Kitabının Tanıtımı Konuşması 12/11/2012, Bahçeşehir Üniversitesi

advertisement
“İMROZ RUMLARI” Kitabının Tanıtımı Konuşması
12/11/2012, Bahçeşehir Üniversitesi Fazıl Say Salonu
Saygıdeğer Patrik Hazretleri, Saygıdeğer Metropolitler, Ekselansları
Yunanistan İstanbul Başkonsolosu, Bahçeşehir Üniversitesi Mütevelli
Heyetinin Sayın Başkanı ve Üyeleri, Sayın Rektör, Azınlık Vakıflarının
Sayın Temsilcileri, Sayın Basın Mensupları, Sevgili Öğrenciler ve bugün
aramızda bulunan Sevgili İmrozlu ve İstanbullu Dostlar,
Konuşmama, herşeyden önce bu kitapta emeği geçenlere Atina
İmrozlular Derneği Başkanı olarak teşekkür ederek başlamak istiyorum.
Şüphesiz ki kitabın editörü Dr. Feryal Tansuğ’un akademik titizliği ve de
azmi olmasaydı bugün burada bulunmayacaktık.
Aynı şekilde Heyamola Yayınları’na da, bugüne dek karanlıkta bırakılmış
olan bu zor konuyu Türk okuyucusu ile buluşturma kararlılıkları ve kitabın
basımında yaptıkları dikkatli çalışma için içten teşekkürler.
Kitaptaki makalelerin yazarları, İmroz’u tarihsel, sosyal, politik açılardan
inceleyerek adayı ve ada halkının yüzyıllar içindeki yolculuğunu
bugünlere dek takip etmemizi sağlıyor, hepsine tüm İmrozlular adına ayrı
ayrı teşekkürler. Ayrıca, bu çalışmaya fotoğraf ve belge sağlayan tüm
adalı hemşehrilerimle, arşivlerini açan İmroz Derneklerine de bu katkıları
için tebrikler.
Son olarak, kitabın sunumunun bu güzel akademik mekanda yapılmasını
sağlama incelikleri ve gösterdikleri olağanüstü konukseverlik için
Bahçeşehir Üniversitesi’ne ve şahsi olarak Mütevelli Heyeti Başkanı Sayın
Enver Yücel’e de sonsuz teşekkürü bir borç biliriz.
Saygıdeğer Patrik Hazretleri, Sevgili Dostlar,
Murat Belge Hocamızın, İmroz adası ile İmrozluların başına gelenler
konusunda sözünü sakınmayacağını önceden tahmin ettiğim
konuşmasından sonra, bugünkü buluşmamıza benim katkım ne olabilir
diye epey düşündüm. Sanırım en iyisi, elimizdeki kitaptan da alıntılar
1
yaparak, İmrozluların bugün kendilerine ve adaya, Türkiye’ye bakışını,
bazı kişisel deneyimleri de ekleyerek aktarmak olacak.
İserseniz herşeyden önce, biz İmrozlular kimiz, kendimizi nasıl görüyoruz
sorusuna birkaç cevap arayalım. Neden bugün, 2012 yılında, benim gibi,
nispeten genç insanlar işini gücünü, ailesini ihmal etmek pahasına bir
İmrozlular derneğine üye olur -hatta bu da yetmez bir de başkan olur ve
İstanbul’a gelip böyle konuşmalar yapar? Neden yaşlı genç binlerce insan
her yıl en az bir kere adaya gider, her gidişinde de aynı yerleri tekrar
tekrar gezer, aynı panayırların, aynı sokakların fotoğraflarını yeniden
çeker buna rağmen hiç sıkılmazlar her gidişlerinde de neden üzülürler?
Neden “tekrar dönmek için gidiyoruz” derler? Avustralya’da yaşayan bir
insan evinin bahçesine neden İmroz’dan çiçek tohumu eker? Bir diğeri
neden Atina’daki babasının mezarına İmroz kekiği diker?
Diyeceksiniz ki, cevap basit: “vatan sevgisi”. Doğrudur. Ancak, bu vatan
sevgisinin dikkat çekici tarafı, adanın mekanının dışında doğan ve
büyüyen, başka yerlerde yaşayan İmrozluların yurtdışında kişiler ve
aileler arasında oluşturduğu, kıtalar arası bir ilişkiler ağı ile vücut bulan
boyutudur. Son 20 yıl içerisinde bu ilişkiler ağı, yurtdışı ve ada mekanı
arasında sürekli bir gelgit içerisinde biçimlenen, çağdaş bir İmroz
kimliğine doğru evrilmektedir.
İmrozluların yakın geçmişin travması ile yüzleşebilmesine ve vatanları
İmroz ile, Türkiye’nin bugünü ile diyalog kurmasına imkan veren yeni bir
kimlikten bahsediyorum. Peki, bu kimliğin ana unsurları nedir?
Bunlardan birincisi, ada toplumunun olağanüstü bir sürekliliğe ve derin
bir tarihselliğe dayanan, adanın coğrafi pozisyonunun da etkisiyle
biçimlenen güçlü yerel kültür bilincidir. Ancak çoğu kez gözardı edilen bir
diğer unsur da, 1964’ten sonra yaşanan trajik göçe rağmen yurtdışındaki
adalıların ada ve dolayısı ile Türkiye ile olan ilişkisinin hiçbir zaman
temelli olarak kopmamış olmasıdır. Evet, İmrozlular çok azaldı, 7.000
kişiden bugün 250 kişiye indi ama, adadaki Rum cemaati her zaman
varolmaya devam etti. Yapılan tüm kamulaştırmalara, yaşanan tüm ev ve
arazi işgallerine rağmen, çoğumuzun, arkada kalmış ve yıkık da olsa
dönüp onarabileceğimiz bir evimiz kalmıştı.
2
Özellikle 1990’dan sonra, adaya yabancı vatandaşların ziyaretlerinde
Çanakkale’den özel izin alınması mecburiyetinin kaldırılması ile birlikte
yurtdışından adaya ziyaretlerin artması, İmrozlulara adada buluşabilme
imkanını sundu. Kanımca, bu insan insana buluşmanın yurtdışında değil,
adanın üzerinde yapılmakta olması çok önemlidir. Çünkü özellikle genç
nesil İmrozlular bu şekilde bugünkü vatan toprağı üzerinde kendilerine
ait yeni bir anlatı, yunancadaki terimle yeni bir “mitos” kurabiliyor. Bu
yeni İmrozlu kimliği, büyük oranda Türkiye’de de biçimlenmeye devam
ettiği için, İmrozlu Rumlar bir şekilde bugünkü Türkiye toplumunun bir
parçası olmaya devam ediyor ve Türk toplumu ile diyalog kurmaya
çalışıyor. Bu deneyimler İmrozluların bugün adada yeni bir gelecek
düşlemesine olanak tanıyor.
İmrozluların karakterini anlayabilmek için gerekli olan başka bir
parametre, bizim “yüzyıllık yalnızlığımız” olarak tarif edebileceğim
durumdur. İmrozlu Rumlarının kültürü zaten eskiden beri ekonomik
açıdan kendi kendine yeterliliğe ve kendilerinden başka hiçbir güce
güvenemeyecekleri bilincine dayalı olarak gelişmiştir. Ancak son yüzyılın
olayları, bu terkedilmişlik ve yalnızlık duygusunu perçinleştirmiştir.
Selanik Yazarlar Derneği Başkanı olan İmrozlu yazar ve doktor Yorgos
Ksinos bu “yalnızlık bilincini” şöyle tarif eder:
“(…) Adalılar [coğrafi pozisyonlarının gereği olarak] hep değişime uyum
sağlamanın kaçınılmaz zorunluluğunu yaşadılar.
Tarihsel hafızanın zaman içinde ortak bilince dönüşmesinden doğan
derin bir idrakten söz ediyorum. Beklenmedik seviçler ve üzüntülerle,
tüccarların ve savaçıların beklenmedik baskınlarıyla, ani seferberlikler
ve esirliklerle, gece vakti sahillere yapılan çıkarmalarla ve şafak
vakitlerinde mecburi ya da gönüllü olarak başlayan göçlerle dolu bir
hafıza.
Tüm bunlar ve bunların ortak bilince işlemiş sayısız benzerleri geleneği
oluşturdu: hayatta kalma, varolma mücadelesi geleneğini. Böylece
adalılar, ufukta beliren işaretleri daha ilk bakışta tanımayı ve
mümkünse korunmayı, değilse de, bir tekneye atlayıp göç yollarına
3
düşmeyi öğrendiler. Geri dönmek için ise fırtınanın bitmesini ve güneşin
tekrar parlayarak karanlıkları ve sisleri dağıtmasını kolladılar.
(...) [Bugün, İmrozlular] Gözlerini vatanlarına çevirmiş olarak, onun
karakterinin kurtarılması amacıyla, gelecek nesillere orası ile sürekli ve
kesintisiz ilişki kurma imkanını sağlayacak barışçı bir geleceğin inşası
için mücadele ediyorlar. Her zaman bunu yapmışlardı, şimdi de bunu
yapıyorlar; belki de onların ebedi kaderini oluşturan tarihsel
yanlızlıklarını bürünmüş olarak”
Tahmin edersiniz ki, bütün bunlar aynı zamanda kendi içinde birçok tezat
da barındırmaktadır. Bunca haksızlığın ve acının yaşandığı, son derece
çarpık bir sosyal ve ekonomik altyapı ile sorunlu bir mülkiyet statüsüne
sahip olan bir yere dönmek, genç ve yaşlı herkes için ciddi bir iç
hesaplaşma gerektiriyor. Bu konuda herbirimizin kendi içinde yaşadığı
mücadelenin anatomisini ve İmrozluların psikolojisi konusunda şu ana
kadar anlattıklarımdan çok daha fazlasını sosyal bilimci Yorgos
Tsimouris’in kitaptaki makalesinde bulmak mümkün. Bakın bir yerde ne
diyor Tsimouris:
“Ana vatanlarında “sıkışmış” olarak kalanlar kadar oradan ayrılmış
olanlar ve geri dönenler de kendi Rum benliklerini yersizleştirilmiş veya
homojenleştirici-milliyetçi
ideolojilerin
kendi
aralarındaki
çekişmelerinde bir malzemeye indirgenmiş olarak algılıyorlar. Bu ikilik
ve bunun yarattığı tüm rahatsızlık, Rumlar’ın kişisel ve ailevi tarihleri
ve kaderleri ulus-devletlerin bölgesel ve sembolik çekişmesi arasında
kaldıkça devam edecektir”.
Biraz önce İmroz kültüründeki olağanüstü süreklilikten bahsetmiştim. Bu
da İmroz kimliğinin önemli bir özelliği. İsterseniz Yrd. Doç. Dr. Suna
Çağaptay’ın kitapta yer alan İmroz’un Osmanlı öncesi tarihi ile ilgili
yazısından da faydalanarak buna biraz bakalım: Sayın Çağaptay’ın
makalesi adada halen devam eden arkeolojik kazılardaki tarih öncesi
buluntulardan başlayarak, Yunan mitolojisinde ve Homer’in İlyada ve
Odysseia destanlarında bahsedilen İmvros’tan geçiyor, M.Ö. 500’lerde
Pers savaşlarından sonra adanın Atina şehir devletinin kolonisi olmasını
anlatıyor ve Roma ile Doğu Roma yani Bizans dönemlerinden geçerek
4
1453’te İstanbul’un Fethine dek geliyor. Makalenin sonuna doğru ise
şöyle yazıyor:
“Okuduğunuz özette göze çarpan kesintili ve boşluklarla dolu tarih ve
İmroz’un arada kalmışlığı, günümüzde İmroz’a giden ziyaretçilerin de
rahatlıkla gözlemleyebileceği bir durumdur. Ada’nın pek çok
noktasından gerçek bağlamından uzaklaşmış eserler karşılar bizi”.
Korkarım ki bu alıntıda tarif edilen adanın tarihi ile bugünü arasındaki
kopukluk; adanın yerlileri İmrozlular olmadan aşılamaz. Çünkü adada bu
kesinti yaşanırken biz hala, 2500 yıllık tarihin günlük hayatımızdaki
izdüşümleri ile yaşıyoruz. Süreklilikten kastım bu. Örneğin, adanın
toprağından çıkan antik döneme ait mezar yazıtlarını kendi dilimizde
bugünkü alfabemizle okuyabiliyoruz. Orada yazılı isimlerin birçoğu bugün
hala kullandığımız isimler. Gene elimizdeki kitapta yer alan Meliton
Karas’ın “İmroz’da Dini Hayat ve Kiliseler” adlı makalesinde tarif ettiği ve
köylerimizden başka adanın tüm tepelerine, koyları ile vadilerine inşa
edilmiş olan yüzlerce kır şapelinde antik dönemlerin pratiğine devam
ederek bugün hala kurban kesiyoruz. Ve o gün hava iyi ise birbirimize
yerel şivede hala “vidiase” diyoruz yani “bugün tanrı Zeus mutlu olduğu
için güzel bir gün”. Evet, İmroz hakkında ortaçağ dönemindeki yazılı
kaynaklar kısıtlı olabilir, ancak biz akşamları hala çocuklarımıza o
dönemden bahseden ve köylerimizin kuruluşunu, korsan istilalarını,
Kastro kalesindeki venedikli prensesin aşk hikayesini anlatan masallarla
destanları anlatıyoruz. Ada haritası üzerinde kaydettiğimiz geleneksel yer
isimleri inanılmaz bir yoğunlukta, 3.000’i aşıyor.
Ancak gelin eski dönemleri bir tarafa bırakalım, gene kitaptan da
faydalanarak, şimdi biraz da yakın tarihin deneyimlerine ve bunların
İmrozluların bugününe nasıl yansıdığına bakalım.
İmroz’un yakın tarihinin şüphesiz ki en önemli olayı 1964’te uygulamaya
konan “Rumsuzlaştırma” programıdır. Ancak bu program nerede
uygulandı? İmroz 1964’te ne tür bir yerdi? Eğitim düzeyi bu konuda bize
bir ipucu verebilir. Kitapta yer alan Makis Butaras’ın “İmroz’un Eğitim
Serüveni” adlı çalışmasında, 1955’te İmroz’da 7 azınlık ilkokulu ile bir
azınlık ortaokulu’nda toplam 1.000 öğrencinin okuduğunu öğreniyoruz.
5
Eğer okullar 1964’te kapatılmasaydı bunlara aynı yıl içinde inşası
tamamlanan 3 anaokulu da eklenmiş olacaktı. Tarımdan geçinen 7.000
kişilik bir ada için etkileyici bir eğitim altyapısı değil mi? 1950-1963 arası
aynı zamanda adanın ticari olarak da İstanbul’a açılmaya, turizm
işletmelerinin kurulmaya başladığı bir dönemdir. Yani İmrozlu Rumlar,
Cumuriyet Türkiye’si içerisinde bir geleceğe inanmıştır, bu geleceğe ciddi
şekilde yatırım yapmışlardır. 196O’ların başında ada çok mutlu ve
aydınlık, umut dolu bir dönemden geçmektedir. Bunu sadece o dönemin
fotoğraflarına bakarak da anlayabilirsiniz. Nitekim, ilk Mavi Yolculardan
Azra Erhat 1950’lerde adayı ziyaret ettikten sonra kaleme aldığı bir
yazısında, adadan ve adalılardan övgüyle bahsettikten sonra şöyle der:
“İmroz, mutlu bir ada. İlkçağ metinlerinde boyuna övülen ama
dünyanın neresinde bulunduğu pek belli olmayan “Mutlular Adası”.
Dolayısı ile, 1964’te başlayan “Rumsuzlaştırma” politikasının travması,
İmrozlular için daha da ağır olmuştur. Örneğin köy cemaatlerinin
üzerinde bu kadar yatırım yaptığı, toplum için çok değerli olan eğitim
kurumlarının bir günde kapatılıvermesi, bugün bile hala insanların
hazmedemediği bir durumdur. Yıkılmaya terkedilen ya da otele çevrilen,
babalarımızın kendi elleri ile imece usulü inşa ettikleri o okul binaları
hepimiz için hala açık birer yaradır. Tüm bunlardan dolayıdır ki,
toplumsal belleğimizde hep “cennet gibi bir vatandan” kovulduğumuz
imajı hakimdir.
Evet, ne yazık ki, Azra Erhat’ın “Mutlular Adası”nın insanları birkaç yıl
sonra “Büyük Göçü” yani “Exodus”’u yaşayacaktı. Kelimenin Yunan
dilindeki anlamı “Çıkış”’tır ancak bugün literatürde sıkça “bir halkın kitle
halinde göçünü” tanımlamada kullanılır. Bu büyük göçe neden olan idari
uygulamaları kitaptaki birkaç makalede bulmak mümkün. O yüzden ben
burada adanın yüzde kaçı istimlak edildi, ya da hangi önlemlerle insanlar
zorla göç ettirildi konusunda sizi türlü kasvet verici sayılarla, listelerle
yormayacağım, dediğim gibi bunların hepsi kitapta detaylı şekilde ve
şüpheye yer vermeyecek şekilde belgelenmiş olarak yer alıyor. Kendi
açımdan ancak şunu söyleyebilirim: netice itibarıyla, 1964-1994 arasında,
7.000 kişiden 300 kişiye indirildik.
6
Bütün bunların niye yapıldığını ise, duygusal ve siyasi tanımlamalardan
uzak ve bilimsel olarak, kitaptaki makalelerden Elif Babül’ün “İmroz’da
Tanınma Siyasetleri” üzerine yaptığı çalışmada bulabiliriz. Burada geçen
“Toplumsal Hafıza ve Resmi Aidiyet”, “Ulusal ve Otoktonun Zıtlaşması”
gibi kavramlar adada olanların gerçek doğasını kavramamıza yardımcı
oluyor. Babül’ün açıkça gösterdiği gibi, İmrozlu Rumlar, ada üzerinde
“ulusal vatandaşlık tanımına sığmayan bir yerlilikten kaynaklanan bir
aidiyet iddiası”’nda bulunmaktadır. Yani cemaat olarak 2.500 yıldır orada
yaşadığınızı hatırlatmak, köyünüzün adının 370 yıldır kendi dilinizde
Ağridia olduğunu, herkesin bunu böyle bildiğini belirtmek, ya da
babanızın, dedenizin evinin, bağının bahçesinin doğal olarak size miras
kalması gerektiğini söylemek, köy okulunu cemaatin inşa ettiğini
söylemek gibi. O yüzden de –Babül’den alıntı yapıyorum:
“(...) Türk devleti Rumların Ada’ya sahip olmalarına değil onu ancak
yâd etmelerine izin vermektedir. (...) Bu otoriter yeniden tanımlama,
Ada’nın Rum geçmişini geri döndürülemez bir tarih olarak kilitleyip
vitrine kaldırmakta ve bundan sonra sadece yası tutulabilecek olan bir
“nostalji” meselesi haline getirmektedir”.
Peki, bütün bunların karşısında, artık yurtdışında yetişen ikinci ve üçüncü
nesil insanlar olarak bizim tutumumuz ne olabilirdi? Düşünün: ailenizin,
akrabalarınızın, aile dostlarınızın geçmişinin dümdüz edilmiş olduğu bir
yere dönüyorsunuz. Orası sizin bugünkü yaşamınıza çok uzak bir yer.
Ama aynı zamanda, gerçek anlamda vatan diyebileceğiniz tek yer. Baba
evi üzerinize yazılamıyor, yabancı vatandaş olduğunuz için. Ailenin tüm
tarlaları vaktinde istimlak edilmiş, şimdi başkaları ekip biçiyor. Adanın adı
bile değiştirilmiş, köyünüzün adı da öyle. Her yerde size binbir hikaye, anı
aktarılıyor. Ne Türkiye’de ama ne de Yunanistan’da kimse sizi dinlemiyor,
yardımcı olmuyor. Siz aslında bir İmrozlu olarak diğer herkes için
yoksunuz. Ama, tabii ki siz kendiniz bu kimliğinizin varlığını çok iyi
biliyorsunuz. Ne yaparsınız?
Sanırım ilk önce sizi dinleyecek birini bulursunuz. Son yıllarda,
Türkiye’nin Avrupa Birliğine adaylık sürecinin de yardımıyla bu konuda
çok olumlu gelişmeler yaşandığını söylemem gerekiyor. Herşeyden önce,
ülkemiz Türkiye’de artık resmi makamlara direkt olarak sorunlarımızı
7
aktarabiliyor, onlarla çözüm yolları üzerinde konuşabiliyoruz. Bu
çerçevede yurtdışındaki İmrozluları temsil eden heyetler hem
Başbakanımız, hem Cumhurbaşkanımız, hem de Dışişleri Bakanımız
tarafından kabul edildi. Adadaki yerel makamlar olan kaymakamlık ve
belediye ile düzenli olarak temas içerisindeyiz. Çok olumlu bir şekilde
gerçekleşen tüm bu temasların sonucu olarak bazı sorunların çözümünde
ilerleme kaydedilmeye başlandı. Bunların başında gelecek sene bir Rum
okulunun açılacak olması geliyor. Neredeyse 50 yıl sonra bu okulun
açılmasına izin verilmesi şüphesiz geleceğe umutla bakmamızı sağlıyor.
Ayrıca, İmroz’da yaşanan mülkiyet ve eğitimle ilgili sorunların 2004
yılından itibaren tüm AB İlerleme Raporları’nda yer aldığını burada not
edebiliriz. Son olarak 2008’de Avrupa Konseyi Hukuk Komisyonu’nda
Türkiye ve Yunanistan parlamenterlerinin ortak olarak desteklediği bir
karar ile İsvçreli parlamenter Andreas Gross tarafından adada
incelemelerin yapıldığını ve bunun ardından yayımlanan Gross
Raporu’nun da tesbit edilen sorunların çözümüne yardımcı olmak için bir
yol haritası çizdiğini de eklemem gerekiyor.
Çünkü çözüm bekleyen çok ciddi sorunlar maalesef hâlâ var olmaya
devam ediyor. Bunların başında vatandaşlık ve bundan kaynaklanan
mülkiyet sorunları geliyor. Kısaca özetlemem gerekirse, adadan gitmeye
zorlanan insanlar tabiatıyla o dönemde askere de gidemediği için
geçmişte bu vesileyle vatandaşlıktan silindi. Bugün artık böyle bir
uygulama yok. Ancak, eskiden mecburi olarak başka vatandaşlığa geçmiş
olan bu insanlar, bugün artık adada miras edinemiyor. Burda hemen
belirteyim, bu uygulamanın mütekabiliyetle alâkası yok. Çünkü hem
miras konusunda Türkiye ile Yunanistan arasında mütekabiliyet
şartlarının var olduğunu kabul eden Türkiye mahkemesi kararları mevcut
hem de –en önemlisi- Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine göre miras gibi
mülkiyet hakları temel birer insan hakkı olup bunlar zaten mütekabiliyet
çerçevesinde değerlendirilemez.
Bu listeyi daha çok uzatabilirim. Ama burada asıl söylemek istediğim şu:
Gerçekten son 6-7 yıldır resmi makamlar tarafından olumlu bir tutum
değişikliği yaşıyoruz. Ancak, eğer insanların İmroz gibi bir yere dönmesini
gerçekten istiyorsanız, o zaman onların pratikte oraya dönebilmesini,
8
onların insani haklarını kullanmalarını sağlayacak tüm tedbirleri yasal
olsun, idari olsun almanız gerekiyor. Bugün karşılaştığımız sorunlar,
eskiden bu amaçla çıkarılan yasalar ve yönetmeliklerle, yani bize karşı
negatif ayrımcılık yapıldığı için doğdu. Sanırım bunlar artık ancak pozitif
ayrımcılıkla yani yapılan haksızlıkları düzelten özel düzenlemelerle
giderilebilir.
Bugün tanıtılan eserin yayımı, İmroz Rumlarının gerçekten çok kritik bir
dönemden geçtiği sırada yapılmaktadır. O yüzden, sözlerimi bitirirken,
yurtdışındaki tüm İmrozlular adına, bu kitabı okuyacak olan Türk
okuyucularına şu mesajı iletmek istiyorum: Bugün Avustralya’dan
Amerika’ya, Belçika’dan Güney Afrika’ya kadar yeryüzüne yayılmış olan
yaklaşık 15.000 kişi kendini hala İmrozlu olarak tanımlıyor ve kendisini bu
ülkenin bir parçası olarak görüyor. Son 20 yıldır İmroz’a bu adayı çok
sevdikleri için dönüyor, evlerini onarıyor, geleneklerini tekrar
canlandırıyor. Ve son 5 yıldır da artık adaya temelli yerleşmek isteyen
genç insanlarla yatırım yapmak isteyen işadamları artıyor. Bu, Türkiye’ye
ait olan bir kültürün canlandırılması ve Türkiye’ye değer katmaya devam
etmesi için belki de son fırsattır. Gelin, hep birlikte bunu değerlendirelim.
Yaşadığımız global iletişim çağında, çağdaş bir Türkiye’de, “İmrozluların
Yüzyıllık Yalnızlığı” artık son bulsun.
Teşekkür ederim.
Konstantinos Christoforidis
İmrozlular Derneği (Atina)
Yönetim Kurulu Başkanı
9
Download