Bir gönül doktoru olarak din görevlisi

advertisement
B AŞYAZI
Rahman ve Rahim olan
Allah’ın adıyla.
Modern zamanlarda hakların savunulması ve korunması amacıyla uluslararası düzeyde pek çok
kurum ve kuruluşun varlığına rağmen yaşadığımız dünyada haksızlıkların, zulümlerin ve hak ihlallerinin azalmak bir yana artıyor
olması insanlığın geleceği adına
kaygı vericidir. Dolayısıyla hak
ve hakikat konusunun gündeme
taşınmasına ve bu konuda yüksek
bir bilinç oluşturulmasına ihtiyaç
bulunmaktadır.
İslam kültür ve medeniyetinde
“hak” kavramı oldukça geniş bir
anlam yelpazesine sahiptir. İnsanın
Rabbi, kendisi, diğer insanlar, canlılar ve içinde yaşadığı çevre ve tabiatla olan ilişkisinde İslam’ın iman,
ibadet, ahlak, muamelat ve ukubatla ilgili tüm esasları “hak” kavramı
ile yakından ilişkilidir. Bu itibarla
dinî ve akli hemen her ilim dalında
“hak” konusu ele alınmıştır.
Her şeyden önce Yüce Rabbimizin
güzel isimlerinden biri olan hak,
Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in
hadislerinde İslam, Kur’an, vahiy
ve tevhit anlamlarına geldiği gibi
hayatın içinden hemen her konuyu
anlatmak üzere kullanılmış; ayrıca
ölüm, kıyamet, cennet ve cehennem gibi ukba ile ilgili olarak da
kullanılmıştır. Hak, hem korunması,
gözetilmesi ya da sahibine ödenmesi gereken maddî veya manevi
imkân, pay, eşya ve menfaat; hem
de kişinin yetkileri, ayrıcalıkları
ve diğer varlıklara karşı görev ve
sorumlulukları demektir.
Rasul-i Ekrem (s.a.s.)’in hadislerinde Allah’ın ve peygamberin hakkından din kardeşliği hakkına; İslam’ın
hakkından Müslümanın Müslüman
üzerindeki hakkına; anne-baba
hakkından evlat ve çocukların hakkına; akraba ve komşuluk hakkından arkadaşlık ve dostluk hakkına; karı-koca hakkından misafir ve
yolcu hakkına; bedenin ve organların hakkından ailenin hakkına; fakir
ve dilenci hakkından bitki ve hayvanların hakkına kadar çok geniş
bir alanda haklardan ve bu hakla-
Prof. Dr. Mehmet Görmez
Diyanet İşleri Başkanı
rın getirdiği yükümlülüklerden söz
edilmektedir. Rahmet Peygamberi
(s.a.s.)’nin “Her hak sahibine hakkını ver!” hadisi herkese haklara
riayet etme yükümlülüğünü getirirken; “Her hak sahibinin konuşma
yetkisi vardır.” sözü de hak sahibinin hakkını kullanma, koruma ve
isteme yetkisini ifade etmektedir.
Yüce dinimize göre hakkın kaynağı, sahibi ve belirleyicisi Yüce
Allah’tır. Yüce Rabbimiz Kur’an’da,
tüm insanlığı hakka, hakikate, adalete, ahlak ve fazilete davet etmiş;
hakkı anlatmaya, hakikati duyurmaya, adaleti yüceltmeye, sevgiyi yaymaya; fazilet ve erdemin de
hak ve hakikatin yanında yer almak
olduğunu öğretmeye gelmiştir.
Kültürümüzde gelenekselleşen bir
duada “Allahım! Hakkı hak olarak
bilip hakka uymayı, batılı batıl olarak bilip batıldan uzaklaşmayı nasip
eyle!” ifadeleri hak şuurunun canlı
tutulmasına yöneliktir.
Trafikteki bir kuralı çiğnemekten,
çevreye zarar vermeye; her türlü
israftan kamu malını çarçur etmeye;
sigara içmekten ormanları yakmaya; adam kayırmacılıktan ayrımcılığa; mezhep, meşrep ve cemaatçilikten ırkçılığa; rüşvetten yolsuzluğa;
kumardan gaspa; dolandırıcılıktan
hırsızlığa; aldatmadan hileye; karaborsacılıktan haksız kazanca; gıybetten iftiraya; yalandan sahteciliğe;
cinayetten şiddet ve teröre İslam’ın
yasakladığı bütün eylem ve davranışlar, aslında hem Allah’ın hakkına
hem de insanların hakkına bir tecavüzdür.
Fert ve toplum hayatının bir denge
ve düzen içinde sürdürülebilmesi,
hak duyarlılığıyla yakından ilgilidir.
Bu bilinci vicdanlara yerleştiren ise
hakkın, kaynağına olan imandır.
Zira tarih boyunca meydana gelen
hak ihlallerine bakıldığında bunun,
bir davranış sorunu olmasının ötesinde bir inanç sorunu olduğu görülecektir. Dolayısıyla hak meselesinin inanç boyutu çözülmeden davranış boyutunu çözmek mümkün
değildir. Bir başka ifadeyle hakkın
ve hakikatin kaynağının Cenab-ı
Hak olduğu, hak ihlâlinin sadece insana karşı yapılan bir zulüm
ve haksızlık değil, aynı zamanda
Allah’a karşı bir saygısızlık olduğu
kalplere yerleşmedikçe, hak ihlallerinin önüne geçmek imkânsızdır.
Bugün bütün insanlığın gözü önünde başta Suriye ve Myanmar/Arakan
olmak üzere dünyanın muhtelif yerlerinde gerek din kardeşlerimizin
gerekse masum insanların maruz
kaldığı vahşet ve insanlık dramı,
hak ve hukuk tanımayanların canavarlaşan ve azgınlaşan iradeleri
karşısında hakkın gereğini yerine
getirmek, İstiklal Şairimiz Mehmet
Akif’in ifadesiyle “hakkı tutup kaldırmak” insanlığa düşen bir görev
ve sorumluluktur.
Son olarak şunu ifade etmek gerekir
ki, geleneğimizde ölen bir insanın
kabri başında yapılan telkin, aslında
sadece ölene yapılan bir hatırlatma
değil aynı zamanda geride kalanların bir ömür, hak ve hakikat uğrunda yaşamaları gerektiğine yönelik
bir hatırlatmadır.
Bu vesileyle vatandaş, soydaş ve
din kardeşlerimizin mübarek ramazan bayramlarını tebrik ediyor; rahmet, mağfiret ve arınma mevsimi
ramazan-ı şerifin ardından kardeşlik
ahlâkının ve kardeşlik hukukunun
gereklerini toplumun tüm kesimlerine varıncaya kadar yansıtmak
üzere gelen bayramın, başta ülkemiz ve gönül coğrafyamız olmak
üzere âlem-i İslam ve insanlık için
hakiki anlamda bir bayram ve sevince dönüşmesini Yüce Rabbimden
niyaz ediyorum.
içindekiler
5
DİYANET AYLIK DERGİ • AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260
GÜNDEM
Hz. Peygamber ve hak duyarlılığı............................... 5
Prof. Dr. Bünyamin Erul
Kur’an-ı Kerim’de hak kavramı.................................. 8
Prof. Dr. Muhsin Demirci
Kul hakkından ne anlıyoruz?.................................... 11
Prof. Dr. İbrahim Emiroğlu
Hak ihlalinin sosyal boyutları.................................... 15
Prof. Dr. Ejder Okumuş
Hz. Peygamber
ve hak duyarlılığı
Hak ihlali kıskacında kaybolan değerlerimiz.............. 18
Doç. Dr. Asım Yapıcı
DİN-DÜŞÜNCE-YORUM
Başkalarının derdiyle dertlenmek.............................. 22
Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz
Din eğitimi ahlak üretiyor mu?.................................. 26
Başkalarının
derdiyle
dertlenmek
Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın
Ömrü ebedî kılmak ve en güzel örnek...................... 30
Dr. Bahattin Akbaş
DİN VE SOSYAL HAYAT
Hasat günlerinde yardımlaşma................................. 33
Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
İmajla gerçek arasındaki mesafe: Medyada İslam
imajı......................................................................... 36
22
Doç. Dr. Mustafa Tekin
Medyada titreyen alev üşüyor…............................... 39
Doç. Dr. Mustafa Yağbasan
AİLE
Din eğitiminde televizyonun yeri............................... 43
Yrd. Doç. Dr. Ayşe Zişan Furat
Anne baba neyler, çocuğunu televizyon eğler.......... 46
Dr. Zekiye Demir
BİR AYET BİR YORUM
Dünyada selam ahirette selam................................. 50
Din eğitiminde
televizyonun
yeri
43
Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi
ve Genel Yayın Yönetmeni
Dr. Yüksel Salman
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Dr. Faruk Görgülü
Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu
Mustafa Bayraktar (Dön. Ser. İşl. Müd.)
Yayın Koordinatörleri
Mustafa Bektaşoğlu
[email protected]
Elif Arslan
[email protected]
Kâmil Büyüker
[email protected]
Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
BİR HADİS BİR YORUM
Bizi tutan oruç......................................................... 52
Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal
Mutlu Doğan
[email protected]
Son Okuma
Mustafa Bektaşoğlu - Sait Şan - Sedat Memiş
Uygulama
Latif Köse
Arşiv
Ali Duran Demircioğlu
Yönetim Merkezi
Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü
Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı
No:147/A 06800 Çankaya/ANKARA
Tel: (0312) 295 73 06 Fax: (0312) 284 72 88
[email protected]
Abone İşleri
Tel : (0312) 295 71 96-97
Fax : (0312) 285 18 54
e-mail: [email protected]
Abone Şartları
Yurt içi yıllık: 28.80 TL.
Yurt dışı yıllık: ABD, 30 ABD Doları
AB Ülkeleri, 30 Euro
Avustralya, 50 Avustralya Doları
İsveç ve Danimarka, 250 Kron
İsviçre, 45 Frank
Abone kaydı için, ücretin Döner
Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün
60
“Ney”in sırrı neydi?
DİN GÖREVLİSİNİN HATIRA DEFTERİNDEN
Küçük bir çocuğun istediği bayram hediyesi............ 54
Dr. Ülfet Görgülü
Kâbe’de gökkuşağı.................................................. 56
İlknur Atasoy
Bizler aynı
kitabın ve
peygamberin
çocuklarıyız
KÜLTÜR - SANAT – EDEBİYAT
Abdurrahim Karakoç’un ardından: Şiiri ve sanatı...... 58
Vural Kaya
“Ney”in sırrı neydi?................................................... 60
Vedat Ali Tok
ÖRNEK HAYATLAR
Sürekli doğruyu arayan adam Graudy’nin ardından
(1913 - 2012).......................................................... 63
65
Nevin Meriç
HİKMET PENCERESİ
Bizler aynı kitabın ve peygamberin çocuklarıyız........ 65
M. Lütfi Arslan
UZMAN GÖZÜYLE
İş yerinde psikolojik şiddet (Mobbing II).................... 68
Alaaddin Yanardağ
FIKIH KÖŞESİ
Din İşleri Yüksek Kurulundan.................................... 70
İSLAMLA YENİDEN DOĞANLAR
56 yaşında Müslüman olan Charles......................... 72
İş yerinde
psikolojik şiddet
(Mobbing II)
68
Prof. Dr. Ali Köse
DAĞARCIK
Bir gönül doktoru olarak din görevlisi....................... 74
Bülent Acun
KÜRSÜDEN
Bayram: Kardeşlik buluşması................................... 76
Dr. Abdurrahman Candan
KİTAP TANITIMI
Kur’an ve Kâinatın Dilinden İman Esasları İslam
İnanç İlmihali............................................................ 79
74
Yrd. Doç. Dr. Kıyasettin Koçoğlu
T.C. Ziraat Bankası Ankara - Akay şubesindeki
IBAN: TR 84000100076005994308-5001
no’lu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya
e-postanın Diyanet İşleri Başkanlığı Döner
Sermaye İşletme Müdürlüğü Üniversiteler
Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A 06800
Çankaya/ANKARA adresine gönderilmesi
gerekir.
Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın
Diyanet Aylık Dergi (Türkçe)
Temsilcilikler
Yurt içi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri
Yurt dışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri,
Din Hizmetleri Ataşelikleri
web: www.diyanet.gov.tr
e-mail: [email protected]
[email protected]
[email protected]
Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve
çıkartmalar yapılabilir.
Yazıların bilimsel sorumluluğu
yazarlarına aittir.
Bir gönül doktoru olarak din
görevlisi
Tasarım - Baskı Cilt
Evren Yayıncılık ve Bas. San. Tic. AŞ
Konya Devlet Karayolu (29. km)
Evren Yayıncılık Serpmeleri
Oğulbey Kavşağı Nu.: 1
06830 Gölbaşı/ANKARA
tel.: (0.312) 615 54 54
belgeç: (0.312) 615 54 55
www.evrenyayincilik.com
Basım Yeri: ANKARA
Basım Tarihi: 22.08.2012
ISSN - 1300 - 8471
EDİTÖRDEN
H
ak kavramı; azimle çalışmayı,
emeği, alın terini, insan onuru ve
haysiyetine uygun yaşamayı hatırlatan ve güçlü çağrışımları olan bir
kavramdır. İslam dininde, toplum ve birey
hakkı farklı sonuçlar doğurduğundan, İslami
literatürde özgün bir tasnifle kamu hakkı
ve kul hakkı ayrımı yapılmış, hem kamu
hakkı hem de kul hakkına ilişkin çok ayrıntılı
sayılabilecek değerlendirmeler ortaya konmuştur. Hak kutsaldır, değerlidir. Bu yüzden
Hz. Peygamber (s.a.s.) den itibaren bütün
Müslümanlar, hak konusunda özel bir duyarlılık göstermiş ve haksızlık yapmaktan, kul
hakkı yemekten, adaletten sapmaktan, her ne
şekilde olursa olsun insanlara zarar vermekten sakınmışlardır.
İslam’ın evrensel değerleriyle şekillenen kültürümüzde de hak ihlallerinin her türünden
sakınma konusunda özel bir duyarlılık oluşmuştur. Bu duyarlılık atasözlerine, özdeyişlere ve darbı mesellere kadar yansımıştır.
Milletimiz bilir ki, en küçük bir hak ihlali
bile mağdur tarafından affedilmedikçe Allah
tarafından da affedilmez. Anadolu irfan geleneğinde komşusunun iğnesini sahibinden
habersiz olarak almak dahi bir hak ihlali
görülmüştür.
Bütün bunlara rağmen, tarihin her döneminde hak ihlalleri eksik olmamış, dünyanın her
yerinde mazlum, mağdur insanlar hep var
olmuştur. Günümüzde de dünyanın değişik
bölgelerinde ne yazık ki bu tür olumsuzluklar
yaşanmaya devam etmektedir. Gün geçmiyor
ki ezilen, horlanan, evinden, ailesinden koparılan, en temel hak olan hayat hakkına kastedilen, acı ve gözyaşının bitmediği bölgeleri
ve insanları müşahede etmeyelim, feryatlarını
duymayalım. Yürek sızlatan bu tablo, bütün
insanlığı üzüntü ve endişeye sevk ediyor.
Bugün Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in bize
öğrettiği ve kültürümüze damgasını vuran
hak hassasiyetimizin aynı ölçüde var olduğunu söylemek mümkün müdür? Bu hak ihlali
ister yaşama hakkının elinden alınması olsun,
ister emeğin karşılığının ödenmemesi olsun,
ister şiddet, ister iftira, isterse dedikodu olsun
fark etmez. Sonuçta hepsinde de bir hak
ihlali vardır. Hastane sırası beklememek için
bir tanıdığımızı araya koyarak işimizi kolaylaştırdığımızı düşündüğümüz bir durumda
acaba sıra bekleyen kaç kişinin hakkını ihlal
etmiş oluyoruz? Gürültümüzle rahatsız ettiğimiz komşumuzun hakkının Hak katında bir
kıymeti yok mudur? Bilmeden, araştırmadan
aleyhine konuşup canını yaktığımız kişilere yönelik tavrımız, diğer hak ihlallerinden
daha mı masumdur? Çocuklarımıza vermemiz
gereken dinî ve manevi eğitimi vermemek,
onların dimağını bu zenginlikten mahrum
bırakmak ya da evlatlarımız arasında ayırım
yapmak ne çeşit bir hak ihlalidir? Maaş ya da
ücret karşılığı yaptığımız işimizi savsakladığımızda kimin ya da kimlerin hakkını ihlal
etmiş oluyoruz? İnsanların özel hallerini araştırmak sadece basit bir merak duygusunun
giderilmesi midir, yoksa bir hak ihlali midir?
Bir makalede gördüğümüz bir düşünceyi ve
fikri kaynak göstermeden kendi çalışmamıza
almak sadece “esinlenmek” olarak açıklanabilir mi? Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Kuşkusuz bunların her biri, üzerinde hassasiyetle durulması gereken konulardır.
Bu düşüncelerden hareketle “hak duyarlılığı” konusunu gündemimize taşımak istedik.
Kıymetli kalemlerden konunun farklı boyutlarını ele alan çok değerli yazıları istifadenize
sunuyoruz. Bu kapsamda Prof. Dr. Bünyamin
Erul, Hz. Peygamber ve Hak Duyarlılığını
bugüne de ışık tutacak ve gönlümüzü, zihnimizi tazeleyecek örneklerle anlattı. Prof. Dr.
Muhsin Demirci, Kur’an-ı Kerim’de hak kavramını inceledi. Prof. Dr. İbrahim Emiroğlu,
günlük hayatımızdan çarpıcı örneklerle zenginleştirdiği makalesinde “Kul hakkından ne
anlıyoruz?” sorusunun cevabını bir sohbet
tadında kaleme aldı. Prof. Dr. Ejder Okumuş,
Hak İhlalinin Sosyal Boyutları yazısıyla hak
ihlalinin toplumsal alandaki tezahürlerini
gözler önüne serdi. Doç. Dr. Asım Yapıcı ise
hak ihlallerinin kimliğimiz olan değerlerimizi
nasıl zayıflattığını, yıprattığını ve buharlaştırdığını anlattı.
Hak duyarlılığımızı artırması ve yeni bir farkındalık oluşturması dileklerimizle hazırladığımız dergimizi istifadenize sunarken,
mübarek Ramazan Bayramınızı tebrik ediyor,
huzur, sağlık ve afiyet diliyorum.
Gündem
Prof. Dr. Bünyamin Erul
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Hz. Peygamber ve hak
duyarlılığı
HAK VE HAKKANİYET KONUSUNDAKİ TİTİZLİĞİ GEREĞİ RAHMET ELÇİSİ, KİŞİLERİN
KENDİLERİNE DE HAKSIZLIK YAPMALARINA İZİN VERMEMİŞTİR.
Hak ile gönderilmiş olan (Bakara,
Allah Rasulü
(s.a.s.)’nün dilinde de “hak” kavramı, Kur’an ayetlerinde olduğu
gibi (bk. A’raf, 7/169, 89; Yunus, 10/30,
2/119; Fatır, 35/24.)
35, 36; Bakara, 2/236; Yusuf, 12/51; İsra,
17/105, 81; Hac, 22/62; Nisa, 4/105; Maide,
geniş
bir anlam yelpazesine sahiptir. Yirmi üç yıllık risalet hayatı
Hakk’ı hâkim kılma mücadelesiyle geçen Peygamberimiz’in zihin
dünyasında en önemli ve öncelikli kavramlardan birisidir.
5/77; Bakara, 2/119; Fatır, 35/24.)
HZ.
PEYGAMBER’İN
HAK
ANLAYIŞINDA
ASLA HAKSIZLIĞA
VE İLTİMASA
YER YOKTUR.
ADALET VE
HAKKANİYETİN
GEREĞİ NE İSE O
YAPILACAKTIR.
BU NOKTADA
HİÇ KİMSENİN
AYRICALIĞI,
İMTİYAZI
SÖZ KONUSU
DEĞİLDİR.
Bilindiği gibi İslami öğretide
“Hakkullah” ve “Hakku’l-İbad”
olmak üzere ikili bir taksim söz
konusudur. Birincisi Allah ile
insan arasındaki hakları; ikincisi ise, insanın diğer insanlarla
olan hukukunu ifade eder. Hz.
Peygamber’e göre “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kendisine
hiçbir şeyi ortak koşmamaları
ve O’na ibadet etmeleri; kulların
Allah üzerindeki hakkı ise kendisine ortak koşmayan kimselere
azap etmemesi, onları cennetine
koymasıdır.” (Müslim, İman, 4; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, V, 239.)
SAYI: 260
Doğuştan gelen haklar olduğu
gibi, sonradan kazanılan haklar da vardır. Hz. Peygamber bu
konuda “Şüphesiz Yüce Allah, her
hak sahibine hakkını vermiştir...”
(Tirmizi, Vesaya, 5.) buyurmak suretiyle aslında birçok hakkın Cenab-ı
Hak tarafından belirlendiğinin
altını çizer. İslam’a göre din, ırk,
cinsiyet ve millet farkı gözetmeksizin her insanın doğuştan sahip
olduğu en önemli hakkı şüphesiz ki hayat hakkıdır. Aslında bu
hak, daha ana rahminde “canlı
bir organizma” denilecek aşamada başlar. Ayrıca izzet, haysiyet, namus, mal, mülk edinme
gibi, insan denince akla gelen ve
onu tamamlayan maddi manevi
değerler de temel haklardandır.
(Buhari, İlim, 9; Müslim, Kasame, 30.)
Hz. Peygamber’in hak anlayışında asla haksızlığa ve iltimasa yer yoktur. Adalet ve hakkaniyetin gereği ne ise o yapılacaktır. Bu noktada hiç kimsenin
ayrıcalığı, imtiyazı söz konusu değildir. Nitekim Mahzum
Kabilesi’nden hırsızlık yapan bir
kadına Hz. Peygamber’in verdi• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
5
PEYGAMBERİMİZ PEŞ PEŞE ORUÇ
TUTAN, GECELERİ DE SÜREKLİ NAMAZ
KILAN ABDULLAH’A DA ŞU UYARIYI
YAPAR: “AMAN BÖYLE YAPMA. ÇÜNKÜ
SENİN ÜZERİNDE GÖZÜNÜN HAKKI VAR,
NEFSİNİN HAKKI VAR, AİLENİN (EŞİNİN)
HAKKI VAR.”
ği cezayı düşürmesi için, kadının akrabaları
Rasulüllah’ın çok sevdiği Üsame’yi aracılık
etmesi için gönderirler. Rasulüllah (s.a.s.)
Allah’ın hudutlarından birisi için aracı olduğundan dolayı Üsame’ye sert çıkar ve ardından halka bir hutbe irat eder. Hutbesinde
önceki kavimlerin güçlü kimseler çaldıklarında bırakıp, zayıflar çaldıklarında had uygulamaları yüzünden helak olduklarını belirttikten
sonra “Kızım Fatıma da olsa, mutlaka cezalandırırdım.” (Abdurrazzak, X, 201-2, no: 18830-1; Buhari,
Enbiya, 18, IV. 213-4; Müslim, Hudud, 8-11, II. 1315-6; Ebu
Davud, Hudud, 4, no: 4373, IV. 537.) buyurur.
Onun dilinde bireylerin hakları kadar sorumlulukları da vardır. Hak konusunda titiz olmaları
beklenen bireyler, beraberinde sorumluluk
bilinci içerisinde hareket etmelidirler. Hak ve
sorumluluk dengesini gözeten Allah Rasulü,
ashabına daima hakkın her türlü hatırdan daha
yüce olduğunu öğretmeye çalışmıştır.
Hz. Aişe’nin azat ettiği cariyesi Berire, hürriyetine kavuşur kavuşmaz köle olan kocası
Muğis’ten ayrılmayı tercih eder. Eşini çok
seven Muğis, ayrılmaması için Medine sokaklarında ağlaya ağlaya onun peşinden dolaşır. Nihayet Hz. Peygamber’e gelerek “Ey
Allah’ın Rasulü ne olur benim için aracı oluver.” diye ricada bulunur. Bunun üzerine Hz.
Peygamber “Ey Berire! Allah’tan kork, o senin
hem kocan, hem de çocuğunun babası, ne
var ona geri dönsen?” diyerek onu geri dönmeye teşvik eder. Bunları dinleyen Berire:
“Ey Allah’ın Rasulü! Emir mi buyuruyorsun?”
diye sorar. Hz. Peygamber: “Ben yalnızca aracılık yapıyorum.” cevabını verince o, “Benim
ona ihtiyacım yok!” der. (Abdurrazzak, VII. 250 no:
13010; Buhari, Talâk, 16, VI. 171-2; Ebu Davud, Talak, 19, no:
2231, II. 670-1; Darimi, Talak, 15, s. 566; Ahmed, I. 215, 361,
VI. 180.)
6
Başka bir rivayette ise Berire: “Ondan
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
ayrılmak benim (şer'i bir hakkım) değil mi?"
diye Hz. Peygamber’e sorunca, o “Tabii ki
(hakkın)” buyurur. Bu cevabı alan Berire
“Öyleyse ben ondan ayrılıyorum” der. (Darimi,
Talak 15, s. 565.)
Rasulüllah’ın ricasının, uyulması gereken bağlayıcı bir emir olmadığını, ayrılmasının şer'i
bir hakkı olduğunu; Hz. Peygamber’in burada
herhangi birisi gibi yalnızca bir aracı konumunda olduğunu öğrenen Berire, kararından
vazgeçmemiş ve kocasından ayrılmayı yeğlemiştir. Hz. Peygamber onun bu kararlılığını
görünce amcası Abbas’a, “Muğis’in Berire’ye
olan şu sevgisiyle, Berire’nin ona olan bu
buğzuna şaşırmıyor musun?" (Buhari, Ebu Davud,
Darimi, aynı yerler.) diyerek sadece hayretini dile
getirmiştir. Hz. Peygamber’in aracılığını kabul
etmemesinden dolayı Berire’yi, ne Rasulüllah
ne de Müslümanlar ayıplamışlardır.
tabiri, içerik olarak insan hakları tabirinden
çok daha geniştir.
Hz. Peygamber, insanların karşılıklı olarak
birbirlerinin haklarına riayet etmelerini, yapılan haksızlıkları dünyada iken telafi etmeleri
gerektiğini vurgular: “Kim kardeşine haksızlık
etmişse, onunla helalleşsin…” buyurur. (Buhari,
Rikak, 48.) Zira ilahî adalet gereği kıyamet günü
geldiğinde Allah Teala boynuzsuz koyuna
eziyet eden boynuzlu koyundan bile hesap
soracaktır. (Müslim, Birr ve Sıla, 60.) Yapılan haksızlıkların ahirete bırakılmasını ise “müflis”
benzetmesi ile anlatır:
“Asıl müflis, kıyamet gününde kıldığı namaz,
tuttuğu oruç ve verdiği zekâtla gelir. Ancak
dünyada iken şuna sövmüş, buna iftira atmış,
ötekinin malını yemiş, berikinin kanını dökmüş, bir başkasını da dövmüştür. (İhlal ettiği
bu hakların karşılığı olarak) iyiliklerinden
alınıp hak sahiplerine verilir. Şayet hesabı
görülmeden iyilikleri biterse, mağdur ettiği insanların günahlarından alınarak bunun
üzerine yüklenir, sonra da cehenneme atılır.”
(Müslim, Birr ve Sıla, 59.)
Kanaatimizce bu olayda Hz. Peygamber ve
sahabe, hakkın her şeyden daha aziz olduğunu, “hukukun üstünlüğünü” tarihe altın
harflerle yazmışlardır. Hem bir peygamber,
hem bir devlet başkanı sıfatlarını haiz bulunmasına rağmen Hz. Peygamber karşısında,
herhangi bir sahabi, hakkını savunabiliyor,
onun talebine rağmen vazgeçmemesi hâlinde
kınanmıyorsa, işte burada ideal ve gerçek bir
lider-tebaa ilişkisi var demektir.
Allah Rasulü’nün hadislerine bakıldığında
“kul hakkı” üzerinde daha fazla durulduğu
görülür. Günümüzde çok revaçta olan “insan
hakları” yerine İslam kültüründe kısaca “kul
hakları” tabiri kullanılır. İnsan hakları, sadece
insan ile insan arasındaki karşılıklı hukuku
ifade ederken; kul hakları önce Allah ile kul
arasındaki, sonra da kul ile kullar arasındaki
hukuka işaret eder. Dolayısıyla, kul hakları
Hak ve hakkaniyet konusundaki titizliği
gereği Rahmet Elçisi, kişilerin kendilerine
de haksızlık yapmalarına izin vermemiştir.
Peygamber (s.a.s.) (kendisini ibadete vererek dünyadan el etek çektiğini duyduğunda)
Osman b. Maz’un’a şöyle buyurmuştur:
“…Ailenin senin üzerinde hakkı vardır. Misafirinin senin üzerinde hakkı vardır. Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır…”
(Ebu Davud, Tatavvu’, 27.) Aynı şekilde peş peşe
oruç tutan, geceleri de sürekli namaz kılan
Abdullah’a da şu uyarıyı yapar:
“Aman böyle yapma. Çünkü senin üzerinde
gözünün hakkı var, nefsinin hakkı var, ailenin
(eşinin) hakkı var.” (Müslim, Sıyam, 186.)
İşte böyle bir Hak duyarlılığını yaşayarak ortaya koyan Rahmet Elçisi’nin ümmetinden de
aynı duyarlılık beklenmelidir. Hakkın, hakkaniyetin, kısaca hukukun üstünlüğünü tarihte
olduğu gibi bugün de en güzel örneklerle
insanlığa sunmalıdırlar.
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
7
Gündem
Prof. Dr. Muhsin Demirci
Marmara Üniv. İlahiyat Fak.
Kur’an-ı Kerim’de hak
kavramı
BİREYLERİN MENFAATLERİNE BAKILMAKSIZIN TOPLUMUN
MENFAATİNİ SAĞLAMAYI VE KAMU DÜZENİNİ KORUMAYI
HEDEFLEYEN HÜKÜMLER, ALLAH HAKKI OLARAK
İSİMLENDİRİLMİŞTİR.
Herhangi bir kavramın yeri ve önemi o kavramın, içerisinde yer aldığı dildeki diğer
kavramlarla meydana getirdiği ilişkinin veya
gramer bağlarının zenginliği ve çeşitliliğinden anlaşılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında denilebilir ki hak kavramı, Kur’an’ın en
temel kavramlarından biridir. Çünkü bu kavram insanın manevi hayatıyla birlikte maddi
hayatını da kuşatmaktadır. Manevi tarafıyla
insanın Allah’a ve nefsine karşı olan hakları,
maddi tarafıyla da sözgelimi, fakirin hakkı,
dostluk hakkı, akraba hakkı, komşu hakkı,
koca hakkı, zevce hakkı, misafir hakkı, yolcu
hakkı, hayvan hakkı vb. hakları ifade etmektedir. Manevi hakların başında yer alan hukukullah (Allah hakkı) tabii ki, önem ve öncelik bakımından bütün hakların önündedir.
Çünkü bu haklar, tüm varlığımızı kendisine
borçlu olduğumuz yaratıcımızın bizim üzerimizdeki haklarıdır. Hâl böyle olunca onları
görmezden gelmek kulluğa asla yakışmayacak bir davranıştır. O hâlde her insanın başta
gelen en temel görevi, bu haklardan doğan
sorumlulukları yerine getirmek olmalıdır. Bu
da hiç kuşkusuz iman ve ibadet sorumluluğu
anlamına gelmektedir.
8
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
Ancak bir bireyin iman edip bütün zamanını
ibadetle geçirerek biraz önce ifade etmeye
çalıştığımız beşerî ilişkilerden doğan maddi
haklar konusunda ihmalkâr davranması,
İslam hukukuna göre ahlaki değildir. (Buhari,
Savm, 51–55.) Bu bakımdan denilebilir ki, kul
hakları da tartışmasız derecede önemlidir.
Esasen böyle olduğu içindir ki, fert ve toplumların hak ve sorumluluklarının belirlenmesi
ve dengelenmesi konusunda Kur'an azami
titizliği göstermiştir. Hatta hakların ıskatı açısından bakıldığında kul haklarının çok daha
ağır olduğu anlaşılmaktadır. Zira Allah Teala,
merhametlilerin en merhametlisidir. Dilerse
kulu üzerindeki -şirk hariç- tüm haklarından
vazgeçebilir. Ama hak sahibi kulları razı edip
helalleşmek o kadar kolay değildir. Bu yüzden kul hakkıyla Allah’ın huzuruna gitmeme-
ye büyük ölçüde özen göstermek gerekmektedir. Aksi hâlde ahirette Hz. Peygamber’in
diliyle müflis kişi konumuna düşmemek elde
değildir.
İslam âlimleri hakları Allah hakkı, kul hakkı
diye iki ana esas üzere tasnif etmişlerdir. Bu
tasnif daha çok hakkın sahibine, mahiyetine
ve sağladığı yararın genel ve özel oluşuna
göre düzenlenmiştir.
Allah hakkı
Bunlar herhangi bir şahsa has olmayıp herkesin yararına olan haklardır. Yüce Allah’ın
tüm emir ve yasaklarını bu grupta değerlendirmek mümkündür. Zira kullarla ilgili olsa
da her şer'i hüküm aynı zamanda Allah’ın
hakkıdır. Çünkü hakları kullara bahşeden
Allah’tır. Esasen bu tür hakların Allah’a izafe
edilmesi, tüm toplumun menfaatini ilgilendiren ve toplum hayatının devamı için vazgeçilmez nitelikteki hükümlerle ilgili olmaları
sebebiyledir. Bundan dolayıdır ki, bireylerin
menfaatlerine bakılmaksızın toplumun menfaatini sağlamayı ve kamu düzenini korumayı hedefleyen hükümler, Allah hakkı olarak
isimlendirilmiştir. (Hasan Hacak, “Hak”, İslam’da İnanç,
İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İstanbul 1997, II, 137.)
Sözgelimi namaz, zekât, oruç, hac gibi ibadetler bunlardan bazılarıdır. Zira namaz sahibini
kötülüklerden ve fuhuştan alıkoymakta, zekât
kişiye malını başkalarıyla paylaşma alışkanlığı
kazandırmak suretiyle ruh temizliği gibi ahlaki bir erdemliliğe ulaştırmakta; oruç mümine
fakir kimselerin durumlarını düşünme fırsatı
vererek yardım etme bilinci kazandırmakta;
hac ise sosyal ve ekonomik katkılarıyla tüm
Müslümanlara maddi ve manevi yarar sağlamaktadır.
Allah'ın kullar üzerindeki haklarından bazıları
da dini yalnız Allah’a has kılmak (Bakara, 2/193.),
Allah’a ortak koşmamak (Lokman, 31/13.), Allah’ı
mutlak şari olarak kabul etmek (En’am, 6/57.),
verdiği nimetlere karşı Allah’a şükretmek
(Bakara, 2/172.), O’na secde etmek (Fussılet, 41/37.),
haccı Allah için yapmak (Âl-i İmran, 3/97.), ganimetlerin taksimi konusunda Allah’ı hakem
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
9
kabul etmek (Enfal, SON GÜNLERDE TÜRKİYE'DEKİ BAZI
savunmaktadır. O,
bir taraftan “Hataen
şefaat yetkisi- ERKEKLERİN EŞLERİNE YÖNELİK CAHİLİYE
DÖNEMİNİ
BİLE
GERİDE
BIRAKAN
olması dışında bir
nin sadece Allah’ın
müminin başka bir
iznine bağlı olduğu- YAŞAM HAKKI SALDIRILARI, GENELDE
TÜM İNSANLIĞI ÖZELDE İSE TÜRKİYE
mümini öldürmena inanmak (Zümer,
VATANDAŞLARINI DERİNDEN ÜZMEKTEDİR.
sine asla izin veri39/44.), tüm ibadetleri
lemez…” (Nisa, 4/92.),
Allah’a tahsis edip
“Kim bir insanı kasO’nun için yaşamak
ten öldürürse, onun cezası cehennemdir ve o
(En’am, 6/162.) vb.den ibarettir.
kimse Allah’ın lanetine müstahak olmuştur.”
Esasen tüm hakların belirleyicisi Allah'tır. Bu
(Nisa, 4/93.) diyerek, haksız yere cana kıymayı
yüzden hakları Allah hakkı, kul hakkı diye
çok büyük bir günah sayıp yasaklarken; diğer
birbirinden kesin hatlarıyla ayırmak da pek
taraftan da "Her kim bir kişiyi haksız yere
mümkün değildir. Ancak burada asıl olan
öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir…”
Allah haklarının önceliğidir. Yani ister Allah’ın
(Maide, 5/32.) şeklinde evrensel bir ilke koyarak
kendi zatını ilgilendiren ister kamu yararına
bir insanı öldürmeyi bütün insanlığı öldürbelirlenen haklar olsun, Allah hakkı olarak
mekle eş değerde görmektedir. Allah Rasulü
bilinen tüm haklar kul haklarına nispetle
(s.a.s.) de aynı amacı gerçekleştirme adına
uygulamada mutlak bir önceliğe sahiptirler.
Veda Hutbesi’nde: “Ey insanlar! Bugünleriniz
Nitekim bir hadiste kulun ahirette ilk olarak
nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl
Allah hakkı olan namazdan hesaba çekileceği,
mukaddes bir ay, bu şehriniz (Mekke) nasıl
şayet namazında bir eksiklik söz konusu ise,
mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız ve
bu durumda kişinin hüsrana uğrayacağı belirnamuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü
tilmektedir. (Tirmizi, Salat, 188.) Ancak bütün buntecavüzden korunmuştur…” (Tirmizi, Cihad, 28; İbn
lara rağmen Kur’an, şirk hariç Yüce Allah’ın
Mace, Menasik, 84; Ebu Davud, Menasik, 67.) demek sureirade etmesi neticesinde tüm haklarından vaztiyle yaşam dokunulmazlığının kutsallığına
geçerek kulların günahlarını bağışlayacağını
vurgu yapmaktadır.
da ifade etmektedir.
Ancak bütün bunlara rağmen günümüz İslam
Kul hakkı
dünyasında haksız yere kıyılan canlar, döküBireylerin menfaatleriyle ilgili olan ve fertlerin
len kanlar nedeniyle yaşam hakkı gibi en
söz sahibi olduğu haklara da kul hakkı deniltemel hak ve hürriyetlerin ihlal edilmesini,
mektedir. Kul hakları genel ve özel olmak
üstüne üstlük Türkiye gibi cennet bir vatanüzere iki kısma ayrılmaktadır. Genel olanlar,
da özellikle kadınlara yönelik çoğu ölümle
toplumda bulunan bütün fertleri ilgilendiren
sonuçlanan insanlık dışı eylemleri anlamak
yani onların ortaklaşa sahip oldukları hakmümkün değildir. Hele hele son günlerde
lardır. Özel olanlar ise, kamuya açık olmayıp
Türkiye'deki bazı erkeklerin eşlerine yönelik
bireyin kendisine ait olan haklardan ibarettir.
cahiliye dönemini bile geride bırakan yaşam
Sözünü ettiğimiz özel haklar arasında yaşahakkı saldırıları, genelde tüm insanlığı özelma hakkı, kişisel özgürlükler, özel hayatın
de ise ülkemizde yaşayan herkesi derinden
gizliliği, seyahat etme ve yerleşme hürriyeti,
üzmektedir. O hâlde bu tür hak ihlallerine
mülkiyet hakkı, düşünce ve inanç özgürlüğü,
son vermek hem dış dünyada hem de kendi
öğrenim hakkı bunlardan bazılarıdır. Bu hakülkemizde insan hak ve hürriyetlerine saygılı
lar içerisinde en önemlisi, yaşama hakkıdır.
bir toplum oluşturmak için başta yaşam hakkı
olmak üzere, Kur'an'ın kişi hak ve hürriyetBu yüzden Kur’an yaşam hakkını hiçbir etnik
leriyle ilgili değer hükümlerini hayata geçirayırıma gitmeden, hiçbir inanç ve düşünmekten başka çaremiz yoktur.
ce mensubiyeti gözetmeden mutlak olarak
8/1.),
10
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
Prof. Dr. İbrahim Emiroğlu
Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak.
Kul hakkından ne
anlıyoruz?
NAMAZ, ORUÇ GİBİ İBADETLER DÜNYANIN EN ZOR İŞİ OLAN KUL HAKKINA DİKKAT
ETMEK İÇİN HAZIRLANMIŞ BİREYSEL ŞUUR TALİMLERİ GİBİDİR.
Güzel dinimiz İslam’da “kul
hakkı” olarak adlandırılan ve
beşeri ilişkilerin neredeyse temelini oluşturan çok ciddi bir kavram vardır. Kul hakkı kavramı,
insanlar arası ilişkileri sağlamlaştıracak; iyiliğin, insafın, adalet ve
merhametin kök salmasını sağlayacak; ahlaki yapının pekişmesine vesile olacak, bunun sonunda
da kişinin ahiret mutluluğunu
yakalamasına etki edecek önemli bir kavramdır.
BİZİM DEĞER
DÜNYAMIZI
PAYLAŞMAYAN,
İNANMAYAN YA DA
GAYRİMÜSLİMLERİN
HAKKI İÇİN
DE, ONLARLA
HELALLEŞMEK
GEREKİR.
"Kul hakkı" sözcüğü "insan hakları" tabirinden daha dinî bir
içeriğe sahiptir. Bu kavramla
insan, başıboş bir varlık olmadığını, yaptıklarından hesaba çekileceğini; eliyle-diliyle ve diğer
organlarıyla çevresindekilere
karşı hassas davranması gerektiğini ve `kul hakkına tecavüzün
kesinlikle cezasız kalmayacağı´
tehdidiyle karşı karşıya bulunduğunu hisseder. Kur’an’da, ilk
bakışta kul hakkı gibi görünen
ve kullar arasındaki adalet esaslarını tespit eden birçok ayetten
sonra, "İşte bu Allah’ın hudududur/ölçüsüdür, onu çiğnemeSAYI: 260
yin." mealinde ilahî ikazlar gelir.
Demek ki, kul hakkını çiğnemek, Allah’ın hududunu çiğnemek olarak kabul edilmektedir.
İslam dini, ırk, milliyet, siyasi
anlayış, dil ve tahsil farkı gözetmeksizin, her insanın şeref ve
itibarına hürmet eder. Kur’an-ı
Kerim’de zekât, sadaka, infak,
ihsan, yardımlaşma, miras, doğruluk, adalet gibi kavram ve
konuların bir uzantısı da kul
hakkına ve dolayısıyla toplumun
salahına dayanır. Kul hakkına
riayet, dinimizin en çok dikkat
çektiği, ayet ve hadislerle ikaz
hatta tehdit ettiği bir konudur.
Fert ve toplumun düzenini,
huzurunu, uyumunu ve ahlakiliğini sağlamada oldukça önemli
bir yer tuttuğu için dinimizde
bu konu üzerinde hassasiyetle
durulur. İmanın şartlarını üzerinde taşıyan müminlerin Yüce
Allah’ın rızasını kazanmaları için
yerine getirdikleri namaz, oruç
gibi ibadetler dünyanın en zor işi
olan kul hakkına dikkat etmek
için hazırlanmış bireysel şuur
talimleri gibidir.
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
11
KİŞİSEL YARARLARI İÇİN ÇEVREYE ZEHİR
AKITANLAR, HAVAYI KİRLETENLER,
YOLLARI DARALTANLAR, KISACASI
AMMENİN HUKUKUNU HİÇE SAYANLAR
ÇOK DAHA BÜYÜK KUL HAKKI
İHLALLERİYLE VE HESAPLARIYLA YÜZ
YÜZEDİRLER.
Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed
(s.a.s.), şu üç hadisinde, kul hakkını şöyle
işlemektedir:
“Üzerinde kul hakkı olan, ölmeden önce ödeyip helalleşsin! Çünkü ahirette altının, malın
değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar,
kendi sevaplarından alınır, sevapları olmazsa, hak sahibinin günahları buna yüklenir.”
(Buhari, Rikak, 48.)
Örneklendirecek olursak, çalıştığımız yerde
mesaimize dikkat etmemek işverene karşı
bir kul hakkı ihlalidir. Çalıştırdıklarımızın
ücretini kesmek veya vaktinde vermemek
12
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
yine bir hak ihlalidir. Ücretle verdiğimiz bir
dersin saatini doldurmadan derse son vermek ücret sahibinin hakkını yemek olur. Bir
öğrenciye hak ettiği notu vermemek haksızlık
olur. Komşumuzu sesle, gürültüyle rahatsız
etmek, balkondan çırptıklarımızla ona zarar
vermek, bakışlarımızla veya hareketlerimizle onu taciz etmek, dedikodusunu yapmak
komşuluk (kul) hakkını ihlal olur. Bir insanı
küçük düşürmeye çalışmak, onun onuruyla oynamak, kişiliğini hedeflemek, haksız
yere çıkışmak, aşağılamak, kalbini kırmak kul
hakkı kapsamında değerlendirilecek olumsuz
davranışlardır. Yüz yüze olmasa da telefon,
televizyon, radyo veya basın yoluyla birisine haksız isnatlarda bulunma, onunla ilgili
yalan haber verme, kişilik haklarına saldırma,
onuruyla, aile gururuyla oynama yine kul
hakkına girmektedir. Kişisel yararları için çevreye zehir akıtanlar, havayı kirletenler, yolları
daraltanlar, kısacası ammenin hukukunu hiçe
sayanlar çok daha büyük kul hakkı ihlalleriy-
BİR İNSANIN OLGUN/
KÂMİL OLABİLMESİ
İÇİN ALLAH’A KARŞI
OLAN VAZİFELERİNİ
YAPMASI ONDAN
SONRA DİN
KARDEŞLERİNE
YARDIMDA
BULUNMASI
ZORUNLUDUR.
le ve hesaplarıyla yüz yüzedirler. Zira hedef
alınanlar veya mağdurlar tek kişi değil çok
kişidir. Çok kişiden helallik almak ise çok
çaba gerektirecektir. Trafik işaretlerine dikkat
etmeyerek başkasını tehlike ve zarara sokmak,
geçiş önceliği olan bir sürücüye bu önceliği
vermemek, yolda bir sürücüyü sıkıştırmak,
yoluna arabasının burnunu sokmak, trafikte
arabaların akışını keserek veya yavaşlatarak
sürücülerin vakit kaybına uğramalarına yol
açmak; sürücülere el-kol hareketi yapmak,
korna çalarak taciz veya hakaret etmek; yolda
veya bir mekânda birisinin ayağına basıp özür
dilememek; asansör veya gişe önlerinde bekleyenlerin sıralarına riayet etmeden önlerine
geçmek vs. bunlar hep kul hakkına dâhil olan
kötü davranışlardır.
Bizler kul hakkı deyince, komşumuzun, arkadaşımızın, meslektaş veya mesâi arkadaşımızın bir malını alıp habersiz kullanma veya
yemeyi aklımıza getiririz. Bu kul hakkının
maddi çeşididir. Bir de bu saydıklarımızın
gıybetlerini yapmak, onurlarını kırmak, onları hafife almak veya küçük düşürmek gibi
manevi olan kul haklarını da akıldan çıkarmamak gerekir. Yukarıda verdiğimiz örnekler
her iki kul hakkı için de bir hayli malzeme
oluşturacak niteliktedir.
Bizim değer dünyamızı paylaşmayan, inanmayan ya da gayrimüslimlerin hakkı için de,
onlarla helalleşmek gerekir. Bunların gönlü
alınmazsa ahirette affının çok güç olduğu
bilinmelidir. Bunların hakkından kurtulmak, Müslümanın hakkından kurtulmak-
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
13
tan daha zordur.
Gayrimüslimlerin
mal ve canlarına saldırmak caiz olmadığı
gibi, hile yapmak,
onları
incitmek,
kalplerini kırmak,
kadın ve kızlarına
saldırmak da caiz
değil, haramdır. [R.
Kerim’in dörtte üçü
kul hakkını açıklamaktadır desek
mübalağa
etmiş
olmayız.
İslam’ın
binası Allah’ı ve dinini tasdik ve ikrardan
sonra,
toplumun
selameti ve Hakk’ın
bizden talep ettiği
hükümlerini yerine getirmektir.
BİR KİMSEDEN HAKSIZ OLARAK ALINAN
BİR KURUŞU, SAHİBİNE GERİ VERMENİN,
YÜZLERCE LİRA SADAKADAN KAT KAT
DAHA SEVAP OLDUĞU UNUTULMAMALIDIR.
GÜNÜMÜZDE MADDE, MENFAAT, HIRS
VE GAFLET KARIŞIMI KAVGA İKLİMİNDE,
KULLUK BİLİNCİ ZAYIFLAMIŞ, HÂLİYLE
KUL HAKKI DA NEREDEYSE HATIRLANMAZ
OLMUŞTUR.
Muhtar]
Kişi beşer olmaktan kaynaklanan zaafları,
zayıflıkları, gafleti ve unutkanlıklarıyla bir
zaman için başkasının hakkına tecavüz etmiş
olabilir. İnsanın hata ve kusurunu anlayıp
onu tamir etmesi de bir erdemdir. Bunun
için, maddi-manevi hangi ihlalde bulunduysa
bunu büyük bir cesaret ve açık kalplilikle telafi etmeli ve helallik dileme yoluna gitmelidir.
Hak sahibi ölmüş ise, ona dua ve istiğfar edip,
hakkını çocuklarına, vârislerine verip, onlara
iyilik yapmalıdır. Çocukları, vârisleri bilinmiyorsa, mal miktarı parayı fakirlere sadaka
olarak verip, sevâbını hak sahibine bağışlamalıdır.
Kulluk, yalnız belli ibadetlerin yerine getirilmesinden ibaret değildir. Allah’ın bütün emirlerine toptan itaat ve yasaklarından kaçınmak
suretiyle ubudiyetin yani kulluğun hakkı verilmiş olur. Yanlış telkin ve düşünceye kapılarak, kulun en küçük hakkını bir tarafa bırakıp,
şahsi nafile ibadetlerle meşgul olmayı ibadet
zannetmek, halk arasında yaygın; fakat yanlış ve dinî olmayan bir davranıştır. Bu konu
üzerinde örneklerle ne kadar çok durulursa
o kadar yerindedir. Bir insanın olgun/kâmil
olabilmesi için Allah’a karşı olan vazifelerini
yapması ondan sonra din kardeşlerine yardımda bulunması zorunludur. Böyle olunca
şu ölçü ortaya çıkmaktadır: “Başkasını düşünmeyen yaşamaya hak kazanamaz; çünkü
Peygamberimiz “kendisi için istediği bir şeyi,
başkası için istemeyenin imanı tam değildir.”
buyurmuşlardır. Her işimizde önce kul hakkını göz önünde tutmamız, önce Allah’ın rızası,
sonra toplumun selameti ve daha sonra huzurumuz için ana yükümlülüğümüzdür. Kur’an-ı
14
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
Kul hakkı, Allah’ın hakkından önce ödenir.
Allah uğrunda savaşıp da ölen kimsenin, kul
hakkından başka bütün günahları affedilir.
Kul hakkı maalesef tövbe ile de, şefaat ile
de düşmemektedir. Bütün bu ciddiyetine ve
Yüce Allah’ın, “Benim huzuruma kul hakkı
ile gelmeyin!” uyarısına rağmen toplumumuzdaki bu vurdumduymazlığı neyle izah edebiliriz? İslam ahlakının bir ayağının “Allah’a
itaat”, diğer ayağının ise “mahlukata şefkat ve
merhamet” olduğunu nasıl unutabiliriz? Bunu
içselleştiren bir kişi bırakalım kulu, hayvan
ve cansız hakkına bile oldukça dikkat eder,
örneğin hayvanlarını aç-susuz bırakamaz,
onlara fazla yük yükleyemez, eşyayı hor ve
pis kullanamaz! Böyle bir anlayış ve davranış,
İslam'ın “temizlik” ve “merhamet” medeniyeti
olmasının bir gereğidir.
Öyleyse iyi bir Müslüman, Allah’a karşı görevlerinin yanı sıra insanlara karşı görevlerine
ve özellikle de kul hakkına karşı da oldukça
duyarlı olmalıdır. Yaptığımız her ibadet bizi
kul hakkından korkma ve o konuda dikkatli olma seferberliğine itmelidir. Bir kimseden haksız olarak alınan bir kuruşu, sahibine geri vermenin, yüzlerce lira sadakadan
kat kat daha sevap olduğu unutulmamalıdır.
Günümüzde madde, menfaat, hırs ve gaflet
karışımı kavga ikliminde, kulluk bilinci zayıflamış, hâliyle kul hakkı da neredeyse hatırlanmaz olmuştur. Dinimizde bu kadar önemli
yer tutan “Kul Hakkı”na büyük bir titizlikle
önem verelim. Bunu yapınca bilelim ki, hem
dünyadaki itibarımız artacak, hem de ahirette
ilahî hesap günü işimiz daha kolaylaşacaktır.
Prof. Dr. Ejder Okumuş
Eskişehir Osmangazi Üniv.
İlahiyat Fak.
Hak ihlalinin sosyal
boyutları
MODERN ZAMANLARDA İNSANLIK, TEORİK VE YASAL DÜZLEMDE İNSAN HAKLARI
KONUSUNDA OLDUKÇA ÖNEMLİ GELİŞMELER KAYDETMİŞSE DE, PRATİKTE NE
YAZIK Kİ BÜTÜN DÜNYADA YOĞUN VE ŞİDDETLİ HAK İHLAL, İHMAL VE İSTİSMARLARI
YAŞANMAKTADIR.
Hak-fedakârlık dengesi
HAK İHLAL,
İHMAL VE
İSTİSMARLARI,
İNSANLARDA
ADALET
DUYGUSUNU
ZEDELEMEKTE,
BU DA
TOPLUMSAL
HAYATTA
GÜVENE DAYALI
İLİŞKİLERİN
YERİNE
GÜVENSİZ
İLİŞKİLERİ
GETİRMEKTEDİR.
Toplumsal hayat, hak ve
fedakârlıklar üzerine kuruludur.
Hak ve fedakârlıkların dengeli
olarak karşılığını bulmadığı ve
işlemediği bir toplumda zamanla
haksızlık temelli bir ilişki biçimi
hâkim olur. Haklara dayalı, ama
özverinin olmadığı veya önemsenmediği bir sosyal hayat sağlıklı yürüyemeyeceği gibi hakların engellendiği veya kısıtlandığı,
yani ihlal edildiği, ama toplumun
belli kesimlerinin özverisiyle
işlerin yapıldığı bir sosyal hayat
da sağlıklı devam etmez.
Toplumda dayanışmanın ve
huzurun egemen olmasında
fedakârlık şarttır; ancak hakların
tesis edilmediği, insanların haklarının ihmal ve ihlal edildiği, kul
hakkının gözetilmediği, hakların
kötüye kullanılıp sömürüldüğü
bir toplumda fedakârlığın yürümesi sosyolojik anlamda mümkün değildir. O hâlde hak, dinî
geleneğimizdeki karşılığıyla kul
hakkı konusu, toplumsal hayatın
ikame ve idamesinde hayatidir.
SAYI: 260
Hak, Allah’ın isimlerindendir.
(Yunus, 10/30, 32.) O sebeple hak,
İslam’ın en çok yücelttiği kavramlardandır. Kur’an’da birçok
ayet ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in
bazı hadisleri; Allah’ın hak ve
hukuku, kul hakkı, hakkı hak
bilip hakka uymak ve batılı batıl
bilip batıldan sakınmak, hakkı
teslim etmek, Allah’a hakkıyla
iman ve kulluk etmek, Kur’an’a
hakkıyla uymak, Peygambere
hakkıyla iman edip tabi olmak,
İslam’a hakkını vermek, onu hak
din kabul etmek, ana-baba hakları, yoksul hakları, kadın hakkı,
çocuk hakkı, tüketici hakkı,
bireysel haklar, sosyal haklar,
insan hakları gibi temel hak ve
hukuk konularından bahseder.
Hakk’ı ikame, inşa ve idameyi emreder. Tersine hak ihlalini,
hakka riayetsizliği olumsuzlar ve
reddeder. Ancak günümüzde,
kişinin haklarını engelleme veya
kısıtlama anlamına gelen hak
ihlali maalesef toplumsal hayatta
sıklıkla karşılaştığımız olgulardandır.
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
15
Toplumsal hayatta hak ihlali
Toplumsal yaşamda hak ihlali, çok çeşitli
biçim ve alanlarda kendini gösterebilmektedir. Hayat hakkı ihlal ve ihmali, insan hakları
ihlali, çocuk ihmal ve istismarı, çocuk hakkı
ihlali, engelli hakları ihlali ve istismarı, akademik hak ihlalleri, kadın hak ihlalleri, dinî
hak ihlali ve istismarı, internette hak ihlalleri,
askerlikte hak ihlalleri, sağlıkta hak ihlalleri,
ekonomide hak ihlal ve istismarı, siyasette
hak ihlal ve istismarı, cezaevi hak ihlalleri,
esir hak ihlali ve istismarı, tüketici hak ihlalleri, üretici hak ihlalleri, öğrenci hak ihlalleri,
öğretmen hak ihlalleri, düşünce ve ifade hak
ihlalleri, yaşlı istismarı ve ihmali, düşünce,
vicdan ve din hakkı ihlali bu çerçevede örnek
olarak zikredilebilir.
Modern zamanlarda insanlık, teorik ve yasal
düzlemde insan hakları konusunda oldukça
önemli gelişmeler kaydetmişse de, pratikte
ne yazık ki bütün dünyada yoğun ve şiddetli
hak ihlal, ihmal ve istismarları yaşanmaktadır. Bundan dolayı da neredeyse bütün
ülkelerde hak ihlali, en çok gündeme gelen
konular arasında yer almaktadır. Bunun için
farklı uluslararası sözleşmeler, insan hakla-
16
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
DÜNYADAKİ BÜTÜN TOPLUMLARIN
SOSYOLOJİLERİNE YAKINDAN BAKILDIĞINDA,
GÜÇLÜLERİN, ZAYIFLARIN HAKLARINI İHLAL,
İHMAL VE İSTİSMAR ETTİĞİ, SÖMÜRDÜĞÜ,
KÖTÜYE KULLANDIĞI, HASILIKELAM
KISITLADIĞI VEYA ENGELLEDİĞİ AÇIKÇA
GÖZLEMLENEBİLMEKTEDİR.
rı organizasyonları, resmi ve sivil kuruluşlar, sivil toplum örgütleri, çeşitli biçim ve
alanlarda ortaya çıkan hak ihlalleri üzerinde durmakta, hak ihlalleri istatistikleri tutup
yayınlamakta ve hak ihlallerini önlemek için
stratejiler geliştirip mücadeleler yapmaktadırlar. Nitekim BM hak ihlallerinin önüne
geçmek için çeşitli sözleşmeler düzenlemiş
ve üye ülkeler bu sözleşmeleri imzalamıştır.
Bu sözleşmelere örnek olarak 25 Kasım 1985
tarihli “Din veya İnanca Dayanan Her Türlü
Hoşgörüsüzlüğün ve Ayrımcılığın Tasfiye
Edilmesine Dair Bildiri”, 20 Kasım 1989 tarihli
“Çocuk Haklarına Dair Sözleşme”, ünlü 1948
“İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”, 20
Aralık 1993 tarihli “Kadınlara Karşı Şiddetin
Tasfiye Edilmesine Dair Bildiri” gösterilebilir.
Birleşmiş Milletlerin dışında bazı kuruluş ve
organizasyonlar da insan haklarıyla yakın-
dan ilgili olmuş ve olmaktadırlar. Bu çerçevede Uluslararası Af Örgütü, Uluslararası
Hukukçular Komisyonu, Uluslararası Kızılhaç
Komitesi gibi birlikler sayılabilir. Gerek BM,
gerekse adı geçen organizasyonlar ve burada
zikredilmeyen başka insan hakları örgütleri,
her yıl dünya çapında yaşanan hak ihlallerini
istatistiklerle rapor etmekte, yayınlamakta ve
insanlığın dikkatini bu konuya çekmekte, hak
ihlali yapan veya ona göz yumanları uyarmaktadırlar. Fakat bütün uyarılara, bazı ulusal ve
uluslararası yaptırımlara rağmen hak ihlal ve
istismarlarının devam ettiği de bir gerçektir.
Dünyadaki bütün toplumların sosyolojilerine
yakından bakıldığında, güçlülerin, zayıfların haklarını ihlal, ihmal ve istismar ettiği,
sömürdüğü, kötüye kullandığı, hasılıkelam
kısıtladığı veya engellediği açıkça gözlemlenebilmektedir. Bazı kişiler, gruplar, güçler,
siyasal yapılar, örgütler, âdeta zulmü meslek
edinmişçesine insanlara zulmetmekte, haksızlık yapmakta, insan hakları ihlallerinde bulunmaktadırlar. Yapılan hak ihlalleri, aile, din,
düşünce, eğitim, siyaset, ekonomi, hukuk gibi
hayatın en temel alanlarında, en temel insan
haklarında, çocuk, kadın, işçi, fakir, yaşlı haklarında kendini gösterebilmektedir.
Toplumsal
örnekleri
münasebetlerde
hak
ihlali
Günümüz toplumlarında çalışma, inanç,
düşünce, ifade, eğitim, sağlık, ulaşım, çevre,
barınma, alış-veriş, dil, ırk, cinsiyet vs. alanlarında toplumsal ilişkilerde; aile bireyleri
arasındaki ilişkilerden işçi-işveren ilişkilerine,
okul veya üniversite yönetimi ile öğrenci
münasebetlerinden doktor-hasta ilişkilerine,
kadın-erkek ilişkilerinden çocuk-yetişkin ilişkilerine, zengin-yoksul ilişkilerinden amirmemur ilişkilerine ve oradan yöneten-yönetilen ilişkilerine vs. kadar birçok noktada,
hemen hemen bütün toplumsal ilişki boyutlarında hak ihlalleri yaşanmaktadır. Bütün bu
alanlarda ve ilişki boyutlarında hak ihlallerine
birkaç örnek vermek gerekirse; sağlık alanında, bir hastanın inancı, düşüncesi, ırkı,
cinsiyeti veya kılık kıyafeti dolayısıyla sağlık
HAK İHLALLERİ, AİLE, DİN, DÜŞÜNCE,
EĞİTİM, SİYASET, EKONOMİ, HUKUK GİBİ
HAYATIN EN TEMEL ALANLARINDA, EN
TEMEL İNSAN HAKLARINDA, ÇOCUK,
KADIN, İŞÇİ, FAKİR, YAŞLI HAKLARINDA
KENDİNİ GÖSTEREBİLMEKTEDİR.
haklarından kısmen veya tamamen mahrum
edilmesi; eğitim alanında bir öğrencinin aynı
veya farklı gerekçeler öne sürülerek eğitim hakkından yoksun bırakılması, sözgelimi
okuma hakkı kazandığı üniversitenin kapısından içeriye alınmaması; ekonomi alanında bir
çalışanın hak ettiği ücretten tamamen veya
kısmen yoksun bırakılması ya da dinî inançlarının gereğini yerine getirmekten alıkonulması; ailede bir çocuğun sağlıklı ortamda
yetişme, okuma gibi çocuk haklarının kısıtlanması veya engellenmesi zikredilebilir. Bu
ve benzeri örnekler, bir sosyal aktör olarak
hepimizin gündelik hayatta bir şekilde yaşadığı, muhatap olduğu veya gözlemlediği hak
ihlallerini anlamak ve izah etmek için yeterli
görülebilir.
Hak ihlallerinin yıkıcı ve yakıcı sonucu
Sonuç olarak hak ihlali, günümüz toplumlarında sosyal hayatın neredeyse bütün alan
ve boyutlarında kendini göstermektedir. Hak
ihlal ve istismarları, gerek bireyler arası ilişkilerde, gerek gruplar arası münasebetlerde,
gerek devlet-vatandaş ilişkilerinde ve gerekse uluslararası ilişkilerde yaşanmakta; aile,
eğitim, din, ekonomi ve siyasette bireysel ve
grupsal planda özellikle güçlülerden zayıflara doğru yönelmektedir. Bütün bu alan
ve boyutlarda yaşanan hak ihlal, ihmal ve
istismarları, insanlarda adalet duygusunu
zedelemekte, bu da toplumsal hayatta güvene dayalı ilişkilerin yerine güvensiz ilişkileri
getirmektedir. Güvensiz ilişkiler ise, toplumsal barışın en büyük düşmanı olup çatışmaya,
ayrışmaya, parçalanmaya yol açar. Toplumda
barışı hâkim kılmak için güveni, güveni hâkim
kılmak için adaleti, adaleti hâkim kılmak için
hakkı ikame etmek, hak ihlaline meyletmemek, hak ihlal, ihmal ve istismarlarının önüne
set çekmek, kul hakkı yememek şarttır.
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
17
Gündem
Doç. Dr. Asım Yapıcı
Çukurova Üniv. İlahiyat Fak.
Hak ihlali kıskacında
kaybolan değerlerimiz
DEĞERLER KALBİ BESLEYEN DAMARLAR GİBİDİR. NASIL DAMARLARDA BİR TIKANIKLIK
OLUNCA KALP KRİZİ ORTAYA ÇIKARSA DEĞERLERDE BİR SORUN OLUNCA DA KÜLTÜR
VE KİMLİK KRİZİ YAŞANIR.
Günümüzde maddi ve manevi kültür arasında
ortaya çıkan mesafe (kültürel boşluk), kültürel yabancılaşma (anomi), yabancı unsurların
yerel kültürü sindirmesi denilen kültürel asimilasyon ile birlikte sıklıkla değerlerin erozyona uğradığından bahsedilmektedir.
Değerlerin erozyonu üç şekilde gerçekleşmektedir: Birincisi değerlerin değersizleş(tiril)
mesi, yani önemini yitirmesidir. Modernleşme
süreciyle başlayan küreselleşme süreciyle
devam eden bu durum özellikle sosyokültürel ve dinî değerlerin modern dünyada işlevsel olmadığı düşüncesinden beslenmektedir.
İkincisi, milli ve dini kimlik açısından önemli
kabul edilen değerlerin çok çeşitli sebeplerle
ihmal edilmesi, neticede değerlerin bireyin
düşünce ve davranışlarını yönlendiren temel
ölçüt olmaktan çıkmasıdır. Üçüncüsü ise
değerlerin istismarı, yani değerler üzerinden
menfaat sağlamaya çalışmaktır.
Adına ister değer yitimi, ister değer ihmali,
isterse değer istismarı diyelim, her üç durum
da, bireysel ve toplumsal hayatta telafisi güç
sorunlara yol açmaktadır. Çünkü değerler
kalbi besleyen damarlar gibidir. Nasıl damarlarda bir tıkanıklık olunca kalp krizi ortaya
çıkarsa değerlerde bir sorun olunca da kültür
ve kimlik krizi yaşanır.
18
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
Günümüzde küreselDinî, ahlaki ve sosleşme ile birlikte özelyokültürel değerlerin TÜKETİMDE İSRAF ÇILGINLIĞI
YAŞANIRKEN YARDIMLAŞMADA CİMRİLİK
likle yerel değerler
nasıl değersizleşmeye
YAŞAM BİÇİMİ HÂLİNE GELMEKTEDİR.
hayati bir kriz yaşabaşladığını anlayabilmaktadır. Kitle iletimek için Müslüman
şim araçları ve ulaşım
toplumların modernvasıtaları ile her geçen gün biraz daha küçülen
leşme sürecindeki tavırlarını dikkate almak
ve küresel bir köye dönüşen dünyada hâkim
gerekir. Bilindiği üzere Osmanlı Devleti başta
kültürün dayattığı değerler -dünyanın her taraolmak üzere İslam dünyasında özellikle
fına ulaşıyor olmasından dolayı- evrensel ola17. yüzyıldan itibaren etkisi iyice hissedirak algılanmaktadır. Hızlı yaşamak ve hayatın
len modernleşme süreci “Batı’dan hareketle
tadını almak gençlerde isyankâr bir tutkuya,
ve Batı’ya doğru” bir seyir izlemiştir. İslam
yaşlılarda ise; “Eyvah hayatı ıskaladık.” şeklindünyasının geri kalmışlığı; “Acaba İslam ve
de ifadesini bulan karamsar bir umutsuzluğa
onun beraberinde getirdiği değerlerden mi
yol açmaktadır. Çünkü hayata anlam veren
kaynaklanmaktadır?” sorusunu beraberinde
sosyokültürel, ahlaki ve dinî unsurlar önemgetirmiştir.
senmemektedir. Geleneksellik modernliğin,
din aklın ve bilimin, evlilik, cinselliğin, helal
kazanç zenginliğin, kısaca Doğulu kalmak
Batılı olmanın düşmanı ilan edilmiştir. Anlam
arayışının manevi yönü göz ardı edilmeye
başlanmış, gelip geçici anlamların, günübirlik
arzu ve tutkuların peşinde sürüklenir hâle
gelinmiştir. Sahip olmaya dayalı tüketim kültürü özendirilmektedir. “Tükettiğiniz kadar
değerlisiniz.” anlayışı dayatılmaktadır. İşte bu
noktada İslam kültürünün temel değerlerinden olan israftan uzak durmak, kanaatkârlık,
sabır ve şükür gibi değerlerin buharlaştığını
görüyoruz.
Zekât, sadaka, fitre, infak ve karz-ı hasen gibi
kavramlarla ön plana çıkarılan yardımlaşma
bir yandan gittikçe önemini yitiren, diğer
yandan açıkça istismar edilen değerlerdir.
Artık insanlar birbirine “güzelce borç” vermemekte, herkesin kendi başının çaresine
bakması istenmektedir. Kapitalizmin acımasız
yüzü ve bencillik “bana neciliği” beraberinde
getirmektedir. Tüketimde israf çılgınlığı yaşanırken yardımlaşmada cimrilik yaşam biçimi
hâline gelmektedir. Diğer taraftan tarih boyunca ve günümüzde en çok sömürülen tarafımız
da yardımseverlik duygularımızdır. İnsanımız
“Allah rızası için…” denildiği zaman gücünün
yettiği kadar yardım yapmaktadır. Daha sonra
yardımların yerine ulaşıp ulaşmadığı sorusu
hem iyi niyetin hem de olumlu duyguların
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
19
“SEN-BEN KAVGASI” İLE KARDEŞLİK
DUYGULARI AĞIR BİR DARBE ALMAKTA,
MÜMİNLER BİRBİRLERİNİ TANIYAMAZ
HÂLE GELMEKTEDİR.
bozulmasına sebep olmaktadır. Buna bir de
sadaka ve zekâtı küçümseme tavırları eklenince yardımseverlik duygusundan yavaş yavaş
uzaklaşıldığı görülmektedir.
Aile bir milleti ayakta tutan en önemli kurumlardan birisidir. Toplumun yapı taşıdır.
Bununla birlikte günümüzde evlenmek erkeğin ya da kadının kahrını çekmek olarak algılanmaya, evlilik oranları düşmeye, evlenme
yaşı da her geçen gün yükselmeye başlamıştır.
Bu arada evlilikleri devam ettirme çabalarının
azaldığı, çok çabuk bir şekilde boşanma kararının verildiği görülmektedir.
Yaşadığımız çağda en çok istismar edilen
hususlardan birisi de kadın konusudur. Bir
çok yönden istismar edilmesinin yanı sıra
kadının dövülmesi ise maalesef hem tarihin
her döneminde hem de bugün oldukça yay-
20
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
YAŞLILARA SAYGI GÖSTERMEK, ANNEBABAYA ÖF BİLE DEMEMEK İSLAM’IN
ÖNEMSEDİĞİ DEĞERLERDENDİR.
ANCAK SADECE YAŞLILARA DEĞİL, KİM
VE NE OLURSA OLSUN YARATANDAN
HAREKETLE YARATILANI HOŞ GÖRMEK,
İSLAM KÜLTÜRÜNÜN EN BELİRGİN
ÖZELLİKLERİNDENDİR.
gın olan bir istismardır. Öte yandan İslam’da
nikâhsız birliktelik ve patolojik cinsel eğilimler açıkça reddedilip yasaklandığı hâlde,
bugün bunlar “bireysel tercih” kapsamında
algılanır olmuştur. Aslında aileyi yıpratan ve
onu yapısal bir krizin eşiğine getiren hususların başında da söz konusu bu iki durum
gelmektedir.
Yaşlılara saygı göstermek, anne-babaya öf
bile dememek İslam’ın önemsediği değerlerdendir. Ancak sadece yaşlılara değil, kim ve
ne olursa olsun Yaratandan hareketle yaratılanı hoş görmek, İslam kültürünün en belirgin
özelliklerindendir. Ancak unutmamak gerekir
ki, dünya barışının sağlanması için öncelikle
kültürel barışın gerçekleşmesi gerekir. İşte bu
noktada barış ve sevgi dolu bir sosyal yapının
kurulmasını öngören “Müminler kardeştir.”
değeri karşımıza çıkar. Buna rağmen “sen-ben
kavgası” ile kardeşlik duyguları ağır bir darbe
almakta, müminler birbirlerini tanıyamaz hâle
gelmektedir. Öyle ki kul hakkı, tevazu ve
tevhidin ne olduğunu hatırlamakta güçlük
çekmekteyiz.
Değerlerimiz kimliğimizdir. Kimlik ise ne
olduğumuzu ve ne olmadığımızı gösteren
uygulamalarla, iç grubu birbirine yaklaştıran
onu başkalarından ayırt eden düşünce ve davranışlarla ortaya çıkar. Bu anlamda ister ihmal
ister istismar olsun değerler kaybedilirse kimlik hatları zayıflar, kültür kodları buharlaşır.
Değerlerle emniyetli hâle gelen dünya, değerlerin asimilasyonu ve yozlaşmasıyla korkutan
ve ürküten bir yapıya bürünür.
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
21
D in-Düşünce-Yorum
Başkalarının derdiyle
dertlenmek
Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
İNSANLARIN
SIKINTILARINI
HİSSETMEK, YIKIK
GÖNÜLLERİN
ACISINI
PAYLAŞMAK,
KİMSESİZ VE
MUHTAÇLARI
GÖREBİLMEK
ONLARIN
DERTLERİYLE
DERTLENMEKLE
MÜMKÜNDÜR.
İNSANIN GÖNÜL
GÜNDEMİNE
ALACAĞI BU
ÖZELLİK, İÇ
DİNAMİKLERİNİN
ATEŞLEYİCİSİDİR.
22
DİYANET AYLIK DERGİ
Dünya hayatı iniş ve çıkışlarla, düz ve yokuşlarla,
dert ve sevinçlerle dolu.
İnsan için her zorluğun
bir kolaylığı, her bolluğun bir darlığı, ölüm hariç
her derdin bir çaresi var.
Hayat tekdüze değil. Bu
durum, dünyanın Allah’ın
cemal ve celal sıfatlarının
mazharı olmasının tabii bir
gereği. Camiu’l-ezdad olan
Allah’ın cemal sıfatlarından hayır, güzellik, gündüz, iman, iyilik ve cennet;
celal sıfatlarından şer, çirkinlik, gece, küfür, kötülük ve cehennem zahir
olmakta. Gece ile gündüzün birbirini izlemesi gibi
cemal ile celal de sürekli birbirini izlemektedir.
Nitekim Niyazi Mısri bunu
ne güzel ifade etmiş:
Cemâli zâhir olsa, tiz celâli
yakalar ânı
Bu âlemde gül açılsa
yanında hâr olur peydâ.
Cemal ve celalin
ferdî, içtimai ve
mik hayatın her
ve her alanı için
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
zuhuru
ekonosafhası
geçerli-
dir. Burada önemli olan
her celal içre bir cemal
ve her cemal içre de bir
celal bulunduğunun farkında olabilmek; her zorluk ve sıkıntı ile kolaylık
ve mutluluğun arka planını görmek, bunlardan ders
almaya çalışmak, çekilen
sıkıntı ve dertleri manevi
bir terbiye unsuru olarak
değerlendirmektir.
Diğer yandan insanoğlu
sosyal bir varlık olduğundan duygu ve düşüncelerini; sevinç ve tasalarını
paylaşmak ister. “Sevinçler
paylaşıldıkça büyür, sıkıntılar paylaşıldıkça küçülür.” anlayışı bunun halkça ifadesidir. İnsanların
sevinçlerini paylaşmak
kolaydır; sıkıntılarını, zorluklarını paylaşmak ve
çareler aramak ise ancak
dertli gönüllere nasip bir
erdemdir. İnsanların sıkıntılarını hissetmek, yıkık
gönüllerin acısını paylaşmak, kimsesiz ve muhtaçları görebilmek onların
dertleriyle dertlenmekle mümkündür. İnsanın
gönül gündemine alacağı bu özellik, iç dinamiklerinin ateşleyicisidir.
BAŞKALARININ
YÜKLERİNE TALİP
OLMAYAN VE
ONLARI YÜREĞİNDE
TAŞIYAMAYAN
İNSANLAR NE BU
DÜNYADA, NE
ÖBÜR ÂLEMDE
YÜZ AKLIĞINA
KAVUŞABİLİR.
Dertli olmak, kasvetten uzak kalplerin vasfıdır. Kasvetli ve katılaşmış
kalpler, taştan daha beter kabul
edilir. Çünkü kayalardan öyleleri
vardır ki içinden su fışkırır, yine
öyle kayalar vardır ki Allah korkusuyla dağlardan yuvarlanır. (Bkz.
Bakara, 2/74.) Ama taşlaşmış kalplerden asla merhamet eseri zuhura gelmez. O yüzden önce
merhamet eğitimi gerekir ki insan başkalarının derdiyle dertlenebilsin.
Allah ikbal günleriyle idbar günlerini insanlar
arasında nöbetleşe evirip çevirir. Bolluk yıllarını kıtlık seneleri, kıtlık dönemlerini bolluk
devirleri takip eder. İnsanların her döneme
hazırlıklı olması; düşenin yanında, yakınında
ve yardımında bulunması gerekir. Nitekim
asr-ı saadette hicretteki kardeşlik anlayışı ile
yokluk zamanlarındaki dayanışma, bunun en
güzel örneğidir. Kur’an, imani bir gaye ile
hicrette vatandan, evlattan ayrılıp
başka bir yurda göçenlere kucak
açan ve onlarla evlerini, yuvalarını, gönüllerini ve imkânlarını paylaşan ensarı “isar” vasfı ile sena
etmektedir. (Haşr, 59/9.)
İsar, “ihtiyacına rağmen, kardeşini
kendine tercih etmek” anlamında
ahlaki bir erdemdir. Ancak isar,
Allah inancı ve ahiret beklentisi
olanlara has yüce bir fazilet ve vasıftır. Çünkü
ahiret endişesi insanları, başkalarını yüreğinde taşımaya sevk etmektedir. Başkalarının
yüklerine talip olmayan ve onları yüreğinde
taşıyamayan insanlar ne bu dünyada, ne öbür
âlemde yüz aklığına kavuşabilir. Dertli ve ihtiyaç sahibi insanları gören ve onların dertleriyle dertlenenler, onlara yararlı olmaya çalışır.
Onlar da bu sayede hayata tutunur.
Başkalarının derdiyle dertlenen yürek
fedakârdır, diğerkâmdır. Çünkü diğerkâmlık
hodkâmlığın zıddıdır. Hodkâmlık kendini
düşünmek, nefsini öne çıkarmak, bencil dav-
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
23
ranmaktır. Diğerkâmlık kendini değil kardeşini düşünmek,
kardeşinin ihtiyaçlarını görmeyi kendi ihtiyacından daha
önemli saymaktır. Nebevi ifadesiyle “kendisi için istediğini
kardeşi için de istemek, kendisi için istemediğini onun için
de istememek”tir. (Buhari, İman,
7; Müslim, İman, 71-72.) Şair insan
yüreğinde bulunan başkalarının
dertleriyle dertlenme derdine
ne güzel vurgu yapmaktadır:
GÜNÜMÜZ İNSANI
GÖNÜLLERİ
FETHEDEREK MANEVİ
ÂLEMDE YÜKSELMEYİ
BİR KENARA BIRAKIP
FİZİK ÂLEMDE
YÜKSELEREK UZAYI
FETHE SOYUNMAKTA;
AMA GÖNLÜNÜ
İNSANLARA VE
SONSUZ KUDRETE
KAPADIĞINDAN
BİR TÜRLÜ
YÜKSELEMEMEKTEDİR.
Günümüz insanı ise gönülleri fethederek manevi âlemde
yükselmeyi bir kenara bırakıp
fizik âlemde yükselerek uzayı
fethe soyunmakta; ama gönlünü insanlara ve sonsuz kudrete
kapadığından bir türlü yükselememektedir.
Bugün İslam coğrafyasında
yaşanan sıkıntı ve zorluklar
ortada. Bu zorluklar televizyon
ekranlarına, internet sayfaları-
Gündüz bir derd, gece bir derd
Bilemedim nice bir derd
Sol böğrümde ince bir derd
Batar Yunus Yunus diye.
Başkalarının derdini hisseden bir anlayışa
sahip gönül adamı, kendi malını da kardeşinin malı olarak görür. Bu tür yaklaşım tarzı,
özellikle yokluk ve darlık zamanlarında; acıları paylaşıp imkânları bölüşmenin gerekli
olduğu dönemlerde ayrı bir önem kazanır.
İnsanoğlunun ölümünden sonra gönüllerde
yaşamasını sağlayan en önemli hususiyetlerden birisi tevazu, diğeri cömertliktir. Cömertlik
gönlü ve imkânları başkasına açmaktır.
Toplumu bir vücut, bir organizma; fertleri de
organizmanın organ ve hücreleri gibi gören
Allah Rasulü, toplum kesimleri arasında bir
uçurumun olmamasına özen gösterirdi. Allah
Rasulü fakirlik ve maddi sıkıntıyı en derin
biçimde hisseden insanların yüreklerini serinletmek, karınlarını doyurmak ve rahatlatmak
üzere daima ashabını onlara karşı cömert ve
diğerkâm davranmaya teşvik etmiştir. Nitekim
Allah Rasulü ashabına: “İki kişilik yemeği olan
üçüncü, dört kişilik yemeği olan beşinci ve
altıncı... kişi olarak suffalılardan alıp evine
götürsün.” (Buhari, Mevakitü’s-salat, 41; İbn Hanbel, I,
197.) buyururdu. Çünkü en büyük zenginlik
sayılan kanaat sayesinde “iki kişiye yetecek
yemek dört kişiye de yeterdi.” (Bkz. İbn Hanbel, III,
301; İbn Mace, II, 1084.) Asr-ı saadetteki bu isar ve
diğerkâm tavır, manevi yükselişin adı olmuştu.
24
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
na yansıyan görüntüler ve fotoğraf kareleri
ile sürekli gündeme gelmektedir. Bu kareler Müslümanların durumuna ilişkin bir fikir
veriyor. Onlar televizyon, gazete ve internet
sitelerinde boynu bükük ve yıkık halleriyle
arz-ı endam ederken acaba bizim aklımız,
gönlümüz ve vicdanımız bu derdi ne kadar
hissedebiliyor? Âkif’in dediği gibi:
Hiç sıkılmaz mısınız Hazret-i
Peygamber'den?
Ki uzaklardaki bir mümini incitse diken,
Kalb-i pâkinde duyarmış o
musibetten acı,
Ağaç dalları, budakları, yaprakları ve meyveleri ile ağaçtır.
İnsan da yaptıkları, kazandıkları
ve başkalarına sundukları ile
insandır. Dalsız budaksız, yapraksız ve meyvesiz ağaca nasıl
kütük denilirse ve ağacın ağaç
olma özellikleri yaprakları ve
meyveleri ile görülürse insanın da insanlığı
ibadet, ahlak ve özellikle maneviyat atmosferinde başkalarının derdini hissetmekle belli
olur. Müslüman “beni sokmayan yılan bin yıl
yaşasın” demek lüksünde değildir. Bakmak
ve görmek zorundadır. Milli şairimiz Mehmed
Âkif ne güzel anlatır:
BU GÖK KUBBEDE
HOŞ BİR SADA
BIRAKABİLMEK YIKIK
BİR GÖNLÜ YÜREĞİNDE
TAŞIMAKTAN, BİR
GÖNLE GİRMEKTEN
GEÇMEKTEDİR.
Sizden elbette olur rûh-ı Nebî
dâvâcı.
Toplumda her zaman yıkık gönüllü insanlar,
savrulmuş aileler, sahipsiz çocuklar vardır.
İşte bütün bunlar, ilahî rahmetin nüzulüne
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
Başkalarının derdini görmek ve onların farkında olmak ne büyük erdemdir. Bakmakla
görmek arasında fark vardır. Bakmaz ve görmezseniz ne fakir var, ne yetim var, ne acı
çeken, ne de dertli var. O yüzden bakmak
ve görmek gerekiyor. Baktığında yaralıyı,
dertliyi, hüzünlüyü görebilmek ve kendisi
için O’ndan bir şefkat nasibi elde edebilmek bütün dünyayı yüreğinde taşımaya adım
atmaktır. Tamamlamakta olduğumuz ramazan
iklimini bu anlayışla değerlendirmek ve bunu
hissederek yaşamak terfi-i derecatımıza vesile olacaktır. Çünkü bu gök kubbede hoş bir
sada bırakabilmek yıkık bir gönlü yüreğinde
taşımaktan, bir gönle girmekten geçmektedir.
vesile olan alanlardır. Dünyada fakir, yaşlı
ve yetim gibi sokakların insafına, milletin
vicdanına terk edilmiş yıkık gönüllü insanları
aramak ve onları gönül gündemimize alarak
yaralarına merhem olmak içtimai bir görevimizdir. Çünkü Muhammed İkbal’in ifadesiyle:
“Dünyanın gidişatından Müslüman sorumludur.”
Gelin açılan sofralar, yapılan hayırlar ve paylaşılan duygularla bu maneviyat iklimini önce
gönüllerimizde, sonra hanelerimizde, sonra
ülkemizde ve tüm dünyada soluk soluk yaşayalım. Derdi, acıyı, hüznü ve tasayı paylaşalım, dostluk ve sevgiyi bölüşelim. Çünkü
dünyada başkalarının derdiyle dertlenmek
dünyada huzur ile içimizdeki stres ateşinin
söndürülmesinin ve kıyamette cehennem ateşinden kurtulmanın tek yoludur.
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
25
D in-Düşünce-Yorum
Din eğitimi ahlak
üretiyor mu?
Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
[email protected]
AHLAK ÖĞRETİMİ,
ÖĞRENCİYE KENDİ
YAPABİLECEĞİNİ
SERBESTÇE
GELİŞTİRME,
KENDİSİ OLMA
İMKÂNINI
SAĞLAYAN
BİR YÖNTEM
OLUŞTURMAK
DURUMUNDADIR.
26
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
Peygamber
Efendimiz,
imanın mükemmelliğini,
ahlak güzelliğine bağlamasına rağmen ciddi bir
ahlak sorunuyla karşı karşıya olduğumuz herkesçe dile getirilmektedir.
Aileden başlayıp okullarla
devam eden eğitimimiz,
insanımıza ahlak kazandırmada başarısız. Bunun,
iyi örnek olamamaktan,
öğretmeyi bilememeye
kadar çok yönlü sebepleri
var. Burada sadece öğretimde yaklaşım biçimine
işaret edeceğim. Bizim eğitim sistemimizin öncelikle
ele alınması gereken temel
sorunlarından biri, öğretim sorunudur. Doğruluk,
çalışkanlık,
küçükleri
korumak, büyükleri saymak... gibi çocukların
her gün tekrar ettikleri
değerleri onlara kazandırabildik mi? Bir yüksek
lisans öğrencim teziyle
ilgili veri toplamak amacıyla görüştüğü ilköğretim
öğrencisine “Andımız”daki
“‘Büyüklerimi
saymak’
ne demek?” diye soruyor.
• SAYI: 260
Önce bir duraksadıktan
sonra çocuk şu cevabı
veriyor: “Bir, iki, üç… diye
saymak.”
Öğrencilerin
genelde kopya çekmeyi,
son derece sıradan normal
bir davranış olarak görüyor olmaları bile tek başına, bu kavramların öğretilemediğini kanıtlamaya
yeter. Hazır bilgi kalıplarını, sadece ezberletmeyi öğretimin nihai amacı
gören bir eğitimin, ahlak
öğretimini gerçekleştirmesi mümkün değildir.
Gerçekte, doğruluk, çalışkanlık, büyükleri saymak,
küçükleri korumak… gibi
ahlaki değerleri öğretmek isteyen bir din eğitimcisi, bu kavramların
muhtevalarını derinliğine anlam(landırm)alarına
kılavuzluk etmekle yükümlüdür. Sözgelimi, doğruluk
kavramını öğretmek için
öncelikle şu tür soruların
cevaplarının öğrenci tarafından keşfedilmesini sağlar: “Doğruluk nedir? Kime
doğru denir? Doğru olmak
gerekir mi? Gerekiyorsa
netleştirecek, etkin hâle getiher zaman mı, yoksa işimize DOĞRULUK, ÇALIŞKANLIK,
recektir.
geldiğinde mi? Nasıl doğru KÜÇÜKLERİ KORUMAK,
olunur? Doğru olmak için ne BÜYÜKLERİ SAYMAK...
Böyle bir öğrenme-öğretme
yapmak lazım? Doğruluk ne GİBİ ÇOCUKLARIN HER
sürecini işleten din eğitiişe yarar, kime ne kazandırır? GÜN TEKRAR ETTİKLERİ
mi, ister istemez öğrenciyi/
Doğru olmamanın zararları DEĞERLERİ ONLARA
bireyi dinin ortaya koyduvar mı? Varsa onlar nelerdir? KAZANDIRABİLDİK Mİ?
ğu esaslar, değerler üzerinDoğru olmanın kriterleri var
de çok yönlü düşünmeye,
mıdır, varsa nelerdir? Doğru olanla olmayanın
konuşmaya, onları derinlemesine anlamlanayırıcı nitelikleri nelerdir? Doğruluğun imanla
dırmaya sevk etmiş olacaktır. Dinin mesajı
ilgisi nedir?” vs.
üzerinde düşünürken, elbette onlarla hayatın ilişkisini sorgulayıp varlık dünyasına ve
Öğrencinin, bu soruların varlık dünyasıyla,
hayata nasıl bir anlam yüklediğini tespite
özellikle de kendi varlığıyla, hayat gerçeğiyle
çalışacaktır. Bu irtibatlandırma, doğal olarak
bağlarını kurmadan doğru cevaplarını keşfetbireyin yaşadığı hayatla, inandığı veya öğrenmesi mümkün değildir. Bu bağları kurarken
meye çalıştığı din arasında gerçekleştirilecek
öğrencinin, varlığı ve hayatı anlamlandırma
ve dinî bilginin güncellenmesi çabalarının
çabası yeni boyutlar ve derinlik kazanarak
önünü açacaktır. Dinî bilginin güncelleştirilsürecektir. Öğrenci, bu aklen anlamlandırma
mesi çalışmaları ise, geçmişten bugüne intikal
açılımını, dinin mesajlarıyla daha da geliştirip
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
27
BİREY, OLUŞTURDUĞU DÜNYA
GÖRÜŞÜNE GÖRE HAYATINI
DÜZENLEME İHTİYACI DUYAR VE BU
BAĞLAMDA, İSTER İSTEMEZ KENDİ
AHLAKİ DEĞERLERİNİ OLUŞTURMA
ÇABASI İÇİNE GİRER.
etmiş olan tarihsel dinî bilgi birikimimizi yeniden gözden geçirme, sorgulayıp değerlendirme ihtiyacını; dolayısıyla Kur’an ve sünnet
üzerinde yeniden düşünme, onları yeniden
anlama sorumluluğunu doğuracaktır.
Bu çabalar, aynı zamanda mümin bireyin/
öğrencinin hayat anlayışı ve bir dünya görüşü
oluşturma, bu dünya görüşü çerçevesinde
kendi kişiliğini, ahlakını inşa etme çabalarıdır.
Zira bu birey, oluşturduğu dünya görüşüne
göre hayatını düzenleme ihtiyacı duyar ve bu
bağlamda, ister istemez kendi ahlaki değerlerini oluşturma çabası içine girer. Bizzat ürettiği değerleri içtenlikle sahiplenir. Sahiplenir,
çünkü o değerler, kendisine birileri tarafından
dayatılmış da zoraki kabullenmiş değil; aksine bizzat kendisi keşfetmiştir, kendi malıdır,
varlığının temel bir unsurudur. Bu yüzden, o
ahlaki değerler, sahibinin her konumda tutum
ve davranışlarını yönlendiren en etkin unsura
dönüşür. Değerlerini oluşturarak özgürleşen
bu dindar birey, dürtülerinin ve çevresinin
güdümüne girmekten genelde kurtulur.
Görüldüğü gibi, ahlaki bilgiler, bireye sıradan
teorik bilgi aktarımı şeklinde kazandırılamaz;
bunlar, bireyi sıradan bir haberdar etmeye
yönelik değil, bir “beceriye” bir “yapabilmeye” dikkat çeken bilgilerdir ve ancak kişinin eylemleriyle, onun özgürlüğü sayesinde
gerçekleşebilecek ahlaki davranışa yöneltirler insanı. Ahlak öğretimi, öğrenciye kendi
yapabileceğini serbestçe geliştirme, kendisi
olma imkânını sağlayan bir yöntem oluşturmak durumundadır. Ahlak eğitiminin değişmeyen amacı, terbiye edilmiş, emirlere eleştirmeden uyan ve onları uygulayan bir varlık
oluşturmak değil; bağımsız, kendi varlığına/
özgürlüğüne sahip çıkan insanın yetişmesini
kılavuzlamak olmalıdır. (Bk. Pieper, 1999: 122, 126.)
Hz. Peygamber’in zina etmek isteyen gençle
28
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
diyalogu, bu konuda ilginç bir örnektir.
Bunları başarabilmesi için öğrencinin, tamamen aktif konumda, öğrenme eyleminin
öznesi olması şarttır. Bu öğrencinin eleştirel bir yaklaşımla düşünmesi, sorgulaması,
karşılaştırmalara girişmesi, mevcut bilgileri
kullanarak yenilerini üretmesi, o bilgilerin
varlık dünyasıyla ve hayatla, özelde kendi
varoluşu ve hayatıyla bağını kurması, analiz-
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI
OLARAK 2005 YILINDA
KUR’AN KURSLARI VE EĞİTİM
MERKEZLERİMİZDE UYGULAMAYA
KONULAN YENİ DİN EĞİTİMİ
PARADİGMAMIZ, EZBERCİ
YAKLAŞIMI ORTADAN KALDIRIP
ANLAMLI ÖĞRENMELERİ
KILAVUZLAMAYI, DOLAYISIYLA
AHLAK ÜRETME YETENEĞİNİ
BİREYE KAZANDIRMAYI
AMAÇLAMAKTADIR.
Ezberi nihai amaç edinen (ezberci) zihniyetin hegemonyası altında yürütülen bir din
eğitiminin, bunları gerçekleştiremeyeceği
gayet açıktır. Bilgi karşısında nesneleş(tiril)
miş olan bireyin, bütün bu işlemleri yapacak özne olması beklenemez. Öğretmenin/
öğretim üyesinin, “Yaslan arkana beni dinle!”
komutuyla edilgen konuma itilmiş, kendisine
empoze edilen bilgi kalıplarını aynen ezberleyip istendiğinde onları olduğu gibi tekrarlamaya mahkûm edilmiş öğrenci, ahlak(ını)
üretemez. Sırtta yük olarak taşınan ezber bilginin, kişinin hayatında tutum ve davranışlar
olarak bir karşılığı olmayacaktır. (Bk. Aydın,
2011:171 vd.)
ler yapıp sentezlere ulaşması, ürettiği bilgileri
kullanarak sorun çözmeye çalışması gibi birçok zihinsel işlemler yapması gerekmektedir.
Öğrencinin/bireyin fıtri anlam arayışı ihtiyacını bu tür işlemlerle tatmin ederek onun
tecessüs, araştırma, olay ve olguları anlama
yeteneklerini geliştirebilen din eğitimi, onun
kendi dindarlığını oluşturup değişen şartlar
karşısında güncelleyerek tutarlı Müslümanca
bir hayat sürdürmesine katkıda bulunur.
Diyanet İşleri Başkanlığı olarak 2005 yılında
Kur’an kursları ve Eğitim Merkezlerimizde
uygulamaya konulan yeni din eğitimi paradigmamız (Bk. Aydın, 2011.), ezberci yaklaşımı
ortadan kaldırıp anlamlı öğrenmeleri kılavuzlamayı, dolayısıyla ahlak üretme yeteneğini bireye kazandırmayı amaçlamaktadır.
Personelin bu yeni din eğitimi anlayışını kavrayıp özümlemesi ve uygulamaya yansıtması,
kolay olmayacak; ama bunu başarmaktan
başka çare yoktur.
Kaynak
Aydın, Muhammet Şevki, Açık Toplumda Din Eğitimi/Yeni
Paradigma İhtiyacı, Nobel Yayınları, 2011.
Pieper Annemarie, Etiğe Giriş, Çev. V. Atayman-G.Sezer,
İstanbul 1999.
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
29
D in-Düşünce-Yorum
Ömrü ebedî kılmak ve
en güzel örnek
Dr. Bahattin Akbaş
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı
KİŞİ ÖTE ÂLEME
GÖÇTÜKTEN
SONRA GERİDE
ÖNEMLİ VE
TABİRİ CAİZSE
ÖLÜMSÜZ ESERLER
BIRAKIRSA
KIYAMETE KADAR
ANILMAYA VE
İNSANLARIN
DİLLERİNDE/
GÖNÜLLERİNDE
YAŞAMAYA DEVAM
EDECEKTİR.
30
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
Ömür Rahman’ın bizlere
bir ihsanı ve armağanı.
Ömür içerisinde yılların,
ayların, günlerin, saatlerin hülasa nefeslerin sayılı olduğu da bir hakikat.
Bu belirli ve sınırlı sürece
sığdırılacak şeylerin nitelik
ve niceliği kişinin anını,
istikbalini ve öte âlemini
şekillendirmekte. Dünya
bir benzetme ile âdeta bir
köprü ve her gelen bu
dünya köprüsünde durmadan geçip gitmekte öteye,
ötelere… Bizden önce
gelip göçenler gibi biz de
göçeceğiz bu dünyadan.
Son tahlilde insan göçtüğünde geride bıraktığı izler
ve intibalarla anılmakta… “Can tende emanet
gün gelip gider / Varlar
varından gelen yine O’na
döner.” Necip Fazıl’ın da
vurguladığı gibi canımız
da ömrümüz de O’nun
vergisidir. “Veren de O
alan da O / Nedir senden
gidecek? / Telaşını gören
de / Can senin zannedecek.” Fani olan ancak çoğu
kez faniye aldanan insan
• SAYI: 260
yine onun deyişiyle “Üç
günlük dünya için gayret
üstüne gayret / Ebedî bir
yaşam için gayret yok hayret” hâletiruhiyesine bürünebilmektedir.
Ömür ve bunun vakitle
mukayyet oluşundan hareketle anı iyi değerlendirmenin ve geride anılacak
eserler bırakmanın önem
ve değeri de izahtan varestedir. Kişi öte âleme göçtükten sonra geride önemli
ve tabiri caizse ölümsüz
eserler bırakırsa kıyamete
kadar anılmaya ve insanların dillerinde/gönüllerinde yaşamaya devam edecektir. Âlemlere rahmetin hayatı, sünneti/asarı,
örnekliği bu bağlamda en
güzel misal teşkil eder.
(Salat ve selam, tahıyyatü kiram onun üzerine
olsun.)
“Öldükten sonra da anılmak isterseniz ölümsüz
eserler bırakınız.” özdeyişinin bütün açıklığıyla
makes bulduğu bir ömürdür âlemlere Rahmet’in
ahiretini kazanmayı temel ilke
edinirken dünyadaki nasibini de
unutmamak, her
ikisi için de çalışmak önemliydi.
Ancak dünyaahiret dengesini
kurarken dikkatli olunmalıydı. Onun tebliğ
ettiği din temelde
müminleri
dünya hayatına
ve maddi zevklere karşı uyarıyor,
ahirete ve manevi
değerlere
öncelik vermelerini öğütlüyordu;
"Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz ama ahiret hayatı daha
hayırlı ve daha
kalıcıdır." (A`la,
87/16.)
"Allah'ın
vaadi
haktır,
sakın
dünya
hayatı sizi kandırmasın ve şeytan Allah'ın affına güvendirerek
sizi aldatmasın."
Fotoğraf: Mustafa Bektaşoğlu
mahza hayatı.
63 yıllık ömrü
zarfında
her
anını aziz bilip
ebedîleştirmenin
gayretiydi onun
yaptıkları. Nefsi,
bencil hareket
tarzının
onun
hayatında esamisi bile okunmuyordu. Adanmış
bir
ömürdü
onun
hayatı,
sadece ümmeti
için değil, insan
neslinin selameti için istiyordu
ne istiyorsa…
Cehalet ve enaniyet girdabında
yüzen ve kendisine karşı taarruza
geçenler
için dahi, “onlar
bilmediklerinin
farkında değil,
ya Rab onları
bağışla” diyen
ve bunun meyvesini de çok
geçmeden gören
bir zirve hayatın
sahibiydi o.
Kerim Kitabımız;
"İman
ederek
salih amel işleyenlerin amelleri zayi olmaz.
Biz onu yazmaktayız." (Enbiya, 21/94.) derken
hadis-i şerifte; Âdemoğlu öldüğünde amel defteri kapanır. Üç kişi müstesna onlar; sadaka-i
cariye yapanlar, faydalı ilim bırakanlar, kendilerine dua eden salih evlat yetiştirenlerdir.”
(Müslim, Vasiyet, 14.) ferman ediyordu. Bu itibarla
mümin için elde olanı değerlendirmek ve
yarın denen ahiret gününde kendisine fayda
sağlayacak eserler inşa etmek/hazırlamak
önemliydi. Dünya ve ahiretini mamur etmek,
(Lokman,
31/33.)
"Dünya menfaati
önemsizdir, takva sahipleri için ahiret daha
hayırlıdır." (Nisa, 4/77.) "Dünya hayatı sadece
bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir
övünme vesilesi ve daha çok servet ve evlada
sahip olma yarışıdır." (Hadid, 57/20.) "Mal ve evlat
dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan iyi işler
ise hem sevap olması bakımından hem de
ümit bağlanması bakımından Rabbinin nezdinde çok hayırlıdır." (Kehf, 18/46.) Aslında kalıcı
olan ahiret yurdunu kazanmak için ortaya
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
31
konan hayırlar ve ameli salihlerle dolaylı olarak bu dünyanın imarı da sağlanıyordu.
"Kim ahiret yararını isterse ona bunu fazlasıyla veririz, kim dünya yararını isterse ona
da dünyadan bir şeyler veririz, ama ahirette
bir nasibi olmaz." (Şûrâ, 42/20; Bakara, 2/200.) Bu
ilahî düsturlar muvacehesinde hayat yaşayan
Nebiyyi muhterem efendimiz ahireti önceliyor, dünya hayatına ahiret kadar değer vermiyordu. Çünkü biri geçici/fani diğeri ise ebedî
bir süreç arz ediyordu. Allah’ın rasulü olmakla
birlikte aynı zamanda bir kul/beşer olduğu
için fena âlemine değil beka âlemine talip
idi. Bu minvalde özelde ashabına hitap ederken umum olarak da bütün insanlara şöyle
sesleniyordu: "Dünyada bir garip veya yolcu
gibi yaşa, kendini kabirde yatanlardan say."
(Buhari, "Rikak", 3.) En etkili nasihat olarak ölümü
hatırlamayı, dünyanın gösteriş ve çekiciliğine
kapılmamayı hatırlatmıştır; "Kabirleri ziyaret
ediniz. Zira bu, size ahireti hatırlatır." (İbn Mace,
"Cenaiz", 47.)
Nebi (s.a.s.) ömründe dünya malına tamah
etmemiş, maddi zevk endişesi içerisinde
olmamıştır; "Uhut dağı kadar altınım olsa,
borcumu ödemek için bundan ayıracağım
miktar hariç, altınların üç günden fazla yanımda kalmasını arzu etmezdim." (Müslim, "Zekât", 31.)
Vefat edince altın, gümüş miras bırakmadı.
Bıraktığı miras; beyaz bir katır, bir silah ve
vakıf arazisinden ibaretti.” (Buhari, "Vesaya", 1.) O
sade ve mütevazı bir hayat yaşadı. Allah’tan
gelen insanoğlunun yine Allah’a döneceği ve
O’nun huzuruna ancak kalbiselim ile varmanın yarar sağlayacağı gerçeğinden hareketle
(Şuara, 26/88-89.) kâmil imana, selim kalbe sahip
olmaya, halis niyete, ihlas ile ibadete çağırdı.”
(Müslim, "İmaret", 155.)
Kalp safiyetine, samimiyete, istikamete dikkat çekti; "İnsanın bedeninde bir et parçası
vardır. O iyi olursa beden tümüyle iyi, kötü
olursa tamamıyla kötü olur. Dikkat edin o
kalptir." (Buhari, "İman", 39.) buyurdu. Allah katındaki üstünlük ölçüsü olan takvaya dikkat
çekmek üzere kalbine işaret etmiş ve "Takva
buradadır." buyurmuştur. (İbn Hanbel, V, 379.)
32
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
Onun hayat düsturu mübarek siret ve sünneti
bu temel öğretiler ekseninde en güzel örnek
olarak karşımızdadır.
O gönüllere hitap etti, kalplere girdi, kalpleri kazandı, düşmanlık besleyenler kinlerini
terk etti ve onun yanında yer alarak canlarını
ortaya koyar hâle geldi. En güzel eğitici ve
öğretici, en iyi aile reisi, en iyi lider, en iyi
kumandan, en iyi irşatçı örneği sergiledi.
Güzel ahlakı tamamlama misyonuyla en güzel
ahlakı ortaya koydu. Ona inanmayanlar bile
hakkını teslim etmek durumunda kaldılar.
Dünyaya yön veren en etkili insan veya lider
profilinde Nebi (s.a.s.)’yi en başa koydular.
Sonrakiler de hep onu andı, dillerde ve gönüllerde her daim anılarak ömrünü ebedîleştirdi.
Karanlıklar ve cehalet içinde kalmış toplumu
aydınlığa çıkardı. Toplumu değiştirip dönüştürdü. Birbirleriyle yıllarca çarpışan insanlar
onun örnekliğiyle ve davetiyle uçurumun ve
ateş çukurunun kıyısından kurtularak “kardeşler” oldular. Muhacir ve Ensar arasında sağladığı kardeşlik modeli de özgün bir
örneklik olarak tarihe geçti.
Nebi (s.a.s.) ömrünü ebedileştiren çağlar üstü
en güzel ahlaka sahip örnek şahsiyet sahibi
idi. Çağdaşları sahabiler onun ebedî örnekliğinde ve terbiyesinde yetişmişler, onunla
sohbet şerefine ermişlerdir. Cihar yarı güzin
sonraki nesillerden gelip kendisine inananlara da “kardeşlerim” diye hitap etmiş ve
kardeşlerini özlediğini belirtmiştir. Ona tabi
olma nimetine ve onun özlem ve tahassürle
ifade ettiği “kardeşlerden olma” lütfuna mazhar olduğumuz için ne kadar bahtiyarız. En
sevgili Nebi (s.a.s.) kendisine takdir edilen
hayatı Rabbinin rızasını kazanmak ve istikamet üzere olmak üzere yaşadı. Ve bıraktığı
izlerle ömrünü, hayatını imanla hayatlandırdı ve ebedîleştirdi. Gönüller sultanıyla öte
âlemde de bir ve beraber olma niyazımızla
onu rahmet, minnet, derin muhabbet ve hürmetlerimizle anıyoruz. Onun tabileri olarak
bizler her daim “ümmeti ümmeti” diyen Nebi
(s.a.s.)’nin gönlünde olduk, o da her daim
bizim gönüllerimizde olsun.
D in ve Sosyal Hayat
Hasat günlerinde
yardımlaşma
Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
bir çeşit “mükellefler” topİslam, kendisini yalnızca
lumu olup, bu mükelleflere
insanın manevi kurtuluşuyla
yüklenen birtakım mükellesınırlayan bir din değil aynı
fiyetler vardır. Bu mükellezamanda kişinin manevi kurİslam’da sosyal
fiyetlerin başında, toplumun
tuluşunu dünyevi durum ile
dayanışmayı
zayıf ve yoksul bırakılmış
de irtibatlandıran bir dindir.
kitlelerine karşı yardım elini
Bunun en güzel örneğini,
kolaylaştırıcı
uzatmamız ve paylaşma
inanç ve davranış biçimledavranışların
ahlakını devreye sokmamız
riyle insanlığa yegâne model
başında “fütüvvet
gelir.
oluşturan Hz. Peygamber’in
ahlakı”
gelir.
hayatında görüyoruz. Onun,
Çağımızda pek çok insan
Medine’ye hicretten sonra
Fütüvvet, insanları,
yoksulluk içerisinde yaşıyor.
kurduğu ilk yapı cami,
Bu yoksullukları, savaşlar ve
dünya ve ahirette
diğeri ise çarşıdır. Bunların
iç çatışmalar gittikçe daha
kendi nefsine
biri İslam’ın ahiret boyuda derinleştiriyor. Dünyada
tuna işaret ederken, diğeri
tercih etmek
yoksulluk ve açlıkla mücaise, dünya boyutuna işaret
demektir.
dele eden sivil toplum
etmektedir. Gerçekte, dünya
kuruluşları (STK) olmasına
ve ahiret gerçeği birbiriyle
rağmen çok ciddi anlamda
iç içedir. Bu açıdan İslam
gıda, sağlık ve diğer tabiî
önce insana, kendi ayakları
ihtiyaçların karşılanmasınüzerinde durmasını öğretir.
da büyük mesafeler alınİnsanı, çalışma ve üretime teşvik eder.
dığı söylenemez. Bugün dünyada her beş
insandan birisi yoksuldur. Afrika’dan Latin
İslam’a göre insanın görevleri olduğu kadar
Amerika ülkelerine, Filistin’den Sudan’a,
hakları da vardır. Hatta görevler haklardan
Moğolistan’dan Arjantin’e, Afganistan’dan
önce gelir. Çünkü bir insanın hakkı, aslında
Burundi’ye, Somali’den Moritanya’ya varıncadiğer insanların üzerindeki görevidir. İnsanlar
ya kadar milyonlarca insan, inanılmaz derecegörevlerine özen göstermeyince haklar da
de açlık ve sefalet içinde yaşamaktadır.
korunamaz olur. Bu sebeple İslam toplumu
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
33
arasında hakkaniyet ölçüleKüreselleşme politikaları,
Servet, toplumun
rine uygun bir şekilde sarf
yoksulluğu daha da artıredilmesine özen göstermişmaktadır. Yoksulluk ve
tüm kesimlerine
tir. Eğer bir toplumda gelirin
zenginlik eskiden de vardı.
hakkaniyet
% 80’ini % 20’lik bir azınlık;
Durum, bugünkü kadar
ölçülerine uygun
gelirin % 20’sini de nüfuyoksulların aleyhine değilsun % 80’lik bir çoğunludi. İnsanlığın, yoksulluk
bir şekilde
ğu paylaşırsa böyle bir topve onun doğurduğu açlık
yansıtılmazsa,
lumda sosyal barış yara alır.
problemini çözecek düzeysosyal patlamalar
Fakir daha çok fakir, zengin
de zenginliği ve imkânları
ve
sınıf
ayrımları
daha çok zengin olur. Hele
vardır. Burada ortaya çıkan
bir de cehalet ve yoksulluk
asıl mesele, insana saygı,
için zemin
birleşirse, artık orası, her
yardımlaşma ve dayanışma
hazırlanmış olur.
türlü fitne, fesat ve kötüdeğerlerinin ortadan kalklük için hazır, mümbit bir
maya yüz tutması ve gelir
zemin hâline dönüşüverir.
dağılımındaki derin uçurumİşte İslam, sosyal barışın zedelenmemesi için,
lar ve adaletsizliklerin var olmasıdır.
servet temerküzünü önlemiştir. Bölüşümde
İslam’da sosyal dayanışmayı kolaylaştırıcı
temel felsefe, adil bir şekilde toplumun tüm
davranışların başında “fütüvvet ahlakı” gelir.
fertlerinin servetten yararlanabilmesi esası
Fütüvvet, insanları, dünya ve ahirette kendi
olmuştur. Eğer servet, toplumun tüm kesimnefsine tercih etmek demektir. İsar ruhu
lerine hakkaniyet ölçülerine uygun bir şekilKur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılır: “Kendilerinin
de yansıtılmazsa, sosyal patlamalar ve sınıf
ihtiyaçları olsa bile, yoksul kardeşlerini tercih
ayrımları için zemin hazırlanmış olur. Bundan
edip onların ihtiyaçlarına koşarlar. Kim kendi
dolayı bütün müminler Kur’an-ı Kerim’de
nefsinin cimriliğinden korunursa kurtuluşa
ermiştir.” (Haşr, 59/9.)
Hz. Peygamber de hadislerinde sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı, imanla ilişkilendirir:
“Sizden hiçbiriniz kendi nefsi için istediğini, din kardeşi için de istemediği müddetçe
(kâmil manada) iman etmiş olmaz.” (Müslim,
İman, 17.)
“Kim kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah da
o kimsenin ihtiyacını giderir.” (Tirmizi, Hudud, 3.)
İşte İslam’da bencilliği, egoizmi ve çıkarcılığı
yere seren; karşılıklı sevgi, yardımlaşma ve
dayanışma ruh ve ülküsünü teşvik eden anlayışın arka planında böyle bir manevi öğreti
vardır.
Sosyal dayanışmayı sağlayan ana etkenlerden
bir diğeri de servet dağılımında adalet ilkesine
uygun hareket etmektir. İslam, servet dağılımında adaletsizliğin bütün sosyal hastalıkların temeli olduğu görüşüyle hareket etmiş ve
servetin olabildiğince tüm toplum kesimleri
34
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
şöyle buyurmuştur: “Siz
hepiniz Âdem’in neslindenUnutmayalım
siniz. Âdem de topraktan
ki, manevi
yaratılmıştır. Arap’ın, Arap
olmayanlar üzerinde veya
fakirliği ortadan
Arap olmayanın Arap karkaldırmanın
şısında üstünlüğü yoktur.
yolu, maddi
Bu üstünlük ancak Allah’tan
korkmakla (takva ile) olur.”
alanda ortaya
Hz. Peygamber bu hitabeçıkan sorunları
siyle kanun önünde insançözmekten
ların eşitliğini savunmuştur.
geçmektedir.
Şüphesiz bu ilkenin yerİslam’da sosyal dayanışmaleşmesi, üstünün hukuku
nın önemli ilkelerinden bir
değil, hukukun üstünlüğüdiğeri de insanların eşitliği
nün bir zaferidir. İslam tariprensibini gözetmektir. Bu hususta Yüce Allah
hinde yasalar önünde eşitlikle ilgili birçok
insanlara şöyle seslenir: “Ey insanlar! Doğrusu
örnek uygulamalar mevcuttur. Adalet mekabiz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık.
nizmasının doğru bir şekilde işletildiği topSizi milletler ve kabileler hâline koyduk ki
lumlarda buna bağlı olarak sosyal dayanışma
birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah
güçlenecek, bu yardımlaşmanın tabii bir sürekatında en değerliniz, O’na karşı gelmekten
ci olarak da sosyal güvenlik sağlanacaktır.
en çok sakınanınızdır. Allah bilendir, haberZira bilinmelidir ki, sevinçler paylaşa paylaşa
dardır.” (Hucurat, 49/13.) İnsanların eşitliği prenartar, problemler ise, paylaşa paylaşa azalır.
sibiyle ilgili olarak Hz. Muhammed (s.a.s.) de,
Sonuç olarak söylemek gerekirse, İslam soshicretin onuncu yılında “Veda Hutbesi”nde
yal dayanışma ve paylaşma ahlakına büyük
önem veren bir dindir. Son yıllarda milletimizde bu paylaşma ahlakı, sivil toplum kuruluşları eliyle “kardeşlik sınır tanımaz” ilkesinden
hareketle bütün bir yeryüzünde uygulama
alanı bulmuştur. Şüphesiz bu iman hareketi
ve isar ruhu, yeryüzünde adalet, kardeşlik,
hakkaniyet ve barışın egemen olacağı yeni bir
dünyanın kurulmasına büyük destek ve katkı
verecektir. Unutmayalım ki, manevi fakirliği
ortadan kaldırmanın yolu, maddi alanda ortaya çıkan sorunları çözmekten geçmektedir.
Beden ve ruhun açlığı dengeli bir şekilde
doyurulmayan toplumlarda daha başka problemler ortaya çıkar. İşte bu anlamda müstesna bir zaman dilimi olan Ramazan ayındaki
yardımlaşma ve paylaşma ruhunu yılın diğer
aylarında da maddi anlamda bir hasada çevirebilirsek manevi anlamda da hasat peşinden
gelecektir.
şöyle uyarılmaktadır: “Öyle
ki mallar sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan
bir meta/devlet olmasın.”
(Haşr, 59/7.) Bu sebeple İslam,
zenginlere zekâtı farz kılmış
ve infak konusunda teşviklerde bulunmuştur. Çünkü
bir Müslüman, hiçbir zaman
“Benim karnım tok, başkaları
bana ne!” zihniyetini taşıyamaz.
Ne mutlu “yevmü’l-hasad” olan bu günleri
hakkıyla değerlendirenlere!...
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
35
D in ve Sosyal Hayat
İmajla gerçek arasındaki mesafe:
Medyada İslam imajı
Doç. Dr. Mustafa Tekin
İstanbul Üniv. İlahiyat Fak.
Post/Modern zamanlar söz
konusu olduğunda, sosyal
değişme eskisinden daha
fazla önem kazanmaktadır.
Zira değişimler hem sürekli hem de hızlıdır. Sadece
içinden geçtiğimiz son yüzyılı düşündüğümüzde bile,
yukarıdaki yargımızı doğrulayacak bir hız ve sürekliklik
ile karşılaşırız. Bu değişimin
en net biçimde takip edilebileceği alanlardan birisi de
hiç şüphesiz medya alanında yaşananlardır. Bu değişim medyada öyle farklı bir
boyut kazanmıştır ki, algı ve
gerçek arasında insan hayatında geçişlilikler yaşanmaya başlamıştır.
Eğer Müslüman
dünyası sahih
örneklikler ortaya
koyamazsa, imajlar
ile gerçeklik
arasındaki
mesafenin
kapandığını esefle
seyretmekten
başka bir şey
yapılamayacaktır.
İçinden geçmekte olduğumuz Post/Modern dönemin
başat özelliklerinden birisi, bir imajlar dünyası
oluşturmaktır. Öyle ki, zaman zaman imajlar
gerçeğin bile önüne geçmekte; bir reklam
mottosunda olduğu gibi “imaj her şeydir”
sloganı hayatın merkezine yerleştirilmektedir. İmaj ise, oluşturulan yeni resim ile yeni
bir algı üretmektedir. Postmodern düşünce-
36
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
nin önemli analizcilerinden
Baudrillard, simülasyonun
gerçekliğe kısa devre yaptırılarak göstergeler aracılığıyla yeniden yaratılan şey
olduğuna dikkat çekmekte;
çağımızın hastalığının gerçeğin üretimi ve yeniden
üretimi olduğunu söylemektedir. (Jean Baudrillard, Simularklar
ve Simülasyon, Çev. Oğuz Adanır, 3.
baskı, Ankara, Doğu Batı Yay., 2005,
ss. 44-50.) Medya alanındaki bir
çok tekniklerle imajlar üzerinden yeni bir “gerçek” algısı oluşturulabilmekte; imajlar üzerinden oluşturulan
algı, gerçeğin yerine ikame
olabilmektedir. Nihayetinde
imaj tüketimciliğine varan
bu durum da, yeniden üretilen şey, gerçekliğin yerini
alıyor ya da onun yerine üst
gerçekliği koyuyor. Zaten yaşanmış olan ve
eskinin imgesini canlandırma dışında hiçbir
gerçeklik taşımadan yeniden üretilen şeyi
yaşıyoruz. (R. Appignanesi-C. Garratt-Z. Sardar-P. Curry,
Postmodernizm, Çev. Doğan Şahiner, İst., Milliyet Yay., 1996,
s. 49.)
Medya ve İslam imajı arasındaki ilişkiler söz
konusu olduğunda, öncelikle İslam’ın modern
zamanlardaki konumlandırılmasını hatırlamak
gerekmektedir. Buna göre genelde din ve
özelde İslam, ilkel zamanlar ve gericilikle
özdeşleştirilir. Çünkü erken modernleşme
teorilerinde din, arkaik zamanlara özgü bir
fenomendir ve insanlık ilerledikçe dine ihtiyaç kalmayacaktır. Bu durum dinle modern
dünyanın enstrümanları arasında antagonist
bir ilişkinin kurulmasını sonuçlamıştır. Bunun
sonucu olarak geçmiş yıllarda televizyonlarda,
din ve dindarlar, hurafeci, gerici, anlayışsız,
sahtekar, kıyafetine özen göstermeyen, insanları dinsel söylemlerle kandırmaya çalışan bir
biçimde resmedilmişlerdir. İslam ile ilgili olarak çizilmeye çalışılan bu imaj, yakın zamanlara kadar birçok dizi ve filmde hakimiyetini
sürdürmüştür ve hatta hâlâ bu tür imajlar medyada verilmeye devam etmektedir.
Modernleşme süreci ile birlikte, genelde dinin
sadece kutsal ile özdeşleştirilmiş tanımı, onu
gündelik hayatın birçok alanından soyutlamıştır. Bu da modernleşmenin çizdiği çerçevede dinin, sadece belirli zaman ve mekânla
sınırlı olduğu algısını kuvvetlendirecek bir
imajla İslam’ın tanımlanmasına sebep olmuştur denilebilir. Bu bağlamda kandil geceleri
ve ramazan ayı gibi kutsal gecelerin dışında, İslam’ın hayatla bağını koparan imajlarla
medyada yer aldığını söylemek mümkündür.
Hatta birçok dizi ve filmde İslam’ın hayat içinde hiçbir biçimde yer almaması, meselenin
ne derecede travmatik boyutlar kazandığını
göstermesi açısından önemlidir. Bu bağlamda
paradoksal bir biçimde hurafeci bir din anlayışını İslam’ın kendisi olarak gösteren imajları
kuvvetlendirecek bir söylem ve anlatım tercih
edilebilmektedir. Öte yandan İslam; yeşil,
tabut, sarık, cübbe, sakal, kılıç gibi önceden
olumsuz olarak zihinlerde kodlanmış imajlar
eşliğinde yapılan yayınların konusu olmaktadır sıklıkla.
Diğer yandan, televizyonlarda bir ara oldukça moda olan “sır dizileri” üzerinden oluşan
İslam imajı da bu bağlamda üzerinde durulmaya değerdir. Sürekli rüyalar, mucizeler, ak
sakallı ihtiyarlar, hayatın içindeki olağanüstülükleri tema olarak işleyen bu diziler, İslam
ve gündelik olağan hayat arasındaki mesafeyi
arttırmakta, aslında gündelik hayatta İslam’ın
yaşanamazlığını vurgulayan imajlar üretmek-
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
37
tedir. İlahî adaletin sürekli
evliyalar (azizler) üzerinden
kendiliğinden gerçekleştiği bu hayatlarda, İslam ve
insan özne arasındaki derin
mesafe de meşrulaşmaktadır.
11 Eylül 2001
tarihinde
Amerika’daki
ikiz kulelere
yapılan saldırı,
direkt olarak
Müslümanlarla
ilişkilendirildi ve
sonra medyada
sürekli olarak İslam
ve terör arasındaki
özdeşliği
vurgulayan
imajlar yığını geçit
yapmaya başladı.
Belki medya ve İslam imajı
arasındaki ilişkinin konuşulmasını zorunlu kılan
önemli bir gelişmeyi 11
Eylül olayı olarak zikredebiliriz. Bilindiği gibi, 11 Eylül
2001 tarihinde Amerika’daki
ikiz kulelere yapılan saldırı,
direkt olarak Müslümanlarla
ilişkilendirildi ve
sonra
medyada sürekli olarak
İslam ve terör arasındaki
özdeşliği vurgulayan imajlar yığını geçit yapmaya
başladı. Öfkeli yüz ifadeleri, silahlar, yeşil bayraklar,
tüm terör sembolleri, medyadaki karelerde
kesintisiz yer aldı. Küresel bir boyut kazanan
bu imaj ve algılar, dünyada hâlâ işlevselliğini
sürdürmektedir.
Medyadaki İslam imajının bu denli olumsuzluğu, hiç şüphesiz küresel ölçekte medya ve
güç ilişkisini birinci derecede deşifre etmek38
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
tedir. Gücü elinde bulunduranlar, İslam’ın nasıl sunulacağını da belirlemekte ve
küresel ölçekte sirkülasyona sokmaktadırlar. Fakat
tam da bu noktada açık
yüreklilikle söylemek gerekir ki, Müslüman dünyasında meydana gelen olaylarda
ortaya çıkan bazı görüntüler bu imajların gerçeklik
kazanmasında rol oynamaktadırlar.
Bu bağlamda iki noktanın
altını çizmek gerekmektedir. Birincisi, Müslümanlar
olarak İslam’ın yeniden
öğrenilmesi ve gündelik hayatta sahih bir amel
ve ahlak üretecek tarzda
yaşanması. Bir başka deyişle, İslam’ın bugünkü dünya
konjonktüründen farklı bir
öneri ve kimlik teklif ettiğinin somut gösterimi. İkincisi de, bu gerçekliğin sağlıklı bir
şekilde medyadan sunumu. Eğer Müslüman
dünyası sahih örneklikler ortaya koyamazsa,
imajlar ile gerçeklik arasındaki mesafenin
kapandığını esefle seyretmekten başka bir şey
yapılamayacaktır.
D in ve Sosyal Hayat
Medyada titreyen alev
üşüyor…
Doç. Dr. Mustafa Yağbasan
Fırat Üniv. İletişim Fak.
Ebediyete intikal eden
Karakoç duygusunu anlatırken; “Lambada titreyen
alev üşüyor” diyordu… Bu
metaforik dizelerde muhtemeldir ki berrak ve billur
bir sevda hikâyesinin ateşler içerisinde titremesi resmediliyordu. Belki de asıl
muradı ilahî aşktı, kim bilir!
Oysa zamane şiirlerinde ve
kelamlarında bu türden ilahî
mesajları aramak bir tarafa,
aşkın naifliğini ve sadeliğini
görebilmek veya hissedebilmek dahi nerdeyse imkânsız
gibi! Cinselliğe atfedilen bir
şiir dili (!) ile üretilen şarkı
sözlerinde ne edebi, ne de
edebî derinliği veya ne ilahî,
ne de insani aşkı yakalamak
mümkündür.
Toplum âdeta cam
bir fanus içerisine
hapsedilirken ve
toplumsal değerler
alev alev yanarken
ateşin müsebbibini
tek başına medya
içerisinde aramak
elbette doğru
olmaz.
Tüm bunlar bir tarafa özellikle televizyon
kanallarında dönen klipler veya gazetelerin
“arka sayfa güzelleri” ile medyanın, âdeta tüm
tüketim metalarını görsellikle bezeyerek yeni
bir aşk retoriği inşa ve enjekte ettiği görülmektedir. Yansıtılan şiddet görüntülerini, kullanılan dili, kadının cinsel meta olarak sunu-
munu tasvir etmeye onurlu
kelimeler bulmak neredeyse imkânsız gibi… Toplum,
yeniden tasarlanan ve kurgulanan bir aile düzenine
alıştırılmaya veya yeniden
yazılan tarihlere inandırılmaya çalışılıyor. Medyanın
diğer sunumlarında; reklamlarda ve hatta haberlerde
dahi bu ve benzeri angajmanları, manipülasyonları
ve ihlalleri görmek mümkündür.
Neyi verirsen alabilen ve
verilenleri “mutlak doğru”
olarak telakki eden anlayışa tecimsel (ticari) kaygıların da dâhil olması meseleyi
daha girift hâle büründürmektedir. Acımasız rekabet
şartlarında reyting manipülasyonuna mağlup olmamak için çırpınan
basın kuruluşlarından bu şartlarda “ahlaki”
yayıncılık anlayışını beklemek ve sınırları
kendilerince çizilen “etik” kurallara uymalarını beklemek biraz saflık olur. Lakin unutulmaması gerekir ki bir doktor hatalarıyla bir
canı yok edebilir, ancak medya çalışanının
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
39
Dünyanın en çok
televizyon izleyen ikinci
toplumu olduğumuz
bilimsel bir tespittir. Bütün
bunlar; okumak yerine
izlemeyi tercih eden
bir toplum ve “medya
sunmuş ise doğrudur”
anlayışında olduğumuza
delalet etmektedir.
yanlışları ile bir toplumun ruhen ve manen
yok edilebilmesi mümkün olabilir. Bu açıdan
bakıldığında “ahlak” veya “etik” mekanizmasını işleten diğer kurumlar arasında medyanın istisnai bir şekilde konuşlandırılmasının
gerekliliğine vurgu yapılması gerekir.
Aslında “etik” kavramının neyin “iyi” ve neyin
“kötü” olduğunu tanımlamaya çalışan ve olan
ile olması gereken arasındaki ilişkiyi sorgulayan “ahlak felsefesi” anlamına geldiği bilinir.
Felsefe ise en basit anlatımı ile “yol” şeklinde
açıklanabilir. Yani etik dediğimiz kavramın;
“ahlaki yol” şeklinde de tanımlanması mümkündür. Ancak kavramın “iş etiği” (deontoloji)
ile aynı anlamda kullanıldığına da rastlanmaktadır. Kurumsal anlamda “ahlaki” değerlere
yakınlık veya uzaklık bu etik ölçütlerin ihlal
derecesi ve sayısı ile de doğrudan orantılıdır.
Medya ister kendisine rehber olarak; temel
kaidelerini ilahî mesajlardan alan ahlakı, isterse meslekle sınırlandırılan ve evrensel olduğu
iddia edilen etik kuralları esas alsın, buradaki
nihai beklenti; toplumsal değerlerin ihlal edilmemesidir.
Bilinen şu gerçeğin burada zikredilmesinde
bir beis olmasa gerek; kitle iletişim kanalları
marifeti ile sunulanlar “talep” ve “arz” parametreleriyle meşrulaştırmaya çalışılmaktadır.
Ancak unutulmaması gerekir ki bu durum
hem etik hem de ahlaki değerlerle çeliş-
40
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
mektedir. Medyanın kendisini denetlemeye
vazifeli ve memur kıldığı şu manifesto türündeki “Basın Meslek İlkeleri”ne bakıldığında
da maalesef inanırlığın ve uygulanabilirliğin
yitirildiği gözlemlenmektedir. Bu cürümün
nedeninin ise meslek etiğinin ötelenmesinde
ve ötelere taşınmasında aranması gerekir!
Dolayısıyla “ahlak” dediğimiz olgu daha ziyade acz içinde kalındığında müracaat edilen ve
izafi olan “vicdan”a veya “merhamet”e teslim
edilmeyecek kadar önemli bir mevzudur.
Baudrillard, medya dünyasını tanımlarken;
“hiper gerçekçilik” kavramına atıfta bulunmaktadır. Bu kavram medya tarafından hiper
bilgiye (bilgi bombardımanına) maruz kalan çağımız
insanının, gerçeği yakalamadaki çaresizliğini anlatmaktadır. Elimizdeki veriler de
zaten bireyin sosyal hayata
dair birçok deneyimleri ve
bilgileri daha ziyade görsel
medya kanalları marifetiyle
edindiğini göstermektedir.
Dünyanın en çok televizyon izleyen ikinci toplumu
olduğumuz ise bilimsel bir
tespittir. Bütün bunlar; oku-
mak yerine izlemeyi tercih
eden bir toplum ve “medya
İlahî mesajların
sunmuş ise doğrudur” anlayışında olduğumuza delalet
analizi reytinge
etmektedir. Bu ahval içerikurban
sinde toplumların analitik
verilmeyecek ve
düşünme reflekslerinin de
polemik konusu
törpülendiğini söylemek
kuşkusuz yanlış olmaz. Bu
yapılmayacak
keyfiyet toplumu manevi
kadar hassastır.
ve sosyal olaylar karşısında
da reflekssiz, tepkisiz kılabilmekte ve kayıtsız şartsız
kabullenmeye sürükleyebilmektedir. Oysa
medyanın üstlenmesi gereken sorumluluk;
ikaza ve cezaya mahal bırakmadan etik kurallara uyması ve toplumun dinî ve kültürel
değerlerini dumura uğratmamasıdır.
Medyanın yayıncılık felsefesine ve anlayışına
genel bir projeksiyonla bakıldığında birçok
çelişkinin iç içe olduğu görülür. Dizilerde
boşanan eşlerin yine televizyonlardaki karşıt
drama programlarıyla evlendirilmeye çalışılması, karton kahramanlar yaratılarak popüler rol modeller üretilmesi mevcut durumun
profilini zaten açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Özellikle dinî konuların ve hassasiyetlerin mevzu bahis olduğu programlarda
ehil olanlarla olmayanların aynı karelerde
boy göstermesi, temel doğruların tartışmaya
açılması gibi durumlar aslında birçok sorunun
cevabını da içinde barındırmaktadır. Oysa
ilahî mesajların analizi reytinge kurban verilmeyecek ve polemik konusu yapılmayacak
kadar hassastır.
Sonuç olarak; hayat devam ettikçe medya
üretecek, biz ise tüketmeye devam edeceğiz... Gelişen ve hızla devinen medya teknolojileri ve iletileri karşısında durmak veya
kaçmak imkânsızdır. Ancak medyayı tüketirken tükenmeme görevinin de mecburen yine
medyaya havale edilmesinden başka çare
yoktur. Toplum âdeta cam bir fanus içerisine hapsedilirken ve toplumsal değerler alev
alev yanarken ateşin müsebbibini tek başına
medya içerisinde aramak elbette doğru olmaz.
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
41
Aile
Televizyonun dikkatimizi
çeken bir diğer özelliği de,
insanları bir hikâye kurgusu
içerisinde eğlendirirken aynı
zamanda onlara istenilenleri
öğretebilmesidir. Bu durum
olumlu olumsuz eleştirilere
konu olsa da, birçok
araştırmacı “televizyonun
insanın temel eğitim kaynağı
olarak görülen okulun yerini
almaya başladığı” hususunda
hemfikirdir.
Aile
Din eğitiminde
televizyonun yeri
Yrd. Doç. Dr. Ayşe Zişan Furat
İstanbul Üniv. İlahiyat Fak.
G
eçtiğimiz yüzyılın en önemli teknolojik gelişmelerinden birisi olarak kabul edilen kitle iletişim araçları,
günümüzde tahmin edilemeyecek ölçüde yaygınlaşmış
ve insanların hayatlarının ayrılmaz bir parçası hâline
gelmiştir. Her ne kadar dünya tarihini değiştirebilecek
bir etkiye sahip olan bu icadın arkasında yatan temel
neden, farklı coğrafi konumlarda yaşayan insanlar arasında hızlı, kolay ve ekonomik bir iletişim sağlamak
idiyse de, günümüzde kitle iletişim araçlarının birey
ve toplum yaşantısında pek çok farklı işlevi üstlendiği
görülmektedir. Bilgi sunmak, eğlendirmek, insanlara
gerçek hayatın acı ve üzüntülerinden kaçabilecekleri
bir sığınak olmak ve hatta onları “istenilen” ve “beklenilen” hedefler doğrultusuna kanalize etmek, diğer bir
ifade ile izleyici kitlesini eğitmek kitle iletişim araçlarının işlevleri arasında sayılabilir.
Gazete, dergi, radyo, televizyon ve internet gibi görsel ve işitsel pek çok aracı içerisinde barındıran kitle
iletişim araçları arasında, kullanımının yaygın olması
açısından özellikle televizyon ön plana çıkmaktadır. Bu
kadar yaygın hâle gelmesinin ardında ise; televizyonun
aktarılmak istenen bilgileri görsel tekniklerle birleştirerek cazibeli bir şekilde sunabilmesi, izleyicinin
karşısında sıkılmadan zaman geçirebilmesini
sağlayabilmesi, ucuz bir şekilde edinileBirçok
bilmesi gibi pek çok neden yatmaktadır. Televizyonun dikkatimizi çeken bir
araştırmacı
diğer özelliği de, insanları bir hikâye
“televizyonun insanın
kurgusu içerisinde eğlendirirken aynı
temel eğitim kaynağı
zamanda onlara istenilenleri öğretebilmesidir. Bu durum olumlu olumsuz
olarak görülen okulun
eleştirilere konu olsa da, birçok araştıryerini almaya başladığı”
macı “televizyonun insanın temel eğitim
hususunda
kaynağı olarak görülen okulun yerini
hemfikirdir.
almaya başladığı” hususunda hemfikirdir.
İnformel alan olarak nitelendirebileceğimiz
bu öğrenme ve dolayısıyla da eğitim alanı,
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
43
örgün ve yaygın eğitimden yapısal olarak
önemli farklılıklar içeriyorsa da, insanlar üzerinde çok daha etkili ve kalıcı olabilmektedir.
Konu din eğitimi açısından ele alındığında da
yine benzer bir tablo karşımıza çıkmaktadır.
Ülkemizde 90’lı yıllardan itibaren özel televizyon kanallarının yayın hayatına girmesiyle
birlikte giderek yaygınlaşmaya başlayan dinî
programlar, televizyonun din eğitimi açısından gelecekte aktif bir rol oynayacağına işaret etmektedir. Yapılan araştırmalar özellikle
uzun süreli izleyiciliğin bireylerin dinî düşünce, davranış ve duygularının şekillenmesinde
önemli rol oynadığını gösterirken, yayınlanan
programlar yakından incelendiğinde, aslında
iki temel türde programın bulunduğu anlaşılmaktadır:
Yapısal anlamda birbirlerinden farklı özelliklere sahip olan bu dinî içerikli programların
ortak noktası, din eğitimi açısından diğer eğitim faaliyetlerinden çok daha farklı bir şekilde
değerlendirilmesi gerektiğidir. Bu durumun
en önemli nedenlerinden birisi, televizyonda
1) Din eğitimi vermek için hazırlanan
programlar: Bu programlar, planlı bir şekilde hedef kitlenin dinî fikir ve düşüncelerini
geliştirmek ve bazı durumlarda da değiştirmek amacıyla hazırlanmaktadır. Dinî sohbet,
Kur’an öğretim veya iftar/sahur programları
gibi örnekler verilebilecek olan bu program
türü, dikkatli hazırlandığı takdirde özellikle
konuya ilgisi olan kişilere ulaşmada ve gereken din eğitimini sağlamada önemli bir imkân
alanı oluşturmaktadır.
2) Din eğitimi amacı gütmeden dinî
konuları içeren programlar: Geniş bir yelpazeye dağılan bu grupta, dizi filmlerden, çizgi
filmlere; müzik kliplerinden yarışma programlarına kadar çeşitli program türlerinden bahsetmek mümkündür. Konuyu gelişigüzel ve
dinî kaygıları dikkate almadan ele alabilen bu
programlar, din hakkında ve dine karşı geliTelevizyon
şen yaklaşımların oluşmasında son deredin eğitimi için
ce etkili olabilmektedir. Bu programlara son dönem televizyon dizilerinde
oldukça yeni bir araçtır
İslami motiflerin yaygın bir şekilde
ve dikkatli kullanıldığı
kullanılması örnek gösterilebilir. Bu
takdirde örgün ve yaygın
programlar her ne kadar doğrudan
din eğitimini hedeflemiyorsa da, izledin eğitiminden çok
yicinin üzerinde bıraktıkları etkiyle
daha verimli olabilecek
dini öğrenmenin uygun bir zemininin
bir imkân alanı
oluşmasına katkı sağlayacaktır.
sunmaktadır.
44
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
yayınlanan dinî içerikli programların hazırlık
aşamasına, içeriğine ve yöntemine dair sistemli bir çalışma yapılmaması ve halkın dinî
hassasiyetlerine gerekli özenin gösterilmemesidir. Bu da gündelik hayatımızda kaçınılmaz
bir bilgi kirliliğinin oluşması anlamına gel-
mektedir. İslam dininin kaynak ve yorumları
konusunda son derece hassas bir yaklaşım
benimseyen din eğitimi alanı açısından bu
sorunun çözümü, izleyici kitlesi tarafından
dinî kitapların okunmasının yaygınlaştırılmasında, diğer bir ifadeyle izleyici kitlesinin
yapılan yayınları bilinçli ve eleştirel bir gözle
takip edebilmesinin sağlanabilmesinde yatmaktadır.
Dinî içerikli programların konu ve biçimlerinin belirlenmesinde program yapımcılarının
yanında diğer pek çok faktör de etkili olabilmektedir. Bu faktörlerden en önemlisi de televizyonun kendine has özellikleridir. Eğitimin
sürdürüldüğü her aracın eğitime konu olan
içeriğin şekillenmesinde rol oynaması gibi,
televizyon aracılığıyla da sürdürülen din eğitimi faaliyetleri, bu aracın kendi diliyle yeniden şekillenmesinde rol oynayabilmektedir.
Bilindiği üzere, televizyon kanallarının ve
dolayısıyla da programların varlıklarını sürdürebilmelerinin temel yolu izleyicilerin ilgilerini canlı tutarak güncelliklerini koruyabilmelerinden ve kendilerini meydana gelen
değişimlere kısa süre içerisinde adapte edebilmelerinden, diğer bir ifadeyle popülerliklerini koruyabilmelerinden geçmektedir.
Bu da verilmek istenen mesajların anlamını
yitirmesi, içerikten ziyade biçimin öne çıktığı
yapımların üretilmesi sonucunu doğuracaktır.
Yazımızda ifade ettiğimiz olumlu olumsuz
bütün etkenler birlikte değerlendirildiğinde,
televizyon din eğitimi için oldukça yeni bir
araçtır ve dikkatli kullanıldığı takdirde örgün
ve yaygın din eğitiminden çok daha verimli
olabilecek bir imkân alanı sunmaktadır. Kitle
iletişim aracı kavramının kendisinden de anlaşılacağı üzere, televizyon aslında istenilenlerin gerçekleştirilebilmesinde kullanılabilecek
bir araçtır. Bu araçla sadece eğlenceye ve
zaman geçirmeye yönelik programlar yapmak
mümkünken; bilinçli bir yaklaşımla insanların
faydalanabilecekleri, kendilerini dinî açıdan
geliştirebilecekleri ve yeni bilgiler edinebilecekleri bir hizmet vermek de mümkündür. Bu
seçimin yapılmasında da kuşkusuz en önemli
rol din eğitimcilerine düşmektedir.
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
45
Anne baba neyler,
çocuğunu televizyon eğler
Dr. Zekiye Demir
Diyanet İşleri Uzmanı
Televizyonun ne olduğuna karar vermemiz lazım;
eğlence ve eğitim aracı mı, çocuk bakıcısı mı?
Televizyon çocuk bakıcısı değildir. Çocuğun
en çok kucaklanmaya, okşanmaya, konuşmaya
kısaca sevildiğini hissetmeye ihtiyacı olan zaman,
okul öncesi zamandır.
Hemen hemen hepimizin evinde televizyon
kendine bir yer buldu, hatta birçoğumuzun
evinde birden çok yeri var. Oturma odasında bulunması yetmez, babaların maç, tartışma vb. programları izlemesi için salonlarda,
annelerin yemek yaparken dizi, kılık kıyafet,
yemek programları izleyebilmesi için de mutfaklarda televizyon neredeyse olmazsa olmazların arasına girdi.
Peki, televizyonun varlığından hatta enflasyonundan çocuklar nasıl etkilenmektedir? İşte
bu soruya vereceğimiz cevap televizyonu
kullanma becerimize göre değişiklik gösterebilir. Televizyon zararsız hatta eğlenceli ve
öğreticidir diyebilmemiz için anne ve baba
olarak bilmemiz ve yapmamız gereken ya
da yapmamamız gereken birtakım tutum ve
davranışlar vardır. Bunların bir kısmını “kelin
ilacı” varsayarak yani kendi tecrübelerimden
de yararlanarak aktarmak gerekirse:
lojik sorunlara yol açabilir. Unutmamalıyız ki
televizyon çocuk bakıcısı değildir, anne baba
ve çocuğa bakan kişi için çocuğa ayrılacak
zaman onun geleceği için yatırımdır.
Televizyonu çocuklara tümüyle yasaklamak
mümkün değildir. Zaten bunu yapmaya gerek
de yoktur, zira sakıncalarının yanında faydaları da vardır. Ancak televizyon başında sınırsız saat geçirmek doğru değildir. Çocuğun
biraz da yaşını ve okul sorumluluklarını göz
önüne alarak günlük hatta duruma göre haftalık televizyon saati ayarlanabilir. Mesela; 5-10
yaş aralığında çocuk günde 1-1,5 saat arası,
sizin de içeriğini bilip onayladığınız, çocuk
programlarını izleyebilir. Sınavların yoğun
olduğu daha sonraki yaşlarda ise televizyon
izleme saatlerinin haftalık olması daha isabetli
olacaktır. Hafta içinde kendisinin belirlediği,
sizin de içeriğini bilip onayladığınız 2-3 diziyi
veya programı izleyebilir.
İçeriğini bilmediğimiz yiyecekleri çocuğuHer şeyden önce televizyonun ne olduğuna
muza nasıl yedirmiyor, içirmiyorsak içeriğini
karar vermemiz lazım; eğlence ve eğitim aracı
bilmediğimiz programları da onlara izletmemı, çocuk bakıcısı mı? Televizyon çocuk bakımeliyiz. Çizgi film bile olsa. Çocukların seycısı değildir. Çocuğun en çok kucaklanmarettiği birçok çizgi film yabancı kaynaklıdır ve
ya, okşanmaya, konuşmaya kısaca sevildiğini
içeriği çocuğun kültürel yapılanmasına uygun
hissetmeye ihtiyacı olan zaman, okul öncesi
değildir. Ayrıca, bazı çizgi filmler yoğun şidzamandır. Tabii ki en çok bakıma ve biredet içeriklidir ve çocuğun psikolojisine zarar
bir ilgilenmeye muhtaç olduğu zaman da...
verebilir. Bu nedenle, tıpkı çocuğun okuyaBu ihtiyacı normal şartlarda anne-baba veya
cağı kitapları, seçeceği arkadaşları süzgeççocuğa bakan kişi giderir. Biz çocuğa ayırmaten geçirdiğimiz gibi izleyeceği programları,
mız gereken zamanlardan gazete-kitap okufilmleri de süzgeçten geçirmeli, zararlı
mak, ev işleri yapmak ya da dinlenmek
içeriklileri elemeli, seçici davraniçin kendimize özel zaman ayırmamalıyız.
ya çalışabiliriz. Bunu yapmak
için de en uygun ve masum
Mümkün olduğunca tele(!) yol çocuğu televizyon
Unutmamalıyız
vizyonu
çocuğumuzkarşısına oturtmak gibi
la
birlikte
izlemeliyiz.
ki televizyon çocuk
gözüküyor. Oysa canÖzellikle de çocuğumuz
bakıcısı değildir,
sız, çocuğun bakışına,
3-10 yaş arasında ise.
gülüşüne,
tepkisine
anne baba ve çocuğa
Bu, çok yönden faydakarşı tepki vermeyen
lıdır. Öncelikle çocubakan kişi için çocuğa
bir nesnenin karşısında
ğumuzla ortak zaman
ayrılacak zaman onun
oturması, hele hele uzun
geçirmiş, pasif de olsa
süre oturması çocukta
geleceği için
birlikte faaliyet yapmış
bireyselleşme ve sosyalyatırımdır.
oluruz. Sonra izlediklerimizi
leşme sorunları başta olmak
birlikte yorumlar, gerekli açıküzere birçok fiziksel ve psikoSAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
47
lamalar yaparız. Çocuklar, özellikle de okul
öncesi yaşta olanlar gördüklerini somut olarak algılarlar, soyut düşünceleri gelişmemiştir.
Somut olarak gördüklerini de taklit ederler,
taklitçidirler. İzlediği çizgi filme özenip uçacağını zanneden ve koltuktan atlayan, pencereden atlamaya kalkışan çocukları çevremizden
duyarız. Bu, çocuğun gerçekle-gerçek dışını
ayırt edememesindendir. Birlikte izlerken gerçek dışı sahnelerde çocuklara bunun gerçek
hayatta olamayacağını anlatmalıyız. Bütün
bunlarla birlikte içeriğini bildiğimiz ve onayladığımız bir programı izlerken de program
akışında ve tanıtım jeneriklerinde korku, şiddet görüntüleri olabilir. Böyle bir sahneyle
karşılaştığımızda hemen kanal değiştirmek
yerine, izlediği sahneden etkilenmemesini ya
da en az şekilde etkilenmesini sağlamak için
çocuğumuzla o sahne hakkında konuşabiliriz.
Filmdeki kanın ketçap ya da boya olduğunu,
bıçağın plastik olduğunu ve gerçekte insana batmadığını anlatabiliriz. Ya da gördüğü
korkunç ve ürkütücü sahnelerin sadece film
stüdyosu olduğunu, o görüntü anında etrafta
kameraman, ses ve görüntü ayarlayıcı, yönetmen gibi pek çok kişinin bulunduğunu yani
bunların kurgu olduğunu anlatabiliriz. Bunu
yapmadığımızda çocuğumuz kaygı, gerilim ve
korku yaşar. Hele hele yanında olmadığımız
zamanlarda böyle sahneler izlerse psikolojisi
üzerinde kalıcı hasarlar oluşabilir.
Şiddet içerikli programlardan çocuklarımızı korumamız gerektiğini özellikle ifade etmek gerekiyor.
Çocuklar bu tür programları ne kadar çok
�çeriğini
izlerlerse o kadar
bilmediğimiz
çok içselleştirip,
yiyecekleri
şiddeti
hayatın
normal bir parçası
çocuğumuza nasıl
olarak görebileyedirmiyor, içirmiyorsak
ceklerdir. Bunun
içeriğini bilmediğimiz
sonucu olarak da
bağırıp çağırmaya,
programları da onlara
zor kullanmaya ve
izletmemeliyiz.
kavgaya yönelmeleri
ya da hayatı vahşi ve
48
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
korkunç bir yer
olarak görüp,
Büyüme
korkak ve
hormonunun
sinik bir
en çok salgılandığı
hâle gelsaatler de 22.00 ile
meleri
ihtimali
02.00 arasıdır. Bu saatleri
artacaktelevizyon izleyerek
tır.
heba etmelerine izin
vermememiz
gerekir.
“Uykum
gelmiyor,
biraz bakıp
kapatacağım.”
bahaneleriyle çocuğunuzun geç saatlerde televizyon izlemesine izin vermeyiniz.
Atalarımız boşuna “uyusun da büyüsün”
dememişler, çocukların uykuya ihtiyacı çoktur. Büyüme hormonunun en çok salgılandığı
saatler de 22.00 ile 02.00 arasıdır. Bu saatleri
televizyon izleyerek heba etmelerine izin vermememiz gerekir. Üstelik geç saatlerde daha
çok şiddet ve cinsel içerikli uygunsuz programların olma ihtimali yüksektir.
Çocuğumuzun odasına asla televizyon koymamalıyız. Ya da bilgisayarı varsa televizyon
kartı konulmamalıdır. Bu durumda çocuğunuzu televizyon bağımlısı yapmaya davetiye
çıkarmış olursunuz. Unutmayalım ki televizyon da bilgisayar gibi bağımlılık yapar. Hele
hele çocuklarınız 10-15 yaşları arasındaysa,
siz yeterince ilgili değilseniz, farklı hobileri de
yoksa dizi bağımlısı olması hiç de ihtimal dışı
değildir. Bu yaştaki çocuklar için rol model de
önemlidir. Bağlandığı dizinin başkarakterini
kendine rol model alırsa ve model de topluma ve gerçek hayata uygun değilse (çoğu
kez de öyledir), çocuklar bir çıkmaza girmiş
olacaktır.
Televizyon günümüzün en etkili kitle iletişim aracıdır. Bu araç geleceğimizin kitlesini,
çocuklarımızı heder etme veya kocaman ve
heyecan verici bir dünyaya açma potansiyeline sahiptir. Bu potansiyeli kullanma da anne
babaların becerisine bağlıdır.
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
49
Dünyada selam
ahirette selam
BİR AYET
BİR YORUM
“Bir mümin tarafından bir selamla selamlandığınız
zaman, siz ondan daha güzel bir karşılık verin veya
aynı ile mukabele edin.” (Nisa, 4/86.)
Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
[email protected]
Bir Müslümanın
nazarında
selamlaşma,
birbiriyle
karşılaşınca âdet
olarak tekrarlanan
sıradan kelimeler
değildir. Aksine
bu, şuurlu olarak
yapılması gereken
bir nevi ibadet ve
duadır.
50
DİYANET AYLIK DERGİ
Farklı kelimeler kullanılsa da, bütün kültürlerde ve dinlerde
İ laşırlar.
var olan bir durumdur bu. Bu bakımdan ilk bakışta “Bu konunun
nsanlar bir araya geldiklerinde bir iyi dilek temennisi olarak selam-
ele alınmasına ne gerek var?” şeklinde bir soru akla gelebilir. Ancak
bir Müslümanın nazarında selamlaşma, birbiriyle karşılaşınca âdet
olarak tekrarlanan sıradan kelimeler değildir. Aksine bu, şuurlu
olarak yapılması gereken bir nevi ibadet ve duadır.
Selamlaşma, hayata verilen bir anlamı sembolize eder. Eğer selamlaşma hayatımıza esenlik ve barış getirmiyorsa, kullanılan kelimeler, sıradan karşılama ve uğurlama kelimelerine dönüşür. Bu da
selamın ruhunu ve hayatiyetini kaybetmesi demektir. Hele bir de
selam veren kimse fitne ve fesada sebep oluyorsa, bu, daha da
vahim bir durumudur.
Aslında “selam”, bir dünya görüşü ve bir hayat felsefesidir. Her
şeyden önce Allah Teala’nın güzel isimlerinden biri “selam”dır.
(Haşr, 59/23.) Nitekim namazlarımızın sonunda “Allahım! Selam sensin; selamet de ancak sendendir.” diyerek dua ederiz. Çünkü O,
selametin ve esenliğin kaynağıdır. Böylece O, kullarına huzur ve
güven verir, onları himaye eder.
Yine Kur’an müminleri “silm”e, yani hayatlarında barışsever ve
güven verici olmaya davet eder. Çünkü “Müslüman, başkalarının
elinden ve dilinden güven ve selamette olduğu kimsedir.” (Müslim,
İman, 65.) Böylece müminler topluluğu, şu ayette belirtildiği gibi, yeryüzünde barış ve esenliğin teminatıdır. “Ey iman edenler! Hepiniz
topluca barış ve güvenliğe (İslam’a) girin.” (Bakara, 2/208.)
Müminler, kendilerini selamlayanlara daha güzeliyle ya da en
azından aynıyla cevap verirler. “Bir mümin tarafından bir selamla
selamlandığınız zaman, siz ondan daha güzel bir karşılık verin veya
aynı ile mukabele edin.” (Nisa, 4/86.) Daha güzeliyle cevap vermek,
sadece selam cümlesini uzatmaktan ibaret de değildir. Bu, bize
yürüyerek gelene bizim koşarak varmamız, bize kapısını aralayana
bütün gönlümüzü açmamızı da işaret eder.
Selam, Kur’an’ın dilinde müminler için dünya ve ahirette evrensel
bir parola, bir hayat felsefesidir. Peygamber Efendimiz’in dilinde ise
toplumsal barışın sağlanmasında pratik bir formüldür. Nitekim o,
“Tanıdığınız tanımadığınız herkese selam verin” (Buhari, İman, 6.) buyurur. Bu mübarek sözleriyle insanlar arası iletişimde altın kuralların-
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
Selam, Kur’an’ın dilinde müminler için dünya ve ahirette evrensel
bir parola, bir hayat felsefesidir. Peygamber Efendimiz’in dilinde ise
toplumsal barışın sağlanmasında pratik bir formüldür.
dan birini koymuştur desek mübalağa etmiş
olmayız. Yine o, “Yaptığınız takdirde birbirinizi
seveceğiniz bir iş göstereyim mi? Aranızda selamı yayınız.” (Müslim, İman, 93.) buyurur.
Böylece Peygamber Efendimiz, toplumun birlik ve beraberliği gibi hayati öneme sahip bir
konuda kolay fakat iş bitirici bir formül üretir.
Bu beyanlarıyla o, cemaat psikolojisine vâkıf,
huzurlu ve mutlu bir toplumun oluşmasında
geçerli kuralları bilen eşsiz bir terbiyeci olduğunu bir kere daha ortaya koyar. Elbette ki bu
durum, onun peygamberi kimliğinin tezahüründen başka bir şey değildir.
Peygamber Efendimiz’in bizlere öğrettiği şekliyle “selam”, ümmet olarak bizim ortak dilimiz
ve parolamızdır. Selam sayesinde biz, hangi
dile mensup olursak olalım, herkesle bir bağ
kurarız. Özellikle hacda bu durumu daha sık
yaşarız. Bir selam vererek değişik milletlere
mensup insanlara, “Ben seninle dost olmaya
hazırım, benden endişelenmene gerek yoktur,
ben senin kardeşinim, bunu bilmeni isterim.”
mesajlarını vermiş oluyoruz.
İçten bir selamlaşma, âdeta ileride kurulacak
samimi dostluklara aralanan kapının sihirli bir
anahtarıdır. Güler yüzle bütünleşen bir selam,
insanlar arası kurulacak sıcak ilişkilerin büyülü
bir formülüdür. İbadet şuuruyla gerçekleşen
bir selamlaşma, aradaki buzların erimesi, kötü
duygu ve düşüncelerden arınmak için yeterlidir. Çünkü selamlaşma ile şeytani vesveselere
set çekilir. Kin ve husumet düşünceleri kalplerden silinir.
Genelde iki insan bir araya gelince, ilk tepkinin,
ilk selamın karşıdan gelmesi beklenir. Böylece
bir iletişimsizlik oluşur. İşte bunun için Hz.
Peygamber, ilk selamı verenin daha faziletli
olduğunu buyurmuştur. “İnsanların Allah Teala
katında en hayırlısı, önce selam verenleridir.”
(Ebu Davud, Edeb, 132-133.) Alçakgönüllü davranıp
önce selam vermek, aynı zamanda tevazuun
da bir göstergesidir.
Selam vermek sünnet, almak ise farzdır. Acaba
bu farklılığın sebebi nedir? şeklinde bir soru
akla gelebilir. Bunu şu şekilde izah etmek
mümkündür: Selamda önce davranmak bir
fazilettir. Ancak selamın alınmaması insanlar
arasında kırgınlığa ve küskünlüklere sebep
olabilir. Şeytani vesveselerin kalplere doluşmasına fırsat verebilir. İşte bu duruma mahal
vermemek için, verilen selamın alınması çok
daha büyük bir önem ifade etmektedir.
İnsanlar, zaman zaman selam konusunda
muhataplar arasında ayrım yapabilirler. Makam
mevki, zengin fakir, genç ihtiyar, kadın erkek
arasında farklılık gözetebilirler. Dünyevi değer
ve kabuller, insanları kategorize ederek onlara
yaklaşılmamasına sebep olabilir. Bu durum
da, toplumda bulunması gereken uyum ve
ahengin zedelenmesine, kardeşlik bağlarının
zayıflamasına yol açabilir. Dolayısıyla insana
makam ve mevkiinden dolayı değil, sırf insan
olması hasebiyle selam verilmelidir. Nitekim
Hz. Peygamber’in uygulamasında da bunu
görüyoruz. O, çocuk yaşlı, kadın erkek herkese selam verirdi. (Ebu Davud, Edeb, 136-137; Müslim,
Selam, 14.)
Müminlerin dünyası sulh ve esenlik olduğu
gibi ahiretleri de böyledir. Yaptıklarına karşılık
esenlik yurdu olan cennetle (daru’s-selam)
mükâfatlandırılırlar. (En’am, 6/127.) Çünkü iyiliğin
karşılığı ancak iyiliktir. (Rahman, 55/60.)
Melekler tarafından dünyadan ahirete selam ve
esenlik dilekleriyle uğurlanırlar. Zira dünyada
daima hayır ve güzellik peşinde olmuşlardır. (Nahl, 16/32.) Yine onlar, dünyada selam ve
selamet peşinde olduklarından ahirette de bu
şekilde karşılanırlar. Onlar Adn cennetlerinin
varisleri olup atalarından, eşlerinden ve çocuklarından iyi olanlarla beraber orada melekler
tarafından selamla ağırlanırlar. (Ra’d, 13/23-24.)
“Size selam olsun! Tertemiz olarak geldiniz.
Haydi, ebedi kalmak üzere cennete girin” denir
kendilerine. (Zümer, 39/39.)
Ama bunun da ötesinde onlara verilen esas
müjde, merhamet kaynağı olan Allah Teala
tarafından bizzat selamlanmalarıdır. (Yasin,
36/36.) “O’na kavuşacakları gün müminlere
yönelik esenlik dileği “selam” olacaktır.” (Ahzab,
33/33.) Zaten orada kendi aralarındaki esenlik
dileği de “selam”dan başkası olmayacaktır.
(Yunus, 10/10.)
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
51
BİR HADİS
BİR YORUM
Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Bizi tutan oruç*
“Yalan söylemeyi ve yalanla iş yapmayı terk etmeyen
kimsenin yemesini içmesini bırakmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur.”
(Buhari, Savm, 8.)
“bir şeyden uzak durmak, bir şeye karşı kendini tutmak” anlaS özlükte,
mına gelen “sıyam” kelimesi, hadis metninde bu anlamı öne çıkarılarak kullanılmış ve sadece yeme-içmeden uzak durmanın (es-sıyamu
mine’l-ekl ve’ş-şürb) oruç için yeterli olmadığı, gerçek bir oruç için
boş laf ve kötü sözden de uzak kalınması (es-sıyamu mine’l-lağv ve’rrefes) gerektiği vurgulanmıştır. Her ne kadar fıkıh kitaplarımızda oruç,
“tan yerinin ağarmasından güneş batımına kadar, kişinin yeme-içme
ve cinsel ilişkiden uzak durması olarak tanımlamışsa da”, ilgili bazı
hadisler dikkate alınınca bunların âdeta asgari şart olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin, Sevgili Peygamberimiz’in, “yalan söylemeyi ve yalanla
iş yapmayı terk etmeyen kimsenin yemesini içmesini bırakmasına
Allah’ın ihtiyacı yoktur.” (Buhari, Savm, 8.) hadisi, oruç ibadetinin hakkıyla
eda edilebilmesi için daha nelerin gerekli olduğunu bize hatırlatmaktadır.
İslam dini, diğer ibadetlerde olduğu gibi oruç ibadetinde de, Allah’a
yakınlaşma ve O’nun rızasını kazanma niyet ve amacının yanında,
bunların getirisi olan ahlaki güzelliğe ve olgunluğa ulaşma
hedefine de büyük önem vermiş, ilahî rızanın ancak böyle
elde edilebileceğini bildirmiştir. “Şüphesiz namaz, insaİslam
nı ahlaksızlık ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebut, 29/45.)
dini, diğer
buyuran Cenab-ı Hak da; “Oruç koruyucudur. Biriniz
ibadetlerde olduğu gibi
oruçlu olduğunuz zaman, çirkin söz söylemesin ve
oruç ibadetinde de, Allah’a
kabalık yapmasın…” (Ebu Davud, Sıyam, 25.) diyen Allah
Rasulü de aynı hedefe işaret etmişlerdir. Orucun
yakınlaşma ve O’nun rızasını
farziyetini gösteren Bakara suresinin 183. ayetinkazanma niyet ve amacının yanında,
de de, “Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz
bunların getirisi olan ahlaki güzelliğe
kılındığı gibi, sakınasınız diye, size de oruç farz
ve olgunluğa ulaşma hedefine
kılındı.”
buyrularak, Allah’ın emir ve yasaklarına
de büyük önem vermiş, ilahî
riayet ederek, kötülüklerden sakınma (ittika) husurızanın ancak böyle elde
su, oruç emrinin temel hikmeti olarak gösterilmiştir.
edilebileceğini
bildirmiştir.
52
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
Nefis tezkiyesi, yani, kişinin kendini kötülüklerden
arındırması açısından bedenin zekâtı sayılan oruç, yılın
• SAYI: 260
bir ayında, günün belirli bir süresinde, dünyevi ihtiyaç ve zevklerin bir kısmından uzak kalınarak gerçekleştirilen bir alıştırmadır. İnsanın
en çok yoğunlaştığı ve ölçüyü kaçırdığı yemeiçme ve şehevi arzuların disiplin altına alınmasıyla, her şeyin bedenden ibaret olmadığı,
dengeli bir hayatın ancak, bedenî ihtiyaçların
yanı sıra ruhi melekelerin ve buna bağlı yüce
duyguların aktif hâle getirilmesiyle sürdürülebileceği anlaşılmış olur. Kendi iradesiyle helal
olan şeylerden uzak kalabilen insan, haram
olanlara hiç yaklaşılmaması gerektiği bilinci
ve iradesini güçlendirir. Gerektiğinde meşru
bedenî ihtiyaçlarına belirli bir süre oruç tutturabildiği gibi, nefsin ihtiyaç gibi sunduğu,
dedikodu, gıybet, yalan, çirkin söz gibi kötü
vasıflara sürekli oruç tutturması gerçeğini
kavramış olur.
Oruç tutan insan bir yandan sahip olduğu
nimetlerin kıymetini idrak ederken, diğer yandan bu nimetlerden yoksun olan muhtaçların
durumunu daha iyi anlayarak, toplum içinde kendisine düşen görevlerin farkına varır.
Böylece, yardımlaşma, paylaşma, fedakârlık,
dayanışma gibi erdemleri yaşama fırsat ve
zevkine kavuşur. Bir yandan namaz, oruç gibi
bireysel ibadetlerini yerine getirmenin manevi
hazzını tadarken diğer yandan hemcinslerine
karşı toplumsal görevlerini yerine getirmenin
ve onlarla bu mübarek ayın kazandırdığı ortak
duygu ve heyecanı paylaşmanın sevincini
yaşar. Bu fırsatın iyi değerlendirilmesi gerektiğine dikkat çeken sevgili Peygamberimiz
şöyle buyurmuştur: “Bu ayda cennet kapıları
açılır, cehennem kapıları kapanır, şeytanlar
bağlanır. Ramazanın sonuna kadar her gece
bir münadi; “Ey iyilik isteyen, haydi koş, ey
kötülük isteyen, kötülüğü bırak.” diye seslenir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/411.)
Evet ramazan, iyilik sahiplerine kucağını ve
cennetin kapılarını açan, kötüler için şeytanları bağlayıp cehennem kapılarını kapatarak
fırsat sunan kutlu bir aydır. Bu fırsatı iyi değerlendirerek hayatını düzene sokan insanın,
bu manevi doygunluğu sürekli kılması kendi
elindedir. Her yıl tekrar eden ramazanlar,
daha önce fırsatı kaçırmış olanlara her şeye
Orucu
sadece belli bir
süre aç-susuz kalmaya
indirgeyerek, akşama kadar
katlanılan mahrumiyetlerin acısını
çıkartırcasına mükellef iftar sofraları
için büyük masraflar yapıp, yanı
başındaki insanların ihtiyacını
görmeyen kimseler bu ibadetin
anlamını kavramamış
demektir.
yeniden başlama imkânı sunmakta, zarardan
samimiyetle dönenler için ömrün tamamını
kâra çevirme şansını tanımaktadır. Onun için
Peygamber Efendimiz, “Ramazan orucunu
inançla ve karşılığını yalnızca Allah’tan bekleyerek tutan kimsenin geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhari, İman, 27.) buyurmuştur.
Orucun hikmeti insanı dayanamayacağı bir
sıkıntıya sokmak değil, aç-susuz ve yoksul
insanların hâlini anlayıp sıkıntılarına çare
olmayı sağlamaktır. İnsanı ancak gücünün
yettiği şeyle yükümlü kılan Yüce Allah, oruç
ayetlerinin sonunda hastaya ve yolcuya sağlanan kolaylıkları belirttikten sonra “Allah
sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez.”
(Bakara, 2/185.) buyurarak, muradının kullarına
zorluk çektirmek olmadığını beyan etmiştir. Dolayısıyla orucu sadece belli bir süre
aç-susuz kalmaya indirgeyerek, akşama kadar
katlanılan mahrumiyetlerin acısını çıkartırcasına mükellef iftar sofraları için büyük masraflar yapıp, yanı başındaki insanların ihtiyacını
görmeyen kimseler bu ibadetin anlamını kavramamış demektir.
Özet olarak, tuttuğumuz oruçlar, bizi kötü iş
ve davranışlardan tutup çevirmedikçe, bize
diğer insanlarla paylaşacağımız güzel hasletler kazandırmadıkça ramazan, gün boyu iftar
soframızın hazırlığı ve yiyeceğimiz nefis yiyeceklerin düşüyle geçireceğimiz bir diyet programına dönüşecektir. Dolayısıyla tuttuğumuz
oruçların yerini bulması, o oruçların bizi tutup
çekip çevirmesiyle çok yakından ilgilidir.
* Bu yazı, Diyanet Aylık Dergi'nin Ağustos 2009, 224. sayısında yayınlanmıştır.
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
53
D in görevlisinin hatıra defterinden
Dr. Ülfet Görgülü
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı
Küçük bir çocuğun istediği bayram
hediyesi
Bir ramazan ayı… Mevsim kış. Hava soğuk
mu soğuk. Rüzgâr insanın yüzünü kesiyor,
içine işliyor âdeta. Nereden geldiği bilinmeyen göçebe bir aile naylon ve kartonları
kullanarak iğreti bir çadır yapmışlar kendilerine, uzaktan denize bakan boş arazinin bir
köşesine.
Şehrin bir yakasını diğerine bağlayan ana caddenin biraz içerisinde yoldan rahatlıkla görülebilecek yerdeler, hayatın kıyısına tutunmuş
bu insanlar. Biri yaşlı, diğeri daha genç iki
kadın ve farklı yaşlarda dört çocuk… Derme
çatma çadırın içinde bir yoksulluk öyküsü,
anlatılması zor bir yaşam mücadelesi sürüp
gidiyor. Ne üstte var ne başta derler ya işte
aynen öyle... Çocukların kendileri büyümüş
ama elbiseleri maalesef küçücük. Belli ki nice
zamandır eskisini atıp yeni bir şeyler alamamış, belki de hiç yeni giymemişler. Onun
bunun, başkalarının verdikleriyle yetinmeyi
bilmişler.
Ve işe gidip gelirken bu insanları fark ediyor
bir beyefendi. Çadırın önünde yarı çıplak
koşturan çocukları. Kendisi paltosunun içinde
bile üşürken, içini yakıyor gördüğü manzara.
Uykuları kaçıyor günlerce. Ne yiyip ne içiyor,
bu kış kıyamette nasıl ısınıyor bu aile? Ve
sağanak yağmurun yağdığı o gece karar veri54
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
yor, gidip onlarla tanışmaya, kabul ederlerse
eğer yardım elini uzatmaya…
Sabah biraz erken çıkıyor evden, arabayı
uygun bir yere park edip barakaya doğru
yürüyor. Yanlarına varıp, “selam” veriyor.
Hikâyelerini dinliyor ayaküstü, durumlarına
yakinen şahit oluyor. Yaşlı kadın, yani evin(!)
ninesi anlatıyor bir çırpıda bu beklenmedik
misafire, oğlunun bir iftiraya uğrayarak hapse
düştüğünü, gelini ve torunlarıyla topladıkları
kartonları ve plastikleri satarak ekmeklerini kazanmaya, hayatta kalmaya çalıştıklarını,
gündüz neyse de akşamları yağmurda, ayazda
ne çok üşüdüklerini, çocukların yarı aç sabahladıklarını, üstlerine giydirecek doğru düzgün
bir şeylerinin olmadığını…
Dinledikçe gözleri buğulanıyor, yüreği sızlıyor, utanıyor neden bu kadar geç kaldı
diye, selam vermek için bu aileye… Hani
biz mümin idik! Hani müminler kardeşti!
Hani neyimiz varsa olmayanlarla paylaşacaktık, onlar aç iken biz tok yatmayacaktık! Hani
merhametli olacak, açın, garibin hâlini anlayacaktık! Bu düşüncelerle yaşlı kadından hem
özür diliyor hem izin istiyor, en kısa zamanda
yeniden uğrayacağının sözünü vererek. Bu
sefer boş değil elbet eli dolu gelecek.
Tam ayrılacakken beş yaşlarındaki kız çocuğu
dikkatini çekiyor, gözleriyle sanki bir şeyler
söylemek istiyor gibi. Yanına yaklaşıyor, başını okşarken soruyor yavrucağa:
— Öbür gün bayram. Benden ne istersin, ne
getireyim sana bayram hediyesi olarak yavrum?
Bu kısacık ve çile yüklü hayatında belki ilk kez
böyle bir soru sorulmuştu ona. “Dile
benden ne dilersen” deniyordu âdeta. Bayramlık
elbise, oyuncak bebek,
şeker, çikolata, canın
ne çekiyorsa söyle
alayım, diyordu mer-
hametli bir yürek. Şimdi bu kızcağız ne istese
gerek?
Üstü başı kirli ama yüreği pırıl pırıl bu yavru
bakın ne istiyordu:
— Amca, hiçbir şey istemiyorum ben kendime. Ama bak kardeşimin ayağına kaynar su
döküldü. Canı yanıyor, çok ağlıyor. Bayramda
ilaç getirir misin kardeşime?
Bu cevap karşısında eriyip bitiyor, gözyaşlarıyla bağrına bastığı bu yavrucaktan
bütün insanlığa yetecek bir kanaat ve
merhamet dersi öğreniyordu.
Her neredeyse şimdi o kız çocuğu, açık olsun bahtı...
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
55
D in görevlisinin hatıra defterinden
İlknur Atasoy
Yeni Mah. Yatılı Kız Kur’an Kursu Öğreticisi
Bucak /Burdur
Kâbe’de gökkuşağı
Mekke’de zaman bir başka. Mekke’de zaman
alabildiğine bereketli. Burada İnşirah suresini
yaşıyoruz, hem de capcanlı: “Boş kaldın mı
hemen başka işe koyul.” Her anı dolu olur
mu bir insanın? Evet, her an kıymetli ve dopdolu Kâbe’de. Önceden, uykuya ayırdığımız o
altın değerindeki saatler burada gerçek yerini
buldu. Memlekette uykumuzun ve dünyalık
meşgalemizin arasına sıkıştırılmış ibadetlerimiz vardı. Şimdi Harameyn’de ibadetlerin
arasına sıkıştırılmış uyku saatleri var. Aman
Allahım! Gündüzü ayrı bir nur, gecesi ayrı bir
nur. Mekke’de her gün “nur üstüne nur.”
İşte geri sayım başladı. Kâbe hasreti şimdiden
gönlümüze çöreklendi. Bu hasretle seyrediyorum Kâbe’yi üst kattan. Metaf tıklım tıklım
Kâbe âşıklarıyla dolu. Muhteşem bir insan seli
aynı yöne bıkmadan, akıyor, akıyor. Bu, inanılmaz bir sevdaydı veya dinlemeye doyamadığımız bir içli şiir hatta hiçbir zaman dokunamadığımız rengârenk gökkuşağı... Sarı, mavi,
kırmızı, mor… Aslında bu, ümmetin Kâbe’yi
kuşatan renkleriydi. Harameyn’de Rabb’e
koşan müminler, onu zikreden diller, semaya
açılan eller vardı renk renk, yanık yanık. Her
tavafta ibretle baktım Allah’a yakaran insanlara. Sesleri başka, cümleleri başka. Ama ne
dediğini anlıyorsunuz sanki. Bütün yakarışların renginde aynı ritim, aynı nota. Naz ile
niyaz ile gözyaşları ile.
kara örtülü Kâbe’yi. O sıcacık samimiyeti,
muhabbetindeki hakikati hissediyorsunuz
iliklerinize kadar. Sonra dönüp bir de kendinize bakıyorsunuz. Kuru, taş gibi cümleler
dökülüyor kalbinizden sanki. Sonra ümitle
yalvarıyorsunuz: “Ya Rabbi! Beyt’ine âşık bu
gençlerin döktüğü gözyaşları hürmetine bizi
de affet.” deyiveriyorsunuz.
Kâbe’ye bakan ve ondan başkasını gözü görmeyen kara kıtanın ak pak gönüllü delikanlıları yanaklarından sızan gözyaşlarıyla süzüyor
Bu yakarışı yaparken bir el tavaf alanında sizi sertçe iter bir kenara. Çünkü tavafın verdiği haz ile kaptırmıştır kendini bir
56
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
güzel insan. Bu kaya gibi darbenin geldiği
adam Afganistan dağlarından kopup gelmiş
bir yürektir. “Yürek” diyorum; çünkü kırçıllı,
ak sakallı, zayıf mı zayıf, kemikleri çıkmış bir
dedeyi görünce: “Bu ne güç, imanı da elinin
darbeleri kadar kuvvetliyse…’’ diye düşünüp:
“Allahım, fakir ülkenin gür imanlı kulları hürmetine bizi de affet!” deyiveriyorsunuz.
Önünüzde grupça ilerleyen Endonezyalılara
ne dersiniz? Eğitilmişlik, beraberlik, saflık
kokan duruşlarına hayran hayran bakarsınız. Birini diğerinden ayırsanız annesinden
sizi alır götürür de görevlilerin: “Salat salat,
yallah haci” deyişleriyle gözünüzü saate kaydırırsınız. Vakit gelmiştir. Sevgili ile buluşma
saatidir bu. Bir de engelleri aşıp o buluşmayı
gerçekleştireceğiniz ufacık bir yer buldunuz
mu değmesin kimse keyfinize. Bir sultan gibi
kurulursunuz ufacık seccadenize, dizleriniz
üstüne. Yanınıza bakarsınız. Burnunda ışıl
ışıl hızması, koca başörtüsüyle bir Pakistanlı
ile göz göze gelirsiniz. Parmaklarını dizlerinde kenetlemiş, uyluklarını bağrına bastırmış
tefekkür ederken onu izlersiniz fark ettirmeden. Altına kına yaktığı ayakları bir çorak
iklimin sıcak rüzgârlarını taşır Kâbe’ye. Elleri
zayıf ama çok güçlü olduğu belli. Onun gözlerinde aşkı tadarsınız. Tefekkürle yumulan
gözlerinden süzülen yaşlara tanık olursunuz.
Sonra bir inilti duyarsınız. Kulak verince içten
içe derin bir niyazın çığlıklarını duyarsınız bu
Pakistan hanımefendisinde. Çaresizliğe inat,
kıyafetindeki capcanlı renkler hayata nasıl
sımsıkı tutunduğunun göstergesidir sanki.
ayrılmış kuş yavruları gibi ses çıkardıklarını
duyarsınız. Bağırmaları bile ölçülü. Öndeki
arkadaşını yakaladı mı omzundan, mutluluklarını gözlerinden okursunuz. Yapbozun
eksik kalan parçası da yerini bulmuştur âdeta.
Namaza hazırlanırken arkanıza dönüp bakarsınız. O koca gövdesiyle bir karıncayı dahi
incitme nezaketsizliği göstermeyecek bir
yürek çağırır sizi. Bu Nijerya’dan yükselen
bir çığlıktır. Güce rağmen doruk noktada
merhamet sezersiniz hareketlerinde. Gülmeyi
unutan yanaklarına şöyle bir dokunursanız
sevginizi göstermek için, yumuşacıktır. Bu
dokunuşla kocaman bir tebessüm sizi karşılar.
Az sonra o kapkara yüze inat, ışıl ışıl bakan
gözlere ışıl ışıl parlayan dişler eşlik eder.
Çantanızdan bir şeker çıkarıp verirseniz onlara: “Tatlı yiyelim tatlı konuşalım.” mesajı çoktan ulaşmıştır Afrikalı yüreğe. Konuşamazsınız
belki; ama gözleriniz konuşur ve iyi dilekler
sunulur karşılıklı. Bir kelimeyle ülkeler söylenir: Pakistan, Nijerya, Türkiye… deyip kıtalar
birleştirilir Kâbe’de. Omuz omuza namazlar
kılınır muhabbetle.
Kâbe’de birbiriyle yarışan insanlar görürsünüz. Kan ter içinde bir tavafı bitirince, dinlenmeden aynı tatlı koşuşturmaya “evet” diyen
insanlar. İşte tavafın tadı bu, dersiniz. Tadı
damağımda kaldı, diyenler bu lezzetten bahsediyor olmalı herhalde değil mi? İşte aynı tat
Aynı kıbleye yönelen, aynı Peygambere inanan, aynı yaratıcıya kul olmaya çalışan insanlardır hepsi. Kâbe’de şöyle haykırırsınız sessizce: İşte kardeşlik bu, işte ümmet olma
bilinci, işte Kâbe’yi kuşatan hiç solmayacak
gökkuşağı…
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
57
KÜLTÜR - SANAT - EDEBİYAT
Vural Kaya
Abdurrahim Karakoç’un ardından:
Şiiri ve sanatı
7 Haziran Perşembe 2012’de Abdurrahim
Karakoç ebedî âleme göç etti. Allah gani
gani rahmet eylesin. Abdurrahim Bey 7 Nisan
1932 Kahramanmaraş Elbistan’a bağlı Ekinözü
köyünde dünyaya geldi. 1958 yılından itibaren Hasan’a Mektuplar isimli eseriyle büyük
bir çıkış yapan Abdurrahim Karakoç’un şiir
dilinde halk şiirine yaklaşık duruşu, dilde
sadeliği, hicviyeyi derinlikli ve işçilikli kullanışı kendisini sürekli gündemde tuttu diyebiliriz.
1958-1981 yılları arasında devlet memuriyeti
mevcuttur; 1984 yılından itibaren Ankara’ya
yerleşti. Bütünüyle halkın içindendi ve halkın
en güzel halkası olarak vefat etti. Kısa süre58
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
li politik çalışmaları olmuşsa da daha
sonraki zamanlarında umumi olarak
gerçek mazlumlardan yana olmayı genel politik duruş olarak
kabullendi ve bu misyonuyla büyük bir kesimin sevgi ve saygısını kazandı.
Eserlerinden bazıları şunlar: Hasan'a
Mektuplar (1965), El Kulakta (1969), Vur Emri
(1973), Kan Yazısı (1978), Suları Islatamadım
(1983), Beşinci Mevsim (1985), Dosta Doğru,
Akıl Karaya Vurdu (1994), Yasaklı Rüyalar
(2000), Gökçekimi (2000), Gerdanlık-I
(2000), Gerdanlık-II (2002), Gerdanlık-III
(2005, Parmak İzi (2002), Düşünce Yazıları,
Çobandan Mektuplar (Deneme).
Abdurrahim Karakoç halk şiirini yüzyılımızda diri tutmaya çalışan ender şairlerdendir.
Necip Fazıl Kısakürek ile
hececi şiirin zirveye çıkışı
ve Necip Fazıl sonrası hecenin denenebilirliği zayıflasa
da, hicvi ve halkın gerçek
değerlerini doğru okuyarak
kullanışı Abdurrahim Bey’in
hececi ve halk şiirinde isabetli karar almasına imkân
tanıdı diyebiliriz.
Abdurrahim
Bey’in, uzun yıllar
önce büyük yankı
uyandıran Hasan’a
Mektuplar’ı
ne ise sonraki
bütün şiirleri de
aynıdır. O anlayış
ve algıdan, o
terennümden
zerre şaşmamıştır.
Mihriban şiiri gibi imgesi,
buluşçuluğu, imaj değerleri
yüksek bir büyük şiiri de
mevcuttur. Mihriban şiirini kısmen modern şiir tarzına yaklaşık kabul edebiliriz ve fakat bu
Abdurrahim Bey’in sanat hayatı ve özellikle
de şiirdeki serüveni dikkate alındığında fazlaca kabul görebilecek bir yaklaşım olmayabilir. Mihriban’daki benzetmeleri, simge
ve imajları, tekrarlardaki imgesel kuvvetlendirmeleri inceleyerek sadece Mihriban şiiri
üzerinden eleştirmenlerce yeniden bir dikkate sunuş belki ilerde mümkün olabilirse de
genel bağlamda Abdurrahim Karakoç şiirini
halk şiiri kategorisinde görmemiz daha şık
olacaktır. Mihriban’ı hariç tutmak kaydıyla
elbette. Mihriban şiiri Abdurrahim Karakoç
Bey’in halk görünümlü modern şiiridir diyebiliriz. Yahut da yeni dönem eleştirmenlerce
ortaya atılan “yeni hece”ci sınıfa katmamız da
mümkündür. Mihriban şiirindeki imge örülüşü, lirizmin aşikâr bir dille kaotik zemine
çekilmeden işçilikli özellikleri haiz oluşu başlı
başına bir başyapıtın alametifarikasını üzerinde toplamaktadır.
Abdurrahim Bey'in şiiri, genel anlamda toplumcu, halkçı, insanı merkeze alan, insanın
karşılaştığı güncel zorluklar, gündelik hayattaki çarpıklıklar, toplumsal bunalımların kaynağındaki değersizlikler, adalet, müsavat gibi
kavramların yerli yerince insanlığa mal olması
mücadelesidir en temelinde. Bu kavram ve
değeler üzerinden daima toplumsal mesajla
insanı diri tutan ve insanı uyaran bir şiir diline
sahiptir. Belirgin bir örnek vermemiz gerekirse
bilinçsizlikle mücadele eder ömrü boyunca.
Halk dili, halkın içerisinde
yaşayan folklor incelikli ve
değerleri koruma, muhafaza
endişesini haiz bir iz sürerek kendini gösterir durmadan, Abdurrahim Bey’in
şiirinde. Tekerleme, mani
Abdurrahim Bey’in şiirinde
genel bir tını olarak karşımıza çıkar; en toplumsalcı şiirinden en minik değer
vurgusu olan şiirine kadar
her birinde bu izlek vardır.
Abdurrahim Karakoç şiirinde sadece kendi kültürünün, milletinin acıları, duyarlıkları görülmez,
aynı zamanda ümmetin acıları, onların bunalımları ve içerisinde bulundukları makûs talihin gidişatı da dile getirilir. Siyahi milletlerin
ezilmişliğini, onların kökenlerinden koparılışlarını, onların aksinden yayılan dünya insanının iç sesini, vicdanını yoklayan seslenişlerle
de şiirinde ilerlemiştir üstat. Ümmetin sesi
olmuştur.
Abdurrahim Bey’in, bütün meselesi bir millet
uyanışına tanıklık etmektir diyebiliriz. O’nun
bir dirilişe, uyanışa, zor zamanlarda ve özellikle duyarlıklarımızı yitirdiğimiz zamanlarda
bir uyarıcı olarak ortaya çıkışı elbette bir iç
sızıyla, bir gayret-i diniyye algısıyla açıklanabilir. Buna hicviyye katarak, ironinin dozunu
yüksek tutarak ulaşmış olması şiir dilinde kendine aracı kıldığı bir yol bir menfez telakkisiyle ilintilidir. Bir silkinişin, uyanışın en mühim
derdi olması dilinin de yer yer sert ve eleştirel olmasıyla ayrıca yakından ilgili olmuştur.
Abdurrahim Bey’in, uzun yıllar önce büyük
yankı uyandıran Hasan’a Mektuplar’ı ne ise
sonraki bütün şiirleri de aynıdır. O anlayış
ve algıdan, o terennümden zerre şaşmamıştır
Abdurrahim Bey. Belki de büyük bir vebalden
kurtulmak için kalemini doğrunun ve iyinin
ve dahi uyanışın emrine verdi ömrü boyunca. Ömrü boyunca iyiye, doğruya, güzele
çağırdı insanlığı; kutsî bir çağrıda bulundu ve
iyi, doğru, minnetsiz olarak hayata gözlerini
yumdu üstat. Allah gani gani rahmet eylesin.
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
59
KÜLTÜR - SANAT - EDEBİYAT
Vedat Ali Tok
“Ney”in sırrı neydi?
Rivayet edildiğine göre; Hz. Muhammed
(s.a.s.) ilahî aşk sırrını Hz. Ali’ye söyler. Sır
saklamak güçtür. Hz. Ali dayanamaz; gider,
çölde kör bir kuyuya anlatır bu sırrı. Kör kuyu
da sırrını muhafaza edemez; coşar, taşar. Etraf
su ile kaplanır. Burada sazlar biter. Bir çoban
sazlıktan bir kamış keser. Delikler açar, içini
temizler ve üfler. Çıkan ses fevkalade coşkuludur; çünkü ilahî sırrı anlatır.
Bu sesi duyabilenlerden gönüller sultanı
Mevlana Celaleddin der ki:
Bişnev in ney çün hikâyet mi koned
Ez cüdâyihâ şikâyet mi koned
(Ney’i dinle ki bir hikâye anlatıyor; ayrılıklardan şikâyet ediyor.)
Ney, kamışlıktan koparılmış ve uzak bir diya60
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
ra götürülmüştür. Dolayısıyla gurbete düşmüştür. Şikâyeti de bundandır. Mevlana’nın
“Mesnevi”sini Türkçeleştiren Nahifi’den dinleyelim durumun devamını:
Der kamışlıkdan kopardılar beni
Nâlişim zâr eyledi merd ü zeni
…
Her kim aslından ola dûr ü cüdâ
Rûzgâr-ı vaslı eyler muktedâ
(Beni kamışlıktan kopardılar; feryatlarım
erkek ve kadın herkesi ağlattı... Her kim aslından ayrı ve uzak düşerse hep vuslat zamanının izinde olur.)
Mutasavvıf der ki: Allah, önce ruhları yarattı. Bunların bulunduğu yeri biz bilemeyiz;
çünkü orası gayp âlemidir. Bezm-i Elest’tir.
Sonra ona kendi ruhundan üfledi ve dünyaya
gönderdi. Ruh burada bir beden buldu. Yani
neyin sazlıktan kopuşu gibi, insan da vatanından ayrılıp gurbete düştü.
Eşrefoğlu der ki:
Andan kaynadım taştım
Geldim gurbete düştüm
Nice göz yaşı saçtım
Bu yaşımdan ilerü
Ruh, gurbette huzursuzdur. Vatanını özler.
Fakat nefsi, benliği onu dünyaya bağlamaya
çalışır.
Yazarın notu: İnsan iki mıknatıs arasındadır.
Nur suresi 35. ayet: Allah dilediğini nura
kavuşturur.
Yazarın sorusu: Nura giden yol nereden geçer?
Yunus’un cevabı: Şeriat, tarikat yoldur varana.
Fuzuli der ki: “Ney-i bezm-i gamem ey âh ne
bulsan yele ver
yısıyla içindeki havanın “aşk” olduğunu ifade
etmek istiyor olmalı. Cisminde aşktan gayri
ne varsa onun yok olmasını dile getiriyor.
Demek ki dünyada yanmayınca, çile ateşinde
kavrulmayınca kemale ermek güç. Ney gibi
ateşlere dağlanmalı ki benlik ve bencillik yok
olsun. Hani pervane de yanmayınca huzuru
bulamaz ya…
Hacı Bayram Veli der ki:
Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm
Yanmada derman buldu bu gönlüm
Hz. Muhammed der ki:
“Nefsini bilen Rabbini bilir”
Yunus: “İlim kendin bilmektir.”
Hacı Bayram Veli yine der ki:
Bilmek istersen seni
Can içre ara canı
Yazarın notu: Demek ki cisim, “can” demek
değildir. Yunus’un “Bir ben vardır bende benden içerü” demesi de bundandır. O:
Oda yanmış kuru cismimde hevâdan gayri”
(Gam meclisinin ney’iyim. Ey ah! Ateşlerle
dağlanmış kuru cismimde havadan başka ne
bulursan yele ver; mahvet.)
“Canlar canını buldum
Yazarın sessiz düşünceleri: Ney ile kâmil
insan arasında macera ortaklığı vardır. Çünkü
ikisi de yanar. O saz parçası ney hâline gelene
kadar çeşitli evrelerden geçer. Mevlana’nın
“Hamdım, piştim, yandım.” demesi de herhalde bundandır. Neyin kemale ermesi, Hakk’ı
zikretmesi için kızgın demir
parçasıyla içi dağlanır; içindeki pütürler ütülenir, tertemiz edilir. Sonra ses çıkarması
için delikler açılır vücudunda.
Sonra üflenir neye ve ney ötelerden haber verir duyabilenlere… Kâmil insan da öyle değil
mi? İçini benlikten, maddiyattan, süsten püsten… kısacası
masivadan arındırır; sonra söylediği her şey Hak ve hakikat
olur. Fuzuli bize Allah’ın insana ruhundan üflediğini; dola-
Elbette aşk ile. Fuzuli bu konuyla ilgili şöyle
söylemişti:
Bu canum yağma olsun” diyerek keşfini gerçekleştirmiştir. Ama “Canlar Can”ı nasıl bulunurdu?
Fotoğraf: Mustafa Bektaşoğlu
Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak
Ama nasıl bir aşk? Nasıl ulaşılır bu aşka?
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
61
Fotoğraf: Mustafa Bektaşoğlu
bilmeyenler için belki
de… Öyleyse “Od ile
korkutma bizi vâiz.”
Taşlıcalı Yahya Bey’in bir düşüncesi vardı:
Kâşki sevdüğümi sevse kamu ehl-i cihân
Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa
(Keşke sevdiğimi herkes sevseydi de, hepimiz, yalnız onu konuşsak, ondan söz etseydik.)
Aslında âşık kendisine rakip istemez; ama söz
konusu sevgili Vedud olursa, yani sevginin ve
aşkın asıl kaynağı olursa bu sevgiyi başkalarıyla paylaşabilir.
… Ve aşkın ayak sesleri:
Şeyh Galib’den dinlemeli aşkın ayak seslerini:
Sûr mu mâtem mi bilinmez yakîn
Nây u kudûm ile gelir âh âh
Nûr-ı mücessem midir âteş midir
Yakışını söylesem âh âh
Âh mine’l ışkı ve hâlâtihî
Ahraka kalbî bi harârâtihî
(Ah ah! Neyle, kudümle gelir; düğün müdür,
yas mıdır, gerçekten bilinmez… Cisim şekline girmiş nur mudur, ateş mi? Hele yakışını
hiç anlatamam; ah, ah!... Ah aşktan, aşkın
hâllerinden; gönlümü hararetiyle yaktı yandırdı.)
Yazarın bir merakı: Acaba ateş mi terbiye
eder, ateş mi yüceltir insanı? Ya cehennemde
ateş olmasının sırrı ne ki? Dünyada yanmasını
62
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
Ney ve insan ne
kadar benziyor birbirine. Herhalde bu
yüzden
Mevlana,
“Mesnevi”sine uzun
bir ney macerasını
anlatmakla başlamış.
Mistik şair Fuzuli fırsat
düştükçe neyi müşahhaslaştırmış; insanın
hayat çizgisiyle ney
arasında benzerliklere
işaret etmiş. Birinde
de şöyle demişti:
Ney kimi her dem ki bezm-i vaslını yâd eylerem
Tâ nefes vardur kuru cismümde feryâd eylerem
(Ney gibi senin kavuşma meclisini ne zaman
yâd etsem kuru cismimde nefes var oldukça
feryat eyliyorum.)
Neyin, neyistanı anıp inlemesi gibi, insan
da hayatta olduğu müddetçe hep Bezm-i
Elest’i yâd edip hasretle inleyecektir. Hâl
böyle olunca âşık için ölüm “vuslat” olmaz
mı Sevgiliye… Çünkü aslında dünyada “ben”
diyen kişi cahillik etmektedir. Varlık geçicidir.
Aynadaki görüntü gibidir. Asıl sahibi istediği
zaman da kavga gürültü etmenin bir anlamı
yoktur. Yani canı Canan dileyince vermemek
olmaz, Fuzuli’nin dediği gibi:
Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil
Ne nizâ eyleyelim ol ne senindir ne benim
Mademki geçici bir süre “İki kapılı bir handa”
konaklıyoruz. Öyleyse benlik ve bencillik
dâvâsı gütmenin bir anlamı yoktur. Toplumsal
kavgalara sebep olacak her türlü rekabetten
kurtulmalı ve kendimizle mücadeleye girişmeli tez elden. Bizden gayrilere de yâr olmalı;
bâr (yük) olmamalı. Güzel insan olmanın da
temeli bu değil mi?
Ö rnek hayatlar
Sürekli doğruyu arayan adam
Graudy’nin ardından
(1913 - 2012)
Nevin Meriç
Din Hizmetleri Uzmanı
başına meydan okuyan
17 Temmuz 1913’te Marsilya’da doğdu. 1952 yılında
Sorbonne Üniversitesi’den edebiyat dalında, 1954 yılında
da SSCB Bilimler Akademisi’nden bilim dalında doktor
unvanını aldı. Fransız Komünist Partisi'nde üst düzeyde
görevlere kadar yükselmiş, Fransa'nın ünlü düşünürlerinden
biri olarak görülmüştü. Charles de Gaulle, Stalin, Castro,
Picasso, Aragon ve Sartre gibi isimlerle sıkça aynı karede yer
almıştı. Garaudy, bazıları Türkçeye çevrilmiş 60'a yakın eserin sahibi. 2 Temmuz 1982 günü Cenevre'de Müslümanlığı
seçti. Türkiye’de ve bütün dünyada tanınan ünlü Fransız
Müslüman düşünür Roger Garaudy (Roje Garodi), Paris’te
99 yaşında hayata gözlerini yumdu. Ölümü de hayat gibi
seviyorum diyen büyük düşünür her canlı gibi ölümü tattı ve
dünya sahnesinden ayrıldı. Sürekli iyiyi, doğruyu arayan bir
insan modeliydi. Doğru bildiğine hemen tabi olur ve fakat
yanlışını görünce de bütün imkânları reddedip vazgeçerdi.
Dünyanın görmediği ve fakat hakikatin gizlenemeyeceğini
tek başına tekrar aktifledi. Dünya basını metazoru vefat
haberlerini geçmeye başladıklarında Müslüman dünya onun
için çoktan tekfin sürecine geçmişti. Cesurca inandığı değerleri savunan insanların günümüzde örnekliği olan Graudy'i
Müslüman dünya çok sevdi.
ve kazanan güzel bir
Doğum: Aile
mümindir Graudy.
Mağripli koyu bir Hristiyan büyükanne ve Fransız bir dedesi vardı. Babası rahip okuluna gönderilmiş ve fakat dinsiz
olmuştu. Koca ailenin gücü sadece onu okutmaya yetti.
Dünyada zulme,
haksızlığa karşı tek
14 yaşında Protestanlığa geçti ama aradığını bulamadığından
Katolik oldu. Hristiyanlıkla Marksizm’in birbirinin tamamlaSAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
63
yıcısı olduğunu düşünürdü. Üniversitenin felsefe bölümünde okurken gidip Komünist Gençlik
Kulübü’nün yetkilisine, “Ben Hristiyanım ve
size katılmak istiyorum” der. Çünkü komünizmin insanlar arası eşitliği savunduğuna
inanan bir idealisttir. Stalin’le ailecek tanışır.
Moskova’da uzun süre ikamet eder ama zamanla Marks’ın istediği komünizmle, uygulanan
komünizm arasında dağlar kadar fark olduğunu
görür. Artık yüzleşme dönemine geçer. 1933’de
tam yirmi yaşındayken “bu dünyada yapmam
gereken nedir?” sorusuyla hayatın içine fırlatılıp
atıldığını anlar. Her şeyi sorgular. Kendi tabiriyle “idealin gerçekten daha gerçek” olduğuna ve olabileceğine yürekten inanır. Sovyetler
Birliği’ne tapınırcasına bağlanma fikrinden vazgeçer. Bütün dünyayı turlamaya, her medeniyet
ve kültürü, her din ve inanışı ana kitaplarından
okumaya devam eder.
İslam’la karşılaşması
İkinci Dünya Savaşı çıktığında Fransız ordusunda asker olan Graudy Fransa’nın Hitler’le
işbirliği yaptığını görünce birkaç arkadaşıyla
birlikte “İşbirlikçiliğe hayır!” el ilanlarını hazırlayıp kışladaki tuvaletlerin içine yapıştırır. Onun
yaptığı anlaşılınca yakalanıp, Fransız sömürgesi olan Cezayir’in çölüne sürgün edilir. Bir
başka disiplin suçu daha alınca Fransız komutan hepsinin kurşuna dizilmesi emri verir. O
anda hiç öngörülemeyen bir şey olur. Cezayirli
Müslüman askerler Fransız komutanın onlarca
kırbacına rağmen ateş etmezler. Buna çok şaşıran Garaudy savaş bittikten sonra Müslüman
askerlerin davranışının nedenini araştırır. Ve
onların inancında eli silahsız bir adama ateş
etmeyi “küfür/kâfirlik” olarak gördüklerini ve
dahi imanlarını kaybetmemek için ateş etmediklerini öğrenir ve çarpılır. İslam’ı araştırır.
İslam felsefesini inceler. Hidayetine giden yol
böyle açılır.
Garaudy'nin medeniyet anlayışı
Roger Garaudy, 5000 yıllık insanlık geçmişinin
bilincinde olup; İslam, Latin Amerika, Afrika,
Asya medeniyetlerinden müteşekkil evrensel
bir diyalog taraftarı olmuştur. “Nasıl bir entelektüel” sorusunu; “Bütün din, medeniyet ve
kültürler konusunda derin bilgiye sahip bir
64
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
entelektüel. Bildiğini eyleme dönüştürerek
adaletsizliğe ve zulme başkaldıran bir aydın.
İnsanlığın mutluluğu ve huzuru için gözünü
budaktan esirgemeyen ve bu uğurda her şeyi
göze alabilen bir düşünür” diye cevaplar, birçok kitabını çeviren Cemal Aydın.
Bütün bu çabaya rağmen kimseye yaranamayan bir insandır Graudy. Komünistken “Öte
âlem inancı olmayan, Allah’a imanı taşımayan
bir sistem ayakta kalamaz! Zaten Marks’ın hayal
ettiği komünizm bu değil!” deyip, Hristiyan
papazlarla komünistler arasında diyalog başlatır. Komünizmin kalesi olan Sovyetler Birliği
Çekoslovakya’ya müdahale edince isyan bayrağı açar ve komünistler kendisini dışlar. “Eski
Yunan’dan ta 16. yüzyıldaki Rönesans’a kadar,
insanlığın felsefe yapmaması, düşünmemesi
mümkün değildir! O boşluğu İslam düşünürleri
doldurdu!” dediği için ‘Batılı aydınlar’ tarafından
dışlanır. “Hristiyanlık, İmparator Konstantin’in
çarpıttığı bir şekle bürünmüş, o zamandan beri
ezilenin değil ezenin yanında yer almıştır!”
dediği için de Hristiyan din adamlarının aforozuyla karşılaşır. “Hitler bizi öldürdü diye diye
dünyanın vicdanlarını kanatıp istismar ediyor,
fakat Hitler’in size yaptığının daha insafsızını
şimdi Filistinlilere sizler kendiniz yapıyorsunuz!” dediği için de Yahudiler, Siyonistler kendisine düşman kesilir.
Batı'nın dışladığı Garaudy'yi İslam dünyası bağrına basar. İran, Ürdün, Suriye, Libya vb. pek
çok İslam ülkesinden taltif görür ve önemli
ödüller kazanır.
Garaudy “Medeniyetler Arası Diyalog” tezini
de ilk defa ortaya atan, bunun için bir Enstitü
kuran ve bu konuyla ilgili de eserler yazan
biridir. Nazım Hikmet’le tanışır. Garaudy’nin
eserlerini Türkçeye ilk çevirenler arasında
Doğan Avcıoğlu ismini görürüz. 1982 yılında
Müslüman oluncaya kadar farklı kesimler kendisinden tam 12 eser çevirir! “Le Monde (Lö
Mond)”da “Niçin Müslüman Oldum?” başlıklı
yazısı çıkınca ise kendisinden yüz çevirirler.
Dünyada zulme, haksızlığa karşı tek başına
meydan okuyan ve kazanan güzel bir mümindir Graudy. Allah rahmet eylesin.
HiKMET
PENCERESi
M. Lütfi Arslan
Bizler aynı kitabın ve
peygamberin çocuklarıyız
Ümmetin
gözyaşları
yüreğimizi
yakıyor.
Çile şairinin
dediği gibi sanki
insanlığın her
suçunda biz
varız. Aldırmazlık
edemeyiz. Hüküm,
zamanı geldiğinde
aramızda ayırım
yapmayacak.
Toplantının başlığı “Küreselleşme Çerçevesinde İslam
Ülkeleri ile İlişkiler” başlığını taşıyordu. Üç konuşmacı, az
sayıdaki dinleyici ile ortak bir duygu ikliminde sunumlarını yapmış, sıra soru faslına gelmişti. Birkaç sorudan sonra
henüz 18’inde bir delikanlı elini kaldırdı. Kılık kıyafeti,
oturması ve soruş tarzı popüler kültürün izlerini taşıyan bu
genç metalik bir sesle konuşuyordu: “Diğer İslam ülkeleri ile
ilişkilerimizi neden bu kadar önemsiyoruz ki? Bizim zaten
kendimize ait yeterince derdimiz yok mu?”
Üç konuşmacı da bu kadar net ve açık bir itiraz beklemiyordu. Salonda bir anda buz gibi bir hava esti. Dinleyicilerden
mırıltılar yükseldi. Sonra konuşmacılardan bir tanesi cevap
vermeye başladı. Aslında cevap vermiyor, düşünüyordu.
Sanki patinaj yapar gibiydi. Bir ara ağzından nasıl olduysa
“ümmet” kelimesi çıktı. Sanki o anda odaya parlak bir pencere açıldı. Konuşmacı “ümmet” dedikçe yüzlerdeki gerginlik kalktı, bir merhamet ve şefkat pırıltısı geldi oturdu:
“Biz bir ümmetiz. Senin oralı veya buralı olman çok fazla
anlam ifade etmiyor. Hepimiz aynı ümmetin evlatlarıyız.
Ümmetin her ferdi için kaygılanmalı ve derdi ile dertlenmeliyiz. İslam ülkeleri ile ilgilenmek o yüzden boynumuzun
borcudur.”
Söz bitince gence tatmin olup olmadığı soruldu. Genç
olumlu anlamda başını salladı. Doğrusu tatmin olmasa itirazını sürdüreceğinden kimsenin şüphesi yoktu. Konuşmacı
“ümmet” dedi tekrar:
“Biz bir ümmetiz. Dili, rengi, sınırları, milliyeti aşan bir birlikteliğimiz var. Bu bir inanç ve gönül birlikteliğidir. Bizler
aynı kitabın ve peygamberin çocuklarıyız.”
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
65
müzde hiçbir şey olmamış gibi davranamayız.
Ecdadın, savaş meydanında mehterin sesini duyduğunda hareketlenmeye başlayan ve
neredeyse mahmuzlarını parçalayacak hâle
gelen atları gibi yerimizde duramaz hâle geliriz. Yüreğimiz kabarır bizim. Gecemiz gündüzümüze karışır, hayatımız alt üst olur. Keder
önce gönlümüze, sonra yüzümüze iner, orada
duramaz, bizi de katar önüne, sel olur, zalimin yüzüne patlar. Öyle de gerekir, çünkü
Muhammed Ümmetini bizden, bizi ise “Allah”
dendiğinde gözü yaşaran, kalbi yumuşayan
Ümmeti Muhammed’den başka kurtaracak,
felaha erdirecek, gözümüzdeki yaşı, ruhumuzdaki gamı dindirecek yoktur. O yüzden
bizim geçirdiğimiz her boş vakit, girdiğimiz
her günah, yaptığımız her faydasız iş, düştüğümüz her gaflet çukuru ümmetin başına
Evet, öyleyiz; bizler aynı kitabın ve peygamberin çocuklarıyız. O yüzden Suriye denilince
içimizde fırtına kopar bizim. Reel-politiğin
duygusuz yüzü, diplomasinin soğuk koridorları bu fırtınaya bir anlam veremeyebilir.
Ama ümmet olmak bizi ta hesap gününe
kadar sarkacak bir sorumluluk sahibi yapmıştır. Ümmet olmak, bizi birbirimize zimmetlemiştir. Zimmetli olmak, birbirinden sorumlu
olmak demektir. Ümmet olmak biri yekdiğerinin hesabına kaydedilmiş canlar topluluğu
demektir.
Biz bir ümmetiz. Ümmeti olmakla şeref bulduğumuz canımız Peygamberimizin buyurduğu
gibi biz, bir binanın tuğlaları gibiyiz. Aramıza
konulmuş sınırlar, mesafeler, statüler, gönüllerimizin sıcaklığı ve yüreklerimizin aynı frekansla çarpması karşısında yok hükmündedir. O yüzden biz, Ebu’l-Hasan Harakâni’den
ilhamla şöyle deriz: “Türkistan’dan Şam’a
kadar olan sahada bir din kardeşimizin parmağına batan diken, bizim parmağımıza batmıştır; onun ayağına çarpan taş, bizim ayağımıza çarpmıştır. Onun acısını biz duyarız. Bir
kalpte hüzün varsa, o kalp bizim kalbimizdir.”
Biz harekete
geçmezsek, adaleti
kimse dert etmez.
O yüzden zulmün,
acının, kanın ve
adaletsizliğin
sıradanlaştığı bir
dünyada hiçbir
şey olmuyormuş
gibi yaşamak bu
ümmete ardır.
“Şems bana bir şey öğretti: ‘Yeryüzünde bir
tek mümin üşüyorsa, ısınma hakkına sahip
değilsin.’ Ben de biliyorum ki, yeryüzünde
üşüyen müminler var, artık ben ısınamıyorum.”
Biz bir ümmetiz. Aynı kitabın ve peygamberin çocuklarıyız. Biz o cansız bedenleri,
akan kanları, dökülen gözyaşlarını, evinden
yurdundan edilmiş kardeşlerimizi gördüğü-
66
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
Fotoğraf: Abid Katib
Biz bir ümmetiz. Aynı kitabın ve peygamberin
çocuklarıyız. Afganistan, Irak, Libya, Somali,
Filistin denilince bizim yüreğimiz yangın yerine döner. Çünkü oraların kalbi bizim sadrımızda atar. Ümmetin mazlum ve mağduru
gözlerini göklere dikip “Ya veyletâ…” diye
ah ettiğinde o ahla sadece Arş titremez, biz
de titreriz. O acı çekiyorsa biz de acı çeker, o
ağlıyorsa biz de ağlarız. Ümmetin tek ferdinde
bile bir acı varsa biz artık o saatten sonra sevinemeyiz, gülemeyiz, Mevlana gibi üşüyen bir
tek kişi varsa bile ısınamayız:
düşen bombalar kadar acıtıcı ve yıkıcıdır.
Biz faydasız mekânlarda saatler harcarız,
bu sadece gönüllerimize değil, Suriye’ye de
bomba olur düşer. Biz gafletle vakit öldürürüz, bu sadece vaktimizin değil, Irak’taki
pazar yerinin katliamı olur. Biz zevkin, keyfin
ve eğlencenin kaçamağında harcanırız, bu
sadece ruhumuzu harcamaz, Afganistan’da
zevk için öldürülen Afganlı olur. Biz umursamaz, aldırmaz, dertlenmeziz; bu, sadece Peygamberimize, mensubu olduğumuz
ümmete, ecdada, toprağımıza ve özümüze
ihanet olmaz, Ortadoğu’da kardeşin kardeşe
sıktığı kurşun olur.
Biz Muhammed ümmetiyiz. İnsanlar içerisinde çıkarılmış en hayırlı ümmet biziz. Denge
bizimledir, adalet ancak bizim kitabımızla
sağlanır. Biz ayağa kalkmazsak, mazlumun
acısını dindirecek kimse olmaz. Biz harekete
geçmezsek, adaleti kimse dert etmez. O yüzden zulmün, acının, kanın ve adaletsizliğin
sıradanlaştığı bir dünyada hiçbir şey olmuyormuş gibi yaşamak bu ümmete ardır. Biz
böyle bir dünyada yaşayalım diye gelmedik.
Biz mazlumun gözyaşının dindirildiği, zalimin
zulmünün engellendiği, hak ve adaletin tesis
edildiği bir dünya kurmak için geldik.
Kardeşim, bize mazlum olmak yakışmıyor,
biz, Hakkı tutup kaldırmalı, zalime karşı çıkıp,
mazlum coğrafyamızı yeniden güldürmeliyiz.
Dört bir yandan bize sesleniyorlar duymuyor musun? Bu bir çağrıdır; “Gel artık, yeter”
çığlığıdır. Bizi çağıranlar neye çağırdıklarını
biliyorlar. Biz de neye çağrıldığımızı bilmek
zorundayız. Biz Muhammed Ümmetiyiz; bizim
Asya’nın steplerine de söyleyecek sözümüz
var, Manhattan’in bloklarına da… Afrika’da su
arayan siyah da bizi bekliyor, Paris sokaklarında onurunu arayan siyah da…
Bize bütün küreyi içine alacak bir yürek lazım.
Bu yüreğin potansiyeline sahibiz. Muhammed
Ümmeti olmak demek sadece kürenin değil,
bütün evrene şamil bir rahmetin temsilcisi
olmak demektir. Yapmamız gereken ümmeti
olmakla şeref bulduğumuz Peygamberimizin
hâliyle hallenmektir. Yüreğimizin sınırlarını
dünya kadar genişletmeliyiz. Herkesi, her
yeri ve her zamanı yüreğimize raptedecek bir
üslubumuz, bir gündemimiz ve hepsini içine
alacak kadar geniş bir idrakimiz olmalı. Allah
Rasulü döndü mü bütün vücuduyla dönerdi.
Biz de bütün vücudumuzla dönmeliyiz küreye. Çünkü insanın olduğu her yer bizimdir.
Her mesele bizim meselemizdir.
Ümmetin gözyaşları yüreğimizi yakıyor. Çile
şairinin dediği gibi sanki insanlığın her suçunda biz varız. Aldırmazlık edemeyiz. Hüküm,
zamanı geldiğinde aramızda ayırım yapmayacak. Her acıda hissemiz var. Her gözyaşında
yüreğimiz çağıldar. Her çığlık bizde kopar.
Biz birbirine zimmetli canların oluşturduğu
bir topluluğuz, aynı kitabın ve peygamberin
çocuklarıyız.
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
67
UZMAN
GÖZÜYLE
Alaaddin Yanardağ / Sosyolog
‹ş yerinde psikolojik şiddet (Mobbing II)
�şyerinde psikolojik baskıyla, hem bireysel, hem de kurumsal olarak mücadele edilmelidir. Bütün bu mücadele yollarından ayrı olarak, yasal yollara başvurmaktan da
kaçınılmamalıdır.
Çalışan kişiyi, canından bezdirmeye, işi bırakmaya yönelik, bir tür psikolojik taciz ve şiddetin uluslar arası kavramsal adı mobbingdir.
Peki, bu şiddeti uygulayanlar kimlerdir ve
mobbinge karşı kendimizi nasıl savunabiliriz?
Mobbing uygulayanların bazı özellikleri
Abant İzzet Baysal Üniversitesi
İ.İ.B.F.
Kamu
Yönetimi
Bölümü'nden Yrd. Doç. Dr.
E. Elif Yücetürk, Türkiye’de
mobbing üzerine akademik
çalışma yapan öğretim üyesi.
Yücetürk’ün yaptığı araştırmalar gösteriyor ki; psikolojik şiddete başvuran kişilerin,
kendilerini olduğundan üstün
göstermek isteyen, ikiyüzlü,
onursuz ve sahtekâr tavırlarla, farklılıklara ve başkalarının
yaşamlarına önem vermeyen eylem biçimlerinden anlaşılabilecekleri ileri sürülüyor.
Bunların kişilik özellikleri birkaç grupta toplanabilir: Bu kişiler genellikle kendi itibarlarını yükseltmek için kötü niyetli ve hileli
eylemlere başvurur. Aşırı denetleyici, korkak
ve sinirli bir yapıya sahiptirler. Korku ve
güvensizliklerini bir başkasına çamur atarak
yenmeye çalışırlar. Kendi sorunlu kişiliklerini saklamak amacıyla diğerlerinin manevi
gelişimini önleyecek şekilde güç kullanma
eğilimindedirler. Bu nedenle “günah keçisi”
ararlar, örgüt hiyerarşisinde çalıştıkları için
kendilerinin güç uygulama ayrıcalığına sahip
olduğunu düşünürler. Sözde lider olan bu
68
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
kişiler, gerçekte lider sayılamazlar, her zaman
özel işlem görme beklentisi ile kendilerini
hukuk ve ahlak ilkelerinin üzerinde görürler. Hiyerarşik kademelerde hızla yükselmek
için her yöntemi kullanabilirler. Bekledikleri
hayranlığı ve takdiri kendilerine göstermeyen
bireylere karşı acımasız olabilirler. Prof. Dr. Psikiyatr Nevzat
Tarhan’a göre işyerinde duygusal terör uygulayan yöneticiler, baskıcı, otoriter ve totaliter
kişilik yapısına sahip insanlar
ve kendi fikirlerini zorla kabul
ettirmek isterler. Kesinlikle
eleştiriye kapalıdırlar. Ve farklı düşünceye toleransları yoktur. Mobbing, üst yöneticilerde
bir meslek hastalığı olarak sık
görülüyor. Mobbing’i uygulayan yönetici, selamlaşmaz,
konuşmaz, o psikolojik şiddet uyguladığı kişi
sanki orada yokmuş gibi davranır, karşı olduğu kişinin itibarına, mesleki konumuna saldırır, alay eder, arkasından konuşur, insanı
canından bezdirir, istifa ve kavgaya sürükler,
azarlar, özel görevler vermez, özgüveni kaybettirmek için verdiği işi geri alır, psikolojik
sağlığı tehdit eder, ağır işlere yönlendirir.
Aslında bu kişiler olgun değillerdir. Sözel ifadelerden korkarlar ve güvensizdirler. Ayrıca
kıskançtırlar. Kişilik bozukluğu içerisinde de
olabilir. Emrinde profesörü çalıştırıp egosunu
tatmin eden çok işveren vardır. Genellikle
kötü çocukluk dönemi bu kişilerin özgeçmi-
şinde vardır. (Saka, Füsun, İşyerlerindeki Kâbus-Duygusal
Taciz, 23/6/2006 Hürriyet.)
Yapılması gerekenler
Mobbing kavramının kurumlarda sıkça telaffuz edilmesinde yarar vardır. Konu, hiperaktif
çocuklar olayına benziyor. Hiperaktif kavramının bulunmadığı dönemlerde, hiperaktif
çocuklar sürekli dayak yerdi; çocukcağız da
kalkıp “Yapmayın ben hiperaktifim” diyemezdi. Yine bir zamanlar “diyabet” kavramı yoktu.
Bu yüzden zayıflayan şeker hastalarına yakınları, kuvvetten düşmesinler diye zorla baklava, kaymak yedirirlerdi. Diyabet kavramı ortaya çıktığından bu yana, şeker hastalığının teşhisi ve tedavisi kolaylaşmıştır. Benzeri durum
işyeri zorbalığı için de geçerlidir. Kavramın
telaffuz edilmesi, sorunun teşhisini ve giderilmesini kolaylaştırır. Ülkemizde konuyla ilgili
tatmin edici çalışmalar henüz bulunmamakla
birlikte 19.03.2011 tarihli Resmi Gazete’de
yayımlanmış olan 2011/2 sayılı Başbakanlık
Genelgesi önemli bir adımdır ve soruna
çözüm getirecek niteliktedir. Buna göre,
işyerlerinde (kamu ve özel) memurlar dâhil
tüm çalışanların psikolojik tacize (mobbing)
maruz kalmaması için önlemler sıralanmıştır.
Bu konuda diğer önemli bir çalışma da Nisan
2011 tarihli TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği
Komisyonu tarafından yapılan ve yayınlanan
aynı zamanda bu makalenin de temel referansı olan İşyerinde Psikolojik Taciz (Mobbing)
ve Çözüm Önerileri Komisyon Raporu’dur.
Komisyon, mobbing olgusundan ne anlaşılması gerektiği, mobbingin nedenleri ve
sonuçları, bireyleri nasıl etkilediği, mobbing
mağdurunun, mağduriyetini nasıl ispatlayacağı, hangi yasal yollara başvurabileceği konularında tespitler yaptığı gibi mevcut durumu
ortaya koyup, bu sorun alanına ilişkin yasama
sürecinde neler yapılabileceği, mobbingin
nasıl engellenebileceği, toplumda nasıl farkındalık yaratılabileceği gibi konulara ilişkin çözüm önerileri de geliştirmiştir. Tarhan,
kişilerin kendilerine mobbing uygulanması
hâlinde yapmaları gerekenleri şöyle sıralıyor: “Önce kurban rolünü kabullenmemek
gerekir. Yönetimi, süreçten haberdar etmek
önemlidir. Duygularınızı ve yaşadıklarınızı
içinize hapsetmemeniz lazım. Çünkü bastırılmış duygular zarar verir. Önce düşünmek,
veri toplamak gerekir. Olayın arka planını,
bağlantılarını ve inceliklerini düşünmek gerekir. En büyük hata, karşı tarafın savaş alanına
girmektir. O kişi sizin duygusal tepki vermenizi istiyordur. Siz düşünerek tepki verirseniz onu düşündürtmüş olursunuz. Mobbing
uygulayanı düşündürtecek şeyler ve yollar
bulmak en iyi çözümdür.”
Sonuç olarak Türkiye, adı yeni konmuş olsa
da mobbingin yaygın olduğu ülkelerden biridir. Mobbingin işyerlerinde yaygın olarak
görülmesinin nedenleri arasında yönetimin
davranışları, hatalı personel seçimi, işe alım
süreci, kurumdaki sayılı pozisyonları elde
edebilmek için bireyler arasında yaşanan
acımasız rekabet, yetersiz liderlik, çatışma
çözümü yeteneklerinin zayıflığı ve hiyerarşik
yapının fazlalığı sayılabilir. Aslında mobbingi
durdurmak ya da engellemekten önce bu
sorunun varlığını anlamak gerekmektedir. Bu
bağlamda mobbingin psikolojik bir saldırı
olduğu düşünülürse psikolojik savunma yöntemlerinin geliştirilmesi büyük önem taşımaktadır. Böylece alınan yaranın derinleşmesi
önlenebilir ve iş yaşamının dışına atılmaktan
kurtulunabilir. İşyerinde psikolojik baskıyla, hem bireysel, hem de kurumsal olarak
mücadele edilmelidir. Bütün bu mücadele
yollarından ayrı olarak, yasal yollara başvurmaktan da kaçınılmamalıdır. (İşyerinde Psikolojik
Taciz (Mobbing) ve Çözüm Önerileri Komisyon Raporu 2011.
TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu yayınları no: 6,
Mağdurları genelde kadın olmasına rağmen, ülkemizdeki ilk mobbing davasını bir
erkek bürokrat açmıştır. Toprak Mahsulleri
Ofisi’nden Ş.T. uğradığı psikolojik baskı
yüzünden kendisinin ve ailesinin depresyona
girdiği gerekçesiyle, yöneticilerinden 15 bin
TL tazminat talep etmiştir. İstifası istenen, rütbesi düşürülen, göreve iadesi için açtığı davayı kazanmasına rağmen baskı ve yıldırmaya
maruz kalan Ş.T. mobbing gerekçesiyle ilk
davayı açan kişi olarak Türk hukuk tarihine
girmiştir. (a.g.e., s. 7.)
s. 57.)
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
69
FIKIH
KÖŞESİ
DİN İŞLERİ YÜKSEK
KURULUNDAN
Unutarak yiyen kişiye oruçlu olduğunun hatırlatılması gerekir mi?
Unutarak yemek içmek orucu bozmaz. Hz.
Peygamber (s.a.s.) konuyla ilgili olarak şöyle
buyurmuştur; “Oruçlu kimse oruçlu olduğunu
unutup da yediği ve içtiği zaman, orucunu
(bozmayıp) tamamlasın! Çünkü o oruçluya
ancak Allah yedirmiş ve içirmiştir.” (Buhari, Savm,
26.)
Oruçlu olduğunu unutarak yiyip içen kişi,
yaşlı, hasta, zayıf ve oruç tutmaya kuvvet getiremeyecek durumdaysa onu gören kişi oruçlu
olduğunu hatırlatmamalı, oruç tutmaya kudret
getirebilecek durumdaysa hatırlatmalıdır.
Anestezi orucu bozar mı?
Anestezi, nefes yolu veya iğne ile vücuda ilaç
verilerek oluşturulmaktadır. Nefes yolu veya
iğne ile yapılan anestezi, mideye ulaşmadığı gibi, yeme-içme anlamı da taşımamaktadır. Ancak bölgesel ve genel anestezide,
acil durumlarda ilaç ve sıvı vermek amacıyla
damar yolu açılarak, bu açıklık işlem süresince serum vermek suretiyle sağlanmaktadır.
Bu itibarla, sınırlı uyuşturma orucun sıhhatine
engel değildir. Bölgesel ve genel anestezide
serum verildiği için oruç bozulur.
Yıkanmak orucu bozar mı?
Ağız ve burundan su girip mideye ulaşmadıkça oruçlu kimsenin yıkanması orucuna zarar
vermez. Nitekim Hz. Aişe ve Ümmü Seleme
validelerimiz Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ramazanda imsakten sonra yıkandıklarını haber
vermişlerdir. (Buhari, Savm, 25.) Bu itibarla, ağız
ve burundan su kaçırmamak şartıyla oruçlu
kişi yıkanabileceği gibi, havuz veya denize de
girebilir. Ancak yüzme esnasında su yutmaktan kaçınmak zor olduğu için ihtiyatlı davranmak uygun olur.
Oruçlu kimse abdest alırken hataen
boğazına su kaçırsa orucu bozulur
mu?
Orucun bozulması konusunda hata; abdest
sırasında ağzını çalkalarken isteği dışında
boğazına su kaçması örneğinde olduğu gibi,
orucu bozan fiilin orucu bozma kastına dayalı
olmayarak meydana gelmesidir. Orucu bozan
fiilin hataen yapılması orucu bozar ve yalnızca kazayı gerektirir.
Hataen boğaza su kaçması, oruçlu bulunulduğu hatırda değilken meydana gelirse, unutarak yapılmış hükmünü alır ve oruç bozulmaz. Bir sahabi Rasulüllah (s.a.s.)’a, “Ey
Allah’ın Rasulü! Oruçlu iken unutarak yiyip
içtim. Orucum bozuldu mu?” diye sormuş.
Rasulüllah (s.a.s.) da, “(Hayır bozulmadı)
sana Allah yedirip içirdi.” (Ebu Davud, Savm, 39.)
cevabını vermiştir.
Şafii mezhebine göre orucu bozan bir işi
gerek hataen, gerek unutarak yapmakla oruç
bozulmaz.
Kazaya kalan ramazan orucunu belli bir sürede tutma zorunluluğu var mıdır?
Ramazan orucunun kazası, oruç tutmanın haram olduğu günler dışında her zaman yapılabilir. Hanefilere göre kaza için bir zaman sınırlaması yoksa da mümkün olan ilk fırsatta kaza
oruçları tutulmaya çalışılmalıdır. Oruç tutmanın yasak olduğu günlerin başında bayram
günleri gelir. Hz. Peygamber (s.a.s.) iki vakitte oruç tutulmayacağını bildirmiştir ki birisi
Ramazan Bayramı’nın birinci günü, diğeri Kurban Bayramı günleridir. (Buhari, Savm, 66-67.)
Şafiiler’e göre ise bir ramazanda kazaya kalmış orucun, gelecek ramazana kadar kaza edilmesi gerekir. Bir ramazanın kaza borcu herhangi bir mazeret olmaksızın yerine getirilmeden, öteki ramazan gelecek olursa, kaza borcuna ilaveten bir de fidye ödeme yükümlülüğü
bulunmaktadır.
70
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
Oruçlu kimse diş tedavisi yaptırabilir mi?
Orucun bozulması için yeme, içme ve
cinsel ilişki ya da bu anlamları ifade eden
bir fiilin işlenmesi gerekir. Bu sebeple
sırf diş tedavisi sebebi ile oruç bozulmaz.
Tedavinin ağrısız gerçekleşmesi için yapılan enjeksiyonlar da beslenme amacı taşımadığı için orucu bozmazlar. Ancak tedavi
sırasında yapılan başka işlemler sebebi ile
-mesela ağız su ile çalkalanırken- boğaza
su, kan veya tedavide kullanılan maddelerden biri kaçarsa oruç bozulur ve kaza
edilmesi gerekir.
Kazaya kalan ramazan oruçları
nasıl tutulmalıdır?
Ramazan ayında tutulamayan oruçların ve
başlanıp da bozulan oruçların kaza edilmesi gerekir. Kur’an-ı Kerim’de; “İçinizden
hasta olan veya yolculukta bulunan, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde
tutar.” (Bakara, 2/184.) buyrulmaktadır. Kaza
oruçlarının aralıksız tutulması hakkında
herhangi bir hüküm bulunmamaktadır.
Bu itibarla, kazaya kalan oruçlar, oruç
tutulması yasak olan günler dışında, ardı
ardına veya ayrı olarak tutulabilir. Ancak
bu oruçların, geciktirilmeden bir an önce
tutulması uygun olur. Çünkü bu bir borçtur, hemen ödenmelidir. Ayrıca insanın ne
zaman öleceği de belli değildir.
Akşam ezanının yanlışlıkla bir iki
dakika erken okunmasından dolayı orucunu açan kimsenin ne yapması gerekir?
Kur’an-ı Kerim’de oruç vaktiyle ilgili olarak “Şafağın aydınlığı gecenin karanlığından
ayırt edilinceye (tan yeri ağarıncaya) kadar
yiyin, için. Sonra da akşama kadar orucu
tam tutun.” (Bakara, 2/187.) buyrulmaktadır.
Özellikle büyük yerleşim birimlerinin en
doğusu ile en batısı arasındaki zaman farkından dolayı akşam vaktinin temkin payı içinde
kalması söz konusu olacağından, yanlışlıkla
bir iki dakika önce okunan ezanla oruçlarını açmış bulunan Müslümanların oruçlarını
kaza etmeleri gerekmez. Bu sürenin temkin
süresinden daha uzun olması hâlinde ise
oruç bozulur ve kaza edilmesi gerekir.
Aşı olmak veya iğne yaptırmak orucu bozar
mı?
Dinimiz, tedavi sürecinde olan hastaların oruç
tutmamalarına ruhsat vermektedir. Bu nedenle, tedavisi devam eden hastalar, sağlıklarına
kavuşup, tedavileri sona erinceye kadar oruçlarını erteleyebilirler. Bununla birlikte, ramazan
ayında herkesle birlikte oruca devam etmeyi
arzu ediyor ve oruç tutmalarına da başka bir
engel yoksa iğnelerini iftardan sonra yaptırmaları yerinde olur. Bu imkâna sahip olmayanlar,
tedavi ve aşı amaçlı iğne yaptırabilirler. Ancak,
oruçlu iken gıda ve vitamin iğneleri yaptırmak,
damardan serum ve kan almak orucu bozar.
Daha sonra bu oruç kaza edilir.
Tutmadığı oruçları kaza etmeden oruç tutamayacak hâle gelen kimse ne yapmalıdır?
Fakihlerin çoğunluğu, “Oruç tutmaya güç yetiremeyenler, bir yoksul doyumu kadar fidye öder.”
(Bakara, 2/184.) ayetinden hareketle, mazeretli veya
mazeretsiz oruç tutmamış ve kaza etmeden
ölüm döşeğine düşmüş kimselerin oruç borçları
için fidye ödenmesi vasiyetinde bulunmalarının
müstehap olacağını söylemişlerdir. Eğer vasiyet
etmişse mirasçıları malının üçte birini geçmeyecek şekilde bu vasiyeti yerine getirirler.
Fidye, ölenin bıraktığı maldan teçhiz, tekfin
masrafları ve borçları çıkarıldıktan sonra, kalan
malın üçte birinden verilir. Şayet fidye üçte birden çok tutarsa, fazla olan kısım ancak varislerinin rızası ile ödenebilir.
Şafii mezhebine göre bir kimse imkânı olduğu
hâlde fidyeyi vermeden ölürse vasiyete gerek
olmaksızın bıraktığı mirastan ödenir. Zira onun
fidye ödemesi, hasta ve yolcunun orucu kaza
etmesi gibidir.
Fidye verme gücü olmayan kişiler ne yapmalıdırlar?
Senenin hiçbir mevsiminde oruç tutamayacak
kadar yaşlı olan (pir-i fani) kimselerin, ramazanın her bir günü için bir fakire fidye (yani bir
fitre) vermeleri gerekir. İyileşme umudu olmayan hasta da bu hükme tabidir (Bakara, 2/184.)
Maliki mezhebine göre ise, oruç tutmaya güç
yetiremeyen yaşlı kişi için fidye vacip değildir.
Fakat verirse müstehap olur. Fidye verecek gücü
olmayanlar ise, fidyeden sorumlu olmazlar.
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
71
İSLAMLA
YENiDEN DOĞANLAR
56 yaşında Müslüman olan
Charles
Prof. Dr. Ali Köse
Marmara Üniv. İlahiyat Fak.
İngiltere’nin Oxfordshire bölgesinde Hristiyan
bir ailenin büyük oğlu olarak dünyaya geldim.
Babam ben 14 yaşındayken öldü. Hayatta hiçbir rehberim yoktu.
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından
(1945), henüz 18 yaşındayken askere çağrıldım. Önce Almanya’ya, daha sonra da o tarihlerde İngiliz mandası olan Filistin’e gönderildim. 1948 yılına kadar Filistin’de asker olarak
kaldım. Filistin topraklarının Hz. İsa’nın yaşadığı yerler olduğunu biliyordum, ama orayı
bir türlü sevmemiştim. Çünkü İngiliz askerleri arkadan vuruluyordu ve kimin yaptığını
bilemiyorduk. Bir an önce oradan kurtulmak
istiyordum. Nihayet terhis vaktim geldi ve 21
yaşında İngiltere’ye geri döndüm.
1873 yılında annemin vefatıyla birlikte din
hakkında daha fazla düşünmeye başladım. O
zamanlar ismen Hristiyandım ve beni doğru
yolda kılması için Tanrı’ya hep dua ederdim.
1975’te kader beni tekrar Filistin’e götürdü. Hristiyanlık bana Filistin’in Yahudilerin
memleketi olduğunu öğretmişti. Her Batılı
gibi bana da Yahudilerin İsrail’de Araplar
tarafından kuşatıldığı öğretilmişti. Bu sebepten İsrail’e gidip Yahudilere mücadelelerinde
yardım etmeye karar verdim. “The Jarusalem
72
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
Post” gazetesinde ilan vererek Tel Aviv’de bir
iş buldum. Nihayet Tel Aviv’e yardım ve çalışmaya başladım. Fakat 3 ay sonra İngiltere’ye
dönmeye karar verdim. Çünkü Yahudilerle
arkadaşlık kuramamıştım. İngiltere’ye dönünce bir inşaat firmasında çalışmaya başladım.
Fakat içimdeki ses “İsrail’e dön!” diyordu.
Nihayet bir yıl sonra Tel Aviv’e döndüm.
Bir müddet sonra tekrar İngiltere’ye gelmeye karar verdim. Bu defa beraber çalıştığım Yahudilerden şikâyetçi değildim, fakat
sanki bütün bu ortamda bir yanlışlık var
gibi geliyordu bana. Uçağa binince yine aynı
ses “Hata ediyorsun, burada kal!” diyordu.
Nihayet İngiltere’deki bir inşaat firmasında
eski işim olan müfettişliğe döndüm. Ama
içimdeki o his bir türlü yok olmak bilmiyordu.
Bir yıl sonra İsrail’de bulunan bir arkadaştan
mektup aldım. Bana, “Eğer bir daha İsrail’e
gelirsen, Tel Aviv’e gitme, kibbutz denilen
çiftliklerin bulunduğu küçük kasabalara git!”
diyordu. Tekrar İsrail’e döndüm. Bu defa
arkadaşımın dediği gibi kırsal kesime gittim.
Ancak bu gidişimde düşman olarak gördüğüm
Filistinlilerle yüz yüze gelmiştim. Yahudiler
için yapılan yerleşim merkezlerindeki inşaatlarda çalışıyorlardı. Ben de inşaat teftişi ile
uğraştığım için onlarla mecburen muhatap
oluyordum. Karınlarını doyurabilmek için,
kendilerini yok eden Yahudilerin inşaatlarında çalışıyorlardı. Yaşamak için başka çareleri
yoktu. Bu sahneyi görünce Filistinlilere bir
insan olarak acıdım. Filistinliler beni arkadaşça karşılamışlar ve bana sıcaklık göstermişlerdi. Oysa ben İsrail’e Yahudiler’e yardım
etmek için gelmiştim. Artık, “Bana uçak kaçıran, adam öldüren diye öğretilen düşmanlarım bu insanlar mıydı?” diye düşünmeye başladım. Ön yargılarım yavaş yavaş kaybolmaya
başlıyor, Filistinliler ile arkadaşlığım hızla
gelişiyordu.
Bir gün Filistinli inşaat işçilerinden birisi beni
yakındaki bir Filistin köyüne davet etti. O
köye doğru yola çıktık. Bir yaz günüydü ve
insanlar evlerinin önünde oturmuşlar akşam
çayı içiyorlardı. Her önünden geçtiğimiz ev
bizi davet ediyordu. Ben çok şaşırıyordum,
çünkü yoldan geçen birisini eve davet etmek
hadisesine yabancıydım. Nihayet bir eve girdik ki, fakirlik her hâliyle kendini belli ediyordu. Fakat daha önemli bir haslet, bir ruhi
zenginlik mevcuttu. Bize çay ve bisküvi ikram
ettiler. Evde 5-6 yaşlarında bir çocuk vardı.
Benim karşımdaki köşede sakince oturuyordu. Bir müddet oturduktan sonra kalkma
vaktimiz geldi. Biz ayağa kalkınca, bu çocuk
bize doğru yürüdü ve benim önümde durarak
Arapça bir şeyler söyledi. Tabii ben bir şey
anlamadım. Beni oraya götüren Filistinli devreye girdi ve “Bu çocuğun ismi Yusuf. Senden
iyi geceler öpücüğü istiyor.” dedi. Bir anda
her şey durmuştu. Ortalığı bir sessizlik kapladı. Sanki beynimden vurulmuştum. Evet, bu
insanlardan şimdilik hoşlanmaya başlamıştım,
ama onu nasıl öperdim, bunu aklımdan bile
geçiremezdim. Donup kalmıştım. Nasıl olur
da bu çocuk benden, bir İngiliz’den, kendisini
yani bir Müslümanı öpmesini isteyebilirdi?
O anda tarif edemeyeceğim bir şey oldu. Bir
anda kendimi dizlerimin üzerinde buldum.
Artık insanlığın son basamağında gördüğüm
Arapların seviyesindeydim. Küçük Yusuf’un
hizasındaydım. Göz göze geldik. Küçük Yusuf
kollarını omuzlarıma atmış, kalbime yaslan-
mıştı. Onu öpmüştüm. Yusuf kollarımdaydı. Ağlamaya başladım. Gözlerimden yaşlar
boşanıyordu. Beni affetmesi için Tanrı’ya yalvardım ve duamın kabul edildiğini hissettim.
Çünkü kulağımda bir ses çınlıyordu: “Bunlar
senin insanların!... Bunlar senin insanların!...”
Artık burası İsrail değil, Filistin’di. Bir anda
her şeyi farklı açıdan görmeye başlamış, sanki
yeniden doğmuştum. Neden buraya üç kez
tekrar tekrar geldiğimi anlamıştım. Beni oraya
çeken şey Yahudilere yardım etmek değil,
benim insanlarımı bulmakmış. Dakikalarca
ağladım. Benimle beraber bütün aile ağladı.
Herkes olağanüstü bir şey olduğunun farkındaydı. O gece bir başlangıçtı. İslam’a dönüşümün başlangıcıydı.
Artık haftada iki üç defa o köye gitmeye,
Filistinlilerle tanışmaya, konuşmaya başladım. Köydeki herkesi tanıdım. Düğünlere,
nişanlara katılıyordum, artık köyün bir parçası
olmuştum. Fakat din konusunu konuşup tartışmıyorduk. Bana İslam’dan pek bahsetmiyorlardı. Sanırım benim hemen reddetmemden çekiniyorlardı. Bana İslam’ı kelimelerle
değil, davranışlarıyla, örneklerle öğretiyorlardı. Artık İslam’ı hissetmeye, anlamaya başlamıştım.
Bütün bunlar Yahudilerin işine gelmemişti.
Filistinlilerle hemhal olmam, onlarla kaynaşmam Yahudilerin hoşuna gitmemişti. Bir gün
iki polis gelip beni karakola götürdü. Sorguya
çekildim. Neticede kendilerine yardım etmek
maksadıyla geldiğim Yahudiler beni sınır
dışı ettiler. Tekrar İngiltere’ye döndüm. Hâlâ
şehadet getirip Müslüman olmamıştım. Fakat
İngiltere’de kendimi artık yabancı bir memlekette gibi hissediyordum. Ruhen ıstırap
içindeydim. Benim insanlarımı özlüyordum.
Sonunda İngiltere’deki Müslümanları bulmaya karar verdim, çünkü benim olduğum bölgede hiç Müslüman yoktu. Bazı Müslüman
kuruluşlarla irtibat kurup faaliyetlerine katılmaya, Müslümanlarla kaynaşmaya başladım.
Çok geçmeden şahadet getirerek Müslüman
oldum. Bir Hristiyan asıl evine, İslam’a dönmüştü.
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
73
DAĞARCIK
Bülent Acun
Müezzin-Kayyım / Niğde
Bir gönül doktoru olarak
din görevlisi
Esasen her Müslüman dininin görevlisidir,
gönüllüsüdür.
Din görevliliği kavramı, gelişen teknolojiye paralel olarak değişen dünyanın, insan
hayatının akışını oldukça hızlandırmasının neticesi olan, her konuda branşlaşma
realitesinin, literatürümüze armağan ettiği
sıcak, sevimli ve sade bir kavramdır.
Din görevlisi, asr-ı saadetten günümüze
bir ırmak gibi, gönülden gönüle çağlayıp
gelen İslam tarihi boyunca, merkezinde
bulunduğu İslam toplumlarının hep öznesi
olagelmiştir.
teden iç ve dış düşmanlara karşı bir Sütçü
İmam olup mihrapta olduğu gibi, cephede
de en öne geçerek, kahraman askerlerimizle birlikte el ele, gönül gönüle vererek,
onları geldikleri gibi geri püskürtmeyi bilmiştir.
İnsan için nasıl vücudunun bütün azaları
önemli ve vazgeçilmez ise, toplum için de
din görevliliğinin bütün kademeleri mühim
ve vazgeçilmezdir.
Şayet hayatı bir okul olarak telakki edecek
olursak, din görevlisi hayat okulunun kulluk öğretmenidir.
Gün olmuş, devlet idare etmiş, halkına, Hz.
Din görevlisinin bulunduğu mekânda, kin
Ebu Bekir (r.a.) olup şefkat ve merhamet,
ve nefrete, şiddet ve hiddete, haset ve
Hz. Ömer (r.a.) olup izzet ve adalet dağıtfesada zerre kadar yer yoktur; bilakis onun
mış; gün olmuş, Sultan
bulunduğu mekânlarda
Alpaslan’ın yanında nizasevgi vardır, saygı vardır,
mülmülk, sultan Fatih’in
hürmet vardır, muhabDin görevlisi,
yanında
Akşemseddin,
bet vardır, hikmet vardır,
Osman Gazi’nin yanında,
marifet vardır, ülfet vardır,
etrafındaki
Şeyh Edebali olup onlaünsiyet vardır.
herkese değer
ra bilgelikleriyle kılavuzDin görevlisi, etrafındaki
veren, bundan
luk ederek zaferden zafeherkese değer veren, bundolayı da
re koşmuş; gün olmuş,
dan dolayı da çevresindeçevresindeki
“Değmesin
mabedimin
ki herkesten saygı gören
göğsüne namahrem eli”
herkesten saygı
insandır. O gariplerle yoldiyerek, vatanına, bayrağıgören insandır.
daş, dertlilerle sırdaş, yokna ve mukaddesatına kas-
74
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
sullarla haldaş, cemaatiyle arkadaş ve hiç
kimseyi ayırt etmeden bütün insanlarla
kardeştir.
Din görevlisi, Allah ve Rasulünden aldığı
ışığı cömertçe herkese saçan, kucak açan
ve ufuk açan bir fazilet timsalidir.
Onun görev mahalli sadece camiler değildir; mademki din bütün hayatı kuşatmaktadır, öyleyse insanlarla hayatı bir bütün olarak paylaşma böylece de sevinçleri çoğaltıp, acıları azaltma noktasında din görevlisi
davet edildiği ve bulunması gereken yere
âdeta Hızır gibi yetişen bir huzur insanıdır.
gerçeği çok iyi bilir ki; “vefası olmayanın
sefası olmaz.”
Din görevlisi için zaman, sadece bugünden
ibaret değildir; o engin ferasetiyle düne
bakar, bugünü görür, emin adımlarla yarına yürür.
Zor günlerin adamıdır din görevlisi… Belki
mihrapta cemaatinin önünde, minberde
yükseğinde, müezzinlikte arkasındadır
ancak o hep cemaatinin ve bütün insanların yanı başındadır.
Kan davalarının, töre cinayetlerinin, terörün, insan hakkı ihlallerinin, çevre kirliliDin görevlisinin yegâne gayesi, ezanda yolğinin, cehaletin ataletin ve toplumsal barış
ları, namazda kulları, hayırda elleri, duada
ve huzuru tehdit eden her şeyin önüne
dilleri ve nihayet camide gönülleri birleştirgeçmenin belki de en kestirme yolu, sosyal
mektir; işte bu ulvi gayehayatta dinin ve din görevyi gerçekleştirmek için o,
lisinin daha aktif ve etkin
elini, gönlünü, kapısını ve
olmasından geçmektedir.
Din görevlisi için
sofrasını herkese her daim
Yazının başından beri tadat
zaman, sadece
açık tutar.
etmeye çalıştığım erdem
bugünden ibaret
Din görevlisi, âdeta vefave faziletlerin yegâne kaydeğildir; o engin
nın ete kemiğe bürünmüş
nağı Kur’an ve sünnettir.
ferasetiyle
düne
hâlidir; bundan dolayı o
Selam olsun camilerinin
bakar, bugünü
Rabbine vefalıdır, peygülü ve yüce Kur’an’ın
gamberine vefalıdır, tarigörür, emin
âdeta bülbülü mesabesinhine, kültürüne, ecdadına
adımlarla yarına
deki bütün din görevlileve milletine vefalıdır. O şu
rine…
yürür.
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
75
KÜRSÜDEN
Konu:
Bayram: Kardeşlik
buluşması
Dr. Abdurrahman Candan
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı
I. Plan
a) Bayramların ortaya çıkış süreci
b) Bayramları kutlama adabı
c) Bayramların toplumsal katkıları
II. İşleniş
Bütün kültür ve medeniyetlerde bayram geleneğinin olduğu,
her toplumun önem atfettikleri günleri bayram olarak kutladıkları belirtilir. Bayramların kültür ve medeniyetlerin rengini
taşıdığı, etkinliklerden kültür kodlarının okunabileceği anlatılır.
Dinimizde de bayramların kabul edildiği ve İslam toplumunun
olgunlaşmasıyla birlikte hicretin ikinci yılından itibaren ramazan ve kurban adıyla iki bayramın kutlanmaya başlandığı anlatılır. Bayramların Müslümanlar arasında samimiyet, paylaşma
ve kardeşlik kültürünü oluşturmada büyük rol oynadığı, İslam
kültürünü yansıtan güzel bir uygulama olduğu anlatılır.
III. Özet sunum
Bayramlar toplumların heyecan ve coşku günleridir. Her toplumun, din ve ahlak anlayışına paralel olarak bu günleri kutlama
adabı vardır. Bazı toplumlarda sair zamanlarda hoş
karşılanmayan, hatta suç kabul edilen içki, israf
vb. bazı davranışlar bayramlarda serbestlik için yapılabilmektedir. İslam, hayatın
her alanına düzen ve intizam getirdiği gibi bayramlara da getirmiştir. Bayramları toplu deşarj olma,
eğlenme çılgınlığından çıkararak,
ibadet, sevgi, kardeşlik, kay-
naşma, yardımlaşma ve dengeli
sevinç günlerine dönüştürmüştür. Bu öğretide bayramlar ibadet
ile başlar, küs olanların barışması, muhtaçların ihtiyaçlarının
karşılanması, topluluğun musafahası, akraba, hasta, yaşlı ve
dostların ziyareti ile devam eder.
Hz. Peygamber, katılımın çok
olması için bayram namazlarını
“namazgâh” olarak tanımlanan
açık alanlarda kılardı. Çocuk ve
kadınların toplu coşkuya katılmalarını tembih ederdi. Bayramların
sadece sevgi ve barış şöleni
olması için, silah taşınmamasını isterdi. Sevinç, ikram ve coşkunun pekişmesi için Ramazan
Bayramı’nın ilk gününde ve
Kurban Bayramı’nın dört gününde oruç tutulamayacağını ashabına bildirirdi.
İslam’ın oluşturduğu iki bayramda ibadet ve sevinç ile birlikte sosyal yardımlaşma ön planda tutulmuştur. Ramazan Bayramı’nda
muhtaçlara bayram namazından önce fitrelerin verilmesinin
istenmesi, Kurban Bayramı’nda
da fakir ve yoksullara kurban
etlerinin dağıtılmasının istenmesi
bunun açık göstergesidir.
IV. Konu ile ilgili ayetler
1. “Ey iman edenler! Hepiniz topluca barış ve güvenliğe (İslam’a)
girin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir
düşmandır.” (Bakara, 2/208.)
2. “İçinizden varlık ve servet
sahibi kimseler yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret
edenlere bir şey vermeyeceklerine yemin etmesinler. Onlar affetsinler, vazgeçip iyi muamelede
bulunsunlar. Allah’ın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz? Allah,
çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir.” (Nur, 24/22.)
3. “Meryem oğlu İsa, “Ey Allahım!
Ey Rabbimiz! Bize gökten bir
sofra indir ki; önce gelenlerimize
(zamanımızdaki dindaşlarımıza)
ve sonradan geleceklerimize bir
bayram ve senden (gelen) bir
mucize olsun. Bizi rızıklandır.
Sen rızıklandıranların en hayırlısısın.” dedi. (Maide, 5/114.)
V. Konu ile ilgili bazı hadisler
1. Enes b. Malik’ten rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.)
Medine’ye geldiğinde halk senenin iki gününde oynayıp eğleniyordu. Hz. Peygamber: “Bu iki
gün nedir?” diye sordu. “Cahiliye
döneminde o günlerde eğlenirdik.” dediler. Bunun üzerine
Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
“Şüphesiz Allah o günleri onlardan daha hayırlı olan Kurban
ve Fıtır (Ramazan) bayramlarıyla
değiştirdi.” (Ebu Davud, Salat, 239.)
2. Ebu Ubeyd şöyle anlatmıştır:
“Ömer b. Hattab ile birlikte bir
bayram geçirdim. Ömer geldi,
namazı kıldırdı ve sonra cemaate
dönerek: ‘Rasulüllah (s.a.s.) şu
iki günde oruç tutmanızı yasakladı. Biri, ramazanı bitirip de bayram ettiğiniz gün, diğeri de kurbanlarınızı kesip etini yediğiniz
gün(ler)dir” dedi.” (Müslim, Sıyam,
138.)
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
77
3. Ebu Hüreyre’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber
(s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Ramazan Bayramınız, orucunuzu bitirdiğiniz gün, Kurban
Bayramınız da kurban kestiğiniz
gündür.” (Ebu Davud, Sıyam, 5.)
4. Abdullah bin Abbas’dan rivayet edildiğine göre; Peygamber
(s.a.s.) şöyle buyurdu: “Şüphesiz
bu cuma, Allah'ın Müslümanlara
tahsis buyurduğu bir bayram
günüdür.” (İbn Mace, İkametu's-Salavat,
83.)
5. Ukbe b. Amir Rasulullah
(s.a.s.)’ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir: “Arafe, Kurban
Bayramı ve teşrik günleri biz
Müslümanların bayramıdır. Bu
günler yeme ve içme günleridir.”
(Ebu Davud, Sıyam, 49.)
6. Cabir b. Abdullah rivayet
etmiştir: “Peygamber (s.a.s.) bayram günü olunca (namaz yerine
gitmek için) başka yol, (oradan
dönmek için de başka yol) tercih
ederdi.” (Buhari, İdeyn, 24.)
7. Ümmü Atiyye anlatıyor:
“Bayram günü, bize evden dışarı
çıkmamız söylenirdi. Genç kızlardan, hayız gören kadınlara
kadar hepimiz çıkar, mescitte
erkeklerin arkasında dururduk.
Bayanlar erkeklerin 'Allahu
ekber' nidalarına ortak olurlar,
onlarla birlikte dualar ederler ve
o günün bereketli ve tertemiz
bir gün olması için yakarırlardı.”
(Buhari, İdeyn, 12.)
8. Bera (r.a.) şöyle demiştir:
“Peygamber (s.a.s.) Kurban
78
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
Bayramı günü bizlere şöyle
buyurdu: “Bu günümüzde yapacağımız ilk şey namaz kılmaktır.” (Buhari, İdeyn, 10.)
VI. Verilebilecek mesajlar
Bayramlar, bizlere ibadet, sevinç
ve yardımlaşmayı bir arada yaşatan sembol/şeair uygulamalardır.
Bayramlar, Müslümanların bir
araya gelip sevinçlerini paylaştıkları önemli günlerdir.
Bayramlar, kardeşlik ve kaynaşmanın pekiştirildiği günlerdir.
Bayramlar, küskün ve dargınların barışmasına vesile olan güzel
günlerdir.
Bayramlar, sevinç, coşku ve
güzelliklerin bütün evlere girdiği müstesna günlerdendir.
VII. Yararlanılabilecek diğer
kaynaklar
• Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi “Bayram” mad.
• Hüseyin, Atay, Kurban Bayramı
ve Felsefesi, Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1969,
cilt: XVII, s. 277-284.
• Yaşar Bozyiğit, Peygamber
Efendimiz’in
Sünnet-i
Seniyyesine Göre Kurban
Bayramı ve Kurban Kesme
Adabı, İstanbul, Erkam Matbaası.
• Hz. Peygamber ve Kardeşlik
Hukuku, Komisyon, DİB Yayınları, Ank. 2012.
Yrd. Doç. Dr. Kıyasettin Koçoğlu
Bozok Üniv. İlahiyat Fak.
KUR’AN VE KÂİNATIN
DİLİNDEN İMAN ESASLARI
İSLAM İNANÇ İLMİHALİ
meseleler mahiyetleri itibariyle İslami ilimler içeriİ tikadi
sinde özel bir alanı teşkil etmektedir. Çünkü imana taalluk
İMAN DENİLİNCE
AKLA GELEN ŞEY,
SAĞLIKLI BİLGİNİN
YANI SIRA YAŞANAN,
SOLUNAN, ZEVK
EDİLEN BİR HAYAT
OLMALIDIR.
eden meseleler ibadet, ahlak, dua gibi dinin temel umdelerinin üzerine bina edildiği asılları oluşturmaktadır. Bilgisel
açıdan zahire bakan yönü kadar batına bakan boyutlarıyla
anlaşılması noktasında zaman zaman zorluklar yaşanmaktadır. Bu zorluk konuyla ilgili yazılan müellefatın hem
konu tasnifine hem de kullandıkları dil ve üslubuna da
yansımakta ve ekseriyet itibarıyla kolay anlaşılamayan ve
herkesin rahat okuyamadığı eserler olarak görülmektedir.
Bu eserler genel anlamda Müslümanları hedef alsa da
Müslüman olmayanların İslam’a karşı mücadelelerine birer
cevap niteliğinde ele alındığından hedef kitle öncelikle
konuyla özel ilgilenen insanlar olarak düşünülmektedir.
Hatta tamamen bilimsel anlam ve ölçülerle dil ve üslubun
zorluk ya da kolaylığı dikkate alınmadan meselenin bilimsel izahına yönelik çalışmalar yapılmaktadır. Bir zorunluluk
olan bu çalışmaların mutlaka yapılması gerekmektedir.
Ancak bu bilimsel nitelikli çalışmalarla tespit edilen ve
inanca taalluk eden meselelerin dil ve üslubunun kolaylaştırılarak farklı eğitsel üslup ve dillerle her yaş ve gruptan
Müslüman ve gayrimüslim kitleleri muhatap alarak yapılması da bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
DİB Yayın Genel Müdürlüğündeki kitap kategorilerindeki
zenginleşmeler de bu farkındalığın bir sonucudur. Ümit
Şimşek’in adı geçen eseri de bu anlamda önemli ve güzel
bir örneği oluşturmaktadır.
Eser; “Önsöz”, “Allah’a İman”, “Meleklere İman”, “Kitaplara
İman”, “Peygamberlere İman”, Ahirete İman”, “Kadere
İman” isimli imanın altı şartına taalluk eden ana başlık ve dizinden oluşmaktadır. Ana başlıkların altında;
“Dünyaya yeni bir gözle bakış”, “Ayet ayet kâinat”, “Dünya
ve ahiret dostumuz melekler”, “Sürekli mucize Kur’an”,
“Peygamberlerden bize kalan ibretler”, “Ölmek için gelenler, dirilmek için ölenler”, “Kader her şeyi beraber ölçer”,
“Ya iman ya hüsran” gibi isimlendirilen konuyla ilgili altmış
SAYI: 260
• AĞUSTOS 2012
DİYANET AYLIK DERGİ
79
İMANİ MESELELERİN
DERUNİ
SOHBETİNİN
HAZZINI TATMAK
İSTEYENLER
İÇİN OKUNMASI
GEREKEN BİR
ESER…
üç alt başlıkla konular ele alınmaktadır.
Kısa kısa ele alınan her konunun başında
konuyla ilgili bir ayet meali ve konunun
sonunda “Bölüm Özeti” şeklinde konudan çıkarılması gereken ana mesaj kısaca
özetlenmektedir.
Bir kısım metafizik meseleleri aklileştirirken gönülden uzaklaştırıldığı endişesinden hareketle imanın merkezi olan kalp
ve yansıması olan akli ve fiili ameliyelerde
kendisini derinden hissettiren, yaşanabilir
ve yaşamın her alanında Yüce Allah’ın varlığını hatırlatan ve ona göre hayatı tanzim
eden bir iman anlayışını ele alan eserde
yazar imanı; “İman denilince akla gelen şey,
sağlıklı bilginin yanı sıra yaşanan, solunan,
zevk edilen bir hayat olmalıdır. Kur’an’ın ve
hadisin bize öğrettiği iman, aynen böyle bir
hayattır. Allah’ın kelamından ve onu getiren
peygamberden dersini alan mümin hayatının
her aşamasında kendisini Rabbinin huzurunda ve meleklerden dostlarla kuşatılmış bir
hâlde bilir. Peygamberinde candan aziz bir
sevgili bulur, kitabında Rabbinin hitabıyla
baş başa bir sohbeti yaşar, başına gelen her
şeyi âlemlerin Rabbinden bir armağan olarak
karşılar, dünya hayatını huzurla tamamlayıp
ahiret alemine müjdeler arasında adımını
atar.” şeklinde tanımlamaktadır.
Yazar, kâinatın, Kur’an’ın atıfta bulunarak
insanların dikkatini çektiği ibret levhalarını
bize sunduğunu, Kur’an’ın irşadına kulak
veren insanların kendilerini Yüce Allah’ın
ayetleriyle dolu bir âlemde bulacaklarından
bahsederek, adım atılan her yerden imana
kuvvet katan ve bir iman neşesini bütün
sıcaklığıyla yaşamasını sağlayan delillerle
karşılaşacaklarını ifade etmekte ve bu çalışmanın bahsedilen bu hakikatleri anlatmayı
hedeflediğini belirtmektedir.
Eserde konular iman esaslarını genel anlamda sıralayıp izah etmekten ziyade, inan80
DİYANET AYLIK DERGİ
AĞUSTOS 2012
• SAYI: 260
ca taalluk eden meseleler akli ve naklî delillerle
temellendirilirken aynı
zamanda yaşanan hayatla
doğrudan bağlantıları da
kurulmaya çalışılmaktadır. Böylelikle de imanın
hayata nasıl bir ruh ve
canlılık kattığı ortaya konulmaktadır.
İman esaslarını öğrenmek kadar onun sağlam bir şekilde korunması da kitapta problem olarak ele alınarak günümüzde iman
alanına yansıyan akımlar, reenkarnasyon,
burçlar gibi konulara da yeri geldiğince değinilerek imana zarar veren noktalarına dikkat
çekilmektedir.
Bu çalışmada ele alınan konular ve izlenen
yöntem kadar kullanılan üslup da dikkat
çekicidir. Konuların ansiklopedik ve donuk
bir üslupla açıklanmasından mümkün mertebe kaçınılmış, bunun yerine Kur’an’ın canlı
ve sıcak üslubundan örnek alınmış ve yaşayan bir imanın heyecanı yer yer yansıtılmaya
çalışılmıştır. Eserde konular ele alınırken
hayatın içerisinden bizzat kişilerin kendi
yaşamlarından örneklerle kişiyi özne konumuna çeken ve sade ve ağır terminolojilerden de kaçınılan bir dil ve tahkiye üslubuyla ifadelendirilmektedir. Böylelikle zor gibi
görülen konuların anlaşılması kolaylaşmış
olmaktadır.
Yazar, eserin girişinde imanın etkili bir dersinin “insanı doğrudan doğruya Rabbine
muhatap etmek ve O’nun sonsuz rahmetiyle
tanıştırmakla işe başlamalıdır” derken kitabın en sonunda da “insan için bu âlemde en
lüzumlu olan şey imandır. İman varsa her şey
hoştur, yoksa her şey boştur.” diyerek dersini
tamamlamaktadır.
İmani meselelerin deruni sohbetinin hazzını
tatmak isteyenler için okunması gereken bir
eser...
Download