KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Yrd. Doç. Dr. Orhan ŞİMŞEK Türk Metal Sendikası Araştırma ve Eğitim Merkezi Yayınları-7 Ankara/ 2017 YAZAR HAKKINDA Orhan Şimşek 1987 yılında Ankara’da doğdu. Lise öğrenimini Ankara Gazi Lisesi’nde tamamladı. 2010 yılında Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü’nden ve 2012 yılında aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Anabilim Dalı’ndan mezun oldu. 2012 yılında başladığı Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Anabilim Dalı’ndaki doktora eğitimini 2016 yılında hazırladığı, “Küreselleşme ve Yeni Devlet Kapitalizminin Yükselişi” başlıklı tez ile tamamladı ve iktisat doktoru unvanını aldı. Halen Artvin Çoruh Üniversitesi Hopa İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü’nde Yardımcı Doçent Dr. olarak akademik faaliyetlerini sürdürmekte olan Şimşek’in ilgi alanları, uluslararası politik iktisat, Türkiye ekonomisi, makro iktisat ve dünya ekonomisidir. 1. Basım Mart 2017 ISBN: 978-975-6610-52-7 Türk Metal Sendikası Araştırma ve Eğitim Merkezi Kumrular Caddesi Sümer 2 Sokak No:23 Kat:1 06420 Çankaya/Ankara Tel: 0 (312) 231 01 79 [email protected] Prodüksiyon: KARATAHTA Oğuzlar Mahallesi, Çetin Emeç Bulvarı, 1364 Sokak, No: 2/1 Balgat, Çankaya/ANKARA Tel: 0 (312) 284 07 94 www.karatahta.com.tr Baskı: Ziraat Gurup Matbaacılık Tel: 0 (312) 384 73 44-45 Bu çalışmanın ortaya çıkmasında katkılarını, desteklerini ve vaktini esirgemeyen, yapıcı önerileriyle aydınlatan değerli hocam Prof. Dr. Aziz KONUKMAN’a, fikirleri ve önerileriyle çalışmanın şekillenmesine katkı sunan sevgili hocalarım Prof. Dr. Hakan Naim ARDOR’a, Prof. Dr. Hatice KARAÇAY’a, Prof. Dr. Fahriye ÖZTÜRK’e ve Prof. Dr. Hakan MIHCI’ya, lisans öğrenimimden bu yana kendilerinden çok şey öğrendiğim ve desteklerini hissettiğim sevgili hocalarım Prof. Dr. Bahadır AYDIN’a, Prof. Dr. Sabri ÇAKLI’ya ve Yrd. Doç. Dr. Fevzi ENGİN’e, aynı üniversitede çalışma fırsatı bulduğum, destekleriyle yanımda olan değerli dostum/ağabeyim Yrd. Doç. Dr. Ahmet Arif EREN’e, arkadaşlık/dostluk kavramının önemini yakından hissettiren sevgili dostum Yrd. Doç. Dr. Yusuf MURATOĞLU’na, çalışmanın her aşamasında hep yanımda olan sevgili kardeşim Kerem KERKEZ’e, aynı şekilde desteklerini esirgemeyen ve hep yanımda olan sevgili kardeşim Koray ŞİMŞEK’e ve bugünlere gelmemdei en büyük pay sahipleri olan kıymetli annem Döne ŞİMŞEK’e ve babam Ahmet ŞİMŞEK’e teşekkürü bir borç bilirim. Ayrıca, bu çalışmanın kitap haline gelmesini sağlayan Türk Metal Sendikası Genel Başkanı Pevrul KAVLAK ve yöneticileri ile Sendikanın Araştırma ve Eğitim Merkezi (TAEM) çalışanlarına da katkılarından dolayı çok teşekkür ederim. Yrd. Doç. Dr. Orhan ŞİMŞEK İÇİNDEKİLER SUNUŞ VII ÖNSÖZIX 1. GİRİŞ 1 2. KÜRESELLEŞME: KAVRAMSAL ve KURAMSAL ÇERÇEVE 9 2.1. Kavramsal Çerçeve 9 2.1.1. Kapitalizm Üzerinden Küreselleşmeyi Anlamak 11 2.1.2. Kapitalizmin Özgünlükleri ve Küreselleşme 13 2.2. Kuramsal Çerçeve 18 2.2.1. Dünya Sistemleri Analizi: I. Wallerstein 18 2.2.2. Evrensel Kapitalizm: E. M. Wood 20 2.2.3. Alansızlaştırma ve Uluslarüstülük: J. A. Scholte 21 2.2.4. Ağ Toplumu, Enformasyon Çağı-Bilgi Kapitalizmi: M. Castells 24 2.2.5. Jeo-Ekonomi: P. Dicken 26 2.2.6. Uluslararası Ekonomi: P. Hirst-G. Thompson 27 2.3. Küresel Kapitalizm Tezi: W. I. Robinson 29 2.3.1. Dünya Ekonomisinden Küresel Ekonomiye: Ulusötesileşen Kapitalizm 30 2.3.2. Ulusötesi Kapitalist Sınıf ve Ulusötesi Devlet Aygıtı 33 3. KÜRESEL KAPİTALİZMDE DEVLETİN DÖNÜŞÜMÜ 37 37 3.1. Keynesyen Refah Devletinden Neoliberal Devlete Doğru 3.1.1. Fordizm ve Devlet: Keynesyen Refah Devleti 40 3.1.2. Fordizmin Krizi ve Post-Fordizm: Neoliberal Devlete Doğru 44 3.2. Neoliberalizm ve Devlet: Küresel Neoliberal Bir Devlet mi? 47 3.2.1. Neoliberalizm ve Küreselleşme 47 Neoliberalizm: Kısa Bir Betimleme 48 3.2.2. Washington Uzlaşması: Neoliberal Manifesto-Neoliberalizm 1.0 51 3.2.3. Post-Washington Uzlaşması: Minimal Devletten Piyasa Dostu-Etkin Devlete Neoliberalizmde Bir Paradigma Yenilenmesi-Neoliberalizm 2.0 3.3. Neoliberal Küreselleşme Sürecinde Devlet Formu Tartışmaları 53 57 3.3.1. Neoliberal Küreselleşme, Kapitalizm ve Devlet: Devletin Uluslararasılaşması 59 3.3.2. Neoliberal Küreselleşme ve Devlet: Ulusötesi Devlet Aygıtı 65 4. KÜRESEL KRİZ SONRASI YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ: DEVLETÇİLİĞİN KÜRESELLEŞMESİ 71 4.1. Yeni Devlet Kapitalizminin Arka Planı: 2008 Krizi ve Sonrası 73 4.2. Yeni Devlet Kapitalizminin Özellikleri 79 4.3. Ulusötesileşen Devlet Kapitalizminin Aktörleri 86 4.3.1. Devlet Mülkiyetli Şirketler (SOEs) 87 4.3.2. Ulusal Varlık Fonları (SWFs) 94 4.4. Çin Devlet Mülkiyetli Şirketleri Nasıl Küreselleşti? 4.4.1. Çin’in Liberalleşme Reformlarının Nitelikleri: Merkezi Planlamadan Sosyalist Piyasa Ekonomisine Geçiş 101 103 4.4.2. Washington Uzlaşmasına Karşı Pekin Uzlaşması 4.4.3. Sosyalist Piyasa Ekonomisinden Ulusötesileşen Devlet Kapitalizmine Devlet Mülkiyetli Şirketler: 106 Özelleştirme Yerine Küreselleştirme 108 Devlet Mülkiyetli Şirketlerde Reform Süreci 109 Devlet Mülkiyetli Şirketlerin Küreselleşmesinde Ulusötesi Yatırımlar Örneği 114 5. SONUÇ 119 KAYNAKÇA 125 KISALTMALAR 132 ÇİZELGELER LİSTESİ 133 ŞEKİLLER LİSTESİ 134 SUNUŞ 1980’lerden sonra başlayan ve adına küreselleşme denilen süreçte, sosyal devletin ortadan kaldırılmasıyla birlikte sendikalara yoğun saldırıların arttığı bir dönemi yaşıyoruz. Küreselleşmeyle ortaya çıkan görüş, sendikaların sonunun geldiği, artık sendikal örgütlenmeye ihtiyaç olmadığıdır. Çalışma yaşamına, sendikasız üretim ilişkilerinin egemen olduğunu kanıtlamaya çalışan bilimsel değerlendirmeler de yaygınlaşıyor. Örgütlü toplumu yok etmek isteyen küresel kapitalizm, demokrasinin, sosyal devletin ve örgütlülüğün en önemli bütünleyicisi olan sendikaları kendisine hedef aldı. Ancak unutulmamalı ki, örgütsüz insan, küresel toplumda egemen güçlerin karşısında çaresizdir. İnsanın bu çaresizlikten kurtulması ve topluma yön verme ve haklarını koruma gücüne erişmesi bakımından örgütlenmesi kaçınılmazdır. Bunun en temel araçlarından biri de sendikalardır. Sendikalar bu anlamda hem bir okul hem de toplumsal değişimin aracıdır. Küresel sömürü düzeni, sendikal hareketi sermaye karşısında güçsüz bırakmakta, örgütlü toplumun ve endüstriyel demokrasinin sınırlarını daraltmaktadır. Büyüyen sermaye, uluslararası ölçekte her türlü kamusal müdahalenin yönlendiriciliğinden kurtulmuştur. Artık devletler sermayeyi değil, sermaye devletleri ve hükümetleri yönlendirir hale gelmiştir. Üretmeyen, istihdam yaratmayan, örgütlü toplumu etkisiz bırakan küresel sermaye, dünyanın üzerine tüm ağırlığı ile çökmüş durumdadır. İşte bütün bu gelişmeler göz önüne alındığında, genç bir akademisyen olan Orhan Şimşek, elinizdeki bu çalışmasında, küreselleşme konusunda yazılanları derleyip toplayıp gözden geçirmenin yanında, ince bir yoruma da tabi tutmuştur. Şimşek’in çalışması, refah devletinin nasıl terk edildiğini, piyasa yanlısı devletin nasıl önerildiğini ve gerçekleştirildiğini, piyasa ile devletin nasıl birbirinin tamamlayıcısı yapıldığını, sermayeye tanınan serbestliğin işgücü için nasıl tanınmadığını yalın bir dille anlatmaktadır. Küreselleşme ile uyumlu ve birlikte çalışan yeni devlet kapitalizmi ise Çin örneği üzerinden anlatılmıştır. Bilimsel çalışmalar, gerçeği anlamamızda çok önemli kaynaklardır ve sosyal tarafları uyarıcı niteliktedirler. Bu nedenle, genç akademisyenlerin çalışmalarının yayımlanması, bu amacı gütmektedir. Bu çalışmaların işçilerimiz ve kamuoyu ile paylaşılması ve daha da değer kazanması yolunda Türk Metal Araştırma ve Eğitim Merkezi’nin gösterdiği çaba çok önemlidir. Merkezimiz, bu yayın politikasıyla alandaki önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Yayınlarının artarak devam etmesi sendikamız için memnuniyet vericidir. Kitabın yazarı başta olmak üzere, eserin elinize ulaşma sürecindeki her aşamada emeği geçen arkadaşlarımı kutluyor ve kendilerine teşekkür ediyorum. Pevrul KAVLAK TÜRK-İŞ Genel Sekreteri Türk Metal Sendikası Genel Başkanı ÖNSÖZ Doktora danışmanlığını yaptığım sevgili Dr. Orhan Şimşek’in kitaba dönüştürülen tez çalışması, kapitalizmin mevcut aşamasında devletin rolü ve işlevinde bir değişim ve dönüşüm yaşanıp yaşanmadığının sorgulanmasını amaçlamaktadır.. Bu tür bir sorgulamayı yapan bir çalışmanın tarihsel bir arka plana sahip olması eşyanın tabiatı gereğidir. Dr. Şimşek, çoğu aydın/düşünürün varsaydığı gibi devletin ekonomik alanda küçüldüğü ve önemsizleştiğine ilişkin argümanlara karşıt bir şekilde devletin tersine önemini koruduğu ve hatta arttırdığını tarihsel bir değerlendirme ışığında savunmaktadır. Söz konusu iddia sadece tarihsel arka planı ile savunulmamış bunun yanı sıra, teorik çerçevenin sunulması ve çeşitli ülke/şirket deneyim ve örneklerinin incelemesi ile konu ayrıntılı ve başarılı bir şekilde ele alınmıştır. Özellikle Türkçe yazında böylesi çalışmaların pek olmadığı da düşünüldüğünde, çalışmanın önemi ve değeri daha da artmaktadır. Kitabın temel meselesi yukarıdaki gibi özetlenebilir. Kitabın ana izliği ise sermayenin dünya coğrafyasına yayılması ve üretimin merkezsizleşmesi anlamına gelebilecek olan küreselleşme kavramı ve tartışmaları çevresinde dönmektedir. Özellikle 1980’lerde başlayan neoliberalizm ile birlikte küreselleşme konusundaki tartışmalar giderek daha da canlanmış ve bu noktada devletin rolü meselesi özellikle en can alıcı soru olarak ortaya çıkmıştır. Kapitalizmin mevcut aşaması olarak ele alınan küreselleşme sürecinin, bir yandan Washington Uzlaşması’nın minimal devlet anlayışının hakim olduğu, diğer yandan da ulusötesi şirketlerin hakimiyetinin yükseldiği bir süreç olarak göründüğünü vurgulayan Dr. Şimşek, devletin tüm bu süreçleri işleten başat bir aktör olarak varlığını sürdürdüğü iddiasında bulunmaktadır. Çalışmada, devletin küreselleşmesi olarak da ele alınabilecek olan bu süreçte, fordizmden post-fordizme geçiş ve neoliberal küresel kapitalizmin gerekleri doğrultusunda hareket eden devlet aygıtının, sermayenin yayılmacı eğilimine olanak tanıyan tüm koşulları sağlayarak, yapısal anlamda bir form değişikliğine uğramakta olduğu ileri sürülmektedir. Küreselleşmenin devlet olgusunu dışlamaktan ziyade, devlet öncülüğünde yürütülen bir süreç olduğu, kapitalizmin her aşamasında olduğu gibi devletin küreselleşme aşamasında da değişikliğe uğradığı, devletin küresel ekonomik düzene eklemlenmeyi gerçekleştiren bir unsur olduğu ülke örnekleriyle ortaya konmaktadır. Yazara göre bu eklemlenme Batı’da piyasa dostu/ etkin devlet ile gerçekleşirken, başta Çin olmak üzere gelişmekte olan ülkelerde ise devletin girişimci ve yatırımcı bir rol üstlendiği görülmektedir. Devlet kapitalizmi olarak nitelenen bu kapitalizm çeşidinde devlet, kendi mülkiyetindeki şirketler ve ulusal varlık fonları ile küresel kapitalizmle bütünleşme içerisine girmiştir. Küresel ekonomide Çin, Rusya, Brezilya, Hindistan, Singapur gibi ülkelerin devlet mülkiyetli şirketleri ile ulusal varlık fonlarının hızla etki alanını artırması devlet kapitalizminin yirmi birinci yüzyıl versiyonunun hızla yükselişi olarak yorumlanmaya başladığı, yazarın diğer bir önemli iddiasıdır. Özellikle Dr. Şimşek’in ulusal varlık fonlarının kapitalizmin mevcut aşamasında dünya genelindeki konumlarını ele alan değerlendirmeleri, ülkemizde yakın zamanda uygulamaya konan ulusal varlık fonuna ilişkin tartışmalara yeni katkılar sunarak, tartışma zeminini farklı bir bağlama taşıyacaktır. Hepinize iyi okumalar dilerim. Prof. Dr. Aziz KONUKMAN 1 1. GİRİŞ 1980’lere değin dünya kapitalizminin analizleri, uluslararası bir temelde ilerlerken, temel kabul, ulus-devlet formunun kapitalizmin en önemli unsurlarının başında geldiğidir. Bu kabul ile bağlantılı olarak da kapitalist sistemin özünü, ulus-devletler arası ilişkinin oluşturduğu görülür. Bahsi geçen uluslararası temelli süreç, 1980’lerde yoğun bir paradigma değişikliğinin yaşanması sonucu yerini küreselleşmeye bırakmıştır (Heywood, 2014: 27). Küreselleşme, kapitalizm veri iken, basit, niceliksel bir değişmeden öte, niteliksel bağlamda bir kayışın ifadesidir. Küreselleşme, geçmiş aşamalardan daha bütünleşik bir kapitalist evreyi, aşamayı simgelemektedir. Artık ulusal, uluslararası olandan öte küresel olanın ön plana çıktığı, yeni bir dünya siyasetinin, yeni bir dünya ekonomik sisteminin oluştuğu ve kısaca kapitalizmin yeniden niteliksel bir değişme geçirdiği süreç başlamıştır. Dolayısıyla ekonomi-politik alanı başta olmak üzere, küreselleşme sosyal bilimlerde bir yeniden düşünme sürecinin başlamasına neden olmuştur. Artık iktisattan sosyolojiye, sosyolojiden siyaset bilimine birçok disiplinde üniversite ders müfredatlarına “küreselleşme” kavramı hızlı bir giriş yapmıştır. Yeniden düşünme sürecinin körükleyicisi olarak küreselleşme ile birlikte yeni tartışmalar, yeni kavramlar ortaya çıkmış ve küreselleşme, sosyal bilimlerde üzerine araştırma yapılan en önemli konuların başında gelmeye başlamıştır. Küreselleşme, aslında zor bir kavram olarak bilimsel literatüre girmiştir. Sosyal bilimlerin doğası gereği, küreselleşme üzerine bir görüş birliğine rastlamak imkansızdır. Birçok bilim insanının, 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren dünya ekonomisinde yaşanan dönüşüm konusunda hemfikir olmasına karşın, süreci küreselleşme olarak adlandırma konusunda bir fikir birliği bulunmamaktadır. Dolayısıyla da tartışmalar hala güncelliğini koruyarak devam etmektedir. Yukarıda ifade edildiği biçimde küreselleşme, kapitalizmin niteliksel değişim geçirdiği bir süreçtir. Bu bağlamda, ulusal kapitalizm, uluslararası kapitalizm betimlemelerinden küresel kapitalizm gibi bir betimlemeye yönelik kavramsal bir dönüşümün de gerçekleştiğinden bahsedilebilir. Ancak, küreselleşme sözcüğünü kullanmak, uluslararası kavramını dışlamak anlamına gelmemekle beraber, uluslararası kavramının ifade ettiği şeyin devletler arası bir sistem olduğuna dikkat çekilmelidir. Küreselleşme ise sadece uluslararası değil, uluslarüstü kuruluşların, ulusötesi firmaların, sivil toplum kuruluşlarının yer aldığı heterojen bir yapının ifadesidir. Dolayısıyla küreselleşme, uluslararasılığı da kapsayan ancak, devletler arası ilişkiler sisteminden daha öte bir olgudur. Bu bağlamda küreselleşme, karma ve heterarşik bir yapıyı temsil eder. Heterarşik bir yapıyı temsil ettiği iddia edilen küreselleşme süreciyle birlikte, ulus-devlet ve egemenlik kavramları en çok sorgulanan ve tartışma konusu olan kavramlardır. Çünkü küreselleşme, territoryal sınırların önemini azaltmakla beraber, ulus-devletin ve hatta devlet kavramının yeniden gözden geçirilme sürecidir. 2 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Küresel kapitalizm ya da küreselleşme, devlet kavramının yok oluşu şeklinde algılanmamalıdır. Elbette, küreselleşme ile birlikte ulus-devletin gerilediği ile ilgili düşünceler akademik yazında yer almakla beraber, ulus-devletin kapitalizmin içsel bir dinamiği olarak görüldüğü ve dolayısıyla da küreselleşmenin ulus-devletten bağımsız ilerleyen bir süreç olmadığını iddia eden çalışmalar da mevcuttur. Bu çalışmada varsayılan, ulus-devletlerin küresel heterarşinin birer unsuru ve uygulayıcısı olma yolunda yapısal bir değişiklik geçirdiğidir. Buradan hareketle, yeniden, küreselleşmenin, uluslararasılığı kapsayan ancak ondan farklı olan yani sadece devletler arası ilişkileri temel almayan, ulusötesi bir süreç olduğu vurgulanacaktır. Dolayısıyla da, ülkeler arası karşılıklı bağımlılığın yükseldiği ve sisteme yeni küresel aktörlerin katıldığı, “post-ulusal” ya da “ulusötesi” bir yönetişim sürecinin başladığını ifade etmek yerinde olacaktır. İşte bu noktada, 1648 Westphalia Anlaşmasıyla başlayan ve Heywood’a (2014: 31) göre, “devletler, ülkelerinde olanları bağımsız olarak kontrol etme anlamında egemen yetkilere sahiptir.” ve “devletler arasında ikili ya da çok taraflı ilişkiler tüm devletlerin egemen bağımsızlığının kabulü çerçevesinde yapılandırılmıştır.” gibi iki temel ilkeye sahip ulus-devlet sistemine dayalı uluslararası ilişkiler sistemi, küresel siyasete evrilmiştir. Bu bağlamda, devlet merkezli yaklaşımlar, günümüz iktisadi ve siyasi yapısını ifade etmekte yetersiz kalmaktadır. Çünkü küresel kapitalizm, devletin tek önemli aktör olmadığı, ulusötesi şirketler, sivil toplum kuruluşları ve ulusötesi iktisadi ve siyasi yapılanmaların yükseldiği heterarşik bir yapının dışavurumudur. Ulus-devletler de işte bu yapının bir parçası olarak, kapitalizmin temel işleyiş mantığı terkedilmeden, onun ördüğü duvar içerisinde, sermayenin küreselleşmesini ve yayılmasını sağlayan birer unsur olarak küresel kapitalist sistemde kendilerine yer edinmişlerdir. Küreselleşmenin Yorumlanması Küreselleşme, McGrew’in (2010: 16) de ifade ettiği üzere, basitçe, dünya çapında karşılıklı bağlantıların genişlemesi, derinleşmesi ve hızlanması anlamına gelir. Ancak, bu karşılıklı bağlantılar bazı teorisyenler için yeni bir olgu iken, bazıları için ise, önceki entegrasyon süreçlerinden pek de farklı değildir. Bununla birlikte bazıları ise, küreselleşme ile bazı şeylerin değiştiğini ancak her şeyin değişmediğini ifade eder. İşte bu bağlamda, Held ve McGrew, Küresel Dönüşümler başlıklı, editörü oldukları kitaplarında, küreselleşmeye bakış açılarını şu üç şekilde sınıflandırmaktadırlar:1 a. Hiper küreselleşmeciler b. Şüpheciler c. Dönüşümcüler Hiper küreselleşmeciler,2 küreselleşmenin bir gerçeklik olduğuna inanan teorisyenlere verilen isimdir. Hiper küreselleşmeciler, küreselleşme1- Küreselleşmenin yorumlanması, Türkçe literatürde de ele alınmıştır. Ayrıntılı bilgi için Bozkurt’a (2000) bakınız. 2- McGrew (2010), hiper küreselleşmecilere örnek olarak Ohmae (1995) ve Scholte (2005a, 2005b, vb) gibi yazarları vermiştir. 3 yi, 1980’lerin başından itibaren giderek yoğunlaşan, iktisadi, siyasi, kültürel ve teknolojik devrimlerin bir bütünü olarak yorumlarlar. Onlara göre ulus-devlet egemenliği ortadan kalkmış ve dünya ekonomisi tamamen bütünleşik bir yapıya bürünmüş, ulusötesi güçler giderek hakim olmuş ve sınırların önemsizleştiği küresel bir düzen ortaya çıkmıştır (McGrew, 2010: 16; Heywood, 2014: 37). Dicken da benzer şekilde hiper küreselleşmecileri, sınırların kalktığı bir dünyada yaşadığımızı ve “ulusal” kavramının artık gündem dışı olduğunu tartışan grup olarak ifade eder. Hiper küreselleşmeciler, küreselleşmeyi yeni ekonomik-aynı zamanda yeni siyasi ve kültürel-düzen olarak tanımlar. Bu yeni düzende ulus-devletin temel aktör olmamakla beraber kültürlerin homojenize olduğunu ve standartlaşmış küresel üretimin herhangi bir yer veya topluma bağlı kalmadan gerçekleştiğini iddia etmektedirler. Dicken, hiper küreselleşmecilerin dünyaya bakış açılarını bir mit olarak görür ve ona göre hiper küreselleşmecilerin iddia ettiği gibi bir dünyanın var olması ihtimal dahilinde değildir. Ancak yine de yaygın bir görüş olarak varlığını sürdürmektedir. Neoliberal düşünceye sahip hiper küreselleşmecilere göre, küreselleşmenin büyük faydalar sağlayacak iktisadi ve politik bir projedir. O nedenle, dünya çapında serbest piyasaya izin verdikten sonra her şey daha iyi olacaktır. Hiper küreselleşme, sadece sağ akımlarda değil aynı zamanda sol bakıştan da tercih edilen bir kavramdır. Sol hiper küreselleşmeciler, ki bu kesim anti-küreselciler olarak da nitelenir, problemin kaynağını küreselleşmenin kendisi olarak görmektedirler. Onlar küreselleşmeyi, eşitsizliği arttıran, çevresel sorunlara neden olan bir olgu olarak görürler (Dicken, 2007: 5-6). Şüpheciler ise, adlarından da anlaşılacağı üzere küreselleşmeyi sorgularlar. Onlara göre küreselleşme abartılı bir kavram olmakla beraber, sınırlar ötesi etkileşimler yeni bir olgu değildir.3 Sadece gündem değiştirmek için kullanılan ideolojik bir aygıttır. Onlara göre devletler ve jeopolitika önemini sürdürmektedir. Öte yandan dönüşümcüler de, bu iki yorum arasında bir yere oturmakla birlikte, ulus-devletin ortadan kaybolmadığı ancak siyasi ve iktisadi anlamda bir küreselleşmenin gerçekleştiğini ifade etmektedir (McGrew, 2010: 16; Heywood, 2014: 38-39). Dönüşümcüler ya da Cohn’un (2012) deyimiyle ılımlı-ortayolcu küreselleşmeciler, hiper küreselleşmeciler ile şüpheci-uluslararasılar arasında konumlanır. Her ne kadar hiper küreselleşmecilerin devletin önemli bir aktör olmadığı görüşüne katılmasalar da küreselleşme, devletler arasındaki uluslararası ilişkileri, territoryal sınırları gözetmeyen küresel ilişki ağına dönüştürmüştür. Uluslararası bağlamda finans, ticaret, yatırım ve iletişim ağları eskiden de var olsa da, küreselleşmeyle birlikte bu ağ daha geniş bir ölçeğe yayılmıştır. Bu yeni sistemde devletler önemini sürdürse de konumlarını ulusötesi şirketler, sivil toplum kuruluşları ve ulusötesi yönetişim kurumları ile paylaşmaktadır (Cohn,2012: 7). 3- Şüpheciler için en bilinen örnek Hirst ve Thompson (2007)’dır. 4 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Bu sınıflandırmanın ötesinde, küreselleşme sürecinin yorumlanması, farklı teorik yaklaşımlar ile de incelenebilir. Örneğin Scholte (2005b: 131), bu teorileri Liberalizm, Realizm, Marksizm, Yapısalcılık, Postmodernizm ve Feminizm şeklinde altı kategoride toplarken, Heywood (2014: 40) ise bunu daraltarak Realizm, Liberalizm ve Eleştirel Görüşler (Marksizm, Yapısalcılık, Postmodernizm ve Feminizm) olarak üç kategoriye ayırmıştır. Heywood’un kategorileştirmesi üzerinden gidersek, Realizm, Liberalizm ve Eleştirel Görüşler hiper küreselleşmeci veya şüpheci olarak da nitelendirilebilir. Realistler, küreselleşmeyi, entegrasyon sonucu ortaya çıkmış küresel bir ekonomiden çok ekonomik anlamda karşılıklı bağımlılığın yoğunlaşması olarak görmekte ve bu bağlamda, şüpheci bir yaklaşım sergilemektedirler. Bu görüşe göre, devlet aygıtı, dünya kapitalizminde hakim birim olmaya devam etmekte ve önemi de giderek artmaktadır. Bununla birlikte realist görüş, küreselleşmeyi tamamen reddetmemekte ve onu uluslararası sistemin bir ifadesi olarak görmektedir. Liberal görüş ise, iktisadi anlamda küreselleşmenin piyasalara küresel bazda çalışma ve genişleme ortamı sunduğunu ifade eder. Onlara göre küreselleşme, ulus-devletin baş aktör olduğu uluslararası sistemi sonlandırarak yeni bir düzen inşa etmiştir. Küresel sivil toplum ve uluslar üstü kurum ve organizasyonların artan önemiyle birlikte gücün dağılma eğilimine girdiğini ifade etmektedirler. Eleştirel görüşler ise, küreselleşmeye muhalif bir tutum sergilemektedirler. Özellikle Marksist perspektif, küreselleşmenin özünü küresel kapitalist bir düzenin kuruluşu olarak betimler. Bu bağlamda kapitalist üretimin ulusötesi niteliğinin vurgulanması da hiper küreselleşmeci literatürü öncelemektedir. Liberaller gibi eleştirel teorisyenler de, küreselleşmenin kapitalizmin yeni bir aşaması olarak görmektedirler4 (Heywood, 2014: 40). Bu bağlamda, küreselleşme ile ilgili yorumların ve bu yorumların teorik olarak kategorize edilişini kısa bir biçimde çerçevelemek, bu çalışmanın ilerleyişi açısından elzemdir. Böylelikle, çalışmada izlenen yolun rotasını belirleyen varsayımlar da ortaya çıkmış olacaktır. Gidişat İçin Bir Çerçeve Buraya kadar olan kısımda, küreselleşme, kapitalizm ve devlet üçlüsü üzerine olan yaklaşım ve yorumlar, özet olarak sunulmuştur. Genel olarak, küreselleşme sürecinde devletin konumu hakkında şu tür yargılara varıldığı ortaya çıkmaktadır: a. Küreselleşme devleti geri plana itmiş hatta önemsiz kılmıştır. b. Devletler halen temel unsurlar olarak varlıklarını sürdürmektedir. c. Devletin konumunda niteliksel değişimler yaşanmıştır. Bu bağlamda, bu çalışmada kabul edilen, devletin küreselleşme ile birlikte niteliksel olarak bir dönüşüm yaşadığıdır. Dolayısıyla da yukarıdaki çıkarımlardan üçüncüsü benimsenmiştir. Analizin temelinde, devletin küreselleşme ile birlikte yeni bir konuma sahip olduğu ve yapısal olarak yeni bir biçime büründüğü ifade edilecektir. 4- Örneğin Robinson (2004, 2010, 2014 vb) 5 Çalışmanın Ön Kabulleri Küreselleşme gibi geniş literatüre sahip bir alanda çalışma yaparken belli sınırlamalar koymak, her çalışmada olduğu gibi büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla, bu çalışmanın kapsamı da belli ön kabuller ile sınırlandırılacaktır. a) Küreselleşme, kapitalizmin yeni bir aşamasıdır ve önceki aşamalardan niteliksel olarak farklılık gösterir. Çalışmada, eleştirel bir perspektiften küreselleşme çalışmaları gerçekleştiren William I. Robinson’ın “küresel kapitalizm tezi” temel alınmaktadır. İlerleyen sayfalarda daha detaylı ele alınacak olan küresel kapitalizm tezine göre, küreselleşme, kapitalizmin yeni bir aşaması olup, niceliksellikten öte niteliksel olarak, kapitalizmin önceki aşamalarından bir değişimi ve dönüşümü temsil etmektedir. Yazar, küreselleşme sürecini ulusötesileşme kavramı üzerinden açıklar. Küresel kapitalizmin ya da ulusötesileşmenin temel unsurları, üretimin merkezsizleşerek ulusötesi şirketlerce tüm dünyaya yayılması, bu yayılışı kontrol eden bir ulusötesi kapitalist sınıf ve ulusötesi kuruluşlar, ulus-devletler, ve sivil toplum kuruluşlarını kapsayan ulusötesi bir devlet aygıtıdır. b) Kapitalizm, bir üretim tarzıdır. Robinson, başta diğer eleştirel teoriler olmak üzere, küreselleşme ile ilgili yorumlardan farkının, kapitalizmi diğerlerine göre farklı tanımlamaktan kaynaklandığını ifade etmektedir. Ona göre, örneğin dünya sistemleri teorisi, kapitalizmi Weberyan bir bakış açısıyla, piyasa ve mübadele ilişkileri olarak tanımlarken, kendisi küresel kapitalizm tezinde Marx’ın bakış açısından kapitalizmi üretim ilişkileri olarak tanımlamaktadır (Robinson, 2004: 8). c) Küresel kapitalizmde ulus-devletler yok olmamış, ulusötesi devlet aygıtının birer unsuru halini almışlardır. Kapitalizmin ulusötesi aşamasını temsil eden küreselleşme ile birlikte, sermaye birikimi ve üretim ulusötesileştiği gibi, ulus-devletler de sermayenin yayılmacı eğilimini güçlendirecek adımları atmakla yükümlü olarak, uluslarüstü kuruluşlar ile birlikte ulusötesi devlet aygıtının bir parçası halini almışlardır (Robinson, 2004: 100). Tüm bunların yanında, Robinson’un tezi de dahil olmak üzere, küreselleşmenin kavramsal ve kuramsal çerçevesinin anlatıldığı bir sonraki bölümde aşağıda belirtilen küreselleşme teorilerine yer verilmiştir: a. Dünya Sistemleri: I. Wallerstein b. Evrensel Kapitalizm: E. M. Wood c. Alansızlaştırma (Deterritoryalizm) ve Supraterritoryalizm (Uluslarüstülük): J. A. Scholte d. Ağ Toplumu, Enformasyon Çağı-Bilgi Kapitalizmi: M. Castells e. Jeo-Ekonomi: P. Dicken f. Uluslararası Ekonomi: P. Hirst-G. Thompson g. Küresel Kapitalizm: W. I. Robinson Çalışmanın ana çerçevesini çizen Robinson’un küresel kapitalizm tezi ile birlikte bu teoriler, küreselleşmeyi yorumlama konusunda aşağıdaki tablodaki gibi ayırt edilebilir. 6 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Çizelge 1.1. Çalışmada Yer Alan Teorilerin Küreselleşmeye Bakışları Küreselleşme, bir gerçekliktir, kapitalizmin yeni bir aşamasıdır. Küreselleşme, abartılı bir mittir, gereksiz bir kavramdır. Alansızlaştırma ve Uluslarüstülük Dünya-Sistemleri Ağ Toplumu, Enformasyon Çağı ve Bilgi Kapitalizmi Evrensel Kapitalizm Jeo-Ekonomi Küresel Kapitalizm Uluslararası Ekonomi Robinson’ın tezi, bir hiper küreselleşmeci tez olarak nitelendirilebilir. Çünkü bazı liberal küreselleşme teorisyenleri gibi Robinson’ın tezi de küreselleşmeyi kapitalizmin yeni bir aşaması olarak görmektedir. Ancak Robinson’ın tezini, diğer hiper küreselleşmeci tezlerden ayıran özellik ise, devlet aygıtı konusundadır. Hiper küreselleşmeciler, ulus-devletin sonunun geldiğini iddia ederken, Robinson, ulus-devletin bir form değişikliğine uğrayarak, ulusötesi ağın bir unsuru olduğunu ifade etmektedir. Ona göre, ulus-devlet merkezli yaklaşımlar, kapitalizmin mevcut aşamasını açıklama konusunda yeterli değildir. Ancak, küresel ve ulusötesi gerçeklikleri temel alan yeni teoriler, küresel düzeni açıklayabilir. Bu yönüyle, Robinson’ın tezi, dönüşümcü teoriler sınıfına da koyulabilir. Bu perspektifler ışığında, çalışma, küresel kapitalizmde devlet aygıtının konumuna odaklanmış ve bu çerçevede bir analiz sunmuştur. İkinci bölümde, küreselleşme ile ilgili farklı tanımlamalar verilmiş ve hepsinin ışığında yeni bir küreselleşme tanımı yapılmıştır. Ayrıca, küreselleşmeyi bir gerçeklik olarak gören ve görmeyen bazı teoriler bir arada verilerek, küreselleşmenin ne kadar geniş ve yoruma açık bir tartışma alanı olduğu gösterilmiştir. Çalışmanın üçüncü bölümünde ise küresel kapitalizmde devlet üzerine tartışmalar konu edinilmekle beraber, fordist birikim rejiminden post-fordist birikim rejimine geçişle beraber devletin dönüşümü, neoliberalizm ve neoliberalizm ile küreselleşme arasındaki ilişkiler irdelenmiştir. 1980’lerin başlarında küreselleşme ile eş zamanlı gelişen neoliberal paradigmalar çerçevesinde devletin evrimi, devletin uluslararasılaşması ve devletin ulusötesileşmesi bağlamında iki açıdan ele alınmıştır. Bu iki kavramlaştırmanın ortak yanı, ulus-devletlerin, sermayenin küresel hareketliliği önündeki tüm engellerin kaldırılmasına yönelik olarak uluslarüstü kuruluşlar ile koordineli çalışan bir aygıt halini almaları iken, devletin ulusötesileşmesi kavramı, üretimin parçalara ayrılarak merkezsizleşmesi ve küreselleşmesi doğrultusunda, her ne kadar resmi ve kurumsal olmasa da bir ulusötesi devlet aygıtının oluştuğunu ve ulus-devletin de bu aygıtın bir parçası olduğunu iddia etmektedir. İkinci ve üçüncü bölümde, küreselleşme ve devlet konularında gerekli altyapı verildikten sonra, çalışmanın asıl vurgusunu oluşturan ve özellikle de gelişmekte olan ülkelerde ya da üçüncü dünyadan başlayarak devletin küresel ekonomik düzende, devlet mülkiyetli şirketler (SOEs) ve ulusal 7 varlık fonları (SWFs) ile, birer girişimci ve finansal yatırımcı olarak yer almaları yani Harris’in ifadesiyle Devletçi Küreselleşme, çalışmada kullanılan ifadeyle Ulusötesileşen Devlet Kapitalizmi oluşturacaktır. Bu bağlamda, başta BRICS ülkeleri olarak anılan Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika ile Körfez Ülkeleri küresel girişimci ve ulusötesi yatırımcı devlete iyi birer örnek oluşturmaktadır. Ancak çalışmanın kapsamı ve sınırlılıkları açısından, yeni devlet kapitalizminin yükselişini inceledikten sonra Çin devlet mülkiyetli şirketlerinin nasıl küreselleştiği üzerinden analiz gerçekleştirilecektir. Özellikle The Economist’in 2012 yılındaki özel raporu, 2008 yılında başlayan küresel ekonomik kriz ile birlikte bir sorgulanma sürecine giren neoliberalizmin, bu kez devlet kapitalizminin yükselen yeni bir formu ile karşı karşıya kaldığını ifade etmektedir. Öyle ki, bahsi geçen raporda The Economist, liberal kapitalizmin, devlet ile kapitalizmin güç birliğinin ifadesi olan devlet kapitalizminin yükselişi ile derin bir krize sürüklendiğini ifade etmektedir. Yükselen yeni devlet kapitalizminin en önemli özelliği küreselleşen ekonomik ve siyasi yapılara uyum sağlaması ve liberal kapitalizmin kurallarıyla işleyen dünya piyasasına entegre olmasıdır. Buradaki liberal kapitalizmin kurallarıyla vurgusu önemlidir. Çünkü bazı devletler adeta birer yatırımcı, girişimci hatta bir firma gibi ticaret ve finans sektörlerinin içerisindedir. Bu bağlamda, küreselleşme ile birlikte yükselen ulus-devletin konumu tartışmaları küresel kriz sonrasında daha farklı bir boyutta ele alınmaya başlamıştır. Robinson’ın tabir ettiği küresel kapitalizmde devlet, sermayenin yayılmasını kolaylaştıracak uygulamaları gerçekleştiren ve ulusötesi devlet aygıtının parçası olan bir yapı iken, aynı zamanda özel sermaye ile rekabet eden bir yapıya sahip olmuştur. Özellikle Çin’in devlet mülkiyetli şirketlerinin küresel piyasalardaki yükselişi ve ulusal varlık fonları ile küresel finans sistemindeki yerleri, liberal düşünürler için endişe verici bir durum halini almıştır. Elbette, sadece petrol alanında değil farklı alanlarda da devlet mülkiyetli şirketleri görmek mümkündür. The Economist’in raporuna göre, dünya petrol rezervlerini kontrol eden 13 firmanın tamamı devlet desteklidir. Bunların başında da dünyanın en büyük doğal gaz firmaları, Çin’in Sinopec ve Rusya’nın Gazprom şirketleri gelmektedir. Bununla birlikte örneğin, yine devlet mülkiyetinde olan China Mobile’ın 600 milyon müşterisi mevcuttur. Bununla beraber dünyanın en çok kar yapan kimyasal madde firması Saudi Basic Industries Corporation ve Avrupa’nın en büyük üçüncü bankası olan Sberbank da devlet mülkiyetindedir (The Economist, 2012: 2). Ayrıca Forbes Global 2000 Listesi’nin 2015’te güncellenmiş şeklinde, dünyanın en büyük dört şirketi Çin’in devlet mülkiyetindeki bankalarıdır. Nasıl ki, küreselleşme ile devlet formunun değişikliği söz konusu ise, devlet kapitalizmi de form değiştirerek ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla geçmişteki devlet kapitalizmi yapılarından farklılık arz etmektedir. Yeni devlet kapitalizmin en belirgin farklılığının onun küresel olması olduğu, su götürmez bir gerçekliktir. 8 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Genel olarak özetlemek gerekirse, bu çalışmada, küreselleşmenin ne ifade ettiği ile ilgili teori ve yorumlarla başlayan işleyiş, küreselleşme ile birlikte devletin dönüşümü tartışmalarıyla devam edip nihai olarak da neoliberal kapitalizmin 2008 krizinde sekteye uğramasıyla küresel politik ekonominin sahnesinde yer almaya başlayan yeni devlet kapitalizminin yükselişi ve bu kapitalizm türünün mevcut en büyük örneğini oluşturan Çin’in devlet mülkiyetli şirketlerinin nasıl küreselleştiğinin irdelenmesi ile sonuçlanacaktır. 2. KÜRESELLEŞME: KAVRAMSAL VE KURAMSAL ÇERÇEVE Küreselleşme konusu iktisadi, sosyal, siyasi ve kültürel bağlamlarda sıklıkla ele alınan bir konudur. İktisat, sosyoloji, siyaset bilimi ve diğer alanlardaki çalışmalar küreselleşmeyi, ya doğrudan ya da dolaylı bir şekilde kavramın mahiyetinden hareketle ele almaktadır. Sosyal bilimlerde kavramlar tek bir biçimde tanımlanamaz ve betimlenemezler. Özellikle küreselleşme gibi farklı bilim alanlarının müşterek konusu olan bir kavram için bu çok daha geçerlidir. Küreselleşme “taşlaşmış”, yerinde duran bir kavram değil, tersine canlı, kapitalizmin evrimi ve evreleri ile şekilden şekile bürünen, iktisadi, toplumsal, siyasi ve kültürel süreçlerdeki değişimin bir parçası ve zaman zaman da taşıyıcısı olmuştur. Küreselleşmenin anlaşılması ve kavramsal çerçevesinin oluşturulması konusundaki hem sorunların hem de gerekliliğin altında yatan temel unsur, kavramın sürekli olarak değişen gelişen bir yapıya sahip oluşu ile ve öznel bir şekilde tanımlanmasıdır. 2.1. Kavramsal Çerçeve “Yeni bir kelime popüler olmaya başladığında, bu popülarite genellikle dünyada meydana gelen önemli bir değişiklik sonucunda gerçekleşir. Yeni bir fikir yeni bir ortamı, yeni şartları anlatır. Örneğin felsefeci Bentham 1780’li yıllarda “uluslararası” kelimesini kullandığında, o günün yani onun yaşadığı dönemin realitesi bunu işaret etmekteydi: ulus-devletlerin yükselişi ve sınırlar ötesi etkileşim. İnsanlar bu tarihten önce uluslararası ilişkiler konuşmazdı (Scholte, 2001: 13).” Scholte’nin alıntılanan bu sözlerinden küreselleşme kavramının da aynı uluslararası kavramı gibi yeni düzeni ifade eden, kimine göre tılsımlı, kimine göre abartılı, kimine göre ise oldukça yerinde kullanılan bir sözcük olduğu anlamını çıkarmak mümkündür. Özellikle 1980’lerden itibaren sadece akademik dünyada değil, günlük ilişkilerde de oldukça fazla kullanılan bir kavram haline gelen küreselleşme genel hatlarıyla, üretimin mekandan bağımsızlaşarak dünyaya yayılması ve tüm dünyanın kapitalist üretim sistemine entegre olmasını ifade etmektedir. Eğitimden sağlığa, çevreden hukuka, toplumsal hayatın tüm unsurlarında “küresel” ve “küreselleşme” kelimeleriyle karşılaşmak oldukça mümkündür. 10 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Scholte’a (2008a: 107) göre, gündelik dilde küreselleşme uluslararasılaşma olarak anlaşılabilmektedir. Scholte, küreselleşmenin kendi başına düşünüldüğü zaman, farklı ülkelerdeki insanlar arasında etkileşim ve karşılıklı bağımlılığın artışı anlamına geldiğini ve bu bağlamda sınırlar ötesi mübadeledeki artışların toplumda uluslararasılaşma olarak karşılık bulduğunu ifade etmektedir. Ancak, modern devletler sisteminin başladığı Westphalia Anlaşması’ndan günümüze değin ulus-devletler arasındaki karşılıklı ilişkinin yoğunlaştığı farklı dönemler de olmuştur. Özellikle de 19. yüzyılda göç, yatırım, finans ve ticaret ilişkilerinde yüksek oranlarda artış gerçekleşmiş, ancak bu dönemlerde ulus-devletler arasındaki ilişkiyi yorumlamak için uluslararasılaşma ve uluslararası ilişkiler kavramları yeterli olmuştur. Dolayısıyla küreselleşme sözcüğü, yeni bir gelişmeyi temsil etmektedir. Bu bağlamda Scholte, ayırt edici bir küreselleşme tanımı yapılması gerektiğini ifade etmektedir. Kapitalizm veri olarak kabul edildiğinde, küreselleşmenin de kapitalizmin yeni bir evresi olduğu iddia edilebilir. Dolayısıyla küreselleşme tartışmalarının da kapitalizm bağlamında yürütülmesi daha yararlı olacaktır. Bu çerçevede, çalışmanın temel kabullerinin başında, küreselleşmenin kapitalizmin bir aşaması olması düşüncesi gelmektedir. Öncelikle de yapılması gereken küreselleşmeyi kapitalizmin dinamikleri çerçevesinde tanımlamaktır. Kapitalizmin bir aşaması olarak küreselleşme, üzerinde çok fazla konuşulan ve tartışılan bir kavram olmakla beraber, sosyal bilimciliğin doğası gereği oldukça öznel değerlendirmelere konu olmuştur. Dolayısıyla küreselleşme tanımları da doğal olarak farklılık arz etmektedir (Çizelge 2.1). Çizelge 2.1’deki tanımlardan beslenerek, yeni bir küreselleşme tanımı da yapılabilir. Bu bağlamda, bu çalışmada küreselleşme, “dünya kapitalizminin geçmiş dönemlerinden niceliksel olmaktan öte, niteliksel olarak ayrılan, ancak mantık olarak kapitalist süreçleri işleten ve ondan bağımsız düşünülemeyecek olan, özellikle bilgi ve iletişim teknolojilerindeki yenilik ve gelişmeler doğrultusunda ekonomileri ve toplumları birbiriyle bütünleştiren, neoliberal iktisat politikaları çerçevesinde ilerleyen, sermaye birikimini ulusal sınırlardan öteye taşıyan, üretimin parçalara ayrılarak tüm dünya coğrafyasına yayıldığı bir süreçler bütünü” olarak tanımlanmaktadır. 11 Çizelge 2.1. Farklı Bazı Küreselleşme Tanımları-Algıları Küreselleşme, kıtalar ve bölgeler arası etkinlik, etkileşim ve yetki kullanımıyla, akış ve şebekeler yaratan,-hacmi, yoğunluğu, sürati ve etkileri açısından değerlendirilen-toplumsal ilişkilerin ve işlemlerin mekansal örgütlenmesindeki dönüşümün cisimleştiği bir süreç ya da süreçler kümesi. (Held ve McGrew, 2008: 89) Küreselleşme terimi, sosyal hayatın temel bir dönüşümüyle ilgili bir nedenselliği tanımlar (Rosenberg, 2005: 43) Küreselleşme, kendi nihai sonucuna ulaşan bir emperyalizm biçimidir (Wood, 2003: 247) Teorik bağlamda küreselleşme, yüzyıllardır süregelen kapitalist üretim tarzının dünya genelinde genişlemesinin doruk noktasıdır, zirvesidir, yeni bir çağdır. (Robinson 2004: 2). Küreselleşme, yeni bir tarihsel gerçekliktir. Küreselleşme sadece insanları piyasaya yöneltmeye ikna eden neoliberal idelojinin bir keşfi değil ayrıca kapitalist yeniden inşa, inovasyon, rekabet ile yeni enformasyon ve iletişim teknolojileri süreçleridir (Castells, 1999: 5). Küreselleşme, uzak yerleşimleri birbirlerine, yerel oluşumların millerce ötedeki olaylarla biçimlendirildiği ya da bunun tam tersinin söz konusu olduğu yollarla bağlayan dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması olarak tanımlanabilir (Giddens, 2014: 68). Küreselleşme sınırların kalktığı bir dünyanın başlangıcı anlamına gelir. (Ohmae, 1992) Küreselleşme kavramı, otuz yılı aşkın zamandır dünyada meydana gelen bazı önemli değişiklikleri ifade eder. (Kiely, 2005: 9) Küreselleşme, ulusötesi akımların artış eğilimini ve artan yoğun bağımlılık ağlarını ifade eder. (Keohane, 2002: 15) Küreselleşme ile kısacası kapitalizm genişliyor ve dünya ekonomisinin yapısı, işleyişi ve içsel bağlarında önemli değişimlere neden oluyor. Bu değişimler, sonuçte ekonomilerin birbirlerine olan bağımlılıklarını artırarak daha şiddetli bir entegrasyona yol açıyor. (Went, 2001: 42). Küreselleşme, yaşamlarımızın, giderek bizden çok uzaklarda alınan kararlar ve gerçekleşen olaylar tarafından şekillendirilmesi anlamına gelen, karmaşık karşılıklı bağlanmışlık ağlarının ortaya çıkışıdır. (Heywood, 2014: 35) 2.1.1. Kapitalizm Üzerinden Küreselleşmeyi Anlamak Küresel kapitalizmin niteliğini küresel olması değil, her şeyden önce kapitalist olması belirler. Ellen Meiksins Wood, Sermaye İmparatorluğu Küreselleşme tartışmaları, küresel sermaye olgusu ve ulus-devletin konumu üzerine yoğunlaşmaktadır. Bazı yazarlar süreci ulusötesileşmiş bir sermaye ve devlet aygıtı ile açıklarken, bazıları da küreselleşmenin çoklu 12 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ bir devlet sistemi üzerinde filizlenmiş ve ulus-devletten vazgeçmeyecek bir sistem olarak açıklamaktadır.5 Ancak, özellikle II. Dünya Savaşı sonrası süreci açıklama niyetinde olan bu tartışmaların ortak yönü, küreselleşmenin, kapitalizmden bağımsız düşünülecek bir olgu olmadığı konusundadır. Nitekim Robinson (2004, 2007) süreci “küresel kapitalizm tezi” ile açıklarken Sklair (2006: 29), küreselleşmeyi tanımlarken ve tarihsel bağlamda büründüğü veya bürünebileceği yapıyı açıklarken onun, yani küreselleşmenin kapitalizmden bağımsız olarak düşünülemeyeceğini ifade eder. Diğer yandan Wood (2003) ve Harvey (2003) de yeni emperyalizm kavramını “evrensel kapitalizm” olarak açıklar. Wood, Sermaye İmparatorluğu (2014: 30) başlıklı eserinde küreselleşme kavramından bahsederken “Küresel kapitalizmin niteliğini küresel olması değil, her şeyden önce kapitalist olması belirler” açıklamasını getirir. Harvey ise yeni emperyalizm tanımı ile kapitalizmin tarihselliğine vurgu yaparak, 1970’den sonraki dönüşümü inceler. Robinson (2002: 210), dünya kapitalizminin 1970’lerden itibaren yeniden inşa süreci içerisinde olduğunu belirterek sürecin küreselleşme ile açıklanabileceğini belirtmekte ve bu bağlamda küreselleşme kavramının hem içerik hem de sınırları açısından tartışıldığını ve bu tartışmanın ulus-devlet ve iktisadi küreselleşme merkezli bir eksene kaydığını öne sürmektedir. Öte yandan Adda (2013: 9-10), küreselleşmeden söz etmenin iktisadi anlamda kapitalizmin tüm dünyaya yayıldığını söylemek anlamına geleceğini ancak bu yayılmanın ne bir devletler blokunun diğerine ne de bir üretim modelinin diğerine göre başarılı olmasına indirgenecek bir süreç olmadığını belirtir. Ona göre, bu yayılma devletlerarası bir sistem olarak değil ulusötesi bir ağ oluşturma eğilimindedir: “Artık kürenin sınırlarını zorlamaya başlayan kapitalizmin evrensel yayılışının ifadesi olarak küreselleşme, aynı zamanda ve her şeyden önce, dünya çapında sermaye birikimine engel teşkil eden fiziksel ve hukuki sınırları sarma, delme ve sonunda yok etme sürecidir.” Hirst ve Thompson (2007: 8) da, küreselleşmenin yeni bir olgu olup olmadığı üzerine bir soru sorar. Bu sorunun cevabı küreselleşmenin nasıl yorumlandığına bağlı olarak değişir. Eğer küreselleşme, ülkeler arasında ticaretin artması ve sermaye yatırımlarının yayılması anlamını taşıyorsa, onun yeni bir olgu olduğu iddia edilememelidir. Çünkü deniz altı telgraf kablolarının 1860’lardan beri kıtalararası piyasaları birbirine bağladığını ifade etmektedirler. Yukarıdaki örneklerden hareketle küreselleşme sürecinin farklı farklı bağlamlarda değerlendirildiği ifade edilebilir. Bu örneklerin sayısı elbette çoğaltılabilir. Ancak bu çalışmanın amacı, küreselleşme hakkındaki tüm görüşleri ele almak değil, küreselleşme sürecinde devletin yeni konumunu değerlendirmektir. Bu minvalde özellikle 20. yüzyılın son çeyreği ile başlayan ve günümüze kadar ilerleyen sürecin niteliği irdelenecek ve buradan hareketle de devletin bu küresel kapitalizmdeki konumlanışı tartışılacaktır. 5-Ulusötesileşme olgusu üzerinden küresel kapitalizm açıklamasını William Robinson (2004), Leslie Sklair (2002) gibi yazarlar getirirken, David Harvey (2003, 2005) ve Ellen Meiksins Wood (2003) gibi yazarlar da süreci yeni emperyalizm olarak adlandırmaktadır. 13 Tüm bu analiz ve tartışmaların öncesinde, yukarıda da belirttiğimiz gibi, küreselleşmede asıl olan onun kapitalist kimliğidir. Dolayısıyla öncelikle, kapitalizmi diğer toplumsal sistemlerden yani kapitalizm öncesi dönemlerden ayıran unsurlar üzerinden bir değerlendirme yapmak gereklidir. 2.1.2. Kapitalizmin Özgünlükleri ve Küreselleşme Eğer kapitalizm tarihsel bir varlık olarak mevcut değilse, bir sistem değişikliği isteyen, mevcut ekonomik düzenin eleştiricileri, yel değirmenlerine saldırıyorlar demektir. Ve özellikle kapitalist sistem sözünü ilk ortaya atan Marx, bir zümrüdü Anka’nın peşine takılmış demektir. Maurice Dobb, Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler Kapitalizmin sistemsel olarak özgünlükleri onun tarihlendirilmesi ve konumlandırılmasıyla yakından ilişkilidir. Ancak kapitalizmin tarihlendirilmesi konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Kimileri, kapitalizmin başlamasını Roma dönemine götürürken, bazıları Amerika’nın keşfi, bazıları da sanayi devrimi olarak niteler. Pirenne kapitalizmi (2013) antik döneme kadar geri götürür, Wallerstein (2000 ve 2011) Amerika’nın keşfini başlangıç olarak ele alırken, Hobsbawm (2013) ise Sanayi devrimini başlangıç olarak ele alır. Fülberth (2008: 113-114) feodal toplum içerisinde (sadece Avrupa değil, Doğu Asya’da da) bazı gelişen kentlerde küçük kapitalist ilişkiler görüldüğünü belirtir ve bunu proto-kapitalizm6 olarak adlandırır. Kapitalizmin tarihlendirilmesi sorunu yukarıdaki küçük anlatıda görüleceği üzere kolaylıkla çözülebilecek bir mesele değildir ve bu çalışmanın konusu dışındadır. Bu çalışmanın amacı kapitalist sürecin hangi tarihten itibaren başlatılacağına dair yeni bir iddia ortaya atmak değil, kapitalizm ile küreselleşme arasındaki içsel bağları ortaya koymaktır. Kapitalizmin ne zaman başladığına yönelik tartışmalar hala sürse de, bu konu çalışmanın kapsamı dışında olduğundan ele alınmayacaktır. Ancak Marx’a göre, kapitalizm 16. yüzyıl sularında başlamaktadır (Marx, 2011: 688): “Kapitalist üretimin ilk belirtileriyle dağınık olarak bazı Akdeniz kentlerinde daha 14. ve 15. yüzyıllarda karşılaşılmakla beraber, kapitalist dönem ancak 16. yüzyılla başlar.” 7 Yine Marx’dan (2011: 688) yapılacak şu alıntı, aşağıda da tartışmaya açılacak olan, kapitalist sürecin ortaya çıkmasında emek gücünün alınır satılır bir meta haline gelmesinin büyük bir etken olduğunu gösterir: “Kapitalist toplumun ekonomik yapısı, feodal toplumun ekonomik yapısından doğmuştur. Bu ikincisinin çözülmesiyle ilkinin unsurları serbest hale gelmiştir. Dolaysız üretici, yani işçi, ancak, toprağa bağlı ve bir başka kimsenin serfi ya da kölesi olmaktan çıktıktan sonra, kendisi üzerinde tasarrufta bulunabilirdi. Ayrıca, metasını, bir pazarının bulunduğu her yere götürebilen özgür bir emek gücü satıcısı olabilmesi için, loncaların egemen6-Proto-kapitalizm kavramı, kapitalizmin dünyaya yayılmasından önce, farklı bölgelerde, kentlerde ve ülkelerde görüldüğü iddia edilen bir süreçtir. Erken kapitalist dönem olarak adlandırılan bu sürecin kapitalizmin bir provası olduğu öne sürülür. Ancak, kapitalizmi diğer toplumsal ilişkilerden ayıran özgünlükleri (aşağıda tartışılacak) göz önünde tutuluduğunda, o süreçleri bir önkapitalistleşme olarak nitelemenin doğru olup olmayacağı belirsizleşecektir. 7-Bu çalışmada feodalizmden kapitalizme geçiş tartışmaları konu dışında bırakılmıştır. Geçiş tartışmaları için bkz. Mooers (1997), Dobb (2007). 14 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ liğinden, bunların çırak ve kalfalara uygulanan hükümlerinden ve kısıtlayıcı çalışma kurallarından kurtulması gerekiyordu. Bundan dolayı, üreticileri ücretli işçilere dönüştüren tarihsel hareket, bir yandan, bunların serflikten ve lonca zincirlerinden kurtarılmaları olarak görünür; ve bizim burjuva tarihçilerimiz için meselenin sadece bu yüzü mevcuttur. Ama öte yandan, bu yeni kurtarılmış insanlar, ancak, bütün üretim araçlarından ve eski feodal düzenin kendilerine sağladığı bütün yaşama güvencelerinden yoksun bırakıldıktan sonra, kendi kendilerinin satıcıları durumuna gelir. Ve onların mülksüzleştirilmesinin öyküsü, insanlık tarihine kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır.” Buradan hareketle, kapitalizm kendinden önceki toplumsal sistemlerden farklılıklar arz etmektedir. Bu da kapitalizmin özgün koşullarından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, şunu bilmek gerekir ki, “kapitalizm önce Avrupa ve sonrasında ise dünyanın her yanında egemen olan toplumsal, siyasal ve ekonomik sistem olarak tanımlanabilir ve kapitalizmi anlamak için öncelikle onun özgül koşullarını kavramak gerekir” (Eren, 2008: 10). Ayrı bir tartışma konusu da kapitalizmin konumlandırılması bağlamında kent-kapitalizm arasındadır. Batı’da kapitalizmin kentler üzerinden filizlendiğine dair düşünceler yoğunluktadır. Hatta kapitalizm doğrudan kentler ile özdeşleştirilmektedir. Kapitalizmin, ticaretin yaygınlaşması ile ilerlediği açıktır, ancak bu ilerlemeyi tamamen kentlere bağlamak doğru olmayacaktır. Bu konuda Wood (2003: 85), “ne var ki tarihte, kapitalizmi hiçbir zaman doğurmayan yığınla kent ve ticaret söz konusuydu” diyerek bazı kentlerin tapınak merkezi olduğuna, bazı kentlerdeki ticari sistemlerin de kapitalizmin piyasa zorunluluklarına tabi olmadığını belirtmektedir. Kentlerin kapitalizmle doğrudan ilişkilendirilmemesi ile ilgili Wood’un ortaya koyduğu bir diğer sav, kentlerin özerkliği ile kapitalizmin oluşumu arasında net bir ilişki olmayışıdır: “Kapitalizmden önce gelişen merkezi monarşik devletler, Avrupa’da özerk kentlerin en az bulunduğu İngiltere’de ortaya çıktı, fakat kapitalizmi Floransa gibi muazzam ölçüde başarılı olan ticari kent devletleri doğurmadı (Wood, 2003: 85-86).” Wood’un buradaki çıkarımlarından hareketle, özerk kentlerin olması, kapitalizmin oluşumunu tam olarak açıklamaz. İngiltere dışında Avrupa’da özerk kentlerin-özellikle de ticaret ağları gelişmiş-varlığı söz konusu, ancak asıl kapitalist formların oluşumu İngiltere’de gerçekleşmiştir. Buradaki temel fark, yani kapitalizmi diğer ticari yapılardan, sistemlerden ya da ticaret toplumundan ayıran özellik, piyasanın ve toplumsal mülkiyet ilişkilerinde gizlidir. Bu bağlamda Wood (2003: 107), pre-kapitalist toplumlar ile kapitalist üretim ilişkileri arasındaki temel farklılığı üretim ilişkilerinde arar: “Pre-kapitalist toplumlarda artığa el koyma, siyasi askeri ve hukuki bağlamda bir zorlama ile gerçekleşirken kapitalizmde kölelikten farklı olarak, tamamen iktisat içi unsurlarla üreticileri üretim araçlarından yoksun bırakarak emek güçlerine bir ücret karşılığında satmaları söz konusudur.” Emek gücünün ücret karşılığında satılması ise piyasa aracılığıyla gerçekleşmektedir. Elbette daha önce de farklı türden piyasalar vardı ancak kapitalist piyasanın işleyişi eski toplumların 15 piyasalarından oldukça farklılık göstermektedir: “Kapitalist toplumda fiilen her şey piyasa için üretilen bir metadır (Wood, 2003: 107).” Bu da sermaye ve emeğin yeniden üretiminin piyasaya bağımlı olduğunu gösterir. “Piyasaya bağımlılık, kapitalist toplumlardaki piyasanın yalnızca basit bir mübadele ya da dağıtım mekanizması değil, ama toplumsal yeniden üretimin temel belirleyicisi ve düzenleyicisi olarak benzersiz bir rol atfeder (Wood, 2003: 108).” İşte tam da burada Wood’a göre, kapitalist sistemin özgünlükleri ortaya çıkmaktadır: rekabet, birikim ve karı ençoklaştırma. Bu özgünlükler kapitalizmin diğer toplumsal biçimlerden farklılaşmasının önemli etkenleridir (Wood, 2003: 108). Kapitalizm, önce Avrupa’da sonrada dünyanın her yanında egemen olan toplumsal, siyasi ve iktisadi bir sistem olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla kavranılması gereken şey, kapitalizmin özgül bir sistem olduğu ve dünyanın başlangıcından beri değil, tarihin belli bir döneminde yüzlerce yıllık bir süreç olarak ortaya çıktığıdır (Eren, 2008: 10). Bu bağlamda, kapitalizmi önceki toplumsal süreçlerden farklılaştıran olgulara üretim ilişkileri bağlamında göz atmak gerekir. Örneğin, Antik üretim tarzında temel özellik köle emeğinin sömürülmesidir. Buradan da antik toplumun, köleci bir toplum olduğu ortaya konulabilir. Bununla birlikte, antik üretim tarzının ayırt edici özelliği, toplam ürünün bölüşümünde piyasanın herhangi bir rolünün olmayışıdır. Bölüşüm piyasada değil, iktisat dışı bir baskıyla belirlenir. Yani piyasanın, artık emeğin doğrudan üretici olan köleden çekilip alınmasında bir işlevi yoktur. Bu anlamda ticaret ve piyasa konusu ihmal edilecek bir öneme sahiptir. Antik dünyada yerel pazarlar ve fuarlar vardır ancak “piyasa ilkesi” anlamında bir düzen yoktur. Antik Yunan ve Roma’da pazar anlamına karşılık gelen çok sayıda terim kullanılmaktadır.8 Dolayısıyla da antik dünyada malların alınıp satıldığı çok sayıda mekan olduğu görülmektedir. Bu durum, bazı kaynaklarca proto-kapitalizm olarak nitelenmiştir. Ancak, yukarıda da vurgulandığı gibi kapitalizm, özgül bir süreç olarak, buradaki üretim ilişkilerinden farklılık göstermektedir. Kapitalizmin, antik çağdaki üretim tarzından farklı bir artığa el koyma biçimi vardır. Antik çağda artığa el koyma biçiminin iktisat dışı bir baskıya dayalı olup, antik üretim tarzında emek gücü metalaşmamıştır. Emek gücünün alınıp satıldığı bir piyasa yapısı mevcut değildir. Antik üretim tarzı köle emeğine dayalıdır. Ancak köle pazarlarında satılan kölenin emeği değil kendisi olup, bir sahip tarafından satılmaktadır. Oysa kapitalizmde, emek gücü özgürce satılan bir metadır. Saad-Filho’ya (2006: 44-45) göre ise kapitalizmin ilk ayırt edici özelliği, “metaların genelleştirilmiş üretimidir”. Yani kapitalist üretim, geçimlik değil, piyasaya yönelik bir üretim şeklidir. Dolayısıyla kapitalizmin ikinci ayırt edici özelliği de, “metaların kar amacıyla üretilmesidir”. Bununla birlikte, kapitalizmin son ayırt edici özelliği de “ücretli emek”tir. Saad-Filho’ya (2006: 45) göre, “ücretli emek de binlerce yıl önce ortaya çıktı. Ancak kapitalizmden önce ücretli emek her zaman sınırlıydı ve emeğin öteki biçimleri 8-Agora, Mercatus, Macellum vb. Için bkz.Eren, 2008: 29-30. 16 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ çoğunluktaydı. Küçük toplumsal gruplar içindeki işbirliği, ilk çağların büyük imparatorluklarındaki kölelik, feodalizmdeki serflik, geçinmek ve değişim için yapılan ve her tür toplumda görülen bağımsız üretim, bunlara örnek verilebilir.” Marx (2011: 688), kölelikten ücretli emeğe geçişi şöyle anlatmaktadır: “Hem ücretli işçiyi, hem de kapitalisti doğuran gelişmenin hareket noktası, işçinin köleliğiydi. İlerleme, yalnızca, bu kölelikteki bir biçim değişikliği, feodal sömürünün kapitalist sömürüye dönüşmesiydi.” Dolayısıyla özgünlüğün kaynağı emek gücünün alınır satılır bir meta haline dönüşmesi ve iktisat dışı baskılar yerine salt iktisadi vasıtaların egemen olmasıdır. Diğer üretim tarzlarında artığa el koyma biçiminin iktisat dışı bir baskıya dayalı olması ve kapitalizmin buradan ayrılmasının nedeni olan özgünlüğü Wood (2014: 28) da iktisadi vasıtalarla yayılma sürecine bağlar ve sermayenin kendini genişletebilmesi için bu özgünlüğe ihtiyaç duyduğunu belirtir. Emeğin metalaşması konusunda ise Marx (2011: 687) şu sözlerine kulak vermek yararlı olacaktır: “Üretim ve geçim araçları nasıl başından beri sermaye değilse, para ve meta da değildir. Bunların sermayeye dönüştürülmesi gerekir. Ne var ki, bu dönüşmenin kendisi ancak belli koşullar altında olabilir: birbirlerinden tamamıyla farklı iki meta sahibi karşı karşıya gelmeli ve bunlar arasında ilişki kurulmalıdır; bir yanda, sahip bulundukları değerler toplamını başkalarının emek güçlerini satın alarak artırmaya can atan para, üretim ve geçim aracı sahipleri, öte yanda, kendi emek güçlerini satan ve dolayısıyla emek satıcısı olan özgür işçiler yer almalıdır. İşçiler iki anlamda özgür olmalıdır; köleler, serfler vb. gibi, doğrudan doğruya üretim araçları arasında yer almamalı, ama bağımsız çalışan çiftçiler vb. gibi de üretim araçları kendilerine ait olmamalıdır; bu gibi şeylerden yoksun, serbest ve boş kimseler olmalıdırlar. Meta piyasasındaki bu kutuplaşma ile birlikte kapitalist üretimin temel koşulları yerine gelmiş olur. Sermaye ilişkisi, işçilerle, emeğin gerçekleşme koşullarını oluşturan mülkiyetin, birbirlerinden ayrılmış olmasını gerektirir. Kapitalist üretim, kendi ayakları üzerinde durabilecek hale gelir gelmez, bu ayrılmayı korumakla kalmaz, bunu giderek büyüyen bir ölçekte yeniden üretir. Dolayısıyla, sermaye ilişkisini yaratan süreç, işçiyi kendi çalışma koşullarının mülkiyetinden ayıran süreçten başka bir şey olamaz; bu, bir yandan, toplumsal geçim ve üretim araçlarını sermayeye, öte yandan, dolaysız üreticileri ücretli işçilere dönüştüren süreçtir. Demek oluyor ki, ilk birikim denilen şey, üreticileri üretim araçlarından ayıran tarihsel bir süreçten başka bir şey değildir. Bunun bir “ilk” süreç olarak görünmesi, sermayenin ve sermaye ile uyuşan üretim tarzının tarih öncesi dönemini oluşturmasından ileri gelir.” Dolayısıyla kapitalizmin özgün bir üretim tarzı olarak kabul edilmesini ticaretin ve tüccar sınıfının ortaya çıkışına bağlamak yerine işçilerin-üreticilerin doğrudan doğruya sermaye sahibine piyasa koşullarında bağımlı hale gelmesi ile açıklamak doğru bir yaklaşım olacaktır (Dobb, 2007: 17). Dolayısıyla, kapitalizm öncesi toplumlardaki artığa el koyma süreci ile kapitalist sistemdeki artığa el koyma süreci birbirinden farklılaşmaktadır. 17 Geç Ortaçağ dönemlerinden itibaren İngiltere’de hem emekçileri hem de sermaye sahiplerini piyasaya bağlayan mülkiyet bir sistemi ortaya çıkarmıştır. Bu bağlamda da tamamen iktisadi süreçlerle ilerleyen bir ilişki söz konusudur. Ancak kapitalizm öncesi toplumlarda bu süreç daha farklı işlemiştir. Wood’a (2014: 26) göre, “Kapitalist olmayan toplumlarda… egemen sınıfların iktisadi güçleri ekonomi dışı baskıya dayanır. Bu sınıflar, üstün baskılama, siyasi ve askeri güçlerine dayanarak artı emeği tipik olarak köylülerden alırlar; bunlar kapitalizmdeki ücretli işçilerden farklı olarak üretim araçlarının sahipleri ya da kiracılarıdırlar. Kapitalizm bu açıdan diğer sınıflı toplumlardan farklı ve özgündür. Kapitalistler-feodal lordlardan farklı olarak-işçilerini sömürmek için genellikle baskıcı askeri ya da siyasi gücün doğrudan kontrolüne gerek duymazlar, çünkü işçilerin mülke ve üretim araçlarına doğrudan erişimi yoktur; çalışabilmek ve yaşayabilmek için ücret karşılığında emek güçlerini satmak zorundadırlar.” Elbette bu süreç, birikime uygun koşulların sürdürülebilmesi için iktisat dışı bir baskıya yani devlet gücüne ihtiyaç duyulmadığı anlamına gelmemelidir. Sadece, kapitalist sistemde, sermayenin gücü ile devletin baskıcı gücü birbirinden ayrılmıştır. Özet olarak, Wood ve Saad-Filho’nun yukarıda yararlanılan ayrımından hareketle, kapitalizmin özgün yanları belli başlı kavramlarla daha anlaşılır olmaktadır. Bu kavramlar, sermaye birikimi, kar maksimizasyonu, artığa el koyma biçimi, metalaşma, rekabet ve piyasa için üretim olarak sıralanabilir. Metalaşma ile sadece emeğin emek gücü piyasasında özgür bir şekilde satılması değil, Polanyici bir anlamda “hayali metalar”ın yaratılması ifade edilmektedir. Her şeyin piyasada satılabilir olması beraberinde, üretimin de piyasa için yapılmasını getirmektedir. Piyasa, bir yandan üretimin amacı olmakta öte yandan ise mübadele yeri işlevini, aracılık vazifesini yerine getirmektedir. Piyasanın bu aracılığı, artığa el koyma biçimindeki dönüşümü de yansıtmaktadır. Mübadele değeri için üretimin “genelleştirilmesi” bir yandan kar maksimizasyonu öte yandan sermaye birikimini sağlamakta ve tüm bu süreç “görünmez el”in yarattığı rekabetçi yapıda işlemektedir. Küreselleşme konusunu ele alan tezler ağırlıklı olarak her ne kadar küreselleşmeyi güncel bir konu olarak ele alsa da, kapitalizmden bağımsız bir şekilde ele aldıkları pek de söylenemez. Küreselleşmeyi tarihsel bir perspektifle ele alan tezler genel olarak küreselleşmeyi kapitalizmin yeni bir aşaması olarak değerlendirirler. Bu çalışmada küreselleşme, kapitalizmin yeni bir aşaması olarak görülmekle beraber, süreç farklı adlandırmalar ve teoriler ile adlandırılsa da, 20. yüzyılın sonlarından itibaren başlayan dönem, kapitalizmin kendini yeniden ama farklı formlarda üretmesi olarak ele alınmaktadır. Dolayısıyla tartışmalar, devlet aygıtını merkezine alacak “minimal devlet” anlayışından piyasa dostu devlet ile devlet kapitalizmine giden süreç ulusötesi küresel kapitalizm perspektifi temel alınarak incelenecektir. Öncelikli olarak ise, aşağıdaki küreselleşme tezleri bu bölümde ele alınan kapitalizmin özgün yanları ile ilişkilendirilerek değerlendirilecektir. 18 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ 2.2. Kuramsal Çerçeve Küreselleşme üzerine oldukça geniş bir tartışma ağının mevcut olduğu yukarıda da belirtilmiştir. Hem epistemolojik hem de disiplin farklılıklarından kaynaklı ayrışmalar çerçevesinde, küreselleşme üzerine yazılan metinler sayılamayacak kadar fazladır. Dolayısıyla bu çalışmada hepsini ayrı ayrı irdelemek hem çalışmanın konusu hem de analiz bakımından uygun ve mümkün değildir. Küreselleşme çalışmalarını sınıflandırmak kolay bir iş olmamakla birlikte, bazı teorisyenler, analizlerini ilerletmek adına çeşitli varsayımlarla bir sınıflandırma yapmışlardır. Örneğin Robinson (2007: 125), küreselleşme ile ilgili akademik çalışmaların 1970’ler itibariyle şu beş olgu üzerinde odaklandığını iddia etmektedir: a. Üretim, finans ve tüketimde küresel bir ekonominin oluşması ve dünya çapında bir iktisadi bütünleşme, (Sermayenin yayılmacı eğilimi sonucunda sermaye birikimini arttırması) b. Yeni ulusötesi veya küresel kültürel örnekler, uygulamalar ve akımlar ve küresel kültür fikri, (Her şeyin metalaşması) c. Politik anlamda küresel bir ilerleme, yeni ulusötesi kurumların yükselişi ve küresel yönetişimin yayılması, (rekabet) d. Ulusötesi göç ve iletişim, (artığa el koyma biçiminin değişmesi) e. Yeni sosyal hiyerarşiler, eşitsizlikler ve güç ilişkilerinin küresel formları. (artığa el koyma ve metalaşma) Bu tür bir sınıflandırmanın unsurlarını arttırmak da mümkündür. Bu çalışmada temel alabileceğimiz “a” ve “c” maddeleridir. Elbette bu durum bizim yukarıdaki beş olgunun birbiri ile alakasız olduğunu iddia ettiğimiz anlamına gelmez. Ancak analizin sınırlandırılması açısından odak noktalarını belirlemek önemlidir. Bu bağlamda ele alacağımız küreselleşme tartışmaları ya da tezleri de “küresel ve bütünleşmiş bir dünya ekonomisi” ile “ulusötesileşme bağlamında küresel kurumların yükselişi ve devletin konumu” üzerine odaklanmış olanlardır. Bahsi geçecek olan teoriler, farklı perspektiflerden küreselleşme kavramına ve var olduğu iddia edilen sisteme eleştirel bir bakış açısı getirdiği gibi (Wallerstein, Wood, Hirst ve Thompson), küreselleşmenin bir gerçeklik ve kapitalizmin yeni bir çağı olduğunu iddia etmektedir (Robinson, Scholte, Castells ve Dicken). 2.2.1. Dünya Sistemleri Analizi: I. Wallerstein Wallerstein, küreselleşme teriminin 1980’li yıllarda ortaya atıldığını ifade etmektedir. Ona göre, bu kavram-kendi tabiriyle “dünya-ekonominin”-son yıllarda malların ve sermayenin serbestçe hareket etmesinin bir ifadesi olarak öne sürülmektedir. Fakat Wallerstein, bu yeni olarak tanımlanan olguyu gerçekte kapitalizmin 500 yıllık tarihi boyunca çevrimsel olarak ortaya çıkan bir gelişme olarak niteler. Bu nedenle de Wallerstein, küreselleşmenin göz boyayıcı-yanıltıcı bir kavram olduğunu vurgular (Wallerstein, 2000: 251, 2011: 166). 19 Wallerstein, şu an içinde yaşadığımız dünya-ekonominin kökenlerini 16. yüzyıla dayandırır: Bu ekonomi önce Avrupa’da gelişmiş ve zamanla da tüm küreye yayılmıştır ve bahsi geçen dünya-ekonomi kapitalist niteliklidir (Wallerstein, 2011: 51). Onun dünya-ekonomi olarak kastettiği şey, “içinde bir iş bölümü olan, mübadelenin yapıldığı, sermaye ve emek gücü akışlarının gerçekleştiği büyük bir coğrafi alandır (Wallerstein, 2011: 51).” Bu bağlamda, dünya-ekonomi herhangi bir politik birleştirici ile bütünleştirilmemiş olup, içinde birçok politik kurumu barındıran devletlerarası bir sistemdir (Wallerstein, 2011: 51). Wallerstein (2000: 252), küreselleşme diye gösterilen sürecin aslında dünya kapitalizminin 500 yıllık işleyişi olduğunu söylemektedir. Bu bağlamda küreselleşme kavramının yanıltıcı olduğunu ve 1980 sonrası sürece küreselleşme yerine geçiş çağı denmesi gerektiğini vurgular. Bunu da 500 yıllık kapitalist ekonomiyi iki aşamaya ayırarak açıklar. Wallerstein (2000: 252), kapitalist dünya ekonomisini 1450’lerden günümüze ve 1945’ten günümüze kadar olan süreç olarak ayırır. 1945 ile günümüz arasındaki süreçte kapitalizmin “altın çağı” ve bunalıma girmesi gibi iki süreç yaşadığını belirten Wallerstein, bu durumu tipik bir Kondratieff devresi olarak niteler. 1450’lerden günümüze kadar olan süreç ise kapitalizmin doğuşu, gelişimi ve sistemik krizlerden ibarettir. Yani dolayısıyla yaşanan süreç yeni bir süreç değildir. Bu kapitalizmin doğasında var olan ve sürekli kendini yineleyen bir olgudur. Dünya sistemleri analizinde Wallerstein, dünya-ekonominin işbölümünün yapısını merkez, çevre ve yarı çevre kavramlarıyla açıklar. Merkez ve çevre ilişkisini de kapitalizmin doğası gereği, sermayenin kendini büyütmesi yani karlılığın derecesi belirler. Buna göre, merkeze özgü süreçleri, çevre ile ilgili süreçlerden ayırt eden özellik karlılık ve tekelleşmedir (Wallerstein, 2011: 59). Wallerstein’e göre, merkez-çevre ilişkisinin coğrafi bir neticesi vardır. Çünkü tekelleşmeler asıl olarak güçlü devletlerde konumlanırlar. Merkeze özgü süreçler, üretimlerinin büyük kısmını birkaç devlette birden gerçekleştirme eğilimindedirler. Çevreye özgü süreçler ise, üretimi çok sayıda ülkeye dağıtma eğilimindedir. Wallerstein’ın bu süreçte kullandığı diğer bir kavram da yarı çevre ülkelerdir. Yarı çevre ülkeler merkez ülkelerin baskısı altında olup çevre ülkelere baskı uygulayan ülkelerdir. Önceki süreçlerde merkez ülke konumunda olup gerileyen ya da çevre ülke konumunda olup ilerleyen ülkeler yarı çevre olarak kabul edilmektedir. Temel kaygıları da çevreye doğru kaymaktır. Amaçları da elbette merkez ülke olma yolunda ilerlemektir. Bu da yoğun korumacı politikalar uygulamalarına neden olmaktadır (Wallerstein, 2011: 60). Jones (2010: 28-29-30), Wallerstein’ın analizinin bir “proto-küreselleşme” teorisi olup olmadığını tartışmaktadır. Onun çalışmasının kavramsal çerçevesinin de bu teoriye oturduğunu ifade etmektedir. Güncel küreselleşme tartışmalarına bakıldığında Wallerstein’ın süreci tarihsel bir çerçevede ele alması onu her ne kadar bu tartışmalardan uzaktaymış gibi gös- 20 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ terse de, dünya sistemleri analizinin belli başlı karakteristik özellikleri, belirgin bir şekilde mevcut küreselleşme tartışmalarını anlamaya yarayacak bir öncüllük oluşturur. Modern dünyanın devletlerarası bir sistem olarak ele alınması, dünya ölçeğinde bir kapitalist bütünleşmenin ele alınması, disiplinler arası bir yaklaşım sergilenmesi gibi özellikleri onun teorisinin bir proto-küreselleşme teorisi olarak nitelenmesini desteklemektedir. 2.2.2. Evrensel Kapitalizm: E. M. Wood Wood, aslında II. Dünya Savaşı’ndan sonraki süreci yeni emperyalizm olarak nitelemektedir. Aynı şekilde Harvey de yeni emperyalizm kavramını kullanır. Aralarındaki fark ise Wood 1945 ve sonrası için bu kavramı kullanırken, Harvey 1970’lerden itibaren oluşan süreç için bu kavramı kullanır. Wood’a (2003: 247) göre, küreselleşme, kendi nihai sonucuna ulaşan bir emperyalizm biçimidir. Bu nedenle de küreselleşmenin en temel özelliği, piyasa şartlarının küresel çapta bütünleştirilmesidir. Bunun anlamı ekonomileri belli toplumsal araçlar kullanarak kapitalist piyasa egemenliği altına sokmaktır. Bahsi geçen araçlara Wood, yapısal uyum programlarını örnek olarak verir. Bu piyasa şartlarını dayatmanın yeni biçimidir. Piyasa şartlarını dayatma süreci kapitalist sistemin başlangıcından beri-16. yüzyılda İngiltere’nin İrlanda’da yaptığı gibi-farklı biçimlerde karşımıza çıkmaktadır: “Örneğin gelişmekte olan ülkelerdeki tarım üreticileri ile Amerika ve Avrupa’nın sübvanse edilen çiftçileri arasındaki rekabet ilişkisi, üçüncü dünya ülkelerindeki köylülerin piyasa-bağımlı çiftçilere dönüşmesini açık bir şekilde öncelemektedir. Biz de bu tarz toplumsal dönüşümlerin başlangıcından beri kapitalist emperyalizmin önemli bir işlevi olduğunu ve teritoryal devletin de bu dönüşümün vazgeçilmez aracı olduğunu ileri sürüyoruz.” Bu koşullar altında Wood’un önermesi, yeni emperyalizmin piyasa şartlarının evrenselleştirilmesine dayanmasıdır. Piyasa şartlarının evrenselleştirilmesi demek, kürenin tamamının kapitalist itkilere tabi olması anlamına gelir. Dolayısıyla burada Wood’un kullandığı kavram “evrensel kapitalizm” dir. Ancak Wood, bu düzeni açıklayan bir emperyalizm kuramının olmadığını iddia etmektedir. Ona göre, özellikle Marksist kuramlar başta olmak üzere emperyalizm teorilerinin tamamı, süreci kapitalist güçler ve kapitalist olmayan dünya arasındaki ilişkilere dayalı bir olgu olarak ele almaktadır. Burada da Rosa Luxemburg üzerinden bir eleştiri sunar. Luxemburg’a olan eleştirisinin odak noktası, Luxemburg’un kapitalizmin evrenselleşme yolunda ilerlerken kırılmaya uğrayacağını, çünkü kapitalizmin içsel olarak evrensel bir üretim biçimi olmaya elverişli olmadığını iddia etmesidir. Oysaki Wood, tüm dünyanın mevcut durumda kapitalist zorunluluklar tarafından yönlendirildiğini ve eski emperyalizm teorilerinin tasvir ettiğinden “daha evrensel” bir kapitalizmle karşı karşıya olduğumuzu ifade etmektedir. Bu nedenle evrensel kapitalizmi açıklayacak bir emperyalizm teorisine ihtiyaç olduğunu söylemektedir (Wood, 2003: 247-248; 2014: 143). Evrensel kapitalizm döneminde, aynı zamanda ulus-devlet aygıtı da baskın ve evrensel siyasal bir biçime bürünmüştür (Wood, 2003: 248): 21 “Her ne kadar ulus devlet kapitalizm tarafından yaratılmamışsa da, ben kapitalizmin evrenselleşmesiyle ulus-devletin evrenselleşmesinin aynı paranın iki yüzü olduğunu düşünüyorum… Ulus-devletler… kapitalizmin alıcı kanallarıdır.” Bu bağlamda sanılanın aksine Wood, kapitalizmin küreselleşmeci eğiliminde, sermayenin yayılmacı iktidarı ulus-devletlerin kapitalizmin yasalarını uyarlayan önemli faktörler olduğunu belirtmekle beraber, sermayeyi iktisat dışı araçlar kullanmaktan kurtaran bir mekanizma görevi üstlendiğini ifade etmektedir. Dolayısıyla küreselleşme süreci, ulus-devleti sermaye ile daha az ilgili hale getirmez. Çünkü küresel iktisadi genişlemeyi sağlayan faktörler ile teritoryal devleti var eden faktörler birbirinin aynısıdır (Wood, 2003: 249). Bu noktada küreselleşmenin ne olduğu veya olmadığı konusunda bir netlik gerekmektedir. Wood (2014: 152), küreselleşmenin bütünleşmiş bir dünya ekonomisi olmadığını söylemektedir: “Günümüzün küresel ekonomisinde sermayenin ulusal sınırlar arasındaki hızlı ve nefes kesen hareketliliğini ya da bunu kolaylaştıran uluslar üstü kurumların varlığını kimse inkar edemez. Ama bunun anlamının piyasaların küresel olarak hiç olmadığı kadar bütünleşip bütünleşmediği mi konusu ayrı bir sorudur.” Wood, küreselleşmenin bütünleşmiş bir dünya ekonomi anlamına gelmediğine kanıt olarak, bütün dünyada ücretlerin, fiyatların ve çalışma koşullarının ülkelere, bölgelere göre farklılık göstermesini sunmaktadır. Ona göre ortada bütünleşmiş küresel bir piyasa olsaydı, piyasa zorunlulukları kendilerini evrensel olarak dayatırdı. Bu durum küresel bütünleşmenin başarısızlığı değil aksine onun bir belirtisi niteliğindedir. Çünkü küreselleşme bütünleşmeyi teşvik edici olduğu kadar engelleyici bir rol de üstlenmiştir (Wood, 2014: 153): “Sermayenin serbestçe hareketleri sınırlar arası işgücüne, kaynaklara ve piyasalara erişimi gerektirmez, aynı zamanda karşıt hareketlerden korunmasını, maliyetlerin ve üretim koşullarının farklılaşmasıyla karlılığı artıran türde iktisadi ve toplumsal parçalanmışlığın olduğu ekonomileri de gerektirir… Burada da ulus-devlet… bütün dünyada işçilerin toplumsal koşullarını eşitleyecek türde ve derecede bir bütünleşmenin engellenmesi arasındaki hassas dengeyi sağlamaya çalışır.” Buradan çıkacak sonuç, Wood’un, kendi toplumsal yapısı ve çalışma koşullarına sahip olan ulus-devletlerin kendilerine has ayrı ekonomilerinin olmasını “küreselleşme” miti için en az sermeye hareketlerinin serbestisi kadar gerekli ve olmazsa olmaz bir olgu olarak gördüğüdür. 2.2.3. Alansızlaştırma ve Uluslarüstülük: J. A. Scholte Jan Aart Scholte, alansızlaştırma kavramı üzerinden toplumsal ilişkilerin sınırların ötesine geçtiği ve uluslarüstü bir hal aldığını ifade etmektedir. Ona göre küreselleşme, yaygın olarak farklı kelimelerle ifade edilmektedir: uluslararasılaşma, liberalleşme, evrenselleşme ve batılılaşma. Scholte, bu kavramları gereksiz bulmaktadır ve bu şekilde küreselleşmeyi tanımlama- 22 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ nın bir cul-de-sac a yani çıkmaz sokağa neden olacağını ifade eder (Scholte, 2002:8 ve 2005: 54). Gündelik dilde küreselleşmenin en yaygın olarak kullanımı uluslararasılaşmadır. Uluslararasılaşma, sınırlar arası etkileşim ve ülkeler arasındaki bağımlılığın artmasını ifade etmektedir. Özellikle son dönemlerde, ülkeler arasındaki etkileşimin artmış olması, toplumda küreselleşme kavramının uluslararasılaşmanın bir ifadesi olduğu algısı yaratmıştır (Scholte, 2001: 14, 2005: 54 ve 2008a: 107). Scholte’a göre küreselleşmeyi betimleyen ikinci bir durum da küreselleşmenin liberalleşme ile özdeşleştirilmesidir (Scholte, 2001: 14, 2005: 56, 2008a: 107 ve 2008b: 1475). Liberalleşmeye atfedilerek kullanılan küreselleşme kavramı, modern neoliberal makroekonomik politikalar üzerine bir tartışmayı ifade etmektedir. Bu tabiri kullanan birçok akademisyen, iş dünyası yetkilileri ve politika yapıcılar neoliberal reçeteleri benimsemiş ve liberalleşme, özelleştirme, deregülasyon ve mali sınırlamanın özgürlük, demokrasi ve barış getireceğine inanmışlardır. Diğer yandan küreselleşmeyi liberalleşme olarak algılayan anti-küreselleşmeciler de, küreselleşmenin yoksulluğu arttırdığı, ekolojik dengeyi bozduğu, eşitsizlik ve demokrasi açığını arttırdığı gerekçesiyle neoliberal düşünceye bir karşı duruş sergilemektedirler (Scholte, 2005: 56). Geniş ölçüde küreselleşme ve yaygın iktisadi liberalleşmenin eş zamanlı olarak 1980 ve sonrasında ortaya çıktığı su götürmez bir gerçekliktir. Dolayısıyla küreselleşmenin yayılmasında liberalleşmenin önemli bir role sahip olduğu da bir gerçekliktir. Ancak bu durum onların özdeş kavramlar olduğu anlamına gelmemektedir. İki eğilim birbirinden farklı olgulardır (Scholte, 2008a: 111): “Liberalleşme bir düzenleme meselesidir, oysa küreselleşme alansızlaştırma bağlamında bir coğrafya meselesidir.” Liberalleşme, küreselleşme kavramının kullanılmadığı 19. yüzyılda da vardı. Dolayısıyla Scholte, küreselleşmenin ayırt edici bir anlamının ortaya konulması gerektiğini savunmaktadır (Scholte, 2005: 56 ve 2008a: 107). Küreselleşmenin bir diğer yaygın kavramsallaştırılışı da evrenselleşmedir. Bu bağlamda küreselleşme farklı kültürlerin ve farklı halkların dünyanın tüm yaşanabilir köşelerine yayılması olarak algılanmaktadır. Scholte’a göre bu durum doğru ancak yeni bir olgu değildir. İnsanoğlunun milyon yıl öncesinde de dünyanın tüm köşelerine yayılmaya başladığı çeşitli kaynaklarda belirtilmiştir. Dolayısıyla da kültürlerin ve insanların etkileşimi eski tarihlere dayandığı için küreselleşme için yeni bir açıklama olmamaktadır (Scholte, 2008a: 107 ve 2008b: 1476). Küreselleşmeye atfedilen dördüncü kavramsallaştırma da batılılaşmadır. Buna göre küreselleşme, evrenselleşmenin özel bir tipi olarak Batı modernitesinin sosyal yapısının (kapitalizm, sanayileşme, vb) tüm insanlığa yayılarak, yerel kültürleri yok etmesinin bir ifadesidir. Bu yolla küreselleşme, sömürgecilik olarak da algılanarak, batılılaşma, modernleşme ve Amerikanlaşma olarak betimlenmektedir. Ancak emperyalizm ve post kolonyal sömürgecilik ekseninde yürüyen tartışmalar küreselleşme kelimesinin 23 kullanımından daha eskiye dayanmaktadır. Dolayısıyla da süreci betimlemek için küreselleşmeye ihtiyaç yoktur (Scholte, 2008a: 108 ve 2008b: 1477). Scholte, yukarıdaki dört kavramsallaştırmayı küreselleşmeyi tabir etmekte gereksiz bulmakta ve küreselleşmeye ayırt edici bir kavramsallaştırma ile bakılması gerektiğini savunmaktadır. Dolayısıyla Scholte, beşinci bir kavrama ihtiyaç duymaktadır. İhtiyaç duyduğu bu kavram da, alansızlaştırma yani ülkeler üstü ilişkilerin büyümesidir (Scholte, 2008a: 108): “Bu kullanımda küreselleşme, toplumsal mekanın doğasında büyük bir değişime işaret ediyor, ülkeler üstü-dünya ötesi veya sınır ötesi de diyebiliriz-bağlantıların üretkenleşmesi ve yayılması “alansalcılık” (teritoryalizm) diyebileceğimiz şeyi, yani toplumsal coğrafyanın tümüyle ülke sınırlarıyla kısıtlı olduğu bir durumu sona erdiriyor.” Beşinci bir kullanım olarak alansızlaştırma bağlamında küreselleşme toplumsal mekandan bir kayışı ifade etmektedir ve bu yönüyle diğer dört kavramsallaştırma ile zıtlık göstermektedir (Scholte, 2005: 59). Çünkü diğer dört kavramsallaştırma toplum coğrafyasının tümüyle alansal olduğunu varsaymaktadır (Scholte, 2008a: 109): “Alansal coğrafyada, insanlar arası ilişkilerin haritası dünya haritasının yüzeyine çizilir ve boylam, enlem ve yükseklikten oluşan üç boyutlu bir düzlemde incelenir. Alansal bir çerçevede, “yer” böyle bir haritadaki sabit bir konumu ifade eder; “mesafe” bu haritadaki iki noktayı bağlayan en kısa yolun uzunluğunu ifade eder ve “sınır” dünya yüzeyindeki iki sahayı birbirinden ayıran bir çizgiyi ifade eder.” Scholte’a göre, küresel işlemler söz konusu olduğunda, “yer” alansal olarak sabitlenmemiştir. Alansal mesafeler etkin olarak kat edilir ve sınırlar bir engel teşkil etmez. Uydu televizyonundan Amerikan dolarına kadar birçok şey alan-üstü nitelik taşır. Dolayısıyla alan-üstü niteliğiyle küresellik, alansal mekanın aşıldığı şartları ifade etmektedir (Scholte, 2008a: 110): “Coca-Cola ve faks gibi olgular alansal konumlara bağlıdır, ama dünyadaki her yere aynı anda yayılabilmeleri ve her yerdeki konumları etkin şekilde anında birleştirebilmeleri anlamında küreseller. Örneğin Visa kredi kartlarının ve dünya yayıncılık hizmetlerinin alansal mesafelerle pek ilgisi yoktur.” Bu bağlamda küresellik farklı bir şeyin ifadesidir. Dolayısıyla uluslararası, ulusüstü, ulusötesi gibi kavramsallaştırmalardan öteye geçerek küresellik, alan-üstülük, dünya ötesi ve sınır ötesi tabirleri kullanılarak yeni bir terminoloji üretmek gereklidir. Bunun için de küresellik ile uluslararasılık arasındaki farklılığın özellikle vurgulanması önemlidir (Scholte, 2008a: 111): “Uluslararası ilişkiler alanlararası ilişkiler iken, küresel ilişkiler alan-üstü ilişkilerdir. Uluslararası ilişkiler mesafeler arasında sınır ötesi mübadelelerdir, oysa küresel ilişkiler mesafesiz, nakli mübadelelerdir. Böylelikle küresel ekonomi uluslararası ekonomiden, küresel politika uluslararası politikadan farklı olur. Uluslararasılık alansal mekana bağımlıdır; küresellik ise coğrafyayı aşar.” 24 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Scholte’a göre bu tarz niteliksel kayışlar, alanlarüstü-suprateritoryal kavramı ile ele alınmalıdır. Alanlarüstü bağlantılar oldukça yakın biçimde belli bir toprak parçasına, ülke sınırlarına bağlı değildir. Klasik uluslararası ilişkiler terimleri olan teritoryal bölgeler, teritoryal mesafeler ve teritoryal sınırlar, bugünün küresel akımların coğrafyasını tanımlamamaktadır. Bu alanlarüstü karakteristik özellikleriyle, mevcut küreselleşme, zaman-mekan sıkışmasından öte bir olgudur. Dolayısıyla geçmiş yüzyıllardan, çağlardan, kapitalist aşamalardan farklılık arz etmektedir. Oluşan bu farklılık niteliksel, dönüşüm ise yapısaldır (Scholte, 2005:4-5). 2.2.4. Ağ Toplumu, Enformasyon Çağı-Bilgi Kapitalizmi: M. Castells Ağ Toplumu başlıklı üç ciltlik çalışmasında Manuel Castells, enformasyon toplumunun yükselişi üzerinden küreselleşmeye açıklık getirmektedir. Ona göre modern toplum iki tanımlayıcı karakteristik özellik üzerine kurulmuştur. Birincisi kapitalist üretim tarzının devamının genelleştirilmiş meta üretimine, emek istihdamına ve sermaye birikimine bağlı olması iken ikinci özellik kökenini kapitalist yeniden inşa ve teknolojik değişimde bulan enformasyona dayalı kalkınma tarzının büyümesidir. Bu yeni gelişme, sosyal pratiklerin zaman-mekan içinde yeniden organize olmasına temel sağlamaktadır. Enformasyonel ağlar, elektronik medyaya-özellikle internet ve bilgi teknolojileri-dayalı bir sanal kültüre öncülük etmektedir. Bu bağlamda Castells için telekomünikasyonun gelişimi, küresel ekonomi formasyonu için maddi bir altyapı yaratmaktadır. Ona göre bu durum, 19. yüzyılda tren yollarının ulusal piyasaları bağlamasına benzerdir. Dolayısıyla kapitalizmin her döneminde teknolojik ilerleme büyük önem arz etmektedir. Ancak mevcut süreç geçmişten daha farklı tanımlanmalıdır. Castells’in adlandırmasıyla ağ toplumu bilgi odaklı ve küreselleşmiş bir toplumu ifade etmektedir. Bilgi akımları ve bu akımlar etrafında şekillenen güç ilişkileri sanayi kapitalizminin sosyal ilişkilerini değiştirmiştir. Çünkü küresel bilgi ve iletişim teknolojileri genişlemiş, yayılmış ve dolayısıyla da mekana bağlılığın altını kazmaktadır. Çünkü ağ toplumunda sosyal etkileşimler, küresel ölçekte gerçekleşmektedir (Kiely, 2005: 20-21). Manuel Castells, küreselleşmeyi teknolojiyi odak noktasına alan bir perspektiften bakarak yorumlamıştır. Castells’in teorisi dünya sistemleri yaklaşımı ile küresel kapitalizm yaklaşımı ile kapitalist sistem ile onun dinamikleri açısından ortak yönler taşımaktadır. Her ne kadar kapitalist gelişmenin mantığında olmasa da teknolojik değişim kapitalist ilerlemenin önemli bir belirleyicisi konumundadır ve bu durum küreselleşme ile açıklanır. Dolayısıyla Castells’in yaklaşımı yeni bir bilgi çağını temsil eden küreselleşmenin nosyonu ile ilişkilidir. Ona göre 20. yüzyılın son yirmi yılı “ağ toplumunun” yükselişini ifade eder. Bilgisayarlar ve internet yeni bir teknolojik paradigmayı temsil ederken gelişmenin de yeni bir ifadesi olmaktadır. Dolayısıyla da kapitalizm teknolojiyi yeni araç kutusu olarak elde eder ve bu teknolojik ilerlemenin gücünü kullanarak “enformasyon kapitalizmi” ortaya çıkar (Robinson, 2007: 132). 25 Castells, yeni teknolojilerin ışığında ortaya çıkan bu enformasyon ekonomisinin küresel olduğunu iddia etmektedir. Ona göre bu küresel ekonomi, dünya ekonomisinden bağımsız yeni bir tarihsel gerçekliktir. Castells, Wallerstein’ın Dünya Sistemleri yaklaşımını referans vererek, Batı’da en azından 16. yüzyıldan beri bir dünya ekonomisinin varlığından söz etmektedir. Ancak küresel ekonomi bu dünya ekonomisinden biraz farklılık içermektedir (Castells, 2008: 367): “Kapitalizm daima zaman ve mekan sınırlarını aşmaya çalışarak durmaksızın yayılmayla karakterize edilmesine karşın, dünya ekonomisi, enformasyon ve iletişim teknolojilerinin sağladığı altyapı temelinde ve hükümetlerle uluslararası kuruluşların uygulamaya koyduğu devlet denetiminin kaldırılması ve serbestleştirme politikalarının sonuç verici desteğiyle, ancak 20. yüzyılın geç dönemlerinde gerçekten küreselleşti. Yine de ekonomideki her şey küresel değildir. Gerçekte, üretim, istihdam ve firmaların çoğu yerel ve bölgesel olmayı sürdürmektedir ve öyle kalacaktır.” Castells’e göre 20. yüzyılın son çeyreği, dünya çapında yeni bir ekonomik yapının çıkışına tanık oldu. Castells ortaya çıkan bu yeni ekonominin temel ayırt edici özelliklerini tanımlamak amacıyla, onu enformasyonel, küresel ve ağ örgütlenmesine dayalı olarak nitelediğini söylemekte ve şöyle devam etmektedir (Castells, 2013: 99): Yeni ekonomi; “Enformasyoneldir, çünkü bu ekonomide birimlerin ya da ajanların (şirketler olsun, bölgeler olsun, ülkeler olsun) üretkenliği, rekabet gücü temelde verimli bir biçimde bilgiye dayalı enformasyon üretme, işleme ve uygulama kapasitelerine dayalıdır. Küreseldir, çünkü üretimin, tüketimin ve dolaşımın bileşenleri (sermaye, emek, hammadde, yönetim, enformasyon, teknoloji, piyasalar) kadar kilit faaliyetleri de ya doğrudan ya da ekonomik ajanlar arasındaki bir bağlantılar ağı üzerinden küresel bir ölçekte örgütlenmiştir. Ağ örgütlenmesine dayalıdır, çünkü yeni tarihsel koşullarda, üretim küresel bir girişim ağları arasındaki etkileşim ağı üzerinden gerçekleşir, rekabet burada yaşanır.” İşte Castells, bu şekilde betimlediği küresel ekonominin 20. yüzyılın sonlarının bir ürünü olduğunu ifade etmektedir. Bu bağlamda da tam anlamıyla iktisadi küreselleşme ancak yeni enformasyon teknolojileri temelinde ilerleyebilirdi. Küreselleşmenin en önemli göstergesi gelişmiş bilgisayar ve telekomünikasyon sistemleri ile dünyanın finans merkezlerinin tamamının birbirine bağlanması olmuştur (Castells, 2013: 171). Castells’e göre 20. yüzyılın son çeyreğinde yeni bir sosyoekonomik organizasyon formu doğmuştur. Sovyetler Birliği ve ardından dünyada devletçiliğin çöküşünden sonra, mevcut sistem kesinlikle bir kapitalist sistemdir. O, bu dönemden itibaren tarihte ilk kez dünyanın tamamen kapitalist olduğunu iddia etmekte ve bunu da tüm ekonomilerin küresel kapitalist piyasalar ile bağlantı kurması ile kanıtlamaktadır. Bu düzen kapitalizmin bir aşaması olup aynı zamanda hem çok eski hem de temel olarak oldukça yenidir. Eski olmasının nedeni kar maksimizasyonu için rekabetin geçmişten beri süregelmesidir. Ancak esasen yeni olması ise yeni bilgi ve iletişim 26 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ teknolojileri yeni verimlilik kaynaklarının, yeni organizasyonel formların ve küresel ekonominin ayaklarını oluşturur. Özellikle 1990larda dünyanın tamamı telekomünikasyon ağları ve bilgi sistemleri etrafında organize olmuştur (Castells, 1999: 2). Mevcut küresel ekonomi Castells’in deyimiyle tarihsel olarak yenidir. Ona göre bunun nedeni, teknolojik altyapının küresel ölçekte geliştirilmesidir. Buna örnek olarak da dünya çapına yayılmış, telekomünikasyonlar, enformasyon sistemleri, mikroelektronik odaklı üretim ve aşamalar, bilgi odaklı taşıma, kargo transferi, hızlı trenler ve uluslararası hizmetler verilebilir (Castells, 1999: 5). Küreselleşme ve liberalizasyon ulus-devleti elemine etmez, ancak, onun rolünü ve etkilerini yeniden tanımlarlar. Örneğin merkez bankaları piyasalardaki küresel akımları kontrol edemez ve bu piyasalar her zaman iktisadi kurallarla şekillenmiş olmayabilir ancak farklı şekillerinde bilgi türbülansları yaşanabilir. Ulusal hükümetler, küresel sermaye ve bilgi akımlarını yönetme kapasitesini sürdürmek için IMF, NAFTA gibi ulusüstü kuruluşlara uyum sağlarlar. Bu bağlamda ulus-devletler ekonomide kalıcılığını ancak yeni bir devlet formu şekli altında sürdürürler. Castells bu yeni devleti ağ devleti olarak tanımlamaktadır. Ona göre ağ devleti, ulusüstü kurumlar, ulus-devletler, yerel-bölgesel yönetimler ve devlet dışı organizasyonlardan oluşan, bu kurumların sürekli olarak etkileşim ve bağlantı içinde olduğu, ortak kararlar aldığı, enformasyon çağının politik formudur (Castells, 1999: 5). 2.2.5. Jeo-Ekonomi: P. Dicken Dicken, küreselleşmeyi günümüzde en çok kullanılan, ama en çok yanlış kullanılan ve en çok kafa karıştıran kavramlardan biri olarak niteler. Bunun nedeni olarak da ekonomiden siyasete akademiden iş dünyasına her alanda küreselleşme kavramının yoğun olarak kullanılmasını görür (Dicken, 2007: 3). Dicken, küreselleşmeyi, iktisadi açıdan ele almış ve kapitalist piyasa ekonomisinin dünyaya yayılışını incelemiştir. Bu analize başlamadan önce de küreselleşme perspektiflerini “hiper-küreselleşmeciler” ve “şüpheci uluslararasıcılar” olarak ikiye ayırmıştır. Ona göre hiper-küreselleşmeciler, sınırların kalktığı bir dünyada yaşadığımızı ve “ulusal” kavramının artık gündem dışı olduğunu tartışan gruptur. Hiper-küreselleşmeciler, küreselleşmeyi yeni ekonomik-aynı zamanda yeni siyasi ve kültürel-düzen olarak tanımlar. Bu yeni düzende ulus devletin temel aktör olmamakla beraber kültürlerin homojenize olduğunu ve standartlaşmış küresel üretimin herhangi bir yer veya topluma bağlı kalmadan gerçekleştiğini iddia etmektedirler. Dicken hiper-küreselleşmecilerin dünyaya bakış açılarını bir mit olarak görür ve ona göre hiper-küreselleşmecilerin iddia ettiği gibi bir dünyanın var olması ihtimal dahilinde değildir. Ancak yine de yaygın bir görüş olarak varlığını sürdürmektedir. Neoliberal düşünceye sahip hiper-küreselleşmecilere göre, küreselleşmenin büyük faydalar sağlayacak iktisadi ve 27 politik bir projedir. O nedenle dünya çapında serbest piyasaya izin verdikten sonra her şey daha iyi olacaktır. Hiper-küreselleşme, sadece sağ akımlarda değil aynı zamanda sol bakıştan da tercih edilen bir kavramdır. Sol hiper-küreselleşmeciler, ki bu kesim anti-küreselciler olarak da nitelenir, problemin kaynağını küreselleşmenin kendisi olarak görmektedirler. Onlar küreselleşmeyi, eşitsizliği arttıran, çevresel sorunlara neden olan bir olgu olarak görürler (Dicken, 2007: 5-6). “Şüpheci uluslararasıcılar” ise, genel anlamda küreselleşmiş bir dünya ekonomisi olgusu kabul edilirken, bunun yeni bir durum olmadığını ifade ederler. Onlara göre, dünya ekonomisi 1870-1913 yılları arasında, şimdi olduğundan daha açık ve daha bütünleşmiş bir yapıya sahiptir. Hirst ve Thompson gibi araştırmacıları bu gruba dahil eden Dicken, onların sunduğu ampirik kanıtlar çerçevesinde tamamen küreselleşmiş bir ekonomiden bahsetmenin mümkün olmadığı ve uluslar arası ekonomik yapının güncelliğini koruduğu sonucunun ortaya çıktığını ifade eder (Dicken, 2007: 7). Dicken’a göre, dünya, geçmişten niteliksel olarak farklılık arz eden bir “jeo-ekonomiye” tanıklık etmektedir. Bu değişimin doğasını anlamanın birinci yolu çoklu coğrafi ölçülere göre-yerelden küresele- biçimlenmiş üretim devreleri ve bilgi ağı ile düşünmektir. Dolayısıyla da dünya ekonomisi, yaklaşık 70-80 yıl öncesinden niteliksel olarak daha farklı bir yer olmuştur. Teknolojinin ilerlemesi, üretim süreçlerinin dünya geneline yayılması dünya ekonomisinin büyük bir dönüşüm yaşamasının unsurlarıdır (Dicken, 2011: 6). 1914 öncesi uluslararası iktisadi entegrasyon ve buna benzer yapıdaki-küresel ekonomi öncesi-entegrasyon süreçlerini Dicken “gölge entegrasyon” olarak nitelemektedir. Ona göre günümüz küresel ekonomisi ise, derin bir entegrasyonu ifade etmektedir. Gölge entegrasyonda ülkeler arası mal ve hizmet ile sermaye akışları söz konusu iken, derin entegrasyonda ise üretimin aşamalarının coğrafi olarak dağılması, kompleks üretim ağlarının oluşumu gibi niteliksel değişimler söz konusudur. Bununla birlikte küresel ekonominin derin bir entegrasyon süreci olarak nitelenmesinin bir nedeni de büyük teknolojik değişimler, yeniliklerdir. Özellikle de internet gibi teknolojik gelişimler finansal işlemlerin hızlı bir şekilde yapılmasına olanak tanımış, ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki diğer gelişmeler de bunu pekiştirmiştir. Böylelikle, küresel bir ekonominin temel karakteristiği, coğrafi alanlar ötesindeki iktisadi ilişkilerde meydana gelen niteliksel değişimlerdir (Dicken, 2011: 7). 2.2.6. Uluslararası Ekonomi: P. Hirst-G. Thompson Hirst ve Thompson, küreselleşmenin gerekli bir mit olup olmadığını şüpheci bir yaklaşımla incelemiştir. Onlar küreselcilerin iddialarını sığ ve temelsiz bulmakla beraber şu üç olgu üzerinde endişe duyduklarını belirtmektedirler (Hirst ve Thompson, 2007: 27): Yeni küresel ekonomiye ve bunu geçmiş uluslararası ekonomiden farkına ilişkin kabul görmüş bir modelin olmaması, bu modelin yokluğunda sektörlerin ve süreçlerin uluslararası- 28 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ laşmasının örneklerinin gelişigüzel bir şekilde, küresel piyasa güçleri tarafından idare edilen bir ekonominin büyümesinin kanıtı gibi gösterme çabaları ve tarihsel derinliğin eksikliği. Bu bağlamda Hirst ve Thompson, küreselleşmenin küreselleşme savunucuları tarafından tasarlanan haliyle bir mit olduğu kanısına varmakta ve iddialarını şu şekilde sıralamaktadırlar (Hirst ve Thompson, 2007: 27-28): 1. Bugünün büyük ölçüde uluslararasılaşmış ekonomisi öncesiz olmayıp, mevcut ekonomi bazı yönleriyle, 1870-1914 yılları arasındaki süreçten daha az açık ve daha az bütünleşmiştir. 2. Çoğu şirket ulusal temellidir ve ulusal üretim ile satış bölgelerinin gücüne göre çokuluslu ticaret yapmaktadır. 3. Sermaye hareketliliğinin olması gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğru yoğun bir yatırım ve istihdam akışına sebep olmamaktadır. Üçüncü Dünya, yeni endüstrileşen birkaç ülke dışında, yatırım ve ticarette marjinal kalmaktadır. 4. Dünya ekonomisi küresel olmaktan çok uzaktır. Ticaret, yatırım ve finansal hareketler daha çok Avrupa, Japonya ve Kuzey Amerika üçgeninde yoğunlaşmıştır. 5. Küresel piyasalar küreselleşmecilerin iddia ettiği gibi kontrol edilemez ve düzenlenemez bir sistem değildir. Büyük ekonomik güçlerin finansal piyasalar üzerine baskı kurma güçleri vardır. Bu iddialar çerçevesinde Hirst ve Thompson (2007: 32), küreselleşmeyi anlamak adına iki temel karşıt ideal uluslararası ekonomi tipi geliştirmişlerdir. Birincisi tamamen küreselleşmiş bir ekonomi iken, ikincisi ise temelde hala nispeten birbirinden ayrı ulusal ekonomiler arasındaki ilişki olarak nitelenen bir uluslararası ekonomidir. Adından da anlaşılacağı üzere uluslararası ekonomide temel aktör ulusal ekonomilerdir. Ulusal ekonomiler, ticaret ve yatırım aracılığı ile artan bir karşılıklı bağlantı içine girerler. Sonrasında süreç yayılarak daha fazla ulusal ekonomiyi sisteme entegre eder. Küreselleşmiş bir ekonomi ise, uluslararası ekonomiden farklı bir modeldir. Küresel bir sistemde farklı ulusal ekonomiler uluslararası süreçler sonunda sisteme yeniden eklemlenirken, uluslararası ekonomide, tersine, ulusal ekonomilerin yarattığı süreç temeldir ve uluslararası ekonomi ulusal ekonomilerin bir nevi toplamıdır. Küreselleşmiş bir dünya ekonomisi modelinde, yerel politikalar, hareket alanlarındaki uluslararası belirleyicileri hesaba katmak durumundadır (Hirst ve Thompson: 2007: 35). Bu bağlamda yazarlar, küreselleşmiş ekonominin doğuracağı bazı önemli sonuçlar da olacağını iddia ederler. Bunlardan birincisi, küresel bir piyasanın yönetişiminin zor olacağıdır. Toplumsal koşullarından soyutlanmış bir piyasayı düzenlemek kolay değildir. Bunun için etkili ve bütünleşmiş bir uluslararası ve ulusal kamu politikaları modelleri oluşturulmalıdır. Her ne kadar Avrupa Birliği ve Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA) gibi bloklar var olsa da, onların içinde de farklı ülkelerin politikalar bağlamında birbiriyle problem yaşadıkları mevcut yapıda belirmektedir. Hirst ve Thompson, küreselleşme ve ulus-devlet ilişkisine bakıldığında, ulus-devlet döneminin bittiğini söylemenin çok moda olduğunu ifade et- 29 mektedirler. Ulus-devlet döneminin bittiğini iddia edenler, ulus-devletlere sadece sermayenin gerekli bulduğu sosyal ve kamusal hizmetleri sağlama görevinin biçildiğini söylerler. Öyle ki Ohmae (1995) gibi yazarlar, ulus-devletleri küresel sistemin yerel otoriteleri olarak algılarlar. Ulus-devletler kendi teritoryal sınırları içerisinde bile iktisadi olguları bağımsız etkileyemezler. Bunlar uluslararası hareketliliğe sahip sermaye tercihleriyle belirlenirler. Dolayısıyla da buradan çıkan sonuç, ulus-devletlerin ulusötesi sermayenin dolaşımını engelleyecek tüm unsurları ortadan kaldırması ve sermayeye gerekli altyapının hazırlanması görevini üstlendiğidir (Hirst ve Thompson, 2007: 209-210). Yazarlar, bir ölçüde ulus-devletin rolünün ve öneminin, özellikle Keynesyen dönem sonrası yani 1980’lerden itibaren büyük ölçüde değiştiğini ve devletin kendi toprakları üzerindeki ekonomik ve sosyal süreçlere daha az müdahil olduklarını kabul etmektedirler. Ancak onlara göre ulus-devlet, küreselleşme retoriğinin öngördüğünden farklı bir şekilde belirgin ve ayrı bir yer tutmaktadır (Hirst ve Thompson, 2007: 218). Ulus-devlet, ulusal ve ulusüstü güçleri birleştirecek bir unsurdur. Dolayısıyla “küresel yönetişimin” de eklem yerini oluşturur. Aşırı küreselleşmecilerin iddia ettiği gibi sadece ulusötesi şirketler ve piyasaların öne çıktığı bir küresel ekonomi süreci yoktur. Yüksek ve giderek artan oranlarda uluslararası ticaret ve yatırımın olması bir küresel ekonominin oluştuğu anlamına gelmez. Halen ulus-devletler burada temel bir rol oynamaktadır (Hirst ve Thompson, 2007: 219-220). Bu bağlamda, yazarlar şu iddiaları ortaya atarak küresel bir ekonominin varlığını reddetmektedirler (Hirst ve Thompson, 2007: 231-232): “1970’lerden itibaren uluslararası ekonomik ilişkilerin artmış olması küresel bir ekonominin ortaya çıkmış olduğuna yönelik bir kanıt değildir. Çünkü uluslararası ekonomi 1870-1914 arasında da temel yapısal dönüşümlere uğramış ve özellikle ticaret, sermaye akışı ve parasal sistem o dönemlerde de uluslararası bir hal almıştır. Mevcut durumda ulusötesi olarak şirketlerin sayısı azdır ve birçok şirket ulusal tabanlıdır. Son olarak da, uluslararası işbirliği çerçevesinde ticaret bloklarının oluşturulduğu bir yapıda küresel bir ekonomiden söz edilemez. Süreç hala uluslararası işbirliğine dayalıdır.” Bu bağlamda özet olarak, Hirst ve Thompson küreselleşmeyi abartılı bir kavram olarak görmektedir ve onlara göre var olan aslında uluslararası bir ekonomidir. 2.3. Küresel Kapitalizm Tezi: W. I. Robinson9 Robinson, küreselleşmeyi dünya kapitalist sisteminin yeni bir çağı olarak adlandırır. Bu çerçevede Robinson, 500 yıllık kapitalist gelişmeyi aşamalara ayırmış ve küreselleşmeyi, kapitalizm tarihinin dördüncü aşaması olarak nitelemiştir. Ona göre, küreselleşme çığır açan bir aşamayı ifade eder (Robinson, 2004: 4). 9- William I. Robinson’un küresel kapitalizm tezi, bu çalışma için ayrı bir önem taşımaktadır. Çalışmanın analizi, onun çerçevelerini belirlediği küresel-ulusötesi ekonomi baz alınarak sürdürelecektir. Dolayısıyla çalışmada bol miktarda ulusötesileşme, ulusötesi kapitalizm, küresel kapitalizm, kapitalizmin yeni bir aşaması olan küreselleşme gibi kavramlar kullanılacaktır. 30 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Robinson’un küreselleşmeyi dördüncü aşama olarak nitelendirdiği kapitalizm tarihinin birinci aşaması, kapitalizmin doğuşu Kolomb’un Amerika’yı keşfi ile sembolize edilen keşifler ve fetihler çağıdır. Ayrıca bu evre, Marx’ın kapitalist üretimin kızıl çağı olarak nitelediği merkantilizm ve ilkel birikim evresidir. İkinci aşama, sanayi devrimi, burjuvazinin ve ulus-devletlerin yükselişi ve Fransız Devrimini kapsayan klasik kapitalizm çağıdır. Üçüncü aşama, tekelci kapitalizmin yükseldiği ve kapitalizmin ulus devlet sistemiyle organize olduğu aşamadır. Dördüncü aşama ise yukarıda da belirtildiği üzere küreselleşme aşamasıdır (Robinson, 2004: 5). Robinson, kapitalizmin küreselleşme aşamasını ve buna bağlı olarak küresel kapitalizm teorisini ulusötesi üretim, ulusötesi kapitalist sınıf ve ulusötesi devlet üzerine konumlandırmıştır. Dolayısıyla küreselleşme Robinson’un çıkarımlarıyla beraber bir ulusötesi kapitalizm olarak da nitelendirilebilir. Robinson, küreselleşmenin, kapitalizmin eski aşamalarından daha farklı bir sistem inşa ettiğini şu olgulara dayandırmaktadır (Robinson, 2010: 289-290): 1. Birikimin ulusal boyutta olduğu, uluslararası bir piyasa görünümündeki dünya ekonomisinden, birikimin ve üretimin küreselleştiği küresel ekonomiye geçiş. 2. Ulusötesi sermayenin yükselişi ve her ülkenin küresel üretime ve küresel finansal sistemle bütünleşmesi. 3. Küresel birikim çerçevesinde oluşan bir küresel kapitalist sınıf. 4. Ulus devlet aygıtlarının ulusötesi güçler tarafından içine dahil edildiği ve dönüştürüldüğü uluslar üstü politik ve iktisadi kurumlardan oluşan ulusötesi devlet. 5. Küresel sistemle ortaya çıkan yeni eşitsizlikler. Bu çerçevede, kapitalizmin küreselleşme aşamasına nasıl geldiği ve bu aşamanın temel aygıtlarının neler olduğu, aşağıdaki başlıklarda irdelenecektir. 2.3.1. Dünya Ekonomisinden Küresel Ekonomiye: Ulusötesileşen Kapitalizm Robinson’a göre ulus-devlet temalı kapitalizm 1970’lerde bir açmaza girmiş ve dünya kapitalizmi bu tarihlerden sonra iktisadi, siyasi ve kurumsal bağlamda bir ulusötesi aşamaya doğru evrilmiştir. Dolayısıyla küresel kapitalizmi, kapitalizmin önceki aşamalarından farklılaştıran unsur da ulusötesileşmedir. Robinson’a (2002: 133; 2004: 10) göre sentez olarak dünya kapitalizmi, bütünleşmiş bir uluslararası piyasada meta ticareti ve sermaye akımları ile birbirine bağlı ulusal ekonomiler olarak nitelenir. Böyle bir ekonomi yapı olarak bir dünya ekonomisidir. Bu sistemde farklı üretim biçimleri ile toplumsal biçimler daha geniş bir sisteme entegre olurken, ulus-devletler de bu sisteme aracılık etmektelerdi. Ancak daha yakın zamanlarda, özellikle de 1970’lerden itibaren, bu sistemin ulusötesileşmeye evrildiği görülür. Bu- 31 nun en büyük özelliği üretimin merkezsizleşmesidir ve böylelikle parçalı üretim ile küresel bir üretim ağı oluşturulmaktadır. Dolayısıyla da sermaye özgül ülkelerden ayrılmıştır. Bu bağlamda küreselleşme, “özgül ülkelerden ayrılmış ulusötesi sermayenin yükselişi” ile nitelenir. Böylelikle, dünya kapitalizminin mevcut aşamasını ulusötesileşme olarak nitelemek Robinson’a göre, bu aşamadan önceki kapitalizmin, bir dünya sistemi olmadığını iddia etmek anlamına gelmez. Dünya sistemleri analizinin de ortaya koyduğu biçimde kapitalizm, daima bir dünya sistemi olarak olagelmiştir. Ancak dünya kapitalizminin küresel-ulusötesi aşamasında farklılaşan olgu, ulus-devletin değişen konumudur. Yani küreselleşme öncesi kapitalizm, doğrudan ulus-devletler tarafından yönlendirilen bir süreçken, şimdi ulus-devletin de dışında gelişen bir küreselleşme süreci söz konusudur. Öyle ki, “küresel kapitalizm tezi açısından sorunu ele almak, küreselleşmenin bir durum ya da koşuldan çok, açık uçlu ve temel bir tarihsel süreç” olarak nitelemektir (Robinson, 2002: 134). Robinson, küreselleşmenin yani kapitalizmin ulusötesi aşamasının, dünya ekonomisinden küresel bir ekonomiye geçişi temsil ettiğini söylemektedir. Erken dönemlerde her ülke bir ulusal ekonomi etrafında gelişmiş ve diğer ülkelerle, bütünleşilmiş bir uluslararası piyasada karşılıklı olarak ticari ve finansal akımlar yürütmekteydiler. Robinson, dünya kapitalizminin bu sosyoekonomik yapı tipini dünya ekonomisi olarak tanımlamaktadır. Farklı ulusal ekonomiler ve üretim biçimleri daha geniş bir sosyal formasyonla ya da Wallerstein’ın tanımlamasıyla bir dünya sistemiyle birbirne eklemlenmiş ve ulus-devletler, farklı ulusal ekonomilerin ve üretim tarzlarının buluştuğu bu uluslararası yapıdan bir aracı görevi üstlenmişlerdir. Ancak mevcut çağda durum daha farklıdır. Bu çağda, üretimin küreselleşmesi giderek kendini ilerletmekte ve küresel sermaye hareketliliği, maksimum karı elde etme adına dünya genelinde üretim sistemini yeniden yapılandırma imkanı vermektedir. Robinson bu yeni tarzı da küresel ekonomi olarak adlandırır.10 Dolayısıyla da küreselleşmiş ekonomi ulus-devlete dayalı dünya ekonomisinden farklıdır ve bu farkı Robinson (2004: 10), Dicken (1998: 32)’dan otomobil endüstrisi ile ilgili şu cümleleri alıntılayarak açıklamaktadır: “Otomobil endüstrisini örnek olarak ele alırsak, bir önceki aşamada Birleşik Devletler’deki otomobil fabrikaları, otomobillerin tüm üretim aşamalarını bu ülkede gerçekleştirir ve sonrasında onları diğer ülkelere ihraç ederdi. Japon ve Avrupalı otomobil firmaları da bir benzerini Japonya ve Avrupa’da gerçekleştirirdi. Ama 20. yüzyılın sonlarından itibaren, otomobil üretimi, çok sayıda aşamaya bölünerek tüm dünyaya dağılarak merkezi niteliğini yitirdi ve parçalandı… Otomobil endüstrisi, tüm küreyi saran bir ulusötesi örümcek ağına dönüştü.” Robinson, Dicken’ın bu cümleleri üzerinden uluslararasılaşma ve ulusötesileşme kavramları arasındaki farklılığı da ortaya koymaktadır. Ulus10-Dünya ekonomisi ile küresel ekonomi arasında böyle bir ayrıma gitmeyi Robinson çok önemli olarak görmektedir. Ona göre mevcut durumun iktisadi anlamda küreselleşmeyi temsil ettiğiyle ilgili bir şüphe olmamasına karşın, küreselleşme olgunun niteliksel bir değişmeyi mi yoksa kapitalizmin geçmiş aşamalarına göre niceliksel bir genişlemeyi mi temsil edip etmediği ile alakalı tartışmalar literatürde yer almaktadır. Özellikle, küreselleşmeyi abartılı bir ifade olarak gören ve Held ile McGrew’in şüpheciler olarak nitelediği (Örneğin Hirst ve Thompson) yazarlar, mevut durumu niteliksel bir değişme olarak değil niceliksel bir gelişme, ilerleme olarak görürler (Robinson, 2004: 11). 32 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ lararasılaşma, ulusal sınırlar arası ekonomik aktivitelerin niceliksel olarak genişlemesi, büyümesi iken ulusötesileşme, uluslararasılaşmadan niteliksel olarak farklıdır ve sadece ekonomik aktivitelerin coğrafi genişlemesi değil aynı zamanda bu aktivitelerin küresel olarak bütünleşmesi-üretimin küreselleşmesi-dir. Robinson, üretimin küreselleşmesiyle üretimin ulusal niteliğinin kalmadığını ifade etmektedir. Dolayısıyla ona göre, küresel ekonominin oluşması, üretimin ulusal zincirlerini kırıp, sermayenin dünya çapına yayılmasıyla gerçekleşti. Bu çerçevede bir dünya ekonomisi ile küresel ekonomi arasındaki temel ayırım, üretimin yukarıda betimlenen şekilde küreselleşmesi ve küresel üretim ve birikim zincirlerinin yükselmesi ile açıklanabilir. 1970’lerden itibaren ulusötesi sermayenin oluşumu, geniş üretim ağlarının dünyaya yayılmasıyla gerçekleşen bir süreçtir (Robinson, 2004: 11 ve 2010: 290). Dünya ekonomisi ile küresel ekonomi arasında böyle bir ayrıma gitmeyi Robinson çok önemli olarak görmektedir. Ona göre mevcut durumun iktisadi anlamda küreselleşmeyi temsil ettiğiyle ilgili bir şüphe olmamasına karşın, küreselleşme olgusunun niteliksel bir değişmeyi mi yoksa kapitalizmin geçmiş aşamalarına göre niceliksel bir genişlemeyi mi temsil edip etmediği ile alakalı tartışmalar literatürde yer almaktadır. Özellikle, küreselleşmeyi abartılı bir ifade olarak gören ve Held ile McGrew’in şüpheciler olarak nitelediği (Örneğin Hirst ve Thompson) yazarlar, mevut durumu niteliksel bir değişme olarak değil niceliksel bir gelişme, ilerleme olarak görürler (Robinson, 2004: 11). Robinson, küreselleşmeyi sorgulayanların I. Dünya Savaşı öncesinde, şimdikinden daha büyük bir bütünleşme olduğu iddialarını eleştirmektedir. 1914 öncesi bütünleşme, ulusal bazlı üretim sistemleri arasındaki mal ve hizmet ticareti ile sınırlar arası finansal akımları kapsamaktadır. Bu durum, ulusal sınırlar içinde yapılan üretimin diğer ülkelerle mübadele edilmesi anlamına gelmekteydi. Robinson burada Dicken’ın (2011:7, yukarıda da bahsi geçen) yüzeysel bütünleşme kavramını kullanıyor. 20. yüzyılın sonlarından itibaren başlayan küreselleşme ise derin bütünleşmeyi temsil etmektedir. Dolayısıyla, Robinson’un iddası bu iki dönem arasında niteliksel farklılıklar bulunduğudur. Üretimin küreselleşmesi, üretim zincirlerinin parçalanması, merkezsizleşmesi ve dünya geneline dağılmasını ifade etmektedir. Üretimin küreselleşmesi olgusu, küresel ekonominin kontrol mekanizmasının ulusötesi sermayede merkezileşmesiyle bütüncül bir şekilde ilerleyen bir süreçtir. Bu açıdan küreselleşme, dünyayı yani farklı ülkeleri ve bölgeleri, tek bir üretim tarzı ve küresel sistemle birleştirici niteliğe sahiptir (Robinson, 2004: 14-15). 1914 öncesi ile 20. yüzyıl sonlarında başlayan küreselleşme süreci arasındaki nitelik farkını ortaya koymak için Robinson, Marx’tan yararlanmakta ve onun P-M-Ü-M’-P’ ile formüle edilen kapitalist üretim devresini kullanmaktadır.11 Bu bağlamda Robinson, yüzeysel bütünleşme döneminde bu devrenin ilk bölümünün yani P-M-Ü-M’ devresinin ulusal nitelikli oldu11- P: Para, M: Meta, Ü: Üretim, M’: Yeni Metalar, P’: Başlangıçtan daha yüksek para-birikim-artı-değer, kar 33 ğunu ifade eder. Ulusal ekonomilerde üretilen mallar uluslararası piyasada satılıp bu satışlardan elde edilen karlar, tekrar ulusal ekonomiye gelmekteydi. Küreselleşmede-yani derin bütünleşmede-ise üretim artan şekilde merkezsizleşmiş ve dünyaya dağılmış olduğundan dolayı karlar, 1980’lerde oluşan yeni finansal sistem aracılığıyla dağıtılmaktadır (Robinson, 2004: 15). Bu bağlamda Robinson’a göre küreselleşme dünya kapitalist sisteminde yeni, ulusötesi bir aşamayı temsil etmektedir. Küreselleşmeyi tanımlayan en belirgin unsur da ulusötesi sermayenin yükselişidir. 20. yüzyılın son yılları yeni bilimsel ve teknolojik gelişmelere-özellikle iletişim, enformasyon, ulaşım vb alanlarda-sahne olması sermayenin ulusötesileşmesine zemin hazırlamakla beraber, sermayenin ulusötesileşmesi, onun tamamlayıcı unsurları olarak ulusötesi kapitalist sınıfın ve ulusötesi devletin yükselişine neden olmuştur (Robinson, 2004: 9). 2.3.2. Ulusötesi Kapitalist Sınıf ve Ulusötesi Devlet Aygıtı12 Robinson (2012: 173), ulusötesi kapitalist sınıfı, sermayenin dünya ölçeğindeki hegemonik fraksiyonu olarak tanımlar. Ona göre, bu sermaye sınıfı, ulus-devlet sınırlarına bağlı kalmayan ve yeni bir aygıt olan ulusötesi devlet mekanizması ile çıkarları korunan, kapitalizmin dördüncü aşamasının sermaye sınıfın niteliğidir: “Ulusötesi sınıf oluşumu, küreselleşmede ve ulusötesi kapitalist sınıfın yükselişini kapsayan süreçte merkezidir. Ulus-devletler arasındaki ilişki, ekonomik kurumlar ve toplumsal yapılar, her bir ulusal ekonomi yeni küresel üretim sistemi içinde tanındığı ve tümleşik hale geldiği ölçüde uyarlanır. Sınıf oluşumu artık dünya kapitalizminin tarihinin büyük bir kısmı boyunca olduğu gibi toprağa ve ulus devletin siyasal otoritesine bağlı değildir. Sınıfların ulusötesileşmesinin ve ulusötesi kapitalist sınıfın yükselişinin temelini sağlayan, üretimin küreselleşmesidir. Daha özgül bir biçimde, sermayenin devresinin bütünü (P-M-Ü-M’-P’) ulusötesileştikçe sınıflar, siyasal süreçler, devletler ve kültürel-ideolojik süreçler de ulusötesileşir (Robinson, 2002: 134).” Elbette bu durum, küreselleşme ile birlikte ulus devletlerin bittiği ve etkinliğini yitirdiği anlamına gelmemelidir. Robinson’ın (2007: 17) iddiasına göre, bu ulusötesi devlet aygıtının IMF ya da Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslar üstü kuruluşlar olduğu ve ulus devlet ile ilgisiz olduğu anlamına gelmemelidir. Dahası, ulus devlet dönüşüme uğrayarak ve ulusötesi fonksiyonlara bürünerek ulusötesi kurumlarla organize olur. Ulusötesi kapitalist sınıf olarak adlandırılan yeni burjuvazi şekli, ulusötesi sermaye sahiplerini yani tüm dünyaya yayılmış olan üretim ağlarının sahiplerini kapsamaktadır. Bu burjuva sınıfına ulusötesi denilmesinin sebebi, ulusal teritoryallikten ve kimliklerden bağımsız olarak küresel üretim, piyasa ve finans ağlarına bağlı olarak yerel veya ulusal birikim yerine küresel birikim ile ilgilenmesidir. Bu sınıfın üyeleri, dünyanın başlıca üretim kaynaklarının mülkiyetine sahiptir (Robinson, 2004: 47). 12-Önümüzdeki bölümde ulusötesi devlet konusuna yer verileceğinden bu kısımda kısaca değinmek yeterli görüldü. 34 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Ulusötesi kapitalist sınıf, küresel piyasalar ile birikim devreleri etrafında konumlanmış bir gruptur. Küreselleşme, dünya genelindeki sınıf yapısının öznel ölçütleri bakımından çift yönlü bir tutum sergilemektedir. Küreselleşme, küresel üretim zincirlerine entegre olamazsa rekabet gücünü sürdüremeyecek olan kapitalistler için bir merkezcil bir güç niteliğindeyken, bunun zıttı olarak emekçi kesim için bir merkezkaç görevi görür (Robinson, 2008: 29). Küreselleşen üretim ve finans sistemi dünyanın tüm bölgelerinde, sermayenin farklı aşamaları ulusötesi sermaye ve büyük ulusötesi şirketler etrafında konumlanışını vurgulamaktadır. Dolayısıyla bu durum, yerel üretim ve dağıtım devrelerinin küresel devrelerden ve dünya çapındaki birikimden ayrılmasını zorlaştırmış olmakla beraber, bu durum yerel ve ulusal kapitalistlerin varlığını sürdüremeyeceği anlamına gelmez. Varlıklarını sürdürebilmeleri, daha çok, yerellikten çıkmaları ve ulusötesi sermaye fraksiyonları ile bağlantı kurmalarına bağlıdır. Çünkü alansal olarak belli bir yere bağlı kalmış, sıkışmış sermayenin, tüm dünyaya yayılan ve küresel üretim zincirleri ve dev ulusötesi şirketleri kontrol eden ulusötesi sermaye ile baş edemez. Bu bağlamda, Robinson, yerel sermaye için “ya küreselleşecek ya da yok olacak” ifadesini kullanmaktadır. Birikime devam etmek isteyen sermaye gruplarının küreselleşmesi onların ulusötesi kapitalist sınıf fraksiyonu içerisine katacaktır (Robinson, 2008: 29-30). Robinson’un değerlendirmeleri doğrultusunda, ulusötesi kapitalist sınıf, küresel kapitalizmin bir ürünüdür. Sınırlar ötesi, küresel, ülkelerin, bölgelerin, şehirlerin ve yerel topluluklardan kesimleri içinde barındıran bu sınıf yapısı, dünya kapitalizminin küreselleşme öncesi aşamalarında vücut bulan ulusal sınıf yapıları ve uluslararası sınıf çekişmelerinden farklılık göstermektedir. Dolayısıyla dünya kapitalizminin küreselleşme aşamasında ortaya çıkan bu sınıfsal yapı, ulusal rekabet düzeyinde açıklanamaz. Küresel kapitalizmde rekabet, firmalara, kapitalist sınıflara ulusal ya da bölgesel piyasalarda değil, küresel piyasalarda ulusötesi faaliyet göstermeyi ve ulusötesi kapitalist sınıfa eklemlenmeyi dikte etmektedir (Robinson, 2014: 27). Buradan çıkarılacak bir sonuç da ulusötesi kapitalist sınıfın herhangi bir ulusal kimliğe sahip olmayan ve ulusal temelli rekabet etmeyen bir sınıf olduğudur. Ulusötesi kapitalist sınıf fraksiyonu, kapitalizmin küreselleşme aşamasının anahtar bir yönüdür (Robinson, 2014: 28) . Dünya kapitalizminde niteliksel bir kayışı ifade eden küreselleşme, kapitalizmin ulus-devlet aşamasından yeni ulusötesi bir aşamaya geçişini temsil etmektedir. Ulus-devlet aşamasında, dünya mal, hizmet akımları ile finansal akımların entegre olunmuş uluslararası bir piyasada ülkelerin birbiri ile etkileşim içerisinde olmasını ifade eder. Kapitalizmin yeni, yani küreselleşme-ulusötesileşme aşamasında ise uluslar üstü bir entegrasyon ve küreselleşen ve tüm coğrafyaya yayılan üretim aşamaları ve üretim zincirleri ile dünya ekonomisinin bir bütün haline gelmesi söz konusudur (Robinson ve Harris, 2000: 16). Genel hatlarıyla küreselleşme, üretim ve alansallık arasındaki ilişki ile, ulus-devletler, iktisadi kurumlar ve sosyal yapılar arasındaki ilişkiyi yeni- 35 den tanımlamaktadır. Robinson ulus-devlet aşaması olarak adlandırdığı, küreselleşme öncesi aşamalarda kapitalist sınıflar, ulus-devletlerin korumacı önlemleriyle, diğer ulus-devletlerin kapitalist sınıflarıyla uluslararası piyasada rekabet etmekteydi. Ancak bu sürecin yerini küreselleşmenin almasıyla birlikte, merkezsizleştirme ve üretimin parçalara ayrılarak dünyaya yayılması sermaye birikiminin ve sınıfların ulus-devletle olan ilişkisi yeniden tanımlandı. Kısacası, ulus-devletler dünyasından ulusötesi kurumların yükseldiği yeni bir kapitalizm evresi, küreselleşme ile birlikte başlamış oldu (Robinson ve Harris, 2000: 17). Küresel ekonomi, özellikle de sermayenin ulusötesileşmesi, ulusötesi bir kapitalist sınıf için zemin hazırladı. Ulusötesi kapitalist sınıf ulusötesi sermayeyi kontrol eden ya da onun mülkiyetine sahip küresel bir sınıf yapısı olarak ortaya çıktı. Bu ulusötesi sınıfın üyeleri de temel üretim kaynaklarının sahipleri ve üretim sisteminin mülkiyetini elinde bulunduranlar ile ulusötesi firmaların ve özel finansal kuruluşlarda görev alan üst düzey elitlerdir. Yukarıda da bahsedildği üzere, küreselleşme öncesi aşamalarda ulusal olan burjuvazi, yeni çağda yani küresel kapitalizmde ulusötesileşti ve küresel düzeyde hegemon bir sınıf fraksiyonu haline geldi (Robinson ve Harris, 2000: 22). Ulusötesi devlet aygıtına gelince, Robinson (2004: 86), ulusötesi devletin yükselişini küresel kapitalizmin bir bütünleştiricisi olduğunu ifade eder. Küresel ekonominin oluşumu ve sağlamlaşması ile ulusötesi kapitalist sınıfın politik yükselişi, ulusötesi devlet aygıtından bağımsız anlaşılamaz. Ulusötesi devlet aygıtının işlevinde ulus devletin pozisyonu, ulusal politikalardan uluslarüstü kurumların formüle ettiği politikalarla bütünleşmektir. Robinson, ulusötesi şirketlerin kapitalist üretimin işleyişi sürecinde tek başlarına hareket etmediğini ifade etmektedir. Ona göre sermayenin sorunsuzca dünya çapına yayılmasını ve birikimi hızlandırmasını hedefleyen kurumsal bir yapı mevcuttur. Kapitalist devletin ulusötesileşmiş biçimi olan bu kurumsal yapı yani ulusötesi devlet aygıtı, küresel kapitalizmin temel bir özelliğidir (Şenalp, 2012). 3. KÜRESEL KAPİTALİZMDE DEVLETİN DÖNÜŞÜMÜ Kapitalizmin tarihsel gelişimi, ulus-devletle beraber ilerleyen bir süreçtir. Tabi burada kastedilen ulus-devletin kapitalizmi yarattığı gibi bir durum değildir. Kapitalist ilerleme ve ulus-devlet birbirini tamamlayan ve sürdüren bir döngü içerisinde olmuştur. Ulus-devletin başlangıcı olarak atfedilen Westphalia Antlaşması’ndan13 bu yana devletin rolü kapitalizmin gelişimini ve yayılmasını engelleyecek sorunları ortadan kaldırmak ve güvence altına almaktır. Böylelikle de devlet artık “kapitalist” olarak anılagelmiştir.14 Küreselleşme literatürü, ulus-devletin küresel aşamada geri plana düşmesi veya yok olmakla karşı karşıya olması ile ilgili çok da kullanışlı olmayan bir tartışma yarattı. Devlet, sermayenin yeniden üretimi için daima önemli oldu. Kapitalizm daima küresel bir sosyal ilişkidir. Devlet, sermayenin ve kapitalizmin dışında değildir. Bilakis devlet, kapitalist toplumsal ilişkilerin-hem teorik hem de tarihsel olarak-inşa edicisidir. Ayrıca devlet, dünya kapitalizminin her yeniden inşasında bir dönüşüme girer. Ulus-devletten, ulusötesi veya küresel devlete kayışı da bu dönüşümlerden biridir (Robinson, 2014: 67). Çalışmanın bu bölümündeki odak noktası kapitalist devletin gelişimi olmamakla beraber, önceki bölümde tanımlanan ve 20. yüzyılın sonlarından itibaren var olduğu kabul edilen kapitalizmin yeni aşaması15 küreselleşme sürecinde ya da küresel kapitalizmde devletin nasıl konumlandığıdır. Kapitalizmin sermayenin yayılması şeklinde dile getirilebilecek temel mantığı çerçevesinde, devlet aygıtı da sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillenmiştir. Ancak elbette, bu da akademik dünya tarafından epeyce tartışılan bir süreçtir. Çalışmanın bu bölümünde, II. Dünya Savaşı sonrası hakim olan Keynesyen Ulusal Refah Devleti aygıtının Neoliberal Devlete evrilmesi ile küreselleşme ile ortaya çıkan Neoliberal Devletin küresel sistemdeki konumu üzerine tartışmalara değinilecektir. Bu bağlamda öncelikle birikim rejimindeki dönüşüm üzerinden bu geçiş süreci değerlendirilecek olup sonrasında 13- Westphalia Antlaşması (diğer adıyla Westphalia Barışı), Otuz Yıl Şavaşlarını 1648’de sonalndıran anlaşmalar dizini olup, modern ulus-devlet sisteminin ve uluslararası siyasetin başlangıcı olarak kabul edilmektedir (Heywood, 2014: 31). 14- Bu çalışmada kapitalist devletin gelişimi ayrı bir inceleme konusu olduğundan kapsam dışında tutulmuştur. Konu ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Jessop (2009), Berberoglu (2014)vs. 15- Küreselleşmenin kapitalizmin yeni aşaması mı olduğu yoksa kapitalizmin doğduğu andan itibaren zaten yayılmacı tavrının küreselleşmeye işaret ettiği ile ilgili fikirler mevcuttur. 38 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ ise, bu geçiş sürecinin küreselleşme ile birlikte küreselleşmenin etkili bir unsuru olan neoliberalizm üzerinden ulus-devletlerin 1970’lerin ortalarından itibaren kayışları, küresel sisteme eklemlenme üzerinden uluslararasılaşma ve ulusötesileşme fikirleriyle değerlendirilecektir. 3.1. Keynesyen Refah Devletinden Neoliberal Devlete Doğru Reel sosyalizmin çökmesi ile birlikte moda bir kavram olma yolunda hızla ilerleyen küreselleşme sürecinde devletin nasıl bir konumda olduğu üzerine oldukça fazla çalışmalar olduğu yukarıda belirtilmişti. 1990’lar küreselleşmenin, farklı disiplinlerden akademisyenlerin çokça kullandığı bir sözcük haline dönüştüğü yıllardır. Bu tılsımlı sözcük, beraberinde politik iktisatta yeni tartışmaları getirdi: Devletin konumu. Bu bağlamda, ulus-devlette kriz, ulus-devletin düşüşü, ulus-devletin ikinci plana itilmesi ile ilgili onlarca kitap ve makale yayınlandı. Bu tür metinlerin, çalışmaların ortak noktaları, küreselleşme ile birlikte, ulus-devletlerin kendi ulusal ekonomileri, teritoryal sınırları ve kültürleri üzerindeki kontrolü kaybettikleri iddiasıdır. Bu iddianın temeli de, küreselleşmeyle birlikte gücün de ulus-devletten küresel piyasalara, ulusötesi şirketlere ve küresel iletişime kaymasıdır (Barrow, 2005: 124). Küreselleşme tartışmaları içerisinde en önemli alanların başında ulus-devlet, uluslararası kurumlar ve küresel yönetişim ile ilgili sorular gelmektedir. Savaş sonrası dönem uluslararası kurumların ve anlaşmaların çoğalması veya önceden kurulmuş olanların rolünün artmasına sahne olmuştur (Kiely, 2005: 39). Küreselleşme ulus-devletler sisteminin evrenselleşmesi ile alakalıdır. Ayrıca özellikle 1945 sonrasında uluslararası kurumların sayısındaki dikkate değer artışlar da dikkate değerdir (Kiely, 2005: 40). Standart uluslararası ilişkiler teorileri dünya düzeninin anarşik bir yapıya sahip olduğunu tartışmaktadır. Dünya düzeni ulus-devletlerden oluşan bir olgudur ve onun değişmesi bazı devletlerin uluslararası düzenin hiyerarşisine tırmanırken diğerlerinin ise düşmesi ile gerçekleşir. Dolayısıyla dünya düzeni, değişmeyecek biçimde bir devlet anarşisi ile karakterize edilmektedir. Bu sistemin kökeni Avrupa’daki Otuz Yıl Savaşlarını noktalayan Westphalia Anlaşmasına dayanır. Bu noktadan itibaren uluslararası düzen modern, egemen ulus-devletler üzerine kurulmuştur. Bu görüş farklı yollardan tartışılabilmektedir. Şu an için odak noktası ulus-devletlerin kökeni ve gelişimi ile ilgili sorulardır. Wood, Teschke gibi Marksistler ulus-devletlere dayalı modern uluslararası sistemin 1648’den daha ileri bir tarihte gelişmeye başladığını iddia etmektedirler. Buradaki temel argüman da kapitalist egemenliğin 19. yüzyılda ortaya çıkmasıdır. Böylelikle modern ulus-devletler sistemi kapitalist piyasa ekonomileriyle birlikte gelişmiştir (Kiely, 2005: 41). Bu noktada 1648 egemenliği ile kapitalist egemenlik arasındaki ayrımı anlamak için öncelikle feodalizm ile kapitalizm arasındaki farkları çözümlemek gerekmektedir.16 16- Burası çalışma kapsamı dışında olduğu için ele alınmayacaktır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Kiely, 2005: 42. 39 Barrow, “The Return of the State” başlıklı makalesinde, küreselleşme teorisi ile devlet teorisi arasındaki ilişkileri yeniden irdelerken, ulus-devletlerin küresel sermaye birikimi için gerekli olan politik ve materyal şartları sağlayan garantörler olarak küreselleşmenin temel unsuru olduklarını iddia etmektedir (Barrow, 2005: 125). Ona göre ulus-devletler, dekolonizasyonun sonucu-Sovyetler Birliği’nin çöküşü vb-olarak çoğalmış ve gelişmiştir. Örneğin, BM’nin 1945’te 51 üyesi varken 2002’de 191 üyesi vardır. Wood, Sermaye İmparatorluğu’nda, şu anki dünyayı her zamankinden daha çok ulus-devletlerin dünyası olarak yorumlamaktadır. Ona göre küresel kapitalizm kesinlikle ulus-devletlere bağımlıdır. Dolayısıyla mevcut sistem, ulus-devletler üzerinden filizlenen bir kapitalizmdir (Barrow, 2005: 125). Buna karşılık Barrow da küreselleşmenin bugünkü yapısıyla Amerikan emperyalizminin yeni bir formu olduğunu iddia etmektedir: Bu yeni emperyalizm, ABD sermayesinin doğrudan etkilediği yabancı toplumsal yapılar ile karakterize olmuştur. Bu yapılar iktisadi, siyasi ve ideolojik ilişkiler çerçevesinde eklemlendikleri Amerikan yeni süper devleti ile birlikte bir yeniden yapılanmaya girmişlerdir. Ama yeni küresel ekonomi politik ile birlikte, devlet elitleri halen küresel birikim ulusal meşrulaştırma arasındaki çelişkiyi de yönetmek zorundadır. Bu baki zıtlık, yeniden yapılanan bir kapitalist devlet formu ile ulus-devlet aygıtları içindeki güç ilişkilerini yeniden sıralama ile yönetilmektedir. Bu bağlamda yeni bir kapitalist devlet formuna geçiş, birçok akademisyen tarafından ulus-devletin düşüşü şeklinde yanlış algılanmaktadır (Barrow, 2005: 125) Barrow’un Aglietta’dan yaptığı bir alıntıya göre, kapitalizmin küresel ölçekte oluşumu ve yeniden üretimi teorik olarak devlet olmadan olanaklı değildir. Çünkü sermaye birikimi için gerekli şartları sağlayan aygıt devlettir (Barrow, 2005: 126). Aglietta emperyalizmi, bir devletin diğer devletlere sermaye döngüsünün gerçekleşmesini sağlayacak kuralları dayatması ve benimsetmesiyle oluşan bir hegemonya sistemi olarak tanımlamaktadır. Bunun sonucu olarak da emperyal iktisadi ve siyasi ilişkiler organize eden çok uluslu ya da ulusötesi şirketler değil, bu firmalarında varlığını sağlayan devletler sistemidir. Ona göre emperyalizm, küreselleşmenin temel unsurudur. Dolayısıyla küreselleşmenin ilerlemesi, geliştirilmiş bir devlet teorisi üzerinden temellendirilerek incelenmelidir (Barrow, 2005: 127). Cox ise, bu düşünceleri Üretim, İktidar ve Dünya Düzeni başlıklı eserinde “devletin uluslararasılaşması” kavramı üzerinden geliştirmiştir. Cox, sağlık, eğitim, refah, vergi reformu gibi devlet politikalarından ulus-devletin yeniden inşasına gidişi ulus-devletin zayıflaması olarak değil, ulus-devletin uluslararasılaşmasının bir sonucu olarak görür. Cox, devletin uluslararasılaşmasını üç aşamada tanımlar. Birincisi, devletlerarası uzlaşma formasyonu, dünya ekonomisinin ihtiyaç ve gereklilikleri doğrultusunda ilerler. İkincisi, bu formasyona katılım, hiyerarşik bir yapıya sahiptir. Üçüncü olarak, devletler kendi ulusal politikalarını bu formasyona dahil olmak için dönüştürürler (Barrow, 2005: 127). 40 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Cox’a göre, devletler, ulusal ekonomik pratikleri ve politikaları küresel ekonominin gereklerine göre dönüştüren bir unsur haline gelmişlerdir. Yani devlet, ulusal ve küresel ekonomi arasında bir geçiş bandıdır. Birçok küreselleşme teorisyeni bu durumu, devletin, küresel piyasa baskısı altında gerilemesi olarak algılasa da, küresel piyasaya uyumu sağlamak da ancak güçlü bir devlet aracılığıyla gerçekleşebilir. Dolayısıyla aslında devletin görevi azalmamakta, aksine ulus-devlet dış politik öncelikler ile iç dinamikler arasında bağ kuran bir arabulucu görevi üstlenmektedir (Barrow, 2005: 128-129).17 Robinson ise, ulusötesileşme kavramı üzerinden küresel kapitalizmde devleti incelemektedir. Ona göre ulus-devlet, küreselleşme ile birlikte ortadan kaybolmamış, aksine ulusötesi kuruluşlar ve ulusötesi şirketler ile birlikte bir ulusötesi devlet aygıtının parçası olmuştur. Bu bağlamda, küreselleşme aşamasında devletin dönüşümünü iyi kavramak açısından, öncelikle birikim rejimleri üzerinden bir inceleme yapılması doğru olacaktır. 3.1.1. Fordizm ve Devlet: Keynesyen Refah Devleti Küresel kapitalizmde devletin dönüşümünü incelemek birikim rejimlerinden ayrı düşünülecek bir olgu değildir. Dolayısıyla kapitalizmin altın çağı olarak nitelenen ve büyüme oranlarının ve refahın nispeten yüksek olduğu, devletin etkin bir rol oynadığı kalkınmacı-sosyal devlet döneminden neoliberal dönüşüme giden süreç, mevcut durumu kavramak açısından dikkate değerdir. Düzenleyici devletten “şirket devlete” dönüşüm işte bu noktada belirginleşmektedir. Şirket devlet kavramı, küresel kapitalizmde devletin artık bir şirket gibi işlediği, kar elde etmek amacıyla yatırımlar yaptığı, özel firmalarda küresel rekabet içerisinde olduğu ve buradan da politik bağlamda gelişmeyi hedeflediği ve ilerleyen sayfalarda ele alınacak olan devlet kapitalizminin küreselleşmesi sürecinin bir ürünüdür. Fordist düzende devletin rolü konusunda çok farklı düşünceler olmamakla beraber, küreselleşme ile birlikte devletin konumu daha tartışılır bir hal almıştır. Fordist dönemde, devlet Keynesyen politikaları izleyen bir ulusal refah devleti konumundadır. Asıl mesele neoliberal küreselleşme dalgası ile birlikte devletin yeni konumudur. Çalışmanın odaklanacağı yer, devletin uluslararasılaşması ve ulusötesileşmesi üzerine düşünceler olmakla beraber, bu tartışmalara girmeden önce tarihsel bir perspektiften, 20. yüzyılda birikim rejimindeki dönüşüme bir göz atmak yararlı olacaktır. Fordist sistem olarak adlandırılan birikim rejiminin ne zaman başladığıyla ilgili bir görüş birliği olmamakla birlikte Harvey (2012: 147), 1914 yılının fordizmin başlangıcı olarak kabul edilmesi gerektiğini söyler. Bu tarihte Henry Ford’un otomobil montaj hattında çalışan işçilere çalışmalarının karşılığında bir işgünü için beş dolar vermesi, fordist rejimin temellerini atmış17-Wood’a (2014: 22) göre, küreselleşmenin siyasi biçimi küresel devlet değil çoklu devletler sistemidir. Yeni emperyalizm, özgün biçimini sermayenin genişlemeci iktisadi gücü ile onu ayakta tutan daha sınırlı ekonomi dışı güç arasındaki karmaşık ve çelişkili ilişkiden alır. Ona göre, giderek devletsiz bir dünyada yaşadığımız, ya da en azından devletlerin giderek anlamsızlaştığı ve yeni tür küresel egemenliğe tabi olduğu inancı, geleneksel küreselleşme teorilerinin yarattığı bir efsanedir. 41 tır. Aynı şekilde Hirsch (2011: 121), fordizm tanımlamasını Ford’un kitlesel üretimi fabrikalarında uygulamaya başlamasına dayandırır. Jessop (2009: 102) da fordizmi Keynesçi ulusal refah devletinde kitlesel üretim döngüsü üzerinde yükselen bir birikim rejimi olduğunu söyler. Fordizm, kavram gereği farklı anlamlarda yorumlanmaktadır. Ancak bu çalışmada fordizm bir birikim rejimi anlamında kullanılacaktır. Kavramın değişik şekillerde kullanılmasına Taymaz (1993: 28), şöyle açıklık getiriyor: “En temel düzlemde Fordizm emek sürecinin özgün bir örgütlenme biçimi anlamında kullanılıyor. Bu düzlemde Fordizm, montaj-hattına dayalı emek örgütlenme biçimini tanımlıyor. Bu tanım örtük olarak kitlesel üretim = özel amaçlı makinalar=niteliksiz işgücü=işin en küçük parçalarına kadar ayrılması=karar ve icranın ayrılması eşitliklerini varsaymaktadır. İkinci düzlemde Fordizm, Fordist üretimin egemen olduğu sektörleri tanımlamaktadır. Otomobil sektörü Fordist olarak nitelendiğinde bu tanım kullanılmaktadır. Üçüncü düzlemde Fordizm kitlesel üretim ve tüketime dayanan bir birikim rejimi anlamına gelmektedir. Son olarak Fordizm, Fordist gelişme tarzını tanımlamaktadır.” Fordist birikim rejimi, dünya savaşlarından askeri olmasının yanında iktisadi açıdan da egemen güç olarak çıkan ABD’nin sermayesini yayma politikaları çerçevesinde, onun uluslararası egemenliğine bağlı bir rejim olmuştur. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında, Sovyetler Birliği ile girişilen soğuk savaş nedeniyle askeri ve politik etki alanını genişletmek bağlamında dünya ekonomisini yeniden örgütlemek ve kapitalist üretim ilişkilerini yayma bağlamında ABD’nin girişimleri hegemonik bir perspektife bürünmüştür. Dolayısıyla Hirsch (2011: 120), fordizmin oluşumunu Ekim Devrimi’nden sonra oluşan uluslararası güç dengelerine dayandırır. Hirsch’e (1995: 267-268) göre, fordizm, her ne kadar bazı kapitalist ülkelerde uygulama bağlamında farklılıklar gösterse de, birikimin ve toplumsal düzenlemenin tarihsel bir biçimini ifade eder. Fordist birikim biçimi, hem ulusal kalkınmayı hem de dünya kapitalizmindeki uluslararası ilişkileri 1970’lere kadar determine etmiştir. Genel anlamda fordist üretim ve birikim rejimi, kitlesel üretim ve kitlesel tüketim, gelişen bir refah devleti ile büyüme ve tam istihdamı hedefleyen Keynesyen devlet müdahalesi ile karakterize edilmektedir. Fordizm, temel olarak ulusal piyasanın gelişimine odaklanmış ve bu çerçevede refahın toplumsal olarak yayılmasını sağlayarak ekonominin talep yönünü ayakta tutmaya hedeflenmiştir. Jessop (2009: 102), fordizmi, “Atlantik fordizmi” olarak niteler. Çünkü fordizmin yayılması Amerikan endüstriyel paradigmasının Kuzeybatı Avrupa’ya yayılması yoluyla Avusturalya, Yeni Zelanda gibi ülkelere de yayılmış ve transatlantik bir çehreye bürünmüştür. Jessop (2009: 103), fordizmi, “ayırt edici bir emek süreci”, “istikrarlı bir makroekonomik büyüme tarzı”, “ekonomik düzenleme tarzı” ve “genel bir toplumsal örgütlenme kalıbı” olarak ele alır. Ona göre fordizm ayırt edici bir emek süreci bağlamında özgül bir üretim süreci olarak düşünülebilir. Burada da seri üretim anahtar noktadır ve ekonomik yapının dinamizmini belirleyen bir unsurdur. 42 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ İstikralı bir makroekonomik büyüme tarzı bağlamında fordizm seri üretime dayalı bir büyüme döngüsünü içerir. Ölçek ekonomilerine dayalı artan üretkenlik, üretkenliğe bağlı olarak artan gelir ve artan gelire bağlı olarak artan kitlesel talep karların yükselmesi ve gelişmiş üretim araçlarına yatırımı beraberinde getirir. Bu döngünün gerçekleşmesi için Jessop (2009: 104), ekonominin her sektöründe fordist üretim tekniklerinin hakim olmasının gerekmediğini söyler. Ona göre, önde gelen sektörlerin fordist olması yeterlidir. Ekonomik düzenleme tarzı bağlamında bakıldığında ise, fordist büyümenin sürdürülmesi “Keynesçi Ulusal Refah Devleti” gibi bir aygıtın, sermaye dolaşımlarının ve tüketim malları endüstrilerinin bütünleştirilmesi, emek-sermaye arasındaki bireysel ve toplumsal ücret üzerine anlaşmazlıkların yönetilmesine katkıda bulunmasıyla gerçekleşir. Son olarak toplumsallaştırma anlamında ise fordizm, işçinin hayatın boyunca ihtiyaçlarını karşılamak için ücrete bağımlılığından, devletin burada üstlendiği role ve buradan da şehirlere kadar geniş bir yelpazeyi içerir. Fordizmin temelini oluşturan olgu taylorist emek süreci örgütlenmesinin standart tüketim mallarının kitlesel üretiminde egemen hale gelmesidir. Üretimin parçalara ayrılması, merkezi olarak düzenlenmesi ve kalifiye işçiler yerine montaj hattı işçilerinin getirilmesine yol açmıştır. Dolayısıyla fordist birikim rejimi emek yoğun bir üretim standardizasyonuna dayandırılmış ve emek verimliliğinde yüksek artışlar sağlanmıştır. Emek verimliliğindeki artış da büyük ve istikrarlı bir iktisadi büyümeyi beraberinde getirmiştir. Ücretlerin artması da fordizmin ilkesinin- “kitlesel tüketim için kitlesel üretim”- işlemesini sağlayacak biçimde tüketimin temelini oluşturmuştur. Böylelikle oluşan kitlesel refah, sermaye birikiminin de temelini oluşturmuştur (Hirsch, 2011: 121). Yüksek ekonomik büyüme de 1945-1970 arasına damga vurmuş ve bu süreç kapitalizmin “altın çağı” olarak nitelenmiştir. Birçok kapitalist ülkenin yanında, II. Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlığını kazanmış ulus-devletler de, kapitalist sisteme eklemlenmiş ve ABD hegemonyası altında kalkınmacı devlet anlayışıyla iktisat politikalarını yönlendirmiştir. Jessop’a (1995: 254) göre Fordizmin işlemesi, Keynesçi Ulusal Refah Devleti’nin fonksiyonlarına bağlı bir olgu olmuştur. Bu bağlamda, Fordizm ile “Keynesçi” refah devleti arasında bir bağıl ilişkiden söz edilebilir. Dolayısıyla kapitalizmin altın çağı olarak nitelenen ve Keynesçi refah devleti ile fordist birikimin başat unsurlar olduğu süreç, aslında doğrudan fordizmin altın çağıdır. Fordizmin kapitalist yapıyı küresel çapta belirleyen hakimiyeti, devletlerin etkin bir rol oynamasıyla gerçekleşmiştir. Dolayısıyla uluslararası çapta bir düzenleme sistemi fordizmin işleyişinin temel unsurudur. Büyük buhran sonrası altın standardının çökmesi sonucunda ABD önderliğinde 1944 yılında toplanan Bretton Woods Konferansı ile uluslararası ekonomik ilişkilerin yeniden inşa süreci başlamış oldu. Konferans sonucunda IMF ve Dünya Bankası gibi dünya ekonomisine yön verecek ulusüstü organizasyonlar kuruldu. Bretton Woods Konferansı sonucunda altın karşılığı zorunluluğundan kurtulan yeni uluslararası sistem, tekil devletlere, dış baskılardan görece uzak bir para politikası uygulama imkanı getirdi. Para ile ilgili 43 tüm kontroller devletlere geçmiş oldu. Bu da ulusal iktisadi politikaların önkoşulu niteliğine büründü. Böyle bir ulusallaştırma hamlesi sadece birikimin ulusal bağlantılarının temelini yaratmakla kalmamış, özellikle ABD, politik etki alanını genişletip sağlamlaştırmak ve üretken sermayesine alan açmak için uluslararası ticareti canlandırma hedefini benimsemiştir (Hirsch, 2011: 128): “Fordizmin uluslararası düzenleme sistemi, dünyanın kapitalist bölümünde ABD’nin önderliğinde göreceli eşit bir gelişmenin garanti edilebileceği ve giderek serbestleşen bir dünya ticareti sayesinde küresel birikim sürecine yeni ve sağlam bir temel sağlanabileceği görüşüne dayanmıştır. ABD’nin yurt dışına yaptığı yüksek doğrudan yatırımlar Fordist birikim sisteminin genişlemesine yol açmıştır. Böylece aynı zamanda büyük ölçüde tekil devlet bazında gerçekleşen ve devletin politik uzlaşmacı tutumu ve kurumları vasıtasıyla düzenlenen, bir küresel birikim süreci yerleşmiştir.” Fordizmin yükseliş sürecinin bütünleyicisinin “Keynesçi Ulusal Refah Devleti” olduğundan yukarıda bahsedilmişti. Dolayısıyla kapitalist sistemin bu sürecine damgasını vuran devlet anlayışını irdelemek, küreselleşme sürecinde gerçekleşen devletin dönüşümünü da anlamak için önemlidir. Keynesçi Ulusal Refah Devleti üzerine yapılan en kayda değer analizler başında Jessop (1995, 2009)’ın analizi gelmektedir. Ona göre fordist sistemin ihtiyacı olan büyüme tarzını sağlayan dinamik bu refah devleti tarzıdır. Keynesçi Ulusal Refah Devleti’nin ayırt edici özellikleri tam istihdamın sağlanması, talebin yönetilmesi ve kitlesel üretimin ve tüketimin desteklenmesi amacıyla altyapının sağlanması gibi birtakım iktisadi politikalar üzerinde şekillenirken refahın yayılması ve kitlesel tüketimin genelleştirilmesi ve bunu yaparken de ulusal ölçeğin görece önceliği çerçevesinde piyasa ve devlet ortaklığında bir karma devlet anlayışıdır. Bu açıdan da devletin görevi, piyasa başarısızlığını ortadan kaldırmaktır (Jessop, 2009: 107). Jessop’a (1995: 255; 2009: 108) göre Keynesçi Ulusal Refah Devleti, öncelikle sermaye birikiminin ihtiyaç duyduğu koşulları sağlamak adına görece kapalı bir ulusal ekonomi şekline bürünerek talep yaratıcı politikaları uygulaması çerçevesinde Keynesçi idi. Bu bağlamda fordizmin ihtiyacı olan büyümeyi yaratmak için de talep arttırıcı politikalar ile refaha yöneldi. Dolayısıyla da ulusal ekonominin önemi giderek arttı. Birçok ülke ithal ikameci stratejiler izleyerek fordist rejimin yayılması ve genişlemesini ulusal çaplarda sağlayacak mekanizmalar inşa ettiler. II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan yeni dünya rejiminin kurumları da, bu stratejileri destekleyerek, ABD hegemonyası altında bu ülkeleri emperyalist sistemin bir unsuru yapma amacındaydılar. Hirsch (2004: 15), bu refah devletini “fordist güvenlik devleti” olarak nitelemektedir. Fordizmin yayılması, siyasal bakımdan sosyal reformizmin ve Keynesçiliğin ortaya çıkışını da beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla da fordizm maddi bir üretim biçiminden çok kendine özgü ideolojik, sosyal ve ekonomik biçimleriyle kapitalist bir formasyonu ifade eder (Hirsch, 2004: 177). 44 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Kapitalist bir formasyon biçimi olarak fordizm de sadece sermayenin yeniden üretimi değil emek gücünün de yeniden üretimi siyasal anlamda düzenlenir ve yönetilir. Dolayısıyla da bunu siyasi olarak düzenleyen refah devletidir ve refah devleti “fordist toplumsallaşma biçiminin yapısal bir kurucu faktörüdür”. Bu bağlamda, refah devleti bir anlamda fordist güvenlik devletidir (Hirsch, 2004: 180): “Fordist güvenlik devleti, kelimenin çifte anlamıyla bir güvenlik devletidir: hem kendi üyelerinin maddi varlıklarını sürdürmelerini hem de onların işlevsel uyumunu ve düzenlenmesini, onların toplumsal koşullanmasını ve gözetim altında tutulmasını garanti eder.” 3.1.2. Fordizmin Krizi ve Post-Fordizm: Neoliberal Devlete Doğru Fordist birikim rejiminin krizinin temel nedeni, sermaye verimliliğinin tüm büyük kapitalist ülkelerde önemli ölçüde gerilemesidir. Birikim rejiminin yaşadığı bu kriz, elbette devleti de etkilemiş ve birikimin sağlayıcısı ve koruyucusu konumunda olan Keynesçi Ulusal Refah Devleti ya da Fordist Güvenlik Devleti sorgulanır hale gelmiştir. Hatta Hirsch (2011: 130), sermaye birikiminin temel unsuru olan “Fordist, sosyal devlet içerikli Keynesçi düzenleme şeklinin” engel olarak görüldüğünü söyler: “Fordizmin altın çağını karakterize eden kitlesel tüketim, sosyal devlet ve birikimi birbirine bağlayan yakın bağlar kopmuştur.”Bu bağlamda, Keynesçi devlet müdahalesinin yerini zamanla “minimal devlet” 18 alacaktır. Fordizm ülkeden ülkeye farklı şekilde etkisini göstermiştir, eş zamanlı olarak uygulanmaya başlamamıştır. Daha çok ülkelerin özel coğrafi şartlarına göre biçimlenmiştir. Ama yine de fordizmin krize girişinde geniş bir uzlaşı söz konusu olmuştur. Bu kriz 1960ların sonundan başlamış, 1973 petrol kriziyle devam etmiş ve sürecin devamında esnekleşmeye, sanayisizleşmeye ve enformasyon ile bilgi temelli ekonomiye dayalı post-fordist çağa geçiş yaşanmıştır (Markantonatou, 2007: 120-121). Fordizm, gelebileceği iktisadi, teknik ve toplumsal sınırlara gelmiş, özellikle teknik bağlamda, kalifiye olmayan işgücüyle elde edilen verimlilik artışının sonuna gelinmiştir. Bu bağlamda da kar oranlarının düşme eğilimine girmesi ve işçilerin taleplerinin kamu üzerindeki mali baskısı fordizmi tıkanma aşamasına getirmiştir (Clarke, 1990: 75). İç pazarların doygunluk seviyesine gelmesi ve ürün fazlalıkları için ihracat pazarları aranması ve bu süreçte işçilerin işlerinden olması ve talepte meydana gelen gerileme birleşince, hegemon ABD’de bir mali sorunun belirmesi söz konusu olmuştur. Bununla birlikte özellikle Latin Amerika ülkelerinde uygulanan ithal ikameci politikalar sonucunda Batı ile rekabet edebilecek bir fordist sanayileşme atılımının gerçekleşmesi ve özellikle Batı Avrupa ve Japonya’nın ABD hegemonyasına meydan okumaya başlaması, fordizmin içindeki uluslararası rekabeti kızıştırmış ve bu rekabet nedeniyle de Bretton Woods anlaşmasının çatlamasına neden olarak savaş sonrası uzun canlılık dönemindeki sabit kurun yerini büyük ölçüde istikrarsız dalgalı kur almıştır (Harvey, 2012: 164-165). 18-Minimal devlet ve piyasaya sınırsız güven gibi mottolarla birlikte egemen olan neoliberal politikalara geçiş aşamasında kapitalizmin birikim rejiminde de bir değişiklik gerçekleşecekti. İşte bu süreçte esnek uzmanlaşmaya dayalı “post-fordist” üretim tarzı ön plana çıkmıştır. 45 İktisadi anlamda 20. yüzyılın son çeyreği, kitlesel tüketim için kitlesel üretime dayalı fordizmden esnek çalışma şartlarına dayalı post-fordizme geçişi, siyasal anlamda ise ulusal, Keynesyen, müdahaleci Keynesyen devletten neoliberal, girişimci devlete geçişi temsil etmektedir (Markantonatou, 2007: 119). Özellikle ABD ve İngiltere’de uygulanan gevşek para politikalarının neticesinde yaşanan likidite bolluğu, yatırım alanlarının da azalmasıyla beraber enflasyona neden olmuştur. Enflasyonun durdurulması konusunda alınan önlemler aşırı kapasiteyi ortaya çıkarmış ve başta emlak piyasası ve finans kuruluşları açısından büyük sorunlara neden olmuştur. Ayrıca bunu takip eden bir biçimde Petrol İhraç Eden Ülkeler Birliği (OPEC)’nin petrol fiyatlarını yükseltme kararının eklenmesi fordist birikim rejimini iyice krizin içerisine soktu. Petrol fiyatlarının artması enerji girdilerinin fiyatlarını da yükselttiği için ekonomideki tüm sektörler enerji tasarrufuna gidip teknoloji ve örgütlenme yapılarını değiştirdiler (Harvey, 2012: 168). Dolayısıyla bu durum istihdamın da azalmasına yol açtı. Üstüne “petrodolarlar” da piyasaya girince hem işsizlik hem enflasyon birlikte ortaya çıktı ve o meşhur stagflasyon kavramı iktisat literatürüne girmiş oldu. Bu kriz hem fordist birikimi hem de Keynesyen müdahaleci iktisat politikalarını yerinden ederek sermayenin giderek küreselleştiği ve devletin, iktisat politikalarının dönüşüme uğrayacağı, kapitalizmin yeni aşamasının habercisiydi. Kapitalizmin “küreselleşme” olarak adlandırılacağı bu yeni aşamasında, kitlesel üretim, kitlesel tüketim, refah devleti ve Keynesyen iktisat politikaları çerçevesinde şekillenmiş olan fordist birikim rejiminin yerini esnek uzmanlaşmaya dayalı, siparişe göre üretime endeksli, piyasa sınırsız güven şiarı altında minimal devlet olgusunu benimseyen neoliberal post-fordizm almıştır.19 IMF ve Dünya Bankası’nın “İstikrar ve Yapısal Uyum Programları” adı altında neoliberal dönüşümü tüm ülkelere dayatması ve uygulanmaya başlamasıyla beraber sosyal devlet, refah devleti anlayışı da tarihe karışacak ve emeğin baskılanarak sermayeye sınırsız iltimas sağlanacak politikaların önü açılmıştır. Harvey (2012)’de yer alan, Fordist ve post-fordist birikim rejimlerini tanımlayan karakteristik özellikleri Çizelge 3.1.’de tablo halinde gösterilmiştir. Bu bağlamda hem üretim koşullarında hem de devlet formunda meydana gelen dönüşüm söz konusu çizelgede belirgin olarak görülmektedir. 19- Bu dönemi açıklayan en önemli akımların başında Düzenleme Okulu gelmektedir. Düzenleme okulu, 1970’li yıllarda baş gösteren ekonomik kriz ortamında geliştirilen bir teori olup, Aglietta, Hirsch, Boyer, Lipietz ve Jessop bu okul içine dahil edilebilir. Bu okulun ortaya attığı teori, kapitalist toplumlardaki süreklilikler, krizler ve dönüşüm üzerinde durmuştur. Dolayısıyla bu yazarla, çağdaş kapitalizm analizlerinde yoğun olarak fordist ve pos-fordist birikim rejimi kavramlarını kullanmışlardır. Bununla birlikte yazarlar, birikim sisteminin bir toplumsal düzenleme sistemi ile ilişkili olduğunu ifade etmişlerdir (Belek, 1999; Hirsch, 2011). Düzenleme okulu ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Hirsch, 2011. 46 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Çizelge 3.1. Fordist ve Post-Fordist Birikim Rejimlerinin Karakteristik Özellikleri ve Ayrıntılı Karşılaştırma Fordist üretim Post-fordist üretim A. Üretim süreci Homojen malların kitlesel üretimi Küçük deste üretimi Tektipleşme ve standartlaşma Ürün çeşitliliği büyük mal stokları Stoksuz üretim-siparişe dayalı Kalitenin üretim sonrası test edilmesi Sürecin parçası olarak kalite control mekanizması Defolu malların stoklara aktarılması Uzun kuruluş süreleri, hatalı parçalar, stok darboğazları vb. Dolayısıyla üretim kaybı Kaynaklar tarafından yönlendrilme Hatalı parçaların süreçten ayıklanması Dikey ve bazen yatay bütünleşme Maliyetlerin ücret kontrolü yoluyla düşürülmesi Dikey benzeri bütünleşme-taşeronlaşma “Yaparak öğrenme”nin uzun vadeli planlamaya aktarılması Zaman kabının düşürülmesi Talep tarafından yönlendirilme B. Çalışma İşçinin tek bir görev yapması Çoklu görev Ücret düzeyine gore ödeme Kişisel ödeme-ayrıntılı prim sistemi İşlerde ileri düzeyde uzmanlaşma Görev ayırımının kaldırılması İşbaşı eğitimi neredeyse yok Dikey iş örgütlenmesi Öğrenme deneyimi yok Uzun işbaşı eğitimi Yatay iş örgütlenmesi İşbaşında öğrenme İşgücünün disiplin altına alınması İşçinin ortak sorumluluğu vurgusu Çekirdek işçiler için yüksek düzeyde istihdam güvencesi-hayat boyu istihdam, geçici işçiler için iş güvencesi yok, kötü çalışma koşulları İş güvencesi yok C. Mekan İşlevsel-mekansal uzmanlaşma Mekansal işbölümü Mekansal kümeleşme ve yığılma Mekansal bütünleşme Bölgesel işgücü piyasalarının türdeşleşmesi Parçaların ve taşeron firmaların dünya çapında aranması İşgücü piyasasının farklılaşması Dikey olarak hemen hemen bütünleşmiş firmaların finansal yakınlığı D. Devlet Düzenleme Katılık Deregülasyon-yeniden düzenleme Esneklik Toplu pazarlık Bireyselleştirme, yerel ya da firma temelinde pazarlık Refahın toplumsallaşması (refah devleti) Kolektif ihtiyaçların ve sosyal güvenliğin özelleştirilmesi Ululararası istikrarın çok yanlı anlaşmalar aracılığıyla sağlanması Uluslararası istikrarsızlık, artan jeopolitik gerilimler Merkezileşme Sübvansiyon devleti-kenti Gelir ve fiyat politikaları aracılığıyla piyasaya dolaylı müahale Ülke çapında belirlenmiş bölgesel politikalar Firmalarca finance edilen araştırma ve geliştirme Başını sanayinin çektiği yenilikler Dayanıklı tüketim mallarının kitlesel tüketimi-tüketim toplumu Modernizm Bütünsellik-yapısal reform Toplumsallaşma Ademi merkezileşme-bölgeler ve kentler arasında rekabet Girişimci devlet-kent Piyasalara tedarik politikaları aracılığıyla doğrudan müdahale Alana bağlı bölgesel politikalar Devletçe finance edilen araştırma ve geliştirme Başını devletin çektiği yenilikler E. İdeoloji Bireyselleşmiş tüketim Postmodernizm Özgüllük-uyum Bireyselleşme Kaynak. Swyngedouw (1986)’dan aktaran Harvey (2012: 202-205) 47 Ulusaşırı sermayenin büyüyerek üretimi dünyanın farklı coğrafyalarına dağıtması, meta zincirlerinin gelişiminin önünü açmış ve özellikle “üçüncü dünya ülkeleri” sermaye için bir ucuz işgücü cenneti işlevi görmeye başlamıştır. Böylelikle, neoliberal dönüşümün ekonomiden elini çekmesini istediği devlet, aslında neoliberal dönüşümü uygulayan politikalarla, yeni ekonomik düzenin etkin işlemesini sağlayacak uygulamaları gerçekleştiriyordu. Dolayısıyla da devlet, ekonomiden bağımsız bir olgu olmuyor, aksine “küresel” düzenin destekleyicisi bir pozisyon alıyordu. Bu bağlamda devletin küresel sistemdeki rolü burada önemli bir tartışma konusu olmaktadır. Genel kanı, özellikle de hiper küreselleşmeciler olarak da nitelenen Ohmae20 gibi yazarların kanısı, küreselleşme ile birlikte, ulus-devlet aygıtının işlevini kaybettiği yönündedir. Ancak, tarihsel bağlamda bakıldığında devletin işlev kaybetmesinden daha çok bir dönüşüm yaşadığı bu çalışmanın da perspektifinde yer alan bir görüştür. Dolayısıyla burada konu devletin küresel sistemde yok olması değil, aksine bir dönüşüm geçirerek işlevini sürdürmesi ve hatta belli sektörlerde devlet mülkiyetli şirketlerin hakimiyetiyle, ulusötesi şirketlerle rekabet eden bir konuma gelmiştir.21 Robinson’un “küresel kapitalizm” olarak nitelediği yeni dünya düzeninde devletin konumunu incelerken önce devletin uluslararasılaşması ve devletin ulusötesileşmesi bağlamında sermayenin uluslararasılaşmasını temel alan görüşler üzerinden bir tartışma yürütülecektir. 3.2. Neoliberalizm ve Devlet: Küresel Neoliberal Bir Devlet mi? Küresel kapitalizm tezi çerçevesinde kapitalizmin dördüncü aşaması olarak küreselleşme, 20. yüzyılın son çeyreğinde yükselişe geçmiş olup bu yükseliş beraberinde içsel bir olgu olarak devleti de yeniden yapılandırmıştır. Küresel kapitalizme 1980’lerden itibaren eşlik eden neoliberalizmle beraber her ne kadar “minimal devlet” anlayışı yerleşmiş olsa da, neoliberalizmin hem ulusal hem de küresel bağlamda yerleşmesi devlet aygıtı ile gerçekleşmiştir. Washington Uzlaşması’ndan Post Washington Uzlaşması ve sonrasına giden bu süreçte devlet, yapısal olarak değişime uğrasa da ekonominin temel unsurlarından biri olmayı sürdürmüştür. Öyleki nasıl sermaye küreselleştiyse devlet aygıtı da küreselleşmiş ve ulusötesi kurumlarla işbirliği içerisinde çalışarak, küresel kapitalizmin bir parçası olmuştur. Her ne kadar liberal ya da devlet merkezli/kurumsalcı yaklaşımlar ekonomi ile siyaseti ayıran analizler yapsa da küresel kapitalizm tüm unsurlarıyla bütüncül bir biçimde ele alınması gereken bir olgudur. 3.2.1. Neoliberalizm ve Küreselleşme Fordist üretim tarzından post-fordizme geçiş ve üretim süreçlerinin küreselleşmesi, devletin iktisadi işleyişindeki dönüşümler topyekün neolibe20-Ohmae’nin ulus devlet ile ilgili düşünceleri için “The end of the nation state: the rise of regional economies” başlıklı 1995 basımı kitabına başvurulabilir. 21-Devlet mülkiyetli şirketler bağlamındaki tartışmalar bir sonraki bölümde konu edinilecektir. 48 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ ralizm ile ilintilenmektedir. Genel anlamda neoliberalizm ile küreselleşme eş anlamlı olarak kullanılırken, burada neoliberalizm ve küreselleşme, aynı süreçlerde gelişen, birbiriyle eş anlamda olmayan ancak birbiriyle yoğun bağlantı içeren iki unsur olarak ele alınmaktadır. Dolayısıyla da bir düzenleme tarzı ya da bir iktisat politikası bağlamında neoliberalizm 20. yüzyılın son çeyreğinde artan küresel bağlantıları yönlendiren unsur olmuştur. Bu bağlamda süreci neoliberal küreselleşme olarak adlandırmakta ve devletin bu çağdaki formunu da neoliberal devlet olarak betimlemekte bir sakınca görülmemektedir. Neoliberalizm: Kısa Bir Betimleme Neoliberalizm, iktisadi ve siyasi anlamda 1970’lerin sonundan itibaren hakimiyet kurmaya başlamıştır. Bu akımın temel şiarı, serbest piyasanın en iyi kapitalist örgütlenme mekanizması olduğuna yönelik inançtır. Başta ulusüstü kuruluşlar ve büyük devletler olmak üzere, neoliberal iktisat politikaları giderek artan ölçüde egemen olmaya başlamıştır. Neoliberalizmin düşünsel kökenleri Avusturya İktisadının öncülerinden Friedrich Von Hayek’e dayandırılmaktadır (Lapavitsas, 2007: 59). Hayek önderliğinde diğer Avusturya İktisat Okulu mensupları tarafından kabataslak çizilmiş olan neoliberal portre daha sonra Milton Friedman’ın başını çektiği Parasalcı İktisat Okulu tarafından daha da belirginleştirilmiştir. Neoliberalizmi özellikle ABD’de Reagan Hükümeti ile İngiltere’de Thatcher Hükümeti dünya kapitalizminin merkezine yerleştirmiş ve IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finansal kuruluşlar, bu modeli daha çok üçüncü dünya ülkelerine 1980’ler ve 1990’larda yapısal uyum programları adı altında empoze etmiştir. Neoliberal düşünce, en parlak döneminde, yani 1990’larda sadece bu kurumlarda değil tüm uluslararası organizasyonlarda da (OECD, Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Örgütü gibi) egemen olmuştur (Robinson, 2008: 17). Neoliberalizmle küresel kapitalizm arasında bir nedensellik ilişkisi kurmaktan çok, beraber filizlenen iki olgu olarak bu iki kavramı ele almak daha doğrudur. Ancak neoliberal politikalar kapitalizmin küreselleşmesini kolaylaştıran bir unsur olarak kabul edilebilir. Neoliberalizm, özellikle 1970’lerde yaşanan petrol krizi ile tıkanan Keynesyen kapitalizme bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Petrol şoku ile gelen borç krizi görece zayıf olan devletlere “istikrar ve yapısal uyum programları” adı altında uluslarüstü kurumlar tarafından neoliberal politikaları uygulatma açısından bir araç görevi üstlenmiştir. Devlet müdahalesine dayalı, ulusal sınırları gözeten, fordist dönemin Keynesçi Refah Devleti anlayışı neoliberalizmle birlikte terke uğramış ve kapitalist devlet yeni bir formla karşımıza çıkmıştır. Hirsch’in-aşağıda bahsi geçecek olan-adlandırması “uluslararası rekabet devleti” 22 süreci özetleyen bir kavramdır. Artık devlet aygıtı, küresel aktörlerin ve hegemon devletlerin isteği doğrultusunda, sermayenin yayılmacı mantığına destek olacak kolaylıkları sağlamak, küresel teamülleri ulusala dayatmak görevini üstlenmiştir. 22- Jessop, rekabet devletini, yurtiçi ya da yurtdışı sermayeleri kendine çekebilecek, onların işleyişini kolaylaştıracak uygulamaları hayata geçiren ce böylelikle sermayeye bağlı olarak iktisadi büyümeyi hedefleyen devlet olarak tanımlamaktadır (2009: 158). 49 Neoliberal küreselleşme ve neoliberal devlet kavramlarını kullanırken, “küresel neoliberalizmin” de sınırlarını çizmek önemlidir. Scholte (2005a: 1)’ye göre neoliberalizmin küresel versiyonu, ya da neoliberal küreselleşme, özelleştirme, liberalleşme ve deregülasyonla birlikte işleyen bir piyasalaşma hamlesidir. Dolayısıyla neoliberalizm, klasik laissez-faire ekonomisinin mevcut küresel düzene uygulanması, uyumlaştırılmasıdır. Neoliberalizm, “TINA (Başka alternatif yok)” düsturu ile küresel düzenin politika aracı olmuştur. Neoliberalizm sadece iktisada odaklanmamış ancak laissez-faire piyasa ekonomisinin bir özel türü halini almıştır. Başka bir deyişle, neoliberalizme göre, küresel ekonomi serbest ve açık bir piyasa olmalıdır. Üretim, değişim ve tüketim firmalar ve hanehalklarının etkileşimine ve arz ile talebe bağlı olarak yayılmalıdır. Neoliberaller, kamu sektörünün bir şeyler yapmasından çok bir şeyler yapmaya olanak vermesini istemektedir. Uluslarüstü kurumlar, ulusal hükümetler ve yerel otoriteler küresel piyasaların verimli işlemesini ençoklaştırmak için çeşitli düzenlemeler yapmaktadırlar (Scholte, 2005a: 8). Hem küreselleşme taraftarları hem küreselleşmeyi eleştirenler neoliberalizmi sadece iktisadi büyüme, verimlilik, uluslarüstü açıklık ve serbest piyasa kapitalizmi olarak görmemiş, diğer yandan eşitsizlikleri ve kriz eğilimlerini örtmeye çalışan, yani bir kapitalist form olarak görmüşlerdir. Bu bağlamda neoliberalizm küreselleşme ile birlikte 1980’lerden itibaren bir “iktisadi doktrin, kamu politikası, betimleyici bir çerçeve, analitik bir paradigma ve sosyal söylem” olarak tartışma konusu olmuştur. Böylelikle 21. yüzyılda neoliberalizm, “yerleşik liberalizmin” 23 yerini almıştır. (Cerny, 2010: 129). Neoliberalizm iktisat yönetimindeki devletçi stratejilere bir tepki niteliğini taşımakta olup, özellikle 1930 ile 1970’li yıllar arasındaki sosyal refah devleti uygulamalarını hedef almıştır. Neoliberal politikalar ülkeler arasındaki mal ve hizmetler, para ve sermaye hareketleri üzerindeki devlet etkisini kaldırmaya yöneliktir (Scholte, 2005b: 38). “Devletçi stratejilere bir tepki” niteliği taşıması, neoliberalizmin devleti yok saydığı anlamına gelmemelidir. Neoliberal küreselleşme olgusunun devlete ya da diğer yönetişim kurumlarına ekonomide yer vermemesi söz konusu değildir. Neoliberalizmin en önemli stratejilerinin başında deregülasyon gelmektedir. Ancak deregülasyon hiçbir kural, hiçbir düzenleme yapılmayacak demek değildir.24 Çünkü neoliberalizm, piyasaların etkin işlemesi ve politikaların verimli olabilmesi için bazı kural ve kurumlara ihtiyaç duymaktadır. Dolayısıyla, neoliberalizm, devleti dışlamaktan çok, piyasayı etkinleştirecek bir yönetişim mekanizması öngörmektedir (Scholte, 2005b: 39). Devlet aygıtı, küresel neoliberal politikaların benimsenmesinde, uygulanmasında başat rol oynayan bir faktör konumundadır. Dolayısıyla kü23- “Embedded liberalism” için bkz. Ruggie, 1982. 24- Bu konuda Washington Uzlaşması’nın maddeleri açık bir kanıttır. Neoliberalizmde deregülasyon kuralsızlık ve düzensizlik değil, sermayenin rahatça hareket etmesini sağlayacak kurallar ve düzenlemeler bütünüdür. 50 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ reselleşme olgusu kapitalizmden bağımsız düşünülemeyeceği gibi devlet de hem kapitalizmden hem de onun bir aşaması olan küreselleşmeden ve küreselleşmenin ara yüzü neoliberalizmden ayrılmaz bir bütündür. Ortada devletin yok olması, azalması gibi bir süreç yoktur. Yukarıda da bahsi geçtiği gibi bir dönüşüm söz konusudur. Bu dönüşümün ürünü olarak, yeni bir devlet formu yani neoliberal devlet, kapitalist sistemin 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren kilit aktörlerinden biridir. Jessop’a (2002: 454) göre neoliberalizm, yeni bir iktisadi ve siyasi projedir. Yeni bir iktisadi proje olarak neoliberalizm, iktisadi faaliyetlerin liberalizasyonu ve deregülasyonun sadece ulusal temelli değil, daha önemli bir biçimde, sınırları aşarak küresel bir ekonomi inşasına katkıda bulunmak, devlet mülkiyetindeki şirketlerin ve devletin sağladığı hizmetlerin özelleştirilmesi, özelleşmeden arta kalan kamu kesiminin de piyasa koşullarına göre yönlendirilmesidir. Bununla birlikte neoliberalizm, kamu refahının, ulusal talebi canlandırmaktan çok uluslararası üretime yönelik kullanımını içerir. Siyasi bir proje bağlamında ise neoliberalizm, Keynesyen ulusal refah devleti ve karma ekonomiyle vücut bulmuş olan devlet müdahalesini ve krize girmiş olan Atlantik Fordizmini geri plana iten bir olgudur. Bu bağlamda neoliberal politikalar, devlet müdahalesini “yönetişimin yeni formları” ile piyasaya dayalı ekonomik yapıyı massetmeyecek şekilde olduğu sürece meşru kılmaktadır. Dolayısıyla neoliberalizm, devlet mekanizmasına piyasa şartlarının güvenliğini sağlamak ve arz yanlı politikalarla ulusal ekonominin uluslar üstü ekonomiye uyum sürecini başlatmak görevini biçmiştir. Böylelikle, talep yaratma odaklı devlet müdahalesinin bir başarısızlık olarak görünmesinin sonucu olarak devletten piyasa güçlerine ve farklı yönetişim mekanizmalarına bir kayış ortaya çıkmaktadır. Neoliberal paradigma çerçevesinde ABD ve ulusötesi kurumlar, Washington Uzlaşması ile bu durumu-devlet başarısız, piyasa verimli- ulusal bazlı olmaktan çıkararak politikaları tüm dünyaya yayılacak bir biçimde küreselleşmesini hedeflemişlerdir.25 Neoliberalizme göre yaşanan krizler ve kalkınamama sorununun en büyük nedeni yoğun devlet müdahalesidir. Bu bağlamda piyasaya, büyük kamu sektörü ve devlet denetiminden kurtulmak için aktif bir rol biçilmiştir. Çünkü neoliberalizmde devlet, bir sorun çözücü değil sorunların baş nedeni olarak görülmektedir (Öniş ve Şenses, 2013: 348). Neoliberalizmin yükselişi, ulusal kalkınmacılığı ve kamu yararını öngören devlet anlayışını arka plana iten yeni siyasal iktisat ile perçinleşmiştir. Neoliberal düşüncede devlet, toplumla tamamen ayrışmış soyut bir kurum olarak değil, kendi başına gücü olan bir çıkar grubu olarak nitelenmektedir. 25- Neoliberal politikalar, her ne kadar devlet aygıtının ekonomiden çekilmesi ve serbest piyasa mekanizmasının etkin işlemesini öngörse de deneyimler devletin ekonomik yaşamda varlığını sürdürdüğünü ortaya koymaktadır. “Government failure-Devlet başarısızlığı” ilkesiyle, “minimal devlet” anlayışını benimseyen bu politik mekanizma ve bu politik mekanizmanın uygulayıcıları, özellikle 1990’ların ortalarından itibaren devletin iktisaden varlığını kabul etmiş ve küresel kapitalizmin gerekleri çerçevesinde, sermaye hareketlerinin hareketliliği önündeki pürüzleri kaldıran, onları ülkesinde özümseyen bir yeni devlet biçiminin varlığını kabul etmiştir. İlerleyen aşamalarda değineceğimiz üzere kapitalist küreselleşme her ne kadar piyasa yanlısı-piyasa dostu, gerektiğinde müdahaleci bir devlet anlayışı ile işliyor görünse de “devlet mülkiyetli şirketler” bağlamında bir devletçi küreselleşmeye doğru kayışı simgeleyen ve devleti “firma devlet” e dönüştüren yeni bir süreç içinde olunup olunmadığı önemli bir figür olarak bu çalışmada yerini alacaktır. 51 Bu, neoliberallere göre, kişisel yarara yönelik faaliyetlerin devlet müdahalesi kanalıyla giderek artmasının nedenidir. Dolayısıyla neoliberaller, “piyasaların serbestleştirilmesi ve devletin ekonomik anlamda küçültülmesi bu sorunu azaltacak bir süreci başlatabilir” iddiasındadır (Öniş ve Şenses, 2013: 348-349). Sosyal, siyasal ve iktisadi anlamda hem küreselleşme ile eşdeğer olarak görülen hem de yeni bir yeniden yapılanma süreci olarak irdelenen neoliberalizm, görüldüğü üzere iktisadi anlamda yayılarak hem toplumsal hem de yönetsel bağlamda tüm alanları kapsayan bir süreçtir. Reel sosyalizmin çözülmesi ve dünyanın kapitalist hegemonya altına girmesi sonucu, neoliberal dönüşüm, piyasanın devlete karşı zaferi olarak nitelenmektedir. Keynesyen refah devletinin çözülmesi ve devletin uluslararasılaşması bağlamında işlev ve yükümlülüklerinin değişime uğradığı bu süreçte “minimal devlet” söylemi etkin olmuştur. Özelleştirme ve deregülasyon uygulamalarıyla birlikte hem ideolojik hem de siyasi olarak neoliberalizm küreselleşmenin tüm toplumsal ilişkileri hedef alan bir aygıtı olarak ele alınabilir. Neoliberalizmin küresel bir politika haline dönüştüğü dönem, genel olarak iki sürece indirgenerek incelenmektedir: Washington Uzlaşması ve Post Washington Uzlaşması. Bu bağlamda neoliberal küreselleşmenin uzanımları olarak kabul edeceğimiz bu iki uzlaşma sürecini konu edinmek, hem iktisat politikaları hem de yeni devlet formu üzerine bir bilgilendirme sunacaktır. 3.2.2. Washington Uzlaşması: Neoliberal Manifesto-Neoliberalizm 1.0 Washington Uzlaşması temel olarak, neoliberal politikaların başta tüm geç kapitalistleşmiş ülkeler olmak üzere, küresel ölçüde uygulanabilirliğini hedefleyen, bu açıdan ulusötesi bir çerçeveye bürünen ve neoliberalizmin özünü beyan eden bir süreçtir. Dolayısıyla da, Washington Uzlaşması’nı “neoliberalizmin manifestosu” olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır. Uzlaşmayı “Washington” adı ile ilk olarak Williamson (1990) ifade etmiştir. Williamson, bu terimi kullanarak Washington merkezli ulusötesi kuruluşların Latin Amerika ülkelerine önerdiği ve üzerinde minimum anlaşma ve uzlaşı sağlanmış olan politikaları isimlendirmeyi amaçlamıştır. Williamson, burada amacının liberal reformların arka planında entelektüel bir uzlaşma olduğunu belirtmek değil, bu politika önerilerinin Washington merkezli kurumlarca adapte edildiğini vurgulamak olduğunu belirtmektedir. (Williamson, 2000: 251). Williamson’un Washington merkezli kurumlar olarak nitelediği, IMF’nin ve Dünya Bankası’nın uzlaşmasıyla Latin Amerika’ya önerilen ve neoliberalizmin özünü yansıtan politika önerilerinin öncelikleri şu şekilde sıralanabilir (Willliamson, 2000: 252): · Mali disiplin · Kamu harcamalarının yüksek gelir getirecek alanlara yönlendirilmesi · Vergi reformu · Faiz oranlarının serbestleştirilmesi 52 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ · Rekabetçi bir döviz kuru · Ticaretin serbestleştirilmesi · Doğrudan yabancı sermaye girişlerinin serbestleştirilmesi · Özelleştirme · Deregülasyon (piyasaya giriş ve çıkış engellerinin kaldırılması) · Mülkiyet haklarının güvence altına alınması Bu tür liberalleşme önerilerine sahip ve yukarıda “neoliberalizmin manifestosu” olarak nitelenen Washington Uzlaşması, Williamson’a (2000: 254) göre ise ideolojik bir neoliberal söylem olmaktan çok, belirli bir coğrafyaya, yani Latin Amerika’ya önerilen bir politika dizininden ibarettir. Bu bağlamda Washington Uzlaşması, Williamson’un deyimiyle Latin Amerika coğrafyasının ihtiyaçları doğrultusunda ortaya konan önlemlerdir. Fakat Williamson, her ne kadar sadece Latin Amerika odaklı politika önerileri olarak kabul etse de, kendisi de pratikte uygulamanın böyle olmadığını ve Washington Uzlaşması’nın gereklerinin benzer şekilde Afrika ve Asya ülkelerine de uygulandığını görmüş ve bu politikaların nerede ve ne zaman olduğu önemli olmadan her şekilde uygulanabileceği algısı ortaya çıktığını da ifade etmiştir (Williamson, 2000: 255).26 Yavuz (2007: 26), Williamson’a (2000) dayanarak, bahsi geçen süreci şu şekilde toparlamaktadır: “…Fakat, Williamson’ı bu açıklamayı yapmaya mecbur bırakacak şiddet ve yoğunlukta olmak üzere Washington Uzlaşması, ‘Reaganomics’, ‘yeni emperyalizm’ veya ‘küresel ekonominin laissez-faire’i anlamında kullanılmıştır ve hali hazırda da böyle kullanılmaktadır. Böylece, Williamson, belirli bir tarihsel momente ve dünyanın belirli bir bölümündeki koşullara uygun görerek, on maddede özetlemeye çalıştığı politika demetine ‘Washington Uzlaşması’ adını vermesiyle birlikte, terimin, kendisinin amaçladığı anlamı aşarak, derhal popülerleştiğini ve ideolojik bir anlam içermeye başladığını belirtmektedir.” Washington Uzlaşması, geniş ve yaygın devlet müdahalesine bir tepki olarak algılanabilir. Uzlaşmanın temel düşüncesine, piyasa kendi halinde bırakıldığında daha iyi çalışır. Bu bağlamda uzlaşmaya göre, eğer düzgün çalışmasa, işlemese bile devlet müdahalesi ile bu işlevsizliği düzeltmenin bir garantisi yoktur. Çünkü devletlerin kötü performansı olan bir piyasayı yukarı çıkacak düzeltecek bir kapasitesi olmayabilir (Fine, 2001: 134). Görüldüğü üzere, Washington Uzlaşması, sadece piyasa güçlerine sonsuz güveni gerektiren politika reçeteleri değil, aynı zamanda devlet-piyasa karşıtlığına da odaklanmış analitik bir ajanda olarak değerlendirilmektedir. Ama bu analitikliğin zıttı olarak bir paradoks ortaya çıkmaktadır. Devlet aygıtı neoliberal politikalar ekseninde yeniden canlanmıştır (Fine, 2001: 136). 26- Washington Uzlaşması ile ilgili farklı yorumlar ve farklı tanımlamalar söz konusudur. Ancak çalışma, bu politikaların neoliberal küreselleşmenin bir manifestosu olarak ulusötesi bir biçim almasıyla ilgilendiği için bahsi geçen yorumlar konu dışı bırakılmıştır. Bu yorumlarla ilgili ayrıntılı bilgi için Williamson (2000)’a başvurulabilir. 53 3.2.3. Post-Washington Uzlaşması: Minimal Devletten Piyasa Dostu-Etkin Devlete Neoliberalizmde Bir Paradigma Yenilenmesi-Neoliberalizm 2.0 Washington Uzlaşması 1990’ların başlarından itibaren çeşitli itirazlarla karşılaşmıştır. Uzlaşmanın temel hipotezi, “ne olursa olsun serbestleştirme politikalarının giderek yayılması iktisadi ilerlemeyi sağlayacaktır” görüşüdür. Ancak neoliberalizme karşı artan eleştiriler, uygulamada bunun gerçekleşmediğini özellikle Doğu Asya örneği üzerinden ifade etmektedirler (Öniş ve Şenses, 2013: 350). Doğu Asya üzerinden süregelen bu tartışmalar ile birlikte, Dünya Bankası’nın neoliberal ortodoksiden keskin olmayan ama önemli kayışı bankanın baş iktisatçılarından Joseph Stiglitz’in 1998 yılında WIDER’de yaptığı konuşma ile belirginleşmiştir (Saad-Filho,2010: 6; Marangos,2008: 229). Aynı zamanda yeni kurumsal iktisadın da öncülerinden olan Stiglitz, bu konuşmasında, neoliberalizmin minimal devlet anlayışının sorunları çözemediğini ve devletin yeniden sahnede olması gerektiğini vurgularken, devletin bu yeniden çıkışını da pür devletçilik olarak değil piyasa dostu etkin devlet olarak algılamanın gerekliliğini ifade etmiştir. Bu yeni politikaları da Post Washington Uzlaşması olarak niteleyen Stiglitz, böylelikle ana hatlarıyla neoliberal iktisat politikaları üzerinde bir yenileme girişimini önermiştir. Rodrik (2006) de bu politika anlayışını pot olarak nitelemek yerine kapsamı çoğaltılmış-genişletilmiş Washington Uzlaşması ifadesini tercih etmektedir. Çizelge 3.2. Genişletilmiş Washington Uzlaşması Orijinal Washington Uzlaşması Mali disiplin Kamu harcamalarının yüksek gelir getirecek alanlara yönlendirilmesi Vergi reformu Finansal serbestleştirme Faiz oranlarının serbestleştirilmesi, rekabetçi bir döviz kuru Ticaretin serbestleştirilmesi Doğrudan yabancı sermaye girişlerinin serbestleştirilmesi Özelleştirme Deregülasyon Mülkiyet haklarının korunması Genişletilmiş Washington Uzlaşması ile birlikte eklenen 10 yeni madde Kurumsal yönetişim Yolsuzlukla mücadele Esnek işgücü piyasaları DTÖ anlaşmaları Finansal kurallar ve standartlar İhtiyatlı sermaye hesapları açılması Aracı olmayan döviz kuru rejimleri Bağımsız merkez bankaları/enflasyon hedeflemesi Sosyal güvenlik ağları Yoksulluğun azaltılmasının hedeflenmesi Kaynak: Rodrik, 2006: 978 Rodrik’e (2011: 149) göre, Washington Uzlaşması üzerinde yapılan düzeltmeler çizelge 3.2’de yer alan ek birtakım reformları da içine alacak şekilde genişletilme olarak gerçekleşmiştir. Sorun Washington Uzlaşma- 54 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ sı’nda değildi, yapılması gereken daha derin reformlarla uzlaşmayı başarılı kılmaktı. “ikinci nesil reformlar” adı verilen bu uygulamalar ticari serbestliğin tek başına iktisadi büyümeyi sağlayamayacağı ve çeşitli makroiktisadi politikaların belirlenerek (örneğin enflasyon hedeflemesi) büyümenin sağlanması şeklinde yorumlanmıştır. Özelleştirme, liberalleşme, deregülasyon bu yeni uzlaşmada varlığını korumaktadır. Bu bağlamda Post Washington Uzlaşması’nın kökeninde yine neoliberalizm vardır. Uzlaşma sadece neoliberal politikaları düzenleyerek neoliberalizmin yeni bir sürümünü yaratmayı ve bu sürüm içine de devleti etkin olarak yerleştirmeyi hedeflemiştir (Scholte, 2005a). Doğu Asya ülkelerinin hem iktisadi büyümede hem de diğer toplumsal göstergelerde sağladıkları başarılar topyekün kalkınma hamlelerinin de başarılı olduğunu kanıtlamıştır. Bu dönemde neoliberaller, bu başarının piyasaya olan sınırsız güven sayesinde gerçekleştiğini ve bu ülkelerin diğer gelişmekte olan ülkelerden daha dışa açık ve daha az korumacı olmalarından yani neoliberal uygulamaları izlediklerinden ötürü başarılı olduklarını iddia etmektedir. Onlara göre, devletçi ekonomi politikaları uygulayan ülkelerde büyüme oranları düşmüş, gelir eşitsizlikleri de giderek artmış, istihdam yaratacak kadar yatırımlar yapılmamıştır. Ancak, Doğu Asya ülkeleri üzerine yapılan çalışmalar bu iddiaları yanlışlamıştır (Öniş ve Şenses, 2013: 351): “Çünkü özellikle Güney Kore’nin ve Tayvan’ın yüksek iktisadi başarısının temelinde hızlı sanayileşme ve ihracat performansındaki yüksek artışlar olduğu görülmüştür: Hızlı büyüme ve sanayi üretiminin ve ihracatın çeşitlendirilmesi, öyle basit biçimde sadece serbest piyasa mantığına bağlılıkla açıklanamazdı: Uzun dönemli rekabet gücüne ve dinamik karşılaştırmalı üstünlüklere yönelik müdahaleci stratejiler ve etkin bir sanayi politikası, bu ülkelerin başarısına katkıda bulunan ana etkenlerdi.” “Doğu Asya Mucizesi” gibi görgül delillerin de etkisiyle 1990’lardan itibaren Bretton Woods kurumları, neoliberalizmin uygulamalarındaki katılığı esneterek Post-Washington Uzlaşması olarak nitelenen yeni bir aşamaya yönelmiştir. Özellikle Dünya Bankası’nın kalkınma sürecinde devletin rolü üzerine yayınlamış olduğu raporlar,27 ekonomiden devletin çekilmesi konusunda bir geri adım atıldığının kanıtı niteliğindedir. Bu noktada, devletin neoliberal düzendeki yeni rolü etkin, piyasa dostu devlet, mekanizması da yönetişimdir. Dünya Bankası raporları “iyi yönetişim” 28 ve “piyasa dostu devlet” 29 şeklindeki tanımlamalarla kapitalist devletin neoliberal formuna yeni eklemeler yapmıştır. Burayı açmadan önce yönetişim kavramına açıklık getirmek gerekecektir. Yönetişim, Jessop’a (1998: 29) göre, sosyal bilimler kavram dağarcığına 20. yüzyılın sonlarında giren “moda” bir sözcük olarak kuram öncesi ve eklektik arka plana sahiptir. Bu yönüyle de küreselleşme kavramında olduğu 27- En önemlilerinin başında 1997 yılında yayınlanan “Değişen Dünyada Devlet” başlıklı rapor gelmektedir. 28- Good governance 29- Market-friendly state 55 gibi yönetişim kavramında da tek bir tanımlamadan söz etmek doğru değildir. Yeni bir tartışma olarak yönetişim kavramı giderek ulusaldan küresel biçimlere doğru evrilen bir süreç olmuştur. Eklektik ve kuram öncesi bir arka plana sahip olan yönetişim kavramı, yönlendirme, rehberlik ve yönetme tarzını betimleyen bir kavramdır. Bu bağlamda Jessop’a (1998: 30) göre, “yönetişim, yönetme tarzı ve biçimleri, yönetim yönetmekle yükümlü kurum ve kuruluşlar, yönetme ise yönetme eyleminin kendisidir.” Güzelsarı’ya (1998: 19) göre, yönetişim, kamu-özel, devlet-devlet dışı, ulusal-uluslararası kurum ve pratikler tarafından gerçekleştirilen bir işlev olarak tanımlanmaktadır. Genel anlamda yönetişim kuramcıları özellikle yönetme işlevinin ulus-devletle sınırlı olmadığını ve bu işlevin yerelden ulusala ulusaldan uluslararası düzelme uzanan bir geniş çerçeve içerisinde gerçekleştiğini ifade etmektedirler. Buna göre, “ortak bir amacı gerçekleştirmek için tek özneli, merkezi, hiyerarşik bir işbölümüne dayalı olarak üretim yapan, bunun gerçekleşmesine kaynakları kendiliğinden kullanan yönetimden, “ağ” ilişkileri içinde konumlanmış, çok aktörlü, adem-i merkezi, kendisi yapmaktan çok toplumdaki bütün aktörleri yetkilendiren, yönlendiren ve kaynakların yönlendirilmesini kolaylaştıran yönetişim anlayışına geçildiği” ileri sürülmektedir (Tekeli, 1990’dan aktaran Güzelsarı, 2003: 19). Bu bağlamda yönetim olgusunu devletle eşdeğer tutan klasik yönetim kavramından farklı olarak yönetişim, devletin dışında tanımlanan piyasa ve toplum alanında faaliyetler gösteren örgütleri de kapsayan bir kavramdır. Yönetişim ile sivil toplum örgütleri de yönetim sürecine dahil olmaktadır. Dolayısıyla yönetişim hiyerarşik bir yapının ötesinde çok kutupluluğun temsili olan, karşılıklı bağımlılık ve işbirliğini öngören heterarşik bir kavramdır. Dünya Bankası’nda Post Washington Uzlaşması ile birlikte “minimal devlet” anlayışı yerini “etkin devlet” anlayışına bırakmıştır. Buna göre devlet, piyasaların ve toplumsal yapının yönetilmesi ve düzenlenmesi konusunda önemli bir rol oynamalıdır. Bu gereği de bank “iyi yönetişim” kavramıyla açıklar. Dünya Bankası’na göre yönetişim, iktisadi ve sosyal kalkınmada devletin, çeşitli kurumsal yapıları ile düzenleyici ve yönetici olarak yer almasıdır, iktisadi ve sosyal kaynakları yönetmesidir (World Bank, 1992: 3). Dünya Bankası, yönetişim terimini ilk defa, Afrika’nın yapısal uyum programına bağlanmasına yönelik oluşturulması gereken siyasal ve hukuki kurumları tanımlarken kullanmıştır. Banka’nın, yönetişim kavramım geliştirmesi ve “iyi yönetişim” biçiminde formüle etmesinin temelinde, yapısal uyum programının başarıyla gerçekleşmesi için gerekli kurumsal yapılar üzerinde odaklanmaya başlamasının etkisi vardır. Kurumlaşmaya yönelik çerçevenin belirlenmesi ve bu çerçevenin gerçekleştirilmesinin gelişmekte olan ülkelere borç vermenin gerekli şartı olarak sunulması, Banka’nın bu ülkelerdeki etki alanının gittikçe arttığı bir döneme denk düşmektedir (Zabcı, 2002: 159-160). 56 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Post Washington Uzlaşması ile iktisadi, hukuki ve sosyal kurumsal yapıların iktisadi başarı için önemli birer unsur olduklarına yönelik düşünceler benimsenmiştir. Yönetişim, bu kurumların da içinde dahil olduğu kapsamlı bir süreçtir. Dolayısıyla yönetişim bu kurumlar ile iktisadi büyüme arasındaki ilişkiyi yansıtır. Bu çerçevede iyi yönetişim kalkınmanın temel bir amacı olup, politika düzenlemelerinin daha başarılı kılan ve ekonomik çıktıları geliştiren bir yöntem olup devlet-toplum arasındaki ilişkinin en iyi şekilde sürdürülmesi ve neoliberal bir küresel kapitalizm çerçevesinde, daha iyi yaşam daha sağlıklı bir ekonomik yapı hedefine sahip bir terimdir (Acemoglu, 2008; Rodrik, 2008; Woods, 2000). Kiely’nin (1998: 686) “revize edilmiş neoliberalizm” olarak nitelediği ve özellikle Doğu Asya Mucizesi sonrası başlayan sürecin devlet bazında iki temel düsturundan biri olan piyasa dostu devlet, devlet müdahalesinin merkezinde piyasa olan neoliberal kapitalist ekonominin iyi çalışması için bir düzenleyiciliği ifade etmektedir. Özellikle Doğu Asya ülkelerinin başarılarını anlatan ve alışılagelmişin dışında olan çalışmalar ve yayınlar, kurumların önemini ve piyasanın etkin işlemesini sağlayacak bir unsur olarak devletin performansını geliştirmeye önem vermiştir. Bu bağlamda Post-Washington sürecinin en önemli unsurlarından biri devlete kalkınma sürecinde önemli görevler düştüğünün anlaşılması olabilir. Neoliberalizme göre, ekonomik yaşamda piyasa etkisini maksimize etmenin yolu devlet etkisini minimize etmektir. Ancak Post-Washington Uzlaşması’nda da her ne kadar piyasaların serbetleştirilmesi ve piyasa temelli küresel bir ekonomi öngörülse de, burada, devlet, piyasanın ikamesi değil tamamlayıcısı olarak görülmüştür. Çünkü geçmiş deneyimler-özellikle Doğu Asya-, devletin piyasanın etkin işlemesi için önemli bir unsur olduğunu göstermiştir. Bu bağlamda Doğu Asya örneğinin de gösterdiği üzere, Post-Washington Uzlaşması, kalkınmada devletin önemli roller üstlenmesi gerekliliğinin farkına varmıştır. Aslında bu durum, neoliberal paradigma ile bir paradoksa neden olmaktadır. Çünkü neoliberalizm ekonomide piyasanın etki alanını genişletmenin yolunun devletin etki alanını daraltmaktan geçtiğini öngörmektedir. Ancak Post-Washington süreci bu noktada biraz farklılık arz etmektedir. Yukarıda da bahsedildiği üzere, ekonominin serbestleştirilmesi önceliği altında devletle piyasanın birbirine rakip değil birbirinin tamamlayıcısı olduğu düşüncesi hakimdir. Post-Washington Uzlaşması’nda, dışa açık ve serbest piyasa ekonomisinin hakim olduğu bir yapıda devletin etkin bir rol oynaması gerektiğinin vurgusu yapılmış olup, en çok da finansal sistemin düzenlenmesi konusunda devlete görevler biçilmiştir. Dolayısıyla da devlet, piyasanın etkin işlemesini sağlamak ve performansını yükseltmek bakımından oldukça önemlidir (Öniş ve Şenses, 2013: 364). Piyasanın etkinliği bakımından devletin taşıdığı bu önem Öniş ve Şenses’e (2013: 365) göre, aşağıdaki öğeleri kapsamaktadır: 1. Devlet içi teşvik düzenlemeleri ve ödüllendirme sistemleri, devlet bürokrasisinin kalitesini yükseltmek bakımından önemlidir. 57 2. Rekabet idari etkinlik açısından önemlidir. Devlet birbiriyle rekabet eden kamu kuruluşları oluşturabilir ve özel şirketleri kamu kuruluşlarıyla rekabet etmeye teşvik edebilir. Bununla birlikte devlet şirketleri rekabetçi bir ortamda özel şirketler kadar etkin bir performans göstermektedirler. Bu bağlamda Post-Washington sürecini, önceki neoliberal süreçten ayıran başlıca unsur etkin kurumların kalkınmanın temel bir bileşeni olarak kabul edilmiş olmasıdır. Öniş ve Şenses’e (2013: 367) göre, Post-Washington’un düşünsel temelini oluşturan sentez, önceki uzlaşmada basite indirgenmiş neoliberal kalkınma anlayışından öteye geçişi simgelemektedir: “Bir yandan, önemli piyasa aksaklıklarının üstesinden gelmede devletin etkin bir rol oynaması gerektiği kabul edilmekte; öte yandan, piyasa aksaklıklarını gidermeye çalışırken devletin göstereceği performansı yükseltmenin yollarına ilişkin temel konular dikkate alınmaktadır.” Benzer şekilde Fine’a göre de, Post-Washington Uzlaşması’nın birkaç özelliği dikkat çekmektedir. Birincisi, Post-Washington Uzlaşması, şekil olarak Washington Uzlaşması’nın keskin bir eleştirisini yapmakta ve devlet müdahalesinin gerekliliğini vurgulayarak ilkine bir alternatif olarak ortaya çıkmaktadır. İkincisi, Post-Washington Uzlaşması devlet piyasa karşıtlığı üzerinden oluşan analitik gündemi reddetmekte ve bu ikisinin birbirini tamamladığını, karşıt olmadıklarını ve birlikte çalışabileceklerini ifade etmektedir. Üçüncü olarak, Post-Washington Uzlaşması, kalkınma iktisadına ve politika tartışmalarına devletin rolü ile ilgili piyasa başarısızlıkları üzerinden yeni alternatif bir gündem sunmaktadır. Dördüncü ve son olarak ise, dünyayı daha yaşanabilir kılmak adına “sosyal” olanı tekrar analize dahil etmektedir (Fine, 2001: 139). Neoliberal politikaların ikincil bir sürümünü ifade eden Post-Washington Uzlaşması, ilkinden farklı olarak, devleti verimli ve etkin bir şekilde, piyasa dostu olarak yönetişim unsuruyla sürece dahil etmekle beraber, özelleştirmeler başta olmak üzere, temel uygulamaları geri plana atmayıp neoliberal özelliğini korur. Bu bağlamda minimal devlet anlayışı birinci nesil neoliberalizmin bir unsuru iken, etkin, piyasa dostu ve yönetişimci devlet ikincil neoliberalizmin unsurudur. Dolayısıyla ikincil sürüm neoliberalizm kurumsal yapıların önemini ve etkinliğini vurgulamaktadır. Bu yönüyle dönemin popüler iktisat akımı olan Yeni Kurumcu İktisat’ın bir ürünü olarak da nitelemek mümkündür.30 3.3. Neoliberal Küreselleşme Sürecinde Devlet Formu Tartışmaları Küreselleşme sürecinin ulus-devlet aygıtını etkilediği ortak bir kanı iken, ulus-devletin bu süreçten nasıl etkilendiği ise sıkça tartışma konusu olan bir sorudur. Held ve McGrew’in sınıflandırmasından hareketle, kendilerine küreselleşmeci denen yazarlar (Örneğin Ohmae, 1995; Castells; Gilpin; Robinson, 2004; Scholte, 2005 vb), küreselleşmeyle birlikte sınırların kalktığı ve ulus-devletin işlevinin sona erdiğini iddia etmektedirler. Öte yandan şüpheci olarak nitelenen yazarlar ise (Wood, Kiely, Barrow, Hirst 30- Post Washington Uzlaşması ndaki Yeni Kurumcu vurgu ve nitelikler için bkz. Yavuz (2007). 58 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ ve Thompson), günümüz dünyasının halen ulus-devlet dünyası olduğunu ve ulus-devletlerinin işlevlerinin azalmadığını, aksine tartışılması gereken küreselleşme kavramının olduğunu ifade etmekte ve onu abartılı bir kavram olarak görmektedirler.31 Dolayısıyla da buradaki ayrım, küreselleşmeyi benimseyip benimsememek değil, küreselleşmenin bir gerçeklik olduğunu kabul edip etmemeye dayalıdır (Çizelge 3.3). Özellikle küreselleşmeciler içerisinde bu ayrıma dikkat edilmelidir. Küreselleşmeciler, küreselleşmeyi önemli bir tarihsel gerçeklik olarak nitelemektedirler. Bu kavramsallaştırmaya dahil edilen yazarlardan Ohmae, neoliberal bir bakış açısından analizini yapmaktayken, Robinson Marksist bir perspektiften küreselleşmeyi ele aldığını ifade etmektedir. Dolayısıyla küreselleşmeci olarak nitelenen yazarları doğrudan neoliberal olarak nitelemek doğru olmayacaktır. Çizelge 3.3. Küreselleşme Tartışmaları: Şüpheciler-Küreselleşmeciler Şüpheciler Küreselleşme değil, Konseptler uluslararasılaşma, bölgeleşme Küreselleşmeciler Bölgeler ve kıtalar arasında yüksek derecede kapsamlı, yoğun ve hızlı akışlar, hareketler ve ağ yoluyla biçimlendirilmiş bir dünya Devlet egemenliği, otonomisi ve meşruluğunun erozyonu, ulus-devletten sapma ve çok taraflılığın yükseklişi Güç Ulus-devlet kuralları Yönetimler arasılık Ekonomi Küresel enformasyon Bölgesel blokların gelişmesi kapitalizmi-ulusötesi Canlanma ekonomi-işgücünün yeni Yeni Emperyalizm küresel bölüşümü Sistem Uluslararası devletler sistemi Çok yönlü küresel yönetişim-küresel sivil toplum-küresel hükümetkozmopolit yönelimler Held ve McGrew, 2008: 52 Çalışmanın bu kısmında bütün bu tartışmaların ötesinde küreselleşmenin 1980’lerden itibaren tarihsel bir gerçeklik olduğu düşüncesiyle, ulus-devlet aygıtının dönüşümü incelenecektir. Sürecin neoliberal küreselleşme, devletin de neoliberal devlet olduğu göz önünde bir durumdur. Buradaki irdeleme bu neoliberal devletin nasıl bir forma sahip olduğuna yöneliktir. Dolayısıyla da küreselleşmeyle birlikte ortaya çıkan devletin uluslararası mı yoksa ulusötesi bir devlet olduğuna yönelik araştırmalara yer verilecektir. Yani sorumuz, “neoliberal devlet uluslararası mı, ulusötesi midir?” şeklindedir. 31- Bu yazarlardan Wood ile Hirst ve Thompson’un görüşlerine birinci bölümde yer verilmişti. 59 3.3.1. Neoliberal Küreselleşme, Kapitalizm ve Devlet: Devletin Uluslararasılaşması Devletin uluslararasılaşması, literatürde, özellikle küreselleşme tartışmalarından sonra oldukça fazla kullanılan bir kavram olarak yerini almıştır. Kavramın yoğun olarak kullanılmasının yanında, ne anlama geldiğine dair bir netlik söz konusu değildir. Hirsch ve Kannankulam (2011: 24), devletin uluslararasılaşmasının hem tek tek ülkelerin uluslararası iktisadi ve politik düzenine bağımlılığının giderek artması hem de uluslar üstü aşamada devlet benzeri yapıların gelişmesi anlamına geldiğini ifade etmektedir. Onlara göre “devletin uluslararasılaşması” kavramı, kapitalizmin “neoliberal yeniden inşasının ifadesi olan küreselleşme” ile beraber daha belirgin olarak kullanılmaya başlanmıştır. Hirsch ve Kannankulam’ın (2011), bu kavramsallaştırmasının yanında Cox (1987: 253), devletin uluslararasılaşmasını, ulusal politikaların ve uygulamaların uluslararası üretimin gereklerine uyum sağlayan küresel bir aşama olarak tanımlamaktadır. Bu çerçevede, ulus-devletler, uluslararası üretim ile aynı anlama gelen, daha geniş ve daha karmaşık bir politik yapının unsurları haline gelirler. Cox’a (1987: 254) göre devletin uluslararasılaşması, üç nokta üzerinden açıklanabilir: Birincisi, dünya ekonomisinin ihtiyaçları veya gereklilikleri doğrultusunda devletler arası uzlaşma formasyonlarının, açık bir dünya ekonomisi fikri dahilinde, iktisadi olayları yorumlama konusundaki ortak kriterler ve ortak hedefler içeren bir ideolojik çerçeve ile şekillenmesidir. Bu bağlamda uluslararasılaşmayı açıklayan ikinci nokta, bu uzlaşma yapılarına, formasyonlarına üyeliğin hiyerarşik bir düzen ile gerçekleşmesidir. Üçüncü nokta ise, devletlerin içyapısının küresel uzlaşmaya uyumlanması çerçevesinde ulusal politika ve pratiklerin dönüşmesidir. Bu çerçevede Cox, devletin uluslararasılaşmasının aşamalarını düşünürken “uluslararası ekonomi” ile “dünya ekonomisi” arasında kullanışlı bir ayırım yapılması gerektiğini vurgulamaktadır. Uluslararası ekonomide devletin rolü, dış ekonomik çevre ile yurtiçi ekonomi arasında bir tampon işlevi görmektir. Buna göre devletin başlıca görevi, ulusal ekonomiyi korumak ve onu öncelikli hale almaktır. Cox, bu tarz bir modeli, büyük buhran sonrası “iktisadi ulusalcılık” politikalarının yaygın olduğu döneme atfetmektedir. “Dünya ekonomisi” modeli ise, neoliberal küreselleşme sürecine özgü bir kavramdır. Dünya ekonomisi modeli sürecinde temel ve öncelikli hedef artık ulusal ekonomilerin kalkınması değil, sermayenin uluslararasılaşması sürecindeki tüm engelleri kaldıracak mekanizmaları işleterek ulus-devletlerin küresel ekonominin isteklerini kendi ekonomilerine özümseten ve bu gerekler doğrultusunda politikalar uygulayan ve bu bağlamda bir dönüşüm geçiren devlet aygıtının yeni formunun uluslararasılaştığı bir süreçtir. Cox (1987: 217), II. Dünya Savaşı sonrası, ABD hegemonyası etrafında şekillenen ve Pax-Americana adını verdiği bu süreçte, dünya ekonomisine eklemlenme bağlamında iki farklı devlet formunun ortaya çıktığını ifade etmektedir: Neoliberal Devlet ve Neomerkantilist Kalkınmacı Devlet. 60 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Neoliberal Devlet, üretkenlik anlamında oldukça gelişmiş ulusal ekonomileri yöneten devlet biçimini ifade etmektedir ve genel anlamda Cox, burada OECD’yi oluşturan ülkeleri kastetmektedir. Neomerkantilist Kalkınmacı Devlet ise, geç kalkınmış-çevre ülkeleri karakterize etmektedir. Dolayısıyla Neoliberal Devlet gelişmiş kapitalist ülkeleri yöneten devlet formu iken Neomerkantilist Devlet, geç kapitalistleşen ülkeleri yöneten devletlerin bir ifadesidir. Cox’a (1987: 218) göre, Neoliberal Devlet, ulusal-kalkınmacı devlet formunun dönüşüme uğramış biçimidir. Devletin fonksiyonları dünya ekonomisine uyum çerçevesinde değişmiş ve rakip emperyalizmlerden32 hegemonik dünya düzenine bir geçiş gerçekleşmiştir. Dolayısıyla kapitalist devletler de bu hegemonik düzene göre iç politikalarını düzenlemiş ve dünya ekonomisine adaptasyon sürecine girişmişlerdir. Öte yandan Neomerkantilist Kalkınmacı Devlet, Cox’un (1987:218) ifadeleriyle “savaş öncesi İtalya faşizminin prototipinin devamı gibidir ve bu devlet tipi, gelişmiş bir burjuvazinin yokluğunda, devlet öncülüğünde kapitalist gelişmeyi bir pasif devrim olarak başlatmıştır.” 33 Bu çerçevede Cox’un tahayyül ettiği uluslararasılaşmış devlet, uluslararası ekonomik modelden küresel bir dünya ekonomisine geçişle beraber dönüşüme uğramış ve bu dönüşüm ile yeni dünya düzeninin getirdiği sınırlılıklar ve gereklilikler bağlamında ulusal ekonomilerini dünya ekonomisi ile bütünleştirecek düzeyde politikalar izleyen ve ulusötesi kurumlar ile koordineli şekilde çalışan bir aygıttır. Devletin uluslararası bir konum kazandığı konusunda önemli vurgular yapan isimlerden biri de Hirsch’ dir. Hirsch’e göre, üretimin uluslararasılaşmasını ve şirket ağlarının uluslar ötesi hal almasını hızlandıran neoliberal düzendir. Elbette bu durumun devletler sistemi üzerinde birtakım yapısal sonuçları olmuştur. Neoliberalizm ile birlikte gelen devlet müdahalesinin asgaride tutulması yani minimal devlet anlayışı ile birlikte, devletlerin iktisadi, siyasi ve sosyal alanlara müdahalesinin sınırlandığı bir sürece girilmiştir. Dışa açılma ve kuralsızlaştırma ile birlikte çok uluslu şirketler, genişletilmiş bir ağa sahip olmuş ve güçlü bir unsur olarak ortaya çıkmıştır (2011: 147): “Sermaye ve finans piyasalarının kuralsızlaştırılması, üretimin uluslararasılaşması ile bağlantılı olarak üretim alanları rekabetini hızlandırmıştır. Hareketli hale gelen sermayeye uygun değerlenme koşullarının sağlanması bu nedenle yalnızca devletler için değil, bölgeler ve yerel yönetimler için de politik öncelik haline gelmiştir.” Neoliberal düzenin hakim olmasıyla birlikte, devlet müdahalesindeki bu değişimler, devletlerin egemenliğini kaybettiği tarzında görüşlerin dile gel32- Rakip emperyalizmler, Cox’un Fransız Devrimi’nden II. Dünya Savaşı’na kadar olan süreçte dünya düzenlerini tanımlamak için kullandığı kavramlardan bir tanesidir. Ona göre, 1789-1873 yılları arası Britanya temelli Liberal Uluslararası Ekonomi olarak nitelenirken, bu süreçten sonra Britanya dışında Almanya, ABD, Japonya gibi devletlerin dünya ekonomisinde ağırlık kazanması Rakip Emperyalizmler Çağını başlatır. Cox, bu dönemin 1945’e kadar sürdüğünü ifade ederken 1945 sonrası süreci ise Neoliberal Dünya Düzeni olarak tanımlamaktadır (Cox, 1987). 33-Cox’un Neoliberal Devlet ve Neomerkantilist Devlet Formları ile ilgili ayrıntılı değerlendirmeleri için bkz. Cox (1987: 219244). 61 mesine neden olmuştur. Ancak, neoliberal dönüşümü başlatan ve sürdüren devlet aygıtının kendisidir (Hirsch, 2011: 147). Zaten neoliberalizm, devlete tamamen karşı olmamakla beraber, onun, kapitalizmin altın çağında pekişmiş Keynesyen biçimine karşıdır: “Neoliberal yaklaşım, Keynesyen politikalara karşı olarak geliştiği ölçüde, devlet müdahalesine, daha doğru bir ifadeyle devlet müdahalesinin Keynesyen biçimine karşı çıkmıştır (Akçay ve Türkay, 2006: 55).” Hirsch (2011: 149-150), bu bağlamda, küreselleşme olarak nitelenen süreçle beraber, hiper küreselleşmeci Ohmae gibi yazarların dile getirdiği gibi ulus-devletin çözüldüğü iddiasına karşı çıkmakla beraber, “kapitalist biçimin politik ifadesi” olarak nitelediği devletlerin ve devletler sisteminin mevcut düzende de varlığını sürdürdüğünü savunmaktadır. Dolayısıyla da, devletin etkinliğini yitirdiği gibi iddiaları temelsiz bulmaktadır. Ona göre değişen sadece kapitalist devlet formudur. Sermaye birikim süreçlerine göre devletin yapısı değişebilir. Çünkü devlet, sermaye ve sınıfsal ilişkilerden bağımsız düşünülmemesi gereken toplumsal bir aygıttır. Hirsch, kapitalist devletin pek çok şeklinin olabileceğini savunmakla beraber, fordist dönemin ulus-devletini de bu şekillerden biri olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla da neoliberal devlete geçişi, aynı fordist süreçteki devlet yapısına geçiş gibi algılamak gerekir (2011: 150): “Kapitalist devletin pek çok şekli olabilir. Fordist dönemin kapsayıcı ulus-devleti, politikliğin kurumsallaşması olarak özel sosyal güç dengeleri altında oluşan biçimlerden yalnızca bir tanesidir. Burjuva politik biçimi, yani devlet ile toplumun “politika” ile “ekonomi”nin birbirinden ayrılması… farklı kurumsal biçimde ifadesini bulabilir. Bu nedenle güncel dönüşüm süreçlerinin, devletin sonunu değil, tarihin akışı içerisinde aynı geçen yüzyılın birinci yarısında fordist müdahale devletine geçişte defalarca görüldüğü gibi, devletin yeniden biçimlenişini içerdiği noktasından hareket edilmelidir.” Bu bağlamda devlet aygıtını, kapitalist üretim ilişkilerinin belli formlarında yer alan, ancak kapitalizmin son aşaması olan küreselleşme ile birlikte yok olan bir aygıt olarak görmek doğru değildir. Çünkü “kapitalist küreselleşme ile devlet arasında bir diyalektik mevcuttur 34 (Hirsch, 2011: 151).” Bu diyalektik çerçevesinde, devlet aygıtının yok olması değil, bir dönüşüm geçirmesi söz konusudur ve Hirsch (2011: 151), bu dönüşümü “devletin uluslararasılaşması” olarak ele alır. Uluslararasılaşan devlet de, fordist dönemin Keynesyen refah devletinden farklı olarak bir “rekabet” devleti olup, Hirsch bunu farklı boyutlar üzerinden incelemiştir. Küreselleşme ile birlikte devlet aygıtları tek tek uluslararası sermaye ve finans piyasalarına güçlü bir bağ ile bağlanmış ve neoliberal dönüşüm ile artan finansallaşma sonucunda, özellikle merkez bankaları ve ekonomi ile ilgili bakanlıklar ağırlık kazanmıştır. Dolayısıyla, bu durum, geniş halk yığınlarının çıkarları ile ilgili olan aygıtların tasfiyesini içermiştir. Uluslararası olgular, ulusal olgulardan öncelikli hale gelmiştir. Bu önceliği destekleyen bir diğer unsur da serma34- Buradaki “diyalektik” ilişki, küreselleşmenin devleti geri plana ittiğine yönelik düşünceler çoğunluktayken, aslında küreselleşme sürecini başlatanın ve gerekliliklerini yere getirenin devlet aygıtı olduğunu ifade etmektedir. 62 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ yenin ve finansal hareketlerin serbestleşmesi ve uluslararasılaşması, devletlerin sermaye ve finansal varlık çekme yarışına girmelerini beraberinde getirmiştir. Küreselleşme sürecinde devletin Fordist-Keynesyen şeklinden Post-Fordist rekabet devleti şekline doğru kayışın en temel göstergesi olarak sermaye çekme konusundaki rekabet ele alınabilir. Sermayeyi çekmenin en önemli yolu da onun üretim yaparken katlanacağı maliyetleri düşürmek olduğundan ötürü, devletler gelir standartlarını düşürmeye ve sosyal hakları minimize etmeye yönelmektedir. Dolayısıyla, neoliberalizm ve devletin rekabetçi formu birbiriyle örtüşen ve birbirini tamamlayan iki olgudur (Hirsch, 2011: 151-152). Hirsch (2011: 152), küreselleşme dalgası ile devlete biçilen görevlerin özel şirketlere devredilmesi ve bununla birlikte çok uluslu şirketlerin devlete karşı daha güçlü bir konuma yükselmesini kabul etmektedir. Bu da uluslararasılaşma sürecinde politikanın yeniden biçimlenmesi ve özel faktörlerin önem kazanması ile alakalı bir süreçtir. Bununla beraber neoliberal dönüşümün bir diğer özelliği de uluslararası kuruluşların artan önemi olup bahsi geçen kuruluşların devletin görevlerini üstlenmeleri söz konusudur. Özel aktörler ve uluslararası kuruluşların bu işlevi karar alma mekanizmasının büyük kısmının onlara aktarıldığına bir işarettir. Burada Hirsch’in kabul ettiği diğer bir konu da devletlerin ulusal niteliklerini yitirmeleri diye bahsedilebilecek bir sürecin varlığıdır. Bununla beraber küresel politik düzenleme yapıları Hirsch (2011: 153)’in deyimiyle “resmileştirilmiş uluslararası örgütler” ve “enformel sistemler” biçiminde uluslararasılaşmaktadır. Bunun nedeni, küresel birikim sürecinin tekil devletlerin kapasitesini aşan düzenlemelere ihtiyacı olmasıdır. Dolayısıyla AB, NAFTA gibi iktisadi bloklar kapitalist güçlü devletin oluşturduğu bloklar olup bu sürecin bir parçasıdır (Hirsch, 2011: 153): “… güçlü devletlerin ortak çıkarlarını örgütleyen ve temsil eden, fakat aynı zamanda içinde yalnızca çok uluslu şirketlerin değil, farklı hükümet dışı kuruluşların da önemli bir rol oynadığı daha gevşek kurumsallaşmış bağlantı ve ağlara katkıda bulunan IMF, Dünya Bankası, OECD, DTÖ gibi uluslararası örgütler güç kazanmışlardır. Bu durumun tekil devletlerden bağımsız uluslararası politik düzlem oluşturmadığı göz önünde bulundurulmalıdır. Uluslararası örgüt ve sistemler güçlü devletlerin işbirliği niyet ve çıkarlarına dayanır ve etkileri de bu ülkeler tarafından belirlenir ve sınırlanır.” Hirsch buna ek olarak, şirket yöneticileri, devlet aygıtlarının ve uluslararası örgütlerin elemanları, bilim insanları ve hükümet dışı kuruluşların temsilcilerinden oluşan bir kapitalist ve yönetici sınıf, devletin uluslararasılaşmasının özel bir görüntüsünü meydana getirdiğini ifade etmektedir. Ancak onun bahsini geçirdiği sınıf devletlerden bağımsız uluslarüstü bir kapitalist sınıf değildir (Hirsch, 2011: 154-155): “Her bir ülkenin kapitalist sınıfı kendi özelliklerini korur, fakat hem tarihsel açıdan bir ülkede kök salmış sermaye, hem de kendisini onun yanı sıra orada kurumsallaştırmış yabancı sermaye birbirinin devletine ve kapitalist düzeni yaygınlaştırıp yönetmek üzere özel bir şekilde Amerikan 63 devletine bağımlıdır. Sermaye asla devletsiz kalmaz, kendisini değişik bir şekilde uluslararasılaşmış devletin yapılarıyla bağlantılandırır. Çok uluslu şirketler aynı önceden olduğu gibi devletlerin şiddet ve örgütleme potansiyeline muhtaçtır. Şirket merkezlerinin neredeyse hepsinin, kapitalist merkezin ekonomik ve askeri açıdan hakim devletlerde bulunması bu nedenle tesadüf sayılmaz.” Bu bağlamda devletin varlığı, küresel sermayeyi çekme konusunda rekabet edici koşulları yaratmaya yönelik bir süreci yaratmaktadır. Dolayısıyla da post-kapitalizmin temel yapısı neoliberal perspektifle şekillenmiş, böylelikle devlet aygıtı da uluslararasılaşarak neoliberal uluslararası rekabet devletine dönüşmüştür (Hirsch, 2011: 157): “Sermayenin küreselleşmesi ve uluslararasılaşması, fordizme göre oldukça değişik biçimlerde olsa bile devletin yönetim ve yasama faaliyetinin giderek artan önemiyle birleşmektedir. Odak noktasında artık ulusal sanayilerin korunması değil, seçilmiş sektörlerin uluslararası rekabetinin temini ve şirket yatırımlarını destekleyen bir arz politikası bağlantılı piyasa liberalleşmesi yer almaktadır. Uluslararasılaşmış rekabet devleti, toplumun tüm sosyal alanlarıyla birlikte küresel rekabet edebilme hedefine kilitlenmiştir. Burada söz konusu olan, halkın ekonomik savaş doğrultusunda kapsamlı bir mobilizasyonunun sağlanmasıdır. Uluslar kendini ne denli kapitalist bir şirket olarak algılarsa, savaş da o denli kolay kazanılacaktır. Bu durum toplumsal ilişkilerin ekonomikleştirilmesini gerektirir. Toplumun sosyal, sağlık ve eğitim sistemi gibi geniş bölümlerinde piyasa koşullarının hakim kılınması, postfordist birikim tipinin önemli bir özelliğidir.” Küreselleşme çok uluslu şirketler için her şeyden önce, eskiden olduğu gibi birbirinden ayrı ulusal ve yerel pazarları işgal etmek anlamına gelir. İşgücü piyasaları ise küreselleşmenin geniş ölçüde dışında kalmıştır ve ulus-devlet sınırları sermayeye tanınan serbestliği iş gücü için sınırlamaktadır. Bu ulus-devletlerin dünya piyasalarında farklı ücret ve yaşam koşullarının sürdürülmesi işlevini koruduğu anlamına gelir (Hirsch, 2011: 157-158). Diğer yandan Jessop, devletin iki temel açıdan bir yeniden inşa ve düzenleme sürecine girdiğini irdelemektedir. Birincisi, Fordist birikim rejiminin Keynesyen refah devleti aygıtından post-fordist rejimin Schumpeterci çalıştırıcı devlet aygıtına doğru bir kayış söz konusudur. İkinci olarak da “ulus-devletin” dışlanarak, devlet mekanizmasının uluslaraüstü, ulusal, bölgesel, yerel bazda yeniden organize olmasıdır (Jessop, 1995: 255). Fordizmin krizi sonucunda bu değişimin yaşanmasını Jessop, emek, birikim rejimi ve düzenleme tarzı açısından üç temel güç üzerinden ifade eder. Bunlar, yeni teknolojilerin yükselmesi, uluslararasılaşma ve fordizmden post-fordizme doğru bir paradigma kaymasının yaşanmasıdır. Söz konusu üç unsurun tamamının kökeni sadece fordizmin kriz sürecine dayanmamakta, ayrıca farklı iktisadi ve siyasi kökenlerden ortaya çıkmaktadır (Jessop, 1995: 260). Bu bağlamda Jessop, kapitalist gelişmenin bu aşamasında yeni bir devlet formunun oluştuğunu ifade etmektedir. Öncelikle, yeni sanayileşmiş ülke- 64 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ lerdeki düşük maliyet, düşük üretim teknolojilerine karşın yüksek teknolojili mal ve hizmetlerin ortaya çıkmasının getirdiği rekabet baskısı, gelişmiş kapitalist ülkeleri, istihdam ve büyümeyi sürdürmeleri açısından teknolojik ilerlemelere ve yeni çekirdek teknolojileri üretmeye yöneltmektedir. Jessop, işte burada yeni teknolojilerin üretilmesi, teknoloji transferi ve teknolojik rekabet ve araştırma-geliştirme faaliyetleri açısından devletin kilit bir rol üstlendiğini ifade etmektedir (Jessop, 1995: 261). Jessop (2009: 158), neoliberal dönüşüm ile birlikte refah devletinin yerini rekabet devletinin aldığını söyler: “Rekabet devleti, burada, diğer devletlerde konuşlanan ekonomik aktör ve mekanlarla rekabette başarı sürecinde halihazırda hayati olduğu düşünülen ekonomik ve ekonomi-dışı koşulları destekleyerek, yurtdışında faaliyet gösterseler bile sınırları içinde üslenmiş olan sermayelerin rekabet avantajlarını güvence altına almayı ve/ veya sınırları içindeki ekonomik büyümeyi güvenceye almayı hedefleyen bir devleti tanımlamak için kullanılmıştır. Ona göre rekabet devletlerinin önemli bir özelliği, sermeye birikimi ve toplumsal yeniden üretim için sınır ötesi mekanları şekillendirmek amacıyla iktidarlarını politik sınırları dışına çıkarma çabası içinde olmalarıdır. Jessop da Hirsch gibi rekabet devletini uluslararasılaşmış bir devlet olarak görmektedir. Ona göre, neoliberalizm ülkeler arasındaki bağlantıları arttırmış ve bu noktada ulusüstü devlet sisteminin rolü genişlemiştir (Jessop, 2009: 297). Ulusüstü sistemin rolünün genişlemesi durumu, küresel bir devletin ortaya çıkışı şeklinde algılanmamalıdır. Buradaki durum, devletin iktisat politikalarının kontrolünü ulusüstü kurumlara kaptırması değil, tam tersi, “rekabet” anlayışı çerçevesinde sermaye girişine yönelik koşulları sağlayacak mekanizmaları oluşturmasıdır. Dolayısıyla da küresel bir dünya devleti adlandırmasından öte sermaye birikimini arttıracak koşulları sağlayan uluslararası bir devlet mekanizmasından bahsetmek Jessop (2009: 299) için daha doğru olacaktır. Bununla birlikte Jessop, politik sistemin devletsizleştirilmesi şeklinde bir kavramsallaştırmayla, devletsel faaliyetlerinin bir kısmının özelleştiği, devlet içinde var olmayan kurumlar ve sivil toplum kuruluşlarının da kurumsal düzenlemelere dahil olduğunu ifade etmektedir. Ona göre bu durum, yönetimden yönetişime kayışın vücut bulmasıdır (Jessop, 2009: 302).35 Jessop, ulusal devletin erozyona uğraması iddialarına karşı çıkmaktadır. Ona göre, Devletin uluslararasılaşması, devletin sadece form değiştirmesine neden olmuştur. Asıl yok olan Keynesçi Ulusal Refah Devletidir. Dolayısıyla süreç de bu refah devleti tipinden post-ulusalcı Schumpetci Devlete kayışı simgelemektedir. Ülke içi devlet faaliyetlerinin kapsamı genişleyecek biçimde, geniş bir yelpazede ülke dışı ve ulusüstü etken ve süreçleri de içine almış ve bu süreçler iç politikada da önemli hale gelmiştir (Jessop, 2009: 304). Özet olarak, devletin uluslararasılaşması olgusu, devletin aygıtının yeniden inşasını gerektiren ve küresel birikim ile yerel dinamikler arasına bağ 35- Bu konuda ayrıntılı bilgi için Jessop (2009)’a başvurulabilir. 65 kuran bir yapıdır. Dolayısıyla ulus-devletin rolünü azalmış olarak tanımlamaktan ziyade küreselleşmenin bir sonucu olarak, devlet müdahalesinin iktisadi ve toplumsal yaşama müdahale formunu değişmiş olarak algılamak gerekir. Öyleki yeni küresel sistemde ulus-devlet, dışsal politikaların, içerideki sosyal yapıyla buluşmasını sağlayan, küresel bağlamda uluslarüstü kurumların politikalarını özümseyen bir aygıt olarak küresel sistemde varlığını sürdürmektedir (Barrow, 2005: 129). 3.3.2. Neoliberal Küreselleşme ve Devlet: Ulusötesi Devlet Aygıtı Ulusötesi devlet aygıtı küreselleşme literatüründe çoğunlukla Robinson (1998; 2001; 2002; 2004; 2006; 2007) tarafından kullanılan bir devlet tanımlamasıdır. Devletin uluslararasılaşmasından farklı olarak Robinson, ulusötesi devlet aygıtını küreselleşmeyi açıklayacak bir kavram olarak görmekte ve ulusötesi devlet aygıtının yükselişinin küresel kapitalizmin içsel bir ölçütü olduğunu ifade etmektedir. Bu bağlamda Robinson, küresel ekonominin oluşumu ve işleyişi ile politik anlamda ulusötesi kapitalist sınıfın yükselişinin, ulusötesi devlet aygıtından ayrı kavranamayacağını iddia etmektedir (Robinson, 2004: 86).36 Robinson (2004: 88; 2014: 67), ulusötesi devlet aygıtını, “dönüşen ve küresel kapitalizme uyum sağlayan ulusal devletler” ile uluslarüstü iktisadi ve siyasi kurumlardan oluşan ve henüz merkezi bir kurumsal formu olmayan-belki de hiç olmayacak- bir ağ olarak tanımlamaktadır. Bahsi geçen ulusüstü iktisadi kurumlar, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, bölgesel bankalar gibi kuruluşlar olup, ulusüstü politik oluşumlar da G-7, Birleşmiş Milletler, OECD ve Avrupa Birliği olarak sıralanabilir. Dolayısıyla Robinson, ulusötesi devlet aygıtını birbiriyle ilişkili üç temel hipotez ile kavramlaştırmaktadır. Ona göre, a. İktisadi küreselleşme, karşılığını, ulusötesi kapitalist sınıf ve bir ulusötesi devletin oluşumunda bulur. Burada ulusötesi devlet, küresel yönetici bir sınıfa “ortaklaşa otorite” fonksiyonu kazandıran bir yapıdır. b. Ulus-devlet, ne kapitalizmin önceki aşamalarında elde ettiği önceliği sürdürmekte ne de ortadan kaybolmaktadır. Ulus-devlet, kapitalizmin yeni aşaması küreselleşmede dönüşerek, kendinden daha büyük bir yapı olan ulusötesi devletin bir parçası haline gelmiştir. c. Ulusötesi devletin oluşumu, küresel sermaye ve küresel emek arasındaki yeni sınıfsal ilişkiyi kurumsallaştırmaktadır. Robinson’un, burada altının muhahakkak çizilmesi gerekli olarak gördüğü şey, ulusötesi devlet aygıtının, modern devletlerde tarihsel olarak gelişmiş merkezi bir form olmadığıdır. Ulusötesi devlet aygıtı, daha çok, ulusötesi kurumlar ile küresel kapitalizm aşaması ile birlikte dönüşüme uğrayan ulusal devletlerin bir bileşimidir. Ulusötesi devlet aygıtı çok katmanlı ve çok merkezli bir yapıya sahip olmakla birlikte, farklı tarihlere sahip yapıların ve kurumların birbiriyle bağlantılı olmasıyla kurulan fonksiyonel bir yapıdır. 36- Robinson’un küreselleşme ile ilgili düşüncelerine ilk bölümde değinilmiştir. Daha geniş bilgi ve Robinson’un ulusötesi kapitalist sınıf ile ilgili değerlendirmeleri için bkz. Robinson, 2004: 33-85. 66 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Robinson, bu ulusötesi devlet aygıtının “Küresel Devlet” kavramı ile karıştırılmaması gerektiğini ifade etmektedir. IMF ve DTÖ gibi ulusötesi yapılar, ulusal devlet yapılarıyla karşılıklı olarak çalışarak emek ilişkileri, finansal kurumlar ve küresel bir birikim sistemi içinde üretim devrelerinin yeniden tanımlamaktadır. Buradan da anlaşılacağı üzere ulusal devletler yerel birikimden çok küresel birikimin gerekleri doğrultusunda hareket eden, ulusötesi devlet aygıtının bir bileşeni haline dönüşmüşlerdir. Bu bağlamda ulusötesi devlet, kapitalist küreselleşmenin işlemesi ve kendini yeniden üretmesi için gerekli olan bir kurumlar topluluğu ya da kurumlar ağı olarak adlandırılabilir. Ulusötesi devlet, alansal bir kontrole kalkışmaktan ziyade, sermayenin tüm dünyada, sınırlar ötesinde, özgürce birikebileceği şartları sağlamak ve bu şartları korumak niyetindedir (Robinson, 2014: 68). Bu çerçevede Robinson, küreselleşme ile ilgili analizlerde ulus-devlet merkezli teorik yaklaşımların ötesine geçerek ulusötesi bir yaklaşımın küresel ilişkileri daha iyi bir şekilde açıklayacağını düşünmektedir (2004: 89): “Eğer 21. yüzyılın dünyasını anlamak istiyorsak, ulus-devlet merkezli analizlere ara vermeliyiz.” Ona göre, küreselleşmenin başlamasıyla birlikte sosyal bilimciler, ulus-devletin bir dönüşüm içerisine girdiğini analiz etmiş ve yeni süreçte ulus-devlet merkezcilikten farklı açıları içeren teoriler ihtiyaç olduğunu kabul etmişlerdir. Dolayısıyla Robinson, ulus-devleti küresel ekonomi politiğin bir bileşeni olarak değerlendiren, kapitalizmin eski aşamalarından farklı olarak küreselleşme biçiminde tanımlanan sürecin niteliğinin ulusötesileşme olduğunu iddia eden yaklaşımını ortaya koymuştur. Kapitalizmin bu ulusötesi aşaması ona göre, kapitalizmin kurumsal yapılarının da dönüşümünü içeren bir sistemsel yeniden inşa sürecidir. Kapitalizmin dönüşen kurumsal yapılarının başında ise ulus-devlet gelmektedir. Her ne kadar ulus-devlet merkezli yaklaşımlarla analizlerini sürdürenler olsa da, ulusötesi/küresel yaklaşımlar, ulus-devletlerin uluslarüstü kuruluşlar tarafından nasıl dönüştürüldüğüne ve ulusal ekonomilerin nasıl küresele endekslendiğine odaklanmışlardır. Westphalia Anlaşması’yla başlayan ve 17. yüzyıldan 1960’ların sonuna kadar devam eden süreç, kapitalizmin ulus-devlet odaklı bir aşaması iken küreselleşme, başta ulus-devlet olmak üzere tüm sosyal, iktisadi ve politik yapıları ulusüstü bir düzeye ilerletmiştir (Robinson, 2001: 160; 2004: 89). Kapitalizmin önceki aşamalarının özel bir formu olan ulus-devlet, küresel aşama ile birlikte yerini yeni bir devlet formuna-ulusötesi devlet- bırakmıştır. Dolayısıyla neoliberal ideologların savunduğu gibi, küreselleşme devletin geri plana itilmesinden, azalmasından ve kaybolmasından çok yeni bir devlet formunun yükselişine yol açmıştır. Tarihsel olarak kapitalizmin her aşaması dünya düzenini yeniden şekillenmesine sahne olmuştur. Kapitalizmin mevcut aşamasının temel ayırt edici özelliği de ulus-devlet üzerinden organize olan iktisadi, siyasi ve sosyal işleyişin ve kapitalist gelişmeyi yürüten kurumsal çerçeve olarak devletlerarası sistemin yerini almasıdır. Böylelikle dünya kapitalizmi, önlenemez bir gelişme doğrultusunda 20. yüzyılın sonlarından itibaren ulusötesi finans ve üretim piyasa- 67 larına bütünleşmiştir. Oluşan bu yeni küresel kapitalist düzen ile birlikte, ulusötesi/küresel mekanlar ulusal mekanların yerini almaya başlamıştır (Robinson, 2004: 91-92). Küreselleşme ile ilgili mevcut interdisipliner literatür, genel olarak ulus-devletin güç ve etkisinin azalması, ulusötesi kurumların ise gücünün ve etkisinin artmasını ele almaktadır. Ancak ulus-devlet merkezli teoriler onları bir küresel-ulusal ikiliğine sokmaktadır. Onlar ulusötesi devletin ulus-devlet sisteminin uluslararası genişlemesi olarak varsaymaktadır. İşte bu noktada Robinson uluslararası ile ulusötesilik/küresellik arasındaki farkları ortaya koyacağını ifade etmektedir. Uluslararasılık, ulus-devletlerin oluşturduğu bir dinamik iken, ulusötesilik ya da küresellik bu sistemi aşan bir olgudur (Robinson, 2001: 161). Robinson, diğer birçok araştırmacı gibi, devlet konusunun küreselleşme tartışmalarının kalbi olduğunu ifade etmektedir. Ona göre, burada dikkat edilmesi gereken husus, ulus-devlet ve devlet kavramsallaştırmalarının birleştirilmesinin yanlışlığıdır. Çünkü bu iki kavram bitişik değildir. Dolayısıyla, analitik olarak ulus-devlet, devlet ve ulusötesi devlet kavramları arasında ayrıştırma yapılması gerektiğini ifade etmektedir. Ulus-devletler, coğrafi, hukuki ve bazen de kültürel niteliği olan birimlerdir ve sıkça ülke ile ulus kavramlarıyla aynı anlamda kullanılırlar (2001:161-162). Küresel ekonominin yeniden yapılanması ve oluşan küresel üretim ve finans sistemi iyi araştırılan konulardır. Üretimin küreselleşmesi kompleks üretim aşamalarının parçalanması ve merkezsizleşmesini gerektirmiş ve bu doğrultuda üretimin farklı aşamaları ve parçaları dünya geneline yayılmış ve küresel üretim zincirleri etrafında fonksiyonel bir şekilde entegre olunmuştur. Dolayısıyla bu nitelik, kapitalizmin küreselleşmeden önceki aşamalarını temsil eden uluslararası piyasa entegrasyonundan küresel-ulusötesi entegrasyona bir kayışı temsil etmektedir. Bu bağlamda, küresel kapitalizmde ulusal ekonomiler yeniden inşa ya da restorasyon sürecine girerek ulusötesi üretim ve finans sisteminin tamamlayıcı birer unsuru haline gelmişlerdir (Robinson, 2014: 19). 1980’lerde dünya sahnesinde yer almaya başlayan ulusötesi kurumsal ve siyasi elitler çok taraflı ve ulusal kurumlar aracılığıyla küresel ekonomiyi inşa etmek ve yönetmeye açık bir şekilde talip oldular. Ulusötesi kapitalist sınıfın siyasi organizasyonu 1970’lerin ortalarında üçlü komisyon ile Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya’nın iş, siyasi ve entelektüel elitlerinin ulusötesi kesimlerinin bir araya getirilmesi ile oluşumunu tamamladı. Siyasallaşmasına ilişkin diğer göstergeler; ana (core) ulusdevletlerden kurumsal ve siyasi elitler aracılığıyla küresel ekonominin birlikte yönetiminin kurumsallaştırılmaya başlanmasında yerel (govermental) düzeyde grup 7 forumunun oluşturulması, ulusal ekonomilerini gözlemlemek ve koordine etmek 24 büyük sanayileşmiş ülkenin ulusötesi kurumları aracılığıyla oluşturulan OECD faaliyetlerinin genişlemesi ve ulus ötesi şirketlerin ve küresel siyasi elitlerin en tepedeki temsilcilerini biraraya getiren dünya ekonomik forumunun (WEF) oluşturulması. Küresel bir ekonomi ve ulus ötesi yöne- 68 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ tim yapılarını inşa etmeye ilişkin çalışmalar çekirdek ülkelerde think tank, üniversite merkezleri ve politika planlama enstitüleri aracılığıyla yürütülür (Robinson ve Harris, 2000: 28). Bu organize olmuş küresel elitlerin iktisadi ve siyasi yapıyı yeniden inşası-restorasyonu tamamen piyasa liberalizasyonuna bağlı bir olgudur. Dolayısıyla da Washington Uzlaşması ile doğrudan alakalıdır. Amaç, dünyayı küresel kapitalizmin gerekleri doğrultusunda birleşik bir yapıya dönüştürmektir. 1980 sonrası G7 ülkeleri IMF ve Dünya Bankası üzerinden uluslararası finans piyasalarında egemenliklerini güçlendirdiler. Örneğin 1982 yılında Meksika’da gerçekleşen Cancun Zirvesi’nde ABD liderliğindeki-dünya sistemleri yaklaşımı kavramı-merkez ülkeler neoliberalizmi bu aşamanın bir unsuru olarak üçüncü dünya ülkelerine yapısal uyum programları adı altında empoze etmeye başladılar. Bu bağlamda ulusötesi-küresel etkileşim alanını genişletmek amacıyla DTÖ, MAI gibi yeni kuruluşlar, forumlar oluşturdular. Dolayısıyla topyekün, ulusötesi kurumlar, forumlar ve “merkez” ülkelerin siyasi elitleri, küresel kapitalizmin yayılışı için neoliberalizmi kullanmışlardır (Robinson ve Harris, 2000: 29). Ulusötesileşme süreci aracılığıyla yerel üretim sistemleri küresel üretim devreleriyle tümleşik hale geldiği oranda, yerel ve küresel mantığı birikim birleşme eğilimindedir ve kapitalistler arasındaki eski rekabetler artık ulusal rekabetler biçimini almamaktadır. Ulusötesi sermayenin önceki ulusal sermayelerden çıkışı, önceden ulusal kapitalist sınıf olanlar üzerinde dönüştürücü bir etkiye sahiptir. Bunlar, sınıf oluşumunun belirleyicilerini yeniden yönlendiren küreselleşme tarafından ulusötesi zincirlere sürüklenir. Dünya çapındaki önde gelen kapitalist tabaka, bir ulusötesi kapitalist sınıf biçimini almaktadır (Robinson, 2002: 139). Robinson’un çıkarımlarını toparlamak gerekirse, küresel kapitalizmde ulus-devletler, kurumsal olarak varlıklarını sürdürmekle beraber bir dönüşüm sürescine girerek ulusötesi devlet aygıtının bir unsuru olmuşlardır. Bu bağlamda yapısal uyum programları, küreselleşme öncesinde gelişen popülist projelerin, örneğin, üçüncü dünyadaki bazı kalkınmacı devletler gibi çok sınıflı siyasal koalisyonların temelini sarsmıştır. 20. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan neoliberal devletler, toplumsal sınıflar arasında oluşan yeni tarihsel ilişkileri yansıtmaktadır. Bu yeni ilişkiler, 1890’lardan 1970’lere kadar geçen süre zarfında sekillenen kapitalist devlet yapılanışını dağıtmış, onları neoliberal devletlere dönüştürmüştür (Şenalp, 2012). Genel anlamda Robinson, neoliberal devletlerin işlevlerini şu üç madde ile özetlemektedir (Robinson, 2004: 125): 1. Makroiktisadi istikrarı korumak ve güçlendirmek için gerekli para ve maliye politikalarını uygulamak, 2. Küresel ekonomik işlemler için gerekli maddi zemini sağlamak, 3. Neoliberal toplumsal düzenin yerleşmesini sağlayacak mekanizmalar üretmek. Bu hatlar üzerinden de görüleceği gibi, kapitalizmin yeni aşaması olan küreselleşme süreci, neoliberalizm ile birlikte filizlenmiş olup, ulus-devlet- 69 ler, ulusötesi kuruluşlar ve diğer organizasyonlarla işbirliği içerisinde, sermaye devrelerinin önündeki tüm engelleri kaldıracak bir yapı olan ulusötesi devlet aygıtının birer parçası olmuşlardır. Hem “birinci”, hem de “üçüncü” dünya ulus-devletleri bu çerçevede birer neoliberal devlete dönüşmüşlerdir. Ancak 2000’li yılların başından itibaren az gelişmiş dünyadan yükselen ve 2008 küresel krizi ile birlikte odak noktası haline gelen, devletin ekonomide yeniden ön plana çıktığı ancak bu seferki öne çıkışın iktisat politikalarının yanında devletin girişimci ve yatırımcı rolünü de kapsadığı devlet kapitalizminin yeni bir formudur. 4. KÜRESEL KRİZ SONRASI YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ: DEVLETÇİLİĞİN KÜRESELLEŞMESİ Washington Uzlaşması ve ardından da Post-Washington Uzlaşması ile “revize” edilerek süren küresel neoliberal kapitalizm, tarihin en büyük ekonomik krizlerinden birine sahne oldu. Gündeme geldiğinden beridir sürekli tartışılan neoliberal küresel kapitalizmin “neoliberal” kısmı yeniden eleştiriler ile karşılaştı. Neoliberalizmin artık kapitalizmi sürdüremeyeceği sıkça dillendirilmeye başladı. Zaten Post-Washington Uzlaşması ile revizyona uğrayan ve devleti “piyasa dostu” olarak yeniden sahneye süren neoliberalizmin ötesinde, içerisinde devletin daha aktif olarak bulunduğu ekonomik sistemler gündeme gelmeye başladı. Üstelik bu sefer küresel kapitalizmin karşısına, devletin sadece belli ekonomi politikalarıyla müdahil olduğu yapıdan daha öte bir sistem çıkmaktaydı: Devlet kapitalizmi.37 Ancak bu devlet kapitalizmi elbette yeni bir iktisadi sistemi temsil etmiyordu. Devlet kapitalizmi uygulamaları genel olarak merkantilist döneme kadar dayandırılmakla beraber, 20. yüzyılda Sovyetler Birliği’nde uygulamaya koyulan “Yeni Ekonomi Politikaları” (NEP) ve daha sonrasında da büyük buhran döneminde ABD ‘de uygulanan New Deal ve Türkiye gibi ülkelerin “devlet eliyle sanayileşme” modelleri de devlet kapitalizminin bir türü olarak kabul edilmektedir. Buradan da anlaşılacağı üzere devlet kapitalizmi devletçilik-etatism ile aynı anlamda kullanılmaktadır. Bununla birlikte II. Dünya Savaşı sonrasında refah devleti anlayışı ile beraber ithal ikamecilik adı altında, List’in genç endüstri tezine de dayanarak ulusal sanayilerini koruyucu politikalar uyguladı. Dolayısıyla bu dönemki devlet kapitalizmleri ulusal ekonomiyi korumaya yönelik bir ekonomik yöntemdir. Ancak bu dönemdeki devlet kapitalizmi bir otarşi anlamına da gelmemektedir. Ulusal ekonomiyi geliştirmeye ve gelişmiş ülkeleri yakalama hedefi doğrultusunda uygulanan politika sistemidir. Şimdiki, yani 2008 sonrası yeni devlet kapitalizmi ise, ulusal değil küresel ekonomide var olma hedefi doğrultusunda küresel kapitalizme eklemlenmiş bir sistemdir. 37- Devlet kapitalizmi, Pollock’a (1982) göre, “devletin yönettiği tekelci kapitalizm”, “yönetilen kapitalizm”, “bürokratik kolektivizm”, “totaliter devlet kapitalizmi”, “neomerkantilizm”, “devlet sosyalizmi” gibi kavramlarla eş değer tutularak açıklanan bir kavramdır ve devlet kapitalizmi sözcüğü ile tüm sermayenin devletin tekelinde olduğu gibi bir anlam çıkabilir ancak böyle olması gerekmemektedir. Devlet kapitalizmi, serbest piyasa kapitalizminden farklı olan-Pollock devlet kapitalizmini serbest piyasa kapitalizminin halefi olarak nitelendirir-fakat serbest piyasa kapitalizminin varsayımlarını içinde barındıran, dolayısıyla kar güdüsünün önemli bir unsur olarak varlığını sürdürdüğü, sosyalizm ile benzeşmeyen bir kapitalist sistemdir. 72 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ İşte 2008 sonrası devlet kapitalizminin temel özelliği küreselleşmeyle uyumlu olması ve içe dönük politikalarla sınırlı kalmamasıdır. Bu bağlamda eski örneklerinden gösterdiği farklılık, onu ayırt etmek adına “yeni devlet kapitalizmi” olarak adlandırmayı gerekli kılmaktadır. Bölümün ilerleyen kısımlarında, yeni devlet kapitalizminin farklı adlandırılışlarıyla da karşılaşılmakla beraber, hem çalışmanın bütünlüğü hem de kullanılan kavramsal çerçeve açısından yeni devlet kapitalizmi ulusötesileşen devlet kapitalizmi38 kavramsallaştırması ile sürdürülecektir. O zaman mevcut devlet kapitalizmi sistemi bu çalışmada, iki şekilde kabul edilmektedir: 1. Mevcut devlet kapitalizmi geçmiş örnekleriyle mantıksal olarak benzeşmekte ancak uygulama olarak farklılık arz etmektedir. Dolayısıyla mevcut sistem “yeni devlet kapitalizmi”dir. 2. Yeni devlet kapitalizmi küreselleşme/ulusötesileşme süreçlerinden ayrılmış bir olgu değildir. Bu bağlamda yeni devlet kapitalizmi, ulusötesileşen bir süreçtir. Peki yeni devlet kapitalizmi-ulusötesileşen devlet kapitalizmi nasıl gündeme geldi? Küreselleşme tartışmalarının odak noktası olan devlet, 2008 küresel krizi ile yeniden odak noktası oldu.39 Kriz, devletin ekonomi dışında tutulması gerektiğini savunan görüşleri adeta kenara itti. Özelleştirmelerin başarısızlığı ve özellikle de kriz sürecinde birçok özel şirketin zarar görmesi ve devlet müdahalesi ile birçoğunun kurtarılması, devlet aygıtını ekonomi sahnesinin başrolüne yeniden koydu. Devlet bu kez sadece kurtarıcı olarak değil, kapitalizmin asli bir unsuru olarak da sahneye çıktı. Bu çerçevede, başta Çin, Rusya gibi ülkelerde olmak üzere, devlet mülkiyetli ya da devlet kontrolündeki şirketler, temel alanlarda giderek genişlemektedir. Öyle ki petrol ve doğalgaz sektöründe dünyanın en büyük firmaları devlet mülkiyetli şirketler olup ayrıca yine devlet kontrollü olan ulusal varlık fonları (özellikle Çin, Norveç ve Körfez ülkeleri kökenli) da “2008 sonrası” küresel kapitalizminin önemli birer unsuru konumundadır (Chavez, 2014: 45). Bu örneklerle birlikte yeni devlet kapitalizmi özellikle son yıllarda geniş bir şekilde dile getirilen bir olgu halini aldı. Küresel durgunluğa da denk gelen 2000’lerin sonlarından itibaren daha çok Çin üzerinden, devlet kapitalizmi ile ilgili çalışmalar ağırlık kazanmaya başladı (Ostrowski, 2012: 2). Devlet kapitalizmi-genel olarak-hükümetlerin temel unsurlar olarak ekonomik yapı içerisinde yer aldığı ve piyasaları esas olarak politik faydaları için kullandıkları bir sistemdir. Genel hatlarıyla ulusal ekonomilerde kilit rol oynayan sektörlerin devlet kontrolünde olduğu bir yapı olan devlet kapitalizmi, tercihleri, 21. yüzyıl gerekleri doğrultusunda, devlet mülkiyetli şirketler ve ulusal varlık fonları aracılığıyla özellikle 2008 krizi sonrasında küreselleşmiştir.(Resico, 2013; Huat, 2015). 38- Bu kavramı kimi zaman küresel devlet kapitalizmi, devletçiliğin küreselleşmesi olarak da kullanabiliriz. 39- Küresel ekonomik türbülans, daha önce görülmemiş ölçüde ABD ve Avrupa ekonomilerini olumsuz etkilemiş ve gelişen ekonomilerin ve özellikle de BRICS olarak adlandırılan ülkelerin yükselişine sahne olmuştur. Çin ve Rusya’nın başını çektiği bu ülkeler, küresel ekonomide yeni bir dönemi başlattı. Batı tarzı kapitalizm sorgulanmaya başlanırken, ulusal ekonomileri küresel bağlamda organize edebilecek daha verimli kapitalizm formları ortaya çıktı: Devlet kapitalizmi. Devlet kapitalizmi, devletin baş aktör olduğu ve politik yükselme için piyasa araçlarını kullandığı ekonomik sistemdir (Aligica ve Tarko, 2012: 358). 73 4.1. Yeni Devlet Kapitalizminin Arka Planı: 2008 Krizi ve Sonrası Kapitalizmin küreselleşmesi ve bu küreselleşme sürecinde devletin konumu tartışmaları, devletin geri plana itilmesi veya dönüşümü ekseninde konumlanırken, 2008 yılında başlayan küresel finansal kriz ile birlikte özellikle liberal cenahın beklemediği bir gelişme yaşandı. Gelişmekte olan ülkeler, Batı kapitalizminden farklı bir yol izleyerek küresel ulusötesi ekonominin kilit unsurları haline geldiler. İzlenen bu farklı yol, yeni devlet kapitalizminden başka bir şey değildi. Yukarıda da belirtildiği üzere, gelişmekte olan ülkeler üzerinden yükselen yeni devlet kapitalizmi,40 küreselleşmeden bağımsız değerlendirilecek bir olgu değildir. Dolayısıyla küresel kapitalizm tezinden hareketle süreci devletçiliğin küreselleşmesi veya ulusötesileşen devlet kapitalizmi olarak nitelemek anlamlı olacaktır. Ulusötesileşen devlet kapitalizmi41 ilk olarak Harris (2009) tarafından telaffuz edildi. Bununla beraber aynı süreç Stephen (2014) tarafından bütünleşmiş devlet kapitalizmi olarak adlandırılmaktadır. Harris’e (2009: 6) göre, ulusötesileşen devlet kapitalizminin oluşumu, küreselleşmenin ilerlemesinde yeni bir aşamaya işaret etti ve bu aşama Batı küreselleşmecileri tarafından tahmin edilmiyordu. Çünkü genel itibariyle onlar, neoliberal küreselleşme ile birlikte devletçi rejimin yok olduğunu savunmaktaydılar. En önemli noktaları da neoliberalizmin Keynesyen refah devletini bitirmesiydi. Serbest piyasa kapitalizminin ABD merkezli modeli, Sovyet sonrası dönemin dünya düzeninin baskın gücü konumundaydı. Neoliberal politikalar çerçevesinde Washington Uzlaşması’nda belirtilen ilkeler doğrultusunda küreselleşme ile birlikte ilerleyen serbest piyasa kapitalizmi tüm iktisadi olguları belirleyici konumdaydı. Ancak bu egemenlik, 2008 küresel finansal krizi ile birlikte kesintiye uğramış ve neoliberal kurumlardan başlayan ve bir sarmal şeklinde küresel durgunluğa evrilen (Şekil 4.1) finansal kriz, kapitalizmi işletecek alternatif ekonomi modelleri arayışlarını tetiklemiştir. Bu arayışların sonucu olarak benimsenen kapitalist ekonomi modelleri, devletin daha müdahil olduğu ve Brezilya, Rusya, Hindistan ve özellikle de Çin’de uygulanan devlet kapitalizmi etrafında toplandı. Böylelikle ulusötesi kapitalizm, serbest piyasa doktrinlerinin ötesinde, güneyden gelen devlet müdahaleciliği esintisiyle hem küresel durgunluktan çıkma hem de sistemi iyi yönetme çabalarına girişmiştir. Söz konusu ülkeler, serbest piyasa kapitalizminin temel doktrinlerini benimseyerek küresel kapitalizme eklemlenmiş ve hızlı bir büyüme sürecine girmişlerdir. Bu ülkeler aynı zamanda, önemli girişimlerde devlet mülkiyetini sürdürüp, değişen derecelerde finans sektörünü devlet kontrolüne almıştır. Bu pratikler serbest piyasa kapitalizmini zorlasa da, duruma bir serbest piyasa-devlet kontrolündeki kapitalizm çekişmesi olarak bakmak yerine bahsi geçen ülkelerden filizlenen devlet kapitalizmi sistemini, kapitalist üretimi ve piyasa kurumlarını küre40- Devlet kapitalizminin önceki örneklerinin tarihsel bağlamda incelenmesi bu çalışmanın kapsamı dışındadır. 41- Çalışmanın bu kısmından itibaren ulusötesi devlet kapitalizmi (UDK), yeni devlet kapitalizmi (YDK) ve yirmibirinci yüzyıl devlet kapitalizmi aynı anlamlarda kullanılacaktır. 74 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ sel politika kayışları gerçekleştirerek organize eden bir olgu olarak görmek daha rasyonel olacaktır (McNally, 2013a: 1). Genel olarak “finansallaşma” başlığı altında toplanan ve Lapavitsas’ın (2013) üretmeden kar elde etmek olarak nitelediği süreç, özellikle 80’lerin sonundan itibaren neoliberalizmin vazgeçilmez bir unsuru olmuştur. 2000’lerin küresel kirizi de finansın hem ulusal hem de küresel bağlamda kapitalizmin pivotu haline gelmesinin bir sonucudur. Her ne kadar finansallaşmaya dayalı ekonomik faaliyetler büyük karlar kazandırmışsa da bir yandan da küresel krize zemin hazırlamaktaydı. Bu bağlamda neoliberal kapitalizm finansallaşma odaklı olup, 2008 krizi de finansallaşmanın krizidir (Lapavitsas, 2013). Şekil 4.1. 2008 krizinin nasıl yayıldığını betimlemektedir. Söz konusu kriz 1930’ların büyük buhranından beri yaşanan en büyük bunalım olmakla beraber neoliberal küreselleşmenin ve genel olarak kapitalizmin sistematik bir sonucudur. Kotz (2015), neoliberal kapitalizmi 1979 ile 2008 krizi arası olan dönem olarak nitelemiş ve ona göre, 2008 krizi sistemik olarak kapitalizmde, kapitalizmin mevcut egemen formunda ve devlet politikalarında etkisini göstermiştir. Bu bağlamda hem neoliberal küreselleşme hem de devletin iktisadi hayattaki yeri yeniden düşünülmeye başlamış ve alternatif uygulamalar gerçekleşmeye başlamıştır. Şekil 4.1. 2008 Krizinin Nedenleri Kaynak: Kotz, 2015: 5 Bu alternatif uygulamalar ve dinamikler, kapitalizmin dışında gelişen bir olgu değildi. 2008 küresel finansal krizinin sonucunda, dünya ekonomik düzeninin akıbeti eskisi gibi net görünmüyordu. Soğuk savaş esas olarak kapitalizm ve sosyalizm arasındaki rekabeti temsil etmekteydi. Komünizmin mağlubiyeti, serbest piyasa kapitalizminin egemenliğini kurması olarak göründü. Ancak bugün küresel ekonomik düzende yeni bir dinamik sahne aldı. Bugünkü rekabet kapitalizm içi bir rekabettir. Yani kapitalizmin 75 farklı modelleri arasındaki rekabet küresel kriz sonrası ağırlığını koymuştur. Neoliberal serbest piyasa kapitalizminin ötesinde, devletin merkezli bir kapitalizm modeli gündeme geldi. Özellikle Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın-bu ülkeler birlikte BRICS olarak anılmaktadır-uyguladığı, devletin öncül olduğu kapitalizm modelinde devlet iktisadi kalkınma yönetiminden, sanayi politikaları ve teknolojik ilerlemeye kadar tüm ekonomik aktivitelerde başat aktördür. Bu model yeni devlet kapitalizmi veya yenilenmiş devlet kapitalizmi olarak adlandırılmaktadır. Otuz yılı aşkın süredir serbest piyasa kapitalizmi ya da neoliberal kapitalizm modeli, gelişmekte olan ülkelerin yönetişim ve reform programlarını derinden etkilemiştir. Küresel arenada Washington Uzlaşması olarak bilinen ve Dünya Bankası, IMF ve diğer küresel kuruluşlar tarafından benimsenen bu kapitalizm modeli, kalkınmanın ve refahın sağlanmasında biricik yol olarak sunulmuş ancak 2008 kriziyle birlikte serbest piyasa kapitalizmine güven sarsılmıştır. Ancak kriz sonrası küresel gündemde yerini alan yeni devlet kapitalizmi ile neoliberal devlet kapitalizmi arasındaki rekabet, birinin kazanıp diğerinin yok olmasını gerektiren bir süreç değildir. Dolayısıyla bu yönüyle soğuk savaş dönemindeki kapitalizm-sosyalizm rekabetinden farklılık arz etmektedir. Yeni-yenilenmiş devlet kapitalizmi, neoliberal kapitalizmle karşılıklı bağımlılığı ve rekabeti dinamik bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu bağlamda bu iki kapitalizm modeli genel hatlarıyla birbiriyle iç içedir (McNally, 2013a: 2). Ancak her ne kadar Batıda durum bu şekilde olsa da küresel kapitalizm gelişmekte olan ülkelere ve eski sosyalist devletlere, kendi tarihsel karakter ve yapılarına uygun biçimde gelmiş ve sonucunda da devletçi küreselleşme ve yeni ulusötesi kapitalistler ortaya çıkarmıştır. Bu durum birçokları için şok etkisi yarattı ve korumacı retorikleri ateşledi. Gelişmekte olan ülkelerin ulusötesi kapitalist sınıfları da, uysal küçük ortaklar olarak değil, bağımsız ve küresel gücü yeniden dengeleyen unsurlar halini aldı. Özellikle devlet mülkiyetli şirketler ve finansal kurumlar küresel ekonomide giderek büyüyen bir etki alanına sahip olmaya başladılar. Sınır ötesi ticaret akımları, mal ve enerji fiyatlarındaki hızlı yükselişler, ticaret fazlaları ve küresel üretim, devlet kontrollü varlıklarda dikkate değer bir büyümeye neden oldu. Bu durum özellikle de Çin, Rusya ve Arap Körfez Ülkelerinde gerçekleşti (Harris, 2009: 6-7). Ulusötesi devlet kapitalizminin güçlenmesi, yukarıda da ifade edildiği gibi 2008’de ABD merkezli olarak baş gösteren ekonomik problemlerle hızlandı. ABD konut krizi ve doların düşmesi ile darbe alırken Çin, Rusya vb. ülkeler büyümeye devam etti. Birçok argüman ABD ekonomisinden bir ayrışma gerçekleştiğini ve küresel büyümenin yarısının özellikle Çin, Rusya ve Hindistan odaklı olduğunu ifade etti (Harris, 2009: 6-7). Genel olarak devlet kapitalizmi, devletin yönettiği ve önemli üretici güçlerini kontrol ettiği, kapitalist pratiklerin sürdüğü bir ekonomi modeli anlamına gelmektedir. Ancak 21. yüzyıl devlet kapitalizmi yani yeni devlet kapitalizmi, sosyalist merkezi planlamadan kaynaklanmamakta ancak daha çok devlet kontrolündeki kapitalizmin bir formunu temsil etmektedir (McNally, 2013a: 3). 76 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Devlet kapitalizmi türlerinde devletin öne çıkan rolü, iktisadi yönetişimde farklı perspektifler üzerinden küresel kapitalizmde yükselmektir. Bu çerçevede devlet kapitalizmi, diğer kapitalist pratiklerden de yararlanarak strateji ve politikalarını oluşturmaktadır. Dolayısıyla da devlet kapitalizmi hibrid bir sistemdir (McNally, 2013a: 4). Rickards (2015: 175), devlet kapitalizmini küreselleşmeden ayrı olarak aynı dönemlerde gelişen farklı bir jeopolitik olgu olarak ele almaktadır. Ona göre devlet kapitalizmi, 17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar hakim iktisadi model olan merkantilizmin yeni versiyonunun son moda adıdır ve merkantilizm küreselleşmenin antitezidir. Çünkü merkantilizm dışa kapalı piyasalar ile ülke zenginliğini arttırmayı öngörür. Bu bağlamda Rickards, devlet kapitalizmini bir yeni merkantilizm olarak görmektedir. Çizelge 4.1. II. Dünya Savaşı Sonrası Devletin İşlevlerindeki Dönüşüm Dönem Dönemi Niteleyen Ad Devletin Söz Konusu Dönemdeki İşlevi 1945-1980 Müdahaleci Kapitalizm-Keynesyen Ulusal Refah Devleti ve Sosyalizm Ithal ikameci ve korumacı stratejilerle ulusal ekonominin refahını sağlamak. Küresel Kapitalizm (Neoliberal ve revize edilmiş neoliberal politikalara dayalı süreç) (1) Genel Özellik: Ulusal ekonomilerin liberalleştirilmesi, ulusötesi kuruluşlarla işbirliği çerçevesinde küresel kapitalizme entegrasyonu hedefleyen uluslararasılaşmış-ulusötesleşmiş br aygıt Birinci Aşama: Washington Uzlaşması ilkeleri ışığında minimal devlet (1990’ların sonuna dek). İkinci Aşama: Post-Washington Uzlaşması ile yeniden tanımlanan rol: Piyasa Dostu Etkin Devlet (1990’ların sonlarından itibaren). Gelişmekte Olan Ülkeler Üzerinden Yükselen Devlet Kapitalizmi: Çok Kutuplu Küresel Ekonomi (2) 2008 Küresel krizi sonrası tüm ekonomilerin devlet müdahalesine yeniden başvurması ve özellikle Çin, Rusya, Brezilya gibi gelişmekte olan ülkelerin devlet mülkiyetli şirketler ve ulusal varlık fonları ile küresel kapitalizmde bir kayışı simgeleyecek kadar önemli yükselişleri ile küresel bir yatırımcı konumunu alan ve özel mülkiyetli unsurlarla rekabet içerisinde olan devlet. Batıdaki müdahaleleri tam anlamıyla devlet kapitalizmi olarak nitelemek doğru değildir. Batının devlet müdahalesi Post Washington Uzlaşması çerçevesindeki piyasa dostu ve etkin devlet görevlerinin bir örneğidir. Devlet kapitalizmi ise devlet girişimciliğini esas alır. 1980-2008 2008 sonrası 1- Bu süreçlerle ilgili açıklamalar önceki bölümde verilmiştir. Ayrıntılı bilgi için Washington ve Post-Washington Uzlaşması başlıklarını inceleyiniz (s. 51-57). 2- Bir yanda batıda Post-Washington Uzlaşması’nın tasvir ettiği müdahalecilik anlayışı yayılmışken, öte yandan gelişen dünyadan yükselen ve devletin asli bir girişimci olarak yer aldığı devlet kapitalizminin yükselmesi, ortaya iki farklı yaklaşım çıkarmıştır. Devlet müdahalesi ya da genel olarak devletin ekonomideki yeri sabitken, bu yerin niteliği, derecesi ve tarzı değişiklik göstermektedir. 77 Ancak yeni devlet kapitalizminin küreselleşme ile bir sorunu yoktur. Yeni devlet kapitalizmi küreselleşme ile uyumludur ve birlikte çalışır. Dolayısıyla başta Çin, Rusya, Hindistan ve Brezilya gibi ülkeler olmak üzere, yeni devlet kapitalizmini uygulayan ülkeler küresel üretim-ticaret-siyaset üçlemesine güçlü bir şekilde eklemlenmişlerdir. Bu bağlamda yeni devlet kapitalizmi, neoliberal politika araçlarını kullanarak ulusötesi kapitalizmi sürdürmeye yönelik yeni bir strateji olarak nitelenebilir. Çizelge 4.1’de, II. Dünya Savaşı sonrası devletin işlevlerindeki dönüşüm kısaca özetlenmiştir. Bu bağlamda 1980’e kadar süren ve çoğu ülkenin kilit stratejisi konumunda olan ithal ikamecilik yerini tekrar serbest piyasa egemenliğine bırakmış, ancak 2008 krizi ile birlikte devlet kapitalizmi bu sefer farklı bir yapıda yeniden yükselmiştir. Robinson’a (2014: 40-41) göre, kapitalizmin altın çağı dönemindeki ithal ikameci stratejilerin bir mirası olarak, birçok üçüncü dünya ülkeleri küreselleşme çağına devletin hakim olduğu sektörlerle giriş yaptı. Neoliberal programlar 20. yüzyılın sonu ve 21. yüzyılın başlarında her ne kadar çoğu devlet şirketini özelleştirmeyi öngörse de, bazı sektörlerde, genellikle de petrol ve finans sektörlerinde bazı ülkelerde devlet kontrolü devam etti. Aynı zamanda Çin ve petrol ihracatçısı Orta Doğu ülkeleri gibi bazı ülkeler “ulusal varlık fonları” şeklinde devlet mülkiyetli yatırım firmaları kurdular. Birçok kanıt bu şekildeki güçlü devlet şirketlerinin uluslararası arenada yükselişini ABD ve Batı ekonomisinin çözülüşüne işaret ettiğini ifade etmektedir. Devlet mülkiyetindeki bu şirketlerin yükselişi, korumacı politikalarla bir ülke ya da bölgesel ekonomi oluşturmaktan öte güçlü bir şekilde ulusötesi şirket ağına bütünleşmeyi göstermektedir. Ulusal Varlık Fonları birçok bankada, varlık yönetimi firmalarına yatırım yapmaktadır. Harris bunların arasında Barclays, Blackstone, Carlyle, Citigroup, Deutsche Bank, HSBC, Merrill Lynch, Morgan Stanley, UBS, the London Stock Exchange ve NASDAQ’ın olduğunu ifade etmektedir. İşte Harris bu olguyu ulusötesi devlet kapitalizmi olarak ifade etmektedir. Bu olgu, ulusal varlık fonlarının ve diğer devlet mülkiyetli şirketlerin üçüncü dünya ulusötesi kapitalist sınıfının devletçi doğası altında faaliyet göstermeleridir. Yine Harris, birçok ulusal varlık fonunun ABD, Avrupa ve diğer yerlerdeki borsalarda yatırım yaptığını eklemektedir. Çin örneği üzerinden bakılacak olursa, Çin Batı kapitalistleriyle rekabet etmekte ve ulusötesi sermayenin ağırlıklı bir kısmı Çin’in devlet şirketlerinden gelmektedir (Harris, 2009). Devlet kapitalizminin yükselişi kamusal ve akademik tartışmalarda popüler bir tema haline geldi. Bu tartışmaların odak noktası da devlet kapitalizminin özellikle devlet mülkiyetli şirketlerin yükselmesi üzerinden filizlenmesi oldu. 1980’ler ve 1990’larda-yani Washington Uzlaşması yıllarında- devletin ekonomideki rolünün azaltılmasına odaklanılmış, ancak bu ekonomik ortodoksi günümüzde Norveç, Mısır, Singapur ve birçok Avrupa ekonomisinin devlet mülkiyetli şirketler ile alakasının sürmesiyle odak noktasından geriye çekilmiştir. Küresel bağlamda da dünyanın en büyük şirketleri arasında önce devlet mülkiyetli şirketler gelmektedir. Özellikle 78 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ gelişen piyasalarda devlet mülkiyetli şirketler, sınai kalkınma başta olmak üzere ekonominin motoru konumundadır. Son yıllarda devlet mülkiyetli şirketlerin fonksiyonundaki bu yükseliş laissez-faire odaklı yaklaşımları hayal kırıklığına uğratırken, Çin başta olmak üzere devlet mülkiyetli girişimlerdeki gözle görülür artış kapitalizmin yeni bir ekonomi modeli ile idare edilmesini gündeme getirdi (OECD, 2013: 12). Yeni devlet kapitalizmi ile ilgili model sayısının çok fazla olmamasına karşın Musacchio ve Lazzarini (2014), devletin ekonomideki rolünü Şekil 4.2’deki gibi betimlemiştir. Buna göre yeni devlet kapitalizmi devletin büyük ve ya küçük yatırımcı olmasına göre değişiklik göstermektedir. Şekil 4.2. Devletin Ekonomideki Rolü Kaynak: Musacchio ve Lazzarini, 2014: 8 Musacchio ve Lazzarini (2014: 2), Tam Girişimci Devlet modelinin ötesinde iki yeni devlet kapitalizmi modeli olduğunu ifade etmektedir. Bunlardan birincisi devletin ağırlıklı biçimde ekonomide işlevinin olduğu “Büyük Yatırımcı Devlet” olup bu modeli Agricultural Bank of China örneği üzerinden şekillendirmektedirler. Bu örneğe göre, devlet söz konusu banka hisselerini kontrolünü sürdürmekte, ancak devlet mülkiyetli şirketlerde özel yatırımcılara da katılım olanağı sağlayan çeşitli politikalar uygulamaktadır. İkinci devlet kapitalizmi ise “Küçük Yatırımcı Devlet” modelidir. Bu modelde devlet kapitalizmi öncekine oranla daha hibrid bir yapıya sahiptir. Küçük Yatırımcı Leviathan modelinde şirket yönetimleri özel girişimlere kalsa da ulusal varlık fonları ve diğer devlet kontrollü fonlarla daha küçük boyutlarda, devlet, yatırımlarını sürdürmektedir. Bununla beraber bu modelde özel şirketler devlet mülkiyetli bankalar ve kalkınma bankalarından borçlanı- 79 yor. Yazarlar bu modele de JBS (Brezilya) örneğini vermektedir. Onlara göre, yeni devlet kapitalizmi bu iki unsur üzerinden filizlenmiştir ve Çin birinci tip devlet kapitalizmine, Brezilya’da ikinci tip devlet kapitalizmine birer örnek teşkil etmektedir. Musacchio ve Lazzarini (2014: 5-6), devlet kapitalizminin bu yeni formlarının zaman içerisinde nasıl geliştiği konusunda farklı görüşler olduğunu ifade etmektedir. Bu görüşlerden ilki-en yaygın olanı-devlet kapitalizminin küresel kapitalizmde yükselişinin 2008 yılında gösteren küresel finansal krizin bir sonucu olduğudur. Buna göre, liberal kapitalizmin merkezi olan ABD gibi ülkelerde bile 1929 buhranından sonra ilk kez devlet müdahalesi uygulanmış ve General Motors ile AIG gibi şirketlere devlet tarafından yardım sağlandı. Bununla beraber mevcut küresel krizden önce de gelişen piyasalarda devlet mülkiyetli şirketler ve bankalar üzerinden devlet kapitalizmi sürüyordu-yazarlar burada Agricultural Bank of China ve JBS örneklerini yineliyorlar. Her ne kadar 1980’lerden 2000’lerin başlarına dek geniş özelleştirme akımları sürse de, özellikle söz konusu ülkelerde devlet mülkiyeti varlığını geniş biçimde sürdürmüş ve küresel finansal kriz ile birlikte devlet kapitalizmi ulusötesi bir hal almıştır. Devlet kapitalizmi aslında 1970’lerin ortasında zirveye çıktı. Çünkü bu dönemde bazı Avrupa ülkeleri oldukça fazla sayıda firmayı millileştirdi. Aynı dönemlere tekabül eden süreçlerde gelişen ülkelerdeki hükümetler de millileştirme çalışmaları yapmalarının yanında millileştirdikleri şirket sayısından daha fazla devlet mülkiyetli şirketler kurarak devleti ekonomide aktif yaptılar. Bunun bir sonucu olarak 1970’lerin sonunda devlet mülkiyetli şirketlerin GDP’deki payı karma ekonomilerde %10’u aşarken, bu rakam gelişen ülkelerde ise %16’ya ulaştı (Musacchio ve Lazzarini, 2014: 6). Musacchio ve Lazzarini (2014: 2), devlet kapitalizmini, şirketlerde büyük ya da küçük hisselere sahip olarak ya da özel şirketlere kredi, sübvansiyon ve benzer ayrıcalıklar sağlayarak devletin, ekonomide etkisinin yayılması olarak tanımlamaktadırlar. Çin, Rusya, Suudi Arabistan gibi ülkeler, Batı finansal krizi küresel durgunluğa dönüşmeden önce kendi devlet kapitalizmi sürümlerini oluşturmuşlardır. Ancak asıl yükseliş, krizin küreselleşmesi ile birlikte başladı. Çünkü sadece gelişen piyasa ekonomilerinde değil, küresel krizi derinden hisseden ABD ve Avrupa’da da devlet müdahalesi kendini gösterdi (Bremmer, 2010a: 46). 4.2. Yeni Devlet Kapitalizminin Özellikleri Yeni devlet kapitalizminin filizlendiği gelişen-piyasa ülkelerinin çoğunluğu komünist bloğun bir parçası olmamalarına rağmen, tarihlerine ekonomilerine yoğun devlet müdahalesinin olduğu dönemlere sahiplerdir. Bunların bazılarında birkaç büyük girişim, stratejik sektörlerde tekel konumlarındadır. II. Dünya Savaşı sonrasında Nehru’nun Hindistan’ı, Atatürk Sonrası Türkiye’si, Meksika ve Brezilya, refahın sadece serbest piyasa ile sağlanacağı görüşünü tam olarak benimsemediler. Bu rejimlerdeki politik inanışlar, önemli sektörlerin devlet yönetiminde kalması gerektiğine zemin hazırladı. Ian Bremmer (2009: 47) 80 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Yeni devlet kapitalizmi, Robinson ve Harris gibi isimlerin kavramsallaştırmalarından hareketle ulusötesileşen devlet kapitalizmi ya da devletçi küreselleşme olarak adlandırılmıştı. Tekrarlamak gerekirse, yeni devlet kapitalizmi küreselleşme ile uyumludur ve birlikte çalışır. Herhangi bir otarşiyi ya da dışa kapalı-korumacı ekonomi modellerini temsil etmez. Bu bağlamda devlet kapitalizmini uygulayan, ancak kendi içlerinde de uygulama konusunda farklılık gösteren Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya gibi ülkeler küresel siyaset-üretim-ticaret üçlemesine devlet mülkiyetli şirketler ve diğer önemli devlet varlıklarının öncülüğünde eklemlenmiştir. O halde “yeni” devlet kapitalizmi neoliberal politika araçlarını kullanarak, kapitalizmi ulusötesi aşamada sürdürmeyi hedefleyen yeni bir iktisadi ve politik gücün temsiliyetidir. Yeni devlet kapitalizminin gelişmekte olan ülkeler üzerinden yükselişi Batı tarafından da dikkatle takip edilmiş ve özellikle The Economist dergisinin 2012 yılında hazırladığı Devlet Kapitalizmi: Görünür El başlıklı rapor da bunun kanıtı olmuştur. Söz konusu raporda, “yeni” devlet kapitalizmi Çin, Rusya, Körfez Ülkeleri ve Brezilya üzerinden filizlenen ve her ülkede de farklı varyasyonlarla uygulanan ancak ortak noktalarının politikacıların neoliberal kapitalizme göre daha fazla güç sahibi olduğu bir yapıdır (Çizelge 4.2). The Economist’e (2012) göre, yeni devlet kapitalizmi birkaç açıdan önceki örneklerinden dikkate değer bir farklılaşmayı temsil etmektedir. Bugünün devlet kapitalizmi daha geniş bir ölçekte gelişmiştir. Öyle ki sadece Çin’in nüfusu, dünya nüfusunun beşte biri oranındadır. Ayrıca, yeni devlet kapitalizmi oldukça hızlı gelişti. Çin ve Rusya kendi devlet kapitalizmi formlarını geçtiğimiz on yıl içerisinde oluşturdu. Ayrıca yeni devlet kapitalizmi, kapitalist araçların kullanımı konusunda daha iyi durumdadır. Bununla birlikte devlet mülkiyetli şirketler ve finansal kurumların yönetimi bürokratlardan değil, aynen özel büyük şirketlerde olduğu gibi, alanında uzmanlaşmış ehil profesyonel yöneticiler tarafından gerçekleştirilmektedir. 81 Çizelge 4.2. Yeni Devlet Kapitalizminin Varyasyonları Parti-Devlet Kapitalizmi Kapitalist Şirket Kremlin Kremlin Inc. Çin Devlet Mülkiyetli Şirketlerle çevrilmiş bir ekonomik yapı. 100’den fazla büyük devlet mülkiyetli şirket ve bu şirketleri SASAC aracılığıyla ÇKP’nin kontrol etmesi. Rusya 1990’larda Yeltsin döneminde özelleştirilen Gazprom ve Rosneft gibi şirketlerin oligarklardan alınıp devletleştirilmesi ve Kremlin’in adeta şirket, Putin’in ise bir CEO gibi olduğu devlet kapitalizmi Petro-Devlet Kapitalizmi Körfez Ülkeleri Petrol gelirlerinden elde edilen ulusal varlık fonları üzerinden ilerleyen petrol yönlü kapitalizm Küçük Yatırımcı Devlet Brezilya Anglo-Sakson kapitalizminin çoğu özelliğini benimsemiş ve devlet kapitalizmi uygulayan diğer ülkelere göre liberal, devletin küçük ortak olduğu ekonomi Ortak Nokta Politikacılar neoliberal kapitalizme göre daha fazla güce sahip The Economist (2012)’den yararlanılarak oluşturulmuştur. McNally (2013b: 34-35) de yeni devlet kapitalizmini önceki devlet kapitalizmi örneklerinden ayırt etmektedir. Devletin ekonomide baskın bir rolü olmasına karşın, bu durum ideolojik ilkelerden kaynaklanmamaktadır. Dolayısıyla yeni devlet kapitalizmi pragmatizme dayalıdır. Bunun anlamı, “yenilenmiş” devlet kapitalizmi, neoliberal ilkeleri de içinde barındıran, kapitalizmi sürdürmeye yönelik bir ekonomik sistemdir. Dikkate değer sayıda özel mülkiyetli şirketler, küresel ticaret sistemiyle derin entegrasyon, devlet mülkiyetli ya da devletin öncü olduğu alanlarda kapitalist işleyişe uyum bu sürecin göstergeleridir. Bu bağlamda, devlet kapitalizmine dayalı, ABD merkezli neoliberal sisteme karşı ancak onun araçlarını kullanarak ilerleyen sistem öncekilerinden farklılaşmaktadır. Yenilenmiş devlet kapitalizmi, küresel siyasal iktisadi düzene derin bir şekilde entegre olmuştur. Yeni devlet kapitalizminin yükselişi, küreselleşmenin etkileri ile ilgili sayısız varsayımı geçersiz kıldı. Kenichi Ohmae ulus-devletin bittiğini söyledi. Thomas Friedman devletlerin piyasanın altındeli gömleğini giydiğini tartıştı. Naomi Klein dünyanın en büyük firmalarının birçok ülkeden büyük olduğuna vurgu yaptı. Ve Francis Fukuyama demokratik kapitalizmin zaferi ile tarihin sonunun geldiğini iddia etti. Şimdi ise, dünyanın çoğunluğunda devlet piyasaya baskın çıktı ve otokrasi demokrasiye karşı zafer kazandı (The Economist, 2012): 82 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ “Çin Merkez Televizyonu’nun merkez binası Hollandalı bir mimar olan Rem Koolhaas tarafından tasarlanmış devasa büyüklükte bir binadır. Aynı şekilde Çin Ulusal Offshore Petrol Şirketi’nin merkez binası da devasa bir petrol tankerini andırmaktadır. Bu bağlamda Pekin’de devlet mülkiyetli şirketlerin devasa binalarını fazlaca görmek oldukça mümkündür. Elbette bu olgu sadece Pekin ile sınırlı değildir. Malezya’nın petrol şirketi Petronas’ın Kuala Lumpur’daki 88 katlı kuleleri, Moskova’da Rusya’nın en büyük iki bankasına-Sberbank ve VTB- ait büyük binalar… Devlet mülkiyetli şirketler ile ilgili en dikkat çekici şey, gelişen dünyada bu şekilde yükselen bir trende sahip olmalarıdır.” 2008 küresel finansal krizi, küreselleşmenin jeoekonomik manzarasını değiştiren-yeniden biçimlendiren yapısal güçleri ortaya çıkardı. Artık Washington Uzlaşması’na ve onun yönetişim ilkelerine dayalı çağ sona ermekte ve bu da özellikle Çin, Brezilya, Rusya, Hindistan gibi ülkelerin küresel düzene etkisinin artmasıyla ortaya çıkmaktadır. Bu ekonomiler, küresel siyasal iktisadın nasıl yönetileceği konusunda farklı perspektifler benimsemiş olmakla beraber, kapitalizmin doğasına ve mantığına aykırı olmayan bu farklı bakışlar küresel seviyede giderek ön plana çıkmıştır. Bizim yeni devlet kapitalizmi olarak adlandırdığımız sürece McNally “Refurbished-Yenilenmiş” devlet kapitalizmi demektedir. Ona göre bu yenilenmiş devlet kapitalizmi, geleneksel merkantilizmin 21. yüzyıl uzantısı olmaktan öte, kapitalizmin yeni bir türüdür (McNally, 2013b: 35). Yeni devlet kapitalizmi, sık sık liberal serbest piyasa ilkelerine-özellikle de Washington Uzlaşması ile alakalı olan ilkeler-bir karşı duruş olarak okunmaktadır. Ancak yeni devlet kapitalizmi, Stalinizm ve sosyalist merkezi planlama ile de çok benzeşen bir yapıya sahip değildir. Yeni devlet kapitalizmi, daha çok, kapitalist sistem şekilleri içerisinde devletin temel ekonomik fonksiyonlarda varlığını sürdürdüğü bir tür olarak algılanmalıdır. Bu nedenlerden ötürü, ilk ve en önemli olarak, yeni devlet kapitalizmi, kendi içinde de farklılaşan bir kapitalizm türüdür (Çizelge 4.2). Devletin rolünde, devlet mülkiyetli şirketlerin ve devletin yönettiği diğer ekonomik kurumların sayısı ve biçimleri ile yabancı yatırımlar ve sermaye akımlarına açıklık konusunda dikkate değer bir farklılık vardır. Bremmer’e (2010b: 23) göre yeni devlet kapitalizmi onu uygulayan her ülke şartlarına göre özel tasarlanmış bir kapitalizm formudur. Suudi Arabistan ve Rusya gibi hammadde ihracatçıları, örneğin, devletin daha baskın olduğu bir ekonomik yapıya meyillidirler. Dahası, devletin rolü ve uluslararası entegrasyon derecesine göre ulusal ekonomilerdeki farklılık dikkate değerdir. Büyük olarak nitelenebilecek gelişen piyasa ekonomileri (Çin, Brezilya, Hindistan ve Rusya), kıtasal ölçekte ya da bir alt kıta ölçeğinde yüzölçümlerine sahiptir. Bu ülkelerin alt ekonomik birimlerinin bazıları tek hammadde ve endüstriye yönelirken, diğer birimler uluslararası ticaret ve üretim akımlarına derin bir biçimde entegre olmuşlardır. İkinci olarak, yeni devlet kapitalizmi, neoliberal küreselleşme çağında ortaya çıkmıştır. Hızlı bir biçimde sanayileşmek isteyen ekonomilerin hiçbiri, kendini küresel- 83 leşmenin ticaret, bilgi ve sermaye akımlarından dışlayamaz. Ekonomilerini dışa açan, yeni devlet kapitalizminin uygulayıcısı olan ülkeler, neoliberal ilkelerin-işgücü piyasalarının liberalleşmesi, sermaye piyasalarının dışa açılması gibi-birçoğunu absorbe etmiştir. Bu bakımdan Çin piyasacı liberal reformlar ile sürdürülen devlet kapitalizmi formunu uygulayan bir örnektir. Belki de en önemli gerçek devlet mülkiyetli şirketlerin ve ulusal varlık fonlarının yönetimindedir. Devletler burada yoğun kapitalist uygulamalara yönelmektedir. Şirket evlilikleri, şirket alımları, piyasanın en ünlü yöneticilerini transferi, uluslararası fon yöneticilerinden tavsiyeler, uluslararası muhasebe standartları, borsa işlemleri vb girişimler ile kurumsal yönetişimi yeniden inşa ve geliştirmeye yönelik faaliyette bulunurlar (McNally, 2013b: 38). 21. yüzyılın başlarında ortaya çıkan ve 2008 küresel krizi ile yükselen yeni devlet kapitalizmini betimleyen tek bir model olmamakla birlikte, bu sistemi uygulayan ilkelerin ortak politikaları devlet kapitalizmini tanımlamak için yeterlidir. Yenilenmiş devlet kapitalizmini neoliberal piyasa kapitalizminden ayıran öncelikli temel unsur, piyasaya ve tümüyle iktisadi liberalleşmeye karşı önemli ölçüde bir şüphe olmasıdır. Bu durum piyasaların önemsiz olduğu anlamına gelmemekle beraber piyasanın devlet aygıtı olmadan tek başına işleyeceği tezine bir karşı çıkıştır. Devlet kapitalizminde piyasalar pragmatist bağlamda bir araç olarak kullanılmaktadır. Piyasa güçleri temel iktisadi süreçlerin tümüyle devlet tarafından kontrol edildiği sürece iyidir. Dolayısıyla iktisadi kalkınma piyasa belirsizliklerine bırakılmadan devletçi ölçütlerde yürütülmelidir (McNally, 2013b: 38-39). Devlet kapitalizmi, devletin, özellikle politik bağlamda yükselme için piyasaları kontrol etmesi ve piyasalarda baskın hale gelmesiyle oluşan ekonomik bir sistemdir. Ancak devlet kapitalizmini uygulayan ülkeler ile serbest piyasacı ülkeler arasındaki ayrım her zaman net değildir. Bu iki iktisadi sistemin zıt kamplar olduğuna yönelik bir kesinlik de yoktur. Dünya üzerindeki tüm ülkeler iktisadi faaliyetlerin devlet tarafından düzenlenmesinin yanında yoğun piyasa işlemlerine de tanık olmuştur. Dolayısıyla hiçbir ülkenin ekonomisi doğrudan tam anlamıyla ne devlet kapitalizmidir ne de serbest piyasa ekonomisidir (Bremmer, 2010a: 43). Bremmer’a (2010a: 51-52) göre, politika yapıcılar devlet kapitalizmini kriz nedeniyle çöken ekonomiyi yeniden inşa etmek ya da durgunluktan çıkış aracı olarak değil, uzun dönemli stratejik bir politika seçeneği olarak benimsemişlerdir. Ayrıca yeni devlet kapitalizmini benimseyen ülkelerdeki politika yapıcılar piyasaları, küresel aşamada iktisadi ve politik genişlemenin bir aygıtı olarak görmektedirler. Dolayısıyla da 21. yüzyılın devlet kapitalizminde piyasalar önemli bir unsurdur. Yeni devlet kapitalizmi, geleneksel merkantilizmin 21. yüzyıl formu değildir. Bugünkü dünyada devlet kapitalizminin uygulayıcısı olan Çin, Brezilya, Rusya, Suudi Arabistan ve Hindistan farklı derecelerde açık ticaret ve yatırım ilişkileri içerisinde olup uluslararası ticaret sistemine entegre konumdadır. Bu ülkeler de territoryal sınırları içerisinde ulusötesi şirketle- 84 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ ri ağırlayarak, küresel üretim ve enformasyon ağlarında avantaj elde etme amacını taşımaktadırlar. Dolayısıyla modern devlet kapitalizmi sistemleri, birçok yoldan melezleşmiştir. Bu sistem, genellikle, önemli ulusal özel sektörlerin de var olduğu bir karma ekonomik yapıya sahiptir (McNally, 2013b: 38). Yeni devlet kapitalizminde devlet, sadece ekonomiye çeşitli iktisat politikaları ile müdahale eden bir mekanizma değil, mülkiyeti devlette olan şirketler ve finansal kurumlar ile büyük destek sağladığı ulusal şirketler ile ekonomi sahnesinde yer almaya başlamıştır. Bu yer alış, korumacı politikalarının ötesinde, bilakis liberal kapitalizmin araçlarını kullanarak, küresel ekonomide-ulusötesi kapitalizmde rekabet eden birer yatırımcı biçiminde ortaya çıkmaktadır. Böylelikle küresel krizle birlikte ortaya çıkan aksaklıkların giderilmesiyle kapitalizmin işlevselliğinin sürmesi konusunda devlet tekrar başat olarak rol oynamaya, iktisat politikalarının merkezinde yer almaya başlamakla beraber devletin yükselen diğer rolü de, mülkiyetindeki şirketlerle küresel piyasada yer alması olmuştur (Hassel ve Lütz, 2012: 31). Dolayısıyla, 2008 krizi, küresel kapitalizm için bir milat olmuştur.42 2008 küresel krizi 1929 krizinden sonra kapitalizmin görünen en büyük krizidir. Küresel kapitalizmde önemli yeri olan birçok finansal kuruluş ya iflas etmiş ya da devlet tarafından kurtarılmıştır. Dolayısıyla 2007’nin sonlarından itibaren başlayan süreç, neoliberal kapitalizm büyük bir sarsıntı yaşamış ve bu sarsıntı, ”bildiğimiz küresel kapitalizm43”in sonunu getirmiştir. Neoliberal iktisat paradigmaların bu başarısızlığı, küresel kapitalizmin sorgulanmasına neden olmuş ve özellikle 2009 yılında Londra’da yapılan G-20 zirvesiyle küresel finansal yapıda önemli reformlar yapılmasıve devletin ekonomik hayatta güçlü bir şekilde var olması konusu gündeme gelmiştir. Bu çerçevede 1980’lerden beridir süregelen neoliberal küreselleşme, başını gelişen ülkelerin çektiği devlet kapitalizminin küreselleşmesine bırakacaktır (Helleiner, 2011: 68; Berberoglu, 2012). Kriz sonrası oluşan bu yeni kapitalist düzende küreselleşme ortadan kalkmayacaktır. Çünkü yeni devlet kapitalizmi küreselleşme ve finansallaşmaya karşı bir sistem değildir. Bilakis bu olguların içerisinde devlet mülkiyetli şirketler, ulusal varlık fonları ve çeşitli düzenleyici kurumlar ile yer alan bir sistemdir (Bresser-Pereira, 2010: 33). Finansal kriz ve küresel durgunluk esnasında yaşanan piyasaların devasa çöküşü, serbest piyasanın küreselleşme ile beraber girdiği ilk sınavını geçemediğini kanıtladı. Devletler, önemli iktisadi sektörler ile finansal kurumların çöküşüne, büyümeyi yeniden başlatmak ve şirketlerin, kurumların daha da gerilemesini önlemek amacıyla, iktisadi yaşama yeniden müdahil oldu. Şirketleri kontrol etmeye başladı. Bunu yapmalarının nedeni, gerekli olduğunu düşünmeleri ve devlet aygıtından başka bir unsurun eko42- Yeni devlet kapitalizminin yükseliş sürecini 2008 küresel krizine bağlamaktayız, ancak bu bağlam yeni devlet kapitalizminin kriz süreciyle birlikte oluştuğu anlamına gelmemelidir. Örneğin Çin’in devlet kapitalizmini oturtma süreci 1980’lere kadar gitmektedir. Ancak 2000’lerin başından itibaren “kurumsal” bir devlet kapitalizmini oturtmuşlardır. Yani küresel kriz öncesinde de var olan bu ekonomik sistem, küresel krizle birikte neoliberal kapitalizmin alternatii olmuştur. 43- Neoliberal paradigmalar doğrultusunda ilerleyen küresel kapitalist düzen yerine, pragmatist bir biçimde neoliberal araçları kullanarak küreselleşen devlet kapitalizmi sisteminin gelişi. 85 nomiyi durgunluktan ve kriz sarmalından çıkaramayacağı düşüncesidir. Dolayısıyla da Şangay’dan Pekin’e, Sao Paulo’dan Brasilia’ya, Mumbai’den Delhi’ye, Sidney’den Canberra’ya ve Dubai’den Abu Dhabi’ye doğru piyasa gücünün, finans sermayesinden politik sermayeye transferi gerçekleşti (Bremmer, 2010b: 249-250). Bremmer’a (2010b: 250) göre, yeni devlet kapitalizmi ile serbest piyasa arasında iki temel farklılık söz konusudur. Birincisi, yeni devlet kapitalizmi, politika yapıcıların durgunluk nedeniyle çökmüş ekonomiyi yeniden inşa ve krizden çıkış için geçici bir adım olarak kullandığı bir süreç değil, stratejik uzun dönemli bir politika tercihidir. İkincisi devlet kapitalistleri piyasayı ulusal çıkarlar için bir araç olarak görmektedirler. Onlar piyasaları kendi siyasi ve iktisadi etkinliklerini hem ulusal hem de küresel ölçekte genişletmek amacıyla kullanıyorlar. Bu bağlamda siyasi liderler de devlet kapitalizmini yönetmek için çeşitli aracı kurumlar kullanmaktadırlar. Bunların en önemlileri, ulusal petrol ve doğalgaz şirketleri, diğer devlet mülkiyetli şirketler, özel mülkiyetli ulusal şampiyonlar ve ulusal varlık fonlarıdır. Elbette bu unsurların bazılarına sahip oluyor olmak bir devletin devlet kapitalizmini benimsediği anlamına gelmez. Örneğin Norveç devleti, bir ulusal varlık fonu yönetiyor ve dünyanın en büyük offshore petrol ve doğal gaz şirketi StatoilHydro’nun %60’ından fazlasına sahiptir. Ancak bu Norveç’in devlet kapitalizmini benimsediği anlamına gelmez. Yukarıda sayılan dört kuruma sahip ülkeler devlet kapitalizmini benimseme eğilimine daha fazla sahiptir. ABD, Avrupa ve gelişmiş dünyanın çoğunluğunda son devlet müdahaleciliği dalgası, mevcut küresel durgunluğun olumsuzluklarını azaltmaya ve ekonomilerini tekrar yükselişe geçirme anlamındaydı. Çoğunluk için, gelişmiş ülke hükümetleri, ekonomilerini yönetme eğiliminde değildiler. Bununla birlikte benzer müdahalelere dayalı karşıt eğilimler gelişmekte olan dünyada ortaya çıktı. Burada devlet ekonomide çok büyük bir ağırlığa sahip olup serbest piyasa doktrini reddedilmektedir. Söz konusu gelişmekte olan ülkeler (Çin, Rusya, Brezilya, Hindistan, Venezuela, Malezya, Birleşik Arap Emirlikleri, vb) dünyanın en büyük petrol şirketlerine sahip ve bu şirketler dünya petrol rezervlerinin dörtte üçünü kontrol etmektedir. Diğer devlet destekli veya devlet mülkiyetli şirketler de temel iktisadi sektörlerde gücü elinde bulundurmaktadırlar. Ulusal varlık fonları, devlet mülkiyetli yatırım fonları portföyleri için de yeni bir terim ve bu fonların küresel yatırımdaki payı giderek artan bir yapıya sahiptir. Söz konusu bu gelişmeler, küresel siyaseti ve küresel ekonomiyi yeniden biçimlendirmekte ve bu durum da gelişmekte olan ülkelerden yükselen devlet kapitalizmini ön plana çıkarmaktadır (Bremmer, 2009: 40). Yeni devlet kapitalizminin amacı, devletin dominant rol oynadığı şirketler ve kurumlar üzerinden piyasayı ve refahı kontrol etmektir. Serbest piyasa sistmenin hedefi karı ençoklaştırmak ve iktisadi olarak büyümek iken, devlet kapitalizminin hedefi politiktir: İktisadi kalkınmayı kontrol etmek ve sistemin sürme şansını ençoklaştırmak. Bu durum devlet kapitalizmini uygulayan ülkelere göre değişmektedir. Çin’de devlete ait veya 86 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ devlet tarafından kontrol edilen şirketler ve onun uzantıları ülke GDP’sinin ve mevcut işgücünün yarısından fazlasına sahip olup Fortune Global 500’ün 2012’deki listesinde yer alan 73 Çin şirketinin 65’i devlet mülkiyetli şirketlerdir. Benzer şekilde, Rusya’nın devlet mülkiyetli girişimlerinin değeri Moskova Borsasının toplam değerinin yarısından fazladır. Birleşik Arap Emirlikleri’nde de ulusal petrol şirketleri ve ulusal varlık fonları ekonomiyi domine etmektedir. Diğer ülkelerde ise devletin ekonomideki yeri daha mütevazi konumdadır. Brezilya’da Petrobras gibi devlet mülkiyetli şirketler Latin Amerika’nın en büyük borsasında %38 değere sahipken, Güney Amerika’da ise devlet şirketleri özel şirketlerle büyük rekabet içerisindedir. Yirmi yıl kadar öncesinde durum farklıydı. Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra Yeni Kremlin hızla Batı’nın ekonomik modeline kaydı. Sovyet sonrası genç cumhuriyetler de Batı’nın politik değerlerini benimsedi. Aynı anda Çin liberal piyasa reformlarını lanse etmeye, Brezilya, Hindistan, Endonezya, Güney Afrika ve Türkiye gibi ülkeler de ekonomilerini deregüle etmeye başlamış, özelleştirme uygulamaları ile devleti şirket ve sektör yönetimlerinde uzaklaştırmışlardır. Ticaret hacimlerinin büyümesi, tüketici tercihleri ve arz zincirlerinin, sermaye akımlarının, doğrudan yabancı yatırımlar ile teknoloji ve inovasyonun küreselleşmesi liberalleşme eğilimlerini güçlendirdi (Bremmer, 2009: 40-41, 2014). 4.3. Ulusötesileşen Devlet Kapitalizminin Aktörleri Bremmer’e göre devlet kapitalizminin dört temel aktörü vardır (Bremmer, 2009: 42; 2010a: 54). a. Ulusal Petrol ve Doğalgaz Firmaları (NOCs) b. Diğer Devlet Mülkiyetli Şirketler (SOEs) c. Özel Mülkiyetli Ulusal Şampiyonlar d. Ulusal Varlık Fonları (SWFs) Biz ise bu çalışmada, aşağıdaki şemada da görüldüğü üzere, ulusal petrol ve doğalgaz şirketlerini devlet mülkiyetli şirketler içerisinde ele alacağız. Bununla birlikte, ulusal şampiyonlar da, devlet destekli hatta bazılarında küçük miktarda devlet hissesinin bulunduğu şirketler olduklarından ötürü onları da aynı başlık altında ele alacağız (Şekil 4.3). Şekil 4.3. Ulusötesileşen Devlet Kapitalizminin Temel Unsurları 87 4.3.1. Devlet Mülkiyetli Şirketler (SOEs) Devlet mülkiyetli şirketler, genel olarak devletin doğrudan sahip olduğu ve kontrol altında tuttuğu şirketlere verilen isimdir. Yeni devlet kapitalizminin de ulusötesileşmesinin birincil kaynağı da devlet mülkiyetli şirketlerdir. Özellikle stratejik sektörler olarak nitelenen, petrol ve doğalgaz, ulaşım, iletişim, bankacılık gibi sektörler üzerinden yükselen bu şirketler, günümüz küresel kapitalizminin önemli birer içsel unsuru halini almışlardır (Çizelge 4.3). Çizelge 4.3. Devlet Mülkiyetli Şirketlerin Fortune Global 500 List İçindeki Yeri Yıllar Listedeki Liste Gelirdeki Varlıklardaki Karlardaki Devlet içindeki İstihdamdaki payları payları payları Mülkiyetli payları payları (%) (%) (%) (%) Şirketler (%) 2005 49 9.8 18.4 8.0 8.9 8.2 2006 54 10.8 19.9 8.8 9.2 9.9 2007 55 11.0 19.7 9.2 8.8 10.4 2008 57 11.4 19.9 10.3 9.1 12.0 2009 69 13.8 23.6 14.5 15.7 11.9 2010 75 15.0 24.8 15.3 18.8 9.35 2011 86 17.2 27.7 17.8 22.2 16.95 2012 95 19.0 29.8 19.6 19.3 22.25 2013 107 21.4 30.4 22.0 19.7 23.15 2014 114 22.8 - 24.1 23.0 19.9 Kaynak: Kwiatkowski ve Augustynowicz, 2015: 1743. (Yazarlar Fortune Global 500 List verilerinden hareketle kendileri hesaplamıştır.) Devlet mülkiyetli şirketler içerisinde en dikkat çekenleri petrol ve doğalgaz sektörlerinde faaliyet gösteren şirketlerdir. Genel anlamda her ne kadar dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz şirketleri denince akla özel mülkiyetli şirketler gelse de, gerçekte dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz şirketleri devlet mülkiyetli Saudi Aramco, Gazprom, China National Petroleum Co., National Iranian Oil Co., Petronas de Venezuela ve Petrobras şirketleridir ve bu şirketler, en büyük özel mülkiyetli şirket Exxon Mobil’den daha büyüktür. Söz konusu şirketler, dünya petrol rezerv ve arzının %75’inde fazlasına sahiptir. Batı’da refah daha çok özel mülkiyetli yatırım ve girişimlerle sağlanmaya çalışılırken Çin ve Rusya’nın başını çektiği gelişen piyasalar devlet mülkiyetli girişimler üzerinden küresel bir güce dönüşmeyi hedeflemektedir. Bu bağlamda birçok gelişen piyasa ekonomisi ülke de bu iki ülkeyi takip etmektedir. Savunma, enerji, telekom, maden vb sektörlerde gelişen piyasaların devlet mülkiyetli şirketlerinin etkisi giderek artmaktadır. Bununla birlikte ulusal varlık fonları da devletin yatırımlardan karlı çıkmasını hedeflemektedir (Bremmer, 2009: 42, 2010c). 88 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Çizelge 4.4’te, 2014 yılı verileri üzerinden dünyanın en büyük on petrol ve doğalgaz şirketi verilmekte olup bu tablodan hareketle, en büyük on şirketin yedisinin devlet mülkiyetli olduğu görülmektedir. Bu bağlamda International Energy Statistics verilerine göre, devlet kapitalizmini benimsemiş ülkelerin dünya petrol rezervlerindeki payı yaklaşık %37 civarındadır. Çizelge 4.4. Dünyanın En Büyük On Petrol ve Doğalgaz Şirketi (2014) Şirket Ülke Kuruluş Günlük Üretim (Milyon Varil) Saudi Aramco Suudi Arabistan 1933 12 Gazprom Rusya 1989 8.3 National Iranian Oil İran 1948 6 ExxonMobil ABD 1999 4.7 Rosneft Rusya 1993 4.7 PetroChina Çin 1999 4 British Petroleum (BP) Royal Dutch Shell Birleşik Krallık Hollanda 1909 1907 3.7 3.7 Petroleos Mexicanos (Pemex) Meksika 1938 3.6 Kuwait Petrol Corporation Kuveyt 1980 3.4 *Koyu yazılı olanlar devlet mülkiyetli şirketlerdir. Kaynak: Forbes, http://www.visualcapitalist.com/ Küresel bağlamda devlet mülkiyetli şirketler içerisinde sayı olarak petrol ve doğalgaz şirketleri ön plana çıksa da diğer sektörleri de göz ardı etmemek gerekir. Finansal kuruluşlardan kamu hizmetlerine kadar birçok sektörde de devlet mülkiyetli şirketler küresel listelerde yer almaktadır (Çizelge 4.5). Çizelge 4.5. Fortune Global 500 List’de Yer Alan Devlet Mülkiyetli Şirketlerin Faaliyet Alanına Göre Sayısal Dağılımı Faaliyet Alanı 2005 2006 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014 10 11 10 11 15 18 15 16 14 17 Doğal Kaynaklar 14 16 19 19 23 24 31 33 41 43 Kamu Hizmetleri 21 19 18 17 18 18 20 22 23 25 Sanayi 1 5 5 7 10 11 16 18 20 22 Diğer 3 3 3 3 3 4 4 6 9 7 Finansal Kuruluş Kwiatkowski ve Augustynowicz, 2015: 1743 89 21. yüzyılın devlet kapitalizmi temel olarak devlet mülkiyetli şirketler ve ulusal varlık fonları üzerinden küreselleşse de, devlet destekli şirketler, sübvansiyon politikaları, korumacılık, ulusal şampiyon olarak nitelenen özel mülkiyetli şirketler lehine politika tercihleri, belirli iktisadi kurumlarda devletin sahip olduğu ikincil rol gibi daha da uzatılabilecek bir salkım halinde faktörleri içerisinde barındırmaktadır. Buradaki farklılık, devlet kapitalizminin bir ülke ekonomisine ne kadar etki ettiğidir. The Economist’in hesaplarına göre devlet mülkiyetli şirketlerin borsa değerleri Çin’de %80, Rusya’da %62, Brezilya’da %38 ve OECD ülkelerinde ise %12’dir. Yine The Economist’e göre devlet mülkiyetli şirketlerin yanında çeşitli ülkelerin özel mülkiyetli ulusal şampiyonları da (Royal Dutch Shell, Exxon Mobil, Toyota, BP, Chevron gibi) dünyanın en büyük şirketleri arasında yer almaktadır (Schneider, 2012: 122). Airbus, Michelin, Hyundai, NEC, Samsung, Singapore Airlines, Volkswagen ve LG gibi şirketler mevcut dönemde birer ulusal şampiyona dönüşmüş ve küresel ekonomide önemli derecede ilerlemişlerdir (Kumar, 2013). Bazı gelişen piyasa ekonomilerinde büyük firmalar özel mülkiyet elinde olmayı sürdürmekle beraber, devletin kredi, sübvansiyon vb konulardaki patronajına güvenmekte ve dayanmaktadır. Bu özel mülkiyetli ancak devlet destekli ulusal şampiyonlar, böylelikle küresel rakipler karşısında devletten oldukça büyük destek almaktadırlar. Bu bağlamda söz konusu şirketler hem ulusal ekonomide hem de ihracat piyasalarında önemli bir aktördür. Devletten aldıkları destekle ulusal piyasadaki rakiplerinden avantajlı konumdadırlar ve devlet kapitalizminin önemli bir unsuru olarak giderek güçlenmektedirler. Rusya’da ulusal şampiyonlar Kremlin’e yakın küçük bir oligark grup tarafından yönetilmektedir. Maden şirketi Norilsk Nickel, metalürji sektöründen Nmk Holding bu kategoriye örnektir. Çin’de de Rusya’dakinden daha geniş bir yapı mevcut olmakla birlikte Huawei, Lenovo gibi büyük telekomünikasyon ve bilgisayar firmaları devlet destekli ve devlete yakın iş adamları tarafından kontrol edilmektedir (Bremmer, 2009: 43). Genel anlamıyla ulusal şampiyonlar, özel mülkiyetli olan ancak bazı durumlarda devletin küçük hisselerinin bulunduğu, ulusal ve ihracat piyasalarında ve bu bağlamda da küresel piyasada yükselmek için devletten çeşitli destekler alan şirketlerdir. Devlet mülkiyetli bankalardan ucuz kredi, vergi indirimleri gibi ekonomik avantajlara sahip olan bu tür şirketlerin çoğunluğu ABD ve Avrupa merkezli olup, devletlerinin destekleriyle küresel kapitalizmin bir unsuru oldular. Dolayısıyla devlet kapitalizmi sistemi politik hedeflerle, bu ulusal şampiyonlara dikkate değer bir rekabet üstünlüğü sağlamış olmaktadır (Bremmer, 2010a: 67). 90 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Çizelge 4.6. Bazı Ülkelerin Fortune Global 500 List’de Yer Alan Şirketleri İçinde Devlet Mülkiyetli Şirketlerin Sayısı (Parantez İçindekiler, O Ülkenin Liste İçindeki Tüm Şirketlerinin Sayısıdır.) Ülkeler 2005 14 Çin (88) 4 Hindistan (80) 2006 2007 2008 2009 2010 19 22 25 32 39 (95) (92) (86) (86) (85) 2011 52 (85) 2012 61 (84) 2013 72 (82) 2014 76 (80) 5 (83) 5 (83) 5 (71) 5 (71) 5 (63) 5 (63) 5 (63) 5 (63) 5 (63) Almanya 6 (16) 5 (14) 4 (11) 4 (11) 5 (13) 5 (14) 3 (9) 3 (9) 2 (7) Fransa 6 (15) 5 (13) 4 (11) 4 (10) 4 (10) 4 (10) 3 (9) 3 (9) 3 (10) 3 (9) Rusya 1 (33) 3 (60) 2 (50) 3 (60) 3 (38) 3 (50) 3 (43) 3 (43) 3 (43) 5 (63) Japonya 2 (2) Brezilya Meksika ABD Güney Kore 2 (3) 2 (3) 2 2 (67) 2 (50) (40) 2 2 2 (100) (40) (40) 1 (1) 1 (1) 1 (1) 1 (2) 2 (40) 2 (40) 1 (1) 3 (2) 4 (3) 1 (9) 1 (7) 1 (7) 1 (10) 1 (7) 1 (8) 1 (7) 2 (3) 2 (3) 2 (3) 2 (3) 2 (3) 2 (7) 3 (5) 2 (33) 2 (29) 2 (29) 2 (25) 2 (25) 2 (29) 2 (50) 1 (50) 2 (67) 2 (67) 2 (67) 2 (67) 3 (2) 1 (1) 1 (1) 1 (1) 2 (15) 2 (14) 2 (13) Kaynak: Kwiatkowski ve Augustynowicz, 2015: 1743. (Yazarlar Fortune Global 500 List verilerinden hareketle kendileri hesaplamıştır.) Kowalski vd (2013: 6), ülkelerin küresel kapitalizmde faaliyette bulunan devlet mülkiyetli şirketlerdeki paylarını hesaplamışlardır. Buna göre küresel ekonomideki değeri bakımından en yüksek devlet mülkiyetli şirket payına sahip olan ülkeler sırasıyla Çin, Birleşik Arap Emirlikleri, Rusya, Endonezya, Malezya, Suudi Arabistan, Hindistan, Brezilya, Norveç ve Tayland’dır (Çizelge 4.6). Bu hesaplama, devlet aygıtının tüm ekonomideki payını yansıtmamakta ancak bir ülkenin devlet mülkiyetli şirketleri aracılığıyla küresel ekonomideki gücünü göstermektedir. Bu açıdan yüksek paylara sahip olan ülkelerin büyük çoğunluğu aynı zamanda önemli ticaret ülkeleri olup bunların arasında en dikkate değer örnek Çin’dir. Çin, dünyanın en büyük ikinci ihracatçısı olup 2010 yılında dünya ihracatının %10’undan fazlasını gerçekleştirmiştir. Bununla beraber yukarıda adı geçen diğer yedi ülke de bu hesaplamaya dahil edildiğinde, bu sekiz ülkenin toplam ihracattaki payı %20 olmaktadır. Çizelge 4.7’de Forbes Global 2000’de yer alan en büyük 20 devlet mülkiyetli şirket verilmiştir. Bu listedeki şirketlerdeki devlet payı %50 ve üzerindedir. Listeden de görüleceği üzere dünyanın en büyük 70 şirketinden 11 tanesi devlet mülkiyetli şirketlerdir. 9 tane ilk 11 şirket içerisinde olmak üzere listedeki 20 şirketin 13’ü Çin’in devlet mülkiyetli şirketleridir. Dikkat çeken bir diğer nokta da, hem en büyük 25 devlet mülkiyetli şirketin hem de For- 91 bes Global 2000 listesinin en büyük dört şirketi de Çin’in devlet mülkiyetindeki bankalarıdır.44 Dünyanın en büyük 20 devlet mülkiyetli şirketinin 7 tanesi petrol ve doğalgaz, 7 tanesi bankacılık, ve birer tanesi de elektronik, kimyasal, sigorta, telekom ve madencilik sektörlerinde faaliyet gösteren şirketlerdir. Dünyanın en büyük 2000 şirketinin 204’ü, 2010-2011 döneminde 37 farklı ülkeden devlet mülkiyetli şirkettir. Bu 204 şirketin 70’i Çin’e, 30’u Hindistan’a, 9’u Rusya’ya, 9’u Birleşik Arap Emirlikleri’ne ve 8’i de Malezya’ya aittir. 2010-2011 iş yılında bu 204 devlet mülkiyetli şirketin toplam satışı 3.6 trilyon ABD dolarıdır. Bu rakam 2000 en büyük şirketin toplam satışının %10’undan fazlasına ve Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya gibi ülkelerin 2010 yılı ulusal gelirlerini geçmektedir. Ayrıca bu devlet mülkiyetli şirketlerin satış değeri (327 milyar ABD doları), dünya GDP’sinin %6’sına eşit ve toplam piyasa değerleri de listedeki tüm şirketlerin piyasa değerinin %11’ine tekabül etmektedir (Kowalski vd, 2013: 6). 44- 2000 şirketin bulunduğu listedeki şirketlerin 232 tanesi Çin şirketleridir. Güncellenmiş listenin tamamı için: http://www.forbes.com/global2000/list/2/#header:position 92 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Çizelge 4.7. Forbes Global 2000’e Göre Dünyanın En Büyük 20 Devlet Mülkiyetli Şirketi (Milyar Dolar, 2015) Küresel Derece Şirket Sektör Ülke Piyasa Değeri Satışlar Varlıklar 1 ICBC Bankacılık Çin 278.3 166.8 3322 2 China Construction Bank Bankacılık Çin 212.9 130.5 2698.9 3 Agricultural Bankacılık Bank of China Çin 189.9 129.2 2574.8 4 Bank of China Bankacılık Çin 199.1 120.3 2458.3 8 PetroChina Petrol&Doğalgaz Çin 334.6 333.4 387.7 20 China Mobile Telekom Hong 271.5 Kong, Çin 104.1 209 24 SinopecChina Petroleum Petrol&Doğalgaz Çin 121 427.6 233.9 27 Gazprom Petrol&Doğalgaz Rusya 62.5 158 356 37 China Life Insurance Sigorta Çin 160.5 71.4 362.1 59 Rosneft Petrol&Doğalgaz Rusya 51.1 129 150 68 EDF Elektronik Fransa 46.3 96.7 324.3 73 Industrial Bank Bankacılık Çin 57.9 39.4 650.8 94 China Citic Bank Bankacılık Çin 49.7 38.3 667.1 103 CNOOC Petrol&Doğalgaz Çin 64.4 44.6 106.8 103 Statoil Petrol&Doğalgaz Norveç 58 95.1 131.6 112 China State Construction Engineering İnşaat Çin 36.8 120.3 150.6 116 Saudi Basic Industries Kimyasal Suudi 64 Arabistan 50.4 90.9 121 ENI Petrol&Doğalgaz İtalya 64.2 145.9 176.9 124 Sberbank Bankacılık Rusya 26.9 58.1 420 127 China Shenhua Metal&Madencilik Energy Çin 63.8 39.6 85.8 Kaynak: Forbes Global 2000 List, 2015, http://www.forbes.com/global2000/list/#tab:overall *Seçilen şirketler devletin %50 ve üzerinde pay sahibi olduğu şirketlerdir. Bunların yanında Japonya’nın telekomünikasyon şirketi Nippon ve Almanya’nın Deutsche Telecom gibi devlet mülkiyetinin %30 ve civarı olduğu firmaları da listede görmek mümkündür 93 Çizelge 4.8’de ise Forbes Global 2000 güncellenmiş listede karlılık açısından sıralama verilmiştir. Listeye göre dünyanın en çok kar eden şirketi toplamda 40. sırada yer alan Vodafone şirketidir. Şirket özel mülkiyetli olup 2. sırada onu takip eden ve toplamda ilk sırada yer alan ICBC ise devlet mülkiyetlidir. Dünyanın en karlı şirketleri arasında bankacılık sektörü ağır basmakta olup bu on şirketten beşi devlet mülkiyetlidir. Ayrıca iki şirket de ulusal şampiyondur. Dolayısıyla dünyanın en karlı on şirketi içinde de devletin ağırlığı oldukça belirgindir. Çizelge 4.8. Elde Edilen Kar Bakımından En Büyük 10 Şirket (2015) Küresel Derece Şirket Adı Sektör Ülke Kar (milyar dolar) Vodafone Telekom Birleşik Krallık 77.4 1 ICBC Bankacılık Çin 44.8 12 Apple Bilgisayar ABD 44.5 2 China Construction Bank Bankacılık Çin 37 7 Exxon Mobil Petrol&Doğalgaz ABD 32.5 3 Agricultural Bank of China Bankacılık Çin 29.1 4 Bank of China Bankacılık Çin 27.5 27 Gazprom Petrol&Doğalgaz Rusya 24.1 10 Wells Fargo Bankacılık ABD 23.1 18 Samsung Electronics Elektronik Güney Kore 21.9 40 Forbes Global 2000, http://www.forbes.com/global2000/list/#header:profits_sortreverse:true *Koyu ile yazılmış olanlar devlet mülkiyetli (doğrudan) şirketler yani devletin %50 ve üzeri paya sahip olduğu şirketlerdir. Yukarıdaki çizelgelerde, genel olarak devlet mülkiyetinin %50 ve üzerinde olduğu şirketler ele alınmıştır. Bu şirketlerin yanında, devletin “küçük ortak konumunda olduğu” ve hissesinin %50’nin altında bir değere sahip olduğu şirketlerde küresel kapitalizmde faaliyet göstermektedir. Örneğin Forbes Global 2000 Listesi’nin ilk 150’lik kısmı içerisinde, bu niteliğe sahip önemli şirketler göze çarpmaktadır (Çizelge 4.9). 94 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Çizelge 4.9. Forbes Global 2000’de İlk 150 İçinde Yer Alan ve Devletin Mülkiyetinin %50’nin Altında Olduğu Bazı Şirketler Küresel Derece Şirket adı Ülke Endüstri Devletin payı (%) (2014) Varlıklar (Milyar Dolar) Satışlar (Milyar Dolar) 14 Volkswagen Group Almanya Motorlu Araçlar 20 425 268.5 38 Bank of Communications Çin Bankacılık 26 1010.4 53.6 55 China Merchants Bank Çin Bankacılık 18 762.7 45.5 58 Nippon Telegraph&Tel Japonya Telekomünikasyon 32 172.7 104.2 64 General Motors Co. ABD Motorlu Araçlar 16 177.7 155.9 70 Deutsche Telekom AG Almanya Telekomünikasyon 32 156.5 83.1 98 GDF Suez Fransa Hizmet 36 200 99.1 121 Eni SpA İtalya Petrol-Doğalgaz 26 176.9 145.9 Kaynak: UNCTAD, 2014, Forbes Global 2000 List (2015) UNCTAD’ın (2014) hesaplama ve tahminlerine göre küresel ekonomide faaliyet gösteren yaklaşık 550 adet devlet mülkiyetli şirket bulunmakta ve toplam varlıkları 2 trilyon dolardan daha fazladır. Gelişen ülkelerde olduğu kadar Danimarka, Fransa ve Almanya gibi ülkelerde de devlet mülkiyetli şirketler için önemli birer merkezdir. Geniş özelleştirme çalışmalarına rağmen, devletler, finans, manufaktür, enerji, doğal kaynaklar ve altyapı gibi temel sektörlerde girişimlerini sürdürmektedir. Dolayısıyla devlet mülkiyetli sektörler hem büyük yüksek gelirli ülkelerde, hem temel gelişen piyasa ekonomilerinde hem de çoğu düşük ve orta gelirli ülkelerde varlığını genişleterek sürdürmektedir. Gerçekten de birçok devlet mülkiyetli şirketler günümüzde dünyanın en büyük şirketleri, en büyük yatırımcıları ve en büyük sermaye piyasası oyuncuları arasında yer almaktadır. Birçok ülkede, stratejik sektörlerdeki devlet mülkiyetli şirketler artan bir biçimde hem kalkınmanın hem de küresel ekonomideki genişlemenin araçları olarak görülmektedir (World Bank, 2014a: 3). 4.3.2. Ulusal Varlık Fonları (SWFs) Devlet kapitalizminin bir diğer unsuru da, 2005’te küresel sermaye akımlarındaki Batı dominantlığına karşı çıkış olan ulusal varlık fonlarının yükselişidir. Ulusal varlık fonları gelişen piyasa ülkelerindeki devasa ihracat artışından kaynaklanmıştır (Bremmer, 2009: 48). 95 Ulus-devletler kapitalizmin küreselleşme aşaması başladığından beridir toprakları üzerindeki egemenliklerini özellikle uluslarüstü kurumlar ve sivil toplum kuruluşları ile paylaşmaktadır. Bu durum özellikle finansallaşma olgusunun öne çıkmasıyla birlikte, ulusal sınırların iktisadi bağlamda önemini yitirmesine ve devlet aygıtının yeni bir evreye girmesine neden olmuştur. Modern kapitalizm, küresel iktisadi-siyasi-toplumsal olgular etrafında yeniden biçimlenmiş ve devlet aygıtı çeşitli kurumsal yapılarıyla küresel düzenle bütünleşmiştir. Ulusal Varlık Fonları da bunlardan bir tanesidir. Bu fonlar, devlet aygıtının yeni kapitalizmde nasıl bir yapıya büründüğünü anlatan iyi bir örnek teşkil etmektedir. Küresel bir girişimci, küresel bir yatırımcı olarak devletin devlet mülkiyetli şirketler yanında en çok kullandığı aygıt ulusal varlık fonlarıdır. Ulusal Varlık Fonları, özellikle 2008 krizi sonrasında devletin en önemli yatırım aracı ve küresel kapitalizmin önemli bir unsuru haline gelmişlerdir. Dolayısıyla bu olgular, modern kapitalizmin yeni dinamiklerini açıklamak konusunda önemli bir yere sahiptir (Beck ve Fidora, 2008: 349; Dixon ve Monk, 2012: 104). Ulusal varlık fonlarının tanımlanması konusunda henüz bir görüş birliği olmamasına karşın ulusal varlık fonları bir ulusal devlet tarafından kontrol edilen ancak devlet mülkiyetli şirketler ve kalkınma bankalarından farklı işlevlere sahip, uzun dönemli yatırım mekanizmalarıdır. Tipik olarak bu fonlar doğal kaynaklardan elde edilen kazancın başını çektiği ticari mal gelirleri ile döviz kuru kazançları ve mali fazlalıklar ile finanse edilir (World Bank, 2014b: 1). Ulusal Varlık Fonları tanımlaması yazardan yazara farklılık gösterse de, bu kavram, genel olarak, özellikle de yurtdışında yatırım yapan devlet mülkiyetli ya da devlet kontrolündeki sermaye havuzunun ifadesidir. Kırka yakın ülke bu fonlara sahiptir. Petrol gelirleri ve ticaret fazlalıklarıyla finanse edilen bu fonlara Çin’den Norveç’e, Bolivya’dan Brezilya’ya, Katar’dan Rusya’ya birçok ülkede rastlanmaktadır (Helleiner, 2009: 300; Chavez, 2014: 48). Bu bağlamda ulusal varlık fonları, küresel para ve finans sisteminde giderek artan bir öneme sahip olmaya başlamış devlet mülkiyetli fonlardır. Bu devlet mülkiyetli fonlar, çeşitli makroiktisadi amaçlarla kurulmuş olup, kaynağını genel olarak döviz kuru işlemlerinden elde etmektedir. Ulusal varlık fonları yeni bir olgu olmayıp başta Kuveyt olmak üzere, Abu Dabi ve Singapur gibi ülkeler uzun süredir bu tür fonlara sahiptirler. Özellikle yüksek petrol fiyatları finansal küreselleşmeyle birlikte petrol ihracatçısı konumda olan bazı Asya ülkelerinin varlıklarını arttırdı. Bunun sonucu olarak da ulusal varlık fonları küresel sermaye piyasalarında giderek önemli hale geldi. (IMF, 2008: 4-5). Devletler, devlet mülkiyetli veya devlet destekli şirketleri finanse etmek için ihtiyaçları olan parayı basabilir ancak bu onların varlıklarının değerini düşürür. Bunun dışında devletler, bütçelerinden doğrudan para aktarmak da vergilerin artması ya da kamu harcamalarının azalması anlamına gelecektir. Bu iki durum da iktisat teorisi bağlamında makul seçenekler değildir. İşte bu noktada ulusal varlık fonları devreye girmektedir. Devletin yöneti- 96 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ minde olan bu fonlar stratejik yatırımlar için kullanılmaktadır. Genel olarak devletler ulusal varlık fonları ile yaptığı yatırımlardan politik bir ilerleme ve güçlenme elde etmeyi hedeflemekle beraber, bu amaçla özellikle yurtdışında çeşitli şirketler veya kuruluşlardan hisse satın almaktadır (Bremmer, 2010a: 69-70). Ulusal varlık fonları son yıllarda şöhret kazanmasına rağmen, yeni değildirler. İlk ulusal varlık fonu- The Kuwait Investment Authority-1953 yılında kurulmuş, ancak “ulusal varlık fonu” terimi 2005 yılında kullanılmaya başlanmıştır. Bu yıldan sonra Dubai, Libya, Katar, Güney Kore ve Vietnam da ulusal varlık fonu oluşturmaya başladılar (Bremmer, 2009: 44). Henüz evrensel olarak kabul edilmiş bir tanımı olmasa da, bir ulusal varlık fonu, mülkiyeti devlette olan ve devletin kurumları tarafından yönetilen finansal bir yatırım aracıdır (Das, 2009: 86-87). Sovereign Wealth Funds Institue kuruluşunun 2015 yılı güncellenmiş verilerine göre dünyanın en büyük on ulusal varlık çizelge 4.10’da gösterilmiştir. Ulusal Varlık Fonlarının sayısı, özellikle 2000’li yılların başından itibaren artış göstermiştir. 2000 yılına gelindiğinde, dünyadaki toplam Ulusal Varlık Fonu sayısı 23 iken (ilk ulusal varlık fonunun kurulduğu 1953 yılı ile 2000 yılı arası), 2000-2013 yılları arasında 49 adet daha ulusal varlık fonu kurulmuştur (Alhashel, 2015). 2008’in başından 2012’nin sonuna kadar ulusal varlık fonlarının değeri %59.1 büyümüştür. 2005’ten 2012’ye kadar olan süreçte de 32’den fazla yeni ulusal varlık fonu kurulmuştur. Bununla beraber SWFI’nin 2014 verilerine göre mevcut Ulusal varlık fonlarının finansmanı %59.5 oranında petrol ve doğal gaz gelirleriyle alakalıdır (http://www.swfinstitute.org/sovereign-wealth-fund/ Erişim: 02.10.2015). 97 Çizelge 4.10. En Büyük On Ulusal Varlık Fonu Ülke Ulusal Varlık Fonu Government Pension FundGlobal Abu Dhabi UAE-Abu Dhabi Investment Authority China Investment Çin Corporation SAMAM Foreign Suudi Arabistan Holdings Kuwait Investment Kuveyt Authority SAFE Investment Çin Company Hong Kong Monetary Çin-Hong Kong Authority Investment Portfolio Government of Singapore Singapur Investment Corporation Qatar Investment Katar Authority National Social Çin Security Fund Norveç Varlık (milyar dolar) Kuruluş Kökeni 873 1990 Petrol 773 1976 Petrol 746.7 2007 Noncommodity 671.8 - Petrol 592 1953 Petrol 547 1997 Noncommodity 400.2 1993 Noncommodity 344 1981 Noncommodity 256 2005 236 2000 Petrol ve Doğalgaz Noncommodity Kaynak: http://www.swfinstitute.org/sovereign-wealth-fund-rankings/ (2015 güncellenmiş veriler) Ulusal varlık fonlarının önemli bir görevi, ulusal şampiyonlar olarak nitelenen şirketleri finanse etmektir. Fonların bu görevi onların ebatını ve önemini giderek arttırmaktadır. Devletler, ulusal şampiyonları sadece para basarak finanse edemeyeceklerini bilirler. Çünkü oluşacak enflasyon, varlıklarının değerini eritir. Ayrıca doğrudan devlet bütçesinden harcamak da ileride büyük açıklara neden olabilir. Dolayısıyla ulusal varlık fonlarına bu noktada daha büyük iş düşmektedir. Ulusal varlık fonları, mal ihracatından kazanılan döviz fazlalıklarının adeta bir deposu olacak nitelikte bir işleve sahiptir. Ancak ulusal varlık fonları, banka hesabından daha fazlasıdır. Ulusal varlık fonları, döviz kuru, devlet tahvilleri, kıymetli, madenler ve bazı ulusal ya da yabancı şirketlerdeki hisselerin karma portföylerinden oluşan devlet mülkiyetli yatırım fonlarıdır. Aynen tüm diğer yatırım fonlarında olduğu gibi, ulusal varlık fonlarında da amaç yatırımdan geri dönen miktarın ençoklaştırılmasıdır. Ancak diğerlerinden farklı olarak bu fonlardaki geri dönüşler ekonomik anlamda olduğu kadar devlet kapitalistleri için politik olarak da önemlidir (Bremmer, 2009: 43-44). 98 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Yukarıda da belirtildiği üzere Ulusal Varlık Fonları özel amaçlı devlet fonları ve devlet girişimleridir. Bu fonlar, ödemeler dengesi fazlaları, döviz kuru işlemleri, özelleştirme gelirleri, mali fazlalar, mal ihracatından gelen gelirler ile kurulmaktadır. Ulusal varlık fonları hukuki ve kurumsal birer devlet yapılarıdır ve istikrar fonları, tasarruf fonları gibi (Çizelge 4.11) fonlardan oluşan heterojen bir olgudur ve bu fonlar yeni olmamalarına karşın 2008 finansal krizi ile birlikte küresel ekonomide giderek önemli bir unsur halini aldılar (IWG, 2008: 3; Chavez, 2014: 48). Çizelge 4.11. Ulusal Varlık Fonları Türleri Ulusal Varlık Fonu Türü Açıklama Istikrar Fonları Bütçeyi ve genel olarak ekonomiyi fiyat dalgalanmaları ve şoklardan korumaya yönelik fonlardır. Tasarruf Fonları Ulusal tasarrufları yatırıma dönüştürürerek gelecek nesillerin refahını arttırmayı amaçlayan fonlardır. Rezerv Yatırım Fonları Rezervleri arttırmaya odaklı fonlardır. Kalkınma Fonları Ülkenin potansiyel üretimini arttıracak sanayi politikaları ve sosyoekonomik projelere kaynak sağlama amaçlı fonlardır. Emeklilik Rezerv Fonları Hükümetin olası borçlarına kaynak sağlayan fonlardır. Kaynak: IMF (2008)’den oluşturulmuştur. Ulusal varlık fonları sermayelerini üç temel kaynaktan alırlar. Bunlardan birincisi, özellikle petrol ve doğal gaz ile elde edilen doğal kaynak ihracatı geliridir. Bu anlamda bu kaynağı “petrodolar” olarak nitelemek mümkündür. Söz konusu kalem Rusya, Körfez Ülkeleri ve bazı Kuzey Afrika Ülkeleri için önemli bir kaynaktır. Kaynaklardan ikincisi ise büyük dış ticaret fazlalarıdır. Bu konuda en önemli örnek ise Çin’dir. Üçüncü kaynak ise bütçeden ya da döviz kuru rezervlerinden yapılan doğrudan transferlerdir. Fonlama şekli farklı olsa da ulusal varlık fonları her yönüyle devlet mülkiyetine ait bir yatırım unsurudur. Ancak genel olarak bu fonları belli bir şekilde sınıflandırmak kolay bir iş değildir. Çünkü bu fonlar çoğunlukla, ulusal devletlerin mülkiyetinde bulunsa da, bazı yerel yönetimler-özellikle ABD, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kanada gibi ülkelerde-de bu fonların mülkiyetine sahip olabilmektedir. Bununla beraber bazı ülkelerde doğrudan merkez bankalarının yönettiği ulusal varlık fonları da vardır. Kazakistan National Fund ve Nijerya’nın Excess Crude Account buna örnek teşkil etmektedir. Bunların dışında Azerbaycan’ın State Oil Fund ve Venezuela’nın Fund for Investment of Macroeconomic Stabilization doğrudan devletin en üst organları tarafından yönetilmektedir. Singapur Yatırım Şirketi de devlete ait ancak, adeta özel şirket gibi işleyen bir ulusal varlık fonu kuruluşudur (Bremmer, 2010a: 70; Jory vd, 2010: 590-591). 99 Çizelge 4.12. Ulusal Varlık Fonlarının Bölgesel-Kıtasal Dağılımı (SWFI Kasım 2014 verileri) Bölge-Kıta Asya Yüzde (%) 39.1 Ortadoğu Avrupa 37.1 Amerika 2.9 Afrika 2.3 Diğer 2.0 16.7 Kaynak: http://www.swfinstitute.org/sovereign-wealth-fund-rankings/ Mevcut küresel iktisadi durgunluk, devlet kapitalizminin küreselleşmesini hızlandıran bir unsurdur. Ayrıca bu durgunluk döneminde sadece gelişen piyasa ülkeleri değil aynı zamanda dünyanın en büyük ülkeleri de ekonomilerine müdahale ettiler. Her ne kadar serbest piyasa kapitalizmi sürdürecek yegane unsurdur miti hali hazırda durmaya devam etse de, piyasanın küresel krizden kendi kendine çıkamayacağı görülmüş ve başta ABD olmak üzere devlet müdahaleleri ile bankalar ve büyük şirketler kurtarılmaya çalışılmıştır. Japonya, Avusturalya gibi büyük serbest piyasa kapitalizmlerinde de süreç aynı şekilde işlemiştir. Ancak büyük ülkelerdeki devlet müdahalesi gelişen piyasa ülkelerindeki gibi kalıcı nitelikte, uzun vadeli bir devlet kapitalizmi değildir. Bankalar ve büyük şirketler tekrar eski işlevlerini aldıklarında özel ellere yeniden devredileceği sözü ile başta ABD’de olmak üzere alınmış ve bu ülke devletleri de bu sözü tutmaları gerekliliğinin de farkındadırlar. Ama iktisadi bir unsur olarak Washington’da, Avrupa’da, Çin’de, Hindistan’da ve Rusya’da politika yapıcılar küresel finans sisteminin giderek merkezinde yer almaya başlamıştır. Çünkü küresel finans krizinden zarar gören özel banka ve şirketleri kurtaracak, piyasaya likidite enjekte edecek ve gerekli parayı basacak unsur devlet aygıtıdır. İşte bu tür gelişmeler, küresel finansta ani ve önemli bir güç kayışını beraberinde getirdi. Yakın zamana dek, New York şehrinde konumlanan, merkezileşen finans dünyası artık Washington’a oldukça bağlı hale gelmiş olup bu duruma benzer şekilde güç kayması dünyanın her yerinde gerçekleşmiştir: Şangay’dan Pekin’e, Dubai’den Abu Dabi’ye, Sidney’den Canberra’ya, Sao Paulo’dan Brasilia’ya. Bunun yanında hem finansal hem de politik merkez olan Londra, Moskova ve Paris’te de siyasi otorite lehine doğru bir güç kayışı yaşandı (Bremmer, 2009: 49). Küreselleşme trendi, son birkaç on yıldır büyük küresel bir finansal piyasa yarattı. Ancak 2008 krizi ile birlikte liberal düzenin 1929 buhranından sonra yeniden şüphe duyulan bir olgu olmaya başlamasından sonra ülkeler kuralsızlaştırdıkları ekonomilerini yeniden gözden geçirmeye başladılar. Bu bağlamda özellikle gelişen dünyadan gelen ve gelişmiş dünyada da fark- 100 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ lı derecelerde izleri görülen devlet kapitalizmi, küresel düzeni yönetmeye aday yeni bir politika seti olarak giderek güçlenerek sahne aldı. Yeni devlet kapitalizminin en önemli unsurlarından olan ulusal varlık fonlarının, aynı devlet mülkiyetli şirketlerde olduğu gibi küresel kapitalizmde sıkça bahsi geçen birer dinamik halini alması, geçmişten farklı yeni bir devlet otoritesinin güçlü bir sinyalini vermiş oldu. Genel hatlarıyla devlet mülkiyetli şirketler ve ulusal varlık fonları üzerinden ulusötesileşen yeni devlet kapitalizmini benimseyen ülkeler, küresel durgunluktan daha önce görülmemiş derecede fazla iktisadi aktiviteyi kontrol edecek kadar güçlü çıktı. Çin ve Rusya, kendi devlet mülkiyetli şirketleri ile özel ulusal şampiyonlarını krizden derin bir şekilde etkilenmekten kurtardılar. Her iki ülke de maliyetlerini azaltacak ölçüde politika izlediler. Petrol fiyatının 147 dolardan 40 dolara kadar düştüğü 2008 Temmuz-2009 Şubat arasında Rusya, son yıllarda ilk kez bütçe açığı ile karşı karşıya kalmış, çoğu ülke de işsizlik sorununun büyümesiyle mücadele etmiştir. Bu olumsuzluklara karşı genel olarak tüm ülkelerin cevabı, devletin ekonomik müdahalesini yoğunlaştırmak olmuştur. Küresel durgunluğa rağmen, ulusal varlık fonları yani küresel kapitalizmin yeni oyuncuları, artık ekonomilerin en önemli aktörlerinden bir haline gelmiş, devlet mülkiyetli şirketler ve ulusal şampiyonlar da güçlü bir biçimde yükselişe geçerek küresel kapitalizmin önemli unsurları konumuna ulaşmışlardır (Bremmer, 2009: 50). Devlet müdahalesi sadece gelişmekte olan dünyaya özgü değildir. Gelişmekte olan dünyaya özgü olan yeni devlet kapitalizmidir. Batıda ise Post-Washington Uzlaşması çerçevesinde lanse edilen piyasa dostu devlet ön plana çıkmaktadır. Özellikle küresel kriz süresince ABD’nin de yoğun devlet müdahaleleri gerçekleştirdiği bilinmektedir (Bremmer, 2014). OECD (2015: 218)’ye göre, son ampirik çalışmalar, devlet mülkiyetli, devlet kontrolündeki ya da bir biçimde devlet etkisinde bulunan şirketlerin küresel kapitalizmde giderek artan biçimde özel şirketlerle doğal kaynaklar, ara mal üretimleri, tüketici piyasaları, fikirler ve yatırım olanakları açısından rekabet içerisindedir. Bu tür girişimler daima birçok ekonomide-özellikle de iktisadi kalkınmanın erken aşamalarında olan ekonomilerde-önemli bir unsurdur. Geleneksel bağlamda, devlet sektörü daha çok ulusal piyasalara yönelik çalışırken, son yıllarda küreselleşen kapitalizmle beraber devlet mülkiyetindeki girişimler, uluöstesi-küresel ekonominin bir parçası haline gelmiş ve dünyanın en etkili girişimlerine dönüşmüşlerdir. Böylelikle devlet kapitalizmi de eski örneklerinde olduğu gibi ulusal değil küresel kapitalizm ile birlikte ulusötesi bir unsur, bir politika tercihi, bir pratik olarak sahne almaya başlamıştır. Bu bağlamda, yukarıda da ifade edildiği üzere, yeni devlet kapitalizmi farklı varyasyonlarla özellikle gelişen piyasa ekonomilerinde yükseldi. Ancak bu bölümdeki çizelgelerden de görüleceği üzere yeni devlet kapitalizminin en önemli örneği Çin oldu. Özellikle devlet mülkiyetindeki şirketlerin küresel kapitalizmdeki yerinin giderek sağlamlaşması Çin’i diğerlerinden ayırt etti. Dolayısıyla yeni devlet kapitalizminin küreselleşmeyle bütünle- 101 me sürecini anlamak için Çin’in devlet mülkiyetli şirketlerinin nasıl küreselleştiğine bakmak yararlı olacaktır. 4.4. Çin Devlet Mülkiyetli Şirketleri Nasıl Küreselleşti? Çin iktisat politikasını devlet öncülüğünde kapitalist kalkınmacılık olarak düşünmek, onun daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır. Tobias ten Brink (2011) Çin’in yükselişi modern dünya kapitalizm tarihi için çok önemli bir olgudur. Hem jeopolitik hem de jeoekonomik açıdan dikkatleri üzerine çeken bu yükseliş sosyal bilimler alanında büyük ilgi uyandırdı. Günümüzde hem iktisadi hem de siyasi bağlamda küresel bir güç olma yolunda ilerleyen Çin üzerine sayısız araştırma yapılmış ve yapılmaktadır. Özellikle Deng döneminde gerçekleştirilen küresel kapitalizme eklemlenme ve dışa açılma, sosyalizmden sosyalist piyasa ekonomisine geçiş bağlamında gerçekleşmiştir. Ancak bu eklemlenme ve dışa açılma sürecinde izlenen politikalar 1970’lerin sonundan beri hakim olan neoliberal kapitalizmden farklı bir olgudur. Özellikle kapitalizmin çeşitleri (VoC) yaklaşımı çerçevesinde de konu edilen ve devlet destekli, devlet öncülüğünde, devlet yönetiminde kapitalizm olarak adlandırılan, devletin ekonomik yapının merkezinde olduğu kapitalizm türüne benzer biçimde sosyalist piyasa ekonomisi ile ifade edilen, daha sonra-özellikle 2000’lerden itibaren-devlet kapitalizmi olarak betimlenen yapı Çin Modeli olarak ifade edilmektedir.45 Önceki kısımda da değinildiği üzere devlet kapitalizmi-ki buna geçmiş örneklerinden farklılaştırmak için yeni devlet kapitalizmi diyoruz-neoliberal politika araçlarını etkin olarak, pragmatist bir anlayış çerçevesinde kullanan, devletin özellikle devlet mülkiyetli şirketler üzerinden küreselleştiği ve Bremmer (2010a)’ın deyimiyle, siyasi ilerleme için kullanılan bir kapitalist stratejidir. Başta Çin olmak üzere, gelişmekte olan ülkeler üzerinden yükselen bu kapitalizm türü sadece bu ülkelere özgü bir olgu değildir. Avrupa ve Amerika’da da özellikle küresel kriz sonrası devlet kapitalizmi uygulamalarına rastlanmaktadır. Ancak dünya çapında, devlet kapitalizminin en belirgin uygulayıcısı Çin’dir. Dolayısıyla çalışmanın bu kısmında Çin devlet kapitalizminin küresel kapitalizmdeki yerine değinilecektir. “Batı merkezli liberal dünya düzenine bir karşı çıkış” olarak nitelenen (Örneğin Ikenberry, 2008) Çin devlet kapitalizmi, devletin ekonominin yapıtaşı konumundaki sektörleri devlet mülkiyetli girişimler üzerinden kontrol ettiği bir iktisadi ve siyasi sistemdir. McNally (2012) tarafından “sino-kapitalizm” olarak nitelenen bu sistem küresel olarak yükselmiş ve Anglo-Amerikan kapitalizmini temsil eden liberal kapitalizmden, minimal devlet anlayışı gibi önemli noktalarda farklılaşan Asya tipi kapitalizmi temsil eder. Çin, 20. yüzyılın son çeyreği itibariyle başlatmış olduğu reform uygulamaları ile birlikte merkezi planlamaya dayalı bir sosyalist ekonomiden, küresel dünya ile bütünleşmeyi sağlayacak politikalara yöneldi. Bu bağlamda, Mao sonrası Çin, özellikle 1980’ler ve 1990’larda bir geçiş ekonomisi formu 45- VoC yaklaşımı için Hall ve Soskice (2001), Crouch (2005), Peck veTheodore (2007), Becker (2009; 2013) 102 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ niteliğine sahiptir. Devlet mülkiyetinin hakim ve özel mülkiyetin yasak olduğu bir süreçten, bu reformist uygulamalarla birlikte özel mülkiyeti güçlendirici politikalar izlenmiş ve devlet aygıtının ekonomik işlevi geriletilmeye çalışılmıştır. Her ne kadar 2000’lere kadar bu doğrultuda bir ilerleme kaydedilmiş olsa da, özellikle 2000 sonrası süreçte devlet mülkiyetli girişimlerin temel sektörlerde ilerlemesi söz konusudur. Çin’in reform uygulamalarına geçmesi devlet mülkiyetli girişimlerden vazgeçtiği anlamına gelmemekle beraber, hem dış hem de ulusal kaynaklı özel yatırımları teşvik amaçlı politikalar uygulanmış ve Çin dünyanın atölyesi haline gelmiştir. Ancak Çin Devleti’nin iktisadi müdahaleci yapısı ise değişmemiş ve hem serbest piyasa ilkelerinin hem de devlet müdahalesinin yoğun şeklinin bir arada olduğu düal bir iktisadi yapı ortaya çıkmıştır. Yeni devlet kapitalizmi olarak önceki bölümde nitelediğimiz bu iktisadi yapı, kapitalizmin bir türü olmasıyla birlikte büyük devlet mülkiyetli şirketlerin küresel kapitalizmde dikkat çekici bir şekilde yükselişini beraberinde getirmiştir. Bu bölümün esas odaklandığı nokta, Çin’in bazı kaynaklarca (Lin ve Milhaupt, 2013) “kara kutu” olarak nitelenen devlet kapitalizmi uygulamasıdır. Günümüz dünyasının hem uyguladığı iktisadi sistem hem de büyüme oranları (Şekil 4.4) bağlamında en çok konuşulan ülkelerin başında gelen Çin 1978 reformlarından itibaren bir küreselleşme dalgası içerisine girdi. Gerçekleşen reformlar ile “sosyalist piyasa ekonomisi” kurmayı hedefleyen Çin, 2001 yılında DTÖ’ye üyelik ile birlikte küresel kapitalizmle tam bütünleşme içerisine girdi (Zheng, 2004). Şekil 4.4. Çin’in Büyüme Oranları (1979-2014), % Kaynak: World Bank 103 Küresel kapitalizmle tam bütünleşme ile birlikte ekonominin belkemiği konumundaki devlet mülkiyetli şirketler de birer modern girişime dönüştürüldü. 1978’de başlayan reformlar halihazırda bu şirketlerde dönüşümü hedeflemekte olup aşama aşama sosyal kurumluk yerine kar amaçlayan birer firma haline geldiler. Sayıları azalmakla beraber devlet mülkiyetli girişimler, giderek hem küresel hem de ulusal kapitalizmde önemlerini giderek arttırdılar. “Büyük olanı elinde tut, küçük olanı bırak” ve “küreselleş” stratejileriyle birlikte küçük devlet mülkiyetli şirketleri elden çıkartarak büyük şirketleri yapılandırmış ve küresel sisteme yönlendirmiştir. Bu bağlamda, Çin küresel kapitalizmin en önemli şirketlerinin çoğunluğunu mülkiyetinde tutan bir ülke olmuş ve neoliberal kapitalizme alternatif olarak devlet kapitalizmini ortaya çıkarmıştır. Sosyal fayda için değil kar için üretime yönelen devlet mülkiyetli şirketler küresel kapitalizmin başat aktörlerinden bir haline gelmiştir. Dolayısıyla devlet kapitalizminin içsel bir dinamiği olan bu kurumların küresel yükselişi bu kısımda ele alınacaktır. Çin, ekonomisini ulusötesi düzeyde, iktisadi ve jeopolitik yapıları değiştirecek biçimde etkileri olan reform sürecini başlattı. Özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde ilerleyen ve 2000’ler ile birlikte giderek yayılan bu süreç ile birlikte Çin, artık dünyanın en çekici üretim bölgesi olarak ortaya çıktı (Ten Brink, 2014). Aşama aşama ilerleyen piyasa odaklı reformlar, küreselleşme ile pekişince, Çin ulusötesi bir ekonomik unsur haline geldi. Ancak bu yükseliş pür liberal kapitalizm ile değil, devlet kapitalizmi ile gerçekleşti. 4.4.1. Çin’in Liberalleşme Reformlarının Nitelikleri: Merkezi Planlamadan Sosyalist Piyasa Ekonomisine Geçiş Çin ekonomisi 1978’den beri tarihi bir dönüşüm içerisinde olup, bu zamandan beridir piyasa odaklı reformlar geliştirilmiş ve bunların bütünsel bir sonucu olarak Çin, dünyanın ikinci büyük ulusal ekonomisi ve küresel kapitalizmin üretim üssü olmuştur. Bununla beraber Çin, yabancı yatırımcılar için de önemli bir cazibe merkezi durumundadır. Özel ekonomik bölgelerle başlayan açıklık politikalarının sonucu olarak Çin, doğrudan yabancı yatırım konusunda güçlü bir örnektir. Reformlar çerçevesinde devlet mülkiyetli şirketler de yeniden inşa edilmiş ve önemli bir kaçı dünyanın en büyük şirketleri arasına girmiştir (Szamosszegi ve Kyle, 2011). Bu bağlamda, Mao sonrasında “görünmez el” Çin’de etkisini göstermeye başlamış ve reformlar doğrultusunda dışa açılma hedefi ile Çin’in sahil kesiminde yeni şehirlerin kurulması ve bu şehirlerin özel iktisadi bölgeler (SEZs) olarak tasarlanması, küresel kapitalizme adeta bir merhaba deyişti. Çünkü bu bölgeler kontrollü kapitalizmden arındırılmış olup yabancı şirketlerin yatırımları için önemli teşvikler sunmaktaydı. Söz konusu dışa açılma-açık kapı politikaları özellikle 1980’lerde kendisini başta bu özel iktisadi bölgeler aracılığıyla gösterdi. Çünkü bu bölgeler küresel sermaye ve küresel kapitalizmle aşama aşama bağ kurmanın aracı oldu. Bu bağın kurulmasıyla birlikte Çin, küresel üretim üssü haline geldi. Böylelikle Çin’in küresel kapitalizm altında gelişme göstermesi, onun politik kurumlarını da şekillendirdi (McNally, 2008; Bremmer, 2010a). 104 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ 1978 öncesinde Mao’nun yönetiminde olan Çin, merkezi planlama uygulaması çerçevesinde sosyalist bir kumanda ekonomisi niteliğindeydi. Ülkenin iktisadi üretiminin neredeyse tamamı ya devlet mülkiyetinde ya da devlet kontrolünde gerçekleşmekteydi. Devlet aygıtı bu ekonomik yapıda üretim hedefleri koyan, fiyat kontrolü yapan ve kaynakların dağıtımını gerçekleştiren otoriter bir unsurdur. Bunun bir sonucu olarak 1978 yılına gelindiğinde, sanayi üretiminin dörtte üçü devlet mülkiyetli şirketler tarafından gerçekleştirilmekteydi. Bu süreçte özel sektör yatırımları ile doğrudan yabancı yatırımlar ise yasaklı durumdaydı. Ancak bu durumda Çin’in yaşam standartlarının diğer birçok ülkeye göre düşük, ekonominin ise planlama mekanizmasının tam olarak işletilememesinden ötürü verimsiz olması, Mao sonrası Çin hükümetini reformlar yapmaya yöneltmişti. Bundan sonrasında, yaşam standartlarının iyileştirilmesi ve iktisadi büyümenin giderek artması hedefleri doğrultusunda, serbest piyasa ilkeleri doğrultusunda Batı ile yatırım koşulları başlamış ve günümüz dünyasının üretim üssü olmasına giden yolun temelleri atılmıştır (Morrison, 2012; 2015). Ancak bu temeller atılırken uygulanan reformlar ve piyasa ekonomisine yöneliş diğer sosyalist ülkeler ile Çin’i ayırt eder. Çünkü reformlar kapsamında sosyalist bir ülke olarak siyasal rejimde köklü değişiklikler yapmadan iktisadi sistem aşama aşama dönüştürülüp piyasa mekanizmasının yerleştirilmesi istenmiştir. Bu süreçte Çin Komünist Partisi (ÇKP) yönetimi altında piyasa ekonomisine geçiş kontrollü aşamalı biçimde gerçekleşmiştir. Bu geçiş süreci ise sosyalist piyasa ekonomisi olarak adlandırılmaktadır (Sezen, 2007: 27) Deng, ekonomik büyümeyi canlandırmak ve verimliliği arttırmak için bireysel ve yerel girişimciliğin serbest bırakılmasını savunarak, Xiaokangbütün yurttaşların ihtiyaçlarının karşılandığı ideal bir toplum- sloganıyla tarım, sanayi, eğitim ve bilim ile savunma alanlarında “modernleşme”yi ön plana aldı. Bu bağlamda gerçekleşen reformlar Çin ekonomisinin piyasa güçlerinin etkilerine açmayı planlamakta olup özellikle devlet mülkiyetli şirketlerin rekabet ortamına sokulmasının yenilik ve büyümenin motoru olacağı düşüncesi hakimdir. Bununla birlikte Çin ekonomisi devlet denetimi altında yabancı yatırımlara ve dış ticarete açılmış ve küresel kapitalizmden yalıtılmışlığı son bulmuştur. Dışa açılma stratejisi çerçevesinde küresel kapitalizme eklemlenmenin yanı sıra teknoloji transferi de önemli bir amaç olarak yer almaktadır (Harvey, 2015: 130). 1978’de temeli atılan ve derinleşerek devam eden reform süreci, aslında birçok açıdan neoliberalizm çerçevesinde diğer ülkelerde uygulanan serbestleşme politikalarından farklı değildir. Özelleştirme, yerelleştirme ve yeni kamu işletmeciliği esasında devletin dönüşümünü kapsayan bu politika dizini 1990’larda giderek yaygınlaşmıştır. Uygulanan politikalar özü itibariyle liberal reformlar olsa da Çin’in deneyimi diğer uygulamalara göre özgün niteliklere sahiptir (Çizelge 4.14). Herşeyden önce, ekonomik yapı doğrudan serbest piyasa kapitalizmi değil sosyalist piyasa ekonomisi olarak adlandırılmaktadır (Sezen, 2007: 27-28). 105 Reform süreci başladığında Çin ekonomisinin kayda değer her şeyi devlet sektörünün elinde yer almakta olup, devlet işletmeleri ekonominin lokomotifi konumundaydılar. “Demir pirinç kasesi” olarak anılan bu işletmeler, çalışanlarına sadece iş güvencesi değil, kapsamlı bir biçimde refah hizmeti de sunmaktaydı. Devlet şirketleri sadece merkezi yönetime bağlı olanlarla sınırlı olmayıp eyalet, kent ya da mahalli yönetimin kontrolü altında olan yerel işletmeleri de kapsamaktaydı. Bununla birlikte reform süreci çerçevesinde, komün sistemi biçiminde örgütlenen tarım sektörü yeniden düzenlenerek köy ve kasaba işletmeleri yaratıldı (TVEs). Bu kurumlar girişimciliğin, esnek emek gücünün ve piyasa rekabetinin önemli unsurları haline geldiler (Harvey, 2015: 134-135). Çizelge 4.13. Çin Reformlarının Özgün Nitelikleri Nitelik Açıklama “Önce Ekonomik Reform” Siyasal değil iktisadi anlamda liberalleşme, merkezi planlamanın terki ve sosyalist piyasa ekonomisine geçiş. Dogmatik anlamda sosyalizm (Mao dönemi) uygulamalarından pragmatist ancak sosyalist retoriğin korunduğu piyasa vurgusuna kayış. “Şok Terapi Yerine Tedrici Yaklaşım” Merkezi planlamaya dayalı ekonomiden sosyalist piyasa ekonomisine geçişin aşama aşama ve kontrollü bir biçimde sağlanması. “Reformun Yönü Kırsal Alandan Kentsel Alana” Reformların kontrol edilmesi kolay kırsal bölgelerden başlaması ve kentsel alanda aşama aşama ilerlemesi. Önce sahil kentlerinde özel ekonomik bölgeler ile yabancı sermayenin teşviki, dışa açılma ve küresel kapitalizme entegrasyon. “Pragmatizm” Küresel kapitalizme eklemlenme konusunda sosyalst niteliklerden vazgeçmeyip liberal piyasa araçlarını kalkınma ve ilerleme için kullanma: sosyalist piyasa ekonomisi “Ekonomik Reformlara Dayalı Yönetsel Reform” Devlet kurumlarının yeniden yapılandırılması, devlet mülkiyetli girişimlerin küçük ve orta büyüklükte olanlarının özelleştirilmesi, büyük olanların geliştirilmesi: “Büyük olanı elinde tut, küçük olanı bırak” anlayışı. “Küresel Kapitalizmin Mali Kuruluşlarına Üyelik” “Bilgiye ve Öğrenmeye Açıklık ve Deneyimlerden Yararlanma” IMF ve Dünya Bankası’nın halihazırda kurucu üyelerinden. 1971’de Birleşmiş Milletlere üyelik 2001 yılında DTÖ’ye üyelik. Bu bağlamda tarım ve sanayi ürünlerindeki tarifeleri indirmek, ortak ticaret politikası, hizmet sektörlerinin rekabete açılması. Açıklık politikaları çerçevesinde teknoloji transferi, diğer ülke deneyimlerini öğrenme vb. Sezen (2007)’den hareketle oluşturulmuştur. Çizelge 4.13’den hareketle, Çin’in reform sürecinin aslında merkezi planlamaya dayalı sosyalist ekonomiden günümüz devlet kapitalizmine evrilen yapısına doğru bir geçiş sürecini temsil ettiği ifade edilebilir. Bu bağlamda, 106 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ siyasi olarak sosyalizmi sürdüren ancak ekonomiyi liberalleştirme eğiliminde olan Çin, bu geçiş sürecine sosyalist piyasa ekonomisi adını vermiştir. Dolayısıyla hem devletin ekonomik yaşamda bir şekilde varlığının sürmesi hem de piyasa mekanizmasının işler hale gelmesiyle daha sonra devlet kapitalizmi diyeceğimiz sürecin temelleri atılmıştır. Sosyalist piyasa ekonomisi kavramı, reformlar önderi olan Deng Xiaoping’in yaklaşımıdır. Öyleki bu yaklaşımı teori olarak niteleyen araştırmalar da vardır.46 Amin’e (2005) göre, sosyalist piyasa ekonomisinin serbest piyasa kapitalizminden ayrıldığı nokta, önemli alanlarda devlet sektörünün egemenliğinin devam etmesi ve eşitsizliği ortadan kaldırmaya yönelik bölüşüm uygulamalarının sürmesidir. Öyle ki, 1993 yılında yapılan anayasa değişikliği ile birlikte sosyalist piyasa ekonomisi anayasa içerisinde yer almaya başlamıştır (Çizelge 4.14). Çizelge 4.14. Sosyalist Piyasa Ekonomisinin Çin Anayasası’na Girişi: 15. Maddede Değişiklik Değişiklikten Önce 15. Madde Değişiklikten Sonra 15. Madde “Devlet sosyalist kamu mülkiyetine dayalı planlı ekonomiyi uygular.” “Devlet sosyalist piyasa ekonomisi uygular.” Sezen (2007)’den yararlanılarak oluşturulmuştur. 1978 yılından itibaren “sosyalist piyasa ekonomisi” altında dünyanın üretim merkezi olmanın altyapısını kuran Çin devleti, özellikle 2000’lerin başından itibaren devlet mülkiyetli şirketlerini güçlendirmeyi ve onların küresel kapitalizmde faaliyet göstermesini hedefledi. 2001 yılında DTÖ’ye üye olunmasıyla pekişen entegrasyon doğrultusunda devlet mülkiyetli şirketler modern yönetim sistemi adı altında dönüştürüldüler. Bununla birlikte her ne kadar liberalleşme eğilimleri olsa da, Çin ekonomik modelinin neoliberalizmden farklı olarak yeni bir kapitalizmi simgelediği görüşü 2000’lerde hızla yayıldı. Bu bağlamda Washington Uzlaşması’na karşı bir alternatif olarak, Pekin Uzlaşması ortaya atıldı. 4.4.2. Washington Uzlaşmasına Karşı Pekin Uzlaşması Çin’in küresel ekonomiye dahil oluşu aslında 1990’ların hakim paradigma dizini Washington Uzlaşması’nın reddine rağmen gerçekleşmiştir. Çin’in küreselleşme stratejisi, pür neoliberal politikalardan ayrı bir duruş sergilemiştir. Bu anlamda Pekin Uzlaşması olarak da nitelenen Çin politikaları, neoliberal küresel kapitalizme şüpheci bir bakış sergileyen ve bundan farklı olarak, yeni bir sistemin gelişini simgelemekteydi: Devlet kapitalizmi (Harris, 2005b). Pekin Uzlaşması, ilk kez Ramo (2004) tarafından kullanılmış olup, hem Çin’in uyguladığı iktisadi modeli açıklamak hem de Çin’in yakaladığı yük46- Sezen, 2007 107 sek büyüme oranları ile başarılı olduğunu ve Washington Uzlaşması’nın başarısız olduğunu ifade eden bir kavramdır. Ramo’ya (2004:3-5) göre Çin’in büyüme ve kalkınmada başarı göstermiş olması Çin’in fikirlerini artık ülke dışında da önemli hale getirdi. Çin’in iktisadi başarısına ve küresel ekonomide giderek yükselmesine Pekin Uzlaşması adını veren Ramo, Çin’in yükselişini “gücün ve kalkınmanın yeni şekli” olarak tanımlamaktadır. Ona göre Gücün ve kalkınmanın yeni fiziğinin ifadesi olan Pekin Uzlaşması, 1990’larda popülerleşen ve neoliberal küresel kapitalizmin anayasası konumunda olan Washington Uzlaşması’nı geri plana itmiştir. Çünkü Washington Uzlaşması’nın temsil ettiği yapı ülke ekonomilerini kötüleştirmiş ve krize itmiştir. Oysa Çin’in yeni kalkınma yaklaşımı eşitsizlikleri nispeten giderici ve yüksek büyüme oranlarını da beraberinde getiren bir yapıdır. Pekin Uzlaşması ekonomik dönüşümle ilgili olduğu kadar sosyal dönüşümle de alakalıdır. Bu uzlaşma, toplumu geliştirmek için kalkınma iktisadını önemli biçimde kullanır. Bu bağlamda Pekin Uzlaşması ilkeleri geniş ve kapsamlıdır. Kennedy (2010), Pekin Uzlaşması’nın ilkelerini şöyle sıralamıştır: 1. Bilgi ve yenilik odaklı kalkınma 2. GSMH büyümesine odaklı bir iktisadi başarı değil bunun sürdürülmesi ve eşitlik 3. Çin ve diğer ülkeler için ABD’ye bağlı olmama Bununla beraber Kennedy (2010) Pekin Uzlaşması’nın söz konusu ilkeler ışığında ülkeleri kendi anlayışlarına göre küreselleşmeye dahil olduklarını ve farklı kapitalist stratejilerin neoliberal kapitalizmi geri planda bıraktığını ifade ettiğini söyler. Öte yandan, Williamson ise Ramo’nun bu uzlaşmayı adeta doktrin olarak gördüğünü ifade etmekle beraber Pekin Uzlaşması’nın yapıtaşlarını şu şekilde sıralamaktadır (Williamson, 2012: 6): 1. Çoğalan reformlar 2. Yenilik ve deneycilik 3. İhracata dayalı büyüme 4. Devlet kapitalizmi 5. Otoriteryenizm Bu çalışma için Pekin Uzlaşması’nın önemi, Çin’in günümüzde uyguladığı devlet kapitalizminin temellerini betimlemiş olmasıdır. Her ne kadar Çin sosyalizmi terk ettiğini açıklamasa da, başta merkezi planlamayı geride bırakarak sosyalizmden bir adım da olsa kopma eğilimine girdi. Piyasalaşma, dışa açılma ve yabancı sermayenin girişine karşın bir yandan da devlet mülkiyetli şirketlerin halen önemli sektörlerde başat aktör konumunda olması, 2001’de DTÖ üyeliği ile pekişen küresel entegrasyon ve Pekin Uzlaşması, ikili bir ekonomik yapıyı ortaya koydu: Bir yandan piyasa kapitalizmi, diğer yandan da devletin girişimci ve denetleyici olarak yer aldığı ve büyüdüğü süreç. Bu bağlamda bu yapı devlet kapitalizmi olarak adlandırılmaktadır. Pekin Uzlaşması üzerine farklı değerlendirmeler, farklı ilkelendirmeler yapılsa da, hepsinin ortak gerçekliği küresel neoliberal kapitalizme karşı 108 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ küresel yeni bir kapitalizm alternatifi sunuyor olmasıdır. Bu alternatif de devlet kapitalizmidir. Çünkü reformlar sürecinde birçok küçük ve orta boy devlet mülkiyetli şirket özelleştirilse de büyük olanlar halen devlet mülkiyetindedir. Devlet bu şirketleri özelleştirmek yerine küreselleşmeye yöneltmiştir. Nitekim, özellikle 2008 küresel krizi sürecinden itibaren dünyanın en büyük şirketleri arasında giderek artan sayıda Çin devlet mülkiyetli şirketlerini göreceğiz. Bu bağlamda Çin’in küreselleşen devlet kapitalizmi sistemini anlamanın temel yolu devlet mülkiyetli şirketleri incelemektir. 4.4.3. Sosyalist Piyasa Ekonomisinden Ulusötesileşen Devlet Kapitalizmine Devlet Mülkiyetli Şirketler: Özelleştirme Yerine Küreselleştirme47 “Deng başından beri gizli bir kapitalist yol taraftarı mıydı, yoksa bu reformlar Çin’in ekonomik güvenliğini sağlayıp, Doğu ve Güneydoğu Asya’nın kalanında yükselen kapitalist kalkınma dalgası karşısında prestijini artırmak için yapılan umutsuz bir hamleden mi ibaretti, hiçbir zaman emin olamayacağız.” David Harvey (2015) Mao döneminde olduğu gibi Mao sonrası dönemde (Deng dönemi) de ekonominin ve dolayısıyla 1978 yılında başlayan reformların merkezinde devlet mülkiyetli şirketler yer almaktadır. Sosyalist planlama döneminde bu devlet işletmelerinin neyi ne kadar üreteceğine karar veren Planlama Komitesi olup, işletmeler ürünün üretim öncesi ve sonrasında söz sahibi değildiler. Devlet işletmelerinin tüm faaliyetleri planlama aracılığıyla gerçekleştirilmekteydi. Devlet işletmeleri doğrudan hükümete bağlı birer kuruluşlardı ve bu kuruluşlara yönetici olarak atanmanın ölçütü ÇKP ile olan ilişkilerdi. Ancak reformlarla birlikte amaçlanan, hükümet ile işletmeler arasındaki bağları koparmak ve böylece işletmelere üretim ve yönetim açısından karar hakkı vererek onları piyasa kapitalizmi ile uyumlu ve özel sektör ile rekabet içerisinde çalışan modern şirketlere dönüştürmektir. Bu yetkilendirme ve dönüşüm çerçevesinde “taşlara basarak nehri geçme” stratejisi hız kazanmıştır. Reform sürecinde hem üretim hem de fiyat açısından planlamaya tabi olmak yerine, neyin ne kadar üretileceği gibi konular piyasa mekanizması koşullarına bırakılmıştır. Bu şekilde bir ilerleme ve hükümet ile olan organik bağların koparılması sadece yönetimsel açıdan gerçekleşmiş, devlet mülkiyeti korunmuştur. Artık şirketler bürokratlar yerine profesyonel yöneticiler tarafından yönetilip modern birer kuruluşa dönüşmüştür. Yönetsel bağlamda özerkliğe tekabül eden bu durum, devlet şirketlerinin mali açıdan yetersizleşmesine ve piyasadan borçlanmalarına neden olmuştur. Bu işletmelerin çalışma alanı daha çok gıda ve hafif sanayi temelli iken, 1997’den itibaren ağır sanayiye kaydırılmış ve bu bağlamda da devlet şirketlerinin verimli, etkin ve ulusal hedeflere ulaşmayı sağlayan birer modern şirkete dönüştürülmesi için küçük ölçekli devlet mülkiyetli şirketler özelleştirilmeye gidilmiştir. 1997-2000 yılları arasında yaklaşık 635 bin küçük işletme devlet mülkiyetinden çıkarılmıştır. Büyük olanı elinde tut, küçük olanı bırak stratejisi ile adlandırılan bu süreçte sadece ulusal an47- Başlığın “Özelleştirme Değil Küreselleştirme” Kısmı Sezen (2010)’dan esinlenerek koyulmuştur. 109 lamda değil küresel bağlamda da ilerlemek açısından hedefler koyulmuştur (Sezen, 2007: 43). Küreselleşme ile birleşen “yeni dünya düzeni” sürecinin bir sonucu olarak birçok ülke ekonomilerinde radikal değişikliklere gitmek durumunda kaldı. Çin de bu ülkelerden biridir (Hua, Miesing ve Li, 2006). 1990’lar itibariyle neoliberal küresel kapitalizmle “sosyalist piyasa ekonomisi” bağlamında bütünleşen Çin’in bu politikası devletçi kalkınmacılık olarak da ifade edilmektedir (Girdner, 2004). Bu süreçte, yani reformların başlamasından itibaren Çin kalkınmacılığının temelinde sosyalist piyasa ekonomisi vardır. Bu bağlamda Devlet sektörü Çin’de özellikle stratejik olarak nitelenen alanlarda varlığını sürdürmekte olup ulusal ekonomi idaresinde önemli birer unsurdur ve en sonunda bu şirketler kar amacı güden ve küresel kapitalizme rekabet eden birer girişim halini almışlardır (Lijie ve Yushan, 2015). Çin’de devlet mülkiyetli şirketler tamamen ya da büyük oranlarda merkezi, bölgesel ya da kentsel hükümet yönetimlerinin mülkiyetindedir. 1950’lerden 1978’lere dek bu şirketler, merkezi planlama sistemi altında yönetilip faaliyet gösterdiler. Bu bağlamda iktisadi hayatın belkemiği konumundaydılar. Dolayısıyla ekonomik çıktının “aslan payı” doğrudan devletin elindeydi. 1978 reformlarıyla birlikte devlet mülkiyetli şirketler de dönüşüm içerisine girmiştir (KPMG, 2013). Devlet Mülkiyetli Şirketlerde Reform Süreci Devlet mülkiyetli şirketlerin, sosyalist ekonominin yapı taşlığından devlet kapitalizminin aracına dönüşme evresi, yani reform süreci, genel olarak dört aşamaya ayrılabilir (Çizelge 4.15). Çizelge 4.15. 1978’Den Günümüze Devlet Mülkiyetli Şirketlerin Reform Aşamaları Birinci Aşama (1978-1992) Şirketleri karar verme konusunda yetkilendirmek, Rekabete dayalı kar için üretim yapan şirketlere dönüştürmek İkinci Aşama (1993-1997) Üçüncü Aşama (1997-2003) Dördüncü Aşama (2003-günümüz) Shanghai ve Shenzhen borsalarının kurulmasıyla devlet mülkiyetli şirketlerin borsada işlem görmeye başlaması ve modern girişim sistemine yönelme “Büyük olanı elinde tut, küçük olanı bırak” stratejisi ile devlet sektöründe küçülmeye gitme, küçük ve orta ölçekli şirketlerin devlet mülkiyetinden tasfiyesi ve büyük şirketlerin merkezi kontrol altında faaliyetlerini sürdürmesi: SASAC’ın kuruluşu SASAC idaresi altında merkezi devlet mülkiyetli şirketlerin küreselleşmesi “küreselleş” stratejisi ve devlet kapitalizmine dönüşüm: Devlet mülkiyetli şirketler artık birer modern ulusötesi kapitalist şirket. Sezen (2007) ile Ho ve Young (2013)’dan yararlanılarak oluşturulmuştur. Reformların başladığı 1978 yılına kadar Çin, merkezi planlamaya dayalı, devlet mülkiyetli şirketler üzerinden işleyen bir ekonomik yapıya sahiptir. 110 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ 1978’den beridir ise Çin otoriteleri devlet mülkiyetli şirketleri özelleştirme ve yeniden inşa girişimlerinde bulundular. Makro düzeyde devlet mülkiyetli şirketler reformları, ulusallaşmış ve merkezileşmiş ekonominin piyasa odaklı ekonomiye stratejik uyumu olarak görülebilir ancak mikro düzeyde bu reformlar, Çin devlet mülkiyetli şirketlerini aşama aşama modern işletmelere dönüştürme eğilimindedir (Geng, vd, 2009: 156-158). Birinci aşama 1978-1992 yılları arasını kapsayan ve piyasaya reformlarının ilk yıllarına denk gelen süreçtir. Bu aşamaya dek devlet mülkiyetli şirketlerin kararları planlama esaslarına göre alınırken, söz konusu aşamada amaç, devlet mülkiyetli şirketlerin karar verme otonomisini arttırmak ve böylece bu işletmelere gerek üretimlerinde gerekse yönetimlerinde daha fazla özerklik vererek sonuçta piyasa ekonomisiyle uyumlu, rekabete dayalı olarak çalışan bir sistem kurmaktır (Sezen, 2007). Çin’in devlet mülkiyetli şirketler ile ilgili reformları, quasi-özelleştirme ve kurumsal yönetişim reformlarının bir karması olup, devlet mülkiyetli şirketlerin ekonomideki rolü ve pozisyonunda önemli değişikler öngörmüştür. 1978 öncesi Çin merkezi planlama ile yönetilen bir ekonomik yapıya sahipken, üretim hedeflerinden karar verme süreçlerine kadar hükümet doğrudan devlet mülkiyetli şirketlere müdahil olabiliyordu. Bu dönemde devlet mülkiyetli şirketlerin üretim yapmalarının yanında sosyal anlamda da misyonları vardı. Bu özellikleriyle demir pirinç kasesi olarak adlandırılan şirketler, çalışanlarına çeşitli sosyal imkanlar sağlamaktaydı. İşte reform süreci, devlet mülkiyetli şirketlerin sosyal boyuttan sıyrılıp kar elde etmeyi hedefleyen kuruluşlara dönüştürmeyi amaçlamıştır (Zhang ve Freestone, 2013: 81). 1978’den 1992’ye dek temel kalkınma politikaları liberalizasyon ve ekonomik yenilemeye odaklanmıştı. Bu süreçte aynı zamanda, gelişmeye başlayan özel sektör ve özel iktisadi bölgeler aracılığıyla ülkeye giren yabancı mülkiyetli girişimler de Çin ekonomisinin birer parçası olmuştur. Bu bağlamda Çin ekonomisi planlı bir ekonomiden piyasa ekonomisine dönüştürülmüştür. Özel mülkiyetli şirketler ile karma mülkiyetli yapıların ekonomideki ağırlığının artmasıyla beraber devlet mülkiyetli şirketlerin payı ise giderek azalmıştır (OECD, 2015: 141-142). Reform sürecinin ikinci aşaması ise 1993 ile 1997 arası süreçtir. Bu dönemin temel özelliği devlet mülkiyetli şirketleri birer modern girişime dönüştürme hedefidir. Bu bağlamda devlet mülkiyetli şirketler borsada işlem görmeye başlayan birer piyasa unsuru olmaya yönelmiştir. Bununla beraber 1990’ların ortalarından itibaren devlet mülkiyetli şirketler sektörü bir kriz içerisindeydi. Bu nedenle Çin otoriteleri reformları yeniden düzenleyerek özelleştirme odaklı ve özel sektörün hızlı büyümesini hedefleyeme başladı. Özelleştirme çalışmaları bağlamında, küçük ve orta ölçekli devlet mülkiyetli şirketlerden birçok işçi işten çıkarıldı. Özelleştirmenin nedenlerinin başında her ne kadar serbest piyasayı yerleştirme hedefi varsa da, Çin devlet yöneticileri, devlet mülkiyetli şirketlerin ekonominin her sektöründe olmasına gerek olmadığını ifade ettiler. Ama yine de büyük devlet mülkiyetli şirketler özelleştirilmedi, aksine elde tutulup şirket yapıları 111 güçlendirildi. Çünkü bu şirketlerin de özelleştirilmesi devletin ekonomideki kontrolünü tamamen kaybetmesi anlamına gelecekti. Büyük devlet mülkiyetli şirketler yeniden inşa sürecine sokulara stratejik ve yapıtaşı niteliğindeki sektörlerde monopolcü bir yapıda faaliyetlerine devam etti: “büyük olanı elinde tut ve küçük olanı bırak”48 (Zhang ve Freestone, 2013: 82). Bu strateji aynı zamanda reform sürecinin üçüncü aşamasını da betimlemeyi sağlıyordu. 1997 ile 2003 yılı arasındaki süreç, devlet mülkiyetli şirketlerin sayısını azaltarak, büyük olanların merkezi otorite kontrolü altında toplanmasını öngörüyordu. Bu çerçevede 2003 yılında Devlet Varlıklarını Yönetim ve Denetleme Komisyonu (SASAC49) kurulmuştur. SASAC’ın kurulmasıyla birlikte, bu kuruluş reform işlemlerini eline alarak, devlet varlıklarını büyütmeyi hedefledi (Zhang ve Freestone, 2013: 83; Ho ve Young, 2013: 86) SASAC’ın websitesinde50 belirtildiğine göre, bu kuruluş devlet mülkiyetli şirketlerin reform ve yeniden inşa süreçlerini ilerletmek, bu şirketleri yönetmek ve denetlemek, bu şirketlerde modern girişim sistemini kurmak ve geliştirmek, kurumsal yönetişimi iyileştirmek ve bu biçimde devlet ekonomisini düzenlemek görevlerine sahiptir. SASAC, devlet varlıkları yönetme görevini üstlenmesinin yanında, devlet işletmelerini dönüştürüp, küresel kapitalizmde önemli birer unsur haline gelmesini hedeflemiştir. Böylelikle devlet sektörü, Çin kapitalizminin gündeminde yoğun bir biçimde varlığını sürdürmektedir. Devlet şirketleri, rekabetin çok olduğu ve daha az kar elde edilebilecek sektörlerden çekilmeye başlarken, stratejik öneme sahip olan petrol, doğalgaz, maden, çelik, telekomünikasyon, ulaşım ve finans alanlarda varlığını arttırdı (McNally, 2012: 753). Çin’in mevcut devlet mülkiyetli şirketlerinin çoğunluğu 1950’li yıllarda kurulmuş olup 1978 yılı itibari ile piyasa reformları çerçevesinde yeniden yapılandırılmışlardır. Çin’in dışa açılmaya başladığı bu reformlar her ne kadar bu reformlar devlet sektörünü küçültmeye yönelik uygulamalar olsa da, bugün Çin devlet mülkiyetli şirketlerinin çoğu birer ulusötesi şirket konumunda ve devlet kapitalizminin küreselleşmesinin en önemli unsurlarıdır. Bu şirketler hem denizaşırı borsalar da hem de dünyanın en büyük şirketlerinin yer aldığı Forbes Global 2000, Fortune Global 500 gibi listelerin en üst sıralarında yer almaktadırlar (KPMG, 2013). Şekil 4.5 Çin devlet mülkiyetli şirketlerinin Fortune Global 500 Listesindeki toplam Çin şirketleri içindeki yüzde değişimini göstermektedir. Buna göre, 2005’ten 2014’e dek Çin devlet mülkiyetli şirketlerinin “küresel” olanlarının sayısı gözle görülür bir biçimde artmıştır. 48- “Grasping the big and letting go of the small”: Bu deyiş, 1997 yılı itibariyle devlet mülkiyetli şirketler reformlarının 1997 itibariyle anahtar stratejisi oldu ve bu anahtar küresel devlet kapitalizminin kapısını açtı. “Büyük olanı elinde tut” kısmı, en büyük ve tipik olarak merkezi biçimde kontrol edilen devlet kuruluşlarını modern şirketlere dönüştürüp üzerilerindeki devlet mülkiyetinin sürdürülmesinin ifade etmektedir. Deyişin “küçük olanı bırak” kısmı ise, yerel yönetimlere yerel devlet şirketlerini yeniden yapılandırma, özelleştirme ve kapatma yetkisinin verilmesini ifade eder (McGregor, 2012: 16). Böylelikle hedef, devlet mülkiyetli şirketlerin sayısını azaltıp, onları daha etkin ve kar elde etme güdüsüyle çalışan, ülke ekonomisinin yapıtaşı olmalarıdır. 49- State-owned Assets Supervision and Administration Commission 50- http://en.sasac.gov.cn/ 112 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Şekil 4.5. Fortune Global 500 Listesindeki Çin Şirketleri İçinde Devlet Mülkiyetli Şirketlerin Yüzde Değişimi (2005-2014) Çin’in devlet mülkiyetli girişimlerinin yeniden inşası, Çin’in devlet sosyalizminden devlet kapitalizmine geçişinin odak noktasıdır. Devlet mülkiyetli şirketler giderek piyasa odaklı bir yapıya evrilerek devlet sektöründe topyekün bir dönüşüm yaşandı. Bu dönüşümün kilit noktası da 2003 yılı oldu. Bu yıldan itibaren kurumsal düzenlemeler başladı ve devlet sektörü “büyük olanı elinde tut, küçük olanı bırak” ve küreselleştirme stratejileriyle yeniden yükselişe geçti. Bunun sonucunda oluşan sistem artık yeni devlet kapitalizmi olarak anılmaya başlandı. Devlet mülkiyetli büyük şirketler SASAC’ın koordinasyonu altında bir dönüşüm geçirip küresel piyasalara odaklandı. Dünyanın en büyük şirketleri listelerinin ön sıralarına yerleşti. Böylelikle, 1990’larda birer problem olarak görülen devlet mülkiyetli şirketler, hem ulusal amaçlara ulaşmada hem de küresel kapitalizmde yükselmede birer araç olarak görülmeye başlandı (Naughton, 2014). SASAC’ın kuruluşuyla beraber, devlet sektörü sadece büyük firmalar üzerinden ilerleyen daha merkezi bir yapı halini almıştır. SASAC bu yapının korunmasında oldukça başarılı olmuş ve böylelikle günümüzün küresel devlet mülkiyetli şirketleri ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda devlet mülkiyetli şirketlerin hem kurumsal yönetişimini hem de küresel kapitalizmde yükselişini dolayısıyla da Çin ekonomik sisteminin yayılması hızlandı. Daha net bir ifadeyle Çin devlet kapitalizminin küreselleşmesinin önemli bir unsuru olan devlet mülkiyetli şirketler, ilerleyişini SASAC’a borçludur. Dolayısıyla SASAC’ın kuruluşu, 1978’den beri süregelen piyasa reformlarının ve devlet kapitalizmine evrilmenin yapıtaşı niteliğindedir. Kuruluşundan itibaren SASAC’a 196 devlet işletmesinin mülkiyeti teslim edildi. Kuruluşun amacı da hem bu işletmeleri yeniden yapılandırmak hem de bu işletmelerde kurumsal yönetişimi geliştirerek birer modern devlet kapitalisti şirketler yaratmak oldu (Naughton, 2014). Bu çerçevede devlet sektörünün ağırlığı ekonomide 1978 öncesine göre giderek azalırken, sayıca daha az ancak daha ni- 113 telikli bu şirketler hem iktisadi büyümenin hem de küresel bütünleşmenin lokomotifi rolünü üstlendi. Küresel kapitalizmle bütünleşmenin başat aktörü olan devlet mülkiyetli şirketler özellikle petrol&doğalgaz ve bankacılık sektörleri alanında faaliyet gösterenler olmuştur. Öyleki Forbes Global 2000 Listesinde bulunan en büyük 20 devlet mülkiyetli şirketin içinden 13 tanesi Çin şirketleridir (Bkz. Çizelge 4.7). Çin devlet mülkiyetli şirketleri, sosyalist planlamanın bir mirasıdır. Piyasa reformları sonucunda bu şirketler yenden inşa sürecine girip dönüştürülerek birer modern kapitalist girişim halini almışlardır. Bu bağlamda küresel ekonomide oldukça iyi noktalarda var olan Çin devlet şirketleri yaptığı büyük denizaşırı yatırımlarla giderek ön plana çıkan birer unsur oldu.51 Bu faaliyetlere ilk başlayan yani ilk ulusötesileşen devlet şirketleri de ulusal petrol şirketleri oldu. Hem küresel bağlamda hem de ülke bağlamında petrol ve doğalgazın büyük önemi bu süreci itkeleyen unsur olmuştur. Çin devlet mülkiyetli şirketler sektörünün reform aşamaları, dışsal faktörlerden de etkilenerek gerçekleşmiştir. Örneğin Sovyetler Birliği sonrası Rusya’da oluşan oligark yapısının Çin’de oluşmasına izin verilmedi. Büyük devlet mülkiyetli şirketler devlet yönetimi altında kalmayı sürdürmekte ve 1997’de benimsenen “büyük olanı elinde tut, küçük olanı bırak stratejisiyle” de sayıca azaltılan ve sadece büyük olanların devlette tutulduğu şirketlerin çoğu günümüz küresel kapitalizmin önemli unsurlarıdır (OECD, 2015:138). Devlet mülkiyetli şirketler, Çin ekonomisindeki 500 en büyük üretim firmasının %50’sini oluşturmaktadır. Bunun yanında ise, hizmet sektörünün en büyük şirketlerinin %61’i de devlet mülkiyetlidir. Aynı zamanda 2014 Fortune Global 500 List’de yer alan 95 Çin firmasının 82’si %50 ve üzerinde devletin sahibi olduğu şirketlerdir (Morrison, 2015). Dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumunda olan Çin, bir ticaret üssü niteliğindedir. Her ne kadar Shambaugh (2013) gibi yazarlar Çin’in göründüğü kadar güçlü olmadığını iddia etseler de, özellikle 2008 krizi sonrasında devlet mülkiyetli girişimler ve ulusal varlık fonları aracılığıyla devlet kapitalizminin küreselleşmesinin baş aktörüdür. Öyle ki, dünya ekonomisi şimdiye dek Çin’in sahip olduğu gibi bir ticaret gücüne sahip olmadı. ABD ve Japonya gibi ülkelerde dış ticaret, Çin’inki gibi hızlı ve geniş bir biçimde gelişme göstermemiş ve hem bunun hem de ülkenin 1978 sonrası uygulamaya başladığı reformlarla birlikte ülke, dünyanın üretim atölyesi-üssü konumuna gelmiştir (Shambaugh, 2013). Bununla birlikte, “küreselleş” stratejisi bağlamında küresel kapitalizme açılan devlet mülkiyetli şirketler de, üretimin merkezsizleşmesinden yararlanarak, denizaşırı-ulusötesi yatırımlara yöneldi. Özellikle büyük petrol şirketlerinin gerçekleştirdiği bu yatırımlarla Çin, küresel ekonominin üretim üssü olma sıfatının yanında, çeşitli sektörlerde dış yatırımlara yönelen 51- Çin’in devlet şirketleri hem yönetim ve işlev bakımından kendi içinde de farklılaşmaktadır. Örneğin küresel kapitalizmde yer alan ve dünyanın en büyük petrol şirketleri listesinde başı çeken CNPC, Sinopec ve CNOOC gibi kuruluşlar SASAC tarafından kontrol edilirken, eyalet ya da kasaba yönetimleri tarafından yönetilen (POE ve TVE) şirketler ise daha çok ülke içerisinde varlık gösteren yapılardır. 114 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ bir ulusötesi yatırımcı halini aldı. Bu bağlamda, devlet mülkiyetli şirketlerin küreselleşmesinde ulusötesi-denizaşırı yatırımların önemli bir kalem olarak yer almaktadır. Devlet Mülkiyetli Şirketlerin Küreselleşmesinde Ulusötesi Yatırımlar Örneği Küresel kapitalizm ile birlikte Çin, doğrudan yabancı yatırımların hem ihracatçısı hem de ithalatçısı konumundadır. Bu yönüyle dünyanın üretim üssü olarak anılan Çin, aynı zamanda, özellikle belirli sektörlerde faaliyet gösteren devlet mülkiyetli şirketleriyle küresel yatırımların52 önemli bir unsuru halini almıştır (2000-2014 yılları arasında Çin’in ulusötesi yatırımları için Çizelge 4.16). Çizelge 4.16. Çin’in Ulusötesi Yatırımları (Outward FDI) Yıl Yatırım Miktarı (Milyar Dolar) 2000 1 2001 6,9 2002 2,7 2003 2,9 2004 5,5 2005 21,2 2006 26,5 2007 55,9 2008 56,5 2009 56,5 2010 68,81 2011 74,65 2012 84,22 2013 101 2014 116 UNCTAD Çin’in denizaşırı yatırımlarının çoğunluğu, SASAC tarafından kontrol edilen büyük devlet mülkiyetli şirketlerden birkaçının ağırlığında gerçekleşmektedir (Çizelge 4.17). Her ne kadar reform süreciyle birlikte sanayi sektöründe devlet mülkiyetli şirketlerin payı gözle görülür bir biçimde azalmış olsa da, bu şirketlerin birçoğu küreselleşerek yurtdışı faaliyetlerine yöneldi (OECD, 2008: 77). 52- Küresel yatırım, denizaşırı yatırım, ulusaşırı yatırım ve uluöstesi yatırım ile dış yatırım aynı anlamda kullanılmaktadır. 115 Çizelge 4.17. Devlet Mülkiyetli Şirketler Tarafından Gerçekleştirilen Denizaşırı-Ulusötesi Yatırımlar 1990 öncesi %22.81 1990-1998 %17.54 1998-2012 %50.88 Alon, Zhang vd (2014) SASAC, şu an 115 tane büyük devlet mülkiyetli şirketi53 kontrol etmekte olup bu şirketler ekonominin belkemiği sektörlerde faaliyetlerini sürdürmektedir. Her ne kadar devlet mülkiyetli şirketlerin endüstri çıktı, varlık ve istihdam miktarlarındaki payı giderek düşse de bu şirketlerin önemi sürmektedir. Öyle ki artık bu şirketlerin yeni misyonu küresel yatırım yapmaktır. Bu bağlamda Çin’in dış yatırımlarının önemli bir kısmını merkezi devlet mülkiyetli şirketler yapmaktadır. Çizelge 4.18, Çin’in finansal olmayan dış yatırımlarını yapan ilk 10 devlet mülkiyetli şirketini göstermektedir (Dobson, 2014). Çizelge 4.18. En Çok Dış Yatırım Yapan On Devlet Mülkiyetli Çin Şirketi Şirket Adı Sektör China Petrochemical Corporation (Sinopec) Petrol Ürünleri China National Petroleum Corporation (CNPC) Petrol Ürünleri China National Offshore Oil Corporation (CNOOC) Petrol Ürünleri China Mobile Telekomünikasyon China Resources Co., Ltd. Karma China Ocean Shipping Company (COSCO) Ulaşım Aluminum Corporation of China Metal Sinochem Corporation Kimyasal China Merchants Group Karma China State Construction Engineering Corporation İnşaat Dobson (2014) Ulusaşırı yatırımlar konusunda en önemli unsur enerji ve doğal kaynaklar endüstrileridir ve bu sektörler Çin’in ekonomik yükselişinin yapıtaşlarındandır (Çizelge 4.19). Çin devlet mülkiyetli şirketleri artık kıtalararası işlemler yaparak birer ulusötesi şirkete dönüştüler. Bunların başında da üç büyük enerji firması gelmektedir: PetroChina, Sinopec ve CNOOC. PetroChina, dünyanın ilk trilyon dolarlık şirketi ve 2015 Forbes Global 2000’de dünyanın en büyük sekizinci şirketidir. Sinopec, dünyanın en büyük üçüncü rafineri kapasitesine sahip bir şirket ve bu yönüyle de oldukça dikkat çekmektedir. Diğer firma CNOOC ise, Çin Kalkınma Bankası’ndan gelen devlet destekli kredilerle dünyaya açılan bir devlet mülkiyetli şirkettir (Harris, 2012: 16). 53- SASAC tarafından kontrol edilen şirketlere merkezi devlet mülkiyetli şirketler de denilir. 116 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Çizelge 4.19. Çin Ulusötesi Yatırımlarının Sektörel Dağılımı: 2005-2012 (Milyar Dolar) Sektör Yatırım Enerji 186,1 Metal-Maden 90,2 Finans 37,3 Gayrimenkul ve İnşaat 21,7 Ulaşım 16,6 Tarım 11,8 Teknoloji 8,7 Kimyasal 6,2 Diğer 8,2 Toplam 386,7 Bowman vd. (2013) Harris (2012: 17-18), bu üç büyük enerji şirketinin 1996-2010 yılları arasını kapsayan dönemde 23 adet ulusötesi yatırım anlaşması yaptığını ifade etmektedir. Örneğin PetroChina/CNPC, 2005-2008 yılları arasında 2-4 milyar dolar yıllık gelir elde ederken, 2009 itibariyle dış yatırımlarını arttırmaya yönelmiş ve Avusturalya, Kanada, Singapur ve Orta Asya’dan toplamda 7 milyar dolar değerinde rafineri satın almıştır. Şirket 2010 yılının sonuna doğru giderek genişleyerek, 5,4 milyar dolarlık bir yatırımla Kanada gaz şirketinin %50 oranında ortağı oldu. Şirket 2020 yılında kadar 60 milyar dolarlık bir ulusötesi yatırım hedeflemektedir. Sinopec ise ulusaşırı yatırımlarına 2004 yılında Angola devlet mülkiyetli şirketi Sonanopol ile yaptığı 2,4 milyar dolarlık petrol çıkarma sahası yatırımı ile başladı. 2007 yılında İran’da 2 milyar dolarlık petrol sahası yatırımı, 2009’da ise Addax Petroleum (Kanada-İsviçre) şirketine 7,22 milyar dolarlık yatırım yaptı. Aynı yıl İspanya’nın Repsol şirketinin Brezilya tesislerinin %40’ını 7,1 milyar dolara satın aldı. 2010 yılında da petrol arama arazileri ile ilgili Conoco Philips ile 4,65 milyar dolarlık bir anlaşma yaptı. Çin’in diğer enerji devi CNOOC da 2002 ‘de Avusturalya’da dünyanın en büyük doğalgaz projelerinden birine dahil oldu. Bu projede BP, Chevron, Shell gibi kuruluşlar da yer almaktaydı. Şirket, 2006 yılında Nijerya’da 2,27 milyar dolara bir petrol çıkarma arazisi satın aldı. 2010’da 2,16 milyar dolarlık bir anlaşma ile Teksas’ta bir petrol arazisi daha satın aldı. Bununla beraber Güney Amerika’da da 3.1 milyar dolarlık bir yatırım gerçekleştirdi. Petrol sektörü özelinde ifade edilen bu örnekler, Çin devlet sermayesinin özellikle 2000’li yıllar itibariyle ulusötesi bir karaktere büründüğünü göstermekte ve böylelikle de Çin devlet kapitalizmi küreselleşmeyle giderek pekişmektedir. Çizelge 4.20, Çin’in ulusötesi yatırımlarını gerçekleştirdiği ilk 10 ülkeyi göstermektedir. 117 Çizelge 4.20. Çin’in Ulusötesi Yatırımlarını Gerçekleştirdiği İlk On Ülke (2012) Sıralama Ülke Milyar Dolar 1 ABD 54,2 2 Avusturalya 53,5 3 Kanada 36,7 4 Brezilya 27,5 5 Endonezya 25,0 6 İran 16,8 7 Nijerya 15,6 8 Britanya 14,7 9 Kazakistan 14,0 10 Venezuela 13,9 Bowman, vd. (2013) Genel olarak, Çin 143.000 devlet şirketine sahip ve bunların 129 tanesi küreselleşmiş şirketlerdir. Bu şirketler özellikle finans, inşaat, altyapı, iletişim, enerji, askeri ve bazı önemli manufaktür alanlarında faaliyet göstermektedir. Söz konusu şirketler aynı zamanda küresel üretim ağlarına dahil olmuştur (Harris, 2012: 25). Bu bağlamda, yeni devlet kapitalizminin ulusötesileşmesi sürecinin baş aktörü konumunda olan Çin devlet mülkiyetli şirketleri, sosyalizm dönemindeki işlevlerinden oldukça farklı olarak, kar için yayılmacı bir üretim politikası izlemektedir. Çin şirketlerinin yükselişi sadece ekonomik bağlamda değil siyasi bağlamda da küresel kapitalizmin dengelerini değiştirecek türden bir seyir izlemektedir. 5. SONUÇ Küreselleşme, sosyal bilimlerin doğası gereği, üzerinde görüş birliğinin olduğu bir kavram değildir. Özellikle 20. yüzyılın son çeyreği ile başlayan bu tartışmalar, sosyal bilimlerin her disiplininde büyük yankı buldu. Üzerine tezler üretilen, kitaplar yazılan bu kavram, günlük hayatın diline de yerleşti. Akademik olarak ise, başta küreselleşmenin mevcudiyeti olmak üzere, başlangıç tarihi ve etkileri araştırma konusu oldu ve geniş bir literatür ortaya çıkardı. Bu geniş literatür de, küreselleşme ile alakalı çalışmaların gidişatı açısından belli sınırlar koymayı zorunlu kıldı. Küreselleşmeyi merkezine alan ya da küreselleşme kavramından dolaylı olarak yararlanan çalışmaların koyması gereken bu sınırlamalar, aynı zamanda söz konusu çalışmaların küreselleşme konusundaki bakış açısını da ifade etmektedir. Bu çalışmada da ilk yapılan, küreselleşmeyi konumlandırmak ve çeşitli varsayımlarla araştırmanın gidişatını belirlemek oldu. Bu bağlamda küreselleşmenin yorumlanması konusundaki çeşitli yaklaşımlar ile bazı küreselleşme teorileri sunularak bir literatür taraması gerçekleştirildi. Küreselleşmeyi yorumlayan yaklaşımlar hiper küreselleşmeci, şüpheci ve dönüşümcü olarak açıklanırken, küreselleşme tezleri de, ele alınan yazarların temel olarak odaklandıkları noktalar üzerinden irdelendi. Burada ortaya çıkan şey, bu çalışmanın küreselleşmeyi yorumlayan hangi yaklaşıma ve hangi küreselleşme tezine daha yakın olup olmadığının sorulması oldu. Bu soruya verilen cevap aynı zamanda çalışmanın küreselleşme tanımını da ortaya koyacaktır. Çizelge 5.1, çalışmanın küreselleşme tartışmalarındaki konumlanışını özetlemektedir. Bu bağlamda çalışma, hiper küreselleşmeci ve şüpheci yaklaşımların aksine, dönüşümcü bir çizgide küreselleşmeyi ve etkilerini ele almaktadır. Çalışmaya göre, küreselleşme, devleti geri plana atan bir olgu değil, bilakis onun kontrolünde ilerleyen kapitalist bir süreçtir. Bu noktada, özellikle William I. Robinson’un kavramsallaştırmaları üzerinden hareket edilmiş ve bu çerçevede küreselleşme, kapitalizmin yeni ve ulusötesi aşaması olarak kabul edilmiştir. 120 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Çizelge 5.1. Küreselleşme Tartışmalarında Çalışmanın Konumlanışı (Dönüşümcü) Kavramlar Küresel kapitalizm, ulusötesileşme Güç Heterarşik-çok kutupluluk Ekonomi Tarihsel düzeyde en yüksek derecede karşılıklı bağımlılık, üretimin merkezsizleşmesi, kapitalizmin geçirdiği dönüşüm doğrultusunda devletin de form değişikliğine uğraması ve devletin ekonomik olarak yükselişi Sistem Kapitalizmin yeni aşaması: Ulusötesi kapitalizm (Ulusdevletler, ulusötesi düzenleyici kurumlar, ulusötesi şirketler) Artık, uluslararası ilişkiler temelli kapitalist yapının yerini ulusötesi kapitalizm almıştır. Karşılıklı bağımlılığın ve sermayenin yayılışının önceki süreçlerden farklılaştığı küreselleşmenin 1980’lerde başladığı kabul edilmektedir. Neoliberal politikalar çerçevesinde ilerleyen küreselleşme, her ne kadar devlet aygıtını geri plana alıyor gibi görünse de, aslında devletin uyguladığı politikalarla ilerleyen bir süreçtir. Dolayısıyla küreselleşme ile devlet arasındaki ilişki adeta diyalektiktir. Küreselleşme ile ilgili tartışmaların esas odak noktası da küreselleşme-devlet ilişkisi olmuştur. Bu çalışma, devletin küreselleşme ile birlikte bir dönüşüm geçirdiğini kabul etmekte ve aşağıda sıralanan şu varsayımları öngörmektedir: a. Küreselleşme, kapitalizm veri iken, basit niceliksel bir değişmeden öte niteliksel bir kayışı ifade etmektedir. b. Küreselleşme, geçmiş aşamalardan daha bütünleşik bir kapitalist evreyi simgelemektedir. c. Ulusal ve uluslararası olandan öte küresel-ulusötesi olanın ön plana çıkması ve bu çerçevede kapitalizmin niteliksel olarak yaşadığı dönüşüm yeni dünya iktisadi ve siyasi sistemini ortaya çıkarmıştır. d. Küreselleşme, sermayenin küresel olarak yayıldığı ve üretimin parçalara ayrılarak dünya coğrafyasına dağılarak merkezsizleştiği bir süreçtir. e. Küreselleşme, aynı zamandan bilgi ve iletişim teknolojilerindeki devasa gelişmeleri de beraberinde getirmiştir. f. Küreselleşme sadece iktisadi ve siyasi anlamda değil, sosyal ve kültürel anlamda da bir değişikliği ifade eder. Dolayısıyla ekonomi-politik alanı başta olmak üzere, küreselleşme sosyal bilimlerde bir yeniden düşünme sürecinin başlamasına neden olmuştur. Yukarıdaki varsayımlardan hareketle, çalışmanın küreselleşme tanımını burada yinelemek anlamlı olacaktır. Bu çalışmada küreselleşme, “dünya kapitalizminin geçmiş dönemlerinden niceliksel olmaktan öte, niteliksel olarak ayrılan, ancak mantık olarak kapitalist süreçleri işleten ve ondan bağımsız düşünülemeyecek olan, özellikle bilgi ve iletişim teknolojilerindeki yenilik ve gelişmeler doğrultusunda ekonomileri ve toplumları birbiriyle bütünleştiren, neoliberal iktisat politikaları çerçevesinde ilerleyen, 121 sermaye birikimini ulusal sınırlardan öteye taşıyan, üretimin parçalara ayrılarak tüm dünya coğrafyasına yayıldığı bir süreçler bütünü” olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu tanım, bu çalışmanın küreselleşmeye bakış açısını ve dolayısıyla da küreselleşme tartışmalarındaki konumunu özet şeklinde ortaya koymaktadır. Bu bağlamda bu çalışma, küreselleşmeyi dönüşümcü nitelikte ele alımı ve devletin küreselleşme ile birlikte geçirdiği form değişikliğine odaklanmıştır. Hiper küreselleşmecilerin savunduğunun aksine, küreselleşme sürecinin devleti iktisadi yaşamdan dışlamadığı, devletin küresel kapitalizmde var olduğu, ancak kapitalizmin her aşamasında olduğu gibi küresel aşamada da bir form değişikliğine uğradığı ortaya koyulmuştur. Bu bağlamda özellikle küreselleşmenin “neoliberal” dönemindeki form değişikliği üzerinde durulmuştur. Son bölümde, Çizelge 4.1’de anlatılan süreç, devletin küreselleşme ile birlikte uğradığı değişiklikleri özetlemektedir. Küreselleşme devletleri, kendi ekonomilerini küresel kapitalizmle bütünleştiren ve sermaye hareketlerinin sorunsuz bir biçimde işlemesini sağlayan ve üretimi merkezsizleştiren birer aygıt haline getirmiş ve üretim, ticaret ve yatırım ilişkilerinin territoryal sınırlardan giderek bağımsızlaşması, devletin iktisadi hayatta rolünün azaldığına yönelik bir algı yaratmıştır. Ancak küreselleşme sürecini hızlandıran ve onun neoliberal paradigmalarının yayılmasını sağlayan devlet aygıtıdır. Dolayısıyla küreselleşme ve devlet birbirinden bağımsız birer unsur değildir. Küreselleşme, sermayenin merkezsizleşmesi, yayılması ve yeniden üretiminin mevcut aşamasıdır. Her dönemde olduğu gibi sermaye bu aşamada da devlete ihtiyaç duymaktadır. Bu açıdan “minimal devlet” anlayışı ile “el çektirilen” devlet aslında küresel kapitalizmle bütünleşerek onu yöneten unsurlardan birine dönüşmekteydi. Bu özelliğiyle devlet ulusötesileşen bir aygıt olarak karşımıza çıkıyordu. Serbest piyasanın etkin işlemesini hedefleyen bu süreç “piyasa dostu devlet” ile pekişmekteydi. Minimal devletten piyasa dostu devlete evrilen “devlet eliyle yürütülen serbest piyasacı neoliberal kapitalizm”, 2008 krizi ile birlikte tekledi. Birçok gelişmiş ülkede devlet, batan bankaları kurtarmaya çalıştı, yeni iktisat politikaları üretti ve küresel krizden çıkmanın yollarını aradı. Bunun yanında neoliberalizmin “gelişen piyasalar” olarak nitelediği ve başını Çin’in çektiği bazı ülkelerde 2000’lerin başından itibaren devlet kapitalizmi yükselmekteydi. Özellikle 2005-2006 yıllarından itibaren devlet mülkiyetli şirketler küresel kapitalizmin sahnesine çıkmış ve son krizle birlikte daha belirgin bir şekilde önemlerini arttırmışlardır. Başta petrol ve doğalgaz sektörü olmak üzere birçok sektörde çoğu Çin kökenli devlet mülkiyetli şirketler olmak üzere, küresel birer aktöre dönüşmüşlerdir. Küreselleşmeyi belirgin bir biçimde gösteren Forbes Global 2000 ve Fortune Global 500 gibi listelerde bu süreç izlenebilmektedir. Bununla birlikte devlet, sadece üretim sektöründe değil, çağın bir gereği olarak finans sektöründe de ön plana çıktı. Buradaki temel araç da ulusal varlık fonları oldu. 122 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Belirtilen bu noktalar, devletin küreselleşme ile birlikte uğradığı form değişikliğinin gelişmiş ve gelişmekte olan piyasalarda farklılık gösterdiğini ifade etmektedir. Gelişmiş ülkeler, Post-Washington Uzlaşması’nın öngördüğü piyasa dostu ve etkin devlet stratejisi çerçevesinde devleti ekonomiye dahil ederken, Çin’in başını çektiği grup ise, kendi yapılarına göre içselleştirdikleri küreselleşmeyi devlet girişimciliği öncülüğünde yürütmekte ve böylelikle yeni bir tür devlet kapitalizmini ulusötesileştirmektedir (Çizelge 5.2). Çizelge 5.2. Gelişmiş Piyasalar, Gelişen Piyasalar, Küreselleşme ve Devlet Gelişmiş Piyasalar Küreselleşmenin kabullerini kendi sınırları içinde özümsetmek ve bunun için ulusötesi kurumlarla bütünleşmek (Washington Uzlaşması) Piyasanın iyi işlemesini sağlayacak önlemler almak (PostWashington Uzlaşması) Sonuç: piyasa dostu devlet Gelişen Piyasalar Küreselleşmenin neoliberal özelliklerini kendi yapılarına göre içselleştirmek. Devletin piyasada girişimci ve yatırımcı rolünü üstlenmesi bağlamında küreselleşmeye tam uyum Sonuç: yeni ve ulusötesileşen devlet kapitalizmi Çizelge 5.2’den hareketle, küresel kapitalizmde devlet müdahalesinin biçimsel olarak farklılaştığı iki seçenek ortaya çıkmaktadır: Piyasa dostu devlet ve yeni devlet kapitalizmi çerçevesinde girişimci devlet. Bu fraksiyonlar, küreselleşme ile devlet arasındaki bağıl ilişkiyi bir kez daha ortaya koymaktadır. İster sadece politikalarla piyasayı düzenlemek olsun, isterse de çeşitli aktörlerle ekonominin yapı taşı konumuna yerleşmek olsun, devlet, kapitalizmin ve dolayısıyla kapitalizmin mevcut aşaması küreselleşmenin asli bir unsurudur. Bu çalışmada, özellikle vurgulanan nokta, devletin ulusötesi bir girişimci olarak yükselmesidir. Devletin bu rolünün betimleyen yeni devlet kapitalizmi, küreselleşme ile bütünleşerek ulusötesi bir hale geldi. Bunun en büyük örneği, kuşku götürmeyecek biçimde Çin oldu. 1978 yılında başlatılan piyasa yanlısı reformlarla birlikte küresel sistemle bütünleşme arzusu içinde olan Çin, reformların önemli bir ayağını, sosyalist dönemin yapıtaşları olan devlet mülkiyetli şirketlere yansıttı. Bu bağlamda devlet mülkiyetli şirketler reform sürecinden geçirilerek, kapitalizme uygun birer modern girişime dönüştürüldü. Bununla birlikte büyük olanı elinde tut, küçük olanı bırak stratejisi çerçevesinde devlet mülkiyetli şirket fazlalığı yerine sadece büyük şirketler merkezi yönetim tarafından kontrol edilmeye başlandı. Diğerleri ise, ya özelleştirildi, ya iflas etti ya da yerel yönetimler tarafından yeniden inşa edildi. 123 Diğer yandan 2000’li yılların başından itibaren “küreselleş” stratejisiyle de bu büyük şirketler küresel piyasaya sunuldu. 2005 yılında Fortune Global 500 Listesi’nde sadece 14 adet Çin kökenli devlet mülkiyetli şirket varken bu sayı 2014’te 76’ya yükseldi. Böylelikle Çin devlet mülkiyetli şirketleri ulusötesi birer unsur halini aldılar. Bununla birlikte, üretimin merkezsizleşmesi sonucunda birçok ulusötesi şirketin üretim üssü olan Çin de devlet mülkiyetli şirketleri aracılığıyla ulusötesi yatırımlara yöneldi. Özellikle petrol şirketlerinin yaptığı deniz aşırı yatırımlar, kayda değer bir biçimde artış gösterdi. Özet olarak, yeni ve ulusötesileşen devlet kapitalizmi ile ilgili varılan sonuçlar aşağıdaki gibidir: a. Yeni devlet kapitalizmi Çin başta olmak üzere, gelişen ekonomilerin en ön planda olanlarında (Rusya, Brezilya, Hindistan) gibi ortaya çıkmıştır. Ancak en iyi örnek Çin’dir. b. Yeni devlet kapitalizminin küreselleşmeyle uyum içerisinde olması onun ulusötesileşmesi anlamına gelir. c. Yeni, ulusötesileşen devlet kapitalizminin asli unsurları devlet mülkiyetli şirketler ve ulusal varlık fonlarıdır. d. Araştırmada yararlanılan Forbes Global 2000 ve Fortune Global 500 listeleri, devlet mülkiyetli şirketlerin 2005 yılından 2014 ve 2015 yıllarına kadar olan süreçte küresel bağlamda devlet mülkiyetli şirketlerin sayısının artışını ortaya koyma konusunda yardımcı olmuşlardır. e. Fortune Global 500’de 2005’te 49 devlet mülkiyetli şirket varken 2014 yılında bu sayı 114’e yükselmiştir. f. Aynı yıl aralıklarında devlet mülkiyetli şirketlerin toplam karlardaki payı %8,2’den %19,9’a yükselmiştir. g. Aynı listeye ülkesel bazda bakıldığında, Çin’in 2005’te 14 tanesi devlet mülkiyetli olmak üzere toplamda 88 şirketi listedeyken 2014 yılında listede yer alan 80 Çin şirketinin 76 tanesi devlet mülkiyetli, Rusya’nın 2005’te listede 33 şirketi varken bir tanesi devlet mülkiyetli, 2014’te 63 şirketi listede ve 5 tanesi devlet mülkiyetli, Brezilya’nın 2005’te toplam 67 şirketi listede ve 2 tanesi devlet mülkiyetli, 2014’te 29 şirketi listede ve yine 2 tanesi devlet mülkiyetli, Hindistan’ın 2005’te 80 şirketi listede ve 4 tanesi devlet mülkiyetli, 2014’te 63 şirketi listede ve 5’i devlet mülkiyetlidir. h. Forbes Global 2000’de ise 2015 verilerine göre, dünyanın en büyük 20 devlet mülkiyetli şirketinin 13’ü Çin’e, 3’ü Rusya’ya, birer tanesi de Fransa, Norveç, İtalya ve Suudi Arabistan’a aittir. Bu 20 şirketin, 7’şer tanesi petrol&doğalgaz ve bankacılık, birer tanesi de telekom, sigorta, elektronik, kimyasal, inşaat ve madencilik sektörlerinde faaliyet göstermektedir. Elde edilen karlar bakımından tüm şirketler arasında en yüksek kara sahip ilk 10 şirketin 5’i devlet mülkiyetlidir. Bu devlet mülkiyetli şirketlerin 4’ü Çin’e ait bankalar, biri ise Rus Gazprom’dur. i. Verilerden görüldüğü üzere, en büyük şirketler arasında en çok devlet mülkiyetli şirketi olan ülke Çin’dir. Çin devlet mülkiyetli şirketleri, sosyalist planlamanın bir mirasıdır. Piyasa reformları sonucunda bu şirketler yenden inşa sürecine girip dönüştürülerek birer modern kapitalist girişim halini al- 124 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ mışlardır. Bu bağlamda küresel ekonomide oldukça iyi noktalarda var olan Çin devlet şirketleri yaptığı büyük denizaşırı yatırımlarla giderek ön plana çıkan birer unsur olmuşlardır. j. Çin devlet mülkiyetli şirketlerinin bu başarısının arkasında, “büyük olanı elinde tut, küçük olanı bırak” ve “küreselleş” stratejileri yer almaktadır. Bu bağlamda söz konusu stratejiler çerçevesinde devlet mülkiyetli şirketlerin sayısında azalmaya giden Çin yönetimi, özellikle stratejik sektörlerde faaliyet gösteren devlet mülkiyetli şirketlerini küresel ekonomiye açarak onlar üzerinden ulusötesi yatırımlar gerçekleştirmektedir. Çin örneği başta olmak üzere yeni devlet kapitalizmini uygulayan ülkeler, devletin küreselleşme ile birlikte değişen konumunu yeniden düşünme fırsatı getirdi. Minimal devlet, piyasa dostu devlet artık karşımıza girişimci ve yatırımcı özellikleriyle şirketleşen devleti çıkarmış oldu. Şirket devlet kavramı, devlet mülkiyetli veya devlet kontrolündeki üretim kuruluşları ve finansal kuruluşlar çerçevesinde küresel kapitalizmde özel mülkiyetli şirketlerle rekabet eden devleti tanımlayan bir kavramdır. Devletin bir şirket ya da şirket grubu gibi hareket ederek küreselleşmesi, üretim, ticaret ve finans alanlarında faaliyette bulunması aslında devletin form olarak değişse de kapitalizmin her zaman içsel bir unsuru olduğunu ifade etmektedir. Çünkü kapitalizmin yeniden üretimi, devlet aygıtının varlığına bağlıdır. Sadece piyasa ilişkileri, kapitalizmin yeniden üretiminde yeterli olmaz. 1929’da, 1970’lerde ve 2008 krizinde olduğu gibi, kapitalizmin yenilenmesi için devlete ihtiyaç vardır. 125 KAYNAKÇA Acemoğlu, D. (2008). Interactions between Governance and Growth, içinde Governance, Growth, and Development Decision-making. Washington: World Bank.http:// siteresources.worldbank.org/EXTPUBLICSECTORANDGOVERNANCE/Resources/ governanceandgrowth.pdf Adda, J. (2013). Ekonominin Küreselleşmesi. (Yedinci Baskı). (Çev. S. İnceci). İstanbul: İletişim Yayınları. (Eserin orijinali 1996’da yayımlandı). Agnew, J. (2009). Globalization and Sovereignty. ABD: Rowman & Littlefield Publishers. Akçay, Ü. ve Türkay, M. (2006). Neoliberalizm’den kalkınmacı yaklaşıma; devletin sermaye birikimi sürecindeki yeri üzerine., B. Ülman ve İ. Akça (Derleyenler). İktisat, siyaset, devlet üzerine yazılar. Bağlam Yayınları, İstanbul, ss. 49–65. Akçay, Ü. (2013). Sermayenin uluslararasılaşması ve devletin dönüşümü: Teknokratik otoriterizmin yükselişi. Praksis, 30-31, 11-39. Alhashel, B. (2015). Sovereign wealth funds: A literature review. Journal of Economics and Business, 78, 1-13. Aligica, P.D., Tarko, V. (2012). State capitalism and the rent-seeking conjecture. Constitutional Political Economy, 23 (4), 357-379. Alon, I., Wang, H., Shen, J. ve Zhang, W. (2014). Chinese state-owned enterprises go global. Journal of Business Strategy, 35 (6), 3-18. http://dx.doi.org/10.1108/JBS-12-2013-0118 Amin, S. (2005). Theory and practice of the Chinese ‘market socialism’ project: Is ‘market socialism’ an alternative to liberal globalization?, In T. Y. Cao (Ed.), The Chinese model of modern development. Routledge, Oxon, syf. 128-148. Barrow, C.W. (2005). The return of the state: Globalization, state theory, and the new imperialism. New Political Science, 27, 123-145. Beck, R. ve Fidora, M. (2008). The impact of sovereign wealth funds on global financial markets. Intereconomics, 43 (6), 349-358. Becker, U. (2009). Open varieties of capitalism. New York: Palgrave Macmillan. Becker, U. (2013). Measuring change of capitalist varieties: Reflections on method, illustrations from the BRICs. New Political Economy, 18 (4), 503-532. Belek, İ. (1999). Postkapitalist paradigmalar. İstanbul: Sorun Yayınları. Berberoglu, B. (2012). Introduction: The global capitalist crisis and its aftermath. In B. Berberoglu (Ed.), Beyond the global capitalist crisis the world economy in transition. Ashgate Publishing. Berberoglu, B. (2014). Küresel çağda siyasal sosyoloji. (Çev. E. Sönmez). İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları. (Eserin orijinali 2013’de yayımlandı). Berger, M. T. (2001). The nation-state and the challenge of global capitalism. Third World Quarterly, 22(6), 889-907, DOI: 10.1080/01436590120099704 Bowman, M., Gilligan, G., O’Brien, J. (2013). China: Investing in the world. CIFR, Working Paper. Bozkurt, V. (2000). KüreselleşmenininsaniYyüzü. İstanbul: Alfa Yayıncılık. Bremmer, I. (2009). State capitalism comes of age. Foreign Affairs, 88(3), 40–55. Bremmer, I. (2010a). The End Of The Free Market. New York: Portfolio. Bremmer, I. (2010b). The end of the free market: who wins the war between states and corporations? European View, 9(2), 249-252. Bremmer, I. (2010c). The long shadow of the visible hand. The Wall Street Journal. 22 Mayıs 2010. Bremmer, I. (2014). The new rules of globalization, Harvard Business Review, Ocak-Şubat Sayısı. Breslin, S. (2007). China and the Global Political Economy. New York: Palgrave Macmillan. Bresser-Pereira, L. C. (2010). The global financial crisis and a new capitalism?, Levy Economics Institute Working Paper, No: 592. http://www.levyinstitute.org/pubs/wp_592.pdf 126 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Castells, M. (1999). Information technology, globalization and social development. UNRISD Discussion Paper, No. 114. Castells, M. (2013). Ağ Toplumunun Yükselişi - Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür 1.Cilt. (3. Baskı). (Çev. E. Kılıç). İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.(Eserin orijinali 1996’da yayımlandı). Cerny, P. (2010). Rethinking world politics a theory of transnational neopluralism. New York: Oxford University Press. Chavez, D. (2014). State of the State. In State of Power. TNI: 45-53. Christiansen, H. and Y. Kim (2014). State-invested enterprises in the global marketplace: Implications for a level playing field. OECD Corporate Governance Working Papers, No. 14, OECD Publishing. http://dx.doi.org/10.1787/5jz0xvfvl6nw-en Clarke, S. (1990). The crisis of fordism or the crisis of social-democracy?. Telos, 83,71-98. Cohn, T. H. (2012). Global political economy. Boston: Longman. Cornish, M. (2012). Behaviour of Chinese SOEs: Implications for Investment and Cooperation in Canada. Canadian International Council and Canadian Council of Chief Executives. http:// www.ceocouncil.ca/wp-content/uploads/2012/02/Margaret-Cornish-Chinese-SOEsFebruary-2012.pdf Cox, R.W. (1987). Production, power, and world order. New York: Columbia University Press. Crouch, C. (2005). Models of capitalism. New Political Economy, 10 (4), 439–456. Das, D. K. (2009). Sovereign-Wealth Funds: the institutional dimension. Int Rev Econ, 56, 85104. Dicken, P. (1998). Global shift: Transforming the world economy. (Third Edition). London: Paul Chapman Publishing. Dicken, P. (2007). Global shift: Mapping the changing contours of the world economy. (Fifth Edition). London: SAGE. Dicken, P. (2011). Global shift: Mapping the changing contours of the world economy. (Sixth Edition). New York and London: The Guilford Press. Dixon, A. D., and Monk, H. B. (2012). Rethinking the sovereign in sovereign wealth funds. Transactions of the Institute of British Geographers, 37 (1), 104-117. Dobb, M. (2007). Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler. (Çev. F. Akar). İstanbul: Belge Yayınları. (Eserin orijinali 1946’da yayımlandı). Dobson, W. (2014). “China’s State-Owned Enterprises and Canada’s FDI Policy”, The School of Public Policy, SPP Research Papers, 7 (10). http://www.policyschool.ucalgary.ca/sites/ default/files/research/chinas-soes-dobson.pdf Eren, A. A. (2008). Piyasa: Tarihi, teorisi ve eleştirileri, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. Fine, B. (2001). Social capital versus social theory. Londra ve New York: Routledge. Fülberth, G. (2008). Kapitalizmin kısa tarihi. (Çev. S. Usta). İstanbul: Yordam Kitap. Geng, X., Yang, X. ve Janus, A. (2009). State-owned enterprises in China reform dynamics and impacts. In R. Garnaut, L. Song and W.T. Woo (Eds.), China’s new place in a world in crisis: economic geopolitical and environmental. Canberra: ANU E Press. Giddens, A. (2014). Modernliğin sonuçları. (Altıncı Baskı). (Çev. E. Kuşdil). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. (Eserin orijinali 1990’da yayımlandı). Girdner, E. J. (2004). China as a capitalist state: From “primitive socialist accumulation” to neoliberal capitalism. The Turkish Yearbook of International Relations, 35, 121-144. Güzelsarı, S. (2003). Neo-liberal politikalar ve yönetişim modeli. Amme İdaresi Dergisi, 36 (2), 17-34. Hall, P. A., Soskice, D. W. (2001). Varieties of capitalism: The institutional foundations of comparative advantage. Oxford: Oxford University Press. Harris, J. (2005). To be or not to be: The nation-centric world order under globalization. Science & Society, 69 (3), 329-340. 127 Harris, J. (2005b). Emerging third world powers: China, India and Brazil. Race & Class, 46 (3), 7-27. Harris, J. (2009). Statist globalization in China, Russia and the Gulf States. Science & Society, 73 (1), 6-33. Harris, J. (2012). Outward bound: Transnational capitalism in China. Race & Class, 54(1), 13-32. Harvey, D. (2012). Postmodernliğin durumu. (Altıncı Baskı). (Çev. S. Savran). İstanbul: Metis Yayınları. (Eserin orijinali 1990’da yayımlandı). Harvey, D. (2015). Neoliberalizmin kısa tarihi. (Çev. A. Onocak). İstanbul: Sel Yayıncılık. (Eserin orijinali 2005’de yayımlandı). Hassel, A. ve Lütz, S. (2012). Balancing competition and cooperation: The state’s new power in crisis management. LSE ‘Europe in Question’ Discussion Paper Serie,s No. 51. http:// www.lse.ac.uk/europeanInstitute/LEQS/LEQSPaper51.pdf Held, D. ve McGrew, A. (2008). Küresel dönüşümler. (Çev. A. R. Güngen, A. S. Mercan, B. Özçelik, C. Boyraz, vd.). Ankara: Phoenix Yayınları. (Eserin orijinali 2000’de yayımlandı). Helleiner, E. (2009). The geopolitics of sovereign wealth funds: An introduction. Geopolitics, 14 (2), 300-304. Helleiner, E. (2011). Understanding the 2007–2008 global financial crisis: Lessons for scholars of international political economy. Annu. Rev. Polit. Sci. , 14, 67–87. (http:// ir.rochelleterman.com/sites/default/files/Helleiner%202011.pdf) Heywood, A. (2014). Küresel Siyaset. (Üçüncü Baskı). (Çev. N. Uslu, H. Özdemir). Ankara: Adres Yayınları.(Eserin orijinali 2011’de yayımlandı). Hirsch, J. (1995). Nation-State, international regulation and the question of democracy. Review of International Political Economy, 2 (2), 267-284. Hirsch, J. (2004). Fordist güvenlik devleti ve yeni toplumsal hareketler, S. Clarke (editör). Devlet Tartışmaları. Birinci Baskı. Ankara: Ütopa Yayınevi, s. 175-192. Hirsch, J. (2011). Materyalist devlet teorisi. (Çev. L. Bakaç). İstanbul: Alan Yayıncılık. Hirsch, J. ve Kannankulam, J. (2011). The spaces of capital: The political form of capitalism and the internationalization of the state. Antipode, 43(1), 12-37. Hirst, P., Thompson, G. (2007). Küreselleşme sorgulanıyor. (Dördüncü Baskı). (Çev. E. Yücel, Ç. Erdem). Ankara: Dost Yayınları. (Eserin orijinali 1996’da yayımlandı). Hua, Miesing ve Li (2006). An empirical taxonomy of soe governance in transitional China. Journal of Management Governance, 10, 401–433. DOI 10.1007/s10997-006-9008-z Huat, C. B. (2015): State-owned enterprises, state capitalism and social distribution in Singapore. The Pacific Review, DOI: 10.1080/09512748.2015.1022587. IMF (2008). Sovereign Wealth Funds—A Work Agenda. https://www.imf.org/external/np/ pp/eng/2008/022908.pdf IWG (2008). Sovereign Wealth Funds Generally Accepted Principles and Practices: “Santiago Principles”. http://www.iwg-swf.org/pubs/eng/santiagoprinciples.pdf Ikenberry, G. J. (2008). The rise of China and the future of the West: Can the liberal system survive?. Foreign Affairs, 87 (1), 23-37. Jessop, B. (1995). Post-Fordism and the state. In A. Amin (Ed.), Post-fordism: A reader. Oxford: Blackwell, pp. 251-280. Jessop, B. (1998). The rise of governance and the risk of failure: The case of economic development. International Social Science Journal, 155, 29-45. Jessop, B. (2002). Liberalism, neoliberalism, and urban governance: A state–theoretical perspective. Antipode, 34 (3), 452–472. Jessop, B. (2009). Kapitalist devletin geleceği. (Çev. A. Özcan). Ankara: Epos Yayınları. (Eserin orijinali 2002’de yayımlandı). Jones, A. (2010). Globalization: Key thinkers. Cambridge: Polity. Jory, S. R. Vd (2010). The role of sovereign wealth funds in global financial intermediation. Thunderbird International Business Review, 52 (6), 589-604. 128 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Kennedy, S. (2010). The myth of the Beijing Consensus. Journal of Contemporary China, 19 (65): 461-477. Keohane, R. (2002). Power and governance in a partially globalized world. London: Routledge. Kiely, R. (1998). Neoliberalism revised? A critical account of World Bank Concepts of good governance an market friendly intervention. Capital and Class, 64: 63-88. Kiely, R. (2005). The clash of globalizations. Leiden and Boston: Brill. Kiely, R. (2013). Imperialism or globalisation? ... Or imperialism and globalisation: Theorising the international after Rosenberg’s ‘post-mortem’. Journal of International Relations and Development, 1–27. Kotz, D. M. (2015). Capitalism and forms of capitalism: Levels of abstraction in economic crisis theory. Review of Radical Political Economics, 1-9 Kowalski, P. et al. (2013. State-owned enterprises: Trade effects and policy implications. OECD Trade Policy Papers, No. 147, OECD Publishing. http://dx.doi.org/10.1787/5k4869ckqk7len KPMG (2013). State-owned entities: From centrally-planned origins to hybrid market competitors. Kwiatkowski, G. ve Augustynowicz, P. (2015). State-owned enterprises in the global economy –analysis based on fortune global 500 list. Joint International Conference. 27-29 May, Bari-Italy. Kumar, N. (2013). Turning national champions into global brands. https://www.london. edu/faculty-and-research/lbsr/turning-national-champions-into-global-brands#. VhOoTuztmko (Erişim: 06.10.2015) Lapavitsas, C. (2007). Neoliberal dönemde anayolcu iktisat kuramı., A.Saad-Filho ve D. Johnston (Editörler), Neoliberalizm. İstanbul: Yordam Kitap. Lapavitsas, C. (2013). The financialization of capitalism: ‘Profiting without producing’. City, 17 (6), 792-805, DOI: 10.1080/13604813.2013.853865 Li, J. (2015). State capitalism: Leviathan economics of the future. Yale Economic Review. http://www.yaleeconomicreview.org/archives/article/ statecapitalismleviathaneconomicsofthefuture(Erişim Tarihi: 6.10.2015) Lijie, G. ve Yushan, J. (2015). From the Beijing Consensus to the China Model: A suggested strategy for future economic reform. International Critical Thought, 5 (2), 135-147, DOI: 10.1080/21598282.2015.1031934 Lin, L.-W. ve Milhaupt, C. J. (2013). We are the (national) champions: Understanding the mechanisms of state capitalism in China. Stanford Law Review, 65 (4), 697-759. Marangos, J. (2008). The evolution of the anti-washington consensus debate: From ‘postwashington consensus’ to ‘after the washington consensus’. Competition & Change, 12 (3), 227-244. Markantonatou, M. (2007). The ideal-typical transition from Fordism to post-Fordism: A neopositivist problem setting. European Research Studies, 10 (1-2), 119-129. Marx, K. (2011). Kapital, I. cilt. (Çev. N. Satlıgan, M. Selik). İstanbul: Yordam Kitap. McGregor, J. (2012). No ancient wisdom, no followers. Westport: Prospecta Press. McGrew, A. (2010). Globalization and global politics. In J. Baylis ve S. Smith (Eds.), The globalization of world politics: An introduction to international relations. (Fifth edition). Oxford: Oxford University Press, pp. 14-31. McNally, C. A. (2008). The institutional contours of China’s emergent capitalism. In C.A. McNally (ed.), Capitalism in the dragon’s lair. London: Routledge. McNally, C. A. (2012). Sino-capitalism: China’s reemergence and the international political economy. World Politics, 64, 741-776. McNally, C. A. (2013a). How emerging forms of capitalism are changing the global economic order. Analysis From The East-West Center, No: 107. McNally, C. A. (2013b). The challenge of refurbished state capitalism: Implications for the global political economic order, Zeitschrift für Public Policy, Recht und Management: 33-48. 129 Mooers, C. (1997). Burjuva Avrupa’nın kuruluşu. (Çev. B. S. Şener). Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. Morrison, W. M. (2012). China’s economic conditions. CRS Report. Morrison, W. M. (2015). China’s economic rise: History, trends, challenges, and implications for the United States. CRS Report. Musacchio, A. ve Lazzarini, S. G. (2014). Reinventing state capitalism leviathan in business, Brazil and beyond. London: Harvard University Press. Naughton, B. (2014). The transformation of the state sector: SASAC, the market economy and the new national champions. In B. Naughton and K. S. Tsai (eds.), Capitalism, institutional adaptation and the Chinese Miracle. New York: Cambridge University Press. OECD (2008). OECD investment policy reviews: China 2008. http://www.oecd.org/ investment/investmentfordevelopment/41792683.pdf OECD (2013), State-owned enterprises in the Middle East and North Africa: Engines of development and competitiveness?, OECD Publishing. http://dx.doi. org/10.1787/9789264202979-en OECD (2015). State-owned enterprises in the development process. Paris: OECD Publishing. OECD (2015b). China in a changing global environment. OECD Publishing. http://www.oecd. org/china/china-in-a-changing-global-environment_EN.pdf Oğuz, Ş. (2015). Rethinking globalization as internationalization of capital: Implications for understanding state restructuring. Science & Society, 79 (3), 336–362. Ohmae, K. (1992). The borderless world: Power and strategy in the global marketplace. London: Harper Business. Ostrowski, W. (2012). State capitalism: An emerging regime. POLINARES working paper n. 51. Öniş, Z. ve Şenses, F. (2013). Gelişen Post-Washington Mutabakatı”nı (PWM) Yeniden Düşünmek., Fikret Şenses (Editör). Neoliberal küreselleşme ve kalkınma. İstanbul: İletişim Yayınları. Peck, J., Theodore, N. (2007). Variegated capitalism. Progress in Human Geography, 31, 731–772. Pollock, F. (1982). State capitalism: It’s possibilities and limitations (1941). In A. Arato and E. Gebhardt (Eds.), The Essential Frankfurt School Reader. New York: Continuum Publishing Company, pp. 71-94. Ramo, J. C. (2004). The Beijing consensus. London: The Foreign Policy Centre. Resico, M. F. (2013). Competing models of capitalism and the reorganization of world economy after the financial crisis. Bildiri Metni. XV World Economy Meeting, “Shifting Wealth in the World Economy”, Universidad de Cantabria, Santander, İspanya. http://www.uca.edu.ar/ uca/common/grupo83/files/Marcelo_Resico-XV_World_Economy_Meeting.pdf Rickards, J. (2015). Kur savaşları bir sonraki küresel krizin oluşumu (Çev. N. Domaniç, N. Alhan). İstanbul: Scala Yayıncılık. (Eserin orijinali 2012’de yayımlandı). Robinson, W.I. (1998). Beyond nation-state paradigms: Globalization, sociology, and the challenge of transnational studies. Sociological Forum, 13 (4), 561-594. Robinson, W.I. (2001). Social theory and globalization: The rise of a transnational state. Theory and Society, 30 (2), 157-200. Robinson, W.I. (2002). Küresel Kapitalizm ve Ulusötesi Kapitalist Hegemonya: Kuramsal Notlar ve Görgül Deliller. (çev. E. Türközü). Praksis, 8, 125-168. Robinson, W.I. (2004). A theory of global capitalism: Production, class and state in a transnational world. Baltimore: The John Hopkins University Press. Robinson, W.I. (2007). Beyond the theory of imperialism: Global capitalism and the transnational state. Societies Without Borders, (2), 5-26. Robinson, W.I. (2008). Latin America and global capitalism: A critical globalization perspective. Johns Hopkins University Press. Robinson, W.I. (2010). The crisis of global capitalism: Cyclical, structural, or systemic?. In M. Konings (Ed.), The great credit crash. London: Verso, pp. 289-310. 130 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ Robinson, W.I. (2012). The great recession of 2008 and the continuing crisis: A global capitalism perspective. International Review of Modern Sociology, 38 (2),169-198. Robinson, W.I. (2014). Global capitalism and the crisis of humanity. Cambridge University Press. Robinson, W.I. ve Harris, J. (2000). Towards a global ruling class? Globalization and the transnational capitalist class. Science & Society, 64 (1), 11-54. Rodrik, D. (2006). Goodbye washington consensus, hello washington confusion? a review of the world bank’s economic growth in the 1990s: Learning from a decade of reform. Journal of Economic Literature, XLIV, 973-987. Rodrik, D. (2008). Thinking about Governance. In Governance, Growth, and Development Decision-making. Washington: World Bank. Rodrik, D. (2011). Akıllı Küreselleşme. (Çev. B. Aksu). Ankara: Efil Yayınevi. Rosenberg, J. (2005). Globalization theory: A postmortem. International Politics, 42(1), 2–74. Ruggie, J.G. (1982). International regimes, transactions, and change: Embedded liberalism in the postwar economic order. International Organization, 36 (2), 379-415. Saad-Filho, A. (2006). Kapitalizme reddiye: Marksist bir giriş. (Çev. E. Kahraman, Ş. Alpagut, A. Zengin vd.). İstanbul: Yordam Kitap. (Eserin orijinali 2003’te yayımlandı). Saad-Filho, A. (2010). Growth, poverty and inequality: From Washington consensus to inclusive growth. DESA Working Paper, No. 100. http://www.un.org/esa/desa/ papers/2010/wp100_2010.pdf Schneider, H. (2012). State-capitalism and globalization–a challenge to whom?. Iliria International Review, 2, 119-133. Scholte, J. A. (2001). The globalization of world politics. In J. Baylis and S. Smith (eds.), The globalization of world politics: An introduction to international relations. (Second Edition). Oxford: Oxford University Press, pp. 13-32. Scholte, J. A. (2002). What is globalization? The definitional issue – Again. CSGR Working Paper, No. 109/02. Scholte, J. A. (2005b). Globalization a critical introduction. (Second Edition). New York: Palgrave Macmillan. Scholte, J. A. (2005a). The sources of neoliberal globalization. UNRISD Overarching Concerns Programme, Paper Number 8. Scholte, J. A. (2008a). Küreselleşmede Küresel Olan Ne?, D. Held ve A. McGrew (Editörler). Küresel Dönüşümler. Ankara: Phoenix Yayınevi. Scholte, J. A. (2008b). Defining globalisation. The World Economy, 31 (11), 1471-1502. Scissors, D. (2011). Chinese State-Owned Enterprises and U.S.–China Economic Relations. http://www.heritage.org/research/testimony/2011/04/chinese-state-ownedenterprises-and-us-china-economic-relations 10.11.2015 Sezen, S. (2007). “Çin Halk Cumhuriyeti’nde Sosyalist Piyasa Ekonomisine Dönüşüm.” Amme İdaresi Dergisi, 40 (1), 27-56. Sezen, S. (2010). Çin’in kamu işletmeciliği politikası: Özelleştirme yerine küreselleştirme. Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, 24 (1206), 18-19. Shambaugh, D. (2013). China Goes Global The Partial Power. Oxford University Press. Sklair, L. (2002). Globalization: capitalism and its alternatives. Oxford: Blackwell Publishing. Sklair, L. (2006). Capitalist globalization: Fatal flaws and necessity for alternatives. Brown Journal of World Affairs, 13 (1), 29-37. Stephen, M. D. (2014). Rising powers, global capitalism and liberal global governance: A historical materialist account of the BRICs challenge. European Journal of International Relations, 20 (4), 912-938. Swyngedouw, E. (1986). The socio-spatial implications of innovations in industrial organisation. Working Paper, No. 20, Johns Hopkins European Center For Regional Planning and Research. Lille. 131 Szamosszegi, A. ve Kyle, C. (2011). An analysis of stateowned enterprises and state capitalism in China. U.S.-China Economic and Security Review Commission. Washington. Şenalp, M. G. (2012). Ulusötesi kapitalist sınıf oluşumu: Türkiye ve Koç Holding örneği. İstanbul: SAV Yayınları. Taymaz, E. (1993). Kriz ve Teknoloji. Toplum ve Bilim, 56-61, 5-41. Tekeli, İ. (1990). Modernite aşılırken siyaset. Ankara: İmge Yayıncılık. Ten Brink, T. (2011). Institutional change in market-liberal state capitalism, MPlfG Discussion Paper, 11-2. Ten Brink, T. (2014). The challenges of China’s non-liberal capitalism for the liberal global economic order. Harvard Asia Quarterly, 16 (2), 36-44. The Economist (2012). State capitalism. Special Report. UNCTAD (2014). World investment report. Wallerstein, I. (2000). Globalization or the age of transition?. International Sociology, 15(2), 251–267. Wallerstein, I. (2011). Dünya sistemleri analizi: Bir giriş. (Çev. E. Abadoğlu, N. Ersoy). BGST Yayınları. Went, R. (2001). Küreselleşme neoliberal iddialar, radikal yanıtlar. (Çev. E. Dinç). İstanbul: Yazın Yayıncılık. (Eserin orijinali 2000’de yayımlandı). Williamson, J. (1990). What Washington means by policy reform. In J. Williamson (Ed.), Latin American adjustment: How much has happened?.Washington: Institute for International Economics. Williamson, J. (2000). What should the world bank think about the Washington consensus?. The World Bank Research Observer, 15 (2), 251–264. Williamson, J. (2012). Is the “Beijing consensus” now dominant?. Asia Policy, 13, 1-16. Wood, E. M. (2003a). Kapitalizmin kökeni. (Çev. A. C. Aşkın). İstanbul: Epos Yayınları. (Eserin orijinali 1999’da yayımlandı). Wood, E. M. (2003b). Sermaye imparatorluğu. (çev. E Balta ve A. E. Doğan). Praksis, 10, 239-254. Wood, E. M. (2014). Sermaye imparatorluğu. (Çev. O. Köymen). İstanbul: Yordam Kitap. (Eserin orijinali 2003’de yayımlandı). Woods, N. (2000). The challenge of good governance for the IMF and the World Bank themselves. World Development, 28 (5): 823-841. World Bank (1992). Governance and development. Washington: The World Bank Publication. http://www-wds.worldbank.org/external/default/WDSContentServer/WDSP/IB/1999 /09/17/000178830_98101911081228/Rendered/PDF/multi_page.pdf World Bank (2014a). Corporate governance of state-owned enterprises a toolkit. Washington: World Bank Group. World Bank (2014b). Sovereign wealth funds in East Asia. Policy Note. Yavuz, G. (2007). Washington uzlaşması Sonrasında Dünya Bankasından bir açılım önerisi: “Kapsamlı kalkınma için çerçeve”. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 9 (3), 181-196. Zabcı, F. (2002). Dünya Bankası’nın küresel pazar için yeni stratejisi: Yönetişim, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 57 (3), 151-179. Zhang, D. ve Freestone, O. (2013). China’s unfinished state-owned enterprise reforms. Economic Roundup, 2, 79-102. Zheng, Y. (2004). Globalization And State Transformation in China. New York: Cambridge University Press. 132 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ KISALTMALAR AB Avrupa Birliği ABD Amerika Birleşik Devletleri ÇKP Çin Komünist Partisi DB Dünya Bankası DTÖ Dünya Ticaret Örgütü GSMH Gayri Safi Milli Hasıla GDP Gayri Safi Yurtiçi Hasıla G-7 Dünyanın Yedi Büyük Ekonomisi IMF Uluslararası Para Fonu OECD Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü OPEC Petrol İhraç Eden Ülkeler Birliği MAI Çok Taraflı Yatırım Anlaşması NAFTA Kuzey Amerika Ülkeleri Serbest Ticaret Anlaşması NOCs Ulusal Petrol ve Doğalgaz Firmaları SASAC Devlet Varlıklarını Yönetim ve Denetleme Komisyonu SEZs Özel İktisadi Bölgeler SOEs Devlet Mülkiyetli Şirketler SWFs Ulusal Varlık Fonları TVEs Kasaba İşletmeleri UNCTAD Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı WEF Dünya Ekonomik Forumu 133 ÇİZELGELER LİSTESİ Çizelge 1.1. Çalışmada Yer Alan Teorilerin Küreselleşmeye Bakışları Çizelge 2.1. Farklı Bazı Küreselleşme Tanımları-Algıları Çizelge 3.1. Fordist ve Post-Fordist Birikim Rejimlerinin Karakteristik Özellikleri ve Ayrıntılı Karşılaştırma Çizelge 3.2. Genişletilmiş Washington Uzlaşması Çizelge 3.3. Küreselleşme Tartışmaları: Şüpheciler-Küreselleşmeciler Çizelge 4.1. II. Dünya Savaşı Sonrası Devletin İşlevlerindeki Dönüşüm Çizelge 4.2. Yeni Devlet Kapitalizminin Varyasyonları Çizelge 4.3. Devlet Mülkiyetli Şirketlerin Fortune Global 500 List İçindeki Yeri Çizelge 4.4. Dünyanın En Büyük On Petrol ve Doğalgaz Şirketi (2014) Çizelge 4.5. Fortune Global 500 List’de Yer Alan Devlet Mülkiyetli Şirketlerin Faaliyet Alanına Göre Sayısal Dağılımı Çizelge 4.6. Bazı Ülkelerin Fortune Global 500 List’de Yer Alan Şirketleri İçinde Devlet Mülkiyetli Şirketlerin Sayısı (Parantez İçindekiler, O Ülkenin Liste İçindeki Tüm Şirketlerinin Sayısıdır.) Çizelge 4.7. Forbes Global 2000’E Göre Dünyanın En Büyük 20 Devlet Mülkiyetli Şirketi (Milyar Dolar, 2015) Çizelge 4.8. Elde Edilen Kar Bakımından En Büyük 10 Şirket (2015) Çizelge 4.9. Forbes Global 2000’De İlk 150 İçinde Yer Alan ve Devletin Mülkiyetinin %50’nin Altında Olduğu Bazı Şirketler Çizelge 4.10. En Büyük On Ulusal Varlık Fonu Çizelge 4.11. Ulusal Varlık Fonları Türleri Çizelge 4.12. Ulusal Varlık Fonlarının Bölgesel-Kıtasal Dağılımı (Swfı Kasım 2014 Verileri) Çizelge 4.13. Çin Reformlarının Özgün Nitelikleri Çizelge 4.14. Sosyalist Piyasa Ekonomisinin Çin Anayasası’na Girişi: 15. Maddede Değişiklik Çizelge 4.15. 1978’den Günümüze Devlet Mülkiyetli Şirketlerin Reform Aşamaları Çizelge 4.16. Çin’in Ulusötesi Yatırımları (Outward Fdı) Çizelge 4.17. Devlet Mülkiyetli Şirketler Tarafından Gerçekleştirilen Denizaşırı-Ulusötesi Yatırımlar Çizelge 4.18. En Çok Dış Yatırım Yapan On Devlet Mülkiyetli Çin Şirketi Çizelge 4.19. Çin Ulusötesi Yatırımlarının Sektörel Dağılımı: 2005-2012 (Milyar Dolar) Çizelge 4.20. Çin’in Ulusötesi Yatırımlarını Gerçekleştirdiği İlk On Ülke (2012) Çizelge 5.1. Küreselleşme Tartışmalarında Tezin Konumlanışı (Dönüşümcü) Çizelge 5.2. Gelişmiş Piyasalar, Gelişen Piyasalar, Küreselleşme ve Devlet 134 I KÜRESELLEŞME VE YENİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN YÜKSELİŞİ ŞEKİLLER LİSTESİ Şekil 4.1. 2008 Krizinin Nedenleri Şekil 4.2. Devletin Ekonomideki Rolü Şekil 4.3. Ulusötesileşen Devlet Kapitalizminin Temel Unsurları Şekil 4.4. Çin’in Büyüme Oranları (1979-2014), % Şekil 4.5. Fortune Global 500 Listesindeki Çin Şirketleri İçinde Devlet Mülkiyetli Şirketlerin Yüzde Değişimi (2005-2014)