İstanbul'da vefat eden Polonya Milli Şairimiz Adam Mickiewicz 1798 – 1855 "Türk dostların arasında ölmek" Şairin İstanbul’daki ölümünün 160. yıldönümü anısına… 1 İstanbul'da vefat eden Polonya Milli Şairimiz Adam Mickiewicz 1798 – 1855 "Türk dostların arasında ölmek" Şairin İstanbul’daki ölümünün 160. yıldönümü münasebetiyle Polonya Başkonsolosluğunun yayını Değerli Türk Okuyucularımız, Sevgili Dostlarım! Polonya – Türkiye arasındaki diplomatik ilişkilerin 600. yıldönümünü, 2014 yılı boyunca düzenlenen çeşitli etkinliklerle ülkelerimizin Cumhurbaşkanlarının yüksek himayelerinde kutladık. Günden güne daha da pekişen ikili ilişkilerimiz sayesinde asırlar boyu bizi birbirimize bağlayan ortak tarihimiz göğsümüzü kabartan olaylarla doludur. Aralarında Polonyalıların bağımsızlık savaşı ile ilgili ümitlerinin canlı tutulmasında ve milli ruhumuzun en kara yıllarımızda yükseltilmesinde Türkiye ve Osmanlı İmparatorluğu’nun önemli yer aldığı gerçeği inkâr edilemez. Diplomatik kariyerimde, Polonya halkının milli benliğinin varoluşunu simgeleyen çok önemli yıldönümü kutlamalarına aktif olarak iştirak etmiş olmanın mesleki ve kişisel ayrıcalık olduğu kanısındayım. Nitekim 2005 yılında Milli Şairimizin 2 ölümünün 150. yıldönümünde etkinlikler organize ettiğimiz gibi, 2015 yılında Şairimizin vefatının 160. yıldönümünü anma programını aynı heyecanla Türk Dostlarımla beraber hazırladık. Leh dili, edebiyatı ve tarihi üzerinde çalışmalarını sürdüren değerli Türk bilim insanlarının 2005 – 2015 yılları arasında Şairimiz hakkında araştırma yapıp kaleme aldıkları, bazı seçkin şiir örneklerini ihtiva eden bu kitabın hazırlanmasının manevi borcumuz olduğu fikrini akademisyen dostlarımızla paylaşmaktayız. Bu vesileyle, Başkonsolosluk yayımının hayata geçirilmesinde emeği geçen saygıdeğerli Türk Dostlarımıza, akademik ve öğretim üyelerine (alfabetik sıraya göre), Doç. Dr. Sabire ARIK Doç. Dr. Osman Fırat BAŞ Yrd. Doç. Dr. Seyyal KÖRPE Prof. Dr. Seda KÖYCÜ Prof. Dr. Aydın SÜER Yrd. Doç. Dr. Hacer TOPAKTAŞ Prof. Dr. Neşe Taluy YÜCE ve Ankara Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi Rektörlerine en derin şükranlarımı arz etmek isterim. Grzegorz Michalski Büyükelçi Polonya Cumuriyetinin İstanbul Başkonsolosu 3 ADAM MICKIEWICZ VATAN ŞAİRİ Hürriyeti sevmeye ve hissetmeye muktedirsen şayet, Konuşmamız için söze ne hacet. Ben senin iç çekişlerini, sen benim göz yaşlarımı anlayacaksın Ve sıkacaksın elimi – işte Polonyalının dili. 1827 Jeżeli wolność czuć i kochać umiesz, W naszej rozmowie nie potrzeba słowa. Ja twe westchnienia, ty me łzy zrozumiesz I dłoń uściśniesz – oto polska mowa. Adanmış Bir Yaşam „30 Aralık günü, yağmurlu ve kapalı bir gündü. Birinci piyade alayı subaylarının omuzları, içinde Adam Mickiewicz’in naşının bulunduğu tabutu, o ana kadar üzerinde durduğu, ayakyolu kapısından bozma ve iki tahta kazığa dayalı geçici katafalkının üzerinden kaldırıp bir çift öküzün koşulduğu kağnının üzerine koydu. Kağnı kara kefen beziyle örtülüydü. Wladyslaw Zamoyski’nin tümeninden kırmızılacivert üniformalı, kasketleri muşamba ile örtülü, tüfeklerinin namluları yere dönük askerlerle apoletlerini siyah kurdela ile 4 kapamış subayların ikili yürüş kolu ortasında kağnı, yağmurun altında, çamurlu, dar sokaklardan geçerek ağır ağır Pera Yokuşu’nu tırmanıyordu. Yürüş kolunun önünde orkestra, cenaze marşını çalmaktaydı. Peşi sıra omuz omuza insanlar yürüyordu: Polonyalısı, Türkü, Yahudisi, Ermenisi, Fransızı, Sırbı, Arnavutu, Bulgarı, Rumu, İtalyanı ve Dalmaçyalısı. Hepsi kağnının peşi sıra kardeş kardeşe yürüyorlardı. Cenaze korteji sokaklarda ilerledikçe, bu kalabalık da arttı. Gözün alamayacağı kadar büyüdü. Siyah türbanlar ve başları açık kadınlar, yoksullar ve zenginler aynı safta. Tabut, cenaze ayini için artık Pera’daki katolik kilisesine getirilmiş olmasına karşın, yağmurun çiselediği soğuk havada, bu birbirlerine sokulmuş insanlar kalabalığı dağılıp gitmedi. Sabırla, suskun beklenildi. Kortej, Pera’dan, Galata’dan geçip Tophane’ye ulaştı; burada tabut bir sandala konulup „Fırat” posta gemisine gönderildi. 31 Aralık günü Adam Mickiewicz’in naşı Fransa’ya doğru denize açıldı. O gün gökyüzü açıktı, sonra yıldızlar çıktı. Gözün alabildiğince gökte ve denizde gece, sakindi.” Polonya’nın vatan şairi Adam Mickiewicz (soyadının okunuşu: Mitskieviç), İngilizler için Byron ne anlama geliyorsa, Türk kültüründe Namık Kemal nasıl değerlendiriliyorsa, Polonyalılar için o anlamda ve o değerde bir sanatçıydı. Tabutu peşinde, yağmurlu bir İstanbul sabahı omuza omuza yürüyen kalabalığın niteliği, Polonyalı romantik şairin evrenselliğini, ulusal ve kültürel aitlikleri birbirlerinden çok farklı insanları aynı safta birleştirebilecek bir dil yaratabilmiş bir sanatçı olduğunu kendiliğinden kanıtlamaktadır. Adam Bernard Mickiewicz, Polonya’nın komşuları tarafından parçalanmasından birkaç yıl sonra, 24 Aralık 1798 yılında, İsa Doğdu Bayramı arifesinde, eski Lituanya topraklarındaki Novogrodek’de ya da bazı kaynaklara göre Novogrodek yakınlarındaki Zaosie Köyü’nde, yoksul düşmüş bir aristokrat ailenin oğlu olarak doğdu. Yok edilmiş 5 bir ülkeye doğmuştu; Polonya-Lituanya Devleti’nin toprakları iki işgalle aşama aşama Rusya, Avusturya ve Prusya devletlerinin eline geçmişti. Ama 1795’teki üçüncü işgal öldürücüydü; ülke tümüyle haritadan silinmiş, aynı büyük güçler arasında tamamen paylaşılmıştı: „Yazık bize, biz yurdundan firarilere, bir salgınlar zamanı Yurtdışında korka korka kaldıranlara yerden başlarını! Peşimiz sıra geldi endişe, her nereye vardıysak zira, Bir düşman buluyorduk karşımızda, her bir komşumuzda,”1 Şairin çocukluk ve ilk gençlik yılları, doğduğu yörenin insan ilişkilerinde sıcak, samimi köy atmosferi içinde geçmişti. Dominikan Tarikatı’nın Novogrodek’teki okuluna devam ediyordu. Önce kısa bir süre fen bilimleri eğitimi alacağı, ama ardından filoloji ve tarih eğitiminde karar kılıp bitireceği Vilno Üniversitesi’ne gidene kadar soluduğu bu taşra atmosferi, doğup büyüdüğü yörenin folkloru, şairin yaratıcılığına çok güçlü etkiler yapmış ve ileride yazacağı pek çok şiirin ana esin kaynağı olmuştu. İşte buna kanıt, „Zoşia“ şiiri: „Bir vakit bahar sabahları burada bu köyün en güzel kızı Zoşia, otlatırken koyunları, şen şakrak şarkı çığırır hoplaya zıplaya. Bir keresinde Oleş bir çift güvercine bir buse istemiş ya; Lakin dertsiz tasasız kız gülüp geçmiş hediyesine de, ricasına da. Yujio bir kurdele vermiş çoban kıza, Antoş dersen kalbini; Lakin ürkek Zoşia güler geçer Yujio’ya da, Antoşa’a da.“ 1 Şairin 1834 yılında yayınlanan „Pan Tadeusz” (Tadeuş Bey) manzumesinin sondeyiş bölümünden bir alıntı. 6 Mickiewicz, haksızlığa uğramış ve türlü baskıyla karşı karşıya kalan halkının duygularını, çok genç yaşlarından itibaren, şiir diline dönüştürmeye başlamıştı. Esir düşmüş ulusların, zulümle çiğnenen toprakların savunuculuğunu üstlenen dizeleri, tüm gençliğin dilinde dolaşmaktaydı; ki şiirlerinin çoğunu da gençliğe hitabe şeklinde yazıyordu. Çevreni kuşatsın da birleşen ellerimiz İhtiyar dünya! Senin sarsalım temelini Bu eskimiş boşluktan koparalım da seni Var gücümüzle yeni imkanlara itelim. Çürümüş kabuğundan kurtulanın vaktidir; Donan, tazelen, bize bahar çiçeklerini getir. Kısıldansın bir parça o küflenmiş hafızan; O uzak yaratılış-oluş günlerini an; Bir kaostun, meçhuldü hem maksadın hem derdin, Karanlığa gömülü ceset gibi beklerdin; Bilmezdin ne gün gelip neler olacağını. Kainatın mimarı, kaldırdı parmağını; Dünyalar öğrendiler mühver üzre dünmeyi, Boralar uğultuyu, dalgalar düğünmeyi, Yer otlarla kaplandı, gök yıldızlarla doldu; Kainat bildiğimiz ezeli alan oldu... Tekrar girdin kaosa, şaşırdın boşlukta sen. Yeniden bir 'K U N' emri verilecek, yendien. Gelecek hürriyetten, imandan, haktan haber; Ergeç eriyecektir çeşit çeşit perdeler; Buzdan istihkanları eritecek güneş. Gençliğin kıvılcımı, şimdiden yangına eş: İnsanlığın samimi, milletlerin hıncımı, Aşk, gelip üfleyecek bu güzel kıvılcımı; 7 Dönen dünyaya yine mihver olup milliyet, Doğacak parıl parıl ufkumuzda hürriyet...2 Gizli gençlik toplantılarında şiirleri okunduğu zaman, özellikle şu dizelerinin üzerinde tok sesle durulurdu: '' Doğmuşum kölelik içinde, Zincire vurulmuşum daha beşikte. Selam sana istikbalin fecri, Ardından doğacaktır, Hürriyet Güneşi...''3 Özgürlüğe adanmış ve Polonyalılarda özgürlük için mücadele ateşini körükleyici yapıtlarıyla, çocuk denebilecek bir yaşta, geniş bir okuyucu kitlesi buldu. Şiirleri, esaret altındaki Polonyalıların „manevi gıdası” gibi büyük bir açlıkla aranır ve gizliden gizliye okunur olmuştu. Mickiewicz’in esir düşmüş ulusunun acılarını şiirleştirdiği “Atalar” adlı ulusal destanını 21 yaşında kaleme aldığı düşünülürse, ne denli genç bir yaşta ne denli önemli yapıtlar vermeye başladığı anlaşılacaktır. Hem bu manzum destan hem de başka bazı önemli yapıtları günümüz dünya klasikleri arasında sayılmaktadır ve yaygın olan batı dillerine çevrilmişlerdir. Adam Mickiewicz, yalnızca bir „dava şiiri” yaratıcısı değil, ama aynı zamanda yurdunun özgürlük mücadelesi içerisinde faal görev üstlenen bir „dava adamıydı”. Polonya'nın özgürlük mücadelesini desteklemek için, 1811’de, okuldaki en yakın arkadaşlarıyla birlikte „İlim Aşıkları” adında, sonradan „Erdem Aşıkları” adı altında çok daha geniş bir gizli öğrenci örgütlenmesine 2 "Gençliğe İthaf" (Oda do mlodosci), Çeviri: Behçet Kemal Çağlar. „Pan Tadeusz”un (Tadeusz Bey’in) XI. Bab: „1812 senesi” başlıklı bölümünden bir alıntı. Türkçe’ye çevirisi Polonyalı Türkolog Dariusz Cichocki tarafından yapılmıştır. 8 3 dönüşecek bir gizli bir örgüt kurmuştu. „İlim Aşıkları”, adından da kolayca anlaşılabileceği gibi, hiçbir açık siyasi hedefi olmayan bir örgüttü. Görünürde zaman zaman toplantılar yapılıyor, bu toplantılarda şiirler okunuyor, öğrenciler çok çeşitli konular üzerine tartışmalar yapıyorlardı. Dolayısıyla, örgütün etkinliği aslında bir „fikir kulübü” etkinliğiydi. Bir farkla ki; gizli bir amacı olan bir „fikir kulübü”. Örgütün, o dönem yapıtlarından ve aralarındaki yazışmalardan anlaşıldığı kadarıyla mizahi yanları çok gelişmiş, neşeli, hayat dolu gençlerden oluşan kurucu üyeleri, özgürlük mücadelesinde faal olarak yer alan çevrelerle yakın ilişki içindeydiler ve bu ilişkiye bağlı olarak gizli bir görev, ilerlemeci ve milliyetçi fikirleri üniversite öğrencileri arasında yayma görevi üstlenmişlerdi. Bütün bunlarla birlikte düşünüldüğünde; Mickiewicz’in şiirlerinin gücünü, sanatsal mükemmelliklerinin yanı sıra, belki de yaşamıyla bu denli iyi örtüşmelerine bağlamak mümkün gözüküyor. Şair, ilk gençlik yıllarından itibaren kendisini hareketli ve gerilimi yüksek bir yaşantı içinde bulmuştu ve bu hareketli „komitacı” yaşantısını İstanbul’da ölümüne kadar sürdürdü. Onunla aynı gizli örgüt çatısı altında birleşen okul arkadaşlarının çoğu, ömürlerini yabancı ülkelerde tamamlamak pahasına, örgütü kurarlarken içtikleri anda sonuna kadar bağlı kaldılar. Çok sevdiği sınıf arkadaşlarından biri Amerika'ya, diğeri İran'a göç etti. Birçoğu Fransa'ya sığındı. Bunlar, „İlim Aşıkları” örgütünün 1823 yılında Çarlık polisi tarafından açığa çıkarılmasından sonra oluyordu. Mickiewicz, önce Vilno’da bir manastırda hapis tutuldu. Ardından yargılandı ve 1824’te bazı arkadaşlarıyla birlikte Sibirya sürgünü cezasına çarptırıldı. Hapislik, mahkemeler ve sürgün, Polonya’da romantizm dönemini 1822’de tek bir şiir kitabıyla, „Balladlar ve Romanslar”la başlatmış büyük şairin geri kalan yaşamı için, artık en belirleyici çizgiler olacaklardı. Romantiklik 9 Methinks, I see... Where? - In my mind’s eyes. Shakespeare Sanki görüyor gibiyim de… Nerede? Ruhumun gözleri önünde. Dinle, a kızcağızım! - O dinlemez Bak, bu güpegündüz bir gündür! Bu bir kasaba! Bir Allah’ın kulu yok ki yanında. Kime bu tutunup sarılışın orada? Kime seslenişin, kimle bu selamlaşma? - O dinlemez Sanki ölü bir kaya. Çevirmez gözünü bizden yana. Da ateş saçar gözleriyle etrafına. Çağıl çağıl akıtır gözyaşını; Sanki bir şeye sarılmakta, bir şeyi tutmakta; Kahkahalarla gülüyor, hüngür hüngür dökerken gözyaşı. „Sen misin gelen geceleri? – Sensin o Yaşienko’m, sensin! Ah! Severmiş ölümden sonra da! Buraya gel, buraya, aman usul usul, ağırdan, Olur da analığım duyar ya! „Duyar ise duysun, ki artık zaten sen yoksun! Çoktan gömdükte geldik seni! Sen artık bir ölü müsün? Ah! Korkuyorum ben! Neden korkuyorum Yaşienko’mdan benim? Ah, bu O’dur! İşte senin yanakların, senin gözlerin! Ak mintanın senin! 10 „Ve sen de bembeyazsın bir başörtüsü gibi, Soğuksun, nasıl da soğuk avuçların! Gel uzan, buraya bağrıma, Yapıştır dudağını dudağıma, sıkı sıkıya! „Ah, kabir nasıl soğuk olmalı! Öldün! Evet, iki yıl var ki ölüsün! Yanında öleceğim, al beni, Sevmiyorum dünyayı. „Kötüdür halim kötü insanlar kalabalığında, Ağlarım, onlar alay ederler; Derim, kimseler anlamaz ya; Görürüm, onlar görmezler! „Gün ortasında gel, hani ben... Yoksa rüyamda mısın? Yok, yok... Elini tutuyorum ya Nereye, Yaşienko’m, nereye kayboluyorsun? Henüz erken, henüz erken daha! „Horoz ötüyor, Tanrı’m! Pencerede kızıllığı sabah güneşinin, Nereye kayboldun! Ah! Dur, Yaşienko’m benim! Ben mutsuzum“. İşte kız böyle oynaşır sevdiğiyle, Koşturur peşi sıra, haykırır, düşer yerlere; Bu düşüşüne, acısının sesine, Gelip toplanır bir insan yığını. “Dualar okuyun! – diye bağırır avam – Ruhu buralarda olmalı. Yaşio olmalı Karuşia’sının yanında. Aşıktı ona sağlığında. 11 Ve ben bunu duyuyorum ve ben buna inanıyorum. Ağlıyor ve dualar okuyorum. “Dinle, a kızcağızım!” – diye bağırıyor güruhtan Bir ihtiyar ve sesleniyor halka: “İnanın gözüme de, gözümdeki büyütece de, Burada hiçbir şey görmüyorum etrafta. “Ruhlar meyhanelik ayaktakımın eseridir, Ki ahmaklığın demirhanesinde dövülen, Saçmalarken kız ipe sapa gelmezlikler, Sövüyor akla avam“. „Kız hissediyor – diye cevaplıyorum mütevazıca – Ayaktakımıysa yürekten inanıyor ona; Duygu ve inanç bir alimin gözünden ve hatta Gözündeki büyütecinden, çok daha fazla hitap eder bana. „Ölü gerçekleri bilirsin, halka meçhul, Tozda, yıldızların her uzak pırıltısında görürsün de dünyayı; Bilmezsin yaşanların gerçeklerini, görmezsin mucizeyi! Yüreğin olsun da bak yüreğinden içre!“ Mickiewicz, büyük bir üzüntüyle de olsa yurdunu terk etmek zorundaydı. Artık vatanından uzakta, ama kalbi her an vatanı için çarparak yaşayacaktı. Vilno’dan önce Petersburg’a, daha sonra Odessa’ya ve Moskova’ya gitti. Rusya’daki bu zorunlu ikametinin belki de tek iyi yanı, başta Puşkin olmak üzere, önemli bütün Rus aydınlarıyla tanışabilme olanağı sunmuş olmasıydı. Rus aydın sınıfının en üst tabakasını buluşturan „edebiyatçı kahvelerinin“ havasını solumak şansı da olmuştu. Bu arada Çar despotizmini çok yakından izleyebiliyor ve çözümlüyordu. O yüzden bazı kaynaklar, Mickiewicz’in ideolojik açıdan olgunlaştığı ve gerçek bir „vatan şairine“ doğru evrim geçirdiği yerin, çelişkili gelebilir ama, Rusya 12 olduğunu söylerler. 1825 yazında Kırım’a yaptığı yolculuksa, şairin Doğu kültürüyle, belki daha özelde Türk kültürüyle ilk yakın teması olmuştur. Bütün bu yaşantılar, kuşkusuz yazarın imgelemini zenginleştirmekte ve şiirdeki yaratıcılık olanaklarını arttırmaktadır. Kırım gezisi, „Kırım Soneleri“ adlı bir yapıtla meyvesini verir. Bu şiir cildindeki bazı şiirler, Türk okuyucusunun kulağına yakın gelebilirler, çünkü şair, Goethe ve Byron’da da görülen Doğu motiflerini birçok Doğu kökenli sözcük kullanarak ilk kez şiirine sokmaktadır. Bu sözcükler içerisinde, örneğin „Çadırdağ“ sonesinin içerdiği „minare“, yeniçeri“ ya da „padişah“ gibi Türkçe sözcükler de bulunmaktadır. Bahçesaray’da Gece Dağılıyor camilerden kentin müminleri Yitip gidiyor, akşam sessizliğinde Ezanın sesi Kızarmış yanaklarıyla utangaç akşam güneşi Aşığının yanına uzanmak arzusunda gecenin gümüş prensi 4 Gökyüzü hareminde parlıyor sönmez yıldız fenerleri Onların arasından, hani o safir rengi boşluktan yani, Bir bulut, yelken açıyor göldeki uykulu bir kuğu gibi Göğsü ak bulutun, yaldızla boyanmış çevresi. Gölgeler düşüyor minarelerden ve tepelerinden selvilerin Dev kayalar çember çember kararıyor uzaklarda Şeytanlar gibi, hani oturan divanında İblis’in Kayaların doruklarında, kimi zaman çadırı altında karanlığın Bir şimşek uyanıyor ve Fâris’in hızında Uçuyor sessiz çöllerine maviliğin 4 Şair burada aydan söz ediyor. 13 Adam Mickiewicz, 1829 yılında Rusya’dan ayrılmayı başarır; ülkesine dönemeyeceği için de kendini Avrupa yollarına vurur. Göçmen yaşantısında, tüm varlığını yine Polonya'nın bağımsızlık davasına adamıştır. Bu amaçla İtalya, Almanya, Macaristan ve Romanya'daki Polonyalı göçmen toplantılarına katılır. Sürgün yıllarının çoğunu, Paris'te profesörlük yaparak, bir taraftan da Fransa'ya sığınan Polonyalı ihtilalcilerle işbirliği içerisinde çalışmalar sürdürerek geçirir. Dünyanın dört bucağına dağılmış Polonyalı göçmenlerle yazışmalar yapar, dağınık güçleri birleştirici ilişkiler kurmaya uğraşır. Bu dönemde şiir ve yazılarının ana teması, bağımsızlığını yitirmiş ulusların savunulması ve insani duyguların dünyanın her yanına hakim olabilmesidir. Ki ünlü bir şiirinin, yine onun kadar ünlü dizelerinde bu düşüncelerinin izi görülür: „Ben kendimi milyon sayarım. Çünkü, milyonlarca ezilmiş insanın ızdırabını çekiyorum....'' Kırık Bir Aşk Hikayesi Şairin tüm benliği vatanına ve insanlığa duyduğu derin sevgiyle dolu olsa da; şairler, hele bir de romantizmin simgesi olmuş bir şairse, „milyonların” yanında tek bir aşka da yüreklerinin bir kıyısında çok özel bir yer ayırabilecek kadar geniş gönüllüdürler. Mickiewicz için bu aşk, gençlik aşkı Maria Wereszczakowna’dır. Ancak buradaki yazgısı da, tıpkı Polonya ile olduğu gibi, ayrılıkla noktalanır. Gençler birbirlerini sevmektedirler, ne var ki dönemin geleneklerine göre, herkes ancak kendi dengiyle evlenebilir. Bunun anlamı; asil bir ailenin kızı olan Maria’nın, halk tabakasından gelen Mickiewicz ile evlenmesine olanak yoktur. Maria’nın ailesi, kızlarının Mickiewicz ile evlenme arzusuna şiddetle karşı çıkar. Aşıklar, içinde 14 yaşadıkları toplumun geleneksel kurallarına boyun eğmek zorunda kalırlar. Gözyaşlarıyla birbirlerinden ayrılırlar. Maria, babasının seçtiği başka bir gençle zorla evlendirilir. Adam Mickiewicz ise, bu aşkta yaşadığı burukluğu, Maria’ya olan sonsuz sevgisini şiirlerine taşıyarak, Wereszczakowna adını, Polonya edebiyatında edebileştirmiştir. Maria, romantik edebiyatın temel bir figürü, „ulaşılmaz aşk mitinin” sembolü, birçok aşk şiirin gizli öznesidir. Örneğin „Yıkıl Git Karşımdan“ başlıklı şiiri, Werszczakowna ile şairin ayrılış sahneleri olarak okunabilir pekala: „Yıkıl git karşımdan! Derhal itaat ederim! Yıkıl git kalbimden! İtaat eder kalbim dahi Yıkıl git hafızamdan! Yo! Ne benim Ne senin hafızan dinlemez bu emri. Nice ıraktan düşerse onca uzun oluşu gibi gölgenin, Matem çemberi onca geniş kuşatacak çevreni, Nice ırağa kaçarsa şahsiyetim, Karartacak hafızanı onca kalın bir şalıyla matemin. Her yerde ve her daim Seninle ağladığım, seninle güldüğüm Yanında olacağım her yerde ve daima Bırakmışım zira her yerde canımdan bir parça.” Acaba Dertlenmiyorum, ağlamıyorum seni görmediğimde, Hani, aklımı da yitirmiyorum seni görünce, Ama eğer uzun süre görmezsem seni, Bir şeyler eksiliyor içimde, diyorum, görsem birisini Özlemle soruyorum o zaman kendime: Bu dostluk mu? Yoksa aşk mı ne? 15 Gözden yittiğinde, hani birden bire; Canlandıramıyorum seni tam olarak hayalimde. Ama istemeden aynı zamanda, Düşünüyorum da, bu hayal nasıl da yakın bana. Yine soruyorum o soruyu kendime: Bu dostluk mu? Yoksa aşk mı ne? Acı çekiyorum çekmesine, ama hiç de Düşünmüyorum, sana gelsem derdimi açsam diye Hani bazen, amaçsızca yürüdüğümde ben Bir bakıyorum senin kapının eşiğindeyim, birden Kendime gelip soruyorum yine: Ne oluyor söylesene? Bu dostluk mu, yoksa aşk mı ne? Senin için, inan yaşamımı esirgemezdim, Hatta, huzurlu olasın diye cehenneme bile giderdim. Gerçi cesur bir arzu yok sana karşı yüreğimde, Sana sağlık, huzur olurdum belki de. İşte yine soruyorum o soruyu kendime: Bu dostluk mu? Yoksa aşk mı ne? Hani kimi zaman elin elime değdiğinde, Bir tatlı sakinlik kaplıyor içimi ta derinde, Sanki hafif bir uykuyla yaşama son verecekmişçesine. Ama hemen uyandırıyor beni yüreğimin vuruşu: güm, gümbede Yani soruyor bana yüksek sesle: Bu dostluk mu? Ya da aşk mı ne? Bu şiiri senin için yazdığımda, O şair esini sarmamıştı ellerimi, inan bana; Şaşırmıştım, farkında değildim yani, Kim verdi bana bu fikiri, kim bu uyakları düzenledi, Ve sonunda yazdım bu soruyu yine: 16 Neydi beni esinlendiren söylesene? Dostluk mu, yoksa aşk mı ne? Adam Mickiewicz, Wereszczakowna ile ayrılmak zorunda kalışının duygusal sarsıntısını uzunca bir süre yaşamıştır. Daha ilerideki yıllarda, Paris'teki profesörlüğü sırasında, kendisi gibi Polonya'dan kaçmayı başaran bir genç kızla evlenir. Çiftin iki kızları, bir de oğulları olmuştur. Eşi fedakâr bir kadındır. Kocasına hem fikir arkadaşlığı yapar hem de çalışarak ortak yaşantılarına maddi katkıda bulunur. Paris Yaşantısı Adam Mickiewicz, Polonya topraklarında şiirlerinin yarattığı ruh atmosferi üzerinde yükselen 1830 Kasım Ayaklanması’nın yenilgiyle sonuçlanması üzerine, yurduna yeniden kavuşmak umutlarını daha uzak yarınlara ertelemek zorunda kaldığında, 32 yaşını sürmektedir. Fransızcayı bir hatip kadar, olağanüstü derecede iyi konuşmaktadır. Dönemin Fransa Milli Eğitim Bakanı Victor Lausen, üniversitede bir Slav Edebiyatı kürsüsü kurdurur ve orada şaire hocalık görevi verir. Bu kürsüde Mickiewicz, iki profesör arkadaşı, Michelet ve Quinet ile birlikte çok başarılı çalışmalar yapmıştır. Üniversitedeki görevini sürdürürken, bir yandan da, Fransa’da yaşayan Polonyalıların örgütlenmesini sağlama uğraşındadır. Aynı amaçla İsviçre'ye gider, ardından Roma'ya geçer ve orada da bir süre Slav Dili profesörlüğü yapar. Tekrar Paris'e dönerek “Ulusların Kürsüsü” adlı bir dergi çıkartmaya başlar. Dergi, varolma hakları ellerinden alınmış, zulme uğratılmış bütün halkların sözcülüğünü üstlenmektedir. 17 Son Yolculuk İstanbul’a Kasım Ayaklanması’nın ardından Polonya’dan gelen yeni ve büyük bir göçmen dalgası, özellikle Fransa ve İngiltere’ye sığınmıştı. Ayrıca Germanya Konfederasyonu ülkeleri de, Polonyalı göçmenlere karşı özellikle konuksever bir tutum içindelerdi. Ancak bu durum, işgalci devletlerin 1833 Muchengratz kongresinde değişmiş ve göçmenlerin yurt edindikleri ülkelerden de sürülmeleri, ayrıca anavatanla olan bağlarının iyice kesilmesi için çözümler ve yaptırımlar düşünülmüştü. Bu olumsuz şartlarda, Polonya’nın özgürlüğü için „Şark Meselesi“ denilen durumdan yararlanma siyasetini geliştiren göçmen grubu, Polonya hükümetinin sabık başkanı ve göçmenlerin önderi Prens Adam Czartoryjski etrafında, Paris’te, Lambert Otel adıyla toplanan grup olmuştu. Siyasi açıdan bu grup, Avrupa’yı istikrarsızlaştıracak savaşların yaklaşmakta olduğunu seziyor ve istikrarsızlığın „Polonya Meselesi“ni yeniden gündeme getireceğini, ardından da Avrupa’nın yeniden yapılanması sürecinde Polonya’nın özgürlüğüne kavuşacağını öngörüyordu. Ayrıca; Türkiye’nin Polonya’ya ve Polonyalılara karşı iyi niyetli tutumu bilindiğinden, Türk hükümetiyle bağlantı kurulması kararı alınmıştı. Osmanlı-Rus anlaşmazlığı uzun bir süredir devam etmekteydi. Nihayet 1853’te Kırım Savaşı patlak verdi. İngiltere ve Fransa da, Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında yer aldılar. Bunun anlamı; gerçekten bu üç büyük gücün, Çarlık Rusya’sını yenilgiye uğratabileceği ve böylece Polonya’nın da bağımsızlığına kavuşabileceği umudunun dirilmesiydi. Polonya‘nın yurtsuz bırakılmış askerleri, bu savaşta Ruslar’a karşı Türklerle omuz omuza çarpışacaktı. Lambert Otel grubu, Mickiewicz’in son yıllarında kendisine fikren yakın bulduğu bir siyasi hareket oluyordu. Adam Mickiewicz, 1855’de İstanbul'a gelmiştir. Temel amacı, 1848 yılında Osmanlı Devleti’ne sığınan Polonyalıların durumunu incelemek ve Kırım Savaşı'nda onların Türkiye safında 18 aldıkları yeri güçlendirmektir. Bir de; şairin bütün Polonyalılarca saygı duyulan kişiliğinin ve mücadele geçmişinin, İstanbul’daki Polonya demokratları ile monarşi yanlıları arasındaki bazı ihtilafların giderilmesinde etkili olacağı düşünülmüştür. Osmanlı Devleti’nde, Polonyalı Kazaklardan bir askeri birlik kurulmuştu. Birliğin komutanlığına ise Polonya asıllı Michal Czajkowski, Kont Çayka, İslam’ı seçtikten sonraki adıyla Sadık Paşa, atanmıştı. Sadık Paşa, Adam Mickiewicz'in çok eski bir dostuydu. Hatta o da, tıpkı Mickiewicz gibi, bir yazar ve şairdi. Polonya'nın vatan şairinin cebinde, lll. Napolyon’un bir mektubu vardı. Bu açık mektupta, Fransa İmparatoru, şairin her yerde kendisinin konuğu sayıldığını bildiriyor ve ona gereken saygının gösterilmesini rica ediyordu. Adam Mickiewicz, 1855 yazı sonlarında İstanbul'a geldi ve bir süre sonra (bugün Bulgaristan sınırları içinde bulunan) Burgaz'a gitti. Orada savaşa hazırlanan Polonya birliklerini ziyaret etti. Hemşerisi Çayka Paşa'nın bir süre konuğu oldu. Burgaz izlenimleri, 25 Ekim 1855 tarihli mektubunda şöyleydi: „Askerleri de ziyaret ettim (...) Sadık’ın kampında her şey yolunda, kampa bir istek ve neşe hakim. Askerler komutanlarına çok bağlılar, subaylar ise ender insanlar arasından seçilmişler. (…) Her şey uyumlu ve kardeşçe. (…) Kendimi yurdumun bağrında hissettim ve kendimde ani bir halsizlik hissetmeseydim, bu kamptan kopmam zor olurdu.'' 5 5 Bu alıntının çevirisi, Ankara Üniversitesi D.T.C.F. Polonya Dili ve Kültürü Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Seda Köycü tarafından yapılmıştır. 19 İstanbul 1855 ''Gemi sabah saat beşte, güneş doğmadan İstanbul Limanı'na girmek için yavaşladı. Saat altıda bir şehir değil, adeta bir mucize gördük (...) Doğmakta olan güneş bütün pencereleri ve minareleri altın sarısı ışınlarıyla parlatıyordu. Gerçekten büyüleyici bir şehir'' - Mickiewicz'in Doğu seyahatinde yoldaşlığını yapan Henryk Sluzalski’nin İstanbul'dan ilk izlenimlerini böyleydi. Anlatılan sabah, 22 Eylül 1855 gününün sabahıdır. Arkadaşı Sluzalski ve aynı zamanda şairin sekreterliğini de yapan Armand Levy ile İstanbul'a gelen Mickiewicz, karşılaşacağı yaşam koşullarının ilkel nitelikte olmasını bekliyordu. Polonyalı grubun yanlarında kamp hayatında kullanılabilecek her türlü eşya vardı. Bunların gemiden indirilmesinin iki saat sürdüğü bilinmektedir. Ama çadırlar hiç kurulmadı. Levy, Mickiewicz'in oğluna yazdığı mektupta şairin İstanbul'daki ilk dairesinin bulunuşu şöyle anlatıyordu: ''Galata iskelesine bir sandalla götürüldük. Ondan sonra, babanı kendisine davet etmek için güverteye gelmiş olan bir Polonyalı tabibin evine gittik; oraya eşyalarımızı bıraktık. Sonra aynı binadaki dairelerden birinin boş olduğu anlaşıldı. Oraya yerleştik. Henryk buna gerçekten sevindi, çünkü çadırın kurulabilmesine elverişli bir avlu bulamayacağını düşünüyordu''. Tarihçilerin tespit ettiklerine göre Mickiewicz'in İstanbul’da yerleştiği yer Galata'daki St Lazar Manastırı’dır. Bugün bu adresin kesin olarak saptanması oldukça zor, Sluzalski'nin yazdığına göre ''o yer Galata'da bulunuyor, ama ne ev numarası ne de sokağın ismi belirtilmemiş.” Daire oldukça küçüktü. Burada yine Levy'nin Wladyslaw Mickiewicz'e yazmış olduğu mektuba dönelim: ''Bu, tek odalı bir 20 daire idi. Üç köşesinde şilte. Dördüncü köşesinde kapı. Karyola yerine halı üzerine şilte seriyor, yorgan yerine paltolarımızı kullanıyorduk.'' Paris'ten Türkiye'ye yapılan çok pahalı yolculuktan sonra içine düştükleri maddi sıkıntı, şair ve arkadaşlarını mütevazi bir yaşantıya zorluyordu. İstanbul'da ikamet eden Polonyalılar birkaç defa yardım teklifinde bulunmuşlardı aslında ama, Mickiewicz bu yardımları kabul etmek istememişti. Bu ilkel göçebe hayatının bir ölçüde şairin düşgücünü cezbettiği de söylenebilir. Henryk Sluzalski, 23 Eylül’de şunları yazıyordu: ''İki gündür Türk usülü yaşıyoruz. Burada ucuz olan tavuklu pilavı kendimiz pişirip yiyoruz. Herkes bize tuhaf tuhaf bakıyor''. 3 Ekim 1955 günü Burgaz'a doğru yola çıkmasıyla birlikte, Sent Lazar Manastırı’ndaki günleri de sona erdi. Bulgaristan'a yolculuk iki hafta sürdü. Daha sonra Mickiewicz, arkadaşlarıyla beraber tekrar Galata'ya döndü. Çeşitli vakayinamelerde belirtildiği gibi İstanbul'a döndüğünde ağır hastaydı. Aynı dairede birkaç gün daha kaldı, ama Sluzalski ile Levy hemen yeni bir daire aramaya başlamışlardı. Gerek şairin mektupları, gerekse Ludwika Sniadecka'nın notları bu dönemdeki yaşantılarına ışık tutmaktadır. Mickiewicz bir mektubunda şunları anlatır: ''Evde yemeği kendimiz pişiriyoruz. Şu anda benim yoldaşım kamasıyla pilici kesiyor, sonra üstüne pilav koyacağız. İşte nefis bir öğle yemeği olacak. Bu akşam yaşantısı devamlı iştah açıyor.'' Ludwika Sniadecka ise Mickiewicz'in İstanbul yaşantısı üzerine şunları yazar:'' Sadık Paşa'nın tutumundan dolayı hastalanıyor, kendisini hiç esirgemiyor. Hiç bir zaman hiçbir şeyden şikayetçi değil... Ama Galata'daki yoksulluğu göze çarpıyor. Mickiewicz, arkadaşlarıyla birlikte müsait bir daire aradığı süre içinde yemeklerini lokantalarda yerdi''. Ludwika Snıadecka heykelı mezarlıkta 21 Olumsuzluklara rağmen, Mickiewicz İstanbul’da bulunmaktan memnundu. Sağlılığın biraz bozulması dışında, burada kendini Fransa’da olduğundan daha özgür hissediyor, bu doğu ülkesini gelenekleri ve görünümü açısından kendi yurduna daha yakın buluyordu: „İstanbul, bir zamanların Bizansı, eski tarihlerin hatıralarıyla soluk alıp veriyor: Yarı yarıya yıkılmış kale surları; II. Mehmed’in şehre girdiği kapı. Beyaz mermerden Eyüp Camii, içinde peygamber sancağını saklıyor. Ayasofya, dağlarca büyük; duvarlarda Bizans azizleri, geçmiş zamanların basitliği ve durağanlığı sinmiş içlerine. Renkleri ve altınları zaman karartmış. Sultan Ahmed Camii’nin mızraklar gibi keskin minareleri. Pera, birbirlerine taban tabana zıt renklerle kaynaşıyor. Çaputlar içinde dilenci, kafasında fesi zengin bir tüccar, fukara kocakarı ve yaşmaklara bürünmüş bir kadın. Hamallar; ağır fıçılar ve sandukalar selelerin altında boyunlarını adeta yok ediyor. (...) Diller, dar sokakların gürültüsüne karışıyor. Babil Kulesi’nin ta kendisi. Sultan eşlerinin gök mavisine boyalı arabaları geçmeye görsün, yayalar adımlarını hızlandırıverir, çünkü bu haddinden fazla büyüleyici manzaraya bakmak yasaktır. Sultan hareminden kızların peçeleri öyle saydamdır ki, peçelerinin ardından pespembe yüzlerinde gözlerinin nasıl alev alev yandığı görülebilir.” Şairin, 21 Ekim 1855 tarihli ve Wiera Chlustin’e yazmış olduğu bir mektubu, İstanbul’un doğal güzelliğinden nasıl etkilendiğini ortaya koyar: „İstanbul’un dış güzelliğini anlatmayacağım, onu zaten tablolarda görmüşsündür; içerden daha farklı görünüyor.“ Aynı mektupta, İstanbul’daki insan ilişkilerinin de ona sıcak ve Batı Avrupa’dakinden farklı göründüğünü işaret eden bölümler vardır: „(...) ve Türk hamallarının arasından geçiyorum; oradan boğaza varılıp kayığa biniliyor, kendileriyle işim olan kişiler kıyıda yaşıyorlar, küçük gezilerim hiç boş geçmiyor. Burada kesinlikle hoşunuza gidecek bir şey var ki, o da dürüstlük ve satıcıların ılımlılığı. Bu kentin 22 büyük pazarlarını gezerken sizi düşündüm. Kimse beni içeri davet etmedi. Hiçbir ilan ya da reklam yok. Sokulup mallara baktım, bu sırada dükkan sahibi, varlığımdan habersizmiş gibi davrandı. Sorduğumda, malın fiyatını söyledi ve tekrar derin düşüncelerine daldı. Türk parasıyla sorunum olmadığından, malı bana kredi olarak önerdi. Hayatımda ilk kez alışveriş yapmaya niyetlendim.“ 6 İstanbul konuklarının, yeni bir daire bulma çabaları sürüyordu. 1 Kasım’da bu sorun nihayet halledilmiş gibi oldu. „Gibi oldu” – diyoruz, çünkü şairin dostları, Kalenci Kuluk sokakta ''çok güzel, üç müstakil odası olan küçük bir evi'' bir Türk vatandaşından kiralalamışlardı kiralamasına ama, yabancıların o binaya taşınması Türk uleması tarafından şiddetle protesto edilmişti. Böyle huzursuz bir ortamda şair, uzun süre kalamadı. En sonunda 8 Kasım’da Mickiewicz dostlarıyla birlikte Pera'nın uzağına düşen “oldukça temiz bir binaya” taşınır. Bu daire, kocası o sıralar İstanbul dışında olan Bayan Rudnicka'dan kiralanmıştır. Prof. Jan Reychman, Mickiewicz'in İstanbul'daki bu son dairesinin konumunu şöyle belirlemektedir: ''Semt Papaz Köprü ismini taşımaktaydı (...). Pera'nın merkezinden (Kalyancı Kalenci) Caddesi veya Sakız Ağaç Sokağı’ndan geçilerek, günümüzde Serdar Ömer Paşa Sokağı adını taşıyan Yeni Şehir Sokağı’ndan zikretmiş olduğumuz o küçük binaya ulaşılıyordu. Bu semtte sokakların tam olarak planlanmadığı ve dağınık halde olan küçük binalar bulunduğu için Mickiewicz'in oturduğu binanın konumunun tam olarak belirlenmesi mümkün değildir. 1870 yılındaki yangın sonucu bu bina tamamen yanmıştır. Sonra belediye sokakların planını tasarladı, bina halen Yeni Şehir 6 Bu bölümdeki alıntının çevirisi, Ankara Üniversitesi D.T.C.F. Polonya Dili ve Kültürü Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Seda Köycü tarafından yapılmıştır. 23 Sokak ve şimdiki adıyla Tatlı Badem Sokağı denilen küçük sokağın köşesinde bulunmaktadır''. Kiralanmış olan daire loş ve mütevazi bir daireydi. Mickiewicz'in kaldığı odanın betimi günümüze ulaşmıştır: ''Sağ köşede şairin son nefesini verdiği beyaz örtülü demir karyola vardır. Yatağın yanında, çocuklarına, dostlarına ve tanıdıklarına mektuplar yazdığı ufak masa, biraz ötede divan ve hasır koltuk yer almaktadır. Kapının yanında lavabo, başka bir masa ise odanın ortasında bulunmaktadır. Duvarlarda ayna ve birkaç taşbasma asılıdır. Hepsi çok mütevazi ve ilkel...''. Kira yüksek olmadığından Mickiewicz, bu güneş ışığından mahrum daireye taşınmaya razı olmuştu. Zaten orada uzun zaman kalmaya niyetli de değildi. Aralık başında Bulgaristan ve Sırbistan'a gitmeyi planlıyordu. Ancak ölümcül bir hastalık bu planlarını gerçekleştirmesine olanak vermeyecekti. Tatlı Badem Sokağı İstanbul'un Beyoğlu semtinde, Tatlı Badem Sokağı'nın köşesinde bir bina bulunur, kapı numarası 29’dur. Üç katlı, her katında iki küçük odası bulunan bu ev, 147 yıl önce, Polonya'nın vatan şairi Mickiewicz'in oturduğu son ev ve ölüme yenildiği yerdir. Bu ev, Kırım Savaşı'nda Polonyalıların toplanıp „hararetli tartışmalar” yaptıkları bir merkez niteliğindeydi. Adam Mickiewicz ve arkadaşları bu evde kalıyor, yemeklerini kendileri pişiriyorlardı. Bu eve yolu düşen Polonyalı göçmenler arasında, 1830 Ayaklanması sonrasında İstanbul'a gelen ve Polonezköy'ü kuran Adam Czartoryski, yazar T.T. Jez ile „Hanri” takma adıyla Sobozowski ve sonradan Müslüman olan Adam Michalowski de vardı. Şairin evinde kalan yakın arkadaşlarından Sobozowski, o günlerde gönüllü olarak 24 Kırım Savaşı'na katılacaktı. İlk iş olarak bu savaşa katılanların giydiklerinin aynısı bir kalpakla, elbise satın almıştı. Şair, anılarında, bu arkadaşının kalpağıyla, pasaportundan başka hiçbir şeye değer vermediğini uzun uzun anlatır. Polonyalıların Tarlabaşı'nda o sıralarda yadırgadıkları tek şey yangınlardır: O dönemde İstanbul'da sık sık yangın çıkar. Mickiewicz, günün birinde bir yangının kendi evlerini de sıçrayacağı korkusuyla, arkadaşının uykuya dalmadan önce, çok değer verdiği kalpağıyla pasaportunu daima özenle yastığının altına koyduğunu, bir yangın çıkacak olursa önce onları kurtarmayı tasarladığını anlatır. Adam Mickiewicz'in ölümünden sonra bu bina, yolu istanbul'a düşen ya da İstanbul'da devamlı oturan Polonyalıların mutlaka ziyaret ettikleri bir yer oldu. 1861 yılında şairin oğlu Wladyslaw da burayı ziyaret edecek ve sonradan: ''Evde babamın son günlerini geçirmiş olduğu yeri görmeme izin veren, çok anlayışlı bir Müslüman aile oturuyordu'' – diyecektir. 1870 yılındaki yangınında, Pera'nın büyük bir kısmıyla birlikte, bu bina da yanar. Daha sonra, 1831 Ayaklanması sonrasında Türkiye'ye sığınmış Jan Gorczynski, yanan binanın yerine, günümüze kalan tuğla binayı yaptırmıştır. Gorczynski'nin kızı Ratynska, binanın 1884’deki halini şöyle anlatır: ''Şairimizin hatırası olarak ancak vefat etmiş olduğu binanın arsası ve Adam ismini taşıyan bir sokak kalmıştı. Babam eski binanın yerine yenisini yaptırdı ve ön kapının üzerine hatıra levhası astırdı.'' Bu „hatıra levhası” bugün hala binanın ön cephesindeki cephesindeki. Levhanın üzerinde Lehçe ve Fransızca olarak şunlar okunur: NA PAMIETKĘ POSTAWIONY TENDOM NATEM MIEJSCU GDZIE 26 LISTOPADA 1855 ROKU UMARŁ ADAM MICKIEWICZ /ADAM MICKIEWICZ'İN 26 KASIM 1855 TARİHİNDE VEFAT ETMİŞ OLDUĞU YERDE ŞAİRİN ANISINA BU BİNA YAPTIRILDI /EN CETTE PLACE 25 MOURUT LE 26 NOVEMBRE 1855 ADAM MICKIEWICZ POETE POLONAIS. Ön cephenin sol kısmına ise ''Adam Sokak'' tabelası asılmıştır. XIX. yüzyılın sonlarında Polonyalılar arasında, özgün olmamasına karşın, yanmış olan binanın planına tamamen uygun olarak yapılan bu yeni binanın satın alınabileceği düşünüldü. 1891'de, İstanbul Polonya Yardım ve Hayırseverler Derneği, bu amaç doğrultusunda bir çağrıda bulunmuş, 1902 yılında ise Lvov Adam Mickiewicz Edebiyat Derneği bu amaçla aidat toplama konusunda bir bildiri yayınlamıştır. Küçük bina oturulabilir duruma getirildikten sonra, burada Polonyalı mülteciler için bir barınak oluşturacak, ayrıca içinde Doğuda Polonya Hatıratı müzesine yer verilecekti. Bu çağrı, Krakow Üniversitesi çevresince desteklendiği için gerekli meblağ toplanabilmişti, ama 1905 yılında istenilen fiyat yüksek olduğundan, binanın satın alınabilmesinin mümkün olamamış ve Türkiye'e gelen para Polonya'ya geri gönderilmişti. Bina ise Ratynski ailesinin elinde kaldı. 1909 yılında Mickiewicz’in İstanbul'daki evinin önünde, Kırım Savaşı'nda şehit olan Polonyalılar anısına bir tören düzenlendi. İttihat ve Terraki Fırkası tören düzenleme komitesinin başkanlığını yapmıştı. Meryem Ana Kilisesi'ndeki ayinden sonra Polonya ve Türk bayraklarıyla süslü kortej Mickiewicz’in evinin önüne gelmiş, daha sonra hatıra tabelası açılmıştır. Bugün artık yerinde olmayan bu tabelada Lehçe ve Fransızca olarak şu ifade bulunmaktaydı: POLONYALI BÜYÜK ŞAİR VE VATANPERVER ADAM MICKIEWICZ TÜRK DOSTU. İTTİHAT VE TERRAKİ FIRKASI. 10 TEMMUZ 1909. Bu tören, binanın sahibi olan Marcin Ratynski'nin açılış konuşması ile başlamış, bunu İttihat ve Terraki Fırkası adına Türk Milletinin Polonyalılara karşı çok sıcak duygular beslediğini ifade eden Seyfeddin Paşa'nın (Tadeusz Gasztowtt) konuşması izlemiştir. 26 Törenin sonunda, Müslüman geleneklerine uygun olarak, Adam Mickiewicz ruhuna kurban kesilmiştir. Ardından diğer konuşmalar yapılmış ve törenin sonunda katılanlara şairin portreleri dağıtılmıştır. 1933 yılında ise, evin ön cephesine şairin anısına üçüncü bir hatıra tabelası asıldı. Bu tabela, İstanbul'da yaşayan Polonyalılar tarafından yaptırılmıştı. Günümüzde de hala ilk asıldığı yerdedir ve üzerinde şunlar okunur: BÜYÜK DAHİ ŞAİRİMİZ ADAM MICKIEWICZ ÖLÜM YILDÖNÜMÜ MÜNASEBETİYLE İSTANBUL LEHLERİ - 1855 - 1933. Bu binada bir Adam Mickiewicz Müzesi kurma düşüncesi ise şairin vefatının 100. yıldönümünde, yani 1955 yılında, hayata geçirilmiştir. Polonya Kültür ve Sanat Bakanlığı’nın gayreti ve Türk makamlarının yardımıyla şairin yaşamını konu alan sergi açılmıştır. Tatlı Badem Sokağı’ndaki bu mütevazi binanın duvarına dördüncü hatıra tabelası da bu müzenin açılışı vesilesiyle çakılmıştır: 1855-1955- MÜZE BÜYÜK POLONYALI ŞAİR ADAM MICKIEWICZ’İN VEFATININ 100. YILDÖNÜMÜNDE AÇILDI Aynı zamanda binanın bodrumundaki bir oda da şairin sembolik kabri olarak belirlenmiş, odaya bir haçla birlikte üzerinde 26 KASIM - 30 ARALIK 1855 - ADAM MICKIEWICZ'İN GEÇİCİ KABRİ yazısı bulunan bir hatıra levhası yerleştirilmiştir. Evde o dönemde açılan sergi, öncelikle bir fotoğraf sergisiydi ve Adam Mickiewicz Müzesi (bugünkü adıyla Edebiyat Müzesi) tarafından hazırlanmıştı. Milli Müze'nin Krakow Şubesi’nden Prof. Zdzislaw Zygulski organizasyon işlerini yönetiyordu, Müzenin çalışmasını güçleştiren etmen ise binanın özel mülkiyette olmasıydı. Türk makamlarının 1979 yılında binayı İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nin himayesine vermiş olması, genel tamiratın yapılmasını ve 27 Polonya tarafının işbirliği ile modern müze gereklerine uygun bir serginin oluşturulması sağlanmıştır. Ölüm Şairin ölümü, yalnızca fiziksel bir yok oluştu, çünkü düşünce ve duygu olarak Polonya ulusal bilincinde çoktan ölümsüzleşmişti, tıpkı „Atalar”ın III. Bölümü’nde öngördüğü gibi: „... Tüm ulusumu severim! Geçmiş ve gelecek nesillerini kucakladım.” 7 Mickiewicz’in aslında epey bir süredir midesinden rahatsız olduğu ve sağlığına daha fazla özen göstermesi gerektiği biliniyordu. Örneğin, Mickiewicz’in İstanbul’a geliş hazırlıklarını Lambert Otel adına yerine getiren Lenoir-Zwierkowski, Czajkowski’ye Paris’ten yazdığı bir mektupta, İstanbul’un Mickiewicz’in sağlığına iyi geleceği umudunu dile getirmişti: “(…) eminim ki, İstanbul onun (Mickiewicz’in) hoşuna gidecek, yalnız ona bebek gibi bakmak, iyi beslemek, güzel karanfilli çayını eksik etmemek gerek.” Ancak bütün bunlar Paris’ten öngörülebilecek şeyler değildi. Şair, son iki ayını İstanbul’un yoksul mahallerine sığınarak ya da askeri kamplarda, karanfilli çaylar içerek değil, ama bayat yemekler yiyerek; kirin pasın, nemin ve sivrineklerin hakimiyetindeki askeri koğuşlarda, üstünü bile çıkarmadan, huzursuz uykularla geçirmişti. Evet, Doğu’nun ancak yağlıboya tablolara özgü olabilecek güzelliği, askerlik yaşantısının sert disiplini, İstanbul’un doğduğu elleri hatırlatan mahalleri, gizemli sokakları; bütün bunlar şairin hoşuna gidiyordu, ama içinde bulunduğu bu şartlar, kuşkusuz, bünyesini hastalıklara daha açık hale getirmişti. Bir de buna, 1855 İstanbul’unu bir kolera salgınının kırıp geçirdiğini eklemek gerekir. Mickiewicz, koleralı hastalara geçmiş olsun ziyaretinde bulunmuş ve oradan kaptığı hastalık onu 10 gün 7 Şairin sembolik kabri üzerine yazılı dizeler, „Atalar, III. Bölüm”den bir alıntı. Çevirmen: D. Cichocki. 28 gibi kısa bir süre içerisinde kaçınılmaz sona götürmüştü. Hastalığının kolera olduğunun ve bu hastalıktan kurtuluşu olmadığının biliyordu. Polonya’nın özgürlük davası uğruna Türkiye'ye gelmiş ve şimdi tam bir bilinçlilik haliyle ölmekte olan şair, başında bekleyen vefalı arkadaşlarına ve Türk ordusunda büyük hizmetleri bulunan Polonyalı İskender Paşa'ya şu son sözlerini söylemişti: ''İstanbul'da, koleradan öleceğimi önceden bilseydim, yine de buraya gelirdim. Çünkü bu benim görevimdi. Ben, Fransa'da bir ilim akademisinin umumi katibi olmaktansa, bir Türk taburunun katibi olmayı tercih ederim.'' Bu yeğleyiş dayanıksız değildi. Polonya’nın parçalandığı ve Avrupa haritasından silindiği yıllarda, bu haksızlığa tek itiraz sesi Türklerden gelmişti. O yüzden Mickiewicz, ta Paris yıllarından ölene kadar Türk ulusunun insancıllığını, mazlumların yanında yer alma cesaretini övmüş ve hep şu düşüncesini tekrarlamıştı: “Polonya'nın, komşu düşmanlar tarafından ezilmesine hiçbir devletin ses çıkarmadığı günlerde, tek dostumuz Türkler olmuştur. Biz Türkler'i düşmanımızın önünde eğilmediği ve Polonya'nın işgalini kabul etmediği için, üstün bir millet olarak severiz.” 26 Kasım 1855 günü şair, Pera'da (bugünkü Beyoğlu) öldü. Yaşamı fiziksel olarak sona erdiğinde saatler dokuzda kalmıştı: “… ve durdu senin saatin, ve ilerlemiyor…” Son nefesini verdiği, şehrin kenarında kalan o loş, mütevazi oda binbir güçlükle geçmiş bir ömrün simgesi gibidir. Adam Mickiewicz'in karnı yarılarak çıkartılan iç organları, günümüzde sessiz, terkedilmiş bir ev olarak varlığını sürdüren binanın bodrumuna gömüldü. O zamanki usule göre tahnit edilen 29 cesedi, Fransa'nın Türkiye'deki elçiliği vasıtasıyla Paris'e gönderildi. Zira şair, her yerde III. Napolyon’un misafiri sayılıyordu. Mickiewicz'in naşı Paris Madlen Kilisesi'nde yapılan hüzünlü bir törenden sonra, orada toprağa verildi. 1890 yılında da Paris'teki mezarı açılarak, kemiklerinin bakiyesi Polonya'ya gönderildi. Krakow'da bulunan Wawel Kraliyet Şatosu Kilisesi mezarlığına gömüldü. Altmış yıllık vatan toprağı hasreti, belki böylece dindirildi. Cansız bedeni üç farklı şehirde, üç farklı toprağa karışmıştır. İstanbul, Paris ve Krakow şairin hatırasını topraklarına karıştırmış, onun evrenselliğini belgeleyen şehirlerdir. Metni hazırlayan: Doç. Dr. O. Fırat Baş Yararlanılan Kaynaklar: 1) Drodz, Jerzy. XIX. Yüzyıl Osmanlı Ordusunda Polonyalılar, 2) İstanbul Adam Mickiewicz Müzesi Katalog-rehber, Polonya ve Türkiye kültür bakanlıkları ortak yayını, Ekim 1984. 3) Jastrun, Mieczyslaw. Mickiewicz, Panstwowy Instytut Wydawniczy, Varşova 1974. 4) Lehistan’dan Bugünkü Polonya’ya. P.C. Ankara B.elçiliği resmi tanıtım kitabı, Ankara 2003, s.68-71. 5) Lukasiewicz, Jacek. Mickiewicz – A to Polska wlasnie, Wydawnictwo Dolnoslaskie, Wroclaw 1997. 6) Mickiewicz, Adam. Pan Tadeusz (Tadeusz Bey), Czytelnik, Varşova 1991. 7) Milosz, Czeslaw. Historia Literatury Polskiej do roku 1939, Wydawnictwo ZNAK, Krakow 1993, s. 245-270. 30 DOST TOPRAKLARDA POLONYALI BİR ŞAİR Seda Köycü 8 İstanbul, bir zamanların Bizansı, eski tarihlerin hatıralarıyla soluk alıp veriyor: Yarı yarıya yıkılmış kale surları, II. Mehmed’in şehre girdiği kapı. Beyaz mermerden Eyüp Camii, içinde peygamber sancağını saklıyor. Ayasofya, dağlarca büyük; duvarlarda Bizans azizleri, geçmiş zamanların basitliği ve durağanlığı sinmiş içlerine. Renkleri ve altınları zaman karartmış. Sultan Ahmed Camii’nin mızraklar gibi keskin minareleri. Pera, birbirlerine taban tabana zıt renklerle kaynaşıyor. Çaputlar içinde bir dilenci, başında fesi zengin bir tüccar, fukara kocakarı ve yaşmaklara bürünmüş bir kadın. Hamallar; ağır fıçılar ve sandukalar selelerin altında boyunlarını adeta yok ediyor. (…) Diller, dar sokakların gürültüsüne karışıyor. Babil Kulesi’nin ta kendisi. Sultan eşlerinin gök mavisine boyalı arabaları geçmeye görsün, yayalar adımlarını hızlandırıverir, çünkü bu haddinden fazla büyüleyici manzaraya bakmak yasaktır. Sultan hareminden kızların peçeleri 8 Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Slav Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Polonya Dili ve Kültürü Anabilim Dalı, [email protected] 31 öyle saydamdır ki, peçelerinin ardından pespembe yüzlerinde gözlerinin nasıl alev alev yandığı görülebilir.9 İstanbul’umuzu böylesine şairane betimleyen bu satırlar, ulusunun, sevgisini kuşaktan kuşağa bir miras gibi aktardığı Polonyalı çağlar üstü bir ozana, Adam Mickiewicz’e ait. Ozanın, ulusunun gözünde böylesi bir niteliğe sahip olmasında, sanatının yanı sıra, yaşamını yurdunun bağımsızlığı uğruna tüketmiş, hatta yaşamının son yirmi beş yılını, yurduna bir kez olsun gidemeden, yurt dışında (Rusya, Almanya, İsviçre, İtalya, Fransa, Macaristan, Romanya) sürdürdüğü mücadelelerle geçirmiş olmasının büyük etkisi vardır, kuşkusuz. Ünlü ozanın yurdu Polonya, 1795’de, dönemin güçlü devletleri Avusturya, Rusya, Prusya tarafından işgal edilir ve Polonya’yı Avrupa haritasından silen bu işgal 123 yıl sürer. İşgal altındaki Polonya topraklarında doğan (1798) Mickiewicz, 1822’de yayımladığı yapıtı Ballady i Romanse (Baladlar ve Romanslar) ile Polonya edebiyatında Romantizm dönemini başlatır. Bir bağımsızlık savaşının verildiği dönemde ortaya çıkmış olması nedeniyle, bir edebiyat akımı olmanın çok ötesinde bir anlam ifade eden Polonya romantizminin karakteristiği niteliğindeki ‘silahlı mücadele ile bağımsızlığa kavuşma’ ülküsü, Mickiewicz’de çok güçlü bir anlatımla kimlik bulur. Mickiewicz’in amacı, yapıtlarında, bağımsızlığa ulaşma yolunda Polonya ulusuna güç ve cesaret vermektir. Doğmuşum kölelik içinde, 9 Polonya Milli Şairi Adam Mickiewicz 1798-1855, s. 18-19 32 Zincire vurulmuşum daha beşikte. Selam sana istikbalin fecri, Ardından doğacaktır Hürriyet Güneşi…10 Bu amaç doğrultusunda da, Mickiewicz’in sanatında Mesihçilik düşüncesinin ortaya çıktığı gözlenir. Ozana göre, Polonya bağımsızlığını savaşarak elde edecek ve bu bakımdan, işgal altında zulüm gören uluslara bir örnek oluşturarak bir Mesih, bir kurtarıcı olacaktır.11 Ancak, büyük ozan sadece yapıtlarıyla ulusuna güç ve cesaret vermekle de yetinmez. Yurdunun bağımsızlığı için üzerine düşen her türlü görevi de, büyük bir yurt aşkı ile yerine getirir. İşte, bu görevlerden biri ozanı İstanbul’a getirir ve İstanbul büyük ozanın yaşamının son durağı olur. Takvimler 1855 yılını gösterdiğinde, Polonya’nın işgal edilmesinin üzerinden altmış yıl geçmiştir artık. Ancak, Polonya hâlâ işgal altındadır, hâlâ Avrupa haritasında yer almamaktadır. Ozan, 1855 yılının Eylül ayında, bir göçmen olarak yaşadığı Paris’ten, Fransa Eğitim Bakanlığı’nın sözde bilimsel bir görevlendirmesiyle, yaşamının son durağı olan İstanbul’a gelir. Oysaki Mickiewicz’in İstanbul’a geliş amacı farklıdır. 1853’de başlayan, İngiltere ve Fransa’nın Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti’ni desteklediği Kırım 10 11 Çeviri, Polonyalı Türkolog Dariusz Cichocki’ye aittir. Yüce, Neşe Taluy, s. 117 33 Savaşı, topraklarının büyük bölümü Ruslar tarafından işgal edilmiş olan Polonya için de bir fırsat olmuştur. Polonya, Osmanlı Devleti ile birlikte bu ortak düşmana karşı savaşmakla bu fırsatı değerlendirebilecektir. Bu nedenle, devletin başkenti İstanbul’da, bu konuda etkinlik gösteren Polonya Şark Ajansı ve Türk topraklarında bir Polonya askeri birliği kurulur.12 İşte, ozanı İstanbul’a getiren gizli politik görev, Osmanlı Devleti yönetimindeki bu Polonya birliği ile ilişki kurmak ve bu askeri birliğin Türk topraklarındaki konumunu güçlendirmektir.13 Mickiewicz bir dostuna yazdığı 13 Eylül 1855 tarihli mektubunda İstanbul’a gidişini şöyle dile getirmektedir: Birkaç gün önce, hükümet tarafından bilimsel bir görevle doğuya gitmek üzere görevlendirildim. Bu gün İstanbul’a hareket eden gemiye biniyorum. Orada ne kadar süre kalacağım, henüz bilmiyorum.14 1855 yılının 22 Eylül’ünde sekreteri Armand Levy ve arkadaşı Henryk Sluzalski ile birlikte İstanbul’a gelen Mickiewicz kendisini bambaşka bir kentin, bambaşka bir kültürün içinde bulur. Avrupa’nın pek çok ülkesinde, kentinde bulunmuş, pek çok yer görmüştür. Ancak, İstanbul, bir başka değişle Türk kültürü farklıdır. Aslında, bu kültüre çok da yabancı değildir ozan. Ünlü İngiliz şair George Byron’un Gavur adlı yapıtını, İstanbul’a gelişinden otuz iki yıl önce, 1823’de, kendi ulusuna bağımsızlık yolunda güç vermek üzere 12 Korespondencja Mickiewicza, s. 605 Korespondencja Mickiewicza, s. 609 14 Korespondencja Mickiewicza,, s. 609 13 34 adaptasyon yoluyla Lehçe’ye çevirmiştir.15 Yapıtta var olan, Türk kültürüne ilişkin oryantal motifler Mickiewicz’in bu kültürle tanışmasına olanak sağlamıştır. Yine, 1825’de yaptığı Kırım gezisinden sonra, 1826’da yayımladığı Sonety krymskie (Kırım Soneleri) adlı yapıtında kullanmış olduğu ve oryantal sözcükler olarak değerlendirilen padyszah (padişah), minaret (minare), janczary (yeniçeri) gibi Türkçe sözcükler16 Mickiewicz’in bu kültüre çok da yabancı olmadığının bir kanıtı niteliğindedir. Ancak, kuşkusuz ki bir kültürü yerinde, yaşayarak tanımak bambaşkadır. Ozan İstanbul’a ve Türk kültürüne ilişkin izlenimlerini dostlarına yazdığı mektuplarda aktaracaktır. Büyük ozan 3 Ekim 1855 tarihli mektubunda İstanbul ve Çanakkale boğazlarına ilişkin izlenimini şöyle aktarır: Çanakkale boğazı öyle genişti ki, şayet Byron bu işi gerçekleştirmemiş olsaydı,17 birinin bu boğazı yüzerek geçebileceğine inanmak çok güç olurdu. İstanbul boğazının, Çanakkale boğazından daha dar olmasına karşın, güçlü akıntıları olduğunu fark ettim.18 Ozanın, İstanbul yaşantısına ilişkin izlenimlerinde sadece şairane değil, gerçekçi betimlere de rastlanır. 15 Nowacka, Teresa, s. 24 Yüce, Neşe Taluy, s. 125 17 Ünlü İngiliz romantik şair George Byron, doğu gezisi kapsamındaki Türk topraklarına geldiğinde, Çanakkale boğazını yüzerek geçmiştir. 18 Korespondencja Mickiewicza, s. 613 16 35 Mickiewicz 21 Ekim 1855 tarihli mektubunda şöyle yazmıştır: İstanbul’un dış güzelliğini anlatmayacağım, onu zaten tablolardan görmüşsündür; içeriden daha farklı görünüyor. Bir doğu kentine ilişkin ilk izlenimlere dayanabilmek için güçlü ve demokratik duygulara sahip olmak gerek. Ancak, ben buna çabuk alıştım.19 Görüldüğü gibi, Mickiewicz kendi kültüründen çok farklı bir kültürün yaşam biçimini ilkin yadırgamakla birlikte, bu yaşam biçimine çabuk alışmıştır. Ozanın bu yaşam biçimine çabuk uyum sağlamasında, bu kültürün Mickiewicz’e egzotik, kendi deyimiyle, şairane gelen bazı unsurları etken olmuştur belki de, kim bilir? (…) gübre yığını ve kuş tüyü ile kaplı, tavukların, hindilerin rahatça dolaştığı bir pazar yeri. Bu Pazar yerinden bizim eve ulaşmak için, bana çok ilkel ve çok şairane gelen küçük caddelerden geçmek gerekiyordu.20 Büyük ozan İstanbul’a ilişkin gerçekçi gözlemlerini yine 21 Ekim 1855 tarihli mektubunda şöyle dile getirmektedir: Bunun dışında, günde sadece bir kez, ölü sıçan ve kedi yığınının, küçük caddenin iki yanını sıkış tıkış doldurmuş ve kendinden geçinceye dek içen İngilizlerin ve Türk hamalların arasından geçiyorum; oradan boğaza varılıp kayığa biniliyor (…)21 19 Korespondencja Mickiewicza, s. 617 Korespondencja Mickiewicza, s. 617-618 21 Korespondencja Mickiewicza, s. 617-618 20 36 Mickiewicz Avrupa’dakinden farklı bir kültürün yaşam biçimini bu gerçekçi gözlemleriyle değerlendirmekte, kendisi gibi gerçekçi olmayan arkadaşı Henryk Sluzalski’yi adeta İstanbul ile büyülenmiş olarak nitelendirmektedir. Ben normal bir şekilde yaşıyorum, ama Henryk sürekli bir doğu coşkusu ile yaşıyor. Her şeye elmas gözlüklerle bakıyor ve harikalar anlatıp harikalar yazıyor.22 Mickiewicz 21 Ekim 1855 tarihli mektubunda Türk insanının ve esnafının yapısına ilişkin izlenimlerini de aktarır: Burada kesinlikle hoşunuza gidecek bir şey var ki, o da dürüstlük ve satıcıların ılımlılığı. Bu kentin büyük pazarlarını gezerken sizi düşündüm. Kimse beni içeri davet etmedi. Hiçbir ilan ya da reklam yok. Sokulup mallara baktım, bu sırada dükkân sahibi, varlığımdan habersizmiş gibi davrandı. Sorduğumda, malın fiyatını söyledi ve tekrar derin düşüncelerine daldı. Türk parasıyla sorunum olduğundan, malı bana kredi olarak önerdi. Hayatımda ilk kez alışveriş yapmaya niyetlendim. Pazarda yaptığım bu küçük gezi ve ziyarete açık bazı binalar dışında, henüz İstanbul’da hiçbir şey yapmadım.23 Yukarıda da belirtildiği gibi, büyük ozan Türk topraklarındaki Polonya birliği ile ilişki kurmak ve bu birliğin Türk topraklarındaki konumunu güçlendirmek üzere İstanbul’a gelmiştir. 22 23 Korespondencja Mickiewicza, s. 612 Korespondencja Mickiewicza, s. 617-618 37 İki alaydan oluşan bu birliğin ilk alayı Dobruca’da,24 ikincisi ise Burgaz’da25 kurulmuştur. Teoride her iki alayın başındaki komutan, Polonya asıllı Türk generali Sadık Paşa’dır,26 ancak pratikte, Burgaz’daki alayın başında, İngilizler adına görev yapan Polonyalı general Zamoyski vardır.27 Dobruca’daki alay tamamen Osmanlı ordusu komutasında iken, Burgaz’daki ikinci alay İngiliz ordusu komutasındadır. Mickiewicz’in görevi, bu iki alay arasındaki koordinasyonu sağlamaktır. Bu nedenle, öncelikle bu iki alayı ziyaret edecektir. 3 Ekim 1855 tarihli mektubunda yer alan “Bugün Burgaz’a gidiyoruz.” 28 cümlesi, ozanın İstanbul’a geldikten kısa bir süre sonra, önce Burgaz’daki alayı ziyaret ettiğini belgeler niteliktedir. Ardından Dobruca’da Sadık Paşa’nın komutasındaki alayı ziyaret etmiş ve bu ziyareti sırasında edindiği izlenimlerini 25 Ekim 1855 tarihli mektubunda kaleme almıştır: (...) Sadık’ın kampında her şey yolunda, kampa bir istek ve neşe hakim. Askerler komutanlarına çok bağlılar, subaylar ise ender insanlar arasından seçilmişler. (...) Her şey uyumlu ve kardeşçe. (..) Kendimi yurdumun bağrında hissettim ve kendimde ani bir 24 Günümüzde Romanya ve Bulgaristan sınırları içinde kalan bölge. Günümüzde Bulgaristan sınırları içinde yer almaktadır. 26 Sadık Paşa: Michał Czajkowski adlı Polonyalı bir yazardır. Polonya’da 1830 Kasım Ayaklanması’na katılmış, Czartoryski’nin diplomatik ajanı olarak Roma ve Balkanlar’da bulunmuş, daha sonra da İstanbul’a gelmiştir. 1850’de Müslüman olup Mehmet Sadık adını almıştır. Czartoryski ile bağını koparmaksızın, Osmanlı askeri hizmetinde çalışmıştır. Türk topraklarındaki Polonya Lejyonunun kurucularındandır. 27 Korespondencja Mickiewicza, s. 623-624 28 Korespondencja Mickiewicza, s. 612 25 38 halsizlik hissetmeseydim, bu kamptan kopmam zor olurdu.29 Son cümleden de anlaşılacağı gibi, kampı ziyareti sırasında, Mickiewicz’in sağlık durumunda bir değişiklik olmuş, kendini aniden güçsüz ve halsiz hissetmeye başlamıştır. Yine aynı tarihte, bir başka dostuna yazdığı mektubunda, sağlık durumunu şöyle dile getirmektedir: Sağlığım şimdi daha iyi. Kampta ani bir halsizlik hissetmiştim, bunu oradaki herkes yaşıyor. Bu halsizliğe rağmen, kampı özledim.30 Büyük ozanın, yaşamı boyunca yurt aşkı ile beslenen yüreği, 26 Kasım 1855’de, Polonya askeri birliğini ziyareti sırasında yakalandığı sanılan kolera hastalığı nedeniyle duruvermiştir İstanbul’da. Ancak, resmi olmayan kaynaklara göre, muhaliflerince zehirlenmiştir.31 Litvanya! 32 Yurdum benim! Sağlık gibisin. Bir seni yitiren bilir ne kıymetli olduğunu senin, Bu gün süsler içindeki tüm güzelliğinin, Görüp de yazanıyım, zira hasretini çekerim. 29 Korespondencja Mickiewicza, s. 619 Korespondencja Mickiewicza, s. 625 31 Yüce, Neşe Taluy, s. 135 32 Mickiewicz 1798 yılında, o dönemde işgal altındaki Polonya Litvanya Birliği toprakları içinde yer alan Litvanya’da doğmuştur. 30 39 Yurt özlemini yukarıdaki dizeleriyle haykıran büyük ozan, yurdunun bağımsızlığa kavuştuğunu görememiştir, ne yazık ki. Yurdu Polonya Mickiewicz’in, uğrunda bir ömür tükettiği bağımsızlığına, ozanın ölümünden çok sonra, ancak I. Dünya Savaşı’nın bitimiyle (1918) kavuşacaktır. Yurdunun bağımsızlığı yolunda bir ömür tüketen Mickiewicz bu uğurda bir gün Türk topraklarına, İstanbul’a gelip kısa bir süre de olsa bu kültürü yakından tanıyacağını ve yaşama bu topraklarda veda edeceğini öngöremezdi kuşkusuz. Ancak, ozanın ölüm döşeğindeyken, yanında bulunan bir vefalı dostuna söylediği şu sözler bu konudaki yaklaşımını gözler önüne sermektedir: (…) Polonyalı her göçmen bu savaşa katılmak zorunda… Ben Fransa’yı bu inançla terk ettim; şöyle dedim kendime: Türkiye’de bir yerde koleradan öleceğimi bilsem bile, giderim oraya, çünkü bugün bunu yapmaya mecburum; çünkü Fransız Enstitüsü’nün başkanı olmaktansa, Polonya Kazaklarından oluşan bir alayda kâtip olmayı tercih ederim. 33 Mickiewicz’in bu düşüncesi, yalnızca, yurdunun bağımsızlığı uğrunda bir görev üstlenerek Türk topraklarına gelmiş olmasından kaynaklı değildir. Ozanın bu düşüncesinin temelinde, Polonya’nın 1795’deki işgalle Avrupa haritasından silinmesini kabul 33 (…) każdy z emigrantów polskich powinien brać udział w tej wojnie... Ja w tym przekonaniu opuszczałem Francję; powiedziałem ja sobie, gdybym wiedział, że w Turcji gdzieś mam umrzeć na cholerę, jadę jednak, bo tam jest dziś moja powinność; wolę bowiem być pisarzem w jakimś pułku Kozaków polskich niż kanclerzem Instytutu Francuskiego. (do Kuczyńskiego). (Kaynak: http://www.zwojescrolls.com/zwoje44/text04p.htm) 40 etmeyen Osmanlı Devleti’nin, dolayısıyla Türklerin uzattığı dost elinin etkisi büyüktür, kuşkusuz ki. Polonya’nın düşman komşuları tarafından ezilmesine hiçbir devletin karşı çıkmadığı günlerde, tek dostumuz Türkler olmuştur. Düşmanlarımızın önünde eğilmemiş ve Polonya’nın işgalini kabul etmemiş bir ulus olduğu için Türklere dostluk besleriz biz.34 Osmanlı Devleti’nin kalbi İstanbul’da, dost ellerde yaşama veda eden Mickiewicz’in, ölümünün yüzüncü yıl dönümü olan 1955 yılında müze haline getirilen ve günümüzde Beyoğlu semti Tatlı Badem Sokak’ta bulunan son ikâmet ettiği ev ozanın anısını Türk topraklarında da yaşatmaktadır. Kaynakça Korespondencja Mickiewicza, Część III. Wydanie Narodowe, Warszawa, 1955 Nowacka, Teresa. Streszczenia problematyka lektury szkoły średniej - Romantyzm. Wydawnictwo Verbum, Warszawa, 1996 Polonya Milli Şairi Adam Mickiewicz 1798-1855 Türk Dostlarının Arasında Ölmek, Kitabın Projesi: Edyta Michalska, Bilimsel Danışmanlık: Dr. Osman 34 W czasach, kiedy żadne z państw nie sprzeciwiło się uciskowi Polski przez wrogich sąsiadów, jedynymi naszymi przyjaciółmi byli Turcy. Darzymy Turków przyjaźnią jako ten naród, który nie ugiął się przed naszymi wrogami i nie zaakceptował rozbiorów Polski. (Kaynak:http://natemat.pl/91037,polak-turek-dwabratanki-6-rzeczy-ktorych-mogliscie-nie-wiedziec-o-wspolnej-600-letniej-historiiobu-krajow) 41 Fırat Baş, Polonya Cumhuriyeti Ankara Büyükelçiliği Yayını Yüce, Neşe Taluy. Polonya Edebiyatında Aydınlanma-Romantizm-Realizm. T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2000 http://www.zwojescrolls.com/zwoje44/text04p.htm (erişim tarihi: 15.10.2015) http://natemat.pl/91037,polak-turek-dwa-bratanki6-rzeczy-ktorych-mogliscie-nie-wiedziec-o-wspolnej600-letniej-historii-obu-krajow (erişim tarihi: 15.10.2015) TÜRK BALLADI VE MİCKİEWİCZ Çağlar üstü ozan, Polonya'lı büyük usta Adam Mickiewicz, eğer Maria Wereszczakowna'ya o büyük aşkı duymasaydı yine Mickiewicz olur muydu, böylesi duygu yüklü eserler bırakılır mıydı acaba? Bu retorik bir soru değil. Çünkü kimse bunun yanıtını bilemez. Adam Mickiewicz'in üstün yeteneği, dili kullanışındaki o inanılmaz rahatlık hiç kuşkusuz yadsınmaz, ancak Maria'ya karşı beslenen aşkın bu büyük yetenekte hiç mi payı yok? Olmaz olur mu? Mickiewicz'in yazmaya başladığı o ilk dönemlerde Litvanya'ya romantizm çağının yankıları yavaş yavaş ulaşmaya başlamıştı. Elbette ki genç ozanlar da büyük bir istekle yazıyordu. Herşey ruhun huzursuzluğu ile başlıyordu romantizmde. Saklı, acılı aşkların açtığı yaralara ait ön bilgiler, okunan kitaplardan zaten elde edilmişti. Eksik olan tek birşey kalmıştı; gerçek bir aşk acısı. O da 1819'da, ozanın arkadaşı Tomasz Zan'ın eşliğinde Wereszczakowlar'ın malikanelerine gittiği bir yaz günü bulundu. Gelenleri karşılamak üzere Wereszczakowlar'ın iki oğlu bahçeye 42 çıkmışlardı. Gençler beyaz köşkün merdivenlerinden indiklerinde, küçük kız kardeşleri ağabeylerinin ardından zarif hareketlerle koşmuştu. Genç kızın üzerinde bacaklarının hatlarını belli eden, uzun, sade bir giysi vardı. "O sırada bir kuş, şimşek gibi havalanmış ve patikanın üzerindeyken kendisine yetişmekte geciken gölgesini de hızla kaparak parkın derinliklerine dalmıştı." (s. 52) İşte herşey o anda başladı. Ama anlaşılan o anda bundan haberdar değildi genç ozan. Çünkü bir dostuna, küçük hanımla tanışmasını kayatsız bir biçimde, şöyle yazmıştı: "İki gün önce Genç Bayan Wereszczakowna ile tanıştım. On sekiz yaşındaymış ama daha küçük görünüyor. Oldukça iyi Fransızca ve Almanca konuşuyor. İyi piyano çalıyor, sesi de fena değil. 20 bin drahoması varmış." (s.52) İlk izlenimde olağanüstü bir duygu alışverişi olmamıştı belki. Ancak daha sonraları birlikte çıkılan küçük geziler, edebiyat üzerine yapılan tartışmalar, görevlerini başarıyla tamamlamışlardı. Tabii birlikte okunan aşk öykülerinin katkılarını da yabana atmamak gerek. Maria oldukça iyi piyano çalıyor, bir yandanda aşk şarkıları söylüyordu. Güzel bir yaz, edebiyat, müzik ve birbirine gittikçe yaklaşan iki genç insan. Tutku, masumiyete baş kaldırmaya başlamıştı. Günlerden bir gün, genç çift birbirine sarılmış göl kenarında yürürlerken, piopsunu içerek göle attığı oltasına balık vumasını bekleyen bir balıkçıya rastladılar. Yaşlı, ama dinç yüzünü çevirip onlara baktı balıkçı. Başında çarpık giyinmiş bir kasket vardı. Gözlerinde balık pullarının pırıltılarını andıran pırıltılar dolaşıyordu. İşinden, balıklardan yaşamını kazanmak için kader birliği yaptığı derin suların cilvelerinden söz etti uzun uzun gençlere. Kendi torunlarıymış gibi içtenlekle konuşuyordu onlarla. Anlatacak pek çok masalı da vardı hani. Birisini bitirmeden diğerine başlıyordu. Masalları anlatırken de sık sık şu dizeyi yineliyordu: "Bir zamanlar bu gölde gençti elbette." (s. 55) Yaşlı adamı dikkatle dinleyen Maria "İşte şiir sanatı. Böyle bir şeyler yazsana" dedi. (s.55) Ona göre bu şiir sanatıydı, çünkü çobanların balıkçıların mutlu yaşamlarını anlatan pek çok sentimental öykü okumuştu. Bir Alman ozanının balıkçıları anlatan dizelerini sisler arasında anımsayıvermişti birden. Gerçekte balıkçının anlattığı 43 masallar Mickiewicz'in de çok hoşuna gitmişti. Yanındaki genç kızın ortama kattığı büyüyü de unutmamak gerek hiç kuşkusuz. Yazmaya meraklı bir genç olan Mickiewicz için Maria'nın bu umarsız ricası, onun daha büyük bir hevesle yazmasına neden oldu belki de. Nasıl bir kızdı, peki bu Maria? Çok mu güzeldi, dayanılmaz bir çekiciliği mi vardı yoksa? Hayır. Sıradan yüz hatlarına sahip, zayif, ortaboylu bir kızdı. Mickiewicz'in arkadaşları, "işte öyle bir kız" diye tanımlıyorlardı Maria'yı. Büyük ozanın ölümünden altı yıl sonra Vilno'da Maria ile tanışan Mickiewicz'in oğlu durumu kısaca şöyle özetlemişti: "Güzel olması gerekmiyordu ki hiçbir zaman!" (s. 59) Evet, güzel değildi ve güzel olması da gerekmiyordu. Çünkü o Adam Mickiewicz için en ulaşılmaz güzeldi. Belki ulaşılmadığı için bunca güzeldi. Horatius ile beslenerek büyüyen, Schiller'in o arı romantizmiyle boy atan genç öğrenci için bu aşk bir gereksinimdi. Bu derin aşkın umutsuz olması onu daha büyülü kılıyordu. Umutsuzdu bu aşk, çünkü Maria nişanlı bir kızdı. Nişanlısı Kont Puttkamer bu yoksul genci pek ciddiye almamıştı anlaşılan. Maria'ya güvenmiş onun herhangi bir çılgınlığa kapılmayacağına inanmıştı. Yanılmadı da. 1821'de Maria ile evlendi. Mickiewicz ise, 1824'ün Kasımında o çok sevdiği vatanından bir daha dönmemek üzere ayrıldı. Gerçi umudunu hiç bir zaman yitirmedi, ama ne yazık ki bir daha vatanına dönemedi. Aşağıda sunulan ”Türk Balladı-Dininden dönen Paşa" başlıklı balladda Vatan aşkı ile Maria'nın aşkını birleştirdi. Balladın konusu şöyle: Dininden dönerek müslüman olan Polonya'lı bir asker, Osmanlı Paşası olur. İran'daki sarayında harem dairesinde oturan bu yaman Osmanlı Paşasına kızlar ağası bir Leh kızı getirir. Hiç bir cariyeye metelik vermeyen Paşa bu kızı görünce bayılır. Ancak herkes onun öldüğünü sanır. İkinci bölümde Halkın, paşalarının ölümüne sebep olan kızı cezalandırmak üzere toplanışı anlatılır. Paşa'nın kahramanlıkları ağızdan ağıza dolaşmaktadır. Kızı zindandan çıkarmak üzere zindana ulaştıklarında kızın kaçırıldığını anlarlar. İşin ilginç tarafı, Paşa'da yoktur ortada. Paşa Lehistan'da iken aşık olduğu genç kızı harem dairesinde birden bire karşısında görüverince 44 bayılmıştır. Daha sonra sevgilisini de alarak bir türlü unutamadığı, "hala severek anımsadığı o soğuk diyarlara" Lehistan'a kaçar. Oryantal figürler Filomat öğrenci grubu arasında modaydı. Byron'un Giaur'unu Lehçe'ye uyarlayan Mickiewicz'e oryantal konular herzaman ilginç gelirdi. Böylece Mickiewicz kendisinin Osmalı Paşası olduğunu ve bir gün karşısına, ülkesinden kaçırılarak getirilen Maria'nın cariye olarak çıkacağını düşünerek bu baladı yazdı. 1824'ün Eylülünde şiir günlerinde bu dizeleri arkadaşlarına okudu. Balladın ilk bölümü çok daha sonra 1829'da Petersburg'da basıldı. İkinci bölüm ancak ozanın ölümünden sonra basıldı. Prof. Dr. Neşe Taluy Yüce Kaynak: M. Jastrun. Mickiewicz.Piw.1958 Dininden Dönen Paşa Anlatacağım tüm dünyaya, İran'da yakın zamanda olan biteni: Oturmuştu kaşmir halıya Paşa, haremin orta yerindeki Şakıyorlar Yunan kızları, şakıyorlar Çerkez kızları, Kıvrılıyorlar Kırgız cariyeleri, Kiminin gözbebeğinde safir parıltıları, Kiminde İblis'in gölgeleri. Paşa görmüyor, Paşa duymuyor Gözün üstüne düşürmüş türbanı, Uyuklıyor, çubuğundan nefes çekiyor, Örtünüyor hoş kokulu dumanı. Mutluluk kapısında o sırada sesler yükseliyor, 45 Yol açıyor saray hizmetlileri, Kızlar Ağası yeni bir cariye getiriyor, Eğiliyor ve diyor ki: "Efendi Onca güçlüsün sen ki, Divan yıldızları arasında, Gecenin giyisinin orta yerindeki pırlantaları sanki Aldebaran ateşi var ya. Kabul buyur, Divanın yıldızı, İyi haberlerle geliyorum. Getirdim sana Kehistan rüzgarı, Yeni bir haraç sunuyorum. Padişahın İstanbul'daki zevk bahçesinde, Yok böyle bir çiçek. Bu kız yetişti o soğuk ülkede, Hani anımsadığın, hala severek." Güzelliğini gölgeleyen şeffaf kumaşı Açtı - alkışladı tüm saray. Paşa bir kez kıza baktı, Çubuğu bıraktı ve uyudu vay. Uzandı kenara, düştü türbanı, Davranılar uyandırmaya - aman aman! Dudakları morardı, boyadı yüzünü ölüm beyazı Ölmüştü dininden dönen Paşa, ölmüştü o yaman. II. Bölüm Yeniçerililer ünledi: "Oy aman, eyvah!" Ünledi şeriat alimleri "Bu Nasıralıyı korkunç büyüsü için ah 46 Taş yığını altına gömmeli." "Hani Hasan, hani dininden dönen Paşa, Korku yayan aslana, kaplana, Heyecan vermedi hiçbir bakire ona Huriler bile varan Gürcü diyarından buraya. "Hani Hanım gümüş tabağının içinde Eflak Prensinin kellesini Fırlattıydı ya Bağışlamıştı hareminden, odalık on tane, Müteşekkir kalan Hakan Paşaya. Beğenmemişti onların hiç birini! Şimdi öldürdü onu ürkek bir ceylan; Bir kelebeği öldüren yeşil yılan gibi Gözlerinden kıvılcımlar saçan. Bir saattir toplanıyordu müslümanlar Gelecekti kentten kadı bile Zindandan çıkarsın da onu zindancılar Atsın o yılanı Bey halkın önüne". Gelmişti kadı taşlar toplanmıştı oradan buradan Bekşlıyirolardı boş bir umutla Zindancı dönmemişti boş kalan zindandan Ne kız vardı ortada, ne de Paşa. Çeviren: Prof. Dr. Neşe Yüce 47 Adam Mickiewicz’in şiirsel dehasını anlayabilmek için Şairimizin yaşadığı dönemde Polonya’nın içinde bulunduğu siyasal koşulları anlamalıyız Bir Türk tarih bilimcisinin kaleminden! 48 OSMANLI DEVLETİ’NİN DOĞU AVRUPA POLİTİKALARI’NDA TAKSİM SONRASI POLONYA (LEHİSTAN) ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME REVISITING THE POST-PARTITION POLAND IN THE EAST EUROPEAN POLICIES OF THE OTTOMAN EMPIRE Hacer TOPAKTAŞ* Özet XIX. yüzyıl siyasî tarihi pek çok devlet için önemli dönüm noktalarını içerir. Bu yüzyılda ülkeleri taksim altındaki Lehler için de durum böyledir. Aynı şekilde Osmanlı Devleti’nin de gücünü daha çok yitirdiği bir yüzyıldır. XIX. yüzyılda Babıâli’nin politikaları açısından Polonya meselesi ve onun bağımsızlığını tekrar kazanması Doğu Avrupa’nın güç dengeleri bakımından gereklidir. Osmanlı Devleti’nin Polonya’nın bağımsızlığını kazanması için verdiği destekler ve Lehlerden bu yönde gelen talepler esasında bazı rivayetlerin ve hikâyelerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Kont Aksak, kapatılmayan Leh elçiliği ve yoldaki Leh elçisi hikâyeleri, Wernyhora kehâneti bunlardandır. Bu makale çerçevesinde bu rivayet/efsane ve hikâyelere yer verilerek, Türkiye ve Polonya arşivlerinden belgelerle, bunların ortaya çıkışında Osmanlı Devleti’nin real politiklerinin etkisi üzerinde durulmuştur. Anahtar kelimeler: Polonya (Lehistan), Osmanlı Devleti, XIX. Yüzyıl, Polonya’nın bağımsızlığı, Polonya’nın taksimi, Kont Aksak. * Yrd. Doç. Dr. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Slav Dilleri ve Edebiyatları Bölümü, Leh Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye, [email protected] * Bu çalışma daha evvelden Karadeniz Araştırmaları Dergisi’nde (sy. 45, 2015, s. 211-231) yayımlanmıştır. 49 Abstract XIXth century political history contains some important turning points for many states. Situation was the same for the Poles whose state was under the partition in this century. At the same time this century was a time period that the Ottoman Empire lost much more its power. In the XIXth century for the policies of the Ottoman Porte, “Polish Question” and regaining of independency by the Poles was a necessity in point of the “balance of power” in the Eastern Europe. Ottoman supports given for regaining of the independence of Poland and some requests of the Polish patriots for this aim were effective to arise some narratives and stories. Stories of Count Aksak, unclosed Polish embassy and “Polis envoy on the road” and prophecy of Wernyhora are some of them. In this article it is given places to this kind of narratives/legends and stories and also focused on the impact of the real politics of the Ottoman Empire in the emergence of these narratives and stories with the supports of the documents from the Turkish and Polish archives. Keywords: Poland, Ottoman Empire, XIXth Century, Polish independency, Partitions f Poland, Count Aksak Giriş Karlofça Antlaşması’ndan (1699) sonra XVIII. yüzyılda Avrupa’da güçler dengesi oldukça değişmiş ve yeni güç dengeleri ortaya çıkmıştır. Osmanlı Devleti’nin II. Viyana Kuşatması (1683) ve sonrasında devam eden mücadelelerde aldığı yenilgiler, Karlofça Antlaşması’na yansımış ve XVIII. yüzyılda Babıâli’nin Doğu Avrupa politikalarını da etkilemişti. Nitekim bu süreçte Rusya’nın büyüyen güç olarak Avrupa siyasetine duhulü, İsveç’in Poltova Muharebesi (1709) sonrası tedrici olarak yaşadığı güç kaybı, yine Polonya’nın söz konusu yüzyılda geçirdiği taht çekişmeleri yüzünden peyderpey 50 Rusya’nın nüfuzu altına daha fazla girmeye başlaması Doğu Avrupa’da farklı bir manzarayı doğurmuştu. XVIII. yüzyılın ikinci yarısında ise Doğu ve Orta Avrupa büyük kozların oynandığı bir sahne idi. Gittikçe büyüyen Rus yayılmacılığı, kuzeyden güneye İsveç, Polonya ve Osmanlı Devleti’ni çevreleyen bir yayı takip ediyordu. Nitekim Rusya, bu yayın en ucunda bulunan İsveç’le yüzyıl başında kozlarını paylaşmış, ardından taht çekişmeleri bahanesiyle Polonya içerisinde güç kazanmış, savaşlarla bulduğu fırsatları değerlendirerek de Osmanlı Devleti’yle hesaplaşmıştı. Halihazırda Avusturya ile çıkarları ortak paydada buluşan Rusya, Avusturya ile Osmanlı Devleti’ni birkaç kez savaşlarda birlikte karşılaşmıştı. 17361739 Savaşı ile 1787-1792 Savaşları’nda olduğu gibi. Esasında İsveç, Polonya ve Osmanlı Devleti’nin XVIII. yüzyıldaki ortak paydası “Rusya” idi. Bu yüzyılın ikinci yarısı itibariyle 1763-1764’teki Polonya krallık seçimlerinde Rus Çariçesi II. Katerina eski sevgilisi Stanisław August Poniatowski’ye verdiği destekle tacını giydirmiş ve Polonya ile ilgili tasavvurlarını daha kolay icra edecek bir pozisyon sağlamıştı. Nitekim ilerleyen süreçte Poniatowski, Polonya içerisinde yapmayı tasavvur ettiği birtakım reformlara Rusya engelinin takıldığını görecekti. 1768’de Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya savaş ilanı ve 1774’te kadar bu savaşın sürmesi, komşuları Rusya, Prusya ve Avusturya’nın Polonya’yla ilgili tasavvurlarını harekete geçirmek için iyi bir fırsattı. Nitekim fırsat değerlendirildi ve 1772’de Polonya’nın birinci taksimi yaşandı.35 Osmanlı Devleti ise Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım’ı kaybetti. 1783’te ise Kırım Rusya tarafından ilk kez ilhak olundu. (Fisher 1970) Kırım’ı geri almak için girişilen 1787-1792 Savaşı ise Kırım’ı Osmanlı’ya geri getirmediği gibi Osmanlı tarafı için daha fazla toprak ve prestij kaybı demekti. Aynı zamanda Polonya’ya ikinci bir müdahale için Rusya ve Prusya’ya fırsat doğmuştu. 1793’te Rusya ve Prusya Polonya topraklarını ikinci kez taksim etti.(Lord 1915, Kalinka 1991, Serejski 2009) Fakat Polonya’da sular durulmadı, vatanperver bir kısım Leh 35 Polonya’nın birinci taksimi ve sonrasındaki siyasî gelişmelei “Doğu sorunu” bağlamında değerlendiren bir çalışma olarak bkz. (Sorel 1898) 51 bu işgallere başkaldırsa da olumlu bir netice elde edemediler ve bu başkaldırı Polonya’nın üçüncü taksimi için yeni bir fırsat oldu. Rusya, Avusturya ve Prusya 1795’te üçüncü kez Polonya’yı paylaştı ve Polonya bağımsızlığını kaybetti. XIX. yüzyıl, Leh vatanperverlerinin her fırsatta bağımsız devletlerini yeniden kazanmak için harekete geçtikleri bir dönemdi. Nitekim 1806’da başlayan Napoleon Savaşları ve akabinde düzenlenen Viyana Kongresi (1814-1815) bunların ilkini teşkil etti. Fakat ne Napoleon Savaşları ne de Viyana Kongresi Polonya’nın bağımsızlığını geri getirdi. (Zajewski 1994) Yapılan uluslararası faaliyetlerin de tesiriyle 1830’da Polonya’da yeni bir ayaklanma yaşandı. “Kasım Ayaklanması” (Powstanie listopadowe) diye tarihe geçen bu ayaklanma, nihayetinde başarı sağlayamadı. (Zajewski 2012, Kieniewicz vd. 1994) Tüm Avrupa’da görülen “1848 İhtilali” elbette Lehler arasında da tesir yarattı. Fakat sonuçları itibariyle bu ihtilal birçok Lehin farklı ülkelere göçünü getirdi. Osmanlı Devleti de bu ülkelerden biriydi. Babıâli asker kökenli bu mültecilerin birçoğuna Osmanlı ordusunda görev verdi. Hatta Kırım Savaşı (1853-1856) sırasında oluşturulan “Kazak Alayları” birçok Leh asıllı askerden kuruluydu. Fakat bu savaş da Polonya’nın bağımsızlığı için yeterli değildi. Bir sonraki teşebbüs, 1863’te başlayan ve “Ocak Ayaklanması” (Powstanie styczniowe) olarak kayda geçen ayaklanmaydı. (Kieniewicz 2009) Ancak bu ayaklanmanın da akıbeti diğerleri gibi oldu. Polonya’nın bağımsızlığını kazanması için bir cihan harbi gerekti. Bu ise 1914’te başlayan ve 1918’de biten I. Dünya Savaşı idi. Savaşın bitimini müteakip Polonya bağımsızlığını ilan etti ve böylece II. Polonya Cumhuriyeti kuruldu. İşte XIX. yüzyıl sonu XX. yüzyıl başında, tam olarak ne surette ortaya çıktığı bilinmese de Osmanlı Devleti’nin Polonya’nın taksimini asla tanımadığı iddiası gündemde daha fazla yer işgal etmeye başladı. Hatta Polonya’nın elçiliğinin hep açık kaldığı rivayetinden/efsanesinden, Osmanlı Sultanları’nın huzurlarında yapılan elçi kabullerinde Leh elçisi için de boş bir sandalye bırakıldığı ve hatta Sultan’ın “Leh elçisi nerede?” diye sadrazama sorarak, 52 cevaben “Yolda Padişahım, bir müşkülatı yüzünden gecikti” dediği XX. yüzyılın rivayetleri/efsaneleri arasında yerini aldı. Bunların bir diğeri ise Kâhin Wernyhora’nın “Türk atları Turla (Dinyester) Nehri’nden su içmeden Polonya bağımsızlığını kazanamayacak” kehanetiydi. Peki bu anlatılanların aslı neydi, gerçeklik payı var mıydı? Bu soruların cevabı esasen XIX. yüzyıl Osmanlı dış siyasetinin gerçeklerinde aranabilir. Kont Aksak ve Kapanmayan Elçilik Hikâyesi 1795’teki Polonya’nın üçüncü taksiminden sonra da İstanbul’da Polonya elçiliğinin açık bulundurulduğu ve bu elçiliğin/temsilciliğin bazı faaliyetler yürüttüğü hikâyesi birçok yerde zikredile gelmiştir. Anlatılan hikâyeye göre Kont Aksak adlı kişi son Polonya elçisinin (Franciszek Piotr Potocki) elçiliği esnasında tercümanlık yapmış, fakat elçi ile İstanbul’dan ayrılmayarak bundan sonra da elçilik binasına göz kulak olmuştur. Buna göre taksim öncesi son Polonya elçisi Franciszek Piotr Potocki’nin heyetinde yer alan tercümanlar, Babıâli’nin kendisinin hizmetine atadığı Yozef Alexander ile ikinci tercüman unvanını taşıyan Franciszek (Français) Chabert’tir. (Berridge 2009: 52-62, Reychman 1959: 70, 221) Ayrıca İstanbul’daki Polonya Şarkiyat Okulu’nda istihdam edilmek üzere Marcin Wilamowski de Potocki’nin beraberinde İstanbul’a gelmiştir. Tercümanlardan Alexander, Babıâli ile iletişimi sağlayan ve Babıâli’ye bağlı dragomanlardandır. Bu sebeple kendisinin Kont Aksak olma ihtimali yoktur. Wilamowski ise Doğu dillerini bildiği için kendisinden İstanbul’daki Şarkiyat Okulu’nda faydalanılmak istenmiştir. Fakat kendisinin bu göreviyle ilgili pek bir bilgi bulunmamaktadır. Chabert’e gelince kendisi Potocki’nin heyetinin oldukça aktif elemanlarındandır. Hatta 1791’de Potocki, Chabert’i Yaş’ta bulunan Sadrazam Koca Yusuf Paşa ile görüşmeye 53 göndermiştir.36 Chabert, Piotr Potocki Kasım 1792’de İstanbul’dan ayrılınca kendisi İstanbul’da kalmıştır. Potocki’nin yerine bıraktığı Kajetan Crzanowski ise 1793 Ocak’ında İstanbul’da ölmüştür. Bu sebeple Chabert, kısa bir süre için 1793’te İstanbul’da Polonya’nın diplomatik temsilciliğini üstlenmiştir. 1793 güzünde Polonya’nın ikinci taksimi yüzünden Şarkiyat Okulu’yla beraber Polonya temsilciliği de kapatılmıştır. Bundan sonra Chabert, 1810-1834 yıllarında İstanbul’da İngiltere elçiliği için çalışmış ve 1855 yılında burada ölmüştür. (Reychman 1959: 68-70) Kont Aksak adlı bazı kaynaklarda “maceraperest” olarak da sıfatlandırılan bu kişi, Potocki’nin tercümanı olmasa da Potocki’nin heyetinden İstanbul’da kalan ve bir şekilde burada bazı faaliyetlerde bulunan kişilerden biri midir? (Reychman 1959: 230-235) Eldeki kayıtlara göre Potocki’nin elçilik heyetinde bu adla birisi bulunmamaktadır. Bu bilgiler ışığında bazı kaynaklardaki iddiaların aksine Potocki’nin elçiliği sırasında görev yapan Polonya elçilik tercümanlarından hiçbirisinin Kont Aksak olmadığı kesinleşmektedir.37 Bu noktada Reychman’ın eserinde belirttiği Kajetan Aksak karşımıza çıkmaktadır. Kajetan Aksak, Polonya’nın ikinci taksimi sonrasında İstanbul’a gelen ve Polonya’nın bağımsızlık hareketleri için İstanbul’da faaliyetlerde bulunan bir isimdir. Kendisi daha önceden Polonya kralı Poniatowski’nin hizmetinde mabeynci olarak görev almıştır. Diğer yandan Osmanlı Devleti’nde hiçbir şekilde daimî bir Polonya elçiliği kurulmamıştır. (Topaktaş 2014b: 105-125) Leh elçiler 36 Chabert’in Polonya elçiliğindeki görevi için bkz. Biblioteka Czartoryskich (B. Czart.), rkps. 846: 1005-1008; Archiwum Główne Akt Dawnych (AGAD), AR, AORMP: 173: CXXXIV/126-10; 175: CXXXV 1/13-8; 176: CXXXV 1/14-8; 178: CXXXV 1/18-580-582. the National Archives, (NA), FO: 7812A: 204. (Topaktaş 2014a: 138). Chabert Şumnu’da ordugâhtaki faaliyetleri ile ilgili bir günlük tutar. Bkz. B. Czart., rkps. 846: 1035-1046. 37 Zaleski İstanbul gezisine dair hatıratında böyle bir iddiada bulunur ve Senatör Iliński’nin kardeşi olduğunu belirttiği Aksak’ın Potocki’nin heyetinden bir tercüman olduğunu yazar. Bkz. (Zaleski 1887: 497-498) 54 fevkalade görevlerle İstanbul’a gelmiştir. Polonya’nın daimî elçilik açmaya yönelik bazı denemelerine karşın Babıâli’den buna olumlu bir yanıt verilmemiştir. Bu yüzden Polonya’nın İstanbul’da belirli bir elçilik binası da var olmamıştır. Her elçi geldiğinde yeni bir bina kiralanmak suretiyle elçiler burada görevlerini ifa etmiştir. Bu bakımdan Polonya bağımsızlığını kaybettiği halde İstanbul’da Polonya elçiliğinin açık bulundurulduğu hikâyesi doğruyu yansıtmamaktadır. Bununla beraber kaynaklar Kont Aksak adlı birisinden bahsetmektedir. Buna göre Kont Aksak kimdir? Edward Raczyński 1814’te geldiği İstanbul’da birkaç kez Kont Aksak ile görüştüğünü (adını Ludwik olarak yazar), Polonya’daki tarihî Dörtyıllık Sejm’in (1788-1792) vekillerinden olan Aksak’ın Polonya’nın taksiminden sonra Osmanlı’ya sığındığı ve Babıâli tarafından “misafir” olarak kabul gördüğünü yazar. (Raczyński 1823: 117-118) Aksak’ın Doğu dillerini ana dili gibi bildiğini de ekler. Her ne kadar kaynaklarda Aksak ile ilgili farklı malumatlar bulunsa da bu bilgiler ışığında Aksak’ın Potocki’nin heyetinde yer alan ve Potocki’den sonra da İstanbul’da kalmayı yeğleyen bir tercüman ya da elçilik görevlisi değil de daha sonra İstanbul’a gelen bir Leh mülteci olduğu varsayımı daha da güçlü bir sonuç olarak durmaktadır. Reychman, Kont Aksak’ın 1797 sonrası bazı elçilik eşyaları ile arşivini Ortaköy’deki evine taşıdığını nakleder. Reychman’ın belirttiği üzere 1837’de (bazı kaynaklarda 1824) Kont Aksak’ın ölümüyle terekesine ve bu binaya Avusturya elçiliği el koymuştur.38 (Reychman 1965: 5354) Kont Aksak’ın evi bir bakıma İstanbul’a gelen Lehlerin toplanma merkezi olmuş ve “Polonya konağı” adıyla anılmıştır. Aksak’ın yaşadığı yerin bir şekilde İstanbul’daki Polonya’nın bağımsızlık hareketlerinin yürütüldüğü merkez gibi bir fonksiyon görmüş olması gerekir. Bu nedenle de XIX. yüzyılda İstanbul’da bir Polonya elçiliği varmış gibi algılanmıştır. Mamafih son Polonya elçisi Potocki’nin 38 Reychman’ın çalışmasının Lehçesi için bkz. (Reychman 1953) Kajetan Aksak’ın ölüm yılı bir başka kaynakta 1824 yılı olarak verilir. Bkz. (Łątka 2005: 34) 55 kaldığı konağın Kont Aksak’ın kaldığı ve muhafaza ettiği konak olması imkânsızdır. Zira Potocki için kiralanan konak, 76 guruşluk “icare” karşılığında Potocki’ye tahsis edilmiştir. (Topaktaş 2014a: 50) Potocki’nin görevi sona erdikten sonra ise tayinatı da kesildiği için bu bina Polonya elçilik binası olmaktan çıkmıştır. Bu bağlamda Kont Aksak son Leh elçisinin tercümanı değildir, daha sonradan İstanbul’a gelen Leh mültecilerden biridir. “Yoldaki Elçi” Rivayeti Osmanlı Sultanları’nın huzurlarında yapılan elçi kabullerinde Leh elçisi için de boş bir sandalye bırakıldığı ve hatta Sultan’ın “Leh elçisi nerede?” diye sadrazama sorarak, cevaben “Yolda Padişahım, bir müşkilatı yüzünden gecikti” dediği rivayet/efsane, daha sonra üzerinde durulacağı üzere esasında XX. yüzyıl başında dillendirilmeye başlandı. Sonraki süreçte Polonya’nın 1936-1945 yılları arasında Ankara Büyükelçiliği’ni yapan Michał Sokolnicki’nin (1880-1967) Dziennik Ankarski adlı hatıratında yazdığı bir anekdotla bu rivayet yayıldı. Kendisi belirtilen hatıratında 25 Şubat 1942 Çarşamba günü İsveç Sefareti’nde bulunduğu bir kahvaltı esnasında Ali Fuad Cebesoy’un bu olayı anlattığını belirtmektedir. Buna göre Cebesoy, II. Abdulhamid’in hizmetinde genç bir subay iken diplomatik heyetler için düzenlenen yıllık kabullerin biri esnasında teşrifatçıbaşının büyükelçileri anons ettiğini ve “Polonya Büyükelçisi bugün burada bulunamadı.” dediğini aktarmaktadır. (Sokolnicki 1965: 325) Sokolnicki’nin günlüğünden aktarılan bu bilgiler zamanla değişik şekiller aldı ve günümüzde dahi birçok siyasî ve diplomatik görüşme ve törenlerde kullanıldı. Ali Fuad Cebesoy’un da anlattığı bu hikâyeyi doğrulayacak bir kanıt hali hazırda bulunmamaktadır. Fakat XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde yapılan merasimlere bakıldığında Sultan Abdulaziz (1830-1876) ve sonraki süreçte elçilere bazı vesilelerle toplu kabullerin yapıldığı bilinmektedir. Nitekim sultana elçiler tarafından sunulan yılbaşı ve bayram tebrikleri bunlardandır. (Karateke 2004: 154-156) Bu gibi bir huzura kabulde Cebesoy’un bahsettiği hadise yaşanmış mıydı? Şuan ki veriler bunu doğrulayacak boyutta değildir. 56 Ancak Sokolnicki’nin eserinde geçen olay zamanla farklı anlatımlara dönüşmüş ve artık insanların nazarında kabul görmüştür. Wernyhora Kehaneti Ukraynalı kâhin, Kazak asıllı halk ozanı Mosij Wernyhora XVIII. yüzyılda yaşamış ve Polonya’nın akıbetiyle ilgili kehaneti dolayısıyla tarihe geçmiştir. Wernyhora’nın kehanetine göre Polonya bağımsızlığını kaybedecek ve Türk atları Turla (Dinyester) Nehri’nden su içmedikçe tekrar bağımsızlığını kazanamayacaktır. (Wójcicka 2003: 429-4447) Bu kehanet kimi yerde Vistül (Wisła) Nehri olarak değişecektir. XIX. yüzyıl boyunca Polonya bağımsızlık mücadeleleri devam ederken bu kehanetin gerçekleşmesi için bekleyişler oldukça uzun sürecektir. Aynı zamanda bu kehanet XIX. yüzyılda Polonya bağımsızlık hareketlerine Babıâli’den istenecek destekler için bir dayanak oluşturacaktır. Nitekim XIX. yüzyılda Polonya Millî Komitesi temsilcileri birçok kere yazdıkları mektuplarla ve beyannamelerle Osmanlı Devleti’nden destek talebinde bulundukları gibi Wernyhora’nın kehanetini gerçekleşmesi beklenen bir olgu olarak sunmuşlardır. Yine daha sonraki süreçte Osmanlı Devleti’ne gelerek ihtida eden Leh subaylardan Mehmed Sadık Paşa (Michał Czajkowski) 1830 Ayaklanması’ndan sonra gittiği Paris’te Wernyhora’nın bu kehanetinin yayılmasına ve gerçekleşeceği konusunda bir inancın oluşmasında büyük etkide bulundu. 39 (Łątka 2005: 79) 39 1793’teki ikinci Polonya taksiminden sonra XIX. yüzyıl ve XX. yüzyıl başında birçok Leh Osmanlı Devleti’ne iltica etmiştir. Bunların büyük kısmı Osmanlı devlet kadrolarında istihdam edilmiştir. İçlerinden bazıları İslam’ı seçerek Müslüman dahi olmuşlardır. İkinci üçüncü kuşak Lehler de Osmanlı Devleti’nde ve Cumhuriyet döneminde önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Nazım Hikmet’in anne tarafından dedesi Mustafa Celaleddin Paşa (Konstanty Borzęcki), Murad Paşa (Józef Bem), İskender Paşa (Aleksander Antoni Iliński ), Kont Leon Ostroróg, Ahmed Rüstem Bey (Alfred Bieliński), Ludomił Antoni Rayski bu mültecilerin bir kaçıdır. Bu konuda genel bilgiler için bkz. (Łątka 2005), Ahmed Rüstem Bey ile ilgili olarak bkz.(Kantarcı 2009) 57 Türk atlarının Turla Nehri’nden su içmesi için Osmanlı Devleti’nin Polonya millî hareketine destek vermesi gerekiyordu. Bu, XIX. yüzyılda Lehlerin sürdürdüğü mücadeleler için bir argüman konusu oluşturdu. Hatta 1886 yılında Leh Millî Komitesi’nin İstanbul’a gönderdiği bir yazıda, sıradan halkın Türklere karşı samimi duygular beslediği ve Türkleri müttefik gördükleri belirtilmektedir. Wernyhora ve benzeri anlatılar her ne kadar batıl inanç olarak görülse de insanların bunlara inandıklarını, ayrıca ilginç bir şekilde bu kehanetlerin gerçekleştiğinden bahisle, bunların Osmanlı Devleti’ndeki gazetelerde yayınlanmasıyla, Lehlerin Osmanlılara karşı ne kadar ciddi ve samimi bir sevgi beslediklerinin daha iyi anlaşılacağı savunulmuştur “…Sıradan halk; ' "Varmi" isminde Polonyalılar tarafından unutulmuş ve yok olmuş bir şehrin toprağı Türk süvarilerinin hayvanlarının ayaklarıyla kazılacağına ve "Mavdami" köyünün yakınında bulunan Şeytan Dağı üzerinde Rus İmparotoru'nun kesileceğine ve Polonya'nın tekrar özgürlüğüne kavuşacağına' inanmaktadır. 1776 yılında yaralı bir Kazak ölürken; "1877 yılında Rusya ile Türkler arasında bir savaş çıkacağını ve Rusların kazanacağını, fakat birkaç sene sonra Türklerin güçlenip Polonyalıların da ayaklanıp bir büyük savaşçının Rusları mağlup edeceğini ve o zaman Polonyalıların daha çetin bir şekilde ayaklanıp Rus askeri üzerine hücum ederek "Kostatinof"ta rastladıkları Rus askerini "Pançarof" deresine döküp bir kez daha yendikten sonra arkalarından takip ederek "Pripayat" ve "Prepayath"a ulaştıklarında bir miktar Rus askeri daha bularak onları da öldüreceklerini, daha sonra Türkiye ve İngiltere ile ittifak ederek üç devlet birlikte "Kiev"e kadar gideceklerini, bir çok Rus askerini "Nyeper" nehrine döktükten sonra daha içerilere yürüyeceklerini, Polonyalıların İngiltere ve Türkiye vasıtasıyla eski hâllerine döneceklerini ve yeniden bir 58 küçük milletin ortaya çıkarak Avrupa'da büyük bir itibar kazanacağını" söylemiştir. Wernyhora'nın söylediklerinin hepsi gerçekleşti. Şu anda Bulgaristan bir küçük millet olarak meydana çıktı. Aynı şekilde 1877 yılında Türkiye ile Rusya savaştı. Bakalım, ileride daha neler ortaya çıkacak…” 40 40 Devamında “… Krakovya taraflarında Episkopos Dombrowski o civarda bulunan "Santa Mariya" Kilisesi yanına Türk süvarileri atlarını bağlarlarsa Polonya için güzel günlerin geleceğini işitmiştir. 1877 Türk Rus savaşı sırasında "Hosyatin" şehrinde "Zakarya" isminde bir köylü can çekişirken Wernyhora'nın ismini bile bilmediği hâlde onun söylediklerinin tamamını söylemiştir. Diğer milletlerden de böyle birçok rivayetler olup hatta 1848 yılında "Marya Irenberg" isminde bir kadın bugün yaşananların hepsini söylemiştir. Bu kadın; "İskandinav'da bulunan halk ayaklandığı zaman Bütün Avrupa harekete geçecek ve Rusya'nın yok olmasına sebep olacaktır. Kuzey'den binlerce cesur adam geçip geniş bir ovada 8 gün savaşacaklar ve bu savaş dünyadaki son kavga olacak." demiştir. Dominiken tarihlerinde gördüğüme göre; "Vilno" şehrinde 1819 yılında Rahip Kuzrenski'nin gözüne Saint Andrea Popola isminde bir aziz görünerek bulunduğu yerin penceresini açmasını emreder ve şöyle der: "İşte şu gördüğün ova "Pensik" meydanıdır ki beni burada din uğrunda öldürmüşlerdi. Bu ovaya bak, ne istersen görürsün!" Bunun üzerine Rahip de ovaya baktığında Rus, Türk, Avusturya, Fransa ve İngiltere askerlerinden oluşan büyük bir topluluğun birbirleriyle savaştıklarını görür ve büyük bir şaşkınlık yaşar. Aziz Andrea Popola, Rahib'e; bu savaşın ardından yapılacak barış antlaşmasından sonra Polonya'nın da esaretten kurtulacağını ve daima kendisi tarafından korunacağını söyler. Rahip Kuzrenski'nin Aziz Andrea Popola'dan Polonya için Cenab-ı Hakk'a yalvarmasını istemesi üzerine Aziz Andrea da elini orada bulunan bir masanın üzerine koyar ve o masa üzerinde yanık bir el resmi kalır ki, bu resim şimdi bile kiliseye gidenlere görünürmüş. Garip bir rastlantı olmak üzere geleceği görebilen bu iki kişi de Rus'un mahvolacağı ovayı aynı şekilde belirlemişlerdir. Sadece bizim millet değil papas ve episkoposlarımız ve Katolik azizleri bile Rus'u mahvedip Polonya'yı eski hâline getirmek için Türk'ün yardımını arzu etmektedirler. Rusya'nın gelecek savaşı kaybedeceğine dair birçok belirti var ise de baş ağrıtmamak için anlatmaktan vazgeçilmiştir. Bundan 500 yıl 59 En nihayetinde Türk atları Turla Nehri’nden su içti. Birinci Dünya Savaşı’nda Galiçya Cephesi’nde savaşan Türk askerleri atlarını Turla (Dinyester) Nehri’nde suladı ve kısa süre sonra Polonya bağımsızlığını kazandı.(Nykiel 2010: 13-144) I. Dünya Savaşı sırasında 15. Kolordu bu bölgede 1916 yılında savaşmış, 1917 yılında ise 20. Piyade Alayı aynı bölgede bulunmuştu. Hatta çarpışmalarda yaralanan bir kısım Türk askeri Krakov’daki hastanelerde tedavi görmüş, orada hayatını kaybeden bir kısım Türk şehidi Krakov’daki mezarlıklara gömülmüştü.(Nykiel 2010: 147-148) Böylece Birici Dünya Savaşı sonunda Wernyhora’nın kehaneti baştan sona gerçeklik kazanmış oldu. Bununla beraber kehanet, çeşitli şekillerde halk arasında yaşadı ve Leh bağımsızlık hareketi için bir inanç, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nden gelecek yardım ve destek için bir argüman meselesi oldu. Günümüzde ise diplomatik söylemlerde yerini almaya devam ediyor. Bütün bu hikâyeler, rivayetler esasında ne gibi gelişmelerin ürünüdür? İşte makalenin bundan sonraki safhasında bunlar üzerinde durulacaktır. Taksim, Osmanlı Devleti ve Polonya Osmanlı Devleti’nin XIX. yüzyıl dış politikaları ile bu rivayet ve efsanelerle örtüşen real politikler arasında bağlantılar oluşturmak önce Aziz "Vaslav" kendisinden 300 sene önce gelen "Malahbas" isminde birisinin söylediklerini tercüme etmiştir ki o sözlerin tamamı bu seneyi anlatmaktadır. Bu kişi demiştir ki: "Paskalya ne zaman 'Elyos Markos' gününe rastlarsa -işte o sene bu senedir-Fransa'da horoz üç kere ötecek yani Üçüncü Cumhuriyet olacak- ve Germanya şan kazanacak; Macaristan özgür, İtalya yeni bir devlet olacak, Türkiye Rusya'yı dize getirecek, Polonya zafere ulaşacak ve bütün dünya vah diyecek." "Yasber" isminde Almanyalı bir rahip de; "1886 yılında Rusya'ya karşı Haçlı savaşları gibi bir savaş olacaktır ve Rusya ne zaman cihangirlik davasına kalkışırsa mahvolarak Polonya eski hâline kavuşacaktır." denmiştir. Bugünkü durumun yukarıdaki kehanetlerin ortaya çıkışına yardım etmekte olduğunu şaşkınlıkla izlemekteyiz…” denmektedir. bkz. (Yoldaki Elçi: Osmanlı’dan Günümüze Türk-Leh İlişkileri 2014: 263-265) 60 mümkündür. Esasında daha XVIII. yüzyılda büyüyen Rusya ve değişen dengeler göz önüne alınarak Polonya’nın Doğu Avrupa’da varlığının kaçınılmaz olduğu Babıâli tarafından görülmüştü. Fakat her iki devletin uluslararası meselelere bakışı ve değerlendirişi farklıydı. Bu sebeple ortak paydada buluşamayan Osmanlı ve Polonya, işbirliğine gidemedi. 1793’teki ikinci taksim sonrası İstanbul da hareketli zamanlar yaşadı. 1794’te yükselen ve Polonya’ya yayılan Kościuszko Ayaklanması ülkeyi paylaşımdan kurtarmaya yetmedi. (Lord 1925: 481-498) Olayların Fransa’daki ihtilâlin en ateşli zamanlarına denk gelmesi, Polonya için Fransız desteğinden mahrum kalmak demekti. Leh mültecilerin temsilcisi Franciszek Barss, Osmanlı Devleti’ni yeni bir savaşa girmesi yönünde teşvik etmek için harcadığı bütün çabalara rağmen bu emeline nail olamadı. (Michalski 1982: 653) Tadeusz Kościuszko, İstanbul’a gönderdiği temsilcisi Józef Sułkowski ve Piotr Crutta vasıtasıyla destek arayışına girdi.(Zinkeisen 2011: 604-605) Babıâli Polonya’nın taksimini uluslararası bir mesele olarak görüyordu. İstanbul’da Fransız İhtilâli’nin ve Polonya’nın taksiminin etkilediği Avrupa’da yeni durumlar karşısında alınacak tedbirler ve oluşturulacak politikalar üzerinde duruldu. Prusya kralının çıkarları doğrultusunda istikrarsız bir politika seyrettiği, Polonya taksiminin bozulması ve tekrar bağımsızlığını kazanması için çalışılması gerektiği hazırlatılan raporlarda vurgulanmaktaydı. (TSMA: E. 3326; BOA, CH: 128/6368; 26/1283; HAT: 170/7239; 225/253; 225/12543; 252/14346; 258/14897; 259/14943; 259/14948; 259/14950; 259/14951; 263/15185) İkinci taksimin ardından, İstanbul’da İsveç elçiliği tercümanlığını yürüten Mouradgea d’Ohsson, Reisülküttab Dürri Mehmed Efendi’nin da izniyle taksim sonrası Varşova’da yapılacak karşı bir devrim için faaliyet göstermekteydi. (Zinkesen 2011: 591) Diğer yandan ihtilâlci cumhuriyetin temsilcisi sıfatıyla İstanbul’a gönderilmesi planlanan Charles Louis de Sémonville, Polonya’daki hadiselere karşı, Osmanlı Devleti’nin desteğini almakla görevlendirilmişti.(Lord 915: 447) Diğer taraftan Varşova’daki ihtilâlci grubun temsilcisi olan Marie Louis Descorches, Sémonville 61 yerine İstanbul’a gönderildi. Descorches, özellikle Mouradgea d’Ohsson’un da yardımlarıyla faaliyetlerini genişletti. (Beydilli 1984a: 284-287) Polonya’nın bağımsızlık mücadelesi için İstanbul’da harcanan çabalar Sultan Selim’in de dikkatini çekti. (BOA, HAT: 34/1678) Fakat bütün bu çabalar Babıâli’den gelecek ciddi bir ilgi için yeterli değildi.(Ahmed Cevdet Paşa 1309: 190-192, Reychman 1967: 86-90) Bu sefer Leh temsilcilerden Michał Ogiński 1795 yılı sonunda İstanbul’a ulaştı. (Ogiński 1826: 121-125) Ogiński’nin temsilinde Lehler, Babıâli’nin maddî destek vereceği ve Fransız subayların destekleyeceği yeni bir Leh ordusu inşa ederek Polonya işgaline başkaldıracaktı. Fakat Avrupa’da vaziyetin değişmesi üzerine Fransa’nın Lehlere desteği son buldu. (Soysal 1999: 136-137) Bu ise üçüncü taksimin de önüne geçilemeyeceğini gösteriyordu. İşte tam da bu gelişmeler sırasında Kajetan Aksak da İstanbul’daki bu kulis faaliyetlerinde yer almış gibi gözükmektedir. Yukarıda bahsedilen gelişmelerin takibi bakımından Aksak’ın evi İstanbul’da bu organizasyonlar için bir merkez gibi kullanılmış olmaydı. Daha evvel de açıklandığı üzere Babıâli’nin Polonya’nın bağımsızlığını yitirmemesi için gösterdiği çabalar, sonrasında yeniden kazanması için verilen desteklerin “sembolik aktörü”, daha XVIII. yüzyıl sonu XIX. yüzyıl başında, bahsedilen Kajetan Aksak hikâyesinde vücut buldu. Tabii daima açık bir Polonya elçiliği bulunduğu söylentisi de bu şekilde ortaya çıktı. Ancak yıl 1797 olduğunda, Boğdan Voyvodası Alexandru Callimachi, artık Polonya’nın Rusya’nın “yed-i tasarrufuna” geçmiş sayılması gerektiğini Babıâli’ye bildirdi. (BOA, HAT: 230/12837) Bundan sonra XIX. yüzyıl Polonya’nın yeniden bağımsızlık kazanma teşebbüslerine ve bundan gelecek Babıâli desteğine sahne olacaktı. (Kieniewicz 1983: 545-562) Napoleon Savaşları ve Viyana Kongresi (1806-1815) 1795’te Polonya bağımsızlığını yitirdiğinde bütün Avrupa’da öncelikli mesele hâlâ Fransız İhtilali ve onun diğer devletlerde oluşturabileceği etkilerdi. Ardından Napoleon’un pek beklenmeyen Mısır İşgali (1798) sonrasında Avrupa’da 1799’da başlayan ve 1815’e 62 dek süren Koalisyon Savaşları (Napoleon Savaşları) Avrupa’nın öncelikli meseleleriydi. Esasen Lehler Napoleon Bonapart’ın (17691821) bu eşsiz yükselişi ve Rusya’ya karşı ilerleyişinin Polonya’nın bağımsızlığını geri kazanması için bir fırsat olacağını düşünmüştü. Nitekim 1807’de Varşova Dukalığı (Księstwo Warszawskie) güdümlü bir teşekkül bile olsa Napoleon tarafından kurulmuştu. Ancak 1812’de Rusya’ya karşı Napoleon’un aldığı yenilgi ve Viyana Kongresi’nin (1814-1815) aldığı karar, Polonya’nın statüko esası üzerine Rusya ve Prusya tarafından nihai taksimin gerçekleştirilmesi sonucunu doğurdu. (Zamojski 2007) Bu yüzden Osmanlı Devleti’nin bu antlaşmayı tanıyıp tanımamasına Osmanlı Devleti’nin Polonya’nın taksimini tanımadığı gibi bir anlam yüklemek sınırları zorlamak olurdu. Kasım Ayaklanması (1830-1831) 1815’ten sonra Polonya’nın bağımsızlığını geri kazanması için yürütülecek çalışmalar son bulmadı. Bu yüzyılda aslında mevcut uygun uluslararası durumların elverdiği ölçüde Lehler işgale başkaldırdı. Viyana Kongresi sonrası ilk ayaklanma, tarihe “Kasım Ayaklanması” (Powstanie listopadowe) olarak geçen 1830-1831 Ayaklanması idi. 1815’ten bu yana Avrupa’da hissedilen bir takım rahatsızlıklar ve statükoya karşı geliştirilen ayaklanmalar ilk olarak 1830’da geniş çaplı bir başkaldırıya dönüştü. Bu çerçevede bunu bir fırsata çevirmek isteyen Lehler, Kasım 1830’da başlayan mücadelelerle bağımsızlıklarını yeniden kazanmak istediler. Bu gelişmeler, 1831 Şubatı’nda bir Leh-Rus mücadelesine sebep oldu. (Tokarz 1993) Lehler mücadelelerine gerekli kamuoyunu sağlamak için çeşitli uluslararası girişimlerde bulundular. Elbette Babıâli’den yardım almaya çalışmak denemeye değerdi. Bu bağlamda Kasım Ayaklanması’nın önde gelen isimlerinden Emilia Plater ve Karol Kniaziewicz imzasını taşıyan bir güven mektubuyla Konstanty Wolicki, Nisan 1831’de İstanbul’a geldi. (TSMA, E. 783/3) Wolicki, Babıâli’den Polonya’daki başkaldırı “Leh millî hareketi” için destek arayışlarına girişmişti. (Lewak 1935: 63 8-10) Wolicki’nin dışında Konstanty Linowski de Babıâli’den destek almaya çalıştı.(Lewak 1935: 14-20) Leh milliyetçilerden gelen mücadelelerine destek talepleri, Osmanlı Devleti’nin Rusya ile yeni bir savaşa girme riskini doğuracağı için somut bir adıma dönüşmedi. İstanbul’da bazı kulis faaliyetlerinde bulunan ve Serasker Hüsrev Paşa başta olmak üzere bazı devlet adamlarıyla görüşen Wolicki ve Linowski istenen somut desteği alamayacaktı. (Lewak 1935: 16-20) Zira Osmanlı Devleti 1829’da henüz Rusya ile Edirne Antlaşması’nı imzalamış, yeni bir savaş sürecini henüz kapatmıştı. Bu antlaşma sonrasında Yunanistan bağımsızlığını kazanırken, İngiltere, Fransa ve Rusya, Yunanistan’ın kazançlarını artırmak için girişimlerini sürdürmekteydi. Ayrıca Kasım Ayaklanması sırasında Doğu Avrupa’da atmosfer Rusya’nın aleyhine bir görünüm sağlamamaktaydı. Bu sebeple Edirne Antlaşması henüz sıcaklığını korurken Polonya’nın bağımsızlığı için böyle bir riske girmek Babıâli’nin çıkarları bakımından uygun değildi. Zira Batılı devletler de esasında Kasım Ayaklanması için Lehlere ciddi bir destek vermemişti. Ancak söz konusu Leh temsilcilerin çabaları sonucunda Lehlerin Osmanlı Devleti’ne göç edebilme imkânı doğdu.41 1848 İhtilali ve Kırım Savaşı (1853-1856) 1830 İhtilali Avrupa’da birçok kesim için istenen sonucu getirmedi. Avrupa’nın birçok yerinde statükonun yıkılması için eşzamanlı bir ihtilal olarak “1848 İhtilali” ortaya çıktı. Pek çok Avrupa ülkesini etkileyen ve sanayi devriminin getirdiği ağır sonuçlardan etkilenen kesimlerin uğradığı haksızlıklar ve ekonomik buhranlar dolayısıyla patlak veren 1848 İhtilali, doğrudan Osmanlı Devleti’ni etkilememiştir. Ancak ihtilalci kitlelerden bir kısmının ülkelerini terk etmek zorunda kalması, onları yeni bir yurt olarak Osmanlı Devleti’ne yönlendirmiştir. Bu dönemde Polonya tarihine “Büyük Göç” (Wielka Emigracja) adıyla geçen göç dalgasıyla birçok 41 Polonya’dan Osmanlı Devleti’ne göçlerle ilgili bkz. (Dopierała 1988; Lewak 1935, Nazır 2007) 64 Leh asıllı mülteci de Osmanlı Devleti’nin çeşitli topraklarına gelmiştir. (Kalembka 1971) Bu Leh mülteciler içerisinde birçok subay da bulunmaktadır.(Nazır 2007) Babıâli bu yetenekli subaylardan ihtilalden birkaç yıl sonra ortaya çıkacak Kırım Savaşı’nda faydalanma yoluna gidecektir. Nitekim bu savaş Rusya’ya karşı Polonya’nın bağımsızlığını da getirmesi için bir şans anlamını taşımıştır. XIX. yüzyıl ortalarında Doğu Avrupa’daki dengeler açısından Rusya’nın ilerleyişinin durdurulması gereklidir. Esasında Rusya için Doğu Avrupa’da emellerinin önünde tek engel olarak Osmanlı Devleti kalmıştır. Osmanlı Devleti’ndeki Ortodoksların koruyuculuğu bahanesiyle gerilen ilişkilerde Rusya, İngiltere’ye bu sefer Polonya’yı değil ama Osmanlı topraklarını “taksim” etmeyi teklif eder. İngiltere’den buna müspet bir yanıt alamayınca da Ortodoksların koruyuculuğu bahanesiyle savaş ilan edecektir. 1853’te başlayan Kırım Savaşı sırasında Osmanlı’ya sığınan Leh asker ve subaylardan kurulu bir birlik oluşturma fikri yükselir. Böylece Leh mültecilerden mürekkep iki Kazak alayı oluşturulacaktır. Bu alayların birinin başına 1841’de İstanbul’a gelen ve İslam’ı seçerek Mehmed Sadık Paşa adını alan Michał Czajkowski’nin getirilmesi planlanır. Diğer alayın başına ise Vidin’de bulunan Władysław Zamoyski getirilecektir. Lakin Czajkowski ve Zamoyski arasında bazı anlaşmazlıklar nüks eder. Polonya’nın bağımsızlık faaliyetleri için İstanbul’da kurulan Şark Ajansı’nı düzenlemek ve bu anlaşmazlıkları yoluna koymak için Polonya millî şairi Adam Mickiewicz 1855’te Osmanlı başkentine gelir. Oluşturulan Kazak Alayları savaş sırasında genelde Balkanlar’da kullanılmıştır. (Gümüş 2010: 1362-1375) 1856’da Kırım Savaşı, müttefiklerin galibiyeti, Rusya’nın mağlubiyetiyle sonuçlanır. Czajkowski’nin Osmanlı ordusundaki yükselişiyle bundan sonraki süreçte de Polonya’nın bağımsızlık mücadeleleri için İstanbul merkezli faaliyetler daha da geniş çaplı yürütülecektir. (Temizkan 2010a: 149-171, 2010b: 363393) Fakat Kırım Savaşı Polonya için bir fırsata dönüştürülememiştir. Üstelik bu harpte Rusya yalnız iken, Batılı devletler ve Osmanlı müttefik iken, savaşta birçok üst düzey Leh asker bulunuyorken ve 65 savaş sonunda Rusya yenilmişken. Esasında burada Doğu Avrupa’daki vaziyete bir göz attığımızda bunun sebeplerine dair bazı cevaplar bulabiliriz. Öncelikle Kırım Savaşı, Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne yönelik yayılmacılık hırslarını törpülemek için Batı Avrupa’nın otomatik olarak Osmanlı’yla ittifak ettiği bir süreci yaşamıştır. Burada hiçbir müttefik devletin önceliği Polonya’nın bağımsızlığı meselesi değildir. Odak nokta Rusya ve onun gücünün kırılmasıdır. Uluslararası dengelerin sağlanması bakımından ve güçler dengesini sürdürmek için bu, önde gelen Batılı devletlerce yeğlenen bir gerçektir. Diğer taraftan bu savaş sırasında Polonya’da görülen kıpırdanma büyük bir harekete dönüşmemiştir. Fakat Osmanlı Devleti açısından bağımsız bir Polonya, her zaman Doğu Avrupa’da güç dengelerinin yerine oturması için gerekli görülmüştür. Bu nedenle Kırım Savaşı esnasında ve sonraki süreçte Babıâli Leh mültecilere ve Leh millî hareketine uluslararası şartlar dahilinde destek sağlamaya devam edecektir. Ne var ki Kırım Savaşı’nın çıkış sebebi Polonya’nın istiklâl sevdasını görmekten çok uzaktır. Kaldı ki 1815 Viyana Kongresi’nde dahi Batılı Devletler Polonya’nın 1806’dan beri doğrudan etkilendiği ve sonuçları itibariyle etkileneceği bir pozisyonda dahi Polonya’nın taksimine bir son vermemişlerdir. Fakat özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle artan sayıda Leh mülteci Osmanlı topraklarına gelirken, bundan sonraki süreçte de bağımsızlık davalarını kamuoyunda ve uluslararası platformlarda dillendirmeye devam edeceklerdir. Osmanlı Devleti bu bakımdan Polonya’nın bağımsızlık davasının güdüldüğü önemli merkezlerin başında gelecektir. Esasen bu, Babıâli’nin XIX. yüzyıl politikalarına da uygun bir siyasettir. Leh bağımsızlık hareketinin lideri Adam Jerzy Czartoryski, Kırım Savaşı sona erdiğinde dahi bundan sonraki faaliyetleri canlı tutmak ve buna yapılacak Babıâli desteğinin sürmesini sağlamak için Sultan Abdulmecid’e bir teşekkür mektubuyla, Osmanlı Devleti’nden gelecek desteğin, yardımın sürmesi dileklerini ve şükranlarını bildirmiştir.( BOA, İ.HR, 149/7832) Reychman’ın belirttiği üzere Kırım Savaşı (1853-1856) sırasında İstanbul’da bulunan Şark Ajansı’nın yeri, birçok kişi 66 tarafından Polonya’nın elçilik binası olduğu sanılmıştır. (Reychman 1965: 55) XVIII. yüzyılın ikinci yarısında birçok elçilikte olduğu gibi, fevkalade sıfatla gelen son Polonya elçisinin konağı da büyük ihtimalle Beyoğlu’nda bulunmaktadır. Daha sonraki süreçte de sokağa uzun süre Leh Sokağı (şuanda Nuri Ziya Sokağı) denilmiştir. Esasen bu sokak adı yüzünden de XIX. yüzyılda burada bir Polonya elçilik binası olduğu gibi bir algı oluşmuştur. Kırım Savaşı sürerken İstanbul’a gelen Polonya millî şairi Adam Mickiewicz’in Tarlabaşı’nda kaldığı ve hayatını kaybettiği evin bulunduğu sokağa “Adam Mickiewicz Sokağı” denmektedir. Fakat sonuç itibariyle XIX. yüzyılda İstanbul’da herhangi bir resmî Polonya diplomatik temsilciliği ya da elçiliği var olmamıştır. Ne Kajetan Aksak yaşıyorken, ne de sonraki süreçte. Ancak Kırım Savaşı sırasında Leh mültecilerin ve Leh millî hareketinin mensuplarının Beyoğlu’ndaki yoğun faaliyetleri, bu gibi rivayetlerin çıkışına zemin hazırlamıştır. Ocak Ayaklanması (1863-1865) Kırım Savaşı’ndan kısa bir süre sonra Polonya’da yeni bir bağımsızlık mücadelesi baş gösterecektir. Bu seferki Leh millî hareketi, 1863’te başlayacak olan “Ocak Ayaklanması”’dır (Powstanie styczniowe). Bu ayaklanma diğer Doğu Avrupa ülkelerine de yayılarak Rusya’ya karşı oluşturulan bir ayaklanma olarak 1865’e dek sürer. Ocak Ayaklanması sırasında da Lehlerin destek arayışlarına girdiği merkezlerden birisi İstanbul’dur. Ayaklanma baş gösterdiğinde Władysław Jordan, Leh Milli Hükümeti tarafından bu hareketin İstanbul’daki temsilci olarak atanmıştır. (BOA, İ. HR, 141/7391-2) 1857’den beri İstanbul’da bulunan Jordan, Leh milli hareketinin lideri Prens Adam Czartoryski’nin Şark Ajansı temsilcisi olarak vazifelendirilmiştir.(BOA, HR, MKT, 247/24) Fakat planlanan harekatlar gerçekleştirilemeyecektir. (Lewak 1935: 157-165) Jordan’ın ardından yerine Tadeusz Oksza-Orzechowski aynı görev için atanmıştır. (Łątka 2005: 237) Orzechowski’nin göreve gelişinden sonra Ocak Ayaklanması gücünü yitirmiş ve Lehler taksimle gelen kara talihi yine yenememiştir. Orzechowski ise Babıâli 67 hizmetine girmiştir. Leh millî hareketinin çok dağınık coğrafyalarda faaliyet göstermesi, fakat güçlü bir organizasyona dönüştürülemeyişi ayaklanmaların kaderini de tayin eden önemli saiklerdendir. Bu ayaklanma sonrasında da Polonya’dan mülteci göçü devam etmiştir. (Borejsza 1966) 1877-1878 Savaşı ve Sonrası Balkanlar’daki huzursuzluklar ve Osmanlı Devleti’ndeki Hıristiyan tebaanın hakları meselesi, tarihe “93 Harbi” diye geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı başlatan en önemli sebeplerdendir. Önde gelen Avrupa devletlerinin arabuluculuk kisvesinde diplomatik platformda dahil olduğu bu savaş, sonuçları itibariyle Osmanlı Devleti için hem Balkanlar’da hem Kafkasya’da birçok zayiatı doğurmuştur. Fakat bu kıpırdanmalar diğer taraftan Leh millî hareketi için de bir fırsat oluşturmuş ve Lehler uluslararası faaliyetlerini çeşitli şekillerde duyurma gayreti göstermiştir. Bu dönemde uluslararası düzlemde Polonya’nın bağımsızlığı için faaliyet gösteren bir kısım kuruluş İstanbul’la da irtibatlarını güçlendirmeyi sürdürmüştür. Nitekim bunlardan “Leh Firarileri Komitesi” (Polskie Wychodźstwo) ve “Beyaz Kartal Cemiyeti” (Biały Orzeł) 93 Harbi’nin arifesinde ve patlak verdiği dönemde Babıâli ile yakın işbirliği kurmak isteyen organizasyonlardır. Leh Firarileri Komitesi 1876 yılında Osmanlı Devleti’ne sundukları mektupla Rusya’ya karşı beraber hareket etme ve bunun için Babıâli’den bir görevli gönderilmesini talep etmişlerdir. (BOA, Y. EE, 42/140) Babıâli çeşitli vasıtalarla bu cemiyetlerin faaliyetlerini takip etmiştir. (BOA, HR, SFR, 3, 256/8) Ayrıca Osmanlı Devleti’nin önemli başkentlerdeki diplomatik temsilcilikleri kanalıyla da mücadele ve faaliyetlerine dair Babıâli ile temasların sürdürülmesini amaçlamışlardır. (BOA, HR, SFR, 3, 253/46, 253/55) Fakat 93 Harbi’nin olumsuzlukları esasen Osmanlı Devleti’nin önceliklerini belirlemiştir. 93 Harbi sonrası süreçte de Leh Millî Komitesi İstanbul’la bağlantılarını koparmamıştır. XIX. yüzyılın son çeyreğinde de Rusya’nın işgali altında duyulan sıkıntılar ve bu konuda Bâbıali’den destek isteklerini sürdürmüşlerdir. İhtilalcilerin faaliyetlerine 68 Osmanlı topraklarının açılması ve ittifak edilmesi, askeri yardımın sağlanması bu isteklerdendir.(BOA, Y. PRK, BŞK, 11/10) 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Leh Sokağı üzerinde bir yerde, Osmanlı safında savaşmak üzerine gönüllü Lehlerin savaşa yazılma bürosu gibi faaliyet gösteren ufak bir merkez de kurulmuştur.(Reychman 1965: 54-57) XX. Yüzyıl Başında Rivayetlerin/Hikâyelerin Yeniden Canlanması 1907’de Fransa’dan İstanbul’a muhabir olarak gelen Tadeusz Gasztowtt, nam-ı diğer Seyfeddin Bey, Pologne et l’Islam (1907) ve Turcya a Polska (1913) adlı ilkini Fransızca ikincisi Lehçe kaleme aldığı eserlerinde Osmanlı Devleti’nin Polonya ile olan tarihi dostluğa ve iki ülke arasında oluşturulabilecek ortaklara vurgu yapmıştır.42 Gasztowtt kitabında Osmanlı Devleti’nin Polonya’nın taksimini tanımadığını ve bu kararlılığını sürdürdüğünü ifade etmiştir. (Gasztowtt 1913: 9-10) Daha sonra çeşitli vesilelerle ve yayınlanan bazı haberlerle bu mevzu canlılığını sürdürmüştür. I. Dünya Savaşı sonunda Türkiye-Polonya ilişkilerinin yeniden tesisinde bu gibi ifadeler, ilişkilerin kurulmasına olumlu yönde tesir etmesi için çeşitli çevrelerce birçok kere dillendirilmiştir. Nitekim 3 Haziran 1922 tarihli Babıâli Nezdindeki Polonya Hükümeti Delegasyonu Askerî Ataşesi Leon Bobicki imzalı bir belgede, Osmanlı Devleti ile Polonya’nın taksimi mevzuu gündeme getirilerek, buna dair açıklamalara yer verilmiştir. 15 Mayıs tarihli rapor nevindeki Bobicki’nin İstanbul’daki İtalyan Kraliyet Yüksek Komiseri Markiz Garroni’ye hitaben yazdığı metne göre, Osmanlı Devleti’nin Polonya’nın taksimini tanımadığını ve onaylamadığını gösteren bazı örnekler sunulmuştur. (AAN, Sztab Główny w Warszawie, sygn. 616-627: 233-236, Yoldaki Elçi: Osmanlı’dan 42 “… Tüm Avrupa devletle davamızı terk ediyor, ya işbirliğinden ya da korktuklarından; Sadece Osmanlı Hükümeti bizim bağımsızlığımız için şereflice ve daimi surette direnmiştir. Lehler bunu unutmamıştır.” (Gasztowtt 1907: 138) Gasztowtt’la ilgili en yeni çalışma olarak bkz. (Dominik 2014) 69 Günümüze Türk-Leh İlişkileri, 2014: 384-385) Buna göre 23 Kasım 1788 tarihinde İstanbul’daki Polonya Maslahatgüzarı’na (Kajetan Chrzanowski) gönderilen yazıda Babıâli Polonya’nın birinci taksimini protesto etmiştir. Keza 31 Ocak 1790 tarihinde Osmanlı Devleti ile Prusya arasında imzalanan ittifak maddesine göre Avusturya’nın birinci taksimde (1772) aldığı yerlerin Polonya’ya geri teslimi kararlaştırılmıştır. Ayrıca Bobicki’ye göre 1815 Viyana Antlaşması, ki bu antlaşma Polonya’nın taksimini kesinleştirmiştir, Babıâli tarafından asla tanınmamıştır. Yine 1699 Karlofça Antlaşması’nın özellikle 8. maddesi Lehlere özel hakları kesinleştiren niteliktedir. Bobicki’nin raporuna göre ne olursa olsun Babıâli uluslararası camiada egemen devletlerin eşitliği prensibini benimsemiştir. (AAN, Sztab Główny w Warszawie, sygn. 616-627: 235-236) Fakat Osmanlı Devleti’nin Polonya’nın birinci taksimini protesto etmesi taksimi tanımadığı anlamını doğrudan ispatlayan bir delil değildir. 1790 Prusya-Osmanlı ittifakında Polonya ile ilgili maddelerin olması da bunu ispata yetmez. Ayrıca bu ittifak Prusya’dan kaynaklanan sebeplerle hiçbir zaman yürürlüğe girmemiştir. (Beydilli 1984b) 1815 Viyana Kongresi’nde Osmanlı Devleti temsil edilmemiştir. Bu bakımdan Askerî Ataşe Leon Bobicki’nin iddia ettiğinin aksine, zaten Viyana Kongresi’nde bulunmayan Osmanlı Devleti için bu antlaşma bağlayıcılık da taşımıyordur. (AAN, Sztab Główny w Warszawie, sygn. 616-627: 234-236) 1923 tarihli bir diğer belgede, Türkiye’deki Polonya Hükümeti Delegasyonu, 1919’dan bu yana ilişkileri düzenlemek için uygun durumun oluşmadığından bahsedilirken, Lozan Görüşmeleri’nin buna bir fırsat oluşturduğunu ve Türk Hükümeti’ni temsilen İsmet Paşa’nın inisiyatifinde ilişkilerin düzenlenmesinin mümkün olduğu belirtilmiştir. Buna binaen de Türkiye’deki Polonya Hükümeti Delegasyonu’nun lağvına Polonya Hükümeti’nin karar verdiği bildirilmektedir. Diğer taraftan 29 Nisan 1923 tarihli ve anlaşıldığı üzere Babıâli Nezdindeki Polonya Hükümeti Delegesi Władysław Baranowski imzasını taşıyan ilgili belgede, XVIII. yüzyıl sonunda üç dünya devletinin Polonya’yı “paylaşırken” bunu 70 Türkiye’nin (Osmanlı Devleti) sadece protesto etmediği, aynı zamanda asla tanımadığı belirtilmektedir.43 XX. yüzyıl başında Gasztowtt’la başlayan ikili dostluğa yapılan atıflar cumhuriyetin ilk yıllarında da aynı şekilde devam etmiştir. 1924’te İstanbul’da açılan “Polonya Sanayi Sergisi” vesilesiyle hazırlanan ve ilk olarak 1924’te yayınlanan “İstanbul Leh Sergisi Hatırası Resimli Mecmuası” adlı hatıra kitapta da yine bu mevzulara dair makaleler bulunmaktadır. Nitekim sanatçı ve ressam, aynı zamanda bu hatıra kitabının hazırlanmasına emek veren Jan Warunkiewicz, tekrardan “yoldaki elçi” rivayetini yazısına taşımıştır. Warunkiewicz’in anlatımında bayram merasimlerinde Osmanlı Sultanı’nın sadrazama, yabancı elçiler arasında Polonya elçisini göremediğini sorduğunu, sadrazamın da aradaki mesafenin uzak ve tehlikeli oluşu ve beklenmedik bir durum dolayısıyla elçinin bayram tebrikine gelemediği ama en nihayetinde geleceğini söylediğini belirtmektedir.44 Aynı şekilde Polonya bağımsızlığını kazandıktan sonraki süreçte tertiplenen bir bayram tebriki merasiminde sadrazam Polonya elçisini takdim etmiş ve “Polonya elçisi bugüne 43 “Dans lemonde entier il n’y a eu que trois Etats qui osèrent élever la voix contre le crime inoui des partages, et, parmi eux la Turquie a non seulement protesté contre cet acte violence mais encore elle ne l’a jamais reconnu.” (BOA, HR, İM, 72/34) 44 “Szlachetny naród turecki pomimo prowadzonych z narodem polskim, był jedynym, co nieuznawał rozbiorów Polski, co każdy z sułtanów zaznaczał wrażnie co roku podczas święta “Bajramu”. Za każdym razem, gdy Wielki Wezyr przedstawił już wszystkich posłów, sułtan zwracał się do niego z zapytaniem: “Wasza Wysokość! Gdzie jest poseł Polski? Oczy moje nie widzą go pośród przedstawicieli państw obcych! Na te słowa Wielki Wezyr opowiadał: “Padiszach Hasretleri! Daleka i niebzpieczna jest droga z Polski do Stambułu! Zawiłe są scieżki prawych! Zapewne niezwykłe trudności powstrzymały śpieszącą stopę posła, tak że nie mógł on złożyć u stóp Pana prawowiernych życzeń swego rządu. Przybędzie jednak z pewnością! Taka wola Boża!... i przechodził rok za rokiem, nastęowal sułtan za sułtanem, zmieniali się wezyrowie, a scena ta, przypominająca gwałt, popełniony na Polsce, powtarzała się rokrocznie.” (Warunkiewicz 2006: 16-17) (Hatıra kitabı üç dilde yayınlanmıştır: Lehçe, Fransızca ve Türkçe) 71 dek süren engelleri nihayet aşmıştır” diyerek takdim gerçekleşmiştir. (Warunkiewicz 2006: 17) Aynı hatıra kitabında yazarı belirtilmeyen bir makalede bu tören hikâyesi farklı bir şekilde “Cuma selamlığı” şekline dönüşmüştür. Buna göre sultanın her Cuma günü kabullerde diplomatlar huzurunda sadrazama sorduğu soru bilinmektedir: Polonya elçisi nerede? Sadrazam ise, “Sultan Hazretleri, henüz gelemedi.” diye cevap vermektedir. (Adsız 2006a: 28) Aynı şekilde bu hatıra kitabının hazırlayıcılarından Ludwik Łydko da “Türkiye İle Dostluk Geleneği” başlıklı makalesinde “Şimdiki Polonya ve Polonyalılar Türkiye’nin Polonya’nın taksimini hukukî olarak da, fiilen de tanımayan Avrupa’daki yegâne ülke olduğunu hatırlıyor ve daima hatırlayacak”, diyerek bu taksimi tanımama meselesiyle ilgili efsaneleri hafızalarda canlı tutmuştur. (Łydko 2006: 22) Osmanlı Devleti’nin Polonya’nın taksimini tanımadığına dair benzer ifadeler aynı hatıra kitabında isimsiz bir başka makalede ve Türkiye tarafının yazdığı önsözde de tekrarlanmaktadır. (Adsız 2006b: 68, kiabın önsözü: 10) Daha önce belirtildiği üzere İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Polonya Büyükelçisi olarak Ankara’da bulunan Michał Sokolnicki’nin günlüğünde yazılanlarla bu rivayet/efsane daha da yayılmıştır. Aynı şekilde 1989 yılında Doğu Bloku’nun çöküşünden sonraki ilk Polonya Başbakanı Tadeusz Mazowiecki, Polonya’nın Avrupa Konseyi’ne girişini teyit etmek için Strasburg’a gitti. Yaptığı konuşmasında bu rivayete vurgu yaparak, Polonya’nın Soğuk Savaş döneminde Avrupa kurumlarına üye olmadığı halde beklendiğini ve 40 yıl sonra nihayet “Polonya Büyükelçisi’nin” geldiğini belirtti. (Kołodziejczyk 2014) Günümüzde bu hadise Türk-Leh dostluğunun simgesi olmuş gibi gözükmektedir. Sonuç Osmanlı Devleti’nin Polonya’nın taksimi sonrasındaki süreç içerisinde Avrupa ekseninde yürüttüğü politikalar, birçok açıdan Polonya’nın bağımsızlığını yeniden kazanması yönünde verilen destekle iç içe işlemiştir. Gerek ikinci taksimin ardından yaşananlar, gerek üç Polonya ihtilallerine (Kościuszko, Kasım ve Ocak İhtilalleri) 72 verilen destekler ve sonraki dönemde Leh millî hareketinin öncüleriyle sağlanan irtibatlar bunu doğrular niteliktedir. Ancak Polonya’nın bağımsızlığını kazanması için Babıâli’den gelecek destek tek başına hiçbir zaman yeterli olmamıştır. Zaten XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin içerisinde bulunduğu vaziyet göz önüne alındığında da yaşanan savaşlar ve yenilgiler, siyasî ve uluslararası baskı ve çekişmeler, tarihinin son yüzyılında Osmanlı Devleti’nin siyasetinde öncelik sırasını tayin etmiştir. Avrupa ölçeğinde özellikle Paris, Londra ve İstanbul üçgeninde yoğunlaşan Polonya bağımsızlık faaliyetleri, önemli sıçrayışlar gösterse de Polonya’nın bağımsızlığını yeniden kazanmasını sağlayamadı. Osmanlı kaynaklarında Osmanlı Devleti’nin Polonya’nın taksimini tanımadığına dair yazılı bir kayıt halihazırda bulunmamaktadır. Fakat Osmanlı’nın başkenti İstanbul ve özellikle Pera’da yoğunlaşan Leh bağımsızlık hareketleri için yürütülen faaliyetler, Babıâli’nin XIX. yüzyıl boyunca Polonya’nın taksimini tanımadığı rivayetlerini, esasında Leh millî hareketine verdiği destek mukabilinde gerçeğe dönüştürdüğü şeklinde yorumlanabilir. Bir başka deyişle Osmanlı Devleti’nin Polonya’nın bağımsızlığını yeniden kazanması yönünde verdiği destek ve bu yönde yürütülen siyaset, bu çalışma çerçevesinde ortaya konulan ve belirli örneklerle desteklenen hususların çeşitli rivayet ve hikâyelerin ortaya çıkışıyla simgesel bağlamda vücut bulduğunu göstermektedir. Diğer taraftan bu çalışmada bahsedilen rivayet ve hikâyeler daha ziyade Lehlerin kendileri tarafından öne sürülmüş ve uluslararası platformlarda dillendirilmiştir. Babıâli’den talep edilen yardım ve işbirliği arayışlarında görüldüğü üzere bu anlatılar sağlanacak yardım için birer sebep, destekleyici ve teşvik edici olgular olarak gözükmektedir. Keza Polonya’nın bağımsızlığını kazandığı 1918 yılı sonrasında Osmanlı Devleti ile diplomatik ilişkilerini resmiyete dökerken de Leh diplomatlar tarafından bu rivayet ve efsanelere yapılan atıflarla bu anlatılar, münasebetlerin kurulması yönünde birer argüman olarak sunulmuştur. Türk-Leh diplomatik ilişkilerinin 600. sene-i devriyesini icra ettiğimiz 2014 yılında da bu anlatılar, pek çok kere birçok diplomatik ortamda defalarca hatırlanmıştır. 73 Esasında bu gibi rivayet ve hikâyeler uluslararası ilişkilerde kurulacak işbirliği ve dostluk gösterilerine de hizmet etmektedir. Bibliyografya Arşivler Archiwum Główne Akt Dawnych (AGAD) Varşova Archiwum Roskie (AR) Akta Osobisto-Rodzinne i Majątkowo-Prawne (AORMP) 173: CXXXIV/126-10. 175: CXXXV 1/13-8. 176: CXXXV 1/14-8. 178: CXXXV 1/18-580-582. Archiwum Akt Nowych (AAN) Varşova Sztab Główny w Warszawie sygn. 616-627, s. 233-236. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA) İstanbul Cevdet Hariciye (CH) 26/1283, 128/6368. *Hatt-ı Hümayun (HAT) 70/7239, 34/1678, 225/253, 225/12543, 230/12837, 252/14346, 258/14897, 259/14943, 259/14948, 259/14950, 259/14951, 263/15185. *Hariciye, İstanbul Murahhaslığı (HR, İM) 72/34. *Hariciye, Mektubî (HR, MKT) 247/24. *Hariciye Sefaretler (HR, SFR) 3, 253/46; 3, 253/55; 3, 256/8. *İrade, Hariciye (İ.HR) 49/7832, 141/7391-2. *Yıldız, Perakende Mabeyn Başkitabeti (Y. PRK, BŞK) 74 11/10. *Yıldız, Esas Evrakı (Y. EE) 42/140. *Biblioteka Czartoryskich (B. Czart.) Krakov rkps. 846 1005-1008; 1035-1046. *The National Archives (NA) Londra Foreign Office (FO) 78: 12A, 204. *Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi (TSMA) İstanbul E. 783/3, E. 3326. Diğer Kaynaklar ADSIZ (2006a). “Z nastrojów polsko-tureckich”, Przemysł Polski a Turcja, Ilustrowana Księga Pamiątkowa, tıpkıbasım içinde, (ed.) Ludwik Łydko, Józef Stanach, Ankara: y.y.: 28-33. ADSIZ (2006b). “Podłoże traktatu polsko-tureckiego”, Przemysł Polski a Turcja, Ilustrowana Księga Pamiątkowa, tıpkıbasım içinde, (ed.) Ludwik Łydko, Józef Stanach, Ankara: y.y.: 67-73. AHMED CEVDET PAŞA (1309). Tarih-i Cevdet, C. VI, İstanbul: Matba’a-i Osmaniye. BERRIDGE, G. R. (2009) British Diplomacy in Turkey 1583 to the present, Leiden, Boston: Martinus Nijhoff Publishers. BEYDİLLİ, Kemal (1984a). “Ignatius Mouradgea D’ohsson (Muradcan Tosunyan)”, İÜ Tarih Dergisi, sy. 34: 247-314. BEYDİLLİ, Kemal. (1984b). 1790 Osmanlı-Prusya İttifakı (Meydana Gelişi, Tahlili, Tatbiki), İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları. BOREJSZA, Jerzy Wojciech (1966). Emigracja polska po powstaniu styczniowym, Warszawa: PWN. DOMINIK, Paulina (2014) “A Young Turk from Lehistan: Tadeusz Gasztowt aka Seyfeddin Bey (1881 - 1936) and his Activities During the Second Constitutional Period (1908 – 1918)”, Occasional Papers in Ottoman Biographies içinde, No 2/2014, Otto-Friedrich-Universitat Bamberg Yayınları, Bamberg. DOPIERAŁA, Kazimierz Lubomierz (1988). Emigracja Polska w Turcji w XIX i XX wieku, Lublin: Wydawnictwo Polonia. FISHER, Alan W. (1970). The Russian Annexation of the Crimea 1772-1783, Cambridge: Cambridge University Press. GASZTOWTT, Tadeusz (1907). La Pologne et L’Islam (Notes Historiques), Paris: Société Français d’imprimerie et de Librairie. GASZTOWTT, S. Tadeusz (1913). Turcya a Polska, Paris: Drukarnia Polska A. Reiffa – Heymann. GÜMÜŞ, Musa (2010). “Mehmed Sadık Paşa (Michal Czajkowski) ve Osmanlı Devleti’nde Kazak Süvari Alayı”, Turkish Studies, C. V, sy. 3: 1362-1375. 75 KALEMBKA, Sławomir (1971). Wielka Emigracja, Polskie wychodźzstwo polityczne w latach 1831-1862, Warszawa: Wiedza Powszechna. KALINKA, Walerian (1991). Sejm Czteroletni, C. I-II, Warszawa: Oficyjna Wydawnicza Volumen. KANTARCI, Şenol (2009). Osmanlı’da “Onurlu” Bir Diplomat ve Milli Mücadelenin “Önemli” Siması Ahmed Rüstem Bey (Alfred Bielinski-Alfred Rüstem Bey), İstanbul: Doğan Kitap. KARATEKE, Hakan T. (2004). Padişahım Çok Yaşa, Osmanlı Devleti’nin Son Yüzyılında Merasimler, İstanbul: Kitap Yayınları. KIENIEWICZ, Stefan (1983). “La Turquie et l’Independance de la Pologne au XIXe Siècle”, Belleten, C. XLVII, sy. 186: 545-562. KIENIEWICZ, Stefan (2009). Powstanie styczniowe, Warszawa: PWN. KIENIEWICZ, Stefan, ZAHORSKI, Andrzej, ZAJEWSKI, Władysław (1994). Trzy powstania narodowe: kościuszkowskie, listopadowe i styczniowe, Warszawa: Książka i Wiedza. KOŁODZIEJCZYK, Dariusz (2014). “Komşuluktan Kardeşliğe: Osmanlı-Polonya ve Türkiye-Polonya Tarihî İlişkilerinden Birkaç Manzara”, 600. Yılında TürkiyePolonya İlişkileri Uluslararası Sempozyumu, 5 Mart 2014, Ankara. LEWAK, Adam (1935). Dzieje Emigracji Polskiej w Turcji (1831-1878), Nakładem Instytutu Wschodniego w Warszawie, Warszawa. LORD, Robert H. (1915). The Second Partition of Poland, London: Harvard University Press. LORD, Robert H. (1915). “The Third Partition of Poland”, The Slavonic Review, C. III, sy. 9: 481-498. ŁĄTKA, Jerzy S. (2005). Słownik Polaków w Imperium Osmańskim i Republice Turcji, Kraków: Księgarnia Akademicka. ŁYDKO, Ludwik (2006). “Tradycje przyjaźni z Turcją”, Przemysł Polski a Turcja, Ilustrowana Księga Pamiątkowa, tıpkıbasım içinde, (ed.) Ludwik Łydko, Józef Stanach, Ankara: y.y.: 22-27. MICHALSKI, Jerzy (1982). “Dyplomacja polska w latach 1764-1795”, Historia dyplomacji polskiej içinde, C. II, Warszawa: Państwowe Wydawnictwo Naukowe: 483-697. NAZIR, Bayram (2007) Osmanlı’ya Sığınanlar, Macar ve Polonyalı Mülteciler, İstanbul: Yeditepe Yayınları. NYKIEL, Piotr (2010). “Słów kikla o tym, co łączy Wernyhorę z krakowską turkologią”, od Anatolii po Syberię. Świat turecki w oczach badaczy içinde, (ed.) Ewa Siemieniec-Gołaś, Jordanka Georgiewej Okoń, Krakov: Wydawnictwo Uniwersytetu Jagiellońskiego: 143-148. OGIŃSKI, Michel (1826). Mémoires de Michel Oginski sur la Pologne et les Polonais depuis 1788 jusqu’ a la fin de 1815, C. II, Paris: Barbezat et Delarue Libraires. RACZYŃSKI, Edward (1823). Dziennik Podróży do Turcyi odbytey w roku MDCCCXIV, Wrocław: W.B. Korn. 76 REYCHMAN, Jan (1959). Życie polskie w Stambule w XVIII wieku, Warszawa: Państwowy Instytut Wydawniczy. REYCHMAN, Jan (1965). “İstanbul’daki Eski Polonya Elçiliğinin Yerine Dair”, Sanat Tarihi Yıllığı 1964-1965, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Enstitüsü: 39-57. REYCHMAN, Jan (1953). Rzekoma siedziba ambasady dawnej Rzeczypospolitej w Stambule, Kraków, Polskie Towarzystwo Orientalistyczne. REYCHMAN, Jan. (1967). “1794 Polonya İsyanı ve Türkiye”, Belleten, C. XXXI, sy. 121: 85-91. SEREJSKI, Marian Henryk (2009). Europa a rozbiory Polski, Warszawa: PWN. SOKOLNICKI, Michał (1965). Dziennik Ankarski (1939-1943), London: GRYF Publications. SOREL, Albert (1898). The Eastern Question in the Eighteenth Century, trn. F. C. Bramwell, London: Methuen & Co.. SOYSAL, İsmail (1999). Fransız İhtilâli ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri (1789-1802), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. TEMİZKAN, Abdullah (2010a). “Albay Teofil Lapinski ve Lehistan Lejyonunun Kafkasya’daki Faaliyetleri”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, C. X, sy. 1: 149-171. TEMİZKAN, Abdullah, (2010b) “Lehistanlıların İstanbul’da Lobi Faaliyetleri ve Kafkasya’ya Lejyon Gönderme Girişimleri”, TÜBAR, C. XXVIII: 363-393. TOKARZ, Wacław (1993). Wojna polsko-rosyjska 1830-1831, Warszawa: Wydawnictwo “VOLUMEN”. TOPAKTAŞ, Hacer (2014a). Osmanlı-Lehistan Diplomatik İlişkileri, Franciszek Piotr Potocki’nin İstanbul Elçiliği (1788-1793), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. TOPAKTAŞ, Hacer (2014b). “Polonya’nın Türkiye’deki İlk Daimi Elçiliğinin Kurulma Süreci: Tarihsel Dinamikler”, Uluslararası İlişkiler, C. XI, sy. 43: 105-125. WARUNKIEWICZ, Jan (2006). “Polska a Turcja”, Przemysł Polski a Turcja, Ilustrowana Księga Pamiątkowa, tıpkıbasım içinde, (ed.) Ludwik Łydko, Józef Stanach, Ankara: y.y.: 15-21. WÓJCICKA, Zofia (2003). “Proroctwo Wernyhory – modyfikacja znaczeń”,Annales Universitatis Mariae Curie-Skłodowska, C. XX, sy.21: 429-447. Yoldaki Elçi: Osmanlı’dan Günümüze Türk-Leh İlişkileri, (2014). İstanbul: Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları. ZAJEWSKI, Władysław (1984). W kręgu Napoleona i rewolucji europejskich 18301831, Warszawa: Czytelnik. ZAJEWSKI, Władysław (2012). Powstanie listopadowe 1830-1831, Warszawa: Bellona. ZALESKI, Antoni (1887). Z wycieczki na Wschód, Warszawa: Nakład Gebenthnera i Wolffa. ZAMOJSKI, Adam. (2007). Rites of Peace, The Fall of Napoleon and The Cngress of Vienna, London: HarperPress. 77 ZINKEISEN, Johann Wilhelm (2011). Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, C. VI, (çev.) Nilüfer Epçeli, İstanbul: Yeditepe Yayınları. 78 Adam Mickiewicz’in dehası ….nasıl okunur …. nasıl okunmalı … nasıl okuyabilir ... nasıl yorumlayabilir … nasıl anlayabiliriz Türk bilim insanlarının kaleminden bazı örnekler 79 Litvanya Diyarından Romantik Bir Köy Efsanesi: Adam Mickiewicz’in Pan Tadeusz, czyli Ostatni zajazd na Litwie (“Bay Tadeyuş: Litvanya’da son akın”) Hazırlayan: Yrd. Doç. Dr. Seyyal KÖRPE – Istanbul Üniversitesi Edebiyatı Fakültesi – Leh Dili ve Edebiyattı Ana Dili Dalı Polonya 1795 yılında komşuları Avusturya, Rusya ve Prusya tarafından işgal edilerek, Avrupa haritasından tamamen silinmiştir. Bunun sonucunda Polonya romantik edebiyatı 1820 yılında Polonya ulusunun oldukça zor koşullar altında bulunduğu bir süreçte başlamıştır. Adam Mickiewicz, Juliusz Słowacki, Cyprian Kamil Norwid, Zygmunt Krasinski gibi tanınmış Polonyalı şairler söz konusu dönemde sanatsal çalışmalarını yabancı topraklarda sürgün yaşantısı altında vermek zorunda kalmışlardır. Polonya’nın bu büyük şairleri yapıtlarımda yurt özlemlerini, uluslarının şanlı geçmişlerini dile getirirken, ülkelerinin yazgısını belirlemiş ulusal hataların da altını çizmişlerdir. Polonyalı romantik şairler yapıtları aracılığı ile ulusal değerleri korumayı, toplumu bilinçlendirmeyi, halkı bağımsızlık savaşına inandırmayı amaç edinmişlerdir. Sürgün yaşantısı altında ulusal kurtuluşa odaklanmış Polonyalı sanatçılar romantik unsurlar taşıyan eserlerinde yaşam içinde özgün varlıklarını sürdürmeye yönelik arzularını ve bağımsızlıklarına kavuşacaklarına ilişkin inançlarını anlatmışlardır. Kasım ayaklanmasının düşmesinin ardından Paris, Polonya siyasikültürel yaşamının merkezi haline gelmiştir. Böylece bu Avrupa kentinde çağdaş dünyada örneğine rastlanmamış yeni bir kültürel olgu şekillenmeye başlamıştır. Resmi olarak artık varlığını sürdürmeyen bir ülkenin yeni edebiyatı yabancı bir devletin topraklarında yeşermektedir. 80 Adam Mickiewicz’in Pan Tadeusz, czyli Ostatni zajazd na Litwie (Bay Tadeyuş: Litvanya’da son akın) adlı başyapıtı Paris’te 1832-1834 yılları arasında ortaya çıkmak suretiyle Polonya edebiyatının seçkin eserleri arasında yerini almıştır. Pan Tadeusz, czyli Ostatni zajazd na Litwie 19.y.y. Leh edebiyatının destan türüne ait klasikleri arasında yer alır. Mickiewicz bu yapıtına anayurduna, çocukluk yıllarının geçmiş olduğu Litvanya topraklarına olan özlem duygusunu işlemiş, 1811 yılı Polonya soylu yaşantısı ve kültürünü yansıtmıştır. Pan Tadeusz Polonyalılar’a giderek kaybolmakta olan Polonya soylu kültürüne ilişkin unsurların, gelenek ve göreneklerin sürdürülmesi gerektiğini anımsatmak amacıyla yazılmıştır. Mickiewicz, zihninde Pan Tadeusz’u yazma düşüncesi oluşmaya başladığı dönemde kendisine bir Şair olarak Polonya’ya hizmetlerin sembolü niteliğinde lir yüzük armağan eden kırk göçmene yazdığı mektupta şu sözleri dile getirmiştir: Bizden daha uygar ve daha zengin ulusların yetenek bakımından benden daha üstün, hazinelere ve övgülere boğulmuş şairleri bulunmaktadır; ne var ki bu Avrupalı dehalardan her biri milyonlarca zlotiyi ve alkışı, sürgün savaşçılardan sürgün bir şaire armağan edilmiş bir yüzüğe feda ederlerdi. Yurttaşlarım, bu halka yüzükle, doğuştan itibaren yurduma nikâhlı olduğuma dair inancımı muhafaza ettiğimi bana kanıtladınız ve bu yüzükle yurduma yeniden nikâhla bağlanıyorum. Anayurduma her daim sadık kalacağıma ve onun meselelerini ölene dek bırakmayacağıma dair yeminimi tekrarlamamı kabul ediniz. [Krajski, Stanislaw, Pan Tadeusz na nowo odczytany, Agencja SGK, Warszawa, s.32] Polonya’nın Horeszko ve Soplica adlarını taşıyan iki soylu ailesinin temsilcileri olan Ewa Horeszkowna ve Jacek Soplica’nın aşkı Pan Tadeusz’un öyküsünün çıkış noktasını oluşturur. Soplica köyü kodamanlarından Horeszko kızı Ewa’nın hayatını yoksul bir soylu olan Jacek ile birleştirmesine razı gelmemiş, delikanlının evlilik 81 teklifinin ret edildiğini belirtmek için ona “czarna polewka”45 ikram etmiştir. Bunun üzerine Ewa arzu etmediği bir evlilik yaparak Sibirya’ya yerleşmiş, orada Zosia adında bir kız çocuğu dünyaya getirmiş ve çok geçmeden hastalanarak yaşamını yitirmiştir. Jacek ise sevdiği kızla evlenememesinden ötürü derin bir ruhsal çöküntüye düşerek kendini içkiye vermiş, ardından bir başka kızla evlenmiştir. Bu evlilikten Tadeusz adlı bir erkek çocuğu sahibi olmuş, ancak o da bir süre sonra karısını kaybetmiştir. Delikanlı maruz kaldığı bütün bu yıkıcı olayların etkisiyle, Rus birliklerinin yaşamakta olduğu malikâneye gerçekleştirdikleri akın sırasında askerlerin arasına karışarak Horeszko’yu öldürmüş, böylelikle intikamını almış olmuştur. Ardından malikâne Targowica Konfederasyonu46 tarafından diğer bazı gayrimenkullerle birlikte Jacek Soplica’nın erkek kardeşi olan Yargıca tahsis edilmiştir. Böylece yapıtın neredeyse tamamında ele alınmış olan malikâne kavgasının zemini oluşmuştur. Soplica sakinleri, Jacek’in Rus akınından istifade ederek Horeszko’ya suikast düzenlemiş olmasını çatışmada düşmanın yanında yer almak şeklinde yorumlamış ve kendisini vatan haini olarak nitelendirmişlerdir. Malikânenin biricik sakini olan Horeszko’nun sadık hizmetlisi Gerwazy, o günden itibaren efendisinin intikamını alma umuduyla yaşamıştır. Horeszko’nun uzaktan akrabası olan Kont ise malikânenin yasal sahipliğinin kendisine verilmesi gerektiğini iddia etmektedir. Yapıtta aydın, romantik ve sanatçı kişiliği ile öne çıkan Kont bu pitoresk kalıntılarına daha ilk bakışta hayran kalmıştır. Gerwazy Kont’un malikaneyi ele geçirmek için verdiği mücadeleye destek vermiştir. Gerwazy durmaksızın ve büyük bir coşku ile Horeszko ailesinin 45 ördek eti ve sebze yahnisi 1792 yılının 18 Mayıs ’ını 19 Mayıs’a bağlayan gece anayasal monarşiyi getiren 3 Mayıs Anayasası reformuna karşı tehdit altında olan bağımsızlığın muhafaza edilmesi sloganıyla Eski Halk Cumhuriyetine dönmek amacıyla Burjuvazi Cumhuriyet Kampı liderleri tarafından Rus Çariçesi Katarina II ile birlikte oluşturulan Genel Krallık Konfederasyonu. Varşova Devrimci Meclis reformlarına ve Anayasa darbesine muhalif bir tepkidir. 46 82 tarihini, efendisinin Jacek Soplica tarafından nasıl haince öldürüldüğünü anlatmıştır. Jacek Soplica işlediği cinayetin ardından köklü bir içsel dönüşüm geçirerek kimliğini değiştirmiş, Peder Robak adını alarak izini kaybettirmiştir. Jacek Soplica son olarak vatan haini suçlamasının üzerinde yarattığı çöküntünün etkisiyle, yaşamının geri kalanını ulusal meselelere adamaya karar vermiştir. Ancak uzaktan da olsa oğlu Tadeusz’un iyi bir eğitim görmesi, Ewa’nın kızı Zosia’nın ise en iyi şekilde bakımının sağlanması için göz kulak olmuştur. Jacek Soplica öykünün ilerleyen bölümlerinde Peder Robak adıyla anılmıştır. Taduesz ve Zosia iyi eğitim görmüş, idealist ve anayurtlarının yazgısı ve toprak kölelerinin yaşantılarına karşı duyarlı birer Polonyalı olarak yetişmişlerdir. Öyle ki, genç çift öykünün son bölümünde toprak köylülerine mülkiyet hakkı verme kararı almışlardır. Pan Tadeusz’da tüm ayrıntılarıyla resmedilmiş olan ziyafet şölenleri 18. y.y. Polonya ve Litvanya soylu yaşantısının temel unsurları arasında yer alır. Mickiewicz’in bu yapıtında üzerinde bol miktarda ve türde yiyecek ve içecek bulunması söz konusu dönemde Leh sofralarının ortak özelliği olarak öne çıkar. Özenle hazırlanmış, görkemli ve cömert sofralarda konuklarla bir arada olmak, sohbet ve eğlence eşliğinde yiyip içmek, toplumsal yaşama renk katar, insanlar arası iletişimin canlı ve kalıcı olmasını sağlardı. Bu etkinlikler sırasında ülkedeki siyasi gelişmelerden, önemli olaylardan söz edilir, siyasi koalisyonlar oluşturulur, sağlıklı evlilik ve aile müesseselerinin kurulabilmesi için görüşmeler gerçekleştirilir ve toplumsal yaşamı düzenleyen benzeri konular ele alınırdı. Polonya’nın işgal yıllarında yaşanan ekonomik ve toplumsal çöküşe bağlı olarak ziyafet geleneği bu özel anlamını yitirmiştir. Böylelikle, unutulmaya yüz tutmuş diğer gelenek ve göreneklerle birlikte ziyafet şölenlerini de canlandırmanın Polonya’yı bağımsızlığa kavuşturma yolunda bir adım olacağı şeklinde bir inanç oluşmuştur. 83 Adam Mickiewicz, ulus olmaya yönelik bu yeni düşünce sistemine dayanarak, Litvanya mutfağına giderek daha büyük bir tutku ve özlem duymuş, yurttaşlarına geleneksel Polonya mutfağı düzenine odaklanma çağrısında bulunmuştur. Pan Tadeusz’da Polonya soylularının yemeklerin hazırlanması ve tüketilmesini eski geleneklerin gerektirdiği şekilde gerçekleştirildiği görülmektedir: Goście weszli w porządku i stanęli kołem Podkomorzy najwyższe brał miejsce za stołem Z wieku mu i z urzędu ten zaszczyt należy Idąc kłaniał się damom, starcom i młodzieży Księga V [305-309] Konuklar gelip bir araya toplandı Teşrifatçı masa başındaki yerini aldı Yaşından ve makamından dolayı bu şeref ona aitti Kalkarken sırasıyla bayanlar, yaşlılar ve gençlerle selamlaştı Cilt V [305-309] Jakoż po wszystkich komnatach panował ruch wielki, Roznoszono potrawy sztuczce i butelki; (…) Księga II[479-480] nie było porządku, Jaki się przy obiadach i wieczerzach chowa. Była to w staropolskim domie moda nowa; Przy śniadaniach pan Sędzia, choć nierad, pozwalał Na taki nieporządek, lecz go nie pochwalał” Księga II[486-490] Odaların tümüne büyük bir hareket hâkimdi 84 Hünerli yemekler ve şişeler ikram edildi (…) Cilt II[479-480] Ne var ki öğlen ve akşam yemeklerinde sağlanan düzen burada yoktu Eski Polonya evinde bu yeni bir adetti Yargıç Bey her ne kadar hoşlanmıyor olsa da Kahvaltılar sırasındaki bu dağınıklığı mazur görebiliyordu Ancak bundan asla onur duymuyordu; Cilt II[486-490] Pan Tadeusz’da yemekler sırasında eski Polonya geleneklerinin unutulmaya yüz tuttuğunu anımsatan başka unsurlar da bulunur. Sözgelimi akşam yemeklerinde sofrada kadınlarla erkelerin yan yana oturdukları fark edilir. Oysaki eski Polonya geleneklerine göre kadınlarla erkeklerin masada yan yana değil, karşı karşıya oturmaları gerekmektedir. Öykünün geçtiği Soplica kasabasında hemen her gün bol ve lezzetli yemekler yenilmekteydi. Ancak Polonyalı generallerin bölgeyi ziyaret ettiği, üç genç çiftin nişan töreninin yapıldığı, Kutsal Bakire Meryem Ana bayramının kutlandığı gün verilen son Eski Polonya ziyafet şöleni yiyeceklerin bolluğu, çeşitliliği ve kalitesi bakımından oldukça ayrıcalıklı bir yapıya sahipti: Wojski zebrał co prędzej z sąsiedztwa kucharzy; Pięciu ich było; służą, on sam gospodarzy. Jako kuchmistrz białym się fartuchem opasał, Wdział szlafmycę, a ręce do łokciów zakasał; W ręku ma plackę muszą, owad lada jaki Odpędza wpadający chciwie na przysmaki; Drugą ręką przetarte okulary włożył, 85 Dobył z zanadrza księgę, odwinął, otworzył. Księga ta miała tytuł: Kucharz doskonały. W niej spisane dokładnie wszystkie specyjały Stołów polskich; podług niej Hrabia na Tęczynie Dawał owe biesiady we włoskiej krainie, Którym się Ojciec Święty Urban Ósmy dziwił; Podług niej później Karol Kochanku-Radziwiłł, Gdy przyjmował w Nieświżu króla Stanisława, Sprawił pamiętną ową ucztę, której sława Dotąd żyje na Litwie we gminnej powieści. Co Wojski wyczytawszy pojmie i obwieści, To natychmiast kucharze robią umiejętni. Wre robota, pięćdziesiąt nożów w stoły tętni, Zwijają się kuchciki czarne jak szatany: Ci niosą drwa, ci z mlekiem i z winem sagany, Leją w kotły, skowrody, w rądle, dym wybucha; Dwóch kuchcików przy piecu siedzi, w mieszki dmucha. Wojski ażeby ogień tem łacniej rozpalać, Rozkazał stopionego masła na drwa nalać (Zbytek ten dozwolony jest w dostatnim domu). Kuchciki sypią w ogień suche pęki łomu. Inni na rożny sadzą ogromne pieczenie Wołowe, sarnie, cąbry dzicze i jelenie; Ci skubią stosy ptastwa; lecą puchów chmury, Obnażają się głuszce, cietrzewie i kury. Lecz kur niewiele było; od owej wyprawy, Którą w czasie zajazdu Dobrzyński Sak krwawy Zrobił na kurnik, kędy Zosi gospodarstwo Zniszczył, nie zostawiwszy sztuki na lekarstwo Jeszcze nie mogło ptastwem zakwitnąć na nowo Sławne niegdyś ze drobiu swego Soplicowo. Zresztą zaś mięs wszelkich był wielki dostatek, Co się zgromadzić dało i z domu, i z jatek, I z lasów, i z sąsiedztwa, z bliska i z daleka: Rzekłbyś, ptasiego tylko niedostaje mleka. 86 Dwie rzeczy, których hojny pan uczty szuka, Łączą się w Soplicowie: dostatek i sztuka. Księga XI [109-152] Jakież to nadzwyczajne menu przygotował Wojski? Tu Wojski skończył opis i laską znak daje, I wnet zaczęli wchodzić parami lokaje Roznoszący potrawy: barszcz królewskim zwany I rosoł staropolski sztucznie gotowany, Do którego pan Wojski z dziwnemi sekrety Wrzucił kilka perełek i sztukę monety Taki rosoł krew czyści i pokrzepia zdrowie. Księga XII [136-142] Kahya bir çırpıda komşu aşçıları topladı. Beş kişiydiler, işlerin başında kendisi vardı. Mutfak şefi olarak beyaz bir önlükle donanmıştı. Kepini takıp kollarını dirseklerine dek sıvazladı. Elinde bir sineksavar, aç gözlülükle lezzetlere dalan Alçak bir böceği kovaladı. Diğer eliyle kırık camlı gözlüklerini taktı. Koynundan bir kitap çekip çıkardı ve açtı. Kitabın adı “Mükemmel Aşçı ”idi. İçinde Polonya sofralarının bütün spesiyallerinin bulunmaktaydı. Teczyn kontu İtalyan topraklarında Papa VIII. Urban’ı şaşkınlığa düşüren şu şenlikleri Bu kitaba göre vermişti. Ardından sevgili Karol Radziwill Nieswiz’de Kral Stanislaw’ı kabul ettiğinde Litvanya’da halk masallarında günümüze değin anılacak Ünlü ziyafet şölenini Yine bu kitaba göre vermişti. Kahya’nın okuyup, anlayıp, bildirdiğini Hünerli aşçılar anında yerine getirmekteydi. 87 tarifi İşler hararetli, masada elli adet bıçak tıkırdıyordu. Şeytana benzeyen kara mutfak çırakları ortaya çıktı. Kâh odun taşıyor, kâh süt ya da şarap çömleklerini Kazanlara, tencerelere, tavalara döküyorlardı. Duman bastı. Ocağın yanı başında oturan iki çırak Ateşi körüklemekteydi. Kahya alevleri canlandırmak için Eritilmiş yağın oduna dökülmesini buyurdu. (Bu imtiyaz varlıklı evlere verilirdi) Çıraklar ateşe kuru kazayağı tohumları serpti. Berileri köşede devasa bir fırına muazzam sığır eti, geyik eti, yaban domuzu ve geyik budu yerleştiriyordu. Kümes yığınlarını topluyorlardı; tüy bulutları uçuşmaktaydı. Keklikler, huş tavukları ve tavuklar yolunuyordu. Ne var ki kana susamış Şahin Dobrzynski’nin Akın sırasında kümese saldırmış olması nedeniyle Çok fazla tavuk kalmamıştı. Zosia’nın çiftliğine girdiğinde ilaç niyetine bir adet dahi bırakmaksızın Hepsini imha etmişti. Bir zamanlar kümes hayvanları ile meşhur Soplica kasabası Bir daha yeni tavuklar yetiştirmeyi başaramadı. Dahası gerek evden, gerek kasaptan Gerek dükkândan, gerek ormandan Gerek komşudan, gerek dükkândan İster uzaktan isterse yakından getiriliyor olsun Her türlü etin yokluğu hissedilmekteydi Eksik olan tek şeyin kuş sütü olduğu söylenirdi Cömert bir adamın Soplica’da ziyafet şöleni vermek için Gereksinim duyduğu iki şey birdi: Bolluk ve sanat. Cilt XI [109-152] Kâhya bu olağanüstü menüyü nasıl hazırlamıştı? Kâhya tariflerini burada sona erdirdi ve nezaketle işaret vermesiyle Yemekleri taşıyan uşaklar çiftler halinde gelmeye başladı: 88 Kral borçu olarak adlandırılan Borç Çorbası ve Kahya Bey’in gizemli bir anlam eşliğinde İçine birkaç boncuk ve bir adet sikke atmış olduğu Et suyuna pişirilmiş yalancı tavuk çorbası-Eski Polonya tavuk çorbası Cilt XII [136-142] Pan Tadeusz’un başkahramanlarından Yargıç ve Teşrifatçının gelenekçi yaklaşımı yabancı uluslardan alınmış yeni tutum ve davranışları eleştirmek şeklinde de ortaya çıkmıştır. Polonya toplumsal yaşamına yabancı toplumlardan sızmış bu davranışlar “kötü” alışkanlıklar olarak nitelendirilmiştir. Sözgelimi muhafazakâr bir soylu olarak bilinen Yargıç, Varşova Dukalığı meclis üyelerinden Marszalkowicz’i giysileri ve davranışları ile Fransız modasını yansıtması bakımından yalnızca kınamakla kalmamış, şeytanın özelliklerini bu kişinin karakteri ile örtüştürmüştür. Eserde yabancılaşma motifi ilk olarak Teşrifatçının sözleriyle dile getirilmiştir: Ach, ja pamiętam czasy, kiedy do Ojczyzny Pierwszy raz zawitała moda francuszczyzny! Gdy raptem paniczyki młode z cudzych krajów Wtargnęli do nas hordą gorszą od Nogajów, Prześladując w Ojczyźnie Boga, przodków wiarę, Prawa i obyczaje, nawet suknie stare. Żałośnie było widzieć wyżółkłych młokosów, Gadających przez nosy, a często bez nosów, Opatrzonych w broszurki i w różne gazety, Głoszących nowe wiary, mody, toalety. Miała nad umysłami wielką moc ta tłuszcza; Bo Pan Bóg, kiedy karę na naród przepuszcza, Odbiera naprzód rozum od obywateli. I tak mędrsi fircykom oprzeć się nie śmieli, I zląkł się ich jak dżumy jakiej cały naród, Bo już sam wewnątrz siebie czuł choroby zaród, 89 1.Bölümde, Krzyczano na modnisiów, a brano z nich wzory; Zmieniano wiarę, mowę, prawa i ubiory. Była to maszkarada, zapustna swawola, Po której miał przyjść wkrótce wielki post – niewola! Księga I [415-430] Ah, Anayurda Fransızca modasının girdiği o ilk zamanları anımsıyorum! Yabancı diyarlardan genç züppelerin Tanrının yurdunda atalarımızın inancını Kanunları ve gelenekleri, hatta eski kıyafetleri Alt üst ederek Moğollardan da beter bir sürü halinde Ansınız bizi istila ettiklerini! Burnundan konuşan, hatta çokça burnunu dahi kullanmadan Gevezelik eden Broşürlere ve yeni gazetelere bakıp Yeni inançları, kanunları ve kostümleri ilan eden Sararmış afacanları görmek ne acı vericiydi! Bu basit insan topluluğu Akıllar ötesi bir güce sahipti. Öyle ya Tanrı bir ulusu cezalandırmak istediğinde Önce yurttaşlarının aklını alırdı! Bu akıllılar moda takipçilerine direnmeye cesaret edemedi. Bütün ulus onlardan bir tür veba misali korkmaktaydı. Çünkü öz benliklerinin hastalanmış olduğunu hissediyorlardı. Yenilikçilere bir yandan öfke duyulsa da Öte yandan onlardan örnek alınıyordu. İnanç değiştirildi, ifadeler, kanunlar ve giysiler değiştirildi. Tüm bunlar ardından çok geçmeden büyük perhizin-tutsaklığın geleceği Bir maskeli balo Sahte bir oyunculuk idi! Cilt I [415-430] 90 Teşrifatçının yalnızca giysileri ve tavırları ile yabancı modasını taklit ediyor olmasından ötürü değil, Polonyalı gençlerin atalarının inanç, kanun ve geleneklerini ezip geçecek şekilde yabancılaştırılmasını hedef alan reforma duyduğu sempati nedeniyle de Marszalkowicz’e kızgınlık duyduğu anlaşılmaktadır. Pan Tadeusz’un düşünsel yapısı Polonya’nın 19.y.y. sosyokültürel gerçekleri doğrultusunda şekillenmiş olan kahramanı Tadeusz’un yapıta gözü kapalı yabancı hayranlığının temsilcisi olarak yerleştirilmiş Telimena ve Kont’a anayurdun güzelliklerini övdüğü sahne dikkate değerdir: Widziałem w botanicznym wileńskim ogrodzie Owe sławione drzewa rosnące na wschodzie I na południu, w owej pięknej włoskiej ziemi; Któreż równać się może z drzewami naszemi? Czy aloes z długimi jak konduktor pałki? Czy cytryna karlica z złocistymi gałki, Z liściem lakierowanym, krótka i pękata, Jako kobieta mała, brzydka, lecz bogata? Czy zachwalony cyprys, długi, cienki, chudy! Co zdaje się być drzewem nie smutku, lecz nudy? Mówią, że bardzo smutnie wygląda na grobie: Jest to jak lokaj Niemiec we dworskiej żałobie, Nie śmiejący rąk podnieść ani głowy skrzywić, Aby się etykiecie niczym nie sprzeciwić. Czyż nie piękniejsza nasza poczciwa brzezina, Która jako wieśniaczka, kiedy płacze syna, Lub wdowa męża, ręce załamie, roztoczy Po ramionach do ziemi strumienie warkoczy! Niema z żalu, postawą jak wymownie szlocha! Czemuż Pan Hrabia, jeśli w malarstwie się kocha, Nie maluje drzew naszych, pośród których siedzi? Księga III [580-600] 91 Vilnius Botanik Bahçesinde gördüm Doğuda yetişen şu yüce ağaçları Ve güneyde, şu güzel İtalyan topraklarındakileri Hangileri bizim ağaçlarımızla kıyaslanabilir? Uzun hasırotlarıyla sarısabır mı? Ya da altıntopları ve parlak yapraklarıyla Ufak tefek, çirkin ama zengin bir kadını anımsatan Bodur limon mu? Yoksa şu hayranlık uyandıran, uzun, dar ve sıska servi mi? Hüzün ve sıkıntıdan başka ne anlatıyor ki? Mezarlıkta oldukça kederli göründüğünü söylüyorlar Tıpkı saraylı kostümü içinde yas tutan bir Alman hizmetlisi gibi Ne kollarını kaldırmaya, ne de başını çevirmeye gücü var, Bir şeylere karşı koymak için Bizim huş ağacımız çok daha güzel değil mi? Yitirdiği oğlunun ya da eşinin ardından gözyaşı döken Örgülü saçları kollarından yerlere uzanmış Bir köylü kadınını anımsatır Demek resme âşıksınız Kont Bey, Öyleyse niçin gölgesinde oturduğunuz ağaçlarımızı çizmiyorsunuz? Komşularınız gerçekten sizi alay konusu yapacaklar Cömert Litvanya topraklarında yaşarken Kayaları ve çölleri çizmeyi yeğlediğiniz için Bölüm III [580-600] Mickiewicz eserlerinde pek çok kez anayurda duyduğu aşktan söz etmiştir. Polonya’ya, Polonya’nın yüceliğine, yeniden doğacağına ve gelecekte Avrupa’da ait olduğu yeri alacağına inanmıştır. Şair Polonya’nın diğer ulus ve devletlerin önderliğini ve öğretmenliğini üstlenmek şeklinde özel bir görevi olduğunu düşünüyordu. Mickiewicz Polonya’ya âşıktı. Polonyalarının tümünü ona âşık olmaya davet ediyordu. Olası her türlü şekilde yurttaşlarında bu aşkı uyandırmaya çalışıyordu. Bazen doğrudan, bazen de şiirlerinin arasına serpiştirdiği sözlerle, Polonya’nın buna 92 değer olduğunu vurguluyordu. Polonya güzeldir, Polonya asildir, Polonya mükemmeldir ve Polonya büyüktür. Şair, bu duygu ve düşüncelerinin tümünü, Polonya Ana’nın başkahramanı olduğu Pan Tadeusz’ta gözler önüne sermiştir. Pan Tadeusz ulusların gelenek ve göreneklerine yabancılaşma sürecinin kaçınılmaz biçimde başka kültürler arasında yok olmayla sonu bulacağına ilişkin evrensel bir mesaj vermektedir. 93 POLONYALI ŞAİR ADAM MİCKİEWİCZ ve KIRIM SONELERİ Sabire ARIK* Özet Romantizm döneminin en büyük şairi Adam Mickiewicz, işgal yıllarında Çara karşı faaliyetlere giriştiği gerekçesiyle tutuklanır ve bir süre sonra Rusya'nın önemli kalemleriyle, ihtilalci dekabristleriyle tanışacağı Petersburg'a sürülür. Buradan Odessa'ya gönderilir. Odessa'da kaldığı yıllarda Kırım'a yaptığı gezilerden çok etkilenerek "Kırım Soneleri" "Sonety Krymskie"ni yazar. 1826'da Rusya'da "Odessa Soneleri" "Sonety Odeskie " ile birlikte yayınlanır. Polonya edebiyatının klasikleri arasında yer alan bu çok ustaca yazılmış soneler, bir daha ülkesine dönme imkanı olmayan ve ülkesini çok özleyen şairin, Kırım'ın onu büyüleyen doğasına karşı hayranlığını ifade ederken kendi duygu ve düşüncelerini ortaya koyduğu mükemmel metaforlarla bezeli bir senfonidir. Anahtar sözcükler: Polonya, Lehistan, romantizm, Bahçesaray, Mickiewicz, Kırım, sone, oryantalizm Abstract Polish Poet Adam Mickiewicz and "Crimean Sonnets” Adam Mickiewicz was born in Zaosie, in the former grand duchy of Lithuania, into an impoverished noble family. He studied at the University of Vilno in the years 1815-1819 and in 1819-23 he was a teacher in Kaunas. His early interest in the French Enlightenment philosopher Voltaire soon changed into admiration of the two great Romantic writers, Schiller and Byron. In Vilno he took part in a semisecret group known as the Philomaths and Philarets. It protested Russian control of Poland and in 1823 Mickiewicz was arrested with many other Philomaths by the Russian police. He was jailed for several months and then exiled to Russia. Mickiewicz never saw his home again. He lived in Odessa, Moscovv, and St. Petersburg. During this period he was befriended by many leading 94 Russian writers, including Aleksandr Pushkin. In 1825 he visited the Crimea and published his Sonety Krymskie (1826). Although Mickiewicz was inspired by the landscapes of the steppe, his Polish nationalism intensified. In his poetical works Mickiewicz expressed a romantic view of the soul and the mysteries of life, often employing folk themes. His approach was fresh and new - when writers had depicted with polished language the life of the educated classes, Mickiewicz used colloquial expressions and portrayed peasants. Key words: Poland, Lithuania, Wilnos, romanticism, Mickiewicz, Crimea, sonnet, orientalism -------------------------------* * Doç. Dr., Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Slav Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Polonya Dili ve Kültürü Anabilim Dalı Bu makalenin ilk yayım yeri: Ankara Üniversitesi Dil ve TarihCoğrafya Fakültesi Dergisi 45, 1 (2005) 57-76 95 Polonya 'nın zincirini bir küçük Mickiewicz'in zayıf eli çatlattı. Mehmet Emin147 (Emin, 1913) Osmanlı Devletinin Lehistan olarak adlandırdığı Polonya, XIX. yüzyıla işgal altında girer. Bu nedenle özgürlük savaşı ve bağımlılık sorunu o sıralarda ulusun bilinçaltında baskın rol oynamaktadır. Fransız Devriminin (1789) özgürlükçü ve demokratik idealleriyle yeniden dirilmiş olan Polonyalılar silahlanarak önce Napoleon'un yanı başında savaşırlar (1796- 1813), daha sonrasında işgalcilere—Rusya, Prusya ve Avusturya'ya-karşı silahlı girişimlerde bulunurlar. Çünkü ulusal tutsaklık ve işgalci devletler tarafından Polonya'nın paylaşılmasının toplum tarafından kabul edilememesi, Napoleon savaşlarından sonra gizli organizasyonları ve ulusal ayaklanmaları ortaya çıkarır-Walerian Lukasinski'nin (Ulusal Yurtseverler Birliği 1821), Piotr Wysocki'nin komplosu ve Kasım Ayaklanması (18301831), Kraköw Ayaklanması (1846), Halkların Baharı hareketi (Wiosna Ludow) sırasında Büyük Polonya (Wielkapolska) Ayaklanması ve Ocak Ayaklanması (1863) gibi. Bütün bu girişimler felaketle sonuçlanır, devlete bağımsızlık kazandıramaz (Garlicki,1998). Fakat ulusal kültürün ve ulusal Mehmed Emin gibi Adam Mickiewicz'in savaşından pek çok Türk edebiyatçı da haberdardı ve eserlerinde bu konudan da bahsetmekteydiler. Hatta Behçet Kemal Çağlar "Adam Mickiewicz’in Portresi Üzerine" başlıklı bir şiir de yazmıştır. Bu şiir Türkolog Malgorzata ŁabęckaKoecherowa tarafından "Nad Portretem Adama Mickiewicza" başlığı altında Lehçeye çevrilmiştir. Polonyalı Şair Adam Mickiewicz ve bilincin oluşması üzerinde büyük etkisi olur. Tutsaklıkla geçen XIX. Mehmed Emin gibi Adam Mickiewicz'in savaşından pek çok Türk edebiyatçı da haberdardı ve eserlerinde bu konudan da bahsetmekteydiler. Hatta Behçet Kemal Çağlar "Adam Mickiewicz'in Portresi Üzerine" başlıklı bir şiir de yazmıştır. Bu şiir Türkolog Malgorzata Labecka-Koecherowa tarafından "Nad Portretem Adama Mickiewicza" başlığı altında Lehçeye çevrilmiştir. 47 96 yüzyılın ilk yirmi yılı Polonya toplumunda dünyaya, ulusa ve bireye yönelik yeni düşünce şeklini ortaya çıkarır; bu yeni oluşum tam olarak 1820’lerde romantizm olarak adlandırılmaya başlanır. Dolayısıyla ortaya çıkan gençlik, özgürlük ve bağımsızlık ideallerinin hepsi bu bilinçte toplanır (Pietrzyk,1994). Toplumun dayanışması gerektiği düşüncesi, bu uğurda yaşamı feda etmeye hazır olma, bu işgal düzenine karşı isyan etme gibi yaklaşımların bu düşünce ile çok yakından ilgisi vardır. Kısacası Polonya’da ortaya çıkan bu romantizm akımı sanatın ve insan bilincinin bütün alanlarını—sanatı, politikayı, ideolojileri, felsefe ve gelenekleri—bütünüyle sarar. Polonya'nın en büyük şairi olarak kabul edilen Adam Mickiewicz (1798-1855) de özgürlük için yapılan bu bağımsızlık savaşının ve romantizm döneminin en değerli kalemidir. Almanlar için bir Johann Wolfgang Goethe (1749-1832), Ruslar için bir Aleksandr Puşkin (1799-1837) ne kadar önemliyse, Polonyalılar için de Adam Mickiewicz o kadar önemlidir. Bu edebi tarafının yanı sıra Mickiewicz'in ülkesine ruh veren, halkı kurtuluşa yönlendiren bir lider ve politikacı, hatta bir savaşçı olması, Polonya toplumu için Mickiewicz'in önemini bir kat daha arttırmaktadır. Yunanistan’da ölümünden sonra George Byron (1788-1824) nasıl erken dönem romantiklerin—tabii ki o zamanlar Mickiewicz'in de—hayal gücünü ateşlediyse, Mickiewicz de Polonya'nın kurtuluşuna adadığı hayatı boyunca yazdığı eserleriyle, ondan sonra yetişmekte olan nesiller için ruhsal bir lider olur; "ebedi ulusun" bir an önce oluşması için Polonya toplumunu ateşlemeye çalışır. Polonya edebiyatında romantizm akımının ilk eserleri olarak kabul edilen, halkını kurtuluşa çağırdığı "Gençliğe Od" (Oda do Młodosci) (1820), Balladlar ve Romanslar (Ballady i Romanse) (1822), Poezje ve Grazyna'yı (1823), Atalar"(Dziady)nın II ve IV. bölümlerini (1823) yayımlar.(Yüce,2002) 1825'de ise ülkesinden çok uzaklarda, bir göçmen ruhuyla, aşağıda ayrıntılarıyla incelemeye çalışacağımız Kırım Soneleri (Sonety Krymskie) ni yazar. Goethe ve Byron gibi Polonya edebiyatına oryantal motifler sokmasının yanı sıra, bu eseri Polonya edebiyatı açısından önemli kılan bir diğer unsur, yaşamının son yıllarında onu etkisi altına alacak olan—1832'de yazacağı Polonya Ulusunun ve 97 Polonya Hacılığının Kitapları (Ksiegi Narodu Polskiego i Pielgrzymstwa Narodu Polskiego) (1832) ve "Atalar "nın III. cildinde (1832) de ayrıntılarıyla açıklayacağı—Mesihcilik kavramının ilk izlerinin 48 Mesyanizm; bulunmasıdır. Şair, Kırım Sonelerinden sonra, özellikle kutsal kitap üslubuyla yazdığı Polonya Ulusunun ve Polonya Hacılığının Kitaplarında Polonyalı göçmenlerin misyonlarını belirtirken insanlık tarihinde Polonya ulusunun önemli rolünü de çizer; Mickiewicz'e göre despot krallıklarla savaşta özgürlük idealini gerçekleştirebilecek yegane ulus Polonya'dır. Bu nedenle Polonya, komşu krallıklar tarafından en büyük düşman olarak kabul edilir ve Mesih-İsa nasıl düşman kabul edilerek ölüm cezasına çarptırıldıysa, Polonya'nın da ölümle cezalandırıldığını, çünkü "Polonya'nın bütün ulusların Mesih'i-İsa'sı" olduğunu belirtir. Şaire göre Polonya da, aynı İsa gibi yeniden dirilecek ve bütün insanlık için özgürlük idealini gerçekleştirecektir. Dolayısıyla işgal yıllarında dünyanın dört bir tarafına dağılmış olan Polonyalı göçmenler de, tıpkı Mickiewicz'in "Kırım Soneleri "nde yarattığı göçmen karakteri Hacı (Pielgrzym) gibi, materyalist dünyaya dönme eğilimindeki batı topluluklarını, ruhsal dünyaya çekecek ve bu şekilde ulusların özgürlüğünü sağlayacaktır. Nitekim baş kahramanı da bir göçmen-Hacı olarak dünya nimetlerinin; şanın, şöhretin, ihtişamın, gücün gelip geçici, yalnızca Mesyanizm; Mesihçilik kavramının kökleri Judaizme kadar gider. Mesih, İsraillilerin, onlara özgürlüğü getireceğine ve yeniden onları dünyanın hakimi yapacağına inandıkları kurtarıcı olarak bilinmektedir. Bilindiği gibi Mesihçilik seçilmiş insanlara, toplumsal sınıflara ya da ülkelere gönderilen özel görevlere inanmaktır. Dolayısıyla Polonya'nın Mesihçilik kavramını da, dünya tarihinde Polonya'nın rolü hakkındaki düşünce ve kanaatlerin toplamı olarak belirleyebiliriz. Bu bilinç XVII. yüzyılda eski Polonya-Litvanya Cumhuriyetinin "Hıristiyanlığın kalesi" olarak davranmaya başladığı yıllarda doğmuştur. Fakat Polonya'da bu yaklaşımın en etkin olduğu zamanlar genellikle parçalanma, işgal yılları, özellikle de Kasım Ayaklanması dönemine dek gelir. Bu dönemlerde işgalciler tarafından acı çeken bir ülke olarak Polonya'nın, tutsak halkların yeniden doğması, yeni toplumsal, ahlaki ve politik sistemin Avrupa'ya getirilmesi için Tanrı tarafından seçilmiş bir ülke olduğuna inanılırdı. Mesihçilik kavramının en belirgin şekilde anlatımını ise, Mickiewicz'in AtalarIII.de "Ulusların İsa'sı Polonya" sözüyle dikkat çektiği "Prens Piotr'un Düşü" sahnesinde, yine "Polonya Ulusunun ve Hacılığının Kitapları" nda da açıkça görmekteyiz. 48 98 doğanın kalıcı olduğunu, bu doğal düzenin içinde bir gün Polonya'nın da özgürlüğüne kavuşacağını çok çeşitli metaforlar eşliğinde dile getirir. 1798'de işgal yıllarında doğup büyüyen Adam Mickiewicz, yakın arkadaşlarıyla Flomat (Bilim Severler), Filoret ("Erdem-Fazilet Severler) derneklerini kurar.49 Çara karşı komplo kurduğu gerekçesiyle Wilno’da hapsedilir. 23 X 1823-21 IV 1824 yılları arası burada tutuklu kalır. Daha sonra ise Rusya'nın içlerine sürülür. Önce Petersburg'da daha soma da öğretmenlik yaparak beş yılını geçireceği Odessa'ya gönderilir. Mickiewicz, Rusya'nın başkenti, çarların mekânı olan Petersburg'da o dönemin Rus siyasal ve entelektüel yaşamını tanır. Burada Dekabristler ve Puşkin’le tanışır. Bu dönem şairin entelektüel ufkunun gelişmesinde etkili olur. Buğday ticaretinin merkezi olan Odessa ise, uluslararası yerleşim yerleriyle, İtalyan operaları, baloları ve toplantılarıyla çok hareketli bir liman kentidir. Burada kaldığı yıllarda sık sık Kırım'a seyahat eder. Seyahatlerinde buraların güzelliklerinden çok etkilenen Mickiewicz Kırım Soneleri Sonety Krymskie ni yazar ve 1826'da Rusya'da Odesa Soneleri Sonety Odeskie ile birlikte yayınlanır. (Florek, 1998) Hayatı boyunca bir daha ülkesine dönemeyecek olan sürgün şair, kalbindeki düş kırıklıklarının yansımalarını, Rusya tarafından yıkılmış, talan edilmiş Kırım steplerinde bulur. Çünkü eski güçlü, ihtişamlı dönemleri yok olmuş, neredeyse boşalmış olan Kırım toprakları şairin ziyareti sırasında bir harabe görünümündedir: Daha Rus yanlısı Şahin Giray Han (1779-1782) tahta oturduğu sıralarda, Kırım'dan Osmanlı topraklarına göçler başlamış, bu kaos yıllarında Çariçe II. Katerina'nın gözdesi General Potomkin 70 000 kişilik Rus ordusuyla isyanları bastırmak için Kırım'a yönelmiş, ayırım yapmadan gerçekleştirdiği soykırımda 30 000 kişiyi katletmişti. Dolayısıyla 1783’de Kırım, Rusya'nın bir vilayeti haline gelmişti. 1787'de Kırım sorunu nedeniyle Osmanlı-Rusya arasında bir savaş Adam Mickiewicz ve arkadaşlarının Flomatlar ya da Floretler adı altında kurdukları bu edebiyat topluluklarının amacı Polonya dilini ve kültürünü işgal yıllarında da koruyarak halka yurt aşkı aşılamaktı. 49 99 yaşanmış, Osmanlı kesin bir yenilgiye uğramış, Yaş Anlaşması (1792) ile Kırım'ı Rusya'ya tamamen terk etmek zorunda kalmıştı.(Öztürk,2000:504) Öteden beri hür yaşamaya alışmış ve toprağın büyük bir kısmına sahip olan Kırım köylüsü, mülkiyeti Osmanlı hükümdarlarına, Kırım Hanlarına, Kalgaylara, Beylere, Mirzalara ve evkafa ait olan topraklarda bile yıllarca hür olarak çalışmıştı. Ancak savaştan sonra Rus hazinesine geçen bu topraklarda yaşayan köylüler de "hazine köylüsü" haline gelmiş, bütün özgürlüklerini yitirmişlerdi. Dolayısıyla bu esaretten kurtulmak isteyen köylüye, Osmanlı topraklarına göç etmek tek kurtuluş yolu olacaktı. Çarlık yönetimi de bu durumu çıkarları yönünde desteklemişti. 1828'de yaklaşık 200 000 Kırım Türk'ü kendi topraklarından göç etmek zorunda kalmıştı.(Ortay, 1936) Sonuç olarak o çok sevdiği kendi topraklarından, zorla sürgüne yollanan Mickiewicz'in ziyaretlerini gerçekleştirdiği sıralarda Kırım da o eski gücünü, ihtişamını kaybetmiş, tamamen terkedilmiş haldeydi. Dolayısıyla Kırım Hanlığının eski güç ve ihtişamını düşündüğümüzde, Mickiewicz'in yukarıda açıkladığımız göçmenhacı misyonuna çok uygun bir yer olmasının yanı sıra, Kırım Yarım Adası’nın o muhteşem doğası da onu çok etkilemiş, Kırım'a, Doğu'ya ait bir eser yazmak istemiştir. Şairin bu topraklardan etkilenişinin yanı sıra, Kırım Sonelerinin romantizm dönemi sanatçılarının doğu ile büyük ilgilerinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını da eklemek gerekir. Çünkü o dönemlerde doğuya karşı bu yoğun ilgi, eğilim Mickiewicz'in de öğrenim gördüğü Wilno üniversitesinin öğrencileri arasında çok yaygındır, hatta bu öğrencilerin arasında Petersburg’da Doğu bilimleri eğitimi görenler bile vardır. Mickiewicz’in kendisi de Doğu ile çok yakından ilgilidir; Petersburg'da bulunduğu sıralarda amatör olarak Arap ülkelerinin dili, tarihi ve edebiyatı üzerine çalışmalar yapmıştır. Bunun yanı sıra o dönemin ünlü Doğu bilimcisi Jozef Sekowski'nin tavsiye ve önerilerinden de yararlanmıştır.50 Jozef Julian Sekowski (1800-1858) Polonya'nın en eski doğu bilimcisidir. 1820'de İstanbul'da Rus elçiliğinde tercümanlık görevine atanmış, 1821'de de Suriye ve Mısır'a seyahat etmiştir. Petersburg Üniversitesinin bir profesörü 50 100 (Mankowski, 1994: 34) Dolayısıyla Kırım Sonelerinde de açıkça görüldüğü gibi Mickiewicz'in, eserlerinde Kırım temasını işleyecek kadar Doğu ve Müslüman dünyası hakkında bilgisi vardır.51(Bohdanowicz, Chazbijewicz, Tyszkiewicz, 1997:91) Ancak bu soneler dizisine yalnızca Kırım Yarım Adası'nın coğrafi durumunun şiirsel bir anlatımı olarak bakmamak gerekir. Çünkü sonelerde gerçeklikle uyuşmayan ayrıntılar bulunmaktadır. Diğer taraftan bunları yalnızca Mickiewicz'in seyahatinin şiirsel hatıraları olarak da almamakta yarar var, çünkü sonelerde anlatılanların şairin seyahat güzergahıyla zaman zaman örtüşmediği görülmektedir. Kısacası Kırım Sonelerine yalnızca onun peyzajını, doğal güzelliklerini, tarihini ve bütün özelliklerini içine alan Kırım'a dair lirik bir anlatım olarak bakmak doğru olacaktır. Soneler dizisini şekil olarak incelediğimizde Mickiewicz’in yaşanmışlıklarını, duygu ve düşüncelerini dile getirmek için şiir formu olarak soneleri seçmiş olmasının çok isabetli olduğunu görüyoruz. 52Çünkü bu çok zorlu sone formu Mickiewicz gibi usta bir şair için edebi teknik açısından sorun olmamış, aksine klasik sone formunun bütün gereklerini olarak Arapça ve Türkçe öğretmenliği yapmıştır. W. Barthold'a göre, Rusya'da Doğu Bilimleri Sekowski ve A. Kasım Bey tarafından kurulmuştur. Sçkowski St. Petersburg Üniversitesinde çalıştığı sıralarda, Rusya'daki Türkoloji tarihinin ilk Türk Dili profesörü olarak ün yapmıştır. Onun yetiştirdiği öğrenciler arasında P. S. Saraliev, V. Grigoriev gibi tanınmış isimler vardır. Osmanlı kroniklerinden ilk çevirileri yapan ve dolayısıyla Rusya, olduğu kadar Polonya toplumuna, araştırmacılarına Doğu hakkında ilk bilgileri veren de odur. 51 Adam Mickiewicz en büyük Müslüman Tatar gruplarından birinin yurtlanmış olduğu Nowogrod-Wilno'da doğmuş ve büyümüştür. Şüphesiz şairimiz bu Lituanyalı Müslüman Tatar ailelerinin gelenekleri, dilleri, özellikle de dinleri hakkında pek çok bilgiye ve tecrübeye sahipti. 52 XIII. yüzyılda İtalya'da ortaya çıkan ve A. Dante ve F. Petrarko tarafından yayılan, XV, XVI yüzyıllarda Avrupa edebiyatlarında daha sık görülmeye başlanan bu sone formu Polonya’da da rağbet görmekteydi. İlk dönemlerde J. Kochanowski ve M. Sep-Szarzynski, A. Morsztyn romantizm döneminde A. Mickiewicz ve J. Slowacki, pozitiwist dönemde A. Asnyk, Genç Polonya döneminde J. Kasprowicz, K. Tetmajer, L. Staff, çağdaş şairlerden ise J. Iwaszkiewicz, A. Slonimski, S. Grochowiak, S. Swen-Czachorowski bu formu başarıyla uygulamışlardır. 101 fazlasıyla yerine getirmiştir. Biçim olarak sözleri çok hesaplı kullanması, düşünsel ve betimsel zengin içeriği sadece on dört satıra, tam kafiye disiplininde sığdırması, sonelerin karmaşık kıta düzenine fevkalade hakim olması ona, Polonya'da olduğu gibi dünya edebiyatlarında da büyük başarı getirmiştir. Kırım Soneleri, her biri "4- 4- 3- 3"lük kıta düzeninde 14 satır ve en fazla 14 heceden oluşan 18 şiirlik bir soneler dizisidir. Mickiewicz ilk iki dörtlükte fevkalade güzel metaforlar eşliğinde Kırım'ın doğasını, tarihini, güzelliklerini betimlerken, diğer iki, üçlük kıtalarda ise tamamen kendi, dolayısıyla göçmen Hacı kahramanın duygu ve düşüncelerini yansıtmaktadır. Klasik sone formunu abba, abba, cdc, dcd ya da aaaaaaaa, bcb cbc gibi tam kafiye disiplininde çok başarılı şekilde uygulamış olduğu gözlenmektedir. Bu soneler dizisi, birlikte yayınlanan, Odessa’nın eğlence salonlarındaki yaşamı, geçici flörtleri, derin aşkları, düş kırıklıklarını anlattığı Odessa Sonelerinden prensip olarak daha farklıdır. Çünkü bu sonelerde Odessa Sonelerinde hiç bulunmayan doğa betimlemeleri büyük rol oynamaktadır. Bu doğa betimlemeleri kahramanı Hacının, dolayısıyla göçmen şairin "ruhsal peyzajını" gözler önüne serebilmek için etkin bir fon oluşturmaktadır. Sonelerin başkahramanı göçmen-Hacı (Pielgrzym) ise, gezgin kişiliğinde betimlenmiştir. Özellikle sone kahramanının Byron tarzı 53 çizgileri dikkat çekmektedir; gelecekten hiçbir beklentisi olmayan, umutsuz, iç hesaplaşmaları içinde bocalayan, dünya ile savaşında yenik düşmüş bir kahramandır; tek başına, hiçbir yerle, hiçbir kimseyle bir bağlantısı kalmamıştır, artık çevresindeki olaylara ve insanlara karşı yabancılık hissetmektedir. Fakat aynı zamanda hassas, duygulu, doğadan etkilenebilen, gözlemci, tarihi bilgisi olan entelektüel bir kahramandır. Bütün bunların yanı sıra, göçmenByron tarzı karakter; "Giaur" (1813) da George Byron diğer pek çok romantik kahramana örnek olacak yeni bir tip karakter yaratır. Bu karakter özelliklerini taşıyan kahramanlara da şairin kendi isminden yola çıkılarak Byron tarzı denilmektedir. Bu kahramanı belirleyen çizgiler ise; gizemlilik, yalnızlık, dünya ile savaşı olmak, onu çevreleyen dünya ile yalnız savaşmak, iç hesaplaşmaları olmak, etrafında olanlara karşı tepkisiz olmak gibi sıralayabiliriz. 53 102 Hacının romantik bir kahraman olarak farklı ülke ve kültürlere eğilimli olduğunu, buralarda yaşayan insanları tanımaya, anlamaya ve dünyaya onların gözünden bakmaya çalıştığını da gözlemliyoruz. Dolayısıyla sonelerin Hacı kahramanı Polonya edebiyatında yeni bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Kırım'ın doğası bu Hacıyı denizinin, dağlarının, steplerinin büyüklüğü ve yüceliğiyle, bitkilerin ve vadilerin güzelliğiyle, güney gecelerinin sıcak atmosferiyle, doğu güneşinin parlak ışıklarıyla çok etkilemiştir. Hatta bu etkilenim öyle büyük olmuştur ki, Kırım doğasının bazı tasvirlerinin çok abartılı olduğuna şahit oluyoruz. Tabii ki, buna şaşırmamak gerekir, çünkü Lituanya bataklıklarının, ormanlarının, sisli puslu atmosferinde doğmuş, büyümüş olan şairimiz hayatında ilk kez stepleri, dağları görüyordu ve bu farklı doğanın onu etkilemesi kaçınılmazdı. Gerçekte Kırım'ın dağları o kadar yüksek ve heybetli, uçurumları o kadar sınırsız derinlikte olmamasına rağmen, bu dağlar Mickiewicz için şairane bir sıra dişilik içindedir, dolayısıyla şairin hayal gücünü uyandırmıştır. Mickiewicz bu duygu ve izlenimlerindeki yeniliği sık sık kahramanının göstermesine de izin verir. Doğu-Batı kültürlerini özdeşleştirdiği Hacı ve Mirza karakterini diyalog formunda karşı karşıya getirdiği, dolayısıyla Doğu ve Batı insanı arasındaki farkı açıkça ortaya koymaya çalıştığı Kozlow Steplerinden Dağların Görüntüsü (Widok Gor ze Stepow Kozlowa) başlıklı sonede bu yaklaşımı gözlenmektedir: Kahramanın bir Hacı olarak Mirza'ya sorduğu sorularında ya da "Aa!!" şeklindeki şaşkınlık ve hayranlık ifadesinde—ki, bu dağlarda tanık olduğu mucizeler ve Mirza'nın cesareti karşısında gösterdiği bir şaşkınlık ifadesidir—bu durum açıkça ortaya çıkıyor: Bu sonede, her iki kahraman da dağa bakmaktadır; Hacı karakteri dağa şaşkın, biraz da korkuyla bakarken, Mirza ona bir fatih gibi bakmaktadır. Kısacası göçmen kahraman bu hiç bilmediği yeni duygular ve izlenimler karşısında "Aa!!" diyerek "şaşkınlığın parmağı"nı basmaktadır 54 Çevirilerini yaparak örneklediğimiz soneler, Czeslaw Zgorzelski tarafından hazırlanan seçme şiirler antolojisinden alınmıştır. Bir kısmı yine kaynakçada sunduğumuz internet adresinde de bulunmaktadır. 54 103 Hacı (Pielgrzym) Allah buzdan bir duvar mı örmüş denize, orada? Yoksa donmuş buluttan taht mı yapmış meleklere? (....) Zirvede bu ne kızıllık! Yangın mı var İstanbul'da? Yoksa, boz gece kaftanını üzerine çektiğinde, Doğa denizine yelken açan denizciler var ya, Onlar için mi astı Allah, bu fenerleri gök kubbe içine? Mirza Orada?~Oradaydım; kış oturuyor, orada sellerin burunlarını Ve nehirlerin boğazlarını gördüm onun yuvasından su içen; İçime çektim, kar döküldü dudaklarımdan; temizledim adımları, Kartalın yolunu kaybettiği, seyahatinin bittiği yerde bulutun, Geçtim buluttan beşikte kestiren yıldırımı, Ta ki, üzerinde yalnızca yıldızlar olana kadar türbanımın. İşte bu Çadırdağ! 55 Hacı Aa!/ Mickiewicz'i olduğu gibi romantik bir karakter olan kahramanı Hacıyı da, yalnızca gözlerinin önünde uzanan güzellikler, doğanın o büyüklüğü ve yüceliği baştan çıkarmıyor, aynı zamanda onun gizemi ve tarihi de; "Bahçesaray" (Bakczysaraj) ve "Balaklaw'daki Saray Yıkıntıları" (Ruiny Zamku w Balaklawie) sonelerinde olduğu gibi, Kırım'a ait yıkıntılar ya da mezarlarda karşılaştığı görüntüler onu çok etkiliyor, hatta geçmiş hakkında düşünmeye itiyor—örneğin "Bahçesaray" sonesinde Kırım'ın eski Çatyrdah-Kırım Yarım Adasında bulunan dağlar zincirinde en yüksek ikinci dağdır. Şekil olarak bir çadırı andırması nedeniyle Tatar Türkçe'sinde "Çadırdağ" olarak adlandırılmaktadır. 55 104 güç ve ihtişamının artık kalmadığını, doğanın ise sürekliliğini şöyle dile getiriyor: Hala büyük ama boş-Girayların kasrı! Avlular ve eşikler paşaların yüz sürdüğü hani, Divanlar, güç tahtları,aşk yuvalarında Çekirge geziyor, yılan sürünüyor, şimdi. Rengarenk pencereler boyunca gündüz sefası Sararken sağır duvar ve kubbeleri Doğa adına insan mülkünü istila eder gibi Ve Baltazarın 56 işaretleri ile yazar "Virane"yi. (...) Neredesiniz, güç, büyük aşklar, ey sena! B aki olmalıydınız~su tez akar kaynaktan. Ne utanç! Siz geçmişsiniz, kaynak hala orada. Görüldüğü gibi bu sonede Mickiewicz, Kırım Hanlarının o muhteşem sarayının harap olmuş yıkıntılarını betimliyor. Bu görüntü aynı zamanda şair tarafından tarihi ayrıntılarla çok iyi bezenmiş. Mickiewicz sonenin daha ilk başlarında, öyle sade iki kontrast sıfat kullanıyor ki; Bahçesaray'ın eski ve yeni halini çok çarpıcı olarak gözler önüne seriyor— "büyük, ama boş" 57 Baltazar İşaretleri—İncile göre, Babil kralı Baltazar'ın saray odasının duvarında gizemli bir yazı ortaya çıkar. Bu yazıyı ise İsrail peygamberi Dawid okur ve tefsir eder; "mene, tekel ufarsin "—Tanrı senin hükümdarlığını hesap etti ve artık sonunu belirledi. "Aynı gece Baltazar öldürülür. 57 Eski dönemlerdeki Polonya-Lituanya Cumhuriyeti yüzyıllar boyunca Tatar akınlarına karşı koyamamış, güney-doğu sınır bölgeleri sürekli yağmalanmıştır. Hatta XVII. yüzyıl boyunca bu Tatar saldırılarına karşılık Kazakların da, Karadeniz'deki Türk-Tatar liman şehirlerine saldırması nedeniyle sık sık Osmanlı-Polonya orduları karşı karşıya gelmiştir (1620-Çeçora, 1621-Hotin gibi). XIV yüzyıldan Karlofça anlaşmasına (1699) kadar Polonya topraklarına sayısız Tatar saldırısı gerçekleştirilmiştir. Hatta Tatar ordularının Krakow yakınlarına kadar gelişi Polonya halkında sık sık korkuya neden olmuştur. Dolayısıyla Mickiewicz için, Polonya'nın bir türlü baş edemediği bu büyük 56 105 Giray Hanedanlığından gelen hanların yüzyıllar boyunca başkenti olan Bahçesaray’ın şimdiki sakinleri sürüngenlerdir. O ihtişamlı saray zamanın acımasızlığı karşısında düşüşe boyun eğmiş, "Sağır duvar ve kubbeleri" artık "felaketin ve yok oluşun" habercisi olan "gündüz sefası" kaplamıştır. Vaktiyle kral Baltazar'a yıkılışın haberi verildiği gibi, Bahçesaray'da da "Virane" ibaresi yazılıdır. O da zamanını doldurmuş ve yıkılmıştır. Son dörtlük ise Mickiewicz'in okuyucuya vermek istediği hacılık düşüncesini mükemmel ortaya koymaktadır. İnsanoğlu tarafından sonsuza dek sürecekmiş, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen büyük değerlerin bir gün trajik bir şekilde yok olacağı gerçeğini çok çarpıcı vurgular. Çünkü insanoğlu doğanın gücü karşısında çok zayıftır, aynı sonede belirtildiği gibi kaynak— yani doğa hep oradadır, fakat su çok çabuk akıp geçmiştir. Dolayısıyla Mickiewicz’e göre herkes gelip geçicidir, bu gün çok güçlü olanlar bir zaman sonra yok olacak, o zaman Polonya da yıkıntıların içinden yeniden doğacak ve özgürlüğüne kavuşacaktır. Kırım'a ait bu sonelerde kahraman kimliğinin çeşitliliği hemen göze çarpıyor; sonelerin büyük bölümünde kahraman, Hacı olarak ortaya çıkıyor, şüphesiz şairin kendisinin duygu ve düşüncelerini dile getiriyor; "Akkerman Stepleri" (Stepy Akermanskie) ve Hacı (Pielgrzym) sonelerinde Lituanya motifleri eşliğinde bu durum gözlemleniyor. Hacının diğer yaşanmışlıkları ve izlenimleri hakkında ise anlatıcı bilgi veriyor; örneğin "Fırtına" (Burza) da bazen Mirza, yani Kırım soylusu, bazen de anlatıcı söze giriyor. Bazı sonelerde ise, örneğin "Ayıdağı" (Ajudah)nda, genç şairin monologları göze çarpıyor. "Kozlow Steplerinden Dağların Görüntüsü" nde ise Hacı ve Mirza arasında bir diyalog formu oluşuyor-ki, buna yukarıda örnek vermiştik. Bu da geleneksel sone formuna bakıldığında Mickiewicz'in tam anlamıyla yeni bir tarz oluşturduğunu göstermektedir. Mirza kişiliğinin sonelere dahil edilmesi, hatta ona söz verilmesi, şaire Doğu insanının psikolojisini oluşturmasında kolaylık gücün, şimdi yenilmiş olması çok dikkat çekiciydi. Demek ki, bir gün ülkesindeki işgal de bitecekti. 106 sağlamasının yanı sıra, sonelerin Doğuya ilişkin karakterini büyük ölçüde zenginleştiriyor ve renklendiriyor. Mirza, o zamanın Kırım soylusu, Müslüman. Onun kişiliği Allah’ın varlığının bir kanıtı oluyor, dolayısıyla Mickiewicz Müslüman gelenek ve göreneklerine dair pek çok dini ayrıntıya yer veriyor, ayni zamanda Türk ve Tatar kökenli kelimelere de-ki klasik eleştirmenler bu nedenle Mickiewicz’in eleştirmektedirler.58(Mankowski,1994:164) Özellikle Mirza'nın sesine kulak verdiğimiz "Çadırdağ" (Czatyrdah) sonesinde Müslümanlara ait pek çok ayrıntıya rastlıyoruz. Bu sonede Mirza bir Doğu insanı olarak Kırım'ın egzotiğini, kültürünü ve insanlarının dünyaya bakış açısını göçmen Hacıya öğretiyor. Mirza daha ilk mısrada Müslüman geleneğine uygun olarak doğaya "taştan ayaklarını öperek" saygısını sunuyor. Daha sonra Çadırdağ'ı, "Kırım'dan geminin direği, dünyanın minaresi, padişahın dağı" olarak tanımlıyor. Dolayısıyla bu metaforlar, oryantal motifler Doğu kültürünün soluğunu okuyucuya hissettiriyor. Mickiewicz, daha sonraki kıtalarda Çadırdağ'ı canlandırıyor, kişileştiriyor ve Doğu giysisini -"cüppeyi" giydiriyor,"türbanı" takıyor, bu yüce dağı, "insanlarla tanrı arasında aracılık yapan bir meleğe-Gabriel'e" benzetiyor. Mirza, Kırım'ın doğasının büyüklüğünü, yüceliğini, sürekliliğini, buna karşın insan kaderinin belirsizliğini, zayıflığını betimlerken insanoğlunun ölümlü olduğuna vurgu yapıyor. Kısacası Batı insanına bu gerçeği hatırlatmak, hatta öğretmek, onu maddecilikten ruhsal dünyaya yöneltmek istiyor. Mirza Müslüman inleyerek öper senin taştan ayaklarını Kırımdan geminin direğisin, yüce Çadırdağ! Dünyanın minaresi! Padişahın dağı! Sen, bulutlara yükseldiğinde, kayaların üzerinden, Oturursun gök kubbenin kapısında, Mickiewicz'in Doğu ile Batı dünyasını Hacı ve Mirza kahramanlarının kişiliğinde karşılaştırması ve bu karşılaştırmada Doğuya ait ayrıntıları çok kullanması, özellikle de yüceltmesi önemli nedenlerden biridir. 58 107 öyle yükseksin ki Tıpkı Gabriel gibi, cennet bahçesini bekleyen. Karanlık ormanlar cüppen, korkunun yeniçerileri Dokuyorlar buluttan türbanını şimşekler ve sellerden Güneş yaksa bile, sis gölgelese de hani, Gâvur yaksa da evleri, mahsulü yese de çekirge— Ey Çadırdağ! Sen yine de sağır ve hareketsizsin, Benzersin dünya ile gökyüzü arasında yaratılmış çevirmene, Yeryüzü, insanlar, yıldırımlar ayaklarının altına serili Yalnızca, kulak verirsin, Tanrının kullarına söylediklerine. Yine Doğuya ait motiflerle buluştuğumuz bir başka sonesi "Aluşta'da 59 Gündüz" (Aluszta w Dzien) de; Dağ artık o sisli kaftanını göğsünden silkiyor, Sabah namazı çağlıyor başaklarda altından, Selam veriyor orman, mayıs saçlarından, Sanki Halifelerin tespihinden yakut nar tanelerini döküyor. Yukarıda da gördüğümüz gibi, Mickiewicz'in Doğu motiflerinin eşliğinde renklerin kendi isimlerini de kullanmadığına şahit oluyoruz; onların yerini Doğunun zenginliğini, ihtişamını yansıtan değerli taşların ve mücevherlerin isimleriyle yaptığı mecazi tanımlamalar alıyor. Örneğin bir başka sonesi "Gece Bahçesaray" (Bakczysaraj w Nocy)da; Camiden mü'minler çıktıklarında hep birlikte Ezan sesleri akşamleyin kaybolur sessizce Ufuklar utançtan sanki yakut kesilince Gecenin gümüş hükümdarı yare gelir dinlenmeye. Mickiewicz zaman zaman "Haremin Mezarlığı" (Mogila Haremu) sonesinde olduğu gibi dekoratif bir stil kullanıyor. Haremin 59 Aluszta-Aluşta-Kırım'ın güney sahilinde bir şehir. 108 bahçesindeki mezarlıkta gömülü olan, Sultanın genç yaşta ölen cariyelerini şöyle betimliyor; Daha olgunlaşmamış salkımlar, aşk bağlarından Allah’ın masasına alınmış; burada Doğunun incileri Çekmiş daha çok gençken, mutluluk ve sevinç denizinden, Sonsuzluğun kabuğu, tabut o karanlık sinesine. Ancak bir Avrupalının sözlerinde ifadesini bulabilecek, Barok tarzını hatırlatan bu üslup Mirza'nın dudaklarından çok doğal dökülüyor. Tabii ki, bu bir tesadüf değildir, sadece Doğu tarzının ihtişamını daha gerçekçi vermek amacıyla yapılmıştır. Aynı zamanda şairin bu iki ayrı dünya arasındaki mesafeyi de çok iyi koruduğu gözlenmektedir. Hatta Doğuya ait motiflerde Mickiewicz'in tam bir tutarlılık gösterdiğini söyleyebiliriz; örneğin Hacının konuşmalarında hiçbir şekilde Doğuya ya da İslam'a dair bir kelime kullanmadığı gibi, Mirza'nın sözlerinde de Lituanya hatıralarını kullanmamaktadır. Hacının hatıralarında Lituanya, Mirza'nın sözlerinde de oryantalizm iki ayrı dünya olarak karşımıza çıkmaktadır. Adam Mickiewicz'in Kırım Soneleri'inde fevkalade güzel bir anlatım tarzı sergilediğini görüyoruz. Bu ustaca anlatımın odak noktasını "Akkerman Stepleri" sonesinde de olduğu gibi, bütün bir soneyi içine alan benzetmeler, metaforlar dizisi oluşturmaktadır; Kırım Soneleri dizisini açan ve aynı zamanda onun bütün konusunu ortaya koyan Akkerman Steplerinde, bundan sonraki sonelerde sürekli tekrarlanacak olan anahtar motifler de ortaya çıkmaktadır; Hacı (Pielgrzym), gezgin, sürgün, sürekli seyahat, doğanın büyüklüğü ve gücü, şairin bu dizeleri yazmasına neden olan ülke özlemi, yalnızlık, terkedilmişlik, kısacası bu ilk sone bütün dizinin özetini içinde barındırmaktadır. Şimdi bu soneye daha yakından bakalım; İlk dörtlükte sonelerin kahramanı, dolayısıyla şair" dalgalanan çimenler ve çiçek selleri arasında " stepler boyunca yapmış olduğu seyahati betimler. "Açıldım enginliklerine kuru ummanın" derken önünde uzanan o sınırsız genişlikteki stepleri okyanuslara benzetir. Dolayısıyla bindiği araba da "mercansı 109 çalılıklar adasını geçerek" "otlara dalar", "kayık gibi dolanır." Genişlik ve büyüklük imgeleminden faydalanarak oluşturduğu bu metaforlar dizisi steplerin mükemmel bir resmini çizmekte, hatta umman-okyanus benzetmesiyle stepler renklenerek hareket bulmaktadır . Açılırım enginlerine kuru ummanın, Arabam otlara dalmış, gezinir kayık gibi, Çimenler dalgalanmakta, çiçekler sel misali, Geçerim adasını mercansı çalılıkların. Bu kadar büyük okyanusta yolunu bulmak zordur, dolayısıyla gezgin de tıpkı bir denizci gibi karanlık çöktüğünde, yolunu bulmak için yıldız aramaktadır. Uzaklarda Dniester nehrinin doğduğu yerlerdeki ışıkları~ki Dniester nehrinin suladığı Ukrayna toprakları bir zamanlar Polonya-Lituanya topraklan içindeydi~onu ülkesine götürecek deniz fenerlerine benzetir. Dniester'in Karadeniz'e döküldüğü yer ise Akkerman'dır. Dolayısıyla "Akkerman Lambası"nın ışığında Dniester'i izleyerek ülkesine dönebilecektir. Karanlık çökmüş, ne yol ne kurgan görünmekte, Göğe bakarım, yıldız ararım, kayığa rehber; Uzaklarda bulut mu parlıyor, doğuyor mu seher? Parıldayan Dniester, Akkerman lambası60 yanmakta. Bundan sonraki üçlük ise, gerçekle hayalin yüzleştiği, yeni olayları sabırsızlıkla bekleyen kahramanın zengin hayal dünyasının bir ürünü olduğunu gösterir. Üçüncü kıta steplerde hüküm süren sessizliğin, sakinliğin resmini gözler önüne getirirken, sonelerin kahramanı "Duralım!-ne sessiz..." der birden, çünkü bu sessizlik içinde "uçan turnaları", "çimenlerde uçuşan kelebeği", "kaygan yılanın otlara dokunuşunu" bile duymaktadır. Duralım!-ne sessiz...-şahin gözünün göremediği, 60 Akkerman lambası—Akkerman (şimdiki Bialogröd) Dniester nehrinin Karadeniz’e döküldüğü liman kenti. Akkerman'da o zamanlar deniz feneri yoktu, bu nedenle Akkerman lambası diyor; bir başka açıdan bakarsak, parlayan Dniester, ya da Akkerman lambası derken, limanın ışık saçan ayna gibi yüzeyini kastettiği de söylenebilir. 110 Turnaların geçişini bile duymaktayım; Duymaktayım çimen üzerinde uçuşan kelebeği. Bu sessizlik ve sakinlik içine dalar... fakat uzun sürmez, çünkü birden içinde özlem uyanır. Belki de buna onun vaktiyle Lituanya bataklıklarında seyrettiği turna kuşlarının görüntüsü neden olmuştur. "Bu sessizlikte... Lituanya'dan bir ses duyar gibiyim" derken, bu sözlerinden şairin ülkesine olan özleminin ne kadar büyük olduğuna şahit oluyoruz. Bu yoğun sessizliğin içinde ülkesinden de bir ses duyabilme umudu canlanmıştır. Fakat Akkerman Steplerinin son sözleri olan "kimse çağırmıyor, gidelim!" ise şairin, dolayısıyla kahramanı Hacının duyduğu umutsuzluğu, kederi, düş kırıklığının büyüklüğünü gösterirken, kahramanı göçmen Hacı gibi Mickiewicz'in de "ruhunun peyzajını" açıkça ortaya koyuyor. Kaygan yılanın otlara dokunuşunu bile duymaktayım. Bu sessizlikte! Öyle dikkatli kulak kabarttığımda, Sanki Lituanya'dan bir ses duyar gibiyim.-Kimse çağırmıyor, gidelim! Diğer sonelerde Akkerman Steplerindeki gibi sonenin bütününü içine alan metaforlar dizisi bulunmasa da, konuyu ve içeriği mükemmel yansıtan ustaca yapılmış benzetmeler vardır. Örneğin "Gece Bahçesaray" da bulutu beyaz bir kuğuya benzetir; Bulut, gölde uyuyan bir kuğu gibi Göğsü beyaz, kenarları altına boyalı, ya da denizlerdeki korkunç bir fırtınayı betimlediği "Fırtına"da, denizlerdeki o devasa, ölümcül dalgaları kale surlarına saldıran askerlere benzetir; Ölümün dahiliği ortaya çıkıp gemiye yaklaştığında Yıkılmış surlara saldıran bir asker gibi, 111 ya da "Balaklaw'da Saray Yıkıntıları"nda, tepelerde zaman içinde dağılmış olan eski yapıların yıkıntılarını kocaman iskeletlere benzetir; "Bugün dikiliyorlar dağlarda kocaman iskeletler gibi." Mickiewicz'in bu soneler dizisinde çok sık doğayı canlandırdığına, kişileştirdiğine şahit oluyoruz; örneğin "Ayıdağı"nda, denizdeki o köpürmüş olan dalgalar "püskürüyor ve dümen kırıyorlar", "Çadırdağ"da dağ "cüppe giyiyor, türban takıyor", "Kozlow Steplerinden Dağların Görüntüsü"nde "yıldırım bulutların beşiğinde kestiriyor", "Gece Bahçesaray"da "yıldırım uyandığında suskun gökyüzü çöllerine uçuyor." Ay ise "gecenin gümüş hükümdarı olarak yarin yanında dinlenmek" istiyor. Yine bu sonede Ay'ın, yani Hilal'in "gecenin gümüş hükümdarı" olarak kişileştirilmiş olması da oryantal bir motif olarak dikkat çekicidir. Mickiewicz zaman zaman doğanın gücünü ve bu güç karşısında insanın zayıflığını okuyucuya daha etkin hissettirebilmek için, doğa olaylarının doğal seslerini taklit etmeye çalışıyor. Bu durum özellikle "Fırtına"da çok belirgin olarak gözlenmektedir. Örneğin ilk dörtlükte "r" ve ona bağlı olarak da "sz" seslerini sürekli tekrarlayarak belirgin şekilde fırtınanın sesini taklit etmeye çalışıyor; Zdarto zagle, ster prysaj, ryk wod, szum zawiei, Glosy trwoznej gromady, pomp zlowieszcze jeki, Ostatnie liny majtkom wyrwaly sie z reki, Slonce krwawo zachodzi, z nim reszta nadziei Şairin "Fırtına"da yapmak istediği temel şey, bir doğa felaketinin dinamizmini, sesini, hareketini resmederek, bir deniz fırtınasının tehlikesini okuyucuya olabildiğince iletebilmektir. Dolayısıyla dramatik olayların çalkantısını, temposunu, duygusunu oluşturabilmek için, eş değerdeki kelimeleri, fiilleri de bir biri ardına vermeye çalışıyor; "yelkenler parçalanmış, dümen savrulmuş, suların kükremesi, gürültü esiyor", görüldüğü gibi sürekli bir hareketlilik var, fakat daha soma ikinci dizede olay yavaşlıyor, doğanın gürültüsüne karışıyor, "endişeli kalabalığın, pompaların sesleri, uğursuz iniltiler" burada yalnızca sesler hüküm sürüyor— verilen 112 resmi siyah beyaz bir filme benzetmek de mümkün, şair olayı bundan sonraki dizelerde daha da dramatikleştiriyor; Tayfaların elinden kurtuluyor son halatlar da, Güneş kan renginde batıyor, ardından kalan umutlar da. Üçüncü kıtada deniz fırtınasını anlatan anlatıcı, bu korkunç olayı ve insanların bu olay karşısında verdikleri tepkileri gözlemleyen tipik Byron tarzı kahramana dönüşüyor; O ellerini uzatmış, onlar yarı ölü yatarken, Diz çöküyor dostların kucağında veda ederken, Dua ediyorlar onlar, ölüme karşı, ölmemek için. Kahramanın kendisi tıpkı şair gibi çevresine karşı yabancılık hissetmekte, "sessizce" bir kenarda oturarak olan biteni izlemektedir: Sadece bir yolcu oturuyordu, kenarda sessizce Ve düşünüyordu: ...şanslıdır, güçten kesilse bile, Dua etmeyi bilen, ya da veda edecek kimsesi olan. Sonelerin kahramanı gücü kesilip korkudan bayılan insanı bile kıskanan, dualarda avuntu arama yeteneğini kaybetmiş, yanında kimsesi olmayan ümitsiz bir insandır. Bu son dörtlükte Mickiewicz dünya ile kavgası olan romantik bir bireyin yapısını, psikolojisini ustaca ortaya koymaktadır; bu sonede korkunç doğa felaketi ile ölüm arasında kalmış bir gemi dolusu dehşete düşmüş insan sergilenmektedir. Tayfalar yolcuların ve kendilerinin hayatta kalabilmeleri için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Hala ayakta kalanlar da korkudan çıldırmış durumdadırlar, yaşamları yalnızca bir mucizeye bağlıdır. Dolayısıyla dua etmektedirler. Bütün bu karmaşa ve korku içinde yalnızca bir kişi çevresinde olan biten her şeye karşı kayıtsızdır. Çünkü onun hayatla hiçbir bağlantısı yoktur, ne bir dostu, ne de dua etmeye karşı inancı kalmıştır. Mickiewicz'in, bu sonede de, özellikle doğanın gücü karşısında insanoğlunun ne kadar zayıf olduğu gerçeğini, bire bir doğa olaylarını canlandırarak okuyucuya aktarış tarzı oldukça başarılıdır. "Kırım Soneleri"nin içerik ve sanatsal açıdan birlikte yayınlanan, salonlardaki aşk tasvirlerinin yer aldığı Odessa 113 sonelerinden çok farklı yazıldığını yukarıda söylemiştik. Nitekim Mickiewicz'in kendisi de dizinin son sonesi olan "Ayıdağı" (Ajudah) da, bu farklılığı, duygu, düşünce ve yaşanmışlıklarından ortaya çıkan "ölümsüz şiirler" benzetmesiyle ortaya koyuyor. "Kırım Soneleri" serisinin son sonesi olan "Ayıdağı" Mickiewicz'in sürekli monologlarıyla geçiyor: Hacı kahramanımız, dolayısıyla şairimiz "Ayıdağı"ndan aşağıya bakarak dalgaların hareketini izlemektedir. "Balina orduları"na benzettiği dalgalar, kıyılara saldırmakta, vurmakta, fethettikten sonra da, geri çekilirken arkalarında altın sarısı kumlarda ganimet olarak "inci, mercan, deniz kabuğu" bırakmaktadır. Kıyıları kaplayarak, balina orduları gibi Dalgalara çarpıyorlar, dolduruyorlar sığ yerleri Fethediyorlar kıyıları, dönüşte de, Arkalarında bırakıyorlar mercan, deniz kabuğu, inci. (...) Tıpkı senin kalbinde bıraktığı gibi, ey genç şair!" derken, bu görüntünün şairi çok etkilediği, hatta kendi içine döndürerek varoluşunu sorgulamasına neden olduğu görülmektedir. Çünkü bu olay onun ruhunun bir yansıması gibidir. Tıpkı dalgaların, vurduğu, fethettiği, o çalkantıların ardından geride ganimet olarak inci, mercan bıraktıkları gibi, şairi de vuran, rahatsız eden duygu seli, aşklar, acılar ve onu esir alan tutkular bir süre sonra geçer, fakat geriye şair için bu acıların ürünleri olan "ölümüz şiirleri" bırakırlar. Bu "Ayıdağı" sonesiyle büyük şair Adam Mickiewicz, Kırım’ın doğasına hayranlığı ile yurduna olan özlemi arasında "Hacılık" kavramını şekillendirdiği, "yaşanmışlıklarının bir hatırası" olan Kırım Sonelerine son noktayı koyar. 114 KAYNAKÇA BOHDANOWICZ, Leon - Chazbijewicz, Selim - Tyszkiewicz, Jan. (1997). Tatarzy Muzulmanie w Polsce, Gdansk: Niezalezne Wydawnistwo "Rocznik Tatarow Polskich". EMİN, Mehmet. (1330/1813). Türk Yurduna; Ey Türk Uyan. İstanbul : Matbaa-i Hayriye. EREN, Hasan. (1998). Türklük Bilimi Sözlüğü. I. Cilt, Yabancı Türkologlar. Ankara. FLOREK, Ewa. (1998). Romantyzm Pozytywizm. Krakow. GARLICKI, Andrzej. (1998). Historia 1815-1939. Warszawa:Wydawnistwo Naukowe "Scholar". JABLONOWSKI, Aleksander. (1989). "Litvanya Büyük Prensliğinin Güneydoğuda Türkler ve Tatarlarla olan Hududu". Türk Dünyası Araştırmaları. Ağustos 1989. 10 (61), 185-203. JAWORSKI, Stanislaw. (1991). Slownik Terminy Literackie. Warszawa: Wydawnistwo Szkolne i Pedagogiczne. KURAT, Akdes Nimet. (1972). IV- XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz'in Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. KRZYANOWSKI, Julian. (1969). Dzieje Literatury Polskiej. Warszawa: Pahstwowe Wydawnistwo Naukowe. MAKOWSKI, Stanislaw. (1994). Romantyzm. Warszawa: Wydawnistwo Szkolne i Pedagogiczne. MICKIEWICZ, Adam. (1986). Wybor Poezji. c. II. (Haz. Czeslaw Zgorzelski). Wroclaw: Biblioteka Narodowa. MILOSZ, Czeslaw. (1994). Historia Literatury Polskiej. Krakow: Wydawnistwo ZNAK. ORTAY, Selim. (1936). O Niepodleglosc Krymu. Warszawa: Wydawnistwo Kwartalnika "Wschod". Okresy Literackie. (1990). ( Haz. Jan Majda ). Warszawa: Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne. ÖZTÜRK, Yücel. (2002). "Kırım Hanlığı". Türkler. 8. cilt., 500-513: Yeni Türkiye Yayınları. PIETRZYK, Dariusz. (1994). Romantyzm.Kıakow: Agensja Wydawnicza "Greg". 76 Sabire Arık POLACY, Ktorych Poznac Warto. (1986). (Haz. Janina Michowicz). Warszawa: Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne. SAMRYNOWICZ, Eugeniusz - Makowski, Stanislaw - Libera, Zdzislaw. (1988). Romantyzm. Warszawa. SONETY KRYMSKIE, Romantyzm, http://www.literatura. zapis. net. Pl / okresy / romantyzm / mickiewicz / sonety _krymskie. htm The Great Emigration and Polish Romanticism. (1951). The Cambridge History of Poland, From Augustus II to Pilsudski (1697-1935). II. Cilt. Cambridge. UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı. (1983). Osmanlı Tarihi, c. V. Ankara 115 YÜCE, Neşe Taluy. (2002). Polonya Edebiyatında Aydınlanma-Romantizm- Realizm. Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları. 116 Kitabın oluşan projesi: Edyta Michalska – Polonya Başkonsolosluğundaki kamu diplomasi muavin konsolosu 117