anlamda modern felsefe, epistemoloji ve yöntem sorusu üzerinde odaklanır. Doğruya ulaşmak, yanlıştan kurtulmak için yöntem gereklidir. Descartes, bilimler içinde en fazla matematiğe hayran olduğunu çünkü onun kanıtlarının kesin ve akıl yürütmesinin delillere dayalı olduğunu ileri sürer.33 Bu açıdan Descartes’in nesnelerin bilgisi ve öznelerin bilgisi ayrımı önemlidir. Bir tarafta “gözlemlenebilen, deneyimlenebilen bilgiler” bulunurken diğer tarafta “fehimlere, önyargılara, geleneksel tercihlere, hayallere, sezgilere vs. dayalı bilgiler” bulunmaktadır; yani “somut, elle tutulup, gözle görülen, varlığını apaçık sergileyen nesnelere ilişkin 29 Hançerlioğlu, 1977: 87. 30 Paksüt, 1980: 4. 31 Anık, 2003: 18. 32 Deniz, 2011: 1. 33 Deniz, 2011: 3. 28 bilgiler” ile “esoterik, mitolojik, ikonik, ütopik varlıklara ilişkin bilgiler” arasında temel ve belirgin farklılıklar vardır.34 Descartes’ın felsefesiyle birlikte idea kavramı yeni bir anlam kazanır. Bundan böyle modern düşünce içinde idea ontolojik bir gerçekliğe işaret etmez, bunun yerine öznenin zihninde bulunan şeyler, zihnin herhangi bir içeriği anlamını kazanır. Descartes’a göre idea, herhangi bir düşünce biçimidir, bu biçimler, insanın farkında olduğu, zihinde bulunan ve kelimelerle anlatılan biçimleridir.35 İdeanın yanısıra logos, akıl kavramı da modern düşünce içinde yeniden tanımlanmıştır. Modern felsefede logos antik çağda ve ortaçağdaki varlığın özüyle ilgili akıl olmaktan çıkıp öznenin nesne üzerinde egemenliğini sağlayan bir akla yani araçsal akla dönüşür. Bu çerçevede Max Horkheimer’e göre Platon ve Aristoteles’in felsefi sistemleri açısından nesnel dünyaya yani insanlar arası ilişkilere, sosyal sınıflara, sosyal kurumlara, doğaya ve doğanın tezahürlerine egemen olan nesnel akıl ve rasyonel düzen anlayışı yerini öznel araçsal akıl anlayışına bırakır. 36 Araçsal aklın modern felsefede egemen olmasıyla birlikte fikirler ve şeyler mutlak bir anlama ve değere sahip olmaktan uzaklaşır ve bunun yerine yararlılığa dayalı bir değer ve anlam geçer. Locke, Descartes’in doğuştan ideler kavramını eleştirir ve idelerin kaynağının öznede değil nesnede bulunduğunu ileri sürer. Buna karşın Descartes’ın düşüncesinde olduğu gibi Locke’un düşüncesinde de ide kavramına yeterince açıklık getirilmemiştir. Locke, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme’sinde bu görüşünü şu şekilde dile getirir “bu deneme boyunca ide sözcüğünün çok sık kullanılmış olmasını okurun bağışlamasını diliyorum. Bir insanın düşünmesi sırasında anlığın nesnesi olarak ortaya çıkan her şeyin yerini tutacak en iyi terim bu olduğu için, onu düşlem (phantasm), kavram, tür ya da düşünme sırasında, zihnin üzerine kullandığı her şey ne anlama 34 Anık, 2003: 67. 35 Deniz, 2011: 4. 36 Deniz, 2011: 7. 29 geliyorsa, onları anlatmak için kullandım”.37 Burada, Locke ile Descartes arasındaki düşünsel yakınlık belirgindir; öznel bir kavram olarak ide, insan zihninde oluşan işlem ya da durumdur ancak ide belirsiz bir kavramdır. İdelerle ilgili kesin olan ise onların düşüncenin nesnesi, içeriği olduklarıdır. Locke, idelerin zihinde nasıl oluştuğunu aydınlatmaya çalışır. Locke, doğuştan rasyonel olan ide anlayışını reddeder ve idelerin duyum ve düşünüm olarak iki kaynağı olduğunu ileri sürer. Ona göre duyum, dışarıdaki tekil nesnelerin zihindeki fiziksel etkileridir, düşünüm ise zihnin kendi ideleriyle çalışırken yaptığı işlemlerin algılarıdır. Bütün ideler, bu iki kaynaktan gelir. “İdeler basit ve karmaşık olarak ikiye ayrılır, ideler tek duyudan elde edilen basit idelerden, uzay, zaman, sayı, töz, tanrı gibi daha karmaşık idelere ve kiplere kadar uzanır, bütün idelerin nihai temeli ise deneydir. Locke ideleri genel anlamıyla bilgimizin taşıyıcısı olarak tanımlar, bilgilerimiz idelerimize eşittir, bu noktada dil doğru bilgi için ideler kadar önemlidir”.38 Bununla birlikte Locke’a göre dil ve ideler birbirinden tamamıyla ayrıdır. Locke’un düşüncesinde, tüm akıl yürütme ve bilginin kaynağı deneyim olduğu için deneyime dayanmayan bir bilgiden söz edilemez. O, dışsal algı ve zihin işlemleri olarak deneyim arasında ayrım yapar. Ona göre, temel deneyimler, pasif bir biçimde gerçekleşir ve bu yolla edinilen basit idealar, sonradan akıl tarafından işlenir ve böylece karmaşık idealar ortaya çıkar. İdeaların bu şekilde deneyim yoluyla ortaya çıkmasını Locke, insanı doğuştan idealara sahip olmadığını ileri süren ünlü boş levha (tabula rasa) anlayışıyla ortaya koyar.39 Descartes’in doğuştan gelen ideler kuramının Locke tarafından eleştirmesiyle ve bilgi kuramını rasyonalizmden ampirizme taşımasıyla aynı şekilde Condillac, başlıca eseri Duyumlar Üzerine İnceleme’de Locke’un 37 Aktaran Deniz, 2011: 8. 38 Deniz, 2011: 8. 39 Skirbekk ve Gilje, 2004: 279-281. 30 ampirizminde bulunan duyum ve düşünüm ikiliğini eleştirir ve duyumculuk temelinde kendisinin bilgi felsefesini oluşturur. “Condilac’ın düşünce çizgisini sadık bir biçimde sürdüren Destutt de Tracy (1754- 1836) ile de ‘ideoloji’ kavramı ilk defa gün yüzüne çıkar”.40Tracy’ye göre bir düşünce bilimi olan ideoloji, üst bilimdir; bu bilimin temel sorunları “insan zihninde idelerin nasıl oluştuğu, nasıl ifade edildiği, imlerin, işaretlerin formasyonu ve toplumda nasıl yayıldığı, iletişimi”dir. Bu nedenle ideoloji kavramının “kendisi bir tarafıyla, idea, epistemolojiye ve psikolojiye, diğer tarafıyla logos, mantık, dil ve iletişim sorunlarına bakar. İdeoloji bu anlamıyla bir metabilimdir, bilimlerin bilimidir ve psikoloji dâhil diğer bilimlerle işbirliği içinde idelerin doğru bir şekilde oluşturulması ve insanlara aktarılması iddiasındadır”. 41 Descartes ve Locke’dan farklı bir ide anlayışına sahip olan Kant, ide kavramını incelemesinde, “objektif bilgi, temsil, algı, duyum arasındaki ilişkiyi sıralar ve ideayı deneyi aşan kavram olarak tanımlar.” Ona göre, “ideler evren, ruh ve tanrı- aklın idealleridir, fakat bilgi deneyle sınırlıdır”. 42Kant, tüm bilgimizin deneyimle başladığı şeklindeki ampirist görüşü benimsediği halde tüm bilgimizin özne tarafından oluşturulduğunu ve zihnimizin algıladığı şeyleri bir düzene soktuğunu ileri sürerek ampiristlerden daha farklı bir deneyim anlayışı benimser.43 Hall’un44 belirttiği gibi zihin kategorilerinin önceliğini ve belirleyiciliğini kabul eden Kant, zihnin deneyimleri anlaşılabilir bütünler halinde düzenlediğini ve böylece gerçekliğin zihinsel olarak inşa edildiğini ileri sürer. Ondokuzuncu yüzyıl düşüncesine damgasını vuran Hegel’e göre “gerçek idea” Platon’da olduğu gibi bir ideal veya Machiavelli’deki gibi deneysel olarak verili değildir. Ona göre idea, “daha çok tarih boyunca temel bir hücrecik, bir öz olarak işleyen, hem gerçeklik hem rasyonellik içeren bir 40 Deniz, 2011: 10. 41 Deniz, 2011: 11. 42 Deniz, 2011: 11. 43 Skirbekk ve Gilje, 2004: 355. 44 Hall, 1978: 11. 31 şeydir. İdea, bir ideal değildir; tersine… aile ve sivil toplum, Hegel’de Volksgeist’ın kurumsal cisimlenişi olan devlete karşılık gelen bu somut özden soyutlanmaları nedeniyle idealdir”.45 Burada Marx, Hegel’in bu “gerçek idea” kavramının, “Tin’e veya sonsuz bir gerçek tine gönderme” yaptığını, böylece aile ve sivil toplumun kendi gerçekliklerini vurgulamak yerine ideal bir gerçekliği vurguladığını düşünür. Bu açıdan Marx, yaşantının ideadan yola çıkılarak anlaşılmasını reddederek devletin “gerçek idea”nın bir cisimleşmesi olmadığını ileri sürer. Marx’ın Hegel’e temel itirazı, devleti mutlak tin ile özdeşleştirerek yüceltmesidir. Hegel’e göre devlet, “Mutlak Tin olarak sonsuz aklın gerçekleştirilmesi”dir. Marx’a göre Hegel’in bu düşüncesi, somut insanları ve onların gereksinimlerini yansıtmaktan uzak, soyut bir düşüncedir. “Marx’a göre, var olan gerçekliği felsefi bir noktadan kavramaya çalışarak meşrulaştırmak Hegelci düşüncenin temel eğilimidir”. 46 Marx, Hegel’in “gerçek idea” kavramını reddeder çünkü Marx’a göre irrasyonellik hiç de azımsanmayacak düzeyde ortaya çıktığı halde Hegel, “gerçek olanın aynı zamanda rasyonel olduğu” şeklindeki düşünceyi ısrarla savunur. Marx’ın bu eleştirisinde, ortaya çıkan en bariz irrasyonellik, proletaryadır. Çünkü “proletarya, varolan toplumsal düzende somutlaşan Aklın kendi akıldışıyla karşılaştığı anı temsil etmektedir”.47 Yirminci yüzyıl düşünürlerinden Heidegger, Platon’un idea kavramını yorumlarken artık bizim için ideanın anlamının belirsiz olduğundan bahseder. Ona göre “bu günlerde, idealar hakkında oldukça şüpheliyiz, kararsızız, ilginç bir şekilde sadece ideoloji denen bir dedikodudan bahsediyoruz. İdea, kendisini ideinde veren, idein olarak, yani görmekte bulunandır. Şüphesiz görülen beden gözümüzle ilgili değildir, onların adı gölgelerdir. İdealar gölgelerden farklı olandır.” Eidos, idea Grek dilinde görünen, form demektir, 45 Aktaran Çelik, 2005: 78. 46 Çelik, 2005: 76-77. 47 Çelik, 2005: 79. 32 Platon’un mağara istiaresindeki güneş ışık kaynağı olarak ideaları görünür kılar, “ideanın özü görünebilir olmak ve parlamaktır”. 48 İdea kavramının yanında Heidegger’in logos ile ilgili düşüncelerine baktığımızda bu kavramın da antik çağdaki anlamının altını çizdiğini görmekteyiz. Heidegger’e göre söz anlamına gelen logos, Platon ve Aristo’ya göre bu anlamdan farklı olarak birçok anlam içeren bir yapıya bürünmüştür. Buna göre logos; “akıl, yargı, kavram, tanım, sebep, ilinti gibi çok çeşitli anlamlar”da kullanılmıştır. “Heideger’e göre söz, söylem, ifade anlamlarına gelen ‘logos’u Grekler daha ziyade; derleyip–toparlama, bir araya getirme, seçip–ayırma, düzenleme- hizaya sokma, kısacası tanzimat anlamıyla kullanmışlardır… Latin ve Grek geleneğinde logos, bir tür dini ayin gibi, karışıklıktan, kargaşadan, yani ‘kaostan çıkış marifeti’ kabul edilmiştir”. 49 Bu çerçevede en temel olarak logos ile düzen arasında önemli bir bağlantı kurulmaktadır. Göreceğimiz gibi bu, aynı zamanda logos ile iktidar arasında bir bağlantının kurulması demektir. 1.2. TOPLUMSAL GERÇEKLİK VE BİREY AÇISINDAN İDEOLOJİ, BİLGİ VE KÜLTÜR 1.2.1. Bilgi ve Toplum İdeoloji, toplumsal bütünlüğün olduğu kadar toplumsal ilişki ve etkileşimlerin oluşmasına ve sürdürülmesine aracılık eder. İdeoloji aracılığıyla toplumun üyeleri ortak anlayışları ve değerleri yaşamın bir parçası haline getirirler. İdeoloji bir bütün olarak toplumun zihinsel kalıplarını yansıtmasının yanında toplumdaki belirli bir grubun veya tabakanın önceliklerini ve bilincini 48 Deniz, 2011: 12. 49 Anık, 2010: VII-VIII. 33 barındırabilir. Bu bağlamda Jean-William Lapierre İdeoloji Nedir50 adlı makalesinde bir ideolojinin, toplumsal bir zümrenin kendine özgü yanını ortaya koyduğunu, ötekilerden ayrıldığını, hatta ötekilerle ters düştüğü ortak tasavvurların (imajlar, semboller, inançlar, bilgi vs.) bütününü oluşturduğunu ileri sürer. Bu tasavvurlar, bir sistemin bütününü teşkil eder ve onları bilen toplumsal zümrenin üyeleri arasında özel bir iletişim sağlar ve üyeler ortak ideolojileri hakkında aynı fikirleri paylaşırlar. İdeolojinin toplumsal boyutlarının incelenmesi, doğrudan bilgiye yönelik bir inceleme demektir. Bu nedenle Mannheim’ın bilgiyi sosyolojik çözümlemenin bir parçası haline getiren çığır açıcı eserinin ideoloji sorunu üzerinde odaklandığı görülmektedir. İdeoloji, bilgiyi de içine alan insanın zihinsel etkinliklerinin çok daha genel bir kapsamını oluşturur. Kültürün temel öğeleri olan değerler, inançlar, düşünceler, tutumlar ve davranışların, bireysel ve toplumsal düzeyde ideolojinin çerçevesi içinde ele alındığını görmekteyiz. Modern dönemde bilginin egemen ideolojiyle ilişkisini çözümleyen temel yaklaşımı Marxist geleneğin ortaya koyduğu görülmektedir. Genel olarak Marxist gelenek, “bilgileri, toplumsal sistemleri, örgütleri ve sınıfları gizleyen ya da gizemli hale getiren ideolojiler olarak değerlendirmektedir”.51 Bu bağlamda Marx ve Engels, kapitalist toplumda ideolojinin, insanlar ve onların ilişkilerini, camera obscuradaki gibi tersine döndürdüğünü ileri sürerler. Onlara göre bu durumun kaynağı insanların tarihsel yaşam süreçleridir. Bilinç, insanların maddi ilişkilerini ve maddi yaşamlarını yansıtır. “Üretim araçlarını tekeline almış güçler bunu tersine çevirmiş durumdadır. Toplumsal gerçeği olduğundan farklı göstermek için üretilen yanılsama ideolojisi ile maddi yaşamın çelişkileri gizlenmektedir. Bazı kültürel formlar gibi pek çok sahte gerçeklik üretilerek, egemen grupların çıkarlarını teminat 50 Lapierre, 1981: 8. 51 McCarthy, 2002: 21. 34 altında tutan düzen pekiştirilmektedir”. korunmakta, onların tahakkümleri geliştirilip 52 Bilginin toplumla ilişkisi başlangıcından beri toplum bilimlerinin ilgisini çekmiş, bu konuda birbirinden farklı değerlendirmeler ortaya konulmuştur. E. Doyle McCarthy’ye53 göre, bilgi sosyolojisinde iki karşıt görüş bulunmaktadır. Bu görüşlerden birincisi, bilginin toplumsal olarak belirlendiğini, ikincisi ise, toplumsallığın oluşumunda bilginin önemli bir rol oynadığını ileri sürer. Bilginin toplumsal olarak belirlendiği görüşü, başlangıcından günümüze kadar bilgi sosyolojisi alanında hâkim olan yaklaşımdır. Mannheim’a göre toplumsal belirleyicilik, bilgi sosyolojisinin ana kuramı olmuştur: “[B]ütün insan düşüncesi ve bilinci, gerçek yaşamdan tek tek bireylerin paylaştıkları asıl toplumsal koşullardan kaynaklanır”. Diğer taraftan bilginin toplumsal düzeni oluşturduğu görüşü, bilgilerin toplumsal düzenin ürünü olmadığını aksine toplumsal düzenin yaratılması ve sürdürülmesinde anahtar bir rol oynadığını kabul eder. Günümüz sosyologları arasında bilgiye yönelik bu ikinci türden yaklaşımın ağırlıklı olduğu söylenebilir. Çoğu sosyolog, bilginin toplum tarafından belirlendiği anlayışının yerini “gerçekliğin toplumsal inşası”nın aldığını düşünmektedir. Marx ve Durkheim gibi klasik sosyologların çıkış noktası, bilginin toplumsal belirleyiciliğidir. Marx ve onu takip eden düşünürlere göre bilgi, toplumsal örgütlenmenin egemen biçimlerince güçlü bir etki altında bırakılmaktadır. Tüm düşünce ve bilgiler, toplumsal ve maddesel koşullar tarafından belirlenmektedir.54 Bilgiyi bu açıdan geniş kapsamlı olarak gören toplumbilimcilere göre tüm bilgiler değişir ve kendi toplumsal koşullarında şekillenir. Bu anlamda bilgi sözcüğü, “din, örf, gelenek, sihir, bilim ya da psikanaliz olsun, bilgi olarak kabul edilen her şeyi” kapsamaktadır. Robert Merton da benzer şekilde bilgi teriminin sınırlarının genişliğine değinmiş ve 52 Anık ve Soncu, 2010: 59. 53 McCarthy, 2002: 33-34. 54 McCarthy, 2002: 34. 35 halk inancından olgucu bilime kadar çok çeşitli bakış açılarına ve düşünce durumlarına gönderme yaptığını belirtmiştir.55 Bu çeşitliliğe karşın bilginin toplumsal gerçekliğe bağlı olduğu ve toplumsal değişime ve gelişime dayalı olarak belirlendiği konusunda ortak bir kabul vardır. Diğer taraftan, Berger ve Luckman gibi toplum bilimcilere göre toplumsal gerçeklik kendi başına toplumsal bir olay değildir. O, üretilmekte ve iletilmekte, anlamı bu iletişim sistemleri içinde ve onlar aracılığıyla oluşturulmaktadır. Bilgi sosyolojisinde temel olan altyapı-üstyapı ayrımının, yerini bu düşünceye bıraktığı söylenebilir. “Çünkü, bütün bilinçli yaşam ve düşünce, insanların… herhangi bir toplumsal etkinliğe katılmalarıyla birlikte kendini göstermektedir.” Anlamın toplumsal üretimi düşüncesine göre toplumsal ve maddesel varlık, bir halkın zihinsel yaşamından ayrılamaz. 56 Bu çerçevede Marshall Sahlins “bütün insan etkinliğinin her zaman ve değiştirilemez bir biçimde, her şeyden önce sembolik olduğunu” ileri sürer. Ona göre “Semboller ve fikirler olmadan ‘maddesel üretim’ asla bir işe yaramaz. Hatta var olamaz… Bunun nedeni maddesel üretimin bir toplu fikir ve ideal… olmasıdır”.57 Sembolik etkinlik, maddesel üretimi insan toplumunun ve yaşamının bir parçası yapar. Bu yolla insan dışı doğa insani bir nitelik kazanır. Bu açıdan maddi dünya insanın ona anlam verdiği kadarıyla bir anlama sahip olmaktadır, bu durumda insandan bağımsız ve sembolikleşmemiş maddi varlıklardan söz etmek imkânsızdır. Kısaca maddi dünya, insanla ilişkili olduğu sürece her zaman semboliktir. Bilgi kavramı, kullanıldığı alan, disiplin ya da gündelik yaşamın gerekliliklerine göre anlamlar kazanır. Bu durum doğaldır çünkü “her tanım, kavramın anlam alanını, kapsamını belirleyerek, onun ifade yeteneğini sınırlandırmaktadır. Kuşkusuz burada da, meramımıza uygun bir bilgi tanımı 55 McCarthy, 2002: 38-39. 56 McCarthy, 2002: 46. 57 McCarthy, 2002: 47-48. 36 sunacağı zaman bu tanım, bilgi kavramının anlamını tüketmeyecektir”. 58 Bu çerçevede kavramsal ayrıştırma, bireysel ve toplumsal bilginin, “yaşam içinde edinilen, yaşanan ya da deneyimlenen, teknik anlamıyla gözlemlenen veya rasyonel muhakemelerle üretilen bilgilerden ibaret” olmadığını göstermektedir. Buna ek olarak insanın ve toplumun bilgisi bilgisayar belleğindeki bilgi yani “toplumsal bellekteki ya da genetik kayıtlardaki donanımlar” olarak görülemez. Bireysel ve toplumsal bilgi donanımı bunların toplamından oluşmaktadır. Bu da insan bilgisinin ne sadece doğal-sosyal çevreyle ne de genetik kayıtlarla sınırlı görülebileceği anlamına gelir. “Birincisi birey, ait olduğu sosyal ve doğal çevresinin ve özellikle müntesip hissettiği grubunun bellettiği bilgi donanımlarına sahiptir ki, sosyal-doğal (ve grup) çevresi onu bu yolla zihinsel olarak inşa etmektedir. İkincisi, kendine has bir delaleti olduğu için birey, bilgi edinme, işleme ve üretme becerisine sahiptir ki, sosyal-doğal çevrenin belleğini bu ‘delaleti’ ölçüsünde inşa edebilmektedir”.59 İnsanın bilgisinin ve doğru anlayışının, toplumsal çevresiyle ilişkisinin araştırılması olarak bilgi sosyolojisi, felsefi araştırmalardaki epistemolojinin tersine “bilmenin mümkünlüğü sorununu ‘paranteze alır’, başka bir söyleyişle epistemolojik spekülasyonlarla uğraşmaz. Bilgi sosyolojisi bu yüzden özsel bilgi idealini… kesin bir biçimde reddeder”.60 Bu yönüyle bilgi sosyolojisi, sosyal bilimlerde doğruya ulaşma çabasını boşa çıkarır. İnsan, toplumsal ve doğal çevresini tanıyan bir varlıktır, bu nedenle bilgi, insanın doğal ve toplumsal çevresiyle etkileşimi ve iletişimi yoluyla ortaya çıkan bir üretimdir. Bu anlamda birey “bilgi üreten bir öznedir” ancak toplumsal ve doğal çevrenin birey üzerinde etkisi olduğu için birey aynı zamanda bilme etkinliğinin nesnesidir. Özne ile nesne arasında kurulan bir bağ olarak bilgi, gündelik, dinsel, teknik, sanatsal, bilimsel gibi türlere 58 Anık, 2006: 2. 59 Anık, 2006: 3. 60 Hekman, 1999: 13. 37 ayrılabilir. Dahası hiyerarşik bir sınıflandırma yapılabilir. Bilgi sosyolojisinin üzerinde odaklandığı temel konu bilgi olmasına karşın bilginin daha geniş bir alanla ilişkisi vardır. Bu alan, bireyin sosyalleşme sürecinde devreye giren toplumsal mekanizmayla sınırlı olmayan toplumsal zihniyet alanıdır ve dil, inanç, norm ve dünya görüşünden oluşan kültürel bilgiyi de kapsar.61 Bireyin bilme etkinliği, sadece bireyin kendisinin değil bireyin içinde yaşadığı toplumda egemen olan zihinsel kalıpların ve kültürel biçimlerin de dikkate alınmasını gerektirir. Bu açıdan özellikle günümüz toplumunda birey bilgi üretiminde ön planda görülmesine karşın onun bilgi üretimi etkinliği çok daha büyük süreçlerin ve fenomenlerin oluşturduğu koşullarda şekillenir. Bütün toplumbilim ve bilgi sosyolojisi, toplumsal yaşamın ve kültürün tüm yönlerini anlayabilmek için toplum ya da toplumsal yapı üzerine yoğunlaşmıştır. Kurumlar, gruplar, sınıflar ve maddi koşullar bir halkın toplumsal varlığının ve kültürünün gelişmesindeki temel etmenler olarak ele alınmıştır. Bilgi dünyası, kültürün bir bölümü şeklinde değerlendirilmiştir. Toplumsal belirleyicilik fikrine göre toplumsal varoluş, zihinsellik, bilinç ve tüm zihinsel yaşama varlıkbilimsel bir üstünlük belirtmektedir. Buna göre zihinsel olan tüm faaliyetler; düşünülen, hayal edilen, algılanan şeyler toplumsal yaşamla ilişkili olacak şekilde açıklanmalıdır. Toplumsal örgütlenme, toplumsal belirleyicilik fikrinin merkezinde yer alır. “İletişim ve etkileşim durumları, kültür, duygu, bilgi, inançlar ve ideolojiler toplumsal örgütlenme biçimlerinin bir sonucu”dur.62 Bilginin toplum tarafından belirlendiği görüşü sadece gündelik bilgiye değil bilimsel bilgiye de uygulanabilir. Bu açıdan, bilimsel bilginin de toplumsal olarak yönlendirildiği, oluşturulduğu ve anlam kazandığı vurgulanabilir çünkü Ergun’un63 ortaya koyduğu gibi “Bilimsel bilgi süreci bir insan olgusudur ve dolayısıyle tarihsel ve toplumsal”dır. Bu bakımdan, insan 61 Anık, 2006: 4-5. 62 McCarthy, 2002: 36-38. 63 Ergun, 1995: 33-35. 38 hayatını konu alan bilimlerde, özne ve nesne arasında, yani inceleyenle bilgi arasında kısmi bir özdeşlik bulunduğu, bu özdeşliğin, insan bilimlerini doğa bilimlerine göre daha zor ve karmaşık hale getirdiği ileri sürülebilir. Fizikçi ya da kimyacının çalıştığı konularda nesnel değerlendirmeler yapabilmeleri, bilimsel olarak kesin sonuçlar elde etmelerinin söz konusu olması bu duruma örnektir. Onlar ve konuları arasında toplumsal bir ilişki, bir yaşanmışlık yoktur ve bu nesnelliğin sağlanmasında kolaylaştırıcı bir faktördür. Oysaki insan bilimlerinde bu nesnelliğin sağlanabilmesi oldukça zor olmaktadır. Çünkü örneğin bir sosyolog, içinde bulunduğu toplumun bir parçasıdır ve ele aldığı konular doğa bilimlerine kıyasla çok daha karmaşıktır. Ele aldığı devrin, toplumun, ulusun, sınıfın kavramlarını oluşturan kültürden kendisini tamamıyla soyutlayamamaktadır. Bilginin toplum açısından en büyük önemi, toplumsal gerçekliğin işlenmesi, yansıtılması ve aktarılmasıdır. Bu açıdan bilgi, toplumun tarihsel sürekliliğinin ve çağdaş bütünlüğünün sağlanmasında büyük rol oynar ve zaman içinde değişmesine karşın toplumdaki egemen görüşü temsil etmektedir. Bu bağlamda Mannheim, ideoloji ve ütopyanın oynadığı role dikkat çeker. Ona göre ideoloji, bir toplumdaki egemen bilgi örgüsüdür. Ütopya ise herhangi bir bireyin ya da grubun toplumsal bağlamları içindeki bilgisidir. Ütopya, toplumsal gerçeklikle karşı karşıya geldikçe hayal ürünü olmaktan çıkar ancak toplumsal gerçekliğin inşasında ve işleyişinde önemli rol oynayan ideolojiyi de zayıflatır ve onun yenilenmesine hatta değişmesine neden olur. Mannheim, bu süreci çözümlerken ideolojiyi tikel ve tümel olmak üzere ikiye ayırır. Tikel ideoloji, belirli bir grubun fikirlerinin bir kısmını temsil ederken tümel ideoloji, onun dünya görüşünü ortaya koyar. Tikel ideoloji, bireysel zihinlerin yönelimiyle ilgili olduğu halde tümel ideoloji, dönemleri, çağları ve tarihsel süreçleri anlatır. Buna ek olarak tikel ideoloji, davranış ve konumlara işaret ederken tümel ideoloji, toplumsal statü ve rollere işaret eder. “Bu ayrıştırma, bireysel düşüncenin toplumsal düşünceye dönüşümünü açıklamaktadır. Öncelikle birey, toplumsal bir varlık olduğu için topluma 39 egemen total ideolojinin gerçekleştirmektedir”. etkisi altında düşünme eylemini 64 Mannheim’a göre ideolojiler, toplum içindeki hâkim grupların çıkarlarını yansıttıkları için meşrulaştırma ve sürdürme işlevini yerine getirdikleri halde ütopyalar, karşı koyma ve muhalefet işlevini yerine getirirler. “İdeoloji, hâkim zümrelerden, içinde bulunulan durumda, kendi hâkimiyetlerini sarsan, aşındıran her şeyi saklarlar. Ütopya ise, ezilen zümrelerden derhal veya kısa vadede bütün özlemlerini tatmin etmelerine mani olan gerçek engelleri saklar”.65 Bu bağlamda Mannheim’ın düşüncesinde ideoloji ve ütopya, fikirlerin mevcut düzenle ilişkilerini yansıtır. Daha özel olarak fikirlerin mevcut düzende yer bulmalarına veya muhalif kalmalarına göre belirlenir. Mannheim’ın düşüncesi çerçevesinde ütopya ile ideolojinin ayrım noktasında toplumsal gerçeklik bulunmaktadır. Anık’ın 66 belirttiği gibi, ütopyanın en önemli yönlerinden biri, toplumsal gerçeklikle etkileşime girdikçe ideolojikleşmesidir. Ütopyalar, toplumsal koşullarda kendilerini tikel ideolojiler olarak gösterirler, “birbiriyle kesişmeler, uzlaşmalar ve özellikle de çatışmalar halinde” ortaya çıkarlar. “Uygun koşullarda bu etkileşimden total ideolojiler doğmakta ve gelişip yayılmakta, başka bir takım ütopyalar veya kısmi ideolojilerle etkileşime girdikçe renkleri, tonları değişmekte ya da bu etkileşimle oluşan başka total ideolojilerce ikame edilmektedirler.” İdeoloji, maddi yaşamın çelişkilerini gizler ve egemen güçlerin çıkarlarını korumak ve mevcut düzeni meşrulaştırmak için sahte gerçekler yaratan, yanılsamalardan oluşur. İdeolojinin kapsadığı bilgiler, doğru ve hakiki bilginin yerine geçer. Buna ek olarak ideoloji, egemen grubun çıkarlarını ve egemenliğini gizlemeyi ve sürdürmeyi amaçlayan sahte bilgileri 64 Anık, 2006: 6-7. 65 Lapierre, 1981: 12-13. 66 Anık, 2003: 36-37. 40 kapsar. Bu anlamda ideolojik söylem, Anık’ın 67 açıkladığı gibi, “öteki”ni hedef alır: Dolayısıyla ideolojik söylemde mutlaka bir hasım bulunmaktadır. Hatta ideoloji, “hasım”a karşı uyarma, koruma, kollama vs. vaat eden bir siyasal söylem olarak var olmakta ve var kalmaktadır. Bunun için de ideoloji simgesel düzeyde kendini konumlandırmakta, mit ve ikonlarıyla “mağdur” ve “mazlum”ları, gerçek yaşam koşullarından koparıp, onları kendi hakikatlerine yabancılaştırmakta, onların kimliklerinden ve misyonlarından uzaklaşmalarını sağlayarak, onlara çeşitli maskeler takmaktadır. Daha da önemlisi ideoloji müstezafları, sanal cennetlerle avutmakta, onların sorgulayıcı eğilimlerini ve doğal dirençlerini bu yolla emmektedir. Ütopya, imkânsızı hayal eden, sorunları çözülmüş gibi gösteren, zaman ve mekânın dışında her şeyi değişmiş gibi gösteren bir hayalken ideoloji, biçimi ne olursa olsun (muhafazakâr, reformcu, ihtilalci vs) daima ciddidirler. Bilgi ve kanaatlerin dışında yer alan her şeyi ciddiye alıp aklileştirir ve bu yönüyle yanılgıya açıktır. İdeolojide mantıksal bir sistemleştirme söz konusudur ve bu yönüyle mitos ve ütopyadan farklılaşır. 68 “Ütopik olanın, aynı zamanda kurulu düzeni parçalayan gerçekliği aşkınlaştırıcı bir yönelim olarak sınırlandırılması, ütopik bilinci ideolojik olandan ayırmaktadır”. 69 Ütopyalar, statüko içinde kök salan ideolojilerin aksine mevcut koşullarda gerçekleşemeyecek hedefler koymalarıyla ve mevcut koşullarla uyuşmazlık içinde bulunmalarıyla toplumsal düzen üzerinde yıkıcı etkilerde bulunurlar.70 Burada ifade edilen ve başka görüşleriyle bilgi sosyolojisinin kurucusu olarak kabul edilen Mannheim’ın İdeoloji ve Ütopya adlı eseri, bilgi sosyolojisiyle ilgili klasik bir yapıt olma işlevini sürdürmektedir. “Mannheim düşüncenin etkin köklerini bulmaya, kamu yaşamında ve siyasette bir toplu eylem aracı olarak nasıl işlediğini göstermeye çalışmıştır”. Amerikalı sosyolog Mills de Sosyolojik İmgelem adlı eserinde Mannheim ile benzer bir 67 Anık, 2006: 8. 68 Lapierre, 19 81: 15. 69 Mannheim, 2004: 217. 70 Hekman, 1999: 90. 41 çizgide yer almaktadır. “Mannheim ve Mills geleneğinde bilgi sosyolojisi, yaşamsal önem taşıyan bir kamu gereksinimini karşılamaktadır. Bilgilerin, siyasetin yanı sıra insanların kamusal ve özel yaşamları üzerindeki etkilerini inceler”.71 Bilginin temel bir özelliği, toplumsal etkileşim aracı olmasıdır. Buna göre, bireyler yaşadıkları toplumun özel koşullarında belirli bir biçimde düşünürler ve belirli bir bilince sahiptirler. Bu aynı zamanda insanların toplumsal nesnelerin ortak bir anlayışına sahip olmaları demektir. Bilginin toplumsal işlevinin önemli bir yönü, “bilginin süreç içerikli” olması “yani sürekli değişebilen ve asla katılaşmayan, donuklaşmayan ve buzlanmayan toplumsal unsur” olmasıdır. “Böyle olmasının nedeni, bilginin yegane hammaddesinin anlam olması ve anlamın da sadece özne – birey tarafından üretilebilmesidir”.72 Bu yönüyle bilgi, hem toplumsal zihniyetin oluşumuna katkıda bulunur hem de bu zihniyetin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Toplumsal bir etkileşim aracı olarak bilgi anlayışını ortaya koyan temel yaklaşımlardan birini Alfred Schutz geliştirmiştir. O, toplumsal yaşam içinde anlamın nasıl yaratıldığını ve sürdürüldüğünü çözümlemiş böylece toplumsal gerçekliğin oluşma sürecini açığa kavuşturmuştur. Anık’ın 73 ifade ettiği gibi, “Schutz’un tezi, anlamın özneye özgü bir ürün olduğudur. Buna göre anlam, birey tarafından oluşturulmaktadır. Birey, sosyal bir varlık olduğundan, kendi anlamını paylaşabilmek amacıyla, onu iletişimsel bir materyale dönüştürmektedir ve böylece anlama ilişkin ortaklaşma gerçekleştirilmekte ve anlam nesnelleşmektedir.” Alfred Schutz’ın kuramları ve G. H. Mead’in fikirleri üzerinden Jurgen Habermas yaşam dünyası kavramını geliştirmiştir. Buna göre toplum, içsel bir bakış açısından, “eyleyen öznenin bakış açısı”ndan anlaşılmaya çalışılır. Bu bağlamda Habermas “yaşam-dünyasını ve iletişimsel eylemi ‘tamamlayıcı’ 71 McCarthy, 2002: 16. 72 Anık, 2006: 12, 14. 73 Anık, 2003: 46. 42 kavramlar olarak görür” ve “iletişimsel eylemin, yaşam dünyasında meydana geldiği”ni düşünür.74 Bilginin en önemli özelliklerinden biri de toplumsal yapının harcı olmasıdır. Bu özelliğiyle toplumun sınırlarını belirler ve içeriğini görünür kılar. Burada en önemli etmenlerden biri dildir. “Dilde birey ve toplum kesişmekte, kaynaşmakta, çatışmakta ve dil böylece egemenlik ilişkilerinin hem ayyuka çıkarıldığı hem de gizlendiği toplumsal bölgeyi teşkil etmektedir. Bu bölgede, bireyler, tarih ve toplum tarafından kendilerine verilen, önyargı adındaki gözlü mercekten bakan ise bireyin gözleridir”. 75 Bireyler, geçmişten gelen bilgi ve değerleri, içinde bulundukları toplumun özel bağlamları içinde yaşama aktarırken onu kendi algıları ve yorumlarıyla şekillendirirler. Bilginin toplumsal yapı açısından öneminin vurgulanması, onun toplumsal bir zihniyet içinde oluştuğunun ileri sürülmesidir. Bu açıdan bilgi, “bireyi biçimlendiren, sınırlandıran ona çeki düzen veren ve hatta dayatmalarda bulunan bir toplumsal mekanizma” olarak kabul edilir.76 Bilgi sosyolojisinin ana savı, belli düşünce biçimlerinin toplumsal kökenlerinin açığa kavuşturulmasıdır. Düşünme yeteneği sadece bireyde bulunduğu halde bireylerin taşıdıkları tüm fikir ve duyguların kökenlerinin bireylerde bulunduğunu düşünmek doğru değildir. Birey, kendisine atfedilen konuşma ve düşünme yeteneğini ancak çok sınırlı anlamda bağımsız bir şekilde gerçekleştirebilir. Mannheim’ın77 ifade ettiği gibi: Birey, içinde bulunduğu grubun dilini konuşur; içinde bulunduğu grubun düşündüğü gibi düşünür. Belli sözcükleri ve sözcüklerin anlamını, kullanımına sunulmak üzere hazır bulur. Onlar sadece, bizatihi bireyi çevreleyen dünyaya girişi belirlemeye yaramazlar. Aynı zamanda, o zamana kadar nesnelerin birey ya da grup tarafından hangi açıdan ve hangi eylemsel bağlamda elde edilip idrak edildiğine ve dolayısıyla açığa kavuşturulmasına da yararlar. 74 Ritzer, 2013: 538. 75 Anık, 2006: 19. 76 Anık, 2003: 46. 77 Mannheim, 2004: 31. 43 Bireyin dış dünyayla temasının iki biçimi bulunmaktadır. Bir taraftan birey, dış dünyayı, dilin onu kendisine taşıdığı kadarıyla kavrarken diğer taraftan birey, dış dünyayı sadece bilmek istediği kadarıyla bilmektedir. Burada önemli bir nokta şudur; bireysel olanla toplumsal olan önyargı kavramı aracılığıyla buluşur. Bilginin anlaşılmasında toplumsal dünyayı olduğu kadar bireyin deneyimlerinin dikkate alınması gerektiğini ileri süren temel bir kuramsal çerçeveyi Gadamer geliştirmiştir. Gadamer, önyargı kavramını, bireyin olup bitenleri anlamasını sağlayan zihinsel kayıtlar olarak görür. Bu kayıtlar, bireye özgü olduğu halde tarihsel ve toplumsal olarak geçerli olurlar, dolayısıyla önyargı, sadece bireyin değil grubun ve topluluğun hatta dönemin bir bakış açısını oluşturabilir. Ancak burada vurgulanan temel bir nokta, bilgimizi doğru yönde geliştiren önyargımızın meşru olduğu, yanlışa sevkeden önyargımızın meşru olmadığıdır.78 Gadamer,79 bilgi anlayışının temelini oluşturan hermenutik anlama ve önyargı hakkındaki yaklaşımını, Heidegger’in düşüncelerini üç noktada kendisine dayanak yaparak geliştirmiştir. İlk olarak, Heidegger’in “varlığın ufkunun zaman olduğu” şeklindeki görüşünü benimsemiştir. Bu bağlamda Gadamer “dünyaya atılmışlığın (facticity) hermeneutiği”ni geliştirmeye koyulur ve Husserl’in tersine “insanın kendi varlığıyla hiçbir tercih edilmiş ilişkinin” bu atılmışlığın önüne geçemeyeceğini kabul eder. İkinci olarak, Gadamer, kendisinin önyargı kavramını, Heidegger’in “zaten mevcut yapı/ön-yapı” anlayışına dayalı olarak geliştirir ve anlama çabasında önceden varolduğu kabul edilen önyargının keyfi olmadığı” şeklindeki görüşü geliştirir. Üçüncü olarak, Heidegger’i izleyen Gadamer, hermenutik dairenin, “formel/mantıksal daire” olmadığını, “anlamayı, geleneğin deviniminin iç oyunu olarak” betimlediğini ileri sürer. Önyargı kavramıyla ilişkili anlama sorunlarından biri tarihin nasıl anlaşılacağıyla ilgilidir. Gadamer, tarihin, tarih içinde bulunan bireylerin ya da 78 Anık, 2003: 47. 79 Hekman, 1999: 136-137. 44 toplumların gözünden anlaşılamayacağının altını çizer. Çünkü tarihi onların gözünden görmek, tarihe onların önyargılarından bakmayı gerektirir. Anık’ın 80 belirttiği gibi, “Toplumu topyekün görmek için de her bir toplumsal unsurun gözüyle toplumu görmek gerekir. Bu da mümkün değildir ve fakat görme, anlama işi; tüm bunların karışması, kaynaşmasının sonucunda gerçekleşmektedir. Bir bakıma bakış açısında ya da önyargıda, toplumsal ve bireysel olan ne varsa hepsi birbirine karışmış halde tezahür etmekte ve anlamlandırma bu şekilde gerçekleşmektedir ki, bu; bilginin alınma, işlenme, üretilme ve tedavül etme sürecini anlatmaktadır.” Bilgi kuramının anlaşılmasında önyargı ile hakikat arasında kurulan bağlantı çok önemlidir. Gadamer’e göre önyargı kavramı, hakikat olanağını dışlamaz. “Önyargı ile hakikat arasındaki ilişki, Gadamer’in ‘pozitif önyargı ihtimali’ diye adlandırdığı şey zamansal (temporal) mesafeye göre tanımladığı bir ilişkidir”.81 Bu bağlamda Gadamer, hermenutik anlamanın temel görevlerinden birinin, önyargıları gözden geçirmek olduğunu düşünür. Ona göre, gizli önyargılar, anlamanın önündeki en büyük engellerden biridir. Yukarıda belirtildiği gibi, anlamamızı sağlayan meşru önyargıları yanlış anlamamıza yol açan gayrimeşru önyargılardan ayırmak ve meşru önyargılara zemin hazırlamak gerekir. Önyargı içinde öznel olanla nesnel olan buluşur böylece “bireyin diğer toplumsal unsurlarla ve toplumun başka toplumlarla arasına sınır çizgileri” çekmesi mümkün olur. “Dolayısıyla belirli simgesel etkileşimlerle belirli toplumlar, topluluklar, gruplar inşaa edilebilmektedir. Sözgelimi cemaatler ya da gruplar kendi aralarında bağlar tesis edebilmek amacıyla anlamı kullanmaktadırlar. Hilal, haç, altı köşeli yıldız örneklerinde olduğu gibi. Belirli simgeler etrafında örgütlendirilerek ulus devletler inşa edebilmektedir. Özellikle siyasal gruplar çok çeşitli simgelerle kendilerine sınırlar tayin 80 Anık, 2003: 48. 81 Hekman, 1999: 138-139. 45 etmekte, siyasal topluluklar inşa etmektedirler”.82 Önyargının belirli bütünlüklerin temeli olarak işlev görmesi, aynı zamanda bilginin ve bu bütünlüklere dayalı olarak üretimine katkıda bulunur. Böylece belirli cemaatler, gruplar, uluslar kendi bilişsel çerçevelerini, bilgi ve doğruluk anlayışlarını geliştirirler. Tarihsel hermenutiğin anlamayı sağlayan meşru önyargılara zemin hazırlama görevi, etkili tarihsel bilinç vasıtasıyla sağlanır. “Tarihsel bilinç, kişinin kendi kavrayışına yön veren önyargılarının farkına varmasını gerektirir” böylece anlama kendisini bir etki türü olarak tanır. Bu nedenle Gadamer’e göre, tecrübeyi nesnelleştirme, bilimsel yöntemin temel bir ilkesi olduğu halde tecrübenin derin tarihselliğinin yanlış anlaşılmasına yol açar. Gademer’e göre bu tür bir nesnelleştirme sadece imkansız değildir aynı zamanda kendi kendine yabancılaşmayı da beraberinde getirir. “Başkasının ufkunu anlamak için önceden zaten bir ufkumuzun bulunması gerekir… İki ufkun kaynaşması… anlama ediminin başarıyla gerçekleştirilmesidir”.83 Önyargıların farkına varılması kişinin kendisini kavramasını sağlarken başkalarıyla kendisinin farklılıklarını anlamasını ve başkalarının farklılıklarını onaylamasını beraberinde getirir. Etkili tarihsel bilinç vasıtasıyla kişi kendi üzerinde etkili olan tarihsel ve toplumsal koşulların kendisini nasıl sınırlandırdığını farkeder ancak bu farkediş aynı zamanda kendi ufkunu başkalarına açabilmesinin olanaklarını sağlar. 1.2.2. Toplumsal Düzenin ve Bireyin Doğası Eski Yunan’da Sofistler, toplumsal yaşamı doğal güdülerle açıklamaya çalışmışlar ve erosu, insan etkinliğinin merkezine koymuşlardı. Aristoteles ise toplumun, oikos (hane, özel yaşam) ve polis (kamusal yaşam, yetkinlik) olmak üzere iki ayrı alandan oluştuğunu ileri sürmüştü. Buna göre, oikos, 82 Anık, 2003: 52. 83 Hekman, 1999: 140-141. 46 biyolojik ihtiyaçların karşılanmasıyla sınırlıyken polis sayesinde insan, hayvansal yönünü aşarak manevi bir varlık haline gelir. Bu anlamda “insan, bir zoon politikon’dur: Siyasal yaşam ve eylem içinde insanlaşan ve benliğine ulaşan bir ‘hayvan’dır”.84 Polis, insanın diğer insanlarla ortak bir alanı paylaştığı ve onlarla ilişki içinde kendi kişiliğini geliştirdiği alandır. Aristoteles, politike koinonia kavramını, yasaların belirlediği bir kurallar sistemi içindeki özgür ve eşit yurttaşlar topluluğu olarak sivil toplum anlamında kullanmıştır. O zamandan beri yasalara uyum, sivil toplumun öncelikli bir özelliği olarak anlaşılmıştır. Sivil toplumun üyeleri, yurttaş oldukları için bu toplumun yasalarına uymakla yükümlüdür.85 Bu bağlamda politika kavramına baktığımızda, kentle ilgili söz anlamına geldiğini ve söz ile iktidar arasındaki ilişkileri barındırdığını görmekteyiz. “Daha da önemlisi, lafını ortalık yere söyleyen öznenin, lafının muhataplarını kaçınılmaz olarak nesne görüyor olmasıdır”.86 Aralarında farklılıklar olmasına karşın Platon ve Aristoteles’in polis anlayışları, büyük ölçüde benzerlik gösterir. Her iki düşünür de sofistlerin pratik etkinlik ve “çıkar politikası” görüşlerine karşın şu görüşü benimsemiştir: “Siyasal yaşam doğal dürtülere ve zorunluklara değil, düşünsel bir temele dayanır.” Başka bir ifadeyle Platon ve Aristoteles doğal toplum modeline karşı sembolik toplum modelini ortaya koymuşlardır. George Sabine ve Jurgen Habermas’a göre polis anlayışını Thomas Hobbes yıkmıştır. Hobbes’un düşüncesinde toplum, hem Platon’un savunduğu kadar teorik bilgiye hem de Sofistlerin savunduğu kadar pratik bir toplum modeline dayalıdır.87 Doğa hali Hobbes’un düşüncesinde toplumun ve kuralların olmadığı hipotetik bir durumdur. Sivil bir otoritenin veya devletin olmadığı doğa halinde 84 Sunar, 1986: 55-56. 85 Anık, 2003: 13. 86 Anık, 2003: 23. 87 Sunar, 1986: 59. 47 her insan kendi güvenliğinin, çıkarının ve açgözlülüğünün peşinde olduğu için hiçbir insan güvende olamaz ve “herkes herkese karşı savaş” içinde bulunur. “Böyle bir durum, herhangi bir uygarlıkla bağdaşmaz: endüstri, denizcilik, tarım, inşaat, sanat veya edebiyat yoktur ve insan yaşamı ‘kimsesiz, yoksul, berbat, kaba ve kısa’dır. Aynı ölçüde, doğru ya da yanlış, adalet ya da adaletsizlik de yoktur çünkü yaşamın kuralı ‘her insanın elde edebildiğinin kendisinin olduğu ve onu elinde tutabildiği sürece’ yaşamın kuralı vardır”. 88 Hobbes’e göre “doğa hali”nde insan tutkularının peşinde olduğu için “insan insanın kurdudur” ve insan isteklerinin hiçbir denetimi olmadığı için tam bir kargaşa hâkimdir. Bu kargaşa aynı zamanda “kavram kargaşası” demek olan “anlam yokluğu”nu da içermektedir. Hobbes, doğa halinde egemen olan anlam kargaşasından toplumsal yaşama geçişi “geometriöncesinde var olan sistemsizlikten geometrik sisteme geçişe benzetmektedir… Doğa halinde hüküm süren kargaşanın epistemolojik düzeyde karşılığı öznelliktir. Öznelliğin nesnelliğe çevrilmesi genel bir anlaşmayı gerektirir.” Hobbes, toplumda düzenin ancak egemen gücün sağlayacağı bu anlaşmayla yerleşeceğini savunur. Anlam kargaşasından kurtulmanın yegâne yolu “Büyük Tanımlayıcı”ya yani “egemen güç Leviathan”a başvurmaktır.89 Ona göre insanlar doğuştan gelen eğilimlerinin bir kısmına otoritenin sınırlandırma getirmesini kabul ederler. Çünkü ancak o şekilde isteklerinin tümüne değilse bile bir kısmına ulaşabileceklerdir. Bu sınırlandırma getirilmemiş olsaydı hüküm sürecek olan kargaşa dolayısıyla insanlar isteklerinin hiçbirine ulaşamayacaklardı. Doğa haliyle ilgili Hobbes’un kötümser görüşüne katılmayan John Locke, doğa halinde insanların belirli bir düzen ve güven içinde yaşadıklarını, insanların genel olarak birbirlerini yok etmeyi amaçlamadıklarını, birbirlerinin gereksinimlerine ve taleplerine yardımcı olduklarını savunur. Çoğunluk genel yasalara uymasına karşın bazı akıl-dışı kişilerin diğerlerinin huzurunu 88 Sabine, 1973: 429. 89 Sunar, 1986: 65. 48 bozmaya kalkışmaları sonucunda doğal barış bozulur ve sivil topluma geçme gereği ortaya çıkar. Doğa halinde başgösteren temel güvensizlik, mülkiyet güvensizliğidir. Mülkiyet, “insanların sahip oldukları mallar kadar” yaşamı ve özgürlüğü de kapsar. Bu anlamda, toplumsal düzen öncelikle mülkiyet hakkını güvence altına alır.90 Locke’un toplumsal düzen hakkındaki görüşünün temelinde mülkiyet hakkı anlayışı bulunmaktadır. Ona göre insanın kendi emeğiyle ürettiği şeylerde doğal bir hakkı vardır çünkü onlara kendi kişiliğini katmıştır. “Genel olarak onların yararları, onlara harcanan emeğe bağlıdır ve bu nedenle Locke’un kuramı, sonradan klasik ve sosyalist ekonomilerdeki emekkuramlarına yol açmıştır”.91 Locke’a göre özel mülkiyetin kökeni, doğa durumu olarak gördüğü ilkel toplumdan da öncesine dayanmaktadır. Her birey, özel mülkiyet hakkına, kendi bedeninin fiziksel enerjisi gibi sahiptir. Bu hakka kişi kendisiyle birlikte sahiptir, bu hak toplumun veya devletin verdiği bir şey değildir. Toplum veya devlet bu hakkı korumak için vardır. Hobbes, “düzeni kurabilmek için geometrinin teorik gücüne ve Leviathan’ın yaratacağı korkunun etkisine” büyük bir önem vermesine ve devleti temsil eden yasalar ve kurallara boyun eğmeyi ve bunların içselleştirilmesini gerekli görmesine karşın Locke, “yönetici gücü bir ‘trafik polisi’, teoriyi ise ‘bilimsel kapıkulu’ düzeyine indirmiştir”. Locke’a göre “siyasal düzen bir kuruluş değil doğal düzenin bazı düzeltmelerle” birlikte sürdürülmesidir.92 Toplumsal anlaşma veya toplum sözleşmesiyle kabul edilen kurallar veya siyasal otorite, doğa halindeki barışçıllığın korunmasını ve yaşam ve mülkiyet hakkını koruma altına alır. Eski Yunan düşüncesinde toplumu temellendiren akıl veya neden anlamında kullanılan logos kavramına sonradan Cicero ve St. Thomas Acquinas, doğal hukuk geleneği içinde daha çok yöntemsel bir anlam 90 Sunar, 1986: 79-81. 91 Sabine, 1973: 487. 92 Sunar, 1986: 86-87. 49 vermişler ve tarafsız yargıya ve toplumun temelindeki etik kurallara ulaşmanın nesnel mantığı olarak görmüşlerdir. Buna karşın Hobbes ile birlikte akıl mutlak olmaktan uzaklaşıp, özneler arasındaki anlaşma biçimini alır. Toplumsal düzeni sağlayan güç, nesnel değil özneldir ve öznel aklın kurallarının herkese eşit bir şekilde uygulanmasını kapsar. Platon, logos’u toplumu belirleyen ve insanların içsel dünyasını değiştiren ve yeniden oluşturan bir güç olarak görmüştü, oysa Hobbes’e göre egemen güç, insanları dışarıdan yönetir ve onların iç dünyalarını değiştirmez. Liberal düşünce ise Hobbes’un siyasal görüşlerini reddettiği halde onun antropolojisini kabul eder. Böylece liberal düşüncede ortaya kişisel-öznel bir akıl anlayışı çıkmış ve ussallık, kişisel arzu ve isteklerin belirlediği amaçlara en etkili bir şekilde ulaşma çabası olarak kabul edilmiştir.93 Modern dönemde akıl, Hume’un ifadesiyle duyguların tutsağı, tutkuların aracı haline gelmiştir. Modern çağda platonik logos’tan bu uzaklaşmayı, aklın bu dönüşümünü Max Weber’in açığa kavuşturduğunu görmekteyiz:94 Weber’in özsel us (wertrationalitat) ile araçsal us (zweckratioanalitat) arasında yaptığı ayrım, aklın öz olmaktan araç olmaya doğru geçirdiği evrimi temellendirmektedir. Weber’e göre, ussallığın aklın yerini alması fayda kültürünün çağımızda egemen olduğunu belgeleyen temel göstergedir. Ancak Hegel tarih içinde sürekli evrim geçiren aklın modern dünyada en üst aşamaya ulaştığını vurgular. Ona göre insan aklı, mutlak bilgiye ulaşabilir. O, tarihsel evrim sonucunda insanın özbilince ulaştığını ve böylece dünyayı ve kendisini daha yetkin bir şekilde anladığını savunur. Hegel’in düşüncesinde özbilinç aşaması “gerçeğin anlaşılmasını kapsar; tin, gerçeği kavramasının ardından sanat, din ve felsefe aracılığıyla mutlak bilgiye 93 Sunar, 1986: 89-91. 94 Sunar, 1986: 91. 50 ulaşır”.95 Hegel’in diyalektik bir anlayışa dayanan özne-nesne düşüncesinin temel ilkeleri şu şekilde açıklanabilir96: “Her eylemin öznesi ve nesnesi vardır. Çünkü onu gerçekleştiren özne ile eylemin gerçekleştirildiği nesne, bir eylemin olabilmesi için zorunlu olan parçalardır… ii. Bütün birliktelikler ilgi gösteren ve katılan taraflarla oluşmaktadır. İlgi gösteren; potansiyel sahibi, açığa çıkmaya hazır ve en önemlisi de teleolojik bir varlıktır. Katılanlar ise ilgi gösteren varlığı tetikleme mahareti taşıyan nesnelerdir… iii. Tarih akla uygun yasalarla geliştiği için yetkin bir akıl tarihte, geçmişte neler olduğunu bilir ve tarihin seyir ve değişim yasalarını deşifre ederek, gelecekte neler olacağını kestirebilir. Muhtemel yanlışlıkları ortaya çıkmadan bertaraf edebilir, olması muhtemel kötülükleri önleyebilir. iv. Bilme, özne ve nesne arasında gerçekleşen diyalektik bir süreçtir. Özne bilmek ister, nesne de bilinmek. İşlem tamamlandıktan sonra özne bilmiş nesne bilinmiştir. Her ikisi de artık önceki özne ve nesne değildir… v. Diyalektik, iyi olanın karşıtı ile kaim olduğunu bize göstermektedir. Nitekim insanoğlunun bütün aktiviteleri de, bir başka insan tarafından diyalektik olarak yok edilmiş aktivitelerinin, diyalektik olarak yok edilmesinden ibarettir… vi. Efendi köle diyalektiği, toplumsal ilişkiyi var eden ve toplumsal bütünlüğü kuran bir süreçtir….” i. Modern toplumda siyasal ve toplumsal bütünlüğün bir boyutu olarak akıl ve bilgi kavramlarının geçirdiği dönüşüm dikkate değerdir. Bir dönüşümün en çarpıcı sonuçlarından biri öznelliğin temel ve kurucu bir kategori olarak ortaya çıkmasıdır. Bu anlamda Anık’ın 97 ifade ettiği gibi modernleşme sürecinde “siyasal–politik öznelleştirme işlemleri” ideolojik bir arzuya dönüşmüştür. Ancak bu süreç içinde ortaya çıkan bireycilik tarihte görülmemiş bir şekilde kolektivizmi pekiştirmiştir çünkü daha önceden bilginin nesnesi olan bireye modernleşmeyle birlikte bilginin öznesi olma rolü yüklenmiş “böylece, birey, hemcinslerini nesnelleştirdiği gibi; efsaneleşen ‘nesnel bilgi’ yüzünden, kendi öznel bilgisinin de nesnesine dönüşmüştür. 95 Çelik, 2005: 67. 96 Anık, 2003: 80-81. 97 Anık, 2003: 24-25. 51 Bugün ‘ölü doğan özne’ girdabına saplanmış bir insan yığını ile karşı karşıya olduğumuzu inkâr etmek güçtür”. Bireyin ortaya çıkması ve topluma katılmasıyla aynı süreçte otoritenin varlığının da vazgeçilmez olduğu vurgulanmıştır. Böylece uyum, ahenk, harmoni, düzen, intizam gibi kavramların benimsetilmesi yoluyla bireylerin nesnelleştirilme süreci sağlanmıştır. Bu anlamda “bireyin, otorite odaklarınca nesnelleştirilmesi sürecini görebilmek için” bilgi sosyolojisinin kazanımlarından yeterince yararlanılması gerekir. Bireyin, bilgiyi edinmesinde doğal ve sosyal çevresiyle etkileşimi ve iletişimi merkezi bir yer tutar. Bu açıdan birey bir taraftan doğal ve sosyal çevrenin nüfuz alanı içinde bilme etkinliğinin bir nesnesiyken diğer taraftan doğal ve sosyal çevresini tanımasıyla bilgi üreten bir öznedir. Bu da bilginin özne ve nesne arasında kurulan bir bağ olduğu anlamına gelir. 98 Bireyle toplum arasındaki ilişkinin bir bütünlük oluşturması, bireyin zihninin toplumsal etkileşim içinde oluşması ancak toplumun da birey zihinleri aracılığıyla gerçeklik bulması demektir. Berger ve Luckmann bu ilişkiyi “nesnel ve öznel gerçekliğin diyalektiği” olarak nitelendirmişlerdir.99 İyi-kötü, doğru-yanlış, helal-haram hakkındaki anlayışlarımız, fiziksel dünyayla ilgisi bulunmayan metafizik önermelerdir. Bu anlamda ahlak ve hukukla ilgili bilgilerimiz fiziksel dünyaya yararlı olacak şekilde yeniden üretilmelidir. Böylece kendi bedenimiz ve içinde yaşadığımız toplumsal ve doğal çevreyi anlayabiliriz. “Daha sonra, doğadaki bazı işe yarar örnekleri kusursuz biçimde inceleyip, fiziksel eksikliklerimizi gideren, sınırlılıklarımızı aşan, hünerlerimizi sınırsızlaştıran, becerilerimizi ‘lojik’leştirerek (teknoloji üreterek), yetersiz ve eksik bir varlık oluşumuzu gidereceğiz. Nihayet kendimizi ve her şeyi denetim altına alarak muktedir olacağız. Bu iktidar, 98 Anık, 2003: 30. 99 McCarthy, 2002: 127. 52 kainatın efendiliği demektir ve aynı zamanda bu kat, mutlak özne makamının katıdır”.100 Diğer taraftan, toplum sürekli olarak belirli süreçleri veya kurumları vasıtasıyla bireylerin zihinlerine ve eylemlerine hakim olmaya çalışır. İnsanın toplumsal bir varlık olması onun hemcinsleriyle paylaştığı bir bilgi türüne sahip olmasını beraberinde getirir. Günlük yaşantımızda bizi bilgi sağanağına tabi tutan sayısız otorite odağı bulunur. Anık’ın101 ifade ettiği gibi, Bu sağanak adeta bir yanardağ patlaması gibidir. Bu yüzden, gündelik hayatımızda denetim altında tutmaya çalışan egemen çevremiz bizi, adeta bir bilgi mağması ile örtmektedir. Bu sayede biz herkes gibi görebiliyor, konuşabiliyor, düşünebiliyor, davranabiliyor ve en önemlisi de herkesle şu veya bu biçimde (itiraz ya da rıza göstererek) anlaşabiliyoruz. Toplumsal varlık olabilmemiz, toplumsallığın nesnel zemininde yerimizi alabilmemizle mümkün oluyor. Benzer ülküleri, amaçları, hedefleri, değerleri, gelenekleri paylaşıyoruz. Aynı simgelerle aynı (daha doğrusu yakın) anlamlar yüklüyoruz. Kısacası toplumsal sistemin parçası olmayı başarıyoruz. Toplumun bu türden baskınlığına karşın bazı toplum bilimciler insanın yeteneklerini ve yaratıcılığını vurgular. İnsan faktörü sorunu yirminci yüzyılın başlarında Batılı toplumbilim içinde Amerika Birleşik Devletleri’nde yararcılar ve Almanya’da bilgi sosyolojisi disiplininin kurucuları tarafından ele alınmıştır. “Alman yaklaşımı, düşünceyi, bireylerin katıldıkları bir toplu edim şeklinde tanımlamasıyla farklılaşmaktadır”.102 Amerikan geleneğinde Avrupa geleneğinden farklı olarak insanın bireysel yeteneklerine, girişimciliğine ve yaratıcılığına özel yer verilmiştir. Amerikan Yararcılığı ve Bilgi Sosyolojisi’nin birbirine yakınlığını ilk fark eden kişi, Amerikalı sosyolog Wright Mills’tir. O, bilgi sosyolojisinin bu iki geleneğin içgörülerine ve terimlerine dayandırılması gerektiğini ileri sürmüştür.103 100 Anık, 2003: 97. 101 Anık, 2003: 32. 102 McCarthy, 2002: 122. 103 McCarthy, 2002: 124. 53 Amerikan sosyolojisinin önde gelen düşünürlerinden Mead, zihin ve bilincin toplumsal karakterini inceler ve “öznelliğin toplumsal olarak oluşturulduğunu; çünkü soyutlama ve yorumlama süreçlerini gerektirdiğini” ileri sürer. Mead, bireyi, toplumsal dünyayla etkileşimi içinde ele alır ve toplumsal benlik kavramını geliştirir. Ona göre benliğin en önemli niteliği yansımalı oluşudur: “Benlik, kendine yönelik bir nesnedir; özellikle dolaylı olarak ve kendine yönelik bir nesne haline gelerek kendi deneyimine girme yeteneğine sahiptir”.104 Kişi, çocukluktan itibaren girdiği toplumsal ilişki ve etkileşimlerde başkalarının ve ötekinin farkına varma yoluyla kendini göstermektedir. Dolayısıyla kendini bilmek “nesne bilincinden benlik bilincine doğru” bir ilerleyişi ifade etmektedir. Mead, benliğin sürekli olarak başkalarıyla etkileşim içinde oluştuğu düşüncesinden hareketle “toplumdan ayrı bir benliğin, benlik bilincinin ve iletişimin olamayacağını” ileri sürer. “Bu durumda toplum, iletişimsel toplumsal eylemlerin devamlı bir süreci yoluyla, karşılıklı olarak birbirine yönelmiş kişiler arasındaki yapıp etmeler yoluyla ortaya çıkan bir yapı olarak anlaşılmalıdır”.105 Benliğin toplum içinde oluştuğunu vurgulamasına karşın Mead ondaki yaratıcı yönü gözardı etmez. Bu anlamda Mead, benliğin, “ben” ve “beni”yi kapsadığını ileri sürer ve “ben”in, “benliğin hesaplanamaz, tahmin edilemez ve yaratıcı yönü” olduğunu vurgular. Buna karşın “beni”, genelleşmiş ötekini ifade eder ve bilinçli sorumluluğu kapsar. Bu anlamda “beni” alışılagelmiş birey demektir. Toplum birey üzerinde “beni” aracılığıyla denetim kurar.106 Mead’in düşüncesinin en önemli yönlerinden biri bireyci veya toplumcu açıdan bir indirgemeyi reddetmesidir. Toplum benlik üzerinde etkili olduğu halde onu tümüyle belirlemez; benliğin yaratıcı boyutu onun dinamik yanını gösterir. Bireylerin ortak normları ve değerleri benimsemeleri, benlik üzerinde toplumun etkisini gösterirken bireylerin birbirinden farklı 104 McCarthy, 2002: 123, 127. 105 Coser, 2011: 296. 106 Ritzer, 2012: 224-225. 54 eğilimlere, tepkilere ve tercihlere sahip olmaları daha çok benliğin bu yaratıcı yönüne dayalı olarak açıklanabilir. 1.3.3. Kültür ve İdeoloji Kültürün ne olduğuna dair yapılmış tanımlara bakıldığında karşımıza çıkan tablo, ideolojinin ne olduğuna yönelik yapılan tartışmalarla oldukça benzer görünümdedir. Bu durumun elbette birçok nedeni bulunmaktadır. Her şeyden önce her iki kavram da soyut ve çokanlamlı bir yapıya sahiptir. Ergun, kültürü açıklamaya çalışan yaklaşık 250 tanımın olduğuna ve yaklaşık son 100 yıldır kültürle ilgili sayısız araştırmanın yapıldığına dikkat çekerek kültürün genel kabul görecek bir tanımını sunmuştur: “insanların kendi aralarındaki ve tabiatla aralarındaki ilişkilerin özdeksel ve tinsel ifadelerinin bir bütünü”.107 Aynı doğrultuda bir yaklaşım benimseyen Trotsky’e göre kültür, tarih boyunca insanoğlunun kazandığı tüm bilgi ve becerilerin toplamı, ulusların ve sınıfların edindiği bilgi ve becerilerin bileşkesidir ve insanın doğayla aktif ilişkisi sonucunda gelişmektedir.108 Bu ve başka tanımlarda görülebilecek temel bir bakış açısına göre kültür, insanın doğadan farklı olarak geliştirdiği ve sahip olduğu her şeyi içermektedir. Kültür, toplum için merkezi bir önem gösterir. Toplumsal üst sistemlerin alt sistemleri olan din, politika, ekonomi, teknoloji, bilim, eğitim, edebiyat, sanat gibi çeşitli merkezi alanlarla kuşatılan kültür, bu alanlardaki her bir değişimden etkilenmekte ve bu alanlarda bazı değişikliklere neden olmaktadır. Sürekli işlenen ve sürekli işleyen “kararsız denge” görünümündeki kültür, toplumla birey arasında oluşturulan köprüler, bağlar, bağlantılar, ilişkiler halindeki formlar olarak kendini açığa çıkartmakta ve gözlemlenebilir birer 107 Ergun, 1995: 153. 108 Swingewood, 1996: 53. parametre durumuna gelmektedir. Medyatik 55 mekanizmalar aracılığı ile “sosyo kültürel devre” denilen daire içinde tedavül eden bu kültürel biçimler, makro ortamdan mikro, mikro ortamdan makro ortama sürekli taşınmakta ve yeniden üretilmektedir.109 Kültür genel olarak tüm halk kesimlerini kapsayan ortak bir etkinlik olarak ele alınsa da kültürün birleştirici değil bölücü olduğu, modern toplumlarda egemen sınıfın yönetilenler üzerindeki iktidarını meşrulaştıran bir araç olduğuyla ilgili de güçlü muhalif bir yaklaşım bulunmaktadır. Bu yaklaşıma göre din, aile, eğitim kurumları, sendikalar ve siyasal örgütler gibi yapılar yoluyla kültürel değerler, kurallar ve istekler, gündelik bilgi ve deneyimlerle oluşan kurallar ve adetler olarak bireylere aktarılmaktadır. Kültür tarafsız, kendiliğinden bir kavram olmayıp tarihsel, özgül ve ideolojik bir yapıya sahiptir. Kültür, toplumsal ilişki ve uygulamaların bütününü oluşturan ekonomik, siyasal, eğitsel vb yapıların içinde ve onlar aracılığıyla gelişir.110 Böylece kültür, toplumun farklı alanlarında paylaşılan bir unsur olarak kendini gösterir. Bu açıdan toplumun farklı alanlarında fikirlerin ve düşüncelerin nasıl şekillendiğine ve işlendiğine ışık tutar. Gerek maddi gerekse zihinsel konularda insanların dünyaya bakışlarını ve dünyayı değerlendirişlerini gösterir. Bu çerçevede kültür, insanların topluluklar halinde tarih boyunca ürettikleri değerler, tutumlar, davranışlar, adetler ve sembolleri kapsar. Bu açıdan kültür, spontane bir birikim olarak anlaşılabilir yani bilinçli bir şekilde, isteyerek ve planlı bir şekilde üretilmemiştir. Kültürün her zaman birbiriyle mantıksal tutarlığı olan inanç ve değer kümeleri olması gerekmediği gibi onu geleceğe yönelik bir tasarım olarak da ele alamayız. Spontane bir şekilde gelişen kültürün tarih içinde sürekliliğinin sağlanmasında aile, okul gibi çeşitli kurumlar çok önemli rol oynar. Bu kurumlar toplumsallaşma vasıtasıyla bireylere, toplumun uygun gördüğü rolleri, tutumları ve değerleri öğretir ve onları kimlik sahibi yapar. Bu kimliğin en önemli yönü toplumun ortak dünya 109 Anık ve Soncu, 2010: 70. 110 Swingewood, 1996: 51. 56 görüşünü yansıtması, bireyler arasında ortak veya toplumsal bir bağın kurulduğunu göstermesi bu nedenle de bütünleştirici olmasıdır. İşte bu noktada ideoloji ile kültür arasındaki farklılık kendini göstermektedir: kültürden farklı olarak ideoloji kendisini oluşturan parçalar arasında mantıksal bir bağa ve iç tutarlılığa sahiptir. İdeoloji, belirli bir insan ve toplum anlayışından hareket eder, geçmiş, bugün ve gelecek hakkında bir anlayış benimsetmeye çalışır ve bu anlayışlarla tutarlı bir şekilde geleceğe yönelik bir tasarım ortaya koyar. “İdeolojiler spontane değildir; insan zihninin üretmiş olduğu bir düşünceler zinciridir. Bu anlamda iradidir; bireyi ve toplumu belirli bir amaca doğru harekete geçirme misyonuna sahiptir. İdeolojiler de, kültür gibi toplum bireylerine kimlik kazandırır, ancak bu kimlik kültürün verdiği kimlikten farklıdır; bir dünya görüşünün içinde nerede yer aldığı ve nasıl bir rol ve misyon üstlenmesi gerektiğini içeren bir kimliktir”.111 Bu anlamıyla bakıldığında, kültür ilk toplumdan günümüze her türlü insan edimi içinde bulunduğu halde ideolojinin çok kasıtlı ve planlı bir çaba olarak ortaya çıkması ve belirli formülleştirmelere dayanması onun kültürden farklı olarak daha çok modern bir karaktere sahip olduğunu göstermektedir. Kültürle ilgili çalışmalara bakıldığında temel olarak kültürün tarihselliğinin vurgulandığını görmekteyiz. Geleneksel toplumların kendilerine ait birer kültürünün olduğu ve modern toplumda bu kültürlerin bir dönüşüm geçirdiği neredeyse genel kabul görmektedir. Ancak bu değişim ve dönüşümün nasıl anlaşılması gerektiği, bunun insan kültürünün bir evrimi olup olmadığı konularının son derece tartışmalı olduğu söylenebilir. Buna karşın üzerinde anlaşma bulunduğunu söyleyebileceğimiz temel noktalardan biri de toplumun diğer alanlarıyla kültürün ilişkili olduğudur. Ekonomik ve siyasal alanda geçerli olan olgular ve süreçler, kültürel alandaki öğelerle yakından bağlantılıdır. Bununla birlikte birçok araştırma, günümüzde teknolojik ve ekonomik değişimle birlikte kültürel alanda ortaya çıkan çatışmalar ve gerilimler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Modernleşme ve değişim 111 Örs, 2009: 3. 57 sürecinde kültürün karşılaştığı sorunların nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde birbirinden farklı ve tartışmalı yaklaşımların sergilendiği görülmektedir. Kültür ve ideolojinin anlaşılması açısından önemli olan tarihsel fenomenlerden biri de mittir. İlk çağlardan günümüze kadar varlıklarını sürdüren mitler bize insanların doğa olaylarını, toplumu nasıl anladıklarını ve yorumladıklarını gösterir. Nedenleri tam bilinmeyen ve açıklanamayan doğa olayları çoğu zaman doğaüstü güçlere ve nedenlere bağlanarak açıklanır. Bu türden açıklamaların aynı zamanda toplumsal yaşamın düzenlenmesi açısından sonuçları olmuş, çeşitli değerlerin, normların ve kuralların oluşturulmasında mitlere dayalı açıklamalar temel roller oynamışlardır. Örs’ün112 bu konuda daha özel olarak ifade ettiği gibi “Yıkıcı doğa olayları, toplumsal kurallara uyumun bozulmasına, otoriteye itaatsizliğe tanrıların kızgınlığının bir ifadesi olarak gösterilerek siyasal otoriteye itaat sağlanmaya çalışılmıştır. Çoğu dinsel nitelikli bu mitler, dinsel güç ile dünyevi güç arasında bir bağ kurarak siyasal otoriteye koşulsuz rızanın zeminini oluşturmaya çalışmıştır. Mitlerin yanı sıra, tek veya çok tanrılı dinler de, esas itibariyle hem doğayı ve yaradılışı açıklamaya, hem de toplum içi ve toplumsiyasal iktidar ilişkilerini düzenlemeye çalışan yazılı ve/veya sözlü kurallar, inançlar, ritüeller bütünü olarak işlev görmüşlerdir.” Dolayısıyla mitler her ne kadar doğaüstü güçleri ve olayları konu ediniyor gibi görünseler de aslında toplumsal yaşantıyla ilişkilidir. İnsanların yaşadıkları ilişkiler ve sorunlar mitler vasıtasıyla ifade edilmiş, mitler içinde oluşturulan belirli kalıplar ve değerler yoluyla, daha dolaylı olarak toplumsal yaşantının ve düzenin gereklilikleri yansıtılmıştır. Bu durum da bizi burada mit ile ideoloji arasındaki ilişkiyi dikkate almaya yöneltmektedir. Öncelikle, mit ile ideoloji arasında bazı açılardan benzerlikler kurulduğu dikkat çekmektedir. Bu anlamda, her ikisinin de toplumun üyeleri arasında ahengin sağlanmasında ve belirli otorite 112 Örs, 2009: 5-6. 58 değerlerinin oluşmasında etkili olduğu vurgulanmaktadır. Lapierre’in 113 ifade ettiği gibi, ideoloji sayesinde zümre üyeleri aynı yapının üyesi olduğunun şuuruna varır ve ötekilerden ayrışır. Merasim, ayin ve gösteriler gibi uygulamalarla bu şuur güçlenir ve pekişir. Bu, ideolojinin toplumsal bir olay olduğunu gösterir. Benzer bir şekilde, ideoloji tarihsel bir olaydır. Bir ideoloji çoğunlukla yoktan var olmaz ve tarihsel bir ürün olup bir birikimin sonucunda ortaya çıkar. Toplumsal ve tarihsel yönleriyle ideolojinin kültürel bir karakteristiğinin bulunduğu ve mitosa benzediği söylenebilir. Bu açıdan modern ideolojilerin eski mitolojilerin rolünü üstlendikleri düşünülebilir. İdeoloji, değerler hiyerarşisini oluşturan ortak tasavvurların hepsini kapsar. İyi, kötü, güzel, çirkin, doğru, yanlış gibi değerlerle ilgili kanaatleri güçlü bir etkiyle ortaya koyar. Her topluluğun efsaneleri bulunmaktadır. Efsanelerin çok eski zamanlara ait olduğunu düşünme eğilimine sahip olsak da yakın zamana baktığımızda efsane örneklerine rastlayabiliriz. Örneğin Alman ırkının üstünlüğü efsanesinin son elli yıla kadar Almanya’da büyük bir etkiye sahip olduğunu dile getiren Mardin114 mitosların dünya hayatındaki dalgalanmaları ve tutarsızlıkları yansıtırken olumlu, kesin bir sonuca varan bununla birlikte insanlara gelecek umudu aşılayan özelliklere sahip olduğuna değinir. Mitos, bir sosyal olayı kutsallaştırır, tarihi anlaşılır kılan bir bilişsel araç görevi görür. İnsanların toplum hayatında karşılaştıkları olumsuz koşulları ve durumları meşrulaştırmalarını sağlar. Bunun yanında insanların toplumsal rolleriyle ilgili mitoslar vardır. Örneğin bir profesörlük rolü ve bir profesörlük mitosundan bahseden Mardin, otoriter, ağırbaşlı ve saygın profesör mitosunun varlığı nedeniyle profesörlüğün bu mitosun içinden yaşandığını dile getirir.” Toplum içinde toplumsal olayların duygusallığının yarattığı bir 113 Lapierre, 1981: 8-11. 114 Mardin, 1993:112. 59 yapıt” olan mitos, tam olarak ideolojinin içine yerleşemese de ideolojiyle oldukça yakın bir ilişki içinde olduğu açıkça görülmektedir.115 Kültür değerleri sabit olmayıp devamlı olarak -bu devamlılık çok yavaş da olabilir- değişir. Değişim yalnızca dış etkenlere dayalı olarak açıklanamaz. Mardin116 bu değişimin nedenlerini şöyle açıklar: 1. Her toplumda kültür ögesi ve ideolojik öge anlam olarak tam olarak kapalı değildir ve bazı tefsirlere açıktır. 2. Kültür değerlerini özümseme açısından her birey farklılık gösterir. Bu değerlerin etkisi bazen çok yüzeysel olabilirken bazen de oldukça derin olur. 3. Kültür ve ideoloji sadece empoze edilen bir kalıp değildir. Kültür insanlar tarafından amaçsal olarak kullanılabilir. Geleneksel dönemde toplumu ve bilgiyi, mitolojik ve dini değerler şekillendirirken modernleşmeyle birlikte bunları şekillendiren en önemli etmenlerden biri piyasa olmuştur.117 Bilginin, kapitalist piyasa içinde egemenlikle ilişkisinin vurgulanması Marx’ın ve klasik Marxistlerin temel ilgisi olmuştur. Ancak zaman içinde hem kapitalizmin yapısında birtakım değişmeler meydana gelmiş hem de Marxizmin bu konuyu ele alışında yeni yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Kültür ve egemenlik arasındaki ilişkiler, modern toplumun gelişen ve değişen biçimlerine göre yeni biçimler almıştır. Bu anlamda, özellikle medya, egemenliğin kültürel biçimlerinin belirlenmesinde hayati bir rol oynamaktadır. İngiliz Kültürel Çalışmalar ekolü ve bu ekole katkıda bulunan S. Hall, Carey ve Williams gibi düşünürlerin çalışmalarında bu rolü vurguladıklarını görmekteyiz. Özellikle Carey ve Williams, kültür ve kültürel üretim alanlarının ayrı ayrı ele alınması gerektiğini ileri sürmüşler ve kültürel yeniden üretim sürecinin önemine değinmişlerdir. Kültür, toplumsal bir varlıktır ve eğitim, gelenek, medya gibi alanlarda üretilir. “Üretim alanlarında yeniden üretilen kültüre, modern toplumlarda yeni teknolojik aygıtlar aracılığı ile yeni anlamlar yüklenmektedir. Kültürel üretim alanlarında 115 Mardin, 1993:112-115. 116 Mardin, 1993: 119. 117 Anık, 2003: 27. 60 anlamlandırılıp yeniden üretilen kültürel formun işletilmesi ve benimsetilmesi süreci içinde de anlamla birlikte, mevcut egemenlik ilişkileri de işletilmekte, benimsetilmekte ve düzenin meşruiyeti bu şekilde temin edilmiş olmaktadır.118 Günümüzde kültürün egemenlikle ilişkisi toplumsal sınırları aşan süreçler içinde gerçekleşmektedir. Modern uluslararası kapitalist pazar, tüketicinin rızası kazanılarak sürdürülmekte böylece kültürel form sorgulandığı halde kültürün meşrulaştırıcı işlevi ve egemenlik ilişkileri sorgulanmamaktadır. Bu bağlamda Anık ve Soncu,119 kültürel egemenlik ilişkilerini yeniden üreten rıza ve ideolojinin altını çizerler: Buna göre, piyasadaki tekdüze ve birbirinin aynı ürünlerden birini özgür iradesiyle seçiyormuş gibi muameleye maruz bırakılan bireyin özgürlüğünün bu şekilde iğdiş edilmesi, muktedirmiş hissi telkin edilerek onun insiyatif, irade ve iktidardan mahrum bırakılması ve apaçık bir tekelleşmeden ibaret olan kapitalist üretim biçiminin adının rekabet olarak konulması; kitlelerin zihinsel dumura uğratılması amacıyla üretilmiş ideolojiden başka bir şey değildir. Liberal bir argüman olan seçme özgürlüğü ile kapitalist üretim biçimini meşrulaştırmak için uydurulan rekabet, birbirinin varlığını koruyacak, birbirini sürekli takviye edecek doğrultuda işletilerek yanılsama ideolojisi devreye sokulmaktadır. Her şeyi koordine eden, farkında olmadan kitlelerin rıza gösterdikleri, çoğu zaman gayri iradi olarak işletilmesine katkı sağladıkları bu ideolojinin özgürlük menkıbesi, özgürlüğün trajik tarzda ele geçirilişinin hikayesidir. Avantajlar ve dezavantajlarla zihinlerde kurgulanan tüketim ise, bu ideolojinin egemenlik ilişkilerini yerleştirmek ve pekiştirmek için dayatılan bir yaşam biçimidir. Günümüz toplumlarında kültürün öneminin anlaşılması için onun çeşitli toplum kesimleriyle ilişkisinin dikkate alınması gerekir. Kültür belirli bir toplumun üyeleri için ortak biçimlere işaret etse de bu üyelerin tümü tarafından aynı şekilde paylaşılmadığı ve yaşama geçirilmediği açıktır. Bu anlamda kültürün, bireylerin yaşam süreçleri ve tarzları içinde nasıl somutlaştığının, belirli kültürel kalıpların diğerleri üzerinde nasıl öncelik ve 118 Anık ve Soncu, 2010: 59. 119 Anık ve Soncu, 2010: 60. 61 üstünlük kazandığının aydınlatılması önemlidir. Bireylerin ve grupların yaşam seyri içinde kültürün hangi biçimlerde nasıl benimsendiği, belirli grupların diğerleri üzerinde kendi kültürel biçimlerini nasıl hâkim kıldıkları gibi sorulara cevaplar aranması açısından Bourdieu’nün görüşlerine başvurmakta yarar görülmektedir. Öncelikle Bourdieu kültürü, “meşruluğu herkesçe kabul edilen, ancak erişim kodlarının edinilmesinin ve işleyişinin eşitsiz biçimde dağıtıldığı yapılanmış düşler, ortak simgeler” olarak tanımlar.120 Bourdieu’ya göre bu tür bir kültürel yönelimin oluşmasında temel rolü, kişinin aile ve eğitim geçmişi oynar. Bu anlamda egemen bir kültürel tarz olarak estetiğin belirleyicisi, mesafe ve tefekküre dayanan öğrenilmiş bir deneyimdir. Egemen habitus kendi konumunu, doğal karizma ideolojisiyle ve beğeni biçiminin doğanın bir armağanı olduğu şeklindeki anlayışla sağlamlaştırır. Stevenson’un 121 ifadesiyle Bourdieu’ya göre; Egemen yaşam tarzı, tarihsel olarak egemen sınıf içinde sanayi burjuvazisi ile entelijansiya arasındaki bir bölünmeden doğmuştur. Entelijansiyanın maddi zorunluluklardan uzak olması, geleneksel olarak kendi kültürel üretimini çıkarsızmış gibi görerek, yanlış tanımasına neden olmuştur. Bourdieu’nun amacı, kültürel üretimde sözkonusu olanlar gibi görünüşte tarafsız pratikleri, para ve iktidar kazanmada stratejik bir araç olarak değerlendirmektir… Bourdieu’ye göre, bir sanat galerisi ya da müzenin o kadar doğal olmayan atmosferinden haz almak için, uygun toplumsal kod ve yönelimlere erişim gereklidir. Egemen yaşam biçiminin alt sınıflara dayatılması, eğitim kurumları aracılığıyla gerçekleştirilir. “Egemen habitus”, eğitim sisteminin kalıplarına göre kişilerin sosyalleşmelerini beraberinde getirmediği halde alt sınıfların kendi değerlerine ve özelliklerine dışlayıcı bir şekilde bakmalarına yol açar. Bourdieu, sembolik şiddet sürecinde işçi sınıfının, egemen habitusun kendi habitusundan üstün olduğunun farkına vardığını ileri sürer. Ona göre bu süreçte “dil, saf bir iletişim aracı vazifesini görmez; konuşmacının toplumsal 120 Maigret, 2011: 162-163. 121 Stevenson, 2008: 160. 62 konumunu da ifade eder. Bir başka deyişle, burjuvazinin üstünlüğünü sağlayan kelime dağarcığının genişliği değildir. Burjuvazinin simgesel egemenliği, diğer ifade biçimlerinin meşruiyetini sansürleyebilmesiyle sürdürülür”.122 Bourdieu’nün genel olarak toplumu daha özel olarak ise kültürü ve pratiği çözümlemesini daha iyi kavramak için onun yaklaşımının biraz daha ayrıntısına inilmesinde özellikle onun habitus ve alan kavramlarına bakılmasında yarar vardır. Temel olarak bireylerin toplumda karşılaştıkları farklı koşullara yaklaşımlarını, diyalektik ve düşünümsel bir çerçevede ele alan Bourdieu, pratiğin önemini vurgular. Böylece aktörlerin içinde doğdukları ve toplumsallaştıkları kültürel ve toplumsal yapılar dikkate alınarak anlaşılmaya çalışılır. Bourdieu, yapısalcılık ve inşacılık arasında köprü kurmaya çabaladığı halde onun eserleri yapısalcılığa daha yakın görülür ve bu nedenle de Foucault ve başkalarıyla birlikte postyapısalcılar arasında değerlendirilir. Fenomenologlardan ve sembolik etkileşimcilerden farklı olarak onun inşacılığı, öznelliği ve niyetselliği kabul etmez. Bourdieu’nün nesnellik ile öznellik arasında kurduğu diyalektik ilişki, özellikle onun habitus ve alan kavramlarıyla ilgili çalışmalarında bulunmaktadır. “Habitus, eyleyenlerin zihinlerinde varoldukları halde, alanlar onların zihinlerinin dışında varolur”. 123 En genel anlamda Habitus, “insanların toplumsal dünyayla ilgilenmelerine aracı olan ‘zihinsel veya bilişsel yapılar’dır.” İnsanlar, toplumsal dünyayı anlamalarına ve değerlendirmelerine yardımcı olan ayrıca kendi pratiklerini ürettikleri ve değerlendirdikleri içselleştirilmiş şemalara sahiptirler. Bu anlamda habitus, diyalektik olarak toplumdaki yapıların içselleştirilmesinin bir sonucudur yani habitus, “içselleştirilmiş, ‘cisimleşmiş’ toplumsal yapılar” başka bir ifadeyle “sağduyu” türünden bir şeydir. Habituslar, “sınıf yapısı içinde, yaş grupları, toplumsal cinsiyetler ve 122 Stevenson, 2008: 164. 123 Ritzer, 2013: 530. 63 toplumsal sınıfları temsil eden nesnel bölünmelere” işaret eder. Bir habitus, toplumsal dünyada uzun süre aynı bulunmanın sonucunda edinildiği için bir kimsenin dünyadaki konumunun özelliğine göre değişir: “herkesin aynı habitusu yoktur”. Bununla birlikte dünya üzerinde aynı konumda bulunanlar benzer habituslara sahip olurlar. İnsanlar toplumsal dünyaya habitus aracılığıyla anlam verirler ancak birden fazla habitusun bulunması, toplumsal dünyanın kendisini tekbiçimli dayatmasını engeller.124 Pratik, habitus ile toplumsal dünya arasında aracılık eder. Bir yandan habitus, pratik aracılığıyla üretilir diğer yandan ise toplumsal dünya pratiğin sonucunda ortaya çıkar. Pratik, habitusu şekillendirirken, habitus, pratiği hem birleştirir hem de oluşturur. Habitus, eylem düşüncesini ve seçimi kısıtlayan içselleştirilmiş bir yapıdır ancak onları belirlemez. Belirlenimciliğin olmayışı Bourdieu’yü ana akım yapısalcılardan ayırır. Habitus, İnsanların düşünmeleri ve yapmaları gereken şeyi belirtir ancak karar sürecini insanlara bırakır:125 Bu karar alma süreci, habitusun işleyişini yansıttığı halde insanlar, seçenekleri bilinçli olarak düşünmeye koyulurlar. Habitus insanların seçim yapmalarına ve toplumsal dünyada kullanacakları stratejileri seçmelerine aracı olan ilkeleri sağlar. Bourdieu ve Wacquant’ın etkili bir şekilde belirttikleri gibi “insanlar budala değildir”. Bununla birlikte, insanlar tümüyle rasyonel de değildir (Bourdieu, rasyonel seçim kuramını küçümsedi); onlar akla “akla dayalı” bir tarzda eyleme geçerler –onların pratik kanıları vardır. İnsanların yaptığı şeyin bir mantığı vardır; o, “pratiğin mantığı”dır. Bourdieu’ye göre habitus bir yapı gibi çalıştığı halde insanlar onun karşısında mekanik tepkide bulunmazlar. İnsanların habitusla ilişkileri diyalektik bir nitelik taşır. Bu anlamda Bourdieu’nün yaklaşımının önemli bir yönü, onun öngörülemez yenilikleri reddetmesi ve aşırı belirlenimcilikten kaçınmasıdır. Bourdieu’nün, yapısal açıdan değil rasyonel açıdan düşündüğü alan, “nesnel konumlar arasındaki ilişkilerin bir ağı”na işaret eder. “Bu ilişkiler, birey bilinci ve istencinin dışında varolur. Onlar, bireyler arasındaki 124 Ritzer, 2013: 530-531. 125 Ritzer, 2013: 531. 64 etkileşimler veya öznelerarası bağlar değildir. Konumlarda bulunanlar, ya failler ya da kurumlar olabilir ve onlar alanın yapısı tarafından kısıtlanır”. Bourdieu’ye göre toplumda, sanatsal, dinsel ve yükseköğretim gibi bazı yarıözerk alanlar bulunur ve bunların kendilerine özgü mantıkları vardır. 126 Alan doğası gereği bir çatışma, mücadele arenasıdır. “Alan, içinde sermayenin çeşitli türlerinin (ekonomik, kültürel, toplumsal, sembolik) kullanıldığı ve harekete geçirildiği, rekabetçi bir pazaryeridir. Bununla birlikte, o, son derece önemli olan iktidarın (politikanın) alanıdır; politik alan içindeki iktidar ilişkilerinin hiyerarşisi, tüm öteki alanların yapılaşmasına hizmet eder”.127 Faillerin alan içindeki konumları sahip oldukları sermayeye göre belirlenir. Bourdieu, temelde, ekonomik, kültürel, toplumsal ve sembolik olmak üzere dört sermaye üzerinde düşüncelerini geliştirir. Faillerin, alan içinde çeşitli stratejiler kullandığını ileri süren Bourdieu, bu düşüncesiyle faillerin bazı özgürlüklerinin bulunduğunu ortaya koyar. Buna karşın, faillerin bu stratejileri, “hesaplanmış hedeflerin amaçlı ve önceden planlanmış kovalanması”nı değil eylemin nesnel bir şekilde harekete geçirilmesini içerir ve alan içindeki konumlarına bağlıdır. 1.2.4. Toplumsal Totalite ve Toplumsal Kontrol Modernleşmeyle birlikte, bireyleri ortak bir siyasal çatı altında toplayan, ortak bir ulus içine yerleştiren toplumsal bir totalite mekanizması ortaya çıkmıştır. Toplumsal totalite, aklın, çıkarın, yararın hatta erdemin kolektif olarak toplandığı bir odak olması nedeniyle onun, tek tek bireyler üzerinde mutlak yaptırım gücü vardır. Bu anlamda bireylerin özgürlükleri kolektif özgürlüğe feda edilmektedir. Toplumsal totalitenin bireylerle ilişkisini Anık 128 şöyle açıklamaktadır: 126 Ritzer, 2013: 532. 127 Ritzer, 2013: 532-533. 128 Anık, 2003: 130. 65 Toplumsal totalitenin birey üzerinde, güç gösterisinde bulunan en merkezi aygıtı devlettir. Devlet kamusal alandaki çeşitli mekanizmalarla bireylerin her birine fiili güç gösterisinde bulunma ve gerektiğinde fiili güç kullanma ve uygulama ayrıcalığına ve tekeline sahiptir. Öte yandan devlet, özel alanda da bazı ideolojik aygıtlar kullanarak, bireylere sembolik şiddet uygulamakta ve onların her birine özne kimliği hamlederek, bu yükle onları tutsak almaktadır. Çok açıktır ki toplumsal totalitenin bu edimlerinin gerekçeleri düzen, huzur, toplumsal-ulusal fayda gibi kavramlardır. Günümüzde devlet, bir toplumun veya bir ulusun, “katılım gösterdiği en kutsal, izlenmesi ve rıza-uyum gösterilmesi en kaçınılmaz ve en yüce öznesi”, bu açıdan ortak aklın cisimleştiği kurumsal bir bütünlüktür.129 İktidarın devlette cisimleşmiş olması ve bunun kolektif kabule dayanması sonucunda devletin, toplumsal bütünlüğü ve düzeni korumak ve sürdürmek adına güç kullanabildiği görülmektedir. Ancak bazı durumlarda devletin, toplum üzerinde belirleyici ve kurucu bir rol oynamaya çalıştığı da görülmektedir. Bu anlamda Anık’ın130 ifade ettiği gibi, belirli bir doktrin toplumda doğrudan egemen kılınamadığı durumlarda daha dolaylı yollardan “ideolojik şırınga veya şifa yüklü hap görünümü ile topluma enjekte edilmekte”dir. Yurdusev131 bütün fikrinin, iki ayrı açıdan düşünülebileceğini ifade eder. Bunlardan birincisi, bütünün, kendisini oluşturan parçaların toplamına eşit olmadığını veya toplamından farklı bir şey olduğunu ileri sürer. Bu görüşü Nagel matematiksel sembollere dayalı olarak açıklamaya çalışır. İkinci görüş açısından ise bütün fikri, gerçekliğe bakış biçimidir. Buna göre bir şeyin anlaşılması için onu oluşturan parçalar arasındaki ilişkiler ve bağlantılar son derece önemlidir. Her iki fikrin uygulanışına baktığımızda pratikte, birinci fikrin, daha fazla benimsendiği görülmektedir; sosyologlar, toplumu, onu oluşturan öğelerden ayrı bir varlık olarak ele alır; siyaset bilimciler devleti, 129 Anık, 2003: 77. 130 Anık, 2003: 117. 131 Yurdusev, 2008: 11-12. 66 vatandaşlardan farklı bir varlık olarak kabul ederler ve tarihçiler, bireylerin değil devletin tarihi olduğunu düşünürler. Totalite kavramı, Hegel’in ve Marx’ın analizlerinde merkezi bir öneme sahiptir. Hegel’e göre totalite, tüm tarihsel süreci içerir. Marx’taki sınıf, altyapı ve üstyapı sorunsallarının arkaplanı totaliteye dayanmaktadır.132 Yine İtalyan Marxist Antonio Labriola, toplumsal sınıflarla bireyleri bütünle ilişkileri dahilinde gelişen parçalar olarak çözümler ve toplumu bütünsel olarak ele alır. Tarihsel süreci ise “entelektüel ve maddi kültürün organik bakımdan birbirine bağlı olduğu tarihsel bir totallik olarak açıklıyordu”. 133 Bu bağlamda o, “maddi yaşamın ve entelektüel kültürün tüm öğeleri”nin içinde bulundukları çağı açıklayan bir totalliği oluşturuyordu. Daha sonra Marx’ın toplum anlayışını Hegelci kökleriyle ilişkilendiren Lukàcs, totalliğe ve diyalektiğe öncelik veren bir yaklaşım benimsedi. Olgular tek başlarına bir anlam ifade etmeyip bütünün içinde anlam kazanmaktadır. O, bütünün parçalardan önce gelmesinin ve olguların, bu bütünün içinde anlam kazanmasının, diyalektik yöntemin temel ilkesi olduğunu ileri sürdü. 134 Burada Lukàcs, proletaryanın toplum hakkındaki bilgisi ve düşüncesinin burjuvanınkinden daha üstün olduğunu çünkü nesneleri tarihsel olmayan bir şekilde kavrayan burjuvadan farklı olarak total süreçten yalıtarak ele almayı reddettiğini vurgular. Lukàcs, burjuva düşüncesi ve Marxizm arasındaki en temel farklılığın totalite düşüncesinden kaynaklandığını, ekonomik güdülerin totalite kadar belirleyici olmadığını ifade eder. Lukàcs’a göre totalite ya da başka bir deyişle bütünlük, Marx’ın Hegel’den miras aldığı ve geliştirdiği yeni bir bilimin temelleri olarak tanımlanabilen yöntemin ana temasını oluşturmaktadır.135 Lukàcs’ın çalışmaları, “Hegel’den yola çıkılmış bir toplumsal totalite içinde 132 Yurdusev, 2008: 13. 133 Swingewood, 1998: 237. 134 Swingewood, 1998: 239-241. 135 Yurdusev, 2008: 13-14. 67 özne/nesne diyalektiği” olmasının yanında Marx’ın fikirlerinin, şeyleşme ve meta fetişizminin Hegel’e bağlı olarak ele alınarak çözümlenmesi olarak özetlenebilir.136 Lukàcs, Marx’ın şeyleşme ve yabancılaşma teorilerini analiz ederek şeyleşmenin total bir süreç olduğunu ve insanın tüm bilincine damga vuran bir özellik sergileyerek kapitalist kültüre egemen olduğunu iddia eder. Ona göre sınıf bilinci totallikle eşdeğer de görülebilir. Bütünü bilmenin tek yolu, burjuva düşüncesinden değil proleteryanın özel tarihsel konumunu kabul etmek olmalıdır.137 Toplumsal bütünlüğün veya gerçekliğin kendisini bilgide gösterdiği söylenebilir. Böylece toplum bireye egemen olur ve birey bu egemenliği benimser ve içselleştirir. Bu gerçeklik birey aracılığıyla sürdürülmektedir. Bu açıdan topluma uyum sağlayarak da olsa toplumsal gerçekliği üreten, birey veya gruplardır. Bu durumun iki sonucu ortaya çıkmaktadır: bireyi kuşatan toplum ve her bireyin kendine özgü bakış açısı. “Her birey, toplumsal gerçeklerle barışık ya da çatışık ütopyalara sahiptir. Bu nedenle her toplum neredeyse sınırsız sayıda ütopik zenginlik ve çeşitlilik içermektedir. Bazı ütopyalar, toplumsal gerçeklerle karşılaşarak, gruplara özgü ülküler halinde formüle olmaktadırlar ki, bu mikro toplumsal projeler, toplumdaki kısmi ideolojileri teşkil etmektedir. Bunlar toplumsal zemine sirayet ettikçe; yayılma, benimsenme ve aktarılma potansiyelleri ölçüsünde makro ideolojilere dönüşmektedir”.138 Fikirlerin yayılma potansiyeliyle onların toplumsal gerçeklikle ilişkilerine bağlıdır. Fikirlerin bireyler tarafından benimsenmesi ve aktarılması onların yaşantılarında karşılaştıkları olayları ve sorunları bu fikirlere başvurarak anlayabilmeleri ve açıklayabilmeleriyle gerçekleşir. Böylece bireylerin toplumsal denetimin etki alanına girmesinin kapsamı genişler. 136 Çolak, 2011: 100. 137 Swingewood, 1998: 241-244. 138 Anık, 2011: 110-111. 68 Sosyal kontrol, iktidar, sapma, normatif yapı, yasa, çatışma, toplumsal değer ve ideoloji konularıyla da yakından ilişkilidir. Bu çerçevede Scheerer ve Hess, sosyal kontrolü, sosyal düzenin ve ilerlemenin sağlanması amacıyla, istenilmeyen davranışların önlenmesi için geliştirilen sosyal ve teknik düzenlemeler, inanç sistemleri, mekanizmalar, olumlu ve olumsuz yaptırımlar olarak kavramışlardır.139 Sosyal kontrol bireylerin düşünceleri ve eylemleri üzerinde belirli türden değerleri ve fikirleri etkili kılarak pekişir. Toplumsal kontrolün zaman içinde etkisini koruması onun fikir ve değer yapısının niteliğine ve farklı fikirlere ve değerlere açık oluşuna bağlıdır. Katı inanç sistemleri ve fikir yapıları belirli bir zaman dilimi içinde güçlü sosyal kontrole yol açsa da uzun dönemde etkilerini ve sosyal kontrolü sağlayıcı özelliklerini kaybetmek zorunda kalırlar. Sosyal kontrolün en önemli yönlerinden biri, toplumsal düzenin sağlanmasıyla ilgili olması ve daha çok toplumun birey üzerindeki gücünü yansıtmasıdır. Bu bağlamda sosyal kontrol, bir davranışın gerçekleşmesi ya da gerçekleşmemesiyle ilgili toplumun bireye olan etkisi ve baskısı olarak tanımlanabilir. Toplumsal düzenin devamını ve istikrarını sağlamak için toplum tarafından kullanılan mekanizmalar ve süreçlerin bireyler üzerindeki etkisi, toplumda belirli standart davranış biçimlerinin oluşmasına yol açmaktadır.140 Değerler ve normlar, sosyal kontrolün iki önemli mekanizması olarak kendini gösterir. Bireyden bağımsız varolan ve birey üzerinde yaptırım gücü olan, bireyin uymak zorunda olduğu kurallardan oluşan normlardan farklı olarak değerler, “bireylerce kurgulanıp, bireylerce benimsenip, bireylerce dayatılan ve gene bireyler tarafından” işletildikleri için bireysel zihniyet ile toplumsal zihniyetin buluşmasına aracılık ederler.141 Değerler, bireysel zihniyeti toplumsal zihniyetle ne denli buluşturabilirlerse, zaman ve mekân açısından bireylerin zihinsel gereksinimlerine ne denli karşılık verebilirlerse sosyal kontrolü de o denli güçlü sağlarlar. Toplumun tüm 139 Bektaş ve Bakacak, 2009: 35, 37. 140 Anık, 2011: 103-104. 141 Anık, 2011: 108. 69 üyelerine hitap eden ve onlar tarafından paylaşılabilen, yaşantıya aktarılabilen değerlerin varlığı sosyal kontrolün kendiliğinden sağlanmasının koşullarını oluşturur. Sosyoloji biliminin gelişmeye başladığı ilk zamanlarda, Durkheim, Marx ve Weber gibi klasik sosyologlar için sosyal kontrol, daha çok toplumsal bir düzlemde kurumsal yapılar düzeyinde ele alınmışsa da yirminci yüzyılın başlarından itibaren konu, kurumsal yapılardan etkileşimsel süreçlere, yani makro yapılardan mikro yapılara doğru bir farklılaşma göstermiştir. Bu bakış açısıyla konuya yaklaşan sosyal kontrol kuramları, Chicago Okulu, sembolik etkileşimcilik ve etiketlemeci yaklaşımdır. 1970’lerden sonra ise yalnızca makro ve mikro bakış açılarıyla sosyal olguların açıklanamayacağı anlayışının yaygınlaşmasıyla makro-mikro etkileşimine yapılan vurgu artmış, buna bağlı olarak sosyal kontrol anlayışı bu iki bakış açısını da kapsayacak şekilde yeniden düzenlenmiştir.142 Burada önemli olan nokta bütünlük ile birey arasında bağların ve temasların kurulmasıdır. Sosyal kontrol bu ikisi arasındaki dinamik bir etkileşim açısından anlaşılmaktadır. Sadece belirli genel olgular üzerinde duran ve bireylerin davranışlarını ve düşüncelerini açıklayamayan bir toplum anlayışının sosyal kontrolün nasıl sağlandığını ele almada güçlüklerle karşılaşacağı açıktır. Weber, kapitalist toplumun tüm üyelerini disipline etmenin ve bunu bir sosyal kontrole dönüştürmenin ancak rasyonelleşmeyle sağlanacağını iddia eder. Marx ise sosyal kontrolün, devletin baskı aygıtları aracılığıyla gerçekleşeceğini savunur. Devletin sosyal kontrol uygulama yetkisine sahip olduğunu vurgulayan Althusser’e göre de, devletin baskı aygıtları ve ideolojik aygıtları, onun zor kullanma yetkisini elinde bulundurduğunu göstermektedir. Devlet, bu aygıtlar aracılığıyla sosyal kontrolü sağlar.143 Althusser sosyal kontrolün sağlanmasında günümüz toplumlarında baskı aygıtlarından çok ideolojik aygıtların devreye sokulduğunu ileri sürer. 142 Bektaş ve Bakacak, 2009: 36. 143 Bektaş ve Bakacak, 2009: 39. 70 Weber’e göre meşru olarak fiili şiddet uygulama hakkına sahip olan tek yapı, yasal-ussal bir tüzel kişilik olan devlettir. Fiili şiddetin tersine sembolik şiddet, açık şiddetin uygulanmasının mümkün olmadığı yerde şiddetin büründüğü örtük, kibar ve gizli biçimdir. Sembolik şiddette gizli iktidar biçimleri, epistemik ve simgesel yapılarla oluşturulup toplumdaki bireylerin hizmetine sunulur. Bireyler, onları, kendilerine özel olarak hazırlanıp sunulduğu duygusuna kapılarak farkında olarak ya da olmayarak bu iktidarın bir parçası haline gelir.144 İnsan davranışının denetimi ve buna bağlı olarak kurumsal süreç ve unsurlara odaklanan sosyal kontrolle ilgili yaklaşımlar incelendiğinde Durkheim’ın çalışmalarının önemli bir yol haritası çizdiği görülmektedir. 145 Durkheim’a göre toplumsal olgular, ahlâkî olgulardır ve toplumsal davranışlar dışsal zorlamaların ürünüdür. Ödül ve ceza yöntemlerini kullanan toplum, bireylerin ahlâkî değerleri içselleştirmelerini ya da en azından onlara biçimsel olarak uyum sağlamalarını ve bu yolla düzenin sağlanmasını amaçlar. Başka bir ifadeyle toplum, ahlaki bir otorite olarak bireylerin toplumsal davranışları üzerinde normatif denetim kurar.146 Toplumun birey üzerinde mutlak bir belirleyiciliği vardır ve bu durum hem geleneksel toplum için hem de modern toplum için geçerlidir. Toplumsal bütünlüğü sağlayan etmenler geleneksel toplumdan modern topluma geçerken değiştiği halde toplumun birey üzerindeki belirleyiciliğinde bir değişme olmaz. Durkheim’a göre geleneksel toplumlarda toplum yaşamını belirleyen ve düzenleyen dinsel inançlardır ve ahlâki otoritenin kaynağı tanrıdır. Modern toplumlarda ise ahlaki otoritenin kaynağı toplumun kendisidir ve bu toplumlarda dinsel inançlar geleneksel toplumlardaki etki gücüne sahip değildir.147 Kolektif bilinç kavramı, geleneksel toplumlardaki inanç ve düşünce 144 Anık, 2011: 105. 145 Kızmaz, 2005: 165. 146 Özyurt, 2007: 96. 147 Özyurt, 2007: 100. 71 yapısını yansıtır. Kolektif bilinci, devlet ya da din gibi bir toplumsal organ temsil etmez, ancak onlar, kolektif bilincin simgeleri olarak kolektif bilinci koruma ve ortak inanç, gelenek ve adetlere uyumu sağlama amacına hizmet ederler. Kolektif bilinç, kuşaktan kuşağa aktarılan, süreklilik arz eden bir toplumsal etki gücüne sahiptir ve kolektif bilinci olumsuzlayan, toplumsal bütünlüğü zedeleyen tüm inanç ve eylemler cezalandırılır. 148 Bu bağlamda kolektif bilincin, sosyal kontrolle yakından ilişkisi vardır. Durkheim’a göre sosyal kontrolü, siyasal iktidar veya devlet sağlamaz, sosyal kontrolün kaynağı toplumun kendisidir. Sosyal kontrol için gerekli olan normları ve değerleri bireyler sosyalleşme süreci içinde öğrenirler ve benimserler. Dolayısıyla sosyal kontrol başka bir mekanizmaya ihtiyaç duyulmadan toplumsal değerlerin paylaşılmasının bir sonucudur. Sosyal kontrol, toplumsal sistemin dengesini sağlamasında ve bunu sürdürmesinde temel bir mekanizmadır. Yapısal-işlevselci olan Parsons’ın temel ilgisini ‘sistem eyleyeni nasıl denetler’ biçiminde özetleyebiliriz. O, eyleyenin sistemi nasıl oluşturduğu ve sürdürdüğü sorunsalıyla ilgilenmemiştir. Ona göre bir sistemin en iyi biçimde çalışması, yalnızca sosyal kontrolün en tutumlu uygun biçimde kullanılmasıyla mümkün olur. Esnek bir toplumsal sistem, sapmaları kabul etmeyen bir sistemden daima daha güçlüdür. Önemli olan, çeşitliliklerin ve sapmaların sistemin bütünlüğünü tehdit etmemesidir.149 Robert Merton’a göre, yapısal-işlevselci çözümleme, gruplar, örgütler, toplumlar ve kültürler üzerinde odaklanmıştır. Merton’a göre standartlaşmış olan tüm toplumsal ve kültürel inanç ve pratikler bireyler için olduğu kadar toplum için de işlevseldir.150 Yapısalişlevselci yaklaşım içindeki çeşitli farklılıklara karşın bu yaklaşımı benimseyen bilim insanları genel olarak bireyler veya grupları değil toplumun bütünlüğünü ve düzenini vurgulamış, bireyleri ve davranışlarını düzene uyum veya düzenden sapma açısından çözümlemiştir. 148 Özyurt, 2007: 101-102. 149 Ritzer, 2013: 246. 150 Ritzer, 2013: 253. 72 Yapısal-işlevsellik toplumun bütünü için sosyal kontrolün önemini ve işlevini vurgularken daha farklı bir bakış açısını sembolik etkileşimcilik ortaya koymuştur. Bireyin tümüyle toplumsal düzenin ve yapıların bir esiri olmadığını düşünen, bu nedenle etkileşimin önemini vurgulayan George Herbert Mead, “toplumsal denetim fikrini, ‘beni’nin ifade edilmesinin ‘ben’in ifade edilmesi üzerindeki hâkimiyeti olarak tanımlar. Mead, daha sonra Zihin, Benlik ve Toplum içinde toplumsal denetim üzerine fikirlerini daha da geliştirir”. Ona göre sosyal kontrol, bireyselliği ezen ya da yıpratan bir özellik göstermez. Tersine, bireyselliği oluşturan bir yapıdır. 151 Aynı şekilde Robert E. Park, toplumsal denetimi, etkileşim açısından ele alır. Ona göre “toplum en iyi şekilde, etkileşim sürecinden doğan bir gelenekler ve normlar gövdesi tarafından denetlenen ayrı bireyler arasındaki etkileşimlerin ürünü olarak anlaşılır. Toplumsal denetim ‘toplumun merkezi olgusu ve merkezi sorunu’dur. Toplum her yerde bir denetim örgütlenmesidir”. 152 Yapısalişlevselci yaklaşımdan farklı olarak etkileşimci yaklaşım, bireylere ve onların gerçekliği kurabilme yeteneklerini vurgular. Bu anlamda sosyal kontrol bireylerin katılımları ve etkileşimleriyle birlikte varolur.153 Modern çağda hızlı değişim ve gelişimlere paralel olarak sosyal kontrolün de anlam ve içeriği değişmiş ve buna bağlı olarak farklı stratejik uygulamalar gündeme gelmiştir. Küreselleşmeyle birlikte gelişen ve değişen yapılarda, geleneksel toplumlarda yakın ilişkilerdeki kişilerin birbirleri üzerinde kurdukları denetim artık işlemez hale gelmiş ve yeni kontrol mekanizmalarına gereksinim oluşmuştur. “Artan hareketlilik sonucu uygulanan gözetim tekniği kendisinden etkilenenleri izleyenler ve izlenenler olarak iki kesime ayırmıştır. Gözetim etkinliğinde meydana gelen bu değişim ile modern toplumun bütün üyelerinin yaşam biçimleri sıkı bir denetim altına alınarak, istenilen standartlar sağlanmaktadır ve toplumsal düzen korunmaktadır. İktidar aracılığıyla gözetim altında tutulan bireyler arasındaki 151 Ritzer, 2012: 225. 152 Aktaran Coser, 2011: 316. 153 Coser, 2011: 316-317. 73 farklılıklar aynı davranışsal rutini sergilemeleri sağlanarak ortadan kaldırılmakta ve bireyler niceliksel olarak ölçülebilen kategoriler içerisine yerleştirilerek nesneleştirilmektedir”.154 Toplum üyeleri, ilerleme ve düzeni sağlamak amacıyla, devletin kurumları içine alınarak yeni bir kimlik inşasına tabi tutulmaktadır. Toplumsal huzurun, dayanışmanın ve düzenin sağlanabilmesi ve sürdürülmesi amacıyla toplumdaki bireylerin uymak zorunda oldukları hâkim olan birtakım kurallar ve standartlar bulunmaktadır. Sosyal norm olarak tanımlanan bu standart ve kurallara uyum ve onlardan sapmaları önleyecek tüm esas ve temelleri sağlamak sosyal kontrolün öncelikli amaçlarındadır. Sosyal düzenin korunmasını sağlayan her şeyi sosyal kontrol olarak açıklayan birçok sosyolog iç içe olan sapma ve sosyal kontrol konusunu bir arada ele almışlardır. Sosyal kontrol çoğu zaman kendisini sapma ve sapmış davranışlarla birlikte gösterir. Bu bağlamda Fichter, sosyal kontrolün, sosyalizasyon sürecinin bir uzantısı olduğunu düşünür çünkü ona göre sosyalizasyon, kişinin içinde bulunduğu toplumda kabul gören davranışları ve beklenti kalıplarını öğrenmesi ve bunlara göre davranmasıdır. Fichter, sosyalleşmenin öznel boyutunun, kişinin kendi kendini kontrol etmesini nesnel boyutunun ise sosyal kontrolü kapsadığını ileri sürer. Bu açıdan bakıldığında sosyalizasyon, davranış kalıplarına uyumu ve bu kalıpların sürdürülmesini sağlayan mekanizma olarak işlemektedir. Böylece sosyalizasyon süreci ailede başladığı için sapma davranışında ve sosyal kontrole ulaşmada ailenin çok önemli bir rolü vardır. “Özetle sosyal kontrol, toplumsal yaşamda ilişkileri düzenleyen normlardan sapmayı çeşitli ödüllendirme ve cezalandırma süreçleri ile önleyen ve bu yolla toplumda düzeni sağlayan bir mekanizmadır. Sosyal kontrolün "informal (resmi olmayan) ve "formal" (resmi) olmak üzere iki çeşidinden bahsedilebilir. 154 Bektaş ve Bakacak, 2009: 41-42. 74 Birbirleriyle adeta iç içe girmiş olan sosyal kontrolün bu iki boyutu, genel olarak bireyin toplumsal davranışlarını denetlemeye yöneliktir”. 155 Toplumların üyelerini denetlemek için kullandığı yollara değinerek dışsal mekanizmalarla, içselleştirilen mekanizmaların bireylere olan etkilerini inceleyen Edward A. Ross’a göre, dıştan dayatılan ve cezalandırma sistemiyle işleyen mekanizmaların başında hukuk bulunmaktadır. Gelenek, görenek, örf, adet gibi mekanizmalar da geleneksel toplumlarda hukukun işlevini büyük ölçüde yerine getirmektedir. Modernite öncesi toplumlarda pek çoğu dinsel kaynaklı olan inanç sistemleri de diğer önemli düzenleyici mekanizmalara örnek verilebilir. Bu mekanizmalar yalnızca geleneksel toplumlarda etkili olmayıp günümüz toplumsal yapılarında da işlerliğini sürdürmektedir.156 Ross, içsel kontrol mekanizmalarının yukarıda bahsedilen rıza sağlama amaçlı dışsal kontrol mekanizmalarından çok daha güçlü etkilere sahip olduğu görüşünü ileri sürer. İçsel mekanizmalar, toplumsal düzenin devamı ve istikrarını sağlayacak herhangi bir konu hakkında bireyin dışsal bir etkiyle rıza göstermesi olmayıp kendiliğinden bu etkiyi oluşturan kontrol sistemleridir. Dış kaynaklı sosyal kontrol mekanizmaları, doğası gereği zorlama ve baskı içerdiği için zaman zaman birey tarafından direnç oluşturabilmekte ve meşruiyet krizlerine neden olmaktadır. Oysaki bireyin kendisini gönüllü olarak disipline etmesini sağlayan etkin bir ikna yolu olan içsel kontrol mekanizmaları, kişileri baskı altına almadan, özgürlüklerine zarar vermeden uyum sağladıkları duygusunu ortaya koyarak amaca daha fazla hizmet etmektedir.157 Günümüzde sosyal kontrolün zorlamaya değil gönüllülüğe dayanan biçimlerinin daha fazla kabul gördüğü söylenebilir. Sosyal kontrol, bireyin kendi düşüncesinin ve tercihinin bir parçası gibi gördüğü eylemler ve davranışlar aracılığıyla sağlanır. 155 İçli ve Burcu, 1993: 43-44. 156 Anık, 2011: 104. 157 Anık, 2011: 104-105. 75 Anık158 Ross’un sosyal kontrolle ilgili bu açılımına Althusser’in ‘devletin ideolojik aygıtları’na yakın bir anlamda, Bourdieu’nun “sembolik şiddet” kavramını yeniden anlamlandırarak açıklık getirmeye çalışmıştır. “Kabaca bakıldığında sembolik şiddet, fiili şiddeti kimi zaman takviye kimi zaman ikame eden kamusal bir işlem olarak düşünülebilir. Ancak fiili şiddete maruz kalan kişilerin aksine, tıpkı tanrının mü’min kulu gibi, sembolik şiddete konu olan birey, bir özne olarak inşa edilmekte, böylece, rıza göstermeye zorlanmadan, onun kendiliğinde razı olması temin edilmektedir”. Devlet, fiili güç kullanımının tekeline sahip olmasının yanında sahip olduğu belirli aygıtlarla sivil alanda kendi egemenliğine uygun fikirleri etkili hale getirebilir. Bunu yaparken bireyleri kamusal alanda nesne olarak konumlandırdığı halde onlara özel alanda “’özneymiş’ gibi (yani onların rıza ve itirazlarını organize ve koordine edip) davranarak” gerçekleştirir (Anık, 2011: 111). Bourdieu’ye göre devlet, şiddetin “yumuşak” biçimi olarak tanımlanan sembolik şiddetin tekeliyle ilgili savaşın yapıldığı yere işaret eder. “Sembolik şiddet, büyük ölçüde kültürel mekanizmalar yoluyla dolaylı olarak uygulanır ve sosyologların çoğunlukla üzerinde odaklandıkları toplumsal denetimin daha fazla doğrudan biçimlerinin karşısında bulunur. Eğitim sistemi, kendisi aracılığıyla sembolik şiddetin insanlar üzerinde uygulandığı başlıca kurumdur. … İktidarda olanların dili, anlamları, sembolik sistemleri, nüfusun geri kalanına dayatılır”.159 Bu durum, iktidarda olanların ne yaptıklarının toplumun geri kalanından gizlenmesine ve altta bulunanların kendi konumlarını meşru görmelerine yol açar ve böylelikle iktidarda olanların konumları pekişir. Bu bağlamda Bourdieu, genel olarak, eğitim sisteminin mevcut sınıf ilişkilerinin sürdürülmesine hizmet ettiğini ileri sürdü. Bourdieu eserlerinde politika açısından, sembolik şiddet üzerinde durduğu ve insanların sembolik şiddetten nasıl kurtulabileceklerine ilgi gösterdiği halde 158 Anık, 2011: 105. 159 Ritzer, 2013: 533-534. 76 onun görüşlerini naif ütopyacılık olarak değil “akla dayalı ütopyacılık” olarak görmek daha doğrudur. 1.3. İDEOLOJİ VE İKTİDARA YÖNELİK YAKLAŞIMLAR 1.3.1. İdeolojinin Kapsamı ve Boyutları İdeoloji, toplum bilimlerinde anlaşılması ve çözümlenmesi en sorunlu kavramlardan biridir. Bunun en önemli nedeni, ideoloji kavramının toplum bilimlerinde çok yaygın kullanıldığı halde ona çok farklı anlamların yüklenmesi ve ortak bir çerçevenin olmayışıdır. Dolayısıyla ideoloji kavramını kullanan araştırmacılar ona ya benimsedikleri kuramsal geleneklere göre ya da kendi bireysel önceliklerine göre anlam vermektedirler. Kavram üzerindeki anlaşmazlığın diğer bir nedeni ise kültür, anlayış, inanç, zihniyet, bilinç, önyargı, değer hatta felsefe gibi ideoloji kavramıyla yakın anlamları ve çağrışımları bulunan kavramların bazı durumlarda onun yerine kullanılıyor olmasıdır. Tüm bu kavramlar ile ideoloji arasında kesin sınırların çizilemeyişi, ideolojiyi, bazen bu kavramların kapsamı içinde bazen de bu kavramlardan herhangi birini, ideolojinin kapsamı içinde ele almaya yol açmaktadır. İdeoloji kavramıyla ilgili anlaşmazlıkların bir kısmı da onun, bazı yaklaşımlar açısından bilgi ve doğruluk hakkındaki anlayışların kurucu bir öğesi olarak görülmesinden kaynaklanır. Bu açıdan çok genel olarak söyleyecek olursak, ideoloji üzerine herhangi bir çözümlemenin kendisini “ideoloji”yle ilişkili olarak nasıl konumlandırdığını açığa kavuşturması gereklidir. Her şeyden önce, ideoloji kavramıyla ilgili görüş ayrılıkları, kavramın farklı tanımlarında görülmektedir. Bu anlamda, Terry Eagleton 160 ideoloji kavramının birbirinden farklı tanımlarını şu şekilde sıralamaktadır: (1) “toplumsal yaşamdaki anlam, gösterge ve değerlerin üretim süreci”; (2) “belirli 160 Eagleton, 1996: 18. 77 bir toplumsal grup veya sınıfa ait fikirler kümesi”; (3) “bir egemen siyasi iktidarı meşrulaştırmaya yarayan fikirler”; (4) “bir egemen siyasi iktidarı meşrulaştırmaya hizmet eden yanlış fikirler”; (5) “sistemli bir şekilde çarpıtılan iletişim”; (6) “özneye belirli bir konum sunan şey”; (7) “toplumsal çıkarlar tarafından güdülenen düşünme biçimleri”; (8) “özdeşlik düşüncesi”; (9) “toplumsal olarak zorunlu yanılsama”; (10) “söylem ve iktidar konjonktürü”; (11) “içinde, bilinçli toplumsal aktörlerin kendi dünyalarına anlam verdikleri ortam”; (12) “eylem-amaçlı inançlar kümesi”; (13) “dilsel ve olgusal gerçekliğin karıştırılması”; (14) “anlamsal [semiotik] kapanım”; (15) “içinde, bireylerin, toplumsal yapıyla olan ilişkilerini yaşadıkları kaçınılmaz ortam”; (16) “toplumsal yaşamın doğal gerçekliğe dönüştürüldüğü süreç”. Eagleton 161 bu tanımların tümünün birbiriyle bağdaşır bir nitelik göstermediğini ancak bazılarının karşılıklı olarak bağdaşabileceğini söyler. İkinci olarak bu tanımlardan bazılarının aşağılayıcı ya da muğlak olduğunu ve son olarak da epistemolojik problemler içerdiğini iddia eder. Genel olarak bakıldığında Hegel ve Marx’tan bazı Marxist düşünürlere kadar birçoklarının ideolojiyi, yanlış bilinç, yanılsama, çarpıtma ve gizemlileştirme olarak ele aldıkları görülür. Bu türden epistemolojik bir bakış açısının yanında sosyolojiye dayanan bazı yaklaşımlar, ideolojinin toplumsal yaşamdaki işlevlerine öncelik verirler. Marxist mirasa sahip çıkanların her iki düşünce akımından da yararlandığı görülür. Çok anlamlı bir terim olan ideolojinin etimolojisine (kökenbilim) bakıldığında belirgin bir tarihe sahip olduğu görülmektedir. Terimin bugünkü anlamını besleyen temelde iki kaynak bulunmaktadır. Bunlardan ilki Fransız Devriminden sonra yazılmış Fransızca metinlerdir. Devrim döneminde, eğitsel ve toplumsal reformların niteliği ve yaygınlaştırılmasına yönelik tartışmaların egemen olduğu bir dönemde Fransız materyalistleri kendi felsefe ve ideallerini tanımlamak için ideoloji terimini kullanmaya başlamışlar, “düşünce (idea) biliminin (logos) tam tercümesi olarak ideologie” kelimesini 161 Eagleton, 1996: 18-19. 78 kullanmışlardır.162 İdeoloji kelimesinin bugünkü anlamını besleyen bir diğer kaynak ise Almanca metinlerdir. 1830’lardan önce kelime, Almancaya olumsuz bir anlamda girmiştir. Çünkü kelime Fransızcadaki ilk kullanımından Almancaya girdiği tarihe kadar olumsuzlaşma yönünde bir değişim yaşamıştır. “İdeoloji, Napolyon’un ideologlara yönelttiği eleştirilerle birlikte, ideologların dilindeki olumlu çağrışımını yitirerek olumsuz bir vurguyla kullanılmaya” başlamıştır. Ancak ideoloji kuramına kaynaklık eden fikirleri Fransız Devrimi sonrasına mal etmek doğru olmaz, bu fikirler çok daha eski metinlerde de mevcuttur. Örneğin Platon’un, Devlet adlı eserindeki “soy miti” kavramı, ideoloji kavramıyla bağdaştırılabilir. Bunun yanında bilgi sorununa verilen felsefi cevapların da ideoloji kuramının alt yapısını oluşturduğu söylenebilir.163 İdeoloji kavramının tarihsel gelişimi içinde “din eleştirisiyle koşut ya da onu izleyen bir gelişim izlediğini de göstermektedir.” Mark Goldie, Protestan Reformunun siyasal dilindeki birtakım söz ve fikirlerin ideoloji kavramının öncüsü sayılabileceğini iddia eder. 1520’lerden 19. Yüzyıla kadar papalık (popery) sözü olumsuz bir çağrışıma sahip oldu. 1650’lerde kullanılmaya başlanan din tacirliği (priestcraft) de Aydınlanma döneminin önemli bir deyimi olarak yer tuttu. Buradan hareketle din eleştirisinin ideoloji kuramının alt yapısını oluşturduğu söylenebilir. Klasik ideoloji kuramının kurucusu olarak kabul edilen Marx da din ve ideoloji arasında bir süreklilik görerek ideoloji eleştirisinin ancak din eleştirisi temelinde var olabileceğini savunur. İdeoloji öz olarak seküler bir kavramdır ve din, kapitalizmin sürekliliğini sağlayan bir ideoloji olarak görülmektedir.164 Modern toplumun erken dönemlerinde din, ideoloji ve iktidarın nasıl bir ilişkiye sahip olduğu önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Bu süreçte, geleneksel toplumdaki dinsel değerlerin zayıflamasıyla birlikte insan ürünü 162 Çelik, 2005: 27. 163 Çelik, 2005: 28-29. 164 Çelik, 2005: 30-31. 79 düşünce ve fikirlerin belirleyici olmaya başladıkları görülmektedir. Bu bağlamda, dinin toplumsal düzen ve siyasal oluşumlar içindeki belirleyici rolünün yerine dar anlamıyla ideoloji geçmiştir. Dine, düzen sorunu açısından baktığımızda Hobbes’un düşüncelerinin onsekizinci yüzyıldaki tartışmalarda önemli bir çizgi oluşturduğunu görmekteyiz. Çelik’in165 ifadeleriyle, Hobbes, dini, toplumu bir arada tutan bir yapı olarak ele alırken Aydınlanma düşüncesinde dinin, toplumu gerileten bir işleve sahip olduğu görüşü hakimdi ve din tüm yanlış kavram ve yargıların temel sebebi olarak görülüyordu. Hobbes, dinsel inancı, “doğal nedenler konusundaki cehaletin bir sonucu” olarak görmüş, doğal nedenleri bilmeyen insanın, “bunlara kendince nedenler uydurmaya, bunların doğruluğuna inanmaya ve başka insanların otoritelerine güvenmeye” hazır hale geldiğini ileri sürmüştür. Böylece o, korku ve cehaleti, dini inançların kaynağı olarak görmüş ve böyle bir yönelimin karşısına deneyciliği koyarak dinsel inançları buradan yola çıkarak eleştirmiştir. Hobbes, dini inancı aklın karşısına koyduğu halde dinin toplumsal ve siyasal işlevini vurgulamış ve onu düzenin ve iktidarın temel bir unsuru olarak ele almıştır. Ona göre halkın yönetimin lehine ikna edilmesinin yolu, belli bir bilinç biçiminin yaratılmasıdır. Bu noktada yasaya itaat, Tanrıya itaatle özdeş gösterilerek ideolojik bir işleve hizmet etmektedir. 1797’de Fransız düşünür Destutt de Tracy, ilk kez “ideoloji” kavramını herkese doğru düşünme olanağını sağlayacak fikir bilimi olarak kullanmıştır.166 Kavramın ilk kez ileri sürülmesinden günümüze kadar ideolojiye büyük bir önem verilmesine karşın ideoloji kavramının “sosyal bilimlerin en muğlak ve en tartışmalı kavramı olarak” kaldığını ifade eden Teun Van Dijk, ideoloji anlayışını dört temel düzeyde ortaya koyar: inançlar sistemi olarak, yanlış bilinç ya da yanıltıcı inançlar olarak, genel bir kavram 165 Çelik, 2005: 52-53. 166 Mardin, 1993: 22. 80 olarak ve toplumsal pratiklerin temeli olarak ideoloji.167 Van Dijk, ideolojinin, “bir grubun, sınıfın ya da öbür toplumsal oluşumların üyeleri tarafından paylaşılan bir toplumsal biliş (cognition)” biçimi olduğunu ileri sürer. O, ideolojinin, basitçe tutumlarla ilgili bir inançlar dizisi olmasından çok, bu inançlar dizisinin sosyobilişsel doğasının altını çizer. Bilişsel bir çerçeve olarak ideoloji “toplumsal önyargılar da dahil olmak üzere bilgi, kanaatlar, tutumlar ve toplumsal tasarımlar gibi öbür toplumsal bilişlerin oluşumunu, dönüşümünü ve uygulanmasını” denetler. Bu ideolojik çerçeve “toplumsal pratiklerde grubun kapsamlı çıkarına işleyen algılayımı, yorumu ve edimi kolaylaştıracak şekilde seçilen, birleştirilen ve uygulanan toplumsal olarak anlamlı normlar, değerler, amaçlar ve ilkelerden oluşur. Bu şekilde bir ideoloji, sonuçta toplumsal pratikleri eşbelirleyen (codetermine) toplumsal tutumlar arasında bir tutunumun (coherent) oluşmasını sağlar”.168 Toplum içindeki her birey, toplumun diğer üyeleriyle, özellikle de yakın olduğu gruplarla anlaşmayı sağlayan ve toplumda olması gerekenleri, kuralları, gelenekleri yerine getirmelerine aracılık eden bir “toplum haritası”na tabidir. Bu harita gerçek bir haritaya kıyasla kesin çizgilere sahip değildir ve taşıdığı anlamlar değişime açık bir “simge dağarcığı” yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılan bir özellik gösterir. Bu simge sisteminin çalışmasını “kültür” olarak tanımlayan Mardin, ideoloji ve kültürün birbiriyle çok yakından ilişkili iki kavram olduğunu ileri sürer. Ona göre ideolojinin saygınlığı kültür esaslarına dayalı olarak gelişir ve “ideoloji, geleneksel ‘toplum haritaları’nın modern çağlarda faydalarını yitirmelerinin sonucu” olarak ortaya çıkmıştır.169 Bir anlam kümesi olarak ideolojinin de kültüre benzer şekilde “insanlara istikamet vermeye yarayan birer ‘harita’” olduğu iddia edilmektedir.170 167 Van Dijk, 2003: 15-17. 168 Van Dijk, 1994: 279. 169 Mardin, 1993: 18. 170 Mardin, 1995A: 25. 81 Bütün bilgi ve inançların ideolojik olmadığını, eğer böyle olduğu iddia ediliyorsa da ideoloji kavramının hiçbir işe yaramayacağını vurgulayan Van Dijk,171 ideolojik inançlar ve diğer inançlar arasında kesin bir ayrım yapmanın gerekli olduğunu vurgular. Bu nedenle ortak alan inançlarının belirli bir toplumun kültüründe ideolojik olmadığı çünkü bu inançlara yönelik bir muhalefet, çatışma, çelişki ve mücadelenin olmadığını öne sürer. Bu görüşünü şöyle açıklar: “Gerçekten de, kültürümüzde tüm toplumsal gruplar için bir masa masadır, ve masanın özellikleri veya işlevleri hemen hemen hiçbir zaman kökleri derine uzanan bir anlaşmazlık konusu haline gelmez.” Ancak bir kültürde şu an ideolojik olmayıp minimum ortak inançlar olarak kabul edilen bir şeyin daha sonraki bir zamanda o toplum için ya da başka bir kültür açısından ideolojik olabileceğini ifade eder. Yine Avrupa toplumlarının büyük bir kısmı için 500 yıl önce “doğru inanç” olarak kabul edilen Hıristiyanlığın şimdilerde bir grup insanın ideolojik inançlarıyla bağdaştığını da buna bir örnek olarak gösterir. İdeolojinin kültürle ve inançla yakın bir ilişkisinin olması, onun günlük yaşam içindeki konuşmalarda, sohbetlerde ve tartışmalarda anlamlandırılma biçimlerine ilgi göstermemizi gerektirir. Bu çerçevede Eagleton172 herhangi bir özel terimin ne anlama geldiğinin araştırılması söz konusu olduğunda eğer kullanılıyorsa bu terimin sokaktaki çağrışımlarına bakmanın yararlı olacağını söylemektedir. Örneğin bir meyhanede bir adam karşısındakine “ideolojik bir şey bu senin dediğin” dediğinde bu sözü, karşısındakinin düşüncelerini tamamen yanlış olarak kabul ettiği anlamına gelmez (böyle bir ima taşısa bile). Günlük hayatta sıradan sohbetlerde kişinin, karşısındakinin ideolojik bir dil kullandığını iddia etmesinin anlamı, genellikle o kişinin o meseleyi, önceden kabul edilmiş, sınırları keskin olarak belirlenmiş bir eksende tartıştığını savunmaktır. Başka bir ifadeyle “‘ideolojik olarak’ yargıda bulunmak, şematik olarak hep aynı basmakalıp sözlerle ve hatta üstü iyice 171 Van Dijk, 2003: 30-31. 172 Eagleton, 1996: 19-20. 82 kapalı bir fanatizm imasıyla yargıda bulunmaktır”. McCarthy’nin 173 ifade ettiği gibi ideoloji, öteki üzerine kurulan bir kavramdır ve ona göre, Terry Eagleton’ın ideoloji tanımında, muhalif bir düşüncenin geçerliliğini sorgulama eğilimi ağırlıklıdır. Eagleton’a174 göre, Martin Heidegger’in “ön-anlamalar” olarak tanımladığı şeyler olmadan, birtakım önyargılar olmadan herhangi bir meseleyi tanımlamak ve de bununla ilgili yargıda bulunmak mümkün olamaz. Ön kabuller olmadan düşünce olamaz ve bu açıdan bakıldığında bütün düşüncelerimizin ideolojik olduğu söylenebilir. “Farkı yaratan şey belki de katı önyargılar… Belirli bir durumu önceden –yerleşmiş bazı genel ilkelere göre ”anlamlandıran” düşünce biçimleri kesinlikle mevcut; bu hatanın sorumlusu ise, genellikle, “rasyonalist” adını verdiğimiz düşünme tarzıdır. Fakat aydınlatılması gereken bir nokta daha var; acaba ideolojik dediğimiz şey bu anlamda rasyonalist midir?” Eagleton,175 katı önyargıların tümünün ideolojik olmadığını da vurgular. Örneğin diş fırçalamayla ilgili çok katı inançlara (her bir dişini fırçalarken belli sayıda fırça darbesinin gerekli olması ve leylak rengi diş fırçası kullanma gibi takıntılar) sahip olan bir kişinin bu konuyla ilgili görüşlerinin, ideolojik olduğunu değil patolojik olduğunu söylemek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. İnsanlar bazen ideoloji sözcüğünü sistematik inançlara göndermede bulunmak için de kullanmaktadır. Bir kimsenin, ideolojik nedenlerden değil pratik nedenlerden dolayı et yemekten kaçınması böyle bir durumu yansıtır. Dolayısıyla Eagleton,176 günlük yaşantı içinde her şeyin ideolojik ya da siyasi olduğunu söylememenin büyük bir yanılgı olduğunu belirtir. Örneğin karı koca arasında yanmış bir tostla ilgili çıkan bir kahvaltı kavgasının ideolojik olduğu söylenemez. Ancak yanmış tost konusu, cinsel iktidar meselesi veya toplumsal cinsiyet rollerine bağlanırsa ideolojik bir duruma geçer. 173 McCarthy, 2002: 66-67. 174 Eagleton, 1996: 20-21. 175 Eagleton, 1996: 22-23. 176 Eagleton, 1996: 27. 83 İdeoloji kavramı, inanç biçimlerinin yanında iktidarla da yakından ilişkilidir. Bu anlamda belirli bir toplumda ideolojinin önemiyle ilgili en fazla ön plana çıkan görüşlerden biri, ideolojinin “egemen toplumsal grup veya sınıfın iktidarını meşrulaştırmakla ilişkili” olduğudur. Eagleton’a göre bu meşrulaştırma sürecinde en az altı farklı strateji etkin rol oynar. “Egemen iktidar kendisini, kendisine yakın inanç ve değerlerin tutunmasını sağlayarak, bu tür inançları, doğrulukları kendinden menkul ve görünüşte kaçınılmaz kılacak şekilde doğallaştırarak ve evrenselleştirerek, kendisine meydan okumaya kalkışan fikirlere çamur atarak, rakip düşünce biçimlerini, muhtemelen, açığa vurulmayan, ama sistemli bir mantıkla, dışlayarak ve toplumsal gerçekliği kendine uygun yollarla çapraşıklaştırarak meşrulaştırabilir”.177 Bu türden bir ideoloji stratejisinin günlük konuşma ve tartışmalar içinde geçerli olan ideolojiden temelde farklı olduğu söylenebilir. Günlük iletişim içinde ideoloji, tarihsel-kültürel bir spontenlik taşırken ideolojinin meşrulaştırımı çoğu zaman bilinçli ve örgütlü bir çaba olarak kendini göstermektedir. İdeolojinin doğası gereği siyasal olduğunu vurgulayan Çelik 178 onun toplumsal olanı kuran siyasal bir pratik olduğunun altını çizer. Yine, ideolojinin “toplumsal olanı hegemonyasına alarak söylemsel biçimler olan toplumsal kimlikleri kendi bütünlüğü içinde” sunduğunu belirtir. Bu çerçevede, farklı disiplinlerde ideolojinin doğrudan siyasal alana bir atıfla kullanıldığı ve bunun ideoloji kavramı için büyük öneme sahip iktidar ilişkilerini özgülleştirdiğini ileri süren yazar, ideolojinin siyasal karakteri üzerine yoğunlaşmıştır. İdeolojinin güçlü bir siyasal toplumsallaştırma aracı olduğuna vurgu yapan Balcı’ya179 göre ise toplumun siyasal iktidara itaat etmesi için bireylere çeşitli normların gerçekleştirilmektedir. 177 Eagleton, 1996: 23. 178 Çelik, 2005: 20. 179 Balcı, 2007: 152. sunulması ancak ideoloji aracılığıyla 84 Claude Lévi-Strauss, modern toplumun, mitosun yerine ideolojiyi getirdiğini, ideolojinin toplumsal yaşantıyı kolaylaştıran, düzenleyen ve kontrol eden bir yol haritası işlevi gördüğünü ileri sürer. Toplumsal ve siyasal gerçekliği ve içsel durumunu açığa çıkaran bu harita, açıkladığı bu gerçekliğin doğruluğu ve yanlışlığı hakkında bilgi verirken onun daha iyi hale getirilmesi için gerekli olan bilgileri de sunar.180 İdeolojinin siyasal alanın temel bir aracı olarak vurgulanması, onun önemini hâkimiyet ilişkilerinin sürdürülme biçimi bağlamında çözümlemek demektir. Bu anlamda John Tompson’a göre “ideolojiyi incelemek, anlamın (anlamlandırma) hâkimiyet ilişkilerini sürdürmeye nasıl hizmet ettiğini” incelemek demektir. Burada başlıca üç sürecin ideolojiyi etkili hale getirdiği görülmektedir. Bunlardan birincisi Weberci görüşlere dayanan geleneksel, rasyonel veya karizmatik meşruluk sağlamaya çalışma olarak meşrulaştırmadır. İkincisi, başka türlü yani olduğundan farklı göstermedir. Hâkimiyet ilişkileri çoğu zaman gizlenerek farklı bir biçimde gösterilir. İdeolojinin üçüncü etkili kılınma biçimi ise “geçici, tarihsel bir durumu kalıcı, doğal, zamandışıymış gibi temsil etme anlamına gelen şeyleştirmedir”.181 Tompson, başlangıçta klasik Marxist modele dayalı bir hâkimiyet teorisini benimsediği halde sonradan genel bir hâkimiyet teorisine yönelmiştir. İnsan doğasını ve tarihi anlama ve açıklama amacı güden her ideoloji, bu amaca ilaveten daha iyi bir sosyo-politik yapıyı önerir ve buna uygun hedefler vaat eder. İnançlar, normlar, değerler bütünü olarak açıklayabileceğimiz ideoloji kavramı, aynı zamanda olması gereken, ideal sosyo-politik modeli de sunmaktadır. Bu şekilde tanımlandığında ideolojinin mitlerle ve siyasal kültürle benzer özellikler taşıdığı görülebilir. Bu benzerlik nedeniyle siyasal kültür ile ideolojinin aynı anlamda kullanıldığı bilinmektedir. Ancak birçok açıdan birbirlerine benzeseler bile ideoloji, mitlerden ve siyasal kültürden farklı bir yerde durmaktadır. Örneğin toplumda anlaşılmayan, 180 Örs, 2009: 2. 181 Barret, 2000: 40-41. 85 karmaşık olan problemleri çözmek ve açıklığa kavuşturmak ve siyasal otoritelerin iktidarlarını güçlendiren bir öge olmaları açısından mitler ve ideolojilerin aynı amaca hizmet ettikleri söylenebilir. Ancak, mitlerden farklı olarak ideolojilerin, yalnızca grup bazında etkili olmayıp bireysel olarak da güçlü etkilere sahip olması ve ideolojiyi oluşturan düşünce ve inançlar arasındaki mantıksal tutarlılığın bulunması da ideolojinin mitlerden ayrıldığı taraflardır.182 İdeoloji, anlamlandırma ve iktidar konusunun en önemli temalarından biri, bireyler ile içinde yer aldıkları yapılar arasındaki ilişkidir. Bu açıdan ideoloji analizinde birbirinin tam karşıtı tezler ileri sürülmüştür. Bireyleri kendi yaşantıları üzerinde belirleyici olarak gören yaklaşım karşısında onların kendileri dışında bulunan koşullar tarafından belirlediğini ileri süren yaklaşım yer almaktadır. Hatta bu konudaki anlaşmazlıklar yalnızca farklı düşünce ekolleri arasında değil aynı düşünce ekolü içinde ortaya çıkmaktadır. Örneğin Marxizm içinde bu anlamda birbirinin tam karşıtı görüşler geliştirilmiştir. Bu çerçevede Marxizmin hümanist ve yapısalcı biçimlerinin ideoloji analizleri neredeyse tümüyle birbirine karşıt fikirler geliştirmiştir. Dolayısıyla herhangi bir yaklaşımın, bireylerin kendi ideolojik oluşumları ve yönelimlerinde ne kadar etkili olduklarıyla ilgili görüşleri onu diğer yaklaşımlardan ayırt edici bir rol oynar. İdeolojiyi, “toplumsal yaşantının bazı yönlerini temsil etmek, yorumlamak, anlamak ve ‘anlamlı kılmak’ için bize bir çerçeve sunan imgeler, kavramlar ve öncüller” olarak gören Stuart Hall183 ideolojiyle ilgili üç temel noktanın altını çizer. İlk olarak ideoloji, birbirinden yalıtılmış ve ayrı kavramlardan değil kendine özgü bir anlam bütünü içinde farklı öğelerinin birleşiminden oluşur. İkinci olarak, ideolojik açıklamaları bireyin yapmasına karşın ideoloji bireyin amaçlarının veya niyetlerinin ürünü değildir. Tersine bireylerin niyetleri ve amaçları ideoloji tarafından oluşturulur çünkü 182 Örs, 2009: 2-3. 183 Hall, 1995: 89-90. 86 bireylerden önce vardırlar ve bireyleri kuşatan toplumsal dünyayı belirlerler. Üçüncü olarak ise ideoloji işleyişini, ideolojik doğruların yaratıcıları sanki kendileriymiş gibi “özdeşleştirme ve bilgi konumları inşa ederek” sürdürürler. Benzer şekilde ideolojinin, bireylerin bilinci tarafından denetlenemeyen yönlerine dikkat çeken Veron, ideolojilerin, “imgelerin ve kavramların bir örgütlenişini ve işlev görmelerini belirleyen kurallar dizisi” ve “gerçekliği kodlama sistemi” olduğunu ileri sürer. Bu anlamda “ideoloji, kendi faillerinin bilinci ya da niyetiyle ilişkisi bakımından özerk hale gelir: ideolojinin failleri (agent) toplumsal biçimler hakkındaki kendi bakış açılarının bilincinde olabilir, ama bu bakış açılarını olanaklı kılan semantik koşulların (kuralların ve kategorilerin ya da kodifikasyonun) bilincinde değildir… böyle bakıldığında ‘ideoloji’, mesajların yaratılmalarına temel oluşturan bir semantik kurallar sistemi olarak tanımlanabilir…İdeoloji, mesajların semantik özellikleri bakımından, mesajların örgütlendikleri birçok düzeyden biridir”. 184 Hall, bu tür bir tezin, yapısalcı yönde aşırıya kaçmadığı takdirde ideolojiyle ilgili kavramlaştırmaya verimli bir yol sağladığını düşünür. Her ideolojinin öznellik barındırdığı halde nesnel gerçekliği mümkün olduğu kadar çok yansıtabilen ideolojinin bilimsel ideoloji olduğunu, her ideolojinin göreli olduğunu ancak her bilimsel ideolojiye nesnel bir gerçekliğin tekabül ettiğini veya başka bir anlatımla gerçek ideolojinin nesnel araştırmaların sonucu olması gerektiğini ileri süren Ergun, 185 ideolojinin anlaşılmasında öznellik sorununa dikkat çeker. Burada öznellik sorununun temel bir boyutu, öznelliğin sınıf ve başka toplumsal ilişkiler tarafından nasıl oluşturulduğuyla ilişkilidir. Daha özel olarak bir metnin ya da bir sözün ideoloji olarak kavranması, insanın özne olarak oluşmasında ve dönüşmesinde onun ne kadar etkili olduğunu anlamaya çalışmaktır. İdeolojinin yansıma bulduğu gündelik yaşam pratikleri içinde konuşmacıların anlamla nasıl ilişki kurdukları cevaplanması gereken temel bir 184 Aktaran Hall, 1994: 78. 185 Ergun, 1995: 36. 87 sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. İdeolojiyi bireylerin içinde bulundukları sosyo-kültürel yapıların bir parçası olarak gören yapısalcı eğilimler esas olarak, bireylerin anlamı edilgen olarak ürettiklerini vurgular. Bu açıdan, Levi Strauss’a göre “konuşmacılar anlam üretirler, ama bunu yalnızca kendilerinin eseri olmayan ve bilinçdışı olarak dilde aktarılan koşullar altında gerçekleştirirler”. Bu görüş, “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama yalnızca kendilerinin eseri olmayan ve aralarında cereyan eden belirli koşullar altında gerçekleştirirler”186 şeklindeki klasik Marxist önermeyle örtüşmektedir. Raymond Williams’a göre ise ideoloji üç temel kullanım alanına sahiptir: “1. Belirli bir sınıf ya da gruba özgü inançlar sistemi. 2. Doğru ya da bilimsel bilgiyle çelişebilecek aldatıcı inançlar sistemi, yanlış fikirler ya da yanlış bilinç. 3. Anlam ve fikir üretiminin genel süreci.” İdeolojiyle ilgili bu üç tanımın tamamen birbirinden net sınırlarla yalıtılmış olması gerekmez. Bir kullanım diğer kullanımından ögeleri içerebilir ancak üçü de farklı anlam odaklarına sahiptir. Birincisinde ideoloji, “tutumların tutarlı bir yapı içinde düzenlenme biçimine gönderme yapmak için” kullanılır. Willams ideolojiyle ilgili ilk kullanım ve ikinci kullanımın birbiri içine girdiğini belirterek ideolojinin yönetici sınıfın işçi sınıfı üzerinde tahakkümünü sağlayan ve sürdüren yanılsama ve yanlış bilinci ikinci kullanım olarak ileri sürer.187 Üçüncü kullanımın diğerlerine oranla daha kapsamlı olduğunu iddia eden Fiske, 188 bu kategoriye göre ideolojinin “anlamın toplumsal üretimini betimlemek için kullanılan bir terim” olduğunu, bunun da “Barthes’ın ‘ideolojinin retoriği’ olarak yananlamlandırıcılardan yani yananlamın gösterenlerinden söz ederken kullandığı” anlamda kullanıldığını belirtmektedir. İdeoloji, toplumsal yaşamın doğasıyla yakından ilişkili olarak biçim aldığı için, toplumda yaşanan değişimler ideolojinin kapsamının değişimini 186 Hall, 1994: 79. 187 Fiske, 2003: 212-213. 188 Fiske, 2003: 214. 88 beraberinde getirir. Bu anlamda post-modern dönemin ideolojileri, modern dönemin ideolojilerinden farklıdır. Bu da post-modern dönemde ideolojilerin şimdiye kadar geçerli olan ideoloji görüşleriyle anlaşılmasını zorlaştırır. Burada sözkonusu olan, ideolojinin ortadan kalkıp yok olması değil köklü bir değişim geçirmesidir. “İdeolojiler hala varlığını sürdürmekte, insanlar için hala dünyayı anlamlandırma, kimlik verme, toplumsal ve siyasal rotayı belirleme işlevlerini yerine getirmekte ancak bunu, kendisini çağdaş toplumların üretmiş olduğu yeni ‘bilgi’ anlayışına, toplumsal, siyasal, iktisadi vb örgütlenme biçimlerine uygun bir dil ile yapmakta”dır.189 Post-modern dönemin toplumsal, siyasal ve ekonomik süreçlerine ve yapılarına koşut olarak bu dönemin ideolojileri, modern dönemden farklı olarak daha fazla çeşitliliği ve melezliği içlerinde barındırırlar. Modern dönemin gerekli gördüğü tutarlılık ve bütünlük anlayışı post-modern dönemde daha az geçerli hale gelmektedir. İdeolojinin son birkaç yüzyıllık serüvenine genel olarak bakıldığında Örs’ün ifade ettiği gibi 18. Yüzyılda Antoine Destut de Tracy’nin, “‘düşüncelerin bilimi’ olarak tanımladığı ideoloji kavramı, o günden bugüne önemli bir değişime uğramış, altyapı-üstyapı metaforundan hegemonya’ya, yapısalcıların ‘dil’ çözümlemelerinden post-yapısalcıların ‘söylem’ analizlerine kadar uzanan uzun ve karmaşık bir serüven geçirmiş, halen de üzerinde tartışılan bir kavram olarak sosyal bilimlerin önemli uğraş alanlarından biri olmaya devam etmektedir”.190 Daha özel olarak ise, ideolojinin bu önemi Ergun’un191 belirttiği gibi, sosyoloji ve ideolojinin birbiriyle karşılıklı bağımlılık içinde bulunmasını beraberinde getirmiştir. Sosyoloji disiplini içinde ortaya çıkan veriler bir yandan ideolojiyle bütünleşmekte diğer yandan ideoloji, kuram ve yöntembilim açısından sosyoloğa ışık tutmaktadır. 189 Örs, 2009: 11. 190 Örs, 2009: 1-2. 191 Ergun, 1995: 36. 89 1.3.2. Marx ve Marxizm Açısından İdeoloji ve İktidar Marx, ideoloji kuramı içindeki en önemli düşünürdür çünkü ideoloji, toplumsal ve siyasal bilimlerde çözümleyici ve eleştirel bir kavram haline Marx’la birlikte gelmiştir. “İdeoloji kavramına atfedilen eleştirelliğin temel hatlarını oluşturması bakımından Marx’ın eserinin, bütün ideoloji kuramları içindeki özgün yerinin vurgulanması gereklidir”.192 Marx’ın görüşleri, ideolojiyle ilgili düşüncenin klasik geleneğini oluşturur. Onun düşünceleri temelinde, ideolojinin bir yanılsama ya da çarpıtma olup olmadığı, ekonomik olarak belirlenip belirlenmediği konuları günümüze kadar tartışılmıştır. 193 Ondokuzuncu yüzyılın sonlarından günümüze kadar ideoloji konusunda odaklanan Marxist bir gelenek olduğu halde Marxist düşünürlerin, diğer konularda olduğu gibi ideoloji konusunda da birbirinden farklı anlayışlara sahip oldukları görülmektedir. Marx’ın ideolojiyle ilgili çözümlemelerinin anlaşılmasında Fransız ve Alman geleneklerinin daha özel olarak maddeci bir görüşü benimseyen ideologlar ve Alman Romantik/İdealist akım önemli bir yer tutar. John Locke’un felsefesinden etkilenen on sekizinci yüzyıl Fransız materyalistleri, dini dışarıda bırakarak hazzı amaçlayan bir felsefeyi benimsemişler ve bu düşünceleri o dönemin yöneticileri tarafından desteklenmiştir. 1795’de Fransa’da kurulan ve ideolojiyi düşünce bilimi olarak öneren ve gelişmesini sağlayan filozofların oluşturduğu Ulusal Bilim ve Sanat Enstitüsü (Institut de France) buna örnek gösterilebilir.194 Bu enstitü matematik ve fiziksel bilimler, ahlaki ve siyasal bilimler ve edebiyat ve güzel sanatlar olarak üç ana dal altında örgütlenmişti, ahlaki ve siyasal bilimler dalı ve bu dalda çalışmalar yapan düşünürler Enstitü’nün çekirdeğini oluşturuyordu. Bu düşünürler materyalist bir bakış açısına sahipti ve kendilerini ideologlar olarak tanımlıyorlardı. Bu düşünürlerin öncülerinden olan Antoine Louis Cladue 192 Çelik, 2005: 22. 193 Barret, 2000: 12. 194 Çelik, 2005: 33. 90 Destutt de Tracy,195 geçmişten miras kalan, zihinlerde yerleşik olarak var olan, modası geçmiş fikirlerden kurtulmak gerektiğini, düşünce biliminin en büyük hedeflerinden birinin böyle alımlanmış, kültürel, dinsel ve toplumsal kavramların eleştirisi ve bunların yerine özgürleştirici kavram ve düşüncelerin konulması gerektiğini vurguluyordu. İdeoloji bundan dolayı “önyargının ve metafiziğin, dinin ve sorgulanmayan bir otoriteye dayanan inancın, kısacası bilimsel olmayan her tür düşüncenin karşısında katı bir bilim olarak tasarlanmıştı”.196 Özne ile nesneyi birbirinden ayıran, nesnel dünyayı öznenin karşısına yerleştiren ikici bir felsefeye sahip olan ideologların temel amaçları “özerk bir varoluşa sahip olan zihin açısından nesnenin varlığı ve bunun bilgisi sorununa yanıt” aramaktır. İdeologların temel felsefesi problemi olan “zihin ve beden, düşünce ve yaşam, özne ve nesne arasındaki ikilik” aynı zamanda genel olarak Batı metafiziğinin de temel problemi olmuştur. Bu açıdan “Descartes, kendisinden önce ontolojik olarak tutarlı sayılan evreni parçalayan ilk düşünürdür”.197 Alman romantiklerine göre ise gerçeklik, öznenin ürettiği anlamların dışında var olamaz ve bu açıdan ideologların savunduğu ikiciliği reddeden bir felsefeleri vardır. “Romantikler, bu dünyaya ilişkin öznel anlamların kuruluşuyla ilgilenirler. Alman Romantizminin ortak teması olan yaşayan düşünce (idea) kavramı, Hegel felsefesinin de merkezi kavramlarından biridir… Hegel düşüncesinin Marx üzerinde büyük bir etkisi oldu. Marx, Fransız Aydınlanmasının rasyonalist ve materyalist geleneğiyle Alman Romantik/İdealist geleneğini birleştirmeye çalıştı ve ideoloji kavramını, bu farklı geleneklerin eleştirisi temelinde geliştirerek siyasal söylemin anahtar kavramlarından biri olarak önerdi. İdeoloji çalışmaları, daha çok Marx’ın başlangıcını oluşturduğu bu çizgide, esas olarak kendilerini Marxçı geleneğe bağlı sayan düşünür ve kuramcıların katkılarıyla gelişmiştir”. 198 Marx ve 195 Aktaran Çelik, 2005: 35. 196 Çelik, 2005: 39-40. 197 Çelik, 2005: 41. 198 Çelik, 2005: 43. 91 Engels,199Alman İdeolojisi’nde Alman felsefe geleneğiyle ilişkilerini şöyle ifade ederler: Alman felsefesi, gökten yere inerken burada bunun tam tersine yerden göğe çıkılmaktadır. Yani, gerçek yaşamdaki insanlara ulaşmak için ne insanların söyledikleri, hayal ettikleri, kavradıklarından ne de anlatılan, düşünülen, hayal edilen, kavranan insanlardan yola çıkıyoruz; bunun yerine gerçek yaşam-süreçlerinin ideolojik yansımaları ve yankılarının gelişimini gösteren gerçek yaşam-süreçleri temelinde, gerçek, etkin insanlardan yola çıkıyoruz. İnsanların beyinlerinde oluşan hayaller de zorunlu olarak, onların ampirik olarak kanıtlanabilen ve maddi öncüllere bağlı olan maddi yaşam-süreçlerini yüceltir. Bu nedenle, ahlak, din, metafizik ve ideolojinin tüm geri kalanının yanısıra bunlara karşılık gelen bilinç artık bağımsız bir biçimden uzaklaşır. Onların bir tarihi, bir gelişimi yoktur ancak maddi üretimlerini ve maddi etkileşimlerini geliştiren insanlar, bununla birlikte kendi fiili dünyalarını, ayrıca düşüncelerini ve düşüncelerinin ürünlerini değiştirirler. Yaşamı belirleyen bilinç değildir, bilinci belirleyen yaşamdır. Birinci tarzda bir yaklaşım açısından başlangıç-noktası, yaşayan birey olarak kabul edilen bilinçtir; gerçek yaşamla uyumlu olan ikinci tarz yaklaşım açısından başlangıç-noktası, yaşayan gerçek bireylerin kendileridir ve bilinç, sadece onların bilinçleri olarak kabul edilir. Marx’ın gökten yere inmekle kastettiği temel görüş, ideolojiyi maddi koşulların belirlediğidir. Bu anlamda din, Marx’ın düşüncesi içinde merkezi bir konuma sahipti. Ona göre toplumu anlamanın temel gereklerinden biri, dinin sır olmaktan çıkarılmasıydı. Onun felsefesinde bu o kadar merkeziydi ki, “din eleştirisinin her eleştirinin ön koşulu” olduğunu savunuyordu. Marx, dinin, çelişkili bir gerçekliği zihinde çözmeye yani gerçek dünyadaki çelişkileri bu dünyanın ötesine geçerek uyumlu bir çözüme kavuşturmaya çalışır.200 Marx, zihinsel çözümlerin yanıltıcı olduğunu vurgular. Marx’ın ideoloji anlayışı, onun maddeci diyalektik yöntembiliminin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu açıdan, fikirlerin maddi koşullar tarafından belirlendiği düşüncesi, Marx’ın tüm sorunsalı açısından merkezi bir öneme sahiptir. Bu düşüncenin terkedilmesi, Marx’ın eserlerinin içeriğini tümüyle boşaltır. Bu nedenle Marx, daha spesifik olarak, bilinç ve kültürün çeşitli biçimlerini ekonomik ilişkiler temelinde 199 Marx ve Engels, 1998: 42-43. 200 Barret, 2000: 15. 92 açıklamamızı sağlayan yöntembilimin izlenmesi konusunda ısrar eder. Marx’ın ifade ettiği “yeryüzünden göğe” seyahat bu çerçevede anlaşılmalıdır. Ayrıca Hegelci geleneğin ‘gökten yeryüzüne’ inmesi, bilinç ve kültürü açıklayabilir olmaktan uzaklaşması demektir. Bu bağlamda Marx’ın ünlü “temel ve üstyapı” metaforunun Hegelci anlayıştan önemli ölçüde bir kopuşa işaret ettiği söylenebilir. Marx ve Engels’in yazılarındaki “üstyapı” kavramı çok geniş anlamda kullanıldığı halde üretim ilişkileri, toplumsal yaşamın bütününü yansıtır ve toplumsal ilişkiler açısından ekonominin merkezi bir rolü vardır.201 Marx, gençliğinde Genç Hegelciler olarak bilinen sol kesim düşünürler ve eleştirmenlerden biriydi. Marx, bu grubun ön plana çıkan bir görüşü olarak felsefe-pratik bağlantısı ve din eleştirisini benimsiyordu. Bu gruptakiler zaman içinde Hegel’in felsefesi içinde geri planda kalmış olan din karşıtı görüşleri ön plana çıkarmaya başladılar.“İçkin akıl ilkesini ve Tin’in doğasını insanlığın özü sayan bu düşünürler, din eleştirisine Hegel felsefesinin rasyonel öğelerine çağdaş toplumlarda geçerlik kazandırmanın temel koşulu gözüyle bakıyorlardı. Marx’ın din eleştirisi konusundaki tutumu Genç Hegelcilerinkine benzerdir”. Marx’a göre, din dünyası içinde insanlar kendilerini tanıyamıyorlardı ve bu durum “onu olması gerektiği gibi olabilmekten alıkoyuyor” böylece onu kendisine yabancılaştırıyordu. Bu çerçevede Marx’a göre din, “kendini yitirmiş ya da hiç bulmamış insanın özbilinci” demekti. Onun görüşünde, “Din, insanı varoluşsal hiçliğe indirgeyen bir yabancılaşma biçimidir… Dinsel olmayan eleştiri, dinin insanı değil, insanın dini yarattığını kabul etmeliydi. Din, insan eylemliliğinin bir sonucuydu”.202 Marx, dinsel yabancılaşmanın kaynağını insanın toplumsal ve siyasal yabancılaşması olarak görür ve yabancılaşmanın önüne geçmek için fikirsel ve spekülatif çözümlerin çare olmadığını, yabancılaşmanın kaynağı olan koşulların ortadan kaldırılması gerektiğini ileri sürer. Bu bağlamda Marx’ın 201 Barret, 2000: 53-55. 202 Çelik, 2005: 106- 108. 93 bakış açısından “dinin dünyevi gerçeklikle ilişkisi salt bir yansıma ya da yeniden üretim temelinde düşünülemez. … Din aynı zamanda dünyevi gerçeklik hakkında, bu gerçekliği haklı kılan bir kuramdır. Dinin basitçe gerçekliğin imgesi ya da yansıması olmaktan çıktığı bir başka nokta, bireye sağladığı sahte doyum duygusunda ortaya çıkar. Dünyevi alanda kendini gerçekleştiremeyen birey, dinsel alanda kendini gerçekleştirebilmektedir”.203 Özetle, Marx dini gerçekliğin bir yansıması, haklılaştırılması veya meşrulaştırılması ve bireylere hissettirdiği sahte bir doyum duygusu olarak tanımlar. Bu anlamda, Marx’ın dinle ilgili şu sözleri oldukça açıklayıcıdır: “Din, baskıya uğramış olanların iç çekişidir, kalpsiz bir dünyanın kalbidir, ruhsuz koşulların ruhudur. Din, halkın afyonudur”.204 Marx’a göre dinin yanlış olmasının nedeni, yanlış bir dünyevi gerçekliği yansıtmasıdır. “Bu dünya, insanın elinden doyumsuzluğunu fark edecek gücü de almaktadır. Din yalnızca böyle bir dünyanın ürünü olmakla kalmaz, özünde yanlış olan bu dünyanın var kalabilmesini de sağlar. Din bu dünyanın zorunlu bir ürünüdür”.205 Marx’a göre din, kapitalist sistemdeki eşitsizliklerin dikkatlerden uzak tutulmasında ve bu sistemin kendisini devam ettirmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Marx ve Engels’in 1845-1846 arasında yazdıkları Alman İdeolojisi, ideoloji kavramının temelini oluşturmakta ve Marxizmin kuramsal gelişim tarihi içinde özel bir yer tutmaktadır.206 Marxist ideoloji kuramına katkıda bulunan en önemli düşünürlerden biri olan Althusser, Marx’ın erken dönem düşünceleri ve olgunluk dönemi düşüncelerini Alman İdeolojisi ile ayrıldığını, epistemolojik kopuş varsayımıyla ifade eder. Ona göre bu epistemolojik kopuş, Marx’ın düşüncesini iki temel döneme ayırır; 1845’teki kırılma öncesi ideolojik dönem ve sonrasındaki bilimsel dönem. Althusser’in bu radikal dönemleştirme ayrımı 203 Çelik, 2005: 109-110. 204 Çelik, 2005: 110-111. 205 Çelik, 2005: 115. 206 Çelik, 2005: 87. birçok düşünür tarafından çeşitli şekillerde 94 yorumlanmıştır. Bazıları Marx’ın düşüncelerindeki bu farklılaşmayı Althusser’in önerdiği gibi dramatik bir kırılma olarak görürken kimileri de bunu bir düşünce evrimi olarak değerlendirmiştir. Jean Hyppolite ve Elie Kedourie gibi yorumcular ise Marx’ın erken dönem eserlerinin geç dönem eserlerini anlamanın bir yolu olduğunu bu nedenle bunun bir kopuş değil bir süreklilik olarak ele alınması gerektiğini savunmuşlardır. Burada Çelik207 Marx’ın düşüncelerini bir kopuş ya da süreklilik olarak ayırmak yerine bir bütün olarak ele almanın Marx’ı anlamak açısından daha doğru bir yaklaşım olduğunu ileri sürer. Alman İdeolojisi’ne kadar Marx’ın metinlerinde ideoloji kavramına rastlanmaz. Bu eser, Marx’ın ideoloji kavramına doğrudan başvurduğu ve ideoloji kavramını tanımlama çabasına giriştiği tek eseridir. Marx’ın yazıları bütün olarak ele alındığında onun, ideoloji kavramını tek başına kullanmadığı, çoğunlukla önüne bir sıfat ekleyerek (Alman ideolojisi, cumhuriyetçi ideoloji, siyasal ideoloji vb.) veya ideolojinin kendisini bir sıfat olarak kullandığı (ideolojik karakter, ideolojik çarpıtma, ideolojik yöntem vb.) dikkati çekmektedir. Yine onun yazılarında ideoloji sözünün kuramsal bir belirsizlik ve farklı kullanımlarla birlikte zaman zaman çelişik bir yapıya da sahip olduğu görülmektedir.208 Marx’ın kuramında ideoloji kavramının birbirinden farklı ve birbiriyle çelişik kullanımları, onun görüşlerinde çok farklı çıkarımların yapılmasına neden olmaktadır. Burada Joe McCarney’in ortaya koyduğu gibi temel iddialardan biri Marx’ın kullandığı ideoloji kavramının herhangi bir türden epistemolojik bir kategori değil, kesinlikle betimleyici bir terim olduğudur. Buna göre, ilk olarak, Marx, ideoloji terimini kendi başına kullanmaktan çok Alman ideolojisi ya da burjuva ideolojisi şeklinde bir sıfatla birlikte kullanır. İkinci olarak sahte bilinç ifadesi Marx’ın ifadesi değildir bu ifade ona atfedilmiştir. Üçüncü olarak, “McCarney, Marx’ın yaklaşımının alternatif bir yorumunu, Marx’ı Marxist 207 Çelik, 2005: 58. 208 Çelik, 2005: 93-95. 95 gelenekte daha sonra geliştirilen, özellikle Lenin ve Lukács tarafından geliştirilen savlarla daha yakından ilişkilendiren bir yorumu öne çıkarır”.209 Goldie ise ideoloji kuramının temelde Aydınlanmacı olan bir tasarım olduğuna dikkat çeker ve bu nedenle terimin on sekizinci yüzyılda Fransız devrimci fikir ortamında ilk kez ortaya çıkmasının anlamlı olduğunu düşünür. Marx ve Engels’in birlikte kaleme aldıkları Alman İdeolojisi ise ideoloji kavramının tarihinde bir dönüm noktası kabul edilmektedir. Bu eserde ideoloji kelimesi olumsuz bir çağrışımla kullanılmış ve Fransız materyalistlerinin temel amaçlarıyla uyumlu bir yaklaşım benimsenmiştir.210 Bu eserde Marx ve Engels (1998: 34), ideolojiye yönelik olumsuz yaklaşımlarını, tüm ideolojinin “ya tarihin çarpıtılmış bir kavranışı ya da onun tümüyle soyutlanması” olduğunu ileri sürerek açıkça ortaya koyarlar. Bu bağlamda Çelik’in 211 ifade ettiği gibi, Marx ve Engels’in temel amaçları, başat karakteristiği eşitsizlik ve sömürü olan bir toplumun, yanlış bilinç temelinde çözümlenmesini kapsar. Yanlış bilincin temel öğeleri, “‘çarpıtma’, ‘doğallaştırma’ ve ‘tersine çevirme’” olarak kendini gösterir. Marx’ın yöntembilimi, ideolojiyi ve yanlış bilinci, maddi yaşamdaki çelişkiler temelinde anlaşılmasını amaçlar. Bu anlamda Marx, ideolojiyle ilgili ayrıntılı bir çözümleme sunduğu Kapital’de meta fetişizmi anlayışını ortaya koyar.212 Marx’ın bu eserdeki ideoloji çözümlemesinin en önemli yönlerinden biri, “şeylerin özüyle insanların onları kavrayışları arasında”ki kopmaya213 açıklık getirmesidir. Kapitalizmde insanlar, şeyleri, oldukları gibi değil meta sisteminin gerektirdiği gibi kavrarlar. Marx’ın yaklaşımının bu yanlış bilinç karşısında siyasal bir tutuma sahip olduğu açıktır. Alman İdeolojisi’nde baştan sona maddi yaşamın, din, 209 Barret, 2000: 16-17. 210 Çelik, 2005: 32. 211 Çelik, 2005: 166. 212 Çelik, 2005: 98-99. 213 Çelik, 2005: 178. 96 düşünce ve spekülasyondan önce geldiği görüşü işlenmektedir. Marx, maddi yaşantıyla düşünceler arasındaki bağı açıklarken “bilinçle gerçeklik arasında bir birlik yaratacak yeni bir bilinç kuramı”nı geliştirmeyi amaçlar. Bu nedenle bilinç kavramı, Alman İdeolojisi’nde merkezi bir yer tutar.214 Bilinçle gerçeklik arasında birliğin kurulması ve yanlış-olmayan bilinç, bilincin varoluş koşullarının değişmesiyle yani meta sisteminin değişmesiyle mümkündür. Marx’ın formülasyonlarında yanılsama olarak ideoloji, temel ve üstyapı olarak ideoloji, meta fetişizmi olarak ideoloji gibi kavramların karmaşık olduğu söylenebilir. Ancak onun yazılarında ideoloji teriminin nötr ya da eleştirel anlamda ele alınmasıyla ilgili bir belirsizlik sorununun olduğu görülmektedir.215 Bu belirsizlikler ve sorunlar farklı ideoloji anlayışlarının ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu anlamda Üşür,216 ideoloji kavramına yönelik yaklaşımları üç kategoride incelemiştir: birincisi, “ideolojiyi toplumsal gerçekliğin öznelerin bilincinde bir yanılsama ile oluşan bilgisi”, yani yanlış bilinç olarak ele alan görüş; ikincisi, ideolojiyi, “toplumsal sistemin çatışmalı yapısını bir arada tutan ve esas olarak toplumsal sistemin kendini yeniden üretmesini sağlayan egemen ideoloji olarak” ele alan görüş; üçüncüsü, “bütün toplumsal ilişkilerin ancak dil dolayımıyla gerçekleşen pratikler” olduğunu ve bu nedenle “değer ve anlamların oluşumunu toplumsal anlamların belirlenmesi” olarak söylem kavramı aracılığıyla ele alan görüş. Yanlış bilincin ideolojiyle özdeşleştirilmesi, ideoloji kuramında ortaya çıkan sorunların önemli bir kaynağı olduğu halde bu özdeşlik, bu alandaki çalışmalar için vazgeçilmez bir referans haline gelmiştir. İdeolojiyi yanlış bilinç olarak kabul eden anlayışın genel olarak iki kullanım biçimi vardır. Yanlış bilinçle ideolojiyi özdeşleştiren birinci anlayış, ideolojinin siyasal işlevini vurgulama yoluyla ideolojinin iktidarın meşruluğunu sağladığını ve toplumun yeniden üretilmesinde işlevsel rolünün olduğunu ileri sürerek 214 Çelik, 2005: 161. 215 Barret, 2000: 173-174. 216 Üşür, 1997: 7. 97 ideolojinin siyasal açıdan önemine değinir. İkinci özdeşleştirme biçiminin, temel olarak epistemolojik bir yönü vardır. Bu anlayış, bilgi ve bilgi olmayan arasında bir ayrım yapar ve ideolojiyi bilginin önünde engel olarak görür. 217 Bilgi toplumun maddi gerçekliğinin anlaşılmasına çabaladığı halde ideoloji bu gerçekliğin üzerinin örtülmesine ve bulanıklaşmasına hizmet eder. Alman İdeolojisi’nde tarihin maddi koşullara bağlı olarak var olabileceği vurgulanmış ve tarihsel materyalizm kavramı kullanılmamıştır. Marx ve Engels, tarihi yapabilmek için insanın öncelikle hayatta kalabilmesi gerektiğini bunun için de ilk eylemin hayatta kalabilmek için temel gereksinimlerini karşılayabilecekleri araçları üretmek olduğunu, buna bağlı olarak da ilk üretici eylemin yeni ihtiyaçları doğurduğunu belirtirler. Tarihsel gelişmenin üçüncü ögesi ise üreme eylemidir. Bu eylemin sonucunda aile oluşur ve yazarlar aileyi ihtiyaçların üretimiyle ilişkili sayarlar. Bu açıdan “aile, ekonomik amaçlı ilk toplumsal örgütlenme” olarak karşımıza çıkar. Marx, toplumu, insanların üretici etkinliklerinden oluşan ortak eylemlerinin bir toplamı olarak görür. Kısaca toplum, üretici pratiğin yönlendirdiği insan ilişkilerinden oluşur. Bu anlamda, tarih üretim süreci tarafından belirlenir. 218 Alman İdeolojisi’nde ideoloji ile maddi gerçeklik ya da tarihsel yaşam süreçleri arasındaki bağlantı şu şekilde ifade edilmektedir:219 Bilincin, kavrayışların, fikirlerin üretimi, öncelikle, insanların maddi etkinliği ve maddi etkileşimiyle –yaşamın gerçek dili– iç içe geçmiş olarak bulunur. Bu aşamada kavrayış, düşünce, insanların zihinsel etkileşimi, onların maddi davranışlarının doğrudan bir akışı olarak görünür. Aynısı, bir halkın siyaset, hukuk, ahlak, din, metafizik ve benzeri dilinde ifadesini bulan zihinsel üretim için de geçerlidir. İnsanlar, kavrayışlarının, fikirlerinin üreticileridir yani üretici güçlerinin ve bu güçlere karşılık gelen etkileşimin en son biçimlerine kadar belirli bir gelişimi tarafından koşullandırılan gerçek, etkin insanlardır. Bilinç [das Bewusstsein], bilinçli varlıktan [dasbewusste Sein] başka bir şey olamaz ve insanların varlığı, onların fiili yaşam-süreçleridir. Eğer tüm ideolojilerde insanlar ile onların ilişkileri, camera obscura’daki gibi 217 Çelik, 2005: 162. 218 Çelik, 2005: 124-125. 219 Marx ve Engels, 1998: 42. 98 başaşağı görünüyorsa, bu durum, nesnelerin, retina üzerinde ters dönmelerinin fiziksel yaşam-sürecinden kaynaklandığı kadar onların tarihsel yaşam süreçlerinden kaynaklanır. Çelik’in220 anlatımıyla bu metinde yer alan camera obscura metaforunun kullanıldığı pasajın, yanlış bilinç ve ideoloji arasında özdeşlik varsayıldığı sonucuna kaynaklık etmektedir. Ancak, ona göre, bu özdeşlik birkaç nedenden dolayı sorunludur. İlk olarak Marx yanlış bilinç sözünü hiç kullanmamıştır ve kavramı ideolojiyle ilişkili olarak ilk kullanan kişi Engels’tir ve Marx sonrası bir kavram olarak ona atfedilmiştir. İkinci olarak ideoloji için yanlış bilinç kavramlaştırmasının keskin, muğlak ve genel olduğu söylenebilir. Son olarak ise ters yüz olan, baş aşağı duran şey, bilinç olduğu kadar gerçekliğin kendisidir. Alman İdeolojisi’nde “camera obscura, ters dönmüş gerçeklik gibi metaforlar” ideolojinin yanlış bilinçle özdeş görülmesine yol açtığı halde Marx’ın kendisi böyle bir özdeşlik kurmaz. “Yanlış bilinç olarak ideoloji tezi, Marx’tan sonra Marx’ı yorumlayanlara aittir. Yine de Marx’ın ideolojiyi gerçekliğin eksik veya hatalı tanındığı durumlara özgü saydığı doğrudur”. 221 Alman İdeolojisi, bu ters dönmüş imge metaforunun yanısıra “yansıma” ve “yankı” gibi imgeleri sıklıkla kullanır. “Bu metafor ve imgeler, metnin mekanik bir ideoloji anlayışı çerçevesinde yorumlanmasına yol açmıştır. Marx ve Engels’in metin içinde, ahlak, din, metafizik gibi ideoloji biçimlerinin kendilerine ait bir tarihinin olmadığını, bunların gelişiminin maddi koşulların gelişimine bağlı olduğunu ifade etmeleri, bu mekanik anlayışın meşruluğunu sağlayan kuramsal bir dayanak işlevi görmüştür”.222 Aynı şekilde Barret223 Marx’ın düşüncesinde gerçekliğin tersine dönüşü veya çarpıtılması olarak camera obscura metaforunun, “arı yanılsama (optik bir yanılsama gibi) olarak hakiki bir ideoloji anlayışına ve 220 Çelik, 2005: 175-176. 221 Çelik, 2005: 96-97. 222 Çelik, 2005: 127. 223 Barret, 2000: 23-24. 99 bununla bağlantılı, ideolojinin maddi gerçekliğin bir bakıma tersi ya da karşıtı olduğu fikrine” yol açtığını, böyle bir anlamlandırmaya dayalı olarak ‘yanlış bilinç’ düşüncesinin önem kazandığını ileri sürer. Bu bağlamda, ona göre, Marx, hiçbir zaman “yanlış bilinç’ kavramını kullanmamış, bu kavram, onun düşüncelerinin daha kolay anlaşılır hale getirilmesini sağlayan bir ifade olmuştur. Önemli bir Marxolog olan David McLellan, kavramın Engels kaynaklı olduğunu ve Marx’ın ölümünden sonra ona atfedildiğini iddia eder. Martin Seiger ise ideolojiyle ilgili “Ortodoks Marxist öğreti”yi anlatımında Marx’ın “yanlış bilinç” ifadesini bizzat kullanmamış olsa da onun bakış açısıyla birebir örtüştüğünü vurgular. Marx’ın ideolojiyle ilgili en zayıf noktası olarak “camera obscura” metaforunu, Marx ve Engels’in eserlerinde tekrarlanan karışıklığın kaynağı olarak gösterir. Marx, belirlenimcilik fikrini, altyapı- üstyapı metaforuyla ele almıştır. Ancak onun bu konuda yazdıklarının taşıdığı belirsizlik nedeniyle fikirlerinin ne olduğu konusunda tam bir görüş birliği yoktur.224 Bu anlamda Marx için ideoloji, her şeyden önce ekonomik altyapının doğrudan bir sonucu olarak “toplumsal bütünlüğün kavranışı açısından materyalist bir temelde anlaşıldığında açıklayıcı olabilecek bir kavramdır. Bu anlamda Marx’ın, bilincin yaşamı değil, yaşamın bilinci belirlediği tezi, ideoloji kavramının anlaşılmasında dikkate alınması gereken ilk noktadır”. 225 Marx’ın kuramında toplumsal bütünlük; ekonomi, ideoloji ve siyaset olmak üzere üç düzeyden oluşur. “Bu üç düzey arasındaki ilişkiler söz konusu olduğunda Marx, kendi felsefesinin yapısalcı okumalarına yol açacak biçimde, ekonomik düzeyin diğer iki düzeyi belirlemesi nedeniyle öncelikli ve özerk olduğunu belirtir. İdeolojik düzey, ekonomik ilişkiler temelinde şekillenmekte ve belirlenmektedir”.226 Marx ve Engels227 ideolojik düzeyle ekonomik düzey arasındaki ilişkiyi şöyle ifade ederler: 224 Çelik, 2005: 98. 225 Çelik, 2005: 100. 226 Çelik, 2005: 101. 100 Egemen sınıfın düşünceleri her dönemde egemen düşünceleridir: yani, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda onun entelektüel gücüdür. Maddi üretim araçlarına sahip olan sınıf bunun bir sonucu olarak zihinsel üretim araçlarını da kontrol eder, böylece zihinsel üretim araçlarına sahip olmayanların fikirleri, bütün olarak o sınıfa tabidir. Egemen fikirler, hâkim maddi ilişkilerin ideal ifadesinden, fikirler olarak kavranan egemen maddi ilişkilerden dolayısıyla bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerden ve bu nedenle onun egemenliğini sağlayan fikirlerden başka bir şey değildir. Barret,228 bu pasajda, Marx’ın ideoloji ve toplumsal sınıf ilişkisine dair görüşünü çok basit bir şekilde ortaya koyduğunu belirtir. Marx, burada öncelikle, egemen sınıfın düşüncelerinin egemen düşünce olduğunu ileri sürer bunun böyle olmasının nedeni, egemen sınıfın ideolojik üretim araçlarını kontrol etmesidir. Ayrıca Barret’e göre, Marx’ın hem erken eserlerinin hem de geç eserlerinin merkezinde, bilgiyle açığa çıkarılabilecek ve maskesi düşürülebilecek bir mistifikasyon olarak bilinç ve ideoloji görüşü hâkimdir. Marxist kuram, sınıf nosyonunun doğrudan doğruya tahakkümle bağlantısını vurgular. Tahakküm açısından sınıfların birbirine yönelik eylemleri bireylerin eylemlerine benzer. “Bu eylem izin verme, menetme, zorlama, güdüp yönetme ve serbest bırakma biçimine bürünür. İdeoloji sınıfların bu eylemlerini meşrulaştırması bağlamında tanımlanır. Tahakkümle bağlantılandırılan ideoloji olumsuz bir işlevdir, yanılsamadır”. 229 İdeolojiyi “sınıf çıkarlarına hizmet eden bir düşünce” olarak kabul eden Marxist yaklaşımlarda ideoloji öncelikle gizemleştirme ya da yanılsama açısından değil, kendine özgü “tarihsel toplumsal sınıfların nesnel varoluşu” açısından vurgulanır.230 Bu görüşe ek olarak, kapitalist toplumda ideolojinin rolünü ve işleyişini “gizemlileştirme veya yanılsama” açısından kavrarken aynı zamanda onu, bir sınıfın düşüncesi ve bilinci olarak görenler de 227 Marx ve Engels,1998: 67. 228 Barret, 2000: 18. 229 Sholle, 1994: 228. 230 Barret, 2000: 17. 101 bulunmaktadır. Ekonomik olarak egemen sınıflar, kendi düşüncelerinin egemenliğini de sağlarlar. Maddi üretim araçlarının yanısıra ideolojik üretim araçlarını da kontrol eden egemen sınıflar, güçsüz sınıfları kendilerine ideolojik açıdan bağımlı kılarlar.231 Marx, sınıf çatışmasının ve ezilen sınıfların kendi bilincini geliştirmesinin doğal bir sonucu olarak mevcut kapitalist toplumun eninde sonunda yeni bir topluma dönüşeceğini düşünüyordu. Kapitalist toplumun sona ereceğine inanan Marxistler, günümüzde de gelişmiş kapitalist toplumları açıklamak için ideoloji kavramına sıkça başvururlar. Sholle’un 232 ifadeleriyle, “Marx’ın kapitalizm hakkındaki açıklamaları büyük ölçüde sınıf mücadelesi nosyonuna dayanıyordu (yani kapitalizmin çöküşü proletaryanın yükselişiyle gündeme gelecekti). Bu niçin gerçekleşmedi? İdeoloji kavramı proletaryanın sınıf bilincinin gelişmemesini ve yönetici düşünceler olarak kalmasını açıklamaya dönüşmemesini bazı yarar.” Kapitalist düşünürler toplumun kapitalizmin yeni çelişki bir topluma biçimlerinin değişmesinde ararken bazıları da kapitalizmin kendisini yeniden üretme sürecinde ideolojiyi kullanmasında görürler. Bu başlık altında buraya kadar daha çok Marx’ın ideoloji kuramına ilişkin görüşlerine değinmeye çalıştık. Ancak daha önce belirttiğimiz gibi ideoloji konusu sadece Marx veya Marxizm açısından değil genel olarak sosyal bilimler ve toplum kuramı açısından günümüze kadar önemini sürdüren en önemli konulardan biri olagelmiştir. Burada uzun bir tarihi olan ideolojiyle ilgili kuramsal tartışmaların tarihini ayrıntılı bir şekilde inceleme imkânımız olmadığı halde ideolojiyi ele alan yaklaşımların çok genel bir tasvirini yapabiliriz. Genel olarak Marxist gelenekte başlıca iki ideoloji nosyonunun varlığından söz edilebilir ve ideoloji üzerine birçok tartışmayı bu karşıt anlayışlar içinde değerlendirilebilir. Bu anlayışlar, Marx’taki olumsuz ya da 231 Çelik, 2005: 97. 232 Sholle, 1994: 211. 102 eleştirel ideoloji teorisi ve Lukács ve Gramsci’de olduğu kadar Lenin’de de görülen tarihsel toplumsal sınıflarla ilişkili genel dünya görüşlerinin olumlu ya da betimleyici tanımı olarak kategorize edilebilir. 233 “Marx’ın ideoloji tanımlarının hepsinde eleştirel bir çekirdek vardır. İster yanılsama ve mistifikasyondan ve din eleştirisinden, ister meta fetişizmi teorisinden ve kapitalizmdeki diğer şeyleşme biçimlerinden söz etsin, Marx’ın ideoloji düşüncesini kullanışı, tartışmasız biçimde “eleştirel” bir kavrayışa dayanır. Larrain’in terimleriyle, ideolojiyi düşüncenin bir tür çarpıtılması olarak kavraması anlamında “olumsuz” bir kullanımdır. Marx’ın bir yanda bilgi ya da bilim ile öte yanda ideoloji arasında bir ayrımı açıkça önermesi anlamında “epistemolojik” bir kullanımdır da: İdeolojinin yetersiz bilgi statüsü hakkında iddialarda bulunur”.234 Marxist kuram içinde ideolojiyle ilgili kuramsal tartışmaların önemli ölçüde fikir ayrılıklarıyla şekillendiğini dikkate alındığında bu tartışmaların birbiriyle benzeşen ve farklılaşan yönlerinin saptanmasının böylece ortaya çıkan karmaşıklığın giderilmesinin gerekli hale getirdiği söylenebilir. Bu anlamda David J. Sholle’ün235 geliştirdiği sınıflandırma oldukça açıklayıcı, makul ve kullanışlı görünmektedir. Ona göre ideoloji kuramları dört ayrı kategoride irdelenebilir: “klasik, kültürel, yapısalcı ve eleştirel kuram”. Dört grupta ele alınan ideoloji kuramları, alana yönelik eğilimlerin temel bir haritası olarak işlev görmektedir. İdeolojiye klasik yaklaşımın iki temel belirleyici özelliği bulunduğu söylenebilir. İlk olarak, ideoloji geçerli bilginin önündeki engellerden biridir; ikinci olarak, ideoloji, toplumsal yaşam pratiğiyle iç içe geçmiş bir yapıya sahiptir. Marxizmin gerçekçilik biçimini aldığı klasik yaklaşım, ilk görüşe daha yakındır. Klasik yaklaşım açısından “tecrübe ve pratik faaliyet bilgi üretiminin merkezinde yer alır ve bu gerçek koşullar ideoloji tarafından çarpıtılır ya da 233 Barret, 2000: 29. 234 Barret, 2000: 29. 235 Sholle, 1994: 215. 103 yadsınabilir. İdeoloji, yetersizlikleri toplumsal yaşamdan kaynaklanan hatalı inançların üretilmesi ve yayılmasıdır. Böylece ideolojiler çeşitli grupların ya da sınıfların çıkarlarını yansıtır”.236 Sholle,237 klasik ideoloji kuramını, eserlerinde bu türden bir görüşü benimseyen düşünürlerin görüşleri açısından örneklendirmeye çalışır. Bu açıdan, Mattelart ve Gitlin’in çalışmaları, perdeleme, tersine çevirme ve egemen sınıf çıkarı temalarıyla birlikte bu tür bir ideoloji kuramı doğrultusunda açıklamalar yaparlar. Mattelart, ideolojinin, gerçek koşulları perdelemeye hizmet eden göstergeler ürettiğini ileri sürer; ona göre,“egemen sınıf öyle yarı-sihirli bir yeteneğe sahiptir ki, bunun sayesinde göstergeleri tersine çevirebilir, imgeleri öteki sınıfların bunları gerçekliğin kendisi olarak kabul etmelerini sağlayacak şekilde bozabilir”. Benzer bir şekilde Gitlin, “egemen kurumları yönetenlerin sahip oldukları gücü büyük ölçüde belli bir durum hakkında kendi benimsedikleri tanımı yönettikleri gruba doğrudan ya da dolaylı dayatarak koruduğunu” ifade eder. Bunun anlamı, egemen sınıfın kendi düşüncelerini topluma dayatmasıdır. Smythe ve Schiller ise ideoloji üretimini kasıtlı (intentional) bir süreç olarak değerlendirirler. Marxist gelenekte ideoloji kuramının ikinci biçimi kültürel Marxist yaklaşımdır. Raymond Williams, ideoloji kavramını terimi sorgulayarak açıklar. O, ideoloji üzerine geliştirilen başlıca konumları üç kategoriye yerleştirir: (1) “İdeoloji tikel bir sınıf ya da grubun karakteristik inanç sistemidir”; (2) “gerçek ya da bilimsel bilgiye karşıt olarak yanılsama yaratan inançlar… yanlış düşünceler ya da yanlış bilinçtir”; (3) “Anlamların ve düşüncelerin genel üretim sürecidir.” Williams, ilk görüşü ve ikincisini reddeder. İdeolojinin hem ürünleri hem de anlamlandırma süreçlerini betimleyen genel bir süreç olarak kullanıldığı üçüncü görüşü benimser. “Ancak ‘soyutlama’ ve ‘yanılsama’ ya da ‘düşünceler’ ve ‘teoriler’ hatta anlam ve değer ‘sistemleri’ anlamında kullanılan ‘ideoloji’ ve ‘ideolojik’ terimlerinin 236 Sholle, 1994: 216. 237 Sholle, 1994: 216-217. 104 böylesine geniş kapsamlı ve radikal bir tanım için yeterince kesin ve uygulamaya elverişli olup olmadığı yanıt bekleyen bir sorudur.” Williams, ideoloji kuramını daha kapsayıcı ‘duygu yapısı’ ve ‘hegemonya’ terimleri içinde ele alarak yansıtma kuramının ve bilim/ideoloji çiftinin tuzaklarına takılmamaya çalışır. Eagleton ise “Williams’ın ‘duygu yapısı’ teriminin gerçekte ideoloji teriminin üçüncü tanımına, yani ‘anlam ve düşünce üretiminin genel süreci’ne göndermede bulunduğunu” belirtir. “Williams kültürel metinleri toplumsal gerçeklikle, her ikisinin de duygu yapılarından kaynaklandığını göz önünde bulundurmak kaydıyla” ilişkilendirmeye çalışır. “Anlamlandırma pratikleri ve maddi pratikler arasındaki benzeşimleri göstermek isterken, aynı zamanda insan pratiğinin özerkliğini de korumayı arzu eder. Bu durum iki çelişkili pratik içine girmesine neden olur. Bir yandan metinleri, bu metinlerde yer etmiş başat duygu yapısını betimleyerek analiz ederken, öte yandan metinlerin aktif bireylerin birleşik çıkarlarından kaynaklandığını düşünür”238. Yapısalcı Marxist yaklaşım, üçüncü tür ideoloji kuramını nitelendirir. Kültürel Marxizm, ideolojinin deneyimle ilişkisini vurgular ve etkin insan failler üzerinde odaklanır. Yapısalcı Marxizm ise bu odaklanmayı tersine çevirir ve deneyim ve etkin fail konularında kültürel yaklaşımla uyuşmaz. Yapısalcı Marxizm, metinselliğin önemine değinir ve onun deneyimi belirleyen temel bir pratik olduğunu ileri sürer ve deneyimin, kültür ve toplum arasında bir vasıta değil kültürel pratiklerin ürünü olduğunu kabul eder. Üstelik Althusser gibi yapısalcı Marxistler, “özneler (failler) metinleri değil, metinler özneleri oluşturur” şeklindeki görüşü benimserler. Bireyler toplumsal sistem içinde yerleştirildikleri konumlarda kendileri için uygun görülen bilgiye sahip olurlar. Althusser’in ideoloji konusundaki görüşlerinin, yapısalcı ilkelere bağlı kalması ve iki farklı görüş ileri sürmesi nedeniyle karmaşık olduğu kabul edilmektedir. O, 1969’da ideolojiyi bilimin karşısına yerleştirmiş ve fikirlerden oluşan bir bütün olarak kabul etmiştir; 1971’de ise ideolojiyi, toplumsal bir seslenme veya çağırma süreci olarak ele almıştır. Poluntzas’ın vurguladığı gibi, ideoloji 238 Sholle, 1994: 219-220. 105 sadece, fikirler ya da temsiller sistemi değildir, aynı zamanda toplumsal yaşamda kendini gösteren maddi pratikleri kapsar. Althusser’in ideoloji kuramı açısından ideolojinin kapsadığı bu maddi pratikler, kapitalizmin egemenliğini sürdürmesiyle ilişkilidir. Bu bağlamda Althusser’in ideoloji ve bilim arasındaki ayrımı kendini gösterir; ideoloji kapitalizme, bilim ise komünizme karşılık gelir.239 Marxist gelenek içinde ikinci kuşak Avrupalı düşünürlerden Althusser ve Gramsci sadece ekonomik altyapıdan hareketle ileri sürülen çözümlemelerin, üst yapıyı tümüyle açıklayamadığını ve üstyapının görece özerk olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu çerçevede Dağtaş’ın 240 belirttiği gibi her iki düşünür de kapitalist toplumlarda toplumsal iktidarın baskıcı olmayan araçlarla sürdürüldüğüne ve bu bağlamda ideolojinin önemli bir rol oynadığına dikkat çekerler. Sholle’e241 göre, Stuart Hall, yapısalcı ve kültürel yaklaşımların makul boyutlarını kurtarmaya çalışır. Hall, ideolojiyi, anlamlar üzerinde bir mücadele olarak ele alır ve bunu yaparken Gramsci’nin “üzerinde insanların hareket ettikleri, kendi konumlarının bilincine vardıkları, mücadele ettikleri bir alan olarak gördüğü ideoloji” düşüncesinden hareket eder. O, ideolojinin kökenlerini değil somut etkilerini bulmaya koyulur. Bu açıdan özneler tümüyle ideolojinin egemenliği altında değildir. Böylece Hall, ideolojiyi, üretim tarzının saf bir yansıması olarak ele almaz. Ona göre günümüzde cinsiyete ve ırka dayalı pratikler de ekonomik pratikler kadar önemlidir. Dördüncü tür ideoloji kuramı Eleştirel kuramdır. Eleştirel kuramdaki başat çizgi, yanlış bilinç anlayışını savunmaya devam eder. Frankfurt Okulu teorisyenlerinden Adorno’ya göre ideoloji, gerçek koşulların gizlenmesidir. O, ideolojinin, kurulu düzenin rasyonel ve bilimsel temelli bir anlatımı olduğunu ancak hakikatin ideolojinin anlattıklarından daha fazlasını içerdiğini ileri sürer. 239 Sholle, 1994: 220-221. 240 Dağtaş, 1999: 24. 241 Sholle, 1994: 222-223. 106 Bu çerçevede ideoloji kaçınılmaz olarak bir hükmetme aracıdır. Başlangıçta Frankfurt Okulu ile bağlantıları olan ama zaman içinde bakış açısını kısmen değiştiren Habermas ise “ideoloji terimini kullanmaktan çekinerek bunun yerine ‘çarpık iletişim’ ve ‘bilgiye dayalı istemler’den” bahseder. Habermas, toplumsal etkileşimin, “epistemolojik konumların inşası ve korunması”yla bağlantısını kurma yoluyla eleştiriyi, maddi çıkarlara değil, iletişim biçimlerine yöneltir. Ancak o da ideoloji kavramını bilimin karşıtı olarak kullanarak ideolojiyi hakikatin karşıtı olarak kavramayı sürdürür.242 1.3.3. Lukács: Tarih ve Sınıf Bilinci Macar bir Marxist olan Georg Lukács’ın ideolojiyle ilgili düşüncelerinin köklerinin Hegel, Marx, Weber ve Lenin’den beslendiği söylenilebilir. Bu düşünürlerden ödünç aldığı birtakım anlayışlar temelinde geliştirdiği ideoloji anlayışının oldukça orijinal bir yaklaşım olduğu düşünülmektedir. Tarih ve Sınıf Bilinci adlı eserinde Lukács’ın iki farklı ideoloji kuramı bulunmaktadır. Bunlardan birincisi meta fetişizminden türeyen ideoloji kuramı, diğeri de “bir sınıf öznenin dünya görüşü olarak tarihselci ideoloji anlayışından” türeyen ideoloji kuramıdır.243 Lukács, insanlık tarihinin doğallıktan toplumsallaşmaya doğru evrilen bir süreç olduğunu, toplumsallaşma sürecinin aşamalarının her dönemde farklılaştığını, ilkel dönemde hısım- akrabalık ilişkileri, geleneksel dönemde din ve hukukun, kapitalist dönemde de ekonominin belirleyici olduğunu, kapitalizm sonrası aşamada ise insanın kendine yabancı olmaktan kurtularak öz bilincine dayanan yeni bir yaşam bilinci edineceğini ifade eder. 244 Onun bu ideoloji kuramının temelinde bilinç ve varlığa ilişkin görüşleri bulunmaktadır. Bu 242 Sholle, 1994: 223-224. 243 Eagleton, 1996: 150. 244 Sunar, 1986: 202. 107 açıdan Eagleton’ın245 belirttiği gibi Lukács’a göre düşünce ve varoluş birbirine tekabül etmez, birbirini yansıtmaz, birbirine koşutluk veya uygunluk göstermez. Bu anlamda düşünce ve varoluş özdeş değildir. Onların özdeşlikleri, “bir ve aynı tarihsel ve diyalektik sürecin” parçaları olmalarındandır. “Lukács’a göre, devrimci proleterin bilme yetisi, bildiği durumun bir parçasıdır ve söz konusu durumu bir darbede değiştirir. Bu mantık uç bir noktaya çekildiğinde, bir şeyi hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğimizi, çünkü bilme edimimizin o şeyi anında bir başka şey haline dönüştüreceğini öne sürüyor gibi görünecektir… Öyle görünüyor ki, Lukács’ın Hegel’e borçlu olduğu bu esas olarak etkin, pratik ve dinamik bilinç anlayışı… yanlış bilinç fikrini her bakımdan gözden geçirmeye zorlayacak”. Sunar’ın 246 ifadeleriyle, Lukács, geliştirdiği toplum kuramında, nesnel yapıları değil özneyi vurgulama vasıtasıyla tarihi öznel amaçların bir açılımı olarak görür. İdeolojinin yanlış bilinç olarak ele alınmasına karşı bir tavır alan Lukács, ideolojinin olumlu anlamı üzerinde durur. Ancak Marx’ın meta fetişizmiyle ilgili çözümlemelerini de benimseyerek ideoloji teriminin eleştirel bir anlamını da kabul eder.247 Lukács’ın düşüncesinde bilincin, yanlış bilinç açısından değil tarihsel ve toplumsal gerçeklik açısından anlaşılması gerekir.248 Larrain’in249 ifadesiyle; “Marx’ın Alman İdeolojisi’ndeki formülleri ideolojiyi, ‘salt aldatıcı görüntü, salt rüya yani hiçlik’ olarak algılamaktadır. Bu aynı zamanda Lukács’ın ideoloji kavrayışının da sorunu olacaktır… Nicos Poulantzas, Lukács’ı sınıfsal özne ile ideoloji ilişkisini genetik kavramlarla algıladığı ve ideolojileri ‘sınıfsal öznelerin arkasında taşınan plakalar gibi’ kavradığı için suçlamaktadır. Gareth Stedman Jones ise Lukács’ı sosyalist ideolojiyi sınıf bilinci olarak tanımladığı, bilimi sınıf bilincine dönüştürdüğü ve 245 Eagleton, 1996: 139. 246 Sunar, 1986: 206. 247 Eagleton, 1996: 139. 248 Barret, 2000: 34. 249 Larrain, 1995: 91. 108 burjuvazinin ideolojik egemenliğini destekleyen kurumsal araçları ele almadığı için eleştirmektedir.” Marx, doğanın insan olmadan bir hiç ve yokluk olduğunu ileri sürmüştür. Lukács, bu düşünceye katılır ancak ona göre etkinlik materyalizme değil ideolojiye dayanır. O, iki tür etkinlikten bahseder; “1) insanın doğal ihtiyaçlarını karşılamak ve refahını arttırmak için giriştiği üretimsel (tekne-lojik) etkinlik, 2) toplumsal yaşam biçimini kurmak veya değiştirmek için girişilen ideolojik etkinlik.” Lukács’a göre ideolojik eylem üretimsel etkinliği kapsamına alır ve yönlendirir.250 Lukács’ın ideoloji düşüncelerinin bir kısmı Lenin’le benzerlik göstermektedir. Lukács ve Lenin’in ideolojinin olumlu, nötr ya da betimleyici kanadında yer aldığı birçoklarınca kabul edilmektedir. 251 Lenin proletaryayı da içeren tüm sınıflara ideolojik bir konum atfetmiştir ve sınıf mücadelesini vurgulamıştır. Bu açıdan Lenin’in bakışı çerçevesinde ideoloji sözcüğü olumsuz çağrışımlarını yitirmiştir. Ona göre “düşünceler, ideolojik oldukları için değil, yalnızca hizmet edecekleri sınıf çıkarları açısından geçerli ya da geçersizdirler”.252 Başka bir deyişle Lenin, ideolojiyi tikel bir çağa ya da sınıfa ait bir algılayış değil,” bu sınıfa uygun biçimde sistemleştirilmiş ve ayrıntılandırılmış bir düşünce gövdesi olarak” yorumlamaktadır. Ona göre ideoloji entelektüeller ve profesyonel ideologlar tarafından üretilen bir bilgidir ve sınıflı toplumda sınıfsız bir ideolojinin olamayacağını iddia etmektedir. Onun ideoloji görüşünün temelinde sınıf mücadelesi bulunmaktadır.253 Lukács’ın çalışmalarında Lenin’in ideoloji görüşleri daha ince bir biçim almış, burjuva ve proleter ideolojilerle ilgili çözümlemeleri açısından Lenin’den farklılaşmıştır. Lukács, Marx’ın meta fetişizmi kavramı ve Weber’in rasyonelleşme teorisi arasında ilişki kurarak “şeyleşme sürecini ekonomiden 250 Sunar, 1986: 197-198. 251 Barret, 2000: 32. 252 McLellan, 1999: 41. 253 Barret, 2000: 33. 109 kalkarak, devlete ve modern bürokrasiye dek izler”.254 Lukács şeyleşme fenomenini vurgular. Şeyleşme, Marx’ın meta fetişizminden türeyen ama Lukács tarafından çok daha geniş bir anlamın yüklendiği bir kavramdır. “Marx’ın iktisadi analizlerini Max Weber’in rasyonalizasyon kuramı ile birleştiren Lukács, Tarih ve Sınıf Bilinci’nde, meta biçiminin kapitalist toplumlarda, toplumsal yaşamın her tarafına nüfuz ettiğini ve insan yaşantısının insanlıktan uzaklaştırılması, nicelikselleştirilmesi ve kapsamlı makinalaştırılması şekline büründüğünü öne sürer”.255 1923’de yayınlanan Tarih ve Sınıf Bilinci, ideolojiyi sınıf bilinci olarak görmenin zayıflığını açığa vurmaktadır. İdeolojiye yönelik betimleyici bir yaklaşım içeren bu metinde en çok dikkati çeken unsur tarihsizmdir. Lukács’ın iddialarının temelinde tarihsel maddecilikle ilgili olanlar da dâhil, bilginin aynen sınıf bilinci gibi tarihin bir ürünü olduğu inancı bulunur. Böylece ideoloji teriminin kapsamı geniş tutulur. Bu da ideoloji ile birlim arasında temel bir ayrım yapılmasının reddi demektir. Her ikisi de belirli bir dönemdeki bütünlüğün ürünüdür. Burada nesnel bilginin temelini bilimin değil de tarihin oluşturduğu düşünüldüğü için bu tür bir yaklaşım tarihsizm olarak adlandırılır.256 Lukács’a göre tarihsel materyalizm, klasik iktisat gibi tarihsel bir toplum biçimi olan kapitalizmde geçerlidir. Marxsizmin ekonomiye öncelik tanıyor olması kapitalizmle sınırlıdır ve kapitalist sistemin olmadığı yapılarda farklı kategori ve doğruluk sistemleri olacaktır. Yani tarihi materyalizm, kapitalizmin kendisini tanımasıdır ve kapitalist toplum ancak bu yolla tarihselliğinin bilincine ulaşabilir.257 Kapitalist toplumda ekonomi belirleyici ve egemen bir mekanizma rolünü üstlenir. Kapitalizm öncesi toplumlarda ekonomik yapı da diğer yapılar gibidir ve onlardan bağımsız değil, bir bütünlük içindedir. Ancak 254 McLellan, 1999: 42-43. 255 Eagleton, 1996: 143. 256 Barret, 2000: 35. 257 Sunar, 1986: 194. 110 kapitalist toplumda “ekonomi farklılaşmış ve bağımsızlık kazanmış olmasına rağmen, ekonominin egemenliği doğal bir temele değil, belirli normatif (ideolojik) bir sisteme dayanır”. 258 Lukács’ın amacı, doğal ekonomik yasaların arkasında gizlenen toplumsal ilişkileri ve insanı ortaya çıkarmaktır. Ona göre, tarih boyunca insan, kendi yarattığı toplumsal düzene yabancı olarak yaşamını sürdürmüştür. Buna karşın kendisini gerçekleştirme süreci olan tarih içinde insan giderek kendi öz bilincine daha fazla yaklaşmaktadır. “Kapitalizm içinde öznelliğin farkına varan insan için artık ‘yanlış bilinç’ dönemi kapanmakta, yabancılaşmanın ötesinde onu gerçek (authentic) bir yaşam biçimi beklemektedir”.259 Kapitalizmin öznesi kendi etkinliklerinin nesnesi durumundadır. Çünkü metaların üretildiği bir sistem olan kapitalizm şeyleşmeye neden olmaktadır. Lukács için şeyleşme kavramı, ekonomik sömürü gibi kavramların yerini alabilecek potansiyele sahiptir.260 “Şeyleşme toplumsal yaşantımızı, üzerimizde yarattığı etkiyle bizlere toplumun kolektif bir süreç olduğunu unutturacak ve onu, bunun yerine tecrit edilmiş şu ya da bu nesne veya kurum olarak görür olmamıza yol açacak şekilde parçalar ve bozar. Lukács’ın çağdaşı Karl Korsch’un öne sürdüğü gibi, ideoloji öz itibariyle bir tür kapsamlama [synecdoche], yani parçayı bütünün yerine koymamızı sağlayan bir mecazdır. En yüksek siyasi gelişimi içinde proleter bilince özgü olan şey, onun toplumsal düzeni ‘bütünleştirme’ kapasitesidir”.261 Proletarya da kapitalizmde şeyleşme sürecinin bir parçasıdır ancak bu süreçte bütünlük içinde değerlendirmeler yapabilmekte ve değişimi gerçekleştirebilecek bilince sahip durumdadır. Lukács’ın proletaryaya biçtiği bu üstün rol nedeniyle “artık, ideolojiyi yanlış veya kısmi bilinç, bilimi ise mutlak, tarihten bağımsız bilgi biçimi 258 Sunar, 1986: 195-196. 259 Sunar, 1986: 205-206. 260 Eagleton, 1996: 146. 261 Eagleton, 1996: 140. 111 sayarak birbirinin karşısına koyan kısır antitezin kapanına kısılıp kalmamıza gerek kalmayacaktır. Çünkü her sınıf bilinci yanlış bilinç değildir ve bilim, ‘doğru’ sınıf bilincinin bir ifadesinden veya kodlanmasından ibarettir”. Ancak Lukács’ın doğru sınıf bilinci görüşüyle ilgili olarak Eagleton262 “eğer işçi sınıfı bu bilincin potansiyel taşıyıcısı ise bu yargı hangi bakış açısına dayanmaktadır?” sorusunu sorarak bu görüşte mantıksal bir sorun olduğunu ifade etmektedir. Barret’in263 ifadesiyle “Lukács özellikle erken eserlerinde tarihsizm suçlamasının en kırılgan hedefidir… Lenin, Karl Korsch ve zaman zaman Gramsci, yönelimleriyle “tarihsist” görülmüştür. Ne var ki, bunlardan hiçbiri Lukács’ın yaptığı gibi mekanik bir sınıf bilinci kavrayışıyla hareket etmez, hiçbirinin Stedman-Jones’un Lukács’ta saptadığı bilim-karşıtı bir çizgisi yoktur ve hepsi ideolojik mücadeleye önem verir”. 264 Lukács’a yöneltilen bir başka eleştiri ise Eagleton’ın265 ifade ettiği gibi doğrudan, onun proletarya ideolojisi ve toplumsal oluşumun içinde belirlenen saf sınıf öznesi hakkındaki görüşünü hedef alır ve “onun, bir dizi tedrici hamleyle, Marxist kuramı proletarya ideolojisine, ideolojiyi “saf” sınıf öznenin ifadesine ve bu sınıf özneyi de toplumsal oluşumun özüne indirgemiş olduğunu” ileri sürer. Ancak bu eleştiri bütünüyle doğru değildir. Çünkü Lukács’ın işçi sınıfının bilincinin yöneticilerin bilinciyle kirleneceği gerçeğini göremeyecek bir düşünür olduğunu söylemek gerçek dışı olacaktır. Ayrıca proletaryanın neredeyse meta olduğu söyleniyorsa onun bir özne olacağını ve devrimi gerçekleştireceğini söylemenin de oldukça zor olduğu düşünülmektedir. 262 Eagleton, 1996: 141-142. 263 Barret, 2000: 36. 264 Barret, 2000: 36. 265 Eagleton, 1996: 149-150. 112 1.3.4. Gramsci: Hegemonya ve Aydınlar Antonio Gramsci’nin ideoloji kuramıyla birlikte Marxist ideoloji tartışması en yüksek düzeyine ulaşmıştır. Lenin ve Lukács’ın geliştirdiği olumlu, nötr ideoloji anlayışını devralan Gramsci, ideoloji kavramının ve tarihinin ayrıntılarını ve etkilerini tartışmaya önemli bir yer vermiştir.266 “Gramsci, Lenin ve Lukács’dan farklı olarak, ideolojiyle, yalnızca sistemli bir siyasal ideoloji olarak en yüksek ussal biçimine ulaştığı şekliyle değil, dinde, “sağduyuda” hatta folklorda temsil edildiği şekillerinde de ilgilenmiştir”.267 Dolayısıyla Gramsci’nin kuramı kültürel pratikler düzeyinde fikirlerin, anlayışların ve kavrayışların oluşumunu ve bu süreçte iktidar ilişkilerinin oynadığı rolü anlamamıza ışık tutar. Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde ideoloji kavramına büyük ölçüde yanılsama ve çarpıtma anlamını vermelerinin eleştirel ideoloji anlayışının temellerini oluşturmasından söz etmiştik. Barret’in268 belirttiği gibi, Gramsci’nin çalışması, ideolojiye olumlu bakış açısı getiren önemli bir adımdır. Gramsci ideolojiyi yanılsama olarak ele alan görüşleri benimsemez. Ayrıca onun ideoloji anlayışı, ideolojiyi, tarihsel ve toplumsal bütünlüğün bir sonucu olarak gören tarihselci kavrayıştan kaynaklanan sorunları da taşımaz. Ancak Gramsci’nin Marx’ın eleştirel ideoloji anlayışını benimsemeyişinin, onun Alman İdeolojisi’ndeki ideolojinin eleştirel anlamda kullanılışından habersiz olmasıyla ilişkisi kurulmaktadır. Aynı şeyin Lukács için de geçerli olduğu söylenmektedir. “Bu nedenle “olumlu” ideoloji kavrayışı, “olumsuz” modelin en güçlü ifadesine tepki olarak değil, ondan habersiz gelişir”. Devletle sivil toplum arasındaki ilişki Gramsci’nin ideoloji kuramının merkezinde yer alır. “Gramsci’nin kuramsal modelinin temeli, sivil toplum ve devlet arasında kurduğu ilişkiyi tarihsel blok kavramı aracılığıyla hegemonya 266 McLellan, 1999: 45. 267 McLellan, 1999: 49. 268 Barret, 2000: 37. 113 kavramına bağlamasına dayanır… [M]odelin temel tezi, devlet ile sivil toplum alanının esas olarak iki farklı tür iktidar ilişkisine karşılık gelen özelliğidir. Devletin zora ve siyasal egemenliğe, yani diktatörlüğe dayalı iktidar alanına karşılık sivil toplum onaya dayalı hegemonya alanıdır”.269 Ancak Gramsci hegemonya kavramını genel olarak, yönetenlerin kendi hâkimiyetlerini sürdürebilmek için hükmettikleri insanların rızasını ve onayını almak anlamında kullanmış, zaman zaman ise sözcüğü hem rıza hem baskı anlamlarını kapsayacak biçimde kullanmıştır. Hegemonya kavramının ideolojiden rıza kavramını karşılaması açısından belirgin biçimde farklılaştığını dile getiren Eagleton270 bunu ideolojinin zorla dayatılabilen bir nitelik taşıdığını vurgulayarak rızanın ise zora dayanmadığını ifade ederek açıklamıştır. Aynı zamanda hegemonyanın ideolojiyi kapsayan ama ona indirgenemeyecek bir yapıda olduğunu belirten yazar, kavramın ekonomik olmaktan çok siyasi bir biçimde kullanıldığını da belirtir. Eagleton271 doğası gereği pratik, dinamik ve ilişkisel bir kavrayış olan hegemonyanın, ideoloji kavrayışını genişlettiği, zenginleştirdiği ve soyut olan ideoloji terimine maddi bir yapı ve siyasi bir keskinlik kazandırdığını dile getirir. Gramsci, kapitalist toplumda iktidar biçiminin zora dayalı olmaktan giderek çıktığını ve giderek daha da esnek bir hal aldığına dikkati çeker. Bu tür bir iktidar ideolojinin oynadığı rol nedeniyle mümkündür. Bu iktidarın en temel özellikleri Gramsci’ye göre hegemonya kavramında belirginleşir.272 Kapitalist toplumdaki siyasal iktidar kapitalizm öncesi toplumlara kıyasla ekonomik ve toplumsal yaşamdan bağımsız bir konumda bulunur. Kapitalist toplumda insanları işbaşında tutan şey, hayatta kalma gereksinimi olduğu için siyasal devletin ekonomi üzerinde doğrudan bir etkisi olmaz, doğası gereği olmasına gerek de olmaz. “Burjuva devletin son derece tarafsız olduğu, 269 Üşür, 1997: 28-29. 270 Eagleton, 1996: 162. 271 Eagleton, 1996: 166-167. 272 Üşür, 1997: 28. 114 çatışan toplumsal güçlerin üstünde yer aldığı inancının gerçek maddi temeli budur. Ve bu anlamda, burjuva devletinin doğasında hegemonya vardır”.273 Marxist gelenekte hegemonya kavramı Lenin’e dayandığı halde Gramsci onu “Batı kapitalizmi ve Batı Avrupa devrim stratejisi çözümlemeleri” açısından bir anlam vermiştir. “Hegemonya, ekonomi, politika ve ideolojiyi keser ve birleştirir, hatta tümüne politika ile iktidar ve sınıflar ile sınıf bölünümleri arasındaki diyalektik ilişkilere genel olarak odaklan otantik bir yer atfeder”.274 Gramsci hegemonyayı, hâkim sınıfın uyguladığı kültürel liderlik olarak tanımlarken onu “yasama veya yürütme güçlerinin uyguladığı veya polis müdahalesi vasıtasıyla ifadesini bulan zorlama”nın 275 karşıtı olarak ele alır. Eagleton’ın276 ifadesiyle, devletle ekonomi arasındaki tüm aracı kurumları sivil toplum olarak ifade eden Gramsci, aileyi, özel televizyon kanallarını, anaokullarını, İngiliz ordusunu, Metodist kilisesini, erkek izci hareketini ve Sun gazetesini hegemonik aygıtlar olarak görür. Silahlı kuvvetler, yargı organları ve benzeri baskı yapılanmalarını da meşru şiddeti tekelinde bulunduran devletle ilişkilendirir. Toplumun ekonomik, siyasi, kültürel ve ideolojik alanlarındaki baskınlık ve liderlik olarak açıklayabileceğimiz hegemonya, temel olarak ekonomik olan diğer toplumsal güçlerle ittifak halinde olan sınıfın tüm toplum üzerindeki iktidarıdır. Ancak bu iktidar “ittifaklar kurmaya, rızalarını kazanmak için tavizler vererek ya da ideolojik araçlar yoluyla, boyun eğen sınıflara kolayca hükmetmekten çok [onları] kaynaştırmaya ilişkindir. Hegemonya, ekonomik, politik ve ideolojik biçimler alan ittifakları ve hükmetme/ boyun eğme ilişkilerini kuran, sürdüren ya da parçalayan, sınıflar ve bloklar arasındaki en büyük değişkenlik noktaları etrafındaki sabit mücadele odaklanımıdır” ve 273 Eagleton, 1996: 164. 274 Fairclough, 2003: 162. 275 Aktaran Ritzer, 2012: 141. 276 Eagleton, 1996: 164. 115 hegemonik mücadele sivil toplum kurumlarını da içeren çok geniş bir alanda gerçekleşmektedir.277 Gramsci’nin, Marxist gelenekte ekonomik belirlenimciliğin ötesine geçmeye çabaladığı görülmektedir. Bu açıdan o, “belirlenimci, kaderci ve mekanizm taraftarı” Marxistlere eleştirel yaklaşmıştır. O, yapısal koşulların insanları devrime yönlendirdiğini kabul etmemiştir. Kitleler, devrimci bir ideolojiye ihtiyaç duydukları halde buna kendi başlarına ulaşamazlardı. Bu nedenle fikirleri entelektüellerin oluşturduğu ve kitlelere ulaştırdığı seçkinci bir yaklaşımı benimsedi. “Kitleler kendi başlarına öz-bilinçli hale gelemezlerdi; onlar, toplumsal seçkinlerin yardımına ihtiyaç duyuyorlardı. Bununla birlikte, kitleler bir kez bu fikirler tarafından etkilendiğinde, toplumsal devrime yol açacak eylemi gerçekleştireceklerdi. Gramsci, Lukács gibi, ekonomi gibi toplumsal yapılar üzerinde değil kolektif fikirler üzerinde odaklandı ve her ikisi de geleneksel Marxçı kuram içinde hareket etti”.278 Barret’in279 belirttiği gibi Gramsci, ideolojik mücadelenin siyasal açıdan tek başına etkin ve anlamlı olduğunu düşünür ve bu nedenle klasik tarihselci varsayımlardan uzak bir entelektüel çalışma teorisini üretir. Klasik Marxist gelenekte günümüzdeki en popüler ideoloji teorisyeni olan Gramsci ideolojiyi içinde entelektüellerin ve ideologların rol aldığı bir mücadele sorunu olarak ele alır. Hegemonyayı bir rıza mücadelesi olarak ele alması onu entelektüellerin rolü teorisine götürür. Gramsci, sınıf çatışmasının sürdüğü genel alanda “entelektüeller”in önemli bir rol oynadığını ileri sürer: Bireysel ideologların işleviyle sınırlı değil, daha geniş bir siyasal önemleri vardır. “Çok daha önemlisi, Gramsci ‘geleneksel’ ve ‘organik’ entelektüelleri ayırt edebileceğimizi göstermiştir- birincisi egemen blokun sesi, ikincisi 277 Fairclough, 2003: 162-163. 278 Ritzer, 2012: 141. 279 Barret, 2000: 39. 116 hegemonik hakimiyete karşı mücadelede ilerici sınıf güçleri adına konuşanlar olmak üzere”.280 Geleneksel ve organik aydınlar arasında ayrım yapan Gramsci’ye göre geleneksel aydınlar, kendilerini toplumsal sınıflardan özerk, toplumsal siyasal değişimin üstünde ve ötesinde ve dolayısıyla dışında gören aydınlardır. Gelenksel aydınlara örnek olarak yazarlar, sanatçılar, filozoflar ve de özellikle din adamları gösterilebilir. Geleneksel aydın tarihsel bir kavramken organik aydın kavramı sosyolojiktir. Aydının organik olması, parçası olduğu sınıfla yakın ilişkisinin bulunması demektir. Organik aydın, parçası oldukları sınıfın bilincinin veya ideolojisinin yaygınlaştırılması rolünü oynar. Gramsci’ye göre organik ideolojiler, keyfi ideolojilerden farklıdır çünkü organik bir ideoloji, belirli bir tarihsel yapı açısından zorunludur. Organik ideolojiler “insan kitlelerini örgütler, insanların içinde hareket edeceği, konumlarının bilincini kazanacağı, mücadele edeceği vb.” alanı hazırlar. Gramsci’nin ideolojinin bu geniş anlamı için düşündüğü paradigma, “bir dünya anlayışıyla ona uygun düşen hareket normu arasında bir inanç birliği” üreten dindir”.281 Marx toplumun anlaşılmasında altyapı üzerinde odaklanırken Gramsci üstyapı çözümlemesini araştırmasının merkezine koyar. Bu açıdan Gramsci üstyapılar kuramcısı olarak nitelendirilir. O, toplumsal biçimleri tarihsel blok deyimiyle adlandırarak bunu “sosyo-ekonomik uğrak olan altyapı ile politik-ideolojik üstyapıların organik bütünlüğü” olarak açıklar. “Bütünleşmiş bir ‘tarihsel blok”, ancak egemen temel takımının (sınıfın), kendi aydınları aracılığıyla hegemonik bir düzeni yerleştirmesiyle oluşur”.282 Gramsci, Lenin’den ve Lukács’dan aldığı hegemonya kavramı ile ideolojinin bağlantısını kurar. Ondan önce Lukács, “burjuvazinin, üretim ilişkilerini kendi egemenliğinin doğal görünecek biçimde örgütleyerek, yönetimine gerçekten tüm toplumun rızasını nasıl kazandığını vurgulamıştı. 280 Barret, 2000: 38. 281 McLellan, 1999: 46-47. 282 Özbek, 2003: 140. 117 Gramsci bu görüşü alır ve kendi yaptığı vurguyla birleştirir… Hâkim sınıfın dünya görüşü, bu sınıfın aydınları tarafından öyle etkili biçimde yayılırlar ki, sonuçta toplumun tümünün ‘sağduyusu’ haline gelirler”. 283 Bu açıdan Gramsci’nin iktidar anlayışı, iktidarın baskıcı olmayışını ve hâkimiyetin sınıf çıkarlarının ötesine geçişini kapsar. Böylece “hegemonyanın sağlanmasında, toplumsal, entelektüel ve ahlaki hayatın bütün eğilimlerinin üretici sistemin gerekliliklerine aktif bir şekilde uyumlu kılınmasında üst yapıların, devlet ve sivil birliklerin, siyaset ve ideolojinin oynadığı merkezi rolün kavranmasını sağlar”.284 Burada hegemonyanın sürdürülmesinde ideoloji kilit bir rol oynar. 1.3.5. Althusser ve Devletin İdeolojik Aygıtları Althusser, Marxist ideoloji kuramı geleneğinde, tarihselcilik, ekonomik belirlenimcilik, özne ve yapı kavramları konusunda önemli katkıları olan bir düşünürdür. Althusser’in miras aldığı Marxist ideoloji teorisinin bazı zayıflıkları vardı. Bunlardan birincisi; ideoloji, inanç sistemleri açısından, bilinçli süreçler olarak ele alınıyordu. Buna karşın bilinç dışı süreçleri de bu kapsama almak gerekliydi. Aynı şekilde okul ya da medya gibi kurumların ve pratiklerin işleyişi içinde ideolojinin yeri de önemliydi. Bu açılardan Althusser’in Marxist kuramın gelişiminde katkısı olmuştur. İkincisi, Marxizmde ideolojiye çarpıtma ya da yanılsama olarak bakılmıştır. Buna karşın Althusser, ideolojiyi var oluş koşulları ile ilişkilendirmiş ve tarihselliği olan bir ilişki olarak açıklamıştır. Üçüncüsü, Marxizm ideolojiyi sınıfla ilişkilendirirken Althusser bu bakış açısından bir kopuşu temsil eder.285 Althusser Marxist gelenek içinde ideoloji konusunda ortaya çıkan temel sorunları ele almıştır. Onun ideolojiyle ilgili görüşleri, “bir yandan 283 McLellan, 1999: 48. 284 Dağtaş, 1999: 26. 285 Barret, 2000: 123-124. 118 Marx’la bir tartışma, bir Marx yorumu oluştururken, öte yandan Lukács ve Gramsci ile bir hesaplaşma niteliğindedir. Althusser, Gramsci ile polemik yapan, yer yer Gramsci’yi yargılamaya varan bir tartışma üslubu sürdürse de birçok felsefeci tarafından Gramsci’nin ideoloji anlayışını yeniden biçimlendirdiğinin altı çizilmektedir”.286 Daha özel olarak Althusser, ideoloji kavramına içerik görüşlerinden kazandırırken yararlanmıştır. Gramsci’nin Bu anlamda hegemonya Gramsci’nin hakkındaki hegemonya kavramının, Marxizm içinde hem ideoloji nosyonunu genişlettiği hem de bir derece soyut olan bu kavrama maddi bir somutlaşma ve siyasal kesinlik kazandırdığı görülmektedir. Dağtaş’ın287 ifade ettiği gibi, “Gramsci ile birlikte, ‘düşünce sistemleri’ olarak ideolojiden, yaşanan, alışılmış toplumsal pratik olarak ideolojiye ve dolayısıyla, resmi kurumların işleyişlerini olduğu kadar toplumsal yaşamın bilinçdışı, dile gelmeyen boyutlarını da kapsaması gerektiği farzedilebilecek bir ideoloji tanımına geçiş gerçekleşir.” Bilinç dışını ve kurumsallığı ideolojinin ayrılmaz boyutları olarak gören Althusser, bu iki görüşü de Gramsci’den miras almıştır. Althusser, kapitalizmdeki iktidar ve ideoloji ilişkisini ortaya çıkarmayı amaçlarken Gramsci’ye benzer bir şekilde açık bir zora dayanmayan yönetim süreci üzerine odaklanmıştır. Althusser için ideoloji, toplumsal bütünlüğü (formasyon) yeniden üreten temel bir işlev üstlenmekte, siyasal ve ekonomik iktidar bunu ideolojik bir ikna yoluyla gerçekleştirmektedir.288 Geleneksel Marxist ideoloji tartışması açısından yanlış bilinç kavramının merkezi bir önemi söz konusu olmuştur. Bu açıdan Althusser de Gramsci gibi ideolojinin yanlış bilinç olarak anlaşılmasına karşıdır. “Bu kısmen, onun esas olarak, ideolojinin olası yanlışlığından çok, yerine getirdiği işleviyle ilgilenmesinden, daha da önemlisi, ideolojiyi insanların zihinlerinin bir ürünü olarak değil, insanların ne düşüneceğini tanımlayan ve bizim 286 Özbek, 2003: 161. 287 Dağtaş, 1999: 30. 288 Üşür, 1997: 41. 119 toplumumuzda, kiliseler, okullar ve sendikalar gibi ‘devletin ideolojik aygıtları’ dediği kurumlarda cisimlenen yalancı bir maddi varlığa sahip olarak görmesidir”.289 Yanlış bilinç olarak ideoloji görüşüne karşı Althusser’in görüşleri, Eagleton’ın290 belirttiği gibi son derece etkili olmuştur: Hiç şüphe yok ki Althusser, salt rasyonalist olan her ideoloji kuramına –– yani ideolojinin sadece gerçekliğin çarpıtılmış tasarımları ve ampirik olarak yanlış olan önermeler toplamından oluşmakta olduğu fikrine–– öldürücü bir darbe indirmiştir. Althusser’e göre, ideoloji, tam tersine, temelde dünya ile aramızdaki bilinçdışı, duygulanımsal ilişkilere, toplumsal gerçekliğe düşünce-öncesi bağlanma yollarımıza anıştırmada bulunur. İdeoloji, bu gerçekliğin, görünüşten kendiliğinden bir deneyim biçiminde bize nasıl “geldiği”yle ilgili bir meseledir; insanî öznelerin bu gerçeklik içinde nasıl sürekli “sözkonusu oldukları”yla ilgili bir meselesidir; kendileri olmanın hayatî önem taşıyan parçası olarak toplumsal yaşamla aralarındaki ilişkilere yatırım yapmaları meselesidir. Althusser, ideoloji ve bilim arasında bir kopmanın olduğunu ileri sürmesi ve bu anlamda Lukács’dan farklı olarak bilimin doğru bilgiye tarihsel koşulardan bağımsız olarak ulaştırabileceğini savunması açısından Marxist gelenekteki tarihsist bakış açısını reddeder. Althusser, ideolojiyi, ekonomik temelli altyapı/üstyapı çizgisinden açıklamaya çalıştı ama ekonomik determinizmden de kaçınmaya çalıştı. O, altyapı ve üstyapı sorununun yeniden üretim üzerinde odaklanarak çözülebileceğini ileri sürdü. Bu çerçevede aynı zamanda Marxist geleneğe kendisine özgü ideoloji görüşünü geliştirerek katkıda bulundu; üretim ilişkisinin ve emek gücünün mevcut kurallara boyun eğerek yeniden üretildiklerini vurguladı. Bunların devlet iktidarından çok ideoloji aracılığıyla yeniden üretildikleri görüşünü savundu. “İdeoloji, üretim koşullarını yeniden üreterek iş görür, bunu da bireyleri sorgulayarak ve onların sisteme tabi özneler olduğunu varsayarak başarır. Sorgulama sürecinin doğasında yeni oluşmuş özneler, varlık koşullarını bir tasarım biçiminde ifade edeceklerdir, yani boyun eğişlerini özgürce seçtiklerini zannedeceklerdir. İşte bu nedenle 289 McLellan, 1999: 50. 290 Eagleton, 1996: 41-42. 120 ideoloji doğru bilgi üretemez. Bilim ise tersine bundan ‘daima tamamen ayrıdır’ ve ‘ideolojiyi tüm şekilleriyle eleştirmeye’ muktedirdir”.291 Geleneksel Marxist anlayışa göre altyapı olarak ekonomi, üstyapı olarak ideolojinin belirleyicisi olarak ele alınmıştır. Althusser, Marx İçin’de özellikle Engels’in ekonominin son kertede belirleyici olmasıyla ilgili görüşüne karşı çıkmıştır. Bu çerçevede onun yaptığı en önemli katkı, “egemen yapılar” ve “göreli özerklik” kavramlarını geliştirmek ve eklemlenme kavramını ayrıntılandırmak olmuştur. “Bu düşüncelerin, Fransa, İngiltere ve diğer birçok Avrupa ülkesinde… Marxist teori, sosyoloji ve kültürel, edebi ve film incelemeleri üzerinde muazzam bir etkisi olacaktı”.292 Marx, toplumsal yapıyı kendine özgü bir şekilde eklemlenen “düzey” ya da “kerte”lerden oluştuğunu düşünmüştür. “Altyapı ya da ekonomik temel (üretici güçler ile üretim ilişkilerinin ‘birliği’) ile kendisi de iki ‘düzey’ ya da ‘kerte’: Hukuki, siyasal (hukuk ve devlet) ve ideoloji (çeşitli ideolojiler; ahlaki, dini, hukuki ve siyasal vb.) içeren üstyapı”.293 Althusser’in vurguladığı ise geleneksel Ortodoks anlayışın tersine ekonomik temelin bir parçası olarak veya bir gölge fenomen olarak değil “son kertede ekonomik pratikle belirlenmekle birlikte, kendi özerk belirleyici etkisi olan, maddi bir pratiktir”.294 Üşür’ün295 ifadesiyle “Klasik kuramlardaki toplumsal bütünlük sorunsalı altyapı ve üstyapı metaforu ile tanımlanıp ilişkilendirilirken Althusser bu bütünlüğü ekonomik, politik ve ideolojik düzeylerin birbiri karşısındaki görece özerkliği ve ideolojik düzeyin bir bütün olarak toplumsal sistemi yeniden- üretme işlevi çerçevesinde kuramlaştırır.” Althusser’in Marxist ideoloji kuramına yaptığı en orijinal katkılardan biri, ideoloji ile bilim arasında yaptığı ayrımdır. Onun bu ayrımına kadar örneğin Lenin ve Lukács’ın ideoloji görüşünde bir bilim/ideoloji ayrımı 291 Larrain, 1995: 89. 292 Barret, 2000: 56-57. 293 Althusser, 1991: 25. 294 Belge, 1991: 9. 295 Üşür, 1997: 41. 121 bulunmamaktadır.296 Barret’in297 ifadeleriyle “İdeoloji ile bilgi ayrımının temelinde yatan epistemolojik konular henüz çözülmüş olmaktan uzaktır ve belirlenim ve toplumsal bütünlük konusu, her zamankinden daha tartışmalıdır… İdeoloji kavramı etrafındaki tartışmalar, en iyi, Marxizmin bu çağdaki mirası değerlendirilerek anlaşılır. Daha önce sözedildiği gibi, bugün çok daha geniş bir teorik ve kültürel referans çerçevesinde ele alınsa da, ideoloji kavramı esas olarak Marxist bir kavramdır. Betimleyici bir değer ve kültür anlatımına karşıt olarak güçlü bir ideoloji teorisinin, sadece Marxizm içinde işlendiği de ileri sürülebilir. Post-yapısalcılığa ve post- modernizme götürdüğü kesinlikte bizi “post-Marxizm”e de götüren toplumsal teorideki gelişmeler, Marxist çerçevenin kimi temel varsayımlarının inandırıcı eleştirilerini sunmaktadır.” Bilimin ideolojiden epistemolojik bir kopma gerektirdiğini ileri süren Althusser, Marx’ın eserinin, “yarı-Hegelci hümanist ve tarihsist” olarak gördüğü gençlik dönemi ile kapitalist toplumun yapısı hakkında bilimsel keşifleri yansıtan olgunluk dönemi arasında da bir uzaklaşmanın olduğunu ileri sürer. “Althusser, pratikte, basitçe bir söylemin diğerinden üstünlüğünü anlatmak için bilim/ideoloji ayrımını sık sık kullanır. Althusser, Hegelci Marx ile bilimsel Marx arasındaki mesafenin, çoğunlukla “epistemolojik bir kopuş” diye işaret edilen (Gaston Bachelard izlenerek) bir kopuş ya da kesintiden söz etmemize olanak sağlayacak kadar büyük olduğu sonucuna vardı. Althusser’in 1966’da yazdığı Marx İçin adlı eserinde ideoloji ve bilimle ilgili görüşleri, sol entelektüelleri arasında büyük bir ilgi odağı haline geldi. Ona göre ideoloji, “pratik toplumsal işlevin” “bilgi olarak işlev”den daha önemli olması nedeniyle bilgiden ayrılmaktadır. Bu açıdan ideolojiyi insanlarla onların dünyası arasında yaşanan ilişki olarak görmektedir. Bu ilişki hem gerçek hem de imgeseldir; yani yalnızca bilinçli düzlemle sınırlı değildir. “Genel bir temsiller sistemi olarak ideoloji, Althusser’e göre, toplumsal 296 Barret, 2000: 49. 297 Barret, 2000: 58. 122 bütünlüğün “organik” ya da “ayrılmaz” parçasıydı ve geleceğin komünist toplumunda bile ideolojinin her zaman var olacağını savunuyordu”.298 Althusser’in Marxist ideoloji anlayışına katkısı iki temel kategoride ele alınırsa bunlar; insanların özgür olmadığı, toplum tarafından belirlendiği ve ideoloji ile bilimi kesin olarak birbirinden ayırması olarak ifade edilebilir. 299 Ancak ideolojiyle ilgili birçok yazar kesin bir ideoloji-bilim ayrımı yapmanın güç olduğunu iddia eder. Althusser’in katı ideoloji bilim ayrımının tersine her bilginin “zorunlu olarak toplumsal olduğu için, nesnel ya da bilimsel bilgiden söz edilemeyeceği”ni savunanların sayısı da oldukça fazladır. 300 Buna ek olarak Althusser’in “felsefenin her zaman bilimlerden sonra geldiği, bilimsel gelişmelerin izleyicisi olarak felsefelerin oluştuğu saptaması” da oldukça fazla tartışılmıştır.301 Bu tür eleştirilere karşın Althusser, Marxizmin “bilimsel” statüsünün en önemli savunucusu ve “tarihsizm”in en önemli eleştiricilerinden birini geliştirmiştir.302 Marxizme bilimsel bir nitelik kazandırmaya çalışan Althusser’e göre ideoloji, insanların gerçek varoluş koşullarıyla ilişkilerini hayali bir biçimde yaşadıkları temsilleri ve söylemleri sağlar. Ancak “ideolojinin bir parçası, en az ideolojik olmadığı söylenen pratikler kadar ‘gerçek’ ya da ‘maddi’ydi, çünkü bu pratiklerin sonuçlarını etkiliyordu. İdeoloji, yarattığı etkiler gerçek olduğu için, ‘gerçek’ti. İdeoloji belirliydi çünkü yerine getirilmesi gereken öbür koşullara bağımlıydı”.303 Eagleton’ın304 ifade ettiği gibi “Althusser’e göre, dünyaya dair tasarım veya betimlemelerin ya doğru ya da yanlış olduklarından söz edilebilir; fakat ona göre ideoloji, temele inildiğinde, hiç de bu tür bir betimleme meselesi değildir ve dolayısıyla doğruluk ve yalınlık 298 Barret, 2000: 48. 299 McLellan, 1999: 49-50. 300 Barret, 2000: 50. 301 Özbek, 2003: 168. 302 Barret, 2000: 35. 303 Hall, 1994: 93. 304 Eagleton, 1996: 41. 123 ölçütleri de ideolojiyle büyük ölçüde alakasızdır. Althusser’e göre, ideoloji gerçekten de temsil eder –ama temsil ettiği şey, benim, bir bütün olarak toplumla olan ilişkilerimi ‘yaşama’ biçimimdir.” Althusser’in Marx İçin adlı eseriyle daha sonraki Devletin İdeolojik Aygıtları adlı çalışması arasında önemli bir tutarlılık ve süreklilik bulunmaktadır. O, ideolojinin, “insanların onunla tarihsel dünyayla ilişkilerini yaşadıkları bir temsiller sistemi” olduğunu ileri sürer. İdeolojinin kendine ait bir mantığı vardır ve temsiller terimi “duruma bağlı olarak imgeleri, mitleri, düşünce ve kavramları” tartışma olasılığına imkân verir. İdeoloji her toplumun organik bir parçasıdır ve toplumların tarihsel yaşamının temelinde yer alır. Böylece ideoloji insanın bilinçli inançlarıyla etkinlik kazanmaz bunun tersine ideolojiler insana dayatılan yapılardır. İnsanların tarihle ilişkileri Lacancı anlamda “gerçek” ve “imgesel” olarak birbirinden ayrılır. Althusser, ideoloji tanımını bu ayrımdan hareketle geliştirir. Ona göre ideoloji, “karmaşık bir ilişkiler arası ilişkidir. Zira ideolojide insanlar, sadece kendileri ile kendi varoluş koşulları arasındaki ilişkiyi (“gerçek” bir ilişki) ifade etmez, bu ilişkiyi yaşama biçimini de (“imgesel” bir ilişki) ifade ederler”.305 Althusser’e göre ideoloji, “bir gerçekliği betimlemekten çok, bir istek, bir umut ya da bir nostaljiyi” ifade eder.306 İmgesellik kavramı öznenin inşası ve yansıtma temalarıyla yakından ilişkilidir. Althusser bu konudaki düşüncelerini geliştirirken Lacan’ın adlandırmayla ilgili görüşlerine başvurur. Ancak Althusser, Lacan’ın teorilerini aynen almayıp çok farklı bir biçimde kullanmıştır. Buna en iyi örnek ise Lacan’ın “imgesel” terimidir. Lacan’a göre imgesel, üç düzeyde ele alınabilir: İmgesel, simgesel ve gerçek. “Althusser, Lacan’ın çocuğun öznelliğinin inşasında önemli bir an olarak ünlü ‘ayna imgesi’ teorisini çağrıştırarak, yansıtma süreçleri söz konusu olduğu için ideoloji yapısının “yansıtıcı” bir yapı olduğunu ileri sürer. Bunun birinci yanı, bireysel öznelerin, Althusser’in 305 Barret, 2000: 96. 306 Eagleton; 1996: 42. 124 Hıristiyan din ideolojisi örneğinde Tanrı olan hâkim ideolojik Özne’nin imgesinde ya da onun yansıtmaları olarak inşa edilme şeklidir... Althusser’e göre ideolojik sürecin tamamı kuşkusuz yansıtıcıdır; çünkü, öznelerin birbirlerini ve kendilerini özne olarak tanımaları için bu ayna imgesi zorunludur”.307 Althusser’in özne düşüncesinin en önemli yönlerinden biri, bir toplumsal bütünlükte veya formasyonda insanların kendilerini daha önceden belirlenmiş belirli ilişkiler içinde bulmalarıdır. Bu anlamda, “Toplumsal formasyonun pratikleri (ki bunlar son kertede üretici güçlerin gelişme düzeyince belirlenmiştir) içinde insanların oynayacakları roller de çizilmiştir. Bu nedenle, bir toplum, bireyler-arası ilişkilere indirgenemez. Çünkü bireyler bu ilişkilere, belirleyici özneler olarak değil, kendileri ilişkiler içinde belirlenen bireyler olarak girmektedirler”.308 Bireyler belirlenen bir durumdadır ve onların eylemleri ve düşünceleri, içlerinde yer aldıkları yapılar ve konumlar tarafından belirlenir. Althusser ideoloji ile ilgili üç ana tez ileri sürer ve bunları şöyle sıralar: “İdeolojinin tarihi yoktur”; “İdeoloji bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla aralarındaki hayali ilişkilerini temsil eder, bu ilişkilerin bir tasarımıdır”; “ideoloji bireyleri özne olarak çağırır”.309 Althusser’in düşüncesinde “ideoloji bir sunumlar sistemidir, ‘fakat çoğu durumda bu sunumların ‘bilnçle’ hiçbir ilgisi bulunmamaktadır: bunlar genellikle hayaller, kimi zaman da kavramlardır fakat her şeyin üzerinde insanlığın büyük çoğunluğunu ‘bilinçleri’ aracılığıyla değil, yapılar olarak (as structures) ikna eder".310 İdeolojiyi anti-hümanist bir açıdan çözümleyen Althusser, Marx’ın eserlerinin bu açıdan okunması gerektiğini ileri sürer. Ona göre erken döneminde Kant, Fichte, Hegel ve Feurbach’dan etkilenen Marx, daha sonra 307 Barret, 2000: 114- 115. 308 Belge, 1991: 10. 309 Kazancı, 2006: 5. 310 Larrain, 1995: 91. 125 kendi idealist geçmişinden kopmuş ve “teorikanti-hümanizm” olarak betimlediği yeni bir yöntem geliştirmiştir Althusser’e göre hümanizm sadece bir ideoloji, sosyalizmin ise bilimsel bir anlayıştır. O, çoklarının düşündüğünün aksine Marx’ın sadece hümanist değil aynı zamanda olumlu anti-hümanist de olduğunu ileri sürdü. Buna göre, erken döneminde yabancılaşma tezlerini, insan ile doğa arasındaki ilişkiyle ilgili varsayımlarına dayandırmaya çalışan Marx, sonradan çabasını bu görüşün yanlışlığına dayandırmaya ayırmıştır.311 Barret’in312 ifadesiyle “Althusser’in hümanizmin asli ‘ideolojik’ niteliğiyle ilgili tutumu, açıkça, bilim ile ideoloji arasında açık bir ayrımı formüle edebildiğine dair ısrarlı iddiasıyla bağlantılıdır… Onun ‘Marxizm ve Hümanizm’ başlıklı denemesi, ‘sosyalist hümanizm’e eleştirel bir tutum alarak başlar… Marxist kavrayış çerçevesinde ‘sosyalizm’ kavramı aslında bilimsel bir kavramdır, ‘hümanizm’ kavramı ise ideolojik bir kavramdan başka bir şey değildir ve ikisini ayıramamanın kafa karışıklığına ve yanılgıya yol açacağı uyarısında bulunur.” Althusser’in ideolojiyle ilgili en önemli çalışmalarından bir olan, “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları” adlı makalesi iki bölümde ele alınabilir. İlk bölümde, Althusser’in Marxist düşünce açısından son derece büyük yankıları olan bir düşünceyi, yani, yalnızca üretimi çözümlemekle sınırlanmadan “yeniden üretim” özellikle de toplumsal bir oluşumun zamanla kendini yeniden üretmesi konusundaki tezi geliştirdiği görülür. 313 “Althusser, işbölümü, emek gücünün yeniden üretiminde ailenin rolü ve epeyce gevşek tanımlanan “üretim ilişkileri” üzerinde yoğunlaşarak, pratikte, şaşırtıcı bir “sosyolojik” yeniden üretim anlatımına ulaştı. Gramsci’nin devlet ve “sivil toplum” ayrımını izleyen Althusser, devletin baskıcı aygıtları (ordu, polis vb.) ile Gramsci’nin sivil toplum kurumlarını anımsatan devletin ideolojik aygıtları (siyasi partiler, kilise, eğitim, aile, medya, sendikalar vb.) arasına bir ayrım 311 Barret, 2000: 98. 312 Barret, 2000: 100. 313 Barret, 2000: 109. 126 koydu”.314 Devletin baskıcı aygıtları, kapitalist toplumlarda giderek daha fazla geri planda kaldığı halde devletin ideolojik aygıtlarının önemi artmaktadır. Althusser, “İdeoloji Üzerine” alt başlığıyla başlayan denemenin ikinci bölümünde Lacancı bir temele dayanan adlandırma düşüncesi üzerinde odaklanmakta ve ilk çalışmalarında ortaya konulan “(bireylerin kendi tarihsel varoluş koşullarıyla yaşanan ilişkileri olarak ideoloji)” şeklindeki ideoloji kuramını ayrıntılı bir şekilde ele alır.315 Özetlersek Althusser’in birinci tezine göre, “ideoloji, bireylerin kendi gerçek varoluş koşullarıyla imgesel ilişkilerini temsil eder.” Ancak, Althusser’in bu varoluş koşullarını –“son kerte” ifadesiyle- üretim ilişkileriyle ilişkilendirdiğini görmekteyiz. Bu da bizi Althusser’in “ideoloji, her zaman maddi aygıtlarda var olur ve pratikleri, dolayısıyla varoluşu maddidir” şeklindeki ikinci tezine getirir. Maddilik kendisini okul, kilise gibi aygıtların işleyişinde ve bunlarla ilgili pratiklerde gösterir. Bununla ilgili olarak Althusser’in merkezi tezi, “ideoloji, bireyleri özneler olarak adlandırır” şeklinde ifade edilir.316 Bireyler, maddi koşullarında içlerinde bulundukları yapılar tarafından belirlendikleri halde ideolojinin etkisi dolaysıyla özneler olarak görülürler. Althusser, tüm siyasal sınıf mücadelelerinin devlet çerçevesinde yani iktidarının herhangi bir sınıf tarafından elde tutulması, yani elde edilmesi ve korunması çevresinde döndüğünü ileri sürer. Bu durum, bir tarafta siyasal sınıf mücadelelerinin hedefi olarak devlet iktidarının elde edilmesi ile devlet aygıtını birbirinden ayırmayı gerektirir.317 İktidarın iki yolla gücünü ve devamlılığını sağladığını iddia eden Althusser, bunları da baskı aygıtları ve ideolojik aygıtlar olarak sınıflandırır. 314 Barret, 2000: 109. 315 Barret, 2000: 110. 316 Barret, 2000: 113-114. 317 Althusser, 1991: 30. 127 “Devlet teorisini geliştirmek için, yalnızca devlet aygıtı ile devlet iktidarı ayrımını değil aynı zamanda açıkça devlet’in (baskı) aygıtının yanında olan fakat onunla karıştırılmaması gereken bir gerçeği de göz önüne almak zorunludur. Bu gerçeğe kendi kavramının adını vereceğiz: Devletin İdeolojik Aygıtları”.318 Devletin ideolojik aygıtları (DİA), devletin (baskı) aygıtlarından farklıdır. Marxist teoride, devlet aygıtı, “Hükümet, Yönetim, Ordu, Polis, Mahkemeler, Hapishaneler” ve benzerini kapsar, bunlar da Althusser’in devletin Baskı Aygıtı olarak adlandırdığı şeyi oluşturur. Althusser devletin ideolojik aygıtlarını; Dini DİA, öğretimsel DİA, aile DİA’sı, hukuki DİA, siyasal DİA (değişik partileri de içeren sistem), sendikal DİA, haberleşme DİA’sı (basın, radyo-televizyon vb.), kültürel DİA (edebiyat, güzel sanatlar, spor vb) olarak kabul eder.319 Her iki aygıt türü de iktidarı pekiştirmenin yolları olmasına karşın her birinin iktidarın yararına çalışma biçimi çok farklıdır. Baskı aygıtları zora dayalı olarak, ideolojik aygıtlar ise düşünceler ve fikirleri gönüllü bir şekilde benimseterek iktidarın işleyişini ve sürekliliğini sağlar. Devletin baskı aygıtları ile ideolojik aygıtları arasındaki farkları Althusser şöyle açıklar; “devletin bir tek (baskı) aygıtı varsa, çok sayıda DİA olduğunu gözlemleyebiliriz… İkinci aşamada, devletin birleşik (baskı) aygıtının tümüyle kamu alanında yer almasına karşın DİA’’ların (görünüşteki dağınıklıkları içinde) en büyük bölümünün özel alanda bulunduğunu saptayabiliriz. Kiliseler, partiler, sendikalar, aileler, bazı okullar vb. özeldir… kamu statüsüne sahip bulunmayan kurumları ne hakla DİA’lar olarak kabul ettiğimizi sormak için ikinci gözlemimize itiraz edenler olacaktır… DİA’ları oluşturan kurumların özel ya da kamusal olması pek önemli değildir. Önemli olan işleyişleridir. Özel kurumlar aynen DİA’lar gibi “işleyebilir”ler. Bunu ispatlamak için DİA’lardan herhangi birinin biraz derinlemesine bir analizi yeterli olacaktır.” Tüm bunlardan sonra Althusser ideolojik aygıtlarla baskı aygıtları arasındaki temel farkın işleyişlerindeki fark olduğunu vurgular. Baskı aygıtları zora dayalı işlerken DİA’lar ideoloji kullanarak işler. Ancak bu ayrımı 318 Althusser, 1991: 32-33. 319 Althusser, 1991: 33-34. 128 yapan Althusser hem devletin baskı aygıtlarının hem de ideolojik aygıtların tamamen birbirlerinden soyutlanmadığını baskının ve ideolojinin iç içe olduğunu da vurgular.320 Başka bir deyişle devletin baskı aygıtları baskıya öncelik verirken ideolojik aygıtların önceliğinin ise ideoloji olduğu söylenebilir.321 Baskı aygıtları ile ideolojik aygıtlar arasında birbirini destekleyen yerleşik bir ilişki bulunmaktadır. Althusser’in322 ifadesiyle, “sömürü ilişkileri olan üretim ilişkilerinin yeniden-üretiminin siyasal koşullarını, Devlet (Baskı) Aygıtı olarak, baskı (fiziksel ya da değil) ile sağlamaktır. Devlet aygıtı yalnızca kendi yeniden- üretimine önemli bir ölçüde… katkıda bulunmaz, fakat devlet aygıtı aynı zamanda ve özellikle, baskı yoluyla… DİA’ların işleyişinin siyasal koşullarını sağlar.” Özetle ideolojik aygıtların yaygınlığı, sömürü ilişkilerinin yalnızca baskı yoluyla değil, insanların fikirlerini ve düşüncelerini olduğu kadar davranışlarını yaşamın her alanında etkileme yoluyla sürdürüldüğünü göstermektedir. DİA’larının işleyişiyle ilgili biraz ayrıntılı bir şekilde bir örnek olarak, Barret’in323 ortaya koyduğu gibi, Althusser’in DİA’larından biri olarak okul hakkındaki görüşleri üzerinde durulabilir. Her şeyden önce okul, devletin hâkim ideolojik aygıtıdır. Böyle olmasının ilk nedeni, daha ilkokul çağından itibaren çocuklara egemen ideolojiyi şırıngalamasıdır. Bunu ya doğal tarih ve edebiyat gibi “know-how”larla ya da etik ve yurttaşlık gibi resmi ideolojiyi doğrudan taşıyan vasıtalarla gerçekleştirir. İkinci olarak, onlu yaşların ortalarında, bu kitlenin köylüler ve işçiler gibi bir kısmını dışarıya iter; teknisyenler, sekreterler ve örgütlerde alt düzey yöneticiler biraz daha ileri gider; entelektüeller, yöneticiler, politikacılar ve yöneticiler gibi kitlenin diğer bir kısmı zirveye çıkar. Üçüncüsü, bu yolda dışarıda tutulan kitlenin 320 Althusser,1991: 33-35. 321 Althusser, 1991: 38. 322 Althusser, 1991: 39. 323 Barret, 2000: 30-31. 129 toplumdaki rolüne uygun ideoloji pratik verilir. Böylece, işçilerin, apolitik bir bilinci, yöneticilerin “insan ilişkileri” olur, “baskı araçları itaati güçlendirebilir; ideologlar bilinci manipüle edebilirler”. Dördüncü olarak, sömürenler ile sömürülenler arasındaki ilişkilerin yeniden üreten mekanizmalar, bu durumları gizler ve “okulu ideolojiden arınmış tarafsız bir ortam gibi gösteren evrensel olarak egemen bir ideolojiyle” kaplar ve gizler. 1.3.6. Post-Marxizm, İktidarın İdeolojik ve Söylemsel Biçimleri Son zamanlarda yeni-Marxçı kuramda önemli değişiklikler ortaya çıkmış, bu kuram içindeki bazı yaklaşımlar, yeni-Marxçı kuramın temel öncüllerini olduğu kadar Marx’ın kendi kuramını da reddetmeye başlamışlardır. Bu nedenle bu kuramlar, post-Marxizm olarak adlandırılır. Onlar, Marxçı kuramın temel iddialarını reddettikleri halde yeni-Marxçı kuram içinde görülebilecek kadar Marxçı kurama yakındırlar ve Marxçı kuram ile diğer kuramlar arasında sentezler yaparlar. Bu çerçevede Post-Marxist yaklaşımların ortaya çıkmasının en önemli nedenlerinden biri, 324 Post- postyapısalcılık ve postmodernizm gibi entelektüel değişimlerdir. Marxizm, Laclau’nun vardığı son nokta olarak Marxizm içindeki eleştirel görüşlerin, “post-yapısalcı” düşüncelerle buluşmasıdır. Bu açıdan postyapısalcılık, Marxist kesinliklerin sorgulanmasına yol açmış ve Barret’in 325 ifadesiyle bir “paradigma değişikliği” ortaya çıkarmıştır. Postmodern Marxist bir yaklaşımı benimseyen en önemli eser, Ernasto Laclau ve Chantal Mouffe’nin 1985’de yayınlanan Hegemonya ve Sosyalist Strateji olarak görülür. Bu eserin post-Marxist olarak kabul edilmesinin temel nedeni, “postmodernizm içinde dilbilimi, metinler ve söylem üzerinde odaklanmayı kabul ederek ideolojiyi maddi temelinden” ayırması ve toplumsal olanı, ideoloji ya da söylem içinde ele almasıdır. Onlar Gramsci’nin 324 Ritzer, 2013: 317-318. 325 Barret, 2000: 72. 130 hegemonya kavramını, zorlayıcı devlet egemenliği yerine kültürün önceliğini vurgulamak için benimserler. Yaklaşımdaki bu kayma maddi dünyaya yönelik geleneksel ilgiden uzaklaşıp, fikirler ve söylemlere yönelme anlamına gelir. Bu bağlamda Ritzer’in326 aktardığı gibi “Kısaca, Laclau-Mouffe’nin görüşü, maddi çıkarlar diye bir şeyin olmadığı ancak onlar hakkında sadece söylemsel olarak inşa edilen fikirlerin olduğu şeklindedir”. Mouffe ile birlikte yaklaşımın post-Marxist temellerini attıkları Hegemonya ve Sosyalist Strateji adlı eserden daha önce 1977’de yayınlanan Laclau’nun Marxist Teoride Siyaset ve İdeoloji adlı eseri bu tür ilk bir yaklaşımın çeşitli öğelerini taşır. Eser, Marxist siyaset kuramındaki ‘indirgemecilik’ konusunu ele alıyor ve özel olarak da siyasal ideolojiyi sınıf ideolojisiyle özdeşleştiren görüşleri eleştiriyordu. Başka bir deyişe Laclau’nun ilgisi, ideolojinin sınıf çıkarlarına dayalı Marxist bir çözümlemeye uymayan boyutlarına yönelikti. Bu anlamda Laclau, bütünüyle orijinal bir yaklaşım geliştirdi ve Althusser’in ideolojik özneler için geçerli gördüğü adlandırma (seslenme) süreciyle ilgili görüşünün siyasal ideolojinin anlaşılmasında da geçerli olacağını ileri sürdü. “Bu, sınıfsal olmayan ideolojik öğelerin, örneğin, popüler- demokratik temaların faşist ideolojik konfigürasyonlarda birleştirilmesinde etkili olduklarını ve bu süreçlerin, tarihsel olarak ya sınıftan bağımsız ya da sınıfa eklemlenmiş olabileceklerini, fakat hiçbir koşulda sınıf ideolojilerine indirgenemez olduklarını görmemize olanak sağlardı”.327 Hegemonya ve Sosyalist Strateji’de Laclau ve Mouffe’nin geliştirdikleri yaklaşım açısından Marxizm, sınıfsal bir siyasal anlayışa dayanır: Sınıfların çıkarları önceden verilidir, işçi sınıfı hem siyasal hem de ideolojik olarak merkezidir ve devrimle birlikte yeni bir sosyalist toplumsal düzen kurulduğunda siyaset lüzumsuz olacaktır. Onlar, bu anlayışın temelini eleştirmelerine karşın Marxizmi ortadan kaldırmadıklarını ileri sürerler ve 326 Ritzer, 2013: 324. 327 Barret, 2000: 68-69. 131 “Post-Marxist oldukları kadar post-Marxist de oldukları konusunda” ısrar ederler.328 Maddi çıkarların yerine fikirleri geçiren ve proletaryanın ayrıcalıklı konumunu reddeden Laclau ve Mouffe, sınıf konusunu öznel ve söylemsel açıdan ele alırlar. Bu anlamda proletaryanın evrensel söylemi “yerine, her biri kendi indirgenemez söylemsel kimliğini inşa eden seslerin bir polifonisini” geçirirler. Bu yolla Marxçı kuram sadece proletarya üzerinde odaklanmak yerine “kadınlar, siyahlar, çevreciler, göçmenler ve tüketiciler gibi çok çeşitli mülksüzlerin” farklı söylemleri üzerinde odaklanır. Proletaryaya verilen merkezi ilginin reddedilmesinin yanında proletaryanın kurtuluşu demek olan komünizm de reddedilir ve bunun yerine demokratik değerlerin ve pratiklerin çoğaltılmasını kapsayan “radikal demokrasi” denilen bir sistem önerilir. Böyle bir demokrasi anlayışı, farklı kimlikler için mücadele eden grupların bir araya gelmelerini gerektirir. Radikal demokrasi, kapitalizmin sona erdirilmesi amacına bağlı kaldığı halde tüm eşitsizliklerin yok olmayacağını savunur.329 Toplumdaki egemenlik altındaki grupların özgürleşimine ilgi gösteren ve iktidar ilişkilerini bu doğrultudaki bir toplumsal değişim amacıyla çözümleyen Fairclough ve Wodak’ın yaklaşımları ile Laclau ve Mouffe’ninkiler arasında koşutluklar bulunmaktadır. Daha özel olarak bu tür yaklaşımların benimsediği eleştirel söylem çözümlemesi, ırkçılık, cinsiyetçilik gibi alanlarda bulunan baskıya karşı tutum alır. Post-Marxist bir bakış açısıyla ekonomik boyutları vurgulamak yerine Gramci’nin hegemonya kavramının kültürcülüğünü benimser.330 Laclau ve Mouffe, görüşlerini Gramsci okumasına dayandırırlar ve kilit sorunun, ideolojinin nasıl görüldüğüyle ilgili olduğunu ileri sürerler. Bu çerçevede Gramsci’nin hegemonya ideolojinin anlaşılmasında 328 Barret, 2000: 73-74. 329 Ritzer, 2013: 324-325. 330 Carpentier ve De Cleen, 2007: 276. ve determinist ideoloji modelden hakkındaki fikirlerini, uzaklaşmak olarak 132 yorumlarlar. Onlara göre Gramsci, egemen sınıfın ortaya koyduğu ideolojik öğelerin, zorunlu olarak sınıfsal olmadığını savunmuştur. Sonuç olarak onlar, ekonominin iç yasalarının olduğu tezini ve sınıf temelli çözümlemeyi yadsırlar.331 Hegemonya, belirli bir üstünlük biçiminin zora dayalı değil kültürel üretime dayalı olarak sürdürüldüğünü vurgulayan bir kavramdı. Bu anlamda Hall’un332 belirttiği gibi ideolojik zorla değil, “Hegemonya, belli oluşumların tahakkümlerinin kültürel önderlikle sağlandığını ima ediyordu. Hegemonya, toplumdaki asli ekonomik süreçler üzerinde etkili bir üstünlük sağlamış olan başat bir sınıf ittifakının ya da yönetici bloğun, bir toplumun hayat tarzlarını, adetlerini ve anlayışlarını, bizatihi biçimini, kültür ve medeniyet düzeyini, doğrudan doğruya tikel bir sınıfın dar çıkarlarına yarar sağlamasa bile, bir bütün olarak hayatın başat toplumsal ve üretim sisteminin gelişimini ve genişlemesini destekleyen bir yönde dönüştürebilecek ve yeniden biçimlendirebilecek şekilde toplum üzerinde sağladığı üstünlüğünü geliştirdiği ve yaydığı tüm süreçleri kuşatır”. Laclau ve Mouffe’nin post-Marxizmine en önemli eleştiriler, Hunter ve Geras tarafından yöneltilmiştir. Bu eleştirilerin odak noktasında, onların her şeyi söylem olarak görmekle idealizme bağlı kaldıkları şeklindeki görüş bulunmaktadır.333 Ancak Barret334 bu eleştiriye katılmaz çünkü onların temel amacının bütünlük fikrini eleştirmek ve mutlak sabitliği reddetmek olduğunu düşünür. Laclau ve Mouffe’nin söylem kavramı, Foucault ile bazı benzerlikler taşısa da ondan farklılıkları da bulunmaktadır. Onların “söylem kavramı, toplumsal ve tarihsel görüngülerin farklı bir çerçevede çözümlenmesini yeniden düşünmelerine olanak veren materyalist bir kavramdır. ”Barret’e göre onlar, geleneksel Marxizmdeki maddi/ideal karşıtlığıyla ilgili tartışmanın temel 331 Barret, 2000: 74-75. 332 Hall, 1994: 97. 333 Ritzer, 2013: 329. 334 Barret, 2000: 77. 133 varsayımlarını reddederler ve açık bir dille reddettikleri taraflardan biri olan idealizm konumuna yerleştirilmeleri yanlıştır. Laclau ve Mouffe’nin Hegemonya ve Sosyalist Strateji’si Foucault’nun söylem üzerine kuramsal değerlendirmelerinden sonra söylem kuramına ve sosyal bilimlerdeki “dilbilimsel dönüş”e en fazla katkıda bulunan eserlerden biridir. Carpentier ve De Cleen’e335 göre bu eserin önemi üç düzeyde ele alınabilir. Birincisi, toplumsal ontolojiyle ilgilidir ve idealizm ile maddecilik, yapı ile faillik arasında kurduğu bağlantıdır. İkincisi, siyasal kimlik kuramı açısından toplumsal karşıtlığı ve hegemonyayı ele alması ve söylemler ve kimlikler üzerinde odaklanarak onların arasındaki bağları vurgulamasıdır. Üçüncüsü, Laclau ve Mouffe kendilerini sosyalist ideale bağlı görseler de post-Marxist yaklaşımlarının merkezinde bulunan radikal demokrasi talebi dolayısıyla demokratik kurama yaptıkları katkıdır. Bu çerçevede Carpentier ve De Cleen, medya çalışmalarında eleştirel söylem kuramına kayda değer bir ölçüde başvurulmasına karşın Laclau ve Mouffe’nin söylem kuramının görece az ilgi gördüğünü oysa her iki kuram arasında ortak yönlerin bulunduğunu ve medya çalışmalarının söylem kuramından yararlanabileceğini vurgularlar. Eleştirel söylem çözümlemeleri, iktidarın yanlış kullanımları üzerinde odaklanan ve metinlerin dilbilimsel ve anlambilimsel boyutlarını, toplumsal ve siyasal çerçeve içinde inceleyen bir bakış açısıdır. Bu anlamda eleştirel söylem çözümlemeleri, egemenlik, ayrımcılık, iktidar ve denetim ilişkilerinin açık veya örtük bir şekilde dilde nasıl bulunduğunu başka bir ifadeyle dildeki toplumsal eşitsizlikleri ele almaktadır.336 Bu bakış açısının oluşması ve gelişmesi üzerinde Foucault, Bourdieu, Gramsci, Habermas ve Giddens gibi çok çeşitli düşünürlerin çalışmaları etkide bulunmuştur. 1970’lerde eleştirel dilbilim görüşü çerçevesinde yapılan metin çözümlemelerinin öncülük eden bir katkısı bulunmasına karşın eleştirel söylem çözümlemesi 1980’lerde ve 335 Carpentier ve De Cleen, 2007: 266. 336 Huckin, Andros ve Clary-Lemon, 2012: 108-109. 134 1990’larda Fairclough, Wodak, Kress, Teun Van Dijk ve Theo van Leeuwen’in çalışmalarıyla birlikte kendine özgü nitelikler ve ilkeler kazanmıştır. Bu ilkelerin en önemlileri şu şekilde özetlenebilir: eleştirel söylem çözümlemesi, toplumsal sorunlar üzerinde odaklanır; iktidar ilişkileri söylemseldir; söylemler, toplumu ve kültürü oluşturur; söylemin ideolojik bir işleyişi vardır; söylem, tarihseldir; söylem, bir tür toplumsal eylemdir. Temel çerçevesine bu şekilde değindiğimiz eleştirel söylem çözümlemesine Van Dijk’ın katkılarıyla daha ayrıntılı olarak ilgilenebiliriz. İktidar çözümlemesinde Van Dijk iktidarın sekiz temel özelliğini vurgular. Birincisi, toplumsal iktidar, gruplar, sınıflar ya da kişiler arasındaki ilişkinin bir özelliğidir. İkincisi, toplumsal iktidar ilişkileri, etkileşim içinde kendini gösterir ve bir tarafın uyguladığı iktidar diğer tarafın toplumsal eylem özgürlüğünü sınırlandırır. Üçüncüsü, bir tarafın diğer taraf üzerindeki iktidarı, diğer tarafın arzuları, istekleri ve planları gibi bilişsel koşulları üzerinde denetim kurma yeteneğini gerektirir. Dördüncüsü, bir tarafın sahip olduğu iktidar, kendisini yetenekli yapan kaynaklara sahip olması demektir; uyuşmazlık durumunda bu kaynakları yaptırım aracı olarak kullanabilir. Beşincisi, iktidarın uygulanabilmesi için üzerinde iktidar uygulanan tarafın, iktidar uygulayan tarafın arzu, istek, yeğleme ve niyetlerini bilmesi gerekir; emir, rica veya tehdit gibi konuşma edimlerinin dışında bu bilgiyi, kültürel inanç, norm ya da değer sağlar. Altıncısı, iktidar failleri belirli toplumsal koşullarda güçlü olabilirler diğerlerinde iktidarları sınırlı olabilir; iktidarın uygulanmasını, toplumsal etkileşim biçimi belirler. Yedincisi, toplumsal iktidarın uygulanması için önceden ideolojik bir çerçevenin olması gerekir; bu çerçeve, iletişim ve söylem yoluyla oluşturulur ve değiştirilir. Sekizincisi, iktidarın çözümlenişinde önemlidir.337 337 Van Dijk, 1994: 273-274. karşı-iktidar ve direnişin dikkate alınması 135 Van Dijk’ın338 söylem çözümlemesi, egemenliğin yeniden üretilmesinde söylemin rolü üzerinde odaklanır. O, egemenliği, “seçkinlerin, grupların veya kurumların, siyasal, kültürel, sınıfsal, etnik, ırksal ve cinsiyet eşitsizliğini de kapsayan toplumsal eşitsizliğe yol açan, toplumsal iktidar uygulamaları olarak” tanımlar. Egemenliğin yeniden üretimi, “egemenliğin az veya çok doğrudan veya açık desteklenmesi, yürürlüğe sokulması, temsili, meşrulaştırılması, inkârı, hafifletilmesi veya gizlenmesi”ni kapsar. Eleştirel söylem çözümlemesi, “metin, konuşma, sözlü etkileşim veya iletişimsel olayların hangi yapıları, stratejileri veya diğer özelliklerinin, yeniden üretim tarzlarında oynadıkları rolü” açığa kavuşturmaya çalışır. Söylemin denetlenmesine dayalı olarak toplumsal denetim sağlandığını savunan Van Dijk,339 gücü az olan insanların, çeşitli söylem ya da“ metin ya da konuşma biçimlerine daha az erişme imkânına” sahip olduklarını ileri sürer. Ona göre, güçsüz durumda olan çocuklar, mahkûmlar, davalılar ve birçok kültürde kadınların güçlü olanlar konuşurlarken sessiz kalmaları gerekir. İnsanlar, aile üyeleri, arkadaş çevreleri ve meslektaşlarıyla aktif bir konuşma olanağına sahip oldukları halde iş amirleri ve kurumsal temsilcilerle olan ilişkilerde daha pasif ve reaktif bir rol üstlenirler. Birçok resmi kurumda da durum böyledir; gerektiği yerde gerektiği ölçüde konuşmak ve enformasyon vermek beklenen uygun bir davranıştır. “Çoğu biçimsel, kamusal ya da basılı söylem tipleri açısından (kitle iletişim araçlarına ait söylem tipleri dâhil), daha güçsüz olanlar sıklıkla yalnızca alımlayan konumundadırlar.” İktidar sadece söylem içinde ya da söylem aracılığıyla ortaya çıkmaz aynı zamanda söylem ve iktidar arasında yakın bir ilişki vardır; “söylem de sınıf, grup ya da kurumun ve bunların göreceli konumunun ya da üyelerinin statüsünün sahip olduğu iktidarın oldukça dolaysız bir tezahürüdür”. Böylece iktidar, çeşitli söylem biçimlerine erişme kabiliyeti yoluyla uygulanır. Aslında 338 Van Dijk, 1993: 249-250. 339 Van Dijk, 1994: 275. 136 bu durum, söylem biçimlerinin üretiminin, “‘sembolik sermaye’ temelinde iktidar uygulayan akademisyenler gibi gazeteciler, ‘sembolik yazarlar, sanatçılar, yönetmenler, seçkinler’” tarafından denetlenmesi demektir.340 Van Dijk’ın341 geliştirdiği eleştirel söylem çözümlemesi, söylem yapıları ile toplumsal biliş yapıları arasındaki ilişkilerin önemini vurgular ve bu yapıları durumlar, bağlamlar, kurumlar, gruplar ve genel iktidar ilişkilerini ele alan toplumsal, siyasal ve kültürel kuram içinde inceler. Böylece egemenliğin söylem aracılığıyla yeniden üretiminin iki boyutu üzerinde durulur. Birincisi, metin veya konuşmanın çeşitli yapılarının üretiminde egemenliğin yürürlüğe konulması, ifade edilmesi veya meşrulaştırılmasıdır. İkincisi, bu tür yapıların alımlayanlar için işlevleri veya sonuçlarıdır. “İktidarın söylemsel (yeniden) üretimi, güçlü olanların toplumsal bilişlerinden kaynaklanır, oysa yerleşik söylem yapıları toplumsal bilişlere yol açar.” Her iki durumda da söylem ile biliş arasındaki ilişki önem kazanır ve her iki durumda da söylem yapıları aracı rolü oluşturur. Böylece, söylem yapıları, egemenliğin sembolik olarak yeniden üretilmesinin araçları olurlar. Bilişsel yapıların önemini vurgulayan Van Dijk’ın iktidar anlayışı, eleştirel söylem çözümlemesi içindeki diğer kuramcıların anlayışından farklıdır. Van Dijk, iktidarı, Foucault gibi üretken olarak değil kötüye kullanım olarak anlar. İktidar her zaman baskıcıdır ve güçlü çıkar grupları tarafından güçsüz olanlar üzerinde uygulanır. Bu iktidar kavrayışı Foucault’nun görüşlerine dayanan üretken ve baskıcı postyapısalcı iktidar anlayışlarına olduğu kadar Fairclough’a ilham veren ve failleri bir ölçüde müzakere ve direnme gücüne sahip gören Gramsci’nin hegemonya kavrayışına da terstir. Bu bağlamda Jorgensen ve Phillips342, Van Dijk’ın yaklaşımının, insanları direnme kabiliyetinden yoksun gördüğünü ileri sürer. 340 Van Dijk, 1994: 276. 341 Van Dijk, 1993: 259. 342 Jorgensen ve Phillips, 2002: 91. 137 Amerikan toplumunda iktidar biçimleri iknaya yöneliktir ve insanların zihinleri üzerindeki etkiler ekonomik olmaktan çok sembolik olarak denetlenir. Daha alt sosyoekonomik gruplar üzerinde kendini gösteren denetim, iktidarın ideoloji yoluyla uygulanması ve bunun da “kabul, müzakere, meydan okuma ve uylaşım” biçimlerini kapsaması demektir. Bu açıdan, “sosyokültürel hegemonya biçiminin yeniden üretiminde söylemin ve onun faillerinin (konuşmacılar, yazarlar, editörler vb.) oynadıkları stratejik rolün analiz edilmesi hayati bir önem taşır. Sembolik seçkinlerin kamusal metnin ve konuşmanın türlerini, başlıklarını, argümantasyonunu, sitilini, retoriğini ya da sunumunu belirlemek yoluyla bu tesir tarzı üzerinde önemli bir denetime sahip oldukları göz önüne alındığında, sembolik iktidarlarının, her ne kadar bir kısıtlanımlar dizisi içinde uygulansa da, hatırı sayılır ölçüde olduğu söylenebilir”.343 İktidarın harekete geçirilmesinde ya da meşrulaştırılmasında söylemin rolü ideoloji açısından büyük bir öneme sahiptir. “Hem ideoloji kendisi hem de bundan türeyen ideolojik pratikler sıklıkla devlet, medya, eğitim ya da kilise gibi çeşitli kurumların aracılığıyla edinilir, harekete geçirilir ya da örgütlenir. Klasik Marxist analizler daha özgül olarak belli bir dönemdeki başat ideolojinin sıklıkla ideolojik yeniden üretim araçlarını denetleyenlerin, yani yönetici sınıfın ideolojisi olduğu” şeklinde bir yaklaşımı savunur. Bu yaklaşım, yönetilen sınıflarda kendi çıkarlarının tersine yanlış bir bilinç oluşacağını, buna karşın yönetici sınıfın ya da grupların kendi ideolojilerini genel ve doğal değer, norm ve amaç olarak kabul ettirmek istediklerini ileri sürer.344 Eleştirel dilbilim ve eleştirel söylem çözümlemesine dayalı çalışmalar, metinlerin, ideolojinin oluşumunda ve sürdürülmesindeki rolüyle ilgilenmiş, söylemlerin belirli ideolojik kodlara nasıl dayandığını açığa çıkarmayı 343 Van Dijk, 1994: 278. 344 Van Dijk, 1994: 278-279. 138 amaçlamıştır. Böyle bir amaçla Wodak dil, toplumsal yapı ve iktidar arasındaki ilişkileri sorgular:345 Dilin doğallaştırılması nasıl sağlanır? Hangi söylemsel stratejiler, denetimi meşrulaştırır ya da toplumsal düzeni ‘doğallaştırır’? İktidar dilbilimsel olarak nasıl ifade edilir? Egemenliğin kabulü, meşrulaştırılması ve konsensüsü nasıl imal edilir? Kim iktidarın ve denetimin hangi araçlarına erişebilir? Kime karşı hangi biçimde ayrımcılık yapılır? Kim belirli bir söylemi hangi biçimde ve hangi sonuçlarla birlikte anlar? Kopytowska’nın aynı yerde belirttiği gibi söylem-ideoloji bağlantısını vurgulayan yaklaşımlar klasik görüşlerin ötesine geçerler. Daha spesifik olarak Fairclough’un “iktidarın modalitesi” dediği, Van Dijk’ın “toplumsal biliş” olarak gördüğü ideolojiyi söylem-toplum-biliş çerçevesine yerleştirerek incelemek, kuramsal olarak çok disiplinli ve eklektik çalışmayı, çok çeşitli türleri ve kamusal alanları incelemeyi, metinlerarası ve söylemlerarası ilişkileri çözümlemeyi gerektirir. İdeolojinin oluşumu ve dönüşümü, söylem ve iletişim mekanizmasına bağlıdır. İdeolojinin toplumsal pratik içinde oluşumu karmaşık bir süreçten geçse de inançlardan oluşan bir temele gereksinim duyar, özellikle güçlü söylemler toplumdaki inançlar aracılığıyla etkinlik kazanırlar. İnsanların zihinlerinin, kanılarının, tutumlarının ve ideolojilerinin oluşumunda ve sürdürülmesinde etkili olan kamusal bilginin, inançların hiyerarşik düzeninin ve yaygın uylaşımın gelişiminde sembolik seçkinler önemli bir rol oynar, bu açıdan, “söylem tiplerini, başlıkları, enformasyon miktarını ve başlığını, argümanların seçimini ya da sansür edilmesini ve retorik işlemlerin doğasını belirleyen sembolik seçkinler ve onların söylemidir”.346 İdeolojiler, toplumsal bir grubun üyelerinin paylaştıkları inanç sistemleridir. Van Dijk’e347 göre ideolojilerin ve diğer toplumsal temsillerin 345 Aktaran Kopytowska, 2012: iv. 346 Van Dijk, 1994: 280- 281. 347 Van Dijk, 2010: 210. 139 doğal ve soyut özellikleri, spesifik durumlar, aktörler ve olaylar yoluyla uygulamaya geçirildikleri zaman grup üyelerinin söylemi ve diğer toplumsal pratikleri üzerinde denetim gerçekleştirirler. Siyasal söylemler, grup ideolojilerini ve başka inançlarını, parti programı gibi metin veya konuşma biçiminde ifade ettiği halde siyasal söylemin birçok biçimi birey konuşmacılar tarafından üretilir. Toplumsal inançlar ile söylemlerin arasında, kişisel inançlar, kanılar ve deneyimleri gerçekleştiren “bilişsel bir arayüz” bulunmaktadır. Güçlü gruplar ya da kurumlar ekonomik, siyasal ya da ahlaki nedenler sunarak ve gerekli enformasyonun denetimini yönlendirerek kendi lehlerine olan enformasyonu seçerek aktarma ya da aleyhlerine olan enformasyonu kısıtlayarak iletişime yanlı bir karakter kazandırırlar.348 Kısaca, söylem ve iktidar çözümlemesiyle Van Dijk,349 güçlülerin, “metin ve konuşmanın maddi ve sembolik üretimini denetlemelerine ve bundan dolayı daha güçsüz olanları bilişsel olarak yönlendirmelerinin ve rızalarını kazanmalarının temelini oluşturan bilişsel süreçlerin bir kısmını denetlemelerine izin veren birçok stratejiye nasıl başvurduklarına” açıklık getirir. Çeşitli söylem tiplerinde iktidarın kendini nasıl gösterdiğini ve sürdürüldüğünü ortaya koyan Van Dijk’e350 göre, konuşma analizleri, çoğunlukla, konuşmacıları toplumsal rolleri açısından eşit varsaydığı halde konuşmacıların grup ve kurumların parçası olmalarının, diyalog üzerindeki denetim açısından farklılıklar oluşturduğunu dile getirir. Örneğin erkekler ile kadınlar, yetişkinler ile çocuklar, beyazlar ile siyahlar, zenginler ile fakirler ya da iyi eğitimli olanlar ile daha az eğitimli olanlar arasında bu tür farklılıklar meydana gelir. Burada denetim, konuşmada daha güçlü olan tarafın, konuşma sırasını tayin etmesi veya başlığı seçmesi ve değiştirmesi ve stili belirlemesi gibi konuşma süreciyle ilgili çeşitli kabiliyetlerini kapsar. Bu 348 Van Dijk, 1994: 284. 349 Van Dijk, 1994: 288. 350 Van Dijk, 1994: 289. 140 anlamda gündelik, kişisel veya resmi olmayan konuşma ile resmi, kurumsal söylem arasında bir ayrım yapmanın anlamlı olmasına karşın, resmi olmayan ya da özel söylem için de resmi ve kurumsal kısıtlamalar geçerli olabilir. Diğer taraftan, kurumsal söylem de gayrı resmi ve öbür toplumsal pratikler gibi gündelik öğeleri içerebilir. Metin ve konuşma iktidarın somutlaşmasında çok önemli bir rol oynar. “Nitekim söylem, emir bildiren konuşma edimleri yoluyla ve yasalar, düzenlemeler ya da tüzükler gibi metin tipleri yoluyla iktidarı dolaysız ve zorlayıcı bir şekilde harekete geçirebilir. İktidar aynı zamanda söylem içinde daha dolaylı olarak, bir ifade, betimleme biçimindeki temsil olarak, güçlü aktörlerin ya da bu aktörlerin eylem ve ideolojilerinin meşrulaştırımı olarak tezahür edebilir.” Söylemsel iktidarın çoğu zaman ikna edici bir özelliği vardır ve bu nedenle bu söyleme muhatap olanların onaylayacakları zihinsel tasarımları inşa etmeleri olanağını artıran nedenler, görüşler, vaatler ve retorikle ilişkili diğer araçları kapsar.351 Söylemsel iktidar, kimin ne zaman konuşacağı, çeşitli iletişim araçlarına kimlerin ulaşacağı ve hangi alımlayıcıya ulaşılacağı gibi konularda denetimi kapsar. Bu nedenle söylemin kapsamı ile iktidarın kapsamı arasında yakın bir ilişki bulunur; “Güçsüz olanlar genellikle yalnızca gündelik konuşmada denetime sahip olabiliyorlar; buna karşılık resmi söylemin ve medya söyleminin yalnızca pasif alılmayıcıları durumundadırlar. Güçlü olanlar çeşitli diyalojik ve özellikle basılı, resmi metin ve konuşma biçimlerine başvurabilmekte ve ilke olarak geniş insan gruplarına erişebilmektedir.” 352 Böylece güçlüler, söylemin üretimini, biçimini ve dağıtımını denetleyerek söylem üzerinde denetim oluşturabilirler. Medya çalışmalarında önemli bir yeri olan Van Dijk’ın özellikle söylem, ideoloji ve iktidar konusundaki görüşlerini ayrıntılı olarak ele almış 351 Van Dijk, 1994: 313. 352 Van Dijk, 1994: 313. 141 bulunuyoruz. Şimdi eleştirel söylem kuramının gelişmesinde son derece önemli rol oynayan Michel Foucault’nun görüşlerini ele alabiliriz. Marxist sonrası düşünceyi büyük ölçüde etkileyen ve çalışmaları bu çizgideki görüşlere yol gösteren Foucault ideoloji kuramından uzaklaşmıştır. O, ideoloji kuramının ardında çarpıtmalardan ve yalanlardan bağımsız saf bir doğru anlayışının olduğunu düşünür. Ona göre söylemler kendi içinde doğru ya da yanlış değildir çünkü her çağın kendine özgü bir bilgi sistemi ve doğruluk anlayışı vardır. Doğru, siyasal ve toplumsal boyutları olan bir kavramdır ve insanların kendilerini ve başkalarını yönetmeleriyle ilişkili olarak ortaya çıkmıştır. Daha özel olarak biyoloji ve tıp gibi bilimlere dayanan bilgiler ve hapishane ve hastane gibi kurumların uygulamaları “insanların başkalarını ve kendilerini anlamak ve yönetmekle bağlantılı çok özel doğruluk oyunları” olarak kavranabilir.353 Foucault’ya göre Marxist ideoloji kuramı, bilginin temeli olarak insanı bir taraftan nesne diğer taraftan da özne olarak kabul eden insan bilimlerinin konumunu yansıtır. Bu da genel olarak Marxizmin özel olarak Marxist ideoloji kuramının, “ampirik ve aşkın olanın birbirinden ayrılması” şeklinde kendini gösteren çözümsüz bir sorunun parçası olması demektir. Marxist çerçevede ideoloji, tarihsel gelişmeyi açıklayan daha geniş bir yaklaşımın içinde ele alınır. Marxist ve eleştirel çalışmalar açısından ideoloji işlevini ancak, kendisini harekete geçiren başka bir şeye başvurarak gerçekleştirebilir. “Bu başka bir şey elbette ekonomik temel ya da üretim tarzıdır. Öyleyse ideolojinin kendisi özgül bir pratik türü değildir, ya bir üretim türüdür, ya da üründür.” Marxizmin ideolojiyi başka etmenler tarafından belirlenen bir pratik olarak kavramasının temelinde üretim tarzını vurgulaması yatar.354 İdeoloji kavramı yerine söylem kavramını toplumsal çözümlemenin temeli olarak gören Foucault, söylem terimini “ideolojiyle bir diyalog içinde ve 353 McCharty, 2002: 75-76. 354 Sholle, 1994: 225-226. 142 ideolojinin tanımına tepki veren bir şekilde tanımlar”. 355 Söylemin, ideolojiden daha açık, akışkan ve müzakere edilmiş bir tarzda işleyişi vardır. Söylemlerin üretimi ve dolaşımı, hakikatin üretimini kapsar ve toplumsal iktidar mekanizmalarıyla sağlanır. Bu anlamda iktidar, sadece makro düzeyde işleyen makrososyolojik bir yapı değildir o aynı zamanda mikro düzeylerdeki ilişki ve etkileşimlerde kendisini gösterir. Yine iktidar baskıcı değil çok yönlüdür, bir grubun diğer bir grup üzerindeki denetimi değildir. İktidar mekanizmaları aynı zamanda direnme mekanizmalarını da beraberinde taşır. Ayrıca, Foucault’nun iktidar kavrayışı, Marxist görüşün proletarya devrimi gibi bir gelişmeyi olanaksız görür. İktidarın en önemli yönü ilişkisel olmasıdır, iktidarın yerel düzeyde işleyiş göstermesi gibi direnme de yerel düzeyde ortaya çıkar.356 Marxizm içinde hâkim bir eğilim, ideoloji kavramını çarpıtma olarak ele alır ve gerçek bilgi ile ideoloji arasında ayrım yapar. Foucault ise ideoloji ile bilimi ayırma düşüncesini ve ideolojinin yanılsama olarak görülmesine yol açan “gerçekçi” epistemolojik kavrayışı tamamen reddeder.357 Foucault’nun böyle bir eleştirel ideoloji görüşünü reddetmesinin nedeni gerçeğin yansız bilgisine ulaşma iddiasını kabul etmemesidir. Sholle’un358 belirttiği gibi, Foucault ideoloji kuramına üç düzeyde itiraz eder: ideoloji nosyonunun, hakikati ifade eden şeyin karşıtı olarak kullanılması; ideoloji kavramının özneyi gerektirmesi; ideolojinin kendisini belirleme işlevi gören şeylere ikincil konumda bulunması. İlk olarak, Foucault, bilim ile ideolojinin hakikati kavrama açısından karşıtlık içinde görüldüğü bir yaklaşımı reddeder. Foucault, ideoloji ve bilimin birbirinden ayrılamayacağını savunur ve saf bilime olduğu kadar bilimsel Marxizme de uzak durur. Foucault, eleştirel çalışmaların ideoloji bilim karşıtlığına dayalı anlayışı yerine 355 Mills, 2003: 115. 356 Stoddart, 2007: 205-206. 357 Barret, 2002: 153. 358 Sholle, 1994: 227. 143 “hakikat rejimi” üzerinde odaklanır ve her toplumun kendi hakikat rejimi olduğunu savunur. Bu açıdan ideoloji, bilgi ve hakikat üretimindeki önemi ve etkililiği açısından kavranmalıdır. Mills’in359 ortaya koyduğu gibi Foucault, kendi döneminde dolaşımda olan söylemsel çerçevenin sınırları içinde konuştuğunun farkındadır bu nedenle “gerçeklik” konumundan konuştuğunu ileri sürmez. Bu durum, eleştirinin imkânsız olması demek değil düşünülebilecek olanın ve bilinebilecek olanın sınırlarının olması demektir. Yanlış bilinç kavramı, yanlış olmayan bir bilinç varsaydığı halde Foucault’ya göre bilgi tümüyle toplumsal, kurumsal ve söylemsel bir baskı yoluyla belirlenir. Foucault’nun, ideoloji kavramına itirazının bir nedeni de öznenin, düşüncenin kaynağı olduğu şeklindeki görüşü reddetmesine dayanır. Düşünce tarihinde bağımsız, kendine yeten ve benzersiz olarak görülen bir özne kavramı, daha özel olarak Kartezyen özne anlayışı merkezi bir yere sahip olduğu halde Foucault, düşünce tarihini ve tarihsel süreçleri özne kavramına başvurmadan inceler.360 Bu tür bir özne anlayışı, Marxist ve eleştirel ideoloji kuramında da karşılık bulur ve ideolojinin faillerce üretildiği savunurken sınıf ve çıkar kavramları üzerinde durulur. Buna karşın Foucault, ideolojinin çıkarları yansıttığı anlayışını reddeder bu çerçevede kendi bilgi ve iktidar çözümlemesi, amaç ve karar düzeyinde ideoloji üretimiyle ilgilenmez. Eleştirel çalışmalar, kendi çıkarları doğrultusunda ideoloji üreten özneler üzerinde yoğunlaşarak yansıtma kuramına bağlı kalırlar. Buna karşın, Althusser gibi yapısalcı görüşü benimseyenler, öznenin üretilme biçimlerini inceler ve öznenin homojen olduğunu varsayar. Foucault ise öznenin batı kültüründe insan bilimleri tarafından özne haline getirilişi sorunuyla ilgilenir. 361 Marxist kuramın ideolojiyi, altyapının belirlediği savı Foucault’nun düşüncesi açısından yetersizdir çünkü ona göre belirli bir dönemde 359 Mills, 2003: 116. 360 Mills, 2003: 117. 361 Sholle, 1994: 228-229. 144 düşüncenin ve bilginin sınırlarını ekonomik altyapı belirlemez. O, ekonomi, toplumsal yapılar ve söylemler arasındaki ilişkinin karmaşık bir niteliği olduğunu düşünür ve iktidar ilişkileri açısından ekonomik ilişkileri birincil olarak görmez.362 Bu çerçevede Sholle363 ekonomik belirlenime dayalı Marxist ideoloji kavrayışının iki düzeyde yetersizliğinin gösterilebileceğini ileri sürer. Birincisi, cinsellik ve tıp pratiği alanındaki gelişmeler basitçe ekonomik belirlenim düşüncesi çerçevesinde anlaşılamaz. Bu alandaki pratiklerin temelinde aile ilişkileri, kurumsal statü, disiplin teknikleri vb. bulunur. İkincisi, ulus devlet olgusunun ortaya çıkışı ekonomik belirlenimci Marxist yaklaşımları zora sokmuştur. Devletin siyasal anlamda iktidar uygulaması ve devlet iktidarını sürdürmeyi meşrulaştıran ideolojiyi üretmesi, iktidarın veya ideolojinin ekonomiye dayandığı görüşünü anlamsızlaştırır. Marxist kuramcılar, iktidar ilişkileri açısından devlete merkezi bir rol verdikleri halde Foucault, iktidarın devletin elinde toplanmadığı bir iktidar anlayışı geliştirir. Louis Althusser gibi Marxist kuramcılar, devlet merkezli bir iktidar modeli geliştirirler ve üst belirleyen olarak gördükleri devleti iktidar ilişkilerinin kaynağı olarak ele alırlar. Buna karşın Foucault, iktidar ilişkilerinin devletin sınırlarını aştığını vurgular. O, yukarıdan aşağı dayatılan ve zorla benimsetilen bir iktidar anlayışı yerine iktidarı, ilişki biçimi olarak inceler.364 Foucault’nun ilişkilerinin bilgi/iktidar merkezi hümanistlerin özne yaklaşımı, olduğu Marxistlere görüşünü anlayışına ve karşı reddederken insani eylemi devletin iktidar liberallerin ve sorumlulukla ilişkilendirmelerine karşı çıkar.365 Foucault’nun eleştirisi, bu itirazlara bağlı olarak Marxizmin iktidar ilişkilerini yansıtan bir araç olarak ideolojiye abartılı bir yer vermesine 362 Mills, 2003: 119. 363 Sholle, 1994: 231. 364 Mills, 2003: 121-122. 365 Hekman, 1999: 227. 145 dayanır. Sholle’un366 aktardığı gibi Foucault, ideoloji terimini etkinleştirmenin hiçbir yararı olmadığını ifade eder: İdeolojik üretimin başlıca iktidar mekanizmalarına eşlik etmiş olması mümkündür. Örneğin bir eğitim ideolojisinin, monarşi ideolojisinin, parlamenter demokrasi ideolojisinin vb. varlığı mümkündür. Ama olup bitenin temelde ideolojik olduğuna inanmıyorum. Sözkonusu olan, bilginin biçimlenmesi ve birikimi için gerekli olan etkili araçların – gözlem yöntemleri, kayıt tutma teknikleri, inceleme ve araştırma yordamları, denetim aygıtları- üretimidir. Bu iktidarın sözünü ettiğimiz karmaşık mekanizmalar yoluyla bir kez uygulanmaya başladığında bir bilgi ya da daha ziyade ideolojik kurmaca olmayan bilgi aygıtlarını geliştirmekten, örgütlemekten ve dolaşıma sokmaktan kaçınamayacağı anlamına gelir. Foucault’ya göre toplum hakkındaki herhangi bir bilgi, o toplumdaki söylemsel oluşum tarafından yönlendirilir dolayısıyla toplumun yansız bilgisi diye bir şey söz konusu değildir. Toplumu etkisi altına alan iktidar ilişkilerine araştırmacı da dâhildir. Zaten bir alanda araştırma yapmak, çözümleme geliştirmek, söylemsel düzenin egemenliği altına girmektir.367 Foucault, öznelerin bilimsel söylem tarafından yaratıldığı bu nedenle anlamın “yazarda merkezileşemeyeceği” görüşünü savunur. Gadamer gibi Foucault da metni yazanı veya öznel niyetleri değil metnin kendisini dikkate alır ve metnin oluşumuna yol gösteren önkabülleri açığa çıkarmaya çalışır.368 Bilginin bir iktidar biçimi olduğu tezini ileri süren Foucault’ya göre söylem, düzenlenmiş bir sosyal pratiktir ve içinde bilgiyi olduğu kadar iktidarı da taşır. Bu açıdan Foucault’nun kuramı, Gadamer’inki gibi dil-odaklı kuramlardan ayrılır. 366 Sholle, 1994: 232. 367 Wrbouschek, 2009: 36. 368 Hekman, 1999: 226. 146 İKİNCİ BÖLÜM DİN – TOPLUM – İDEOLOJİ 2.1. DİN VE TOPLUM 2.1.1. Din Kavramı Önceki bölümde açıklanmaya çalışıldığı gibi, ideolojinin ne olduğuyla ilgili tanımlarda bir fikir birliğinin bulunmadığı, bu açıdan kavramın çok anlamlı ve çok yönlü olduğu sonucuna varılmış, kavram, onun hangi açılardan ele alınıp yorumlandığı ile ilgili olarak yeni bir boyut kazanmıştır. Benzer olarak, din ile ilgili tanım ve tartışmalarda da net bir fikir birliğinin sağlanamadığı görülmektedir. Bu da sosyal bilimlerin kendi iç yapısıyla ve bir konunun bir çok alanla disiplinler arası işbirliği içinde çalışılmasıyla doğrudan ilişkilidir. Konuyu ele alan her araştırmacı, kendi alanının bakış açısıyla değerlendirmelerde bulunurken içinde bulunduğu konjonktürel özelliklerin, toplum yapısının ve değer ve inanç sistemlerinin etkisi altında bir eğilime sahip olmaktadır. İnsanlığın en kadim tarihine indiğimizde bilimsel, felsefi ve sanatsal unsurların her toplumda bulunmadığı buna karşın dinin insan hayatının başından itibaren en eski ve en tipik özelliği olduğunu ve dinsiz bir toplumun var olmadığını görmekteyiz.1 Buna karşın dinlerin birbirinden çok farklı konularda yoğunlaştıkları ve çok çeşitli kapsamlarının olduğu da tarihsel bir gerçektir. Bu açıdan dinler arasında benzerliklerden çok farklılıkların 1 Günay, 1993: 26. 147 belirleyici olduğu söylenebilir. Hatta kimi zaman bir dinin farklı yorumlarının birbirini sanki ortak bir inanca sahip değillermiş gibi dışladıkları görülmektedir. İki farklı kökü olan din (religio) sözcüğünün ilk kökü olan legere kökünden gelen relegere; bir araya toplamak, hasat etmek anlamına gelmektedir. Ligare kökünden gelen religare ise birbirine bağlamak, düğümlemek anlamını karşılamaktadır. İlk anlamda insanın mensup olduğu dinsellikte kültürün rolü açıklanırken ikinci anlamında tutkuları disipline eden, insanları kontrol eden ve düzene sokan dinsel uygulama ve doktrinleri düzenleyen bir çerçeve sunmaktadır.2 Berger de dinin (religion); tedbir, dikkatli uyum, itina anlamlarına geldiğini ifade eder.3 Çeşitli din tanımlarıyla dolu olan bilimsel literatür incelendiğinde dinin tanımının kapsamlı veya dar olarak yapıldığı görülmektedir. Dinin yalnızca dar veya kapsamlı bir tanımı kabul edildiğinde dinin anlaşılması zorlaşmaktadır. Bu açıdan din, ‘bir toplumdaki fertlerin en yüksek iyi olarak kabul ettikleri her şey” olarak tanımlandığında, örneğin Amerikan toplumunda cinsel tatmin ve ekonomik başarının en yüksek iyi olarak değerlendirildiği göz önüne alınarak bu tanımın oldukça geniş ve amacından sapmış olduğu görülecektir. Öte yandan dini, örneğin, Tanrıya iman olarak tanımlamak da oldukça dar ve sınırlı bir bakışın ürünüdür. Çünkü bu tanımı kabul ettiğimizde de Budist rahipleri, Konfüçyüsyanistleri, Amerikan kolej öğrencisinin din anlayışını ve birçok başka anlayışı dışarıda bırakmış oluruz. Bu nedenle sorunun genel bilimsel din araştırmaları açısından nasıl değerlendirildiğine bakmak gerekmektedir.4 Dinin farklı tanımlanma biçimlerini değerlendiren Berger,5 bütün tanımlamaların eksik ve riskli olduğunu belirtmekle birlikte kendisi şöyle bir din tanımı teklif eder: “Din, kendisinde- insan veya değilbütün varlığı kapsayan bir kutsal düzen hususundaki beşer tavrıdır. Diğer bir 2 Turner, 2012: 150-151. 3 Berger, 2002: 138. 4 Berger, 2002: 125. 5 Berger, 2002: 128. 148 ifadeyle, din, anlamı insanı hem aşan, hem de içine alan bir düzene inanmaktır.” Dinin makro düzeyde ya da mikro düzeyde veya yapı ve unsur arasındaki diyalektik bir ilişki içerisinde tanımlanması onun hangi yönü üzerinde durulacağıyla ilgili bir konudur. “Din, bir dünya görüşü, bir ideoloji, bir organizasyon, bir yönelim ve bir değerler manzumesi, bir motivasyon, bir ruh hali veya bir ahlaki karşı duruş olarak da nitelendirilebilir. Bütün bu operasyonel tanımların her biri belli bir metodolojik yaklaşımın gerekliliğine işaret eder”.6 Dinle ilgili araştırmalara baktığımızda Batılı din bilimcilerinin genel olarak dini, özsel ve işlevsel olarak iki kategoride ele aldıkları görülür. “Tartışma ana hatlarıyla Durkheim’a ait olan ve dinin ne işe yaradığı üzerine yoğunlaşan işlevselciliğe karşı Weber’in temel vurgusu olan dinin ne olduğu şeklindeki özsel tanım arasında” şekillenmektedir.7 Ancak çoğu çalışmada özsel tanımlardan çok işlevsel tanımlar tercih edilmektedir. 8 Özsel tanımlar kutsal hakkında, işlevsel tanım ise dinin ne olduğu hakkında bilgi verir. 9 Başka bir ifadeyle dine özselci yaklaşımlar, dinin kendi içinde, kendi özellikleri açısından değerlendirilmesine öncelik verirken dine işlevselci yaklaşımlar dinin insan veya toplum açısından önemine öncelik verirler. Dünya üzerinde yaşayan her toplumda sayısız dinsel deneyimlerin varlığı bilinmektedir. Bu kadar çok ve farklı dinsel deneyim ve yaşam biçimini tek bir kalıba sığdırarak tanımlayabilmek de çok mümkün görünmemektedir. Ancak farklı coğrafyalarda ve tarihin çeşitli dönemlerinde kabul edilmiş olan dinsel anlayışların benzerlikleri dikkate alınarak bazı ölçütlere ulaşılabilmektedir. Bu ölçütler; kutsallık, elçi, mesaj, yaratılış, cemaat, yaratan 6 Riis, 2012: 367. 7 Kurt, 2008: 74. 8 Çiftçi, 2002A: 9. 9 Droogers, 2012: 423. 149 gibi kategoriler üzerine inşa edilmektedir.10 Bu kategoriler ışığında Yıldırım, 11 dini, toplumsal yaşama katılımın meşrulaştırıcısı, hayatı anlamlandırma çabası, insanın yaşamın zorluklarına karşı sığındığı bir güvenlik alanı olarak tanımlamaktadır. Dinin toplum açısından işlevleri her şeyden önce toplumda düzenin ve uyumun sağlanmasında oynadığı role bağlıdır. “Her toplumun bir şekli, yapısı, yerleşmiş gelenek ve görenekleri, uyulmakta olan kanunu ve kaideleri vardır. Öte yandan her toplum sürekli bir oluş ve değişme içindedir”. 12 Din, toplum yapısı içinde önemli bir düzenleyici unsurdur ve etki gücü açısından çoğu zaman diğer tüm toplumsal unsurların belirleyicisi rolündedir. Dinin toplum yapısı içinde düzenleyici ve dönüştürücü etki gücü olduğu gibi çeşitli yorumlar, biçim ve üsluplarla toplumsal süreç içinde kendisi de değişmektedir. Toplumdaki yönetim biçimi, politik durum, dayanışma ve üretim şekilleri değiştiğinde dinsel düşünceler ve pratikler de değişime uğramaktadır.13 Görüldüğü gibi din ve toplum arasında sürekli ve karşılıklı bir ilişki bulunmaktadır. Dinin işlevsel tanımının, dinin doğasına ve kaynağına, dinin özselci tanımından tümüyle farklı bir açıdan yaklaştığını görürüz. İşlevselci tanımda din, kişinin iç dünyasıyla ilgili olmaktan çok, dünya hayatının sürdürülmesine yardımcı bir rol üstlenmektedir. Örneğin ibadet ve ritüeller, bir cemaat olarak bir araya gelmek ve akıl ve ruh sağlığını kaostan korumak için yapılmaktadır. Bu bakış açısından din yalnızca pragmatik bir anlayışla ele alındığından indirgemeci bir yaklaşım olarak değerlendirilmektedir. İşlevsel tanımlarda dinin, kutsalın ve uluhiyetin bir kısmını paylaşan yönünden çok, kişi ve toplum 10 Yıldırım, 1999: 27. 11 Yldırım, 1999: 30. 12 Günay, 1993: 4. 13 Yıldırım, 1999: 44. 150 için işlevsel bir emniyet kemeri, bir toplumsal dayanışma ve düzenleme aracı olması yönünün vurgulanması dikkati çeker.14 Dinin toplum açısından işlevleri olduğu gibi toplumun da din üzerinde etkileri bulunmaktadır. Bu anlamda din ile onun içinde bulunduğu çevre arasında dinamik bir ilişki vardır. Yani din, içinde bulunduğu çevreden zamanla çeşitli öğeleri kendi bünyesine kattığı gibi o çevreyi de belirgin bir biçimde değiştirmektedir. Belirli bir dinsel sembol ya da ritüeli inceleyen araştırmacı, sembolün veya ritüelin çevrenin izlerini taşıdığını bulur.15 Dinin toplumsal işlevini başarılı bir şekilde sürdürmesinin yolu, hem kurumsal alanda hem de bireylerin iç dünyalarında karşılık bulmasıdır. Özdalga’nın16 belirttiği gibi, “‘Din’, en resmi ve çok iyi oluşturulmuş kurumsal hiyerarşilerden, tekil bireylerin en gizli ve özel kaygılarına kadar uzanan çok karmaşık bir gerçekliği temsil eder. Din, ne kadar resmi, kurumsallaşmış ve dışsallaştırılmış olursa olsun, aynı zamanda en derin insani varoluşsal deneyimlerin ve sorunların ifadelerini de içerir”. Bu açıdan dinin, belirli kurumlar ve topluluklar aracılığıyla hayat bulması onun toplumsal yönünü ortaya koyar. Dinin toplumda kabul edilmesine ve desteklenmesine paralel olarak dini örgütlenmeler toplumsal aktör ve siyasal dinamik haline gelir. Bu, aynı zamanda, dinin sosyal gruplar için sınırlar çizen, standartlar ortaya koyan bir meşruiyet kaynağı ve otorite biçimi olarak işlev görmesi demektir. “Diğer kurum ve gruplar gibi, dini kurum ve topluluklar da sosyal hareketliliğin lojistik temeli olabilmekte, üyelerine kazandırdıkları rol, statü ve pozisyon örüntüleriyle ilave bir sosyalleşme vasıtası olmakta ve oluşturdukları grup kimliğiyle bazen toplumun genel standartlarıyla çatışırlarken bazen de bu standartlarla ahenk içinde 14 Kurt, 2008: 78. 15 Wuthnow, 2002: 67. 16 Özdalga, 2007: 20. 151 yaşamaktadır”.17 Dinin toplum içindeki bu rolü, onun, bağlılarını, öteki dünya için olduğu kadar bu dünyada da yönlendirmesi demektir. Dinin öbür dünya için harekete geçirdiği kadar bu dünyaya yönelik etkinlikleri de yönlendirmesi onun bu iki yönünün birlikte ele alınmasını beraberinde getirir. “Dinin sırf işlevsel açıklaması, dine dışarıdan bakanların görüşünü yansıtırken dinin içinde olanlarınkini ihmal eder. Dinin, sadece bir işlev veya salt bir güvenlik kapakçığı, toplumsal dayanışma aracı veya gerilimi hafifletici, bireyleri sosyalleştirici bir etken olarak görülmesi, dini yeterince anlatmaz. Belki din, tüm bunlarla birlikte, kutsalın tecrübesidir, denilebilir”.18 Dinin daha iyi anlaşılması için hem toplumsal yaşamdaki rolünün hem de kutsalın bir tecrübesi olarak öneminin üzerinde durulmalıdır. Buna karşın, özsel ve işlevsel din tanımlamaları ayrı ayrı ele alındığında, birbirlerini dışlayıcı bir yapıya sahip oldukları görülür. 19 Çünkü dini özsel ve işlevsel olarak iki ayrı kategoride ele almak, dinin iki önemli alanı arasına sınır çizer ve iki alanı birbirinden net olarak ayırır. Kutsalın tecrübesinin nasıl bir şey olduğunun, sadece içeriden onu tecrübe edenle sınırlı olarak anlaşılması, son derece öznel yorumları beraberinde getirir. Kutsalın tecrübesinin, onu tecrübe edenlerin bakışlarını dikkate almadan anlaşılmaya çalışılması ise öznel tecrübenin açıklayıcı öneminden tümüyle mahrum kalır. Bütün dinler inançlara dayanmaktadır ve bu inançlar dinin ayrılmaz birer parçasını oluşturmaktadır. Dini tecrübe, ilham, vahiy, sezgi gibi unsurlar, teorik bir anlatıma, bazı inanç, düşünce ya da tasavvurlara dayanır. Bunlar, o dine inananları birbirine bağlayan bir etki gücüne sahiptir. En ilkel dinlerde bile durum böyledir.20 Bunun yanında ifade etmek gerekir ki hiçbir din 17 Aydınalp, 2010: 195. 18 Kurt, 2008: 81. 19 Kurt, 2008: 83. 20 Günay, 1993: 169. 152 yalnızca inanç, düşünce ya da tasavvurdan ibaret olarak düşünülmemelidir. Çünkü her dinin bir duygu ve davranışı boyutu da bulunmaktadır.21 Tecrübe, dinin en önemli boyutlarından birini oluşturur. Kişisel boyuta sahip ve daha çok sübjektif olan dini tecrübeler kültürel modellere dayanır ve belli biçimlerde başkalarına aktarılırlar. “Bir akıma ait olan ve ritüel aktivite sırasında sembolik tarzda ortaya konulan bilişsel inanç sistemi, katılımcıların önceki dini tecrübeleriyle birleşerek kişisel dini tecrübeyi şekillendirir. Bu tecrübeler de sonuç olarak diğer katılımcıların sonraki dini tecrübelerini şekillendirir. Böylece, kişisel dini tecrübeler bile kolektif hale dönüşür”. 22 Bu çerçevede, dini tecrübenin öznel yönü olmasına karşın din araştırmalarının, bu öznel yönün, nesnel veya toplumsal yaşamda nasıl yansıma bulduğu ve nasıl ortak yaşamın bir unsuru olduğu üzerinde yoğunlaştığı söylenebilir. Wach, dinî tecrübenin, “teorik anlatım: akîde (doktrin)”, “pratik anlatım: ibadet” ve “sosyolojik anlatım: dinî cemaat” olmak üzere üç farklı biçimde nesnelleştiğini vurgular ve bu çerçevede dinin, “akide, ibadet ve dinî grupta (cemaat) tezahür eden sosyal entegrasyonun bir faktörü” olduğunu belirtir.23 Toplumsal açıdan bu kadar önemli bir işleve sahip olan dinin ne olduğuna yönelik Weber’in çizgisinden konuyu değerlendiren Kurt’a 24 göre “dinin özsel bir tanımını kabul etmek, Tanrı, Kutsal, Hakikat, Sır, Güç, Ruh, Tabiat-üstü, Tecrübe-ötesi Gerçek, Müteal, Gerçek gibi aşkın bir varlığa, hatta Hiçlik vb. işaret eden inançlar sistemine inanmak demektir, Özsel bakış açısından din, tamamen kendi dünyamızı anlama çabası olup gerçekte sosyal ya da psikolojik yaşantımızla ilgisi olmayan spekülatif bir girişimdir”. Bu açıdan özsel tanımlar dar ve sınırlı bir tanımlama biçimi olmaktadır. Çünkü dinin ve inancın sosyal, psikolojik, kültürel, ahlâkî ve sosyo-ekonomik 21 Günay, 1993: 174. 22 Granholm, 2012: 299. 23 Aktaran Kurt, 2008: 87. 24 Kurt, 2008: 76. 153 yönleri vardır ve bunlar özsel tanımda görmezden gelinmektedir. Yalnızca dinin değil hemen hemen hiçbir deneyimin çevreden bağımsız olarak yalnızca birey üzerinde etkili olması mümkün değildir. İnançlar, kapalı bir kapta duran bir madde olmayıp insan eylemlerine yön verir ve çevreyle ilişki halindedir. 2.1.2. Sosyolojik Açıdan Din Sosyoloji ve din alanlarının birleşim noktasında yer alan din sosyolojisi dini olayları toplumsal düzeyde tartışan bir araştırma ve inceleme alanıdır. Her din, belirli bir toplum içinde ortaya çıkmış ve şekillenmiştir. Bu açıdan din, birtakım toplumsal unsurlara dayandığı gibi dinin içinde toplumsal karakterli olaylar bulunur. “İşte toplumun dini hayatı, onun dayandığı sosyal unsurlar ve orada ortaya çıkan dini-sosyal hadiseler ve grupların incelenmesi Din Sosyolojisinin konularını teşkil etmektedir”.25 Ortak dini ibadetler ve ritüellerin açık toplumsal karakterinin yanında dini inancın bireyin ruh dünyasıyla ilgili bir yönü bulunmasına karşın dini cemaatin üyeleri arasında inanç birliğinin olması26 dinin temelde toplumsal bir karaktere sahip olduğunu gösterir. Bu çerçevede gerek dini inanç gerekse dini pratik olarak dini nitelikli toplumsal konular, din sosyolojisinin temel konusunu oluşturmaktadır. Din sosyolojisi bu tür olayları, toplumsal bağlamı içinde kendine özgü bir açıdan incelerken diğer toplumsal oluşumlarla bağlantılarını ve etkileşimlerini dikkate alır. Dinsel konuların bireyleri ilgilendiren yönleri olduğu gibi din sosyolojisi daha çok, dinin toplumsal boyutları üzerinde yoğunlaşır. “Dini düşünceler, inançlar, ibadetler, davranışlar, gruplar ve cemaatlerin ferdi karakterlerinin ötesinde toplumu alakadar eden ve pek çok sosyal şartlardan ileri gelen bir takım etkileşimlerle de karşı karşıya oldukları; üstelik onların 25 Günay, 1993: 15. 26 Granholm, 2012: 300. 154 başka toplumsal olaylara etkide bulundukları görülmektedir”. 27 Burada dinin toplumsal karakterini dikkate alan din sosyolojisinin cevap aradığı birtakım soruları Günay şöyle ifade eder. Bunlardan bazıları şöyle sıralanabilir; Toplum hayatında dinin yeri ve fonksiyonu nedir? Bir dinin ya da dinle ilişkili bir grubun oluştuğu toplumsal şartlar nelerdir ve bu şartlarla din veya dinsel olaylarla nasıl bir ilgi ve ilişki bulunmaktadır? Dini hayatın ve dini grupların çeşitlenmesinde toplumsal güçlerin rolü ne ölçüdedir? Sosyal yapı ve değişimlerin dinle olan ilişkileri nelerdir? Sosyal grupların yapısı üzerinde dinin nasıl bir etkisi vardır? Görüldüğü gibi din sosyolojisinin alanına geniş çeşitliliğe sahip sorunlar girmektedir. Din sosyolojisinin alanına giren konuların bu kadar çeşitli olması, dinsel örgütlerin çok sayıda sorunla karşılaşmasını beraberinde getirmiştir. Bu durum aynı zamanda araştırmaların bu alanda yoğunlaşmasına yol açmıştır. Dinin sosyal tarihi üzerine odaklanan diğer tür araştırmalar dini oluşumları açıklayarak toplumsal etkileriyle ilgilenirken dinsel sistemlerin toplumsal çevreleriyle ele alan araştırmalar da din sosyolojisinin alanına giren son grup din sosyolojisi konularındandır. 28 Dinin geniş kapsamlı olarak tanımlanması, din sosyolojisinin çalışma alanında da yansıma bulmuş, yirmi-otuz yıl öncesine kadar örgütlü dinle sınırlı bir uğraşısı olan din sosyolojisi araştırmalarının alanını genişletmiştir. Örgütlü din üzerine çalışmalar hala önemini sürdürmesine karşın dinin başka boyutları da giderek araştırmaların konusu haline gelmektedir. “Bu konular; mesela aşkın anlam çerçeveleri sağlayan seküler inanç sistemleri; dini ve siyasi hedefleri birleştiren toplumsal hareketler; ahlak kuralları, her türüyle ritüeller, dinsel ve dinsel olmayan ideolojiler arasındaki benzerliklerdir”.29 Din sosyolojisi dini, insani bir eylem olarak değerlendirir ve onu tabiatüstü, özerk ve toplumun üstünde bir etkinlik olarak ele almaz, dine 27 Günay, 1993: 24. 28 Wuthnow, 2002: 60. 29 Wuthnow, 2002: 62-63. 155 toplumbilimsel açıdan yaklaşır. Toplumu dinsel referanslarla açıklamak yerine yönelmektedir. toplum formuyla dine Araştırma alanı, dinin toplumsallığı ya da toplumun dinselliğidir.30 Günay’ın31 ortaya koyduğu gibi din sosyolojisi temelde “sosyal olaylar olarak din olaylarını” inceleme yoluyla “toplumun kolektif dini hayatını, din ve toplumun karşılıklı münasebetlerini ve dini grupları vasıflamak, karşılaştırmak ve açıklamak ve böylece dinin toplum hayatındaki yeri ve önemini ortaya çıkarmak, yani onun sosyolojik anlamını” belirlemek için çaba gösterir. Bu açıdan genel sosyolojinin vasıflama, karşılaştırma ve açıklama biçimindeki üçlü metodolojik yolu din sosyolojisi için de önemli bir yere sahiptir. Şimdi Günay’ın ortaya koyduğu bu metodolojik öğeler üzerinde biraz ayrıntılı olarak durabiliriz. Toplumsal bir karakteri olan dini olayların vasıflanması, onların gözlemlerinin yapılması demektir. Bir toplumun dini hayatı ve olaylarının sosyolojik olarak incelenmesinin ilk adımı gözlem yoluyla sağlanabilir. Dolaysız gözlem ve dolaylı gözlem olmak üzere iki tür gözlem vardır. 32 Dolaysız gözlem, yaygın gözlem ve yoğun gözlem olarak ikiye ayrılmaktadır. Büyük toplulukların dini hayatlarına yönelik yapılacak çözümlemelerde derinlemesine olmayan yaygın dolaysız gözlem yöntemi kullanılmaktadır. Küçük toplulukların dini çözümlemelerinde ise yoğun gözlem yöntemi kullanılmaktadır. Buna ek olarak Günay33 gözlem tekniklerini örnekleme, monografi, istatistik, saha araştırması ve karma metotlar olarak beş biçimde ele alıp açıklamıştır. Dolaylı gözlem ise belgelerin toplanması ve belgelerin tartışılması olarak iki aşamada gerçekleşir. Günay34 dolaylı gözlemi geçmişe yönelik bir 30 Yıldırım, 1999: 31-32. 31 Günay, 1993: 34. 32 Günay, 1993: 34. 33 Günay, 1993: 35-39. 34 Günay, 1993: 40. 156 vasıflama yöntemi olarak tanımlamaktadır. Bu yöntem, şahit, kaynak ve belgelere dayanır. Sözlü belgeler, yazılı belgeler ve şekillenmiş anıtlar olmak üzere üç çeşit belge vardır. Bu belgelerde birçok toplumsal olay ve geleneğin yanısıra dini olay, inanç ve pratiklerin önemli nüvelerini bulmak mümkündür. Bu açıdan yazılı belgeler, din sosyolojisi açısından büyük bir öneme sahiptir. Dolaylı gözlemin ikinci adımı ise toplanan belgelerin doğruluğu ve güvenilirliğinin tartışılması oluşturur. Bu tür bir metodolojik çerçevede örneğin Fransız din sosyolojisi irdelenmektedir. Daha özel olarak Fransa’da din sosyolojisi denildiğinde Fransızların çoğunluğunun Katolik olması nedeniyle daha çok Katolisizm Sosyolojisi öne çıkmaktadır. Günümüzde araştırmacılar, Katolisizm Sosyolojisiyle iki biçimde meşgul olurlar. Fransa’da din sosyolojisinin birinci türü, “genel düşüncelere özel yer veren teorik ve kavramsal yapı, yani belirli bir nokta üzerinde anket yapmayıp küresel analizleri gerçekleştiren akım; başka bir ifadeyle, dolaylı gözlem olarak nitelendirilen tarihi metottan, dinler tarihi, etnoloji, antropoloji gibi bilim dallarından faydalanarak ortaya konan tarihi ve tipolojik bir din sosyolojisi”dir. Fransa’da din sosyolojisinin ikinci türü ise “dolaysız gözlem; metot ve teknikleriyle iman, ibadet ve cemaatin sosyolojik bakımdan ele alındığı ampirik çalışmalara özel yer veren” araştırmalardır. Bununla birlikte her sosyoloğun, sosyolojik araştırmaların gerektirdiği kuramsal ve ampirik yöntemleri az veya çok kullandığı görülmektedir35. Metodolojik açıdan bu eğilimlere ek olarak araştırma konularına bakıldığında, “Fransa'da din sosyolojisi çalışmaları, sekülerize olmuş bir toplumda Katolikliğin ve Protestanlığın aldığı tavır, ekümenizm ve laiklik, yeni dini akımlar, modern toplumda dinin yeni sosyolojik tanımı, din sosyolojisinin gelecekte ele alacağı problemler gibi konular üzerinde yoğunlaşmaktadır”.36 35 Arabacı, 1999: 116. 36 Arabacı, 1999: 121. 157 Din sosyolojisinde genel sosyolojide olduğu gibi üç çeşit karşılaştırma bulunmaktadır; tarihi karşılaştırma, etnolojik karşılaştırma, istatistik karşılaştırma. Günay,37 dinler tarihi ve çeşitli dini verilerin din sosyolojisi açısından ele alınarak karşılaştırılmasını tarihi karşılaştırma, ilkel toplumları inceleyen etnoloji ve etnografya bilimlerinin verilerini dini hayat ve din toplum ilişkilerini çözümlemek için kullanılmasını etnolojik karşılaştırma ve yığın olaylar ve onlara dair gruplamalar ve ilişkilerin çözümlenmesinde istatistik yönteminden yararlanmayı da istatistik karşılaştırma olarak açıklamıştır. Vasıflayıcı sosyoloji, tarihsel, etnolojik ve istatistiksel karşılaştırmaları, bir açıklama ile sonuçlandırır. Din sosyolojisinde ele alınan olayı doğru olarak anlamak, açıklamak ve yorumlamak büyük bir önem taşımaktadır. Din ve toplum ilişkisi oldukça karmaşık bir ilişki ağına dayanır. Bu ilişkiyi çözümlerken bilimsel objektiviteye sadık kalmak zannedildiği kadar kolay değildir. Çünkü sosyal olaylar, tabiat olayları gibi dışarıdan gözlemlenip yorumlanan bir özellik göstermediğinden araştırmacı, yorumladığı ilişkilerin bir parçası olmak durumundadır. Yine, din, toplumu oluşturan bireylerin kişiliklerinin en derin yerlerine kadar nüfuz eden bir yapıya sahip olduğundan birçok sosyal olaydan daha güçlü bir etki mekanizması bulunmaktadır. Araştırmacının kendisiyle ilgili nedenlerin yanısıra araştırmaya konu olan toplumun dini tutumu da objektifliğin önünde bulunan bir engel olabilmektedir. Bu sayılan nedenler, din sosyoloğunun objektiflik kriterine uymasını zorlaştırmaktadır.38 2.1.3. Toplum Düşüncesinde Din Toplumsal bağlamları içinde dinlerin anlaşılması, dinin kendisinin karmaşık ve kompleks yapısı, dinlerin birbirlerinden ayrı olgular olarak tanımlanmasının zorluğu ve herkesin bir dine bağlı olduğunu farz etmenin 37 Günay, 1993: 44. 38 Günay, 1993: 44-46. 158 mümkün olmaması nedeniyle zor bir girişimdir. “Toplumlardaki din olgusu, çok tanrıcı (politheism), birleştirici (syncretism), seçmeci (ecletism) ya da seçip bir araya getirici (bricolage) olarak nitelendirilebilir. Din olgusundaki bu karmaşıklık birkaç göstergenin kombinasyonunu da gerektirir. Sosyal süreçte artan dini karmaşa içerisinde resmi dinlere bağlılık temel bir gösterge olarak ele alınırsa dindarlığın yeni şekilleri marjinallik olarak görülecektir.” 39 Ondokuzuncu yüzyılda toplumu anlamaya ve açıklamaya çalışan öncü sosyologların hemen hepsi din konusuna özel bir önem vermişlerdir. Bu sosyologlardan her biri kendi genel toplum anlayışına paralel bir din sosyolojisi geliştirmiştir. Bu dönemde toplum düşüncesinin temel ilgilerinden biri toplumsal değişme olduğu için din de değişim sürecindeki konumu açısından ele alınmıştır. Daha özel olarak bu sosyologlar, geleneksel toplumdan modern topluma geçişi açıklamaya çalışmışlar ve bu süreçte dintoplum ilişkisini çözümlemişlerdir. Öncü sosyologlardan bazıları dinin temel bir aktör ve değişimin yaratıcısı olarak görürken diğerleri ise dini, daha başka etmenler tarafından belirlenen toplumsal değişimin bir sonucu olarak görmüşlerdir. Comte, Durkheim, Weber ve Marx burada yaklaşımlarına değineceğimiz başlıca toplum bilimcilerdir. 2.1.3.1. Auguste Comte Comte, genel olarak toplumun ve düşüncenin üç aşamada geliştiğini ileri sürer. Bu aşamaların teolojik aşama, metafizik aşama ve pozitif aşamadır. Bu “üç hal kanunu"na göre pozitif çağa kadar geçen zaman boyunca insanlığın kaderinde en önemli rolü din üstlenmiştir. Ona göre teolojik safhadan metafizik safhaya ve son olarak pozitif safhaya kadar din, sosyal hayatın diğer müesseseleri gibi değişip tekâmül etmiştir; O, "Pozitivist dönemi yaşayan toplumun dini de pozitivist olmalıdır" görüşüne” sahiptir.40 39 Riis, 2012: 368. 40 Arabacı, 1999: 114. 159 Comte’un bu sınıflamasına göre geleneksel din, her ne kadar demode ve ilkel olarak nitelendirilmiş olsa da o, sosyal düzenin temeli olarak kabul edilmiştir.41 Din, toplumun evrim ve gelişmişlik düzeyine göre belirlendiği için pozitif bilimin geçerli olduğu modern toplumda, geleneksel toplumdaki gibi bir din anlayışının sürmesi mümkün değildir. Comte, geleneksel dini ve Fransız Devrimi’ni reddeden rasyonel bir din öneriyordu. Ona göre sosyoloji, teolojinin doğaüstü ögelerinden arınmış yeni bir teoloji olacaktı. Eski toplumsal düzende her şey teolojik olup tüm bilgi alanları teolojinin altında toplanmaktaydı. Comte’a göre o ana kadar elde edilmiş tüm bilgileri birleştirerek dünyaya şekil vermek, düzene koymak ve yol göstermek işini sosyoloji üstlenecekti.42 Pozitif bilgi, insanın entelektüel evriminin bir sonucu olarak ortaya çıktığı için insanın, doğanın ve toplumun gerçek yasalarını keşfetmesine olanak verecekti. Böylece insan yaşantısı bu bilginin yol göstericiliği altında şekillenecekti. Comte’un evrimci kuramı ya da üç aşama yasasına göre dünya üç entelektüel aşamadan geçmektedir. Ancak bu entelektüel dönüşümden yalnızca dünya geçmemekte, bireyler, gruplar, toplumlar, bilimler ve zihinler de bu dönüşüme maruz kalmaktadır.43 Comte’un ileri sürdüğü üç aşamada, aşamalardan her biri diğerinden dünya görüşü, düşünme biçimi ve anlamlandırma açısından ayrılmaktadır. İlk evrede insan çevresinde açıklayamadığı birtakım olayları açıklamak için bazı varlıklar ve güçler tasavvur etmiştir. Comte bu evreyi teolojik evre, yani insan düşüncesine dinin hâkim olduğu dönem olarak isimlendirirken dini, belli bir düşünme biçimi, doğal ve sosyal çevreyi anlama, açıklama ve yorumlama aracı olarak ele almıştır. İkinci evrede ise kişi çevresindeki olan biteni anlamak ve açıklamak için dini kullanmak, açıklamalarına ilahi anlamlar atfetmek yerine “cevher, tabiat kuvveti, cazibe vs.” gibi metafizik kavramlar 41 Guest, 2012: 92. 42 Çiftçi, 2002B: 33. 43 Ritzer, 2012: 15. 160 kullanmıştır. Üçüncü evrede ise metafizik düşünce ve açıklama biçiminin yerini pozitif düşünce almıştır. Bu aşamada dini veya metafizik kavramlara yapılan başvurulardan sıyrılıp pozitif bir bakış açısı benimsenmiştir. Din bu üçüncü evre olan pozitivist evrede kendiliğinden önemini yitirmiştir. Günay, Comte’u dini akılsal olarak anlamaya ve açıklamaya çalışıp onu yalnızca fikir ve tasavvurlar toplamından ibaret olarak gördüğünü ileri sürerek eleştirir. Dinin tutum ve davranış boyutunun önemine değinir. Dini ayin ve merasimler, yapılan ibadetler, emirlere uyma ve yasaklardan sakınma, dua etme, zikir, Allah’a ve kutsala saygı duyma bu boyutlara örnek gösterilebilir ki bunlar yalnızca birtakım fikir ve tasavvurlardan ve akılsal açıklamalardan bağımsız olarak iradi davranışlar olarak açıklanır.44 Ritzer’in45 ileri sürdüğü gibi Comte’un düşünceleri, Comteçu bir sosyoloji geleneği oluşturacak kadar “sağlam bir akademik temelden yoksun” olduğu halde sosyolojinin en önemli yaklaşımının temellerini attı. Bununla birlikte, Fransız sosyolojisinde ondan daha sonra gelen Emile Durkheim onun fikirlerini gölgede bırakan bir sosyolojik miras bıraktı. 2.1.3.2. Emile Durkheim Emile Durkheim dini gelişim konusunu Comte’a göre daha ayrıntılı olarak incelemiş ve geleneksel dini inanç ve fikirlerin yerini, modern toplumun koşulları içinde daha fazla rasyonelleşmiş, kanıt temelli ve sosyolojik olarak biçimlendirilmiş düşünce türlerinin alacağını savunur. Durkheimcı din sosyolojisi, sekülerleşme yaklaşımındaki daha sonraki fikirleri şekillendirmiş, gerek kuramda gerekse yöntemde kendine özgü bir bakış açısı geliştirmiştir. Aynı zamanda din sosyolojisini toplumsal değişim açısından evrimci bir görüşte temellendirerek kuramsal geleneğin başlıca özelliklerini oluşturmuştur. Bu bağlamda, Durkheim’ın Toplumsal İşbölümü’nde ortaya 44 Günay, 1993: 174-175. 45 Ritzer, 2012: 18. 161 koyduğu “yapısal farklılaşma, dini kurumların toplumsal yapı içindeki yeri, bu kurumların daha geniş yapılarla ne ölçüde bütünleştiği, sosyal kural ve değerleri şekillendirme güçlerini belirlemekte malum işlevlerinin araçsallığını göstermek suretiyle, dinin sosyal önemine dair çağdaş tartışmalar içinde bir aksiyom olarak kalmaktadır”.46 Yapısal farklılaşma, tarihsel süreç içinde toplumun değişimine paralel olarak dinin de değiştiğini öne sürmektedir. Yöntemsel olarak pozitivist bir sosyoloji yaklaşımını benimseyen Durkheim, dünyayı ampirik bir olgu olarak ele almış ve metafizik ve teolojik güçlerin varlığını reddetmiştir. Dünyayı anlamlandırmayı sağlayan bilincimizin kategorilerden oluştuğunu, kategorilerin kendisinin ise dinsel olduğunu dile getiren Durkheim’a göre ilk dinsel yaşam biçimleri ilk kategoriyi oluşturmaktadır. Dini davranışlar ise kolektiftir ve toplumsal gerçeklikle beslenmektedir.47 Drukheim’a göre insan bilincinin kategorileri dinsel olduğu halde din, toplumsal yapının bir ürünüdür, her şeyden önce dinin en önemli tanımlayıcı yönlerinden bir dinsan inancın kaynağı toplumdur.48 Durkheim’ın metafizik ve teolojik güçlerin varlığını reddetmesi, dinin önemini reddetmesi anlamını taşımaz. Aksine o, sanayi toplumunun gelişmesiyle dinin önemini kaybetmesi düşüncesini ileri süren genel evrimci eğilime karşı dinin modern dünyada önemini sürdüreceği görüşünü savunur. “Ancak Durkheim’da din, bu önemini sosyal karakteri nedeniyle yani dinin din değil, toplum olduğu düşüncesine dayanarak korur”.49 Durkheim’ın din sosyolojisi ile ilgili iki önemli eseri İntihar ve Dinsel Hayatın İlkel Biçimleri’dir. O, Dinsel Hayatın İlkel Biçimleri adlı eserinde dini, ilkel biçimlerden başlayarak ele alır, kutsal olan ve kutsal olmayan arasındaki kategorileri yapısal bir ayrımla belirleyerek dinin kökeni ve işlevlerini açıklamaya çalışır. İntihar adlı eserinde de dini inançlarla intiharlar arasındaki 46 Guest, 2012: 92-93. 47 Yıldırım, 1999: 65-66. 48 Durkheim, 1976: 431. 49 Özdalga, 2007: 18. 162 ilişkiyi ele alarak dinin toplumsal olaylar üzerindeki etkisini belirterek din sosyolojisine katkıda bulunmuş olur.50 Durkheim, Dinsel Hayatın İlkel Biçimleri adlı eserinde dinin kişisel değil, toplumsal bir süreç olduğunu ileri sürer. Avustralyalıların totem hayvanlarına tapmalarını, gruplarının birliğini temsil etmeleriyle açıklarken totemin kutsallığının kabul edilmesinin totemlerin topluluğu olan toplumun da kutsallaştırmasını beraberinde getiriyordu. Totemlere saygı, toplumun genel yapısına saygıyı temsil ediyordu ve dinsel olana saygı otoriteye hürmet demekti. Özetle; “dinsel tapmanın asıl nesnesi toplumun kendisidir” önermesi Durkheim’ın düşüncesinin temel parçalarından birini oluşturur.51 Toplumun din aracılığıyla kendisini kutsallaştırması, kendi düzenini dini ayinler yoluyla bireyler üzerinde hâkim kılmasını beraberinde getirir. Durkheim’a göre “din, toplumun minyatürleştirilmiş modelini veren bir kurumdur. Dini ‘ayinler’ (rites) ise, o toplum içinde yaşayan insanların, zaman zaman kendi yapılarının sosyal ‘anayasa’sını hatırlamalarını mümkün kılan bir ‘toplum değerleri doğrulama’sıdır”.52 Dini inançlar toplumun bilinç düzeyinde bir arada tutulmasında en önemli etmenlerden biriyken ayinler bu birlikteliğin pratikte de sağlamasını yapar. Durkheim, dinin, anlam ve değerlerin yaratılmasında çok etkili bir kültür formu olduğunu düşünmüş bu nedenle dini son derece radikal bir biçimde tanımlamıştır. Kurt’un53 aktarımıyla bu tanıma göre, “Din, kutsal şeylerle ilgili –emredilmiş ve yasaklanmış- bir inançlar ve pratikler manzumesidir. Bu inanç ve pratikler, onları kabul eden kimseleri kilise denen manevi bir topluluk halinde bir araya getirir. Din fikri, kilise fikrinden ayrılamaz”. Bu inançlar ve pratikler, her dinde nesnel gözlemi yapılabilecek unsurlardır. Bu açıdan dinin özünü, “ilah”, “sır” veya “doğaüstü” temsil etmez. 50 Arabacı, 1999: 115. 51 Mardin, 1995A: 48. 52 Mardin, 1995A: 47. 53 Kurt, 2008: 79. 163 Örneğin Buda ve Jainizm dini ilâhsızdır. Durkheim din ve kilisenin birbirinden ayrılamayacağını, kilisenin, dinin toplumsal ve dayanışma boyutunu oluşturduğunu ileri sürer. Oysa Weber dini daha özsel bir zeminde tartışmış, onu doğrudan insani anlamlandırmanın bir parçası ve ruhun kurtuluşuna yönelik bir girişim olarak görmüştür. Durkheim, dini toplumsal bütünlüğün bir aracı olarak gördüğü için ona göre kilisenin önemi, onun bir ibadet yeri olmasında değil toplumsal bütünlüğün oluşturulmasına katkıda bulunmasındadır. Kutsal, olağanüstü özelliklere sahip objelerdeki güçten çok, objelere yerleştirilen bir değerdir ve Durkheim’ın din teorisinin büyük bir bölümü kutsalın sosyal üretimiyle ilişkilidir.54 Din, Durkheim’a göre zamanla toplumdaki değişime göre içeriği değişen bir kutsallar dizisidir. Ancak burada kutsal ve dinsel olan aynı anlama gelmez. Kutsal, “tüm dinlerin ortaklaşa sahip olduğu bazı aşkın hayat boyutlarını çağrıştırır. Yine de, burada ‘kutsal’ın, ‘ampirik olmayan’ın yerini tutan bir terim olmaktan çok, sosyal prestij tarafından inşa edilen objeleri belirttiğini farz edersek, bu, gerçekten alternatif bir din tarihi okuma biçimi olacaktır”.55 Dinin toplumsal karakteri üzerinde odaklanan Durkheim, gördüğümüz gibi, dini hayatın ilk biçimleri olarak kabile yaşantısında totemizme vurgu yapar. Tarih içinde dinlerin toplumsal değişime paralel bir şekilde evrim geçirdiklerini ileri sürer. O, dini temel bir sosyal gerçeklik olarak görür ve sosyal olanın psikolojik olanı ve bireysel olanı aştığını iddia eder.56 Bu onun genel sosyolojik kuramıyla da paralel olan dinle ilgili görüşüdür. Bu anlamda yaklaşımlarının köklerini Durkheim’da bulan, T. Parsons ve R. K. Merton gibi sosyologlar, dini, toplumun bütünlüğü açısından ele alırlar. Onların geliştirdiği yapısal işlevselci kuramların temel özelliği, bireyden, tikel olandan veya parçalardan çok toplumsal düzen, toplumsal bütünleşme ve toplumsal 54 Paden, 2012: 78. 55 Paden, 2012: 81. 56 Cain, 2002: 32. 164 çatışma gibi kapsayıcı konular üzerinde durması, toplumsal düzene olduğu kadar toplumsal değişim ve farklılaşmaya dinin katkısını dikkate almasıdır. 57 2.1.3.3. Max Weber Toplumsal tarih çalışmalarıyla Weber’in ana ilgisi dinin toplumsal değişme açısından rolü olmuştur. O, bu çalışmalarda dini inanç sistemlerinin, din dışı alanları nasıl etkilediğini çözümlemeyi amaçlamıştır. Bunu konu edinen ünlü araştırması Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu’nu58 1905’de yayınladı. Weber, din sosyolojisi açısından üç temel konu üzerinde odaklandı: dini fikirlerin ekonomik davranış üzerindeki etkisi; toplumsal tabaka ile dini fikirler arasındaki ilişki; Batı kültürünün kendine özgü nitelikleri. O, bu konulardaki görüşlerini ortaya koyarken rasyonelleşmenin Batı’daki benzersiz gelişme olduğundan bahsederken Doğu toplumlarında bu tür bir gelişmenin olmamasına da değinir.59 Weber dini fenomen ve teolojik düşüncenin unsurlarının zaman zaman dinin ötesinde etkilere ve sonuçlara neden olacağı üzerinde durmuştur. Bunun en önemli örneği de Protestanlık ve kapitalizm arasındaki ilişki tezidir. O, din ve toplum ilişkisinin karşılıklı bir etkileşim olduğunu iddia eder ve belirli toplumsal olaylarla dinsel oluşumların ya birbirlerini arayıp bularak ya da birbirlerini ortaya çıkararak oluştuğunu savunur.60 Batıda din ve kapitalizm arasındaki ilişkiyi araştırmasının yanısıra Weber dünya dinleri hakkında Hinduizm ve Budizm’in ekonomik etiğiyle ilgili geniş araştırmalar yapmıştır.61 Weber, tüm bu çalışmalarında dini inanç ve kaidelerin insanların ekonomik çalışmalarını nasıl belirlediğini ortaya 57 Kurt, 2008: 80 58 Weber, 1993. 59 Kurt, 2010: 4. 60 Berger, 2002: 135. 61 Gellner, 2012: 100-101. 165 koymaya özel bir önem vermiş, dinin özel olarak ekonomik, genel olarak toplumsal yaşantının şekillenmesinde oynadığı rolü çözümlemiştir. Weberci yaklaşıma göre din, çeşitli toplumsal kesimlerin etik ve ideolojik eğilimlerini ortaya koyar. Bu anlamda örneğin Çin'de, M.Ö. bir kaç asır öncesinden 1912’ye kadar devlet dini olarak işlev gören “Konfüçyanizm âlimlerin, ediplerin, bürokratların, prenslerin ve imparatorluk ailesinin düşüncelerini; erken Budizm dilenci zahit ve rahiplerin görüşünü ve Yahudilik başlangıçta bir parya konumundaki bir azınlık kültürünün fikirlerinin” temsilcisi olmuştur. Diğer taraftan Hıristiyanlık ise zaman içinde gelişme gösterdikçe “Hıristiyan olmanın hangi anlama geldiğiyle ilgili fikirleri, çok farklı sosyal sınıf türlerinin çıkarlarını yansıtmıştır. Böylece Hıristiyanlık, kendi sosyal ve ekonomik hayatının nasıl konumlandığına bağlı olarak, uhrevi, dünyevi veya her ikisinin birleşimi haline gelmiştir. Kurtuluş, gelecek telâfisi, günah ve hatta dinî mütevazılık gibi kavramlar belirli sosyal sınıflar için tabii iken diğerleri için değildir”.62 Weber’in çalışmalarında Hıristiyanlığın Batı toplumlarında oynadığı rolün diğer dinlerin oynadığı rolle karşılaştırılması yaygın olarak görülmektedir. Bunu yaparken dinin, içinde yer aldığı toplumun farklı toplumsal kesimleri açısından önemi ve onların dünyaya ilişkin eylemlerini nasıl yönlendirdiğini incelemektedir. Yukarıda ifade edildiği gibi Weber, Protestanlığın ahlaki yönü ve kapitalizm ileHinduizm, Budizm, Konfüçyanizm, İslam ve Musevilik üzerine çalışmalar yapmıştır. Gellner’in63 vurguladığı gibi Weber’in kuramı, teknik şartların ve ekonomik şartların gerçekleşmesinin kapitalizm için yeterli olmaması üzerine şekilleniyordu. Weber dünya dinleri çalışmasında Protestanlığın dört temel özelliği; rasyonel, aktif, bu dünyaya ait ve çileci olması sonuçlarına ulaşmıştır. Bu dört özelliğin bir arada olması Protestanlığa özgü bir durumdu çünkü diğer araştırdığı dinler genel olarak bu dört özelliğin birkaçını gösteriyorlardı. Örneğin Konfüçyanizm rasyonel ve bu 62 Kurt, 2010: 5. 63 Gellner, 2012: 102-104. 166 dünyaya ait niteliklere sahipken çileci değildi. İslam dini aktif ve dünyevi olsa da savaşçı özelliği nedeniyle çileci anlayışı tam olarak desteklemiyordu. Budizm rasyonel ancak çileci değildi. Weber’e göre tarihin başlangıç dönemlerinde dünya kutsallıkla açıklanabilirken artık pozitif, deneysel ve matematiksel bilim onun yerini almış, “anlamdan yoksun kullanılabilir bir evren” oluşmuştur. O, bu durumu büyü bozumu olarak ifade eder. Bu süreçte inanç, bilimsel düşünceyle uyumlu hale geldiğinden “bütün büyüsel etkinliklerini kaybederek ‘büyü bozumuna’ uğradı. Hristiyanlık modernleşti”.64 Weber’in ve Durkheim’ın çalışmalarında dinin merkezi bir öneme sahip olduğu açıkça görülmektedir. Her iki sosyolog da Marx’ın görüşlerini çürütmeyi amaçlamışlardır ve içinde bulundukları on dokuzuncu yüzyılın tarihsel koşullarıyla uyumlu olarak uygarlığın tekilliği, evrenselliği ve üstünlüğü gibi vurguların yönlendirdiği modernleşme paradigmasından etkilenirler. Din de belirtilen tüm bu gelişmelerle uyum içinde yorumlanır ve anlam kazanır. Modern düşüncede din, seküler alanlarda açıklanır. Her iki düşünür de dine, toplumu önceleyerek bir açıklama getirirler ve onu toplumsal bir olgu, toplumsal gerçekliğin bir parçası olarak ele alırlar.65 2.1.3.4. Karl Marx Marx, toplumun anlaşılmasında sınıflar arasındaki ekonomik çatışmalar üzerinde yoğunlaşır. İlk toplumlardan itibaren toplumları bu çerçevede çözümler. Ona göre ekonomik altyapı, toplumsal yaşamın belirleyici gücüdür. İnanç, ideoloji, kültür ve din, bu altyapı üzerinde şekillenir. Bir toplumda ekonomik olarak hâkim olan sınıflar o toplumdaki hâkim olan inanç biçimini ve ideolojik yapıyı da belirler. Hâkim sınıflar kendi çıkarlarını 64 Yıldırım, 1999: 71. 65 Yıldırım, 1999: 75-76. 167 korumak için her türlü ideolojiyi ve inancı kullanırlar. Önceki bölümde değindiğimiz gibi Marx, bu anlamda dinden kitlelerin afyonu olarak söz etmiştir. Diğer dönemlerde olduğu gibi özellikle kapitalizmde bir sınıfın diğer sınıfları ezmesi ve mevcut olan sömürü düzenini devam ettirmek için her türlü meşrulaştırma aracı olarak fikirleri ve inançları kullanması, Marx’ın düşüncesinin merkezinde bulunur. Bu çerçevede Marxist yaklaşım, dinsel biçimleri ekonomik alt yapının yansımaları olarak değerlendirir. Sınıflar arasındaki ilişkileri belirleyen ekonomik üretim biçimi dinsel yönelimlerin şekillenmesini de sağlar. Bu bağlamda, dinsel biçimlerin ortaya çıkışını, üretim sürecinin doğası ve üretim sürecinin oluşturduğu toplumsal sınıflar arasındaki ilişkiler belirler.66 Marxist çözümlemede din, bir üstyapı öğesi olarak ele alınır. Bu açıdan dini, Marxizmin ideolojiyle ilgili genel çözümlemesi çerçevesinde değerlendirmek mümkündür. Ancak ikisinin farklı yönlerinin bulunduğu da dikkatlerden kaçmamalıdır. Mardin’in67 belirttiği gibi, din ve ideoloji arasında çok güçlü bir ilişki bulunmasına karşın dinin insanların sarıldığı bir kurtuluş aracı olma özelliği, ideolojinin belirleyici özelliği olan tahakküm aracı olmasına göre daha belirgindir. Marx, ideolojinin önemini başlangıçta din konusuyla yakından ilişkili olarak ele almıştır. Onun dinle ilgilenmesinin temelinde Ludwig Feuerbach’ın fikirleri bulunur. Feuerbach’a göre insanların dini yönelimlerinin merkezinde yer alan Tanrı inancı, insanların “kendi sınırlılığını ideal bir varlıkla karşılaştırma eğiliminden doğan bir projeksiyondur. Din, insanın kendi düşüncesinin insanlarüstü bir plana aktarılışıdır”.68 Bir ateist olarak Feuerbach, dini bütün kötülüklerin kökeni olarak görür. En basit anlatımla onun teorisi, Tanrının insanı yarattığı değil insanın Tanrıyı yarattığı 66 Kurt, 2010: 5-6. 67 Mardin, 1995A: 45. 68 Mardin, 1995A: 42-43. 168 biçimindeydi.69 Bu tür bir anlayış en temelde dinin ve tanrı fikrinin, dünya içinde ve insanlar arasındaki ilişkilerde köklerinin bulunduğunu vurgular. İnsanın sömürüden ve yabancılaşmadan kurtulmasında bireysel arayışların sonuca ulaştırmayacağını düşünen Marx, kapitalist toplumun bütünüyle dönüşmesini gerekli görür. Çünkü ona göre yabancılaşma da sömürü de bireysel değil yapısal bir gerçekliktir ve en temelde üretim, dağıtım ve mülkiyet sistemiyle ilgilidir. Dolayısıyla yabancılaşmanın sona ermesi için bu sistemin dönüşmesi gerekir. Bu düşüncelerinin yanısıra Marx’ın toplumsal gerçekliğin daha özel olarak kapitalist toplumun işleyişinin anlaşılmasında bilime büyük bir önem verdiğini görmekteyiz. Marx’a göre toplumsal gerçekliğin temelini veya daha özel olarak kapitalist toplumun ekonomik yapısını ve işleyişini anlamamızı ancak bilim sağlayabilir. Gülenç’in70 ifadesiyle “Bu teşebbüsün metafizik, spiritüal ya da dini bir çerçevede kalınarak olumlu bir şekilde sonuçlandırılması olanaklı değildir. Marx, bu çerçevede gerçek eleştiriyi yapabilme potansiyeline sahip bilimsel etkinlik ile ideolojik bakışı birbirinden ayırmıştır.” Marx dinle toplumsal değişme arasında negatif bir ilişki görmüştür. Buna karşın Weber, dinin bir yorumunun, toplumsal değişmenin temel nedenlerinden biri olduğunu vurgulamıştır. Marx’ın yaklaşımında olduğu gibi Weber’in yaklaşımında da din, bir meşrulaştırma aracı olarak kullanılabilir. Bununla birlikte Weber sadece imtiyazsız durumda bulunmanın değil, imtiyazlı durumda bulunmanın da dinsel bir açıklamasının olduğunu kabul etmiştir.71 Buna ek olarak, sosyolojinin öncü düşünürlerinden Durkheim da Marx gibi dinin toplumsal bütünleşmeye yol açtığını kabul etmiştir ancak Durkheim, toplumun düzeni ve işleyişi için dini zorunlu gördüğü halde Marx, dinin, sınıfsal sömürü ve egemen düzeni meşrulaştırma aracı olduğunu ileri 69 Özdalga, 2007: 15. 70 Gülenç, 2012: 2. 71 Tatar, 2012: 154. 169 sürmüştür.72 Marx ve Durkheim, dini içinde bulunduğu toplumun belirlediğini vurgularken Weber, dinin toplumu belirleme gücü olduğunu ifade etmiştir. Burada son olarak Marx’ın ve Weber’in dine yaklaşımlarını karşılaştırmalı olarak ele alan Musaffer Sencer’in görüşlerinde bahsedebiliriz. Ona göre Weber’in din sosyolojisi, dinsel güçlerin ekonominin gelişiminde dolaylı etkisinin bulunduğunu ileri sürmesiyle burjuva sosyolojisinin bir örneği olarak kendini göstermekte ve metodolojik bir yanlışa düşmektedir (Sencer, 1999: 12). Aynı zamanda dine bu tür bir yaklaşımın, olgusal verilerle uygunluk sorunu vardır. Sencer (1999: 15), Dinin Türk Toplumuna Etkileri adlı eserinin özde burjuva sosyolojisinden ayrıldığını ve “marksist yöntem uygulanarak, genel olarak din sistemleri ve özel olarak islamlık, toplumların üretim sürecindeki nitelikler ve sosyal organizasyonlarına göre biçimlenen ideolojik yapılar olarak” çözümleneceğini bu çerçevede “din olgusu, genel anlamıyla, bağımlı bir değişken olarak” ele alınacağını belirtir. 2.1.3.5. Dinin Anlaşılmasına Katkıda Bulunan Diğer Yaklaşımlar Din çözümlemesi, yukarıda ele aldığımız ve sosyolojin kurucusu olan dört düşünürün dışında da temel bir ilgi konusu olmuştur. Çoğunlukla bu kurucuların eserlerine başvuru yoluyla kendi yaklaşımlarını geliştiren diğer düşünürler, yirminci yüzyılın başından itibaren dinin anlaşılmasını daha ileri düzeye taşımaya çalışmışlardır. Bu düşünürlerin, sosyolojinin yanısıra psikolojik ve antropolojik açıklamayı da din çözümlemesine dâhil ettikleri görülmektedir. Söz konusu düşünürler tarafından geliştirilen yaklaşımlar yerleşik bir referans çerçevesi oluşturmasının yanısıra bugün din, toplum, kültür ve birey arasındaki ilişkilerin anlaşılmasına önemli ölçüde katkıda bulunmaktadır. 72 Tatar, 2012: 156. 170 Freud, dinsel inançların ideolojik nitelik taşıdığına inanır. Ona göre din, kişiliğin şekillenmesi sürecinde yaşanan eksik bir safhayı örtmek için kullanılan bir araçtır. Başka bir deyişle dünya karşısında çocuk, korku ve güçsüzlük duygusunu anne baba otoritesi ve desteğiyle telafi ederken büyüdüğünde bu yardımlardan vazgeçerek sorumluluk üstlenmesi gerekir. Ancak o zamana kadar sorumluluk almayıp başkalarının kararları doğrultusunda yaşamını şekillendiren kişi bu aşamada “soyut bir baba” figürü olarak dini yaşamına katar. Böylece din, sorgulamadan yerine getirilen bir dizi emir ve yasaklarla kişinin sorumluktan arınmasına yardımcı olur ve eksikliği hissedilen babanın yerini alır. Dinin, gerçekleri örten bir maske olduğu görüşünü savunan Freud, onun gücünü oluşturan psikolojik kaynakları gizlediği ölçüde ideolojik olduğunu belirtir.73 Freud’un yaklaşımı, daha önce ele aldığımız Marxist yaklaşımlardaki gibi dinin maskeleyici veya örtücü niteliğine dikkat çeker. Bununla birlikte Marxist yaklaşımlara göre genel olarak ideoloji özel olarak din, toplumdaki hâkim sınıfın çıkarlarını ve sömürüsünü örterken Freud, bu örtmeyi kişisel düzeyde ortaya koymakta ve kişilikteki eksikliklerin üzerini örttüğünü ileri sürer. Erikson da Freud’a benzer şekilde yeni doğmuş çocuk için geçerli olan ana babaya duyulan güven duygusuyla din arasında bağlantı kurmuştur. “Korumanın sonucu olan güven, herhangi bir dinin gerçekliğinin mihenk taşıdır”. Tüm dinlerde ortak olan unsurlar vardır. Bunlara kulun acziyetini belli eden davranış, dualar ve şarkılar yoluyla kötü davranışların itirafı, dualar gibi ritüeller yoluyla iç huzuru aramak, cemaatler aracılığıyla güven oluşturmak ve çoğunluğun katıldığı ayinler ortak noktaların örnekleri olarak gösterilebilir. 74 Dinin oluşturduğu güven duygusu hem inanç aracılığıyla hem de inananlar arasında ortaya çıkan kaynaşma aracılığıyla sağlanır. Bu durum da dinin toplumsal boyutunun önemli görülmesi demektir. 73 Mardin,1993: 46. 74 Mardin, 1995A: 46. 171 Dinin toplumsal uyum ve bütünlük açısından önemini vurgulayan temel yaklaşımlardan birini, antropolojik çalışmalarıyla tanınan Bronislaw Malinowski ve A. R. Radcliffe-Brown geliştirmiştir. Malinowski, din ve büyüyle ilgili çözümlemeleriyle Durkheim’ın işlevselciliğine yeni bir boyut kazandırmış, daha sonra Radcliffe- Brown, Durkheim’ın kuramlarını ve Malinowski’nin büyü ve din hakkındaki buluşlarını daha da ileri götürmüştür. RadcliffeBrown, Durkheim’ın dinsel ayinlere verdiği önemi işlemiş ve dinin bir davranış türü olarak incelenmesi için ana kuralları şöyle özetlemiştir;75 1. Belirli bir dini anlamak için etkilerini incelememiz gerekir. Bundan ötürü din, faaliyet halinde incelenmelidir. 2. İnsan davranışı genellikle duygu adı verilen zihinsel (mental) eğilimler tarafından kontrol edildiği veya yönetildiği için, belirli bir dini topluma katılmanın sonucu olarak kişide hangi duyguların geliştiğini bulmak gerekir. 3. Din üzerinde yapılan çalışmalarda, önce, özellikle, din ile ilgili hareketler ve kişisel veya toplumsal ayinler incelenmelidir. 4. Bazı modern dinler, belirli öğretiler üzerinde dururlar. Dikkatlerini inanç üzerinde toplarlar. Bu özellik karmaşık yapıya sahip olan toplumların geçirdiği özel toplumsal değişmelerin bir sonucudur. 5. Bazı toplumlarda din ve sosyal yapı arasında dolaysız ve yakın bir ilişki vardır. Fakat halk arasında değişik dinsel kuruluşlar veya mezhep ve kiliselerin kurulması sonucu, ayrı ve bağımsız bir dinsel yapı ortaya çıkarsa, bunun tüm toplumsal yapı ile olan ilgisi birçok yönden dolaylı ve izlenmesi güç bir hale gelir. 6. Genel bir kural olarak… tüm dinler çift yönlü bir bağımlılık duygusunu ifade eder ve din, toplumsal fonksiyonunu bu dayanışma duygusunu sürekli olarak desteklemek yolu ile yapar. Tarihsel olmayan sosyolojik bir yaklaşımla ilkel kültür ve dinle ilgili yaklaşımlar geliştiren Radcliffe-Brown iyi bir Durkheimcı olarak sosyal yapı ve işlevler üzerine yoğunlaşmıştır. İlerleyen dönemde ise insan kültürünün psikolojik yönüne de önem vermiştir. O, yaklaşımını din alanına uyarlayarak “ritüel değeri tutarlı bir sosyal düzeni karakterize eden pek çok değer tipleri 75 Aktaran Mardin, 1995A: 50-51. 172 arasından sadece biri olarak görmektedir”.76 Daha özel olarak, RadcliffeBrown, Avustralya yerlilerinde görülen totemsel ritüeller ve bunlarla ilişkili mitler üzerine yaptığı araştırmada yerliler arasında “ortak bir ‘ritüel tarz’ ve kozmoloji olduğunu, yani, ‘doğa ve toplum konusunda bir düşünceler ve inançlar bütünü’ bulunduğunu görür. Ona göre işte bu düşünce ve inançlar bütünüdür ki, ritüellere anlamlarını vermektedir: doğal düzenin muhafazası”. 77 Son dönemlerdeki araştırmacılardan bazıları, dini daha spesifik olarak bireylerin dindarlıkları anlamında araştırmaktadır. Dinin ölçülebilen, nesnel boyutlarını ön planda tutan sosyologlardan biri olan G. Y. Glock, ABD’deki dini hayat üzerine yaptığı incelemede dinin dört boyutu olduğu çıkarımında bulunmuştur. Bu boyutları, tecrübi, ritüalist, ideolojik ve konsekansiyel (sonuca ilişkin) boyutlar olarak sıralamakta ve şöyle açıklamaktadır: kutsalla ilgili olarak kişi, grup ya da toplumun yaşadığı tüm duygu, idrak ve intibalar tecrübi boyutla ilişkilidir. Din alanında kişilerin duygu ve düşüncelerinden daha çok yapıp ettikleriyle ilgili olan boyut ritüalist boyuttur. Bu boyut dini uygulamalar olarak ifade edilen ibadetler, ayinler, dualar, törenler gibi uygulamaları kapsar. İdeolojik alan dini duygulardan çok dini inançlar temeline dayanır. Konsekansiyel boyut, dini topluluğu oluşturan kişilerin, inanç, ibadet ve tecrübe sonucu yaptıkları işleri, tutumlarını ve davranışlarını içerir.78 Glock dindarlığın ölçülebilir yönlerinin dinî inanç, dinî pratikler, dinî tecrübe, dinî bilgi ve sonuç açısından ele alınması gerektiğini vurgularken dini inancın merkezi bir rol oynadığını ileri sürer. “Diğer dört unsur, asıl ve kök olan imandan kaynaklanan dallar, yapraklar, çiçekler ve meyveler gibidir”.79 Amerikalı antropolog Paul Radin ise dinin, en temelde, yüceltme ve hayranlık duygusuna dayalı olarak güçlü ruhlara yönelik inanç ve 76 Cain, 2002: 39. 77 Cain, 2002: 40. 78 Günay,1993: 168. 79 Kurt, 2008: 88. 173 eylemlerden oluştuğunu öne sürmüştür. “Din, insanın fiziksel, psikolojik ve sosyoekonomik durumuyla onun sancılı varoluş mücadelesi sonucu beliren daimi korku durumundan neşet etmekte ve bir kültürün ‘yaşam değerleri’nin muhafazasını sağlamaktadır”.80 Bu bağlamda din, varoluş koşullarındaki sancı ve gerilimlerin bir parçasıdır ancak kültürel ve sosyo-ekonomik yapıların oluşturulmasında ve sürdürülmesinde kilit bir rol oynar. Sosyal ve beşeri bilimlerde yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar yeni yaklaşımlar öne çıkmış ve din çalışmaları onlardan etkilenmiştir. Bu yaklaşımlar kabaca yapı, sembol ve sistem olmak üzere üç terimle özetlenebilir. Bu terimler önceki çalışmalar için de belirleyici olsa da yeni dönemde farklı özelliklere ve biçimlere büründü. Örneğin yapı ve sistem kavramları önceden biyolojik organizma üzerinden açıklanırken daha sonra dilbilimsel araştırmalar bu alanda belirleyici hale gelmiştir. Bu tür bir gelişme üzerinde en önemli rolü Fransız antropolog Claude Levi-Strauss’un düşünceleri oynamıştır. Daha özel olarak o, insan kültürünü, miti ve diğer dini oluşumları temelde işaret-sistemleri olarak incelemiştir. Ona göre gerekli olan, yüzeydeki gerçekliklerin arkasındaki derin yapıların ortaya çıkarılması ve insanın bilinçaltında olan işaret sistemlerinin çözümlenmesidir. 81 Fransız düşüncesi içinde temelleri bulunan yapısalcı düşünce, toplumsal ve kültürel oluşumları, fail ve irade kavramlarına başvurmaksızın ele almaktadır. İlk bölümde ideoloji çözümlemesinde Althusser’de gördüğümüz gibi LeviStrauss da kültürel olguların bireylerin niyetlerinden ve iradelerinden bağımsız olarak derin yapılar çerçevesinde ele alır. Bu nedenle her iki düşünür de antihümanist gelenek içinde yer alır. 80 Cain, 2002: 42. 81 Cain, 2002: 66. 174 2.1.4. Din ve Anlam Bir inanç sistemi olarak din, her şeyden önce insanların varlıkla ilgili bakışını ve düşüncesini oluşturmayı amaçlarlar. Din, insanın neyi nasıl görmesi ve anlaması gerektiğine ilişkin temel öğretiler içerir. Bu yönüyle din, bir dünya görüşü oluşturur. Üstelik bu dünya görüşü dinin inananları arasında paylaşıldığı için bu aynı zamanda ortak bir dünya görüşüdür. Bu anlamda din, insanın Tanrıyla arasında olduğu kadar bir dinin inananları arasında da bir bağ oluşturur. Din, önce bireye hitap ederek onu etkisi altına alır daha sonra hem dini kabul etmiş bireyler arasındaki hem de, etkisi altına aldığı bireylerle diğer insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyerek, topluma etkide bulunan bir kurum haline gelir. Dinsel deneyimlerden önemli olanlar, bireyler arasında bağ oluşturarak, “düşünceler, görüşler, davranış ve heyecanlar şekline bürünerek ”nesnel hale gelir ve toplumla ilgili birtakım sonuçlara yol açar. “Her din hayata dair hükümlerle dünyevi hadiselere karşı takınılan tavırlardan oluşan zihniyeti beraberinde getirmektedir. Nihayetinde dinin cemiyete etkileri olduğu gibi cemiyetin de dini tecrübeler üzerinde tesiri vardır”. 82 Bu durum da dini olan ile dünyevi olanın içiçe geçmesine, dinin aşkın boyutunun içkin boyutundan, öteki dünyaya yönelik tutumların bu dünyaya yönelik tutumlardan ayrılamamasına neden olur. Toplumsal sistem içinde dinî inanç, değer ve pratikler ile toplumsal ve kültürel yaşamın bütün öğeleri arasında açık bir ilişki ve etkileşim bulunur. Dünyaya ait gerçeklikleri aşan kutsal bir hakikat vurgusuyla din, dünyayı, yaşamı ve tarihi anlamlandırırken kendine ait bir doğruluk algısı kurmaktadır. Bu açıdan “Dinin en büyük işlevlerinden birisi müntesiplerine zihniyet kazandırmasıdır. Dini normların etkisi altında şekillenen izafet çerçeveleri bireylerin sosyal ve fizikî çevresine karşı tutumlarını tayin eden rol kalıpları olmaktadır. Dini kaynaklı zihniyet ve dünya görüşü aile, eğitim, ekonomi, 82 Tatar, 2012: 151. 175 siyaset ve serbest zaman faaliyetlerinde etkilerini göstermekle birlikte, dinin özellikle toplumsal ahlakın en temel yapı taşı olduğu görülmektedir”.83 Dünyanın, toplumun, olayların ve ilişkilerin dinin kendine ait bir çerçevede anlaşılması ve bunun birtakım davranışlara ve tutumlara neden olması, dinsel zeminde bir kültür ve anlam biçiminin oluşmasını beraberinde getirir. Dinin bütünleştirme işlevinin yanısıra çatıştırma işlevi de olmasına karşın toplumu uyumlu bir sistem olarak görenler onun daha çok bütünleştirici işlevini vurgularlar. Emile Durkheim, Talcott Parsons ve Robert Bellah gibi sosyologlar, dinin sosyal bütünleşmeye katkıda bulunan en önemli kurumlardan biri olduğunu vurgularlar. “Din sosyal sistemin dengeli ve süreğen bir yapıda kalmasına yardım etmekte, toplumun hayatiyetini devam ettirmesinin her toplum için geçerli adeta bir ön şartı olmaktadır”.84 Dinin kültürle ilişkisinde onu bir sistem olarak gören bakış açıları benzer özellikleri vurgular. “Her durumda din; kutsal, bütüncül veya aşkın kabul edilebilecek bir realite (evren/varlık) anlayışı inşa ederek nihai anlamda gaye ve anlam sunan kültürel sistem olarak anlaşılmaktadır”.85 İlkel dinlerden gelişmiş dinlere kadar tüm dinlerde “kutsallık” bulunmaktadır. Kutsallık bir taş, bir ağaç veya bir nesneye atfedildiği gibi bir Hıristiyan için İsa’da Tanrının tezahürü biçimde gerçekleşmesi biçiminde de olabilmektedir. Her ne şekilde olursa olsun kutsal kabul edilmiş olan her şey; kişi, nesne, davranış, güç vb. olağanüstü anlamlar taşımaktadır. İslam öncesi Arap toplumunda haram aylar olarak kabul edilen dönemde savaşmak ve kan dökmek yasaktı ve kutsal Kâbe’de de kan dökmek yasak olarak kabul edilmekteydi. 86 Din anlayış olduğu kadar bilgi ve davranış üzerinde etkide bulunarak kültürel biçimlerin oluşmasında belirleyici bir rol oynar. Granholm’ün ifade ettiği gibi “İnanç, dinin bilişsel boyutudur ve inananların dünya hakkındaki 83 Aydınalp, 2010: 193. 84 Aydınalp, 2010: 196. 85 Wuthnow, 2002: 61. 86 Yıldırım, 1999: 28. 176 bilgilerini belirler. Davranışın temelini oluşturur ve dini aktivitelere şekil verir… [K]işilerin normları, değerleri, etik anlayışları ve davranışları inançlarından çok güçlü bir biçimde etkilenmektedir”.87 Bu bağlamda din, insanın anlam arayışına cevap veren ve bu doğrultuda tarih içinde çeşitli tarzlar geliştirmiş olan bir sistemdir. Berger’e göre insan doğduğundan itibaren bir anlam arayışı içerisindedir ve bu anlam toplumsal koşullarda gerçekleştirilir. Yani Berger tarafından toplum, geniş içerikli bir anlam düzeni olarak tanımlanır. Benzer olarak Wuthnow da dini “anlam verici kaynak” olarak değerlendirir ve bu açıdan Clifford Geertz’in din tanımını öne çıkarır. Geertz dini, bir dünya görüşü olmanın yanında onunla örtüşen bir hayat tarzı da olduğu görüşünü savunur ve dinin gerçeklik görüşü vermesinin onun işlevsel niteliği olmasından kaynaklandığını ileri sürer. 88 Geertz’e göre kutsal semboller “eşyanın var oluş tarzlarının temsilini sağlamaktadır (yani bir kozmoloji ya da metafizik); diğer yandan insan eylemleri için bir örneklik ve program temin etmektedir (yani bir etik ya da estetik). Böylece kutsal semboller hem ‘olan’ı hem de ‘olması gerekeni’ ifade etmektedir. Bir din, düzenli bir bütün oluşturan bu tür sembollerin bir araya gelmesinden müteşekkildir; bir başka ifade ile din, insani eylemlere ve olaylara anlam bahşeden ve düşüncelere, değerlere ve bir toplumun yaşam tarzına temel bir meşruiyet sağlayan sembolik bir sistemden oluşmaktadır”. 89 Wuthnow, dini hayata anlam veren semboller olarak tanımlar. Daha açık şekilde, din, hayatın anlamı ve hedefi ile ilgili inanç, kabul ve davranış tarzları bütünü olarak tanımlanır.90 Dinin hayata “anlam verme” niteliği Weber’in çalışmalarından bugüne kadar din sosyolojisinin temel konularından biri olmuştur. Sorun, durum veya olayları geniş kuramsal bir çerçeveye oturtmak ve yorumlamak olarak tanımlanabilecek “anlam verme” durumunu 87 Granholm, 2012: 296. 88 Çiftçi, 2002A: 9. 89 Cain, 2002: 68-69. 90 Çiftçi, 2002A: 9. 177 Çiftçi ve diğerleri şu örnekle açıklarlar;91 “‘İşten çıkarılma’ olayı ‘kötü şans’ ya da ‘Tanrı’nın takdiri’ olarak yorumlandığında ona anlam verilmiş olunur”. Kültürel tarzların oluşmasını sağlayan en önemli kaynaklardan biri olarak din, “toplumsal sınır ve tanımlamaları netleştiren dinamik bir sosyal kimlik unsuru” olarak işlev görür. Kültürel kimliğin bir temeli olarak din sadece ulusal, uluslararası ilişkilere değil siyasete de etki etmektedir. Son dönemlerde sosyal bilimler literatüründe dinin bu yönüne daha fazla dikkat çekildiği görülmektedir. Din, kimlik için bu öneminin yanında hatta onu tamamlayıcı olarak eylem ve davranışlara “önemli bir meşrulaştırma kaynağı” olmaktadır. Aydınalp’in92 ifadesiyle, “Düşünce ve davranışların meşrulaştırılmasında dini anlam evreninin sıklıkla kullanıldığı görülmektedir. Akıl ve yorum devreye girdiğinde her şeyin her şeye dönüşebildiği dini metin ve gelenekler, politik ve askeri kararlar dâhil pek çok düşünce ve aksiyonun kutsal bir anlam evreni içinde meşrulaştırılmasını” sağlar. Bunun sonucunda ise dini meşrulaştırmanın sınırının nerede başlayıp nerede biteceği temel bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Anlam her zaman ve koşulda kendiliğinden olmayıp bizim ona yüklediğimiz bir özellik de olabilmektedir. Örneğin daha önce de belirtildiği gibi işten çıkarılma olayına pek çok anlam yüklenebilmekte ve asıl anlamı belki de hiç bilinememektedir. Asıl önemli olan zaten onun asıl anlamının ne olduğu değil ona hangi anlamın yüklenmiş olduğunun belirlenmesidir. Berger’e göre olaylar ve durumlara anlam yüklemek insani bir eylemdir ve tarihin büyük bir kısmında olaylara verilen anlam dinsel açıdan olmuştur. Dinin en temel işlevi, insanlara bir anlam haritası vermesi ve bu yolla inanç, kabul ve davranışlarını toplumda ve evrende bir yere yerleştirmesidir. 93 Dini anlam haritalarının farklılaşması ve bireyler olmasa bile gruplar bazında çoğaltılabilmeleri, belirli bir grup içinde uyumu ve ahengi yaratsa da çoğu 91 Çiftçi, 2002A: 12. 92 Aydınalp, 2010: 194. 93 Çiftçi, 2002A: 13. 178 zaman genel toplum açısından bu anlamların birbiriyle uyumsuzluğuyla sonuçlanmaktadır. 2.1.5. Din ve Toplumsal Kontrol Başta A. Comte ve E. Durkheim gibi sosyolojinin öncü düşünürleri on dokuzuncu yüzyılda toplumsal bütünlüğe ve uyuma sağladığı katkı nedeniyle dine yönelik pragmatist tutum benimsemişlerdir. Yani dinin inanç ve değerlerini kendi içinde doğru ve tutarlı görmekten çok bunların toplumsal düzen için gerekli olduğunu düşünmüşlerdir “Eğer din bir destek, bir güç ve bir rahatlama, bir güven sağlıyorsa, diğer bir deyişle, yaşam için yararlıysa din ve değeri gerçekti. Din, bireylere sağladığı psikolojik desteğin yanı sıra, aynı zamanda toplumun düzenine, birliğine ve sürekliliğine yardımcı olduğu için değer ifade etmektedir”.94 Dinin bu şekilde işlevsel algılanışı, aynı zamanda onun, toplumsal kontrol açısından değerlendirilmesi demekti. Din, toplumsal açıdan çok önemli bir unsurdur. Toplumsal problemlerin belirlenmesi ve çözümünde önemli bir görev üstlenmektedir. Toplumsal problemleri meşru kılan din, aynı zamanda onlara tepki vermeyi de ister. Hıristiyanlıkta, Yahudi geleneğinde, İslam’da ve birçok doğu dininde verme, yardımlaşma gibi toplumsal unsurlar oldukça güçlü şekillerde vurgulanmıştır.95 Toplumsal kontrol, dinin önemli işlevlerinden biridir ve insanları toplum kuralları çizgisinde tutmaya yardım etmektedir. Din, hem dış hem de iç kontrol yoluyla insanlara etki eden bir mekanizmadır. Dış kontrol yoluyla din, M. Weber’in meşrulaştırma olarak tanımladığı şeyi yerine getirmektedir. Yani din, toplumda gücün kullanımını açıklar, gerekçelendirir ve haklı hale getirir. İlkçağlardan bugüne kadar dinin, gerekçeler ortaya koyarak her dönemde 94 Kurt, 2008: 78. 95 Pessi, 2012: 526-527. 179 güçlülerin ihtiyaçlarına hizmet ettiği görülmektedir. Gücün, toplumsal kontrolü sağlayan temsilcilerin meşrulaştırılması, belirli toplumsal düzenlemeler açısından ve birtakım meseleler bireysel fedakârlıkları istediği takdirde özellikle önemli hale gelmektedir. Örneğin evlilik, mülk edinme ve bunun gibi temel konuların güçlü dinsel meşrulaştırmayla desteklenen toplumsal kontrollerin koruması altında olduğu söylenebilir. İlkel ya da modern hemen her dönemde evlilik kutsal kabul edilmektedir. Kültür antropologlarınca nikâh düşmeyen akrabalarla cinsel ilişki kurma yasağı, en eski toplumsal kontrol biçimine örnektir. Hemen her dönemde dinsel biçimde sembolize edilen olaylar, kendisini aşarak mutlak doğru bir düzenin parçasıymış gibi görünmektedir. Askerlerin vatan, din vb. adına vakurla savaşa gitmeleri ya da bir toplum üyesinin Tanrı adına törensel bir şekilde öldürülmesi, dinin dışsal kontrol biçimine örnek verilebilir.96 Bu tür bir dışsal toplumsal kontrolün dışında bir de kişide içselleşmiş bir toplumsal kontrol biçimi bulunmaktadır. Dışsal kontrolün olduğu gibi içsel kontrolün oluşmasında ve sürdürülmesinde din büyük bir rol oynamaktadır. Dinin insan bilincini şekillendirerek kişinin toplumsal düzene kendiliğinden uyum sağlamasına yol açan özelliği ve düzeni bozan unsurları bu yolla dışarıda bırakması, içsel kontrol biçimine örnektir.97 Dinin kültürel tarzların oluşumundaki etkisi daha özel olarak belirli anlamları ve değerleri oluşturması ve bunları toplum içinde kurumsallaştırması içsel kontrolü sağlama derecesinin ne kadar geliştiğini gösterir. Toplumsal kontrol ve suç ilişkisini ele alan çalışmalar incelendiğinde dini bağlılığın suça yönelik davranışları azalttığına dair sonuçlara ulaşılmaktadır. Din ve suç ilişkisi üzerine yapılmış kırk çalışma üzerinde yapılan bir meta-analizde çalışmaların büyük bir çoğunluğunun suç ve dindarlık oranı arasında ters orantıların bulunduğunu ortaya koymuştur. 98 96 Berger, 2002: 132-133. 97 Berger, 2002: 133. 98 Johnson, 2012: 404. 180 Travis Hirschi gibi toplumsal kontrol kuramcıları, suç işlememe ve suçlu davranışlara eğilimli olmama konularını ele almışlardır. Din, kontrol kuramcılarının birey ve toplum ilişkisini ve “geleneksel kural koyucu davranışı” ele alabilecekleri önemli faktörlerden biridir. Hirschi’ye göre din, toplumsal kontrol kuramının merkezinde yer alan; bağlanma, bağlılık, bağımlılık ve inançlar arasında merkezi bir bağ olmaktadır.99 2.1.6. Din ve Ritüel Ritüel terimi çok fazla sayıda farklı davranışları tasvir etmek için kullanılmaktadır. Katolik toplu ayinleri, Budist rahiplerinin Himalayalar’da şarkı söylemeleri, taç giyme ve çay içme törenleri, okullardaki eğitim faaliyetleri, dini amaçlı yolculuklar, tatiller birer ritüeldir. Bu terim hem dini hem de seküler olarak yorumlanan genel veya özel fiilleri tanımlayabilmektedir.100 Ritüel yalnızca dinle sınırlı olmasa da dini ritüeller dinin daha çok pratik boyutunu ifade etmektedir. Dine inananlar, inançlarının ilgili kısımlarını ritüellere aktararak dinin hayat bulmasını sağlarlar. Dinin, inanç ve ibadet (pratik) boyutunun aslında birbirinden ayrılmaz bir bütünün parçalarını oluşturduğunu söyleyen Günay,101 dinin teorik ve pratik bu iki boyutunun birbirine sıkı sıkıya bağlı ve birbirinin tamamlayıcısı bir özellik taşıdığını vurgular. Benzer şekilde ritüeli, dini düşüncenin eyleme dökülmesi olarak tanımlayan McGuire, bu terimi inançla birleşmiş bir bütün olarak yorumlar. Ritüel aktiviteler, müminler topluluğunun inanç sistemlerini pekiştirip güçlendirme işlevi görürken aynı zamanda grup bütünlüğünü sembolize eder ve bu bütünlüğün korunmasına katkıda bulunmaktadırlar. 102 99 Johnson, 2012: 413-414. 100 Collins, 2012: 121. 101 Günay, 1993: 175. 102 Granholm, 2012: 297. 181 Dini törenler ve görevler, daha spesifik olarak, insanların mevcut düzene uyum sağlamasında önemli bir yer tutar. Doğum, ölüm, ergenlik, evlilik gibi önemli dönüm noktaları bunlara örnek oluşturur103. Bu anlamda, ayin ya da ritüel dinin en önemli özelliklerinden biri olarak kabul edilir. Özel olarak İslam dininde ibadet olarak tanımlanan ritüelin toplumsal yaşam için somut sonuçları vardır. İbadet pratiği ve imgesel olarak kutsalın ifade edilmesi, yaratıcıyla, elçiyle ve yaratılış öyküsüyle gerçek yaşamda birleşme hissini oluşturarak kutsalın süreklilik ve toplumsallık kazanmasını beraberinde getirir.104 İbadetlerin (dini ayin, tören, pratikler vb.) temelini oluşturan inançlar zaman içinde eski canlılık ve açıklıklarını yitirmektedirler. İbadetler tam da bu noktada inançlara etki etmekte ve uygulanmaları halinde onların birleştirici etkisini artırmaktadır.105 Bu bağlamda Granholm,106 inanç, ritüeller, dini tecrübeler ve sosyal düzenlemelerin inancın dört tamamlayıcı unsuru olduğunu ileri sürer. İnanç, ritüeller sayesinde ortaya konulur, ritüeller dini tecrübelerin kazanılmasında rol oynar. Dini tecrübeler sosyal düzenlemeler aracılığıyla gerçekleşir ve bu inancın biçimlenmesi, güçlenmesi ve pekişmesini sağlar ve dinin her unsuru bir diğerinden daha üstün ve önemli olarak kabul edilemez. Ritüellerin temel işlevi iletişimdir. Sözlü ifadelere benzer olarak aktörün başka biriyle ilişkileriyle ilgili açık ya da örtülü şeyler söyleyen davranışsal eylemler olarak tanımlanabilen ritüeller, geçmişten bugüne gelen normlar uyarınca toplumdaki önemli olayları anmak ve açıklamak için bilinçli olarak düzenlenmektedir. Evlilik törenleri, bayramlar buna bir örnektir ancak; bir askerin selamı gibi çok daha basit eylemler de ritüele örnek teşkil eder. Dahası araçsal gayelerin yönlendirdiği eylemler de; örneğin hendek kazmak, 103 Berger, 2002: 138. 104 Yıldırım, 1999: 28. 105 Günay, 1993: 178. 106 Granholm, 2012: 301. 182 anlamlı rollere sahip olabilmektedirler. Bu nedenlerden dolayı ritüel müstakil bir davranıştan çok analitik bir davranış olarak anlaşılmalıdır.107 Ritüeller, genellikle ahlaki düzendeki belirsizlik ortamında ortaya çıkarak bu düzeni kuran ahlaki yükümlülükleri açıklığa kavuşturmaya yardım ederler. Onlar, söz konusu din olduğunda genel belirsizliklere bir tepki olmanın ötesinde kurumun kendi işlevinin de parçası olmaktadır. Cenaze, evlenme törenleri ve ibadet hizmetleri buna örnek gösterilebilir. 108 Ritüeller, inançların devamının sağlanmasında ve dinsel sistemlerin istikrarında büyük bir rol üstlenirler.109 Durkheim’a göre dini ritüel, sosyal bir olgudur. İnsanlar, toplumsal yapıyı ve topluluk bağlarını din aracılığıyla yüceltirler. Din insanları bir cemaat olarak bir arada tuttuğu halde insanlar dinin bu yönünün farkında olmayabilirler. Ona göre, “‘Ritüel’, dini sosyal çimento olarak yapılandırmada anahtar bir rol oynar. Marksistler için gizemli bir hava verme anlamına gelen bu süreç, Durkheimcılar için tamamen bir sosyal entegrasyon, aynı şekilde birey ve toplum için pozitif ayrıcalık konusudur”.110 Durkheim’ın dinin aslında toplumun ve düzenin yüceltilmesi işlevini gördüğü şeklindeki düşüncesi daha çok ritüeller vasıtasıyla temellendirilmektedir. Bu anlamda ritüeller, toplumsal düzenin gerektirdiği dayanışma ve uyumun en gerçek, en somut biçimleridir. Radcliffe-Brown, sosyal düzen ve sosyal düzenin devamlılığında sosyal kurumların rolünü anlamakla ilgilenmiştir. Ritüelin, inanç ya da mitten çok, sosyal birliği koruyan güçlü bir araç olduğu düşüncesini savunur. “Radcliffe-Brown’a göre, birey büyük oranda sosyal yapının bir kuklasıdır ve sınırlı ilgiyi hak etmiştir”.111 107 Wuthnow, 2002:103. 108 Wuthnow, 2002:103. 109 Wuthnow, 2002: 104-105. 110 Collins, 2012: 129. 111 Collins, 2012: 129. 183 Maurice Bloch, ritüelin iktidarda olanların mevcut pozisyonlarını devam ettirmesine aracı olduğunu ortaya koyar ve buna bağlı olarak ritüelin geleneksel otoritenin eleştirelliği sınırlandırmasına hizmet ettiği görüşünü savunur. “Ritüelde uygulamalar, seremoniyi doğrudan yöneten ehil insanlardan daha yüksek bir otorite tarafından verilen izin ve tavsiye ile gerçekleştirilir. Bu, katılımcıların farkında olmadığı, örtülü bir aracılıktır: bu, ideoloji veya ‘doxa’ [doktrin] türü ‘ritüel’dir”. 112 Ritüele katılanlar, bu katılımlarıyla dinsel bir inanç ve amacı yerine getirmeye çabaladıkları halde ritüelin kendisinin bu amaçlananlardan başka sonuçları olabilir. Bu sonuçların en önemlileri kuşkusuz otorite ve siyasal yaşamla ilgili olanlardır. Ritüeller, zaman, mekan, sosyallik ve otorite gibi temel sosyolojik kavramlarla ilgili bilgi verirken bazıları onun bu sayılan unsurların yapıcı unsuru olduğunu iddia eder. Ritüel bilim dünyasındaki anlayışa göre dini hayatın ayrılmaz bir parçasıdır ve bu, Max Müller için 150 yıl önce olduğu gibi günümüzde de geçerliliğini sürdürmektedir.113 İbadetin öncelikle sembolik bir din ifadesi olduğunu, ikinci olarak dini duyguları besleyip pekiştirmesi nedeniyle didaktik olduğunu ve son olarak da kutsalla ilişki kurulmasını sağlaması bakımından mistik bir özellik taşıdığını belirten Morice Goguel bu üç temel fonksiyonun öneminin altını çizer. 114 Sayılan bu üç fonksiyonunun yanında ibadetin birleştirici ve bütünleştirici fonksiyonuna (cemaat teşkil eden) değinen Günay115 bir davranışın, ibadetin ya da dini ayin ve merasimin en önemli etkisinin o eyleme katılan kişi üzerinde olacağını ancak bu etkinin o eyleme katılan diğer kişileri de saracağını ifade eder. İnanç ve ibadet arasındaki en temel nüans, inancın zihni bir nitelik taşıyarak daha geniş bir cemaatte ayrışma nedeni olabilecekken ibadetin, tersine bir etki yaratarak dini grubu kaynaştırıcı, birleştirici ve bütünleştirici bir etki alanına sahip olması noktasındadır. 112 Collins, 2012: 130. 113 Collins, 2012: 143. 114 Günay,1993: 176-177. 115 Günay, 1993: 177. 184 2.1.6. Mitoloji, Din ve İdeoloji Mitolojiler ve dinler insanların yaşamı anlama ve anlamlandırma çabasının ürünleridir. Onlar, dilsel yapılar içinde insanların kendilerini dünyada yeniden konumlandırmalarını ve biçimlendirmelerini sağlayan düşünyapıları olarak işlev görmektedir. İdeoloji de mitler ve dinler gibi nesnel gerçekliğin soyutlanması ve yeni bir bağlamda tekrar üretilmesinin bir sonucudur. İnsanoğlunun düşünsel evriminin bilinç ve bilinçaltının temellendiği mit, güncel olan bütün söylem ve eylemlerde kendini yeniden üretmektedir. Bu açıdan din ve ideolojide mitolojinin izleri bulunmaktadır. Tüm yaşamsal pratiklere gönderme yapan mit, dilin tüm olanaklarını kullanır ve din ve ideolojiye kıyasla dile daha yakın ve daha az yabancı bir konumda bulunur.116 Mitoloji, dinin içinde varlığını sürdürmüş, dinin insan kitleleri arasında yayılmasında katalizör rolü oynamıştır. Mitolojik kategoriler aracılığıyla insanların dinin gerektirdiği akide ve tahayyülü benimsemeleri kolaylaşmıştır. İlkel ya da gelişmiş tüm dinler belirli inançlara dayanmaktadır ve bu inançlar, tasavvurlar ve düşüncelerin o dine inanan fertleri birbirine bağlayan büyük bir etki gücü bulunmaktadır.117 İlkel ve politeist dinlerde mitler önemli bir yere sahiptir. Bir mit, tarihi anlatan önemli bir kaynaktır. Bunun yanında semboller, dille ilgili unsurlar, masal konuları, sosyal kurum, olay ve yaşayışla ilgili bilgiler mitlerin içeriğinde bulunur. Mitler kendilerine özgü mantık ve kurallardan oluşsa bile çeşitli toplumlarda büyük benzerlikler göstermektedir. “İlkel ve politeist dinlerdeki mitolojik inanç ve geleneklerin yerini monoteist, ilahi ve yüksek dinlerde iman esasları, doktrinler ve dogmalar alırlar”.118 Din sosyologlarından bazıları dini, inanç ve aidiyet şeklinde tasnif etmiş, bazıları ise pratik boyutu da ona ilave etmiştir.119 Bununla birlikte, özel 116 Çoban, 2003: 261-262. 117 Günay, 1993: 169. 118 Günay, 1993: 170. 119 Riis, 2012: 368. 185 olarak ilkel dinlerde pratiğin inançlardan ve doktrinlerden daha öncelikli olduğu, bu toplumlarda din denildiğinde dini ayinler, dualar, törenler, ibadetler gibi pratiklerin anlaşıldığı kabul edilmektedir. Sami dinlerde ise ilkel dinlerin tersine inanç ön plana çıkmakta ve ibadetler ikinci planda kalmaktadır. Benzer durum Hıristiyanlığın Protestanlık mezhebi için de geçerlidir. Ancak Katoliklik mezhebinde ibadetin inançtan daha fazla yer tuttuğu görülmektedir. İslamiyette pratiğin mi, inançların mı öncelikli olduğuyla ilgili tartışma, farklı mezheplerde görüş ayrılıklarına neden olmuştur.120 Dünyanın belirli bir biçimde anlamlandırılması, ideoloji, mitoloji ve dinin ortak özelliğidir. Genel olarak dinler, “mitolojik ögeleri de barındıran daha farklı bir tarihsel döneme gönderme yapan anlamlandırma sistemidir. Din bir bağlamda toplumsalı düzenleyen bir girişimdir, tüm maddi yaşam alanlarına dair hukuksal bir metindir, yalnızca düşünsel değil eylemsel düzeyleri de belirler ve kurallandırır… ‘metinsel’ –söylemsel- ve toplumsal pratik olarak somut koşulların bir getirisidir”.121 Aynı şekilde, mitoloji ve dinin etkilerinin açıkça görüldüğü ideoloji, bir anlamlandırma sistemidir ve metinlerarası bir yapıya sahiptir. İdeoloji, mitoloji ve din gibi dünyayı anlamlandırma sistemi olup simgeler yoluyla işleyerek toplumsal gerçekliği kurgular.122 Kendi dönemlerinin formasyonuna uyumlu biçimde gelişmiş yapılar olan mitoloji ve din, bulundukları dönemlerin ideolojileri olarak işlev görmekte ve kendilerine özgü bir anlamlandırma sistemi ve söylem biçimine sahip olmaktadırlar. Mitolojiyi Eski Yunan’ın ideolojisi ve dini de Ortaçağ Avrupası’nın ideolojisi olarak ele aldığımızda bu dönemlerin “kendilerini ifade ettikleri düşünyapılar değişebilir, toplumsal çelişkilerin belirlediği durumlarda siyasi alan temel belirleyenlerden biri olarak ortaya çıkabilir ancak toplumsalın kendini yeniden-üretme zorunluluğu bağlamında ‘son kertede’ 120 Günay, 1993: 171. 121 Çoban, 2003: 264-265. 122 Çoban, 2003: 265-266. 186 ekonomi kendisini temel belirleyen olarak ortaya koyar.”123 Herhangi bir çağda mitoloji, din ve ideolojiden biri diğerlerinden daha fazla ön plandadır ve onlar üzerinde üstün konuma gelir. Bu üçü arasındaki ilişkiler de her çağın kendine özgü koşulları içinde belirlenir. Bu bağlamda ideolojinin, modern toplumda diğerleri üzerinde egemen olduğu ve mitoloji ve dini kendi çerçevesi içinde ilişkiye soktuğu söylenebilir. 2.2. DİN – İDEOLOJİ – SİYASET 2.2.1. Din ve İdeoloji Buraya kadar çeşitli yönleriyle din ve ideolojiyi birbirinden ayrı olarak ele almış bulunuyoruz. Bu incelemede görüldüğü gibi bu alanlardan her biri son derece gelişmiş bir düzeye ulaşmıştır. Bunun sonucu olarak günümüzde din ve ideoloji konularında geniş kapsamlı ve zengin bir literatür bulunmaktadır. Daha spesifik olarak toplumsal çözümlemede din ve ideoloji ilişkisine önemli bir yer verilmektedir. Gerek ondokuzuncu yüzyılda toplum düşüncesinin öncüleri gerekse onların izinden giden daha sonraki düşünürler bu iki alanın ilişkisini anlamaya çalışmışlardır. Bundan önceki başlık altında gördüğümüz gibi sosyolojinin kurucularından Marx ile Weber arasında kapitalizmin ortaya çıkışıyla ilgili görüşleri açısından önemli farklılıklar bulunuyordu. Marx, tarihsel maddeciliğinin bir parçası olarak kültürel, dinsel ve ideolojik alanı, maddi gerçekliğin belirlediğini savunuyordu. Bu açıdan ona göre kapitalizmi ortaya çıkaran da toplumdaki maddi çelişkilerin bir yansıması olarak sınıflar arasındaki çatışmaydı. Ona göre din, genel olarak ideolojinin hâkim sınıfın çıkarlarını meşrulaştırma ve baskıyı ve sömürüyü örtme işlevini görmekteydi. Weber ise ideolojinin daha özel olarak dinin toplumu belirleme ve değiştirme 123 Çoban, 2003: 265. 187 gücü olduğunu düşünüyordu. Kapitalizmin ortaya çıkışıyla ilgili meşhur eseri olan Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’nda kapitalizmin gelişmesi için Batıda bulunan benzersiz ideolojik rolü ele alıyordu. Ona göre böyle bir rolü Batı toplumlarında Hıristiyanlık daha spesifik olarak Protestanlık oynamıştı. Kapitalizm ve kapitalizmin gerektirdiği servet biriktirme, Hıristiyanlığın bir kolunun geliştirdiği özel yoruma dayalı olarak hayat bulmuştu. Böylece Weber, Batıda kapitalizmin gelişmesinde özellikle rasyonelleşmenin ortaya çıkışında dinin ideolojik bir işlev gördüğünü, modern kapitalizmin ve onun tanımlayıcı bir boyutu olan rasyonelleşmenin, bu ideolojik temel üzerinde imkân bulduğunu ileri sürmekteydi. Weber, diğer dinlerin ve toplumların benzer bir ideolojiden yoksun olduğu için rasyonel servet biriktirmenin o toplumlarda gelişmediğini vurguluyordu. Weber’e göre, siyasal güç, ekonomik ve sosyal yapılarda dinsel otoritenin kurulması vahiy kaynaklı dinlerin ortak bir özelliğidir. Gücün yozlaşması ve bencilliğin temsilcisi olan para ve cinsellik, İbrahimi dinlerde dünyeviliğin temel bileşenleri olarak görülmüştür. Özellikle kutsal-profan ayrımı İslam dini açısından büyük önem arzeder. İslam’da tek tanrı inancının köktenciliği toplumda herhangi bir hiyerarşiye izin vermez ve kökten eşitlikçi bir anlayış üzerine temellenmiştir. Ancak tarihsel olarak bakıldığında teoloji ve pratik arasında kalıcı bir çelişki ve gerilim bulunmaktadır. Çünkü bu bağlamda teolojinin görece sabit bir sistem olduğu, değişmez, belirli ilkelerden oluştuğu buna karşın pratiğin çok daha fazla çeşitliliği ve esnekliği içinde barındırdığı, değişime çok daha açık olduğu söylenebilir.124 Weber, İslam konusunda yapmış olduğu çalışmayı tamamlayamamış olsa da Hıristiyanlık ve İslam arasında önemli farklılıklar ve tezatlar olduğunu ifade eder. Örnek olarak Hıristiyanlıkta kilise ve kutsal rahiplik gibi bir kurum varken İslam dininde böyle bir kurumun olmadığını dile getirir. İslam’da ulemanın otoritesini doğrudan peygamberden almayıp kendi eğitimleri ve toplumsal yapının onayından aldığını dile getirir. Roma Katolik Kilisesi’nde 124 Turner, 2012: 157. 188 ise tersine dini otorite papalık ve piskoposlara aittir ve “ ‘lütfun anahtarları’ merkeziyetçi, hiyerarşik ve sonuçta bürokratik bir yapı içinde bulunmaktadır.” Weber, Yahudi hahamlarının saygın din öğretmeni ve bilim adamı olarak kabul edilmesini İslam’da ulema ile benzeştirmiş ve bu iki dinde de Hıristiyanlıkta var olan kutsal rahipliği karşılayan bir sosyal konumun olmadığını belirtmiştir.125 Buna ek olarak Weber, Şii ve Sünni İslam arasındaki farklılıklardan haberdardı. Weber’in bu görüşüne karşı Rodinson126 gibi bazı düşünürler ise İslam’da da kapitalizme yol açabilecek ideolojik bir karakteristiğin, akılcı yönelimleri besleyecek ideolojik temellerin bulunduğunu ancak İslam toplumlarının örgütlenme biçiminin buna müsaade etmediği tezini savunmuştur. Ona göre İslam’ın tarihsel örneklerine baktığımızda kapitalizmi ve servet biriktirmeyi engelleyecek hiçbir yönünün bulunmadığı açıktır. Dolayısıyla burada kapitalizmi engelleyen temel etmen, İslam toplumlarında hakim olan ideolojiden çok toplumsal-siyasal yapının kendisidir. Weberci yaklaşımla Rodinson’un görüşleri arasındaki farklar, İslam dininin ideolojik karakteri konusunda tartışmaların temel çerçevelerinden biridir. Aynı şekilde Turner, 127 Weber’in, İslam’ın tarihsel olarak Batı’da Protestanlığın oynadığını düşündüğü role benzer bir rol oynamaya engel olduğuna dair görüşünü kabul etmez. Bunun yanısıra İslam ile ilgili din ve ideoloji tartışmalarında modern toplumda İslam’ın politik karakteri, İslam’ın, farklı dinsel inançlara, demokrasiye ve özgürlüklere yönelik tutumu ön plana çıkmaktadır. Özellikle modernleşmeyle birlikte İslam toplumlarındaki değişime vurgu yapan bu tür eserleri ortaya koyanlar arasında Geertz128 ve Gellner129 gelmektedir. Endüstrileşme, modernleşme, kentleşme ve eğitim öğretim düzeyinin 125 Turner, 2012: 155-156. 126 Rodinson, 1974. 127 Turner, 1974. 128 Geertz, 1968. 129 Gellner, 1981. 189 artmasıyla birlikte İslam toplumlarında demokratik bir kültürün mü yoksa İslami kaynakları vurgulayan totaliter ve köktenci eğilimlerin mi ağır basacağı konusu din ve ideoloji tartışmalarının en önemli sorunlarından biridir. Geertz modernleşmeyle birlikte İslam’ın ideolojik yapısının sekülerleşme doğrultusunda dönüşümünü vurgularkan Gellner, bu ideolojik dönüşümün, daha önce İslam toplumlarında bulunan halk İslamı ve eğitimli kesimin İslamı, başka bir ifadeyle avam İslamı ile havas İslamı arasındaki farkların ortadan kalkmasıyla kaynaklara öncelik veren köktenci anlayışların yükselişe geçtiğinin altını çizer. Günümüzde toplumlarında din ile ideoloji arasındaki ilişkinin belirlenmesinde endüstrileşme, modernleşme süreçleri ve bunların temelinde bulunan Aydınlanma düşüncesi en önemli rolü oynamışlardır. Bu gelişmeler önce Batı toplumlarında ortaya çıkmış daha sonra dünyanın bütün toplumlarında etkili olmaya başlamış ve köklü toplumsal dönüşümlere neden olmuşlardır. Örs’ün130 belirttiği gibi endüstri öncesi toplumlarda toplumsal ve siyasal alanda yüzyıllar boyu din ve metafizik belirleyici olmuştur bunun nedeni toplumsal değişimin sınırlı olması ve toplumların durağan bir yapıda olmalarıdır. Bu toplumlarda durağanlık, toplumsal ve siyasal istikrara katkıda bulunmuş, değişime kuşkuyla yaklaşılmıştır. Bu toplumlarda bilgiyi, varolanın araştırılmasından çok olması gerekenle ilgili değerler belirlemiş, bilginin temelinde olguların araştırılması değil metafizik ve geleneklerin inançsal kuralları yer almıştır. Bu nedenle dinsel bir zemin üzerinde hareket eden klasik siyaset kuramı, toplumu kurmaya ve daha iyi ve ideal olduğu düşünülen bir topluma doğru değiştirmeye çabalamıştır. Böylece klasik siyaset kuramı, daha sonra gelişen çağdaş toplum bilimlerindeki, anlayıcı, betimleyici ve açıklayıcı niteliklerden yoksun kalmıştır. Kuşkusuz bu kurucu yaklaşım Aydınlanma düşüncesinin temellerini attığı ve kendi kaderini tayin etme fikrine dayanan kurucu akıldan farklıdır. Klasik siyaset kuramının ideal toplum ve iktidar fikrinin arkasında dinsel inanışlar ve idealler bulunmaktaydı. Modern çağda zaman içinde siyaset kuramındaki bu tür bir dinsel içeriğin 130 Örs, 2009: 6. 190 giderek zayıfladığı ve diğer alanlarda etkili olan sekülerleşmenin bu alanda da geçerli olduğu görülmektedir. Modern toplumda din ile ideolojiyi ilişkilendiren ilk düşünürlerden biri Marx’tı. Daha önce vurguladığımız gibi o, dini, genel ideoloji görüşü içinde kitleleri aldatmanın ve egemen sınıfları meşrulaştırmanın bir aracı olarak ele almıştır. Daha sonra dinin toplumsal önemini anlamaya yönelik sosyolojik ve antropolojik çabalar açısından Marx’ın bu görüşü olumlu yankılar bulduğu gibi eleştirel değerlendirmelerle de karşılaşmıştır. Örneğin Radcliffe-Brown, Marx’ın kuramını bütünüyle reddetmediği halde onun kendi kendini aldatma teorisi karşısında dinin, insanların toplum yapısının genel çizgilerini anlamalarını sağladığını ileri süren bir yaklaşım geliştirdi. Ona göre din toplumun mevcut yapısını destekleyen duygular yarattığı ölçüde toplumsal yapının devamlılığına katkıda bulunur. Bu noktada din, toplumun yapısının sürdürülmesini sağlayan fikir kalıpları olarak görüldüğü için Marx’ın yaklaşımına yakın bir görüş vardır. Bu aynı zamanda dinin ideolojik yönüdür. “Fakat din’le toplumsal yapı arasında bire bir uygunluğun olmasının daima gerekmemesi, bazen dinsel ‘ayinlerin’ kendi başına yapısal bir önem kazanabilecekleri yeni bir anlayış getiriyor. Radcliffe-Brown’a göre dinsel model, bazen yapıdan kopup kendi başına çalışan bir unsur haline gelebilir.” Radcliffe-Brown, Marx’ın kuramından bu noktada ayrılır.131 Bu çerçevede Marx’ın görüşlerini değerlendiren Mardin’e göre, dinin aldatma veya afyon işlevi, teknolojik bir sistemin ‘afyon’ işlevinden farklı değildir. “Bütün kültürün, hangi sistem altında olursa olsun, kendi kendini devam ettiren bir nitelik taşıdığına bakılırsa içindeki unsurların tümü ‘ideolojik’ bir mahiyet taşımaktadır. İdeoloji, Marx’ın modelinde olduğu gibi, özel bir ‘aldatmaca’ değil, toplumun kendi kendini devam ettirebilmek için içinde bulunan bütün fertlere, başka başka alanlarda oynattığı oyunun kuralları haline gelmektedir”.132 Bu şekilde yorumlandığında dinin ideolojik yönü 131 Mardin, 1995A: 51-52. 132 Mardin, 1995A: 55. 191 temelde toplumun farklı sınıfları arasındaki çatışmanın bir aracı değil toplumun düzeni ve devamlılığı için bireylere benimsettiği dinsel fikirlerdir. İdeolojiyi, toplumsal eylem ve din arasındaki ilişkileri açısından ele alan Mardin,133 onu, sert ideoloji ve yumuşak ideoloji olarak ikiye ayırmıştır. Sert ideoloji olarak tanımladığı, sistematik olarak işlenmiş, temel teorik eserlere dayalı, seçkinlerin kültürüyle sınırlı ve içeriği güçlü bir yapıyken yumuşak ideolojiden kastettiği kitlelerin çok daha şekilsiz inanç ve bilişsel fikirleridir ve bu ayrım çerçevesinde dinsel inançlar, yumuşak ideolojiler olarak değerlendirilir. Bu çerçevede Mardin,134 dinin işlevlerini iki temel düzeyde ortaya koyar. Birincisi, bireyler düzeyindedir; onlar, din dışı kültürün tümüyle açıklayamadığı olayların başka açıklamalarına yönelirler. Dinin ikinci işlevi, kültür düzeyindedir. Din bir semboller kümesi olarak, insanların çevrelerindeki dünyayı belirli bir biçimde anlamalarına yol açar. Semboller genel olarak ideolojinin toplum içindeki rolünde ön plana çıkmaktadır. Bir sembol sistemi olan ideoloji, çevre ile ilişkisinde bireye yol göstermekte ve bireyin bu çevre ile ilişki biçimine ışık tutmaktadır. Bu yönüyle ideoloji, toplumsal ve siyasal alanda bireyin kendisini ve daha geniş dünyayı tanımlamasını sağlar.135 Benzer şekilde din de bir sembol sitemi olarak bireylere kendilerinin ve dünyanın nasıl anlaşılması gerektiğiyle ilgili olarak yol gösterir. Bu bağlamda Clifford Geertz dini “insanlarda uzun süreli, geniş kapsamlı, güçlü ve güdüler yerleştirmeye çalışan bir semboller sistemi” olarak tanımlamıştır.136 Geertz, dinin, “insani eylemlere ve olaylara anlam bahşeden ve düşüncelere, değerlere ve bir toplumun yaşam tarzına temel bir meşruiyet sağlayan sembolik bir sistemden” oluştuğunu iddia eder. Semboller ve anlamlarına ampirik çalışmayla ulaşılabilir. Dini semboller hem 133 Mardin, 1995A: 14-16. 134 Mardin, 1995A: 65. 135 Sarıbay, 1985: 31. 136 Mardin, 1995: 37. 192 gerçeklikle ilişkili bir mesajın ifadesinde hem de belli durum ve motivasyonları harekete geçirerek biçimlendirir ve her türlü şartta anlamın açığa çıkmasına yardımcı olurlar.137 Din ile ilgili ampirik çalışmalar, dinin bireylerin toplumsal ve siyasal yönelimlerinde oynadıkları rolü ele almaktadır. Robert Lane, siyasal ideolojiyle ilgili çalışmasında Amerikalıların inandıklarına neden inandığının cevabını aramıştır. Daha özel olarak o, bir New England kasabasında “sokaktaki adam”ın siyasi eğilimlerini ve bunların nedenlerini bulmaya çalışır. Çok yönlü olan bu çalışmada ortaya çıkan sonuçlardan en önemlilerinden biri dinin insanların siyasal inançlarında merkezi bir yere sahip olmasıdır. Lane dine stratejik bir önem yüklemiştir. Onun denekleri için “din, ideolojilerinin diğer parçaları gibi, gidişine uymak zorunda oldukları bir dünyada psikolojik bir denge kurmanın yollarından biridir. Din, bir dünyayı anlama ve kendini o dünyada belirli bir yere yerleştirme modeli olarak fonksiyon görmektedir”. 138 Modern toplumda din ve ideoloji arasındaki ilişkiler toplumun kendine özgü karakteristikleri tarafından belirlenmektedir. Bu açıdan din kitle toplumundaki temel süreçlerle karşı karşıyadır. Din, bu sürece karşı tepki gösterebileceği halde sürecin geriye döndürülmesi pek mümkün görünmemektedir. Bu durum aynı zamanda dinin kendi içinde seküler bir nitelik kazandığını göstermektedir. Mardin’in vurguladığı gibi, ideoloji kavramını, sistematik düşünce yapısı ve gerçeği yansıtmayan bir düşünce biçimi olarak ele alan etkili bir yaklaşım biçimi vardır.139 Mardin’e göre ideoloji belli bir siyasal düşünürün fikir sistematiği değil, “kitle toplumunun belirmesiyle beraber önem kazanan inançlardır. Bu inanç ve tutumları belirli bir şahsın fikri yapıtlarına indirgemek mümkün değildir. İdeoloji, bu anlamda daha çok, ‘idare edilen’lerin arasında 137 Cain, 2002: 70. 138 Mardin, 1995A: 28-30. 139 Mardin, 1993: 14. 193 yaygın, yönlü, fakat sınırlı, belirsiz fikir kümlerinden meydana gelir”. 140 Geleneksel toplumdan modern topluma geçişle birlikte din seküler bir nitelik kazanmış böylece dinin ideolojik yönü inançsal yönünün önüne geçmiştir. Bu bağlamda kitle toplumunda din, ideolojik biçimler aracılığıyla toplumsal ve siyasal oluşumların bir parçası haline gelir. Dinin kendisinin bir ideoloji olduğunu söyleyenlerin sayısı oldukça fazla olduğu gibi tüm dinlerde ideolojik unsurların bulunduğunu söyleyenlerin sayısı da oldukça fazladır. İdeolojik olarak tanımlanan bu unsurlar, toplum üyelerini sosyal gerçekliklere bağlamakta ve dengeyi sürdürmeye hizmet etmektedir.141 İdeolojiyle ilgili özellikler benzer biçimde kişisel, kültürel ve toplumsal düzeyde din için de geçerlidir. “Din de din dışı kültürün tamamen açıklayacağı bir olaylar tortusunu açıklamada ideoloji gibi kişisel düzeyde bir işlev görmektedir. Aynı şekilde kültürel düzeyde din, insanlara çevrelerindeki dünyayı özel ‘gözlük’lerle görmeyi sağlayacak kavramsal görüş imkânlarını sağlamaktadır. Bu bağlamda din, tıpkı ideoloji gibi, bir semboller kümesi olmaktadır. Toplumsal düzeyde ise din, toplumsal yapı unsurlarının sabit kalmasını sağlamak gibi bir işleve sahiptir”.142 Dolayısıyla ideoloji ve din arasında bulunan güçlü ilişki dikkate alınarak ve dinin bir ideoloji olarak işlev görmesinin, “modernleşme sürecinde sosyal ve siyasal çatışmaların temelini”143 de oluşturduğuna bakılarak dinin tam anlamıyla bir ideoloji olarak kabul edilebileceği söylenebilir. 2.2.2. Popüler Din ve Fundamentalizm Araştırmalar, popüler din kavramının son zamanlarda öneminin giderek artan biçimde kabul gördüğünü ortaya koymaktadır. Sistemleşmiş 140 Mardin, 1995A: 16. 141 Sarıbay, 1985: 30. 142 Sarıbay, 1985: 31. 143 Sarıbay, 1985: 32. 194 doktrinler, profesyonel din adamları ve kilise organizasyonları gibi özellikler formel dinin göstergeleriyken popüler din, formel dinde yer alan bu özelliklerin yerine diğerine kıyasla daha sistemsiz inançlardan oluşmuş, kilise dışı, halk arasında yaygın olan yerel ve genel geleneklerden etkilenerek var olan inanç ve kabulleri içerir. Popüler dinin sembolleri sistematik teolojiden çok doğa, iş, müzik, besin gibi yaygın yaşamsal kaynaklardan oluşturulsa da sıradan folklorik değerlerden de ayrıdır. Çünkü popüler din, nazar, cinler, büyücülük, astroloji, mucizeler ve hurafeler gibi inançları barındırır.144 Popüler din öğelerinin giderek daha fazla güçlenmesi, klasik sekülerleşme tezinin zayıflıklarını göstermektedir. Bu tezin iddia ettiğinin tersine geleneksel toplumdaki dinsel öğeler tümüyle ortadan kalkmamakta, bu öğeler dönüşerek yeni biçimler altında ortaya çıkmaktadır. Geleneksel, modernleşmemiş toplumlarda daha çok yerleşmiş olan popüler dinin artık en modern toplumlarda da büyük bir güce sahip olduğu açıkça görülmektedir. Modern kültürün bilimsel ve seküler normlarıyla hiç de uyumluymuş gibi görünmeyen bu inanç ve uygulamalar, A.B.D. ve Batı Avrupa gibi birçok modern toplumda oldukça yaygındır. Astroloji, “algı-dışı iletişime inanç, ölülerle bağlantı ve beden dışı tecrübeler, uğurlu sayılara ilişkin hurafeler, mistik tecrübeler ve translar, dahası pek çok tatilin, spor olayının ve doğa amblemlerinin yarı-gizemli karakteri” bunlara örnek gösterilebilir.145 Popüler din, formel dinin tersine daha çok tabirler, atasözleri, menkıbeler, kıssalar şeklinde açıklanıp temellendirilen esnek ve eklektik bir yapı gösterir.146 Arasında kesin ilişkiler olmayan çok sayıda unsuru içeren bir sistem olan popüler din, dışsal etkilere karşı oldukça dirençli bir yapıya sahiptir. Bunun nedeni, popüler dinin unsurlarından herhangi birindeki değişmenin ya da alt sistemdeki değişmenin tüm yapıyı etkilemeyebilmesiyle 144 Wuthnow, 2002: 76. 145 Wuthnow, 2002: 77. 146 Wuthnow, 2002: 77. 195 ilişkilidir. İkinci olarak da popüler din, geleneksel toplumda olduğu gibi modern toplumun ilgileriyle de içli dışlı bir yapı gösterir ve hayatın gündelik ve sıradan kırılma noktalarına; matem, hastalık, trajedi gibi tecrübelerle ilişkilidir. Geleneksel dinlere benzer olarak o, modern toplumlarda da küçük dayanışmacı topluluklar arasında kendisine yer bulur. Popüler dinde söylem, daha çok sözlü gelenekten oluşur. Mucize söylentileri, olağandışı olaylar ve batıl inançların yaygınlaşır. 147 onaylanması, kapalı çevrelerde sözlü anlatımlarla İletişim teknolojilerindeki değişme, özellikle internet ve sosyal medya, popüler dini anlayışların etkinlik alanını genişletmektedir. Çünkü bu teknolojiler, iletişimdeki seçkinciliği zayıflatmış, bunun yerine insanların daha geniş katılımlarını beraberinde getirmiş ve sahip oldukları inançların, mitlerin ve değerlerin önemini artırmıştır. Fundamentalizm birçok açıdan popüler dinle karşıt bir nitelik sergilemektedir. Örneğin astroloji, büyü ve yaygın hurafeler fundamentalistlerce kabul edilemez. Doktrinel ortodoksiye sağlam bağlılık, katı iman anlayışı, hurafe ve büyülere hoşgörüsüz bir bakış; fundamentalizmi popüler dinden net çizgilerle ayırmaktadır. Ancak ikisi arasında birtakım benzerlikler de bulunmaktadır. Her ikisi de daha geleneksel durumlara uygun düşen, modern kültürün bir hastalığı olarak değerlendirilmiştir. İdeolojik bir sistem olarak fundamentalizm, popüler dine kıyasla daha az istikrarlıdır. Bunun sebebi onun unsurları arasında daha güçlü bir ilişkinin bulunmasıdır ve unsurlardan birinde meydana gelen bir değişme tüm yapıya etki etmektedir.148 Fundamentalizmin, doktrine dayalı olmasının ve keskinliğinin, dinin tekbiçimliliğini güçlendirmesine karşın popüler din, yaşantının kendisinden beslenir, dolayısıyla tekbiçimliliği değil çoğulculuğu barındırır. Fundamentalizm, dini sistematik, akılcı ve saf bir biçime sokmaya çalışırken popüler din daha fazla çeşitliliği barındırır. 147 Wuthnow, 2002: 78-80. 148 Wuthnow, 2002: 82-83. 196 2.2.3. Din ve İktidar Tarih boyunca din ile iktidar arasında hem çok yakın hem de çok sıkıntılı ilişkiler olmuştur. Bunun en önemli nedenlerinden biri, ilk toplumlardan günümüze dinin, genel toplumsal-kültürel yapının içinde önemli bir unsur olmasıdır. Modern öncesi toplumlarda siyasi gücün sembolleri korku yaratan bir heybete sahiptir ve bu, tanrıların büyük gücünün yansımasıdır. Aynı zamanda bireyin din ve siyasete olan yaklaşımı da benzerdir. Machiavelli siyasetin güçten (hakim olma, insanları harekete geçirme, yönetme ve kontrol etme iktidarından) ayrı düşünülemeyeceğini ifade etmiştir. İnsanın tanrılar ve kral karşısındaki durumu oldukça benzerdir. Her iki güce de boyun eğmesi yalnız korkudan değil, niteliği ne olursa olsun düzen içinde olmaya duyulan köklü arzuyla ilişkilidir. Ancak siyaset ve din arasındaki bu ilişki her zaman aynı şekilde gerçekleşmez. Modern öncesi toplumlar, siyasi güç ve dinsel gücün özdeşleştirilmesi konusunda farklılaşırlar. Medeni toplumlarda kralın tanrı gibi saygı gördüğü ilahi kraliyet kurumunda, din ve siyasetin açık bir özdeşliği söz konusudur. Eski Mısır, dini ve siyasi birliktelik açısından önemli bir örnektir. Günümüzün seküler ve demokratik toplumlarında bile siyasetin kutsal gücünün, hukuki ve en üst siyasi makamlarda yansımalarını görmek mümkündür ve buna en iyi örnek, Amerikan başkanının yemin törenidir.149 Yaygın olarak kullanılan din ve iktidar kavramları arasında tam bir uyumun sağlanabilmesi çok olası değildir. Her iki kavram da insanın varoluşunun en temel ögeleri ve hayatın köşe taşlarıdır. Her ikisi de kullanıldıkları bağlam içerisinde yeniden tanımlanmaya gereksinim duyulan ve tek bir biçim içine sıkıştırılamayacak bir özellik sergilemektedir.150 Devlet, durağan ve tekdüze bir yapı değil, karşılıklı bağımlılığa dayalı, temsili ve içyapısal çıkarları bulunan ve değişen bir çevreden kaynaklar 149 Berger, 2002: 139. 150 Ter Borg, 2012: 314. 197 sağlamak zorunluluğu duyan, ilaveten çevreyle ayrışımsal ilişkilerden kaynaklanan iç zıtlaşmalara tabi olan organizasyonlar toplamıdır. 151 Devlet, dinsel kurumların işleyişini ve uyması gereken kuralları belirler ve dahası çevredeki kaynakların büyük bir kısmını da tekeline alır.152 İslam, bireyin özel hayatı, hukuk alanı, sosyal hayat, siyasal hayat ve ekonomi gibi birçok alanı kapsayıcı nitelikte bir dindir. Bireysel hayatı düzenleyip şekillendirdiği gibi kolektif planda da belirir ve özellikle siyasal hayatı yönlendirerek onun meşruiyetini sağlar. Başka bir deyişle siyasal ideoloji işlevi görür.153 Geleneksel Müslüman toplumlarda İslam, dinsel bir öğreti olmanın ötesinde yasal bir sistem ve siyasal bir felsefedir. İslam’ın ilk ortaya çıktığı şartlar göz önüne alınırsa Mekkelilerin Hz. Muhammed’e muhalefetleri, yalnızca dinsel bir başkaldırı olmayıp kendi ekonomik çıkarları ve toplumlarının oligarşik yapısına bir tehdit olarak algılamaları sonucuyla ortaya çıkan bir hareket oluğu görülmektedir.154 İslamda bireysel, toplumsal ve siyasal yönlerin özellikleri ve işlevlerinin iç içe olması, dinsel olan ve olmayanın ayırt edilmesini güçleştirmekte ve bu durum modernleşme sürecinde Müslüman toplumlarda seküler sosyal ve siyasal toplumların oluşup gelişmesinde bir engel oluşturmaktadır.155 Din ve iktidar ilişkisiyle ilgili en önemli sorunlardan biri devletin uyguladığı politikaların sekülerleşmeyi hedeflemesi ve bu politikaların toplum tarafından belirli bir tepkiyle karşılanmasıdır. Toplumsal sekülerleşmeden farklı olarak bu tür bir sekülerleşme toplumsal ve kültürel bir dönüşümü hedeflemektedir. 151 Wuthnow, 2002: 114. 152 Wuthnow, 2002: 112. 153 Sarıbay, 1985: 35. 154 Sarıbay, 1985: 35. 155 Sarıbay, 1985: 36. 198 Toplumsal düzeyde sekülerleşmenin, Müslüman dünyasının bir kısmında ondokuzuncu yüzyılın bitimiyle başladığı görülmektedir. Yukarıdan gelen sekülerleşme ve aşağıdan gelen sekülerleşme olarak İslam dünyasındaki sekülerleşme sürecini iki kısımda ele alan Pace, ilk süreçte sekülerleşmenin 1950’lerden sonra hız kazandığı söyler ve bu tarih, sömürgeciliğin bitişine rastlar. Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Suriye ve Irak’taki Baas Partisi’nin dini geleneğe yönelik keskin dokunuşu sonucu fundamentalist hareketlerin ortaya çıkması ya da Hint yarımadası ve Kuzey Afrika’daki gibi siyasete dinin işlevlerinin nakledilmesi söz konusu olmuştur. İkinci süreç olan aşağıdan gelen sekülerleşmede, “İslami geleneğe yönelik tutumlarda bir değişim mevcuttur. Bu süreç, genç nesil arasında adetlerin sekülerleşmesini doğuran dört çatışma tarafından desteklenmektedir”. İlki yeni tercihlere ve değerlere açık olan, dinsel gelenekler açısından farklılaşan kent- köy çatışması, ikincisi Kuzey Afrika’daki kız ve erkek çocukların karşı çıktığı ataerkillik çatışması, üçüncüsü kadınların toplumsal etkinliğini sınırlandıran ve meslek sahibi olmalarıyla ilişkili olan ve son olarak göç edenlerin ve geride kalanların kendilerini kıyaslamaları sonucu ortaya çıkan çatışmadır.156 2.3. DİN VE MODERNLEŞME Günümüzdeki mevcut dinsel yapıyı anlamak için sosyolojik bir perspektiften baktığımızda açıklamaların çoğunun, din ve kültür, din ve aile, din ve devlet gibi “ve” türünden ortaya konduğu görülür. Bu tür açıklamalar, mevcut durumla ilgili çözümlemeyi anlaşılır kılma açısından son derece işe yararken aynı zamanda dinin toplumdaki yapılara ne denli yerleşmiş olduğu gerçeğini de ortaya koyar.157 Ancak dinin günümüz toplumlarındaki yeri ve işlevi geleneksel toplumdakinden oldukça farklıdır. Bu anlamda, modernleşmeyle birlikte toplumun karakterinde olduğu gibi dinin karakterinde 156 Dobbelaere, 2012: 28- 29. 157 Berger, 2002: 135-136. 199 de temel bir değişimin olup olmadığı din araştırmalarının önemli problemleri arasındadır. Modernleşmenin dini nasıl etkilediği ve dinin modernleşme sürecine nasıl tepki verdiği gibi konular din ve modernleşme ilişkisinde temel ilgilerin başlıcalarını oluşturup neredeyse din çalışmalarının temel çerçevesini belirler.158 Bu bağlamda modernleşmeyle din arasındaki ilişki Batı toplumlarında ve Batı dışı toplumlarda birbirinden ayrı biçimler kazanmıştır. Bunun nedeni modernleşmenin kaynağının Batı toplumlarında bulunmasında yatar. Batıda modern toplumda dinin toplumsal ve siyasal rolünün ne olacağı sorunu az çok çözüme kavuşturulmuşken Batı dışı toplumlarda özellikle İslam toplumlarında bu sorun hala çözülememiştir. Modern öncesi toplumlarda, özellikle Yahudi-Hıristiyan dünyası dışındaki toplumlarda, dinin kurumsal olarak belirginleşmediği, tersine toplumun genel kurumsal sisteminin içinde gömülmüş halde bulunduğu söylenebilir. Tüm insan eylemi dinsel sembol ve uygulamalardan doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenmekte, din alanında uzmanlaşmış kişiler bulunsa da ayrı bir din alanından söz etmek mümkün olmamaktadır. Ancak bu durum, yalnızca din için geçerli olmayıp modern öncesi toplumlardaki kurumsal ayrışmanın olmamasıyla ilişkilidir. Bu toplum yapısındaki neredeyse her şeyi yapılandıran ve kontrol eden tek kurumun “akrabalık” olduğu söylenebilir. Bu akrabalık kurumu dinsel anlamlarla donatılmıştı ve aynı zamanda siyaseti, ekonomiyi ve eğitim kurumlarını da kapsamaktaydı. Antik medeniyetler toplumlarına geldiğimizde ise kurumların nispeten ayrışmış ve karmaşıklaşmış olduğu görülmektedir. Ancak, din kendi alanına yerleşmemiş diğer kurumsal alanların içine yayılımını sürdürmüştür. Daha yakın tarihe baktığımızda Roma döneminde bile ailenin tek başına bir dinsel kurum olmaya devam ettiğini görmekteyiz. Örneğin aile kültünün başı olan Romalı 158 Hülür ve Kalender, 2003: 25. 200 baba, gücünü dinden alır, kadın evlendiğinde dini bağlılığını eski ailesinin tapınağından kocasının tapınağına naklederdi.159 Din, geleneksel toplumlarda geleneğin özgün ve temel bir biçimini oluşturmakta ve sosyal hayatın tüm ayrıntıları üzerinde kontrol edici ve düzenleyici bir rol üstlenmektedir. Modern toplumlarda ise ekonomi, siyaset ve diğer sosyal alanlardaki durumlara göre esneyebilen bir dinsel değerler sistemi bulunur. Geleneksel toplumlarda ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel alanlar din tarafından belirlenirken modern toplumlarda dinin diğer alanları düzenleme gibi bir durumu söz konusu değildir.160 Kısacası modern öncesi toplumlarda tüm toplumsal düzenin varoluşunda din, merkezi bir yer tutar, bu nedenle toplumun diğer alanlarında ve her toplumsal meselede dinle ilişkili önemli bir boyut bulunur. 161 Buna karşın, dinin modern toplumlardaki konumu ve geleneksel toplumdan modern topluma geçişte dinde yaşanan dönüşümler, din sosyolojisinde tartışılan en temel sorunlardır. Bu tartışmalardan önemli bir kısmı, dinin önemini kaybedip kaybetmediği, geleneksel veya yeni şekillerde varlığını sürdürüp sürdürmediğiyle ilgilidir. 1750’lerden sonra Batı Avrupa Hıristiyanlığının düşüşü bu tartışmanın zeminini oluşturmaktadır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında çoğu Avrupa ülkesinde yaşanan dinin düşüşünde, kiliseye devamlılığın azalması, sekülerleşme sürecinin ayırt edici bir niteliğini oluşturmaktadır. Birçok bilim insanı kiliseye bağlılığın azalmasını dinin düşüşü olarak nitelendirmiş ve bu gelişmeyi Avrupa örneğiyle sınırlı kalmayıp modern toplumların araştırmacılar, tümünde ekonomik gerçekleştiğini gelişmeler, varsaymıştır. eğitimde Birtakım yaygınlaşma ve modernleşmenin dinde zorunlu olarak bir düşüş oluşturacağını ileri sürmüştür.162 Bunun yanında bazı araştırmacılar da, Avrupa’da çoğu bölgede 159 Berger, 2002: 136-137. 160 Sarıbay, 1985: 27-28. 161 Berger, 2002: 137. 162 Hamberg, 2012: 229-230. 201 yaşanan kurumsal dinin belirgin düşüşünün, dinin düşüşü olarak anlaşılmaması gerektiğini savunur. Avrupa’da kiliseye aidiyetin azalması gibi Kuzey Amerika’da da bireysel din veya ruhsallığın önemli çalışma alanlarını oluşturduğu söylenebilir. Dünyada son iki yüzyıldır büyük ve önemli değişiklikler meydana gelmiş, toplumların geleneksel yapıları dönüşüm sürecine girmiş ve toplumlar arasındaki bağlantılar artmıştır. Bu değişimleri ve dönüşümleri ifade etmek için en son kullanılan kavramlardan biri küreselleşmedir. Sömürgecilik, büyük göçler ve medya devrimi gibi olaylar küreselleşmeden daha önce yaşanmış ve onu hazırlamıştır. Her ne kadar din, modernleşme sürecinden daha eski bir kavram olsa da din ve inanç konusu küreselleşmeyle birlikte önceki dönemlerden çok daha fazla bilim insanlarının ilgi odağı haline gelmiştir.163 Farklı dinler birbiriyle daha fazla karşılaştıkça ve toplumsal olarak içiçe geçtikçe bu durumlara yönelik dinsel yaklaşımlar geliştirilmiştir. Modern dönemde dinin nasıl anlaşıldığı ve ona ne olduğu sorununu açıklamaya yönelik farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Bu yaklaşımlardan sekülerleşme görüşünü benimseyen kuramcılar, modernleşmeyle birlikte dinin düşüşe geçtiğini, yeni Hıristiyan Sağ ve radikal İslam hakkındaki gözlemciler dinin siyasallaştığını, piyasa kuramcıları ise dinin, piyasa güçleriyle ilişki içinde değiştiğini ileri sürerler. Bu görüşlerden biri de dinsel bireyciliğin arttığını vurgular. Kısaca bu görüş, “Avro-Amerikan dinlerde din adamlarından (clergy) sivil insanlara (laity) doğru bir güç kayması -dinsel alanda hiyerarşiden eşitliğe doğru bir kayma- üzerinde odaklanmaktadır.”164 Wuthnow’un belirttiği gibi modernleşme süreci, dinin bireyselleşmeye doğru bir eğilim gösterecek şekilde değişmesini kapsar.165 Bu açıdan, dinin bireyleşmesi, din 163 Droogers, 2012: 432. 164 Spickard, 2012: 611. 165 Wuthnow, 2002: 88. karşıtlığının değil, işlevsel anlamda toplumun 202 farklılaşmasının bir sonucudur.166 Dindeki bu bireyselleşme ve sivilleşme aynı zamanda dinin kendi içindeki sekülerleşme olarak görülebilir. Modernleşmeyle ilgili yazın incelendiğinde modernleşmenin rasyonalist ve pozitivist bir nitelik taşıdığına yönelik ağırlıklı bir görüşün olduğu görülebilir. Bu görüş açısından din ve modernleşme arasındaki ilişki çelişkili bir ilişki olarak ele alınır. Din, inancı, doğaüstü bir konuma yerleştirip anlamayı ve açıklamayı ona atfederken modernleşmede insanı, aklı ve bilimi ön planda tutan bir bakış açısı bulunmaktadır. İnsanın çevresini kontrol etmesi durumu modernleşmenin bir özelliğiyken dinde, tersine, insanın çevresinin kontrolü tanrı ya da başka doğaüstü güçler tarafından sağlanmaktadır.167 Din açısından geleneksel toplumla modern toplum arasında yukarıda bahsedilen farklılıklar bulunmasına karşın modern topluma özgü niteliklerin tam anlamıyla oluşmamış ve işlevselleşmemiş olduğu durumlarda din, modern toplumda da işlevsel bir role sahip olabilmektedir. Modernleşme sürecinde modernliğin gerektirdiği seküler bir düşün yapısının tam olarak oluşmadığı durumlarda “din, siyasette ideolojik özün tek kaynağı” olmayı ve “sosyal bütünlenme mekanizması” olmayı sürdürecektir.168 Bununla birlikte, sekülerleşme genel olarak, toplumda dinin merkezi önemini yitirmesi veya yitirmeyi sürdürmesi olarak anlaşılan bir süreci ifade eder.169 Bu çerçevede modernleşmenin beraberinde getirdiği geleneksel değerlerdeki çalkantılar karşısında yeni formüller arayışı söz konusu olmuştur. Bu süreçte geleneğin en temel kaynağı olarak gösterilen din, ideolojik bir işlev kazanmıştır.170 166 Dobbelaere, 2012: 23. 167 Sarıbay, 1985: 26. 168 Sarıbay, 1985: 29. 169 Hamberg, 2012: 236. 170 Sarıbay, 1985: 30. 203 Daha özel olarak modernleşme-sekülerleşme sürecinde bireysel ve toplumsal yaşam başta olmak üzere çok sayıda alanda dinin konumu, değeri ve geleceğinin ne olacağı sorunu, bilimsel araştırmaların ve tartışmaların konusu olmuştur. Yapıcı’nın171 açıkladığı gibi bu tartışmaların başlıca üç görüşte toplandığı görülmektedir. Bunlardan ilki, klasik sekülerleşme kuramıdır. Bu kuram, sekülerleşme sürecinin en sonunda dinin ya tamamen tarih sahnesinden silineceğini ya da sosyal yaşam ve siyasetten uzaklaşarak kendi asli yeri olan vicdanlara çekileceğini ileri sürer. İkincisi, yeniden dindarlaşma kuramıdır. Bu kuram, dinin yok olduğunu ya da sadece vicdanî bir konu haline geldiğini kabul etmez, tersine din, modern dünyada daha güçlü bir şekilde kendini gösterir. Üçüncüsü ise uzlaşımcı kuramdır. Bu kuram, sekülerleşmenin dini, dinin ise sekülerleşmeyi etkilediğini, bu nedenle her ikisinin kesin ve katı özelliklerini esneterek “bireysel dindarlık” denilen ortak bir noktada buluştuklarını öne sürer. Bu çerçevede örneğin Küçükcan, dinin zayıflamadığını tersine güçlendiğini savunur. Küçükcan’a172 göre “modernleşme ve sekülerleşme kuramcıları genel olarak modern değerler ve kurumları benimseyen ve özümseyen toplumlarda dinin toplumsal ve siyasal alanlardaki etkinliğinin ortadan kalkacağını, bireysel olarak da dinî pratikler, ibadetler ve ritüellere katılımın gerileyeceğini savunuyordu.” Bu görüşe karşın yirminci yüzyılın son döneminde dini eğilimlerin ve hareketlerin yükselişe geçtiği gözlenmiştir. Din ve modern toplum arasındaki ilişkinin ele alınışının tarihine baktığımızda ilk dönem toplum düşünürlerinin bu konuya yaklaşımları içinde özel bir yer verdiklerini görmekteyiz. Daha özel olarak ondokuzuncu yüzyılda A. Comte, H. Spencer, E. Durkheim, M. Weber, K. Marx ve S. Freud gibi düşünürler, modernleşme ve sanayi toplumunun gelişimine paralel olarak dinin önemini kaybedeceği görüşünü savunuyorlardı. “Dinin ölümü veya yok oluşu” şeklinde ifade edilebilecek bu yaklaşım 19. yüzyıl sosyal bilimine 171 Yapıcı, 2012: 1. 172 Küçükcan, 2005: 109-110. 204 egemen olan anlayışı yansıtıyordu.”173 Dinin önemini yitirmesine vurgu yapsalar da sosyolojinin kurucu babaları “sekülerleşme” terimini nerdeyse hiç kullanmadılar. Sonraki kuramcılar terime farklı anlamlar iliştirerek daha sıklıkla kullanmışlardır. Özellikle Berger, Luckmann ve Wilson, öncü sosyologlardan Durkheim, Weber ve Tonnies’e dayanarak bazı sosyolojik sekülerleşme kuramları geliştirmişlerdir.174 Genel olarak sekülerleşme tezinin sosyologlar tarafından benimsenmesi ve dinin ileri kapitalizmde toplumsal rolünün ihmal edilmesi eğilimi hâkimken Weber’in, dini, toplumsal dünyanın odak noktasına koyduğu görülmektedir.175 Ona göre Hıristiyanlığın radikal etiği ancak din ve siyasetin kesin çizgilerle birbirinden ayrılmasıyla işlevsel olabilirdi, aksi halde dinsel etik seküler güçler tarafından yönetilip belirlenecekti. Weber’in din ve siyaset ayrılığı görüşü liberal felsefenin temel bir özelliğini oluşturur.176 Büyük ölçüde Weber’in rasyonelleşme ve sekülerleşme tezini takip eden Jürgen Habermas’ın din teorisi, sistem ve yaşam dünyası olarak tanımlanan ikili toplum anlayışına dayanır. “O yaşam dünyasını ‘anlamın sınırlı yetkisi’ ve ‘iletişimsel eylemin kamusal alanı’ olarak görmektedir.” Din, gelenekler ve değerler ise yaşam dünyasını oluşturan parçalar olarak tanımlanır. Habermas’a göre modernite “seküler bilginin bağımsızlaşması ve dinin anlam ve amaç sorununa dair birtakım sınırlamalara sahip olmasıyla sonuçlan[ır]”. Batıda kimliğin oluşmasında etkin rol oynayan dini, yaşam dünyasının önemli bir parçası olarak algılayan Habermas, ayrıca onu toplumda insanların tanrıyla ilişkilerinde ortak dili sağlayan bir unsur olarak görmektedir.177 173 Küçükcan, 2005: 110. 174 Dobbelaere, 2012: 11. 175 Turner, 2012: 164. 176 Turner, 2012: 148-149. 177 Furseth, 2012: 172-173. 205 Genel olarak sekülerleşme toplumun tümünde geçerli olmasına karşın onun toplumun farklı düzeyleri açısından önemi de din araştırmalarının ilgileri arasındadır. Bu bağlamda sekülerleşme, üç düzeyde gerçekleşen bir toplumsal değişim süreci olarak değerlendirilebilir. Bu düzeyler; makro düzey ya da toplumsal düzey, orta düzey ya da örgütsel düzey, mikro düzey ya da bireysel düzey olarak açıklanır.178 Sekülerleşme, Dobbelaere’ye179 göre “kurumsal dinin dini otoritelerinin diğer alt sistemler üzerindeki hâkimiyetini kaybetmesi” olarak tanımlandığında o, “din ile seküler denen alt-sistemler arasında işlevsel bir farklılaşma” olarak değerlendirilebilir. Ancak böyle bir tanım, sekülerleşme sürecini araştırmak amacına hizmet etmez. Çünkü işlevsel tanıma göre dinsel olarak değerlendirilen işlevleri yerine getiren anlam sistemlerini de din olarak ele alacaktır. Bu bağlamda sekülerleşme, işlevsel açıdan farklılaşmış olan günümüz toplumlarında aşkın dinin toplumun alt sistemlerinden biri haline gelmesi ve diğer alt-sistemler üzerindeki nüfuzunu kaybetmesi sürecidir. Yani makro düzeye atıf yapan bu tanıma göre kurumsallaşmış dinin dini otoriteleri, aile, eğitim, ekonomi, hukuk gibi alt-sistemler üzerindeki gücünü yitirmesine işaret etmektedir. Dinin toplumdaki merkezî rolünün ortadan kalkmasının nedenini, Bruce, Luckmann ve Dobbelaere gibi toplumbilimciler, sanayi toplumlarındaki işlevsel ayrışma olarak çözümlemişlerdir. Bu bakış açısına göre dinin yalnızca inançlardan ibaret olmayan, doğum, ölüm, evlilik gibi hayatın önemli dönemlerindeki tören ve ritüelleri içeren işlevsel bir yönü de bulunmaktadır. Sanayileşmeyle birlikte iş alanında uzmanlaşma ve işbölümü, kilise ve din adamlarının etkinliğini ve yetkilerini elinden almıştır. Okul ve hastane gibi kurumlar kilisenin hegemonyasını sonlandırmıştır.180 178 Dobbelaere, 2012: 12. 179 Dobbelaere, 2012: 12-13. 180 Küçükcan, 2005: 111. 206 Diğer alt-sistemler üzerinde dinin hâkimiyetinin çökmesi, işlevsel akılcılığa neden olmuştur. Ekonomi, siyaset, eğitim gibi sistemler akılcılaşmış ve dinsel değer sistemini yitirmiştir. Bilim ve tekniğin gelişmesi, birçok alanda değişmeye neden olduğu gibi gündelik hayatta da büyük değişikliklere yol açmıştır. Bu gelişmeler “dünyanın büyüsünün bozulması (disenchantment) ve alt-sistemlerin toplumsallaşması” gibi sonuçlara yol açmıştır. Büyünün bozulmasıyla birlikte temelde akılcı ve eleştirel olarak nitelendirilen yeni tutum ve bilişler ortaya çıkmıştır. “Tezlerin yerine hipotezler, Kutsal Kitap’ın yerine ansiklopediler, vahyin yerine de bilgi geçmiştir.” Bu gelişmeyi radikalleştiren önemli bir unsur kitle iletişim araçları olmuştur. Buna ilaveten alt-sistemler toplumsallaştırılmış ya da Tönnies’in ifadesiyle gesellschaftlich hale gelmiştir. Örgütlü dünya, kişinin değerinin daha az önemli olduğu, kişisel olmayan ilişkilerden oluşan resmi ve sözleşmeli davranışlardan oluşan bir yapıya sahiptir ve burada denetim, dine ya da ahlaka bağlı değildir. Denetim artık “gayrişahsi, rutin teknikler ve alelade bir memuriyet meselesi haline gelmiştir… böylelikle din, önemli gizli işlevlerinden birini kaybetmiştir”.181 Büyü bozumu kavramı ilk olarak 1913’te Weber tarafından ortaya koyulmuştur. O, büyü bozumu kavramıyla din ve modernleşmenin karşılıklı ilişkisini ifade etmektedir. Daha açık bir ifadeyle bu kavram, “tanrısız bir dünyanın ortaya çıkışına değil, dinin, anlamdan yoksun bir dünyanın göz ardı edilemez tecrübesiyle bağlantılı olan kendi eylemsel ve kuramsal alanına dönmesini işaret eder.”182 Bu bağlamda Weber’e göre rasyonalleşme kavramı, “modern dünyanın sistematik olarak akılcı bir sisteme dönüştürüldüğü, birbiriyle ilişkili bir dizi sosyal sürece gönderme yapar.” Rasyonelleşme aynı zamanda bağlantılıdır. Bu süreç, beraberinde getirir.183 181 Dobbelaere, 2012: 15. 182 Kippenberg, 2012: 126. 183 Turner, 2012: 143. gerçekliğin değerlerdeki ve büyüsünün bozulması”yla tutumlardaki sekülerleşmeyi 207 Sekülerleşmenin tek boyutlu olmadığını, farklı alanları kapsadığını savunan bir araştırmacı, Larry Shiner’dır. O, sekülerleşmeye ilişkin bir tipoloji çizer ve altı tip sekülerleşme veya sekülerleşme alanı olduğunu ileri sürer. Birinci tür sekülerleşme, “dinî sembol, doktrin ve kurumların önemini ve prestijini kaybetmesidir”. Sekülerleşmenin ikinci türü, bu dünya ile uyum içinde olmayı ve bu dünyaya uyum sağlamayı kapsar. Bu sürecin en önemli yönü, dinî grupların veya dine önem veren toplumların, doğaüstü güçlerden ve konulardan uzaklaşması, bu dünyaya daha fazla ilgi göstermeye başlamalarıdır. Üçüncü tür sekülerleşme, toplumun dinle olan ilişkisinin kesilmesini, artık dine dayalı bir anlayıştan uzaklaşıp bağımsız bir gerçeklik oluşturmasını ve dinin etkilerinin özel hayat alanıyla sınırlandırılmasını kapsar. Dördüncü sekülerleşme türü, “dinî bilgi, inanç ve kurumların işlevlerinin bu dünya temelli bir görüntüye bürüneceği öngörüsünü” kapsar. Sekülerleşmenin beşinci türü, dünyanın kutsal karakterinin giderek azalacağı ve rasyonalleşmeye daha fazla maruz kalacağı düşüncesini içerir. Burada sekülerleşme, rasyonelliğin, doğaüstü inançların ve mistik yaklaşımların yerini alması anlamına gelir. Altıncı sekülerleşme türü ise, kutsal toplumdan seküler topluma doğru bir geçişin olduğunu vurgular. Toplumsal konulardaki kararlar dini ölçütlere göre değil de rasyonel ölçütler temelinde alındığında sekülerleşme süreci tamamlanma noktasına gelmiş kabul edilir. Küçükcan, 184 Shiner’in bu türler altında ele aldığı sekülerleşmenin, aslında Dobbelaere’in yukarıda belirtilen toplumsal, kurumsal ve bireysel düzeylerde ortaya koyduğu sekülerleşmeyle daha açık bir biçimde ifade edilebilir. Sekülerleşme süreci ya da Fransızca söylemiyle laikleşme, Katolik Kilisesi’nin çok güçlü olduğu ülkelerde tipiktir. Sekülerleşmeciler, aslında din(dar) düşmanı değil ruhban karşıtıdırlar. Fransa’da on sekizinci yüzyılın son dönemlerinde başlayan sekülerleşme hareketinde, kilise ve devletin ayrılması ve medeni hukukta dinden bahsetmeyen kanunların yer alması başlangıç olarak değerlendirilmektedir. Doğum, nikah, ölüm belgelerinden okullardaki eğitime kadar hayatın önemli alanları sekülerleşmiş ve tarafsızlık 184 Küçükcan, 2005: 111-112. 208 ve laiklik kanunla zorunlu hale getirilmiştir. Bu süreçte Durkheim’ın din karşıtı görüşleri, laikleşmeye ciddi katkılar sağlamaktaydı.185 Sekülerleşme, mekanik bir süreç değildir ve insan eylemleri ve çatışmalarının sonucu olarak oraya çıkar. Fransız cumhuriyetçi sekülerleşmecileri parlamentoda kazandıkları siyasi güçleri ile alt-sistemleri laikleştirmişler ve bu süreç, sağlıktan eğitime pek çok kurumda orta düzeyde sonuç vermiştir.186 Ancak sekülerleşme, dinin siyasal hayatta siyasal davranışı etkilemedeki önemini tamamen yitirmesi anlamına gelmez. Çünkü siyasal kültür ve siyasal toplumsallaşma, dinin siyasal sistem içinde bireysel davranışları etkilemesinde önemli bir faktördür.187 1960’lı yıllardan sonra bireysel sekülerleşmeyle ilgili çalışmalar dikkati çeker. Dobbelaere’ye188 göre “dini otoritelerin her bir bireyin sahip olduğu inançlar, ibadetler ve ahlak ilkeleri üzerindeki hâkimiyetinin kaybolması” anlamına gelen bireysel sekülerleşme, dinin çökmemesi ya da ibadet ve kişisel dinsel anlayışın zayıflaması anlamına gelmez. Zaten tanımda da belirtildiği gibi dini otoritelerin bireysel dinsel anlayış üzerindeki egemenliğinin zayıflaması demek, dinin bireysel olarak devam etmesi olduğundan sekülerleşme kuramı bu anlamda yanılmış değil, onaylanmış olur. Dinin varlığını sürdürmesi, gelişmiş ülkelerde kurumsal anlamda çok etkin olmasa bile, bireysel bilinç ve vicdan düzeyinde olmuştur. Örneğin Avrupa’daki sekülerleşme ve din ilişkisi söz konusu olduğunda, Fransız sosyolog Daniele Hervieu-Leger, dini bir hafıza zinciri olarak değerlendirir ve kolektif kimliğin önemli bir unsuru olduğunu savunur. Hervieu-Leger’e göre bir hafıza zinciri olarak din, inanan bireyi cemaate ve topluma bağlar, gelenek 185 Dobbelaere, 2012: 16-17. 186 Dobbelaere, 2012: 17. 187 Sarıbay, 1985: 33. 188 Dobbelaere, 2012: 21-22. 209 ise (ya da kolektif hafıza) bu insan topluluğunun varlığının temelini oluşturur.189 Din hem modernliği etkileyen hem de onun tarafından etkilenen bir yapıya sahiptir. İkisi arasında karşılıklı bir bağımlılık söz konusu olup bu bağımlılığın ölçüsü modernleşme süreci yaşayan toplumun tarihsel koşulları ve o toplumdaki hâkim dinin niteliklerine bağlıdır. 190 Modern toplumda dini değişimin gidişatını belirleyen güçler arasında, Hefner’in191 ifadesiyle “dünya kuran güçler arasında, kapitalizm, ulus-devlet, yeni bilgi ve iletişim tarzları ile, liberalizm ve seküler milliyetçilik gibi dini olmayan ideolojiler yer almaktadır… bu dünya kuran güçlerin din üzerindeki etkisi, bazı ön-tahminlerin aksine, homojenleştirici değil, heterojendir.” Batı Avrupa ve bazı birkaç toplumda kamusal olarak dinin etkisinin azaldığı gözlenirken dünyanın diğer pek çok bölgesinde kamusal ve özel alanda dinin güçlü etkileri devam etmektedir. Ancak dinin kamusal alandaki yükselişi, kültürel anlamda daha muhafazakâr, siyasal anlamda demokratik olmayan bir yönelime sahiptir. 2.4. DİN VE MEDYA Medyanın başlangıcından beri din üzerinde önemli etkileri olmuştur. Bu bağlamda ilk başta matbaacılığın önemli rol oynadığı görülmektedir. Matbaacılık, Protestan reformu ile ilişkilendirilmişse de o, refromasyon karşıtlığı ve daha sonraki dinsel gelişmelerde de oldukça önemli görevler üstlenmiştir. Yine Amerika’nın demokratikleşmiş dini kültürü olarak bilinen gelişmelerin parçası olan farklı dini hareketler, medya teknolojisi temelinde güçlenmiştir. Aynı şekilde seküler Amerikan yayıncılığının uzun bir tarihi bulunmaktadır ve çok çeşitli kesimler açısından önemli bir rol oynamıştır. 192 189 Küçükcan, 2005: 115. 190 Sarıbay, 1985: 34. 191 Hefner, 2012: 252-253. 192 Hoover, 2012: 149-150. 210 Medya, siyaset, ekonomi, din vb. birçok bağlamın derin ve karmaşık ilişkileri içinde yer alan bir konuma sahiptir. Genellikle medyayla ilgili bilimsel disiplin medya kurumları, medya etkileri ve medya içeriği olarak üç alan tarafından şekillendirilir. Bugün bu disiplin, medya sosyolojisi, medya psikolojisi, kitle iletişimi, medya araştırmaları gibi çeşitli başlıklar altında anlaşılmaya çalışılır.193 Teknolojik bir karakteri olan medyanın, geniş bir hiyerarşik rol ve görev dağılımı olan bir kurumlaşma biçimine sahip olduğu, önemli ekonomik bir güç olduğu, ekonomik gücüne bağlı olarak diğer sosyal kurumlarla ilişkili bir çeşit otonomi ve ideolojik ve politik etki gücüne sahip olduğu görülmektedir. Bu bakımdan medya, yerel olarak temellenmiş olsa da zorunlu olarak yerel ötesi bir yapıdır ve küreselleşme süreci içinde çok önemli bir yere sahiptir.194 Hoover’a göre, 1989’da Medya Ritüelleri (Media Rituals) isimli denemesinde James Carey, ritüel ve din sorununa yeni bir bakış geliştirmiştir. Genel anlamda medya araştırmalarında dinin yeri ve önemiyle ilgili çok az çalışma bulunmaktaydı ve Carey’in çalışması önemli bir dönüşüm olarak değerlendirilmektedir. Alanla ilgili nispi akademik ilgisizliğin oldukça çok nedeni bulunmaktadır. En önemli etken olarak “sekülerleşme teorilerinin tek tip okunması” gösterilebilir. Bunun yanında din alanının oldukça ayrıntılı, karmaşık ve akılsallığın ötesinde konularla ilgilenmesi ve deneysel ölçüm yapılabilen bir alan olarak görülmeyişi de bu alandaki çalışmaların yetersizliğine sebep olarak gösterilebilir. Ancak daha sonra yirminci yüzyılın sonunda dinin açık varlığı ve popüler kültür ve halk kültürü içindeki artan etkisi nedeniyle din ve dinsel gelişim hakkında araştırılması gereken pek çok şey olduğu sonucuna varılmasına ve çalışmaların yoğunlaştırılmasına yol açtı.” Bazı medya araştırmacıları medya ve modern medyalaşma sürecinin bu dini değişim için sürekli artan bir öneme sahip olduğunu” savundu. 195 193 Hoover, 2012: 150. 194 Hoover, 2012: 150. 195 Hoover, 2012: 152. 211 Önemli ilk din ve medya araştırmaları, haberler, gazeteler ve haber dinleyicileriyle ilgili olmuştur. Gazetecilik mesleği ve dini araştıran muhabirlerin dindarlığı ile ilgili çalışmalar başlangıçtaki çalışmalara bir örnektir. Daha sonraları ise “dini kültürlerin bir bileşeni olarak gazeteciliğin verimi” üzerine yapılan araştırmada dinsel güç ve dinsel imtiyazı meşrulaştırmada gazetecilerin ve gazeteciliğin rolünü anlamak amaçlandı. Dinle ilgili gazetecilik çalışmalarında medya pratiği, dinsel pratikler ve dinsel kurumların yapısı arasındaki fonksiyonel ilişki açıklanmaya çalışıldı. 196 Amerikan yayıncılığında din, önemli bir boyutu oluşturmuştur. Radyonun ilk ortaya çıktığı dönemde dinsel yayınlar ilk yayınlar arasında yer almıştır. “1950’lerde ticari televizyonun ortaya çıkmasıyla din oraya da taşındı ve din ve elektronik medya hakkındaki ilk önemli çalışma yayınlandı.” 1970’lerde uydu yayıncılığının gelişmesi ve kablolu televizyonlarla birlikte dinsel televizyon yayınları ortaya çıkmıştır.197 Medya ve dinle ilgili analizler, kurumsal araştırmaları ve izleyici etkileriyle ilgili araştırmaları kapsıyordu. Kurumsal araştırmalar; bu alanların tarih, kaynak ve yapılarını araştırırken izleyici etkileriyle ilgili araştırmalar; medyanın dayanışma ve kimlik oluşturabilme özelliğine bağlı olarak başlarda bazı kaygıların yanlış olarak tespit edildiğini ortaya koydu. Sonraki araştırmalar ise medyayı çağdaş dinsel bilinci oluşturan önemli bir unsur olarak belirledi ve dinsel yayıncılığın kültürel anlamlarına odaklandı. 198 Hoover’a199 göre, Carey’in yukarıda bahsedilen ritüellle ilgili denemesi, medya ve medyalaşma sürecini, dinsel eylem ve anlayışın kaynağı ve merkezi olarak görünmesini sağladı. Bu bakış, dini, geleneğin ve kurumsal yapının dışında araştırmak için sosyal teori ve metodoloji kullanmaktadır ve 196 Hoover, 2012: 153. 197 Hoover, 2012: 153. 198 Hoover, 2012: 154. 199 Hoover, 2012: 155. 212 medyanın ve medyalaşmanın üretilmiş kültürel pratiklerin tüm alanına uzandığını varsayar. Medya ve dinle ilgili araştırmalar günümüzde, medyanın dini etkileme ve ondan etkilenmesi sorunundan çok, dinsel olan “kurumsal, kolektif, bireysel ve etkileşimsel yapılandırılması, eylemler sürdürülmesi veya dizisinin yapılandırılması, gerilemesi açısından ‘medyalaşma’nın oynayabileceği rol sorununa kaymıştır”. Dinle ilgilenen medya araştırmacılarının yeniden medya ve daha çok 200 çalışması, geleneksel medya analizinin bir parçası olan; izleyiciler ve alımlama ve onların dini olanın medyalaşması sürecine katılması konularına odaklandı. Web siteleri, bloglar, online topluluklar ve oyunları kapsayan dijital medya içeriği önemli bir istisna oluşturmaktadır.201 İnternet, bir dine mensup insanlar tarafından temsil, propoganda ve ağ oluşturma aracı olarak kullanılması açısından dinler için önemli bir potansiyel taşımaktadır.202 Son dönemlerde yapılan medya ve din araştırmalarının çoğunun amacı, dinsel kimliği, “din ve medya arasındaki ilişkilerin önemli bir kavramsal (ve metodolojik) göstergesi olarak anlamak olmuştur.”203 Dijital dinle ilgili araştırma, medya ve din sosyolojisi açısından önemli olan literatür ve alanlardan yalnızca biridir. Maddi kültür ve görsel kültürle ilgili de önemli araştırmalar bulunmaktadır. Bunların ilki, din ve manevi pratiklerinin “objeleri de içine alan, materyal bağlamlarına, inşa edilmiş çevrelere ve coğrafyalara aktarılma tarzlarını inceler… Çalışma, bu pratiklerin anlam ve kimlik açısından ne oluşturduğunun önemli olduğunu varsayar”. 204 200 Hoover, 2012: 155. 201 Hoover, 2012: 156. 202 Bunt, 2012: 176. 203 Aktaran Hoover, 2012: 161. 204 Hoover, 2012: 162. 213 Görsel kültür alanında bulunan çalışmanın medya ve medyalaşma süreçlerine daha doğrudan odaklanmakta olduğu söylenebilir. Amerikan dinindeki görselliği anlamaya ve çözümlemeye yönelik olan çalışmanın “görsel resim tüketiminin Amerikan dindarlığının merkezinde yer aldığını” savunur. Bu açıdan çalışma, görsel kültür içerisinde yer aldığı kadar medya ve dinle de ilgilidir ve çağdaş din içinde medyanın ve medyalaşmanın yeri ve rolünü de içerir.205 Dinsel ritüellerin ilk spesifik analizi 1996 yılında yapıldı. Çalışma, sanal âlemde dinlerin araştırılmasında teorik bir çerçeve sundu. Bundan sonra sanal alemde yer alan spesifik dinler hakkında birçok çalışma yapıldı. Medya ve dinlerin boyutlarını araştıran birçok çalışma bulunduğu gibi çağdaş din çalışmalarında bulunan diğerleri de sanal ağ düşüncesini çözümlemelerinin parçası yapmışlardır. İnternetin dinsel kimlik, dinsel otorite ve bilgi akışı üzerinde potansiyel etkileri bulunmaktadır.206 Son dönemlerde dinleri araştıranlar, bir araştırma kaynağı olarak internetin önemini fark etmiştir. “Dinler ve internet arasındaki ilişki haritalarını geliştirmek sadece metinsel bir egzersiz değildir; bu tür aktiviteler değişik yazılım, kayıt teknikleri ve medyayı içerebilir. Bu, kaynakların en uygun ekonomik kullanımını sağlamak için teknikler kullanmanın yanı sıra, klasik arama motorları araştırmasını’ da tarafından kapsayan, karşılanmayan farklı arama web alanlarının motorları ‘derin modelleri ve metodolojilerinin bütünleştirilmesini gerektirebilir.”207 Daha özel olarak internet sayesinde herhangi bir dinle ilgili araştırma yapmak, bilgi ve enformasyon edinmek mümkün olmuştur. Ancak internetin kompleks bir yapısı vardır ve sürekli değişmektedir. İnternetin karmaşıklığı birçok dilde değişen ve gelişen materyallerin çeşitliliğinden ve teknolojinin 205 Hoover, 2012: 163. 206 Bunt, 2012: 178-179. 207 Bunt, 2012: 180. 214 değişen doğasından kaynaklanmaktadır.208 Bununla birlikte internetin din konusunda sağladığı bu olanakların, dini bilgiye dayalı olarak toplumda ayrıcalıklı bir statüye sahip olanların konumlarını ve din ve iktidar arasındaki ilişkiyi uzun dönemde etkileyeceği düşünülebilir. Her toplumsal yapının medyayı kendi mevcut dinsel görüşlerine göre şekillendirmesi söz konusudur. İslam toplumlarında da 1980’lerden sonra dini örgütlenmeler, serbest piyasa ekonomisine katılmışlar ve buna bağlı olarak “İslami sermaye” olarak faaliyet göstermişlerdir. Medya sektörü de bu faaliyet alanının başında gelmektedir. İslami kuruluşlar dini bilgileri kitle iletişim araçlarıyla sunmaya başlamışlar, dini programlar, diziler, filmler ve sohbet programları gibi yayınlar, dini eğitimin önemli bir aracı haline gelmiştir.209 Din ve medya ilişkisi daha önce de vurgulandığı gibi günümüzde giderek etkisi artan bir alandır. Medya modern dönemde ortaya çıkmış olsa da tüm tarihsel süreç içerisinde değerlendirildiğinde görülmemiş yaygın ve derin etkilere sahip olan bir güçtür. Ekonomik, politik, kültürel ve toplumsal etkilerinin yanı sıra dinsel eğitim alanında da medyanın rolü ve etkisi yadsınamaz. 2.5. TÜRKİYE’DE TARİHSEL VE TOPLUMSAL AÇIDAN DİN 2.5.1. İslam, Toplum ve Davranış İslam, bir din olarak insanların ruhsal yönlerine ve öteki dünyaya ilgililerine kendine has bir şekilde hitap etmektedir. Bunun yanısıra İslam’ın, toplumsal yaşam üzerinde önemli etkileri, toplumu anlamak için dikkate almamız gereken boyutları bulunmaktadır. Bu açıdan İslam, kendisine 208 Bunt, 2012: 181, 183. 209 Akşit ve diğerleri, 2012: 413. 215 inananların öteki dünyaya yönelik davranışlarını kapsarken aynı zamanda bu dünyaya yönelik tutum ve davranışları da barındırmaktadır. Bu açıdan Arabacı’nın210 ifade ettiği gibi İslam’ın, “Din olduğu kadar bir kültür, bir medeniyet, mümkün olanı kapsayan bir dünya görüşü olduğu gibi bazen bir ideoloji olarak da kabul edildiği görülür.” İnananların düşünce ve eylemleri çoğu zaman dinin emirleri ve yasakları doğrultusunda gerçekleşir. Bunun yanında din daha geniş düzeyde, ekonomik yapılar, siyasal kurumlar üzerinde doğrudan etkilere sahiptir. Bu durum dinin, kutsal ile kutsal olmayanı, maddi ile maddi olmayanı bir arada bulundurur. İslam'ın hem sosyolojik hem de teolojik olarak dünyayı ve ahireti kapsayan özelliği giderek daha fazla dikkate alınan bir gerçeklik olmaktadır. Bu bakımdan İslam’ın toplumsal boyutuyla ilgilenen bir yaklaşımın, onun, bireyler, gruplar, cemaatler düzeyinde olduğu kadar ulusal ve uluslararası ve küresel düzeylerde insan düşünce ve davranışını nasıl harekete geçirdiğiyle ilgilenmesi gerekir. Bu çerçevede, İslam’ın düşünce ve eylemi olduğu kadar kurumları ve süreçleri belirlediği dikkate alındığında “İslam toplumunda “ontolojik olarak, dini olmayan faaliyetlerin ve alanların dini faktörlerinin incelenmesi ile dini faaliyetler ve alanların dini olmayan faktörlerinin incelenmesi arasındaki klasik ayırım” açıklayıcı olmamaktadır. Böyle bir duyarlılık göstermenin temel amacı, İslam toplumlarının işleyişinin anlaşılmasında “maddi olan yani günlük sosyal hayatta olanların manevi alanla ilişkili” bir biçimde bulunduğunun vurgulanmasıdır. Üstelik İslam toplumunda “batıl inançlarla yoğrulmuş eğitimsiz kişilerden, materyalist ya da ateist akılcı bir zihniyete sahip olan kişilere varıncaya kadar herkeste İslam medeniyetine aidiyet duygusu” vardır. Bu nedenle İslam’ı toplumsal açıdan analiz eden bir araştırma, teorik ve pratik yönleri yani bir taraftan “Vahyin mantığı tarafından talep edilen sistemi” diğer taraftan yaşanan olayları ve gerçek davranışları dikkate almalıdır. Teorik yön Kur’an ve Sünneti kapsamanın yanında “daha önceki ve mevcut 210 Arabacı, 1999: 128. 216 çağdaş İslam toplumlarının şekillenmesinde rol alan ulemanın (İslam hukuku ve Kelam eserlerinde ya da diğer eserlerde çeşitli konular arasında yer alan) görüşleri”ni de içerir. “Hatta bu görüşlerin dışında ideolojik olarak etkilendikleri düşüncelerin de bu teorik alanın sınırlarını belirlemede veri olabileceğini söylemek bizi genelleme yapmaktan kurtaracağı gibi söz konusu yaklaşıma nesnellik de kazandıracaktır”. 211 Dolayısıyla dini olanla dünyevi olanın birbirinin içiçe geçmiş olması ve kolaylıkla birbirinden ayrılamaması sadece dinin dünyayı etkilemesi anlamında değil dünyanın da dinin üzerinde bir etkisinin olması anlamına gelir. Din ile dünya arasındaki ilişki açısından İslam’ın diğer tek tanrılı dinlerden özellikle Hıristiyanlıktan ayrıldığı görülmektedir. Bu anlamda İslam toplumlarında din, kimi açılardan Batı toplumlarından daha farklı bir rol oynamıştır. “İslamiyette din, baştan itibaren Batı’da önce polis ve daha sonra imparatorluk yapılarının yapmış olduğu bir görevi üstüne almıştır… İslamiyet… toplumu siyasi planda pekiştiren bir ‘inanç’ olmuştu[r]”.212 Batı toplumlarıyla İslam toplumları arasındaki dikkate değer farklılıklardan biri değerlerin ve normların toplumsal yaşam içinde oynadığı rolle ilgilidir. Batı toplumlarında çok önemli bir işlevi olan ‘değer’lerin yerine İslam toplumlarında ‘normlar’ geçmektedir. Bu da kişisel planda tercihlerin daha az olmasını ve kişisel farklılaşmaların daha az olmasını beraberinde getirmektedir. Bireylerin ne yaptıkları ve yapacakları kendi vicdani muhasebelerinin değil toplumsal normlara uymanın bir sonucudur. Buna ek olarak İslam kişileri sadece bir din olarak değil aynı zamanda toplumsal kimliklerini oluşturmalarında da etkili bir şekilde yönlendirir. İslam toplumlarında kişiliğin oluşum sürecinde din, Batı’dakine göre, çok daha fazla etkilidir.213 211 Arabacı, 1999: 129-130. 212 Mardin, 1995A: 68-69. 213 Mardin, 1995A: 79-80. 217 İslam toplumu bir normlar toplumudur. Örneğin utanç insanın yaptığından utanması değil, toplumun onaylamayacağı bir şey yapmasından ileri gelen toplumun gazabından korkma şeklinde belirir. 214 “Din, İslam toplumlarında bir toplum normu düzenleyicisi olarak işlediği derecede kişiliğin oluşumunda da önemli bir rol oynamakta, Batı’ya nisbetle birçok ilave katlarda ek ideolojik fonksiyonlar görmektedir”.215 Mardin’e216 göre İslam’ın tarih içinde kendine has bir değer sistemini geliştirmesi belirli biçimlerdeki tarihsel deneyimin etkisini göstermektedir. Bu açıdan “İslamiyet, esas itibariyle mevcut olan bir şehirsel yapının üzerine kurulmuş bir yapıdır, fakat bu şehirsel yapı gelişmemiş olduğundan dinin birleştirici rolü burada her zamankinden kuvvetli olmuştur”. Bazı araştırmacılar, bu durumu, Yakın Doğu toplumları açısından genelleştirerek açıklar; Çağdaş Batı tarihinin siyasal yapısını siyasal ve ırksal etkiler şekillendirmiştir. Doğu tarihinde ise siyasal yapının temelinin ideolojik olduğu görülmektedir. Dinsel olan veya olmayan öğretilerin yayılması ve kabulü ile yeni tür bir toplumsal düzen oluşur. Oluşan bu yeni düzen içindeki kurumlar da birbiriyle ilişkilidir. İslam toplumunda dinin gerçekleştirdiği fonksiyonun en ideolojik biçiminin teslimiyetçilikte belirdiği görülmektedir. Teslimiyetin özel şekli şeriata teslimiyettir.217 Bu açıdan, dinin topluma kılavuzluk eden yönü ve bilgisel fonksiyonu İslam toplumunda Batı toplumlarına kıyasla çok daha gelişmiş ve fonksiyoneldir. Batı toplumlarında burjuvaların seküler ideolojileri ve çıkarlarını koruyan “mythos’ları” dinsel fikirlerle çatışmaktayken Müslüman toplumunda rakip ideolojiler neredeyse hiç yoktur. “İslam toplumu, sınırları silik, katları belirsiz yaygın (diffuse) bir toplumdur”.218 214 Mardin, 1995A: 84. 215 Mardin, 1995A: 90. 216 Mardin, 1995A: 70-71. 217 Mardin, 1995A: 72. 218 Mardin, 1995A: 77-78. 218 Toplumsal yaşamda kimlik oluşumu aşamasında İslam’ın öneminin yanısıra onun aynı zamanda daha geniş ve bütüncül bir kimliğin inşasının aracı olduğunu görmekteyiz. Bu anlamda İslam dünyasının özelliklerinden biri, ümmetçi bir yapıya sahip olmasıdır. Bu açıdan ümmetin yapısı ve ideolojik içeriği önem kazanmaktadır. İslam’ın, Müslümanları birbirine bağlayan güçlü bir yönü vardır; “cahil veya ilerici, dini duyguları güçlü ya da silik olup olmamasına bakılmaksızın bir Müslümanın, Muhammed’in cemaatine” ait olma duygusuna sahip olduğu görülmektedir. Kişi, cemaat içinde duygusal bağların varlığından destek bulur, bunun yanısıra din, sığınılacak, güç alınacak, meşruiyeti sağlayacak bir “zırh” ve “had” olarak işlev sürdürmektedir.219 Ümmet anlayışı sadece genel bir kimlik duygusu olarak değil aynı zamanda çok çeşitli ilişkilerdeki sorunları çözme noktasında oldukça etkili olmaktadır. “Konukseverlik, eş dostla iyi geçinme, dinsel bayramlarda başkalarının yaptıkları kötülükleri bağışlama, sert ilişkiler kurmamaya çalışmak, bütün bunlar, İslami inancın tam anlamıyla ideolojik yönünü oluşturan ümmet hissinin telkin ettiği hareketlerdir”.220 Ümmet, insanları birleştirici bir fonksiyona sahip olmasının yanında Allah’ın tüm toplumun üzerinde ve ötesinde bulunduğunu vurgulayan daha soyut bir özelliğe de sahiptir. Örneğin Müslümanlar camide kılınan bir namazda her türlü dünyevi kimlikten arınıp aynı safta Allah’ın huzuruna çıkarlar. Dini merasimlerin büyük kısmında bu özellik hakimdir ve öz itibariyle bu tür merasimler insanların farklılıklarını kapatıcı, eşitleyici törenlerdendir. İslam inancının en kapsayıcı yönü, sınıf, ırk ve millet ayrılıklarını örten ve Allah’ın önünde tüm Müslümanları eşitleyen bu vurgusudur. “Aynı duygunun bir diğer yönü, ümmetin kaynaşmış, farkları olmayan bir kitle olduğu ideolojisidir”.221 Bu ideolojiye karşın İslam toplumlarında çatışmaların da 219 Mardin, 1995A: 76-77. 220 Mardin, 1995A: 88. 221 Mardin, 1995A: 101. 219 bulunduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Hatta son dönemlerde birlikten, uyumdan çok, çatışmaların belirleyici olduğu görülmektedir. İdeolojik farklılıklar çoğu zaman ulusal, etnik ve mezhepsel zeminlerde varlık kazanmaktadır. Bu da ümmet anlayışının ideolojik kaynaştırıcılığının giderek sorunlu hale gelmesi demektir. 2.5.2. İslam’da İdeolojik Yönelimler İslamcılık, İslam’ı ideolojik olarak vurgulayan bir kavramdır. Bu nedenle de modern dünyada ve bu dünyanın sorunları içinde ortaya çıkan bir fikir akımıdır. Bu anlamda günümüzde birbirinden farklı ve birbirine zıt İslamcı akımların mevcut olduğu görülmektedir. Günümüzde İslamcı akımların başlıca ana tipleri, laiklik, İslâmî modernizm, radikal İslâmcılık, gelenekselcilik, yeni-gelenekselcilik ve bunların alt kolları şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu tipolojideki kategorilerden bazıları yeni olmakla birlikte bazıları da modern toplumun tarihi içinde çok daha uzun süre önce ortaya çıkmışlardır.222 Shepard bu tipleri Weber’in ideal tipleri bağlamında çözümleyerek bunları iki uçlu bir spektrum olarak ele almış, spektrumun bir ucuna modernliği diğer ucuna da İslami bütüncülüğü yerleştirmiştir. İslâmî bütüncülük anlayışı, İslam’ın sadece bir din olarak veya ibadet ve ahlâk olarak değil aynı zamanda siyasal, ekonomik ve toplumsal konuları kapsayan bir yaşam tarzı olarak da görülmesini ifade eder. Bu tür bir bakış açısı, Müslümanların bir İslam devletine sahip olmaları, toplumun ve devletin İslam yasalarına göre düzenlenmesi gerektiğini ileri sürer. Ancak buradaki sorun, bu iddiayı öne sürenlerin, diğerlerinden daha iyi Müslüman olduklarını söylemenin güç olmasıdır. Spektrumunun diğer ucunda yer alan modernlik ise modern teknolojinin giderek daha fazla etkili hale gelmesi, parlamento ve 222 Shepard, 2009: 183. 220 siyasi partilerin kastedilmektedir. önem kazanması ve değişim ve ilerlemeye inanç 223 Shephard’a göre, “İslâmî bütüncülük ekseninde, laiklikten radikal İslâmcılığa doğru sağa doğru ilerlediğimizde ideoloji gittikçe İslâmîleşir. Modernlik ekseninde saf gelenekçilikten yukarı doğru ilerlediğimizde İslâm gittikçe ideolojik hale gelir”.224 Bu çerçevede laiklik, “kamusal yaşamda İslâm’dan başka bir ideolojiye tâbi olmayı ifade etmektedir” radikal laiklik ve ılımlı laiklik olmak üzere iki tür uygulama vardır. Radikal laiklikte devletin anayasasında dine ait hiçbir hüküm bulunmazken ibadethaneler de yönetim tarafından kapatılmıştır. Ilımlı laiklikte ise yapılmaya çalışılan, dinin siyaset ve kamu yaşamından ayrılmasıdır. Bu açıdan laikliği, dinin kamu yaşantısından uzaklaştırılması olarak görmek yanılgılıdır. Ayrıca Müslümanlar için laiklik, “Amerikan tarzı kilise-devlet ayrılması gibi cami ile devlet ayrılmasını içermez. Laik yönetimler dinsel eğitim ve kurumları bir ölçüde hem destekler hem de kontrol ederler. Aslında laiklik, dinin devlet tarafından kontrolü ve milliyetçi-kalkınmacı amaçlara hizmette kullanılması çabasıdır”. 225 Dolayısıyla laiklikle ilişkili olarak dinin toplumsal rolü iki farklı biçimde anlaşılır: dinin devleti denetlemesinden uzaklaşması ve her türlü dini anlayışın kamusal yaşamda baskıyla karşılaşmadan yaşayabilmesi. İslamcı akımların, modernlik ve İslam kaynakları konusunda birbirinden farklı görüşleri vardır. İslamcı modernizm, laikliğin tersine, İslâm’ın kamusal yaşamı düzenlemek için yeterli bir ideolojik niteliğinin olduğunu iddia eder. Bu anlamda ilk olarak, Modernist İslamcılar, laiklerden farklı olarak, genel ilke ve gelişmeleri Kur’an ve sünnete dayandırarak açıklamaya çalışırlar. İkincisi, önemli görülen kaynakların az ya da çok kökten yeniden yorumlanışıdır. Üçüncüsü, İslâm geleneğinin çeşitli yönlerini Batılı düşünce 223 Shepard, 2009: 184. 224 Shepard, 2009: 185. 225 Shepard, 2009: 189. 221 ve uygulamalarla ilişkilendirilen savunmacı tarzdır. uygulamaların kaynağının İslâm olduğunu iddia ederler. Bu tarz, Batılı 226 Radikal İslâmcılar, modernist İslamcılar gibi ancak onlardan daha da ısrarlı bir şekilde, İslâm’ın kişisel yaşamın yanısıra toplumsal yaşamı da bütünüyle kapsadığını ileri sürerler. Bunlar İslâmdan hurafelerin ayıklanması gerektiği konusunda modernist İslamcılarla aynı görüştedirler. Radikal İslamcılar, İslamın özgünlüğünü ve benzersizliğini vurgulamaya ek olarak İslâm hukukunu uygulamanın zorunlu olduğu fikrini benimserler. 227 Radikal İslamcılar, modern görüşleri ve değerleri olduğu gibi İslamın kimi geleneksel yorumlarına da karşı çıkarlar. Bu açıdan geleneksel toplumdaki İslam anlayışının ve uygulamasının bazı yönlerinin orijinal İslamdan sapma olduğunu öne sürerler. Buraya kadar açıklanan üç eğilim, “İslâmî bütüncülülük” çizgisinde, yani İslâma toplumsal yaşamda uygun görülen rol açısından, birbirinden önemli ölçüde farklılaşır. Radikal laikliğin bulunduğu sol uçta İslâm, bir din olarak tamamen reddedilir. Bunun hemen sağında ise “İslâm” din olarak ve kamusal yaşam için yol gösterici olarak kabul edilir. Radikal İslâmcılığın yer aldığı sağ uçta, İslâm’ın hem din hem de ideoloji olduğu görüşü etkindir. Ortada ise her iki taraftan öğeler içeren yaklaşımlar bulunur.228 Toplumsal ve siyasal alanda modernleşme, İslam dinindeki bazı temel değerlerin yeniden yorumlanışını özellikle İslam’ın siyasallaşmasını beraberinde getirmiştir.229 Modernlik ekseni açısından ise bu üç kategori birbirine oldukça yakın olmasına rağmen aralarında farklılıklar da bulunur. Radikal İslâmcılık, İslâm’ın kendine özgü niteliklerinin, modernliğe göre düzenlenmesini ve değiştirilmesini kabul etmez. Gelenekçiler ise geleneğin içinde yol gösterici değerlerin bulunduğunu dolayısıyla Batılı modellere 226 Shepard, 2009: 191-194. 227 Shepard, 2009: 197-198. 228 Shepard, 2009: 203. 229 Wenzel, 2012: 297. 222 kapılmamak gerektiğini öne sürerler. Gelenekçiler, Batılı yaşam ve düşünce değerlerini doğrudan İslam dışı unsurlar tarafından şekillendiğini ileri sürerler.230 İslamiyet’te toplulukla yapılan ibadetlerin dini canlanma ve müminlerin birbirleriyle kaynaşmaları için bir sebep olduğu kabul edilmiştir. Örneğin İslam inancında camide yapılan ibadetlerin, kılınan namazların evde tek başına yapılan ibadetlerden daha makbul ve daha fazla sevap olduğu düşüncesi hâkimdir.231 Toplu halde yapılan ibadetlerin içinde Cuma namazlarının ayrı ve özellikli bir yeri vardır. Bir Müslüman toplumda erkeklerin önemli bir kesiminin en sık buluştukları ve cemaat şuurunu hissettikleri yer şüphesiz Cuma namazlarıdır. Cuma namazlarından önce okunan hutbede ise bu birlik ve beraberlik şuurunun pekiştirilmesi amaçlanmaktadır. 2.5.3 Türkiye’de Din, Toplum ve İdeoloji Şimdiye kadar genel anlamıyla toplum, kültür, siyaset, ideoloji, modernleşme ve sekülerleşme süreçleri içerisinde dinin yeri, önemi ve etkileri konusundaki yaklaşımlara ve çözümlemelere yer verdik. Bu alt başlıkta ise Türkiye’de çok yönlü öneme sahip olan dini, tarihsel süreç içerisinde inceleyerek toplumun yapısı içerisinde geçirdiği evrimi ele alacağız. Ancak bunun için öncelikle Osmanlı döneminin sonuna kadar olan tarihsel geçmişe kısaca göz atmakta yarar vardır. Daha sonra Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze kadar din, toplum ve ideoloji ilişkisini ele almaktayız. İslam ümmeti başlangıçta Peygamberin çevresinde toplanan bir mümin cemaati olarak oluştu. Hıristiyan inancının tersine bu cemaat siyaset alanından kopuk değildi ve günlük kaygılarda politika önemli bir yer işgal ediyordu. Peygamber dini konuların yanında siyasi konularla da ilgileniyordu. 230 Shepard, 2009: 203-204. 231 Günay, 1993: 177. 223 İslam’ın ilk yıllarında Kuran’da yer alan “iyiyi aramak ve kötüden uzak durmak” biçimindeki söylemi esas alan bir siyasal felsefe temelinde hareket edilmesi gerektiği inancı hâkimdi. Başlangıçtaki bu siyasi uygulama, bir tür doğrudan demokrasi sistemi olarak düşünülebilmektedir. İslami potansiyel devletin ortaya çıkması ile birlikte Kuran’ın esas aldığı yukarıda belirtilen felsefeden uzaklaştı ve devletin çıkarı düşüncesi cemaatin çıkarı düşüncesine baskın geldi. Kendini gerçek mümin ilan edenlerle İslami prensipleri uygulamadıklarını iddia ettikleri kimseler arasında bir çekişme, kutuplaşma, çatışma söz konusu oldu.232 Daha özel olarak dine Türk toplumunun tarihi açısından yaklaşabiliriz. Ocak, Türk tarihinde İslam’ı dört temel kategoride ele almıştır. Bunları; halk İslamı, kitabi İslam, tekke İslamı ve devlet İslamı olarak isimlendirmiştir. 233 Bunlardan kitleler arasında en yaygın olan Türk halk Müslümanlığı, ortodoksi ve heterodoksiye dayanan iki boyuttan oluşur. En önemli özelliği evliya kültü merkezli mistik bir nitelikte oluşu ve tasavvufi etkilerin şekillendirdiği bir yapıya sahip olmasıdır. Teşkilatı, hiyerarşisi ve belirli bir sistematiği olmayan bu yapı, teşkilatlı tasavvufun uygulamaya koyduğu İslam yorumundan ayrılır.234 Büyük Selçuklular’dan itibaren medreseler sıkı bir devlet kontrolü ve himayesiyle varlıklarını sürdürdüler. Resmi İslamın, ya da devlet İslamının üretilmesini ve uygulanmasını sağlayan kurumlar olarak medreseler halkla olan yakın temasları nedeniyle onlar üzerinde de etkili bir güç olmuştur. Bu etki Selçuklular döneminde belirginleşse de beylikler ve Osmanlı döneminde özellikle on beşinci yüzyıldan sonra kuvvetle hissedilmiştir.235 İslam dünyasında medreselerin resmi İslam’ın üretildiği kurumlar olduğu gibi özellikle onaltıncı yüzyıldan itibaren tekke ve zaviyeler de tüm 232 Mardin, 1995B: 25. 233 Ocak, 2002: 51. 234 Ocak, 2002: 53. 235 Ocak, 2002: 55. 224 Müslüman ülkelerde ve Osmanlı’da mistik İslam yorumunun temel kurumlarıydı. Ancak medrese ve tekkelerdeki İslam yorumları birbirinin tam karşısında yorumlar olarak algılanmaması gerekir. Bu iki İslami yorum biçimi zaman zaman ayrışsalar da bazı durumlarda uzlaştıkları ve hatta iç içe geçtikleri bile görülebilir. Mevlana, Sadreddin Konevi gibi tasavvuf öncüleri medrese kökenlidir. Aynı şekilde Hacı Bayram-ı Veli, Davud-ı Kayseri gibi tekke kökenli müderrisler de sıklıkla bulunmaktadır.236 İslam’da din adamları sınıfının bulunup bulunmadığı son derece tartışmalı bir konu olmasına karşın İslam toplumunda ilk dönemlerden itibaren gerek Ortodoks gerekse Heterodoks İslam geleneklerinde dini konularda uzmanlaşanlar ile onların yorumlarını takip edenler birbirinden ayrı iki zümre olarak varolmuştur. Din alimleri genelde toplumun üst konumlarında yer almışlar ve dini bilgilerinin avantajlarından yararlanmışlardır. Yine tekke İslamı veya Heteodoks İslam içinde belirgin bir hiyerarşi mevcut olmuştur. Mardin’in237 ifade ettiği gibi, İslam’ın ilk yüzyıllarında İslami aydın tabakanın oluşumu söz konusu olmuştur. Selçuklu döneminde İslami aydın tabakasının devlet mekanizmasının içinde yer aldığı görülür. Benzer durum Osmanlı İmparatorluğu için de geçerlidir. İslam’ın Türk topluluklarında ilk yayılmaya başladığı dönemden itibaren genel olarak Sünni yorumunun politik alanda hâkim olduğu görülmüştür. Sistematik bir teolojiye, hukuka ve kurumsallaşmaya sahip olan bu İslam yorumu Türk devletlerinin resmi tercihi ve devlet politikası olarak benimsenmiştir. Bir yönetim politikası olarak Türk devletlerinde siyasallaşmış İslam biçiminin en gelişmiş örneği ise Osmanlı İmparatorluğu’nda varlığını sürdürmüştür. İslam, ilk ortaya çıktığı andan itibaren yalnızca bir inanç ve toplumsal ahlak biçimi olmayıp bir devlet siyaseti de olmuştur. Dört halife döneminde siyasal kurumlar ve siyaset hukuku oluşturulup geliştirilmiş, Emevi ve Abbasi İmparatorlukları döneminde hilafet kurumu merkezli bir 236 Ocak, 2002: 57. 237 Mardin, 1995B: 24-33. 225 siyaset teorisi geliştirilmiştir. Türk devletlerinde İslam’ın yönetimde bir siyaset aracı olması, İslam tarihindeki bu sürecin bir devamı kabul edilir.238 İslam, Osmanlı toplumunun temel dayanaklarından biridir ve bu toplumda yaşayanların hayatı yorumlama biçimi İslam dininin belirlediği ölçülerde gerçekleşir. Osmanlılar kutsal kitapları Kuran’da belirtildiği gibi inananların üstünlüğüne inanıyor ve cihan hakimiyeti anlayışıyla da bu görüş destekleniyordu. Osmanlı’nın gelişmesi ile birlikte İslam bir dünya düzeni haline geldi ve bu süreçte Müslümanlar “başka dünyanın değerleriyle dinini yargılamayı da düşünmedi”. Ancak on dokuzuncu yüzyılda Osmanlı Devleti’nin egemen konumu çözülmeye başladığında toplumsal ve siyasal yapılarda da bunalımlar oluştu ve bir yenilenme, dönüşüm gereksinimi meydana geldi. Dünya egemenliği batının, teknoloji, ekonomi, siyaset ve güç ilişkileriyle şekillendiğinden Osmanlı da bu alanlarda dönüşüme gitti ve din değişen yapılardan etkilendi, egemen konumu sarsıldı. 239 Onaltıncı yüzyılda halifeliğin Osmanlı Devleti’ne geçmesi, İslam’ın Osmanlı’da siyasetle özdeşleşmesini tamamlayan son adım olarak kabul edilir. Halifelikle birlikte Osmanlı sultanı Hıristiyan batı karşısında bütün Müslümanların temsilcisi oldu ve Osmanlı Devleti bu durumu Batı’yla olan ilişkilerinde politik bir araç olarak kullanmıştır.240 Osmanlı İmparatorluğu’nda otoritenin kaynağı dindi. Padişah halkın olduğu gibi tanrının da bir temsilcisiydi. İmparatorluk İslami bir devletti ve yöneticisi olan padişah İslam dünyasının lideriydi. Bu açıdan her Müslüman bu kutsal kaynaklı otoriteye itaat etmek zorundaydı. “Kısacası, Osmanlı toplumunda İslam’ın gerek sosyal alanda gördüğü sosyal kimlik işlevi, gerek 238 Ocak, 2002: 60-61. 239 Yıldırım, 1999: 109-110. 240 Ocak, 2002: 66. 226 siyasal alanda gördüğü meşruiyet temeli oluşturma işlevi ona aynı zamanda ideolojik bir nitelik de kazandırmış oluyordu”.241 Osmanlı İmparatorluğu’nu batılılaşmaya iten nedenleri iç ve dış nedenler olarak ele alan Sarıbay242 geleneksel bir toplum yapısına sahip olan Osmanlı İmparatorluğu’nun, değişimi kendi içinde sağlayamamasını iç nedenler olarak çözümlemiştir. Batıda ise geleneksel toplumdan modern topluma, ya da feodalizmden kapitalizme geçiş gerçekleşmiş, ekonomik, siyasal ve yönetimsel bir merkezileşme ve sosyal yapıda farklılaşma meydana gelmiştir. Batıdaki bu gelişmelerin tersi olarak Osmanlı’da merkeziyetçilikten uzaklaşma görülürken sosyal yapıda da bir farklılaşma söz konusu değildi. Zamanla Batının değişen yapısıyla Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkiler Osmanlı İmparatorluğu’nun geleneksel sosyal yapısını bozmaya başlamış, buna karşılık iç dinamikler bozulan yapıyı tamir edememiş ve Batılılaşma bu noktada bir hal çaresi olarak ortaya çıkmıştır. Batının teknik ve medeniyet olarak daha ileride bulunması da Osmanlı’yı batılılaşmaya götüren önemli bir etkendir. Batının her alandaki üstünlüğünü giderek daha fazla anlayan Osmanlı yönetici elitleri, bir yenilenmenin mutlaka olması gerektiği konusunda hemfikir oldu. Bunun yolunun batı tarzı yenilikleri devreye sokmak olduğu düşüncesi zamanla iki farklı görüşü ortaya çıkardı. İlk kesim olan Batıcılara göre söz konusu çöküşün sorumlusu İslam ve geleneksel yapıydı ve çözüm Batıyı kopyalamaktı. Diğer kesim olan İslamcılar ise suçlunun İslam olmadığını, sorunun İslam’ı anlayamayan ve yaşayamayan Müslümanlarda olduğunu, çözümün ise İslam’ın asli haline, özüne dönmekte olduğunu savundular. Meşruiyet döneminde daha da hızlanan bu tartışmaların sonucunda ilk kesimin; batıcı elitin tercihleri doğrultusunda yeni kimlik oluşturuldu ve bunun için gerekli adımlar atıldı.243 241 Sarıbay, 1985: 76-77. 242 Sarıbay, 1985: 51-52. 243 Ocak, 2002: 106. 227 İslamcılar Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gerilemeyi “İslamlaşamamanın, Müslümanlığa aykırı gidişin ve İslamcı zihniyeti anlayamamanın eseri saymışlardır”. Bu durumun tek çözümünün ise İslamiyet’e dönmekten başka bir şey olmadığını savunmuşlardır.244 Bu tespit II. Abdülhamid döneminde de İmparatorluğun batı karşısında geri kalmışlığının nedeni olarak gösterilmiştir.245 Ancak İslam dini imparatorluğun Batılılaşamamasında tek başına bir etken olarak değerlendirilmemelidir. Genel olarak dinsel nedenlerin bu duruma neden olduğu söylense de yapısal etkenlerin daha belirleyici etkiye sahip olduğu görülmektedir. Osmanlı toplumunda ikili bir tabakalaşmanın olduğu, üstte padişah ve kapıkulu, altta ise halkın bulunduğu farklılaşmamış bir yapı söz konusudur. Farklılaşamama, İslam dininin birçok işlevi yerine getirmesi sonucunu doğurmuş, bu da cemaatçi bir yapılanmayı beraberinde getirmiştir. Batı kültüründe bireycilik ve maddiyatçılık hakim kültür kalıplarıyken Osmanlı’nın ekonomisinde cemaatçilik ön plana çıkmıştır. Bu durum da İslam dininin bir yansımasıdır. Osmanlı toplumunda İslam yalnız bir din değil aynı zamanda bir sosyal kimlik aracı olarak işlev görmektedir.246 Batılılaşma girişimleri Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü durdurmamış aksine hızlandırmıştır. Birinci dünya savaşında yenilen imparatorluk işgal edilmiş ve milliyetçilik akımları imparatorluğun siyasal birliğini yok etmişti. Böyle bir dönemde Türk devrimi, Osmanlı devletini kurtarmayı amaçlamamış, yeni bir devlet kurmayı hedeflemişti. Geleneksel olan değerlerin yerine modern ve ulusal olanlar getirilmiş, bunun için gerekli olan kurumlar, kavramlar ve değerler yerleştirilmeye çalışılmıştır. Atatürk medeniyetin toplumsal, ekonomik ve bilimsel alanda ancak yenilikle sağlanabileceğini ileri sürmüştür.247 244 Sarıbay, 1985: 60. 245 Sarıbay, 1985: 62. 246 Sarıbay, 1985: 65. 247 Sarıbay, 1985: 65-66. 228 Ortadoğu’da bulunan diğer ülkelerle kıyaslandığında Türkiye’nin din, siyaset ve toplum ilişkisi açısından farklı bir yerde durduğu açıkça görülmektedir. Atatürk’ün liderliğiyle 1923 yılında çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını takip eden dönemde Türk modernleşmesini savunanların politikalarına karşılık gelen Kemalizm, laik reformları içeren bir ideoloji olarak benimsendi ve laiklik, İslam dünyasında en tavizsiz biçimde Türkiye’de uygulandı.248 Ayrıca laiklik Ortadoğu’da resmi devlet ideolojisi olarak yalnızca Türkiye’de uygulandı.249 Osmanlı Devleti, tarihte hiçbir İslam devletinde olmadığı kadar İslam’ı bir ideoloji haline getirmiş bu anlamda İslamla adeta özdeşleşmişti. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte Osmanlı, Anadolu topraklarına çekilmiş, İslam’ın yerine “milliyetçi radikal bir laisizm temelinde Batılılaşma tutkusunu hayatının olmazsa olmaz ideolojisi yapmış milli bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti” geçmiştir.250 Böylece İslam’ın siyasal alanda yüzyıllardır oynadığı rol sona ermiş ve İslam, devletin alanından uzaklaştırılarak insanların kendi vicdani bir konusu olarak bireysel alanla sınırlandırılmıştır. Endüstri toplumunun sonuna kadar büyük ölçüde görece başarılı olan bu politika post-endüstriyel gelişmelerle birlikte çok büyük sorunlarla karşılaşmıştır. Türkiye’de, Tanzimat’tan ve Cumhuriyetin ilanından günümüze kadar İslam’ın siyasal, toplumsal ve kültürel rolü meselesi önemli tartışmaların başını çekmektedir.251 Ancak Türkiye’de İslam’la ilgili çalışmalar uzun zaman, çoğunlukla dinin teolojik ve doktriner boyutlarını konu alan ilahiyat fakültelerindeki akademik çalışmalarla sınırlı kalmıştır. Bunun yanında dinin, inanç, ritüel, ahlak, ideoloji gibi boyutları üzerinde yoğunlaşan bilimsellikten uzak popüler ve siyasal yayınlar da bulunmaktadır. Siyasal ve sosyal 248 Özdalga, 2007: 53. 249 Özdalga, 2007: 207. 250 Ocak, 2002: 107. 251 Ocak, 2002: 7. 229 bilimlerde din konusu tarihsel ve ideolojik koşullar nedeniyle sınırlı olarak ele alınmıştır. Zaten bu tabu olan konularda düşünme ve araştırma yapma kendi başına zor bir süreci kapsamakta olduğundan Türkiye’de din konusu sosyolojik ve eleştirel perspektifte kısıtlı olarak ele alınmıştır.252 Modern Türkiye’yle birlikte toplumsal hayattaki farklılaşma ve yenilikler din alanında da modernleşmeyi beraberinde getirdi. Siyasal iktidarın değişmesiyle dünyayı algılama biçimi değişirken İslam da yeni bir anlayışa, modernleşme anlayışına uyumlu olarak seküler bir alanda evrildi. Batılı modern değerlerin dışında kabul edilen, onunla çatışan her ne varsa dinden boşaltılmaya çalışıldı.253 Özdalga,254 Atatürk’ün, “milliyetçiliğin dine karşı konumlandırıldığı modernist ideolojinin sembolü haline geldi”ğini ileri sürer. Bu çerçevede milliyetçilik, toplumun bir arada olmasını sağlayan bir çimento işlevi görecekti. Bu süreçte modern Türk milliyetçiliği ortak bir tarih ve ortak etnik kökene inanç gibi laik değerler üzerine kurulmuştu. Amaç, birçok farklı milletten oluşmuş olan Türkiye’de kültürel homojenliği sağlayabilmekti. Bu ideoloji pratikte düşünüldüğü gibi gerçekleştirilemedi ve 1925’te Şeyh Sait İsyanı gerçekleşti. Bunun sonucu olarak hükümet politikalarını uygulayabilmek adına tedbirlerini daha da sertleştirdi. Uygulanan laiklik anlayışı, devlet aygıtlarından dinin etkilerini silmenin yanında bir inanç sistemi olarak dinin etki alanını da sınırlandırmayı amaçlamaktaydı. Bu nedenle fes gibi dini semboller modern Batı ile denk olmak için şapkayla değiştirildi. Türbede dua okumak gibi dini ritüeller yasaklandı, tarikatlar kapatıldı, dini eğitim büyük oranda ihmal edildi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Demokrat Parti’nin siyasal hayata dahil olması bu dini ve siyasal özgürlüklerin bastırılmasına bir tepki olarak yorumlanmaktadır. Çünkü Demokrat Parti dinin, ekonominin ve siyasal özgürlüğün bir temsilcisi olarak siyaset sahnesine dahil olmuştur. 252 Akşit ve diğerleri, 2012: 38-39. 253 Yıldırım, 1999: 110. 254 Özdalga, 2007: 54-55. 230 Türkiye’de 1950’lere kadar İslami düşünce ve yaşam, devletin sıkı takip ve zaman zaman müdahalesine maruz kalmıştır. Bu dönemde İslam tam olarak muhafazakar ve geleneksel kalıpları içinde bir halk Müslümanlığı şeklinde yaşanmış ve günümüze aktarılmıştır. 255 Ancak 1950 seçimlerinde Türk halkının bu yeni kimliği bütünüyle onaylamadığı, geleneksel kimliğine bağlı kalmaktan vazgeçmediği ortaya çıktı. O tarihten günümüze kadar Batılı ülkelerde olduğu gibi siyaset ve ekonomik tercihlere yönelik siyasal parti oluşumları yerine Türkiye’de Batılılaşmacı ve gelenekselci kimlikler ve ideolojilerin şekillendirdiği ikili bir siyasal süreç söz konusu olmuştur.256 Türkiye’de 1950’lerden itibaren siyasal alanda çok partili hayata ve toplumsal ve ekonomik alanda kapitalizme geçiş, modernleşme hareketlerinin bir özeti olarak değerlendirilebilir.257 Çok partili hayata geçişin ardından başlayan dini eğilim, gittikçe artarak devam etti. 1969 yılında İslami bir nitelik gösteren ilk siyasal parti kuruldu ve 1971 askeri müdahalesinde kapatıldı. Milli Selamet Partisi adıyla bir yıl sonra tekrar kuruldu ve 1973’te oyların yüzde 11,8’ini alarak iktidar ortağı oldu. Siyasette İslami etkinin artması, sosyal hayatta da benzeri biçimde gerçekleşti.1970’li yıllardan sonra lise ve üniversitede İlahiyat kurumları, tipik başörtüsü kullanan kadın öğrenciler, İslami yayınlar ve tarikatlar çoğaldı.258 Türkiye’de din sosyolojisiyle ilgili çalışmalar genel sosyoloji çalışmalarıyla aynı dönemde başlamış olsa da ilk dönemlerde büyük bir durgunluk içinde olduğu görülmektedir. 1960’larda bu alanla ilgili çalışmalar yeniden başlamış ve 1970’lerde giderek artan hızda devam etmiştir. 259 Modernleşme, laiklik politikaları ve İslamın siyasal bir ideoloji haline gelmesi, toplumsal araştırmaların başlıca konuları haline gelmiştir. 255 Ocak, 2002: 93. 256 Ocak, 2002: 104-105. 257 Sarıbay, 1985: 96. 258 Özdalga, 2007: 55- 56. 259 Er, 1986: 125. 231 İslamın toplumsal ve siyasal boyutlarını ele alan çalışmalar, modernleşme sürecine özel bir önem göstermişlerdir. Modernleşme ve İslam ilişkisi, çatışmacı ve gerilimli bir ilişki olarak algılandığı için Türkiye’de din de aynı bakış açısıyla değerlendirilmiştir.260 Din, siyaset ve toplum ilişkisi Türkiye açısından ele alındığında bu ilişkilerin bütünlükçü bir tarihsel arka plana sahip olduğu açıkça görülmektedir.261 Böylece bu araştırmalarda gündelik yaşamın daha spesifik ilişki ve etkileşimleri üzerinde değil çok genel düzeyde odaklanma eğilimi görülmüştür. Batı modernliğiyle İslami kimliğin ilişkisi konusundaki tartışmalar yeni değildir, Cumhuriyet’ten önce de bu tartışmaları görmek mümkündür.262 Bu süreç içinde hem siyasal kültürde hem de demokrasi deneyiminde önemli değişimler yaşanmıştır. Bu bağlamda Sarıbay263 Türkiye’deki modernleşme sürecinin tarihsel gelişimini iki evreye ayırarak incelemiştir. Geleneksel toplum özellikleri ve niteliklerini gösteren Osmanlı İmparatorluğu’ndaki reform gelişimlerini Batılılaşma, Cumhuriyet dönemindeki gelişimleri ise modernleşme olarak ifade etmiştir. Modernleşmeyle ilgili Kemalist kadronun girişimleri Osmanlı İmparatorluğu’ndaki modernleşme çabalarının bir devamı olarak kabul edilebilir. Çünkü hiçbir toplumsal ve siyasal olgu tarihsel arka plandan bağımsız ve kopuk olarak oluşamaz.264 Kemalist ideoloji, Milli Mücadelede başarı sağlandıktan sonra geleneksel bürokrasiyi tasfiye etmeyi amaçlamıştır. Bu amaca ulaşmada en önemli adım olarak sekülerizasyonu; İslam dininin ve din adamlarının siyasal, kültürel ve toplumsal etkilerini ve yetkilerini ortadan kaldırmayı, yalnız inanç ve ibadet alanını serbest bırakmayı uygulamaya koymuştur. Dinci ideolojinin yerine milliyetçi bir ideoloji yerleştirilmeye çalışılmış, yani yeni bir sosyal kimlik oluşturulması 260 Akşit ve diğerleri, 2012: 44. 261 Hülür ve Kalender, 2003: 12. 262 Göle, 2002: 93. 263 Sarıbay, 1985: 51. 264 Sarıbay, 1985: 67. 232 amaçlanmıştır. Tarikatların tasfiye edilmesi de aynı amaca ulaşmada takip edilen bir yoldur.265 Kemalist kadro, dini, bir tehlike olarak görmüş, İslam’ı tutucu bir unsur olarak ele almıştır. Türk toplumunu İslami bir konumda değil Batılı bir konumda görmek isteyen Kemalistler için sekülerizasyon batılılaşma ile aynı anlama gelmektedir.266 Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ndeki batılılaşma projesi Fransız usulü laik bir düzeni yerleştirmeyi amaçlıyordu. Bu yeni projeyle Osmanlı İmparatorluğu’nda asırlardır siyasal, toplumsal ve kültürel alanlarda hakim olan İslam bu alanların dışında kalıyordu. Siyasal literatürde Kemalizm olarak adlandırılan projede devletin resmi ideolojisi sıfatıyla laiklik, İslam’ın yerine konuluyor, bu yolla İslami kimliğinden arındırılmış, sekülerleşmiş Batılı bir ülke, toplum ve kültür yaratılması amaçlanıyordu.267 Kemalizm dinin karşısında tam olarak rakip bir ideoloji olarak konumlanamasa da Osmanlı toplum düzeninden farklı bir düzen oluşturmak için toplumsal, siyasal ve kültürel alanlarda köklü ve sistemli değişimler oluşturmayı başarmıştır. Bu açıdan Türk Devrimi, üst-yapının altyapıyı belirlemesi olarak değerlendirilebilir.268 Cumhuriyet döneminde içinde Kemalist modernleşmecilerin rasyonel ve aydınlanmacı düşüncenin, dini düşüncenin önüne geçeceği hatta onun etkinliğini yitireceğine yönelik düşüncelerin sorunlarla karşılaştığı görülmektedir. Bu durum Özdalga’nın269 ifade ettiği gibi, “‘aydınlanmış despotizm’in Türk siyasi yaşamında gösterdiği kararlılıktan ötürü, büyük ölçüde ‘dini faktör’ tarafından belirlenen bir ideolojik çatışma ortaya çıktı” ve günümüze kadar gelen bu çatışma ülkedeki ideolojik görüşleri yapılandıran en büyük faktör oldu. 265 Sarıbay, 1985: 72-73. 266 Sarıbay, 1985: 77. 267 Ocak, 2002: 104. 268 Sarıbay, 1985: 80. 269 Özdalga, 2007: 56. 233 Bayramoğlu, 1980’lerden 2000’lere kadar laik ve dindar kesimlerin değerleri ve siyasal tavırlarının değiştiği bir sürecin yaşandığını belirtir. “Dinsel olan, laik tutum ve İslami kimlik niteliksel değişime uğramakta, laik ve dindar kesimler arasında yaşanan kriz sürecinin ardından son yıllarda yeni bir aşamaya (entegrasyon safhasına) geçilmektedir. Laik ve İslami kesimin önemli bir çoğunluğu demokrasiye, özgürlüğe ve haklara yaklaşımları bakımından birbirleriyle yaklaşırken, diğer yandan her iki kesim içinde de değişime direnç gösterenler, zihniyet açısından birbirine benzemektedir”. 270 İran, Mısır ve Türkiye’nin karşılaştırıldığı çalışmasında Zubaida, laikliği benimseyen Türkiye Cumhuriyeti’nde Sünni İslam’ın yalnızca bir dinsel uygulama biçimi olmayıp aynı zamanda toplumsal bir kimlik olarak konumlandığını ileri sürer ve Türkiye’de Kemalizm dini hareketleri bastırsa bile dinin çoğu Türk vatandaşının hayatında belirleyici bir öneme sahip olmayı sürdürdüğünü dile getirir. Bir diğer tespit olarak Zubaida, Türkiye’nin Mısır ve Arap ülkesindeki dini uygulamalardan farklı olarak kamuya açık, özel hayatı ve toplumsal birliği kapsayan, kurumsallaşmış bir İslam anlayışına sahip olduğunu, bu açıdan Avrupa’daki Hıristiyan demokrasi gibi düşünce “ve çıkarların mücadelesine dâhil olmuş bir etken” olduğunu dile getirir.271 Türkiye Diyanet İşleri eski başkanı Ali Bardakoğlu Türkiye’deki İslam’ın Ortadoğu ülkelerinden farklı olarak ılımlı ve ötekini dışlamayan bir niteliğe sahip olduğunu ve bunun, demokrasi kültürü ve değerlerinin benimsenmesinden kaynaklandığını ileri sürer.272 Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sekülerliği ile ilgili olarak farklı bir tartışma bulunmaktadır. Dinle devletin birbirinden ayrılması söylemine rağmen uygulamada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devletin bir kurumu olduğu görülmektedir. Bu yapı, bürokratikleştirilmiş olan İslam’ın devlet tarafından 270 Aktaran Akşit ve diğerleri, 2012: 43. 271 Akşit, 2012: 47. 272 Akşit, 2012: 48. 234 politikleştirilmesi ve Müslüman kesimin siyasette sessiz kalmamasını beraberinde getirmiştir.273 Davison ve Smith274 Türkiye’de sekülerliğin olmadığını, laisizmin olduğunu; yani devletin İslam’a karşı nötr bir tutum içinde değil, onu kontrol eden bir yapı olduğunu ileri sürer. Davison’a göre “Türkiye’de laiklik, ayrıştırma söylemiyle siyasete girmekte, fakat Osmanlı Devleti’nden devralınan kontrol yoluyla uygulanmaktadır. Türkiye modernleşmesi Diyanet İşleri Başkanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü gibi kurumlarla İslam’ı kendi yorumuna göre kontrol altında tutarken, dini yaşamın bireysel alanla sınırlandırılması arzusundadır”. Smith ise Türkiye’de din ve devlet işlerinin karmaşık bir nitelik gösterdiğini, bir taraftan devletin İslam’ı sahne dışına iterken diğer yandan bütün imamların devlet memuru olduğunu, din eğitiminin, hac ve umrenin devlet denetiminde düzenlendiğini söyler. Mardin’e göre İslam, yumuşak bir ideoloji olarak tüm İslam toplumlarında, Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Türkiye’de büyük bir etki gücüne sahip olmuştur.275 Bu etkiyi anlamak için, daha özel olarak araştırmacıların din ile siyaset ilişkisini incelemeleri için üzerinde durmaları gereken konular şu şekilde sıralamıştır: 1. Din sosyolojisi bakımından: a. Dinin gerek kişi katında gerek toplum yapısı katında bir fonksiyonu vardır. b. Dinin kişi katındaki etkisi şudur: Kişi din aracılığıyla kontrol altına alamadığı bazı kuvvetlere tabi olduğu hissine karşı bir kişisel güvenlik mekanizması kurar. c. Dinin toplum katındaki fonksiyonu, i. Etrafındaki dünyayı anlamasına yarayan bir model temin etmesinde, ii. Toplum ilişkilerini pekiştiren yönler vermesinde belirir. 273 Akşit, 2012: 54. 274 Akşit, 2012: 67-68. 275 Mardin, 1995A: 104. 235 2. İslami inanç bakımından: a. Dinselle dinsel olmayanı İslamiyette birbirinden ayırmak zordur. Her durumda kişinin sosyal kimliği dinsel kalıplarla teşekkül eder. b. Dini dogmanın İslami toplumlarda ideolojik bir mütenazırı vardır; o da ümmet dünya görüşüdür. c. İslamiyette, seçkinler dini- halk dini şeklinde başlangıçtan beri bir ayrılık olmuştur. d. Allah’ın kapsayıcılığı ve kişilerin Allah önünde eşitliği anlayışı bu ikiliği kapatma fonksiyonunu görür. 3. Osmanlı İmparatorluğu’nun yapısı bakımından: a. Osmanlı İmparatorluğu’nda halk kültürü ile seçkinler kültürü arasındaki ayrılık kendini din alanında da belli etmiştir. Bir seçkinler dininin yanında bir halk dini olmuştur. 4. Türkiye Cumhuriyeti bakımından: a. Cumhuriyetin modernleştirici aydınları bu dini ikiliğe önem vermemişlerdir. b. Teklif ettikleri hal çarelerinde ümmet yapısına sandıklarından çok daha bağlı kalmışlardır. c. Türkiye Cumhuriyetinde tüzel kişiliğin hukuk teorisine girmesi ve Batılı hukuk normlarının tatbiki, ilk defa olarak dine, devletten ayrı olarak teşkilatlanma şansını tanımıştır.”276 Mardin,277 Din ve İdeoloji adlı eserinde dini, Türk kültüründe önemli bir unsur olduğunu ve olmaya devam edeceğini vurgular ve dini aynı türden bir bütünlük, Sünnilik olarak ele alır. O, “İslamiyetin ‘volk İslam’ şeklinin Türkiye’de tarihi gelişmeler sonucunda bir ‘yumuşak ideoloji’ haline geldiğini ve bugün dahi halk arasında dünya görüşünü nasıl şekillendirdiğini göstermeye” çalışmıştır.278 Bu çerçevede Mardin, 1960’lar için, ümmet yapısından yeni çıkmış olan topluma “halk dini[nin], bir dünya görüşü ve bir kişisel denge yöntemi” sağladığını “[z]aman zaman hayret ettiğimiz hurafelerin gücü[nün] buradan” geldiğini ileri sürer.279 276 Mardin, 1995A: 157-158. 277 Mardin, 1995A: 38. 278 Mardin, 1995A: 167. 279 Mardin, 1995A: 168. 236 Din, Türk toplumunun toplumsal gerçekliği içinde önemli bir yere sahip olması nedeniyle toplumun gerçekliklerini iyi bir şekilde kavrayabilmek ve ortaya çıkan sorunları başarılı bir şekilde çözebilmek için din sosyolojisinin bakış açısından yararlanmak gerekir. Bu alanda derinlemesine ve sistematik araştırmaların yapılması önemli katkılar sağlayacaktır. 280 Arabacı’nın281 vurguladığı gibi, Türkiye’de toplumsal yaşamı dinden çok seküler esaslar belirlemekte, toplumun ekonomik, hukuksal, siyasal alanları dinden formel olarak ayrılmaktadır. Buna karşın, bireyin yaşamında büyük bir yer tutan İslam’ın toplumsal yaşamın diğer alanlarından önemli ölçüde çekildiğini söylemek doğru değildir. Din, bireysel bir alanla bağlantılı gibi görünse de birey için bu derecede önemli olan bir inanç, değer ve davranış biçiminin toplumsal yansımaları ile karşılaşmak şaşırtıcı değildir. 280 Günay,1993: 143. 281 Arabacı,1999: 133. 237 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM İNANÇLARA YÖNELİK BİR SÖYLEM BİÇİMİ OLARAK CUMA HUTBELERİ 3.1. BİR İLETİŞİM ARACI OLARAK HUTBELER İslam dininin önemli pratiklerinden biri olarak kabul edilen Cuma namazlarının bir parçası olan hutbelerdeki temel amaç, İslami bir konuda belli kaideler içinde dinleyenlerin bilgilendirilmesi ve onlara tavsiyeler ve öğütler verilmesidir. Bu açıdan hutbeler, bireyin günlük yaşamına ve kimi zaman da siyasal konulara ilişkin telkinleri de içermektedir ve bu bağlamıyla da zaman zaman ideolojik bir aygıt olma işlevini yerine getirmektedir. Hutbe, topluluğa yapılan etkileyici konuşma olarak tanımlanır. literatürde hutbe, cuma ve bayram namazının bir parçası Dini olarak gerçekleştirilen vaaz ve nasihati içeren konuşmalara verilen addır. Bu konuşmayı yapan kimseye ise hatip denir.1 Cuma hutbesinin kurallarla belirlenmiş bir biçimi vardır. Buna göre, hutbenin belirli bir zaman içinde kılınan Cuma namazından önce niyet edilerek cemaatin önünde okunması, hutbeyle namaz arasında başka bir uygulama girmemesi ve hutbenin iki bölümden oluşması gerekir. Hutbenin ilk bölümünde Allah ve Peygamber övülerek güncel dini bilgiler ve öğütler sunulurken ikinci bölümde Allah’a hamd edilip Peygambere selat ve selam getirilip Müslümanlara hayır dua edilmektedir.2 1 Baktır, 1998: 425. 2 Fettahoğlu, 1993: 269. 238 Hutbe, İslam tarihi içerisinde çok uzun süre varlığını ve önemini sürdürmüş olan en etkili kitle iletişim araçlarından biridir. Hutbelerdeki mesajları alan hedef kitlenin büyüklüğü ve hutbelerin içeriğinin dini ve dünyevi boyutlara sahip olduğu düşünüldüğünde bir iletişim aracı olarak hutbelerin çok önemli işlevler yerine getirdikleri düşünülebilir. Hutbeler, dinleyicinin inançlarını pekiştirmeye ve ibadetlerini yerine getirmeye yönelik öğütleri ve tavsiyeleri kapsayan bir içerik taşımasın yanında dünyevi konulara ilişkin mesajlar da içermekte, dolayısıyla dinleyicinin dünyevi yaşamını düzenleme ve ona yön verme bağlamında ideolojik bir işleve sahip olmaktadır. Hitabet, İslam toplumundan başka geleneklerde ve felsefede de önemli görülmüştür. Hitabet, en eski toplumlardan günümüze kadar önemli bir konu olmuştur. Bu anlamda, felsefi düşüncenin başlangıcından itibaren düşünürler söz söyleme sanatıyla ilgili görüşler ortaya koymuşlardır. Özellikle Eski Yunan filozoflarının hitabetle ilgili anlayışlarından kısaca bahsetmekte yarar vardır. Aristoteles’e3 göre retorik, diyalektikle aynı anlama gelir ve sistematik olarak incelenmesi gereken bir konudur. “Kanıtlarla inandırma tarzları retorik sanatının özüdür: yargıyı coşkularla saptırmaya başvurur… Retoriğin, ‘belli bir durumda elde var olan inandırma yollarını gözlemleme yetisi’ olarak tanımı. İnandırma tarzlarından bazıları kesinlikle retorik sanatına girer, bazıları ise değil… üç tür retorik vardır: A. Politik (sakıntılı), B. Adli (yasal) ve C. Epideiktik (törensel gösteri söylevi).” Platon4 ise Gorgias Diyaloğu’nda hitabet sanatının önemine dkkat çeker. Gorgias’ın sanatının hitabet sanatı olduğunu belirtmesi üzerine Sokrates’in de ona hatip olduğunu söylediği, bu hitabet sanatının her türlü sözü değil, insanlara, konuşmayı, söylediklerini düşünmeyi öğrettiği ifade edilir. 3 Aristoteles, 1998: 19-20. 4 Platon,1989: 50. 239 Yüksek bir yere çıkarak kalabalığa karşı konuşma, en eski kitlesel iletişim biçimidir ve gelişmiş teknolojilerin hâkim olduğu günümüzde dahi bir ibadetin içerisinde varlığını sürdürmektedir. Hatta hutbe, televizyon ve radyo programlarının neredeyse hiçbirinin başaramayacağı şekilde Türkiye’de düzenli olarak her hafta yaklaşık 20 milyon kişiye doğrudan ulaşabilme özelliğine sahiptir. Ekonomik ve politik olarak kitle iletişimin gücünün herkesçe bilindiği bir çağda bu arkaik formun yüksek gücünü sürdürüyor olması dikkate değerdir.5 Hutbeler, bilimsel-teknolojik devrimin gerçekleştiği endüstri devriminden önce İslam toplumlarında inançlara yönelik söylemin çok sayıda insana aktarıldığı en önemli iletişim araçlarından biridir. Cuma hutbelerinin bu önemi, hutbelerin okunduğu Cuma namazlarının İslam toplumlarında İslam’ın başlangıcından bugüne varolması ve bu namazlara çok yaygın olarak katılımın olmasıdır. Hutbeyi iyiye ve güzele yöneltmek ve doğruyu göstermek amacıyla yapılan öğüt ve irşat faaliyeti olarak tanımlayan Doğan,6 hutbenin, İslam’ın ilk döneminde bir eğitim anlayışını yansıttığını ve o dönemin siyasi, kültürel ve ekonomik unsurlarının da etkisiyle bir kamuoyu oluşturma aracı ve süreci olduğunu belirtmektedir. Cuma namazının toplum bilimleri, özellikle iletişim bilimleri açısından önemi büyüktür. Bu açıdan, Doğan’ın ifadesiyle7 Müslümanların bir araya geldiği ve kaynaştığı mekânlar olarak camiler, dini iletişimin gerçekleştirildiği en önemli yerlerdir. Cuma namazının yaygın olarak kılınması ve insanların yaygın olarak camiye gitmeleri, camilerin bütünleşme işlevinin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Bu bakımdan Cuma namazına toplumsal önemini kazandıran ve diğer namazlara göre daha fazla dikkate alınması gereken 5 Demir, 2012: 6. 6 Doğan, 1999: 497. 7 Doğan, 1999: 491. 240 yönü hutbedir. İslam fıkhına göre Cumanın şartlarından biri olan hutbe, tarih boyunca toplumların yönlendirilmesinde önemli bir araç olarak kullanılmıştır. Bu bağlamda, Cuma hutbesi, halkla ilişkiler etkinliği olarak görülebilir çünkü halkla ilişkiler karşılıklı güven, iyi niyet, sempati ve işbirliğine dayanır; bu etkinliğin, amaca uygun biçimde gerçekleşmesi, planlı ve programlı bir çalışma düzeni içerisinde yürütülmesine bağlıdır. 8 Halkla ilişkilerin temeli iletişimdir ve bu iletişim yüz yüze iletişim yoluyla, bazı vasıtalarla veya kitle iletişim araçları yoluyla gerçekleştirilmektedir. Bu açıdan çok önemli bir iletişim aracı olan hutbe, tarih boyunca ve günümüzde dini, manevi ve ahlaki değerlerin kitlelere aktarıldığı önemli bir halkla ilişkiler aracı olagelmiştir. Hutbenin minberden okunması ve hatibin hutbeye başlamadan önce bir süre oturması, abdestli olması (Şafiler'e göre şarttır), cemaate dönmesi ve minbere oturduğu zaman huzurunda ezan okunması hutbenin sünnetleri arasında yer alır… Hatibin sesini yükseltmesi, hutbenin uzatılmaması, ikinci hutbenin daha kısa tutulması da hutbenin sünnetlerindendir… Hz. Peygamber'in hutbe okurken asa veya yay gibi bir nesneye dayandığı rivayet edildiği için… hatibin bu tür şeylerden birine dayanmasının sünnet olduğu fakihlerin çoğunluğu tarafından kaydedilmişse de Hanefi alimleri yalnız savaş yoluyla fethedilen ülkelerde İslam'ın gücüne imada bulunmak üzere kılıca dayanılarak hutbe okunmasını uygun görmüşlerdir.9 Hutbelerin geçirdiği tarihsel gelişimi ortaya koyan Doğan, İslam’a göre imamın, bugün anlaşılan şekliyle yalnızca namaz kıldıran kimse olarak değil, genel olarak bütün Müslümanların siyasi önderi olarak anlaşıldığını belirtmiştir. İslam'ın ilk dönemlerinde imamlık ve hatiplik hizmeti bizzat Hz. Peygamber'in kendisi tarafından yerine getirilmiştir. 10 Peygamberin yaklaşık beş yüz hutbesi olduğu düşünülmekte ancak bunların çok az bir kısmı 8 Yüksel, Fırat ve Selçuk, 1998: 230. 9 Baktır, 1998: 425. 10 Doğan, 1999: 494. 241 günümüzde varlığını sürdürmektedir. Günümüze kadar gelmiş olan Veda Hutbesi ise şekil ve içerik açısından dikkate değerdir.11 Hz. Muhammed dönemindeki hutbelerde dikkati çeken unsurlardan biri; Peygamberin sorulan sorulara cevap verip toplumsal gereksinimleri karşılayabilmesiydi. Ancak günümüzde böyle bir uygulama bulunmamaktadır. Hutbenin halkla ilişkiler faaliyetindeki yerini iyi değerlendirebilmek için onun dini ve uygulama boyutunu iyi değerlendirmek gerekmektedir.12 Peygamberden sonra gelen dört halife döneminde de halifeler merkezdeki büyük camilerde bizzat imamlık ve hatiplik yapmışlar, diğer şehirlerde valiler ya da onların görevlendirdikleri kimseler, daha küçük yerlerde ise alanında liyakatli ve ehliyetli kimseler bu görevi yerine getirmişlerdir. Bu durum halifelerin siyasi ve idari görevlerinin yanında dini önderlik görevinin önemini de ortaya koymaktadır.13 Emeviler döneminde ortaya çıkan siyasal anlaşmazlıklar toplumda birçok idari ve toplumsal sorunun ortaya çıkmasına yol açmış, siyasal iktidar ile dini otoritenin ayrılmasını beraberinde getirmiştir. “Bu dönemde halifeler yalnızca siyasal iktidarı temsil etmeye başlamışlar, dini görev ve sorumluluklar ise din otoriteleri olan âlimlere bırakılmıştır. Halifeler dini görevleri yürütemeyecek kadar az dini bilgi ve kültüre sahipti hatta bazı halifeler dindar değildi ve dini kurallara uymuyordu. Abbasiler döneminde halifeler bazı özel durumlar dışında hutbe okumadılar ve namaz kıldırmadılar. Bu dönemde hutbe sadece hatibin yaptığı bir konuşma haline geldi.14 Abbasi döneminde de hutbelerde halife adının anılması ve kendisine dua edilmesi yönünde bir uygulama olmuştur. “Bir kamusal güvenoyu mahiyeti taşıyan hutbenin ikinci kısmında halifenin isim ve lakabı zikredilerek dua edilir, zaman zaman da halife ve sultanlar övgü dolu uzun lakap ve vasıflarla anılırdı. 11 Fettahoğlu, 1993: 265. 12 Yüksel, 1998: 234. 13 Doğan, 1999: 494. 14 Doğan, 1999: 498. 242 Devletlerin meşruiyetinin temel şartlarından biri, hükümdarın kendi ülkesinde halife adına hutbe okutmasıydı.”15 Hz. Peygamber ve dört halife döneminde siyasi, dini ve idari faaliyetler tek kişi tarafından yürütülürken Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı yönetimlerinde siyasi ve dini görevlerde bir ayrışma meydana gelmiştir. Ancak bu ayrışmaya rağmen İslam tarihinin neredeyse her döneminde Cuma hutbelerinde dini hükümlerin anlatılmasıyla birlikte “cuma namazının farziyetinin daru'l-İslam, hürriyet ve emniyet şartlarına bağlı olması, hutbelerde halife-padişahın adının okunması, hutbeye kılıçla çıkılması vb. gibi nedenlerden dolayı doğrudan veya sembolik olarak siyasi muhteva da taşımaya devam etmiştir.”16 Osmanlılar'da hutbelerin Abbasiler dönemine benzer olarak şekle dikkat edilip içeriğin kaybedildiği bir duruma gelmiştir. Osmanlılardaki hutbelerin Abbasilerdeki hutbelerden farkı, hutbenin orta kısmında okunan hadislerin her hafta değişmesine özen gösterilmesi olmuştur.17 Tebasının büyük bir çoğunluğunun Arapça anlamadığı bir ülke olan Osmanlı’da hutbelerin Arapça olarak okunması, içeriğinin anlaşılmamasına neden olurken yalnız dinleyenlerde anlık heyecan uyandırması açısından bir etki gücüne sahiptir ve ilaveten ibadetin bir unsurunun şeklen yerine getirilmesidir. Uzun yüzyıllar boyunca anlaşılmamasına rağmen etkili bir dil kullanıldığından huşu içinde dinlenilmeye çalışılan hutbelerin içeriğinin dini ya da politik olup olmaması da çok önem taşımamaktadır. Osmanlılarda Arapça hutbeleri anlaşılır kılmayı amaçlayan bir kurum olan Kürsü Şeyhliği, merkezdeki büyük camilerde ve ilerleyen zamanlarda vilayet ve sancak merkezlerinde görev yapan kürsü şeyhleri, Cuma vaizleri ya da selatin şeyhleri olarak da adlandırılan kimselerden oluşurdu. Ancak bu uygulama hem az sayıda kimsenin yararlandığı bir uygulama olması hem de zaman 15 Demir, 2012: 7. 16 Doğan, 1999: 498. 17 Doğan, 1999: 499. 243 içinde gevşemesi nedeniyle çok etkili olmamıştır. Ancak daha önce de belirtildiği gibi hutbeler, İslam tarihine bakıldığında doğrudan ya da sembolik olarak siyasi bir nitelik taşımaktadır. Özellikle hutbelerin iktidar ve muhalefet tarafından güçlü bir araç olarak kullanılması, ıslahat ve modernleşme süreciyle ilişkili olarak İkinci Meşrutiyet döneminde yoğunlaşmaktadır.18 Osmanlı’da yaşanan fetret, gerileme ve çöküşün durdurulması, ilerleme ve yükselişin tekrar sağlanması, aktif bir insan ve hareketli bir toplum modeli ortaya aydınlanmanın çıkarmanın, en değerlendirilmiştir. önemli Çünkü İslam’ı ve etkili hutbeler, yeniden keşfedip yollarından insanları biri tahrik ilimle, hutbe eden, akılla olarak orduları cesaretlendiren, anlatımı kolay olan, Kuran ayetlerini referans alan ve böylece ikna gücü yüksek olan yapısıyla istenilen hedefe ulaşmayı kolaylaştıran bir yapıya sahipti.19 Atatürk hutbelerin Türkçe olması ve anlaşılır olması gerektiğine dair 1 Mart 1922’de TBMM’de şu konuşmayı yapmıştır: Efendiler! Camilerin mukaddes minberleri halkın ruhanî, ahlakî gıdalarının en alî, en feyyâz menbâlarıdır. Binaenaleyh, camilerin ve mescitlerin minberlerinden halkı tenvir ve irşad edecek kıymetli hutbelerin muhtevîyâtına halkça ittıla imkanını temin, Şer’iyye Vekâlet-i celîlesinin mühim bir vazifesidir. Minberlerden halkın anlayabileceği lisanlar, ruh ve dimağa hitap olunmakla ehl-i İslamın vücudu canlanır, dimağı saflanır, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur. Fakat buna nazaran, hutabâ-yı kiramın hâiz olmaları lâzım gelen evsâfı-ı ilmiye, liyakât-ı mahsusa ve ahvâl-i aleme vukȗ f hâiz-i ehemmiyettir. Bütün vaiz ve hatiplerin bu ümniyyeye hâdim olacak surette yetiştirilmesine şer’iyye Vekâleti’nin sarf-ı makdaret edeceğini ümit ederim.20 Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren birbirini takip eden değişimler sonunda hutbelerin Türkçe okunması gerçekleşmiştir. 18 Doğan, 1999: 499-500. 19 Doğan, 1999: 506. 20 Yazıcı, 1996: 214. 244 Türkiye’de 1970’den 1990’a kadar hutbeler, merkezi olarak Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından denetlenerek hazırlanmıştır. Müftü, vaiz, imamhatip veya diğer din görevlilerinin hazırladıkları hutbelerden seçilen dört metin, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun denetiminden geçtikten sonra, Diyanet Gazetesi’nde yayınlanarak ayda bir camilerdeki görevlilere gönderilmiştir. “1991-1992 yıllarında hutbe hazırlama işi il ve ilçe müftülüklerine bırakılmıştır. Zaten 1993’lerden itibaren ise hutbeler, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda teşkil edilen özel bir komisyon tarafından aylık olarak planlanmakta, hazırlanan taslak metinler gerekli tetkik ve tashihten geçip son şeklini aldıktan sonra basılarak gönderilmekte ve son yıllarda Başkanlığın internet sitesinde de yayınlanmaktadır.”21 Genel olarak söyleyecek olursak 1973’den 2006 yılına kadar hutbeler merkezde hazırlanarak Türkiye genelindeki müftülüklere dağıtılmıştır. Bu tarihten sonra ise hutbeler, il müftülüklerinde bulunan hutbe komisyonlarının denetiminden geçtikten sonra camilerde hatipler tarafından okunmuştur. 2013 yılı itibariyle Türkiye’de bulunan seksen bir ilde, bu illerin ilçe ve daha küçük yerleşim birimlerindeki camilerde her Cuma günü azımsanmayacak sayıda dinleyiciye hutbeler okunmaktadır. Bu açıdan hutbelerin içeriğinin büyük bir öneme sahip olduğu düşünülmektedir. Hutbe metinleri, herhangi bir yazarın rastgele seçtiği konulardaki fikirlerini rastgele sunduğu bir biçimde oluşturulmamaktadır. Hutbe metinleri, önceden belirlenmiş yazım ve değerlendirme ölçütlerine uygun olarak oluşturulur. Hutbeler, başından sonuna kadar belirli bir konu, amaç, düzen, hitap, konjonktürel gereksinimler ve hedef kitlenin gereksinimlerini karşılama niteliği, üslubu, edebi unsurlar, giriş, gelişme ve sonuç bölümlerindeki yapısal gereklilikleri karşılama yeteneği gibi unsurlara dikkat edilerek bir bütün içinde planlı olarak ele alınmaktadır. 21 Aktaran Onay, 2004: 2. 245 Hutbenin giriş bölümünde cemaatin dikkatini çeken cümlelerin, sonuç bölümünde ise cemaati ikna eden cümlelerin kullanılması önerilmektedir.22 Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hutbenin nasıl olması gerektiğine dair ayrıntılı açıklaması şöyledir:23 “Girişte problem ve/veya kazanımlara işaret eden cümleler yer alır. kaynağa/dayanağa atıf Problemle yapılır. Dini ilişkilendirilerek, kaynaklara doğrudan atıflar, ana dini nitelik (bilgilendirme, ikna etme, duygulandırma) merkezli olarak çeşitlendirilir. Günlük hayattan verilecek somut örnek olay ve olgularla konuya açılım kazandırılır. Bu bağlamda tarihsel olaylardan da yararlanılabilir. Sonuç kısmında kazanımlar merkezli bir özet yapılabilir.” Hutbe metinlerinin nasıl ve kimler tarafından hazırlandığı ve hutbe hazırlamada ve okumada nelere dikkat edilmesi gerektiğine ilişkin Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Genel Müdürlüğü’nün resmi internet sitesinde yayınladığı açıklamalar EK’te yer almaktadır. 3.2. 2001 VE 2012 YILLARINDAKİ CUMA HUTBELERİNİN METİN ANALİZİ İnançlara yönelik söylemin ideolojik olarak nasıl inşa edildiğini açığa kavuşturmak için uygulama aşamasında dini söylem biçimleri olarak Cuma hutbelerinin metinleri, metin analizi yöntemi ile incelenmektedir. Bu analiz sonucunda ortaya çıkan bulgular, daha önce tartışılan kuramsal yaklaşımlar açısından değerlendirilmekte özellikle aşağıda yer alan hipotezlerle ilişkileri irdelenmektedir. Bu doğrultuda 2001 ve 2012 yıllarındaki Cuma hutbeleri metinleri, kuramsal bölümlerdeki tartışma çerçevesinde belirlediğimiz 8 birim ve bunların alt birimleri açısından taranmakta ve analiz edilmektedir. Bu birimler şunlardır: Ahlak, toplum, ritüeller, insan, milli öğeler, dünya/yaşantı, güncel 22 Aktaran Şahiner, 2012: 5. 23 Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü, 2013. 246 değerler/eğilimler ve tarihsel öğeler. Bu birimler, ideolojik inşanın nasıl gerçekleştiği hakkında genel bir çerçeve ortaya koymaktadır. Bu genel birimler, alt öğeleri belirlenerek içleri doldurulmaktadır. Böylece Cuma hutbelerindeki ideolojinin spesifik alanlarda nasıl inşa edildiğinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Bu açıdan her birimle ilgili söylemin ideolojik boyutu, onun alt düzeyleriyle ilgili yargılar bir araya getirilerek ve bu yargılar, ideolojik anlatının onaylayıcı ve yadsıyıcı olmak üzere iki kategorisi açısından ifade edilerek analiz edilmektedir. Aşağıdaki metin analizi içinde gerek 2001 yılına gerek 2012 yılına ait Cuma hutbelerinin birimlerle ilgili yargı metinleri aynen aktarılmış ve tarihi belirtilmiştir. Bu nedenle Cuma hutbelerinin metinlerinin tamamı ayrıca ek olarak verilmemiştir. 2001 yılındaki Cuma hutbelerinde ilk olarak, ahlak birimi alanındaki söylemle ilgili ideolojik anlatı; kişilik/davranış, iyilik/kötülük, hak/adalet düzeyleri açısından analiz edilmektedir. İkinci olarak, toplum birimine yönelik dini söylemde yer alan ideolojinin analizi ise aile, cemiyet, akrabalık, yardımlaşma/dayanışma, kardeşlik, ekonomi, toplumsal bütünlüğü kuvvetlendiren ve zayıflatan edimler ve komşuluk düzeylerinde ortaya konulmaktadır. Üçüncü olarak, hutbelerdeki ritüel birimiyle ilgili söylemin ideolojisi, evlilik/düğün, cenaze, selamlaşma, kandil ve hac düzeyleri açısından incelenmektedir. Dördüncü olarak, hutbelerdeki insan birimi hakkındaki ideolojik içeriğin analizinde çocuk, kadın, anne/baba, genç/yaşlı, kardeş, vatandaş, insan, kul düzeylerine yer verilmektedir. Beşinci olarak, milli öğeler birimine ilişkin dini söylem, millet, şehit/gazi, bayrak, ecdat, devlet, vatan/yurt/ülke düzeyleri üzerinde odaklanarak irdelenmektedir. Altıncısı, dünya/yaşantı birimi hakkındaki hutbe metinleri; sağlık, fakirlik/zenginlik, mutluluk/huzur, çalışma/başarı, dünya/ahiret, akıl/irade açısından açıklığa kavuşturulmaya çalışılmaktadır. Yedincisi, güncel değerler/eğilimler hakkındaki dini söylemin ideolojik boyutu, hak/özgürlük, günümüz dünyasının sorunları, bilim/teknoloji, değişim/ilerleme, eğitim/öğretim düzeyleriyle ilgili hutbe metni çerçevesinde çözümlenmektedir. 247 Son olarak, tarihsel öğeler birimini konu alan hutbe söylemi; tarihsel şahsiyetler, hicret, savaşlar/fetihler düzeylerinde irdelenmektedir. 2012 yılındaki Cuma hutbelerinin analizinde 2001 yılındaki hutbelerin analizinde kullanılan birimler kullanılmaktadır. Ancak bu birimlerden bazılarının tüm düzeyleri aynı değildir. Daha özel olarak belirtildiğinde; 2001 yılındaki hutbelerin ahlak, toplum, dünya/yaşantı, güncel değerler/eğilimler, tarihsel öğeler birimlerinin düzeyleri aynıdır. 2001 yılının hutbelerinin analizinde başvurulan ritüel biriminin evlilik/düğün düzeyi, 2012 yılının hutbelerinin analizinde başvurulan aynı ritüel biriminde bulunmamaktadır. 2001 yılıyla ilgili analizdeki insan biriminin vatandaş düzeyi 2012’de bulunmamaktadır. 2001 yılının hutbe analizindeki milli öğeler biriminin bayrak, devlet, vatan/yurt/ülke düzeyleri 2012 yılının hutbe analizinde bulunmamaktadır. Bunun en önemli nedeni, bu kavramların, 2012’deki hutbelerde hiç geçmemesi değil, geçtikleri halde milli öğeler birimindeki diğer düzeylerle ilgili metinlerin ve yargıların bir parçası olmalarıdır. Tezin üç temel hipotezi bulunmaktadır. Bu hipotezlerden biri şöyledir: Hutbelerde mevcut siyasal düzene muhalif fikirler değil uyumcu fikirler öğütlenmektedir. Ahlak, toplum, ritüeller ve insan birimleriyle ilgili hutbe metinleri, bu hipotezlerdeki iddiaların test edilmesiyle doğrudan ilişkili oldukları düşünülerek yorumlanmaktadır. Bununla birlikte siyasal düzenle uyumcu fikirlerin hutbe metinlerinin tümünde işlendiği varsayılmaktadır. Daha özel olarak bu hipotezin alt hipotezleri şunlardır: (ahlak açısından) Cuma hutbelerinde, uyumcu tutumlar desteklenmektedir; (toplum açısından) Cuma hutbelerinde bütünlükçü tutumlar öğütlenmektedir; (ritüeller açısından) kaynaşmaya yönelik tutumlar öğütlenmektedir; (insan açısından) hutbelerde İslam’ın inanç ve ibadet bütünlüğünü benimseyen insan tipi onaylanmakta buna uymayan insan tipi yadsınmaktadır. Bu birimlerde işlenen ideolojinin mevcut siyasal iktidarla sınırlı olmadığı, dönemden döneme büyük ölçüde değişmediği, her dönemde ve toplumda geçerli oldukları düşünülmektedir. 248 Tezin ikinci temel hipotezi şöyledir: Hutbelerde belirli bir tarih ve millet ideolojisi yer almaktadır. Bu bağlamda hutbelerin tarihsel ve milli öğelere yönelik ideolojisinin dönemsel olarak değişim gösterdiği, en azından, bu birimlere yönelik hutbelerin ideolojisinin dönemden döneme, diğer birimlere yönelik hutbelerden daha fazla değişebilir olduğu düşünülmektedir. Özellikle, tarihsel öğeler birimi ve milli öğeler birimi bu açıdan değerlendirilmektedir. Hutbelerde siyasal düzenin yıllara göre farklılığıyla ilgili iki özel hipotez geliştirilmiştir: (1) 2012 yılındaki hutbelerde milli öğelere 2001 yılındakilerden daha az yer verilmektedir, (2) 2012’deki hutbelerde tarihsel öğelere 2001 yılındakilerden daha fazla yer verilmektedir. Diğer temel hipotez ise şöyledir: Hutbelerde güncel yaşamın nasıl düzenlenmesi gerektiğine yer verilmektedir. Dünya/yaşantı ve güncel değerler/eğilimler birimlerine yönelik Cuma hutbelerinin metinleri bu hipotezle ilgili olarak ele alınmaktadır. Bu birimlerle ilgili oldukları belirlenen metinler bir araya getirilmiştir. Daha sonra bu metinlerle ilgili “onaylama” ve “yadsıma” kategorileri açısından ifade edilen yargılar tablo içine yerleştirilmiştir. Tabloda yer alan yargılar doğrultusunda ideolojik inşanın nasıl gerçekleştiği hakkında yorum ve değerlendirmeler yapılmıştır. 3.3. 2001 YILI CUMA HUTBELERİNDEKİ SÖYLEMİN İDEOLOJİK İNŞASI 3.3.1. Ahlak Ahlak birimi içinde öncelikle kişilik/davranış, iyilik/kötülük ve hak/adalet alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise ortaya yapılmaktadır. çıkan yargısal ifadeler hakkında değerlendirme 249 3.3.1.1. Kişilik/Davranış YARGI 1: “Toplumu için için kemiren dargınlık, küskünlük, düşmanlık ve hatta cinayetlerin sebebi görülebilen manevi hastalıklardan GIYBET, diğer ifadesiyle DEDİKODU, haram kılınan, yasak fiillerdendir. …Muhterem Cemaat! İnsan onurunu zedeleyen, dargınlık ve düşmanlıklara sebep olan gıybetten uzak duralım. Gıybet kardeşliğe saplanan hançer; sevgiyi solduran bir alevdir. İnsanlar arasındaki birliği ve beraberliği bozan, fitne ve fesat kaynağıdır. Tek kelimeyle günah batağıdır. O halde: Tez elden tövbe edip, eğer gıybetini yaptığımız kardeşlerimiz varsa onlarla helâlleşelim. Aksi takdirde öbür hayatta mutluluğu tadamayız.” (23 Şubat 2001) YARGI 1: “…Müslümanlıkta insanların güvenini kazanmak ve dürüst olmak, güzel ahlakın bir özelliğidir.” (5 Ocak 2001) YARGI 1: “İslâm ahlakının özünü ve temelini oluşturan ölçülü ve tutarlı olmak, insanı şahsiyetli, inandırıcı ve başarılı kılan hasletlerin başında yer almaktadır.” (4 Mayıs 2001) YARGI 1: “Muhterem Müslümanlar! Her toplum kendi seçkin şahsiyetlerini örnek alır. İlim, irfan ve akl-ı selim sahibi insanların da yapacağı budur. İşte bu insanlar dünya ve ahirette, mesut ve bahtiyar olurlar. Bu tür bahtiyar insanlardan yoksun olan toplumlar ahlâki çöküntüye düşerler, huzurları bozulur; güç ve kuvvetlerini kaybederler; anarşinin içine düşerler. Bu kaçınılmaz bir sonuçtur. Aziz Mü’minler! Dinî ve ahlakî hayatımızın en büyük örnek şahsiyeti, hiç şüphe yok ki, sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir.” (1 Haziran 2001) YARGI 1: “Muhterem Müslümanlar! İbadet, kalpteki imanın bir alameti ve dışa yansıyan bir görüntüsüdür. İbadet imanın gıdası, kalbin cilası; ahlak ve faziletin menbaıdır. İbadetler, kalplere Allah sevgisini yerleştirmek, bütün kötü düşünce ve davranışlardan arındırmak yönünden çok önemlidir.” (28 Aralık 2001) YARGI 1: “Dinimizin yasakladığı büyük günahlardan biri de, yalancı şâhitliktir. Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kimsenin, hatır ya da çıkar için hâkimin huzurunda yalancı şâhitlik yaparak haklıyı haksız, haksızı haklı çıkarmaya çalışması, büyük bir vebaldir. Çünkü yalancı şâhitlik, Allah’a şirk koşmadan sonra gelen, büyük günahlardan birisidir.” (7 Eylül 2001) 250 YARGI 1: “Nitekim Cenab-ı Allah, “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz!?. Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir öfke sebebidir” buyurarak inananları ölçülü ve tutarlı olmaya davet etmektedir. Ölçülü ve tutarlı olmak, şüphesiz aklı kullanmanın ve mantıklı düşünmenin bir neticesidir. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyurmaktadır. “Sizler Kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?! Hala aklınızı kullanmıyor musunuz?!”” … Allah katında sevimli, insanlar nazarında da itibarlı bir mevkiye yükselmek ve takdir edilmek isteyen herkes, dinin ve toplumun koyduğu kurallara saygılı, davranışlarında da ölçülü ve tutarlı olmak zorundadır. İslam hakkında bir şeyler öğrenmek isteyen bir sahabeye “Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol” diye buyuran Peygamberimizin, bu ölçüsünü çok iyi düşünmeli ve hayatımızın her safhasında ölçülü olmayı dikkate almalıyız. Sözümüzle, özümüzle her iş ve hareketimizde dosdoğru davranmalıyız.” (4 Mayıs 2001) YARGI 1: “Değerli Mü’minler! Kısaca ifade etmek gerekirse; rüşvet ve yolsuzluk toplumları felakete götüren, birlik ve kardeşlik duygularını kökünden sarsan, itimat ve güveni yok eden çirkin davranışlardandır. Kendisinin Allah tarafından her yerde görüldüğüne ve bir gün hesaba çekileceğine inananlardan oluşan bir toplumda bu tür davranışlara rastlanmaz. Bu çeşit kötülüklerden uzak duralım ve Yüce Rabbimizin beyan ettiği mutlu kullar arasında yer alalım. Ne mutlu hakka riayet edip hukuka uyanlara, Ne mutlu rüşvet ve yolsuzluk gibi çirkin davranışlardan uzak duranlara.” (9 Mart 2001) 3.3.1.2. İyilik/Kötülük YARGI 2: “Değerli Mü’minler! Güvenilir Müslüman olmanın temeli, her türlü şüpheden uzak olarak Allah’a iman etmek, emirlerini tutmak, yasaklarından kaçınmak mal ve mülkün Allah’a ait olduğunu bilmek onun kudreti önünde eğilmek ve ölümden sonra O’nun huzurunda hesap verileceğine inanmak böylece, herkese iyilik yapmak, kötülüklerden uzaklaşmak, başkalarına zarar vermekten kaçınmaktır.” (5 Ocak 2001) YARGI 2: “Yaratılış itibariyle iyiliğe de, kötülüğe de meyledebilen insanoğlunun yapması gereken iyilik ve güzel ahlak nevinden davranışların 251 yapılması emredilirken yapılmaması gereken kötülük ve çirkin davranışlar da yasaklanmıştır.” (23 Şubat 2001) YARGI 2: “Şu gerçek hiçbir zaman unutulmamalıdır: Kim iyilik ve kötülük olarak ne yapmışsa; mutlaka karşılığını görecektir.” (6 Temmuz 2001) YARGI 2: “Unutmayalım ki, olgun Müslüman, kimseye zararı dokunmayan, çevresine güven veren ve daima iyilik yapan kimsedir.” (14 Aralık 2001) 3.3.1.3. Hak/Adalet YARGI 3: “Aziz Mü’minler! İnsanlar arasında haksız kazanç yerleşmemelidir. Bunlar şuuraltında hayranlık ve imrenme haline dönüşmemelidir. Aldırmazlık, duyarsızlık menfaatçılıkla ittifak yapmamalıdır. Para saygınlığın ölçüsü olmamalıdır. Aksi takdirde bu toplumda kir lenme had safhaya ulaşmış demektir. Gençlerin eğitimlerinde bu konuların işlenmesine daha ziyade önem verilmelidir. Tarihten bilinen bir gerçektir ki, ahlâken bozulmuş toplumlar dünya sahnesinden silinip gitmişlerdir. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Açıklamaya çalıştığımız kirliliklerle ilgili önleyici tedbirlerin başında; yolsuzluk ve rüşvet sorununa ortam hazırlayan sebeplerin yok edilmesi gelmektedir. Bu nedenle, hak, hukuk, bütün kurum ve kurallarıyla insanların zihinlerine yerleştirilmelidir. Toplumsal değerler yozlaştırılmamalı, sağlam eğitim ve öğretim esas alınmalıdır. Bunlardan ayrı olarak ahlâki ve caydırıcı tedbirler de ihmal edilmemelidir.” (9 Mart 2001) YARGI 3: “Yüce Allah Nisa sûresinin 135. Âyetinde meâlen şöyle buyurur: ‘Ey iman edenler! Adaleti, titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa, Allah için şâhitlik eden kimseler olun. (Haklarında şâhitlik ettikleriniz engin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adâletten sapmayın, (şâhitliği) eğip, büker (doğru şâhitlik etmez), yahut şâhitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.’ … Yalancı şâhitliğin keffareti yoktur. Yalnız tevbe etmekle de bunun vebâlinden kurtulmak kolay değildir. Çünkü bu, bir kul hakkıdır ve bu hakkı ihlâl eden kişi, ancak mağdûr ettiği tarafın zararını telâfî ederek, helâllik isteyip gönlünü aldıktan ve bir daha yapmamak üzere tevbe edip Allah’dan af diledikten sonra affını ümit edebilir. Mü’min, acı da olsa gerçeği söyleyen ve kendi aleyhine bile olsa hakikat ve adaletten ayrılmayan insandır.” (7 Eylül 2001) 252 YARGI 3: “… [Y]aratılışımızın gayesine uygun olarak hareket edelim; verilen nimetlere karşı en büyük şükür olan ibadetlerimizi ihlas ile yerine getirelim. Yaptığımız her işte Allah rızasını gözetelim, haktan, adaletten, doğruluk ve samimiyetten ayrılmayalım ki, her iki dünyada mutluluğu tadalım. İbadetlerimizin, günahlarımızın bağışlanmasına vesile olduğunu da unutmayalım. (28 Aralık 2001) Tablo 1: Ahlak Birimi Açısından Kategoriler 2001 YILI CUMA HUTBELERİNDE “AHLAK”A İLİŞKİN SÖYLEMİN “KİŞİLİK/DAVRANIŞ, İYİLİK/KÖTÜLÜK, HAK/ADALAET” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ ONAYLAMA KATEGORİSİ YADSIMA KATEGORİSİ 1.1.Gıybet yapmak, toplumda birçok 1.1.İnsanlar gıybetten uzak durmadıkça kötülüğün nedenidir. İnsanlar, kötülükler engellenemez. gıybetten uzak durmalı ve gıybetini yaptıklarıyla helalleşmelidir. 1.2.İnsanların güveni, güzel ahlakla 1.2.Güzel ahlak olmadan insanların güveni kazanılır. kazanılamaz. 1.3. Ölçülü ve tutarlı olmak, 1.3. Ölçülü ve tutarlı olmadan, inandırıcı inandırıcı ve başarılı olmayı sağlar. ve başarılı olunamaz. 1.4. Seçkin şahsiyetler, toplumun 1.4. Seçkin şahsiyetlere sahip olmayan yükselişini sağlar. Seçkin şahsiyeti toplumlar yükselemez ve ahlaki olmayan toplumlar ahlaki çöküntüye çöküntüden kurtulamaz. girerler. 1.5. İbadet imanın, ahlakın ve 1.5. İbadet olmadan iman, ahlak ve fazilet faziletin kaynağıdır. İbadetler olamaz ve insan kötü düşünce ve insanları bütün kötü düşünce ve davranışlarla bezenir. davranışlardan uzaklaştırır. 1.6. Allah’a ve ahiret gününe inanan kimseler Allah’a şirk koşmaktan sonra gelen en büyük günah olan yalancı şahitlikten uzak durur ve her zaman dürüst ve adaletli olur. 1.6. İslam dininde yasaklanmış olan yalancı şahitliği yapan kimsenin Allah’a ve ahiret gününe olan inancından bahsedilemez. Onlar dürüst ve adaletli değillerdir. 1.7. İman edenler yapacakları şeyleri söylerler. Akıllı ve mantıklı insanlar dinin ve toplumun koyduğu kurallara karşı saygılı olur ve ölçülü, tutarlı davranışlar sergilerler. Böyle davranarak Allah katında sevimli, insanlar nazarında da itibarlı bir konuma yükselir ve takdir edilirler. 1.7. İman edenlerin yapmayacağı şeyleri söylememeleri gerekir. Ölçülü olmayan ve tutarlı davranışlar sergilemeyenler aklını kullanmayan ve mantıksız hareket eden insanlardır. Böyle davranmayanlar Allah katında sevimsiz, insanlar nazarında itibarsız olurlar. 253 1.8. Rüşvet ve yolsuzluğun olmadığı bir toplumda birlik ve kardeşlik duyguları gelişmiştir ve oraya itimat ve güven hakimdir. Bu, Allah’a ve ahiret gününe inananlardan oluşan bir toplumun özelliğidir. 1.8. Rüşvet ve yolsuzluk toplumları felakete götürür. Bu davranışlar varsa birlik ve kardeşlik duygularından, itimat ve güvenden söz edilemez. Allah’a ve ahiret gününe inananlardan oluşan bir toplumda rüşvet ve yolsuzluk olamaz. 2.1. Güvenilir Müslüman, şüphe etmeden Allah’a iman eder, emirlerine ve yasaklarına uyar, mal ve mülkün Allah’a ait olduğunu bilir, onun gücü önünde eğilir ve öldükten sonra hesap vereceğine inanır, herkese iyilik yapar, kötülüklerden uzaklaşır ve başkalarına zarar vermekten kaçınır. 2.1. Bir Müslüman güvenilmez ise, Allah’a iman ederken şüphelerden uzaklaşmaz, emir ve yasaklarına uymaz, mal ve mülkün Allah’a ait olduğunu bilmez, onun gücü önünde eğilmez ve öldükten sonra hesap vereceğine inanmaz, herkese iyilik yapmaz, kötülüklerden uzaklaşmaz ve başkalarına zarar vermekten kaçınmaz. 2.2. İyiliğe de kötülüğe de eğilimi 2.2. İyilik ve güzel ahlakı kapsayan olan insanoğluna iyilik ve güzel davranışları sergilemeyenler emirlere karşı ahlakı içeren davranışları yapması gelmiş olurlar. emredilmiştir. 2.3. İyilik ve kötülük yapanlar 2.3. İyilik ve kötülük karşılıksız değildir. mutlaka karşılığını alacaktır. 2.4. Olgun Müslüman kimseye zarar 2.4. Çevresine zarar veren, güven vermez, herkese güven verir ve her vermeyen ve iyilik yapmayan kimse olgun zaman iyilik yapar. bir Müslüman değildir. 3.1. Haksız kazanç, toplumu kirlettiği için hak, hukuk, bütün kurum ve kurallarıyla insanların zihinlerine yerleştirilmelidir. Ayrıca gerektiğinde ahlâki ve caydırıcı tedbirler alınarak toplumda ahlak sağlanmalıdır. 3.1. Toplumun kirlenmesine neden olacak haksız kazanca izin verilmemelidir, kirlenmiş bir toplumda hakla hukuk bütün kurallarıyla işleyemez. Caydırıcı tedbirler alınmazsa toplumda ahlak sağlanamaz. 3.2. İman eden bir insan yalancı 3.2 Yalancı şahitlik yapan, yalan söyleyen, şahitlik yapmaz, gerçeği söyler ve adaletli olmayan bir kimse Allah’a iman her zaman adaletli olur. etmemiştir. 3.3. Allah’a ibadet eden, onun rızasını gözeten, hak, adalet, doğruluk ve samimiyetle hareket edenler her iki dünyada da mutlu olur. 3.3. Allah’a ibadet etmeyen, onun rızasını gözetmeyen, hak, adalet, doğruluk ve samimiyetle hareket etmeyenler iki dünyada da mutlu olamazlar. 254 3.3.1.4. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Ahlak” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi 2001 Cuma hutbelerinde ahlakın ideolojik inşasıyla ilgili olarak kişilik/davranış, iyilik/kötülük, hak/adalet ölçütleri onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ele alınmaktadır. İçeriğe genel olarak baktığımızda ahlakın kişilik davranış yönüyle ilgili olarak gıybet, güven, güzel ahlak, ölçülü olmak, tutarlı olmak, inandırıcı olmak, başarılı olmak, seçkin şahsiyet, ahlak ve fazilet, şirk koşmak, yalancı şahitlik, Allah katında sevimli ve insanlar arasında itibarlı olmak, rüşvet ve yolsuzluk konularıyla ilgili yargıların işlendiği görülmektedir. Daha özel olarak gıybet yapmanın, toplumda birçok kötülüğün nedeni olduğu, insanların, gıybetten uzak durmaları ve gıybetini yaptıklarıyla helalleşmeleri vurgulanmaktadır. İnsanların güveni ancak güzel ahlakla kazanılabilir. Aynı zamanda kişilerin ölçülü, tutarlı olmaları, inandırıcı ve başarılı olmalarını beraberinde getirir. Bu hutbelerde yer verilen önemli bir tema da seçkin şahsiyetlerin, toplumun yükselmesine yol açtıklarıdır. Buna göre, seçkin şahsiyetten yoksun olan toplumlar ahlaki çöküntüden kurtulamazlar. İbadet, imanın, ahlakın ve faziletin kaynağı olarak görülür ve ibadetlerin insanları bütün kötü düşünce ve davranışlardan uzaklaştırdığı belirtilmektedir. Bu çerçevede, Allah’a ve ahiret gününe inanan kimseler, yalancı şahitlikten uzak dururlar ve her zaman dürüst ve adaletli olurlar. Ayrıca iman edenler yapacakları şeyleri söylerler, dinin ve toplumun koyduğu kurallara karşı saygılı olurlar ve ölçülü, tutarlı davranışlarla tanınırlar, böylece Allah katında sevimli, insanlar nazarında da itibarlı bir konumda bulunurlar. Son olarak, kişilik/davranış alanında rüşvet ve yolsuzluğun olmadığı bir toplumda birlik ve kardeşlik duygularının geliştiği, böyle bir topluma güvenin hakim olduğu vurgulanmaktadır. Ahlakın iyilik kötülük boyutu bu hutbelerde özel bir yer tutmaktadır. Özel olarak güvenilir Müslümanın, şüphe etmeden Allah’a iman ettiği, emirlerine ve yasaklarına uyduğu, mal ve mülkün Allah’a ait olduğunu bildiği, onun gücü önünde eğildiği ve öldükten sonra hesap vereceğine inandığı, 255 herkese iyilik yaptığı, kötülüklerden uzaklaştığı ve başkalarına zarar vermekten kaçındığı belirtilmektedir. Burada, doğasında iyiliğe de kötülüğe de eğilimi olan insanın, iyilik ve güzel ahlakı içeren davranışları yapmasının emredildiği vurgulanır. Bu anlamda iyilik ve kötülük yapanların mutlaka karşılığını alacakları üzerinde durulmaktadır. İşlenen önemli düşüncelerden biri de, olgun Müslümanın, hiç kimseye zarar vermeyen, herkese güven veren ve her zaman iyilik yapan biri olduğudur. Ahlakın hak/adaletle ilişkili alanında yer verilen temel bir yargı, hak, hukuk, bütün kurum ve kurallarıyla insanların zihinlerine yerleştirilmesinin ve böylece haksız kazancın engellenmesinin gerekliliğiyle ilgilidir. Bu anlamda, gerektiğinde ahlâki ve caydırıcı tedbirler alınarak toplumda ahlakın sağlanabileceği belirtilmektedir. Ayrıca iman eden bir insanın yalancı şahitlik yapmayacağı, gerçeği söyleyeceği ve her zaman adaletli olacağı anlayışına yer verilmektedir. Son olarak Allah’a ibadet edenlerin, onun rızasını gözeten, hak, adalet, doğruluk ve samimiyetle hareket edenlerin her iki dünyada da mutlu olacakları vurgulanmaktadır. 3.3.2. Toplum Toplum birimi içinde öncelikle cemiyet, akrabalık, dayanışma/yardımlaşma, kardeşlik, ekonomi, toplumsal bütünlüğü kuvvetlendiren ve zayıflatan edimler ve komşuluk alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise değerlendirme yapılmaktadır. ortaya çıkan yargısal ifadeler hakkında 256 3.3.2.1. Aile YARGI 1: “Muhterem Müslümanlar! Hepimizin bildiği gibi toplumun temelini aile oluşturur. Ailelerin bir araya gelmesinden milletler teşekkül eder. Bir toplumun sağlıklı ve huzurlu olması, her şeyden önce aile yapısının sağlam olmasına bağlıdır. Aile fertleri arasındaki ilişkiler, karşılıklı sevgi, saygı, şefkat ve dayanışma gibi güzel değerler esas alınarak düzenlenirse; o aile uyum içinde olur. Hayatın ve birlikte olmanın mutluluğu yaşanır.” (16 Şubat 2001) YARGI 1: “Aziz Mü’minler! Dünya ve ahiret saadetini hedefleyen İslam Dini, toplumun temeli olan aileyi sevgi ve saygıya dayanan bir kurum olarak tanımlamıştır. … Aile hayatı konusunda da en güzel örneği teşkil eden Peygamberimiz, hiçbir zaman hanımlarına sert muamelede bulunmamış ve onlara karşı daima iyi davranarak, şefkatle muamele etmiştir.” (30 Mart 2001) YARGI 1: “Muhterem Müslümanlar ! Yaratılmışların en şereflisi ve en mükemmeli olan insan bir çok görevlerle sorumlu tutulmuştur. Bu görevlerin başında Allah’a karşı görevlerimiz ile ailemize karşı sorumluluklarımız gelmektedir.” (11 Mayıs 2001) 3.3.2.2. Cemiyet YARGI 2: “Cemiyet halinde yaşamak, karşılıklı hak ve sorumlulukları da beraberinde getirmektedir.” (6 Temmuz 2001) YARGI 2: “Orucun farz olmasındaki hikmetler, insanlara ve cemiyetlere sağladığı yararlar göz önüne alındığında, bu ibadetin, İnsanlara Allah’ın büyük bir ihsanı olduğu görülür.” (16 Kasım 2001) YARGI 2: “…[T]erbiye, aile ocağında başlar; okulda gelişir ve cemiyette yaygınlaşır.” (23 Kasım 2001) 257 3.3.2.3. Akrabalık YARGI 3: “Muhterem Müslümanlar! İslam Dini’nin, üzerinde ısrarla durduğu ahlaki ve sosyal değerlerden biri de akrabalara saygılı olmak, onlara şefkat ve merhamet göstermektir. Yakın ve uzak akrabalarımızın her bir ferdine samimi bir sevgi beslemek ve ilgiyi kesmemek, dini ve ahlaki görevlerimizden birisidir. …Aziz Müslümanlar! Akrabalarımızdan sıkıntıda olanlara maddi ve manevi yardımda bulunmalıyız. Yardıma muhtaç olmayanların gönüllerini alıp, büyük olanlara saygılı davranarak, küçük olanlara şefkat ve merhametle muamele etmeliyiz. …Akrabamız bizden yüz çevirdiği bir zamanda onları arayıp hal ve hatırlarını sorar, durumları ile ilgilenirsek, işte o zaman akrabamıza karşı olan vazifelerimizi gerçek manasıyla yerine getirmiş oluruz. Ziyarete gelmeyen akrabayı ziyaret etmek, kötülük yapana iyilikte bulunmak ve onu affetmek kendi aleyhine bile olsa doğruyu ve hakkı söylemek; dini ve ahlâki meziyetlerdendir. Bu ziyaretler sırf Allah Rızası için olmalı, maddi menfaatlara dayanmamalıdır. Bunun içindir ki, dinimizde akrabalık görevlerini yerine getirenlere büyük mükafatlar vadedilmiştir. Muhterem Müslümanlar! Akrabalarımıza hatta bütün insanlara karşı maddi ve manevi her çeşit yardımda bulunmak güler yüz göstermek, tatlı dil kullanmak dini ve ahlaki bir görevimizdir. Ne mutlu akrabasına karşı iyi muamelede bulunanlara ve onları unutmayıp hal ve hatırlarını soranlara!..” (26 Ocak 2001) YARGI 3: “Peygamberimiz (a.s.); Allah’a ortak koşmak, kin ve düşmanlık beslemek, kibir ve gurur içinde olmak, içki ve uyuşturucu kullanmak, akraba ve komşularla ilişkiyi kesmek, ana-baba haklarına riayet etmemek gibi günahların, bu gece vesile edilerek terk edilmesini tavsiye etmiş; günahlarına ısrar edenlerin, af ve mağfiretten mahrum kalacaklarını ve bu gecenin feyzinden yararlanamayacaklarını bildirmiştir.” (26 Ekim 2001) 3.3.2.4. Dayanışma ve Yardımlaşma YARGI 4: “O halde değerli Müslümanlar! Toplum hayatında mutlu ve huzurlu yaşamak istiyorsak, yardımlaşma ve dayanışma içerisinde hayatımızı devam ettirelim. Nefsimiz için istemediğimiz şeyleri, başkasına da reva görmeyelim. Unutmayalım ki, hayat, sanıldığından daha kısadır ama; bu kısa hayatta yapılabilecek iyi işler pek çoktur; ona göre hareket edelim. Acılarımızı ve sevinçlerimizi birlikte paylaşalım. İşte o zaman hayat huzur ve mutluluklar içinde geçecektir.” (9 Şubat 2001) 258 YARGI 4: “Kurban toplumda kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma ruhunu canlı tutar, Sosyal adaletin gerçekleşmesine katkıda bulunur. Özellikle et satın alma imkânı bulunmayan veya çok sınırlı olan yoksulların bulunduğu ortamlarda kurbanın bu rolünü daha belirgin biçimde görmek mümkündür. Kurban zengine malını Allah’ın rızası için, başkalarıyla paylaşma yolunda harcama alışkanlığını verir; zengini cimrilik hastalığından, dünya malına tutkunluktan kurtarır. Fakirin de varlıklı insanlar aracılığıyla Allah’a şükretmesine vesile olur… Kurban insanlar arasında sevgi ve dayanışma ruhunu güçlendirir. Böylece kardeşlik duyguları kuvvetlenerek zengin, fakir arasındaki farklılığın ortadan kalmasına vesile olur.” (2 Mart 2001) YARGI 4: “Her Çanakkale Zaferinin yıl dönümünde hatırlamamız ve zaferden çıkarmamız gereken dersler vardır…-İnanç, vatan sevgisi, dayanışma, birlik ve beraberlik duyguları, zamanın en güçlü ve donanımlı ordularına karşı koymada en önemli faktörler olmuştur.” (3 Ocak 2001) YARGI 4: “… [G]ünde beş vakit namaz kılmak suretiyle Allah’ın huzuruna duran bir insan, Rabbini hatırlamış ve hesap gününü unutmadığını ortaya koymuş olur. Allah için malının bir kısmını fakire zekat olarak veren bir insan, muhtacın sıkıntısını gidermiş, onu gözetmiş, sosyal dayanışmayı sağlamış bulunur. Oruç tutan da, nefsini islah etmiş, yoksulların durumundan haberdar olmuş olur.” (28 Aralık 2001) YARGI 4: “Aziz Mü’minler! Yeryüzündeki varlıkların en mükemmeli insandır. Çünkü o; en güzel bir şekilde yaratılmış, akıl nimetiyle donatılmıştır. İnsan için başka insanlarla tanışmak, yardımlaşmak, onlarla bir arada yaşamak, en tabii bir ihtiyaçtır. Yeryüzünde huzur içerisinde bir hayat sürdürmek, Allah’ın sayısız nimetlerinden meşru ölçüler içerisinde yararlanmak, neslinin devamını sağlamak ve ihtiyaçlarını karşılamak, toplu halde yaşamaya bağlıdır.” (6 Temmuz 2001) YARGI 4: “Üç aylar, kötülüklerden uzaklaşmanın yoğunluk kazandığı; iyilik, hayır ve duaların arttığı; yardımlaşma hissinin canlandığı; gönülleri ferahlatan Ramazan-ı Şerifin de içinde bulunduğu bir iklimdir.” (14 Eylül 2001) YARGI 4: “Muhterem Müslümanlar! Ramazan ayının fazileti hakkında, Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bir hutbesinde şöyle buyurmuşlardır: ‘Ey insanlar! Büyük ve mübârek bir ayın gölgesi üzerinize düştü. Bu ay içerisinde, bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi vardır. Bu ayda Allah, gündüzleri oruç tutmayı farz kıldı, ben de bu ayın gecelerinde teravih namazını size sünnet kıldım. Bu ayda bir iyilik yapan, başka zamanlarda bir farzı yerine getirmiş gibi sevap kazanır. Bu ayda bir farzı yerine getiren kimse de, başka aylarda yetmiş farzı yerine getirmiş gibi (mükâfât almış) olur. 259 Ramazan sabır ve yardımlaşma ayıdır, sabrın ve yardımlaşmanın mükafatı ise cennettir. Ramazan bereket ayıdır, mü’minin rızkının çoğaldığı bir aydır. Kim bu ayda bir oruçluya iftar ettirirse, onun bu davranışı günahlarının bağışlanmasına, cehennemden kurtuluşuna ve iftar ettirdiği kimsenin tuttuğu orucun sevabından pay almasına vesile olur. Oruç tutan kimsenin sevabından da bir şey eksilmez.’” (9 Kasım 2001) YARGI 4: “Aziz Müslümanlar! Oruç; kalpte incelik, vicdanda duyarlılık meydana getirir. Bu sayede fakirlerin, yoksulların hallerini düşünerek insanda yardımlaşma hissini uyandırır. Böylelikle Müslümanlar arasında sosyal dengenin korunmasına yardım eder. Kin, nefret ve bencillik gibi duygulardan insanı uzaklaştırır; huzurlu ve mutlu bir toplumun oluşmasına vesile olur.” (16 Kasım 2001) YARGI 4: “Büyük geçim sıkıntısı çeken, yoksulluk sebebiyle mutluluk ve huzuru yitirmiş, yahut yaşlılık ve özürlülük gibi nedenlerle çalışma gücü bulunmayan düşkünler toplumda yardım edilmesi ve ilgi gösterilmesi gereken kimselerdendir… Maddi yardımların yanında, ihtiyaç halinde düşkünlere fiilî olarak da yardım etmek gerekebilir. Bu şekilde yapılacak fiillî yardımları da sadaka olarak nitelendiren Peygamber Efendimiz, bu tür yardımların mükâfatını bir hadis-i şeriflerinde şöyle açıklamaktadırlar. ‘Kimsesizlerin yardımına koşanlar, Allah yolunda cihad etmiş gibi sevap alırlar.’” (8 Haziran 2001) YARGI 4: “Muhterem Müslümanlar! Düşeni kaldırmak, hastayı ziyaret etmek, açları doyurmak, açıktakileri barındırmak, dul ve yetimlerin elinden tutmak, yolunu şaşıranlara yol göstermek, büyüklere saygılı olmak, her Müslüman’ın görevidir.” (19 Ocak 2001) YARGI 4: “Aziz Mü’minler! Orucun farz kılınmasında, insanî, ahlâkî, içtimaî, ruhî ve sıhhî pek çok hikmeti vardır.” (16 Kasım 2001) 3.3.2.5. Kardeşlik YARGI 5: “Hac ibadeti, Müslümanların dertlerini, sıkıntılarını müzakere ettikleri ve çözümler aradıkları bir meşveret meclisi, kardeşliklerin, sevgi ve dostluk bağlarının kuvvetlendirildiği müstesna bir ortamdır.” (16 Şubat 2001) YARGI 5: “Muhterem Müslümanlar! 260 Bugünkü hutbemizde; toplumları içinden kemiren, insanlar arasındaki kardeşlik ve muhabbet bağlarını koparan huzurun bozulmasına yol açan RÜŞVET VE YOLSUZLUK’tan bahsedeceğiz.” (9 Mart 2001) YARGI 5: “Zekat; insanlar arasında sevgi, kardeşlik ve samimiyet bağlarını güçlendirir.” (30 Kasım 2001) 3.3.2.6. Ekonomi YARGI 6: “Değerli Kardeşlerim! Huzur içinde, huşû içinde ibadet etmek bile ekonomik hayat ile yakından ilgilidir. Ekonomik sorunlar içerisinde kıvranan ve ezilen insanların, huzurlu bir manevi hayat sürmeleri, -iç dünyaları rahat olarak- sükunet içerisinde huşû ile Allah’a yönelmeleri ve O’na ibadet etmeleri çok zordur. Bu bakımdan ülkemizin karşı karşıya olduğu ve hepimizi değişik şekillerde etkileyen bu ekonomik krizi sona erdirmek, hem ülkemizin geleceği hem de dinî hayatımızın düzeni bakımından büyük önem arz etmektedir.” (31 Ağustos 2001) YARGI 6: “Ekonomik ve toplumsal hayatın devamı ve verimliliği, insanların birbirine karşı güvenine bağlıdır. Ölçtüğünü eksik ölçen, tarttığını eksik tartan, malın gerçek fiyatını söylemeyen, konuştuğu zaman yalan söyleyen, sır tutmasını bilmeyen, yetimlerin malını yiyen insanlar bu davranışlarını Müslümanlıkla nasıl bağdaştırabilirler? Bunlara dürüst insan denilebilir mi?” (5 Ocak 2001) YARGI 6: “İnce bir dengenin hükümran olduğu dünyada insanlar, çeşitli ihtiyaçlar ile iç içe yaşamaktadır. Bir alandaki dengenin bozulması, toplumun diğer denge alanlarına da sıçramakta ve nihayet toplumların çürüyüp yok olmasına müncer olmaktadır. Ekonomik dengenin bozulması, geçim sıkıntısına, işsizliğe, ümitsizliğe, ahlakî değerlerin çürümesine, insanların beden ve ruh sağlığının bozulmasına, toplumların diğer toplumlar nezdindeki onur ve itibarlarının zedelenmesine, kısaca topyekün toplumun dengesinin bozulmasına yol açmaktadır.” (31 Ağustos 2001) 3.3.2.7. Toplumsal Bütünlüğü Kuvvetlendiren ve Zayıflatan Edimler YARGI 7: “Değerli Mü’minler! Günlük hayatımızda fert ve toplum olarak yapmakta olduğumuz ölçüsüz ve tutarsız hareketlerimizin nelere mal olduğuna, bizleri ne büyük acı ve sıkıntılarla karşı karşıya getirdiğine şahit olmaktayız. Meselâ hemen her gün kurallara uyulmaması sebebiyle meydana gelen çeşitli kazalar sonucu onlarca insanımızın hayatını kaybettiği, trilyonlarca liraya varan milli servetin de yok olduğu hepimiz tarafından bilinmektedir.” (4 Mayıs 2001) 261 YARGI 7: “Terör ve uyuşturucu, iki tarafı keskin bir bıçak gibidir. Terör örgütleri, bir yandan aldatılmış ve kandırılmış gençleri insanlık dışı eylemlere sürüklerken; diğer taraftan da kandıramadıkları gençleri uyuşturucu ile zehirleme ve tesirsiz hale getirme programını uygulamaktadırlar. Böylece taze ve zinde güç gençlik, günden güne eriyip gitmektedir. Gençliğimiz bu tür tuzaklara karşı uyanık olmalıdır.” (18 Mayıs 2001) YARGI 7: “Peygamberimiz (a.s.); Allah’a ortak koşmak, kin ve düşmanlık beslemek, kibir ve gurur içinde olmak, içki ve uyuşturucu kullanmak, akraba ve komşularla ilişkiyi kesmek, ana-baba haklarına riayet etmemek gibi günahların, bu gece vesile edilerek terk edilmesini tavsiye etmiş; günahlarına ısrar edenlerin, af ve mağfiretten mahrum kalacaklarını ve bu gecenin feyzinden yararlanamayacaklarını bildirmiştir.” (26 Ekim 2001) YARGI 7: “Temeli barış, uzlaşma, hoş görüye dayanan ve ismini de bu anlamlara gelen "İslam" kelimesinden alan yüce dinimiz, birliği, dirliği, sevgiyi, kardeşliği emrederken, zulmü, azgınlık ve fenalığı yasaklamış; zulmün en dehşet verici şekillerinden biri olan terör ve tedhidi ise şiddetle men etmiştir. …Değerli Mü'minler ! Yeryüzündeki bütün canlılara merhametle yaklaşmayı öngören, Yaratandan ötürü yaratılanı hoş görme anlayışını yerleştiren yüce dinimizin, erkek-kadın, çocukyaşlı ayırmadan masum insan kanını akıtan terör hareketlerini hoş görmesi asla mümkün değildir. … Şu halde ismi ne olursa olsun, terör, şiddet ve anarşinin İslam'la uzaktan yakından ilişkisi yoktur; Bu şiddet hareketlerini her hangi bir dine, özellikle İslâm'a mâl etmek hiçbir şekilde mümkün değildir. Bilakis dinimiz her türlü anarşi, fesat, bozgunculuk, eziyet, işkence, kısaca terör ve şiddeti kesinlikle haram kılmıştır. …Hutbeme son verirken, yüce dinimiz İslâm'ın her türlü terörü nefretle reddettiğini, kınadığını ve lanetlediğini belirtir birlik ve beraberliğimizin devamını Cenabı Hak'tan niyaz ederim.” (21 Eylül 2001) YARGI 7: “Yalancı şâhitler; adaleti engelledikleri için toplumda kimsenin değer vermediği kişilerdir. Söyledikleri en doğru sözler dahi, şüphe ile karşılanır. Bunlar, dünyada sefaletten, ahirette de Allah’ın azabından kurtulamazlar.” (7 Eylül 2001) YARGI 7: “Mutluluğun bireysel olamayacağının bilincinde olmalıyız. Toplum sıkıntı içinde yaşarken savurganlık yapan bireylerin mutlu olamayacağını, zira aynı sıkıntının bir gün kendilerine de sirayet edeceğini bilmeliyiz. Adeta beraber ağlayıp beraber gülmeliyiz. Birlikte yaşamak, sevinçte, kederde ve kıvançta ortak kaderi paylaşmak çok önemlidir.” (31 Ağustos 2001) 262 YARGI 7: “Toplumu oluşturan bütün fertlerin, içinde bulunduğu durum aynı değildir. Kimi genç, kimi yaşlı, kimi zengin, kimi yoksul; kimi sağlıklı-kimi hasta; kimi kabiliyetli kimi değildir. Bu farklılığın tabii bir sonucu olarak, toplumda; korunmaya, desteğe ve özel ilgiye muhtaç kimseler ortaya çıkmaktadır.” (8 Haziran 2001) 3.3.2.8. Komşuluk YARGI 8: “Muhterem Mü’minler! Yüce dinimiz İslâm, komşu haklarına büyük önem vermiştir. İslâm’ın komşu hakları hususundaki emir ve tavsiyelerine, başka sistemlerde rastlamak mümkün değildir. Komşu ile iyi geçinmek, iyi Müslüman olmanın alâmeti sayılmıştır. Bu sebeple, kalbi imanla aydınlanmış, gönlü İslâm’ın güzellikleriyle bezenmiş olan her Müslümanın, yakından uzağa, bütün komşularına iyilik etmesi ve onlara hayırlı bir komşu olması gerekmektedir. Âile fertlerinden sonra, insanın en yakın çevresi komşularıdır. Müslüman, komşularıyla güzel geçinen, seven, sevilen, aranan ve onlara güven veren bir insandır. Çünkü, çevresine güven vermeyen bir insan, olgun bir mü’min olamaz. … komşu hakları dinimizin üzerinde titizlikle durduğu bir konudur. Bu itibarla, Komşularımıza iyilik ve ikramda bulunmak, onlarla selamlaşmak, ziyaretlerine gitmek, yardımlarına koşmak, sevinçlerini ve kederlerini birlikte paylaşmak, güler yüzlü davranmak, hediyeleşmek, düğün ve derneklerine katılmak, cenazelerine iştirak etmek, başsağlığı dilemek, onlara zarar verecek hareketlerden sakınmak, ayıp ve kusurlarını araştırmamak, ihtiyaçlarını gidermeye çalışmak, komşularımıza karşı başlıca görevlerimizdir. Aziz Cemaat! En yakın komşumuzdan başlamak suretiyle evimizin ve iş yerimizin civarında bulunan herkes komşumuzdur. Dolayısıyla her birisinin üzerimizde komşuluk hakları bulunmaktadır. Komşu ifadesi, inansın, inanmasın bütün komşuları içine almaktadır. Her Müslüman, en yakından başlamak üzere, bütün komşularına elinden gelen ilgiyi göstermelidir. O halde Değerli Mü’minler, kendimiz için istediğimizi komşularımız için de istemeliyiz. Müslüman olmayan komşularımızı da gözetmeliyiz. Komşularımızla güzel geçinmeli, onları hiçbir şekilde rahatsız etmemeliyiz. Gizli sırlarını araştırmamalı, eksikliklerini gidermeye çalışmalı, sevinç ve kederlerine ortak olmalı, her hususta yardımlarına koşmalıyız.” (14 Aralık 2001) 263 Tablo 2: Toplum Birimi Açısından Kategoriler 2001 YILI CUMA HUTBELERİNDE “TOPLUM”A İLİŞKİN SÖYLEMİN “AİLE, CEMİYET, AKRABALIK, YARDIMLAŞMA/DAYANIŞMA, KARDEŞLİK, EKONOMİ, BÜTÜNLÜĞÜ KUVVETLENDİREN ve ZAYIFLATAN EDİMLER, KOMŞULUK” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ ONAYLAMA KATEGORİSİ YADSIMA KATEGORİSİ 1.1. Aile toplumun temelidir ve sağlıklı ve huzurlu bir toplum için aile yapısının sağlam olması gerekir. Bunun için ailedeki fertlerin ilişkileri sevgi, saygı, şefkat ve dayanışma değerleri üzerine kurulmalıdır. 1.1. Ailedeki fertlerin ilişkileri sevgi, saygı, şefkat ve dayanışma değerleri üzerine kurulmazsa sağlıklı ve huzurlu bir aileden, milletten ve toplumdan söz edilemez. 1.2. Dünya ve ahiret mutluluğuna büyük önem veren İslam dinine göre toplumun temeli olan aile, sevgi ve saygıya dayanmalıdır. Aile hayatı konusunda en güzel örnek, eşlerine karşı iyi ve şefkatli davranan İslam peygamberidir. 1.2. Ailedeki ilişkiler sevgi ve saygıya dayanmazsa toplumun temeli sağlam olmaz. Eşlerine karşı iyi ve şefkatli davranmayanlar İslam peygamberini örnek almaz. 1.3. İnsanın en önemli sorumlukları, 1.3. İnsan Allah’a ve ailesine karşı Allah’a ve ailesine karşı olanlardır. görevlerini yapmazsa en önemli sorumluklarını yerine getirememiş olur. 2.1. Hak ve sorumluluklar konusuna 2.1. Karşılıklı hak ve sorumlulukları önem verilmesi, cemiyet halinde önemsemeyenler cemiyet halinde yaşamanın bir gereğidir. yaşayamazlar. 2.2. Oruç tutmak, insanlara cemiyetlere yarar sağlar. ve 2.2. Oruç tutmamak, insanlar ve cemiyetler açısından olumsuz sonuçları vardır. 2.3. İyi ve kötü alışkanlıkların 2.3. İyi alışkanlıklar, aile ve okulda edinilmesi, ailede başlar, okulda gelişir edinilmezse cemiyette yaygınlaşmaz. ve cemiyette yaygınlaşır. 3.1. Akrabalara saygı ve sevgi göstermek ve onlarla iyi ilişkiler kurmak, İslam’ın en önemli toplumsal değerlerindendir. İslam’da, sıkıntısı olan akrabalara yardım etmenin, hatalı akrabaları affetmenin ödülü büyüktür. 3.1. Akrabalara saygı ve sevgi göstermemek İslam’ın toplumsal değerlerine uymaz. Akrabalara yardım etmeyenler ödüllendirilmez. 3.2. Af ve mağfiretten yararlanmak için 3.2.Akrabalarla ilişkiyi sürdürmeyenler akraba ve komşularla ilişkiyi sürdürmek af ve mağfiretten yararlanamazlar. gerekir. 264 4.1. Yardımlaşma ve dayanışma, 4.1. Yardımlaşma ve dayanışma toplum hayatında mutluluk ve huzura olmadan toplum hayatında mutluluk ve yol açar. huzur olmaz. 4.2. Kurban, toplumda yardımlaşma ve dayanışmanın yanısıra sosyal adaleti sağlar. Zenginin malını fakirle paylaşmasına böylece zenginle fakir arasındaki farklılıkları ortadan kaldıran kardeşlik duygularının gelişmesine yol açar. 4.2.Kurban ibadeti gerçekleştirilmezse toplumda yardımlaşma, dayanışma ve sosyal adalet tam anlamıyla sağlanamaz. Kurbanda zenginlerin malını fakirlerle paylaşmaması sonucunda zenginle fakir arasındaki farklılık ortadan kalkmaz. 4.3. İnanç, vatan sevgisi, dayanışma, 4.3. İnanç, vatan sevgisi, dayanışma, birlik ve beraberlik duygularına sahip birlik ve beraberlik duygularına sahip olmak en büyük güce sahip olmaktır. olmazsak güçlü ve başarılı olamayız. 4.4. Zekat, ihtiyacı olanların sıkıntısını 4.4. Zekat verilmezse ihtiyacı olanların giderir ve sosyal dayanışmayı sağlar. sıkıntısı giderilmez ve sosyal dayanışmayı olumsuz etkiler. 4.5. Yardımlaşmak, Allah’ın nimetlerinden meşru olarak yararlanmak, neslin devamını sağlamak ve ihtiyaçların giderilmesi toplu halde yaşamaya bağlıdır. 4.5. Toplu halde yaşanmazsa yardımlaşma olmaz, Allah’ın nimetlerinden meşru olarak yararlanılmaz, neslin devamı sağlanmaz ve birtakım ihtiyaçlar giderilemez. 4.6. Üç aylarda kötülüklerden 4.6. Kötülüklerden uzaklaşılmazsa, uzaklaşılır, iyilik, hayır, dua ve iyilik, hayır, dua ve yardımlaşma yardımlaşma duyguları yoğunlaşır duyguları yoğunlaşmazsa üç ayların gereği yerine getirilmiş olmaz. 4.7. İslam peygamberi Hz. 4.7. İyilik yapılmadan, sabır Muhammed, Ramazan ayında iyilik gösterilmeden ve yardımlaşma olmadan yapmanın, sabrın ve yardımlaşmanın Ramazan ayı anlaşılamaz. ödülünün cennet olduğunu ifade eder. 4.8. Oruç tutmak, fakirleri anlamayı sağlar ve yardımlaşma duygusunu harekete geçirererk huzurlu ve mutlu bir toplumun oluşmasına katkıda bulunur. 4.8. Oruç tutulmazsa fakirler anlaşılamaz, yardımlaşma duygusu harekete geçemez ve yardımlaşma duygusunun olmadığı bir toplum mutlu ve huzurlu bir toplum olamaz. 4.9. Toplumdaki fakirlere, yaşlılara ve düşkünlere yalnızca maddi olarak değil fiili olarak da yardım etmek en büyük sevaplardandır. 4.9. Toplumdaki fakirlere, yaşlılara ve düşkünlere maddi ve fiili olarak yardım etmeyenler en büyük sevaplardan birinden mahrum kalırlar. 265 4.10. Her Müslümanın düşkün ve zor 4.10. Düşkün ve zor durumda bulunan durumda bulunan kimselere yardım kimselere yardım etmeyen bir etmesi bir sorumluktur. Müslüman sorumluluğunu yerine getirmemiş olur. 4.11. Oruç, insanî, ahlâkî, toplumsal, 4.11. Oruç tutmayanlar, orucun insanî, ruhsal ve sağlıksal olarak birçok yarara ahlâkî, toplumsal, ruhsal ve sağlıksal sahiptir. yararlarından mahrum kalır. 5.1. Hac, Müslümanların ortak 5.1. Hac ibadeti yerine getirilmezse sıkıntılarına çözüm yolları aradıkları, Müslümanlar ortak sıkıntılarına çözüm kardeşlik, sevgi ve dostluk bağlarını yolları aramaazlar, bir ortamda bir araya güçlendirdikleri bir ibadettir. gelemezler ve kardeşlik, sevgi ve dostluk bağları güçlenmez. 5.2. Bir toplumda rüşvet ve yolsuzluk 5.2. Rüşvet ve yolsuzluk, insanlar yoksa o toplumda kardeşlik ve sevgi arasındaki kardeşlik ve sevgi bağlarını bağları kuvvetlidir ve oraya huzur ve kopartarak toplumda huzursuz bir ortam barış hakimdir. oluşturur. 5.3. Kardeşlik, sevgi ve samimiyet 5.3. Zekat verilmezse insanlar arasında bağları zekat vererek güçlenmektedir. kardeşlik, sevgi ve samimiyet bağları güçlenemez. 6.1. Ekonomi çok önemlidir ve huzurlu bir ibadetin temelinde bile o vardır. Ekonomik krizin bitmesi, Türkiye’nin geleceği ve dinî hayatın düzeni açısından büyük önem taşır. 6.1. Ekonomi iyi olmazsa ve ekonomik kriz olursa Türkiye’nin geleceği iyi olmaz ve dini hayatın düzeni bozulur, ibadetler bile gereğince yapılamaz. 6.2. İnsanların birbirine güvendiği bir ortam varsa ekonomik ve toplumsal hayat verimli ve sürekli olur. Bir Müslüman dürüst ve güvenilir olur. 6.2. İnsanların birbirine güvenmediği bir ortamda ekonomik ve toplumsal hayat devamlılığı ve sürekliliği sağlanamaz. Dürüst olamamak ve güvenilir olamamak bir Müslümanın özelliği olamaz. 6.3. Bir toplumda ekonomik denge varsa o toplumda bireysel, ahlaki ve toplumsal alanlarda da denge hüküm sürer ve o toplum itibarlı ve güçlü olarak varlığını sürdürür. 6.3. Ekonomik denge bozulur ve sağlanamazsa bireysel, ahlaki ve toplumsal denge bozulur, toplum çürür ve varlığını sürdüremez. 7.1. Fert ve toplum olarak ölçülü ve 7.1. Ölçüsüz ve tutarsız hareketler fert tutarlı olunduğunda acılar, sıkıntılar, ve toplum olarak acılara, sıkıntılara, kazalar ve maddi kayıplar olmaz. kazalara ve maddi kayıplara neden olur. 266 7.2. Terör örgütlerinin gençleri zehirleme ve etkisizleştirme planlarının bir parçası olan terör ve uyuşturucudan uzak duran gençler zinde ve güçlü olmaya devam eder. Türk gençliği bu tür tuzaklara karşı uyanık olmalıdır. 7.2.Türk gençliği terör ve uyuşturucunun etkisi altına girer ve onların bir tuzak olduğunu farketmezse terör örgütlerinin amacına hizmet eder, zinde ve güçlü olamaz ve durumları günden güne kötüleşir. 7.3. İslam’ın temeli barışa hoşgörüye, birlik ve beraberliğe dayanır ve terör, anarşi, şiddet ve tehdit gibi davranışlar İslam’la hiçbir şekilde ilgili değildir. İslam’ı benimseyen hiç kimse terörü hoş göremez. 7.3. İslama uyulmazsa barış, hoşgörü ve birlik ve beraberlik sağlanamaz. Terör, anarşi, şiddet ve tehdit gibi davranışlar İslam’la bağdaşmaz. Teröre, İslam’ı benimsemeyenler başvurur. 7.4. Yalancı şahitlik yapmayanlar, dürüst davrananlar toplumda adaletin sağlanmasında katkıda bulunur, herkes tarafından değer görür ve dünya ve ahirette mutlu olurlar. 7.4. Yalancı şahitler adaleti engellerler, toplumda hiç kimse tarafından değer görmezler ve dünya ve ahirette mutlu olamazlar. 7.5. Birlikte olmak, sevinçte ve üzüntüde ortak kaderi paylaşmak, toplumun çıkarlarını düşünmek insanı mutluluğa götürür. 7.5. Mutluluk bireysel olamaz. Sevinçte ve üzüntüde ortak kaderi paylaşmayanlar, toplumun çıkarlarını düşünmeyenler mutlu olamaz. 7.6. Toplumun bir parçası olan yaşlı, 7.6. Toplumun bir parçası olan yaşlı, fakir, hasta ve yeteneksiz insanlar fakir, hasta ve yeteneksiz insanlar korunmalı ve desteklenmelidir. korunmaz ve desteklenmezse toplumu oluşturan farklılıklar görmezden gelinmiş olur. 8.1. Olgun bir mümin, iyi bir Müslüman, komşularıyla iyi geçinir ve güven verir. Müslüman olan ya da olmayan tüm komşuların özel günlerinde, ihtiyacı olduğunda ve zor zamanlarında yanında olmak önemli bir görevdir. 8.1. Müslüman olsun ya da olmasın tüm komşuların özel günlerinde, ihtiyacı olduğunda ve zor zamanlarında yanında olmayan, onlarla iyi geçinmeyen ve güven vermeyen bir kimse olgun bir mümin, iyi bir Müslüman değildir. 3.3.2.9. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Toplum” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi 2001 Cuma hutbelerindeki içerik genel olarak toplumsal alanda ideolojinin görünümüyle ilişkili olan aile, cemiyet, akrabalık, 267 yardımlaşma/dayanışma, kardeşlik, ekonomi, toplumsal bütünlüğü kuvvetlendiren ve zayıflatan edimler ve komşuluk ölçütleri onaylama ve yadsıma kategorileri açısından değerlendirilmektedir. Ailenin sevgi, saygı, şefkat ve dayanışma değerleri üzerine kurulması, sağlıklı ve huzurlu bir toplumun oluşmasında temel gerekliliklerdir. Ancak bu değerleri barındıran ve İslam peygamberini örnek alan, Allah’a ve ailesine karşı sorumlulukla hareket eden ailelerin huzurlu bir toplumu meydana getirdiği vurgulanır. Toplumsal alanda ideolojinin görünümüne ilişkin cemiyetin nasıl bir yer tuttuğuyla ilgili olarak hak ve sorumlulukların cemiyet yaşamı için önemi, oruç tutmanın insan ve cemiyet açısından yararları ve iyi ve kötü davranışların gelişiminde cemiyetin rolü üzerinde durulur. Akrabalarla iyi ilişkiler kurmanın, İslam’ın en önemli toplumsal değerlerinden olduğu, sıkıntısı olan ya da hatalı olan akrabaları affetmenin Allah tarafından ödüllendirileceği ve Allah’ın affının bu yolla kazanılacağı vurgulanmaktadır. Yardımlaşma ve dayanışma, toplumda mutluluk ve huzur ortamı oluşturmaktadır. Yardımlaşma ve dayanışma örneği olan kurban, oruç ve zekât ibadetleriyle zengin ve fakir arasındaki farklılıkların belirleyici olmaması, kardeşlik duygusunun gelişmesi ve pekişmesi amaçlanır. İslam dinine göre her Müslümanın toplumdaki düşkün, fakir, yaşlı ve zor durumdakilere yardım etmesi bir sorumluktur. Ancak yardımın yalnızca maddi olarak değil fiili olarak da yapılması gerektiği, bunun Allah tarafından ödüllendirileceği belirtilmektedir. Ramazan ayı ve üç aylar gibi İslam dinine göre kutsal sayılan zamanlarda yapılan iyiliklerin, sabır, hayır, dua gibi faaliyetlerin ve yardımlaşmanın önemi üzerinde durulur. İnanç, vatan sevgisi, dayanışma, birlik ve beraberlik duygularına sahip olmanın en büyük güç olduğu ifade edilir. Zekat ve hac gibi ibadetlerin kardeşlik, sevgi ve dostluk bağlarını güçlendirmesi, hutbelerdeki kardeşlikle ilgili söylemlere örnek olarak gösterilmektedir. Toplumdaki rüşvet ve yolsuzluğun kardeşlik ve sevgi 268 bağlarını zedelediği, huzuru ve barışı gölgelendirdiği, bu nedenle bu davranışlardan kaçınmanın dinin bir gereği olduğu üzerinde durulmaktadır. Toplumda insanların birbirine güvendiği bir ortamın, bireysel, ahlaki ve toplumsal alanlarda dengenin olmasının temeli, ekonomiye bağlıdır. Ekonomisi iyi ve istikrarlı olan bir toplum itibarlı ve güçlü olur. Ekonomik sorunlarla boğuşan insanların, huzurlu bir manevi hayat sürmelerinin ve huşu ve huzur içinde ibadet yapmalarının bile zor olacağı belirtilir. Bu nedenle Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik kriz ortamının sona ermesi ve ekonominin düzelmesinin gerekliliği, 2001 yılı hutbelerinde toplum ve ekonomiye ilişkin vurgulanan unsurları oluşturur. İslam’ın temeli hoşgörüye, barışa, birlik ve beraberliğe dayanır ve terör, uyuşturucu, anarşi, şiddet, bencillik gibi davranışların İslam’da yeri yoktur. Birlikte olmak, sevinçte ve üzüntüde ortak kaderi paylaşmak, toplumun çıkarlarını düşünmek, fert ve toplum olarak ölçülü ve tutarlı olmak, zayıf durumda olanları desteklemek ve dürüst davranmak insanı mutluluğa götürür ve toplumsal bütünlüğü güçlendirir. Komşu hakları İslâm’da önemle üzerinde durulan bir konudur. Bu konudaki emir ve tavsiyelere başka sistemlerde rastlamanın mümkün olmadığı da 2001 hutbelerinde belirtilmektedir. Müslüman olan ya da olmayan tüm komşularla iyi geçinmek, iyi Müslümanlığın özelliği olarak görülür. 3.3.3. Ritüeller Ritüeller birimi içinde öncelikle evlilik/düğün, cenaze, selamlaşma, kandil ve hac alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise değerlendirme yapılmaktadır. ortaya çıkan yargısal ifadeler hakkında 269 3.3.3.1. Evlilik-Düğün YARGI 1: “İnsan, hayatı boyunca yalnız yaşayabilen bir varlık değildir. İhtiyaçlarını karşılayabilmek için bir can yoldaşına muhtaçtır. Uyumlu bir eş, kadın için de, erkek için de, mutluluk ve güven kaynağıdır. Hayatın acı tatlı günleri birlikte paylaşılır. Evlilikte, fert ve toplum için sayısız fayda ve iyilikler vardır. Bunlar dünya hayatının mutluluğu ile ebedî hayatı kazanmaya vesile olan ilâhî nimetlerdir. Evlenmek, insanı haramdan uzaklaştırır. Nesli çoğaltır ve korur. Vatana, millete ve devlete güç kazandırır. Evlilik, ailenin temel taşıdır. Peygamberimiz (s.a.v.) onu tavsiye etmiş, evlenerek bizlere örnek olmuşlardır… Aziz Cemaat! Dinimiz evlenmeyi ve nikahlı yaşamayı teşvik ederken; geçinememek veya fakir düşmek endişesiyle evlenmemeyi de hoş görmemiştir. Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in Nur Sûresinde bekarların evlendirilmeleri tavsiye edilmiş; evlenen kişilerin fakir olsalar dahi evlenmeleri sebebiyle Allah’ın yardımıyla zenginleştirileceklerı beyan buyrulmuştur.” (16 Şubat 2001) YARGI 1: “Muhterem Müslümanlar! Her canlının yaratılışında çoğalıp neslini devam ettirme özelliği vardır. Canlıların en mükemmeli olan insanda da bu özelliğin var olması tabiidir. İki ayrı cins olarak yaratılan insanların bu arzularını gerçekleştirmelerinin meşru yolu evlenmektir… Erkek ve kadın için çok önemli olan evliliğin ilan ve tesisinde yapılan kutlamaya düğün denir. Bütün davranışlarında ölçülü ve dinine bağlı olması gereken Müslüman, evlenirken ve düğün yaparken de aynı özelliğini muhafaza etmeli, israftan, aşırılıktan ve meşru olmayan eğlencelerden uzak durmalıdır. Şu halde düğünlerde milli ve manevi değerlerimizle bağdaşmayan davranışlardan kaçınmak biz Müslümanlar için zorunlu bir görevdir. Aziz Mü’minler! Evlilik, yeni bir ailenin kurulması ve hayatın yeni bir dönüm noktasıdır. Bu ailenin kurulması için elbette bir takım harcamaların yapılması gereklidir. Ancak bu harcamalarda ölçülü davranmak, israfa kaçmamak icap eder. Taraflar zorlanmamalıdır. Evliliğin sıkıntıya değil, huzur ve mutluluğa kavuşturması hedeflenmelidir. …Hz. Peygamberin, Hz. Aişe validemizle evlenmesi çok sade olmuş ve bunu gören Müslümanlar, evlenmede yaptıkları gereksiz harcamaları terk etmişlerdir. Geçim sıkıntısı yüzünden dağılmaya yüz tutmuş birçok aile varken; bunlara duyarsız kalarak akla hayale sığmayacak türden israfın hâkim olduğu düğünleri, insanlık ve Müslümanlıkla bağdaştırmak mümkün değildir. Öyleyse düğünlerde dine aykırı her 270 türlü davranıştan, israf ve gösterişten kaçınmamızın dini bir yükümlülük olduğu bilinciyle hareket etmeliyiz.” (3 Ağustos 2001) 3.3.3.2. Cenaze YARGI 2: “Ölüm ve cenaze ile ilgili dini merasimlere; bilgisizlik ve eski kültürlerin etkisi sebebiyle bazı bid’at ve hurafelerin karıştığı görülmektedir. Cenazenin arkasında alkış tutulması, şarkı ve türkü söylenmesi, cenazenin, tabutun ve kabrin başında çalgı çalınması, cenazeyi taşırken yüksek sesle zikir yapılması, mezarda para dağıtılması veya para toplanması, mezarlara bez bağlanması, mum yakılması gibi İslam’ın ruhuna uygun olmayan davranışlar İslam dinine sonradan sokulmuş bidatlardır. Bunların ölüye hiçbir faydası yoktur… Bu dünyada insan, mümin olarak yaşayıp mümin olarak ölmek için gayret etmelidir. Dünyada bir eser ve hoş bir seda bırakarak ölebilirsek ne mutlu bizlere. Geride kalanlara düşen görev; ölenin ailesine taziyede bulunmak, onlara yemek ikram etmek, ölenin borcunun ödenmesine yardımcı olmak, vasiyetini yerine getirmek, ölü için dua etmek, hayır hasenatta bulunmak, geride bıraktıklarını, dost ve arkadaşlarını gözetmek, kabirleri ziyaret etmek suretiyle ibret almaktır. Zira musalladaki her cenaze, ziyaret edilen her kabir, en etkili hatipten daha tesirlidir.” (27 Nisan 2001) 3.3.3.3. Selamlaşma YARGI 3: “Selâmlaşmak, Müslümanlar arasında sevgi ve saygıyı geliştirir, barışı sağlar, samimiyeti artırır… Selamlaşma; tanışmamıza, kaynaşmamıza vesile olmakta; aramızdaki kırgınlık ve dargınlıkları kaldırarak, birbirimize yaklaşmamızı sağlamaktadır… Selam vermek sünnet, almak farzdır. Müslümanların buna riayet etmemesi ise günahtır. Kıyamet gününde, Rabbimizin rahmetine ermek ve cennetine girmek için, bu güzel duayı, yani selamı birbirimizden esirgemeyelim.” (31 Ağustos 2001) 3.3.3.4. Kandil YARGI 4: “Muhterem Müslümanlar! Önümüzdeki Pazarı Pazartesiye bağlayan gece Mevlit Kandilidir. Sevgili Peygamberimizin doğum yıldönümünü kutlarken Müslüman’a yaraşanın onun yüksek ahlakını benimsemek, ailesine, çevresine, milletine ve devletine yararlı bir insan olmaktır.” (1 Haziran 2001) 271 YARGI 4: “Üç aylar, Mevlid, Regâib, Miraç, Berât kandilleri ile Kadir gecesi gibi vakitler de müslümanların özel olarak, Cenâb-ı Hakk’a yönelip tevbe ve istiğfarda, duâ ve niyâzda bulundukları, nâfile ya da kazâ namazı gibi ibadetlerle değerlendirdikleri, bereketli zamanlardır… İçinde; Regaip, Miraç, Berat ve Kadir gecelerinin yer aldığı, Recep, Şaban ve Ramazan aylarından oluşan maneviyat mevsiminin dînî hayatımızda özel bir yeri vardır. Kin ve nefretin unutulduğu, herkesin kendisini güven içinde hissettiği; Peygamberimizin ‘Allah’ım! Recep ve Şabanı hakkımızda hayırlı ve mübârek kıl, bizi Ramazana ulaştır’ duâlarıyla iltifat buyurduğu üç aylar, mübarek gecelerle nurlanmış; namaz, oruç, zekat ve sadaka gibi ibadetlerle süslenmiştir… Muhterem Müslümanlar! 18 Eylül Salı günü Recep ayının birinci günüdür. 20 Eylül Perşembe akşamı da Regaib kandilidir. Hepimiz için hayırlara vesile olmasını Yüce Allah’tan dilerim.” (14 Eylül 2001) YARGI 4: “Muhterem Müslümanlar! Bazı zaman ve mekânlar, içinde cereyan eden önemli hadiseler sebebiyle değer kazanmışlardır. Bu değerli zamanlardan biri de, önümüzdeki Cumartesiyi Pazar’a bağlayan, Recebin 27. Gecesi, Miraç gecesidir… Muhterem Mü’minler! Miracı; sınırlı gücümüz ve dar ölçülerimizle değil, her şeyi bilen Yüce Allah’ın kudretinin ölçüleriyle değerlendirip ona iman gözüyle bakmamız gerekir. Günümüzde Miracı anlamak, eskiye nispetle daha kolaydır… Miraç kandilinin, hepimiz için hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Hak’dan niyaz ederim.” (12 Ekim 2001) YARGI 4: “Aziz Mü’minler! Önümüzdeki Çarşambayı Perşembeye bağlayan gece, mübarek Berat Gecesidir. “Berat” kelimesi; günah, suç, borç ve cezadan kurtulma demektir. Berat ve kadir geceleri, Cuma ve bayram günleri gibi mübarek gün ve geceler; Müslümanların Allah’a yöneldikleri, çeşitli ibadetlerle meşgul oldukları, hayır ve hasenat yaptıkları; dua, tevbe ve istiğfar ile günahlarının bağışlanmasını niyaz ettikleri bereketli ve feyizli zamanlardır… Muhterem Müslümanlar! Rahmeti gazabını geçen Yüce Rabb’imizin hayır ve bereketini, af ve mağfiretini yağmur gibi üzerimize yağdırdığı bu mübarek geceyi fırsat bilip tevbe, dua ve niyaz ile geçirmeli; bu ilâhî ziyafetten faydalanmak için elimizden gelen gayreti göstermeliyiz… 272 Geçtiğimiz yıl, Berat gecesine erişip de ölümü akıllarından bile geçirmeyen birçok insan, dünyadan göçüp gitmiştir. Ölüm, herkes için mukadderdir. Hiçbirimizin, bir sene daha yaşayacağına garantisi yoktur. O halde, yüce Allah’ın bizlere bahşettiği Berat gecesi gibi mübarek vakitleri güzelce değerlendirelim. Bu vakitlerin, bir ganimet olduğunu bilelim. Yüce Rabbimizin, her zaman açık olan tevbe kapısına yönelelim. Bu geceyi, gafletle geçirmeyelim. Yakınlarımızı, komşularımızı, yoksulları görüp gözetmeyi unutmayalım. Birbirimize, sevgi ve saygı gösterelim. Hep iyiliğe yönelelim.” (26 Ekim 2001) YARGI 4: “Muhterem Müslümanlar! Yüce Allah; en büyük mucize olan Kur’an-ı Kerim’i, Peygamber Efendimize mübârek Kadir gecesinde indirmiştir. Bütün insanlığa huzur ve saadet yollarını gösteren Kur’an-ı Kerim’dir. Sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), bütün insanlığı Kur’an-ı Kerim ile aydınlatmıştır… … Kur’an-ı Kerim, Ramazanı şerifte ve Kadir gecesinde indirilmiştir. Peygamber Efendimizin, en büyük mucizesi Kur’an’dır. Sevgili peygamberimiz, kalpleri onunla fethetti, gönülleri onunla nurlandırdı, insanlığı onunla hidayete ulaştırdı. Bu bakımdan Kadir gecesi, şerefli ve nurlu bir gecedir… Bin aydan hayırlı olan bu geceyi ihya etmek, insan için ne büyük bir mazhariyettir, ne büyük mutluluktur. O gece; mü’minler için baştan sona kadar selâmdır, hayırdır, berekettir. Ne mutlu bu geceye kavuşup ihya edebilenlere!” (7 Aralık 2001) 3.3.3.5. Hac YARGI 5: “Hac günleri, dilleri, renkleri, giyimleri ve ülkeleri farklı, ama gayeleri ve yürekleri bir, milyonlarca Müslümanın; ‘lebbeyk, Allahümme lebbeyk / Ey Allah’ım! Emrin başım üstüne, emrine itaat etmeye hazırım’ diyerek arşı inleten nidalarının yükseldiği günlerdir.” (16 Şubat 2001) 273 Tablo 3: Ritüeller Birimi Açısından Kategoriler 2001 YILI CUMA HUTBELERİNDE “RİTÜELLER”E İLİŞKİN SÖYLEMİN “EVLİLİK/DÜĞÜN, CENAZE, SELAMLAŞMA, KANDİL, HAC” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ ONAYLAMA KATEGORİSİ YADSIMA KATEGORİSİ 1.1. Evlilik fert, toplum, vatan, millet ve devlet için mutluluk, güven ve güç sağlar İslam dini sayısız yararı olan evlenmeyi ve nikahlı yaşamayı teşvik eder. 1.1. İslam dini evlenmemeyi ve nikahsız yaşamayı onaylamaz. Evliliğin olmaması ve nikahsız birlikteliklerin olduğu toplumlarda fert, toplum, vatan, millet ve devlette mutluluk, güven ve güç hüküm sürmez. 1.2. Neslin devamını sağlamanın meşru yolu evlenmektir. Bir Müslüman evlenirken ve düğün yaparken ölçülü davranır, milli ve manevi değerlerimize uygun davranışları sergiler. 1.2. Evlilik olmadan neslin devamını sağlamak meşru değildir. Evlenirken ve düğün yaparken ölçülü olmayan ve milli ve manevi değerlere uygun olmayan davranışların sergilenmesi Müslümanlığa uygun olmaz. 2.1. Cenaze törenlerinde İslam’ın ruhunda olmayan ve İslam dinine sonradan sokulmuş bidatlardan uzak durulmalıdır. Ölenin yakınları ziyaret edilmeli, onlara yardımcı olunmalı, ölenin arkasından dua edilmeli ve mezarı ziyaret edilmelidir. 2.1. İslam’a sonradan sokulmuş bidatlardan uzak durulmazsa İslam’ın ruhuna uygun davranılmış olmaz. Ölenin yakınlarını ziyaret etmemek, onlara yardımcı olmamak, ölenin mezarını ziyaret etmemek ve arkasından dua etmemek yanlıştır. 3.1. Selamlaşmak, Müslümanlar arasındaki kırgınlıkları kaldırır, yakınlaşmayı artırır. İslam selam vermeye ve almaya büyük önem vermiştir. 3.1. Selamlaşma olmazsa Müslümanlar arasında yakınlaşma tam olarak sağlanamaz. Selam vermemek ve almamak İslam’ın en önemli değerlerinden birine uymamaktır. 4.1. Müslüman, Peygamberin doğum 4.1. Müslümanın, Peygamberin doğum yıldönümünü topluma yararlı bir yıldönümünü topluma yararlı bir insan insan olarak kutlamalıdır. olarak kutlamaması yanlıştır. 4.2. Mevlid, Regâib, Miraç, Berât kandilleri ile Kadir gecesi gibi mübarek gecelerde kin ve nefret unutulmalı, herkes kendisini güven içinde hissetmeli, tövbe edilmeli, namaz, oruç, zekat ve sadaka gibi ibadetlerin yerine getirilmelidir. 4.2. Mübarek kandil gecelerinin içinde bulunduğu üç aylarda kin ve nefret unutulmazsa, insanlar kendisini güven içinde hissetmezse, tövbe edip, namaz, oruç, zekat ve sadaka gibi ibadetleri yerine getirmezse dine uygun hareket edilmiş olmaz. 274 4.3. Miracı anlamak sınırlı aklın ötesinde bir imanı gerektirir. 4.3. Sınırlı güç ve dar ölçülerle miracı anlamak mümkün değildir. Allah’a iman edilmezse miraç anlaşılamaz. 4.4. Berat gecesini ve mübarek gün ve geceleri iyi değerlendirmek, ibadet ve dualarla meşgul olmak yakınları, komşuları ve yoksulları görüp gözetmek, sevgi ve saygı göstermek ve her zaman iyiliğe yönelmek bir Müslümanın görevidir. 4.4. Berat gecesi ve mübarek gün ve geceler iyi değerlendirmez, ibadet ve dualarla meşgul olunmaz, yakınlar, komşular ve yoksullar görüp gözetilmez, sevgi ve saygı gösterilmez ve her zaman iyiliğe yönelinmezse Müslümanlık görevi yerine getirilmiş olmaz. 4.5. Bütün insanlığa huzurun ve 4.5. Bin aydan daha hayırlı olan kadir mutluluğun yollarını gösteren Kuran gecesini iyi değerlendiremeyenler büyük kadir gecesinde indirildiğinden bu bir şanstan mahrum kalırlar. geceyi iyi değerlendirmek gerekir. 5.1.Hac, farklı dillerden ve renklerden 5.1. Dil ve renk ayrımı haccın ruhuna milyonlarca Müslümanın aynı amaçla uygun değildir. bir araya gelmeleridir. 3.3.3.6. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Ritüeller” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi 2001 yılı Cuma hutbelerinde ritüellerle ilgili söylemin ideolojik inşası, evlilik/düğün, cenaze, selamlaşma, kandil, hac açısından incelenmektedir. Ritüellere ve törenlere, dinin ibadet biçimi olmalarının yanında ortak ve toplumsal yaşamın biçimleri olarak da değinilir. Bu bağlamda, evlilik, nikah ve neslin meşru devamı; cenaze, bidatlar ve ölenin yakınlarının ziyaret edilmesi; selamlaşma, yakınlaşma; kandil, Mevlid, Regâib, Miraç, Berât kandilleri ve Kadir gecesi; hac ise farklılıkların bir araya gelmesiyle ilgili ifadelerle işlenmektedir. Evliliğin önemi sadece birey açısından değil toplumsal açıdan da ortaya konulmaktadır. Bu anlamda evlilik en temelde fert, toplum, vatan, millet ve devlet için mutluluk, güven ve güç kaynağı olarak görülmekte, İslam dininin evlenmeyi ve nikâhlı yaşamayı teşvik ettiği belirtilmektedir. Neslin meşru yollardan devamı ancak evlilikle sağlanmaktadır. Müslüman bir 275 kimsenin evlenirken ve düğün yaparken aşırıya kaçmaması, ölçülü olması ve milli ve manevi değerlere bağlı kalması gerektiği ifade edilmektedir. 2001 Cuma hutbelerinde cenaze törenlerinin İslam’a uygunluğuna yer verilmektedir. Buna göre İslam’ın özünde bulunmayan ve İslam dinine sonradan sokulmuş bidatlardan uzak durulması tavsiye edilmektedir. Yapılması gereken, ölenlerin yakınlarını ziyaret etmek, onlara yardımcı olmak, ölene dua etmek ve ölenin mezarını ziyaret etmektir. Hutbelerde, anlaşmazlıkları Müslümanlar bulunanların arasında ve yakınlaşma kırgınların açısından barışması ve açısından selamlaşmanın önemine değinilmektedir. Genel olarak İslam’ın selam vermeye ve almaya büyük anlam atfettiği bildirilmektedir. Müslümanlar açısından önemli günlere ve gecelerle ilgili özel açıklamalara ve tavsiyelere de hutbelerde yer verilmektedir. Her şeyden önce Hz. Muhammed’in doğum yıldönümünü kutlamanın toplum açısından önemi belirtilmektedir. Mevlid, Regâib, Miraç, Berât kandilleri ile Kadir gecesi gibi gecelerde kin ve nefretin unutulması, herkesin kendisini güven içinde hissetmesi, tövbe edilmesi, namaz, oruç, zekat ve sadaka gibi ibadetlerin yerine getirilmesi öğütlenir. Miracın anlaşılması için sınırlı bir aklın yeterli olmadığı, imanın gerekli olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca, Berat gecesinin ve mübarek gün ve gecelerin gerektiği gibi değerlendirilmesi, bu gecede ibadet ve dua edilmesi, ihtiyaç duyanlara yardım edilmesi tavsiye edilmektedir. Son olarak Kuran’ın indirildiği Kadir gecesinin iyi değerlendirilmesi istenmektedir. Hutbelerde yer verilen bir başka konu da haccın, birbirinden çok uzak coğrafyalardan gelen farklı dil ve renklerden Müslümanların aynı mekânda buluşmalarını ve birbirleriyle kaynaşmalarını sağladığı belirtilmektedir. 276 3.3.4. İnsan İnsan birimi içinde öncelikle çocuk, kadın, anne/baba, genç/yaşlı, kardeş, vatandaş, insan ve kul alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise ortaya çıkan yargısal ifadeler hakkında değerlendirme yapılmaktadır. 3.3.4.1. Çocuk YARGI 1: “… evlat, hayatı tanımaya, akli ve ruhi melekelerinin gelişmeye başladığı çocukluk döneminde, sevgiye doyurulmalı, sağlıklı ve dengeli bir ruh yapısına kavuşturulmalıdır.” (30 Mart 2001) YARGI 1: “Toplumu meydana getiren en önemli unsur çocuklardır. Onlar hayatın başlangıcı ve bugüne taşıyanlardır. Bugünün çocukları da hayatı yarına taşıyacaklardır. Çocuk; gözümüzün aydınlığı, evimizin neşesi ve dünya hayatının meyvesidir. Geleceğimizin teminatıdır. Onların iyi terbiye edilmesi gerekir. Değerli Mü’minler! Allahü Teala Kur’an-ı Kerim’de çocuklar için; ‘Dünya hayatının süsü ve zineti...’ buyurmuştur. Yüce Kitabımızın süs ve zinet olarak vasıflandırdığı bir varlığı, İslam’ın emrettiği şekilde büyütmek ve terbiye etmek gerekir….Çocuğa Allah’ın emirlerini emrederken çok dikkatli davranılması gerekir…. Mü’minler! Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde her anne-baba çocuklarını iyi terbiye etmekle emrolunmuştur. Bu görevlerin ihmali yaşanılan toplum için büyük zararlar meydana getirir. Küçük yaşta çocukları terbiye etmez veya ihmal edersek, büyük yaşlarda isyan ettiklerinde, bir felaketle karşı karşıya geldiklerinde şikayete hakkımız olamaz. O halde Mü’minler! Gözümüzün aydınlığı, evimizin neşesi ve dünya hayatının meyvesi olan çocuklarımızı iyi terbiye edelim. Onların kalbine; Allah, Peygamber ve vatan sevgisini yerleştirelim. Zamanında onları ibadetlere alıştıralım.” (20 Nisan 2001). YARGI 1: “Canlılar arasında insanın ayrı bir yeri vardır. Yeni doğan çocuk, hayatını devam ettirebilmek için zorunlu olan en tabii ihtiyaçlarını bile karşılamaktan acizdir. Belli bir süre bakıma, himayeye, şefkate muhtaçtır.” (11 Mayıs 2001) 277 YARGI 1: “İyi veya kötü alışkanlıklar, çoğunlukla çocukluk ve gençlik çağlarında edinilir. Çocukların yetiştirilmesinde, hayattaki başarılarında, topluma faydalı bir insan olmalarında yegâne unsur; aile, okul ve çevredir. Okuldan beklenilen, ailenin çocuğa verdiği güzel terbiyeyi geliştirmek, varsa kötü alışkanlıklardan vazgeçirmek ve ona daha olgun bir kişilik kazandırmaktır. Çocuklar, zamanlarının büyük bir bölümünü okulda geçirdikleri için, onları iyiye ve doğruya yönlendirmede, okulda aldıkları eğitim ve öğretim önemli rol oynar. İnsan, ruh ve bedenden oluşan akıllı bir varlıktır. Bu nedenle, çocuğu sadece maddi veya sadece manevi yönden yetiştirmek, onu yarı yarıya ihmal etmek olur. Çocuğun yetiştirilmesinde asıl olan, onun her iki yönünü de dikkate almaktır. Bir çocuğa verilecek eğitim ve öğretim esnasında onun, din ve ahlâk eğitimini de, ihmal etmemek gerekir. Çünkü, maddî ve mânevi yönü ile yetiştirilmemiş olan bir çocuğun, kendisi, ailesi ve beraber yaşadığı toplum için pek yararlı olamayacağı açıktır. Çünkü, mânevî terbiyeden mahrum olan bir insan, maddeciliğin, gururun ve bencillik duygusunun içinde kalır ve sadece kendini düşünür. Muhterem Mü’minler! Anne ve babanın çocukları ile ilgilenmesi, onları sevmesi ve dinlemesi, onlarla konuşması ve anlamaya çalışması, çocukların iyi yetişmesi açısından çok önemlidir.” (23 Kasım 2001) YARGI 1: “…[E]vlat, hayatı tanımaya, akli ve ruhi melekelerinin gelişmeye başladığı çocukluk döneminde, sevgiye doyurulmalı, sağlıklı ve dengeli bir ruh yapısına kavuşturulmalıdır.” (30 Mart 2001) 3.3.4.2. Kadın YARGI 2: “İslam’da eşler birbirlerine karşı yükümlü ve sorumlu kılınmışlardır. Ailede erkeğin kadına nasıl davranacağı konusunda Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır. ‘İmanı en olgun olan mü’min, ahlakça en güzel olandır. En hayırlınız da hanımına en güzel davranandır.’ Aile hayatı konusunda da en güzel örneği teşkil eden Peygamberimiz, hiçbir zaman hanımlarına sert muamelede bulunmamış ve onlara karşı daima iyi davranarak, şefkatle muamele etmiştir. … Muhterem Müslümanlar! Kadınlar, Yüce Allah’ın bizlere birer emanetidir. Nitekim, Sevgili Peygamberimiz Veda Hutbesinde; ‘Kadınlar size Allah’ın bir emanetidir.’ buyurmuştur. Dolayısı ile bu emanete saygılı davranmak herkesin boynunun borcudur. İslamiyet, kadının toplumdaki yerini çok iyi ve sağlam bir şekilde belirlemiştir. Kadın, insan neslini doğuran ve yetiştiren muhterem bir varlıktır. Onun kalbi, sevgi ile nakış nakış işlenmelidir ki, çocuklarını o sevgiyle korusun, büyütsün ve topluma yararlı insanlar haline getirebilsin. .. Bu itibarla kadın ailenin ve dolayısıyla da 278 toplumun temel taşıdır. Onun hazırlayacaktır.” (30 Mart 2001) mükemmelliği, toplumun mükemmelliğini YARGI 2: “Aziz Müslümanlar! İslam’da kadın, bazı kötü niyetlilerin iddia ettikleri gibi; kişiliği olmayan, bu sebeple de kocaya tabi olmak zorunda kalan, kendisini yönetmekten aciz, aklı bir şeye ermeyen bir varlık asla değildir. Bilakis, mehir isteme ve mülk edinme hakkına sahip şahsiyetli bir varlıktır. Evlilik müessesesinde erkeğin hayat arkadaşı olarak kabul edilmiştir. Bütün bu güvenceler karşısında, inançlı bir kadının aldığı insani ve dini terbiye; onun çocuğunu şefkatle emzirmesini de, evin işlerinde kocasına yardımcı olmayı da ona telkin eder. İslamiyet, kocasına itaat eden, geçim ehli bir hanımın, Allah’ın rızasına nail olacağını müjdeler ve ona layık olduğu değeri verir.” (30 Mart 2001) YARGI 2: “Dinimiz, erkek-kadın her Müslümana, okuyup öğrenmeyi farz kılmıştır.” (23 Kasım 2001) 3.3.4.3. Anne/Baba YARGI 3: “Anne ve babalarımız başta olmak üzere; yaşı bizden ileride olan, tanıdığımız olsun ya da olmasın bütün büyüklerimize karşı saygı ve hürmet göstermek dini, milli ve insani bir görevdir.” (19 Ocak 2001) YARGI 3: “Dinimiz, ana-babaya geleceğin anneleri olması bakımından; kız çocuğunun terbiyesi üzerine daha bir hassasiyetle ve sevgiyle eğilmeyi tavsiye etmektedir. Kız çocuğunu bakıp büyütüp, güzelce terbiye edene cennet, hem de cennette en güzel makam, Rasulullah’a (S.A.S.) komşu olma makamı va’d edilmektedir.” (30 Mart 2001) YARGI 3: “Canlılar arasında insanın ayrı bir yeri vardır. Yeni doğan çocuk, hayatını devam ettirebilmek için zorunlu olan en tabii ihtiyaçlarını bile karşılamaktan acizdir. Belli bir süre bakıma, himayeye, şefkate muhtaçtır. Bu çocuğa en iyi bakacak, onu her türlü olumsuzluklara karşı, kendi hayatını bile tehlikeye atarak koruyacak ve himaye edecek olan yegane varlık annedir. O anne ki, çocukları için bir çok sıkıntılara katlanır. Sevgi ve şefkat duyguları ile onları her türlü tehlikelerden, dert ve sıkıntılardan korumaya çalışır. Onların büyümeleri ve iyi bir insan olmaları için eşiyle birlikte çalışır, didinir. O, gerektiğinde yemez, yedirir. Giymez, giydirir… Aziz Mü’minler ! Anne sevgisi, sevgilerin en güzelidir. Anne; bağlılığın fedakarlığın, cömertliğin, karşılık beklemeden vermenin ve sevmenin sembolüdür. Anne, ilâhi rahmete benzer. Hep verir, fakat karşılık beklemez. 279 Yüce dinimiz, anneye ve anne sevgisine özel bir yer vermiş, cenneti annelerin ayakları altına sermiş, vaktinde kılınan namazdan sonra en sevimli işin anneye iyilik etmek olduğunu, Allah’ın rızasını kazanmanın, cennete ulaşmanın en kestirme yolunun anneye hizmetten ve anneyi gereği gibi sevmekten geçtiğini bildirmiştir. Muhterem Mü’minler ! Anneler, senenin belli bir gününde sevilip, diğer zamanlarda ihmal edilecek varlıklar değildir. Anneler, ömür boyu sevgiye, saygıya, hizmete ve hürmete layık en yüce varlıklardır. Anneler, başların tacı, gönüllerin ilacıdır. -Ne mutlu, annelerini, layıkıyla sevenlere; onları her zaman hatırlayanlara, annelerine en güzel şekilde hizmet edenlere, annelerinin hayır dualarını alıp, dünya ve âhiret mutluluğuna erebilenlere.” (11 Mayıs 2001) YARGI 3: “Allah, insanın ve bütün kainatın yaratıcısıdır. Anne ve babamız ise dünyaya gelişimizin sebebidirler… Dinimiz, anne-babanın çocukları için katlandığı sıkıntılara, çektiği çilelere karşılık onları mükafatlandırmış, Allah’ın rızasının kazanılabilmesi için öncelikle anne-babanın rızasının kazanılmasını emretmiştir. Anne-babanın rızasını kazanmak; gönüllerini hoş tutmakla, onlara hizmet etmekle, öğütlerini dinlemekle, onlara saygılı davranmakla, emirlerini yerine getirmekle, onları üzmemekle, incitmemekle, ihtiyaçları varsa o ihtiyaçları gidermekle mümkün olur. … Anne-babamız bize darılsalar da, kırıcı ve acı sözler söyleseler de, onlara daima güler yüz göstermeli, hoş görülü olmalıyız. Onlardan hiçbir zaman şikayet etmemeliyiz.” (11 Mayıs 2001) 3.3.4.4. Genç/Yaşlı YARGI 4: “Muhterem Kardeşlerim! Dünya hayatı geçicidir, bugünün gençleri yarının büyükleri olacaktır. Bugün gücü kuvveti yerinde olan, tuttuğunu koparan insanlardan bir kısmı belki ihtiyarlamadan dünya hayatına veda edecek, bir kısmı da ihtiyarlayıp gücünü, kuvvetini kaybedecektir. Bu hayatın bir gerçeğidir ve asla değişmez. Bundan dolayı yaşlılara devamlı saygılı olmalıyız. Dinimize göre genç bir insan yaşlılara gençliğinde hizmet ederse Yüce Allah da yaşlılığında ona hürmet edecek kimseler nasip eder. … Aziz Cemaat! Büyüklere saygı bir eğitim ve kültür işidir. Bizlere düşen görev Yüce Allah’ın emrettiği, peygamber efendimiz (s.a.s)’in tavsiye buyurduğu şekilde hareket ederek, daima yaşlılara karşı sevgi ve saygıda kusur etmemektir. Bu cümleden olarak: Toplu taşıma araçlarında yaşlılara, özellikle hanımlara yer verelim. Onlar ayakta iken biz oturmayalım. 280 Bir iş ya da alış-veriş maksadıyla sıraya girilmişse, aynı şekilde yaşlılara ve hanımlara öncelik verelim. Elinde ağır bir yük taşıyan büyüklerimize yardımcı olalım. Karşıdan karşıya geçmekte zorlanan, yardıma muhtaç olduğunu farkettiğimiz herkese yardım edelim. Unutmayalım ki bugünün yaşlıları dünün gençleri olduğu gibi bugünün gençleri de yarının ihtiyarları olacaklardır.” (19 Ocak 2001) YARGI 4: “Muhterem Mü’minler! Gençlik, tüm hareket ve heyecanıyla, geçen dünümüzün adı. Yaşadığımız geleceğe döndüğümüzde, istikbalimizi teslim edeceğimiz yarınlarımızdır. Bir ülkenin yarınlarından emin olması, yetiştirdiği gençliğin sağlıklı, duyarlı ve tutarlı olmasıyla mümkündür... … [G]ençliğin iyiye, güzele yönlendirilmesiyle elde edilebilir. Gençlik ihmale uğrar, yoldan çıkarsa hem o toplum ve hem de gençliğin kendisi ülke için bir endişe ve üzüntü kaynağı haline gelir. Aziz Mü’minler! Gençliğin yaratılışından kaynaklanan sürekli hareketliliği, ülke yararına yönlendirilemediği zaman, gençlik çeşitli mihrakların ve kötü emelli kişilerin tesir alanı içerisine düşebilir. Bir toplumu yok etmek, yıpratmak ve zora sokmak isteyen şer güçler, öncelikle o toplumun değerlerini ve gençliğini hedef alırlar. Bilirler ki; Değerlerini yitirmiş, gençliği ifsat olmuş milletler, şer güçlere karşı dayanma gücünü devam ettiremezler. İç barış ve huzurlarını kaybederler. Bunun için de terör ve uyuşturucu belasını silah olarak kullanırlar. … Sevgili gençlerimiz! Şunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmamalısınız ki, sizler bizim ümidimiz ve geleceğimizsiniz. Cennet vatanımız üzerinde oynanmak istenen oyunları bozacak ve boşa çıkaracak güçtesiniz. Ömrünüzün baharı sayılabilecek bu çağ, sevgi ve nefreti en yoğun yaşadığınız çağdır. Nefret kötülerin, sevgi ise Allah’ın iyi kullarının yoludur.” (18 Mayıs 2001) 3.3.4.5. Kardeş YARGI 5: “Yüce Allah Müslümanları Kur’an’da “Kardeş” ilan etmiştir. O halde Müslüman, kendisi için istediğini kardeşi için de istemek ve sevmek zorundadır.” (9 Şubat 2001) YARGI 5: “İslam’ın özelliklerinden biri de içtimai hayata önem veren bir din olmasıdır. Böyle bir toplumu oluşturan fertler, sıradan bir topluluğun üyeleri değil, birisinin acısı hepsini etkileyen bir vücudun uzuvları gibidir. Bu toplumu oluşturan bütün fertler kardeştir. Peygamberimizin ifadesiyle, İslam toplumunda Mü’minin mü’mine bağlılığı, taşları birbirine kenetli bir bina gibidir. 281 … Düşkünlere yardım etmek, İslam kardeşliğinin bir gereği ve gerçek mü’minin özelliklerindendir.” (8 Haziran 2001) YARGI 5: “Muhterem Müslümanlar! Bu esasın bozulmaması için de onları karşılıklı birtakım vazifelerle mükellef kılmıştır. Bu vazifelerden biri de, selamlaşmadır. Dinimiz, Müslümanları kardeş ilan etmiş ve bu kardeşliği imandan kaynaklanan bir sevgi ve saygı esasına bağlamıştır.” (31 Ağustos 2001) 3.3.4.6. Vatandaş YARGI 6: “Milletlerin tarihinde zaman zaman sıkıntılı ve zor dönemler olmuştur. Üzülerek müşahede etmekteyiz ki; milletimiz 30 yıldır ağır bir enflasyonist baskı altında yaşıyor. Ekonomimiz ciddi problemler ile karşı karşıya. Bu bağlamda [D]öviz dengesinin istikrara kavuşamaması, döviz kurlarının aşırı derecede yükselmesi, milli paramızın değerinin gittikçe düşmesine ve sonuç olarak da vatandaşlarımızın her geçen gün biraz daha fakirleşmesine sebep olmaktadır. Artık maalesef milli paramız yerine evler, yabancı paralar ile kiralanmakta, çarşı pazarda insanımız döviz ile alış-veriş yapmaktadır. Ülkede emek sermaye- istihdam ve üretim dengesi, yerini sadece döviz alınıp satılan bürolara bırakmıştır. Bu gidiş doğru değildir.” (31 Ağustos 2001) 3.3.4.7. İnsan YARGI 7: “Muhterem Müslümanlar ! Sonsuz kudret sahibi olan yüce Allah, insanı en güzel bir şekilde yaratmış, şan ve şeref sahibi kılmış, ruhundan ona üflemiş, yeryüzünü insana boyun eğdirmiş ve sayamayacağımız nice nimetleri insanoğlunun emrine vermiştir. Gerçekten eğitilmiş ve yaratılış gayesine uygun olarak yetiştirilmiş insan, seven ve sevilen, merhamet eden, herkesle hoş geçinen ve kendisiyle hoş geçinilen; kendisiyle, ailesiyle, içinde yaşadığı toplumla, milletiyle ve bütün insanlıkla barışık olandır.” (21 Eylül 2001) YARGI 7: “Muhterem Müslümanlar! Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah tarafından Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.)’e gönderilen son ilâhî kitaptır. Bu aziz Kitab’ın muhatabı bütün insanlar, gayesi de; bütün insanların, dünya ve ahiret mutluluklarını sağlamaktır. Bu gayeye ulaşabilmemiz için; Kur’an’ı okumamız, anlamamız, emir ve yasaklarına uymamız gerekir. 282 Aziz Mü’minler! “Bitmez-tükenmez bir ilim, hikmet ve saadet kaynağı olan Kur’an; nûru ile âlemleri aydınlatan, ruhlara şifa veren, insanların güçlü bir vicdana ve sağlam bir imana sahip olmasına vesile olan, akılları ve gönülleri aydınlatan yüce bir kitaptır. Öyle ise, hayatın manasını anlamamız, iyi bir insan olmamız, değişen ve gelişen dünyanın ağır şartlarını göğüsleyebilmemiz için, Kur’an’a başvurmamız ve ondan öğütler almamız gerekir. Bütün benliğimizle o yüce Kitab’a yönelmeli, eşsiz güzelliklerini kavramalı ve ilkelerini hem kafamıza hem de gönlümüze nakşetmeliyiz.” (19 Ekim 2001) YARGI 7: “İnsan, oruç sayesinde, nefsine ve nefsinin kötü arzularına hakim olma iradesini güçlendirir. Böylece kötü istek ve arzulardan uzak durması, günah işlemekten sakınması daha kolay olur… Muhterem Müslümanlar! Oruç, nefsi terbiye eder ve iradeyi güçlendirir. Bu sayede, insan daha sabırlı ve tahammüllü olur.” (16 Kasım 2001) YARGI 7: “Muhterem Müslümanlar! İslâm dini, ilim, irfan, hikmet ve hakikat dinidir. Her hükmü, insanın yapısına ve hayat düzenine uygun olan, dünya ve ahiret saadetini temin eden bir dindir. İslam Dininin insanlığa ilk mesajı ‘oku’ olmuştur. Bunun anlamı üzerinde çok iyi düşünmek gerekir. Çünkü insan, okumak ve öğrenmekle doğruyu bulur, mutluluğa erer, vatanına ve milletine yararlı olur.” (23 Kasım 2001) YARGI 7: “Değerli Mü’minler! Yüce dinimiz İslam’ın ana hedefi, insanların dünya ve ahiret saadetini temin etmektir. İnsan, Cenab-ı Hakk’ın yer yüzündeki halifesidir. Allah bütün nimetleri O’nun istifadesine sunmuştur. İnsana saygı ve hürmet dinimizin emri, ahlaki değerlerimizin de temel taşıdır.” (19 Ocak 2001) YARGI 7: “Aziz Mü’minler! Varlıkların en şereflisi insan, daima çalışmak zorundadır. Onun beslenme, barınma ve giyinme gibi önemli ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçların temini ve insanın onurunu koruması, hayatını devam ettirmesi için çalışması vaciptir.” (2 Şubat 2001) YARGI 7: “Muhterem Müslümanlar! Cenab-ı Hakk’ın yarattığı varlıklar içinde en mükemmel varlık insandır. Bu mükemmelliğine rağmen insan, tek başına hayatını sürdüremeyen ve mutlaka birlikte yaşamaya muhtaç olan bir canlıdır.” (9 Şubat 2001) 283 YARGI 7: “Muhterem Müslümanlar! Yüce Allah, insanı yaratılmışların en şereflisi olarak yaratmış. O’na akıl ve irade gücünü vermiş; Bununla yetinmeyerek Peygamberleri önder ve ilahi mesajları içeren kitapları da rehber olarak göndermiştir.” (23 Şubat 2001) YARGI 7: “İnsan; hayatını sağlık, afiyet ve mutluluk içerisinde sürdürdüğü müddetçe neşeli, mutlu, huzurlu ve verimlidir. Bu sayede insan hayatın tadı ve güzelliğine; ahiret alemindeki tüm saadetlerin kazanılmasına ulaşır.” (6 Nisan 2001) YARGI 7: “Muhterem Müslümanlar! Yaratılmışların en şereflisi olan insanın; yeme, içme ve barınma gibi maddî ihtiyaçlarının yanında, inanma ve ibadet etme gibi manevi ihtiyaçları da vardır. Çünkü insan, Allah’a ibadet etmesi için yaratılmıştır. Yüce Allah (c.c.); her şeyi insan için var etmiş ve insana sayamayacağı kadar çok nimet vermiştir. İbadet görevini yapabilmesi, salih ameller işleyebilmesi, kötülüklerden korunabilmesi böylece dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayabilmesi için insana akıl, irade, vicdan, iyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırabilecek yetenek vermiş, bununla yetinmemiş ilk insandan itibaren rehber olmak üzere peygamber ve kitaplar göndermiştir… İman ve ibadeti veya inkâr ve isyanı tercih edecek olan insanın kendisidir. İnsan bu tercihine göre mükâfat veya ceza görecektir… … insan, doğuştan din duygusu ile yüklü olarak yaratılmıştır. Hak veya batıl, doğru veya yanlış, her insanın bir inancı vardır. Müslüman olarak bize düşen görev; dinimizi öğrenmek, yaşamak, hikmet ve güzel öğütle insanlara anlatmaktır.” (13 Nisan 2001) YARGI 7: “Dinimizin muhatabı insan, gaye ve hedefi ise insanın dünya ve ahirette mutluluğu ve saadetidir, toplumun huzurudur.” (20 Nisan 2001) YARGI 7: “Muhterem Müslümanlar! Varlıkların en mükemmeli insandır. İnsan; sadece maddi bir yaratık değil, manevi yönü de olan bir varlıktır. İnsanın maddi hayatını devam ettirmesi için çeşitli nimetler veren Rabbimiz, maddi-mânevi hayatını devam ettirmesi için de kitaplar ve Peygamberler göndermiştir.” (15 Haziran 2001) 3.3.4.8. Kul YARGI 8: “Muhterem Müslümanlar! Varlıkların en şereflisi insanın dünyaya geliş maksadı, Yüce Rabbine kulluk etmek ve hem dünyası, hem de ahireti için çalışmaktır.” (2 Şubat 2001) 284 YARGI 8: “Herkesin hak ve hukukuna saygılı olalım. Kul hakkıyla Allah’ın huzuruna çıkmaktan sakınalım. Kul hakkını, hak sahibi bağışlamadıkça Allah’ın bağışlamayacağını bilelim. Dünyadaki bir çok kötülük, kavga ve cinayetlerin, insanlar arasındaki huzursuzlukların, kul haklarına saygı göstermemekten meydana geldiğini unutmayalım.” (6 Temmuz 2001) YARGI 8: “Varlıklar; ibadet, rızık, affedilme ve benzeri konularda Allah’tan yardım isterler. Allah; diriltmek, öldürmek, değerli veya değersiz kılmak, zengin veya fakir yapmak, isteyene vermek ve benzeri işlerde; her an kainatta tasarruf etmektedir. Madem ki; yer çalışıyor, gök çalışıyor; öyleyse bizim de Allah’ın kulları olarak çalışmamız, hem de çok çalışmamız gerekmez mi?” (27 Temmuz 2001) YARGI 8: “İbadet; bir Müslüman’ın Yüce Allah’ın varlığını, birliğini ve büyüklüğünü tasdik etmesi, O’na teslimiyetle boyun eğmesi, O’nun kulu olduğunu bilmesi ve saygı ile O’na itaatte bulunması demektir. Öyle ise ibadet, insanın asli görevidir. İnsana yakışan da, bu görevini yerine getirmesidir. Zaten insanın yaratılış gayesi, Allah’a kulluk etmektir.” (28 Aralık 2001) Tablo 4: İnsan Birimi Açısından Kategoriler 2001 YILI CUMA HUTBELERİNDE “İNSAN”A İLİŞKİN SÖYLEMİN “ÇOCUK, KADIN, ANNE/BABA, GENÇ/YAŞLI, KARDEŞ, VATANDAŞ, İNSAN, KUL” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ ONAYLAMA KATEGORİSİ YADSIMA KATEGORİSİ 1.1. Çocukların sağlıklı ve dengeli 1.1. Çocuklar sevgiye doymazsa sağlıklı olmaları için sevgiye doyurulmaları ve dengeli olamazlar. gerekir. 1.2. Toplumun en önemli parçası, geleceğin teminatı olan çocukların iyi terbiye edilmesi, Allah, Peygamber ve vatan sevgisiyle yetiştirilmesi dini bir zorunluluktur. 1.2. Çocuklar iyi terbiye edilmezse toplum için büyük zararlar meydana gelir ve büyük yaşlarda isyan ettiklerinde, bir felaketle karşı karşıya geldiklerinde şikayete hakkımız olamaz. 1.3. Bütün canlılardan farklı olarak yeni 1.3. Yeni doğan çocuğa bakmamak, ona doğan çocuk ihtiyaçlarını şefkat göstermemek yanlış bir karşılayamadığından ona bakmak, davranıştır. himaye etmek ve şefkat göstermek gerekir. 1.4. Çocuk yetiştirirken ailede, okulda 1.4. Çocuk eğitilirken maddi ve manevi ve çevrede hem maddi hem de manevi açıdan iyi bir eğitim verilmezse sağlıklı açıdan iyi bir eğitimin verilmesi gerekir. ve dengeli bir insan yetişmez. 1.5. Bir insan bebeklik döneminden 1.5. Bir insan bebeklik döneminden itibaren sevgiye doyurulursa sağlıklı ve itibaren sevgiyle doyurulmazsa sağlıklı dengeli bir ruha sahip olur. ve dengeli olamaz. 285 2.1. İslam’a göre kadın, ailenin ve toplumun temel taşıdır, erkeğe bir emanettir ve ona saygıyla ve şefkatle davranılmalıdır. Kadına sevgi gösterilirse o da çocuklarını sevgiyle büyütür ve topluma yararlı insanlar yetiştirir. 2.1. Kadına saygıyla ve şefkatle davranılmazsa ve sevgi gösterilmezse ailenin ve toplumun temel taşı olan emanete iyi bakılmamış ve topluma yararlı çocuklar yetiştirilmemiş olur. 2.2. İslam’da kadın zayıf ve akılsız bir 2.2. Kadının şahsiyetsiz ve haklara varlık değil tersine şahsiyeti ve hakları sahip olmadığını söylemek İslam’la olan bir varlıktır; çocuğunu büyütmesi bağdaşmaz. ve kocasına destek olması, inançlı bir kadının aldığı insani ve dini terbiyeden kaynaklanır. 2.3. İslam dinine göre her Müslüman 2.3. Müslüman olan erkek ve kadın erkek ve kadının okuması ve öğrenmesi okuyup öğrenmiyorsa İslam dininin şarttır. gereklerini yerine getirmemiş olur. 3.1. Anneye, babaya ve büyüklere 3.1. Anneye, babaya ve büyüklere saygı saygılı ve hürmetli olmak dini, milli ve ve hürmet göstermezsek dini, milli ve insani bir görevdir. insani görevler yerine getirilmemiş olur. 3.2. İslam dinine göre kız çocukların 3.2. Kız çocukları sevgiyle ve eğitimi çok daha önemlidir ve onların iyi hassasiyetle iyi biçimde eğitilmezse terbiye edilmesinin ödülü büyüktür. gelecek nesiller sağlıklı olmaz. 3.3. Anne çocuğu en iyi şekilde korur, büyütür, ona şefkat gösterir, onun için sıkıntılara katlanır ve fedakarlıklar yapar. Çocukları da ömür boyunca onlara sevgi, saygı, hizmet ve hürmet gösterirse dünyada ve ahirette mutlu olur. 3.3. Çocuğunu korumayan, şefkat göstermeyen, sıkıntılara katlanmayan ve fedakarlıklar yapmayan bir kimse iyi bir anne değildir. Annesine sevgi, saygı, hizmet ve hürmet göstermeyenler dünya ve ahiret mutluluğunu yakalayamaz. 3.4. Dünyaya geliş sebebi olan anne ve babayı mutlu etmek, Allah’ı mutlu etmektir. Onlar yanlış yapsalar bile onlara karşı hoşgörülü, güleryüzlü olmakla ve saygı göstermekle dinin gereği yerine getirilmiş olur. 3.4. Anne babasını mutlu etmeyen, ona karşı hoşgörülü, güleryüzlü ve saygılı olmayan bir kimse Allah’ın rızasını kazanamaz. 4.1. Yaşlılara karşı saygılı olan ve onlara yardımcı olmayı Allah ve Peygamber tavsiye eder. Gençliğinde yaşlılara hürmet eden bir kimseye Allah yaşlandığında ona hürmet edecek kimseler nasip eder. 4.1. Yaşlılara karşı saygılı olmamak ve onlara yardımcı olmamak Allah ve Peygamberin tavsiyesine uymamaktır. Böyle davranan kimseler yaşlandıklarında iyi muamele göremeyebilir. 4.2. Bir ülkenin geleceği, barışı ve 4.2. Eğer bir gençlik değerlerini huzuru, gençliğin sağlıklı, tutarlı ve koruyamazsa ülkedeki İç barış ve huzur başarılı olmasına bağlıdır. ortamı kaybolur. 286 5.1. Kuran’a göre bütün Müslümanlar 5.1. Kardeşlik duygusuyla hareket kardeştir ve kendisi kadar kardeşini de etmeyen, kardeşini sevmeyen ve onu düşünmek ve sevmek zorundadır. düşünmeyen bir Müslüman Kuran’a uygun davranmamış olur. 5.2. İslam’ı benimseyen bir toplumu 5.2. Düşkünlere yardım etmeyenler, oluşturan fertler kardeştir ve bu kardeşlik duygusundan yoksundur ve kardeşliğin gereği olarak gerçek mümin gerçek mümin olamaz. düşkün durumdakilere yardım eder. 5.3. İslam’a göre Müslümanlar sevgi ve saygıyla birbirlerine bağlı olan kardeşlerdir ve selamlaşma bu duyguyu güçlendiren önemli bir görevdir. 5.3. Sevgi ve saygıyla birbirlerine bağlı olmayanlar, kardeşlik duygusuyla hareket etmeyenler ve selamlaşmayanlar İslam’ın doğasına aykırı davranmaktadır. 6.1. Ekonomide istikrarın olması ve milli 6.1. Ekonomideki istikrarsızlık ve milli paranın değerini koruması, paranın değerini kaybetmesi vatandaşların refahını sağlar. vatandaşların fakirleşmesine neden olmaktadır. 7.1. Bir insan iyi eğitilmişse ve yaratılış gayesine uygun olarak yetiştirilmişse kendisiyle, ailesiyle, çevresiyle, milletiyle ve bütün insanlıkla barışık olur. 7.1. Bir insan iyi eğitilmemişse ve yaratılış gayesine uygun olarak yetiştirilmemişse kendisiyle, ailesiyle, çevresiyle, milletiyle ve bütün insanlıkla barışık olamaz. 7.2. Kur’an’a uyulursa hayatı anlamak, iyi bir insan olmak, değişen şartlara uyum sağlamak mümkün olur. 7.2.Kuran’a uygun hareket edilmezse iyi bir insan olunamaz, hayat anlaşılamaz ve değişen şartlara uyum gösterilemez. 7.3. Bir insan oruç tuttuğunda kötü isteklerden uzaklaşması, iradesinin güçlenmesi ve daha sabırlı olması kolaylaşır. 7.3. Oruç tutmayan bir insanın kötü isteklerden uzaklaşması, iradesinin güçlenmesi ve sabırlı olması kolay olmaz. 7.4. İnsan, okuyarak ve öğrenerek 7.4. İnsan okumazsa ve öğrenmezse doğruyu bulur, mutluluğa erer, vatanına doğruyu bulamaz, mutlu olamaz ve ve milletine yararlı olur. vatanına ve milletine yararlı olamaz. 7.5. Allah’ın halifesi olan insana karşı 7.5. İnsana saygılı olamamak İslam saygılı olmak İslam dininin emri ve dinine ve ahlaki değerlere uymamak ahlakın temel taşıdır. demektir. 7.6. Çalışan insan ihtiyaçlarını karşılar 7.6. İnsan çalışmazsa ihtiyaçlarını ve onurunu koruyup hayatını devam karşılayamaz, onurunu koruyamaz ve ettirir. hayatını devam ettiremez. 7.7. İnsan Allah’ın yarattığı en 7.7. İnsan mükemmel varlıktır ancak diğer sürdüremez. insanlarla birlikte yaşaması gerekir. tek başına yaşamını 287 7.8. Allah insana akıl, irade vermiş ve 7.8. Allah’ın insana verdiği akılla ve önder olarak peygamberleri, rehber iradeyle davranmayan, peygamberin olarak da kitapları göndermiştir. öğütlerini dinlemeyen ve rehber olarak Kuran’ı kabul etmeyen kişi yanlış yoldan çıkamaz. 7.9. İnsan; hayatını sağlık ve mutluluk 7.9. İnsan sağlıklı ve mutlu olmazsa içerisinde sürdürürse dünyada ve dünyada ve ahirette mutlu olamaz. ahirette mutlu, huzurlu ve verimli olur. 7.10. İnsan akıl, irade, vicdan, doğruyu 7.10. İnsanın kötü davranışları yanlışı ayırdetme yeteneği ve tercihlere tercihleri ödüllendirilmeyecektir. sahiptir. Yaptığı iyi davranışlar ve tercihler ödüllendirilecektir. ve 7.11. İslam dini sayesinde insan dünya 7.11. İslam dinine uygun davranmayan ve ahirette mutlu olur, toplumsal huzur insan dünya ve ahirette mutlu olamaz, sağlanır. toplumun huzuru sağlanamaz. 7.12. Allah’ın kitaplarına ve 7.12. Allah’ın kitaplarına ve peygamberlerine uyan kimseler maddi peygamberlerine uymayan kimseler ve manevi hayatlarını devam ettirirler. maddi ve manevi hayatlarını devam ettiremezler. 8.1. İnsan Allah’a kulluk ederse ve 8.1. İnsan Allah’a kulluk etmezse ve dünyası ve ahireti için çalışırsa dünyaya dünyası ve ahireti için çalışmazsa geliş amacına uygun davranmış olur. dünyaya geliş amacına uygun davranmamış olur. 8.2. Kul hakkına saygı göstermek 8.2. Kul hakkına saygı göstermemek huzuru sağlar. dünyadaki pek çok kötülüğe, kavga ve cinayetlere, insanlar arasındaki huzursuzluklara neden olur. 8.3. İnsan Allah’ın kuludur ve kainattaki 8.3. Bir kul olarak insanın çalışmaması her şeyin çalıştığı gibi insanın da kainatın düzenine uymamaktadır. çalışması gerekir. 8.4. İnsanın Allah’a kulluk etmesi 8.4. İnsanın Allah’a kulluk yapmaması yaratılış amacına uyması anlamına yaratılış amacına uymamaktadır. gelir. 3.3.4.9. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “İnsan” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi 2001 Cuma hutbelerinde insan, çocuk olarak ele alınırken, onun sağlıklı ve dengeli yetiştirilmesine, terbiye edilmesine, doyurulmasına, ihtiyaçlarının karşılanmasına ve eğitilmesine yer verilmektedir. Öncelikle çocuklar kendi kendilerine gereksinimlerini karşılayamadıkları için onlara 288 bakmanın, şefkat göstermenin, onları himaye etmenin önemi üzerinde durulmaktadır. Çocuğun özellikle toplum için gelecekte yararlı biri olmasının amaçlandığı çok açıktır. Bu açıdan toplumun en önemli parçası, geleceğin teminatı olarak kabul edilen çocuğun iyi terbiye edilmesi, Allah, Peygamber ve vatan sevgisiyle yetiştirilmesi, dini bir zorunluluk olarak ifade edilmektedir. Çocuğun sağlıklı ve dengeli bir ruh yapısına sahip olması için sevgiyle doyurulması gerektiği vurgulanmaktadır. Çocuk yetiştirmenin en önemli yönü olarak hem maddi hem de manevi değerlere yer verilmesi dikkat çekmektedir. Cuma hutbelerine göre, insanın kadın olarak en önemli özelliği, ailenin ve toplumun temel taşı olmasıdır. Bu anlamda kadın erkeğe bir emanet olarak değerlendirilmekte ve ona, sevgiyle ve şefkatle davranılması tavsiye edilmektedir. Kendisine sevgi gösterilen kadının çocukları topluma yararlı olacak şekilde sevgiyle yetiştireceğine değinilmektedir. İslam açısından kadının zayıf ve akılsız bir varlık değil şahsiyeti ve hakları olan bir varlık olduğu belirtilmekte, inançlı bir kadının çocuğunu büyütmesinin ve kocasına destek olmasının, aldığı dini terbiyeye bağlı olduğuna işaret edilmektedir. Son olarak Müslüman erkeğin ve kadının eğitim-öğretim görmesi tavsiye edilmektedir. Anne ve baba olarak insan konusunda, anneye, babaya ve büyüklere saygılı ve hürmetli olmanın dini, milli ve insani bir görev olduğu vurgulanmaktadır. Kız çocukların anne/baba tarafından eğitilmesinin ve terbiye edilmesinin önemi üzerinde durulmaktadır. Ayrıca annenin çocukla ilişkisine, koruma, büyütme, ona şefkat gösterme ve onlar için sıkıntılara katlanma açısından değinilmektedir. Çocukların ise onlara sevgi, saygı, hürmet göstermeleri ve hizmet etmeleri gerektiği üzerinde durulmaktadır. Son olarak anne babayı mutlu etmenin, Allah’ı mutlu edeceği belirtilmekte, onlar yanlış yapsalar bile onlara hoşgörülü davranılması, güleryüz ve saygı gösterilmesi tavsiye edilmektedir. 289 Bir ülkenin geleceği, barışı ve huzurunun gençliğin sağlıklı, başarılı ve tutarlı olmasına bağlı olduğu fikri işlenmektedir. Allah’ın ve Peygamberin, yaşlılara saygı ve hürmet gösterilmesini tavsiye ettiği, gençliğinde yaşlılara hürmet eden kişiye Allah’ın yaşlandığında hürmet edecek kimseler nasip edeceği belirtilmektedir. Kardeş olarak insan konusunda Müslümanların kardeş oldukları en öncelikli vurgudur. Bu anlamda Müslümanın kendisi kadar kardeşini de düşünmesi ve sevmesi, özellikle gereksinim duyanlara yardım etmesi gerektiği tavsiye edilmektedir. Müslümanların sevgi saygıyla birbirlerine bağlı olmaları ve kaynaşmasının önemine değinilmektedir. 2001 Cuma hutbelerinde genel olarak insanın vatandaş olarak aynı bütünün parçası oldukları ve birbirlerine inanç bağıyla kenetlendikleri fikri açıkça görülmektedir. Daha özel olarak vatandaşların bir bütünün parçaları oldukları için belirli konularda ortak yararlarının veya zararlarının olduğu görüşüne yer verilmektedir. Örneğin ekonomideki istikrarın ve milli paranın değer kaybetmemesinin, vatandaşların refah içinde bulunmalarını, fakirleşmemelerini sağladığı şeklindeki bir değerlendirmeye yer verilmektedir. İnsana akıl ve irade verildiği, önder olarak peygamberlerin kılavuz olarak kitapların gönderildiği, insanın yaptığı iyi davranışlar ve tercihler nedeniyle ödüllendirileceği vurgulanmaktadır. Buna göre insan, Allah’ın yarattığı en mükemmel varlıktır ve insan Allah’ın halifesi olduğu için ona karşı saygı göstermek gerekir. Burada yer alan temel bir görüş, İslam dini sayesinde insanın dünya ve ahirette mutlu olacağı, toplumsal huzurun sağlanacağı şeklindedir. Kuran’a uymanın, hayatı anlamaya, iyi bir insan olmaya ve değişen şartlara uyum sağlamaya yol açtığı belirtilmektedir. Dini ibadetler sevaplarının yanısıra insana bazı kişilik özellikleri de kazandırır. Örneğin, oruç tutmak, kötü isteklerden uzaklaşmaya, iradenin güçlenmesine ve sabırlı davranmaya yardımcı olur. İyi eğitilmiş ve yaratılış gayesine uygun olarak yetiştirilmiş bir insanın, kendisiyle, ailesiyle, çevresiyle, milletiyle ve bütün insanlıkla barış içinde olacağı görüşüne yer verilmektedir. Ayrıca 290 çalışan insanın ihtiyaçlarını karşıladığı, onurunu koruyup hayatını devam ettirdiği ifade edilmekte, insanın, hayatını sağlık ve mutluluk içerisinde sürdürdüğünde dünyada ve ahirette mutlu, huzurlu olacağı belirtilmektedir. Son olarak insanın, okuyan ve öğrenen insanın doğruyu bulacağı mutluluğa ulaşacağı ifade edilmekte ve vatanına ve milletine yararlı olacağı vurgulanmaktadır. Cuma hutbelerinde kulluk, insanın başka bir yönü olarak kendisini gösterir. Her şeyden önce insanın Allah’a kulluk etmesinin yaratılış amacına uyması anlamına geldiğinin altı çizilmektedir. İnsan Allah’ın kulu olduğu için kâinattaki diğer varlıklar gibi kendi fıtratına uygun hareket etmeli ve çalışmalıdır. Kulluğun diğer bir yönü de kul hakkının olduğunun teslim edilişi, kul hakkına saygı gösterilmesidir. 3.3.5. Milli Öğeler Milli öğeler birimi içinde öncelikle millet, şehit/gazi, bayrak, ecdat, devlet ve vatan/yurt/ülke alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise ortaya çıkan yargısal ifadeler hakkında değerlendirme yapılmaktadır. 3.3.5.1. Millet YARGI 1: “Değerli Kardeşlerim! Dünya nimetler deryasıdır. Bu nimetleri elde etmek için çalışmak şarttır. Çalışan insan: Çalışarak, kazanarak, zekatını, vergisini vererek devletine ve milletine karşı görevlerini eksiksiz bir şekilde yerine getirmiş olur. Milletlerin ve medeniyetlerin yarış halinde olduğu çağımızda, ileri ülkelerin nasıl çalıştığını ve medeniyet yarışında öne geçtiğini bilmeyenimiz yoktur.” (2 Şubat 2001) 291 YARGI 1: “Muhterem Müslümanlar! Mensuplarına dünya ve ahiret mutluluğu vadeden dinimiz vatan, millet ve devlet gibi kutsal sayılan değerlere büyük önem vermiştir. Bu değerlerin korunmasına çalışırken şehit ve gazi olanlar, Yüce Allah ve Sevgili Peygamberimiz tarafından övülmüştür.” (3 Ocak 2001) YARGI 1: “Yüce milletimiz hiçbir zaman zulme tevessül etmemiştir. Milliyeti ve inancı ne olursa olsun hiçbir insana kötü muamele yapmamıştır. Her türlü inanca hoşgörü göstermiştir.” (25 Mayıs 2001) YARGI 1: “Muhterem Müminler! 30 Ağustos zaferi, Türk milletinin asla esir edilemeyeceğini; semaları süsleyen Türk Bayrağı’nın gönderden indirilemeyeceğini ve gök kubbeyi çınlatan ezan seslerinin dindirilemeyeceğini bütün dünyaya ilan eden kutsal bir zaferdir. Bu zafer, namusumuzu ve mukaddes değerlerimizi düşman saldırısından kurtarmakla kalmamış; aynı zamanda esaret altında bulunan diğer Müslüman milletlere de ilham kaynağı olmuştur.” (24 Ağustos 2001) YARGI 1: “Muhterem Müminler! Milletimiz, tarih boyunca pek çok sıkıntı ile karşılaşmış ve bunları omuzlayarak aşmıştır. Bu milletin en ayırıcı (mümeyyiz) vasfı, zor şartların milleti olmasıdır. Problemleri çözmenin birinci şartı ise, çözme iradesini ortaya koymak, çözüme inanmaktır. Kutsal kitabımız; ümitsizliğe düşmemeyi emrediyor, ümitsizliğe düşmeyeceğiz. Özgüvenimizi kaybetmeyeceğiz. Özgüvenini ve ümidini kaybeden insanlar, kendilerini kaybederler. Bu durumdaki insanların çözüm üretmesi mümkün değildir. Halbuki, Müslüman karamsar olamaz, o her zaman hep ümitvardır.” (31 Ağustos 2001) YARGI 1: “Bir ülkenin milli parası ise, o ülkenin diğer devletler nezdindeki milli onurunun sembolüdür. Artık uluslararası ekonomik hayatta, yabancı paralar karşısında milli paranın paritesinin yüksekliği, o ülkenin itibarının da göstergesi kabul edilmektedir… Biz daha büyük sıkıntıları da yaşadık ve aştık, yoksulluklar içinde istiklâl savaşı verdik. Milli irademiz ile, bugün karşı karşıya olduğumuz bu ekonomik problemleri aşacağımızdan da kuşkumuz yok. Ancak; önce milli irademizin, milli hakimiyetimizin ve hükümranlığımızın en önemli göstergelerinden, sembollerinden biri olan milli paramıza, Türk Liramıza gereken değeri vermeliyiz. Ürettiğinden fazlasını tüketen hem de borç alarak tüketen değil, kısaca tüketim toplumu değil, üreten insanlar olmalıyız, paralarımızı dolara marka değil, dövize değil; üretime yönlendirmeliyiz. Toplumumuzun yeniden dengeli, istikrarlı bir hayata kavuşması için, dinen herkes üzerine düşeni yapmak ile yükümlüdür. Ülkemizin yeniden ekonomik istikrara kavuşmasında Yüce Rabb’imiz yardımcımız olsun.” (31 Ağustos 2001) 292 YARGI 1: “Camilerin imar ve inşası konusunda büyük gayret gösteren aziz milletimiz, mevcut camilerin yıllık bakım ve temizliğini, gerektiğinde onarımını da severek yapmaktadır.” (5 Ekim 2001) 3.3.5.2. Şehit/Gazi YARGI 2: “Muhterem Müslümanlar ! Müslümanların ‘ölürsem şehit, kalırsam gazi’ inancı, nice zorlukları aşmada onlara yardım etmiştir. Böylece kendilerinden sayıca çok üstün durumda bulunan ordulara karşı pek çok zaferler elde etmişlerdir… -Bu gün bu aziz vatanda canlarından ve namuslarından emin olarak bağımsız bir hayat yaşayan bizler, tüm şehitlerimize ve gazilerimize minnet ve şükran duygularıyla dolu olmalıyız. Yeni nesilleri bu duygularla yetiştirmeliyiz. Bu duygularla bütün şehitlerimizi rahmet, minnet ve şükranla anıyoruz.” (3 Ocak 2001) YARGI 2: “Her karış toprağı şehit kanıyla yoğrulmuş bu kutsal topraklarda, birlik ve dirlik içinde yaşayalım.” (25 Mayıs 2001) YARGI 2: “Bu vesileyle; canlarını feda ederek, milletimize eşsiz bir vatan bırakan aziz şehitlerimizi rahmet; gazilerimizi saygıyla anıyoruz.” (24 Ağustos 2001) 3.3.5.3. Bayrak YARGI 3: “Önce, en yakınımızdan başlayarak birbirimizi; sonra, uğruna binlerce gencimizi feda ettiğimiz cennet vatanımızı, bayrağımızı sevmeliyiz. Bizi biz yapan değerlerimizi sevmeliyiz. Sevmeliyiz; çünkü, nefret ve kin tohumlarının yeşermemesi için en etkili ilaç, yine sevgidir.” (18 Mayıs 2001) 3.3.5.4. Ecdat YARGI 4: “Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, ecdadımızın taraf olduğu savaşların hepsinde meşru bir müdafaa vardır. Yoksa sömürgeci ve yayılmacı bir anlayış ya da sadece toprak elde etme emelleri yoktur. İşte bu savaşların yakın tarihimizde en önemlilerinden biri de bu yıl 86. Yılını kutladığımız Çanakkale Zaferi’dir.” (3 Ocak 2001) 293 YARGI 4: “Muhterem Müslümanlar! Şanlı ecdadımızın canları ve kanları pahasına fethederek bizlere emanet bıraktıkları güzel İstanbul’u ve aziz Anadolu’muzu, atalarımızın mukaddes emaneti bilip, canımız gibi koruyalım. Onlara layık bir nesil olabilmek için daha çok çalışıp ülkemizi imar edelim. Her köşesini cennetten bir parça bilip, en güzel şekilde koruyalım.” (25 Mayıs 2001) YARGI 4: “1071 Malazgirt zaferimizi hazmedemeyenler, Anadolu’ya gelişimizden itibaren, bize karşı düşmanca saldırılarına devam edegelmişlerdir. Bu saldırılar, Haçlı seferleri ile başlamış, asırlarca sürmüş ve nihayet I. Dünya Savaşı ile Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasında en önemli rolü oynamıştır. Hatta bununla da yetinilmemiş, Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşması ile; topraklarımız paylaşılmaya ve istila edilmeye başlanmıştır. Kahraman ecdadımız bu istila ve taksimi asla kabul etmemiş, topyekûn bir mücadeleye girilmiştir. Tarihe, “Türk İstiklal Savaşı” olarak geçen bu ölüm-kalım savaşını kesin zaferle sonuçlandırmıştır. Bu büyük zaferin tek hedefi, vatanımızı düşman işgalinden kurtarmak, istiklalimizi yeniden kazanmaktı.” (24 Ağustos 2001) YARGI 4: “Atalarımız, "Ne ekersen onu biçersin” sözüyle çalışmadan, bir şeye sahip olmanın mümkün olamayacağını ifade etmişlerdir.” (2 Şubat 2001) YARGI 4: “Ortaçağ Avrupası; cehalet içerisinde yaşarken, atalarımız; insanlığın bu gününe ışık tutan eserler ve araştırmalar yapmışlardı. Onlar, ‘Allah içinizden iman edenlerle, ilme nail olanların derecelerini yükseltir’. Âyet-i celilesinde verilen vaadin hak olduğuna inanmış ve Allah katındaki bu dereceye yükselmek inancıyla hareket etmişlerdir.” (22 Haziran 2001) 3.3.5.5. Devlet YARGI 5: “Milletler camiasında devletler, sahip oldukları ekonomilere göre değer ve muamele görmektedirler.” (31 Ağustos 2001) YARGI 5: “… Muhterem Müslümanlar! Şunu hemen ifade etmeliyiz ki, Allah’a şükürler olsun ülkemizde gençliğimizin büyük bir çoğunluğu kendi değerlerine sahip, sorumluluklarının bilincinde, vatan ve millet sevgisiyle yoğrulmuştur. Bu yapının ilelebet devam etmesi bu değerlerimizin gençlerimize bütün yönleriyle aktarılmasıyla mümkündür. Devletimizin bu alanda alacağı tedbirlere milletçe destek vermemizin yanında gençliğimize sahip çıkarak onları sağlam bir inanç ve köklü bir millet sevgisinde birleştirmeliyiz.” (18 Mayıs 2001) 294 YARGI 5: “Sevgili Peygamberimizin doğum yıldönümünü kutlarken Müslüman’a yaraşanın onun yüksek ahlakını benimsemek, ailesine, çevresine, milletine ve devletine yararlı bir insan olmaktır.” (1 Haziran 2001) 3.3.5.6. Vatan/Yurt/Ülke YARGI 6: “Muhterem Müslümanlar! Aziz vatanımız dünyamızın çok önemli bir noktasında yer almaktadır. Bu güzel topraklara sahip olmak asırlardır, pek çok devletin ve kumandanın hayallerini süslemiştir.” (3 Ocak 2001) YARGI 6: “-İnanç, vatan sevgisi, dayanışma, birlik ve beraberlik duyguları, zamanın en güçlü ve donanımlı ordularına karşı koymada en önemli faktörler olmuştur.” (3 Ocak 2001) YARGI 6: “Ülkemiz; sel, deprem, çığ ve orman yangınları gibi felaketlerin sıkça yaşandığı bir bölge konumundadır. Son zamanlarda, dünyada meydana gelen deprem, tayfun, kasırga ve su baskınları; halkımızın nasıl bir tehlike altında olduğunu göstermektedir. Nerede ve ne zaman olacağını tam olarak bilemediğimiz âfetlere karşı, daima hazırlıklı ve tedbirli olmak zorundayız.” (20 Temmuz 2001) Tablo 5: Milli Öğeler Birimi Açısından Kategoriler 2001 YILI CUMA HUTBELERİNDE “MİLLİ ÖĞELER”E İLİŞKİN SÖYLEMİN “MİLLET, ŞEHİT/GAZİ, BAYRAK, ECDAT, DEVLET, VATAN/YURT/ÜLKE” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ ONAYLAMA KATEGORİSİ YADSIMA KATEGORİSİ 1.1. Milletler ve medeniyetler yarış halindeyken milletin ve devletin ileri gitmesi çalışmakla mümkün olur. 1.1.Çalışmayan bir insan milletine ve devletine karşı sorumluluklarını yerine getirmemiş olur. 1.2. İslam dinine göre vatan, millet ve 1.2. Vatanını, milletini ve devletini devlet kutsaldır ve korunmalıdır. kutsal kabul etmeyen ve korumayan, İslam’a uygun hareket etmemiş olur. 1.3. Yüce milletimiz, milliyeti ve inancı 1.3. Milliyeti ve inancı farklı olanlara farklı olan insanlara iyi davranmış ve kötü davranmak, hoşgörü göstermemek hoşgörülü olmuştur. ve zulüm yapmak yüce milletimizin ruhuna aykırıdır. 295 1.4. 30 Ağustos zaferi Türk milletinin 1.4. 30 Ağustos zaferinin önemini teslim başarısının göstergesidir ve diğer etmeden Türk milletinin başarısı Müslüman milletlere örnek olmuştur. kavranamaz. 1.5. Milletimiz tarih boyunca büyük 1.5. Özgüveni ve zorlukların üstesinden gelmiş, milletler kendilerini iyimserlikle özgüvenini ve ümidini çözüm üretemezler. koruyarak problemlere çözümler üretmiştir. ümidi olmayan kaybederler ve 1.6. Aziz milletimiz camilere, bakımına, 1.6. Camilerin bakımı ve onarımına onarımına ve temizliğine büyük önem özen göstermemek ve bu işle verir ve bunu severek yapar. ilgilenmeyi sevmemek aziz milletimizin yapısıyla bağdaşmaz. 1.7.Milli paramız milli iradenin, milli egemenliğin ve hükümranlığın en önemli göstergelerinden biridir ve ona gereken değerin verilmesi toplumun dengeli, istikrarlı bir hayata kavuşması, dini bir sorumluluktur. 1.7. Milli paramıza değer vermemek, milli irade ve egemenliğe değer vermemektir. Toplum dengesini önemsememek dini sorumluluğu yerine getirmemektir. 2.1. Bu aziz vatanda bağımsız ve 2.1. Şehit ve gaziler olmasaydı bu aziz güven içinde yaşayan herkes şehit ve vatanda hiç kimse bağımsız ve güven gazilere minnet duymalı ve gelecek içinde yaşayamazdı. nesillere bunun önemini anlatmalıdır. 2.2. Bu kutsal topraklar şehitler 2.2. Birlik ve beraberlik duygularıyla sayesinde var olduğundan birlik ve hareket edilmediğinde şehitlere karşı beraberlik bilinciyle hareket etmek görev yerine getirilmemiş olur. gerekir. 2.3. Şehitler ve gaziler sayesinde 2.3. Şehitler canlarını feda etmeseler milletimiz bu eşsiz vatanda yaşamını ve gaziler olmasa milletimiz bu eşsiz sürdürmektedir. vatanda yaşamını sürdüremezdi. 3.1. Vatan ve bayrak sevgisi “biz” 3.1. Vatan ve bayrak sevgisi olmazsa duygusunun en önemli boyutudur ve kin nefret ve kin duyguları oluşur, birlik ve ve nefret duygularının oluşmasına beraberlik duygusu körelir. büyük bir engeldir. 4.1. Ecdadımız taraf olduğu savaşlarda 4.1. Ecdadımız sömürgeci ve yayılmacı yalnızca haklı olarak savunma bir anlayışa sahip olmamış, toprak elde yapmıştır. etmek için savaşmamıştır. 4.2. Ecdadımızdan bir emanet olan İstanbul ve Anadolu’yu korumak, geliştirmek ve onlara layık bir nesil olmaya çalışmak gerekir. 4.2. İstanbul ve Anadolu korunmaz, geliştirilmez ve ecdada layık olmaya çalışılmazsa onların emanetine sahip çıkılmamış, görev yerine getirilmemiş olur. 296 4.3.Kahraman ecdadımız Türk İstiklal 4.3. Kahraman ecdadımız olmasa vatan Savaşı’nda vatanı düşman işgalinden düşman işgalinden kurtulamaz, kurtararak bağımsızlığı yeniden bağımsızlık kazanılamazdı. kazanmıştır. 4.4. Atalarımız bir şeyler elde etmenin 4.4. Atalarımıza göre çalışmadan hiçbir çalışmaya bağlı olduğunu ifade eder. şey elde edilemez. 4.5. Atalarımız Ortaçağ Avrupası 4.5. Atalarımız, İslam inancına sahip cehalet içerisindeyken İslam’a uygun olmasaydı geleceğe ışık tutan eserlere olarak geleceğe ışık tutan araştırmalar ve araştırmalara sahip olmayacaktık. ve eserler bırakmışlardır. 5.1. Ekonomik durumun iyi olması 5.1. Bir devletin ekonomisi iyi değilse milletler camiasında bir devletin diğer milletler nazarındaki değeri de iyi değerini arttırmaktadır. olamaz. 5.2. Gençliğin değerlerine, sorumluluklarına ve vatan, millet sevgisine sahip olmaya devam etmesi için devletimizin aldığı tedbirlere milletçe destek vermek gerekmektedir. 5.2. Devletin aldığı tedbirlere milletçe destek olunmazsa gençliğin değer ve sorumluluklarının bilincinde olması beklenemez. 5.3. Bir Müslüman Peygamberin yüksek ahlakını benimsemeli, ailesine, çevresine, milletine ve devletine yararlı olmalıdır. 5.3. Peygamberin yüksek ahlakını benimsemeyen, ailesine, çevresine, milletine ve devletine yararlı olmayan bir tutumi Müslüman’a yakışmaz. 6.1. Önemli bir coğrafyada yer aldığı 6.1. Aziz ve değerli vatan için birçok devlet aziz vatanımızın topraklarımızın değerini bilememek topraklarına sahip olmak istemiştir. büyük bir yanılgıdır. 6.2.Vatan sevgisi, inanç, beraberlik en büyük güçtür. birlik ve 6.2. Vatan sevgisine, inanç, birlik ve beraberlik duygularına sahip olmadan güçlü olmak mümkün değildir. 6.3. Ülke olarak doğal afetlere hazırlıklı 6.3.Ülke olarak doğal afetlere karşı ve tedbirli olmak bir zorunluluktur. hazırlıklı ve tedbirli olunmazsa halk büyük bir tehlike altında olur. 3.3.5.7. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Milli Öğeler” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi 2001 yılı Cuma hutbelerinde milli ögelerin ideolojik görüntüsü ile ilişkili olarak millet, şehit/gazi, bayrak, ecdat, devlet, vatan/yurt/ülke düzeyleri değerlendirilmiştir. Genel olarak çalışma, İslam dininde millet ve devletin 297 kutsallığı, milletimizin hoşgörüsü, Türk milletinin başarısı, iyimserliği, özgüveni, vatan ve bayrak sevgisi, şehit ve gazilerin önemi, ecdadımız, devlet, vatan, yurt, ülkenin önemi gibi unsurlar üzerine şekillenmiştir. 2001 yılı Cuma hutbelerinde milletler ve medeniyetlerin bir yarışta olduğunu ve bu yarışta milletin ve devletin ileri gitmesinin yolunun çalışmakla mümkün olacağı ifade edilmiştir. Vatan, millet ve devletin İslam dinine göre kutsal olduğu ve korunması gerektiği, bunun yanında milliyeti ve inancı farklı olan insanlara da saygılı ve hoşgörülü olmanın yüce milletimizin bir özelliği olduğu belirtilir. 30 Ağustos zaferinin, Türk milletinin esir olmayacağının, Türk Bayrağı’nın gönderden indirilemeyeceğinin ve ezan seslerinin dindirilemeyeceğinin tüm dünyaya gösterildiğinin ifade edildiği hutbede bu başarının bununla da kalmayıp tüm Müslüman milletlere örnek olduğu da belirtilir. Milli ögelerin ideolojik görüntüsüyle ilgili olarak mili paraya değer verilmesinin dini bir sorumluluk olduğu mesajı verilmiştir. Bağımsızlık ve güven içinde bir yaşamı şehit ve gazilere borçlu olduğumuz, birlik ve beraberlik içinde yaşamayı onlar sayesinde gerçekleştirdiğimiz ve vatan ve bayrak sevgisinin kin ve nefret duygularını engelleme yeteneği olduğu belirtilir. Ecdadımızın yalnızca haklı olarak savunma yaptığı, İstanbul ve Anadolu’nun onların bir yadigârı olduğu ve vatanın bağımsızlığının onlar sayesinde gerçekleştirdiği bilgileri verilirken tarihte atalarımızın geleceğe ışık tutan araştırma ve eserler bıraktıkları ve çalışmaya önem verdikleri de vurgulanan unsurlar arasında yer alır. Devletin diğer milletler arasındaki konumunun, ekonomisinin iyi olmasına bağlı olduğu ifade edilir. Devletin gençliğin değer, sorumluluk, vatan ve millet sevgisi şuuruyla hareket etmesine yönelik aldığı tedbirlerin milletçe 298 desteklenmesi gerektiği ve bir Müslüman’ın ailesine, çevresine, milletine ve devletine yararlı olması gerektiği düşüncesi öne sürülür. Vatan sevgisinin sıklıkla vurgulandığı hutbelerde aziz vatanımızın değerli konumu gereği birçok devletin sahip olmak istediği bir yerde olduğu, vatan sevgisi, inanç, birlik ve beraberliğin en büyük güç olduğu düşüncesi de dikkati çekmektedir. 3.3.6. Dünya/Yaşantı Dünya/yaşantı birimi içinde öncelikle sağlık, fakirlik/zenginlik, mutluluk/huzur, çalışma/başarı, dünya/ahiret ve akıl/irade alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise ortaya çıkan yargısal ifadeler hakkında değerlendirme yapılmaktadır. 3.3.6.1. Sağlık YARGI 1: “Hayat mücadelesinde başarılı olmak istiyorsak sağlıklı olmak ve sağlıklı yaşamak mecburiyetindeyiz. Çünkü insanoğlu kıyamet gününde ilk olarak sağlık nimetine değer verip vermediğinden sorulacaktır. Dünyada huzurlu ve mutlu olabilmek, başkalarına muhtaç olmadan yaşayabilmek, ahirette de hesabı kolay verebilmek için sağlığımıza son derece dikkat etmeliyiz.” (6 Nisan 2001) 3.3.6.2. Fakirlik/Zenginlik YARGI 2: “Bu tür toplumda, hiçbir kimse aç ve açıkta kalmaz, düşkünler de güvence altındadır. … Fakirleri ve düşkünleri sevmek ve onlara yaklaşmak, Sevgili Peygamberimizin tavsiyeleri arasında çokça yer alır. Hutbemi bir ayet-i kerime mealiyle bitiriyorum: ‘Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadıkça iyiliğe eremezsiniz, Her ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir!’” (8 Haziran 2001) YARGI 2: “Müslümanlık, hayat dinidir. Hareket ve çalışma dinidir. Zenginlik dinidir. İslam’ın beş temel esasından ikisi; Hac ve Zekat, çalışan ve zengin olanların 299 yapabilecekleri ibadetlerdir. Allah Teala; ‘Yeryüzüne dağılın. Allah’ın lütfundan rızkınızı arayın’, ‘Zerre miktarı iyilik yapan, onu görecektir. Zerre miktarı kötülük yapan da, onu görecektir’ buyurmaktadır. Hutbemi, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in duasıyla bitirmek istiyorum: ‘Allahım! Sıkıntı ve hüzünden, acizlik ve tembellikten, korkaklık ve pintilikten, insanların kahrından sana sığınırım.’” (27 Temmuz 2001) YARGI 2: Aziz Müslümanlar! “Cuma namazı, Müslümanların kaynaşmalarını sağlamak açısından, büyük önem arz etmektedir. Bu namaz sayesinde, zengin-fakir, amir-memur, işçi-işveren, güçlü-güçsüz, genç-ihtiyar aynı safta yer alırlar. Böylece Yüce Allah’ın huzurunda; herkesin eşit olduğu gerçeği tezahür etmiş olur.” (10 Ağustos 2001) YARGI 2: “Bilindiği üzere Zekat, İslam’ın temel şartlarından biridir. Mali bir ibadet olan zekat, dinen zengin olanların yerine getirmesi gereken bir farzdır. Zekat; Hicretin ikinci senesinde, oruçtan önce farz kılınmıştır. Önemine binaen, Kur’an-ı Kerimde otuz iki yerde, namazla birlikte zikredilmiştir… Bir de şunu unutmamak gerekir ki; her insanın kazancında, çevresinin de bir payı ve emeği bulunmaktadır. Onun için kişi, servetini kazandığı muhitte bulunan fakirlere vermeli ve içinde yaşadığı toplumun muhtaçlarına öncelik tanımalıdır. ‘Zenginlerin mallarında fakir ve yoksulların hakları vardır’ mealindeki âyeti kerime, bizlere bu gerçeği anlatmaktadır.” (30 Kasım 2001) 3.3.6.3. Mutluluk/Huzur YARGI 3: “Günlük hayatımızda güvenilir olmak son derece önemlidir. Amir memuruna, memur amirine, işçi işverenine, müşteri satıcısına, kişi dostuna güvenmezse böyle bir toplumda mutluluktan bahsedilemez… Müslüman, aynı zamanda dürüst, güvenilir ve başkalarına zarar vermeyen insandır. Birbirine güvenmeyen fertlerden oluşan bir toplum geleceğinden emin olamaz. Verdiği sözde durmamak, insanın kıymetini ayaklar altına alacak derecede bir noksanlıktır. Güven duygusu toplumda tuğlaları birbirine kenetleyen harç gibidir. Harç olmazsa duvar her an yıkılabilir, güven duygusu olmayan toplumda birlik ve beraberlikten, huzur ve mutluluktan söz edilemez. Söylediği yalanlarla halkı aldatan, yaptığı hile ve desiselerle insanları kandırarak çıkar sağlayan kişi, içinde yaşadığı topluma en büyük kötülüğü yapmış ve büyük bir günah işlemiş olur, Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de ‘Ey iman edenler! Allah’tan korkun, kötülük yapmaktan sakının, doğru söyleyin’ buyurmuştur. Bir hadisi şerifte de, “Bizi aldatan bizden değildir.” buyrulmuşdur.” (5 Ocak 2001) YARGI 3: “İslam’ın bütün emir ve yasakları insanların mutluluğu içindir. Dünya ve âhirette mutlu olmak için İslam’ı iyi öğrenmeli, iyi anlamalı, emir ve yasaklarına tam uymalıyız.” (12 Ocak 2001) 300 YARGI 3: “Yüce dinimiz toplumun huzurunu ve mutluluğunu sağlamak için bir takım kurallar koymuştur. Bu kurallara uyulursa huzur ve mutluluk sağlanır. Aksi takdirde huzursuzluk ve mutsuzluk hakim olur. Bunların başında mü’minlerin birbirlerini sevmesi gelmektedir. Bu konuda Sevgili Peygamberimiz (S.A.S.) ‘Mü’minler birbirini sevmede, birbirine yardım etmede ve birbirine acımada bir vücudun uzuvları gibidir. (Nasıl ki) vücudun herhangi bir uzvu acı ve ızdırap duyarsa; diğer uzuvlar da uykusuzluk ve ateş yükselmesi ile aynı acıyı duyarlar’ buyurarak, bu hasleti güzel bir şekilde ortaya koymuştur.” (9 Şubat 2001) YARGI 3: “Dinimiz eğitime, okuma ve öğrenmeye çok büyük önem vermiştir. İnsanlar devamlı huzur ve mutluluğa kavuşmak için büyük çabalar gösterirler. Bu amaca ulaşabilmek için takip edilecek yol, hiç şüphesiz iyi bir eğitim ve öğretimdir. Bunlara gereken önem verilmedikçe, istenilen amaca ulaşmak mümkün değildir.” (22 Haziran 2001) YARGI 3: “Allah’ın insanoğluna vermiş olduğu akıl, sağlık ve zaman, birer büyük nimettir. Kumar oynamak, bu nimetleri zararlı bir şekilde kullanmaktır. Bünyedeki enerjiyi iyi ve yararlı şeylerde değil, kötü ve zararlı bir yönde harcamaktır. Düzenli bir hayatı, düzensiz bir hayata çevirmek, toplumun temel taşı olan aile ocağını yıkmak ve dağıtmaktır. Aile fertlerinin nefretini kazanmak ve onlara kötü örnek olmaktır. Sosyal hayatı temelinden sarsmak, çalışma hayatını ve helal kazancı baltalamak, tembelliği ve miskinliği hayata hakim kılmaktır. Rahmetten, bereketten, huzurdan, mutluluktan uzak kalıp; şeytâni ve süflî arzularla yaşamaktır.” (28 Eylül 2001) 3.3.6.4. Çalışma/Başarı YARGI 4: “Gece gündüz şahsımız, ailemiz ve milletimiz için çalışalım. Hiç kimseye muhtaç olmadan onurumuzla yaşayalım.” (2 Şubat 2001) YARGI 4: “İnsanın iç dünyasındaki güzellikleri dışa yansıtan, mahâretlerini, san’at ve hünerlerini gün ışığına çıkartan, iş hayâtıdır. Bir insanı, ailesine ve topluma faydalı bir üretici durumuna getiren, çalışmadır. Tembellik, bir çeşit ölüm, çalışmak ise, hayattır. Bu bakımdan çalışmak, insan olmanın gereğidir. Ülkelerin kalkınması, insanların düzenli çalışmasına bağlıdır.” (21 Eylül 2001) YARGI 4: “Gökyüzündeki Ay, Güneş ve yıldızlar; yeryüzündeki canlı cansız bütün varlıklar çalışıp bir görev ifa ederken; insanın çalışmaması, tembellikle ömrünü geçirmesi elbette doğru bir şey olamaz.” (2 Şubat 2001) YARGI 4: “İslâm; madde ile mânâ, ruh ile beden, dünya ile ahiret arasında hassas dengeler koymuştur. Bu ölçülere uyarak çalışanlar, dünya ve ahiret saadetine ererler. Dinimiz, dünya ve ahiret mutluluğu için çalışmayı farz kılmıştır. Şu 301 halde, Allah Teala’nın hoşnutluğunu kazanmak için çalışmalıyız. Çünkü insan, dünya ve ahirette kendi amelinin karşılığını görecektir.” (27 Temmuz 2001) YARGI 4: “İslâm Dîni, çalışmayı, iş görmeyi kendi elinin emeğiyle geçinmeyi teşvik etmiş, helâlinden kazanmayı, farz kılmıştır. Bu uğurda çekilen her sıkıntıyı, bir kısım günahlara keffâret saymıştır.” (21 Eylül 2001) YARGI 4: “Zekat ibadeti, Müslümanı tembellikten kurtarır. Çünkü sevgili Peygamberimiz, “Veren el, alan elden üstündür” buyurmakta ve veren el olmamızı tavsiye etmektedir. Veren el olabilmek için de, çalışıp kazanmak gerekir. Dinimizde, “Bir lokma, bir hırka” anlayışı ile tedbirsiz tevekkülde bulunmanın yeri yoktur. O halde, Müslüman çalışkan, tutumlu, tedbirli, zekat alan değil, zekat veren olmaya gayret eden, dosdoğru insan demektir. Çalışma gücü olanlar, mutlaka çalışacak ve yoksulluktan kurtulmak için, meşrû her çareye başvuracaktır. Zekat; ancak, çalışma gücünü ve kabiliyetini kaybetmiş, bakıma muhtaç duruma düşmüş olanlara verilmelidir. Yoksa sağlam ve iş yapma kuvvetine sahip kimselerin, çalışmayıp zekat veya fitre beklemeleri, dinimizce hoş karşılanmayan bir harekettir.” (30 Kasım 2001) 3.3.6.5. Dünya/Ahiret YARGI 5: “Ölüm olayı, ruhun bedeni terk etmesi ve insanın bu dünyadan ahirete göç etmesi demektir. Diğer bir ifadeyle insanın dünyasını değiştirmesidir. Ölen bedendir, ruh ölümsüzdür.” (27 Nisan 2001) YARGI 5: “Yüce Rabbimiz Kur’an’da, bizim; hem dünya hem de ahiret için çalışmamızı emrediyor…. Peygamberimizin şu hadisi şerifleri, bu konuyu çok güzel açıklamaktadır: ‘Sizin hayırlınız; ne dünyasını ahireti için, ne de ahiretini dünyası için terk edendir. Her ikisi için de çalışandır.’ ‘Hiç kimse, elinin emeğinden daha hayırlı lokma yiyemez.’ ‘İki gününü birbirine eşit geçiren aldanmıştır.’ ‘Amellerin en üstünü, helal kazanç sağlamak için çalışmaktır.’ ‘Rızkını araştıran, bunun için çalışan kimse; Allah yolunda cihat yapan gibidir.’ ‘Başkalarına muhtaç olmamak, çoluk çocuğunun mutluğu ve komşularına yardım niyeti ile çalışan ve helalinden para kazananlar, yüzleri ak olarak Allah’a ulaşacaklardır.’ ‘Helalinden çalışarak, yorgun bir vaziyette yatağa giren insanın günahları affedilecektir.’ ” (27 Temmuz 2001) 302 3.3.6.6. Akıl/İrade YARGI 6: “Ölçülü ve tutarlı olmak, kişinin inandığı gibi yaşaması, sözüyle özünün bir olması, yüce dinimizin getirmiş olduğu ölçülere uymasını gerektirir. Yüce Allah Rahman Suresinin ilk ayetlerinde kainattaki her şeyi ölçü ve denge içerisinde yarattığını bildirmekte ve belirlenen bu ölçülerin çiğnenmemesini emretmektedir.” (4 Mayıs 2001) YARGI 6: “Kainatı yoktan var eden Allah’ın varlığı ve birliği, bu günkü ilim ve teknoloji gerçeği karşısında, inkârı kabil olmayan bir hakikattir. İlim adamları, Allah’ın varlığını ispat etmek, inkârcıları susturmak için çeşitli deliller getirmişlerdir. Kimisi kainatın varlığından, kimisi maddenin hareket ve değişiminden, kimisi de, kainatın düzeninden ve her şeyin bir amaca göre yaratılışından hareket ederek; Allah'ın varlığını ve birliğini ispatlamışlardır. Düşünen her insan bilir ki; canlı, cansız, gördüğümüz ve göremediğimiz bütün varlık alemi, sonradan olmuş ve her varlık yaratılmıştır… Gerçek huzur ve saadeti bulanlar gök ve yerdeki eşsiz sanatı görenler, mülkün sahibini, eserleriyle tefekkür ederek, gönül rahatlığına erenlerdir.” (13 Temmuz 2001) YARGI 6: “Kainat hassas bir denge, mükemmel bir ahenk ve şaşmaz bir nizam içinde yaratılmıştır. Kainatta meydana gelen her şey, Yüce Allah’ın koyduğu kanun ve kurallar çerçevesinde cereyan etmektedir.” (20 Temmuz 2001) YARGI 6: “İbadet, Allah’a saygı ile boyun eğmek, lûtfettiği sayısız nimetlere ve akıl gibi üstün yeteneklere karşılık O’na şükretmektir.” (29 Haziran 2001) YARGI 6: “Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyurmaktadır: “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden, karada ve denizde fesat çıktı. Allah da, (tuttukları kötü yoldan) dönmeleri için yaptıklarının bir kısmını kendilerine böylece tattırır.” “Başınıza gelen herhangi bir musibet, ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür. O, yine de çoğunu affeder.” Bir gün Hz. Ömer, tehlike arzeden bir yere gitmekten vazgeçmişti. Kendisine Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsunuz? diye sorulduğunda; ‘Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyoruz’ demişlerdi. Muhterem Müslümanlar! O halde, yaptığımız yanlışlıklarla kendimizi tehlikeye atmamalıyız. En akıllı davranış tedbirli olmaktır. Her hususta gerekli tedbirleri alıp, bütün imkanları en iyi şekilde değerlendirmeliyiz.” (20 Temmuz 2001) 303 Tablo 6: Dünya/Yaşantı Birimi Açısından Kategoriler 2001 YILI CUMA HUTBELERİNDE “DÜNYA/YAŞANTI”YA İLİŞKİN SÖYLEMİN “SAĞLIK, FAKİRLİK/ZENGİNLİK, MUTLULUK/HUZUR, ÇALIŞMA/BAŞARI, DÜNYA/AHİRET, AKIL/İRADE” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ ONAYLAMA KATEGORİSİ YADSIMA KATEGORİSİ 1.1.Sağlıklı olmak hem bu dünyada hem de ahirette iyilikler ve kolaylıklar sağlar. 1.1.Sağlığa dikkat etmemek bu dünyada olumsuzlukları beraberinde getirdiği gibi ahirette de cezalandırılacaktır. 2.1. Peygamberin tavsiyesine uyarak fakirleri ve düşkünleri sevmek ve onlarla yakınlaşmak toplumun huzurlu olmasını sağlar. 2.1. Fakirleri ve düşkünleri sevmeyen ve onlarla yakınlaşmayanlar Peygamberin tavsiyesine uymamış ve toplumun huzurunu düşünmemiş olur. 2.2. İslam çalışma, zenginlik ve hayat dinidir. İslamın beş temel şartından olan hac ve zekatı yapmak için zengin olmak gerekir. 2.2. Çalışmayan, tembellik yapan ve zenginliğe karşı çıkan, İslam’a uygun davranmamış olur. Zengin olmadan hac ve zekat yerine getirilemez. 2.3. Cuma namazı, zengin-fakir, güçlügüçsüz, amir-memur ayrımını ortadan kaldırarak herkesin Allah’ın huzurunda eşit olduğunu ortaya koyar. 2.3. Zengin-fakir, güçlü-güçsüz, amirmemur ayrımı yapan Cuma namazının ruhunu, Allah huzurunda eşitliği anlayamaz 2.4. Zenginlerin fakirlere zekat vererek maddi yardımda bulunması İslam’ın en temel şartlarından biridir. 2.4. Zenginler fakirlere maddi destek vermezse İslam’ın en önemli şartlarından birini yerine getirmemiş olur. 3.1. Toplumu oluşturan fertler dürüst, güvenilir ve doğru sözlü olursa o toplumun huzuru, mutluluğu ve geleceği garanti altındadır ve bu, İslam’ın amaçladığı bir durumdur. 3.1. Toplumdaki fertler dürüst olmaz, doğruları söylemez ve birbirlerine güvenmezse İslam’a aykırı davranmış olurlar ve o toplumda birlik ve beraberlikten, huzur ve mutluluk dolu bir gelecekten söz edilemez. 3.2. İslam’ı öğrenen, anlayan ve emir ve yasaklarına uygun hareket eden kişi dünyada ve ahirette mutlu olur. 3.2. İslam’a uygun davranılmaz ve onun ruhu anlaşılmazsa dünyada ve ahirette mutlu olunamaz. 3.3.İslam dininin tavsiye ettiği gibi müminler birbirini severse toplumda huzur ve mutluluk hakim olur. 3.3. Müminler birbirini sevmezse İslam’ın tavsiyesine uymamış olurlar ve toplumda huzursuzluk ve mutsuzluk hakim olur. 3.4. İyi bir eğitim ve öğretim insanların huzura ve mutluluğa ulaşmasını sağlar. 3.4.Eğitime ve öğretime gereği kadar önem verilmezse insanların huzura ve mutluluğa ulaşmaları mümkün olmaz. 3.5. Allah insana akıl, sağlık ve zaman vermiştir. Bunların değerini bilenler, kendilerini, ailelerini ve toplumu düşünenler kumara yaklaşmaz. 3.5. Kumar oynayanlar aklını, sağlığını, zamanını, hayatını, ailesini ve toplumu düşünmeyerek, onlara kötülük yaparak şeytana hizmet etmiş olurlar. 304 4.1. Bir kimse kendisi, ailesi ve milleti için çalışırsa kimseye muhtaç olmaz ve onurlu bir hayat sürdürür. 4.1.Çalışmayan bir kimse herkese muhtaç olur ve onuruyla yaşayamaz. 4.2. İnsan olmanın gereği olan çalışma, insanın ailesine, toplumuna ve ülkesine yararlı olmasıdır. 4.2. Çalışmayan bir insan bir ölüye benzer ve kendisi, ailesi ve ülkesi için yararlı olamaz. 4.3. Güneş, ay, yıldızlar ve bütün varlıklar gibi insanın da çalışması doğru olandır. 4.3. İnsan çalışmaz ve tembellikle ömrünü geçirirse doğru davranmış olmaz. 4.4. İslam’a göre çalışmak farzdır ve çalışan insan Allah’ın hoşnutluğunu kazanır. 4.4. Çalışmayan bir insan İslam anlayışına uygun hareket etmemiş olur ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanamaz. 4.5. İslam’a göre çalışmak farzdır ve çekilen sıkıntılar günahları temizlemektedir. 4.5.Çalışmamak, helalinden bir geçim sağlamamak İslam’a göre yanlıştır. 4.6. Müslüman çalışkan, tutumlu, tedbirli, zekat alan değil, zekat veren olmaya gayret eden, dosdoğru insan demektir. Zekat; ancak, çalışma gücünü ve kabiliyetini kaybetmiş, bakıma muhtaç duruma düşmüş olanlara verilmelidir. 4.6. İslam’da “bir lokma, bir hırka” anlayışının; tedbirsiz tevekkülün yeri yoktur. Çalışkan ve tutumlu olmayan, elinden gelen her çareye başvurmayan, zekat bekleyen bir kimse Müslümanlığa uygun davranmamış olur. 5.1. Ölüm ruhun bedenden ayrılması, insanın başka bir dünyada yaşamaya devam etmesidir. 5.1. Ölümün bir son olduğunu, insanın yaşamının bir daha başlamayacağını düşünmek İslam’ın ruhuna terstir. 5.2. Allah ve Peygamber hem dünya hem de ahiret için çalışmanın yapılan en önemli iş olduğunu ve ödüllendirileceğini söylemektedir. 5.2. Hem dünya hem de ahireti için çalışmayan bir kimse büyük bir kayıptadır. 6.1. Ölçülü ve tutarlı olanlar, inandığı gibi yaşayanlar ve doğru sözlüler, dine uygun hareket etmiş olurlar. 6.1. Ölçülü ve tutarlı olmamak İslam dinine uygun davranmamaktadır. 6.2. Bütün varlık aleminin sonradan olmuş ve yaratılmış olduğu, ilim adamları tarafından ispatlanmış bir gerçektir. Bu gerçeği bilenler gerçek huzur ve mutluluğa ererler. 6.2. İlim adamları delillerle her şeyin Allah tarafından yaratıldığını ispatlamış olsa da bazıları Allah’ın varlığına ve birliğine inanmazlar. 6.3. Allah evrendeki her şeyi belirli kurallar içinde bir denge ve düzen içinde yaratmıştır. 6.3.Allah evrende uyumsuz, dengesiz, kanunsuz ve kuralsız bir şey yaratmamıştır. 6.4. Sayısız nimet ve akıl veren Allah’a ibadet etmek, bir teşekkürdür. 6.4. Allah’a ibadet etmemek, verdiği nimetlere karşı teşekkür etmemektir. 305 6.5.Bir Müslüman tedbirli olmalı, bütün imkanları değerlendirmeli ve akıllıca davranmalıdır. 6.5.Tedbirli olmamak, akıllıca davranmamak ve imkanları iyi değerlendirememek birçok tehlikeyi beraberinde getirir ve bir Müslüman böyle davranmaz. 3.3.6.7. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Dünya/Yaşantı” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi 2001 Cuma hutbelerinde dünya/yaşantı konusunun sağlık açısından içeriğine bakıldığında sağlıklı olmanın, hem dünyada hem de ahirette iyilikler ve kolaylıklar sağladığı vurgulanmaktadır. Dünya yaşantı konusunda fakirlik/zenginlikle ilişkili olarak İslam’ın çalışma, zenginlik ve hayat dini olduğu ifade edilerek İslam’ın beş temel şartından olan hac ve zekat ibadetlerini yerine getirmek için zengin olmak gerektiği vurgulanmaktadır. Buna ek olarak Peygamberin fakirleri ve düşkünleri sevmeyi ve onlara yaklaşmayı tavsiye ettiğine değinilmekte ve böyle yapmanın toplumun huzurlu olmasını sağladığı belirtilmektedir. Bu bağlamda, zenginlerin fakirlere zekat vererek maddi yardımda bulunmalarının İslam’ın en temel şartlarından biri olduğu fikrine yer verilmektedir. Ayrıca, Cuma namazının, zengin-fakir, güçlü-güçsüz, amirmemur ayrımını ortadan kaldırarak herkesin Allah’ın huzurunda eşit olduğunu gösterdiğine işaret edilmektedir. Hutbelerde dünya/yaşantının mutluluk/huzur boyutu önemli bir yer tutmaktadır. İslam’ı öğrenme, anlama ve emir ve yasaklarına uygun hareket etmenin dünyada ve ahirette mutluluk getireceği görüşüne öncelikli bir yer verilmektedir. Allah’ın insana akıl, sağlık ve zaman verdiği, bunların değerini bilenlerin, kendilerini, ailelerini ve toplumu düşünenlerin, kötü alışkanlıklardan örneğin kumardan uzak duracaklarına değinilmektedir. Bu anlamda toplumu oluşturan fertlerin dürüst, güvenilir ve doğru sözlü olmalarının, birbirini sevmelerinin o toplumun huzurlu, mutlu olmasını ve geleceğini garantiye 306 almasını sağlayacağı belirtilmektedir. Ayrıca iyi bir eğitim ve öğretimin, insanların huzura ve mutluluğa ulaşmasını sağlayacağı vurgulanmaktadır. Hutbelerin dünya/yaşantı konusunda başarıya verdiği önem ve başarıyı ele alma biçimi dikkate değerdir. Öncelikle İslam’a göre çalışmanın farz olduğu ve çalışan insanın Allah’ın hoşnutluğunu kazandığı belirtilmektedir. Yine, insan olmanın gereği olan çalışmanın, insanın ailesine, toplumuna ve ülkesine yararlı olmasını beraberinde getirdiğine dikkat çekilmektedir. Bu açıdan güneş, ay, yıldızlar ve bütün varlıkların kendi görevlerini yapmaları gibi doğru olanın insanın çalışması olduğu görüşüne yer verilmektedir. Çalışırken çekilen sıkıntıların, günahları temizlediğine değinilmektedir. Bu anlamda, Müslümanın çalışkan, tutumlu, tedbirli olan ve zekât alan değil zekât veren olmaya gayret eden dosdoğru insan anlamına geldiği vurgulanmaktadır. Zekâtın ancak, çalışma gücünü ve kabiliyetini kaybetmiş, bakıma muhtaç duruma düşmüş olanlara verilmesi gerektiğinin altı çizilmektedir. Kendisi, ailesi ve milleti için çalışan bir kimsenin, kimseye muhtaç olmadığı ve onurlu bir hayat sürdürdüğü fikri ortaya konulmaktadır. Hutbelerde dünya/yaşantı konusu, dünya/ahiret ilişkisi açısından da ele alınmaktadır. En önemli olarak, Allah ve Peygamberin hem dünya hem de ahiret için çalışmanın, yapılan en önemli iş olduğunu ve ödüllendirileceğini söyledikleri belirtilmektedir. Bunun yanında ölümün ruhun bedenden ayrılması, insanın başka bir dünyada yaşamaya devam etmesi olduğu vurgulanmaktadır. Dünya/yaşantı konusu içinde akıl/irade hakkındaki öğütlere ve görüşlere baktığımızda en temelde insanın akıl/iradeye sahip olduğu ancak bunu Allah yolunda kullanması gerektiği vurgulanmaktadır. Öncelikle, Allah’ın evrendeki her şeyi belirli kurallar içinde bir denge ve düzen içinde yarattığı anlatılmaktadır. Bu anlamda, sayısız nimet ve akıl veren Allah’a ibadet etmenin, olması, bir teşekkür olduğu ifade edilmektedir. Bir Müslümanın tedbirli bütün imkânları değerlendirmesi ve akıllıca davranması öğütlenmektedir. Yine, ölçülü ve tutarlı olanların, inandığı gibi yaşayanların 307 ve doğru sözlülerin, dine uygun hareket etmiş olacaklarına dikkat çekilir. Buna ek olarak varlık âleminin sonradan olmuş ve yaratılmış olduğunun, ilim adamları tarafından ispatlandığının bir gerçek olduğu görüşü ileri sürülmekte, bu gerçeği bilenlerin gerçek huzur ve mutluluğa erecekleri belirtilmektedir. 3.3.7. Güncel Değerler/Eğilimler Güncel günümüz değerler/eğilimler dünyasının birimi sorunları, içinde öncelikle bilim/teknoloji, hak/özgürlük, değişim/ilerleme ve eğitim/öğretim alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise ortaya çıkan yargısal ifadeler hakkında değerlendirme yapılmaktadır. 3.3.7.1. Hak/Özgürlük YARGI 1: “Peygamberler, insanları iman, ibadet, takva, güzel ahlak ve iyi işler yapmaya ve günah olan söz, fiil ve davranışlardan sakınmaya davet etmişler, ancak onları bu konuda zorlamamışlardır. Çünkü Yüce Allah (c.c.), insanı; malı ve evladı, hayır ve şer, iyilik ve kötülük... kısaca hayatı ve ölümü ile imtihana tabi tutmuştur. İmtihan halinde olan insanın iradesinde hür olması gerekir… İman ve ibadetin Allah katında kabul olması için zorlama olmadan kişinin hür iradesiyle ihlas ve samimiyetle yapılması gerekir. Zorlama ile ne iman olur ne de ibadet. Zorlama ile yapılan iman, gerçek iman değil, zorlama ile yapılan ibadet de gerçek ibadet değildir. Onun için Yüce Allah (c.c.), din konusunda zorlama yapmayı yasaklamıştır. Değerli Müminler! Yüce Allah, insanları iman ve ibadet etmeye zorlamayı yasakladığı gibi, iman ve ibadet etmek isteyen her hangi bir insana engel olmayı da yasaklamıştır.” (13 Nisan 2001) YARGI 1: “Hürriyet; ancak savaş meydanlarında kazanılan zaferlerle korunur. Hürriyeti korumak için savaş anında dahi izlenmesi gereken yolu, Cenabı Allah şöyle bildirmektedir. ‘Sizinle savaşan düşmanlarla, Allah yolunda siz de savaşın. Sakın aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.’” (24 Ağustos 2001) 308 YARGI 1: “…İnsanlar arasındaki bütün bu ilişkiler, “fertlerin karşılıklı hakları” içerisinde yer almaktadır. Ana-baba, evlat, eş, komşu, akraba, arkadaş, işçi-işveren hakları bu tür kul haklarındandır. Değerli Mü’minler! Bir gün bu fani hayat son bulacak, gerçek hayat dediğimiz Ahiret hayatı başlayacak ve herkes dünyadaki hayatından hesaba çekilecektir. Akıllı ve basiretli insan; Allah’a ve O’nun kullarına karşı vazifelerini yapan, hak ve hukuka saygı gösterip, hesap gününe borçsuz ve günahsız olarak gitmeye çalışandır… Şu halde diyebiliriz ki; Müslüman, kul haklarına son derece titizlik göstermelidir. Bilerek veya bilmeyerek başkalarının hakkını alan kimse, o hakkı ödemek ve helalleşmek suretiyle kendisini kurtarmaya çalışmalıdır. Haksızlık edip de, hak sahibine hakkını vermeyenler; Ahirette pişmanlık duyacaklar ve çetin bir azaba uğrayacaklardır.” (6 Temmuz 2001) 3.3.7.2. Günümüz Dünyasının Sorunları YARGI 2: “İslam dininde kesin olarak yasaklanan rüşvet ve yolsuzluğun günümüzde de sürüp gittiği görülmektedir. Çağımızda yaşanan bu olaylara bazı düşünürler “çürüme” kelimesini uygun görmektedirler.” (9 Mart 2001) YARGI 2: “Yüce Rabb’imiz kainata mükemmel bir denge koymuştur. Gerçekten insanlığın hem içinde hayatını sürdürdüğü fizik (maddi) dünyada, hem de birey olarak sahip olduğu ruh dünyasında, muazzam bir denge bulunmaktadır. Maddi çevremize, dünyamıza yapılan yersiz müdahaleler dünyanın doğal dengesini bozmakta, çeşitli çevre felaketlerine sebep olmakta ve insanlığın hayatını sürdürmesini zorlaştırmaktadır. Buna karşılık iç dünyasının, ruh ve beden dünyasının ihmal edilmesi ise, beşeri dengeyi bozmakta ve hayatı anlamsız kılmaktadır. İşte insanın yaratıkların en mükemmeli olması, en üstün yeteneklerle donatılması onu, en ağır sorumlulukların da muhatabı kılmıştır. Günümüzde insanlık, hem fizik dünyada hem de iç (moral) dünyasında pek çok problemi yaşamaktadır. Yaşanan olumsuzluklar ise insanları bunaltmakta, karamsarlığa ve sıkıntıya sokmaktadır. Ancak şu da önemli bir gerçektir ki, bugün insanlığın yaşadığı problemler başka gezegenlerden taşınmış değildir. Bütün problemler, dünyada yaşayan akıllı canlıların, yani biz insanların eseridir. Kur’an-ı Kerim, Rum Suresinin 41. ayetinde ‘İnsanların bizzat kendi yaptıkları yüzünden karada ve denizde düzen bozulduğunu...’ vurgulayarak bu gerçeği en açık şekilde tasvir etmektedir.” (31 Ağustos 2001) 309 3.3.7.3. Bilim/Teknoloji YARGI 3: “Bilgi çağının tüm nimetlerini paylaştığımız şu zamanda modern dünyanın teknik buluşları, sanayileşme, büyük kalabalıkların bir arada yaşama zorunluluğu, iletişimin zirveye ulaştığı çağımızda insanlara bir takım kolaylıklar sağladığı gibi rahatsız eden bir takım hastalıkları da beraberinde getirmiştir. Stresgürültü, çevre kirliliği, hastalıklı ve zararlı besin maddeleri ve buna benzer diğer zararlı maddeler gibi...” (6 Nisan 2001) YARGI 3: “Yüce dinimiz, ilim öğrenmeyi farz kıldığı gibi; öğretmeyi de bize bir görev olarak vermiştir. Dinimiz, ilim öğreneni de öğreteni de yüceltmiştir. İslâmiyet, ilim ve eğitimi ibadet kabul etmiş, Peygamber Efendimiz de: ‘İlim tahsil etmek, Allah katında nafile olarak kılınan namaz, tutulan oruç ve yapılan hacdan daha hayırlıdır’ buyurmuştur. Müslümanlar olarak, Allah ve Rasûlünün bizlere vermiş olduğu öğütleri tutmak, ilgimizi artırmak için devamlı gayret etmeliyiz. Bir âyet-i kerimede Cenab-ı Hak ‘Rabbim benim ilmimi artır’, diye dua etmemizi öğütlemiş, diğer bir âyet-i celiledede: ‘...Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?...’ diye buyurmak suretiyle bilginin ve bilgi sahibinin değerinin ne kadar yüce olduğunu ortaya koymuştur.” (22 Haziran 2001) YARGI 3: “Peygamber efendimizin tebliğ edip açıkladığı Allah kelamı Kur’an; varlığını ve rehberliğini dünya durdukça sürdürecek olan, çağları kucaklayan ve aşan, daima tazeliğini ve güncelliğini koruyan, insanları geriye değil daima ileriye götüren, bilimsel ve teknik gelişmelerle çatışmayan, bir kitaptır. Bu kitabın insanlığa sunduğu öğüt ve ilkeler, hüküm ve tavsiyeler, helal ve haramlar, emir ve yasaklar, misal ve kıssalar ve bildirdiği gerçekler zamanın geçmesiyle değişmez, eskimez ve değerini yitirmez.” (12 Ocak 2001) 3.3.7.4. Değişim/İlerleme YARGI 4: “İlim, geçmişi ve geleceği kuşatan Allah’ın kelamı olan Kur’an’ın değişmezliğine, evrenselliğine, çağları kucaklayan insanları her zaman en doğruya götüren bir kitap olduğuna inancımız tamdır. Kur’an âyetleri değişmez. Ancak insanlar ilim, kültür ve teknik bakımından geliştikçe Kur’an’ın anlaşılması ve hayata geçirilmesi de gelişip değişebilir. Kur’an’ın hedeflediği amaçlar değişmez ancak araçlar değişebilir. Mesela Kur’an’da “temizlik” emredilmiştir. Bu bir ilkedir. Bu ilke değişmez. Ama temizlik vasıtaları her zaman gelişip değişebilir. İnsanın avret yerlerini örtmesi farzdır. Bu farz değişmez fakat avret yerlerini örtecek giysilerin kumaşı, şekli ve biçimi değişebilir. Kur’an’da ‘Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın’ (Enfal, 8/60) buyurulmuştur. Ayette geçen “at” bir vasıtadır. Bu vasıta değişebilir. Çağımızda atın yerini motorlu vasıtalar, tanklar, uçaklar ve füzeler almıştır, dolayısıyla bu vasıtalar her zaman gelişip değişebilir…. 310 Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Vurgulamak istediğimiz gerçek, âyet ve hadislerin değişmezliğidir. Ancak amaçlara götüren vasıtalar ile âyet ve hadislerde açıkça zikredilmeyen, yorum ve içtihada dayanan hükümler değişebilir.” (12 Ocak 2001) YARGI 4: “Bir kişinin karşısındaki bir insana güvenmesi, onun da bu güvene layık olması; elbetteki çok önemlidir. Güvenilmeyen insanlardan oluşan toplumların maddi ve manevi alanda ilerlemeleri mümkün değildir.” (5 Ocak 2001) 3.3.7.5. Eğitim/Öğretim YARGI 5: “Dinimiz ilme, okuyup yazmaya gereken önemi vermiş; dikkatimizi bu noktaya çekmiş ve bizlerden daima müsbet yolda çalışmayı istemiştir. Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de: ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku; O, insanı bir Alakadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini öğreten, kalemle (yazmayı) belleten Rabbin, en büyük Kerem sahibidir.’ buyurmak suretiyle, insanın daima arayış içinde olması gerektiğini, eğitim ve öğretimle her an içiçe bulunması lüzumunu belirtmiştir. Peygamber Efendimiz de, ilim öğrenme hususunda bir hadis-i şeriflerinde: ‘İlim öğrenmek için gayret sarf etmek, kadın-erkek her Müslüman’a farzdır’ buyurmaktadır.” (22 Haziran 2001) YARGI 5: “Günlük hayatımızdaki ihtiyaçlarımızı düşündüğümüz zaman, bunların elde edilmesinde ilmin, fennin ve sanatın büyük bir rolü olduğunu görürüz. Bunlar da ancak, okuyup yazmak, eğitim ve öğretim görmekle mümkündür.” (23 Kasım 2001) Tablo 7: Güncel Değerler/Eğilimler Birimi Açısından Kategoriler 2001 YILI CUMA HUTBELERİNDE “GÜNCEL DEĞERLER/EĞİLİMLER”E İLİŞKİN SÖYLEMİN “HAK/ÖZGÜRLÜK, GÜNÜMÜZ DÜNYASININ SORUNLARI, BİLİM/TEKNOLOJİ, DEĞİŞİM/İLERLEME, EĞİTİM/ÖĞRETİM” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ ONAYLAMA KATEGORİSİ YADSIMA KATEGORİSİ 1.1.İman ve ibadet, zorlama olmadan kişinin özgür iradesiyle samimiyetle yapılmalıdır. 1.1.İnsanları iman ve ibadet etmeye zorlamamak ve iman ve ibadet etmek isteyen her hangi bir insana engel olmamak gerekir. 1.2. Allah özgürlüğü korumak için aşırıya gitmeden savaşmayı emreder. 1.2. Özgürlüğü korumak için bile olsa savaşırken aşırıya kaçmayı Allah yasaklamıştır. 311 1.3. Allah’a ve insanlara karşı görevlerini yapan, hak ve hukuka saygı gösterip, ahiret hayatına borçsuz ve günahsız olarak gitmeye çalışan bir Müslüman akıllı ve basiretli bir insandır. 1.3. Haksızlık eden, hak sahibine hakkını vermeyenler; ahirette pişmanlık duyacaklar ve çetin bir azaba uğrayacaklardır. 2.1. İslam dininde yasaklanmasına rağmen rüşvet ve yolsuzluk günümüzde devam etmektedir ve bu, toplumda bir çürüme yaşandığını gösterir. 2.1. İslam’ın değerlerine uymayan rüşvet ve yolsuzluk devam ettiği sürece toplumdaki çürüme önlenemez. 2.2. Allah’ın kurduğu dengeye uyulması hem doğada hem de iç dünyalarında birçok probleme ve bunalımı ortadan kaldırmaktadır. Günümüzde yaşanan sorunlar insanların kendi sorumluluklarını yerine getirmemelerinin bir sonucudur. 2.2. Allah’ın kurduğu dengeye uyulmazsa hem doğada hem de iç dünyada ortaya çıkan birçok sorunun önüne geçilemez. İnsan kendisine verilen sorumlulukları yerine getirmedikçe bu bunalımların önüne geçilemez. 3.1. Modern dünyanın getirdiği sanayileşme, teknik buluşlar, iletişim ve toplu yaşama zorunluluğu insana birçok kolaylık sağlamaktadır. 3.1. Modern çağın olumsuzlukları göz önünde bulundurulmaksızın insanlığa tümüyle yararlar sağladığı kabul edilemez. 3.2. İslam’a göre bilgi ve bilgi sahibi olmanın değeri çok büyüktür. Müslümanlar, Allah ve Peygamberinin bu yöndeki öğütlerini tutarak ilgilerini artırmak için devamlı gayret içinde olmalıdır. 3.2. Müslümanlar Allah ve Peygamberin öğütlerini tutmaz ve bilgi sahibi olmak konusunda gayret içinde olmazsa dinin yönergesine uymamış olurlar. 3.3. Kuran her zaman her çağda güncelliğini korur, insanları ileri götürür ve bilimsel ve teknik gelişmelerle uzlaşı içindedir. 3.3. Kuranın her çağda güncelliğini korumadığı, insanları ileri götürmediği ve bilimsel ve teknik gelişmelerle uzlaşı içinde olmadığı düşünülemez. 4.1. Kur’an’ın hedeflediği amaçlar, ilkeler daima aynıdır ancak insanlar ilim, kültür ve teknik bakımından geliştikçe kullanılan araçlar, yorumlar ve verilen hükümler bu gelişmelere paralel olarak değişir. 4.1. Kuranın ilkeleri ve amaçlarının değişeceğine inanmak İslam’a uymaz. 4.2. Bir toplumu oluşturan kişiler güvenilirse o toplum maddi ve manevi alanlarda ileriye gider. 4.2. Güvenilmeyen insanlardan oluşan toplumların maddi ve manevi alanda ilerlemeleri mümkün olamaz. 5.1. İnsanın, eğitim ve öğretime önem vermesi İslam’a göre kadın erkek her Müslüman için farzdır. 5.1. İslam’a göre kadın erkek olduğuna bakılmaksızın bütün Müslümanların eğitim ve öğretime önem vermemesi kabul edilemez. 5.2. İlim, fen ve sanat, eğitim ve öğretimle mümkün olmaktadır ve günlük hayattaki ihtiyaçlarımız ancak eğitimle karşılanabilmektedir. 5.2.Eğitim ve öğretim olmadan ilim, fen ve sanat alanlarında ilerlemek ve günlük hayattaki ihtiyaçları gidermek mümkün olmamaktadır. 312 3.3.7.6. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Güncel Değerler/Eğilimler” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi 2001 Cuma hutbelerinde İslam’ın özgürlükle ilişkisi belirli açılardan ortaya konulmaktadır. En temelde iman ve ibadetin, zorlama olmadan kişinin özgür iradesine ve samimiyetine dayanması gerektiği tavsiye edilmektedir. Hatta Allah’ın, özgürlüğün korunması için aşırıya kaçmayan savaşı emrettiğinden bahsedilmektedir. Akıllı ve basiretli bir Müslümanın yapması gereken, Allah’a ve insanlığa karşı görevlerini yerine getirmesi, hak ve hukuka saygı göstermesi, ahirete borçsuz ve günahsız gitmeye çalışmasıdır. Cuma hutbelerinde güncel değerler/eğilimler kapsamında günümüz dünyasının sorunlarına açıklık getirildiği görülmektedir. Bu anlamda, İslam dininde yasaklanmasına rağmen rüşvet ve yolsuzluğun günümüzde sürdüğüne ve bu durumun, toplumda bir çürüme yaşandığını gösterdiğine işaret edilir. Günümüzde yaşanan sorunların ve bunalımların, Allah’ın kurduğu dengeye uyulmamasının sonucu olduğu ifade edilmekte, günümüzde yaşanan sorunlar, insanların kendi sorumluluklarını yerine getirmemelerine bağlanmaktadır. Bilim/teknolojiye ilişkin görüşleri, güncel değerler/eğilimler kapsamında ele almaktayız. Bu açıdan hutbelerde modern dünyanın getirdiği sanayileşme, teknik buluşlar, iletişim ve toplu yaşama zorunluluğunun, insana birçok kolaylık sağladığı anlatılmaktadır. Aynı zamanda İslam’a göre bilgi ve bilgi sahibi olmanın değerinin çok büyük olduğundan söz edilmekte, Müslümanların, Allah ve Peygamberinin bu yöndeki öğütlerini tutarak bilgiye ilgilerini artırmak için devamlı gayret içinde olmaları tavsiye edilmektedir. Kısaca, Kuran’ın her zaman bilim ve teknolojideki gelişmelerle uyum içinde olduğu, güncelliğini koruduğu ve insanları ileri götürdüğü vurgulanmaktadır. Benzer bir anlayış, değişim/ilerleme konusunun hutbelerde ele alınma biçimiyle ilgili olarak kendini göstermektedir. Bu anlamda, Kur’an’ın hedeflediği amaçlar, ilkelerin daima aynı olduğu ancak insanlar ilim, kültür ve 313 teknik bakımından geliştikçe kullanılan araçların, yorumların ve verilen hükümlerin bu gelişime paralel olarak değiştiği üzerinde durulmaktadır. Yine, bir toplumu oluşturan kişiler güvenilir olduklarında o toplumun maddi ve manevi alanlarda ileriye gideceği ileri sürülmektedir. Güncel değerler/eğilimler kapsamında son olarak hutbelerin eğitim/öğretim konusundaki söylemine bakıldığında ilmin, fen ve sanat, eğitim ve öğretimle mümkün olduğu ve günlük hayattaki ihtiyaçların ancak eğitimle karşılanabileceği anlayışıyla karşılaşılmaktadır. Ayrıca, insanın, eğitim ve öğretime önem vermesinin İslam’a göre kadın veya erkek her Müslüman için farz olduğunun altı çizilmektedir. 3.3.8. Tarihsel Öğeler Tarihsel öğeler birimi içinde öncelikle tarihsel şahsiyetler, hicret ve savaşlar/fetihler alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise ortaya çıkan yargısal ifadeler hakkında değerlendirme yapılmaktadır. 3.3.8.1. Tarihsel Şahsiyetler YARGI 1: “Alemlere rahmet olarak gönderilen son peygamber, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in örnek hayatı incelendiğinde; O’nun muhteşem özellikleri, açıkça görülür. Allah Rasûlü, kimsenin ayıbını yüzüne vurmaz, hoşlanmadığı ve yanlış gördüğü bir davranış olursa o davranışı yapanların kim olduğunu belirtmeden ve kimseyi kırmadan, yanlışları düzeltir; kimsenin sözünü kesmez, konuşması bitinceye kadar dinler, kimsenin gizli hallerini araştırmaz, kendini ilgilendirmeyen konularla meşgul olmazdı. Allah’a hürmetsizlik yapılmadıkça kendisine karşı yapılan kötülükleri bağışlar, eline fırsat geçse de intikam almayı düşünmezdi. Zengin-fakir, efendi-köle, büyük-küçük ayrımı yapmadan insanları eşit tutardı. Hz. Peygamber cömertti, ikram etmeyi çok severdi, eline geçen hemen her şeyi muhtaçlara dağıtır, kimseyi eli boş çevirmezdi. Bütün işlerini tam bir düzen ve intizam içinde yapar, vaktini boşa geçirmezdi. 314 Dürüstlükten ayrılmazdı. Verdiği sözü tutardı. Şakayla da olsa, asla yalan söylemezdi. Henüz peygamber olmadan ‘güvenilen kişi’ unvanını kazanmıştı.” (1 Haziran 2001) YARGI 1: “Peygamberimize, dost-düşman, mü’min-müşrik, herkes güvenmiş ve kendisine de bu yüzden ‘Muhammedü’l Emîn’ denilmiştir.” (21 Eylül 2001) YARGI 1: “Değerli Mü’minler! Bu fetih, o tarihlerde dünyanın bazı bölgelerinde Müslümanların diri diri ateşe atılarak zulme maruz bırakıldığı bir dönemde gerçekleşti. Bu muazzam fethin ertesi Çarşamba günü İstanbul’un her yerinde Fatih Sultan Mehmed’in fermanları okundu. Şehrin içinde saklanan halkın, hiçbir şeyden çekinmeksizin ve cesaretle ortaya çıkmaları istendi. Canlarının, mallarının, ırzlarının, korunacağı, din ve mezheb hürriyetleri ile milli örf ve adetlerinin tamamen Türk kanunlarının teminatı altında bulunduğu ilan edildi. Dini liderlerini seçmelerine izin verildi…. Fatih’in bu fermanına o kadar sadakat gösterildi ki, güzel yurdumuzda diğer ırk ve din mensupları, hiçbir rahatsızlık duymadan yaşayageldiler. Bütün bunlar necip milletimizin her türlü inanca ve ırka gösterdiği hoşgörüyü aksettiren tarihi belgelerdir.” (25 Mayıs 2001) YARGI 1: “Hutbemi Kanuni Sultan Süleyman’ın şu veciz sözüyle bitiriyorum. ‘Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.’” (6 Nisan 2001) YARGI 1: “Bundan 86 sene önce zamanın her bakımdan en güçlü devletlerinin askerleri bir hayalin peşine düşerek Çanakkale Boğazına kadar geldiler. Akıllarınca boğazları geçecekler, Müslüman Türkleri tarih sayfasından sileceklerdi. Hasta adam dedikleri Osmanlı İmparatorluğunu yok ederek, asırlardır süregelen haçlı zihniyetini dünyaya hakim kılacaklardı. Ancak, askeri anlamda çok üstün saydıkları planları ve harp taktikleri, başta devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının her şeyini ortaya koyarak yaptıkları yurt savunması karşısında, Çanakkale Boğazı’nda suya düştü. Böylece dünya durdukça konuşulacak olan ‘Çanakkale Geçilmez Destanı’ yazıldı.” (3 Ocak 2001) YARGI 1: “Ecdadımız; yokluklar içinde ve en ağır şartlar altında, yedi düvele karşı, tarihte benzeri görülmemiş bir destan yazmıştır. Müslüman Türk milletinin savaş meydanındaki kahramanlığını ve azmini, bu savaşın Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal şöyle anlatır: ‘Karşılıklı siperler arasında mesafemiz, sekiz metre idi. Yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekiler, hiç biri kurtulamadan kâmilen şehit düşüyor. İkinciler onların yerine geçiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir itidal ve tevekkülle; biliyor musunuz? Şehit olanı görüyor, üç dakikaya kadar şehit olacağını biliyor, en ufak bir fütur bile getirmiyor. Sarsılmak yok. Okuma bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim, Cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler 315 kelime-i şahadet getirerek yürüyorlar. Bu; Türk askerindeki imanı ve ruh kuvvetini gösteren, şayan-ı hayret ve şayan-ı tebrik bir misaldir.’” (24 Ağustos 2001) 3.3.8.2. Hicret YARGI 2: “Hz. Peygamber’in gönderilmesiyle ölmüş kalpler dirildi, pörsümüş vicdanlar merhamete kavuştu, insanlık, yolunu düzelterek, yeniden huzur buldu. Ancak Mekkeliler bu ilahi rahmetin değerini gereği gibi kavrayamadılar, 13 yıllık tevhid mücadelesinin sonunda, inanan bir avuç Müslümana kendi memleketlerinde yaşama hakkını çok gördüler. … Sevgili Peygamberimiz Peygamberliğinin 13. yılında ashabıyla beraber, yurtlarını, mallarını, hatta sahabeden birçoğu anne, baba, eş ve çocuklarını bırakarak Medine’ye hicret etmek zorunda kaldılar. İlahi nura susayan gönüller tarafından cihanşümül bir misafir olarak karşılanan Peygamberimiz’e, Ensar ve Muhacirlerin sergiledikleri dostluk, kardeşlik ve fedakarlığın bir benzerine tarih henüz şahit olmamıştır.” (23 Mart 2001) YARGI 2: “Hicretten 17 yıl sonra Hz. Ömer’in halifeliği döneminde Hz. Ali’nin teklifiyle bu yolculuk, Hicri takvimin başlangıcı olarak kabul edildi. Hicret; Hak’kın batıla galip gelmesi ve islamı tümüyle yaşamanın azmidir. Hicret; tevhid inancının kalplerde kökleşmesinin, gerektiğinde mallardan ve canlardan feragat etmenin sembolüdür. Hicret; Ensar ve Muhacirinin sergiledikleri dostluk ve kardeşliğin, milli birlik ve bütünlüğün en güzel timsalidir. Hicret; ilk Müslümanların inançları uğruna gösterdikleri fedakarlığın doruk noktasıdır.” (23 Mart 2001) 3.3.8.3. Savaşlar/Fetihler YARGI 3: “Şanlı tarihimizde İstanbul’un fethinin anlamı çok büyüktür. İstanbul’un fethi konusunda Sevgili Peygamberimiz: ‘İstanbul muhakkak feth edilecektir. Onu feth eden komutan ne güzel komutan; Onu feth eden ordu ne güzel ordudur.’ buyurmuşlardır. Rasûlullah’ın bu müjdesine nail olmak isteyen Müslümanlar, İstanbul’u defalarca kuşattılar. Çağ açıp çağ kapayan Fatih Sultan Mehmed komutasındaki Türk Ordusu 29 Mayıs 1453 Salı günü İstanbul’u fethetti. Böylece bu şeref aziz milletimize nasip oldu. Fetih günü Fatih Sultan Mehmed, Topkapı’dan şehre girerek, Bizans halkının sığındığı Ayasofya’ya gitti. Orada bulunan dini liderlerden ve insanlardan bazılarının kendilerini yerlere atmış olduğunu görünce onlara: ‘Kalkın! Ben Sultan Murat Han Oğlu Sultan Mehmed derim ki: Bu günden itibaren canınız ve hürriyetiniz teminatım altındadır.’ dedi.” (25 Mayıs 2001) 316 YARGI 3: “Çanakkale geçilmez destanı yazılırken doğusundan batısına eli silah tutan vatan evladları görev almıştır. Bunlardan 250 bine yakını şehit olmuş, geride on binlerce gazi kalmıştır.” (16 Mart 2001) YARGI 3: “Muhterem Müslümanlar! Şanlı tarihini, altın sayfalarla süsleyen aziz milletimizin unutulmaz zaferlerinden; 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın, 79. Yıldönümünü idrak ediyoruz. 30 Ağustos hürriyet ve istiklalimizi kazandığımız bir zafer günüdür.” (24 Ağustos 2001) 317 Tablo 8: Tarihsel Öğeler Birimi Açısından Kategoriler 2001 YILI CUMA HUTBELERİNDE “TARİHSEL ÖĞELER”E İLİŞKİN SÖYLEMİN “TARİHSEL ŞAHSİYETLER, HİCRET, SAVAŞLAR/ FETİHLER” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ ONAYLAMA KATEGORİSİ YADSIMA KATEGORİSİ 1.1.Hz. Muhammed’in hayatı ve üstün özellikleri; cömertliği, nezaketi, bağışlayıcılığı, eşitlikçiliği, dürüstlüğü vb. örnek alınmalıdır. 1.1.Hz. Muhammed’in hayatını örnek almamak üstün özelliklerinden mahrum kalmaktır. 1.2. Hz. Muhammed’in en önemli özelliklerinden biri güvenilir olmasıdır ve o düşmanlarının ve müşriklerin bile güvenini kazanmıştır. 1.2. Hz. Muhammed çok güvenilir bir insan olmasaydı düşmanlarının ve Müslüman olmayanların bile güvenini kazanamazdı. 1.3. Dünyanın başka bölgelerinde Müslümanlara işkence edilirken Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u fethettikten sonra bir ferman yayınlamış ve diğer ırk ve din mensuplarının inançlarının yaşam biçimlerinin, canlarının, mallarının, ırzlarının, inançlarının ve geleneklerinin Türk kanunlarının güvencesi altında olduğunu duyurmuş ve bunu uygulamıştır. 1.3. Fatih Sultan Mehmed dünyanın diğer bölgelerindeki Müslümanların şiddete maruz kalmasından etkilenmemiş ve İstanbul’u fethettikten sonra başka inanç ve geleneklere sahip olan insanlara saygısızlık yapmamıştır. 1.4. Kanuni Sultan Süleyman sağlığın devletten bile daha önemli olduğunu ünlü beyitiyle ifade etmektedir. 1.4.Kanuni Sultan Süleyman sağlık olmadan en itibarlı devletin bile işe yaramayacağını ifade etmektedir. 1.5. Dünyanın en güçlü devletlerinin yıllardır Müslüman Türkleri tarih sayfasından silme hayallerini Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları engelledi. 1.5. Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları olmasaydı Müslüman Türkler haçlı devletleri tarafından tarih sahnesindeki varlığını sürdüremeyecekti. 1.6. Başkomutan Gazi Mustafa Kemal önderliğinde Müslüman Türk milleti yokluklar içinde bile olsa kahramanca ve azimle başarıya kavuşmuşlardır. 1.6. Müslüman Türk milleti Gazi Mustafa Kemal önderliğinde yokluklara ve zor şartlara katlanmasaydı büyük zafer kazanılamayacaktı. 2.1. Mekkelilerin Peygamberin değerini bilememesi sonucu Müslümanlar yurtlarını, mallarını ve ailelerini bırakarak Medine’ye hicret etti ve orada dostluk, kardeşlik ve fedakârlıkla karşılandı. 2.1. Mekkeliler Peygamberin değerini yeterince kavrayamamışlar, dostluk, kardeşlik ve fedakârlık gibi duygulardan mahrum kalmışladır. 2.2. Hicret, Müslümanların galibiyeti, azmi, dostluk, kardeşlik ve bütünlüğün, inanç için fedakârlık yapmanın önemli bir örneğidir ve bu kutsal yolculuk Hz. Ömer’in döneminde Hz. Ali’nin teklifiyle Hicri takvimin başlangıcı kabul edilmektedir. 2.2. Müslümanlar azim ve fedakârlık duygusuyla hareket etmeseydi dostluk, kardeşlik, milli birlik ve beraberliğin değeri anlaşılamazdı. 318 3.1. Fatih Sultan Mehmed’in komutasında Türk ordusunun İstanbul’u fethetmesi yalnızca askeri bir zafer değil, aynı zamanda Peygamberin müjdelediği manevi boyutu olan büyük bir olaydır. 3.1. İstanbul’un fethini sadece askeri bir başarı olarak görülmemelidir. 3.2. Çanakkale savaşına yurdun her yerinden eli silah tutan vatan evlatları katılmış, 250 bin şehit, on binlerce gaziyle büyük bir zafer olarak destanlaşmıştır. 3.2. Çanakkale’de yurdun her yerinden eli silah tutan herkes savaşmasaydı böylesine büyük bir zafer kazanılamazdı. 3.3. Müslümanların 30 Ağustos’u özgürlük ve bağımsızlığını kazandığı büyük bir zafer günü olarak algılamaları gerekir. 3.3. Müslümanların 30 Ağustos’un özgürlük ve bağımsızlığın kazanıldığı bir zafer günü olduğunu algılamamaları düşünülemez. 3.3.8.4. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Tarihsel Öğeler” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi 2001 yılı Cuma hutbelerinde tarihsel ögelerle ilişkili olarak tarihsel şahsiyetler, hicret, savaşlar/fetihler birimi incelenmiştir. Hz. Muhammed, Fatih Sultan Mehmed, Kanuni Sultan Süleyman, Mustafa Kemal Atatürk, ele alınan tarihsel şahsiyetlere örnektir. Hicret, İstanbul’un fethi ve Çanakkale Savaşı da tarihsel ögeler açısından ele alınmıştır. Hz. Muhammed’in hayatı, özellikleri; cömertliği, nezaketi, affediciliği, eşitlikçiliği, dürüstlüğü ve güvenilirliği gibi özelliklerinin örnek alınması gerektiği açıklanmaktadır. Benzer olarak Fatih Sultan Mehmed’in özellikleri ve yaptığı işler hutbelerde vurgulanan unsurlardır. Sağlığın önemiyle ilgili verilen bir hutbede Kanuni Sultan Süleyman’ın ünlü beyiti örnek olarak verilir. Mustafa Kemal Atatürk ve onun silah arkadaşlarının sayesinde Müslüman Türk milletinin kazandığı başarılar anlatılır. Müslümanların yaşadıkları sıkıntılar sonucu Mekke’den Medine’ye gitmek zorunda bırakıldıkları kutsal bir yolculuk olan Hicret, galibiyetin azmin, dostluğun, kardeşliğin inanç için fedakârlık yapmanın önemli bir örneği olarak ifade edilir. 319 İstanbul’un fethi, yalnızca askeri bir başarı değil, aynı zamanda Hz. Muhammed’in müjdelediği manevi boyutu büyük bir olay olarak değerlendirilmiştir. Çanakkale Savaşı ve 30 Ağustos Zaferinin de tarihsel olarak büyük önem taşıdığı vurgulanmaktadır. 3.4. 2012 YILI CUMA HUTBELERİNDEKİ SÖYLEMİN İDEOLOJİK İNŞASI 3.4.1. Ahlak Ahlak birimi içinde öncelikle kişilik/davranış, iyilik/kötülük ve hak/adalet alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise ortaya çıkan yargısal ifadeler hakkında değerlendirme yapılmaktadır. 3.4.1.1. Kişilik/Davranış YARGI 1: “Aziz kardeşlerim; Gıybetin, dedikodunun, laf götürüp getirmenin ne kadar kötü bir hastalık olduğu, toplumsal ilişkileri zedeleyen, yüzyüze yaşamamız gereken samimiyetlere en ağır darbeyi vuran çirkin birer huy olduğu hepimizce bilinmektedir… Şunu da belirtmek gerekir ki; gıybet sadece sözle yapılan bir şey değildir. Yazı, îmâ, alaylı hareketler, işaret ve taklitlerle yapılan her türlü çekiştirme de yine gıybet sayılmıştır. Şu ayet-i kerime de buna işaret etmektedir: ‘Diliyle çekiştirip, yüzüyle de alay eden kimsenin vay haline!’ Aziz Kardeşlerim! Maalesef günümüzde de oldukça yaygın olan ve adeta bir hastalık haline gelmiş bulunan bu çirkin huylardan kurtulmanın en önemli yolu, hiç şüphesiz, işe önce kendimizden başlamak olacaktır. Samimi her Müslüman, diğer bir kardeşini çekiştirmekten, insanların arasını bozacak her türlü söz ve fiilden mutlaka kaçınmalı; başkalarının gıybetinin yapıldığı ortamlarda bulunmamalı; bu işleri yapan kimseleri gördüğünde hemen uyarmayı kendine vazife bilmelidir. Doğruyu konuşmak için birbirimize arkamızı dönmeyi beklemek yerine, doğruları yüz yüze konuşabilme erdemini sergilediğimizde, ikiyüzlülüğün de önüne geçebileceğimizi unutmayalım.” (20 Ocak 2012) 320 YARGI 1: “Aziz Kardeşlerim! Hakikat âlemindeki iletişimde bizden beklenen edep, nezaket, saygı gibi güzel hasletler, hangi iletişim ortamında bulunursak bulunalım imanımızın ve ahlakımızın bir gereği olarak tezahür etmelidir. Oysa sosyal medyada çoğu defa bu tür dini ve ahlaki hasletler sorumsuz bir şekilde göz ardı edilebilmektedir. Zamanı ve dahası ömrü israf, gıybet, dedikodu, yalan, su-i zan, koğuculuk, iftira gibi birçok gayri ahlaki tutum ve davranışlar adeta bu ortamların galibi konumundadır. Oysa yüce kitabımızda; ‘İnsan hiç bir şey söylemez ki onun yanında yaptıklarını gözetleyen ve kaydeden hazır bir melek bulunmasın.’ ayetiyle bizim her daim Yüce Yaratanın murakabesi altında olduğumuz ifade edilmektedir. Mümin, elinden, dilinden, bütün uzuvlarından sadır olan davranışlardan sorumlu olduğu bilinciyle hareket etmelidir. Nitekim, ‘O gün biz onların ağızlarını mühürleriz. Elleri bize konuşur, ayakları da kazandıklarına şahitlik eder.’ ayeti kerimesi bu hakikati gayet veciz bir şekilde beyan etmektedir.” (27 Ocak 2012) YARGI 1: “Kardeşlerim! Dinimizin ısrarla vurguladığı bir diğer sorumluluk alanı da ahlakî duyarlılıklardır. İyi ve kötüyü, günah ve sevabı bilme ve ayırt etme kabiliyeti sayesinde insan, ahlakî sorumluluklarını şekillendirecektir. İyilikte yardımlaşmayı, iffeti korumayı, emanete riayet etmeyi, adil olmayı, hoşgörüyü, tevâzuyu, sözünde durmayı, güzel söz söylemeyi kendisine şiar edinecektir. Çünkü sorumluluk bilinciyle yapılan bu davranışlar müminin faziletli olmasını sağlayacak, faziletli mümin de Hz. Peygamber’in ifadesiyle, ‘Ahlakı en iyi olan’ mü’min olacaktır.” (27 Nisan 2012) YARGI 1: “Her yılın başlangıcı, aslında bizlere bu mesajları veriyor. Ancak üzülerek ifade edelim ki, başka dinlere, başka kültürlere, başka dünyalara ait sembolik unsurlar, yılbaşı eğlenceleri ile bütünleştirilerek bir tüketim kültürüne dönüşmüştür. Daha endişe verici olanı ise geleceğimizin teminatı olan çocuklar üzerinden bir kimlik ve kültür erozyonu gerçekleştirilmesidir. Ömrümüzden bir sene gittiği halde sanki bir sene kazanmış gibi zamandan intikam alırcasına, kendini ve değerlerini unutarak, kendinden geçerek alkollü içkilerle sabahlara kadar eğlenmek ne kadar hazindir. Emek harcamadan zengin olmak arzusuyla kumar, piyango, toto ve loto gibi talih ve şans oyunlarının peşinden sürüklenmek ne kadar üzüntü vericidir.” (28 Aralık 2012) YARGI 1: “Kıymetli Kardeşlerim! Sevgili Peygamberimiz, insanlara hizmette emanet ve mesuliyet bilincini, liyakati getirdi. İffetli ve ahlaklı bir toplum kurdu. İlim ve hikmete, hak ve hakikate, bilgi ve öğrenmeye âşık örnek bir nesil yetiştirdi. Fakirler, sahipsiz olmadıklarını; güçsüzler kimsesiz kalmadıklarını hep O’ndan, O’nun uygulamalarından öğrendi. Kısacası onlara temiz bir toplumun nasıl oluşması gerektiğini göstererek insan onurunu, insanca yaşamı, Müslümanlığı ve medeniyeti gösterdi.” (16 Kasım 2012) 321 YARGI 1: “Kardeşlerim! Beşeri münasebetlerdeki soğukluklar ve insanlar arasına örülen duvarlar; terk edilemeyen bencilliklerden, çıkar tutkuları ve empati eksikliği gibi ahlaki kusurlardan kaynaklanmaktadır. Kaygısı dünyalıktan ibaret olanların, bunları kaybetmek ya da başkalarıyla paylaşmaktan duydukları endişe sebebiyle yaşadıkları ruhsal gerilimler, çevrelerine kaba davranışlar olarak yansıyabilmektedir.” (2 Mart 2012) 3.4.1.2. İyilik/Kötülük YARGI 2: “Rabbimiz; ‘İyilik ve takva üzere yardımlaşın ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın.’ buyurarak, günah ve kötülük hususunda değil, güzel hasletlere sahip olma ve bunların paylaşımı konusunda yardımlaşmamız gerektiğini ifade etmektedir.“ (27 Ocak 2012) YARGI 2: “Mümin, Allah’ın sevdiğini sever, Allah’ın rızasını ister. Bilir ki Allah âdil davrananları sever. Sakınanları, sabredenleri, güzel davrananları, iyilik edenleri, tevekkül edenleri Allah yolunda, duvarları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak mücadele edenleri çok tövbe edenleri ve çok temizlenenleri sever O halde Müslümanlar da bu vasıftakileri sever ve böyle olmayı ister.” (17 Şubat 2012) YARGI 2: “Peygamberimizin ümmetinin Kur’an-ı Kerim’de en hayırlı ümmet olarak anılması, insanlara iyiliği tavsiye edip, onları kötülükten men etmeleri, başka bir deyişle, İslam’ın güzelliklerini gönüllere ulaştırma sorumluluğuyla ifade edilmiştir. Bu kutsi görev ise, ancak gönülleri fethetmekle, insanlara karşı cana yakın olmakla gerçekleştirilebilir. Rahmet peygamberine göre, ‘Mümin, asla başkalarını suçlayan, lanet okuyan, kötü söz ve davranışlar sergileyen biri olamaz.’ İnsanların en kötüsü, kendisinden iyilik umulmayan ve şerrinden korkulan kimsedir. En hayırlısı ise, kendinden iyilik umulan ve kötülük yapmayacağına inanılan kimsedir.” (3 Mart 2012) YARGI 2 “Kardeşlik her şeyden önce bir söylem ve edebî bir kurgu değil, bir hukuk ve ahlâktır. İşte Ensar ve Muhacirler böyle bir kardeşliği yaşayarak ortaya koymuşlardır. Efendimiz(s.a.s.), asabiyet ve menfaatin çelik ağını kırarak; dilleri, renkleri, ekonomik imkânları, gelenek ve görenekleri farklı olmasına rağmen ‘iyilik ve takvada yardımlaşan’ kardeşlerden örnek bir toplum meydana getirmişti.” (6 Nisan 2012) YARGI 2: “İnsanın Allah’a olan saygısını canlı tutan ibadet sorumluluğu, aynı zamanda insanı kötülüklerden uzaklaştırır. Yaratılıştaki temiz fıtratına yabancılaşmasını önler. Örneğin, ibadet bilinciyle, zahirî ve manevî şartlarına özen gösterilerek kılınan her namaz, müminin erdemine erdem katar.” (27 Nisan 2012) 322 YARGI 2: “Ancak her işte olduğu gibi yardımda bulunmanın da bir âdâbı, usulü vardır. Bizlere yakışan, her türlü yardımı sırf Allah rızası için yapmak, yapılan iyiliği dile dolamamak, başa kakmamak, bu tür işleri olabildiğince gizli yapmak, karşı taraftan herhangi bir menfaat ummamaktır. ‘Temizlenmek için malını hayra veren muttakî kimse, cehennemden uzak tutulacaktır. O, asla karşılık bekleyerek iyilik yapmaz. Yaptığı iyiliği ancak Yüce Rabbinin rızası için yapar.’ âyet-i kerimesi bu konuda rehberimiz olmalıdır.” (3 Ağustos 2012) YARGI 2: “Yüce Allah'ın lütfettiği sınırsız nimetler karşısında insanın Rabbine hamdetmesi ve sahip olduğu her şeyi O’nun rızasını kazanmak için vesile bilmesi en önemli kulluk vazifelerindendir. Şu kısacık ömrünü iyilik ve takvada yardımlaşarak geçirenlere; hayırda yarışarak tamamlayanlara ne mutlu!” (9 Kasım 2012) YARGI 2: “Erdemli bir mü’minin, sözü hikmet, susması tefekkür, bakışı ibret, ameli de sadece iyiliktir. İşittiğinde insan onuruna yakışmayana değil, güzele ve doğruya kulak verir. Baktığında alaycı bir bakışla değil, ibret nazarıyla bakar. Maddî zenginliği değil, gönül zenginliğini önemser. Sevgi medeniyetinin bir neferi olarak gönüllere girme duyarlılığını her daim ön planda tutar. Böylece Rabbinin sevgisini kazanarak, ‘…Nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de âdetâ ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden her ne isterse, onu mutlaka veririm. Bana sığınırsa, onu korurum’ hadis-i kudsîsinde belirtilen mükâfatları elde eder.” (27 Nisan 2012) 3.4.1.3. Hak/Adalet YARGI 3: “Efendimiz cehlin yerine bilgi ve hikmeti, zulmün yerine hak ve adaleti getirmiştir. ‘Ben Muhammed’im, ben Ahmed’im, ben rahmet peygamberiyim’ diyen Kutlu Nebi (s.a.s.); nefret ve kinle paslanan yürekleri, körelmiş vicdanları muhabbet ve merhametle yeniden inşa ve ihya etmiştir.” (3 Şubat 2012) YARGI 3: “Kardeşlik, kardeşin hakkına riayet etmek ve saygınlığına gölge düşürmemektir. Peygamberimizin ‘Müslümanın müslümana malı, namusu ve kanı haramdır. Kişiye, müslüman kardeşini küçük görmesi kötülük olarak yeter.’ sözünü hayatımızın ilkesi haline getirmektir kardeşlik.” (13 Nisan 2012) YARGI 3: “Bizler bilmekteyiz ki, yapılan hiçbir iyilik boşa gitmemektedir. Çünkü Yüce Rabbimiz, Kitabımızda; ‘Hayır olarak harcadıklarınız kendi iyiliğiniz içindir. Yapacağınız hayırları ancak Allah’ın rızasını kazanmak için yapmalısınız. Hayır olarak verdiğiniz ne varsa, karşılığı size tam olarak verilir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız’ buyurmaktadır. Bu âyet aynı zamanda, riyadan, savurganlıktan, mal çokluğu ile gururlanmaktan sakınmamız için bizlere bir uyarıdır.” (3 Ağustos 2012) 323 YARGI 3: “Hz. Ali, valisi Malik el-Eşter’e yazdığı mektuplardan birinde, ona emri altındakilere adaletli davranmasını öğütlerken, şu manidar cümleyi kullanıyordu: ‘İnsanlar senin ya dinde kardeşin, ya da hilkatte eşindir.’”(6 Nisan 2012) YARGI 3: “Kardeşlerim! Aslında Medine’ye hicret, medeniyete hicrettir. Zira Peygamber Efendimiz’in hicretiyle Yesrib, Medine’ye dönüştü. Medine de medeniyet üretti. Rahmet Peygamberi (s.a.s), Medine’de kin, nefret ve intikam toplumundan bir sevgi ve merhamet toplumu meydana getirdi. Katı kalpli insanlardan, can taşıyan her varlığa, hatta eşyaya dahî şefkat ve merhametle muamele edecek bir toplum oluşturdu. Hem maddi hem manevi açıdan arındırdı onları. Çıkarcılığı, çapulculuğu ve fırsatçılığı revaçta olan bir topluma, kendisi için istediğini, kardeşi için de istemeyi, diğerkâmlığı ve kardeşliği öğretti. Komşusu aç iken tok gezilemeyeceğini gösterdi. Dürüstlüğü, güvenilirliği, aldatmamayı, helal kazancı, alın terini, hak ve hukuku, hakkaniyeti, eşitlik ve adaleti öğretti. İyiliği, güzelliği, hayrı, ahlâkı, samimiyeti, olgunluğu, takvayı gösterdi.” (16 Kasım 2012) Tablo 9: Ahlak Birimi Açısından Kategoriler 2012 YILI CUMA HUTBELERİNDE “AHLAK”A İLİŞKİN SÖYLEMİN “KİŞİLİK/DAVRANIŞ, İYİLİK/KÖTÜLÜK, HAK/ADALET” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ ONAYLAMA KATEGORİSİ YADSIMA KATEGORİSİ 1.1.Samimi her Müslüman, diğer bir kardeşini çekiştirmekten, insanların arasını bozacak her türlü söz ve davranıştan kaçınır, arkadan konuşmak yerine doğruları karşısındakinin yüzüne konuşabilme erdemini gösterir. 1.1.Kardeşinin arkasından konuşan, doğruları karşısındakinin yüzüne söyleme erdemi gösteremeyen ve ikiyüzlülük yapan bir Müslüman samimi bir Müslüman değildir ve toplumsal ilişkileri zedeleyen bir hastalığa sahiptir. 1.2.Sosyal medya da dahil olmak üzere bütün iletişim biçimlerinde edepli, nezaketli, saygılı olmak gibi güzel özellikler imanın ve ahlakın bir gereğidir. 1.2. Bütün iletişim biçimlerinde ve sosyal medyada dini ve ahlaki özellikler göz ardı edilmemeli, zaman ısrafı, gıybet, dedikodu, yalan, su-i zan, iftira gibi gayri ahlaki tutum ve davranışlar benimsenmemeli, her şeyin Allah’ın gözetimi altında olduğu unutulmamalıdır. 1.3.İyilikte yardımlaşmak, iffeti korumak, 1.3. Ahlaki duyarlılığı gelişmemiş olan emanete riayet etmek, adil olmak, insanlar faziletli bir mümin olamaz. hoşgörülü, alçakgönüllü olmak, verdiği sözde durmak ve güzel söz söylemek gibi ahlaki duyarlılıklara sahip insanlar fazilet sahibi müminler olurlar. 324 1.4. Yılbaşı eğlencelerinin başka din ve kültürlerin bir geleneği olduğu gerçeği bilinerek dini ve ahlaki değerlere sahip çıkmak gerekmektedir. 1.4. Her yılbaşında başka kültürlere ve dinlere ait olan sembolik unsurlar yılbaşı eğlenceleri ile bütünleşerek bir tüketim kültürü haline dönüştürülmemeli, çocuklar üzerinden bir kimlik ve kültür erozyonu gerçekleştirilmesine izin verilmemeli, alkollü içkiler kullanılmamalı ve şans oyunları oynanmamalıdır. 1.5. Hz. Muhammed insanlara iffetli ve ahlaklı bir toplumun nasıl oluşması gerektiğini, bilginin önemini, insan onurunun değerini, insanca yaşamı, Müslümanlığı ve medeniyeti öğretmiştir. 1.5. Hz. Muhammed’in öğütlerini dinlememek ahlaklı, iffetli, bilgili ve insan onurunun ve yüksek medeniyetin olduğu bir toplumdan yoksun kalmaktır. 1.6. Yalnızca bu dünyaya yönelik kaygılara sahip olmak, bencillik, çıkar tutkusu ve empati eksikliği gibi ahlaki kusurlara ve ruhsal gerilimlerle kaba davranışlara neden olur. 1.6. Ahireti düşünmemek, ahlaki olarak düzgün durum ve davranışların oluşmaması ve uygulanmamasına neden olur. 2.1. Güzel özelliklerin ve iyiliklerin benimsenmesi ve paylaşılması, kötü olanlardan uzak durulması, Allah’ın inananlara bir emridir. 2.1. Güzel özellikleri ve iyilikleri benimsemeyenler ve paylaşılmayanlar, kötü olanlardan uzak durmayanlar Allah’ın emrine itaat etmemiş olur. 2.2. Sabredenler, adil ve güzel davrananlar, iyilik yapanlar ve Allah’ın razı olduğu şekilde davrananlar ve tövbe edenler, Allah ve Müslümanlar tarafından sevilir. 2.2. Allah’ın ve Müslümanların sevgisinden yoksun kişiler; sabretmeyenler, adil ve güzel davranmayanlar, iyilik yapmayanlar, tövbe etmeyenler ve Allah’ın razı olmadığı işleri yapanlardır. 2.3. Kur’an-ı Kerim’de ve Peygamberin hadislerinde de sabit olduğu gibi iyilik yapan, bunu tavsiye eden ve kötülükten uzak duran Müslüman hayırlıdır. 2.3. İyilik yapmayan, kötülüğünden korkulan, başkalarını suçlayan, iyi söz ve davranışlar sergilemeyen bir insanın Mümin olduğu ve Peygamberin hayırlı ümmetinin özelliklerini taşıdığı söylenilemez. 2.4. İyilik ve takva, dil, renk, ekonomik düzey, gelenek ve görenek farklılıklarını aşarak kardeşliğe dayanan bir hukuk ve ahlak toplumu meydana getirmiştir. 2.4. İyilik ve takva anlayışı olmadan bir hukuk ve ahlak anlayışından, kardeşlikten ve örnek bir toplumdan bahsedilemez. 2.5. İbadet insanın Allah’a olan saygısını canlı tutar ve onu kötülüklerden uzaklaştırıp iyiliğe sevk eder, erdemli kılar. 2.5. İbadet olmadan Allah’a olan saygının canlı kalması ve insanın kötülükten uzaklaşması, erdemli olması mümkün olmaz. 325 2.6.İyilik ve yardımlaşma, Allah rızası 2.6. İyilik ve yardımlaşma, Allah rızası için, gizli olarak karşılık beklemeden için yapılmaz, yapılan iyilik dile dolanır, yapılmalıdır. başa kakılır, gizli yapılmaz ve karşı taraftan menfaat umulursa amacına uygun davranılmamış olur. 2.7. İyilik ve takvada yardımlaşan, Allah’a hamdeden ve onun rızasını kazanmaya çalışanlar, Allah’a olan kulluk görevini yerine getirmiş olurlar 2.7. İyilik ve takvada yardımlaşmayanlar, Allah’a hamdetmeyenler ve onun rızasını kazanmaya çalışmayanlar kulluk görevini yerine getirmemektedir. 2.8. Erdemli bir mümin güzele ve doğruya kulak verir. Baktığında alaycı bir bakışla değil, ibret nazarıyla bakar. Maddî zenginliği değil, gönül zenginliğini önemser. Sevgiye önem verir ve böylece Rabbinin sevgisini kazanır. 2.8. İnsan onuruna yakışana, güzele ve doğruya kulak vermeyen, ibret bakışıyla bakmayarak alaycı bakan, maddi zenginliği önemseyip gönül zenginliğini önemsemeyen, insanları sevmeyen bir insan, erdemli bir Mümin olamaz ve Allah’ın sevgisini kazanamaz. 3.1. Hz. Muhammed, nefretin ve kinin hüküm sürdürdüğü yürekleri ve vicdanları muhabbet ve merhametle yeniden inşa ve ihya etmiştir. Bilgisizliğin yerine bilgi ve hikmeti, zulmün yerine hak ve adaleti getirmiştir. 3.1. Hz. Muhammed olmasa muhabbet ve merhamet nefretin ve kinin yerini alamayacak, bilgi ve hikmet, bilginin, hak ve adalet, zulmün yerine geçemeyecekti. 3.2. Kardeşinin hakkına dikkat eden ve 3.2. Kardeşinin hakkına dikkat saygınlığını koruyan İslamiyet’in etmeyen, onun saygınlığını korumayan kardeşlik ilkesine uygun davranmış olur. ve onu küçük gören İslamiyet’in kardeşlik ilkesine uygun davranmamaktadır. 3.3. İyilik yapmak riyadan, savurganlıktan, mal çokluğu ile gururlanmaktan sakınmak insanın kendi iyiliği içindir ve Allah tarafından ödüllendirilir. 3.3. Yapılan iyiliğin karşılığının olmadığını düşünmek, riya, savurganlık, mal çokluğuyla övünmekten kaçınmayanlar kendi iyiliklerini düşünmemiş ve Allah’ın rızasını kazanamaz, ödülünü alamazlar. 3.4. Hz Ali’nin öğütüne uyanlar, insanları 3.4.Emri altındakilere adaletli din kardeşi olarak veya yaratılışta eşi davranmayanlar, Hz Ali’nin öğütlerine, olarak görür ve emri altındakilere adaletli kardeşlik anlayışına uymamaktadır. davranır. 326 3.5. Hicretle Peygamber Medine’de kin ve nefretin hakim olduğu bir topluma sevgi ve merhamet duygusunu, dürüstlüğü, güvenilirliği, helal kazancı, alın terini, hak ve hukuku, hakkaniyeti, eşitlik ve adaleti, iyiliği, güzelliği, hayrı, ahlâkı, samimiyeti, olgunluğu ve takvayı, medeniyeti yerleştirmiştir. 3.5. Hz. Muhammed Medine’ye hicret etmeseydi topumda sevgi, merhamet, dürüstlük, hak, hukuk, adalet, güvenilirlik, ahlak, samimiyet gibi duygular ve medeniyet gelişmeyecekti. 3.4.1.4. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Ahlak” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi 2012 yılı Cuma hutbelerinde ahlakın kişilik davranış boyutunun genel olarak insanları çekiştirme, edep ve nezaket, saygı, yardımlaşma, alçakgönüllülük, sözünde durma, iffeti koruma, değerlere sahip çıkma, bencil ve çıkarcı davranma, güzel söz söyleme gibi davranışsal ve kişilikle ilgili temalar olduğu kadar sosyal medya ve yılbaşı eğlenceleri açısından ele alındığını görmekteyiz. Kişilik/davranış alanında örnek olması bakımından Hz. Muhammed’in insanlara iffetli ve ahlaklı bir toplumun nasıl oluşması gerektiğini göstermesinin yanında bilginin önemini, insan onurunun değerini, insanca yaşamı, Müslümanlığı ve medeniyeti öğrettiği belirtilmektedir. Samimi her Müslümanın, diğer bir kardeşini çekiştirmekten, insanların arasını bozacak her türlü söz ve davranıştan kaçındığının, arkadan konuşmak yerine doğruları karşısındakinin yüzüne konuşabilme erdemini gösterdiğinin altı çizilmektedir. İyilikte yardımlaşmak, iffeti korumak, emanete riayet etmek, adil olmak, hoşgörülü, alçakgönüllü olmak, verdiği sözde durmak ve güzel söz söylemek gibi ahlaki duyarlılıklara sahip insanların fazilet sahibi müminler olduklarına değinilmektedir. Buna ek olarak, yalnızca bu dünyaya yönelik kaygılara sahip olmak, bencillik, çıkar tutkusu ve empati eksikliği gibi ahlaki kusurlara ve ruhsal gerilimlere kaba davranışlara neden olduğu ileri sürülmektedir. Ayrıca, sosyal medya da dâhil olmak üzere bütün iletişim biçimlerinde edepli, nezaketli, saygılı olmak gibi güzel özelliklerin, imanın ve 327 ahlakın bir gereği olduğu ifade edilmektedir. Yine, yılbaşı eğlencelerinin başka din ve kültürlerin bir geleneği olduğunun bilinmesi ve dini ve ahlaki değerlere sahip çıkılması tavsiye edilmektedir. 2012 Cuma hutbelerinde iyilik/kötülük konusunda en temelde güzel özelliklerin ve iyiliklerin benimsenmesi ve paylaşılmasının, kötü olanlardan uzak durulmasının, Allah’ın inananlara emri olduğu belirtilmektedir. Yine, Kur’an-ı Kerim’e ve Peygamberin hadislerine göre iyilik yapan, bunu tavsiye eden ve kötülükten uzak duran Müslüman hayırlı olduğu ifade edilmektedir. Bu anlamda, ibadetin insanın Allah’a olan saygısını canlı tuttuğu ve onu kötülüklerden uzaklaştırıp iyiliğe sevk ettiği, erdemli kıldığı üzerinde durulmaktadır. İnsanların Allah’a olan kulluklarını, iyilik yaparak, takvada yardımlaşarak, Allah’a hamd ederek ve onun rızasını kazanmaya çalışarak yerine getirmiş olacaklarının altı çizilmektedir. İyilik ve takvanın, dil, renk, ekonomik düzey, gelenek ve görenek farklılıklarını aşarak kardeşliğe dayanan bir hukuk ve ahlak toplumu meydana getirilmesini sağlayacağına değinilmektedir. Bunlara ek olarak iyilik ve yardımlaşmanın, Allah rızası için, gizli olarak karşılık beklemeden yapılması tavsiye edilmektedir. Sabredenler, adil ve güzel davrananlar, iyilik yapanlar ve Allah’ın razı olduğu şekilde davrananlar ve tövbe edenlerin, Allah ve Müslümanlar tarafından sevildikleri belirtilmektedir. Bunlara ek olarak, erdemli bir müminin güzele ve doğruya kulak verdiği, baktığında alaycı bir bakışla değil, ibret nazarıyla baktığı, maddî zenginliği değil, gönül zenginliğini önemsediği, sevgiye önem verdiği ve böylece Rabbinin sevgisini kazandığı vurgulanır. Son olarak ahlakın hak/adalet boyutunda özellikle Hz. Muhammed’den ve Hz. Ali’den çeşitli öğütlere yer verilmektedir. Hz. Muhammed’in hicretle birlikte Medine’de kin ve nefretin hâkim olduğu bir topluma sevgi ve merhamet duygusunu, dürüstlüğü, güvenilirliği, helal kazancı, alın terini, eşitliği, samimiyeti, olgunluğu ve takvayı, medeniyeti yerleştirdiği belirtilmektedir. Hz. Muhammed’in, nefretin ve kinin hüküm sürdürdüğü yürekleri ve vicdanları muhabbet ve merhametle yeniden inşa ve ihya ettiğine değinilmektedir. Ayrıca İslamiyet’in hakkı ve adaleti kardeşlik ilkesine 328 dayandırdığı vurgulanmaktadır. Bu açıdan, Hz Ali’nin öğütüne uyanların, insanları din kardeşi olarak veya yaratılıştan eşi olarak gördükleri ve emri altındakilere adaletli davrandıkları üzerinde durulmaktadır. Buna ek olarak savurganlıktan, mal çokluğuyla gururlanmaktan sakınılması tavsiye edilmektedir. 3.4.2. Toplum Toplum birimi dayanışma/yardımlaşma, içinde kardeşlik, öncelikle ekonomi cemiyet, ve toplumsal akrabalık, bütünlüğü kuvvetlendiren ve zayıflatan edimler ve komşuluk alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise ortaya çıkan yargısal ifadeler hakkında değerlendirme yapılmaktadır. 3.4.2.1. Aile YARGI 1: “ ‘Allah’ım! Bu anlaşmayı bereketli ve mübarek eyle. Bu çifti ülfet, muhabbet ve bağlılık duygularıyla kaynaştır. Aralarına nefret, fitne ve ayrılığın girmesine izin verme. Tıpkı Hz. Âdem ile Havva’yı, Peygamber Efendimiz (s.a.s) ile Hatice validemizi ve Hz. Ali ile Fâtıma’yı kaynaştırdığın gibi...’ Kardeşlerim! Bir aile kurulurken işte böyle dua ederiz biz mü’minler. Bu dua ile, toplumun en küçük fakat en önemli birimi olan ailenin, sevgi ocağı, şefkat kucağı ve hayatın bütün aşamalarına etki eden başlangıç noktası olduğu mesajı verilir. Bu yüzden de ailenin samimiyet, sadakat, muhabbet ve ihlas üzerine kurulması niyaz edilir. Yüce Yaratıcımızın en güzel nimetlerinden olan aile, O’nun rahmeti ile desteklenen, çocuklar ve temiz rızıklar ihsan edilerek güzelleştirilen kutsal bir birlikteliktir. Aile olmak bir olmaktır! Aile olmak, bir bütünü tamamlamaktır. Aile olmak, muhabbeti, neşeyi ve lezzeti paylaşmaktır. Aile olmak; ‘En hayırlınız, ailesine hayırlı davranandır.’ buyuran Rahmet Peygamberi’nin öncülüğünde hayra teşvik etmek ve hayır peşinde koşmaktır.” (11 Mayıs 2012) 329 YARGI 1: “Değerli Kardeşlerim! Aile hayatında mutluluk, ancak sorumluluk sahibi olmakla mümkündür. Eş, anne-baba ve çocuklar olarak birbirimize karşı sorumluluk bilinciyle hareket etmemiz, aile ocağımızın huzuru açısından son derece önemlidir. Eşlerin birbirlerine karşı tutum ve davranışlarının, geleceğimiz olan çocuklarımız üzerindeki etkileri ise asla göz ardı edilmemelidir. Aile, çocuklara güzel ahlâkın, âdâbın, erkânın, sevginin, saygının verildiği yegâne eğitim yuvasıdır. ‘Bir anne-babanın evladına bırakacağı güzel ahlâktan daha değerli bir hazine yoktur.’ buyuran Şefkat Peygamberi, aynı zamanda ailenin çocuk açısından önemini vurgulamaktadır. Kardeşlerim! Aile, dünyevi çıkar ve menfaatler uğruna feda edilemeyecek kadar değerlidir. Ayrılık yoktur ailede; eşler birbirlerine verdikleri destekle çocukları için örnek teşkil ederken, toplum için de birlik ve dirlik mesajı veren birer model olurlar. Bencillik yoktur ailede; sürekli bir yardımlaşma vardır. Hz. Âişe’ye, Peygamber’imizin evdeki yaşamı sorulduğunda ‘Allah Resûlü ailesinin işiyle ilgilenir, ailesine yardımda bulunurdu…’ şeklinde cevap vererek, aslında bir ailenin nasıl olması gerektiğini dile getiriyordu. Çekişme, kavga ve üstünlük yarışına girme ortamı değildir aile. Sadece maddi doyumların tatmin edildiği bir birliktelik ise asla değildir. Aksine bütün bireylerinin sevgi, saygı ve muhabbet bağlarıyla kenetlendiği ve manevi duyguların huzur ve mutluluğa götürdüğü esenlik ortamıdır aile.” (11 Mayıs 2012) YARGI 1: “Kardeşlerim! Ailelerimiz, Rabbimizin bizlere ihsan ettiği önemli bir nimettir. Geliniz, ailelerimizin Yüce Allah’ın rızası doğrultusunda şekillenmesi için gayret sarf edelim. Gönülden hep beraber amin diyeceğimiz şu dua ile hutbemize son verelim: ‘Allahım! Ailelerimize şefkat ve rahmet lütfeyle! Allahım! Ailelerimize sevgi, saygı, esenlik ve bereket ihsan eyle! Efendimize ve ailesine ihsan eylediğin gibi. Kuşkusuz sen, övgüye en lâyık ve şanı en yüce olansın.’” (11 Mayıs 2012) YARGI 1: “İş ve aş peşinde koşarken, ailecek bir sofranın etrafında toplanamaz olduk. Dünya meşgalesi, çoğumuzu akraba ve dostlarımızdan kopardı. İşte iftarlar ve sahurlar sayesinde ailemizle, akraba ve dostlarımızla, komşularımızla bir sofrada yeniden buluşarak mutluluğun uzaklarda değil, aile yuvamızda olduğunu hatırlayacağız. Baba-oğul, anne-kız, dede-torun el ele tutuşarak teravih ve mukabele için camilere koşacağız. Böylece gözlerimizin nûru ve gönüllerimizin süruru olan çocuklarımıza karşı görevlerimizi bir kez daha hatırlayacağız. Hep birlikte Ramazan ayının rahmet ve bereket pınarından kana kana içebilmek için, gayret göstereceğiz.” (13 Temmuz 2012) 330 3.4.2.2. Cemiyet YARGI 2: “İnsanlığın şahit olduğu en gerçekçi bu kardeşlik projesinde kişinin etnik kökeni, siyasi düşüncesi, sosyal statüsü, cinsiyeti hiç de önemli değildir. Bu kardeşlik cemiyetinde yer alabilmenin en önemli unsuru imandır. İran’lı Selman ile Medine’li Ebu’d-Derda’yı ve daha nice farklı etnik kökene, kabileye sahip insanı kardeş yapmıştı bu inanç ve bu iman…” (6 Nisan 2012) 3.4.2.3. Akrabalık YARGI 3: “Değerli Kardeşlerim! Yüce dinimiz İslam’ın, üzerinde hassasiyetle durduğu önemli değerlerden birisi de sıla-i rahimdir. Sıla-i rahim, akrabamızla sıcak ilişkiler kurmak, ilgilenmek, onların hal ve hatırlarını sorup ihtiyaç duyulduğunda yardımlarına koşmaktır. Sevinçlerine ortak olup, üzüntülerini paylaşıp hüzünlerini azaltmaktır. Darda kaldıklarında onları ferahlatmak, düştükleri vakit ellerinden tutup kaldırmaktır. Sıla–i rahim, insanı nefsiyle ve dertleriyle baş başa kalmaktan koruyan önemli bir ilişki biçimidir. Toplumu kalabalıklar yığını olmaktan kurtarıp adeta aileye dönüştüren, hayatî bir prensiptir. Kardeşlerim! Başta anne-babamız olmak üzere bütün akrabamıza şefkat ve merhametle muamele etmemiz, onlara karşı samimî ve kalbî duygular beslememiz, Rahman’ın merhametine ulaşmamıza da vesiledir. . Rabbimiz, Resulü’nün diliyle bir kutsi hadiste şöyle buyurmaktadır: ‘Ben Allah'ım. Ben Rahman'ım. Akrabalığı ben yarattım, kendi ismimden bir ismi ona verdim. Yakınlarıyla ilgilenip akrabalığın hakkını verene lütufta bulunurum; akrabalarıyla ilişkisini kesenden de rahmetimi keserim.’ Mevlâ’mızın bu mesajına rağmen bir anne-baba huzurevine yerleştiriliyorsa, ya da vicdansızca sokağa terk ediliyorsa, bayram günlerinde dahi kapıyı gözleyen yorgun gözlerden yaş dökülüyorsa, evinde can veren bir akrabamızın cesedine kapı kırılarak ulaşılıyorsa, yüreklerimizi derinden yaralayan başka ibrete gerek var mıdır? Oysa çok mu zor, gönülden gelen bir sözle, belki sade ama içten bir ziyaretle kalpleri kazanmak, kalplerle beraber olmak? Belki de bizler için bereket vesilesi olan yakınlarımıza ayıracağımız üç beş dakikamız, cennette anahtarımız olacaktır.” (30 Mart 2012) 3.4.2.4. Dayanışma ve Yardımlaşma YARGI 4: “İman, vatan sevgisi, birlik, beraberlik ve dayanışma ruhu, zamanın en güçlü ve donanımlı ordularına karşı galip gelmiştir Çanakkale’de. Bu ruh bizi biz yapan, birbirimize kenetleyen yegâne güç ve kuvvettir. Seyit Onbaşılar, Mehmet Çavuşlar, Kınalı Hasanlar, Şerife Bacılar ve daha nice kahramanlar bu ruhla 331 bağımsızlık mücadelesi vermişler ve bu güzel vatanı bizlere emanet etmişlerdir. Bugün de bu ruhu canlı tuttuğumuz müddetçe ulaşamayacağımız hiçbir hedef kalmayacaktır. Başaramayacağımız hiçbir iş, üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir sorun ve çözemeyeceğimiz hiçbir problem olmayacaktır.” (16 Mart 2012) YARGI 4: “Kardeşlerim! İstişare neticesinde varılan karar, işin ehli kimselerin fikirleri ile alınan ortak karar olması sebebiyle isabet oranı oldukça yüksek olacaktır. Bunun yanında istişâre insana, kendi düşüncesi dışında da görüşler olduğu gerçeğini görme fırsatı verir. Dahası, ‘Her bilenin üzerinde daha iyi bilen biri vardır’ ayetinin hakikati de fiilen yaşanıp, idrak edilir. Bu bakımdan istişâre, sadece bir konuda fikir danışma eylemi olarak da görülemez. Hakiki anlamda istişare, maddî-manevî bakımdan yardımlaşma, dayanışma ve fikir alışverişi olmasının ötesinde, nefsin kişinin önüne kurduğu “en iyi ben bilirim” engelini geçme fırsatı sunar. Diğer taraftan istişare herkesle değil; iyilik ve takvâ üzere yardımlaşmanın ne olduğunu bilen, işin ehli, aklî melekeleri yerinde ve onları en iyi şekilde kullanan, tecrübî birikime sahip olan ve fikri sağlam kimselerle yapılmalıdır.” (26 Ekim 2012) YARGI 4: “Nitekim Muharrem ayında yaşattığımız aşure geleneğimiz birlik ve beraberliğimizin, kaynaşma, paylaşma ve dayanışmamızın bir simgesidir. Tıpkı aşure aşında bir araya gelen farklı nimetlerin aynı ortak tada katkı sağlamaları gibi, milletimiz asırlardır sürdürdüğü gelenekle bugün de birlikte yaşamanın gereği olarak sevinç ve kederi, muhabbet ve meşakkati paylaşmaya devam etmektedir.” (23 Kasım 2012) YARGI 4: “Kardeşlerim! Yeni bir yıla girerken etrafımızda olup bitenlere dikkat kesilmeliyiz. Suriye’de iki ateş arasında kalmış çocuklara, kadınlara, yaşlılara, ilaçsız ve dermansız insanlara duyarsız kalmamalıyız. Bugün Suriye’deki kardeşlerimiz ve akrabalarımız bir insanlık trajedisi yaşamaktadır. Savaşın acımasız şartları içerisinde her gün ölümle yüzleşmektedirler. Açlıktan ilaçsızlığa, barınmadan ısınmaya çok zor şartlarla karşı karşıyadırlar. Gün, insanlığımızın ve Müslümanlığımızın imtihan edildiği gündür. Gün, Allah rızası için insanlık namına Suriyeli kardeşlerimize yardım elini uzatma günüdür. Mezhebi, meşrebi, inanışı, dünya görüşü ne olursa olsun Müslümanlar, hatta bütün insanlık, sivil toplum örgütleriyle, kurum ve kuruluşlarıyla bu yarayı sarmak durumundadırlar. Bu sebeple Türkiye Diyanet Vakfı olarak ülke genelinde Suriye için insanî yardım kampanyası başlatmış bulunuyoruz. Cenâb-ı Hak, yaptığınız ve yapacağınız yardımları kabul eylesin!” (28 Aralık 2012) YARGI 4: “Kardeşlerim! Zekâtlar, sadakalar, yardımlaşmalar, ziyaretler, kötü alışkanlıkların ve çirkin sözlerin terk edilmesi gibi ibadetler, cennetin kapısını aralamaz mı? Çirkinliğe, kötülüğe ve Allah’a isyana karşı oruçlu insan, güzellikler bahçesi cennetin konuğu olmaz mı?” (20 Temmuz 2012) 332 YARGI 4: “Kardeşlerim! İslâm’ın bizlere yüklemiş olduğu sorumluluklardan birisi de, ihtiyaç sahibi kardeşlerimize el uzatmaktır. Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak amacıyla hâli vakti yerinde olanların, ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunması demek olan infak, dinimizin üzerinde hassasiyetle durduğu bir konudur. Buna göre, hem farz olan zekât hem de gönüllü olarak yapılan her çeşit hayır, infak kapsamı içerisinde değerlendirilir. İnfak, zenginlerin fakirlere bir lütfu olarak düşünülmemelidir. İnfak aslında, ihtiyaç sahiplerinin hâli-vakti yerinde olanlar üzerindeki hakkıdır.” (3 Ağustos 2012) YARGI 4: “Kardeşlerim! Bir Müslüman olarak her hal ve zamanda diğer kardeşlerimize maddi ve manevi olarak yardımcı olmak, hem insanî hem de dinî görevimizdir. Yardımlaşmanın pek çok tezahürlerinin görüldüğü günümüz dünyasında, hastane köşelerinin bitmek bilmeyen gecelerinde hasretle şifa bekleyen, organ bekleyen, kan bekleyen nice hastaların olduğu düşünüldüğünde organ, doku ve kan bağışlamanın ne kadar anlamlı bir yardımlaşma olduğu görülecektir. Candan yapılan bu bağışın bir ‘can bağışı’, aynı zamanda bir ‘can zekatı’ olacağı bilinmelidir. Şüphesiz bu durum müminin mümine yapabileceği en büyük ihsanlardan ve ikramlardan olacaktır.” (9 Kasım 2012) YARGI 4: “Değerli Kardeşlerim! Yüce dinimiz İslâm, hem dünya hem de ahiret mutluluğumuzu amaç edinir. Huzur ve barışımızın tesisi ve devamı için ilişkilerimizde hoşgörü ve uzlaşı sahibi olmamız gerektiğini belirtir. Kitabımız Kur’an’da barış, esenlik ve insanların birbirlerine saygılı olması gibi hususlar önemli bir yer tutar. Kaybedilen huzur ortamına tekrar dönülebilmesi için, müminler arasında arabuluculuk yapılarak barışın sağlanması emredilir. Dargınlıkların, kırgınlıkların uzatılmaması, birlik beraberlik içinde hayatın devam ettirilmesi istenir.” (24 Ağustos 2012) 3.4.2.5. Kardeşlik YARGI 5: “İşte selâm, bu duvarları yıkmak, insanı insan olduğu için kucaklayan, mensuplarını bir bedenin uzuvları gibi gören bir dinin, huzurlu toplum idealini gerçekleştirmek için önerdiği bir kardeşlik sembolüdür. Geliniz; selâm ile hayatın zorluk ve kolaylığını, sevinç ve üzüntüsünü gönülden paylaşalım. Kardeşim, benden sana zarar gelmez, güvendesin, selâmettesin mesajını verelim. Böylece, gönüllerimizde muhabbet ve dostluk köprüleri kuralım. Allah’ın rahmet, bereket ve esenliği üzerinize olsun.” (20 Nisan 2012) 333 YARGI 5: “Kardeşlerim! Kardeşlik kavramı, aynı anne-babadan meydana gelenlere hasredilemeyecek kadar kapsamlıdır. Kardeşlik, Yaratan’ın bakışıyla insanı sevmektir. Yağmurun getirdiği rahmet gibi birbirimize rahmet olmaktır. Bir yerine binler olmaktır kardeşlik. Peygamberimizden gelen bir vefadır. Yıkık viranelerdeki mahcup edalı gariplere, kimsesiz gönüllere, yetimlere ve öksüzlere yürekten ‘kardeşim!’ diyebilmektir. Teselli etmek, aynı zamanda teselli olmaktır kardeşlik. Fırtınalı denizlerde sığınılacak bir liman olabilmektir. Zor zamanlarda, gönül alıcı bir sözle mütebessim bir çehre sunabilmektir kardeşlik. Kardeşlik, diğergam olabilmektir. Kutlu Nebi’nin(s.a.s.); ‘Sizden biriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe gerçek manada iman etmiş olamaz.’ prensibine sıkı sıkıya bağlı kalmaktır kardeşlik. Duyarlı olabilmektir kardeşlik. Efendimiz (s.a.s.)’in ifadesiyle birbirimize muhabbet, merhamet ve şefkat gösterme hususunda tek bir vücut olabilmektir. Kardeşin kusur ve ayıbını örtmek, ayağına batan dikende dahi derdiyle dertlenebilmek, türlü sıkıntılara müptela olduğumuz şu imtihan dünyasında beraberce Allah rızasını aramaktır kardeşlik.” (13 Nisan 2012) YARGI 5: “Ne yazık ki insanlık, tarih boyunca pek çok kardeşlik ihlâline tanık oldu. Hz. Âdem’in oğullarından Kâbil’in Habil’i öldürmesi, Hz. Yusuf’un, kardeşleri tarafından ihanete uğrayarak kuyuya terk edilmesi, kıskançlık ve menfaat duygularının yol açtığı olumsuz tablolardandır. İnsanlık bugün de Habil için gözyaşı döktüğü halde, kimi coğrafyada Kabil gibi davranmaya devam ediyor. Kardeşlik çeşmesini kurutan, merhamet duygusunu yok eden bu acımasızlık, sayısız cinayet ve katliamlara, hatta savaşlara yol açıyor. Kardeşlik bağlarının ciddî yaralar aldığı bir zaman ve mekânda hem Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e, hem de birbirimize kardeş olmanın iklim ve ortamını yeniden oluşturmak ve onun özlemini çektiği kardeşler topluluğu olmayı yeniden hatırlamak ve hatırlatmak zorundayız.” (6 Nisan 2012) YARGI 5: “Muhterem Kardeşlerim! Kardeşlik için mümin gönülleri birbirine bağlayan iman bağı yeterlidir. Peygamber şehri Medine’de Evs ve Hazreç kabîleleri arasındaki târihî mücâdeleyi sona erdirerek onları kaynaştıran bu kardeşliktir. Yine Medine’de, Enes b. Malik’in evinde, Peygamberimizin Ensar ile Muhacirler arasında gerçekleştirdiği kardeşlik uygulaması, tarihte eşi ve benzeri bulunmayan, tüm çağlara damgasını vuran örnek bir uygulamadır.” (6 Nisan 2012) YARGI 5: “Kardeşlerim! Yüce dinimiz İslam, kardeşliğin devamını bazı prensiplere bağlamış, kardeşlerimize karşı bize birtakım hak ve sorumluluklar yüklemiştir. İşte bu hak ve sorumluluklarımızdan biri de Hz. Adem’den günümüze kadar uzanan selâmdır.” (27 Temmuz 2012) 334 3.4.2.6. Ekonomi YARGI 6: “Muhterem Kardeşlerim! Dinimizde yer alan zekât, fitre, kurban gibi ibadetler yardımlaşmanın, birlik beraberliğin ve ekonomik açıdan sosyal adaletin tesisine yönelik uygulamalardır. Bu ibadetlerde gereken hassasiyeti gösterenler, bir yandan manevi anlamda arınırken bir yandan da geçici olan mallarını bereketlendirip kalıcı hale getirirler ve kazançlı çıkarlar. Onlar, ihtiyaç sahiplerinin haliyle hallenerek zengin ile fakir arasında gönül köprüsü kurarlar. İşte böyleleri, nimetin şükrünü eda edebilenlerdir.” (3 Ağustos 2012) YARGI 6: “Hac bir yükseliştir. Makam, mevki, sosyal ve ekonomik konumu belli eden süslü elbiseler çıkarılır, temizliği ve yüceliği ifade eden bembeyaz “takva elbisesi” giyilir. İki parçadan oluşan sade bir örtüdür ihram. Birliğin, kardeşliğin, eşitliğin en güzel göstergesidir. Başı açık, yalın ayak vaziyetteki hacı adayı yokluk ve yoksulluk görüntüsü içinde, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah’ın karşısında hiçbir güç, kudret ve üstünlük vesilesinin bir anlam ifade etmediğini ortaya koymuş olur.” (21 Eylül 2012) YARGI 6: “Bazen ise sevmek, nesnenin meta olmaktan çıkması, insanlığın emrine amade kılınmasıdır. Bu itibarla dünya metaını, malı ve parayı sevmek Süleyman Peygamberin Kur’an’daki ifadesiyle ‘Gerçekten ben malı, Rabbimi anmamı sağladığından dolayı çok severim.’ şeklindeki tavrın parçası olmalıdır. Aksi takdirde dünya nimetlerine duyulan sevginin sonu hüsrandır.” (17 Şubat 2012) YARGI 6: “Kardeşlerim! Sevdiklerimizin hayata veda edişi, ruhsal, fiziksel ve ekonomik sıkıntılar, kaza ve felaketler, hastalık ve geçimsizlikler takatimizi zorlayan çeşitli hâdiselerdir. Aslında olumsuz gibi görünen bu durumlar hemen her birimiz için sabır ve imtihan vesilesidir.” (4 Mayıs 2012) 3.4.2.7. Toplumsal Bütünlüğü Kuvvetlendiren ve Zayıflatan Edimler YARGI 7: “Sürekli günahlardan kaçınmayı öğütleyen Sevgili Peygamberimiz de büyük günahların neler olduğunu öğretmiştir. Bunlardan bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz: Allah’a şirk koşmak, insan öldürmek, namuslu kadınlara iftira etmek, zina yapmak, sihir ve falcılık yapmak, yaptırmak, kehanette bulunmak, faiz almak ve vermek, alkollü içki ve uyuşturucu kullanmak, rüşvet almak ve vermek, kumar oynamak, yetim malı yemek, akraba ve hısımlarla bağı koparmak, ana babaya âsi davranmak, yalan söylemek, yalan yere şahitlik etmek, emanete ihanet etmek, verilen sözden dönmek, hırsızlık, gasp ve zimmete para geçirmek, insanlarla alay etmek, büyüklük taslamak…” (7 Aralık 2012) 335 YARGI 7: “Ramazan, birçok kötü alışkanlıkların terk edilmesi ve güzel hasletlerin kazanılması için bir fırsat sundu bizlere. Yüce Kitabımız Kur’an’ı dinledik; O’nun ayetlerinin manası üzerinde yoğunlaştık. Ramazan bizler için bir mektep oldu; Açlık ve susuzluğa dayanma yönüyle sabır eğitimine dönüştü. Oruç, bizlere kalkan oldu. Yeme içmeden el çektiğimiz gibi zihnimizi, dilimizi, elimizi düşüncenin, sözün, işin kötü olanından uzak tuttuk. Sadaka, zekât, fitre ve iftar davetlerimiz mallarımıza bereket kattı; Bizi yoksullarla kaynaştırdı. Zengin-fakir, amir-memur aynı safta namaz kıldık. Birlik, beraberlik ve huzur içerisinde bayrama yaklaştık.” (17 Ağustos 2012) YARGI 7: “Müslümanları kaynaştırmada büyük önem arz eden Cuma namazı, zengin-fakir, amir-memur, işçi-işveren, güçlü-güçsüz, genç-ihtiyar herkesi aynı safta bir araya getirir. Bu ise Yüce Allah’ın huzurunda herkesin eşit olduğu gerçeğini gösterir.” (2 Kasım 2012) YARGI 7: “Âlemlere rahmet olarak gönderilen Resul-i Ekrem’in gayretlerinin başarıya ulaşmasının nedenlerinden biri de, insanlara nezaketle ve yumuşak davranması sayesindedir. ‘Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.’ buyuran Rabbimiz, hem Efendimize hem de bizlere, birlik ve kaynaşmanın, ancak dostça bir yaklaşımla sağlanabileceği mesajını vermektedir.” (2 Mart 2012) 3.4.2.8. Komşuluk YARGI 8: “Kardeşlerim! Bireysel hayat tarzının egemen olduğu günümüzde, çok katlı apartmanlarda, aynı mekânda yüzlerce evi barındıran devasa sitelerde birbirimizle selâmlaşmadan, birbirimizin yüzüne bile bakmadan yıllarca yaşayıp gidiyoruz. Kalabalıklar içerisinde yalnız kalmış gibi, komşuluğun ne olduğunu bilmeden, kapı komşumuzun hastasından, ölüsünden haberdar olmadan, üstelik bundan da rahatsızlık duymadan günlerimiz gelip geçiyor. Tanışıp kaynaşmadığımız için birbirimizden korkar hâle geldiğimiz ve bu yüzden teknoloji ürünü güvenlik sistemleri ve özel korumalarla güvenliğimizin sağlandığı modern sitelerde, kendi ellerimizle ördüğümüz görünmez duvarların da yardımıyla bütün insanî ilişkileri asgari düzeye indirmiş durumdayız.” (20 Nisan 2012) YARGI 8: “Evinde huzur olması için dua eden bir kimse, aynı zamanda eşi ve çocukları ile iyi geçinmeli, akraba ve komşularına eza etmemeli, kısacası huzursuzluğa sebep olan tüm davranışlardan kaçınmalıdır.” (9 Mart 2012) YARGI 8: “Üzülerek ifade edelim ki günümüzde, bedeli ödenemeyecek, telafisi zor nice üzücü olaylar, öfke neticesinde ortaya çıkmaktadır. Nice aile 336 yuvalarının yıkılmasına, dostluk, akrabalık ve komşuluk ilişkilerinin bozulmasına öfke sebep olmaktadır.” (23 Mart 2012) Tablo 10: Toplum Birimi Açısından Kategoriler 2012 YILI CUMA HUTBELERİNDE “TOPLUM”A İLİŞKİN SÖYLEMİN “AİLE, CEMİYET, AKRABALIK, YARDIMLAŞMA/DAYANIŞMA, KARDEŞLİK, EKONOMİ, TOPLUMSAL BÜTÜNLÜĞÜ KUVVETLENDİREN VE ZAYIFLATAN EDİMLER, KOMŞULUK” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ ONAYLAMA KATEGORİSİ YADSIMA KATEGORİSİ 1.1.Toplumun en küçük fakat en önemli birimi olan aile, sevginin, samimiyetin, sadakatin, muhabbet ve ihlasın, birlik ve bütünlüğün yaşandığı kutsal bir birlikteliktir. 1.1.Toplumun en önemli birimi olan aile, sevgi, samimiyet, sadakat, muhabbet, ihlas, birlik ve bütünlük özellikleriyle oluşturulmazsa Allah’ın emirlerine uygun davranılmamış olur. 1.2. Aile hayatında bencillik, ayrılık, çekişme, kavga ve üstünlük yarışına girme yerine güzel ahlak sahibi ve sorumluluk sahibi olmakla mutluluk ve huzura ulaşılır, güzel ahlaklı çocuklar yetiştirilir. 1.2.Aile hayatında sorumluluk sahibi olunmaz, güzel ahlak benimsenmez, bencillik, ayrılık, çekişme ortamı hakim olursa, mutluluk ve huzura ulaşmak ve güzel ahlaklı çocuklar yetiştirmek mümkün olmaz. 1.3. Ailenin Allah’ın verdiği önemli bir nimet olduğu bilinmeli ve onun rızası doğrultusunda şekillendirilmesi için gayret gösterilmelidir. 1.3.Aile Allah rızası doğrultusunda şekillendirilmez ve Allah’ın verdiği bir nimet olduğu bilinmezse İslam’a uygun olarak hareket edilmemiş olur. 1.4. Mutluluk uzaklarda değil ailededir. Ramazan ayında aynı sofrada buluşmak ve camilere gitmek gibi yapılan toplu etkinliklerle aile üyelerinin bir arada olması ve çocukların mutluluğu sağlanır. 1.4. Mutluluğun uzaklarda olduğunu, ailede olmadığını düşünmek büyük bir yanılgıdır. Ramazan ayındaki toplu etkinliklere ailece katılmayanlar bu mutluluktan yararlanamaz. 2.1. İman sahibi her insan, farklı dünya görüşlerine, cinsiyete, etnik kökene sahip olsa da aynı kardeşlik cemiyetinin bir ferdidir. 2.1. Etnik köken, siyasal düşünce, sosyal statü ve cinsel farklılıklara saygı gösterilmemesi, kardeşlik cemiyetinde yoktur. 337 3.1. Akrabalarla sıcak ilişkiler kurmak, ilgilenmek ve onların yardımlarına koşmak, İslam’da sıla–i rahim olarak adlandırılır. Bu, insanı bencillikten kurtaran ve toplumda beraberliği artıran bir durumdur. Ayrıca anne-babaların huzurevine yerleştirilmesi, sokağa terk edilmesi, bayram günlerinde yalnız bırakılması, yaşlandıklarında yalnız kalmaları gibi durumların yaşanması İslam dinine uygun olmaz. 3.1.Anne-babaların huzurevine yerleştirilmesi, sokağa terk edilmesi, bayram günlerinde yalnız bırakılması, yaşlandıklarında yalnız kalmaları gibi durumların yaşanması İslam dininin üzerinde önemle durduğu bir konu olan sıla-i rahime uymaz. Bu davranışlar bencilliğe ve toplumda beraberlik duygusunun zayıflamasına neden olur. 4.1.Çanakkale’de görüldüğü gibi iman, vatan sevgisi, birlik, beraberlik ve dayanışma ruhu canlı kaldığı sürece her hedefe ulaşılır, her iş ve sorun başarıyla tamamlanır. 4.1. İman, vatan sevgisi, birlik, beraberlik ve dayanışma ruhu olmasaydı Çanakkale Savaşı’ndaki üstün başarı gerçekleşmeyecekti ve bu ruh canlı tutulmazsa sorunların üstesinden gelmek ve işleri başarıyla halledip amaca ulaşmak mümkün olmaz. 4.2.İstişare, doğru ve tecrübeli kişilerle yapıldığında yardımlaşmayı, dayanışmayı, fikir alışverişini kapsayan ve insanı bencillikten kurtarıp doğru kararlar almayı sağlayan bir eylemdir. 4.2.İstişâre, sadece bir konuda fikir danışma eylemi olarak görülmemelidir. Eğer o doğru ve tecrübeli kişilerle yapılamazsa doğru kararlar ve sonuçlar alınamaz, dayanışma gerçekleşemez. 4.3. Aşure aşıyla milletimizin yüzyıllardır 4.3.Aşurenin birlik, beraberliği sürdürdüğü birlik, beraberlik, kaynaşma, kaynaştırmadığını düşünmek doğru paylaşma ve dayanışma duyguları değildir. pekişir. 4.4. Suriye’de insanlık trajedisi yaşayan, savaşın acımasız şartları içerisinde her an ölümle yüzleşen insanlar, milletimizin kardeşi ve akrabaları olduğundan onlara duyarlı olmak ve yardımda bulunmak insanlığın ve Müslümanlığın bir gereğidir. 4.4. Suriye’de savaş şartlarıyla büyük sıkıntılar yaşayan insanların kardeş ve akraba olarak değerlendirilmemesi, onlara karşı duyarlı olunmaması ve yardımda bulunulmaması insanlık ve Müslümanlıkla bağdaşmaz. 4.5. Zekât, sadaka, yardımlaşma, oruç, kötü alışkanlıkların ve çirkin sözlerin terk edilmesi gibi ibadetler, çirkinlik, kötülük ve Allah’a isyana karşı insanı korur ve cennetle karşılık bulur. 4.5. Zekat, sadaka, yardımlaşma, oruç gibi ibadetler yerine getirilmez ve kötü alışkanlıklar ve çirkin sözler terk edilmezse insan cenneti kazanamaz. 338 4.6.Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak amacıyla zenginlerin ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunması demek olan infak, İslam’ın getirdiği bir sorumluluktur. 4.6. Zengin olan Müslümanların ihtiyaç sahiplerine infakta bulunmaması, İslami sorumluluğunu yerine getirmemesi ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanamaması olarak sonuçlanır. 4.7.Bir Müslüman’ın hasta olan kardeşine organ, doku ve kan bağışlaması, çok önemli bir yardım yapması, can zekatını vermesi ve insani ve dini görevini yerine getirmesidir. 4.7. Hasta olan kardeşine maddi manevi yardımda bulunmayan, gerektiğinde organ, doku ve kan bağışında bulunmayan bir mümin en büyük yardımı yapma şerefinden mahrum kalacaktır. 4.8. Hoşgörü ve uzlaşı, huzur ve barış ortamında gerçekleşir ve huzur bozulduğunda tekrar olumlu ortamın oluşması için müminler arasında arabuluculuk yapılması ve dargınlıkların birliğe ve beraberliğe dönüştürülmesi Allah tarafından emredilir. 4.8. Huzur ve barış ortamı sürdürülemezse ve arabuluculuk kurumu olmazsa birlik ve beraberlik ortamı oluşamaz, Allah’ın emirlerine uygun davranılmamış olur. 5.1.Selam veren bir Müslüman, kardeşine güvende ve selâmette olduğu mesajını verir ve böylece, sevgi ve dostluk köprüleri kurulur, hayatın zorluk ve kolaylığı, sevinç ve üzüntüsü paylaşılır, toplum huzuru sağlanır. 5.1. Müslümanlar arasında selamlaşma olmazsa, sevgi ve dostluğun, paylaşımın, olumlu kardeşlik duygularının güçlenmemesi ve huzurlu toplum idealinin gerçekleşmemesiyle sonuçlanır. 5.2. Kardeşlik, aynı anne-babanın çocuğu olmakla sınırlı olmayıp kapsamlı bir anlam taşımaktadır. Yaratan’ın bakışıyla insanı sevmek, bir yerine bin olmak, kardeşin kusur ve ayıbını örtmek, peygamberin vefasına sahip olmak, beraber olup Allah rızasını aramaktır. 5.2. Kardeşliği aynı anne babanın çocuğuolarak görmek, onun kapsamlı anlamını anlayamamaktır. Kardeşliğin bu kapsamlı anlamı kabul edilmediğinde beraberliğin, peygamber vefası ve Allah rızasının bulunmasının değeri bilinemez. 5.3. Kardeşlik bağlarının güçlendirilmesi, Peygamber ve Müslüman’ın birbiriyle kardeş olduğu ortamının yeniden sağlanması, acımasızlık, cinayet, katliam ve savaşları engeller. 5.3. Peygamber çocuklarının kıskançlık ve menfaat duyguları nedeniyle yaşadığı kardeşlik ihlallerine üzülüp benzeri ihlallerin yapılması Peygamberin ve kardeşliğin ahlakıyla uyuşmamaktadır. 5.4. Kardeşlik için iman bağının olması 5.4. İman bağı olmadan kardeşlik yeterlidir. gerçekleşmez. 5.5. İslam’a göre kardeşliğin 5.5. Karşılıklı hak ve sorumluluklara devamlılığını sağlamak için gerekli dikkat edilmezse kardeşliğin birtakım hak ve sorumluluklar vardır. devamlılığı sağlanamaz. 339 6.1. Zekât, fitre, kurban gibi ibadetler yardımlaşmayı, birlik beraberliği ve ekonomik açıdan sosyal adaleti sağlarlar. 6.1. Zekat, fitre, kurban gibi ibadetler yerine getirilmeden yardımlaşma, birlik, beraberlik ve ekonomik açıdan sosyal adalet gerçekleştirilemez. 6.2. Hac, birliğin, kardeşliğin, eşitliğin en 6.2. Hacda makam, mevki, sosyal ve önemli göstergesidir ve makam, mevki, ekonomik durumu belli eden ekonomik sosyal ve ekonomik konumu belli eden üstünlüğe dayalı unsurlar bulunmaz. unsurların ortadan kaldırılıp takvanın önemli olduğunun ortaya konulduğu bir ibadettir. 6.3. Dünya malı ve para sevgisi Allah’a 6.3. Dünya malına ve paraya olan ulaştırıyorsa yararlıdır. düşkünlük, kişiyi Allah’a yaklaştırmıyorsa İslam’da yeri yoktur. 6.4. Dünyaya yönelik yaşanılan kayıplar, ruhsal, fiziksel ve ekonomik sıkıntılar, kaza ve felaketler, hastalık ve geçimsizlikler olumsuz gibi görünse de sabırlı olunmalı ve imtihan olarak algılanmalıdır. 6.4. Dünyaya yönelik yaşanılan kayıplar, ruhsal, fiziksel ve ekonomik sıkıntılar, kaza ve felaketler, hastalık ve geçimsizlikler karşısında sabırlı olmamak ve bunları imtihan olarak görmemek olayları İslami açıdan ele alamamakla ilgilidir. 7.1. Allah’a şirk koşmak, insan öldürmek, namuslu kadınlara iftira etmek, zina yapmak, sihir ve falcılık yapmak, yaptırmak, kehanette bulunmak, faiz almak ve vermek, alkollü içki ve uyuşturucu kullanmak, rüşvet almak ve vermek, kumar oynamak, yetim malı yemek, akraba ve hısımlarla bağı koparmak, ana babaya âsi davranmak, yalan söylemek, yalan yere şahitlik etmek, emanete ihanet etmek, verilen sözden dönmek, hırsızlık, gasp ve zimmete para geçirmek, insanlarla alay etmek, büyüklük taslamak büyük günahlardandır ve Peygamber bunlardan sakınmayı öğütler. 7.1. Allah’a şirk koşanlar, insan öldürenler, namuslu kadınlara iftira edenler, zina yapanlar, sihir ve falcılık yapanlar, yaptıranlar, kehanette bulunanlar, faiz alanlar ve verenler, alkollü içki ve uyuşturucu kullananlar, rüşvet alanlar ve verenler, kumar oynayanlar, yetim malı yiyenler, akraba ve hısımlarla bağı koparanlar, ana babaya âsi davrananlar, yalan söyleyenler, yalan yere şahitlik edenler, emanete ihanet edenler, verilen sözden dönenler, hırsızlık, gasp yapanlar ve zimmete para geçirenler, insanlarla alay edenler, büyüklük taslayanlar büyük günahlara girerler ve Peygamberin öğütüne uymamış olurlar. 7.2. Ramazan, birçok kötü alışkanlıkların terk edilmesini, sabretmeyi ve Kuran’ın anlamı üzerine yoğunlaşmayı, yoksullarla kaynaşıp, zengin-fakir, amirmemur birlik, beraberlik ve huzur içerisinde kaynaşmayı sağlar. 7.2. Ramazan’da kötü alışkanlıklar terk edilmez, sabredilmez, Kuran’ın anlamı üzerine yoğunlaşılmaz, yoksullarla kaynaşılmaz, zengin-fakir, amir-memur birlik, beraberlik ve huzur içerisinde kaynaşma sağlanılmazsa bu ilahi fırsat değerlendirilemez. 340 7.3. Cuma namazı herkesi farklılıklarına rağmen aynı safta bir araya getirip kaynaştıran, Allah’ın huzurunda herkesin eşit olduğu gerçeğini gösteren bir ibadettir. 7.3. Cuma namazını sadece bir namaz olarak görmek, herkesin farklılıklarına rağmen aynı safta bir araya gelerek kaynaştığını anlayamamak, Allah’ın huzurunda herkesin eşit olduğu gerçeğini görememektir. 7.4. Birlik ve kaynaşma, ancak dostça 7.4. İnsanlara karşı nazik ve dostça bir yaklaşımla sağlanabilir. davranılmazsa birlik ve kaynaşma sağlanamaz. 8.1.Kardeşçe yaşamak, bireysel hayat tarzının egemen olduğu bu çağda bile insanların komşularından haberdar olmasını, tanışıp konuşmasını, birbirinden korkmamasını ve güven içinde bir ortam oluşturmayı gerekli kılar. 8.1. İnsanların komşularından haberdar olmaması, birbirlerinden korkması, çekinmesi ve güven duymaması, kardeşlik ruhuna uymamaktadır. 8.2. Huzurlu olmak için dua eden kişi,ailesi, akrabaları ve komşularıyla iyi geçinmeli, huzur ortamı oluşturacak davranışlar yapmalıdır. 8.2. Huzurlu olmak için dua eden kişi, ailesi, akrabaları ve komşularıyla iyi geçinmez, huzursuzluğa sebep olan tüm davranışlardan kaçınmazsa huzura kavuşamaz. 8.3. Öfke kontrol altına alınırsa üzücü olaylar yaşanmaz, aile birliktelikleri devam eder, dostluk, akrabalık ve komşuluk ilişkileri korunur. 8.3. Öfke kontrol altına alınmazsa üzücü olaylar yaşanır, aile birliktelikleri devam edemez, dostluk, akrabalık ve komşuluk ilişkileri sürdürülemez. 3.4.2.9. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Toplum” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi 2012 yılı Cuma yardımlaşma/dayanışma, hutbelerinde kardeşlik, aile, ekonomi, cemiyet, akrabalık, toplumsal bütünlüğü kuvvetlendiren ve zayıflatan edimler ve komşulukla ilgili topluma ilişkin söylemlerin içeriği ele alınmaktadır. Aileyle ilgili olarak, ailedeki ilişkilerin önemine ve onun toplumla olan yakın ilişkisine dikkat çekilmiştir. Bu bağlamda topumun en küçük olmasına rağmen en önemli birimi olarak aile, sevgi, samimiyet, sadakat, ihlas, birlik ve bütünlük gibi değerleri barındıran, kötü olanın içinde bulunmaması gereken, 341 güzel ahaklı çocukların yetiştirildiği bir mutluluk yuvası, bir kutsal birliktelik olarak tasvir edilir. İman sahibi her insanın bütün farklılıklarına rağmen aynı kardeşlik cemiyetinin bir ferdi olduğu belirtilir. Akrabalığın İslam dininde önemli bir konumu olması dolayısıyla akrabalarla olan ilişkilerin iyi olması gerektiği, sılai rahim kavramı çerçevesinde ele alınır. Bununla birlikte anne-babaların huzurevine yerleştirilmesi, sokağa terk edilmesi, bayram günlerinde ve yaşlandıklarında yalnız kalmaları gibi durumların İslam diniyle ilişkili olarak bağdaşmayacağı ifade edilir. Birlik, beraberlik ve dayanışmanın önemiyle Çanakkale’deki dayanışma ruhu, aşure geleneği, zekat, infak, oruç, sadaka, organ, doku, kan nakli, istişare, arabuluculuk ve Suriye’deki savaşla ilgili duyarlı olmak gibi geniş bir yelpazeyi içeren yargılar bulunmaktadır. Tüm bu bahsedilen unsurlar Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya neden olacağı gibi toplumsal olarak birlik ve beraberliği, dayanışmayı da sağlamaktadır. Suriye’de yaşanan insanlık trajedisine karşı durulması gerektiği, Suriyelilerin milletimizin kardeşi ve akrabası olduğu ve onlara yardımda bulunulmasının bir insanlık ve Müslümanlık gereği olduğuyla ilgili olan hutbe, dikkat çekicidir. Yine, organ, doku ve kan bağışının can zekatı olarak değerlendirilmesi ve insani ve dini bir görev, bir kardeşlik gereği olarak ifade edilmesi de dikkate değerdir. Kardeşlik, İslam dininde öne çıkan kavramlardan biridir ve kapsamlı bir anlam taşımaktadır. Bu açıdan, kardeşlik için iman bağı yeterli görülürken daha açık olarak, yaratanın bakışıyla insanı sevmek, kardeşinin eksiklerini ve yanlışlarını örtmek, peygamberin vefasına sahip olmak ve birlikte olup Allah rızasını aramak olan kardeşlik, birçok kötülüğü önleyip toplumun huzur ve bekasını sağlayan bir niteliğe sahip olarak ifade edilmektedir. Ekonomiyle ilgili olarak zekât, fitre, kurban gibi ekonomik durumu iyi olanların yapması gereken ibadetlerin yardımlaşmayı, birlik ve beraberliği ve ekonomik olarak sosyal adaleti sağladığına işaret edilir. Aynı şekilde hac da 342 birliği, kardeşliği, eşitliği sağlar ve sosyal ve ekonomik konumu belli eden unsurlardan sıyrılıp Allah katında takvanın önemli olduğunun belirtildiği bir ibadettir. Dünya malının ancak Allah’a ulaştırıyorsa yararlı olduğu, kayıpların ise imtihan olarak görülmesi gerektiğinin altı çizilir. Toplumsal bütünlüğü kuvvetlendiren ve zayıflatan edimlerle ilgili olarak kötü davranışlar ve alışkanlıkların büyük günahlardan olduğu ve Peygamberin bunlardan sakınmayı öğütlediği vurgulanır. Ramazan ayının kötü alışkanlıkların terk edilmesini, sabrı ve Kuran’ın anlamı üzerine yoğunlaşmayı, yoksullarla kaynaşmayı ve beraberlik ve huzur içerisinde kaynaşma fırsatı sağladığı belirtilir. Dostça yaklaşımın birlik ve kaynaşmayı sağlayacağı ifade edilir. Cuma namazı da toplumsal bütünlüğü sağlayan farklılıklarına karşın insanları aynı safta bir araya getiren, kaynaştıran ve eşitliği sağlayan bir ibadet olduğunun altı çizilir. Komşuluk ilişkilerinin öneminin vurgulandığı hutbelerde birçok yerde aile, akraba ve komşularla iyi ilişkiler kurmak konusunda üçünden bir arada söz edilmektedir. Kardeşçe yaşamak gerektiği, bireysel hayat tarzının egemen olduğu günümüzde bile komşuluk ilişkilerinin önemsenmesi ve iyi temellere dayandırılması gerektiği gibi temaların, hutbelerdeki toplumsal unsurların bir görüntüsünü sunduğu düşünülebilir. 3.4.3. Ritüeller Ritüeller birimi içinde öncelikle cenaze, selamlaşma, kandil ve hac alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise ortaya çıkan yargısal ifadeler hakkında değerlendirme yapılmaktadır. 343 3.4.3.1. Cenaze YARGI 1: “Ve kardeşlik; ‘Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selamını almak, hastalandığında ziyaret etmek, cenazesine katılmak, davet ettiğinde gitmek ve ona her fırsatta dua etmektir.’ sorumluluğunun bilinciyle hareket edebilmektir.” (13 Nisan 2012) YARGI 1: “Efendimiz ‘Müslüman’ın Müslüman üzerindeki hakkı altıdır.’ buyurmuş, bu altı hakkı da ‘Karşılaşınca selâm vermek, davet ettiğinde icabet etmek, nasihat istediğinde nasihat etmek, aksırıp Allah’a hamdettiğinde ona duayla karşılık vermek, hastalandığında ziyaret etmek ve öldüğünde cenazesine katılmak.’ şeklinde açıklamıştır.” (31 Ağustos 2012) 3.4.3.2. Selamlaşma YARGI 2: “Selâm saygının, sevginin ve kardeşliğin kapılarını açan bir anahtardır. Selâm gönülden dile, bireyden topluma, toplumdan insanlığa yansıyan barış dilidir. Paylaşmanın, kaynaşmanın, huzura ermenin, Allah’a sığınmanın adıdır selâm. Selâm, kardeşimize esenlik dilemek, onun hayrını istemektir; Ona olan dostluğumuzun güvencesidir. Bizler, ‘es-selâmü aleyküm’ diyerek kardeşimize esenlik, güvenlik, rahmet ve bereket dileklerimizi dile getirmiş oluruz. Değerli Kardeşlerim! Mahallemizde, sokak ve caddelerde, otobüs duraklarında, işyerlerimizde, karşılaştığımız her insana, samimiyet ve tebessümle selâm vermek ne güzeldir! Ardından tatlı bir dille hâl ve hatır sormak, selâmımızı daha da güzelleştirir. Selâm veren kimse, lisân-ı hâl ile, ‘bana güvenebilirsin, benden emin olabilirsin, sana herhangi bir zararım dokunmaz’ derken; selâmı alan da aynı şekilde karşılık vermiş olur. Böylece, aralarında ülfet, muhabbet ve kardeşlik temelleri atılır… Kardeşlerim! Tebessümle içten verilen selâm, kalbî bir yakınlığa vesile olur. Gönüller arasında köprüler kurar. Üzgün ve küskün kalplerde muhabbet çiçekleri açtırır. Katılaşmış kalpleri yumuşatır. Kırgınlıkların ve dargınlıkların ortadan kalkmasına yardımcı olur.” (27 Temmuz 2012) YARGI 2: “Kardeşlerim! Peygamberimiz (s.a.s)’in ifadeleriyle: tanıdığımız tanımadığımız herkese selâm vermek kardeşlik hakkıdır. Yürüyenlerin oturanlara, küçüklerin büyüklere ve sayıca az olanların çok olanlara selâm vermesi, selâmın âdâbıdır. Riyakârlık ve kibirden uzak bir şekilde, tebessüm eşliğinde ve gönülden selâm alıp-vermek, selâmlaşmada cimrilik göstermemek de selâmın ahlâkıdır. Öyleyse kardeşlerim, birbirimize selam vermeyi ihmal etmeyelim. Çocuklarımız ve gençlerimize selâmı öğretelim. Selâmı aramızda yaygınlaştıralım. Selâm ile sevgi ve kardeşlik bağlarımızı pekiştirelim. Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi ve esenliği hepimizin üzerine olsun” (27 Temmuz 2012) 344 YARGI 2: “Kardeşlerim! İnsanî ilişkilerimizin temelinde selâm önemli bir yer tutmaktadır. O kısacık cümle, insanlarla aramızdaki sıcak ilişkilerin, dostlukların muhabbetle devamını ve gelişmesini sağlar. Gönlümüzün sıcaklığını kardeşimize selâm ile hissettiririz. Selâm, yüce Allah’tan muhatabımıza, rahmet, huzur ve esenlik dilemek, güven ve dostluk telkin etmektir. Selâma karşılık vermek de bu en kalbî yaklaşımı memnuniyetle kabul etmektir. Selâm’ı hayatın bir parçası olarak gören dinimiz; ‘Size selâm verildiği zaman, ondan daha güzeliyle veya aynı selamla karşılık verin…’ ayeti kerimesiyle selâma mukâbeleyi manevî bir sorumluluk olarak telakki etmiştir. Muhterem Kardeşlerim! Selam, insanlar arasında olumlu ilişkilerin kurulmasına, dostlukların oluşmasına, kırgınlıkların ve dargınlıkların giderilmesine zemin hazırlar. Bu nedenle Efendimiz, tanıdığa da tanıdık olmayana da selâm vermeyi İslâm'ın güzel bir hasleti olarak nitelemiş, selâma karşılık vermeyi Müslüman’ın görevleri arasında saymıştır.” (20 Nisan 2012) 3.4.3.3. Kandil YARGI 3: “Kardeşlerim! Önümüzdeki Perşembeyi Cumaya bağlayan gece Regâip kandilini idrak edeceğiz. Asırlardan beri kutlaya geldiğimiz Regâip, arzu ve istek anlamlarına gelir. Regâip, mü’minlerin mağfiret mevsimi üç aylara rağbet etmeleri ve onun taşıdığı manalardan, değerlerden istifade etmeleri gerektiğine dair mesaj yüklü bir gecedir. İlahi rahmete mazhar olan bu mübarek gün ve gecelerde kendimizi sorgulamaya ve yüce dinimiz İslâm’ın manevi ikliminde gönül huzuru, istikamet ve özgüven kazanmaya, ihtiraslarımızı dizginleyip menfaat ve çekişmelerden uzak kalmaya ihtiyacımız daha da artmaktadır. Öyleyse bu mübarek zaman dilimini fırsat bilerek, aramızdaki çatışma ve kırgınlıkları, şahsi menfaat hesaplarını bir tarafa bırakalım. Yüce Dinimizin bizden istediği sevgi, saygı ve hoşgörü ortamının kurulması, birlik, beraberlik ve kardeşliğimizin güçlenmesi, insanî ve ahlâkî meziyetlerin yaygınlaşması için çaba sarf edelim.” (18 Mayıs 2012) YARGI 3: “Af dilemek için zaman ve mekân şart değildir, fakat bazı vakitlerin daha bereketli kılınmış olması, müminlere birer ikramdır. Gece seher vakitlerinde dua edenlerin Kur’ân’da övülmesi, Efendimiz (s.a.s)’in her gecenin son üçte birinde dua edenlerin dualarının kabul olacağını müjdelemesi bu mübarek vakitlerin önemini ifade eden en güzel örneklerden bazılarıdır. Önümüzdeki Çarşamba’yı Perşembe’ye bağlayan gece idrak edeceğimiz Berat gecesi de bereketli zaman dilimlerindendir. Bu gecede yapılacak ibadetin bizleri günahlardan temizleyeceğini ve affedilmemize vesile olacağını bakın Allah Rasulü (s.a.s) ne de güzel ifade etmiştir: ‘Şaban ayının on beşinci gününü oruçlu geçirin. Gecesinde ise ibadete kalkın. Çünkü o gece güneş batınca Allah Teâlâ (keyfiyetini bilemediğimiz bir halde) en yakın semaya tecelli ederek fecir doğuncaya kadar: ‘Bağışlanma dileyen yok mu? Onu bağışlayayım. Rızık isteyen yok mu? Ona rızık vereyim…’ buyurur.” (29 Haziran 2012) 345 YARGI 3: "Kardeşlerim! Mirâc, Yüce Mevlamızın Peygamberimiz şahsında insana bir lütfu, kendisine niyazda bulunan ve rahmetini uman mü’minleri huzuruna kabulüdür. Mirâc, Rabbimizin bizleri ebedi nimetlerle müjdelemesi ve bizlere sonsuz izzet-i ikramıdır. Vefanın adıdır mirâc; Rahmet Peygamberi’nin en özel, en yüce makamda dahî ümmetinin kurtuluşunu dilemesidir. Bu vefa karşısında mü’minlere düşen ise Ebû Bekir Sıddîk misali sadakattir, vefaya vefa ile karşılık vermektir. Bu vefa da Mirâc hediyesi olan namaz ve varlığımızı anlamlı kılan bütün yüce değerlere riayettir. Bu hediye ve değerlerin başında ise mü’minlerin miracı olan namaz gelir. ‘İnsanın, Rabbine en yakın olduğu hâl secdede bulunduğu hâldir.’ hadisinde belirtildiği gibi namaz, manevî derecelerde yükselişimizdir. İnsan aklının kavramakta güçlük çektiği nice hikmetlerle dolu Mirâc, aynı zamanda bir imtihandır. Rahmet Peygamberi’ne ve O’nun getirdiklerine sımsıkı sarılanlar, sıddıklar içerisinde yer alacaklar, O’ndan yüz çevirenler ise ebedî huzurdan mahrum kalacaklardır. Nihayet Mirâc, bütün bu hususları bize hatırlatan yönleriyle her birimiz için bir rahmet ve mağfiret fırsatıdır.” (15 Haziran 2012) YARGI 3: “Kıymetli Mü’minler! Kadir gecesi, gecelerin en faziletlisidir ve bir ömre bedeldir. Ona bu üstünlüğü kazandıransa, hidayet rehberimiz Kur’an-ı Kerim’dir. İnsanlığın ufkunda bir güneş gibi doğan Yüce Kitabımız, bu gecede indirilmeye başlamıştır. O’nun nuru, karanlıklar içerisinde yönünü kaybetmiş olan insanlığa bu gece ışık tutmuştur. O, eşsiz ilke ve mesajları ile hüzünlü ve bîtap gönüller için neşe kaynağı olmuştur. O’na inananlar, O’nun rahmeti ve şifası ile huzur bulmuştur. İşte Kadir gecesi, Kelâmullah hürmetine bin aydan daha hayırlı kabul edilmiştir… Kardeşlerim! Kadir gecesini, Rahmet Peygamberi Efendimiz’in bir hadisine dayanarak Ramazanın yirmi yedinci gecesi ihya etmekteyiz. Ancak ‘Kadir gecesini Ramazanın son on gecesinde arayınız’ hadisinden hareketle bizler, Ramazanın kalan günlerini de Kadir gecesi gibi değerlendirelim. Daha da önemlisi, hayatımızın her anının kadrini bilelim. Şu kısacık ömrümüzdeki sayılı nefeslerimizi, sahip olduğumuz bütün nimetleri Yüce Rabbimizin rızası doğrultusunda tüketelim. Böyle mübarek gün ve gecelerin, hayatımızı gözden geçirmemiz ve kendimizle yüzleşmemiz için bir fırsat olduğunu unutmayalım Cennet kapılarının ardına kadar açıldığı şu günlerde bol bol Kur’an okuyalım. Tövbe ve istiğfar ile Rabbimizden af dileyelim. Hutbemizi, Efendimiz (s.a.s)’in Kadir gecesinde yapmamızı tavsiye ettiği ve bağışlanma arzusu ile gönülden amin diyeceğimiz şu dua ile bitirelim: ‘Allahım! Sen affedicisin. Affetmeyi seversin. Bizi de affet!’ ” (10 Ağustos 2012) 346 3.4.3.4. Hac YARGI 4: “Kardeşlerim! Hac, bir terk ediştir. Hac yolcusu, Rabbi uğruna evini, memleketini, ailesini geçici bir süreliğine de olsa terk etmiştir. Böylece o, maddi ve manevi kirlerden arınma, ilahi rızaya ulaşma kararlılığını göstermiştir. Hac, bir buluşmadır. Kul bu buluşmada, ‘Buyur Allah’ım, Buyur! Evine geldim, emrine amadeyim’ sözleriyle teslimiyetini dile getirir. Bu teslimiyet karşısında, Yüce Allah da kuluna rahmetiyle, bereketiyle izzeti ikramda bulunur. Bu ikramın bir neticesi olarak mümin, ömür boyu her namazda yöneldiği Kâbe’yi birkaç metreden dünya gözüyle doya doya seyretmenin mutluluğunu yaşar. Allah’ın kendine olan lütfuna telbiye nidalarıyla şükranını sunar… Kardeşlerim! Hac, Efendimiz’in; ‘Kim hacceder, kötü söz söylemez ve günah işlemezse anasından doğduğu gibi günahsız döner’ nebevi müjdesine erişebilmektir. Ve hac, Allah’a verilen sözlere, yapılan tövbelere, elde edilen yüce değerlere ömrün nihayetine kadar sadık kalabilmektir.” (21 Eylül 2012) Tablo 11: Ritüeller Birimi Açısından Kategoriler 2012 YILI CUMA HUTBELERİNDE “RİTÜELLER”E İLİŞKİN SÖYLEMİN “CENAZE, SELAMLAŞMA, KANDİL, HAC” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ ONAYLAMA KATEGORİSİ YADSIMA KATEGORİSİ 1.1.Bir Müslüman, kardeşinin cenazesine katılarak onun üzerindeki beş haktan birine dikkat etmiş ve böylece sorumluluk bilinciyle hareket etmiş olur. 1.1.Müslüman kardeşinin cenazesine katılmayan bir kişi, hakka saygı göstermemiş ve sorumluluk duygusuyla hareket etmemiştir. 1.2. Müslümanın Müslüman üzerindeki 1.2. Bir Müslümanın cenazesine hakkının altı olduğunu ifade eden Hz. katılmayan kişi, Hz. Muhammed’in Muhammed cenazeye katılmanın ona tavsiyelerini dikkate almamaktadır. yapılabilecek son görev olduğunu belirtir. 2.1. Saygı, sevgi ve kardeşlik kapıları 2.1. Selamlaşma olmadan saygı, sevgi selamla açılır. Mahallede, sokak ve ve kardeşlik ortamı oluşturulamaz. caddelerde, otobüs duraklarında, işyerlerinde, karşılaşılan her insana samimiyet ve tebessümle selâm verilmelidir. Ardından tatlı bir dille hâl ve hatır sormak, selâmı daha da güzelleştirir. 347 2.2. Tanıdık tanımadık herkese selam vermek kardeşlik hakkıdır. Yürüyenlerin oturanlara, küçüklerin büyüklere ve sayıca az olanların çok olanlara selâm vermesi, selâmın âdâbıdır. Riyakârlık ve kibirden uzak bir şekilde, tebessüm eşliğinde ve gönülden selâm alıpvermek, selâmlaşmada cimrilik göstermemek de selâmın ahlâkıdır. Bunlara uyanlar Peygamberin öğütlerine uyarlar. 2.2.Selamlaşmamak, selamlaşma adabına ve ahlakına uygun davranmamak, kardeşlik hakkına ve Peygamberin sözlerine uymamaktır. 2.3. İslam’a göre selamlaşmak hayatın 2.3. İslam’a göre selamlaşmamak, bir parçasıdır, insani ilişkilerin temelinde sıcak ilişkilerin ve dostlukların bulunur, sıcak ilişkilerin ve dostlukların gelişmemesine neden olur. gelişmesini sağlar. 3.1. Asırlardan beri kutlanan mübarek Regâip gecesini fırsat bilerek, çatışma ve kırgınlıklardan, kişisel menfaat hesaplarından vazgeçip İslam dininin istediği sevgi, saygı, hoşgörü ve beraberlik ortamının kurulması, insanî ve ahlâkî meziyetlerin yaygınlaşması için çaba sarf etmek gerekir. 3.1. Regaip gecesini çatışma, kırgınlık ve kişisel menfaat hesaplarından vazgeçmek için bir fırsat olarak görmeyenler, sevgi, saygı, hoşgörü ve beraberlik ortamından yararlanamaz. 3.2. Allah’tan af dilemek için zaman ve 3.2.Berat gecesinde ibadet edilmezse mekan şart olmasa da bazı vakitler daha günahlardan temizlenme ve affedilme bereketli görülür. Bunlardan biri Berat şansı kazanılamayabilir. gecesidir. Hz. Muhammed bu gecede ibadet edenlerin günahlardan temizleneceğini ve affedilmelerine vesile olacağını söyler. 3.3. İnsan aklının kavramakta güçlük çektiği Mirâc, Allah’ın Hz. Muhammed’in şahsında insana bir lütfu, kendisine niyazda bulunan ve rahmetini uman Müminleri huzuruna kabulüdür. Müminlere Mirac hediyesi olan namazla insan manevî derecelere yükselir. 3.3.Miraç olayı akılla kavranamaz. Miracı Allah’ın Hz. Muhammed’in şahsında insana bir lütfu ve Allah’ın Müminleri huzuruna kabulü olarak değerlendirmeyen ve Miraç hediyesi olan namazı kılmayanlar manevi derecelere yükselemez. 3.4.Gecelerin en faziletlisi olan Kadir gecesini üstün kılan, Kuran’ın bu gecede indirilmeye başlamasındandır. Kadir gecesinin kıymetini bilmek, hayatın her anının kadrini bilmek, Allah’ın verdiği nimetleri onun rızasında kullanmak, Kuran okumak tövbe etmek ve af dilemek bu gecenin fazileti ve bereketinden yararlanmayı sağlar. 3.4. Kuranın indirilmeye başladığı Kadir gecesinin kıymetini bilmemek, hayatın her anının kadrini bilmemek, Allah’ın verdiği nimetleri onun rızasında kullanmamak, Kuran okumamak tövbe etmemek ve af dilememek, bu gecenin fazileti ve bereketinden yararlanamamaya neden olur. 348 4.1. Haccedip, kötü söz söylemeyen ve günah işlemeyenler, Allah’a verilen sözlere, yapılan tövbelere, elde edilen yüce değerlere ömrünün sonuna kadar sadık kalanlar Haccın anlamına ermiş olur. 4.1. Haccedip, kötü söz söyleyen ve günah işleyenler, Allah’a verilen sözlere, yapılan tövbelere, elde edilen yüce değerlere sadık kalamayanlar Haccın anlamına eremezler. 3.4.3.5. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Ritüeller” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi 2012 Cuma hutbelerinde ritüeller, cenaze, selamlaşma, kandil ve hac olarak ele alınmaktadır. Bayram hutbelerinde bayram ritüellerine yer verildiği için buradaki kapsamımızın dışında kalmaktadır. Hutbelerde cenaze törenleriyle ilgili öğütlere yer verilmektedir. Bu çerçevede bir Müslümanın, kardeşinin cenazesine katılarak, ölenin kendisi üzerindeki beş hakkından birini yerine getirdiği ve sorumluluk bilinciyle hareket ettiği ifade edilmektedir. Bir başka hutbede ise Hz. Muhammed’in Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkının altı olduğunu ifade ettiğinden bahsedilmekte, cenazeye katılmanın ölene yapılabilecek son görev olduğu belirtilmektedir. Selam ritüeli de hutbelerde özel bir ilgi görmektedir. Bu anlamda, öncelikle, İslam’a göre selamlaşmanın hayatın bir parçası olduğuna ve Peygamberin selamlaşmayı öğütlediğine değinilmektedir. Selamın, İnsani ilişkilerin temelinde bulunduğu, sıcak ilişkilerin ve dostlukların gelişmesini sağladığı, saygı, sevgi ve kardeşlik kapılarını açtığı vurgulanmaktadır. İnsanların karşılaştıkları mahallede, sokak ve caddelerde, otobüs duraklarında, işyerlerinde, samimiyet ve tebessümle selam vermeleri istenmektedir. Selamlaşmak için illa tanışmak gerekmediği ve herkese kardeşlik hakkı gereği selam vermenin yerinde olduğu vurgulanmaktadır. Daha özel olarak yürüyenlerin oturanlara, küçüklerin büyüklere ve sayıca az olanların çok olanlara selâm vermesinin, selâmın âdâbı olduğu belirtilmektedir. Selamın daha da güzelleşmesi için selamlaşmanın ardından 349 tatlı bir dille hâl ve hatır sormak tavsiye edilmektedir. Kibirden uzak bir şekilde gönülden selâm alıp-vermenin, selâmın ahlâkı olduğu dile getirilmektedir. Kandil ritüellerinden Regaip gecesinin, çatışma ve kırgınlıklardan, kişisel menfaat hesaplarından uzaklaşmak, İslam dininin istediği sevgi, saygı, hoşgörü ve beraberlik ortamını kurmak, insanî ve ahlâkî meziyetleri yaygınlaştırmak için çaba sarf etmek için bir fırsat olarak algılanması gerektiği üzerinde durulmaktadır. Berat gecesinin, af dilemek için değerlendirilmesi tavsiye edilmekte, Hz. Muhammed’in bu gecede ibadet edenlerin günahlardan temizleneceğini ve affedilmelerine vesile olacağını söylediğinden bahsedilmektedir. İnsanın, Mirac kandilini, ibadet ederek manevi olarak yükselme açısından değerlendirmesi tavsiye edilir. Son olarak kadir gecesinde Kuran’ın indiği bu nedenle rahmet uman müminlerin Allah’ın huzurunda kabul edildiği belirtilir. Hutbelerde Hac ritüelinden, insanın hayatında bir dönüm noktası veya bir olgunluk noktası olarak bahsedilmektedir. İnsanın kötü sözden günah işlemekten uzaklaştığında, Allah’a verilen sözlere, yapılan tövbelere, elde edilen yüce değerlere ömrünün sonuna kadar sadık kalındığında Haccın gerçek anlamının yaşanacağına dikkat çekilmektedir. 3.4.4. İnsan İnsan birimi içinde öncelikle çocuk, kadın, anne/baba, genç/yaşlı, kardeş, vatandaş, insan ve kul alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise ortaya çıkan yargısal ifadeler hakkında değerlendirme yapılmaktadır. 350 3.4.4.1. Çocuk YARGI 1: “Çocuklarımızı iyiye, doğruya, hem Allah’ı hem de insanları hoşnut edecek olana yönlendirme noktasında her birimize ayrı ayrı görevler düşmektedir. Çocukların, gençlerin sadece maddi ihtiyaçlarını karşılamakla sorumluluğumuzu yerine getirmiş olamayız. Şüphesiz ki, anne ve babalar olarak evlatlarımıza bırakabileceğimiz en önemli servet, onların yaratılış amacını okuyabilecekleri bir birikim, bir bilinç ve bir tefekkür dünyasıdır.” (24 Şubat 2012) YARGI 1: “Fert planında başarı ve felahın reçetesi, Kur’an’a ve Peygamberimizin Sünnetine sarılmak olduğu gibi toplum planında da kurtuluşun formülü Kur’an’a sarılmak, yavrularımıza Kur’an’ı tanıtmak ve öğretmekle mümkün olacaktır. Anne-babalar olarak, çocuklarımız okuma çağına geldiklerinde onlara duayı, namazı ve Kur’an'ı öğretmeliyiz. Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in ‘En hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğreteninizdir.’ müjdesi doğrultusunda yavrularımızın gönüllerini Kur’an ışığıyla aydınlatmalıyız. Onların zihinlerini Rasûlüllah’ın ahlâkıyla süslemeliyiz. Bunu başarmanın yolunun ise ancak Kur’an’a gönül vermekten, onun gönüllere şifa veren hükümlerini öğrenmekten geçtiğini unutmamalıyız. Kardeşlerim! Bitmez sandığımız şu kısacık hayatımız sona erdiğinde sahip olduğumuz bütün maddi değerlerimiz evlatlarımızın olacaktır. Onlara, dünya hayatı için gerekli mal mülk bırakmayı düşündüğümüz gibi ahiret hayatına yönelik kalıcı miras bırakmayı da ihmal etmemeliyiz. Kardeşlerim! Hayat kaynağımız olan Kur’an’ın öğretimini, evlatlarımızın eğitimi sürecinde asla göz ardı etmemeliyiz. Çocuklarımızın, Yüce Kitabımızı tanımaları için öncelikle onlara, nasıl bir kitapla muhatap olduklarını anlatmalıyız. Kur’an’ın, hayatını kaybetmişleri değil, yaşayanları dirilten ruhunu, herkesi kucaklayan sıcaklığını ve yürekleri titreten etkisini onlara hissettirmeliyiz. 18 Haziran Pazartesi günü yaz Kur’an Kurslarımız eğitime başlayacaktır. Çocuklarımızı bu kurslara teşvik ederek onların Kitabımızı, Peygamberimizi ve Dinimizi öğrenmelerine vesile olalım. Böylece, kendimize ve gözbebeğimiz olan evlatlarımıza kalıcı miras bırakma yolunda önemli bir sorumluluğu yerine getirelim” (8 Haziran 2012) 3.4.4.2. Kadın YARGI 2: “Peygamberimiz (s.a.s.), hem uygulayarak hem de teşvik ederek bu güzel hasletin toplum içinde yerleşmesini sağlamış, kadın-erkek, büyük-küçük ayrımı yapmadan herkese selâm vermiştir. 351 Kutlu Nebi, Kızı Hz. Fatıma'ya, ‘merhaba kızım’ diye hitap etmiş, amcası Ebu Talib'in kızı Ümmü Hani yanına geldiğinde ise onu ‘merhaba Ümmü Hâni’ diye selâmlamıştır. Oyun oynayan çocukların yanından geçerken onlara selâm vermiş, bir kadınlar topluluğuna uğradığında onları selâmlamadan geçmemiştir. Yaşayanların yanı sıra, kabir ziyaretlerinde, ölülere de selâm vererek Allah’ın rahmet ve esenliğinin onlar üzerine olmasını dilemiştir.” (20 Nisan 2012) 3.4.4.3. Anne/Baba YARGI 3: “Değerli Müminler! Hepimiz annemizi ve babamızı çok severiz. Çünkü karşılıksız sevmeyi onlardan öğrendik biz! Şefkat ve merhameti onların kucaklarında tattık! Ve sevdiklerimizi korumak için canımızı bile verecek fedakârlığı ebeveynlerimiz gösterdi bize.” (12 Ekim 2012) 3.4.4.4. Genç /Yaşlı YARGI 4: “…Bildiğimiz hakikatleri öncelikle kendi hayatımızda tatbik etmek ve başkalarına da öğretmek, aklımızın ve ilmin şükrüdür. Sahip olduğumuz gençlik enerjisini, hak, hakikat ve insanlığa hizmet uğrunda harcamak, gençliğin şükrüdür.” (1 Haziran 2012) YARGI 4: “Kardeşlerim! Hiç şüphesiz gençliğimiz, Rabbimizin bizlere çok önemli bir lütfudur. Gençlik, insan ömrünün sermayesidir. Sermayeyi yerinde ve isabetli değerlendirenler kazanırlar, yanlış yatırımda kullananlar ise sonunda hüsrana uğrarlar. Gençlik, filizlenmeye yüz tutmuş bir tohum, meyve vermeye hazır bir ağaç gibidir. Ömrün en verimli en enerjik dilimidir. Şayet bu enerji olumlu yönde kullanılabilirse toplumun geleceği garanti altına alınmış, ihmal edilirse toplumun temeline dinamit konulmuş demektir. Kıymetli Kardeşlerim! Üzülerek ifade edelim ki, günümüzde gençliğin zihin ve gönül dünyasını tahrip eden, onları düşünmekten, üretmekten ve sorumluluktan alıkoyan nice meşgaleler vardır. Bu meşgalelerin büyün çoğunluğu geleceğimizin teminatı olan gençlerimizin israfına yol açmaktadır… Kıymetli Kardeşlerim! ‘Her şey gençlikte’, ‘Ne yaşanırsa gençlikte yaşanır’ gibi anlamsız ve geleneğimizle örtüşmeyen sözlerle gençlerimizi yanlışa teşvik etmekten kaçınmalıyız. Genç kardeşlerimiz de, özgüven duygusu ile hareket ederek 352 yarınlarını inşa etmek için çaba sarf etmelidirler. Unutulmamalıdır ki, tarihimizde çağ açıp çağ kapamış, medeniyetlerin inşasında başrol oynamış nice gençler vardır. Bu itibarla, genç kuşaklarımıza tarihimizi, ahlakımızı, bizi biz yapan değerlerimizi iyi öğretmeliyiz ki, gelecekteki hedeflerimize sağlam adımlarla ilerleyebilelim” (24 Şubat 2012) 3.4.4.5. Kardeş YARGI 5: “On dört asır önce birbirlerine düşmanlıklarıyla ün salmış Evs ve Hazreç kabilelerini, Ensar ile Muhacirleri birbirine kardeş kılan İslâm’ın yüce değerleri, bugün de aynı şekilde bütün Müslümanları hatta tüm insanlığı birbirine kardeş kılmaya yetecektir… … 14-20 Nisan tarihleri içerisinde idrak edeceğimiz Kutlu Doğum Haftasının, bütün Müslümanlara huzur getirmesini, insanlığın içine düştüğü sıkıntıların aşılmasına, kardeşlik bağlarımızın güçlenmesine ve yeni rahmet kapılarının açılmasına vesile olmasını Cenâb-ı Allah’tan niyaz ediyoruz. Yüce Rabbimiz, bizlere Peygamberimizin sık sık özlemini dile getirdiği kardeşler topluluğu olabilmeyi nasip eylesin…” (6 Nisan 2012) YARGI 5: “Kardeşlerim! ‘Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin’ ilahi fermanı gereği yıkıcı değil yapıcı olalım. Ayrıştırıcı değil, birleştirici olalım. Fitneyi değil, ıslahı esas alalım. Bizi biz yapan değerlere sımsıkı sarılarak birliğimizi ve dirliğimizi koruyalım. Ne kadar seviyorum kardeşimi hiçbir karşılık beklemeden! Ve ne kadar kardeşim kardeşime! anlayışıyla kardeşlik duygularımızı pekiştirelim.” (13 Nisan 2012) YARGI 5: “Efendimiz’e ‘gıybet nedir?’ diye sorulduğunda; ‘Kendisinin hoşuna gitmeyeceği şekilde kardeşin hakkında konuşmandır’ şeklinde cevap verir. ‘Ey Allah’ın Resulü; ya söylediğim şey kardeşimde varsa?’ denildiğinde ise; ‘Söylediğin şey kardeşinde varsa gıybet etmiş olursun. Yoksa ona iftira etmiş olursun.’ buyurur. Böylece Efendimiz; başkaları hakkında konuşurken dikkat etmemiz gereken sınırları en güzel şekilde ifade eder.” (20 Ocak 2012) 353 YARGI 5: “Hutbemizi, yürekten amin diyeceğimiz şu dualarla bitirelim: Ya Rabbi! Müminler olarak kalplerimizi, gönüllerimizi birbirine kaynaştır. Bizleri birbirlerine karşı sıcak yürekli, birbirlerini gördüğünde gözlerinin içi parlayan samimi kardeşler eyle. Birbirimize karşı merhameti yüreklerimizden hiçbir zaman eksik etme! Ya Rab! Bizi, son nefesimizi verinceye dek kardeşlerimize muhabbet duyan, onların dertleriyle dertlenen müminlerden eyle…” (13 Nisan 2012) 3.4.4.7. İnsan YARGI 7: “Kıymetli Kardeşlerim! Dinimiz insanı, zübde-i kâinât ve eşref-i mahlûkât olarak görür. İlahi hikmetlerle dolu Yüce Kitabımızda ise, her türden insanın; sağlıklı ve hastaların, engelli ve sağlamların, inananlar ve inkarcıların, zenginler ve yoksulların, şükredenler ve nankörlük edenlerin, kadınlar ve erkeklerin, yaşlılar ve gençlerin tasviri hep birlikte zikredilir.” (28 Eylül 2012) YARGI 7: “Hiç birimiz günahsız ve hatasız değiliz! Bazen, düşünmeden hareket edebiliriz. Bazen de hiç araştırmadan aslı astarı olmayan haberlerin peşine takılıp yanlış yapabiliriz. Unutmayalım ki, hata yapmak insanın bir zaafıdır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurur: ‘İnsan hata edebilir. Tövbe edenler, hataya düşenlerin en hayırlılarıdır!’ Bu hadis-i şeriften de anladığımız üzere asıl erdem, yapılan yanlışın farkına varıp tövbe edebilmektir. İnsanlara karşı kusurlarımızda ise kendilerinden özür dileyebilmektir. Bizim dışımızdaki insanların da tıpkı bizler gibi hata edebileceğini kabullenebilmektir… Yaptığı hatanın farkına varıp pişman olan ve özür dileyen birinin özrünü kabul etmeyen ve kendisini affetmeyen kimseyi Rasûlullah Efendimiz, “günahkâr” olarak nitelendirmiştir. Çünkü kin, nefret, intikam, öfke ve ihtiras, insanın yüreğini karartır, kalbini katılaştırır. Bu negatif duygular çöle döndürür gönülleri; Sevgisiz ve yapayalnız bırakır insanları! Af ve şefkatle muamele ise insanı toplumda saygın bir konuma yükseltir. Bu âlicenaplık, çözülemez zannedilen sorunları yok eder, gönüllerde sevgi ve huzuru yeşertir.” (14 Aralık 2012) YARGI 7: “Kardeşlerim! Dua kulun Allahtan bir şey dilemesi, O’nu yardıma çağırması ve cânı gönülden anması demektir. İnsanın Allah'ın yüceliği karşısında aczini itiraf etmesi, 354 sevgi ve tazimle O'nun lütuf ve ihsanını istemesidir dua. Dua, fani ve aciz olan insanın, sonsuz kudret sahibi Yüce Mevla ile kurduğu iletişimdir.” (9 Mart 2012) 3.4.4.8. Kul YARGI 8: “Ayrıca kul, üzerine düşen vazifeleri yapmadan sadece Allah’a yalvarmakla, dua ibadetini ifa ettiği yanılgısına düşmemelidir. Dua sadece dil ile yapılmaz. Fiil ile de yapılır. Kul bir yandan teşebbüs ederken diğer yandan da tevekkül etmelidir.” (9 Mart 2012) YARGI 8: “İnsanoğluna sayılamayacak kadar nimetler veren Rabbimiz, ‘Rahman’ ve ‘Rahîm’ sıfatlarının tecellisi ile karşılığında sadece kulluk beklemektedir bizlerden. BU KULLUĞU İF ETMENİN YOLLARINDAN BİRİ DE TESLİMİYETİN ZİRVESİ OLAN KURBAN İBADETİDİR. ‘AKRABA’ KELİMESİ İLE AYNI KÖKTEN GELEN KURBAN; ‘ALLAH’A YAKINLIK SAĞLAMAYA VESİLE OLAN ŞEY’ MANASINA GELMEKTEDİR. AKILLI, ERİŞKİN, MUKİM VE DİNEN ZENGİN SAYILAN HER MÜSLÜMAN’A VACİP OLAN KURBANI, EFENDİMİZ (S.A.S.), HİCRETİN 2. YILINDAN İTİBAREN HER SENE KESMİŞTİR.” (19 EKİM 2012) YARGI 8: “Kardeşlerim! Mesele, inanan bir kul olarak Rabbin hoşnutluğunu kazanmak ve Kur’an’da kendilerinden övgüyle bahsedilenler arasına girmek değil midir?” (23 Mart 2012) YARGI 8: “Kul ile Yüce Yaratan arasındaki muhabbetin doruğa ulaştığı duygu yüklü bir ibadettir oruç. Kul, oruçta Rabbi ile adeta baş başadır. ‘İnsanoğlunun yaptığı her şey kendisi içindir. Oruç müstesna. O benim içindir ve onun mükâfatını ben vereceğim…’ kudsî hadisi ile orucun manevî karşılığına dikkat çekilmiştir.” (20 Temmuz 2012) YARGI 8: “Değerli Kardeşlerim! İbadetlerimizle yaşantımızın uyum içinde olması, yapılan ibadetin kabulüne dair bir belirtidir. Ramazanın güzelliklerini hayatımızın her anına yaymamız da Ramazandan kazançlı çıktığımızın göstergesidir. Kazancımızı tüketmemek içinse ibadetlerimizde gevşeklik, tembellik göstermemek gerekir. Kudreti sonsuz Rabbimiz, Peygamberimize hitaben: ‘Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.’ emri ile son nefesimize kadar ibadet hayatımızın sürmesini istemektedir. Dolayısıyla, kulluk vazifemiz belirli dönemlere has değil, her an içindir. Ebedi mutluluğumuz, bu 355 dünyadaki kulluğumuza bağlıdır. İbadet ve iyiliklerimizin karşılığında cennette mutluluklar ve güzellikler bizim için hazırlanmıştır.” (17 Ağustos 2012) YARGI 8: “Kul Allah’ı sevince, O’nun sevdiklerini de sevmeye başlar. Allah’ı seven gönlün, ‘Ancak Allah’ın zikriyle huzur bulacağını’ bildiği için ibadeti sever. Ailesinden, çocuklarından ve servetinden, hatta canından bile daha çok Hz. Muhammed’i sever. Çünkü Allah’ın sevgisini ve rahmetini kazanmanın yolu, Hz. Muhammed’e tâbi olmaktan, dört elle Onun sünnetine sarılmaktan ve Onun güzel ahlakı ile ahlaklanmaktan geçer. Allah’ı ve Resulünü her şeyden çok seven insan ise, imanın tadına varır… Kardeşlerim! Kul Allah’ı sever de, Allah o kulunu sevmez mi hiç? Allah sevince bir kulunu, önce Cebrail'e, sonra bütün meleklere ve arkasından da tüm insanlara sevdirir onu. Böylece Allah, kendisini seven müminlerin sevgisini düşürüverir gönüllere. Artık Allah, sevdiği kulunun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, konuşan dili ve vicdanı olur da kulunun her istediğini verir.” (12 Ekim 2012) YARGI 8: “Kardeşlerim! Her yılın ilk gecesi, anlamsız gayretlerin peşinde sürüklenmenin vakti olmamalıdır. Aksine ömrümüzden geride bıraktığımız yılın muhasebesinin yapıldığı vakittir. Yeni bir yıla daha kavuşturduğu için Cenâb-ı Hakk’a şükretmemiz gereken vakittir. Zamanın sahibi Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluğumuzun şuurunda olma vaktidir. Günün beş vaktini secdeyle anlamlandırmaktır. Durduramadığımız vakti yüreklerimizle doldurmaktır. Bu fani dünyadan ebedî cenneti çıkarabilmektir. Gelip geçen yılların tarlasından sonsuzluk hasadını elde edebilmektir” (28 Aralık 2012) 356 Tablo 12: İnsan Birimi Açısından Kategoriler 2012 YILI CUMA HUTBELERİNDE “İNSAN”A İLİŞKİN SÖYLEMİN “ÇOCUK, KADIN, ANNE/BABA, GENÇ/YAŞLI, KARDEŞ, İNSAN, KUL” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ ONAYLAMA KATEGORİSİ YADSIMA KATEGORİSİ 1.1.Anne ve babaların çocukların ve gençlerin maddi ihtiyaçlarını karşılamaları gerektiği gibi onların yaratılış amaçlarını anlamalarını sağlamaları ve iyiye, doğruya, Allah’ı ve insanları hoşnut edecek davranışlara yönlendirmeleri de gerekmektedir. 1.1.Anne ve babalar, çocukların, gençlerin sadece maddi ihtiyaçlarını karşılayarak sorumluluklarını yerine getirmiş olamazlar. Onların yaratılış amaçlarını anlamalarını sağlayamazlar ve onları iyiye, doğruya, Allah’ı ve insanları hoşnut edecek davranışlara yönlendiremezlerse sorumluluklarına sahip çıkmamış olurlar. 1.2. Başarı ve mutluluk, fert olarak, Kurana ve Peygamberin sünnetine uymakla, toplum olarak da Kuran’a uymak ve çocuklara onu öğretmekle mümkün olur. 1.2. Kuran’a ve Peygamberin sünnetine uyulmaz ve çocuklar bu doğrultuda yetiştirilmezse fert ve toplum olarak başarı ve mutluluğa ulaşılamaz. 2.1. Hz. Muhammed, selamlaşmayı uygulayarakve teşvik ederek kadınerkek, büyük-küçük ayrımı yapmadan herkese selâm vermiş, bunun toplum içinde yerleşmesini sağlamıştır. 2.1. Kadın-erkek, ayrımı yapıp selamlaşmayanlar sünnetine uymazlar. 3.1. Anne-babalar çocuklarını karşılıksız sevdiklerinden, onları korumak için canlarını bile verebilecek fedakârlığa ve şefkate sahip olduğundan sevilmeyi hakederler. 3.1. Çocuklarını karşılıksız seven, onları korumak için fedakârlıklar yapan annebabalarını sevmeyenler, mümine yakışmayan bir şekilde davranmış olurlar. büyük-küçük herkesle Peygamberin 4.1. Gençlik enerjisini hak, hakikat ve 4.1. Gençlik enerjisini hak, hakikat insanlığa hizmet için harcayanlar ve insanlığa hizmet için gençliğin şükrünü yapmış olurlar. harcamayanlar gençliğin şükrünü yerine getirmemişlerdir. 357 4.2. Ömrün en verimli, en enerjik dilimi olan gençlik, olumlu yönde kullanılırsa toplumun geleceği garanti altına alınır. Genç kuşaklar doğru teşvik edilir, onlara tarih, ahlak ve değerler iyi öğretilirse, onlar da özgüvenle yarınlarını inşa etmek için çabalarsa gelecekteki hedeflere sağlam adımlarla ilerlenir ve Allah’ın insanlara bir lütfu olan gençlik iyi değerlendirilir. 4.2. Gençlik olumlu yönde kullanılmazsa toplumun geleceği garanti altında olmaz. Genç kuşaklar doğru teşvik edilmez, tarih, ahlak ve değerler iyi öğretilmezse, onlar özgüvenle yarınlarını inşa etmek için çabalamazsa gelecekteki hedeflere sağlam adımlarla ilerlenemez ve Allah’ın insanlara bir lütfu olan gençlik iyi değerlendirilemez. 5.1. İslam’ın düşmanlıkları sona erdirme, barışı ve kardeşliği sağlama kabiliyeti vardır ve bu, günümüzde tüm insanlığı kardeşliğini sağlayacak bir temeldir. 5.1. İslam’dan uzak kalmak tüm insanlar arasında sağlanacak barış ve kardeşliğin oluşmamasına neden olur. 5.2. Müminler kardeş olduğu için 5.2. Müminler arasında birleştirici ayrıştırıcı değil, birleştirici olmaları, olmamak ve yapıcı olmamak, yıkıcı değil yapıcı olmaları gerekir. kardeşlik ilkesiyle bağdaşmaz. 5.3. Müminler kardeştir ve birbirlerine 5.3. Müminler arasında gıybet ve güvenmeleri, gıybet ve iftiradan uzak iftira olursa güvenden ve kardeşçe durup kardeşçe yaşamaları gerekir. yaşamdan söz edilemez. 5.4. Mümin’in, kardeşlerine muhabbet duyması, onların dertleriyle dertlenmesi, samimi ve merhametli olması gerekir. 5.4. Kardeşlerine muhabbet duymayan, onların dertleriyle dertlenmeyen, samimi ve merhametli olmayan kimse Mümin olamaz. 6.1. İslam dinine göre insan, 6.1. Kuran’da insanlar nitelik ve yaratılmışların en üstünü olarak özelliklerine göre ayrılmamıştır. görülür ve Kuran’da her türlü insanın tasviri hep birlikte ele alınmaktadır. 6.2. Her insan hata yapabilir asıl erdem, yapılan yanlışın farkına varıp tövbe edebilmektir. Affedenler ve şefkat gösterenler toplumda saygın bir konuma yükselir, sorunlar olmaz, gönüllerde sevgi ve huzuru yeşerir. 6.2. Yaptığı hatanın farkına varıp pişman olmayan ve tövbe etmeyen erdemli bir davranış göstermiş olmaz. 6.3. Dua eden insan Allah’la iletişim kurar, ondan yardım ister ve onun büyüklüğü karşısında acizliğini kabul eder. 6.3. İnsan dua etmeden Allah’la iletişim kuramaz, ondan yardım isteyemez ve onun büyüklüğünü idrak edemez. 358 7.1. Kul, görevlerini yapar ve Allah’a sözlü ve fiili olarak dua eder ve tevekkül ederse dua ibadetini yerine getirmiş olur. 7.1. Kul, üzerine düşen görevleri yapmadan, sözlü ve fiili olarak dua ve tevekkül etmeden sadece Allah’a yalvarmakla, dua ibadetini gerçekleştirmiş olamaz. 7.2. İnsan kulluk görevlerini yaparsa 7.2. Allah’a karşı kulluk görevlerini Allah’a karşı olan sorumluluklarını yapmayan insan ona karşı yerine getirmiş olur. sorumluluklarını yerine getirmemektedir. 7.3. İnanan bir kul olarak Rabbin hoşnutluğunu kazananlar ve Kur’an’da kendilerinden övgüyle bahsedilenler arasına girenler amaçlarına ulaşırlar. 7.3. İnanan bir kul olarak Rabbin hoşnutluğunu kazanamayanlar ve Kur’an’da kendilerinden övgüyle bahsedilenler arasına giremeyenler amaçlarına ulaşamazlar. 7.4.Oruç kulluğun gereklerinin yerine 7.4.Oruç tutmayanlar kulluk getirilmesi ve kulun rabbine görevlerini yerine getirmezler ve gösterdiği sadakattir. rablerine karşı sadakatlerini göstermezler. 7.5. Kulluk görevi, belirli dönemlere özgü olmaz, her an yapılırsa bu dünyada yapılan kulluk ebedi mutlulukla sonuçlanır. 7.5.Kulluk görevi hayatın bir parçası yapılmaz, belirli dönemlerde yapmakla sınırlı kalırsa ebedi mutluluğa ulaşmak mümkün olmaz. 7.6. Kul Allah’ı sevince onun sevdiklerini, ibadeti, Hz. Muhammed’i sever ve onun ahlakıyla ahlaklanır, imanın tadına varır ve Allah’ın sevgisini kazanır. 7.6. Kul Allah’ı sevmeden, onun sevdiklerini, ibadeti, Hz. Muhammed’i sevmeden ve onun ahlakıyla ahlaklanmadan, imanın tadına varamaz ve Allah’ın sevgisini kazanamaz. 7.7. Her yılın ilk gecesinde anlamsız işlerle uğraşmak yerine geride kalan ömrün muhasebesi yapılmalı, Allah’a karşı kulluk şuuruna erilmeli, şükredilmeli ve beş vakit namaz kılınmalıdır. 7.7. Her yılın ilk gecesinde, geride bırakılan ömrün hesabı yapılmaz, beş vakit namaz kılınmaz ve şükredilmezse kulluk şuuruyla hareket edilmemiş olur. 359 3.4.4.9. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “İnsan” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi 2012 yılı Cuma hutbelerinde “insan” söylemi çocuk, kadın, anne/baba, genç/yaşlı, kardeş, insan, kul düzeylerinde ele alınmıştır. İnsanın çocukluktan yaşlılığa, cinsel farklılıktan rollerine kadar farklı açılardan değerlendirildiği görülür. Çocukla ilgili olarak anne babaların çocukların ve gençlerin maddi ihtiyaçlarını karşılamaları gerektiği gibi onların manevi ihtiyaçlarını da karşılamaları, iyi, doğru, Allah’ı ve insanları hoşnut eden davranışları kazandırmaları da gerektiği ifade edilmektedir. Birey ve toplum olarak Kuran’a ve Peygamberin sünnetine uygun yaşandığında başarı ve mutluluğun elde edileceği söylenir. Kadınla ilgili olan söyleme bakıldığında, selamlaşmanın önemine işaret ederken Hz. Muhammed’in kadın-erkek ayrımı yapmadan herkese selam verdiğinin ve toplumda bunun böyle yerleşmesi gerektiğinin altı çizilmektedir. Anne babaların sevilmeyi hak ettiklerini çünkü çocuklarını karşılıksız sevdikleri, şefkat gösterdikleri ve ne pahasına olursa olsun koruduklarının ifade edildiği hutbede anne babaların çocuklarına karşı nasıl davranmaları gerektiğine dair mesajların sunulduğu görülmektedir. Gençlik ömrün en verimli zamanı olduğundan onun olumlu yönde kullanılmasının, doğru yönlendirilmesinin, tarih, ahlak ve değerlerin iyi öğretilmesi gerektiğinin altı çizilmektedir. Bununla birlikte gençlerin de sorumluluk ve özgüvenle hareket etmeleri halinde hem gençliğin şükrünü yaptıklarının hem de toplumu ileri götürdüklerinin ifade edildiği görülür. Hutbelere göre İslam’da müminler kardeştir. Bu kardeşlik bağından dolayı duygu ve davranışlarını belirlemesi, güven, sevgi, barış temellerini 360 oluşturması gerekmektedir. İslam’ın düşmanlıkları sona erdirme ve kardeşliği sağlama özelliği, birleştirici bir ruhu ve bütünlüğü beraberinde getirir. İnsanın İslam’a göre yaratılmışların en üstünü olarak görülmesi, hutbelerde de aynı biçimde ele alınmaktadır. İnsanların hata yapabileceği ancak önemli olanın yanlışın farkına vararak tövbe etmesi olduğu ve insanın dua ederek Allah’la iletişim kurabilecek kadar güçlü olduğu ileri sürülür. İnsanın kulluk bilincinde olması çok önemli görülmektedir. Kulluğun Allah’a karşı bir sorumluluk olduğu, belli dönemlerde değil her zaman yapılması gerektiği, kulluk görevlerinin yerine getirilmesinin önemi gibi temalar kul olarak insanın sorumlulukları olarak tanımlanmaktadır. Allah’a iyi kul olanların ebedi mutluluğa kavuşacakları, Allah’ın sevgisini kazanacakları ve yaratılış amaçlarını gerçekleştirecekleri vurgulanır. Her yılın ilk gecesinde boşa zaman geçirmeyip, anlamı olmayan işlerle ilgilenmeyip ömür muhasebesi yapmanın ve Allah’a kul olmanın şuuruna ermek için bir fırsat olarak görmenin önemine değinilmektedir. 3.4.5. Milli Öğeler Milli öğeler birimi içinde öncelikle millet, şehit/gazi, bayrak ve ecdat alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise ortaya çıkan yargısal ifadeler hakkında değerlendirme yapılmaktadır. 3.4.5.1. Millet YARGI 1: “Kardeşlerim! Doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine her bir vatan evladının kutsal değerler, istiklal ve bağımsızlık uğruna şehit düştüğü bu kutlu zaferin yıldönümünde şehitlerimizi rahmet ve minnetle yâd edelim. İstiklal Şâirimiz Mehmet Akif’in, ‘Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez, / Toplu vurdukça yürekler onu 361 top sindiremez.’ uyarısını dikkate alıp birliğimizi, dirliğimizi ve beraberliğimizi koruyarak onlara karşı vefa borcumuzu ödeyelim.” (16 Mart 2012) YARGI 1: “Değerli Kardeşlerim! Milletlerin oluşumunda, medeniyetlerin inşasında ve devamında eğitim öğretimin önemi hepimizin malumudur. Bu nedenledir ki, evrensel ilkeleriyle mükemmellik arz eden ve daima insanca bir yaşamı hedefleyen yüce dinimiz, hikmeti, bilgiyi ve bilgiliyi ön planda tutmuştur. ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.’ ayeti dinimizin konuya bakışını ne de güzel ifade etmektedir.” (7 Eylül 2012) YARGI 1: “Kardeşlerim! Utanma hissi, insanlarda doğuştan var olan ve asla hafife alınmaması gereken bir haslettir. Arkadaşının hayâ anlayışını aşırı bulan ve ona böyle davranmaması gerektiği konusunda öğüt veren bir sahabîyi Efendimiz (s.a.s.) şöyle uyarmıştır; ‘Onu tenkit etmekten vazgeç, çünkü utanma duygusu olan hayâ, imandandır.’ İşte, milletimizin Beytullah’a doğru ayak uzatmayı hoş görmemesinin, Kur’an’ın bulunduğu ortamlarda hareketlerini sınırlamasının temelinde de hayâ duygusu yatmaktadır.” (6 Temmuz 2012) 3.4.5.2. Şehit/Gazi YARGI 2: “Bir anne ciğerparesini son defa koklarken, şu sözler dökülüyordu dilinden: -‘Hüseyin!.. Dayın Şıpka'da, baban Dimetoka'da ağaların da sekiz ay evvel Çanakkale'de şehit düştüler. Bak son yongam sensin! Minareden ezan sesi kesilecekse, caminin kandilleri körlenecekse, sütlerim haram olsun, öl de köye dönme! Yolun Şipka'ya uğrarsa, dayının ruhuna Fâtihâ okumayı unutma! Haydi oğul, Allah yolunu açık etsin.’ ” (16 Mart 2012) YARGI 2: “Değerli Kardeşlerim! Ebû Hureyre’den nakledildiğine göre Efendimiz; ‘Allah’ın kulları içinde birtakım kimseler vardır ki bunlar peygamber değildir. Öyle ki, peygamberler ve şehitler onlara gıpta ederler’ buyurmuştur.” (17 Şubat 2012) 362 3.4.5.3. Ecdat YARGI 3: “Kardeşlerim! İstanbul'un fethi, aziz milletimizin İslam’a ve Peygamberimiz’e olan sevgi ve bağlığını bir kez daha göstermiştir. Bizler de ecdadımızın canları pahasına yaptıkları mücadelenin şuuruyla hareket edelim. Birlik, dirlik ve beraberliğimizin önündeki tüm engelleri kaldıralım. Unutmayalım ki, tarihimizi bilerek değerlerimiz doğrultusunda yaşamak, geçmişimize karşı bir sorumluluk, geleceğimize yönelik de atılmış en önemli adım olacaktır.” (25 Mayıs 2012) Tablo 13: Milli Öğeler Birimi Açısından Kategoriler 2012 YILI CUMA HUTBELERİNDE “MİLLİ ÖĞELER”E İLİŞKİN SÖYLEMİN “MİLLET, ŞEHİT/GAZİ, ECDAT” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ ONAYLAMA KATEGORİSİ YADSIMA KATEGORİSİ 1.1.Vatan evlatları kutsal değerler ve bağımsızlık yolunda şehit düşmüşlerdir bu nedenle şehitlere karşı vefa borcunun ödenmesi milletin birliğinin ve dirliğinin korunmasıyla ödenir. 1.1.Milletin birlik ve dirliğinin korunmaması, kutsal değerler ve bağımsızlık uğruna şehit düşen vatan evlatlarına vefa borcunun ödenmemesidir. 1.2.Eğitim ve öğretim İslam dininde çok önemli bir konumdadır ve milletlerin oluşmasında, medeniyetin inşası ve devamında büyük öneme sahiptir. 1.3 Eğitim ve öğretime önem verilmemesi, milletlerin ve medeniyetlerin inşasının ve devamlılığının sağlanamamasına ve İslam’ın hedeflerine uyulmamasına neden olur. 1.3.Kâbe’yedoğru ayak uzatmayıp saygılı olunması ve Kur’an’ın bulunduğu ortamlarda hareketlerin sınırlaması, milletimizin hayâ duygusunun gelişmiş olmasıyla ilgilidir. 1.3. Kâbe’ye doğru ayak uzatmak ve Kur’an’ın bulunduğu ortamlarda hareketleri sınırlamamak milletimizin haya anlayışıyla bağdaşmaz. 2.1. İslami değerlerin yaşanması ve devamının sağlanması için oğlunun savaşması ve şehit olmasını salık veren bir anne, bu vatanın hangi duygularla kurtarıldığının örneğidir. 2.1. Şehitlik milletimiz için bir annenin oğlundan vazgeçebileceği kadar kutsal bir nitelik taşımasaydı bu vatan kurtarılamazdı. 363 2.2. Peygamberlik ve şehitlik İslam dinindeki en yüksek mertebelerdir ancak bazı insanlar kulluklarıyla peygamber ve şehitlerin kendisine gıpta ettiği konuma yükselebilir. 2.2. Allah’a olan kulluk vazifesini en iyi biçimde yerine getirenlerin şehit ve peygamberlerin özendiği bir konuma yükseleceğine inanmamak Peygamberin sözlerine itimat etmemek anlamına gelir. 3.1. Ecdadın birlik, dirlik ve beraberliği korumak için canlarını ortaya koyduğu mücadeleyi örnek alanlar ve tarih ve değerlere sahip çıkanlar, önemli bir sorumluluğu yerine getirmiş olurlar. 3.1. Ecdadın birlik, dirlik ve beraberliği korumak uğruna canlarını ortaya koyduğu mücadeleyi örnek almayan, tarih ve değerlere sahip çıkmayanlar önemli bir sorumluluğu yerine getirmemiş olurlar. 3.4.5.4. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Milli Öğeler” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi 2012 yılı Cuma hutbelerinde milli öğelere ilişkin yargılara bakıldığında söylemin; millet, şehit/gazi, ecdat düzeylerinde incelendiği görülmektedir. Vatanın bağımsızlığı ve kutsal değerleri için canlarını ortaya koyan şehitlere karşı vefa borcunun ödenmesinin milletin birlik ve dirliğinin korunmasıyla ödenebileceği belirtilir. İslam dininde çok önemli bir konumda bulunan eğitim ve öğretimin birey olarak öneminin yanında milletlerin oluşmasında, medeniyetin inşası ve devamında ne denli bir öneme sahip olduğu vurgulanır. Yine, Kabe’ye doğru ayak uzatmayıp saygılı olmanın milletimizin haya duygusuyla ilişkilendirilmesi ve İslami bir durum değil de millete özgü olduğunun belirtilmesi de dikkate değerdir. İslami değerlerin yaşanması ve devamı için oğlunun savaşması ve şehit olmasını salık veren bir annenin örnek verildiği hutbe, bu vatanın hangi duygularla kurtarıldığının örneği olarak sunulmuştur. İslam dinindeki en yüksek mertebe olan Peygamberlik ve şehitlik olsa da bazı insanların kulluklarıyla peygamber ve şehitlerin kendisine gıpta ettiği konuma yükselebilecekleri ifade edilmiştir. 364 Birlik, dirlik ve beraberliği korumak için canlarını ortaya koyarak mücadele eden ecdadın örnek alınmasının büyük bir sorumluluk olduğu belirtilir. 3.4.6. Dünya/Yaşantı Dünya/yaşantı birimi içinde öncelikle sağlık, fakirlik/zenginlik, mutluluk/huzur, çalışma/başarı, dünya/ahiret ve akıl/irade alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise ortaya çıkan yargısal ifadeler hakkında değerlendirme yapılmaktadır. 3.4.6.1. Sağlık YARGI 1: “Kardeşlerim! Dünya hayatında sahip olduğumuz nimetler elbette bize emanettir. Emanette ise asıl olan sadakattir. Yüce Rabbimiz, dünyayı amaçsız ve sorumsuzca bir hayat sürmemiz için yaratmadığı gibi bedenimizi, sıhhatimizi, vaktimizi ve sahip olduğumuz bütün değerleri ölçüsüzce tüketmemiz için bağışlamamıştır. Emaneti teslim etme ve hesabını verme vakti mutlaka gelecektir.” (24 Şubat 2012) YARGI 1: “Şüphesiz ki bedenimiz ve sağlığımız, elimizdeki nimetlerin en önemlilerindendir ve bize emanettir. Çoğu zaman hoyratça kullandığımız vücudumuz, zamanı geldiğinde yapıp ettiklerimizi bir bir ortaya dökecek ve aleyhimizde şahitlik edecektir. Nasıl geçtiğinin farkına bile varamadığımız zamanımız bir emanettir bize. Ama çoğu insan Peygamberimiz (s.a.s)’in ifade ettiği gibi sıhhat ve boş vaktin değerini yeteri kadar bilememektedir. Nice insan, saniyelerle sayılı zamanını, ömrünü sorumsuz bir şekilde israf etmektedir.” (22 Haziran 2012) YARGI 1: “Hayat öğretmenimiz Sevgili Peygamberimiz’in ‘Oruç tutunuz sıhhat bulunuz. Her şeyin bir zekâtı vardır, bedenlerin zekâtı da oruçtur’ tavsiyelerine uyarak hem Rabbimizin verdiği sıhhate teşekkür edecek, hem de ‘Gönülden inanarak ve ecrini Allah’tan umarak Ramazanı oruçlu geçiren kimsenin geçmiş günahları bağışlanır.’ Müjdesine inşallah nail olacağız.” (13 Temmuz 2012) 365 YARGI 1: “Kardeşlerim! Geliniz; ‘bir insanı yaşatmak bütün insanlığı yaşatmaktır’ ilahi fermanına râm olarak insanlık adına bir el uzatalım kardeşlerimize; şifa olalım bedenlerine. Bir hayat bağışı yaparak umut olalım umudunu kaybedenlere. Bağışladığımız her organın filizlenen bir can olduğunu bilelim. Geliniz, organ bağışlayarak yeni bir hayata vesile olmanın huzur ve mutluluğunu hep birlikte yaşayalım. Ve bir can da biz olalım!” (9 Kasım 2012) 3.4.6.2. Fakirlik/Zenginlik YARGI 2: “Kardeşlerim! Ramazan süresince, mal çokluğuyla değil, gönül tokluğuyla gerçek zenginliği yakalamaya; zenginlerin çağırılıp fakirlerin dışlandığı sevimsiz sofralardan uzak durmaya; fakir-fukara ve garip-gurabanın dua ve tebessümlerinde saklı olan bereketi ve hazzı tatmaya çalışacağız. Dünyanın pek çok yerinde aç ve açıkta olan, baskı ve zulüm altında inleyen kardeşlerimize hem dualarımızla, hem de maddi imkânlarımızla destek vereceğiz.” (13 Temmuz 2012) YARGI 2: “Kardeşlerim! Rabbimizin rızasını kazanmak hepimizin hedefi olmalıdır. Elbette bu hedefe ulaşmanın sayısız yolları vardır. Bu anlamda sadaka ya da infak, sadece para ile yapılan yardım olarak anlaşılmamalıdır. Efendimiz (s.a.s)’in ifadelerine göre; kardeşimize selâm vermemiz sadakadır. İnsanları iyiliğe teşvik edip kötülükten uzaklaştırmamız sadakadır. Gelip geçenlere rahatsızlık veren bir engeli yoldan kaldırmamız da sadakadır.” (3 Ağustos 2012) YARGI 2: “Bizim Peygamberimiz, ‘Allah sizin görünüşünüze, malınıza, mülkünüze bakmaz; yalnızca kalplerinize ve amellerinize bakar.’ buyurmaz mı? Dinimize göre asıl üstünlük, Allah’a yakın olmak ve insanlığa hayırlı hizmetler sunmakta değil midir? Elbette ki öyledir.” (28 Eylül 2012) 3.4.6.3. Mutluluk/Huzur YARGI 3: “Merhametlilerin en merhametlisi Yüce Rabbimiz, dünya ve ahirette mutlu olmamız için yapmamız gereken ibadetleri, ömrümüzün zaman dilimlerine yayarak yerine getirmemizi istemiştir… 366 Başka hiçbir şeyin veremeyeceği mutluluğu, Cuma namazı ile bizlere ikrâm eden Kerîm Rabbimiz (c.c.); ‘Ey iman edenler, Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman, hemen Allah’ın zikrine (namaza) koşun. Alış verişi bırakın, böyle hareket ederseniz sizin için daha hayırlıdır’ buyurmaktadır.” (2 Kasım 2012) YARGI 3: “…Günahlarımızı dile getirip, ‘Rabbim! Acziyetimi sana itiraf ediyorum. Sen merhametlilerin en merhametlisisin’ diyerek iki damla gözyaşı dökebiliyor muyuz? Yoksa günahları umursamadan, bunlardan kaçınmadan yaşayarak dünya ve ahiret mutluluğumuzu tehlikeye mi atıyoruz?” (7 Aralık 2012) YARGI 3: “Kıymetli Kardeşlerim! Dünya meşgalesi bizleri öylesine sardı ki akıp giden zamana yetişemez hale geldik. Günlük hayatın telaşı ve kargaşası içerisinde kaybolmaya yüz tuttuk. Mutluluğu ve huzuru maddede ve geçici hazlarda arar olduk. Oysa Yüce Rabbimiz huzurun kendisini zikretmekten geçtiğini öğretir.” (21 Aralık 2012) YARGI 3: “Kalbe şifâ, ruha maya, sıkıntılara ise deva olan Kur’an-ı Kerim, Allah’ı tanıtan, varoluşumuzun gayesini açıklayan hikmetli bir kitaptır. Kur’an kulluğun, kurtuluşun ve ebedi mutluluğun anahtarıdır. Kur’an’ı okuyan, anlayan ve çağlar üstü mesajlarını hayatına uygulayan onun kurtarıcı muştularıyla buluşmuş, dünyada ve ahirette huzura kavuşmuş olur.” (8 Haziran 2012) YARGI 3: “Kardeşlerim! Öylesine bahtiyarız ki, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir Peygamberin ümmetiyiz. Öylesine talihliyiz ki, Kutlu Nebi’nin hayat veren ve ebedi mutluluğa götüren kutlu yolunun yolcularıyız. Öylesine ümitliyiz ki cennette en güzel insana komşu olmaya namzediz. Bununla birlikte, Rabbimizin rızasını kazanmanın ve ebedi mutluluğa ulaşmanın, ancak Efendimizin ilkelerine sarılmakla mümkün olduğunu bilmeliyiz. Bu gerçeği ifade eden ayet meali ile hutbemizi bitirelim.” (31 Ağustos 2012) YARGI 3: “Aziz Kardeşlerim! En mükerrem varlığı en güzel şekilde yaratıp, eksiksiz hazırladığı dünyaya gönderen Yüce Allah, mutluluğun yollarını da göstermiştir insana. Hem de mutluluğun zirvesi olan iki cihan saadetinin reçetesi ile.” (19 Ekim 2012) 3.4.6.4. Çalışma/Başarı YARGI 4: “Hz. Ömer, bir gün hiçbir iş yapmadan mescitte boş boş oturan ve vakitlerini öldüren kişilere ne yaptıklarını sordu. Onlar, ‘Biz Allah'a tevekkül ederiz, mütevekkilleriz’ dediler. Hz. Ömer, ‘Çoluğunuza çocuğunuza kim bakar?’ diye 367 sorduğunda da, ‘Biz çalışmayız, çoluk çocuğumuza yakınlarımız bakar’ cevabını alınca kızarak, ‘Aksine siz hazır yiyiciler, müteekkillersiniz. Gerçek anlamda tevekkül eden, tohumunu yere atıp sonra Allah’a tevekkül edendir.’ cevabını verdi. Böylece Hz.Ömer, çalışmadan, sebeplere sarılmadan, tedbir almadan ‘Allah böyle dilemiş, takdir-i ilahi buyurmuş... Kader!’ deyip boş boş oturmanın, gerçek tevekkülle alakası olmadığını öğretti.” (13 Ocak 2012) YARGI 4: “Derslerinde başarı için Allaha yalvaran bir öğrencinin, çalışmayı terk ederek sadece dili ile dua etmesinin dinimizin insanlardan istediği dua olmadığı açıktır.” (9 Mart 2012) YARGI 4: “Alemlere rahmet olarak gönderilen Resul-i Ekrem’in gayretlerinin başarıya ulaşmasının nedenlerinden biri de, insanlara nezaketle ve yumuşak davranması sayesindedir. ‘Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.’ buyuran Rabbimiz, hem Efendimize hem de bizlere, birlik ve kaynaşmanın, ancak dostça bir yaklaşımla sağlanabileceği mesajını vermektedir.” (2 Mart 2012) YARGI 4: “…Gerek doğuştan, gerekse sonradan ortaya çıkan engellilik durumu çalışmaya, üretmeye, başarıya ve nihai hedefe ulaşmaya asla engel değildir. Engelli olduğu halde azimle, inançla kararlılıkla çabalayan ve tarihe adını yazdıran nice abide şahsiyetler vardır. Yeter ki insanların önüne engeller konulmasın. Yeter ki gönüller engelli olmasın, engel tanımasın.” (28 Eylül 2012) 3.4.6.5. Akıl/İrade YARGI 5: “Kardeşlerim! Sınırsız imkânlar dünyasında, inancının, ahlakının, âdâbının kendine yüklemiş olduğu sorumluluk gereği kendi kendini kontrol edebilen dirayetli kişiliklere birey ve toplum olarak ihtiyacımız vardır. Bizi hakikat dünyasından koparmayacak, sanal ortamlara mahkûm etmeyecek muktedir bir bilinç, disiplinli bir benlik oluşturmalıyız. Şunu bilelim ki Rabbimiz, bize şah damarımızdan da yakındır. Gizli-aşikar her sırrımıza şahittir. Bu itibarla; hangi ortamda bulunursak bulunalım bu bilinç ve duyarlılıkla adabımızı, ahlakımızı, ahvalimizi, akvâlimizi O’nun huzurundaymış gibi muhafaza etmeliyiz.” (27 Ocak 2012) 368 YARGI 5: “Değerli Kardeşlerim! Şeyh Galip: ‘Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen’ derken, insana âlemin özü ve varlığın gözbebeği olduğunu hatırlatmaktadır. ‘Biz insanı en güzel biçimde yarattık’ ilâhî fermânına paralel düşen bu hatırlatma, insanın yaratılmışlar içindeki konumunu anlamlandırmasına yardımcı olmaktadır. Akıl ve idrak melekeleriyle varlık sebebini kavramaya çalışan insan, eşref-i mahlûkât olduğunu görecek ve Yaratıcısının lütuf ve nimetlerine karşı duyarsız kalmayacaktır.” (27 Nisan 2012) YARGI 5: “Değerli Kardeşlerim! Fetih evvela kişinin kendinde başlar ve kendi kendinin fâtihi olur insan. Nefis ve şeytanın esaretinden, hakka kulluk hürriyetine geçen kişidir fâtih. Arınan, kulluğun hazzına varan ve fethi sevda kabul edip Hak yoluna sevdalı kimse demektir fâtih. Gönül fethetmenin en büyük cihangirlik kabul edildiği bir medeniyetin müntesipleri olarak, ‘Gönül yapmak halîlim, Kâbe bünyâd etmekten yeğdir…’ anlayışıyla gönüller fatihi olmaktır. Ve fatih, ‘Gönül yapmak gelmiyorsa elinden, bari gönül yıkılmasın dilinden’ bilinciyle kötülüklere engel olan kimsedir. (25 Mayıs 2012) 3.4.6.6. Dünya/Ahiret YARGI 6: “İmtihanlarla dolu şu kısacık dünya hayatının ne kadar hızlı geçtiğini Yunusumuz ne güzel dile getiriyor: ‘Geldi geçti ömrüm benim, bir yel esip geçmiş gibi. Hele bana şöyle geldi, bir göz yumup açmış gibi.’ ” (18 Mayıs 2012) YARGI 6: “Kardeşlerim! Şu kısacık dünya hayatında sahip olduğumuz bütün değerlerimiz Rabbimizin bizlere birer emanetidir. Bu emanetleri sahibine teslim etme ve onların hesabını verme vakti bir gün mutlaka gelecektir. ‘O gün nimetlerden kesinlikle hesaba çekileceksiniz’ ayetinde bu gerçek dile getirilmektedir.” (22 Haziran 2012) YARGI 6: “…çağın türlü hastalıklarıyla bunalan gönüllerimizi rahatlatan, bulanan zihinlerimizi aydınlatan ve yaşadığımız hayatı anlamlı kılan Kur'an'a sımsıkı sarılmamız dünya ve ukbâ saâdeti açısından son derece önemlidir.” (8 Haziran 2012) 369 YARGI 6: “Kardeşlerim! Âlemlerin Rabbi, bizi şerefli ve mükemmel bir varlık olarak yarattı. Her birimizi, dilediği gibi şekillendirdi. Varlık âleminin sayısız nimetlerini önümüze serdi. Bizi, bütün bu nimetlerden yararlanabileceğimiz duyu ve yeteneklerle donattı. Sonra da, hangimiz daha güzel işler yapacak diye bizi sınamak için dünyaya gönderdi. Bizler, bu dünyada birer misafir olarak bulunuyoruz.” (1 Haziran 2012) YARGI 6: “Kim bir Müslüman’ın dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim darda kalan bir kimsenin işini kolaylaştırırsa, Allah da dünya ve âhirette onun işlerini kolaylaştırır. Kim bir Müslüman’ın ayıbını örterse, Allah da dünya ve âhirette onun ayıplarını örter. Kişi, kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah da onun yardımcısı olur.” (31 Ağustos 2012) YARGI 6: “Kardeşlerim! Kalbin ve ruhun gıdasıdır muhabbetullah. Vücut için ekmek ve su neyse, kalp için de Allah sevgisi odur. Nitekim Peygamberimiz (sav): ‘Allah’ım! Beni, Sen’in muhabbetinle rızıklandır, sevgisi Sen’in katında fayda vereceklerin muhabbetleriyle rızıklandır’ şeklinde yakararak, Allah sevgisini “Rabbânî bir gıda” olarak değerlendirir. Üstelik Allah ve Peygamber sevgisi, yalnızca bu dünyanın değil, ahiretin de azığıdır.” (12 Ekim 2012) YARGI 6: “Kardeşlerim! Yeni günler, yeni bir yıl bekliyor bizi. Ömrümüz olursa, onların da tükendiğini göreceğiz. Bir gün biz de bir takvim yaprağından önce düşeceğiz dünyadan. Bizden önce başkaları için hep böyle oldu, bizim için de böyle olacak. Başkaları için sıradan olan bir gün, bizim için en büyük göç başlayacak. Ömür defterimiz kapanacak. Ebedî ömrümüzün rengi o gün belli olacak. Dünya imtihanımız sonlanacak, elimiz kolumuz bağlanacak. O günden itibaren, ebedî hayatı kazanmak için bir şey yapamaz hâle geleceğiz. Geçirdiğimiz yılların hesabı sorulacak!” (28 Aralık 2012) 370 Tablo 14: Dünya/Yaşantı Birimi Açısından Kategoriler 2012 YILI CUMA HUTBELERİNDE “DÜNYA/YAŞANTI”YA İLİŞKİN SÖYLEMİN “SAĞLIK, FAKİRLİK/ZENGİNLİK, MUTLULUK/HUZUR, ÇALIŞMA/BAŞARI, DÜNYA/AHİRET, AKIL/İRADE” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ ONAYLAMA KATEGORİSİ YADSIMA KATEGORİSİ 1.1.Allah’ın insanlara vermiş olduğu nimetlere, bedene ve sağlığa iyi bakılır ve amaçlı, sorumlu bir hayat sürdürülürse emanete sadakat gösterilmiş olur. 1.1.Sağlığın ve bedenin Allah’ın bir emaneti olarak görülmemesi ve ona iyi bakılmaması emanete sadakat gösterilmemesi anlamına gelir. 1.2. Beden ve sağlığa iyi bakılırsa, vücut ve zaman özenli kullanılırsa insan ömrünü iyi değerlendirmiş, Allah’ın emanetine iyi bakmış olur. 1.2.Bedene ve sağlığa iyi bakılmaması, vücudun hoyratça kullanılması, değerinin bilinmemesi, ömrün ve Allah’ın emanetinin değerinin bilinmemesi demektir. 1.3. Oruç tutanlar sağlıklı olurlar ve 1.3. Oruç tutmayanlar Allah’ın verdiği Allah’ın verdiği sağlığa teşekkür etmiş sağlığa teşekkür etmemiş olur. olurlar. 1.4. Hasta olanlara yardım edenler ve organ bağışı yapanlar, kardeşliğin gereklerini ve Allah’ın emirlerini yerine getirerek huzur ve mutluluk bulurlar. 1.4. Hasta olanlara yardım etmeyenler ve organ bağışı yapmayanlar kardeşliğin gereklerini ve Allah’ın emirlerini yerine getirmediklerinden huzur ve mutluluk bulamazlar. 2.1. Gerçek zenginliğin mal çokluğuyla değil gönül tokluğuyla sağlandığı şuuruyla hareket ederek fakirlere, sıkıntı içindekilere dualarla ve maddi olarak destek olmak kardeşliğin bir gereğidir. 2.1. Gerçek zenginliğin mal çokluğuyla değil gönül tokluğuyla sağlandığı şuuruyla hareket etmeyenler, fakirlere, sıkıntı içindekilere dualarla ve maddi olarak destek olmayanlar kardeşliğin gereğini yerine getirmemiş olurlar. 2.2. Parayla yapılanlar kadar selam 2.2. Sadak veya infakın sadece vermek, iyilik yapmak, insanlara parayla yapıldığı düşünülmemelidir. yardımcı olmak da sadaka veya infaktır ve böyle davrananlar Allah’ın rızasını kazanırlar. 2.3. Hz. Muhammed’in dediği gibi asıl üstünlüğe maddi olarak değil Allah’a yakın olmak ve insanlığa hizmetler sunmakla ulaşılır. 2.3. Asıl üstünlüğün Allah’a yakın olmak ve insanlığa hizmetler sunmakla kazanıldığını bilmeyip maddi olarak elde edildiğini düşünenler büyük bir yanılgı içindedirler. 371 3.1. En büyük mutluluğu ibadetler, 3.1. İbadet yapmamak, özellikle de özellikle de Cuma namazı verir. Cuma namazı kılmamak en büyük mutluluktan yoksun kalmaktır. 3.2. Günahlardan kaçanlar, acziyetini 3.2. Günahları umursamadan, Allah’a itiraf edenler dünya ve ahiret bunlardan kaçınmadan yaşayanlar mutluluğunu yakalar. dünya ve ahiret mutluluğunu yakalayamaz. 3.3. Huzur, maddede ve geçici hazlarla değil, Allah’ı zikretmekle elde edilir. 3.3. Huzuru maddede ve geçici hazlarda arayanlar, Allah’ı zikretmekle elde edileceğini bilmeyenler ya da bunu uygulamayanlar huzura eremez. 3.4. Kur’an kulluğun, kurtuluşun ve ebedi 3.4. Kuranın öğütlerini dinlemeyenler mutluluğun anahtarıdır. Ona uyanlar dünyada ve ahirette huzur bulamazlar. dünyada ve ahirette huzura kavuşur. 3.5. Rabbin rızasını kazanmanın ve ebedi mutluluğa ulaşmanın yolu, Peygamberin ilkelerine uymakla mümkün olur. 3.5. Peygamberin ilkelerine uymayanlar, Rabbin rızasını ve ebedi mutluluğa ulaşmanın yolunu bulamazlar. 3.6. İnsanı yaratan Allah, ona mutluluğun 3.6. İnsanı yaratan Allah’ın, ona yollarını da göstermiştir. mutluluğun yollarını da göstermiş olmadığını düşünmek doğru olmaz. 4.1. Bir kişi, öncelikle çalışarak, 4.1. Çalışmadan, sebeplere sebeplere sarılır ve tedbir alırsa tevekkül sarılmadan, tedbir almadan boş etmiş olur. oturmanın, gerçek tevekkülle alakası olamaz. 4.2. İslam dinine göre başarılı olmak 4.2.İslam dinine göre bir öğrencinin isteyen bir öğrencinin önce çalışması derslerine çalışmadan başarılı olmak sonra dua etmesi dine uygun bir için yaptığı dua dine uygun değildir. davranış biçimidir. 4.3. Engellilere yeterli imkânlar 4.3. Engelli de olsa insanların sağlanırsa ve onlar da azimle ve inançla yeteneklerini göstermelerinin, çalışıp çalışırlarsa başarılı olurlar. başarılı olmalarının önüne engel konulmamalıdır. 5.1.Müslüman, sınırsız imkânlar dünyasında her ortamda, bilinçli, disiplinli ve sorumlu davranmalı, kendini kontrol edebilen dirayetli kişiliklere sahip olmalı ve her an Allah’ın huzurundaymış gibi davranmalıdır. 5.1. Her ortamda, bilinçli, disiplinli ve sorumlu davranılmaz, kendini kontrol edebilen dirayetli kişiliklere sahip olunmaz ve her an Allah’ın huzurundaymış gibi davranılmazsa Müslümanlığın gereğine uygun davranılmış olmaz. 372 5.2. Varlık sebebini akılla anlamaya 5.2. Varlık sebebini akılla anlamaya çalışan insan, yaratıcısını anlar ve onun çalışmayan insan, Allah’ı anlayamaz isteklerine uyar. ve onun isteklerine uyamaz. 5.3. Kişinin kendinde başlayan fetih, nefis ve şeytanın esaretinden, Allah’a kulluk hürriyetine geçmek, gönül almak, gönül kırmamak ve kötülüklere engel olmaktır. 5.3. Fetih kişinin kendisinden başlamaz, nefis ve şeytanın esaretinden kurtulunmaz ve kötülüklere engel olunmazsa asıl amaca ulaşılamaz. 6.1. Dünya hayatı imtihanlarla dolu ve çok kısadır. 6.1. Dünya hayatının imtihan olmadığını ve kısa olmadığını düşünmek büyük bir yanılgıdır. 6.2.Dünya hayatındaki her şeyi Allah’ın 6.2. Dünya hayatındaki her şeyi bir emaneti olarak görmek, Kuran’a Allah’ın bir emaneti olarak görmemek uygun davranmaktır. Kuran’la uyuşmaz. 6.3. Kuran’a uygun bir hayat sürmek, 6.3. Kurana uygun bir hayat hem bu dünyada hem de öbür dünyada yaşamayanlar bu dünyada ve öbür mutluluğa ulaştırır. dünyada mutlu olamazlar. 6.4.Allah mükemmel bir şekilde yarattığı 6.4. Dünya hayatında iyi işler ve sayısız nimetler verdiği insanı iyi işler yapmayanlar imtihanı kazanamazlar. yapması için imtihan yeri olan dünyaya göndermiştir. 6.5.Bir Müslümanın sıkıntılarını giderip yardımcı olan kişinin, Allah da bu dünyada ve öbür dünyadaki sıkıntılarını giderir ve onun yardımcısı olur. 6.5. Bir Müslümanın sıkıntılarını gidermeyen ve yardımcı olmayan kişinin Allah’tan yardım beklemesi doğru olmaz. 6.6. Ekmek ve su, vücut için ihtiyaç 6.6. Allah sevgisini kalbine olduğu gibi Allah sevgisi de kalbin yerleştirmeyenler, kalplerinin ihtiyacını ihtiyacıdır ve her iki dünyanın ihtiyacıdır. karşılamazlar. 6.7. Ömür geçicidir ve bittikten sonra 6.7. Ömrün geçici olduğunu ve öbür dünya için bir şey bittikten sonra öbür dünya için bir şey yapılamadığından yaşanırken iyi yapılamadığını bilmeyenler büyük bir değerlendirilmelidir. kayıptadır. 3.4.6.7. 2001 Yılı Cuma Hutbelerinde “Dünya/Yaşantı” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi 2012 Cuma hutbelerinde dünya ve yaşantı konusuna sağlık açısından çeşitli biçimlerde yer verildiğini görmekteyiz. Daha özel olarak, öncelikle, 373 bedenin Allah’ın insanlara verdiği bir nimet olduğuna, bedene ve sağlığa iyi bakılmasının ve amaçlı, sorumlu bir hayat sürdürülmesinin, emanete sadakat göstermek anlamına geldiğine değinilmektedir. Buna ek olarak, insanların oruç tutmakla hem sağlıklı olduklarına hem de Allah’a verdiği sağlık için teşekkür ettiklerine dikkat çekilmektedir. Son olarak, hasta olanlara yardım edenlerin ve organ bağışı yapanların, kardeşliğin gereklerini ve Allah’ın emirlerini yerine getirerek huzur ve mutluluk buldukları ileri sürülmektedir. Fakirlik ve zenginlikle ilgili olarak, gerçek zenginliğin mal çokluğuyla değil gönül tokluğuyla sağlandığı şuuruyla hareket edilerek fakirlere, sıkıntı içindekilere dualarla ve maddi olarak destek olmanın kardeşliğin bir gereği olduğu vurgulanmaktadır. Parayla yapılan yardımlar gibi selam verme, iyilik yapma, insanlara yardımcı olmanın da sadaka veya infak olduğu ve böyle davrananların Allah’ın rızasını kazandıkları belirtilmektedir. Bu açıdan, Hz. Muhammed’in dediği gibi asıl üstünlüğe maddi olarak değil Allah’a yakın olmak ve insanlığa hizmetler sunmakla ulaşıldığı vurgulanmaktadır. Mutluluk ve huzurun yollarını, insanı yaratan Allah’ın gösterdiği vurgulanmaktadır. Kuran’ın, kulluğun, kurtuluşun ve ebedi mutluluğun anahtarı olduğu, ona uyanların dünyada ve ahirette huzura kavuştukları düşüncesi işlenmektedir. Yine Rabbin rızasını kazanmanın ve ebedi mutluluğa ulaşmanın yolunun, Peygamberin ilkelerine uymakla mümkün olduğu ifade edilmektedir. Mutluluğun ve huzurun en büyüğünü, ibadetlerin, özellikle de Cuma namazının ve Allah’ı zikretmenin verdiği öne sürülmektedir. Bu çerçevede madde ve geçici hazlar reddedilmektedir. Günahlardan kaçanların, zayıflıklarını Allah’a itiraf edenlerin, dünya ve ahiret mutluluğunu yakaladıkları görüşüne yer verilmektedir. Hutbelerde çalışma başarı desteklenmekle birlikte İslami biçimde olması gerektiği üzerinde durulmaktadır. Bu anlamda örneğin, İslam dinine göre başarılı olmak isteyen bir öğrencinin önce çalışması sonra dua etmesinin, dine uygun bir davranış biçimi olduğu ifade edilmektedir. Bir kişinin, öncelikle çalışması ancak tevekkül etmesi gerektiği görüşüne yer 374 verilmektedir. Yeterli imkân verildiğinde azimle ve inançla çalıştıklarında engellilerin bile başarılı olacakları vurgulanmaktadır. Cuma hutbelerinde dünya/ahiretle ilişkili olarak Müslümanın, sınırsız imkânlar dünyasında her ortamda, bilinçli, disiplinli ve sorumlu davranması, kendini kontrol edebilen dirayetli kişiliklere sahip olması ve her an Allah’ın huzurundaymış gibi davranması tavsiye edilmektedir. İnsanın varlık sebebini akılla anlamaya çalıştığında yaratıcısını anladığı ve onun isteklerine uyduğu belirtilir. Ayrıca, kişinin, nefsin ve şeytanın esaretinden kurtulmasının, Allah’a kulluk hürriyetine geçmesini, gönül almasını, gönül kırmamasını ve kötülüklere engel olmasını beraberinde getirdiği belirtilmektedir. Akıl/iradeyle ilişkili olarak 2012 Cuma hutbelerinde, dünya hayatının imtihanlarla dolu ve çok kısa olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu açıdan, dünya hayatındaki her şeyi Allah’ın bir emaneti olarak görmekle, Kuran’a uygun davranılacağı ifade edilmektedir. Kuran’a uygun bir hayat sürmenin, hem bu dünyada hem de öbür dünyada mutluluğa ulaştırdığının altı çizilmektedir. Dünyanın bir imtihan yeri olmasının akıl/iradeyle ilişkili olduğu vurgulanmaktadır. Ömrün geçici olması ve bittikten sonra öbür dünya için bir şey yapılamaması nedeniyle yaşamın iyi değerlendirilmesi öğütlenmektedir. 3.4.7. Güncel Değerler/Eğilimler Güncel günümüz değerler/eğilimler dünyasının birimi sorunları, içinde öncelikle bilim/teknoloji, hak/özgürlük, değişim/ilerleme ve eğitim/öğretim alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise değerlendirme yapılmaktadır. ortaya çıkan yargısal ifadeler hakkında 375 3.4.7.1. Hak/Özgürlük YARGI 1: “Kardeşlerim! ‘Mü'minler birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede ve birbirlerini korumada bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulur.’ nebevî öğretisiyle Sevgili Peygamberimiz (s.a.s), müminlerin birbirleri üzerindeki haklarına ve sorumluluklarına dikkat çekmektedir. İşte bu bilinçledir ki müminler, sorumluluk içerisinde bir hayat yaşarlar. Ve ‘… Bir kimse müslüman kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah da ona yardım eder…’ inancıyla hareket ederler.” (9 Kasım 2012) YARGI 1: “Kardeşlerim! Resûl-i Ekrem Efendimizin ifadesiyle ‘Rahmet kapılarının açıldığı, Cehennem kapılarının kapandığı ve azılı şeytanların zincire vurulduğu Ramazan ayı’, Rabbimizle ve çevremizdeki varlıklarla ilişkilerimizi yeniden gözden geçirme fırsatı sunuyor bize. Namazla, oruçla, semaya el açmakla, zekâtla ve sadakayla gerçek özgürlüğe ve kalp huzuruna ereceğiz.” (13 Temmuz 2012) 3.4.7.2. Günümüz Dünyasının Sorunları YARGI 2: “Manevi değerlerin örselendiği ve maddenin ön plana çıktığı günümüz dünyasında insan, çoğu zaman yalnız kalmaktadır. Aynı evde yaşadıkları halde televizyon ve bilgisayar başında saatlerini geçirerek birbirlerinden habersiz yaşayan nice insanlar vardır. Ne acıdır ki ailenin muhabbet kokan ortamından kendisini mahrum bırakan insan, yaşadığı evi bir konaklama yeri haline getirerek kendisine, aile bireylerine ve dolayısıyla topluma haksızlık etmektedir.” (11 Mayıs 2012) YARGI 2: “Kardeşlerim! Peygamber Efendimiz, Müslümanlar arasında ortaya çıkan bireysel ve toplumsal problemleri, zamanında ve gerekli müdahalelerle çözüme kavuşturmuştur. Şu olay, O’nun sevgi ve barış anlayışını ne de güzel yansıtır: Kubâ ahalisi arasında kavga çıkmış ve olay birbirlerini taşlamaya kadar uzanmıştı. Durum kendisine haber verilince Rahmet Peygamberi: ‘Bizi oraya götürün de aralarını düzeltip onları barıştıralım’ buyurdu. Gönüller Sultanı, bu tavrı ile karışıklık, zulüm, çekişme, ötekileştirme hatta öldürme gibi insanlık dışı uygulamalar sergileyen günümüz insanlığına, özellikle de İslam coğrafyasına ince mesajlar vermiştir.” (24 Ağustos 2012) 376 YARGI 2: “Kardeşlerim! ‘Toplumsal hayatımızı sünnet ile nasıl inşa edebiliriz?’ sorusunun cevabı Efendimizin hadislerinde ortaya çıkmaktadır. O’nun hadisleri bizlere kardeşliği, beraber üzülüp beraber sevinmeyi, kadirşinaslığı, paylaşmayı, kaynaşmayı kısacası hayatı öğreten örneklerle doludur. Geliniz, aynı ortamda fakat ayrı dünyalarda yaşayan günümüz insanının derdine ilaç niteliğindeki bu örneklere hep birlikte kulak verelim:” (31 Ağustos 2012) YARGI 2: “Değerli Kardeşlerim! Ne yazık ki günümüz dünyasında birçok değerimiz zayıflamaya, hatta unutulmaya yüz tuttu. Sevgi, saygı, şefkat, merhamet, muhabbet gibi güzel hasletler de bundan nasibini aldı. İnsanlar, kendilerine huzur ve mutluluk verecek bu güzel duyguları birbirlerinden esirger hale geldiler. Oysa çok mu zor kardeşimize sevgimizi izhâr etmek, hissettirmek, bir güler yüz göstermek, tatlı bir söz söylemek? Şefkat Peygamberi’nin, ‘Din kardeşini güler yüzle karşılaman dahî olsa! Sakın hiç bir iyiliği küçük görme!’ sözü bizler için hem bir uyarı hem de müjde değil midir? Rabbimiz, Yüce Kitabında, sevgisini kazandıracak işler yapanları dostları olarak nitelemez mi? Dostlarının asla korkmayacaklarını ve üzülmeyeceklerini bildirmez mi? Öyleyse kardeşlerim, geliniz Allah sevgisini ve Allah için sevmeyi hayatımızın merkezine oturtalım. Sevgili Peygamberimizin oluşturduğu insanlık medeniyetinin birer neferi olduğumuzu unutmayalım.” (30 Kasım 2012) YARGI 2: “Kardeşlerim! Maddenin ön plana çıktığı günümüzde Kur’an’ı okuyup anlamanın ve hayatı Kur’an’la yaşamanın ayrı bir değeri ve önemi vardır. Çünkü vicdanlarda Kur’an meşalesi yanmazsa vicdanlar kararmaya mahkum olacaktır. Şu halde imanla bezenmeyen, Kuran'la aydınlanmayan kalpler ne ile parlayacaktır. İstiklâl Şâirimiz Mehmet Âkif bu hakikati ne de güzel ifade etmektedir: Beşerin derdine derman olur, ancak Kur'an Ona sarılmazsa eğer, canavardan da beterdir insan Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete râm ol, Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.” (8 Haziran 2012) 377 3.4.7.3. Bilim/Teknoloji YARGI 3: “Kerim kitabımızın bir başka ayetinde ise, huzur ve mutluluğu yakalayan müminlerden bahsedilirken; onların dünya ve ahiretlerine, kendilerine ve insanlığa faydası olmayan boş ve anlamsız şeylerden uzak durduklarına vurgu yapılır. Efendimiz (s.a.s.) de; ‘Bir kimsenin lüzumsuz ve boş şeyleri terk etmesi iyi bir Müslüman oluşundandır.’ sözüyle hislerimize tercüman olur. Muhterem Kardeşlerim! Sosyal ağlarla ulaştığımız imkânı, bilgi, görgü ve duygu paylaşımı olarak hayır ve yararımıza kullanmak mümkün olduğu gibi, kötüye kullanmak da bizim irademiz ve elimizdedir. Unutulmamalıdır ki; sosyal ağlarla elde ettiğimiz devasa imkânları iyi yönde ve amacına uygun şekilde kullanmak gerçekte irademizin merkezindedir” (27 Ocak 2012) YARGI 3: “ Kıymetli Kardeşlerim! Her geçen gün, hayatımızı kolaylaştıran yeni buluşlara imza atılmakta, teknolojik alanda baş döndürücü gelişmeler yaşanmaktadır. Bir tuşa dokunduğumuzda dünyanın öbür ucu yanımıza geliyor, oturduğumuz yerden istediğimiz bilgiye ulaşabiliyoruz. Hatta bazen kendimizi öylesine kaptırıyoruz ki, tek dostumuz önümüzdeki bilgisayar ve elimizdeki telefonun ekranı oluveriyor. Böyle olunca da çoğu defa duygularımız zayıflıyor, ilişkilerimiz sanallaşıyor. (30 Mart 2012) YARGI 3: “Kadir gecesini ihya etmek, her şeyden önce Kur’an-ı Kerim’in kadrini, kıymetini bilmekten geçer. Kurân’ın kadrini kıymetini bilmek ise, O’nun kurtuluş reçetemiz olduğunun şuuruna ererek yüce değerleri doğrultusunda hayatımıza yön vermektir. Şair, Kerim Kitabımıza sarılmanın önemini şu sözleriyle ne de güzel dile getirir: Bir kitap ki; mübîndir; apaçıktır görene, Son nefeste korku yok, O’na gönül verene. Adı Kur’ân-ı Kerîm, mekânı kalb-i selîm, O’ndadır gerçek irşâd, O’ndadır gerçek ilim.” (10 Ağustos 2012) YARGI 3: “Gönüller Sultanı Efendimiz de hayatı boyunca öğrenmeye ve öğretmeye özen göstermiş, değişik vesilelerle hem ilme teşvik etmiş hem de ilim yolcularını taltif etmiştir. O’nun ilme teşvik hususunda söylediği şu sözü ne büyük 378 bir müjdedir: ‘Kim ilim öğrenmek için yola çıkarsa, Allah ona cennete giden yolu kolaylaştırır.’ ”… Kardeşlerim! Her işin olduğu gibi ilim tahsilinin de bir usulü adabı vardır. Öncelikle ilmin bir nimet olduğu bilinmeli ve ilim insanlığa faydalı olmak için öğrenilmelidir. Böylesine ulvi bir değer, insanlığın zararı doğrultusunda kullanılırsa, sahibi için bir nimet değil, külfet olur. İlim, maddi bir üstünlük ve böbürlenme vesilesi yapılmamalıdır. Aksine, öğrenmek kişiyi olgunlaştırmalı, tevazu sahibi yapmalı ve Allah’ın sevgisine ulaştırmalıdır. Bakınız, gerçek ilmin ne olduğunu Yunusumuz şu dizeleriyle ne de güzel ifade eder: İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir, Sen kendini bilmezsin, Ya nice okumaktır.” (7 Eylül 2012) YARGI 3: “…Kalıcı mirasın ne olduğunu ise Peygamber Efendimiz (s.a.s), şöyle dile getirmektedir: ‘İnsan öldüğünde sevabı kesilir. Ancak şu üç şeyden dolayı sevap yazılmaya devam edilir: Faydalanılan eser, istifade edilen ilim ve hayırlı evlat.’ ” (8 Haziran 2012) 3.4.7.4. Değişim/İlerleme YARGI 4: “Değerli Kardeşlerim! Teknoloji alanında baş döndürücü gelişmeler yaşanmaktadır. Bu vesileyle iletişim büyük bir ivme ve güç kazanmıştır. Öyle ki bir mesajla büyük kitlelere anında ulaşabilmekte, duygu ve düşüncelerimizi çok geniş kitlelerle paylaşabilmekteyiz. Hemen herkesin bir şekilde meşgul olduğu sosyal ağlar, farklı coğrafyadaki kardeşlerimizle tanışmaya ve insanlarla nice dostluklara zemin hazırlamaktadır. Her satırı gönülden yazılmış bir mesaj ile sevinç ve mutluluklara ortak olunabilmekte, zor zamanlarda bir selam veya hoş bir ileti yüreklere su serpebilmektedir… Allah’ın bize birer nimet olarak verdiği imkânların, şerre değil hayra hizmet için kullanılmasını ve gönüller arası muhabbet köprülerinin inşasına zemin hazırlamasını diliyor, Efendimizin bir hadisiyle hutbemi bitiriyorum: ‘Müslüman, elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir.’ ” (27 Ocak 2012) 379 YARGI 4: “Mirâcın manevi anlamlarına odaklanarak Peygamberimizin yaşadığı bu büyük tecrübeden dersler çıkaralım. İnsanlığın izzet ve itibar arayışını yeniden sorgulayalım. İki günü eşit olan zarardadır ilkesi gereği sürekli maddî ve manevî ilerlemenin peşinde koşalım.” (15 Haziran 2012) 3.4.7.5. Eğitim/Öğretim YARGI 5: “Medine’ye hicretten sonra Sevgili Peygamberimizin mescidinde sürekli eğitim faaliyetinin yürütüldüğü bir bölümün açılması, Efendimizin bu konudaki hassasiyetinin en güzel örneklerindendir. Ayrıca Rahmet Peygamberi’nin, savaş esirlerinden okuma yazma bilenleri okuma yazma öğretmeleri şartıyla serbest bırakma yüceliğini göstermesi, insanlık tarihinin şeref tabloları arasında yerini almıştır. Kıymetli kardeşlerim! Asırlar boyu dünya medeniyetine önderlik etmiş ve birçok katkı sağlamış bir medeniyetin mensuplarıyız. Yükselmenin ve dünya sahnesinde söz söylemenin ancak eğitim öğretimle mümkün olacağının şuuruna eren ecdadımız, ilme hizmeti üstünlük vesilesi saymıştır. Tarihimiz, bir âlimin atının ayağından kaftanına çamur sıçramasıyla onur duyan ve o kaftanın kabri üzerine örtülmesini vasiyet eden devlet yöneticilerine şahit olmuştur… Kardeşlerim! Eğitim öğretim sezonunun başlayacağı şu günlerde hepimizi tatlı bir telaş sardı. Kimimiz evladını okula kayıt yaptırdı, kimimiz ise okul ihtiyaçlarını temin için çarşı pazara çıktı. Ancak, yavrularımızın eğitimi sürecindeki en önemli sorumluluğumuz, onlardan ilgiyi kesmememizdir. Dayatmacı bir anlayış yerine onlara okulu, öğretmeni, defteri, kalemi sevdirme gayretini gütmemizdir. Yeni eğitim öğretim yılının öğrencilerimize, öğretmenlerimize ve velilerimize hayırlara vesile olması temennileri ile hutbemizi Efendimizin şu duası ile bitirelim: ‘Allah'ım! faydasız ilimden, sana itaat etmeyen kalpten, kabul edilmeyen duadan ve aç gözlülükten sana sığınırım’ ” (7 Eylül 2012) 380 Tablo 15: Güncel Değerler/Eğilimler Birimi Açısından Kategoriler 2012 YILI CUMA HUTBELERİNDE “GÜNCEL DEĞERLER/EĞİLİMLER”E İLİŞKİN SÖYLEMİN “HAK/ÖZGÜRLÜK, GÜNÜMÜZ DÜNYASININ SORUNLARI, BİLİM/TEKNOLOJİ, DEĞİŞİM/İLERLEME, EĞİTİM/ÖĞRETİM” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ ONAYLAMA KATEGORİSİ YADSIMA KATEGORİSİ 1.1. Müminler bir vücudun organları gibi birindeki bir hastalık diğerini de etkiler. Aynı zamanda birbirleri üzerinde hakları ve sorumlulukları vardır. 1.1. Müminler birbirlerinden ayrı bireyler değildir. Birbirleri üzerindeki hak ve sorumluluklarının farkında olmadıkça mümin sıfatını tam olarak taşıyamazlar. 1.2. Ramazan ayı, şeytanın zincire vurulduğu ve namazla, oruçla, zekâtla ve sadakayla gerçek özgürlüğe ulaşmayı sağlar. 1.2. Ramazan ayında şeytana zincir vurmamak, namaz, oruç, ibadetlerini yapmamak, zekât ve sadaka vermemek gerçek özgürlüğe ulaşamamaya neden olur. 2.1. Günümüz dünyasında manevi değerler zayıfladığı ve madde ön plana çıktığı için yabancılaşma ortaya çıkmaktadır. Aynı evde yaşadıkları halde televizyon ve bilgisayar nedeniyle birbiriyle ilişki kurmayan insan, kendine, aile bireylerine ve topluma haksızlık yapmaktadır. 2.1. Günümüzde manevi değerler yaşanmadan yabancılaşmaktan kurtulmak imkânsızdır. İnsan, televizyon ve bilgisayarın etkisinden uzaklaşmadıkça kendine, aile bireylerine ve topluma haksızlık yapmaktan kurtulamaz. 2.2. Hz. Muhammed müslümanlar arasındaki sorunları sevgi ve barış anlayışıyla çözmeye çabalamıştır. Bu yönüyle o, karışıklık, zulüm, çekişme, ötekileştirme hatta öldürme gibi insanlık dışı uygulamaların bulunduğu günümüz dünyası için bir örnek olmuştur. 2.2. Hz. Muhammed’in sevgi ve barış anlayışına sahip olmadan Müslümanlar arasındaki sorunlar çözülemez. Günümüz dünyasındaki karışıklık, zulüm, çekişme, ötekileştirme hatta öldürme gibi insanlık dışı uygulamalar, Hz Muhammed örnek alınmadan ortadan kalkmaz. 2.3. Aynı ortamda ama ayrı dünyalarda yaşayan günümüz insanının sorununun çözümünü Hz. Muhammed’in yaşantısında bulunur. O, kardeşlik, beraber üzülüp beraber sevinme, kadirşinaslık, paylaşma, kaynaşmanın örneklerini sunmuştur. 2.3. Hz. Muhammed’in yaşantısı örnek alınmadan aynı ortamda ama ayır yaşayan günümüz insanının sorunu çözülmez. Onun yaşantısı anlaşılmadan kardeşlik, beraber üzülüp beraber sevinme, kadirşinaslık, paylaşma, kaynaşma gerçekleşmez. 381 2.4. Günümüz dünyasında sevgi, saygı, şefkat, merhamet gibi duygular zayıflamış, birçok değerimiz unutulmaya yüz tutmuştur. Müslümanların bu duyguları birbirlerine göstermeleri gerekir. 2.4. Günümüz dünyasında birçok değerlerimizin önemini kaybetmesi, sevgi, saygı, şefkat, merhamet gibi duyguların yaşanmamasına neden olmuştur. Bu duyguları birbirlerine göstermeyenler Müslümanlığın gereklerini tam olarak yapmış sayılmazlar. 2.5. Günümüzde madde ön plana çıktığı için hayatı Kuran’a dayandırmanın önemi her zamankinden büyüktür. Kalpler imanla bezenmeli ve Kuran’la aydınlanmalıdır. Mehmet Akif bu durumu şiirinde güzel bir şekilde ifade etmiştir. 2.5. Günümüzde maddenin ön plana çıkması, hayatın Kuran’a dayandırılmamasının bir sonucudur. Kalpler imanla bezenmeden ve kuranla aydınlanmadan bu sorun çözülemez. 3.1. Kuran’a ve Hz. Muhammed’e göre mutluluğu yakalayan müminler, insanlığa faydası olmayan boş ve anlamsız şeylerden uzak dururlar. Sosyal ağlar, kötüye kullanmaktan sakınıp bilgi, görgü ve duygu paylaşımının bir imkânı olarak kullanılmalıdır. 3.2. Kuran’a ve Hz. Muhammed’e göre, insanlığa faydası olmayan boş ve anlamsız şeylerden uzak durmayanlar mutluluğu yakalayan müminler haline gelemezler. Sosyal ağları, kötüye kullanmaktan sakınmayanlar bilgi, görgü ve duygu paylaşımını bir imkân olarak kullanmazlar. 3.2. Teknolojik alanda hayatımızı kolaylaştıran buluşlar yaşanmaktadır. Buna karşın çoğu zaman duygularımız zayıflamakta, ilişkilerimiz sanallaşmaktadır. 3.2. Teknolojik alandaki buluşların hayatımızı kolaylaştırmadığını düşünmemeliyiz. Ancak bu buluşların duygularımızı zayıflatmadığı, ilişkilerimizi sanallaştırmadığı da doğru değildir. 3.3. Kadir gecesini iyi değerlendirmek, Kuran’ın kurtuluş reçetemiz olduğunu ve hayatımıza yön verdiğini kavramaktan geçer. 3.3. Kadir gecesini iyi değerlendirmeden Kuran’ın kurtuluş reçetemiz olduğunu ve hayatımıza yön verdiğini kavrayamayız. 3.4. Hz. Muhammed, öğrenmeyi ve öğretmeyi teşvik etmiştir. İlim insanlığın zararına değil faydasına kullanılmalıdır. İlim, maddi üstünlük anlayışına, böbürlenmeye değil, olgunlaşmaya, tevazuya ve Allah sevgisine götürmelidir. Yunus Emre’nin aktarılan dizeleri, gerçek ilmi çok güzel ifade etmektedir. 3.4. Öğrenmeye ve öğretmeye değer vermeyen Hz. Muhammed’i anlayamaz. İlimi insanlığın faydasına değil zararına kullanmak yanlıştır. Maddi üstünlük anlayışı, böbürlenme, ilmin gerektirdiği olgunlaşma, tevazu ve Allah sevgisinden yoksun bırakır. 3.5. İnsan öldükten sonra sevabı kesilir ancak faydalanılan eser, istifade edilen ilim ve hayırlı evlattan dolayı sevabı devam eder. 3.5. İnsan eser üretmemişse, ilim ortaya koymamışsa ve hayırlı evlat yetiştirmemişse öldükten sonra sevabı devam etmez. 382 4.1. Teknolojik alanda büyük değişimler yaşanmakta, iletişim alanında büyük yenilikler ortaya çıkmaktadır. Sosyal ağlar sayesinde birbirinden çok uzakta bulunan insanlar arasında dostluklar kurulmaktadır. Allah’ın insanlara bir nimet olarak verdiği imkânlar şer için değil hayır için kullanılmalıdır. 4.1. Teknolojik alandan büyük değişimlerin yaşandığını ve iletişim alanında büyük yeniliklerin ortaya çıktığını görmezden gelemeyiz. Sosyal ağlar olmasaydı birbirinden çok uzakta bulunan insanlar arasında dostluklar kurulmazdı. Allah’ın insanlara bir nimet olarak verdiği imkânlar hayır için değil şer için kullanılmamalıdır. 4.2. Miracın manevi anlamına dikkat edilerek ondan dersler çıkarmalı, insanlığın itibar arayışını düşünmeli ve sürekli maddi ve manevi ilerlemenin peşinden koşmalıyız. 4.2. Miracın manevi anlamına dikkat etmeyenler ondan dersler çıkaramaz, insanlığın itibar arayışını düşünemez ve sürekli maddi ve manevi ilerlemenin peşinden koşamaz. 5.1. Hz. Muhammed, savaş esirlerinin diğer savaş esirlerine okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakılması gibi birçok uygulamasıyla eğitime büyük önem vermiştir. Ayrıca tarihimiz boyunca ilmin ve alimin büyük bir değeri olmuştur. Okula devam eden çocuklarımıza dayatmacı bir anlayış yerine onlara okulu, öğretmeni, defteri, kalemi sevdirme gayretini gütmemiz gerekir. 5.1. Hz. Muhammed’i anlamamak, onun savaş esirlerinin diğer savaş esirlerine okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakılması gibi birçok uygulamasıyla eğitime verdiği büyük önemi görmemektir. Ayrıca tarihimiz boyunca ilmin ve alimin önemli bir yerinin olduğu görmezlikten gelinemez. Okula devam eden çocuklarımıza, dayatmacı bir anlayış uygulamak, onların okulu, defteri, kalemi sevmemeleri ne yol açar. 3.4.7.6. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Güncel Değerler/Eğilimler” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi 2012 Cuma hutbelerinde güncel değerler/eğilimlerle ilgili söylemin, hak/özgürlük, günümüz dünyasının sorunları, bilim/teknoloji, değişim/ilerleme, eğitim/öğretim düzeylerindeki görünümünü incelemekteyiz. Bu anlamda, güncel değerlerin nasıl ele alındığın ve güncel eğilimlere nasıl yaklaşıldığına ilişkin öğütler, tavsiyeler ve yaklaşımları saptamayı amaçlamaktayız. Hak/özgürlükle ilişkili olarak hutbelerde, bir bütünün parçaları olma ve gerçek özgürlük anlayışından söz edildiği görülmektedir. Daha özel olarak, müminlerin bir vücudun organları gibi oldukları, birindeki bir hastalığın diğerini 383 de etkilediği, aynı zamanda birbirleri üzerinde hakları ve sorumlulukları olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca ramazan ayının, şeytanın zincire vurulduğu ve namazla, oruçla, zekâtla ve sadakayla gerçek özgürlüğe ulaşmayı sağladığına dikkat çekilmektedir. Değinilen temel bir sorun, günümüz dünyasında manevi değerlerin zayıfladığı ve maddenin ön plana çıktığı için yabancılaşmanın ortaya çıkmasıdır. Örneğin, insanların, aynı evde yaşadıkları halde televizyon ve bilgisayar nedeniyle birbiriyle ilişki kurmamakla, kendilerine, aile bireylerine ve topluma haksızlık yaptıkları ileri sürülmektedir. Birbyiriyle aynı ortamda ama ayrı dünyalarda yaşayan günümüz insanının sorununun çözümünün, Hz. Muhammed’in yaşantısında bulunduğu vurgulanmaktadır. Onun, kardeşlik, beraber üzülüp beraber sevinme, kadirşinaslık, paylaşma, kaynaşmanın örneklerini sunduğundan bahsedilmektedir. Hz. Muhammed’in müslümanlar arasındaki sorunları, sevgi ve barış anlayışıyla çözmeye çabaladığına değinilmektedir. Bu açıdan onun, karışıklık, zulüm, çekişme, ötekileştirme hatta öldürme gibi insanlık dışı uygulamaların bulunduğu günümüz dünyası için bir örnek oluşturduğu ifade edilmektedir. Ayrıca günümüzde madde ön plana çıktığı için hayatı Kuran’a dayandırmanın öneminin her zamankinden büyük olduğunun altı çizilmektedir. Bu anlamda, kalplerin imanla bezenmesi ve Kuran’la aydınlanması gerektiği vurgulanmaktadır. Ayrıca Mehmet Akif’in dizeleri aktarılarak bu durumu şiirinde güzel bir şekilde ifade ettiğine değinilmektedir. Son olarak, günümüz dünyasında sevgi, saygı, şefkat, merhamet gibi duyguların zayıfladığı, birçok değerimizin unutulmaya yüz tuttuğu, Müslümanların bu duyguları birbirlerine göstermeleri gerektiği üzerinde durulmaktadır. Hutbelerde, teknolojik alanda hayatımızı kolaylaştıran buluşlar yaşandığı ancak çoğu zaman duygularımızın zayıfladığı, ilişkilerimizin sanallaştığı ileri sürülmektedir. Bilim/teknolojiye İslam’ın önem verdiği ancak onu zararlı değil yararlı şekilde kullanmak gerektiği görüşüne yer verilmektedir. Kuran’a ve Hz. Muhammed’e göre mutluluğu yakalayan müminlerin, insanlığa faydası olmayan boş ve anlamsız şeylerden uzak 384 duracakları belirtilmektedir. Bu bağlamda sosyal ağları kötüye kullanmaktan sakınıp bilgi, görgü ve duygu paylaşımının bir imkânı olarak değerlendirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Başka bir hutbede, Hz. Muhammed’in, öğrenmeyi ve öğretmeyi teşvik ettiğine işaret edilmektedir. İlmin insanlığın zararına değil faydasına kullanılması gerektiğine değinilmektedir. Bu anlamda ilmin, maddi üstünlük anlayışına, böbürlenmeye değil, olgunlaşmaya, tevazuya ve Allah sevgisine götürmesi gerektiği belirtilmektedir. Bu yaklaşımı pekiştirecek şekilde Yunus Emre’nin dizeleri aktarılmaktadır. Ayrıca, insan öldükten sonra sevabının kesildiği ancak faydalanılan eser, istifade edilen ilim ve hayırlı evlattan dolayı sevabın devam ettiği vurgulanmaktadır. Değişim ve ilerlemenin sadece maddi değil manevi alana da önem vererek sağlanacağı vurgulanmaktadır. Bu açıdan Miracın manevi anlamına dikkat edilerek ondan dersler çıkarılması, insanlığın itibar arayışının düşünülmesi ve sürekli maddi ve manevi ilerlemenin peşinden koşulması gerektiği tavsiye edilmektedir. Buna ek olarak teknolojik alanda büyük değişimler yaşandığına, iletişim alanında büyük yenilikler ortaya çıktığına değinilmektedir. Bu bağlamda sosyal ağlar sayesinde birbirinden çok uzakta bulunan insanların arasında dostluklar kurulduğu anlatılmaktadır. Allah’ın insanlara bir nimet olarak verdiği imkânların şer için değil hayır için kullanılması gerektiğinin altı çizilmektedir. Eğitim ve öğretimin önemine, Hz. Muhammed’in, savaş esirlerinin diğer savaş esirlerine okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakılması gibi birçok uygulamasıyla değinilmektedir. Buna ek olarak İslam tarihi boyunca ilmin ve âlimin büyük bir değeri olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca, okula devam eden çocuklara dayatmacı bir anlayış yerine onlara okulu, öğretmeni, defteri, kalemi sevdirmeyi amaçlayan bir anlayışın benimsenmesi gerektiği tavsiye edilmektedir. 385 3.4.8. Tarihsel Öğeler Tarihsel öğeler birimi içinde öncelikle tarihsel şahsiyetler, hicret ve savaşlar/fetihler alt birimleri hakkında yargı barındıran metinler belirlenmekte, sonra bu metinler, onaylama ve yadsıma kategorileri açısından ifade edilmekte, son olarak ise ortaya çıkan yargısal ifadeler hakkında değerlendirme yapılmaktadır. 3.4.8.1. Tarihsel Şahsiyetler YARGI 1: “Bu elim olay, Hz. Peygamber’i ve O’nun Ehl-i Beyti’ni seven bütün mü’minleri derinden yaralamış, kalplerimizi incitmiş; o günden bugüne bölgesi, kültürü, mezheb ve meşrebi ne olursa olsun bütün Müslümanları derin acılara sevk etmiştir. Hz. Hüseyin ve yakınları, haksızlığa ve zulme karşı onurlu direnişleriyle, doğruluk adına samimi yürüyüşleriyle, bütün müminlerin gönüllerini fethetmişlerdir. Resûlullah Efendimiz’in torunlarına bu zulmü reva görenler ise insanlığın ortak vicdanında mahkûm edilmişlerdir… Muharrem ayını; Hz. Hüseyin’in uğrunda canını feda ettiği hak, adalet, rahmet, merhamet, müsamaha ve şefkat duygularının yeniden ihyâsı ve Müslümanların muhabbet, kardeşlik ve beraberlik duygularının güçlenmesi için fırsat bilmeliyiz.” (23 Kasım 2012) YARGI 1: “ ‘Niyetim, ‘Allah yolunda cihad ediniz!’ ermine riâyet etmektir. Gayretim de, İslam dininin hâlis ve ulvî gayretidir. Benim, peygamberlere ve Allah dostlarına bağlılığım vardır. Fetih ve zafer ümidim de, daima Allah’ın lütfundandır. Ne olursa olsun inşallah zafer bizimdir! Artık ya şehîd olup cennete, veya zaferle Bizans’a gireceğiz!...” Kardeşlerim! Fatih Sultan Mehmet Han'ın dilinden işte böyle dökülüyordu İstanbul'u fethetme ümidi ve arzusu… Bedir’de Sahâbe-i Kirâm, Malazgirt’te Alparslan, Kudüs’te Selahattin-i Eyyûbî, İstanbul’da Sultan Fâtih Han ve daha nice gönül eri kahraman, i'lây-ı kelimetullah için işte bu bilinçle hareket ediyordu. Eyüp Sultan Hazretlerinin İstanbul'da, ÜmmüHarâm'ın Kıbrıs'ta, Abdullah b. Huzâfe'nin Afrika'da ve daha birçok sahâbenin doğdukları yerlerden çok uzaklarda şehîd olmaları fetih anlayışının en önemli göstergesidir. 386 Kuru bir mücadele, kavga, çatışma ve hükmetme davası olmayan fetih, açmak ve açılmak anlamlarına gelmektedir. Gönüllerdeki kilidin çözülerek gönlün, beldelerin ve ülkelerin İslam’a açılması demektir fetih. Zulumât perdelerinin kapanıp nurlu sabahların ufkumuzda arz-ı endam etmesinin adıdır fetih. İslam dininin eşsiz güzelliğinin, adaletinin, din, vicdan ve ifade özgürlüğünün bütün insanlığa yansımasının adıdır fetih. Fettâh olan Rabbimizin isminin dünyanın her bir köşesine götürülme mefkûresinin adıdır fetih. Ve fetih, imanın inkâra, ilmin cehalete, birlik ve beraberliğin düzensizliğe olan üstünlüğünün ifadesidir.” (25 Mayıs 2012) YARGI 1: “Değerli Kardeşlerim! Kutlu Nebi (s.a.s.) ve sadık dostu Ebu Bekir (r.a), hicret ederlerken müşriklerin takibinden kurtulmak amacıyla mağaraya sığınmışlardı. Amansız takipçilerin mağaranın kapısına dayandığını fark eden Hz. Ebu Bekir: ‘Ey Allah’ın Elçisi, eğilip bir baksalar bizi görecekler’ diyerek endişesini dile getirmişti. Bu ‘Allah’ın yanlarında olduğu iki kişi hakkında neden endişe ediyorsun ki?’ diyerek arkadaşını sakinleştirmiş ve tevekkül anlayışını ortaya koymuştu.” (13 Ocak 2012) YARGI 1: “O, bir melek olmadığı gibi, sıradan bir beşer de değildi. Yüce Mevla’dan vahyi alan, insanlara anlatıp öğretendi. O; ‘Ey örtüsüne bürünen kalk ve anlat.’ emrine muhatap olmuş, bu kudsi görevi yerine getirebilmek için gecesini gündüzüne katmıştı. Efendimiz bu çileli yolda kınanma, hakaret, itham, boykot ve hicret gibi nice güçlüklere karşı büyük bir sabır göstermişti. Tıpkı Nebi kardeşleri Yunus, Hud, Salih, İbrahim ve diğerleri gibi. Kardeşlerim! Abdullah’ın yetimi, Amine’nin emaneti Halilürrahman İbrahim(a.s.)’ın duası ve müminlerin gözbebeği Yüce Nebi, Rabbimizin insanlığa en büyük ikramıdır. Bu hakikat; ‘Andolsun Allah müminlere, kendi içlerinden, onlara ayetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur...’ ayetiyle duyurulmuştur.” (3 Şubat 2012) YARGI 1: “Allah Resulü’nün rahle-i tedrisinde yetişen ashabın da hayatı sadâkat örnekleriyle doludur. Efendimiz’in sâdık dostu Hazreti Ebû Bekir'in Miraç olayında gösterdiği sonsuz sadâkati ona ‘Sıddık’ lakabını kazandırmıştır. Miraç hadisesini duyan müşrikler, Peygamber Efendimiz Mescid-i Aksa'yı tüm ayrıntılarıyla tarif etmesine rağmen iman etmezken; sâdık dostuna ‘seninki Mirac'a gittiğini söylüyor. Sen ne diyorsun?’ diye sorduklarında: ‘O diyorsa doğrudur’ sözü ile adını tarihe yazdırmıştır. Hz.Ebu Bekir’in o günkü sadâkati günümüzde ve sonsuza kadar zihinlerde hep diri ve bâki kalacaktır. Bugün inananlar olarak bizler de, 387 peygamberimizin getirmiş olduğu mesajlar karşısında ‘o diyorsa doğrudur’ deme sadâkatini her daim göstermeliyiz.” (10 Şubat 2012) YARGI 1: “Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in hilafetlerinde alacakları önemli kararları, ashabın önde gelenleriyle istişâre ederek almaları, istişarenin önemini gösteren uygulamalardır.” (26 Ekim 2012) YARGI 1: “Yüce Kitabımızda, Musa gibi dilinde düğüm olanlar, evlat hasretiyle döktüğü yaşlar sonucu gözlerini kaybeden Yakup’lar vardır. Yakalandığı amansız hastalıktan dolayı bîçare hale gelen fakat yine de isyan etmeden Rabbine sığınan Eyüp’ler vardır.” (28 Eylül 2012) YARGI 1: “Mümin, kırıcı ve nefret saçan bir dil ile değil, şefkat yüklü bir dille, rahmet lisanıyla konuşur. Rasûlullâh’ı öldürmek üzere giden Ömer ibnü’l-Hattab’ın Müslüman oluşunda görüldüğü üzere, gönül ehlini öldürmeye gelen bile, onda dirilir. Nezaket; husumet ve öfke duygularını eritip yok eder.” (2 Mart 2012) YARGI 1: “Hz.İbrahim, ‘Halilü’r-Rahmân’ övgüsüne, sadâkatinden, vefâsından, başına gelen onca musibeti tevekkül ve teslimiyet ile karşılamasından dolayı mazhar olmuştur. Rabbi emrettiği için sevgili eşi Hacer Vâlidemizi ve ciğerparesi İsmail’i ıssız bir vadiye terkeden, yine biricik evladıyla Hakkın emrine boyun eğen Hz.İbrahim, ‘sadâkat ve dostluğun’ en eşsiz simâlarından biridir.” (10 Şubat 2012) YARGI 1: “Hatice Analar, Fatma Nineler ve daha nice gönül erleri işte bu bilinçle uğurluyorlardı evlatlarını, eşlerini ve kardeşlerini şehâdet meydanlarına. Onlar, ‘Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.’ ayetine gönülden inanıyorlardı. Onlar, kutsal değerler uğruna verilen her canı ölümsüzlük olarak kabul ediyorlardı.” (16 Mart 2012) 3.4.8.2. Hicret YARGI 2: “Muhterem kardeşlerim! İslâm âlemi olarak yeni bir hicrî yıla daha kavuşmanın huzur ve mutluluğunu yaşamaktayız. Müslümanlar için bir dönüm noktası olan ve tarihte yeni bir sayfa açan hicret, Hz. Ali’nin teklifiyle Hz. Ömer’in halifeliği döneminde hicrî takvimin başlangıcı sayılmıştır. Bu vesileyle yeni hicrî yılınızı tebrik ediyor; hicrî 1434 senesinin ülkemiz, gönül coğrafyamız, İslâm âlemi ve bütün insanlık için hayırlara vesile olmasını Yüce Rabbimden niyaz ediyorum. Bilindiği gibi İslâm’ın yayılmaya başladığı Mekke döneminde Sevgili Peygamberimiz ve ilk Müslümanlar sürekli baskı ve işkencelere hedef oldular. Sosyal, ekonomik ve kültürel ambargoya maruz kaldılar. İlk Müslümanlar önce Habeşistan’a, sonra da Medine’ye hicret ettiler. Peygamber Efendimiz (s.a.s) ve 388 ashâb-ı kirâm, doğup büyüdükleri ve çok sevdikleri şehirleri Mekke ve Kâbe’den ayrılmak durumunda kaldılar. Kardeşlerim! Biz Müslümanlar için bir milat olan hicret; Allah’a ve O’nun kutlu elçisine gönülden bağlılığın bir ifadesidir. Hakka, hakikate, ilme, irfana ve en önemlisi medeniyete yapılan bir yolculuktur. Hicret, Allah rızası için; anadan, babadan, evlattan, yardan, diyardan, maldan, mülkten hatta candan vazgeçmenin ibretli ve meşakkatli bir öyküsüdür. Yüce dinimizin rahmet yüklü mesajlarını bütün insanlığa ulaştırmak için çıkılan kutlu yolculuğun adıdır hicret. Hicret, yardımlaşma, dayanışma, paylaşma, dostluk ve kardeşliğin ifadesidir. Kardeşine kucak açarak onunla evini, iş yerini, yiyeceğini ve varlığını paylaşmaktır. Kardeşini himaye etmek ve sahiplenmektir. Hicret, maddi zorluklar ve zorlamalar karşısında asla bir kaçış değil, aksine İslâm’ı öğrenmek, öğretmek, yaşamak ve yaşatmak için yeni bir imkân, yeni bir mekân arayışıdır.” (16 Kasım 2012) 3.4.8.3. Savaşlar/ Fetihler YARGI 3: “Tarihin kaydettiği en önemli savaşlardan biridir Çanakkale. İnancın ve azmin hiçbir engel tanımadığının canlı şahididir Çanakkale. İnancını, kimliğini, kişiliğini tarihini ve kültürünü bilen aziz milletimizin değerleriyle yüceldiği yerin adıdır Çanakkale.” (16 Mart 2012) YARGI 3: “ Vahyin belirlemiş olduğu konular dışındaki meselelerde, Efendimiz (s.a.s.) ve ashabı, işlerini istişâre ile yürütmeyi prensip haline getirmişlerdir. Bedir Savaşı sonrası esirlere uygulanacak muâmele, Uhud Savaşı stratejisinin belirlemesi gibi hususlardaki uygulamalar, Peygamber efendimizin hayatından sadece bir kaç istişare örneğidir.” (26 Ekim 2012) YARGI 3: “Tarihimizdeki en önemli dönüm noktalarından biridir İstanbul'un Fethi. Bir çağı kapatıp bir çağı açan bu önemli olay, medeniyetimizin insana verdiği değerin en güzel ifadesidir. Devletle halkın, madde ile mananın, ilimle ahlâkın birleşmesinin sonucudur fetih. Fatih'in, mekânı değil zamanı fethederek gerçekleştirdiği büyük bir birikimin sonucudur fetih. 389 Kardeşlerim! İstanbul’u fethetmek için çok defa teşebbüste bulunuluyor ancak bu başarı, henüz yirmili yaşlarında Fâtih unvanına kavuşan İkinci Mehmet’e nasip oluyordu. Çünkü Fatih’in küçüklüğünden itibaren fethi kolaylaştıracak maddi ve manevi ortam hazırlanıyordu. Fatih, eğitim ve terbiyesini gönül erleri Akşemsettin ve Molla Güraniler’den alıyordu. O, ‘Ey iman edenler! Eğer siz Allah'ın dinine yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.’ ayetinin bilinci ile samimi bir niyet taşıyordu. Fatih, ‘Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et!’ şeklindeki emr-i İlahî mucibince “ya ben Bizans’ı alırım ya da Bizans beni” sözü ile candan, canandan vazgeçebiliyordu. Ve yine O, ‘zulümden sakınınız. Çünkü zulüm kıyamet günü felâketlere sebep olur.’ buyuran en büyük fâtih Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in izinden yürüyordu. Neticede Fatih ve şanlı ordusu, Kutlu Nebi’nin müjdesine ve övgüsüne nail oluyordu.” (25 Mayıs 2012) Tablo 16: Tarihsel Öğeler Birimi Açısından Kategoriler 2012 YILI CUMA HUTBELERİNDE “TARİHSEL ÖĞELER”E İLİŞKİN SÖYLEMİN “TARİHSEL ŞAHSİYETLER, HİCRET, SAVAŞLAR/ FETİHLER” DÜZEYLERİNDEKİ İÇERİĞİN İDEOLOJİK GÖRÜNÜMÜ ONAYLAMA KATEGORİSİ YADSIMA KATEGORİSİ 1.1.Kerbala olaylarında, Hz. Hüseyin ve yakınlarına haksızlık yapılmış, bu olay, Müslümanlar arasında derin acılara yol açmıştır. Bu olayların yaşandığı muharrem ayı Müslümanlar arasında kardeşlik ve beraberlik duygularını güçlendirmelidir. 1.1. Kerbela olayları, Müslümanlar arasında bölünmeye neden olmamalı, Müslümanlar arasında kardeşlik ve beraberlik duygusunu pekiştirmelidir. 1.2. Fatih Sultan Mehmet, Allah yolunda cihad ederek İstanbulu fethetmiştir. Birçok başka tarihsel şahsiyet de allah yolunda cihad ederek doğdukları yerlerden çok uzaklarda şehit düşmüşleridir. Fetih, boş bir iktidar mücadelesi değil İslam’ın adaletinin, din, vicdan ve ifade özgürlüğünün bütün insanlığa yayılmasıdır. 1.2. Fatih Sultan Mehmet ve birçok başka şahsiyetin kendi kişisel çıkarları için mücadele ettiklerini düşünmek, fethi bir iktidar mücadelesi olarak görmek yanlıştır. 1.3. Hz. Muhammed’in, Hz. Ebu Bekir’e, Allah, kendileriyle beraberken düşmanlarından korkmalarına gerek olmadığını söylemesi gibi Allah yolunda olan insanın başka şeyden korkmaması gerekir. 1.3. Hz. Muhammed’i ve Hz. Ebu Bekir’i örnek olmamak yanlıştır. Hz. Muhammed’in gösterdiği gibi Allah yolunda olan bir insan düşmanlardan korkmamalıdır. 390 1.4. Yunus, Hud, Salih, İbrahim ve diğer peygamberler gibi Hz. Muhammed, kutsal görevi yerine getirmek için gecesini gündüzüne katmış, birçok sıkıntı ve güçlük yaşamıştır. 1.4. Hz. Muhammed ve Yunus, Hud, Salih, İbrahim gibi diğer peygamberlerin kutsal görevlerini, sıkıntılar ve güçlükler yaşamadan rahatça yerine getirdikleri düşünülmemelidir. 1.5. Hz. Muhammed’e yaşadığı dönemde bağlılık gösterenlerden biri de Hz. Ebu Bekir’dir; bu bağlılık, kendisine “sadık” lakabını kazandırmıştır. Bugün de Müslümanların, Hz Muhammed’e aynı bağlılığı göstermeleri gerekir. 1.5. Hz. Ebu Bekir, Hz. Muhammed’e bağlılık göstermeseydi “sadık” lakabını alamazdı. O dönemde olduğu gibi günümüzde Hz. Muhammed’e bağlılık göstermemek yanlıştır. 1.6. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer kararları 1.6. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in istişareyle almaları, İslam’da istişarenin uygulamalarının gösterdiği gibi önemini gösterir. İslam’da kararları istişareyle almamak kabul edilmez. 1.7. Kuran’da dilinde düğüm olan Musa, evlat hasreti çeken Yakup ve çaresiz hastalığa yakalanan ama isyan etmeyen Eyüp’ün öykülerine yer verir. 1.7. Kuran’da İslam’dan önceki peygamberlerden Musa, Yakup ve Eyüp’ün yaşam öykülerinde anlatıldığı gibi yaşanan güçlükler ve sıkıntılar Allah yolundan uzaklaştırmamalıdır. 1.8. Hz. Ömer, Hz. Muhammed’i öldürme niyetiyle gelmesine karşın Hz. Muhammed’in nezaketi ve gönül ehli olması onu öldürmesine engel olmuştur. Nezaket, husumet ve öfke duygusunu yok eder. 1.8. Hz. Muhammed nazik ve gönül ehli olmasaydı onu öldürmek için gelen Hz. Ömer öldürmekten vazgeçmeyecekti. Husumet ve öfke duygusu, nezaket karşısında varolamaz. 1.9. Hz. İbrahim birçok sıkıntı yaşamasına karşın tevekkül ve teslimiyet göstermiştir. Allah’ın emriyle sevdiklerinden vazgeçmesi onun sadakatinin en iyi örneğidir. 1.9. Hz. İbrahim’in gösterdiği gibi yaşanan sıkıntılar, tevekkül ve teslimiyetin önüne geçmemelidir. İnsanlar, gerektiği zaman sevdiklerinden vazgeçmedikçe sadakat göstermiş olmazlar. 1.10. Hatice Analar, Fatma Nineler ve daha birçokları kutsal değerler uğruna evlatlarını, eşlerini ve kardeşlerini şehit olmaya isteyerek uğurlamışlardır. Çünkü Kuran’ın belirttiği gibi Allah yolunda ölenlerin ölü değil diri olduklarına inanmışlardır. 1.10. Hatice Analar, Fatma Nineler ve daha birçokları kutsal değerleri olmasaydı evlatlarını, eşlerini ve kardeşlerini isteyerek şehit olmaya göndermezlerdi. Allah yolunda ölenlerin ölü değil diri olduklarını anlayamazlardı. 391 2.1. Hicret, İslam âlemi için tarihte bir dönüm noktası olmuştur. İlk Müslümanlar baskı ve şiddete, sosyoekonomik ve kültürel kısıtlamaya maruz kaldıkları için hicret etmişlerdir. Bununla birlikte hicret, dayanışmanın ve kardeşliğin bir örneği olmuştur. Hicret zorluklardan kaçış değil İslam’ı yaşamak için bir mekân arayışıdır. 2.1. Hicretin İslam âlemi için bir dönüm noktası olduğunu kabul etmeden İslam tarihi anlaşılamaz. İlk Müslümanlar, baskı ve şiddete, sosyo-ekonomik ve kültürel kısıtlamaya maruz kalmasalardı hicret etmezlerdi. Hicrette Müslümanlar arasında dayanışma ve kardeşlik olmasaydı bir örnek haline gelmezdi. 3.1. Çanakkale zaferi, inancın hiçbir engel tanımadığının ve aziz milletimizin değerleriyle yüceldiğinin bir gösterir. 3.1. Güçlü bir inanç olmasaydı Çanakkale zaferi de olmazdı, aziz milletimiz değerleriyle yükselemezdi. 3.2. Hz. Muhammed, Bedir ve Uhud savaşlarında olduğu gibi vahyin belirlediği konular dışında istişareye başvurmayı ilke olarak benimsemiştir. 3.2. Hz. Muhammed’in, Bedir ve Uhud savaşlarında gösterdiği gibi, vahyin belirlediği konular dışında istişareye başvurmamak yanlıştır. 3.3. Bir çağı kapatıp diğerini açan İstanbul’un Fethi, İslam medeniyetinin insana verdiği maddi ve manevi değeri ifade eder. Ayrıca bu fetih, bilgiyle ahlak, devletle halk, madde ile mananın birleşmesinin göstergesidir. Fatih sultan Mehmet küçüklüğünden itibaren İstanbul’u fethetmeye maddi ve manevi olarak hazırlanmıştı. 3.3. İstanbul’un fethi olmasaydı bir çağ açılıp diğeri kapanmazdı, İslam medeniyetinin insana verdiği maddi ve manevi değer ifadesini bulmazdı. Bu fetih olmadan bilgiyle ahlakın, madde ile mananın, devletle halkın birleşmesi eksik kalırdı. Fatih Sultan Mehmet küçüklükten itibaren maddi ve manevi olarak hazırlanmasaydı İstanbul fethedilemezdi. 3.4.8.4. 2012 Yılı Cuma Hutbelerinde “Tarihsel Öğeler” Alanındaki Yargıların İdeolojik İnşa Açısından Değerlendirilmesi 2012 Cuma hutbelerinde tarihsel öğeler, tarihsel şahsiyetler, hicret ve savaşlar/fetihler olarak ele almaktayız, bunlardan tarihsel şahsiyetlerin çok önemli bir yere sahip olduklarını görmekteyiz. Genel olarak bu şahsiyetlerin yaşadıkları olaylar örnek veya daha ender olarak ibret alınması amacıyla anlatılmaktadır. Hutbelerde Hz. Muhammed’in yanısıra, diğer peygamberlerin ve halifelerin yaşadıkları olaylara da özel olarak yer verilmektedir. Bu anlamda, Hz. Muhammed’in, Hz. Ebu Bekir’e, Allah, kendileriyle beraberken 392 düşmanlarından korkmalarına gerek olmadığını söylemesi gibi Allah yolunda olan insanın başka şeyden korkmaması gerektiği öğütlenmektedir. Yine Hz. Muhammed’e yaşadığı dönemde bağlılık gösterenlerden birinin de Hz. Ebu Bekir olduğu kazandırdığına belirtilmekte; işaret bu bağlılığın, edilmektedir. kendisine Bugün de “sadık” lakabını Müslümanların, Hz Muhammed’e aynı bağlılığı göstermeleri istenmektedir. Bir hutbede Hz. Ömer’in, Hz. Muhammed’i öldürme niyetiyle gelmesine karşın Hz. Muhammed’in nezaketi ve gönül ehli olmasının onu öldürmesine engel olduğundan bahsedilmekte bu çerçevede nezaketin, husumet ve öfke duygusunu yok ettiği ileri sürülmektedir. Bir başka hutbede Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in kararları istişareyle almalarının, İslam’da istişarenin önemini gösterdiği vurgulanmaktadır. Hutbelerde, örnek alınması için birçok peygamberin öyküsüne yer verilmektedir. Kuran’da Musa peygamberin hikâyesi anlatılırken dilinde düğüm olduğunun belirtildiği, Yakup’un evlat hasreti çektiği, Eyüp’ün çaresiz bir hastalığa yakalandığı ancak hiçbirinin isyan etmediği vurgulanmaktadır. Buna ek olarak Yunus, Hud, Salih, İbrahim ve diğer peygamberler gibi Hz. Muhammed, kutsal görevi yerine getirmek için gecesini gündüzüne kattığına, birçok sıkıntı ve güçlük yaşadığına değinilmektedir. Ayrıca Hz. İbrahim’in birçok sıkıntı yaşamasına karşın tevekkül ve teslimiyet gösterdiği anlatılmaktadır. Özellikle, Allah’ın emriyle sevdiklerinden vazgeçmesinin onun sadakatinin en iyi örneği olduğuna yer verilmektedir. Hutbelerde bazen tarihsel olayların olumsuz sonuçlarından ibret alınması istenmektedir. Bu anlamda Kerbela olaylarına yer verilmektedir. Kerbala olaylarında, Hz. Hüseyin ve yakınlarına haksızlık yapıldığı, bu olayın, Müslümanlar arasında derin acılara yol açtığı belirtilmektedir. Bu olayların yaşandığı muharrem ayının Müslümanlar arasında kardeşlik ve beraberlik duygularını güçlendirmesi tavsiye edilmektedir. Tarihte birçok başka şahsiyete örnek olmaları açısından değinilmektedir. Fatih Sultan Mehmet’in, Allah yolunda cihad ederek 393 İstanbul’u fethettiği ileri sürülmektedir. Aynı şekilde birçok başka tarihsel şahsiyetin Allah yolunda cihad ederek doğdukları yerlerden çok uzaklarda şehit düştüklerine yer verilmektedir. Bu anlamda fethin, boş bir iktidar mücadelesi değil İslam’ın adaletinin, din, vicdan ve ifade özgürlüğünün bütün insanlığa yayılması olduğunun altı çizilmektedir. Ayrıca, Hatice Analar, Fatma Nineler ve daha birçoklarının kutsal değerler uğruna evlatlarını, eşlerini ve kardeşlerini şehit olmaya isteyerek uğurladıkları anlatılmakta, böyle yapmalarının nedeninin, Kuran’da belirtildiği gibi Allah yolunda ölenlerin ölü değil diri olduklarına inanmaları olduğu ifade edilmektedir. Cuma hutbeleri hicrete önemli bir yer verir çünkü onu İslam âlemi için tarihte bir dönüm noktası olarak sunar. İlk Müslümanların, baskı ve şiddete, sosyo-ekonomik ve kültürel kısıtlamaya maruz kaldıkları için hicret ettikleri, bununla birlikte dayanışma ve kardeşliğin bir örneğini gösterdikleri anlatılmaktadır. Bu anlamda hicretin, zorluklardan kaçış değil İslam’ı yaşamak için bir mekân arayışı olduğuna işaret edilmektedir. Hutbelerde tarihteki belirli savaşlardan bahsedilmektedir. Hz. Muhammed’in, Bedir ve Uhud savaşlarında olduğu gibi vahyin belirlediği konular dışında istişareye başvurmayı ilke olarak benimsediği üzerinde durulmaktadır. İstanbul’un fethinin önemi ve anlamı dikkatlere özellikle sunulmaktadır. İstanbul’un fethinden bir çağı kapatıp diğerine açtığı, İslam medeniyetinin insana verdiği maddi ve manevi değeri ifade ettiği vurgulanarak bahsedilmektedir. Bu fethin, bilgiyle ahlak, devletle halk, madde ile mananın birleşmesinin göstergesi olduğuna değinilmektedir. Ayrıca Fatih Sultan Mehmet’in küçüklüğünden itibaren İstanbul’u fethetmeye maddi ve manevi olarak hazırlandığının altı çizilmektedir. Son olarak, Çanakkale zaferi, inancın hiçbir engel tanımadığının ve aziz yüceldiğinin bir göstergesi olarak sunulmaktadır. milletimizin değerleriyle 394 3.5. 2001 VE 2012 YILLARINDA CUMA HUTBELERİNDEKİ DİNİ SÖYLEMİN İDEOLOJİK İNŞASININ DEĞERLENDİRİLMESİ Cuma hutbelerinde kişilik/davranış, ahlaka iyilik/kötülük ilişkin ve söylemin hak/adalet ideolojik kapsamı, düzeylerinde ortaya konulmaktadır. 2001 yılı Cuma hutbelerinde, kişilik/davranış düzeyinde ölçülü, tutarlı, dürüst olmanın önemine değinilmekte ve yolsuzluk, kumar, yalancı şahitlik gibi davranışlardan sakınılmasına yönelik öğütler verilmektedir. Ayrıca iman edenlerde istenilen kişilik özelliklerinin ve davranışların bulunduğu vurgulanmaktadır. Burada inananların dinin ve toplumun kurallarına uyduklarının altı çizilmektedir. Dolayısıyla ahlak alanında hutbe söyleminin, uyumu onaylayan bir ideolojik içeriğinin olduğu görülmektedir. İyilik kötülük konusundaki tavsiyelerin, Müslümanın olgun, kimseye zarar vermeyen yönünün özellikle vurgulandığı görülmektedir. Hak/adalet konusunda duyarlı olan Müslümanın dünyada ve ahirette mutlu olacağı belirtilmektedir. Hutbelerdeki bu öğütlerin, insanların tutumlarını ve davranışlarını yönlendirmenin yanında onları dünyayı algılamaları ve yaşantılarını yönlendirmeleri konusunda etkiledikleri söylenebilir. Bu anlamda “iyi” hakkındaki anlayış, uyumcu tutumların onaylanması temelinde ortaya konulmaktadır, böylece “kötü”, uyum göstermeyen tutumlar olarak yadsınmaktadır. Cuma hutbeleri metinlerinin toplumsal alanla ilgili içeriği, aile, cemiyet, akrabalık, yardımlaşma ve dayanışma, kardeşlik, ekonomi, toplumsal bütünlüğü kuvvetlendiren ve zayıflatan edimler ve komşuluk ölçütleri açısından incelenmektedir. Toplumla ilgili bu hutbe metinlerinde en temelde uyumu sağlamaya yönelik bütünlükçü tutumlar tavsiye edilmekte, söylemin bütünlükçü ideolojik karakteri belirgin bir şekilde kendisini göstermektedir. Bu hutbelerde her şeyden önce ailenin, huzurlu bir toplumun temeli olduğu görüşü vurgulanmaktadır. İnsanın cemiyetle bağlarının kuvvetlendirilmesi amaçlanır. Yardımlaşma ve dayanışmayla toplumdaki birlikteliği bozacak eşitsizliklerin, farklılıkların ön plana çıkması engellenir. Yardım yalnızca 395 maddi olarak değil manevi olarak da düşünülür. Birlikte yapılan ibadetlerin de kardeşliği ve bağları güçlendirdiği üzerinde durulur. Buna ek olarak ekonomisi güçlü ve istikrarlı bir toplumun, huzurlu bir manevi hayat sağlayacağı görüşü işlenir. Ekonomiye yönelik bu vurgunun 2001’de ekonomik kriz döneminde özellikle işlevsel olduğu düşünülebilir. Ritüeller hakkındaki hutbe metinleri, insanlar arasındaki kaynaşma ve yakınlaşmayı en fazla işleyen söylem türüdür. Evlilik ve nikah, meşru ilişkinin temeli olarak ele alınmakta, bu ilişkiden doğan çocukların da neslin meşru bir şekilde devamını sağlayacağının altı çizilmektedir. Bunun yanında ölenin yakınlarının ziyaret edilmesi, ölene üzüntünün ve gösterilen saygının yansıması olduğu kadar ölenin yakınlarıyla bir duygu paylaşımı ve birliktelik ifadesi olarak gerçekleşir. Yine belirli anma günleri ve gecelerinin yanısıra ortak ibadetler sadece ibadetin yapılmasını değil toplumsal etkileşimin ve yaşamın ortak yönlerinin yeniden vurgulanmasının fırsatları olarak kendini göstermektedir. Böylece pekişen ideoloji, toplumda öteden beri kabul edilen tutumların yinelenmesinin ve ileriye doğru taşınmasının olanaklarını pekiştirir. Cuma hutbeleri metinlerinde insan imgesi, her şeyden önce İslam’ın inanç ve ibadet bütünlüğünü benimseyerek uyum gösteren böylece de yaşantısını dinsel mesajlara göre düzenleyen bir çerçeveye yerleşmektedir. Bu da Cuma hutbeleri metinlerinin farklı insan kategorileri için mesajlar vermesi yoluyla sağlanmaktadır. Yani çocuk, genç, kadın, anne-baba, kardeş, kul, vatandaş olarak insanın tutum ve davranışının ne olması gerektiği belirginleştirilir. Böylece söylem, insanlara somut ve spesifik yaşam alanlarında hitap ederek, onlara kendi insan kategorileriyle seslenerek etkinlik alanını genişletir. Bu konumlarda iman ve ibadet bütünlüğünü benimseyen insan makbul ve muteber insan olarak varlık kazanır. Dolayısıyla hazır doğruları ve değerleri benimseyen insan öncelik kazanır. İnsandaki akıl ve irade ise daha çok bu benimsemenin aracı olarak görülür. Hutbelerde belirli bir millet anlayışına yer verildiği görülmektedir. 2001 yılı Cuma hutbelerinde milli ögelerin ideolojik görüntüsü ile ilişkili olarak millet, 396 şehit/gazi, bayrak, ecdat, devlet, vatan/yurt/ülke birimleri dikkate alınmıştır. Bu hutbelerde millet ve devlet yüceltilerek birlikte vurgulanmış, onların korunması gerektiği belirtilmiş ve milletin ve devletin kutsallığının altı çizilmiştir. Ayrıca bağımsızlık, vatan ve bayrak sevgisi, şehit ve gazilerin önemi, ecdat, vatan/yurt/ülkenin önemine değinilmiştir. Daha özel olarak 30 Ağustos zaferinin, Türk milletinin esir olmaktan kurtardığı, Türk Bayrağı’nın gönderden indirilemeyeceğini ve ezan seslerinin dindirilemeyeceğini tüm dünyaya gösterildiği ifade edilmektedir. Yine milli ögelerin ideolojik vurgusunu göstermesi bakımından genel olarak ekonominin düzgün işlemesinin özel olarak mili paraya değer verilmesinin dini bir sorumluluk olduğu görüşü işlenmiştir. 2012 Cuma hutbelerine bu milli öğelerle ilişkili olarak bakıldığında daha farklı bir millet anlayışının işlendiği görülmektedir. 2012 yılındaki hutbelerde Milli öğeler konuları üzerinde 2001 yılında olduğunda çok daha zayıf bir odaklanma vardır. Bu durum milli öğelerin özellikle bayrak, devlet, vatan/yurt/ülke gibi boyutları için geçerlidir. Hutbelerde tarihsel öğelere verilen yer de siyasal iktidarın ideolojik yönelimini doğrudan yansıtıcı niteliktedir. 2001 yılında hutbelerde Hz. Muhammed’in yanısıra Fatih Sultan Mehmed, Kanuni Sultan Süleyman, Mustafa Kemal Atatürk gibi şahsiyetlere yer verilmektedir. Ayrıca Hicret, İstanbul’un Fethi ve Çanakkale Savaşı, konulara açıklık kazandırmak için başvurulan tarihsel olaylardır. Hz. Muhammed’in örnek şahsiyeti ve sözleri üzerinde durulmasına ek olarak Fatih Sultan Mehmet’in ve Kanuni Sultan Süleyman’ın çeşitli yönlerine değinilmektedir. Ayrıca, Mustafa Kemal Atatürk ve onun silah arkadaşları sayesinde Müslüman Türk milletinin kazandığı başarılar vurgulanmaktadır. 2012 yılındaki hutbelerde 2001 yılındaki hutbelerden çok daha fazla sayıda tarihsel şahsiyete ve olaya yer verildiği görülmektedir. Bunun yanısıra Mustafa Kemal Atatürk’e ve silah arkadaşlarına 2012 hutbelerinde yer verilmemiştir. Bu durum, hutbelerde milli ve tarihsel öğelerin yorumunun konjonktürel olarak değişiklik gösterdiğini ifade eder. 397 Hutbelerde belirli güncel değerlerin teşvik edilmesi dinsel söylemin dinamik boyutunu ortaya koymaktadır. Daha özel olarak İslam’ın zengin olmayı, başarılı olmayı, çalışkan olmayı tavsiye ettiğinin altı çizilmektedir. Aynı zamanda fakirlerin, güçsüzlerin ve düşkünlerin sevilmesi ve onların desteklenmesi istenmekte, bu nedenle zekâtın önemine değinilmektedir. Bunun yanısıra Cuma namazının, zengin-fakir, güçlü-güçsüz, amir-memur arasındaki farklılıkların ön plana çıkmasını engellediği ve herkesin Allah’ın huzurunda eşit olduğu vurgulanır. Böylece, hutbelerde yer verilen söylem bir taraftan fakirlerin ve güçsüzlerin korunmasını isterken diğer taraftan bu söylem, fakirle zengin arasındaki farklılıkları ve eşitsizlikleri normalleştirici ve meşrulaştırıcı bir işlev görmektedir. Bu bağlamda insanların birbirlerini severek ve kardeşlik duygularını geliştirerek mutluluk-huzurun yakalanacağı anlayışı vurgulanırken, maddi farklılıklar ve eşitsizlikler önemsizleştirilmektedir. Buna ek olarak ayrıca akıl ve iradenin evrenin ve yaşantının ilahi temelleriyle ilişki kurabilme yeteneği anlamına geldiği, bu anlamda insanın dünyanın geçici olduğunu kavraması ve hem dünya hem de ahiret için çalışması gerektiğine değinilmektedir. Hutbelerde, güncel değerler/eğilimler güncel yaşamın nasıl düzenlenmesi gerektiğine ilişkin öğütler ve tavsiyeler bağlamında ele alınmıştır. Daha özel olarak, bu değerlerin ve eğilimlerin hak/özgürlük, günümüz dünyasının sorunları, bilim/teknoloji, değişim/ilerleme, eğitim/öğretim konularındaki yansımaları ele alınmaktadır. Bu anlamda İslam’da zorlama olmadığı ve İslam’ın özgür iradeye dayandığı özellikle vurgulanmaktadır. Hak ve hukuk özellikle kul ile Allah ilişkisi bağlamında ortaya konulmakta ahirete borçsuz ve günahsız gitmek gerektiğine değinilmektedir. 398 SONUÇ İnanca yönelik bir söylem biçimi olarak Cuma hutbelerinin uzun bir geçmişi bulunmasına karşın bu söylemin ideolojik inşasını her dönemin kendine özgü koşulları içinde değerlendirmek mümkündür. Tarihsel ve toplumsal değişmeyle birlikte dinsel söylemin düzenlenme biçimi de değişmektedir. Bu açıdan Cuma hutbeleri İslam’ın başlangıcından itibaren varolan bir iletişim ve halkla ilişkiler biçimi olmasına karşın hutbeler dış dünyadan bağımsız bir şekilde bütün çağlar ve dönemler içinde aynı şekilde düzenlenmemiştir. Bugünkü hutbelerin içeriğine baktığımızda en azından İslam tarihinin daha sonraki dönemlerindeki bazı olaylara ve kişilere ve güncel gelişmeler ve sorunlara yer verildiği görülmektedir. Dini söylemin içeriğinin dönemsel olarak belirlenmesi toplumda yaşanan değişmelere koşut olarak ortaya çıkmaktadır. Toplumsal değişim konusundaki yaklaşımlara baktığımızda modern toplumun daha önceki toplum biçimlerinden önemli derecede bir kopmayı beraberinde getirdiği görüşünün hâkim olduğunu görmekteyiz. Ancak bu değişimin temel dinamikleri ve nedenleri konusunda fikir birliği olmamasına karşın bu değişimin önemi ve temel bir dönüşüme yol açtığı hakkında aşağı yukarı bir fikir birliği söz konusudur. Konumuz açısından önemli olan, geleneksel toplumdan modern topluma geçişle birlikte dinin toplumsal anlamında ve işlevinde ortaya çıkan değişim ve dönüşümlerdir. Bu değişimler toplum düşüncesinin öncüsü olan düşünürlerin araştırdıkları ve kendi düşünceleri içinde son derece önemli yer verdikleri konulardır. Toplum bilimlerinde başlıca akımların öncüsü olan düşünürler, toplumsal değişme ve din konusunu ele almışlar ve yaklaşımlarında bu konuya merkezi bir yer vermişlerdir. Bu tezde din ve toplumla ilgili tartışmalarda daha önce düşüncelerini özel olarak tartıştığımız özellikle Marx, Weber ve Durkheim gibi düşünürler, modern toplumun gelişim sürecinde ve 399 gelişiminden sonra dinin geçirdiği mutasyonlar üzerinde durmuşlardır. Bu değişimler onların çözümlediği yeni toplum tipinin en temel özellikleri olarak kendini göstermiştir. Bu düşünürler sadece kendi düşüncelerini değil aynı zamanda bugüne kadar varlığını sürdüren bir düşünce ve araştırma çizgisini temsil ederler. Bu nedenle konumuzla ilgili olarak bu düşünürlerin belirlediği kuramsal geleneklerin bakış açılarından çıkarılabilecek temel sonuçları kısaca ifade etmekte yarar vardır. Marxizm din ve ideolojiyi en temelde kapitalist sistemin meşrulaştırıcı işleve sahip olan bir boyutu olarak görür. Bu anlamda Marx, kapitalizmin tüm kutsal değerleri metalaştıran bir sistem olduğu üzerinde durmuş, aynı zamanda egemen güçlerin kendi çıkarlarını korumak ve sömürü ve yabancılaşma gibi temel gerçeklerin üzerini örtmek için dinin araçsallaştırıldığını ileri sürmüştür. Kapitalist toplumda diğer insani etkinlikler ve değerler gibi dinin de alışveriş sisteminin, sömürü düzeninin devamı için bir araç olarak kullanılmasıyla ilişkili görüşleriyle Marx dinin kitleleri uyuşturucu boyutlarına dikkat çeker. Bu, dinin özüyle ilgili bir görüş olmaktan çok içinde bulunduğumuz dönemde dinin hangi biçimler aldığıyla ilgili bir görüştür. Marxist yaklaşım çizgisinde kapitalist toplumda din, egemen güçlerle ve hakim sınıflarla yakın bir ilişki içinde bulunur. En temelde dinin varolan sistemin çıkarlarını koruyan bir araç haline gelmesi, kapitalist kültürün kâr için dini değerler dâhil bütün değerleri buharlaştırması demektir. Marxçı düşünce bağlamında dinle ilgili olarak ideolojinin onaylayıcı ve yadsıyıcı yönleri, mevcut kapitalist sistemin varlığını sürdürmesiyle ilişkilidir. Yapısalcı ve işlevselci bir tarzda düzene ve bütünlüğe önem veren Durkheimcı toplum anlayışı açısından din dahil toplumun herhangi bir parçası bütünlük içinde oynadığı rol açısından değerlendirilir. Durkheim’a göre modern dünyada din toplumsal bilincin kaynağı olmaktan uzaklaşır çünkü modern dünyanın temel gerçekliği, kolektif bilinç üzerine değil işbölümü üzerine kuruludur. Bu bağlamda din, geleneksel toplumsal yaşamın merkezindeydi yani mekanik dayanışmanın egemen olduğu toplumlarda 400 toplumun temel ilkelerini belirlemekteydi. Dinsel yaşam tarihin başlangıcından beri toplumun evrimine paralel olarak evrim geçirmiş ve en sonunda genel, soyut ve evrensel bir içeriğe kavuşmuştu. Durkheimcı yaklaşımı benimseyen bilim insanları, dinin temel işlevini toplumsal yaşama düzen vermek olarak görmüşler ve dinin kaynağının toplum olduğunu vurgulamışlardır. Bu tür bir bakış açısı, Durkheim’ın toplumun tanrıyla özdeş olduğu şeklindeki görüşüne dayanır. Bu çerçevede, dinin insanlara bir ideoloji veya dünya görüşü sunarken toplumsal düzeni onayladığı ve karmaşayı yadsıdığı söylenebilir. Modern toplumdaki bürokrasi ve rasyonelleşmeyi, bütün diğer toplumlardan ayıran en önemli gelişmeler olarak vurgularken dinin bu süreçlerle ilişkili olduğu görüşünü savunmak günümüzde din ve toplum hakkındaki çalışmalarda vazgeçilmez bir bakış açısı haline gelmiştir. Bu bağlamda Weberci öncelikler, dinin olduğu kadar toplumun karakterindeki dönüşümlerin altını çizer. Weber rasyonelleşme sürecinin gelişiminde dinin rolüne dikkat çeker. Ona göre modern dünyada yaşanan birçok gelişmenin arkasında Hıristiyanlığın reformcu kolları bulunmaktadır. Rasyonelleşme başlangıçta dini güdülerle servet biriktirmeyle ilişkili bir gelişme olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle Protestan mezhebinin çalışma etiği ve Tanrının rızasını kazanmak için bu dünyada yararlı çalışmalar yapılması gerektiğine yönelik öğütleri, çalışkanlığa, rasyonelliğe ve hesap tutmaya yönelik tutumların gelişmesinde belirleyici olmuştur. Bu çizgide egemen olan en önemli düşünce, rasyonelleşmenin, dünyanın büyüsünün bozulmasına neden olduğudur. Dünyanın büyüsünün bozulması aynı zamanda sekülerleşme sürecini barındırır. Giderek bürokratikleşen ve rasyonelleşen toplum ve yaşamın büyüsü bozularak sekülerleşme süreci pekişmektedir. Weberci çizgide dinin onaylayıcı rolü ve yadsıyıcı rolü rasyonelleşme süreci temelinde kendini göstermektedir. İnsanların dünyayı rasyonel kategorilerle algılamaları teşvik edilir ve bu dünya görüşüne uygun birtakım davranış biçimleri destek görür. 401 Daha önce değinildiği gibi geleneksel dönemde toplumsal dünyayı ve bilgiyi, büyük ölçüde mitolojik ve dini değerler belirlemesine karşın modernleşmeyle birlikte her ikisi üzerinde en önemli etkiye piyasa sahip olmuştur.1 Piyasanın gücü, din dâhil herhangi bir mutlak değerin belirleyiciliğini geçersizleştirir. Hatta Marxist ve Weberci bakış açılarında gördüğümüz gibi dini başka amaçların aracı haline getirir. Dolayısıyla din, ideolojik devlet aygıtlarından biri haline gelir ve mevcut piyasa ilişkilerinin ve iktidar yapılarının meşrulaştırılmasına katkıda bulunur. Böyle bir din büyüden arınmış, rasyonelleşmiş ve araçsallaşmış bir içeriğe kavuşur. Kültürün ve bilincin endüstrileşmesi beraberinde dinin de endüstrileşerek seri üretime tabi olmasını getirir. Modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan sekülerleşme hem toplumun kurumları düzeyinde hem de bilinç düzeyinde etkili olmuştur. Sekülerleşme sadece din dışındaki alanlarda değil aynı zamanda dini bilinç ve düşünce alanında da etkili olmuştur. Hatta modernleşmeye ve sekülerleşmeye tepki olarak ortaya çıkan İslamcı hareketler sekülerleşmeyi artırarak daha ileri bir düzeye götürmüşlerdir. Dini inanç, korunma savunma güdüleriyle bile olsa daha fazla ideoloji haline gelmiştir. Din, savunmaların, tartışmaların ve kanıtlanan görüşlerin bir parçası oldukça inanç olmaktan uzaklaşmış bir ideoloji haline gelmiştir. Sekülerleşmenin en önemli yönünün bu tür bir sekülerleşme yani dinin kendi içinden sekülerleşme olduğu söylenebilir. Dinin içinden sekülerleşmenin en önemli boyutu dini inanç ve değerlerin kelimenin modern anlamıyla ideolojik bir biçim almasıdır. Burada ideoloji daha çok, temelini insani düşünce ve yaratıma borçlu olan, kaynağını insandan alan ve yaratıcısı belli olan fikirler anlamına gelmektedir. İdeolojinin bu özelliği dini öğretinin doğasına terstir. Kutsal kitapların geleneksel tefsirleri belirli bir sınırın ötesine geçmediği halde ve dini düşünce temel olarak dinsel değer sistemi içinde yorumlandığı halde modern dünyada durum çok değişmiştir. Modern kapitalist toplumun kendine özgü maddi pratiklerinin 1 Anık, 2003: 27. 402 yanında insan hakları, demokrasi ve özgürlükler gibi evrensel görüşler ve değerler, zaman içinde dini görüşlerin bir parçası haline gelmektedir. Dinin iktidarla ilişkisi modern toplumda sorunlu bir ilişki olmuştur. Bunun en temel nedeni dinin geleneksel toplumdaki tekelini modern toplumda kaybetmiş olması nedeniyle iktidarı yalnız başına sürdürmesinin imkânsız hale gelmesidir. Modern dönemde toplumların giderek daha fazla çoğulcu bir yapıya sahip olmaları ve dine alternatif başka fikir akımlarının da gelişmiş olması, bu tür bir gerçekliğin en önemli yönleridir. Ancak modern toplumda dinlerin iktidarla ilişkilerinin birbirinden farklı olduğu söylenebilir. Batı toplumlarında din ile devlet birbirinden ayrılmış olmasına karşın İslam toplumlarında bu ikisinin birbirinden ayrılmadığını ve bunun da toplumda derin ve uzun süren gerilimlerin kaynağı olduğu gözlenmektedir. Daha özel olarak Türkiye, Cumhuriyet deneyimi sayesinde İslam dünyasında dinle devletin birbirinden en fazla ayrıldığı ülkedir. Devlet kurumları, büyük ölçüde dini açıdan yansız olan yasal düzenlemelere dayalıdır. Buna karşın Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devletin bir kurumu olarak görev yapması, Türkiye’nin laik devlet yapısı hakkında kuşkular oluşmasının önemli bir nedenidir. Üstelik bu örgüt, Sünni din anlayışına dayanmakta bu açıdan da dinsel çoğulculuğu temsil etmemektedir. Laiklik ilkesi temelinde devletin vatandaşı karşısında din açısından yansız olması gerekirken tek bir din yorumunun merkeziyetçi ve desteklenmesi, patriarkal Osmanlı’dan yapıyla beri ilişkilidir. varlığını sürdüren Merkeziyetçiliğin ve patriarkalizmin sadece siyasal düzeyde değil toplumsal ilişkiler ve süreçler düzeyinde ve kültürel anlamlar ve değerler düzeyinde de karşılıkları bulunmaktadır. Dinin devlet kurumları tarafından düzenlenişi, hem din hem de toplum üzerinde iktidarın doğrudan bir denetime sahip olması demektir. Bu açıdan Cuma hutbeleri topluma ortak kalıplar sunmanın bir aracı olarak işlev görmektedir. Farklı ve muhalif din yorumlarının önü böylece bir “resmi İslam” veya “devlet İslamı” tarafından kesilmektedir. İktidarın maddi ve teknik 403 olanakları, kendi din yorumunu benimsetmenin yolunu açmaktadır böylece toplumdaki değer muhalif din yorumları etkisizleştirmekte ve din, iktidara itaat sağlamanın bir aracına dönüşmektedir. Din üzerindeki bu denetim, dinin içeriğin dönemsel olarak ve iktidar yapısına göre belirlenmesini beraberinde getirir. Dinsel söylemin iktidara bu bağımlılığı dinsel mesajın saflığı hissinin yitimini beraberinde getirir. Devlete hâkim olan siyasal iktidar tarafından belirlenen ve inşa edilen dini söylemlerde bu tür bir dinsel saflığın yitiminin en büyük göstergesi, bu tür bir söylemin, dini benimseyenlerin, inançlı kişilerin, iktidara karşı çıkma, muhalif olma ihtimalini ortadan kaldırmasıdır. Metin analiziyle incelediğimiz Cuma hutbelerinde dini söylemin inşası aracılığıyla toplumsal denetim sağlamanın sekiz alanı belirlenmiştir. Hutbeler bu alanların her birinde cami cemaatine benimsemeleri gereken dinsel doğruluk konusunda yol gösterir. Ahlak, bu alanlardan ilki olarak belirlenmiştir. Hutbelerde işlenen ahlaki doğruluk özellikle kişilik özellikleri ve davranışlar düzeyde dinin istediği iyi ve kötünün belirginleştirilmesini amaçlar. İyi ve kötü olan, yapılması gereken ve yapılmaması gereken düşünce ve eylemler temelde uyumlu olmanın bir boyutu olarak anlam kazanır. Bu nedenle ahlaki olanın temel kalıpları, uyumculuk ideolojisi içinde inşa edilmektedir. Bu durum da ahlakın doğrudan devletin belirlediği bir alan olarak anlaşılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Cuma hutbeleri aracılığıyla devlet vatandaşlarının sahip olmasını istediği ahlaki benlik ve davranış ölçütlerini vatandaşlarına vaaz etmektedir. Toplumsallık dini söylemin ideolojik inşasının temelinde bulunan en önemli referans noktalarından biridir. Bireylerin ancak içinde bulundukları toplumun parçası olarak varlıklarını sürdürebilecekleri anlayışı vurgulanmakta, toplumun temel değerlerini ve kurumlarını benimsemeleri ve bunlara uyum göstermeleri gerektiğinin altı çizilmektedir. İnsanların toplumsal bağları üzerinde yoğunlaşan bu söylem, onlara kendilerini bütünlüğün parçası olarak görmelerini ve buna yönelik tutumlar ve davranışlar benimsemelerini öğütler. Dolayısıyla insan özgürlüğü, bireysel irade ve 404 farklılık temelinde inşa edilen bir toplum söyleminden önemli ölçüde ayrılan bir muhafazakâr toplum söylemi görünmektedir. Yine, mevcut eşitsizliklerin ve haksızlıkların kardeşlik ve yardımlaşma söylemleri vasıtasıyla üzerlerinin örtüldüğü veya en azından bunlara yönelik bir farkındalığın gelişmesinin engellendiği söylenebilir. Cuma hutbelerinde ritüellerin inşası, toplumdaki bireylerin kendilerini aynı bütünlüğün parçaları olarak görmelerine ve hissetmelerine yönelik belirli motifler taşır. Ritüel ideolojisi, temelde duygusal bağları vurgulama yoluyla insanlar arasında ortak bir dünya anlayışının gelişmesine katkıda bulunur. Bu çerçevede belirli günler ve geceler, anma etkinlikleri veya mutlu ve üzüntülü zamanlarda duyguların ve hislerin ortak bir anlam ve sembol sistemi içinde kaynaştırılması toplumsal bütünlükçü ve uyumcu ideolojinin önemli bir boyutudur. Cuma hutbelerindeki ideolojik inşanın insanla ilgili biçimleri, yaşayan, somut insana hitap eden bir kapsama sahiptir. Bu yolla her birey bu mesajlarda kendine özgü bir içerikle karşılaşmakta ve toplumsal düzene katılımının biçimleri ve bu düzen içindeki konumu belirlenmektedir. Böylece dini söylem insan yaşantısının hemen her alanını kuşatıcı bir yeteneğe kavuşmaktadır. Özel insan kategorilerinin spesifikleştirilmesi, benliğin ve etkileşimin iktidara maruz kalma biçimlerini belirginleştirmektedir. 2000’li yıllardan itibaren sosyo-politik alanda ortaya çıkan çeşitli akımların, hutbelerde mili öğelerle ilgili söylemin ideolojik inşasında değişimler yol açtığını söylememiz yanlış olmaz. Bu açıdan milli öğelerin yerine giderek daha kozmopolit mi yoksa daha dinsel-ümmetçi bir vurgunun geçtiği en temel soru haline gelmektedir. 2012’deki hutbelerde milli öğelerle ilgili pozitif yargıların 2001’den daha az yer bulması, hem küreselleşmenin getirdiği kozmopolitlik hem de siyasal-toplumsal konjonktürde dinsel ideolojinin güç kazanmasının bir sonucu olarak görülebilir. 405 Hutbe söyleminin dikkat çeken bir boyutu onaylayıcı yönde tutum ve davranışların öğütlenmesi ve desteklenmesidir. Bu anlamda örneğin, ülke ve vatanın dışarıdan gelecek tehditlere karşı savunulması doğrultusunda öğütler verilmektedir. Ancak haksız yöneticilere karşı çıkılmasını, onların eleştirilmesini içeren Kuran yorumları, hadisler veya tarihsel şahsiyetlere yeterince yer verilmemektedir. Siyasal iktidara itiraz ve ona yönelik eleştirinin Cuma hutbelerinde yer alması zor ve sıkıntılı olmasıdır. Çünkü siyasal iktidarın hutbelerin hazırlanma süreci üzerinde denetimi söz konusudur. Bu da hutbelerdeki söylemin mevcut iktidar düzeninin devamı doğrultusunda meşrulaştırıcı bir işlev görmesi demektir. Bunun tersine 2012 yılındaki hutbelerde tarihsel öğelere, özellikle İslam’ın ilk dönemindeki tarihsel şahsiyetlere ve olaylara 2001 yılındakilerden daha fazla yer verilmektedir. Bu durum, dinsel söylem içinde geleneksel sosyo-kültürel referansların daha fazla yer aldığını göstermektedir. Böylece ideoljik söylem inşası içinde örnek alınacak tarihsel şahsiyetler açısından, mevcut kültürün ve toplumun hangi tarihsel öğelere ve olaylara dayandırılacağı açısından temel ilkeler belirlenmektedir. Söylemin bu ilkelerindeki değişim sosyo-ekonomik ve kültürel değişimin bir parçası olduğu söylenebilir. Hutbelerde genel olarak güncel yaşamın fakirlik/zenginlik, mutluluk/huzur, başarı, dünya/ahiret, akıl/irade konularındaki öğütler ve tavsiyeler, dünyaya ilişkin ideolojik kapsamla ilişkilidir. Bu anlamda güncel yaşamdaki eylemler ve düşüncelerin hutbelerin doğrudan ilgi alanında bulunması demektir. Hutbelerde modern değerlerin karşısında değil lehinde bir yaklaşımın olduğu söylenebilir. Daha özel olarak ekonomik ve bilimsel başarının teşvik edildiğini görmekteyiz. Bu da dünyevi konuların dinsel bir anlayışla kaynaştırılması ve dinsel söylemin dünyevi içeriğe daha açık hale gelmektedir. Hutbelerde günümüz dünyasında yaşanan sorunların temelinde insanın sorumluluklarından kaçmasının yattığı görüşü işlenmektedir. Diğer 406 taraftan, modern dünyanın getirdiği sanayileşme, teknik buluşlar, iletişim ve toplu yaşama zorunluluğunun, insana birçok kolaylık sağladığı üzerinde durulmaktadır. Gerek Kuran’ın gerekse Hz. Muhammed’in bilgi sahibi olmayı ve bilgiyi geliştirmeyi öğütledikleri belirtilmektedir. Aynı şekilde eğitim öğretimin hem kadınlar hem de erkekler için gerekli olduğu ifade edilmektedir. Son olarak değişim ve ilerlemenin maddi yönünün yanında manevi yönünün de ihmal edilmemesi gerektiğine işaret edilmektedir. Cuma hutbeleri metinlerinin hazırlanışı ve düzenlenişinde iktidarın doğrudan bir etkisini görmek mümkündür. Çünkü Cuma hutbelerinin hazırlanışını devlete bağlı bir kurum denetlediği için onun siyasal düzene yönelik mesafeli ve eleştirel bir yaklaşım benimsenmesi neredeyse olanaksızdır. Siyasal düzen ve iktidar, hutbelerde verilen ideoloji aracılığıyla kendisine toplumda geniş bir etkinlik alanı bulmaktadır. Kuşkusuz siyasal düzen, tüm icraatlarını ve politikalarını din aracılığıyla meşrulaştırmaz ancak hutbelerin, kendisinin benimsemediği veya kendisine zarar verebilecek bir söylem biçimini kitlelere taşımasına da pek olumlu yaklaşmaz. Bunun anlamı şudur; değişen iktidarlarla birlikte hutbelerin ideolojik içerikleri de değişir. Hutbelerin hangi ideolojik içeriklerinin değişime daha fazla uğradıkları cevaplanması gereken en önemli sorulardan biri olarak ortaya çıkmaktadır. Hutbe metinlerinin analizinde görüldüğü gibi bu değişimler, siyasal sistemi ve iktidarın önceliklerini daha fazla ilgilendiren konularda ortaya çıkmaktadır. Hutbelerin ahlak, toplum, ritüel, insan gibi dini söylemin daha kalıcı ve sürekliliği olan konularında dönemden döneme değişimin çok daha az olduğunu görmek mümkündür. Çünkü bu alanlarda hutbeler çok daha geleneksel ölçütler temelinde uyumcu tutumları ve davranışları aşılamaya çalışır. Bulgulara, baktığımızda bu tezde ortaya hipotezlerin koyduğumuz desteklendiği hipotezler görülmektedir. açısından Öncelikle hutbelerin siyasal düzenle uyumlu oldukları, başka bir ifadeyle hutbelerin siyasal düzenle uyumsuz olmadıkları hutbe metinlerinden oluşturulan 407 yargılarla test edilerek doğrulanmıştır. Bu bağlamda ilk temel hipotezle ilgili olarak, hutbenin siyasal düzenle uyumlu olması, mevcut hutbe metinlerinin siyasal düzenle uyumlu olması anlamına gelmektedir. Örneğin 2001 yılında evlilikle ilgili hutbe bulunduğu halde 2012 yılında evlilikle ilgili hutbenin bulunmaması, mevcut hutbelerin, evlilik karşıtı bir içerik barındırdıkları anlamına gelmemesinin yanında siyasal düzenle uyumlu olmadıkları anlamına da gelmemektedir. Çünkü temel yaklaşımımız, hutbelerin, siyasal iktidarın her icraatını meşrulaştırdığı değil, siyasal iktidarın icraatlarına önemli ölçüde muhalif olan hutbelerin bulunmadığıdır. Hutbelerle siyasal iktidar arasındaki uyumluluktan temel kastımız budur. Yani hükümetin politikalarının bazılarını doğrudan destekleyen hutbelerin bulunmaması, hutbelerin hükümet politikalarıyla uyumsuz olduğu anlamına kesinlikle gelmez. Tüm bunların yanında evlilik, en azından günümüzün siyasal koşullarında iktidarda olan ve iktidara gelme olasılığı bulunan bütün kitle partilerinin benimsediği ve desteklediği bir kurumdur. Sonuç olarak hem 2001 yılı hem de 2012 hutbeleri, içinde bulundukları siyasal düzenle uyumluluk göstermektedir. Buna karşın özellikle milliyetçiliğin, etnik kimlik taleplerinin toplumsal hareketleri önemli ölçüde yönlendirdiği günümüzde millîlik anlayışı konusunda bir iktidardan diğerine hutbelerde konjonktüre göre birtakım değişiklikler ortaya çıkmaktadır. Millilik anlayışında şehit, bayrak, ecdat, vatan gibi öğelere verilen önemin derecesi milliliğe verilen önemi yansıtır. Bu anlamda 2012 hutbelerinde milli öğelere 2001 hutbelerinden daha az yer verildiği ve anlatıldığı görülmektedir. Aynı şekilde tarih alanı, ideolojik önceliklerin ve okuma reçetelerinin en fazla çatıştığı alanlardan biridir çünkü tarihin inşası bir anlamda bugünün inşası olarak işlev görmektedir. Tarihsel öğelerin oluşturulma, kurgulanış ve anlatılış biçiminin de siyasal iktidarın yapısına göre değiştiği görülebilir. 2012’deki hutbelerde tarihsel olaylardan daha fazla örnek sunulmasına karşın Cumhuriyet tarihinin bazı olayları ve şahsiyetlerine daha az değinilmektedir. 408 Hutbe metinlerinde bir dönemden diğerine, dünya/yaşantı ve güncel sorunlar/eğilimler konusunda görece daha az değişime rastlanmaktadır. Bunun nedeni, günümüzde bu alanlarda sürekli olarak yeni gelişmeler, değerler ve bakış açılarının ortaya çıkmasıdır. Bu konularda inaçlara yönelik söylemin konusu daha seküler tutumları, davranışları ve uğraşıları kapsar. Dolayısıyla ortaya konulan tavsiyeler ve öğütler doğrudan bir şekilde emirlerle ve yasaklarla değil daha fazla yorumlarla ilişkili olma ihtimali daha fazladır. 409 KAYNAKÇA AKŞİT, Bahattin ve diğerleri; Türkiye’de Dindarlık, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012. ALTHUSSER, Louis; İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Yusuf Alp / Mahmut Özışık, İstanbul, İletişim Yayınları, 1991. ANIK, Cengiz; “Bilgi Sosyolojisine Göre Bilginin İşlevi ve Bir Model Denemesi”, Bilig, Sayı: 39, 2006, s. 1.28. ANIK, Cengiz; “Logos Olarak İletişimi Tartışmak”, İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, Sayı 30, 2010, s. VII-XXIII. ANIK, Cengiz; “Toplumsal Zihniyet Aracılığı ile Sosyal Kontrol”, Uluslararası Güvenlik ve Terörizm Dergisi, Cilt 2, Sayı 1, 2011, s. 101-115. ANIK, Cengiz; Yarınki Siyaset, Ankara, Alternatif Yayınları, 2003. ANIK. Cengiz, SONCU. Ayşe Gül; “Kültür, Medeniyet ve Modernizm Üzerine: Yaprak Dökümü Bağlamında Bir Değerlendirme”, Global Media Journal, Cilt: 1, Sayı: 2, 2010, s. 50-80. ARABACI, Fazlı; “Din sosyolojisi Çalışmaları Üzerine Bazı Düşünceler. Fransa ve Türkiye Örneği”, Dini Araştırmalar, cilt 1, sayı 3, 1999, s. 113.142. ARİSTOTELES; Retorik, çev. Mehmet H. Doğan, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1998. AYDINALP, Halil; “Sosyal Çatışma ve Din”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt 19, sayı 2, 2010, s. 187-210. 410 BAKTIR, Mustafa; “Hutbe”, Türkiye diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 18, İstanbul, 1998, s. 425-428. BALCI, Şükrü; “Bir Siyasal Kültür Yaratıcısı Olarak Siyasal Toplumsallaşma ve Siyasal Toplumsallaşma Sürecinde Medyanın İşlevleri”, İletişim ve Ötesi, Ed. Bilal Arık – Mustafa Şeker, Konya, Tablet Yayınları, 2007, s. 139-181. BARRET, Michele; Marx’tan Foucault’ya İdeoloji, çev. Ahmet Fethi, İstanbul, Mavi Ada Yayıncılık, 2000. BEKTAŞ. Rahşan Balamir, BAKACAK. Ayça Gelgeç; Modernitenin Sosyal Kontrol Söyleminin Değişen Görünümleri, H. Ü. Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 26, Sayı 1, 2009, s. 33-48. BELGE, Murat; “Önsöz”, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları içinde, çev. Yusuf Alp / Mahmut Özışık, İstanbul, İletişim Yayınları, 1991, s. 7-15. BERGER, Peter L.; “Dini ve Toplumsal Kuramların Doğası”, Din ve Modernlik, der. ve çev. Adil Çiftçi, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2002, s. 121-174. BUNT, Gary R.; “Din ve İnternet”, çev. Ahmet Yıldız, Din Sosyolojisi. Çağdaş Gelişmeler, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 175-198. CAIN, Seymour; “Din Çalışmalarının Tarihi”, Batı’da Din Çalışmaları, der. ve çev. Ömer Mahir Alper, İstanbul, Metropol Yayınları, 2002, s. 11-77. CARPENTIER. Nico, DE CLEEN. Benjamin; “Bringing Discourse Theory into Media Studies”, Journal of Language and Politics, 6 (2), 2007, s. 265–293. COLLINS, Peter; “Din ve Ritüel: Çok Yönlü Bir Yaklaşım”, çev. Ali İsra Güngör, Din Sosyolojisi. Çağdaş Gelişmeler, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 121-147. 411 COSER, Lewis; Sosyolojik Düşüncenin Ustaları, çev. Himmet Hülür, Ankara, De Ki Basım Yayın Dağıtım Ltd. Şti, 2011. ÇELİK, Nur Betül; İdeolojinin Soykütüğü 1: Marx ve İdeoloji, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 2005. ÇİFTÇİ, Adil; “Giriş”, Din ve Modernlik, der. ve çev. Adil Çiftçi, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2002A, s. 9-14. ÇOBAN, Barış; “Söylem, İdeoloji ve Eylem: İktidar ve Muhalefet Arasındaki Mücadeleyi Çözümleme Denemesi”, Söylem ve İdeoloji, haz. Barış Çoban – Zeynep Özarslan, İstanbul Su Yayınları, 2003, s. 245-298. ÇOLAK, Metin; “Georg Lukács’ı Yeniden Düşünmek”, FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), sayı: 12, 2011, s. 91-124. DAĞTAŞ, Banu; Reklamda İdeoloji Çözümlemesi, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1999. DEMİR, Metin; “Çevreye Minberden Bakmak: Cuma Hutbelerinde Çevre Sorununun Sunumu”, İnsan ve Toplum, 2012, Cilt 2, Sayı 3. DENİZ, Şefik; “İdea ve Logos: İdeolojinin Felsefi Kökleri”, Demokrasi Platformu, Yıl 7, Sayı 26, 2011, s. 1-16. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü, http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenel Mudurlugu/ Sayfalar/AnaSayfa.aspx Erişim, 2 Aralık 2013. DOBBELAERE, Karel; “Sekülerleşmenin Anlamı ve Kapsamı”, Mehmet Süheyl Ünal, Din Sosyolojisi. Çağdaş Gelişmeler, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 11-35. DOĞAN, Recai; “Cumhuriyet Öncesi Dönemde Yaygın Din Eğitimi Açısından Hutbeler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 39, 1999, sayı 1. 412 DROGGERS, André; “Dinin Tanımlanması Bir Sosyal Bilim Yaklaşımı”, çev. Ahmet Onay, Din Sosyolojisi. Kuram ve Yöntem, çev ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 415-438. DROGGERS, Andre; “Dinin Tanımlanması: Bir Sosyal Bilim Yaklaşımı”, çev. Ahmet Onay, Din Sosyolojisi. Kuram ve Yöntem, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 415-438. DURKHEIM; Emile, The Elementary Forms of the Religious Life, tr. By Joseph Ward Swain, George Alien & Unwin Ltd., 1976. EAGLETON, Terry; İdeoloji, çev. Muttalip Özcan, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1996. ER, İzzet; “Türkiye’de Din sosyolojisi Çalışmaları”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 1,Sayı 1, 1986, s. 125-131. ERGUN, Doğan; Sosyoloji ve Tarih, Ankara, İlke Kitabevi Yayınları, 1995. FAIRCLOUGH, Norman; “Dil ve İdeoloji”, çev. B. Çoban, Söylem ve İdeoloji, haz. Barış Çoban – Zeynep Özarslan, İstanbul Su Yayınları, 2003, s. 155171. FETTAHOĞLU, Selahattin; Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta Hitabet, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Dinler Tarihi Anabilim Dalı Yayınlanmamış Doktora Tezi, 1993. FISKE, John; İletişim Çalışmalarına Giriş, çev. Süleyman İrvan, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 2003. FURSETH, Inger; “Habermas, Bourdieu ve Foucault’nun Çalışmalarında Din”, çev. M. Cem Şahin, Din Sosyolojisi. Kuram ve Yöntem, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 171-196. GEERTZ, Clifford; Islam Observed: Religious Development in Indonesia and Morocco, Chicago, The University of Chicago Press, 1968. 413 GELLNER, David N.; “Max Weber’in Çalışmaları: Budizm Konusundaki Çalışmalarda Unutulanlar ve Yanlış Anlaşılmalar, Güney Asya Tarihi, Antropolojik Eylem Kuramı”, çev. Sinan Yılmaz, Din Sosyolojisi. Kuram ve Yöntem, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 99-120. GELLNER, Ernest; Muslim Society, Cambridge, Cambridge University Press, 1981. GÖLE, Nilüfer, Melez Desenler. İslam ve Modernlik Üzerine, İstanbul, Metis Yayınları, 2002. GRANHOLM, Kennet; “Batıniliğin Sosyolojisi”, çev. SinanYılmaz, Din Sosyolojisi. Çağdaş Gelişmeler, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 289-313. GUEST, Mathew; “Dinin Yeniden Üretimi ve İletimi”, çev. İlkay Şahin, Din Sosyolojisi. Çağdaş Gelişmeler, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 91-119. GÜLENÇ, Kurtul; “Din Halkın Afyonu mudur? Karl Marx’ta Din, İdeoloji ve Eleştir”, DEU Felsefe Sempozyumları - “Aydınlanma ve Din”, 10 Mayıs 2012, s. 1-18. GÜNAY, Ünver; Din Sosyolojisi Dersleri, Kayseri, Erciyes Üniversitesi Yayınları, 1993. GÜZEL, Cemal; “Palaton’un Bilgi Görüşü”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 20, Sayı 2, 2003, s. 105-115. HALL, Stuart; “Whites of Their Eyes: Racist Ideologies and the Media”, Gender, Race and Class in Media: A Text Reader, Ed. by Gail Dines and Jean-McMahon Humez, Thousand Oaks, CA, Sage Publications, 1995. 414 HALL, Stuart; “İdeolojinin Yeniden Keşfi: Medya Çalışmalarında Baskı Altında Tutulanın Geri Dönüşü”, Medya, İktidar, İdeoloji, der. ve çev. Mehmet Küçük, Ankara, Ark Yay ınevi, 1994, s. 57-103. HALL, Stuart; “The Hinterland of Science: Ideology and the ‘Sociology of Knowledge’”, On Ideology, Ed. by Bill Schwarz, London, Hutchinson, 1978. HAMBERG, Eva M.; “Kilisesiz Ruhsallık”, çev. Yurdagül Mehmedoğlu, Din Sosyolojisi. Çağdaş Gelişmeler, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 229-250. HANÇERLİOĞLU, Orhan; Düşünce Tarihi, 3. bs., İstanbul, Remzi Kitabevi, 1977. HEFFNER, ROBERT W.; “Dünyada Din ve Modernlik”, Çev. Mehmet Süheyl Ünal, Din Sosyolojisi. Kuram ve Yöntem, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 251-280. HEKMAN, Susan; Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik, çev. Hüsamettin Arslan – Bekir Balkız, İstanbul, Paradigma Yayınları, 1999. HOOVER, Stewart M.; “Din ve Medya”, çev. Necmettin Pehlivan – Ahmet Yıldız, Din Sosyolojisi. Çağdaş Gelişmeler, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 149-173. HUCKIN. Thomas, ANDRUS. Jennifer, CLARY-LEMON. Jennifer; “Critical Discourse Analysis and Rhetoric and Composition”, CCC, 64 (1), 2012, s. 107-129. HÜLÜR. Himmet, KALENDER. Ahmet; Sosyo-politik Tutumlar ve Din [Konya Araştırması], Konya, Çizgi Kitabevi Yayınları. İÇLİ. Tülin Günşen, BURCU. Esra; “İnformal Sosyal Kontrolün Sağlanmasında Ailelerin Gelir ve Eğitim Düzeyinin Önemi: Ankara’da 415 Uygulamalı Bir Çalışma”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 10, Sayı 1, 1993, s. 43-56. JHONSON, Bryon R.; “Suç ve Suçluluğa Çözüm Üretmede Dini Kurumların Rolü”, çev. Halide Aslan, Din Sosyolojisi. Çağdaş Gelişmeler, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 401-424. JORGENSEN. Marianne, PHILLIPS. Louise J.; Discourse Anlaysis as Theory and Method, London, SAGE Publications Ltd, 2002. KAZANCI, Metin; “Althusser, İdeoloji ve İdeolojiyle İlgili Son Söz”, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, Sayı 24, 2006, s. 67-93. KIPPENBERG, Hans G.; “Max Weber: Din ve Modernleşme”, çev. Nilgün Sofuoğlu Kılıç, Din Sosyolojisi. Kuram ve Yöntem, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 121-142. KIZMAZ, Zahir; “Sosyolojik Suç Kuramlarının Suç Olgusunu Açıklama Potansiyelleri Üzerine Bir Değerlendirme”, C. Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 29, No 2, 2005, s. 149-174. KOPYTOWSKA, Monika; “Editorial: Critical Perspectives on Ideology, Identity, and Interaction”, Critical Approaches to Discourse Analysis Across Disciplines (CADAAD), 5 (2), 2012, s. i-xiv. KURT, Abdurrahman; “Sosyolojik Din Tanımları ve Dine Teolojik Bakış Sorunu”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Dergisi, cilt 17, sayı 3, 2008, s. 7393. KURT, Abdurrahman; “Weber’in İslam Görüşü Üzerine Bir Değerlendirme”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt 19, sayı 1, 2010, s. 123. 416 KÜÇÜKCAN, Talip; “Modernleşme ve Sekülerleşme Kuramları Bağlamında Din, Toplumsal Değişme ve İslâm Dünyası”, İslami Araştırmalar Dergisi, sayı 13, 2005, s. 109-128. LAPIERRE, Jean-William; “İdeoloji Nedir”, İlimler ve İdeolojiler, çev. Fahrettin Arslan, Ankara, Umran Yayınları, 1981, s. 6-35. LARRAIN, Jorge; İdeoloji ve Kültürel Kimlik, çev. Neşe Nur Domaniç, İstanbul, Sarmal Yayınevi, 1995. MAIGRET, Éric; Medya ve İletişim Sosyolojisi, çev. Halime Yücel, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011. MANNHEIM, Karl; İdeoloji ve Ütopya, çev. Mehmet Okyayuz, Ankara, Epos Yayınları, 2004. MARDİN, Şerif; Din ve İdeoloji, İstanbul, İletişim Yayınları, 1995A. MARDİN, Şerif; İdeoloji, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993. MARDİN, Şerif; Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İstanbul, İletişim Yayınları, 1995B. MARX. Karl, FRIEDRICH. Engels; The German Ideology, Prometheus Books, 1998. McCARTHY, E. Doyle; Bilgi Kültürü, çev. A. Figen Yılmaz, İstanbul, Çhiviyazilari Yayınevi, 2002. McLELLAN, David, İdeoloji, çev. Ercüment Özkaya, Doruk Yayıncılık, Ankara, 1999. OCAK, Ahmet Yaşar; Türkler, Türkiye ve İslam, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002. 417 ONAY, Ahmet; Diyanet Hutbelerinin Muhteva Analizi Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 1999 Yılı Hutbeleri Örneği, İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt 17, sayı 1, 2004. ÖRS, H. Birsen, “Postmodern Dünyada İdeolojinin Dönüşümü”, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No:40, 2009, s. 1-12. ÖZBEK, Sinan; İdeoloji Kuramları, İstanbul, Bulut Yayınları, 2003. ÖZDALGA, Elisabeth; İslamcılığın Türkiye Seyri. Sosyolojik Bir Perspektif, çev. Gamze Türkoğlu, İstanbul, İletişim Yayınları, 2007. ÖZYURT, Cevat; “Durkheim Sosyolojisinde Ahlâkî Kontrol Sorunu”, Değerler Eğitimi Dergisi, Cilt 5, Sayı 13, 2007, s. 95-121. PADEN, William E.; “Durkheim’ın Din Araştırması ve Öğretisini Yeniden Değerlendirme”, çev. Abdurrahman Kurt, Din Sosyolojisi. Kuram ve Yöntem, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 75-98. PAKSÜT, Fatma; Platon ve Platon Sonrası, Ankara, Ayyıldız Matbaası A. Ş., 1980. PESSI, Anne Birgitta; “Din ve Sosyal Problemler: Bireysel ve Kurumsal Açıklamalar”, çev. Halide Aslan, Din Sosyolojisi. Çağdaş Gelişmeler, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, s. 523-552. PLATON; Georgias Diyaloglar, Cilt 1, çev. Melih Cevdet Anday, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1989, s.43-139. RIIS, Ole Preben; “Din Sosyolojisinde Metot”, çev. Ahmet Onay, Din Sosyolojisi. Kuram ve Yöntem, çev ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 365-388. RITZER, George, Modern Sosyoloji Kuramları, çev. Himmet Hülür, Ankara, De Ki Basım Yayın Dağıtım Ltd. Şti., 2012. 418 RITZER, George, Sosyoloji Kuramları, çev. Himmet Hülür, Ankara, De Ki Basım Yayın Dağıtım Ltd. Şti., 2013. RODINSON, Maxime; Islam and Capitalism, Harmondsworth, Penguin Books, 1974. RYAN, Alan; On Politics, New York, Liveright Puublishing Corporation, 2012. SABINE, George H.; A History of Political Theory, Illinois, Dryden Press, 1973. SARA, Mills; “Söylem ve İdeoloji”, çev. Z. Özarslan, Söylem ve İdeoloji, haz. Barış Çoban – Zeynep Özarslan, İstanbul, Su Yayınları, 2003, s. 113130. SARIBAY, Ali Yaşar; Türkiye’de Modernleşme, Din ve Parti Politikası: “MSP Örnek Olayı”, İstanbul, Alan Yayıncılık, 1985. SENCER, Muzaffer; Dinin Türk Toplumuna Etkileri, İstanbul, Sarmal Yayınları, 1999. SHEPARD, William E.; “İslam ve İdeoloji”, çev. Mehmet Vural, Kelam Araştırmaları, 7(1), s. 183-220. SHOLLE, David J.; “Eleştirel Çalışmalar: İdeoloji Teorisinden İktidar/Bilgiye”, Medya, İktidar, İdeoloji, der. ve çev. Mehmet Küçük, Ankara, Ark Yayınevi, 1994, s. 211-249. SKIRBEKK. Gunnar, GILJE. Nils; Antik Yunan’dan Modern Döneme Felsefe Tarihi, çev. Emrullah Akbaş - Şule Mutlu, İstanbul, Üniversite Kitabevi Yayınları, 2004. SONCU, Ayşe Gül; Kimliklerin İnşasında Kurumsal Dergilerin Rolü: Türk Yurdu Ve Ülkü, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2012. 419 SPICKARD, Jamed V.; “Etnografi/Din: Alanda ve Sınıfta Keşifler”, çev. İhsan Toker, Din Sosyolojisi. Çağdaş Gelişmeler, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 589-623. STEVENSON, Nick; Medya Kültürleri, çev. Göze Orhon – Barış Engin Aksoy, Ankara, Ütopya Yayınevi, 2008. STODDART, Mark C. J.; “Ideology, Hegemony, Discourse: A Critical Review of Theories of Knowledge and Power”, Social Thought and Research, 28, 2007, s. 191-226. SUNAR, İlkay; Düşün ve Toplum, Ankara, Birey ve Toplum Yayınları, 1986. SWINGEWOOD, Alan; Kitle Kültürü Efsanesi, çev. Aykut Kansu, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 1996. SWINGEWOOD, Alan; Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, çev. Osman Akınhay, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 1998. ŞAHİNER, Mevlüt; Camilerde Hutbe ve Diyanet İşleri Başkanlığı Kayseri İl Müftülüğü Hutbelerinde Kullanılan Hadislerin Tahriç ve Tahlili, 20062010, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2012. TATAR, Hüsniye Canbay; “Din ve Kapitalizm”, Sosyoloji Konferansları, 45 (1), 2012, s. 149-168. TER BORG, Meerten B.; “Din ve İktidar”, Mehmet Akgül, Din Sosyolojisi. Kuram ve Yöntem, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 313-337. TURNER, Bryan S.; “Max Weber’e Göre İslam ve Konfüçyanizm: Kantçı Sekülerleşme Kuramı”, çev. İhsan Çapcıoğlu, Din Sosyolojisi. Kuram ve Yöntem, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 143-169. 420 TURNER, Bryan S.; Weber and Islam, London, Routledge and Kegan Paul, 1974. ÜLKEN, Hilmi Ziya; İslam Felsefesi Kaynakları ve Tesirleri, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1967. ÜŞÜR, Serpil Sancar; İdeolojilerin Serüveni, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 1997. VAN DIJK, Teun A.; “Political Discourse and Ideology”, Doxa Comunicacion, 1, 2010, s. 207-225. VAN DIJK, Teun A.; “Principles of Critical Discourse Analaysis”, Discourse & Society, 4(2), 1993, s. 249-283. VAN DIJK, Teun A.; “Söylemin Yapıları ve İktidarın Yapıları”, Medya, İktidar, İdeoloji, der. ve çev. Mehmet Küçük, Ankara, Ark Yayınevi, 1994, s. 271327. VAN DIJK, Teun; “Söylem ve İdeoloji: Çok Alanlı Bir Yaklaşım”, çev. N. Ateş, Söylem ve İdeoloji, Haz. Barış Çoban – Zeynep Özarsalan, İstanbul, Su Yayınevi, 2003. WEBER, Max; Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, çev. Zeynep Gürata, Ankara, Ayraç Yayınevi, 1993. WENZEL, Nikolai G.; “Postmodernizm ve Din”, çev. Ali Ayten, Din Sosyolojisi. Kuram ve Yöntem, çev. ed. İhsan Çapcıoğlu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 281-312. WRBOUSCHEK, Marcus; “Discourse Analysis and Social Critique”, Psychology & Society, 2 (1), 2009, s. 36‐44. WUTHNOW, Robert J.; “Din Sosyolojisi”, Din ve Modernlik, der. ve çev. Adil Çiftçi, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2002, s. 59-119. 421 YAPICI, Asım; “Modernleşme-Sekülerleşme Sürecinde Türk Gençliğinde Dini Hayat: Meta-Analitik Bir Değerlendirme”, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 12 (2), 2012, 1-40. YAZICI, Nesimi; Osmanlı Son Döneminden Cumhuriyete Hutbelerimiz Üzerine Bazı Düşünceler, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 39, Sayı 2, 1996, s. 209-216. YILDIRIM, Ergun; Değişen Din Anlayışının Sosyolojisi, İstanbul, Bilge Yayınları, 1999. YURDUSEV, Nuri, “‘Analiz Seviyesi’ ve ‘Analiz Birimi’: Bir Ayrım Argümanı”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 4, Sayı 16, 2007-2008, s. 3- 19. YÜKSEL. Haluk, FIRAT. Erdoğan, SELÇUK. Mualla; Din Hizmetlerinde İletişim ve Halkla İlişkiler, Eskişehir, A.Ö.F. yay. 2002. 422 EK: TÜRKİYE CUMHURİYETİ DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI DİN İŞLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ’NÜN HUTBEYLE İLGİLİ AÇIKLAMALARI Hutbe Hazırlama ve Değerlendirme Klavuzu674 a) Hutbenin içeriğine uygun bir adlandırma yapılmış mıdır? b) Problem/alt problemler açıkça belirtilmiş midir? c) Problem, bir hutbe için uygun mudur? (az/çok) ç) Problem, zamana ve gündeme uygun mudur? d) Problem, yöre halkının beklenti ve ihtiyaçlarını karşılayıcı mıdır? e) Hutbe, muhteva ve dil açısından problem veya hedef merkezli işlenmiş midir? f) Hutbenin muhtevası, öngörülen kazanımları edindirecek nitelikte midir? g) Hutbenin sonucu; kazanımları özetler nitelikte midir? ğ) Hutbenin öne çıkan niteliği nedir? (Bilgilendirici, ikna edici, duygulandırıcı) h) Kazanımlar, hutbenin öne çıkan niteliği ile örtüşmekte midir? ı) Hutbenin atıf kaynakları bu temel niteliğe uygun mudur? i) Hutbenin ifade ve üslubu bu temel niteliğe uygun mudur? j) Konuyla ilgili ayet ve/veya sahih hadise yer verilmiş midir? k) Seçilen ayet ve hadisler; k.1. Amaç ve kazanımlara uygun mudur? k.2. Hutbenin öne çıkan niteliğine uygun mudur? k.3. Uygun yerde verilmiş midir? k.4. Çevirisi açık ve anlaşılır biçimde midir? l) Hutbenin dili, öne çıkan niteliği ile uyuşmakta mıdır? l.1. Bilgilendirici dil ağırlığı ve uygunluğu, 674 Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü, 2013. 423 l.2. İkna edici dil ağırlığı ve uygunluğu, l.3. Duygulandırıcı dil ağırlığı ve uygunluğu, m) Hutbede kaç tür ifade şekli kullanılmıştır. Ne sıklıkta kullanılmıştır? n) Cümlelerin niteliklerinin uygunluk düzeyi nedir? o) Cümle uzunluğu uygun mudur? (6-8 kelime arası en uygun) ö) Kavramlar/Kelimeler: ö.1. Cemaatin düzeyi gözetilerek anlaşılır kelimeler seçilmiş midir? ö.2. Telaffuzu zor kelimelerden kaçınılmış mıdır? ö.3. Anlaşılmaması muhtemel kelime ve kavramlar yeterince açıklanmış mıdır? p) Hutbenin uzunluğu anlaşılırlık açısından uygun mudur? r) Müjde ve uyarı dengesi gözetilmiş midir? s) Hutbede imla kurallarına uyulmuş mudur? ş) Hutbenin muhtevası Kur'an, Sünnet ve bilimsel gerçeklerle uyumlu mudur? t) Kur'an, sünnet ve bilimsel gerçeklerle uyumlu mudur? u) Milli birlik ve bütünlüğü zedeleyici ifadelerden kaçınılmış mıdır? ü) Kişi veya grupları tahkir edici ifadeler var mıdır? v) Ön yargılı ve politik ifadelerden, polemiklerden kaçınılmış mıdır? y) Henüz netleşmemiş görüşlere yer verilerek gereksiz tartışmalara ve huzursuzluğa sebep olabilecek hususlar var mıdır? z) Hutbe, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın toplumu inanç, ibadet ve ahlak konularında aydınlatma göreviyle bağdaşır nitelikte midir? Hutbe Komisyonu675 1. Teşekkülü a. “Hutbe Komisyonu”, yurt içinde valilik, yurt dışında büyükelçilik/başkonsolosluk onayı ile en az dört, en fazla yedi kişiden oluşturulur. 675 Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü, 2013. 424 b. İl müftüsünün başkanlığında oluşturulan yurt içindeki komisyonlarda, müftü yardımcısı, ilçe müftüsü, başvaiz, uzman vaiz, vaiz, şube müdürü, din hizmetleri uzmanı, baş Kur’an kursu öğreticisi, uzman Kur’an kursu öğreticisi, Kur’an kursu öğreticisi, baş imam-hatip, uzman imam-hatip ve imam-hatip gibi dini yüksek öğrenim görmüş personel görevlendirilir. Yeterli sayıda dini yüksek öğrenim görmüş personel bulunmaması halinde tahsili buna en yakın olan diğer okul mezunlarından da üye seçilebilir. Lisansüstü eğitim yapmış olmak tercih sebebidir. c. Din hizmetleri müşavirinin/ataşesinin/koordinatör din görevlisinin başkanlığında oluşturulan yurt dışındaki komisyonlarda ise, ataşe ve/veya din görevlileri yer alır. 2. Görevleri a. Komisyon, yurt içinde ilçe müftüleri, yurt dışında ise ataşeler/koordinatör din görevlileri/din görevlileri ile yapılacak istişari toplantıda hutbe konularını belirleyerek üçer aylık plânlama ve düzenleme yapar. b. Belirlenen konularda din görevlileri arasında hutbe yazma yarışması açar. c. Gerektiğinde komisyon üyeleri hutbe hazırlayabileceği gibi, sipariş yoluyla da hazırlatabilir. d. Hazırlanan hutbeleri değerlendirerek seçimini yapar. e. Okunmaya değer görülen hutbe sahiplerini ödüllendirir ve ödüllerin miktarını mahalli imkanlara göre belirler. Komisyon üyeleri tarafından hazırlanan hutbeler için ödül verilmez. f. Hutbelerin hazırlanmasında ve değerlendirilmesinde Ek-1’de yer alan “Hutbe Hazırlama ve Değerlendirme Kriterleri”ni dikkate alır. g. Hutbelerin mevsim ve çevre şartları da dikkate alınarak kısa ve özlü olmasına dikkat edilir. h. Komisyon başkanı, seçilen hutbelerin sorumluluk alanındaki bütün camilere zamanında ulaştırılmasını ve usulüne uygun olarak okunup okunmadığının denetimini sağlar. i. Komisyon, hutbelerle ilgili geri bildirimler alır ve değerlendirir. 425 j. Yukarıdaki görevlerin yerine getirilmesinden birinci derecede komisyon başkanı sorumludur. Hutbenin Hazırlanışı ve Okunuşu 1. Cuma ve bayram hutbelerinin hazırlanmasında şu hususlara uyulur: a. Cuma ve bayram günlerinde imam-hatipler, Başkanlıkça hutbe gönderilmesi halinde bu hutbeyi, değilse “Hutbe Komisyon”larınca hazırlanan ve okunması uygun görülen hutbeleri okurlar. b. İlçe müftülükleri ihtiyaç halinde hutbe komisyonunca hazırlanan hutbenin içeriğinde, komisyonun uygun görüşü ile değişiklik yapabilir. c. İmam-hatipler hutbe komisyonunca belirlenen konularda hazırladıkları hutbeleri, komisyonun uygun görmesi halinde kendi camilerinde okuyabilirler. 2. Hutbelerin okunmasında şu hususlara uyulur. a. Hutbe, önceden birkaç defa okunmak suretiyle konuya hakimiyet sağlanır, b. Minbere sarık ve cübbe giyilerek çıkılır, hutbe usulüne uygun olarak makamsız ve tegannisiz okunur, c. Hutbede gereksiz el-kol hareketlerinden kaçınılır ve ses tonu cemaatin durumuna göre ayarlanır, d. Hutbelerde şahsiyet ve siyaset yapmaktan, kırıcı, milli ve dini birliği zedeleyici sözlerden sakınılır, e. Hatipler, Cuma günleri minberde; 1) İkinci hutbede Nahl Sûresi’nin 90’ıncı âyet-i kerimesini okumadan önce, Türkçe olarak, “Allahım! İslâm’a ve müslümanlara yardım et! Devletimizi, ülkemizi ve milletimizi her türlü tehlikelerden koru! Bize dünya ve ahirette iyilik, güzellik ve nimetler ihsan eyle! Bizi, ana-babamızı ve bütün müminleri bağışla! Şüphesiz sen dualarımızı işitir ve kabul edersin!” şeklinde duâ ederler, 2) Nahl Suresi’nin 90’ıncı âyet-i kerimesinin lafzını okuduktan sonra, "Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı/yararlı amelleri en güzel bir şekilde yapmayı, akrabalara yardım etmeyi emrediyor, her türlü edepsizlik ve çirkinliği, haram 426 ve kötülüğü, azgınlık ve zulmü yasaklıyor. O, düşünüp tutasınız diye size böyle öğüt veriyor." (önceki hali) “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”(Başkanlığın meali) şeklinde meâlini de verirler. f. İrticalen hutbe okunması kesinlikle önlenecek, iklim şartları ve mesai saatleri dikkate alınarak hutbeler kısa okunacak, Arapça bölümleri dâhil on dakikayı geçmeyecektir.