İnönü Üniversitesi Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi Beşeri Bilimler, ISSN: 2147-0936 Vol. 2, No. 1, 2013, 37-49. www.inijoss.com Uluslararası İktidar ve Demokrasi Meryem Ümit Dolğun* İnönü Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, Yüksek Lisans Mezunu [email protected] Özet Yirminci yüzyılın sonlarından itibaren dünya, bilgi, iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmelere paralel olarak siyasal, kültürel ve sosyal alanlarda birçok değişim ve dönüşüme maruz kalmış ve kontrol edilmesi mümkün olmayan bir sürece girmiştir. Küreselleşme olarak adlandırılan bu sürecin en belirgin özelliği, bilgi ve iletişim teknolojilerinin hızlı gelişimine bağlı olarak zaman ve mekân kavramının ortadan kalkması, bir dünya vatandaşlığı anlayışının gelişmesi ve ulusal siyasal iktidarların yerini uluslararası ya da ulus ötesi siyasal iktidarlara bırakmasıdır. Bu çalışma, uluslararası iktidar açısından demokrasinin önemini ortaya koymaktadır. Anahtar Kelimeler: Uluslararası, İktidar, Feodal, Modern, Küreselleşme, Demokrasi. Abstract In parallel to the recent developments in the fields of knowledge, transmission and communication technologies since the end of the twentieth century the world has been subject to many changes and transformations in political, cultural and social * Sorumlu yazar. Meryem Ümit Dolğun 38 realms, and has entered into a process which is uncontrollable. The most evident characteristic of this process, which is called globalization, is the disappearance of the concepts of time and place, the development of an understanding of world citizenship, and the replacement of national political powers with international or beyond-national powers. This study exposes the significance of democracy for the international political powers. Key Words: International, Power, Feudal, Modern, Globalization, Democracy. 1. Giriş Günümüzde küreselleşmenin baş aktörü, ABD, AB, NATO gibi uluslararası güçlerdir. Bu güçler günümüz bilgi, iletişim, ulaşım ve uzay teknolojisi alanlarındaki tüm gelişmeleri kendi kontrolleri altında tutarak dünyayı kendi arzuladıkları doğrultuda yönetmeye çalışmaktadırlar. Aslında insanlık tarihinin farklı dönemlerinde, Roma İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu gibi küresel güçler var olmuştur. Bunlar, kendi dönemlerinde şimdiki ABD’den belki daha etkili, dünyaya egemen küresel aktörler olmuşlardır. Romalıların askerî sistemi, devlet sistemi, sanat, mimarlık, şehirleşme, demokrasi vb. gibi alanlarda gösterdikleri başarı, o tarihlerde en ileri siyasi, askeri, ekonomik ve teknik imkânlara sahip olduklarını ortaya koymaktadır. Aynı şekilde Osmanlı imparatorluğunun, devrinin en ileri teknolojik imkânlarına sahip olduğu söylenebilir. Coğrafi keşiflerden itibaren dünya, Reform, Rönesans, Sanayi Devrimi, Aydınlanma gibi birçok ciddi tarihsel dönüşüm sürecine tanık olmuş ve bu aşamaların her biri bugünkü teknolojik kazanımların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Başta silah sanayi, uzaycılık ve istihbarat alanları olmak üzere bilgi ve iletişim teknolojilerindeki son gelişmeler, her şeyden önce savaşların şeklini ve gerekçelerini değiştirmiş durumdadır. Bugün dünyanın her hangi bir bölgesinde Uluslararası İktidar ve Demokrasi 39 meydana gelen bir çatışmanın bir anda tüm dünyayı etkileyebilmesi, birçok ülkenin borsasında keskin düşüşlere neden olması ve birçok ülke vatandaşının büyük korkular yaşamasına neden olması, teknolojik gelişmelerin nelere yol açabileceğinin iyi biliniyor olmasındandır. Bu nedenle ABD, ABD destekli İsrail, İngiltere, Çin, Rusya, Hindistan, Japonya, Almanya, Fransa, AB ve NATO gibi uluslararası güçler, dünyanın her hangi bir yerinde meydana gelen her hangi bir olaya anında müdahale ederek durumun kendileri açısından bir olumsuzluk yaratmayacağından emin olmak isterler. Bununla birlikte ABD, İngiltere, AB gibi küresel gücü kendi kontrolü altında tutmak isteyen ülke ve kuruluşlar, Çin ve Rusya gibi güçlü ülkelerde ortaya çıkan insan hakları ihlallerine göz yumabilmektedirler. Öte yandan, ulaşım teknolojisindeki hızlı gelişmelerle birlikte serbest ticari dolaşımın egemen olması, ticaretin ulusal olmaktan çıkıp uluslararası nitelik kazanmasına ve dolayısıyla ülkelerin ekonomilerini olumlu ya da olumsuz yönde etkilemesine imkân tanımaktadır. Bu yüzden IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar, her ne kadar Çin, Japonya, Almanya, Japonya, Fransa gibi güçlü ülkeler üzerinde etkili olamasalar da İran, Küba, Kuzey Kore, Venezüella gibi ulus devletler üzerinde çeşitli baskılar oluşturmaya ve ekonomilerini yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Tüm bu gelişmeler, ulusal iktidar anlayışını tehdit eden bir uluslararası iktidar anlayışının gelişmekte olduğunu göstermektedir. 2. Geleneksel Toplumlarda İktidar En geniş anlamı içinde iktidar, güç kullanarak ya da ikna etmek suretiyle bir kişi ya da grubun bir başka kişi ya da grubu etkilemesi, kontrol etmesi, kendi istekleri doğrultusunda yönlendirmesidir. İktidar, her ne kadar sosyal, iktisadi ve ailevi boyutlara sahip olsa da en önemli iktidar kuşkusuz siyasal iktidardır. Zira siyasal iktidar, “gerçek ve teknik anlamıyla ülkenin ve toplumun bütünü üzerinde geçerli olan iktidardır.” (Kapani, 2009: 51). Meryem Ümit Dolğun 40 Her ne kadar modernleşme öncesindeki tüm geleneksel toplumlar tam olarak feodal olmasa da feodalite hemen hepsinde egemendir. Feodal toplum yapısı, modern devlet ve onun egemen şekli olan ulus-devletin alt yapısını oluşturur. M. S. 8. ve 16. yüzyıllar arasında Avrupa’da egemen olan feodal toplum yapısının en belirgin özelliği “birden çok egemenin ve otoritenin aynı coğrafyada, aynı anda hâkim olmasından kaynaklanan kargaşa ve düzensizlik ortamıdır.” (Şahin, 2007:114). Feodal toplum yapısında her ne kadar en üst siyasal iktidar kral olsa da farklı egemen güçlerin kendilerine ait bölgeleri, dilleri ve gelenekleri vardır. Dolayısıyla “merkezi egemenlik ve tüm ülkede geçerli standart yetki ve kurallardan bahsetmek mümkün değildir. Çünkü her şeyden önce, feodal devlette, iç içe geçmiş birçok otorite söz konusudur ve sözde en üstün olan merkezi otorite de, yerel soylulara ve kiliseye ait egemenlik ve otoriteleri tanımaktadır.” (Şahin, 2007:115). 16. yüzyıldan itibaren toplumsal yapı zamanla feodal karakterini kaybederek merkeziyetçi bir özellik kazanmaya başlar. Geçiş aşaması olarak görülen ve mutlak devletlerin kurulmaya başlandığı, geç feodal dönem, erken modern dönem ya da mutlakıyetçilik dönemi olarak adlandırılan bu dönemde iktidar hem siyasal hem de dinsel kaynaklı olduğu için düalist karakter taşır. Bu dönemde “kralın kutsal şahsına olan bağlılığın artmasına paralel olarak, daha geniş düzeyde birlik bilincinin gelişmeye başlaması ve ticaretin getirdiği refah artışının, insanları yerelden ziyade krallığa ait tüm coğrafyaya sahip çıkmaya itmiştir.” (Şahin, 2007:116). Ancak kilise ve yerel otoriteler güçlerini tamamen kaybetmedikleri için krallarla mücadele içine girebilmektedirler. Kapitalizm ve burjuvazi sınıfı da böyle bir ortamda ortaya çıkmıştır: “burjuvazi, eski feodal düzenin hukuk ve toplumsal yapısını değiştirip kendi çıkarlarına uygun bir biçime sokmayı arzuladığından feodal beylere ve kiliseye karşı mücadelede kralların tarafını tuttu. Bu mücadelede feodalite ve kilise zayıflarken krallar ve burjuvazi güçleniyordu.” (Çam, 1995:395). Uluslararası İktidar ve Demokrasi 41 3. Modernleşme Döneminde İktidar 15. ve 19. yüzyıllar arasında Avrupa’da kapitalizmin etkisiyle ortaya çıkan ve sanayi devrimiyle hız kazanan modernleşme, geleneksel feodal toplum yapısının yıkılışını ve ardından toplumsal bütünleşme, merkezî bir hükümete bağlılık, demokratikleşme, siyasi iktidar için meşruiyet kaynağı bulma gibi ihtiyaçların ortaya çıkışını temsil eder. Fakat modernleşme yalnızca siyasal ve sosyal alanlarda ortaya çıkan yeni düzenlemeleri değil aynı zaman da iktisadi, kültürel, teknik, psikolojik ve entelektüel alanları da içine alan çok yönlü bir süreçtir: “modern kavramı, hem yeni bir toplumsal yapıyı hem de endüstriyel uygarlığı içermektedir. Buradan hareketle, modern toplumu karakterize eden gelişmeler olarak; toplumsal hayatta bilginin rolünün artması, geniş bir coğrafyada ekonomik bütünleşmenin görülmesi, kentleşmenin ortaya çıkması ve tüm bunların kültürel ve demografik yapıyı değiştirmesi gösterilebilir.” (Şahin, 2007:117). Geç feodal dönemin dinsel etkilere açık siyasal iktidarı, modernleşme döneminde dinsel kaynağından koparak bir yandan aynı dönemlerde birlikte var olan materyalizm ve pozitivizm eğilimleri altında, diğer yandan kapitalizm, liberalizm, ulusal devlet yapılanması, demokratikleşme gibi felsefi akımların etkisi altında gelişerek kaynağını halka dayandırmaya başlar ve düalist karakterinden kurtulur. Bir başka deyişle modernleşme döneminde siyasal iktidar, ulus-devlet anlayışı içinde kimlik kazanır. Ulus-devlet, “varlığını tek bir millete dayandıran, çağcıl (modern) dünyanın ayırt edici bir hususiyeti olan, hükümetin tanımlanmış bir toprak parçası üzerinde hâkim güç olduğu ve nüfus kitlelerinin kendilerini tek bir milletin bir parçası olan vatandaşlar diye gördükleri belirli bir devlet modelidir.” (Seyyar, 2007:1054). Ulus-devlet modeli içinde somutlaşan siyasal iktidar anlayışının en önemli özelliği, halkın iradesini temsil etme özelliğini kazanmış olmasıdır: “ulus-devlet, modernitenin ihtiyaçları olan aidiyet, entegrasyon, müştereklik ve biz olmaya, milliyetçiliğe dayalı güçlü bir motivasyonla cevap verebilirken, demokratlaşma ve yeni meşruiyet kaynağı Meryem Ümit Dolğun 42 bulma ihtiyacını da karar alma ve icra süreçlerinde halka yer vererek gidermeyi başarmıştır.” (Şahin, 2007:120). Modern ulus-devletin en belirgin özelliği, “belirli sınırlara tek başına sahip olması sayesinde tek politik otorite olmasıdır.” (Hirst-Thompson, 2007: 204). Bir başka deyişle ulus-devlet, kendi iç ve dış politikasını belirlemede tam olarak bağımsız ve kendi toplumu üzerinde tam olarak egemendir. Bununla birlikte, bir devletin varlığının meşruiyeti diğer devletlerin onu tanımasına bağlı olduğu için sınırlı düzeyde ulus-devletler uluslararası ilişkiler geliştirmektedirler. Öte yandan, modern ulus-devlet, siyasal iktidar anlayışında halkın iradesine yer vermek suretiyle demokrasinin gelişimine katkıda bulunmuştur. Fakat bu, her devletin demokrasiyi tam olarak benimsemiş olduğu anlamına gelmez. Zira bu dönemde “devletler otonomdular ve topraklarının tek sahibiydiler; bu durum, hanedanlık ya da ulusal devlet, otokratik ya da demokratik devlet, baskıcı ya da liberal devlet olmalarıyla değişmemekteydi.” (Hirst-Thompson, 2007:206). Siyasal iktidarda halkın iradesinin temsil edilmeye başlanmasında aydınlanma felsefesinin ve ona dayalı özgürlük söylemlerinin büyük payı vardır. Wagner’a göre, “Özgürleşme söylemi, bilimsel devrim dönemi boyunca bilimsel uğraşılarda özerklik arayışına, siyasal devrimlerdeki kendi kaderini tayin edebilme –bunun modelleri Amerikan ve Fransız devrimleriydi – ve iktisadi faaliyetlerin mutlakıyetçi bir devletin denetim ve düzenlemelerinden bağımsızlaşmasına kadar uzanır.” (Wagner, 2005: 27). Modern ulus-devletin iktidar anlayışında aydınlanma felsefesinin en önemli etkisi ise, evrensel aklın kabulüne dayalı olarak kamusal alanda tarafsızlığın sağlanabileceği inancının siyasete taşınmış olmasıdır: “Aydınlanmanın, rasyonel toplum yaklaşımıyla insanlarla nesnelerin yönetilebileceğini ileri sürmesi, modernleşmede insan müdahalesiyle şekil almaya açık bir dünya algılamasının gelişmesinde etkili olmuştur. Bu esasların modern dönemde toplumsal hayatta homojenlik, topluma nüfuz kabiliyeti yüksek merkezi Uluslararası İktidar ve Demokrasi 43 bir devlet, evrensel akıla dayanarak kamusal alanda tarafsızlık sağlamak şeklinde siyasete yansıdığı görülmektedir.” (Şahin, 2007:119-120). Aydınlanma felsefesinin modern ulus-devletin iktidar anlayışındaki bir başka etkisi, bireylerin iktidara ortak olma arzu ve beklentilerini artırmış olmasıdır. Aydınlanma döneminde “Rousseau, Voltaire gibi düşünürlerin ve fizyokratların ana fikri, sadece fiziki olayları değil, aynı zamanda toplumsal, siyasal ve ekonomik sorunları da mantıki düşünmeye, akla dayandırmaktadır. Rasyonalizmle klasik anlayışın esaslarını akla dayandırmak için harcanan büyük çaba sonunda modern bireycilik doğmuştur.” (Çam, 1995:397). Bir başka deyişle modern dönemde siyasal iktidar, aklın gücüne inanan bireylerin hümanist ve bireyci gayretlerinin bir sonucu olarak kendini halka dayandırmayı başarmıştır. 4. Küreselleşme Sürecinde İktidar Küreselleşme, teknolojik, bilimsel ve ekonomik gelişmelerin bir sonucu olarak karşımıza çıkan yeni bir dünya düzeni olarak kabul edilir. Küreselleşmenin etkisi sosyal yaşamdan ekonomiye, siyasetten kültüre, giderek daha geniş bir alana yayılmakta ve mevcut haliyle dünyayı güvensiz kılmakta ve dünyanın geleceğini belirsizleştirmektedir. Küçülen dünyanın artık hiçbir yeri güvenli değildir: “Yaklaşık iki milyon yıllık geçmişe sahip olduğu sanılan insanlığın; hemen her şeyini etkisi altına alan, geniş kapsamlı değişmelerin yaşandığı, umut ve tedirginliğin birbirine karıştığı, geleceği tahmin etmenin hiç olmadığı kadar zorlaştığı böyle bir süreçten ilk defa geçmekte olduğu kabul edilmelidir.” (Şahin,2007:9). Kavramsal ve işlevsel olarak pek çok şeyin değişmesine neden olan küreselleşme, iktidar kavramını ve işlevini de tamamen değiştirmiştir. Modernleşme döneminde iktidar, meşruiyetini ulusa dayandıran bir iktidar şeklidir. Küreselleşmeyle birlikte ulus-devletin sonunun geldiği düşüncesi kabul görmeye ve egemenlik anlayışı değişmeye başlamıştır. Modernleşme döneminde Meryem Ümit Dolğun 44 egemenlik milli egemenlik şeklindedir. Milli egemenlik: “devlet egemenliğini, herhangi bir üst otoriteye bağlı olmaksızın kurallar koyabilme, kararlar alabilme ve bu kural ve kararları uygulayabilme gücü şeklinde dizayn etmektir.” (Şahin,2007: 93). Ancak bu anlayış, günümüzde tamamen değişmiş durumdadır. Artık devletler sadece uluslararası arenada değil kendi iç politikalarında bile uluslar ötesi kuruluşlara bağımlı hale gelmişlerdir. Özelikle az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler, hemen her alanda küresel gücü paylaşan ülke ve kuruluşlara bağımlı durumdadır. Uluslararası hukukun gelişmesiyle birlikte, “devletlerin özellikle milli sınırları aşarak evrensel boyutlar kazanan insan hakları konusunda egemenlik ve iç işlerine karışmama gibi kavramları ileri sürmeleri giderek güçleşmektedir.” (Şahin, 2007: 94). Uluslararası hukukun doğası ne kadar tartışmalı olursa olsun, “hem temel insan hak ve özgürlükleri, hem de insanlığa karşı işlenmiş suçlar gibi düşüncelerin gelişmesi ve bu konuları ilgilendiren uluslararası bir yargı sisteminin oluşturulması ile yine ulus-devletin egemenlik alanına girilmekte ve devletlerin üstünde bir sistem oluşmaya başlamaktadır” (Çalış, 2003: 46). Bu da, ulus-devletlerin iktidarlarını her geçen gün ulus ötesi güçlere kaptırmakta olduğunu göstermektedir. Diğer taraftan teknolojik gelişmelerle birlikte sınır kavramı büyük oranda anlamını yitirmiş durumdadır: “Yeterli donanıma sahip bir bilgisayarla insanlar hem tanışma-görüşme anlamında, hem ekonomik ve ticari ilişkiler anlamında, hem de siyasal fikirleri paylaşma ve gerektiğinde de yeryüzü ölçeğinde eylemde bulunabilme anlamında artık binlerce kilometre seyahat etmektedir.” (Çalış, 2003: 44). Her ne kadar bu, ulus-devletin tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmese de artık ulus-devletler kendi sınırları içinde tek başına egemen güç olmaktan uzaktırlar. Egemenlik büyük ölçüde ulus-devletlerin bağlı olduğu uluslararası güçlere geçmiş durumdadır. Türkiye’nin zaman zaman “Youtube” sitesini yasaklaması gibi ulus devlet anlayışını yansıtan münferit tepkiler kalıcı olamamıştır. Bununla birlikte, ABD ve AB’ye vizesiz girilememesi, küresel güçlerin kararlarının daha kalıcı olduğunu göstermektedir. İktidarın bu şekilde Uluslararası İktidar ve Demokrasi 45 yön değiştirmesinin temelinde gelişmiş ülkelerin birbirlerini ve topyekûn dünyayı denetlemeye duydukları kaçınılmaz gereksinim vardır. Zira gelişen teknolojiyle birlikte üretilen kimyasal ve biyolojik silahlar geçmişe kıyasla çok daha büyük tahribata ve sivil kayıplara neden olmaktadır. Ayrıca ileri düzey teknolojilerle donatılmış gemi ve uzay araçlarının kullanımı, sıkça deniz ve hava sahalarında sınır ihlallerinin yaşanmasına neden olmaktadır. Gelişmiş ülkeler bu tür felaketlere karşı önlemler alabilmek amacıyla uluslararası örgütler kurmakta veya bu tür örgütlere üye olmaya çalışmaktadırlar. Bu uluslararası örgütler, bugün en güçlü iktidar konumundadırlar. Bu nedenle, başaramamış ülkeler kendi küresel ortaklıklarda yer almayı gelecekleri konusunda ciddi endişeye kapılabilmektedirler. Zira küresel güçler gelişmekte olan ülkeleri denetlemeye çalışmaktadır. Örneğin ABD idam cezasını kaldırmadığı halde diğer ülkeler bu konuda ABD üzerinde bir baskı oluşturamaz. Benzer şekilde Irak’ta ABD askerlerinin düzenli ve sistemli olarak işkence yaptıkları belgelerle kanıtlanmış olsa da ABD üzerinde bir baskı oluşturbilen bir ülke olmamıştır. Fransa, İngiltere, Almanya ve Çin gibi küresel gücü oluşturan gelişmiş ülkelerde sıkça insan hakları ihlalleri olmasına rağmen bu ülkeler hakkında insan hakları raporu hazırlanmamıştır. ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, Çin ve Japonya gibi ülkeler kuşkusuz küresel iktidara kendi istedikleri ölçüde ve kendi çıkarlarına uygun olarak iştirak ederler. İktidar gücünü küreselleşmeyle birlikte kaybeden ülkeler ise geri kalmış üçüncü dünya ülkeleridir. Küreselleşme bir yandan etnik ve yerel kimlikleri güçlendirirken diğer yandan da ulus devlet yapısını zayıflatan bir unsurdur. Bu nedenle küresel güçlere direnen Küba, Kuzey Kore, İran, Japonya ve Çin gibi ülkelerde geleneksel kültürel yapıların güçlendiği de görülmektedir. 5. Demokrasi ve Uluslararası İktidar Küreselleşmeyle birlikte iktidar anlayışının ulusal iktidardan uluslararası iktidar anlayışına doğru yön değiştirmesi, demokrasiye duyulan ihtiyacı her Meryem Ümit Dolğun 46 zamankinden daha çok artırmış durumdadır. İktidar mücadelesi, bir kontrol ve denetleme mücadelesidir. Küresel ölçekte düşünüldüğünde ise, gelişmiş ülkelerin kendi çıkarlarını koruyacak tarzda dünyayı kontrol etme çabası içinde oldukları görülür. Bu mücadelede kontrolün tek elde toplanması, şiddet ve haksızlıkların artması sonucunu doğuracaktır. Bu nedenle, geliştirilmiş ve evrensel uygulama alanına kavuşturulmuş bir demokrasi anlayışı, küresel iktidarın paylaşılmasını sağlayacaktır: “her topluluğun kendini ifade etme ve kontrole katılma özgürlüğünü elde etmesi, kontrolü tekelleşme riskinden de kurtaracaktır.” (Sarıbay, 1998:182). Demokrasinin siyasal iktidar alanında, evrensel aklın pozitif bilimlerde sahip olduğu türden bir egemenliğe sahip olması, onun evrensel bir değere dönüşmesini sağlayacak ve dolayısıyla uluslararası iktidarın yarı-feodal bir yapıya bürünmesini önleyecektir. Çünkü her ne kadar demokrasi genel olarak “yöneticilerin yönetilenler tarafından seçilmesi, …iktidar sisteminin, insanlar arasındaki farklılıklara değil, benzerliklere dayanması gerektiği” (Cevizci, 2005: 446) fikrine dayansa da daha geniş anlamı içinde demokrasi tüm iktidar uygulamalarında insan onur ve şerefinin yüceltilmesini, insanın bir araç olarak değil amaç olarak görülmesini ifade eder. Bu nedenle demokrasi istismar ve zafiyetlerinin var değiştirmemektedir. olması gerçeği, Gelişmiş demokrasinin ülkelerin vazgeçilemez demokrasiyle oluşunu yönetilmelerinin, gelişmekte olan ülkelerin büyük çoğunluğunun demokrasiye geçme çabalarının arkasında bu gerçeklik vardır ve bu gerçeklik dünyayı yöneten uluslararası iktidar için kaçınılmaz bir durumdur. Bir başka deyişle gelişmekte olan ülkeler yalnızca ekonomik anlamda kendilerini güvencede hissetmek için değil, ayrıca daha fazla özgürlük ve demokratik haklar elde etmek için küresel güçlere yakın olmak isteyecekleri için küresel güçlerin demokrasiden bağımsız bir meşruiyet kaynağı yaratmaları mümkün gözükmemektedir. Dünyada ciddi düzeyde demokrasi ihlallerinin var olması, demokrasinin kuramsal özünden bağımsız uygulamalardan kaynaklanır. Bu tür uygulamalar Uluslararası İktidar ve Demokrasi 47 genellikle demokrasinin yalnızca kitleleri olumlu yönde etkilemek için demokrasinin istismar edildiği durumlardan ibarettir. Ancak bu, demokrasinin uluslararası iktidar açısından taşıdığı önemi ortadan kaldırmaz. Zira “demokrasinin oluşumu ve gelişimi teknik ilerlemelerle ilişkilidir. Klasik demokrasi birinci sanayi devrimi (buhar makinesi, tren, dokuma tezgâhları) ile ortaya çıkmış, ikinci sanayi devrimi ile (elektrik motoru, patlamalı motor) gelişmiştir. Batı ülkelerinin varlığı üçüncü teknik devrim (elektronik, atomik güç, otomasyon, kamuoyunu kontrol etmek ve saptamak için modern teknikler) aşamasında ilk baştaki oluşumun koşulları değiştiğinden klasik demokrasi için bir takım sorunlar ve güçlükler belirmiştir. (Çam, 1995:392). Demokrasi, değişen koşullara göre yeniden yorumlanabilir; fakat bu yorumlamaların hiçbirisi demokrasinin özünde var olan insan onur ve şerefinin yüceltilmesi amacını ortadan kaldıracak nitelikte olamaz. Özellikle dünyanın her köşesinin farklı tehditler altında olduğu, tam anlamıyla güvenli hiçbir yerin kalmadığı ve dünyanın geleceğinin bu denli belirsizleştiği bir ortamda demokrasiye duyulan gereksinim uluslararası iktidar için daha fazla olacaktır. Kuşkusuz demokrasi adına hareket ettiğini ileri süren uluslararası güçler, çoğunlukla kendi çıkarlarını teminat altına alacak sağlam adımları attıktan sonra demokratik uygulamaları destekleyip teşvik edeceklerdir. Örneğin, Ortadoğu’ya müdahale eden Amerika, öncelikli olarak Ortadoğu’daki petrol kaynaklarını elde etmeyi ve bu bölgeden kendisine yönelecek tehlikeleri zamanında ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. Bölge halkına barış, huzur ve demokrasi getirme vaadi ise, ancak bu öncelikli amaçların gerçekleşmesine bağlı olarak gerçeklik kazanacak ya da kazanmayacaktır. Bununla birlikte Amerika dünyayı tek başına yöneten bir ülke olmadığı için Ortadoğu’ya yönelik müstakbel eylemlerini başka uluslararası güçlere ve dünyanın kalan kısmına izah ederken kaçınılmaz olarak tekrar demokrasi söylemine ve demokratik uygulamalara gereksinim duyacaktır. Kısaca küresel güçler demokrasiyi kendi çıkarlarını korumak için Meryem Ümit Dolğun 48 kullanmaktadırlar. Arap ülke ve hanedanlarına, Afrika ülkelerine yönelik demokrasi çabalarının olmaması bunun en büyük kanıtı olarak görülebilir. Ayrıca demokrasinin istenilen sonuçları verebilmesi için demokrasinin uygulanacağı toplumun buna hazır hale getirilmesi ve demokrasinin yeşerebileceği bir kültürel ortamın oluşturulması gerekir. Çünkü demokrasi “her şeyden önce, ‘haklara sahip olma hakkının tanındığı yerde vardır.” (Sarıbay, 1998:160). Bu nedenle, “demokratik siyasal sistemin işlemesi için demokrasiye uygun bir siyasal kültürün de toplum içerisinde egemen olması gerekir. Demokrasi rejiminin biçimsel çerçevesi yanında yurttaşların da otorite anlayışları demokratik fikirler doğrultusunda olmalıdır.” (Çam, 1995:392). 6. Sonuç Demokrasi karşıtı söylemlerinin arkasında, demokrasi düşmanlığından ziyade, demokrasi söylemleriyle hareket eden küresel güçlere duyulan öfke vardır. Bugün iktidar, bir ulusu temsil eden ve tek egemen güç olan devletlerin tekelinden çıkmış, ülkelerin birbirlerini ve ortaklaşa bir şekilde tün dünyayı denetlemek amacıyla kurmuş oldukları uluslararası kuruluşların eline geçmiş durumdadır. Bu kuruluşlar Amerika, İngiltere ve Rusya gibi süper güçlerin denetimindedir. Örneğin Birleşmiş Milletler görünürde daimi üyelerin, uygulamada ise ABD’nin ve Rusya’nın güdümünde bir uluslararası örgüttür; NATO’da Amerika’nın onayı olmadan hiçbir ülke ciddi bir iş yapamaz. Örneğin Bosna Hersek katliamına seyirci kalan uluslararası örgütler, Amerika’nın gönlü ve rızası olunca yine onun önderliğinde harekete geçmişlerdir. Bir başka deyişle demokrasi, siyasi anlamda bireylerin etkin olduğu bir ulusal iktidar anlayışı olma özelliğini kaybedip farklı ulusların etkin oldukları uluslararası bir iktidar anlayışına hizmet eder hale gelmiştir. Küreselleşen dünyada artık iktidar, Amerika, Rusya, Çin, Almanya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerin denetimi altındaki küresel örgütlerin elindedir. Her ne kadar iktidar feodalite döneminde olduğu gibi bir kral, prens ya da hükümdarın tekelinde değilmiş gibi gözükse de büyük ölçüde ABD başkanının 49 Uluslararası İktidar ve Demokrasi tekelinde olduğu da inkâr edilemez. Öyle ki ulusların iç politikalarında bireylerin yönetimde söz sahibi olmaları, ciddi ölçüde gücünü kaybetmiş, uluslararası ya da ulus ötesi küresel güçlerin yönlendirmelerine tabi olmuş durumdadır. Böyle bir dünyada siyasal iktidarın kendini gerekçelendirebileceği en sağlam temel olan demokrasi küresel güçlerin istismar alanı olmaya devam ettiği sürece uluslararası siyasal iktidarın insan onurunu teminat altına alması mümkün gözükmemektedir. Bu da ulusların demokrasiye olan inancını her geçen gün daha büyük ölçüde azaltmaktadır. Kaynakça Cevizci, Ahmet (2005): Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul Çalış, Şaban (2003): Üç Tarz-ı Siyasetten Globalizme, (Der. M.Akif Çukurçayır: Küresel Sistemde Siyaset Yönetim Ekonomi), Çizgi Kitabevi, Konya. Çam, Esat (1995): Siyaset Bilimine Giriş, Der Yayınları, İstanbul. Şahin, Köksal (2007): Küreselleşme Tartışmaları Işığında Ulus Devlet, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul. Hirst, Paul – Thompson, Grahame (2007): Küreselleşme Sorgulanıyor, (Çev: Ç.Erdem- E.Yücel), Dost Kitabevi Yayınları, Ankara. Kapani, Münci (2009): Politika Bilimine Giriş, Bilgi Yayınevi, Ankara. Sarıbay, A.Yaşar (1998): Siyasal Sosyoloji, Der Yayınları, İstanbul. Seyyar, Ali (2007): İnsan ve Toplum Bilimleri Terimleri Ansiklopedik Sosyal Bilimler Sözlüğü, Değişim Yayınları, İstanbul. Wagner, Peter (2005): Modernliğin Sosyolojisi, (Çev.: M.Küçük), Ayrıntı Yayınları, İstanbul.