almanya sokaklarında kutlu doğum coşkusu

advertisement
Perspektif
MÄRZ / MART 2010 • Jg./Yıl: 16, Nr./Sa yı: 183
İslam Toplumu Millî Görüş aylık yayın organı
ALMANYA SOKAKLARINDA
KUTLU DOĞUM COŞKUSU
En acılı
gününüzde
y
anınızdayız
7 gün
24 saat
.
İSLAM TOPLUMU MILLLÎ GÖRÜŞ
Cenaze Fonu
Boschstr. 61-65. D- 50171 Kerpen
Tel: 02237-656 313 • 02237 656-0 (Santral) • Faks: 02237-656 555
Cenaze Fonu Acil Tel.: 0177-478 83 34 • [email protected]
IGMG’siz İslam Konferansı,
İslam Konferansı olmaz!
Hicrî Rebiü’l Evvel ayının 12. gecesi Peygamber Efendimizin (sav)’in doğumunun yıl dönümü. Yani, milyarlarca Müslüman için “Kutlu Doğum”un tarih noktası. Bu
vesile ile hepinizin geçmiş Mevlid Kandili’ni tebrik
ederken, cemiyet ve bölgelerimizin Şubat ayından başlayarak, Nisan ayı sonuna kadar sürdürecekleri Kutlu Doğum programlarını da takip etmenizi tavsiye ediyoruz. Özellikle Mannheim cemiyetimizin, Peygamber Efendimizin
hadislerinden seçtiği hadislerden yaptığı afişleri şehirdeki reklam panolarına asarak yaptığı hayırlı çalışmayı tebrik etmek istiyorum. Ayrıca, Peygamber Efendimize inen
vahiy olan Kur’an-ı Kerim ile ilgili her yıl düzenledğimiz
yarışmamızı da hatırlatırız. 4 Nisan’da Almanya’nın Wuppertal kentinde yapacağımız 22. Avrupa Kur’an-ı Kerim
Tilavet Yarışması’na hepizi bekliyoruz.
Almanya’da, önceki İçişleri Bakanı Wolfgang Schäuble tarafından hayata geçirilen Almanya İslam Konferansı
yeni bakan Thomas de Maizière ile devam edecek. Kamuoyu, Konferansa İslam Konseyi’nin, dolayısı ile
IGMG’nin davet edilip edilmeyeceğini merak ediyordu.
Bakanlığa göre, İslam Konseyi, konferansın pasif bir üyesi olacak, ancak, toplantılara davet edilmeyecek. İslam Konseyi ise ciddiyetten uzak bu teklifi redetti.
Bu durumda, IGMG’siz bir entegrasyon zirvesinin, entegrasyon zirvesi olamayacağını söylediğimiz gibi, IGMG
ve Islamrat’ın katılmadığı bir İslam Konferansı’nın da, İs-
Perspektif
IGMG AYLIK YAYIN ORGANI
MÄRZ/ MART 2010 Yıl/Jg.: 16, Sayı/Nr.: 183
Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen
Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555
www.igmg.de E-Mail: [email protected]
YAYINCI · HERAUSGEBER
Islamische Gemeinschaft Millî Görüş • IGMG e.V. • Amtsgericht Bonn, VR
6621 • Vertreten durch den Vorstand: Osman Döring, Vorsitzender;
Oguz Ücüncü, Generalsekretär ; Ali Bozkurt, stellv. Vorsitzender
GENEL YAYIN YÖNETMENİ · CHEFREDAKTEUR:
Oğuz Üçüncü (V.i.S.d.P)
DİZGİ-LAYOUT: İlhan BİLGÜ • BASKI · DRUCK: Yavuzsöhne-Duisburg
EDİ TÖR
lam Konferansı olamayacağını söylüyoruz. IGMG olarak, bundan önce olduğu gibi, bundan sonra da, Müslümanlar aleyhine olabilecek her hangi bir kararda imzamız olmayacaktır.
Bu bağlamda, Almanya İslam Konferansı’nın gelişmesini takip edeceğiz. Gelişmelere göre de zaman zaman
görüşlerimizi kamuoyu ile paylaşacağız. İslam Konseyi Başkanı Ali Kızılkaya’nın gündeme getirdiği üzere, “Biz, meşruiyetimizi, İslam Konferansı’na katılıp katılmamaktan değil, temsil ettiğimiz yüzlerce cami cemiyetleri ile, binlerce üye ve cemaatimizin bize verdiği yetkiden alıyoruz.”
Öte yandan, Türkiye’de Başbakanlığa bağlı ve “Yurt
Dışı Türkler Başkanlığı” adı altında çalışacak bir idarî birimin kuruluşu için Meclis’e bir kanun tasarısı sunuldu.
Bu tasarının en kısa zamanda yasalaşmasını bekliyoruz.
Kurulacak olan başkanlığın çalışma hedefi olarak, yurt dışında yaşayan Türk vatandaşları ile ilgili çalışmalar yapmak ve sorunlarına çözüm üretmek, bunun yanısıra soydaş ve akraba topluluklar ile “sosyal, kültürel ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi amacıyla bu topluluklara yönelik faaliyetler yürütülmesi” tesbit edilmiş. Umarız ki, Türkiye, bu girişimi ile, uzun zamandan beri devlet tarafından ihmal edilen yurt dışındaki vatandaşları ile biraz daha ilgilenme imkanı bulur.
Gelecek sayımızda buluşmak üzere, Allah’a emanet olun.
• Oğuz ÜÇÜNCÜ
Yayınlanan makale ve fikir yazılarının sorumlulukları yazarlarına aittir.
Die in der Zeitschrift veröffentlichten Meinungen binden die Autoren, nicht die IGMG
İLAN SERVİSİ · ANZEIGENSERVICE:
Tel.: 02237/ 656-201 • Fax: 02237/ 656 555 • E-Mail: [email protected]
ABONE SERVİSİ · ABONNEMENT:
Islamische Gemeinschaft Millî Görüş
Lastschriftabteilung: Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen
Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555 • E-Mail: [email protected]
Yıllık abone ücreti: 59,-EURO • Jahresabonnement: 59,-EURO
IGMG Genel Merkez Üyelerine Ücretsizdir
Für Vereinsmitglieder der IGMG kostenlos
Der Bezugspreis ist im Mitgliedsbeitrag enthalten
HESAP NO · BANKVERBINDUNG:
DENIZ BANK AG Kontonr.: 20 41 27 45 50 BLZ: 500 307 00
İÇİNDEKİLER
5
6
8
10
6 12
13
14
15
16
18
“İslamî Araştırmalar”
kürsülerine doğru
Türkiye ile Almanya arasında
roller değişirken!
Malezya’da “Allah” tartışması
Allah için “Gott” denir mi?
İrşad Başkanlığı
3. Din İstişare Toplantısı
20
22
24
26
15 28
Avrupa Kur’an Yarışması 4
Nisan’da
Mannheim IGMG’den
Peygamberimizi tanıtma
kampanyası
Kutlu Doğum ve
Mevlid geleneğimiz
“Çocuğu olan,
onlarla çocuklaşsın”
30
32
34
36
28 38
12
Devlet Bakanı Faruk Çelik
IGMG’yi ziyaret etti
Fıtrat
Kelâm,
tarihle buluştuğunda
Afganistan siyasetinin iflası
Brzezinski’ye göre Obama’nın dış politikası
Kuveyt
Ameliyatlar ve aletler
Fitra – Die Natur des Menschen
aus islamrechtlicher Sicht
„Wer Kinder hat, soll mit
ihnen Kind sein“
Profilierung auf Kosten Gottes
„Islamische Studien“ in Sicht
36
yo ru m
“İslamî Araştırmalar”
kürsülerine doğru
Ünal Koyuncu • [email protected]
ilim Konseyi tarafından yayınlanan ve Almanya üniversitelerindeki din bilimlerinin durumu
ve gelişimi hakkında değerlendirme ve tavsiyeleri içeren rapor, kamuoyunda özelliklede İslam
Bilimleri bağlamında konu edildi. Zira söz konusu olan
çalışma, ülkede yaşayan Müslümanların uzman kişi ihtiyacını giderecek olan kürsülerle ilgili tespit ve bu kürsülerin geleceği ile ilgili tavsiyelerde bulunmaktaydı. Raporun İslam bilimleriyle ilgili bölümü, kamuoyunda her ne
kadar da imam eğitimi meselesine indirgenmiş bir şekilde tartışılsada, Müslümanların ülkenin akademik yapısına katılımını gün yüzüne çıkarması açısından dikkate değerdir. Bu sebepten dolayı da, imam eğitimi meselesinide
kapsayacak bir şekilde daha geniş bir çerçeveden değerlendirilmeyi hak etmektedir.
Raporda dikkati çeken ilk nokta, Müslümanlarla ilgili bir çok alanda görülen kavramsal sorunun bu alanada yansıdığıdır. Verilen durum tespiti bilgilerine göre, ortada köklü ama Müslüman kesimin İslam ilahiyatı ihtiyacını gidermeyen bir bilim geleneği söz konusudur. Oryantalistik, Türkoloji ve İranistik gibi bilim dallarıyla geçmişten günümüze Orta Doğu eksenli İslam bilimleri oluşmuştur. Ancak öteki üzerinden oluşturulmuş bu bilim dalları, Müslümanlara dinlerini öğretmeden uzaktır. Dolayısıyla yeni toplumsal durumda yeni bir kavramın şekillenmesi gerekmektedir, ki Bilim Konseyi bu noktada İslamî Araştırmalar (İslamische Studien) kavramını kullanmaktadır.
“İslamî Araştırmalar kürsüsünün gelişimini hızlı ve tutarlı bir şekilde gerçekleştirmeyi” tavsiye eden Bilim Konseyi, bu kürsünün gerekliliğine ilişkin olarakta dikkatlerden
kaçmaması gereken şu ifadeye yer vermektedir: “Akademik
olarak temellendirilmiş İslamî Araştırmalar bölümü sadece kalifiye din pedagojisi için bir şart değil, bilakis Avrupa’da bilimin şekillendirdiği toplumlarda din bilgininin-aliminin bilimsel olarak temellendirilmiş eğitiminin imkanını da aralar.
B
Bu şekilde bir temellendirme, İslamî norm ve değer yargılarının (Wertvorstellung) - diğer dinlerin perspektif ve pozisyonlarına paralel bir şekilde – akademik ve aynı zamanda kamuoyu tartışmalarında ölçülü bir şekilde yer almasına katkıda bulunabilir.” Evet, İslamî norm ve değer yargılarının kamuoyunda ölçülü bir şekilde dillendirilmesi temelde bilimsel yöntemle yoğrulmuş bir yapıya bağlanıyor. Bu yapıda yetişecek olan öğretmen, imam, akademisyen, araştırmacı, gazeteci vs. meslek mensupları eliyle Müslümanların söz sahibi olacaklarına işaret ediliyor.
Peki, İslamî Araştırmalar kürsülerinin oluşumu nasıl
sağlanacaktır? İslamî cemaatlerin (kuruluşların) bu kürsülerde
etkinliği olacakmıdır? Bilim Konseyi’nin birinci soruya cevap mahiyetinde verdiği tavsiyeler, meselenin direk muhatabı
olan devlet ve Müslümanlara yol haritası sunmaktadır. Zira Bilim Konseyine göre İslamî Araştırmalar kürsüsü bir
özel teşebbüs olarak kurulabilir, fakat mali külfet ve akademik yeterlilik hesaba katıldığında kürsünün ilk aşamada kamu teşebbüsü olarak devlet üniversiteleri bünyesinde çalışması daha makuldür. Fakat burada kamu bünyesinde yer alacak bu yapının - devlet-kilise işbirliği geleneğine uygun bir şekilde - dikkat etmesi gereken önemli
bir kural vardır: Müslümanların kendi tanımlamalarına
(Selbstbestimmung) yer vermek. Bu kural ayrıca toplumsal tabanın desteğini almak açısından da önemlidir.
Bu kuralı pratikte uygulamak için İslamî Araştırmalar kürsüsünde Müslümanların temsilcilerinin yer alacağı
Danışma Kurulu’nun oluşturulması önerilmektedir. Dolayısıyla, yapıda yer alacak olan Müslümanlar dolaylı olarak kürsüye atanacak akademisyenlerin tayinine ve kürsünün ders programına müdahil olma hakkına sahip olabilecekler. Bu arada Bilim Konseyi’nin Danışma Kurulu’nda
yer almak üzere Almanya Müslümanları Koordinasyon Kurulu‘nu açık bir şekilde beyan etmesi muhatab göstermek
açısından göz ardı edilmemesi gereken bir detaydır. Tabi
bir tavsiye olarak bildirilen bu noktanın eyaletlerde nasıl
şekillendirileceğini söyleyebilmek henüz mümkün değildir. Farklı İslam Din Dersleri modellerinde olduğu gibi,
uygulamanın meşruiyetini güçlendirmek için eyaletler
kendince temsilciler bulabilir veya kamuoyunun genel ifadesiyle organize olmuş İslam’ı muhatab alabilir. Ki KRV
eyaletinde Münster Üniversitesi’nde ikinci yönün tercih
edildiğine dair olumlu işaretleri hep birlikte gördük.
MART / MÄRZ 2010
/5/
g ünd e m
Türkiye ile Almanya arasında
roller değişirken !
Burada bulunan çeşitli grupların özü veya ortak noktası
nedir? Benim cevabım şu: Kendi kültürel kimliklerine olan
inançları. Bu inanç onları birleştiriyor, birbirine kenetliyor ve hayatlarının farklılığına rağmen onların bir araya
gelmesini sağlıyor ve sorumlu kişiye, görevinin ne olduğunu
da gösteriyor.
Ekrem Şenol • [email protected]
urtdışı Türkleri Başkanlığı’nın kurulması
dolayısıyla yapılan kutlamada Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan kutlamaya yurtdışından katılan Türk azınlıklarına mensup
çok sayıda kişi ve cami temsilcisi önünde bir konuşma yaptı.
Konuşmasında başkanlığın önemine dikkat çeken
Erdoğan, açık hedefler ortaya koydu: “Burada bulunan çeşitli grupların özü veya ortak noktası nedir?
Benim cevabım şu: Kendi kültürel kimliklerine olan
inançları. Bu inanç onları birleştiriyor, birbirine kenetliyor ve hayatlarının farklılığına rağmen onların bir
araya gelmesini sağlıyor ve sorumlu kişiye, görevinin ne
olduğunu da gösteriyor. Kendi dilini konuşmanın ve
kendi gelenek, örf ve adetlerini yaşama ve yaşatmanın
Y
/6/
IGMG • PERSPEKTİF
temel ve doğal bir ihtiyaç olduğunu daima hatırda tutmamızın doğru ve önemli olduğuna inanıyorum. Tam
da bu tutum gelecekte de sürdürülmelidir.”
Erdoğan konuşmasında ayrıca Türk hükümetlerinin müdahil olmasını istemeyen ve bundan rahatsız
olan devletlerle ilgili sorunlara da değindi. “Bu her
zaman kolay olmadı; büyük sorunların aşılması gerekiyordu. Bu durum bir öçlüde bu şekilde kalacaktır. Bizim
desteğimize yönelik bir miktar şüphe vardı. Bu güvensizliği ber taraf etmek için çabaladık, fakat gayet açık bir
anlayış çerçevesinde, yani Türkiye dışındaki azınlıkları
da desteklemenin hak ve görevimiz olduğu anlayışıyla.”
Konuşmasının devamında Erdoğan, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın şu sözlerine atıfta bulundu: “Özgürlükçü toplumun kalitesi azınlıklara yapılan
muameleden ve azınlıkların kendilerini nasıl hissettiklerinden belli olur.” Bu noktada Erdoğan,
Bu “hissetme” kavramının önemine özel bir önem
atfederek: “Çoğunluk -egemen toplumlarla yapılan görüşmede bu her zaman mümkündür - herşeyin yolunda
olduğunu düşünebilir, ama burada sadece mevzubahis
kişiler herşeyin yolunda olduğu hissine sahip değiller. Bu
sebepten dolayı açıkça söylüyorum: Mesele onların kendilerini iyi hissetmeleridir, biz veya diğer ülkelerin gerekeni yapıldığını sanmaları değil. Görüşmemizin temeli
budur” dedi.
Yurtdışı Türkler’den Sorumlu Devlet Bakanı
Faruk Çelik ise konuşmasında yurtdışındaki Türk
okullarının gerekliliğine işaret etti: “Bu anlayışla yürütülen yardım politikası çerçevesinde dilin desteklenmesi ve Türk azınlıkların ihtiyaçları ile bağlantılı Türk
okullarının oluşturulmasının desteklenmesi merkezi bir
öneme sahiptir”
g ünd e m
Merkel azınlıkları anlamaya mı çalışıyor?
Açık mesaj
Alıntıladığımız ifadelerde görüş farklılıkları nedeniyle muhtemel tartışmalar için çokça malzeme
mevcut. Erdoğan yanlış anlamaya el vermeyecek bir
biçimde Türkiye dışındaki azınlıkların, kültürel kimlik, dil, gelenek, örf ve adetlerini korumalarına destek
olacaklarını açıkça belirtiyor. Gerekirse egemen toplumların taleplerine karşı da bunu yapacağının altını
çiziyor. Çünkü ona göre Türklerin kendilerini yurtdışında nasıl hissettikleri önemli. Bu konuda çaba
sarfetmenin Türkiye’nin hakkı ve görevi olduğunu
düşünüyor. Faruk Çelik ise Almanya’da Türk okulları tartışmasını alevlendirmek ister gibi gözüküyor.
Sonuçta Türk azınlıkların yaşadığı tüm devletlere
gayet açık mesajlar bunlar.
Evet, bu noktada bazıları yukarıdaki ifadeleri
okuyup, bunların ne Erdoğan ve Atalay ne de Çelik’in sözlerin olmadığını farkettiklerinde şaşıracaklardır. Hayır yukarıdaki ifadeler ne Başbakan
Erdoğan’a ve İçişleri Bakanı’na ne de Faruk Çelik’e
ait. Bu ifadeler Başbakan Angela Merkel, Wolfgang
Schäuble ve Federal Sorumlu Christoph Bergner’in
konuşmalarından alınmış ifadeler. Bu noktada ilk
dört paragraftaki Türkiye kelimesini Almanya, Türkleri Almanlar, Türkçeyi, Almanca ve camiyi kilise olarak değiştirmek gerekiyor.
Ayrıca bu cümleler yakında kurulacak olan Yurt
Dışı Türkler Başkanlığı’nın kuruluş kutlamalarında
da söylenmiş değil. Bu cümleler – Erdoğan’ın Şubat
2008’de Köln’deki konuşmasından yedi ay sonra –
Yurt dışındaki Almanlar için Sorumlu atanmasının
20. Yılı münasebetiyle yapılmış kutlamalarda yapılan
konuşmalardan alınmış ifadeler.
Roller niçin değişiyor?
Berlin İçişleri Senatörü Erhard Körting (SPD)
kısa süre önce Türkiye ile ilgili rahatsızlığını dile getirmiş ve Türkiye’nin müdahil olmasının Almanya’daki Türklerin entegrasyonunu zorlaştırdığını
söyleyerek, kendisinin “Kısa süre önce kurulan Yurtdışı
Türkler Başkanlığı ile eski vatandaşlarına adeta el koymakta ve sanki Türk devleti Almanya’daki Türklerden
sorumlu imiş gibi onları ilgilendiren konuları düzenlemek istemektedir. Fakat Almanya’da yaşayan Türklerden biz sorumluyuz” izlenimine sahip olduğunu ifade
etmişti.
Ancak Körting’in sözlerinden daha fazla Angela
Merkel’in aşağıdaki ifadelerinin bu rol değişimini gerektirdiğini söyleyebiliriz: “Onların (kastedilen Almanya’daki azınlıklar) kültürek kimlikleri bizim için
önemli. Biz, burada yaşayan azınlıklara nasıl muamele
ediyorsak, Alman azınlıkların yaşadığı etiket ulusların
da onlara öyle muamele etmesini bekliyoruz”.
Şimdi Bayan Merkel’e şu soruyu sormanın zamanıdır. Sözlerinizi inanılmaz bir hayretlik içinde okuyan birçok kişi, sözlerinizin arkasında durmanızı
neden isteyecektir?
(Tercüme: Ömer Faruk Altıntaş)
MART / MÄRZ 2010
/7/
g ünd e m
Malezya’da “Allah” tartışması
İlknur Melekoğlu • [email protected]
Malezya’da üç yıldır “Gayrimüslimler ‘Allah’ kelimesini kullanabilir mi?” tartışması devam ediyor. Malezya hükümeti, 2007’de ülkedeki Müslüman olmayan grupların yayınlarında ‘Allah’ kelimesini kullanmasını yasaklamıştı. Hükümet haftalık yayın yapan Katolik “The Herald” gazetesinin Malayca yayınlarında Allah kelimesini kullanmasını yasaklamış aksi durumda gazetenin lisansının iptal edileceğini açıklamıştı. Hükümet buna gerekçe olarak “misyonerlik faaliyetlerini” gösterirken, nüfusun yaklaşık yüzde 9’unu oluşturan Hristiyan grupların bu kelimeyi kullanarak Müslümanların kafasını karıştırmaya çalıştığını öne
sürmüştü.
Katolik The Herald Editörü Lawrence Andrew, Allah kelimesinin Hristiyanların tanrısını ifade etmede kullanmalarının amacının “Borneo adasındaki Malayca konuşan halkın ihtiyaçlarını karşılamak” olarak açıklamıştı.
Bu nedenle yasağa karşı çıkan Malezya Katolik Kilisesi,
konuyu Yüksek Mahkeme’ye taşımış, mahkeme 31 Aralık 2009’da aldığı kararla Hristiyanların “Allah” kelimesini kullanmasına izin vermişti. Ancak bu karar, Malayların tepkisiyle karşılaştı.
Başta başkent Kuala Lumpur’da camilerde başlayan gösteriler, kiliselere yönelik saldırılara dönüştü. 8 Ocaktan beri ülkede 11 kiliseye kimi bombalı olmak üzere saldırılar yapıldı
ve kliselerde ciddi hasar meydana geldi. Ülkenin çoğu yerinde cuma namazları sonrası protesto gösterileri düzenlendi. Farklı camilere domuz başlarıı bırakıldı, bir Sih tapınağı ve bir camiye de bombalı saldırılar düzenlendi. Johor eyaletindeki bir
camide de perdeler yakıldı, yangının hemen farkedilmesi üzerine daha fazla yayılmadan müdahele edildi.
Hükümet: “Kargaşaya neden olabilir”
Reuters’de yer alan hükümetin konuyla ilgili açıklamasında;
“28 milyon nüfusa sahip, geniş bir Hristıyan, Budist ve Hindu nufusunu barındıran ülkede konunun etnik ve dini kargaşalara neden olabileceği endişesi ile Yüksek Mahkeme
kararının temyize götürüldüğü” bilgisi yer aldı.
Peki, neden hükümet meselenin etnik ve dini kargaşaya dönüşmesinden endişe ediyordu? Allah kelimesinin
sadece Müslümanlar tarafından kullanılması neden bu ka-
/8/
IGMG • PERSPEKTİF
dar önem taşıyordu? Tüm bu soruların cevabını bulmak için
ülkede bu tartışmaların gündemde olduğu 3 yıla bakmak
konunun eksik anlaşılmasına sebeb olacaktır. Meselenin
arka planını anlamak için önce ülkenin tarihine, etnik ve
dinsel yapısına bakmak gerekir.
Sömürge dönemi etkileri
Önce Portekizlilerin (1511), sonra Hollandalıların
(1641) ve İngilizlerin (1786) gelmeleriyle, Malay dünyasının siyasal bütünlüğü sarsılmıştır. İngilizler 19. yüzyılda tüm yarımadada doğrudan denetim kurmuştur. Malezya
bağımsızlığını 1957’de kazandı. Singapur, Sarawak ve Sabah ona 1963’de katılarak birlikte Malezya Federasyonu’nu
oluşturdular. 1969’da ise nüfusunun coğunluğunu Çinlilerin oluşturduğu Singapur (Çinlilerin Singapur’da çoğalmasının ana nedenin İngilizler olduğu söylenir) ileride toplumlar arası çatışma ortamına zemin oluşturmamak
amacıyla karşılıklı anlaşma ile Malezya Federasyonu’ndan
ayrıldı. 1948 yılında Malaya Federasyonu İngiliz kontrolunda ve Sultan idaresinde kurulduğunda Çin ve Hint asıllı azınlıklara da vatandaşlık hakkı tanınarak kurulmuştur.
Malezya’da bugün nüfusun % 57’sinden fazlası Malay,
% 35’e yakını Çinli, % 7-10 arası ise Hind kökenlilerden
oluşuyor. Çinli ve Hinduların ülkedeki çoğalışı sömürgeci siyasetin bir sonucudur. Çinlileri ve Hintlileri İngilizler önce tarım ve maden işlerinde çalıştırmak üzere buraya getirdiler. Özel bir eğitimden geçirilen az sayıda Hintli sömürge yönetiminde memur bile oldu, ardından bankacılığa soyundular. Hintliler ve Çinliler, kendi mahallelerini kurup orada kendi aralarında oturdular. Üçüncü dünya ülkelerini azınlıklar yoluyla yönetmek süregelmiş bir oyundur, zira Malezya’da da İngilizlerin sayesinde ekonomi birçok yerde Çinlilerin elindeydi. Bağımsızlıktan sonra daha da güçlendiler. Çin ve Hint asıllılar servetin çoğunluğuna hakim duruma geldi. Böylece ülkenin asıl evladı olan
ve “Bumiputra” denen Malaylar bir bakıma kendi ülkelerinde ezildi. Mesela ülkedeki servetin sadece yüzde 3 kadarına sahiptiler. Eğitim yolları kapalı idi ve kent dışı fakir alanlarda yaşıyorlardı.
Bu durum 1969 yılında esasta etnik ve ekonomik kökenli Malay-Çinli sorununu sokağa taşıdı, ayaklanma oldu, sonunda da sosyal, siyasi ve ekonomik alanda yeni zorlayıcı ve yapıyı Malay azınlık lehine ve diğer azınlıkların
aleyhine değiştirilecek düzenlemeler gündeme geldi. Böylece Malezya dünyada anayasasında ve kanunlarında pozitif anlamda ırk ayırımının yazılı olduğu tek ülke haline gelmiştir.
g ünd e m
Malay asıllılara gelir ve servet dağılımından daha büyük pay için büyük bir eğitim seferberliği başlatılırken, devlet işleri ve okullarda, özellikle üniversiteye girişte Malay
asıllılar korunmaya başlanmış, okullardan İngilizce zorunluluğu
kaldırılmıştır.
Malay olmanın Müslüman olmak anlamına geldiği ülkede İslami bankalar, sigorta şirketleri ve İslami okullar
açıldı. Çoğunluk Malaylar fakir olduğu için etnik temelli pozitif ayrımcılık içeren bir demokrasi kuruldu. Sömürgeden
canı yanan Müslüman Malaylar için artık ırklarını, dinlerini ve ona ait değerleri korumak bir bakıma ülkelerini korumakla eş anlamlı hale geldi.
Bugün nüfusun %60’ını Müslümanların, %9,1’ini
Hrıstiyanların (çoğu Çinli) oluşturduğu çok sayıda Hindu ve Budist’in de yaşadığı çok kültürlü ve çok dinli Malezya’da “din ve dil” en hassas konular arasında.
Müslümanları provoke ettikleri” görüşünde.
Jakim Araştırma Departmanı’ndan Mohd Aizam Masod, “Arap Yahudi ve Hristiyanların da Allah kelimesini
kullanmasının bu hususta Malezya’daki bir iç meselede mantıklı bir argüman olamayacağını, zira Malay toplumunun
Arapça konuşan bir toplum olmadığını” vurguluyor. Mohd
Aizam Masod, Hrıstiyanlar için konunun sadece bir tercüme
meselesinde ibaret olduğunu ancak Malaylar için Allah kavramının iman ile birleştirildiğinin altını çiziyor. Mohd Aizam “tarihi gerçekler”e değinerek Hrıstiyanların bölgede
sömürü zamanından beri İncil’i yerel dillere çevirerek misyonerlik yaptığını, Müslümanları Hristiyanlaştırmaya çalıştıklarını vurguluyor. Malezya Latihan İslam İnstitüsü’nden
Zamihan ise eğer Hristiyanların tavırlarını değiştirmezlerse Mayıs 13’de meydana gelen etnik kavganın yeniden
tekrarlanabileceği uyarısında bulunuyor.
“Allah kelimesi inancımızı temsil ediyor”
Malezya’daki Müslüman çoğunluk, Allah kelimesinin
kendilerine has olması gerektiği görüşünde. Malezya Teknoloji Üniversitesi’nde Anayasa
Hukuku hocalığı yapan Shad Saleem Faruqi, gayri müslimlere ait
yayınlarda İslami teolojiye tamamen zıt, çok sayıda doktrin ve prensip yayınlanabileceği için bu yayınlarda Müslümanların kullandığı Allah kelimesinin geçmesinin
problem oluşturacağını bu nedenle de bu tür bir durumun “toplumsal
düzene yönelik bir tehdit” meydana getireceği görüşünde.
Katolik The Herald Editörü
Lawrence Andrew ise, Allah kelimesinin Hristiyanların tanrısını
ifade etmede kullanmalarının
amacının “Borneo adasındaki Malayca konuşan halkın ihtiyaçlarını
karşılamak” olduğunu söylüyor.
“Bazı insanlar Müslümanların din
değiştirmesi için çalıştığımızı düşünüyor fakat kesinlikle böyle bir
şey yok, endişelenmeye sebep yok”
diyor Lawrence Andrew.
Ülkedeki muhalif İslami parti PAS lideri Mahfuz Omar,
hükümetteki UMNO partisini meseleyi siyasallaştırmakla suçluyor. Mahfuz Omar, UMNO’nun amacının “Müslümanları kışkırtarak bir araya getirmek ve böylece UMNO’yu İslam
şampiyonu olarak görmelerini sağlamak” olduğunu bu durumun UMNO için bir fırsat olduğunu belirtiyor.
Öte yandan The Herald’da yer alan bir haberde ülkedeki Müslüman akademisyenlerin ve politikacıların “Allah kavgası” nedeniyle Hristiyanları eleştirdikleri belirtiliyor. Ülkedeki önde gelen Müslümanlar, “Hristiyanların
Allah kelimesinin kullanılması yasağına karşı gelerek
Çözüm “Tek Malezya”da
Tartışmaların iyice alevlendiği bir dönemde yangını körükleyen başka gelişmeler de yaşandı. İktidar partisinin önemli isimlerinden Nesir Sefer, Hintli
ve Çinli Malezyalıları “göçmen” olarak tanımladı. Sefer, bu açıklamadan 12 saat sonra Başbakan Danışmanlığı görevinden alındı.
Vaudine England, ulusal vatandaşlık eğitiminin “eğitimin, belli bir ırk ve dinin diğerlerinden
ayrı tutulduğu bir yapıyı beslediği”
gerekçesiyle eleştirildiğini söylüyor.
Zira, eğitim programında Malayların ellerindeki gücü kaybetmemeleri gerektiği vurgulanıyor. Vaudine England, Malayların, “Her zaman için diğerinin, yani Malay olmayanın gücü ele geçirmek için komplolar kurduğu”
varsayımında bulunduğu analizini
yapıyor. Bu varsayım ise Müslüman olmayanların “Allah” kelimesini kullanmasının Müslümanları başka dinlere döndürebileceği iddiasının temelini oluşturuyor.
Yani, özetle diyebilirzki, sömürgeden canı yanan Malezya’da sorun etnik temellidir, ekonomik temellidir, “güç kavgası” temellidir, din sonradan gündeme gelmiştir.
Bir dönem Malayları diğer Malezyalıların seviyesine
çıkarmak için uygulanan pozitif ayrımcı politikalar, bir yerden sonra Malayların ülkede egemen olmasına neden olmamalıdır. Başbakan’ın “Tek Malezya” fikri karşılıklı saygı çerçevesinde, çeşitliliğin içindeki birliğin savunulması
anlamına geliyor. Konunun çözümü de “Tek Malezya” mantığıyla ülkedeki farklı toplumların arasındaki iletişimin yeniden canlandırılmasında yatıyor.
MART / MÄRZ 2010
/9/
g ünd e m
Allah için
“Gott” denir mi?
Özellikle Protestanlık mezbebine mensup hıristiyanlar, tanrı adına öne çıkıp„Gott“ kavramını sadece kendi tanrıları için
kullanmaktalar ve kavramı bu şekilde kullanarak da kendi
tanrılarını, onlara göre „yanlış (çöl) tanrısı“ olan Allah’tan
ayırmaktalar.
Ali Mete • [email protected]
afzatullah (Allah lâfzı) yerine batı dillerinde
mesela “Gott”, “God” veya “Dieu” kelimesinin kullanılmasının – veya tersine Gott kelimesi karşılığında da Allah kelimesinin kullanılmasının– doğru olup olmadığı sorusu, hem müslümanlar, hem de Hristiyanlar tarafından gündeme getiriliyor. Ancak mevzuya genellikle retorik açıdan yaklaşılıyor. Bu nedenle bu makalede „Gott“ kelimesinin Allah lâfzının karşısında konumlandırmanın hem İslam
hem de Hristiyanlık açısından doğru olmadığını ortaya koyacağız.
Mesela, Kelime-i Şehadet’in ilk cümlesinin „şehadet ederim ki, Allah’tan başka tanrı yoktur“ şeklinde mi,
yoksa „şehadet ederim ki, (o) İlah’dan başka ilah yoktur“ şeklinde mi tercüme edilmesi gerektiğinin tartışılması, bu sorunun ilahiyatın konusu olduğunu gösterir.
İlk tercüme açık bir şekilde Hristiyan ve Yahudilerin yanlış bir tanrıya ibadet ettiklerini belirtirken, ikinci tercümede
ise Allah, Müslümanların, Hristiyanların ve Yahudilerin hep beraber ta’zim ettiği ortak bir tanrı olarak çevirilmiştir.
Aslında, Müslüman, Hristiyan ve Yahudiler muhaverede bulunarak birbirlerinin tanrı tasavvuru üzerine
tartışabilir ve bu tasavvurların zaman içerisinde ne kadar değiştiği hakkında konuşabilirler. Böyle bir tartış-
L
/ 10 /
IGMG • PERSPEKTİF
maya engel olacak bir durum da yoktur zaten.
Zikredilen meseleler, Malezya’da „Allah“ lâfzının kullanımı tartışmalarından da çok önce, bu üç dine mensup insanlar arasında konuşuluyor olsa da, bu ve buna
benzer konularda hararetli tartışmalar henüz ortaya çıkmış değil. Malezya’daki tartışmaların bizi bu kadar ilgilendirmesinin sebebi ise bu tartışmaların, insanlara, birarada nasıl yaşayamayacaklarından başka birşey göstermemesinin yanısıra benzer dışlama ve kimlik bulma
çabalarının Almanya’da da var olmasıdır. Fakat bu sefer tartışma, daha çok hıristiyanlar tarafından gündeme getirilmektedir.
Özellikle Protestanlık mezbebine mensup hıristiyanlar,
tanrı adına öne çıkıp „Gott“ kavramını sadece kendi tanrıları için kullanmaktalar ve kavramı bu şekilde kullanarak da kendi tanrılarını, onlara göre „yanlış (çöl) tanrısı“ olan Allah’tan ayırmaktalar. Bunun sebebi ise Kitab-ı Mukaddes ve Kuran’daki ilah tasavvurlarının Alman Protestan Kilisesi’nin Müslümanlar ile ilişkisini yeniden temellendirmeye çalıştığı bir yayınında da dile getirildiği gibi farklı olmasıdır.1 Yayın No 86, „Klarheit und
Gute Nachbarschaft“ (Şeffaflık ve İyi Komşuluk), s. 18
İslam’ın tek, ezelî ve ebedî olan, kudret sahibi ve her
şeyi bilen tanrısının karşısına sıklıkla Hristiyanlığın bizatihî hakîkat, hayat, sevgi ve adalet olan tanrısı konuluyor. Allah lâfzı, Hristiyanlığın Sevgi Tanrısı’ndan ayrı, ondan daha az bağışlayan ve daha sert bir tanrıdan
bahsetmek için kullanılıyor. İslam inancındaki tanrının
rahmeti ve adaleti düşüncesinden çoğu kimsenin haberi
bile yok. İslam Meseleleri Enstitüsü’nün bir makalesinde
şöyle denilmektedir: „Allah’ın sevgisi, Baba İsa’nın karşılıksız sevgisinin (agape) çok ötesinde bulunmaktadır ve
bu sevgi günahkârlar için de mağfiret vesilesi olan kurtarıcı sevgi ile karşılaştırılacak bir sevgi değildir. İslam’ın tanrı tasavvurunda kendini fedâ yoluyla karşılıksız sevgi bulunmamaktadır. Ticarî tasavvurlarla bezenmiş İslamî
dünya görüşünde sevaplar ve günahlar bir teraziye konulup tartılırlar. Birisine sevap, birisine de ceza yazılır. Bu
yüzden İslam’ın sembolü terazidir.“2
g ünd e m
Malta adasının sakinleri Arapça ile karışık bir lehçe konuşmaktadırlar. Ancak, yüzyıllardır İslam ile aralarına bir mesafe koymuşlardır. Bu mesafe koyuş Allah lâfzının da tedavülden kaldırılmasını beraberinde getirmemiş
ancak Maltalılar ibadetlerinde„Alla“ yani Allah’ı anar
olmuşlardır.
Allah’ın bir Arap çöl putu yahut çöl cini olduğu düşüncesinin yaygınlık kazanması Kitab-ı Mukaddes
eleştirmeni Julius Wellhausen’e (1844-1918) kadar geri götürülebilir. Wellhausen,
Ahd-i Atik’teki Yahudi tanrısı Elohim’in bir kabile putu ve çöl tanrısından geliştiği ve daha sonra dünya tanrısı “Yahve” haline geldiği
görüşündeydi.3 Bu düşünceyi “Christliche Mitte”’nin (Almanya’da tutucu hristiyan muhafazakâr bir parti) başkanı Adelgunde Mertensacker’in tevarüs ettiğini yazdıklarından anlıyoruz: “İslam’ın Allah’ı eski arapların Allah’ıdır.”4
Dışlayıcı bir kimlik politikasının sonucu olarak Batı dillerindeki tanrı kelimesinin, kasden ve sınırlandırma amacı ile Allah lâfzının karşısına yerleştirilmesi, İslam ilâhiyatı açısından da kabul edilebilir bir durum değildir. Resulullah (sav) risaletinin Mekke döneminde,
Tanrı’nın isimlendirilmesi hususunda, o dönemdeki müşriklerden farklı bir isimlendirmeye yönelmemiştir. Çoğu gayr-i müslim olan ve az sayıdaki müslümanlara karşı düşmanlık besleyen Mekkelilere rağmen Peygamberimizi, Allah’ı adlandırma hususunda putperestlerle aralarına bir sınır koymamışlardır. Bir ayet-i kerîmede Peygamberimize şöyle buyrulmaktadır: „De ki: İster Allah
deyin, ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O’na hastır.” (İsrâ Sûresi, [17:110])
Hristiyan teolojisi açısından bakıldığında da Batı dillerinideki Tanrı kelimesinin sınırlandırılarak kullanılması, yani Allah kelimesinin kullanılmasından kaçınılması izah edilebilir bir durum değildir. Dünyadaki bütün Hristiyan Arapların hiç farkında olmadan ve çekinmeden inanç meselelerinde, ibadetlerinde ve ıstılahlarında
Allah lâfzını kullandıkları herkes tarafından bilinen bir
husustur.5 Zaten Allah diye isimlendirmeselerdi Arap-
ça konuşan Hristiyan ve Yahudiler Kitab-ı Mukaddesin
bahsettiği tanrıya ne isim verebilirlerdi ki?
Altı Arap piskoposunun da
iştirak ettiği İznik Konsili’nin
Arapça metinlerinde, imanı dile getiren sözlerde (Credo) dahil olmak üzere tanrıdan bahsedilirken Allah lâfzı kullanılmıştır. Aynı şekilde Kadıköy Konsili’nde de yirmi
Arap piskoposu bulunmuş ve Allah lâfzını aynı şekilde kullanmışlardır. Kitab-ı Mukaddes’in 1616 senesinde Leiden’de basılan ilk Arapça tercümesinde de bu husus bu şekilde devam etmiş ve buna hiçbir sûrette itiraz edilmemiştir.
Son bir örnek verecek olursak: Malta adasının sakinleri Arapça ile karışık bir lehçe konuşmaktadırlar. Ancak, yüzyıllardır İslam ile aralarına bir mesafe koymuşlardır. Bu mesafe koyuş Allah lâfzının da tedavülden kaldırılmasını beraberinde getirmemiş ancak Maltalılar ibadetlerinde „Alla“ yani Allah’ı anar olmuşlardır.
Velhasılıkelam, ne Müslümanlar ne de Hristiyanlar
açısından Allah veya Gott kelimesini kullanarak, diğerini dışlamaları için bir sebep yoktur. Özellikle Allah’ın
ismiyle düşmanca ve sunî bir kimlik politikası yürütmek
hiç yerinde değildir.
(Tercüme: Hüsnü Yavuz Aytekin)
Kaynaklar:
1
http://www.islaminstitut.de/Artikelanzeige.41+M54c59589792.0
.html
2
Bkz. Hans-Joachim Kraus, Geschichte der historisch-kritischen
Erforschung des Alten Testaments, Neukirchen, 1982. s. 255–274
3
Adelgunde Mertensacker, Muslime erobern Europa, Lippstadt,
1998, s. 59
4
A. Ziad Turkamani, „‘Allah‘ gleich ‚Gott‘?“, EMO Nachrichten 1/1997,
s. 4–5
MART / MÄRZ 2010
/ 11 /
te s k il at
Devlet Bakanı Faruk Çelik
IGMG’yi ziyaret etti
Yurt Dışı Türklerden sorumlu Devlet Bakanı Faruk Çelik, Almanya ziyaretleri çerçevesinde İslam Toplumu Millî Görüş Genel Merkezi’ni de ziyaret etti. Bakan Çelik’e Devlet Eski Bakanlarından Kürşad Tüzmen, Köln Başkonsolosu Mustafa Kemal Basa ve Başbakanlık danışmanlarından Ali Yüksel ile Sadettin Kılıç da eşlik etti. IGMG’yi ziyareti sırasında
Merkez Yürütme Kurulu üyeleri ve çalışanları ile tanışan Bakan Çelik, Avrupa’da hizmet veren sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarını takdir ettiğini, Avrupa’da yaşayan insanlarımıza yönelik farklı hizmetleri ortaya koyan bu kuruluşların kendileri için de yol gösterici olduğunu söyledi. Bakan Çelik şöyle dedi: “Sivil toplum kuruluşlarımızın, insanımızın problemlerine çözüm bulmada birlikte hareket etmelerini sevinerek müşahede ediyoruz.”
Türk hükümetlerinin yurt dışındaki Türklerin problemleri ile ilgilinmekte geç kaldıklarını vurgulayan Bakan Çelik,
“5 milyondan fazla vatandaşımızın yaşadığı Avrupa ülkelerinde, bu vatandaşlarımıza hizmet etmek, onların sorunlarına çözüm üretmek ve haklarının takipçisi olmak hükümet olarak bizim görevimizdir” şeklinde konuştu. Çelik, dünyada pek çok
devletin de aynı şekilde bakanlık seviyesinde çalışmalar yaptığını söyleyerek, “Bu yaklaşımımız, entegrasyona hizmet edeceği gibi, sorunların daha sağlıklı bir şekilde çözülmesine katkı sağlaycaktır” dedi. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği yolunda önemli adımlar attığını, ancak, Türkiye’nin önüne engeller çıkarıldığını da söyleyen Bakan Çelik, Kopenhag kriterlerinin sadece Türkiye için değil, diğer ülkeler için de geçerli olması gerektiğini söyledi ve şöyle konuştu: “Maalesef, yurt dışındaki
vatandaşlarımızın bize aktardıkları problemler, bazı Avrupa ülkelerinin bu kriterlere uymadığını da göstermektedir.”
Bakan Çelik, yurt dışında yaşayan Türklere “Yurtdışı Türkler Başkanlığı” adı altında çalışacak birimin kurulabilmesi için
hazırlanan yasa tasarısının önünmüzdeki günlerde Meclis’ten
geçerek yürürlüğü gireceğini de müjdeledi.
Bakan Çelik’in IGMG ziyaretinde IGMG’nin verdiği hiz-
/ 12 /
IGMG • PERSPEKTİF
met ve yaptığı faaliyetlerin anlatıldığı bir tanıtım videosu da
izlendi. Genel Sekreter Oğuz Üçüncü ise, Avrupa’da oluşan
İslam karşıtı havanın gelişimi ile ilgili bilgi verdikten sonra,
“Mesela minare yasağını onaylayan İsviçre halkı, aslında bu konuda yalnız değildir. Ayrıca, Avrupa’da entegrasyon bir katılım projesi olmaktan öte, güvenlik sorunu olarak ele alınmaktadır,”
dediği konuşmasında Alman Merkez Bankası Başkan Yardımcılarından Thilo Sarrazin’in Türkler ve Müslümanlarla ilgili görüşlerinin toplumda yaygın bir biçimde kabul gören görüşler olduğunu da ifade etti. Üçüncü, Türkiye hükümetlerinin, yurt dışında yaşayan vatandaşlarının haklarına sahip çıkma çabalarını desteklediklerini de bildirdi.
Devlet Eski Bakanlarından Kürşat Tüzmen de, sivil toplum kuruluşlarının birlikte hareket etmesinin önemine değindiği
konuşmasında, “Ben şahsen, Almanya’yı dünya devi olarak görüyorum. Almanya ile olan bağlarımızı da sizler kuvvetlendiriyorsunuz” dedi.
Ziyaret için Bakanlara teşekkür eden IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan şunları söyledi: “Hizmetlerimizin
merkezine insanı, teşkilatımızı da toplumun merkezine koyarak
çalışıyoruz. Fakat bir sivil toplum kuruluşu olarak, uluslararası hukuktan doğan haklarımızın takibi için de çeşitli hükümetlerle işbirliği yaparak çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Bu konuda, değerli çalışmalar yapan ve bizi bugün ziyaret ederek şereflendiren sayın Bakanımız Faruk Çelik ve Devlet Eski Bakanımız Kürşat
Tüzmen beylere, ayrıca, Köln Başkonsolosumuz sayın Mustafa Kemal Basa ile çalışma arkadaşlarına da özellikle teşekkür ediyor, kurumumuza gösterdikleri ilgiden dolayı şükranlarımızı arzediyoruz.”
IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan konuşmasında ayrıca, Başbakanlığa bağlı olarak Yurt Dışı Türkleri Başkanlığı’nın kurulması sürecinde Bakan Çelik’in gösterdiği hassasiyeti yakinen müşahede ettiklerini, söz konusu başkanlığın,
yurt dışında yaşayan Türkiye kökenli insanların bir çok sorununun çözümünde önemli bir adım olacağını belirtti.
te ş k il at
İrşad Başkanlığı
3. Din İstişare Toplantısı
Almanya ve Türkiye’den birçok ilahiyatçı, fıkıh uzmanı ve bilim adamının katılımıyla gerçekleşen IGMG
İrşad Başkanlığı’nın 3. Din İstişare Toplantısı’nda “Talak(Boşanma)”, “Helal Gıda”, “İpotek Kredisi” ve “Sigorta” konuları ele alındı.
IGMG İrşad Başkanı Yardımcısı Hulusi Ünye tarafından yönetilen toplantıya; Prof. Dr. Yunus Vehbi Yavuz, Prof. Dr. Saffet Köse, Dr. Abdullah Özcan, Türk
Standartları Enstitüsü’nden Emre Sezer, Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır, Prof. Dr. Hüseyin Hüsnü Gündüz, Mustafa Mullaoğlu, Sefer Ahmedoğlu ve Ramazan Uçar katıldı. Ayrıca Almanya İslam Konseyi Başkanı Ali Kızılkaya ve Avrupa Helal Sertifika Ensitisüsü (EHZ) Müdürü Yusuf Çalkara da toplantıya misafir oldular.
IGMG İrşad Başkanı Ahmet Özden’in selamlama
konuşmasının ardından, IGMG Genel Başkanı Yavuz
Çelik Karahan bir konuşma yaparak, istişare toplantısında görüşülen konuların ve buna benzer birçok sorunun Avrupa’da yaşayan milyonlarca Müslüman’ın günlük hayatlarındaki ihtiyaçlar olduğunu belirterek, toplantının hayırlı sonuçlara vesile olması temenninde bulundu.
Toplantıda daha sonra evvela talak meselesinin sebep, metod ve hükümleri hakkında tartışıldı. Bu bağlamda halk arasında özellikle “üç talak ile boşanma” diye bilinen uygulama üzerinde duruldu.
IGMG İrşad Başkanı Yardımcılığı görevinin yanısıra IGMG Fetva Kurulu’nun Sekreterliğini de yürüten Hulusi Ünye, boşanma konusunda kendilerine ne
gibi soruların yönetildiğini açıkladı ve bu konunun istismara açık olduğunu vurguladı.
Görüşülen konular arasında imam nikahının mahiyeti ve istismar edilmesinin nasıl önlenebileceği meselesei de yer almaktaydı. Bu çerçevede var olan fıkhi hü-
Prof. Dr. Yunus Vehbi Yavuz
Prof. Dr. Saffet Köse
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır
Prof. Dr. Hamdi Döndüren
kümler değerlendirildi ve özellikle Avrupa ülkelerinin
hukuki yapılarında ne şekilde uygulanabileceği konuşuldu.
3. İstişare Toplantısı’nda bir önceki istişare toplantısında helal kesim ve helal gıda ile ilgili alınan kararlar tekrar ele alındı. Daha sonra Yusuf Çalkara Avrupa
Helal Sertifika Ensitisüsü’nün çalışmalarını ve projelerini sundu.
Sunum esnasında dile getirilen jelatin ve benzeri katkı maddeleri hakkında, ayrıca kümes hayvanları ve büyükbaş hayvanların kesim usulleri ile ilgili sorular hakkında görüşüldü. Bu bağlamda şoklu kesim uygulaması da gündeme getirilerek tartışıldı.
MART / MÄRZ 2010
/ 13 /
te s k il at
Avrupa Kur’an Yarışması 4 Nisan’da
IGMG İrşad Başkanlığı tarafından her yıl geleneksel olarak organize edilen ve bu yıl 22.si gerçekleştirilecek olan Avrupa Kur’an-ı Kerim Okuma Yarışması’na
katılacaklar belirlendi. Yarışma, 4 Nisan’da Wuppertal’da
yapılacak. IGMG İrşad Başkanlığı tarafından organize edilen yarışmada, çok değerli hafızlar da Kur’an okuyacaklar.
Bölgelerarası elemeler, bu yıl Berlin, Güney Hollanda, Viyana ve Strasburg’da Türkiye’den davet edilen
ve Yrd. Doç. Dr. Mustafa Öztürk, Mustafa Kavurmacı
ve Mustafa Kütahyalıoğlu’dan oluşan jürinin nezaretinde
yapıldı.
13 Şubat 2010’da Berlin’de yapılan birinci etap elemelerinin 10-13 yaş grubunda; Hamburg Bölgesi’nden Yunus Emre Demirci birinci, K. Ruhr Bölgesi’nden A. Türkseven ikinci, Berlin Bölgesi’nden Eyüp
Altın ve Bremen Bölgesi’nden Saad Perviz üçüncü oldu .
14-18 yaş grubunda ise; Berlin Bölgesi’nden Mustafa Yanç birinci, Hamburg Bölgesi’nden Cengiz Topçu ikinci, Hannover Bölgesi’nden Faruk Kaplan üçüncü oldu .
14 Şubat 2010’da Güney Hollanda Bölgesi Schiedam Camii’sinde, yapılan ikinci etap elemelerinin 1013 yaş grubunda;Hessen Bölgesi’nden Emre Değer birinci, G. Hollanda Bölgesi’nden Abdussamed Bozkurt
ikinci, Köln Bölgesi’nden Abdullah b. Ahmed üçüncü
oldu.
14-18 yaş grubunda ise; Ali Rıza Değer (Güney Hollanda) birinciliği, eşit puan aldıkları için ikinciliği Abdussamed Bozkurt (Düsseldorf ) ve Muhammed Taşçı
(Hessen), üçüncülüğü yine eşit puan aldıklarından Fatih Yılmaz (Belçika) ve Hamza Kuri (Ruhr-A) paylaştı.
20 Şubat 2010’da Avusturya Viyana’da yapılan üçüncü etap elemelerinin 10-13 yaş grubunda; Mehmet Papak (Avusturya Viyana) birinci, Ahmed Yarar (Avusturya Arlberg) ve Hasan Yıldız ( Avusturya Viyana) ikinci, Talha Ercan ( K. Bavyera) üçüncü oldu.
/ 14 /
IGMG • PERSPEKTİF
14-18 yaş grubunda ise; Muhammed Toçu (K.
Bavyera) birinci, Ahmed Uçar (Avusturya Viyana) ve
M. Ali Erdoğan (G. Bavyera) ikinci olurlarken, Bilal Güzel (Avusturya Arlberg) üçüncü oldu.
21 Şubat 2010’da Doğu Fransa Bölgesi Eyüp Sultan Camii’sinde, yapılan dördüncü etap elemelerinin 1013 yaş grubunda; Mahmud Büyüker (Lyon) birinci, Kazım Canbolat (Freiburg) ve Mervan Şamil Kaçmaz ikinci, Musab Erdoğan (D. Fransa) ve Ömer Faruk Zengin (İsviçre) üçüncü oldu.
14-18 yaş grubunda ise; İsmail Melih Tuzlacı (Rhein Neckar Saar) birinci, Abdulbaki Avcı (Würtenberg)
ikinci, Selim Yıldırım (Alpes) ve Furkan Antepli (İsviçre) üçüncü oldu.
Bu sonuçlara göre, 10-13 yaş grubunda; Yunus Emre Demirci, Emre Değer, Mehmed Papak ve Mahmud
Büyüker; 14-18 yaş grubunda da Mustafa Yanç, Ali Rıza Yaman, Muhammed Topçu ve İsmail Melih Tuzlacı 4 Nisan 2010 tarihinde Wuppertal’de yapılacak olan
finalde yarışmaya hak kazandılar.
Yarışma ile ilgili olarak açıklamalarda bulunan
IGMG İrşat Başkanı Ahmed Özden şunları söyledi:
“Her yıl yapageldiğimiz Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması’nın bölgelerarası elemelerini Rabbimize sonsuz hamd ve senalar olsun ki tamamlamış bulunuyoruz. Bu yıl bölgelerarası elemeleri Türkiye’den
sağladığımız Kur’an Okuma Mütehassısı sayılan değerli jüri nezaretinde gerçekleştirdik. Bölgelerarası elemeler adeta
final havasında geçti. 4 ayrı noktada yapılan yarışmalar
Berlin haric salonlarda oldu ve yarışmalara cemaatimizin
katılımı takdire değerdi. Yarışmacı yavrularımız başta olmak üzere, onları yatiştiren anne-baba ve hocalarına, cemiyet başkanları ve idareci kardeşlerimize namütenahi teşekkürlerimizi sunuyoruz.”
4 Nisan 2010 tarihinde yapılacak final yarışmasında fevkalade bir manevi atmosfer yaşanacağını umduğunu söyleyen Ahmed Özden sonderece güzel bir salonda yapılacak olan yarışmaya tüm Müslümanları davettiklerini ifade etti.
te ş k il at
Mannheim IGMG’den
Peygamberimizi tanıtma
kampanyası
“Fakirleri doyurun, hastalari ziyaret edin” ve “İki nimetin
değeri bir çok insan tarafından bilinmiyor: sağlık ve boş
vakit” Hz Muhammed’in (sav) bu iki hadisi 23 Şubat’tan
itibaren 10 gün boyunca Mannheim’daki duvar panoları
(billboard) ve yuvarlak reklam sütunlarında yayınlandı.
“Elbette bir çok insan için bu alışagelmiş bir manzara olmayacak” diyen Proje Sorumlusu Taner Doğan
ve sözlerine şöyle sürdürdü: “Son yıllarda, özellikle de
11 Eylül olaylarından sonra, medyada İslam dini ve Müslümanlar hakkında olumsuz bir imaj oluştu.
Üniversiteliler grubu olarak biz bu bakış açısını
değiştirmek istiyoruz. Yaklaşık 50 yıldır Müslümanlar
bu toplumun bir parçası olmasına rağmen, biz bu ön yargıları
ele alıp, yeni entegrasyon köprüleri kurmayı hedefledik.
Peygamberimiz Hz Muhammed’in (sav) doğumu hasebiyle, bu yıl farklı etkinlikler düzenledik. Almanca tercümeli hadislerin yazılı olduğu 13 billboard ve 187 adet
yuvarlak reklam sütunları kiraladık.
1000 adet yukarıda belirtilen hadislerle kartpostal
basdırdık ve çevremizde bulunan Alman ve Türk
komşularımıza yolluyoruz. Ayrıca 3500 adet gül Marktplatz, Paradeplatz, tren istasyonu, üniversite, hastaneler ve huzur evlerinde dağıtıldı.
Bilhassa Danimarka’daki karikatür krizinden sonra,
birçok Avrupalı’nın iç dünyasında Hz. Muhammed (sav)
hakkında yanlış bir tasavvur oluştu. Bundan dolayıdır
ki, bizde Peygamberimizin toplumsal ve kişisel görüşlerini ön plana çıkaran iki hadis seçtik.
25 Şubat tarihinde de Mannheim Rheingoldhalle’de
Alman resmi kurum ve kuruluşların davet edildiği bir
Mevlid resepsiyonu düzenleyip, Peygamberimiz Hz
Muhammed’i (sav) hep beraber andık.”
MART / MÄRZ 2010
/ 15 /
i sl a m ve hayat
Kutlu Doğum ve
Mevlid geleneğimiz
M. Hulusi Ünye • [email protected]
evlid, kelime olarak Arapça “ve-le-de” kökünden
türetilmiş bir kelimedir ve doğum, doğum zamanı, doğum yeri anlamlarına gelir. Istılah olarak ise, Peygamberimiz (sav)’in doğumuna, bununla ilgili yapılan merasimlere, yazılan eserlere ve doğduğu
eve “mevlid” denilir. “Mevlud” veya “mevlüt” şeklinde ifade
edilmesi yanlış kullanımdır. Diğer yandan İslâm edebiyatı ve
sanatında Hz. Peygamberin doğum yıl dönümünde yapılan
törenlere verilen isim ve bu törenlerde okunmak üzere yazılmış bilhassa şiirsel eserlerin de ortak adıdır.
Peygamber Efendimiz (sav), İslâm tarihçilerinin ekseriyetine göre Habeşistan’ın Yemen valisi Eb-rehe’nin Kabe’yi
yıkmak üzere Mekke’ye saldırdığı ve Fil Vak’ası denilen olayın meydana geldiği yıl olan miladî 571 tarihinde doğmuştur.
Genel kabule göre Rebîülevvel ayının 12. gününde ve Pazartesi günü dünyaya gelmiştir.1 Bu kutlu doğum, miladî takvim
esasına göre 20 Nisan tarihine tevafuk etmektedir. Doğduğu
ev, Beytullah’ın doğusunda Safa tepesinin yanında bulunan ve
bu gün şehir kütüphanesi olarak bilinen binanın yeridir.
Peygamberimiz (sav), doğduğu gece, bir takım harikulade olaylar olmuş; örneğin İran Kisrasının sarayındaki burçlar
çatlamış, bin yıldan beri yanmakta olan ateşgedelerindeki ateş
sönmüştü. Ayrıca, doğum anında orada bulunan kadınlar da
bir takım olağanüstü olaylara şahid olmuşlardı. Dedesi Abdulmuttalip, doğumdan yedi gün sonra Mekke’de büyük bir
ziyafet tertiplemiş ve torununa, Arapların o güne kadar kullanmadıkları bir isim olan Muhammed adını vermişti.
Bir bakıma dede Abdulmuttalip, torunun doğumu ile son
derece memnun ve ilk mevlid şenliği ve kutlamasını başlatmış olmuştur. Ancak şu bilinen bir gerçek ki, Hz. Peygamber’in
sağlığında onun doğum yıl dönümü kutlanmamıştır. Hulefâi Râşidîn dönemlerinde, Emevîler ve Abbasîler zamanlarında da mevlid kutlamalarına rastlanmamaktadır. Raşit Halifelerin ilk ikisi zamanında, fetih hareketleriyle uğraşılmış olması,
son iki halife döneminde iç karışıklıkların hüküm sürmesi; Emevî ve Abbasîler zamanında ise mevlid kutlamalarının Resûlullah’ın soyuna destek anlamına gelecek olması sebebiyle böyle bir kutlama yapılmamıştı.
İslam dünyasında ilk mevlid kutlamaları Mısır’da hüküm
süren Fatımiler (910-1171) devleti hükümdarı
Muiz-Lidînillâh (972-975) döneminde başlamıştır. Bu dönemdeki mevlid kutlamaları sadece Peygamberimizin mev-
M
/ 16 /
IGMG • PERSPEKTİF
lidi ile sınırlı kalmamış, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve
Hüseyin ve o günkü halifenin doğum günleri de kutlanmaya
başlanmıştır. Bu mevlid programlarına “mevalid-i sitte” (altı
mevlid) adı verilirdi. Bu doğum günlerine Recep, Şaban ve Ramazan aylarındaki kandillerle, Ramazan ve Kurban bayramları da eklenmişti. Bu kutlamalar o dönemde son derece zengin şölen programları ile gerçekleştirilirdi.
Mısır’da Şiî Fatımî Devleti kurulunca, soyundan geldiklerini söyledikleri Hz. Peygamber’in doğum yıl dönümü
Muiz-Lidînillâh döneminden (972-975) itibaren resmen
kutlanmaya başlanmıştır. Bunun yanında Hz. Ali, Fâtıma, Hasan, Hüseyin ve o günkü halifenin mevlidleriyle (mevâlid-i sitte) Receb, Şaban ve Ramazan aylarındaki kandiller, Ramazan
ve Kurban bayramlarıyla diğer bazı kutlamalar bu dönemde
zengin bir şölen geleneği oluşturmuştur.2
Fâtımîler zamanında yapılan bu törenlerde önceden gerekli hazırlıklar yapılır, Rebîülevvel ayının 12. gününde sabahtan
başlamak üzere öğleye kadar 300 tepsi helva, üst düzey bürokratlar başta olmak üzere, kârilere, hatiplere ve diğer görevlilere dağıtılırdı. Halifenin öğle namazını kılmasının ardından
bütün saray ve devlet erkanı topluca Ezher Camii’ne gider, burada hatim okunduktan sonra “manzara” adı verilen tören yerine geçerlerdi. Kahire valisi düzeni sağlamak üzere önceden
yerini alırdı. Halife de maiyetiyle birlikte gelir, törene katılanları selâmlardı. Tören, Kur’an tilâvetiyle başlar; ardından sırasıyla Enver (Hâkim), Ezher ve Akmer camilerinin hatipleri
birer hutbe okur, halife için dua ederlerdi. Bu sırada kâriler tilâvetlerini sürdürürlerdi. Hutbelerden sonra halife törendekileri tekrar selâmlar; böylece resmî kutlama tamamlanmış olurdu. Diğer beş mevlid de bu şekilde kutlanırdı.3
Sünnî müslümanlarda ilk mevlid merasimi, Selâhaddîni Eyyûbî’nin kayınbiraderi Erbil Atabeği Begteginli Muzafferüddin Kökböri’nin (1190-1233) zamanında olmuştur.
Mevlid kutlamalarının birisinde 5000 koyun,10.000 tavuk,100.000
tabak yemek ve 30.000 tepsi helva dağıtıldığı bildirilmiştir ki,
törene katılanların sayısı hakkında bir fikir vermektedir. Bu törenlerde ulemâ ve tasavvuf ehlinin ileri gelenleri de hazır bulunur, Sultan Kökböri, kendilerine hil’atler giydirir ve hediyeler verirdi. Sûfîler de öğle vaktinden fecre kadar zikir ve semâ meclisleri düzenlerdi. Kökböri de aralarında yer alırdı. Her
yıl mevlid törenleri için harcanan paranın 300.000 dinarı bulduğu kaydedilmektedir.4
Mevlid kutlamaları daha sonra Mekke ve Medine’ye geçmiş; buradan da bu kutlamalar farklı farklı şekillerde olmak
üzere İslam coğrafyasının her tarafına yayılmıştır.5
Osmanlılar tarafından mevlid, ilk defa III. Murat zamanında, 1588’de resmî hale getirildi. Ancak resmî olarak olma-
i sl a m ve hayat
sa da mevlid kutlamaları bundan önceki dönemlerde de yapıları dile getirmişlerdir: Hz. Peygamber’in dünyaya gelmesi selırdı. Balkanlar’ın fethiyle birlikte bu coğrafyada da mevlid töbebiyle sevinmek, onun doğum günü münasebetiyle muhtaçlara
renleri yapılmaya başlanmış olmalıdır. Zira Saraybosna’daki Gayardımda bulunmak, Resûlu Ekrem’e dair şiirler okumak, güzi Hüsrev Bey Camii’nin 938 (1531) tarihli vakfiyesinde mevzel elbiseler giyerek sevinç gösterisinde bulunmak birer güzel
lid için yılda 300 dirhem tahsisat ayrıldığı görülmekte, bölgeameldir. Dolayısı ile mevlid kutlamaları bid’at-ı hasene sayıldeki diğer camilere ait vakfiyelerde veya şahsî vasiyetnamelermalı, halk arasında görülen ve dinen hoş karşılanmayan davde de benzeri kayıtlara rastlanmaktadır.6 Önceleri Ayasofya Caranışlar bundan ayrı düşünülmeli ve hoş olmayan şeyler önmii’nde, sonraları ise Sultan Ahmed Camii’nde yapılan meralenmelidir. Hülasa edecek olursak, mevlid merasimleri bir ibasimlere, devlet erkanıyla birlikte halk da katılırdı. Sultan Ahdet gibi algılanmayarak, inananların kalplerindeki Rasulullah
med Camii’ndeki kutlamalarda padişah, sadrazam, şeyhülislâm,
sevgisini canlı tutması ve ona olan muhabbeti artırmasındavezirler, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri, diğer mülkî ve askeki maslahat gözetilerek tertip edilirse bir değer ifade eder. Çünrî erkânla ulemâ resmî kıyafetleriyle hazır bulunurdu. 7
kü Allah Rasulünü sevmek, imanın temel kıstaslarından biBu merasimlerde, önce müezzin tarafından Kur’an-ı Keridir. Şu hadisi şerifi bunun en açık delilidir: “Sonsuz kudret sarîm okunur, bunun peşinden de vaazlar verilirdi. Daha sonra
hibi olan Allah’a yemin ederim ki, sizden hiçbiriniz beni babamevlidhân kürsüye çıkar ve bir bölüm okuduktan sonra iner
sından, evladından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe,
hediyesini alır ve ikinci mevlidhan kürsüye çıkarak, okumaya
iman etmiş sayılmaz.” 8
devam eder ve belirlenmiş kaideler çerçevesinde mevlid kutAncak, Mevlid, bir ibadet olarak kabul edilir, ölülerin rulamaları son bulurdu.
hu için mevlidler okutulur, onların günahlarının bağışlanacağı
Günümüzde mevlid, Suudi Arabistan hariç Kuzey Afrizannedilirse bu yanlış olur. Bir de halkın cehaletinden ve yanka’dan Endonezya’ya kadar İslış itikadlarından istifade eden
lâm ülkelerinde bazılarında
mevlidhanlar, piyasa oluşturarak, buresmî, bazılarında gayr-i resmî
nu ticarî bir çıkar aracı yaparlarsa
olarak yaygın biçimde kutlanbu durum din adına bir cinayet olur.
maktadır.Türkiye’de yalnız RaBu tip bir kabul ve davranışın İsMevlid, bir ibadet olarak kabul edilir, ölülerin ruhu
mazan ve Kurban bayramları
lamî olmadığı hususu ile ilgili herresmî bayram kabul edilmekhangi bir ihtilaf sözkonusu olamaz.
için mevlidler okutulur, onların günahlarının bağışte, gerek mevlid gerek diğer müBöyle bir olaya sebeb olan herkes
lanacağı zannedilirse bu yanlış olur.
barek gün ve geceler münasedinen sorumludur. Merasimlerde
betiyle camilerde, evlerde ibamevlid okunmasının vazgeçilmez
det âdabı içinde Kur’ân-ı Kebir âdet haline getirilişinin sakınrîm, Süleyman Çelebi’nin
calarından biri de, netice olarak inmevlidi, kaside ve ilâhiler
san kelâmı bir şiir olan bu metinokunmaktadır. Son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türlerin, okunması ve dinlenilmesi ibadet olan Kur’an ile eşdeğerkiye Diyanet Vakfı’nın ortaklaşa düzenlemesiyle Hz. Peygamber’in
de görülmeğe ve değerlendirilmeğe başlanılması tehlikesidir
mevlidi “Kutlu Doğum Haftası” adıyla Türkiye’de, Türk dünki, son derece uyanık olmak gerekir.
yasında ve Balkanlar’da çok yönlü etkinliklerle kutlanmaktadır.
Nitekim Türkçe olarak yazılmış olan en meşhur mevlid
İrşad Başkanlığımız da son senelerde mevlid merasimlerini “Mevşiiri Süleyman Çelebi’nin Vesiletun-Necât adındaki eseridir.
lid Kandili” gecesinden başlatmak suretiyle üç aylık bir periSüleyman Çelebi Hz.leri bu şiiri yazarken, Allah bilir ki, hiç
yoda yaymış bulunmaktadır. “Alemlere Rahmet Program”labir zaman bu şiirinin mevlidhanlar tarafından camilerde, marı adıyla icra edilen kutlamalarda Kur’an-ı Kerim ziyafetlerikamlı bir şekilde, ibadet yapıyor süsü verilerek türkü, şarkı söyler gibi okunmasını aklına bile getirmemiş; yalnızca Peygamnin yanında Peygamber Efendimiz bütün yönleri ile halka taber’e olan sevgisi ve onun hatırasını canlı tutma arzusu ile bu
nıtılıyor; Avrupa Kur’an-ı Kerimi Güzel Okuma Yarışmasıgüzel natı kaleme almıştır. Yoksa dinimizde aslı olmayan ölünın finali ile adeta bu programları taçlandırıyor.
nün kırkıncı, elli ikinci vs. gecelerinde okunması gibi bir meMevlid kutlamaları Fıkhi açıdan alimler arasında tartışılmış, aleyhinde ve lehinde fikirler ortaya konmuştur. Mevlid
rasim ve ibadet şekli ile icra edilmesi için yazmamıştır. Zaten
bu anlamda mevlid okumak caiz olmaz; haram olur.
merasimlerinin bid’at olduğu ve yapılmaması gerektiği, bu merasimler esnasında gerek itikad, gerek amel ve gerekse ahlaki açıdan hoş olmayan durumların ortaya çıktığı ifade edileKaynaklar:
rek uzak durulması ifade edilmiştir. Bilhassa Vehhabî geleneğine
1
İbn Kesîr, 1, 198-203
bağlı ulema mevlid merasimlerine karşı çıkmışlardır. Diğer bir
2
İbnü’t-Tuveyr, s. 211-223
3
kısım alimler ise bunun bir bid’at-ı hasene olduğunu ifade etKalkaşendî, 1, 576; Makrîzî, I, 33
4
Mir’âtü’z-zamârt,VI/681,683; Süyûtî, s. 43-44; Şâmî, i, 439-440
mişler ve kötü örneklerden yola çıkılarak genelleştirmenin doğru
5
Asım Köksal, İslam Tarihi (Mekke Devri), İstanbul 1981, 50 vd
olmadığını söylemişlerdir. İbn Hacer el-Askalânî, İbn Hacer
6
Okiç, sy. 1 (19761, s. 23, 36-37)
el-Heytemî, Şemseddin es-Sehâvî, Celâleddin es-Süyûtî,
7
A.g.e. aynı yer
8
Şehâbeddin Ahmed b. Muhammed el-Kastallânî ve Muhammed
Buharî, İman 8
b. Yûsuf eş-Şâmî gibi âlimler bu son görüşe sahip olarak şun-
MART / MÄRZ 2010
/ 17 /
i sl a m ve hayat
“Çocuğu olan,
onlarla çocuklaşsın”
Rahmet Peygamberi, Efendimiz (sav)’in en çok dikkat çekici yönlerinden biri de çocuklarla olan ilişkilerinde görülmektedir. Çünkü O, sıradan bir insandan öte çocuklarla çocuklaşan, onların penceresinden bakan, bunu başaran ve insanlara tavsiye edendir.
Abdulgafur Levent • [email protected]
eygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in tüm insanlığa örnek olan şefkati, merhameti ve müminlere olan düşkünlüğü, çocuklara olan tavrında da çok yoğun olarak görülmektedir.
Hem kendi çocukları ve torunları hem de ashabının çocukları ile çok yakından ilgilenmiş, doğumlarından isimlerinin konulmasına, sağlıklarından ilimlerinin artmasına, güzel ahlakla terbiye edilmelerinden giyinmelerine, hatta onlarla şakalaşma ve oynadıkları oyunlara kadar onlar için tavsiyelerde bulunmuş, bizzat yol göstermiş
ve ilgilenmiştir.
Rahmet Peygamberi, Efendimiz (sav)’in en çok dikkat çekici yönlerinden biri de çocuklarla olan ilişkilerinde görülmektedir. Çünkü O, sıradan bir insandan öte
çocuklarla çocuklaşan, onların penceresinden bakan, bunu başaran ve insanlara tavsiye edendir. Nitekim bir hadisi şeriflerinde: “Çocuğu olan onunla çocuklaşsın”. 1 buyurmuşlardır.
Birçok Sahabeyi Kiram, Peygamber Efendimiz
(sav)’in çocukları nasıl sevdiğini, onlarla nasıl ilgilendiğini ve oyunlar oynadığını, şakalaştığını aktarmıştır.
Bunlardan bazıları şöyledir: Hz. Enes (ra): “Resulüllah
(sav) çocuklarla şakalaşmada insanların en önde olanıydı.”
2 El-Bera (ra) : “Peygamber (sav)’i Hasan omuzunda iken
gördüm.” 3 buyurmuşlardır. “Peygamberimiz (sav) kızı Hz.
Fatıma (ra)‘ya şöyle derdi: “Haydi şu oğullarım (Hasan
P
/ 18 /
IGMG • PERSPEKTİF
ve Hüseyin)’ı çağır bana!” Ondan sonra o ikisini göğsüne
basar, koklardı.” 4
Peygamber Efendimiz (sav) çocukların oyunlarına
önem vermiş, hatta zaman zaman onlarla oyun oynayarak ilgilenmiştir. Hz. Peygamber (sav), “Çocuğu olan
onunla çocuklaşsın” buyurarak anne babalara çocuklarını bizzat eğlendirmelerini tavsiye etmiştir. Peygamberimiz (sav) çocukların yüzme, koşu, atıcılık, binicilik gibi oyun ve sporlarla meşgul edilmelerini de tavsiye etmiştir. Yeni doğan bebeklere, çocuklarına, torunlarına
ve ashabının çocuklarına hep dua etmiştir. Onları severken ya da onların oyunlarını izlerken, onlar için Allah’tan hayırlı ve uzun bir ömür, ilim, hikmet ve iman
istemiştir.
Hz. Muhammed (sav)‘in çocuklara gösterdiği ilgi ve
sevgi dolu tavrını, Ebu Hureyre (ra)’de şu örneklerle anlatmıştır: “Meyvenin ilk çıkanı getirildiği zaman Resulüllah (sav) şöyle derdi: “Allah’ım bize, Medine’mize, meyvelerimize, ölçeklerimize kat kat bereket ver” diye dua ederdi. Sonra meyveyi orada bulunan en küçük yaştakine verirdi.” 5
Çocuğa karşı yumuşak davranmak Allah Resulü’nün
adetlerindendi. Allah Resulü bir seferden döndüklerinde
çocuklar kendilerini karşılardı. Allah Resulü (sav)’de durur, sahabelerine çocukları kaldırmalarını emrederdi. Onlar da çocukların kimini Allah Resulü’nün önüne, kimisini terkisine bindirir ve bazılarını da kendileri bineklerine
alırlardı. 6
Hazret-i Ali (ra) anlatıyor: “Resulüllah (sav) bizi ziyaret etmişti. Yanımızda geceledi. Hasan ve Hüseyin de uyuyorlardı. Bir ara Hasan su istedi. Derhal kalkan Resulüllah (sav) su kırbasından kadehe su aldı. Çocuğa vermek için
getirmiştir ki (o sırada uyanmış olan) Hüseyin (hemen bardağı) alıp su içmek istedi. Resulüllah ona vermeyip önce Hasan’a verdi. Bunun üzerine Fatıma dayanamayarak: “Hasan’ı Hüseyin’den çok seviyor gibisin” deyince, “Hayır, fakat ilk defa o istedi.” Cevabını verdi. 7
Peygamberimiz (sav), ayrıca müminlere çocukları arasında adaletle davranmalarını hatırlatmış ve şöyle buyurmuştur: “Allah’tan korkun. Çocuklarınızın size itaatli
olmalarını istediğiniz gibi siz de onların aralarında adaletle davranınız.” 8 “Allah öpücüğe varıncaya kadar her hu-
i sl a m ve hayat
susta çocuklar arasında adaletli davranmanızı sever.” 9 Peygamberimiz (sav) çocukların eğitilmeleri ve güzel ahlak ile terbiye edilmeleri üzerinde de durmuş ve bu konuda birçok tavsiyede bulunarak yol göstermiştir. Bu konudaki sözlerinden biri şöyledir: “Hiç bir baba çocuğuna
güzel ahlaktan daha üstün bir miras bırakmış olamaz.” 10
Resulüllah (sav) çocuklara olan sevgisini gösterirken
sıkça onların başlarını okşardı ve onlara hayır duaları ederdi. Çocuklarla o kadar iç içe olmuştu ki, bir defasında
yarış yapan çocukları görmüştü de, onların neşesine katılmak için birlikte koşmuştu.
Kız çocuklarının doğar doğmaz öldürüldükleri bir
dönemde Peygamber olarak görevlendirilen Efendimiz
Hz. Muhammed (sav), kız çocuklarını da erkek çocuklardan ayırmamak gerektiğini,
kız çocuklarını öldürmenin büyük
günah olduğunu bildirmiş ve
hepsine eşit sevgi ve ilgi göstererek, üsve-i hesene olmuştur. Peygamberimiz
(sav) sevgisini hem sözleriyle hem de davranışlarıyla gösterirdi.
Çocuklara, onları sevdiğini söylerdi. Çocukları öptüğünü gören bir bedevi, bunu yadırgamış ve “Demek siz
çocukları öpüyorsunuz ha! Hâlbuki biz onları hiç öpmeyiz!” demekten kendini alamamıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamberimiz (sav): “Şayet senin kalbinden Allah merhameti söküp almışsa, ben ne yapabilirim.” 11 buyurarak, çocuk sevgisinden yoksun bir kalpte merhametin de bulunamayacağını ifade etmişti.
Peygamberimiz (sav)‘in çocuklara karşı hoşgörülü oluşunun en güzel örneklerinden biri de, “Çocuğun küçüklüğündeki yaramazlığını, büyüdüğü zaman aklının çok olacağına bir alâmet olarak” 12 kabul eden Hz. Peygamber
(sav), yaramazlık yapan çocuklara hemen müdahale etmemeyi emretmiştir. 13 Bir defasında, Hurma ağaçlarını taşlayan küçük yaramaz Rafı b. Amr’ı, bahçe sahibi
yakalayıp Hz. Peygamber (sav)‘in huzuruna getirmişti.
Efendimiz (sav): “ Yavrucuğum, ağaçları niçin taşlıyorsun”
diye sorunca, Rafı: “Aç idim yâ Rasûlallah, karnımı doyurmak için taşladım” cevabını verince, Peygamberimiz
(sav) : “Bir daha ağaçları taşlama, altına düşenleri alıp ye!”
buyurmuş, sonra da Rafı’in başını okşayarak, “Allah’ım,
bu yavrunun karnını doyur.” diyerek duada bulunmuştu. 14 Peygamberimiz (sav), torunu sırtında olduğu halde mescide girdiğini, namaz kılarken rükûa gittiğinde
onu yere bırakıp, kalkınca da kaldırdığını 15 yine namaz
kılarken, secdede Hasan ve Hüseyin’in, Peygamberimiz
(sav)‘in sırtına çıktığını ve onlar düşmesin diye secdesini uzattığını,16 ayağa kalkınca düşmemeleri için eliy-
le tuttuğunu 17 hatta hutbede iken bile minberden inerek torunu Hasan’ı kucakladığını 18 ve yanına aldığını
mezkûr kaynaklardan öğrenmekteyiz. Peygamberimiz
(sav): “Uzun kılmak niyetiyle namaza dururum, derken bir
çocuk ağlaması işitir, annesine sıkıntı vermesin diye kısa keserim.“ buyurmaktadır. 19
Hz. Peygamberimiz (sav)‘in merhameti, sevgi ve şefkati, hiçbir ayırım yapmadan, bütün çocukları kucaklamıştır. O, engin tevazusuyla çocuklarla her fırsatta ilgilenmiş, şakalaşmış, gördüğünde onlara selam vermiş
hal hatırlarını sormuş, bu arada kusurlarını hoş karşılamış, hasta olduklarında ziyaretlerine gitmiştir. Savaşlarda çocukların öldürülmesini, esirler içinde bulunan
anne ile çocukların birbirlerinden ayrılmalarını yasaklamıştır. Rasulüllah (sav) çocuklara sevgisini açıkça gösterir,
Onları “cennetin kokusu” ve “gözümün nuru” diye tarif
ederdi.
Bir toplumun mükemmeliyeti aileden
ve eşlerin el ele verip
kurdukları yuvadan
başlar. Aile, cemiyetin en
önemli rüknüdür. Bu
rüknün sağlamlığı toplumun de sağlamlığı demektir.
Öyleyse toplumun bu temel
rüknü, katiyen menhecsiz, projesiz ve
plansız bırakılmamalıdır. Bugünün yarını,
yarının umudu ve geleceğimiz olan cennet kokusu, göz
nuru çocuklarımızın eğitimi ve yetiştirilmesi tesadüflere bırakılamayacak kadar önemlidir. Hem aile hem de
çocuk eğitimi hayati bir meseledir. Atimiz, yetiştirdiğimiz ve yetiştireceğimiz çocukların kalitesine bağlıdır.
Kaynaklar:
1
Deylemî
Kütüb-i Sitte İ.Canan 15. cilt S.209
3 Mecmu’uz-Zevaid C.5 S.135
4 Mecmu’uz-Zevaid C.5 S.136
5 İbn-i Mace
6 Kütüb-i Sitte İ.Canan 2.Cilt S.510
7 Kütüb-i Sitte İ.Canan C.2 496
8 Ramuz el-Hadis
9 Kütüb-ü Sitte İ.Canan C.2 S.498
10 Tirmizî
11 Buharî ve Müslim
12 Münavî
13 Münavî
14 İbn-i Mace
15 Buharî, Muvatta
16 Heysemî, Muvatta
17 Müslim
18 Buharî, Tirmizî
19 Buharî
2
MART / MÄRZ 2010
/ 19 /
i sl a m ve hayat
Fıtrat
Fıtrat, Kur’ân ve Sünnetteki bağlamı da dikkate alındığında daha çok insanın doğuştan gelen yaratılış özelliğini, dış
etkilerle bozulmamış saf yapısını, tevhîd akidesini kabule
yatkın gerçekliğini ve yeteneğini ifade eder.
Prof. Dr. Saffet Köse • [email protected]
özlükte “f.t.r.” kökünden türemiş olan ve “yarmak, ikiye ayırmak; yaratmak” anlamlarına gelen bir isim olan fıtratın zikredilen anlamlarının varlığın maddenin yarılarak çıkmasına bir
işaret olduğu kabul edilmektedir. Yarılmak, açılmak anlamına gelen infitâr Kur’ân’da bir surenin adıdır.1 Orucu sona erdirmek anlamına gelen iftâr2 da ağzını yemeye
içmeye açmak anlamına gelir. Ramazan bayramına bu
sebeple îdü’l-fıtr denilmiştir.
Kelime olarak fıtratın özellik arzeden anlamı ilk yaratılıştır. Bu sebeple Fâtır kelimesi İlk Yaratıcı anlamında
Kur’ân’da Allâh’ın isimlerinden birisi olarak zikredilmiştir.3
Abdullah b. Abbâs, bir kuyu konusunda nizalı olan iki
kişinin kendisine gelip haklı olduğunu ispat için “kuyuyu ilk ben açtım” anlamında “ene fetartühâ” deyinceye kadar “Gökleri ve yeri yoktan yaratan…” ayetini4 anlayamadığını söyler.5 Esasen burada kelimenin kökündeki bir başka incelik insanın aslî, saf, günahsız, temiz
biçimdeki ilk yaratılışına işaret ediyor olmasıdır.
Istılah anlamında fıtrat, Kur’ân ve Sünnetteki bağlamı da dikkate alındığında daha çok insanın doğuştan gelen yaratılış özelliğini, dış etkilerle bozulmamış saf yapısını, tevhîd akidesini kabule yatkın gerçekliğini ve yeteneğini ifade eder.6 Elmalılı Hamdi Yazır’ın ayetin tefsirinde belirttiği üzere fıtrat insanların bireysel kabiliyetlerini değil bir insan olarak yaratılışlarında esas olan ve
hepsinde ortak bulunan genel yaratılışı, insanın insan olma bakımından tabiatını ifade eder. Bu da akide bakımından başlangıçta onun tertemiz bir halde bulunduğunu
gösterir. Nitekim fıtrat üzere giden veya fıtrata yakın olan
S
/ 20 /
IGMG • PERSPEKTİF
temiz ruhlar yalanı, eğriliği, bilmez. Eğrilik meyli sonradan gelip geçici olarak kazanılan bir sapmadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de fıtrat kelimesinin bu biçimiyle ve
biraz önceki anlamıyla Rûm Sûresinin 30. ayetinde şu
şekilde kullanıldığı görülür:
“Böylece sen, bâtıl olan her şeyden uzaklaşarak (hanîf
olarak) yüzünü kararlı bir şekilde (hak olan) dine çevir ve
Allah’ın insan bünyesine nakşettiği yaratılış gerçeğine (fıtrat) uygun davran: ki, Allah’ın yarattığında bir bozulma
ve çürümeye meydan verilmesin: bu, sahih (bir) din(in gayesi) dir; ama çoğu insan onu bilmez.” (Rûm Sûresi, [30:30])
Bu paralelde Hz. Peygamberin hadisi de şudur: “Dünyaya gelen her insan fıtrat üzere doğar, sonra anne-babası onu ya Yahudi, ya Hıristiyan, ya da Mecûsî yapar.”7
Konuya değinen bu ayet ve hadisten anlaşıldığı kadarıyla fıtrat bir Allah vergisi olarak hatta bir lutuf olarak insanın hak dini kabule doğuştan eğilimli, yatkın yaratıldığını ifade eder. Bu sebeple de Allâh insanla sözleşme yapmış8 ve emaneti o yüklenmiştir.9 Buna göre
onun esas fıtratı Allâh’a boyun eğmek ve Ona kulluk
etmek10 üzere tasarlanmıştır. Allâh’ın koyduğu hükümler
de insanın fıtratına uygun biçimde öngörülmüştür.
Mezkur ayet ve hadisten fıtratının gereği olarak onun
doğru inancı kabulüyle (iman) kişiliğinin tamamlanacağı, akabinde de yaratılış gerçeğine uygun durumdaki
o dinin gereklerini yerine getirmenin kendisine kolay
geleceği böylece gerçek huzuru ve mutluluğu yakalayacağı11, doğru dini tercih edememenin inanç anlamında
ya da bunu başarsa bile sadece inanç boyutunda kalıp
eylemlerinin inancına ters düşmesinin amel boyutunda fıtrattan bir sapma hali olduğu açık biçimde anlaşılmaktadır. Allah’ın imanı sevdirmiş olması ve onu kalplerde bezeyip süslemesi; hakikati inkar etmeyi (küfür),
günah işlemeyi (fısk) ve güzel olan şeylere karşı çıkmayı
(isyan) çirkin göstermesi12 de bunu göstermektedir.
Fıtrat tek olan Allah’a iman ve ona bağlanmaya temayüllü
olarak yaratılışı ifade ederken bu potansiyelin harekete geçirilmeye, geliştirilmeye ihtiyacı vardır. Hadis bu noktada çevrenin etkisine dikkat çekmektedir. Fıtrî gerçeklik çevre şartlarına göre ya istikametini bulur imanla noktalanır
ya da fesada uğrar ve küfürle sonuçlanır. Bu da sonunda
onun dünya ve ahiretteki konumunu belirler.
İman / inanç fıtrî bir gerçeklik hatta zorunluluktur.
Bu sebeple dinler tarihi araştırmaları inançsız bir topluluğa rastlanılmadığını ortaya koymuştur. Bu hem ya-
i sl a m ve hayat
ratılışın bir gereği hem de insanın inanmaya olan ihtiyacının zaruri bir sonucudur. Ancak kişinin her zaman
fıtratına uyan doğru inanca ulaşması mümkün olmaz.
Bu hususta çeşitli etkenler devreye girebilir. Ancak hem
tevhid akidesine olan tabii meyil, hem insanın bu gerçeği görebilecek idrak kabiliyetlerine sahip bulunması
hem de irade sahibi bir varlık oluşu hak dinin kendisine ulaştığı kimseyi ondan sorumlu tutmaktadır.
Fıtrat ayetindeki kullanılışında da görüleceği üzere
kelimenin hanîf ile sıkı bir ilişkisi vardır. Kelime olarak
yönelen, ayrılan, dönen anlamına gelen hanîf (ç. hunefâ’), diğer dinlerden ayrılıp hak dine yönelen istikameti doğru / düzgün olan kişi demektir. Nitekim Kur’ân’da
bu kelime müşrik karşıtı olarak kullanılmakta13 ve kelimenin Müslüman anlamı teyid edilmektedir.14 Bu sebeple putlara tapma konusunda babasına uymayıp hakka yöneldiği için Hz. İbrahim’e hanîf denilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm, Hz. İbrahim’in Yahudi ve Hıristiyan
olmadığını ve hanîf-müslüman olduğunu bildirirken15
O da bizzat kendisini müşrik değil hanîf-müslüman olarak tanımlamıştır.16 Buna göre hanîflik gerçek dindarlığın özünü de oluşturan bir kavramdır. Hanîf, İslam öncesi dönemde Hz. İbrahim’in dinine tabi olanlar anlamında kullanılmakta iken İslam sonrasında Müslüman
manasında kullanılmıştır.17 Hz. Peygamber de hadislerinde aynı anlamda müsamahakâr hanîflik dini ile
gönderildiğini18; Allâh’a en sevimli dinin de bu olduğunu19 belirtmektedir. Bir Kudsî hadiste de Allâh (cc)
bütün kullarını hanîf olarak yarattığını ancak şeytanın
insanları saptırdığını bildirir.20
Fıtrat-hanif çizgisinde insan, iman tohumunun ona
uygun arazisine benzer. Tabii ortamında bu araziye atılan o tohum ekildiğinde görenlere coşku veren verimli bir bitkiye dönüşür. Ama arazi tabiatından çıkarılmışsa
tohum değerinden bir şey kaybetmese de pratikte bir
işlevselliği yoktur. Buna göre fıtrat inanca elverişliliği,
tabii eğilimi, iman potansiyelini, hanîf de onun tevhid
akidesi biçimindeki tezahürünü / görüntüsünü ifade eder.
Öte yandan özellikle hadisin ikinci kısmı harici etkilerin fıtrata aykırı inançlara yönlendirmedeki gücüne ve
bundan doğan sorumluluğa dikkat çeker. Sorumluluk
da iki taraflıdır. Birincisi fıtratın gereğini yerine getirmeyen ve ondan sapan kişi ikincisi de bu etkiyi oluşturanlardır. Bundan da çıkan sonuç herhangi bir etkinin
altında kalmayarak saf / selim konumunu muhafaza edebilen ya da fıtrata ters tesirlerin etkisinden arındırılabilmiş insanların doğru inançla buluşturulabilmesi halinde onu kolaylıkla kabulleneceğidir. Fıtratla uyumlu
olmayan inanç ve kabullerin de insana bir yararının bulunmadığıdır.
Kaynaklar:
1
İnfitâr Sûresi, [82:1]
bk. Ebû Dâvûd, “Et‘ime”, 56; Tirmizî, “Savm”, 10…
3
En‘âm Sûresi, [6:14]; Yusuf Sûresi, [12:101]; İbrahim Sûresi, [14:10];
Fâtır Sûresi, [35:1]; Zümer Sûresi, [39:46]; Şura Sûresi, [42:11]
4
En‘âm Sûresi, [6:14]; Yûsuf Sûresi, [12:101]; İbrahim Sûresi, [14:10])
5
Ebû Abdillâh er-Râzî, Tefsîru garîbi’l-Kur’âni’l-‘azîm, “f.t.r.” md.
6
Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “f.t.r.” md.
7
Buhârî, “Cenâiz”, 79-80, 92; Müslim, “Kader”, 22-25; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 17
8
A‘râf Sûresi, [7:172]
9
Ahzâb Sûresi, [33:72]
10
Zâriyat Sûresi, [51:56]
11
Ra‘d Sûresi, [13:28]
12
Hucurât Sûresi, [49:7]
13
msl. bk. Bakara Sûresi, [2:135]; Yunus Sûresi, [10:105]; Hacc Sûresi, [22:31]
14
Âl-i İmrân Suresi, [3:67]
15
Âl-i İmrân Sûresi, [3:65-67]
16
En‘âm Sûresi, [6:67]
17
Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “hanîf ” md.
18
Müsned, V, 266; VI, 116, 233
19
Buhârî, “Îmân”, 29; Tirmizî, “Menâkıb”, 32, 64
20
Müslim, “Cennet”, 63; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 162; Sahîhu İbn Hibbân bi-tertîbi İbn Balbân (nşr. Şuayb el-Arnaût), Beyrut 1414/1993, II, 422, 425; ayrıca bk. Wensinck, Concordance, “h.n.f.”
md.
2
MART / MÄRZ 2010
/ 21 /
i sl a m ve hayat
Kelâm, tarihle buluştuğunda
Selman Dilek • [email protected]
dward Said’in hegemonik süreçlerin “doğu anlamlandırması” olarak tanımladığı klasik oryantalizm, günümüz dünyasında daha ziyade din ve
kültür üzerinde dönüştürücü eksen kurma gayretine yoğunlaşmaktadır. Bu bağlamda günümüz oryantalist akademyası ve onun tesirinde gelişen batılı politik İslam
algısının ana konularından birisini yeni teolojik temeller üzerinden bir ‘batılı İslam’ın oluşması teşkil ediyor. Euro İslam
meselesinde tartışma alanlarını daha ziyade müslümanların
çağdaş dünyada ‘rahatsızlık veren’ yanlarının tasfiyesi ile batılı değerler ile uzlaşabilecek bir dini paradigma inşası oluşturuyor. Batılı çevrelerdeki hakim kanaat toplumsal entegrasyonun gerçekleşebilmesi için sosyal dönüşümden önce teolojik bir dönüşümün gerektiği. Daha açık ifadeyle avrupa aidiyet kimliği müslümanlardan öncelikle bir ‘aydınlanma’ bekliyor. Bu durum hatırlara ‘Prusyalı’ Mendelsohn‘ın reforme
edilmeye muhtaç gördüğü gelenek ile, bu reformasyonun zirveleştiği ve fakat batının makus tarihi ile yüzleşen bir diğer
musevi düşünür Leo Beck’i hatırlatıyor.
Müslüman entellektüeli avrupalı bir İslam inşasına sevk
edecek bu aydınlanmanın temel argümanlarından birisini Kur’an
tefsiri, dolayısıyla Kur’an’daki hükümlerin tarihsel okunması
meselesi oluşturuyor. Oryantalist yaklaşıma göre, müslüman
toplumun batıya intibakta sekülerleşmesi öncelikle Kur’an
tefsirindeki hukuki ifadelerin nasıl yorumlanacağı ile irtibatlı.
Bu makalede “Avrupa İslamı”nı tanıtmaktan ziyade onun teolojik cephesini oluşturan ve de her vesileyle İslam araştırmalarında
akademik toplantılara konu olduğu gibi bir çok müslüman
araştırmacının da iştirak ettiği yahut tam manası ile algılayamadığı yeni Kur’an tefsiri ile alakalı bazı problemlere işaret etmek istiyoruz.
Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki yeni bir teoloji ihtiyacı batının genel itibariyle ‘din’den bir beklentisidir. Katolik kilisesinin birinci ve ikinci Vatikan konsilleri bağlamında
konjonktürel dönüşümlere maruz kalması bu beklentiler neticesinde vuku bulmuştur. Kutsal metinlerin tarihselliği de
modern dünyada oluşan siyasi, hukuki ve neticede toplum-
E
/ 22 /
IGMG • PERSPEKTİF
sal normlara karşı kilisenin yeniden vaziyet alışıdır. Kilise içerisinde de benzer tartışmalar bulunmaktadır ve hatta mesela tarihsellik mevzuunda itirazlar da mevcuttur.
Batılı aydınların İslam eleştirilerine dikkat edildiğinde
ekseriyetle batının din eleştirisinden kaynaklandığı görülmekte.
Yani İslam eleştirisi aslında bir din eleştirisidir. Oysa modernlik ve sekülerlikle etkileşim yalnızca İslamiyete mahsus
değil kadim geleneklerin bizatihi dahil oldukları bir süreçtir. Bu bağlamda bakıldığında, Papa 16. Benedikt’in Regensburg
konuşmasında aydınlanma ile dinin yaşadığı krizi anlatırken ve aslında modernitenin kilise karşısında ki zaferinin asrımızda getirdiği tereddütlere değinirken, bu ‘mağlubiyetin’
temel argümanlarından akıl ve din mevzuunda örneği İslam tarihinden vermesi gayet manidar. Tartışmanın aslında
hıristiyanlığın modernlikle hemen bir çok mevzuda yaşadığı buhranla alakalı olduğunun batılı entellektüel çevreler farkındalar. Fakat bilhassa son yıllarda bu tartışmaların üzerine çektikleri perdede yalnızca İslamın yüzü beliriyor. Derin
felsefi bir çok meselede konjonktürün müsaade ettiği derecede gündeme gelebiliyor.
Modern tefsirde Kur’an hükümlerinin tarihi bağlamlarında değerlendirilmesi iki yönü itibariyle tenkide tabi tutulabilir. İslamî ilimlerin tahsili ve telifi belirli bir disiplinde
olmadığı gibi tefsir ilmi de hadis, fıkıh ve diğer sahalardan
ve bilhassa kelamdan bağımsız düşünülemez. Bunun yanında
her ilmi saha usül ve muhteva itibariyle öncelikle bir düşünce
temelinde inşa edilmiştir. Yalnızca İslam medeniyetine ait
olmayan bu hususiyet, mesela hıristiyan teolojisinin kilise mimarisinden hukukuna kadar hıristiyani olan ve hatta olmayan batı medeniyetine mahsus bir çok alanda belirmesinde
görülebilmektedir. Hakeza İslamî ilimleri de ilm-i tevhidden, kelamdan bağımsız düşünmek mümkün değildir.
İslam düşünce geleneğinde Kur’an tefsirine dair eserlerin ekseriyeti ana hatları itibariyle, birbirinden tamamen bağımsız telakki edilemeyecek derecede kelam, tasavvuf ve felsefi düşünce gelenekleri dahilinde kaleme alınmıştır. Öyleyse
öncelikle Kur’an hermenoytiği hangi kelami yahut daha geniş manası ile hangi felsefi muhtevaya sahiptir, sualiyle başlamak gerekir. Çünkü hüküm ifade eden ayet-i kerimelerin
tarihi bağlamı ile sınırlandırılması, ilahi kelamın keyfiyyeti
itibariyle bir mesele olduğundan hangi felsefi yaklaşımın temel alındığı sorusuna cevab bulmak gerekir.
Kur’an hükümlerinin bazılarının tarihen tahdidi ilahiyatta ontolojik bir meseleye sebebiyet vermekte. İlahi kela-
i sl a m ve hayat
mın menbaı olan Cenab-ı Hakk’ın kelam sıfatı Zat’ından
rın inkarından tevehhüm edilmiştir. Fakat hatırda tutulmagayrı olmadığından, bu sıfat ve tezahürüne müteallık her mesı gereken kelama dair bir mevzuda ve hassaten ilahi varlısele ontolojik manada bir ilah tasavvuru meselesidir. Yani ilağa müteallık meselelerde en küçük bir farklılaşma genel dühi kelamın tarih ile tahdidi, bu kelamın Sahibi olan Cenabşünce sistemine etki etmektedir. Bu nedenle Kur’an tefsiı Hakk’ın bir sıfatının tahdidi olur. Bu sınırlandırma ise hem
rinde ki bir meselenin başka bir çok sahada yeni problemmahluk cihetindendir, ki yaratılmış olanın Vacib’ul Vücud’a
lere yol açacağı aşikardır.
nisbet eden bir vasfı sınırlandırması mümkün değildir ve de
Bir diğer husus da tarihsellik meselesinde hangi kıstasCenab-ı Hakk’ın Zatıyla alakalı bir tasavvur sorunudur. Hem
ların temel alındığıdır. Fazlurrahman ahlak eksenli belirli debu sınırları tayin eden bir yaratılmıştır hem de Yaratıcının
ğerleri işaret etmektedir. Fakat bu değerlerin nasıl belirlenZatında yaratılmışlar nezdinde bir sınır konulması muhaldiği ve değerlerin tarihselliği meselesi meçhuldür. Her ne kadir. Zatında mukayyed olanın zamandan bağımsız mutlak
dar hukuk belirli ahlaki değerler üzerinden neşet etse de, ahVarlık olması düşünülemez. Burada ayetin değil ayetten gelaki değerleri tartışmasız temel alıp, hukuki hükümleri ise
len hükmün tarihselliği söz konusudur denilerek itiraz edilfarklı bir kategoride ele almak kendi içinde bir tenakuz ile
se, hüküm ifade eden ayetin işaret ettiği manadan ayrı düneticelenecektir. Ahlakî değerler ile hukuki kaideler arasınşünülmesi imkan dahilinde değildir, çünkü manası da lafzı
daki ayrım muhtemelen fasid daireye dönüşecektir. Bir digibi tevatüren sabittir cevabı verilebilir. Öyleyse Kur’an herğer husus da Kur’an-ı Kerim’de ki hükümlerin tefsirinde tamenoytiğinde tarihsellik usulü yalnız Kur’an metnine aid bir
rih zaten yorum harici değildir. Başka bir çok mesele itibatartışma değil ilm-i kelamın sahasında cereyan eden ve önriyle hermenoytiği tenkide tabii tutmak mümkündür, lakin
celikle bir ilah tasavvuru meseAvrupa İslamı tartışmalarına
lesidir.
konu olduğundan yalnız kelami
Kur’an tefsirinde bir usül olaciheti itibariyle ele almayı tercih
rak gelişen hermenoytik ilettik. Kavramsal olarak dini beminde, incil tefsirinin usülen balirli bir kültürel coğrafya ekseni
zı izlerini bulmak da mümkün.
ile sınırlayan avrupa İslamı,
Bir diğer husus da tarihsellik meselesinde hangi kısHıristiyan teolojisinde ilahi kemuhteva itibariyle de iman ve amel
lamın tarihselliği ‘logos’un ve biitibariyle bir düşünce sistemine
tasların temel alındığıdır. Fazlurrahman ahlak eksenli
zatihi Tanrı’nın tarihle irtibatı
sahip olmadığı gibi başta akidebelirli değerleri işaret etmektedir. Fakat bu değerlebakımındandır. İnsan bedeye dair bir çok sahada da probninde tezahür eden Tanrı tarihte
lemler taşımaktadır. Bir diğer hurin nasıl belirlendiği ve değerlerin tarihselliği mebelirerek yalnız bir ciheti itibasus da hakikaten Avrupa coğselesi meçhuldür.
riyle değil, kamilen belirli bir zarafyasında yeni bir dini kültür inman diliminde ve mukayyed olan
şası için gerekli olan dini bilgitüm yaratılmışların nezdinde tenin batı lisanlarında ifadesinden
eğitime kadar bir çok meseleyi,
mekkün etmiştir. Yani kelamın
ve tüm bu meselelerin arka platarih ile mukayyed olması binında ki, müslümanları ilmen, sizatihi Tanrı’nın zaman ile muyaseten ve toplumsal olarak ifade edebilecek bir düşünce siskayyed bir vücudda zahir olması ile irtibatlıdır. İslam kelatemi geliştirilebilmesi, euro İslam, radikal İslam gibi tanımmının da hıristiyanlığı tenkid ettiği temel meselelerden bilama ve tartışmaların gölge etmesinden daha sahnede bir merisi farklı bir ontolojik boyut olan ilah ve ilahi olanın, yarasele olarak belirmiş değildir.
tılmışlar kategorisine dahil edilmesidir. Hıristiyan teoloji TanToplumları tarih sahnesinde varlıklarını idame ettiren derı ve tanrıya mahsus olanı mukayyed varlıklar kategorisine
ğerler mevcuttur. İslamî ilimler de müslüman zihniyet ve topdahil ettiğinden, Tanrı’nın kelamı olan İncil’in de zaman ile
lumunu bu değerler ekseninde inşa eder. Bu zihniyetin ve
mukayyed olması mümkün görülmüştür. Hz. İsa’nın vücuinancın temelini oluşturan tevhid ilmine dair oluşacak
duda kutsal ruh ile kiliseye intikal etmiş, yani ilahi olan diproblemler, ilim sisteminin genelinde ve bir süre sonra bu
ğer bazı vasıflarda Tanrı kendini yarattığı vasıflara bağımlı
ilmin hayat bulduğu fertler ve cemiyetler nezdinde fikren ve
kılmıştır. Hıristiyan teologlar bu ontolojik bölünme ve hatamelen bunalımlara meydan verecektir. Euro İslam tartışta karışmanın Tanrı’nın varlığa merhametinden sudur ettmalarında batıda yaşayan müslümanların seküler dünya alğini ifade ederler.
gısını meşrulaştıracak bir teolojik gayret, kendi dini kökleEhl-i sünnet kelamı ve sair felsefi mezheblerde ise Cerinden farklılaşacak bir istikamette yol açmaktadır. Modernlik
nabı Hakk’ın Zatı ve sıfatları hususunda varlık mertebeleri
ve dolayısyla sekülerleşmenin, dinin kelami ve fıkhi cephebelirgin hatlar ile ayrılmış, nitekim Kur’an ve sünnetteki tevsini dönüştürme gayreti, ontolojik problemleri aşamadığınhid merkezli beyanlar da başka bir tefsiri muhal kılmıştır.
dan, İslam düşünce geleneği içerisinde kök salması ve içeHer ne kadar tarihsellik meselesi Mutezile’nin Kur’an’ın mahrisinde bulunduğumuz tarihi süreçte hayatiyet bulması pek
luk olduğu vehmine yakın gözüksede, bu derecede bir ilahi
mümkün gözükmemektedir.
varlığa müteallık bir mesele değildir ve daha ziyade sıfatla-
MART / MÄRZ 2010
/ 23 /
d ü nya
Afganistan siyasetinin iflası
İlhan Bilgü • [email protected]
fganistan’da, geçen ay 15 bin askerle başlatılan Mercah operasyonunun ne kadar başarılı
bir operasyon olup olmadığını önümüzdeki
aylar gösterecek. Fakat, bu operasyon aynı zamanda Amerikan Başkanı Barak Obama’nın AF-PAK
projesi olarak takdim ettiği yeni Afganistan-Pakistan politikasının da temellerini ortaya koyması bakımından önem
arzediyor. Çünkü, Barak Obama, selefi George W. Bush’un
askerî üstünlük sarhoşluğu ile her şeyin yapılamayacağını farkeden biri olarak farklı bir politika uygulayacağını duyurmuştu. Ne var ki gelişmeler, Obama’nın politikasının Bush’un politikalarının sadece adını değiştirip kötü bir taklidi olduğunu da önümüze koyuyor. Her
ne kadar Mercah operasyonunun başarısı ya da fiyaskosu, yazımızın konusu değilse de, Mercah gibi küçük
bir kasabanın, daha geçen Mart ayında sadece 700 İngiliz askeri tarafından “Taliban’dan kurtarılmış” olduğunu da hatırlatmakta fayda var.
Bu hatırlatma, Amerika ve müttefiklerinin tüm silah ve propaganda üstünlüğüne rağmen Taliban’ın hâlâ ülkede etkin olabildiğinin altını çizmeye ve ülkedeki gelişmeleri doğru okumaya da bir kapı aralayacaktır.
Özellikle Türkiye’nin girişimleri ile, Taliban başta olmak üzere mevcut iktidarın muhaliflerini de iktidara ortak etme fikri, artık tüm diplomatik çevrelerin en tutarlı görüşü haline geldi. Türkiye, özellikle ülkenin kültürel ve dinî yapısının da göz önünde bulundurulmasını haklı olarak isterken, geçmişte adı duyulduğunda pek
çok Afğanlı’nın ürperdiği Özbek asıllı General Raşid
Dostum üzerine kurduğu Aganistan politikasının da yanlışlığını farketmeye başladı.
Afganistan politikasındaki yanlışların temelinde
Taliban’ı anlamamak ve Afganistan’ın siyasal ve toplumsal
hayatına damgasını vuran kabile geleneklerini göz ardı etmek yatıyor. Taliban ile ilgili yanlış ise, Taliban’ın
bir iktidar kavgası verdiği yolundaki inançtır. Ki, sözde
A
/ 24 /
IGMG • PERSPEKTİF
ılımlı Taliban mensuplarının iktidara ortak edilmesi ile
bu sorunun çözülebileceğine inanmak, 2001 yılına kadar Taliban’ın bir adamı olan Cumhurbaşkanı Hamid
Karzayi’nin bir siyaset manevrası olsa da, safdillikten öteye gitmez. Taliban’ın kavgası, bir iktidar kavgası değildir. Taliban, beğenir veya beğenmezsiniz, karşı çıkar bazen de “vahşî” bulursunuz, bir siyasal düzen kavgasındadır. Kendi anlayışındaki bir İslamî düzenin hakim olması Taliban’ın iktidar mücadelesinin ana temelini
oluşuturur. Geçmişte iktidarı ele geçiren Molla Ömer’in
“Afganistan İslam Cumhuriyeti Emiri” olarak başkent
Kabil yerine, küçük bir kasabada bir medreseyi üst olarak kullanması, bu mücadeleyi anlamakta bir ipucudur.
Her şeyin (Amerikan politikası dahil) kabileler
üzerine kurulu olduğu Afganistan’da, Peştu kabilelerinin geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bulunan ve kendisi de
bir Peştu olan Taliban Emiri Molla Ömer, teşkilatlanmasında kabileciliği öne çıkarmamış ve tüm diğer etnik gruplarla bağlantılı olmuştur. Cemiyeti İslâmi,
Hizb-i İslâmî gibi Afganistan’ın her tarafında teşkilatlanmış örgütler dahi, etnik bağlılıktan kurtulamazken,
Taliban her etnik gruba saygı göstermiş, yalnızca Şiî Hazaralarla anlaşamamıştır. Bu da Taliban’ın mezhebî bir
yanılgısı olmuştur.
Taliban’ın el Kaide ile ilişkisine gelince. El Kaide,
Taliban dışı bir harekettir ve kuruluşu Taliban öncesine dayanır. Taliban’ın iktidarı ele alması ile birlikte ise,
el Kaide Taliban’ı kullanmıştır; Taliban da el Kaide’yi.
Özellikle maddî kaynak ve modern haberleşme araçlarının temininde el Kaide, Taliban’a yardımcı olmuştur.
Halen her iki örgüt birbiriyle işbirliği yapsa da, Taliban
sadece Afganistan’a özgü bir hareket olarak kalmış, 2001
yılında resmen iktidardan düşmüş olmasına rağlen Taliban yerel olarak iktidarını devam ettirmiştir.
Tüm olup bitenlere rağmen Taliban’ın el Kaide’den
uzak durmayışında, çeşitli stratejik ve taktik sebebler
bulunsa da, bunun ana sebebi binlerce yıllık bir kökeni bulunun ve adına Pahtunvali denilen, ama, yazılı olamayan kabile kurallarıdır. Bu yazılı olmayan kuralların en önemlisi, Melmestiye (konukseverlik), Nanavatiye
(koruma), Bedel (adalet), Tureh (kahramanlık) kurallarıdır. Bu dört kural birbiriyle öylesine bağlantılıdır
ki, bir Peştu ölümüne bu kurallara bağlıdır. Örneğin,
el Kaide liderlerine karşı yapılan bir Nanavatiye, yani
koruma sözü, konukseverlik ile yerine getirildiği gibi,
d ü nya
kanun önünde suçlu bile görünseler adalet kuralı ile,
kendisine dokunulmaz ve onların hayatları kahramanlık
kuralı ile sonuna kadar Peştuların kendi hayatları gibi koruma altındadır. Koruma kuralı, herkes içn geçerlidir.
Hatta, savaş anında bir düşman dahi korunma isteyebilir. Ve düşmanın bu korunma talebi geleneğe göre
reddedilemez. Nitekim, Amerikan işgali sürecinde Amerikan ve İngiliz askerlerinden, bu kurala sığınarak korunma isteyenlerin örnekleri de görülmüştür. Hatta bir
Amerikan askerinin yaralı ve tedavi edilmesi gerektiği, bizzat Taliban tarafından Amerikan Kumanda
Merkezi’ne bildirilmiştir.
Adalet kuralı, her ne kadar kanundan kaçanları da
içine alsa bile, kendisine korunma verilen birinin suçluluğu kabile Cirge’si (Meclis) tarafından tesbit edilir.
Suçlu, ya ilgili makama anlaşma yoluyla iade edilir, ya
da kabile meclisi tarafından cezalandırılır. Bu kuralların tümünün, hâlâ uygulandığı bir gerçektir ve bu kurallar Afganistan, Pakistan ve kısmen İran’da diğer etnik grupların da geleneksel kuralları haline gelmiştir.
Taliban’ın, mensuplarından bir kısmının iktidara ortak edilerek çökertilmeye çalışılması ise nafiledir. Taliban’ın gücü, mensublarının çokluğunda değil, inandığı
kuralları uygulamasındaki tarafsızlığı ve samimiyetindedir. Örneğin, son olarak Pakistan’da yakalandığı söylenen ve Taliban’ın iki numaraları lideri olarak kabul edilen Molla Baradar’ın, Pakistan tarafından iktidara ortak edilmek istenmesi karşısında ABD tarafından ele
geçirilmesi bu anlayışın bir göstergesidir. Fakat, Taliban’ın
diğer siyasal ve etnik gruplar gibi bir iktidar arzusu olmadığı gözden kaçırıldığı için, bu planın tutmayacağı
da ortadadır. Taliban, işgal kuvvetlerinin çekilmesi ile
iktidara ancak o zaman ortak hale gelecektir. Çünkü Peştu geleneğindeki kahramanlık anlayışı, işgal güçleri hâlâ ülkede iken bir anlaşmayı ve barışı reddeder ve işgal
güçleri ile ölümüne savaşı gerektirir.
İşgal sonrasında Taliban’ın güçlenmesinin en önemli sebebi, yolsuzluğun, ahlaksızlığın giderek arttığı bir ortamda, bilinen iktidar politikalarına yanaşmayıp kontrolü altında bulunan bölgelerde yönetimini “adalet ve tarafsızlık”la
yürütmeye devam etmesidir. Örneğin, müttefik güçlerin son
operasyonunun yapıldığı yer olan Mercah’da Taliban, başta Afyon tarımını teşvik etmiş, aldığı öşür ile de (yüzde 10)
halkın diğer ihtiyaçlarını karşıladığı gibi güvenliğini de sağlamış durumdaydı. Afyon tarımını teşvik eden Taliban, kaçakçılığın önüne geçmiş, halkın kendisinin Afyon kullanmasını yasaklamıştı. Taliban kontrolünde olmayan yerlerde ise, Afyon üretimi kaçakçıların eline geçmiş, üreticiler
suç örgütlerinin aracı olmuş ve halkın da Afyon kullanımı
artmıştır. Tüm bu gelişmeler, Taliban’ın iktidar olabilen bir
iktidar olduğunu göstermiştir.
Mercah operasyonu askerî olarak ne kadar başarılı
bir operasyon kabul edilebilir, bunun tartışmasını askerî
uzmanlar elbette ki yapacaklardır. Ne var ki, ABD ve
müttefik güçler geriye, sivil kayıpları çok olan, binaları
tamamıyla yıkılmış ve halkda Taliban iktidarının özlemini giderek yükselten bir hayalet kasaba bırakmışlardır. Yani bu operasyon, siyasal olarak tam bir fiyaskodur. Brezilyalı karikatürist Carlos Latuff ’un yorumuyla, Taliban Mercah’ta, farklı bir politika geliştireceğine
dair dünyayı inandıran ABD Başkanı Barak Obama’ya
“yes we can” (evet, biz yapabiliriz) demiştir.
MART / MÄRZ 2010
/ 25 /
d ü nya
Son operasyonların yapıldığı Mercah kasabası
Brzezinski’ye göre
Obama’nın dış politikası
Mehmet Özkan • [email protected]
merikalı önde gelen stratejistlerden Zbigniew Brzezinski Foreign Affair dergisinin
Ocak-Şubat 2010 sayısında Obama’nın bir
yılını değerlendiren kapsamlı, analitik ve yapıcı bir yazı yayımladı. Brzezinski’nin değerlendirmesine bir kaç açıdan diğer değerlendirmelerden farklı olarak yaklaşmak gerekir. Öncelikle Brzezinski 19771981 yıllarında başkan olan James Carter’in Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak görev yapmış, Amerikan sistemini içeriden en iyi bilen ve yön veren kişilerden birisidir. Brzezinski’nin bir diğer özelliği Obama’ya seçim kampanyası döneminde danışmanlık yapmış olması
ve bu açıdan Obama’nın bugünkü uygulamalarına indirekt olarak katkıda bulunmuş olmasıdır. Bu yazı temel olarak Brzezinski’nin değerlendirmelerinin bir
özetini sunacaktır.
A
/ 26 /
IGMG • PERSPEKTİF
Brzezinski, Obama’nın ilk yılını iki açıdan değerlendirmektedir: amaçları ve karar alma mekanizması; ve
politika ve uygulamaları. Brzezinski’nın temel argümanı
Obama’nın değişen dünya dengelerini iyi anladığı ve bu
çerçevede stratejik eğilimler açısından doğru adımlar attığı yönünde. Fakat gerek ülke içi sorunlar gerekse Amerika’nın şu an yüzyüze olduğu üç temel sorun Obama’nın
bu yeni visyonu için hem bir test hem de sıkıntılar doğurmaktadır. Karar alma mekanizması ve dış politikanın belirlenmesi açısından Obama’nın merkez ve temel
yönlendirici olduğunu vurgulayan Brzezinski, Obama’nın
ilk yılını daha çok sağlık reformu gibi iç siyasete harcamasından dolayı aslında beklenilen etkiyi ve değişimi yapamadığını vurgulamaktadır. Fakat herşeye rağmen Obama’nın açılım ve sorun çözme tarzını doğru
bulan Brzezinski için önümüzdeki dönemde üç temel
soruna yaklaşımının onu değerlendirmek için en iyi yöntem olacağını vurgulamaktadır: Filistin-İsrail sorunu, İran
meselesi ve Afganistan-Pakistan çıkmazı.
Filistin-İsrail sorununa yönelik olarak Brzezinski’nın
temel yaklaşımı Obama’nın tarihi bir fırsatı kaçırdığı yönünde. Filistinlilerin çok dağınık ve çok zayıf, İsraillilerin ise çok dağınık ve çok güçlü olmalarında dolayı so-
d ü nya
runu dışarıdan destek olmadan çözmelerinin
mümkün olmadığını vurgulayan Brzezinski,
sorunun çözümüne yönelik olarak dört aşamalı bir yaklaşım tarzı önermektedir. Buna göre, (i) Filistinli mültecilerin bugünkü İsrail topraklarını geri dönüşü tezinden vazgeçmek, (ii)Kudüs’ün ikiye bölünerek hem Filistin hem de
İsrail için başkent statüsü kazanmasını sağlamak, (ııı) 1967 sınırlarına dayanan ve taraflar
arasında toprak değişimi yoluyla temel sınırları çizmek, (iv) Amerika ve NATO önderliğinde bir uluslararası gücün bölgeye barış gücü olarak yerleştirilmesinin yeni barış görüşmeleri için ana hatlar olarak tanımlamaktadır. İki devletli çözümün hergeçen gün kredibilitesini kaybettiğini vurgulayan Brzezinski’ye göre Obama ve ekibi Filistin-İsrail
konusunda süreci ilerletmek için hem taktiksel
yetenek hem de stratejik kararlılık gösterememiştir. Bunun sonucu olarak Obama’nın Kahire’de yaptığı konuşmanın İslam dünyasındaki olumlu etkisinin kaybolduğuna işaret etmektedir.
İran konusunda Brzezinski’nin temel argümanı Amerika’nın ne tür bir İran istediğiyle alakalı karar vermesi
gerektiğidir. İleride işbirliği yapılabilecek bir İran mı yoksa her zaman dışlanılması gereken bir İran’mı konusunda artık stratejik bir karar verilmesi gerektiğini vurgulan
Brzezinski’nin temel sorusu Amerika ve İran’ın gerçekten müzakere etmek isteyip istemedikleri. Şu ana kadarki
süreçte Obama’nın liderlik gösterdiğini vurgulayan Brzezinski’ye göre Obama İran konusundaki liderlik ve diploması öncelikli politikasını devam ettirmeli.
Afganistan-Pakistan konusunda Brzezinski’nin temel bakış açısı yeni bir stratejinin gerekliliğidir. Özellikle Amerika ve NATO güçlerinin Afganistandaki savaşı askeri olarak kazanamadığını vurgulayan Brzezinski,
çıkış yolu olarak iki aşamalı bir plan önermektedir. Buna göre Afgan hükümeti ve NATO, Taliban’ın bir bölümüyle işbirliği yollarını araştırmalı ve Talibanı sistem
içine çekmelidir. İkinci strateji ise Pakistanı ürkütmek
yerine onu kazanmaya yönelik bir politikanın izlenmesi gerektiğidir. Özellikle seküler bir Afganistan’ın muhtemelen Hindistanla işbirliği yapabileceğinden çekinen
bir çok Pakistan elitinin seküler bir Afganistan yerine
Talibanın kontrolündeki bir Afganistanı tercih etmesinin önemsenmesi gerektiği vurgulayan Brzezinski bu
çerçevede Pakistanı kazanmanın önemli bir stratejik ayak
olduğunu belirtmektedir.
Brzezinski’ye göre bu üç temel konuda Amerika’nın
yaklaşımının uzun vadede Amerikanın küresel rolünü
ciddi şekilde pozitif ya da negative şekilde etkileyecektir. Özellikle bu konuların kötü yönetilmesinin Amerika’nın küresel rolünün sonu olabileceğini vurgulayan
Brzezinski, Obama idaresinin bu açıdan tarihi bir misyona sahip olduğunu vurgulamaktadır.
Yukarıda bahsedilen üç temel sorun yanında Obama’nın Avrupa, Çin ve Rusya ile ilişkilerine de değinen
Brzezinski’ye göre tek bir Avrupa perspektifinin eksikliği
dolayısıyla Obama’nın işbirliği yapabileceği tek bir Avrupa yakın zamanda olmayacaktır. Bu durumu İngiltere Başbakanı Gordon Brown’un siyasî kaprisleri, Sarkozy’nin kişisel hırs ve ün isteği, Merkel’in ise doğrucu bir bakış açısına sahip olmasına bağlayan Brzezinski için Obama’nın güçlü transatlantik isteği bu üç liderle yapacağı kişisel işbirliği ve diyolağa göre değiçecektir. Brzezinski’ye göre Rusya ve Çin’e yönelik politikalar ise genel olarak stratejik açıdan ölümlüdür.
Makalesinin son bölümünde genel bir değerlendirme
yapan Brzezinski´ye göre Obama ilk yılında derin stratejik açılımlar yapmaktan çok beklenti ve umut yaratmıştır. Brzezinski bunu Obama’nın yanlış stratejilerine değil daha çok Amerikan iç siyasi dinamikleriyle
açıklamaktadır. Brzezinski’ye göre Amerikan siyasetinde lobilerin etkisi son yıllarda çok artmış ve bu Amerikan çıkarlarını tehdit etmektedir. Aynı şekilde ülke
içinde değişen siyasi dengeler yüzünden partiler üstü
bir dış politika yaklaşım tarzını tehlikeye girmiş ve buna bir de Amerikan halkının dünyada belki de dış politika konusunda en bilgisiz halk olduğu gerçeği eklendiğinde dış politika yapım süreci ve halka anlatım
süreci zorlaşmıştır. Brzezinski’nin Obama’ya temel tavsiyesi ortaya koyduğu ümit ve beklentileri geri kalan
üç yıllık başkanlık döneminde gerçekleştirmek için herşeye rağmen yoğun çalışmasıdır.
MART / MÄRZ 2010
/ 27 /
d ü nya
Kuveyt
Yusuf Ziya • [email protected]
ahip olduğu kara parçasına bakıldığında küçük,
ama o kara parçasının altında yatan petrol rezervleri nedeniyle bir o kadarda zengin bir ülke Kuveyt. Zamanında gemi yapımı, inci dalgıçlığı ve ticaret ile geçinen birkaç bin insanın yaşadığı bir çöl bölgesiyken 1938’de petrolün bulunmasıyla giderek zenginleşen bir ülke haline gelmiş. Arapçadaki
anlamı “su kenarındaki kale” olan Kuveyt, bugün çok
sayıda camileri, gökdelenleri, yüksek binaları, lüks otelleri, yeşil-geniş bulvarları, modern park ve bahçeleriyle, batı liberalizmi ve İslami değerlerin buluştuğu bir resim sunuyor bizlere.
S
Genel Bilgiler
Basra Körfezi’nde Irak ve Suudi Arabistan’ın arasında yer alan Kuveyt, üç milyona yakın bir nüfusa sahip. Topraklarının büyük çoğunluğunun çöllerle kaplı
olduğu ülkenin, kara parçası olarak Türkiye’nin Konya
ilinin ancak yarısı kadar olduğunu söylememiz, ne kadar küçük olduğunu tasavvur etmemize yardımcı olacaktır. Başkent Kuveyt, ülkeyle aynı ismi taşırken, diğer önemli idari birimleri Hawalli, Cehra, Ahmedi, Salimiye, Fervaniye olarak sıralanabilir. Ülke meşruti monarşi ile idare ediliyor. Devlet Başkanlığını Emir yürütüyor ve Emir’in başbakanı atama ve meclisi feshetme
gibi önemli yetkileri bulunuyor. Dünya petrollerinin yüzde 10’unun bu küçücük ülkenin topraklarından elde edilmesi ülkeyi kısa zamanda dünyanın en zengin ülkelerinden biri hâline getirmiş.
/ 28 /
IGMG • PERSPEKTİF
Ortadoğu’da bulunan yirmi üç Arap devletinden biri olan Kuveyt’in nüfus yapısına baktığımızda nüfusunun üçte ikisini, büyük çoğunluğu Hindistan, Pakistan
ve Bangladeş vatandaşı olup Güney Asya’dan çalışmak
için gelen göçmenlerin oluşturduğunu görürüz. Öyle ki
yol yapımından inşaatlara, güvenlik işlerinden fabrikalara kadar her yerde işgücünden yararlanılan göçmenlerin Kuveyt’i ayakta tutan ana sütunlar olduğu düşünülebilir. Buna karşın ülkede aslen Kuveytli olanların oranı yüzde elliyi bulmamaktadır. Bu arada Körfez Savaşı’na kadar Kuveytli göçmenlerin büyük bir kısmını Filistin ve Ürdün bölgesinden gelen göçmenler oluşturmaktaydı. Ancak Saddam’ı destekledikleri gerekçesiyle, savaştan sonra ülkeden sürüldüler. Yerlerine Güney
Asyalı göçmenler istihdam edildi.
Kuveyt’te ana ve resmi dil Arapçadır, ancak özellikle iş çevrelerinde İngilizce de yaygın olarak konuşulmaktadır.
Nüfusun yüzde 98’i Müslüman, geri kalanı ise Hristiyan veya doğu dinlerine mensuptur. Ortalama hayat süresinin 77 olması ise ülkenin zenginliğine ve içerisinde bulunduğu refah ortamına bağlanabilir.
Kısa Tarihi
Miladî 633 yılında Halid bin Velid kumandasındaki İslam orduları tarafından fethedilerek asırlarca Müslümanların toprağı olan Kuveyt, Bağdat’taki Abbasî hilafetinin ardından bir ara İranlıların, daha sonra 1628
yılında Sultan IV. Murad’ın saltanatı zamanında, Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altına girmiştir. Kuveyt bundan sonra Osmanlı Devleti’nin önce Bağdat ve sonra
da Basra eyaletinin bir köyü olmuştur. Nitekim Kuveyt,
17. ve 18.yüzyıllarda sadece birkaç bin insanın yaşadığı bir çöl bölgesiydi. 19. yy’ın sonlarına doğru Osmanlı’nın gücünü yitirmesi ve İngilizlerin petrol siyasetine
d ü nya
dayalı oyunları neticesinde, diğer Ortadoğu eyaletleri gibi Osmanlıya karşı isyan etmiştir. 1899 yılından 1961
yılına kadar dış ilişkiler ve savunma alanlarında İngiliz
idaresi altında kalan Kuveyt, 1938 yılında Petrolun bulunmasıyla birlikte, Arap bölgesinin en zengin devletlerinden birine dönüşerek, 1953’te Körfez Bölgesi’nin
en büyük petrol ihracatçısı olmuştu. Bunun ardından 1961’de
Körfez Arap ülkeleri arasında bağımsızlığını ilan eden
ilk devlet oldu. Önceden beri bağımsızlığına soğuk bakarak Kuveyt’in kendi parçası olduğunu iddia eden Irak,
2 Ağustos 1990 tarihinde bu ülkeyi işgal etti. 23 Şubat
1991 yılında ABD öncülüğünde BM Koalisyon güçleri tarafından yapılan müdahaleyle Irak’ın Kuveyt’i işgaline son verildi. Son yıllarda Irak’ın ABD tarafından
işgal edilerek Saddam Hüseyin’in idam edilmesi sonrasında, tekrar işgale uğrama endişeleri ortadan kalkan
Kuveytlilerin, hızla yatırımlara yöneldikleri görülüyor.
Kuveyt’te Yaşam
Ülkede tatlı suların sınırlı olması problemi, deniz suyunu içme suyuna dönüştüren dünyanın en büyük ve en
gelişmiş tesisler sayesinde giderilmeye çalışılıyor. Bu nedenle sudan ucuz deyimi Kuveyt’te petrol için karşılığını bulur. Temiz ve düzenli bir yapıya sahip olan Kuveyt’te çöl, denizden elde edilen suyla yeşillendirilir. Kuveyt idaresinin üzerinde önemle durduğu noktalardan
biri ağaçlandırma konusudur. Özellikle düzgün ve geniş yolların kenarına dikilmiş büyük ağaçlar, arkalarında çöl toprağı olduğunu unutturur insana.
Başkent Kuveyt’te inşa edilen kuleler Kuveyt’in sembolü olmuş ve 375 metre ile en uzun olanı Bağımsızlık Kulesi olarak adlandırılmış. Şehir giderek gelişmiş ve bir gökdelenler ormanı haline gelmiş. Kuveyt oldukça sıcak bir iklime sahip olduğundan burada hayat genel itibariyle güneş
battıktan sonra başlar. Özellikle sıcak günlerde sokaklarda
insan bulmak mümkün olmaz. Sokakta görebildiklerinizde klimalı son model arabalarının içerisinde olur ve yine
klimalı alış veriş merkezlerinin otoparklarında arabalarından inerler. Bölgede bulunan diğer şeyhlikler gibi Kuveyt
de topraklarından petrol çıkartılmaya başlanmasının ardından
gerek toplumsal gerekse ekonomik anlamda büyük bir değişim yaşamış. Öncesinde doğru dürüst bir şehir hayatının
bulunmadığı ülkede, toplumun hayat standardı kısa sürede son derece yüksek bir seviyeye ulaşmış. Bununla birlikte özellikle göçmen işçiler için çekim merkezi olmuş.
Kuveyt’te toplumsal katmanların bulunduğunu söylemek mümkün. ABD’liler ülkede ayrıcalıklı bir konumdalar. Amerikan askerleri zaten küçük olan ülkenin bir kısmını kapatmış durumda ve Kuveyt’le pek bir ilgileri bulunmuyor. Havaalanından başka yerde ABD’li görmeniz
mümkün değil. İkinci sırada refah devleti olmanın sağladığı olanaklardan büyük ölçüde istifade eden Kuveytliler geliyor. İşsizliğin adının geçmediği Kuveyt’te en düşük Kuveytli maaşı 2000–3000 dolar civarında. Üçüncü sırada ise
birçoğu düşük maaşla çalışan Güney Asyalı göçmenler yer
alıyor ve kötü yaşam şartları ile refah içerisindeki ülkenin
dramatik yönünü ortaya koyuyor. Göçmenlerin kötü yaşam
şartlarına örnek verecek olursak, içerisinde Kuveytli göremeyeceğiniz bakımsız belediye otobüsleri, insanları açlık sınırında olan bir Afrika ülkesini hatırlatıyor. Ayrıca refah devletine yakışmayan cadde üzerindeki bakımsız dükkânlar yalnızca göçmenlere hitap ediyor. Çünkü Kuveytliler çoğunlukla büyük alışveriş merkezlerini tercih ediyorlar.
Memurların neredeyse hepsinin Kuveytli olduğu resmi dairelerde de güçlünün sözü geçiyor. Gücün varsa sıraya girmene gerek yok, işlerini kısa sürede halledebilirsin. Ama
işçi bir göçmen isen memurların bugün git yarın gel tavırlarıyla karşılaşabiliyorsun. Güçlü olan birinin yasalara uymayan bir davranışı çoğu zaman görmezden gelinirken, bu
durumda yasalar sadece göçmenlere uygulanıyor. Buna karşın Kuveytliler Türkleri pek seviyor ve ilgi gösteriyorlar. Ayrıca ülkede hafta sonu tatillerinin Perşembe ve Cuma günleri olması da eski geleneklerimizden.
Kaynaklar:
• “Seyrüsefer: Kuveyt İzlenimleri”, BİSAV Bülten, Sayı 61, 2006
• “Kuveyt Meselesinin Tarihi”, Ahmet Akgündüz, osmanli.org.tr/yazi2-96.html
MART / MÄRZ 2010
/ 29 /
k ül t ür
Ameliyatlar ve aletler
Müslümanların günlük yaşamımıza katkıları
önemli bilimsel bir gerçeği ortaya koyuyordu: Pulmoner
dolaşım “Avicenna’nın Kanun Anotomisi Üzerine Yorum”
1210 yılında Suriye Şam’da doğmuş ve Nuri Hastanesi’nde
eğitim almış olan İbni Nafis tarafından yazılmıştır. Bu eser
Batı’da Avicenna olarak bilinen diğer bir büyük Müslüman bilim adamı olan İbni Sina’nın eserini ele alır. İbni
Sina 980 yılında Güney Rusya’da küçük bir köyde dünski Yunanlılar kanın karaciğer merkezli olduyaya gelmiştir. Özellikle filoloji, tıp ve hukuk da öne çıkğunu düşünür ve yiyeceklerin bağırsaklardan damıştır. İbni Nafis’in sözkonusu eseri dei “Canon” (Kanun)’a
marlar aracılığıyla karaciğere ulaştığına inanırcevap niteliğindedir. İbni Nafis’in bu yorumu çok önemlardı. Onlara göre kan vücuttaki yolculuğuna çıkliydi çünkü o ilk defa pulmoner dolaşımı(küçük kan dolaşımadan önce “doğal ruh” la doldurulurdu.
mı,kanın kalp ve akciğerler arasındaki dolaşımı) doğru bir şeDaha sonra Yunanlı fizikçi bilimadamı Galen 2.yy’da
kilde incelemiş ve tanımlamıştır.
kan dolaşımı üzerine gözlemler yaptı. Galen kanın, kalO bu eserinde kalbin ve akciğerlerin rolünü anlatmış,
bin sol kısmından kalbin sağ kısmına kardiyak septumsolunum sistemindeki etkilerini açıklamış ve kanın akcidaki (bölme) “görünmez gözenekler” aracılığıyla geçtiğiğerlerde dışarıdan gelen havayla temas ederek temizlenni söyler. Ona göre burada kan “ruhu” yaratmak için hadiğini anlatmıştır.
vayla birleşir ve ordan tüm vücuda yayılırdı. Galen, venöz
Bir paragrafta İbni Sina ile görüş ayrılığına düşmüşsistem (toplardamar sistemi) ve arterial sistemin (atardatür: “İbni Sina’nın kalbin 3 karıncığı olduğu düşüncesi doğmar sistemi) küçük görünmez kanallarla kontağa geçmelerinin
ru değildir. Kalbin sadece 2 karıncığı vardır ve bunlar aradışında çok farklı sistemler olduğunu söylemiştir.
sında kesinlikle açılma olmaz. ”
Yüzyıllar boyunca Galen’in
O kendi ifadesiyle pulmoner
bu açıklamaları doğru olarak kadolaşımı şöyle anlatır: “... kanın
bul edildi ta ki, 16.yy’da Avrukalbin sağ odasından sol odasıpa’da William Harvey kan dona varması gerekmektedir, fakat
laşımı ve kalbin fonksiyonlarıbu ikisi arasında doğrudan bir gena dair gözlemleri yapana dek.
çiş (yolu) bulunmamaktadır. KalHarvey kalbin, kan dolaşımının
bin kalın septumu delikli olmamerkezi olduğunu söyleyen ve
dığı gibi, bazılarının düşündüğü
kanın vücudumuzda nasl dogibi görünür gözenekler veya
laştığını açıklayan kişi olarak biGalen’in düşündüğü gibi gölinir. Oysaki 1924 yılında Mırünmeyen gözenekler içermez.
sırlı fizikçi Dr. Muhyo al-DeKan, kalbin sağ odasından pulen Altawi çok önemli bir el yazmoner arter aracılığıyla akciğerması eseri ortaya çıkarmıştır. O,
lere akar, maddelerine dağılır,
700 yaşında olan “Avicenna’nın
hava ile karışır ve arteria venoKanun Anotomisi Üzerine Yorum”
sadan (pulmoner vein) geçerek,
adlı eserini Berlin Prusya Devkalbin sol odasına ulaşır...”
let Kütüphanesi’nde ortaya çıOnun bu önemli gözlemleri
karmıştır. Dr. Altawi Almanya
Avrupa’da yüz yıl sonra, 1547 yıLudwig Üniveritesi Tıp Falında Andrea Alpago tarafından
kültesi’nde Arap tıbbının tariLatince’ye çevrilene kadar bilinhini inceliyordu. Bu eser o vakmiyordu. Bunun ardından kan doİbni Sina'nın Kanun'unda kalb, akciğer ve beyinden bahsettiği kısım
te kadar gözardı edilmiş çok
laşımını açıklamak için bir kaç giİlknur Melekoğlu • [email protected]
E
/ 30 /
IGMG • PERSPEKTİF
k ül t ür
rişimde daha bulunulmuştur.
kilde, onun zamanına dek varolan pek
1553’de Michael Servetus aynı taçok medeniyetlerdeki bilgilerden
nımı yaptı ve 1559’da Realdo Colombo
toplanmış tüm tıbbi bilgileri içerda bunu kanıtladı. Yine de tüm bu
diği için “yazılmış en ünlü tıp kitasonuçlar genel olarak yaygın biçimbı” olarak tanımlanmıştır.
de kabul edilmemişti. Sonunda,
12. yy’da El-Kanun fi’t-Tıp’ı kısa
William Haryvey bazı deneylerden
adıyla Kanun’un içeriğini açıklamak
sonra 1628’de insan dolaşım sistemini
için açıklamalar, yorumlar yazılmıştır
keşfettiğini duyurdu ve bu konuda
ki, en ünlü kısa versiyonu İbni Nafis
etkili bir kitap yayımladı. Bu çalıştarafından Suriye’de yazılan “Tıbtama zamanla tıp dünyasına doğru anki özlü kitab” dır. Kanun, toplam beş
layışı kabul ettirdi. William Harykitaptan oluşmaktadır. İlk kitap genel
vey tüm vucuttaki kan dolaşım sistıp kaideleri hakkındadır, ikincisi alteminin kaşifi kabul ediliyse de İbfabetik sıraya göre basit ilaçlar, üçünni Nafis, pulmoner dolaşım yada kücüsü vücudun belli bölgelerindeki loçük kan dolaşımının kaşifi olarak takal hastalıklar, dördüncüsü; ateş, kemik
rih sayfalarındaki yerini aldı.
ve eklem kırık- çıkıkları gibi vücudun
İbni Nafis'in küçük kan dolaşımı ve sindirim sistemi çizimi
Pulmoner dolaşımın İbni Nagenelinde oluşabilecek hastalıklar ve
fis’e atfedilmesi ancak 1957 yılınbeşinci son kitap da bileşik ilaçlar ve
da, 1228 yılında öldükten 700 sontarifleri üzerinedir. Dördüncü kitabı
ra mümkün olmuştur. O ölünce evini ve kütüphanesini
olan fraktürler(kırıklar) üzerine olan kitapta iki bilimsel inKahire’deki Mansuri Hastanesi’ne bağışlamıştır.
celeme bulunur. Bunlardan ilki,“Bütün olarak fraktürler”ikincisi, “Her kemiğin ayrı fraktürü” adındadır.
İbni-i Sina: Kemik Fraktürü
“Bütün olarak fraktürler”de; kırıklar hakkında genel
İbni-i Sina, Yunanlı fizikçi Galen’le karşılaştırıldığınbilgi, kırıkların sebebleri, çeşitleri, formları, tedavi metodları,
da çok daha yüksek bir beğeni ve takdir kazanmış bir isimkırıkların karmaşıklığı hakkında bilgiler mevcuttur. İbni
dir ve “İslam’ın Galen’i” olarak da bilinir. Büyük ünü neSina “Her kemiğin ayrı fraktürü” nde ise, vücuttaki her kedeniyle bir çok millet onun yıldönümü kutlama yarışına
miğin kırığının kendine özgü özelliklerinden bahseder. İbgirmiş, ilk kez 1937’de Türkiye , ölümünden 900 yıl sonni Sina’nın kitabındaki bu açıklama metodu günümüz mora onu anma etkinlikleri düzenlemiştir.
dern tıp kitaplarında yer alan açıklama formlarına çok yaOnun tıbbî ve felsefe ilimlerine katkısını takdir etmek
kındır. İbni Sina, özellikle hemen split (kırıkların hareamacıyla tüm UNESCO üyeleri biraraya gelerek doğuketsizliği sağlamak için tahtaya alınması) uygulanmamamunun 1000. yılında, 1980 yılında İbni Sina’yı anmıştır.
sı tam tersine beş gün sonra bu işlemin yapılması gerekŞimdi Özbekistan sınırları içinde bulunan Afşana’da doğtiğine dikkat çeker. Bugün onun bu öneri “ertelenmiş split”
muş, 21 yaşında burdan ayrılarak İran’ın çeşitli şehirlerinde
teorisi olarak bilinir ve Profesör George Perkins’e atfediyaşamış, ünlü bir felsefeci ve doktor olmuştur. Hayatı bolir. İbni Sina “1882 Bennet Fraktürü” olarak adlandırılan
yunca toplam 276 eser yada bilimsel inceleme yazmıştır.
olgudan da Bennet’ten bin yıl önce bahsetmiştir.
Birkaç küçük eseri ana dili olan Farsça yazmıştır, bunlaKanun’un düzenlenmesi, kapsamlılığı ve açıklama merın dışındaki tüm eserlerini Arapça kaleme almıştır. Matodları; sınıflandırma, hastalık sebebleri, epidemioloji
lesef bu eserlerin çoğu kaybolmuştur, günümüze ulaşan
(salgın hastalıklar bilimi), belirtiler, teşhis ve tedaviler açı68 eseri çeşitli kütüphanelerde muhafaza edilmektedir.
sından bugünkü modern tıp kitaplarına çok yakındır.
Hemen hemen tüm bilim dallarında yazmakla birlikte
Kanun bu özellikleri nedeniyle gerek Müslüman ülen çok felsefe ve tıp alanı ile ilgilenmiştir, öyleki son zakelerde gerekse Avrupa’da en yaygın kullanılan tıp kitabı
manlardaki tarihçiler onu daha çok bir filozof olarak adolmuştur. Kanun, Cremonalı Gerard tarafından 12.yy’da
landırırken, bir kısmı Orta Çağ’ın “Fizikçiler prensi” olaLatince’ye çevrilmesiyle Avrupa ile buluşmuştur. Louvain
rak adlandırır.
ve Montpellier’deki tıp okullarında 17.yy’a kadar ders kiEserlerinin çoğu tıp alanındadır. 43eseri tıp alanındadır,
tabı olarak kullanılmıştır ve UNESCO dergisine göre 1909’a
24’ü felsefe alanındadır, 26 fizik, 21 teoloji, 23 psikiloji,
bir başka deyişle modern tıp çağına dek, Brüksel Üniver15 matematik, 22 mantık ve 5 tane de Kur’an tefsiri varsitesi’nde okutulmuştur.
dır. Bunların yanısıra sofuluk, sevgi, müzik alanlarında da
yazmış, bir kaç hikaye de kaleme almıştır.
Kaynak:
“Al-Kanun fi’t-Tıp” (Tıpta kanunlar) yada Latince
• 1001 Inventions-Muslim heritage in Our World, Prof.Salim T S Aladıyla sadece “Canon” (Kanun) olarak bilinen eseri onun
Hassani, 2006, Foundation for Science, Technology and Civilisation
en önemli eseridir. Arapça yazılmıştır ve benzersiz bir şe-
MART / MÄRZ 2010
/ 31 /
i sl a m und l e b e n
Fitra – Die Natur des Menschen
aus islamrechtlicher Sicht
„So richte dein ganzes Wesen aufrichtig auf den wahren Glauben, gemäß der natürlichen Veranlagung, mit
der Allah die Menschen erschaffen hat...“ (Sure Rûm,
[30:30])
Prof. Dr. Saffet Köse • [email protected]
itra wird von der Wurzel „f-t-r“ abgeleitet,
wörtlich „spalten, entzweien, erschaffen“. Diese Bedeutungen werden als Zeichen auf die
Erschaffung des Lebens oder überhaupt alles
Seins aus einem Ursprung gedeutet. Eine Sure des Korans ist die Sure Infitâr, die ihren Namen aus dem ersten Vers („Wenn der Himmel sich spaltet...“, Sure Infitâr, [82:1]). Das Fastenbrechen wird als Iftar1 bezeichnet, quasi als erneute Öffnung des Mundes für Nahrungsmittel. Aus demselben Grund wird das Ramadanfest im arabischen Îd al-Fitr, also Fest des Öffnens,
genannt.
Die Bedeutung, die hinsichtlich des Konzepts der
Fitra im Vordergrund steht, ist jedoch die Erschaffung. So wird im Koran Gott mit dem Wort „Fâtir“,
der Erschaffer beschrieben.2 Abdullâh bin Abbâs
(ra) habe den Vers „..., der Himmel und Erde erschuf...“3 nicht verstanden, ehe er nicht in einem Fall
um Rat gebeten wurde, bei dem sich zwei Personen
hinsichtlich des Besitzes eines Brunnens nicht einigen konnten und einer der beiden sagte: „Ich habe
den Brunnen zuerst ausgegraben.“ 4 Hierin ist ein Hinweis auf die grundlegende Unschuld und Reinheit
des Menschen.
Im Koran und der Sunna steht der Begriff Fitra für
die von Geburt an gegebene natürliche Veranlagung
F
/ 32 /
IGMG • PERSPEKTİF
des Menschen, welche nicht durch äußere Einflüsse
verändert wurde. Es bezeichnet den Gedanken, dass
jeder Mensch ein inneres Verlangen, nach dem Tawhîd,
also dem Glauben an den einen Gott hat, oder zumindest in der Lage hierzu ist.5 Entsprechend weist Hamdi Yazır in seinem Korankommentar darauf hin, dass mit
Fitra nicht die Eigenschaften eines einzelnen Menschen, sondern jene gemeinsamen Veranlagungen sind,
die den Menschen zum Menschen machen, also seiner Natur entsprechen. Dies widerum zeige die ursprünglich Reinheit des Menschen. So kennen Menschen, die entsprechend ihrer natürlichen Veranlagung
handeln, weder Lüge noch Betrug. Dies sind Eigenschaften, die im Nachhinein erworben werden.
Zur Fitra in diesem Sinne heißt es im Koran: „So richte dein ganzes Wesen aufrichtig auf den wahren Glauben,
gemäß der natürlichen Veranlagung, mit der Allah die
Menschen erschaffen hat. Es gibt keine Veränderung in
der Schöpfung Allahs. Dies ist die richtige Religion. Jedoch, die meisten Menschen wissen es nicht.“ (Sure Rûm,
[30:30])
Mit folgenden Worten sagte der Gesandte Gottes
dasselbe: „Jedes Kind wird entsprechend der Fitra geboren. Erst später wird es von seinen Eltern als Jude, Christ
oder Feueranbeter erzogen.“6
Wie aus diesen Quellen zu entnehmen ist, kann die
Fitra als Gabe Gottes verstanden werden, die darin besteht, dass der Mensch in seiner Veranlagung als solcher
in der Lage ist, zu seinem Schöpfer und damit zur wahren Religion zu finden. In diesem Sinne ist Gott auch
einen Bund mit dem Menschen eingegangen7 und hat
ihm Verantwortung gegeben.8 In diesen Kontext kann
auch der Vers eingeordnet werden, nach dem die Menschen (und Dschinnen) allein dazu erschaffen wurden,
um Gott zu dienen.9 Ferner entsprechen auch die Gebote Gottes der Fitra des Menschen.
Im Lichte zahlreicher Koranverse und Hadithe kann
gesagt werden, dass der Mensch gemäß der Fitra den
richtigen Lebensweg, also die Religion wählen wird
und ihm die Befolgung der Gebote nicht schwer fallen
werden. Auf diese Weise wird er zu wahrem Glück finden.10 Die der Fitra nicht entsprechende Religion zu wäh-
i sl a m und l e b e n
len und Versäumnisse bei der
Praxis der Religion gelten in diesem Zusammenhang als Abweichung von der natürlichen Veranlagung des Menschen. Dies
wird deutlich, wenn man im Koran liest, dass Gott den Menschen „den Glauben lieb gemacht“
hat und „ihn in eueren Herzen
verankert und euch Unglauben,
Schändlichkeit und Aufsässigkeit
verabscheuenswert... “ (Sure Hudschurât, [49:7]) gemacht hat.
Damit dieses potenzielle
Verlangen nach Gott aber zur
Geltung kommt, muss es entfaltet und entwickelt werden. In diesem Zusammenhang weist der oben zitierte Hadith auf den Einfluss der Umwelt des Menschen hin. Die Fitra des Menschen kann innerhalb seiner Umwelt entweder ausgelebt werden oder unterdrückt und somit schlimmstenfalls zur Abwendung vom Glauben führen.
Der Glauben ist eine wesentliche, wenn nicht zwingende, Veranlagung des Menschen. Dementsprechend
ist in der Religionsgeschichte auch keine Gesellschaft
bekannt, nicht geglaubt hat. Denn dies ist sowohl eine
Notwendigkeit der Fitra als auch die Folge des Verlangens des Menschens nach einem Glauben. Doch ist
es auch nicht immer unmittelbar möglich, dass der
Mensch zum richtigen Glauben findet, da er vielen
Einflüssen ausgesetzt ist. Trotzdem trägt der Mensch
Verantwortung, weil er neben seiner natürlichen Neigung zum Glauben auch die Fähigkeit besitzt, die
Wahrheit zu erkennen, also in der Lage ist zu wählen.
Zwischen dem Begriff der Fitra und dem Wort Hanîf besteht eine enge Verbindung. Hanîf (pl. Hunafâ)
bedeutet wörtlich „sich zuwenden, verlassen, umkehren“
und bezeichnet eine denjenigen, der sich von anderen
Religionen abwendet und der wahren Religion zuwendet. Im Koran wird diese Bezeichnung als Gegesatz
zu Muschrik11 (derjenige, der Gott andere Götter beigesellt, Schirk begeht) verwendet und bekräftigt die
Bezeichnung Muslim.12 Beispielsweise wird der Prophet Abraham (as) als Hanîf bezeichnet, da er sich vom
Glauben seines Vaters abwendet und allein Gott hingibt: Im Koran wird uns mitgeteit, dass er weder Jude
noch Christ war, sondern ein Hanîf/Muslim.13 Abraham (as) selbst hat sich als Hanîf/Muslim bezeichnet.14
Demzufolge ist das Hanifentum ein Begriff, der den
Kern der Religiösität beschreibt: Während vor dem Islam mit Hanîf diejenigen bezeichnet wurden, die dem
Propheten Abraham (as) folgten, wird es mit der Erscheinung des Islams synonym zu Muslim gebraucht.15
Der Prophet Muhammad (saw) sagte, dass er den Men-
schen auch das nachsichtige Hanifentum bringt16 und diese Gott
am liebsten ist.17 In einem sogennanten „Heiligen Hadith“
(Hadith Kudsî) teilt Gott mit,
dass ihm jeder Mensch als Hanîf
auf die Welt komme, doch der
Satan die Menschen vom Weg
abbringe.18
Der Mensch, der gemäß seiner Fitra lebt, ist wie die Erde, in
die der Samen des Glaubens gesät wird. In dieser Erde wird der
Samen in bester Weise gedeihen
können. Doch wenn die Erde ihre Natürlichkeit verloren hat,
kann derselbe Samen nicht heranwachsen. Demzufolge ist die Fitra die potenzielle Grundlage des Glaubens, der Tawhîd ist die Erscheinung dieses Potenzials.
Der zweite Teil des oben erwähnten Hadithes weist
inbesondere auf die äußeren Einflüsse hin, welche die
Menschen vom Weg der Fitra abbringen, aber gleichzeitig die Grundlage der Verantwortung des Menschen
bildet. Die Verantwortung besteht in zweierlei Weise:
Zum einen die Verantwortlichkeit dessen, der die Fitra missachtet, zum anderen die Verantwortlichkeit des
Menschen, die auf andere einwirken. Der Mensch, der
seine Fitra bewahren bzw. sich von äußeren Einflüssen fernhalten kann, wird ohne Weiteres ein Leben gemäß seiner natürlichen Veranlagung leben können.
(Aus dem Türkischen übersetzt von Ali Mete)
Quellen:
1
bk. Abû Dâwûd, At‘ima, 56; Tirmizî, Sawm, 10
Sure An‘âm, [6:14]; Sure Yûsuf, [12:101]; Sure Ibrâhîm, [14:10];
Sure Fâtir, [35:1]; Sure Zumar, [39:46]; Sure Schura, [42:11]
3
Sure An‘âm, [6:14]; Sure Yûsuf, [12:101]; Sure Ibrâhîm, [14:10]
4
Abû Abdillâh ar-Râzî, Tafsîru garîbi’l-Kur’âni’l-‘azîm, f.t.r.
5
Râgib al-Isfahânî, al-Mufradât, f.t.r.
6
Buchârî, Dschanâiz, 79-80, 92; Muslim, Kader, 22-25; Abû Dâwûd, Sunna, 17
7
Sure Âraf, [7:172]
8
Sure Ahzâb, [33:72]
9
Sure Zâriyât, [51:56]
10
Sure Râd, [13:28]
11
z. B. Sure Bakara, [2:135]; Sure Yûnus, [10:105]; Sure Hadsch,
[22:31]
12
Sure Âli Imrân, [3:67]
13
Sure Âli Imrân, [3:65-67]
14
Sure An‘âm, [6:67]
15
Râğib al-Isfahânî, al-Mufradât, hanîf
16
Musnad, V, 266; VI, 116, 233
17
Buchârî, Îmân, 29; Tirmizî, Manâkib, 32, 64
18
Muslim, Dschanna, 63; Ahmad bin Hanbal, al-Musnad, IV, 162;
Sahîhu ibni Hibbân bi-tertîbi ibn Balbân, Beirut 1414/1993, II,
422, 425; Vgl. Wensinck, Concordance, h.n.f.
2
MART / MÄRZ 2010
/ 33 /
i sl a m und l e b e n
„Wer Kinder hat, soll mit
ihnen Kind sein“
Eine der Charakterzüge des Propheten, die besonders
hervorsticht, ist sein enges Verhältnis zu Kindern.
Denn er setzte sich im Umgang mit Kindern auf ihr Niveau herab und versuchte die Welt aus ihrer Perspektive zu betrachten.
Abdulgafur Levent • [email protected]
ie Güte und Barmherzigkeit unseres Propheten sowie seine Zuneigung den Muslimen gegenüber wird auch in seinem Verhalten gegenüber Kindern deutlich. Seien es seine eigenen Kinder, seine Enkel oder die Kinder seiner Gefährten, er kümmerte sich um sie, gab
ihren Eltern Ratschläge bezüglich ihrer Kinder, angefangen von der Geburt und der Namensgebung bis
hin zur Gesundheit, Bildung, Erziehung, Kleidung, Unterhaltung und gar Spiele.
Eine der Charakterzüge des Propheten, die besonders hervorsticht, ist sein enges Verhältnis zu Kindern.
Denn er setzte sich im Umgang mit Kindern auf ihr
Niveau herab und versuchte die Welt aus ihrer Perspektive zu betrachten. Er setzte dies nicht nur selber
um, sondern empfahl es auch weiter.
So heißt es in einem Hadith: „Wer Kinder hat, soll
mit ihnen Kind sein.“ 1 Viele der Gefährten berichteten von seiner Liebe zu Kindern, wie er sich um sie
kümmerte, mit ihnen spielte und herumalberte.
D
/ 34 /
IGMG • PERSPEKTİF
So überlieferte Anas (ra), „Der Prophet war derjenige,
der am meisten mit den Kindern spaßte.” 2 Al-Bara (ra) sagte: „Ich sah den Propheten mit Hasan auf seinen Schultern.” 3
Die Tochter des Propheten, Fatima (ra), berichtete: „Mein
Vater sagte: „Los, hol mir meine Enkelsöhne (Hasan und Husayn)“, nahm sie dann in seine Arme und roch an ihnen.” 4
Muhammad (saw) legte großen Wert auf die Spiele
der Kinder und spielte manchmal sogar mit ihnen. Mit
dem Ausspruch „Wer Kinder hat, soll mit ihnen spielen”, empfahl er den Eltern ihre Kinder zu unterhalten, mit ihnen zu spielen. Des Weiteren legte er den Menschen nahe, Kindern das Schwimmen, Rennen, Reiten und andere Sportarten beizubringen. Er sprach fortwährend
Duâ (Bittgebete) für die Neugeborenen, für seine Kinder, seine Enkelkinder und für die Kinder seiner Gefährten. Wenn er sie in die Arme nahm oder ihnen beim
Spielen zusah, bat er Gott um ein langes, gesegnetes Leben, Wissen, Weisheit und Îmân (Glauben) für sie.
Abû Hurayra (ra) überlieferte folgenden Hadith
bezüglich den aufmerksamen und liebevollen Umgang
des Gesandten Gottes mit Kindern: „Bei einer neuen
Ernte sagte der Prophet folgendes: „Allah segne unsere Stadt
Medina, unsere Früchte, und gib uns Segen“, und gab die
erste Frucht der Ernte dem jüngsten Kind.“ 5
Gütig zu den Kindern zu sein, gehört zu den selbstverständlichen Gewohnheiten des Propheten. Wenn er
von einer Reise zurückkam, empfingen ihn die Kinder. Er
hielt an, bat seine Gefährten die Kinder hochzuheben und
setzte jeweils ein Kind vor sich und eins hinter sich. 6
Ali (ra) erzählt: „Der Gesandte Gottes besuchte uns
einst und übernachtete bei uns. Hasan und Husayn waren
am Schlafen. Hasan wachte auf und wollte etwas zu trinken haben. Muhammad (saw) stand unvermittelt auf und
holte Wasser. Da kam Husayn zu ihm, doch gab der Prophet
ihm kein Wasser. Daraufhin fragte Fatima ihn, ob er denn
Hasan lieber möge als Husayn. Er antwortete: „Nein, er
hatte nur zuerst gefragt.“ 7
i sl a m und l e b e n
Darüber hinaus erinnerte Muhammad (saw) Eltern
spielten in seiner Nähe und kletterten auf seinen Rüstets daran, ihre Kinder gerecht zu behandeln. „Fürchcken. Aus Angst, sie zu verletzen, wenn er aufstand,
tet euch vor Allah. So wie ihr Gehorsam von euren Kinverlängerte der Prophet seine Niederwerfung
dern erwartet, so müsst ihr sie auch gerecht behandeln.“ 8
(Sadschda). 16 Ein anderes Mal nahm er seinen Enkel
„Allah liebt es, wenn ihr alle Kinder gleich behandelt, selbst
Hasan während der Hutba in den Arm. 17 Ferner sagbei den Küssen, die ihr ihnen gebt.“ 9 Die gute Erziehung
te er: „Es kommt vor, dass ich ein Gebet mit der Absicht beginne, es länger zu halten, aber dann höre ich ein Kind
der Kinder, lag dem Propheten ebenfalls sehr am Herschreien und verkürze das Gebet, denn ich weiß, dass die
zen. Er gab den Muslimen zahlreiche Ratschläge hinSchreie des Kindes seine Mutter beunruhigen.“ 18
sichtlich der Erziehung ihrer Kinder. Diesbezüglich
Die Barmherzigkeit, Liebe und Güte Muhammads
sagte er: „Ein Vater kann seinen Kindern nichts besseres
(saw) umfasste ohne Ausnahme alle Kinder. Mit seiner
geben als eine gute Erziehung. “ 10
Der Prophet zeigte seine Liebe, indem er den Kinbescheidenen Art kümmerte er sich bei jeder Geledern über das Haar strich und Duâ für sie sprach. Er
genheit um Kinder, spielte mit ihnen, grüßte sie, wenn
stand Kindern so nahe, dass er zuweilen, wenn er sie
er ihnen begegnete, fragte sie nach ihrem Wohlbefinbeim Wettrennen sah, sich ihnen anschloss und an ihden, tolerierte ihre Schwächen und besuchte sie in
rer Freude teilnahm. Zu einer Zeit, als Mädchen leKrankheitsfällen. Er verbot es, während einem Kampf
bendig begraben wurden, verKinder zu töten und
breitete er als Prophet die BotMütter in Kriegsgefanschaft zwischen Töchtern und
genschaft von ihren KinZu einer Zeit, als Mädchen lebendig begraben wurSöhnen nicht zu unterscheiden.
dern zu trennen. Er
Er machte deutlich, dass es eine
brachte seine Liebe zu
den, verbreitete er als Prophet die Botschaft zwiscgroße Sünde ist, Kinder zu töten,
Kindern offen zum Aushen Töchtern und Söhnen nicht zu unterscheiden.
nur weil es sich um Töchter handruck und bezeichnete
delt. Er empfahl den Menschen
sie als Duft des ParadieEr machte deutlich, dass es eine große Sünde ist, Kinihre elterliche Liebe und Aufses (Dschanna). Das
der zu töten, nur weil es sich um Töchter handelt.
merksamkeit gerecht zu verteiFunktionieren einer Gelen. Muhammad (saw) zeigte seisellschaft basiert auf der
ne Zuneigung mit seinen WorEintracht zwischen den
ten und seinem Verhalten. Er sagte Kindern, dass er
Ehepartnern und der Familienbildung. Die Familie ist
sie gern hat. Als ein Beduine sah, wie der Prophet ein
die wichtigste Säule der Gesellschaft. Sie darf unter
Kind küsste, sagte er: „Du küsst die Kinder. Wir tun das
keinen Umständen außer Acht gelassen werden. Die
nicht.“ Der Prophet antwortete: „Was kann ich dafür,
Erziehung unserer Kinder, also unserer Zukunft, unwenn Allah die Barmherzigkeit aus deinem Herzen geserer Hoffnung, darf nicht dem Zufall überlassen wernommen hat?“ 11 Mit diesem Ausspruch verdeutlichte
den. Familienleben und Kindererziehung bedürfen eider Gesandte Gottes, dass ein Herz ohne Kinderliebe
ner besonderen Aufmerksamkeit und eines steten Ennicht barmherzig sein kann.
gagements.
Dass der Prophet in der „Ungezogenheit eines Kindes ein Zeichen für Klugheit“ 12 sah und den Eltern empQuellen:
fahl, in solchen Fällen nicht sofort einzuschreiten 13, zeigt
1 Daylamî
seine Toleranz gegenüber Kindern. Als der kleine Ra2 Kutub as-Sitte, I. Canan, Bd. 15. S. 209
fi bin Amr einst einen Dattelbaum mit Steinen bewarf,
3 Madschmuaz-Zawâid Bd. 5, S. 135
4 Madschmuaz-Zawâid Bd. 5, S. 136
erwischte ihn der Gartenbesitzer dabei und brachte ihn
5 Ibni Mâdscha
zum Propheten, der ihn fragte: „Warum bewirfst du den
6 Kutub as-Sitte, I. Canan, Bd. 2, S. 510
Baum mit Steinen?“ Rafi antwortete: „Ich war hungrig
7 Kutub as-Sitte, I. Canan, Bd. 2, S. 496
und wollte meinen Hunger stillen.“ Der Prophet ent8 Ramûz al-Hadith
gegnete: „Bewirf den Baum nicht mehr mit Steinen, son9 Kutub as-Sitte, I. Canan, Bd. 2, S. 498
10 Tirmizî
dern iss nur die Datteln, die unter dem Baum liegen“,
11 Buchârî und Muslim
strich Rafi über die Haare und sagte: „Allah sättige die12 Munâvî
14
sen kleinen Jungen.“ Es wird berichtet, dass der Pro13 Munâvî
phet mit seinem Enkel auf dem Rücken den Masdschid
14 Ibni Mâdscha
(Moschee) betrat. Wenn er sich niederwarf, setzte er
15 Buchârî, Muwatta
16 Haythamî, Muwatta
ihn auf den Boden und hob ihn wieder auf, wenn er
17 Buchârî, Tirmizî
aufstand. 15 Einmal leitete er das Gebet und seine En18 Buchârî
kelsöhne, Hasan und Husayn, die noch klein waren,
MART / MÄRZ 2010
/ 35 /
a k t ue l l
Profilierung auf Kosten
Gottes
Muslime, Christen und auch Juden könnten in einen
Dialog über ihr Verständnis von Gott treten. Sie könnten erörtern, inwieweit sich das heutige Gottesverständnis der jeweiligen Religion verändert hat. Einem
solchen Gespräch würde nichts im Wege stehen.
Ali Mete • [email protected]
owohl von muslimischer als auch christlicher
Seite wird man des Öfteren mit der Frage konfrontiert, ob es richtig ist, statt „Allah“ den Begriff „Gott“ zu verwenden und umgekehrt. Bei
der Frage handelt es sich freilich meist um eine rhetorische. Deshalb soll im Folgenden diskutiert werden,
weshalb weder aus islamischer noch aus christlicher
Sicht gerechtfertigt ist, „Gott“ gegen „Allah“ bzw. „Allah“ gegen „Gott“ quasi auszuspielen.
Es würde sich um eine theologische Auseinandersetzung handeln, wenn innermuslimisch etwa diskutiert werden würde, welche Übersetzung des ersten Teils
des Glaubensbekenntnisses, also der Schahâda (Arabisch: Aschhadu an lâ ilâha illallâh), richtig bzw. besser ist. Sollte es „Ich bezeuge, dass es keinen Gott außer
Allah gibt“ heißen oder besser „Ich bezeuge, dass es keine
andere Gottheit außer Gott gibt“? Die erste Übersetzung
sagt implizit, dass Christen und Juden einen falschen
Gott anbeten, während in der zweiten Allah das arabische
Wort für denselben Gott ist, den Muslime, Christen
und Juden verehren.
Muslime, Christen und auch Juden könnten in einen Dialog über ihr Verständnis von Gott treten. Sie könnten erörtern, inwieweit sich das heutige Gottesver-
S
/ 36 /
IGMG • PERSPEKTİF
ständnis der jeweiligen Religion verändert hat. Einem
solchen Gespräch würde nichts im Wege stehen.
Zu einer verstärkten Diskussion der genannten oder
ähnlicher Fragen ist es aber nicht gekommen, weil diese Themen – auch schon vor der malaysischen Debatte um die Verwendung des Wortes „Allah“ – zum Repertoire der (Streit)Gespräche zwischen Muslimen,
Christen und Juden gehörten. Vielmehr interessiert uns
die Debatte in Malaysia, weil es ähnliche Profilierungsversuche auch in Deutschland gibt, hier jedoch
vorwiegend von christlicher Seite. Sie zeigt uns, wie
ein Zusammenleben von Menschen mit unterschiedlicher Religion eben nicht gelingen kann.
Es sind überwiegend evangelikale Gruppen, die sich
auf Kosten Gottes profilieren und den Begriff Gott
ausschließlich für ihren (!) Gott verwenden möchten,
um sich so von Allah, der als „falscher (Wüsten)Gott“
verstanden wird, abzugrenzen. Dies beruht auf den unterschiedlichen Gottesvorstellungen in Bibel und Koran, wie sie beispielsweise auch in der EKD-Handreichung „Klarheit und gute Nachbarschaft“ deutlich zur
Sprache gebracht wurde: „Die Feststellung des „Glaubens
an den einen Gott“ trägt nicht sehr weit.“ (S. 18)
Oft wird auch ein ewiger, einziger, allmächtiger und
allwissender Gott des Islams einem christlichen Gott,
der selbst auch Wahrheit, Leben, Licht, Liebe und Gerechtigkeit ist gegenübergestellt. Wenn von Gott die
Rede ist, wird üblicherweise von Allah gesprochen, eine andere, separate Gottheit also, strenger und unnachgiebiger als der christliche „Gott der Liebe“. Von
der Barmherzigkeit und Gerechtigkeit Gottes im islamischen Glauben weiß man zumeist nicht viel. So heißt
es in einer Schrift des Instituts für Islamfragen: „Allahs
„Liebe” ist weit von der agape Liebe des Vaters Jesu Christi entfernt. Sie kann nicht mit Retterliebe, der Liebe gleichgesetzt werden, die auch Sündern gilt. Dem islamischen
Gottesbild ist Liebe als Selbsthingabe fremd. In der kommerziell geprägten Weltanschauung des Islam werden sowohl gute Werke als auch Sünden im Gericht auf einer Waage abgewogen und als Gut- oder Lastschrift beurteilt. Das
Symbol des Islam ist daher die Waage.“1
a k t ue l l
Die Ansicht, dass Allah ein arabischer Wüstengötze oder Wüstengeist sei, hat spätestens mit Julius
Wellhausen (1844-1918), einer der Begründer der
modernen Bibelkritik, Verbreitung gefunden. Wellhausen
war der Meinung, der alttestamentlich-jüdische Gott
„Elohim“ habe sich aus Stammesgötzen und einem Wüstengott heraus entwickelt und sei erst später als „Jahwe“ zum Weltgott aufgestiegen.2 Diesen Gedanken
nimmt beispielsweise Adelgunde Mertensacker, Vorsitzende der „Christlichen Mitte“ auf, wenn sie
schreibt: „Der Allah des Islams ist der Allah der AltAraber.“ 3
Abgrenzungsversuche durch die Verwendung
des Begriffs Gott im Gegensatz zu Allah sind aus
islamisch-theologischer Sicht nicht haltbar und
eher einer restriktiven Identitätspolitik geschuldet.
Der Prophet Muhammad (saw) hat nicht einmal in
der mekkanischen Periode seiner Verkündung versucht, sich bezüglich der Bezeichnung von Gott
von den Polytheisten abzugrenzen. Und das, obwohl auch die zum allergrößten Teil nichtmuslimischen und den wenigen Muslimen ablehnend bis
feindlich gesonnenen Mekkaner dieselbe Bezeichnung verwendeten. Dem Propheten wurde offenbart: „Sprich: „Ruft Allah an oder ruft den Erbarmer
an, wie ihr ihn auch nennen mögt: Sein sind die
schönsten Namen.“ (Sure Isrâ, [17:110])
Auch aus einem christlich-theologischen Blickwinkel ist die vermeintliche Exklusivität des Wortes
Gott bzw. die Vermeidung des Wortes Allah nicht
ohne Weiteres zu rechtfertigen. Dass arabische Christen überall auf der Welt Gott auch Allah nennen,
dürfte inzwischen allseits bekannt sein. Nicht bewusst sind sich wahrscheinlich viele, dass arabische Kirchen und Christen Gott im Glaubensbekenntnis, im
Gebet und in der Literatur schon immer Allah genannt
haben.4 Wie sonst, wenn nicht Allah hätten denn die
arabischen Christen und Juden den biblischen Gott
nennen sollen?
Die Texte des Konzils von Nizäa, an dem auch
sechs arabische Bischöfe teilnahmen, liegen auf Arabisch vor, einschließlich des Glaubensbekenntnisses,
indem für Gott das Wort Allah verwendet wird. Am
Konzil von Chalcedon nahmen schließlich 20 arabische Bischöfe teil, die Gott ebenfalls Allah nannten.
Und auch als in Leiden im Jahre 1616 die erste Bibel in arabischer Sprache gedruckt wurde, nahm niemand Anstoß daran.
Ein letztes Beispiel: Die Bewohner der Insel Malta sprechen einen arabischen Mischdialekt. Doch sie
sind fast ausschließlich christlich und haben bekanntlich eine Jahrhunderte lange Geschichte der
Ablehnung des Islams hinter sich. Diese Ablehnung
hat aber nicht zur Abschaffung des Wortes Allah geführt. Die Malteser beten Gott seit Jahrhunderten in
jedem Gottesdienst als „Alla“, also Allah, an.
Alles in allem gibt es weder auf muslimischer noch
christlicher Seite einen Grund dafür, den einen oder
anderen Gottesbezeichnung zu bevorzugen, geschweige denn sich auf Kosten Gottes zu profilieren.
Quellen:
1
http://www.islaminstitut.de/Artikelanzeige.41+M54c59589792.0
.html
2
Vgl. Hans-Joachim Kraus, Geschichte der historisch-kritischen Erforschung des Alten Testaments, Neukirchen, 1982. S. 255–274
3
Adelgunde Mertensacker, Muslime erobern Europa, Lippstadt, 1998,
S. 59
4
A. Ziad Turkamani, „‘Allah‘ gleich ‚Gott‘?“, EMO Nachrichten
1/1997, S. 4–5
MART / MÄRZ 2010
/ 37 /
ko m m e nt a r
„Islamische Studien“ in Sicht
Ünal Koyuncu [email protected]
ie „Empfehlungen zur Weiterentwicklung
von Theologien und religionsbezogenen
Wissenschaften an deutschen Hochschulen“ des Wissenschaftsrates wurden insbesondere hinsichtlich der Islamischen Studien diskutiert. Denn das Papier umfasst neben einer Bewertung
des derzeitigen Stands der islamischen Lehrstühle in
Deutschland auch Vorschläge bezüglich der Zukunft derselben. Auch wenn die mediale Diskussion auf die Frage der Imamausbildung reduziert wird, ist die Empfehlung des Wissenschaftsrats von Bedeutung, da es
sein Augenmerk auf die Beteiligung von Muslimen am
Hochschulsystem richtet. Von daher ist es nur recht,
wenn das Dokument aus einer breiteren Perspektive
als der Frage der Imamausbildung diskutiert wird.
Das erste, was bei der Lektüre des Papiers bemerkt
werden kann, ist die Frage der Begrifflichkeiten, die
sich auch in anderen Bereichen stellt, in denen es um
Muslime geht. Ausgangslage ist eine fest verwurzelte,
aber die islamische Theologie nicht einschließende
Wissenschaftstradition. Die Islamwissenschaften umfassen Disziplinen wie Orientalistik, Turkologie und
Iranistik und konzentrieren sich eher auf den Nahen Osten.
Diese Wissenschaftszweige, die sich aus einem Bild
des Islams als dem „Anderen“ entwickelt haben, können aber nicht die Bedürfnisse der Muslime befriedigen. Ausgehend von der gesellschaftlichen Realität ist
also ein neuer Begriff für diese wissenschaftliche Neuentwicklung zu finden: Islamische Studien.
Der Wissenschaftsrat empfiehlt die zügige Etablierung der Islamischen Studien in das Hochschulsystem.
Folgende Begründung darf dabei nicht unbemerkt bleiben: „Akademisch fundierte Islamische Studien bilden nicht
allein die Voraussetzung für eine qualifizierte Religionspädagogik, sondern sie eröffnen auch die Möglichkeit einer
wissenschaftlich fundierten Ausbildung von Religionsgelehrten in den wissenschaftsgeprägten Gesellschaften Europas.
Eine solche Fundierung kann dazu beitragen, islamische
D
/ 38 /
IGMG • PERSPEKTİF
Normen und Wertvorstellungen – parallel zu den Positionen und Perspektiven anderer Religionen – in angemessener Weise in die akademischen, aber auch in die öffentlichen
Debatten einzubringen.“ (S. 77f.)
Die Diskussion religiöser Normen und Wertvorstellungen in der Öffentlichkeit wird somit von der
Etablierung und Entwicklung einer Struktur abhängig gemacht, die wissenschaftlich fundiert ist. Die Lehrer, Imame, Akademiker, Forscher, Journalisten, usw.
werden dieser Struktur entspringen.
Wie sollen die Lehrstühle für Islamische Studien jedoch aussehen? Werden die muslimischen Religionsgemeinschaften eine Rolle spielen? Der Wissenschaftsrat beantwortet die erste Frage, indem er sich
an die beiden Partner dieses Projektes wendet, die Muslime und den Staat. Die Lehrstühle könnten demgemäß zwar auf private Initiative gegründet werden, doch
vor dem Hintergrund der finanziellen Belastung und
dem wissenschaftlichen Anspruch ist es klüger die Lehrstühle in die Obhut des bestehenden Hochschulsystems
zu integrieren. Hierbei muss aber eine wichtiger Aspekt
beachtet werden, von der die Akzeptanz der Islamischen Studien in der muslimischen Basis abhängig sein
wird und die sich auch im Verhältnis zwischen Staat
und Kirche bewährt hat: die Ermöglichung der Selbstbestimmung der Muslime.
Um dies zu gewährleisten sieht der Wissenschaftsrat Beiräte vor. Auf diese Weise werden die Muslime auf
die Besetzung der Lehrstühle und die Inhalte Einfluss
nehmen können. Dass der Wissenschaftsrat an dieser
Stelle explizit den Koordinierungsrat der Muslime in
Deutschland (KRM) erwähnt, ist ein Detail, dass nicht
außer Acht gelassen werden darf. Ob und wie die Empfehlungen des Rates in den Bundesländern umgesetzt
werden, ist derzeit noch nicht abzusehen. Es ist gut
möglich, dass sich einzelne Bundesländer auch hierbei
an der Vorgehensweise hinsichtlich des Islamischen
Religionsunterrichts (IRU) oreintieren. Um den verschiedenen Pilotprojekten in diversen Bundesländern
eine scheinbare Legitimität zu geben, richtete man
selbst muslimische Vertretungen ein. Oder man arbeitet mit den bestehenden muslimischen Religionsgemeinschaften zusammen, wie dies zuletzt in Münster
der Fall gewesen ist.
“Kim, kabrimi ziyaret ederse,
beni hayatta ziyaret etmiş
gibi olur.” -Hadis-i Şerif-
IGMG Hadsch-Umra & Reisen GmbH
Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen • Telefon: +49 (0) 2237 97 46-0 • Faks:+49 (0) 2237 97 46 19
www.igmghacumre.com • E-Mail: [email protected]
Berlin: Kottbusser Damm 75, 10967 Berlin• Tel: 03069807820-21• 03069807810• [email protected]
Hamburg: Böckmannstraße 40, 20099 Hamburg • Tel: 040245629• 0402800067 • [email protected] www.big-nord.de
Bremen: Sonnenberger Str.18, 28329 Bremen • Tel: 0421 596598• 0421 596598298• [email protected]
Hannover: Scheffel str.17, 30167 Hannover •Tel: 0511148 87 • Faks: 05117100834 • [email protected]
Download