hasan hanefi örneği

advertisement
The Journal of Academic Social Science Studies
International Journal of Social Science
Doi number:http://dx.doi.org/10.9761/JASSS3568
Number: 48 , p. 165-181, Summer II 2016
Yayın Süreci
Yayın Geliş Tarihi / Article Arrival Date - Yayınlanma Tarihi / The Published Date
13.06.2016
15.08.2016
ÇAĞDAŞ DÖNEM KELÂM’INDA YENİLENME ÖNERİLERİ
-HASAN HANEFİ ÖRNEĞİ-
THE RENOVATION SUGGESTIONS IN ISLAMIC THEOLOGY OF THE
CONTEMPORARY PERIOD -HASAN HANAFI AS A MODELYrd. Doç. Dr. Hilmi KARAAĞAÇ
Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Öz
Kelâm, İslam inanç esaslarınfın tespitini ve onların her asırda savunulmasını
amaçlayan bir ilimdir. Savunacağı esasları ilahi naslardan alır. Savunmayı şekillendiren
temel unsur ise dönemin kültürel ortamı ve ihtiyaçlardır. Söz konusu bu unsurların değişmesi beraberinde savunma şeklinin değişmesini gerektirir. Bu açıdan Kelâm her dönemde kendini yenileyen dinamik bir ilim olmak zorundadır. 19. asırdan günümüze kadar İslam toplumlarının yaşadığı olumsuzluklar, ilim adamlarını İslâmî ilimlerin yenilenmesi gerektiği düşüncesine sevk etmiştir. Bu bağlamda çeşitli tecdid önerileri dile getirilmiştir. Bu öneriler genel olarak Osmanlı Türkiyesi, Mısır ve Hindistan’da ortaya
çıkmıştır. Bu önerilerde temel amaç zamanla dinamikliğini kaybederek geçmişin tekrarına dönüşen İslam ilimlerini yeniden eski dinamik yapısına dönüştürmektir.
Çağdaş düşünürlerden Hasan Hanefî, genelde tüm İslâmî ilimler özelde ise
kelâm ilmi için bir yenilenme projesi önerir. Onun önerisi tarihi tenkit ve fenomenolojik
yönteme dayanır. Ona göre kelâm, konusu ve muhtevası kültürel çevre tarafından belirlenen tarihsel bir ilimdir. Kültürel çevre değiştikçe kelâm’ın yenilenmesi gerekmektedir.
Hanefi’nin “mine’l-akîde ile’s-sevra” adlı eseri onun yenilenme önerisini ihtiva eder. Kelam’ın yenilenebilmesi için öncelikle onun teosantirik yapısının antroposantirik bir yapıya dönüştürülmesi gerekir. Böylelikle kelam beşeri bir ilim haline dönüştürülmüş olacaktır. Bu ise fenomenoloji ile gerçekleştirilir. Hanefî, fenomenolojinin kendisine sağladığı imkanla temel inanç esaslarını tevil eder. Bu çalışmada Hanefî’nın sunduğu öneri
gerekçesi, yöntemi ve sonuçları açısından tahlil edilecektir.
Anahtar kelimeler: Hasan Hanefi, Yenilenme, Gelenek, Fenomenoloji, Allah’ın
Sıfatları, Ahiret

Bu Makale “Hasan Hanefi’nin Kelam İlmini Yenileme Projesi” isimli Doktora tezimin verilerinden yararlanılarak
hazırlanmıştır.
166
Hilmi KARAAĞAÇ
Abstract
Islamic theology is a science which aims to identify the principles of the Islamic
faith and defends them in every century İt takes treat of bases from divine verses. The
main elements are shaping this defense is cultural environment of the time and its needs.
Changing of these elements requires a change in the method of the defense. Therefore,
Islamic theology must be a self-renewing dynamic science in every period. Muslim societies have fallen behind in the 19th century in all areas. This situation has prompted scientists to the idea that the Islamic sciences should be replaced. In this context, various renovation proposals were presented. These proposals generally appeared in Ottomon Turkey, Egypt and India. This main purpose of these proposals is to reconstruct the old dynamic lost Islamic knowledge from the beginning into new structure.
Contemporary scholar Hassan Hanafi suggests a renovation project for Islamıc
theology as well as for other Islamic sciences. His suggestion is based on historical criticism and phenomenological method. According to him theology is a historical trend set
by the subject and content of the cultural environment. Cultural environment must
change the restoration of theology. His work “Mina’l-Akîda Ila’s-Savra” contains on a
proposal by its restoration. To renew Ilmi Kalam it must be converted its theocentric
structure first to an anthropocentric structure. It will then be transformed into a theology
of human knowledge. This is accomplished with the phenomenology. It’s a possibility
for Hassan Hanafi that it would allow him to interpret the fundamental beliefs. In this
study, we will elaborate his proposition from every aspect.
Keyworlds: Hasan Hanafi, Renovation, Tradition, Phenomenology, The Attributes of God, Hereafter
GİRİŞ
İslam inanç ilkelerini İslâm esasları
doğrultusunda tespit ederek ortaya koymayı
ve bu ilkeler çerçevesinde tezahür eden şüphe
ve tereddütleri bertaraf etmeyi kendisine gaye
edinen kelâm ilmi, hicrî ilk asırdan itibaren
günümüze gelinceye kadar birçok merhaleler
geçirmiştir. Genel olarak cedel yöntemini
kullanan kelâm’ın hem ele aldığı konularda
hem de bu konuların işlenişinde muarızların
düşünce ve metodları büyük bir öneme sahip
bulunmaktadır. Zira sahip olunan fikirlerin
savunulmasında hedef kitlenin tanınmasının
savunmanın tesirini artıracağı müsellemdir.
Bu bağlamda kelâmcılar, tarihi süreçte İslam
toplumunun içinde neşet eden farklı fikirlerle,
diğer din ve inanç sahipleriyle ve felsefecilerle
hep mücadele içerisinde olmuşlardır. Kelâm’a
canlılığını ve dinamikliğini kazandıran da
kelamcıların söz konusu mücadeleleridir.
Tercüme faaliyetleri neticesinde İslam
düşünürleri Batı düşüncesinin kaynağını oluşturan Yunan felsefesi ile tanışmışlardır. Bu
tanışma sürecine gelinceye dek Müslüman
toplumun kendi iç dinamiklerinin ortaya çı-
kardığı itikâdî konularla ilgilenen kelâm, sonrasında yeni mevzu ve metotlara kavuşmuştur. Fırkaların teşekkül ettiği bu dönem kelâm
ilminin katettiği en parlak dönemlerdendir.
Bu parlaklığın çeşitli tonlarda da olsa Osmanlı’nın yükselme dönemi sonuna kadar etkisini
sürdürdüğünü söylemek mümkündür.
Zuhurundan başlayarak 17. asra kadar siyasî, sosyal ve ilmî sahalar başta olmak
üzere her alanda etkin söz sahibi olan İslam
toplulukları önce bir duraklama evresine,
akabinde de gerileme dönemine girerek etkinliğini kaybetmiş ve edilgen konuma gelmiştir.
Duraklama ilk olarak ilmî sahada kendisini
göstermiş, müteakiben siyasî ve askerî sahalara sirayet etmiştir. İslam toplumlarının yaşadığı bu gerileme sürecine mukabil ortaçağın
karanlıklarından kurtulan Batı, 17. asırdan
itibaren “modernleşme” ve “aydınlanma”
süreçlerinden geçerek etkilerini çağımızda da
görmeye devam ettiğimiz birçok alandaki
üstün, belirleyici ve hükmedici konumuna
kavuşmuştur.
İslam toplumlarının yüz yüze geldiği
bu durum, Müslümanları, kaybedilen etkinliğin tekrar kazanılması için her alanda ıslahat
Çağdaş Dönem Kelâmı’nda Yenilenme Önerileri -Hasan Hanefi Örneği-
ve yenilenme arayışlarını sevk etmiştir. Çağın
ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak olmakla
tenkit edilen İslamî ilimler, bu bağlamda yenilenme de önceliğe sahiptirler. “Usûlu’d-dîn”
olmakla diğer ilimlere temel teşkil eden kelâm
ise yenilenmeye en açık ve muhtaç olarak
İslamî ilimler arasından temâyüz etmiştir. 19.
asrın ikinci yarısından itibaren birçok İslam
bilgini bu doğrultuda tenkitleriyle beraber
teklif ve teoriler sunmuşlardır. İslam düşünce
çevrelerinde özellikle de kelâmcıların bu konuda büyük çaba harcadığı söylenebilir (Taşçı, 2015: 167). Osmanlı Türkiyesi, Mısır ve
Hint-Alt kıtası (Hindistan) yenilenme arayışlarının ön plana çıktığı başlıca coğrafyalardır
(Özervarlı, 1998: 47-67; Karaağaç, 2008: 3).
Bütün
İslâmî
ilimlerle
birlikte
Kelâm’da yenilenme arayışları ve metodoloji
sorunu henüz çözülebilmiş değildir. Her geçen gün benzer gerekçelerle yeni yöntem önerileri sunulmakta ve tartışmalar canlılığını
devam ettirmektedir. Bu bağlamda Mısırlı
çağdaş düşünürlerden Hasan Hanefî1 (d.1935)
diğer İslamî ilimlerle birlikte kelâm içinde bir
tecdid önerisi sunmaktadır. Bu çalışmada
Hanefî’nin sunduğu tecdid önerisinin gerekçeleri, yöntemi, örnekleri ve sonuçları onun
eserleri çerçevesinde ele alınacaktır.
Hasan Hanefî, 13 Şubat 1935 tarihinde Kahire’de doğdu.
Kahire Üniversitesi Âdâb Fakültesi Felsefe Bölümü’nden
1956’da mezun oldu. Paris Sorbonne Üniversitesi’nde
doktorasını tamamladı (1966). 1967-1995 tarihleri
arasında Kahire Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde öğretim
üyesi olarak görev yaptı. Emekli öğretim üyesi olarak
çalışmalarını Mısır Felsefe Cemiyeti’nde sürdüren Hanefi,
en velûd çağdaş İslam düşünür ve yazarlarındandır.
Farklı dillerde yayımlanmış çok sayıda kitap, makale,
tebliğ ve çevirileri bulunmaktadır. Başlıca eserlerinden
bazıları: et-Turâs ve’t-Tecdîd (eser dilimize M.Emin Maşalı
tarafından Gelenek ve Yenilenme, Kadim Gelenek Karşısındaki
Duruşumuz adıyla çevirilmiş olup Otto yayınları
tarafından Ankara, 2011’de neşredilmiştir.), Mine’l Akide
ile’s-Sevrâ, ed-Dîn ve’s-Sevrâ fi’l-Mısr, Mukaddime fî İlmi’lİstiğrâb, Mine’n-Nakli ile’l-İbda’, Mine’n-Nass ila’l-Vâkî,
Mine’l-Fenâ ila’l-Bekâ, Kadâyâ Muâsırâ, Humûmu’l-Fikr ve’lVatan, Cemâlüddîn el-Efgânî, Dırâsât-ı İslâmiyye ve ed-Dîn
ve’s-Sekâfe ve’s-Siyâse fi’l-Vatani’l-Arâbî’dir.
1
167
A- Kelâm’da Yenilenmenin Gerekçesi ve Gerekliliği
Hanefî’ye göre İslamî ilimler, vahyi
anlamaya ve onu teoriye, ilme, yönteme ya da
bir programa dönüştürme çabalarıdır. Doğal
olarak onlar kendine ait şartları ve ilişkileri
bulunan kadim medeniyetin sahip olduğu
realiteden neşet etmişlerdir. Söz konusu realite, her disiplinin yapısını, mahiyetini, yöntemlerini, sonuçlarını ve dilini belirlemiştir. Bu
anlamda ilimler, tarihin bir anında mutlak bir
şekilde teşekkül ederek ilelebet değişmeden
sabit kalacak değillerdir. Aksine onlar vahyi,
mevcut kültürel ortam çerçevesinde ifade
etmeye çalışan izafî disiplinlerdir (Hanefî,
2011: 181 ; Atmaca, 2012: 104). Bu doğrultuda
Hanefî, kelâm ilmini de, belirli bir konjonktürde, devrin kültürel seviyesinin yapısına
bağlı ve (toplumsal) alanda ortaya çıkmış,
gelişmiş ve bizâtihi tarihsel bir aşamada olgunlaşmış tarihsel bir ilim olarak kabul eder
(Hanefî, 1978: 507). Ona göre, kelâm ilminin,
ortaya çıkış ve gelişmesinde dini nasslara
dayanmış olması onun, konusu, metodolojisi
veya yapısı hatta sonuçları bakımından mutlak bir ilim olduğu anlamına gelmez. Çünkü
dini nasslar -esbâb-ı nuzül örneğinde olduğu
gibi- toplumsal koşullarda ortaya çıkmış olup
zamana, toplumun gereksinimlerinin farklılaşmasına ve beşeri kapasitesin çeşitlenmesine
göre bir gelişim seyri izlemiştir (Hanefî, 1998:
73).
Kelâm ilmi, dinî nassa dair salt aklî
bir teori elde etmeye yönelik ilk etkinlik olup
diğer medeniyetlerle en ufak bir etkileşim söz
konusu olmaksızın tamamen dâhilî bir gayretle gerçekleşmiştir. Kelamcının görevi nassı bir
anlama, ayeti de bir düşünceye dönüştürmek
olmuştur. Bu misyonları nedeniyle kelâm
alimleri günümüzün içişleri bakanlarına benzerler. Görevleri, siyasî coğrafyanın içerisinde
ortaya çıkan yanlış itikatlara karşı yeni doğmuş kültür ve medeniyetin dâhilî nizamını ve
teorik tutarlılığını korumaktır (Hanefî, 2011:
204 ; Güler, 1994: 158).
168
Hilmi KARAAĞAÇ
Teşekkül aşamasında tehdit oluşturan
şüphelere karşı koymak için ortaya çıkan
kelâm ilminin muhteva ve metodunu tarihsel
ve toplumsal koşullar tayin etmektedir.
Kelâmcıların ortaya koyduğu akâid esasları,
yapısal anlamda, çağdaşı bulunduğu din ve
inanç akımlarına karşı diyalektik hesaplaşma
bağlamında belirlenip formüle edilmişlerdir.
Söz konusu bağlam ile bu bağlamı oluşturan
koşul ve gereksinimlerin değişmesi zorunlu
olarak kelâm ilminde muhteva ve metot yenilenmesine
gidilmesini
gerektirmektedir.
Kelâmcıların bu yenilenme ihtiyacını göz ardı
ederek tarihin aşamalarından birini ilk ve son
aşama olarak belirlemesi, halefin görevini de
selefi şerh etmek olarak tayin etmesi Hanefî’ye göre tarihi bir hatadır (Hanefî, 1998:
73).
Hanefî’nin kelâm ilminin yenilenme
ihtiyacını temellendirdiği bir diğer argüman
ise İslamî ilimlerin tedvin dönemi Müslümanları ile günümüz Müslümanlarının siyasî,
askerî, iktisâdî ve sosyal açıdan dünya ölçeğinde işgal ettikleri konumdaki değişimdir.
Ona göre İslam toplumları nezdinde kelâm
ilminin teşekkül çağının koşulları ile günümüz koşulları mukayese edildiğinde ikisi
arasında büyük bir uçurum göze çarpar. Birincisinde Müslümanlar galip ve muzaffer
konumda iken ikincisinde ise mağlup ve
mağdur konumdadırlar. Fetihler yoluyla yeni
toprakların kazanıldığı bir aşamadan eldeki
toprakların işgallerle kaybedildiği bir aşamaya geçilmiştir. Realite artık zaferden hezimete,
fetihten işgale, otorite sahibi olmaktan müstemleke olmaya yani üstünlükten alçaklığa
dönüşmüştür. Dolayısıyla tarihsel koşullar
bütünüyle değişmiştir. Günümüzde İslam
toprakları işgal altında olup Müslüman toplumlar özgürlüklerini yitirmişler, birçoğu
açlık, yokluk ve yoksulluk içerisinde sefalet
derecesinde bir yaşam sürdürmektedirler.
İslam ümmeti kendi öz kaynaklarına hükmedemeyecek kadar dağılmış ve parçalanmış,
birçok alanda başkalarına bağımlı hale gelmiştir. Kelâm ilmi geçmişte galip konumdaki
Müslümanların inançlarına yönelik tehditleri
bertaraf etmek üzere tesis edilmiş olup muzaffer bir kültürel çevrenin ürünüdür. Ancak
günümüzde tehdit onların varlıklarına, sahip
oldukları doğal zenginliklere, istiklal ve istikballerine yöneliktir.
Bu durum, yeni kelâm âliminin yeni
tehlikelerin bulunabileceği şeylere yönelmesini gerektirmektedir. Kelâm ilmi yenilenerek
kendisine yeni bir tanım ve hedef belirlemeli,
çağdaş realiteden gelen tehdit unsurlarıyla
başedebilmek için yeni bir muhteva ve metodoloji geliştirmelidir (Hanefî, 1998: 77-78).
Eski kelamcıların, kendi çağlarının ölçü ve
şartlarına göre tesis ettikleri kelâm ilmi çağdaş ihtiyaçlara cevaplar verebilecek bir ilim
değildir. Hanefî’nin günümüz bilim anlayışından hareketle klasik kelâma yönelttiği eleştiriler şunlardır:
Kelâm, günümüzde bilime yüklenen
anlam açısından bir ilim değildir. Onun ne bir
konusu, ne bir metodu, ne de ulaşacağı bir
hedefi ve elde edeceği neticeleri vardır. Allah
bir obje olmadığı için O’nu obje olarak ele
alan bir ilim olamaz. Klasik dönemdeki kelamcılara göre kelam ilminin yöntemi, peşin
olarak kabul edilen akidelerin doğruluklarını
kanıtlamak amacıyla kat’î deliller araştırmaya
dayanır. Yani kelâm, önce kabulle başlar, daha sonrada bu kabulün doğruluğunu kanıtlayacak deliller araştırır. Böyle bir kelâm, aklî
ilimden daha çok halis bir iman görünümüne
haiz olduğu için ilim olma şartlarına hâiz
değildir. Kelâm, bir metoda da sahip değildir.
Kelamın diyalektik yöntemi cedel, münakaşa
ve savunmadır. Bu yöntemde konuşmacı hakikatin değil, kendisini rakibinin fikrine üstün
getirecek inandırıcılığın peşindedir. Amaç
eldeki hakikatlerin müdafaasıdır. Müdafaa ise
ilim olmaktan ziyade bir sanat olmaya daha
yakındır. Zira ilmin gayesi, bir gerçeği savunmak ya da başka bir gerçeğe saldırmak
değil, kendisini idare eden kanunlara ulaşmak
için gerçekleri tam bir tarafsızlık içinde tespit
etmektir (Hanefî, 1978: 508 ; 1988: 101-102 ;
Güler, 1994: 158 ; Karaağaç, 2008: 21-23). Bu
durumda klasik kelâm modern çağın bilim
anlayışı nazarından bir bilim olma imkanına
Çağdaş Dönem Kelâmı’nda Yenilenme Önerileri -Hasan Hanefi Örneği-
sahip değildir. Onun günümüz realitesi ve
bilim anlayışı doğrultusunda yenilenmesi
gerekir.
Netice itibariyle Hanefî’ye göre kelâm
ilmi, tedvin döneminin realitesi ve gereksinimleri doğrultusunda ortaya çıkan şüphelere
karşı İslam inanç esaslarını savunmak amacıyla galip bir düşüncenin ürünü olarak ortaya
çıkmış tarihsel bir ilimdir. Günümüzde realite
ve gereksinimlerin değiştiği, galip düşüncenin
yerini mağlup bir düşünceye bıraktığı şüphe
götürmez bir gerçektir. Klasik kelâmın dil,
muhteva ve yöntem açısından çağdaş sorunlarla başetmesi mümkün görünmediğinden
kelâm için mevcut realiteden yola çıkılmak
suretiyle gerçekleştirilecek bir yenilenme zorunlu olmaktadır.
B- Yenilenmede Geleneğin Yeri
Hasan Hanefî’nin kelâm ilmini yenileme projesinde en önemli unsur olarak vahyin nüzulünden itibaren günümüze kadar
gelen sürede teşekkül eden kadim gelenek ve
bu gelenek karşısındaki duruşumuz ön plana
çıkmaktadır. Zira yenilenmenin gerçekleştirilebilmesi için öncelikle bizim sahip olduğumuz geleneğin mahiyeti, teşekkülüne tesir
eden faktörler, ilgili dönem realitesi ve gereksinimlerinin geleneğin teşekkülüne etkisi,
gelenekten yenilenmeye transfer edilebilecek
hususlar ve geleneğin aksayan yönleri ile
kusurlarının tespit edilmesi gerekir. Bu açıdan
Hanefî, yenilenmede geleneğin yerinin belirlenmesine ve onun karşısında pozisyonumuzun ne olması gerektiğine sıkça vurgu yapmaktadır.
Hanefî’ye göre gelenek, hakim medeniyet dahilinde geçmişten bize ulaştırılanların
tamamıdır. Ancak bu tanımdan hareketle
geleneğin, geçmişten bize tevarüs eden ve
devasa hacime ulaşan eserlerden ibaret olduğu anlaşılmamalıdır. O aynı zamanda söz
konusu eserleri oluşturan unsurlardan birisi
olan o dönemin temel realitesini de ihtiva
eder. Çünkü geleneğin realiteden bağımsız bir
varlığı yoktur. Gelenek, belli bir asrın anlayı-
169
şını, belli bir neslin oluşumunu ve tarihi gelişimin içinde bulunduğu evreyi de ifade eder.
Bu durumda geleneği, her kuşağın kendi ihtiyaçları doğrultusunda ortaya koyduğu yorumların toplamı olarak kabul etmek mümkündür (Hanefî, 2011: 14).
Geleneği din ile özdeşleştirerek gelenekten bahsetmeyi dinden bahsetmek, geleneği yenilemeyi de dini yenilemek olarak
telakki etmek doğru değildir. Zira gelenek
medeniyettir, medeniyet ise zaman ve mekanın tesiriyle neşet etmiştir. Gelenek ve din
içiçe geçmiş olmakla beraber gelenekte olanların hepsi dinde, dinde olanların hepsi de gelenekte mevcut değildir. Gelenek yalnızca
zamana ve mekana dayalı olan ve her şeyi
ihtiva eden veridir. Bu durumda geleneğe
dair ret ve kabul tarzı yargılarımız, dine dokunmayan yargılardır. Gelenekten yaptığımız
seçkiler de dinen küfre veya sapıklığa yol
açmaz. Geleneğin oluşması, bir toplumun
dini, davranışa yansıtması ve dönemin ihtiyaçları doğrultusunda onu bir kültüre dönüştürmesiyle gerçekleşir (Hanefî, 2011: 27).
Gelenek, yenilenmenin başlangıç noktasıdır. Yenilik ise bu geleneğin çağın ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlanmasıdır. Şu
halde yenilik amaç iken gelenek bu amacı
gerçekleştirmemizi sağlayan araçtır. Hanefî’ye
göre gelenek bizatihi değerli değildir. O yalnızca mevcut durumun izahının yapılması ve
geliştirilmesi yönünde sergilenen yenilenme
uğraşısına sunduğu bilimsel anlayış ölçüsünde bir değere sahiptir. Yani gelenek kendisinden faydalanılması ve istifade edilmesi mümkün olan bir hazinedir (Hanefî, 2011: 11-12).
Hanefî, günümüz İslam toplumlarının geleneğe yaklaşımını üç kategoride inceler. Bunlar; a- geleneğin geçmişten geleceğe her şeyi
ihtiva ettiğini düşünerek onun tek başına
yeterli olduğu fikrinden hareketle kutsanması
ve korunması gerektiğine inananlar, b- geleneğin amaç ve araç olarak bizatihi herhangi
bir değerinin olmadığı ve hiçbir ilerleme unsuru ihtiva etmediğini düşünerek ona saldı-
170
Hilmi KARAAĞAÇ
ranlar, c- gelenekten çağa uygun olanını alarak realiteyi bunlara dayandırma şeklindeki
gelenek ile yenilik arasını uzlaştırma çabası
olarak değerlendirilebilecek sentezci ve eklektik yaklaşımdır. Hanefî, bu üç yaklaşımın
bilimsel açıdan yanlış ve ümmetin menfaatlerine ters olduğuna inanır. Ona göre yapılması
gereken, geleneği toptan kabul veya toptan
red ya da gelenek ve yeniliği uzlaştırma çabalarına girmeden yeni bir yaklaşım sergilemektir. Bu yaklaşım da tarihi tenkit yöntemini
kullanarak geleneğin, tarihte toplumun ihtiyaçlarına uygun olarak üretilmiş bir başarı
olduğunu göz önünde tutarak onun ilerici
yönlerini ortaya koymak, bunları da asrın
ilerleme ve sosyal değişim şeklindeki ihtiyaçlarına cevap olarak öne çıkarmaktır (Hanefî,
2011: 32-42 ; Güler, 1994: 150-151).
Hanefî’ye göre gelenek geçmişte teşekkül etmiş ve son bularak miadını doldurmuş bir olgudan ibaret değildir. O aynı zamanda çağdaş realitenin bir kaynağı ve oluşturucu unsurlarından birisidir. Yani kadim
gelenek, sahip olduğu düşünce, tasavvur ve
imajlarla çağdaş insanın günlük hayatındaki
davranışlarına yön veren önemli bir unsurdur. Gelenek hala asrın vicdanında var olan
ve ona etki etmesi ve onu belli bir biçimde
davranışta bulunmaya sevk eden bir
faktör olması mümkün olan aktif bir değerdir.
Gelenek canlıdır, insanlar üzerinde etkinliğe
sahiptir ve onların davranışlarını yönlendirir.
Dolayısıyla geleneğin yenilenmesi demek,
kitlelerin davranış biçiminin tanımlanması ve
bu davranış biçiminin toplumsal değişim
meselesinin yararına olacak şekilde değiştirilmesi demektir (Hanefî, 2011: 19-20). Gelenek bu değişimin bir aracı olmakla beraber
yenilenme de hareket noktası asrın gereksinimleri ve beklentileri, yani realitedir.
Sonuç olarak gelenek, geçmiş realiteden teşekkül etmiş tarihsel bir olgu olmakla
beraber, çağdaş insanın bakış açısını ve düşüncesini yönlendirmeye devam eden önemli
bir etkendir. Bu fonksiyonu nedeniyle onu
yok saymak mümkün olmadığı gibi kutsayarak bir bütün halinde sürdürmeye gayret
etmekte yararsızdır. Hanefî’nin yapmaya
çalıştığı kadim medeniyetin çağın ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlanarak çağdaş Müslümanın bakış açısına ve düşüncesine yeni bir
dinamizm kazandıracak şekle büründürülmesidir.
C- Yenilenme Usulleri
C.1 Dilde Yenilenme
Bir bilimin, doğuşu, tesisi, gelişmesi,
sistematize edilmesi ve meselelerinin çözümlenebilmesi buna dair lafız ya da kavramların
tesisi ve keşfiyle mümkündür. Aynı doğrultuda kadim bir bilimin ve geleneğin yenilenmesi de dilde yenilenmeyi gerektirmektedir.
Her yeni gün medeniyet, tüm muhtevasıyla
ilerleyip genişledikçe, sahip olduklarını
mümkün olabilecek çok sayıdaki kişiye ulaştırmayı hedefler. Bunun yolu da medeniyete
ilişkin dilin kendini yenilemesidir. Hanefî’ye
göre bu yenileme “kadîm medeniyetin kendine özgü kadîm dilini iptal ederek daha fazla
ifade gücüne sahip yeni bir dil ortaya koyması” (Hanefî, 2011: 142) şeklinde gerçekleşir.
Dilde yenilenme, dildeki bazı kavramların
çıkarılması veya bir kavramın yerine müradifinin konulması demek değildir. Dilde yenilenme, realitenin gereklerine uygun olarak
yeni manaları ifade etmek için eski dilin yerine yenilerinin konulmasıdır. Kendi döneminin hususiyetlerini ihtiva eden eski dil, kadim
gelenek içerisinde fonksiyonunu icra etmiş
olup değişen realite karşısında bugün fonksiyonellikten ve meramı ifade etmekten uzaktır.
Örneğin kelâm ilmi özelinde kullanılan dil ve lafızlar; Allah, resul, din, dünya,
ahiret, zât, sıfat, cevher, araz, vacip, mümkün,
kadîm, hâdis, sevap, ceza,<gibi kavramlardır. Hanefî’ye göre kadîm geleneğimizde
kelâmcılar tarafından kullanılan bu kavramlar
yaygın geleneksel anlamlarla olan uzun birliktelikleri nedeniyle çağın beklentileri doğrultusunda belirlenen içeriği ifadeden yoksundur. Söz konusu kavramlardan oluşan
dili, herkesin onunla ilişiğe geçmesini mümkün kılacak olan bilim dili başta olmak üzere
asrın şartlarını tam olarak yerine getiren ve
Çağdaş Dönem Kelâmı’nda Yenilenme Önerileri -Hasan Hanefi Örneği-
hepimizin arzuladığı külli, kapsamlı, özgün,
yaratıcı ve ciddi bir şekle dönüştürerek yenilemek gerekmektedir (Hanefî, 2011: 173). Hanefî’ye göre yeni dil, geleneksel dilin kusurlarını telafi edebilecek özelliklere sahip olmalıdır. Bu yeni dilin özellikleri: bütün zihinlere
hitap edebilecek şekilde umûmi, açık ve aklî
olmak; duyu, gözlem ve tecrübede karşılığı
bulunmak ve beşeri nitelikte bulunmaktır
(Hanefî, 2011: 155-160).
C.2 Muhtevada Yenilenme
Hanefî’ye göre ilimlerin teşekkülünde
büyük bir etkisi bulunan kültürel çevre aynı
zamanda onların mahiyetini ve muhtevasını
belirlemektedir. Zira ilimlerin malzemesini
realite temin ettiğinden, ilimler, vahyi döneminin realitesi çerçevesinde ifade etme gayretinde olan disiplinlerdir. İlimlerin malzemesini temin ettiği kültürel çevrenin değişmesi
muhtevada yenilenmeyi zorunlu kılmaktadır.
Kelâm ilmi özelinde meseleyi ele alırsak, kültürel çevrede şirk, teslis, teşbih, tecsim ve
politeist fikirlerin varlığı kadim kelâmda tevhide odaklanılmasını sağlamıştır. Kadim kelamın muhtevasını oluşturan tevhid, tenzih,
zât ve sıfatlar, halku’l-Kur’an gibi hususlar
tamamıyla söz konusu realiteden neşet etmiştir. Benzer durum kelâm ilminin ele aldığı
iman, mürtekib-i kebire, imamet, insan hürriyeti ve kader konuları için de geçerlidir. Hatta
tercüme faaliyetlerinin başlamasıyla birlikte
kelâmda görülen ıstılah ve muhteva değişikliği bu tezi doğrulamaktadır. Dolayısıyla
kelâm ilmi, her devirde malzemesini dönemin
realitesinden temin etmiştir.
Günümüzde Müslüman toplumların
kültürel çevrelerine baktığımızda işgale uğramış ve sömürülmüş beldeler, talan edilmiş
yer altı ve yer üstü zenginlikler, dikta yönetimler, geri kalmışlık, zulüm, açlık, sefalet,
ölüm ve bitmek bilmeyen iç savaşlardan başka bir şey göremeyiz. Hal böyle iken kelâmın
eski muhteva ve malzeme ile işlevselliğini
sürdürmesi imkansızdır. Geçmişte olduğu
gibi günümüzde de kelâm ilmi malzemesini
171
şu an içinde bulunduğumuz kültürel çevreden almalıdır. Dolayısıyla Hanefî’ye göre
bizim bugün tevhidimiz, bu toprağın teolojisi
yani devrimin, özgürleşmenin, gelişmenin ve
ilerlemenin teolojisi olmalıdır (Hanefî, 2011:
184).
D- Yenilenmede Metot
Hanefi’nin görüşleri çerçevesinde buraya kadar tahlil ettiğimiz hususlara kelâm
ilmi bağlamında kısaca bir göz attığımızda
şunları görürüz: nassa dair ilk akli etkinlik
olan kelâm, nass temelli olmakla birlikte dili,
konusu ve metodunu kültürel çevrenin belirlediği tarihsel bir ilimdir. Kültürel çevrenin
değişmesi zorunlu olarak ilimde de yenilenmeyi gerektirmektedir. Tarihin her hangi bir
devrinde üretilenlerin kutsal kabul edilerek
günümüze transfer edilmesi kelâmın çağdaş
realite ile bağlarının kopmasına ve güncelliğini yitirmesine neden olmuştur. Bu doğrultuda
yapılması gereken nassların realite ile bağlantısını yeniden kurarak diğer ilimlerle beraber
kelâmı da yenilemektir. Bu yenileme ameliyesinde gelenek bir araç konumunda olup gelenekte bulunan yenilenmeye yararlı olacak
hususlar alınırken, engel teşkil edenler ise yok
sayılmalıdır. Yenilenmenin hareket noktası ise
içinde bulunduğumuz realite ve gereksinimlerimizdir.
Hanefî’ye göre mevcut asır, beşeri bilimler asrıdır. Ancak geleneğimizde ilimler,
dini nasslar üzerinde gerçekleştirilen aklî
etkinlikler olduğundan akla dayalı dini ilimlerdir. Dolayısıyla yenilenmenin ilk misyonu
kadîm aklî ilimlerin beşeri ilimlere dönüştürülmesi olmalıdır. Örneğin fıkıh usulünün
araştırma yöntemlerine, fıkhın iktisat, hukuk
ve siyaset bilimine, tasavvufun psikoloji ve
ahlaka, hadisin de tarihi eleştiri ilmine dönüştürülmesi mümkün ve kolaydır. Kısmen dönüştürmenin biraz daha zor olduğu kelâm
ilmini Hanefî, antropolojiye dönüştürülebileceğini iddia etmektedir. Ona göre İslam kültürü ve bu kültürün ürettiği ilimler çeşitli
derecelerde de olsa Allah’ı temel taşı olarak
172
Hilmi KARAAĞAÇ
alan teosantirik bir mahiyet arzederler. O
zaman “Allah etrafında dönen bir kültür hangi ölçüler içinde modern çağların ihtiyaçlarını
karşılayabilir? sorusunun cevabı aranmalıdır.
Hanefî’nin bu soruya cevabı olumsuz olmaktadır. Allah’ın varlığı vicdanlarımızda yüce
bir değere sahip olarak içimizde yer ettiğinden teosantirik kültür yapısının ürünü olan
teoloji, çağdaş realiteye daha uygun olan antropolojiye dönüştürülmelidir. Çünkü insan,
toprak, hürriyet, demokrasi, esaretten kurtuluş, kalkınma, ilerleyiş, ulaşılacak hedefler ve
arzular çağdaş realitenin doğurduğu ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçların karşılanması ise ancak
bir insan bilimi olan, yani insanların sorunlarının incelenmesi ve araştırılması anlamına
gelen antropoloji ile mümkündür. Antropoloji
yapmak için teolojiyi ortadan kaldırma yerine,
kültürün zirvesinde bir mihver değişikliği
yaparak teolojiyi antropolojiye çevirmek gerekmektedir (Hanefî, 1978: 506).
Netice itibariyle geleneksel ilimler, realiteden hareketle beşeri birer ilim haline dönüştürmek mümkündür. O zaman mevcut
realite, bir adım daha atarak dönüştürülerek
ulaşılan beşeri ilimlerin asrın gereksinimlerine
cevap veren ideoloji haline getirmelidir (Hanefî, 2011: 232). Zira Müslüman toplumların
bugün kendilerini harekete geçirecek bir ideolojiye muhtaç bulunmaktadır. Antropolojinin
bize sağlayacağı en önemli katkı da ideolojik
bir beşeri ilim olarak bu eksikliği giderecek
olmasıdır (Hanefî, 1978: 519). Çünkü insan
bilimi olarak antropoloji, kalkınmakta olan
ülkelerde militan bir bilim yani ideolojidir.
Hanefi, geleneksel İslâmî ilimleri beşeri bir bilim haline dönüştürebilmenin onların maddelerinin ya da yorumlanış biçimlerinin değiştirmekle tahakkuk edeceğine inanır.
Onun kelâm için teklif ettiği dönüşüm, maddeler halinde şu başlıklardan oluşmaktadır: 1İlâhi Zât’tan ilâhi kelâma, 2- İlâhi Zât’tan
kâmil insana, 3- İlâhî kelâmdan insanî kelâma,
4- Hükmü, pratik bir faydası olmayan sorunlar üzerinde durdurma, 5- Hükmün, karar
vermenin imkansız olduğu problemler üzerinde durdurulması, 6- Fikir ayrılığından fikir
birliğine, 7- Savunmacı bir teolojiden teorik
prensibe, 8- Teorik prensipten varlıkçı analize,
9- Vahyedilmiş dinden toplumcu ve bireyci
yapıya (Hanefî, 1978: 525-527) .
Hanefî, bu başlıklar altında klasik
kelâmın aşkın ilahi zât merkezli düşünce yapısının insanı kâmil’e ve bu düşünceyi ifade
eden dilin beşeri bir muhtevaya dönüştürülmesini; geçmişte ele alınmakla birlikte günümüzde önemini yitiren ya da çözümü beşeri
takati aşan meselelerin terkedilmesini; teferruattaki fikir ayrılıklarına takılmadan müşterek noktalara odaklanılmasını; savunmacı ve
saldırgan bir teoloji yerine insan aklının vahyin teorik temellerini araştırıp bulacağı bir
ilmi anlayışın benimsenmesini; teorik, soyut,
terim ve manaya dayalı düşünce sisteminden
bizzat varlık ve eşyanın zatından/kendisinden
hareket eden düşünce sistemine geçilmesini,
son olarak ta vahyin nüzulünde realitenin
oluşturucu etkisi göz önüne alınarak dine
toplumsal ve insanî bir perspektiften yaklaşılmasını önermektedir.
Görüldüğü üzere Hanefî’nin kelâm
ilmi için önerdiği yenilenme, ilki kadim geleneğin eleştirisi, ikincisi ise realiteden hareketle yeni bir geleneğin inşasını kapsayan iki
aşamadan oluşmaktadır. Bunları gerçekleştirebilmek için o, tarihi tenkit ve fenomenolojik
yöntemi birlikte kullanmıştır (Güler, 1994:
165-166). Kelâm ilminin yenilenmesi ihtiyacını
dillendirerek bu doğrultuda fikir yürüten
düşünürler doğal olarak geleneği bir tenkit
süzgecinden geçirmişler, olumlu yönleriyle
birlikte zafiyet noktalarını ve eleştirilerini
ortaya koymuşlardır. Benzer bir yaklaşımı
Hanefî muhtelif eserlerinde “Kadim gelenek
karşısında duruşumuz” başlığı altında sergiler. Onun “çağın bakış açısıyla kültürü yeniden okumak” olarak tanımladığı yenilenme
ise gerçekleşme imkanını ancak fenomenolojik yöntem sayesinde elde eder.
Fenomenoloji, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde bilim ve düşüncede görülen bunalımı
aşmak amacıyla Edmund Husserl (1859-1938)
tarafından geliştirilen felsefi bir düşünce sistemidir. Ona göre felsefe ilk başlardan itiba-
Çağdaş Dönem Kelâmı’nda Yenilenme Önerileri -Hasan Hanefi Örneği-
ren “en yüksek ve en kesin bilim” olma iddiasını dillendirmekle birlikte gelişmesinin hiçbir
döneminde bunu gerçekleştiremedi. Çünkü
geçmişte yapıldığı şekliyle doğa bilimlerini ve
matematiği model alarak bu hedefe ulaşmak
imkansızdır. Ayrıca insanın varlığı ve yaşamı
ile doğrudan ilgili olması gereken bilim, tamamlanmış, bitmiş, kendi başına, insandan
kopuk bir sistem olmamalıdır. Bugün ise bilim, insan düşüncesinden kopmuştur (Husserl, 2007: 7 ; İnam, 1995: 26). Bu gerekçelerle
o, bilimsel felsefeye dayalı mutlak, tekçi ve
standartlaştırıcı yöntemin karşısındadır. Bunun yerine olayları, eylemleri ve nesneleri
yani görüneni, onların gerçekliği hakkındaki
bildiklerimizi bir tarafa bırakarak bize göründükleri şekliyle doğrudan onların özüne inerek tanımlamayı hedeflemektedir (Skirbekk &
Gilje, ty: 557 ; Bolay, 1999: 185).
Husserl’in inşa etmeye çalıştığı felsefe, mevcut felsefelerden ya da onların kritiğinden değil doğrudan fenomenlerden hareket etmelidir (Mengüşoğlu, 1976: 2). Bu doğrultuda kendimize, hiçbir bilime ve felsefi
birikime dayanmadan gözlerimizin önündekini analiz edebilecek özgür bir yol açmalıyız.
Bu yolda önceden belirlenmiş kesin görüşlerimiz ve elimizde kesin reçeteler bulunmayacağından her türlü felsefi ve bilimsel birikimden sıyrılmak gerekir (İnam, 1995: 20-21).
Ancak bu söz konusu birikimin gereksiz ve
geçersiz olduğu anlamına da gelmez. Yapılmak istenen şey, onların parantez içine alınarak fenomenolojik çözümleme de kullanılmamalarıdır (Husserl, 1997: 16).
Fenomenoloji, fenomenlere ilişkin çözümlemelerinde veri olarak sahip olduklarımızı ve bildiklerimizi dışta bırakarak bilginin
nasıl ve hangi süreçler izlenerek elde edildiğini anlamaya çalışır. Bu anlamda “askıya
alma” ve “indirgeme” izlenen iki yöntemdir.
Böylelikle “askıya alma” ile verili unsurlar
paranteze alınarak dışta bırakılmakta, “indirgeme” ile de şeyleri herhangi bir önyargı veya
ön kabul olmadan, bizatihi oldukları gibi gö-
173
rebilme imkanına sahip olunabilmektedir
(Cevizci, 2013: 859).
Özetlemek gerekirse Husserl, yaşadığı dönemde felsefenin içinde bulunduğu bunalımdan çıkış yolları aramaktadır. Mutlaklık
iddiasında bulunan felsefi birikimi tahlil ve
tenkit etmekte, mevcut felsefeyi bu iddiayı
gerçekleştirmekte yetersiz bulmaktadır. Çıkış
yolunu ise sahip olduklarımızı paranteze
alarak her türlü önyargı ve önbilgiden kurtulmayı ve doğrudan fenomenlere giderek
onların özünü bize göründükleri şekilde analiz etmekte bulmaktadır.
Husserl’in felsefeye uyguladığı yöntemi Hasan Hanefî İslâmî ilimlere uygulamaktadır. O öncelikle işe, İslâmî ilimlerin
vahiy temelli olmakla birlikte döneminin kültürel çevresinin etkisiyle oluşan tarihsel ilimler olduğunu iddia etmekle başlamaktadır.
Böylelikle din ile geleneksel ilimleri birbirinden ayırmak suretiyle geleneği tenkit süzgecinden geçirme imkanına sahip olunmaktadır.
Husserl’in felsefi birikime yönelik yaptığı
“felsefenin geçmişte kalarak tamamlanmış ve
bitmiş bir ilim olarak çağdaş insanın varlığı ve
yaşamından koptuğu” eleştirinin benzerini
Hanefî, İslâmî ilimlere yöneltmektedir. Ona
göre vahyi anlama ve teoriye dönüştürme
çabasında olan İslâmî ilimler, devrinin realitesinin rengini taşırlar. Realitenin değişmesi
ilimlerin yenilenmesini gerektirir. Tarihin
aşamalarından birini ilk ve son aşama olarak
kabul ederek birikimiyle günümüze transfer
etmek ilimlerin donuklaşmasına ve İslam
toplumlarına gerekli dinamizmi verememesine neden olmaktadır. Aynı şekilde Husserl,
saf bir bilinçle fenomenlere doğrudan ulaşmakta kendisine ayakbağı olan felsefi ve bilimsel birikimi paranteze alarak onların engellerinden kurtulmayı amaçlamaktadır. Benzer
bir durum Hanefî’nin İslâmî ilimleri çağın
gerekleri ve realiteden hareketle yeniden inşa
etme projesinde kendisine engel olabilecek
muhtevaya sahip klasik ilimler içinde geçerlidir.
174
Hilmi KARAAĞAÇ
Fenomenoloji, Hanefî’ye hicri ilk asırdan başlayarak yakın döneme kadar oluşan
İslâmî ilimleri ve kadim geleneği paranteze
alarak vahyi dilediği gibi yorumlama imkanı
sunmaktadır. Bu sayede teosantrik İslam kültürü antroposantrik bir kültüre, diğer ilimlerle
beraber kelâm ilmi de beşeri birer ilme dönüştürülebilecektir. Hatta çağdaş realitemizin
ihtiyaç duyduğu ideolojiye de böylelikle kavuşulmuş olunacaktır. Zira Müslümanlar geri
kalmışlık, yoksulluk, mal, can, toprak ve bağımsızlıklarının tehlikede olmasına rağmen
hala umursamazlık ve gaflet içindedirler.
Bunun başlıca nedeni ise ideoloji yoksunluğudur. Hanefî’ye göre yoksunluğunu yaşadığımız ideolojiyi fenomenolojik yöntemle yenilenen İslâmî ilimlerle elde edebiliriz. Hanefî
bu gerekçelerle klasik kelâmın konularını
ideolojik bir görünüm arz edecek şekilde yeni
bir bakış açısıyla ele almaktadır. Bu bağlamda
çalışmamızın kalan kısmında onun Allahinsan tasavvuru ile sem’iyyât konularının
akliyyât’a dönüştürülmesine dair yaklaşımına
ve önerilerine değinilecektir.
E- Yenilenme Alanları
E.1. Allah-İnsan Tasavvuru
Hanefî’nin yenilenme projesinde temel hedef, çağın bakış açısıyla kültürel çevrenin yeniden inşasıdır. Ona göre İslam kültürü
tanrı varlığını temel alan “teosantirik” bir
kültürdür. Bu kültürün bize miras bıraktığı
akla dayalı dört dini ilim olan kelâm, felsefe,
tasavvuf ve fıkıh çeşitli derecelerde de olsa
Allah’ı bir “mihver” ve “temel taşı” alarak
teşekkül etmişlerdir (Hanefî, 1978: 506). Teşekkül döneminin kültürel çevresi ve realitesi
bu ilimlerin teosantirik bir yapıya bürünmesine neden olmuştur. Bu dönem İslam topraklarının fetihlerle sürekli büyüdüğü, Müslümanların galip ve muzaffer olduğu bir dönemdir. Böylesi bir durumda tehlike doğrudan Müslümanların inançlarına ve tevhide
yönelikti.
Örneğin kelâmda kadim problem;
te’lih, tecsim, teşbih, teslis, şirk ve politeist
fikirlerle yüz yüze gelen tevhid problemidir.
Dolayısıyla da tevhid anlayışı bu problemler
çerçevesinde şekillenmiştir. Allah’ın varlığı,
birliği, kemal sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olması, zât-sıfat ilişkisi,
tecsim ve teşbihten tenzihi gibi hususlar tevhidin muhtevasını oluşturmaktadır. Günümüze gelindiğinde ise kültürel çevre ve realite
tamamen değişmiştir. Klasik kelâmın tevhid
çerçevesinde ele aldığı konulara yönelik herhangi bir tehdit bulunmamaktadır. Bu durumda realiteden hareketle tevhidin çerçevesi
yeniden belirlenmelidir. Hanefî bu durumu
şu cümlelerle ifade eder:
Şu an ise durum farklılaşmıştır.
Zira Allah’ı noksanlardan tenzih
olarak tevhid, tehlikede değildir.
Aksine bu gün insanların tamamı,
Allah’ın benzeri hiçbir şey bulunmayan ve beşere ait sıfatlardan
münezzeh olan varlık olduğunu biliyorlar. Fakat şu an toprak elden
gitmiş, insanlar hezimete uğramış,
cemaat çökmüş, sistem göçmüş,
ruh horlanmış ve köleleştirilmiştir.
Dolayısıyla (günümüzde) tevhidin
malzemesinin değişimi mümkündür… Dolayısıyla bizim tevhidimiz, bu toprağın teolojisidir. Devrimin, özgürleşmenin, gelişmenin
ve ilerlemenin teolojisidir (Hanefî,
2011: 184).
Hanefî’ye göre teosantirik bir kültürün modern çağların ihtiyaçlarını karşılaması
mümkün olmadığından kültürün zirvesinde
bir değişiklik yaparak onu antroposantirik bir
kültüre çevirmek gerekir. Böylelikle teoloji
ortadan kalkmadan beşeri bir bilim olan atropolojiye dönüştürülmüş olacaktır (Hanefî,
1978: 506). Bu dönüşümle birlikte teolojinin
konuları antropolojinin konuları olmuştur.
Yani Allah’ın sıfatları insan-ı kamil’in nitelikleri haline gelmektedir.
Hanefi’ye göre öncelikle Allah’a atfedilen sıfatların hakikî veya mecazî olup olmadığı tedkik edilmelidir. Yani cevaplanması
gereken soru; sıfatların Allah ve insan hakkında gerçek birer sıfat mı? yoksa mecazî
Çağdaş Dönem Kelâmı’nda Yenilenme Önerileri -Hasan Hanefi Örneği-
birer atıftan mı ibaret olduğu sorusudur. Bu
soruya cevap niteliğinde dört alternatif vardır.
Bu sıfatlar a-Allah ve insan için hakikî, bAllah için hakikî, insan için mecaz, c- Allah ve
insan için mecaz, d- Allah için mecaz, insan
için hakikattir. Öncelikle Allah’ın hakikî anlamda tasavvuru düşünülemediğinden bu
sıfatlar O’nun hakikî sıfatları olamaz. Dolayısıyla a ve b alternatifleri elenmiştir. İnsan
kendisini, varlığı ve sıfatlarıyla hakikî anlamda kâdir, duyan, gören, konuşan ve dileyen
bir varlık olarak bildiğine göre bu sıfatların
insan için mecaz olması da düşünülemez. Bu
durumda geriye kalan son alternatiften hareketle sıfatların Allah için mecazî, insan içinse
hakikat olduğu kabul edilmelidir. O halde
öncekilerin Allah’ın zât, sıfat ve fiil olarak
yaptıkları nitelemeler hakikatte insan-ı
kâmil’in nitelikleridir (Hanefî, 1988: 600-604).
“Allah vardır”, “Allah âlimdir”, “Allah kâdirdir” şeklinde formüle edilen önermeler gerçekleri gösteren değil arzuları bildiren
ifadelerdir. İnsan; kâmil, âlim, kâdir, merhametli, şefkatli< olmayı ister. Sonra kendisinde olmasını arzuladığı bu sıfatları taptığı varlığa izafe ettiğinde Allah kâmil, âlim, kâdir<
olmuştur. Böylece sıfatlar kaynaklarında sonsuzluğa itilmiş, sonra da Allah üzerine gönderilmiş insanî değerler halini almıştır (Hanefî,
1978: 511 ; 1988: 640-651). Hanefî’ye göre aslında bu çıkarımlar Kur’an’ın ruhuna da uygundur. Çünkü insana hitap eden Kur’an’ın
yönü Allah’tan insana doğrudur. Allah vahyi
gönderen, insan ise kendisine gönderilendir.
Allah, vahyin konusu olarak kendisini değil
insanı almıştır. Dolayısıyla vahyin menzili,
konusu, hedefi ve gayesi insandır. Kur’an’da
Allah kendisinden bahsettiği yerlerde bile
bizzat insanı ve maslahatını hedeflemektedir
(Hanefî, 1988: 606).
Bu anlamda teoloji, ilmin objesi ve
konusu olarak Allah’ı almakla vahiydeki bu
yönelişi tersine çevirmiş, Allah ile insanın
yerini değiştirmiştir. Vahyin konusu ve hedefi
insan iken Allah olmuştur. Yani vahyin mer-
175
kezini insan oluştururken, teoloji ile Allah
vahyin merkezine yerleştirilmiştir (Hanefî,
1988: 607-608).
Teolojinin antropolojiye dönüştürülmesiyle yapılmak istenen vahyin insanî bir
bilim haline getirilerek asli hüviyetini tekrar
kazanmasıdır. Çağımızın realitesinin ihtiyaç
duyduğu da tam anlamıyla budur. Çağımız
bugün Müslümanların varlıklarının bilincinde
olmalarını, silkinip kendilerini gelmelerini
sağlayacak bir ideolojiye muhtaçtır. Hanefi’ye
göre bu ihtiyacı muzaffer döneminin Allah
tasavvuru karşılama imkanına sahip olmadığından realiteden hareketle Allah tasavvuru
yeniden inşa edilmelidir. Bu durumda Allah;
insana değer verebilmemiz için insan, halkın
imanına sahip olabilmemiz için halk, hürriyeti
elde edebilmemiz için hürriyet ve toprak,
yiyebilmemiz için ekmektir. Yani O, bizi bugün harekete sevk eden insan, halk, tarih,
hürriyet, toprak, ekmek< gibi bizde en candan olan şeydir (Hanefî, 1978: 531).
E.2. Sem’iyyât’ın Aklîleştirilmesi
Hanefî, kelâmın yenilenmesi çerçevesinde bu ilmin ele aldığı konuların içerisinde
bulunduğumuz tarihsel süreç ve realite dikkate alınarak yeniden yorumlanması gerektiğini
savunur. Böylelikle İslâmî ilimlerin bu gün
yaşadığı çağın gerisinde kalma ve güncel
sorunlara çözüm üretememe problemi ortadan kalkmış olacaktır. Kelâmda bu problemin
üstesinden gelmek sem’iyyâta ilişkin konuların aklileştirilmesiyle mümkündür.
Hanefî’ye göre sem’iyyât-nübüvvet dört
nakli meseleyi içermektedir: Peygamberlik,
ahiret ahvali, iman-amel ve imamet. Bu konulardan nübüvvet ve mead’ı insanlığın genel
tarihi, iman-amel ve imameti de özel tarih
(birey ve toplum tarihi) olarak yeniden ortaya koymak mümkündür. Nübüvvet, insanlığın geçmişi, mead da geleceğidir. Yani nübüvvet geçmiş zaman, mead gelecek zaman,
iman-amel bireysel şimdiki zaman, imamet
ise toplumsal şimdiki zamandır. Böyle olunca
sem'iyat/nübüvvet, içerik olarak, tarihin ken-
176
Hilmi KARAAĞAÇ
disi olmaktadır. Sonuçta, bu yeni fenomenolojik okuma biçimi ile klasik kelâm ilminin akliyyât-sem’iyyât ya da ilâhiyat-nübüvvet ve
mead şeklindeki sistematik yapısı, yeni kelâm
ilminde “insan” ve “tarih” boyutları olarak
yeniden ele alınmış olmaktadır (Hanefî, 1998:
80).
E.2.1. İman
İman kavramı ve bu kavram etrafında
ele alınan konular, İslam düşüncesinin ilk
devrelerinden itibaren farklı fikirlerin ortaya
çıktığı ve şiddetli tartışmaların yaşandığı bir
konudur. Tartışmaların ilk aşamasını iman
kavramının mahiyeti oluşturur. İnanan süje
ile inanılan yüce varlık arasında gerçekleşen
bir ilişki olan imanın marifet, tasdik, ikrar ve
amel ile ilişkisi itikâdî fırkalar tarafından çeşitli boyutlarda ele alınmıştır. Fırkaların bu
husustaki yaklaşımlarını ortaya koyan Hanefî,
bunları eleştirerek her birini çeşitli yönlerden
eksik bulmaktadır. Ona göre imanı sadece
marifet veya tasdik veya ikrar ya da sadece
amelden ibaret kabul etmek mümkün değildir. Aksine iman bunların tamamıdır. Bu unsurlardan herhangi birinin noksan olduğu
iman, kâmil bir iman değildir. Kâmil bir iman
sırasıyla önce marifeti, sonra tasdik’i, sonra
ikrarı, bütün bunların sonucu olarak ta ameli
gerektirir (Hanefî, 1988: 28-115).
Hanefî’ye göre kâmil iman; düşünce,
vicdan, söz ve amelden oluşan dört unsuru
içerisinde barındıran imandır. Düşünce, imanın teorik temelini oluşturur. Vicdan, düşünceyi teorik bir bilinç ve yaşanan bir tecrübeye
dönüştürür. Söz, bu düşünsel ve bilinçsel
tutumu ilan eder ve başkalarını da buna davet
eder. Nihayetinde amel, bunların tümünü
gerçekleştirir ve dünyayı değiştirmek suretiyle mükemmelliği yakalayabileceği ideal bir
olgu haline getirir (Hanefî, 1988: 42).
Hanefî’ye
göre
mütekaddimûn
kelâmcıları iman-amel ilişkisi konusunda üç
türlü yaklaşım sergilemişlerdir. Bunlar; aimanı, zalim yöneticilere karşı verilen mücadeleyi önlemek ve tekfir ithamlarını hafifletmek amacıyla “söz” düzeyine indiren Mürcie,
b- imanın, otoriteye karşı bir başkaldırı ve
verilecek mücadelenin dinamik unsuru olmasını sağlamak için imanı amel ile tanımlayan
Hâricîler, c- imanı “söz” düzeyine indirerek
herkesi mümin kabul eden ilk yaklaşım ile
bütün insanları tekfir eden ikinci yaklaşım
arasında orta bir yol olarak “el-menziletü
beyne’l-menzileteyn”i savunan Mu’tezile.
Ona göre yenilenen kelâm, geleneğin kendisine sunduğu bu üç alternatiften birini yani
çağın realitesine uygun olanı seçmek zorundadır. Ya amel ve ahlaki niteliklerine bakmadan herkesin mü’min olduğuna veya bunlara
bakarak kafir olduğuna dair hüküm vermeli
ya da kişiye tevbe yoluyla hareket imkanı
sağlayan üçüncü alternatifi tercih etmeliyiz.
Hanefî, bu üç alternatif arasından realiteye en uygun olanının Mu’tezile’nin “elmenziletü beyne’l-menzileteyn” ilkesi olduğuna inanır. Ona göre bununla iç ile dış, vicdan ve fikir ile söz ve ameli birleştirmek
mümkün olacaktır. Zira çağımızın en önemli
sorunu, bireysel ve toplumsal yaşamda bir
karakter halini almış olan kişilik sorunu, korkaklık, yüreksizlik ve iki yüzlülüktür (Hanefî,
1998: 85).
Netice olarak Hanefi’nin iman kavramı çerçevesinde denediği aklileştirme gayreti, Mu’tezile’nin iman anlayışının benimsenerek yeniden canlandırılmasıdır.
E.2.2. İmamet
Tabiatı gereği insanlar birlikte yaşamak zorunda olan varlıklardır. Söz konusu bu
zorunluluğun onlar arasında menfaat ve fikir
ayrılıkları kaynaklı tartışma, ihtilaf ve çıkar
çatışmalarını doğurması ise kaçınılmazdır. Bu
çatışmaların önüne geçerek toplumdaki farklı
menfaatlerin koordine edilmesi ve düzenin
sağlanması ise ancak siyasi bir güç olarak
iktidar/devlet ile mümkündür. Adalete ve
hakka davet ile nasihat her zaman için yeterli
olamaz. Nitekim sahabe bile Hz. Peygamberin
terbiyesiyle yetişmelerine rağmen onun irtihaliyla birçok ihtilaflar yaşamış, bu ihtilaflar
zaman zaman birbirlerinin kanını akıtma boyutuna ulaşmıştır (Hanefî, 1988: 179).
İnsanların ortak yararına olacak bir
düzenin kurularak idame ettirilmesi, haksız
Çağdaş Dönem Kelâmı’nda Yenilenme Önerileri -Hasan Hanefi Örneği-
bireysel menfaatler karşı toplumun ortak
menfaatinin temini, iç barış, huzur ve düzenin
sağlanması, bireysel ve kitlesel zulümlerin
önlenerek adaletin sağlanması, bireysel ve
topluca yapılan ibadetlerin ifası, ekonomik
faaliyetlerin icrası, harici saldırılara karşı toplumun bütünlüğünün korunması gibi nedenler bir otoritenin yani imametin varlığını zorunlu kılmaktadır. Bütün bu hususların önemine binaen imamet, usûlu’d-dîn’e dahil
edilmelidir. Hatta her birey için döneminin
imamını tanımak vaciptir (Hanefî, 1988: 186189). Çünkü din ancak bir siyasi düzen içerisinde görevini icra eder. Dinin teorik yapısı,
imamet vasıtasıyla pratiğe dönüşür. Akide
şeriata, iman amele, nakil akla dönüşür. Yani
dinin emir ve yasaklarının bireysel ve toplumsal hayatta etkinlik sağlaması ve etkinliğini muhafaza etmesi ancak imametle mümkündür (Hanefî, 1988: 163).
Gelenekte imamın belirlenmesi konusunda üç türlü yaklaşım bulunmaktadır. Şîa
imamın nass ile tayin edildiğini, Hariciler ve
Mu’tezile imamın gerekli nitelikleri taşıyanlar
arasından, Ehl-i sünnet’e göre ise Kureyş’ten
olmak koşuluyla ümmetin seçimiyle belirleneceğini öne sürmüşlerdir. Ancak temelde
imamın nass ya da seçimle belirlenmesi şeklinde özetlenebilecek iki tür yaklaşım bulunmaktadır. Bu iki yaklaşımı irdeleyen Hanefî,
imamın belirlenmesinde nass ve seçim birleştirilerek orta bir yol izlenmesinin en sağlıklı
yol olarak görürü. Buna göre nass, imamı
ismiyle şahsen tayin etmeksizin sahip olması
gereken nitelikleri belirler. Ümmet ise nass’ta
ortaya konulan bu niteliklere sahip olanlar
arasından birini devlet başkanı olarak seçer
(Hanefî, 1988: 200-201) Her ne kadar Hanefî,
bu yaklaşımıyla gelenekteki yaklaşımları birleştirme gayreti gütse de netice itibariyle önerisi Harici/Mu’tezilî yaklaşımı çağrıştırmaktadır.
İmam/halife’nin, ayet ve hadisler yerine ümmetin seçimi ve biatıyla tayin edilmesi, onun Allah’ın ya da Hz. Peygamber’in
177
halifesi olmayıp, aksine kendisini seçenlerin
halifesi olduğunu gösterir. Ona verilen güç ve
otoritenin kaynağı ümmetin biatıdır. Yani
seçim yoluyla ümmet imama rıza ve kabule
dayalı olarak kendisini yönetme güç ve otoritesini vererek onunla karşılıklı bir sözleşme
yapmıştır. Bu sözleşme imama şeriata uyma,
halka ise imama itaat zorunluluğu getirir.
Aslında burada itaat imama değil şeriatadır.
İmam, şeriata uyduğu sürece ona itaat, uymadığında ise azli vaciptir. Burada imamet
bir rütbe değil aksine bir görevdir (Hanefî,
1988: 183-184). Yöneten-yönetilen ilişkisi belli
kurallara dayalı toplumsal bir sözleşmeden
ibarettir. Bu sözleşmede önemli olan imamın
şahsı ya da kimliği değil sözleşmenin kendisine yüklediği yükümlülükleri yerine getiripgetirmediğidir.
E.2.3. Nübüvvet
İlk dönem kelam kaynaklarında çok
fazla ele alınmayan nübüvvet, ilerleyen süreçte iç ve dış amillerin etkisiyle ortaya çıkan
şüpheler üzerine teferruatlı bir şekilde ele
alınmaya başlanmıştır. Nübüvvetin gerekliliği
meselesi genellikle Berâhime’nin itirazları
doğrultusunda işlenmiştir.
Hanefî’nin konuya yaklaşımı, nübüvvetin vacip, mümkün ve müstahîl oluşuna
dair görüşlerin analizi ve bunların ortak bir
paydada buluşturulmasını amaçlamaktadır.
Ona göre nübüvvet, insanın zorunlu olarak
sahip olması gereken aklî ve nazarî ilkeleri
yerleştirmek, salah/aslah çerçevesinde insanları belirli bir nizama koymak ve teşrii bilgilerini ulaştırmak için insanlık tarihinin ilk aşaması zorunludur (Hanefî, 1988: 28). İnsan bilincini kemale erdiği, aklın temel ilkelere sahip olduğu ve insan iradesinin bağımsızlığını
kazandığı İslam vahyi sürecinde bu zorunluluk mümkün kategorisine dönüşmüştür. Daha
sonraki süreçte, sözünü ettiğimiz zorunluluk
vahiy ve nübüvvetin gelişim sürecini tamamlaması ve insan aklının öznel bağımsızlık
düzeyine çıkması sebebiyle inkansız'a dönüşmüştür (Hanefî,1998: 84). Hanefi, benzer bir
178
Hilmi KARAAĞAÇ
tasnifi mucizeler içinde yapmaktadır (Hanefî,
1998: 84).
Hanefî’nin nübüvvet ve mucizeyi aklileştirme denemesi her hangi bir yenilik getirmekten ziyade geçmişte yapılanları analizinden ibarettir. Bu bağlamda o, nübüvvetin
gerekliliği hakkında söylenilenlerin dayanaklarını bir kenara bırakarak verilen hükümleri
(zorunluluk-imkan-muhal) tekâmülçü bir
anlayışla tasnif etmektedir.
E.2.4. Ahiret
Hanefî’nin kelâm’ın yenilenmesi bağlamında aklileştirilmesini önerdiği en önemli
husus sem’iyyât’ın temel konusu olan ahiret
inancıdır. Ona göre mead, ilki nübüvvet olan
insanlığın genel tarihinin ikinci aşamasını
oluşturur. Nübüvvet, insanlığın geçmişi iken
mead, insanlığın geleceğidir. Tarih, geçmiş ile
geleceğin bileşiminden müteşekkil olduğundan mead’ı nübüvvetten müstakil bir konu
olarak ele almak imkansızdır (Hanefî, 1988:
321).
Hanefî’ye göre ahiret, dünya hayatında aciz olan insanın, adaletin hakim olduğu
ve kanunların hüküm sürdüğü bir hayat temennisidir. Baskı, zulüm ve haksızlığın egemen olduğu, insanın hukukunu korumakta
yetersiz kaldığı dönemlerde bu hayatın yerini
zulmün olmadığı, insan hak ve hukukunun
gözetildiği, insanın ihtiyaç duymakla birlikte
ulaşamadığı ekmek, özgürlük, rızık, güç ve
hukuku elde edeceği ve adaletin gerçekleşeceğini temenni ettiği edebi tasvirden ibarettir.
Bu temenni tıpkı felsefecilerin ütopik olarak
tahayyül ettiği medinetu’l-fazıla’ya benzer
(Hanefî,1988, c.4: 600). Bu bağlamda ahiret
hayatı, sanki uzun bir süredir mağlup durumda olan ve her türlü insani gereksinimlerini dahi karşılamaktan aciz olan Müslümanların bir sığınağı ve teselli vasıtasıdır (Güler,
1994: 170). İnananlara dinamizm verme yerine
aksine onları avutan ve uyuşturarak atalate
sevk eden bir inanç esası haline gelmiştir.
Ahiret inancının geçmişte sahip olduğu dinamik yapısına tekrar kavuşabilmesi ve
Müslümanları realiteden uzaklaşma yerine
yeniden realiteye döndürmek, onları içinde
bulundukları gafletten uyandırarak kendilerine güven duymalarını sağlayacak şekilde
yeniden yorumlanması gerekir. Bu ancak
ahireti, fenomenolojik bir yorumla, insanın
ölüm sınırını aşıp ömrünü uzatma arzusunu,
tarihte, yeryüzünde ve başkalarının kalplerinde sürekli hatırlanmayı ve yaptıklarıyla da
kalıcılığı sağlamayı sembolize ettiği bir muhtevaya kavuşturulmasıyla mümkündür (Hanefî, 1998: 84-85). O zaman, dünya ve ahiret
birbirinden farklı iki yaşam alanı değildir.
Cennet, iyi fillerin bu dünyadaki karşılığı iken
cehennemde aynı şekilde kötü fiillerin bu
dünyadaki karşılığıdır (Hanefî, 1988: 606).
Yani cennet, bu dünyada sevgilinin rızasına
nail olarak onun yanında olma ve gönlünü
fethetme; cehennem ise sevgiliden uzak olma
ve bu uzaklığın azabını çekmek demektir.
Cennet ve cehennemin bu şekilde tasavvuru
ileri bir zaman ve mekanda kendisine verilecek olanı pasif kalarak bekleme ve ona razı
olma yerine bu dünyaya tutunma ve ona sarılarak çalışma hırsını artıracaktır (Hanefî, 1988:
602) . Günümüz realitesinin gerektirdiği de
tam anlamıyla budur.
Hanefî, kelamı yenileme önerisi çerçevesinde ahireti, bu dünyadan farklı ontolojik bir varlık alanı değil de, insanlığın bu dünyadaki geleceği olarak yorumlar. Yani ona
göre ahiret, ezilen Müslümanların müreffeh
bir yaşam arzusunun tasviridir. Onu bu şekilde düşünmeye iten şey; geçmişte inananlara
sağladığı dinamizmle onları muzaffer bir
konuma yükselten ahiret inancının sahip olduğu vasfı yitirerek atalete sevk eden bir teselli mercii konuma gelmiş olmasıdır. Ahiret
hayatını ideolojik muhtevaya büründürülerek
yeniden yorumlama, ona sahip olduğu uyarıcı
vasfı tekrar kazandıracaktır. Ancak bu yorum,
Kur’an’ın kat’i bir üslupla var olacağını haber
verdiği kıyamet, ba’s, hesap, cennet ve cehennemin varlığını yok saymak anlamına geleceğinden vahye dayalı bir temelden yoksundur.
Değerlendirme ve Sonuç
İslam, nüzulünden itibaren 16.asrın
sonlarına kadar sürekli büyüyen ve gelişen bir
seyir izlemiş, buna paralel olarak ta Müslü-
Çağdaş Dönem Kelâmı’nda Yenilenme Önerileri -Hasan Hanefi Örneği-
manlar her alanda söz sahibi olmuşlar ve
dünya ölçeğinde etkin bir rol oynamışlardır.
Ancak 17. asırdan itibaren yaşadıkları duraklama ve müteakiben gerileme sürecinde etkinliklerini kaybederek edilgen bir hüviyete bürünmüşlerdir. Özellikle Müslüman toplumların 19.asırda yoğun olarak karşı karşıya kaldıkları siyasî, askerî, iktisadî ve sosyal alanlardaki gerileme birçok alanda ıslah ve tecdid
girişimlerine neden olmuştur. Bu girişimler
çerçevesinde İslam âlimleri genelde İslâmî
ilimleri, özelde ise kelâm ilmini yenileyerek
çağdaş sorunlara cevaplar üretebilecek bir
ilim haline gelmesi için çeşitli öneriler sunmuşlardır. Bu bağlamda Hasan Hanefî, diğer
ilimlerle birlikte kelâmın yenilenmesine yönelik çeşitli önerilerde bulunan yaşayan düşünürlerdendir.
Hanefî’nin kelâm ilmini yenileme
önerisi; tarihten tevarüs eden gelenek, modern batı düşüncesi, Müslümanların içinde
bulundukları reel gerçeklikler ve gereksinimlerinin bir kombinasyonu niteliğindedir.
Onun önerisinde tüm bu unsurların tenkidi ve
tahlili bir ölçüde kendisine yer bulur.
Hanefî, ilk adım olarak yenilenmeye
imkan sağlayabilmek için İslâmî ilimlerin
teşekkülünü tahlil eder. Ona göre bu ilimler
döneminin realitesinden hareketle vahyi anlamaya yönelik aklî girişimlerdir. Yani onlar
yapısı, muhtevası, metodolojisi ve dilini kültürel çevreden alan tarihsel ilimlerdir. Tarihsel olmaları, tarihin her aşamasında ve kültürel çevrede meydana gelen değişikliklerde bu
ilimlerinde güncellenmeleri anlamına gelir.
Bu bağlamda kelâm ilmi de vahyi anlamaya
yönelik ilk aklî girişim olarak sahip olduğu
tüm nitelikleri döneminin realitesinden alan
tarihsel bir ilimdir ve sürekli güncellenmelidir. Hatta kelâm, İslam inanç esaslarını muarız fikir ve inançlara karşı savunmakla yükümlü bir ilim olarak her dönemde kendini
yenileyen dinamik bir ilim olmak zorundadır.
Aksi takdirde görevini yerine getiremeyen ve
kendisinden bekleneni veremeyen donuk bir
179
ilim haline gelmesi kaçınılmaz olur. İlimlerin
naslara dayanmış olmaları onların mutlak
ilimler oldukları anlamına gelmez. Zira bunlar nassların bizzat kendileri olmayıp nasslar
üzerine dönemin düşünürlerinin gerçekleştirdikleri akli eylemlerdir. Ayrıca nasslar’ın
nüzul ve vürudunda toplumsal realiteyi dikkate aldığı da unutulmamalıdır.
Hanefî’nin ilimlerin tarihselliğini öne
sürerek elde ettiği yenilenme imkanında ikinci aşamayı geleneğin konumunun belirlenmesi oluşturur. Ona göre geleneğimizin teşekkülünde din önemli bir unsur olmakla birlikte
ikisini özdeşleştirmek imkansızdır. Gelenek,
toplumun, ihtiyaçları doğrultusunda dini
yorumlaması, davranışa yansıtması ve kültüre dönüştürmesiyle oluştuğundan tarihin bir
evresini ve bu evredeki anlayışı yansıtır. Bu
durumda gelenek, her kuşağın kendi ihtiyaçları doğrultusunda ortaya koyduğu yorumların toplamından ibarettir. Gelenek yenilenme
teşebbüsünde bize veri sağlaması açısından
değerli bir hazine olup yenilenmede başlangıç
noktası ve araçtır. Bu bağlamda onu kutsamak doğru olmadığı gibi yok saymakta doğru
değildir. Yapılması gereken onu tahlil ederek
çağın ihtiyaçlarına uygun olan alternatifleri
almak, olmayanları ise gereksinimlerimizi
karşılayacak nitelikte ve realiteyi yeniden inşa
edebilecek şekilde yeniden yorumlamaktır.
Bu imkanı ise bize fenomenoloji verir. Zira
fenomenoloji, kadim medeniyetten bize tevarüs eden geleneğin paranteze alınarak realiteden hareketle nassları yeniden yorumlama
olanağı sağlamaktadır.
Hanefî’ye göre modern asır, beşeri bilim anlayışının hakim olduğu bir asırdır.
İslâmî ilimleri yenileyerek onları çağımızla
buluşturabilmenin yolu da söz konusu ilimleri, realiteden hareketle beşeri birer ilim haline
getirmekle gerçekleşir. Bu bağlamda tarihsel
bir ilim olan teoloji, antropolojiye dönüştürülmelidir. Zira Müslümanların bugün içinde
bulundukları olumsuzlukların temel nedeni
ideolojiden yoksun olmalarıdır. Onlara sahip
180
Hilmi KARAAĞAÇ
olmaları gereken ideolojiyi ise ancak antropoloji sağlayabilir. Bu dönüşümün temel noktasını ise klasik kelâm’ın Allah merkezli yapısının insan merkezli hale getirilmesi oluşturur.
Böylelikle tevhid, zât ve sıfat merkezli klasik
kelâmın insanı kâmil merkezli yeni ilmi kelâm
olarak yeniden inşa edilme imkanı elde edilmiş olur. Aynı yaklaşımla Hanefî, klasik
kelâm’ın semi’yyât olarak ele aldığı konuları
aklileştirerek, realitenin ihtiyaç duyduğu ideolojiyi temin edecek şekilde yeniden yorumlamaktadır.
Hanefî’nin kelâmı yenileme önerisi;
kadim kültürel mirasın tenkidi ve kültürün
yeniden yorumlanması olmak üzere iki aşamadan oluşur. Onun geleneği ve geleneği
oluşturan ilimleri tahlil edilerek çağdaş insanın sorunlarına cevaplar verebilecek muhteva
ve metodolojiye kavuşturulması çabası değerli bulunabilir (Güler, 1994: 165). Ancak realiteden hareketle kültürün yeniden inşâ önerisi
içinde bazı sorunları barındırmaktadır. Öncelikle temel hareket noktası olarak kabul edilen
realiteye baktığımızda İslam dünyası batı
düşüncesi karşısında oldukça olumsuz sayılabilecek bir konumda bulunmaktadır. Bu konumdan kurtulmanın yolunu da ilimlere beşeri ve ideolojik bir yapı kazandırmakta gören
Hanefî, bütün kültürel mirası yoksayarak,
mağduriyetin vermiş olduğu acelecilikle ilimleri mucizevi bir kurtuluş vasıtası haline getirmeye çalışmaktadır. O, fenomenolojik yöntemden aldığı cesaretle tüm geleneği paranteze alarak nasslarda bulunan Allah, ahiret gibi
gaybî inanç ilkelerini çağdaş bilincin gereksinimleri doğrultusunda tevil etmektedir. Ebu
Zeyd’e göre Hanefî’nin bu yaptığı nassı ideolojik ve önyargılı okumak yani “telvin”dir.
Telvinde hedef; okuma neticesinde, henüz
okumaya başlamadan evvel zihinde kabul
edilen sonuca ulaşmaktır. Burada düşünür
metni anlama çabasında tarafsızlığını koruyamayıp yorumunu ideolojisine kurban etmektedir (Ebu Zeyd, 2002: 111-116).
Hanefî’nin kelam ilmine yenileme
adına yaptığı nassları, gerçeklikleri göz önünde tutarak yeniden okuma yerine onları bir
kenara bırakarak realite temelli yeni metinler
oluşturmaktır. Bu dini ilimleri yenileme olmayıp inananların vicdanında bir değere sahip olan esasları pragmatist gayelerle kullanarak yeni bir beşeri ve ideolojik düşünce ihdası
anlamına gelir.
KAYNAKÇA
Atmaca, G. (2012). M.Sait Şimşek’in Tefsirinde
Kur’ân’ın Çağdaş Yorumları. The Journel of Academic Social Science Studies,
Jassstudies. Volume,5. Issue, 7, 103116.
Bolay, S. H. (1999). Felsefî Doktrinler ve Terimler
Sözlüğü. Ankara: Akçağ Yayınları.
Cevizci, A. (2013). Paradigma Felsefe Sözlüğü.
İstanbul: Paradigma Yayıncılık.
Ebu Zeyd, N.H. (2002). Dinsel Söylemin Eleştirisi (Çev. F.A.Polat).Ankara: Kitabiyat
Yayınları.
Güler, İ. (1994). Hasan Hanefî’nin Tecdid Projesi. İslâmî Araştırmalar, C/S. 7/2, 149170.
Hanefî, H. (1978). Teoloji mi Antropoloji mi?
(Çev. M.S. Yazıcıoğlu). Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 23, 505531.
Hanefî, H. (1988). Mine’l-akide ile’s-sevrâ I-V.
Kahire: Mektebetu Medbûlî.
Hanefî, H. (1998). Humûmu’l-fikr ve’l-vatan.
Kahire: Dâru Kuba’.
Hanefi, H. (2011). Gelenek ve Yenilenme
(Çev.M.E.Maşalı). Ankara: Otto Yayınları.
Husserl, E. (1997). Fenomenoloji Üzerine Beş
Ders (Çev. H.Tepe). Ankara: Bilim ve
Sanat Yayınları.
Husserl, E. (2007). Kesin Bilim Olarak Felsefe
(Çev.A.Kaygı). Ankara: Türk Felsefe
Kurumu.
İnam, A. (1995). Edmund Husserl Felsefesinde
Mantık. Ankara: Vadi Yayınları.
Karaağaç, H. (2008). Hasan Hanefi’nin Kelam
İlmini Yenileme Projesi. Basılmamış
Doktora Tezi. Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü. Ankara.
Mengüşoğlu, T. (1976). Fenomenologi ve Nicolai
Çağdaş Dönem Kelâmı’nda Yenilenme Önerileri -Hasan Hanefi Örneği-
Hartmann, İstanbul: İ.Ü.Edebiyat Fakültesi Yayınları.
Özervarlı, M. S. (1998). Kelâm’da Yenilik Arayışları (XIX.yüzyıl sonu-XX.yüzyıl başı).
İstanbul: İsam Yayınları.
Skirbekk, G. ve Gilje, N. (trs.). Antik Yunan’dan Modern Döneme Felsefe Tarihi
181
(Çev. E. Akbaş ve Ş. Mutlu). İstanbul:
Üniversite Kitabevi Yayınları.
Taşçı, Ö. (2015). Kelam El Kitabı. Düzgün Ş.A.
(Ed.), Çağdaş Kelam Düşüncesi – Son
200 yılın Kelamcıları, Temel Tartışmalar
ve Ana Eserler (s.167-177). Ankara:
Grafiker Yayınlar.
Download