B AŞYAZI Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Modern zamanlarda hakların savunulması ve korunması amacıyla uluslararası düzeyde pek çok kurum ve kuruluşun varlığına rağmen yaşadığımız dünyada haksızlıkların, zulümlerin ve hak ihlallerinin azalmak bir yana artıyor olması insanlığın geleceği adına kaygı vericidir. Dolayısıyla hak ve hakikat konusunun gündeme taşınmasına ve bu konuda yüksek bir bilinç oluşturulmasına ihtiyaç bulunmaktadır. İslam kültür ve medeniyetinde “hak” kavramı oldukça geniş bir anlam yelpazesine sahiptir. İnsanın Rabbi, kendisi, diğer insanlar, canlılar ve içinde yaşadığı çevre ve tabiatla olan ilişkisinde İslam’ın iman, ibadet, ahlak, muamelat ve ukubatla ilgili tüm esasları “hak” kavramı ile yakından ilişkilidir. Bu itibarla dinî ve akli hemen her ilim dalında “hak” konusu ele alınmıştır. Her şeyden önce Yüce Rabbimizin güzel isimlerinden biri olan hak, Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in hadislerinde İslam, Kur’an, vahiy ve tevhit anlamlarına geldiği gibi hayatın içinden hemen her konuyu anlatmak üzere kullanılmış; ayrıca ölüm, kıyamet, cennet ve cehennem gibi ukba ile ilgili olarak da kullanılmıştır. Hak, hem korunması, gözetilmesi ya da sahibine ödenmesi gereken maddî veya manevi imkân, pay, eşya ve menfaat; hem de kişinin yetkileri, ayrıcalıkları ve diğer varlıklara karşı görev ve sorumlulukları demektir. Rasul-i Ekrem (s.a.s.)’in hadislerinde Allah’ın ve peygamberin hakkından din kardeşliği hakkına; İslam’ın hakkından Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkına; anne-baba hakkından evlat ve çocukların hakkına; akraba ve komşuluk hakkından arkadaşlık ve dostluk hakkına; karı-koca hakkından misafir ve yolcu hakkına; bedenin ve organların hakkından ailenin hakkına; fakir ve dilenci hakkından bitki ve hayvanların hakkına kadar çok geniş bir alanda haklardan ve bu hakla- Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı rın getirdiği yükümlülüklerden söz edilmektedir. Rahmet Peygamberi (s.a.s.)’nin “Her hak sahibine hakkını ver!” hadisi herkese haklara riayet etme yükümlülüğünü getirirken; “Her hak sahibinin konuşma yetkisi vardır.” sözü de hak sahibinin hakkını kullanma, koruma ve isteme yetkisini ifade etmektedir. Yüce dinimize göre hakkın kaynağı, sahibi ve belirleyicisi Yüce Allah’tır. Yüce Rabbimiz Kur’an’da, tüm insanlığı hakka, hakikate, adalete, ahlak ve fazilete davet etmiş; hakkı anlatmaya, hakikati duyurmaya, adaleti yüceltmeye, sevgiyi yaymaya; fazilet ve erdemin de hak ve hakikatin yanında yer almak olduğunu öğretmeye gelmiştir. Kültürümüzde gelenekselleşen bir duada “Allahım! Hakkı hak olarak bilip hakka uymayı, batılı batıl olarak bilip batıldan uzaklaşmayı nasip eyle!” ifadeleri hak şuurunun canlı tutulmasına yöneliktir. Trafikteki bir kuralı çiğnemekten, çevreye zarar vermeye; her türlü israftan kamu malını çarçur etmeye; sigara içmekten ormanları yakmaya; adam kayırmacılıktan ayrımcılığa; mezhep, meşrep ve cemaatçilikten ırkçılığa; rüşvetten yolsuzluğa; kumardan gaspa; dolandırıcılıktan hırsızlığa; aldatmadan hileye; karaborsacılıktan haksız kazanca; gıybetten iftiraya; yalandan sahteciliğe; cinayetten şiddet ve teröre İslam’ın yasakladığı bütün eylem ve davranışlar, aslında hem Allah’ın hakkına hem de insanların hakkına bir tecavüzdür. Fert ve toplum hayatının bir denge ve düzen içinde sürdürülebilmesi, hak duyarlılığıyla yakından ilgilidir. Bu bilinci vicdanlara yerleştiren ise hakkın, kaynağına olan imandır. Zira tarih boyunca meydana gelen hak ihlallerine bakıldığında bunun, bir davranış sorunu olmasının ötesinde bir inanç sorunu olduğu görülecektir. Dolayısıyla hak meselesinin inanç boyutu çözülmeden davranış boyutunu çözmek mümkün değildir. Bir başka ifadeyle hakkın ve hakikatin kaynağının Cenab-ı Hak olduğu, hak ihlâlinin sadece insana karşı yapılan bir zulüm ve haksızlık değil, aynı zamanda Allah’a karşı bir saygısızlık olduğu kalplere yerleşmedikçe, hak ihlallerinin önüne geçmek imkânsızdır. Bugün bütün insanlığın gözü önünde başta Suriye ve Myanmar/Arakan olmak üzere dünyanın muhtelif yerlerinde gerek din kardeşlerimizin gerekse masum insanların maruz kaldığı vahşet ve insanlık dramı, hak ve hukuk tanımayanların canavarlaşan ve azgınlaşan iradeleri karşısında hakkın gereğini yerine getirmek, İstiklal Şairimiz Mehmet Akif’in ifadesiyle “hakkı tutup kaldırmak” insanlığa düşen bir görev ve sorumluluktur. Son olarak şunu ifade etmek gerekir ki, geleneğimizde ölen bir insanın kabri başında yapılan telkin, aslında sadece ölene yapılan bir hatırlatma değil aynı zamanda geride kalanların bir ömür, hak ve hakikat uğrunda yaşamaları gerektiğine yönelik bir hatırlatmadır. Bu vesileyle vatandaş, soydaş ve din kardeşlerimizin mübarek ramazan bayramlarını tebrik ediyor; rahmet, mağfiret ve arınma mevsimi ramazan-ı şerifin ardından kardeşlik ahlâkının ve kardeşlik hukukunun gereklerini toplumun tüm kesimlerine varıncaya kadar yansıtmak üzere gelen bayramın, başta ülkemiz ve gönül coğrafyamız olmak üzere âlem-i İslam ve insanlık için hakiki anlamda bir bayram ve sevince dönüşmesini Yüce Rabbimden niyaz ediyorum. içindekiler 5 DİYANET AYLIK DERGİ • AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 GÜNDEM Hz. Peygamber ve hak duyarlılığı............................... 5 Prof. Dr. Bünyamin Erul Kur’an-ı Kerim’de hak kavramı.................................. 8 Prof. Dr. Muhsin Demirci Kul hakkından ne anlıyoruz?.................................... 11 Prof. Dr. İbrahim Emiroğlu Hak ihlalinin sosyal boyutları.................................... 15 Prof. Dr. Ejder Okumuş Hz. Peygamber ve hak duyarlılığı Hak ihlali kıskacında kaybolan değerlerimiz.............. 18 Doç. Dr. Asım Yapıcı DİN-DÜŞÜNCE-YORUM Başkalarının derdiyle dertlenmek.............................. 22 Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz Din eğitimi ahlak üretiyor mu?.................................. 26 Başkalarının derdiyle dertlenmek Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın Ömrü ebedî kılmak ve en güzel örnek...................... 30 Dr. Bahattin Akbaş DİN VE SOSYAL HAYAT Hasat günlerinde yardımlaşma................................. 33 Prof. Dr. Ramazan Altıntaş İmajla gerçek arasındaki mesafe: Medyada İslam imajı......................................................................... 36 22 Doç. Dr. Mustafa Tekin Medyada titreyen alev üşüyor…............................... 39 Doç. Dr. Mustafa Yağbasan AİLE Din eğitiminde televizyonun yeri............................... 43 Yrd. Doç. Dr. Ayşe Zişan Furat Anne baba neyler, çocuğunu televizyon eğler.......... 46 Dr. Zekiye Demir BİR AYET BİR YORUM Dünyada selam ahirette selam................................. 50 Din eğitiminde televizyonun yeri 43 Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Dr. Yüksel Salman Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Dr. Faruk Görgülü Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu Mustafa Bayraktar (Dön. Ser. İşl. Müd.) Yayın Koordinatörleri Mustafa Bektaşoğlu [email protected] Elif Arslan [email protected] Kâmil Büyüker [email protected] Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı BİR HADİS BİR YORUM Bizi tutan oruç......................................................... 52 Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal Mutlu Doğan [email protected] Son Okuma Mustafa Bektaşoğlu - Sait Şan - Sedat Memiş Uygulama Latif Köse Arşiv Ali Duran Demircioğlu Yönetim Merkezi Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A 06800 Çankaya/ANKARA Tel: (0312) 295 73 06 Fax: (0312) 284 72 88 [email protected] Abone İşleri Tel : (0312) 295 71 96-97 Fax : (0312) 285 18 54 e-mail: [email protected] Abone Şartları Yurt içi yıllık: 28.80 TL. Yurt dışı yıllık: ABD, 30 ABD Doları AB Ülkeleri, 30 Euro Avustralya, 50 Avustralya Doları İsveç ve Danimarka, 250 Kron İsviçre, 45 Frank Abone kaydı için, ücretin Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün 60 “Ney”in sırrı neydi? DİN GÖREVLİSİNİN HATIRA DEFTERİNDEN Küçük bir çocuğun istediği bayram hediyesi............ 54 Dr. Ülfet Görgülü Kâbe’de gökkuşağı.................................................. 56 İlknur Atasoy Bizler aynı kitabın ve peygamberin çocuklarıyız KÜLTÜR - SANAT – EDEBİYAT Abdurrahim Karakoç’un ardından: Şiiri ve sanatı...... 58 Vural Kaya “Ney”in sırrı neydi?................................................... 60 Vedat Ali Tok ÖRNEK HAYATLAR Sürekli doğruyu arayan adam Graudy’nin ardından (1913 - 2012).......................................................... 63 65 Nevin Meriç HİKMET PENCERESİ Bizler aynı kitabın ve peygamberin çocuklarıyız........ 65 M. Lütfi Arslan UZMAN GÖZÜYLE İş yerinde psikolojik şiddet (Mobbing II).................... 68 Alaaddin Yanardağ FIKIH KÖŞESİ Din İşleri Yüksek Kurulundan.................................... 70 İSLAMLA YENİDEN DOĞANLAR 56 yaşında Müslüman olan Charles......................... 72 İş yerinde psikolojik şiddet (Mobbing II) 68 Prof. Dr. Ali Köse DAĞARCIK Bir gönül doktoru olarak din görevlisi....................... 74 Bülent Acun KÜRSÜDEN Bayram: Kardeşlik buluşması................................... 76 Dr. Abdurrahman Candan KİTAP TANITIMI Kur’an ve Kâinatın Dilinden İman Esasları İslam İnanç İlmihali............................................................ 79 74 Yrd. Doç. Dr. Kıyasettin Koçoğlu T.C. Ziraat Bankası Ankara - Akay şubesindeki IBAN: TR 84000100076005994308-5001 no’lu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya e-postanın Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A 06800 Çankaya/ANKARA adresine gönderilmesi gerekir. Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın Diyanet Aylık Dergi (Türkçe) Temsilcilikler Yurt içi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri Yurt dışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri, Din Hizmetleri Ataşelikleri web: www.diyanet.gov.tr e-mail: [email protected] [email protected] [email protected] Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir. Bir gönül doktoru olarak din görevlisi Tasarım - Baskı Cilt Evren Yayıncılık ve Bas. San. Tic. AŞ Konya Devlet Karayolu (29. km) Evren Yayıncılık Serpmeleri Oğulbey Kavşağı Nu.: 1 06830 Gölbaşı/ANKARA tel.: (0.312) 615 54 54 belgeç: (0.312) 615 54 55 www.evrenyayincilik.com Basım Yeri: ANKARA Basım Tarihi: 22.08.2012 ISSN - 1300 - 8471 EDİTÖRDEN H ak kavramı; azimle çalışmayı, emeği, alın terini, insan onuru ve haysiyetine uygun yaşamayı hatırlatan ve güçlü çağrışımları olan bir kavramdır. İslam dininde, toplum ve birey hakkı farklı sonuçlar doğurduğundan, İslami literatürde özgün bir tasnifle kamu hakkı ve kul hakkı ayrımı yapılmış, hem kamu hakkı hem de kul hakkına ilişkin çok ayrıntılı sayılabilecek değerlendirmeler ortaya konmuştur. Hak kutsaldır, değerlidir. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.s.) den itibaren bütün Müslümanlar, hak konusunda özel bir duyarlılık göstermiş ve haksızlık yapmaktan, kul hakkı yemekten, adaletten sapmaktan, her ne şekilde olursa olsun insanlara zarar vermekten sakınmışlardır. İslam’ın evrensel değerleriyle şekillenen kültürümüzde de hak ihlallerinin her türünden sakınma konusunda özel bir duyarlılık oluşmuştur. Bu duyarlılık atasözlerine, özdeyişlere ve darbı mesellere kadar yansımıştır. Milletimiz bilir ki, en küçük bir hak ihlali bile mağdur tarafından affedilmedikçe Allah tarafından da affedilmez. Anadolu irfan geleneğinde komşusunun iğnesini sahibinden habersiz olarak almak dahi bir hak ihlali görülmüştür. Bütün bunlara rağmen, tarihin her döneminde hak ihlalleri eksik olmamış, dünyanın her yerinde mazlum, mağdur insanlar hep var olmuştur. Günümüzde de dünyanın değişik bölgelerinde ne yazık ki bu tür olumsuzluklar yaşanmaya devam etmektedir. Gün geçmiyor ki ezilen, horlanan, evinden, ailesinden koparılan, en temel hak olan hayat hakkına kastedilen, acı ve gözyaşının bitmediği bölgeleri ve insanları müşahede etmeyelim, feryatlarını duymayalım. Yürek sızlatan bu tablo, bütün insanlığı üzüntü ve endişeye sevk ediyor. Bugün Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in bize öğrettiği ve kültürümüze damgasını vuran hak hassasiyetimizin aynı ölçüde var olduğunu söylemek mümkün müdür? Bu hak ihlali ister yaşama hakkının elinden alınması olsun, ister emeğin karşılığının ödenmemesi olsun, ister şiddet, ister iftira, isterse dedikodu olsun fark etmez. Sonuçta hepsinde de bir hak ihlali vardır. Hastane sırası beklememek için bir tanıdığımızı araya koyarak işimizi kolaylaştırdığımızı düşündüğümüz bir durumda acaba sıra bekleyen kaç kişinin hakkını ihlal etmiş oluyoruz? Gürültümüzle rahatsız ettiğimiz komşumuzun hakkının Hak katında bir kıymeti yok mudur? Bilmeden, araştırmadan aleyhine konuşup canını yaktığımız kişilere yönelik tavrımız, diğer hak ihlallerinden daha mı masumdur? Çocuklarımıza vermemiz gereken dinî ve manevi eğitimi vermemek, onların dimağını bu zenginlikten mahrum bırakmak ya da evlatlarımız arasında ayırım yapmak ne çeşit bir hak ihlalidir? Maaş ya da ücret karşılığı yaptığımız işimizi savsakladığımızda kimin ya da kimlerin hakkını ihlal etmiş oluyoruz? İnsanların özel hallerini araştırmak sadece basit bir merak duygusunun giderilmesi midir, yoksa bir hak ihlali midir? Bir makalede gördüğümüz bir düşünceyi ve fikri kaynak göstermeden kendi çalışmamıza almak sadece “esinlenmek” olarak açıklanabilir mi? Örnekleri çoğaltmak mümkün. Kuşkusuz bunların her biri, üzerinde hassasiyetle durulması gereken konulardır. Bu düşüncelerden hareketle “hak duyarlılığı” konusunu gündemimize taşımak istedik. Kıymetli kalemlerden konunun farklı boyutlarını ele alan çok değerli yazıları istifadenize sunuyoruz. Bu kapsamda Prof. Dr. Bünyamin Erul, Hz. Peygamber ve Hak Duyarlılığını bugüne de ışık tutacak ve gönlümüzü, zihnimizi tazeleyecek örneklerle anlattı. Prof. Dr. Muhsin Demirci, Kur’an-ı Kerim’de hak kavramını inceledi. Prof. Dr. İbrahim Emiroğlu, günlük hayatımızdan çarpıcı örneklerle zenginleştirdiği makalesinde “Kul hakkından ne anlıyoruz?” sorusunun cevabını bir sohbet tadında kaleme aldı. Prof. Dr. Ejder Okumuş, Hak İhlalinin Sosyal Boyutları yazısıyla hak ihlalinin toplumsal alandaki tezahürlerini gözler önüne serdi. Doç. Dr. Asım Yapıcı ise hak ihlallerinin kimliğimiz olan değerlerimizi nasıl zayıflattığını, yıprattığını ve buharlaştırdığını anlattı. Hak duyarlılığımızı artırması ve yeni bir farkındalık oluşturması dileklerimizle hazırladığımız dergimizi istifadenize sunarken, mübarek Ramazan Bayramınızı tebrik ediyor, huzur, sağlık ve afiyet diliyorum. Gündem Prof. Dr. Bünyamin Erul Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Hz. Peygamber ve hak duyarlılığı HAK VE HAKKANİYET KONUSUNDAKİ TİTİZLİĞİ GEREĞİ RAHMET ELÇİSİ, KİŞİLERİN KENDİLERİNE DE HAKSIZLIK YAPMALARINA İZİN VERMEMİŞTİR. Hak ile gönderilmiş olan (Bakara, Allah Rasulü (s.a.s.)’nün dilinde de “hak” kavramı, Kur’an ayetlerinde olduğu gibi (bk. A’raf, 7/169, 89; Yunus, 10/30, 2/119; Fatır, 35/24.) 35, 36; Bakara, 2/236; Yusuf, 12/51; İsra, 17/105, 81; Hac, 22/62; Nisa, 4/105; Maide, geniş bir anlam yelpazesine sahiptir. Yirmi üç yıllık risalet hayatı Hakk’ı hâkim kılma mücadelesiyle geçen Peygamberimiz’in zihin dünyasında en önemli ve öncelikli kavramlardan birisidir. 5/77; Bakara, 2/119; Fatır, 35/24.) HZ. PEYGAMBER’İN HAK ANLAYIŞINDA ASLA HAKSIZLIĞA VE İLTİMASA YER YOKTUR. ADALET VE HAKKANİYETİN GEREĞİ NE İSE O YAPILACAKTIR. BU NOKTADA HİÇ KİMSENİN AYRICALIĞI, İMTİYAZI SÖZ KONUSU DEĞİLDİR. Bilindiği gibi İslami öğretide “Hakkullah” ve “Hakku’l-İbad” olmak üzere ikili bir taksim söz konusudur. Birincisi Allah ile insan arasındaki hakları; ikincisi ise, insanın diğer insanlarla olan hukukunu ifade eder. Hz. Peygamber’e göre “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamaları ve O’na ibadet etmeleri; kulların Allah üzerindeki hakkı ise kendisine ortak koşmayan kimselere azap etmemesi, onları cennetine koymasıdır.” (Müslim, İman, 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 239.) SAYI: 260 Doğuştan gelen haklar olduğu gibi, sonradan kazanılan haklar da vardır. Hz. Peygamber bu konuda “Şüphesiz Yüce Allah, her hak sahibine hakkını vermiştir...” (Tirmizi, Vesaya, 5.) buyurmak suretiyle aslında birçok hakkın Cenab-ı Hak tarafından belirlendiğinin altını çizer. İslam’a göre din, ırk, cinsiyet ve millet farkı gözetmeksizin her insanın doğuştan sahip olduğu en önemli hakkı şüphesiz ki hayat hakkıdır. Aslında bu hak, daha ana rahminde “canlı bir organizma” denilecek aşamada başlar. Ayrıca izzet, haysiyet, namus, mal, mülk edinme gibi, insan denince akla gelen ve onu tamamlayan maddi manevi değerler de temel haklardandır. (Buhari, İlim, 9; Müslim, Kasame, 30.) Hz. Peygamber’in hak anlayışında asla haksızlığa ve iltimasa yer yoktur. Adalet ve hakkaniyetin gereği ne ise o yapılacaktır. Bu noktada hiç kimsenin ayrıcalığı, imtiyazı söz konusu değildir. Nitekim Mahzum Kabilesi’nden hırsızlık yapan bir kadına Hz. Peygamber’in verdi• AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 5 PEYGAMBERİMİZ PEŞ PEŞE ORUÇ TUTAN, GECELERİ DE SÜREKLİ NAMAZ KILAN ABDULLAH’A DA ŞU UYARIYI YAPAR: “AMAN BÖYLE YAPMA. ÇÜNKÜ SENİN ÜZERİNDE GÖZÜNÜN HAKKI VAR, NEFSİNİN HAKKI VAR, AİLENİN (EŞİNİN) HAKKI VAR.” ği cezayı düşürmesi için, kadının akrabaları Rasulüllah’ın çok sevdiği Üsame’yi aracılık etmesi için gönderirler. Rasulüllah (s.a.s.) Allah’ın hudutlarından birisi için aracı olduğundan dolayı Üsame’ye sert çıkar ve ardından halka bir hutbe irat eder. Hutbesinde önceki kavimlerin güçlü kimseler çaldıklarında bırakıp, zayıflar çaldıklarında had uygulamaları yüzünden helak olduklarını belirttikten sonra “Kızım Fatıma da olsa, mutlaka cezalandırırdım.” (Abdurrazzak, X, 201-2, no: 18830-1; Buhari, Enbiya, 18, IV. 213-4; Müslim, Hudud, 8-11, II. 1315-6; Ebu Davud, Hudud, 4, no: 4373, IV. 537.) buyurur. Onun dilinde bireylerin hakları kadar sorumlulukları da vardır. Hak konusunda titiz olmaları beklenen bireyler, beraberinde sorumluluk bilinci içerisinde hareket etmelidirler. Hak ve sorumluluk dengesini gözeten Allah Rasulü, ashabına daima hakkın her türlü hatırdan daha yüce olduğunu öğretmeye çalışmıştır. Hz. Aişe’nin azat ettiği cariyesi Berire, hürriyetine kavuşur kavuşmaz köle olan kocası Muğis’ten ayrılmayı tercih eder. Eşini çok seven Muğis, ayrılmaması için Medine sokaklarında ağlaya ağlaya onun peşinden dolaşır. Nihayet Hz. Peygamber’e gelerek “Ey Allah’ın Rasulü ne olur benim için aracı oluver.” diye ricada bulunur. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Ey Berire! Allah’tan kork, o senin hem kocan, hem de çocuğunun babası, ne var ona geri dönsen?” diyerek onu geri dönmeye teşvik eder. Bunları dinleyen Berire: “Ey Allah’ın Rasulü! Emir mi buyuruyorsun?” diye sorar. Hz. Peygamber: “Ben yalnızca aracılık yapıyorum.” cevabını verince o, “Benim ona ihtiyacım yok!” der. (Abdurrazzak, VII. 250 no: 13010; Buhari, Talâk, 16, VI. 171-2; Ebu Davud, Talak, 19, no: 2231, II. 670-1; Darimi, Talak, 15, s. 566; Ahmed, I. 215, 361, VI. 180.) 6 Başka bir rivayette ise Berire: “Ondan DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 ayrılmak benim (şer'i bir hakkım) değil mi?" diye Hz. Peygamber’e sorunca, o “Tabii ki (hakkın)” buyurur. Bu cevabı alan Berire “Öyleyse ben ondan ayrılıyorum” der. (Darimi, Talak 15, s. 565.) Rasulüllah’ın ricasının, uyulması gereken bağlayıcı bir emir olmadığını, ayrılmasının şer'i bir hakkı olduğunu; Hz. Peygamber’in burada herhangi birisi gibi yalnızca bir aracı konumunda olduğunu öğrenen Berire, kararından vazgeçmemiş ve kocasından ayrılmayı yeğlemiştir. Hz. Peygamber onun bu kararlılığını görünce amcası Abbas’a, “Muğis’in Berire’ye olan şu sevgisiyle, Berire’nin ona olan bu buğzuna şaşırmıyor musun?" (Buhari, Ebu Davud, Darimi, aynı yerler.) diyerek sadece hayretini dile getirmiştir. Hz. Peygamber’in aracılığını kabul etmemesinden dolayı Berire’yi, ne Rasulüllah ne de Müslümanlar ayıplamışlardır. tabiri, içerik olarak insan hakları tabirinden çok daha geniştir. Hz. Peygamber, insanların karşılıklı olarak birbirlerinin haklarına riayet etmelerini, yapılan haksızlıkları dünyada iken telafi etmeleri gerektiğini vurgular: “Kim kardeşine haksızlık etmişse, onunla helalleşsin…” buyurur. (Buhari, Rikak, 48.) Zira ilahî adalet gereği kıyamet günü geldiğinde Allah Teala boynuzsuz koyuna eziyet eden boynuzlu koyundan bile hesap soracaktır. (Müslim, Birr ve Sıla, 60.) Yapılan haksızlıkların ahirete bırakılmasını ise “müflis” benzetmesi ile anlatır: “Asıl müflis, kıyamet gününde kıldığı namaz, tuttuğu oruç ve verdiği zekâtla gelir. Ancak dünyada iken şuna sövmüş, buna iftira atmış, ötekinin malını yemiş, berikinin kanını dökmüş, bir başkasını da dövmüştür. (İhlal ettiği bu hakların karşılığı olarak) iyiliklerinden alınıp hak sahiplerine verilir. Şayet hesabı görülmeden iyilikleri biterse, mağdur ettiği insanların günahlarından alınarak bunun üzerine yüklenir, sonra da cehenneme atılır.” (Müslim, Birr ve Sıla, 59.) Kanaatimizce bu olayda Hz. Peygamber ve sahabe, hakkın her şeyden daha aziz olduğunu, “hukukun üstünlüğünü” tarihe altın harflerle yazmışlardır. Hem bir peygamber, hem bir devlet başkanı sıfatlarını haiz bulunmasına rağmen Hz. Peygamber karşısında, herhangi bir sahabi, hakkını savunabiliyor, onun talebine rağmen vazgeçmemesi hâlinde kınanmıyorsa, işte burada ideal ve gerçek bir lider-tebaa ilişkisi var demektir. Allah Rasulü’nün hadislerine bakıldığında “kul hakkı” üzerinde daha fazla durulduğu görülür. Günümüzde çok revaçta olan “insan hakları” yerine İslam kültüründe kısaca “kul hakları” tabiri kullanılır. İnsan hakları, sadece insan ile insan arasındaki karşılıklı hukuku ifade ederken; kul hakları önce Allah ile kul arasındaki, sonra da kul ile kullar arasındaki hukuka işaret eder. Dolayısıyla, kul hakları Hak ve hakkaniyet konusundaki titizliği gereği Rahmet Elçisi, kişilerin kendilerine de haksızlık yapmalarına izin vermemiştir. Peygamber (s.a.s.) (kendisini ibadete vererek dünyadan el etek çektiğini duyduğunda) Osman b. Maz’un’a şöyle buyurmuştur: “…Ailenin senin üzerinde hakkı vardır. Misafirinin senin üzerinde hakkı vardır. Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır…” (Ebu Davud, Tatavvu’, 27.) Aynı şekilde peş peşe oruç tutan, geceleri de sürekli namaz kılan Abdullah’a da şu uyarıyı yapar: “Aman böyle yapma. Çünkü senin üzerinde gözünün hakkı var, nefsinin hakkı var, ailenin (eşinin) hakkı var.” (Müslim, Sıyam, 186.) İşte böyle bir Hak duyarlılığını yaşayarak ortaya koyan Rahmet Elçisi’nin ümmetinden de aynı duyarlılık beklenmelidir. Hakkın, hakkaniyetin, kısaca hukukun üstünlüğünü tarihte olduğu gibi bugün de en güzel örneklerle insanlığa sunmalıdırlar. SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 7 Gündem Prof. Dr. Muhsin Demirci Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Kur’an-ı Kerim’de hak kavramı BİREYLERİN MENFAATLERİNE BAKILMAKSIZIN TOPLUMUN MENFAATİNİ SAĞLAMAYI VE KAMU DÜZENİNİ KORUMAYI HEDEFLEYEN HÜKÜMLER, ALLAH HAKKI OLARAK İSİMLENDİRİLMİŞTİR. Herhangi bir kavramın yeri ve önemi o kavramın, içerisinde yer aldığı dildeki diğer kavramlarla meydana getirdiği ilişkinin veya gramer bağlarının zenginliği ve çeşitliliğinden anlaşılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında denilebilir ki hak kavramı, Kur’an’ın en temel kavramlarından biridir. Çünkü bu kavram insanın manevi hayatıyla birlikte maddi hayatını da kuşatmaktadır. Manevi tarafıyla insanın Allah’a ve nefsine karşı olan hakları, maddi tarafıyla da sözgelimi, fakirin hakkı, dostluk hakkı, akraba hakkı, komşu hakkı, koca hakkı, zevce hakkı, misafir hakkı, yolcu hakkı, hayvan hakkı vb. hakları ifade etmektedir. Manevi hakların başında yer alan hukukullah (Allah hakkı) tabii ki, önem ve öncelik bakımından bütün hakların önündedir. Çünkü bu haklar, tüm varlığımızı kendisine borçlu olduğumuz yaratıcımızın bizim üzerimizdeki haklarıdır. Hâl böyle olunca onları görmezden gelmek kulluğa asla yakışmayacak bir davranıştır. O hâlde her insanın başta gelen en temel görevi, bu haklardan doğan sorumlulukları yerine getirmek olmalıdır. Bu da hiç kuşkusuz iman ve ibadet sorumluluğu anlamına gelmektedir. 8 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 Ancak bir bireyin iman edip bütün zamanını ibadetle geçirerek biraz önce ifade etmeye çalıştığımız beşerî ilişkilerden doğan maddi haklar konusunda ihmalkâr davranması, İslam hukukuna göre ahlaki değildir. (Buhari, Savm, 51–55.) Bu bakımdan denilebilir ki, kul hakları da tartışmasız derecede önemlidir. Esasen böyle olduğu içindir ki, fert ve toplumların hak ve sorumluluklarının belirlenmesi ve dengelenmesi konusunda Kur'an azami titizliği göstermiştir. Hatta hakların ıskatı açısından bakıldığında kul haklarının çok daha ağır olduğu anlaşılmaktadır. Zira Allah Teala, merhametlilerin en merhametlisidir. Dilerse kulu üzerindeki -şirk hariç- tüm haklarından vazgeçebilir. Ama hak sahibi kulları razı edip helalleşmek o kadar kolay değildir. Bu yüzden kul hakkıyla Allah’ın huzuruna gitmeme- ye büyük ölçüde özen göstermek gerekmektedir. Aksi hâlde ahirette Hz. Peygamber’in diliyle müflis kişi konumuna düşmemek elde değildir. İslam âlimleri hakları Allah hakkı, kul hakkı diye iki ana esas üzere tasnif etmişlerdir. Bu tasnif daha çok hakkın sahibine, mahiyetine ve sağladığı yararın genel ve özel oluşuna göre düzenlenmiştir. Allah hakkı Bunlar herhangi bir şahsa has olmayıp herkesin yararına olan haklardır. Yüce Allah’ın tüm emir ve yasaklarını bu grupta değerlendirmek mümkündür. Zira kullarla ilgili olsa da her şer'i hüküm aynı zamanda Allah’ın hakkıdır. Çünkü hakları kullara bahşeden Allah’tır. Esasen bu tür hakların Allah’a izafe edilmesi, tüm toplumun menfaatini ilgilendiren ve toplum hayatının devamı için vazgeçilmez nitelikteki hükümlerle ilgili olmaları sebebiyledir. Bundan dolayıdır ki, bireylerin menfaatlerine bakılmaksızın toplumun menfaatini sağlamayı ve kamu düzenini korumayı hedefleyen hükümler, Allah hakkı olarak isimlendirilmiştir. (Hasan Hacak, “Hak”, İslam’da İnanç, İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İstanbul 1997, II, 137.) Sözgelimi namaz, zekât, oruç, hac gibi ibadetler bunlardan bazılarıdır. Zira namaz sahibini kötülüklerden ve fuhuştan alıkoymakta, zekât kişiye malını başkalarıyla paylaşma alışkanlığı kazandırmak suretiyle ruh temizliği gibi ahlaki bir erdemliliğe ulaştırmakta; oruç mümine fakir kimselerin durumlarını düşünme fırsatı vererek yardım etme bilinci kazandırmakta; hac ise sosyal ve ekonomik katkılarıyla tüm Müslümanlara maddi ve manevi yarar sağlamaktadır. Allah'ın kullar üzerindeki haklarından bazıları da dini yalnız Allah’a has kılmak (Bakara, 2/193.), Allah’a ortak koşmamak (Lokman, 31/13.), Allah’ı mutlak şari olarak kabul etmek (En’am, 6/57.), verdiği nimetlere karşı Allah’a şükretmek (Bakara, 2/172.), O’na secde etmek (Fussılet, 41/37.), haccı Allah için yapmak (Âl-i İmran, 3/97.), ganimetlerin taksimi konusunda Allah’ı hakem SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 9 kabul etmek (Enfal, SON GÜNLERDE TÜRKİYE'DEKİ BAZI savunmaktadır. O, bir taraftan “Hataen şefaat yetkisi- ERKEKLERİN EŞLERİNE YÖNELİK CAHİLİYE DÖNEMİNİ BİLE GERİDE BIRAKAN olması dışında bir nin sadece Allah’ın müminin başka bir iznine bağlı olduğu- YAŞAM HAKKI SALDIRILARI, GENELDE TÜM İNSANLIĞI ÖZELDE İSE TÜRKİYE mümini öldürmena inanmak (Zümer, VATANDAŞLARINI DERİNDEN ÜZMEKTEDİR. sine asla izin veri39/44.), tüm ibadetleri lemez…” (Nisa, 4/92.), Allah’a tahsis edip “Kim bir insanı kasO’nun için yaşamak ten öldürürse, onun cezası cehennemdir ve o (En’am, 6/162.) vb.den ibarettir. kimse Allah’ın lanetine müstahak olmuştur.” Esasen tüm hakların belirleyicisi Allah'tır. Bu (Nisa, 4/93.) diyerek, haksız yere cana kıymayı yüzden hakları Allah hakkı, kul hakkı diye çok büyük bir günah sayıp yasaklarken; diğer birbirinden kesin hatlarıyla ayırmak da pek taraftan da "Her kim bir kişiyi haksız yere mümkün değildir. Ancak burada asıl olan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir…” Allah haklarının önceliğidir. Yani ister Allah’ın (Maide, 5/32.) şeklinde evrensel bir ilke koyarak kendi zatını ilgilendiren ister kamu yararına bir insanı öldürmeyi bütün insanlığı öldürbelirlenen haklar olsun, Allah hakkı olarak mekle eş değerde görmektedir. Allah Rasulü bilinen tüm haklar kul haklarına nispetle (s.a.s.) de aynı amacı gerçekleştirme adına uygulamada mutlak bir önceliğe sahiptirler. Veda Hutbesi’nde: “Ey insanlar! Bugünleriniz Nitekim bir hadiste kulun ahirette ilk olarak nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl Allah hakkı olan namazdan hesaba çekileceği, mukaddes bir ay, bu şehriniz (Mekke) nasıl şayet namazında bir eksiklik söz konusu ise, mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız ve bu durumda kişinin hüsrana uğrayacağı belirnamuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tilmektedir. (Tirmizi, Salat, 188.) Ancak bütün buntecavüzden korunmuştur…” (Tirmizi, Cihad, 28; İbn lara rağmen Kur’an, şirk hariç Yüce Allah’ın Mace, Menasik, 84; Ebu Davud, Menasik, 67.) demek sureirade etmesi neticesinde tüm haklarından vaztiyle yaşam dokunulmazlığının kutsallığına geçerek kulların günahlarını bağışlayacağını vurgu yapmaktadır. da ifade etmektedir. Ancak bütün bunlara rağmen günümüz İslam Kul hakkı dünyasında haksız yere kıyılan canlar, döküBireylerin menfaatleriyle ilgili olan ve fertlerin len kanlar nedeniyle yaşam hakkı gibi en söz sahibi olduğu haklara da kul hakkı deniltemel hak ve hürriyetlerin ihlal edilmesini, mektedir. Kul hakları genel ve özel olmak üstüne üstlük Türkiye gibi cennet bir vatanüzere iki kısma ayrılmaktadır. Genel olanlar, da özellikle kadınlara yönelik çoğu ölümle toplumda bulunan bütün fertleri ilgilendiren sonuçlanan insanlık dışı eylemleri anlamak yani onların ortaklaşa sahip oldukları hakmümkün değildir. Hele hele son günlerde lardır. Özel olanlar ise, kamuya açık olmayıp Türkiye'deki bazı erkeklerin eşlerine yönelik bireyin kendisine ait olan haklardan ibarettir. cahiliye dönemini bile geride bırakan yaşam Sözünü ettiğimiz özel haklar arasında yaşahakkı saldırıları, genelde tüm insanlığı özelma hakkı, kişisel özgürlükler, özel hayatın de ise ülkemizde yaşayan herkesi derinden gizliliği, seyahat etme ve yerleşme hürriyeti, üzmektedir. O hâlde bu tür hak ihlallerine mülkiyet hakkı, düşünce ve inanç özgürlüğü, son vermek hem dış dünyada hem de kendi öğrenim hakkı bunlardan bazılarıdır. Bu hakülkemizde insan hak ve hürriyetlerine saygılı lar içerisinde en önemlisi, yaşama hakkıdır. bir toplum oluşturmak için başta yaşam hakkı olmak üzere, Kur'an'ın kişi hak ve hürriyetBu yüzden Kur’an yaşam hakkını hiçbir etnik leriyle ilgili değer hükümlerini hayata geçirayırıma gitmeden, hiçbir inanç ve düşünmekten başka çaremiz yoktur. ce mensubiyeti gözetmeden mutlak olarak 8/1.), 10 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 Prof. Dr. İbrahim Emiroğlu Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak. Kul hakkından ne anlıyoruz? NAMAZ, ORUÇ GİBİ İBADETLER DÜNYANIN EN ZOR İŞİ OLAN KUL HAKKINA DİKKAT ETMEK İÇİN HAZIRLANMIŞ BİREYSEL ŞUUR TALİMLERİ GİBİDİR. Güzel dinimiz İslam’da “kul hakkı” olarak adlandırılan ve beşeri ilişkilerin neredeyse temelini oluşturan çok ciddi bir kavram vardır. Kul hakkı kavramı, insanlar arası ilişkileri sağlamlaştıracak; iyiliğin, insafın, adalet ve merhametin kök salmasını sağlayacak; ahlaki yapının pekişmesine vesile olacak, bunun sonunda da kişinin ahiret mutluluğunu yakalamasına etki edecek önemli bir kavramdır. BİZİM DEĞER DÜNYAMIZI PAYLAŞMAYAN, İNANMAYAN YA DA GAYRİMÜSLİMLERİN HAKKI İÇİN DE, ONLARLA HELALLEŞMEK GEREKİR. "Kul hakkı" sözcüğü "insan hakları" tabirinden daha dinî bir içeriğe sahiptir. Bu kavramla insan, başıboş bir varlık olmadığını, yaptıklarından hesaba çekileceğini; eliyle-diliyle ve diğer organlarıyla çevresindekilere karşı hassas davranması gerektiğini ve `kul hakkına tecavüzün kesinlikle cezasız kalmayacağı´ tehdidiyle karşı karşıya bulunduğunu hisseder. Kur’an’da, ilk bakışta kul hakkı gibi görünen ve kullar arasındaki adalet esaslarını tespit eden birçok ayetten sonra, "İşte bu Allah’ın hudududur/ölçüsüdür, onu çiğnemeSAYI: 260 yin." mealinde ilahî ikazlar gelir. Demek ki, kul hakkını çiğnemek, Allah’ın hududunu çiğnemek olarak kabul edilmektedir. İslam dini, ırk, milliyet, siyasi anlayış, dil ve tahsil farkı gözetmeksizin, her insanın şeref ve itibarına hürmet eder. Kur’an-ı Kerim’de zekât, sadaka, infak, ihsan, yardımlaşma, miras, doğruluk, adalet gibi kavram ve konuların bir uzantısı da kul hakkına ve dolayısıyla toplumun salahına dayanır. Kul hakkına riayet, dinimizin en çok dikkat çektiği, ayet ve hadislerle ikaz hatta tehdit ettiği bir konudur. Fert ve toplumun düzenini, huzurunu, uyumunu ve ahlakiliğini sağlamada oldukça önemli bir yer tuttuğu için dinimizde bu konu üzerinde hassasiyetle durulur. İmanın şartlarını üzerinde taşıyan müminlerin Yüce Allah’ın rızasını kazanmaları için yerine getirdikleri namaz, oruç gibi ibadetler dünyanın en zor işi olan kul hakkına dikkat etmek için hazırlanmış bireysel şuur talimleri gibidir. • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 11 KİŞİSEL YARARLARI İÇİN ÇEVREYE ZEHİR AKITANLAR, HAVAYI KİRLETENLER, YOLLARI DARALTANLAR, KISACASI AMMENİN HUKUKUNU HİÇE SAYANLAR ÇOK DAHA BÜYÜK KUL HAKKI İHLALLERİYLE VE HESAPLARIYLA YÜZ YÜZEDİRLER. Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), şu üç hadisinde, kul hakkını şöyle işlemektedir: “Üzerinde kul hakkı olan, ölmeden önce ödeyip helalleşsin! Çünkü ahirette altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınır, sevapları olmazsa, hak sahibinin günahları buna yüklenir.” (Buhari, Rikak, 48.) Örneklendirecek olursak, çalıştığımız yerde mesaimize dikkat etmemek işverene karşı bir kul hakkı ihlalidir. Çalıştırdıklarımızın ücretini kesmek veya vaktinde vermemek 12 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 yine bir hak ihlalidir. Ücretle verdiğimiz bir dersin saatini doldurmadan derse son vermek ücret sahibinin hakkını yemek olur. Bir öğrenciye hak ettiği notu vermemek haksızlık olur. Komşumuzu sesle, gürültüyle rahatsız etmek, balkondan çırptıklarımızla ona zarar vermek, bakışlarımızla veya hareketlerimizle onu taciz etmek, dedikodusunu yapmak komşuluk (kul) hakkını ihlal olur. Bir insanı küçük düşürmeye çalışmak, onun onuruyla oynamak, kişiliğini hedeflemek, haksız yere çıkışmak, aşağılamak, kalbini kırmak kul hakkı kapsamında değerlendirilecek olumsuz davranışlardır. Yüz yüze olmasa da telefon, televizyon, radyo veya basın yoluyla birisine haksız isnatlarda bulunma, onunla ilgili yalan haber verme, kişilik haklarına saldırma, onuruyla, aile gururuyla oynama yine kul hakkına girmektedir. Kişisel yararları için çevreye zehir akıtanlar, havayı kirletenler, yolları daraltanlar, kısacası ammenin hukukunu hiçe sayanlar çok daha büyük kul hakkı ihlalleriy- BİR İNSANIN OLGUN/ KÂMİL OLABİLMESİ İÇİN ALLAH’A KARŞI OLAN VAZİFELERİNİ YAPMASI ONDAN SONRA DİN KARDEŞLERİNE YARDIMDA BULUNMASI ZORUNLUDUR. le ve hesaplarıyla yüz yüzedirler. Zira hedef alınanlar veya mağdurlar tek kişi değil çok kişidir. Çok kişiden helallik almak ise çok çaba gerektirecektir. Trafik işaretlerine dikkat etmeyerek başkasını tehlike ve zarara sokmak, geçiş önceliği olan bir sürücüye bu önceliği vermemek, yolda bir sürücüyü sıkıştırmak, yoluna arabasının burnunu sokmak, trafikte arabaların akışını keserek veya yavaşlatarak sürücülerin vakit kaybına uğramalarına yol açmak; sürücülere el-kol hareketi yapmak, korna çalarak taciz veya hakaret etmek; yolda veya bir mekânda birisinin ayağına basıp özür dilememek; asansör veya gişe önlerinde bekleyenlerin sıralarına riayet etmeden önlerine geçmek vs. bunlar hep kul hakkına dâhil olan kötü davranışlardır. Bizler kul hakkı deyince, komşumuzun, arkadaşımızın, meslektaş veya mesâi arkadaşımızın bir malını alıp habersiz kullanma veya yemeyi aklımıza getiririz. Bu kul hakkının maddi çeşididir. Bir de bu saydıklarımızın gıybetlerini yapmak, onurlarını kırmak, onları hafife almak veya küçük düşürmek gibi manevi olan kul haklarını da akıldan çıkarmamak gerekir. Yukarıda verdiğimiz örnekler her iki kul hakkı için de bir hayli malzeme oluşturacak niteliktedir. Bizim değer dünyamızı paylaşmayan, inanmayan ya da gayrimüslimlerin hakkı için de, onlarla helalleşmek gerekir. Bunların gönlü alınmazsa ahirette affının çok güç olduğu bilinmelidir. Bunların hakkından kurtulmak, Müslümanın hakkından kurtulmak- SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 13 tan daha zordur. Gayrimüslimlerin mal ve canlarına saldırmak caiz olmadığı gibi, hile yapmak, onları incitmek, kalplerini kırmak, kadın ve kızlarına saldırmak da caiz değil, haramdır. [R. Kerim’in dörtte üçü kul hakkını açıklamaktadır desek mübalağa etmiş olmayız. İslam’ın binası Allah’ı ve dinini tasdik ve ikrardan sonra, toplumun selameti ve Hakk’ın bizden talep ettiği hükümlerini yerine getirmektir. BİR KİMSEDEN HAKSIZ OLARAK ALINAN BİR KURUŞU, SAHİBİNE GERİ VERMENİN, YÜZLERCE LİRA SADAKADAN KAT KAT DAHA SEVAP OLDUĞU UNUTULMAMALIDIR. GÜNÜMÜZDE MADDE, MENFAAT, HIRS VE GAFLET KARIŞIMI KAVGA İKLİMİNDE, KULLUK BİLİNCİ ZAYIFLAMIŞ, HÂLİYLE KUL HAKKI DA NEREDEYSE HATIRLANMAZ OLMUŞTUR. Muhtar] Kişi beşer olmaktan kaynaklanan zaafları, zayıflıkları, gafleti ve unutkanlıklarıyla bir zaman için başkasının hakkına tecavüz etmiş olabilir. İnsanın hata ve kusurunu anlayıp onu tamir etmesi de bir erdemdir. Bunun için, maddi-manevi hangi ihlalde bulunduysa bunu büyük bir cesaret ve açık kalplilikle telafi etmeli ve helallik dileme yoluna gitmelidir. Hak sahibi ölmüş ise, ona dua ve istiğfar edip, hakkını çocuklarına, vârislerine verip, onlara iyilik yapmalıdır. Çocukları, vârisleri bilinmiyorsa, mal miktarı parayı fakirlere sadaka olarak verip, sevâbını hak sahibine bağışlamalıdır. Kulluk, yalnız belli ibadetlerin yerine getirilmesinden ibaret değildir. Allah’ın bütün emirlerine toptan itaat ve yasaklarından kaçınmak suretiyle ubudiyetin yani kulluğun hakkı verilmiş olur. Yanlış telkin ve düşünceye kapılarak, kulun en küçük hakkını bir tarafa bırakıp, şahsi nafile ibadetlerle meşgul olmayı ibadet zannetmek, halk arasında yaygın; fakat yanlış ve dinî olmayan bir davranıştır. Bu konu üzerinde örneklerle ne kadar çok durulursa o kadar yerindedir. Bir insanın olgun/kâmil olabilmesi için Allah’a karşı olan vazifelerini yapması ondan sonra din kardeşlerine yardımda bulunması zorunludur. Böyle olunca şu ölçü ortaya çıkmaktadır: “Başkasını düşünmeyen yaşamaya hak kazanamaz; çünkü Peygamberimiz “kendisi için istediği bir şeyi, başkası için istemeyenin imanı tam değildir.” buyurmuşlardır. Her işimizde önce kul hakkını göz önünde tutmamız, önce Allah’ın rızası, sonra toplumun selameti ve daha sonra huzurumuz için ana yükümlülüğümüzdür. Kur’an-ı 14 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 Kul hakkı, Allah’ın hakkından önce ödenir. Allah uğrunda savaşıp da ölen kimsenin, kul hakkından başka bütün günahları affedilir. Kul hakkı maalesef tövbe ile de, şefaat ile de düşmemektedir. Bütün bu ciddiyetine ve Yüce Allah’ın, “Benim huzuruma kul hakkı ile gelmeyin!” uyarısına rağmen toplumumuzdaki bu vurdumduymazlığı neyle izah edebiliriz? İslam ahlakının bir ayağının “Allah’a itaat”, diğer ayağının ise “mahlukata şefkat ve merhamet” olduğunu nasıl unutabiliriz? Bunu içselleştiren bir kişi bırakalım kulu, hayvan ve cansız hakkına bile oldukça dikkat eder, örneğin hayvanlarını aç-susuz bırakamaz, onlara fazla yük yükleyemez, eşyayı hor ve pis kullanamaz! Böyle bir anlayış ve davranış, İslam'ın “temizlik” ve “merhamet” medeniyeti olmasının bir gereğidir. Öyleyse iyi bir Müslüman, Allah’a karşı görevlerinin yanı sıra insanlara karşı görevlerine ve özellikle de kul hakkına karşı da oldukça duyarlı olmalıdır. Yaptığımız her ibadet bizi kul hakkından korkma ve o konuda dikkatli olma seferberliğine itmelidir. Bir kimseden haksız olarak alınan bir kuruşu, sahibine geri vermenin, yüzlerce lira sadakadan kat kat daha sevap olduğu unutulmamalıdır. Günümüzde madde, menfaat, hırs ve gaflet karışımı kavga ikliminde, kulluk bilinci zayıflamış, hâliyle kul hakkı da neredeyse hatırlanmaz olmuştur. Dinimizde bu kadar önemli yer tutan “Kul Hakkı”na büyük bir titizlikle önem verelim. Bunu yapınca bilelim ki, hem dünyadaki itibarımız artacak, hem de ahirette ilahî hesap günü işimiz daha kolaylaşacaktır. Prof. Dr. Ejder Okumuş Eskişehir Osmangazi Üniv. İlahiyat Fak. Hak ihlalinin sosyal boyutları MODERN ZAMANLARDA İNSANLIK, TEORİK VE YASAL DÜZLEMDE İNSAN HAKLARI KONUSUNDA OLDUKÇA ÖNEMLİ GELİŞMELER KAYDETMİŞSE DE, PRATİKTE NE YAZIK Kİ BÜTÜN DÜNYADA YOĞUN VE ŞİDDETLİ HAK İHLAL, İHMAL VE İSTİSMARLARI YAŞANMAKTADIR. Hak-fedakârlık dengesi HAK İHLAL, İHMAL VE İSTİSMARLARI, İNSANLARDA ADALET DUYGUSUNU ZEDELEMEKTE, BU DA TOPLUMSAL HAYATTA GÜVENE DAYALI İLİŞKİLERİN YERİNE GÜVENSİZ İLİŞKİLERİ GETİRMEKTEDİR. Toplumsal hayat, hak ve fedakârlıklar üzerine kuruludur. Hak ve fedakârlıkların dengeli olarak karşılığını bulmadığı ve işlemediği bir toplumda zamanla haksızlık temelli bir ilişki biçimi hâkim olur. Haklara dayalı, ama özverinin olmadığı veya önemsenmediği bir sosyal hayat sağlıklı yürüyemeyeceği gibi hakların engellendiği veya kısıtlandığı, yani ihlal edildiği, ama toplumun belli kesimlerinin özverisiyle işlerin yapıldığı bir sosyal hayat da sağlıklı devam etmez. Toplumda dayanışmanın ve huzurun egemen olmasında fedakârlık şarttır; ancak hakların tesis edilmediği, insanların haklarının ihmal ve ihlal edildiği, kul hakkının gözetilmediği, hakların kötüye kullanılıp sömürüldüğü bir toplumda fedakârlığın yürümesi sosyolojik anlamda mümkün değildir. O hâlde hak, dinî geleneğimizdeki karşılığıyla kul hakkı konusu, toplumsal hayatın ikame ve idamesinde hayatidir. SAYI: 260 Hak, Allah’ın isimlerindendir. (Yunus, 10/30, 32.) O sebeple hak, İslam’ın en çok yücelttiği kavramlardandır. Kur’an’da birçok ayet ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in bazı hadisleri; Allah’ın hak ve hukuku, kul hakkı, hakkı hak bilip hakka uymak ve batılı batıl bilip batıldan sakınmak, hakkı teslim etmek, Allah’a hakkıyla iman ve kulluk etmek, Kur’an’a hakkıyla uymak, Peygambere hakkıyla iman edip tabi olmak, İslam’a hakkını vermek, onu hak din kabul etmek, ana-baba hakları, yoksul hakları, kadın hakkı, çocuk hakkı, tüketici hakkı, bireysel haklar, sosyal haklar, insan hakları gibi temel hak ve hukuk konularından bahseder. Hakk’ı ikame, inşa ve idameyi emreder. Tersine hak ihlalini, hakka riayetsizliği olumsuzlar ve reddeder. Ancak günümüzde, kişinin haklarını engelleme veya kısıtlama anlamına gelen hak ihlali maalesef toplumsal hayatta sıklıkla karşılaştığımız olgulardandır. • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 15 Toplumsal hayatta hak ihlali Toplumsal yaşamda hak ihlali, çok çeşitli biçim ve alanlarda kendini gösterebilmektedir. Hayat hakkı ihlal ve ihmali, insan hakları ihlali, çocuk ihmal ve istismarı, çocuk hakkı ihlali, engelli hakları ihlali ve istismarı, akademik hak ihlalleri, kadın hak ihlalleri, dinî hak ihlali ve istismarı, internette hak ihlalleri, askerlikte hak ihlalleri, sağlıkta hak ihlalleri, ekonomide hak ihlal ve istismarı, siyasette hak ihlal ve istismarı, cezaevi hak ihlalleri, esir hak ihlali ve istismarı, tüketici hak ihlalleri, üretici hak ihlalleri, öğrenci hak ihlalleri, öğretmen hak ihlalleri, düşünce ve ifade hak ihlalleri, yaşlı istismarı ve ihmali, düşünce, vicdan ve din hakkı ihlali bu çerçevede örnek olarak zikredilebilir. Modern zamanlarda insanlık, teorik ve yasal düzlemde insan hakları konusunda oldukça önemli gelişmeler kaydetmişse de, pratikte ne yazık ki bütün dünyada yoğun ve şiddetli hak ihlal, ihmal ve istismarları yaşanmaktadır. Bundan dolayı da neredeyse bütün ülkelerde hak ihlali, en çok gündeme gelen konular arasında yer almaktadır. Bunun için farklı uluslararası sözleşmeler, insan hakla- 16 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 DÜNYADAKİ BÜTÜN TOPLUMLARIN SOSYOLOJİLERİNE YAKINDAN BAKILDIĞINDA, GÜÇLÜLERİN, ZAYIFLARIN HAKLARINI İHLAL, İHMAL VE İSTİSMAR ETTİĞİ, SÖMÜRDÜĞÜ, KÖTÜYE KULLANDIĞI, HASILIKELAM KISITLADIĞI VEYA ENGELLEDİĞİ AÇIKÇA GÖZLEMLENEBİLMEKTEDİR. rı organizasyonları, resmi ve sivil kuruluşlar, sivil toplum örgütleri, çeşitli biçim ve alanlarda ortaya çıkan hak ihlalleri üzerinde durmakta, hak ihlalleri istatistikleri tutup yayınlamakta ve hak ihlallerini önlemek için stratejiler geliştirip mücadeleler yapmaktadırlar. Nitekim BM hak ihlallerinin önüne geçmek için çeşitli sözleşmeler düzenlemiş ve üye ülkeler bu sözleşmeleri imzalamıştır. Bu sözleşmelere örnek olarak 25 Kasım 1985 tarihli “Din veya İnanca Dayanan Her Türlü Hoşgörüsüzlüğün ve Ayrımcılığın Tasfiye Edilmesine Dair Bildiri”, 20 Kasım 1989 tarihli “Çocuk Haklarına Dair Sözleşme”, ünlü 1948 “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”, 20 Aralık 1993 tarihli “Kadınlara Karşı Şiddetin Tasfiye Edilmesine Dair Bildiri” gösterilebilir. Birleşmiş Milletlerin dışında bazı kuruluş ve organizasyonlar da insan haklarıyla yakın- dan ilgili olmuş ve olmaktadırlar. Bu çerçevede Uluslararası Af Örgütü, Uluslararası Hukukçular Komisyonu, Uluslararası Kızılhaç Komitesi gibi birlikler sayılabilir. Gerek BM, gerekse adı geçen organizasyonlar ve burada zikredilmeyen başka insan hakları örgütleri, her yıl dünya çapında yaşanan hak ihlallerini istatistiklerle rapor etmekte, yayınlamakta ve insanlığın dikkatini bu konuya çekmekte, hak ihlali yapan veya ona göz yumanları uyarmaktadırlar. Fakat bütün uyarılara, bazı ulusal ve uluslararası yaptırımlara rağmen hak ihlal ve istismarlarının devam ettiği de bir gerçektir. Dünyadaki bütün toplumların sosyolojilerine yakından bakıldığında, güçlülerin, zayıfların haklarını ihlal, ihmal ve istismar ettiği, sömürdüğü, kötüye kullandığı, hasılıkelam kısıtladığı veya engellediği açıkça gözlemlenebilmektedir. Bazı kişiler, gruplar, güçler, siyasal yapılar, örgütler, âdeta zulmü meslek edinmişçesine insanlara zulmetmekte, haksızlık yapmakta, insan hakları ihlallerinde bulunmaktadırlar. Yapılan hak ihlalleri, aile, din, düşünce, eğitim, siyaset, ekonomi, hukuk gibi hayatın en temel alanlarında, en temel insan haklarında, çocuk, kadın, işçi, fakir, yaşlı haklarında kendini gösterebilmektedir. Toplumsal örnekleri münasebetlerde hak ihlali Günümüz toplumlarında çalışma, inanç, düşünce, ifade, eğitim, sağlık, ulaşım, çevre, barınma, alış-veriş, dil, ırk, cinsiyet vs. alanlarında toplumsal ilişkilerde; aile bireyleri arasındaki ilişkilerden işçi-işveren ilişkilerine, okul veya üniversite yönetimi ile öğrenci münasebetlerinden doktor-hasta ilişkilerine, kadın-erkek ilişkilerinden çocuk-yetişkin ilişkilerine, zengin-yoksul ilişkilerinden amirmemur ilişkilerine ve oradan yöneten-yönetilen ilişkilerine vs. kadar birçok noktada, hemen hemen bütün toplumsal ilişki boyutlarında hak ihlalleri yaşanmaktadır. Bütün bu alanlarda ve ilişki boyutlarında hak ihlallerine birkaç örnek vermek gerekirse; sağlık alanında, bir hastanın inancı, düşüncesi, ırkı, cinsiyeti veya kılık kıyafeti dolayısıyla sağlık HAK İHLALLERİ, AİLE, DİN, DÜŞÜNCE, EĞİTİM, SİYASET, EKONOMİ, HUKUK GİBİ HAYATIN EN TEMEL ALANLARINDA, EN TEMEL İNSAN HAKLARINDA, ÇOCUK, KADIN, İŞÇİ, FAKİR, YAŞLI HAKLARINDA KENDİNİ GÖSTEREBİLMEKTEDİR. haklarından kısmen veya tamamen mahrum edilmesi; eğitim alanında bir öğrencinin aynı veya farklı gerekçeler öne sürülerek eğitim hakkından yoksun bırakılması, sözgelimi okuma hakkı kazandığı üniversitenin kapısından içeriye alınmaması; ekonomi alanında bir çalışanın hak ettiği ücretten tamamen veya kısmen yoksun bırakılması ya da dinî inançlarının gereğini yerine getirmekten alıkonulması; ailede bir çocuğun sağlıklı ortamda yetişme, okuma gibi çocuk haklarının kısıtlanması veya engellenmesi zikredilebilir. Bu ve benzeri örnekler, bir sosyal aktör olarak hepimizin gündelik hayatta bir şekilde yaşadığı, muhatap olduğu veya gözlemlediği hak ihlallerini anlamak ve izah etmek için yeterli görülebilir. Hak ihlallerinin yıkıcı ve yakıcı sonucu Sonuç olarak hak ihlali, günümüz toplumlarında sosyal hayatın neredeyse bütün alan ve boyutlarında kendini göstermektedir. Hak ihlal ve istismarları, gerek bireyler arası ilişkilerde, gerek gruplar arası münasebetlerde, gerek devlet-vatandaş ilişkilerinde ve gerekse uluslararası ilişkilerde yaşanmakta; aile, eğitim, din, ekonomi ve siyasette bireysel ve grupsal planda özellikle güçlülerden zayıflara doğru yönelmektedir. Bütün bu alan ve boyutlarda yaşanan hak ihlal, ihmal ve istismarları, insanlarda adalet duygusunu zedelemekte, bu da toplumsal hayatta güvene dayalı ilişkilerin yerine güvensiz ilişkileri getirmektedir. Güvensiz ilişkiler ise, toplumsal barışın en büyük düşmanı olup çatışmaya, ayrışmaya, parçalanmaya yol açar. Toplumda barışı hâkim kılmak için güveni, güveni hâkim kılmak için adaleti, adaleti hâkim kılmak için hakkı ikame etmek, hak ihlaline meyletmemek, hak ihlal, ihmal ve istismarlarının önüne set çekmek, kul hakkı yememek şarttır. SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 17 Gündem Doç. Dr. Asım Yapıcı Çukurova Üniv. İlahiyat Fak. Hak ihlali kıskacında kaybolan değerlerimiz DEĞERLER KALBİ BESLEYEN DAMARLAR GİBİDİR. NASIL DAMARLARDA BİR TIKANIKLIK OLUNCA KALP KRİZİ ORTAYA ÇIKARSA DEĞERLERDE BİR SORUN OLUNCA DA KÜLTÜR VE KİMLİK KRİZİ YAŞANIR. Günümüzde maddi ve manevi kültür arasında ortaya çıkan mesafe (kültürel boşluk), kültürel yabancılaşma (anomi), yabancı unsurların yerel kültürü sindirmesi denilen kültürel asimilasyon ile birlikte sıklıkla değerlerin erozyona uğradığından bahsedilmektedir. Değerlerin erozyonu üç şekilde gerçekleşmektedir: Birincisi değerlerin değersizleş(tiril) mesi, yani önemini yitirmesidir. Modernleşme süreciyle başlayan küreselleşme süreciyle devam eden bu durum özellikle sosyokültürel ve dinî değerlerin modern dünyada işlevsel olmadığı düşüncesinden beslenmektedir. İkincisi, milli ve dini kimlik açısından önemli kabul edilen değerlerin çok çeşitli sebeplerle ihmal edilmesi, neticede değerlerin bireyin düşünce ve davranışlarını yönlendiren temel ölçüt olmaktan çıkmasıdır. Üçüncüsü ise değerlerin istismarı, yani değerler üzerinden menfaat sağlamaya çalışmaktır. Adına ister değer yitimi, ister değer ihmali, isterse değer istismarı diyelim, her üç durum da, bireysel ve toplumsal hayatta telafisi güç sorunlara yol açmaktadır. Çünkü değerler kalbi besleyen damarlar gibidir. Nasıl damarlarda bir tıkanıklık olunca kalp krizi ortaya çıkarsa değerlerde bir sorun olunca da kültür ve kimlik krizi yaşanır. 18 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 Günümüzde küreselDinî, ahlaki ve sosleşme ile birlikte özelyokültürel değerlerin TÜKETİMDE İSRAF ÇILGINLIĞI YAŞANIRKEN YARDIMLAŞMADA CİMRİLİK likle yerel değerler nasıl değersizleşmeye YAŞAM BİÇİMİ HÂLİNE GELMEKTEDİR. hayati bir kriz yaşabaşladığını anlayabilmaktadır. Kitle iletimek için Müslüman şim araçları ve ulaşım toplumların modernvasıtaları ile her geçen gün biraz daha küçülen leşme sürecindeki tavırlarını dikkate almak ve küresel bir köye dönüşen dünyada hâkim gerekir. Bilindiği üzere Osmanlı Devleti başta kültürün dayattığı değerler -dünyanın her taraolmak üzere İslam dünyasında özellikle fına ulaşıyor olmasından dolayı- evrensel ola17. yüzyıldan itibaren etkisi iyice hissedirak algılanmaktadır. Hızlı yaşamak ve hayatın len modernleşme süreci “Batı’dan hareketle tadını almak gençlerde isyankâr bir tutkuya, ve Batı’ya doğru” bir seyir izlemiştir. İslam yaşlılarda ise; “Eyvah hayatı ıskaladık.” şeklindünyasının geri kalmışlığı; “Acaba İslam ve de ifadesini bulan karamsar bir umutsuzluğa onun beraberinde getirdiği değerlerden mi yol açmaktadır. Çünkü hayata anlam veren kaynaklanmaktadır?” sorusunu beraberinde sosyokültürel, ahlaki ve dinî unsurlar önemgetirmiştir. senmemektedir. Geleneksellik modernliğin, din aklın ve bilimin, evlilik, cinselliğin, helal kazanç zenginliğin, kısaca Doğulu kalmak Batılı olmanın düşmanı ilan edilmiştir. Anlam arayışının manevi yönü göz ardı edilmeye başlanmış, gelip geçici anlamların, günübirlik arzu ve tutkuların peşinde sürüklenir hâle gelinmiştir. Sahip olmaya dayalı tüketim kültürü özendirilmektedir. “Tükettiğiniz kadar değerlisiniz.” anlayışı dayatılmaktadır. İşte bu noktada İslam kültürünün temel değerlerinden olan israftan uzak durmak, kanaatkârlık, sabır ve şükür gibi değerlerin buharlaştığını görüyoruz. Zekât, sadaka, fitre, infak ve karz-ı hasen gibi kavramlarla ön plana çıkarılan yardımlaşma bir yandan gittikçe önemini yitiren, diğer yandan açıkça istismar edilen değerlerdir. Artık insanlar birbirine “güzelce borç” vermemekte, herkesin kendi başının çaresine bakması istenmektedir. Kapitalizmin acımasız yüzü ve bencillik “bana neciliği” beraberinde getirmektedir. Tüketimde israf çılgınlığı yaşanırken yardımlaşmada cimrilik yaşam biçimi hâline gelmektedir. Diğer taraftan tarih boyunca ve günümüzde en çok sömürülen tarafımız da yardımseverlik duygularımızdır. İnsanımız “Allah rızası için…” denildiği zaman gücünün yettiği kadar yardım yapmaktadır. Daha sonra yardımların yerine ulaşıp ulaşmadığı sorusu hem iyi niyetin hem de olumlu duyguların SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 19 “SEN-BEN KAVGASI” İLE KARDEŞLİK DUYGULARI AĞIR BİR DARBE ALMAKTA, MÜMİNLER BİRBİRLERİNİ TANIYAMAZ HÂLE GELMEKTEDİR. bozulmasına sebep olmaktadır. Buna bir de sadaka ve zekâtı küçümseme tavırları eklenince yardımseverlik duygusundan yavaş yavaş uzaklaşıldığı görülmektedir. Aile bir milleti ayakta tutan en önemli kurumlardan birisidir. Toplumun yapı taşıdır. Bununla birlikte günümüzde evlenmek erkeğin ya da kadının kahrını çekmek olarak algılanmaya, evlilik oranları düşmeye, evlenme yaşı da her geçen gün yükselmeye başlamıştır. Bu arada evlilikleri devam ettirme çabalarının azaldığı, çok çabuk bir şekilde boşanma kararının verildiği görülmektedir. Yaşadığımız çağda en çok istismar edilen hususlardan birisi de kadın konusudur. Bir çok yönden istismar edilmesinin yanı sıra kadının dövülmesi ise maalesef hem tarihin her döneminde hem de bugün oldukça yay- 20 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 YAŞLILARA SAYGI GÖSTERMEK, ANNEBABAYA ÖF BİLE DEMEMEK İSLAM’IN ÖNEMSEDİĞİ DEĞERLERDENDİR. ANCAK SADECE YAŞLILARA DEĞİL, KİM VE NE OLURSA OLSUN YARATANDAN HAREKETLE YARATILANI HOŞ GÖRMEK, İSLAM KÜLTÜRÜNÜN EN BELİRGİN ÖZELLİKLERİNDENDİR. gın olan bir istismardır. Öte yandan İslam’da nikâhsız birliktelik ve patolojik cinsel eğilimler açıkça reddedilip yasaklandığı hâlde, bugün bunlar “bireysel tercih” kapsamında algılanır olmuştur. Aslında aileyi yıpratan ve onu yapısal bir krizin eşiğine getiren hususların başında da söz konusu bu iki durum gelmektedir. Yaşlılara saygı göstermek, anne-babaya öf bile dememek İslam’ın önemsediği değerlerdendir. Ancak sadece yaşlılara değil, kim ve ne olursa olsun Yaratandan hareketle yaratılanı hoş görmek, İslam kültürünün en belirgin özelliklerindendir. Ancak unutmamak gerekir ki, dünya barışının sağlanması için öncelikle kültürel barışın gerçekleşmesi gerekir. İşte bu noktada barış ve sevgi dolu bir sosyal yapının kurulmasını öngören “Müminler kardeştir.” değeri karşımıza çıkar. Buna rağmen “sen-ben kavgası” ile kardeşlik duyguları ağır bir darbe almakta, müminler birbirlerini tanıyamaz hâle gelmektedir. Öyle ki kul hakkı, tevazu ve tevhidin ne olduğunu hatırlamakta güçlük çekmekteyiz. Değerlerimiz kimliğimizdir. Kimlik ise ne olduğumuzu ve ne olmadığımızı gösteren uygulamalarla, iç grubu birbirine yaklaştıran onu başkalarından ayırt eden düşünce ve davranışlarla ortaya çıkar. Bu anlamda ister ihmal ister istismar olsun değerler kaybedilirse kimlik hatları zayıflar, kültür kodları buharlaşır. Değerlerle emniyetli hâle gelen dünya, değerlerin asimilasyonu ve yozlaşmasıyla korkutan ve ürküten bir yapıya bürünür. SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 21 D in-Düşünce-Yorum Başkalarının derdiyle dertlenmek Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı İNSANLARIN SIKINTILARINI HİSSETMEK, YIKIK GÖNÜLLERİN ACISINI PAYLAŞMAK, KİMSESİZ VE MUHTAÇLARI GÖREBİLMEK ONLARIN DERTLERİYLE DERTLENMEKLE MÜMKÜNDÜR. İNSANIN GÖNÜL GÜNDEMİNE ALACAĞI BU ÖZELLİK, İÇ DİNAMİKLERİNİN ATEŞLEYİCİSİDİR. 22 DİYANET AYLIK DERGİ Dünya hayatı iniş ve çıkışlarla, düz ve yokuşlarla, dert ve sevinçlerle dolu. İnsan için her zorluğun bir kolaylığı, her bolluğun bir darlığı, ölüm hariç her derdin bir çaresi var. Hayat tekdüze değil. Bu durum, dünyanın Allah’ın cemal ve celal sıfatlarının mazharı olmasının tabii bir gereği. Camiu’l-ezdad olan Allah’ın cemal sıfatlarından hayır, güzellik, gündüz, iman, iyilik ve cennet; celal sıfatlarından şer, çirkinlik, gece, küfür, kötülük ve cehennem zahir olmakta. Gece ile gündüzün birbirini izlemesi gibi cemal ile celal de sürekli birbirini izlemektedir. Nitekim Niyazi Mısri bunu ne güzel ifade etmiş: Cemâli zâhir olsa, tiz celâli yakalar ânı Bu âlemde gül açılsa yanında hâr olur peydâ. Cemal ve celalin ferdî, içtimai ve mik hayatın her ve her alanı için AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 zuhuru ekonosafhası geçerli- dir. Burada önemli olan her celal içre bir cemal ve her cemal içre de bir celal bulunduğunun farkında olabilmek; her zorluk ve sıkıntı ile kolaylık ve mutluluğun arka planını görmek, bunlardan ders almaya çalışmak, çekilen sıkıntı ve dertleri manevi bir terbiye unsuru olarak değerlendirmektir. Diğer yandan insanoğlu sosyal bir varlık olduğundan duygu ve düşüncelerini; sevinç ve tasalarını paylaşmak ister. “Sevinçler paylaşıldıkça büyür, sıkıntılar paylaşıldıkça küçülür.” anlayışı bunun halkça ifadesidir. İnsanların sevinçlerini paylaşmak kolaydır; sıkıntılarını, zorluklarını paylaşmak ve çareler aramak ise ancak dertli gönüllere nasip bir erdemdir. İnsanların sıkıntılarını hissetmek, yıkık gönüllerin acısını paylaşmak, kimsesiz ve muhtaçları görebilmek onların dertleriyle dertlenmekle mümkündür. İnsanın gönül gündemine alacağı bu özellik, iç dinamiklerinin ateşleyicisidir. BAŞKALARININ YÜKLERİNE TALİP OLMAYAN VE ONLARI YÜREĞİNDE TAŞIYAMAYAN İNSANLAR NE BU DÜNYADA, NE ÖBÜR ÂLEMDE YÜZ AKLIĞINA KAVUŞABİLİR. Dertli olmak, kasvetten uzak kalplerin vasfıdır. Kasvetli ve katılaşmış kalpler, taştan daha beter kabul edilir. Çünkü kayalardan öyleleri vardır ki içinden su fışkırır, yine öyle kayalar vardır ki Allah korkusuyla dağlardan yuvarlanır. (Bkz. Bakara, 2/74.) Ama taşlaşmış kalplerden asla merhamet eseri zuhura gelmez. O yüzden önce merhamet eğitimi gerekir ki insan başkalarının derdiyle dertlenebilsin. Allah ikbal günleriyle idbar günlerini insanlar arasında nöbetleşe evirip çevirir. Bolluk yıllarını kıtlık seneleri, kıtlık dönemlerini bolluk devirleri takip eder. İnsanların her döneme hazırlıklı olması; düşenin yanında, yakınında ve yardımında bulunması gerekir. Nitekim asr-ı saadette hicretteki kardeşlik anlayışı ile yokluk zamanlarındaki dayanışma, bunun en güzel örneğidir. Kur’an, imani bir gaye ile hicrette vatandan, evlattan ayrılıp başka bir yurda göçenlere kucak açan ve onlarla evlerini, yuvalarını, gönüllerini ve imkânlarını paylaşan ensarı “isar” vasfı ile sena etmektedir. (Haşr, 59/9.) İsar, “ihtiyacına rağmen, kardeşini kendine tercih etmek” anlamında ahlaki bir erdemdir. Ancak isar, Allah inancı ve ahiret beklentisi olanlara has yüce bir fazilet ve vasıftır. Çünkü ahiret endişesi insanları, başkalarını yüreğinde taşımaya sevk etmektedir. Başkalarının yüklerine talip olmayan ve onları yüreğinde taşıyamayan insanlar ne bu dünyada, ne öbür âlemde yüz aklığına kavuşabilir. Dertli ve ihtiyaç sahibi insanları gören ve onların dertleriyle dertlenenler, onlara yararlı olmaya çalışır. Onlar da bu sayede hayata tutunur. Başkalarının derdiyle dertlenen yürek fedakârdır, diğerkâmdır. Çünkü diğerkâmlık hodkâmlığın zıddıdır. Hodkâmlık kendini düşünmek, nefsini öne çıkarmak, bencil dav- SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 23 ranmaktır. Diğerkâmlık kendini değil kardeşini düşünmek, kardeşinin ihtiyaçlarını görmeyi kendi ihtiyacından daha önemli saymaktır. Nebevi ifadesiyle “kendisi için istediğini kardeşi için de istemek, kendisi için istemediğini onun için de istememek”tir. (Buhari, İman, 7; Müslim, İman, 71-72.) Şair insan yüreğinde bulunan başkalarının dertleriyle dertlenme derdine ne güzel vurgu yapmaktadır: GÜNÜMÜZ İNSANI GÖNÜLLERİ FETHEDEREK MANEVİ ÂLEMDE YÜKSELMEYİ BİR KENARA BIRAKIP FİZİK ÂLEMDE YÜKSELEREK UZAYI FETHE SOYUNMAKTA; AMA GÖNLÜNÜ İNSANLARA VE SONSUZ KUDRETE KAPADIĞINDAN BİR TÜRLÜ YÜKSELEMEMEKTEDİR. Günümüz insanı ise gönülleri fethederek manevi âlemde yükselmeyi bir kenara bırakıp fizik âlemde yükselerek uzayı fethe soyunmakta; ama gönlünü insanlara ve sonsuz kudrete kapadığından bir türlü yükselememektedir. Bugün İslam coğrafyasında yaşanan sıkıntı ve zorluklar ortada. Bu zorluklar televizyon ekranlarına, internet sayfaları- Gündüz bir derd, gece bir derd Bilemedim nice bir derd Sol böğrümde ince bir derd Batar Yunus Yunus diye. Başkalarının derdini hisseden bir anlayışa sahip gönül adamı, kendi malını da kardeşinin malı olarak görür. Bu tür yaklaşım tarzı, özellikle yokluk ve darlık zamanlarında; acıları paylaşıp imkânları bölüşmenin gerekli olduğu dönemlerde ayrı bir önem kazanır. İnsanoğlunun ölümünden sonra gönüllerde yaşamasını sağlayan en önemli hususiyetlerden birisi tevazu, diğeri cömertliktir. Cömertlik gönlü ve imkânları başkasına açmaktır. Toplumu bir vücut, bir organizma; fertleri de organizmanın organ ve hücreleri gibi gören Allah Rasulü, toplum kesimleri arasında bir uçurumun olmamasına özen gösterirdi. Allah Rasulü fakirlik ve maddi sıkıntıyı en derin biçimde hisseden insanların yüreklerini serinletmek, karınlarını doyurmak ve rahatlatmak üzere daima ashabını onlara karşı cömert ve diğerkâm davranmaya teşvik etmiştir. Nitekim Allah Rasulü ashabına: “İki kişilik yemeği olan üçüncü, dört kişilik yemeği olan beşinci ve altıncı... kişi olarak suffalılardan alıp evine götürsün.” (Buhari, Mevakitü’s-salat, 41; İbn Hanbel, I, 197.) buyururdu. Çünkü en büyük zenginlik sayılan kanaat sayesinde “iki kişiye yetecek yemek dört kişiye de yeterdi.” (Bkz. İbn Hanbel, III, 301; İbn Mace, II, 1084.) Asr-ı saadetteki bu isar ve diğerkâm tavır, manevi yükselişin adı olmuştu. 24 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 na yansıyan görüntüler ve fotoğraf kareleri ile sürekli gündeme gelmektedir. Bu kareler Müslümanların durumuna ilişkin bir fikir veriyor. Onlar televizyon, gazete ve internet sitelerinde boynu bükük ve yıkık halleriyle arz-ı endam ederken acaba bizim aklımız, gönlümüz ve vicdanımız bu derdi ne kadar hissedebiliyor? Âkif’in dediği gibi: Hiç sıkılmaz mısınız Hazret-i Peygamber'den? Ki uzaklardaki bir mümini incitse diken, Kalb-i pâkinde duyarmış o musibetten acı, Ağaç dalları, budakları, yaprakları ve meyveleri ile ağaçtır. İnsan da yaptıkları, kazandıkları ve başkalarına sundukları ile insandır. Dalsız budaksız, yapraksız ve meyvesiz ağaca nasıl kütük denilirse ve ağacın ağaç olma özellikleri yaprakları ve meyveleri ile görülürse insanın da insanlığı ibadet, ahlak ve özellikle maneviyat atmosferinde başkalarının derdini hissetmekle belli olur. Müslüman “beni sokmayan yılan bin yıl yaşasın” demek lüksünde değildir. Bakmak ve görmek zorundadır. Milli şairimiz Mehmed Âkif ne güzel anlatır: BU GÖK KUBBEDE HOŞ BİR SADA BIRAKABİLMEK YIKIK BİR GÖNLÜ YÜREĞİNDE TAŞIMAKTAN, BİR GÖNLE GİRMEKTEN GEÇMEKTEDİR. Sizden elbette olur rûh-ı Nebî dâvâcı. Toplumda her zaman yıkık gönüllü insanlar, savrulmuş aileler, sahipsiz çocuklar vardır. İşte bütün bunlar, ilahî rahmetin nüzulüne Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim, Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim. Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım. Başkalarının derdini görmek ve onların farkında olmak ne büyük erdemdir. Bakmakla görmek arasında fark vardır. Bakmaz ve görmezseniz ne fakir var, ne yetim var, ne acı çeken, ne de dertli var. O yüzden bakmak ve görmek gerekiyor. Baktığında yaralıyı, dertliyi, hüzünlüyü görebilmek ve kendisi için O’ndan bir şefkat nasibi elde edebilmek bütün dünyayı yüreğinde taşımaya adım atmaktır. Tamamlamakta olduğumuz ramazan iklimini bu anlayışla değerlendirmek ve bunu hissederek yaşamak terfi-i derecatımıza vesile olacaktır. Çünkü bu gök kubbede hoş bir sada bırakabilmek yıkık bir gönlü yüreğinde taşımaktan, bir gönle girmekten geçmektedir. vesile olan alanlardır. Dünyada fakir, yaşlı ve yetim gibi sokakların insafına, milletin vicdanına terk edilmiş yıkık gönüllü insanları aramak ve onları gönül gündemimize alarak yaralarına merhem olmak içtimai bir görevimizdir. Çünkü Muhammed İkbal’in ifadesiyle: “Dünyanın gidişatından Müslüman sorumludur.” Gelin açılan sofralar, yapılan hayırlar ve paylaşılan duygularla bu maneviyat iklimini önce gönüllerimizde, sonra hanelerimizde, sonra ülkemizde ve tüm dünyada soluk soluk yaşayalım. Derdi, acıyı, hüznü ve tasayı paylaşalım, dostluk ve sevgiyi bölüşelim. Çünkü dünyada başkalarının derdiyle dertlenmek dünyada huzur ile içimizdeki stres ateşinin söndürülmesinin ve kıyamette cehennem ateşinden kurtulmanın tek yoludur. SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 25 D in-Düşünce-Yorum Din eğitimi ahlak üretiyor mu? Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi [email protected] AHLAK ÖĞRETİMİ, ÖĞRENCİYE KENDİ YAPABİLECEĞİNİ SERBESTÇE GELİŞTİRME, KENDİSİ OLMA İMKÂNINI SAĞLAYAN BİR YÖNTEM OLUŞTURMAK DURUMUNDADIR. 26 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 Peygamber Efendimiz, imanın mükemmelliğini, ahlak güzelliğine bağlamasına rağmen ciddi bir ahlak sorunuyla karşı karşıya olduğumuz herkesçe dile getirilmektedir. Aileden başlayıp okullarla devam eden eğitimimiz, insanımıza ahlak kazandırmada başarısız. Bunun, iyi örnek olamamaktan, öğretmeyi bilememeye kadar çok yönlü sebepleri var. Burada sadece öğretimde yaklaşım biçimine işaret edeceğim. Bizim eğitim sistemimizin öncelikle ele alınması gereken temel sorunlarından biri, öğretim sorunudur. Doğruluk, çalışkanlık, küçükleri korumak, büyükleri saymak... gibi çocukların her gün tekrar ettikleri değerleri onlara kazandırabildik mi? Bir yüksek lisans öğrencim teziyle ilgili veri toplamak amacıyla görüştüğü ilköğretim öğrencisine “Andımız”daki “‘Büyüklerimi saymak’ ne demek?” diye soruyor. • SAYI: 260 Önce bir duraksadıktan sonra çocuk şu cevabı veriyor: “Bir, iki, üç… diye saymak.” Öğrencilerin genelde kopya çekmeyi, son derece sıradan normal bir davranış olarak görüyor olmaları bile tek başına, bu kavramların öğretilemediğini kanıtlamaya yeter. Hazır bilgi kalıplarını, sadece ezberletmeyi öğretimin nihai amacı gören bir eğitimin, ahlak öğretimini gerçekleştirmesi mümkün değildir. Gerçekte, doğruluk, çalışkanlık, büyükleri saymak, küçükleri korumak… gibi ahlaki değerleri öğretmek isteyen bir din eğitimcisi, bu kavramların muhtevalarını derinliğine anlam(landırm)alarına kılavuzluk etmekle yükümlüdür. Sözgelimi, doğruluk kavramını öğretmek için öncelikle şu tür soruların cevaplarının öğrenci tarafından keşfedilmesini sağlar: “Doğruluk nedir? Kime doğru denir? Doğru olmak gerekir mi? Gerekiyorsa netleştirecek, etkin hâle getiher zaman mı, yoksa işimize DOĞRULUK, ÇALIŞKANLIK, recektir. geldiğinde mi? Nasıl doğru KÜÇÜKLERİ KORUMAK, olunur? Doğru olmak için ne BÜYÜKLERİ SAYMAK... Böyle bir öğrenme-öğretme yapmak lazım? Doğruluk ne GİBİ ÇOCUKLARIN HER sürecini işleten din eğitiişe yarar, kime ne kazandırır? GÜN TEKRAR ETTİKLERİ mi, ister istemez öğrenciyi/ Doğru olmamanın zararları DEĞERLERİ ONLARA bireyi dinin ortaya koyduvar mı? Varsa onlar nelerdir? KAZANDIRABİLDİK Mİ? ğu esaslar, değerler üzerinDoğru olmanın kriterleri var de çok yönlü düşünmeye, mıdır, varsa nelerdir? Doğru olanla olmayanın konuşmaya, onları derinlemesine anlamlanayırıcı nitelikleri nelerdir? Doğruluğun imanla dırmaya sevk etmiş olacaktır. Dinin mesajı ilgisi nedir?” vs. üzerinde düşünürken, elbette onlarla hayatın ilişkisini sorgulayıp varlık dünyasına ve Öğrencinin, bu soruların varlık dünyasıyla, hayata nasıl bir anlam yüklediğini tespite özellikle de kendi varlığıyla, hayat gerçeğiyle çalışacaktır. Bu irtibatlandırma, doğal olarak bağlarını kurmadan doğru cevaplarını keşfetbireyin yaşadığı hayatla, inandığı veya öğrenmesi mümkün değildir. Bu bağları kurarken meye çalıştığı din arasında gerçekleştirilecek öğrencinin, varlığı ve hayatı anlamlandırma ve dinî bilginin güncellenmesi çabalarının çabası yeni boyutlar ve derinlik kazanarak önünü açacaktır. Dinî bilginin güncelleştirilsürecektir. Öğrenci, bu aklen anlamlandırma mesi çalışmaları ise, geçmişten bugüne intikal açılımını, dinin mesajlarıyla daha da geliştirip SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 27 BİREY, OLUŞTURDUĞU DÜNYA GÖRÜŞÜNE GÖRE HAYATINI DÜZENLEME İHTİYACI DUYAR VE BU BAĞLAMDA, İSTER İSTEMEZ KENDİ AHLAKİ DEĞERLERİNİ OLUŞTURMA ÇABASI İÇİNE GİRER. etmiş olan tarihsel dinî bilgi birikimimizi yeniden gözden geçirme, sorgulayıp değerlendirme ihtiyacını; dolayısıyla Kur’an ve sünnet üzerinde yeniden düşünme, onları yeniden anlama sorumluluğunu doğuracaktır. Bu çabalar, aynı zamanda mümin bireyin/ öğrencinin hayat anlayışı ve bir dünya görüşü oluşturma, bu dünya görüşü çerçevesinde kendi kişiliğini, ahlakını inşa etme çabalarıdır. Zira bu birey, oluşturduğu dünya görüşüne göre hayatını düzenleme ihtiyacı duyar ve bu bağlamda, ister istemez kendi ahlaki değerlerini oluşturma çabası içine girer. Bizzat ürettiği değerleri içtenlikle sahiplenir. Sahiplenir, çünkü o değerler, kendisine birileri tarafından dayatılmış da zoraki kabullenmiş değil; aksine bizzat kendisi keşfetmiştir, kendi malıdır, varlığının temel bir unsurudur. Bu yüzden, o ahlaki değerler, sahibinin her konumda tutum ve davranışlarını yönlendiren en etkin unsura dönüşür. Değerlerini oluşturarak özgürleşen bu dindar birey, dürtülerinin ve çevresinin güdümüne girmekten genelde kurtulur. Görüldüğü gibi, ahlaki bilgiler, bireye sıradan teorik bilgi aktarımı şeklinde kazandırılamaz; bunlar, bireyi sıradan bir haberdar etmeye yönelik değil, bir “beceriye” bir “yapabilmeye” dikkat çeken bilgilerdir ve ancak kişinin eylemleriyle, onun özgürlüğü sayesinde gerçekleşebilecek ahlaki davranışa yöneltirler insanı. Ahlak öğretimi, öğrenciye kendi yapabileceğini serbestçe geliştirme, kendisi olma imkânını sağlayan bir yöntem oluşturmak durumundadır. Ahlak eğitiminin değişmeyen amacı, terbiye edilmiş, emirlere eleştirmeden uyan ve onları uygulayan bir varlık oluşturmak değil; bağımsız, kendi varlığına/ özgürlüğüne sahip çıkan insanın yetişmesini kılavuzlamak olmalıdır. (Bk. Pieper, 1999: 122, 126.) Hz. Peygamber’in zina etmek isteyen gençle 28 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 diyalogu, bu konuda ilginç bir örnektir. Bunları başarabilmesi için öğrencinin, tamamen aktif konumda, öğrenme eyleminin öznesi olması şarttır. Bu öğrencinin eleştirel bir yaklaşımla düşünmesi, sorgulaması, karşılaştırmalara girişmesi, mevcut bilgileri kullanarak yenilerini üretmesi, o bilgilerin varlık dünyasıyla ve hayatla, özelde kendi varoluşu ve hayatıyla bağını kurması, analiz- DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI OLARAK 2005 YILINDA KUR’AN KURSLARI VE EĞİTİM MERKEZLERİMİZDE UYGULAMAYA KONULAN YENİ DİN EĞİTİMİ PARADİGMAMIZ, EZBERCİ YAKLAŞIMI ORTADAN KALDIRIP ANLAMLI ÖĞRENMELERİ KILAVUZLAMAYI, DOLAYISIYLA AHLAK ÜRETME YETENEĞİNİ BİREYE KAZANDIRMAYI AMAÇLAMAKTADIR. Ezberi nihai amaç edinen (ezberci) zihniyetin hegemonyası altında yürütülen bir din eğitiminin, bunları gerçekleştiremeyeceği gayet açıktır. Bilgi karşısında nesneleş(tiril) miş olan bireyin, bütün bu işlemleri yapacak özne olması beklenemez. Öğretmenin/ öğretim üyesinin, “Yaslan arkana beni dinle!” komutuyla edilgen konuma itilmiş, kendisine empoze edilen bilgi kalıplarını aynen ezberleyip istendiğinde onları olduğu gibi tekrarlamaya mahkûm edilmiş öğrenci, ahlak(ını) üretemez. Sırtta yük olarak taşınan ezber bilginin, kişinin hayatında tutum ve davranışlar olarak bir karşılığı olmayacaktır. (Bk. Aydın, 2011:171 vd.) ler yapıp sentezlere ulaşması, ürettiği bilgileri kullanarak sorun çözmeye çalışması gibi birçok zihinsel işlemler yapması gerekmektedir. Öğrencinin/bireyin fıtri anlam arayışı ihtiyacını bu tür işlemlerle tatmin ederek onun tecessüs, araştırma, olay ve olguları anlama yeteneklerini geliştirebilen din eğitimi, onun kendi dindarlığını oluşturup değişen şartlar karşısında güncelleyerek tutarlı Müslümanca bir hayat sürdürmesine katkıda bulunur. Diyanet İşleri Başkanlığı olarak 2005 yılında Kur’an kursları ve Eğitim Merkezlerimizde uygulamaya konulan yeni din eğitimi paradigmamız (Bk. Aydın, 2011.), ezberci yaklaşımı ortadan kaldırıp anlamlı öğrenmeleri kılavuzlamayı, dolayısıyla ahlak üretme yeteneğini bireye kazandırmayı amaçlamaktadır. Personelin bu yeni din eğitimi anlayışını kavrayıp özümlemesi ve uygulamaya yansıtması, kolay olmayacak; ama bunu başarmaktan başka çare yoktur. Kaynak Aydın, Muhammet Şevki, Açık Toplumda Din Eğitimi/Yeni Paradigma İhtiyacı, Nobel Yayınları, 2011. Pieper Annemarie, Etiğe Giriş, Çev. V. Atayman-G.Sezer, İstanbul 1999. SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 29 D in-Düşünce-Yorum Ömrü ebedî kılmak ve en güzel örnek Dr. Bahattin Akbaş Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı KİŞİ ÖTE ÂLEME GÖÇTÜKTEN SONRA GERİDE ÖNEMLİ VE TABİRİ CAİZSE ÖLÜMSÜZ ESERLER BIRAKIRSA KIYAMETE KADAR ANILMAYA VE İNSANLARIN DİLLERİNDE/ GÖNÜLLERİNDE YAŞAMAYA DEVAM EDECEKTİR. 30 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 Ömür Rahman’ın bizlere bir ihsanı ve armağanı. Ömür içerisinde yılların, ayların, günlerin, saatlerin hülasa nefeslerin sayılı olduğu da bir hakikat. Bu belirli ve sınırlı sürece sığdırılacak şeylerin nitelik ve niceliği kişinin anını, istikbalini ve öte âlemini şekillendirmekte. Dünya bir benzetme ile âdeta bir köprü ve her gelen bu dünya köprüsünde durmadan geçip gitmekte öteye, ötelere… Bizden önce gelip göçenler gibi biz de göçeceğiz bu dünyadan. Son tahlilde insan göçtüğünde geride bıraktığı izler ve intibalarla anılmakta… “Can tende emanet gün gelip gider / Varlar varından gelen yine O’na döner.” Necip Fazıl’ın da vurguladığı gibi canımız da ömrümüz de O’nun vergisidir. “Veren de O alan da O / Nedir senden gidecek? / Telaşını gören de / Can senin zannedecek.” Fani olan ancak çoğu kez faniye aldanan insan • SAYI: 260 yine onun deyişiyle “Üç günlük dünya için gayret üstüne gayret / Ebedî bir yaşam için gayret yok hayret” hâletiruhiyesine bürünebilmektedir. Ömür ve bunun vakitle mukayyet oluşundan hareketle anı iyi değerlendirmenin ve geride anılacak eserler bırakmanın önem ve değeri de izahtan varestedir. Kişi öte âleme göçtükten sonra geride önemli ve tabiri caizse ölümsüz eserler bırakırsa kıyamete kadar anılmaya ve insanların dillerinde/gönüllerinde yaşamaya devam edecektir. Âlemlere rahmetin hayatı, sünneti/asarı, örnekliği bu bağlamda en güzel misal teşkil eder. (Salat ve selam, tahıyyatü kiram onun üzerine olsun.) “Öldükten sonra da anılmak isterseniz ölümsüz eserler bırakınız.” özdeyişinin bütün açıklığıyla makes bulduğu bir ömürdür âlemlere Rahmet’in ahiretini kazanmayı temel ilke edinirken dünyadaki nasibini de unutmamak, her ikisi için de çalışmak önemliydi. Ancak dünyaahiret dengesini kurarken dikkatli olunmalıydı. Onun tebliğ ettiği din temelde müminleri dünya hayatına ve maddi zevklere karşı uyarıyor, ahirete ve manevi değerlere öncelik vermelerini öğütlüyordu; "Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz ama ahiret hayatı daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (A`la, 87/16.) "Allah'ın vaadi haktır, sakın dünya hayatı sizi kandırmasın ve şeytan Allah'ın affına güvendirerek sizi aldatmasın." Fotoğraf: Mustafa Bektaşoğlu mahza hayatı. 63 yıllık ömrü zarfında her anını aziz bilip ebedîleştirmenin gayretiydi onun yaptıkları. Nefsi, bencil hareket tarzının onun hayatında esamisi bile okunmuyordu. Adanmış bir ömürdü onun hayatı, sadece ümmeti için değil, insan neslinin selameti için istiyordu ne istiyorsa… Cehalet ve enaniyet girdabında yüzen ve kendisine karşı taarruza geçenler için dahi, “onlar bilmediklerinin farkında değil, ya Rab onları bağışla” diyen ve bunun meyvesini de çok geçmeden gören bir zirve hayatın sahibiydi o. Kerim Kitabımız; "İman ederek salih amel işleyenlerin amelleri zayi olmaz. Biz onu yazmaktayız." (Enbiya, 21/94.) derken hadis-i şerifte; Âdemoğlu öldüğünde amel defteri kapanır. Üç kişi müstesna onlar; sadaka-i cariye yapanlar, faydalı ilim bırakanlar, kendilerine dua eden salih evlat yetiştirenlerdir.” (Müslim, Vasiyet, 14.) ferman ediyordu. Bu itibarla mümin için elde olanı değerlendirmek ve yarın denen ahiret gününde kendisine fayda sağlayacak eserler inşa etmek/hazırlamak önemliydi. Dünya ve ahiretini mamur etmek, (Lokman, 31/33.) "Dünya menfaati önemsizdir, takva sahipleri için ahiret daha hayırlıdır." (Nisa, 4/77.) "Dünya hayatı sadece bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir övünme vesilesi ve daha çok servet ve evlada sahip olma yarışıdır." (Hadid, 57/20.) "Mal ve evlat dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan iyi işler ise hem sevap olması bakımından hem de ümit bağlanması bakımından Rabbinin nezdinde çok hayırlıdır." (Kehf, 18/46.) Aslında kalıcı olan ahiret yurdunu kazanmak için ortaya SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 31 konan hayırlar ve ameli salihlerle dolaylı olarak bu dünyanın imarı da sağlanıyordu. "Kim ahiret yararını isterse ona bunu fazlasıyla veririz, kim dünya yararını isterse ona da dünyadan bir şeyler veririz, ama ahirette bir nasibi olmaz." (Şûrâ, 42/20; Bakara, 2/200.) Bu ilahî düsturlar muvacehesinde hayat yaşayan Nebiyyi muhterem efendimiz ahireti önceliyor, dünya hayatına ahiret kadar değer vermiyordu. Çünkü biri geçici/fani diğeri ise ebedî bir süreç arz ediyordu. Allah’ın rasulü olmakla birlikte aynı zamanda bir kul/beşer olduğu için fena âlemine değil beka âlemine talip idi. Bu minvalde özelde ashabına hitap ederken umum olarak da bütün insanlara şöyle sesleniyordu: "Dünyada bir garip veya yolcu gibi yaşa, kendini kabirde yatanlardan say." (Buhari, "Rikak", 3.) En etkili nasihat olarak ölümü hatırlamayı, dünyanın gösteriş ve çekiciliğine kapılmamayı hatırlatmıştır; "Kabirleri ziyaret ediniz. Zira bu, size ahireti hatırlatır." (İbn Mace, "Cenaiz", 47.) Nebi (s.a.s.) ömründe dünya malına tamah etmemiş, maddi zevk endişesi içerisinde olmamıştır; "Uhut dağı kadar altınım olsa, borcumu ödemek için bundan ayıracağım miktar hariç, altınların üç günden fazla yanımda kalmasını arzu etmezdim." (Müslim, "Zekât", 31.) Vefat edince altın, gümüş miras bırakmadı. Bıraktığı miras; beyaz bir katır, bir silah ve vakıf arazisinden ibaretti.” (Buhari, "Vesaya", 1.) O sade ve mütevazı bir hayat yaşadı. Allah’tan gelen insanoğlunun yine Allah’a döneceği ve O’nun huzuruna ancak kalbiselim ile varmanın yarar sağlayacağı gerçeğinden hareketle (Şuara, 26/88-89.) kâmil imana, selim kalbe sahip olmaya, halis niyete, ihlas ile ibadete çağırdı.” (Müslim, "İmaret", 155.) Kalp safiyetine, samimiyete, istikamete dikkat çekti; "İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. O iyi olursa beden tümüyle iyi, kötü olursa tamamıyla kötü olur. Dikkat edin o kalptir." (Buhari, "İman", 39.) buyurdu. Allah katındaki üstünlük ölçüsü olan takvaya dikkat çekmek üzere kalbine işaret etmiş ve "Takva buradadır." buyurmuştur. (İbn Hanbel, V, 379.) 32 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 Onun hayat düsturu mübarek siret ve sünneti bu temel öğretiler ekseninde en güzel örnek olarak karşımızdadır. O gönüllere hitap etti, kalplere girdi, kalpleri kazandı, düşmanlık besleyenler kinlerini terk etti ve onun yanında yer alarak canlarını ortaya koyar hâle geldi. En güzel eğitici ve öğretici, en iyi aile reisi, en iyi lider, en iyi kumandan, en iyi irşatçı örneği sergiledi. Güzel ahlakı tamamlama misyonuyla en güzel ahlakı ortaya koydu. Ona inanmayanlar bile hakkını teslim etmek durumunda kaldılar. Dünyaya yön veren en etkili insan veya lider profilinde Nebi (s.a.s.)’yi en başa koydular. Sonrakiler de hep onu andı, dillerde ve gönüllerde her daim anılarak ömrünü ebedîleştirdi. Karanlıklar ve cehalet içinde kalmış toplumu aydınlığa çıkardı. Toplumu değiştirip dönüştürdü. Birbirleriyle yıllarca çarpışan insanlar onun örnekliğiyle ve davetiyle uçurumun ve ateş çukurunun kıyısından kurtularak “kardeşler” oldular. Muhacir ve Ensar arasında sağladığı kardeşlik modeli de özgün bir örneklik olarak tarihe geçti. Nebi (s.a.s.) ömrünü ebedileştiren çağlar üstü en güzel ahlaka sahip örnek şahsiyet sahibi idi. Çağdaşları sahabiler onun ebedî örnekliğinde ve terbiyesinde yetişmişler, onunla sohbet şerefine ermişlerdir. Cihar yarı güzin sonraki nesillerden gelip kendisine inananlara da “kardeşlerim” diye hitap etmiş ve kardeşlerini özlediğini belirtmiştir. Ona tabi olma nimetine ve onun özlem ve tahassürle ifade ettiği “kardeşlerden olma” lütfuna mazhar olduğumuz için ne kadar bahtiyarız. En sevgili Nebi (s.a.s.) kendisine takdir edilen hayatı Rabbinin rızasını kazanmak ve istikamet üzere olmak üzere yaşadı. Ve bıraktığı izlerle ömrünü, hayatını imanla hayatlandırdı ve ebedîleştirdi. Gönüller sultanıyla öte âlemde de bir ve beraber olma niyazımızla onu rahmet, minnet, derin muhabbet ve hürmetlerimizle anıyoruz. Onun tabileri olarak bizler her daim “ümmeti ümmeti” diyen Nebi (s.a.s.)’nin gönlünde olduk, o da her daim bizim gönüllerimizde olsun. D in ve Sosyal Hayat Hasat günlerinde yardımlaşma Prof. Dr. Ramazan Altıntaş Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi bir çeşit “mükellefler” topİslam, kendisini yalnızca lumu olup, bu mükelleflere insanın manevi kurtuluşuyla yüklenen birtakım mükellesınırlayan bir din değil aynı fiyetler vardır. Bu mükellezamanda kişinin manevi kurİslam’da sosyal fiyetlerin başında, toplumun tuluşunu dünyevi durum ile dayanışmayı zayıf ve yoksul bırakılmış de irtibatlandıran bir dindir. kitlelerine karşı yardım elini Bunun en güzel örneğini, kolaylaştırıcı uzatmamız ve paylaşma inanç ve davranış biçimledavranışların ahlakını devreye sokmamız riyle insanlığa yegâne model başında “fütüvvet gelir. oluşturan Hz. Peygamber’in ahlakı” gelir. hayatında görüyoruz. Onun, Çağımızda pek çok insan Medine’ye hicretten sonra Fütüvvet, insanları, yoksulluk içerisinde yaşıyor. kurduğu ilk yapı cami, Bu yoksullukları, savaşlar ve dünya ve ahirette diğeri ise çarşıdır. Bunların iç çatışmalar gittikçe daha kendi nefsine biri İslam’ın ahiret boyuda derinleştiriyor. Dünyada tuna işaret ederken, diğeri tercih etmek yoksulluk ve açlıkla mücaise, dünya boyutuna işaret demektir. dele eden sivil toplum etmektedir. Gerçekte, dünya kuruluşları (STK) olmasına ve ahiret gerçeği birbiriyle rağmen çok ciddi anlamda iç içedir. Bu açıdan İslam gıda, sağlık ve diğer tabiî önce insana, kendi ayakları ihtiyaçların karşılanmasınüzerinde durmasını öğretir. da büyük mesafeler alınİnsanı, çalışma ve üretime teşvik eder. dığı söylenemez. Bugün dünyada her beş insandan birisi yoksuldur. Afrika’dan Latin İslam’a göre insanın görevleri olduğu kadar Amerika ülkelerine, Filistin’den Sudan’a, hakları da vardır. Hatta görevler haklardan Moğolistan’dan Arjantin’e, Afganistan’dan önce gelir. Çünkü bir insanın hakkı, aslında Burundi’ye, Somali’den Moritanya’ya varıncadiğer insanların üzerindeki görevidir. İnsanlar ya kadar milyonlarca insan, inanılmaz derecegörevlerine özen göstermeyince haklar da de açlık ve sefalet içinde yaşamaktadır. korunamaz olur. Bu sebeple İslam toplumu SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 33 arasında hakkaniyet ölçüleKüreselleşme politikaları, Servet, toplumun rine uygun bir şekilde sarf yoksulluğu daha da artıredilmesine özen göstermişmaktadır. Yoksulluk ve tüm kesimlerine tir. Eğer bir toplumda gelirin zenginlik eskiden de vardı. hakkaniyet % 80’ini % 20’lik bir azınlık; Durum, bugünkü kadar ölçülerine uygun gelirin % 20’sini de nüfuyoksulların aleyhine değilsun % 80’lik bir çoğunludi. İnsanlığın, yoksulluk bir şekilde ğu paylaşırsa böyle bir topve onun doğurduğu açlık yansıtılmazsa, lumda sosyal barış yara alır. problemini çözecek düzeysosyal patlamalar Fakir daha çok fakir, zengin de zenginliği ve imkânları ve sınıf ayrımları daha çok zengin olur. Hele vardır. Burada ortaya çıkan bir de cehalet ve yoksulluk asıl mesele, insana saygı, için zemin birleşirse, artık orası, her yardımlaşma ve dayanışma hazırlanmış olur. türlü fitne, fesat ve kötüdeğerlerinin ortadan kalklük için hazır, mümbit bir maya yüz tutması ve gelir zemin hâline dönüşüverir. dağılımındaki derin uçurumİşte İslam, sosyal barışın zedelenmemesi için, lar ve adaletsizliklerin var olmasıdır. servet temerküzünü önlemiştir. Bölüşümde İslam’da sosyal dayanışmayı kolaylaştırıcı temel felsefe, adil bir şekilde toplumun tüm davranışların başında “fütüvvet ahlakı” gelir. fertlerinin servetten yararlanabilmesi esası Fütüvvet, insanları, dünya ve ahirette kendi olmuştur. Eğer servet, toplumun tüm kesimnefsine tercih etmek demektir. İsar ruhu lerine hakkaniyet ölçülerine uygun bir şekilKur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılır: “Kendilerinin de yansıtılmazsa, sosyal patlamalar ve sınıf ihtiyaçları olsa bile, yoksul kardeşlerini tercih ayrımları için zemin hazırlanmış olur. Bundan edip onların ihtiyaçlarına koşarlar. Kim kendi dolayı bütün müminler Kur’an-ı Kerim’de nefsinin cimriliğinden korunursa kurtuluşa ermiştir.” (Haşr, 59/9.) Hz. Peygamber de hadislerinde sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı, imanla ilişkilendirir: “Sizden hiçbiriniz kendi nefsi için istediğini, din kardeşi için de istemediği müddetçe (kâmil manada) iman etmiş olmaz.” (Müslim, İman, 17.) “Kim kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah da o kimsenin ihtiyacını giderir.” (Tirmizi, Hudud, 3.) İşte İslam’da bencilliği, egoizmi ve çıkarcılığı yere seren; karşılıklı sevgi, yardımlaşma ve dayanışma ruh ve ülküsünü teşvik eden anlayışın arka planında böyle bir manevi öğreti vardır. Sosyal dayanışmayı sağlayan ana etkenlerden bir diğeri de servet dağılımında adalet ilkesine uygun hareket etmektir. İslam, servet dağılımında adaletsizliğin bütün sosyal hastalıkların temeli olduğu görüşüyle hareket etmiş ve servetin olabildiğince tüm toplum kesimleri 34 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 şöyle buyurmuştur: “Siz hepiniz Âdem’in neslindenUnutmayalım siniz. Âdem de topraktan ki, manevi yaratılmıştır. Arap’ın, Arap olmayanlar üzerinde veya fakirliği ortadan Arap olmayanın Arap karkaldırmanın şısında üstünlüğü yoktur. yolu, maddi Bu üstünlük ancak Allah’tan korkmakla (takva ile) olur.” alanda ortaya Hz. Peygamber bu hitabeçıkan sorunları siyle kanun önünde insançözmekten ların eşitliğini savunmuştur. geçmektedir. Şüphesiz bu ilkenin yerİslam’da sosyal dayanışmaleşmesi, üstünün hukuku nın önemli ilkelerinden bir değil, hukukun üstünlüğüdiğeri de insanların eşitliği nün bir zaferidir. İslam tariprensibini gözetmektir. Bu hususta Yüce Allah hinde yasalar önünde eşitlikle ilgili birçok insanlara şöyle seslenir: “Ey insanlar! Doğrusu örnek uygulamalar mevcuttur. Adalet mekabiz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. nizmasının doğru bir şekilde işletildiği topSizi milletler ve kabileler hâline koyduk ki lumlarda buna bağlı olarak sosyal dayanışma birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah güçlenecek, bu yardımlaşmanın tabii bir sürekatında en değerliniz, O’na karşı gelmekten ci olarak da sosyal güvenlik sağlanacaktır. en çok sakınanınızdır. Allah bilendir, haberZira bilinmelidir ki, sevinçler paylaşa paylaşa dardır.” (Hucurat, 49/13.) İnsanların eşitliği prenartar, problemler ise, paylaşa paylaşa azalır. sibiyle ilgili olarak Hz. Muhammed (s.a.s.) de, Sonuç olarak söylemek gerekirse, İslam soshicretin onuncu yılında “Veda Hutbesi”nde yal dayanışma ve paylaşma ahlakına büyük önem veren bir dindir. Son yıllarda milletimizde bu paylaşma ahlakı, sivil toplum kuruluşları eliyle “kardeşlik sınır tanımaz” ilkesinden hareketle bütün bir yeryüzünde uygulama alanı bulmuştur. Şüphesiz bu iman hareketi ve isar ruhu, yeryüzünde adalet, kardeşlik, hakkaniyet ve barışın egemen olacağı yeni bir dünyanın kurulmasına büyük destek ve katkı verecektir. Unutmayalım ki, manevi fakirliği ortadan kaldırmanın yolu, maddi alanda ortaya çıkan sorunları çözmekten geçmektedir. Beden ve ruhun açlığı dengeli bir şekilde doyurulmayan toplumlarda daha başka problemler ortaya çıkar. İşte bu anlamda müstesna bir zaman dilimi olan Ramazan ayındaki yardımlaşma ve paylaşma ruhunu yılın diğer aylarında da maddi anlamda bir hasada çevirebilirsek manevi anlamda da hasat peşinden gelecektir. şöyle uyarılmaktadır: “Öyle ki mallar sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir meta/devlet olmasın.” (Haşr, 59/7.) Bu sebeple İslam, zenginlere zekâtı farz kılmış ve infak konusunda teşviklerde bulunmuştur. Çünkü bir Müslüman, hiçbir zaman “Benim karnım tok, başkaları bana ne!” zihniyetini taşıyamaz. Ne mutlu “yevmü’l-hasad” olan bu günleri hakkıyla değerlendirenlere!... SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 35 D in ve Sosyal Hayat İmajla gerçek arasındaki mesafe: Medyada İslam imajı Doç. Dr. Mustafa Tekin İstanbul Üniv. İlahiyat Fak. Post/Modern zamanlar söz konusu olduğunda, sosyal değişme eskisinden daha fazla önem kazanmaktadır. Zira değişimler hem sürekli hem de hızlıdır. Sadece içinden geçtiğimiz son yüzyılı düşündüğümüzde bile, yukarıdaki yargımızı doğrulayacak bir hız ve sürekliklik ile karşılaşırız. Bu değişimin en net biçimde takip edilebileceği alanlardan birisi de hiç şüphesiz medya alanında yaşananlardır. Bu değişim medyada öyle farklı bir boyut kazanmıştır ki, algı ve gerçek arasında insan hayatında geçişlilikler yaşanmaya başlamıştır. Eğer Müslüman dünyası sahih örneklikler ortaya koyamazsa, imajlar ile gerçeklik arasındaki mesafenin kapandığını esefle seyretmekten başka bir şey yapılamayacaktır. İçinden geçmekte olduğumuz Post/Modern dönemin başat özelliklerinden birisi, bir imajlar dünyası oluşturmaktır. Öyle ki, zaman zaman imajlar gerçeğin bile önüne geçmekte; bir reklam mottosunda olduğu gibi “imaj her şeydir” sloganı hayatın merkezine yerleştirilmektedir. İmaj ise, oluşturulan yeni resim ile yeni bir algı üretmektedir. Postmodern düşünce- 36 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 nin önemli analizcilerinden Baudrillard, simülasyonun gerçekliğe kısa devre yaptırılarak göstergeler aracılığıyla yeniden yaratılan şey olduğuna dikkat çekmekte; çağımızın hastalığının gerçeğin üretimi ve yeniden üretimi olduğunu söylemektedir. (Jean Baudrillard, Simularklar ve Simülasyon, Çev. Oğuz Adanır, 3. baskı, Ankara, Doğu Batı Yay., 2005, ss. 44-50.) Medya alanındaki bir çok tekniklerle imajlar üzerinden yeni bir “gerçek” algısı oluşturulabilmekte; imajlar üzerinden oluşturulan algı, gerçeğin yerine ikame olabilmektedir. Nihayetinde imaj tüketimciliğine varan bu durum da, yeniden üretilen şey, gerçekliğin yerini alıyor ya da onun yerine üst gerçekliği koyuyor. Zaten yaşanmış olan ve eskinin imgesini canlandırma dışında hiçbir gerçeklik taşımadan yeniden üretilen şeyi yaşıyoruz. (R. Appignanesi-C. Garratt-Z. Sardar-P. Curry, Postmodernizm, Çev. Doğan Şahiner, İst., Milliyet Yay., 1996, s. 49.) Medya ve İslam imajı arasındaki ilişkiler söz konusu olduğunda, öncelikle İslam’ın modern zamanlardaki konumlandırılmasını hatırlamak gerekmektedir. Buna göre genelde din ve özelde İslam, ilkel zamanlar ve gericilikle özdeşleştirilir. Çünkü erken modernleşme teorilerinde din, arkaik zamanlara özgü bir fenomendir ve insanlık ilerledikçe dine ihtiyaç kalmayacaktır. Bu durum dinle modern dünyanın enstrümanları arasında antagonist bir ilişkinin kurulmasını sonuçlamıştır. Bunun sonucu olarak geçmiş yıllarda televizyonlarda, din ve dindarlar, hurafeci, gerici, anlayışsız, sahtekar, kıyafetine özen göstermeyen, insanları dinsel söylemlerle kandırmaya çalışan bir biçimde resmedilmişlerdir. İslam ile ilgili olarak çizilmeye çalışılan bu imaj, yakın zamanlara kadar birçok dizi ve filmde hakimiyetini sürdürmüştür ve hatta hâlâ bu tür imajlar medyada verilmeye devam etmektedir. Modernleşme süreci ile birlikte, genelde dinin sadece kutsal ile özdeşleştirilmiş tanımı, onu gündelik hayatın birçok alanından soyutlamıştır. Bu da modernleşmenin çizdiği çerçevede dinin, sadece belirli zaman ve mekânla sınırlı olduğu algısını kuvvetlendirecek bir imajla İslam’ın tanımlanmasına sebep olmuştur denilebilir. Bu bağlamda kandil geceleri ve ramazan ayı gibi kutsal gecelerin dışında, İslam’ın hayatla bağını koparan imajlarla medyada yer aldığını söylemek mümkündür. Hatta birçok dizi ve filmde İslam’ın hayat içinde hiçbir biçimde yer almaması, meselenin ne derecede travmatik boyutlar kazandığını göstermesi açısından önemlidir. Bu bağlamda paradoksal bir biçimde hurafeci bir din anlayışını İslam’ın kendisi olarak gösteren imajları kuvvetlendirecek bir söylem ve anlatım tercih edilebilmektedir. Öte yandan İslam; yeşil, tabut, sarık, cübbe, sakal, kılıç gibi önceden olumsuz olarak zihinlerde kodlanmış imajlar eşliğinde yapılan yayınların konusu olmaktadır sıklıkla. Diğer yandan, televizyonlarda bir ara oldukça moda olan “sır dizileri” üzerinden oluşan İslam imajı da bu bağlamda üzerinde durulmaya değerdir. Sürekli rüyalar, mucizeler, ak sakallı ihtiyarlar, hayatın içindeki olağanüstülükleri tema olarak işleyen bu diziler, İslam ve gündelik olağan hayat arasındaki mesafeyi arttırmakta, aslında gündelik hayatta İslam’ın yaşanamazlığını vurgulayan imajlar üretmek- SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 37 tedir. İlahî adaletin sürekli evliyalar (azizler) üzerinden kendiliğinden gerçekleştiği bu hayatlarda, İslam ve insan özne arasındaki derin mesafe de meşrulaşmaktadır. 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika’daki ikiz kulelere yapılan saldırı, direkt olarak Müslümanlarla ilişkilendirildi ve sonra medyada sürekli olarak İslam ve terör arasındaki özdeşliği vurgulayan imajlar yığını geçit yapmaya başladı. Belki medya ve İslam imajı arasındaki ilişkinin konuşulmasını zorunlu kılan önemli bir gelişmeyi 11 Eylül olayı olarak zikredebiliriz. Bilindiği gibi, 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika’daki ikiz kulelere yapılan saldırı, direkt olarak Müslümanlarla ilişkilendirildi ve sonra medyada sürekli olarak İslam ve terör arasındaki özdeşliği vurgulayan imajlar yığını geçit yapmaya başladı. Öfkeli yüz ifadeleri, silahlar, yeşil bayraklar, tüm terör sembolleri, medyadaki karelerde kesintisiz yer aldı. Küresel bir boyut kazanan bu imaj ve algılar, dünyada hâlâ işlevselliğini sürdürmektedir. Medyadaki İslam imajının bu denli olumsuzluğu, hiç şüphesiz küresel ölçekte medya ve güç ilişkisini birinci derecede deşifre etmek38 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 tedir. Gücü elinde bulunduranlar, İslam’ın nasıl sunulacağını da belirlemekte ve küresel ölçekte sirkülasyona sokmaktadırlar. Fakat tam da bu noktada açık yüreklilikle söylemek gerekir ki, Müslüman dünyasında meydana gelen olaylarda ortaya çıkan bazı görüntüler bu imajların gerçeklik kazanmasında rol oynamaktadırlar. Bu bağlamda iki noktanın altını çizmek gerekmektedir. Birincisi, Müslümanlar olarak İslam’ın yeniden öğrenilmesi ve gündelik hayatta sahih bir amel ve ahlak üretecek tarzda yaşanması. Bir başka deyişle, İslam’ın bugünkü dünya konjonktüründen farklı bir öneri ve kimlik teklif ettiğinin somut gösterimi. İkincisi de, bu gerçekliğin sağlıklı bir şekilde medyadan sunumu. Eğer Müslüman dünyası sahih örneklikler ortaya koyamazsa, imajlar ile gerçeklik arasındaki mesafenin kapandığını esefle seyretmekten başka bir şey yapılamayacaktır. D in ve Sosyal Hayat Medyada titreyen alev üşüyor… Doç. Dr. Mustafa Yağbasan Fırat Üniv. İletişim Fak. Ebediyete intikal eden Karakoç duygusunu anlatırken; “Lambada titreyen alev üşüyor” diyordu… Bu metaforik dizelerde muhtemeldir ki berrak ve billur bir sevda hikâyesinin ateşler içerisinde titremesi resmediliyordu. Belki de asıl muradı ilahî aşktı, kim bilir! Oysa zamane şiirlerinde ve kelamlarında bu türden ilahî mesajları aramak bir tarafa, aşkın naifliğini ve sadeliğini görebilmek veya hissedebilmek dahi nerdeyse imkânsız gibi! Cinselliğe atfedilen bir şiir dili (!) ile üretilen şarkı sözlerinde ne edebi, ne de edebî derinliği veya ne ilahî, ne de insani aşkı yakalamak mümkündür. Toplum âdeta cam bir fanus içerisine hapsedilirken ve toplumsal değerler alev alev yanarken ateşin müsebbibini tek başına medya içerisinde aramak elbette doğru olmaz. Tüm bunlar bir tarafa özellikle televizyon kanallarında dönen klipler veya gazetelerin “arka sayfa güzelleri” ile medyanın, âdeta tüm tüketim metalarını görsellikle bezeyerek yeni bir aşk retoriği inşa ve enjekte ettiği görülmektedir. Yansıtılan şiddet görüntülerini, kullanılan dili, kadının cinsel meta olarak sunu- munu tasvir etmeye onurlu kelimeler bulmak neredeyse imkânsız gibi… Toplum, yeniden tasarlanan ve kurgulanan bir aile düzenine alıştırılmaya veya yeniden yazılan tarihlere inandırılmaya çalışılıyor. Medyanın diğer sunumlarında; reklamlarda ve hatta haberlerde dahi bu ve benzeri angajmanları, manipülasyonları ve ihlalleri görmek mümkündür. Neyi verirsen alabilen ve verilenleri “mutlak doğru” olarak telakki eden anlayışa tecimsel (ticari) kaygıların da dâhil olması meseleyi daha girift hâle büründürmektedir. Acımasız rekabet şartlarında reyting manipülasyonuna mağlup olmamak için çırpınan basın kuruluşlarından bu şartlarda “ahlaki” yayıncılık anlayışını beklemek ve sınırları kendilerince çizilen “etik” kurallara uymalarını beklemek biraz saflık olur. Lakin unutulmaması gerekir ki bir doktor hatalarıyla bir canı yok edebilir, ancak medya çalışanının SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 39 Dünyanın en çok televizyon izleyen ikinci toplumu olduğumuz bilimsel bir tespittir. Bütün bunlar; okumak yerine izlemeyi tercih eden bir toplum ve “medya sunmuş ise doğrudur” anlayışında olduğumuza delalet etmektedir. yanlışları ile bir toplumun ruhen ve manen yok edilebilmesi mümkün olabilir. Bu açıdan bakıldığında “ahlak” veya “etik” mekanizmasını işleten diğer kurumlar arasında medyanın istisnai bir şekilde konuşlandırılmasının gerekliliğine vurgu yapılması gerekir. Aslında “etik” kavramının neyin “iyi” ve neyin “kötü” olduğunu tanımlamaya çalışan ve olan ile olması gereken arasındaki ilişkiyi sorgulayan “ahlak felsefesi” anlamına geldiği bilinir. Felsefe ise en basit anlatımı ile “yol” şeklinde açıklanabilir. Yani etik dediğimiz kavramın; “ahlaki yol” şeklinde de tanımlanması mümkündür. Ancak kavramın “iş etiği” (deontoloji) ile aynı anlamda kullanıldığına da rastlanmaktadır. Kurumsal anlamda “ahlaki” değerlere yakınlık veya uzaklık bu etik ölçütlerin ihlal derecesi ve sayısı ile de doğrudan orantılıdır. Medya ister kendisine rehber olarak; temel kaidelerini ilahî mesajlardan alan ahlakı, isterse meslekle sınırlandırılan ve evrensel olduğu iddia edilen etik kuralları esas alsın, buradaki nihai beklenti; toplumsal değerlerin ihlal edilmemesidir. Bilinen şu gerçeğin burada zikredilmesinde bir beis olmasa gerek; kitle iletişim kanalları marifeti ile sunulanlar “talep” ve “arz” parametreleriyle meşrulaştırmaya çalışılmaktadır. Ancak unutulmaması gerekir ki bu durum hem etik hem de ahlaki değerlerle çeliş- 40 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 mektedir. Medyanın kendisini denetlemeye vazifeli ve memur kıldığı şu manifesto türündeki “Basın Meslek İlkeleri”ne bakıldığında da maalesef inanırlığın ve uygulanabilirliğin yitirildiği gözlemlenmektedir. Bu cürümün nedeninin ise meslek etiğinin ötelenmesinde ve ötelere taşınmasında aranması gerekir! Dolayısıyla “ahlak” dediğimiz olgu daha ziyade acz içinde kalındığında müracaat edilen ve izafi olan “vicdan”a veya “merhamet”e teslim edilmeyecek kadar önemli bir mevzudur. Baudrillard, medya dünyasını tanımlarken; “hiper gerçekçilik” kavramına atıfta bulunmaktadır. Bu kavram medya tarafından hiper bilgiye (bilgi bombardımanına) maruz kalan çağımız insanının, gerçeği yakalamadaki çaresizliğini anlatmaktadır. Elimizdeki veriler de zaten bireyin sosyal hayata dair birçok deneyimleri ve bilgileri daha ziyade görsel medya kanalları marifetiyle edindiğini göstermektedir. Dünyanın en çok televizyon izleyen ikinci toplumu olduğumuz ise bilimsel bir tespittir. Bütün bunlar; oku- mak yerine izlemeyi tercih eden bir toplum ve “medya İlahî mesajların sunmuş ise doğrudur” anlayışında olduğumuza delalet analizi reytinge etmektedir. Bu ahval içerikurban sinde toplumların analitik verilmeyecek ve düşünme reflekslerinin de polemik konusu törpülendiğini söylemek kuşkusuz yanlış olmaz. Bu yapılmayacak keyfiyet toplumu manevi kadar hassastır. ve sosyal olaylar karşısında da reflekssiz, tepkisiz kılabilmekte ve kayıtsız şartsız kabullenmeye sürükleyebilmektedir. Oysa medyanın üstlenmesi gereken sorumluluk; ikaza ve cezaya mahal bırakmadan etik kurallara uyması ve toplumun dinî ve kültürel değerlerini dumura uğratmamasıdır. Medyanın yayıncılık felsefesine ve anlayışına genel bir projeksiyonla bakıldığında birçok çelişkinin iç içe olduğu görülür. Dizilerde boşanan eşlerin yine televizyonlardaki karşıt drama programlarıyla evlendirilmeye çalışılması, karton kahramanlar yaratılarak popüler rol modeller üretilmesi mevcut durumun profilini zaten açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Özellikle dinî konuların ve hassasiyetlerin mevzu bahis olduğu programlarda ehil olanlarla olmayanların aynı karelerde boy göstermesi, temel doğruların tartışmaya açılması gibi durumlar aslında birçok sorunun cevabını da içinde barındırmaktadır. Oysa ilahî mesajların analizi reytinge kurban verilmeyecek ve polemik konusu yapılmayacak kadar hassastır. Sonuç olarak; hayat devam ettikçe medya üretecek, biz ise tüketmeye devam edeceğiz... Gelişen ve hızla devinen medya teknolojileri ve iletileri karşısında durmak veya kaçmak imkânsızdır. Ancak medyayı tüketirken tükenmeme görevinin de mecburen yine medyaya havale edilmesinden başka çare yoktur. Toplum âdeta cam bir fanus içerisine hapsedilirken ve toplumsal değerler alev alev yanarken ateşin müsebbibini tek başına medya içerisinde aramak elbette doğru olmaz. SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 41 Aile Televizyonun dikkatimizi çeken bir diğer özelliği de, insanları bir hikâye kurgusu içerisinde eğlendirirken aynı zamanda onlara istenilenleri öğretebilmesidir. Bu durum olumlu olumsuz eleştirilere konu olsa da, birçok araştırmacı “televizyonun insanın temel eğitim kaynağı olarak görülen okulun yerini almaya başladığı” hususunda hemfikirdir. Aile Din eğitiminde televizyonun yeri Yrd. Doç. Dr. Ayşe Zişan Furat İstanbul Üniv. İlahiyat Fak. G eçtiğimiz yüzyılın en önemli teknolojik gelişmelerinden birisi olarak kabul edilen kitle iletişim araçları, günümüzde tahmin edilemeyecek ölçüde yaygınlaşmış ve insanların hayatlarının ayrılmaz bir parçası hâline gelmiştir. Her ne kadar dünya tarihini değiştirebilecek bir etkiye sahip olan bu icadın arkasında yatan temel neden, farklı coğrafi konumlarda yaşayan insanlar arasında hızlı, kolay ve ekonomik bir iletişim sağlamak idiyse de, günümüzde kitle iletişim araçlarının birey ve toplum yaşantısında pek çok farklı işlevi üstlendiği görülmektedir. Bilgi sunmak, eğlendirmek, insanlara gerçek hayatın acı ve üzüntülerinden kaçabilecekleri bir sığınak olmak ve hatta onları “istenilen” ve “beklenilen” hedefler doğrultusuna kanalize etmek, diğer bir ifade ile izleyici kitlesini eğitmek kitle iletişim araçlarının işlevleri arasında sayılabilir. Gazete, dergi, radyo, televizyon ve internet gibi görsel ve işitsel pek çok aracı içerisinde barındıran kitle iletişim araçları arasında, kullanımının yaygın olması açısından özellikle televizyon ön plana çıkmaktadır. Bu kadar yaygın hâle gelmesinin ardında ise; televizyonun aktarılmak istenen bilgileri görsel tekniklerle birleştirerek cazibeli bir şekilde sunabilmesi, izleyicinin karşısında sıkılmadan zaman geçirebilmesini sağlayabilmesi, ucuz bir şekilde edinileBirçok bilmesi gibi pek çok neden yatmaktadır. Televizyonun dikkatimizi çeken bir araştırmacı diğer özelliği de, insanları bir hikâye “televizyonun insanın kurgusu içerisinde eğlendirirken aynı temel eğitim kaynağı zamanda onlara istenilenleri öğretebilmesidir. Bu durum olumlu olumsuz olarak görülen okulun eleştirilere konu olsa da, birçok araştıryerini almaya başladığı” macı “televizyonun insanın temel eğitim hususunda kaynağı olarak görülen okulun yerini hemfikirdir. almaya başladığı” hususunda hemfikirdir. İnformel alan olarak nitelendirebileceğimiz bu öğrenme ve dolayısıyla da eğitim alanı, SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 43 örgün ve yaygın eğitimden yapısal olarak önemli farklılıklar içeriyorsa da, insanlar üzerinde çok daha etkili ve kalıcı olabilmektedir. Konu din eğitimi açısından ele alındığında da yine benzer bir tablo karşımıza çıkmaktadır. Ülkemizde 90’lı yıllardan itibaren özel televizyon kanallarının yayın hayatına girmesiyle birlikte giderek yaygınlaşmaya başlayan dinî programlar, televizyonun din eğitimi açısından gelecekte aktif bir rol oynayacağına işaret etmektedir. Yapılan araştırmalar özellikle uzun süreli izleyiciliğin bireylerin dinî düşünce, davranış ve duygularının şekillenmesinde önemli rol oynadığını gösterirken, yayınlanan programlar yakından incelendiğinde, aslında iki temel türde programın bulunduğu anlaşılmaktadır: Yapısal anlamda birbirlerinden farklı özelliklere sahip olan bu dinî içerikli programların ortak noktası, din eğitimi açısından diğer eğitim faaliyetlerinden çok daha farklı bir şekilde değerlendirilmesi gerektiğidir. Bu durumun en önemli nedenlerinden birisi, televizyonda 1) Din eğitimi vermek için hazırlanan programlar: Bu programlar, planlı bir şekilde hedef kitlenin dinî fikir ve düşüncelerini geliştirmek ve bazı durumlarda da değiştirmek amacıyla hazırlanmaktadır. Dinî sohbet, Kur’an öğretim veya iftar/sahur programları gibi örnekler verilebilecek olan bu program türü, dikkatli hazırlandığı takdirde özellikle konuya ilgisi olan kişilere ulaşmada ve gereken din eğitimini sağlamada önemli bir imkân alanı oluşturmaktadır. 2) Din eğitimi amacı gütmeden dinî konuları içeren programlar: Geniş bir yelpazeye dağılan bu grupta, dizi filmlerden, çizgi filmlere; müzik kliplerinden yarışma programlarına kadar çeşitli program türlerinden bahsetmek mümkündür. Konuyu gelişigüzel ve dinî kaygıları dikkate almadan ele alabilen bu programlar, din hakkında ve dine karşı geliTelevizyon şen yaklaşımların oluşmasında son deredin eğitimi için ce etkili olabilmektedir. Bu programlara son dönem televizyon dizilerinde oldukça yeni bir araçtır İslami motiflerin yaygın bir şekilde ve dikkatli kullanıldığı kullanılması örnek gösterilebilir. Bu takdirde örgün ve yaygın programlar her ne kadar doğrudan din eğitimini hedeflemiyorsa da, izledin eğitiminden çok yicinin üzerinde bıraktıkları etkiyle daha verimli olabilecek dini öğrenmenin uygun bir zemininin bir imkân alanı oluşmasına katkı sağlayacaktır. sunmaktadır. 44 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 yayınlanan dinî içerikli programların hazırlık aşamasına, içeriğine ve yöntemine dair sistemli bir çalışma yapılmaması ve halkın dinî hassasiyetlerine gerekli özenin gösterilmemesidir. Bu da gündelik hayatımızda kaçınılmaz bir bilgi kirliliğinin oluşması anlamına gel- mektedir. İslam dininin kaynak ve yorumları konusunda son derece hassas bir yaklaşım benimseyen din eğitimi alanı açısından bu sorunun çözümü, izleyici kitlesi tarafından dinî kitapların okunmasının yaygınlaştırılmasında, diğer bir ifadeyle izleyici kitlesinin yapılan yayınları bilinçli ve eleştirel bir gözle takip edebilmesinin sağlanabilmesinde yatmaktadır. Dinî içerikli programların konu ve biçimlerinin belirlenmesinde program yapımcılarının yanında diğer pek çok faktör de etkili olabilmektedir. Bu faktörlerden en önemlisi de televizyonun kendine has özellikleridir. Eğitimin sürdürüldüğü her aracın eğitime konu olan içeriğin şekillenmesinde rol oynaması gibi, televizyon aracılığıyla da sürdürülen din eğitimi faaliyetleri, bu aracın kendi diliyle yeniden şekillenmesinde rol oynayabilmektedir. Bilindiği üzere, televizyon kanallarının ve dolayısıyla da programların varlıklarını sürdürebilmelerinin temel yolu izleyicilerin ilgilerini canlı tutarak güncelliklerini koruyabilmelerinden ve kendilerini meydana gelen değişimlere kısa süre içerisinde adapte edebilmelerinden, diğer bir ifadeyle popülerliklerini koruyabilmelerinden geçmektedir. Bu da verilmek istenen mesajların anlamını yitirmesi, içerikten ziyade biçimin öne çıktığı yapımların üretilmesi sonucunu doğuracaktır. Yazımızda ifade ettiğimiz olumlu olumsuz bütün etkenler birlikte değerlendirildiğinde, televizyon din eğitimi için oldukça yeni bir araçtır ve dikkatli kullanıldığı takdirde örgün ve yaygın din eğitiminden çok daha verimli olabilecek bir imkân alanı sunmaktadır. Kitle iletişim aracı kavramının kendisinden de anlaşılacağı üzere, televizyon aslında istenilenlerin gerçekleştirilebilmesinde kullanılabilecek bir araçtır. Bu araçla sadece eğlenceye ve zaman geçirmeye yönelik programlar yapmak mümkünken; bilinçli bir yaklaşımla insanların faydalanabilecekleri, kendilerini dinî açıdan geliştirebilecekleri ve yeni bilgiler edinebilecekleri bir hizmet vermek de mümkündür. Bu seçimin yapılmasında da kuşkusuz en önemli rol din eğitimcilerine düşmektedir. SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 45 Anne baba neyler, çocuğunu televizyon eğler Dr. Zekiye Demir Diyanet İşleri Uzmanı Televizyonun ne olduğuna karar vermemiz lazım; eğlence ve eğitim aracı mı, çocuk bakıcısı mı? Televizyon çocuk bakıcısı değildir. Çocuğun en çok kucaklanmaya, okşanmaya, konuşmaya kısaca sevildiğini hissetmeye ihtiyacı olan zaman, okul öncesi zamandır. Hemen hemen hepimizin evinde televizyon kendine bir yer buldu, hatta birçoğumuzun evinde birden çok yeri var. Oturma odasında bulunması yetmez, babaların maç, tartışma vb. programları izlemesi için salonlarda, annelerin yemek yaparken dizi, kılık kıyafet, yemek programları izleyebilmesi için de mutfaklarda televizyon neredeyse olmazsa olmazların arasına girdi. Peki, televizyonun varlığından hatta enflasyonundan çocuklar nasıl etkilenmektedir? İşte bu soruya vereceğimiz cevap televizyonu kullanma becerimize göre değişiklik gösterebilir. Televizyon zararsız hatta eğlenceli ve öğreticidir diyebilmemiz için anne ve baba olarak bilmemiz ve yapmamız gereken ya da yapmamamız gereken birtakım tutum ve davranışlar vardır. Bunların bir kısmını “kelin ilacı” varsayarak yani kendi tecrübelerimden de yararlanarak aktarmak gerekirse: lojik sorunlara yol açabilir. Unutmamalıyız ki televizyon çocuk bakıcısı değildir, anne baba ve çocuğa bakan kişi için çocuğa ayrılacak zaman onun geleceği için yatırımdır. Televizyonu çocuklara tümüyle yasaklamak mümkün değildir. Zaten bunu yapmaya gerek de yoktur, zira sakıncalarının yanında faydaları da vardır. Ancak televizyon başında sınırsız saat geçirmek doğru değildir. Çocuğun biraz da yaşını ve okul sorumluluklarını göz önüne alarak günlük hatta duruma göre haftalık televizyon saati ayarlanabilir. Mesela; 5-10 yaş aralığında çocuk günde 1-1,5 saat arası, sizin de içeriğini bilip onayladığınız, çocuk programlarını izleyebilir. Sınavların yoğun olduğu daha sonraki yaşlarda ise televizyon izleme saatlerinin haftalık olması daha isabetli olacaktır. Hafta içinde kendisinin belirlediği, sizin de içeriğini bilip onayladığınız 2-3 diziyi veya programı izleyebilir. İçeriğini bilmediğimiz yiyecekleri çocuğuHer şeyden önce televizyonun ne olduğuna muza nasıl yedirmiyor, içirmiyorsak içeriğini karar vermemiz lazım; eğlence ve eğitim aracı bilmediğimiz programları da onlara izletmemı, çocuk bakıcısı mı? Televizyon çocuk bakımeliyiz. Çizgi film bile olsa. Çocukların seycısı değildir. Çocuğun en çok kucaklanmarettiği birçok çizgi film yabancı kaynaklıdır ve ya, okşanmaya, konuşmaya kısaca sevildiğini içeriği çocuğun kültürel yapılanmasına uygun hissetmeye ihtiyacı olan zaman, okul öncesi değildir. Ayrıca, bazı çizgi filmler yoğun şidzamandır. Tabii ki en çok bakıma ve biredet içeriklidir ve çocuğun psikolojisine zarar bir ilgilenmeye muhtaç olduğu zaman da... verebilir. Bu nedenle, tıpkı çocuğun okuyaBu ihtiyacı normal şartlarda anne-baba veya cağı kitapları, seçeceği arkadaşları süzgeççocuğa bakan kişi giderir. Biz çocuğa ayırmaten geçirdiğimiz gibi izleyeceği programları, mız gereken zamanlardan gazete-kitap okufilmleri de süzgeçten geçirmeli, zararlı mak, ev işleri yapmak ya da dinlenmek içeriklileri elemeli, seçici davraniçin kendimize özel zaman ayırmamalıyız. ya çalışabiliriz. Bunu yapmak için de en uygun ve masum Mümkün olduğunca tele(!) yol çocuğu televizyon Unutmamalıyız vizyonu çocuğumuzkarşısına oturtmak gibi la birlikte izlemeliyiz. ki televizyon çocuk gözüküyor. Oysa canÖzellikle de çocuğumuz bakıcısı değildir, sız, çocuğun bakışına, 3-10 yaş arasında ise. gülüşüne, tepkisine anne baba ve çocuğa Bu, çok yönden faydakarşı tepki vermeyen lıdır. Öncelikle çocubakan kişi için çocuğa bir nesnenin karşısında ğumuzla ortak zaman ayrılacak zaman onun oturması, hele hele uzun geçirmiş, pasif de olsa süre oturması çocukta geleceği için birlikte faaliyet yapmış bireyselleşme ve sosyalyatırımdır. oluruz. Sonra izlediklerimizi leşme sorunları başta olmak birlikte yorumlar, gerekli açıküzere birçok fiziksel ve psikoSAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 47 lamalar yaparız. Çocuklar, özellikle de okul öncesi yaşta olanlar gördüklerini somut olarak algılarlar, soyut düşünceleri gelişmemiştir. Somut olarak gördüklerini de taklit ederler, taklitçidirler. İzlediği çizgi filme özenip uçacağını zanneden ve koltuktan atlayan, pencereden atlamaya kalkışan çocukları çevremizden duyarız. Bu, çocuğun gerçekle-gerçek dışını ayırt edememesindendir. Birlikte izlerken gerçek dışı sahnelerde çocuklara bunun gerçek hayatta olamayacağını anlatmalıyız. Bütün bunlarla birlikte içeriğini bildiğimiz ve onayladığımız bir programı izlerken de program akışında ve tanıtım jeneriklerinde korku, şiddet görüntüleri olabilir. Böyle bir sahneyle karşılaştığımızda hemen kanal değiştirmek yerine, izlediği sahneden etkilenmemesini ya da en az şekilde etkilenmesini sağlamak için çocuğumuzla o sahne hakkında konuşabiliriz. Filmdeki kanın ketçap ya da boya olduğunu, bıçağın plastik olduğunu ve gerçekte insana batmadığını anlatabiliriz. Ya da gördüğü korkunç ve ürkütücü sahnelerin sadece film stüdyosu olduğunu, o görüntü anında etrafta kameraman, ses ve görüntü ayarlayıcı, yönetmen gibi pek çok kişinin bulunduğunu yani bunların kurgu olduğunu anlatabiliriz. Bunu yapmadığımızda çocuğumuz kaygı, gerilim ve korku yaşar. Hele hele yanında olmadığımız zamanlarda böyle sahneler izlerse psikolojisi üzerinde kalıcı hasarlar oluşabilir. Şiddet içerikli programlardan çocuklarımızı korumamız gerektiğini özellikle ifade etmek gerekiyor. Çocuklar bu tür programları ne kadar çok �çeriğini izlerlerse o kadar bilmediğimiz çok içselleştirip, yiyecekleri şiddeti hayatın normal bir parçası çocuğumuza nasıl olarak görebileyedirmiyor, içirmiyorsak ceklerdir. Bunun içeriğini bilmediğimiz sonucu olarak da bağırıp çağırmaya, programları da onlara zor kullanmaya ve izletmemeliyiz. kavgaya yönelmeleri ya da hayatı vahşi ve 48 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 korkunç bir yer olarak görüp, Büyüme korkak ve hormonunun sinik bir en çok salgılandığı hâle gelsaatler de 22.00 ile meleri ihtimali 02.00 arasıdır. Bu saatleri artacaktelevizyon izleyerek tır. heba etmelerine izin vermememiz gerekir. “Uykum gelmiyor, biraz bakıp kapatacağım.” bahaneleriyle çocuğunuzun geç saatlerde televizyon izlemesine izin vermeyiniz. Atalarımız boşuna “uyusun da büyüsün” dememişler, çocukların uykuya ihtiyacı çoktur. Büyüme hormonunun en çok salgılandığı saatler de 22.00 ile 02.00 arasıdır. Bu saatleri televizyon izleyerek heba etmelerine izin vermememiz gerekir. Üstelik geç saatlerde daha çok şiddet ve cinsel içerikli uygunsuz programların olma ihtimali yüksektir. Çocuğumuzun odasına asla televizyon koymamalıyız. Ya da bilgisayarı varsa televizyon kartı konulmamalıdır. Bu durumda çocuğunuzu televizyon bağımlısı yapmaya davetiye çıkarmış olursunuz. Unutmayalım ki televizyon da bilgisayar gibi bağımlılık yapar. Hele hele çocuklarınız 10-15 yaşları arasındaysa, siz yeterince ilgili değilseniz, farklı hobileri de yoksa dizi bağımlısı olması hiç de ihtimal dışı değildir. Bu yaştaki çocuklar için rol model de önemlidir. Bağlandığı dizinin başkarakterini kendine rol model alırsa ve model de topluma ve gerçek hayata uygun değilse (çoğu kez de öyledir), çocuklar bir çıkmaza girmiş olacaktır. Televizyon günümüzün en etkili kitle iletişim aracıdır. Bu araç geleceğimizin kitlesini, çocuklarımızı heder etme veya kocaman ve heyecan verici bir dünyaya açma potansiyeline sahiptir. Bu potansiyeli kullanma da anne babaların becerisine bağlıdır. SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 49 Dünyada selam ahirette selam BİR AYET BİR YORUM “Bir mümin tarafından bir selamla selamlandığınız zaman, siz ondan daha güzel bir karşılık verin veya aynı ile mukabele edin.” (Nisa, 4/86.) Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi [email protected] Bir Müslümanın nazarında selamlaşma, birbiriyle karşılaşınca âdet olarak tekrarlanan sıradan kelimeler değildir. Aksine bu, şuurlu olarak yapılması gereken bir nevi ibadet ve duadır. 50 DİYANET AYLIK DERGİ Farklı kelimeler kullanılsa da, bütün kültürlerde ve dinlerde İ laşırlar. var olan bir durumdur bu. Bu bakımdan ilk bakışta “Bu konunun nsanlar bir araya geldiklerinde bir iyi dilek temennisi olarak selam- ele alınmasına ne gerek var?” şeklinde bir soru akla gelebilir. Ancak bir Müslümanın nazarında selamlaşma, birbiriyle karşılaşınca âdet olarak tekrarlanan sıradan kelimeler değildir. Aksine bu, şuurlu olarak yapılması gereken bir nevi ibadet ve duadır. Selamlaşma, hayata verilen bir anlamı sembolize eder. Eğer selamlaşma hayatımıza esenlik ve barış getirmiyorsa, kullanılan kelimeler, sıradan karşılama ve uğurlama kelimelerine dönüşür. Bu da selamın ruhunu ve hayatiyetini kaybetmesi demektir. Hele bir de selam veren kimse fitne ve fesada sebep oluyorsa, bu, daha da vahim bir durumudur. Aslında “selam”, bir dünya görüşü ve bir hayat felsefesidir. Her şeyden önce Allah Teala’nın güzel isimlerinden biri “selam”dır. (Haşr, 59/23.) Nitekim namazlarımızın sonunda “Allahım! Selam sensin; selamet de ancak sendendir.” diyerek dua ederiz. Çünkü O, selametin ve esenliğin kaynağıdır. Böylece O, kullarına huzur ve güven verir, onları himaye eder. Yine Kur’an müminleri “silm”e, yani hayatlarında barışsever ve güven verici olmaya davet eder. Çünkü “Müslüman, başkalarının elinden ve dilinden güven ve selamette olduğu kimsedir.” (Müslim, İman, 65.) Böylece müminler topluluğu, şu ayette belirtildiği gibi, yeryüzünde barış ve esenliğin teminatıdır. “Ey iman edenler! Hepiniz topluca barış ve güvenliğe (İslam’a) girin.” (Bakara, 2/208.) Müminler, kendilerini selamlayanlara daha güzeliyle ya da en azından aynıyla cevap verirler. “Bir mümin tarafından bir selamla selamlandığınız zaman, siz ondan daha güzel bir karşılık verin veya aynı ile mukabele edin.” (Nisa, 4/86.) Daha güzeliyle cevap vermek, sadece selam cümlesini uzatmaktan ibaret de değildir. Bu, bize yürüyerek gelene bizim koşarak varmamız, bize kapısını aralayana bütün gönlümüzü açmamızı da işaret eder. Selam, Kur’an’ın dilinde müminler için dünya ve ahirette evrensel bir parola, bir hayat felsefesidir. Peygamber Efendimiz’in dilinde ise toplumsal barışın sağlanmasında pratik bir formüldür. Nitekim o, “Tanıdığınız tanımadığınız herkese selam verin” (Buhari, İman, 6.) buyurur. Bu mübarek sözleriyle insanlar arası iletişimde altın kuralların- AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 Selam, Kur’an’ın dilinde müminler için dünya ve ahirette evrensel bir parola, bir hayat felsefesidir. Peygamber Efendimiz’in dilinde ise toplumsal barışın sağlanmasında pratik bir formüldür. dan birini koymuştur desek mübalağa etmiş olmayız. Yine o, “Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir iş göstereyim mi? Aranızda selamı yayınız.” (Müslim, İman, 93.) buyurur. Böylece Peygamber Efendimiz, toplumun birlik ve beraberliği gibi hayati öneme sahip bir konuda kolay fakat iş bitirici bir formül üretir. Bu beyanlarıyla o, cemaat psikolojisine vâkıf, huzurlu ve mutlu bir toplumun oluşmasında geçerli kuralları bilen eşsiz bir terbiyeci olduğunu bir kere daha ortaya koyar. Elbette ki bu durum, onun peygamberi kimliğinin tezahüründen başka bir şey değildir. Peygamber Efendimiz’in bizlere öğrettiği şekliyle “selam”, ümmet olarak bizim ortak dilimiz ve parolamızdır. Selam sayesinde biz, hangi dile mensup olursak olalım, herkesle bir bağ kurarız. Özellikle hacda bu durumu daha sık yaşarız. Bir selam vererek değişik milletlere mensup insanlara, “Ben seninle dost olmaya hazırım, benden endişelenmene gerek yoktur, ben senin kardeşinim, bunu bilmeni isterim.” mesajlarını vermiş oluyoruz. İçten bir selamlaşma, âdeta ileride kurulacak samimi dostluklara aralanan kapının sihirli bir anahtarıdır. Güler yüzle bütünleşen bir selam, insanlar arası kurulacak sıcak ilişkilerin büyülü bir formülüdür. İbadet şuuruyla gerçekleşen bir selamlaşma, aradaki buzların erimesi, kötü duygu ve düşüncelerden arınmak için yeterlidir. Çünkü selamlaşma ile şeytani vesveselere set çekilir. Kin ve husumet düşünceleri kalplerden silinir. Genelde iki insan bir araya gelince, ilk tepkinin, ilk selamın karşıdan gelmesi beklenir. Böylece bir iletişimsizlik oluşur. İşte bunun için Hz. Peygamber, ilk selamı verenin daha faziletli olduğunu buyurmuştur. “İnsanların Allah Teala katında en hayırlısı, önce selam verenleridir.” (Ebu Davud, Edeb, 132-133.) Alçakgönüllü davranıp önce selam vermek, aynı zamanda tevazuun da bir göstergesidir. Selam vermek sünnet, almak ise farzdır. Acaba bu farklılığın sebebi nedir? şeklinde bir soru akla gelebilir. Bunu şu şekilde izah etmek mümkündür: Selamda önce davranmak bir fazilettir. Ancak selamın alınmaması insanlar arasında kırgınlığa ve küskünlüklere sebep olabilir. Şeytani vesveselerin kalplere doluşmasına fırsat verebilir. İşte bu duruma mahal vermemek için, verilen selamın alınması çok daha büyük bir önem ifade etmektedir. İnsanlar, zaman zaman selam konusunda muhataplar arasında ayrım yapabilirler. Makam mevki, zengin fakir, genç ihtiyar, kadın erkek arasında farklılık gözetebilirler. Dünyevi değer ve kabuller, insanları kategorize ederek onlara yaklaşılmamasına sebep olabilir. Bu durum da, toplumda bulunması gereken uyum ve ahengin zedelenmesine, kardeşlik bağlarının zayıflamasına yol açabilir. Dolayısıyla insana makam ve mevkiinden dolayı değil, sırf insan olması hasebiyle selam verilmelidir. Nitekim Hz. Peygamber’in uygulamasında da bunu görüyoruz. O, çocuk yaşlı, kadın erkek herkese selam verirdi. (Ebu Davud, Edeb, 136-137; Müslim, Selam, 14.) Müminlerin dünyası sulh ve esenlik olduğu gibi ahiretleri de böyledir. Yaptıklarına karşılık esenlik yurdu olan cennetle (daru’s-selam) mükâfatlandırılırlar. (En’am, 6/127.) Çünkü iyiliğin karşılığı ancak iyiliktir. (Rahman, 55/60.) Melekler tarafından dünyadan ahirete selam ve esenlik dilekleriyle uğurlanırlar. Zira dünyada daima hayır ve güzellik peşinde olmuşlardır. (Nahl, 16/32.) Yine onlar, dünyada selam ve selamet peşinde olduklarından ahirette de bu şekilde karşılanırlar. Onlar Adn cennetlerinin varisleri olup atalarından, eşlerinden ve çocuklarından iyi olanlarla beraber orada melekler tarafından selamla ağırlanırlar. (Ra’d, 13/23-24.) “Size selam olsun! Tertemiz olarak geldiniz. Haydi, ebedi kalmak üzere cennete girin” denir kendilerine. (Zümer, 39/39.) Ama bunun da ötesinde onlara verilen esas müjde, merhamet kaynağı olan Allah Teala tarafından bizzat selamlanmalarıdır. (Yasin, 36/36.) “O’na kavuşacakları gün müminlere yönelik esenlik dileği “selam” olacaktır.” (Ahzab, 33/33.) Zaten orada kendi aralarındaki esenlik dileği de “selam”dan başkası olmayacaktır. (Yunus, 10/10.) SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 51 BİR HADİS BİR YORUM Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Bizi tutan oruç* “Yalan söylemeyi ve yalanla iş yapmayı terk etmeyen kimsenin yemesini içmesini bırakmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur.” (Buhari, Savm, 8.) “bir şeyden uzak durmak, bir şeye karşı kendini tutmak” anlaS özlükte, mına gelen “sıyam” kelimesi, hadis metninde bu anlamı öne çıkarılarak kullanılmış ve sadece yeme-içmeden uzak durmanın (es-sıyamu mine’l-ekl ve’ş-şürb) oruç için yeterli olmadığı, gerçek bir oruç için boş laf ve kötü sözden de uzak kalınması (es-sıyamu mine’l-lağv ve’rrefes) gerektiği vurgulanmıştır. Her ne kadar fıkıh kitaplarımızda oruç, “tan yerinin ağarmasından güneş batımına kadar, kişinin yeme-içme ve cinsel ilişkiden uzak durması olarak tanımlamışsa da”, ilgili bazı hadisler dikkate alınınca bunların âdeta asgari şart olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin, Sevgili Peygamberimiz’in, “yalan söylemeyi ve yalanla iş yapmayı terk etmeyen kimsenin yemesini içmesini bırakmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur.” (Buhari, Savm, 8.) hadisi, oruç ibadetinin hakkıyla eda edilebilmesi için daha nelerin gerekli olduğunu bize hatırlatmaktadır. İslam dini, diğer ibadetlerde olduğu gibi oruç ibadetinde de, Allah’a yakınlaşma ve O’nun rızasını kazanma niyet ve amacının yanında, bunların getirisi olan ahlaki güzelliğe ve olgunluğa ulaşma hedefine de büyük önem vermiş, ilahî rızanın ancak böyle elde edilebileceğini bildirmiştir. “Şüphesiz namaz, insaİslam nı ahlaksızlık ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebut, 29/45.) dini, diğer buyuran Cenab-ı Hak da; “Oruç koruyucudur. Biriniz ibadetlerde olduğu gibi oruçlu olduğunuz zaman, çirkin söz söylemesin ve oruç ibadetinde de, Allah’a kabalık yapmasın…” (Ebu Davud, Sıyam, 25.) diyen Allah Rasulü de aynı hedefe işaret etmişlerdir. Orucun yakınlaşma ve O’nun rızasını farziyetini gösteren Bakara suresinin 183. ayetinkazanma niyet ve amacının yanında, de de, “Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz bunların getirisi olan ahlaki güzelliğe kılındığı gibi, sakınasınız diye, size de oruç farz ve olgunluğa ulaşma hedefine kılındı.” buyrularak, Allah’ın emir ve yasaklarına de büyük önem vermiş, ilahî riayet ederek, kötülüklerden sakınma (ittika) husurızanın ancak böyle elde su, oruç emrinin temel hikmeti olarak gösterilmiştir. edilebileceğini bildirmiştir. 52 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 Nefis tezkiyesi, yani, kişinin kendini kötülüklerden arındırması açısından bedenin zekâtı sayılan oruç, yılın • SAYI: 260 bir ayında, günün belirli bir süresinde, dünyevi ihtiyaç ve zevklerin bir kısmından uzak kalınarak gerçekleştirilen bir alıştırmadır. İnsanın en çok yoğunlaştığı ve ölçüyü kaçırdığı yemeiçme ve şehevi arzuların disiplin altına alınmasıyla, her şeyin bedenden ibaret olmadığı, dengeli bir hayatın ancak, bedenî ihtiyaçların yanı sıra ruhi melekelerin ve buna bağlı yüce duyguların aktif hâle getirilmesiyle sürdürülebileceği anlaşılmış olur. Kendi iradesiyle helal olan şeylerden uzak kalabilen insan, haram olanlara hiç yaklaşılmaması gerektiği bilinci ve iradesini güçlendirir. Gerektiğinde meşru bedenî ihtiyaçlarına belirli bir süre oruç tutturabildiği gibi, nefsin ihtiyaç gibi sunduğu, dedikodu, gıybet, yalan, çirkin söz gibi kötü vasıflara sürekli oruç tutturması gerçeğini kavramış olur. Oruç tutan insan bir yandan sahip olduğu nimetlerin kıymetini idrak ederken, diğer yandan bu nimetlerden yoksun olan muhtaçların durumunu daha iyi anlayarak, toplum içinde kendisine düşen görevlerin farkına varır. Böylece, yardımlaşma, paylaşma, fedakârlık, dayanışma gibi erdemleri yaşama fırsat ve zevkine kavuşur. Bir yandan namaz, oruç gibi bireysel ibadetlerini yerine getirmenin manevi hazzını tadarken diğer yandan hemcinslerine karşı toplumsal görevlerini yerine getirmenin ve onlarla bu mübarek ayın kazandırdığı ortak duygu ve heyecanı paylaşmanın sevincini yaşar. Bu fırsatın iyi değerlendirilmesi gerektiğine dikkat çeken sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Bu ayda cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır, şeytanlar bağlanır. Ramazanın sonuna kadar her gece bir münadi; “Ey iyilik isteyen, haydi koş, ey kötülük isteyen, kötülüğü bırak.” diye seslenir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/411.) Evet ramazan, iyilik sahiplerine kucağını ve cennetin kapılarını açan, kötüler için şeytanları bağlayıp cehennem kapılarını kapatarak fırsat sunan kutlu bir aydır. Bu fırsatı iyi değerlendirerek hayatını düzene sokan insanın, bu manevi doygunluğu sürekli kılması kendi elindedir. Her yıl tekrar eden ramazanlar, daha önce fırsatı kaçırmış olanlara her şeye Orucu sadece belli bir süre aç-susuz kalmaya indirgeyerek, akşama kadar katlanılan mahrumiyetlerin acısını çıkartırcasına mükellef iftar sofraları için büyük masraflar yapıp, yanı başındaki insanların ihtiyacını görmeyen kimseler bu ibadetin anlamını kavramamış demektir. yeniden başlama imkânı sunmakta, zarardan samimiyetle dönenler için ömrün tamamını kâra çevirme şansını tanımaktadır. Onun için Peygamber Efendimiz, “Ramazan orucunu inançla ve karşılığını yalnızca Allah’tan bekleyerek tutan kimsenin geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhari, İman, 27.) buyurmuştur. Orucun hikmeti insanı dayanamayacağı bir sıkıntıya sokmak değil, aç-susuz ve yoksul insanların hâlini anlayıp sıkıntılarına çare olmayı sağlamaktır. İnsanı ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılan Yüce Allah, oruç ayetlerinin sonunda hastaya ve yolcuya sağlanan kolaylıkları belirttikten sonra “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez.” (Bakara, 2/185.) buyurarak, muradının kullarına zorluk çektirmek olmadığını beyan etmiştir. Dolayısıyla orucu sadece belli bir süre aç-susuz kalmaya indirgeyerek, akşama kadar katlanılan mahrumiyetlerin acısını çıkartırcasına mükellef iftar sofraları için büyük masraflar yapıp, yanı başındaki insanların ihtiyacını görmeyen kimseler bu ibadetin anlamını kavramamış demektir. Özet olarak, tuttuğumuz oruçlar, bizi kötü iş ve davranışlardan tutup çevirmedikçe, bize diğer insanlarla paylaşacağımız güzel hasletler kazandırmadıkça ramazan, gün boyu iftar soframızın hazırlığı ve yiyeceğimiz nefis yiyeceklerin düşüyle geçireceğimiz bir diyet programına dönüşecektir. Dolayısıyla tuttuğumuz oruçların yerini bulması, o oruçların bizi tutup çekip çevirmesiyle çok yakından ilgilidir. * Bu yazı, Diyanet Aylık Dergi'nin Ağustos 2009, 224. sayısında yayınlanmıştır. SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 53 D in görevlisinin hatıra defterinden Dr. Ülfet Görgülü Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Küçük bir çocuğun istediği bayram hediyesi Bir ramazan ayı… Mevsim kış. Hava soğuk mu soğuk. Rüzgâr insanın yüzünü kesiyor, içine işliyor âdeta. Nereden geldiği bilinmeyen göçebe bir aile naylon ve kartonları kullanarak iğreti bir çadır yapmışlar kendilerine, uzaktan denize bakan boş arazinin bir köşesine. Şehrin bir yakasını diğerine bağlayan ana caddenin biraz içerisinde yoldan rahatlıkla görülebilecek yerdeler, hayatın kıyısına tutunmuş bu insanlar. Biri yaşlı, diğeri daha genç iki kadın ve farklı yaşlarda dört çocuk… Derme çatma çadırın içinde bir yoksulluk öyküsü, anlatılması zor bir yaşam mücadelesi sürüp gidiyor. Ne üstte var ne başta derler ya işte aynen öyle... Çocukların kendileri büyümüş ama elbiseleri maalesef küçücük. Belli ki nice zamandır eskisini atıp yeni bir şeyler alamamış, belki de hiç yeni giymemişler. Onun bunun, başkalarının verdikleriyle yetinmeyi bilmişler. Ve işe gidip gelirken bu insanları fark ediyor bir beyefendi. Çadırın önünde yarı çıplak koşturan çocukları. Kendisi paltosunun içinde bile üşürken, içini yakıyor gördüğü manzara. Uykuları kaçıyor günlerce. Ne yiyip ne içiyor, bu kış kıyamette nasıl ısınıyor bu aile? Ve sağanak yağmurun yağdığı o gece karar veri54 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 yor, gidip onlarla tanışmaya, kabul ederlerse eğer yardım elini uzatmaya… Sabah biraz erken çıkıyor evden, arabayı uygun bir yere park edip barakaya doğru yürüyor. Yanlarına varıp, “selam” veriyor. Hikâyelerini dinliyor ayaküstü, durumlarına yakinen şahit oluyor. Yaşlı kadın, yani evin(!) ninesi anlatıyor bir çırpıda bu beklenmedik misafire, oğlunun bir iftiraya uğrayarak hapse düştüğünü, gelini ve torunlarıyla topladıkları kartonları ve plastikleri satarak ekmeklerini kazanmaya, hayatta kalmaya çalıştıklarını, gündüz neyse de akşamları yağmurda, ayazda ne çok üşüdüklerini, çocukların yarı aç sabahladıklarını, üstlerine giydirecek doğru düzgün bir şeylerinin olmadığını… Dinledikçe gözleri buğulanıyor, yüreği sızlıyor, utanıyor neden bu kadar geç kaldı diye, selam vermek için bu aileye… Hani biz mümin idik! Hani müminler kardeşti! Hani neyimiz varsa olmayanlarla paylaşacaktık, onlar aç iken biz tok yatmayacaktık! Hani merhametli olacak, açın, garibin hâlini anlayacaktık! Bu düşüncelerle yaşlı kadından hem özür diliyor hem izin istiyor, en kısa zamanda yeniden uğrayacağının sözünü vererek. Bu sefer boş değil elbet eli dolu gelecek. Tam ayrılacakken beş yaşlarındaki kız çocuğu dikkatini çekiyor, gözleriyle sanki bir şeyler söylemek istiyor gibi. Yanına yaklaşıyor, başını okşarken soruyor yavrucağa: — Öbür gün bayram. Benden ne istersin, ne getireyim sana bayram hediyesi olarak yavrum? Bu kısacık ve çile yüklü hayatında belki ilk kez böyle bir soru sorulmuştu ona. “Dile benden ne dilersen” deniyordu âdeta. Bayramlık elbise, oyuncak bebek, şeker, çikolata, canın ne çekiyorsa söyle alayım, diyordu mer- hametli bir yürek. Şimdi bu kızcağız ne istese gerek? Üstü başı kirli ama yüreği pırıl pırıl bu yavru bakın ne istiyordu: — Amca, hiçbir şey istemiyorum ben kendime. Ama bak kardeşimin ayağına kaynar su döküldü. Canı yanıyor, çok ağlıyor. Bayramda ilaç getirir misin kardeşime? Bu cevap karşısında eriyip bitiyor, gözyaşlarıyla bağrına bastığı bu yavrucaktan bütün insanlığa yetecek bir kanaat ve merhamet dersi öğreniyordu. Her neredeyse şimdi o kız çocuğu, açık olsun bahtı... SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 55 D in görevlisinin hatıra defterinden İlknur Atasoy Yeni Mah. Yatılı Kız Kur’an Kursu Öğreticisi Bucak /Burdur Kâbe’de gökkuşağı Mekke’de zaman bir başka. Mekke’de zaman alabildiğine bereketli. Burada İnşirah suresini yaşıyoruz, hem de capcanlı: “Boş kaldın mı hemen başka işe koyul.” Her anı dolu olur mu bir insanın? Evet, her an kıymetli ve dopdolu Kâbe’de. Önceden, uykuya ayırdığımız o altın değerindeki saatler burada gerçek yerini buldu. Memlekette uykumuzun ve dünyalık meşgalemizin arasına sıkıştırılmış ibadetlerimiz vardı. Şimdi Harameyn’de ibadetlerin arasına sıkıştırılmış uyku saatleri var. Aman Allahım! Gündüzü ayrı bir nur, gecesi ayrı bir nur. Mekke’de her gün “nur üstüne nur.” İşte geri sayım başladı. Kâbe hasreti şimdiden gönlümüze çöreklendi. Bu hasretle seyrediyorum Kâbe’yi üst kattan. Metaf tıklım tıklım Kâbe âşıklarıyla dolu. Muhteşem bir insan seli aynı yöne bıkmadan, akıyor, akıyor. Bu, inanılmaz bir sevdaydı veya dinlemeye doyamadığımız bir içli şiir hatta hiçbir zaman dokunamadığımız rengârenk gökkuşağı... Sarı, mavi, kırmızı, mor… Aslında bu, ümmetin Kâbe’yi kuşatan renkleriydi. Harameyn’de Rabb’e koşan müminler, onu zikreden diller, semaya açılan eller vardı renk renk, yanık yanık. Her tavafta ibretle baktım Allah’a yakaran insanlara. Sesleri başka, cümleleri başka. Ama ne dediğini anlıyorsunuz sanki. Bütün yakarışların renginde aynı ritim, aynı nota. Naz ile niyaz ile gözyaşları ile. kara örtülü Kâbe’yi. O sıcacık samimiyeti, muhabbetindeki hakikati hissediyorsunuz iliklerinize kadar. Sonra dönüp bir de kendinize bakıyorsunuz. Kuru, taş gibi cümleler dökülüyor kalbinizden sanki. Sonra ümitle yalvarıyorsunuz: “Ya Rabbi! Beyt’ine âşık bu gençlerin döktüğü gözyaşları hürmetine bizi de affet.” deyiveriyorsunuz. Kâbe’ye bakan ve ondan başkasını gözü görmeyen kara kıtanın ak pak gönüllü delikanlıları yanaklarından sızan gözyaşlarıyla süzüyor Bu yakarışı yaparken bir el tavaf alanında sizi sertçe iter bir kenara. Çünkü tavafın verdiği haz ile kaptırmıştır kendini bir 56 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 güzel insan. Bu kaya gibi darbenin geldiği adam Afganistan dağlarından kopup gelmiş bir yürektir. “Yürek” diyorum; çünkü kırçıllı, ak sakallı, zayıf mı zayıf, kemikleri çıkmış bir dedeyi görünce: “Bu ne güç, imanı da elinin darbeleri kadar kuvvetliyse…’’ diye düşünüp: “Allahım, fakir ülkenin gür imanlı kulları hürmetine bizi de affet!” deyiveriyorsunuz. Önünüzde grupça ilerleyen Endonezyalılara ne dersiniz? Eğitilmişlik, beraberlik, saflık kokan duruşlarına hayran hayran bakarsınız. Birini diğerinden ayırsanız annesinden sizi alır götürür de görevlilerin: “Salat salat, yallah haci” deyişleriyle gözünüzü saate kaydırırsınız. Vakit gelmiştir. Sevgili ile buluşma saatidir bu. Bir de engelleri aşıp o buluşmayı gerçekleştireceğiniz ufacık bir yer buldunuz mu değmesin kimse keyfinize. Bir sultan gibi kurulursunuz ufacık seccadenize, dizleriniz üstüne. Yanınıza bakarsınız. Burnunda ışıl ışıl hızması, koca başörtüsüyle bir Pakistanlı ile göz göze gelirsiniz. Parmaklarını dizlerinde kenetlemiş, uyluklarını bağrına bastırmış tefekkür ederken onu izlersiniz fark ettirmeden. Altına kına yaktığı ayakları bir çorak iklimin sıcak rüzgârlarını taşır Kâbe’ye. Elleri zayıf ama çok güçlü olduğu belli. Onun gözlerinde aşkı tadarsınız. Tefekkürle yumulan gözlerinden süzülen yaşlara tanık olursunuz. Sonra bir inilti duyarsınız. Kulak verince içten içe derin bir niyazın çığlıklarını duyarsınız bu Pakistan hanımefendisinde. Çaresizliğe inat, kıyafetindeki capcanlı renkler hayata nasıl sımsıkı tutunduğunun göstergesidir sanki. ayrılmış kuş yavruları gibi ses çıkardıklarını duyarsınız. Bağırmaları bile ölçülü. Öndeki arkadaşını yakaladı mı omzundan, mutluluklarını gözlerinden okursunuz. Yapbozun eksik kalan parçası da yerini bulmuştur âdeta. Namaza hazırlanırken arkanıza dönüp bakarsınız. O koca gövdesiyle bir karıncayı dahi incitme nezaketsizliği göstermeyecek bir yürek çağırır sizi. Bu Nijerya’dan yükselen bir çığlıktır. Güce rağmen doruk noktada merhamet sezersiniz hareketlerinde. Gülmeyi unutan yanaklarına şöyle bir dokunursanız sevginizi göstermek için, yumuşacıktır. Bu dokunuşla kocaman bir tebessüm sizi karşılar. Az sonra o kapkara yüze inat, ışıl ışıl bakan gözlere ışıl ışıl parlayan dişler eşlik eder. Çantanızdan bir şeker çıkarıp verirseniz onlara: “Tatlı yiyelim tatlı konuşalım.” mesajı çoktan ulaşmıştır Afrikalı yüreğe. Konuşamazsınız belki; ama gözleriniz konuşur ve iyi dilekler sunulur karşılıklı. Bir kelimeyle ülkeler söylenir: Pakistan, Nijerya, Türkiye… deyip kıtalar birleştirilir Kâbe’de. Omuz omuza namazlar kılınır muhabbetle. Kâbe’de birbiriyle yarışan insanlar görürsünüz. Kan ter içinde bir tavafı bitirince, dinlenmeden aynı tatlı koşuşturmaya “evet” diyen insanlar. İşte tavafın tadı bu, dersiniz. Tadı damağımda kaldı, diyenler bu lezzetten bahsediyor olmalı herhalde değil mi? İşte aynı tat Aynı kıbleye yönelen, aynı Peygambere inanan, aynı yaratıcıya kul olmaya çalışan insanlardır hepsi. Kâbe’de şöyle haykırırsınız sessizce: İşte kardeşlik bu, işte ümmet olma bilinci, işte Kâbe’yi kuşatan hiç solmayacak gökkuşağı… SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 57 KÜLTÜR - SANAT - EDEBİYAT Vural Kaya Abdurrahim Karakoç’un ardından: Şiiri ve sanatı 7 Haziran Perşembe 2012’de Abdurrahim Karakoç ebedî âleme göç etti. Allah gani gani rahmet eylesin. Abdurrahim Bey 7 Nisan 1932 Kahramanmaraş Elbistan’a bağlı Ekinözü köyünde dünyaya geldi. 1958 yılından itibaren Hasan’a Mektuplar isimli eseriyle büyük bir çıkış yapan Abdurrahim Karakoç’un şiir dilinde halk şiirine yaklaşık duruşu, dilde sadeliği, hicviyeyi derinlikli ve işçilikli kullanışı kendisini sürekli gündemde tuttu diyebiliriz. 1958-1981 yılları arasında devlet memuriyeti mevcuttur; 1984 yılından itibaren Ankara’ya yerleşti. Bütünüyle halkın içindendi ve halkın en güzel halkası olarak vefat etti. Kısa süre58 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 li politik çalışmaları olmuşsa da daha sonraki zamanlarında umumi olarak gerçek mazlumlardan yana olmayı genel politik duruş olarak kabullendi ve bu misyonuyla büyük bir kesimin sevgi ve saygısını kazandı. Eserlerinden bazıları şunlar: Hasan'a Mektuplar (1965), El Kulakta (1969), Vur Emri (1973), Kan Yazısı (1978), Suları Islatamadım (1983), Beşinci Mevsim (1985), Dosta Doğru, Akıl Karaya Vurdu (1994), Yasaklı Rüyalar (2000), Gökçekimi (2000), Gerdanlık-I (2000), Gerdanlık-II (2002), Gerdanlık-III (2005, Parmak İzi (2002), Düşünce Yazıları, Çobandan Mektuplar (Deneme). Abdurrahim Karakoç halk şiirini yüzyılımızda diri tutmaya çalışan ender şairlerdendir. Necip Fazıl Kısakürek ile hececi şiirin zirveye çıkışı ve Necip Fazıl sonrası hecenin denenebilirliği zayıflasa da, hicvi ve halkın gerçek değerlerini doğru okuyarak kullanışı Abdurrahim Bey’in hececi ve halk şiirinde isabetli karar almasına imkân tanıdı diyebiliriz. Abdurrahim Bey’in, uzun yıllar önce büyük yankı uyandıran Hasan’a Mektuplar’ı ne ise sonraki bütün şiirleri de aynıdır. O anlayış ve algıdan, o terennümden zerre şaşmamıştır. Mihriban şiiri gibi imgesi, buluşçuluğu, imaj değerleri yüksek bir büyük şiiri de mevcuttur. Mihriban şiirini kısmen modern şiir tarzına yaklaşık kabul edebiliriz ve fakat bu Abdurrahim Bey’in sanat hayatı ve özellikle de şiirdeki serüveni dikkate alındığında fazlaca kabul görebilecek bir yaklaşım olmayabilir. Mihriban’daki benzetmeleri, simge ve imajları, tekrarlardaki imgesel kuvvetlendirmeleri inceleyerek sadece Mihriban şiiri üzerinden eleştirmenlerce yeniden bir dikkate sunuş belki ilerde mümkün olabilirse de genel bağlamda Abdurrahim Karakoç şiirini halk şiiri kategorisinde görmemiz daha şık olacaktır. Mihriban’ı hariç tutmak kaydıyla elbette. Mihriban şiiri Abdurrahim Karakoç Bey’in halk görünümlü modern şiiridir diyebiliriz. Yahut da yeni dönem eleştirmenlerce ortaya atılan “yeni hece”ci sınıfa katmamız da mümkündür. Mihriban şiirindeki imge örülüşü, lirizmin aşikâr bir dille kaotik zemine çekilmeden işçilikli özellikleri haiz oluşu başlı başına bir başyapıtın alametifarikasını üzerinde toplamaktadır. Abdurrahim Bey'in şiiri, genel anlamda toplumcu, halkçı, insanı merkeze alan, insanın karşılaştığı güncel zorluklar, gündelik hayattaki çarpıklıklar, toplumsal bunalımların kaynağındaki değersizlikler, adalet, müsavat gibi kavramların yerli yerince insanlığa mal olması mücadelesidir en temelinde. Bu kavram ve değeler üzerinden daima toplumsal mesajla insanı diri tutan ve insanı uyaran bir şiir diline sahiptir. Belirgin bir örnek vermemiz gerekirse bilinçsizlikle mücadele eder ömrü boyunca. Halk dili, halkın içerisinde yaşayan folklor incelikli ve değerleri koruma, muhafaza endişesini haiz bir iz sürerek kendini gösterir durmadan, Abdurrahim Bey’in şiirinde. Tekerleme, mani Abdurrahim Bey’in şiirinde genel bir tını olarak karşımıza çıkar; en toplumsalcı şiirinden en minik değer vurgusu olan şiirine kadar her birinde bu izlek vardır. Abdurrahim Karakoç şiirinde sadece kendi kültürünün, milletinin acıları, duyarlıkları görülmez, aynı zamanda ümmetin acıları, onların bunalımları ve içerisinde bulundukları makûs talihin gidişatı da dile getirilir. Siyahi milletlerin ezilmişliğini, onların kökenlerinden koparılışlarını, onların aksinden yayılan dünya insanının iç sesini, vicdanını yoklayan seslenişlerle de şiirinde ilerlemiştir üstat. Ümmetin sesi olmuştur. Abdurrahim Bey’in, bütün meselesi bir millet uyanışına tanıklık etmektir diyebiliriz. O’nun bir dirilişe, uyanışa, zor zamanlarda ve özellikle duyarlıklarımızı yitirdiğimiz zamanlarda bir uyarıcı olarak ortaya çıkışı elbette bir iç sızıyla, bir gayret-i diniyye algısıyla açıklanabilir. Buna hicviyye katarak, ironinin dozunu yüksek tutarak ulaşmış olması şiir dilinde kendine aracı kıldığı bir yol bir menfez telakkisiyle ilintilidir. Bir silkinişin, uyanışın en mühim derdi olması dilinin de yer yer sert ve eleştirel olmasıyla ayrıca yakından ilgili olmuştur. Abdurrahim Bey’in, uzun yıllar önce büyük yankı uyandıran Hasan’a Mektuplar’ı ne ise sonraki bütün şiirleri de aynıdır. O anlayış ve algıdan, o terennümden zerre şaşmamıştır Abdurrahim Bey. Belki de büyük bir vebalden kurtulmak için kalemini doğrunun ve iyinin ve dahi uyanışın emrine verdi ömrü boyunca. Ömrü boyunca iyiye, doğruya, güzele çağırdı insanlığı; kutsî bir çağrıda bulundu ve iyi, doğru, minnetsiz olarak hayata gözlerini yumdu üstat. Allah gani gani rahmet eylesin. SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 59 KÜLTÜR - SANAT - EDEBİYAT Vedat Ali Tok “Ney”in sırrı neydi? Rivayet edildiğine göre; Hz. Muhammed (s.a.s.) ilahî aşk sırrını Hz. Ali’ye söyler. Sır saklamak güçtür. Hz. Ali dayanamaz; gider, çölde kör bir kuyuya anlatır bu sırrı. Kör kuyu da sırrını muhafaza edemez; coşar, taşar. Etraf su ile kaplanır. Burada sazlar biter. Bir çoban sazlıktan bir kamış keser. Delikler açar, içini temizler ve üfler. Çıkan ses fevkalade coşkuludur; çünkü ilahî sırrı anlatır. Bu sesi duyabilenlerden gönüller sultanı Mevlana Celaleddin der ki: Bişnev in ney çün hikâyet mi koned Ez cüdâyihâ şikâyet mi koned (Ney’i dinle ki bir hikâye anlatıyor; ayrılıklardan şikâyet ediyor.) Ney, kamışlıktan koparılmış ve uzak bir diya60 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 ra götürülmüştür. Dolayısıyla gurbete düşmüştür. Şikâyeti de bundandır. Mevlana’nın “Mesnevi”sini Türkçeleştiren Nahifi’den dinleyelim durumun devamını: Der kamışlıkdan kopardılar beni Nâlişim zâr eyledi merd ü zeni … Her kim aslından ola dûr ü cüdâ Rûzgâr-ı vaslı eyler muktedâ (Beni kamışlıktan kopardılar; feryatlarım erkek ve kadın herkesi ağlattı... Her kim aslından ayrı ve uzak düşerse hep vuslat zamanının izinde olur.) Mutasavvıf der ki: Allah, önce ruhları yarattı. Bunların bulunduğu yeri biz bilemeyiz; çünkü orası gayp âlemidir. Bezm-i Elest’tir. Sonra ona kendi ruhundan üfledi ve dünyaya gönderdi. Ruh burada bir beden buldu. Yani neyin sazlıktan kopuşu gibi, insan da vatanından ayrılıp gurbete düştü. Eşrefoğlu der ki: Andan kaynadım taştım Geldim gurbete düştüm Nice göz yaşı saçtım Bu yaşımdan ilerü Ruh, gurbette huzursuzdur. Vatanını özler. Fakat nefsi, benliği onu dünyaya bağlamaya çalışır. Yazarın notu: İnsan iki mıknatıs arasındadır. Nur suresi 35. ayet: Allah dilediğini nura kavuşturur. Yazarın sorusu: Nura giden yol nereden geçer? Yunus’un cevabı: Şeriat, tarikat yoldur varana. Fuzuli der ki: “Ney-i bezm-i gamem ey âh ne bulsan yele ver yısıyla içindeki havanın “aşk” olduğunu ifade etmek istiyor olmalı. Cisminde aşktan gayri ne varsa onun yok olmasını dile getiriyor. Demek ki dünyada yanmayınca, çile ateşinde kavrulmayınca kemale ermek güç. Ney gibi ateşlere dağlanmalı ki benlik ve bencillik yok olsun. Hani pervane de yanmayınca huzuru bulamaz ya… Hacı Bayram Veli der ki: Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm Yanmada derman buldu bu gönlüm Hz. Muhammed der ki: “Nefsini bilen Rabbini bilir” Yunus: “İlim kendin bilmektir.” Hacı Bayram Veli yine der ki: Bilmek istersen seni Can içre ara canı Yazarın notu: Demek ki cisim, “can” demek değildir. Yunus’un “Bir ben vardır bende benden içerü” demesi de bundandır. O: Oda yanmış kuru cismimde hevâdan gayri” (Gam meclisinin ney’iyim. Ey ah! Ateşlerle dağlanmış kuru cismimde havadan başka ne bulursan yele ver; mahvet.) “Canlar canını buldum Yazarın sessiz düşünceleri: Ney ile kâmil insan arasında macera ortaklığı vardır. Çünkü ikisi de yanar. O saz parçası ney hâline gelene kadar çeşitli evrelerden geçer. Mevlana’nın “Hamdım, piştim, yandım.” demesi de herhalde bundandır. Neyin kemale ermesi, Hakk’ı zikretmesi için kızgın demir parçasıyla içi dağlanır; içindeki pütürler ütülenir, tertemiz edilir. Sonra ses çıkarması için delikler açılır vücudunda. Sonra üflenir neye ve ney ötelerden haber verir duyabilenlere… Kâmil insan da öyle değil mi? İçini benlikten, maddiyattan, süsten püsten… kısacası masivadan arındırır; sonra söylediği her şey Hak ve hakikat olur. Fuzuli bize Allah’ın insana ruhundan üflediğini; dola- Elbette aşk ile. Fuzuli bu konuyla ilgili şöyle söylemişti: Bu canum yağma olsun” diyerek keşfini gerçekleştirmiştir. Ama “Canlar Can”ı nasıl bulunurdu? Fotoğraf: Mustafa Bektaşoğlu Aşk imiş her ne var âlemde İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak Ama nasıl bir aşk? Nasıl ulaşılır bu aşka? SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 61 Fotoğraf: Mustafa Bektaşoğlu bilmeyenler için belki de… Öyleyse “Od ile korkutma bizi vâiz.” Taşlıcalı Yahya Bey’in bir düşüncesi vardı: Kâşki sevdüğümi sevse kamu ehl-i cihân Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa (Keşke sevdiğimi herkes sevseydi de, hepimiz, yalnız onu konuşsak, ondan söz etseydik.) Aslında âşık kendisine rakip istemez; ama söz konusu sevgili Vedud olursa, yani sevginin ve aşkın asıl kaynağı olursa bu sevgiyi başkalarıyla paylaşabilir. … Ve aşkın ayak sesleri: Şeyh Galib’den dinlemeli aşkın ayak seslerini: Sûr mu mâtem mi bilinmez yakîn Nây u kudûm ile gelir âh âh Nûr-ı mücessem midir âteş midir Yakışını söylesem âh âh Âh mine’l ışkı ve hâlâtihî Ahraka kalbî bi harârâtihî (Ah ah! Neyle, kudümle gelir; düğün müdür, yas mıdır, gerçekten bilinmez… Cisim şekline girmiş nur mudur, ateş mi? Hele yakışını hiç anlatamam; ah, ah!... Ah aşktan, aşkın hâllerinden; gönlümü hararetiyle yaktı yandırdı.) Yazarın bir merakı: Acaba ateş mi terbiye eder, ateş mi yüceltir insanı? Ya cehennemde ateş olmasının sırrı ne ki? Dünyada yanmasını 62 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 Ney ve insan ne kadar benziyor birbirine. Herhalde bu yüzden Mevlana, “Mesnevi”sine uzun bir ney macerasını anlatmakla başlamış. Mistik şair Fuzuli fırsat düştükçe neyi müşahhaslaştırmış; insanın hayat çizgisiyle ney arasında benzerliklere işaret etmiş. Birinde de şöyle demişti: Ney kimi her dem ki bezm-i vaslını yâd eylerem Tâ nefes vardur kuru cismümde feryâd eylerem (Ney gibi senin kavuşma meclisini ne zaman yâd etsem kuru cismimde nefes var oldukça feryat eyliyorum.) Neyin, neyistanı anıp inlemesi gibi, insan da hayatta olduğu müddetçe hep Bezm-i Elest’i yâd edip hasretle inleyecektir. Hâl böyle olunca âşık için ölüm “vuslat” olmaz mı Sevgiliye… Çünkü aslında dünyada “ben” diyen kişi cahillik etmektedir. Varlık geçicidir. Aynadaki görüntü gibidir. Asıl sahibi istediği zaman da kavga gürültü etmenin bir anlamı yoktur. Yani canı Canan dileyince vermemek olmaz, Fuzuli’nin dediği gibi: Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil Ne nizâ eyleyelim ol ne senindir ne benim Mademki geçici bir süre “İki kapılı bir handa” konaklıyoruz. Öyleyse benlik ve bencillik dâvâsı gütmenin bir anlamı yoktur. Toplumsal kavgalara sebep olacak her türlü rekabetten kurtulmalı ve kendimizle mücadeleye girişmeli tez elden. Bizden gayrilere de yâr olmalı; bâr (yük) olmamalı. Güzel insan olmanın da temeli bu değil mi? Ö rnek hayatlar Sürekli doğruyu arayan adam Graudy’nin ardından (1913 - 2012) Nevin Meriç Din Hizmetleri Uzmanı başına meydan okuyan 17 Temmuz 1913’te Marsilya’da doğdu. 1952 yılında Sorbonne Üniversitesi’den edebiyat dalında, 1954 yılında da SSCB Bilimler Akademisi’nden bilim dalında doktor unvanını aldı. Fransız Komünist Partisi'nde üst düzeyde görevlere kadar yükselmiş, Fransa'nın ünlü düşünürlerinden biri olarak görülmüştü. Charles de Gaulle, Stalin, Castro, Picasso, Aragon ve Sartre gibi isimlerle sıkça aynı karede yer almıştı. Garaudy, bazıları Türkçeye çevrilmiş 60'a yakın eserin sahibi. 2 Temmuz 1982 günü Cenevre'de Müslümanlığı seçti. Türkiye’de ve bütün dünyada tanınan ünlü Fransız Müslüman düşünür Roger Garaudy (Roje Garodi), Paris’te 99 yaşında hayata gözlerini yumdu. Ölümü de hayat gibi seviyorum diyen büyük düşünür her canlı gibi ölümü tattı ve dünya sahnesinden ayrıldı. Sürekli iyiyi, doğruyu arayan bir insan modeliydi. Doğru bildiğine hemen tabi olur ve fakat yanlışını görünce de bütün imkânları reddedip vazgeçerdi. Dünyanın görmediği ve fakat hakikatin gizlenemeyeceğini tek başına tekrar aktifledi. Dünya basını metazoru vefat haberlerini geçmeye başladıklarında Müslüman dünya onun için çoktan tekfin sürecine geçmişti. Cesurca inandığı değerleri savunan insanların günümüzde örnekliği olan Graudy'i Müslüman dünya çok sevdi. ve kazanan güzel bir Doğum: Aile mümindir Graudy. Mağripli koyu bir Hristiyan büyükanne ve Fransız bir dedesi vardı. Babası rahip okuluna gönderilmiş ve fakat dinsiz olmuştu. Koca ailenin gücü sadece onu okutmaya yetti. Dünyada zulme, haksızlığa karşı tek 14 yaşında Protestanlığa geçti ama aradığını bulamadığından Katolik oldu. Hristiyanlıkla Marksizm’in birbirinin tamamlaSAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 63 yıcısı olduğunu düşünürdü. Üniversitenin felsefe bölümünde okurken gidip Komünist Gençlik Kulübü’nün yetkilisine, “Ben Hristiyanım ve size katılmak istiyorum” der. Çünkü komünizmin insanlar arası eşitliği savunduğuna inanan bir idealisttir. Stalin’le ailecek tanışır. Moskova’da uzun süre ikamet eder ama zamanla Marks’ın istediği komünizmle, uygulanan komünizm arasında dağlar kadar fark olduğunu görür. Artık yüzleşme dönemine geçer. 1933’de tam yirmi yaşındayken “bu dünyada yapmam gereken nedir?” sorusuyla hayatın içine fırlatılıp atıldığını anlar. Her şeyi sorgular. Kendi tabiriyle “idealin gerçekten daha gerçek” olduğuna ve olabileceğine yürekten inanır. Sovyetler Birliği’ne tapınırcasına bağlanma fikrinden vazgeçer. Bütün dünyayı turlamaya, her medeniyet ve kültürü, her din ve inanışı ana kitaplarından okumaya devam eder. İslam’la karşılaşması İkinci Dünya Savaşı çıktığında Fransız ordusunda asker olan Graudy Fransa’nın Hitler’le işbirliği yaptığını görünce birkaç arkadaşıyla birlikte “İşbirlikçiliğe hayır!” el ilanlarını hazırlayıp kışladaki tuvaletlerin içine yapıştırır. Onun yaptığı anlaşılınca yakalanıp, Fransız sömürgesi olan Cezayir’in çölüne sürgün edilir. Bir başka disiplin suçu daha alınca Fransız komutan hepsinin kurşuna dizilmesi emri verir. O anda hiç öngörülemeyen bir şey olur. Cezayirli Müslüman askerler Fransız komutanın onlarca kırbacına rağmen ateş etmezler. Buna çok şaşıran Garaudy savaş bittikten sonra Müslüman askerlerin davranışının nedenini araştırır. Ve onların inancında eli silahsız bir adama ateş etmeyi “küfür/kâfirlik” olarak gördüklerini ve dahi imanlarını kaybetmemek için ateş etmediklerini öğrenir ve çarpılır. İslam’ı araştırır. İslam felsefesini inceler. Hidayetine giden yol böyle açılır. Garaudy'nin medeniyet anlayışı Roger Garaudy, 5000 yıllık insanlık geçmişinin bilincinde olup; İslam, Latin Amerika, Afrika, Asya medeniyetlerinden müteşekkil evrensel bir diyalog taraftarı olmuştur. “Nasıl bir entelektüel” sorusunu; “Bütün din, medeniyet ve kültürler konusunda derin bilgiye sahip bir 64 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 entelektüel. Bildiğini eyleme dönüştürerek adaletsizliğe ve zulme başkaldıran bir aydın. İnsanlığın mutluluğu ve huzuru için gözünü budaktan esirgemeyen ve bu uğurda her şeyi göze alabilen bir düşünür” diye cevaplar, birçok kitabını çeviren Cemal Aydın. Bütün bu çabaya rağmen kimseye yaranamayan bir insandır Graudy. Komünistken “Öte âlem inancı olmayan, Allah’a imanı taşımayan bir sistem ayakta kalamaz! Zaten Marks’ın hayal ettiği komünizm bu değil!” deyip, Hristiyan papazlarla komünistler arasında diyalog başlatır. Komünizmin kalesi olan Sovyetler Birliği Çekoslovakya’ya müdahale edince isyan bayrağı açar ve komünistler kendisini dışlar. “Eski Yunan’dan ta 16. yüzyıldaki Rönesans’a kadar, insanlığın felsefe yapmaması, düşünmemesi mümkün değildir! O boşluğu İslam düşünürleri doldurdu!” dediği için ‘Batılı aydınlar’ tarafından dışlanır. “Hristiyanlık, İmparator Konstantin’in çarpıttığı bir şekle bürünmüş, o zamandan beri ezilenin değil ezenin yanında yer almıştır!” dediği için de Hristiyan din adamlarının aforozuyla karşılaşır. “Hitler bizi öldürdü diye diye dünyanın vicdanlarını kanatıp istismar ediyor, fakat Hitler’in size yaptığının daha insafsızını şimdi Filistinlilere sizler kendiniz yapıyorsunuz!” dediği için de Yahudiler, Siyonistler kendisine düşman kesilir. Batı'nın dışladığı Garaudy'yi İslam dünyası bağrına basar. İran, Ürdün, Suriye, Libya vb. pek çok İslam ülkesinden taltif görür ve önemli ödüller kazanır. Garaudy “Medeniyetler Arası Diyalog” tezini de ilk defa ortaya atan, bunun için bir Enstitü kuran ve bu konuyla ilgili de eserler yazan biridir. Nazım Hikmet’le tanışır. Garaudy’nin eserlerini Türkçeye ilk çevirenler arasında Doğan Avcıoğlu ismini görürüz. 1982 yılında Müslüman oluncaya kadar farklı kesimler kendisinden tam 12 eser çevirir! “Le Monde (Lö Mond)”da “Niçin Müslüman Oldum?” başlıklı yazısı çıkınca ise kendisinden yüz çevirirler. Dünyada zulme, haksızlığa karşı tek başına meydan okuyan ve kazanan güzel bir mümindir Graudy. Allah rahmet eylesin. HiKMET PENCERESi M. Lütfi Arslan Bizler aynı kitabın ve peygamberin çocuklarıyız Ümmetin gözyaşları yüreğimizi yakıyor. Çile şairinin dediği gibi sanki insanlığın her suçunda biz varız. Aldırmazlık edemeyiz. Hüküm, zamanı geldiğinde aramızda ayırım yapmayacak. Toplantının başlığı “Küreselleşme Çerçevesinde İslam Ülkeleri ile İlişkiler” başlığını taşıyordu. Üç konuşmacı, az sayıdaki dinleyici ile ortak bir duygu ikliminde sunumlarını yapmış, sıra soru faslına gelmişti. Birkaç sorudan sonra henüz 18’inde bir delikanlı elini kaldırdı. Kılık kıyafeti, oturması ve soruş tarzı popüler kültürün izlerini taşıyan bu genç metalik bir sesle konuşuyordu: “Diğer İslam ülkeleri ile ilişkilerimizi neden bu kadar önemsiyoruz ki? Bizim zaten kendimize ait yeterince derdimiz yok mu?” Üç konuşmacı da bu kadar net ve açık bir itiraz beklemiyordu. Salonda bir anda buz gibi bir hava esti. Dinleyicilerden mırıltılar yükseldi. Sonra konuşmacılardan bir tanesi cevap vermeye başladı. Aslında cevap vermiyor, düşünüyordu. Sanki patinaj yapar gibiydi. Bir ara ağzından nasıl olduysa “ümmet” kelimesi çıktı. Sanki o anda odaya parlak bir pencere açıldı. Konuşmacı “ümmet” dedikçe yüzlerdeki gerginlik kalktı, bir merhamet ve şefkat pırıltısı geldi oturdu: “Biz bir ümmetiz. Senin oralı veya buralı olman çok fazla anlam ifade etmiyor. Hepimiz aynı ümmetin evlatlarıyız. Ümmetin her ferdi için kaygılanmalı ve derdi ile dertlenmeliyiz. İslam ülkeleri ile ilgilenmek o yüzden boynumuzun borcudur.” Söz bitince gence tatmin olup olmadığı soruldu. Genç olumlu anlamda başını salladı. Doğrusu tatmin olmasa itirazını sürdüreceğinden kimsenin şüphesi yoktu. Konuşmacı “ümmet” dedi tekrar: “Biz bir ümmetiz. Dili, rengi, sınırları, milliyeti aşan bir birlikteliğimiz var. Bu bir inanç ve gönül birlikteliğidir. Bizler aynı kitabın ve peygamberin çocuklarıyız.” SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 65 müzde hiçbir şey olmamış gibi davranamayız. Ecdadın, savaş meydanında mehterin sesini duyduğunda hareketlenmeye başlayan ve neredeyse mahmuzlarını parçalayacak hâle gelen atları gibi yerimizde duramaz hâle geliriz. Yüreğimiz kabarır bizim. Gecemiz gündüzümüze karışır, hayatımız alt üst olur. Keder önce gönlümüze, sonra yüzümüze iner, orada duramaz, bizi de katar önüne, sel olur, zalimin yüzüne patlar. Öyle de gerekir, çünkü Muhammed Ümmetini bizden, bizi ise “Allah” dendiğinde gözü yaşaran, kalbi yumuşayan Ümmeti Muhammed’den başka kurtaracak, felaha erdirecek, gözümüzdeki yaşı, ruhumuzdaki gamı dindirecek yoktur. O yüzden bizim geçirdiğimiz her boş vakit, girdiğimiz her günah, yaptığımız her faydasız iş, düştüğümüz her gaflet çukuru ümmetin başına Evet, öyleyiz; bizler aynı kitabın ve peygamberin çocuklarıyız. O yüzden Suriye denilince içimizde fırtına kopar bizim. Reel-politiğin duygusuz yüzü, diplomasinin soğuk koridorları bu fırtınaya bir anlam veremeyebilir. Ama ümmet olmak bizi ta hesap gününe kadar sarkacak bir sorumluluk sahibi yapmıştır. Ümmet olmak, bizi birbirimize zimmetlemiştir. Zimmetli olmak, birbirinden sorumlu olmak demektir. Ümmet olmak biri yekdiğerinin hesabına kaydedilmiş canlar topluluğu demektir. Biz bir ümmetiz. Ümmeti olmakla şeref bulduğumuz canımız Peygamberimizin buyurduğu gibi biz, bir binanın tuğlaları gibiyiz. Aramıza konulmuş sınırlar, mesafeler, statüler, gönüllerimizin sıcaklığı ve yüreklerimizin aynı frekansla çarpması karşısında yok hükmündedir. O yüzden biz, Ebu’l-Hasan Harakâni’den ilhamla şöyle deriz: “Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada bir din kardeşimizin parmağına batan diken, bizim parmağımıza batmıştır; onun ayağına çarpan taş, bizim ayağımıza çarpmıştır. Onun acısını biz duyarız. Bir kalpte hüzün varsa, o kalp bizim kalbimizdir.” Biz harekete geçmezsek, adaleti kimse dert etmez. O yüzden zulmün, acının, kanın ve adaletsizliğin sıradanlaştığı bir dünyada hiçbir şey olmuyormuş gibi yaşamak bu ümmete ardır. “Şems bana bir şey öğretti: ‘Yeryüzünde bir tek mümin üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.’ Ben de biliyorum ki, yeryüzünde üşüyen müminler var, artık ben ısınamıyorum.” Biz bir ümmetiz. Aynı kitabın ve peygamberin çocuklarıyız. Biz o cansız bedenleri, akan kanları, dökülen gözyaşlarını, evinden yurdundan edilmiş kardeşlerimizi gördüğü- 66 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 Fotoğraf: Abid Katib Biz bir ümmetiz. Aynı kitabın ve peygamberin çocuklarıyız. Afganistan, Irak, Libya, Somali, Filistin denilince bizim yüreğimiz yangın yerine döner. Çünkü oraların kalbi bizim sadrımızda atar. Ümmetin mazlum ve mağduru gözlerini göklere dikip “Ya veyletâ…” diye ah ettiğinde o ahla sadece Arş titremez, biz de titreriz. O acı çekiyorsa biz de acı çeker, o ağlıyorsa biz de ağlarız. Ümmetin tek ferdinde bile bir acı varsa biz artık o saatten sonra sevinemeyiz, gülemeyiz, Mevlana gibi üşüyen bir tek kişi varsa bile ısınamayız: düşen bombalar kadar acıtıcı ve yıkıcıdır. Biz faydasız mekânlarda saatler harcarız, bu sadece gönüllerimize değil, Suriye’ye de bomba olur düşer. Biz gafletle vakit öldürürüz, bu sadece vaktimizin değil, Irak’taki pazar yerinin katliamı olur. Biz zevkin, keyfin ve eğlencenin kaçamağında harcanırız, bu sadece ruhumuzu harcamaz, Afganistan’da zevk için öldürülen Afganlı olur. Biz umursamaz, aldırmaz, dertlenmeziz; bu, sadece Peygamberimize, mensubu olduğumuz ümmete, ecdada, toprağımıza ve özümüze ihanet olmaz, Ortadoğu’da kardeşin kardeşe sıktığı kurşun olur. Biz Muhammed ümmetiyiz. İnsanlar içerisinde çıkarılmış en hayırlı ümmet biziz. Denge bizimledir, adalet ancak bizim kitabımızla sağlanır. Biz ayağa kalkmazsak, mazlumun acısını dindirecek kimse olmaz. Biz harekete geçmezsek, adaleti kimse dert etmez. O yüzden zulmün, acının, kanın ve adaletsizliğin sıradanlaştığı bir dünyada hiçbir şey olmuyormuş gibi yaşamak bu ümmete ardır. Biz böyle bir dünyada yaşayalım diye gelmedik. Biz mazlumun gözyaşının dindirildiği, zalimin zulmünün engellendiği, hak ve adaletin tesis edildiği bir dünya kurmak için geldik. Kardeşim, bize mazlum olmak yakışmıyor, biz, Hakkı tutup kaldırmalı, zalime karşı çıkıp, mazlum coğrafyamızı yeniden güldürmeliyiz. Dört bir yandan bize sesleniyorlar duymuyor musun? Bu bir çağrıdır; “Gel artık, yeter” çığlığıdır. Bizi çağıranlar neye çağırdıklarını biliyorlar. Biz de neye çağrıldığımızı bilmek zorundayız. Biz Muhammed Ümmetiyiz; bizim Asya’nın steplerine de söyleyecek sözümüz var, Manhattan’in bloklarına da… Afrika’da su arayan siyah da bizi bekliyor, Paris sokaklarında onurunu arayan siyah da… Bize bütün küreyi içine alacak bir yürek lazım. Bu yüreğin potansiyeline sahibiz. Muhammed Ümmeti olmak demek sadece kürenin değil, bütün evrene şamil bir rahmetin temsilcisi olmak demektir. Yapmamız gereken ümmeti olmakla şeref bulduğumuz Peygamberimizin hâliyle hallenmektir. Yüreğimizin sınırlarını dünya kadar genişletmeliyiz. Herkesi, her yeri ve her zamanı yüreğimize raptedecek bir üslubumuz, bir gündemimiz ve hepsini içine alacak kadar geniş bir idrakimiz olmalı. Allah Rasulü döndü mü bütün vücuduyla dönerdi. Biz de bütün vücudumuzla dönmeliyiz küreye. Çünkü insanın olduğu her yer bizimdir. Her mesele bizim meselemizdir. Ümmetin gözyaşları yüreğimizi yakıyor. Çile şairinin dediği gibi sanki insanlığın her suçunda biz varız. Aldırmazlık edemeyiz. Hüküm, zamanı geldiğinde aramızda ayırım yapmayacak. Her acıda hissemiz var. Her gözyaşında yüreğimiz çağıldar. Her çığlık bizde kopar. Biz birbirine zimmetli canların oluşturduğu bir topluluğuz, aynı kitabın ve peygamberin çocuklarıyız. SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 67 UZMAN GÖZÜYLE Alaaddin Yanardağ / Sosyolog ‹ş yerinde psikolojik şiddet (Mobbing II) �şyerinde psikolojik baskıyla, hem bireysel, hem de kurumsal olarak mücadele edilmelidir. Bütün bu mücadele yollarından ayrı olarak, yasal yollara başvurmaktan da kaçınılmamalıdır. Çalışan kişiyi, canından bezdirmeye, işi bırakmaya yönelik, bir tür psikolojik taciz ve şiddetin uluslar arası kavramsal adı mobbingdir. Peki, bu şiddeti uygulayanlar kimlerdir ve mobbinge karşı kendimizi nasıl savunabiliriz? Mobbing uygulayanların bazı özellikleri Abant İzzet Baysal Üniversitesi İ.İ.B.F. Kamu Yönetimi Bölümü'nden Yrd. Doç. Dr. E. Elif Yücetürk, Türkiye’de mobbing üzerine akademik çalışma yapan öğretim üyesi. Yücetürk’ün yaptığı araştırmalar gösteriyor ki; psikolojik şiddete başvuran kişilerin, kendilerini olduğundan üstün göstermek isteyen, ikiyüzlü, onursuz ve sahtekâr tavırlarla, farklılıklara ve başkalarının yaşamlarına önem vermeyen eylem biçimlerinden anlaşılabilecekleri ileri sürülüyor. Bunların kişilik özellikleri birkaç grupta toplanabilir: Bu kişiler genellikle kendi itibarlarını yükseltmek için kötü niyetli ve hileli eylemlere başvurur. Aşırı denetleyici, korkak ve sinirli bir yapıya sahiptirler. Korku ve güvensizliklerini bir başkasına çamur atarak yenmeye çalışırlar. Kendi sorunlu kişiliklerini saklamak amacıyla diğerlerinin manevi gelişimini önleyecek şekilde güç kullanma eğilimindedirler. Bu nedenle “günah keçisi” ararlar, örgüt hiyerarşisinde çalıştıkları için kendilerinin güç uygulama ayrıcalığına sahip olduğunu düşünürler. Sözde lider olan bu 68 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 kişiler, gerçekte lider sayılamazlar, her zaman özel işlem görme beklentisi ile kendilerini hukuk ve ahlak ilkelerinin üzerinde görürler. Hiyerarşik kademelerde hızla yükselmek için her yöntemi kullanabilirler. Bekledikleri hayranlığı ve takdiri kendilerine göstermeyen bireylere karşı acımasız olabilirler. Prof. Dr. Psikiyatr Nevzat Tarhan’a göre işyerinde duygusal terör uygulayan yöneticiler, baskıcı, otoriter ve totaliter kişilik yapısına sahip insanlar ve kendi fikirlerini zorla kabul ettirmek isterler. Kesinlikle eleştiriye kapalıdırlar. Ve farklı düşünceye toleransları yoktur. Mobbing, üst yöneticilerde bir meslek hastalığı olarak sık görülüyor. Mobbing’i uygulayan yönetici, selamlaşmaz, konuşmaz, o psikolojik şiddet uyguladığı kişi sanki orada yokmuş gibi davranır, karşı olduğu kişinin itibarına, mesleki konumuna saldırır, alay eder, arkasından konuşur, insanı canından bezdirir, istifa ve kavgaya sürükler, azarlar, özel görevler vermez, özgüveni kaybettirmek için verdiği işi geri alır, psikolojik sağlığı tehdit eder, ağır işlere yönlendirir. Aslında bu kişiler olgun değillerdir. Sözel ifadelerden korkarlar ve güvensizdirler. Ayrıca kıskançtırlar. Kişilik bozukluğu içerisinde de olabilir. Emrinde profesörü çalıştırıp egosunu tatmin eden çok işveren vardır. Genellikle kötü çocukluk dönemi bu kişilerin özgeçmi- şinde vardır. (Saka, Füsun, İşyerlerindeki Kâbus-Duygusal Taciz, 23/6/2006 Hürriyet.) Yapılması gerekenler Mobbing kavramının kurumlarda sıkça telaffuz edilmesinde yarar vardır. Konu, hiperaktif çocuklar olayına benziyor. Hiperaktif kavramının bulunmadığı dönemlerde, hiperaktif çocuklar sürekli dayak yerdi; çocukcağız da kalkıp “Yapmayın ben hiperaktifim” diyemezdi. Yine bir zamanlar “diyabet” kavramı yoktu. Bu yüzden zayıflayan şeker hastalarına yakınları, kuvvetten düşmesinler diye zorla baklava, kaymak yedirirlerdi. Diyabet kavramı ortaya çıktığından bu yana, şeker hastalığının teşhisi ve tedavisi kolaylaşmıştır. Benzeri durum işyeri zorbalığı için de geçerlidir. Kavramın telaffuz edilmesi, sorunun teşhisini ve giderilmesini kolaylaştırır. Ülkemizde konuyla ilgili tatmin edici çalışmalar henüz bulunmamakla birlikte 19.03.2011 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanmış olan 2011/2 sayılı Başbakanlık Genelgesi önemli bir adımdır ve soruna çözüm getirecek niteliktedir. Buna göre, işyerlerinde (kamu ve özel) memurlar dâhil tüm çalışanların psikolojik tacize (mobbing) maruz kalmaması için önlemler sıralanmıştır. Bu konuda diğer önemli bir çalışma da Nisan 2011 tarihli TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu tarafından yapılan ve yayınlanan aynı zamanda bu makalenin de temel referansı olan İşyerinde Psikolojik Taciz (Mobbing) ve Çözüm Önerileri Komisyon Raporu’dur. Komisyon, mobbing olgusundan ne anlaşılması gerektiği, mobbingin nedenleri ve sonuçları, bireyleri nasıl etkilediği, mobbing mağdurunun, mağduriyetini nasıl ispatlayacağı, hangi yasal yollara başvurabileceği konularında tespitler yaptığı gibi mevcut durumu ortaya koyup, bu sorun alanına ilişkin yasama sürecinde neler yapılabileceği, mobbingin nasıl engellenebileceği, toplumda nasıl farkındalık yaratılabileceği gibi konulara ilişkin çözüm önerileri de geliştirmiştir. Tarhan, kişilerin kendilerine mobbing uygulanması hâlinde yapmaları gerekenleri şöyle sıralıyor: “Önce kurban rolünü kabullenmemek gerekir. Yönetimi, süreçten haberdar etmek önemlidir. Duygularınızı ve yaşadıklarınızı içinize hapsetmemeniz lazım. Çünkü bastırılmış duygular zarar verir. Önce düşünmek, veri toplamak gerekir. Olayın arka planını, bağlantılarını ve inceliklerini düşünmek gerekir. En büyük hata, karşı tarafın savaş alanına girmektir. O kişi sizin duygusal tepki vermenizi istiyordur. Siz düşünerek tepki verirseniz onu düşündürtmüş olursunuz. Mobbing uygulayanı düşündürtecek şeyler ve yollar bulmak en iyi çözümdür.” Sonuç olarak Türkiye, adı yeni konmuş olsa da mobbingin yaygın olduğu ülkelerden biridir. Mobbingin işyerlerinde yaygın olarak görülmesinin nedenleri arasında yönetimin davranışları, hatalı personel seçimi, işe alım süreci, kurumdaki sayılı pozisyonları elde edebilmek için bireyler arasında yaşanan acımasız rekabet, yetersiz liderlik, çatışma çözümü yeteneklerinin zayıflığı ve hiyerarşik yapının fazlalığı sayılabilir. Aslında mobbingi durdurmak ya da engellemekten önce bu sorunun varlığını anlamak gerekmektedir. Bu bağlamda mobbingin psikolojik bir saldırı olduğu düşünülürse psikolojik savunma yöntemlerinin geliştirilmesi büyük önem taşımaktadır. Böylece alınan yaranın derinleşmesi önlenebilir ve iş yaşamının dışına atılmaktan kurtulunabilir. İşyerinde psikolojik baskıyla, hem bireysel, hem de kurumsal olarak mücadele edilmelidir. Bütün bu mücadele yollarından ayrı olarak, yasal yollara başvurmaktan da kaçınılmamalıdır. (İşyerinde Psikolojik Taciz (Mobbing) ve Çözüm Önerileri Komisyon Raporu 2011. TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu yayınları no: 6, Mağdurları genelde kadın olmasına rağmen, ülkemizdeki ilk mobbing davasını bir erkek bürokrat açmıştır. Toprak Mahsulleri Ofisi’nden Ş.T. uğradığı psikolojik baskı yüzünden kendisinin ve ailesinin depresyona girdiği gerekçesiyle, yöneticilerinden 15 bin TL tazminat talep etmiştir. İstifası istenen, rütbesi düşürülen, göreve iadesi için açtığı davayı kazanmasına rağmen baskı ve yıldırmaya maruz kalan Ş.T. mobbing gerekçesiyle ilk davayı açan kişi olarak Türk hukuk tarihine girmiştir. (a.g.e., s. 7.) s. 57.) SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 69 FIKIH KÖŞESİ DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULUNDAN Unutarak yiyen kişiye oruçlu olduğunun hatırlatılması gerekir mi? Unutarak yemek içmek orucu bozmaz. Hz. Peygamber (s.a.s.) konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur; “Oruçlu kimse oruçlu olduğunu unutup da yediği ve içtiği zaman, orucunu (bozmayıp) tamamlasın! Çünkü o oruçluya ancak Allah yedirmiş ve içirmiştir.” (Buhari, Savm, 26.) Oruçlu olduğunu unutarak yiyip içen kişi, yaşlı, hasta, zayıf ve oruç tutmaya kuvvet getiremeyecek durumdaysa onu gören kişi oruçlu olduğunu hatırlatmamalı, oruç tutmaya kudret getirebilecek durumdaysa hatırlatmalıdır. Anestezi orucu bozar mı? Anestezi, nefes yolu veya iğne ile vücuda ilaç verilerek oluşturulmaktadır. Nefes yolu veya iğne ile yapılan anestezi, mideye ulaşmadığı gibi, yeme-içme anlamı da taşımamaktadır. Ancak bölgesel ve genel anestezide, acil durumlarda ilaç ve sıvı vermek amacıyla damar yolu açılarak, bu açıklık işlem süresince serum vermek suretiyle sağlanmaktadır. Bu itibarla, sınırlı uyuşturma orucun sıhhatine engel değildir. Bölgesel ve genel anestezide serum verildiği için oruç bozulur. Yıkanmak orucu bozar mı? Ağız ve burundan su girip mideye ulaşmadıkça oruçlu kimsenin yıkanması orucuna zarar vermez. Nitekim Hz. Aişe ve Ümmü Seleme validelerimiz Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ramazanda imsakten sonra yıkandıklarını haber vermişlerdir. (Buhari, Savm, 25.) Bu itibarla, ağız ve burundan su kaçırmamak şartıyla oruçlu kişi yıkanabileceği gibi, havuz veya denize de girebilir. Ancak yüzme esnasında su yutmaktan kaçınmak zor olduğu için ihtiyatlı davranmak uygun olur. Oruçlu kimse abdest alırken hataen boğazına su kaçırsa orucu bozulur mu? Orucun bozulması konusunda hata; abdest sırasında ağzını çalkalarken isteği dışında boğazına su kaçması örneğinde olduğu gibi, orucu bozan fiilin orucu bozma kastına dayalı olmayarak meydana gelmesidir. Orucu bozan fiilin hataen yapılması orucu bozar ve yalnızca kazayı gerektirir. Hataen boğaza su kaçması, oruçlu bulunulduğu hatırda değilken meydana gelirse, unutarak yapılmış hükmünü alır ve oruç bozulmaz. Bir sahabi Rasulüllah (s.a.s.)’a, “Ey Allah’ın Rasulü! Oruçlu iken unutarak yiyip içtim. Orucum bozuldu mu?” diye sormuş. Rasulüllah (s.a.s.) da, “(Hayır bozulmadı) sana Allah yedirip içirdi.” (Ebu Davud, Savm, 39.) cevabını vermiştir. Şafii mezhebine göre orucu bozan bir işi gerek hataen, gerek unutarak yapmakla oruç bozulmaz. Kazaya kalan ramazan orucunu belli bir sürede tutma zorunluluğu var mıdır? Ramazan orucunun kazası, oruç tutmanın haram olduğu günler dışında her zaman yapılabilir. Hanefilere göre kaza için bir zaman sınırlaması yoksa da mümkün olan ilk fırsatta kaza oruçları tutulmaya çalışılmalıdır. Oruç tutmanın yasak olduğu günlerin başında bayram günleri gelir. Hz. Peygamber (s.a.s.) iki vakitte oruç tutulmayacağını bildirmiştir ki birisi Ramazan Bayramı’nın birinci günü, diğeri Kurban Bayramı günleridir. (Buhari, Savm, 66-67.) Şafiiler’e göre ise bir ramazanda kazaya kalmış orucun, gelecek ramazana kadar kaza edilmesi gerekir. Bir ramazanın kaza borcu herhangi bir mazeret olmaksızın yerine getirilmeden, öteki ramazan gelecek olursa, kaza borcuna ilaveten bir de fidye ödeme yükümlülüğü bulunmaktadır. 70 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 Oruçlu kimse diş tedavisi yaptırabilir mi? Orucun bozulması için yeme, içme ve cinsel ilişki ya da bu anlamları ifade eden bir fiilin işlenmesi gerekir. Bu sebeple sırf diş tedavisi sebebi ile oruç bozulmaz. Tedavinin ağrısız gerçekleşmesi için yapılan enjeksiyonlar da beslenme amacı taşımadığı için orucu bozmazlar. Ancak tedavi sırasında yapılan başka işlemler sebebi ile -mesela ağız su ile çalkalanırken- boğaza su, kan veya tedavide kullanılan maddelerden biri kaçarsa oruç bozulur ve kaza edilmesi gerekir. Kazaya kalan ramazan oruçları nasıl tutulmalıdır? Ramazan ayında tutulamayan oruçların ve başlanıp da bozulan oruçların kaza edilmesi gerekir. Kur’an-ı Kerim’de; “İçinizden hasta olan veya yolculukta bulunan, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde tutar.” (Bakara, 2/184.) buyrulmaktadır. Kaza oruçlarının aralıksız tutulması hakkında herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Bu itibarla, kazaya kalan oruçlar, oruç tutulması yasak olan günler dışında, ardı ardına veya ayrı olarak tutulabilir. Ancak bu oruçların, geciktirilmeden bir an önce tutulması uygun olur. Çünkü bu bir borçtur, hemen ödenmelidir. Ayrıca insanın ne zaman öleceği de belli değildir. Akşam ezanının yanlışlıkla bir iki dakika erken okunmasından dolayı orucunu açan kimsenin ne yapması gerekir? Kur’an-ı Kerim’de oruç vaktiyle ilgili olarak “Şafağın aydınlığı gecenin karanlığından ayırt edilinceye (tan yeri ağarıncaya) kadar yiyin, için. Sonra da akşama kadar orucu tam tutun.” (Bakara, 2/187.) buyrulmaktadır. Özellikle büyük yerleşim birimlerinin en doğusu ile en batısı arasındaki zaman farkından dolayı akşam vaktinin temkin payı içinde kalması söz konusu olacağından, yanlışlıkla bir iki dakika önce okunan ezanla oruçlarını açmış bulunan Müslümanların oruçlarını kaza etmeleri gerekmez. Bu sürenin temkin süresinden daha uzun olması hâlinde ise oruç bozulur ve kaza edilmesi gerekir. Aşı olmak veya iğne yaptırmak orucu bozar mı? Dinimiz, tedavi sürecinde olan hastaların oruç tutmamalarına ruhsat vermektedir. Bu nedenle, tedavisi devam eden hastalar, sağlıklarına kavuşup, tedavileri sona erinceye kadar oruçlarını erteleyebilirler. Bununla birlikte, ramazan ayında herkesle birlikte oruca devam etmeyi arzu ediyor ve oruç tutmalarına da başka bir engel yoksa iğnelerini iftardan sonra yaptırmaları yerinde olur. Bu imkâna sahip olmayanlar, tedavi ve aşı amaçlı iğne yaptırabilirler. Ancak, oruçlu iken gıda ve vitamin iğneleri yaptırmak, damardan serum ve kan almak orucu bozar. Daha sonra bu oruç kaza edilir. Tutmadığı oruçları kaza etmeden oruç tutamayacak hâle gelen kimse ne yapmalıdır? Fakihlerin çoğunluğu, “Oruç tutmaya güç yetiremeyenler, bir yoksul doyumu kadar fidye öder.” (Bakara, 2/184.) ayetinden hareketle, mazeretli veya mazeretsiz oruç tutmamış ve kaza etmeden ölüm döşeğine düşmüş kimselerin oruç borçları için fidye ödenmesi vasiyetinde bulunmalarının müstehap olacağını söylemişlerdir. Eğer vasiyet etmişse mirasçıları malının üçte birini geçmeyecek şekilde bu vasiyeti yerine getirirler. Fidye, ölenin bıraktığı maldan teçhiz, tekfin masrafları ve borçları çıkarıldıktan sonra, kalan malın üçte birinden verilir. Şayet fidye üçte birden çok tutarsa, fazla olan kısım ancak varislerinin rızası ile ödenebilir. Şafii mezhebine göre bir kimse imkânı olduğu hâlde fidyeyi vermeden ölürse vasiyete gerek olmaksızın bıraktığı mirastan ödenir. Zira onun fidye ödemesi, hasta ve yolcunun orucu kaza etmesi gibidir. Fidye verme gücü olmayan kişiler ne yapmalıdırlar? Senenin hiçbir mevsiminde oruç tutamayacak kadar yaşlı olan (pir-i fani) kimselerin, ramazanın her bir günü için bir fakire fidye (yani bir fitre) vermeleri gerekir. İyileşme umudu olmayan hasta da bu hükme tabidir (Bakara, 2/184.) Maliki mezhebine göre ise, oruç tutmaya güç yetiremeyen yaşlı kişi için fidye vacip değildir. Fakat verirse müstehap olur. Fidye verecek gücü olmayanlar ise, fidyeden sorumlu olmazlar. SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 71 İSLAMLA YENiDEN DOĞANLAR 56 yaşında Müslüman olan Charles Prof. Dr. Ali Köse Marmara Üniv. İlahiyat Fak. İngiltere’nin Oxfordshire bölgesinde Hristiyan bir ailenin büyük oğlu olarak dünyaya geldim. Babam ben 14 yaşındayken öldü. Hayatta hiçbir rehberim yoktu. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından (1945), henüz 18 yaşındayken askere çağrıldım. Önce Almanya’ya, daha sonra da o tarihlerde İngiliz mandası olan Filistin’e gönderildim. 1948 yılına kadar Filistin’de asker olarak kaldım. Filistin topraklarının Hz. İsa’nın yaşadığı yerler olduğunu biliyordum, ama orayı bir türlü sevmemiştim. Çünkü İngiliz askerleri arkadan vuruluyordu ve kimin yaptığını bilemiyorduk. Bir an önce oradan kurtulmak istiyordum. Nihayet terhis vaktim geldi ve 21 yaşında İngiltere’ye geri döndüm. 1873 yılında annemin vefatıyla birlikte din hakkında daha fazla düşünmeye başladım. O zamanlar ismen Hristiyandım ve beni doğru yolda kılması için Tanrı’ya hep dua ederdim. 1975’te kader beni tekrar Filistin’e götürdü. Hristiyanlık bana Filistin’in Yahudilerin memleketi olduğunu öğretmişti. Her Batılı gibi bana da Yahudilerin İsrail’de Araplar tarafından kuşatıldığı öğretilmişti. Bu sebepten İsrail’e gidip Yahudilere mücadelelerinde yardım etmeye karar verdim. “The Jarusalem 72 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 Post” gazetesinde ilan vererek Tel Aviv’de bir iş buldum. Nihayet Tel Aviv’e yardım ve çalışmaya başladım. Fakat 3 ay sonra İngiltere’ye dönmeye karar verdim. Çünkü Yahudilerle arkadaşlık kuramamıştım. İngiltere’ye dönünce bir inşaat firmasında çalışmaya başladım. Fakat içimdeki ses “İsrail’e dön!” diyordu. Nihayet bir yıl sonra Tel Aviv’e döndüm. Bir müddet sonra tekrar İngiltere’ye gelmeye karar verdim. Bu defa beraber çalıştığım Yahudilerden şikâyetçi değildim, fakat sanki bütün bu ortamda bir yanlışlık var gibi geliyordu bana. Uçağa binince yine aynı ses “Hata ediyorsun, burada kal!” diyordu. Nihayet İngiltere’deki bir inşaat firmasında eski işim olan müfettişliğe döndüm. Ama içimdeki o his bir türlü yok olmak bilmiyordu. Bir yıl sonra İsrail’de bulunan bir arkadaştan mektup aldım. Bana, “Eğer bir daha İsrail’e gelirsen, Tel Aviv’e gitme, kibbutz denilen çiftliklerin bulunduğu küçük kasabalara git!” diyordu. Tekrar İsrail’e döndüm. Bu defa arkadaşımın dediği gibi kırsal kesime gittim. Ancak bu gidişimde düşman olarak gördüğüm Filistinlilerle yüz yüze gelmiştim. Yahudiler için yapılan yerleşim merkezlerindeki inşaatlarda çalışıyorlardı. Ben de inşaat teftişi ile uğraştığım için onlarla mecburen muhatap oluyordum. Karınlarını doyurabilmek için, kendilerini yok eden Yahudilerin inşaatlarında çalışıyorlardı. Yaşamak için başka çareleri yoktu. Bu sahneyi görünce Filistinlilere bir insan olarak acıdım. Filistinliler beni arkadaşça karşılamışlar ve bana sıcaklık göstermişlerdi. Oysa ben İsrail’e Yahudiler’e yardım etmek için gelmiştim. Artık, “Bana uçak kaçıran, adam öldüren diye öğretilen düşmanlarım bu insanlar mıydı?” diye düşünmeye başladım. Ön yargılarım yavaş yavaş kaybolmaya başlıyor, Filistinliler ile arkadaşlığım hızla gelişiyordu. Bir gün Filistinli inşaat işçilerinden birisi beni yakındaki bir Filistin köyüne davet etti. O köye doğru yola çıktık. Bir yaz günüydü ve insanlar evlerinin önünde oturmuşlar akşam çayı içiyorlardı. Her önünden geçtiğimiz ev bizi davet ediyordu. Ben çok şaşırıyordum, çünkü yoldan geçen birisini eve davet etmek hadisesine yabancıydım. Nihayet bir eve girdik ki, fakirlik her hâliyle kendini belli ediyordu. Fakat daha önemli bir haslet, bir ruhi zenginlik mevcuttu. Bize çay ve bisküvi ikram ettiler. Evde 5-6 yaşlarında bir çocuk vardı. Benim karşımdaki köşede sakince oturuyordu. Bir müddet oturduktan sonra kalkma vaktimiz geldi. Biz ayağa kalkınca, bu çocuk bize doğru yürüdü ve benim önümde durarak Arapça bir şeyler söyledi. Tabii ben bir şey anlamadım. Beni oraya götüren Filistinli devreye girdi ve “Bu çocuğun ismi Yusuf. Senden iyi geceler öpücüğü istiyor.” dedi. Bir anda her şey durmuştu. Ortalığı bir sessizlik kapladı. Sanki beynimden vurulmuştum. Evet, bu insanlardan şimdilik hoşlanmaya başlamıştım, ama onu nasıl öperdim, bunu aklımdan bile geçiremezdim. Donup kalmıştım. Nasıl olur da bu çocuk benden, bir İngiliz’den, kendisini yani bir Müslümanı öpmesini isteyebilirdi? O anda tarif edemeyeceğim bir şey oldu. Bir anda kendimi dizlerimin üzerinde buldum. Artık insanlığın son basamağında gördüğüm Arapların seviyesindeydim. Küçük Yusuf’un hizasındaydım. Göz göze geldik. Küçük Yusuf kollarını omuzlarıma atmış, kalbime yaslan- mıştı. Onu öpmüştüm. Yusuf kollarımdaydı. Ağlamaya başladım. Gözlerimden yaşlar boşanıyordu. Beni affetmesi için Tanrı’ya yalvardım ve duamın kabul edildiğini hissettim. Çünkü kulağımda bir ses çınlıyordu: “Bunlar senin insanların!... Bunlar senin insanların!...” Artık burası İsrail değil, Filistin’di. Bir anda her şeyi farklı açıdan görmeye başlamış, sanki yeniden doğmuştum. Neden buraya üç kez tekrar tekrar geldiğimi anlamıştım. Beni oraya çeken şey Yahudilere yardım etmek değil, benim insanlarımı bulmakmış. Dakikalarca ağladım. Benimle beraber bütün aile ağladı. Herkes olağanüstü bir şey olduğunun farkındaydı. O gece bir başlangıçtı. İslam’a dönüşümün başlangıcıydı. Artık haftada iki üç defa o köye gitmeye, Filistinlilerle tanışmaya, konuşmaya başladım. Köydeki herkesi tanıdım. Düğünlere, nişanlara katılıyordum, artık köyün bir parçası olmuştum. Fakat din konusunu konuşup tartışmıyorduk. Bana İslam’dan pek bahsetmiyorlardı. Sanırım benim hemen reddetmemden çekiniyorlardı. Bana İslam’ı kelimelerle değil, davranışlarıyla, örneklerle öğretiyorlardı. Artık İslam’ı hissetmeye, anlamaya başlamıştım. Bütün bunlar Yahudilerin işine gelmemişti. Filistinlilerle hemhal olmam, onlarla kaynaşmam Yahudilerin hoşuna gitmemişti. Bir gün iki polis gelip beni karakola götürdü. Sorguya çekildim. Neticede kendilerine yardım etmek maksadıyla geldiğim Yahudiler beni sınır dışı ettiler. Tekrar İngiltere’ye döndüm. Hâlâ şehadet getirip Müslüman olmamıştım. Fakat İngiltere’de kendimi artık yabancı bir memlekette gibi hissediyordum. Ruhen ıstırap içindeydim. Benim insanlarımı özlüyordum. Sonunda İngiltere’deki Müslümanları bulmaya karar verdim, çünkü benim olduğum bölgede hiç Müslüman yoktu. Bazı Müslüman kuruluşlarla irtibat kurup faaliyetlerine katılmaya, Müslümanlarla kaynaşmaya başladım. Çok geçmeden şahadet getirerek Müslüman oldum. Bir Hristiyan asıl evine, İslam’a dönmüştü. SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 73 DAĞARCIK Bülent Acun Müezzin-Kayyım / Niğde Bir gönül doktoru olarak din görevlisi Esasen her Müslüman dininin görevlisidir, gönüllüsüdür. Din görevliliği kavramı, gelişen teknolojiye paralel olarak değişen dünyanın, insan hayatının akışını oldukça hızlandırmasının neticesi olan, her konuda branşlaşma realitesinin, literatürümüze armağan ettiği sıcak, sevimli ve sade bir kavramdır. Din görevlisi, asr-ı saadetten günümüze bir ırmak gibi, gönülden gönüle çağlayıp gelen İslam tarihi boyunca, merkezinde bulunduğu İslam toplumlarının hep öznesi olagelmiştir. teden iç ve dış düşmanlara karşı bir Sütçü İmam olup mihrapta olduğu gibi, cephede de en öne geçerek, kahraman askerlerimizle birlikte el ele, gönül gönüle vererek, onları geldikleri gibi geri püskürtmeyi bilmiştir. İnsan için nasıl vücudunun bütün azaları önemli ve vazgeçilmez ise, toplum için de din görevliliğinin bütün kademeleri mühim ve vazgeçilmezdir. Şayet hayatı bir okul olarak telakki edecek olursak, din görevlisi hayat okulunun kulluk öğretmenidir. Gün olmuş, devlet idare etmiş, halkına, Hz. Din görevlisinin bulunduğu mekânda, kin Ebu Bekir (r.a.) olup şefkat ve merhamet, ve nefrete, şiddet ve hiddete, haset ve Hz. Ömer (r.a.) olup izzet ve adalet dağıtfesada zerre kadar yer yoktur; bilakis onun mış; gün olmuş, Sultan bulunduğu mekânlarda Alpaslan’ın yanında nizasevgi vardır, saygı vardır, mülmülk, sultan Fatih’in hürmet vardır, muhabDin görevlisi, yanında Akşemseddin, bet vardır, hikmet vardır, Osman Gazi’nin yanında, marifet vardır, ülfet vardır, etrafındaki Şeyh Edebali olup onlaünsiyet vardır. herkese değer ra bilgelikleriyle kılavuzDin görevlisi, etrafındaki veren, bundan luk ederek zaferden zafeherkese değer veren, bundolayı da re koşmuş; gün olmuş, dan dolayı da çevresindeçevresindeki “Değmesin mabedimin ki herkesten saygı gören göğsüne namahrem eli” herkesten saygı insandır. O gariplerle yoldiyerek, vatanına, bayrağıgören insandır. daş, dertlilerle sırdaş, yokna ve mukaddesatına kas- 74 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 sullarla haldaş, cemaatiyle arkadaş ve hiç kimseyi ayırt etmeden bütün insanlarla kardeştir. Din görevlisi, Allah ve Rasulünden aldığı ışığı cömertçe herkese saçan, kucak açan ve ufuk açan bir fazilet timsalidir. Onun görev mahalli sadece camiler değildir; mademki din bütün hayatı kuşatmaktadır, öyleyse insanlarla hayatı bir bütün olarak paylaşma böylece de sevinçleri çoğaltıp, acıları azaltma noktasında din görevlisi davet edildiği ve bulunması gereken yere âdeta Hızır gibi yetişen bir huzur insanıdır. gerçeği çok iyi bilir ki; “vefası olmayanın sefası olmaz.” Din görevlisi için zaman, sadece bugünden ibaret değildir; o engin ferasetiyle düne bakar, bugünü görür, emin adımlarla yarına yürür. Zor günlerin adamıdır din görevlisi… Belki mihrapta cemaatinin önünde, minberde yükseğinde, müezzinlikte arkasındadır ancak o hep cemaatinin ve bütün insanların yanı başındadır. Kan davalarının, töre cinayetlerinin, terörün, insan hakkı ihlallerinin, çevre kirliliDin görevlisinin yegâne gayesi, ezanda yolğinin, cehaletin ataletin ve toplumsal barış ları, namazda kulları, hayırda elleri, duada ve huzuru tehdit eden her şeyin önüne dilleri ve nihayet camide gönülleri birleştirgeçmenin belki de en kestirme yolu, sosyal mektir; işte bu ulvi gayehayatta dinin ve din görevyi gerçekleştirmek için o, lisinin daha aktif ve etkin elini, gönlünü, kapısını ve olmasından geçmektedir. Din görevlisi için sofrasını herkese her daim Yazının başından beri tadat zaman, sadece açık tutar. etmeye çalıştığım erdem bugünden ibaret Din görevlisi, âdeta vefave faziletlerin yegâne kaydeğildir; o engin nın ete kemiğe bürünmüş nağı Kur’an ve sünnettir. ferasetiyle düne hâlidir; bundan dolayı o Selam olsun camilerinin bakar, bugünü Rabbine vefalıdır, peygülü ve yüce Kur’an’ın gamberine vefalıdır, tarigörür, emin âdeta bülbülü mesabesinhine, kültürüne, ecdadına adımlarla yarına deki bütün din görevlileve milletine vefalıdır. O şu rine… yürür. SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 75 KÜRSÜDEN Konu: Bayram: Kardeşlik buluşması Dr. Abdurrahman Candan Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı I. Plan a) Bayramların ortaya çıkış süreci b) Bayramları kutlama adabı c) Bayramların toplumsal katkıları II. İşleniş Bütün kültür ve medeniyetlerde bayram geleneğinin olduğu, her toplumun önem atfettikleri günleri bayram olarak kutladıkları belirtilir. Bayramların kültür ve medeniyetlerin rengini taşıdığı, etkinliklerden kültür kodlarının okunabileceği anlatılır. Dinimizde de bayramların kabul edildiği ve İslam toplumunun olgunlaşmasıyla birlikte hicretin ikinci yılından itibaren ramazan ve kurban adıyla iki bayramın kutlanmaya başlandığı anlatılır. Bayramların Müslümanlar arasında samimiyet, paylaşma ve kardeşlik kültürünü oluşturmada büyük rol oynadığı, İslam kültürünü yansıtan güzel bir uygulama olduğu anlatılır. III. Özet sunum Bayramlar toplumların heyecan ve coşku günleridir. Her toplumun, din ve ahlak anlayışına paralel olarak bu günleri kutlama adabı vardır. Bazı toplumlarda sair zamanlarda hoş karşılanmayan, hatta suç kabul edilen içki, israf vb. bazı davranışlar bayramlarda serbestlik için yapılabilmektedir. İslam, hayatın her alanına düzen ve intizam getirdiği gibi bayramlara da getirmiştir. Bayramları toplu deşarj olma, eğlenme çılgınlığından çıkararak, ibadet, sevgi, kardeşlik, kay- naşma, yardımlaşma ve dengeli sevinç günlerine dönüştürmüştür. Bu öğretide bayramlar ibadet ile başlar, küs olanların barışması, muhtaçların ihtiyaçlarının karşılanması, topluluğun musafahası, akraba, hasta, yaşlı ve dostların ziyareti ile devam eder. Hz. Peygamber, katılımın çok olması için bayram namazlarını “namazgâh” olarak tanımlanan açık alanlarda kılardı. Çocuk ve kadınların toplu coşkuya katılmalarını tembih ederdi. Bayramların sadece sevgi ve barış şöleni olması için, silah taşınmamasını isterdi. Sevinç, ikram ve coşkunun pekişmesi için Ramazan Bayramı’nın ilk gününde ve Kurban Bayramı’nın dört gününde oruç tutulamayacağını ashabına bildirirdi. İslam’ın oluşturduğu iki bayramda ibadet ve sevinç ile birlikte sosyal yardımlaşma ön planda tutulmuştur. Ramazan Bayramı’nda muhtaçlara bayram namazından önce fitrelerin verilmesinin istenmesi, Kurban Bayramı’nda da fakir ve yoksullara kurban etlerinin dağıtılmasının istenmesi bunun açık göstergesidir. IV. Konu ile ilgili ayetler 1. “Ey iman edenler! Hepiniz topluca barış ve güvenliğe (İslam’a) girin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (Bakara, 2/208.) 2. “İçinizden varlık ve servet sahibi kimseler yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere bir şey vermeyeceklerine yemin etmesinler. Onlar affetsinler, vazgeçip iyi muamelede bulunsunlar. Allah’ın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz? Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nur, 24/22.) 3. “Meryem oğlu İsa, “Ey Allahım! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki; önce gelenlerimize (zamanımızdaki dindaşlarımıza) ve sonradan geleceklerimize bir bayram ve senden (gelen) bir mucize olsun. Bizi rızıklandır. Sen rızıklandıranların en hayırlısısın.” dedi. (Maide, 5/114.) V. Konu ile ilgili bazı hadisler 1. Enes b. Malik’ten rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’ye geldiğinde halk senenin iki gününde oynayıp eğleniyordu. Hz. Peygamber: “Bu iki gün nedir?” diye sordu. “Cahiliye döneminde o günlerde eğlenirdik.” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Şüphesiz Allah o günleri onlardan daha hayırlı olan Kurban ve Fıtır (Ramazan) bayramlarıyla değiştirdi.” (Ebu Davud, Salat, 239.) 2. Ebu Ubeyd şöyle anlatmıştır: “Ömer b. Hattab ile birlikte bir bayram geçirdim. Ömer geldi, namazı kıldırdı ve sonra cemaate dönerek: ‘Rasulüllah (s.a.s.) şu iki günde oruç tutmanızı yasakladı. Biri, ramazanı bitirip de bayram ettiğiniz gün, diğeri de kurbanlarınızı kesip etini yediğiniz gün(ler)dir” dedi.” (Müslim, Sıyam, 138.) SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 77 3. Ebu Hüreyre’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ramazan Bayramınız, orucunuzu bitirdiğiniz gün, Kurban Bayramınız da kurban kestiğiniz gündür.” (Ebu Davud, Sıyam, 5.) 4. Abdullah bin Abbas’dan rivayet edildiğine göre; Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Şüphesiz bu cuma, Allah'ın Müslümanlara tahsis buyurduğu bir bayram günüdür.” (İbn Mace, İkametu's-Salavat, 83.) 5. Ukbe b. Amir Rasulullah (s.a.s.)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Arafe, Kurban Bayramı ve teşrik günleri biz Müslümanların bayramıdır. Bu günler yeme ve içme günleridir.” (Ebu Davud, Sıyam, 49.) 6. Cabir b. Abdullah rivayet etmiştir: “Peygamber (s.a.s.) bayram günü olunca (namaz yerine gitmek için) başka yol, (oradan dönmek için de başka yol) tercih ederdi.” (Buhari, İdeyn, 24.) 7. Ümmü Atiyye anlatıyor: “Bayram günü, bize evden dışarı çıkmamız söylenirdi. Genç kızlardan, hayız gören kadınlara kadar hepimiz çıkar, mescitte erkeklerin arkasında dururduk. Bayanlar erkeklerin 'Allahu ekber' nidalarına ortak olurlar, onlarla birlikte dualar ederler ve o günün bereketli ve tertemiz bir gün olması için yakarırlardı.” (Buhari, İdeyn, 12.) 8. Bera (r.a.) şöyle demiştir: “Peygamber (s.a.s.) Kurban 78 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 Bayramı günü bizlere şöyle buyurdu: “Bu günümüzde yapacağımız ilk şey namaz kılmaktır.” (Buhari, İdeyn, 10.) VI. Verilebilecek mesajlar Bayramlar, bizlere ibadet, sevinç ve yardımlaşmayı bir arada yaşatan sembol/şeair uygulamalardır. Bayramlar, Müslümanların bir araya gelip sevinçlerini paylaştıkları önemli günlerdir. Bayramlar, kardeşlik ve kaynaşmanın pekiştirildiği günlerdir. Bayramlar, küskün ve dargınların barışmasına vesile olan güzel günlerdir. Bayramlar, sevinç, coşku ve güzelliklerin bütün evlere girdiği müstesna günlerdendir. VII. Yararlanılabilecek diğer kaynaklar • Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi “Bayram” mad. • Hüseyin, Atay, Kurban Bayramı ve Felsefesi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1969, cilt: XVII, s. 277-284. • Yaşar Bozyiğit, Peygamber Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyesine Göre Kurban Bayramı ve Kurban Kesme Adabı, İstanbul, Erkam Matbaası. • Hz. Peygamber ve Kardeşlik Hukuku, Komisyon, DİB Yayınları, Ank. 2012. Yrd. Doç. Dr. Kıyasettin Koçoğlu Bozok Üniv. İlahiyat Fak. KUR’AN VE KÂİNATIN DİLİNDEN İMAN ESASLARI İSLAM İNANÇ İLMİHALİ meseleler mahiyetleri itibariyle İslami ilimler içeriİ tikadi sinde özel bir alanı teşkil etmektedir. Çünkü imana taalluk İMAN DENİLİNCE AKLA GELEN ŞEY, SAĞLIKLI BİLGİNİN YANI SIRA YAŞANAN, SOLUNAN, ZEVK EDİLEN BİR HAYAT OLMALIDIR. eden meseleler ibadet, ahlak, dua gibi dinin temel umdelerinin üzerine bina edildiği asılları oluşturmaktadır. Bilgisel açıdan zahire bakan yönü kadar batına bakan boyutlarıyla anlaşılması noktasında zaman zaman zorluklar yaşanmaktadır. Bu zorluk konuyla ilgili yazılan müellefatın hem konu tasnifine hem de kullandıkları dil ve üslubuna da yansımakta ve ekseriyet itibarıyla kolay anlaşılamayan ve herkesin rahat okuyamadığı eserler olarak görülmektedir. Bu eserler genel anlamda Müslümanları hedef alsa da Müslüman olmayanların İslam’a karşı mücadelelerine birer cevap niteliğinde ele alındığından hedef kitle öncelikle konuyla özel ilgilenen insanlar olarak düşünülmektedir. Hatta tamamen bilimsel anlam ve ölçülerle dil ve üslubun zorluk ya da kolaylığı dikkate alınmadan meselenin bilimsel izahına yönelik çalışmalar yapılmaktadır. Bir zorunluluk olan bu çalışmaların mutlaka yapılması gerekmektedir. Ancak bu bilimsel nitelikli çalışmalarla tespit edilen ve inanca taalluk eden meselelerin dil ve üslubunun kolaylaştırılarak farklı eğitsel üslup ve dillerle her yaş ve gruptan Müslüman ve gayrimüslim kitleleri muhatap alarak yapılması da bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. DİB Yayın Genel Müdürlüğündeki kitap kategorilerindeki zenginleşmeler de bu farkındalığın bir sonucudur. Ümit Şimşek’in adı geçen eseri de bu anlamda önemli ve güzel bir örneği oluşturmaktadır. Eser; “Önsöz”, “Allah’a İman”, “Meleklere İman”, “Kitaplara İman”, “Peygamberlere İman”, Ahirete İman”, “Kadere İman” isimli imanın altı şartına taalluk eden ana başlık ve dizinden oluşmaktadır. Ana başlıkların altında; “Dünyaya yeni bir gözle bakış”, “Ayet ayet kâinat”, “Dünya ve ahiret dostumuz melekler”, “Sürekli mucize Kur’an”, “Peygamberlerden bize kalan ibretler”, “Ölmek için gelenler, dirilmek için ölenler”, “Kader her şeyi beraber ölçer”, “Ya iman ya hüsran” gibi isimlendirilen konuyla ilgili altmış SAYI: 260 • AĞUSTOS 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 79 İMANİ MESELELERİN DERUNİ SOHBETİNİN HAZZINI TATMAK İSTEYENLER İÇİN OKUNMASI GEREKEN BİR ESER… üç alt başlıkla konular ele alınmaktadır. Kısa kısa ele alınan her konunun başında konuyla ilgili bir ayet meali ve konunun sonunda “Bölüm Özeti” şeklinde konudan çıkarılması gereken ana mesaj kısaca özetlenmektedir. Bir kısım metafizik meseleleri aklileştirirken gönülden uzaklaştırıldığı endişesinden hareketle imanın merkezi olan kalp ve yansıması olan akli ve fiili ameliyelerde kendisini derinden hissettiren, yaşanabilir ve yaşamın her alanında Yüce Allah’ın varlığını hatırlatan ve ona göre hayatı tanzim eden bir iman anlayışını ele alan eserde yazar imanı; “İman denilince akla gelen şey, sağlıklı bilginin yanı sıra yaşanan, solunan, zevk edilen bir hayat olmalıdır. Kur’an’ın ve hadisin bize öğrettiği iman, aynen böyle bir hayattır. Allah’ın kelamından ve onu getiren peygamberden dersini alan mümin hayatının her aşamasında kendisini Rabbinin huzurunda ve meleklerden dostlarla kuşatılmış bir hâlde bilir. Peygamberinde candan aziz bir sevgili bulur, kitabında Rabbinin hitabıyla baş başa bir sohbeti yaşar, başına gelen her şeyi âlemlerin Rabbinden bir armağan olarak karşılar, dünya hayatını huzurla tamamlayıp ahiret alemine müjdeler arasında adımını atar.” şeklinde tanımlamaktadır. Yazar, kâinatın, Kur’an’ın atıfta bulunarak insanların dikkatini çektiği ibret levhalarını bize sunduğunu, Kur’an’ın irşadına kulak veren insanların kendilerini Yüce Allah’ın ayetleriyle dolu bir âlemde bulacaklarından bahsederek, adım atılan her yerden imana kuvvet katan ve bir iman neşesini bütün sıcaklığıyla yaşamasını sağlayan delillerle karşılaşacaklarını ifade etmekte ve bu çalışmanın bahsedilen bu hakikatleri anlatmayı hedeflediğini belirtmektedir. Eserde konular iman esaslarını genel anlamda sıralayıp izah etmekten ziyade, inan80 DİYANET AYLIK DERGİ AĞUSTOS 2012 • SAYI: 260 ca taalluk eden meseleler akli ve naklî delillerle temellendirilirken aynı zamanda yaşanan hayatla doğrudan bağlantıları da kurulmaya çalışılmaktadır. Böylelikle de imanın hayata nasıl bir ruh ve canlılık kattığı ortaya konulmaktadır. İman esaslarını öğrenmek kadar onun sağlam bir şekilde korunması da kitapta problem olarak ele alınarak günümüzde iman alanına yansıyan akımlar, reenkarnasyon, burçlar gibi konulara da yeri geldiğince değinilerek imana zarar veren noktalarına dikkat çekilmektedir. Bu çalışmada ele alınan konular ve izlenen yöntem kadar kullanılan üslup da dikkat çekicidir. Konuların ansiklopedik ve donuk bir üslupla açıklanmasından mümkün mertebe kaçınılmış, bunun yerine Kur’an’ın canlı ve sıcak üslubundan örnek alınmış ve yaşayan bir imanın heyecanı yer yer yansıtılmaya çalışılmıştır. Eserde konular ele alınırken hayatın içerisinden bizzat kişilerin kendi yaşamlarından örneklerle kişiyi özne konumuna çeken ve sade ve ağır terminolojilerden de kaçınılan bir dil ve tahkiye üslubuyla ifadelendirilmektedir. Böylelikle zor gibi görülen konuların anlaşılması kolaylaşmış olmaktadır. Yazar, eserin girişinde imanın etkili bir dersinin “insanı doğrudan doğruya Rabbine muhatap etmek ve O’nun sonsuz rahmetiyle tanıştırmakla işe başlamalıdır” derken kitabın en sonunda da “insan için bu âlemde en lüzumlu olan şey imandır. İman varsa her şey hoştur, yoksa her şey boştur.” diyerek dersini tamamlamaktadır. İmani meselelerin deruni sohbetinin hazzını tatmak isteyenler için okunması gereken bir eser...