ARAP EDEBİYATINDA MİTOLOJİ KÜLTÜRÜ Yrd. Doç. Dr. İbrahim USTA Bingöl Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Arap Dili ve Belagati Anabilim Dalı Özet Dilimizde efsane ya da söylence olarak kullanılan Yunanca kökenli “mitoloji” sözcüğü, kelime anlamı olarak; “rivayet”, “aslı esası olmayan söz” ve “öncekilerin anlatıları” anlamına gelmektedir. Bir terim olarak mitoloji denilince; gerçekleşmesi mümkün olmayan, daha çok şair ya da yazarın hayalciliğiyle oluşan hikâye; kutsal serüvenleri, fizik ötesi varlıkların doğaüstü maceraları, arkaik dönemlerdeki insanlarının hikâyelerini aktaran efsaneler veya gerçekte vuku bulduğu kesin olarak bilinmeyen ancak tarihî dayanakları bulunan anlatılar akla gelmektedir. Müsteşriklerin genelde Arapları, özelde ise Müslümanları rencide etmek için ortaya attıkları “Araplar, aklı da midesi gibi boş millettir” iddiasının tersine, Arapların da akıl ve hayal sahibi bir millet olup mitoloji üretebilme kapasitelerinin olduğunu bir takım folklorik anlatı ve inançlar ortaya koymaktadır. Bu çalışmada öncelikle Arapların kültür ve akıl kapasitesi hakkında bir takım değerlendirmeler yapılacaktır. Arap mitolojisinin kaynakları ve bu tür anlatımların nadir olmasının sebepleri zikredildikten sonra İslam öncesi dönemde elde edilen belge ve bulgular eşliğinde Satîh ve Zerkâu’l-Yemâme gibi kâhin hikâyeleriyle, ῾Ûc b. ῾Anâk, Lokmân, Zülkarneyn ve Belkıs gibi gerçek ve mitolojik şahsiyetlere ait anlatıları, Ravâha bint Seken gibi cin hikâyesi ile tabiatüstü varlıklardan olan gûl, sel῾ût ve nesnâs’a ait anlatılar örnek olarak sunulacaktır. Ayrıca üzerine büyük değer atfedilen yılan ve karga gibi hayvan hikâyeleri ile Arap toplumunda kutsal sayılan yıldızlarla ilgili anlatılar bulunmaktadır. Anahtar Kelimeler: Arap, Mitoloji, Söylence, Efsane GİRİŞ İlke toplumlar, insanlarla diğer varlıklar arasında hiçbir farklılık olmadığını sanıp çevrelerinde gördükleri her şeyde aynı derecede hayat, akıl, konuşma yeteneği, cinsellik, iyilik veya kötülük etme gücü bulunduğuna inanmışlardır. Büyücü, sihirbaz, falcı ve kâhin gibi kendilerinden daha güçlü olduğu fikrine kapıldıkları kişiler aracılığı ile bu tür doğaüstü varlıklarla doğrudan görüşülebildiklerini sanmışlardır. İnsanlar, pozitif bilimlerin henüz gelişim göstermediği insanlığın ilk dönemlerinde; evrendeki sayısız küçük büyük varlığın varoluşlarını, kendi varoluşlarını ve çevresinde vuku bulan tabiat olaylarını düşünüp kafa yormaktaydılar. İşte ilk 2859 dönemlerde yaşayan insanların kendilerini ve onları çevreleyen evren ve içindeki varlıkları anlamlandırma çabaları mitoloji denilen edebiyat türünü ortaya çıkarmıştır. Başka bir ifadeyle insanların doğal olayların nedenini araştırmaya sevk eden içgüdüleri mitolojinin doğmasına yol açmıştır. İnsan ırklarının tarihine baktığımızda hepsinin aynı derecede bilgisiz ve ilkel bir dönemden geçtiklerini görürüz. Mısırlılar, Yunanlılar, Araplar ve herhangi bir Asyalı veya Avrupalı topluluğun ataları da bir zamanlar doğa olaylarına, günümüzde ilkel kabul edilen Avustralya, orta Afrika ve Amerika kıtalarında görülen ilkel kavimlerin inanışları gibi inandıkları hususunda hiç şüphe yoktur. Bu yüzden her toplumda mitolojiye ya da mitolojik unsurlara rastlamak mümkündür. Kimi zaman bu mitolojik unsurlar, edebi eserlerin oluşmasına da kaynaklık etmiştir. Mitoloji denildiğinde akla ilk Yunanlılar gelmektedir. Oysaki diğer milletlerde olduğu gibi, Araplarda da geniş bir mitoloji kültürü vardır. Bu çalışma bunu ispat için hazırlanmıştır. Ülkemizde tüm ulusların mitoloji ve folklorlarına ait eserler bulunmasına rağmen Arap mitolojisi ile alakalı hiçbir çalışmaya rastlanmamıştır. Bu bildirinin temel amacı, Araplarda mitolojinin olmadığı anlayışını irdelemek ve Arap kültüründe de diğer milletler de olduğu gibi mitolojinin varlığını örneklerle açıklamaya çalışmaktır. Bu çalışma iki temel bölümden oluşmaktadır: İlk olarak mitolojinin kısa bir değerlendirmesi yapılarak bunun Araplardaki yansımasına değinilecektir. Daha sonra ise Arap kültürü ve mitoloji yeteneği üzerine bir takım tartışmalara yer verilecektir. İkinci bölümde ise Arap mitolojisinin kaynaklarının yanı sıra Arap mitolojisinin az veya nadir olmasının muhtemel sebepleri üzerinde durulacaktır. Konunun sonunda ise Arap Mitolojisi Figürlerinden birtakım örnekler verilecektir. Bunlar; Lokmân, Cezîmetü’l-Ebraş, Seyf b. Zîyezen gibi Arapların ağzından düşmeyen destansı hikayeler, Satîh ve Zerkâu’l-Yemâme gibi bazı kâhinlere ait hikâyeler, Arap toplumunda büyük önem arzeden cinler ve bunlarla ilgili ilginç hikayelerle, bazı hayvanlarla ilgili inanışlar, dilimizde “gulyabani” olarak ta bilinen gûl, selʻût ve nesnâs gibi tabiatüstü varlıklarla alakalı anlatılardan oluşmaktadır. Son olarak Arapların gezegen ve yıldızlara bakış açıları kısaca değerlendirilip, bunlarla alakalı birkaç anlatıya yer verilecektir. I. BÖLÜM 1- Kavram Olarak Mitoloji Dilimizde efsane ya da söylence olarak kullanılan Yunanca kökenli “mitoloji” sözcüğü, kelime anlamı olarak; “rivayet”, “aslı esası olmayan söz” ve “öncekilerin anlatıları” anlamına gelmektedir. Bir terim olarak mitoloji denilince; gerçekleşmesi mümkün olmayan, daha çok şair ya da yazarın hayalciliğiyle oluşan hikâye; kutsal serüvenleri, fizik ötesi varlıkların doğaüstü maceraları, arkaik dönem insanlarının hikâyelerini aktaran efsaneler veya gerçekte vuku bulduğu kesin olarak bilinmeyen ancak tarihî dayanakları bulunan anlatılar şeklinde tanımlanmaktadır. Ayrıca bir tabiat olayının meydana gelişini, bilinen bir varlığın oluşumunu veya yaradılışını, tabiat varlıklarında meydana gelen bir değişikliği, olağanüstü şekilde, akıl dışı ve hayal ürünü açıklamalarla anlatan hikâyeler de bu tanım içerisinde değerlendirilmektedir.1 Oğuz, M. Öcal, (2004), Türk Halk Edebiyatı El Kitabı, Grafiker Yay., Ankara, s.119; Tökel, Dursun Ali, (2000) Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar, Akçağ Yay., Ankara, s. 5. 1 2860 Bilim adamları mitleri, birtakım sınıflandırmalara tabi tutmuşlardır. Buna göre; köken mitleri; bir adın, bir nesnenin ya da varlığın nasıl olduğunu ya da ilk kez nasıl ortaya çıktığını imgesel bir yolla açıklamaktadır. Ritüel mitleri; dinlerde mevcut olan birtakım ayin ve tapınma törenleri ile bu uygulamaların yapılış veya anlamını açıklayan mitlerdir. Eskatoloji mitleri ise evrenin sonunu ve kıyamet gününde vuku bulacak olayları ifade etmektedir. Bunların dışında türeyiş, takvim, totem, prestij, kült ve kahramanlık mitleri gibi alt sınıflandırmaları da görmek mümkündür.2 2- Arap Kültürü Arap mitolojisi, Cahiliye Dönemine ait bir olgu olduğundan Arap kültürünün kapsamı bu dönemle sınırlı tutulacaktır. Cahiliye Dönemi, Arap kültür tarihinin başlangıcı olarak görülmektedir. Cahiliye Dönemi’nde Arap kültürü denilince; dönemin coğrafi ve stratejik konumu, komşu medeniyetler arası ticari faaliyetler ve bu faaliyetlerle beraber örf ve adetlerin belli bir kıvamda harmanlanıp şekillenmesi akla gelmelidir. Okuma-yazma bilmeyen halk binlerce yıllık geçmişini rivayet yoluyla sözlü olarak nesilden nesle aktarmıştır. Zaruri bir durum olmadıkça yazıya başvurmayan halkın kültürü, göçebe hayatın zaruretlerinden doğan tecrübe, âdet ve geleneklerin geliştirdiği bilgilerden ibaretti. Tüm sözlü kültürlerde olduğu gibi İslâm öncesi Arap kültüründe de bilginin, ezberlenerek nesilden nesle aktarıldığını biliyoruz. Arapların bu döneme ait şiir, Eyyâmu’l-ʻArab, Ensâb gibi bilgi kaynakları, Arap kabilelerinin sürdürdükleri göçebe hayat içerisindeki tabii, dinî ve sosyal şartların tetiklediği ilhamlarla üretiliyordu. Çok gerekli olmadıkça kullanılmayan yazı, anılan dönemden Abbasî döneminin başlarına kadar büyük ölçüde sözlü kültüre hizmet etmiş ve onu beslemiştir.3 Cahiliye kültürünün en önemli unsuru olan şiir, mitolojiye ışık tutması açısından önemlidir. Zira malzemesini aşk, şarap, savaş, zafer, kahramanlık, düşmana duyulan kin, avcılık, tabiat, kabile değerleri gibi konulardan alan Arap şiiri, anlam bakımından bedevî hayatın aynası olurken, edebi bakımdan ise birçok millette olmayan bir yeteneğe işaret etmektedir. Yaşadıkları toplumda büyük saygı uyandıran şiir sanatının ustaları olan şairler, mensubu oldukları cemiyetin sözcüsü, rehberi, bilgini, hatibi; hatta tarihçisi sayılırlardı. Onların alelâde bir insanın elde etmesi imkânsız olan tanrısal bir güç tarafından desteklendikleri düşünülür; özel bir ilimle donatıldıklarına inanılırdı. Arap şiiri genelde aşk, savaş sonrası ağıtlar, yaşanmış olayların, duygu ve düşüncelerle tasavvur edildiği, donuk duygulardan sadır olamayacak tutkuların ve tabiatın ortaya koyulduğu şiirdir. Bu şiirlerden anlaşılıyor ki, Arap’ta da hayâl ve duygu yoğunluğu vardır. İşte bu yaratıcı fıtrat, mitolojik hikâyeler üretmekte çok fayda sağlamaktadır. Çünkü mitolojinin edebi yönü ve etkisi, anlatıcının hayal derinliği sayesinde ortaya çıkmaktadır. 4 3- Araplar ve Mitoloji Mitoloji kelimesi Arapça; “rivayet” ve “aslı esası olmayan söz” anlamında kullanılan “ustûre-esâtîr” sözcüğünden türemiştir. Ustûre kelimesi sözlükte; “uʻcûbe” ve “uhdûse” vezninde olup “s-t-r” fiil kökünden gelen ve “önceki ümmetlerin yazdığı haberler” anlamında kullanılmaktadır. Bu kelimenin aslının Arapça olmayıp, Yunanca, Segal, Robert A.(2012), Mit, (terc.: Nursu Örge), Dost Kitabevi, Ankara, s.10-13; Lévi Straus, Claude, (2013) Mit ve Anlam, (terc.: G. Yavuz Demir), İthaki Yay., İstanbul, s.50; Hançerlioğlu, Orhan, (2000), Dünya İnançları Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, s.336. 3el-Hâc Hasan, Hüseyin, (1988), el-Ustûra inde’l-ʻArab fi’l-Câhiliye, el-Muessesetu’l câmiʻiyye li’d- dirasât, Beyrut, s.18-19; Berro, Tevfik,( 1996), Târihu’l-ʽArabi’l-kadîm, Dâru’l-fikr, Dimaşk, s.271. 4el-Alûsî, Muhammed Şükrî,(2009), Bulûğu’l-ereb fî marifeti ahvâli’lʽArab, Dâru’l-kutubi’l-ʽilmiyye, Beyrut, III/78; Takkûş, Muhammed Süheyl,(2009) Târîhu’l-ʽArab kable’l-İslâm, Dâru’n-nefâis, Beyrut, s.221. 2 2861 Ârâmice veya Süryânîce “destan, hikâye, araştırma, haberdar olma, yorum ve tarih” anlamlarındaki “ustuvar veya historia” kelimesinden Arapçaya girmiş olma olasılığı da tartışılmaktadır.5 Kur’an-ı Kerîm’de dokuz defa geçen “Esâtîru’l-Evvelîn”6 tabiri; önceki milletlerin masal ve hurafeleri anlamına geldiği gibi, “önceki milletlere ait doğru ve yanlış tüm tarihî rivayetler veya bilgiler” anlamına da gelmektedir. 7 Kaynaklar Esâtîru’l-Evvelîn tabirinin ilk defa Nadr b. Hâris tarafından kullanıldığını kaydetmektedir. Rivayete göre Ebû Süfyân, Velîd b. Muğîre, Ebû Cehîl, ʻUtbe b. Rebîʻa ve Nadr b. Hâris’ten oluşan bir grup müşrik, Kur’an okumakta olan Hz. Peygamber’i gizlice dinlemeye gitmişler. Eski milletlerin inançları konusunda en bilgilisi kabul edilen Nadr’a Hz. Peygamber’in ne okuduğu sorulmuş, o da, "Ne dediğini anlayamıyorum, fakat galiba benim size anlattığım gibi geçmiş milletlerin efsanelerinden bahsediyor" cevabını vermiştir. 8 Bu yüzden "İnsanlar içinde, bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak ve alaya almak için boş sözleri satın alanlar vardır"9 ayetinin Nadr b. Hâris hakkında nazil olduğu aktarılmaktadır. Bu ayet ve onun nüzul sebebi olarak aktarılan söz konusu rivayet, onun bir takım mitolojik bilgilerden haberdar olduğunu teyit etmektedir. Bu durum, Oryantalistlerden bazılarının iddia ettikleri “Câhiliye Dönemi Arapları, mitolojinin teşekkülüne uygun bir kültür ve tabiat ortamından mahrum oldukları ve ayrıca günümüze ulaşmış mitolojilerinin bulunmadıkları” iddiasını10 nakzetmektedir. Aynı şekilde Nadr b. Hâris gibi şehirlerde yaşayıp ticarî amaçlı seyahatler sebebiyle başka milletlerle münasebet kuran kişilerin Yunan, Mısır, Farslıların mitolojik anlatıları hakkında bilgi sahibi olduklarına dair rivayetlerin ve Araplara ait olduğu kabul edilen ʻAbûr, Ğumeysâ, Süheyl ve Zühre yıldızlarıyla ilgili mitolojik anlatıların mevcudiyeti, onların Arapların mitoloji üretebilme kapasitesinden yoksun olma savlarını çürütmektedir.11 4- Arap Aklı Gerçeğin dışında söylenegelen rivayet ve düşünceler özellikle de bilinmeyen yeni bir manzara için iki çeşit hayalden söz edilebilir. Birincisi, şekle benzeterek tasvir etme ki; buna descriptive dream denilmektedir. Türkçeye tasviri-betimsel hayal veya tasavvur olarak tercüme edebiliriz. İkinci kısım hayal olan İmaginative dream ise; ibdâî - yaratıcı hayal veya kurgu şeklinde dilimize çevrilebilir. Câhiliye Dönemi’ndeki Arap, daha çok birinci kısım olan; benzeterek tasvir etmeyi (tasviri hayal) tercih etmiştir. Çünkü Arap, görünen ve hissedilen şeylerden bilgi edinir ve üzerine yeni olmayan şeyleri giydirir. Yeni tecrübeleri olmadığından kendisinden bir şey izafe etmez. Sonradan göreceğiz ki; kartal, köpek, eşek, aslan ve deve üzerine şiir yazanların yaptıkları benzetmeler de yine bu hayvanlarla ilgilidir. Arap aklında kartal uzun ömrü, köpek emanet ve vefayı, eşek sabır ve korkuyu, aslan kuvvet Hasan,(1385 H.) et-Tahkîk fî kelimâti’l-Kur’âni’l- Kerîm, Merkez neşri âsâr Allâme el-Mustafavî, Tahran, V/148-152; Acîne, Muhammed,(1994), Mevsûʽatu esâtiri’l-ʽArab ani’l-câhiliyye ve delâletihâ, Dâru’l-fârâbî, Beyrut, I/17. 6Kur’an-ı Kerîm 6/25, 8/31, 16/24, 23/83, 25/5, 27/68, 46/17, 68/15, 83/13. 7ez-Zemahşerî, Ebû'l-Kâsım Mahmud b. Ömer,(1995), el-Keşşâf an hakaiki't-tenzîl,Dâru’l-kutubi’l-ʽilmiyye, Beyrut, II/13 ve 577; Hamdi Yazır, Muhammed,(1998), Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayın Dağıtım, İstanbul, III/407-410. 8et-Taberî, İbn Cerîr, Ebû Cafer Muhammed,(2002, Câmiʽu’l-beyân, Dâr-u İbn Hazm, Beyrut, V/216-217; el-Kurtubî, Muhammed b. Ahmed,(1985), el-Câmîʽ li ahkâmi’l- Kur’ân, Dâru ihyâi’t- turâsi’l-ʽArabî, 2. Baskı, Beyrut, X/95-96. 9Kur’an-ı Kerîm 31/6. 10Soury, Jules, Karşılaştırmalı Dinler Işığında İsrail Dini, (terc.:Harun Güngör ve İbrahim Açmaz),(2008), IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, s.11. 11Ali, Cevad,(1993), el-Mufassal fî târihi’l-ʽArab,Neşru câmi῾ati Bağdâd, 2.Baskı, Beyrut, VIII/377; Acîne, Mevsûʽatu esâtiri’l-ʽArab, I/22-23. 5el-Mustafavî, 2862 ve cesareti, deve ise hayatın tamamını temsil etmektedir. Çünkü deve; susuzluğa olan dayanıklılığı sebebiyle sabrıyla çöl gemisi olup sahiplerini ve eşyalarını taşımakta ve aynı şekilde eti, sütü ve derisi sebebiyle hayatın olmazsa olmazıdır.12 Yunanlılar ise aklı daha çok kurgu denilen maddi gerçekliklerden uzak bir takım figürlerle süslemişlerdir. Mesela; Onlar savaşı; cesaret, güzellik vb. mücerret şeylerle tasvir etmiştir. Bununla birlikte başka bir benzerini diğer milletlerde göremediğimiz şekilde savaşı, insana benzetirler. Bundan dolayı İlyada ve Odysseia gibi büyük olay ve büyük savaşları anlatan eserler vücuda getirebilmişlerdir. Bu durumu Fransız gezgini Alphonse de Lamartine (1790-1869) şu sözleriyle özetlemektedir: “Yunanlılar; cana yakın dehasının yarattığı güzel rüyalara ve onların gerçek dolu birer gölgesi olan esrarlı yalanlarına tapar. İnsan kalbinde ne kadar korku, ne kadar istek olursa Yunanlıların bereketli soluğu da o kadar tanrı doğurur. Onun, tapınılan kişilere âşık dehası, her sembol için bir tanrı yaratır ve her iniltiye, her çığlığa bir ruh verir” 13 II. BÖLÜM 1- Arap Mitolojisinin Kaynakları Mutlak anlamda Arap mitolojisi, Arap yarımadasındakilerle sınırlı olmayıp yarımada haricinde bölgenin kuzeyi ve güneyinde bulunan İbrani, Fenike, Mısır, Babil ve Sümer gibi diğer ulus mitolojileri ile birleşmiş ve tüm mitolojilerde olduğu gibi sözlü kültüre dayanmakta ve nadiren de olsa yazılı kaynaklarda bulunmaktadır. Arap efsane ve folklorunun temel kaynakları ve aynı zamanda Arap kültür hazinesinin koruyucuları olarak telakki edilen eserler ve yazarlarına bakıldığında; bunların başında hiç şüphesiz Osman b. el-Câhız ve iki değerli eseri el-Beyân ve’t-tebyîn ve Kitâbu’l-hayevân gelmektedir. Vehb b. Münebbih’in Kitâbu’t-tîcân fî mulûk-i Himyer, Hemedânî’nin Kitâbu’l-iklîl, Demîrî’nin Hayâtu’l-hayevâni’l-kubrâ, Mesʻûdî’nin Ahbâru’z-zemân, Süheylî’nin Ravdu’l-enf, Ebû Ubeyde Maʻmer b. el-Müsennâ’nın Kitâb-u eyyâmi’l῾Arab kable’l-İslâm, el-Hemedânî’nin, Sıfat-u cezîrati’l-ʻArab ve Âsâru’l- bilâd ve ahbâru’l-ibâd gibi eserleri ile el-Kazvînî’nin, ʻAcâibu’l-mahlûkât ve ğarâibu’l-mevcûdât gibi eserleri klasik temel kaynaklar arasında zikretmek mümkündür. Modern kaynaklara bakmak gerekirse bunların başında hiç şüphesiz ki; Alûsî‘nin Bulûğu’l-ereb isimli hacimli eseri gelmektedir. En az onun kadar değerli bir eser de, Iraklı tarihçi Cevad Ali’nin el-Mufassal fî târihi’l-ʽArab isimli kapsamlı eseridir. Bunun yanında Şevkî Abdulhakîm’in, Mevsûʻatu’l-folklor ve’l-esâtîri’l-ʻArabiyye, Muhammed Acîne’nin, Mevsûʻat-u esâtiri’l-ʻArabʻani’l-câhiliye ve delâletihâ, Kusay Şeyh Asker’in, elEsâtîru’l-ʻarabiyye kable’l-İslâm ve ʻalâkatuhâ bi’d-diyânâti-l- kadîme, Hâlid Abdullah el-Keremî’nin, Câmiʻun-nevâdir ve’l- esâtîr ve emsâli’l-ʻArab, Anastas Marî el12Abdulmuîd Han, Muhammed,(1937), el-Esâtîru’l- arabiyye kable’l-İslâm, Matbaʻatu lecneti’t-telif ve’t-terceme, Kahire, s. 31 ve 45; et-Tunusî, Muhammed Hıdır Hüseyin,( ts.), el-Hayâlu fi’ş-şiʽri’l-ʽArabî, el-Mektebetu’l-ʽArabiyye, Dimaşk, .13-14; eş-Şâʽbî, Ebu’l-Kâsım,(2013), el-Hayâlu’ş-şiʽrî inde’l-ʽArab, KelimâtʽArabiyyeli’t-terceme ve’nneşr, Kahire, s.12. 13 Granger, Ernest, Mitoloji, (trc: Nurullah Ataç), (1983),Cem Yayınevi, İstanbul, s.37-38. 2863 Kermelî’nin, Edyânu’l-ʻArab ve hurâfâtuhum, Abdulmuîd Han’ın, el-Esâtîru’l-ʽArabiyye kable’l-İslâm ve Ahmed Zekî’nin, el-Esâtîr gibi eserlerini zikretmek mümkündür. 2- Arap Mitolojisinin Yaygınlaşmasını Engelleyen Faktörler Arapların mitoloji kültürünün -diğer milletlerin aksine- nadir olmasının bir takım sebepleri bulunmaktadır. Bu sebepleri şu şekilde sıralamak mümkündür. Öncelikle Arabistan’da tarihî veya arkeolojik keşiflerin yolu ilk olarak miladi 18. asrın ortalarında Almanlar tarafından açılmıştır. Bu asrın başından itibaren Mısır ve Kızıldeniz yoluyla Hindistan’a seyahat eden Avrupalılar, Yemen ve Hadramevt sahillerinden geçerken o bölgede yaşayan yerli halktan; memleketlerinde kumlar altında gömülü birçok bina, tarihi eser ve bu eserler üzerinde Yahudi ve Araplar tarafından da okunamayan birtakım kitabelerin bulunduğunu öğrenmiş; bu gizemli bilgiyi batıya ulaştırmaya başlamışlardır. 14 Bu durum bize Araplarla ilgili bilgilerimizin henüz az ve onların mitoloji kültüründen yoksun oldukları hükmünü verebilmek için vaktin gelmediği sonucuna ulaştırmaktadır. Belki ileri bir tarihte bulunacak bilgi ve belgeler ışığında Araların da diğer milletler kadar mitoloji miraslarının çok olduğu bilgisine ulaşılacaktır. İkinci olarak; İslam’ın gelişiyle yeni bir kültürle tanışan Araplar, atalarından miras olarak aldıkları bir takım inanç veya mitolojik hikâyeleri, inandıkları dine zıt şeyler olduğu için terk etmek zorunda kalmışlardır. Rivayetler bize İslam’ın ilk yıllarında Müslümanlara eski milletlere ait birtakım hikâye ve hurafeler anlatan el-Haris b. enNadr’ın anlatılarının tevhide aykırı olması sebebiyle önce tevbeye davet edildiği, bir müddet sonra aynı anlatılara devam ettiği için de öldürüldüğünü aktarmaktadır. 15 Üçüncü olarak; İslam Âlimlerinden büyük bir çoğunluğuna göre içerisinde şirk ve küfür barındıran bilgileri öğrenmek ve öğretmek çok zararlı ve yasaktır. Çünkü İslam, yıllarca tevhide aykırı olan şeylerle savaşmış ve şirke ait ne varsa hepsini silmiş, tekrar canlanmaması için büyük gayretler sarf etmiştir. Mesela İbn-i Haldun’a göre mitoloji denilen bu ilimle uğraşmak bid‘attır ve abesle iştigal olup rivayet edilecek kadar değerli, ciddiye alınacak kadar bir ilim dalı değildir.16 Bu ve benzeri tutumlar Araplara ait mitolojik bilgilerin zamanla kaybolmasına sebebiyet vermiştir. Nitekim Arap kaynaklarında mitolojiye nadiren rastlanması da bunun apaçık göstergesidir. Dördüncü olarak; Araplara ait eserlerin toplanması ve tasnif edilmesi anlamına gelen tedvin sürecinde ortaya çıkan ve “büyük fitne” şeklinde isimlendirilen Hz. Ali ve Muaviye’nin kavgası sebebiyle hilafet merkezinin önce Medine’den Kufe’ye ve daha sonra ise Şam ve Bağdat’a taşınması beraberinde bir takım mezhepsel ve kabilesel soğuk/sıcak savaşları gündeme getirmiştir. Kabile savaşlarının en önemlisi olan kuzeyli Kays ve güneydeki Yemenli kabilelerin savaşları, taassup neticesinde birbirlerini karalama şeklinde gelişmiştir. Bunun yanında bu kabilelere ait olan birtakım rivayetler kabile taassubu sebebiyle değiştirilmiş veya yok edilmiştir. Bunların içerisinde mitolojik verilerinde bulunuyor olması kuvvetle muhtemel bir husustur. Beşinci olarak; Arap mitolojisinin az ve nadir olması bunun Arap aklının mitoloji üretme kapasitesinden yoksun olduğu anlamına gelmemektedir. Zira Arap toplumunun yazıya geç bir dönemde geçmiş olması ve atalarının haberlerini kayıt altına almamaları Günaltay, M. Şemsettin,(2013), İslâm Öncesi Arap Tarihi, Ankara Okulu Yay., Ankara, s. 110; Abdulmuîd Han, elEsâtîru’l-ʽArabiyye kable’l-İslâm, s.5. 15 Şeyh Asker, Kusay,(2007), el-Esâtîru’l-ʽArabiyye kable’l-İslâm ve ʽalâkatuhâ bi’d-diyânâti-l-kadîme, Dâru maʽd, Dimaşk, s.235. 16 Acîne, Muhammed, Mevsû’atu Esâtiri’l Arab, s.26. 14 2864 neticesinde; “Araplarda mitoloji kabiliyeti yoktur” gibi bir anlayışı ortaya çıkarmaktadır. Bu durum ise objektif bir bakış açıyla bakıldığında çok yanlış bir durumdur. Altıncı olarak; eski Arap hayatını tasvir eden eserlerin gerekli ihtimam gösterilmemesi neticesinde bazılarının yok olmasına; bazılarının ise ismi bilinmesine rağmen bulunamamasına neden olmuştur. Bunun en bariz örneği ise Muhammed Hasan b. Davûd el-Hemedânî’nin el-İklîl isimli eseridir. Bu eserin en temel özelliği eski Yemen hakkında müellifin seyahatinde gördüklerinin yanı sıra onların sosyal hayatı ve inançlarını konu edinmesidir. On ciltten oluştuğu bilinen bu kitabın- ne yazık ki- sadece üç cildi bulunabilmiştir. Elimizde olan nüshaya göre onuncu ciltte el-Hemedânî, milattan önce üç bin yıllarında yaşamış ve tüm dünyanın bu zamandan beri borçlu olduğu, Yemen kabilelerinden Sebe’ ve Himyer krallıklarından bahsetmektedir. Henüz bulunamayan yedinci ciltte ise eski Yemen’e ait efsaneler ve hurafeler kısmı yer almaktadır. Yedinci olarak; Arapların çölde yaşamaları ve denizden uzak olmaları gösterilebilir. Çölde yaşam sebebiyle Arapların içine kapanık olmaları doğal bir durumdur. Pek tabii kapalı bir toplumun diğer uluslarla kaynaşması zor ve nadirattandır. Bu durum kültürlerin birbirlerine ait olan hikâyelerin el değiştirmemesine, dolayısıyla varsa bile- zamanla unutulmasına sebebiyet vermiş olabilir. Ayrıca deniz yani su ve su kaynakları medeniyetin oluşmasındaki en büyük etkendir. Arapların suya yani denize uzak bir yaşam seçmeleri, onların başka medeniyetlerle kuracakları iletişimin önüne geçen bir perde görevi görmüştür. Yukarıda sıralamaya çalıştığımız sebepler bize Arapların mitoloji bakımından kısır bir toplum olmasının bir takım sebepleri ortaya konulmaya çalışılmıştır. Tüm bu varsayımlarla birlikte elimizde bulunan bilgiler, Arapların da en az diğer milletler oranında mitolojik anlatılara sahip olduğunu apaçık bir şekilde göstermektedir. Araplarla ilgili bilgilerin (kazı- yazıt-kitabe) birçoğunun müsteşrikler tarafından ortaya çıkarıldığını daha önce belirtmiştik. Müsteşriklerin İslam’a olan düşmanlıkları onları Araplara karşı önyargılı davranmaya iterek Arap kültür hazinesini yok saymaya kadar gitmiştir. Bunun en bariz örneğini Fransız müsteşrik Jules Soury’den alıntıladığımız şu ifadelerinde bulmak mümkündür: “Sâmi ırkının ilk dinleri çok tanrıcılıktır. Âramlılar, Asûrlular, Fenikeliler, Kenanlılar ve Yahudiler önce güneşe, aya, gezegenlere, yıldızlara, ışığa, ateşe, topraktan doğan devlere, tabiata, ormana ve hayvanlara taparlardı. Sâmiler Halep’ten Arap denizine, Mısırdan Basra körfezine kadar olan bölgede hemen hemen kızgın bulutsuz gökyüzü ile geniş kum ovası çölü geceleri de gökyüzüne kraliçelik eden ayı tanıdılar. Sâmi ırkının izafi fakirliği bu yüzdendir. Asya’nın bu bölgesinde kurak çölden başka bir şey yoktur. Böyle toprağın böyle insanı olur. Bu kayalık ve kumluk ovalarda insanoğlu küçük, zayıf, kuru, öylesine kanatlardır ki; kafası da midesi kadar boştur. Bu tip ırk yani göçebe Bedevi Arap, hiç düşünmez ve hiçbir şey bilmez, hayali de çöl kadar ıssızdır.”17 3- Arap Kültüründe Mitolojik Ögeler Arap kültüründe cinlerin ayrı bir yeri vardır. Bazılarına göre cinler, fırtına ve yağmur gibi bazı tabiat olaylarında tasarruf sahibi; bazılarına göre ise yılan ve köpek gibi hayvanların şekline girebilen doğaüstü yaratıklardır. Bazıları kendilerini cinlerden gelen bir sülaleye dayandırırken bir başkası cinlerle evlendiğini; anne, baba veya çocuklarının 17Soury, Karşılaştırmalı Dinler Işığında İsrail Dini, s.11. 2865 cinlerle olan evlilik sonucu meydana geldiğini iddia eder. Diğer bir grup ise cinlerin Allah’ın kızları olduğuna inanmaktadır. Cinlerle ilgili ilginç durum ise İmriu’l-Kays, A῾şâ, ῾Ubeyd b. el-Ebras, Kümeyt ve Hassân b. Sâbit gibi meşhur şairlerin cinlerden bir hocası veya dostu olduğu; onlar olmadan bu şairlerin şiir irad etmeye muktedir olamayacakları inancıdır. Bu ve benzeri inanç örnekleri Arap toplumunda sayısız cin hikâyelerinin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Câhiliye Dönemi Arapları içinde yaşadıkları çevrenin bir parçası olmaları hasebiyle hayvanlara farklı bir gözle bakmaktadırlar. Bu tarzın; onların, hayvanlardan bazılarını mukaddes sayarak onlara ibadet etmeye yönelttiğine şahit olmaktayız. Bu bağlamda karga, yılan ve deve gibi birtakım hayvanlara uğur-uğursuzluk atfedilmiş bazı anlamlar yüklenmiş; bazen onlar hakkında cin, şeytan veya meleklerden bir taife olarak ta bahsedilmiştir. Tabiatüstü yaratıkların varlığına olan inancın, eski çağlardan beri insan hayalini meşgul ettiği bilinmektedir. Câhiliye dönemi Arap toplumunda temelini hayvan imajının oluşturduğu çokça inanç ve bu inançlara ait efsaneler bulunmaktadır. Bunların başında hiç şüphesiz gûl, sel῾ût ve nesnâs vb. mitolojik yaratıklara ait anlatılar gelmektedir. Şimdi yukarıda sıralanan öğelerden bir kaçıyla ilgili anlatımlara yer verelim: 1. İnsan Mitleri 1.1. Kâhinler Arapça k-h-n kökünden gelen kehanet tabiri sezgi veya bir tür ilhamla yahut bazı işaretlerin yorumuyla ileride meydana gelecek olayları haber verme, gizli bilgiyi ortaya çıkarma anlamına geldiği gibi yıldızlara bakma, kuş uçurma, fal okları çekme, efsun yapma bazı tılsımlardan faydalanma anlamlarına da gelmektedir.18 Arap kültüründe kâhin önemli bir yere sahiptir. Verilecek örneklerden anlaşılacağı üzere onlar toplumun hem hocası, hem bilgesi hem de en kutsal varlıklarının başında gelmektedir. Satîh el-Gassânî Nûşirevân zamanında yaşamış dönemin en eski kâhinlerinden olan Satîh, Zi’b kabilesinden olup, Seylu’l-Arîm yılında doğduğu rivayet edilmektedir. Bir rivayete göre; Satîh; kemiksiz, âdeta azasız bir vücud, yüzü göğsü içinde bir yaratılış garibesi ve çok da yaşamış bir kâhindir. Gaipten verdiği doğru haberler, o dönemde yaşayanların arasında şöhret bulmuştur. Hatta Fars Kisrâsı Mubizân gördüğü acayip rüyayı; sarayın on dört sütununun düşmesinin sırrını Satîh’ten sormak için Muyzan denilen âlim bir elçisini göndermiş. Satîh şöyle demiş: "O Zat sizlere de hâkim olacak, sonra saltanatınız mahvolacaktır. Hem birisi gelecek, bir din izhar edecek. İşte o, sizin din ve devletinizi kaldıracak. İbn Hişâm’ın rivayetine göre kâhin Satîh, normal insan gibi vücut organları bulunmayıp âdeta bir et torbası gibiymiş. Yüzü göğsünde bulunup, öfkelendiğinde şişer ve tekrar sönermiş. Diğer bir kâhin olan Şıkk ise yarım insanmış ve bu ikisi aynı günde, yani kâhine Tarîfe el-Himyerî’nin öldüğü günde doğmuşlardır. Tarife, ikisinin de ağzına tükürerek kâhinliği onlara miras bırakmış.19 Râgib, (2002), el-Müfredât fî elfâzı’l-Kur’ân, Dâru’l-kalem, 3. Baskı, Dimaşk, s.728; el-Alûsî, Bulûğu’lereb, III/269; Ali, el-Mufassal fî târihi’l-ʽArab, VI/757; Harman, Ömer Faruk,(1994-2014),”Kâhin”, DİA, XXIV/170. 19 İbn Hişâm, Muhammed,(1990), es-Sîyretu’n-nebeviyye, Dâru’l-kitâbi’l-ʻarabî, Beyrut, I/31-35; el-Mesʻûdî, Ebû’l Hasan Ali b. Hüseyin,(1996), Ahbâru’z-zemân, Dâru’l-Endelus, Beyrut, II/183; en-Nuveyrî, Şihabuddin Ahmed, (2004), Nihâyetu’l-ereb fî funûni’l-edeb, Dâru’l-kutubi’l-ʽilmiyye, Beyrut, III/122. 18el-İsfahânî, 2866 Zerkâu’l-Yemâme Câhiliye Dönemi Araplarda meşhur ve mitolojik bir şahsiyet olan Kâhine Yemâmeli Zerkâ’, Necid’li bir kadın olup, Cüdeys kolunun Yemâme halkındandır İbn Abdirabbih, ʻIkdü’l-ferîd isimli eserinde Zerkâ’nın Yemâme’de oturan bir kadın olup sütteki beyaz kılı görebilme yeteneğine sahip olduğunu, üç günlük mesafedeki süvarileri görüp dışarıdan gelebilecek askeri bir baskına karşı onları uyardığını, böylece düşman onlara ulaşmadan kendilerini hazırladıklarını rivayet etmektedir. Rivayete göre bir gün Zerkâ’nın kavmine baskın yapmak isteyenler; arkadaşlarına ağaç dallarını kesip onlarla örtünerek bir nevi kamuflajlı bir şekilde ilerlemelerini istediler. Bu plan uygulanmaya koyulmasına karşın Zerkâ onları fark ederek kendi kavim sakinlerine hitaben; size doğru gelen ağaçları görüyorum dedi. Kavmi bu iddialarına karşılık onu yalanlayıp azarlayarak aklını yitirdiğini söylediler. Bir sabah uyandıklarında onlara hücum eden süvarilerle baş başa kaldılar. Beklenmedik baskın sonucu kavmi hezimete uğradı ve Zerkâ öldürüldü. Rivayete göre Zerkâ’nın gözünü oyarak görme gücünün sebebini bulmaya çalışanlar, çokça sürme sürdüğünden dolayı göz damarlarında dahi sürmenin izine rastlamışlardır.20 1.2. Diğerleri ʻÛc b. ʻAnâk Rivayetlere göre Nûh ile Musa peygamber devirleri arasında 3600 yıl yaşamış zalim bir mitolojik şahsiyettir. İsmi ʻÛc b. el-Aʻnak, ʻAnâk veya ʻÛk şeklindedir. Mesʻûdî’nin rivayetine göre onun annesi erkek kardeşi olmaksızın doğmuş bir bayandır ve yeryüzünden zinayı ilk yayan kadındır. Vücudu çirkin görünümlü ve iki başlı bir yapıya sahipti. Her iki elinde on parmak, her parmağında ise ikişer tırnak bulunmaktaydı. Tufandan önce yaşamış olan bu dev adam, Nûh’un gemisine tutunarak, onu batırmak istemiş. Nûh Peygamber, bunun sebebini sorduğunda; “gemiyi batırmak gibi kötü bir niyetim yoktu. Sular içinde yürürken dağlar ayağıma dolanmasın diye sadece ona tutunmak istemiştim.” diye cevaplamıştır. Boyunun çok uzun olması sebebiyle tufan vakti her tarafı kaplayan su onun ancak dizlerine ulaşmış, gökyüzündeki bulutları elleriyle kavrayıp onların suyunu çıkararak susuzluğunu gidermiş, denizden elleriyle yakaladığı balina büyüklüğündeki balıkları gökyüzüne fırlatarak güneşte pişirmişti. Zalim bir kral olan ʻÛc b. ʻAnâk, bir şehre kızdığında oraya idrarını yapar ve şehir halkı onun idrarında boğulurmuş. Günümüz Fas topraklarında bulunan Yeznâs kabilesinin bulunduğu Foughâl(Fevgal) Dağı’nda ikamet eden bu zalim kral, susadığında dere suyunun tamamını içermiş. Boyu o kadar uzunmuş ki; ölüm döşeğinde yatarken ayaklarını ısırarak parçalamaya çalışan aç kurtları sinek zannederek, sinekleri ayaklarımın ucundan kovun diye bağırırmış.21 Lokmân b. ʻÂd İslâm’dan önce Araplar arasında uzun ömrü, bilgeliği ve darbı meselleriyle ortaya çıkan Lokmân, Câhiliye Dönemi şiirlerinde Hz. Hûd’un kavmine adını veren ʻÂd’a nispetle Lokmân b. ʻÂd olarak geçmekte; ancak İslâmî kaynaklarda bu zatın Kuran’da 20Vehb b. Münebbih,(1347 H.), Kitâbu’t-tîcân fî mulûki Himyer, Merkezu’d-dirâsâtve’l-ebhâsi’l-Yemeniyye, Sana, s. 310-311; el-Câhız, Ömer b. Bahr,(1998), el-Beyân ve’t-tebyîn, Mektebetu’l-hancî, Kahire, I/313; es-Süheylî, Abdurrahmân b. Abdullah Ebû’l-Kâsım,(ts.), er-Ravdu’l-unf fî şerhi’s-sîreti’n-nebeviyye li’bni Hişâm, Dârû’lkutûbi’l-ʻilmiyye, Beyrut, I/151. 21el-Kisâî, Muhammed b. Abdillah,(1933), Kısasu’l-enbiyâ, Brill Matbaası, Leiden, s.233; es- es-Seʽâlibî, Abdulmelik b. Muhammed b. İsmail,(ts.), el-ʻArâisu’l-mecâlis, Mektebetu’l-cumhûriyyeti’l-ʻArabiyye, Kahire, s.234. 2867 zikredilen Lokmân olmadığı belirtilmektedir.22 Rivayete göre ʻÂd kavmi günahkârlıkları ve peygamberlerini dinlememeleri yüzünden kuraklıkla cezalandırılınca, bu felâketten sadece Hûd ve ona inananlarla yağmur duası için Mekke’ye giden; aralarında Lokmân’ın da bulunduğu bir heyet kurtulmuştur. Lokmân’ın ne kadar yaşadığı konusunda farklı rivayetler vardır. Bu rivayetlere göre Lokmân Allah’tan uzun ömür dilemiş, tercih kendisine bırakılınca Araplarda uzun ömrün simgesi olan kartaldan hareketle yedi kartal ömrü kadar yaşamayı istemiştir. Lokmân’ın beş yüz altmış, bin, üç bin, üç bin beş yüz veya dört bin yıl yaşadığı nakledilmektedir. Bu sebeple kendisine "Lokmânu’n-nusûr" (kartallar kadar uzun yaşayan Lokmân) denildiği gibi "el-Muʻammer" (uzun ömürlü) diye de anılmıştır. Eski Arap kıssalarında Lokmân, ʻÂd kavmine mensup bir kişi olarak takdim edildiği gibi İslâmî kaynaklarda İsrâiloğullarından biri olarak da gösterilmektedir. Buna göre Lokmân; Hz. Eyyûb’un kız kardeşinin veya teyzesinin oğludur. Hz. Davud zamanına yetişip ondan ilim öğrenmiş; Davud peygamber oluncaya kadar fetva vermiş, sonra da onun yardımcısı olmuştur.23 Zülkarneyn Zülkarneyn’in tarih açısından kim olduğu ve tarihin hangi meşhur şahsiyetine tekabül ettiği konusunda müfessirler ve tarihçiler arasında görüş ayrılıkları ve tartışmalar vardır. Bir rivayete göre Zülkarneyn, Himyerli Ebû Kerbî veya Mısır asıllı Merzubân b. Merzûbe isimli şahıstır. İskender b. Philip b. Patrius b. Hürmüs veya Tübba῾ b. el-Akran olması da muhtemeldir.24 Burada ihtilaf konusu olan sadece kimliği olmayıp, yaşadığı yer, fetihleri ve sıfatları da ayrıca başka konularda bulunmaktadır. Zülkarneyn ve İskender bağlantısıyla ile alakalı olarak İskender Pala şöyle demektedir: ” İskender’in Zülkarneyn’in olma olasılığı çok düşüktür. Zira Kur’ân-ı Kerîm içki içen, adam öldürmekten zevk alan, adalet tanımaz, ırk ayrımı güden, Mısır’a bir tanrı olarak giren, çok tanrılı Grek dinine uyan bir pagan ve hatta eşcinsel bir kişiyi övmez”.25 Belkıs Belkıs, babası büyük hükümdarlardan olan Seyrah; diğer adıyla Hedhâd‘ın kızı olup, tahta geçtikten sonra İsfahânî’nin rivayetine göre yirmi yıl, Yakûbi’nin rivayetine göre yüz yirmi yıl süreyle ülkesini yönetmiş, Süleyman Peygamberle evlendikten sonra ise üç yüz yirmi yıl daha hükümranlığı sürmüştür. Belkıs isminin kökeni olarak yemen Araplarının tapındıkları bir tanrıça olan Beltîs isimli bir tanrıçadan ötürü bu ismi kullandıkları bildirilmektedir. Seʻâlibî ile diğerlerinin anlattıklarına göre; Sebe halkı, hükümdarları olan Şurahbil b. Hedhâd’ın ölümünden sonra onun vasiyetini yerine getirerek Yâsir Yenʻum el-Yaʻferî isimli kişiyi hükümdar tayin ettiler. Fakat bu hükümdar zamanında düzen bozuldu. Belkıs haber salarak bu yeni hükümdarla evlenmek istediğini bildirdi. Hükümdar da Belkıs’la evlendi. Gerdeğe girdiklerinde Belkıs ona bir içki içirdi. Sarhoş olduktan sonra hükümdarın başını keserek, kellesini kapıya dikti. Bunun üzerine el-Câhız, el-Beyân ve’t-tebyîn, I/184; İbn Kesîr, Ebû’l-Fidâ İsmail, (2010),el-Bidâye ve’n-nihâye, Dâr İbn Kesîr, 2. Baskı, Dimaşk, II/339; Ali, el-Mufassal fî târihi’l-ʽArab, I/314-315. 23Ubeyd b. Şeriyye, AhbârʽUbeyd b. Şeriyye,(1347H.), (Kitâbu’t-tîcân fî mulûki Himyer’le beraber), Merkezu’ddirâsâtve’l-ebhâsi’l-Yemeniyye, Sana, s.23; es-Seʽâlibî, el-ʽArâisu’l-mecâlis, s. 388; el-Mesʽûdî, Ebu'l Hasan Ali b. Hüseyin, Ahbâru’z-zemân, s.105-106; Acîne, Mevsûʽatu esâtiri’l-ʽArab, I/324. 24 Ubeyd b. Şeriyye, AhbârʽUbeyd b. Şeriyye, s.446; el-Himyerî, Neşvân b. Saʻîd, (1975),Mulûk Himyer ve ikyâlu’lYemen, el-Mektebetu’s-selefiyye, Kahire, s.104; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, II/307. 25 Pala, İskender, (1995), Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, Akçağ Yay., Ankara, s. 260. 22 2868 halk, Belkıs’a yönelerek onu başlarına hükümdar olarak geçirdiler.26 Rivayete göre cinler, Belkıs‘ın, Süleyman nazarındaki görünümünü çirkinleştirmek istemişlerdi. Kıllı bacaklarını açtığında kral Süleyman’ın ondan nefret edeceğini düşünmüşlerdi. Onunla Süleyman’ın evlenmesinden korkmuşlardı. Çünkü anası cinlerden olduğu için Süleyman, kendilerine musallat olmuş ve emri altında kendilerini çalıştırmakta idi. Bazı rivayetlere göre Belkıs’ın tırnakları, hayvan tırnakları gibi ve çok kıllıydı. Ancak Süleyman, Belkıs’la evlenmek istediğinde onun bacaklarındaki kılları nasıl gidereceğini düşündü. Bunu cinlere sordu. Cinler de ona ustura kullanmasını teklif ettiler. Fakat Belkıs, ustura kullanmaya yanaşmadı. Bunun üzerine cinler kendisine hamamotu yaptılar ve otu hamama bıraktılar. O da hamama girdi. Böylece hamama ilk giren o oldu. Hamamotunu görüp elini attığında eli yanıp of dedi. Onu kullanıp faydalanamadan önce acı çekmeye ve inlemeye başladı.27 3- Cin Mitleri Sözlükte “örtmek, gizli kalmak” anlamındaki “cenn” kökünden türeyen “cinnî” kelimesi “örtülü ve gizli şey” manasındadır. Terim olarak “duyularla idrak edilemeyen, insanlar gibi şuur ve iradeye sahip bulunan, ilahi emirlere uymakla yükümlü tutulan ve mümin ile kâfir gruplarından oluşan varlık türü” anlamına gelir.28 Câhiliye Arapları cinlerin de kabile ve gruplar hâlinde yaşadıklarına, birbirleriyle savaştıklarına, fırtına gibi bazı tabii olayların cinlerin işi olduğuna inanıyorlardı. İnsanları öldürdüklerini, kaçırdıklarını, bazı cinlerin ise insanlara yardım ettiklerini, cinlerle evlenen insanların olduğunu kabul ediyorlardı. Cinlerin başta yılan olmak üzere çeşitli hayvanların suretine girdiklerine, genellikle tenha, kuytu ve karanlık yerlerde yaşadıklarına, insanlar gibi yiyip içtiklerine, hastalıkların onların getirdiğine, delilerin cinlerin istilâsına uğramış kişiler olduğuna inanılıyordu. Özellikle ʻAbkar Vadisi olarak isimlendirdikleri bölge, cinlerin yoğun olarak yaşadığına inanılan bir yerdi. Bu dönemde insanlar, cinleri Allah’ın kızları olarak kabul edip ve cin hayır ve şer işleri yapabilme gücüne sahip sayarlardı. Her kabilenin veya birkaç kabilenin oluşturduğu topluluğun özel bir cini, bir kayası, bir ağacı veya bir putu bulunur, bunların yanında o topluluk toplanır ve onlara taparlardı.29 Cinlerle ilgili aşağıda sunacağımız Ravâha bint Seken kıssası cinlerle ilgili ilginç hikâyelerin başında gelmektedir. Kraliçe Belkıs'ın, cinlerden olduğu iddia edilen annesinin adıdır. Sekr, Seken, Mesken bint Ravâha veya Reyhâne isimleriyle bilinmektedir. 30 Da῾bul el-Huzâ῾î’ye ait olan Vasâyâ’l-mulûk isimli eserde, Belkıs’ın annesi olan Ravâha bint Seken'in, kral Hedhâd’ın cinlerden olan eşi olduğu aktarılmaktadır. Kral Şurahbil b. Hedhâd’ın onunla evlenme sebebi ise çok ilginçtir. Rivayete göre kral bir gün asker ve hizmetçilerinden oluşan bir toplulukla ava çıkar. O sırada kurdun kovalamakta olduğu bir ceylana rastlar. Bu kurt ceylanı kovalayıp en sonunda da bir kenarda kıskaca alır. Kaldığı bu durumdan kurtulmaya çalışan ceylan ne Ebû Yaʻkûb b. Caʻfer, (2010), Târîhu’l- Yaʻkûbî, Şirketu’l-aʻlemî li’l-matbûʻât, Beyrut, I/241; elMesʽûdî, Murûcu’z-zeheb, II/61; el-Kisâî, Kısasu’l-enbiyâ, s.288. 27Vehb b. Münebbih, Kitâbu’t-tîcân, s.171. 28el-İsfahânî, el-Müfredât, s.203; İbn Manzûr, Ebû’l-Fazl İbn Mukerrem,(1968), Lisânu’l-Arab, Dâr-u Sâdr, Beyrut, XIII/92; el-Fîrûzâbâdî, Ebû’t-Tâhir Mecduddîn Muhammed b. Yaʻkûb,(2003), Kâmûsu’l-muhît, Muessesetu’r-risâle, Beyrut, s.1197. 29 el-Câhız, Ömer b. Bahr,(2011), Kitâbu’l-hayevân, Dâru’l-kutubi’l-ʽilmiyye, Beyrut, VI/164 ve 265; el-Alûsî, Bulûğu’l-ereb, II/225-226 ve 341; Ali, el-Mufassal fî târihi’l-ʽArab, VI/707-710; Abdulmuîd Han, el-Esâtîru’lʽArabiyye kable’l-İslâm, s.73. 30el-Câhız, Kitâbu’l-hayevân, I/123; el-Himyerî, Mulûk Himyer, s.74. 26el-Yaʽkûbî, 2869 yaparsa yapsın kurttan kurtulamaz. Şurahbil b. Hedhâd da ceylanın bu durumunu görür ve onu bu durumdan kurtarmak için kurdu bir hamlede yakalayıp sırtına biner. Kurdun bu şekilde etkisiz hale geldiğini gören ceylan hızlıca oradan uzaklaşmak için kaçmaya başlar. Şurahbil, onun kurttan yeteri kadar uzaklaştığı ve ondan zarar görmeyeceği bir yere kadar kaçabildiği mesafeyi geçene kadar da kurdun hareket etmemesi için sırtından inmez ve ona hareket imkânı tanımaz. Hâl böyle iken Hedhâd da kurdu serbest bırakır ve ceylanın izini sürmeye başlar. Sonunda ceylanı yakalar fakat ceylanın aslında cin krallarından Arîm’li Sa῾b b. el-Yeleb’in kızı olduğu ortaya çıkar. Kral Şurahbil b. Hedhâd bu kızla evlenir ve ondan bir kızı olur. Rivayete göre bu kadın Kraliçe Belkıs'ın, cinlerden olduğu iddia edilen annesinin adıdır.31 4- Tabiatüstü Varlık Mitleri Tabiatüstü yaratıkların varlığına olan inancın, eski çağlardan beri insan hayalini meşgul ettiği bilinmektedir. Câhiliye Arap toplumunda temelini hayvan imajının oluşturduğu çokça inanç ve bu inançlara ait efsaneler bulunmaktadır. Bunların başında hiç şüphesiz Gûl ve Selʻût gibi mitolojik tiplemeler gelmektedir. Gûl Farsçadan Arapçaya girmiş olan gûl/gîylân kelimesi lügatte; dev, ifrit, şeytan, cin, kötü ruh, iblis, kötü adam, gulyabani denilen hayalî hayvan, canavar, yılan, insanların önüne gelip çeşitli şekillere giren cin, cadı, ölüm, afet, felaket, helak sebebi olan şey, kısa boylu kız çocuğu, cüce anlamlarına gelmektedir. Ayrıca çölde oturan, değişken şekilli, en çok da sırtlan şeklinde görülen bir şeytan şeklinde olup dikkatsiz gezginleri çölde öldürüp yediğine inanılan bir mahlûktur. İnanca göre yiyeceklerin artıklarını ve ölüleri yiyerek kanlarını içer, mezarları soyar ve çocukları avlardı. Vücudu tüyle kaplı, kocaman, pis kokulu bu acayip varlığın ayakları terstir. Gündüzleri mezara girer. Geceleri ise hortlayıp çıkar. At binmeyi ve atkuyruğu örmeyi ve çocukları çok sever. Bir oyundan çıkarak onları güldürmeye çalışır. O aynı anda çöllerin ve harabelerin sahibi olup, yolcuları yollarından döndürüp korkutan bir yaratıktır. Aynı zamanda insan yediği düşünülen kocaman, uzun sakallı ve asası olan bir dev olarak tasavvur olunmuştur. Bütün vücudu sarı ve kırmızı tüylerle kaplı bu insanımsı çirkin varlık, dağ yamaçlarında ve kimsenin olmadığı çöllerde akşamüstü ortaya çıkar. Avcılara yaklaşıp onlarla insan gibi konuşarak önce onlardan bir şeyler ister sonra kendisiyle güreş yapmayı önerir. Avcı kazanırsa "gûl" sessizce çekip gider; ama o kazanır ise avcı, uzun zaman hasta yatacak demektir. Çöl ve harabe bir yerde yalnız başına yatan birinin ayağının altını yalaya yalaya kan çıkacak kadar inceltip kurbanının kanını içerek öldürür.32 Selʻût Arapçada ninelerin çocukları korkutmak için halk hikâyelerinde kullandıkları, kadına benzeyen, erkekleri kandırıp kendilerine âşık eden efsanevi dişi şeytana verilen isimdir. Bu efsane yaratık özellikle Irak, Arap Körfezi halk hikâyelerinde günümüzde dahi hâlâ kullanılmaya devam etmektedir. Demîrî bu yaratık için, “cinlerin veya şeytanların en çirkini, sesi huysuz bir kadının çığlığı gibi” ifadelerini kullanmıştır. Selʻût Vehb b. Münebbih, Kitâbu’t-tîcân, s.145-147; el-Huzâʽî, Vasâyâ’l mulûk, s.32-33 ve 84-87; el-Himyerî, Mulûk Himyer, s.75-77. 32el-Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s.1053; Mesud, Mihail,( 1994), Esâtîr ve’l mu’tekadâtu’l-ʻArabiyye kable’l İslâm, Dâru’l-ʻilmi li’l-melâyîn, Beyrut. s.90. 31 2870 şekil olarak garip ve ürkütücü, vücudu maymun gibi tüylerle kaplı; fakat istediğinde uzun boylu, iyi ve güzel, kılık kıyafeti düzgün bir bayan suretine girebilen, erkekleri kendine hayran bırakıp âşık eden ve sonra da onları öldüren bir yaratıktır. Bu efsanevi yaratık, bazı araştırmacılara göre Gılgamış destanındaki Leyleys’in vasıflarıyla uygunluk göstermektedir. Leyleys kelimesi; Bâbil ve Âsur dilinde kötü huylu dişi cin olup, çorak arazilerde bulunur. Uyuyan erkelere görünüp onları baştan çıkararak onların kanını emip etlerini yer ve onları bu şekilde öldürür.33 Nesnâs Sözlükte “Nesnâs” yarım bir insan, yarı insan yarı iblis, dağ adamı, bir nevi maymun, şebek maymunu, kuyruklu maymun, uzun kuyruklu bir nevi maymun, bir eli ve bir ayağı olup sekerek yürüyen hayvan anlamlarına gelmektedir. Rivayetlerde insan devi olarak geçmekte ve yarı insan görünümünde bir yaratık olarak betimlenmektedir. İnsana çok benzediği için insandan sonra yeryüzünde bütün varlıklar içinde ikinci derecede değerli varlık olarak kabul edilmektedir. Bir eli, bir ayağı, bir kulağı, bir gözü bulunan bu yaratık, tek ayak üzerinde sıçrayarak gezer ve Arapça konuşur. Yemen’de yaratıldığına inanılan bu mahlûk, Aden ve Umman arasındaki bölgede yaşadığı rivayet edilmektedir. Bazı rivayetlerde Allah; ʻÂd kavminden bir grubu, isyanları neticesinde Nesnâs şekline sokmuştur.34 5- Hayvan Mitleri Câhiliye Dönemi Arapları, içinde yaşadıkları çevrenin bir parçası olmaları hasebiyle hayvanlara farklı bir gözle bakmaktadırlar. Bu tarzın; onların, hayvanlardan bazılarını mukaddes sayarak onlara ibadet etmeye yönelttiğine şahit olmaktayız. Bunun en bariz örneği Câhiliye Arabının en meşhur putlarından olan Vedd putunun aslan suretinde, Yeʻûk putunun ise at suretinde olması gösterilebilir. Kara deveye ibadet eden şair olan Zeydu’l-Hayl’ın kabilesi, hayvanlara ibadet eden Câhiliye Dönemi Araplarındandır. Yine hayvanlara verdikleri önemin ve onları kutsal saymalarının bir başka göstergesi ise bazı kabilelerin Benî Kelb, Benî Küleyb, Benî Nemr, Benî Zi’b, Benî Arkam ve Benî Hanş gibi hayvan isimleriyle adlandırılmasıdır.35 Cahiliye Araplarının hayvanlara bu denli değer vermeleri, hayvan figürlerinin mitolojik anlatılarında yer almalarına yol açmıştır. Örnek teşkil etmesi için bu anlatıların en meşhurlarından iki tanesine yer verilecektir. Yılan Yılan, gerek cisminin iriliğinden gerekse çok hızlı hareket etmesinden hem çok korkulan hem de saygı duyulması gereken bir hayvan olarak Câhiliye Dönemi Arabının hayatında ve hayallerinde önemli bir yere sahiptir. Bu durum yılan hakkında efsanevi rivayetlerin çoğalmasına sebebiyet vermiştir. Bunların başında Belkıs’la ilgili olan hikâye gelmektedir. Rivayete göre Belkıs’ın babası Kral Şurahbil bir gün hazırlanarak ava gider ve o sırada kavga eden siyah ve beyaz iki yılan görür. Siyah renkli yılanı öldüren kral, beyaz yılanı sarayına getirir. Siyah yılanla yaptığı savaş neticesinde baygın düşen bu yılan kralın ona ayılıncaya kadar üzerine su Muhammed b. Musa b. İsâ,(2010), Hayâtu’l-hayevâni’l-kubrâ, Dâru’l-kutubi’l-ʻilmiyye, Beyrut, II/29; Maʻlûf, Emîn, (1985), Muʻcemu’l-hayevân, Dâru’r-râidi’l-ʻArabî, Beyrut, s.15 ve 175; Ali, el-Mufassal fî târihi’lʽArab, VI/729. 34 el-Câhız, Kitâbu’l-hayevân, VII/106 ve 123; el-Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s.601; el-Mesʽûdî, Murûcu’z-zeheb, I/152; ed-Demîrî, Hayâtu'l-hayevâni’l-kubrâ, II/479; Maʽlûf, Muʽcemu’l-hayevân, s.16 ve 57. 35Abdulmuîd Han, el-Esâtîru’l-ʽArabiyye kable’l-İslâm, s.66; Takkûş, Târîhu’l-ʽArab kable’l-İslâm, s.222. 33ed-Demîrî, 2871 dökmesi sonucu kendisine gelir. Kralın kurtardığı bu beyaz yılan daha sonra cinlerden bir genç olarak kendisine görünür. Kral Şurahbil bu cin genci, kızı Belkıs ile evlendirerek ödüllendirir.36 Yine cahiliye inancına göre herhangi bir şahıs uzun süreli bir hastalığa yakalandığında, bu durum yılan öldürdüğü için cinler tarafından saldırıya uğraması şeklinde yorumlanırdı. Eğer hastalığı boyunca cin ona bir şekilde dokunursa, bu hastanın çabucak iyileşeceğini zannederlerdi. Bunun için önce çamurdan bir deve heykeli yaparak üzerine çuval geçirilir ve bu çuvalı buğday, arpa ve hurma ile doldururlardı. Çamurdan yaptıkları bu heykeli kuruması için güneş batarken hastanın yattığı odanın batı tarafındaki kapısına bırakırlardı. Gece bitip sabah olduğunda çamurdan yapılmış olan deveye bakarlardı. O heykel eğer bıraktıkları gibi bozulmamış hâlde bulunursa öldürülen yılanın diyeti kabul edilmemiştir ve diyet miktarının artırılması gereklidir şeklinde bir yorum yaparlardı. Eğer çamur heykel dağılıp bozulmuşsa, diyetin kabul edildiği ve bu sayede amansız hastalığa yakalanan bu hastanın en kısa bir zamanda iyileşeceği yorumunu yaparlar ve bunu kutlamak için davul çalarlardı.37 Karga Câhiliye dönemi inancında genel olarak kuşların ve özellikle de karganın derin bir etkisi olmuştur. Konumuzla ilgili Kisâî’nin, Ka῾b el-Ahbâr’dan yaptığı rivayete göre Salih peygamber zamanında karganın da içerisinde olduğu mitolojik kıssa şu şekildedir: Hikâyede Raum, Kanût’un karısıdır ve kocasını kaybettiği için çok ağlamaktadır. Yine bir gece çok ağladığı sırada evinin ortasına bir şey düşer ve kadın onun ne olduğuna bakmak için dışarı çıktığında, kafası beyaz, sırtı yeşil, karnı siyah, iki ayağı ve gagası kırmızı renkte karga şeklindeki bir kuş görür. Ayrıca onun boynunda altından bir inci kolye de vardır. Kadın der ki: "Senin yaratılışın ne güzel! Sen galiba sahibinden kaçmışsın." Buna karşılık karga der ki: "Ben sahibimden kaçmadım; fakat ben kardeşi Hâbil’i öldürdüğü zaman Kâbil’e gönderilen kargayım. Kardeşinin örtünmesi gereken yerleri nasıl örteceğini ona gösterdim. Kafamın beyazlığına gelince Kâbil’in, Hâbil’i öldürdüğünü görünce böyle oldum. Gagamın ve iki ayağımın kızıllığına gelince; ben ayaklarımı ve kafamı şehit düşen Hâbil’in kanına daldırdım. Sırtımın yeşilliğine gelince meleklerin ve hurilerin dokunmasındandır ve ben cennet kuşlarındanım. Bu arada eğer Kocan Kanût’a gitmek istersen sana göstermemi ister misin? Ben onun yerini biliyorum." Kadın der ki: "Kim bunu benim için yapar? Yüz senedir kocamı kaybetmişim." O der ki: "Bunu yadırgama. Şüphesiz ki Yüce Allah’ın gücü her şeye yeter." Kadın kocasının kılıcını kuşanıp atına binerek kargayı takip etmeye başlar. Allah uzak olan yolu onlar için kısalttı ve kocası uykudayken ona ulaşır. Sonra kuş: "Ey Kanût b. ῾Abîd! Kemikleri dirilten Allah’ın kuvvetiyle kalk." diyerek seslenir. Kanût doğrularak oturur ve hanımını görünce ona selam vererek boynuna sarılır. Eşiyle birlikte olan Raum bu şekilde Salih Peygambere hamile kalır. Sonra Allah, Azrail’i göndererek onun ruhunu tekrar alır. Sonra kadın kuşu takip ederek Semûd ülkesine gelir. Ayları dolan Raum, Aşure Günü olan cuma gecesi Salih peygamberi doğurur. Salih peygamber de daha beşiğinde iken Allah’ı tesbih ve takdis etmeye devam ederek büyür. 38 36Vehb b. Münebbih, Kitâbu’t-tîcân, s.145-147; el-Huzâʻî, Daʻbul,(1997), Vasâyâ’l mulûk ve ebnâi’l-mulûk, Dâru’lbeşâir, Beyrut, s.84-87. 37 el-Alûsî, Bulûğu’l-ereb,II/359; Ali, el-Mufassal fî târihi’l-ʽArab, VI/812; Maʻlûf, Şefik,(1936), ʻAbkar, Matbaʻatu mecelleti’ş-şark, Beyrut, s. 10. 38el-Kisâî, Kasasu’l-enbiyâ, s.112-113; Acîne, Mevsûʽatu esâtiri’l-ʽArab, I/326. 2872 6- Kutsal Yıldız ve Gezegen Mitleri Ebû Kebşe ile başlayan gezegenlere tapınma hadisesi, zamanla çok farklı gezegenlere tapınma olarak devam etmiştir. Numan el-Cârim, Edyânu’l-Arab fi’lCâhiliyye isimli eserinde Arapların gezegenlere tapınma ihtiyacını üç temel sebebe dayandırmaktadır: Birincisi; gezegenlerin kendiliğinden var olup hiçbir yaratıcıya ihtiyaç hissetmemeleri inancı, ikincisi; gezegenlerden her birinin ilah olup her birinin dünya üzerinde birtakım görevleri olduğu inancı, üçüncüsü ise gezegenlerin her birinin ayrı bir tapınak ve sunağa sahip olduğu ve bu tapınaklarda yapılan ibadetler neticesinde gezegenlerin vazifeli oldukları tasarrufu yaptıkları inancıdır.39 Câhiliye Dönemi Araplarından Kinane kabilesi ile Himyer Araplarından Hunyar kabilesi güneş ve aya; Temim, Teym ve Meysem kabilesinin Deberân/Alpha Tauri ve Süreyyâ/Ülker yıldızlarına; Lahm ve Cüzam kabilelerinin Müşterî/Jüpiter gezegenine; Tayy kabilesinin devenin onu görür görmez öldüğü iddia ettikleri Süheyl/Puppis yıldızına; Kelb, Kays ve Rebîʻa kabilelerinin Şiʻrâ/Sirius yıldızına; Esed kabilesinin ʻUtarid/Merkür yıldızına; Gatafan ve Kureyş kabilesinin Zühre/Venüs gezegenine tapıyorlardı. Bunun dışında Zühal/Çoban Yıldızı, Cevzâ/Avcı yıldız kümesi ve Cebbâr/Süreyyâ yıldızına tapan Arap kabilelerinin olduğu da bilinmektedir.40 Konumuza ışık tutması açısından Zühre/Venüs/Çobanyıldızı ile ilgili şu rivayet önemlidir. Anlatıya göre Zühre yıldızı, insanları Hz. Âdem’den sonra dalalete düşüren ve melekleri yoldan çıkaran kadının ismidir. Se῾âlebî’nin rivayetine göre; Melekler insanların amellerini eleştirmeye başlayınca Yüce Allah imtihan amacıyla Hârut, Mârût ve Azraîl isimli üç meleğe insanî şehvetleri yükleyip, onları yeryüzüne indirmiştir. Zühre kendini onlara güzel bir kadın şeklinde arz edip daha sonra onlardan göğe yükselmeyi sağlayan sözü ona öğretmelerini istemiştir. Hârut ve Mârût, Zühre/Venüs’ün güzelliğine dayanamayıp onunla birlikte olarak günah işlemişler. Azraîl ise son anda kendisini koruyarak Allah’tan yardım dilemiş ve günaha bulaşmadan göğe çekilmiştir. Venüs, İsmi Âzâm denilen o sözü öğrenip göğe yükseldikten sonra Yüce Allah onu gecenin sonunda çıkan ve “Necmetu’s-Subh” diye isimlendirilen güzel bir yıldız yapmıştır. 41 SONUÇ Her toplumda mitolojiye ya da mitolojik unsurlara rastlamak mümkündür. Kimi zaman bu mitolojik unsurlar, edebi eserlerin oluşmasına da kaynaklık etmiştir. Mitoloji denildiğinde akla ilk Yunanlılar gelmektedir. Oysaki diğer milletlerde olduğu gibi, Araplarda da geniş bir mitoloji kültürü vardır. Bu bağlamda bu çalışma, Araplarda mitolojinin olmadığı anlayışını irdelemek amacını da taşımaktadır. Ayrıca, ülkemizde tüm ulusların mitoloji ve folklorlarına ait eserler bulunmasına rağmen Arap mitolojisi ile alakalı hiçbir kaynağa rastlanmamıştır. Bu mütevazı çalışmanın ana hedeflerinden birisi Muhammed Numan,(1923), Edyânu’l-Arab fi’l-Câhiliyye, Matbaʿatu’s-saʿâde, Kahire, s.187-188. el-Alûsî, Bulûğu’l-ereb, II/232; Ali, el-Mufassal fî târihi’l-ʽArab, VI/316-317; Mesud, Esâtîr ve’l-mu’tekadâtu’lʽArabiyye kable’l İslâm, s.111. 41 Asker, el-Esâtîru’l-ʽArabiyye kable’l-İslâm, s.192-193; Acîne, Mevsûʽatu esâtiri’l-ʽArab, I/212. 39el-Cârim, 40 2873 de bu boşluğu doldurma gayretidir. Böylece, Arap mitolojisine ilgi duyan okuyucular da bu çalışma vasıtasıyla Arap mitolojisi ile buluşma fırsatı yakalar diye umulmaktadır. Kaynakça Abdulmuîd Han, Muhammed,(1937), el-Esâtîru’l- arabiyye kable’l-İslâm, Matbaʻatu lecneti’t-telif ve’t-terceme, Kahire. Acîne, Muhammed,(1994), Mevsûʽatu esâtiri’l-ʽArab ani’l-câhiliyye ve delâletihâ, Dâru’l-fârâbî, Beyrut. Ali, Cevad,(1993), el-Mufassal fî târihi’l-ʽArab,Neşru câmi῾ati Bağdâd, 2.Baskı, Beyrut. el-Alûsî, Muhammed Şükrî,(2009), Bulûğu’l-ereb fî marifeti ahvâli’lʽArab, Dâru’lkutubi’l-ʽilmiyye, Beyrut. Berro, Tevfik,( 1996), Târihu’l-ʽArabi’l-kadîm, Dâru’l-fikr, Dimaşk. el-Câhız, Ömer b. Bahr,(1998), el-Beyân ve’t-tebyîn, Mektebetu’l-hancî, Kahire. el-Câhız, Ömer b. Bahr,(2011), Kitâbu’l-hayevân, Dâru’l-kutubi’l-ʽilmiyye, Beyrut. el-Cârim, Muhammed Numan,(1923), Edyânu’l-Arab fi’l-Câhiliyye, Matbaʿatu’s-saʿâde, Kahire. ed-Demîrî, Muhammed b. Musa b. İsâ,(2010), Hayâtu’l-hayevâni’l-kubrâ, Dâru’lkutubi’l-ʻilmiyye, Beyrut. el-Fîrûzâbâdî, Ebû’t-Tâhir Mecduddîn Muhammed b. Yaʻkûb,(2003), Kâmûsu’l-muhît, Muessesetu’r-risâle, Beyrut. Granger, Ernest, Mitoloji, (trc: Nurullah Ataç), (1983),Cem Yayınevi, İstanbul. Günaltay, M. Şemsettin,( 2013), İslâm Öncesi Arap Tarihi, Ankara Okulu Yay., Ankara. el-Hâc Hasan, Hüseyin, (1988), el-Ustûra inde’l-ʻArab fi’l-Câhiliye, el-Muessesetu’l câmiʻiyye li’d- dirasât, Beyrut. Hamdi Yazır, Muhammed,(1998), Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayın Dağıtım, İstanbul. Hançerlioğlu, Orhan, (2000), Dünya İnançları Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul. Harman, Ömer Faruk,(1994-2014) TDV. İslam Ansiklopedisi, İstanbul. el-Himyerî, Neşvân b. Saʻîd, (1975),Mulûk Himyer ve ikyâlu’l-Yemen, el-Mektebetu’sselefiyye, Kahire. el-Huzâʻî, Daʻbul,(1997), Vasâyâ’l mulûk ve ebnâi’l-mulûk, Dâru’l-beşâir, Beyrut. İbn Hişâm, Muhammed,(1990), es-Sîyretu’n-nebeviyye, Dâru’l-kitâbi’l-ʻarabî, Beyrut. İbn Kesîr, Ebû’l-Fidâ İsmail, (2010),el-Bidâye ve’n-nihâye, Dâr İbn Kesîr, 2. Baskı, Dimaşk. İbn Manzûr, Ebû’l-Fazl İbn Mukerrem,(1968), Lisânu’l-Arab, Dâr-u Sâdr, Beyrut. el-İsfahânî, Râgib, (2002), el-Müfredât fî elfâzı’l-Kur’ân, Dâru’l-kalem, 3. Baskı, Dimaşk. el-Kisâî, Muhammed b. Abdillah,(1933), Kısasu’l-enbiyâ, Brill Matbaası, Leiden. el-Kurtubî, Muhammed b. Ahmed,( 1985), el-Câmîʽ li ahkâmi’l- Kur’ân, Dâru ihyâi’tturâsi’l-ʽArabî, 2. Baskı, Beyrut. Lévi Straus, Claude, (2013) Mit ve Anlam, (terc.: G. Yavuz Demir), İthaki Yay., İstanbul. 2874 Maʻlûf, Emîn, (1985), Muʻcemu’l-hayevân, Dâru’r-râidi’l-ʻArabî, Beyrut. Maʻlûf, Şefik,(1936), ʻAbkar, Matbaʻatu mecelleti’ş-şark, Beyrut. Mesud, Mihail,(1994), Esâtîr ve’l mu’tekadâtu’l-ʻArabiyye kable’l İslâm, Dâru’l-ʻilmi li’l-melâyîn, Beyrut. el-Mesʻûdî, Ebû’l Hasan Ali b. Hüseyin,(1996), Ahbâru’z-zemân, Dâru’l-Endelus, Beyrut. el-Mustafavî, Hasan,(1385) et-Tahkîk fî kelimâti’l-Kur’âni’l- Kerîm, Merkez neşri âsâr Allâme el-Mustafavî, Tahran. en-Nuveyrî, Şihabuddin Ahmed,(2004), Nihâyetu’l-ereb fî funûni’l-edeb, Dâru’lkutubi’l-ʽilmiyye, Beyrut. Oğuz, M. Öcal, (2004), Türk Halk Edebiyatı El Kitabı, Grafiker Yay., Ankara. Pala, İskender, (1995), Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, Akçağ Yay., Ankara. es-Seʽâlibî, Abdulmelik b. Muhammed b. İsmail,(ts.), el-ʻArâisu’l-mecâlis, Mektebetu’lcumhûriyyeti’l-ʻArabiyye, Kahire. Segal, Robert A.(2012), Mit, (terc.: Nursu Örge), Dost Kitabevi, Ankara. Soury, Jules, Karşılaştırmalı Dinler Işığında İsrail Dini, (terc.:Harun Güngör ve İbrahim Açmaz),( 2008), IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul. es-Süheylî, Abdurrahmân b. Abdullah Ebû’l-Kâsım,(ts.), er-Ravdu’l-unf fî şerhi’ssîreti’n-nebeviyye li’bni Hişâm, Dârû’l- kutûbi’l-ʻilmiyye, Beyrut. eş-Şâʽbî, Ebu’l-Kâsım,(2013), el-Hayâlu’ş-şiʽrî inde’l-ʽArab, KelimâtʽArabiyyeli’tterceme ve’n-neşr, Kahire. Şeyh Asker, Kusay,( 2007), el-Esâtîru’l-ʽArabiyye kable’l-İslâm ve ʽalâkatuhâ bi’ddiyânâti-l-kadîme, Dâru maʽd, Dimaşk. et-Taberî, İbn Cerîr, Ebû Cafer Muhammed,(2002, Câmiʽu’l-beyân, Dâr-u İbn Hazm, Beyrut. Takkûş, Muhammed Süheyl,(2009) Târîhu’l-ʽArab kable’l-İslâm, Dâru’n-nefâis, Beyrut. Tökel, Dursun Ali, (2000) Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar, Akçağ Yay., Ankara. et-Tunusî, Muhammed Hıdır Hüseyin,(ts.), el-Hayâlu fi’ş-şiʽri’l-ʽArabî, el-Mektebetu’lʽArabiyye, Dimaşk. Ubeyd b. Şeriyye, AhbârʽUbeyd b. Şeriyye,(1347 H.), (Kitâbu’t-tîcân fî mulûki Himyer’le beraber), Merkezu’d-dirâsâtve’l-ebhâsi’l-Yemeniyye, Sana. Vehb b. Münebbih,(1347 H.), Kitâbu’t-tîcân fî mulûki Himyer, Merkezu’d-dirâsâtve’lebhâsi’l-Yemeniyye, Sana. el-Yaʽkûbî, Ebû Yaʻkûb b. Caʻfer, (2010), Târîhu’l- Yaʻkûbî, Şirketu’l-aʻlemî li’lmatbûʻât, Beyrut. ez-Zemahşerî, Ebû'l-Kâsım Mahmud b. Ömer,(1995), el-Keşşâf an hakaiki't-tenzîl, Dâru’l-kutubi’l-ʽilmiyye, Beyrut. 2875