sevdiğimiz atatürk - Rasim Pehlivanoğlu

advertisement
SEVDİĞİMİZ
ATATÜRK
Birinci basım öncesinde, Atatürk Kültür Dil ve Tarih
Yüksek Kurumunca görevlendirilen uzmanın verdiği
inceleme raporunun sonuç bölümünde: “Eserin, özellikle
öğretmenler ve okul öğrencileri için yararlanabilecek
vülgarize (herkesin anlayacağı, halka malolan) bir el kitabı
olabileceği kanaâtine varılmıştır”sözü de yer almıştır.
Kitap, eleştiri gözüyle yeniden dikkatle okunmuş.
Gereken düzenleme ve düzeltmeler yapılarak yenilenmiştir.
Doğdu, büyüdü, okudu.
Kurmay Subay asker oldu.
Savaşların kahramanı,
Milletlere örnek oldu...
Savaş bitti, düşman gitti.
Gazi Paşa başkan oldu.
Bîtap düşmüş milletini
Güçlendiren önder oldu...
Rasim Pehlivanoğlu
2012
1
Yazarı: Rasim Pehlivanoğlu
(Emekli Öğretmen)
Adresi : F. Çakmak Mah. Fuzuli Cd.
Esen Sok. Ülkü Apt. No: 57/4
38020 – Kocasinan – KAYSERİ
Telefon: 0 352 – 233 90 30
Cep
: 0 507 683 33 73
Yazılış: 2001 - 2002 KAYSERİ
Dizgi ve Mizanpaj : Çağrı Yıldırım – Kayseri
Baskı :
ISBN :
2
Sevdiğimiz Atatürk
3
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ .................................................................................................................... 13
YAZARIN ÖNSÖZÜ .............................................................................................. 14
G İ R İ Ş ................................................................................................................... 17
BİRİNCİ BÖLÜM.................................................................. 25
DOĞUMUNDAN SAMSUN'a ÇIKIŞINA KADAR
MUSTAFA KEMAL ........................................................ 25
A - ATATÜRK’ÜN ÇOCUKLUĞU VE OKUL HAYATI .................................. 27
Selânik’te Pembe Boyalı Ev ......................................................... 27
Pembe Boyalı Evde Doğan Çocuk ............................................... 29
Soy Kütüğü ve Doğum Tarihi ...................................................... 30
Küçük Mustafa Büyüyor .............................................................. 31
Mustafa Okulda (şiir) .................................................................. 32
MUSTAFA’NIN OKUL HAYATI ...................................................................... 33
1- İlkokula Başlayan Mustafa....................................................... 33
Mustafa Rampla Çiftliğinde .................................................... 34
2- Mustafa Selânik Mülkiye Rüştiyesinde ................................... 35
3- Mustafa Selânik Askeri Rüştiyesinde ...................................... 35
Sınıfın Çavuşu Mustafa ............................................................ 36
Kemalleşen Mustafa ................................................................. 37
4- Manastır Askeri İdadisinde Mustafa Kemal ............................ 37
Ömer Naci ve Namık Kemal Sevgisi ....................................... 38
Girit İsyanı ve Osmanlı - Yunan Savaşı ................................... 38
Manastır Askeri İdadisinden Mezuniyet .................................. 39
5- Harp Okulu Öğrencisi Mustafa Kemal .................................... 39
Ülkenin Durumu ve Mustafa Kemal ........................................ 40
Osman Nizami Paşa.................................................................. 41
M. Kemal Harp Okulu Son Sınıfında ....................................... 41
6- Harp Akademisinde Mustafa Kemal ........................................ 42
Kurulan Yeni Cemiyetler ......................................................... 43
Balkanlardaki Karışıklıklar ve Mustafa Kemal .......................... 43
Makedonya’da ve Doğu’da Olumsuz Durumlar ...................... 44
Harp Akademisinde Son Yıl..................................................... 45
7- Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal’in İlk Çabaları ................. 45
Sorgulanmaları ve Tayin Edilmeleri ........................................ 46
B - KURMAY SUBAY MUSTAFA KEMAL’İN
ORDUDAKİ ÜSTÜN HİZMETLERİ ............................................................ 47
1– Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal Şam’da ............................... 47
Ordudaki Bozukluk ................................................................. 47
Mustafa Kemal’in Dürüst ve Uzlaşmacı Tavrı ........................ 47
Tüccar Mustafa – ..................................................................... 50
Rasim Pehlivanoğlu
4
Vatan ve Hürriyet Cemiyeti .................................................... 50
Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal ............................................ 51
Gizlice Makedonya’da ............................................................ 51
Mustafa Kemal Yafa’da – Şam’da .......................................... 52
2– Kolağası Mustafa Kemal Makedonya’da ................................ 53
Mustafa Kemal’in İleriye Dönük Görüşleri ............................ 54
Aranılan O Baş ........................................................................ 56
3– İkinci Meşrutiyetin İlânı ........................................................ 57
Meşrutiyetin İlânıyla İlgili Mustafa Kemal'in
Görüşü ve Tutumu ................................................................... 58
4– Mustafa Kemal Trablusgarp’ta ............................................... 59
Bingazi’den Gelen Mektup ..................................................... 60
5– Meşrutiyetin İlânından Sonraki Menfi Gelişmeler ................ 61
31 Mart Vak’ası ve Mustafa Kemal
(Miladi 13 Nisan 1909) ........................................................... 62
Hareket Ordusu İstanbul’a Yürüyor ........................................ 63
Bastırılan İsyan Hareketi Sonrası Gelişmeler ......................... 63
Ordunun Siyasetten Ayrılmasını İsteyen Mustafa Kemal ....... 64
C – İTALYANLARLA TRABLUSGARP SAVAŞI ve
MUSTAFA KEMAL ....................................................................... 66
Makedonya’da Buhranlı Günler ................................................... 67
Gönüllü Giden Subaylar ve Mustafa Kemal ................................ 67
T o b r u k S a v a ş ı .................................................................... 68
D– BALKAN
S A V A Ş I ............................................................................ 71
1 - Balkan Savaşı Öncesinde Durum ........................................... 71
2– Balkan Devletleri – Osmanlı Savaşı ........................................ 71
CENK ŞARKISI (Şiir) ............................................................ 73
Önemli Direnmeler ve Kırılan Saldırılar ................................. 74
Tedaviden Sonra M. Kemal İstanbul’da .................................. 75
Hükümeti Düşüren İttihatçılar ................................................. 76
3– Yeniden Başlayan Balkan Savaşı ............................................ 76
4 – Balkan Savaşında Kadınlarımızın Gayretleri,
Konuşmaları ve Bağışları ....................................................... 77
Birinci Toplantı - Yapılan Duygulu Konuşmalar ................... 78
İkinci Toplantı – Okunan Şiirler ve Konuşmalar .................... 82
KOŞALIM, TEHLİKEDE ÇÜNKÜ VATAN! (Şiir)............... 82
BOZGUN (Şiir) ........................................................................ 83
FERYÂD-I VİCDAN (Şiir) ..................................................... 86
Enver Beyin Hatasıyla Kaybedilen Başarı ............................... 88
Direnen Kalelerin Sonu ............................................................ 89
Mahmut Şevket Paşanın Öldürülmesi ...................................... 89
5 – İkinci Balkan Savaşı ve Mustafa Kemal ........................... 90
Sevdiğimiz Atatürk
5
Edirne’nin Kurtuluşu – Bükreş Anlaşması ............................... 90
BALKANLAR DESTANI (Şiir) .............................................. 90
YENİ ATTİLA (Şiir)................................................................ 92
Alınacak Ders ........................................................................... 93
6- Sofya Ataşemiliteri Mustafa Kemal ...................................... 94
7- Enver Paşa – Almanya İşbirliği ve Mustafa Kemal ............... 95
E – BİRİNCİ CİHAN SAVAŞI ve BU SAVAŞIN
YENİLMEZ KOMUTANI MUSTAFA KEMAL ........................................ 97
1. Avrupa’ da Cihan Savaşı Öncesi Durum ve İlk Gelişmeler ....... 97
2. Birinci Cihan Savaşının Başlaması ve Yayılması ...................... 97
İngilizlerin Gasbettiği İki Gemi ................................................. 98
Bulgarların Kararsızlığı .............................................................. 98
Osmanlıların Savaşa Zorlanması ve Mustafa Kemal ................. 99
İngilizlerden Kaçan Alman Gemileri ......................................... 99
Mustafa Kemal’in Tevfik Rüştü’ye Mektubu ve Görüşleri ..... 100
Böyle Dost Olur mu? ................................................................ 102
3- Osmanlıların Savaşa Sokulması Taktikleri ........................... 102
4 - Cihan Savaşında Osmanlı Cepheleri ....................................... 104
Savaş Sırasında ve Sonrasında Önemli Gelişmeler .................. 104
a– Cihan Savaşında Ordumuzun Doğu Seferi ve
Kırılan Askerlerimiz ............................................................ 105
Enver Paşa Komutasındaki Ordu ......................................... 106
b– Güneyde Kanal Seferi ve Mısırın İşgali Fiyaskosu ............. 107
Mustafa Kemal Orduda Görev İstiyor .................................. 108
19. Tümen Komutanı M. Kemal .......................................... 109
c– Çanakkale Savaşları – Bu Savaşların
Efsanevi Kumandanı Mustafa Kemal................................... 110
1) Çanakkale Deniz Savaşları................................................... 111
Beklenmedik Ateş – Batan Gemiler ve Kazanılan Zafer ..... 112
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE (Şiir) ................................. 112
ÇANAKKALE DESTANI’ndan (Şiir) ................................ 114
İmparatorluğu Paylaşma Anlaşması ve Ermeniler ............... 115
2) Çanakkale’ye Karadan Çıkarma Harekâtı
ve Mustafa Kemal ................................................................ 115
a) Kara Savaşlarının Birinci Safhası .................................... 115
Haklı Çıkan Mustafa Kemal, Düşmanı İlk
Karşılayan Olmuştu: ......................................................... 116
Ölmeyi Emreden Mustafa Kemal ..................................... 117
Takviye Alan Düşman ve 19. Tümenin Başarıları ........... 119
Mustafa Kemal’in Sözü Dinlenseydi ............................... 120
Zafer ve Mustafa Kemal ................................................... 120
Doğuda Ermeni Ayaklanması ve Göç Olayı .................... 120
b) Çanakkale’de Kara Savaşlarının ....................................... 121
6
Rasim Pehlivanoğlu
İkinci Safhası ..................................................................... 121
İngilizlerin Şaşırtmaca Saldırısı – Kumanda Karışıklığı ... 122
TEK ÇARE: (Şiir) ............................................................. 123
M. Kemal Anafartalar Grup Komutanı ............................. 123
Conkbayırının Kurtarılması ............................................... 124
Saate İsabet Eden Şarapnel Parçası –
Kovalanan Düşman ........................................................... 125
Direnci Kırılan ve Çanakkale’den Çekilen İngilizler ........ 126
ÇANAKKALE GEÇİLEMEDİ (Şiir) ............................... 127
3) Düşmanların Yenilgisiyle Sonuçlanan ................................. 127
Çanakkale Savaşlarının Özeti ............................................... 127
Çanakkale Savaşlarının Bilânçosu ....................................... 129
ÇANAKKALE GEÇİLMEZ (Şiir) ...................................... 130
4) M. Kemal İstanbul’a Gidiyor ............................................... 131
M. Kemal İstanbul’da Beklediğini Bulamıyor ...................... 131
İstanbul’da Mustafa Kemal’in Temasları .............................. 132
d- Doğuda Yeniden Başlayan Osmanlı – Rus .......................... 133
Savaşı ve Mustafa Kemal ..................................................... 133
Amerika Birleşik Devletleri ve Ermeniler............................ 133
M. Kemal 2. Ordu Komutanı................................................ 134
Mekke Şerifi İsyanı .............................................................. 134
Rusya’da Bolşevik (Komünist) Ayaklanması
ve Şark Meselesi .................................................................... 135
e- Güney Cephesi – Yıldırım Orduları Grup ............................. 135
Kumandanlığı ve Mustafa Kemal.......................................... 135
Mustafa Kemal’in Veliaht Vahdettin’le Almanya Seyahati .. 136
M. Kemal’in Böbreklerinden Hastalığı ve Yeni Gelişmeler . 138
Mustafa Kemal Yeniden 7. Ordu Komutanı ......................... 139
Barış İstekleri ve Bazı Gelişmeler ......................................... 141
M. Kemal Harbiye Nazırı Olmayı Niçin İstemişti ................ 141
İmzalanan Mondros Mütarekesi ............................................ 142
M. Kemal Paşa Yıldırım Orduları ......................................... 143
Grubu Kumandanı ................................................................. 143
F- BİRİNCİ CİHAN SAVAŞI SONRASINDAKİ
GELİŞMELER ve SAMSUN’A HAREKET ............................................ 144
Veda Eden Liman Von Sanders ve Mustafa Kemal’in Görüşleri . 144
Mustafa Kemal İstanbul’da ........................................................... 146
Mondros Mütarekesinin Ağır Hükümleri ...................................... 147
Çiğnenen Mütareke Şartları ve Yapılan İşgaller ........................... 147
İstanbul’daki Durum...................................................................... 149
Mustafa Kemal’in Şişlideki Evinde .............................................. 149
Aranan Çıkış Yolları ..................................................................... 149
Anadolu’ya Geçmek İçin Çıkan Fırsat –
Sevdiğimiz Atatürk
7
Yapılan Özel Görüşmeler .............................................................. 150
ANA ZÜBEYDE (Şiir) ................................................................. 153
Bandırma Vapuruyla Samsun’a Hareket ....................................... 154
BÜYÜK YOLCU I (Şiir) .............................................................. 154
GELİYOR (Şiir) ............................................................................ 155
SAMSUN YOLUNDA BİR GEMİ (Şiir) ..................................... 155
İKİNCİ BÖLÜM ............................................................ 157
TÜRK İSTİKLAL SAVAŞI ve MUSTAFA KEMAL PAŞA ............................ 157
TÜRK İSTİKLAL SAVAŞININ SAFHALARI ................................................. 158
Milli Mücadelenin Mustafa Kemal’i ............................................... 158
İSTİKLAL SAVAŞI (Şiir) ............................................................... 160
BİR YOLCUYA (Şiir) ..................................................................... 161
TÜRK İSTİKLÂL SAVAŞIMIZIN ÖZETLE HİKAYESİ (Şiir) .... 161
A. BİRİNCİ CİHAN SAVAŞI SONRASINDA
ÜLKEMİZİN DURUMU ve Kuvva-yı Milliye Hareketi ............................. 162
1- Mondros Ateşkes Antlaşması Hükümleri
ve Yapılan Haksız İşgaller ........................................................ 162
2- Kurulan Zararlı Cemiyetler ....................................................... 164
3- Mahallî Kurtuluş Çarelerine Başvuran Millî Cemiyetler .......... 165
4- Kurtuluş, Kurulan Cemiyetlerin Aynı Amaç Altında
Birleşmesine Bağlıdır ................................................................ 166
5- Wilson Prensipleri ..................................................................... 167
6- İzmir’in İşgali - Atılan İlk Kurşun ve Akisleri ......................... 168
7- İzmir’in İşgaline Tepkiler ......................................................... 170
VERMEYİZ İZMİR’İ (Şiir) ...................................................... 171
İstanbul’da Yapılan Protesto Mitingleri .................................... 172
Ünlü Hatiplerin Konuşmaları .................................................... 172
Mehmet Emin (Yurdakul’un) Konuşmaları .............................. 173
Halide Edip (Adıvar’ın) Konuşması.......................................... 174
Selim Sırrı Beyin Konuşması .................................................... 176
Doktor Sabit Beyin Konuşması ................................................. 176
GÜZEL AYDIN (Şiir)............................................................... 178
ŞEREF ÇİĞNENDİ (Şiir) ......................................................... 179
EĞİL DAĞLAR EĞİL (Şiir) ..................................................... 179
AH İZMİR! (Şiir) ...................................................................... 180
TÜRK’ÜN İLÂHİSİ (Şiir) ........................................................ 180
SANCAĞA (Şiir) ...................................................................... 181
8– Batı Anadolu’da Kuvva-yı Milliye Hareketi ............................... 182
B. MİLLİ MÜCADELEYE HAZIRLIK ÇALIŞMALARI ............................. 183
1- İlk Adım: Mustafa Kemal’in Samsun’a Çıkışı ......................... 184
Bir Gemi Yanaştı Samsun’a ...................................................... 185
8
Rasim Pehlivanoğlu
2- Havza Genelgesi ...................................................................... 186
Yurt Çapında Yapılan Mitingler............................................. 186
3- Amasya Tamimi ........................................................................ 187
DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ (Şiir) ..................................... 188
4- Erzurum Kongresi ..................................................................... 190
EN BÜYÜK TÜRK (Şiir) ......................................................... 191
5- Sivas Kongresi – Temsil Heyeti Seçimi ................................... 192
6- İstanbul’da Açılan Meclis-i Mebusan ve
Mîsâk-ı Millî (Millî And) .......................................................... 194
7- İstanbul’un Resmen İşgali ve Tepkileri .................................... 195
İstanbul’un İşgali Olayından Sonraki Gelişmeler ..................... 197
MÜNACÂT (Şiir) ..................................................................... 198
İSTİKLAL (Şiir)........................................................................ 199
ÇOBAN İLE BÜLBÜL (Şiir) ................................................... 200
8- Ankara’da Toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi................. 200
C- İÇ GÜVENLİĞİN SAĞLANMASI ve
ÇETELERLE SAVAŞLAR............................................................................ 202
1- Kışkırtılan İç İsyanlar ve Bastırılması: ..................................... 203
Anzavur İsyanı .......................................................................... 203
Kuvva-yı İnzibatiye (Hilafet Ordusu) ....................................... 204
O KİMDİR? (Şiir) ..................................................................... 204
Düzce – Hendek ve Adapazarı İsyanları ................................... 205
Konya İsyanları ......................................................................... 205
Diğer İsyanlar ............................................................................ 206
2- Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920)
İçteki Etkileri ve Tepkileri ........................................................ 207
3- Çerkez Ethem Sorunu ............................................................... 209
Yeşilordu ve Çerkez Ethem ....................................................... 210
4- Sevr Antlaşmasından Sonraki Olumlu Gelişmeler ................... 212
İstanbul Hükümetinin TBMM Hükümeti
ile Anlaşma İsteği: ..................................................................... 212
Bilecik Buluşması: .................................................................... 212
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile İlişkilerimiz ................ 213
İtalya ile İlişkilerimiz ................................................................ 214
D- İŞGALCİ DÜŞMANLARLA YAPILAN SAVAŞLAR
ve KAZANILAN ZAFERLER ...................................................................... 215
Kuvva-yı Milliye ve Düzenli Orduya Geçiş .................................. 215
ÇEŞİTLİ CEPHELERDE YAPILAN SAVAŞLAR ..................... 217
1- Doğu Cephesinde Ruslarla Savaşlar ......................................... 217
Ermenistan Devleti Sorunu: ...................................................... 217
Gümrü Antlaşması ..................................................................... 218
Moskova Antlaşması ................................................................. 218
2- Güney Cephesinde Fransızlarla Savaşlar .................................. 219
Sevdiğimiz Atatürk
9
Adana’nın Kurtuluşu ................................................................. 219
Maraş’ın Kurtuluşu.................................................................... 220
Urfa’nın Kurtuluşu .................................................................... 220
Antep Savunması ....................................................................... 221
ANTEPLİ ŞAHİN ..................................................................... 221
Gaziantep Savunmasından Bir Gün .......................................... 222
3- Batı Cephesinde Yunanlılarla Savaşlarımız .............................. 224
BÜYÜK YOLCU (Şiir)............................................................. 224
a- Batı Anadolu’da Açılan Yunan Cepheleri ............................ 225
Ayvalık Cephesi: ................................................................... 225
Bergama ve Soma Cephesi .................................................... 226
Akhisar Cephesi .................................................................... 226
Salihli Cephesi ....................................................................... 226
Aydın ve Nazilli Cephesi ...................................................... 226
b- Yunanlıların İleri Harekâtı ........................................................ 227
c- Birinci İnönü Muharebesi ve Etkileri .................................... 228
Londra Konferansı ................................................................. 229
d- İkinci İnönü Muharebesi ....................................................... 230
Düşmanın Tekrar Saldırıya Geçmesi .................................... 231
Tarihten İbret Alalım ............................................................. 232
Turgutlu’da Acımasız Bir Vahşet Örneği ............................. 233
EY YOLCU (Şiir) ................................................................. 233
BAŞLARI EĞİK GÖRMEK (Şiir)........................................ 234
e- Sakarya Savaşı ve Kazanılan Zaferin Sonuçları ................... 235
YA GÂZİ OL, YA ŞEHİT (Şiir) ........................................... 236
Mustafa Kemal’in Kağnısı (Şiir) ........................................... 237
V U R ! (Şiir) ......................................................................... 238
Yunanlıların Gücü ve Amacı ................................................. 239
Türklerin Azmi, İradesi ve İman Gücü ................................. 239
Din ve Fikir Adamlarımızın .................................................. 240
Uyarıcı Konuşmaları ............................................................. 240
U Y A N ! (Şiir)... .................................................................. 241
ZAFERE DOĞRU (Şiir) ....................................................... 243
Ordu - Millet Elele ................................................................ 243
Kaçan Düşman ...................................................................... 244
SAKARYA GÜNEŞİ (Şiir)................................................... 245
Sakarya Savaşının Sonuçları ................................................. 246
Kars Antlaşması: ................................................................... 246
Ankara İtilâfnamesi’nin İmzalanması: .................................. 247
İtilâf Devletlerinin Anlaşma Teklifi: ..................................... 247
f- BÜYÜK TAARRUZ ve Başkumandan Meydan Muharebesi ... 248
1) Büyük Taarruza Hazırlık ........................................................ 249
FERMAN (Şiir) ...................................................................... 250
2) Büyük Taarruz Başlıyor ......................................................... 251
10
Rasim Pehlivanoğlu
3) 30 Ağustos 1922 Başkumandan Meydan Muharebesi ........... 251
VASİYET (Şiir) ..................................................................... 252
ANNE (Şiir) ........................................................................... 253
AYŞE’DEN MEHMED’E MEKTUP (Şiir)........................... 253
MEHMED’DEN NİŞANLISI AYŞE’YE CEVAP (Şiir) ...... 254
4) Başkumandan Mustafa Kemal Paşanın
Türk Milletine Yayınladığı Bildiri ............................................ 256
Mustafa Kemal’in Tarihî Emri .................................................. 256
KEMAL PAŞANIN ORDUSU (Şiir)........................................ 257
İZMİR YOLLARINDA (Şiir) ................................................... 258
AKDENİZ KIYILARINDA (Şiir) ............................................ 259
AK DESTAN (Şiir) ................................................................... 261
5) Mudanya Ateşkes Antlaşması (Mütarekesi) ............................ 262
KAZANILAN ZAFER (Şiir) .................................................... 262
ZAFER (Şiir) ............................................................................. 263
İLÂHİ (Şiir) ............................................................................... 264
SEN DAHİSİN (Şiir)................................................................. 265
E- TÜRK İSTİKLÂL SAVAŞI BİR DESTANDIR............................................ 266
1. TÜRK İSTİKLÂL SAVAŞI DESTANI.................................... 267
2. TÜRK İSTİKLÂL SAVAŞI DESTANI (Oldu Böyle) ............ 271
3. DESTANIMIZ........................................................................... 273
4. İSTİKLAL SAVAŞI DESTANI (Milletim) .............................. 276
5. TÜRK İSTİKLÂL SAVAŞI DESTANI (O Günler) ................. 278
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ....................................................... 281
İSTİKLAL SAVAŞI SONRASI GELİŞMELER ve
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ........................................................................ 281
A- ZAFERDEN SONRAKİ ÖNEMLİ GELİŞMELER .................................. 282
1- Saltanatın Kaldırılması .............................................................. 282
2- Lozan Barış Konferansı ve Antlaşması ..................................... 283
3- Lozan Barışı Sırasında ve Sonrasında TBMM’nde Gelişmeler 285
M. Kemal’i Saf Dışı Kılma Çabaları: ........................................... 285
N İ Ç İ N .................................................................................... 286
Halk Partisinin Kuruluşu: .......................................................... 287
4- İkinci TBMM’nin Toplanması ve İlk İcraatları ....................... 287
Ankara’nın Başkent Olması ...................................................... 287
5- Cumhuriyetin İlânı ve Cumhurbaşkanı Seçimi ......................... 288
ATATÜRK ve CUMHURİYET (Şiir) ...................................... 290
AKDENİZE DOĞRU (Şiir) ...................................................... 291
6- Halifeliğin (Hilafetin) Kaldırılması .......................................... 292
7- Yapılan İnkılâplar – Genel İlkeleri ........................................... 296
Cumhuriyet İnkılâbı ve Onuncu Yıl Dönümü ........................... 297
CUMHURİYETİN ONUNCU YIL MARŞI (Şiir) ................... 298
Sevdiğimiz Atatürk
11
CUMHURİYET BAYRAMI (Şiir) ........................................... 299
CUMHURİYET (Şiir) ............................................................... 300
Soyadı İnkılâbı ve Diğerleri ...................................................... 301
GAZİMİZE (Şiir) ...................................................................... 302
ATATÜRK (Şiir) ...................................................................... 303
B- ATATÜRK’ÜN HASTALIĞI, ÖLÜMÜ
ve UNUTULMAZLIĞI .................................................................................... 304
Beni Çağırıyorlar ........................................................................... 304
1- Hastalığın İlerlemesi ve Ölümü ................................................ 305
2- İstanbul’dan Ankara’ya ............................................................. 305
TABUTUNUN ARKASINDAN ............................................... 306
3- CUMHURBAŞKANI İSMET İNÖNÜ’NÜN
BEYANNAMESİ ...................................................................... 307
Minnettar Kaldığımız Atatürk ................................................... 308
4- Atatürk’ün Ölümünü Takiben Yazılan Şiirler .......................... 309
ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜ (Şiir) ................................................ 309
ATATÜRK (Şiir) ...................................................................... 310
İNSANÜSTÜ DEĞİLDİ (Şiir) .................................................. 311
ATATÜRK NEREDE? (Şiir) .................................................... 312
5- Atatürk Hakkında Yazılanlar ve Söylenenler ........................... 313
C- Atatürk’le İlgili Fıkralar ................................................................................. 317
D- Saz Şairlerimizin Şiirlerinde Atatürk ............................................................ 328
BİRİ ANADOLU BİRİ ATATÜRK (Şiir) .................................. 328
ATATÜRK VAR (Şiir) ............................................................... 329
DEĞİL Mİ? (Şiir) ........................................................................ 330
İYİ BAK (Şiir)............................................................................ 331
ATATÜRKÜM (Şiir) ................................................................. 331
GÖRDÜM (Şiir) ......................................................................... 332
ATA’YA ÖVGÜ (Şiir) ............................................................... 333
ATATÜRK (Şiir) ....................................................................... 334
TÜRK DERLER (Şiir) ............................................................... 335
ATATÜRK’TEN İLHAM AL (Şiir) .......................................... 336
ATATÜRK (Şiir) ....................................................................... 337
KEMAL ATATÜRK (Şiir) ........................................................ 338
TÜRKLÜK YOLU (Şiir) ........................................................... 339
BİBLİYOGRAFYA .............................................................................................. 341
12
Rasim Pehlivanoğlu
Sevdiğimiz Atatürk
13
ÖNSÖZ
Huzur içinde yaşadığımız ülkemizin en büyük mimarı şüphesiz
Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Ulu Önder, şahsi dehası ile esaret altına alınmak istenen ve
tarihlere sığmayan koskoca bir Milleti elinden tutup zirveye
çıkarmıştır.
Bu büyük dehayı, ilk okumayı ve yazmayı öğrendiğimiz gün
tanımaya başlıyoruz. Yaptıklarını yakından görüp, kendisini de
okudukça hayranlığımız ve sevgimiz daha da artıyor. Onun büyük ama
gerçekten büyük bir lider olduğunu görüyoruz.
Şimdiye kadar içeride ve dışarıda, Mustafa Kemal’i çeşitli
yönleriyle anlatan binlerce eser, makale ve şiir yayınlandı,
yayınlanıyor. Yayınlandıkça daha da büyüyüp gönüllerde taht kuruyor.
Şairler, bir milletin mayası ve kayasıdırlar. “Şairleri
haykırmayan bir millet sevenleri toprak olmuş öksüz bir çocuk
gibidir.” Şairlerimiz, bu büyük dehayı şiirlerinde terennüm ederek
daha da zirveleştirmişlerdir.
Şair ve şair âşıklarımızın dilinde ve gönlünde Ulu Önder; Oğuz
Kağan’a, Ergenekonda Türk halkına yol gösteren Bozkurt’a, efelerin
efesi Sarı Zeybek’e benzetilmiştir.
Atatürk sevgisi ile yoğrulup kavrulan araştırmacı yazar Rasim
Pehlivanoğlu da bu sevgisini soluklarcasına “Sevdiğimiz Atatürk”
adlı çalışması ile karşımıza çıkıyor.
Üç kısma yayılan eser; Ulu Önder’in doğumu ve okul hayatı,
Milli Mücadeledeki yeri ve askerlikteki önder kişiliği, devlet adamlığı
ağırlıklı olarak, şiirlerin de diliyle işleniyor.
Milli Mücadele günlerini dile getiren milli şairlerimizin şiirleri,
mana ve ifadeyi daha da güzelleştiriyor, esere çeşni üstüne çeşni
katıyor.
Halkımızın
yanında;
bilhassa
devletimizin
direği,
geleceğimizin güvencesi, elvan çiçeklerimiz için kaleme alınan
“Sevdiğimiz Atatürk”; yediden yetmişe M. Kemal Atatürk sevgisini
daha da aşılayıp eğiteceği ve canlı tutacağı kanaatindeyim.
Emekli Tarih Öğretmeni
Muammer Yılmaz
Tarihçi - Yazar
14
Rasim Pehlivanoğlu
YAZARIN ÖNSÖZÜ
Türk milleti olarak Atatürk’ü seviyor, sayıyor ve ondan
örnek almaya çalışıyoruz. Daha konuşmaya başlarken, çocuklarımıza
Atatürk’ün resimlerini gösteriyor, överek tanıtıyor ve onlara küçük
yaşta Atatürk sevgisini vermek istiyoruz.
Toplumumuzda Atatürk’ü yanlış tanıyanların olduğu da
biliniyor. Yanlış tanıyanların ve tanıtanların etkisinde kalarak –
sayıları az da olsa– Atatürk aleyhtarlığı geliştiren bir kısım
insanlarımız da bulunuyor. Atatürk’ü iyi tanıyamayan ve ona lâyık
olduğu saygıyı gösteremeyenlerin birçokları, Atatürk’ün milletimize
yaptığı büyük hizmetleri inkâr edemiyorlar. Ama işittikleri yalan
yanlış beyanların etkisinde kalmaktan da kendilerini kurtaramıyorlar.
Atatürk’ün büyüklüğünü bugün kavrayamayan ve onun
büyük ülküsüne ayak uyduramayanların birçoğunun, Atatürk’ü
zamanla gerçek yönüyle tanıyacak ve doğru yolu bulacaklarına
inanıyorum. Hatta bunların içinde, Atatürk’ün büyük ülküsünün
yılmaz savunucusu olanlar da bulunacaktır... Önemli olan,
Atatürk’ün iyi tanınmasıdır. Atatürk’ü sevenlerin ve sever
görünenlerin, öncelikle O’nu iyi tanımaları gereklidir. İyi tanıyanlar,
ancak Atatürk’ü iyi tanıtabilir ve sevdirebilirler.
Küçük azınlığın dışında, toplumumuzun büyük çoğunluğu
Atatürk’ü gönülden seviyor ve sayıyor. Atatürk, milletimizce
örnek insan olarak görülüyor ve gösteriliyor. Sadece milletimiz
değil, dünya milletleri de Atatürk’ü seviyor, sayıyor ve ondan
övgüyle söz ediyorlar. Kendilerine örnek alıyorlar...
Atatürk ne yapmıştır ki Milletimizce bu kadar sevilmiş,
sayılmış ve örnek insan olarak alınmıştır? Dünya milletlerince de
isminden övgüyle söz edilmiş ve unutulmazların ön safında yer
almıştır. Atatürk’ün milletimize yaptığı büyük hizmetlerini, onun
sahip olduğu değer duygularını, yapıcı düşüncelerini, inanışlarını,
ön görüşlerini; toplumumuza yön veren önemli konuşmalarını,
her konudaki öz sözlerini ve diğer üstün meziyetlerini ciddiyetle
okuyan ve öğrenenler, Atatürk’ü gerçek yönüyle görebilir ve
tanıyabilirler.
Atatürk’ü tanımak kadar çevremize de tanıtmak, onun çizdiği
ve gösterdiği yoldan yürümek hepimizin milli görevidir diye
inanıyorum. Ancak bu milli görevimizi yerine getirerek kendisine olan
minnet borcumuzu ödeyebiliriz...
Sevdiğimiz Atatürk
15
Çok yönlü olarak gördüğümüz Atatürk’ü, bütün yönleriyle en
iyi şekilde tanımak ve tanıtmak elbette kolay değildir. Zira, bir
benzetme yapacak olursak, “Atatürk yüce bir dağdır.” O dağa
tırmanmak, orada olup bitenleri etraflıca görebilmek herkesin
kârı değildir. Ancak görebildiğimiz kadarıyla o dağı ve çevresini
tanıyabilir ve tanıtabiliriz. Bunu yapmak, Türk vatandaşı olarak
hepimizin vazgeçilmez görevimizdir.
Yaşadığı müddetçe Atatürk önemli hizmetler vermiş, büyük
işler yapmış ve büyük başarılar kazanmıştır. Önemli görüşleri ve
büyük sözleriyle de kendisini kanıtlamış olan Atatürk her konuda
konuşmuş, öz konuşmuş ve doğru konuşmuştur. Hizmetleriyle ve
dile getirdiği görüşleriyle, dünyanın en önde gelen liderleri
arasında yerini almış, isminden saygıyla söz ettirmiş ve çok sevdiği
milletimize de dünyada saygınlık kazandırmıştır. Hakkında, her
dilden yüzlerce, binlerce kitaplar yazılmış, hizmetleri övgüyle
anlatılmış ve kişiliğine özel saygı duyulmuştur.
Böylesine büyük bir insanı, küçük hacimli kitaplarla yeterince
tanıtmak elbette mümkün değildir. Elinizdeki bu kitap ve
hazırlanmış olan ikinci kitap, Atatürk’ü derinliğine tanımak
isteyenler için sadece bir giriş kapısı olacaktır. Eserimin Atatürk’ü
gereğince tanıttığı iddiasında değilim. Atatürk, eserimde, halkımızca
sevilen yönleriyle ele alınmış ve işlenmiştir. Önemli konulardaki
görüş, duyuş, düşünüş ve çalışmalarına yer verilmiştir. Eserimi
severek ve isteyerek okuyanların, Atatürk’ü anlatan başka
kitapları da okumak ihtiyacını duyacaklarına ve büyük hacimli
kitapları dahi okuyacaklarına inanıyorum.
Atatürk de bizim gibi bir insandı. İnsanlar kusursuz olamaz.
Hepimizin kusuru vardır, ama az ama çok. Üstün kişiliğine, büyük
hizmet aşkına ve çok büyük işler başarmış olmasına rağmen; bir insan
olarak, Atatürk’ün de kusurları olmuştur. Ama O, hiçbir zaman
kimseye zararlı olmamıştır. Çevresine, milletine ve insanlara
faydalı olmak için çırpınmıştır. Ömrü vefa etse de sağlıklı yaşamaya
devam etseydi, belki daha büyük hizmetler görebilecekti... Her insan
gibi Atatürk’ün de olabilecek ufak tefek kusurlarını büyüterek ve
abartarak anlatmak; toplum üzerindeki saygınlığına gölge
düşürmeye ve örnek insan olarak algılanmasını önlemeye
çalışmak iyi niyetle bağdaşamaz. Bunu yapanlar gaflette değilse art
niyetli olabilirler. Böylelerini dikkatle ve kuşkuyla dinlemeliyiz. Ama,
susmak yerine onları uyarmak suretiyle görevimizi yerine
getirmeliyiz... Uyutulup uyumaya devam edenleri de uyarmalıyız...
Bunu yapmak milli görevimizdir!
16
Rasim Pehlivanoğlu
Atatürk’ü sevmek sözle olmaz. Sadece seviyorum demekle
de Atatürk sevilmez. Atatürk gerçek yönüyle tanınarak, yaşanarak ve
şuurlu olarak sevilir. Atatürk’ü iyice tanımadan, onun duygularını,
düşüncelerini yaşamadan; hizmetlerini örnek almadan, sadece sözde
kalan sevgiler şuurlu değil, yapmacıktır. Devamlı değil geçicidir.
Böyleleri, Atatürk aleyhtarlarının menfi telkinlerine çabuk kapılır,
estirilen ters rüzgârların etkisiyle çabucak yön değiştirirler.
Atatürk’ün söylediği gibi: “Sevmek anlamakla olur”, anlayan
insan sevdiğini savunmasını bilir.
Atatürk’ü yeterince okumadığı ve tanımadığı halde,
işittikleriyle Atatürk’ü sevenlerin ya da sever görünenlerin
birçokları, Atatürk aleyhtarlarını ikna edecek bilgiye sahip
olmadıklarından tartışmalarda yenilgiye mahkûm olurlar. Atatürk
aleyhtarları karşısında öfkelenmek ya da daha ileri giderek
küfretmekle Atatürk savunuculuğu yapılamaz. Bu hal acizliğin
ifadesidir. Böylesi tutum, Atatürk sevgisini yaymak değil Atatürk
düşmanlığını körüklemek olur... Toplumumuzda böylesi hataya
düşenlerin sayısı –maalesef- az değildir. Hattâ çoktur.
SONUÇ: Gerçek Atatürk sevgisine ulaşmak istiyorsak onu
iyi tanımalıyız. Tanımak için de Atatürk’ü iyi incelemeli ve
araştırmalıyız. Atatürk’ü anlayarak okumalı ve hazmetmeliyiz.
Hakkında yazılan çok sayıdaki kitaplardan hiç değilse birkaçını
seçerek dikkatle okumalı ve onlardan gereğince faydalanmalıyız.
Rasim Pehlivanoğlu
Sevdiğimiz Atatürk
17
GİRİŞ
……..Çocukluğumda köy ilkokulunda öğrenciyken, Atatürk’ü
ve onun yaptıklarını öğrendikçe kendisine derin bir tutkuyla
bağlanmıştım. İlkokul 3. sınıfın sonuna kadar bizi okutan, yüksek milli
duyguya sahip ilkokul öğretmenimiz rahmetli Nurettin Ulukan’ın,
milli mücadele günlerimizi ve milli mücadelenin Mustafa Kemal’ini
etkili sözleriyle anlatışı üzerimde derin izler bırakmıştı.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilk yıllarının dinamik
öğretmenlerinden olan bu genç öğretmen, askere gidince tezkere
bırakarak subay olmuş ve binbaşılığa kadar yükseldikten sonra hayata
veda etmişti. Ruhu şâd olsun! Vatan sevgisi, millet sevgisi, millete
hizmet ülküsü gibi yüksek duygularda ilk aşıyı aldığım bu değerli
öğretmenimi unutmam mümkün değildir...
İlk ve ortaöğretim okullarında 30 yılı aşkın öğretmen ve idareci
olarak çalıştığım sürede, millî olan her şeye karşı büyük ilgi
duyuyor, derslerimde, öğrencilerimin milli duygu ve milli
heyecanlarını geliştirmeye özen gösteriyordum. Okulumuzda,
merdiven başı konuşmalarımda, öğrencilerimizi topluca etkilemeye ve
yönlendirmeye önem veriyordum.
İdareci olduğum okullarda, her yıl yapılan büyük
müsamerelerde ve her sınıfın hazırladığı sınıf gösterilerinde
oynanmak üzere seçilen piyesler, okunan şiirler, terennüm edilen
şarkılar, marşlar ve diğer gösteriler yoluyla öğrencilerimin milli
duyguları ve milli heyecanlarını geliştirmeyi önemli görevim
biliyordum. Öğretmen ve idareci olarak okulumuzda yapılan bütün
çalışmalarımızda, Atatürk’te varolan üstün milli duygu ve milli
heyecanın öğrencilerimize de geçmesine önem veriyordum.
Atatürk’ün Milli Mücadele günlerimizdeki önder kişiliği ve
milli mücadele sonrasında devletimize yaptığı üstün hizmetleri, daima
duygularıma yön vermiş ve hizmetlerimde bana örnek olmuştur.
Atatürk’e o kadar bağlanmışım ki: Günün birinde
dershanede Atatürk’ün bir sözünü öğrencilerime naklederken, aynen
Atatürk’ün sesiyle verdiğimin farkına vardım... Öğrencilerimin
heyecanlı alkışlarıyla karşılandım. O günden sonra yaptığım
konuşmalarda, verdiğim konferanslarda Atatürk’ün sözlerini kendi
sesiyle vermek isteğinden kendimi alamadım.
Öğretmenlik günlerimde Atatürk’ü tanımaya ve tanıtmaya
gösterdiğim özel ilgi, emekli olduktan sonra daha da bilinçli
olarak devam etti. Atatürk’ü gerçek yönüyle tanıtacak, açık ve
akıcı bir üslûpla yazılacak, herkesin zevkle okuyabileceği bir eser
yazmayı düşünmüş ve karar vermiştim. Ama böyle bir kitabı
18
Rasim Pehlivanoğlu
yazmaya bir türlü başlayamamıştım. Nihayet, önceden plânlamasını
yapmış olduğum eserimi, 2001 Temmuz ayında yazmaya başladım.
“Sevdiğimiz Atatürk” adını alan ve 2002 Temmuz ayında
tamamlanan bu kitaptaki amacım, Atatürk’ü sevilen yönleriyle
tanımak ve tanıtmaktı. Ama yazarken durum değişti...
Gördüm ki, Atatürk öyle orta boy tek kitaba sığacak bir insan
değildir. Özellikle, Atatürk’ün üstün kişilik özelliklerini dile
getirmem gerekiyordu. Bu özelliklerini daha iyi belirtebilmek için
hayatını bütünüyle ele almam gerekli oluyordu. Bu görüşle, önce
doğumundan başlayarak bütün hayatını -özetle de olsa- anlatarak,
hayat hikâyesinden örnekler ve ibret dersleri almamız gerektiğini
düşündüm. İşte bu görüşle, tek kitap yerine iki kitapla Atatürk’ü
anlatmaya karar verdim. Kitaplarımın isimlerini şöyle tespit ettim:
Birinci kitap: “Sevdiğimiz Atatürk” (Doğumundan
ölümüne kadar özetle hayat hikayesi)
İkinci kitap: “Atatürk’ün Üstün Kişilik Özellikleri”
(Atatürk, bütün yönleriyle ele
ve tanıtılmaya çalışılmıştır. )
alınmış
Elinizde bulunan, Sevdiğimiz Atatürk isimli bu kitap üç
bölümden meydana gelmiştir:
Birinci Bölüm: Doğumundan Samsun’a Çıkışına
Kadar Mustafa Kemal
İkinci Bölüm: Türk İstiklal Savaşı ve
Mustafa Kemal Paşa
Üçüncü Bölüm: Zafer Sonrası Önemli Gelişmeler
ve Mustafa Kemal Atatürk
Eserin birinci bölümünde, Atatürk’ün hayatının doğumundan
Samsun’a çıkışına kadar olan bölümü -önemli ayrıntıları göz ardı
etmeden- özetle açıklanmıştır.
Doğumunda “Mustafa” ismiyle hayata başlayan, Askeri
Rüşdiye de “Mustafa Kemal” olan; Harp Akademisini Kurmay
Subay olarak bitiren; Kurmay Yüzbaşı olarak göreve başladığı ilk
yıllarda, verilen görevleri üstün başarıyla yerine getiren;
Trablusgarp’ta uzlaşmacı kişiliğini ispatlayan; İkinci Balkan Savaşının
kazanılmasında başrolü oynayan; Birinci Cihan Savaşında, savaşın
yenilmez komutanı olduğunu kanıtlayan; Çanakkale Savaşlarının
“Efsanevî Komutanı Mustafa Kemal” olarak dünyaya ün salan asker
Sevdiğimiz Atatürk
19
Mustafa Kemal, bu kitabın birinci kısmında gereğince anlatılmaya
çalışılmıştır.
Bir yandan ordudaki görevini en iyi şekilde yapmaya
devam ederken, öbür yanda içinde bulunduğumuz hengâmeden
vatan ve milletimizin kurtarılması için çareler arayan,
arkadaşlarıyla müzakereler yapan, ilerisi için plânlar hazırlayan ve
teşkilatlar kuran Mustafa Kemal’in, bu döneme ait önemli
hizmetlerini ve üstün kişilik özelliklerini, olayların akışı içinde
vermeye çalıştım.
Eserin ikinci bölümünde ise, milli mücadelemiz ve bu
mücadelenin önderi Mustafa Kemal Paşa anlatılmaktadır. Birinci
Cihan Savaşı sonrasında, ülkemizin içerisinde bulunduğu acıklı
durum; işgalci düşmanı yurttan kovmak için yapacağımız millî
mücadeleye hazırlık çalışmaları; iç emniyetin sağlanması için
çetelerle yapılan savaşlar; düşmana teslimiyeti marifet sayan
İstanbul’daki meşru hükümetle olan mücadeleler; ülkemizi dört
yandan kuşatan işgalci düşmanlarla yaptığımız, zaferle
sonuçlanan zorlu savaşlar ve nihayet Dumlupınar Meydan
Muharebesi’nden sonra kovalanan düşmanlar ve kazanılan büyük
zafer, önemli ayrıntılarıyla bu bölümde anlatılmaya çalışılmıştır.
Olaylar işlenirken, yeri geldikçe, vatan aşkıyla yanan ünlü
hatiplerimizin ateşli konuşmalarından yapılan alıntılara bu kısımda
daha çok yer verilmiştir. Vatan ve millet sevgisiyle yüreği çarpan
çok sayıdaki millî şairlerimizin, konuyla ilgili coşkulu şiirleri de
bu kitabın çeşitli sayfalarında yer almıştır. Bunlar, anlatılan
olaylara canlılık katmış, okuyanların o günleri yaşamalarına neden
olmuştur.
Hatiplerin konuşmalarından yapılan alıntıların ve yazılan
coşkulu şiirlerin kitaba bir çeşni ve akıcılık getirdiğine
inanıyorum. Bu eklemelerle, o günleri bir bakıma yaşayarak öğrenmiş
oluyoruz.
Bir destan olarak gördüğümüz İstiklal Savaşımız ve bu
savaşımızın ölümsüz lideri Gazi Mustafa Kemal’le ilgili, “Halk
Şairleri’nin yazdığı “İstiklal Savaşı Destanlarının da bir kısmına
bu kitapta yer verilmiştir.
Kazanılan İstiklâl Savaşı sonrasında, ülkemizde yapılması
gerekli olan gelişmeler kitabın üçüncü kısmında işlenmiş ve yapılan
önemli inkılâplardan söz edilmiştir.
Her fâni gibi, Atatürk’ün de hastalığı ve ölümü konusu,
kitabımızda önemle işlenmiştir. Unutulmazlığı ile ilgili olarak
20
Rasim Pehlivanoğlu
yazılmış duyarlı şiirler, söylenen övgülü sözler ve anlatılan anlamlı
fıkralar da bu kitabımızda önemli yerini almıştır.
Ölümsüzleşen Atatürk’e karşı milletçe gönülden duyulan
sevgimiz ve saygımız, kitabımızda özenle dile getirilmiştir.
“Sevdiğimiz Atatürk” isimli bu kitabı okuyan değerli
okuyucularımın Atatürk’e olan sevgi ve saygılarının pekişmesine,
millî duygu ve heyecanlarının gelişmesine -bir nebze de olsa- katkıda
bulunursam mutlu olacağım.
Büyük milletime hediyem olarak hazırladığım eserimi saygı ile
sunuyorum.
Rasim Pehlivanoğlu
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
Birinci Bölüm
DOĞUMUNDAN SAMSUN’A ÇIKIŞINA
KADAR MUSTAFA KEMAL
Selânik’te yıldız doğdu.
Pembe eve sevinç doldu!
Altın saçlı güzel çocuk
Çevresine ışık oldu.
Önceleri bilinmedi
Neyin nesi, kim olduğu?...
Yıllar sonra anlaşıldı
Kurtarıcı baş olduğu!...
Rasim Pehlivanoğlu
25
26
Rasim Pehlivanoğlu
Mustafa Kemal’in doğumundan başlayarak 19 Mayıs 1919’da
Samsun’a çıkışına kadar olan hayat hikâyesi aşağıdaki ana başlıklar
altında verilmiştir:
A- ATATÜRK’ÜN ÇOCUKLUĞU ve
OKUL HAYATI
B- KURMAY SUBAY MUSTAFA KEMAL’İN
İLK YILLARDA
ORDUDAKİ ÜSTÜN HİZMETLERİ
C- İTALYANLARLA TRABLUSGARP SAVAŞI
ve MUSTAFA KEMAL
D- BALKAN SAVAŞI ve MUSTAFA KEMAL
E- BİRİNCİ CİHAN SAVAŞI ve BU SAVAŞIN
YENİLMEZ KOMUTANI MUSTAFA KEMAL
(ÖZELLİKLE ÇANAKKALE SAVAŞLARI)
F- BİRİNCİ CİHAN SAVAŞI SONRASI
GELİŞMELER ve SAMSUN’A HAREKET
Yukarıda sıralanan ana başlıklarla ilgili alt başlıklar ve o
dönemdeki önemli gelişmeleri belirten ara başlıklar da -konuların akışı
içerisinde- yer almıştır.
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
27
A - ATATÜRK’ÜN ÇOCUKLUĞU VE OKUL HAYATI
Selânik’te Pembe Boyalı Ev
Yıl : 1881
Yer: Selanik Şehri
Ahmet Subaşı Mahallesi
Pembe boyalı ve 3 katlı ev
Selânik şehri, Osmanlı Avrupa’sının işlek bir ticaret
limanıdır. Şehir, çevrenin önemli bir ticaret merkezi olmasına rağmen
yeterince gelişmemiştir: Bakımsız sokaklar, çoğuna ev denemeyen
eski püskü bakımsız evler, Şehirde harap ve yıkık bir genel
görüntü... Miskinlik ruhlara işlemiş, canlı olmaktan uzak sakin bir
şehir. Ama gene de hareketli bir ticaret merkezi...
Diğer Osmanlı şehirlerinde olduğu gibi, Selânik’te de
mahalleler ikiye bölünmüştü. Müslüman ve Hıristiyanların
oturduğu mahalleler birbirlerinden ayrıydı. Müslüman Mahallesi
halkı kendi koydukları toplumsal denetim kurallarına bağlıydı. Bütün
duygu ve düşüncelerde Müslümanlık hâkimdi. Türk adı hafızalardan
silinmiş gibiydi. Milli duygular körelmişti. Ama sessiz
kıpırdanışlar vardı... Elbet bir gün gelip burada da fikir hayatı
yükselecek ve şehir canlanacaktı.
O günlerin geniş Osmanlı ülkesinde yüzlerce büyük şehir
vardı. Ama Selanik şehri bunların hepsinden başkaydı. Zira: Bu
şehirde, kendisini dünyaya saydıran, Türklüğün büyük gururu,
altın saçlı, mavi gözlü ve ateşin bakışlı bir milli kahraman doğmuş
ve bu şehirde büyümüştü!...
Selânik’in Müslüman mahallesinde yer alan, 3 katlı, pembe
boyalı ve iki daireli evde Ali Rıza Efendi ailesi oturuyordu. 1870
yılında Rodoslu Hacı Mehmet Efendi tarafından yaptırılan bu evi Ali
Rıza Efendi sahibinden satın almıştır. Selanik’te yüzlerce ve binlerce
ev vardı. Ama bu ev hepsinden farklıydı. Zira bu evde, Birinci
Cihan Savaşanın Muzaffer Komutanı, Milli Kurtuluş Savaşımızın
öncüsü Mustafa Kemal doğmuştur!...
Ali Rıza Efendinin genç eşi Zübeyde Hanım orta boylu
narince yapılı, tatlı bakışlı, mavimsi gözlü, sarımsı uzun saçlı, kumrala
yakın sarışın bir hanımefendiydi. Giyim kuşamına özen gösterir,
ahenkli ve zevkli giyinirdi.
Mevsim kış aylarının sonu ve ilkbahar aylarının ilk
günleriydi. Zübeyde Hanım, pembe boyalı evin ikinci katının
solundaki ocaklı odada oturuyor ve bir beklenti içinde bulunuyordu.
28
Rasim Pehlivanoğlu
Ağır ağır ve sessiz yanan ocağın karşısında düşüncelere ve tatlı
hayallere dalıyor; yakında ana olmanın kıvancını duyuyordu.
Beklediği bebek kız da olsa, oğlan da olsa kabulüydü, sevinecekti.
Ama gönlünde beklediği bebek oğlandı...
Selanik’te her gün çok sayıda anne doğum yapardı. Ama,
çocuğunun doğumunu beklemekte olan Zübeyde Hanım bunların
hepsinden farklı bir anneydi. Zira O, Türk yurdunun düşman
çizmelerinden temizlenmesinde Milletinin önünde yürüyen, ona
yol ve yön gösteren, Milli Mücadelemizin Gazi Mustafa
Kemal’inin annesiydi!...
Ailenin reisi olan Ali Rıza Efendi, “Kırmızı Hafız” diye
anılan, Hafız Ahmet Efendinin oğluydu. Öyle alımlı, çalımlı değil,
gösterişten hoşlanmayan, uysal yaratılışlı, sessiz, sakin, hoşgörülü,
duygulu, düşünceli ve dürüst bir insandı. Haksızlıklara tahammül
edemeyen, çetecilere boyun eğemeyen asil bir ruha sahipti. Bedenen
zayıfçaydı ve dal gibiydi. Biraz da sinirliydi.
Osmanlı ülkesinde her gün binlerce çocuk doğardı. Bir o
kadar insan da baba olurdu. Zübeyde Hanımın asil eşi Ali Rıza
Efendi de bunlardan birisiydi. Ama O, çok farklı bir baba idi. Zira
O, Türk Kurtuluş Savaşının Başkumandanı, yeni Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu, dünyadaki esir milletlerin
öncüsü ve bütün dünya milletlerinin saygılısı, büyük devlet adamı
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün babasıydı!...
Ali Rıza Efendi küçük bir maaşla Selanik Evkaf
Kâtipliğinde çalışıyordu. Buradan ayrılmak ihtiyacını duyan Ali Rıza
Efendi Çayağzı Gümrük memurluğunda görev almıştı. Olimpus
Dağı eteklerinde bulunan Çayağzı, Selânik ve çevresinin odun ile odun
kömürü ihtiyacını karşılayan bir yerdi. Ali Rıza Efendi burada
çalışırken Olimpus Dağı eteklerinde kümeleşen eşkıyalarla epey
mücadele vermişti ve yıpranmıştı...
Eşi Zübeyde Hanımı yokluklar içinde süründüremeyeceğini
düşünen Ali Rıza Efendi, gümrük memurluğundan istifa ederek,
Cafer isimli bir kereste tüccarı ile ortaklaşa kereste ticareti
yapmaya başlamıştı. Günlerinden bir kısmı Çayağzı’nda diğer bir
kısmı Selanik’te geçiyordu. Kereste ticaretinde kazandığı para ile,
Subaşı mahallesindeki pembe boyalı evi satın almıştı. (Bazı
kitaplarda bu evi kendisinin yaptırdığı da yazılmaktadır.)
Kereste ticareti iyi gidiyordu, zenginde olmuştu. Ama,
eşkıyaların baskısından bir türlü kurtulamıyordu. Haraç istiyorlardı...
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
29
Vermeyince, Olimpus Dağındaki keresteliğini yaktılar!... İşsiz
kalmıştı. İş arıyor, bulamıyordu!
Pembe Boyalı Evde Doğan Çocuk
Kereste ticareti devam ettiği günlerde, 1881 yılı ilkbaharının
ilk aylarıydı, Ali Rıza Efendinin tek düşüncesi doğacak
çocuğuydu. Oğlan olmasını beklediği çocuğunun ileride büyük
adam olacağı –hatta paşa olacağı- hayali içindeydi. Eşi için:
“Hayırlısıyla bir kurtulsa” diye düşünüyor ve sabırla o günü
bekliyordu.
Nihayet beklediği gün gelmişti: Hizmetçi kadın zenci Uftade
Bacı’dan “Müjde efendim, bir oğlunuz oldu” haberini alan Ali
Rıza Efendinin sevinci büyük olmuş ve Allah’a şükretmişti.
Her gün her şehirde yüzlerce, binlerce çocuk doğardı. Ama,
Ali Rıza Efendinin sarı saçlı, mavi gözlü, güzel yüzlü sevimli
çocuğu diğerlerinden çok farklıydı. Tabiatın yeşermeye başladığı,
ağaçların çiçek açtığı güzel bir ilkbahar gününde dünyaya gelen bu
sevimli çocuk, bir gün gelecek, Ülkemizin semalarını kara bulutların
sardığı, yurdumuza giren acımasız düşmanların elinde milletimizin
inim inim inlediği, Anadolu’muzun göbeğinde düşman çizmelerinin
dolaştığı, Milletimizin önüne düşecek milli bir kurtarıcının arandığı o
kara günlerimizde; yurt ufuklarından bir güneş gibi doğan, önümüze
düşerek yolumuzu aydınlatan, gönüllerimizi serinleten; “Vatanım için
ölürsem şehit, kalırsam gazi” aşkıyla yanan Mehmetçiği düşman
üzerine yürütecek, düşman sürülerinin ülkemizden atılmasını
sağlayacak, canımızı dişimize takarak verdiğimiz milli
mücadelemizin (kurtuluş savaşımızın) dirayetli lideri, Baş
Kumandan Mustafa Kemal Paşa olacaktı!
Oğlunun doğumunu işitince koşarak doğum odasına giren Ali
Rıza Efendi, Zübeyde Hanımı tebrik etmiş ve bebeği kucağına alarak
gözleriyle sevmişti. İleride büyük adam olacağına inandığı oğluna
kavuşmuş olmanın kıvancını duyuyordu. Geçici subaylığından kalma
kılıcını hemen sandıktan çıkarmış, beşikteki bebeğin başucuna
asmıştı.
Şair Muallâ Uzmay, Benim Atatürk’üm, isimli kitabında o
günü şöyle tasvir ediyor:
Yıl 1881
“Selânik’te pembe boyalı bir evde...
El dokusu alaca bir kilim yerde,
Duvarlar boyunca sedir,
Örtüler dantel dantel,
Pencereler patiska perdelidir.
30
Rasim Pehlivanoğlu
Göz emeği, iğne oyası,
Burası, bir doğum odası,
Mustafa’m mışıl mışıl uyuyordu...
Girdi Ali Rıza Bey odaya
Ağır adımlar boyunca,
Okşadı Allah’ın inayetini,
Dedi: “Maaşallah!
Büyüyünce paşa olur inşallah!”
Mustafa’m mışıl mışıl uyuyordu...
Gökyüzü benzeri mavi gözler...
Sırma saçlar püskül püskül,
Gül Zübeyde’m gül!...” (1)
Torununu görmeye gelen “Kırmızı Hafız” namıyla anılan,
Ali Rıza Efendinin babası Hafız Ahmed Efendi, bebeği kucağına
almış, besmeleyle ve dualarla kulağına üflemişti: Üç kere “Mustafa –
Mustafa – Mustafa” diyerek çocuğun adını koymuştu.
Altın gibi parlayan sarı saçlı, mavi gözlü, beyaz tenli ve kırmızı
yanaklı bir çocuk olan Mustafa çok sevimliydi. Babasının, “İleride
büyük adam olacağı” beklentisine ümit veriyordu. Annesi de
çocuğunu çok seviyordu. Mustafa üzerinde titriyordu. Ninniler
söyleyerek onu eğlendiriyordu:
“Ninni desem gözün süzer
Deste kirpik inci düzer.
Senin baban gurbet gezer
Ninni yavrum ninni. Huu... Huu...” (2)
diyerek çocuğu uyutuyordu.
Soy Kütüğü ve Doğum Tarihi
Burhan Göksel tarafından hazırlanan Atatürk’ün Soy
Kütüğü kitapçığında –İslam Ansiklopedisinden nakledilerek- Ali
Rıza Efendinin 3 çocuğundan söz edilmektedir. Bunlar Mustafa,
Makbule ve Naciye’dir. Naciye küçük yaşta ölmüştür. Oysa birçok
kitaplarda Mustafa’dan önce Fatma, Ahmet, Ömer isimli 3
kardeşin daha olduğu anlatılmaktadır. Bunlardan Fatma çok
yaşamamıştır. Ahmet ile Ömer de çocukken, çiçek hastalığı salgınında
hayatlarını kaybetmişlerdir. Bu salgından sadece 2 yaşındaki
Mustafa kurtulmuş olup, ailenin biricik çocuğu ve gözbebeği
(1) Hacı ANGI: Çocuk Gözüyle Atatürk S. 10 – Ankara - 1977
(2) Bekir Tümay: Gazinin Doğuş Destanı s. 15, Ankara - 1980
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
31
olmuştur. Makbule ile erken yaşta ölen Naciye sonradan
doğmuştur.
Bu anlatımların hangisi doğru kesin bilgi edinemedim. Ancak
kesin olarak bilinen 3 kardeş: Mustafa, Makbule ve Naciye’dir.
Mustafa büyümüş Mustafa Kemal Paşa olmuş ve ünlenerek Atatürk
olmuştur. Atatürk’ün çocuğu olmamıştır. Makbule Hanımın da
çocukları yaşamamıştır. Bilindiği gibi Naciye de küçük yaşta
ölmüştür. Bu suretle, Ali Rıza Efendinin nesli Atatürk ve Makbule
Hanım ile son bulmuştur.
Atatürk’ün 1881 yılında doğduğu kesindir. Fakat hangi ay
ve günde doğduğu bilinmemektedir. Nüfus kâğıdında sadece doğum
yılı yazılıdır. Nüfus kâğıdı alınırken Atatürk’e sorarlar. Cevaben:
– Yıl yetişir. Yoksa bir gün doğum günümü kutlamaya
kalkarlar. Sonra padişahlara benzerim” der.
Doğum günü armağanı göndermek isteyen dönemin
İngiltere kralı, Ankara büyükelçisi yoluyla Atatürk’ün doğum
tarihini öğrenmek ister. Ancak doğum gününü kesin bilmeyen
Atatürk:
– Anam bana bir bahar ayında dünyaya geldiğimi, doğduğum
gün ağaçlarda çiçekler bulunduğunu söylemişti. Ben zaten, 39
yaşımdan beri, yani Samsun’a çıktığım günden beri, doğum
tarihim olarak 19 Mayıs gününü kabul ediyorum. Kral
hazretlerine, doğum tarihimi 19 Mayıs 1919 olarak bildirsinler”
cevabını verir.
“Babası Ali Rıza Efendi, gümrük muhafaza
memuru idi. Kızıl bıyıklı ve iri yarı idi. Aydın’ın
Söke tarafından gelmişlerdi. Ana tarafından ise
yörüktür. Ondaki Altaylı tipi bundan olsa gerek!”
F.R. Atay (3)
Küçük Mustafa Büyüyor
1881 yılı, ağaçların çiçek açtıkları bir bahar ayında dünyaya
gelen Mustafa gün geçtikçe büyüyor ve serpiliyordu. Çevresinde
Mustafa’yı sevmeyen yoktu. En çok seven de Onu kucağından
indirmeyen anneannesiydi. Annesiyle babasının tek sevgi kaynağı
Mustafa olmuştu. Mustafa, hırçın olmayan, ağlamaktan
hoşlanmayan, rahat uyuyabilen ve her hali ile iç açıcı olan bir
çocuktu.
(3) Nüzhet Erman: Gazi M. Kemal Atatürk s.16, Ankara - 1981
32
Rasim Pehlivanoğlu
4 yaşındayken kardeşi Makbule dünyaya gelmiş ve
Mustafa’yı sevindirmişti. Annesi ile babasının sevgisi bölünmüştü.
Ama Mustafa, kardeşini çok seviyor ve birlikte oynuyorlardı.
6 yaşındayken, annesiyle birlikte bir yakınlarını ziyarete
gittikleri bir gün Pazaryerinden geçerken Mustafa aniden kayboluyor.
Arayan annesi onu bir kuş satıcısının yanında buluyor. Harçlığından
artırdığı azıcık parasıyla, 2 kuşu satın alırken görüyor. Annesi,
kuşu ne yapacağını sorunca:
– Onları hürriyetine kavuşturmak (özgür bırakmak) için
aldım anne” diyor ve;
– Artık hürsünüz. Haydi uçun gidin!” diyerek kuşları
havaya fırlatıyor.
O gün minik kuşları hürriyetine kavuşturan küçük
Mustafa, yıllar sonra, çok sevdiği Türk Milletinin hürriyet
mücadelesini verecek ve ön safta çarpışacaktı...
Hürriyet uğruna canımı vermek benim
için namus ve vicdan borcudur”
K. ATATÜRK
Mustafa Okulda
Sen
Çok erken yola çıkarsın,
Okul çantan var yanında.
Sokaklarda bir koşarsın,
Zil çalacak zamanında...
Gözlerin nasıl ki mavi,
Coşkun denizi andırır...
Saçların güneşten sarı,
Rüzgârlarda dalgalanır.
Seni nasıl da taramış,
Annen kendi elleriyle.
Bir iyice hazırlamış,
Tükenmeyen sevgisiyle,
Ben de oradayım sanki,
Seni böyle görüyorum.
Derse girince inan ki
Hep seni düşünüyorum
Mustafa, Mustafacık
Okullu güzel çocuk! (4)
(4) İbrahim Şimşek: Mustafa Kemal Bir Destan s.10, İstanbul - 1992
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
33
MUSTAFA’NIN OKUL HAYATI
1- İlkokula Başlayan Mustafa
Okul çağına gelen Mustafa’nın ilkokula başlaması aile
içinde bir sorun olmuştur: Dini yönden ilerlemesini isteyen anne,
Mustafa’nın mahalle mektebine (okuluna) verilmesini istiyordu.
İleride, oğlunun büyük adam olacağına inanan ve bunun özlemini
duyan baba ise, yeni usul eğitim yapan “Şemsi Efendi” İlkokuluna
yazılması taraftarıydı. Sonunda anlaştılar. Olayı büyütmeden
tatlıya bağladılar: Önce ilahilerle mahalle mektebine başlayan ve
ilâhiler söyleyerek -arkadaşlarıyla- mahalle sokaklarını dolaşan
Mustafa, birkaç gün sonra da Şemsi Efendi İlkokuluna kaydediliyor.
Böylece, annesinin de gönlü alınmış ve her ikisinin isteği yerine
gelmiş oluyordu.
Altın saçlı, mavi gözlü ve sevimli yüzlü Mustafa tertemiz bir
çocuktu. Herkes tarafından seviliyordu. Komşuları, “Zübeyde
Molla’nın oğluna bakın, ne tertemiz giyiniyor” diyorlar ve
Mustafa’ya gıpta ile bakıyorlardı. (5)
Mustafa, mahalledeki çocukların oyunlarına pek
karışmazdı. Çoğunlukla elleri cebinde ve başı yukarda büyük bir
adam gibi onları seyrederdi. Bir gün, arkadaşlarının ısrarı ile
katıldığı birdirbir oyununda, eğilip üzerinden atlama sırası kendisine
gelince hiç eğilmeden dimdik duruyor ve arkadaşlarının atlamasını
bekliyordu. Bu da gösteriyor ki: Çocukluğundan beri -oyun
oynarken bile- eğilmeyen Mustafa, büyük adam olup da
sorumluluk yüklenince, yurdumuza saldıran zorlu düşman güçleri
karşısında nasıl eğilebilirdi?...
Mustafa Şemsi Efendi İlkokuluna devam ederken, kereste
tüccarı olan babası Ali Rıza Efendinin keresteliği yakılmış ve baba
işsiz kalmıştı. İş arıyor bulamıyordu. Bu arada Naciye isimli bir
çocuğu daha dünyaya gelmişti. Mali durumları iyice bozulmuştu.
Yokluk ve üzüntü içinde kalan Ali Rıza Efendinin bir müddet sonra
sağlığı da bozulmuştu. Bir ara kendisini içkiye verdiği de söyleniyor.
Yıllar yılı hasta olarak yaşayan Ali Rıza Efendi önceleri sağlam
bir yapıya sahipti. Şimdi ise, yokluğun ve ruhi sıkıntının etkisiyle
günden güne eriyor, çöküyordu. Tutulduğu amansız “bağırsak
veremi” hastalığına daha fazla dayanamayarak genç denilebilecek bir
yaşta hayata veda etmiş, genç eşi Zübeyde Hanımı 3 çocuğu
(Mustafa, Makbule, Naciye) ile dul bırakmıştı. Ali Rıza Efendinin
ölüm tarihi kesin olarak verilmemiştir. Bazı kitaplarda 1888 olarak
verilen ölüm tarihi diğer bazı kitaplarda bunun üzerinde gösteriliyor.
(5) Hacı ANGI: Çocuk Gözüyle Atatürk S. 11, Ankara -1977
34
Rasim Pehlivanoğlu
Hattâ 1893 yılında öldüğü de yazılıyor. Anlaşılıyor ki, Ali Rıza
Efendinin ölümü bu iki tarih arasında olmuştur.
Mustafa Rampla Çiftliğinde
Şemsi Efendi İlkokulunu bitiren Mustafa okumak
istiyordu. Ama bu şartlar altında okuması mümkün değildi.
Birisinin himayesine ihtiyacı vardı. Ailenin geliri, 2 daireli evlerinin
birisinden aldıkları kira ile, annesinin aldığı küçük miktarda (iki
mecidiye) dul kadın parasından ibaretti.
Selânik civarındaki Rampla Çiftliği’nin sahibi olan dayısı
Hüseyin Ağa köy hayatı yaşıyordu. Kardeşi Zübeyde Hanımı ve
çocuklarını alıp çiftliğine götürmüştü. Mustafa çiftlik hayatına
karışmış, kendisine verilen görevleri yapıyordu. Boş kaldıkça da
çevrede dolaşıyor, temiz havayı teneffüs ediyordu. Başlıca görevi
tarla bekçiliği yapmaktı. Kardeşi Makbule ile, bakla tarlasındaki
kulübede oturuyor ve baklalara üşüşen kargaları kovalıyordu.
O gün kargaları kovalamakla işe başlayan Mustafa, ileride
vatan topraklarına saldıranları kovalayanların da başında yer
alacaktı. Düşman kovalamaya karga kovalamakla başlamıştı.
Kardeşi Makbule’nin anlattığına göre: Ağabeyi okumaktan
mahrum kalışına çok üzülüyor ve canı sıkılıyordu. Sinirli de olmuştu...
Mustafa, babasının sık sık tekrarladığı: “Benim oğlum büyük
adam olacak -Paşa olacak ” sözünü hatırlıyor ve düşünüyordu: İyi
ama, büyük adam olabilmek için okumak gerekiyordu. Okumadan
büyük adam olunmazdı ki... Annesi de çocuğunun okulsuz kalmasına
üzülüyor ve çareler arıyordu. Bir ara çiftliğin yakınındaki Hıristiyan
mektebine gönderildi. Birkaç gün devamdan sonra:
– Ben gâvur mektebine gitmek istemiyorum. Onların
dilinden anlamıyorum” diyerek devamdan vazgeçti. Çiftlikteki
yazıcı Kâmil Efendiden ders almaya başladı. Aradığını bulamayınca
ondan da vazgeçti. Annesi bu sefer, komşuları Hatice Hanımı hoca
tuttu. Mustafa onun da öğrettiklerinden bir şey anlamamıştı.
– Şunun bunun elinde okumak istemiyorum anne. İyi
bir okula gitmek istiyorum” demişti.
Oğlunu okutmak amacında olan Zübeyde Hanım, Selanik’teki
kız kardeşine yazdığı mektupta Mustafa’nın okuma isteğini anlattı.
Kardeşinin istemesi üzerine, Mustafa’yı Selanik’e, teyzesinin
yanına gönderdi.
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
35
2- Mustafa Selânik Mülkiye Rüştiyesinde
Selanik Mülkiye Rüştiyesine (orta okuluna) başlayan Mustafa
hevesle devam ediyordu. Ama bir gün okula erken gelmiş derse
hazırlanıyordu. Sınıfın haylaz çocuklarından birisi yanına geliyor,
Mustafa’yla alaylı konuşuyor ve rahat çalışmasını önlüyordu. Ali
isimli haylaz çocuk Mustafa’nın yazı yazdığı defterini çekiştirirken
hokkayı deviriyor ve mürekkebin dökülmesine neden oluyordu. Çok
öfkelenen ve kanı beynine fırlayan Mustafa ok gibi yerinden
fırlıyor, “Beğendin mi yaptığını!” diyerek haylaz çocuğun suratına
tokadı yerleştiriyor. Kavga Mustafa’nın üstünlüğüyle devam
ederken, “Kaymak Hafız” adıyla anılan okulun müdür yardımcısı ve
Aritmetik hocası oraya geliyor ve olayı seyrediyor. Hoca görülünce
kavga duruyor. Hocanın öfkeli bakışları karşısında yutkunan haylaz
çocuk:
– Hocam, kavgayı o çıkardı! Benim suçum yok” deyiveriyor.
Sormadan savunmasını yapan haylaz çocuğa inanan Kaymak Hafız,
hiç sorup soruşturmadan Mustafa’ya dönüyor:
– Sana haddini bildireceğim” diyerek birbiri ardı sıra
tokatları yüzünde şaklatıyor. Vurdukça vuruyor... Mustafa’nın ağzı,
burnu kan içinde kalıyor! Okulda haksız yere yediği böylesi dayak
Mustafa’yı derinden yaralıyor ve o günden sonra bir daha bu
okula gitmiyor.
(Temenni edelim ki: Öğrencilerini sindiren, söndüren ve
okulundan soğutan böylesi “yeni tip Kaymak Hafızlar” bugünkü
okullarımızda yer almasın...)
Mustafa, Selanik Rüştiyesinden ayrılmıştı ama okumaktan
vazgeçmemişti. Babasının özlemini duyduğu “Okuyup büyük
adam olmak hevesi”, Onun ruhuna işlemişti... Ne edip edip
okuyacaktı. Hem de iyi okuyacaktı... Öyle Kaymak Hafızlar, şunlar
veya bunlar Mustafa’nın büyük adam olmak idealini (ülküsünü)
söndüremeyecekti...
3- Mustafa Selânik Askeri Rüştiyesinde
Selanik’te teyzesinin yanında kalan Mustafa, daha Mülkiye
Rüştiyesine devam ederken, Askeri Rüştiyede okuyan komşuları
Binbaşı Kadri Beyin oğlu Ahmet’i görüyor ve ona özeniyordu.
Giydiği elbiseye ve güzel üniformasına imrenerek bakıyordu. “Ben de
Askeri Rüştiyeye gitseydim” diye iç geçiriyordu.
Mustafa’nın Mülkiye Rüştiyesinden ayrıldığını duyan annesi
ve dayısı Selânik’e gelmişlerdi. Dayısı, Mustafa’nın Askeri
Rüştiyeye verilmesini istiyordu. Ama anne, asker olursa
36
Rasim Pehlivanoğlu
kendisinden yıllarca ayrı kalacağı ve hasretine dayanamayacağı
endişesiyle rıza göstermiyordu. Fakat Mustafa bir kere kararını
vermişti.
– Ben de Ahmet gibi asker olacağım” diyordu da başka bir
şey demiyordu. O yıllarda, asker olmak Rumeli’deki bütün Türk
çocuklarının rüyasıydı. Mustafa doğduğu gün babasının kendisine
hediye ettiği ve beşikteki kundağının başucuna astığı kılıcı annesine
hatırlatıyordu:
– Görüyorsun, babam da benim asker olmamı istiyordu”
diyerek annesinin rızasını almaya çalışıyordu. Annesi ise, oğlunun
harplerde ve çete savaşlarında ölebileceğini düşünerek endişeleniyor,
rıza göstermiyordu.
Kararlı olan Mustafa, annesinden habersiz Askeri
Rüştiyeye yazılmıştı. 1893 Nisan ayında yapılan giriş imtihanını
kazanarak, Selânik Askeri Rüştiyesine devam etmek hakkını almıştır.
Mustafa’nın imtihanı kazandığını duyan annesi Zübeyde Hanım
şaşırmıştı. Ama bu oldu bittiyi de kabul etmek zorunda kalmıştı:
– Hakkında hayırlısı olsun evladım” diyerek Mustafa’yı
kucaklamış ve tebrik etmişti.
Mustafa, rüyalarında gördüğü süslü elbiseye de kavuşmuş,
sevinçle okuluna gidiyordu. Sokaklarda dolaşırken bu sefer
arkadaşları ona imreniyordu. Okulunda çok sıkı bir disiplin
uygulanıyordu. Ama Mustafa bundan şikayetçi değildi. Aksine,
memnun oluyordu.
Sınıfın Çavuşu Mustafa
Mustafa’nın en sevdiği ders Matematikti. Matematik
Öğretmeni Yüzbaşı Mustafa sert bir adamdı. Mustafa’yı çok
beğeniyor ve seviyordu. Okulda, 3 ayda bir imtihanla sınıf birincisi
seçilir ve Çavuş rütbesi verilirdi. Mustafa ilk imtihanda bu rütbeyi hak
etmiş ve koluna 3 sıra Çavuş nişanı takılmıştı. Sevinçle eve gelerek,
“sınıfının çavuşu” olduğu müjdesini annesine vermiş ve onu çok
sevindirmişti. O da artık, rahmetli eşi Ali Rıza Efendi gibi oğlunun
ileride Paşa olacağına inanmıştı. Bu inancını ağabey Hüseyin Ağaya
da söylemişti. Mustafa ise:
– Bir gün benimle gurur duyacaksınız” demekten kendisini
alamamıştı.
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
37
Kemalleşen Mustafa
Matematik hocası, günün birinde öğrencilerinden zor bir
denklemin çözümünü istemişti. İçlerinden sadece Mustafa
çözebilmişti. Kendisinin bile zor çözeceği bir denklemi,
Mustafa’nın kolaylıkla çözebilmesi hocasını çok etkilemişti. Onu
mükâfatlandırmak istiyordu. Mustafa’ya dönerek:
– Bak oğlum Mustafa, benim adım Mustafa, seninki de
Mustafa. İkisinin arasında bir fark olmalı. Bundan sonra senin
adın Mustafa Kemal olsun” demiş ve Mustafa’ya en güzel mükafatı
vermişti.
– Bana iltifat ettiniz hocam!” diyerek hocasına teşekkür eden
Mustafa, o günden sonra hayatı boyunca “Mustafa Kemal” diye
anılacaktı.
Aldığı yeni ismi söylemek için sabırsızlanan Mustafa, eve
dönünce annesinin “Hoş geldin Mustafa” sözüne:
– Hayır anne, Mustafa Kemal!” cevabını vermişti. Merak
eden annesine okuldaki olayı anlatmış ve onu çok sevindirmişti.
Sevinci büyük olan annesi:
– Mustafa Kemal! Mustafa Kemal!...” diyerek yeni isme
kendisini alıştırmaya çalışmıştı.
3 yıl süren parlak bir okul hayatından sonra, 1896 yılının ilk
günlerinde, Mustafa Kemal Selânik Askeri Rüştiyesinden
dördüncü olarak mezun olmuştu. Aynı yılın Mart ayı ortalarında ise
Manastır Askeri İdadisine(Askeri Lisesine) yatılı öğrenci olarak
yazılmıştı.
4- Manastır Askeri İdadisinde Mustafa Kemal
Mustafa Kemal, 1896 yılı Mart ayından itibaren devam ettiği
Manastır Askeri İdadisinde (Lisesinde) okurken Sırbistan,
Bulgaristan ve Yunanistan Manastıra göz dikmişlerdi. Sırp ve
Bulgar çeteleri, sık sık Manastırdaki Türk köylerini basıyorlardı.
Bunun için, memleket sorunlarıyla ilgilenen okul Manastır Askeri
İdadisi olmuştu. Aynı okulun öğrencisi olarak Mustafa Kemal de bu
ilginin içindeydi.
Mustafa Kemal, burada da matematikten sınıfının en
başarılı öğrencisiydi. Ancak, o yılların en geçerli yabancı dili olan
Fransızca’sı yeterli değildi. Ama tatil aylarında Selânik’te Fransız
Frerler Okulunun özel sınıfına gizlice devam ederek bu eksikliğini
de gidermişti.
38
Rasim Pehlivanoğlu
Ömer Naci ve Namık Kemal Sevgisi
Bir gün sınıfına, Bursa Askeri İdadisinden Ömer Naci isimli
bir arkadaş gelir. Mustafa Kemal, Ömer Naci ile yakın dost olur.
Edebiyatçı ve şair ruhlu olan Ömer Naci, Mustafa Kemal’e,
kendisinin okuduğu edebiyatla ilgili kitapları verir ve okutur. Bunlar
arasında, Namık Kemal’in şiirleriyle de karşılaşan Mustafa Kemal,
Namık Kemal’in duygu ve düşüncelerini şiirle ne güzel yansıttığını
görür ve kendisi de şiir yazmaya başlar. Okuldaki hitabet hocası
şiire fazla kapıldığını görünce onu uyarır. Fazla şiir merakının, iyi
bir asker olmasına engel olacağını söyler. Mustafa Kemal sonunda
şiiri bırakır. Ama, güzel yazma ve konuşma hevesi devam eder. İlginç
bulduğu her şeyi okuyan Mustafa Kemal, okuduklarını
arkadaşlarına da anlatır. Onlarla tartışır ve kendisini de geliştirir.
Tarihe ve özellikle Türk Tarihine büyük ilgi duyan Mustafa
Kemal’e, tarih dersleri yeni bir ufuk açmıştır. Tarih okuma zevkini
almıştır. Bu yolla, geçmişten ders alarak geleceği görüyor ve öngörüşü
gelişiyordu. Onun için: Vatan, Millet sevgisi ve millete hizmet
duygusu artık her şeyin ve her düşüncenin üstünde oluyordu!...
Girit İsyanı ve Osmanlı - Yunan Savaşı
1897 yılının ilk aylarında, Atina’nın (Yunanın) teşvikiyle,
Osmanlı Tebaası (Osmanlı hâkimiyetinde) olan Giritli Rumlar isyan
ediyor... Arkasından Osmanlı - Yunan savaşı başlıyor. Savaşa
katılmak isteyen gönüllü Türkler akın akın Manastıra geliyordu.
Mustafa Kemal de gönüllü yazılmak isteyenler arasında yer
alıyordu.
– Ne duruyoruz? Gidip Yunanla savaşalım” diyerek
arkadaşlarını teşvik ediyordu. İzin vermeyen okul idaresinden
habersiz, yakın arkadaşlarıyla birlikte gönüllü yazılmak üzere
okuldan kaçıyor. Fakat eskiden tanıdığı, kendisini seven birisiyle
karşılaşıyor. Mustafa Kemal’in niyetini öğrenen bu kişi:
– Mektebini bitirip zabit olursan, ileride vatana daha
yararlı olursun” diyerek Mustafa Kemal’i kararından güçlükle
vazgeçiriyor ve geri çeviriyor.
Ethem Paşa komutasında yapılan zorlu savaşta Yunan ordusu
bozguna uğratılıyor!... Zafer Türklerin oluyor. Artık Atina yolu
Türklere açılıyor... Ne yazık ki: Savaşı kazanan Türkler oluyor,
ama kazançlı çıkan Yunanlılar oluyor. Zira: Avrupalı büyük
devletlerin büyük baskısı ve katılımıyla oturulan barış masasında
Girit ve Tesalya elden çıkıyor. (Yunanlılara bırakılıyor)
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
39
Manastır Askeri İdadisinden Mezuniyet
Daha çok Rusların baskısıyla, kazanılan galibiyetin
mağlubiyete çevrilmesi Mustafa Kemal’i çok üzüyor. Bu olay
onun için bir ibret dersi oluyor. O günden sonra derslerine daha sıkı
bir şekilde sarılıyor ve okulun en başarılı öğrencisi olmaya gayret
gösteriyor. Okul hayatı boyunca hızlı ve hırslı bir çalışmayla hep
başarılı imtihanlar veren Mustafa Kemal 1899 yılı başında 54 kişilik
sınıfın ikincisi olarak Manastır Askeri İdadisinden mezun oluyor.
(Resim ve Jimnastikten aldığı düşük notlar birinci olmasını önüyor)
Harp okulu öğrencisi adayı olarak Manastırdan ayrılan Mustafa
Kemal için, 1899 yılının ilk ayları yeni bir dönemin başlangıcı oluyor.
5- Harp Okulu Öğrencisi Mustafa Kemal
Mustafa Kemah daha Manastırda okurken, Osmanlı hakimiyeti
(egemenliği) altında bulunan azınlıkların, kendi aralarında birbirlerine
ve Türklere karşı olan düşmanlıklarını görüyor ve bundan kaygı
duyuyordu. 1899 yılı Ocak ayında, Bulgar komitecileri İstanbul’a ihtar
gönderiyor ve Girit’teki gibi muhtariyet istiyorlardı. Koskoca
Osmanlı İmparatorluğunun başkenti olan İstanbul, 1899 yılı Mart
ayında yabancıların egemen olmaya başladığı bir şehir
görüntüsündeydi. Eski günlerin anıları içinde sessiz ve üzgün bir
hayat sürüyordu. İşte bu ortamda İstanbul’a gelen Mustafa Kemal 13
Mart 1899’da Harp Okulunun Piyade sınıfına kaydolmuştu.
Okulda Türk, Arnavut, Arap bir çok öğrenci vardı. Yurdun
çeşitli bölgelerinden gelen Askeri İdadili öğrenciler kendi
aralarında gruplaşıyor ve karşı gruba tavır alıyordu. Okulun
başladığı ilk günde, Bağdatlılar ile İşkodralılar yemekhanede kavga
etmişlerdi. Okulun mevcudu iki bine yakındı. Sadece birinci sınıfta
750 öğrenci vardı.
Manastırdan gelen Mustafa Kemal ilk günlerde İstanbul’un
yabancısıydı. 18 yaşın duygu ve düşünceleri içinde İstanbul’da
dolaşıyor, çeşitli yerlerini tanımaya ve öğrenmeye çalışıyordu... İlk
günler kendisini derslere veremeyen Mustafa Kemal çabuk
toparlanmış ve iki ay içinde sınıfının birinci kısım çavuşu olmuştu.
Harp okuluna imtihanla kayıt yaptıran öğrencilerden Salacaklı Ali
Fuat Efendi (Geleceğin Ali Fuat Cebesoy-u), Mustafa Kemal’in
takımına verilmişti. (Kafa dengi bu iki arkadaşın yakınlıkları ve
idealleri hayat boyu devam etmişti.)
Mustafa Kemal’in dershanesi okulun iç bölümündeydi ve
karanlıktı. Ama Mustafa Kemal buna yerinmiyordu:
40
Rasim Pehlivanoğlu
– Dershanemiz karanlık ama,
aydınlıktır” diyor ve teselli buluyordu.
bizim
yüreklerimiz
Mustafa Kemal, ikinci sınıfta kendisini derslere daha iyi
vermişti. Güzel söz söylemek ve yazmak hevesi de gelişmişti.
Askeri İdadiden arkadaşı Ömer Naci ile, teneffüslerde hitabet
talimleri (güzel konuşma alıştırmaları) yapıyordu. O günlerde sıkı
idarenin etkisi ile, Namık Kemal’in eserleri serbest okunamıyordu.
Okul idaresinin aldığı tedbirlere rağmen yatakhanelerde gizli gizli
okunuyordu. Mustafa Kemal, Namık Kemal’in “Vatan Kasidesi”ni
çok beğenmişti. Arkadaşına:
– Fuat kardeşim bunu ezberleyelim” diyordu. Kasideyi teksir
ederek çoğaltmış ve dağıtmıştı. Kasidede yer alan:
“Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin,
Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten” diyor
ve coşuyordu...
Ülkenin Durumu ve Mustafa Kemal
O günlerde ülkenin durumu iç açıcı değildi. Mustafa
Kemal, bunu arkadaşlarıyla konuşuyor, ferahlığı getirecek çareler
düşünüyorlardı. Bir gün, 1877-1878 Osmanlı – Rus harbi ve hezimeti
konuşulurken, çok acınan Mustafa Kemal’in ağzından, Namık
Kemal’in şu beyitleri dökülmüştü:
“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini;
Yok imiş kurtaracak bahtı kara maderini!” (millet anasını)
Bu beytinden de anlaşılacağı üzere, Namık Kemal bir kurtarıcı
arıyordu. Kurtarıcı arayan Namık Kemal’in bu beytinin cevabını,
gelecekte gene Mustafa Kemal verecekti:
“Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini;
Bulunur kurtaracak bahtı kara madenini!”
Mustafa Kemal, Harp Okulunun (Harbiye’nin) 3. sınıfına
başladığı günlerde, ülkenin durumu daha da karanlığa gidiyordu.
Batı dünyasının güçlü devletleri, Osmanlı İmparatorluğunu parçalayıp
yutmaya hazırlanıyordu. Bu ortamda, herkes gibi Mustafa Kemal
de başka şeylerle meşgul olmaya başlamıştı:
– Memlekette hürriyet yok. Serbest konuşulamıyor. Halkın
görüşü alınmıyor...” diye düşünüyordu. İyiye gidişin sağlanması için
çareler arıyordu. Bunun için, genç zabitlerin teşkilatlanması
gereğine inanıyordu... Teşkilatlanmanın ilk nüvesini, sınıfındaki
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
41
yakınları Ali Fuat, Ömer Naci, İsmail Hakkı ve başka
arkadaşlarıyla kurmuştu. Mustafa Kemal yapacağı işlerin
plânlamasını, ileride Kurmay Subay olacağına göre yapıyor ve o
günlere bu günden hazırlanıyordu...
Ali Fuat’ın babası İsmail Fazıl Paşa Erzincan’dan İstanbul’a
gelmiş, Genel Kurmayda göreve başlamıştı. Ali Fuat, Mustafa Kemal’i
evine götürerek babasıyla tanıştırmıştı. İsmail Fazıl Paşa:
– Seni çok sevdim evlat” demiş, tekrar görüşmelerini istemiş
ve Kuzguncuktaki evine beklediğini söylemişti.
Osman Nizami Paşa
Başka bir gidişlerinde, İsmail Fazıl Paşa, Mustafa Kemal’i
yatılıya alıkoymuştu. Ertesi gün, evlerine misafir gelen Osman
Nizami Paşa ile tanışmasını sağlamıştı.
Mustafa Kemal, Osman Nizami Paşa ile memleket meselelerini
ve geleceğe bakışlarını hararetle konuşmuşlar, birbirlerini yakından
tanıma fırsatını bulmuşlardı. Ayrılmadan önce, Osman Nizami Paşa
Mustafa Kemal’e takdirlerini belirtmiş ve :
– Efendi oğlum, görüyorum ki, İsmail Fazıl Paşa seni takdir
etme konusunda yanılmamış. Sende memleketin başına gelecek
büyük adamların, daha gençliklerinde gösterdikleri müstesna
kabiliyet ve zekâ emareleri görmekteyim... Keskin zekân ve
müstesna kabiliyetin memleketin geleceği üzerinde müessir
olacaktır. Bu sözlerimi iltifat olarak alma. İnşallah yanılmamış
olurum” demiş ve hakkında iyi temennilerde bulunmuştu. Bu övgü
karşısında mahcup olan Mustafa Kemal:
– Paşa Hazretleri, bana asla layık olmadığım iltifatı
gösterdiniz,” demiştir. Paşanın uzattığı eli saygı ile öpen Mustafa
Kemal, büyük bir moral bulmuş ve kendisine olan güveni daha da
artmış olarak oradan ayrılmıştı. (6)
M. Kemal Harp Okulu Son Sınıfında
Harp Okulu son sınıf imtihanları yaklaşıyorken Mustafa
Kemal:
– Memleketime daha faydalı olmak için mutlak Erkan-ı
Harp (Kurmay Subay) sınıfına girmeliyim” diye düşünüyor ve bu
düşünceyle, üstün başarı elde etmek için var gücüyle çalışıyordu.
Azim ve irade gayretiyle derslerine hazırlanıyordu. Yapılan genel
imtihanlarda, 459 mevcutlu sınıfın sekizincisi olarak, 1902 yılının
6
Orhan-Erhan Dündar: Kurmay Yüzbaşı M Kemal Atatürk
S: 24-25, Ankara -1996
42
Rasim Pehlivanoğlu
Şubat ayında Harp okulunu bitirmişti. Hayatının ilk savaşını
kazanarak, şerefli Türk ordusunun idealist bir subayı olmuştu.
Ayrıca Erkân-ı Harp sınıfına da ayrılmış ve Harp Akademisine
Devam etmek hakkını kazanmıştı.
Bazı hediyeler alarak, müjdeli haberi vermek için, Selânik’e
giden Mustafa Kemal, annesini, kardeşi Makbule’yi ve dayısını
sevinçle kucaklamıştı!... Ama, aralarında küçük kardeşi Naciye’yi
görememişti... Öldüğünü öğrenince üzüntüsü büyük olmuştu!
– Zavallı küçüğüm benim. Onu unutamam” demiş ve
Allah’tan rahmet dilemişti...
Selanik’te buruk bir tatil geçirdikten sonra İstanbul’a dönen
Mustafa Kemal, Harp Akademisinin 1. sınıfına başlamıştı.
6- Harp Akademisinde Mustafa Kemal
Mustafa Kemal, idealist (ülkücü) bir subay olarak, Harp
Akademisinin 1. sınıfına başlamıştı. Gelecekte, milletine yapacağı
büyük hizmetlerin hayali içindeydi... Sınıfının mevcudu 43 kişiydi.
İstanbul’da bir Fransız kadınının işlettiği pansiyonda kalıyordu.
Büyük bir hevesle derslerine sarılmıştı. Sadece derslerle yetinmiyor,
siyasi bilgileri de öğreniyordu. Pansiyoncu kadına gelen özel
postalar arasında, Avrupa’da –özellikle Fransa’da- basılan Türk
gazeteleri de bulunuyordu. Bunları da alıp okuyan Mustafa
Kemal, Osmanlı İmparatorluğunun nereye gittiğini daha iyi
öğreniyordu.
O yıllarda hafta tatilleri Cuma günleriydi. Mustafa Kemal,
Cuma günü akşamları hafta tatilinden dönünce sınıfının kapısını
kapatıyor, kürsüye çıkarak tatilde görüp öğrendiklerini
arkadaşlarına anlatıyordu:
– Vatan çocuklarının savaş meydanlarında harcandığını,
azınlıkların ise memlekette kalarak ilerlediğini” söylüyordu. Bir
milletin yaşaması temelinin ekonomi olduğunu belirtiyor ve
soruyordu:
– BU MEMLEKET ONLARIN MI, BİZİM Mİ?...” diyor ve
devam ediyordu:
– Rusların yardımıyla istiklâlini kazanan Yunanistan’ın,
yarın Makedonya’yı isteyeceğini, aynı davanın peşinde olan
Sırplar, Karadağlılar ve Bulgarlarla aralarında anlaşırlarsa, güzel
Rumeli’yi de kaybedeceğimizi” söylüyor ve yakınıyordu.
Konuşmalarıyla arkadaşlarına yeni ufuklar açıyordu. Mustafa
Kemal’i dinlerken, milli duyguları canlanan arkadaşları:
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
43
– Demek ki: Vatan, millet, Türklük gibi fikirler de
varmış!” diye düşünüyor ve söyleniyorlardı.(7)
Kurulan Yeni Cemiyetler
O günlerde Paris’te birinci kongresini yapan “Jön Türkler”
(Genç Osmanlılar) ikiye bölünmüşlerdi. Bunlar, ülkede bir inkılâp
olmasını istiyorlardı, ama metot da birleşemiyorlardı. Daha çok:
“İnkılâpta yabancı müdahalesi olsun mu olmasın mı” noktasında
ayrılıyorlardı. Yabancı müdahalesini kabul etmeyenler Ahmet
Rıza’nın çevresinde toplanıyor, “İttihat ve Terakki Cemiyeti”ni
kuruyorlardı. Yabancı müdahalesi olmadan inkılap yapılamayacağına
inanan diğerleri ise, Prens Sabahattin’in başkanlığında toplanıyor,
“Adem-i Merkeziyet Cemiyeti”ni kuruyorlardı.
Mustafa Kemal, bu iki gruba da güvenemiyor ve
inanamıyordu. Zira: Her iki grubun mensupları da memleket
gerçeklerini görecek ve yönetimde geçerli tedbirleri alacak ayrıntılı
bilgilere ve görüşlere sahip değillerdi...
Balkanlardaki Karışıklıklar ve Mustafa Kemal
Mustafa Kemal okulun birinci yıl sonu tatilindeyken,
Balkanlarda karışıklıklar oluyordu. Bulgar komitecileri isyan
hazırlığı yapıyor, Selanik’teki Osmanlı Bankası şubesi
dinamitleniyordu. Avrupa gazeteleri –suç bastırmak içinMakedonya’daki Bulgar halkına Osmanlı zulmünün şiddetlendiğinden
söz ediyordu. Mustafa Kemal’in okuduğu Fransız gazeteleri de
Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmakta olduğunu yazıyordu.
Bütün bu olanlar Mustafa Kemal’i çok üzüyor:
– Kötü bir idare Makedonya’yı ne hale getirdi” diye
acınıyordu...
Tatilden dönen Mustafa Kemal, bütün bu duyup
öğrendiklerini ve gördüklerini arkadaşlarına anlatıyor, onları
uyarıyor, düşündürüyor, birlikte çareler arıyorlardı. Günden güne
üzüntüsü artmış olan Mustafa Kemal kederli, küskün bir ruh haline
bürünmüştü. İsyankâr bir tavra girmişti. Geceleri gözüne uyku
girmiyordu. Ancak sabaha karşı uyuyabildiğinden, kalk borusu
çalınca uyanamıyordu. Arkadaşları bu haline üzülüyor ve Onu teselli
etmek istiyorlardı... Ama Mustafa Kemal’di bu... Bu böyle
gidemezdi. Mustafa Kemal üzüntüye yenik düşemezdi... Çabucak
toparlanmalı ve canlanmalıydı... İrade gayreti gösteren Mustafa Kemal
toparlandı, canlandı ve kendini buldu. Kötümserlikten sıyrılmaya ve
7
A.g.e. s: 30–31
44
Rasim Pehlivanoğlu
iyimser olmaya çalıştı... Amacını tespit etti ve azimle hedefine
yöneldi...
Mustafa Kemal, artık ne bulursa okumaya başlamıştı.
Derslerine verimli çalışıyordu. Hocalarının verdiği zor problemleri
bile, meydan muhaberesi kazanmış bir kumandan edasıyla
çözüyor ve bunlarla deşarj oluyordu... Hocası Yarbay Nuri’nin
“Gerilla Savaşı” konusundaki dersini çok beğeniyordu. Örnekler
vererek daha açık anlatılmasını istiyordu...
Mustafa Kemal ve arkadaşlarında, memleketin durumu ve
geleceği hakkında yeni düşünceler belirlemeye başlamıştı. Bu
düşüncelerini diğer öğrencilere de anlatmak istiyordu. Bunu
gerçekleştirmek için bir gazete çıkarmak kararına varmışlardı. Hemen,
el yazısı ile hazırlanan ve çoğunu Mustafa Kemal’in yazdığı gazete
öğrencilere dağıtılıyordu. Harp Okulu öğrencileri arasında dahi
gazete elden ele dolaşıyordu. Okulda milli bir heyecan
oluşuyordu!...
Fakat; Askeri Mektepler Müfettişi Zülüflü İsmail Paşa
durumu öğrenmişti. Ama, Okul Müdürü Ali Rıza Paşa vaziyeti
idare ediyor, büyümeden olayı kapatıyordu. Başka bir gün, Baytar
dershanesinde gazeteyi yazarken, Okul Müdürü Ali Rıza Paşa ansızın
içeriye girmiş, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını suçüstü yakalamıştı...
Hoşgörülü olan Ali Rıza Paşa küçük bir ceza (izinsizlik cezası) ile
yetinmişti. Böylece tevkif edilmekten kurtulmuşlardı. Arkadaşları:
– Ali Rıza Paşadan kurtulduk ama, Zülüflü İsmail Paşadan
kurtulamayız” diye endişeleniyorlardı.
Makedonya’da ve Doğu’da Olumsuz Durumlar
Mustafa Kemal Harp Akademisinin son sınıfına geçmişti.
Makedonya gene karışmıştı. 30.000 Bulgar çetecisi, bütün
Makedonya’da ayaklanma başlatmışlardı. Bulgar eşkıyası,
Müslüman yolcuların bindiği vagonlarda bombalar patlatıyordu.
Yıl sonu tatilinde Mustafa Kemal, Ali Fuat’ın babası İsmail
Fazıl Paşanın istemesi üzerine, Ali Fuat’ların evinde birkaç gün
misafir kalmıştı. İstanbul’da değişik yerleri Ali Fuat’la birlikte
gezmişler, yeni yerler görmüşler ve yeni bilgiler edinmişlerdi. Böylece
biraz dinlenebilmişler ve görgüleri de artmıştı. Ama memleketin
durumu iyiye değil habire kötüye gidiyordu. Padişah Abdülhamit’e
Avrupa’dan, kabul edilemeyecek yeni talepler geliyordu...
İngilizlere yardım eden Araplar, “Türk boyunduruğundan
kurtulmak” gerekçesiyle isyan etmişlerdi. İngilizlerin tahrikiyle
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
45
Yemen’de isyan çıkarılmıştı. 1904 yılı başında doğuda Ermeniler
isyan etmişler (başkaldırmışlar) dı. Karşılık verilince de Avrupa
basını: “İkinci Ermeni Savaşı katliamı” diye yaygarayı koparmıştı,
Tel’in mitingleri yapılmıştı...
Nereye baksanız durum iyi değildi. Osmanlıların karşısında
bulunan güçlü Avrupa ülkeleri haklıyı haksız, haksızı haklı
çıkarıyorlardı... Bütün bunlar, sorumluluk duygusu yüksek olan
Mustafa Kemal’i üzüyor ve düşündürüyordu. Mustafa Kemal bu
olumsuz ortamda tecrübe kazanıyor ve ibret dersleri alıyordu.
Olumsuzluklar onu yetiştiriyor, geliştiriyor ve geleceğe daha güçlü
olarak hazırlıyordu...
Harp Akademisinde Son Yıl
1904 yılı Mart ayında Harp Akademisinin son sınıfına
başlayan Mustafa Kemal, bu yıl birinci olmayı kafasına koymuştu.
Bunun için derslerine çok çalışıyordu. Birinci ve ikinci sınıflarda
aldığı eksik notları telafi etmek çabasındaydı. Ama, Arabistan’daki
isyanlar, Rumeli’deki gergin durum ve doğudaki Ermeni isyanları
devam ediyordu. Bu arada sevindirici durumlarda oluyordu: 1904
yılı Eylül ayında Osmanlı donanmasına katılan Mecidiye ve
Hamidiye isimli iki savaş gemisi, Bakırköy açıklarında, halk
tarafından büyük şenliklerle karşılanmıştı!...
Olayların etkisiyle, Harp Akademisinin bitiş imtihanları
öne alınmıştı. Mustafa Kemal, 11 Ocak 1905’de Harp Akademisini
bitirerek “Kurmay Yüzbaşı” unvanını almıştı. Son yılda aldığı
notlara göre birinci olmuştu. Ama üç yılın ortalamasına göre
beşinci olarak Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle okuldan mezun
olmuştu.
7- Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal’in İlk Çabaları
Yüksek dereceyle akademiden mezun olan Mustafa Kemal,
ülke meseleleriyle daha çok ilgilenmeye başlamıştı. Hürriyetin gelmesi
ve memleketin kurtulması için Meşrutiyet İdaresinin kurulması
gerektiğine inanıyordu. Ancak ordunun zorlamasıyla Meşrutiyet
İdaresi padişaha kabul ettirilebilir görüşündeydi. Bunu sağlamak
için, arkadaşlarının gittikleri yerlerde gizli teşkilat kurmalarını
öneriyordu. Gizli çalışmak için en müsait iklimin ise Makedonya
olduğunu düşünüyor ve yakın arkadaşlarının tayinlerinin buraya
çıkmasını istiyordu.
İstekleri olacak gibiydi. Ama aleyhlerinde yapılan bir ihbarla
geri bırakılmıştı... Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları
toplatılarak, Taş Kışladaki küçük hücrelere kapatılmıştı: Gizli
gazete çıkarmak, gizli komite kurmak, pansiyonda gizli toplantılar
46
Rasim Pehlivanoğlu
yapmak suçlarından sorgulanıyorlardı. Bunlara ek olarak, Topkapı
Sarayındaki Hırka-i Şerif ziyareti sırasında padişaha suikast
plânlamakla da suçlanıyorlardı.
Sorgulanmaları ve Tayin Edilmeleri
Sorgulamayı yapan heyet kendilerinden doğruyu söylemelerini
istiyordu. Bu isteğe Mustafa Kemal’in cevabı şöyle olmuştu:
– Doğru olan şudur. Ben, memleketimin ve milletimin
esenliğine zarar verecek hiçbir şey yapmadım” diyerek, isnat edilen
bütün ithamları reddetmişti.
Sorgudan sonra, Harp Akademisindeki Zabitan Tevkifhanesine
gönderilerek burada bir müddet tutuklu kalmışlar ve daha sonra
serbest bırakılmışlardı. Bunu sağlayan da Ali Rıza Paşa olmuştu...
Sıra tayin işlemine gelmişti. Önce, isteklerine uyularak
Mustafa Kemal, Ali Fuat ve yakın iki arkadaşı, Kurmay Yüzbaşı stajı
yapmak üzere, Makedonya’daki 3. Orduya verilecekti. Fakat
şüpheye düşülerek bundan vazgeçildi. Ertesi gün, Mustafa Kemal,
Ali Fuat ve Müfit Kırşehir, kurmaylık stajı için Şam’daki 5.
Orduya tayin edilmişlerdi. Beklenmedik bu tayin bir nevi sürgündü...
Mezun olduktan sonra, yakında Selânik’e geleceğini annesine
yazmış bulunan Mustafa Kemal, şimdi annesini görmeden ayrılacağı
için üzülüyordu:
– Zavallı anneciğim beni daha çok bekleyecek” diyerek
gözleri nemlenmişti.
Şam’da hürriyet hareketi için müsait zemin bulamayacağına da
üzülen Mustafa Kemal, arkadaşı Ali Fuat’a:
– Hiç olmazsa, Erkan-ı Harp stajını birlikte yapacağız”
diyerek sevincini belirtmişti. Ali Fuat’ın babası İsmail Fazıl Paşa da:
– Sakın moralinizi bozmayın. Sizin için uğraşacağım”
diyerek onlara moral vermiş ve teselli etmişti.
İstanbul’da daha fazla kalmalarının tehlikeli olacağını düşünen
3 arkadaş, Şubat ayı sonuna doğru bir Avusturya gemisine
binerek Şam’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılmışlardı.
Şam’da kurmaylık stajını yapacak olan bu 3 idealist Kurmay
Yüzbaşı için hayat yeni başlıyordu...
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
47
B - KURMAY SUBAY MUSTAFA KEMAL’İN
ORDUDAKİ ÜSTÜN HİZMETLERİ
Ülkede Bazı Önemli Gelişmeler
(1905 – 1914)
1– Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal Şam’da
11 Ocak 1905’de Harp Akademisinden Kurmay Yüzbaşı
olarak mezun olan Mustafa Kemal , arkadaşları Ali Fuat ve Müfit
Kırşehir’le birlikte, Şam’da 5. Ordudaki görevlerine başlamak üzere,
Beyrut üzerinden gittikleri Şam’a 1905 yılı Şubat ayında vardılar.
Ordu Müşiri (Mareşali) Hakkı Paşayı ziyaret ederek
tanıştılar ve görev yerlerini öğrendiler: Mustafa Kemal ile Müfit
Kırşehir Şam’daki süvari alayında, Ali Fuat ise Beyrut’taki süvari
alayında –stajyer olarak- göreve başladılar. İki arkadaş Şam şehrinde
kiraladıkları iki odalı bir eve yerleştiler.
Mustafa Kemal çoğu kez alayın eğitim işleriyle
uğraşıyordu. Şam’da güneşle birlikte hayat sona eriyordu. (Kendileri
böyle söylüyordu.) Geceleri sessiz, sakin ve yalnız geçiyordu. Boş
zamanlarını değerlendiriyorlardı: Çevreyi geziyor, görüyor,
inceliyor ve öğreniyorlardı. Ya da kitap okuyorlar, düşünüyorlar,
sorunları konuşuyorlardı...
O sıralar, Arap vilayetlerinde ayaklanmalar eksik
olmuyordu.
Arap
milliyetçileri,
İskenderiye’den
Paris’ten
gönderdikleri beyannameler ile Arapları ayaklanmaya çağırıyorlardı.
Yüz bulan Araplar, Türk memurlara karşı koyuyorlar, vergilerini
ödemiyorlardı...
Ordudaki Bozukluk
Mustafa Kemal’in Dürüst ve Uzlaşmacı Tavrı
Vergi toplamada yapılan haksızlıklar ve yolsuzluklar da
halkın ayaklanmasını teşvik ediyordu. O günlerde Suriye’deki
ordumuzun durumunu belirten, Mustafa Kemal’in bizzat yaşadığı
birkaç olayı aşağıda açıklamayı gerekli görüyorum.
1- Bir gün öğrenirler ki, Havran bölgesindeki Dürziler vergi
vermeyi kabul etmeyip ayaklanmışlar. İsyanı bastırmak görevi 5.
Orduya verilmiştir. Mustafa Kemal’in ve Müfit Kırşehir’in dahil
olduğu alaylar bu görevi üstlenmiştir. Emri alan alaylar hemen
harekete geçmiştir. Fakat alayın eski subayları Mustafa Kemal ile
48
Rasim Pehlivanoğlu
arkadaşı Müfit’i geçersiz bahanelerle
istememişlerdir. Bu iki arkadaş:
aralarına
almak
– Bölüğümüzle birlikte biz de katılmak istiyoruz” diye itiraz
etmişler, ama sözlerini kimseye dinletememişlerdir. Üst makama
başvurmuşlar, ama ordu kumandanlığı, müracaatlarını “küstahça”
bulmuştur. Merak içinde kalan iki arkadaş “her ne olursa olsun,
mutlaka bu harekete katılmalıyız” kararına varmışlardır. Zaman
geçirmeden hemen atlarına bindikleri gibi alayın arkasından yola
çıkmışlardır. Genç bir süvari subayı önlerine çıkarak, kendilerini
sevdiğini belirterek durdurmaya çalışıyor. Bugün Suriye ordusunda
menfaat şebekesinin hakim olduğunu belirten süvari gitmemelerini
istiyor. Giderlerse öldürülebileceklerini söylüyor.
Bu sözleri işiten Mustafa Kemal kesin kararını veriyor:
– Asıl şimdi gitmemiz şart oldu” diyerek atlarını sürüyorlar...
İlk durak yerinde kıtaya yetişiyorlar. Kıtada onlarla hiç kimse
ilgilenmiyor. Yemek ve çadır vermiyorlar. O geceyi emir erlerinin
çadırında geçiriyorlar. Ertesi gün, bir bölük komutanı onları
yanına çağırıyor: Bu harekette kendilerine asla kumandanlık
verilmeyeceğini söylüyor... Üzerine aldığı kontrolörlük görevinde
kendisine yardımcı olmalarını teklif ediyor. Kontrolör sonucunu
kimseye bildirmeyeceklerine dair de kendilerinden namus sözü istiyor.
Teklifi kabul eden Mustafa Kemal ve arkadaşı Müfit ne olacağını
merakla bekliyorlar.
Kıta Havrana varınca, isyanı bastırmak için gelen birlikler
yağma ve talan hareketine girişiyorlar. Her birlik kendi bölgesini
tarayarak bulduğunu alıyor. Bu hali görerek öğrenen Mustafa Kemal
ve arkadaşı işin iç yüzünü anlıyorlar.
– Bunlar vergi toplamıyor. Düpedüz soygun yapıyorlar”
diye acınıyorlar. Harekât kötü şartlar altında devam ediyor ve bitiyor.
Şam’a dönüşte talancılar, talanladıkları altınları aralarında
paylaşıyorlar. Bir miktarını da, “Bunlar da sizin hissenize düşen”
diyerek Mustafa Kemal ve Müfit’e ayırıyorlar. Müfit ve Mustafa
Kemal’in tepkisi çok sert oluyor ve şiddetle reddediyorlar. Ama,
talancı subayların da düşmanlıklarını kazanıyorlar: “Bunlar bizim
işlerimizi bozacak” diye susturma yollarını arıyorlar ve bazı tuzaklar
da hazırlıyorlar... Tedbirli olan Mustafa Kemal ve arkadaşı her şeyi
atlatıyor ve onlarla başa çıkmasını biliyor. Mustafa Kemal, bir
konuşmasında arkadaşlarına:
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
49
– Ben namuslu bir insanım. Benimle arkadaş olanların da
namuslu olmaları gerekir...” deyince talancılar geriliyor. Dürüst
subaylar ise seviniyor ve Mustafa Kemal’e arka çıkıyorlar...
2- Başka bir gün, Mustafa Kemal’in Komutanı Binbaşı
Lütfi’ye gelen telaşlı bir haberci:
– Asiler ordugâhı basacaklar ve herkesi öldürecekler”
haberini veriyor. Mustafa Kemal:
– Sakın soygun için bir bahane olmasın” diye düşünüyor.
Ama tedbirli olmak ihtiyacını duyuyor. Bir keşif yapıp durumu
öğrenmek için kumandanından izin alır. Yanına Müfit’i ve bir
emir erini de alarak keşfe çıkar. Önce kimseye rastlamazlar. Sonra
tepeye çıkıp etrafı gözetlerken, ileride bir atlı grubunu görürler. Onlar
da bunları görmüşlerdir. Mustafa kemal ve yanındakiler atları
topuklayarak hızla karargâha dönerler. Öbürleri de atlarıyla dört nala
peşlerine düşerler. Düz ovada bir kovalamacadır başlar. Zigzaglar
yaparak düşmanı şaşırtırlar ve ordugâha dönerek kurtulurlar.
Haber öğrenilince ordugâhta tedbir alınır. Fakat arkadan gelen olmaz.
Kovalayanlar,
gafil
avlayamayacaklarını
görünce
geri
dönmüşlerdir. Bu olaydan sonra Komutan Binbaşı Lütfi, kendilerini
tehlikeden kurtaran bu iki stajyer arkadaşa özel değer vermeye başlar.
3- Yine başka bir gün, askeri eğitim yaptırırken, uzaktan
kendilerini izleyen kalabalık bir atlı grubu (Dürzileri) görürler.
Binbaşı Lütfi, “Ne yapalım?” diye M. Kemal’e sorar. O ise eğitime
devam etmeyi ister. Ama hücuma geçecekleri endişesine de kapılan
M. Kemal:
– Ben onları bilirim. Namuslu insanlardır. Kendilerine
silah çevirmeyene silah kullanmazlar” der. Onlarla konuşmak üzere
tek başına yanlarına gider. Aralarında bir süre konuşurlar... Sonra
kalabalık atlılar döner giderler.
Bu olay M. Kemal’in uzlaşmacı tavrını ve ikna edici
gücünü göstermesi bakımından önem taşımaktadır. Bu sayede,
çarpışmadan zafer kazanılmıştır... Ertesi gün, Şam’dan gelen
Jandarma Komutanı, Dürzileri püskürttükleri için Binbaşı Lütfi ve
Mustafa Kemal’i tebrik eder. Mustafa Kemal:
– Hayır biz püskürtmedik, onlar gittiler” der. Buna rağmen
jandarma kumandanı, Padişaha bir telgraf çekerek olayın bildirilmesini
Binbaşı Lütfi’den ister. Bu isteğe Mustafa Kemal’in cevabı kesin ve
sert olur:
Zat-ı
– Ben hiçbir zaman böyle bir sahtekârlığa alet olamam!...
Şahane sizin gibi düşünenlerin ne olduklarını
50
Rasim Pehlivanoğlu
anlayabilmelidir” demekten kendini alamaz. Bu olay, kendisi gibi
düşünen Binbaşı Lütfi ile dostluğunu geliştirmiştir. Dürüst subay
arkadaşları arasındaki itibarını artırmıştır.
Tüccar Mustafa – Vatan ve Hürriyet Cemiyeti
4- Bir gün Binbaşı Lütfi, Mustafa Kemal ve Müfit Hamidiye
Çarşısında dolaşıyorlardı. Çarşıda, Tüccar Mustafa’nın ufak dükkânı
önünden geçerken duruyorlar. Dükkânda eşyadan çok kitap vardı.
M. Kemal çeşitli konulardaki kitapları inceliyordu. Dükkân sahibine
sormadan edemiyor:
– Siz tüccar mısınız? Filozof musunuz? Yoksa doktor mu?”
– Tüccarım... Ara sıra da okurum” cevabını alıyor.
Sonradan anlaşılıyor ki: Tüccar Mustafa, Tıbbiyenin son
sınıfında okurken hapse girmiş. Hapisten sonra Şam’a sürülmüş olan,
inkılâp taraftarı aydın bir insandır. Mustafa Kemal’le tanışmaktan
memnun olmuştur:
– Mutlaka inkılâp yapmalıyız” diyor ve gerekçelerini
açıklıyordu.
Binbaşı Lütfi yanlarından ayrılmıştı. O gece tüccar Mustafa’nın
evinde daha derin konuşmuşlar ve birbirlerini anlamaya çalışmışlardı.
Tüccar Mustafa o kadar hızlıydı ki:
– İnkılâp için gerekirse ölmeliyiz” diyebiliyordu. M. Kemal
ise:
– Mesele ölmekte değil, ölmeden önce idealimizi (ülkümüzü)
yaşatmakta, yapmakta ve yerleştirmektedir... Ancak hür fikirli
insanlar vatanlarına faydalı olabileceklerdir” görüşünü açıklıyordu.
O gün tüccar Mustafa’nın evinde, inkılâp yolunda çalışmak
için “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni kurdular. Bu gizli cemiyetin
başta gelen amacı 1976 Kanun-i Esasisini (Anayasasını) yürürlüğe
koymak ve Millet Meclisini toplamaktı. Bu olaydan sonra M. Kemal
gezilere çıktı. Buralardaki subay arkadaşlarıyla konuştu. Fakat 5. Ordu
mıntıkasında (çevresinde)cemiyetin gelişmesinin imkânsız olduğu
kanaatine vardı... Makedonya’nın heyecanlı havasını burada
göremiyordu…(1)
(1) Orhan-Erhan Dündar: M.K Atatürk 4 – Vatan ve Hürriyet, Ank – 1996, s. 20-25
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
51
Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal
Gizlice Makedonya’da
Şam’daki süvari alayında yaklaşık 8 aylık staj bitmişti.
Arkadaşı Müfit’le birlikte piyade stajı için Yafa’ya atanmışlardı.
Mustafa Kemal bu arada, Makedonya’ya gitmek, Vatan ve Hürriyet
Cemiyeti’nin şubesini orada açmak istiyordu. Nasıl gidebileceğini
düşünüyordu: Önce Beyrut’a giderek Ali Fuat’la görüştüler.
Birbirlerine görüşlerini aktardılar. Ali Fuat bu işin çok zor ve tehlikeli
olduğunu söylüyordu. M. Kemal ise:
– Ben bütün tehlikeleri göze aldım Fuat” diyordu. Neticede,
bazı tedbirler almak suretiyle harekete geçilmişti. Önce Beyrut’tan
Yafa’ya görevleri başına gidiyorlar. Buradan da M. Kemal gizlice
Mısır’a geçiyor. Oradan vapurla Pire’ye ve buradan da Yunan
bandıralı bir gemiyle Selânik limanına iniyor. Selanik’te, daha önce
telgrafla haber verdiği arkadaşları tarafından karşılanıyor.
Gerekli gümrük kontrolünden geçen M. Kemal, doğruca
annesinin evine gidiyor. Annesi ve kız kardeşiyle birbirlerine
sarılıyor hasret gideriyorlar. Ama annesi Zübeyde Hanım tedirgin!
Zira, oğlunun izinsiz geldiğini anlamıştı. M. Kemal birkaç gün evde
kaldıktan sonra, önemli gördüğü bazı kimselerle ve Kumandan Şakir
Paşayla görüşüyor. Selânik Askeri Rüşdiyesinden tanıdığı Miralay
Hasan Beyi de görüyor. Onun yardımıyla, Selânik’te 4 aylık hava
tebdili raporu alıyor. Artık serbestlemiştir, açıkça dolaşmaya başlıyor.
Bir gece, güvendiği arkadaşlarıyla Yüzbaşı Hakkı Baha’nın
evinde toplanıyorlar. Memleketin acıklı durumunu müzakere
ediyorlar. M. Kemal konuşmasında özetle:
– Bu bedbaht memleketimize karşı vazifelerimiz vardır.
Onu kurtarmak yegane hedefimizdir. Memlekete ecnebi nüfuz
hakimiyeti kısmen girmiştir. Bütün Rumeli’yi vatan camiasından
ayırmak istiyorlar... Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve
izmihlal vardır. Her terakkinin (ilerlemenin) ve kurtuluşun anası
hürriyettir...” diyor. Bunu gerçekleştirmek için Suriye’de kurduğu
Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nden söz ediyor. Cemiyetin esasını
kurmak için buraya geldiğini de belirtiyor:
– Kahredici bir istibdada karşı inkılâpla cevap vermek,
köhneleşmiş olan çürük idareyi yıkmak ve milleti hakim kılmak”
amacında olduklarını söylüyor. Arkadaşlarını vazifeye davet ediyor.
Ömer Naci coşkuyla ayağa kalkıyor:
– MUSTAFA KEMAL! ARKANDAYIZ. Seni takip
edeceğiz. Zulüm ve istibdat altında inleyen bu masum ve bîçare
Rasim Pehlivanoğlu
52
milletimizi kurtaracağız!...” diyor: Mustafa Kemal’in ve Ömer
Naci’nin bu sözleri, YAŞASIN HÜRRİYET!... nidalarıyla
karşılanıyor. Hep birlikte ellerini tabanca üzerine üst üste koyuyorlar:
– Ölünceye kadar bu mukaddes
çalışacağız!...” yeminini ediyorlar. (2)
dava
üzerinde
Aradan fazla zaman geçmeden Miralay Hasan Beyden bir
haber geliyor: 4 aylık tebdil hava raporu kabul edilmemiştir.
İstanbul, M. Kemal’in tevkifi için emir göndermiştir. Yafa’ya da
tahkikat için gizlice bir zabit (subay) gönderilmiştir. Biran önce M.
Kemal Selânik’ten gizlice ayrılır. Yolda iken hakkında tahkikat başlar.
Ama arkadaşlarının isteğini değerlendiren amirleri, M. Kemal’in
Bi’r-i SEBî de görevi başında olduğunu söylerler. M. Kemal’de hiç
zaman kaybetmeden görev yerine yetişir ve orada görülür. Böylece
olay kapatılır.
Arap vilayetleri için Osmanlı Devleti adına mücadele eden
İBN-İ REŞİT bir çarpışmada ölür. Böylece Arabistan çölleri
tamamen İBN-İ SUUD ’un eline kalır. Yemen Osmanlıların
elindedir. Ama, SANA şehrini kuşatan asiler dağıtılamamıştır.
Mustafa Kemal Yafa’da – Şam’da
Osmanlı Devleti ile Mısırı elinde tutan İngilizler arasındaki
Akabe Körfezi buhranından sonra, M. Kemal Yafa’ya döner.
Burada diğer arkadaşlarıyla buluşur, görüşürler. M. Kemal:
– Bütün dava, yıkılmak üzere bulunan imparatorluktan
önce bir Türk devleti çıkarmaktır” görüşünü açıklar.
Burada bir hatırayı nakledelim: Yafa ‘da toplanmış olan,
çoğunluğu Arap gençleri için ilk askerlik eğitimi yaptıran kıta
çavuşları, hep Anadolulu Türk gençlerinden seçilmişti. Talim
sırasında, Türkçe bilmeyen Arap gençleri hatalar yapıyordu. Çavuşlar
da biraz sertçe onları uyarıyordu. Alaydaki yaşlı bir yüzbaşı her
seferinde çavuşları azarlıyor, haşlıyordu. Bir gün, M. Kemal’in
yanında, bir Türk çavuşuna:
– Sen nasıl olur da peygamber efendimizin soyundan gelen
bu yavrulara sert davranırsın? Kendini bil. Sen onların ayağına su
bile dökemezsin...” der. Bunu duyunca çok üzülen ve milli duygusu
canlanan M. Kemal:
– Bu aşağılık duygusundan ne zaman kurtulacağız” diye
düşünür. Daha fazla da dayanamayarak yüzbaşıya hitaben:
(2) A.g.e, s: 32-34
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
53
– Yüzbaşı efendi, susunuz artık! Bu Arap erlerinin bağlı
bulunduğu Arap kavmi, birçok bakımdan necip olabilir. Fakat
senin, benim, Müfit’in ve çavuşun da mensup olduğu kavmin,
büyük ve asil bir millet olduğu asla inkar edilemez bir gerçektir...”
diye çıkışır. Utanan yüzbaşı susmuş... Çavuş sevinmiştir!
Mustafa Kemal topçu stajını yapmak için, 14 Kasım 1906’da
yeniden Şam’a tayin edilir. Ali Fuat ise topçu stajı için Selânik’e
gönderilir.
O günlerde Şam, elektriğe kavuşan ilk Osmanlı şehri
olmuştur. Rusya’da Çarlık İstibdadına karşı yeni ayaklanmalar baş
göstermiştir. İran’da Şah Muzaffereddin bir meclisin toplanmasına
rıza göstermiştir.
20 Haziran 1907 tarihinde, M. Kemal Şam’daki topçu stajını
bitirmiş, KOLAĞASI (Kıdemli Yüzbaşı) rütbesine yükselmişti.
Arzusu Makedonya’ya gitmekti. İsteği değerlendirilmişti. 1907 yılı
Eylül ayında Manastırdaki 3. Ordu müşirliği emrine tayin
edilmişti.
2– Kolağası Mustafa Kemal Makedonya’da
M. Kemal, 5. Ordunun emrinde kaldığı üç yıla yakın zamanda,
Suriye’nin hemen her yerini görevle gezmiş, dolaşmış; memleket
idaresindeki aksaklıkları, ordunun eğitim ve öğretimindeki eksiklikleri
daha da yakından gözlemiş ve görmüştü. Şimdi ise, yıllarca hasretini
çektiği Makedonya’ya tayini çıkmıştı...
Artık sürgünlük sona ermişti. Ama imparatorluğun fikirler,
nifaklar ve ihtiraslarla kazan gibi kaynadığı bir bölgeye
(Makedonya’ya) gelmişti. Makedonya’ya geldiğinde Selânik’te çok
şeyleri değişmiş gördü: 1906 yılı Eylülünde “Osmanlı Hürriyet
Cemiyet” adında gizli bir cemiyet kurulmuştu. 10 kişilik kurucuların
çoğunluğu 3. Ordunun genç subaylarından oluşuyordu. Cemiyetin
başkanı ise, Edirne Postanesinin eski kâtibi Talat Beydi. Talat Bey
bir ara hapse girip çıktıktan sonra, posta gezici memuru olarak tayin
edildiği Selânik’te, zamanla kendisini tanıtmış, sevilmiş, itibar
kazanmış ve gizli bir cemiyetin başkanı olmuştu.
Paris’te kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti lideri Ahmet
Rıza, Cemiyetinin yurt içinde kuvvetlenmesi için “Osmanlı Hürriyet
Cemiyeti” ile birleşmesi taraftarıydı. Yapılan görüşmeler sonunda
iki cemiyet, 27 Eylül 1907 tarihinde “Osmanlı İttihat ve Terakki
Cemiyeti” adı altında birleşmişti. Binbaşı Enver de –usulüyle- yemin
ederek cemiyetin üyesi olmuştu.
54
Rasim Pehlivanoğlu
1907 Eylül ayında Manastıra tayin edilmiş olan M. Kemal,
Selânik’e gelince bir alayın denetimini yapan heyetle birlikte
çalışmaya başlamıştı. Denetlemede gösterdiği başarı Selânik’te
kalmasını sağlamıştı. Mustafa Kemal’in Selanik’teki arkadaşları,
şubesini açtıkları “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni yaşatamamışlar;
“İttihat ve Terakki Cemiyeti altında çalışırsak daha iyi olur”
düşüncesiyle bu cemiyete katılmışlardı. M. Kemal’in de katılmasını
istiyorlardı. 1907 yılı sonlarına doğru, içinden gelerek olmasa da
M. Kemal de yemin ederek İttihat ve Terakki Cemiyetine
katılmıştı...
Mustafa Kemal’in İleriye Dönük Görüşleri
Bir gün, daha önce Makedonya’ya gelen ve Yunan
çetecileriyle çarpışan kuvvetlerin kumandanlığını yapan arkadaşı Ali
Fuat’la buluşan M. Kemal, o gün Ali Fuat’ın evinde, ülkenin
durumunu uzun uzun konuşurlar. 5. Orduyu soran Ali Fuat’a M.
Kemal, 5. Orduda artık askerlikten eser kalmadığını söyler. Ali Fuat
da M. Kemal’e, Osmanlı Hürriyet Cemiyetine nasıl girdiğini ve
genel merkezin ne durumda olduğunu anlatır. Cemiyette
meşrutiyet öncesi ve sonrası için hiçbir hazırlık olmadığını, arkadaşları
arasında lider olacak meziyetlere sahip birisinin bulunmadığını söyler
ve acınırlar. M. Kemal:
– Meşrutiyet iade edilecek. Bundan şüphe etmiyorum.
Fakat sonrası ne olacak” diye sorar. Esaslı bir plânı ve onu
uygulayacak güçlü bir lideri olmayan cemiyetin ne yapabileceğini
düşünürler:
– Sadece meşrutiyetin ilânı yeter çare olamaz” diyen M.
Kemal, bu konudaki görüşünü şöyle açıklar:
– Cemiyetin önce bir siyasi parti haline gelmesini,
meşrutiyetin ilânından sonra hükümetin ele alınmasını” savunur.
– Aksi takdirde, ikinci meşrutiyetin de birincisinin
akıbetine uğrayacağını” söyler. Ali Fuat’ın:
– Öyleyse ne yapalım?” sorusuna karşı, ileriye dönük
görüşlerini şöyle açıklar:
– Meşrutiyet, köhneleşmiş ve insicamını kaybetmiş olan
Osmanlı İmparatorluğunun gövdesi üzerine değil de Türk
çoğunluğunun yaşadığı kısım üzerine oturtulmalıdır. Büyük
düşman devletlerinin yapacağı bir tasfiye yerine, cemiyet kendi başına
bir Türk Devleti kurmalıdır. Öyle görülüyor ki: Osmanlı
İmparatorluğu yıkılacaktır. Enkaz altında ne yazık ki Türkler
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
55
ezilecektir. Nüfusun yarısı Türk olmayan ve geniş bir sahayı işgal
eden devletin bütün ağırlığı ve müdafaası ne yazık ki Türklerin
omuzlarına yükletilmiştir.” Devam ederek:
– Hıristiyan azınlıklar, yalnız kendi çıkarlarını sağlıyor.
Bununla da kalmıyor, aynı ırktaki devletlerle birleşmek için fırsatı
kaçırmak istemiyorlar. Geriye kalan Türkler ve Araplar ayrı ayrı
devletlerin sömürgesi haline getirilecek. Türk’ten başka unsurlar
düşman devletlerin tarafını tutacaktır... Şu hale göre, devlet
gövdesinin çökmesiyle hasıl olacak (meydana gelecek) enkazın
arasında ezilip perişan olmak mı, yoksa çoğunluğu Türk olan milli
bir sınıra çekilerek burasını savunmak mı daha doğru ve hayırlı
olacaktır? Ben selameti ikinci şıkkın tatbik edilmesinde
(uygulanmasında) görüyorum...”
M. Kemal’in bu sözlerinden anlaşılacağı üzere, Osmanlı
İmparatorluğu er geç dağılacaktır (tasfiye edilecektir). Tasfiye işini
düşman devletlerin insafına bırakmadan bizzat kendisi yapmalı ve
merkezde kuvvetli bir Türk devleti kurulmasını sağlamalıdır.
Kurtuluş buradadır... Meşrutiyetçiler, cesur bir kararla bu tasfiye
işini yapmalıdırlar... Ali Fuat’ın:
– Peki bu tasfiye nasıl olacak?” sorusuna verdiği cevapta M.
Kemal, “milliyet çoğunluğu prensibine dayanılacağı”nı ifade
ediyor:
Rumeli’de çoğunlukta olan yerler o millete bırakılacak; güney
hudutlarımız Hatay, Halep ve Musul vilayetlerini içine alacak,
diğerleri Araplara terk edilecek şekilde düzenlenecektir. Anadolu’nun
doğusu ve kuzeydoğusunda bir değişiklik olmayacaktır.” (3)
Mustafa Kemal bu görüşlerini, İttihat ve Terakki
Cemiyetinin genel merkezinde de açıklamıştır. Ama “Mustafa
Kemal çok ileri gidiyor” diyerek görüşlerine itibar edilmemiştir.
Bundan sonra, Mustafa Kemal ve Ali Fuat, cemiyet merkezine davet
edilmez olmuştur.
Ülkenin cihan savaşı sonrasındaki parçalanmasından da
anlaşıldığı üzere, Mustafa Kemal gelecekteki olacakları o günden
görmüş ve en az zararla kurtulmak çarelerini aramıştır. Küçük de
olsa, milli sınırlar içinde kalan güçlü bir Türk devleti kurulmasını
sağlamaya çalışmıştır. Fakat macera heveslileri bunu görememişler
ve koskoca bir İmparatorluğun enkazı altında yok olup gitmişlerdir.
Ama M. Kemal dipdiri ayakta kalmış. Bugün üzerinde
(3) a.g.e S. 50-55
Rasim Pehlivanoğlu
56
yaşadığımız
güzel
yurdumuzun
kurtarılmasında baş rol oynamıştır...
düşman
çizmelerinden
Aranılan O Baş
Selânik’in Olimpos meydanındaki gazinolar, genç
subayların eğlenme ve toplanma yeriydi. Mustafa Kemal fikirlerini
burada telkin ediyordu. Bu telkinler İttihat ve Terakki Cemiyetinin
hoşuna gitmiyordu. Bir akşam gene Olimpos Palasta toplanmışlar
herkes görüşlerini söylüyordu. Bu arada, dış ülkelerde yapılan
inkılâp hareketlerinden söz ediliyor, oralarda yetişen yeni liderler
takdir ediliyordu.
– Bizde neden böyle adamlar çıkmaz” diyenler oluyor ve
Türklerin başına geçecek yeni bir liderin hasreti duyuluyordu. Herkes
kendisine göre lider olacak kimsenin ismini veriyor ve üzerinde
konuşuluyordu. Konuşulanları sessizce dinleyen M. Kemal’e
subaylardan birisi:
– Ben senin ne düşündüğünü biliyorum. Neden ben
çıkmayayım diyorsun” diye takılıyor. Açık kalpli olan M. Kemal
ciddileşiyor. O kendisinden emin ve keskin bakışıyla:
– Evet öyle düşünüyorum. Neden, neden bir M. Kemal
çıkmasın?...” diye vakur bir ifadeyle cevap veriyor.
M. Kemal’in ciddi olduğunu gören bazı arkadaşları:
– Ne de olsa yerin kulağı vardır” endişesi ile masadan kalkıp
gidiyorlar.
Ali Fethi ve Ali Fuat’la masada baş başa kalan M. Kemal aynı
şeyi tekrarlıyor:
– Bizden de niçin bir Ali Fethi veya bir Ali Fuat çıkmasın”
diyor. Bu fikri birlikte kabulleniyorlar:
– Evet, bizden de neden bir M. Kemal çıkmasın?” diye
söyleniyorlar. M. Kemal devamla:
– Bir başa hasret çektiğimizi söylüyoruz. Ben baş olabilirim
diye ortaya atıldığım zaman herkes susuyor. Sonra da bir korku
içinde çekip gidiyorlar” diyordu. Ama o bir kere kararını vermişti.
Bu karar mutlaka devam edecekti:
“EVET, ARANILAN O BAŞ NEDEN MUSTAFA KEMAL
OLMASINDI?...” (4)
4
a.g.e S. 56-59
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
57
Artık Makedonya’nın havasına bir ihtilal kokusu sinmişti.
İttihat ve Terakkinin ihtilal yapacağı söyleniyordu. 3. Ordunun
genç subayları cemiyetin fiili üyesiydi... Fakat iç yüzünü bilenlere
göre, cemiyetin gelecek için geçerli bir plânı yoktu. Birleştirici bir
liderden yoksundu. Üstelik, İttihat ve Terakkiye rakip olarak yeni
yeni cemiyetler kurulmuştu. Onlar da birliği parçalıyor ve birbirlerini
küçültüyorlardı.
3– İkinci Meşrutiyetin İlânı
1908 yılı Temmuz ayında, İngiltere Kralı ile Rus Çarı’nın
Ravel’de buluşarak, Osmanlı İmparatorluğunu parçalama kararı
aldığı ortalığa yayılmıştı. Subaylar tahrik ediliyordu... Manastır’ın
Resne kasabasında, 88. taburun kumandanı olan Kolağası (Kıdemli
Yüzbaşı) Niyazi, 200 kişilik fedai kuvvetiyle dağa çıkmıştı.
Cemiyetin harekete geçmekte geciktiğine inanan Kolağası Niyazi, bir
beyanname hazırlayarak, Nahiye Müdürlüğü yoluyla saraya
ulaştırır. Beyannamede, Kanun-i Esasinin hemen uygulanması
istenir. Hükümet uygulamaz ise zorla uygulamaya konulacağı
söylenir. Cemiyet, isyancıları destekler. İsyan gelişir... Binbaşı Enver
de kıyafet değiştirerek isyancılara katılır.
Başlayan isyanı bastırmaya memur edilen Şemsi Paşa,
askerlerin arasından çıkan bir mülâzımın (teğmenin) tabanca ateşiyle
öldürülür. Suikastçı, ayağından yaralanmasına rağmen kaçmayı
başarır. Bu defa Tatar Osman Paşa Manastır’a gönderilir. Ama
kontrol hükümetin ve ordu kumandanlığının elinden çıkmıştır.
Subaylar emre itaat etmezler. Dağa çıkmış olan Kolağası Resne’li
Niyazi gizlice Manastır’a iner. Tatar Osman Paşayı dağa
kaldırır...
İttihat ve Terakkinin Manastır merkezi, Padişah Sultan
Hamide sert bir telgraf çekerek, meşrutiyetin ilânını ister. Bunun için
belli bir müddet verir. Fakat verilen müddetin dolmasını ve
Sadrazamın kararını beklemeden, cemiyetin Manastır mıntıkası
kumandanı bir muhtıra vererek, meşrutiyetin hemen ilanını
ister... Yüz bir pare top atılarak hürriyet ilan edilir. Rumeli’nin
diğer şehirlerinde de İttihat ve Terakki cemiyetine bağlı subayların ve
sivillerin yönetiminde toplantılar yapılarak hürriyet ilân edilir. Her
taraftan saraya ve hükümete telgraflar yağar: “Kanun-i Esasinin
yeniden ilânı ile, millet meclisinin yeniden toplanması istenir.”
Aksi takdirde, İstanbul üzerine yürüneceği bildirilir...
Padişah Abdülhamid yumuşar ve itidali ele almak (duruma
hakim olmak) ister:
58
Rasim Pehlivanoğlu
– 1878’de ilk Kanun-i Esasinin (Anayasanın) ilânı benim
zamanımda olmuştur. Kurucusu benim. Görülen lüzum üzerine
bir müddet yürürlükten durdurulmuştur... Kanun-i Esasinin
yeniden ilânı için Mazbatanın yazılmasını emrettiğimi tebliğ
ediniz” der. Böylece, 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet resmen ilân
edilmiş olur. Halk sokaklara dökülerek meşrutiyetin ilânını coşkuyla
kutlar. Dağlardaki çeteler ve dağa çıkan subaylar da şehre inerler. Bir
kumandan edasıyla dağdan inen Kolağası Niyazi ile Binbaşı
Enver, birer kahraman gibi karşılanırlar!... Binbaşı Enver Bey,
yaptığı konuşmalarıyla halkı coşturur:
– Artık herkes Osmanlı ülkesinde hür (özgür) birer
vatandaş olarak yaşayacaktır!...” der. Meydan, halkın:
– YAŞASIN HÜRRİYET! YAŞASIN MİLLET! YAŞASIN
VATAN! nidalarıyla inler...
İttihat ve Terakki lideri Talat Bey, Enver Beye takdir
duygularıyla birlikte kırmızı ciltli bir KANUN-İ ESASİ hediye
eder. Osmanlı ülkesinde çok önemli kararlara imza atacak olan bu iki
insanın birlikteliğinin temeli böylece atılmış olur.
Meşrutiyetin İlânıyla İlgili
Mustafa Kemal’in Görüşü ve Tutumu
Mustafa Kemal yapılan hürriyet şenliklerine katılmıyordu.
Zira, onun görüşü böyle zorlayarak ve oldu bittiye getirilerek bir
hürriyet ilânı değildi. Gerekli ön hazırlık yapılarak ve zemin
olgunlaştırılarak
Meşrutiyetin
ilânı
taraftarıydı.
Cemiyetin
uygulayacağı geçerli bir plânı ve toplayıcı bir lideri olmadan yapılan
ihtilâli uygun görmüyordu. Yakın arkadaşlarına şöyle soruyordu:
– Hürriyet ilân edildi. Peki şimdi ne olacak?...”
Hürriyetin ilânı için az veya çok gayret gösteren subaylar,
birdenbire kendilerini politikanın içinde buldular. O hale geldi ki:
İttihat ve Terakki Cemiyeti zabitlere (subaylara); Zabitler de cemiyette
çalışanlara söz geçiremez oldular. Bir karmaşanın içine girilmişti.
Mustafa Kemal:
– Ordu muhakkak ve derhal siyasetten çekilmelidir... Aksi
takdirde bir kudret olma vasfını kaybeder” diyordu. Durum, hiç de
iyi değildi. Ama kimseye söz dinletemiyordu...
M. Kemal, görüşlerini cemiyet merkezinde de açıklıyor ve
şiddetle eleştiriyordu: Cemiyetin, siyasi parti durumuna geçmesini,
ordunun da kesin olarak siyasetten ayrılmasını savunuyor ve
kendi görevlerine dönmesini istiyordu. Siyasette kalacak subayların
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
59
ise derhal ordudan ayrılması gereğini vurguluyordu. Cemiyetin genel
merkezi ve bilhassa Enver Bey, bu tenkitlerden hiç hoşlanmıyordu.
Yakın arkadaşı Fethi Bey (Fethi Okyar) yoluyla M. Kemal’i
susturmaya çalışıyordu. M. Kemal arkadaşı Ali Fuat’a:
– Fuat, memleket meçhul bir âkıbete doğru sürükleniyor”
diyordu. Birlikte üzülüyor ve birlikte kurtuluş yolu arıyorlardı... M.
Kemal politikayla ilgisini kesmiş ve askeriyeye dönmüştü. Artık
kendisine verilen görevleri yapacaktı...
4– Mustafa Kemal Trablusgarp’ta
Bu sırada M. Kemal, Talat Beyden bir mektup aldı.
Trablusgarba giderek, orada çıkan hürriyet aleyhindeki isyanı
bastırması isteniyordu (Maksadı Selanik’ten uzaklaştırmaktı). M.
Kemal bu hizmeti severek kabul etti. Vakit geçirmeden vapura
binerek, İzmir – İskenderiye üstünden, deniz yoluyla Trablusgarba
vardı. Vapur, Trablusgarp şehri önlerinde demirledi. Rıhtım yoktu. Bir
kayıkçı tarafından kumsala çıkarıldı. Ama bu sefer de otel yoktu.
Trablusgarp sevkıyat memurluğunda çalışan bir memur, tek
başına oturduğu iki odalı evine M. Kemal’i davet etti. Lütfen kabul
buyurmasını istedi. M. Kemal çok duygulanmıştı! O gece, toprak
tabanlı bu evde yorgunluğunu gidermeye çalıştı.
M. Kemal ertesi gün, Trablusgarp Komutanı İbrahim
Paşanın yanına gitti. Geliş görevini hatırlattı. Ölen Recep Paşanın
köşkü kendisine tahsis edildi (verildi). Komutan İbrahim Paşanın
iznini alan M. Kemal subayları topladı. Belediye başkanı Hasume
Paşadan şikayet ediliyordu. Hemen getirmelerini emretti. Kendisine
teslim edilen âsi belediye başkanı ile bir müddet konuştuktan sonra,
emirlerini dinleyeceğine dair kendisinden söz aldı. Sonra serbest
bıraktı. Böylece, âsi belediye başkanı güzellikle hizaya getirilmişti.
Bir sonraki gün polis müdüründen gelen habere göre
Trablusgarp şehri ve havalisinde yaşayan kabile ve aşiretler şehri
basacaklar, M. Kemal’i öldürecekler veya vapura bindirip
kovacaklarmış! Komutanı, kendisine teslim edilen bütün kuvvetleri
kullanmasını istemişti. Ama M. Kemal:
– Kuvvete ihtiyacım yok, gidip yüz yüze konuşmak
istiyorum” diyerek, yanına Arapça bilen yaveri Murat’ı yanına alıp,
asilerin karargahına gitmişti. Asileri idare edenlerin kaldığı bölüme
bir hamlede girdi. Orada, devletin önemli kademelerinde hizmet
görmüş çıkarcı kimseler vardı:
– Siz kimsiniz? Ne yapmak istiyorsunuz?” diye sertçe sordu.
M. Kemal’in askerlerle gelip kendilerini sardığını sandılar. Korkup
telaşlandılar... M. Kemal’den çıkarlarının korunmasını istediler. M.
60
Rasim Pehlivanoğlu
Kemal bütün bu zavallı halkın, kendi kişisel çıkarlarını düşünen
beş on kişinin peşine takılmış olduğunu üzülerek gördü:
– Çıkarlarınızı korumak için, bu toplanan halkla ben bizzat
konuşmalıyım” dedi ve halka dönerek.
– Ey ahali! Ey din kardeşlerimiz!” diye söze başlayarak,
halkın anlayacağı dilden güzel bir konuşma yaptı:
– Kuvvetlerimizi birleştirelim. Emeklerimizi birleştirelim.
Aramızda müşterek olan ahlâk ve tabiata dayanarak adam
olalım” diyerek samimiyetini halka inandırdı.
O gün, asilerin şeyhi ile de görüştü. Şeyh, başlangıçta
önemsemedi. M. Kemal’den önce gelen üç kişiyi yakalayıp hapse
attırdığını söyledi. Ama M. Kemal’in konuşmalarına yabancı
kalamadı... Sonunda anlaştılar: M. Kemal’in isteğine uyarak önce
gelen ve tutuklanan üç kişiyi de serbest bıraktırdı. Şeyhle de bu şekilde
anlaşan M. Kemal, artık çatışmaya lüzum kalmadan Trablusdaki
görevini yapmış ve devlet otoritesini sağlamıştı.
“Bingazi’den Gelen Mektup
M. Kemal dönmeye hazırlanırken Bingazi’den bir mektup
aldı. Orada da devlet otoritesi silinmişti. Çağrıya uyarak gittiği
Bingazi’de sevgiyle karşılandı!... Burada da Şeyh Mansur, bütün
memurlara baskı yapacak kadar bir otorite kurmuştu.
Şeyh Mansur, M. Kemal’i ziyarete gelir. Fakat M. Kemal hiç
yüz vermeden konuşur:
– Sen hiç sıkılmaz mısın? Burada devlet teşkilatına
hükmedecek cüretkârlıklarda bulunuyormuşsun” diye çıkışır ve
haddini bildireceğini söyler. Beklemediği bu tavır karşısında
şaşkınlaşan Şeyh Mansur odadan ayrılır.
Kurban bayramı gelmiştir. M. Kemal bayramlaşmak
niyetiyle birliği toplar. Teftiş eder ve bayramlarını tebrik eder. Bu
unutulmuş köşede meşakkatle (zorluklar içinde) askerlik
yaptıklarından dolayı övgüyle söz eder. Sonra da –bazı subayların
itirazına rağmen- tatbikat yaptırır. Öyle bir plân yapar ki: Son
harekette Şeyh Mansur’un evi kuşatılmış olur. Korku içinde kalan
Şeyh teslim olacağı haberini gönderir. O akşam, Şeyh Mansur ve
çevresi ile bir yerde toplanırlar. M. Kemal onlara hürriyetin manasını
anlatır. Şeyh, tuttuğu Kur’ân-ı Kerimi M. Kemal’e gösterir:
– Halife-i Zişan efendimize fenalık yapmayacağınıza dair
bu kitap üzerine yemin eder misiniz?” diye sorar.
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
61
M. Kemal, Kuranı saygıyla alır, öper ve:
– Yemin ederim ki, Halifeye bu kitabın haricinde, hiçbir
fenalık yapılmayacaktır.” der. Bu sözlerdeki inceliği kavrayamazlar.
O gün orada bulunanların katılımıyla bir anlaşma yapılır.
M. Kemal’in ferasetiyle, Bingazi’de de hiçbir çatışma
olmadan devlet otoritesi sağlanmıştır. M. Kemal askerliği diplomasi
ile birlikte yürütmüştür. Uzlaşmacı kişiliğini burada da göstermiştir.
Artık Trablusgarp ve Bingazi’de işi kalmadığından Selânik’e
dönmüştür.
5– Meşrutiyetin İlânından Sonraki
Menfi Gelişmeler
Meşrutiyetin ilânı, İmparatorluğun çözülmesini önleyeceği
yerde, büsbütün hızlandırmıştır. 5 Ekim 1908’de Bulgaristan
bağımsızlığını ilân etti. 6 Ekimde Avusturya, Bosna-Hersek’e el
koydu. 12 Ekimde, o güne kadar muhtar olan Girit, Yunanistan’la
birleşti.
Ülkede, İttihat ve Terakkinin denetiminde seçimler yapıldı.
275 mebustan (milletvekilinden) ancak 142 si Türk’tü ve kendi
aralarında tam birlik yoktu. 133 mebus ise azınlıklardan
seçilmişti. Padişahın bir nutku ile Millet Meclisi açıldı. Ama böyle bir
oluşumla sağlıklı çalışılabilir miydi?
1909 yılının ilk günlerinde Selânik’e dönen M. Kemal, 13
Ocak 1909’da,
Selânik’teki Redif Tümeninin Kurmay
Başkanlığında görevlendirildi. 1909 ilkbaharında Osmanlı
Devletinde huzursuzluk ve karışıklık artmıştı. Rum gazeteleri Türk
askerinden “YAMYAMLAR” diye söz ediyordu. Arnavutlar
ayaklanmışlardı. Yemende, Necitte, Hicazda Araplar ayaklanıyorlardı.
Azınlık mebusları, Prens Sabahattin’in bölücü Ahrar
Fırkası’na yanaşıyor, İttihatçıları meclisin içinden ve dışından
yıkmak çaresi arıyorlardı. Kıbrıslı Derviş Vahdeti’nin kurduğu
“İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti” dini alet ederek bölücülük
yapıyordu. Cemiyetin yayın organı olan Volkan Gazetesi ile fitne ve
fesat tohumları ortalığa yayılıyor, bölücülük tahrik ediliyordu. İngiliz
taraftarı olan Kâmil Paşa da bunları destekliyordu.
Derviş Vahdeti, yazılarında askerlere karşı halkı
ayaklanamaya kışkırtıyordu. Gizliden gizliye hükümetin ve
subayların kâfir olduğu söylentisi yayılıyordu. Şeriatın kaldırılacağı
söyleniyordu ve daha başka olumsuzluklar devam ediyordu.
Meşrutiyetin ilânını sempati ile karşılayanlar ise, bu hareketin din,
62
Rasim Pehlivanoğlu
mezhep ve ırk ayrılıklarını bu derece körükleyeceğini hesaba
katmamışlardı.
“Talebe-i Ulûm” denilen medrese öğrencileri tahrik
ediliyordu. “Serbestî Gazetesi” Başyazarı Hasan Fehmi, “İkdam
Gazetesi” Başyazarı Ali Kemal birlikte konferanslar veriyor,
ittihatçılara verip veriştiriyorlar, çirkin bir dille hakaretler
savuruyorlardı... İşte bu ortamda, Serbestî Gazetesi Başyazarı
Hasan Fehmi, Galata Köprüsü üzerinde kimliği bilinmeyen birisi
tarafından öldürülüyor. Muhalefet galeyana geliyor... Gösterişli
cenaze töreni yapılıyordu! Bu arada, Mecliste de kapışma oluyor:
“Bunu ittihatçılar yaptı” deniyordu. Yüksek okul öğrencileri ve
halk sokaklara dökülerek gösteriler yapıyordu...
31 Mart Vak’ası ve Mustafa Kemal
(Miladi 13 Nisan 1909)
Olaylar birbirini takip ediyordu. Daha da ileri gidiliyor: “13
Nisan (Rumi 31 Mart) 1909 sabahı Taşkışla’daki avcı taburu erleri
ayaklanıyor, subaylarını tutuklayıp hapsediyorlardı! Öbür kışlalara
da haber ulaşıyordu... İsyancı askerler, çavuş ve onbaşılar Ayasofya
istikametine doğru yürüyorlardı. Sabah saat 4’de Millet Meclisi
sarılıyordu. Ulema ve medrese öğrencileri de (beyaz, kırmızı, yeşil
renkli) özel bayraklarıyla onlara katılıyordu. Aralarında Derviş
Vahdeti de bulunuyordu. Kalabalıktan “YAŞASIN ASKERİYE!
YAŞASIN ŞERİAT!...” bağırışları yükseliyordu.
Sayıları gittikçe artan göstericiler cesaret buluyor, isteklerini
meclise bildiriyorlardı. Harbiye nazırı Rıza Paşa ile meclis başkanı
Ahmet Rıza’nın değiştirilmesini, alaylı zabitlerin yeniden göreve
alınmasını istiyorlardı. Padişah Abdülhamidin isyancılara karşı
kullanabileceği hiçbir kuvveti yoktu. Naçar ve âciz kalmıştı. Bu
oldu bittikleri kabul etmek zorundaydı. Bu arada, Sadrazam ve
hükümet de istifa etmişti. Tevfik Paşa sadrazam oluyor ve yeni
hükümet kuruluyordu.
Tarihte, “31 Mart Vak’ası” olarak yer alan bu ayaklanmanın
ilk günü, Hüseyin Cahit sanarak Tanin Gazetesi Başyazarı Aslan
ile Adliye Nazırı Nazım Paşa Meclise girerken öldürülüyor. Meclis
Başkanı Rıza Paşa yaralanıyor. Deniz binbaşısı Ali Kabuli
sürüklenerek yıldız sarayına götürülüyor ve Abdülhamit’in gözleri
önünde öldürülüyor. İttihat ve Terakki fırkası ileri gelenleri ise, çil
yavrusu gibi dağılıp saklanıyorlar...
14 Nisan sabahı isyan Selânik’te duyuluyor. Durumu ilk
öğrenen Mustafa Kemal:
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
63
– Meşrutiyet elden gitmiş” diye acınıyor. Hemen
arkadaşlarıyla görüşerek durumu müzakere ediyorlar. İsyanın civar
vilayetlere bulaşmadan, mümkün olduğu kadar süratle bastırılması
isteniyor. Ordu komutanı Mahmut Şevket Paşa ile de görüşüyorlar.
İsteği uygun bulan ve kabul eden Mahmut Şevket Paşa, hemen
harekete geçilmesini emrediyor.
Hareket Ordusu İstanbul’a Yürüyor
M. Kemal’in teklifi üzerine, İstanbul’a gidecek kuvvetlerin
komutanlığına Hüsnü Paşa tayin ediliyor. M. Kemal’e de bu
kuvvetin Erkan-ı Harbiye’si (Kurmay Başkanı) görevi veriliyor. M.
Kemal’in teklifine uyarak: “HAREKET ORDUSU” adı verilen bu
kuvvet hemen o gün akşamı (14 Nisan akşamı) trenle İstanbul’a doğru
hareket ediyor. 19 Nisanda Yeşilköy’de toplanan Hareket Ordusu
kuvvetleri, şehri batıdan yarım çember içine alıyor.
M. Kemal, Kumandan Hüsnü Paşanın imzasını taşıyan bir
bildiri hazırlıyor. Bildiride: Kanun-i Esasinin (Anayasanın) üstünde
hiçbir kuvvetin olamayacağı belirtiliyor ve İstanbul halkı uyarılıyor.
Bir telgraf da Genel Kurmay Başkanlığına çekiliyor. Bu bildiri ve
telgraf teksir edilerek, İstanbul sokaklarında halka dağıtılıyor.
İttihatçıların isteğine uyularak, Mahmut Şevket Paşa, 21
Nisanda Selânik’ten çıkarak ertesi günü Hareket Ordusunun başına
geçiyor. Hüsnü Paşa ve Mustafa Kemal görevden çekiliyor. Bu
sırada Enver Bey ve bazı arkadaşları son anda yetişerek, hareket
ordusu ile İstanbul’a girmek şansını kaçırmıyorlar...
Hareket Ordusu kuvvetleri, 23 Nisan’da dört koldan
İstanbul’a giriyor. İsyancıların merkezi Taksim kışlasını kuşatıp ateş
açıyorlar. Selimiye ve Yıldız kışlaları dışındaki direnme noktaları yok
ediliyor... Ertesi gün isyancılar teslim oluyorlar. İstanbul tamamen
kontrol altına alınıyor ve sıkı yönetim ilan ediliyor.
27 Nisan 1909 günü Millet Meclisi toplanıyor. Eski ünlü
komutanlardan Ahmet Muhtar Paşa ve diğerleri mecliste konuşuyor.
Şeyhülislamdan fetva alarak, Abdülhamit’in tahttan indirilmesine
ve yerine 65 yaşındaki Veliaht Mehmet Reşat Efendinin
geçirilmesine karar veriliyor. Böylece 33 yıl saltanat süren II.
Abdülhamit, maiyeti ve kadınlarıyla birlikte özel bir trenle Selânik’e
gönderiliyor.
Bastırılan İsyan Hareketi Sonrası Gelişmeler
Mehmet Reşat’ın tahta çıkışından sonra yeni hükümet
kuruluyor. Nazırların (bakanların) çoğu ittihatçılara yakın
kimselerden oluşuyor. İsyanı teşvik edenlerden Derviş Vahdetî ve
64
Rasim Pehlivanoğlu
yakınları idama mahkum ediliyor. Prens Sabahattin ve ona yakın
olanlar tutuklanıyor; ama İngilizlerin teşebbüsü ile serbest
bırakılıp Avrupa’ya gönderiliyor. Ali Kemal, Rıza Nur ve daha
birçok ileri gelenler Avrupa’ya kaçıyorlar. Tarihimizin yüz karası olan
bu 31 Mart Vak’ası da arkasında acı hatıralar bırakarak böylece
sona eriyor.
Ordunun Siyasetten Ayrılmasını İsteyen
Mustafa Kemal
İttihat ve Terakki’nin 22 Eylül 1909’da Selanik’te toplanan
2. kongresine, M. Kemal Trablusgarp murahhası (delegesi) olarak
katılıyor. Çoğu 3. Ordu subaylarından oluşan kongrede dikkatleri
üzerinde toplayan M. Kemal:
– Mensuplarının çoğu cemiyet azası olan 3. Ordunun,
günün manasıyla (bugünkü haliyle) modern bir ordu
sayılamayacağını” söylüyor:
– Orduya dayanan cemiyetin de millet bünyesinde kök
saramayacağını” ifade ediyor. Subayların ve ordu mensuplarının
herhangi bir siyasi cemiyete girmemeleri tezini savunuyor. Bundan
sonra, orduda kalmak isteyenlerin cemiyetten istifa etmelerini;
cemiyette kalmak isteyenlerin de ordudan istifa etmeleri
gerektiğini söylüyor. Bunun için kanuni hükümler konulmasını teklif
ediyor. Bu konuda tartışmalar oluyor. Sonunda Mustafa Kemal’in
isteği kabul görüyor. Ama uygulanmasına geçilemiyor...
Cemiyetin ileri gelenleri Mustafa Kemal’e açıkça cephe
alıyorlar ve onu susturmak istiyorlar. Haddini bildirmesi için
görevlendirilen komiteci bir subay M. Kemal’in yanına
gönderiliyor. Ortaya attığı görüşleri hakkında görüşmek istediğini
bildiriyor. M. Kemal adamdan şüpheleniyor: Masasının çekmesinden
tabancasını çıkartarak masanın üzerine koyuyor. Komitecinin
sorularına bundan sonra gerekli cevapları veriyor. Sonunda komiteci:
– Kemal, ben aslında seni öldürmeye gelmiştim. Ama şimdi
düşüncem değişmiştir” itirafında bulunuyor.
İttihatçıların niyetini daha iyi öğrenen M. Kemal bundan sonra
daha da tedbirli olmak ihtiyacını duyuyor ve bazı tertiplerden kendisini
koruyabiliyor... Çirkin oyunlar ve cinayetler peşinde koşan
ittihatçılara gerçekleri anlatamayacağını anlayan M. Kemal,
İttihat ve Terakki Cemiyeti ile bütün bağlarını kesiyor ve
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
65
tamamen siyaseti bırakıyor. Bütün gücüyle kendisini ordudaki
görevine veriyor... (5)
Mustafa Kemal 1909’dan 1911 yılı Eylül ayına kadar iki yıl
boyunca kendisine verilen çeşitli askeri görevleri büyük bir dirayetle
yerine getiriyor. 1910’da Arnavutluk’ta çıkan isyanı bastırırken
Mahmut Şevket Paşanın Kurmay Başkanlığını yapıyor. Daha
başka hizmetlerde de bulunarak bütün dikkatleri üzerinde topluyor.
Askeri dirayetini, kendisini tanıyan herkese kabul ettiriyor. Tabi
bu arada çekemeyenleri, başarılarına gölge düşürmek isteyenleri de
bulunuyor. Bu arada, askeri eğitimle ilgili önemli eserler de yazıyor
ve çoğaltıp dağıtıyor.
(5) Orhan-Erhan Dündar – M. K. Atatürk – İkinci Meşrutiyet 5, Ank. 1997, s. 41 - 44
66
Rasim Pehlivanoğlu
C – İTALYANLARLA TRABLUSGARP SAVAŞI
ve MUSTAFA KEMAL
1911 yılında Tunus’u Fransızlara kaptıran İtalyanlar bu sefer
Trablusgarbı
ele
geçirmek
için
gerekli
hazırlıklarını
tamamlıyorlar. Büyük devletlerin tarafsızlığını da sağladıktan sonra,
28 Eylül 1911’de Osmanlı Devletine bir ültimatom vererek,
Trablusgarp ve Bingaziyi işgal edeceklerini bildiriyorlar. Direnme
gösterilmemesini istiyorlar. Ültimatomun karşılığını da beklemeden
harekete geçen İtalyan donanması 29 Eylülde Trablusgarp önlerine
geliyor.
Durumu öğrenen M. Kemal Trablusgarp’a gitmeye karar
veriyor. İlgililerle de konuşarak bu konuda fikir birliğine varıyorlar.
Bir gün arkadaşı Ali Fuat’la buluşarak ülkenin durumunu
konuşuyor ve dertleşiyorlar. Bu arada Trablusgarp’tan söz ediyorlar.
Ordudaki umursamaz durumdan yakınıyorlar. Yakında Balkanlarda
savaş çıkacağı ihtimalinden söz ediyorlar. Saygı duydukları Mahmut
Şevket Paşanın da artık cemiyete söz geçiremediğini üzülerek
belirtiyorlar. M. Kemal bir ara:
– Doğup büyüdüğüm Selânik acaba elimizde kalacak mı?
Trablusgarp’tan dönünce gene buralara gelebilecek miyim?”
diyerek endişesini belirtiyor ve acınıyor!... O gece Ali Fuat’ın evinde,
ay Olimpos dağları arkasında kaybolurken M. Kemal içini çekerek:
– Ahh Selanik! Seni bir kere daha Türk şehri olarak
görebilecek miyim?”diye Selânik hasretiyle yanıyor. (6)
29 Eylülde, Trablusgarp’ta Osmanlılara harp ilan eden İtalyan
donanması, 3 Ekimde Trablus’u bombardıman etmişti. Hazırlıksız
yakalanan buradaki tümen geri çekilerek savunma hattı kurmuştur. 4-5
Ekimde Hamidiye ve Sultaniye tabyaları İtalyanların eline geçmiştir. 7
Ekimde, boşaltılan Trablusgarp’a girmişlerdir. Yerli halktan,
İtalyanlara sadakatını bildirmeye gelenlerin başında Belediye
Başkanı Hasume Paşa bulunuyordu. İtalyanlar, Trablusgarp içlerine
girmeye başlayınca şiddetli Türk direnmesiyle karşılaşmışlar, orada
çakılıp kalmışlardı...
6
Orhan-Erhan Dündar: M. K. Atatürk 5 – İkinci Meşrutiyet, Ank. - 1997 s. 60 - 62
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
67
Makedonya’da Buhranlı Günler
O sırada Arnavutluk ve Yemen’de de isyanlar çıkmıştı. İttihat
ve Terakki, kendi içinde karışmış buhranlı günler yaşıyordu. Partiden
ayrılanlar, Albay Sadık’ın başını çektiği muhalif grup “Hürriyet ve
İtilâf Fırkası”nı kurmuşlardır. Bu ortamda Osmanlı Devleti, İtalya
devleti ile savaşacak ve oraya asker gönderecek durumda değildi.
Sadrazam Sait Paşa, Trablusgarp için barış yolu ile bir çözüm
öneriyordu. Ama, hükümetin teslimiyetine karşı koyan genç
subaylar Trablusgarp’a koşmak için harekete geçmişlerdi. Harbiye
nazırı Mahmut Şevket Paşa ile konuşarak, Trablusgarp’ın bölgesel
kaynaklarla (yerli halkla) savunulmasına karar vermişler ve
komutanın rızasını almışlardı.
Gönüllü Giden Subaylar ve Mustafa Kemal
Trablusgarp’a gidecek gönüllü subayların ilk kafilesinde
Enver Bey “halı tüccarı” hüviyeti ile yola çıkmış. İkinci kafilesinde
ise M. Kemal gazeteci Şerif adıyla 15 Ekimde bir vapurla hareket
etmişti. Yanında bulunan Ömer Naci ve başka iki arkadaşıyla
İskenderiye’ye varırlar. 2 Kasım 1911’de oradan trenle hareket
ederler. Ama, yolda hastalanan M. Kemal İskenderiye’ye geri döner.
15 gün kadar hastanede yatar. Arkadaşı Ali Fuat ile Nuri de bu
sırada yanına gelmişlerdir. Aralarına başka iki kişi daha katılır.
17 Kasım 1911’de İskenderiye’den ayrılırlar. Trende, Mısırlı
bir subay aldığı emirle onları tutuklamak ister. Mustafa Kemal
etkili bir ifadeyle:
– Giriştiğimiz, Hıristiyanlara karşı açılmış kutsal bir
cihat’dır. Eğer iyi bir Müslüman’san bizi engellemeye
kalkmazsın” der. Dini duyguları ağır basan Mısırlı Subay onları
serbest bırakır.
Tren hattının gerisinde kurulmuş olan bir kampta inerler.
Kamptan: “At, deve, yiyecek, su” tedarik ederek yola çıkarlar.
Çölde bir hafta yol alırlar. Nihayet sınıra gelirler. Üzerlerindeki
Arap giysilerinin yerine üniformalı asker giysilerini giyerler.
Sakladıkları silahlarını çıkarırlar. Bu sırada karşılarına çıkan İngiliz ve
Mısırlı subayların bulunduğu bir müfreze:
– Şimdi burası Mısır toprağı oldu” diyerek yollarını keser.
M. Kemal’in:
– Derhal çekilin! Yoksa ateş açtıracağım!...” sert çıkışı
üzerine, İngilizler çatışmayı göze alamaz, dönüp giderler.
Mustafa Kemal’in içinde bulunduğu Türk subaylar kafilesi,
ancak Kasım ayı sonlarına doğru Tobruk dışındaki Türk
68
Rasim Pehlivanoğlu
karargahına ulaşırlar ve coşkuyla karşılanırlar. M. Kemal burada,
Tobruk kuvvetleri Komutanı Ethem Paşanın Kurmay Başkanı
olmuştur.
Savaş hattı doğu ve batı olmak üzere iki bölgeye ayrılmıştır.
Daha önce gelen Enver Bey batı bölgesindeki Bingazi kuvvetleri
komutanı olmuştur. Sonra gelen M. Kemal doğu bölgesinde görev
almıştır. 1908’de isyanı bastırmak için buraya gelen M. Kemal
deneyimli idi. Bu bölgenin insanları ona yabancı değildi. Hemen
şeyhleri ve kabile reislerini topladı:
– Topraklarımızı düşman çizmelerine mi çiğneteceğiz?...”
diyerek onları tahrik etti. Başkan durumunda olan Şeyh Müberra ile
özel bir konuşma yaptı. Şeyhe, “DİN KARDEŞİM!” diye hitap
ederek Hıristiyan İtalyanlarla yapacağımız kutsal savaşa çağırdı.
Ortak düşmana karşı savaşmaya ikna olan Şeyh Müberra:
– Bütün kuvvetlerimle senin emrindeyim” demişti. Mustafa
Kemal olumlu sonuç veren etkili görüşmelerinden sonra, yerli halktan
topladığı önemli miktarda kuvvetleri Bingazi ve Trablusgarp’a
göndermişti. Ayrıca, Trablusgarp menzil teşkilatını da kurmuştu.
Savaşa daha plânlı devam edilecekti.
Tobruk Savaşı
27 Kasım 1911’de binbaşılığa yükseltilen M. Kemal 19
Aralık 1911’de “Tobruk kuvvetleri komutanlığına” getirildi.
Kurmay Binbaşı M. Kemal yaptığı araştırmada, Tobruk doğusundaki
düşman mevzilerinin ani bir saldırıyı karşılayamayacak kadar dağınık
ve başı bozuk olduklarını tespit etti. Hemen Şeyh Müberra’yı
uyardı:
– İtalyanlar daha fazla kuvvetlenmeden saldırıya geçelim”
istedi.
Mustafa Kemal’in yaptığı plâna uyarak, 21 – 22 Aralık gecesi
baskın halinde saldıran Şeyh Müberra’nın kuvvetleri karşısında
bunalan İtalyanlar, her taraftan sarıldığını görmüşler ve çaresiz
kalmışlardı. Aynı gün öğle vakti çarpışmalar bitmiş ve İtalyanlar
yenilmişti. 70 kadar top, sayısız cephane ele geçirilmiş ve 200’ün
üzerinde İtalyan askeri esir edilmişti. Ne yazık ki: Savaşın kızıştığı
bir anda Şeyh Müberra da alnından vurularak şehit edilmişti!
Ama onun istediği zafer kazanılmıştı...
Bu olaydan sonra İtalyanlar, bütün kuvvetleriyle Derne’ye
yüklenmişlerdi. Mustafa Kemal, Derne kuvvetleri doğu komutanlığına
atanmıştı. Yarbay Enver’in karargâhı da buradaydı. Rütbesi
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
69
küçük olduğu için Mustafa Kemal de onun komutası altına
girmişti. Bu sırada, Yarbay Enver’i daha yakından tanımış, onun
askerlikteki bilgi ve değerini ölçmek fırsatını bulmuştu... Derne
bölgesi muharebeleri uzun sürdü. 1912 yılında da devam etti. İtalyan
kuvvetleri oldukları yerde çakılıp kalmışlardı.
Mustafa Kemal, 25 –26 Nisan gecesi arkadaşı Salih’e yazdığı
mektubunun bir yerinde donanmasına dayanan düşmanı sahile
hapsettiklerini söylüyor ve duygularını şöyle açıklıyordu:
– Biz vatana borçlu olduğumuz fedakârlık derecesini
düşündükçe, bugüne kadar yapılan hizmeti pek küçük buluyoruz.
Arkadaşlara dedim ki: Vatan mutlaka selâmet bulacak. Millet
mutlaka mesut olacaktır. Çünkü: Kendi saadetini memleketin ve
milletin saadet ve selâmeti için feda edebilen vatan evlâtları
çoktur... Cümlenize selâm ederim kardeşim” diyerek geleceğe olan
güvencini ve iyimserliğini belirtmişti. (7)
Kıyılarda kalan ve yeni takviye alan İtalyanlar, 18 Haziranda
Kasri Arun Tabyasına saldırıya geçtiler. Durumdan haberi olan şark
kolu Komutanı Ali Fuat karşı koydu. Bir yandan da Derne
Komutanı Mustafa Kemal’e durumu bildirdi. Takviye alan Türk
kuvvetlerinin taarruzu karşısında tutunamayan İtalyan kuvvetleri asıl
mevzilerine çekilmek zorunda kaldı. Savaş sonuna kadar burada
durduruldu.
Ne yazık ki: Kasrı Arun Savaşında M. Kemal gözünden
yaralanmıştı. Tedavisi imkânı burada yoktu.
Memleketten (Rumeli’den) gelen kötü haberler M. Kemal’i
üzmüştü. Arkadaşı BEHİÇ’e sargılı gözüyle yazdığı, 29 Temmuz
1912 tarihli mektupta:
– Bu gidişle memleketin başını yiyecekler! İhtiraslar,
cehalet ve mantıksızlık yüzünden koca Osmanlı Devletini
mahvedeceğiz... Kuvvetli bir Osmanlı İmparatorluğu vücuda
(meydana) getirmeyi düşünürken, vaktinden önce esir, sefil ve rezil
olacağız” diye acınıyordu. İlave ederek:
– Siyaset erbabının, memleketi büsbütün tarumar
olmaktan korumak için gözlerini dört açması gereklidir” diye
yazıyordu, ama derdini kimlere anlatabilecekti!...” (8)
Mustafa Kemal, siyasilerin gözlerini dört açmasını isterken,
onlar adeta gözlerini kapamıştı: İleriyi görememek, komşu
devletlerdeki savaş hazırlıklarını fark etmemek, yalanlara inanarak
7
8
Orhan-Erhan Dündar- M.K. Atatürk 6–Balkan Harbi, Ank. – 1997 s. 9 – 11
A.g.e. s. 11–12
70
Rasim Pehlivanoğlu
ufukta görülen savaş hazırlıklarını yapmamak hatasına düşen Osmanlı
Hükümetinin bu gafletinden ve ordunun bölünmüşlüğünden
faydalanan Balkan devletleri, aralarında anlaştılar. Gafil avlanmış
olan hükümet, İtalyanlarla barış yapmak zorunda bırakılmış,
Trablusgarp gözden çıkarılmıştır.
15 Ekim 1912’de, İsviçre’nin Uşi Kasabasında yapılan
anlaşmayla Trablusgarp İtalyanlara bırakılmıştı. Bu yolla, savaşla
alamadıkları Trablusgarp’ı masa başında almışlardı!... Mustafa
Kemal ise gözlerindeki rahatsızlığı tedavi etmek için karargahtan
ayrılarak Viyana’ya gitmişti.
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
D– BALKAN
71
SAVAŞI
1 - Balkan Savaşı Öncesinde Durum
Trablusgarp’ta aradığını bulamayan İtalyanlar, bir yandan da
Ege denizine donanma yollayarak 12 adaya asker çıkarmışlardı.
20 Mayısta işgali tamamlayan İtalyanlar bu sefer de 18 – 19
Temmuzda Çanakkale Boğazına saldırıyorlar. Fakat buradaki
istihkâmların ateşiyle tersyüz edilerek kaçıyorlar.
12 adanın işgali üzerine Osmanlı ordusu subayları iki
gruba ayrılmıştı: İttihatçılar ve Halâskâr zabitan grubu
aralarında iktidar için mücadele veriyorlardı. Rumeli’de dağa
çıkan subaylar da hükümetin istifasını istiyorlardı. Arnavutlukta gene
ayaklanmalar başlamıştı. Balkan devletlerinde savaş hazırlıkları
sinsice devam ediyordu.
Halâskâr Zabitan Grubunun baskısıyla, Sait Paşa hükümeti
istifa etmiş, yerine Ahmet Muhtar Paşa hükümeti kurulmuştu.
Ama gaflet gene devam ediyordu: Mecliste, Dış İşleri Bakanlığı
sözcüsü Asım isimli bir zat, balkan devletlerinin savaş açamayacağını
savunuyor ve “Balkanlardan imanım kadar eminim...”
diyebiliyordu.
Dış işleri bakanlığına getirilen Gabriel, Balkan devletlerinin
Osmanlı devletine saldırmayacağına dair Ruslardan
-güya- barış
teminatı aldığını söylüyordu. Ne gaflettir ki: Bu sözlere inananların
sayısı az değildi. İnandırılan Sadrazam Ahmet Muhtar Paşa
Rumeli’den 120 tabur askeri terhis ettirmişti.
Gafletin dahası vardı: Yunanlılar, Bulgarlar ve Sırplar
arasında kilise ve okullar yüzünden çıkan anlaşmazlıklar, bu
devletlerin Türklere karşı birleşmesini önlüyordu. Ama mecliste,
İttihat ve Terakkinin desteğiyle, 3 Temmuz 1912’de çıkarılan
“Kiliseler Birliği Kanunu” ile bu anlaşmazlıklar giderilmişti. Eski
padişah Abdülhamid bile bunu duyunca:
– Eyvahh, Rumeli elden gitti!...” diye acı ile yakınmıştı...
2– Balkan Devletleri – Osmanlı Savaşı
Önce çetelerle işe başlayan Balkan Devletleri: Bulgaristan,
Yunanistan, Karadağ ve Sırbistan kendi aralarında anlaşmışlar;
savaşı başlatmak için bahane arıyorlardı. 30 Ekim 1912’de
seferberlik ilan ettiler. Osmanlılar da 1 Kasımda seferberlik ilan etmek
zorunda bırakılmışlardı. Ağır ıslahat tekliflerinde bulunan
Balkanlılar, istekleri kabul edilmeyince dört koldan saldırıya
72
Rasim Pehlivanoğlu
geçmişlerdi. Bu arada Uşi Antlaşması yapılarak, İtalyanlarla savaş
sona ermiş ve Trablusgarp –maalesef- İtalyanlara bırakılmıştı. Orada
bulunan Türk subayları ülkeye dönüyorlardı.
Balkanlarda çıkacak büyük savaşta Osmanlı ordusu savunma
savaşı esaslarına göre hazırlık yapmıştı. Balkanlar, doğu ve batı
komutanlığı olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Doğu komutanlığı
Trakya’yı, batı komutanlığı Makedonya’yı savunacaktı. Ama doğu
ordusu komutanlığı daha savaş hazırlığını tamamlamadan
saldırıya geçmiş ve kaybetmişti. 22 Kasımda 1. Kolordu bozgun
halinde geri çekilmeye başlamıştı. 2. Kolordu ise savaşa hiç
girmemişti. Bu kötü durum 3. Kolorduyu da etkilemişti. 24 Kasımda
Bulgar kuvvetleri Kırklareli’ne girmişti. Bu ilk bozgun hali kötü
neticeler doğurmuştu.
Birleşik düşman kuvvetleri karşısında çeşitli cephelerde
(özellikle batı cephesinde) zorlu savaşlar ve savunmalar olmuştu. Bu
savaşların teferruatını burada anlatacak değilim. Sadece savaşın
sonucunu vermek istiyorum:
Sayıca ve silahça Osmanlılardan çok üstün olan; sadece Sırp
ordusu 50 bini bulan, Avrupa ülkelerinden ve Ruslardan destekler
gören Balkanlı müttefikler karşısında, çoğu terhis olan Osmanlı
ordusu önemli direnmeler göstermiştir. Ama, sonunda geri
çekilmeler başlamıştır.
Geri çekilen askerler aç, çıplak, ve perişan olmuştur. Üskûp
dahil, bazı şehirler zarar görmemek için Sırplara teslim olmuştur.
Önce kanlı savaşlar vermiş olan Manastır da sonunda düşmüştür.
Ayaklanan Arnavutluk’ta geçici hükümet kurulmuştur. Alasonya’da
kendisinden on kat fazla Yunan kuvvetleriyle çarpışan Osmanlı
ordusu yer yer direnmeler göstermişse de sonunda Selânik'’e kadar
çekilmiştir.
İngiliz, Fransız ve Avusturya savaş gemileri, Selânik limanına
demirlemişlerdi. Selânik sokakları, Türk göçmenlerle dolmuştu!...
Şehrin Valisi ve Tümen Komutanı, kendilerine gelen istekleri –
güya değerlendirerek- şehrin harap olmaması için savaşa devam
etmekten vazgeçmişler. Fransa, Almanya ve Rusya konsoloslarıyla
Yunan karargahına giderek teslim sözleşmesini görüşüp imza
etmişlerdir. Böylece Selânik Komutanı Tahsin Paşa 25bin kişilik
Türk ordusuyla bir mermi dahi atmadan, Selânik şehrini 8 Kasım
1912’de Yunanlılara teslim etmiştir.
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
73
İşte bu günlerde, Balkanlardaki acıklı durumumuza çok içlenen
İstiklâl Marşı Şairimiz Mehmet Akif, aşağıdaki şarkı şiirini yazarak
yiğitlerimizi askere gitmeye teşvik ediyordu.
CENK ŞARKISI
Kahraman askerlerimize armağan
Yurdunu Allâh’a bırak, çık yola:
“Cenge!” Deyip çek ki vatan kurtula.
Böyle müyesser mi gazâ her kula?
Haydi levend asker, uğurlar ola.
Ey sürüden arkaya kalmış yiğit!
Arkadaşın gitti, yetiş sen de git.
Bak ne diyor, cedd-i şehidin, işit:
Durma git evlâdım, uğurlar ola.
Durma git evlâdım, açıktır yolun...
Cenge sıvansın o bükülmez kolun;
Süngünü tak, ön safa geçmiş bulun.
Uğrun açık olsun, uğurlar ola.
Yerleri yırtan sel olup taşmalı!
Dağ demeyip, taş demeyip aşmalı!
Sendeki coşkunluğa el şaşmalı!
Haydi git evlâdım, uğurlar ola.
Yükselerek kuş gibi Balkanlara,
Öyle satır at ki kuduz Bulgar’a:
Bir daha Osmanlı’ya güç sırtara!
Git de evlâdım... uğurlar ola.
Düşmana çiğnetme bu toprakları;
Haydi kılıçtan geçir alçakları!
Leş gibi yatsın kara bayrakları!
Kahraman evlâdım, uğurlar ola.
74
Rasim Pehlivanoğlu
Balkan’ı bildin mi nedir, hemşehri?
Sevgili ecdâdının en son yeri.
Bir sıla isterdin ya çoktan beri
Şimdi tamam vakti... Uğurlar ola.
Balkan’ın üstünde sızan her pınar
Bir yaradır, durmaz içinden kanar!
Hangi taşın kalbini deşsen: mezar!
Gör ne mübârek yer... uğurlar ola.
Eş hele bir dağları örten karı:
Ot değil onlar, dedenin saçları!
Dinle: Şehid sesleridir rüzgârı!
Durma levend asker, uğurlar ola.
Ey vatanın şanlı gazâ mevkibi,
Saldırınız düşmana arslan gibi.
İşte Hudâ yâveriniz, hem Nebi.
Haydi gidin, haydi, uğurlar ola. (1)
Önemli Direnmeler ve Kırılan Saldırılar
Savaşa koşan erlerimize rağmen Rumeli’deki bozgun devam
ederken önemli direnmeler de olmuştur: Şükrü Paşa komutasındaki
Edirne şehri Bulgarlara, Ali Rıza Paşa komutasındaki İşkodra
Kalesi Karadağlılara, Yanya Kalesi Yunanlara karşı direnmiştir.
Ama diğer cephelerde yenilen Osmanlı ordusu aç, susuz ve çeşitli
hastalıklarla bitkin olarak, sel gibi Çatalca’ya doğru akmıştır.
Burada sevindirici bir durum olmuştur: 17 Kasımda Çatalca’ya
saldıran Bulgar ordusuyla ölüm kalım savaşı verilmiş olup, sonunda
düşman geri püskürtülmüş, Çatalca işgal edilmekten kurtarılmıştır.
Bulgar, Sırp ve Yunan ordularının girdikleri yerlerde hayat,
servet ve namus ayaklar altına alınmıştı. Müslüman halk İstanbul’a
doğru kaçıyor, Rumeli boşalıyordu. Soğuk, açlık ve hastalık
insanlarımızı kırıp geçiriyordu. Herkes perim perişandı...
Bu arada Ahmet Muhtar Paşa hükümeti istifa etmiş,
kurulan Kâmil Paşa hükümeti mütareke (silah bırakışması)
1
M.A.Ersoy–Safahat, İstanbul – 1996, s. 566
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
75
istemişti. Avrupalı büyük devletlerin dış desteğini alan Balkanlılar,
Osmanlılardan çok şeyler istiyorlardı!... Bir ara yeniden saldırdılar...
İstanbul’a bile girmek istiyorlardı. Ama: 17 Kasımda Çatalca
önündeki saldırıları kırıldı ve İstanbul’u işgal etme ümitleri eridi.
Mütareke isteği kabul edildi.
28 Kasım 1912’de başlayan mütareke görüşmeleri, Aralık
1912’de “Ateşkes Antlaşması”yla sona ermişti. Barış görüşmelerinin
yolu açılmıştı.
Tedaviden Sonra M. Kemal İstanbul’da
Gözünün muayene ve tedavisini yaptırmak için daha önce
Viyana’ya gitmiş olan M. Kemal gerekli tedaviyi yaptırdıktan
sonra 20 Kasım 1912’de İstanbul’a gelmişti. Savaşın yıkımını
gözleriyle görmüştü... Sokakları ve cami avlularını dolduran aç,
sefil ve perişan göçmenlerin acısını içinde duymuştu. Doğruca,
Babıali Caddesinde bulunan Meserret Kıraathanesine gitmiş, burada
gördüğü birkaç arkadaşına, selam bile vermeden:
– O güzelim Selanik’i düşmanlara nasıl teslim ettiniz?...
Söyleyin! Nasıl yaptınız bunu?...” diye çıkışmıştı. Hiç kimse karşılık
vermemişti. Hepsi şaşkın ve üzgündü!...
İstanbul’a gelen göçmenler arasında annesini arayan M.
Kemal sora sora annesinin ve kız kardeşinin oturduğu evi
bulmuştu... Onlarla doya doya kucaklaşarak hasret gidermişti. Üvey
yeğeni Fikriye de onlarla birlikteydi. Annesi, kız kardeşi ve üvey
yeğenini, Beşiktaş-Akaretlerde bulduğu küçük bir eve yerleştirmiş ve
içi rahat etmişti...
Gözündeki rahatsızlığı iyi olan M. Kemal’in görev isteği kabul
edilerek, 25 Kasımda Bolayır’daki Müretteb Kuvvetler Harekât
Şubesi Müdürlüğüne atanmıştı.
13 Aralıkta Londra’da barış görüşmelerine başlayan büyük
Avrupa devletleri, Osmanlı Devletine ortak bir nota vererek,
Edirne'nin de Balkan İttifakı Devletlerine bırakılmasını
istiyorlardı. Ayrıca, Ege adaları hakkında verecekleri karara da
uymalarını istemişlerdi. Bu söylenti ortalığa yayılınca tepki büyük
olmuştu. Aralarında Ali Fethi, M. Kemal, Tevfik Rüştü’nün de
bulunduğu genç subaylar bir yerde toplandı. Durumu müzakere
ettiler. Ortak bir hal çaresi arıyorlardı.
76
Rasim Pehlivanoğlu
Hükümeti Düşüren İttihatçılar
Acele davranan Yarbay Enver ve Talat tarafı ise öncelikle
hükümeti düşürme kararını verdiler: 23 Ocak 1913 Perşembe günü,
Enver Bey at sırtında Bab-ı Ali’ye doğru ilerlerken, yavaş yavaş
etrafında toplanan büyük kalabalıkla yukarıya doğru yürüdüler. Bab-ı
Ali kapısına gelince atından inen Enver Bey, kendilerine yetişen
Talat Bey ve arkadaşlarıyla birlikte, muhafızlara bir şeyler
söyleyerek müdahale olmadan sadrazam konağına girdiler.
Merdivenleri çıkarken önlemek isteyen Komiser Celali dış sofada
öldürdüler. Yaver Nafizi vurdular.
Silah sesleriyle dışarı çıkan Harbiye Nazırı Nazım Paşa,
Enver Beye hitaben:
– Siyasetle uğraşmayacağına dair bana askerlik ve
namusun üzerine söz vermemiş miydin?” diye sorunca, yanında
bulunan Yakup Cemil’in silahıyla Nazım Paşa da öldürülmüştü.
Sadaret makamına (Sadrazamlık Makamına) yönelen Enver
Beyi fedaileri takip etti. Sadrazam Kâmil Paşa, istifa dilekçesini
vermek zorunda bırakıldı. Dilekçe, Padişah Sultan Reşat’a
götürülerek kabul ettirildi. Böylece, savaş sırasında hükümet
düşürüldü. Sadrazamlığa Mahmut Şevket Paşa getirildi. Yeni
hükümet oluşturuldu. Artık hükümet tamamen ittihatçıların eline
geçmişti. Gelibolu’daki M. Kemal ve arkadaşları darbeyi duyunca
sarsılmışlardı. Onlara göre, hükümeti ayakta tutan yalnız
Sadrazamdı...
3– Yeniden Başlayan Balkan Savaşı
17 Aralıkta, Avrupa büyük devletlerinin ve Balkanlı
müttefiklerin, Osmanlılara verdikleri nota karşılık bulmayınca, 4
Şubat 1913’de yeniden savaşı başlatmışlardı.
Balkan devletlerinin yeniden savaşı başlattığı günlerde,
Osmanlı Devleti en zor günlerini yaşıyordu. Mevsim kış ortasıydı.
Şubat ayının en soğuk günleriydi. Savaş hazırlığımız yoktu. Çok
vakitsiz bir zamanda hükümet düşürülmüş ve memleket karışıklık
içine itilmişti. Orduya siyaset girmiş, subaylar birbirlerine karşı
tavırlar geliştirmişti. Askeri tesisatımız noksan, silah ve cephanemiz
eksikti. Mağlubiyetle sonuçlanan önceki Balkan Savaşlarında yorgun
ve bitkin düşmüş olan askerlerimiz bakımsız ve perişandı. Yiyecek,
giyecek ve eksiklerimiz büyüktü. Askerimizin ayağına giyecek
potinleri eski idi ve eksikti.
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
77
Düşmanlarımız ise, birlik halinde üzerimize yüklenmişti.
Silah, cephane, araç ve gereç, yiyecek ve giyecek bakımından
bizden çok üstündü. Asker sayıları da çok fazlaydı ve bakımlıydı.
Üstelik, kendilerini kışkırtan Avrupa devletlerinden de büyük
destek görüyorlardı.
İşte iki tarafın durumu bu iken, fırsat düşkünü olan Balkanlı
düşmanlarımız bize yeniden saldırmışlardı. Gayeleri, bütün
balkanlardan Türkleri sürüp çıkarmaktı...
O günlerde bugünkü gibi iletişim araçları yoktu. Haberler
çabuk ulaşamazdı. Buna rağmen, telgraflarla, küçük gazetelerle ve
kulaktan kulağa duyurulan fısıltı gazetesiyle acı durumumuzu
öğrenen milletimiz çok üzülüyor, kurtuluş çareleri arıyordu.
Öncelikle askeri gücümüzü artırmamız gerekiyordu. Düşmanla
çarpışacak askerimizin ihtiyaçlarını karşılamamız gerekli oluyordu.
Zor günlerimizde varını yoğunu vermesini bilen büyük
milletimiz, köylüsüyle - kentlisiyle, fakiriyle - zenginiyle milletçe
bağış kampanyasına girişmişti. Yiyeceğinden, giyeceğinden kısarak,
herkes olanını veriyordu. Cephedeki Mehmedine gönderilmesini
istiyordu. İşte böyle bir ortamda, düşmanın sınıra gelip dayandığı
İstanbul halkımız da boş durmuyor, kendi aralarında çareler
arıyor ve yardımlar toplayıp cepheye gönderiyordu. Bu konuda
İstanbul kadınları başı çekiyordu.
4 – Balkan Savaşında Kadınlarımızın
Gayretleri, Konuşmaları ve Bağışları
Balkan Savaşının yeniden başladığı günlerde İstanbul
Darülfünunu Konferans Salonunda toplanan 4 – 5 bin kadar
hamiyetli, vatansever Osmanlı kadınları büyük salonu hınca hınç
doldurmuşlar, acıklı durumumuzu dile getiriyorlardı. Hatip
hanımların duygulu konuşmaları heyecanla dinleniyor ve önemli
kararlar alınıyordu.
8 Şubat 1913 günü yapılan ilk toplantıda konuşan
hanımefendiler coşmuş ve dinleyenlerini coşturmuştu. Sonunda önemli
protesto kararları alınarak ilgili yerlere duyurulmuştu... Önemli
miktarda bağışlar toplanmıştı.
İkinci toplantı 15 Şubat 1913 günü gene aynı salonda ve
aynı kalabalıkla yapılmıştı. Halide Edip Hanımla başlayan
konuşmalarda, hatip hanımlar gerçekleri dile getiren bilgili ve
heyecanlı konuşmalar yapmışlardı. Sonunda bol miktarda bağışlar
toplanması sağlanmıştı.
78
Rasim Pehlivanoğlu
Bugün hepsi Rahmet-i Rahmana kavuşmuş olan o günkü
hamiyetli, vatansever hanımefendilerimizin örnek tavırlarını ve
konuşmalarını halkımıza duyurmayı, konuşmalarından kısa
alıntılar yaparak aşağıya yazmayı faydalı ve gerekli görüyorum.
Hattâ bunu bir milli görev biliyorum. Bu arada, okunan coşturucu
şiirlerden de 3 tanesini okuyucularıma sunmak, milli duygu ve
heyecanlarını canlandırmak ve yardımseverlik duygularının
uyanmasına yardımcı olmak istiyorum.
Birinci Toplantı - Yapılan Duygulu Konuşmalar
8 Şubat 1913 günü yapılan ilk toplantıyı açan Prenses Nimet
Hanımefendiden sonra kürsüye gelen (Tarihçi Ahmet Cevdet Paşanın
kızı) Fatma Aliye Hanımefendi, milletimizi uyanmaya ve
mevcudiyetimizi kurtarmaya davet eden çok etkili bir konuşma yapmış
ve sonunu şöyle bağlamıştı:
“Düşmanların şimdi bizi çıkarmak istedikleri yerler
ecdadımızın kanları bahâsına alınmıştır. Nice asırlardan beri bize
olan hücumlarla bu yerler defaatle sulanmıştır. Bu topraklar
ecdadımızın kanlarıyla yoğrulmuştur. Bizim buna irtibatımızın pek
kavi olması tabii bulunduğundan müdafaa-i milliye gayreti
kadınlarımızda da tezâhür eylemiştir. O ecdat, kadınların da
ecdadıdır; bu vatan kadınların da vatanıdır; milletin istikbaline
kadının istikbali de dahildir. Zira, bu milletin yarısını da kadınlar
teşkil ediyor.
Üç yüz seneden beri devam eden gaflet uykusundan
uyanalım! Kadınların insanlık cemiyetindeki, İslâmiyet’teki
mevkiini cümlemiz anlayalım! Dünya ve ahiretimizi imara
çalışalım. Saadet devrinde erkekler gibi kadınlardan da cennetle
müjdelenenler bulundu. Din, millet, vatan uğruna çalışmakla
Cenabı Hakk’ı kendimizden hoşnut eyleyelim. Hak yolunda
çalışan kadınla erkeğin kazanacağı sevap hep birdir, farkı yoktur.
Cenâb-ı Hakk hayr ile muvaffak buyursun! Osmanlı ordusuna yardım
ve muzafferiyetler ihsan ile cümlemizi sevindirsin! Amin.” Fatma
Aliye (2)
Fatma Aliye Hanımdan sonra kürsüye gelen Gülsüm
Kemalova, duygulu konuşmasında şunları da söylemişti:
2
Şefika Kurnaz: Balkan Harbinde Kadınlarımızın Konuşmaları, İst. – 1993 s.23-25
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
79
“Muhterem Hemşirelerim!
.....................................................................
Tarihlerde görülüyor ki, vatan ve milletin hali tehlikeye
düştüğü vakitlerde, defalarca onları hamiyetli kadınlar, âlicenap
analar kurtarmıştır. Biz de bunlardan ibret alalım. Elimizden
geleni yapalım. Hiç olmazsa bizden sonra geleceklerin lânetlerinden
kurtuluruz.
.....................................................................
Kadınlar bir milletin yarısı olduğundan, eğer biz harekete
gelirsek bütün millet harekete gelmiş olur. Eğer biz sükût edersek
milletin yarısı ve en mühim olan kısmı felce uğramış olur. Böyle
bir zamanda, kendi isteğimizle mefluç kalmanın caiz olmadığını
söylemeye hacet yoktur zannederim.
Binaenaleyh, hepimiz elden geldiği kadar yardıma koşalım.
Varlığımızı gösterelim. Namusumuzu da kurtaralım aziz
hemşirelerim.” Gülsüm Kemalova (3)
Kürsüye gelen Nakiye Hanımefendi, yaptığı uzun
konuşmasında söylenecek pek çok şeyleri söylemiş ve herkesi
uyanmaya davet etmiştir. Konuşmasının orta yerinden ve sonundan
birkaç paragraf aşağıda yer almıştır:
“Hanımlar!
.....................................................................
On beş, yirmi gün evveline gelinceye kadar payitahtın
havasında ümitsiz bir durgunluk, adeta bir ölüm sessizliği vardı. Hatta,
bu sessizliği düşmanın topları bile tarrakaları ile yırtamamıştı.
Bugünlerde bir hamiyet mucizesi bu sessizliği sarstı. Artık uyanalım!
Evet, uyanalım ve çalışalım;
.....................................................................
Hanımlar! Bugün her zamandan ziyade din tehlikede,
vatan tehlikededir. Cismimizin, canımızın, varımızın, bütün
mevcudiyetimizin sevgili annesi, bugün şefkatli sinesinde büyüttüğü
erkek, kadın bütün evlâdından imdat bekliyor. Annemizin bu
feryadına kulaklarımızı tıkamakla mı mukabele edeceğiz? Düşman
kulaklarımızdan tutup sarsıncaya kadar mı uyuyacağız?
Hain düşman tarafından Rumeli’deki kardeşlerimiz hakkında
hiçbir muharebede görülmemiş zulümler, cinayetler icra edildi.
3
A.g.e. s.26-28
Rasim Pehlivanoğlu
80
Namuslarını korumak isteyen hemşirelerimizin temiz örtüsü kanlı
süngülerle paralandı. Bunlar bize bir ibret dersi olmayacak mı?
Günahsız mâsumların, ağlayan anaların, sürü sürü kâtil
yerlerine sevk edilen müdafaadan âciz ihtiyarların zulümden
şikayet eden ruhları bizde bir uyanış hâsıl etmeyecek mi?
.....................................................................
Tekrar ediyorum, dinimiz, memleketimiz tehlikededir. Bu
son hafta bize ya hayat hakkı beratını, ya idam hükmü kararını
verecektir.
Eğer yaşamak istiyorsak, beratımızı almak için sebeplerini
işlemeye çalışmalıyız. Her fert fedâkârlık sahasına atılmalıdır.
Mevcut parası olmayan ve fedâkârlık haftası usulünü
tatbike imkân bulamayan hanımlarımız sağlık müesseselerinde
ilaç hazırlamalı, sargı yapmalı, Hilâl-i Ahmer’de dikiş dikmeli,
hastalara bakmalı ve benzer işlere koşmalıdır. Maddi mânevi hiçbir
vazifeyi yapmaya muktedir olmayan ihtiyarlarımız da Cenabı-ı
Peygamberin ruhundan yardım dilemelidirler. Ta ki, Cenab-ı Hakk
bu vatanperverâne gayret ve milletin niyazını büyük zafer ve
muvaffakiyetlerle taçlandırsın.” (4)
Kız İdadisi talebelerinden (öğrencilerinden) Zehra, tarihi
değeri olan kısa konuşmasında şu sözlere de yer vermiştir:
“Muhterem Hanımefendiler!
Herkes biliyor ki, bugün düşman Rumeli hududumuzu baştan
başa sarmış ve İstanbul kapılarına kadar dayanmıştır.
Bugünün sıkıntısını üzerimizden defetmek ve gaflet
uykusuna dalmış olan bu milleti istikbali şüpheli, korkulu bir
hayattan kurtarmak için yegâne çareyi biz kadınlar kendi
çalışmamızda aramalıyız.
Daha dün Osmanlı hilâli, Türk bayrağı altından çıkıp istiklalini
ilân eden zalim Bulgarlar, Sırplar, Yunanlılar, Karadağlılar, bu
vahşi canavarlar, mukaddes Türk bayrağının dalgasını Rumeli
toprakları üstünden ebediyen kaldırmak için birlik olup ittifak
etmişlerdir.
Fakat hanımlar! Bu milletin yegâne tarihi Rumeli’dedir,
milletleri yaşatan eski tarihler hep oradadır.
.....................................................................
4
A.g.e. s.32-34
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
81
Hanımlar!..... Milletlerin tarihini tetkik edersek görürüz ki
onların kadınları da kara ve felâketli zamanlarında erkeklerinin
önüne düşmüşler, birlikte çalışmışlar ve bu uğurda canını feda
etmişlerdir.
Biz ne yapabiliriz?
......................................................................
Hayatla ölüm arasında son dakikalarını geçiren bu sevgili
memleket, bu mukaddes vatan erkeklerin silâha, kadınların
gayrete sarılmasıyla canlanacak ve artık ölmeyecektir.” (5)
Birinci toplantının son konuşmasını yapan “İstanbul Kız
Öğretmen Okulu ve Kız Lisesi Öğretmeni” Halide Edip
Hanımefendi kürsüye gelerek, yapılan konuşmaları değerlendirmiştir.
Verdiği tarihi bilgilerle milletimizi uyanıklığa davet etmiştir.
Heyecanlı konuşmasıyla coşmuş ve coşturmuştu. Dinleyen
hanımların hamiyet (yardımseverlik) duygularını ayağa kaldırmıştı.
Konuşmasının sonuna doğru şöyle demişti:
“..... Elimizden geldiği kadar malımızla, canımızla yardım
edelim. Allah muvaffak etsin! Bugünkü çalışmamızdan bir büyük
fayda olmasa bile, bundan sonra toprağımızı, namusumuzu
muhafazaya gidecek her Türk ordusu arkasında Türk kadınlarının,
analarıyla, kardeş ve kızlarıyla hepsinin onlardan zafer
beklediğini, hepsi yardıma hazır olduğunu duyarsa başka bir tesir
hasıl eder.
......................................................................
Yemin edelim, ahdedelim, Türklüğe hürmet ettirecek,
Türkleri, Türkiye’yi öteki memleketler kadar mâmur ve şanlı
görmek için çalışacakları hazırlamak ve kendimiz hazırlanmak için
hiçbir mâniden ürkmeyelim.”
Halide Edip Hanım nutkunu bitirdikten sonra, bazı önemli
kararlar alınmasını da teklif etmiş ve ittifakla kabul ettirmişti. Bunu
takiben askerlere hitaben de şu sözleri söylemişti:
“Asker Kardeşler!
Dinimiz, yurdumuz, namusumuz tehlikede. Düşmanları döver,
bunları kurtarırsanız Allah’ın rızasını, şehit dedelerimizin, ulu
padişahlarımızın mirasını, kızlarımızın namusunu kurtarır, analarınızın
duasını kazanırsınız.
5
A.g.e. s.35-36
Rasim Pehlivanoğlu
82
Müslüman kadınları bu sefer ancak Müslümanlığın, Türklüğün
namusunu kurtarmış, düşmanını kahretmiş bir ordu karşılayabilir.
Düşmana arkanızı çevirirseniz dünyanın
Müslümanlık ve Türklük üzerine getireceksiniz.
zilletini
Düşmana arkanızı çevirirseniz toprakları, dini ve namusu için
ölmeye hazırlanmış bütün Müslüman kadınlarını çiğnemeden
dönemeyeceksiniz.
Allah ve peygamber yardımcınız olsun.”
(6)
Yapılan Bağışlar:
Birinci toplantıda yapılan konuşmalar bitince kürsüye gelen
yardımsever bir hanımefendi; kıymetli küpe, yüzük, bilezik, saat
kordonu ve mücevheratından nesi varsa, milli müdafaaya yardım
olmak üzere hediye etmişti. Bunu gören, zaten galeyana gelmiş olan
vatanperver diğer hanımların hepsi de üzerinde bulunan
ziynetlerini, paralarını vererek ordumuza yardımcı olmuşlardı...
Yardım kutularına doldurulan pırlanta yüzükler, küpeler, saatler,
paralar ve başkaları orada bulunan “Müdafaa-i Milli Heyetine” teslim
edilmişti.
İkinci Toplantı – Okunan Şiirler ve Konuşmalar
İstanbul kadınlarının ikinci toplantısı 15 Şubat 1913 günü
gene aynı salonda aynı kalabalıkla olmuştur. Selma Hanımefendinin
başkanlığında açılan toplantıda, ilk önce Halide Edip Hanıma söz
verilmişti. O da Türk Yurdu mecmuasında yayınlanmış olan milli bir
dileğini ifade eden değerli şiirini okumakla söze başlamıştı. Coşkuyla
karşılanan bu şiiri aşağıya alıyorum:
KOŞALIM, TEHLİKEDE ÇÜNKÜ VATAN!
Gelin ey ehl-i vatan birleşelim,
Verelim can ile ten, birleşelim,
Asker, erbâb-ı suhan birleşelim,
Düşman oldu bize nasrâniyyet,
Olmasın kahkaha-zen birleşelim,
Verelim, çünkü vatan tehlikede!
6
A.g.e. s.41-47
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
83
Ey vatandaşlar, ey ehl-i vicdan,
Donmadıysa şu damarlardaki kan,
Şimdi tevhid-i kulûb ü imân
Eylemek günleridir, birleşelim;
İttihat eyleyerek, pür-helecân,
Koşalım, çünkü vatan tehlikede!
Rumeli kanlar içinde kaldı,
Her cihetten bize düşman saldı,
O güzel yerleri bir bir aldı,
Koşalım ahd ile istirdâda
O harime canavarlar daldı;
Biz kadınlar da bugün imdâda
Koşalım, çünkü vatan tehlikede!
Yaralı sâde değil gaziler,
Bugün Osmanlılık ağlar, inler.
Gelin ey ehl-i hamiyyet, yek-ser
Olalım yaralara merhem-sâz;
Kırılırken bunu bekler asker.
Ederek şimdi kelâm-ı icâz
Koşalım, çünkü vatan tehlikede! (7)
Bazı konuşmacılardan sonra Kız İdadisi talebelerinden
Mebrûke Hanım, heyecanlı ve etkili bir sesle, Aka Gündüz’ün
aşağıya alınan Bozgun manzumesini okumuştur.
BOZGUN
Müslüman’ı, Türk’ü düşman bürümüş
“Altındağ” üstüne duman bürümüş
Ruhlarla melekler ufka yürümüş
Başını çevirip bakan kalmamış
Tanrı korkusu duyan kalmamış
7
A.g.e. s.49
84
Rasim Pehlivanoğlu
Ağla gözüm, ağla! Hicran yaraşır,
Vatansız erkeğe zindan yaraşır!
“Halk güneşi” midir karşımda batan?
Nazlı ninem midir yerlerde yatan?
“Sen misin, sen misin ey garip vatan?”
Ellere satılmış ırzın, yaşmağın,
Harap edilmiş hep otağın, bağın,
Ağla gözüm, ağla! Hicran yaraşır.
Erkeksiz vatana düşman yaraşır!
Ey öksüz ocağım! Zavallı ana!
Kıydılar mı sana? Kıymadan cana...
Kara mı sürüldü eski bir şana?
Rabbın mekânına sanem asılmış,
Bembeyaz alnına neler yazılmış?
Ağla gözüm, ağla! Figan yaraşır,
Kaygısız imana hüsran yaraşır!
Ne ettiler sana, ne oldu bana?
Kulağımı verdim vurulan çana
Bir gariplik geldi çöktü her yana
İslâm diyarında Kur’an ağlıyor,
Kur’an’ı başında Turan ağlıyor;
Ağla gözüm, ağla! Figan yaraşır,
Bülbülsüz bağlara hazan yaraşır!
Rumeli tutuştu, vatan dağıldı,
– Türk kuzularına altın ağıldı –
Can memelerinden kanlar sağıldı,
Kucağını açıp saran nerede?
Ertuğrul’un oğlu Osman nerede?
Ağla gözüm, ağla! Hicran yaraşır,
Goncasız bülbüle figan yaraşır!
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
85
Utan ey Türk oğlu, hâlinden utan!
Bunu mu diledi senden Kayıhan?
Böyle mi emretti Ulu Yaradan?
Hüdâvendigâr’ı soran yok mudur?
Fatih türbesine varan yok mudur?
Ağla gözüm, ağla! Hicran yaraşır,
Kurumuş sineye al kan yaraşır!
Mâbedler değişmiş, atılmış kitap,
Ne hânumân kalmış, ne de bir ahbâb!
Cebr ile katılmış zemzeme şarap.
Kalmamış ağlayan, duyan, ölen,
Her tarafı sarmış sevinen, gülen.
Ağla gözüm, ağla! Figan yaraşır,
Kör olası göze tuğyân yaraşır!
Akan sulardan kanlar çağlıyor,
Tütmeyen ocaklar vicdan dağlıyor,
Çoluk-çocuk, gelin, civan ağlıyor,
Düşman bayrağını yırtan ararım,
Namus ocağını kuran ararım.
Ağla gözüm, ağla! Figan yaraşır;
İmansız cihana tufan yaraşır!
(8)
Toplantıda bulanan İhsan Raif Hanımefendi kendi yazdığı
aşağıya alınan şiirini okumuş; herkesi duygulandırmış,
düşündürmüş, ağlamış ve ağlatmıştır:
8
A.g.e. s.58-59
86
Rasim Pehlivanoğlu
FERYÂD-I VİCDAN
Ey kahraman Türk evlâdı, ey Müslüman kardeşler!
İslâmlara karşı bugün bileniyor hep dişler.
Yetişir bu atâletle, meskenetle gidişler!
Şühedâyı bizâr etti bu feryâdlar nâlişler; (iniltiler)
Top sesleri gürlemeli ve saçmalı ateşler...
Yoksa taa süngüleri cângâhımıza işler.
Zâlim, hunhâr canavarlar sarmış bütün vatanı,
Özünüz bir volkan olup yakmalıdır düşmanı.
Kahramanlık, fedâkârlık günleridir, kalkınız!
Sultan Murat meşhedine at bağlanmış bakınız!
Dinleyiniz, melûl hazin sanki bir şey inliyor,
Ruh-ı ecdâd, yer, gök, melek hepsi sâkit dinliyor...
Duydunuz mu bir inilti, of, ne acı bir ses var?
İstimdâd mı, inkisâr mı, yâhut bize bir ihtâr?
Feryâdımı yok mu duyan? Bulan yok mu çâremi?
Vefâkâr el kalmamış mı? Saran yok mu yâremi?
Düşman gelmiş çizmesiyle tepeliyor başımı,
Dişleriyle kemiriyor yüreğimin başını.
Murdar, keskin tırnakları gözlerimi oyuyor,
Paralıyor her yanımı al kanlara boyuyor...
Çiçekler mi kokladınız, meyveler mi yediniz,
Cân fedâdır türküsünü söylediniz gezdiniz!
Nerde kaldı vatan benim anam diyen yiğitler?
Nerde kaldı o mertlikler? Hep söndü mü ümitler?
Neden böyle öksüz kaldım? Neden böyle atıldım?
Sesime ses veren yok mu? Ağlamaktan katıldım!
Ağlayayım, ağlayayım, belki duyan bulunur,
Kalblerinde belki insaf, belki imân bulunur.
Evlatlarım çırılçıplak, yalın ayak, başı kabak,
Derelerden, tepelerden, hendeklerden aşarak
Elde silah, kalbde iman, dayanarak Mevlâ’ya,
Allah Allah nidâları yükselterek semâya
Yetişiniz imdâdıma, imdat diye düşmüşe,
Tâlihine, kaderine, her şeyine küsmüşe!
Dertli vatan yaralanmış inim inim inlerken,
Evlâdından gayret, şefkat, hizmet imdat beklerken,
Irz u nâmus çiğnenirken gözümüzün önünde
Alçak gibi durulur mu iki eller böğründe?
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
87
Ecdâdımız yurtlarını düşman gelip alsın mı?
Korkak Türkler türküsünü gaydasında çalsın mı?
Türklük nâmı titretirken haşmetiyle cihânı
Biz ne yaptık? Damarlarda kuruttuk mu o kanı?
Hâyır, hâyır, Osmanların Fâtihlerin evlâdı
Ölür hasma çiğnettirmez toprak olmuş ecdâdı!
Çıksın, çıksın gökyüzüne ateşlerin alevi,
Yer, gök kızıl bir renk alsın kan bürüsün her yeri...
Durmayınız evde, köyde, cenge, harbe gidiniz!
Vatanımız uğrunda biz ölmeliyiz hepimiz.
Mümkün olsa ben giderdim, ben olurdum sancaktar,
Can verirdim, şan alırdım, hem olurdum kâmkâr! (bahtiyar)
Mâdem ki insan için er geç bir gün ölmek var,
Kan saçalım, nam alalım, almayalım inkisâr. (beddua)
Gâzilik bir zevk-i vicdan, hem ne büyük iftihar!
Şehit olsak cennet bizim, ruh nasılsa pâyidar.
Ey evlatlar bu son ricam, son sadâm.
Alın benim intikamım. İntikam, âh intikam!...
Şan ve zafer nidâsıyla ya bizleri güldürün,
Ya siz bizi düşmanlara çiğnetmeyin, öldürün! (9)
İkinci toplantının son konuşmasını Fehime Nüzhet
Hanımefendi yapmıştır. Duygularını, düşüncelerini, yapılması
gerekenleri dile getiren Fehime Hanım, uzun konuşmasının orta
yerinde şunları söylüyordu: .........................................................
“Haydi öyleyse verelim. Sinesi yaralı olan vatan için,
ecdâdımızın kanlarıyla, canlarıyla teşkil edip bize bıraktıkları
halde, bizim tam olarak muhâfaza etmesini bilemediğimiz, zavallı
vatan için! Anamız hasta olursa ne yaparız? Varımızı fedâ ederiz, ona
bakarız. Elmaslarımızı, incilerimizi satar, konsollarımızı, vazolarımızı,
aynalarımızı satar, evlerimizin bütün eşyasını satar, yataklarımızı,
yastıklarımızı, esvaplarımızı satar, yetişmezse saçlarımızı dibinden
keser, satar ona bakarız. Ona şifâ vermek, onu kurtarmak için her
şeyi fedâ ederiz, değil mi? Öyle ise şimdi ne duruyoruz? Vatan
hepimizin
anası
değil
mi?”
...................................................................
Fehime Hanım sözlerini şöyle bitirmişti:
“Muhterem sultanlarım, hanımefendiler, tarih daima
yaprakları dönen bir kitaptır. Onun bizim üstümüze kapanacak
sahifelerini bizden sonrakiler çevirip okudukları zaman eğer biz
9
A.g.e. s.63-64
Rasim Pehlivanoğlu
88
bugün vazifemizi yerine getirirsek isimlerimizi hürmetle
anacaklar, “Sevgili, fedâkâr analarımız” diye bizi kutsayacaklar.
Eğer yapmazsak... O zaman lânet, Allah’ın ve tarihin lâneti
bizim üzerimize yağacak. Allah’tan da, tarihten de korkmayanlar,
utanmayanlar, bırakınız vermesinler. Bu milletten kazandıkları
paraları kirli çıkılarında saklasınlar. Fakat, başkaları, bu milletin
hakiki evlatları, sizler, icap ederse canınıza kadar her şeyinizi
veriniz.
Allah, peygamber, Mal Hatun, bütün şehitler, dünya tarihi
size bakıyor. Haydi!...” (10)
Toplanan Yardımlar:
Fehime Nüzhet Hanımefendinin konuşması bitince, yardım
ve teberrûların toplanmasına başlanmış ve az zamanda hitabet
kürsüsünün üstü mücevherat ve altınlarla, ellerde gezdirilen
kutular da paralarla dolmuştur.
Uzak bir yerde ikamet etmekte olan bir hanım, yolda
üşüyeceğini bile düşünmeyerek, arkasından kürkünü çıkarıp hediye
etmiştir.
Ayni ve nakdi (kıymetli eşya ve para) olarak alınan yardımlar
“Müdafaa-i Milliye Merkezine” yollanmış ve teslim edilmiştir. (11)
Dönelim yeniden savaş meydanına:
Enver Beyin Hatasıyla Kaybedilen Başarı
Gelibolu cephesinde görevli M. Kemal ve Ali Fethi, harbiye
nezaretine birer önerge vererek, Edirne ve Trakya’nın
Bulgarlardan kurtarılmasını istediler. Bu kurtuluşu sağlamak için
bir de saldırı plânı hazırlayıp sundular. Plan kabul gördü: 8 Şubat
sabahı Fahri Paşa, Ali Fethi ve M. Kemal’in komutasındaki Bolayır
Mürettep Kolordusu saldırıya geçti. Başarılar elde edildi ve
ilerlendi. Ancak, Bolayır’daki kuvvetlere destek olacak ve Bulgarları
geriden saracak olan 10. Kolordu komutanı Yarbay Enver Bey
ayrıntılara önem vermemesi yüzünden vaktinde Saray Köye
yetişememiştir. Yalnız kalan Bolayır mürettep kuvvetleri karşı saldırı
üzerine epey kayıp vermiştir. Enver Beyin hatası nedeniyle,
kazanılan başarı ne yazık ki başarısızlığa yönelmiş ve 10. Kolordu
hiçbir iş yapmadan geri çekilmiştir.
10
11
A.g.e. s.78-80
A.g.e. s.75-80
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
89
Bu arada, gemi kaptanı Rauf Beyin (Rauf Orbay’ın)
komutasındaki Hamidiye Kruvazörü Karadeniz’de, Ege ve
Adriyatik denizlerinde, beklenmedik zamanlarda ortaya çıkarak
düşman gemilerini batırıyordu. Bu savaşlarda kahramanlaşan
Binbaşı Rauf Bey, bundan sonra “Hamidiye Kahramanı”namıyla
anılmaya başlanmıştı.
Direnen Kalelerin Sonu
Bu sırada, hiçbir yardım görmediği halde teslim olmayan
kalelerin durumunda gelişmeler olmuştu. Esat Paşa 26 Mart 1913’te
Yanya Kalesini 30 bin askeriyle Yunanlılara teslim etmiş. Kıtlık
başlayan Edirne’de çaresiz kalan Şükrü Paşa, 20 Martta
Bulgarlara teslim olmuş. Edirne’ye giren vahşi Bulgar askerleri 350
Türk’ü kurşuna dizmişlerdi. Şehir yağma edilmiş, kadınlara ve
küçük kızlara saldırmışlardı. Teslim olan subaylara ve erlere de
türlü işkenceler yapılmıştı...
İşkodra’yı savunan Kurmay Albay Hasan Rıza 22 Nisan
günü, İtalyan ajanı olduğu söylenen, Esat Toptani Paşa tarafından
sırtından vurularak şehit edilmişti. Ne acı ki 5 ay süren savunmadan
sonra o kahraman İşkodra Karadağlılara teslim edilmişti.
Mahmut Şevket Paşanın Öldürülmesi
Sadrazam Mahmut Şevket Paşa çok üzgündü: Ordunun
tepeden tırnağa ıslah edilmesi taraftarıydı. Ordunun ıslahı için ise
Almanlara ümit bağlıyordu. Ama bunun da sakıncalarını
düşünüyordu... Edirne’nin Bulgarlara bırakılması o günkü muhalefet
grubunu harekete geçirmişti: Sadrazam Mahmut Şevket Paşa ile
İttihat ve Terakkinin ileri gelenlerini yok etme plânları
yapıyorlardı. 11 Haziran 1913 Çarşamba günü, Mahmut Şevket
Paşanın arabası Beyazıt meydanından geçip divan yoluna gelince,
aniden önlerine çıkan cenaze alayı sırasında şoför arabayı
durdurunca, başka bir arabada bekleyen fedai grubu silâhlarını
çekerek Mahmut Şevket Paşayı kurşun yağmuruna tutarlar ve
öldürürler!... Suikastçiler kaçarak kurtulurlar.
Bu olaydan sonra Talat Bey, arkadaşlarını teselli eder:
– Bazı hadiseler vardır ki hayır getirir. Yeis’e (üzüntüye)
kapılmayınız...” der. İttihatçılara karşı olanları (muhalifleri)
sindirmek için geniş çaplı tutuklamalar yapılır. Bu arada, Prens
Sabahattin ve Dr. Rıza Nur yurt dışına kaçarlar. Yeni kuvvet
kazanan İttihat ve Terakkiciler idareyi tamamen ele alırlar. Talat,
Enver ve Cemal üçlüsü iktidara hakim olur. Yeni Kabineyi
(Hükümeti) Sait Halim Paşa kurar. Ama kabinenin en güçlü adamı
Talat Beydir.
90
Rasim Pehlivanoğlu
5 – İkinci Balkan Savaşı ve Mustafa Kemal
Edirne’nin Kurtuluşu – Bükreş Anlaşması
Bu arada Osmanlılar için sevinilecek bir durum olmuştur:
Balkanlı devletler işgal ettikleri Osmanlı topraklarını aralarında
paylaşamazlar ve birbirlerine düşerler. Bunlar birbirleriyle çarpışırken,
fırsatı değerlendiren Osmanlı ordusu Trakya’da saldırıya başlamıştır.
M. Kemal’in kurmay başkanlığını yaptığı Bolayır’daki kolordu
Edirne üzerine yürümüştür. 20 Temmuz 1913’te, Osmanlı ordusu
herhangi bir direnmeyle karşılaşmadan Edirne’ye girmiştir. Halk
tarafından sevinç heyecanıyla karşılanmıştır!...
Bu arada, Yarbay Enver’in başında bulunduğu Çatalca’daki
kuvvetler de Trakya’ya dolmuştu. Fakat ilk hücuma geçen ve
Edirne’ye ilk giren M. Kemal’in Kurmay Başkanlığını yaptığı
Bolayır Kuvvetleri olmuştu. Buna rağmen, İttihat ve Terakki ileri
gelenleri, Edirne’nin kurtarılışı şerefini Yarbay Enver Beye
maletmişlerdi. Bunlar M. Kemal’in isim yapmasını çekemiyorlardı.
Enver Bey, “Hürriyet Kahramanı” unvanı yanına bir de “Edirne
Fatihi” unvanını almıştır.
Yenilgiyi kabul eden Bulgar devletiyle 10 Ağustos 1913’te
Bükreş Anlaşması yapıldı. Bu anlaşmaya göre, Osmanlılarla Balkan
devletleri arasındaki savaş sona ermişti. Edirne Türklerde kalmıştı.
Aşağı yukarı Balkanlardaki bugünkü sınır çizilmişti.
Bir şehidin ağzından yazılan Balkanlar Destanı aşağıya
alınmıştır.
BALKANLAR DESTANI
Borular çalındı: Silâh başına!
Düşündüm girmişim on beş yaşına,
Öküzü bağladım sınır taşına,
Döğeni bıraktım harman içinde...
Sapanı atarak tüfeğimi aldım,
Anamı, bacımı Tanrıya saldım,
Yirmi gün taburla yollarda kaldım,
Denizde, ovada, Balkan içinde...
Yerinde sayamaz ki Türk neferi,
Kalbi dâim onu sürer ileri,
Geri almak için eski yerleri,
Ahdi vardır onun vicdan içinde...
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
İlmimiz yoksa da imanımız var,
Gökten bize inmiş Kur’an’ımız var,
Tarlamız yoksa da vatanımız var,
Düşmanı koymayız vatan içinde...
Babam şehit, soyum, cümlesi gâzi,
Devlet harp etmese olmazdım râzı.
Ben gerçi görmedim okuma, yazı,
Bilirim ne varsa Kur’an içinde...
Ordudur Türklerin ana kucağı,
Harp yeri onların baba ocağı,
Ulaştık menzile bir akşam çağı,
Göründü Karadağ duman içinde...
Sabahı bir hücum borusu vurdu,
A’dânın (düşmanın) üstüne atıldı ordu,
Arslanlar ne türlü kırarsa kurdu,
Savaştık o yolda düşman içinde...
Yıldırım kanatlı, kasırga canlı,
Bir şahin sürüsü gibi Osmanlı,
Saldırdı, gözleri ateşli, kanlı,
Kaldı dağlar, taşlar tufan içinde...
Kan ile kılıçtır Türk’e alâmet,
Tehlike içinde görür selâmet,
Düşmana kopardık kızıl kıyamet,
Yarısı serildi meydan içinde...
Yanar dağlar gibi gülleler attık,
Yerde, gökte tozu dumana kattık,
Süngüye davrandık, can cana çattık,
Kaldı gök bir kızıl volkan içinde...
Bu anda gördüm ki düşman serdarı
Kaçıyor, tepeden çıktım yukarı,
Bir taşın altından çektim dışarı,
Teslim oldu bana aman içinde...
Getirdim tabura verdim emanet,
Arkadan atılan birkaç hiyanet
Kurşun, bende artık koymadı kuvvet,
Oturdum bir taşa al kan içinde...
Gâzilik, şehitlik idi muradım,
Bu iki şerefle süslendi adım,
Toplandı yanıma bütün ecdadım,
Hepsi gökten indi bir an içinde...
91
92
Rasim Pehlivanoğlu
Baktım vakit tamam, dedim: “Ey millet,
Anam, bacım kaldı sana emanet!”
Bir tekbir getirdim, bir de şahadet,
Uçtum Hakk’a doğru iman içinde...
Adım (Dursun): “Yazın destan içinde...” (12)
Balkan Savaşını anlatan bir başka şiir aşağıdadır:
YENİ ATTİLA
“Yürü! Yürü!” gökten bir ses
Ey Türk sana bağrır: Yürü!
Kasırga ol dağlarda es,
Yıldırım ol, saldır yürü!
Kaçışıyor düşman geri,
Yürü! Yürü! Türk askeri!
Süngün senden baskın umar,
Atın kişner, ister akın!
Kaçıyor Sırp, Yunan, Bulgar;
Saldır! Saldır! Durma sakın!
Tuttu Garb’i öç korkusu,
Yürü! Yürü! Türk ordusu!
Yine girdik Rumeli’ye,
Selâm verdi bize dağlar!
“Edirne’ye gelin!” diye
Bir senedir Meriç ağlar!
Kaçıyor düşman geri,
Yürü! Yürü! Türk askeri!
Yol ver bize kara Balkan!
Selânik’e varacağız!
Alkanları henüz akan
Yaraları saracağız!
Tuttu Garb’i öç korkusu,
Yürü! Yürü! Türk ordusu!
(Yanya) gelin, yüzünde tül:
Diyor: “Varmam Yunanlıya!
Arnavud’a vermem gönül,
Nişanlıyom Osmanlı’ya!”
Kaçıyor düşman geri,
Yürü! Yürü! Türk askeri!
Manastırda Türk kızları,
Al bayrağa bürünsünler!
12
Ziya Gökalp: Kızılelma, Ankara – 1976, s. 122-125
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
93
Hilâlleri, yıldızları
İle çıkıp görünsünler!
Tuttu Garb’i öç korkusu.
Yürü! Yürü! Türk askeri!
Türk sancağı çekilecek
Biz varmadan İşkodra’ya!
Arnavutlar eğilecek
Secde için yeni aya!
Kaçışıyor düşman geri,
Yürü! Yürü! Türk askeri!
Üsküp şehri donanıyor,
Türk ordusu şerefine!
Avrupalı kıvranıyor,
Nihayet yok esefine!
Tuttu Garb’i öç korkusu
Yürü! Yürü! Türk Ordusu!
Ey Avrupa bu belâdan
Sen nereye kaçacaksın?
Bir ikinci Attilâ’dan
Çok gözyaşı saçacaksın!
Kaçışıyor düşman geri,
Yürü, Yürü! Türk ordusu! (13)
Alınacak Ders
Geliyorum diyen tehlikeyi görmezliğe gelmek, tehlike fark
edildiği halde gerekli olan tedbirleri almamak, ordudaki
askerlerin çoğunu terhis etme gafletine düşmek, orduyu siyasete
karıştırmak, subayların parçalanmasına göz yummak ve daha
başka hatalar yapılarak başlayan Osmanlı - Balkan savaşının acı
sonucu milli tarihimizin yüz karası olmuştur...
“Burada özetle verilen Balkan Savaşlarını, bütün
ayrıntılarıyla dikkatle okuyarak öğrenmek, üzerinde düşünerek
ibret dersleri almak, her Türk gencinin milli görevidir” diye
inanıyorum...
13
A.g.e., s. 87–89
94
Rasim Pehlivanoğlu
6- Sofya Ataşemiliteri Mustafa Kemal
Balkan savaşından sonra İstanbul’a dönen M. Kemal, Ali
Fethi’nin evine yerleşmişti. İttihat ve Terakkinin güçlü adamı Talat
Bey, Ali Fethi’yi Sofya Sefirliğine (Büyükelçiliğine), M. Kemal’i de
Sofya Ataşemiletirliğine teklif etmişti. M. Kemal’in, burada kalıp
faydasız didişmelerle yıpranmaktansa teklifi kabul etmesinin daha
doğru olacağını söylemişti. (Maksadı M. Kemal’i İstanbul’dan
uzaklaştırmak ve başlarından atmaktı.) Ali Fethi ve M. Kemal her
ikisi de teklifi kabul etmişti.
M. Kemal, büyük işler görmek isteyen insanların sabırlı
olması, olayları boşuna zorlamadan fırsatı kollaması gerektiğine
inanıyordu:
– Bir kimse ölmedikçe daima vakti vardır” diye
düşünüyordu. Burada kalsa Enver Paşa ile uyuşamazdı. Politikacı olsa
İttihatçılarla uzlaşamazdı. En doğrusu, verilen vazifeyi kabul ederek
Sofya’ya gitmekti...
Sofya’ya gelen M. Kemal, Bulgarları Türklerle
kaynaşmaya istekli görmüştü. Ali Fethi ile M. Kemal her yere
birlikte çağırılıyordu. İyi bir çevre edinmişlerdi. Buradaki Şakir
Zümre ve Kemal Hakkı isimli Türk millet vekilleriyle tanışmışlar,
aralarında iyi bir diyalog kurulmuştu. Burada toplum hayatının
incelikleriyle de karşılaşıyorlardı. Bir gün Şakir Zümre ile ilk defa
bir operaya gitmişti. Bulgar kralı da oradaydı. Yaverini
göndererek M. Kemal ve Şakir Zümreyi yanına çağırdı. Her ikisine
de iltifat etti... Sahnede oynanan oyunla ilgili sorularına M. Kemal
diplomatça cevaplar vermiş ve birbirleriyle dostça konuşmuşlardı.
Ancak, M. Kemal’in kafası bir şeylere takılmıştı... Arkadaşıyla
otele dönünce M. Kemal’i uyku tutmadı. Arkadaşı’nın odasına geçti.
Gece kıyafetiyle konuştular: M. Kemal Balkan savaşında yenilgiye
uğramamızın sebebini anladığını söylemişti. Zira: O gün operada
milli şuurun Bulgaristan’da gelişmiş olduğunu görmüşler fakat
bizdeki eksikliğine üzülmüşlerdi...
O günden sonra M. Kemal Bulgaristan’daki Türk
azınlığının durumunu inceledi. Balkan savaşından sonra onlarda
da milli şuurun gelişmiş olduğunu gördü ve sevindi. Bulgaristan’da
yayınlanan iki Türk gazetesiyle irtibat kurdu. Bunları okuyor ve
yazılar yazıyordu. Bulgaristan’ın siyasi hayatı çok partiliydi. Bulgar
meclisine devamlı gidiyor kordiplomatik locasında yerini alıyordu.
Asıl maksadı Bulgar meclisine mümkün olduğu kadar Türk
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
95
mebus sokmaktı. Bu günlerde kafasını en çok meşgul eden şeylerden
birisi de Lâtin harfleriydi.
O günlerde İstanbul’da Talat Bey dahiliye nazırı olmuştu.
Çok ihtiraslı olan Albay Enver Bey de harbiye nazırı olmayı kafasına
koymuştu. Rakibi durumundaki İstanbul muhafızı Cemal Paşaya
üstün tutularak -başta Yakup Cemil olmak üzere- genç subayların
desteğiyle, Ahmet İzzet Paşa istifa ettirilmiş, Albay Enver Harbiye
Nazırlığı makamına getirilmişti. Üçlü grup içinde bulunan Cemal
Paşa da Nafıa Nazırı olarak kabineye girmişti.
1 Ocak 1914’te Mirlivalığa (Tuğ Generalliğe) yükselen
Enver Paşa, 3 Ocak 1914’te Baş kumandan vekili olmuştu. Bu
arada, Şehzade Süleyman Efendinin kızı 15 yaşındaki Naciye
Sultanla da evlenerek saraya damat olmuştu. O günden sonra,
Osmanlı ordusunun tek söz sahibi Enver Paşa olmuştu...
11 Ocak 1914’te, Sofya’nın yanı sıra Bükreş ve Çetine
Ateşemiliterliğini de üstlenen M. Kemal, arkadaşı Tevfik Rüştü’ye
gönderdiği mektupta:
– Enver enerjiktir ve bir şeyler yapmak isteyebilir. Ancak
hesapsızdır!...” diyor. Zararlı olacak tutumlarını önlemek için bazı
isteklerde bulunuyordu. Ama isteklerine ve düşüncelerine cevap
alamamıştı.
7- Enver Paşa – Almanya İşbirliği ve Mustafa Kemal
Enver Paşa, Almanlarla işbirliği yaparak ordudaki yenilikleri
süratlendirmek istiyordu. M. Kemal de ordudaki ıslahat planına
taraftardı. Ama bütün yetkilerin, başında Liman Von Sanders’in
bulunduğu bir Alman heyetinde toplanmasını, Türklük gururuna
yediremiyordu. Ordunun bütün sırlarının Almanlara teslim edilmesini
uygun bulmuyordu. Ama Enver Paşa, M. Kemal’in endişelerine
hiçbir cevap vermiyor, hep kendi kurduğu hayal aleminde yüzüyordu:
– Öyle şeyler yapacağız ki, kazanacağımız zaferlerle
dünyayı hayran bırakacağız!” diyordu.
Mustafa Kemal Sofya’dayken 1 Mart 1914’te Yarbaylığa
yükselmişti. Yaz başlangıcında -mali durumu düzeldiğinden- istediği
gibi bir ev bulmuş ve oturmuştu. 1914’ün Mayıs ayı başında,
Bulgarların 11 Mayıs 1914’deki ulusal gününde verilen bir baloya
davet edilmişti. M. Kemal bu baloda manevi bir üstünlük sağlamak
istiyordu. Geniş ve bol ışıklı salonda devam eden muhteşem gecede,
gösterişli bir yeniçeri kıyafetiyle içeri girdi... M. Kemal’e çevrilen
bütün gözler ona hayranlıkla bakıyordu. Orada bulunan Bulgar
Kralı, M. Kemal’i yanına davet ederek iltifatlarda bulunmuş,
96
Rasim Pehlivanoğlu
kıyafetinden ve başarısından dolayı da tebrik etmişti. Bir gümüş
tabakayı da lütfen kabul etmesi dileğiyle hediye etmişti... Geceye
katılanlardan: “İşte gecenin en güzel kostümü” diyenler olmuştu.
O günlerin birinde M. Kemal, Sofya’da lüks bir lokantaya
gitmişti. Yanındaki masaya bir Bulgar köylüsü gelip oturmuş ve çay
istemişti. Ama buraya yakıştırılamayan köylünün çıkıp gitmesi
istenmişti. Köylü ise direnmiş ve:
– Beni kovamazsınız! Bulgaristan benim alnımın teriyle
doyuyor... Onu koruyan da benim tüfeğimdir” diyerek dışarı
çıkmamıştı. Çağrılan polisler de köylüye bir şey yapamamıştı.
Garsonlar ise köylüyü dinlemişler ve istediklerini getirmişler. Bu
olaydan çok etkilenen M. Kemal:
– Türk köylüsü de işte böyle olmalıdır!” demiş ve üzerinde
düşünmüştür...
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
97
E – BİRİNCİ CİHAN SAVAŞI ve BU SAVAŞIN
YENİLMEZ KOMUTANI MUSTAFA KEMAL
1. Avrupa’ da Cihan Savaşı Öncesi Durum
ve İlk Gelişmeler
Osmanlı – Balkan Devletleri Savaşı sona ermişti. Ama büyük
Avrupa devletleri bir türlü durulamamıştı. Kendi aralarında
önemli anlaşmazlılar vardı. Birbirlerine saldıracaklarından endişe
duyuyor ve devamlı harp (savaş) hazırlığı içinde bulunuyorlardı.
Büyük Avrupa devletlerinin anlaşmazlıkları nedeni epey eskiye
dayanıyordu: Devamlı büyüyen ve kuvvetlenen Almanya; İngiltere ile
Fransa ve Rusya’yı endişelendiriyordu. Almanya kendisine müttefikler
(anlaşan devletler) arıyordu. 20 Mayıs 1882’de Avusturya ve
Macaristan İmparatorluğu ile Almanya ve İtalya aralarında
anlaşarak Üçlü İttifakı (Üçlü anlaşmayı) kurmuştu. Buna karşı da
İngiltere, Fransa ve Rusya kendi aralarında anlaşarak 31 Ağustos
1907’de Üçlü İtilafı (Üçlü uzlaşmayı) kurmuştu. Bu suretle, Avrupa
devletleri birbirlerine düşman iki kesime ayrılmıştı. Her kesim, savaşa
karşı olmalarına rağmen, silâhlanmayı sürdürüyordu.
Ne yazık ki, bu iki kesimin de müşterek düşmanı Osmanlı
İmparatorluğu idi. Hepsi de gözlerini Osmanlı topraklarına
dikmişlerdi.
İngiltere ile Almanya arasındaki amansız rekabet iki kesim
arasındaki gerilimi iyice artırmıştı. Avusturya – Macaristan ile Sırbistan
arasında da şiddetli çekişme vardı. Büyük devletlerin birbirleriyle
kapışması için bir kıvılcım gerekiyordu. Bu kıvılcım ise 28 Haziran
1914 günü Saray Bosna’da çıkmıştı: Saray Bosna’ya ziyarete giden
Avusturya – Macaristan Veliahdı, Arşidük Fransuva Ferdinant, şehri
dolaşırken bir Sırplı tarafından kurşunlanarak öldürülmüştü. Bu ölüm
üzerine olaylar gelişmiş ve bu durum bir savaş sebebi sayılmıştı...
2. Birinci Cihan Savaşının Başlaması ve Yayılması
28 Temmuz 1914’te Sırbistan’a savaş açan Avusturya’nın
topları, Sırbistan başkenti Belgrat’ı dövmeye başlamıştı. 29
Temmuz 1914’te ise, Rusya, dostu İngiltere’ye danışmadan seferberlik
ilân etmişti. 1 Ağustos 1914’te Almanlar Rus Dışişleri Bakanına savaş
ilânını bildiren belgeyi vermişlerdi. 3 Ağustosta Almanya, Fransa ve
Belçika’ya; 4 - 5 Ağustosta İngiltere Almanya’ya, 5 Ağustosta
Avusturya Rusya’ya savaş açmışlardır. Avrupa’da kan gövdeyi
98
Rasim Pehlivanoğlu
götürmeye başlamıştı. İlk hamlede, Almanlar Belçika’yı çiğneyerek
Fransa üzerine yürümüşlerdi.
İngilizlerin Gasbettiği İki Gemi
Osmanlı Devleti, halktan topladığı iane (yardım) parasıyla, taa
1911 yılında bir İngiliz tezgâhına iki zırhlı gemi ısmarlamıştı.
Bunlardan Sultan Osman’ın Temmuz ayında yapımı tamamlanmış,
Reşadiye gemisi de bitmek üzereydi. Ama savaş çıkınca İngiltere
birinci Amirallik Lordu Winston Çorçil bu gemileri vermeye
yanaşmıyordu. 1 Ağustos 1914 günü Albay Rauf Beye (Rauf Orbay)
teslim edilmesi gereken gemilere ambargo konulmuştu. 7 milyon altın
olarak bedeli ödenmiş olan bu gemiler verilmemişti. Parası İngiliz
kasalarında hapsedilmişti. Olayı öğrenen Osmanlı hükümeti tepki
göstermişti. Enver Paşanın tepkisi ise çok daha sert olmuştu:
– Bu bir İngiliz kalleşliğidir!...” diyordu. Bununla da kalmayan
Enver Paşa, duygusal bir kararla Sadrazam Sait Paşanın yalısında, 2
Ağustos gecesi gizlice bir Türk – Alman İttifakı imzalamıştı.
Hükümetten habersiz imzalanan anlaşmayı öğrenen Cemal Paşa:
– Olmaz böyle şey! İstifa edeceğim...” demişti. Maliye Nazırı
Cavit ise şaşırıp kalmıştı. Ve:
– Lehimize hiçbir şey yok. Almanya için devletin hayatını
tehlikeye atıyoruz!...” demişti.
Bulgarların Kararsızlığı
Osmanlı Devleti savaşa girmek için kararsız görünüyordu.
Balkan Devletlerinin tutumunu gözlüyordu. Bulgarlar da savaşa
girmekte kararsızdı. Bulgaristan’da hem Rusların yanında, hem de
Almanya’nın yanında savaşa girmek isteyenler vardı. İki grubun da
gayesi, savaş sonunda Edirne’yi ve Trakya’yı ele geçirmekti. Sonunda
kabak gene Türklerin başında patlayacaktı. Bu konuda, savaşan iki
gruptan da vaatler (teminatlar) alıyorlardı...
Sofya Ataşemiliteri M. Kemal durumu ibretle gözlüyor ve
aldığı istihbaratı günü gününe İstanbul’a bildiriyordu. Çok
stratejik durumu olan Bulgaristan’ı iki taraf da kazanmak
istiyordu. Bulgarlar ise, bir taraftan bizimle görüşerek Edirne ve
İşkodra’yı almak istiyor, öte yandan da Almanya’yı tutar gibi
görünüyorlardı. Diğer taraftan da İngilizler ve Ruslarla gizli
müzakerelerde bulunuyorlardı. Oluk gibi İngiliz parası Bulgaristan’a
akıtılıyordu. Bir süre sonra görüşmeler çıkmaza girmişti. Aradan aylar
geçtikten sonra, nihayet Bulgarlar da Almanya tarafını tutarak
savaşa girmişlerdi.
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
99
Osmanlıların Savaşa Zorlanması ve Mustafa Kemal
Avrupa’nın, hattâ dünyanın ikiye bölündüğü bir savaş
döneminde, işleyen kafaların, hiçbir tarafı tutmadan tarafsız
kalınması düşünülüyordu. Ama, başta Başkomutan vekili Enver Paşa
olmak üzere yakın çevresi, Almanya’nın savaşı kazanacağını hayal
ederek, savaşa Üçlü İttifak Devletleriyle birlikte girmeyi menfaatimize
uygun buluyorlardı. Fakat M. Kemal hiç de öyle düşünmüyordu:
Savaşın başlarında Almanlar kazanıyor gibi olsa da sonunda
kaybedeceklerine inanıyordu.
Tarih kültürü çok geniş olan ve tarihten sonuç çıkarmasını
bilen M. Kemal, Sofya Sefiri Ali Fethi ile de konuşarak, bu savaşta
tarafsız kalmamızı istiyordu. Almanya ve Avusturya’nın tuzağına
düşmemizi istemiyordu. Ama olaylar, Enver Paşanın ölçüsüz
hareketleriyle, öylesine gelişmişti ki: Boyutları M. Kemal’i ve onun
gibi düşünenleri aşmıştı. Türkler tuzağa düşürülmüş ve kendilerini
savaşın ortasında bulmuşlardı...
İngilizlerden Kaçan Alman Gemileri
10 Ağustos 1914 sabahı, Goeben ve Bresleu isimli iki Alman
gemisi, İngiliz savaş gemilerinden kaçarak Çanakkale boğazına
girmişti. Önlerinde Türk mayınları, arkalarında İngiliz savaş gemileri
arasında sıkışıp kalmışlardı. Sığınma hakkı istiyorlardı. Durum,
telgrafla Enver Paşaya bildirildi. Önce sadrazamla görüşmeyi düşünen
Enver Paşa, sonra peşlerinde olan İngiliz gemileri tarafından
batırılabilecekleri hatırlatılınca, kimseye sormadan:
– Gemiler içeri alınsın” emrini vermişti. Bununla da
yetinmeyerek, İngilizler Alman gemilerini izlerse ateş açılsın mı
sorusuna karşı da, gene tek başına karar vermekten çekinmeyen Enver
Paşa, ısrar eden Alman generaline:
– Evet açılsın” cevabını vermişti.
ferahlayarak odadan ayrılan General Von Press:
İsteğine
ulaşınca
– Enver Paşanın sorumluluğu sevmesine hayranım” demiş ve
hemen Çanakkale müstahkem mevkii kumandanlığını arayarak:
– Gemilerin derhal içeri alınmasını ve İngilizler kendilerini
izlerse ateş açmalarını” istemişti. Bunun üzerine Alman gemileri,
kendilerine flamalar sallayan Türkleri selamlayarak, Türk
torpidolarının eşliğinde Çanakkale Boğazından içeri girmişlerdi.
O gece, Sadrazam Sait Halim Paşanın başkanlığında
yapılmakta olan toplantıya biraz geç katılan Enver Paşa:
100
Rasim Pehlivanoğlu
– Bir oğlumuz dünyaya geldi” diyerek içeri giriyor ve olanları
anlatıyor.
– Bu olay savaşa girmek anlamını taşır” diyenlere Enver
Paşa:
– Dost Almanları korumak zorundaydım” cevabını veriyordu.
Durumu öğrenen Sadrazam Sait Halim Paşa, bu oldu bittiyi
kabullenmek zorunda kalmıştı. Ama Alman denizcilerinin silahlarını
teslim etmelerini istiyordu. Hemen o gün, bu kaçak gemileri satın
alalım kararı verildi. Ertesi günkü gazetelerde ise, iki zırhlı geminin
80 Milyon Mark’a satın alındığı haberi açıklanıyordu. Ama İtilaf
Devletlerinin (İngiliz, Fransız, Rusların) elçileri, satın alınan
gemilerdeki Alman gemicilerinin yurtlarına gönderilerek yerlerine Türk
mürettebatının (gemicilerinin) konulmasını istemişlerdi. Fakat bu istek
yerine getirilmemişti...
Goeben ve Bresleu gemilerinin, İngilizlerin vermediği Sultan
Osman ve Reşadiye gemilerinin yerine alındığı söylenmişti. Artık
bizim olan ve 16 Ağustos 1914’de İstanbul’a gelen bu gemilerin
direklerine Türk bayrağı çekilmişti. Gemilerden Goeben’e YAVUZ,
Bresleu’ya da MİDİLLİ isimleri verilmişti. Ama gemilerin içindeki
Alman gemicileri değiştirilmemişti. Sadece başlarına fes giydirilmiş,
güya Türk gemicisi olmuşlardı. Belçikalı bir maliyeci, Maliye Nazırı
Cavit Beye şöyle söylüyordu:
– Boğazlardaki şu gemilere bakınız... Almanlar,
İmparatorluğunuzu zaptettiler. Ve biliniz ki: Sizi mahvetmeden
buradan gitmeyeceklerdir” demişti...
Mustafa Kemal’in Tevfik Rüştü’ye
Mektubu ve Görüşleri
Çanakkale Boğazını geçerek İstanbul’a gelen Alman gemileri
olayını öğrenen Sofya’daki M. Kemal’i çok düşündürmüş ve üzmüştü.
Bu oldu bittiyi hayra yorumlayamamıştı. Eline kağıt kalemi alarak,
İstanbul’daki arkadaşı Tevfik Rüştü’ye uzun bir mektup yazmıştı. İki
büyük grup arasında çıkan Cihan savaşının muhtemel ceyeran tarzı
ve geleceği hakkındaki görüşlerini şöyle belirtmişti:
– Nazik ve mühim (önemli) bir devre içinde bulunduğumuza
şüphe yoktur. Hangi tarafın galip geleceğine dair fikrî kanaatimi
söylemek istemem” diye başlayan mektubunda özetle şunları
belirtiyordu:
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
101
İlk anda başarı gösteren Almanların ve onlara muhatap olan
Fransızların ve Rusların durumunu, Rus ordusunun Avusturya’ya karşı
üstünlüğünü ve daha birçok hususları dile getirerek, savaşın nasıl
sonuçlanacağı hakkındaki görüşlerini belirtmeye çalışıyordu. Bu
arada Yunanlıların ve diğer devletlerin durumundan da söz ediyor ve
uyarıcı bilgeler veriyordu. Yapılacak meydan savaşında Almanların
Fransızları mağlup edemeyeceğini; Avusturya’nın Ruslar
karşısında daha fazla direnemeyerek geri çekileceğini ifade
ediyordu. Avrupa’nın ortasında bulunan Alman ordusunun, mekik gibi
bir doğuya bir batıya gide gele ne hale düşeceğini soruyordu.
Mustafa Kemal, uzun mektubunda bunları ve daha başka
görüşlerini gerekçeleriyle açıklamış, ilgilileri uyarmaya çalışmıştı.
Sonunda kendi kanaatini belirtiyordu. M. Kemal, Enver Paşa gibi
Alman galibiyetinden emin değildi. Tarihten ders almasını
biliyordu. Şayet Ruslar, Galiçya’yı, Ukrayna’yı, Slovakya’yı arkada
bırakarak daha içerlere çekilse bile; vaktiyle Napolyon’u yutan oyun,
bu defa Alman İmparatoru Wilhelm’i ve temsil ettiği Almanya’yı
yutamaz mıydı?
Tevfik Rüştü’ye yazdığı fikirlerini, Sofya Sefiri Ali Fethi’ye
de anlatan M. Kemal kesin kararını belirtiyordu:
– Evet, biz savaşa girmemeliyiz. Tarafsız kalmalıyız...” diyor
ve ilave ediyordu:
– Sen bu adamları tanırsın. Sana inanırlar. Zira: Sen
partilerinin mes’ul (sorumlu) sekreterliğini yapmıştın. Unuttun mu?
Talat, Bolayır’a kadar nasıl ayağına gelmişti? Aman yaz.
Behemahal yaz! Bu adamlar acele etmesinler. Harbin sonunun
karanlık olduğunu onlara anlatamazsan bile, hiç olmazsa beklesinler. Bu
harp bizim harbimiz değildir” diyordu. Ali Fethi Bey, M. Kemal’i
dinliyor, ona hak veriyordu. Ama onun da elinden bir şey
gelemiyordu.
M. Kemal, Başkumandan vekili Enver Paşa hakkındaki
görüşünü de şöyle belirtiyordu:
– Bu kadar felaketlere rağmen, zafer sarhoşluğundan
ayrılamadılar. Hele Enver’in aşırı sıçrayışı... Böyle bir adam
sonunda diktatör olur. Hattâ oldu bile... Hem de körü körüne bir
Alman hayranı” diyordu. (1)
1
Orhan-Erhan Dündar- M. K. Atatürk 7, 1. Dünya Savaşı, Ank. – 1999, s. 18-22
102
Rasim Pehlivanoğlu
Böyle Dost Olur mu?
Savaş ortamından faydalanarak, Osmanlı Hükümeti
kapitilayonları kaldırmıştı. Osmanlı Devletinin tarafsız kalmasını
isteyen Üçlü Uzlaşma (İtilaf) Devletleri, bu olup bittiyi de kabullenmiş
ve sineye çekecek bir davranış içine girmişlerdi. Ne yazık ki:
Dostumuz görünen Alman Devletinin Büyükelçisi şiddetle protesto
ediyordu. Maliye Nazırı Cavit Bey’e koşarak:
– Ruslar İstanbul’u alırlarsa size yardım etmeyeceğiz...”
diyebiliyordu. Bu küstahlığa rağmen gözümüz açılmamış ve
dostluğumuz devam ettirilmişti. Türklerin kendi yanlarında savaşa
girmesinin, kendilerine çok şey kazandıracağını bilen Almanlar, hala
kararsız davranan Osmanlıları bir olup bittiye getirerek savaşa sokma
plânları yapıyorlardı. Bu konuda Osmanlı Kabinesi (Hükümeti) ikiye
ayrılmıştı:
– En az 6 ay daha tarafsız kalmalıyız” diyenler vardı. Ama
Enver ve Talat Beyler, Almanların yanında hemen savaşa girmekte
kararlıydılar.
Ruslar ve İngilizlerin, 16 Ekim 1914’de aleyhimizde verdikleri
kararlara göre, Almanya’nın kati şekilde yenilmesinden sonra İstanbul
Ruslara bırakılacak. Boğazlar tarafsızlaştırılacaktı... Nereden bakılırsa
bakılsın, savaşın sonucu Osmanlılar için iyi görünmüyordu...
3- Osmanlıların Savaşa Sokulması Taktikleri
20 Ekim 1914’de, Almanya, savaşta kullanılması için Osmanlı
İmparatorluğuna 5 (beş) milyon lira borç vermişti. Enver Paşa da savaşa
nasıl girileceğini belirten bir plân hazırlatmıştı. Plâna göre: Alman
Amirali Souchon’un emrindeki 11 (on bir) parçadan kurulan
Osmanlı donanması 27 Ekim 1914’te, sözde talim yapmak için
Karadeniz’e açılmıştı. Elinde, Enver ve Cemal Paşaların yazılı
buyrukları bulunuyordu. Amiral gemisi olan YAVUZ ’dan emir alan
her gemi gidecekleri limana doğru yol alıyordu. Sivastopol önüne
gelen YAVUZ (Goeben) gemisi toplarını ateşlemek üzereyken,
karşıdan müthiş bir top atışı başladı. YAVUZ da hemen toplarıyla
ateşe karşılık verdi. Aynı sırada diğer gemiler de memur oldukları,
öbür Rus limanlarını bombardımana tuttular.
Sanki, öncelikle Ruslar bombardımanı başlatmış ve Rus
gemileri 2 gün boyunca gemilerimizi rahatsız etmiş gibi aldatmaca
raporlar tanzim edilerek İstanbul’a gönderilmişti...
İstanbul’da bomba gibi patlayan bu haber, hükümeti alt üst
etmişti. Sadrazam Sait Halim Paşa müşkül durumda kalmıştı. Osmanlı
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
103
İmparatorluğu artık İttihat ve Terakkinin önde gelen üç ismi:
TALAT, ENVER ve CEMAL Paşaların elinde kalmıştı: Enver
Paşa, 33 yaşında, Harbiye Nazırı ve Başkumandan vekiliydi. Üstelik,
sarayın da damadıydı. Cemal Paşa, Bahriye Nazırı, 2. Ordu Komutanı
ve İstanbul Muhafızıydı. Disiplinli ve teşkilatçıydı. Talat Paşa,
Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) idi. İttihat ve Terakkinin gizli
başkanıydı. Partide şöhreti ve otoritesi vardı.
M. Kemal, 29 Ekim 1914 günü Karadeniz’deki çatışma
haberini öğrenince, artık her şeyin bittiğini anlamıştı!... Osmanlı
Devleti fiilen savaşa girmiş, yapılacak bir şey kalmamıştı. Kendisini
şaşkınlıkla dinleyen Ali Fethi’ye, M. Kemal:
– Enver’den ancak bu beklenirdi. Türkiye bu harpten sağ
çıkamaz” demişti. Sükûnetle dinleyen Ali Fethi:
– M. Kemal çok haklı, ama ben ne yapabilirim” diye
düşünmüştü.
Karadeniz’deki bombardıman olayını fırsat bilen Ruslar, 1
Kasımda Kafkas Cephesinden Sarıkamış’a doğru saldırıya
geçmişlerdi. 2 Kasımda, Rus Çarı Nichola:
– Artık Karadeniz kıyılarında, ecdat yadigarı olan Rus
emellerini gerçekleştireceğiz...” diyerek sevincini göstermişti. 3
Kasımda İngiliz ve Fransız zırhlıları Çanakkale’nin dış tabyalarını
bombalamışlardı.
Bu devletler, 5 Kasımda Osmanlılara karşı resmen savaş
açmışlardı. 11 (on bir) Kasımda Üçlü Uzlaşma (İtilaf) Devletlerine
resmen savaş açan Osmanlı Hükümeti, 14 Kasımda da Cihad-ı Ekber
(Büyük Cihat) ilan etmişti. Bir gemi olayı nedeniyle, artık bütün
şiddetiyle Osmanlılar da savaşa başlamışlardı.
Savaş Başladığı Sırada Osmanlı İmp.luğunun Durumu
Savaş başladığı sırada, Osmanlı İmparatorluğu 1.700.000 km
karelik bir toprağa sahipti. Nüfusu 23.5 milyon civarındaydı. Bunun
ancak 12 milyonu Türk halkındandı. Gerisi Araplardan ve diğer
azınlıklardan oluşuyordu. İmparatorluğun bütün yükü Türklerin
üzerindeydi. Savaşacak gücün kaynağı da 12 milyonluk Türk
halkıydı. Zira: Hakimiyetimiz altında bulunan bütün Araplar ve
Hıristiyan azınlıklar; Türklere yardımcı değil, aksine karşısında
bulunuyorlardı... 20 milyonu oluşturan Müslüman topluluğu içinde
bile 8 milyonluk Araplar ayrı baş çekiyordu.
1870 yılından beri Arap milliyetçiliği kışkırtılıyor ve bağımsızlık
davası güdülüyordu. Osmanlı hakimiyetinde olan 3.5 milyonluk
Hıristiyan halkı da imparatorlukla ilgisini gevşetmiş, kendi
104
Rasim Pehlivanoğlu
aralarında milliyetçilik ceyeranlarını geliştirmişlerdi. Bağımsızlık
peşindeydiler. Durumu fark eden İttihat ve Terakkiciler, bu akımın
karşısında TÜRKÇÜLÜK düşüncesini işlemeye ve yaymaya
çalışıyorlardı. Bu akımın önderi Ziya Gökalp idi. Görüşler doğru
olabilirdi. Ama çıkışları yanlıştı. Metotları yanlıştı. Lider durumundaki
Talat, Enver ve Cemal Paşaların görüş ufukları dardı, tutumları
yanlıştı. Bunlar kendilerine çok güveniyorlardı ve hayal peşinde
koşuyorlardı...
Savaş başladığında Osmanlı Ordusunun sayısı 900bin idi.
Bunun 400bini talim görmüştü. Bu sayı savaş sonuna kadar
2.850.000 i bulmuştu. Subay sayısı ise 24 bindi. Osmanlı kuvvetleri 4
ordu halinde örgütlenmişti. Sonradan 5. Ordu da kurulmuştu.
4 – Cihan Savaşında Osmanlı Cepheleri
Savaş Sırasında ve Sonrasında Önemli Gelişmeler
Birinci Cihan Savaşına giren Osmanlı İmparatorluğu çok
cephede savaşmak zorunda kalmıştı. Bu cepheleri şöyle
sıralayabiliriz:
a- Cihan Savaşında Ordumuzun Doğu Seferi ve
Kırılan askerlerimiz.
b- Güneyde Kanal Seferi ve Mısırın İşgali Fiyaskosu
c- Çanakkale Savaşları ve Bu Savaşların Efsanevi
Kumandanı Mustafa Kemal
d- Doğuda Yeniden Başlayan Osmanlı – Rus Savaşı
ve Mustafa Kemal Paşa
e- Güney Cephesi – Yıldırım Orduları Grup
Kumandanlığı ve Mustafa Kemal
Bu cephe savaşları devam ederken, Doğuda isyan eden
Ermenilerle, Güneyde (Arabistan’da) isyan çıkaran Mekke Şerifi ile
de epey uğraşlarımız olmuştur. AYRICA: dostumuz Almanlara
yardımcı olmak gayesi ile Galiçya, Romanya, Makedonya cephelerinde
de Ordumuz kıyasıya savaşlar vermiştir.
Birinci Cihan Harbinde savaştığımız çeşitli cepheleri ve savaş
sırasındaki önemli gelişmeleri aşağıda özetle görelim:
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
105
a– Cihan Savaşında Ordumuzun Doğu Seferi
ve Kırılan Askerlerimiz
Doğu Anadolu’nun korkunç kışı başlamak üzereydi. Doğu
Anadolu’da görevli 90bin kişilik 3. Ordunun birçok eksiği vardı.
Dondurucu kışın başlaması nedeniyle, ordu komutanı Hasan İzzet
Paşa, Ruslara karşı savunmada kalmayı gerekli görüyordu. Ruslar
saldırsa bile, Erzurum yakınlarında toplanıp kaleye dayanarak, savunma
vuruşması yapmayı düşünüyordu. Bu görüş nedeniyle, Ruslar 1
Kasım’da saldırıya geçince 3. Ordu Erzurum’a doğru çekilmişti. Fakat
İstanbul Genel Karargahından (Enver Paşadan) gelen emirle çekilme
işi durdurulmuştu.
– Zayıf düşman kuvvetlerine saldırın” emri verilmişti. Emre
uyarak saldırıya geçen 3. Ordu, 11 ila 14 Kasımda 2. Köprüköy
vuruşmasıyla düşmanı püskürtmüş ve eski mevzilerine çekilmesini
sağlamıştı. Ama bu sırada Osmanlı ordusunda ilk TİFÜS hastalığı
görülmüştü. Emir gereği, 16 – 17 Kasımda yeniden saldırıya geçen 3.
Ordu, Azap sırtlarındaki Rus mevzilerini ele geçirmiş ama kendisi de
güçsüz düşmüştü. Soğuk, açlık ve hastalığın yanı sıra cephane de
azalmıştı. Ordunun dinlenmesi ve güçlenmesi için saldırıya ara
verilmişti.
İstanbul’daki Başkumandan vekili Enver Paşa gerçeği
görebilecek durumda değildi. Bu kadar sayıdaki ordu ile Rus
kuvvetlerinin yenilemeyişi onu üzmüş ve kızdırmıştı. Halâ, yeni bir plân
yaparak saldırıya geçmek kararındaydı:
– En iyisi kendim oraya gidip durumu görmeliyim” diye
düşünüyordu. Enver Paşanın akıl almaz plânlarını beğenmeyen
çevresindeki subaylar onu uyarıyorlar, ama sonunda susmak zorunda
kalıyorlardı. Fakat bakanlar kurulu, Enver Paşanın doğu cephesine
gitmesini doğru bulmamış ve izin vermemişti. Kendisi gidemeyince,
birinci yardımcısı Hafız Hakkı’yı doğu cephesine göndermişti.
Hafız Hakkı, doğudan Enver Paşaya gönderdiği raporda,
saldırıya geçilmesini tavsiye ediyordu. Bu görüş Enver Paşanın aklına
yatmıştı. Ama Hafız Hakkı’nın, rütbesini yükselterek kumandanlığa
talip olması hoşuna gitmemişti. Enver Paşa:
– Bu hareketi ben idare etmeliyim. Başarısı benim olmalıdır”
görüşüyle doğu cephesine gitmeye karar verir. Fakat görüşünü almak
istediği Alman Generali Liman Von Sanders bu kararı doğru
bulmamış:
– Orduda ayakkabı, elbise eksikliği, beslenme yetmezliği varken
ve bu eksiklerin sağlanması güçlüğü yaşanırken; üstelik, karakış ve
106
Rasim Pehlivanoğlu
dondurucu soğuk devam ederken yapılacak askeri sevkiyatın
imkânsızlığını Enver Paşaya anlattığı halde ikna edilemeyen Enver
Paşayı kararından vazgeçirememişti. O, hep Rusları yeneceği ve
büyük zafer kazanacağı hayali içinde yaşıyordu...
İstanbul’dan hareket eden Enver Paşa, Trabzon – Erzurum
yoluyla, 13 Aralıkta 3. Ordu Karargahı’nın bulunduğu Köprüköy’e
ulaştı. Hasan İzzet Paşa ile görüşerek, saldırı konusunda fikir birliğine
vardılar. Orduda bulunan Alman kurmayları böyle bir saldırının
sonucundan emin değillerdi. Ama Türklerin Rusları üzerlerine
çekeceğinden memnun oluyorlar ve susuyorlardı. Ordu kumandanı
Hasan İzzet Paşa:
– Meydan savaşı vermeyip de şimdilik düşmanı geriye
atalım. Gelecek için güçlenerek saldırıya hazırlanalım”
görüşündeydi. Ama Enver Paşa: “Bu adamla saldırıya geçilmez” diye
düşünerek, Kurmay Okulundan strateji hocası olan Hasan İzzet Paşayı
görevinden almış, yerine kendisi geçmiştir.
Enver Paşa Komutasındaki Ordu
Enver Paşanın komutası altına giren ordu, 18 Aralık 1914’te ileri
yürüyüşe geçmişti. Amaç, Kars – Ardahan ve Batum’u geri almaktı. 1920 Aralıkta yılın ilk büyük karı yağmıştı. Askerlerinin çoğunun
elbisesi yazlıktı. Ayaklarındaki çarıktı ve yemekler yufkadan
ibaretti. Malzeme noksandı. Fakat her şeye rağmen, saldırı kararı
kesindi...
Bu kış kıyamette, noksan malzemeyle ve askerin çeşitli
eksiklikleriyle düşman üzerine akılsızca saldırmak olayının hikâyesi
hazin ve üzücü olmuştu!... Burada, ayrıntılara girmeden özetle olayı
vermek istiyorum.
Ordunun kolorduları ve tümenlerinin yürüyüşü önceleri başarılı
gibi olmuştu. İlerleyerek bazı yerler de alınmıştı. Ama sonuç feci
olmuştu: Ordunun geçeceği vadiler karla kaplanmıştı. Üzerinde
yürünemiyordu. Karın ve buzun rüzgarlarla savrulduğu tepelerde
yürümek, karla kaplı vadilerde yürümekten daha kolaydı...
Bu arada bazı gelişmeler ve yanlış bilgilenmeler de olmuştu.
Sarıkamış’a çıkacak olan 29. Tümen, hatalı harita nedeniyle başka
bir yere çıkmıştı. Sarıkamış’ı boşaltmaya hazırlanan Ruslar
durumu öğrenince, bundan vazgeçmişler, Sarıkamış’ta kalmışlardı.
Yağan şiddetli kar içinde yavaş ilerleyen askerlerimiz
MOLOKON Ovasına gelince, çalılıklar arasında gizlenen Rusların
şiddetli ateşiyle karşılaşmışlardı. Düşmanın küçük bir kuvvet
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
107
olduğunu bilmeyen Tümen Komutanı hârekatı durdurmuş. Eksi -20
dereceli soğukta, askerlerimiz çalı çırpı yakarak geceyi geçirmişti.
Ama Enver Paşa halâ ümitliydi.
3 bin metreyi aşan yüksek Allahuekber Yaylâsında, kar 1
metreyi aşıyorken, hatalı haritaların rehberliğinde yürüyen 10.
Kolordumuz, ümitsiz ve tehlikeli yürüyüşe devam ediyordu. Açlık,
soğuk ve yorgunluktan kuvvetlerin üçte biri kırılmıştı.
Sarıkamış’ta güçlenmiş olan Ruslar, 27-28 Aralık gecesi yapılan
Türk taarruzlarını püskürtmüşlerdi. Bu yenilgiyi kabullenemeyen
Türkler, ertesi gece yapılan baskınla Sarıkamış’a girmişlerdi. Fakat
karanlık gecede Sarıkamış sokaklarında yapılan süngü
muhaberesinde büyük kayıplar verilmişti... 17. Tümen de burada
erimişti! Rus kuvvetleri komutanı, artık kozların kendi ellerine
geçtiğini biliyor ve Türkleri tamamen yok etmek çareleri arıyordu.
Ertesi gün sabahı 28. ve 29. Tümenlerden 3000 kişiden fazla
insan çıkarılamamıştı. Artık Enver Paşa da taarruza devam etmek
ısrarından vazgeçmişti.
Nihayet, güvenini kaybeden ve başarısızlığı kabul eden ve de
3.Ordunun mahvına sebep olan hayalperest Enver Paşa, geri
çekilmeyi savunan subaylarına hak vermişti. Ama iş işten geçmişti.
Kalanı kurtarmak için bütün kuvvetlerin 2.Kolorduya iltihak
etmesini(katılmasını)istemişti. Sarıkamış’taki kuvvetlerin komutasını,
Rütbesini yükselttiği Hafız Hakkı’ya bırakan Enver Paşa 5 Ocak
1915’te cepheden ayrılmıştı. Dönüş yolunda atını dört nala sürerek
esir edilmekten zor kurtulmuştu. Osmanlı kuvvetleri ise, büyük
kayıplar vererek, 18 Ocakta Sarıkamış’tan önceki mevzilerine
dönmüşlerdi. Bitkin duruma düşen düşman kuvvetleri de duraklarında
kalmıştı.
Atıyla Erzurum’a gelen Enver Paşa, İstanbul’a (Sadrazamlığa)
bir telgraf çekerek:
– Rus ordusu tamamıyla mağlup edilmemiş ise de huduttan
dışarı atılmıştır... “ diye yazmış ve acı gerçeği açıklamaktan
çekinmiştir. “Mustafa Kemal Beyi 19.Tümen Komutanı yapınız”
emrini de telgrafına ilave etmiştir.
b– Güneyde Kanal Seferi ve
Mısırın İşgali Fiyaskosu
Enver Paşa doğu seferine çıkmadan önce, 2.Ordu Komutanı ve
en yakın arkadaşı Cemal Paşa ile konuşarak güneydeki 4.Ordu
komutanlığını üzerine almasını istemişti. Süveyş Kanalı’na bir saldırı
düzenleyerek İngilizlerin Mısır’ı işgal etmelerini önlemesini, Suriye’de
108
Rasim Pehlivanoğlu
asayişi ve iç güvenliği sağlamasını teklif etmişti. Kendisini Süveyş
Komutanı ve Mısır Fatihi olarak hayal eden Cemal Paşa teklifi
sevinerek kabul etmişti. Hemen harekete geçerek görevine başlamıştı.
4.Ordu Komutanlığına atanan Cemal Paşa, 6 Aralık 1914’te
Şam’a varmıştı. Yerleştiği otelde kanal seferinin hazırlığına başlamıştı.
Cemal Paşanın bütün kuvvetleri toplamı 35 000 kişi idi. Bunları ve
ağırlıklarını, develerle TİH Sahrasından geçirmek güç işti ve zaman
alacaktı. Cemal Paşa ise İngilizleri gafil avlamak istiyordu. 5-6 bin
kişilik bir kuvvetle, İsmailiye’nin güneyinden kanalı elde etmeyi
düşünüyordu. Oysa, Süveyş Kanalında savunma için bekleyen İngiliz
gemilerinden ve Mısır’da bulunan 150 bin İngiliz askerinden –
herhalde- haberi yoktu.
Yarbay Ali Fuat’ın komutasındaki Osmanlı kuvvetleri aldığı
emirle 14 Ocak 1915’te kanal istikametinde yürüyüşe geçti. Sıcaktan
korunmak için askerler gündüz istirahat ediyor gece yürüyordu. 31
Ocakta, Nil nehrinin sağ kıyısına 10 km yakın bir mesafeye gelindi.3
Şubatta 5 tabur kıyıya yanaştı. Tombazlar ( altı düz büyük nehir
kayığı) suya indirildi. Her tombazda bir subay ve 60 er bulunuyordu.
Saç kaplı Tombazlar karşı sahile doğru yola çıktı.
İngiliz güçlerine karşı ani bir baskın yapılacaktı. Fakat son
derece tedbirli olan İngilizler, özel yetiştirilmiş köpeklerin
havlamasıyla uyarıldı. Hemen projektörler yakıldı ve kanalın orta
yerindeki Türkler görüldü. Karşı kıyıdan ve donanmadan açılan topçu
ateşi ile Tombazlar batırıldı.!... Karşı kıyıya ancak 600 asker
çıkabilmiş ve onlar da esir edilmişti. Cemal Paşa, komutanlarının
görüşlerini aldıktan sonra, aksi görüşü savunanlar olmasına rağmen
çekilmeye karar vermişti. Askere yayınladığı günlük emirde ise olayı
saptırarak:
– Kanal seferinin ana amacı , ileride yapılacak olan büyük
bir saldırı için gerekli keşifleri yapmaktı. Sefer tam bir başarı ile
sonuçlanmıştır (!) Bu başarıdan dolayı hepinizi tebrik ederim”
diyebiliyordu. Ne büyük bir başarı değil mi(?)...
Kafkasya cephesinde eriyen 90 000 kişilik ordudan sonra,
Mısır’ın fethi hayali ile TİH Sahrası ve Süveyş Kanalının işgali olayı da
böylece hazin bir sonuçla noktalanmıştı...
Mustafa Kemal Orduda Görev İstiyor
Bilindiği üzere Birinci Cihan Savaşı başladığında M. Kemal
Sofya Ataşemiliterliği görevindeydi. Sofya sefiri (Büyükelçisi) ise
arkadaşı Ali Fethi Bey idi. İki kutba ayrılmış olan Avrupalı büyük
devletlerin ergeç birbirleriyle savaşacaklarını ikisi de biliyordu. M.
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
109
Kemal, Osmanlı İmparatorluğunun savaş dışında kalması
taraftarıydı. 3 lü İttifak (anlaşma) veya 3 lü İtilaf (uzlaşma)
devletlerinden herhangi birsini tutmadan tarafsız kalınmasını ülke
menfaatine uygun görüyordu. Sofya Sefiri Ali Fethi ile bu hususları
konuşuyor, görüş alışverişi yapıyordu. Ayrıca, arkadaşı Tevfik
Rüştü’ye yazdığı uzun mektubunda bu konudaki görüşlerini detaylı
olarak açıklamış ve ilgililere duyurulmasını istemişti. Buna rağmen
görüşleri gereği gibi değerlendirilmemiş ve bir oldu bittiye getirilerek
İttifak (anlaşma) Devletlerinin (Almanya ve Avusturya’nın) yanında
Osmanlı Devleti savaşa sokulmuştu.
Olaylar bu hale gelince, M. Kemal artık Sofya’da kalamazdı.
Mademki harp (savaş) başlamıştı. O halde, şimdi O da rahat bir
salonda değil, ateş hattında olmalıydı. Başkumandanlık vekiline bir
mektup yazarak, kendisine ordu içinde rütbesiyle mütenasip (rütbesine
uygun) bir görev verilmesini istemişti. Fakat:
– Sizin orada kalmanız daha mühim” denilerek teklifi
reddedilmişti. Ama O:
– Memleketim harpte
ben burada ataşemiliterlik
yetkenliğinden mahrum isem
müracaatını yenilemişti. Bu
verilmemişti. O ise:
ve arkadaşlarım savaş hattında iken
yapamam... Eğer birinci sınıf subay
lütfen kanaatinizi söyleyin” diyerek
isteğine çok beklediği halde cevap
– Gerekirse bir er gibi herhangi bir cephede savaşırım” diye
düşünüyordu.
O günlerde, bizzat kumanda ettiği Kafkas Cephesi hezimetinden
sonra Erzurum’dan Sadarete (Sadrazamlığa) telgraf çeken
Başkumandan vekili Enver Paşa, M. Kemal’in 19. Tümen
komutanlığına getirilmesini istemişti.
19. Tümen Komutanı M. Kemal
Nihayet M. Kemal’in isteği olmuştu. 19. Tümen
Komutanlığına atandığı emrini öğrenen M. Kemal, Sofya’dan
İstanbul’a adetâ kuş gibi uçarcasına gelmişti. Ama komutanlığına
tayin edildiği 19. Tümenin nerede olduğu bilinmiyordu. Kime sorsa net
cevap alamıyordu. Erzurum’dan gelen Enver Paşa ile de görüşerek
tayininden dolayı teşekkür etmiş ve görev yerini öğrenmek istemişti.
Fakat Enver Paşa:
– Genel Kurmay Dairesiyle görüşseniz daha kesin bilgi alırsınız”
demişti.
Genel Kurmay Başkanlığı da böyle bir tümenin varlığından
habersizdi. Tavsiye üzerine bir de Alman Generali Lıman Von
110
Rasim Pehlivanoğlu
Sanders Paşa ile görüştü. M. Kemal’i nezaketle kabul eden Liman Paşa
kendisiyle önemli konularda sohbet etti... Nihayet bir takım
zorluklara katlanarak gittiği Tekirdağ’ında henüz kuruluş
halindeki 19. Tümeni buldu. (24 Ocak 1915)
57. Alay ve bazı birliklerden oluşan 19. Tümeni yetiştirmeye
koyulan M. Kemal bu işte epey ileri gitmişti. Bu sırada, 57. Alayla
birlikte 24 Şubatta Gelibolu yarım adasına hareket emrini almıştı.
Tümene bağlı 72. ve 77. Alaylar arkadan gelecekti. Gelibolu’da
Maydos Bölgesi Komutanı olarak göreve başlayan M. Kemal bu
bölgeyi çok iyi biliyordu.
c– Çanakkale Savaşları – Bu Savaşların
Efsanevi Kumandanı Mustafa Kemal
Birinci Cihan Harbinin en şiddetli savaşları Çanakkale’de
geçmiştir. İtilaf Devletleri (İngiliz, Fransız) kuvvetleriyle Osmanlılar
arasında geçen Çanakkale Savaşları, denizde ve karada olmak üzere
iki safhada ceyeran etmiştir.
Deniz Savaşları 16 Şubat 1915’de başlamış, 18 Mart 1915’de
düşmanların yenilgisiyle sonuçlanmıştır.
Kara Savaşları 23 Nisan 1915’de başlamış, 19-20 Aralık
1915 gecesi düşman güçlerinin çekilip gitmesiyle son bulmuştur.
Çanakkale’nin Gelibolu yarımadasında devam eden kara
savaşları da iki safhalı olmuştur:
Birinci Safha kara savaşları: 23 Nisan 1915’de başlayıp, 9
Haziran 1915’de düşmanın kıyıya kadar kovalanmasıyla sükun
bulmuştur. 9 Haziran ile 6 Ağustos arasında geçen dinlenme devrinde
pasif siper savaşları yapılmıştır.
İkinci Safha kara savaşları: 6 Ağustos 1915’de şiddetle
başlamış olan ikinci safha kara savaşları, 10 Ağustos günü düşmanın
yeniden kıyılara kadar sürülmesini sağlamıştır. Kıyılarda aylarca
süren siper savaşlarına devam edilmiştir. Sonunda ümidini yitiren
düşman kuvvetleri 19 – 20 Aralık 1915 gecesi, son durak yeri olan
Arıburnu ve Anafartalar bölgesinden çekilip gitmişlerdir.
Tarihi, şanlar ve zaferlerle dolu olan Türk milletinin, devlet
olarak devam edip edemeyeceğini tayin edecek önemde olan ve
yetişmekte olan Türk gençlerine kahramanlık örnekleri sergileyen
Çanakkale savaşlarının safhalarını aşağıda özetle açıklamaya
çalışalım.
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
111
1) Çanakkale Deniz Savaşları
(Çanakkale Boğazı Geçilemez)
Önce Çanakkale Boğazını geçerek İstanbul’a,
oradan
da
Karadeniz’e geçerek Ruslara yardım etmek amacında olan İngiliz ve
Fransız donanmaları, 16 Şubat 1915’de Çanakkale Boğazında
toplanarak, o güne kadar Akdeniz’in gördüğü en büyük deniz
gücünü ortaya çıkarmıştı. 19 Şubat sabah saatlerinde Türk tabyalarına
karşı saldırıya geçen gemiler, uzun menzilli bombalar yağdırıyorlardı.
Öğleden sonra kıyıya daha da yaklaştılar. Sonra geri çekildiler.
25-26 Şubat 1915’te, 12 gemi ile saldırıya geçen düşman filosu
uzun menzilli toplarının atışlarıyla Türk dış tabyalarını susturdu. Sonra
da iç bataryaların tahribine girişti. Başlarına geleceği bilmeyen düşman
Amirali, “14 gün sonra İstanbul önlerinde olacaklarını”
söylüyordu. 5 Mart ve 10 Mart arası boğaza giren düşmanın büyük
zırhlıları kıyıları ateşe boğuyordu. Ama karşıdan fazla tepki
görmüyorlardı.
Çanakkale Boğazı ile İstanbul çevresini savunma görevi Birinci
Orduya verilmişti. Komutanı Liman Von Sanders’ti. 3. ve 15.
Kolordular ile müstahkem mevkii komutanlığı da emrinde idi. M.
Kemal de 19. Tümeniyle Gelibolu’da görev almıştı.
Düşman Amirali Carden son saldırı için hazırlanıyordu. 17
ve 18 Martta saldırı yapılacak ve Çanakkale Boğazı geçilerek İstanbul
alınacaktı. Düşman İtilaf Devletleri donanmasının Çanakkale Boğazını
geçmeye hazırlandıkları duyulunca İstanbul halkı çok heyecanlanmış,
korkulu rüyalar görmeye başlamışlardı. Ama durum sanıldığı gibi
değildi:
17-18 Mart gecesi NUSRET mayın gemisi, saat 24.00’te
Çanakkale Boğazına açılmış, sabah saat 5.40’a kadar mevcut 26
mayını boğaza döşemişti!... 18 Mart 1915 sabahı, düşman donanması,
güneşli ve ılık bir havada harekete geçmişti. Çanakkale boğazını
geçmek için son savaşlarını deneyeceklerdi. Saat 10.58’de savaş
düzeni almış olan büyük düşman donanması üç hat halinde
geliyordu. Gelen büyük gemiler önce Anadolu kıyısındaki tabyalara,
sonra Rumeli kıyısındaki Hamidiye tabyalarına ateş açtılar. Türk
istihkam ve bataryaları gemilere hemen karşılık vermediler.
Topların etkili bölgesine girmesini beklediler.
Meydanı boş bulan Fransızların ikinci gemileri ağır topları ile
Rumeli yakasındaki Kilitbahir ve Mesudiye tabyalarını, Anadolu
yakasındaki Dardanos ve Beyaztepe mevkilerini ateşe tuttular.
Dürbünlerle yapılan gözlemde, istihkâmların harabe haline geldiği
112
Rasim Pehlivanoğlu
görülüyordu. Bu toprak yığınları arasında bir insanın değil topun bile
sağlam kalamayacağı düşünülüyordu.
Beklenmedik Ateş – Batan Gemiler
ve Kazanılan Zafer
Korkusuzca ilerleyen düşman zırhlıları topların menzilleri
içine girer girmez, Türk savunma komutanlığı ATEŞ!... emrini
vermişti. Türklerin ani ateşi düşmanı şaşkına çevirmişti! “Nasıl olur da
çökmüş istihkâmlardan böylesine bir ateş yapılabilirdi?...”
Türk bataryalarından atılan bombaların düştüğü yerden
havaya fışkıran su sütunları arasında o koca gemiler görünmez
olmuştu. Açılan olağan üstü ateş gemileri bunaltmıştı... İsabet alan
INFLEXIBLE gemisinde yangın çıkmış ve geri dönmüştü. Gemilerin
çoğu çeşitli yerlerinden yaralar almıştı. Ünlü BOUVET Gemisi de
isabet almış ve yangın çıkmıştı. 15 dakikada 14 isabet alan
SUFFREN gemisi savaş dışı kalmıştı. Bir gece önce Nusret mayın
gemisinin döşediği mayınlardan birisine çarpan BOUVET, müthiş bir
patlamayla sarsılmış, 700 mevcudu ile 15 dakikada batmıştı.
Bouveti kurtarmaya gelen diğer Fransız gemisi savaş yerini terk etmişti.
Yerini dolduran İngiliz gemileri de Türk bataryalarından gelen daha
hızlı ateşlerle bunalmış, yükselen su sütunları arasında görünmez
olmuştu. Saat 15.15’te bir zırhlı torpile çarparak yan yatmıştı. Diğer
iki gemi de mayına çarpmış, Türk topçusunun ateşi altında içi
boşaltılarak kendi haline bırakılmıştı.
Ümidini tamamen kaybeden düşman Amirali, saat 17.00’de geri
kalan zırhlılarına dönüş emri vermişti. Dünyanın en ünlü savaş
gemilerinden oluşan gemilerin geri kalanları Çanakkale Boğazını
terk etmeye başlamıştı... Çekilmeyi kıyıdan izleyen Mehmetçikler,
YUHH!... çekerek sevinçlerini gösteriyorlardı... Müstahkem mevki
komutanı Albay Cevat da kaçan gemileri Dardanos Bataryasından
sevinç gözyaşları ile izliyordu.
Duygulu şairimiz Mehmet Akif (Ersoy’un), Çanakkale
Boğazında o günkü manzarayı dile getiren, her Türkün okumasında
fayda gördüğüm şiirinin büyük bölümünü aşağıya alıyorum:
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf (kalabalık) orduların yükleniyor dördü beşi,
– Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya–
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
Ne hayâsızca tahaşşüd (yığılma) ki ufuklar kapalı!
Nerde – gösterdiği vahşetle “Bu: Bir Avrupalı”
Dedirir – yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi (hapishanesi), yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâuna (vebaya) da züldür bu rezil istilâ!
..........................................
Öteden sâikalar (yıldırımlar) parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı (derinlikler);
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam;
Atılan her lağamın yaktığı, yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yayılımı tufanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahramân orduyu seyret ki bu tehdide güler!
.....................................................................
Asım’ın nesli... Diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rüku olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk anlı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i (birliği)...
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi...
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni târihe!” desem, sağmazsın.
113
114
Rasim Pehlivanoğlu
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb.
Seni ancak ebediyetler eder istiâb (içine alır).
“Bu, taşındır” diyerek Ka’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
....................................................
Sen ki, son ehl-i salibin (Haçlıların) kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline (yüceliğine) ettin hayrân...
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış boğuyorken hüsrân,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla berâber gezer ecrâmı (cansız) adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
EY ŞEHİD OĞLU ŞEHİD, İSTEME BENDEN MAKBER,
SANA AĞUŞUNU (kucağını) AÇMIŞ DURUYOR PEYGAMBER.
(2)
O vahşet günlerini hatırlatan, Haluk Nihat Pepeyi’nin
Çanakkale Destanı’ndan bir bölümünü aşağıya alıyorum:
ÇANAKKALE DESTANI’ndan
Toplar uyandırıyor bu gün arzı uykudan,
Kanlı bir ağız gibi tan yerinde ufuklar.
İşte ihtiyar toprak sarsılıyor korkudan,
Bu gün toplar diyor ki: Akdeniz’de kavga var...
Titriyor Akdeniz’in gülen tatlı suları,
Soluklarını tuttu gök bakınca denize.
Görününce demirden, ateşten orduları,
Sandılar Çanakkale artık gelecek dize...
Gemiler yanaştıkça tutuşan kayalara,
Değişiyor dağların şekilleri ansızın.
Her tepenin sırtında kanayan birer yara,
Çanakkale zelzele kaynağıdır Dünyanın.
Ayaklanmış geliyor Britanya adaları,
Önüne katmış Yenizeland, Kanadaları.
Ağırlıktan kabarmış denizler yükseliyor,
Yer taşımaz askerle işte düşman geliyor.
Yanık otlar içinde inliyor yaralılar,
Hırsını kaybederek ağlıyor soğuk mezar.
Andırıyor şehitler kırılmış heykelleri,
Düşmanı kovalıyor sanki hala elleri.
2
Mehmet Akif Ersoy Safahat:İst. – 1996, s.426 - 433
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
115
Bir takım birden ölmüş, başında borazanı,
Ölmek değil yaşamak istiyor delikanı.
Kanlı bir sessizliğin ruhu kapladı yeri,
Sonsuz rüyalar görür ölülerin gözleri! (3)
İmparatorluğu Paylaşma Anlaşması ve Ermeniler
Savaşı kazanacaklarından emin olan itilaf devletleri, 23 Mart
1915’te Londra’da toplanarak Osmanlı İmparatorluğunun
paylaşılmasını görüşüyorlar. İstanbul’u ve boğazları Ruslara vermek
vaatlerini de tekrarlıyorlardı. Bu arada, Yunanlıları ve İtalyanları da
yanlarına çekmek için gayretlerini arttırmışlardı.
Çanakkale savaşları devam ederken, düşman devletleri Doğu
Anadolu’da boş durmuyorlardı: İngilizler, Fransızlar ve özellikle
Ruslar, Ermenileri ayaklandırarak Türkleri arkadan vurmak
istiyorlardı. Ruslar, daha birinci Cihan savaşı başladığı günlerde
Ermenilere hitaben bir bildiri yayınlamışlar ve onları isyana teşvik
etmişlerdi. Ermeniler ile olan geleneksel bağlılıklarından söz eden
Rus Çarının bildirisi etkili olmuştu. Ermeni komiteleri yurdun çeşitli
yerlerinde çete savaşları ile işe başlamışlardı.
Asıl harekete geçmeleri için İngiltere ve Ruslardan emir
bekliyorlardı. 1915 Nisan ortalarında emir gelmişti: 15 Nisanda
Van’da, 17 Nisanda Sason’da, 18 Nisanda Bitlis’te ayaklanan
Ermeniler, 20 Nisanda Van’ın içinde büyük bir Ermeni
ayaklanması başlatmıştı. Karakollara ve Türk evlerine saldırmışlardı.
Postahane... gibi binaları yakmışlardı. Ayaklanma bastırılamayınca,
Van şehri –Ermenilerle beraber hareket eden- Rusların eline
geçmişti.
2) Çanakkale’ye Karadan Çıkarma Harekâtı
ve Mustafa Kemal
a) Kara Savaşlarının Birinci Safhası
18 Mart 1915 yenilgisiyle Çanakkale Boğazından
geçemeyeceklerini anlayan İtilaf Devletleri, bu sefer de karadan
taarruza geçerek amaçlarına ulaşmak istiyorlardı. İngiliz, Fransız
birliklerine, çok sayıdaki ANZAK’lardan oluşan birlikleri de katarak
yeni bir ordu kurulmuştu. Bu, sayıca üstün düşman kuvvetlerini
Gelibolu’ya taşımak ve oradan karaya çıkarmak istiyorlardı. Ama
bilmiyorlardı ki: Orada bir Mustafa Kemal ve onun yetiştirdiği
Mehmetçikler vardı!...
3
M. Behçet Yazar: Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı, İst. – 1938, s. 171
116
Rasim Pehlivanoğlu
Yukarıda belirtildiği gibi, karadan çıkarma yapmak hazırlığında
olan İngiliz ve Fransızlar, Çanakkale Boğazı önünde ve adalarda kuvvet
toplamaya başlamışlardı. Bu kuvvetlerin başına Mareşal SİR
HAMILTON atanmıştı. Çanakkale’yi savunmak için kurulan 5.
Ordu’nun komutanlığına ise, Alman Mareşali LİMAN VON
SANDERS getirilmişti. 31 Martta, kıyı savunma görevi verilen 9.
Tümenin düzenini görmek için Karatepe ve Akçatepe’ye gelen Liman
Von Sanders; düşmanın büyük güçlerle Bolayır veya Anadolu
yakasından çıkacağını düşünüyordu ve savunma tertibatını ona göre
aldırıyordu. Ama, Gelibolu’da görevli 19. Tümen Komutanı Yarbay
Mustafa Kemal’in görüşü tamamen farklıydı.
M. Kemal’e göre: Düşman Seddülbahir bölgesinden
çıkabilirdi. Donanmasıyla yarımadayı iki uçtan ateş altına alabilir,
Seddülbahir ve Karatepe’den saldırıya geçebilirdi... Bu görüşte olan M.
Kemal, 5. Ordunun ihtiyatı olarak, Maydos’un kuzey batısında
mevzilenen 19. Tümeni, her türlü ihtimali dikkate alarak hazırlamış
ve yerleştirilmesini ona göre yapmıştı.
23 Nisan 1915 günü Kandiya ve Mondros limanlarından
hareket eden düşman gemileri o kadar çoktu ki saymakla bitmezdi.
Osmanlılara karşı son haçlı seferi hazırlanmıştı... Düşman uçakları
havadan devamlı keşif uçuşları yapıyordu.
Haklı Çıkan Mustafa Kemal, Düşmanı İlk
Karşılayan Olmuştu:
Kıyıya yanaşan düşman gemileri, sanki Bolayırdan ve
Anadolu yakasından çıkacaklarmış gibi oyalanarak 5. Ordu
komutanını şaşırtmışlar ve bir kısım kuvvetlerimizin Bolayıra
kaydırılmasını sağlamışlardı. Ama asıl düşman kuvvetleri, 25 Nisan
sabahı erken saatlerinden itibaren Arıburnu, Karatepe ve
Seddülbahir bölgesine çıkarma yapmaya başlamıştı. Çıkarma
yapılan yerde sürekli takviye alan düşman, gözetleme taburlarını da
püskürterek ilerliyordu.
Fakat olacakları önceden gören ve hazır bulunan M. Kemal,
25 Nisan sabahı saat 3.30’da top sesleriyle uyanmış ve hemen
harekete geçmişti. Kolordu Komutanının da çıkarmadan haberi
olmadığını öğrenen M. Kemal süvari bölüğünü keşif için Kocaçimen
bölgesine göndermiştir. Düşmanın, Arıburnun’dan Kabatepe sırtlarına
sarkmakta
olduğu
haberini
almıştır.
Savaşın
1
taburla
kazanılamayacağını anlayan M. Kemal, yedekte bulunan bütün
tümeniyle düşmanı karşılamaya karar vermiştir.
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
117
Ordu komutanlığından veya kolordudan emir almadan, 57.
Alayıyla birlikte hemen yola çıkmıştır. Ulaştığı Kocaçimen
bölgesinde askerlere küçük bir dinlenme molası vermişti. Kendisi de
durumu öğrenmek için yanına aldığı birkaç subayla birlikte
Conkbayırı’na yönelmiştir. Elverişsiz arazide atlarını da bırakarak
yaya olarak Conkbayırı’na vardıklarında gördüler ki: 261 rakımlı
tepedeki gözcüler, Conkbayırı’na doğru koşarak geliyorlardı.
Önlerine çıkan M. Kemal:
– Niçin kaçıyorsunuz” diye sorunca, kendisine gösterilen 261
rakamlı tepeye bakıyor ve yaklaşan düşmanı görüyor. Düşman, M.
Kemal’e kendi askerlerinden daha yakında bulunuyordu. M.
Kemal inisiyatif kullanarak hemen kararını vermişti. Bunları
mutlaka durdurmalıydı. Aksi halde mahvolunurdu!... Askerlerine,
kararlı ve etkili bir sesle:
– Düşmandan kaçılmaz!” diye bağırıyor.
– Cephanemiz kalmadı” diyorlar.
– Cephaneniz yoksa süngünüz var” uyarısını yapan M. Kemal,
arkasından o meşhur komutunu veriyor:
– SÜNGÜ TAK, YERE YAT!...”
Erler süngü takıp yere yatınca, düşman erleri de korkuyla yere
yatmış ve bir bekleyiş başlamıştı... Bu sırada emir subayını geriye
gönderen M. Kemal, erlerin “marş marş”la yetişmesini istemişti.
Düşmanların şaşkınlığı geçerken 57. Alay Hızır gibi yetişmiş ve
düşmanın üzerine yüklenmişti!...
M. Kemal’in, inisiyatifini kullanarak süngü taktırıp yere
yatırdığı ve şaşıran düşman erlerinin de korkuyla yere yattığı bu bir
anlık zaman içerisinde olanlar olmuş ve 57. Alay imdada
yetişmişti... 25 Nisan 1915 günü saat 10.00’da bütün gücüyle hücuma
geçen 57. Alay düşmanı şaşırtmış ve ürkütmüştü. Birkaç saat süren
ateşli muharebeden sonra, 261 rakımlı tepeden geri çekilmeye
başlayan düşmanı, 57. Alay şiddetle takip ederek kovalamış ve
kaçırmıştı.
Ölmeyi Emreden Mustafa Kemal
Ne yazık ki: Yeniden karaya çıkan çok sayıdaki düşman
kuvvetleri 261 rakamlı tepeye doğru ilerliyordu. O an Türk güçleri için
çok kritik bir andı. İki seçenek vardı. Ya öldürmeliydi, ya da
vuruşarak ölmeliydi!... M. Kemal kararlı ve etkili sesiyle, tarihi bir
emrini daha vermişti:
118
Rasim Pehlivanoğlu
– Size ben taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!
Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler
ve kumandanlar gelebilir. İLERİ!” diye yüksek sesle emretmişti...
57. Alay, “yenmek ya da ölmek” azmiyle ve “ALLAH
ALLAH!” nidalarıyla düşman üzerine yüklenmişti. 22. Alay da aynı
azimle düşman üzerine atılmıştı. Böylesi azim ve iman gücü
karşısında tutunamayan düşman, Conkbayırı ve Su Yatağı hattından
çekilmek zorunda kalmıştı.
O sırada bir subay 9. Tümen komutanına, düşman
kuvvetlerinin Kumtepeye çıkarma yaptığı haberini getirmişti.
Kumtepe, Kilitbahir’in en yakın ve en hâkim olan noktasıydı. Burasının
elden çıkması bütün plânların altüst olması demekti. M. Kemal,
kuvvetlerinin büyük bir kısmı ile Kumtepeye yetişti ve gereken
emirleri verdi. Fakat düşmanın Kumtepeye çıktığı haberi yanlış
verilmiş ve bu yüzden savaş taktikleri önemli şekilde değişmişti.
Öğleden sonra cepheye gelen Kolordu Komutanı Esat Paşa,
M. Kemal’e ne yapmak istediğini sordu:
– Bütün kuvvetlerimle Arıburnu’ndaki düşman kuvvetlerine
taarruz edeceğim” cevabını aldı. Kumandan M. Kemal’in isteğini
kabul etti ve başarılar diledi.
Savaş meydanına gelen M. Kemal, 77. ve 27. Alayları
düşmanın sağ kanadına taarruza geçirdi. Yedekleri ve Sahra
bataryasını da gerekli yerlere yerleştirdi. Verilen emir üzerine:
“ALLAH ALLAH!...” sesleriyle hücuma geçen Türk askerleri o kadar
ilerledi ki, saat 10.00’da Anzaklar’dan meydana gelen düşman
askerleri, karaya çıktıkları mevzilerine geri çekilmek zorunda
kalmışlardı. Fakat gece karanlığı başladığından düşman tam
sürülemeden çarpışma durmuştu.
Ümidini
kaybeden
düşman
birliklerinin
komutanı,
Başkomutandan burayı boşaltmak isteğinde bulunmuştu. Ama
Başkomutan Hamilton kabul etmemiş, bulundukları yerlerde siper
kazmalarını emretmişti. Gece boyunca karaya -çoğu Anzaklardan
oluşan- yeniden askerler çıkarmaya devam edilmişti. O gün (25 Nisan
1915 gecesi), Türk cephesinde kimse uyumamıştı. M. Kemal ise
sabaha kadar cepheyi gezmişti.
26 Nisan sabahı büyük takviye alan düşman, üstün kuvvetleriyle
taarruza geçti. Fakat bir şey yapamadı. Emrine iki alay daha verilen
M. Kemal, 27 Nisan sabahı saat 7-8 arası kuvvetlerine taarruz emri
verdi. Türk askerlerindeki azim ve irade gücü karşısında
tutunamayan düşman güçleri, Kanlısırt’tan kaçarcasına çekilmeye
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
119
başlamış ve yine kıyıdaki mevzilerine sığınmışlardı. Bu bölgedeki
şiddetli çarpışmalar 3 gün boyunca sürmüştü. 30 Nisan 1915 günü 3.
Kolordu Komutanı Esat Paşa M. Kemal’e:
– Bütün kalbimle sizi kutluyorum” diyerek gümüş imtiyaz
madalyası vermişti.
Komutanlarını bir araya toplayan M. Kemal, karşımızdaki
düşmanı mutlak suretle denize dökmek mecburiyetinde olduğumuzu
söylüyordu. Başarmak için hepimizin ölümü göze almamız
gerektiğini belirtiyordu. Toplantıda, bu imanla taarruza geçilmeye
karar verildi. Kolordu Komutanlığının da kabul etmesiyle, 1 Mayıs
sabahı Türk topçularının açtığı yoğun ateşle taarruz başladı. Türk
piyade erlerinin göğüs göğüse vuruşmasıyla, taarruz tam 3 gün
sürdü. Her iki taraftan çok büyük kayıplar verildi. Ne var ki, düşman
Gelibolu’dan tamamen sökülüp atılamadı. Ancak dar bir kıyı
şeridinde yerleşip kaldı...
Takviye Alan Düşman ve
19. Tümenin Başarıları
Donanmayla denizden takviye alan düşman güçlerinin komutanı
Hamilton, İngiltere savaş bakanlığına telgraf çekerek yeni kuvvetler
istemişti. Aksi halde siper savaşı olarak bir çıkmaza gireceklerini
söylemişti. İngiliz Deniz Bakanı CHURCHILL (Çorçil) deniz
saldırısına karşıydı. Ama:
– Sonucu felâket de olsa Çanakkale’yi geçmeye hazırız”
diyebilen İngiliz Amiralleri de vardı. 14 Mayıs 1915’de İngiliz Harp
Komitesi “Savaşa devam” kararı almıştı. Bu sırada İtalyanlar da
İngilizler tarafında savaşa girmeye karar vermişlerdi. Deniz Bakanı
Churchıll görevinden uzaklaştırılmıştı.
11 Mayıs 1915 günü cepheye gelen Başkumandan Vekili
Enver Paşa, M. Kemal ile konuşmuş, düşmanın bu bölgeden atılması
görüşünde birleşmişlerdi. 5. Ordu Komutanı Limon Von Sanders de
bu konuda ikna edilmişti.
Düşmanı tamamen denize dökmek amacıyla, 19 Mayıs 1915
sabahı cephedeki bütün Türk kuvvetleri, baskın halinde genel bir
taarruza geçmişti. İlk anda önemli ilerlemeler olmuştu. Fakat bazı
tümenlerin görevlerini önceden plânlandığı gibi yapamamış olması
nedeniyle istenilen başarıya ulaşılamamış ve düşman denize
dökülememişti. Ama, M. Kemal’in komutasındaki 19. Tümen
düşman mevziilerinin büyük bir kısmını ele geçirmiş ve görevini en
iyi şekilde yapmıştı. Fakat sadece 19. Tümenin görevini lâyıkıyla
yapmış olması amaca ulaşılması için yeterli olamamıştı.
120
Rasim Pehlivanoğlu
M. Kemal’in, düşmanı denize dökmek azim ve kararıyla yaptığı
atılımlar, elbette ki tek başına bir sonuç sağlayamazdı. Ancak, bu
hareketler düşmanın ilerlemesini önleyebilmişti.
Mustafa Kemal’in Sözü Dinlenseydi
Eğer, taarruzdan önce M. Kemal’in tahmin etmiş olduğu gibi.
Düşman kuvvetlerinin çıkabileceği yerlere göre Türk kuvvetlerinin
yerleştirilmesi isteği dikkate alınsaydı, herhalde sonuç çok daha
farklı olacaktı... Belki de o gün düşman denize dökülecek ve
Çanakkale’den ayrılmak zorunda kalacaktı.
22 Mayıs 1915’de, ölülerin gömülmesi için ateşkes antlaşması
yapılmıştı... Bundan sonra da aylarca süren pasif siper savaşları
başlamıştı. Ancak bu arada, 9 Haziran 1915 günü 19. Tümene baskın
taarruzunda bulunan düşman güçleri, 27. ve 57. Alayların
mevzilerinde süngüden geçirilerek püskürtülmüştü... M. Kemal,
Çanakkale cephesindeki bu üstün başarıları üzerine 1 Haziran 1915’te
Mirlivalığa (Albaylığa) yükselmişti.
Zafer ve Mustafa Kemal
M. Kemal’in, Çanakkale savaşları sırasındaki durumu
çabuk kavraması, çabuk karar vermesi, verdiği kararı azim ve
irade gücüyle hemen uygulayabilmesi, sorumluluk almaktan ve
inisiyatif kullanmaktan çekinmemesi... gibi hasletleri (meziyetleri),
kendisinin büyük komutan olmak vasıflarını meydana çıkarmıştır.
Doğuda Ermeni Ayaklanması ve Göç Olayı
Batıda Çanakkale savaşları devam ederken, doğudaki Ermeni
ayaklanması için de önlemler alınması ihtiyacını duyan hükümet,
bir kısım Ermenileri savaş bölgesinden dışarı çıkarmak kararını
vermişti. Zira: Ayaklanan Ermeniler düşmanla işbirliği yapıyor, Türk
köylerini basıyor, kitle halinde insanlarımızı öldürüyor, mallarına el
koyuyor, ırzlarına el atıyordu. Savaş halindeki milletimizi arkadan
hançerliyorlardı. Sonradan, büyük bir yaygarayla dünyayı ayağa
kaldıran “Ermeni Soykırımı Olayı”nın aslı budur. Oysa, asıl
soykırımını yapanlar Türkler değil, Ermeniler olmuştur.
Doğu Anadolu’nun Müslüman köylerinde yapılan kazılarda
çıkarılan çok sayıdaki toplu mezarlar, bu Ermeni mezaliminin açık
göstergesidir. Savaş sürerken yapılan bu Ermeni göçü sırasında bir
kısım ölenler olmuştu. Ama, arkalarındaki Ruslara güvenerek,
Türklere yaptıkları zulümler ve işkencelerle öldürülen on binlerce
Türk halkı karşısında bunlar çok küçük kalır.
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
121
b) Çanakkale’de Kara Savaşlarının İkinci Safhası
Kararlı Türk güçleri karşısında gerileyerek kıyılarda mevzilenen
ve siper savaşları veren düşman güçlerinin bir gün yeniden
hareketleneceği, denizden yapacakları yeni çıkarmalarla Türk
güçleri üzerine yükleneceği seziliyordu. Özellikle M. Kemal bu
endişeyi duyuyor ve düşmanının nereden çıkarma yapacağını tahmine
çalışıyordu.
M. Kemal’e göre, düşman Anadolu yakasından ve Saros
Körfezinden değil de, Gelibolu yarım adasını ikiye bölerek
çıkacaktır. Rumeli tabyalarını döverek, Conkbayırı ve Kocaçimen
tepelerini almaya çalışacaktı. Cephenin genişletilmesi düşüncesinde
olan M. Kemal, Kolordu Komutanı Esat Paşaya yazdığı uzun
mektupta görüşlerini detaylı olarak açıklamıştı. Mektupta
anlatılanları yerinde görmek isteyen Esat Paşa cepheye gelmiş ve arazi
üzerinde inceleme yapmıştı. M. Kemal’in tahmin ettiği, düşmanın
çıkacağı yerleri görünce:
– Bu arazide ancak çeteler yürüyebilir” demişti. O gün, M.
Kemal ile bütün deniz sahilini dolaşan komutan, anlatılan ihtimalleri
kabullenememişti. M. Kemal’e:
– Merak etme beyefendi, gelemezler” demek gafletini
göstermişti. Meramını anlatmanın mümkün olamayacağını anlayan M.
Kemal tartışmayı uzatmamış:
– İnşallah efendim, sizin dediğiniz gibi olur” demek zorunda
kalmıştı.
Düşman İtilaf Devletleri Komutanı Hamilton’un kuvvet
isteğine, İngiliz savaş bakanı 8 Haziran’da çektiği telgrafla, “Yeni
ordudan 3 Tümen gönderiyoruz” cevabını vermişti.
21-22 Haziran’da Fransızların, 28 Haziran ve 5 Temmuz’da
İngiliz birliklerinin Türk mevziilerine yaptığı saldırılar kırılmıştı.
12-13 Temmuzdaki saldırıları da durdurulmuştu. Sonuç alamayan
İngiliz komutanı Hamilton, son darbeyi vurmak ve Gelibolu’daki
çıkmazı kırmak için geniş hazırlıklar yapmış ve 6 Ağustos 1915’de
genel taarruza geçmeye karar vermişti. Niyeti, bir gece baskını ile
Kocaçimen ve Conkbayırını ele geçirmekti. Anafartalar üzerinden
ilerleyerek de Türk birliklerini kuzeyden kuşatacaktı.
Ne yazık ki: 23 Temmuz 1915’de Almanya ile Rusya kendi
aralarında barış anlaşması denemesine girmişti. Dostumuz ve
müttefikimiz olan Almanya, İstanbul’u ve boğazları Rus çarına
peşkeş çekerek onu avlamak istemişti. Fakat avlayamamıştı.
122
Rasim Pehlivanoğlu
İngilizlerin Şaşırtmaca Saldırısı –
Kumanda Karışıklığı
5 Ağustos 1915’de saldırı için tüm hazırlıklarını tamamlamış
olan İngiliz kuvvetleri, 6 Ağustos günü, Türkleri şaşırtmak için,
güneyde Seddülbahir bölgesinden saldırıya başlamışlardı. Ama aynı
sırada Arıburnu cephesini topçu ateşi ile dövüyorlardı. Cephenin
güney kanadındaki 16. Tümeni geri atarak Kanlısırt’ı almışlardı. 6-7
Ağustos gecesi 19. Tümene yoğun topçu ateşi ile saldıran düşman önce
ilerleme elde etmişlerse de çabucak toparlanan 19. Tümenin
yüklenmesiyle geriye atılmışlardı. Amaçları, karşılarında en güçlü
olarak gördükleri 19. Tümeni ezerek Conkbayırı ve Kocaçimen
çevresine (dağ silsilesine) hâkim olmaktı. 7 Ağustos sabahı, 19.
Tümen cephesine yeniden saldırıya geçen düşman, ağır kayıplar vererek
geriye atılmış ve hedefe ulaşamamışlardı.
Öte yandan, 6-7 Ağustos gecesi, M. Kemal’in Esat Paşaya
gösterdiği ve kabul ettiremediği Sazlıdere’nin kuzeyinden, 20.000
kişilik İngiliz kuvvetleri karaya çıkmıştı. Maalesef, karşılarında
direnecek kuvvet yoktu... Conkbayırı ve Kocaçimen cephesine
rahatlıkla ilerliyorlardı. Conkbayırı’na 2.5 km. kadar yaklaşmışlardı.
Destek vermek göreviyle, Suğla körfezine çıkan 9. Tümen de gafil
avlanmış ve bir işe yaramamıştı. Kolordu komutanı Esat Paşa
şaşkınlığa uğramıştı. 9. Tümen hemen Conkbayırı’na sevk edilmişti.
8 Ağustos günü sabahı, Conkbayırını önce denizden ve karadan
şiddetle top ateşine tutan düşman, sonra da yaptıkları taarruzla burayı
ele geçirmişlerdi! Bu başarısına çok sevinen Hamilton, hatıra defterine
yazdığı notunda “Bununla yeneceğiz” demişti.
Geçirdiğimiz bu acı tecrübe üzerine, 16. Kolordu yeni bir
düzenlemeye girmişti ve yeni hücumlar başlamıştı. Ama Conkbayırı’na
hâkim olan düşman güçlerine karşı tutunamıyor, geri atılıyordu. Cephe
karmakarışık ve belirsiz bir haldeydi. Orduda bir kumanda
karışıklığı da olmuştu. Oraya gelen her birlik M. Kemal’i arıyor,
ondan çare bekliyordu. M. Kemal ise büyük tehlikeyi yakından
görüyor ve üzülüyordu.
– Kumanda karışıklığı hemen düzeltilmezse tehlike büyür ve
cephe çözülebilir” diye düşünüyordu.
Bu sırada, telefonda arayan Ordu Komutanı Liman Von
Sanders paşa, M. Kemal’e durumu soruyordu. Conkbayırında
durumun nazikleştiğini anlatan M. Kemal:
– Durumun düzeltilmesi için bir an kalmıştır. Bu an da
kaybedilirse felâket pek muhtemeldir” diyor ve düşmanın
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
123
üstünlüğünü dikkate alarak, bütün güçlerin birleştirilmesi gereğinden
söz ediyordu. Ordu komutanı:
– Çare kalmadı mı?” sorusuna, M. Kemal:
– Mevcut bütün kuvvetlerin emrime ve kumandama
verilmesinden başka çare kalmadı” cevabını veriyor.
– Çok gelmez mi?” diye sorunca:
– Az gelir” cevabını alıyordu.
TEK ÇARE:
M. Kemal Anafartalar Grup Komutanı
Durumu inceleyen Başkumandan Liman Von Sanders
kararını vermişti: 8-9 Ağustos gecesi saat 21.50’de M. Kemal’i
arayarak:
– Anafartalar grup kumandanlığını üzerinize almak için
hemen CAMLITEKKE’ye hareket ediniz” emrini vermişti. Aksiliğe
bakın ki: M. Kemal o sırada hastaydı. Sıtma nöbeti yüzünden halsiz
düşmüştü. Ama O, bunu önemsemiyordu. Sadece aldığı büyük
sorumluluğu düşünüyor, verilen görevi kıvançla kabul ediyordu.
Emri alır almaz 19. Tümeni, 27. Alay Komutanı Yarbay
Şefik’e teslim etti. Askere yazdığı veda genelgesinde ise, gayret ve
fedakârlıklarından dolayı teşekkür duygusunu belirtmiş ve başarılar
dileyerek ayrılmıştı... Hiç vakit kaybetmeden aynı gece yarısı,
arkadaşlarıyla birlikte Camlıtekkeye hareket etmişti. Ama
öğrendiler ki, Anafartalar grup kumandanlığı buradan kalkmıştı.
Karargâhın yeni yerini öğrenince atlarına atlayarak dörtnala
sürmüşler ve karargâhı bulmuşlardı. Eski kumandan Fevzi Beyden
(Fevzi Çakmak’dan) kumandayı teslim alan M. Kemal, bütün
kurmay heyetini hemen toplamış, onları dinleyerek görüşlerini
almış, sonra da kararını vermişti:
O gece sabaha karşı saat 04.00’de birliklerine saldırı emrini
vermişti. Emri altında bulunan, çeşitli bölgelerdeki ve çeşitli
tepelerdeki bütün birlikler saldırıya geçmişti. Levazım ve sağlık
hizmetleri için de gerekli emirler verilmiş, tedbirler alınmıştı. M.
Kemal kendisi de 9 Ağustos’ta, günün ilk ışıklarıyla birlikte,
Anafartalar yöresindeki gözleme tepesine varmıştı. Buradan kendi
birliklerinin saldırısıyla, düşman birliklerinin durumunu izlemeye
başlamıştı. Gelişmelerin süratle kendisine bildirilmesini tümen
kumandanlarından istemişti.
124
Rasim Pehlivanoğlu
Bir taraftan Türk kuvvetlerini denizden ve karadan aralıksız
top ateşine tutan düşman, diğer taraftan da karaya yeni birlikler
çıkarıyordu. Ama bütün bunlar, Türk’ün azim ve iradesi
karşısında tutunamıyor ve eziliyordu. İngilizler naçar kalmışlar,
şaşkınlaşmışlardı. Bütün Türk birlikleri kendi bölgelerindeki görevlerini
aksatmadan yerine getiriyor ve düşman elindeki tepeleri bir bir ele
geçiriyordu. Hele 12. Tümen bir tepeden öteki tepeye sıçrıyor ve
başarıdan başarıya koşuyordu. Tepelerden atılan düşmanlar (özellikle
İngilizler) panik halinde sahile doğru kaçıyorlardı. Herkes canını
kurtarma telaşına düşmüştü. Ele geçirdikleri tepeleri kaybeden
İngilizler kıyıya kadar sürülmüşlerdi. Olanları gemiden izleyen
düşman komutanı General Hamilton:
– Bütün bu tehlikeleri, girdiğimiz yerde tutunmak için mi
göze aldık” diye sızlanıyordu. Ancak komutan Hamilton Conkbayırı
ile Kocasinan bölgesi ve Sarıbayır dağ zincirindeki vuruşmaları izliyor,
ümidini kesmiyordu.
– Conkbayırı hala bizim elimizdedir” diye seviniyordu. M.
Kemal ise;
– Bugünkü başarılarımıza rağmen, Conkbayırı düşman
elinde kaldıkça tehlike ortadan kalkmış sayılamaz” diye düşünüyor,
asıl işin Conkbayırında çözüleceğine inanıyordu.
Gözleme yerinden ayrılan M. Kemal, Camlıtekkedeki Liman
Von Sanders’le görüşmeye gitmişti. Bundan sonrası için iki
komutanın düşünceleri birbirine tam uymuyordu. Ama anlayış
gösteren Liman Von Sanders, sorumluluğu M. Kemal’e bırakmıştı.
O gün saat 05.30’da bütün kurmayı ile Camlıtekkeden ayrılan M.
Kemal, üstte bir düşman uçağı tarafından izleniyordu. Atlarıyla yolun
sağına soluna dağılarak düşman uçağına hedef olmaktan kurtulmuşlardı.
Ama ileride, düşman tarafından yollarının tutulduğu ve üzerlerine ateş
açıldığı öğrenilince yön değiştirmişlerdi. Emin yerlerden giderek 8.
Tümen karargâhına varabilmişlerdi. Amacına çabuk ulaşmak
azminde olan M. Kemal o kadar hızlı gidiyordu ki, kurmaylarından
hiçbirisi ona yetişemiyordu...
Conkbayırının Kurtarılması
Karargâhta düşmanın durumu ve Türk birlikleri hakkında bilgi
alan M. Kemal hemen kararını vermişti: Ertesi gün (10 Ağustos
1915’te) Conkbayırı’na taarruz edilecekti... Plânını kurmaylarına
anlatan M. Kemal, düşmanın şiddetli ve acele bir baskınla
yenileceğine inanıyordu. Bunun için kuvvet fazlalığından ziyade
dikkatli olmaya, fedakârca sevk ve idareye ihtiyaç olduğunu
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
125
söylüyordu. Top ve tüfek ateşi yapılmadan, süngü takılarak hücum
yürüyüşüyle askerlerimiz düşman üzerine atılacaktı.
M. Kemal şafak sökerken çadırın üzerine çıktı. Hücuma hazır
olan askerler onu bekliyordu. Saat 04.30’a geliyordu. Gece karanlığı
azalmış, artık hücum anı gelmişti. Ortalık aydınlanmadan önce
düşmana görünmeden hücuma geçilmeliydi. M. Kemal, tümen
komutanı ile hücum safının önüne geçti. Düşmanın mağlup edileceğine
hiçbir şüphesi yoktu. Maiyetine:
– Önce ben ileri gideyim. Kırbacımla işaret verdiğim zaman
siz hep birlikte ileriye atılırsınız” diyordu. Öyle de yapılmıştı.
Düşmanın silah kullanmasına fırsat vermeden, göğüs göğüse
mücadele yapılıyordu. İlk hatta bulunan düşman güçleri tamamen yok
edilmişti!... 4 saat süren çarpışmadan sonra Conkbayırı
düşmanlardan tamamen temizlenmişti!...
Ama, en önemli mevziilerini elden çıkaran düşman
öfkelenmişti. Karadan ve denizden başlattığı yoğun topçu ateşi ile
Conkbayırını cehenneme çevirmişti! Patlatılan büyük çapta topların
attığı gülleler büyük çukurlar açıyor ve her taraf ateşler içinde
kalıyordu!...
Saate İsabet Eden Şarapnel Parçası –
Kovalanan Düşman
O sırada, olup bitenleri savaş meydanında seyreden M.
Kemal’in sağ göğsüne bir şarapnel parçası isabet etmişti.
Çevresindekiler bunu görmüştü. Ama vurulduğunu askerlerin duymasını
istemeyen M. Kemal kimseye bir şey söylememişti. Zira, şarapnel
parçası sadece cebindeki saati parçalamıştı. Üzerinde yalnız bir kan
lekesi bırakmıştı. Böylece savaşın en sıkışık bir anında, bir saat bir
hayat kurtarmıştı!... Kurtarılan bu hayat, bir milletin kurtuluşunda
başrolü oynamıştı.
Öte yanda savaş devam ediyordu. Askerlerimiz habire
düşmanı kovalıyordu. Ama bu da sakıncalıydı. Zira, muharebe
uzarsa askerlerimiz düşman kıtaları arasında kalabilirdi. M. Kemal elde
edilen başarıyla yetinmeyi uygun görmüş ve savaşı durdurmuştu:
– Kıtalarımızla tuttuğumuz hattı sağlamlaştırınız” emrini
vermiş ve tümen komutanı ile karargâha dönmüştü. Alınacak yeni
tedbirleri düşünüyorlardı.
Böylece,
Gelibolu’nun
anahtarı
durumunda
olan
Conkbayırını, iki gün elinde tutan düşman, 10 Ağustos 1915 günü
oradan atılmış, Sığla Gölü ve Anafartalar bölgesindeki dar bir kıyıya
sıkışıp kalmışlardı...
126
Rasim Pehlivanoğlu
Çok zorlu geçen Çanakkale savaşlarında düşmanın
ümitlerini kıran M. Kemal olmuştu. İtilaf Devletlerinin Rusya’ya
yardım yolu kapatılmıştı. Conkbayırını elinden kaçıran General
Hamilton’un hayalleri yıkılmıştı. Türklerin iyi komuta edildiğini
itiraf eden Hamilton:
– İyi komuta edilen ve yürekle savaşan Türk ordusunun
karşısında olduklarını” söylüyor ve kendisini bununla teselli
ediyordu... O güne kadar İngilizlerin unuttuğu veya düşünemediği
gerçek, Türk askerinin tarihsel kahramanlığı ve bu kahramanlığı
yönlendiren Gazi M. Kemal faktörü idi!...
Direnci Kırılan ve Çanakkale’den
Çekilen İngilizler
Bütün yenilgilerine rağmen, İngilizler hâla savaştan
vazgeçmiyordu. Mısır’dan getirttikleri yeni bir tümen ve önceki bütün
kuvvetleriyle 21 Ağustosta yeniden saldırıya geçtiler. Fakat büyük
kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldılar. 27 Ağustostaki
yeniden saldırıları da geri püskürüldü. Bu saldırıdan sonra,
Çanakkale savaşları tam bir siper savaşı haline dönüşmüştü.
15 Ekimde, Hamilton Çanakkale harekât komutanlığından
alındı. Yeni tayin edilen İngiliz komutanı, Gelibolu’daki çıkartma
alanlarını geziyor ve bilgi alıyor. Bu geziden sonra Çanakkale’den
çekilme kararında oldukları seziliyordu.
Ekim sonlarında, Başkomutan Enver Paşa cepheyi ziyaret
ediyor. Fakat M. Kemal’in karargâhına uğramıyor. Bunun üzerine
M. Kemal istifa mektubunu gönderiyor. Fakat Ordu Komutanı
Liman Von Sanders, “Osmanlı ordusunun ona ihtiyacı olduğundan”
bahisle istifayı kabul ettirmiyor. Hatasını anlayan Enver Paşa, bir
nevi özür dileyen:
– Rahatsızlığınızı işittim, müteessir oldum” ifadesini de içine
alan bir yazı ile meseleyi kapatıyor.
Düşmanın çekileceğini öncelikle sezinleyen M. Kemal, onların
sessizce kaçmalarına fırsat vermemek için, bütün cephelerde
şiddetli bir taarruza geçmeyi teklif etmişti. Fakat tahminindeki isabeti
üst makamlara kabul ettirememişti:
– İsraf edilecek tek bir erimiz yoktur” denilerek ret cevabı
almıştı. Bunun üzerine, 10 Aralık 1915’de yeniden istifasını Ordu
Komutanına bildiren M. Kemal’in istifası, Liman Von Sanders
tarafından kabul edilmemiş, hava tebdiline çevrilmişti.
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
127
M. Kemal’in tahmini gene doğru çıkmıştı: İngilizler 19
Aralık 1915 günü hiçbir kayıp vermeden çekilip gitmişlerdi. Yeni
kolordu komutanlığına atanan Alman Generaline, “taarruz edelim”
önerisinde bulunan M. Kemal, isteğini kabul ettirememiş ve
İngilizlerin korktukları başlarına gelmemişti. Hiçbir müdahale
görmeden rahatça Çanakkale’den ayrılmışlardı. Fırsatın kaçırıldığına
inanan M. Kemal bu duruma çok üzülmüştü!... Artık oradan
ayrılmalıydı. Zaten elinde hava tebdili raporu vardı.
ÇANAKKALE GEÇİLEMEDİ
Çanakkale geçilmezdi,
Bunca masraf, bunca zahmet,
Bunu düşman bilemezdi.
Geçemeyince boğazdan,
O muazzam donanmayla
Vazgeçip de gitmediler
Boğazlardan geçemezdi...
Saldırdılar hep karadan.
Koca koca vapurlarla
Saldırdılar tabyalara
Mayınlar ve bombalarla
Gömüldüler bol sulara!
Gafil avlamak isterken
Mehmetçiği uykusunda...
Kahraman Türk askerini
Bulmuşlardı karşısında!...
Mehmetçikle çarpışarak
Mevsimler geçti aradan...
Sonucunda duramayıp
Çekip gittiler buradan!...
Rasim Pehlivanoğlu
3) Düşmanların Yenilgisiyle Sonuçlanan
Çanakkale Savaşlarının Özeti
Denizde ve karada bir yıla yakın devam eden Çanakkale
savaşları, üstün düşman güçlerine rağmen Türklerin zaferiyle
sonuçlanmıştır. İngilizlerin 13 Ocak 1915 günü Londra’da yapılan
savaş kongresinde, Çanakkale’nin geçilmesi ve İstanbul’un alınması
kararıyla başlamış sayılan Çanakkale savaşları, önceden hazırlanan
plâna göre, Şubat 1915’de ilk hedef olarak seçilen Gelibolu
yarımadasının bombardıman edilmesiyle uygulamaya geçilmişti.
Çanakkale savaşları iki safhada devam etmiştir.
Deniz Savaşları (16 Şubat - 18 Mart 1915)
16 Şubat 1915’de, o güne kadar en büyük deniz gücü olarak
görülen İngiliz ve Fransız gemilerinin Çanakkale Boğazı önünde
toplanmaya başlaması ve 19 Şubatta da saldırıya geçerek uzun menzilli
toplarıyla Türk tabyalarını bombalamasıyla deniz savaşları
başlamıştır. Büyük direnç gösteren Türklerin azim ve irade gücü
karşısında âciz kalan büyük düşman kuvvetleri, sonuçta yenilgiyi
kabul etmişler. Batırılan o koca koca gemilerden arta kalanlarıyla,
18 Mart 1915 günü birbiri ardı sıra Çanakkale Boğazını terk edip
128
Rasim Pehlivanoğlu
gitmişlerdir. İtilaf Devletlerinin, Çanakkale Boğazını
İstanbul’u almak hayalleri böylece suya düşmüştür.
geçerek
Kara Savaşları da İki Safhalı Olmuştur
(23 Nisan – 9 Haziran 1915)-(6 Ağustos - 19 Aralık 1915)
Çanakkale’de deniz savaşını kaybederek İstanbul’a ulaşmak
ümidini yitiren İngiliz, Fransız kuvvetleri bu sefer de çok sayıdaki
Anzak birliklerinden oluşan kuvvetleri de aralarına alarak, her
türlü imkâna sahip büyük bir ordu ile karadan harekâta
geçmişlerdi. Sonu, düşmanların yenilgisiyle biten Çanakkale kara
savaşları da iki safhalı devam etmiştir.
Birinci Safha Kara Savaşları
Bütün hazırlıklarını tamamlayan üstün düşman kuvvetleri,
denizdeki güçlü donanmalarının desteğinde, karadan saldırmak üzere 23
Nisan 1915 günü, Kandiya ve Mondros limanlarından harekete
geçmişler. 25 Nisan sabahı saat 03.30’da top atışlarıyla birlikte
karadan çıkarma yapmaya ve ilerlemeye başlamışlardı. Fakat
karşılarında, vatan için ölüme hazır bekleyen Mustafa Kemal’i ve
onun yetiştirdiği fedakâr 57. Alayı ve bu alayın bağlı olduğu 19.
Tümeni bulmuşlardı. Kara savaşları Gelibolu’nun değişik bölgelerinde
ve değişik tepelerinde, bütün şiddetiyle haftalarca devam etmişti.
Her ne pahasına olursa olsun, Çanakkale’yi geçmeye kararlı olan
düşman kuvvetleri, “Ölürsem şehit, kalırsam gazi” inancında olan
Mehmetçiklerin 19 Mayıs 1915 günü, baskın halindeki taarruzları
karşısında
tutunamayarak
kaçmışlar
ve
kıyıya
kadar
kovalanmışlardı. Kıyıda siper savaşları veren düşman, 9 Haziranda
yeni bir çıkış denemesi yapmışsa da M. Kemal’in 19. Tümenine bağlı
27. ve 57. Alayların mevzilerinde süngüden geçirilerek püskürtülmüşler,
kıyıdaki siperlerine çekilerek beklemeye başlamışlardı.
Savaşın bir numaralı kahramanı olan M. Kemal, 1 Haziran
1915’te ALBAYLIĞA yükselmişti.
İkinci Safha Kara Savaşları
Kıyıda siper savaşları veren düşman, ara sıra çıkışlar yapıyorsa
da netice alamıyordu. 6 Ağustos 1915’te büyük taarruza karar veren
düşman bazı taktikler kullanarak 6-7 Ağustos gecesi bütün güçleriyle
saldırıya geçmiş, 7-8-9 Ağustos günleri şiddetli çarpışmalar
olmuştu. Başta M. Kemal olmak üzere, Mehmetçikler özverili
savaşlar vermişlerdi.
İsteği kabul edilerek, Anafartalar grup kumandanlığına tayin
edilen ve bütün güçleri emrinde toplayan M. Kemal, 8-9 Ağustos
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
129
gecesi, sıtma nöbetine rağmen, bölgeden bölgeye koşarak,
komutasındaki güçlerle düşman elindeki tepeleri tek tek ele
geçiriyor ve düşmanı denize doğru kovalıyordu. Ama asıl sorun
Conkbayırı’nda çözülecekti.
Ertesi gün (10 Ağustos 1915’de), acele ve şiddetli bir baskınla
ve dikkatli bir idareyle, Conkbayırı cephesinde düşmana saldırıldı:
Denizdeki donanmasından devamlı destek alan düşmanın var
gücüyle direnmesine rağmen, Conkbayırı da ele geçirildi. Böylece
Gelibolu’nun anahtarı durumunda olan Conkbayırı kurtarılmış oldu.
Göğüs göğüse yapılan süngü savaşında yok edilen düşman askerlerinin
kaçabilenleri kıyıdaki mevzilerine sığınmıştı. Bu olaydan sonra gene
siper savaşları başlamış ve aylarca sürmüştü...
Türk askerinin kahramanlığı ve komutan M. Kemal’in
dirayetli idaresi karşısında âciz kalan ve ümidini yitiren düşman,
nihayet Çanakkale’den çekilmeye karar vermişti. 19-20 Aralık 1915
gecesi, Türklerden hiçbir müdahale görmeden Arıburnu ve Anafartalar
bölgesinden, 8-9 Ocak 1916 gecesi de Seddülbahir bölgesinden çekilip
gitmişlerdi.
Böylece, Çanakkale savaşları sona ermiş ve Türk kahramanlığı
tarihin altın sayfalarına geçmişti. M. Kemal de komutanlık dirayetini
bu savaşlarda göstermiş, “Anafartalar ve Conkbayırı Kahramanı”
olarak tarihteki yerini almıştı.
Çanakkale Savaşlarının Bilânçosu
Çanakkale savaşları, her iki taraf için de çok pahalıya
malolmuştur. Bu savaşlar sonunda Türklerin insan kaybı şehit,
yaralı, hastalıklı, sakat ve kayıp olmak üzere 190 bin kişiye
varmıştı. (250 bin olduğunu yazanlar da vardır)
Düşman devletlerinin insan kaybı ise ölü, yaralı ve kayıp
olmak üzere 145 bin kişiyi bulmuştu. Ayrıca, koca koca zırhlı
gemileri de batırılmıştı.
Çanakkale savaşlarında düşmanımız İtilâf Devletleri, maddî
savaş gücü bakımından sonsuz kaynaklara sahipti. Türkler ise, o kadar
fakirdi ki: Düşmandan alabildikleri araç ve gereçlerle tahkimat
yapıyor ve savaş veriyorlardı... Türk askerlerinin inancı, azim ve
kahramanlığı onların moral gücü oluyordu. Yokluğa ve yoksulluğa
karşı dirençlerini arttırıyordu. “Ya ölüm, ya kalım!...” bilinci ve inancı
ile çarpışan Mehmetçikler karşısında tutunamayan düşman güçleri,
korkuyla titreşerek ve arkalarında yüz binlerce ceset bırakarak kaçıp
gitmişlerdi!...
Rasim Pehlivanoğlu
130
KABUL EDELİM Kİ: Çanakkale zaferlerinin baş önderi M.
Kemal olmuştur. İngiliz Deniz Bakanı Çorçil’in “KADERİN
ADAMI” olarak tanımladığı M. Kemal, insanları hizmete sürmesini
ve onların kalplerini kazanmasını pek iyi bilen ve başaran bir
kumandandı. Ayrıca O, kadir bilen bir önderdi. Arkadaşı Fahri
Belen’in belirttiği gibi:
– M. Kemal, mümkün ile mümkün olmayanın sınırını iyi
çizmiş ve bunun için de, atılgan - hırslı serdarların akıbetine
uğramamıştır.”
Kazanılan
noktalayalım.
efsanevî
Çanakkale
ÇANAKKALE GEÇİLMEZ
Devden savaş gemileri,
Yüzüp aşmış denizleri.
İstanbul’u almak için,
Yemin etmiş askerleri.
Sen, onların karşısında,
Mehmetçik senin yanında
Yurdum diye savaşırken
Binler öldü kahramanca...
Etten duvar oluşturdun...
Büyük deha konuşturdun.
Karamsar bir günümüzde,
Bir zafere kavuşturdun.
“Çanakkale hiç geçilmez!”
Şarkı oldu bu söz bize.
“Mustafa Kemal yenilmez!”
Destan yazdı kalbimize.
O savaşlar bir sınavdı,
Türk askeri verdi bunu.
Bütün dünyaya duyurdu,
Soylu kandan olduğunu.
Bundan böyle Türk ulusu,
Hiç unutmaz o günleri...
Sende bulduk kurtuluşu,
Bayramları, düğünleri...
MUSTAFA KEMAL, KOMUTAN
CEPHELERDE DESTAN YAZAN (4)
4
İbrahim Şimşek: M. Kemal Bir Destan, İstanbul – 1992, s.22
zaferini
iki
şiirle
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
131
4) M. Kemal İstanbul’a Gidiyor
Bu olaydan sonra M. Kemal, Anafartalar grup komutanlığını
Albay Mustafa Fevzi’ye (Fevzi Çakmak’a) bırakarak, yaralı taşıyan
bir gemiyle Gelibolu’dan İstanbul’a hareket etmişti. Kendisine
ayrılan kamerada, aylardan beri süregelen yorgunluğunu giderecek derin
bir uykuya dalacağını ve gözlerini açtığı zaman İstanbul’da olacağını
sanıyordu. Ama öyle olmadı. Uyumaya çalışırken o kanlı savaşları
yeniden yaşamaya başlıyordu... Uyuyamayınca, kalktı geminin
güvertesine çıktı. Bir ara hayallere daldı: Artık o eski M. Kemal
değildi. İki kere İstanbul’u işgalden kurtaran bir kahraman olarak
İstanbul’a
dönüyordu...
Kim
bilir
İstanbul’da
nasıl
karşılanacaktı?... Artık Paşalık rütbesini de hak etmişti. Başkumandan
Enver Paşa kendisine Osmanlı büyük nişanını takabilirdi...
Düşünüyordu ki: Memleketi idare edenler artık kendisini
dinlemeli ve görüşlerine saygı göstermeliydiler. Zira, memleketin
menfaati bunu gerektiriyordu. Gene düşünüyordu ki: Padişah,
Sadrazam, Başkumandan vekili nereye gidildiğini göremiyorlar ve
kurtuluş için geçerli bir çare düşünemiyorlardı. Ama bunu düşünecek
birisine mutlaka ihtiyaç vardı!...
M. Kemal İstanbul’da Beklediğini Bulamıyor
M. Kemal, bu ve benzeri duygu ve düşüncelerle meşgul iken,
bindiği gemi İstanbul’a varmıştı. Ama onu hiç kimse
karşılamamıştı. Bütün hayalleri altüst olmuştu. Tek başına annesiyle
kız kardeşinin oturduğu Beşiktaş – Akaretler’deki evine gitmişti.
Annesi Zübeyde Hanım oğlunu özlemle bağrına basmıştı. Kardeşi
Makbule ile üvey yeğeni Fikriye etrafında sevinçle dönüyorlardı.
Ertesi gün çıkan gazetelerde de M. Kemal’in İstanbul’a
gelişinden hemen hiç bahsedilmiyordu. Üstelik, Harp mecmuasının
(dergisinin) kapağındaki resmi çıkartılmış, yerine Liman Von
Sanders’in resmi konulmuştu. Niçin böyle oluyordu? İstanbul’u
kurtaran M. Kemal’e karşı İstanbul’daki bu soğuk havanın sebebi
ne olabilirdi?... Dahası vardı: Mirlivalığa (Tuğ Generalliğe) terfi
edilmesi için gerekli belgeler hazırlanmış olmasına rağmen,
Başkumandan Enver Paşa bunu elde tutuyor, Padişah iradesine
sunmuyordu. İçişleri Bakanı Talat Beyin hatırlatması üzerine, Enver
Paşanın verdiği cevap ilginç olmuştu:
– M. Kemal’in terfi iradesi cebimdedir. Ama siz onu
bilmezsiniz. O hiçbir şeyle memnun olmaz. Mirliva olur, Feriklik
ister. Ferik olur, Müşirlik ister. Müşir yaparsınız, bununla da
yetinmez Padişahlık ister” demişti.
132
Rasim Pehlivanoğlu
Enver Paşa bu cevabıyla, M. Kemal’e karşı şuur altında
yerleşen duygularını ve kıskançlığını ortaya dökmüş oluyordu.
İstanbul’da Mustafa Kemal’in Temasları
M. Kemal, memleketin durumunu konuşmak üzere gittiği
harbiye nazırlığında, Nazır Halil Bey durum hakkında iyimser
konuşuyordu. Ama M. Kemal:
– Durum sizin gördüğünüz gibi parlak değildir” demiş,
memleketin ve her şeyin mahvolmak üzere olduğunu anlatmıştı. “Bu
tenkitlerini Başkumandan vekili Enver Paşaya söylemesini” isteyen
Harbiye Nazırına, M. Kemal:
– Beyefendi, farkında değil misiniz ki bu memlekette artık
millî bir Erkan-ı harbiye yoktur. Bir Alman Erkan-ı Harbiyesi
vardır. O Alman Erkan-ı Harbiyesi ki, Türk ordusunda ilk icraat
olarak, benim gibi bir askeri tard etmek kararını vermiştir. Beni o
heyete mi göndermek istiyorsunuz” demişti. (5)
Harbiye Nazırının, kabinede (hükümette) kendisinden şikayette
bulunduğunu öğrenen M. Kemal, uyarılarına kimsenin aldırış
etmediğini görmüş ve:
– Anlaşıldı. Bana İstanbul’da yapacak iş yok” diye
düşünmüştü. Duyduğu üzüntüyle, başını dinlemek için Sofya’ya
gitmişti. Sofya’da eski Türk ve Bulgar dostlarıyla buluşuyor ama o eski
havayı bulamıyordu. 10 Ekim 1915’te Almanların safında savaşa
katılan Bulgarlar, bunun karşılığı olarak (müttefikimiz) Almanlardan
Meriç nehrinin batısındaki Osmanlı topraklarının kendilerine verileceği
vaadini almışlardı... M. Kemal için ne acı bir haber değil mi?
O sırada M. Kemal, Edirne’deki 16. Kolordu Komutanlığına
tayin edilmişti. 15 Ocak 1916 günü, kolorduya bağlı 12. Tümenin
başında Edirne’ye giren M. Kemal, halkın coşkun tezahüratıyla
karşılanmıştı. O gün Edirne’de bir bayram havası yaşanmıştı.
İstanbul’da bekleyip de göremediği ilgiyi Edirne’de gören M.
Kemal çok duygulanmıştı! Milletimizin kadir bilirliğine bir kere daha
inanmıştı...
5
Orhan-Erhan Dündar: M. K. Atatürk 8 - Çanakkale Geçilmez, Ank. - 1999 s. 59
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
133
d- Doğuda Yeniden Başlayan Osmanlı – Rus
Savaşı ve Mustafa Kemal
Doğu Anadolu’da, geçen yıl işgal ettikleri yerlerde mevzilenen
Ruslar, Çanakkale’de boşalan Türk birliklerinin Doğu Anadolu’ya
getirileceği endişesiyle bir an önce faaliyete geçerek Erzurum’u
almak, Doğu Anadolu’yu ele geçirmek İran’daki İngiliz - Hint
kuvvetleriyle birleşmek istiyorlardı. Rus çarının amcası Nikola’nın
komuta ettiği birliklerle, 11 Ocak 1916’da baskın halinde saldıran
Ruslar, 3. Ordunun cephesini yararak ilerlediler. 16 Şubat 1916’da
Erzurum’u işgal ettiler.
Trakya’dan, Ahmet İzzet Paşa Komutasındaki 2. Ordu, Ruslarla
savaşmak ve Erzurum’u geri almak üzere Van Gölü - Muş hattı
bölgesine gönderildi. 2. Ordunun emrinde olan M. Kemal’in 16.
Kolordusu da Doğu Anadolu cephesinde görevlendirilmiş oldu. 16.
Kolordu, 27 Şubat 1916’da Edirne’den ayrılmıştı. M. Kemal yolda
iken, 1 Nisan 1916’da MİRLİVALIĞA (Tuğ Generalliğe) terfi
ettirilmişti. Artık O, bundan sonra M. Kemal Paşa olarak anılacaktı.
17 Mayıs 1916’da Karadeniz kıyılarından saldırıya geçen
Ruslar, yığınağını tamamlayamamış olarak gafil avlanan 3. Orduyu
yenerek Erzincan’ı almış, şehrin 2. Ordu ile irtibatını kesmişti. Bu
sefer de, gene yığınağını tamamlayamayan 16. Kolorduya saldıran
Ruslar, asıl kuvvetleriyle 8. Tümene yüklenerek Muş’un
güneyindeki KULP Boğazına çekilmelerini sağlamıştı.
Ama M. Kemal Paşa, 2. Ordu kumandanlığından aldığı
emirle, Muş ve Bitlis’e taarruza geçmişti. Onu takip eden 2. Ordu bütün
birlikleriyle, 2 Ağustos günü, 80 km.lik cephede genel taarruza
geçmişti. Başarılı geçen taarruzda, M. Kemal’in 16. Kolordusu
Tatvan ve Muş’un kuzeyine varmış, 7-8 Ağustosta Muş’u ve Bitlis’i
düşman işgalinden kurtarmıştı. Kaçan Ruslar, bozgun halinde 20-30
km. kuzeye çekilmişlerdi.
Bu savaşta gösterdiği başarıdan dolayı M. Kemal Paşaya
“ÇİFTE KILIÇLI ALTIN İMTİYAZ MADALYASI” verilmişti.
Amerika Birleşik Devletleri ve Ermeniler
İtilaf Devletleri, Amerika Birleşik Devletlerinin kendi
yanlarında savaşa girmesini istiyordu. O güne kadar tarafsız kalan
ABD’yi ikna etmek için, önce İngiliz propaganda servisinin
uydurduğu, Türklerin Ermenileri öldürdüğüne dair “Ermeni
Soykırımı” yalanını ortaya atmışlar ve bu yalan iddiayı maharetle
yaymışlardı. Bu iddianın yalan olduğu savaş sonrasında açıklanmıştı.
Ama etkisini silmek mümkün olamamıştı ve halâ da olamamaktadır.
134
Rasim Pehlivanoğlu
Ermenileri Türklere kırdırmak istemeyen Amerika Birleşik
Devletlerini, böyle bir taktikle yanlarına çekmişlerdi. Oysa, asıl
soykırımı yapanlar, Rusları arkalarına alan Ermeniler olmuştur. Türk
köylerini basan Ermeni çeteleri on binlerce insanımızı vahşice
öldürmüş ve toplu mezarlara gömmüşlerdi. Türk hükümetinin tepkisi
ise, bizi arkadan hançerleyen Ermenileri savaş çevresi dışına göçe
zorlamak olmuştur.
M. Kemal 2. Ordu Komutanı
1916 yılı sonlarında, Ahmet İzzet Paşa izinli olarak ayrılınca,
M. Kemal Paşa 2. Ordu Komutan Vekili olmuştu. 2. Ordu
karargâhına giden M. Kemal, Kurmay Başkanı Albay İsmet (İsmet
İnönü) tarafından karşılanmıştı. Albay İsmet: Elverişsiz bir yerde
bulunan ordunun yiyecek, giyecek ve silah sıkıntısı çektiğini anlatmıştı.
Verilen karar üzerine, ordu gerilere çekilerek daha elverişli bir yere
taşınıyordu. Ordunun en arkasında giden M. Kemal, yanı başındaki
bir erin kızgınlıkla:
– Ben kafiri öldürüyordum. Niçin bizi geri çekerler? Ne
korkakmış bu kumandan. Kim bilir şimdi nereye kaçmıştır?” diye
konuştuğunu işitmişti. M. Kemal kendisini tanıtınca er şaşırmıştı. Ama,
kumandanını yanı başında yürürken görünce de sevinmiş, moral
bulmuştu...
Mekke Şerifi İsyanı
Bu sıralarda, İngilizlerle anlaşan Mekke Emîri Şerif Hüseyin
ayaklanmış ve Hicaz’ı ele geçirmişti. M. Kemal Paşa, bu sefer Hicaz
Kuvvetleri Kumandanlığına tayin edilmişti. Şam’a giderek, 4. Ordu
komutanı Cemal Paşa ile buluşmuş, durumun önemini konuşmuşlardı.
Tedbir olarak, o bölgedeki (Medine dahil) bütün kuvvetlerin kendi
komutası emrine verilmesini istemişti. Ama Enver Paşa ile konuşan
Cemal Paşa, Hicaz’ı savunmaya muktedir olamayacaklarına ve
Medine’yi de boşaltmalarına karar vermişlerdi.
Boşaltma işini üzerine almak istemeyen M. Kemal, bu işin orayı
bilen bir başkasına verilmesini istemişti. İsteği kabul edilen M. Kemal,
5 Mart 1917’de 2. Ordu komutanlığına asil olarak getirilmiş ve
Kafkas cephesine dönmüştü.
10 Mart 1917’de İngilizler Bağdat’ı işgal etmişlerdi.
Almanlar, bir Tugay gücündeki birliğini Türklere yardım için
göndermişlerdi. O sırada 7 Türk Tümeni ise Almanlar için
Galiçya’da, Romanya’da ve Makedonya cephesinde savaş
vermekteydiler.
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
135
Rusya’da Bolşevik (Komünist) Ayaklanması
ve Şark Meselesi
12 Mart 1917’de Rusya’da büyük bir ayaklanma başlamıştır.
Bolşevik ayaklanmasıyla kendi başı derdine düşen Rusya Türklerle
savaşı bırakmış, geri çekilmiş ve kendi içişlerine dönmüştü. Bu
nedenle, Kafkas Cephesinde uzun bir dinlenme devresine girilmiştir.
O günlerde Avrupalı büyük devletler kendi aralarında
toplanarak, “Şark Meselesi” dedikleri, Osmanlı topraklarının
paylaşılması sorununu konuşmuşlar ve aralarında anlaşmışlardı...
e- Güney Cephesi – Yıldırım Orduları Grup
Kumandanlığı ve Mustafa Kemal
Ordularımız Filistin - Bağdat üzerine yapılacak sefere
hazırlanıyordu. Bunu temin için, Enver Paşanın emriyle, 6. Ordu ve
yeni kurulan 7. Ordudan oluşan “Yıldırım Orduları Grubu”
kurulmuş ve başına Alman Generali Mareşal Falkenhayn getirilmişti.
M. Kemal de 5 Temmuz 1917’de 7. Ordu komutanlığına atanmıştı.
Halep’e gelmiş, ordunun aksaklıklarını gidererek göreve hazır duruma
getirmişti.
Suriye, Filistin ve Arabistan’ın tek sorumlusu olan ve sömürgeci
gibi davranan Yıldırım Orduları Grup Komutanı Falkenhayn’ın
tutumunu beğenmeyen M. Kemal durumu hazmedemiyor ve
sinirleniyordu. Bir şeyler yapılmasını düşünüyordu. Enver Paşaya
yazdığı 20 ve 24 Eylül 1917 tarihli iki raporla durumu bildirmiş olan
M. Kemal, bütün Suriye ve Hicaz’ın sorumluluğunun, kendi
evlâtlarımızdan birisine verilmesi gerektiğini savunuyordu. Ama,
Falkenhayn’ın bu işi başaracağına çok inanmış olan Enver Paşa, M.
Kemal Paşanın raporuna itibar göstermemişti. Aslında, Osmanlı
İmparatorluğunun parçalanacağına dair bir ihtar niteliğini taşıyan M.
Kemal’in raporları gereği gibi değerlendirilmemişti.
Bu
durumda,
Mareşal
Falkenhayn’ın
emrinde
çalışamayacağını anlayan M. Kemal, 7. Ordu komutanlığından
ayrılmaya karar vermişti. Tekrar 2. Ordu Komutanlığına getirilmek
istenmişti. Onu da kabul etmeyince, kendisine 1 ay müddetle izin
verilmiştir. M. Kemal izinde İstanbul’a gitmek istiyordu, ama parası
yoktu. Elindeki atlarını satmak istedi, alan olmadı. Nihayet Cemal
Paşaya ucuz fiyatla sattı. Aldığı 2000 altınla İstanbul’a doğru yola
çıktı.
İngilizler 110 bin kişilik ordusu ile, 31 Ekim 1917’de taarruza
geçmişti. M. Kemalsiz kalan Osmanlı kuvvetleri sadece 36 bin
kişiydi. Arapların da yardım ettiği İngilizler Türklerle
kıyaslanamayacak oranda araç üstünlüğüne sahipti. İki ordu
136
Rasim Pehlivanoğlu
arasında çok sert ve çetin muharebeler olmuş, Türk kuvvetleri çekilmek
zorunda kalmıştı. Bu suretle Kudüs ve bütün Filistin İngilizlerin
eline geçmişti. (İleride güney cephesine yeniden dönülecektir.)
Mustafa Kemal’in Veliaht Vahdettin’le
Almanya Seyahati
İzinli gelen M. Kemal’i İstanbul’dan uzaklaştırmak
isteyenler için bir fırsat bulunmuştu. Alman imparatoru tarafından,
Almanya karargâhına davet edilen padişahımıza vekâleten Almanya’ya
gidecek olan Veliaht Vahdettin’in refakatinde bulunması M.
Kemal’e teklif edilmişti. Böyle bir seyahati kendisi için faydalı gören
M. Kemal teklifi hemen kabul etmişti. Bu yolla Veliaht Vahdettin’i
etkileme fırsatı bulabileceğini düşünüyordu ve seviniyordu.
15 Aralık 1917’de tren ile Sirkeci’den yola çıktılar. Yolda
Vahdettin, M. Kemal’i kompartımanına davet ediyor. Ayakta
beklediği M. Kemal’e yer gösteriyor, iltifat ediyor:
– Siz İstanbul’u kurtaran bir kumandanımızsınız. Beraber
seyahat etmekte olduğum için çok memnun ve sevinçliyim...” diyor.
Seyahat boyunca sık sık bir araya gelerek aralarında sürekli konuşmalar
geçiyor. Bu konuşmalarda, M. Kemal Veliaht’ı çok olumlu
buluyor...
Alman karargâhına vardıklarında, Vahdettin M. Kemal’i
İmparatora takdim edince, İmparator hemen gülümseyerek:
- 16. Kolordu! Anafartalar!...” sözleriyle heyecanını
belirtiyor ve M. Kemal’e iltifat ediyor. Orada bulunan herkesin gözü
M. Kemal’e çevriliyor.
Ertesin gün, Alman Başkomutanı Hindenburg’u ziyaret
ediyorlar. Hindenburg, bir ara devam eden savaş hakkında iyimser
şeyler söylüyor. Fakat M. Kemal, bu iyimserliğe aynen katılamıyor ve
nedenini açıklıyor...
Başka bir gün, İmparator Veliaht Vahdettin’i ziyarete
geliyor. Türkiye ve Türkler hakkında güzel şeyler söylüyor. Türk
dostluğundan övgüyle söz ediyor. Türklerin sadık müttefik olduklarını
anlatıyor.
– Beyanatlarınız bize teselli vermiştir” diyerek söze başlayan
M. Kemal, bir noktaya daha açıklık getirilmesini istiyor ve:
– Türkiye’ye karşı düşman tecavüzleri durdurulamayarak
ilerlemektedir. Eğer bu darbeler muvaffak (başarılı) olursa Türkiye
mahvolacaktır. Bu darbeleri durdurmak için teminat ifade eden
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
137
beyanatlarınızı dinleyemedim. Lütfen bu hususta beni aydınlatır
mısınız?” diyor.
Böyle bir çıkıştan hoşlanmayan Alman İmparatoru KAYZER
WILHELM ayağa kalkarak, Veliaht Vahdettin’e hitaben:
– Anlıyorum ki, sizin zihninizi karıştıranlar var. Ben Alman
İmparatoru olarak gelecekteki başarılardan bahsettikten sonra
şüpheniz kalır mı?” diyor. Yerine oturmadan salonun kapısına doğru
yürüyor ve gidiyor!...
O akşam, Veliaht Vahdettin onuruna verilen yemekte M. Kemal
Alman Başkomutanı Mareşal Hindenburg’la Suriye cephesini
konuşuyor. M. Kemal, alınan raporların gerçeğe uymayabileceğini
söylüyor ve:
– Önemseyerek yapmakta olduğunuz büyük taarruzla, elde
etmeyi ümit ettiğiniz hedef ve maksadınız nedir?” diye soruyor.
Konuyu kapatmak isteyen Mareşal:
– Ekselans, size bir sigara takdim edebilir miyim?...” diyerek
konuyu geçiştiriyor.
M. Kemal bir ara, İmparatorla konuşan Vahdettin’in yanına
gidiyor. Türkçe olarak:
– Konuştuğunuz Alman İmparatorudur. Endişelerinizi
giderecek bir tek şey söyledi mi?” diye soruyor.
– Hayır” cevabını alıyor. Bunun üzerine M. Kemal:
– Konuşmaya devam ediniz. Bütün endişelerinizi İmparatora
söyleyiniz, memnun olmasa bile... Hiç olmazsa Türkiye’de de
hakikati görenler olduğuna inanacaktır” diyor
– Öyle yapıyorum” cevabını alıyor.
Birkaç gün sonra Türk heyetini etkilemek isteyen Almanlar, batı
cephesini gezdiriyorlar. M. Kemal yanındaki subaya, düşman
karşısında aldıkları tertibatı soruyor. Aldığı cevaplar karşısında
şaşırıyor;
– O halde tehlikedesiniz” diyor ve bu görüşünü subaya da
kabul ettiriyor.
Bu gezide cepheleri de gözlemiş olan M. Kemal, savaşın
sonunun olumsuz olacağını daha iyi görmüş ve üzülmüştür.
O akşam, ADLON otelinde gazetecilerle konuşma yapıyorlar.
Gazeteciler gidince salonda Veliahtla başbaşa kalan M. Kemal’e
Vahdettin:
138
Rasim Pehlivanoğlu
– Ne yapmalıyım” diye soruyor. M. Kemal Türk tarihinin bazı
safhalarından söz ediyor ve sonunda kendisinden bir şey istiyor:
– Almanya’da gördünüz ki: İmparator, Veliaht ve Prenslerin
hepsi bir iş üzerindedirler. Neden siz bütün işlerden uzak
kalasınız?” diye sorarak Vahdettin’i düşündürüyor. İstanbul’a gidince
bir ordu kumandanlığını istemesini teklif ediyor. Kendisinin de,
Ordunun Erkan-ı Harbiye Reisi (Genel Kurmay Başkanı) olabileceğini
ifade ediyor. Veliaht Vahdettin’den:
– İstanbul’a varınca düşünürüz” cevabını alıyor.
Türk heyetinin Almanya gezisi 5 Ocak 1918’de sona eriyor,
dönüş yolculuğu başlıyor.
M. Kemal’in Böbreklerinden Hastalığı
ve Yeni Gelişmeler
M.
Kemal
İstanbul’a
dönünce
böbreklerinden
rahatsızlanmıştır. Bir ay kadar yatıyor, tedavi görüyor. Ama iyi
olamıyor.
Tavsiye
üzerine
Viyana’ya
gidiyor.
KOTAJ
Sanatoryumunda bir ay yattıktan sonra KARLSBAD’a gidiyor.
Tedavisi burada yapılıyor. Ancak 27 Temmuz 1918’de ayrılabiliyor.
M. Kemal yurt dışındayken, 4 Temmuz 1918’de Sultan 5.
Mehmet ölmüş, yerine 58 yaşındaki Veliaht Vahdettin, 36. Padişah
olarak tahta geçmişti. Padişah Vahdettin, oldukça ürkek ve
kuşkuluydu. Ne yapacağını bilemiyordu: Şeyhülislama ve yakınlarına
“taht için hazır olmadığını” bildirmişti. Romatizmalıydı. Bastonla
yürüyordu. Ahmet İzzet Paşa, padişahın Yaveri Ekrem’i (bir bakıma
vekili) olmuştu.
Viyana’dan dönen M. Kemal 5 Ağustosta yeni padişahı
ziyarete gidiyor. Viyana seyehatı sırasında olduğu gibi çok açık tarzda
görüşebilmeleri için izin istiyor. Olumlu cevap alınca görüşlerini açık
açık söylüyor.
– Her şeyden önce orduya sahip ve hakim olmalıdır. Bunun
için hemen Başkumandanlığı üstünüze almalısınız” diyor ve
nedenini açıklıyor...
Başka bir görüşmelerinde de gene “padişahın orduyu ele alması
gereğini” ileri sürüyor. Ama padişah değişmiştir:
– Paşa! Ben her şeyden önce İstanbul halkını doyurmak
mecburiyetindeyim” cevabını alan M. Kemal:
– İstanbul halkını doyurmak için alınacak tedbir ve
teşebbüsler, bütün memleketi kurtarmak için alınması gereken
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
139
lüzumlu ve acele tedbirlere başvurmaktan Zat-ı Şahanenizi
alıkoyamamalıdır” görüşünü açıklıyor.
– Ben Talat ve Enver Paşa hazretleriyle de görüştüm” diyen
padişah, anlaşılıyordu ki Talat ve Enver Paşaların etki alanına
girmişti. Çok üzgün bir şekilde buradan ayrılmış olan M. Kemal, yeni
padişah Vahdettin karşısında da vicdani vazifesini yapmış olmanın ruhi
huzurunu duyuyordu...
Mustafa Kemal Yeniden 7. Ordu Komutanı
Padişah, 7 Ağustos 1918’de M. Kemal’i davet etmiş,
Suriye’deki 7. Ordu Komutanlığına yeniden tayin edildiğini bizzat
tebliğ etmişti. Oradaki vaziyetin ciddileşmiş olduğunu ve gitmesi
gerektiğini belirtmişti. Dışarı çıkınca salonda karşılaştığı Enver Paşa
kendisine alaylı bir şekilde selamlamıştı. Yapılan tayinin
(İstanbul’dan uzaklaştırmanın) Onun işi olduğunu anlayan M. Kemal:
– Bravo, tebrik ederim. Muvaffak oldunuz” demekten
kendisini alamamıştı.
O sırada, salonun bir köşesinde hararetli bir şekilde konuşan
komutanlardan birisinin söylediklerini dinliyor:
– Efendim, bu Türk neferlerinde hayır yoktur. Bunlar
hayvan sürüsüdür. Yalnız kaçmayı bilirler!” sözünü işiten M. Kemal
fena halde içerliyor ve Türklük duygusu canlanıyor! Enver Paşayı
bırakıp komutana dönüyor:
– Paşa! Biz de bir askeriz. Bu orduya kumanda etmiş
adamız. Türk neferi kaçmaz! Kaçmak nedir bilmez... Eğer Türk
neferinin kaçtığını görmüşseniz, hemen kabul etmelisiniz ki, onun
başında bulunan en büyük kumandan kaçmıştır! Eğer siz
kaçtığınızın zilletini Türk askerlerine yüklemek istiyorsanız
insafsızlık ediyorsunuz...” sözleriyle sert şekilde komutanı ikaz ediyor.
Cevabını alan ve itham altında kalan kumandan susmak zorunda
kalıyor... (6)
7. Orduya (Suriye’ye) gitmek için Haydar Paşa garından trene
binen M. Kemal, yolculuğu sırasında Anadolu’nun artık tükenmiş
olduğunu fark ediyor. 18 Eylül 1918’de ordunun komutasını eline
alıyor. Burada da her şeyin bitmiş olduğunu görüyor. Felâketi önlemek
için tedbir almanın güçlüğünü anlıyor...
O sırada, Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına Liman Von
Sanders getirilmiştir. 7. Ordunun iki kolordusundan birisine Ali Fuat
6
Utkan Kocatürk: Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri,Ank. – 1971 s. 287-288
140
Rasim Pehlivanoğlu
Paşa, diğerine Albay İsmet kumanda etmektedir. Her üçü de
birbirlerini takdir eden arkadaş kumandanlardır.
19 Eylülde saldırıya geçen İngilizlerin
dayanamayan 8. Ordu dağılıyor ve çöküyor.
karşısında
Şam yakınlarında (güneyinde) toplanan 7. Ordu dinlendiği sırada
M. Kemal küçük bir maiyeti ile Şam’a gidiyor. Orada Lıman Von
Sanders’ten aldığı emirle, 7. Orduyu Mersinli Cemal Paşaya
bırakarak, Rayak bölgesindeki birliklerin başına geçmesi isteniyor.
29-30 Eylül gecesi trenle gittiği Rayak’ta Liman Von Sanders’le
görüşüyor. Buradan çekilmeyi uygun buluyorlar. Çekilirken, halkın
karşı koyması karşısında Rayak İstasyonu ateşe veriliyor.
O sırada aldığı bir haberle, 7. Orduyu bıraktığı kumandanın
Şam’dan ayrıldığını öğreniyor. M. Kemal hemen verdiği bir kararla,
Şam’da bulunan bütün kuvvetlerin Albay İsmet Beyin komutası
altında toplanmasını istiyor. Rayak taraflarındaki kuvvetleri de Ali
Fuat Paşa kumandası altında kuzeye gönderiyor. Kendisi de trenle
Humus’a hareket ediyor. Humustaki genel karargahta konuştuğu Liman
Von Sanders ve Erkan-ı Harbiye Reisi Kazım Paşayla, bütün Türk
kuvvetlerinin kuzeye çekilmesi kararını veriyorlar. M. Kemal’in
emriyle, Yıldırım Orduları Grubunun bütün kuvvetleri Halep’te
birleşiyor.
Burada hastalanan M. Kemal, 3-5 gün tedavi gördükten sonra,
yataktan kalktığı gün Halep’in doğusunun işgal edildiğini
öğreniyor. Hemen oraya hareket ediyor. Şehrin doğu girişinde asker
kıyafeti taşıyan Bedevilerden ve Urbanlardan oluşan kalabalıkla
karşılaşıyor. Reislerini soruyor. Öne çıkan reisle özel konuşarak
anlaşmak istiyor. Ne istediklerini soruyor. Altın ve silah istiyorlar. Altın
için ümit veriyor. Ama ertesi gün, kaldığı otele hücum ediliyor. Bu
arada Halep’in de hücuma uğradığını öğreniyor.
Dışarı çıkıp ağır ağır yürürken üzerine bombalar yağdırılıyor. M.
Kemal’i yalnız sanıp saldıran Araplar, yollara yerleştirilen Türk
askerlerinin ateşiyle dağıtılıyor. Türk kuvvetleri şehre hakim
oluyor. Ertesi gün, İngiliz ve Araplarla muharebe etmeye karar
veriliyor.
25-26 Ekim gecesi, 7. Ordu birlikleri Halep’in 5 km. kuzeyine
çekiliyor. Türk kuvvetlerinin ric’at ettiğini (çekildiğini) sanan Arap
ve İngilizler taarruza geçiyorlar. Fakat şiddetli bir mukavemetle
(karşı koymayla) karşılaşıyor ve bozuluyorlar. BU ZAFER,
OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN SON ZAFERİ OLMUŞTUR.
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
141
Barış İstekleri ve Bazı Gelişmeler
Savaşı kaybettiğini kabul eden Üçlü İttifak Devletlerinden
Avusturya – Macaristan İmparatorluğu, 14 Eylül 1918’de savaşan
devletlerden barış konferansı toplanmasını istemişti. Bulgarlar da
29 Eylül 1918 günü Selanik’te, İngiliz Komutanlığı ile barış antlaşması
istemişti. Aynı gün, savaşı kaybettiğini anlayan Alman
başkomutanlığı, barış görüşmeleri yapılmasını hükümetten
istemişti.
Almanya ve Avusturya – Macaristan İmparatorluğu, barış
yapmak üzere 14 Ekim 1918’de Amerikan Cumhurbaşkanı Wilson’a
başvurmuşlardı. Osmanlı hükümeti de 5 Ekim 1918’de barış isteğini,
İspanya aracılığı ile Wilson’a bildirmiş, fakat cevap alamamıştı.
8 Ekimde Talat Paşa Sadrazamlıktan çekilmiş, yerine Tevfik
Paşaya görev verilmişti. Bunu haber alan M. Kemal, Padişah
Vahdettin’e bir telgraf çekerek, Ahmet İzzet Paşa başkanlığında
kurulmasını teklif ettiği yeni kabine üyeleri için bazı önerilerde
bulunmuştur. Ahmet İzzet Paşaya çektiği telgrafla da Harbiye
Nazırlığının kendisine verilmesini önermişti. Olumlu cevap almasına
rağmen, 14 Ekimde Ahmet İzzet Paşa tarafından kurulan kabinede
kendisine yer verilmediğini görmüş, faydalı olamayacağı için
üzülmüştü!
M. Kemal Harbiye Nazırı Olmayı Niçin İstemişti
M. Kemal’in ülküsünü anlayamayanlardan, bu hizmet
isteğini gereğince değerlendiremeyenler olabilir. Kimisi mevki
hırsına, kimisi padişaha yakınlaşma isteğine, kimisi de kararsızlığına
verirler. Eğer Harbiye Nazırı olsaydı, Anadolu’ya geçip Milli
Mücadeleyi başlatamazdı, diye düşünenler de olmuştur.
Oysa M. Kemal, geleceği önceden gören, ne yaptığını ve ne
yapacağını bilen kararlı bir kişiliğe sahipti. Harbiye Nazırlığını,
gelecekteki kurtuluş çalışmalarının bir ön hazırlığı olarak
görmüştür. M. Kemal ne istemişse ve ne yapmışsa, gelecekteki büyük
ülküsüne hizmet için istemiş ve yapmıştır.
Millî Mücadelede, M. Kemal’in “Kuvayı Milliye” arkadaşı ve
Türkiye Cumhuriyeti’nin 3. Cumhurbaşkanı olan merhum CELAL
BAYAR “Atatürk’ün Metodolojisi ve Günümüz” isimli kitabının 38
- 39. sayfalarında belirttiğine göre, Atatürk Harbiye Nazırlığını
almayı şu nedenlerle istemiş olabilir:
142
Rasim Pehlivanoğlu
a- Gizli bir emirle askerin terhisini durdurabilirdi.
b- Ordudaki
silahların
alıkonulması,
yetenekli
komutanların birliklerinin başında kalması ve yenileri ile
desteklenmesi sağlanabilirdi.
c- Milli direniş yanlısı Vali ve Kaymakamlar, ordunun da
desteğini alarak asayişi kolayca sağlayabilir, parti
kavgaları ve çete savaşları kolayca bastırılabilirdi.
d- Köylümüzün başına musallat olan eşkıya afeti önlenir ve
ziraî üretim yükseltilebilirdi.
e- Sarayın, düşman karşısında daha cesur çıkışlar yapması
sağlanabilirdi. (Ürkek ve korkak teslimiyetçilikten
vazgeçilebilirdi.)
f- İşgal kuvvetleri, “Bolşevik Umacısı” ve “Enver Paşa
korkusu” ile dizginlenebilirdi.
g- Gerekli hazırlıklar tamamlandıktan sonra da Orduların
başına geçip, Kurtuluş Savaşını daha hazırlıklı bir
hamleyle başlatabilirdi. Ve de Ülkeyi, 1922 Ağustosunda
değil, belki 1921 Ağustosunda büyük zafere
ulaştırabilirdi.
h- “Kuvayı Milliyecilere” karşı çıkan isyanların kökünü
kurutarak,
İstiklal
Mahkemeleri
tedbirlerine
başvurmadan ülkeyi daha huzurlu bir ortama
kavuşturalabilirdi.
i- Ve başka gelişmelerin de daha kolay ve daha hızla
başarılmasında etkili olabilirdi.
Görüşleri yukarıda sıralanan Celal Bayar: “Atatürk, eğer
Harbiye Nazırı olmak yolunu zorlamadan doğruca Anadolu’ya
geçseydi, işte o zaman eleştirilmeye hak kazanırdı” diyor ve “İşte o
zaman Atatürk tarih önünde sorumlu olurdu...” görüşünü açıklıyor. (7)
İmzalanan Mondros Mütarekesi
Amerika’dan cevap alamayan Ahmet İzzet Paşa, İstanbul’da
esir bulunan General Tavshend aracılığı ile İngilizlere başvurur.
Osmanlı İmparatorluğunu yok etmek kararında olan İngiltere,
Fransızların da katılma önerilerini geri çevirir. 27 Ekim 1918’de,
Limni adasında Mondros Limanındaki Agamemnon zırhlısında
başlayan görüşmeler sonunda, 30 Ekim 1918 günü, Osmanlılar adına
7
Celal Bayar: Atatürk’ün metodolojisi, İst. – 1978, s. 38-39
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
143
heyet başkanı Bahriye Nazırı Rauf (Rauf Orbay) ile İngiltere adına
Amiral Galtrop tarafından Mondros mütarekesi (ateşkes anlaşması)
imza edilir.
Osmanlıları yok etmek politikasını güden İngiltere, şartlarını
daha çok kendisinin tayin ettiği antlaşmayı:
– Ya imzalarsınız ya da reddedersiniz” diyerek kesin tavrını
koymuştu. Bu mütareke ile Osmanlı İmparatorluğu artık tarihe karışmış
oluyordu. Yalnız, Türklerin oturduğu Türk toprakları üzerinde küçük bir
Osmanlı Devleti kalmıştı. Elimizde son kalan Türk topraklarının
paylaşılmasının da hazırlıkları yapılıyordu. Paylaşımın nasıl olacağı
ise daha savaş başlamadan önce Avrupa’nın büyük devletleri tarafından
plânlanmıştı.
31 Ekimde aldığı telgraftan mütarekeyi öğrenen M. Kemal,
savaşı kaybetmiş olmamıza çok üzülmüş ve durumu, bütün
varlığımızdan olacak şekilde tehlikeli görmüştü.
O sırada, İttihat ve Terakkinin mutlak hakimi ve savaş
sorumlusu olan Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşalar bir Alman
deniz altısına binerek İstanbul’dan uzaklaşmışlardı.
M. Kemal Paşa Yıldırım Orduları
Grubu Kumandanı
Mondros antlaşması ile görevi sona eren Liman Von Sanders’in
yerine, 31 Ekim 1918’de “Yıldırım Orduları Grubu” Komutanlığına
atanan M. Kemal Paşa, yeni görevine başlamak üzere Adana’ya
hareket etmişti. Savaş sona erdiğinden artık yapılacak işi
kalmamıştı. Ama, cephelerin hâkim komutanı olarak İstanbul ile
aracısız konuşabilmek imkânına kavuşmuştu.
Rasim Pehlivanoğlu
144
F- BİRİNCİ CİHAN SAVAŞI SONRASINDAKİ
GELİŞMELER ve SAMSUN’A HAREKET
Veda Eden Liman Von Sanders
ve Mustafa Kemal’in Görüşleri
Yıldırım Orduları Komutanlığını M. Kemal’e devreden
Liman Von Sanders’in, Orduya veda yazısında çok anlamlı görülen
önemli ifadelerini aşağıya alıyorum.
“– Yıldırım Ordular Grubunun emir ve komutasını bu
günden itibaren, övünçlerle dolu bir çok muharebelerde yükselmiş
bulunan Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine veriyorum. Bu
münasebetle emir ve komutam altında seçkin hizmetler yapmış bulunan
bütün General, Subay, Astsubay, Memur ve Erlere kalbimin içinden
kopan teşekkürlerimi bildiririm.
Beni, Yıldırım Ordular Grubunun birçok Subay ve Erlerine pek
sağlam bağlayan övünülecek Gelibolu günleriyle, Anadolu
kıyılarında gösterilmiş kahramanca girişimler, Dünya Tarihinde
sonsuzluğa kadar unutulmayacak anılar bırakacaktır.
Filistin’de altı aydan çok bir süre aralıksız devam eden ve hepsi
bir başarı zinciri sayılmaya değer kesin savunma ve bu arada özellikle
Tellilazur gibi muharebelerle, her iki Şeria Muharebeleri,
kendilerine birkaç kat üstün düşmana karşı sonsuz yoksulluklar içinde,
Savaşan Türk Ordusu ile, Alman ve Avusturya kıtalarının
kahramanlıklarını saklamaktadır. Bu olaylar, bende, Türkiye’nin
kahraman evlatlarına dayanarak güvenle geleceğe hazırlanabileceği
kanısını uyandırmıştır. Yüce Türk Irkı ile müttefiklerine gelecekte
barış ve esneklik sağlayarak, yıllarca uzayan muharebeler sonucu
kanayan yaralarını iyileştirmesini Ulu Tanrıdan yalvarırken, bana tarihi
günler yaşatan kahraman silah arkadaşlarımla, Kutsal Türk Toprağına
vedaımı arzeylerim.” (8)
Adana’da, Yıldırım Orduları Grubu komutanlığını devralan M.
Kemal ile önceki komutan arasında geçen konuşma sırasında bir ara
Liman Von Sanders:
– Çok bahtiyarım ki, bu mühim (önemli) kuvvetin
kumandasını sizin gibi Arıburnu ve Anafartalar’dan beri yakından
tanıdığım yüksek bir Türk kumandanına bırakıyorum” diyerek
8
Cihat
Akçakayalıoğlu:
Ank. – 1986 s. 113 - 114)
Gen.
Kur.
As.
St.
Etüt
Başk.
Yayınları
ATATÜRK,
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
145
iltifat etmişti. Bu övgülü fakat elem ve hüzün verici sözler, M. Kemal’i
çok duygulandırmıştı. Oturmuşlar, veda konuşması yapıyorlardı. Liman
Von Sanders:
– Bizim için her şey bitti” demişti. Bir anda ciddileşen,
adaleleri gerilen ve gözleri parlayan M. Kemal, ülküsü olan insanların
kararlılığı içinde; İman ve irade gücünü belirten ses tonuyla:
– SAVAŞ MÜTTEFİKLERİMİZ İÇİN BİTMİŞ OLABİLİR.
AMA, TÜRK YILMAZ!... BİZİM ASIL SAVAŞIMIZ ŞİMDİ
BAŞLIYOR...”
diyerek
dinleyenleri
düşündürmüş
ve
duygulandırmıştı... M. Kemal, bu sözleriyle yenilgiyi kabul
edemeyeceğimiz kararlılığını vurgulamıştı. (9)
Yıldırım Orduları Grubunun elinde, eski gücünü yitirmiş
sadece 2. ve 7. Ordular kalmıştı. M. Kemal, kısa zamanda bu iki
orduyu derleyip toparlamış, bir güç olarak muhafazasına önem
vermişti...
M. Kemal, Sadrazam Ahmet İzzet Paşaya çektiği telgrafla da
orduların terhis edilmesinde acele edilmemesini istemiş ve şöyle
demişti:
– Pek içten ve ciddi olarak arz ederim ki, mütareke koşulları
arasında yanlış anlayış ve düşünceleri giderecek tedbirler
alınmadıkça Orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine
boyun eğecek olursak, İngilizlerin hırslarının önüne geçme olanağı
kalmayacaktır.” (10)
Kendisi de -ileride gerekli olabilir düşüncesiyle- elindeki
silah, cephane ve malzemeleri güvenli yerlere göndermiş ve bu
konuda ilgili komutanlara gerekli emirleri vermişti... Bütün bu
tedbirleri bir hafta içerisinde yapmıştı. Zira, 7 Kasım 1918’de Yıldırım
Orduları Grubu ve 7. Ordu Kumandanlıkları lağvedilmişti.
(Kaldırılmıştı)
Harbiye Nazırlığı emrine verilen M. Kemal, bizzat Ahmet
İzzet Paşa tarafından makine başında İstanbul’a çağırılmıştı.
Anlaşılan İstanbul’da önemli gelişmeler ve buhranlı durumlar oluyordu.
Hemen gitmeliydi.
9
10
Orhan-Erhan Dündar: M. K. Atatürk – İmparatorluğa Veda 9,Ank. – 1999 s. 43 - 44)
Cihat Akçakayalıoğlu: Gen. Kur. As. St. Etüt Başk. Y. ATATÜRK, Ank. – 1986 s. 115
146
Rasim Pehlivanoğlu
Mustafa Kemal İstanbul’da
10 Kasım 1918’de Adana’dan trenle İstanbul’a hareket eden M.
Kemal, yol boyunca memleket için yapılacak işleri düşünüyordu... 13
Kasım 1918 günü sabahı İstanbul’a vardı. Arkadaşı Rasim Ferit
Haydarpaşa’da karşılamıştı. O gün Averof Gemisinin de içinde
bulunduğu, 60 kadar İtilaf Devletlerinin savaş gemileri yavaş yavaş
Haydarpaşa önünden geçiyordu. M. Kemal bu geçişi dalgın
düşüncelerle ve öfkeli bakışlarıyla seyrediyordu. Birara, içinden gelen
kararlı bir ifadeyle:
– GELDİKERİ GİBİ GİDECEKLERDİR!...” demişti.
M. Kemal, o gün doğruca Beyoğlu’na giderek PERAPALAS
Oteline yerleşmişti.
İstanbul’da, toplarını şehre çevirmiş olan düşman gemileri
karaya asker çıkarmaya başlamıştı. Azınlıklar sevincinden çılgına
dönmüştü... Beyoğlu’ndaki hain kozmopolitler, bütün kirlerini sokağa
dökmüştü. Ne acı bir görüntüydü bu yarabbi!...
Ahmet İzzet Paşanın yerine yeniden Sadrazam olan Tevfik
Paşa, 18 Kasım 1918’de meclisten güvenoyu alarak hükümeti
kurmuştu.
M. Kemal, 22 Kasım 1918’de padişahın huzuruna çıkarak
görüşmüştür. Padişaha söylemek istedikleri hakkında bir giriş
yaparken, Padişah Vahdettin sözlerini keserek:
– Biliyorum ordunun kumanda ve zabitleri seni çok severler.
Bana onlardan bir fenalık gelmeyeceğine teminat verir misin?”diye
sorar. Şaşıran M. Kemal:
– Aleyhinize bir hareket mi var” deyince, O gene “Teminat
verir misin?” sorusunda ısrar eder. M. Kemal:
– Ordunun Zat-ı Şahaneyle karşı karşıya gelmesine bir sebep
olmadığı” görüşünü belirtir. Kendisine hiçbir fenalık gelmeyeceğini
temin eder. Padişah bununla da yetinmez: Yalnız bugün için değil,
yarın için de teminat ister:
– Siz akıllı bir kumandansınız. Arkadaşlarınızı tenvir ve
teskin edeceğinize eminim” der. (11)
Mustafa Kemal asıl konuyu görüşemeden ve de söylemek
istediklerini söyleyemeden, padişahın yanından ümitsiz ve üzüntü
içinde ayrılır. Bu görüşmeden sonra, artık Vahdettin’den hiçbir hayır
11
Orhan-Erhan Dündar: M.K.Atatürk 9 – İmparatorluğa Veda,Ank. – 1999 s.47-48
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
147
gelmeyeceğine inanır. Padişahın tahtından başka bir şey düşünmediğini
görür ve endişesi artar.
Mondros Mütarekesinin Ağır Hükümleri
Mondros Mütarekesinin (Ateşkes Antlaşmasının) ağır
hükümleri vardı: Çanakkale ve İstanbul boğazlarının açılması,
buralardaki istihkâmların işgal edilmesi, ordudan askerin terhisi, silah cephane - malzeme ve taşıt araçlarının müttefikler emrine verilmesi,
donanmanın teslim edilmesi, Toros Tünellerinin, telsiz ve telgraf ve
kablo telsizlerinin müttefiklerin kontrolüne verilmesi mütarekenin ağır
hükümleri arasındaydı. Antlaşmanın en ağır hükmü ise, 7. maddede
belirtilen: “Müttefiklerin güvenliklerini tehdit edecek bir durum
ortaya çıktığında, Ülkenin her hangi bir stratejik noktası işgal
edilme hakkına haiz olunacaktı.”
Mondros Mütarekesi, açıktan açığa “kayıtsız şartsız teslim”
hükmünü taşımıyordu. Ama: İtilaf devletlerinin kendi aralarında
vardıkları gizli paylaşma anlaşmalarını uygulayabilmeleri için “her
yana çekilebilir hükümleri” kapsıyordu. Daha çok İngiliz çıkarlarını
gözeten mütareke şartları, İmparatorluğu tasfiyeye kararlı olan düşman
güçlerin paylaşma uygulamalarına da imkân verecek nitelikteydi.
Osmanlı ordularının durumu, kayıtsız şartsız teslim olmayı
gerektirecek kadar kötü olmadığı halde böyle bir mütarekenin ağır
şartlarının neden kabul edildiği hususu, Osmanlı Mebusan ve Âyan
meclislerinde tartışma konusu olmuştu...
Osmanlı İmparatorluğunun siyasi tarihinde talihsiz bir
dönüm noktası olan Mondros Mütarekesinin -her yana çekilebilenilgili hükümlerine dayanarak yer yer yurdumuzun birçok
bölgelerinde işgal hareketlerine girişilmiştir.
Çiğnenen Mütareke Şartları ve Yapılan İşgaller
İtilaf Devletleri 3 Kasım 1918’de, İskenderun limanında
mayın tarama ile işgal harekâtına başlamış oldu. Düşmanın kötü
niyetlerini anlayan ve buna karşı koyan Yıldırım orduları grubu 7
Kasım 1918’de lağvedildi. Grup kumandanı M. Kemal Harbiye
Nezareti emrine alındı. Bunun üzerine 9 Kasım 1918’de İskenderun,
İngilizler tarafından işgal edildi.
Öte yandan, 9 Kasım 1918’de Çanakkale Boğazına kuvvet
çıkarmakla işe başlayan İngilizler, mütareke şartlarına ve Willson
prensiplerinin 12. Maddesine aykırı olarak, 13 Kasım 1918’de, O
koca koca gemileriyle ilerleyerek İstanbul’u askeri kontrol altına
aldılar. 23 Kasım’da Fransız Generali, azınlıkların aşırı gösterileri
148
Rasim Pehlivanoğlu
arasında ve at üzerinde sokaklarda dolaşarak bir kahraman edasıyla
Fransız Elçiliğine gitmiştir.
27 Kasım’da İngiliz Generali Milne İstanbul’u fiilen işgal
etmiştir.
Gene İngilizler 3 Kasım 1918’de Musul’a asker soktular. 8 15 Kasım 1918’de Musul Türkler tarafından boşaltıldı. 17 Aralık
1918’de Ayıntap’ı (Gaziantep’i), 3 Ocak 1919’da Cerablus’u işgal
eden İngilizler, 22 Şubat 1919’da Maraş’a, 24 Mart 1919’da Urfa’ya
girdiler.
İngilizler ayrıca Samsun, Merzifon, Batum... gibi merkezlere
de kuvvet gönderdiler.
İngiliz Yüksek Komiserliğinin baskısıyla Adana vilayeti
boşaltılmış ve bu bölgedeki 2. Ordu Toros Dağları’nın kuzeyine
çekilmişti... 17 Aralık 1918 ‘de, askersiz kalan Mersin ve Adana
şehirleri Fransızlar tarafından işgal edilmiş, taa Toroslar’a kadar
ilerlemişlerdi.
4 Ocak 1919’da bir İtalyan filosu Marmaris’e gelmiş, 28
Mart 1919’da İtalyan kuvvetleri Antalya’ya çıkarılmıştı. Böylece
İtalyanlar Güneybatı Anadolu’nun kontrolünü ele geçirmişlerdi. 1919
Mayıs ayı ortalarına kadar Antalya, Marmaris, Bodrum, Fethiye,
Kuşadası ve Selçuk gibi yerler -asayişi koruma bahanesiyleİtalyanlar tarafından fiilen işgal edilmişti. Konya ve Afyon
merkezlerimiz, Alanyurt ve Kütahya da İtalyanların kontrolüne
geçmişti.
İtalyanların mevcudu 3000 kadar piyade asker ve bir
bataryadan ibaret olmasına rağmen, yerli idare ve birlikler,
“İstanbul’dan aldıkları emir gereğince” karşı koymuyor, ancak
protesto ile yetiniyorlardı.” (12)
Batı Anadolu’daki düşman harekâtları ise, 1918 yılı sonları
ile 1919 yılı başlarında, İngiliz ve Fransızların desteğinde ilerleyen
Yunan gemilerinin İzmir Limanına gelişleriyle başladı. İleride daha
geniş anlatılacağı üzere, bu olay zamanla gelişti ve nihayet 15 Mayıs
1919’da (Atatürk’ün Samsun’a hareketinden 1 gün önce) Yunan
askerlerinin gene İngiliz ve Fransızların desteği ile İzmir’e asker
çıkarmasıyla yeni bir boyut kazandı. Bu çıkış olayı, zaten için için
kaynamakta olan Milletimizin Millî Mücadeleye başlamasına bir
kıvılcım niteliğinde olmuştur.
12
Cihat Akçakayalıoğlu: Gen Kur. As. St. Etüt Başk.Y. ATATÜRK, Ank. - 1986 s 154
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
149
İstanbul’daki Durum
Meclis-i Mebusan (Mebuslar Meclisi) savaş kabinelerini sorguya
çekiyor, fakat etkili olamıyordu. Kışkırtılan Âyan üyesi Damat Ferit,
2 Aralık 1918’de meclisin dağıtılmasını isteyen bir takrir
vermiştir...
Soğuk ve karanlık bir kış havası başlamıştı. İşgal altındaki
İstanbul halkı üzgün, ümitsiz ve felaket duygularının ağırlığı içinde
ezilmiş gibiydi. Korku içindeki halk: “... Artık bize istediklerini
yaparlar” diye düşünüyor evlerine kapanıyorlardı. Mecbur olmadıkça
çıkmıyorlardı. Azınlıklar, olabildiğince şımarmış ve iyice azmışlardı!
Gazetelerde her gün üzüntü verecek türlü haberler yayınlanıyordu...
Hükümet aciz durumdaydı. Azınlıkların zulümlerine karşı
sessiz kalıyordu. İşgalcileri kızdırmamayı başarı sayıyorlardı.
Hükümeti rahat çalıştırmadıkları gerekçesiyle Mebuslar Meclisi de
dağıtılmıştı. İngilizler, meclis dağıtıldıktan sonra mutlak bir hükümdar
haline gelen padişahı kukla gibi kullanmak istiyorlardı. “Padişah
bizden izinsiz hiçbir şey yapamaz” diyorlardı. Dedikleri gibi, hükümet
de bir şey yapamıyordu.
Mustafa Kemal’in Şişlideki Evinde
Aranan Çıkış Yolları
Padişahtan ve hükümetten ümidini kesen M. Kemal, yeni yollar
aramaya başlamıştı: 2 Aralık 1918’de Şişlideki Tramvay Caddesinde
kiraladığı eve taşınmıştı. Burada toplanan kendi düşüncesindeki
arkadaşlarıyla konuşuyor, plânlar yapıyorlardı. En çok da, İstanbul’a
izinli gelen 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa (Ali Fuat Cebesoy) ile
görüşüyordu. Yegâne kurtuluş yolu olarak, “Millî Mukavemet
Hareketinin Başlatılması” görüşünde birleşiyorlardı. Ordu ile
milletin elele vermesi çarelerini arıyorlardı.
Ali Fuat Paşanın izni bitmeden son defa eve gelişinde Rauf Bey
(Rauf Orbay) da bulunmuştu. Yemekten sonra saatlerce konuştular. M.
Kemal, bir görevle kendisini Anadolu’ya tayin ettirmek istiyordu.
Eğer bu mümkün olmazsa, Anadolu’da itimat ettiği bir kumandanın
yanına giderek orada işe başlamayı düşünüyordu. Halen Konya
Ereğli’sinde bulunan ve yakında Ankara’ya taşınacak olan 20. Kolordu
Komutanı Ali Fuat Paşa, M. Kemal’in ne demek istediğini anlamıştı:
– PAŞAM! KOLORDUM EMRİNİZDEDİR” diyerek,
başlatılacak mukavemet hareketine katılan ilk komutan olmuştu. M.
Kemal hemen yerinden kalkmış, eski arkadaşının coşkunlukla elini
sıkmıştı:
150
Rasim Pehlivanoğlu
– Evet, beraber çalışacağız Fuat!” demişti.
Birkaç gün sonra, Tevfik Paşa hükümeti de istifa etmiş, 4 Mart
1919’da İngiliz yanlısı Damat Ferit Paşa Sadrazam yapılmıştı.
Böylece, “İtilaf Partisi” işbaşına geçmiş oluyordu. Hemen savaş
divanı kurularak tutuklamalar başlamıştı. Ali Fethi de tutuklananlar
arasındaydı. Ortalıkta bir şiddet havası estiriliyordu.
İstanbul’daki düşman yardakçılarının gazetelerinde haince
yazılar çıkıyordu:
– Ali Fethi tevkif edildi. Ama M. Kemal ve Rauf Bey,
Beyoğlu caddelerinde kollarını sallayarak hâla dolaşıyorlar” diye
işgal kuvvetlerini tahrik eden yazılar yayınlıyorlardı. Kurtuluşu M.
Kemal’in görüşünde bulan Rauf Bey, M. Kemal’le Anadolu’ya
geçebilmek için Bahriye Nazırlığından istifa etmişti.
M. Kemal, 11 Nisan 1919 günü Şişlideki evine gelen Genel
Kurmay 2. Başkanı Kazım Paşa ile de konuşmuştu. Kazım Paşa, M.
Kemal’in gideceği Doğu Anadolu’da çeşitli grupları birleştirerek,
milliyetçi bir hükümetin temelini atacağını tasarlıyor ve buna
inanıyordu. Ona göre de her şey Anadolu’da çözülecekti.
M. Kemal başka bir gün, Kurmay Albay İsmet’i (İsmet
İnönü’yü) evine davet etmişti. Masaya serilen harita üzerinde
konuşmuşlardı. Anadolu’ya geçmek ve orada kurtuluş çareleri aramak
için en müsait bölgeyi tespit etmişlerdi. M. Kemal’i bu bölgeye
götürecek en müsait yolun neresi olacağını düşünmüşlerdi...
M. Kemal artık kesin kararını vermişti. Anadolu’ya gidecek.
Milletiyle elele vererek mutlak kurtuluşu sağlamaya çalışacaktı...
Anadolu’ya Geçmek İçin Çıkan Fırsat –
Yapılan Özel Görüşmeler
İşte tam bu günlerde, işgal kuvvetleri, Samsun bölgesindeki
asayiş meselelerini bahane ederek hükümete baskı yapıyor, “yoksa
işgal ederiz” tehdidinde bulunuyordu. Oraya, asayiş sağlayacak
birisinin gönderilmesi gerekiyordu. Dahiliye Nazırı Mehmet Ali, M.
Kemal Paşanın gönderilmesini Sadrazam Ferit Paşaya teklif
etmişti.
30 Nisan 1919 günü, Harbiye Nazırı Şakir Paşa, M. Kemal
Paşayı çağırarak durumu konuşuyorlar. Şakir Paşa, kocaman bir
dosyayı M. Kemal’in önüne koyarak okutuyor. Dosyada yer alan, İtilaf
Devletleri makamlarının verdiği raporlara göre: Samsun
çevresindeki Rum köyleri Türklerin saldırısına uğruyorlarmış.
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
151
Hükümetten saldırıların önüne geçilmesi isteniyor. Olayın doğru olup
olmayacağını müzakere ediyorlar. Sonunda Şakir Paşa:
– Ben Sadrazam Paşa ile görüştüm. Sizi münasip gördük. Gider
ve meselenin ne olduğunu anlarsınız” diyor. M. Kemal ise:
– Memnunlukla giderim” cevabını veriyor.
M. Kemal Paşa, Şakir Paşa ile aralarında geçen konuşmayı
ve ordu müfettişliğinin kendisine ne suretle verildiğini şöyle
anlatıyor:
“Şişli’deki evimde idim. Bir gün Anafartalar’dan beri yaverim
bulunan Cevat Abbas geldi, bana:
– Harbiye Nazırı Şakir Paşa, dairelerinde sizinle görüşmek
istiyor... dedi. Ben de kabul ederek ertesi gün Harbiye Nezaretine
gittim. Az konuştuk. Biraz sonra masanın üstünde bulunan bir
dosyayı bana uzattı. – Bunu okur musunuz? dedi. Ben de dosyaları
karıştırdım ve okudum. Dosya, ecnebi zabitlerinin raporları idi.
Hemen hepsi şu mealde raporlardı: Türkler, Samsun ve etrafındaki
Rum köylerine tecavüz ediyorlar ve buna devam etmektedirler.
Osmanlı hükümeti tecavüzleri menedebilecek bir kudrette değildir.
Samsun ve havalisinin emniyet ve asayişini temin etmek insanlık
borcudur. Bundan başka bir raporda da, eğer Osmanlı hükümeti
burada asayişi temin edemezse o vazifeyi biz yapacağız... diye yazılı
idi. Bu raporları okuduktan sonra Şakir Paşanın yüzüne baktım:
– Arzunuz Paşam?
– Buralarda böyle bir hadise var mıdır?
– Zannetmiyorum, belki de mevcuttur.
– İşte bu sebepledir ki, bu meseleyi yakından tetkik etmek için
buraya bir zat göndermek lâzımdır. Biz Sadrazam Ferit Paşa
Hazretleriyle konuşarak bu işi size vermeyi düşündük.
– Benim Samsun’daki vazifem, Türk’lerin Rumlara zulmedip
etmediklerini mi tetkik etmektir?
Şakir Paşa: – Evet!...
– Müsaade ederseniz, bu vazifenin sıfatı nedir? Bu hususta
Erkanıharbiye Reisi ile görüşeyim, dedim ve Erkanıharbiye Reisi
Fevzi Paşa hazretleriyle görüşmek için gittim. Fakat kendileri hasta
olduklarından evinde imişler, bunun üzerine benimle ikinci reis (Kâzım
Paşa) konuştular. Bu günlerde bir ordu müfettişliği ihdası
düşünülüyordu. Bunu kurmağa muvaffak olduk. Bu vazifeye sizi
muvafık gördük, dediler. İkinci reis benden söz aldıktan sonra Harbiye
152
Rasim Pehlivanoğlu
Nazırı ile görüştü. Aldığı direktif şu idi: Maksat Samsun ve
etrafındaki Rumlara zulmeden Türkleri yola getirmektir. Sonra da
Anadolu’nun muhtelif yerlerinde beliren kuvva-yı milliyeyi ortadan
kaldırmaktır.
İkinci reise dedim ki:
– Salahiyet kâğıdına onların bütün istediklerini istedikleri gibi
yazınız. Yalnız bu iki noktayı da ilâve ettirmeniz lâzımdır.
Erkânıharbiye İkinci Reisi yüzüme hayretle bakarak:
– Orada bir şey mi yapacaksınız? Deyince etrafıma bakındım:
– Lütfen bana yaklaşınız. Evet!... bir şey yapacağım, bu
maddeler yazılsa da, yazılmasa da bir şey yapacağım... deyince Paşa
gülümsedi:
– Vazifenizdir, çalışacağız, dedi ve beni dokuzuncu ordu
müfettişi tayin ettiler.....” (13)
Mustafa Kemal’in yukarıdaki anlatışından anlaşıldığı üzere,
görevinin tespiti için Genel Kurmay ikinci başkanı Kâzım Paşa ile
görüşüyor ve Kâzım Paşa:
– Zaten ordu müfettişliği meselesi var. Sen de bu sıfatla
gidebilirsin” diyor. Kâzım Paşanın yardımıyla, görevinin yetki ve
kapsamını kendi isteğine göre hazırlatan M. Kemal, görevinde etkili
olması için büyük yetkiler alıyor ve 18 kişilik kadro oluşturmasına da
izin veriliyor.
M. Kemal 14 Mayıs 1919 akşamı, Sadrazam Damat Ferit
Paşanın Nişantaşı’ndaki evine davet ediliyor. Yeni Genel Kurmay
Başkanı Cevat Paşa da orada bulunuyor. O günkü konuşmalardan,
Cevat Paşa M. Kemal’in niyetini anlamıştı. Bir ara başbaşa
konuşuyorlar. Cevat Paşa:
– Bir şey mi yapacaksın Kemal?” sorusunu yöneltiyor. M.
Kemal:
– Evet Paşam bir şey yapacağım!” cevabını veriyor. Cevat
Paşa:
– Allah muvaffak etsin” temennisinde bulunuyor. M. Kemal:
– Mutlaka muvaffak olacağım Paşam!” diyerek kararlılığını
belirtiyor.
13
Enver Behnan Şapolyo: T. C. Tarihi, İst. – 1966 s. 29-30
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
153
M. Kemal Paşa ayrılmadan önce, Yıldız Sarayına giderek,
Padişah Vahdettin’e veda ziyaretinde bulunuyor. Padişah:
– Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin.
Bunları unutun. Asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden mühim
olabilir. Paşa! Devleti kurtarabilirsin...” diyor.
Hakkındaki teveccühe ve itimada teşekkür eden M. Kemal:
– Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet
buyurunuz” cevabını veriyor.
M. Kemal, son geceyi annesi Zübeyde Hanım ve kardeşi
Makbule ile geçiriyor. Onlarla da vedalaşarak, hayır dualarını
esirgememelerini istiyor... (14)
Aşık Şeref Taşlıova’nın “Ana Zübeyde”yi anlatan şiiri aşağıya
alınmıştır:
ANA ZÜBEYDE
Sen doğurdun Atatürk’ü
Ana Zübeyde Zübeyde.
Rahmet okur dünya Türk’ü
Sana, Zübeyde Zübeyde.
Oğlun Türklüğün güneşi,
Göklere ulaştı başı.
Ali Rıza Bey’in eşi,
Suna, Zübeyde Zübeyde.
Mustafa koydun adını,
Mevlâm verdi muradını.
Emzirdin helâl sütünü
Ona, Zübeyde Zübeyde
Oldun oğluna umutlu,
Hem yücesin hem de kutlu.
Ulaştı milletin mutlu
Güne, Zübeyde Zübeyde
Ölümü düşürdü gama,
Rahmet sana ve Atama.
Eriştin büyük makama,
Üne, Zübeyde, Zübeyde.
Şeref söyler her çağına,
Şanlı Türk’ün bayrağına.
Anadolu toprağına
Kına, Zübeyde Zübeyde. (15)
14
Orhan-Erhan Dündar: M. K. Atatürk 9 – İmparatorluğa Veda, Ank. – 1999 s.58-61
154
Rasim Pehlivanoğlu
Bandırma Vapuruyla Samsun’a Hareket
16 Mayıs 1919 günü (İzmir’in işgalinden bir gün sonra)
Şişlideki evinden otomobille alınan M. Kemal, Galata rıhtımında
bekleyen Bandırma Vapuruna, arkadaşlarıyla birlikte biniyor.
Vapur hareket etmeden önce, İtilaf Devletleri askerleri gelip denetleme
yapıyorlar. Tabii kaçak bir şey bulamıyorlar. O zaman M. Kemal:
– Ahmaklar! Biz kaçak eşya veya silah götürmüyoruz: Azim
ve İman götürüyoruz!” diyor ve ilave ediyor.
– Bunlar bir milletin istiklâl aşkını ve mücadele azmini
takdir edemezler. Bütün güvendikleri maddî kuvvetleridir” diyor.
(16)
İşte bu azim, bu imân ve bu irade gücüyle, Samsun’a doğru
yola çıkan M. Kemal, İstiklal Savaşımızı (Kurtuluş Savaşımızı) orada
başlatacak. Milletimizin ters dönmüş talihini yenmek için ilk
adımını orada atacaktı!...
Şair İ. Hakkı Talas “Büyük Yolcu” isimli şiirinin birinci
bölümünde bu yolculuğu şöyle anlatıyor:
BÜYÜK YOLCU I
Karadeniz dalgalı, ufuklar karanlıktı,
Böyle günde bir yolcu sessizce yola çıktı.
Uğurladı birkaç dost, Galata rıhtımından,
Diyorlardı hayretle, “Bu ne cesur bir insan!”
“Bu aşırı cesaret, bu aşırı cüret ne”
“Hiç kudurmuş denize, dayanır mı bu tekne!”
Bu sözlere yolcumuz kulak bile asmadı,
Haydi diye kaptana rahatça fısıldadı.
Umurunda değildi, çürük tekne, fırtına,
Bir menzile kavuşmak şimdi lâzımdı ona.
Düşüncesi pek büyük, gayesi pek büyüktü,
Köle olup yaşamak hayat değil bir yüktü.
Sabrederek bu hale senelerce göz yumdu.
Kurtarmazsa vatanı, sonu bir uçurumdu.
Bu kahraman yolcunun duyuldu sonra adı.
Onu millet, ilk defa Samsun’da kucakladı.
15
16
Feyzi Alıcı: Saz şairlerinin diliyle Atatürk, Ank. – 1981 s. 128
Orhan-Erhan Dündar: M. K. Atatürk 9 – İmparatorluğa Veda, Ank. - 1999 s. 62
Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal
155
Çevresine toplanıp dedi, “Sensin bize baş!”
Bir çığ gibi büyüdü millî ruh yavaş yavaş.
Tunç bilekler yükseldi ona çevrildi gözler,
Her tarafta başladı düşmana karşı sefer. (17)
Samsunlular, ümit dolu bakışları ve sevinç gözyaşlarıyla,
gelmekte olan O büyük yolcuyu bekliyorlardı:
GELİYOR
Bir yolcu kalkıyor sessiz rıhtımdan
Denizler, geceler ona eş gibi.
Yolunu bekliyor dört gözle vatan,
Samsun’dan doğacak bir güneş gibi...
Kalplerde çağlayan O’nun sevgisi,
Gönüller, yürekler O’nunla dolu.
Ümitler veriyor ilk günden sesi,
Akıyor yoluna hep Anadolu...
Karanlık geceler sona erecek,
Doğacak yurdumda bağımsız hilâl.
Geliyor milletim, sahibin gerçek,
En büyük evlâdın Mustafa Kemal!
Bir yolcu kalkıyor sessiz rıhtımdan,
Denizler, geceler ona eş gibi.
Yolunu Bekliyor dört gözle vatan
Samsun’dan doğacak bir güneş gibi... (18)
Şair Mehmet Yiğit bu gelişi şöyle anlatıyor:
SAMSUN YOLUNDA BİR GEMİ
Samsun yolunda bir gemi
Can yüklü
Samsun yolunda bir gemi
Alabildiğince / Yürek yüklü.
Samsun yolunda bir gemi
İnanç yüklü / Umut yüklü.
Samsun yolunda bir gemi
Zafer yüklü / Zafer yüklü
17
18
İ. Hakkı Talas: Bütün Şiirlerim, İst. – (Eski yıllar) s. 12
A.g.e. s. 378
156
Rasim Pehlivanoğlu
“Artık ya kuzgun leşe”
“Ya da bu devlet başa”
Kurtuluşa ilk adım
Atıyor Kemal Paşa.
İstiklâl bayrağını
Açıyor Kemal Paşa
Trablus’tan, Balkanlardan...
Bir yıldız parlayıp gelir.
Çanakkale / Filistin’den...
Bir yıldız parlayıp gelir.
Yeni bir güç olmak için
Düşmanları kovmak için
Yüreği / Göğsünden büyük...
Bir yıldız parlayıp gelir. (19)
19
Mehmet Yiğit: M. Kemal’le Olmak –Öğretmen Yazarları Dizisi İst. –1993 s.53-54
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
İkinci Bölüm
TÜRK İSTİKLAL SAVAŞI ve
MUSTAFA KEMAL PAŞA
Savaş bitmiş, millet çökmüş.
Yurdu düşman işgal etmiş!...
Düşman zulmü yetmez gibi,
Çeteciler baş kaldırmış!...
Milletimiz arıyorken
Kendisine uygun bir baş...
Neden sonra çıkageldi
Kurtarıcı O olgun Baş!...
Rasim Pehlivanoğlu
157
158
Rasim Pehlivanoğlu
TÜRK İSTİKLAL SAVAŞININ
SAFHALARI
İstiklal savaşımızın safhaları aşağıdaki ana başlıklar altında
açıklanmıştır.
A. Birinci Cihan Savaşı sonrasında Ülkemizin acıklı
durumu ve “Kuvva-yı Milliye” hareketi
B. Milli Mücadeleye hazırlık çalışmaları (Ön hazırlıkların
safhaları)
C. İç emniyetin sağlanması – Çetelerle savaşlar
D. İşgalci düşmanlarla yapılan savaşlar ve kazanılan
zaferler
E. Türk İstiklal Savaşı Bir Destandır
İSTİKLAL SAVAŞIMIZ ve
MUSTAFA KEMA PAŞA
Mustafa Kemal denilince, ilk akla gelen İstiklâl Savaşımız
olur. İstiklâl Savaşı denilince de Mustafa Kemal Paşa hatırlanır.
Bu iki isim kaynaşmıştır. Birbirinden ayrılamaz.
İstiklal Savaşımıza, o günlerde “Millî Mücadele”
deniyordu. İstiklâl Savaşımızın Önderi olan M. Kemal de “Milli
Mücadelenin Mustafa Kemal’i” oluyordu.
İstiklâl Savaşımızın hikâyesini yazmaya geçmeden önce,
savaşın bütününü hatırlatan bir ön yazıyla konumuza girelim.
Milli Mücadelenin Mustafa Kemal’i
Milletlerin tarihinde kara günler vardır. Geçmişte zaman zaman
bizim de olmuştur. Türk milleti olarak, kara günlerimizin en
şiddetlisini “Birinci Cihan Savaşı” sonrasında yaşadık!
Birinci
Cihan
Savaşında
dostlarımız
yenilmişti...
Gösterdiğimiz bunca cesarete, kahramanlığa ve Çanakkale
Savaşlarındaki efsanevî zaferlere rağmen, biz de yenik sayılmış ve
ağır şartları kapsayan Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalamak
zorunda kalmıştık. Bitkin durumumuzdan faydalanmak isteyen
düşmanlar, ateşkes anlaşmasını ihlal ederek, dört taraftan yurdumuzu
işgale başlamışlardı. O koca koca vapurlarıyla İstanbul’a girmişler,
Çanakkale ve İstanbul Boğazlarını tutmuşlardı.
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
159
Daha acısı: 15 Mayıs 1919 günü, Ege’nin incisi sayılan güzel
İzmir’imiz, büyük devletlerin desteğinde ve azınlıkların sevinç
çığlıkları içinde Yunanlılar tarafından resmen işgal edilmişti. On
binlerce Yunan askeri, şaşaalı törenlerle Kordonboyu’na çıkarak millî
duygularımızı tahrik etmişti. İzmir dışına da taşan palikaryalar
(kabadayılık taslayan Rum askerleri), halkın yer yer karşı koymalarına
rağmen işgallere devam ediyordu.
Mondros Antlaşmasına göre silahsız, cephanesiz kalan,
yokluk ve yoksulluk içinde kıvranan milletimize, işgal kuvvetleri,
akla gelmedik işkenceler yapıyorlardı. Girdikleri yerlerde evleri
basıyorlar; kadınları, ihtiyarları işkencelerle öldürüyorlar; çocukları
bacaklarından tutup ikiye ayırıyorlar; gelinlerin, kızların namuslarına
dokunuyorlardı!...
O kara günlerimizde, vatan ve milletini seven herkes acılı,
herkes duygulu ve herkes bir arayış içindeydi... Türk Milleti esareti
kabul etmiyordu, edemezdi... Fakat kurtuluş nasıl olacaktı?
Kurtuluşumuzda bize yol ve yön gösteren kim olacaktı?... İçten içe
kaynayan, hıncı artan Milletimiz kendisine cesur, metin, gözüpek,
toplayıcı ve kurtarıcı bir baş arıyordu. Nihayet O baş bulundu:
Milletimizin sinesinden altın saçlı, mavi gözlü, ateşin bakışlı bir milli
kahraman yükseldi!... MUSTAFA KEMAL! diyorlardı adına...
Millî Şairimiz Behçet Kemal Çağlar’ın deyişiyle:
Güneşler doğdu battı, yıldızlar söndü yandı.
Ne bahtımız ağardı, ne kinimiz uyandı.
Neden sonra ne yıldız, ne gün, ne hilâl gibi,
Mustafa Kemal doğdu, Mustafa Kemal gibi!
Esaretten kurtulmak için çırpınan, inanmış ve şahlanmış bir
millet ve ona yol gösteren dirayetli bir baş olduktan sonra
kurtarılamayacak ne olabilirdi? Günler günleri kovaladı. Aradan
aylar yıllar geçti. Zaferden zafere geçildi ve bir gün geldi:
26 Ağustos gece sabaha karşı,
Topların çelik ağzı çaldı bir hücum marşı.
Bu ölüm bestesinin içinde yandı dağlar!
Altüst oldu siperler, eridi demir ağlar!...
Mısralarında ifadesini bulan büyük zafer kazanıldı. Bozulan
düşman, şahlanan Mehmetçiğin önünde duramayarak kaçtı,
kaçtı... Nihayet 1922 yılı Eylül ayının 9. günü İzmir’de denize
döküldü!...
160
Rasim Pehlivanoğlu
Gene Milli Şairimiz Behçet Kemal Çağlar’ın deyişiyle:
Millet gövde oldu, Ata baş oldu.
Taşlar silah oldu otlar aş oldu.
Misli görülmemiş bir savaş oldu.
Attık yabanları yurttan dışarı!
Ve böylece kurtardık Anavatanı...
Kazanılan büyük zaferin önemini Şair İ. Hakkı Talas’tan
dinleyelim:
İSTİKLAL SAVAŞI
O bir büyük savaşın tarihi, destanıdır.
Ulusça şahlanışın, kükreyişin adıdır.
Sessiz duran bozkırın ansızın haykırışı,
O bir kavmin yurd için devler gibi yarışı...
Seller gibi aktığı günleri hatırladı,
Bir yay gibi açıldı, bir ok gibi fırladı...
Fırtınadan, boradan belki daha korkunçtu.
Bu atılan dalgalar sanki demir ve tunçtu,
Bozkırları yalayıp kıyılara akıyor,
Gökler gibi gürleyip, şimşek gibi çakıyor.
Bu kuvvetin önünde hangi kuvvet duracak,
Hangi betbaht kendini bu selden kurtaracak?
Bu ne müthiş bir akın yerle gök sarsılıyor.
Fırtınalar, boralar, ondan ehven kalıyor.
Yıkılıyor, yanıyor, istihkâmlar, mevziler,
Eziliyor, eriyor kolordular, tümenler...
Son artığı düşmanın dökülüyor denize.
Bütün dünya geliyor, Türk’ün önünde dize... (1)
Ama, bütün dünyayı dize getiren böyle bir gelişme nasıl
olabilmişti?... Düşman denize dökülmüş, Anavatan kurtulmuştu. Ama
bu zafer öyle kolay kazanılmamıştı...
Birinci Cihan Savaşının sona ermesinden, düşmanın yurttan
atılmasına kadar geçen 4 yıllık zaman içinde köprünün altından çok
sular geçti. Ülkenin içinde ve dışında büyük mücadeleler verildi.
Büyük zaferi kazanmak için önemli hazırlıklar yapıldı. İstiklal aşkıyla
tutuşan milletimizin azmi, iradesi ve iman gücü birleşti. Bütün
millet tek vücut oldu. Milli cemiyetler birleşerek tek yumruk oldu...
1
İ. Hakkı Talas: Bütün Şiirlerim, İst. – (Eski Yıllar) s. 11
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
161
Uzun süren savaşlarda çoğu kırılmış ve sayısı azalmış olan
askerlerimiz bir araya geldi. Türk ordusu yeniden toparlandı,
canlandı - güçlendi, devleşti ve yenilmez bir güç oldu. Avrupa’nın
dev güçlerine karşı metanetle karşı koydu. Ve sonunda muzaffer oldu.
Akıllara durgunluk veren böylesi bir sonuca ulaşmanın nasıl
mümkün olduğunu, ilerideki sayfalarda göreceğiz.
Ancak, zaferle sonuçlanan millî mücadele hareketini
açıklamaya geçmeden önce, o günleri yaşamış ve yedek subay olarak
askere alınarak savaşmış (rahmetli) şair Necmettin Halil Onan’ın
1927 yılında yazdığı “Bir Yolcuya” başlıklı, anlamlı şiirini aşağıda
okuyalım.
BİR YOLCUYA
Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın,
Bu toprak bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.
Bu ıssız, gölgesiz yolun solunda,
Gördüğün bu tümsek, Anadolunda,
İstiklal uğrunda, namus yolunda,
Can veren Mehmedin yattığı yerdir.
Bu tümsek, koparken büyük zelzele,
Son vatan parçası geçerken ele,
Mehmedin düşmanı boğduğu sele,
Mübarek kanını kattığı yerdir.
Düşün ki, haşrolan kan, kemik, etin,
Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin.
Bir harbin sonunda bütün milletin,
Hürriyet zevkini tattığı yerdir. (2)
TÜRK İSTİKLÂL SAVAŞIMIZIN
ÖZETLE HİKÂYESİ
19 Mayıs 1919 günü, Atatürk’ün Samsun’a çıkmasıyla fiilen ve
resmen başlayan İstiklâl Savaşımıza (Kurtuluş Savaşımıza), o
günlerde “Millî Mücadele” dendiğini yukarıda belirtmiştik. Biz de
o günlerin anısına sadık kalarak, bu yazımızın çoğu yerinde Kurtuluş
Savaşımıza Millî Mücadele diyoruz. Millî Mücadelemizin Lideri
olan Atatürk’ü de -o günkü adıyla- “Millî Mücadelenin Mustafa
Kemal’i” diye adlandırıyoruz.
2
M. Behçet Yazar: Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı - İst. – 1938, s.317
Rasim Pehlivanoğlu
162
Bütün dünya milletlerine, özellikle esir milletlere örnek olarak
gösterilen Millî Mücadelemizi, bu mücadelenin önderi olan
yenilmez komutan M. Kemal’imizi -özetle de olsa- görebildiğim
kadarıyla tanıtmaya çalışacağım. Bunu yapmayı milli bir görev
biliyorum.
Konuya girerken önemle belirtmeliyim: Millî Mücadelenin
kazanılmasında Türk Milliyetçiliğinden hız ve ilham alınmıştır.
Milletimizdeki millî duygu, millî heyecan, Millî Mücadelemizin
esas unsuru olmuştur. Atatürk, kendisinde duyduğu millî duyguyu
veya millî heyecanı Milletine de duyurmuştur. Milletimizin yapısında
var olan millî şuuru uyandırmış ve şahlandırmıştır... Atatürk’ü iyi
anlamak için,.önce Millî Mücadele günlerine bir göz atalım:
Mustafa Kemal’in liderliğinde gelişen Milli Mücadelemizin
safhalarını aşağıdaki başlıklar altında inceleyelim:
A.
BİRİNCİ CİHAN SAVAŞI SONRASINDA
ÜLKEMİZİN DURUMU
ve Kuvva-yı Milliye Hareketi
30 Ekim 1918’de, ağır şartları olan Mondros Ateşkes
Antlaşmasını imza etmekle, yenilgiyi resmen kabul etmiş
oluyorduk. Mondros ateşkes antlaşması ağır hükümleri kapsayan
25 maddeden oluşuyordu.
1- Mondros Ateşkes Antlaşması Hükümleri
ve Yapılan Haksız İşgaller
Çanakkale ve İstanbul boğazları galip devletlerin savaş
gemilerine açılmıştı. (Böylece savaşla alamadıklarını antlaşmayla
almışlardı) Ordumuz terhis edilmiş, donanmamız galip devletlere
teslim edilmişti. Bütün liman ve demir yollarımızdan galip devletler
faydalanmaya başlamıştı. Toros tünelleri işgal edilmişti.
Antlaşmanın en ağır şartı olan 7. maddeye göre ise, kendi
güvenliklerinin tehlike de olduğu iddiasında olan galip devletler
(İtilaf Devletleri), askeri bakımdan gerekli gördükleri Türk
topraklarını işgal etmeye başlamışlardı. Yoruma müsait olan ve her
yana çekilebilen bu madde, düşmanların elinde bir silah gibi
kullanılıyordu...
Antlaşma şartlarına uyarak ordumuz dağılmış, bütün silah ve
cephanelerimize el konulmuştu. Ülkemizin bir çok bölgesi hiçten
bahanelerle işgal edilmişti. Galip devletler, Anayurdumuz olan
Anadolu’yu dahi kendi aralarında paylaşmışlar, ona göre işgallerine
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
163
devam ediyorlardı. Düşman donanması İstanbul sularında demirlemiş,
boğazlar tutulmuş, Osmanlı Hükümeti etki ve baskı altına alınmıştı.
İstanbul, resmen değilse de fiilen işgal edilmişti...
İtilaf Devletlerinin kontrolü ve baskısı altında kalan Padişah
ve hükümeti düşmana alet olmuş, âciz ve şaşkın bir duruma
düşmüştü. Millet için değil, sadece kendileri için emniyet ve kurtuluş
yolları arıyorlardı. Anadolu’nun her yerinde ecnebi subaylar dolaşıyor
ve halka direktifler veriyorlardı.
Böyle olacağını önceden sezinleyen M. Kemal Mondros
Mütarekesi günlerinde, Adana’dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşaya
çektiği telgrafta:
– Ciddî olarak arz ederim ki, gereken tedbirler
alınmadıkça orduyu terhis etmeyiniz. Şayet orduyu terhis edecek
ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak, düşman
ihtiraslarının önüne geçmeye imkân kalmayacaktı” diyordu. (1)
Bu tavrıyla M. Kemal, her şeyin bitti sanıldığı bir zamanda,
kurtuluş ümidinin sönmediğini gösteriyordu.
İtilaf
Devletlerini
gücendirmemek
için,
Mondros
Antlaşmasının şartlarını yerine getirmek gayretinde olan Padişahın ve
kurduğu yeni hükümetin, korkak ve ürkek tavrına rağmen;
Milletimiz, bu haksız işgal ve istilalara karşı nefsini müdafaa
yolunda direniş gösteriyordu. Düşmanla, mahalli kuvvetler arasında
ciddi çatışmalar oluyor ve düşmanın serbestçe ilerlemesine engel
olunuyordu. Hattâ, Anadolu’da yer yer Millî Teşkilâtlar
oluşturuluyor ve işgalci düşmanlara karşı silahla karşı
konuluyordu... Fakat çok gerekli olduğu halde, küçük birlikleri
birleştirerek güçlenen ve bütün memleketi kapsayan millî bir hareket
henüz gelişememişti.
Dış düşmanlar, ülkemizdeki işgal ve istilâ hareketlerine devam
ederken, içeride de ülkemizi parçalamaya ve millî birliğimizi
bozmaya yönelik zararlı teşkilâtlar kuruluyordu. Bunlar, bütün
güçleriyle memleket aleyhindeki yıkıcı faaliyetlerine devam
ediyorlardı.
Zararlı akımlar karşısında endişeye kapılarak, nefsi müdafaa
etmek, milli birlik ve beraberliğimizi bozmak isteyenlere karşı durmak
ve onlarla mücadele etmek ihtiyacını duyan vatansever insanlarımız
da kendi bölgelerinde faydalı cemiyetler kurmuşlar ve
kuruyorlardı.
1
Utkan Kocatürk: Atatürk, Ankara – 1971 s. 14 - 15
164
Rasim Pehlivanoğlu
M. Kemal’in önderliğinde başlayan Millî Mücadelemizin
önemini belirtmek bakımından, memleketimizde kurulan bu zararlı
ve faydalı cemiyetlerin önde gelenlerini aşağıda tanıtmakta fayda
görüyorum.
2- Kurulan Zararlı Cemiyetler
Ülkemizde kurulan zararlı cemiyetleri iki grupta toplayabiliriz:
1) Ülkemizde yaşayan azınlıkların kurduğu cemiyetler
2) Millî birliğe engel olan ayrılıkçı cemiyetler
1) Önce birinci grupta yer alan azınlıkların kurduğu zararlı
cemiyetlere özetle değinelim:
a) Mavri Mira Cemiyeti: İstanbul’da Rum Patrikhanesinde
kurulan Mavri Mira Cemiyetinin görevi; çeşitli illerde çeteler
kurmak, Yunanlılar lehine mitingler ve propagandalar yapmaktı.
Yunan Kızılhaçı ve diğer kuruluşları bu cemiyetin emrinde
çalışıyordu.
b) Pontus Rum Cemiyeti: Mavri Mira Cemiyeti tarafından
kurulan bu cemiyet; İnebolu’dan Batum’a kadar uzanan sahada bir
“Rum Pontus Devleti” kurmak gayesindeydi. Devletin merkezi
Samsun olacaktı.
c) Hınçak Komitesi: Doğu Anadolu’da kurulacak Ermenistan
Devletine zemin hazırlamak görevinde olan bu komite, Ermeni
Patriği Zaven Efendi ve Mavri Mira Cemiyeti ile tam bir fikir
birliği içinde çalışıyordu.
Bunların dışında kurulmuş gizli açık başka cemiyetler de
vardı.
İstanbul’daki Yahudiler de ayrı bir cemiyet kurmuşlardı.
2) Millî Birliğe Engel Olan Ayrılıkçı Cemiyetler:
a) Kürt (Kürdistan) Teali Cemiyeti: İstanbul’dan yönetilen bu
cemiyet Elazığ, Bitlis, Diyarbakır... illerinde Kürt hükümeti
kurmak için çalışıyordu.
b) Teâl-i İslam Cemiyeti: İstanbul’dan yönetilen bu cemiyet
Konya ve havalisinde ayrılıkçı faaliyet gösteriyordu.
c) İngiliz Muhipleri (İngilizleri sevenler) Cemiyeti: Kurtuluşu
İngiltere’ye bağlanmakta gören; içinde Padişahın, Damat Ferid
Paşanın ve ileri gelen devlet adamlarının dahil olduğu ve bir
İngiliz rahibinin başkanlığını yaptığı bu cemiyetin başlıca gayesi;
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
165
memleket içinde çıkacak millî faaliyeti bastırmaktı. Yani, ufukta
görülen Millî Mücadeleye karşı koymaktı...
d) Amerikan Mandasını İsteyenler Cemiyeti: Kurtuluşu
Amerika (ABD) gibi güçlü bir devletin himayesinde görenler bu
cemiyetin üyesi olmuşlardı. Bunların çoğu iyi niyetliydi. Fakat
başlangıçta ileriyi görmekten uzak bulunuyorlardı. Zamanla,
gerçeği görenlerin birçoğu Millî Mücadeleye katılmış ve önemli
hizmetler vermişlerdir.
Aydın kimselerin katıldığı başka cemiyetler de kurulmuştu.
Bunların da birçoğu sonradan yanıldıklarını anlamış ve M. Kemal’in
liderliğindeki Millî Mücadeleye katılmışlardı.
3- Mahallî Kurtuluş Çarelerine Başvuran
Millî Cemiyetler
İstanbul’daki padişah hükümeti, ülkemizin parçalara
bölünmesine, yokluk ve yoksulluk içinde kıvranan milletimizin
perişan haline kayıtsız ve seyirci kalmıştı. Başsız ve teşkilatsız bir
sonuca ulaşılamayacağına inanan milletimiz, bu şartlar altında
bizzat kendisini sorumlu görerek harekete geçmiş, azim ve inançla
çalışmaya başlamıştı. Millî duygulara dayanan yer yer bölgesel
teşkilatlar kurulması sağlanmış ve düşmana karşı ciddî mücadeleler
verilmişti. Bunların önde gelenlerini belirtelim.
a) Trakya Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti: Edirne ve
dolaylarında kurulmuş olan bu cemiyet, Trakya ve Batı Trakya’daki
Türkleri kurtarmak ve burada “Trakya Cumhuriyeti” kurmak
gayesini güdüyordu. İngilizlerden ya da Fransızlardan yardım
göreceğini umuyordu. Memleket çapında kurulacak büyük birliğe de
katılabilirdi.
b) Vilâyât-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk- Milliye Cemiyeti
(Şark Vilayetlerinin Millî Hukukunu Koruma Cemiyeti): İstanbul’da
kurulmuş olup, doğu vilayetlerinde şubeler açan bu cemiyet, doğu
illerimizin Ermenilere verilmesini önlemeye çalışıyor ve bunun ön
tedbirlerini alıyordu.
c) Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti:
Önceleri merkezden ayrılmak gayesiyle kurulan bu cemiyet, sonraları
“Muhafaza-i Hukuk (Hukuku Muhafaza) Cemiyeti” adını alarak,
Trabzon ve çevresinin Rumlara verilmesini önlemeye çalışıyordu.
d) İzmir Redd-i İlhak Cemiyeti: Yunanlıların İzmir’i işgal
edeceği duyulunca, İzmirli vatanseverler tarafından kurulan ve
önemli çalışmalar yapan Redd-i İlhak Cemiyeti, -maalesefİzmir’in işgalini önleyememiştir. Ama, işgal öncesinde ve
Rasim Pehlivanoğlu
166
sonrasında halkı uyarmak ve gerekli tedbirleri almak için çok önemli
hizmetler vermiştir. İşgal sırasında ve sonrasında çektiği
telgraflarla olayı bütün yurda duyurmuş, milletimizi ayağa
kaldırmıştır...
Yurdumuzun çeşitli yörelerinde daha başka faydalı
cemiyetler de kurulmuştur. Ama bütün bunlar Ancak kendi
bölgelerini savunmaya yönelik çalışmalar yapıyorlardı. Birleştirici bir
amaca yönelememişlerdi.
4- Kurtuluş, Kurulan Cemiyetlerin Aynı Amaç Altında
Birleşmesine Bağlıdır
Kurulmuş olan bütün bu faydalı cemiyetlerin gayesi işgale
karşı koymak ve işgalcileri protesto etmekti. Gerektiğinde silahla
karşı koyarak işgali önlemeye çalışmaktı. Fakat ayrı ayrı amaçları
ve plânları olan bu faydalı cemiyetler güçlü bir birlik olamamışlardı.
İyi niyetli fakat parça bölük olan bu cemiyetlerin, Anadolu’yu ve
Türklüğü kurtarmaları mümkün olamazdı.
Yurdumuzun semalarını kara bulutların sardığı o hüzünlü
günlerimizde, ülkenin çeşitli bölgelerinde mahallî kurtuluş çareleri
arayan ve işgalcilere direnç gösteren cemiyetlerin kurulması elbette
çok iyi bir şeydi. Ama kurtuluş, ayrı ayrı çalışmakta değil,
imkânları birleştirerek hep birden aynı amaca yönelmekte ve
yenilmez bir güç haline gelmekteydi...
O günkü şartlar altında kurtuluş için verilecek bir tek karar
vardı. O da: M. Kemal’in belirttiği gibi, “Milli sınırlar içinde, Millî
hâkimiyete dayanan, kayıtsız, şartsız bağımsız yeni bir Türk
Devleti kurmaktı.” M. Kemal’e göre önemli olan “Türk Milleti
haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamalıydı!”
“İstiklalden mahrum bir millet, ne kadar zengin olursa olsun,
medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir
muameleye lâyık görülemezdi. Halbuki, Türk Milletinin haysiyeti ve
gururu çok yüksekti, büyüktü... Bu büyük millet esir yaşamaktansa
ölmesi daha iyiydi!” Öyleyse, Milli Mücadelenin parolası:
“YA İSTİKLÂL YA ÖLÜM!” olacaktı. (2)
Evet, kurtuluş parolası “Ya İstiklal Ya Ölüm!” olacaktı. Ama
asıl olan ölmek değil, ölmeden kurtuluşu sağlamaktı. Fakat bu
kurtuluş nasıl olacaktı? Kurtuluşun yolu ve metodu ne olacaktı.?
Amaca ulaşmak için nereden başlanılacak ve nasıl yürünülecekti?...
2
A.g.e. s. 16
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
167
Bu soruların cevabını ileride vermeye çalışacağım. Fakat daha
önce, Türk devleti ve milleti için, hattâ diğer devletler için büyük
önem taşıyan Wilson Prensiplerini belirtelim. Sonra da İzmir’in
işgali olayı ve bu olayın akisleri üzerinde duralım.
5- Wilson Prensipleri
Konuyla ilgisi bakımından, “Wilson Prensipleri” adı verilen
Amerikan Cumhurbaşkanının barış bildirisine biraz değinelim:
Profesör
ve
rektör olarak
25
yıl
Amerikan
Üniversitelerinde hizmet verdikten sonra 1912 yılında ABD
(Amerika Birleşik Devletleri) Cumhurbaşkanlığına seçilen ve iki
dönem Cumhurbaşkanlığı yapan Wilson barış taraflısıydı. Ülkesini
Birinci Cihan Savaşına sokmamıştı. Fakat savaş sonuna doğru Alman
deniz altılarının Atlas Okyanusundaki Amerikan gemilerini batırmaya
başlaması üzerine, halkın tepkisine dayanamayarak Almanya’ya
karşı savaş açmıştı ve tarafsızlığını bozmuştu.
Buna rağmen, Wilson barış için çalışan iyi niyetli bir
başkandı. Birinci Cihan Savaşı sonunda, yenen ve yenilen devletler
arasında, insan haklarına saygılı ve adaletli bir barış yapılmasını
istiyordu. Bunu sağlamak için de “Wilson Prensipleri” adı verilen 14
maddelik bir iyi niyet bildirisi (beyannamesi) yayınlamıştı. Bu iyi
niyet bildirisi savaşa katılan bütün devletler tarafından ilgiyle
karşılanmış ve kabul görmüştü.
Wilson Prensiplerinin bir maddesinde (12. Madde): “Bir
toprak üzerinde yaşayan insanlar, kendi düşünce ve isteklerine
göre bir idare şekli kabul edecektir” deniliyordu. Bu maddeye göre,
bir bölgede yaşayan milletlerden hangisi çoğunluktaysa, çoğunlukta
olan topluluk kendi düşüncesine göre idare edilecekti... Wilson’un bu
prensibine uyularak, Türk topluluğunun çoğunlukta olduğu İzmir
ve çevresi Türk kalacak ve Türk Devleti idaresi altında
yaşayacaktı. Burasının yabancı bir devlet tarafından işgal edilmesi
Wilson Prensiplerine aykırı düşerdi.
Buna rağmen uygulama Wilson Prensipleri dışında
olmuştu. Gerçeği saptıran galip devletler, İzmir’i Yunanlılara işgal
ettirmişlerdi. Sadece İzmir ve çevresini değil, milli sınırlarımız içinde
bulunan ve halkı Türk olan ülkemizin birçok bölgesi de galip
devletlerin işgaline uğramıştı. İşgaller ve işkenceler bir yerde
durmuyor adım adım devam ediyordu.
Oysa, biz Türkler Wilson Prensiplerine uymayı kabul
etmiştik. Başka milletten olan insanların çoğunlukta olduğu
bölgelerden çekilmiş, milli sınırlar içinde kalmıştık. Bilhassa,
ülkemizin güneyinde yaşayan ve yüzyıllarca hakimiyetimiz altında
168
Rasim Pehlivanoğlu
kalan Arap ülkelerini kendilerine bırakarak milli sınırlarımız içine
çekilmiştik. Musul ve Kerkük de milli sınırlarımız içindeydi. Ama
sonraları, bir oyunla bu iki Türk şehri de elimizden alınmıştı!...
6- İzmir’in İşgali - Atılan İlk Kurşun ve Akisleri
Yukarıda belirtildiği gibi, “Redd-i İlhak Cemiyeti” İzmir’in
Yunanlılar tarafından işgalini önleyememişti. Çünkü, Yunan işgali
İstanbul’daki Türk Hükümeti Harbiye Nazırının muvafakatıyla ve
İtilaf Devletleri deniz kuvvetlerinin desteği ile yapılmıştı.
Öğrenildiğine göre, Yunan Yüksek Askerî Şurası İzmir’e
asker
çıkarmaya
karar
vermişti.
Herhangi
bir
direnç
beklemediklerinden, sadece 1. Yunan Tümeni İzmir’in işgali ile
görevlendirilmişti. İstanbul’daki Yunan temsilcisine de durum
bildirilmişti.
İngiliz Başbakanı Loyd Corc, Yunan işgalinin bir an önce
gerçekleşmesini istiyordu. Bunun için, İtilaf Devletleri Deniz
Kuvvetleri Komutanı Amiral Calthrop’u Yunan çıkarmasının
güvenliğini sağlamakla görevlendirmişti.
Yunan tümen komutanının, 13 Mayıs 1919 akşamı
yayınladığı bildiride:
“.....Tutsak yaşayan kardeşlerimizi kurtarmaya gidiyoruz.
Heyecanımız yerindedir... Böylece Yunanistan’ın yalnız
Yunanlıları değil, başkalarını da yönetmesini bildiğini
göstereceğiz...” deniyordu. (Sanki İzmir Yunanlılarınmış ve oradaki
Rumlar tutsak yaşıyorlarmış gibi) (3)
Amiral Calthrop, 14 Mayıs 1919 günü bir nota ile: “Mondros
Antlaşmasının 7. maddesi gereğince İzmir’in işgal edileceğini,” İzmir
Kolordu Kumandanı Ali Nadir Paşa ile Vali İzzet Beye bildirmiş ve
karşı konulmamasını istemişti. (Ne yazık ki, daha önceki dirayetli
Kolordu Komutanı, Valiliği de birlikte yürüten Nurettin Paşa
görevden alınarak, yerine birbirinden güçsüz ve beceriksiz bu iki
görevli tayin edilmişti. İzmir’in mukadderatı bunların eline
bırakılmıştı.)
Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa notayı alır almaz durumu
İstanbul’daki Harbiye Nazırına telgrafla bildirmişti. Verilen
cevapta: “Amiralin bu teklifi anlaşma hükümlerine uygun
olduğundan kabul edilecektir” deniliyordu.
3
Cahit Akçakayalıoğlu Gen. Kur. Yayınları: Atatürk Ank.,- 1986 s. 138
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
169
Bu emir üzerine Kolordu Komutanı, 14 Mayıs günü öğleden
sonra birliklerine verdiği bir emirle İzmir’in işgal edileceğini
bildirmiş, bütün savaş araç ve gereçlerinin teslim edilmesini ve
işgal sırasında katiyen karşı konulmamasını, işgal birliklerine
gereken kolaylıkların gösterilmesini istemişti. Vali ise,
hareketsizliği tedbir sayıyor, uyuşturucu ve uyutucu bildiriler
yayınlıyordu.
Bu duyarsızlık karşısında, 14 Mayıs 1919 günü düşman
gemileri hiçbir karşı koyma olmadan İzmir Limanına rahatça
girmiş ve ertesi günkü çıkarma için gerekli işgal hazırlığını yapmıştı.
Türk Genel Kurmayı Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak), işgali
boyun eğerek karşılamaktan yana değildi. Olayı duyunca derhal
Harbiye Nazırı ile konuşarak işgalin önlenmesini istemiş ve bu
konuda Nazırın imzasıyla uyarıcı bir yazı gönderilmesini
sağlamıştı. Ama ne çare ki: Harbiye Nazırının daha önce işgale yol
veren emri yüzünden geç kalınmıştı. O günkü şartlar altında iş işten
geçmiş bulunuyordu...
Amiral Calthrop, 14 Mayıs gecesi saat 22.30’da yayınladığı
ikinci nota ile, işgalin İtilaf Devletleri adına yapılacağını bildiriyor
ve limandaki donanmanın destek görevi yapacağı tehdidini
savuruyordu.
Düşman gemilerinin limana dolduğunu, ertesi gün İzmir’in
işgal edileceğini endişeyle öğrenen halk ve gençlik temsilcileri Türk
Ocağında toplanmış, karşı koyma kararı almıştı. Karara göre: İzmir
Yunanlılara kansız teslim edilmeyecekti! Ama bu nasıl olacaktı?...
O gece cephanelik yağma edilmişti!...
15 Mayıs 1919 günü saat 08.40’dan itibaren, Yunan birlikleri
İzmir rıhtımında karaya çıkmaya başlamıştı. On binlerce yerli Rum,
bütün kordon boyunu kaplamış olarak sevinç çığlıklarıyla ve
alkışlarla karşılama töreni yapıyorlardı. İlerleyen Yunan askerlerini
çiçek yağmuruna tutuyorlardı...
Türkler için şeref ve haysiyet kırıcı olan bu manzara karşısında,
millî duygusu coşan ve sabrı taşan “Hasan Tahsin” isimli genç bir
gazeteci, kendisini tutamayarak attığı bir kurşunla, düşmanın
Efzon alayının bayraktarını yere sermişti!... Ama kendisi de şehit
edilmişti!...
Bugün isminden heyecanla söz ettiğimiz Hasan Tahsin’in
attığı bu kurşun Kurtuluş Savaşımızın ilk kurşunu olmuştur. Bu
serdengeçti gencimizin attığı ilk kurşunla Millî Mücadelemiz başlamış
oluyordu... Elbette arkası gelecekti. Hem de iyi gelecekti...
170
Rasim Pehlivanoğlu
Gözlerini hırs ve kin bürümüş olan düşman askerleri; karşı
konulmaması emri aldıkları için kışlalarında sessiz ve silahsız
bekleyen Türk subay ve erlerine hücum etmişler, silahsız subay ve
Türk Askerlerini kışlalarında acımasızca şehit etmişlerdi!...
Yakalanan bütün Türk komutan, subay ve erlerini türlü
hakaretler ve işkencelerle götürüp gemilere kapatmışlar ve aç
bırakmışlardı. İşgale karşı koydurmayan korkak ve ürkek Kolordu
Komutanı Ali Nadir Paşa bunlar arasındaydı. Hareketsizliği tedbir
sayan Vali ile vilayet memurları da süngü ve dipçiklerle eziyet
edilerek götürülüp diğer bir vapurun ambarına kapatılmışlardı.
Bu olay yakın tarihimizde geçen anlamlı bir ibret levhasıdır... Ders
almasını bilmeliyiz.
Yunan vahşeti devam ediyordu: “Yaşasın Venizelos!” diye
bağırmayı şiddetle reddeden Miralay Fethi Beyi ve diğer
vatanseverleri kahpece şehit etmişlerdi. Şehir içinde dolaşarak
dükkânlar basılmış ve yağma edilmişti. Vilayetin işleri de Yunan
temsilcileri tarafından yürütülmeye başlanmıştı. Böylece İzmir’in
işgali olayı, insanlığın nefretle karşıladığı zulüm ve cinayetlerle
başlamış bulunuyordu.
Ama sindirilmiş görünen İzmirli Türkler ile imanlı çevre halkı
ve heyecanlı Türk gençleri gizliden gizliye çalışıyorlar ve mukavemet
(karşı koyma) hareketine hazırlanıyorlardı...
Burada sevinçle belirtelim: 15 Mayıs sabahı İzmir’in işgal
edileceğini öğrenen kışladaki erlerimiz, gece karanlığında
kaçmışlar ve hattâ İzmir dışına çıkarak hayatlarını
kurtarmışlardı!... Bunlar, ileride Milli Mücadelemizin önde gelen
imanlı elemanları olacaktı...
7- İzmir’in İşgaline Tepkiler
İzmir’e Yunan saldırısı bütün ülkede tepkiyle karşılanmıştı. İlk
tepkiyi Redd-i İlhak Heyeti göstermişti. 15 Mayıs 1919 sabahı
çektiği telgraflarla işgali bütün ülkeye duyurmuştu. Milletimizi
direnişe davet etmiş, her yerde mitingler yapmaya ve herkesi vatan
ordusuna katılmaya çağırmıştı.
“İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti” ise, genel
sekreteri aracılığı ile, İstanbul’daki devlet adamlarına, Üniversite
Profesörlerine, ülke aydınlarına ve millî kurumlara bildiriler
göndererek olaya tepki göstermelerini istemişti. Aynı cemiyet
tarafından, ABD temsilcisine verilen bildiride ise, “Vatan uğrunda
kahramanca
çarpışarak
ölmeye
hazır
bulunduğumuz”
belirtiliyordu.
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
171
– Wilson Prensiplerinin 12. maddesine uygun olarak
Türklerin yerleşik bulunduğu bölgelerin ayrılmaz bir bütün
halinde kalması gereği üzerinde kesinlikle ısrar ederiz!”
deniliyordu. (4)
Anadolu’nun ve Trakya’nın hemen her yerinden devlet
merkezine gelen telgraflarla işgal olayı lânetleniyordu. Bu
telgrafların birisinde şu ifadeler de yer alıyordu:
– ...Türk ve Müslüman kanıyla yoğrulan İzmir’in, hak ve adalet
ve Wilson prensiplerine aykırı olarak işgalini bütün varlığımızla
protesto ederiz... Bizi İzmir’e götürünüz, vatan uğrunda öleceğiz...
Eğer Avrupa bizim bu haklı feryadımızı duymazsa, kendi
kuvvetimizle yurdumuzu kurtarmak için azimliyiz” deniliyordu.
(5)
Denizli mutasarrıfı Faik Bey (Öztrak), dahiliye vekaletine
gönderdiği telgrafta özetle:
– İzmir’deki facialar bütün bölge halkında sonsuz bir nefret
uyandırmıştır. Ahali heyecan içinde milletin haklarını korumaya
karar vermiştir. Devlet ve milletin haklarını savunmak için herkes,
her türlü fedakârlığa hazırdır. Yabancı bir devletin boyunduruğuna
girmemek ve değerli İzmir’imizi onların elinde bırakmamak için,
her fedakârlığa katlanmak azmi, büyük küçük ayrılıksız herkesde
vardır. Halk, yurtlarının yabancı elinde bırakılmasına asla razı
değildir bu uğurda can vereceklerdir...” Denilerek işgal karşısında
bölge halkının gösterdiği tepki ve duygular belirtiliyordu. (6)
Türk basını genel olarak, kendilerine yapılan türlü baskılara
rağmen, milletimizin duygularını yansıtıyordu. Halkımız uyanmaya,
millî ve medenî cesarete çağırılıyordu. Millî şairlerimiz coşkulu
şiirleriyle acıklı halimizi dile getiriyor ve millî duygularımızı
coşturuyordu.
İzmir’in işgalini duyunca içi kan ağlayan Hüseyin Suat isyan
ediyor ve şöyle haykırıyordu.
VERMEYİZ İZMİR’İ
..............................................
İzmir’in toprağı Yunan ili mi?
Alamaz kimse benim can evimi
4
A.g.e. s. 143
A.g.e. s. 143
6
A.g.e. s. 143
5
Rasim Pehlivanoğlu
172
Ne diyor bak bana birçok sesler?
Hepimiz oldu şehîd-i ekber
Sönmüş yurdumuzun bir ocağı
Kanımızla boyadık her bucağı
Ne büyük kaldı bu yolda, ne küçük
Sizi ihyâ için öldük öldük
Ölmeyi bilmeyen insan yaşamaz
Hakka, kuvvetle tahakküm olamaz.
Müslüman yurduna Yunan çıkıyor
Hangi hakla bilemem Wilson’a sor...
Hani ya hakk-ı hakikat nerede?
Bu mudur adl-i siyasi yerde
Herkesin şimdi bu sestir zikri
Bundan artık dönemez kimse geri
Azmimiz öyle metindir billâh...
Vermeyiz İzmir’i Allah Allah!
Öldürün cümlemizi sonra salın
Çiğneyin naşımızı öyle alın!... (7)
İstanbul’da Yapılan Protesto Mitingleri
Ünlü Hatiplerin Konuşmaları
O acıklı matem günlerimizde protesto toplantıları da
yapılıyordu. İlk toplantı 18 Mayıs 1919’da İstanbul Üniversitesinde
yapılmış, hararetli konuşmalar olmuştu. Alınan kararlara uyularak,
İzmir’in işgali karşısında İtilaf Devletlerine protestolar gönderildi. Yas
alâmeti olarak bütün eğlence yerleri kapatıldı. Şehrin her yerinde
bayraklar yarıya indirildi. İstanbul’un çeşitli semt ve alanlarında
mitingler düzenlendi.
Üsküdar – Doğancılar da, çoğunluğu kadınlardan oluşan
binlerce insanın katıldığı mitingde alınan kararla, İtilaf Devletleri
temsilcilerine çekilen telgrafta şu sözler de yer alıyordu.
“...Yunanlılara tutsak olmaya asla tahammülümüz yoktur.
Şimdiye kadar çokça akan insan kanı yetmiyorsa,
çocuklarımızdan hayatta kalanlar helâl ve kendi hayatımız da
feda olsun” deniliyordu. (8)
7
Mehmet
Kaplan
ve
Arkadaşları
D.
Y.
K.
Milli
Mücadele
İst.–1981 s. 103
8
Cihat Akçakayalıoğlu Gen. Kur. Yayınları: Atatürk,, Ank - 1986 s. 144
ve
G.
M.
Kemal,
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
173
İstanbul’da yapılan mitinglerin en etkilisi, 23 Mayıs 1919’da
Sultanahmed Meydanında yapılmıştı. İzmir’in işgalini takip eden
Cuma günü namazdan sonra Sultanahmed Meydanında toplanan ve
sayısı yüz binlerle ifade edilen uçsuz bucaksız bir topluluk...
Ayasofya Meydanından Sultanahmed Meydanına ve oradan Sultan
Mahmud türbesine kadar geniş bir sahayı doldurmuştu: “Türk’ün esir
olmadığını,
olamayacağını,
Müslümanların
ölmediğini,
öldürülemeyeceğini” belirten ve daha başka millî sloganları içeren
levhaları taşıyan halk, konuşmanın başlamasını heyecanla
bekliyordu...
Mehmet Emin (Yurdakul’un) Konuşmaları
Mitingin açılış konuşmasını yapan Fahri Beyden sonra, Millî
Şairimiz Mehmet Emin (Yurdakul) kürsüye gelmiş, halkı coşturan
konuşmasını yapmıştı. Mehmet Emin’in heyecanlı ve anlamlı
konuşmasından bazı bölümlerini (aynı heyecanı duyurmak için)
aşağıya alıyorum.
“Kardeşler!
Keşke asırların geceleri ve dünyaların mezarları gözlerime
dolarak bir alil olsaydım, sokak sokak dilenseydim de milletin
kulağımı parçalayan bu felâket seslerini işitmesiydim, bu kara
günleri görmeseydim.... Zira bugün memleketin uğradığı felâket ve
musîbetler o kadar acıklı!...
Evet kardeşler, biz mağlubiyet-i vatan ve milletimin
acısından sonra bugün İzmir’imizin Yunanlılar tarafından işgal
edildiğini görüyoruz.... İzmir’i Yunanistan ve Türk’ü Yunanlı yapmak
için mi?.......
Bu aziz toprak asırlardan beri birçok sarsıntılara göğüs germiş
ve öyle haris gözlerle kendisine bakanlara karşı söylediği şu olmuştur:
– Düşman geri! Benim yeşil dağlarımın, çiçekli
yaylalarımın altında derin uçurumlar, karanlık mezarlar da
vardır; benim evlâtlarım ölmeyi bildikleri kadar öldürmeyi de
bilirler.”
Türk’e gelince: Onun Allah’a secde için eğilen alnı hiçbir
vakit esaret önünde eğilmedi; onun kılıç ve sabandan başka bir şeyden
nasırlanmayan elleri asla zincirlere uzanamaz......
Şerefli bir tarih ve medeniyete , sağlam bir fazilet ve
ahlâka, zengin bir şiir ve edebiyata, dinî ve millî ananelere, ırkî ve
vatanî hatıralara malik olan bir milletin mahvolduğunu tarih
göstermiyor.....
Rasim Pehlivanoğlu
174
Ah kardeşler! Yine matem mi, yine ölüm, yine hicran mı? Ah
yine mi birçok asırların ve sanatkarların emekleriyle vücuda gelmiş
olan memleketler, birçok hatıralı ocaklarımız yıkılacak mı?......
Kardeşler! Ben şu iki mukaddes mabedin arasında, bizi
birbirimizi sevmek için yaratan Allah’ın bu saltanatının eşiğinde bu
hale nefret ediyorum. Yüreğim heyecanlı ve gözlerim yaşlar içinde
olduğu halde, Garp’a doğru dönerek haykırmak ve şunları söylemek
istiyorum:
Ey Avrupa, ey Amerika! Bunun mesuliyeti sizin olacaktır.
Biz Türkler düştüğümüz muharebeye ve uğradığımız mağlubiyete
rağmen sizi tanıyorduk ve sizden hak ve adalet bekliyorduk.....
Lakin heyhat! Bugün Türk ve Müslüman, İzmir’in
Yunanlılara açılması ve bir buçuk milyon Türk ve Müslüman hukuk
ve hürriyetinin iki yüz bin Rum’a feda edilmesi bizi ümidimizin
harabesi karşısında bıraktı.....
Türk’ün hukuku, Türk’ün hürriyeti niçin tanınmıyor?
Türk’ün vatanı, Türk’ün mabedi niçin çiğneniyor?...
Bununla beraber kardeşler: Biz bütün felâket ve musibetlere,
her şeye karşı memleket ve milletimizin hayat ve necatından
ümidimizi kesmeyelim. Bilelim ki gökler fırtınasız, baharlar
hazansız olmadığı gibi, hiçbir vakit insanlar da dertsiz
kalmamıştırlar. Eğer bir felaketten, mağlubiyetten ders almayı
bilirsek şüphe yok ki bizim içtiğimiz zehir bir ilaç olacaktır.
Kardeşler!
Yunanlıları İzmir’den çıkarmak, eski ve yeni dünyalara hukuk
ve hürriyetimizi tanıtmak istiyor musunuz?... Öyle ise en önce
aramıza girmiş olan nifakı öldürelim, kardeşliğe doğru bir daha
geriye çekilmeyecek olan
ellerimizi uzatalım, hepimizin
alınlarımızda vatan kurtarmak mefkûresi ve kalplerimizde milleti
yaşatmak aşkı olduğu halde birleşelim... Her birimiz hepimiz ve
hepimiz her birimizin olalım ve yalnız, yalnız iki kuvvete
inanalım: Kendimize ve Cenab-ı Hakka!...” (9)
Halide Edip (Adıvar’ın) Konuşması
Şair Mehmet Eminden sonra kürsüye gelen ünlü hatip Halide
Edip (Adıvar) Hanımın ibret alınacak heyecanlı konuşmasından bazı
bölümleri aşağıya alınmıştır.
9
Mehmet Kaplan ve Arkadaşları D. Y. K. Milli Mücadele ve G. M. Kemal,
İst. – 1981 s. 91-95
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
175
“Kardeşlerim, Evlatlarım!
“Ruhu göklerde olan ecdadımız minarelerimizden yedi yüz
yılın şanlı Osmanlı tarihinin bugünkü faciasını seyrediyor.
Bu tarihin, bu muazzam meydana zafer alayları yapan
kahraman ecdadımızın ruhları karşısında dünyanın bir başından bir
başına at süren o mağlûp olmayan erlerin gazapları karşısında başımı
kaldırıyor ve diyorum ki:
– Ben Türk ve Müslüman tarihinin bedbaht bir kızıyım.
Eskileri kadar kahraman fakat bedbaht yeni milletin de bedbaht bir
anasıyım. Bu yeni millet namına, ulu ecdadımızın ruhları önünde
başımı eğip yemin ediyorum. Bugün kolları kesilmiş Türk milletinin
geçmiş günlerdeki kadar cesur bir ruhu var.
Yemin ediyorum ki: Göğsünü adalet ve insaniyetten alan
ecdadımın ilâhi namusuna hıyanet etmeyeceğiz. Allah’ıma ve hakka
dayanarak Türk milletinin son yolunu siz ve dünyaya ilân ediyorum.
Beni dinleyiniz:
Kardeşlerim, Evlâtlarım!
Asırlardan beri sinsi sinsi devam eden Avrupa’nın istila
siyaseti her vakit Türk toprakları üzerinde en vicdansız bir
şekilde tecelli etmiştir..... Avrupa’nın eline nihayet bir fırsat
geçmiştir.
Türk’e zalim ve günahkâr diyen, milletlerin günahı için
mahkeme kuranların bu günahı o kadar çirkin ve sefil bir günah ki,
lekesini engin denizlerin nihayetsiz suları yıkayamayacaktır.
........................................................................
Dinleyiniz! Sizin iki dostunuz var:
Birisi bugünkü Müslüman alemi, öteki millet hakkı için
bağıracak milletler. Birini kazandınız, ötekini bugünkü açtığınız
davanın hak ve ulviyeti kazanacaktır.
Hükümetler düşmanınız, milletler dostunuz, kalbinizde
isyan kuvvetinizdir...... Bugün size haber verdiğim milletlerin hak
günü uzak değildir.....
Şimdi yemin ediniz ve benimle tekrar ediniz:
Milletlerin ilâhi hakkı ilân olunacağı güne kadar kalbimizde
heyecanımız kalacak, eksilmeyecektir!
Yedi yüz senenin en asil ve büyük mirası olan vakarımızı,
adalet ve terbiyemizi unutmayacağız!
Rasim Pehlivanoğlu
176
Yemin ediniz! Yedi yüz senenin tarihini ağlayan minareler
altında yemin ediniz:
Bayrağımıza, ecdadımızın namusuna hıyanet etmeyeceğiz!... (10)
Selim Sırrı Beyin Konuşması
Halide Edip Hanımının yemin eden ve ettiren konuşmasının
ardından kürsüye gelen Selim Sırrı da milletimizi birliğe çağıran ve
haktan ümit kesmememizi öğütleyen konuşmasında diyordu ki:
Muhterem ve necib vatandaşlar, valideler, babalar,
kardeşler, arkadaşlar!
Bilirsiniz ki felâket günlerinde aralarında nifak olan aile efradı
bile derhal ittihad eder (birlik olur.) Bir zelzele, bir tufan vukuunda
baba, evlât, dayı kanlı bıçaklı olsalar bile birbirlerine sarılırlar.
İşte aziz vatandaşlar bugün öyle bir buhranlı demdeyiz. Felâket
umumîdir...... Ecza-yı vatandan bir parçasının koparılmak istenilmesi
kalbimizde unutulmaz yaralar açtı......
Yunanistan’ın İzmir’i istilası (işgali) ile bütün Türkiye,
bütün İslâm alemi bugün kan ağlıyor!..... Türk’ün kalbi açıktır.
Bulanık suda balık avlamasını bilmez. Dövüşürse mertçe karşı karşıya
dövüşür. Arkadan vurmaz. Aman diyene kılıç çekmez.
Burada toplanan şu yüz bin kişilik İslâm halk, din kini
gütmüyor ve Hıristiyanlara karşı buğz ve adavet beslemiyor. Her
dinin mukaddesatına hürmet etmeyi kendisine vazife biliyor. Bizde
tecavüz ve istilâ emelleri de yoktur. Biz yalnız yaşamak istiyoruz. Bu
hakkı bizden almaya kalkışmasınlar. Tarik-i medeniyette
(medeniyet yolunda) her millet gibi ilim ve irfanla yükselmek ve Türk
kalarak yükselmek istiyoruz.
Vakur vatandaşlar! Azim ve gayreti elden bırakmayalım,
Hakk’dan ümidi kesmeyelim! Allah bizimle beraberdir. (11)
Doktor Sabit Beyin Konuşması
Yunan mezalimini anlatarak konuşmasına başlayan Doktor
Sabit Bey şunları da söylüyordu.
.....Namusum üzerine yemin ederim ki İzmir için canını
feda etmeyecek bir Türk Tasavvur etmiyorum......
10
11
a.g.e., s. 95 - 97
a.g.e., s. 97 - 99
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
177
Türk fazilete güvenerek aldandı. Yemin ederim ki medenî
Avrupalılar bizi iyi tanıyamadılar. Bizim sükûnetimiz tanınmamıza
mani oldu. Yaygaralarla Türk’ün sada-yı muhiki (haklı sesi)
boğuldu.....
Arkadaşlar, Hak muinimizdir (yardımcımızdır). Ürkmeyiniz,
korkmayınız. Bu millet mazlûmdur, fakat kimsesiz değildir. Şan ve
şerefle ölürse milyonlarca İslâm alemi matemini tutacak, intikamını
alacaktır.
“Tarihin dönüm yerinde bulunuyoruz. Artık hayal arkasından
koşacak, kendimizi avutacak zamanda değiliz, pek acı, pek elim ve
büyük hakikatle karşı karşıya bulunuyoruz..... Bedbaht millet! Şimdi
sana hiçbir yar, hiçbir meded-kâr yok... Yalnızsın. Şunu iyice
dinle, yalnızsın... Sana gülen yüzler, bayağı yüzler senin son
mirasına konmak isteyen garetçilerden başka bir şey değildir.
Artık inanma, senin için yalnız sen varsın... Hayır Hayır... Senin bir
yardımcın var: Allah! Onun (düşmanın) topu, tüfeği, zulmü,
mezalimi varsa; senin Hakk’ın, Allah’ın, ulu Tanrın var. İşte sen
yalnız ona güvenebilirsin...
Hak’tadır, Hak’tır en büyük kuvvet.
Vatandaşlar! Milli felâket, tahminimizden çok büyüktür.
Fakat çaresiz olmayalım... Azimkâr ve metin olalım... İcabederse
ölmeyi, seve seve ve bile bile ölmeyi bilelim... Damarlarımızda bu
kan, vücudumuzda bu yürek, ruhumuzda bu aşk, vatan ve Allah
aşkı payidar oldukça hiçbir şey bizi buradan ayıramayacaktır.
Sabit Bey konuşmasının sonunda, miting tertip heyetinin
hazırladığı 5 maddelik kararı yüksek sesle okumuş ve halkın
kabulüne sunmuştur. Okunan kararda:
“Mukaddes vatanımızın haksız olarak işgal edilen
yerlerinin tahliyesine kadar mücadelemize devam edeceğimizi;
kalplerimizde vatan endişesinden başka hiçbir endişenin yer
bulamayacağını belirten Sabit Bey, Devletimize bağlı kalacağımızı
özellikle vurgulamıştı. Ayrıca: Devlet büyüklerimizin vatan ve
milletimiz için en hayırlı kararı almaları temennisinde bulunmuştu...”
(12)
Halkın coşkun tezahüratıyla Sultan Ahmed Meydanında
yapılan bu miting, telgraflarla ve başka vasıtalarla, o günkü
imkânların elverdiği nisbette, ülkemizin her yanına duyurulmuştu.
Böylece halkımız bilinçlenmiş, sevinmiş ve ileriye ümitle bakar
olmuştu... Ama ne yazık ki, Ülkedeki etkisini gören işgal makamları
12
a.g.e., s. 99 - 102
178
Rasim Pehlivanoğlu
İstanbul’daki mitingleri yasak etmişti. Fakat milletin ruhundaki istiklal
(bağımsızlık) aşkı bir kere tutuşturulmuştu. Artık bu millî tepki ve
coşkuyu kimse önleyemezdi!...
İzmir’in işgalini takiben, 15 - 16 Mayıs gecesi istifa eden
Sadrazam Damat Ferit Paşa -ne acı ki- hükümeti yeniden
kurmakla görevlendirilmişti. Yaptığı hayırlı bir iş, Şevket Turgut
Paşayı Harbiye Nazırlığına getirmek olmuştu. Vatansever Genel
Kurmay Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak), artık Harbiye Nazırı ile de iş
birliği içinde çalışabilecekti.
İzmir’i işgal eden Yunanlılar, arkasına aldığı büyük
devletlerin desteği ile, burada kalmayıp iç kısımlara da
ilerliyorlardı. Kısa zamanda İzmir çevresini, Ödemiş’i, Aydın’ı ve
diğer birçok yerleri işgal etmişlerdi. Hatta, Samsun’dan durumu soran
M. Kemal, Ali Fuat Paşadan aldığı telgraftan Manisa’nın bile 26
Mayıs’da Yunanlıların eline geçtiğini öğrenmişti. Bu acı halimize
içerleyen duyarlı şairlerimiz, özellikle İzmir’i ve Aydın’ı konu alan
şiirler yazıyorlardı. Bu şiirlerden bazı bölümleri aşağıya alınmıştır:
Şair Samih Rıfat şöyle dertleniyordu.
GÜZEL AYDIN
İzmir Türk’ün ana yurdu,
Vermez onu altın ordu;
Düşman İzmir’e girerken
Bütün millet ağlıyordu...
Aydın, Aydın, güzel Aydın
Ah... bir kerre kurtulaydın!...
Doğma güneş yasımız var,
Git haber ver diyar diyar:
Türk’ün kolları bağlandı,
İzmir’i ondan aldılar!
Aydın, Aydın, güzel Aydın
Ah... bir kerre kurtulaydın!
...................................................
Yaşadıkça Türk evlâdı
Değişir mi Aydın adı?
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
179
Alem cünûn mu (cinnet mi) getirdi?
Yoksa tarih mi bunadı?
Aydın, Aydın, güzel Aydın
Korkma benden ayrılmadın,
Bekle geleceğim yarın!... (13)
Şair Enis Behiç (Koryürek) şöyle sızlanıyordu:
ŞEREF ÇİĞNENDİ
Kanlı çamurlarda şeref çiğnendi.
Kahraman bir kavmi sefiller yendi.
Hainler sayısız ocak yıktılar,
Yangından yağmaya, cerre çıktılar.
Tutuşan memleket: Benim yurdumdu.
Münhezim dağılan: Benim ordumdu.
O yırtılan bayrak: Benim bayrağım,
Yıkılan ocaklar: Benim ocağım!...
(Dosyamdan alınmıştır)
Şair Yusuf
sesleniyordu:
Ziya
(Ortaç)
İzmirlilere,
EĞİL DAĞLAR EĞİL
Ey güzel İzmir’in kahraman oğlu,
Bir lâhza bırakma tuttuğun yolu.
Bizim de bağrımız fırtına dolu,
“Eğil dağlar eğil, üstünden aşam,”
Sevgili yurduma ben de kavuşam!
Allah Allah deyip dayan ey efe,
Can verir sesini duyan ey efe,
Bizden de bulunur uyan ey efe.
“Eğil dağlar eğil, üstünden aşam,”
Sevgili yurduma ben de kavuşam!
Şimşekli bir bulut gibi gürle, çak!
Silâh kâr etmezse baştan başa yak!
Tarihe ismini yâdigâr bırak!
“Eğil dağlar eğil, üstünden aşam,”
13
a.g.e., s. 113
Aydınlılara
Rasim Pehlivanoğlu
180
Sevgili yurduma ben de kavuşam!
Ey efe, seninle öğünsün Aydın!
Gönülden gönüle namını yaydın!
Yurt için kendini bir hiçe saydın!
“Eğil dağlar eğil, üstünden aşam,”
Sevgili yurduma ben de kavuşam! (14)
Şair Faruk Nafiz (Çamlıbel) şöyle acınıyordu:
AH İZMİR!
Kara bir haberdi, bir ölüm kadar.
Ansızın benizler soldu, sarardı.
Baktım ki her gözde titreyen yaşlar,
Her yüzde İzmir’in matemi vardı...
Geçse de üstünden asırlarca yıl
Yenilmez sanırdım Türkler emeksiz.
Gördüm ki en sonra bir şehir nasıl
Teslim olunurmuş topsuz, tüfeksiz!
O güzel bağların yas tutsun bu yaz,
Vefasız değilsen bize darılma.
Sana yabancıdır o “mavi - beyaz”
İzmir, güzel İzmir, bizden ayrılma!... (15)
Şair Kemalettin Kami, şiiriyle Allah’a yalvarıyordu:
TÜRK’ÜN İLÂHİSİ
Sarmış mâtem bulutları,
Saz benizli ovaları...
Boynu bükük yuvaları
Sen himaye et Yarabbi!...
14
15
a.g.e., s.114
a.g.e., s.115
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
181
Ne bir “Yazık!” diyen bize,
Ne ses veren sesimize...
Huzurunda geldik dize
Senden inayet Yarabbi!...
Her çehre bize yabancı
Bari sen bir parça acı
Süründürme altın tacı
Bize yardım et Yarabbi!...
Bir gün sabah olur diye
Katlandık her işkenceye.
Bu felâketli geceye
Ver bir nihayet Yarabbi!... (16)
Şair Orhan Seyfi (Orhon) SANCAĞA başlıklı şiiriyle teselli
buluyordu:
SANCAĞA
Ellerde dolaşan bu siyah sancak,
Göklerde yükselen bir âh olmasın!
Doğru mu bu kadar ye’se kapılmak
Korkarım, bu matem günah olmasın!
Milletin kalbinde yer etmez keder;
Asırlar değişir, seneler geçer...
Ne kadar karanlık olsa geceler,
Mümkün mü sonunda sabah olmasın.
Ağlıyor uzaktan bakan rengine
Diyor: “Matemde mi öz vatanımız?...”
Biz seni boyarız o kan rengine
Var damarımızda halâ kanımız!
Ey güzel sancağım, solmasın yüzün,
Biz henüz yaşarken ye’se bürünme!
Hicrana takati yok gönlümüzün
Bu matem yüzüyle bize görünme!
Ey güzel sancağım, o “ay yıldız”ın
Sana tarihinden kaldı hediye,
Üstünden eksilme vatanımızın
Dalgalan bu “iller benimdir!” diye. (17)
16
17
a.g.e., s.125
a.g.e., s.123 - 124
182
Rasim Pehlivanoğlu
8– Batı Anadolu’da Kuvva-yı Milliye Hareketi
Batı Anadolu’da Yunan ilerlemesini durdurmak için her
bölgede hareketlenme başlamıştı. Sivil halk ve asker karışımı millî
kuvvetler kuruluyor ve işgalcilere karşı direnmeler oluyordu. Bu
kuvvetlere o zamanlar “Kuvva-yı Milliye” deniliyordu. Biz de
burada, o günlerin anısına sadık kalarak, millî kuvvetlerden söz
ederken yeri geldikçe Kuvva-yı Milliye ismiyle anacağız.
Yeni Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa, Albay Bekir Sami
Beyi, İzmir faciasında dağılmış olan 17. Kolordu birliklerinin
düzenlenmesi için 56. Tümen Komutanlığına atamış ve eline 1000
Lira vererek Anadolu’ya göndermişti.
– Haydi oğlum, vatan neyi emrederse onu yap. Vatanın
emrini yapanlar, her yerde kutlu olurlar. Sen de kutlu ol” demeyi
de ihmal etmemişti.
Ne var ki, kurtuluş için başka önemli tedbirler de almaya
yönelen ve millî davaya yardımcı olmak için çırpınan Şevket Turgut
Paşa, Sadrazam Ferit Paşanın tutumuyla bağdaşamadığı için, bir süre
sonra hükümet dışında bırakılmıştı...
Ama Harbiye Nazırlığı sırasında, kendisine direktifler vererek
görevlendirdiği vatansever subaylardan Albay Şefik ve Albay Bekir
Sami Beyler, düşman ilerleyişine karşı durabilmek için Kuvva-yı
Milliye teşkiline başlamışlardı. Millî kuvvetlerden oluşan güçlü
birlikler kurarak düşmana karşı koymaya çalışıyorlardı.
Bekir Sami Bey, verdiği talimatlarla Ödemiş bölgesini
harekete geçirmişti. Albay Şefik Bey, Aydın’ın işgalinden sonra
çekildiği Çine bölgesinde millî kuvvetleri örgütlemeye koyulmuştu.
Ayrıca, Bandırma’da Yusuf İzzet Paşa, Balıkesir’de Albay Kazım
(Özalp), kendi bölgelerinde millî kuvvetler kurmaya başlamış
bulunuyorlardı.
Sivil halk ve asker, omuz omuza vererek yurt savunmasına
girişmişti. Komutanların olumlu çalışmaları sonunda, “Kuvva-yı
Milliye Ruhu” (Milli Kuvvetler Teşkilatı) gelişmiş, bütün Anadolu’da
benimsenmişti. Avrupa’da öğrenimde bulunan, içlerinde -sonradan
ünlenen- Mahmut Esat (Bozkurt), Saraçoğlu Şükrü de bulunan
vatansever gençlerimiz öğrenimlerini bırakarak ülkeye dönmüşler
ve Kuvva-yı Milliye‘ye katılmışlardı... (18)
18
Cihat Akçakayalıoğlu Gen. Kur. As. St. Etüt Başk. Y. ATATÜRK,
Ank. – 1986 s. 148
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
183
Ödemiş Kaymakamı da olan Bekir Sami Bey, İtilaf Devletleri
temsilcilerine çektiği 29 Mayıs 1919 tarihli telgrafında: “...Artık
biliniz ki kalem değil Silâh konuşuyor!” ifadesini taşıyan protestosu
ile “Kuvva-yı Milliye’nin silâhlı mücadelesinin açıldığını” dünyaya
ilân ediyordu.
Türk kuvvetlerinin silâhlı gücü çok azdı. Düşmanınki kat
kat üstündü. Bu nedenle Türk kuvvetleri, düşmanların saldırgan
harekâtına karşı, önceleri zayıf bir direnmeyle karşı koyabilecekti.
Zamanla güçlenerek, etki ve çabalarını arttırarak çok cepheli bir savaş
verilebilecekti. Ayaklanmalar, iç ve dış bölücü çaba ve
propagandalar da kuvvet dengesini Türk’ün aleyhine
çevirmekteydi.
En olumsuz etki Padişahtan geliyordu. Padişahın
görevlendirdiği “Heyeti Nasihalar” (Öğüt Kurulları) vatandaşı kötü
etkiliyor, maneviyatını bozuyor ve direnişi köstekliyorlardı.
Harbiye Nazırının, Türk subaylarını İtilaf Devletleri subaylarına selâm
vermeye zorlayan emirleri hem maneviyat bozuyor hem de düşmana
karşı yüreklerindeki kin ve nefret duygularını körüklüyordu!...
Mücadeleye atılmak için ateşleyici bir kıvılcım bekleniyordu.
Batı Anadolu’da başlayan bu Kuvva-yı Milliye Ruhu, kısa
zamanda yurdun bütün bölgelerine yayılmıştı. Düşman işgali altına
giren veya işgal edileceği endişesi duyulan Anadolu’nun her
bölgesinde Kuvva-yı Milliye teşkilâtları kuruluyor ve Kuvva-yı
Milliye başkanlıkları oluşuyordu.
Fakat bu teşkilâtlar bölgeseldi. Her teşkilât öncelikle kendi
bölgesini korumakla mükellefti. Bu teşkilâtların bütün yurtta
birleşmesi, amaç birliğine varması ve bir komuta altında bütünleşerek
büyük bir güç haline gelmesi gerekiyordu. Mücadeleyi kazanmak için
bunun başarılması şarttı.
Ama bunu kim yapacaktı ve nasıl yapılacaktı?...
B. MİLLİ MÜCADELEYE HAZIRLIK
ÇALIŞMALARI
(Ön Hazırlıkların Safhaları)
İşgalci düşmanlara karşı top yekün Milli Mücadele birden
başlamamıştır. Bir takım hazırlık safhalarından geçilmiştir.
Öncelikle halkın içine girerek halkı tanımak, halkı bilinçlendirmek ve
halkı teşkilâtlandırmak gerekiyordu. Sivil halk ve asker karışımı olarak
184
Rasim Pehlivanoğlu
gelişen Kuvva-yı Milliye’nin (Milli Kuvvetlerin) düzenli orduya
dönüşmesi gerekli oluyordu.
Zamanla bütün bunlar oldu. Çeteler ve iç isyanlar
bastırıldı... Sıra işgalci düşmanları yurttan çıkarmaya gelmişti.
Bütün bu hazırlık dönemi çalışmalarını, aşağıdaki başlıklar altında
özetle inceleyelim.
1- İlk adım: Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı
2- Havza Genelgesi - Yurt çapında yapılan mitingler
3- Amasya Tamimi
4- Erzurum Kongresi
5- Sivas Kongresi - Temsil Heyeti Seçimi
6- İstanbul’da açılan Millet Meclisi - Meclisin Dağıtılması
7- Ankara’da TBMM’nin açılması
8- İç İsyanlar ve bastırılması
1- İlk Adım: Mustafa Kemal’in Samsun’a Çıkışı
“Samsuna ayak bastıktan sonra derhal
memleket ve milleti yokladım. Gördüm ki:
memleketin ve milletin temayülü İstiklal
Müdafaasında tereddüt edenleri utanır
mevkiinde bırakabilecek mahiyettedir.”
K. Atatürk
Bilindiği üzere, memleketin kurtuluşu için artık İstanbul’da
yapılacak bir iş kalmamıştı. Buna inanan M. Kemal:
– Düşman süngüsü altında milli birlik olamaz. Ancak hür
vatan topraklarında memleketin istiklali ve milletin hürriyeti için
çalışılabilir. Bu gayeyi tahakkuk ettirmek için Anadolu’ya
gidiyorum” diyordu. (1)
M. Kemal Kurtuluş için en müsait yer olarak Anadolu’yu
görüyordu. Bu gayeye ulaşmak isteyen M. Kemal Anadolu’ya geçme
yollarını aramış ve bulmuştu. Ordu müfettişliği göreviyle ve 18
arkadaşıyla birlikte Samsun’a gitmek üzere, 16 Mayıs 1919 günü
Bandırma Vapuruna binmişlerdi. Denetleme yapan İtilaf Devletleri
1
U. Kocatürk : Atatürk, Ankara – 1987, s. 17
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
185
görevlileri vapurda sakıncalı bir şey bulamayınca, M. Kemal
arkadaşlarına dönerek: “Biz kaçak eşya ve silah götürmüyoruz.
Azim ve îman götürüyoruz!...” diyerek istiklâl aşkını, mücadele
azmini ve irade gücünü bir kere daha ortaya koymuştu.
İşte bu azim ve bu iman gücüyle yüklü olan Bandırma
vapuru, Karadeniz’in azgın dalgalarıyla boğuşarak ilerlemiş ve 19
Mayıs 1919 günü sabahında Samsun’a ulaşmıştı. Vapurdan inerek
Anadolu topraklarına ayak basan M. Kemal, sevinç ve heyecan içinde
bekleyen halkın coşkun tezahüratıyla karşılanmıştı.
Eğitimci şairimiz rahmetli Cahit Külebi o güne ait duygusunu
şöyle belirtmişti.
Bir Gemi Yanaştı Samsun’a
Bir gemi yanaştı Samsun’a sabaha karşı
Selâm durdu kayığı, çaparı, takası,
Selâm durdu tayfası.
Bir duman tüterdi bu geminin bacasından bir duman
Duman değildi bu!
Memleketin uçup giden kaygılarıydı...
Samsun limanına bu gemiden atılan
Demir değil!
Sarılan anayurda
Kemal Paşanın kollarıydı.
Selâm vererek Anadolu çocuklarına
Çıkarken yüce komutan
Karadeniz’in halini bir görmeliydi.
Kalkıp ayağa ardısıra baktı dalgalar
Kalktı takalar,
İzin verseydi Kemal Paşa
Ardından gürleyip giderlerdi,
Erzurum’a kadar. (2)
İstanbul’dan M. Kemal’e verilen görev: “Samsun ve
çevresindeki asayişsizliği yerinde görüp incelemek ve tedbir
almak” tan ibaretti. M. Kemal Samsun’a geldiği ilk günlerde yaptığı
incelemede gördü ki: Bu bölgede, Portus Rum Devleti kurma
amacına yönelik geniş bir Rum faaliyeti vardı. Baskı altında tutulan
Rumlar değil aksine Türklerdi. Mavri Mira Cemiyeti kurduğu çeteler
vasıtasıyla Türk köylerini basıyor, katliamlar yapıyor, yerli halkı
yıldırmak istiyordu. Diğer bölgelerde de azınlıkların taşkınlıklarını
2
Prof. M. Kaplan: Atatürk Şiirleri Antolojisi, Ank. – 1971, s. 193
186
Rasim Pehlivanoğlu
öğrenen M. Kemal durumu müzakere ediyor ve tedbirler
düşünüyordu.
Bir hafta kadar Samsun’da kalan M. Kemal, sakin bir muhitte
çalışmasına devam etmek üzere 25 Mayıs 1919 günü Havza
Kasabasına geçti. Burada halkın örgütlenmesi için direktifler
veriyordu. Aldığı tedbirlerle, Pontus Rum Devleti hülyaları peşinde
çılgınca koşan Samsun ve havalisi Rumlarını yola getiren M.
Kemal buradaki asayişi düzeltmişti.
Halktan gelen istek ve teşviklerin de etkisinde kalan M. Kemal
artık Milli Kurtuluş davası için düşündüklerini uygulamaya
başlamış bulunuyordu.
2- Havza Genelgesi
Yurt Çapında Yapılan Mitingler
26 Mayıs 1919 günü kendisini ziyarete gelen Havza ileri
gelenleriyle konuşan M. Kemal:
– Hiçbir zaman ümitsiz olmayacağız. Çalışacağız,
memleketi kurtaracağız! Bizi öldürmek değil, canlı canlı mezara
atmak istiyorlar. Şimdi çukurun kenarındayız. Son bir cüret belki
bizi kurtarabilir. Zaten başka türlü de geri dönmek imkânı
yoktur...” diyor ve yapmak istediği işleri anlatıyordu. (3)
O günlerde İzmir, Manisa ve Aydın Yunanlıların eline
geçmişti. Bütün ülke kan ağlıyordu. Ama Anadolu’nun büyük bir
kısmında hiçbir hareket yoktu... Önce millî öfkeyi uyandırmak,
bunu dünyaya duyurmak ve halkı bu milli öfke içinde
bütünleştirmek gerekiyordu.
Bunu düşünen M. Kemal, 28 Mayıs 1919’da Havza’dan bütün
komutanlıklara, Valiliklere, İdari Amirlerine, Anadolu’da yer yer
kurulan bütün Millî Teşekküllere gizli bir genelge göndermişti.
Genelgede Türk milletinin içine düştüğü millî ölüm tehlikesinin
korkunçluğunu anlatıyor, memleketimizin her yerinde büyük ve
heyecanlı mitingler yapılmasını teşvik ediyor, milletimizi kurtuluş
mücadelesine çağırıyordu. Milli istiklalimizi sarsan işgal ve ilhak
gibi olayların bütün millete kan ağlattığını, millî ıstırabın zaptedilmez
bir hal aldığını, hazmedilmesi ve katlanılması güç olan bu hallerin
önlenmesinin beklendiğinin telgraflarla bütün dünyaya duyurulmasını
ve yayılmasını istiyordu.
3
Salih Omurtak ve Arkadaşları: Atatürk, İst. – 1970, s. 60
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
187
Havza’dan gönderilen bu genelge hemen etkisini
göstermişti. Memleketin çeşitli bölgelerinde, işgal ve ilhakı protesto
eden heyecanlı mitingler yapılmaya başlanmıştı. Yapılan mitinglerde,
işgal olayları ile milletimize yapılan zulümler ve işkenceler
lânetleniyordu. Özellikle İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal olayı ve
Batı Anadolu’daki düşman ilerleyişi üzerinde daha duyarlı konuşmalar
oluyordu. Böylece, uyanan milletimiz hınçla ayağa kalkıyordu!...
Ancak, M. Kemal’in İstanbul’a gönderdiği, Pontus Rum
Devleti kurma hayalindeki çetecilerin marifetlerini anlatan raporları ve
Anadolu’da başlayan millî uyanış hareketlerini öğrenen İtilaf
Devletleri temsilcileri İstanbul Hükümetine:
– Tanınmış bir Türk Generali’nin Anadolu’da ne işi
vardı?” diye soruyorlar. Bunun üzerine, korkak İstanbul Hükümetinin
Harbiye Nazırı, görevle Anadolu’ya gönderilen müfettişini geri
çağırma girişiminde bulunuyor. 8 Haziran 1919’da gönderilen
telgrafla M. Kemal’in geri dönmesi isteniyor. Hükümetin kararı
olduğu belirtilen bu geri dönüş çağrısına rağmen; ne yaptığının ve ne
yapacağının bilincinde olan M. Kemal Paşa, milli amaca yönelik
çalışmalarına ısrarla ve cesaretle devam ediyordu.
3- Amasya Tamimi
Havza Genelgesi’nin de etkisiyle, Anadolu’da başlayan Millî
Mücadele artık liderini bulmuş ve bölgesel karşı koymalar bir
bayrak altında toplanmaya başlanmıştı.
M. Kemal Paşa, millî ruhu canlandırmak, millî duyguları
yönlendirmek ve millî kurtuluş hareketinin teşkilatlanmasını sağlamak
amacıyla Sivas’ta bir kongre toplanması gereğine inanıyordu.
Bunun sağlanması için yakın dava arkadaşlarıyla Amasya’da bir
araya geldiler. Günlerce durumu müzakere ettiler. Sonunda, “Amasya
Tamimi” adıyla tarihe geçen Amasya Genelgesi yayınlandı. 21 – 22
Haziran gecesi, Yaveri Cevat Abbas’a yazdırdığı Amasya Tamiminin
başlıca maddeleri şöyle tespit edilmişti.
“1) Yurdun bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir.
2) İstanbul’daki hükümet, üzerine aldığı sorumluluğun
gereklerini yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi yok
olmuş gibi gösteriyor.
3)
Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı
kurtaracaktır.
4) Milletin durumunu ve davranışını göz önünde tutmak ve
haklarını dile getirip bütün dünyaya duyurmak için her türlü
188
Rasim Pehlivanoğlu
etkiden ve denetimden kurtulmuş millî bir kurulun varlığı çok
gereklidir.
5) Anadolu’nun her yönden en güvenli yeri olan Sivas’ta
millî bir kongrenin tez elden toplanması kararlaştırılmıştır.
6) Bunun için bütün illerin her sancağından, halkın
güvenini kazanmış üç delegenin olabildiğince çabuk yetişmek
üzere hemen yola çıkarılması gerekmektedir.
7)
Herhangi bir kötü durumla karşılaşabileceği
düşünülerek, bu iş millî bir sır gibi tutulmalı ve delegeler gereken
yerlere kimliklerini gizleyerek gelmedirler.
8)
Doğu ileri adına 10 Temmuz’da Erzurum’da bir
kurultay toplanacaktır. O güne değin öteki il delegeleri de Sivas’a
ulaşabilirlerse Erzurum Kongresi’nin üyeleri de Sivas’ta
yapılacak genel toplantıya katılmak üzere yola çıkarlar.” (4)
Erzurum’daki 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir
Paşanın da onayladığı Amasya Genelgesi ile İnkılâbın hazırlık
safhasıyla birlikte, hareket safhasına da geçilmiş oluyordu.
Milletin içine düştüğü tehlikeye işaret edilmiş olan genelgede:
"Milletin bağımsızlığını yine Milletin azim ve kararı kurtaracaktır”
ilkesiyle, millî bağımsızlık ve millî egemenlik konusuna yer
verilmiştir. Bu haliyle, Amasya Genelgesine bir “İHTİLAL
BİLDİRİSİ”de diyebiliriz.
Samsun ufuklarında güneş gibi doğan ve Amasya Tamimini de
yayınlayan M. Kemal Paşa artık gezilerine başlamıştı: Samsun’dan
Anadolu içlerine giderken:
Dağ başını duman almış
Gümüş dere durmaz akar.
Güneş ufuktan şimdi doğar
Yürüyelim arkadaşlar!...
mısralarını terennüm ederek
yoluna devam ediyordu.
Atatürk’ün çok sevdiği ve “Anadolu’nun dağ başlarını,
tekerleklerini çuvalla doldurduğumuz kırık dökük otomobillerle
aşarken, bu marşı söylemeyi yanında bulunanlara adet
ettirmiştim” diye tanıttığı marşın güftesini aşağıya alıyorum:
DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ
Dağ başını duman almış
4
Em. Tümg. Muzaffer ERENDİL Çok Yönlü Lider Atatürk,,Ank. - 1986 s 88
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
189
Gümüş dere durmaz akar.
Güneş ufuktan şimdi doğar
Yürüyelim arkadaşlar!...
Sesimizi yer, gök, su dinlesin;
Sert adımlarla her yer inlesin.
Bu gök deniz nerede var,
Nerede bu dağlar, taşlar
Bu ağaçlar, güzel kuşlar?
Yürüyelim arkadaşlar.
Sesimizi yer, gök, su dinlesin;
Sert adımlarla her yer inlesin.
Her geceyi güneş boğar,
Ülkemizin günü doğar;
Yol uzun da olsa ne var.
Yürüyelim arkadaşlar.
Sesimizi yer, gök, su dinlesin;
Sert adımlarla her yer inlesin.
Yürüyelim arkadaşlar. (5)
Gittiği her yerde konuşmalarıyla halka güven veren, ateşli
nutuklarıyla dertli gönüllere su serpen, M. Kemal, kendisine inanan
milletimizi sevindiriyor ve coşturuyordu. Tek kâlp ve tek yumruk
olan milletimiz M. Kemal’in ardından yürüyor, ona güven veriyor
ve güç veriyordu. Gözler M. Kemal’e çevrilmiş, M. Kemal adı
dillere destan olmuştu. M. Kemal bayrak olmuştu!...
Erzurum’a geçmek üzere 27 Haziran günü, halkın sevinç
gösterileri arasında Sivas’a gelen M. Kemal, Sivas’ta yapılacak kongre
için ilgililere gerekli direktifleri verdikten sonra Erzurum’a hareket
etmişti. 3 Temmuz 1919’da, Erzurumlular tarafından coşkun
tezahüratla karşılanmıştı.
Çukurova’da çalışırken Erzurum’a dönen ihtiyar Mevlüt
Ağayla karşılaşan M. Kemal Paşa soruyor:
– Verimli bir memleketten niçin döndün?
geçinemedin mi?” derhal cevap veren Mevlüt Ağa:
Yoksa
– Hayır Paşam, geçimimiz çok rahattı. Son günlerde işittim
ki, İstanbul’daki ırzıkırıklar, bizim Erzurum’u Ermenilere
vereceklermiş. Geldim ki göreyim: Bu nâmertler kimin malını
kime veriyorlar?” demişti...
5
Avni Altuner: Her Yönüyle Atatürk, İst. – 1961, s. 97
190
Rasim Pehlivanoğlu
İhtiyar Mevlüt Ağanın bu sözleri M. Kemal Paşayı çok
duygulandırmış ve gözlerini yaşartmıştı. Etrafındakilere dönerek:
– Bu milletle neler yapılmaz?” demiş ve milletimize karşı
olan güvenini belirtmişti. (6)
İstanbul hükümeti, geri dön çağrısına uymayan M. Kemal
Paşayı, resmi görevinden azletmişti. Bunun üzerine, M. Kemal, 8 – 9
Temmuz 1919’da çok sevdiği askerlik mesleğinden ve resmi
görevinden istifa etmiş, üniformasını çıkarmıştı. Artık milletin bir
ferdi olarak, milletten kuvvet, kudret ve ilham alarak tarihi görevine
devam edecekti.
4- Erzurum Kongresi
Askerlikten istifası üzerine M. Kemal Paşaya, merkezi
Erzurum’da olan “Vilâyat-ı Şarkıyye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye
(Doğu Vilâyetleri Milli Hakları Koruma) Cemiyeti”nin Erzurum
şubesi başkanlığı teklif edilmişti. Kendisinin de yakınlık duyduğu bu
cemiyete giren M. Kemal, güven havası içinde çalışmaya başlamıştı.
Tarihi daha önceden kararlaştırılmış bulunan bu cemiyetin
Erzurum Kongresi için gerekli hazırlıklar yapılmıştı. Yapılacak
kongrenin Erzurum delegesi olarak seçilmiş bulunan emekli binbaşı
Kazım Yurdalan ile Cevat Dursunoğlu kongre üyeliğinden istifa
ederek yerlerini M. Kemal ve Rauf Beye (Rauf Orbay’a)
bırakmışlardı.
Erzurum Kongresi 23 Temmuz 1919’da, tek katlı bir
ilkokul salonunda 62 delegeyle toplanmıştı. M. Kemal’in
konuşmasıyla açılan kongre 14 gün sürmüş ve önemli konuşmalara
sahne olmuştu.
Kongre öncesinde ve kongre devam ederken, İstanbul’daki
saray ve hükümet tarafından: M. Kemal’in devlete başkaldıran
âsi olduğu, Erzurum kongresinin kanunsuz toplandığı ajanslarla
ilan ediliyor ve M. Kemal Paşanın tutuklanması için her türlü tedbire
başvuruluyordu. M. Kemal Paşayı tutuklaması için emir alan 15.
Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa tutuklamak şöyle
dursun, M. Kemal’in ve devam eden kongrenin en büyük
koruyucusu olmuştu.
Türk Kurtuluş Savaşının ilk temellerinin atıldığı Erzurum
Kongresinin tarihî kararlarını şöyle özetleyebiliriz:
6
Utkan Kocatürk Atatürk, Ankara, - 1987, s 19
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
191
1) Doğu ileri ile Trabzon ve Canik sancağı hiçbir sebep ve
bahane ile Osmanlı topluluğundan ayrılması mümkün olmayan
bir bütündür.
2) Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı, millet
birlik olarak kendisini müdafaa ve mukavemet edecektir.
3) Vatanın ve istiklâlin muhafaza ve teminine İstanbul
Hükümeti muktedir olamadığı takdirde, gayeyi temin için
Anadolu’da geçici bir hükümet kurulacaktır.
4)
Kuvva-yı Milliye’yi âmil ve irade-i milliyeyi hâkim
kılmak esastır.
5)
Hıristiyan azınlıklara siyasi hâkimiyet ve sosyal
dengemizi bozan imtiyazlar verilemez.
6) Manda ve himaye kabul olunamaz.
7) Milli Meclisin derhal toplanmasına ve hükümet işlerinin
meclisin denetimi altında yürütülmesine çalışılacaktır.
8) Milletimiz insani ve asri gayeleri tebcil, fenni, sınai ve
iktisadi hal ve ihtiyacımızı takdir eder. (7)
Erzurum kongresinde alınan kararlar, M. Kemal’in açılış
konuşmasında belirttiği esaslar paralelinde olmuştur. Bu kongre,
bölgesel bir kongre olmaktan çıkmış, gelişecek bütün olayları
büyük ölçüde etkilemiştir. İleride İstanbul’da açılan Millet
Meclisinin karar aldığı Misak-ı Milli’nin (Milli Ant’ın) esasları da
Erzurum Kongresi kararlarında yer almıştır.
Erzurum Kongresi, kendisi adına bütün yetkileri kullanacak
olan 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye (Temsilciler Heyeti) seçerek, 7
Ağustos 1919 günü çalışmalarına son vermiştir. M. Kemal’in
başında olduğu bu heyet Sivas Kongresine de katılmıştır.
Şair Halil İbrahim Sakarya’nın, Samsun’dan sonra katıldığı
Erzurum Kongresinden başarıyla çıkmış, Sivas Kongresinde milli
birliği sağlayacak olan M. Kemal’i En Büyük Türk olarak tanıttığı
şiirini aşağıya alıyorum:
EN BÜYÜK TÜRK
Bindokuzyüz on dokuz Dünya Harbi son bulmuş
Gözü dönmüş uluslar kuduz olup kudurmuş,
Saldırganlar ordusu ülkemizi doldurmuş,
7
a.g.e., s. 22 – 23
192
Rasim Pehlivanoğlu
En büyük Türk Atatürk bugün çıktı Samsun’a
Kutlu olsun günümüz şanlı Türk ordusuna.
Samsun’dan Erzurum’a, Erzurum’dan Sivas’a
Kutsal bir ışık taşır, Mustafa Kemal Paşa
Aydınlık var yurduma, müjde olsun yurttaşa.
En büyük Türk Atatürk, bugün çıktı Samsun’a,
Kutlu olsun günümüz, Türk genci, Türk oğluna.
İnsancıl duygu dolu istemezdi savaşı,
İlke yaptı yurduyla, dünyadaki barışı,
Bu duyguyla tümleşir, uygarlık anlayışı
En büyük Türk Atatürk, bugün çıktı Samsun’a,
Kutlu olsun günümüz, Yüce Türk ulusuna.
Ant içiyor gençliğin, yeni gelen kuşaklar,
Samsun’dan Ankara’ya taşınacak bayraklar,
Ezilecek şahsına dil uzatan alçaklar,
En büyük Türk Atatürk, bugün çıktı Samsun’a,
Kutlu olsun günümüz, Yüce Türk’ün soyuna.
(8)
5- Sivas Kongresi – Temsil Heyeti Seçimi
M. Kemal Paşa 2 Eylül 1919’da Erzurum’dan Sivas’a geldi.
O günlerde, daha önce İzmir’e çıkmış olan Yunanlılar, İtilaf
Devletlerinden aldıkları güç ve cüretle Anadolu’nun içlerine doğru
ilerliyor, çeşitli şehirlerimizi işgale devam ediyorlardı. İşte böyle bir
ortamda, kongre yapmak üzere Sivas’a gelen Millî Mücadelenin
lideri M. Kemal Paşa emsali görülmemiş gösterilerle ve coşkun bir
sevinçle karşılanmıştı.
Sivas Kongresi 4 Eylül 1919 günü, o zamanlar “Mekteb-i
Sultani” olarak kullanılan okul binasının salonunda, 38 delegenin
katılımıyla başlamış, M. Kemal gizli oyla başkanlığa seçilmişti. 8
gün süren kongre, 11 Eylül 1919 günü, Heyet-i Temsiliye
(Temsilciler Heyeti) seçiminden sonra bir beyanname yayınlayarak
çalışmalarına son vermişti. Hararetli konuşmaların olduğu kongrede
önemli kararlar alınmıştır.
Sivas Kongresi, doğrudan doğruya M. Kemal’in çağrısıyla
toplanan milli bir kongredir. Bu kongre Erzurum Kongresinde
seçilen Heyet-i Temsiliye üyeleriyle; Batı ve Orta Anadolu illerinden
seçilerek gelen üyelerin katılımıyla yapılmıştır. Bu nedenle, Sivas
Kongresi memleket çapında bir genişlik ve bütünlük kazanmıştır.
8
İbrahim Sakarya: Ben Öğretmenim, Ankara – 1990,, s. 26
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
193
Kongre öncesinde ve kongre devam ederken, İstanbul
hükümeti kongreyi dağıtmak ve M. Kemal’i tutuklamak için
bütün gücüyle çalışmıştır. İngilizler, Samsun üzerinden Sivas’ı
işgal edecekleri tehdidinde bulunmuştur. Ama yapılan bütün bu
çabalar ve tehditler, M. Kemal’in her güçlüğü aşan azim ve iradesi
önünde yenilmiş ve sonuçsuz kalmıştır. Erzurum Kongresinde alınan
kararlar, Sivas Kongresinde daha da genişletilerek ve olgunlaştırılarak
kabul edilmiştir. Bütün memleketi kapsayan kararlar olmuştur.
Sivas Kongresi kararları şöyle özetlenebilir:
1)
Millî sınırlar içinde bulunan vatan parçaları bir
bütündür; birbirinden ayrılamaz.
2) Her türlü işgal ve müdahaleye karşı, millet birlik olarak
kendisini müdafaa ve mukavemet edecektir.
3)
İstanbul Hükümeti, harici bir baskı karşısında
memleketimizin herhangi bir parçasını terk mecburiyetinde
kalırsa vatanın bağımsızlığını ve bütünlüğünü temin edecek her
türlü tedbir ve karar alınmıştır.
4) Kuvayı milliye’ yi âmil ve irade-i milliye’ yi hakim
kılmak esastır.
5) Manda ve himaye kabul olunamaz.
6)
Millî iradeyi temsil etmek üzere Millet Meclisi’nin
derhal toplanması mecburidir.
7)
Aynı gaye ile milli vicdandan doğan cemiyetler
“Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adı altında
birleştirilmiştir.
8)
Mukaddes maksadı ve umumi teşkilatı idare için
Kongre tarafından bir Heyet-i Temsiliye seçilmiştir. (9)
Görülüyor ki: Kararlar, ufak tefek ifade farklarıyla
Erzurum Kongresi kararlarıyla aynıdır. Bir bakıma Erzurum
Kongresi kararları, Sivas Kongresi kararlarıyla onaylanmıştır. Ancak,
7. madde, yurtta milli birliği ve beraberliği sağlayacak yeni bir
hüküm getirmiştir: Her bölgede parça bölük kurulmuş olan aynı
amaçtaki bölgesel cemiyetler bir araya gelerek “Anadolu ve
Rumeli Müdafai Hukuk Cemiyeti” adı altında birleştirilmiştir. Bu
suretle, ülke bütünlüğünün sağlanmasında en büyük adım atılmıştır.
9
Utkan Kocatürk: Atatürk, Ankara – 1987, s. 27 – 28
194
Rasim Pehlivanoğlu
6- İstanbul’da Açılan Meclis-i Mebusan
(Mebuslar Meclisi) ve Mîsâk-ı Millî (Millî And)
Sivas Kongresinden sonra M. Kemal, en kısa zamanda,
Anadolu’da millet temsilcilerinden oluşan bir meclis toplamak ve
bu meclisin kuracağı hükümet ile millî mücadeleyi bir merkezden
yönetmek amacındaydı. Heyet-i Temsiliye Reisi (Başkanı) sıfatıyla,
millî teşkilâtın kuvvetlenmesi yolunda, bütün engelleri aşarak azimle
çalışıyordu.
Bu devrede, M. Kemal ve Heyet-i Temsiliye ile anlaşma
zemini arayan Sadrazam Ali Rıza Paşanın kurduğu yeni İstanbul
Hükümeti’nin temsilcisi Bahriye Nazırı Salih Paşa ile 20 – 22
Ekim 1919’da, M. Kemal ve arkadaşları Amasya’da görüşmüşler
ve bir Millet Meclisi toplanması kararında birleşmişlerdi. Ama,
“Amasya Mülâkatı” olarak bilinen bu konuşmada, M. Kemal’in
sakıncalı görmesine rağmen, Millet Meclisinin, İstanbul Hükümetinin
uygun göreceği güvenilir bir yerde toplanması kabul edilmişti.
12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplanan Meclis-i Mebusan
(Mebuslar Meclisi), işgal kuvvetlerinin (özellikle İngilizlerin) ve
bunlardan çekinen hükümet adamlarının baskısı nedeniyle özlenen
olumlu faaliyeti gösterememiştir... Bu meclisin en büyük başarısı,
Erzurum ve Sivas Kongrelerinde alınan kararların biraz daha
genişletilerek ve geliştirilerek Millî Misak (Milli And) halinde
kabul edilmesi ve ilân edilmesi olmuştur.
İstanbul’a Sivas’tan yakın olması nedeniyle, M. Kemal Paşa
ve Heyet-i Temsiliye üyeleri 27 Aralık 1919’da Ankara’ya
gelmişler ve İstanbul’daki olayları daha yakından takip eder
olmuşlardı. Bu arada, İstanbul’daki asker ve sivil bir çok vatandaşlar
da İstiklâl Savaşına katılmak üzere Ankara’ya geliyorlardı.
28 Ocak 1920 tarihinde, İstanbul’daki meclisin gizli bir
oturumunda kabul edilen Mîsak-ı Millî (Milli And) ile, Mondros
Ateşkes Antlaşmasının imzalandığı günlerde ülkemizin Türk ve İslâm
çoğunluğuyla meskûn olan bölgelerinin tümünün, hiçbir surette
ayrılmaz bir bütün olduğu kabul ediliyordu. Bu sınırlar içinde kalan
yerlerin işgalleri kabul görmüyordu. Meclisin bu kararına göre, işgal
kuvvetleri, işgal etmiş oldukları yerlerden çekilmeleri
gerekiyordu. İşgalcilerin böyle bir isteği kabullenmeleri elbette
mümkün olamazdı. O halde başka şeyler yapmaları beklenirdi.
Millî Mîsak’ın kabul edildiğinin işgal kuvvetlerince duyulması
ve son günlerde mecliste yapılan konuşmaların hararetlenmesi, İtilaf
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
195
Devletlerinin endişelerini daha da arttırmış ve harekete geçmelerine
fırsat vermişti.
7- İstanbul’un Resmen İşgali ve Tepkileri
İstanbul, 13 Kasım 1918’den beri İtilaf Devletlerinin
(İngilizler ve Fransızların) fiilen işgali altındaydı. Donanmaları
İstanbul Limanında demirlemişti. İdareye resmen el koymamışlardı,
ama hükümeti devamlı baskı altında bulunduruyorlardı.
Sadrazam Ali Rıza Paşa, başarılı olamadığı gerekçesiyle, 3
Mart 1920’de istifa etmiş, Bahriye Nazırı Salih Paşaya hükümeti
kurma görevi verilmişti.
İstanbul’da Mebuslar Meclisinin açılması, Millî Mîsak’ın
kabul edilmesi ve son günlerde mecliste heyecanlı konuşmaların
yapılması işgalci devletleri çileden çıkarıyordu. Daha fazla
beklemeyerek, 15 Mart’ta 150 Türk aydınını yakalatan İtilaf
kuvvetleri, 16 Mart 1920 sabahı erken saatler de İstanbul’u
resmen işgal etmişler, bütün devlet teşkilâtına ve sosyal kuruluşlara
el koymuşlardı.
Manastırlı Hamdi Efendi
M. Kemal Paşa, İstanbul’un işgali olayını vatansever, fedakâr
ve gayretli bir telgraf memuru olan Manastırlı Hamdi Efendiden
anında öğrenmişti. O gün öğleden önce, Hamdi Efendi, M. Kemal’e
makine başında telgrafla bilgiler vermiş ve sorularını cevaplamıştı: 16
Mart 1920 günü saat 10’da çekilen ilk telgrafta şöyle deniyordu:
Ankara: Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
“Bu sabah, Şehzade başındaki Mızıka Karakolunu
İngilizler basıp oradaki askerlerle müsademe ederek (çarpışarak)
neticede şimdi İstanbul’u işgal altına alıyorlar. Bera-yi Malumat
maruzdur (Bilgi için arzederim).” Manastırlı Hamdi
Bu telgraf üzerine M. Kemal Paşa, gene telgrafla sorular
sorarak, yeni gelişmeler hakkında bilgi almıştır. Hamdi Efendi
devam ederek:
“Bizim en emniyetli bir arkadaşımız var ki yalnız o değil,
herkes, yani gelen söylüyor. Şimdi de Harbiyenin işgalini haber aldık.
Hattâ Beyoğlu telgrafhanesinin önünde İngiliz askeri olduğu fakat
telgrafhaneyi işgal edip etmeyeceği meçhuldür.”
Biraz sonra Hamdi Efendi yeniden arıyor:
Paşa Hazretleri
Rasim Pehlivanoğlu
196
“Harbiye telgrafhanesini de İngiliz bahriye askeri işgal edip teli
katlettiği (kestiği) gibi bir taraftan Tophaneyi işgal ediyorlar. Bir
taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor (çıkarılıyor). Vaziyet
vehamet kesbediyor. Efendim. Sabahki çarpışmadan altı şehit, 15
yaralımız vardır. Paşa hazretleri, emr-i devletlerine muntazırım
(emrinize hazırım).”
Hamdi Efendi devam ediyor:
“Sabahki, bizim asker uykuda iken, İngiliz bahriye efradı
karakola gelip işgal etmekte iken, askerimiz uykudan şaşkın şaşkın
kalkınca çarpışmaya başlanıyor. Neticede bizden 6 şehit, 15 yaralı
olup, bunun üzerine zaten melânetlerini önceden tasavvur etmişler ki,
hemen zırhlılarını rıhtıma yanaştırıp Beyoğlu cihetini ve Tophaneyi
işgal edip, bir taraftan Harbiye Nezaretini işgal etmişler, hattâ şimdi ne
Tophane ve ne de Harbiye telgrafhanesini bulmak kabil olmuyor.
Şimdi de haber almış olduğuma nazaran Derinceye kadar yayılıyormuş
efendim.
İşte Beyoğlu telgrafhanesi de yok. Orasını da işgal ettiler
galiba. Allah muhafaza buyursun. Burasını işgal etmesinler. İşte
Beyoğlu telgraf memurları, müdürleri geldiler. Kovmuşlar.
Bir saate kadar burası da işgal olunacaktır. Şimdi haber
aldım efendim.”
M. Kemal, Hamdi Efendiden:
– Mebusan Meclisi için bir haber aldın mı? Mebusan
telgrafhanesi muhabere ediyor mu?” diye soruyor.
Hamdi Efendi:
– Evet yapıyor. 14 .Kolordu Kumandanı hazır. Paşa istiyordu,
verelim mi?”
Bu telgraftan sonra artık Hamdi Efendinin sözü işitilmiyor.
Anlaşılıyordu ki, İstanbul merkez telgrafhanesi de işgal edilmiştir.
(10)
18 Martta Mebuslar Meclisinin etrafını makineli tüfeklerle
saran İngilizler, toplantı halinde bulunan millet vekillerinden
(mebuslardan) bazılarını tevkif ederek ve sürükleyerek götürmüşlerdi.
Sonradan bunların Malta Adasına sürüldüğü öğrenilmişti.
10
N. Serdarlar-F. Çetinkanat: T.C. İnk. T., İst. – 1968, s. 41-42
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
197
İstanbul’un İşgali Olayından Sonraki Gelişmeler
M. Kemal Paşa derhal, önce İstanbul’un işgali ve sonra da
meclisin kapatılması olayını bütün cihana duyurmuş ve protesto
etmişti. İşgalin haksız ve hükümsüz olduğunu da ilan etmişti. Çektiği
telgraflarda şu ifadeler de yer almıştı:
– Türk Milletinin siyasi hakimiyet ve hürriyetine indirilen
bu darbe, yirminci asır medeniyet ve insaniyetinin mukaddes
saydığı bütün esaslara aykırıdır..... Biz hakkımızı ve istiklâlimizi
korumak için girdiğimiz kavganın kutsallığına ve hiçbir kuvvetin
bir milleti yaşamak hakkından mahrum edemeyeceğine inanmış
bulunuyoruz.
- İstanbul’un işgalinden doğacak büyük mesuliyete son bir defa
olarak dünyanın dikkat nazarını çekeriz. Davamızın haklılığı ve
kutsallığı bu günlerde, Tanrıdan sonra en büyük yardımcımızdır.”
Osmanlı Mebuslar Meclisi’nin (Meclis-i Mebusan) bu şekilde
dağıtılmasını kabullenemeyen M. Kemal, çektiği telgraflarda,
kapanan Mebuslar Meclisinin Ankara’da açılacağını ve bütün
meclis üyelerinin Ankara’daki toplantıya katılmaları gereğini
milletimize duyurmuştu.
İşgalcilerin zorlaması ile, Anadolu’yla (M. Kemal’le) ilişkilerin
kesilmesi ve Kuvva-yı Milliye aleyhindeki tekliflere alet olmayı
istememesi üzerine, Sadrazam Salih Paşa da istifa etmek zorunda
bırakılmıştı.
5 Nisan 1920’de 4. defa Sadrazamlığa getirilen Damat Ferid
Paşanın, 11 Nisan’da yayınladığı ibret verici bildirisinin bazı
cümleleri aşağıya alınmıştır:
“Osmanlı Devleti bugün benzeri görülmemiş tehlike
içindedir..... Bazı kimseler kendi hırs ve menfaatleri için, millî
teşkilat adı altında ortaya çıkardıkları fitne ve fesatla siyasî
durumumuzu son derece tehlikeli bir duruma soktular. Kutsal
vatanda yeni yeni yaralar açtılar. Avrupa ve Amerika kamu oyunu
aleyhimize çevirerek, barış şartlarının daha da ağırlaşmasına sebep
oldular. Bu hareketleriyle, İtilaf Devletlerini zor kullanarak
İstanbul’u işgale sürüklediler..... Hükümet, Padişah iradesine ve
şeriat
hükümlerine
dayanarak
bunları
tepelemekte
duraksamayacaktır!” (11)
Görülüyor ki, Damat Ferid Paşa, suçu kendilerinde veya
işgalcilerde görmüyor da vatanın kurtuluşu için Anadolu’da canını
11
Cihat Akçakayalıoğlu GenKur.As.tar.St.E.Bşk.Yay.: Atatürk, Ank. – 1980, s248
Rasim Pehlivanoğlu
198
dişine takarak çalışan millî teşkilatçılarda arıyordu ve onları
millete şikayet ediyordu. Tepelemekte geri kalmayacaklarını da
sıkılmadan söyleyebiliyordu, söylemekle de kalmıyor: Millî Mücadele
taraftarlarına ve Millî Harekete katılan Anadolu halkına din
cephesinden hücuma geçiyor, Millî teşkilâtçılar aleyhinde
Şeyhülislamdan
fetva
çıkartarak
gizlice
Anadolu’ya
dağıttırıyordu.
Ne hazin bir tecelli ki: Vatanın kurtuluşu için Anadolu’da
çaba gösterenler, şimdi de İstanbul’daki kendi devletinin hükümetiyle
ve kendi padişahıyla mücadele vermek zorunda bırakılmışlardı.
M. Kemal Paşa ise, bu buhranlı günlerde, bir taraftan
hükümetin kışkırtmasıyla başlayan ayaklandırmaları bastırmaya
çalışıyor, diğer taraftan 153 din adamının imzasıyla verilen karşı
fetva ile, asıl hainlerin milleti istiklâl yolunda savaşmaktan geri
koyanlar olduğunu halka ilân ediyordu. 20 Nisan 1920’de
yayınladığı başka bir genelge ile de, Büyük Millet Meclisinin 23 Nisan
1920 günü Ankara’da açılıp görevine başlayacağını bildiriyordu. (12)
İzmir gibi, İstanbul’un da resmen işgalini öğrenen Türk
Milleti galeyana gelmiş, her yerde bu konu konuşuluyordu.
Meydanlarda mitingler yapılıyor ve millet kan ağlıyordu!...
Şairlerimiz
oluyorlardı:
de
harekete
geçmiş,
şiirleriyle
deşarj
Millî Şairlerimizden Necmettin Halil Onan, bir kandil
gecesinde Allah’a dua ederken şunları da söylüyordu.
MÜNACÂT
-Kandil gecesindeBu kudsî gecenin hürmeti için
Bu yurdu bir parça güldür Yârabbi!
Senin Habibinin ümmeti için
Bu acı felâket züldür Yârabbi!...
Karardı bahtımız şimdi büsbütün,
Suçumuz bu kadar çok mu Yârabbi?
Vatanın ufkunda alçalırken gün
Hiç necât ümidi yok mu Yârabbi?...
Ne büyük günahlar işlesek de biz,
Gufrânın onlardan ulu Yârabbi!
12
Prof. Hamza Eroğlu: Türk İnkılâp Tarihi, İst. – 1982, s.202
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
199
Günahkâr kullarız, âsî değiliz,
Gönlümüz seninle dolu Yârabbi!...
Bu kudsî gecenin hürmeti için
Bu yurdu bir parça güldür Yârabbi!
Büyük Resulünün ümmeti için
Bu kadar felâket züldür Yârabbi!...
(13)
Şair Cemil Sinan şöyle haykırıyordu.
İSTİKLAL
Beş bin yıldan beri yanan bu ocak
Kıyamete kadar böyle yanacak
Tanrımızdan ateş aldık en evvel,
Onun sönmez alevidir bu sancak!
İçimizden nefer, hakan seçilmez,
Hürriyete esir olan ezilmez.
Hiçbir Türk’ün başı ulu Tanrıyla
İstiklâlden başkasına eğilmez...
Can almadan, can vermeden bıkılmaz,
Tahtımız bir arşa benzer, çıkılmaz...
Yücelerden yüce Türk’ün töresi
Kaf dağıdır, kolay kolay yıkılmaz...
“Kanımızla boyalanan bu sancak,
Bu yurt Türk’ün değil” demiş bir alçak,
Öyle ise eğer dünya yüzünden
Kıyamete kadar kanlar akacak...
İzmir Türk’ün, yeşil Bursa Türk’ündür.
Edirne’yle İstanbul da Türk’ündür.
Bunlar değil, hattâ bir Türk yüreği
Hangi elde kardeş bulsa Türk’ündür.
Coşkun seller gibi aksa yerde kan,
And içtik biz atılırız korkmadan!
Tanrı bizim, töre bizim, il bizim,
Bu uğurda can veririz her zaman (14)
O acılı günlerimizde çoban ile bülbüle hitap eden Ziya
Gökalp, hüznünü şöyle dile getiriyordu:
13
Mehmet Kaplan ve Arkadaşları: Devrim Yazarlarının Kalemiyle Milli
Mücadele ve G. M. Kemal, İst. – 1982, s. 298
14
a.g.e., s. 512
Rasim Pehlivanoğlu
200
ÇOBAN İLE BÜLBÜL
Çoban kaval çaldı sordu bülbüle,
Sürülerim hani, ovam nerede?
Bülbül sordu boynu bükük bir güle,
Şarkılarım hani, yuvam nerede?
Ağla çoban ağla, ovan kalmadı...
Gözyaşı dök bülbül, yuvan kalmadı.
Çoban dedi: Ülkeler hep gitse de,
Kopmaz benden Anadolu ülkesi.
Bülbül dedi: Düşman haset etse de,
İstanbul’da şakıyacak Türk sesi...
Çalış çoban, çalış! Kurtar öz yurdu.
Şairlerden topla, bülbül, bir ordu.
Çoban dedi: Edirne’den ta Van’a,
Erzurum’a kadar benim mülklerim...
Bülbül dedi: İzmir, Maraş, Adana,
İskenderun, Kerkük en saf Türklerim.
Sarıl çoban, sarıl, mülkü bırakma,
Yad elinde, bülbül, Türk’ü bırakma...
Çoban dedi: Sürülerim hep kaçsa,
Bir sürüm var kaçmaz: Adı Türk ili...
Bülbül dedi: Şarkı ölsün yok tasa,
Türklerim yaşar, söyler Türk dili...
Yalvar çoban, yalvar! İlin kurtulsun...
Dile Hak’tan bülbül: Dilin kurtulsun... (15)
8- Ankara’da Toplanan Türkiye Büyük
Millet Meclisi
“Egemenlik milletindir. TBMM’nin
15
a.g.e., s. 137
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
201
haricinde (dışında) hiçbir makam
millî mukadderata hakim olamaz.”
K. ATATÜRK
M. Kemal Paşanın 19 Mart 1920 tarihli genelgesine uyularak,
bütün ülkede mebus (milletvekili) seçimleri yapılmıştı. Ankara’da
toplanacak olan Millet Meclisinin hazırlıkları tamamlanmıştı.
20 Nisan 1920’de yapılan çağrı üzerine, 23 Nisan 1920 günü
saat 14.00’de merasimle ve dualarla Millet Meclisi açılmış, ilk
toplantıda M. Kemal Meclis Reisliğine (Başkanlığına) seçilmişti.
Kapatılan İstanbul’daki meclisin Ankara’ya gelen bir kısım üyelerine
de, çıkarılan 1 numaralı kanunla meclise katılma yetkisi verilmişti.
Yeni meclis, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) adını almıştı.
Açılışı izleyen günlerde, M. Kemal’in teklifiyle alınan
kararlara göre: TBMM’nin üstünde bir güç yoktur. Yasama ve
yürütme görevleri Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde toplanmıştır.
Meclisten seçilecek bir kurul hükümet işlerine bakacaktır. Meclis
başkanı bu kurulun da başkanı olacaktır.
25 Nisan’da M. Kemal’in başkanlığında toplanan mecliste
alınan kararla, 7 kişilik geçici bir İcra (Bakanlar Kurulu) Heyet-i
kurulmuş, 2 Mayıs 1920’de ise, 3 numaralı kanuna göre İcra
Vekilleri Heyeti seçimleri yapılmıştır.
Alınan kararla, İstanbul ile her türlü resmî haberleşme
yasak edilmiş, gelecek resmî evrak ve gazetelerin geri gönderilmesi
ön görülmüştü. 29 Nisan 1920’de çıkarılan “Hıyanet-i Vataniye
Kanunu” (Vatan Hainliği Kanunu) ile, meclisin meşruluğuna karşı
gelmenin vatan hainliği olacağı ilân edilmişti. Bu kanunun
uygulanması için de “İstiklâl Mahkemeleri” kurulmuştu. Böylece
Meclise karşı gelmenin müeyyidesi konulmuş ve sıkı disipline
önem verilmişti.
“Kuvva-yı Milliye’ yi âmil ve millî iradeyi hâkim kılma”
esasına dayanan ve seçim yoluyla iş başına gelen TBMM, bir bakıma
“Kurucu Meclis” sayılırdı. Görevi, yeni Türkiye devletinin
esaslarını hazırlamaktı. Millî İradeye dayanan ve Millî Hakimiyet
ilkesini esas alan TBMM, aynı zamanda demokratik karakterde ve
yapıda bir meclisti. Bunun yanı sıra, meclisin üstünlüğü prensibi kabul
edilmişti.
Kendisinden
üstün
hiçbir güç
ve
kuvvet
tanınmamaktaydı.
TBMM Hükümetinin önemli icraatlarından birisi de, Batı
Anadolu’da ve ülkenin diğer bölgelerinde teşkilatlanan bölgesel millî
kuvvetlerin aynı amaç etrafında birleşmelerini sağlamaktı.
202
Rasim Pehlivanoğlu
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi; Millî Mücadelenin
sonuna kadar devamlı ve düzenli çalışmış, süratli kararlar almak
gereğini duymuş, vatan ve milletin kurtuluşunu her şeyin üstünde
görmüş, bir “İdealistler Meclisi” olarak da tanımlanmaktadır.
“Milli egemenlik öyle bir nurdur ki;
onun karşısında zincirler erir, taçlar ve
tahtlar yanar, yok olur.”
K. ATATÜRK
C- İÇ GÜVENLİĞİN SAĞLANMASI ve
ÇETELERLE SAVAŞLAR
“Bir milletin muvaffakiyeti, milletin
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
203
bütün kuvvetlerinin bir
birleşmesi,
teşekkül
mümkündür.”
istikamette
etmesiyle
K. ATATÜRK
1- Kışkırtılan İç İsyanlar ve Bastırılması:
Yukarıda belirtildiği üzere 5 Nisan 1920’de 4. defa Sadrazam
olan Damat Ferid Paşa, ilk icraatlarından olarak yayınladığı
bildiride, İstanbul’un işgaline Anadolu’daki millî teşkilâtçıların sebep
olduğunu yazmış ve onları milletimize şikayet etmişti.
Tepeleneceklerini de bildirmişti. Bununla yetinmemiş: Şeyhülislam
Dürrîzade’nin çıkardığı fetvayı, gizli ajanlar ve düşman
uçaklarıyla köylere varıncaya kadar dağıttırmıştı.
Dağıtılan fetvaya göre: “Anadolu’da başlayan hareket kanuna
aykırıdır. M. Kemal ve arkadaşları âsîdir. Bunlarla mücadele etmek
câizdir. Bu mücadelede ölen şehit, kalan gâzidir...”
Görülüyor ki: Din de âlet edilerek, Anadolu’da başlayan millî
mücadele hareketi söndürülmek isteniyordu.
M. Kemal Paşa her ne kadar, 153 din adamının imzaladığı,
“Asıl vatan hainlerinin, milleti istiklal yolunda savaşmaktan geri
koyanlar olduğunu” belirten karşı fetvayı yayınlamışsa da, Padişahın
tavsiye ve tasvibiyle yazılan Şeyhülislamın fetvası tesirini
göstermişti. Aldatılan vatandaşlar, ülkenin çeşitli bölgelerinde yer
yer isyanlar çıkarmaya başlamıştı.
Ülkemizi işgal etmeye devam eden yabancı güçlerle mücadele
vermekte olan millî kuvvetlerimizin bölünmesine neden olan bu iç
isyanların hepsini tek tek açıklamak yerine, bunların
önemlilerinden birkaçını aşağıda özetle açıklamayı, diğerlerine de
değinip geçmeyi gerekli görüyorum.
Anzavur İsyanı
Alaylı (askeri okullarda okumayan) bir jandarma subayı iken,
saray tarafından kendisine paşalık rütbesi verilen Ahmet
Anzavur, verilen direktife uygun olarak “Kuvva-yı Muhammediye”
adlı birlikler kurarak millî kuvvetlere karşı çıkmıştı. 1 Ekim
1919’da Manyas, Susurluk, Gönen, Ulubat dolaylarında çıkarılan
birinci Anzavur isyanı 25 Kasım 1919’da bastırılabilmişti.
İkinci defa daha büyük kuvvetlerle harekete geçen Ahmet
Anzavur: “Göğsümde iman, başımda kuran ve elimde ferman
204
Rasim Pehlivanoğlu
olarak geliyorum. Kırpık bıyıklı subayların hepsini keseceğim!”
diyerek halka korku ve dehşet saçmıştır. (1)
Çerkez Ethem kuvvetlerinin de isyancılara karşı koyması ile
şiddetli çarpışmalar olmuş, sonunda Anzavur kuvvetleri Geyve
Boğazı civarında bozguna uğratılmıştı. Kendisi de bir İngiliz
gemisiyle İstanbul’a kaçmıştı...
Kuvva-yı İnzibatiye (Hilafet Ordusu)
Damat Ferid Paşa, İngilizlerin de yardımıyla, Geyve
civarındaki millî kuvvetleri vurmak için, 18 Nisan 1920 tarihli bir
kararname ile “Kuvva-yı İnzibatiye” isimli bir teşkilât kurmuştu.
Süleyman Şefik Paşanın kumanda ettiği bu hilâfet ordusu,
Anzavur Ahmet’le de işbirliği yaparak millî kuvvetlere hücum etmişti.
Garp cephesi kumandanı Ali Fuat Paşa tarafından karşı taarruza
geçilerek Kuvva-yı İnzibatiye kuvvetleri perişan şekilde geri
püskürtülmüş ve mağlup edilmişti.
Millî kuvvetlere oranla daha güçlü ve sayıca da çok üstün olan
Kuvva-yı İnzibatiye’ nin bazı erleri, karşılarında millî kuvvetlerin
bulunduğunu anlayınca:
– Bunlar düşman değildir, ateş etmeyelim. Kim ateş emri
verdiyse onu öldürelim” diyerek bağırmışlardır. Bir kısmı da Geyve
bölgesindeki millî kuvvetlere katılarak şereflerini kurtarmışlardır... (2)
Gazi M. Kemal’i tanıtırken, Şair Yusuf Ziya Ortaç’ın, bu
konuya da değinen şiirini aşağıya alıyorum:
O KİMDİR?
O günlerde bir ünlü ayak bastı Samsun’a.
Yürüdü etrafına ümitler suna suna.
Bu, ateşler içinden geçip gelmiş bir erdi.
Göğsünde toplanmıştı milyonla Türk’ün derdi,
Bu milyonla dert ona veriyordu başka hız,
Yürüdü arkasında genç, ihtiyar, kadın, kız.
O kimdir? Bakışları deniz kadar yumuşak,
Saçı güneşi emmiş bir demet altın başak
O kimdir? Bir milletin sesi vardı ağzında,
On dört milyonun nabzı çarpıyordu nabzında.
O kimdir? Geçtiği yer dönüyor gün vurmuşa,
1
2
Hamza Eroğlu: T. İnk. T. S, İstanbul – 1982, s. .207-208
a.g.e., s. 208
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
205
Can veriyor sararmış ota, yaralı kuşa.
O kimdir? Gözlerinde bir tılsım gizleniyor.
Bastığı topraklarda bahar filizleniyor.
Alev saçlı bir volkan bazı bir dağ başında,
Bazı beliriyordu bir damla göz yaşında
O kimdir? Milyonla Türk birleşip bir tek olmuş,
Yıkılan memlekete kolları destek olmuş.
Öz yurdun içlerinde düşman kurarken pusu,
Bir yandan da yürüdü Halifenin ordusu.
Birisi gökyüzünden bombalar atıyordu,
Biri elinde salip, biri elinde Mushaf,
İçli dışlı düşmanlar geliyorlardı saf saf.
Bunların karşısında göğsü açık bir azim,
Süngüye, topa karşı diyordu: Zafer bizim!
Bunların karşısında iki şimşekli nazar
Diyordu: Bu topraklar size olacak mezar!
Vatan sürüklenirken bir uçurum ucuna,
Dağılan kuvvetleri topladı avucuna.
Kurşunlar gülle oldu, sopalar süngü oldu,
Sınırlar baştanbaşa bir çelik örgü oldu.
Bir kale heybeti var vatanın her taşında,
Her işin başında O, her iş O’nun başında. (3)
Düzce – Hendek ve Adapazarı İsyanları
13 Nisan 1920’de, İstanbul hükümetinin körüklemisyle 5000
silahlı âsînin katıldığı bu isyan, millî kuvvetleri 3 ay süreyle
meşgul etmiştir. 24. Tümen Komutanı Mahmut Bey ve kurmay
heyeti şehit edilmiş ve pusuya düşürülen tümen bütünüyle esir
alınmıştır.
Ancak Ali Fuat Paşa ve Albay Refet Beyin komutasındaki
daha büyük kuvvetlerin gönderilmesi ile isyan bastırılabilmiştir. İkinci
defa Düzce’de yeniden isyan başlamışsa da, 23 Eylül’de isyana son
verilmiştir.
Konya İsyanları
Mayıs 1920’de, Konya’da gizli bir cemiyet kuranların tevkif
edilmesi üzerine çıkan isyan kısa zamanda bastırılmıştır. İkinci kez
çıkan isyanda, Delibaş isminde bir eşkıya, başına topladığı 500
3
Prof. Mehmet Kaplan: Atatürk Şiirleri Antolojisi, İst. – 1981, s. 51
206
Rasim Pehlivanoğlu
kadar asker kaçağıyla Konya hükümet konağını basmıştır. İsyanın,
Beyşehir ve Alaşehir civarına yayılması üzerine, Dahiliye Vekili
(İçişleri Bakanı) Refet Paşa komutasındaki birlikler isyanı
bastırmıştır. Delibaş, Mersin bölgesindeki Fransızlara sığınmıştır.
Diğer İsyanlar
Yozgat’ta Çapanoğulları, Zile’de Aynacıoğulları isyan
ederek, 1919 – 1920 yıllarında geniş bir bölgeye yayılmıştır. Tokat’ı,
Zile’yi, Boğazlıyan’ı işgal etmişlerse de, en kritik günlerimizde
büyük kuvvetler gönderilerek isyan bastırılmıştır.
Afyon Karahisar’da, başına topladığı Mâcerâcılarla
Sergüzeşçilerle isyan ederek, askerleri firara (kaçmaya) teşvik eden
Çopur Musa, millî kuvvetler karşısında mağlup olmuş ve Yunan
ordusuna sığınmıştır.
Urfa’nın Fransızlardan kurtarılmasında yararlıkları görülen
“Millî Aşireti”, sonradan Fransızlarla işbirliği yaparak isyan etmiş,
Urfa ve Siverek hareketine katılmıştır. 8 Haziran 1920’de
Viranşehir’de başlayan isyan, takviye edilen 5. fırkanın faaliyeti
sonucu 26 Haziran 1920’de bastırılarak sona erdirilmiştir. 24
Ağustos’ta yeniden başlayan isyan, 7 Eylül’de bastırılmış ve
isyancılar güneye, çöle doğru kaçmaya mecbur bırakılmıştır.
Bu isyanlardan başka, daha önceden bazı yararlı hizmetler de
yapmış olan Demirci Efe İsyanı, Bozkır İsyanı, Malatya Vakası,
Koçkiri Hadisesi, Şeyh Eşref Vakası... gibi millî birliği bozucu
ayaklanmalar olmuştur. Bu isyanlar, otorite ve düzeni sağlamak için
Ankara hükümetini bir hayli meşgul etmiştir.
Asıl amacı istilâcı düşmanla mücadele etmek olan Ankara
hükümeti, bu iç isyanları bastırmak için çok çaba sarfetmiştir.
Fakat düşman karşısındaki kuvvetleri bölünmüş ve önemli
kayıplar vermiş, ama sonunda duruma hakim olabilmiştir.
Ancak, asıl savaşın kazanılması düzenli bir ordunun kurulması
ile olacakken, iç isyanlar bu düzenli ordunun kurulmasını
geciktirmiştir. Şimdi sıra ona gelmiştir. Ama bu sefer de karşısına
Sevr Antlaşması hükümleri ve Çerkez Ethem sorunu çıkmıştır.
Aşağıda göreceğimiz gibi bu sorunlar da aşılmıştır...
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
207
2- Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920)
Etkileri ve Tepkileri
Galip devletler, Ankara’daki millî hükümeti tanımıyor,
padişaha karşı olan âsî bir varlık gibi görüyorlardı. Onlara göre
meşru hükümet, İstanbul’daki Padişah hükümetiydi. Mondros
Mütarekesi bir ateşkes antlaşmasıydı. Asıl barış antlaşmasını
padişah hükümetiyle yapmak istiyorlardı. Antlaşmanın ana hatları
kendi aralarında kararlaştırılmış ve 11 Mayıs 1920’de Osmanlı
Hükümetine bildirilmişti.
Paris – Sevr’de toplanan Barış Konferansına katılan Türk
heyeti başkanı Tevfik Paşa, kendilerine sunulan ve ağır hükümleri
olan barış şartlarını kabul etmemiş ve:
– Sulh şartları, bağımsız bir devlet kavramı ile kabil-i teğlif
(bağdaştırılabilir) değildir” diyerek görüşmelere katılmayıp geri
dönmüştür.
Buna rağmen, Padişah Vahdettinin başkanlığı altında toplanan
Saltanat Şûrâsı, 22 Temmuz 1920’de: “Mahvolmaktansa zayıf bir
devlet olarak kalmak daha iyidir” gerekçesiyle, antlaşma şartlarının
kabulüne ve onanmasına karar vermiştir.
Antlaşma şartlarını kabul ettirmek isteyen Yunan ordusu da
isyancılarla savaşmamızı ve hazırlıksız oluşumuzu fırsat bilerek
Batı Anadolu’da taarruza geçmişti. 30 Haziran 1920’de Balıkesir’i
almış, 8 Temmuz’da Bursa’ya girmişti. Daha sonra da Uşak işgal
edilmişti. Aydın’dan ilerleyen bir başka kol da Nazilli’ye gelmişti. 20
Temmuz 1920’de Bandırma’dan gemilere binerek Tekirdağ’a
çıkan Yunan kuvvetleri Çorlu’yu aldılar. Kırklareli ve Edirne’yi
işgal ettiler.
Batı Anadolu ve Trakya’daki bu olumsuz gelişmelerden
etkilenen Saltanat Şûrâsı’nın kararı gereğince, 10 Ağustos 1920’de
Türk Milleti’nin idam fermanı olan “Sevr Antlaşması” imzalanmıştı.
Antlaşma, Osmanlı delegelerinden Maarif Nazırı (Milli Eğitim
Bakanı) Hâdi Paşa, Bern sefiri Reşat Halis, Şûrâ-yı Devlet (Danıştay)
Başkanı Rıza Tevfik tarafından imzalanmıştı.
TBMM 19 Ağustos 1920 tarihli toplantısında, Sevr
Antlaşmasını imzalayanları ve bunu onaylayan Saltanat Şûrası
üyelerini vatana hıyanetle itham etmiş, vatansız sayılmalarına karar
vermişti. TBMM hükümeti, Sevr Antlaşması hükümleriyle hiçbir
suretle bağlı bulunmayacağını dünyaya ilan etmiştir.
208
Rasim Pehlivanoğlu
433 madde ve 13 kısımdan oluşan Sevr Barış Antlaşmasına
göre, Osmanlı İmparatorluğu parçalanıyor, Türk Milleti yaşama
hakkından yoksun bırakılıyordu.
Sevr Antlaşması hükümleri gereğince: Batı Anadolu’da
İzmir ve havalisi Yunanlılara verilecekti. Güneyde Suriye ile Mardin,
Urfa, Gaziantep, Amanos Dağları vb. Fransa’ya bırakılacaktı. Adana,
Sivas ve Malatya bölgesi de Fransa’nın nüfuz bölgesinde olacaktı.
Doğuda Beyazıt, Van, Muş, Bitlis, Erzurum ve Erzincan’ı içine alan
bir Ermenistan devleti kurulacak. Irak ve Suriye arasında da
Kürdistan Devleti kurulacaktı. Arabistan ve Mezopotamya (Mısır
dahil) İngiltere’ye bırakılacaktı.
Güney Batı Anadolu, Antalya’dan başlayarak Konya’ya ve
Kütahya’ya kadar İtalyan nüfuz bölgesine girecekti. İstanbul'da
padişah ve hükümet oturacaktı. Ama, İstanbul milletlerarası bir
şehir olacaktı. Boğazlar organize bir komisyonun idaresine
bırakılacaktı.
Türk devletine ise Anadolu’nun orta ve kuzey kısmında
küçük bir bölge kalacaktı.
Ülkemizdeki azınlıklara özel haklar verilecekti. Türk
tâbiiyetinden çıkanlar birçok yükümlülüklerden kurtulacaktı. Yeniden
hiç kimse Türk tâbiiyetine giremeyecekti.
Bu antlaşma ile Osmanlı devleti, İtilâf devletlerinin
müşterek bir sömürgesi haline getiriliyordu. Devletin yetkileri,
devletlik sıfatı ile bağdaştırılmayacak şekilde kısıtlanıyordu.
Türklük şuur ve gururumuzu rencide eden böyle bir
antlaşmayı Türk Milleti elbette kabul edemezdi ve etmeyecekti!...
Osmanlı hükümeti tarafından imzalanan böylesi bir antlaşma,
Anadolu’da millî mücadele azmini kuvvetlendirmişti...
O günlerde, M. Kemal’in ifade ettiği gibi: “İdamımıza
hükmeden düşmanlarımıza karşı daha azimkârane ve daha kuvvetli
mukavemet (karşı koyma) çareleri düşünmek” ve tedbirler almak
durumunda kalmıştık...
Bir memleketi zapt ve işgal etmek o memleketin
sahiplerine hakim olmak için kafi değildir.
Bir milletin ruhu zaptolunmadıkça, bir milletin
azim ve iradesi kırılmadıkça, o
millete hakim
olmanın imkanı yoktur.”
K. ATATÜRK
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
209
3- Çerkez Ethem Sorunu
Çerkez Ethem, Batı Anadolu’da işgalci düşmana karşı kurulan
Kuvva-yı Milliye teşkilatlarından birisinin başıydı. “Kuvva-yı
Seyyare” adını alan seyyar kuvvetleriyle, ilerleyen Yunan güçlerine
karşı kardeşleriyle birlikte epey hizmetler vermişti. Anzavur
İsyanının bastırılmasında da başrolü oynamıştı.
İlerleyen düşmana ve isyancı çetelerine karşı başlangıçta
kazandığı başarılar Çerkez Ethem’i büyüklük kuruntusuna
kaptırmıştı. Batı cephesi kumandanını dinlemiyordu. Kendi başına
buyruk olmuştu. Hattâ, kendisini M. Kemal’den bile üstün gördüğü
söyleniyordu.
Gediz’de bulunan Yunan ordusuna karşı tam bir hazırlık
sağlanmadan 24 Ekim 1920’de yapılan taarruzda, Ali Fuat Paşa
komutasındaki ordu birliklerimiz başarısızlığa uğramış, Yenişehir
ve İnegöl işgal edilmişti. Birliklerimiz Dumlupınar sırtlarına kadar
çekilmek zorunda kalmıştı.
Çerkez Ethem ve kardeşleri, başarısızlığın bütün kusurunu
cephe kumandanına ve düzenli millî orduya yüklüyorlardı. Ordu
birlikleri ise, Kuvva-yı Seyyare’nin (Çerkez Ethem kuvvetlerinin)
hiçbir şey yapmadığını, muhaberede verilen emre itaat etmediğini,
tehlikeden daima uzak kaldığını, iddia ve ispat ediyordu.
Bu olaydan sonra, Batı Cephesi komutanlığına Albay İsmet
(İnönü) getirildi. Batıdaki bütün Kuvva-yı Milliye teşkilâtlarının batı
cephesi kumandanlığına bağlanmasına karar verildi.
Ama, kendi kendisine: “Umum Kuvva-yı Seyyare ve
Kütahya Havalisi Kumandanı” unvanını veren Çerkez Ethem ve
kardeşi Tevfik, Batı cephesi yeni komutanının da emrine itaat
etmiyordu. Orduyu teftişe başlayan komutan İsmet Beye, Çerkez
Ethem kendi kuvvetlerini teftiş ettirmemişti. Hatta bunlar, TBMM’ne
karşı da ayaklanmaya karar vermişlerdi. Bu ayaklanmanın hazırlığı
içindeydiler. Hükümeti devirmek istiyorlardı.
Çerkez Ethem, Yozgat’ta yaptığı bir konuşmada:
“ANKARA’YA DÖNÜŞÜMDE, BÜYÜK MİLLET MECLİSİ
REİSİNİ MECLİS ÖNÜNDE ASACAĞIM” diyecek kadar ileri
gittiği söylenmektedir. Mecliste bile, Çerkez Ethem kuvvetlerini
düzenli orduya üstün tutanlar vardı...
Tarihçi yazar merhum Emekli Albay Cihat Akçakayalıoğlu,
Genelkurmay yayınları arasında basılan ‘ATATÜRK’ isimli büyük
boy kitabında Çerkez Ethem konusunu işlerken, Yeşilordu teşkilatına
da yer vermiştir: aşağıda görelim.
210
Rasim Pehlivanoğlu
Yeşilordu ve Çerkez Ethem
Düşmana karşı kurulan Kuvva-yı Milliye teşkilâtları arasında
bir de Ankara’da “Yeşilordu” teşkilâtı gizli olarak kurulmuştu.
Aralarında Atatürk’ün arkadaşlarının da bulunduğu söylenen iyi niyetli
üyelerin amacı, düzenli ordu kuruluncaya kadar yurdun korunmasında
ve asayişin sağlanmasında faydalı olmaktı.
Fakat M. Kemal’den habersiz kurulan bu gizli teşkilatta
kötü niyetli kimseler de yer almıştı. Çerkez Ethem ile kardeşleri
Tevfik ve diğer kardeşi -milletvekili- Reşit Beyler Yeşilordu’nun
kurucuları arasındaydı. Fakat iyi niyetli değillerdi. Zamanla bunlar
teşkilâta hâkim olmuşlardı. Bu art niyetli kişilerin önde gelen
amacı, düzenli ordunun kurulmasını önlemekti. Millî olmayan
başka maksatları da vardı.
Bunlar, kendilerini en kuvvetli hissettikleri dönemde şu fikri
yaymaya çalışıyorlardı: “Ordudan fayda yoktur. Dağılsın! Hepimiz
Kuvva-yı Milliyeci olalım. (N. Serdarlar ve arkadaşı: T.C. İnk. T.
s.52)
Oysa M. Kemal, düzenli ordu kurulmadan başarılı olunacağına
kani değildi. Güçlü düşman orduları ancak düzenli ve disiplinli
orduyla yenilebilir ve yurttan atılabilirdi.
Bu görüşte olan hükümet konuyu TBMM’ne getirdi.
Milletvekili olan, Çerkez Ethem’in kardeşi Reşit Bey, onların
kahraman olduğunu savunuyor; hiç kimsenin boyunduruğu altına
giremeyeceklerini söylüyordu. Bu konuşmaya M. Kemal’in tepkisi
çok sert olmuştu... Anlaşma ümidi kalmayan bu âsî kardeşler ile,
bunlara ait kuvvetlerin zararsız hale getirilmesi için verdiği kararı
meclis onaylamıştı.
Batı ve Güney cephesindeki millî kuvvetlerin büyük bir
kısmı, Yunan cephesinden çekilerek Çerkez Ethem’in
kuvvetlerine karşı harekete geçildi. 29 Aralık 1920’de Kütahya ele
geçirildi. 5 Ocak 1921 günü Gediz de ele geçirilince Çerkez Ethem
ve kardeşleri kaçtılar. 11 – 12 Ocakta Yunan kuvvetlerine
sığınarak hıyanetlerini ispat ettiler. Böylece millî hükümet bu
sıkıntıdan da kurtulmuş oldu.
Çerkez Ethem’in bertaraf edilmesiyle, artık düzenli ordunun
kurulmasına mâni olan en büyük engel de kalkmış oluyordu.
Çerkez Ethem’den sonra, Yeşilordu teşkilatı da kapatıldı.
Gizli olarak kurulan Yeşilordu teşkilatı M. Kemal’e yakın
görünerek onun isminden yararlanmak istiyordu. Bunu öğrenen M.
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
211
Kemal önemli açıklamalarda bulunmuş ve bu konuda şöyle
konuşmuştu:
“Her yerde Yeşilordu kuruluşunu benim adıma
yapıyorlardı. Tanıdığım kişilerden biri, Erzurumlu Nazım Beyin,
memur bulunduğu Malatya’dan gönderdiği mektupta; Yeşilordu
teşkilâtının beni memnun edebilecek şekilde genişletilmesine
çalışıldığını bildiriyordu. Bu haberden etkilenerek, gizli cemiyet
hakkında soruşturmada bulundum. Bu cemiyetin, zararlı bir şekil
ve nitelik aldığı kanısına vardım; hemen dağıtılmasını düşündüm.
Tanıdığım arkadaşları aydınlattım, gereğini yaptılar. Fakat, Genel
Yazman olan Hakkı Behiç Bey, cemiyetin kapatılması hakkındaki
önerinin yerine getirilemiyceğini söyledi. “Ben, kapattırdım” dedim.
Bunun da olmayacağını ve çünkü durumun sanıldığından daha
geniş ve güçlü olduğunu ve bu cemiyeti kuranların, sonuna kadar
amaçlarından ayrılmayacaklarına dair birbirlerine söz verdiklerini,
özel bir davranış takınarak belirtti. Olaylar gösterdi ki, biz bu
cemiyetin çalışmalarını önlemek istediğimiz halde yeterince
başarılı olamadık.” (4)
Çerkez Ethem, Reşit ve Tevfik kardeşler ile cemiyetin ileri
gelenleri çabalarına devam ediyorlardı. Eskişehir’de çıkarttıkları
“Yenidünya” gazetesi ile de fikir ve amaçlarını saldırgan şekilde
yayınlattırıyorlardı.
Gerçekten; Yeşilordu mensuplarının bilerek veya
bilmeyerek ektikleri kötü tohumlar, Kurtuluş Savaşının
zorlaştırılmasında, yeniden kardeş kanının akmasında, hele
Büyük Önder’in zaman ve enerjisinin önemli bir kısmının boşa
kullanılmasında etken olmuştur.
Yeşilordu’nun, Mustafa Kemal’in açıkladığı gibi, başka
amaçları ve bunu gerçekleştirme yolunda çabaları vardı.
Kurucular, önderlere ve orduya yardımcı olmak, özellikle
ayaklanmaların bastırılmasında görevlendirilmek gibi dış iddiaların
yanında pek önemli hedefleri gizli tutuyorlardı. Bir yöntem olarak
da İslam Ülkeleri ile bağlantı kurmak, ayrıca İslâm Sosyalist Birliği
halinde örgütlenmek, yine bu yoldan Ruslarla karşılıklı sempati
sağlamak istiyorlardı. Bu tutum ve maksat, Yeşilordu Tüzüğünün
birinci ve ikinci maddelerinde görülmektedir:
Tüzükte Yeşilordu’nun tutumu açıklanırken, “Asya’da
insanca ve ahlaklı bir seçim ve yaşayış sağlamak, doğuda, doğunun
kendisine özgü saf ve temiz ahlâkını korumak için çalışan
4
Cihat Akçakayalıoğlu: Gen.Kur.As.T.ve Str.E.Bşk. Atatürk, Ank –1980, s308
Rasim Pehlivanoğlu
212
düşünürlerin özel görüşle yapacakları çalışmalarla ortaya çıkan
temiz bir kuruluşa Yeşilordu adı verilmiştir” deniliyordu.
Yeşilordu’nun bayrağında ise, “Asya Asyalılarındır. Asya
artık kapılarını muharebe, sermaye, vurgunculuk, sınıflar, ihtiraslar
facialarına sonsuza kadar kapamıştır” cümlesi yer alıyordu. Bu yolla
Asyalıların hürriyet duygularını istismar ediyor ve onları
kazanmaya çalışıyordu.
M. Kemal, karışık amaçları olan Yeşilordu’yu kapattıktan
sonra derneğin sekreteri ile Yeşilordu’nun önde gelen isimleri,
bazı yabancıların yardımıyla “Halk İştirakiyûn – Komünist
Fırkası”nı kurmuşlardı. Böylece asıl niyetleri meydana çıkmış
oluyordu. (5)
4- Sevr Antlaşmasından Sonraki Olumlu Gelişmeler
İstanbul Hükümetinin TBMM Hükümeti
ile Anlaşma İsteği:
Sevr barış antlaşmasından sonra gösterilen tepkilerin etkisiyle,
milletimiz nezlinde itibarı iyice sarsılan İstanbul’daki Ferid Paşa
Hükümeti istifa etmek zorunda kalmıştı. Tevfik Paşa tarafından
kurulan yeni hükümette, Dahiliye Nazırlığına Ahmet İzzet Paşa,
Harbiye Nazırlığına da Salih Paşa getirilmişti. M. Kemal’i yakından
tanıyan bu üç zat, TBMM’ne karşı silahlı saldırı politikasını
bırakıp, uzlaşma politikası gütmek istiyorlardı.
İstanbul Hükümeti’nin tertiplediği veya teşvik ettiği iç
ayaklanmaların bastırılması, Yunan ileri harekâtının bir noktada
durdurulması ve doğuda Ermenilere karşı yapılan savaşta başarılar
kazanılmış olması da bu yakınlaşma ihtiyacının doğmasın da etkili
olmuştu. İstanbul’dan Ankara’ya haberler gönderiliyor, bir yerde
buluşarak konuşmak arzu ediliyordu.
Bilecik Buluşması:
Yeni kabinede yer alan Tevfik Paşa, Salih Paşa ve Ahmet
Paşa zamanın büyük adamları kabul ediliyordu. Buna rağmen, M.
Kemal bunlarla konuşmaktan da hayırlı bir sonuç alınacağına
inanmıyordu. Ama yapılan konuşma teklifini de reddedemezdi.
Zira: Milletimiz bunları akıllı, tedbirli, uzağı gören kimseler
olarak tanıyor ve kendilerine ümitle bakıyordu. Konuşma istekleri
kabul edilmezse halkın ümidi kırılır ve Ankara hükümetine duyulan
güven sarsılabilirdi. Üstelik, başbaşa konuşmakla, Ankara
hükümetinin amacı kendilerine daha iyi anlatılabilir ve belki de
5
a.g.e., s. 308-309
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
213
millî mücadeleye yakınlıkları sağlanabilirdi. İşte bu düşüncelerle,
içlerinde özellikle Ahmet İzzet Paşa ile Salih Paşaların bulunduğu bir
heyetle Bilecik’te buluşmaya karar verildi.
M. Kemal Paşa ve yanındakiler Eskişehir’e geldikleri zaman,
İstanbul hükümetinin delegeleri Bilecik’e gelmiş bulunuyorlardı.
Yanındaki milletvekilleriyle birlikte gelen M. Kemal, aralarında
Ahmet İzzet ve Salih Paşaların bulunduğu İstanbul hükümeti
temsilcileri ile 5 Aralık 1920’de Bilecik’te buluştu.
Birkaç saat karşılıklı konuşmadan sonra, İstanbul’dan gelen
zevatın esaslı hiçbir bilgisi ve kanaatleri olmadığı anlaşılmıştı. M.
Kemal bunların İstanbul’a dönmesine müsaade etmeyerek, kendilerini
Ankara’ya götüreceğini söyledi. 8 Aralık 1920’de hep birlikte
Ankara’ya geldiler.
M. Kemal, İstanbul heyetini arzuları hilâfına, bir nevi
tutuklamış bulunuyordu. Fakat bunu açıktan söylemeyi faydalı
bulmadı. Özellikle Ahmet İzzet ve Salih Paşalardan, millî hükümet
nezlinde faydalanmayı düşünüyordu. Hepsine de şeref ve
haysiyetini koruyucu şekilde davranıyordu. Memleketin hayır ve
selâmetine daha etkili bir surette çalışmak üzere, millî hükümete
iltihak ettiklerini (katıldıklarını) ilân ettirmişti.
Heyete katılan Nazırlar (Bakanlar), 1921 yılı Mart ortalarına
kadar Ankara’da kalmışlar, fakat hiçbir zaman Ankara’ya
ısınamamışlar
ve
Ankara
hükümetinin
hareketini
benimseyememişlerdi... Nihayet,
Millî Mücadele yararına
kendilerinden bir fayda gelmeyeceği anlaşılınca, İstanbul’a
dönmelerine izin verilmişti.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile İlişkilerimiz
Birinci Cihan Savaşı sonunda, 14 maddelik “Wilson
Prensipler”ni yayınlayan ABD Cumhurbaşkanı Wilson, Ermeni
propagandasına aldanarak, Anadolu’nun doğusunda ve
Kafkasya’da bir Ermenistan Devleti kurulmasına taraftar idi.
Ancak, sorunu incelemek için Türkiye’ye gönderdiği Amerikan
heyeti doğu illerini baştan sona dolaştıktan sonra verdiği raporda,
böyle bir şeyin mümkün olamayacağını bildirmişti.
Yapılan yeni seçimde, Wilson Cumhurbaşkanlığını bırakmakla
beraber, seçilen yeni başkan, ülkemizin doğusunda Ermenistan devleti
kurulmasından vazgeçmiş ve Türkiye’ye karşı dostluk siyaseti
gütmeye başlamıştı.
214
Rasim Pehlivanoğlu
İtalya ile İlişkilerimiz
İtalya hükümeti, millî savaş süresince, TBMM’ne karşı
düşmanca olmayan bir davranış geliştirmişti Askerî tarafsızlığını da
korumuştu.
İkinci İnönü zaferinden sonra da Antalya ve dolaylarındaki
zayıf işgal kuvvetlerini 5 Temmuz 1921’de çekerek tarafsızlığını
gerçekten ispat etmişti. Böylece İtalya ile savaşacak bir cephemiz
kalmamıştı.
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
215
D- İŞGALCİ DÜŞMANLARLA YAPILAN SAVAŞLAR
ve KAZANILAN ZAFERLER
“Ben Erzurum’dan İzmir’e, sağ elimde
tabanca, sol elimde sehpa öyle geldim.”1
K. ATATÜRK
Önceki konularda gördüğümüz gibi, Ankara’da millî hükümet
kurulmuş; körüklenen iç isyanlar bastırılmış ve İstanbul hükümetinin
düşmanca tavırları yumuşatılmıştı.
Artık, yurdumuzu çepeçevre kuşatan ve yer yer birçok
bölgelerimizi işgal eden amansız düşmanları yurttan çıkarmaya
sıra gelmişti.
Her taraftan, vatanın bağrına giren düşmanlara karşı, ilk
aylarda ancak gönüllü çetelerle savaş veriliyordu. Henüz düzenli ordu
kurulamamıştı. Bu durum milletvekillerini düşündürüyor, TBMM inde
heyecanlı konuşmalar oluyordu. Mebuslardan (milletvekillerinden)
birisi sözlerini, büyük vatan şairi Namık Kemal’in şu beytiyle
bitiriyordu:
“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara mâderini?..”
(Millet Anasını = vatanını)
En büyük ve en korkunç düşmanın ümitsizlik olduğunu çok iyi
bilen M. Kemal, bu beyitin iki kelimesini değiştirerek fakat veznini
bozmadan, sert ve sarsılmayan bir sesle şu cevabı veriyordu:
“Vatanın bağrını düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara mâderini!...”
Gün gelmiş, düzenli ordu da kurulmuştu. Bütün güçler
disipline alınmış ve bir komutaya bağlanmıştı.
Kuvva-yı Milliye ve Düzenli Orduya Geçiş
Bilindiği üzere, Yunanlıların İzmir’e çıkışı ve ilerlemeye
başlamaları üzerine, Batı Anadolu’da “Kuvva-yı Milliye” adı altında,
sivil-asker karışımı millî teşkilatlar kurulmuştu. Her teşkilat kendi
bölgesini savunuyor, işgalci düşmana karşı burada direniş
gösteriyordu. Zamanla bu tarz millî teşkilatlanmalar, düşman tehlikesi
beliren yurdun her bölgesini sarmıştı.
İlk aşamada, bölgesel olan ve kendi çevresini savunan bu
millî teşkilâtlar, zamanla bilinçlenmiş ve bir araya gelerek
birbirlerini savunur olmuştu. Özellikle Sivas Kongresi kararlarından
1
Falih Rıfkı Atay: Çankaya, İstanbul 2004, s. 227
216
Rasim Pehlivanoğlu
sonra yurtta kurulan bütün millî teşkilâtlar “Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adı altında birleştirilmiş, bütün ülkeyi
savunan bir güç haline gelmişti.
Teşkilatlar ismen birleşti ama teşkilatların silâhlı güçleri hâlâ
parça bölüktü. Her millî teşkilat kendi silahlı gücünü yetiştiriyor ve
kendi çevresinde direnç gösteriyordu. Silahlı güçler, sivil halk ve
asker karışımı olduğundan, bunlar arasında sıkı disiplin
uygulanamıyordu. Halk içinden yükselen bir kısım Kuvva-yı Milliye
liderleri kendi başına buyruk oluyorlar, askeri kumandanların sözlerini
dinlemiyorlardı. Bu hal, yetki kargaşasına meydan veriyordu.
Düşman üzerine bir komuta altında ve hep birlikte yürünülemiyor ve
daha etkili sonuç alınamıyordu.
Bunun önlenmesi için, bütün Kuvva-yı Milliye başkanları,
TBMM’ ince tayin edilen bölge komutanlığı emri altına girmeleri
gerekli oluyor ve bu tavır kendilerinden bekleniyordu.
Bir kısım Kuvva-yı Milliye başkanları bu durumu anlayışla
karşılayarak bu isteğe uyum sağlamıştı. Diğer bir kısımları ise,
ordunun emrine girmeyi istemiyorlardı. İçlerinde: “Ordu dağıtılsın.
Hepimiz Kuvva-yı Milliyeci olalım...” diye düşünenler ve bunu
açıktan söyleyenler bile vardı.
Bu durumda, ister istemez millî kuvvetler arasında da
karmaşalar ve ikileşmeler baş göstermişti. Karşı koyanlarla
çarpışarak, millî birliği sağlamak şart olmuştu. Albay İsmet Beyin
komutasındaki Batı Cephesi Kumandanlığı ile Albay Refet Beyin
komutasındaki Güneybatı Cephesi Kumandanlığı bu konuda önemli
gayretler göstermişler, çoğu yerlerdeki millî kuvvetleri birleştirip bir
komuta altında toplamışlardı. En sonraya kalan Çerkez Ethem de yukarıda belirtildiği gibi- yenilerek kuvvetleri dağıtılmış; kendisi
de kardeşleriyle birlikte Yunanlılara sığınmıştı. Kuvvetlerinin bir
kısmı Millî Kuvvetlere katılmıştı.
Böylece, düzenli ordunun (Millî Ordunun) kurulması için en
büyük engel de ortadan kalkmıştı. Artık daha rahat bir ortamda düzenli
ordu kurulabilirdi. Sıkı bir disipline alınan Millî Ordu kısa
zamanda toparlanmış, büyümüş ve gelişmişti. Büyük devletlerce
desteklenen işgalci düşman kuvvetlerine karşı koyacak bir konuma
gelmişti.
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
217
ÇEŞİTLİ CEPHELERDE YAPILAN SAVAŞLAR
Millî Mücadele (İstiklal Mücadelesi) savaşları tek cepheli
değil çok cepheli olmuştur. İşgalci düşmanlar her taraftan yurdu
sardığı, her bölgede ilerlemeler kaydettiği için, Türk Milleti olarak
savaşacağımız cephelerin de çok olması gayet normaldi.
Ülkemizi parçalayarak işgalci düşmanlara peşkeş çeken,
İstanbul hükümetinin imzaladığı Sevr Barış Antlaşması milletimizi
yıldırmamış, aksine canlandırmıştı. Teslimiyet değil, daha yüksek
bir azimle karşı koyma gücünü geliştirmişti.
Millî Mücadelemizde savaştığımız cepheler doğuda
Ermeniler ve Gürcülerle, güneyde Fransızlarla olmuştur. Asıl
savaşlarımız ise Batı Cephesinde, İngilizlerin desteğindeki
Yunanlılarla yapılmıştır. Bu cephelerimizdeki savaşlarımızı
sırasıyla, özet olarak aşağıda görelim.
1- Doğu Cephesinde Ruslarla Savaşlar
Bilindiği üzere, Birinci Cihan Savaşı yıllarında Ruslarla Doğu
Cephesinde zorlu savaşlarımız olmuştu. Özellikle, ikinci defa başlayan
Türk – Rus Savaşında doğu illerimizden birçokları Rusların eline
geçmişti. M. Kemal Paşanın komutasındaki Kolordunun gayretiyle
Muş, Bitlis gibi bazı illerimiz sonradan kurtarılmışsa da Doğu
Anadolu, Ruslardan tamamıyla temizlenememişti. Savaş her an
patlak verebilirdi.
Ancak ne var ki: 1917’de çıkan Bolşevik İhtilali ile Rusya’da
Çarlık rejimi yıkılmış, Bolşevikler iktidara gelmişti. Kendi başı
derdine düşen Rusya’daki yeni idare, Doğu Anadolu’daki
topraklarımızdan çekilmiş ve bizimle dostluk kurmaya çalışmıştı.
3 Haziran 1920’de Mîsâk-ı Millîyi de tanımışlardı.
Ermenistan Devleti Sorunu:
Rusların çekilmesiyle boşalan Erivan, Gümrü, Kars
dolaylarında bir Ermeni Devleti kurulmuştu. Türk düşmanı olan
“Taşnak Partisi” Ermenilerin başına geçmişti. Ermeniler çevreye
açılarak büyük devlet olmak istiyorlardı.
15. Kolorduyu yöneten Şark Cephesi komutanı Kâzım
Karabekir Paşanın 30 Mayıs ve 4 Haziran 1920 tarihli raporlarında
belirtildiği üzere, Ermeniler Oltu’yu ele geçirmişler, ilk fırsatta
Erzurum’u dahi ellerine geçirmek teşebbüsünde bulunacaklardı.
Gürcüler de 25 Temmuz’da Artvin’i almışlardı.
Artık Ermenilere bir ders verme zamanı gelmişti: Toplanan
TBMM, doğu illerimizin, özellikle Kars, Ardahan ve Artvin’in
218
Rasim Pehlivanoğlu
geri alınması için hükümete yetki vermişti. Hemen harekete geçen
hükümet gerekeni yapmak üzereyken, Rusların Ermenilere toprak
istemesi üzerine, Ordumuzun taarruzu geciktirilmişti. Sonradan
Bolşeviklerin lideri Lenin isteğinden vazgeçince, 28 Eylül 1920’de
Ordumuz taarruza geçti. 29 Eylül’de Sarıkamış’ı, 30 Eylül’de
Kars’ı, 7 Kasım’da Gümrü’yü aldık. 18 Kasım’da Ateşkes
Antlaşması yapıldı.
Gümrü Antlaşması
Yenilen Ermenilerle 2-3 Aralık gecesinde yapılan Gümrü
Barış antlaşmasına göre: 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr
Antlaşması ile kendilerine bırakılan doğu illeri ile ilgili iddialarında
bulunmayacaklar ve Türkiye menfaatine uygun olmayan hiçbir
antlaşmayı kabul etmeyeceklerdi.
Bu antlaşmayla, doğuda Millî Mîsâk hudutlarımız kısmen
çizilmiş oluyordu. 1878’de, Berlin antlaşması ile Ruslara bırakılan
Kars dolayları da Türklere geçmiş bulunuyordu. Ermenilerle
birlikte saldıran Gürcüler de gereken dersi almış oluyordu. Artvin
ellerinden çıkmış, Batum’u da kaybetmişlerdi.
Gümrü Barış Antlaşması, yabancılarla yapılan ilk antlaşma
olması bakımından çok önemlidir. Zira: Ankara hükümetinin
yıkılacağını sanan yabancı devletler, bu antlaşmayla olumsuz
düşüncelerini biraz olsun değiştirmek zorunda kalmışlardı. Ayrıca,
doğu sınırımız da emniyet altına alınmıştı. Artık batıdaki asıl
mücadelemize daha emin bir biçimde dönebilirdik.
Anadolu ihtilâlinin ilk askerî zaferi olan doğu taarruzu
TBMM’nde ve bütün memlekette büyük yankılar yapmıştı ve
halkımızı çok sevindirmişti.
Moskova Antlaşması
Rusya’daki Sovyetler Birliği hükümeti ile ilişkilerimiz gün
geçtikçe iyileşiyordu. Yeni rejim değişikliği ile Cihan savaşında
dostlarını kaybeden Sovyetler Birliği bizimle dost olmakta
kendileri için fayda görüyordu. M. Kemal’in yakın arkadaşı Ali
Fuat Paşa Moskova’ya büyük elçi gönderilmişti. Moskova ile
beklenen gerçekçi ilişkilerimiz 1. İnönü zaferinden sonrada gelişmişti.
Bu gelişmeleri takiben, 16 Mart 1921’de Ruslarla da Moskova
dostluk antlaşması imza edildi.
Moskova antlaşmasına göre: İki devlet arasındaki ilişkiler
sıkılaştırılacak, Çarlık Rusya’sıyla imzaladığımız antlaşmalar
hükümsüz kalacak. Kapitülasyonların kaldırıldığı Ruslarca da kabul
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
219
edilecek ve çizdiğimiz Mîsâk-ı Millî hudutları tanınacaktı. Ama,
Batum Ruslara geçecekti...
Bu yolla, batıda İstiklal savaşımız bütün hızıyla devam
ederken, Ruslar bakımından doğu sınırlarımız teminat altına
alınmış oluyordu.
Ayrıca, doğudaki Türk topluluklarından Türkiye’ye gelecek
maddi yardımların da önü açılmış bulunuyordu.
Yeni Rusya devleti, Ermenileri ve Gürcüleri de Sovyetler
Birliği topraklarına katmıştı. O sırada biz de Sakarya zaferini
kazanmıştık. Yeni duruma göre, 13 Ekim 1921’de Ruslarla
aramızda yeniden Kars antlaşması yapılmıştır. Bu antlaşma bir
bakıma Moskova antlaşmasının aynısıdır diyebiliriz.
Yeni Sovyet Cumhuriyetleri arasına katılan Ermenistan,
Gürcistan ve Azerbaycan’la olan bugünkü sınırlarımız Kars
antlaşmasıyla belirlenmiştir.
2- Güney Cephesinde Fransızlarla Savaşlar
Mondros Mütarekesinden sonra İngilizler Urfa, Maraş ve
Antep’i; Fransızlar Adana’yı işgal etmişlerdi. Sonradan İngilizlerin
bu bölgeden çekilmesi üzerine, Urfa, Maraş ve (o günkü adıyla) Antep
de Fransızlar tarafından işgal edilmişti. Fransızların, yüzyıllarca
bizimle birlikte yaşamış olan Ermenilerle işbirliği yaparak bu
yerleri işgal etmiş olmaları; halkımız arasında korku, şüphe ve
nefrete neden olmuştu. Bu hıyanet millî heyecanı artırmış ve millî
şuuru uyandırmıştı. Uyanan halkımız yer yer savunma tedbirleri
almış ve milli kuvvetleri kurup teşkilatlanmasını sağlamış, düşmana
karşı koymaya başlamıştı.
Fransızlarla millî kuvvetlerimiz arasında yapılan savaşlar,
işgal ettikleri Adana, Urfa, Maraş ve Antep vilayetlerinde
olmuştur. Bunlara aşağıda özetle değinelim:
Adana’nın Kurtuluşu
Çukurova’nın Fransızlar tarafından işgal
edilmesi,
Adanalıların protestosu ile karşılanmıştı. Feryatname adlı telgraflar
çekerek işgal olayı her tarafa duyurulmuştu. Fransızlar, Ermeni
komitecilerine alet olmuş, Ermeni fedailerinin çapulculuklarına ve
azgınca davranışlarına imkân vermişti.
Bu
alçakça
işbirliğine
dayanamayan
kahraman
Çukurovalılar (Adanalılar), ilk önce Karaisalı’da başlamak üzere
millî kuvvetleri teşkilâtlamışlar ve çete savaşı yaparak yiğitçe
çarpışmışlardı. M. Kemal Paşa Çukurova Kuvva-yı Milliye
220
Rasim Pehlivanoğlu
komutanlığına topçu binbaşı Kemal Beyi atamış, Yüzbaşı Osman
Tufan ve Yüzbaşı Ali Ratip’e (Sinan Paşa = Sinan Tekelioğlu)
önemli görevler verilmişti.
İşgal altında bulunan çeşitli yörelere baskınlar yapılmış ve
düşmanların gözleri yıldırılmıştı. Naçar kalan Fransızlar, önce 20
günlük mütareke ile savaşa ara vermişler ve bu arayı uzatmışlardı.
Sakarya zaferinden sonra 20 Ekim 1921’de “Ankara
İhtilafnamesi”ni yapmak zorunda kalmışlardı. Böylece Adana
bölgesinden tamamen çekilmişlerdi.
Maraş’ın Kurtuluşu
Maraş’a giren Fransızların, Ermeni azınlığı ile işbirliği
yaparak burayı sömürge haline getirmek çabaları Maraşlıları
harekete geçirmişti. Maraş kalesine Türk bayrağı yerine Fransız
bayrağı asılması millî haysiyeti rencide ediyor ve Maraşlıları
kahrediyordu!...
Bir Cuma günü, Maraştaki camide toplanan halka seslenen
Sütçü İmam:
– Kalelerinde hür bayrağı dalgalanmayan esir bir
memlekette Cuma namazı kılınmaz!” diyerek halkı coşturmuştu.
Avukat Ali Bey’in çevresinde toplanarak kaleye tırmanan bin
kadar Maraşlı, Fransızların bayrağını indirerek Türk bayrağını
kaleye çekmişti!...
Maraştaki bu millî mücadele, bir şehir halkının, istilacı yabancı
bir devlete karşı amansız mücadelesi şeklinde devam etmişti. Yapılan
kanlı mücadeleler sonunda bozguna uğrayan Fransızlar
tutunamayarak 11 Şubat 1920 gecesi Maraştan çekilip gitmişlerdi.
Sütçü İmamın öncülüğü ile başlayan Maraş ayaklanmasında
gösterilen kahramanlıklar, bu yiğitler şehrimize “Kahramanmaraş”
adının verilmesine neden olmuştur.
Urfa’nın Kurtuluşu
Önce İngilizler ve sonra Fransızlar tarafından işgal edilen
Urfa’da Ermenilerle işbirliği yapan Fransızlar, can ve mal
güvenliğini ihlâl ediyorlardı. Bu hal, Urfalıların ayaklanmasına
neden olmuştu. Yüzbaşı Ali Saip Bey’in komutasındaki 3000 kişilik
kuvvet, 9 Şubat 1920’de Urfa’nın yarısını almıştı. Devam eden
savaşlar sonunda, Fransızlar daha fazla dayanamayarak 10 Nisan
1920’de Urfa’yı boşaltmaya mecbur olmuşlardı.
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
221
Urfalılar tek başına, güçlü bir devlete karşı savaşmışlar ve zafer
kazanmışlardı. Bu nedenle, “Şanlıurfa” adını almayı hak etmişlerdi.
Antep Savunması
Antep’i (Gaziantep’i) önce İngilizler işgal etmişti. Onlar
çekilince Fransızlar işgale yeltenmişti. İşgalci kuvvetlerin
Ermenilerle işbirliği yaparak Türkleri sindirmeye çalışmaları ve
yapılan tedhiş hareketleri, yabancı boyunduruğuna tahammülü
olmayan Anteplileri galeyana getirmişti. Teşkilatlanarak direnmeye
geçmişlerdi.
– Benim ölüm çiğnenmedikçe Fransızlar Antep’e
giremez!...” diyerek, yandaşı “Karayılan” ve 200 kadar
arkadaşıyla dağa çıkan Antepli Şahin (asıl adı Said Bey olup
Mülâzım (Teğmen) idi), 3-18 Şubat 1920 tarihlerinde Antep’e
ilerleyen Fransız taburlarını durdurmuş ve onlara karşı kahramanca
savaşlar vermişlerdi. Sonunda tek başına kalan Şahin Bey Köprü
başını tutmuş, köprüden geçmek isteyen Fransız kuvvetlerini
önlemeye çalışmıştı. Fakat sonunda kendisi de şehit olmuştu!...
O günlerde yakılan “Antepli Şahin” türküsü, yıllarca
milletimizin dilinden düşmemiş ve yanık yürekleri duygulandırmaya
devam etmiştir. Yazarı bilinmeyen bu türkünün güftesini aşağıya
alıyorum.
ANTEPLİ ŞAHİN
Şahini sorarsan otuz yaşında.
Düşman süngüledi köprü başında.
Çeteler toplanmış ağlar başında...
Uyan Şahin uyan gör neler oldu,
Sevgili Antep’e düşmanlar doldu!
Şahinim düşmana ilk kurban oldu.
Fransız kuvveti Antep’e doldu.
Analar, babalar saçını yoldu!
Uyan Şahin uyan gör neler oldu,
Sevgili Antep’e düşmanlar doldu!
Uyan Şahin uyan, uyanmaz mısın?
Diz çöküp düşmana dayanmaz mısın?
Kızıl kanlarına boyanmaz mısın?
Uyan Şahin uyan gör neler oldu,
Yaralı Antep’e düşmanlar doldu!
222
Rasim Pehlivanoğlu
Şahinim vuruldu, yollar açıldı,
Antep’in üstüne mâtem saçıldı.
Birçok minareler topla biçildi!
Uyan Şahin uyan gör neler oldu,
Yaralı vatana düşmanlar doldu!
Kimi yaralanmış kanlar saçıyor.
Kimi süngülere bağrın açıyor.
Kimi yavrusunu almış kaçıyor!
Uyan Şahin uyan gör neler oldu
Sevgili Antep’e düşmanlar doldu!
(2)
1 Nisan 1920’de, bütün şehir halkı işgalci düşmanlara karşı
harekete geçmişti. 10 ay 9 gün düşmana karşı kahramanca savaşan
ve kendini savunan Antep, nihayet 9 Şubat 1921’de teslim olmak
zorunda kalmıştı.
6000 evladını şehit veren, binlerce yaralı ve sakat bırakarak,
sırf açlık yüzünden kapılarını düşmana açmak zorunda kalan bu
kahramanlar diyarı Antep’e TBMM “GAZİ” unvanını vermişti. O
günden sonra bu yiğit şehrimiz “GAZİANTEP” adıyla anılır
olmuştu.
Fransızlar, geleneksel Türk dostluğuna dönerek anlaşma
yolunu tutmuşlar ve Ankara’da görüşmeler başlamıştı. Bir ara,
Sakarya savaşının sonuçları alınıncaya kadar görüşmeleri kesmişlerdi,
Sakarya zaferi sonunda ise, “Ankara İtilafnamesi”ni
imzalamışlar;
dostları
Ermenilerle
birlikte
Suriye’ye
dönmüşlerdi...
Gaziantep’in savunması burada kısa bir yazıyla anlatılamaz.
Ancak, bu savunmayı romanlaştıran kitaplardan okuyarak, Gaziantep’i
ve Gazianteplileri gerçek yönüyle tanımak mümkün olabilir.
Gaziantep’te, düşmanla çarpışanlardan bir yiğitlik örneğini Dr.
Fahri Can şöyle anlatıyor:
Gaziantep Savunmasından Bir Gün
Şehrin bombardımanı sürüp gidiyordu. Bir süre sonra sedyeler
birbirini izledi. Aralarında yaralı var mı? diye fırladım. Ama, ne
yazık ki hepsi şehitti. Hepsi de kadın, kız ve çocuktular..... Bir top
mermisi üstlerine düşmüş ve hepsini bir anda şehit etmişti.
.....Bu sırada silahlı bir mücahit geldi. Rengi kül gibi,
bıyıkları dimdik, gözleri cam gibi.
2
Yazarı belirsiz: (Dosyamdan alınmıştır)
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
223
– Hekimbaşı, gavur bizim ne varsa çoluk çocuğu, anayı,
karıyı yok etmiş, müsaaden olursa bir görmek isterim.
Görmesini istemiyordum. Çünkü hayatının sonuna kadar o
korkunç görünüş gözlerinin önünden gitmeyecek ve daima hayalinde
bunu görecekti.
– Yavrum görüp, ne edeceksin? Gel beni dinle de vazgeç, daha
iyi olur.
– Gel etme hekimbaşı, bu dileğimi geri çevirme. Ben de
cephede gavurun karşısındayım. Ne olacağımı kimse bilemez. Şu
kahpe dünyanın kör olası gözüyle yavrularımı göreyim, öpeyim.
– İsteğin gibi olsun” dedim ama, benim de boğazımı bir
yumruk sıkıyor, gözlerim yanıyordu. Gitti, gördü, geldi. Karşıda
Çıksurat tepeleri vardı. Üstünde de düşman askerleri görülüyordu.
Oraya doğru yumruklarını sıkarak.
– Ulan gâvur, alacağın olsun. Elbette karşılaşırız dedi ve
yıldırım hızıyla selâm bile vermeden fırladı gitti.
Şehri savunanlar bin kişi idik..... Gün belirlendi 30-31 Ocak
gecesi şimdi biz taarruz için adam seçiyorduk. Seçilmeyenler ayak
diriyor, seçilenler bayram ediyorlardı.
Ortalık karardıktan sonra birlikler Çıksurat tepesine doğru
sürüldü. Dışarıdan topçu ateşi başlayacaktı. Çok beklendi bir şey yok.
En sonunda bomba hücumuyla taarruzumuz başladı. Düşmanın üç
sıra tel örgü siperleri paçavra gibi parçalandı. Dışarıdan ne bir ses,
ne bir nefes. Açtığımız gedik, iki taraftan düşmanın piyade ve top
ateşiyle cehenneme döndürülmüştü. Dışarı çıkanların birçoğu
dışarıda kalmış, gerisi de bir çok şehit ve yaralıyla geri dönmüştü.
Sonradan haber aldım ki, demin sözünü ettiğim yiğit, o bütün
ailesini kaybeden kahraman, yazık ki adını unuttum, nice olağan
üstü bahadırlıkla dövüşerek şehit düşmüştü. (3)
3
İ. Parmaksızoğlu: T.C.İnk. T., İst. – 1982, s.41-42
224
Rasim Pehlivanoğlu
3- Batı Cephesinde Yunanlılarla Savaşlarımız
TBMM hükümeti, isyancı çetelerle ve halife ordusuyla yaptığı
başarılı savaşlarla bir bakıma iç emniyeti sağlamıştı. Doğuda
Ermenilerle yapılan Gümrü Antlaşması ve Ruslarla imzalanan
Moskova dostluk antlaşmasıyla da doğu sınırımız emniyet altına
alınmış sayılırdı.
Güney illerimizi işgal eden Fransızlar yenilmiş ve birçok
illerimiz kurtulmuştu. Azmimizi ve gücümüzü anlayan Fransızlar
yeniden saldırıyı bırakmışlar, Türklerle dost geçinmeyi kendi
çıkarlarına uygun görmüşlerdi. Anlaşma yapmayı bekliyorlardı ama
bunu Sakarya savaşından sonraya bırakmışlardı. Güney sınırlarımız da
emniyet altına alınmıştı.
Güneybatı illerimizi işgal eden veya nüfuzu (otoritesi) altında
tutan İtalyanlar, Türklerle dost kalmak için kendiliklerinden
çekilip gitmişlerdi.
Artık şimdi sıra, Batı Anadolu’da birçok illerimizi işgali
altında tutan ve halkımıza türlü işkenceler yapan Yunanlılarla
hesaplaşmaya gelmişti.
Yeri gelmişken İ. Hakkı Talas’ın “Büyük Yolcu” isimli
şiirinin ikinci bölümünü aşağıya alalım.
BÜYÜK YOLCU
Çekilmişti bayrağı Erzurum’un, Sivas’ın,
Başlıyordu yakında görülmemiş bir akın.
Bütün millet koşuyor savaşa atlı, yaya,
Akıyorlar çığ gibi, her yönden Ankara’ya
Bir cenk alanı gibi her taraf köşe, bucak,
İnönüler, Sakarya yakında başlayacak.
Ufuklardan kopmada bulut gibi toz, duman,
Vücut değil, ruh değil şahlanıyor bir îman,
Genç ihtiyar bağlanmış, 15 milyon bir şefe,
Emrederse sel gibi akacaklar hedefe...
Vatan için sinirler bir yay gibi gerilmiş,
Kosovalar, Mısırlar, Çaldıranlar dirilmiş.
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
225
İnönü’nde çarpacak siperine düşmanın,
Sakarya’da destanlar yaratacak bu akın.
Bir hamlede Afyon’dan mevzileri yaracak,
Dumlupınar üstünden Akdeniz’e varacak.
Kurtulacak düşmandan, hainlerden bu vatan,
Yeni bir gün doğacak ufukları parlatan.
Nasıl içten sarıyor, bu ümit vatandaşı,
Rüyalarda yaşıyor büyük yolcunun başı... (4)
Evet, 19 Mayıs 1919’da Samsun ufuklarında görülen büyük
yolcumuz epey mesafe katetmiş, Milletimize büyük ümitler vermiş
ve yeni bir dönemecin başlangıcına gelmişti: Artık Yunan
Palikaryaları da Anadolu’dan sökülüp atılmalıydı ve atılacaktı.
Millî sınırlar içinde kalan ülkemiz toprakları düşman işgalinden
tamamen kurtulmalıydı ve kurtulacaktı. İmanımız, azmimiz ve
irademizle bu gücü kendimizde hissediyorduk... Millî ordumuz
kurulmuş, günbegün gelişmekte ve bütün hazırlıklarımız bu amaca
göre yapılmaktaydı.
Ancak, İngilizlerin desteğinde ve onlardan büyük yardımlar
görerek ilerleyen Yunanlılarla olan cephemiz bir değil birçoktu:
İzmir’e çıkan Yunanlılar orada kalmamışlar; güneye, kuzeye ve batıya
doğru ilerlemişler, birçok yörelerimizi işgal etmişlerdi. Fakat bir
müddet ilerledikten sonra, karşılarında teşkilatlanmış Kuvva-yı
Milliye’ yi (Milli Kuvvetleri) bulmuşlar ve daha fazla ilerlemeleri
önlenmişti. Aşağıda, Batı Cephesinde Yunanlılarla yaptığımız
savaşları anlatırken, önce kurulan millî cephelerden söz edeceğiz.
Sonra da düzenli ordumuzla yapılan savaşları ve kazanılan
zaferleri özetle açıklamaya çalışacağız.
a- Batı Anadolu’da Açılan Yunan Cepheleri
Ayvalık Cephesi:
Yunanlıların Manisa ve Aydın dolaylarında ilerlemeleri Batı
Anadolu’yu harekete geçirmişti: Ayvalık Kaymakamı Yarbay Ali
Bey (Ali Çetinkaya), 500 kişilik alayını mahallî halkla da takviye
ederek Kuvva-yı Milliye’ yi kurmuş ve düşmana karşı ilk direnişe
geçmişti. Bu ilk direniş başka cephelerin kurulmasına da ön ayak
olmuş, onlara destek vazifesi görmüş ve önemini arttırmıştı.
4
İ. Hakkı Talas: Bütün Şiirlerim, İst. – (Tarihsiz), s.13
226
Rasim Pehlivanoğlu
Bergama ve Soma Cephesi
Haziran 1919’da Akşehir’i işgal eden, Bergama’ya giren ve
buralarda kan dökerek dehşet saçan Yunanlılar, Menemen’de 200
kişinin ölümüne ve bir o kadar insanın yaralanmasına sebep
olmuşlardı. Bunlara karşı, Kırkağaçlı Emin Bey tarafından kurulan
Millî Teşkilat, Balıkesir’deki 61. Tümene bağlanmış ve Miralay
Kazım Bey (Özalp), bu cephenin fiili idaresini üzerine almıştı.
Akhisar Cephesi
Akhisar Cephesi, Manisalı Karaosmanzade Halit Paşanın
öldürülmesiyle, önce fedai müfreze (küçük askeri birlik) olarak
kurulmuştur. Daha sonra mevcudu 1200’e yükseltilerek Akhisar
Mıntıkası, Kuvva-yı Milliye Grubu adı ile yeni baştan düzenlenmiştir
ve bu cephede düşmana karşı önemli hizmetler vermiştir.
Salihli Cephesi
Salihli Cephesi, Yunanlıların Ahmetli istasyonunu almaları,
Ödemiş’i almak üzere harekete geçmeleri üzerine, Salihli ve
Alaşehir halkının direnmeye geçmesiyle kurulmuştur. Salihli
cephesinin komutanlığını üzerine alan Çerkez Ethem, birliklerini
tümen derecesine kadar çıkarmıştır. Bu birlik “Kuvva-yı Seyyare”
adını alarak büyük yararlıklar göstermiş ve Yunanlıların ilerlemelerine
engel olmuştur. Anzavur isyanının bastırılmasında da etkili
hizmetler görmüştür.
Ne yazık ki: (Yukarıda belirtildiği gibi) Başlangıçta, işgalci
düşman güçlerine karşı önemli hizmetler veren ve milli kahramanlar
arasında gösterilen Çerkez Ethem ile kardeşleri; sonraları
büyüklük kuruntusuna kapılarak, kurulan düzenli orduya (millî
orduya) katılmak istememişler, verilen emirleri dinlememişler ve âsi
olmuşlardı. Hattâ M. Kemal’i bile küçümser olmuşlar ve TBMM’ne
karşı ayaklanmışlardır.
Nihayet kendileriyle savaşmak zorunda kalınmış ve Batı
cephesinden çektiğimiz önemli miktardaki güçlerle isyanları
bastırılmıştır. Ama, zayıflayan Batı cephesinde Yunanlıların
ilerlemesine de neden olunmuştur.
Aydın ve Nazilli Cephesi
Aydın millî heyeti, Yunanlıların İzmir’e çıkmalarını büyük bir
miting yaparak lânetlemişti. 28 Mayıs 1919’da Aydın’ı da işgal eden
ve Nazilliye doğru ilerleyen düşmana karşı kurulan Milis kuvvetlerinin
başına Yörük Ali Efe geçmişti. 57. Fırka kumandanı Binbaşı Hakkı
Bey ve 175. Piyade alayı kumandanı Hacı Şükrü Beyin idaresinde
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
227
yapılan hücumlarla Yunanlılar püskürtülmüştü. Ancak, aldıkları
takviyelerle güçlenen Yunanlılar yeniden Aydın’ı almışlardı.
Bu cephede kurulan millî kuvvetler, durmadan mücadeleye
devam etmişlerdir. Yörük Ali Efe, Demirci Mehmet Efe,
Danişment’li İsmail Efenin emrindeki millî güçler yer yer
düşmana karşı çarpışmışlar ve başarılı olmuşlardır.
Yunanlıların İzmir’i işgali ve Batı Anadolu’da ilerlemeleri,
bütün Türk milletini ve Anadolu halkını, özellikle Batı Anadolu
halkını bu haksız işgalin karşısına çıkarmıştı. Yer yer mitingler
yapılıyor ve olay lânetleniyordu. Yurdumuzda ve özellikle Batı
Anadolu’da görülen bu millî hareket, Yunan işgaline karşı
milletimizin ruhunda beliren vatan savunması aşkının bir
görüntüsü olmuştur.
Savaşlar sadece düzenli askerle değil daha çok Milis
kuvvetleriyle yapılıyordu. Bu savaşlara erkeklerin yanı sıra
kadınlar, çoluk çocuk ve ihtiyarlar da katılıyordu.
“Bu millete hizmet eden onun efendisi olur.”
K. ATATÜRK
b- Yunanlıların İleri Harekâtı
İzmir’in işgalinden sonra Batı Anadolu’da ilerleyen
Yunanlılar, Milen Hattında durdurulmuştu. Fakat onlar
gayelerinden geçmiş değillerdi. Saldırmak için fırsat kolluyorlardı. İç
isyanlar ve çetelerle savaşlarımız onlara bu fırsatı vermişti. Amaçları
Ankara’ya kadar olan yerleri almak, TBMM hükümetini
yıkmaktı. Bu gaye ile 22 Haziran 1920’de harekete geçtiler.
Savaşılan geniş cephedeki kuvvetlerimiz zayıftı. Millî güçlerin
karşı koymalarına rağmen, düşmanın kuzey kolu ilerleyerek
Balıkesir ve Karacabey’e girmiş, Mudanya ve Bandırmaya asker
çıkaran İngilizlerin yardımıyla Bursa’yı işgal etmişlerdi.
Doğu yönden ilerleyen düşman kuvvetleri ise Salihli, Alaşehir
ve Uşak’ı aldılar. Türk kuvvetleri Eskişehir ve Dumlupınar’a
çekilmişti.
Batı Anadolu’da başarı sağlayan Yunan ordusu,
Bandırma’dan gemilere binerek Trakya’da Tekirdağ’a çıktı. Aynı
gün Çorlu’yu aldılar. Kırklareli ve Edirne’yi işgal ettiler.
Yunanlıların bu geçici başarıları, Sevr antlaşmasının
imzalanmasına da etkili olmuştu.
Yunanlılar, her ne kadar Batı Anadolu’da ve Trakya’da
ilerlemişler, yeni başarılar kazanmışlarsa da bu başarıları daimî
228
Rasim Pehlivanoğlu
olmayacak ve yanlarında kalmayacaktı. Bunlar, Türk Milleti olarak
azmimizi bilemiş ve millî mücadele gücümüzü artırmıştı.
Önceleri bölgesel olarak başlayan düşmanla mücadelemiz,
zamanla gelişmiş, birbirlerini takviye eden topyekün bir millî
mücadele haline gelmişti. Millî teşkilâtlar, millî orduyla birleşiyor ve
bir kumanda altında toplanıyordu. Bütün Türk milleti tek bir
yumruk halinde birbirleriyle kenetleniyor ve düşmana karşı
koymaya hazırlanıyordu. Milletimiz inanıyordu ki: Böylesi bir
mücadele -Allah’ın yardımıyla- mutlaka başarıya ulaşacak ve mutlaka
memleketimiz düşman işgalinden kurtulacaktı.
c- Birinci İnönü Muharebesi ve Etkileri
Çerkez Ethem’in isyanı üzerine, Batı Cephesindeki
kuvvetlerimizin büyük bir kısmı (61. Tümen) Kütahya bölgesine sevk
edilmişti. Bunu fırsat bilen Yunanlılar, Bursa’dan Eskişehir,
Uşak’tan Afyon istikametinde harekete geçtiler. İlerleyen düşmana
karşı koymak için Batı Cephesi komutanı Albay İsmet (İnönü),
güneyde ve batıdaki bütün kuvvetlerimizin Afyon’da toplanmasına
karar verdi.
6 Ocak 1921’de ileri harekete geçen Yunan kuvvetleri,
karşılarına çıkan 24. Tümenin bir miktar oyalamasından sonra, yolu
açılarak 9 Ocak günü İnönü mevzileri önüne gelmişlerdi. Asıl
muharebe, 10 Ocak günü sabahında Yunanlıların taarruzuyla
başlamıştı. Savunma savaşı veren ordumuz, düşman saldırısını
kırdıktan sonra karşı hücuma geçerek 10 Ocak 1921 günü zaferi
kazanmıştı. Fazla kayıp vermiş ve çok hırpalanmış olan düşman daha
fazla dayanamayarak, 11 Ocak günü Bursa istikametine geri
çekilmişti.
Anlatıldığına göre, İnönü muharebelerinin zamanını
Yunanlılar, fakat muharebe alanını Türkler seçmişti. Ama iyi
seçmişti. Düşmanın (üç misli) üstün kuvvetlerine karşı yapılan bu
savunma savaşı çetin şartlar altında geçmişti. İyi idare edilen bu
savaş Türk subay ve erlerinin fedakârlığı sayesinde kazanılmış ve
güçlü düşman ordusu 3 gün içinde yenilerek geri çekilmeye mecbur
bırakılmıştı.
Kazanılan birinci İnönü zaferi sonunda millî ordumuzun itibarı
artmış, milletimizin millî mücadele heyecanı kamçılanmış ve
milletimiz bir amaç altında birleşerek millî birliğimiz
kuvvetlenmiştir. Zaferin komutanı Albay İsmet Bey de Tuğ
Generalliğe terfi etmiştir.
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
229
Birinci İnönü zaferi sonunda Ruslarla Moskova antlaşması
yapılmıştır.
Londra Konferansı
Birinci İnönü savaşında Yunanlıların yenilmesi İtilaf
Devletlerini harekete geçirmiş, Londra’da barış konferansı
toplanmasını istemişlerdi. İstanbul hükümeti yanı sıra Ankara
hükümeti de konferansa davet edilmişti. M. Kemal bu konferanstan
olumlu bir karar çıkacağına inanmıyordu. Ama Ankara hükümetini
kabul ettirmiş olacağından ve isteklerimizi anlatmak imkânı
bulunacağından dolayı konferansa katılmayı kabul etmişti.
Konferansta, İstanbul hükümetini Sadrazam Tevfik Paşa,
Ankara hükümetini ise Bekir Sami Beyin başkanlığındaki heyet
temsil ediyordu.
27 Şubat’tan 12 Mart 1921’e kadar devam eden konferansta
İstanbul temsilcisi Tevfik Paşa bazı tekliflerde bulunmuştu. Ama
daha fazla konuşmayı gereksiz görmüş ve ünlü tarihî teklifini
yapmıştı:
– Bu andan itibaren, Türk Milleti namına konuşacak
Ankara Hükümeti murahhaslarıdır (temsilcileridir). Sözü onlara
bırakıyorum” diyerek olgunluk göstermiş ve Türk heyetleri
arasındaki ikiliği ortadan kaldırmıştır.
Ankara Hükümeti delegeleri ise, Mîsâk-ı Millîyi açıklamış
ve Anadolu’nun boşaltılmasını istemiştir. Yunanlılar kabul
etmedikleri gibi: “Sevr antlaşmasını Türklere kuvvetle kabul ettirmeye
muktedir olduklarını” söylemişlerdir.
İtilaf devletlerinin hazırladıkları 12 maddelik anlaşma teklifi,
Türk heyeti tarafından kabul görmeyince konferans dağılmıştır.
Olumlu sonuç vermeyen konferans sonunda daha Türk
delegeleri yoldayken Yunan orduları saldırıya geçmiştir. Elbette
biz de bunlara gereken cevabı verecektik.
Henüz ikinci İnönü savaşı olmamıştı. 1921 yılının Mart
ayındayız. İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif (Ersoy) o günlerin
heyecanı içinde şöyle haykırıyordu:
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım;
Kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım!
230
Rasim Pehlivanoğlu
Türkün zincire vurulamayacağını (hürriyetinin elinden
alınamayacağını) dünyaya böyle haykıran Mehmet Akif, mutlu
günlerin yakın olduğunu da şöyle müjdeliyordu.
Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın!
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana vadettiği günler hakkın;
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Milletimizin sembolü (alâmeti) olan bayrağımıza seslenen
Mehmet Akif şöyle teselli buluyordu:
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl.
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal
Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl!
d- İkinci İnönü Muharebesi
“Türk yenildi derlerse inanmayınız. Yenilen komutandır.”
K. ATATÜRK
Birinci İnönü savaşında yenilen ve Londra konferansında
sonuç alamayan Yunanlılar, yeni kuvvetlerle beslenerek, Türk
ordusunun kuvvetlenmesine meydan vermeden hemen saldırıya
geçtiler. Bizim hazırlığımız tamam değildi. Yunan ordusu teşkilatlı
ve mükemmeldi. Düşmanın bir tümeni bizim üç tümenimize bedeldi.
Yunanlılar, 23 Mart 1921’de Bursa ve Uşak bölgelerinde
iki koldan, İnönü yönünde harekete geçtiler. Bilecik ve Pazarcık’ı
aldılar. 26 Mart 1921’de hızlanan savaş aralıksız 31 Mart’a kadar
devam etti.
Savaş, sağ kanatta kuvvetlerimizin üstün dayanma ve direnme
gücü ile bir boğuşma şeklinde cereyan etmişti. Birinci tümen
komutanı ve askerleri büyük yararlıklar göstermişti. Fakat sıkışık
bir duruma düşen sol cenah askerlerimiz geri çekilmişlerse de 31
Mart’ta üstünlük tamamen Türklerin eline geçmişti.
Türk ordusunun büyük bir azim ve imanla savaşması,
düşmanın başarısını hiçe indirmişti. 31 Mart akşamına kadar süren
kanlı çarpışma sonunda, düşman İnönü’de ikinci defa perişan
olmuştur. 31 Mart gecesi çıkış mevzilerine çekilmeye başlayan
düşman, süvari birliklerimizce izlenmiş ve çekilirken de büyük
kayıplar verdirilmişti.
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
231
Zafer müjdesini alan M. Kemal Paşa, cephe komutanı İsmet
Paşaya gönderdiği övgülü telgrafında şunları da söylüyordu: “.....Siz
orada yalnız düşmanı değil, Milletin makûs (ters dönmüş) talihini
de yendiniz..... Düşmanın istila hırsı, azim ve hamiyetinizin yalçın
kayalarına başını çarparak hurdahaş oldu.....” diyerek Milletimizin
minnet ve şükran duygularını belirtiyor, kazanılan büyük gaza ve
zaferi tebrik ediyordu.
İkinci İnönü zaferinden önce Afyon’u da işgal etmiş olan
Yunanlılar, İnönü’de serbest kalan Türk güçlerinin Afyon’a
yöneldiğini öğrenince, 7 Nisan 1921’de burayı boşaltarak geri
çekilmişler, 8 Nisan’ da Aslıhanlar savaşında yenilmiş ve 11
Nisan’da Dumlupınar mevziilerine çekilmişlerdir. Böylece, Türk
ordusunun azim ve iradesinin önünde bir daha perişan olmuşlardır.
Geriye çekilen düşman Bursa ve Dumlupınar mevkiine
yerleşmişti.
Düşmanın Tekrar Saldırıya Geçmesi
Yenilerek geriye çekilen düşman yenilgiyi kabul etmiyordu.
Aldığı yeni kuvvetlerle daha da güçleniyor, yeniden taarruza
geçerek her ne pahasına olursa olsun Türkleri yenmek ve yok
etmek istiyordu. Yunun uçakları millî hükümet aleyhinde fetvalar ve
beyannameler atarak halkın moralini bozmaya çalışıyordu.
Yunanlılar 19 Temmuz 1921 tarihinde yeniden saldırıya
geçtiler. Kütahya ve İnönü yönünde iki koldan ilerliyorlardı. Bir
Tümen de Afyon’a doğru yürüyordu. Türk ordusu, düşmanın çevirme
hareketini kırmayı başardıysa da üstün kuvvetler karşısında geri
çekilmek zorunda kalmıştı. Ordumuz toplanarak ve toparlanarak
25 Temmuz 1921’de Sakarya’nın doğusuna kadar çekilmişti.
Yunanlıların ilerleyişini öğrenen İngiliz Baş Vekili (Başbakanı)
Lord George: “Yunanistan kazandığı zafer dolayısıyla artık Sevr
antlaşmasıyla yetinemez. Daha geniş mikyasta tatmin edilmelidir”
diyordu.
Ordumuz, geriye çekilmekle takviye edilmesi ve düzene
girmesi için zaman kazanmak, düşmanla arada geniş bir açıklık
bırakmak istiyordu. Üstelik, çekilen ordumuzu takip eden düşman
kuvvetleri üslerinden uzaklaşmış olacaklardı.
Çekilen ordumuzun yerini dolduran düşmanlar, işgal ettiği
bölgelerde halkımıza türlü eziyetler yapıyorlar, işkencelerle
öldürüyorlar, şehirleri, köyleri yakıyor ve yıkıyorlardı.
O günlerdeki düşman zulmünü Seyfettin Yazıcı’nın
“Milletimize Sesleniş” isimli küçük kitabından okuyalım.
232
Rasim Pehlivanoğlu
Tarihten İbret Alalım
“Geçmişte çekilen çile ve ızdırapları bilmeyenler, bu günün
değerini hakkıyla takdir edemezler. Hangi ateş çemberlerinden
geçerek bugünlere nasıl geldiğimizi ve milletimize reva görülen zulüm
ve vahşetleri herkesin ve özellikle yeni nesillerin öğrenmesi ülkemizin
geleceği bakımından büyük önem taşımaktadır.
Tarihten ibret dersi almak geçmişi iyi bilmemize bağlıdır.
Hatırlayınız:
Anadolu’yu işgal eden düşmanlar, hiçbir insaf ölçüsü
tanımadan hunharca katliamlar yapıyor; kadın, çocuk ve yaşlı
ayrımı yapmadan halkımızı samanlıklara doldurarak toplu halde
diri diri yakıyor. Cami avlularında koyun boğazlar gibi
kesiyorlardı.
Kan dökmeye doymayan, gözü dönmüş ve insanlıktan çıkmış
olan düşman; vahşette o kadar ileri gitmişti ki, hamile kadınların
çocukları karınlarından çıkarılarak acımasızca katlediliyor, mini
mini çocuklar başları süngülendikten sonra benzin dökülerek
yakılıyor, süt emen masum yavrular analarının ellerinden
alınarak süngü ucuna takılıyor ve tarihte emsali görülmemiş bir
şekilde katlediliyor, namus ve hayanın timsali genç kızlar ırzlarına
tecavüz edildikten sonra karınları deşilerek ciğerleri çıkartılıp
alçakça öldürülüyordu.
İnsanların diri diri toprağa gömülerek, tırnakları sökülüp
ayaklarına çivi çakılarak en vahşi işkencelerle öldürülmesi,
kimilerinin açılan çukurların yanına getirilerek hayvan gibi
boğazlandıktan sonra kuyulara doldurulması, bacılarımızın
göğüslerine barut doldurularak yakılması, küçük yaştaki
çocukların bir dal gibi bacaklarından ayrılarak ateşe atılması gibi
tüyler ürperten sahneler, düşmanların işlediği cinayetlerin ve korkunç
vahşetlerin hangi boyutlara vardığının tarihi birer kanıtıdır.” (5)
Evet okurken bile vicdanlarımızı sızlatan bu hazin tablolar,
birinci cihan savaşı sonrasında Anadolu’da milletimize reva görülen
binlerce zulüm ve vahşetten sadece bazılarıdır.
5
Seyfettin Yazıcı:Milletimize Sesleniş, Ank. – 1977, s. 20-22
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
233
Turgutlu’da Acımasız Bir Vahşet Örneği
Cephe gerisindeki sivil halka yapılan zulüm ve vahşetlerin ne
kadar acımasız boyutlara vardığını bir görgü tanığının dilinden
dinleyelim. Düşmanın yaptığı mezalimi bütün dehşeti ile gören Şevki
Efendi, bir çocuğun nasıl süngülendiğini göğsüne vurarak
anlatıyor:
“Anası elinden tutmuş koşuyorlardı. Tam bağın ortasına
geldikleri zaman düşman askerlerini gördüler ve geriye dönüp
geldikleri tarafa doğru koşmaya başladılar. O zaman yoldaki
kalabalıktan bir süngülü gâvur ayrıldı, bağın içine atladı ve
Türkçe “Dur!” diye bağırarak arkalarına düştü. Baktım ki anası
elinden tutmuş sürüklüyor, bağ kütüklerinin arasında düşe kalka
gidiyorlar. Lâkin nereye? İşte arkalarından koşan yetişiyor.
Çocuk anasının elini bıraktı, döndü, kollarını havaya
kaldırdı. Bütün vücudu bir yaprak gibi titriyordu ve sesi civcivin,
bir küçük kuşun sesine benziyordu. "Teslim! Teslim!" diye
bağırdı. Bu tedbir nereden hatırına gelmiş, bu kelimeyi nereden
öğrenmişti.
Birden bire gözlerimden yaşlar boşanıverdi. Onun
süngülendiğini bu yaşların arasından gördüm. Yavrucak
vücuduna batan süngüden daha küçüktü, kendini öldüren adamın
yüzüne hayretle bakıyordu. Birkaç defa “Anne! Anne!” diye
haykırdı ve ortasından kırılan ince bir dal gibi iki büklüm yere
yuvarlandı.” (6)
Büyük şairimiz Mehmet Akif, yazdığı şiirinde başımıza gelen
felâketleri şöyle dile getirmiştir:
EY YOLCU
Gitme, ey yolcu beraber oturup ağlaşalım:
Elemin bir yüreğin kârı değil, paylaşalım!
Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan.
Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan?
Şu mezarlar ki, uzanmış gidiyor, ey yolcu,
Nereden başladı yükselmeye, bak, nerede ucu!
Azıcık kurcala toprakları, seyret ne çıkar:
Dipçik altında ezilmiş, paralanmış kafalar!
Süngülenmiş, kanı donmuş, nice binlerce beden!
Nice başlar, nice kollar ki cüdâ cisminden!
6
a.g.e., s. 22 – 24
Rasim Pehlivanoğlu
234
Beşiğinden alınıp parçalanan mahlûkat!
Sonra, namusuna kurban edilen bunca hayat!
Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler!
Göğsü baltayla kırılmış memesiz valideler!
Bakalım yavrusu var mı deyip, karnından,
Canavarlar gibi şişlerle kızarmış nice can!
İşte bunlar o felaketzedelerdir ki düşün,
Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün! (7)
Adı bilinmeyen bir vatan şairimiz Sakarya savaşı öncesinde
milletimize şöyle sesleniyordu.
BAŞLARI EĞİK GÖRMEK
Başları eğik görmek ne elem verici şey...
Tutsak yaşamaktansa, yok olmamız daha yeğ!...
Asırlarca hür yaşa, sonra da bir köle ol,
Türk’e yaraşır mı bu, benimsenir mi bu hal?...
Ecdât yâdigârını ne hakla vereceğiz?
Yok, yok hayır!... Uğruna and içtik öleceğiz!...
Din-i İslâm yolunda can veren şühedânın
Kemiği sızlamaz mı, bu mübarek Vatanın
Bağrı düşman çizmesi ile çiğneniyorken,
Durabilir misin sen, Cânan boğuluyorken?
Harim-i İsmetine düşman saldırır iken,
Bakar kör gibi durup kalabilir misin sen?
Vatan bağrına Yunan saplarken hançerini,
Esirgemen zül olur, kanın, canın, terini...
Sen şüheda oğlusun, şühedâ torunusun,
Vatan tehlikedeyken nasıl âtıl kalırsın?...
Yok, hayır... Bunca zillet yükünü çekemezsin!
Ya Vatan kurtulacak, ya sen de öleceksin...
Ey bu toprağın oğlu, ey bu toprağın kızı!
Yere düşürme gökten o şanlı Ay Yıldızı...
Yarış edercesine koşalım Sakarya’ya,
Bağrımıza saralım Vatanı doya dayı!... (8)
7
a.g.e., s. 36
8
Zekayi Eryalaz: Söz Vatan Olunca, Ank. – 1986, s.29
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
235
e- Sakarya Savaşı ve
Kazanılan Zaferin Sonuçları
“Yapmayı tasarladığımız işlere girişmeden
önce, bütün ihtimalleri göz önüne alarak,
gayet titiz ve etraflı incelemede bulunun.
Her işinizde temkinli hareket edin, hesapsız
işler yapmayın.”
K. ATATÜRK
Türk Başkumandanlığı, baskın düşman karşısında ordumuzu
yok olmaktan kurtarmak gayesiyle, Sakarya nehrinin doğusuna kadar
çekilmek, orada bir cephe kurmak istiyordu.
Ordumuzun
çekildiği
yerlerin
düşman
istilasına
bırakılması halk üzerinde ve mecliste kötü etki bırakmıştı.
Mecliste sert ve çetin tartışmalar oluyordu: “Ordu nereye gidiyor?
Millet nereye götürülüyor?” diye endişe duyuluyordu.
Milletvekilleri, M. Kemal’in ordunun başına geçmesini
istiyorlardı. Ordu
ve halk ona güveniyordu. Mecliste bazı
milletvekilleri M. Kemal’e içtenlikle sesleniyordu:
– Sen mühim bir kumandansın. Büyük bir askersin ve
bunu Çanakkale muharebelerinde ispat ettin. Şimdi kendini hangi
güne saklıyorsun? Sakarya’ya kadar düşman geldi. Daha ne güne
duruyorsun?...” Bu haykırışlar millî iradenin sesiydi. Ve büyük
kahraman, ordunun başına davet ediliyordu. (9)
M. Kemal ise, başkumandanlığı kabul etmesi için meclisin
bütün yetkilerinin 3 ay için kendisine verilmesini talep ediyordu. Bu
talebe, “Millî egemenlik bir ferde verilemez” diye itiraz edenler
olmuştu. Buna rağmen 5 Ağustos 1921 günü yapılan oylamada, M.
Kemal’e tam yetkiyi veren kanun kabul edilmişti. Başkumandanlık
kanununun kabulü dolayısıyla kürsüye çıkan M. Kemal mecliste şöyle
söylemişti:
– Zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları
behemahal (kesin olarak) mağlup edeceğimize dair olan emniyet ve
itimadım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu
inancımı yüksek heyetinize karşı ve bütün millete karşı ilân
ediyorum” diyerek, Milletimize ve Millî Ordumuza olan güvenini
belirtmiş oluyordu.
Yeni bir meydan savaşına hazırlık için ülkenin bütün gücü
harekete geçirilmişti. Güney ve doğu cephesindeki kuvvetler
Sakarya’da toplanmıştı. Alınan tedbirlerle millî duyguları uyanan
9
S. Omurtak ve Arkadaşları : Atatürk, İst. – 1970, s.38
236
Rasim Pehlivanoğlu
dağdaki eşkıyaların bile bir kısmı düze inmiş ve millî orduya
katılmıştı. Ülkede bir çok sınıflar silah altına alınmıştı. Anneler,
babalar vatan kurtuluşu için çocuklarını severek ve isteyerek askere
gönderiyordu. “Ölürsem şehit, kalırsam gazi!” aşkıyla yanan genç
Mehmetçikler de sevinçle askere koşuyordu.
O günlerde bütün şairlerimiz millî heyecanla kaynıyor,
millî duyguları uyandıran şiirler yazıyor ve milletimize ölmez
eserler bırakıyorlardı.
Bunlardan birisi olan millî şairimiz Mehmet Emin Yurdakul,
oğlunu cepheye gönderen bir annenin dilinden askerlerimize şöyle
sesleniyor ve onları şevkle vatan için ölüme sevk ediyordu:
YA GÂZİ OL, YA ŞEHİT
Yurdumun Dişi Aslanları’na:
Haydi yavrum! Ben seni bu gün için doğurdum;
Hamurunu yiğitlik duygusuyla yoğurdum;
Türk evlâdı odur ki, yurdu olan toprağı
Ana ırzı bilerek yad ayağı bastırtmaz;
Bir yabancı bayrağı
Ezan sesi duyulan hiçbir yere astırtmaz.
Git evlâdım, yıllarca ben oğulsuz kalayım;
Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım!...
Haydi oğlum, haydi git;
Ya gâzi ol, ya şehit!...
Haydi yavrum! Köyüne, nişanlına veda et;
Sapanını, tarlanı, her şeyini fedâ et;
O silâha sarıl ki, böyle günde bir erkek
Bu duâlı demirden başka bir şey kullanmaz;
Bunu tutan bir bilek
Köleliğin uğursuz zincirine uzanmaz.
Git evlâdım, yıllarca ben oğulsuz kalayım;
Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım.
Haydi oğlum, haydi git,
Ya gâzi ol, ya şehit!..
Haydi yavrum! Kendine sen de, “Yiğit er” dedir;
Büyüdüğün gaziler ocağına can getir;
O cenkleri kazan ki, senin büyük “Türk” adın
Yedi-iklim, Dört-bucak içer’sine ün salsın;
Beş yüz yıllık ecdâdın
Kabirlerde titreyen kemikleri öç alsın.
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
237
Git evlâdım, yıllarca ben oğulsuz kalayım;
Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım.
Haydi oğlum, haydi git,
Ya gâzi ol, ya şehit!...
Haydi yavrum! Bu gün de dertli ninen ağlasın;
Ayrılığın oduyla yüreğini dağlasın;
O yaşları saçsın ki, senin arslan göğsünde
Benim kanlı gözyaşım düşman için kin olsun;
Kara yerin yüzünde
Ayağının bastığı dağlar, beller leş dolsun.
Git evlâdım, yıllarca ben oğulsuz kalayım;
Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım.
Haydi oğlum, haydi git,
Ya gâzi ol, ya şehit!...
(10)
Oğlunu askere gönderen anne böyle söyler de diğer anneler
durur mu? Her biri bir ayrı işte hizmet veriyordu... Cepheye mermi
taşıyan anneler de vardı.
Fazıl Hüsnü Dağlarca, “M. Kemal’in Kağnısı” isimli
şiirinde, cepheye kağnısıyla mermi taşıyan Elifçiği anlatıyor:
Mustafa Kemal’in Kağnısı
Yediyordu Elif kağnısını,
Kara geceden geceden.
Sankim elif elif uzuyordu, inceliyordu,
Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar.
İnliyordu dağın ardı, yasla.
Her bir heceden heceden.
Mustafa Kemal’in kağnısı derdi, kağnısına
Mermi taşırdı öteye, dağ taş aşardı.
Çabuk giderdi, çok götürürdü Elifçik,
Nam salmıştı asker içinde.
Bu kez yine herkesten evvel almıştı yükünü,
Doğrulmuştu yola önceden önceden.
Öküzleriyle kardeş gibiydi Elif,
Yemezdi, içmezdi, yemeden içmeden onlar,
Kocabaş, çok ihtiyardı, çok zayıftı,
Mahzundu bütün bütün Sarıkız, yanı sıra,
Gecenin ulu ağırlığına karşı,
Hafiftiler, inceden inceden.
10
Fevziye Abdullah Tansel: M. E Yurdakul’un Şiirleri, Ank. – 1989, s.91
238
Rasim Pehlivanoğlu
İriydi Elif, kuvvetliydi kağnı başında.
Elma elmaydı yanakları üzüm üzümdü gözleri,
Kınalı ellerinden rüzgâr geçerdi daim;
Toprak gülümserdi çarıklı ayaklarına.
Alını yeşilini kapmıştı, geçirmişti,
Niceden, niceden.
Durdu birdenbire Kocabaş, ova bayır durdu,
Nazar mı değdi göklerden, ne?
Dah etti, yok. Dahha dedi, gitmez,
Ta gerilerden başka kağnılar yetişti geçti gacır gucur
Nasıl durdurdu Mustafa Kemal’in kağnısı.
Kahroldu Elifçik, düşünceden düşünceden.
Aman Kocabaş, ayağını öpeyim Kocabaş,
Vur beni, öldür beni, koma yollarda beni.
Geçer götürür ana, çocuk, mermisini askerciğin,
Koma yollarda beni, kulun kölen olayım.
Bak hele üzerimden ses seda uzaklaşır,
Düşerim gerilere, iyceden iyceden.
Kocabaş yığıldı çamura,
Büyüdü gözleri, büyüdü yürek kadar,
Örtüldü gözleri örtüldü hep.
Kalır mı Mustafa Kemal’in kağnısı, bacım,
Kocabaşın yerine koştu kendini Elifçik,
Yürüdü düşman üstüne, yüceden yüceden. (11)
Millî Şairimiz M. E. Yurdakul, 3 Temmuz 1921 günü yazdığı
şiirde millî orduya şöyle sesleniyordu.
VUR!
Millî Ordu’ya!
Ey Türk vur, vatanın bâkirlerine
Günahkâr gömleği biçenleri vur;
Kemikten taslarla şarap yerine
Şehidler kanını içenleri vur!
Vur, güzel âşıklar cenâzesinden
Kırmızı meş’aleler yakanları vur;
Şehvetin raksına yetim sesinden
Besteler, şarkılar yapanları vur!
11
Prof. M.Kaplan ve Ark:: Atatürk Şiirleri Antolojisi, İst. – 1986, s.176
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
239
Vur, katlin o kızıl sapanlarıyla
Dünyaya ölümler ekenleri vur;
Vur, zulmün o kanlı urganlarıyla
Bir kavmi iplere çekenleri vur.
Vur, etten, kemikten saraylar kuran
O vahşi ruhları ezmek için vur;
Dört büyük rüzgâra küller savuran
O mücrim elleri kesmek için vur!
Vur, sen de mukaddes hürriyet için,
Dünyanın diktiği bayrak için vur;
Her dinin sevdiği adâlet için,
Her yerde haykıran bir hak için vur!
Vur, aşkın ve hakkın zaferi için,
Vur, senden bak, dünya bunu istiyor;
Vur, yerde bak tarih senin seyircin;
Vur, gökten bak Allah sana, “Vur!” diyor.
Vur, çelik kolların kopana kadar
Olanca aşkınla, kuvvetinle vur;
Son düşman, son gölge kalana kadar
Olanca kininle, şiddetinle vur.
Vur, senin darbenden çıkacak ateş
İntikam isteyen bir milletindir;
Alnında doğacak kırmızı güneş,
Bu senin ilâhi hürriyetindir!... (12)
Yunanlıların Gücü ve Amacı
Türklerin Azmi, İradesi ve İman Gücü
Eskişehir ve Kütahya savaşlarındaki başarılarını büyük
zafer sayan Yunanlılar, ordumuzu tamamen yok etmek için
hazırlanıyordu. Eli silah tutan bütün Yunanlılar askere alınmıştı.
İngiliz hükümeti bol miktarda para ve malzeme yardımı yapıyordu.
Yunan kralı Konstantin Başkumandanlığı üzerine almıştı. Silahlı
güçleri bizimkinden kat kat fazlaydı. Onların yirmi uçağına karşı
bizim iki uçağımız vardı.
Yunanlıların elinde bulunan topraklarımız, memleketin en
bayındır ve zengin yerleriydi. Bizim elimizde bulunan bölgede ise
düzenli yollar yoktu. Memleket fakirdi. Orduyu beslemekte zorluk
çekiyorduk. Yabancı hiçbir devletten yardım görmüyorduk.
Onlara ise yardımlar akıyor idi.
12
Fevziye Abdullah Tansel: M. E Yurdakul’un Şiirleri, Ank. – 198 9, s.289
240
Rasim Pehlivanoğlu
Bütün bunlara rağmen, bizim ümidimiz kuvvetliydi. Azmimiz
ve îmanımız bilenmişti. Her ne pahasına olursa olsun düşmanı yurttan
atacaktık. Bizim için iki şık vardı: Ya bütün gücümüzle düşmana
yüklenerek onları yurdumuz dışına sürecektik ya da üzerinde
yaşadığımız bu toprakları savunarak ölecektik!... Türk milleti esir
yaşamaktansa ölmeyi tercih ederdi. Düşmanlarımız, başkasının
vatanını işgal için buraya gelmişlerdi. Bizler ise kendi öz vatanımızı
kurtarmak için savaşıyorduk. Bu savaş, ruhla maddenin
çarpışmasıydı. Elbette millî ruh maddeye galip gelecekti.
Din ve Fikir Adamlarımızın Uyarıcı Konuşmaları
O günlerde hitabet yeteneği olan din ve fikir adamlarımız şehir
şehir, kasaba kasaba ve köy köy dolaşarak konuşmalar yapıyorlar;
millî şuurun güçlenmesine yardımcı oluyor ve kurtuluş savaşımıza
destek sağlıyorlardı. Bunlardan özellikle Ankara müftisi Rıfat Hoca
(İlk Diyanet işler Başkanı Rıfat Börekçi), Ahmet Hamdi Hoca (yine
diyanet işleri eski başkanlarından Ahmet Hamdi Akseki) ve Mehmet
Akif Bey (Ersoy) önde gelenlerdendi. Bu saygı değer insanlar
konuşmalarıyla halkı etkiliyor, bilgilendiriyor ve coşturuyorlardı.
Özellikle Şair Mehmet Akif Bey, eşsiz nazım gücü ve üstün
hitabet (konuşma) yeteneğiyle gönülleri fethediyordu. Millî duyguları
galeyanı getiren manzumeleri dilden dile dolaşıyor, genç – yaşlı
herkesi adeta büyülüyordu.
Bir gün Ankara’nın Hacettepe meydanında (bugünkü
Hacettepe Üniversitesinin bulunduğu yerde) büyük bir miting
yapılmıştı. Meydan insan kalabalığı ile dopdoluydu. Kürsüde
konuşan Ahmet Hamdi (Akseki) Hoca bir ara şöyle söylüyordu:
“.....Muhterem Ankaralılar! Yunanlılar şehrimizin kapısına
gelip dayandılar. Her gün biraz daha hızla duyulan top sesleri, doğuya
doğru başlayan göçü hızlandırmış bulunuyor..... Yüz yıllar boyu
tutsaklık nedir bilmeyen asil Türk Milleti köle yapılmak isteniyor.
Dünün uşakları efendi, efendileri ise köle olacak öyle mi?...
Müslümanlık tarihi şimdiye kadar böyle bir zilleti kaydetti mi? Hayır,
asla!... Krallara diz çöktüren, Kraliçeleri: "Ne olursunuz oğlumu
tutsaklıktan kurtarın” diye yalvartan şahane imparatorluğun
varisleri olarak sizler, şimdi küffar istilacıların buyruğu altında
sığıntı olarak mı yaşayacaksınız? Böyle bir zillete katlanabilir
misiniz? Hayır!. Milyonlarca hayır!... Öyleyse, yediden yetmişe
kadar Sakarya boylarına koşacağız. Bu uğurda ölmek var, dönmek
yok...” Son cümlenin söylenişinden, “ölmek var dönmek yok”
sözünden sonra coşan halk hep bir ağızdan: “Ölmek var, dönmek
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
241
yok!... Sakarya’ya Sakarya’ya! ” diye bağırarak meydanı inletmişti.
(13)
Ahmet Hamdi Hocadan sonra Mehmet Akif Bey kürsüde
görülünce coşkun alkış sesleriyle meydan çınlamıştı. Baştan sona
coşkulu konuşmalarıyla kalabalığı canlandıran Mehmet Akif şu
sözlere de yer vermişti.
– .....Muhterem Müslümanlar! Bağrında yüz binlerce
kefensiz yatan şühedânın mübarek kanlarıyla sulanmış şu vatan
toprakları, bugün küffarın kanlı ve çamurlu çizmeleri altında hunharca
çiğnenmektedir..... Yurdun dört bir yanı mülevves düşman ayakları
ile çiğnenirken, soluk alıp yaşamamızın bir değeri var mıdır?.....
Yunan Palikaryaları, Sakarya kıyılarında Müslümanlığın son kalesini
çökertme hazırlıkları içinde bulunurken, Ey Müslüman
kardeşlerim!... Bu korkunç manzaraya bizler seyirci kalabilir
miyiz?... Elbette hayır!
Ey Müslüman Türk Milleti! Sen zor günlerin adamısın...
Yaşlınız, genciniz, kadın ve erkeğiniz Sakarya’ya koşacaksınız,
biliyorum...”
Mehmet Akif konuşurken meydan alkışlarla,
– Yaşa, varol! Millî Şair, çok yaşa!” nidalarıyla inliyordu.
Alkışların dinmesini bir süre bekleyen Şair Mehmet Akif cebinden
çıkarttığı kâğıttan yeni yazdığını söylediği manzumesini okumuş ve
halkı yeniden coşturmuştu. Bu şiirin 5 kıtasını aşağıya alıyorum:
U Y A N !...
Baksana kim boynu bükük ağlayan?
Hakk-ı hayatın senin ey Müslüman!...
Kurtar O biçareyi Allah için,
Artık ölüm uykularından uyan!...
Bunca zamandır uyudun, kanmadın,
Çekmediğin kalmadı, uslanmadın,
Çiğnediler yurdunu baştan başa.
Sen yine bir kerre kımıldanmadın!...
Ninni değil dinlediğin velvele...
Kükreyerek akmada müstakbele,
Bir ebedi sel ki zamandır adı,
Haydi katıl sen de o coşkun sele...
13
Zekai Eryalaz: Söz Vatan olunca, Ank. – 1986, s.42-43
Rasim Pehlivanoğlu
242
Ey koca şark, ey ebedî meskenet!.
Sen de Kımıldanmaya bir niyyet et.
Korkuyorum Garb’ın elinden yarın,
Kalmayacak çekmediğin mel’anet...
Hakk’ı hayatın daha çiğnenmeden,
Kan dökerek almalısın merd isen,
Çünkü bugün ortada hak sahibi,
Bir kişidir: “Hakkımı vermem!” diyen... (14)
Şiirin okunması bitince, Hacettepe alanında yankılanan alkış
sesleri dalga dalga yayılarak, müstevlii (istilacı) düşmanın
suratına bir şamar gibi çarpmak üzere Sakarya kıyılarına doğru
uzaklaşmıştı.
Gene o günlerde, Ankara Müftüsü olan değerli bir din bilgini
Rıfat (Börekçi) Hoca, Hacıbayram camiinde halkı etkileyici
vaazlar veriyordu. İslâm tarihinden de söz ederek halkı
bilgilendiriyor, uyandıran ve duygulandıran önemli açıklamalarda
bulunuyordu.
Bir
gün
konuşmasının
sonunda,
içinde
bulunduğumuz acıklı duruma değinerek sözlerini şöyle bitirmişti:
“.....Düşman işte şimdi Sakarya boylarında... Harîm-i
İsmetimize göz dikmiş. Bizi Ecdat yâdigarı vatan topraklarından
söküp atmak istiyor. Buna fırsat verecek miyiz? Düşman isterse on
kat, yüz kat güçte olsun. Biz metanetle, ihlâsla yurdumuzu savunursak,
Yüce Hakk’kın Vaad-i ilâhîsi yine tecelli edecek. Tıpkı Bedir
kuyularında olduğu gibi, yine müşrik güçler, Sakarya kıyılarında
da perişan edilecek. Vatan toprakları düşmanlardan
temizlenecektir. Buna ben yürekten inanıyorum. Sizin de inanmanızı
bekliyorum. Haydi durmayalım, namazdan sonra genç, yaşlı,
bütün maddî ve manevî imkânlarımızla sizi Millî Ordumuzu
desteklemeye çağırıyorum. Zafer inananlarındır. Allah yardımcımız
olsun. El fâtiha!...” (15)
Müftü Rıfat Hocanın, Hacı Bayram Camiinde verdiği
vaazın etkileri büyük olmuştu. Pek çok kimse Millî Orduya
katılmaya ve yardımcı olmaya koşmuştu.
İsmi bilinmeyen bir şair, o günlerde şöyle yazmıştı:
14
15
a.g.e., s. 46-48
a.g.e., s. 52-56
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
243
ZAFERE DOĞRU
Büyük davaya inan
Uyan Milletim uyan
Şehitlerin torunu
Kuvvet aldı imandan
Yalnız değil tümüz biz
Güçlüyüz kuvvetliyiz
Bize zafer ihsan et
Kurtulsun Milletimiz
Ordu – Millet elele
Düşmana vurduk sille
Tarihten güç aldık biz
Yaşasın Mücadele. (16)
Ordu - Millet Elele
“Türk milleti hakikaten büyük
millettir. Hüner ona layık kumandan
olabilmektedir.”
K. ATATÜRK
Askeriyle siviliyle, hacısıyla hocasıyla, kadınıyla kızıyla, eli
silah tutan bütün insanlarıyla cepheye koşan; son vatan parçasını
korumak için göğsünü siper eden böylesi bir “Ordu – Millet”
karşısında hangi kuvvet dayanabilirdi?... Hele ona bir de dirayetli
başkumandan bulunmuşsa!...
Yukarıda belirtildiği üzere Meclis kararıyla Başkumandanlık
görevini alan M. Kemal Paşa, Fevzi Paşa ile Polatlı Cephe karargâhına
gelmişti. Bir gezi sırasında attan düşerek kaburga kemikleri
kırılan M. Kemal, Ankara’da gerekli tedaviyi yaptırdıktan sonra
yine cepheye koşmuştu. Oturduğu yerden savaşı idare ediyordu.
Yunan kuvvetleri 19 Mayıs 1921’de Eskişehir – Seyitgazi
hattından yürüyüşe geçti. Ordumuz ise ciddî bir savaşa girmeden
geriye çekildi. Sol kanadımızı sarmak isteyen düşman Ankara’ya 50
km. kadar yaklaşmıştı. Ordumuzun cephesi batıya dönük iken
güneye çevrilmişti.
Ankara’da heyecan artmış, şehrin boşaltılması için tedbirler
alınmıştı. Meclisin Kayseri’ye taşınması düşünülüyordu. Erzurum
Milletvekili Durak Bey:
16
Akından akına: (Sahibi – tarihi belirsiz) Derleme el kitabı, s.48
244
Rasim Pehlivanoğlu
– Arkadaşlar nereye gidiyoruz? Düşman bizi burada
kendisini yenmek için tedbirler düşünürken bulmalıdır” diyerek
meclisi sakin olmaya çağırmıştı.
Planlı olarak geri çekilen bizim ordumuz bir merkezde
toplu iken, düşman ordusu yeteri kadar dağılmış ve toparlanması
güçleşmişti. Artık düşmanla temas sırası gelmişti. 23 Ağustosta
başlayan düşman taarruzu ile 100 km.’ lik bir cephede savaş
veriliyordu. 25 Ağustosta ordumuz karşı hücuma geçmişti. Düşman
ordumuzu çevirme hareketinde başarıya ulaşamamıştı. Savaş bütün
şiddetiyle devam ediyordu.
Daha önce manevra sırasında attan düşerek sol böğründeki
kaburga kemikleri kırılan Başkumandan M. Kemal Paşa: “Benim
hayatımın ne değeri var. Yeter ki vatan kurtulsun” diye
düşünerek iyileşmeden hasta halinde cepheye yetişmişti. Oturduğu
koltuğunda savaşı idare ediyordu. Aşağıda yer alan ünlü tarihî
emrini de bu halinde vermişti:
– Hattı müdafaa yoktur. Sathı müdafaa vardır. Bu satıh
bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla
sulanmadıkça terk olunamaz!...
Kaçan Düşman
Bu emri alan Mehmetçikler düşmanın üzerine sel gibi aktı
ve düşman püskürtüldü. Yeniden toparlanan düşmana karşı 10 Eylül
1921’de Türk Ordusu bütün gücüyle taarruza geçmişti ve düşman
bozulmuştu... Kaçmaya başlayan düşmanı kovalayan Mehmetçiğin o
günlerdeki duygusunu bir şair deyişiyle şöyle ifade edebiliriz:
Dur! Ey kahpe düşman yeter artık ettiğin!
İnsanlıktan ayrılarak vahşiliğe saptığın.
Gel hesap ver, ne kadardır dökülen şu Türk kanı?
Diz çök yalvar, eğ başını, yüce Türk’ü tez tanı!
Yıkıldı mı bu yurt sandın? Yoksa Türkler öldü mü?
Alçak duygu düşüncenle hayalinde söndü mü?
Ölmez bil ki yüce Türklük, yaşadıkça bu dünya,
Çünkü Türkler cenk eridir, bunu şimdi bildin ya...
Dönse dünya dönmeyiz biz yolumuzdan hiç geri.
Haksızlığa, zulme karşı yürüyelim... İleri!
Rasim Pehlivanoğlu
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
245
Geceli Gündüzlü 22 Gün Süren Savaş
Kaçan düşmanı kovalayan Mehmetçikler, yetiştiği düşman
askerlerini süngülüyordu. Sakarya kıyısında süngüleyip ırmağa
yuvarladığı ve bu yüzden Sakarya Nehrinin günlerce kanlı aktığı
dillerde söylenegelmektedir...
Bozulan Yunan ordusu, 12 Eylül’de kesin yenilgiye uğramış,
13 Eylül’de ise tamamen geri çekilmişti. 22 gün (bazı yazarlara göre
21 gün) geceli gündüzlü devam eden Sakarya Savaşı, nihayet Türk
ordusunun zaferiyle sonuçlanmıştı.
Zaferin başarısını milletimize maleden M. Kemal Paşa
Sakarya’da canla başla çalışan askerlerimize hitaben yayınladığı
övgü yazısında şöyle söylüyordu:
– Türk Milleti hakikaten büyük millettir. Hüner, ona layık
kumandan olabilmektedir” diyordu.
Kazanılan Sakarya zaferi, bütün memlekette coşku, sevinç ve
gösterilerle kutlanmıştı. M. Kemal Paşaya da TBMM Mareşal’lık
rütbesini ve gazilik unvanı vermişti.
Sakarya’da doğan güneşi, Şair Yahya Saim’den dinleyelim:
SAKARYA GÜNEŞİ
Ne karanlık bir gündü,
Tehlikedeydi vatan...
Kur’ân bile üzgündü
Bu karanlık dalgadan
Çocuk, kadın, ihtiyar
Gözümüş yaşla dolu.
Arıyorduk bir kenar
Görmeden sağı, solu.
Kara bayraklar açtık
Rengi solan güneşe.
Tekbirlerle gam saçtık
Kalplerdeki ateşe...
Hutbelerin sesleri
Ezanlarla sarmaştı.
Bir sıcak rüzgâr gibi
Gönülleri dolaştı.
Nihâyet güneş doğdu
Sakarya’nın üstünde,
Karanlıkları boğdu
“Bittik” denen bir günde.
246
Rasim Pehlivanoğlu
O günden beri yaşar
Dillerde “Kemal” adı.
Duyunca ruhum taşar
Kırılmasın kanadı (17)
Sakarya Savaşının Sonuçları
“Türk ordusunun Sakarya’da kazanmış
olduğu muharebe pek
büyük
bir
meydan muharebesidir. Harp tarihinde
benzeri belki olmayan
muharebesidir.”
bir meydan
K. ATATÜRK
Sakarya zaferinin, millî davamızın gelişmesine büyük etkisi
olmuştur. TBMM hükümetinin ve Türk ordusunun kudreti ve kuvveti
dünyaya bir kere daha tanıtılmış ve Türk Milletinin tutsak
edilemeyeceği anlaşılmıştır.
Manevî kuvveti sarsılmış olan düşmanın ise zafer ümidi
kırılmış ve azmi sarsılmıştır. Bundan sonrası için taarruza değil,
savunmaya geçmişlerdir.
Malta’ya sürülmüş olan aydınlar da Sakarya Savaşından sonra
memlekete dönmüşlerdir.
Sakarya Savaşı’nın siyasî sonuçları da olmuştur. Şöyle ki:
Kars Antlaşması:
Bilindiği üzere, Ruslarla 16 Mart 1921’de Moskova antlaşması
yapılmıştı. Bundan sonra Kafkas Cumhuriyetleri (Azerbeycan,
Ermenistan, Gürcistan) Rusya’ya (Sovyetler Birliğine) dahil
olmuştu. Bu devletlerle sınırlarımızın kesin belirlenmesi gerekiyordu.
Sakarya zaferinden sonra Rusların aracılığı ile Kafkas
Cumhuriyetleriyle de aramızda 13 Ekim 1921’de Kars Antlaşması
imzalandı. Kars Antlaşması, Moskova Antlaşmasının tekrarı
mahiyetinde idi. Bu devletlerle olan bugünkü sınırlarımız o gün
çizilmişti.
Mîsâk-ı Millî sınırlarımızı da kabul etmişlerdi.
17
M.Kaplan ve Ark.: Atatürk. Şiirleri .Antolojisi, Ank. - 1986 , s.7
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
247
Ankara İtilâfnamesi’nin İmzalanması:
Yukarıda belirtildiği üzere, Fransızlar işgal ettikleri Adana,
Urfa, Maraş illerinden çekilmek zorlarında kalmışlardır. Bin güçlükle
işgal ettikleri Antep’de tutunamıyorlardı. TBMM ile dost
geçinmeyi kendi millî çıkarlarına daha uygun buluyorlardı. Bunun
için, aramızda ateşkes anlaşması yapılmıştı. Yunanlılarla
savaşlarımızda tarafsız kalmışlardı. Ama asıl barış antlaşmasını
yapmaya yanaşmıyorlardı. Sakarya savaşının sonucunu bekledikleri
anlaşılıyordu.
Sakarya Savaşından sonra Türklere yaklaşan Fransızlarla
aramızda, 20 Ekim 1921’de Ankara İtilâfnamesi (uzlaşması)
imzalandı.
Ankara İtilâfnamesine göre: Fransızlar, Mîsâk-ı Millî
sınırlarımızı kabul ediyorlardı. Güney cephesinden kuvvetlerini
çekeceklerdi. Hatay şimdilik Fransızlarda kalacaktı., ama çoğunluğu
Türk olan halkına kültürel serbestlik tanınacak ve resmî dili Türkçe
olacaktı. Suriye’deki Süleyman Şah Türbesinin bulunduğu (Caber
Kalesi) Türk toprağı sayılacaktı.
Sonraki yıllarda Caber Kalesi Suriye’ye, Hatay ise
Türk’lere geçmişti.
İtilâf Devletlerinin Anlaşma Teklifi:
Sevr Antlaşmasını Türk Milletine kabul ettiremeyeceklerini
anlayan İtilâf Devletleri, Sakarya Savaşından 6 ay sonra yeniden
anlaşma teklifinde bulunmuşlardı. Yunanistan teklifi kabul
ediyordu. Ama biz, Mîsak-ı Millî sınırlarını tanımalarını ve istilâcı
orduların Anadolu’yu boşaltmalarını şart koştuğumuzdan anlaşma
olamadı. (26 Mart 1922)
248
Rasim Pehlivanoğlu
f- BÜYÜK TAARRUZ
VE
BAŞKUMANDANLIK MEYDAN MUHAREBESİ
“Büyük kararlar vermek kafi değildir.
Bu kararları cesaret ve kesinlikle
tatbik etmek lâzımdır.” K. ATATÜRK
Sakarya zaferinden sonra perişan olan ve bozulan düşmana
derhal saldırarak yok edilmesi düşünülebilirdi. Fakat bu askerî
kurallara uygun düşmezdi. Dıştan desteklenen düşmanı küçümsemek
doğru değildi. Doğru olan ciddî bir hazırlık döneminden sonra
saldırıya geçmekti. M. Kemal ve çevresi böyle düşünüyordu.
Ama meclisteki muhalif grup hemen saldırılsın, düşman
toparlanmadan yok edilsin istiyorlardı. Avrupa’da: “Türkler
savunma yapar fakat saldıramaz” kanaati vardı. Bu kanaat
yıkılmalıydı. Ama hazırlıksız ya da yarım hazırlıkla
saldırılamazdı. Önceki savaşlar savunma savaşı idi. Türkler
savunmada idi. Bu sefer taarruzu biz yapacaktık, ama tam
yapacaktık...
M. Kemal Paşa, 4 Mart 1922’de meclisin gizli oturumunda
bilgi vermiş ve gereksiz münakaşalardan kaçınılmasını istemiştir. Bu
arada:
– Hayır efendiler! Bizim mühim ve asıl vazifemiz siyaset
yapmak değildir. Bizim ve bütün memleket ve milletin yegâne
vazifesi, topraklarımızda bulunan düşmanı süngülerimizle
tardetmektir” demiş ve şunları ilave etmiştir:
– Ordumuzun asıl kararı taarruzdur. Fakat bu taarruzu
tehir ediyoruz. Sebebi, hazırlığımızı tamamen ikmale biraz daha
zaman lâzımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirlerle yapılacak
taarruz, hiç taarruz etmemekten daha kötüdür” diyerek
zihinlerdeki şüpheyi gidermeye çalışmıştır. Taarruz hazırlıklarının
da gizli tutulmasına özen göstermiştir.
Sakarya Savaşı öncesinde çıkarılan Başkumandanlık
kanununun süresi her 3 ayda bir uzatılıyordu. Süreyi yeniden uzatmak
için 6 Mayıs 1922’de Mecliste yapılan oylamada, muhaliflerin
oylarıyla sürenin uzatılması reddedilmişti. Evinde hasta yatağından
kalkarak ertesi gün Meclise gelen M. Kemal, yapılan gizli oturumda
muhaliflere cevap vermiş ve konuşmasını şöyle bitirmişti:
– .....Mecliste tecelli eden reye göre, derhal kumandadan el
çekmek isterdim. Fakat, telâfisi mümkün olmayan bir fenalığa
meydan bırakmamak mecburiyeti karşısında bulundum: Düşman
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
249
karşısında bulunan ordumuz başsız bırakılamazdı. Binaenaleyh
bırakamadım. Bırakamam ve bırakmayacağım!...” demişti.
Mecliste yapılan tartışmalardan sonra, 11 muhalif ve 17
çekimser oya karşı 177 oyla başkumandanlık kanunu 3 ay daha
uzatılmıştır.
1) Büyük Taarruza Hazırlık
“Mustafa Kemal’in hususiyetlerinin
başında çok düşünmek, çok danışmak,
kendi inandıklarını iyice kontrol etmek
ve başkalarının da ona inandıklarını
görmek gelir.”
F. R. ATAY
Sakarya Savaşında yenilerek çekilen Yunan ordusu, Eskişehir –
Afyon – Ahırdağı hattında yeni bir cephe kurmuştu. Bu hattı tahkim
eden Yunanlılar, birkaç sıra tel örgü ile de çevirmişlerdi.
Hazırladıkları mevzilerine çok güveniyorlardı:
– Türklerin buraları alması, Atina’yı almaları kadar
imkansızdır” diye övünüyorlardı.
Türk ordusu ise Sakarya Savaşından sonra büyük taarruza
kadar geçen devrede, planlı bir şekilde hazırlıklarını tamamlamaya
çalışmıştı. Memleketin bütün kaynakları ordu emrine verilmişti. Silah
altına alınan yeni erlerin talim ve terbiyesiyle ordumuz
kuvvetlendirilmişti. Memleketin savaş bölgelerinde tren yolları ve
düzenli kara yolları yoktu. Askerler yaya olarak cepheye
gönderiliyordu.
Cephane ve giyecekler insan sırtında, hayvan sırtında ve
kağnılarla cepheye taşınıyordu. Binlerce sandık cephene, top ve
tüfek, İtilâf Devletlerinin işgali altındaki İstanbul’dan kaçırılarak
binbir güçlükle Anadolu’ya geçiriliyordu.
Bütün dünya kaynaklarından faydalanan düşman, bizden üstün
durumdaydı. Bizim 5, onların 12 uçağı vardı. Sayı ve ateş kudreti
bakımından üstün olan düşmana karşı, ruh ve iman kuvvetine sahip
olan Türk askeri, manevî üstünlüğüne dayanarak düşmanla
çarpışacaktı. İnanıyordu ki: Ruh maddeyi yenecekti.
20 Temmuz 1922’de, Mecliste başkumandanlık kanunu
yeniden müzakere edildi. Müzakere sonucunda Gazi M. Kemal
Paşaya başkumandanlık görevi süresiz olarak verilmişti.
M. Kemal, kendisini ziyaret için Konya’ya kadar gelen İngiliz
Generali Tavshend’le görüşmek bahanesiyle, 21 Temmuz 1922’de
Ankara’dan ayrıldı. Önce Akşehir’de kurulan cephe karargahına
250
Rasim Pehlivanoğlu
uğradı. 24 Temmuz’da General Tavshend’i Konya’da kabul etti ve
görüştüler. Büyük bir hayranlıkla kendisinden ayrılan Tavshend,
soranlara şöyle demişti:
– Ben şimdiye kadar 15 hükümdar ve Cumhur Reisi ile
hususî ve resmî konuşmalar yaptım. Bu geceki kadar ezildiğimi
hatırlamıyorum. M. Kemal’de büyük bir ruh kuvvetinin esrarı
var” diyerek Onun üstün kişiliğini belirtmişti. (18)
27 Temmuz’da Akşehir’e dönen M. Kemal, Batı Cephesi
komutanı İsmet Paşa ve Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa ile
saldırı hazırlıklarını burada yeniden gözden geçirmiş ve
Ankara’ya dönmüştü.
İsmet Paşa 6 Ağustos 1922’de, Ordu Kumandanlıklarına
taarruz hazırlığı plânını gizli olarak vermişti. Taarruz, birkaç kişi
dışında bütün Ankara’da gizli tutulmuştu. Hattâ M. Kemal 21
Ağustos 1921 günü, cepheye gittiği halde Ankara Çankaya
Köşkünde bir çay ziyafeti vereceğini gazetelerle yayınlayarak
dünyaya duyurmuş ve taarruzu gizlemiştir.
O günlerin havasını teneffüs eden Mustafa Yıldız isimli bir
şairimiz Ferman isimli şiiriyle herkesi savaşa çağırıyordu:
FERMAN
Açtım sancağını kutlu savaşın
Er olan, evinde durmasın gelsin!
Ölümden, yaradan şerefli başın,
Ah ile vah ile yormasın gelsin!
Ayrılsın sıladan, köyden ilinden,
Dökülsün er sözü erin dilinden.
Anadan, bacıdan, yârin halinden,
Tez olup savaşa sormasın gelsin!
Bir akın başlasın yeni çağlara,
Son olsun bu savaş çelik ağlara.
Yiğitler diyarı yüce dağlara,
Konak otağını kurmasın gelsin!
Silahın, kefenin alsın eline,
Açıp er döşünü fecrin yeline,
İman savaşının destan seline,
Atına eyerin vurmasın gelsin! (19)
18
19
Salih Omurtak ve Arkadaşları: Atatürk, İst. – 1970, s. 157
Akından akına: (Sahibi – tarihi belirsiz), Derleme el kitabı s 54
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
251
2) Büyük Taarruz Başlıyor
20 Ağustos 1922’de Akşehir’e gelen M. Kemal Paşa, 26
Ağustos 1922 Cumartesi günü sabahı için düşmana taarruz emrini
vermişti.
Taarruz plânına göre düşmanın sağ kanadına taarruz edilerek
Ege denizi ile bağlantısı kesilecek ve bir yok etme meydan savaşı ile
düşman anayurttan temizlenecekti.
26 Ağustos sabahı saat 03.00’te kalkan M. Kemal Paşa, İsmet
ve Fevzi Paşalar ile, savaşın idare edileceği Kocatepeye çıktılar.
Sabahın ilk ışıklarıyla beraber (tanyeri ağarırken), Başkumandan
taarruz emrini verdi.
Şairin ifadesiyle:
“26 Ağustos gece sabaha karşı,
Topların çelik ağzı çaldı bir hücum marşı!
Bu ölüm bestesinin içinde yandı dağlar!
Altüst oldu siperler, eridi demir ağlar!...”
Mısralarında ifadesini bulan büyük taarruzun başlamasıyla,
sığındıkları Afyon şehrinin etrafını çepeçevre ördükleri elektrikli
tellerin bir hamlede parçalandığını gören ve neye uğradığını
şaşıran düşmanlar, uykulu gözleriyle, kurtuluşu kaçmakta
bulmuşlardı...
Ahır dağını aşan Türk ordusu düşmana habire saldırıyordu...
Bir süvari bölüğü de Uşak’tan İzmir’e giden telgraf hatlarını
keserek, düşmanın İzmir’deki başkumandanıyla olan irtibatını
önlemişti. Taarruzun birinci günü düşmanın ilk hatları zaptedilmişti.
27 Ağustos günü savunma cephesi yarılan Yunan tümenleri
perişan bir halde geri çekiliyordu. 8. Tümenimiz Afyon’a girmişti.
1. Ordu kaçan düşmanı takip ediyor, peşini bırakmıyordu. 30 Ağustos
günü iki yandan kuşatılan düşmanın ricat (kaçış) hatları Türk süvari
birlikleri tarafından kesilmişti. Dumlupınar’da kesin sonucu verecek
meydan muharebesine mecbur edilmişti.
3) 30 Ağustos 1922 Başkumandan Meydan Muharebesi
Yunan kuvvetleri, doğudan ve kuzeyden 1. ve 2. Ordularımız
ile, kuzey ve batıdan Süvari Kolordumuz tarafından Aslıhanlar
bölgesinde tamamen sarılmış, ateş çemberi içine alınmıştı. Bu ölüm
çemberini yarmak isteyen düşman, her teşebbüsünde süngü ve
ateşle karşılanmış, teslim olmaktan başka çareleri kalmamıştı.
252
Rasim Pehlivanoğlu
Dumlupınar bölgesinde akşama kadar devam eden ve adına
“Başkumandan Meydan Muharebesi” denilen bu savaş neticesinde
kesin yenilgiye uğrayan Yunan ordusu, birçok ölü, yaralı ve esir
bırakarak kaçmaya başlamıştı. Bu suretle, Dumlupınar Meydan
Savaşı zaferle sona ermiş ve düşmanın tamamına yakını yok
edilmişti!...
Düşmanın bir yıl boyunca tahkim ederek övündükleri
bütün mevzileri 4 günde zaptedilmişti. Düşman kaçmaya başlamış
ve zafer kazanılmıştı. M. Kemal zaferi asıl kazananın kim olduğunu
soranlara şöyle açıklamıştı:
– 30 Ağustos zaferini kazanan ben değilim. Bunu asıl, tel
örgülerini hiçe sayarak atlayan, savaş meydanında can veren,
yaralanan, kendini esirgemeden düşmanın üzerine atılarak Akdeniz
yolunu Türk süngülerine açan kahraman askerler kazanmıştır. Ne
yazık ki, her birinin adını Kocatepe’nin sırtlarına yazmak mümkün
değildir. Fakat hepsinin ortak bir adı vardır: TÜRK ASKERİ!...”
(20)
Aşağıda sayfalarımıza aldığımız birçok şiirle o günlerin
havasını teneffüs edelim.
Savaşırken ölen bir şehidin
duygularını belirten şiir:
cebinden
VASİYET
Yaşlı anam oğul diye ağlarken
Yeşil yurda düşman ayak basmasın
Altın ırmak şırıl şırıl çağlarken
Ocağıma düşman ateş salmasın.
Malım, mülküm helâl olsun millete
Canım kurban olsun ulu devlete
Katlanırsam eğer ben bu zillete
Yere batsın soyum sopum kalmasın.
Yalın kılıç düşmanıma çalmazsam
Bir başıma ordusuna dalmazsam
Güzel İzmir eğer seni almazsam
Leşim koksun kara toprak almasın.
20
21
Takvim levhasından alınmıştır.
Akından akına: (Sahibi – tarihi belirsiz), Derleme el kitabı s 55
(21)
çıkarılan
ve
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
253
Böylesi duygusal şiirleri yazan Mehmetçiklerimiz bir değil
birçoktu... Bir başka şehidimizin diliyle Halim Yağcıoğlu’nun
yazdığı şiirde ağlayan anneler şöyle teselli ediliyordu.
ANNE
Anne! Beni vatan için doğurdun.
Söyle kirpiğinde titreyen yaş ne?
Mertlikle içimi kardın yoğurdun,
Hiç asker anası ağlar mı anne?
Gül, bugün oğlunun büyük şenliği,
Askere çağrıldım, hakkını helâl et.
Anne! Anne giyin al gelinliği,
Fedâ olsun yurda bu kan, kemik, et.
Ağlama içime hicran dolacak,
Gidiyorum diye ne bu göz yaşın.
Şehitlik haberim bir gün gelecek.
Göklere değecek gururdan başın. (22)
Savaş günlerinde Dertli mahlasıyla nişanlısı Ayşe’den
cephedeki Mehmed’ine ve Mehmed’den Ayşe’sine yazılan şiirlerde
şöyle söyleniyordu.
AYŞE’DEN MEHMED’E MEKTUP
Vatanın derdiyle coşan Mehmed’im,
Hududdan hududa koşan Mehmed’im,
Esaret ağından boşan Mehmed’im,
Yolun sarp olsa da gülerek yürü,
Yürü, bin düşmana karşı tek yürü!
Gözünü yumarak atıl ateşe,
Ya devlet başa de, ya kuzgun leşe.
Seni düşündükçe nişanlın Ayşe
Ağlıyor derseler yalan, Mehmed’im.
Düşmana arslanca salan Mehmed’im...
Annen de arkandan ağlıyor sanma,
Gönlünü hasretin dağlıyor sanma,
Gözünden kanlı yaş çağlıyor sanma.
O da sen askere çağrıldığın gün
Yapmıştı benimle beraber düğün!
22
Seyfettin Yazıcı: Milletimize Sesleniş, Ank. – 1977, s.60
Rasim Pehlivanoğlu
254
Düşmanı yakarken gözündeki kin
Anlat ki: Türk ili değildir tekin
Kalbin metin olsun, kılıcın keskin,
Düşmana okuyup binlerce lânet
Seni ben Rabbime ettim emânet!
Düşmanın geçtikçe Türk’ün hakkına
Bir dakika süngün girmesin kına.
Başla tâ İzmir’e doğru akına:
Ya ölüm, ya zafer... Muskan bu olsun,
Geçtiğin yer senin şânınla dolsun. (23)
MEHMED’DEN NİŞANLISI AYŞE’YE CEVAP
Ey beni gurbette anan nişanlım,
Sevgili nişanlım, canan nişanlım,
Yüreği hasretle yanan nişanlım!
Anladım, gönlünü avutmamışsın,
Çavuş Mehmed’ini unutmamışsın!
Dün nöbet beklerken mektubun geldi,
Karşımda ay gibi yüzün yükseldi.
Sitemli sözlerin bağrımı deldi:
“Hiç durma, düşmana atıl!” diyorsun,
Beni atılmaz mı zannediyorsun?
O kadar yüksek ki durduğum tepe
Başıma değiyor sanki gök kubbe.
Rahatım yolunda, çok şükür Rabbe,
Bir nefer olsam da emir gibiyim.
Top, tüfek önünde demir gibiyim!
Hak bize yakında gün gösterecek,
Düşmanın sırtını yere serecek.
Yunanlı büsbütün bozgun verecek:
Vatanda kalamaz bir düşman diri,
Ordu kurtaracak yarın İzmir’i...
Koynumda bir çevre, bir de En’am var,
Vatanım yaşasın, ölsem ne gam var!
Anama, babama çok çok selâm var:
Millete dua et, ey nazlı Ayşe,
Kırmızılı Ayşe, beyazlı Ayşe! (24)
23
Mehmet
Kaplan
ve
Ark:.
Devrim
ve Gazi Mustafa Kemal, İst. – 1981, s. 696
Yazarlarının
Kalemiyle
Milli
Mücadele
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
Bir şehit kızı olan;
Gül Fidan’ın Cephedeki Veysel’ine Mektubu:
Gülfidanım, bir şehit karısının kızıyım,
Anadoluma doğan hürriyet yıldızıyım.
Sen bu yurdun kuluysan, ben de ona köleyim,
Bu aşkın şerbetini ikimize böleyim
Birini sen, birini ben içeyim Veyselim...
Gözlerim kan ağlarken kalem tutmuyor elim.
Kalbim bir dert kuyusu, artık dolmak üzere,
Bahçemizde açılan güller solmak üzere...
Bu dertleri koymağa artık yerim kalmadı,
Karaciğer yaralı, akciğerim kalmadı.
Annemiz ak saçına varsın kara bağlasın,
Varsın Kadir beşikte annem diye ağlasın...
Onları göz görür mü bu vatan kan ağlarken?
Sevgilim önce vatan, sonra da Veysel sensin,
İstiyorum adıma “Şehit Gülfidan” densin
Benim babam değil mi Dumlupınar’da yatan?
Elden gitmek üzere, ah vatan nazlı vatan!...
Yurdumuzdan sevgili daha başka nemiz var?
Biz ölürsek oğlumuz, ak saçlı annemiz var.
Gözlerimin önünde kardeşim asılıyor,
Anasının yanında evlâdı kesiliyor...
Bu acıya, taş olsa yine yürek dayanmaz.
Vatan böyle yanarken içimiz nasıl yanmaz?
Bu öcü almak için bu aç gözlü düşmandan,
Göz yumalım hayata, vaz geçelim bu candan.
Kabrimiz garp cephesi boylarına kazılsın,
Ve baştaşımıza da şu yazılar yazılsın:
Ey oğlunu beşikte uyutup gelen kadın!
Ey hızıyla dağları yıpratıp delen kadın!
Ey kabrini eliyle kendisi kazan kadın!
Tarihe destanını kanıyla yazın kadın!...
Ey, yurdunun kurbanı şerefli, şanlı Veysel!...
Ülküsünün peşinde sağlam imanlı Veysel!...
Maddi kabriniz buysa, manevî kabrimiz de
Bundan önce kazıldı yeni tarihimizde... (25)
24
25
a.g.e., s. 696
Hasan TURAN (Bir gazete küpüründen alınmıştır.)
255
256
Rasim Pehlivanoğlu
4) Başkumandan Mustafa Kemal Paşanın
Türk Milletine Yayınladığı Bildiri
Daha çok, Başkumandan M. Kemal Paşanın stratejik
alandaki manevra kabiliyetinin üstünlüğü, sevk ve idaredeki
becerisinin etkisi ile düşman mağlup edilmiştir. Başkomutan M.
Kemal’in, 1 Eylül 1922’de Dumlupınar’dan yayınladığı bildiride
aşağıdaki ifadeler de yer almıştır.
Büyük ve Asil Türk Milleti!
Batı Cephesinde, 26 Ağustos’tan beri devam eden taarruz
harekâtımız Afyon Karahisar – Altıntaş – Dumlupınar arasında büyük
bir meydan muharebesi halinde 5 gün 5 gece sürdü. TBMM
ordularının üstün kahramanlığı ve Allah’ın yardımıyla zafer
gerçekleşti. Zalim ve mağrur düşman ordusunun temel varlığı akıllara
dehşet verecek bir kesinlikle yok edildi..... En büyük komutanından
en gencine kadar ordularımıza hakim olan düşünce, milletin
gösterdiği görev uğrunda şehit olmaktır..... Milletin oy ve kararına
dayanan her işin sonucu millet için hayırlı ve mutlu olduğu bir
gerçektir. Milletimizin geleceği güvenlidir ve Allah’ın vaad ettiği
zaferi ordularımızın kazanması kesindir. (26)
Büyük taarruz ve başkumandan muharebesi, 1071 Malazgirt
zaferinin ikinci halkası olmuştur. Bu zafer sonucu Yunan orduları
Anadolu’dan sökülüp atılmıştır. Başkumandan M. Kemal:
– Bu zafer Türk Milletinin özgürlük ve bağımsızlık fikrinin
ölmez anıtıdır. Bu eseri vücuda getiren bir milletin çocuğu ve bu
ordunun Başkomutanı olduğumdan sonsuz ölçüde mutlu ve
bahtiyarım” diyordu.
Mustafa Kemal’in Tarihî Emri
Başkomutan M. Kemal 1 Eylül 1922 günü, TBMM
ordularına -söylenince herkesi titreten- şu tarihî emrini vermişti:
– ORDULAR! İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ’DİR.
İLERİ!...” Bu emri alan Mehmetçikler şahlanmış, yayından
fırlamış bir ok gibi uçmuş, sel gibi düşman üzerine akmıştı. Bütün
ağırlığını bırakarak kaçan düşman, Afyon’dan Ege ve Marmara
kıyılarına doğru sürülüp gitmişti. Mehmetçiğin önünden kaçan
düşman, hiç duraksamadan kovalanmış ve 9 Eylül sabahı
İzmir’de denize dökülmüştü.
26
Em. Tümg. Muzaffer Erendil:Çok Yönlü Lider, Ank. – 1986, s.172
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
257
O ana baba gününde, açık bir otomobil ile hasretini çektiği
İzmir’e girerken:
– Yaslı gittim şen geldim.
Aç koynunu ben geldim” diyen M. Kemal’e bütün İzmir
halkı bağrını açmıştı.
9 Eylül’de İzmir’e gelen ordumuz hakkında İzmir telsizinden
o gün şu haber yayınlanıyor:
“Türk süvarileri bugün 9 Eylül Cumartesi öğleden önce saat
11.30’da, halkın sevinçleri ve gözyaşları arasında İzmir’e girdiler.”
O ne sevinçti ki Yarabbi! Nihayet Türk askeri İzmir’de
görülmüş ve Türk Bayrağı İzmir semalarında dalgalanmaya
başlamıştır!...
Ertesi gün, yanan ve yakılan yerleri dolaşarak halka gönül
dolusu ışık ve şifa dağıtan M. Kemal geleceğe ümitle bakıyordu: “Bir
gün bu yangın yerlerinde gene baharlar tomurcuklanacak. Allah
bize bu günleri gösterdi” diyordu.
Sevinçten ayağı yere basmayan İzmir halkı kaç gün kaç
gece şenlik şadumanlık içinde günlerini geçirmişlerdi.
Eğitimci Şairimiz merhum Cahit Külebi düşmanın kaçış
olayını şöyle tasvir ediyordu.
KEMAL PAŞANIN ORDUSU
Kattı Kemal Paşanın ordusu düşmanı uğruna
Pişman etti anasından doğduğuna.
Çevirdi Sakarya, çevirdi süvariler,
Veryansın etti topçu,
Veryansın etti piyadeler.
Kattı Kemal Paşanın ordusu sürdü gitti,
Yetiştikçe vurdu düşmana.
Hayın düşman sarhoş gibi sallana sallana
On beş günde İzmir’i dar buldu,
Ölen kurtuldu, sağ kalan teslim oldu.
Kaçtı gemiler.
Alnı sargılı, kolu sargılı, boynu sargılı,
Ahmetler, Bekirler, Aliler,
Mahmutlar, Kâzımlar, İsmailler
Peşlerinden yettiler,
Diz çöküp Kordonboyu’na
Ta yürekten çekip tetiği
Gemilere yaylım ateş ettiler.
258
Rasim Pehlivanoğlu
Devam eden Cahit Külebi M. Kemal’e şöyle sesleniyordu:
Bu ne inançtı ki, Gazi Paşa!
Atının teri kurumadan
Sürüp gittin
Yeni yeni savaşların peşinden.
Sana borçluyuz ta derinden!
Çünkü yurdumuzu sen kurtardın,
Hasta, yorgun düşmüştük,
Yaralarımızı sen sardın.
Yiğittin, inanç doluydun, yapıcıydın,
Sanatkârdın, denizler kadar engin;
Kimsenin görmediğini görürdü
Sevgiyle bakan gözlerin.
Dedin ki: Bu millet, bu büyük millet
Yüzyıllar boyunca geri kalmış;
Bu yurt, bu güzel yurt, bizim yurdumuz
Her yanından yaralar almış
Dedin ki: Bir güzel savaşmalı
Kurmak için yeniden;
Bilgiyle, inançla, coşkunlukla
“Öğün, çalış, güven!” (27)
“Yüksel Türk! Senin için yüksekliğin
hududu yoktur!”
K. ATATÜRK
Şair Kemâlletin Kâmi’nin şehit düşen Mehmetçiğin
ağzından annesine yazılan şiirli mektup aşağıya alınmıştır.
İZMİR YOLLARINDA
Belki şimdi, sana son
Sözlerimi yazmadan,
Gözlerim kapanacak...
Belki var daha beş on
Dakikalık bir zaman...
Anne, için yanacak
Mektubum okunurken...
Lâkin ölümün eli
Alnıma dokunurken
Beliren bir emeli
27
M. Kaplan Atatürk Şiirleri Antolojisi, Ank. – 1986, s. 195-197
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
259
Çok görme bana sakın!
Ben Tanrı’ya en yakın
Bir yola sapıyorum,
Milletimin uğrunda
Türbemi yapıyorum!...
Madem ki gün gelecek,
Herkes aynı meleğin
Önünde eğilecek...
Niçin o güne değin
Çan sesleri duyayım
Bugün de bir yarın da!
Bırakın uyuyayım
İzmir kapılarında.
Anne, elveda artık,
Şu iki üç asırlık
Gecenin gündüzünü
Görmeden gidiyorum...
Ne beis var diyorum,
O günün seherinde
Senin ince yüzünü
Görüyor gibiyim ya!...
Sütünden, ekmeğinden
Ne verdinse helal et!
Söyle Hacer’e, O da
Hakkını helal etsin,
Gönülcüğü dilerse
Başka birine gitsin!
Ben ermeden murada,
Ecel kırdı kolumu;
Artık beyhude yere
Beklemesin yolumu!... (28)
Şair Samih Rıfat, “Akdeniz Kıyılarında” isimli (marş olarak
bestelenen) şiiriyle, İzmir’e kavuşan Türk askerinin sevincini dile
getiriyordu.
AKDENİZ KIYILARINDA
Yaslı gittim, şen geldim
Aç koynunu ben geldim
Bana bir yudum su ver
Çok uzak yoldan geldim
28
Mehmet
Kaplan
ve
Ark:.
Devrim
ve Gazi Mustafa Kemal I, İst. – 1981, s. 593
Yazarlarının
Kalemiyle
Milli
Mücadele
Rasim Pehlivanoğlu
260
Korkma, açıl! Şen yurdum
Dağlara ordu kurdum
Açık denizlerine
Süngümle kilit vurdum
Rüzgârlardan atım var
Şimşekten kanadım var
Göğsümde al yapılı
Gazilik beratım var
Rüzgâr bana at oldu
Şimşekler kanat oldu
Eğilin gökler dedim
Bulutlar kat kat oldu
Irmaklar gibi taştım
Yalçın kayalar aştım
Hakka şükürler olsun
Geldim sana ulaştım
Varsın, yansın ocağım
Kurtuldu al sancağım
Bayrağımın altında
Ben hür yaşayacağım
Deniz, deniz, Akdeniz!
Suları berrak deniz
Karşıda yâr ağlıyor
Gideyim, bırak deniz!
Açıldı Kale yolu
Göründü Gelibolu
Bırak beni gideyim
Orası yârla dolu
Yürü ey şanlı Gazi!
Kılıcı kanlı Gazi!
Seni Meriç bekliyor
Büyük ünvanlı Gazi!
(29)
Not: Marş olarak bestelenmiş olan bu şiir, gençlik yıllarımızda,
öğrencilerin ve askerlerin uygun adımla yürüyüşlerinde heyecanla
söylenirdi.
Türkçü Şairimiz Ziya Gökalp, kazanılan zaferin heyecanıyla
yazdığı, “Ak Destan” şiiriyle milletçe duyulan kıvancı belirtiyordu.
29
Mehmet
Kaplan
ve
Ark:.
Devrim
ve Gazi Mustafa Kemal II, İst. – 1981, s. 1035
Yazarlarının
Kalemiyle
Milli
Mücadele
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
AK DESTAN
Dinleyin kardeşler, bu Ak destanı!
Rahman bir fiskeyle ezdi şeytanı:
Kurtardı Yunan’dan esir vatanı...
Bundan sonra artık sulh yakındır,
Sulhu yapan, bil ki ancak akındır...
Bir hafta içinde ele geçti bak:
Afyon, Eskişehir, Kütahya, Uşak...
İzmir ile Bursa oldu son konak...
Garbi Anadolu hep geçti ele
Mânen alınmıştır Edirne bile...
Bekliyordu bizi İzmir kızları,
O yeşil Bursa’nın ak yıldızları...
Bundandır ordunun çılgın hızları...
Koşunuz askerler! Çabuk varınız!
Bekleyen kızınız, yahut karınız!
Bekliyordu kumral başlı çocuklar,
Yollarda gözleri yaşlı çocuklar:
– Nereye ey samur kaşlı çocuklar?
– Askere su verir, yara sararız.
Babamız gelmiş mi diye ararız...
– Şüphesiz gelmiştir babalarınız.
Sevinsin zavallı analarınız...
Yeniden olacak şen yuvalarınız...
Millet size açtı şefkat kucağı,
Daima tütecek Türk’ün ocağı...
Üzümden taşacak yine bu bağlar,
Bağlarla dolacak yine bu dağlar...
Şimdi Türk’tür gülen, düşmanlar ağlar...
Kesildi yârinden yadların eli
Yine Türk’ün oldu İzmir güzeli... (30)
30
a.g.e. s. 956
261
262
Rasim Pehlivanoğlu
5) Mudanya Ateşkes Antlaşması
(Mütarekesi)
“Milli mücadeleyi yapan doğrudan doğruya
milletin kendisidir. Milletin evlatlarıdır.
Millet analarıyla, babalarıyla, hemşireleriyle
mücadeleyi kendisine ülkü edindi.”
K. ATATÜRK
İzmir’i kurtaran Türk ordusu işgal altındaki diğer vatan
topraklarını da kurtarmak kararındaydı. Kuvvetlerimizden bir kısmı
İzmit’ten İstanbul yönünde ilerlerken, diğer bir kısmı Çanakkale’ye
yaklaşmıştı. Telaşa düşen İtilaf Devletleri anlaşmak istediklerini
bildirdiler.
M. Kemal Paşa, Mudanya’da askerî bir konferansın
toplanmasını kabul ettiğimizi ve bu konferansta İsmet Paşanın
Türkiye’yi temsil edeceğini bildirmişti. 3 Ekim 1922’den itibaren
delegeler gelmeye başlamıştı. Yunan delegeleri toplantıya katılmamış,
sonucu gemide beklemişti. 9 gün süren müzakere sonunda Türk
görüşü ve isteklerine uygun olarak hazırlanan mukavele (anlaşma
şartları) 11 Ekim 1922’de imza edilmişti.
Mudanya Ateşkes Antlaşmasına göre: Yunanlılar
Trakya’dan 15 gün içinde Meriç Irmağının batısına kadar çekilecekti.
Doğu Trakya (Edirne dahil) 1 ay içinde Türklere teslim edilmiş
olacaktı. Böylece, yurdun bu önemli parçası kan dökülmeden
kurtarılmış ve anavatana katılmış oluyordu.
İstanbul ve boğazlar TBMM hükümetinin idaresi altına
bırakılacaktı. Ancak, barış antlaşmasının imzasına kadar İtilaf
kuvvetleri burada kalacaktı. Anlaşmanın diğer maddeleri de Türklerin
lehine idi. Artık, Millî Mîsâk sınıfları resmen kabul edilmiş
sayılıyordu.
Böylece, yıllar süren millî kurtuluş savaşımız zaferle
sonuçlanmış ve ateşkes antlaşması lehimizde imzalanmıştı. Silahlı
zaferi kazanmıştık. Ama asıl zaferi -taviz vermeden- barış masasında
kazanmamız gerekiyordu. Bakalım gelecek ne olacaktı?
Kazandığımız büyük zaferin sevincini küçük bir şiirle
belirtelim:
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
263
KAZANILAN ZAFER
Sildik derhal kılıçları azgın düşman kanıyla!
Biledik hem biz onları Dumlupınar şanıyla!
Parçalayıp düşmanların attık hepsin bir yana,
Akdeniz’den ve Meriç’ten sular içti her ana...
Bugünleri bize veren ulu Tanrım şükür sana!
Mehmetçiğin kudretini tanıttırdın dört bir yana!
İstiklâlin şehitleri, ruhlarınız şad olsun,
Size saygı duyamayan düşmanınız kahrolsun...
Rasim Pehlivanoğlu
Kemâlettin Kâmi yazdığı zafer şiiriyle şehit annelerini şöyle
teselli ediyordu:
ZAFER
Anneler dindiriniz gönlünüzün yasını,
Düşman kanıyla sildik palamızın pasını...
Yeniden çizmek için vatan haritasını
Hep ateşten ve kandan bir sahneye çevirdik
Gökleri çatırdayan bir vatan parçasını!...
Anneler ağlamayın dönmeyenlerinize,
Vatan katillerini getirdik işte dize...
Dumlupınar üstünden yol ararken denize
Çöktü hücumumuzdan düşmanla dolu dağlar,
Gökler genişleyerek Akdeniz geldi bize.
Biz taze kanlarını hürriyetine katan
Bir nesliz, ülkemizde biziz biricik sultan!
Tan yeri ağarırken muzaffer alnımızdan...
Karşımıza çıkmayın Akdeniz dalgaları,
Yolumuzu bekliyor yekpâre Anadolu!... (31)
31
a.g.e. s. 1089
Rasim Pehlivanoğlu
264
Türkçü şairimiz Ziya Gökalp mutlu gelecekler için Allah’a
dua ediyordu.
İLÂHİ
İlâhi! Sen yetimleri seversin,
Öksüzlere anne, bize pedersin;
Susuz ölen şehitlere kevsersin...
Sen ümitsiz bırakmazsın şehidi:
Her şehidin bir yetimde ümidi...
Bir taşına feda olup her biri
Kurtardılar Edirne’yi, İzmir’i
Ölü biziz, onlar arşta hep diri!
Onlar senin dîdârını (cemâlını) görürler
Habib’ini, gülzârını (gül bahçeni) görürler...
İlâhi! Sen mümkün ettin muhâli (imkânsızı)
Avrupa’ya alkışlattın hilâli
Başımızdan eksik etme Kemal’i.
Yeryüzünde şimdi odur arslanın
Umacısı İngiliz’in, Yunan’ın.
Odur silen alnımızdan lekeyi.
Kurtaracak daha nice ülkeyi,
Hind’i, Mısır’ı, Kerbelâ’yı, Mekke’yi.
Çabuk büyüt biz de yiğit olalım
Ordusunda gazi, şehit olalım.
İlâhi! Sen güldür artık İslâm’ı
Yere geçir bu medenî yamyamı
Hür yapalım her yıl büyük bayramı.
Korkmaksızın Arafat’a gidelim
Medine’ye, Utebat’a gidelim.
Harp bitince lâzım fikren yükselmek
Düşmanlara irfanca da üst gelmek.
Bu uğurda çekeceğiz çok emek.
Ya Rab, sünnet hürmetine ikrâm et
Bizi yüksek ilminle de be-kâm et (yücelt-devamlı kıl).
(32)
32
a.g.e. s. 1020
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
265
Ziya Gökalp, Gazi M. Kemal’e hitaben yazdığı şiirinde,
ileriye dönük isteklerde bulunuyordu:
SEN DAHİSİN
Sen dâhisin, buna çoktan inandık.
Mefkûresiz (idealsiz) rehberlerden çok yandık.
Garpta şarklı yaşayıştan usandık.
Kurtar bizi beynelmilel hüsrandan
Göster şimdi ilmî, harsî hedefler.
Âlim, şair kumandan da hep asker.
Her şey olur: Yalnız iste, emir ver.
Kurtar bizi meskenetten, hüsrandan. (33)
33
Defterimden alınmıştır.
266
Rasim Pehlivanoğlu
E- TÜRK İSTİKLÂL SAVAŞI BİR DESTANDIR
“Millet sevgisi kadar büyük mükâfat
yoktur. İstiklal Harbinde benim de milletime
ettiğim hizmetler olmuştur zannederim.
Fakat
bunlardan
hiçbirini
kendime
maletmedim. “Yapılanın hepsi milletin
eseridir” dedim. Aranacak olursa doğrusu
budur.”
K. ATATÜRK
İstiklâl Savaşı denilince ilk akla gelen M. Kemal olur. M.
Kemal denilince de İstiklâl Savaşı hatırlanır. Bu iki isim iç içedir;
birbirleriyle özdeşleşmiştir. Bu gerçeğe göre, İstiklâl Savaşı
destanını yazanlar, M. Kemal’in de destanını yazmış oluyorlar. Zira,
M. Kemal’siz İstiklâl Savaşı destanı yazılamaz.
Başlıkta ifade edildiği gibi, Türk İstiklâl Savaşı bir
destandır. Bu savaş, tarihi boyunca esareti kabul etmemiş asil Türk
Milletinin kurtuluş destanıdır. Kurtuluş Savaşımıza o günlerde “Milli
Mücadele” ya da “İstiklâl Savaşı” denildiğini biliyoruz. Biz de aslına
sadık kalarak, yazımızın çoğu yerinde İstiklâl Savaşı adını
kullanıyoruz.
İstiklâl Savaşımız, işgalci düşmanlara karşı Kuvva-yı
Milliyecilerin bölgesel direnişiyle ve Millî Mücadelesiyle
başlamıştır. Bölgesel mücadeleler zamanla genişleyerek bütün yurdu
sarmıştır. Millî birliğimiz sağlanmış, millî güçler birleşmiş ve millî
ordu (düzenli ordu) kurulmuştur. Yer yer Millî Mücadelelerle
başlayan hareket vatanın tümüyle kurtuluşu için top yekün
İstiklal Savaşına dönüşmüş ve yurdumuz işgalci düşmanların elinden
kurtarılmıştır.
Türk İstiklal Savaşı ve M. Kemal hakkında çok şeyler
söylenmiş, yüzlerce kitap yayınlanmış ve çok sayıda destanlar
yazılmıştır. Bu yazılanlardan birisi de 1982 yılında, Kültür
Bakanlığı Millî Folklör Yayınları arasında basılan “TÜRK
İSTİKLAL SAVAŞI DESTANLARI” isimli kitaptır. Bu kitap,
Atatürk’ün doğumunun 100. yıl dönemi nedeniyle, Millî Folklör
Araştırma Dairesi tarafından tertip edilen “Türk İstiklal Savaşı
Destanı Yazma Yarışması”na katılan halk şairlerinin yazdıkları
destanlardan oluşmuştur.
Kitapta 14 Halk Şairinin destanı yer almıştır. Bunlardan 3’ü
1. 2. 3. derecelere girmiş, diğerleri de kitapta yer almaya hak
kazanmıştır.
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
267
11’lik hece vezniyle ve 33’er kıta olarak yazılan bu İstiklal
Savaşı destanları akıcı bir uslüpla, birbirlerini tamamlayıcı ve değişik
ifadelerle birbirlerini destekleyici bir anlatışla yazılmıştır.
İstiklal Savaşımızı duygusal yönden dile getiren bu destanların
dereceye girenlerinden ve girmeyenlerinin de birkaçından alınan
alıntılara aşağıda yer verilmiştir. Destanların bütünlüğünü bozmadan
yapılan bu alıntıların zevkle okunacağına inanıyorum.
Yarışma birincisi olan Kadirli ilçesi, Mehmetli Köyü 1926
doğumlu olup çiftçilikle uğraşan Âşık Halil Karabulut’un
destanının tamamı aşağıya alınmıştır.
1. TÜRK İSTİKLÂL SAVAŞI DESTANI
(Bilesin)
Ey arkadaş kulak ver de ibret al
Bu millet ne günler gördü, bilesin.
İstiklâl uğruna, vatan uğruna
Yüzbinlerce şehit verdi, bilesin.
İlk cihan harbinde, büyük savaşta
Zayıf düşmüş idik içte ve dışta
Bunu fırsat bilen düşman ilk başta
Merkez İstanbul’a girdi, bilesin.
Donanması Marmara’ya dolmuştu
Ahâlinin betibenzi solmuştu
Hükümet âdetâ teslim olmuştu
Bu Türklük nâmına ar’dı, bilesin.
Yine zaptedildi geçmeden zaman
Urfa, Antep, Maraş, Adana, Ceyhan
15 Mayıs’ta da İzmir’i Yunan
İşgal edip kana kardı, bilesin.
Sandılar Türk artık ölmek üzere
Saldırdılar miras bölmek üzere
Azınlıklar da pay almak üzere
Saldırganlar ile birdi, bilesin.
Doğu bölünüyor Ermeni, Kürd’e
İtalyan, Fransız güney illerde
İngiliz oynarken en başrollerde
Bu millete Hızır erdi, bilesin.
Yunanlı edince İzmir’i işgal
Yasa bürünmüştü yıldızla hilâl
Hemen ertesi gün Mustafa Kemal
Kalktı kurtarmaya yurdu, bilesin.
268
Rasim Pehlivanoğlu
Doğuda orduyu etmeye teftiş
Tayin ettirmişti kendin müfettiş
Hakikatte ise başka idi iş
Bu onun kalbinde sırdı, bilesin.
19 Mayıs’ta Samsun’a çıktı
Millî mücadele bayrağın çekti
Kalplere kurtuluş umudun ekti
O bir ışık, O bir nurdu, bilesin.
Türk’e revâ değil esâret zulüm
Buna aslâ râzı olamaz gönlüm
Hedefimiz ya istiklâl, ya ölüm
Diyerek göğsünü gerdi, bilesin.
Amasya’dan bir genelge yollayıp
Memlekete âcil haberler yayıp
Erzurum, Sivas’ta kongre toplayıp
Mühim kararlara vardı, bilesin.
Böyle çalışırken Paşa Mustafa
Saray ile uyuşmadı hiç kafa
Hem azloldu, hemi etti istifâ
Oldu milletin bir ferdi, bilesin.
İşgallere karşı arttı heyecan
Mitingler yapıldı çalkandı vatan
Eli silâh tutan, yüreği yanan
Kuvayı Milliye kurdu, bilesin.
Yunanlar tutulmuş kara sevdaya
Gelmişti ta Aydın ve Manisa’ya
Ayvalık’ta çarptı Çetinkaya’ya
Akılsız başını yardı, bilesin.
Güneyde kuruldu milis çeteler
Batıda şahlandı şanlı efeler
Belde kama, elde dolma tüfekler
Düşman birliklerin vurdu, bilesin.
Her tarafta vardı bir faaliyet
Kurulmuştu türlü dernek, cemiyet
Her birinde ayrı ayrıydı niyet
Kimi zarar, kimi kârdı, bilesin.
Kemal Paşa milli birlik istiyor
Padişah ısrarla himâye diyor
Bâzıları manda teklif ediyor
Herkes türlü yorum yordu, bilesin.
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
Kongreler ile birlik sağlandı
Dernekler birleşti, dirlik sağlandı
Korkular yenildi, erlik sağlandı
Bu iş kolay değil, zordu, bilesin.
Sivas’ta seçilen temsili heyet
Ankara’ya nakil etti nihâyet
Düşünmüştü Paşa bunu bidâyet
Ankara en merkez yerdi, bilesin.
İstanbul’da son toplanan mebuslar
Misakı Milli’ye verdiler karar
Düşman İstanbul’u kuşattı tekrar
Halkın işi âh ü zârdı, bilesin
23 Nisan’da meclis açıldı
Kemal Paşa hemen başkan seçildi
Hükümet kuruldu, işe geçildi
Düzene sokuldu ordu, bilesin.
Milli harakete karşı olanlar
Çıkardılar yurtta birçok isyanlar
Tartarak suçların âdil miz’anlar
Âsilerin boynun burdu, bilesin.
Edirne’de zayıf girdik savaşa
Aslan çıkamadı çakalla başa
Esir edilmişti o Tayyar Paşa
Büyüktü kederi, derdi, bilesin.
Düşmanlar Sevr denen bir barış yaptı
Bu hükümet reddeyledi o zaptı
O bir barış değil Türk’e azaptı
Baştanbaşa hile, şerdi, bilesin.
Büyük savaşlara karar verildi
Doğuda, batıda cephe kuruldu
Kadın erkek cephelere derildi
Erzak çekti, yara sardı, bilesin.
Kâzım Karabekir, o yiğit paşa
Doğuda hükmetti hep dağa, taşa
Koğdu Ermeni’yi çıkardı dışa
O belâyı baştan attı, bilesin.
Batı cephesinde koptu bir heyhey
Türk gücü önünde eridi her şey
İnönü’de iki kere İsmet Bey
Hasmını yerlere serdi, bilesin.
269
270
Rasim Pehlivanoğlu
İnönü Harbi’nden sonra bak n’oldu
Eskişehir, Kütahya işgal oldu
Ordumuz orada yetersiz kaldı
Kuvvet eksik, imkân dardı, bilesin.
O, Mustafa Kemal savaş öncesi
Başkomutan oldu, arttı rütbesi
Sakarya’da onun ağır darbesi
Yunan’ın belini kırdı, bilesin.
26 Ağustos şafak vakti
Türk topları ölüm saçtı, can yaktı
Palikarya kanı sel gibi aktı
Kurtlar, kuşlar şahit oldu, bilesin.
30 Ağustos’tur zaferler başı
O’dur başkomutan, seferler başı
Tirikopis denen esirler başı
Dize geldi, hesap verdi, bilesin.
“Hedefiniz Akdeniz’dir ileri”
Emriyle hızlandı Türk askerleri
Geldikleri gibi gerisin geri
İzmir’de denize sürdü, bilesin
HALİL der 18 Eylül gününde
Temizlendi vatan her bir yönünde
Ordumuz dünyanın gözü önünde
Düşmanın defterin dürdü, bilesin. (1)
1
Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Kültür Araştırma Dairesi Yayınları: Türk
İstiklâl Savaşı Destanları, Ank.- 1982, s.7-11
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
271
Yarışma ikincisi olan, 1929 yılında Kars’ın İncesu Köyünde
doğan, asıl adı Sadi olup Kayseri’de yerleşen Aşık Hasretî’nin
destanından alınan bölümler aşağıdadır.
2. TÜRK İSTİKLÂL SAVAŞI DESTANI
(Oldu Böyle)
İstiklâl Savaşı zaferlerimiz
Cihan tarihine mal oldu böyle,
Kükredi meydanda serdarlarımız
Coştu Türk milleti sel oldu böyle.
Yalan değil vatan elden gitmişti
Düşmanlar bölüşmüş paymâl etmişti
Türkiye bitmişti, Türklük bitmişti
Çok acı kederli hal oldu böyle.
Kapkara bir bulut sarmıştı yurdu,
Sivil başıbozuk, düzensiz ordu,
Bir lider, bir başkan bekleniyordu,
Bir vapur Samsun’a gel oldu böyle.
O vapur ki acı bir düdük çaldı,
Sanki mahşer koptu, kıyâmet oldu,
Dediler ki Mustafa Kemal geldi,
O gece her yana tel oldu böyle.
Takvim bin dokuz yüz on dokuz idi,
Bu gelen bir lider er oğlu erdi,
Ata “Ya istiklâl ya ölüm” dedi,
Her asker bir Rüsdem Zal oldu böyle.
Kemal Paşa emir yazdı her yana,
Kurtuluş güneşi doğdu vatana,
Amasya’dan şarka, ta Erzurum’a,
Sivas Kongresi yol oldu böyle.
Bütün Türk milleti verdi el ele,
Düşman cephesine saldı velvele,
Sopa, dirgen, nacak, balta, bel ile
Kan akdı çaylardan, göl oldu böyle.
Öyle bir savaş ki dünyalar şaştı,
Erkek, kadın çoluk çocuk savaştı,
Eli silâh tutan cepheye koştu,
Yandı dağlar, taşlar kül oldu böyle.
Rasim Pehlivanoğlu
272
Gör ki Türkler, Türk milleti n’ettiler,
Vatan, millet, nâmus aşkı güttüler,
Cepheden cepheye hücum ettiler,
Şehit mezarları çöl oldu böyle.
Gece saat üçte bir hücum yaptı,
Asker birbirine sarıldı öptü,
Sanki yer yarıldı kıyâmet koptu,
Süngü, kılıç, çal ha çal oldu böyle.
Gece – gündüz devam etti ta’ruzlar,
Allah Allah sedâsiyle âvazlar,
Taze nişanlılı, gelinlik kızlar,
Düğünsüz, derneksiz dul oldu böyle.
.............................
Biliyorduk çevrilen dolabı,
Türkiye’yi istilâydı talebi,
Aynı eski haçlı ordular gibi,
Yüzü kara, dili lâl oldu böyle
İçimize nifakçılar sokuldu,
Dosyaları Atatürk’e verildi,
Bir İstiklâl Mahkemesi kuruldu,
Derhal temizlendi sil oldu böyle.
Yeni çığır açtık engeller aştık,
Az zamanda ilerledik geliştik,
Türkçe yazı yazdık, Türkçe konuştuk,
Şanımıza lâyık dil oldu böyle.
“Vatanda sulh, cihanda sulh” ilkemiz,
Bunu söyler bunu ister ülkemiz,
İnsanlıkta insancıldır bilgimiz,
Dünyada barışa yol oldu böyle.
Dünya bunu bilir ya da bilmeli,
Türk’ün tarihinden örnek almalı,
Bütün insanlığın yüzü gülmeli,
Ünümüz cihâna mal oldu böyle.
Şanlı milletimin şanı böyledir,
Kahraman ırkımın ünü böyledir,
Damarında akan kanı böyledir,
Onunçün bayrağım al oldu böyle. (2)
..............................
2
a.g.e. s. 12-16
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
273
Yarışma üçüncüsü olan, 1938 yılında Malatya’nın Darende
ilçesi Irmaklı Köyünde doğan, asıl adı H. İbrahim Güleç olup, 5
çocuk babası ve çiftçilikle geçinen Aşık Beyanî’nin destanından
alıntılar:
3. DESTANIMIZ
Bir zaman Osmanlı son padişahı,
Vatanı düşmana verdi verecek.
Hudutlarda bekçi yok mudur yahu,
Yabancılar yurda girdi girecek.
Kimi İstanbul’a, kimi İzmir’e,
Antep’e, Maraş’a hem birdenbire,
Girince namuslar boyandı kire,
Türklerin hür kalbi durdu duracak.
Ve derken efendim bir zat uyandı,
O zat ki, milletin aşkıyla yandı,
Kırık bir tekneyle vardı dayandı,
Düşmandan hesabı sordu soracak.
Mayıs ondukuzdu, yıl da ondokuz,
Sevince garkoldu Anadolu’muz,
Mustafa Kemal’di komutanımız,
Samsun’da yarayı sardı saracak.
..............................
Erzurum’a vardı Mustafa Kemal,
Amasya Tamimi büyük bir temel,
Kazım Karabekir bu dedi emel,
Fikrini ortaya serdi serecek.
Kemal, Erzurum’dan geldi Sivas’a,
İstilâcıları aldı bir tasa,
Anadolu kökten hazır savaşa,
Daralan çemberi kırdı kıracak.
Kuvayı Milliye birliklerimiz,
Kan döker ölürüz bizim yerimiz,
Diyerek toplandı üyelerimiz,
Daim ileriyi gördü görecek.
............................
Mecliste vekiller attı temeli,
Başkomutan seçti Gazi Kemal’i,
Mareşal Çakmak’ın harpte hüneri,
Gizli planları kurmalı gayrı.
274
Rasim Pehlivanoğlu
İnönü’nde tarihlere yazıldık,
Eskişehir düştü diye üzüldük,
Çerkez Ethem başkaldırdı bozulduk,
Yılanın üstüne varmalı gayrı.
Refet Paşa emir aldı atlandı,
Köylerden; at, öküz, asker toplandı,
Millet bu çileye böyle katlandı,
Çırpınan Yunan’ı yormalı gayrı.
Saban demirinden süngü yapıldı,
Savaş meydanından kılıç kapıldı,
Kelleleri birer birer atıldı,
Düşmanın gücünü kırmalı gayrı.
Boş yere kuduran şu maşa Yunan,
Sakarya Harbi’ni başlattı hemen,
Türk’ü bu oyunda yenerim sanan
Düşmanı göğsünden vurmalı gayrı.
Kemal Paşa görmek için her ferdi,
Alagöz Dağı’na karargâh kurdu,
Halide Edip’e bir rütbe verdi,
Daralan çemberi yarmalı gayrı.
Yirmi iki gece, yirmi iki gündüz,
Savaştık güç bitti çarpışma henüz,
Şehitler kanından sel akıttık biz,
Rakip defterlerin dürmeli gayrı.
.................................
Yirmi altı Ağustos’da sabahtan,
Günden evvel güle güle attı tan,
Süvâri, hasmına bağırdı attan,
Yunanlar mevziden söküldü şükür.
Çiğiltepe’sinde çok şehit verdik,
Elli bin düşmanı esir eyledik,
Az sonra tepede ezan okuduk,
Kâfirler bundan da yıkıldı şükür.
Ve Dumlupınar’dan indirdik düze,
Otuz Ağustos’da getirdik dize,
Çok ziyan verdirip döktük denize,
Böyle dar boğazdan çıkıldı şükür.
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
Bursa, Alaşehir yandı ataşa,
Onbeş günde son verdirdik savaşa,
İzmir’e ilk giren Nurettin Paşa,
Düşmanın peşine takıldı şükür.
Yunanlılar, Fransız, İngilizler,
Gidince tertemiz oldu denizler,
İsmet Paşa Lozan sulhunu izler,
Hudutlara taşlar dikildi şükür.
Şahin Bey, Kubilay, Hasan Tahsinler,
İsmi bilinmeyen nice isimler,
Hak’kın dergahında şehittir onlar,
Nurları ülkeye ekildi şükür.
Şehit kanı çukurlara doluştu,
Ay ve yıldız kan gölüne yakıştı,
İşte bayrağımız böyle oluştu,
Kalelerde burca takıldı şükür. (3)
3
a.g.e. s. 17-21
275
276
Rasim Pehlivanoğlu
1947 yılında Yozgat – Akdağmadeni ilçesi Gökdere Köyünde
doğan, asıl adı Emil Sevinç olup, Milli Eğitim Bakanlığında devlet
memuru olarak çalışan OZAN lakaplı şairin, kitapta yayınlanması
uygun görünen destanından alıntılar:
4. İSTİKLAL SAVAŞI DESTANI
(Milletim)
İlk Dünya Savaşı bir son bulmuştu,
Osmanlı ordusu hep dağılmıştı,
Kimi şehit kimi gazi olmuştu.
Ocakta küllenmiş kordu milletim.
Atmış parça gemi Boğaz’a daldı,
Güneye İngiliz, Fransız doldu,
İtalyan, Antalya, Konya’yı aldı,
Yunan bir ateşli nardı milletim.
Batı yakasına Yunanlı çıktı,
İlk önce İzmir’i yaktı ve yıktı,
Şehit Hasan Tahsin bir kurşun sıktı,
Saldırgana hesap sordu milletim.
Gaziantep ile Kahramanmaraş,
Çete Karayılan, Şâhin ve Ökkeş,
Edirne, serhat Kars, Erzurum dadaş
Kılıç – kalkan kale, surdu milletim.
On Dokuz Mayıs’ta doğan güneşe,
Samsun’dan Havza’ya söylenen marşa,
İstiklâl yolunda bir Kemal Paşa
Yol boyu selama durdu milletim.
...................................
Halide Edip’le Hamdullah Suphi,
Milli mitinglerin coşkun hatibi,
Şair Yurdakul’un hep destan gibi,
Sel oldu çağladı, gürdü milletim.
İstiklâl Savaşı zorlu bir işti,
Yurdumu kurtarmak sevdaydı, düştü,
Birçok vatansever dernek birleşti,
Bu yolda çok fikir yordu milletim.
Her neyimiz varsa verip orduya,
Birlikler çeteler kurup orduya,
Yediden yetmişe girip orduya,
İstiklâl harcını kardı milletim.
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
..................................
Ali Fuat Paşa isyan bastırdı,
Kazım Karabekir destek gösterdi,
Bir de Ermeni’yle Rum’u susturdu,
Bölücü defteri dürdü milletim.
Tam yedi düvele her bir neferle,
Üstüste girilen birçok seferle,
İnönüler bitti iki zaferle,
Ateşten çemberi yardı milletim.
İngiliz, Fransız, Yunan ordusu,
Sakarya’da meydan muharebesi,
Mustafa Kemal’e Gazi rütbesi
Bir de Mareşallik verdi milletim.
Başbaşa verdiler üç Mustafalar,
İnönü, Mareşal, Gazi Paşalar,
Büyük Taarruz’a plân kurdular,
Düşmanı yurdumdan sürdü milletim.
Kağnılar cephane, erzak taşıdı,
Yirmaltı Ağustos, hava ışıdı,
Yokluklar içinde bir savaş idi.
Bu ne hikmet, bu ne sırdı milletim.
...................................
Dokuz yüz yirmiki, Otuz Ağustos,
Yunan bataryası hep oldu suspus,
Bize zafer bayram, düşmanlara yas,
Kurtardı düşmandan yurdu milletim.
Anafartalar’ın o kahramanı,
İstiklâl Savaşı Başkumandanı,
İzmir’de denize döktü düşmanı,
Deryalar üstüne serdi milletim.
...................................
Birçok yöremizin kurtuluş günü,
Şöyle bir düşünsek dünü bugünü,
Dünyaya yayıldı Türklüğün ünü,
Hürriyet güllerin derdi milletim.
Nice şereflerle nice şanlarla,
Tarihe malolan nice canlarla,
Bayrağı yaratan soylu kanlarla,
Yepyeni bir devlet kurdu milletim.
277
Rasim Pehlivanoğlu
278
Zafer milletindir, söyleyen OZAN
Siyasi barışı sağladı Lozan,
Dile kolay gelir böyle bir destan,
İfadesi bile zordu milletim. (4)
1938 yılında Malatya’nın Arapgir ilçesinde doğan, asıl adı
Nevzat Topal olup, Malatya Sıtma Savaş Başkanlığında sağlık
memuru olarak çalışan Âşık Cansever’in kitapta yayınlanması
uygun görünen destanından alıntılar:
5. TÜRK İSTİKLÂL SAVAŞI DESTANI
(O Günler)
Bir hikâyem vardır, size milletim
Dünya ölüm kusuyordu o günler.
Kadınlar dul kalmış, çocuklar yetim,
Halkım şansa küsüyordu o günler.
Güzel İstanbul’a ecnebi dolmuş.
Maraş’ı, Antep’i, Fransız almış.
Antalya, Mersin’i İtalyan sarmış,
ANADOLU’M düşüyordu o günler.
Yunanlı İzmir’de canlar alırken,
Câmiler yakılıp talan olurken,
Papaz kilisede çanlar çalarken,
Müezzinler susuyordu o günler.
İlk kurşunu Hasan Tahsin atıyor.
Süngülenip selvi boylu yatıyor.
Sekiz subay alkanlara batıyor.
Palikarya kesiyordu o günler.
Mondros’la, Türk ordusu dağılmış,
Silâhları, cephanesi alınmış.
Donanmamız limanlarda bağlanmış.
Topları pas tutuyordu o günler.
..................................
O sıra orduda büyük bir adam,
Padişahdan koparıyor bir ferman.
Onsekiz kişiyle acele hemen,
İstanbul’dan çıkıyordu o günler.
4
a.g.e. s. 45-49
Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa
Düşmanlara birden kuşku düşmüştü.
Atı alan Üsküdar’ı geçmişti.
Padişah peşinden teller çekmişti.
Tatlı diller döküyordu o günler.
..............................
Adapazar, Hendek, Yozgat, Yenihan,
Balıkesir, İzmit, hem Boğazlıyan,
Afyon, Konya, Düzce, Urfa’da isyan
Eyleyenler çıkıyordu o günler.
Halife bunlara yardım ederdi.
Çerkez İbrahim’le selam gönderdi.
Anzavur Ahmed’e paşalık verdi,
Tümenimiz düşüyordu o günler.
Yetişmişti Refet, Fuat Paşalar,
Bozguna uğradı hain maşalar.
Padişahı aldı yine tasalar,
Ensesini kaşıyordu o günler.
İstilacı düşman mahna (bahane) arıyor,
Kuvayı Milliye dağılsın diyor,
İstanbul’u resmen işgal ediyor,
Trakya’m da göçüyordu o günler.
.................................
Kemal Paşa geniş yetkiler aldı.
ÇAKMAK’la İNÖNÜ yardımcı oldu.
Halkta nesi varsa orduya saldı.
Cephelere taşıyordu o günler.
Elif, öküzlerle mermi çekerdi.
Mustafa Kemal’in kağnısı derdi.
Kocabaş ölmüştü kendisi girdi,
Arabayı çekiyordu o günler.
Emine de gülle taşır bebeyle
Battaniye örtmüş idi gülleye.
Ulus malı diyor, yağmur almaya
Bebesi de üşüyordu o günler.
Bir yıl önce Türk’ü öldü sananlar,
Sakarya’da bozulmuştu düşmanlar,
Mehmetçiğin süngüsünden kaçanlar
Köylerimiz yakıyordu o günler.
Bin dokuz yüz yirmi iki senesi,
Ağustosun yirmaltıncı gecesi,.
Şafakla duyuldu topların sesi,
Hain düşman kaçıyordu o günler.
279
Rasim Pehlivanoğlu
280
Düşmanı yel gibi kovalıyordu,
Türk’ün yücelttiği kahraman ordu,
Dokuz Eylül günü İzmir’e vardı
Süvariler uçuyordu o günler.
...............................
Türk milleti bir baş, bir vücut oldu,
Malıyla canıyla kurtardı yurdu,
Bu vatan uğruna çok şehit verdi,
Al kanları akıyordu o günler.
Bütün millet içte, dışta savaştı,
Asıl gaye istiklalle barıştı,
Ulu önder gece gündüz çalıştı,
Yeni çağlar açıyordu o günler. (5)
5
a.g.e. s. 55-59
281
Üçüncü Bölüm
İSTİKLAL SAVAŞI SONRASI GELİŞMELER
ve
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
Düşman üstün gelemedi.
Türk’e karşı koyamadı.
Yüklenince üzerine
Buralarda duramadı...
Büyük Zafer kazanıldı.
Yurttan düşman çıkarıldı.
Atatürk’ün buyruğunda
İnkılâplar başarıldı...
Atatürk de fâni idi,
O da bir gün hastalandı.
Gözlerini yumdu fakat
Gönlümüzde yaşatıldı...
Rasim Pehlivanoğlu
282
Rasim Pehlivanoğlu
A- ZAFERDEN SONRAKİ ÖNEMLİ GELİŞMELER
“Ben şimdiye kadar ne gibi hamleler, ne gibi
inkılâplar yapmışsam, hep halkla temas
ederek onların ilgi ve sevgilerinden
kuvvet ve ilham alarak yaptım.”
K. ATATÜRK
İzmir’de düşman denize döküldü, zafer kazanıldı. Mudanya
Ateşkes Antlaşması ile Trakya savaşsız kurtarıldı. Çizilen Millî
Mîsâk sınırları içerisinde kalan bölgelerden düşmanlar çekildi. Artık
sıra kalıcı bir barış antlaşmasına gelmişti. Rejimin oturması ve vatanın
imar edilmesi önde gelen işlerdendi. Yapılması gerekli olan her şey
sırası geldikçe yerine getirilecekti. Bunların birkaçına değinelim.
1- Saltanatın Kaldırılması
(1 Kasım 1922)
“Sultanlık korku ve tehdide dayanan
bir idaredir. Korkuya, tehdide dayandığı için
korkak, alçak, sefil, rezil insanlar yetiştirir.”
K. ATATÜRK
23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM Hükümeti
olmasına rağmen, devletin rejimi hakkında her hangi
alınmamıştı. Mudanya Mütarekesinden sonra rejim
görüşülebilirdi. Bunun için bir bahane lazımdı. Bu
verilmişti:
kurulmuş
bir karar
meselesi
fırsat da
İtilâf Devletleri, Lozan’da toplanacak barış konferansına hem
TBMM Hükümetini hem de İstanbul’daki Padişah Hükümetini davet
etmişlerdi. Oysa, vatanın kurtuluşunda Türk Milleti yalnız başına
mücadele vermişti. Düşmanla işbirliği yapan ya da düşmanın
isteklerine boyun eğen Padişah Hükümetinin faydasından çok zararı
olmuştu. Bir devlette iki hükümet olamazdı. Üstelik, 20 Ocak 1921
günü, TBMM’nde kabul edilen Anayasada yer alan: “Egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir” hükmü ile saltanat bağdaşamazdı. Bu
nedenle barış konferansına katılacak olan sadece TBMM
Hükümeti olmalıydı.
Bu görüşten hareketle, saltanatın kaldırılması için TBMM’ne
80 imzalı bir kanun tasarısı verildi. Tasarı karma komisyonda
görüşülüyordu. Komisyon başkanlığına Hoca Müfit Efendi
283
seçilmişti. “Hilâfetin saltanattan ayrılamayacağı fikrini savunan
milletvekilleri karşı koyuyorlar ve müzakereyi uzatıyorlardı. Oysa
vaziyetin oyalanmaya tahammülü yoktu... Müzakereyi takip eden
Gazi Paşanın gözleri şimşek şimşek olmuştu. Birden masanın
üzerine çıktı:
– Efendiler, saltanat bitmiştir. O kalkar mı, kalkmaz mı
diyenler kelleleriyle oynuyorlar! Sizin vazifeniz, kalkmış olan
saltanatın formülünü bulmaktır. O kadar...” Bu konuşmadan sonra
formül 5 dakikada bulunmuş ve saltanatın kaldırılmasına komisyonda
karar verilmiştir. (1)
Komisyonda kabul edilen kanun metni TBMM’nde de
görüşülerek, 1 Kasım 1922’de kabul edilmiştir. Saltanat kaldırılınca
İstanbul’daki saltanat hükümeti de düşmüştür. Artık rakipsiz kalan
Ankara’daki TBMM Hükümeti, Lozan’da Türk Milletini temsil
edecektir.
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir diyen M. Kemal’in
isteği olmuştur.”
Kusurunu bilen Padişah Vahdettin, halife olarak da
kalamayacağına inandığından İngiliz himayesine sığınmış ve 17
Kasım 1922’de bir İngiliz zırhlısıyla İstanbul’dan ayrılmıştır.
İtalya’nın San Remo şehrine gitmiş ve orada ölmüştür. Yerine,
TBMM tarafından halife olarak Osmanlı soyundan kardeşi Abdülmecit
Efendi seçilmiş ve bütün Müslümanların halifesi olmuştur.
2- Lozan Barış Konferansı ve Antlaşması
1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılınca, Ankara’daki TBMM
Hükümeti Lozan konferansında tek başına Türk Milletini temsile hak
kazanmıştı. Konferansta sunulacak dava Mîsâk-ı Millînin tespit
ettiği esaslardı. Bazı pürüzlü meseleler de bu konferansta
halledilecekti.
Konferansta, Türk heyetine İsmet Paşa başkanlık ediyordu.
Başta İngiltere olmak üzere, Fransa, Japonya, Yunanistan,
Yugoslavya ile boğazlar meselesi konuşulurken, Bulgaristan ve
Sovyetler Birliği de konferansa katılmıştı.
Çok çetin geçen ve 8 ay süren Lozan Konferansı, 20 Kasım
1922 – 4 Şubat 1923 ile 22 Nisan 1923 – 24 Temmuz 1923 arasında
iki safhalı devam etmişti.
Konferansın başında söz alan İsmet Paşa, daha ilk andan
itibaren istiklal ve hakimiyet davasını önemle belirtmişti.
1
N. Serdarlar ve arkadaşı: T.C. İnk. Tar,, İst.- 1968, s. 81
284
Rasim Pehlivanoğlu
– Çok ızdırap çektik. Çok kan akıttık. Bütün medenî
milletler gibi biz de hürriyet ve istiklal istiyoruz” diyerek sesini
duyurmuştu.
Konferansın birinci safhasında bir çok meseleler halledilmiştir.
Ancak Musul meselesi, borçlar meselesi ve kapitülasyonlar
konusunda anlaşmaya varılamamıştı. İngilizler, Millî Mîsâk
sınırları içerisinde bulunan ve ahalisinin çoğu Türk olan Musul’u
bırakmak istemiyordu. Kapitülasyonlardan da ilgili devletler
vazgeçmek istemiyorlardı.
Osmanlı devletinin bıraktığı borçlarının hepsini yeni devlete
ödetmek istiyorlardı. Oysa, borçlar İmparatorluğun müşterek borcu
idi. Ayrılan devletler de borçlara ortak olmalıydı. Kurulan yeni
Türk devleti millî sınırlar içerisine çekilmişti ve küçülmüştü. Borçları
tek başına ödeyemezdi. Anlaşamayınca konferans dağıldı.
Yeni bir savaş çıkma ihtimali İngiltere ve Fransa’yı
ürkütüyordu. Türkiye tekrar konferansa davet edildi.
23 Nisan 1923’te toplanan 2. Lozan Konferansı, 24 Temmuz
1923’e kadar sürdü. Pürüzlü meselelerin bir çokları isteğimize
uygun olarak halledildi. Kapitülasyonlar kaldırıldı. İtilaf Devletleri
İstanbul ve boğazlardan çekilecekti. Gemilerin geçişi için boğazlar
komisyonu kurulacaktı. Ancak Musul meselesinin çözümü sonraya
bırakılmıştı.
Yunanistan savaş tazminatı yerine, Edirne yakınındaki
Karaağaç’ı Türklere bırakmıştı. Suriye sınırı, Ankara itilafnamesine
göre tespit edilmişti. İmroz ve Bozcaada Türklere veriliyor, diğer
adalar Yunanistan’a bırakılıyordu.
Lozan, Türk milletinin istilacılara karşı kazandığı askerî
üstünlüğü tamamlayan siyasi bir zafer olmuştur. Lozan antlaşması
ile, Türkiye devletinin tam bağımsızlığı dünyaca kabul edilmiştir. Türk
milleti için artık gelişme ve yükselme yolları açılmıştır.
“Bu antlaşma, Türk Milleti aleyhine
yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr
Antlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış
büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını
bildirir bir belgedir.”
K. ATATÜRK
285
3- Lozan Barışı Sırasında ve Sonrasında
TBMM’nde Gelişmeler
Lozan barış konferansı devam ederken TBMM’nde de önemli
gelişmeler oluyordu. Milletvekilleri arasında tam bir fikir birliği yoktu.
Oysa, 23 Nisan 1920’de toplanan birinci TBMM zafer kazanılıncaya
kadar dağılmamak kararındaydı. Ama, M. Kemal’i çekemeyenler ve
padişaha bağlı bazı milletvekilleri fırsat buldukça eleştirilerde
bulunuyorlar ve meclisin çalışmalarını güçleştiriyorlar, önemli
kararlar alınmasını engelliyorlardı.
TBMM’ndeki muhalif cereyan İtilâf Devletlerine de cesaret
vermiş, hattâ bazı görüşmelerin kesilmesine bile neden olmuştur.
TBMM’ndeki bazı gelişmelere aşağıda özetle değinelim. 2
M. Kemal’i Saf Dışı Kılma Çabaları:
Muhalif milletvekillerinden bir kısmı, yakında milletvekili
seçimi olabileceği düşüncesiyle yeni bir seçim kanunu tasarısı
hazırlamıştı. Tasarının bir maddesinde: “Milletvekili seçilebilmek
için Türkiye’nin o tarihteki sınırları içinde olan yerler halkından
olması; göçmen olarak gelenlerin ise; yerleştikleri tarihten
itibaren 5 yıl geçmiş olması” şartı yer alıyordu.
Kanun tasarısının bu maddesi doğrudan doğruya M.
Kemal’in şahsıyla ilgiliydi. Zira, M. Kemal Selanik doğumluydu ve
Selânik o tarihte Türkiye sınırları dışında bulunuyordu. M. Kemal,
Selânik’ten göç edeli de henüz 5 yıl dolmamıştı. Öyleyse milletvekili
seçilemezdi. Maksatları M. Kemal’i düşürüp, muhafeleti
kuvvetlendirmekti.
Bu art niyetli teklif karşısında söz alan M. Kemal, kendisini
seçilme hakkından mahrum etmek isteyenlere karşı haklı olarak, ağır
hücumlarda bulunmuştu. Böylesi bir teklif gerek mecliste, gerekse
millet üzerinde nefretle karşılanmıştı. Meclise protesto telgrafları
yağıyordu. Birinci TBMM artık bu haliyle devam edemezdi.
Yenilenmesi gerekirdi. Bu görüşle, seçim kanununda bazı değişiklikler
yapan TBMM, 1 Nisan 1923’de, seçimin yenilenmesine karar
vererek dağıldı.
Büyük Türkçü yazarımız Ziya Gökalp, o günlerde yazdığı
şiirinde Niçin? diye soruyordu:
286
Rasim Pehlivanoğlu
NİÇİN
Bu halkın başında bir kahraman var,
Şan onundur ama millete yarar.
Haklıdır bu şandan korksa düşmanlar
Dostlardan da varmış atanlar niçin?
Arttıkça bu dâhi Türk’ün şöhreti
Dağılan milletin arttı vahdeti (birliği)
Sulhta da faydalı böyle kuvveti
Yıpratmak daha harp bitmeden niçin?
Toplandı Lozan’da dostlar, düşmanlar
Lloyd George saçıyor yine bühtanlar
Lâzımken müttehit olmak bu anlar
Ayrılanlar varmış sürüden niçin?
Millet fedâidir kahramanına
Kim taş atabilir onun şanına?
Dil uzatma sakın Türk aslanına!
Anlatayım sana bilmezsen niçin...
O milli dehanın tam Kemâl’idir
Türk’ün hem celâli, Hem cemâlidir
Mefküre görünmez, o timsâlidir
Mefküreye çattın, söyle sen niçin?
Uyanık bulunun ey Türk gençleri!
İrtica sevemez bu hür rehberi
Susturun mantıkla, kin güdenleri
Borcunuz savaşmak ebeden, niçin?... (2)
“İki M. Kemal vardır: Biri fâni
M. Kemal; diğeri, milletin içinde
yaşattığı M. Kemaller idealidir.
Ben
onu
temsil
ediyorum.”
K. ATATÜRK
2
Prof. M. Kaplan ve arkadaşları: Atatürk Şiirler Antolojisi, Ank. – 1986, s. 9
287
Halk Partisinin Kuruluşu:
Birinci TBMM devam ederken, muhalif milletvekillerinin sert
eleştirilerine etkili cevap verebilmek için, mecliste Anadolu ve
Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni temsilen, mecliste Müdafaai Hukuk grubu kurulmuştu.
İkinci TBMM için yapılan seçimlerde, milletvekilleri
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri arasından
seçilmişti. 9 Ağustos 1925’te bu tarihî cemiyetin adı Halk Fırkası
olarak değiştirilmiş ve başkanlığına, kurucu üye olan M. Kemal
getirilmişti. Bu fırka, ileride Cumhuriyet Halk Partisi adına alacaktı.
4- İkinci TBMM’nin Toplanması ve
İlk İcraatları
19 Ağustos 1923’te ilk toplantısını yapan ikinci TBMM, 23
Ağustos 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşmasını onaylamıştı.
Lozan antlaşmasının TBMM’nde onaylanmasından sonra, 6
hafta içinde İstanbul ve Çanakkale bölgeleri İtilaf Devletleri tarafından
boşaltılmıştı. Son düşman kafilesi 2 Ekim 1923 günü, Dolmabahçe
önünde Türk bayrağını ve Türk askerini selamlayarak çekilip
gitmişlerdi.
6 Ekim 1923 günü de Türk askerleri halkın sevinç
gösterileri içinde İstanbul’a girmişti!...
Ankara’nın Başkent Olması
TBMM ilk olarak Ankara’da açılmış ve orada faaliyetini
yürüterek Milli Mücadeleyi kazanmıştı. Fakat Ankara resmen başkent
ilân edilememişti. Saltanat kaldırılınca İstanbul başkent olmaktan
çıkmış, yeni devlete yeni bir başkent aranır olmuştu. Bir kısım
milletvekilleri başkentin İstanbul olmasında diretiyordu. Diğer bir
kısım milletvekilleri ise bunun sakıncalarını belirterek, Ankara’nın
başkent olması görüşünde ısrar ediyorlardı. Neticede, Ankara’nın
yeni Türkiye devletinin hükümet merkezi olmasına, TBMM’nin
13 Ekim 1923 günü toplantısında karar verildi ve Ankara resmen
başkent ilan edildi.
Yukarıda belirtildiği gibi, ikinci TBMM’ne seçilen
milletvekilleri, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri
arasından seçilmişti. Buna rağmen, ikinci TBMM açıldıktan pek az
sonra meclis üyeleri arasında fikir ayrılıkları baş göstermişti. M.
288
Rasim Pehlivanoğlu
Kemal’in yakın arkadaşlarından bile bazıları temel sorunlarda aykırı
düşünce ve görüşlere sahip bulunuyorlardı. Önemli tarihî kararların
alınmasına karşı koyma eğilimi gösteriyorlardı.
İlk muhalefet, hükümet kurma konusunda kendisini
göstermişti. Zira, TBMM’nin 20 Ocak 1921 tarihli ilk anayasasına
göre, hükümet üyeleri doğrudan doğruya TBMM tarafından
seçiliyordu. Bunlar da kendi aralarından birisini başkan
seçiyorlardı. TBMM’nin başkanı, İcra Vekilleri Heyeti’nin (Bakanlar
Kurulunun) da başkanıydı. Mecliste, hükümet üyeleri seçimi
konusunda anlaşmazlıklar oluyor ve bu yüzden önemli işler
aksıyordu.
Buna bir çare bulunmalıydı... Ama nasıl?...
5- Cumhuriyetin İlânı ve Cumhurbaşkanı Seçimi
“Cumhuriyet rejimi, demokrasi sistemi
ile devlet şekli demektir... Cumhuriyet
ahlaki
fazilete dayanan bir idaredir.
Cumhuriyet fazilettir.” K. ATATÜRK
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti” demokratik
prensiplere dayanıyordu. Ama hükümet, ismi bakımından demokrasi
idarelerinden hiçbirine benzemiyordu. Bakanlar kurulunu meclis
seçiyor, meclis başkanı bu heyete başkanlık ediyordu. Devletin
başkanı yoktu.
M. Kemal, Mîsâk Millînin gerçekleşmesi için çalışıldığı
sırada, rejim meselesini ortaya atarak Millî kuvvetleri parçalamak
istemiyordu. Fakat Osmanlı saltanatı kaldırılınca bu konuya eğilmek
gerekiyordu. Zira: Ortada bir Türk devleti vardı ama ismi yoktu.
Ülkede yayınlanan gazetelerde bu konuya yer veriliyordu. Yeni
Gün Gazetesi, “Yakında Cumhuriyet ilân edileceğinden” söz
ediyordu. Hüseyin Cavit Yalçın’da kendi gazetesinde, “Her şey
fiilen cumhuriyet olduğu halde, adı neden resmen söylenmiyor”
diye yazıyordu.
TBMM’nde de durum iç açıcı değildi. Meclisçe seçilen
Bakanlar kurulunu beğenmeyen muhalefet milletvekillerinin gizli
çalışmaları nedeniyle hükümet iş göremez hale gelmişti. M. Kemal
muhalefet grubuna bir fırsat vermek ve kuvvetlerini ölçmek için,
289
Çankaya’ya topladığı bakanların istifa etmelerini ve yeniden
seçilmeyi kabul etmemelerini istemişti.
27 Ekim 1923’de istifa eden Bakanlar Kurulunun yerine,
muhalefet grubu kabul gören bir liste çıkaramamıştı. M. Kemal’e
bağlı olan Halk Fırkası’nın çıkardığı liste de zayıftı. Ülkeye zararlı
olacak bir hükümet buhranı baş göstermişti.
M. Kemal artık kararını vermişti: 28 Ekim günü meclisten
çıkarken, Hükümet Başkanı Fethi Bey (Okyar), Millî Müdafaa Vekili
Kazım Paşa ile İsmet Paşa, Kemalettin Sami ve Halit Paşaları
Çankaya’da akşam yemeğine davet etmişti. Yemek sırasında:
– Arkadaşlar, yarın Cumhuriyeti ilân edeceğiz” demiş ve
sofrada bulunanların hepsi de M. Kemal’in bu fikrine iştirak
etmişlerdi.
Hemen o gece, Anayasanın değiştirilmesi için İsmet Paşa ile
bir kanun tasarısı hazırlanmıştı. “Hakimiyet kayıtsız şartsız
milletindir” sözüyle başlayan 1. maddenin sonuna: “Türkiye
Devletinin şekli Cumhuriyettir” cümlesi eklenmişti.
Ertesi gün, Halk Fırkası grup toplantısında durum tartışılmıştı.
Uzun görüşmelerden sonra, M. Kemal’in inandırıcı konuşmasını
takiben, Cumhuriyetin ilânı parti grubunda kabul edilmişti.
Grupta kabul edilen tasarı, aynı gün öğleden sonra toplanan
TBMM’nde konuşuldu. Önce komisyon tutanakları okundu.
Milletvekillerinden özellikle Nadir Nadi, Vasıf Çınar, Eyüp Sabri,
Rasih Hoca tasarı lehinde etkili konuşmalar yaptılar. Şair Mehmet
Emin (Yurdakul) heyecanlı konuşmasıyla, bütün Milletvekillerini
coşturmuş ve hepsini “Yaşasın Cumhuriyet!” diye bağırmaya
davet etmişti.
Bütün Milletvekilleri ayağa kalkarak üç defa “YAŞASIN
CUMHURİYET!” diye bağırmışlardı.
29 Ekim 1923 Pazartesi günü saat 20.30’da, Cumhuriyeti
ilan eden kanun böylece kabul edilmişti. Artık Türk Devletinin adı
bundan sonra ”Türkiye Cumhuriyeti” olmuştu.
Sıra Cumhurbaşkanı seçimine gelmişti. Aynı gün 15 dakika
sonra yapılan seçimde, seçime katılan üyelerin oybirliğiyle,
Ankara Mebusu (Milletvekili) Gazi M. Kemal Paşa
Cumhurbaşkanlığına seçilmişti.
Vakur ve sevinçli bir çehreyle kürsüye çıkan Cumhurbaşkanı
M. Kemal, sürekli alkışlar arasında teşekkür konuşmasını yapmıştı.
Konuşmasında:
290
Rasim Pehlivanoğlu
–...Milletimiz, haiz olduğu vasıflarını ve liyakatini,
hükümetinin yeni ismiyle Cihan-ı Medeniyete (Medeni Aleme) daha
çok kolaylıkla göstermeye muvaffak olacaktır” demiş ve “Millet
sevgisini her işte dayanak yaparak hep birlikte ileriye gideceğiz.
Türkiye Cumhuriyeti muvaffak ve muzaffer olacaktır” sözleriyle
konuşmasına son vermişti.
Aynı gece, Cumhuriyetin ilanı bütün ülkeye duyurulmuş ve
her bölgede yüz bir pare top atışıyla kutlanmıştır.
Milletimizin o günlerdeki sevinç duygularını Şair Cemal
Oğuz Öcal şöyle dile getiriyor:
ATATÜRK ve CUMHURİYET
Baş eğmişken önünde altı asır her zorluk,
Göçtü bir çınar gibi koca İmparatorluk!...
Çatırdattı bu göçüş göklerini vatanın,
Duyunca silkindi Türk, narasını “Ata” nın!...
Haykırdı kadın, erkek: “İhtilâl var, ihtilâl!
Çiğnenemez yerlerde mübârek şanlı hilâl...”
Alev alev bayrağım kızıllıklarda yandı.
Bütün millet “Kemal” in etrafında toplandı...
Dönünce yurt ananın gözleri bir pınara
Can verdi Ulu Tanrım bu devrilen çınara!
Saldı o yeniden kök, filiz, gövde, dal, budak;
Irkımın şahlanışı ısırttı “Garb” a dudak!...
Çekince Mehmetçikler kılıçları kınından,
Göl göl oldu her taraf korkak düşman kanından
Birleşti siperlerde gazilerle, şehitler,
Yeni bir düzen verdi dünyaya koçyiğitler!...
Dile gelince otuz asırlık şanlı mazi
Türk’ün kara bahtını ağarttı “Büyük Gazi”!...
Son verip bu cenkte biz bin bir kötü niyete.
Kavuştuk sevgilimiz: İstiklâl Hürriyete!...
Değildir zindan artık bize Anadolu’muz.
Cumhuriyet nuruyla aydınlandı yolumuz!...
Onun kutsal sevgisi taşıyor içimizden,
Gökler dolusu selâm ölmez “Ata” ya bizden!... (3)
3
Avni Altıner: Her Yönüyle Atatürk, İst. – 1961, s. 324
291
Şair Bedrettin Uşaklıgil zafer günlerini hatırlatan Akdeniz’e
Doğru şiiriyle Cumhuriyete duyduğumuz özlemi belirtiyor:
AKDENİZE DOĞRU
Eğilmez başımıza taç yaptık hürriyeti.
Zaferle kalbimize yazdık Cumhuriyeti.
Sakarya’dan su içen o çelik süngülerle.
Yuvaları dağılmış yılmaz bir avuç erle,
“Hedef Akdenizdir İleri!...” diyen parmağa koştuk.
Zafer bahçelerinden gül koparmağa koştuk.
Yol gösterdi göklerden bize binlerce yıldız.
Kıpkızıl ufuklardan taştı al bayraklarımız.
Koştuk arslanlar gibi kükreyip dağdan dağa.
Canavarlar dişinden vatanı kurtarmağa,
Vahşetlere dikilmiş gözlerimiz dumanlı.
Hürriyete susamış yanık bağrımız kanlı:
Çılgınca atılarak şanlı Dumlupınar’a.
Süngümüzden şan verdik coşkun yıldırımlara.
Sakarya’dan su içen o çelik süngülerle.
Yuvaları dağılmış, yılmaz bir avuç erle
Eğilmez başımıza taç yaptık hürriyeti.
Zaferle kalbimize yazdık Cumhuriyeti... (4)
4
a.g.e., s. 320
292
Rasim Pehlivanoğlu
6- Halifeliğin (Hilafetin) Kaldırılması
“Dinle hilâfeti birbirinden ayırt etmek lazımdır.
Birincisi ne kadar faydalı ise, ikincisi o kadar
lüzumsuz bir hal almıştır.”
K. ATATÜRK
Hilâfet, Hz. Peygambere vekil olarak, İslâmlığı ve İslâmları
koruma görevidir. Halife ise, ölümünden sonra Hz. Peygambere vekil
olan (Halef olan) kimsedir. İslâm dini esaslarına göre Halife baş
imamdır. Bulunduğu ülkede ruhani reistir. Arap devletlerinde
hem ruhani reis hem de devlet başkanı olmuştur. Devletin gücünü
elinde bulundurmaktaydı.
Halife, baş imam olarak bütün İslâm aleminin de ruhani
reisidir.
Halifelik, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Hz.
Ebubekir’le başlamıştır. Seçimle gelen dört Halifenin din ve devlet
başkanı olmasıyla devam etmiştir. Böylece Halifelik, Arap
Devletlerinde din ve devlet başkanlarına verilen bir unvan olarak
yerleşmiştir. Ancak, Emeviler devrinde Halifelik babadan oğla
geçen bir saltanat haline gelmiştir.
1258’de Hülâgu’nun Abbasi Devletini yıkmasıyla, Halife
Mısır Kölemenlerine sığınmıştır. Kölemenlerin himayesinde, 1517
yılına kadar halifelik devam etmiştir. Bu tarihte Mısır’ı zapteden
Yavuz Sultan Selim, İstanbul’a getirdiği halife Mütevekkil
Allallah’tan halifeliği devralmıştır. Bundan sonra Osmanlı
Padişahları Halife unvanını da kullanır olmuştur.
Osmanlılarda, din işleri halife adına Şeyhülislamlar
tarafından
yürütülmüştür.
Sultanlar,
önemli
kararlarında
Şeyhülislamların fetvasını almak ihtiyacını duymuşlardır.
Ülkemizin bir kısım insanları arasında, yanlış bir yorumla,
halifenin Tanrının yer yüzündeki temsilcisi ve gölgesi olduğu
kanısı yerleşmişti. Halife olmadan devlet yönetilemez, Cuma namazı
kılınamaz sanılıyordu. Gerçekte ise, İslam dininde böylesi bir dinsel
makam yoktu. Ama, halkın inançlarını da yok saymak doğru
olamazdı. Verilecek kararlarda dikkatli olunmalıydı...
Lozan Barış Konferansı başlamadan önce, 1 Kasım 1922’de
saltanat kaldırıldığı halde halifeliğe dokunulmamıştı. Son Osmanlı
Padişahı Vahdettin’in bir İngiliz gemisiyle kaçışından sonra, 18 Kasım
1922’de TBMM tarafından Abdülmecid halife seçilmişti. Ama
kendisine verilen bir talimatla, Halife-i Müslimin (Müslümanların
293
Halifesi) unvanından başka bir sıfat kullanmaması ve şatafatlı
gösterişlerden kaçınması istenmişti.
Fakat bazı politikacılar: “Hilafet aynı hükümettir.
Hilafetin hukuk ve görevlerini iptal etmek hiç kimsenin, hiçbir
meclisin elinde değildir!” diyerek halifeyi Padişah gibi yaşatmak
istiyorlardı. Bu gibilerin etkisine kapılan Halife Abdülmecid Efendi
de, kendisine verilen talimatları önemsemeyerek: “Halife-i
Müslimin” tabirinden başka unvanlar kullanıyor, padişahlığı
andıracak şekildi, “Abdülaziz Han oğlu Abdülmecid” unvanlı
imzalar atıyordu.
Cuma namazına giderken beyaz bir ata biniyor, Fatih Sultan
Mehmet gibi giyinip başına aynı tarzda sarık sarıyordu. Şatafatlı
gösterilerle kendisini halka alkışlatıyordu. Hakkı alınmış bir
Padişah gibi tanıtmaya çalışıyordu. Halife seçilmesini sağlamış olan
TBMM’nin hizmetlerini takdir etmekten kaçınıyordu. Düşman
gemisiyle kaçan Vahdettin’in tavrını tenkit etmekten çekiniyordu.
Kendisini seçen TBMM’ne yardımcı olacak yerde, aksine,
çeşitli olumsuz tavır ve davranışlarıyla meclisin işini
güçleştiriyordu. Yabancı elçiler de ilk önce halifeye gidiyordu. Bu
hal böyle devam edemezdi...
Milliyetçilik ve Millî Hakimiyet Esası üzerine kurulan yeni
Türkiye Devletinin bu tarz Halifelik kurumuyla bağdaşması
mümkün değildi. Gazi M. Kemal Paşayı düşündüren en kuvvetli
âmil, “Halife mevcut oldukça, Türkiye’de yapılması gerekli olan
sosyal ve laik karakterdeki inkılâpların yapılamayacağı” endişesi
idi.
Bazı gazeteler halifelik lehinde yazılar yazıyordu. Bunlar
savunmalarında: “Türkiye fakir ve küçük bir devlettir. Onun bu
küçüklüğünü örten hilafettir” diyorlardı ve “Hilafet bizde kaldıkça
hala Müslüman aleminin manevi şefi olarak kalacağımızı”
söylüyorlar ve bundan fayda bekliyorlardı.
Oysa, Birinci Cihan Savaşı sırasında bütün Müslüman
Aleminin manevi lideri olan halifenin Osmanlı devletinde
bulunmasına, düşmana karşı Sancak-ı Şerif açmış olmasına rağmen;
hakimiyetimiz altında bulunan ve halkının tamamı Müslüman olan
Arap milletleri, Müslüman kardeşleri olan Türk Milletine
yardımcı olacak yerde; İngilizlerle, Fransızlarla birlik olmuşlar,
Osmanlı Devletini arkadan hançerlemişlerdi. Böylesi Müslüman
devletlerden mi hayır gelecekti?
TBMM’nde de halife lehinde ve aleyhinde tartışmalar
oluyordu. Artık bu duruma bir son vermeliydi.
294
Rasim Pehlivanoğlu
İsmet Paşa bir grup toplantısında Padişahlığı aklından
geçiren Halifeye kesin ve son sözünü söylemişti:
– Tarihinin herhangi bir devrinde bir halife, eğer zihninden
bu memleket mukadderatına karışmak arzusunu gösterirse, o
kafayı behemehal koparacağız!” demişti.
O sırada, savaş oyunları sebebiyle İzmir’e giden M. Kemal,
beraberinde bulunan İsmet Paşa, Fevzi Paşa ve Kâzım Paşa ile
halifeliğin kaldırılmasını kararlaştırmışlardı.
İzmir dönüşlerinde Mecliste bütçe müzakereleri yapılıyordu.
Halifelik tahsisatının arttırılması lehinde ve aleyhinde konuşmalar
oluyordu. Bu konu açılmışken artık bir karara bağlanmalıydı. 2 Mart
1924’de, Halk Fırkası grubunda halifeliğin kaldırılması konusu
tartışıldı ve kanun tasarısı görüşülüp karara bağlandı.
Ertesi gün (3 Mart 1924’de), TBMM genel kurulunda
görüşülen kanun tasarısı oylanarak kanunlaştı. Kanunun birinci
maddesinde: “Halife görevden alınmıştır. Halifelik, Hükümet ve
Cumhuriyet anlamında ve kavramında zaten var olduğundan,
Halifelik makamı kaldırılmıştır” deniliyordu.
Bu suretle, Osmanlı monarşisinin dayandığı dinî müessese
olan Halifelik kurumu da tamamen kaldırılmış oldu.
Halifeliğin kaldırılması konusundaki kanun tasarısını 58
arkadaşıyla Meclise sunan Şeyh Saffet Efendinin meclisteki
konuşmasının bazı bölümleri -önemli görüldüğünden- aşağıya
alınmıştır.
“..... İslâmlığın yüceliğini ve temizliğini korumak için
halifeliğin gerçek yapısını bir an önce dünyaya duyurmak ve
açıklamakta bir gün bile gecikmek doğru değildir. Öteden beri bir
kişinin, ya babadan gelme bir hakla ya da zor kullanarak devletin
başına geçtikten sonra, halife sanını almasını İslâm dininin gereği
gibi göstermek yanlışlığını bırakmamız lâzım geliyor.
Cumhuriyetin ilânı, Türk halkının ne üstün bir düzeyde
olduğunu ıspatlamıştır. İşte böyle bir düzeye (seviyeye) geldiğimiz
içindir ki, geçmişte sadece bilginlerin bildiği ama açıklamaktan
çekindikleri gerçeği dünyaya duyurmak ve bu sorunu çözmek için
toplanmış bulunuyoruz.
Efendiler, Yüce Tanrı, bazı peygamberlerini yer yüzünde
insanları yönetmekle de görevlendirmiştir. Bu görevle yükümlü
peygamberlere kitabımız Kur’an, halife sanını vermiştir. Şöyle ki,
Cenabı Hak, Davut peygambere, “Ben seni yeryüzünde yerime vekil
295
(halife) yaptım” diyor. Arkasından da, “halk arasında hakça,
adaletle iş gör” buyuruyor. Şu halde halifeliğin gerçek anlamı yer
yüzünde insanları adaletle ve hakça yönetmektir......
Tanrının en ulu halifesi Peygamberimizden sonra, iş başına
gelen dört halifeler de zaten devleti böyle halkla birlikte, halka
danışarak yönetmişlerdi. Şimdi devletimizin yönetim biçimi
hamdolsun Cumhuriyet olduğuna göre, demek ki, halifelik bu
yüce Meclisin şerefli kişiliğinde belirmektedir..... Halifelik, gerçek
anlamıyla yüce Meclisimize ait bulunmaktadır.” (5)
Bu konuşmadan sonra Şeyh Saffet Efendi ile 58 arkadaşının
sunduğu kanun tasarısı oya sunularak kabul edilmiştir.
5
İsmet Parmaksızoğlu: T. C. İnk. Tarihi, İst. – 1982, s. 128
296
Rasim Pehlivanoğlu
7- Yapılan İnkılâplar – Genel İlkeleri
“Hakiki inkılâpçılar onlardır ki, ilerleme
ve yenileşme inkılâbına yöneltmek istedikleri
insanların ruh ve vicdanlarındaki gerçek
eğilime sızmasını bilirler.”
K. ATATÜRK
Sözlük anlamına göre İnkılâp değişme, dönüşme, bir halden
başka bir hale hızla geçme demektir. Devlet nizamında veya devletin
bazı müesseselerinde yapılan hızlı ve köklü değişiklikler ve
yenilikler birer İnkılâp hareketidir.
Bir devletin ilerlemesine ve çağdaşlaşmasına engel olan,
devrini tamamlamış ve zamanı geçmiş müesseseleri hızla
değiştirmek, geliştirmek ve yenileştirmek İnkılâbın ön hedefidir.
İnkılâpta sürüncemede bırakmak yoktur. Birden değiştirmek,
geliştirmek, yenileştirmek ve sonuca hızla ulaşmak vardır.
23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılmasıyla yeni kurulan Millî
Devletimizde hızla değişecek, gelişecek ve yenileşecek, köhneleşmiş
çok şeyler vardı. Bu değişme ve yenileşmeler uzatılmadan ve
sürüncemede bırakılmadan hemen gerçekleşmeliydi. Bunu başarmak
için, M. Kemal İnkılâp yolunu seçmişti.
Ülkemizde, özellikle 12 Eylül 1980 öncesinde, İnkılâp yerine
devrim kelimesi kullanılır olmuştu. Ancak 12 Eylül harekâtıyla
birlikte İnkılâpçılığa dönülmüştü.
Devrim anlamı İnkılâptan çok farklıdır. Devirmek fiilinden
türemiş olan devrim kelimesi yıkmak, düşürmek, zor kullanarak
değiştirmek anlamındadır. İnkılâpta ise değiştirme ve yenileştirme
anlamı vardır. Ama devirme ve yıkma yoktur. Devrim ihtilalcidir,
İnkılâp tekâmülcüdür (geliştirmecidir). Devrimde halk taraftar olmasa
bile, zor kullanarak yıkmak veya değiştirmek vardır. İnkılâpta ise,
mecbur kalmadıkça zora başvurulmaz; halkı aydınlatarak,
bilinçlendirerek ve kabul ettirerek hızla değiştirmek ve
yenileştirmek esastır. Bir yeniliği herkes birden kabul etmeyebilir.
Ama ikna edilerek halkın çoğunluğu kabul ederse, diğerleri de
zamanla onlara uyum sağlayarak amaca ulaşılabilir.
12 Eylül 1980 harekâtını yapanlar bu görüşü benimsemişler,
konuşmalarında ve icraatlarında devrimciliği bırakarak
İnkılâpçılığı seçmişlerdir. Türk toplumunu süratle geliştirmek ve
çağdaşlaştırmak isteyen M. Kemal de, amaca ulaşmak için devrimci
yolu değil, İnkılâpçı yolu uygun bulmuştur.
297
Atatürk’ün İnkılâpçılığı, geçmişle ilgili ne varsa hepsini
devirmek gibi yıkıcı bir icraatı değil, Türk sosyal hayatının ıslahı
gerekli olan taraflarını, amaca uygun şekilde yeniden
düzenlemekten ibarettir. Gerektiğinde zora da başvurulabilir.
Atatürk İnkılâplarının bir özelliği de akla yatkın olmasıdır.
Her İnkılâp aklın süzgecinden geçirilerek yapılmıştır. Akla ve ilme
uygun olmayan İnkılâba yer verilmemiştir.
“Ben kalpleri kırarak değil, kazanarak
hükmetmek isterim.”
K. ATATÜRK
Cumhuriyet İnkılâbı ve
Onuncu Yıl Dönümü
“Türk Milletinin tabiat ve adetlerine en
uygun olan idare Cumhuriyet idaresidir.”
K. ATATÜRK
Atatürk’e göre: “...Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz
İnkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti Halkını tamamen çağımıza
uygun, bütün mana ve biçimiyle medenî bir toplum haline
ulaştırmaktır. İnkılâplarımızın temel nedeni budur...”
Bu temel prensipten hareket eden Atatürk, İstiklâl Savaşı
zaferini takip eden günlerden başlamak üzere, ülkemizde çok önemli
İnkılâplar yapılmasına ön ayak olmuştur.
Burada önemle belirtmek isterim: Yeni Türkiye Devletinin ve
M. Kemal’in en büyük İnkılâbı saltanatın ve hilâfetin kaldırılması
ile, Türkiye Cumhuriyetinin kurulması olmuştur. Atatürk 10. Yıl
nutkunda Cumhuriyet İnkılâbına özellikle değinmiştir. Orada:
– Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en
büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan
Türkiye Cumhuriyetidir” diyen Atatürk, kurulan Türkiye
Cumhuriyetinin önemini özenle vurgulamıştır.
Cumhuriyetin ilân edilmesinin 10. yılında köyde, kentte ve
yurdun her köşesinde büyük bayram şenlikleri yapılmıştı. O yıl 5
yaşında bir çocuktum. Bayram sabahı, çalınan davullarla köyün
önünden geçen derenin kıyısındaki çayırlık yere gidişimizi, orada
kesilen koçları, kaynayan kazanları, pişirilen etli pilavları halâ
hatırlıyorum. O yıl dönümünde güzel şiirler yazan şairlerimiz de
olmuştu. Bunlardan Faruk Nafız ve Behçet Kemal’in birlikte
298
Rasim Pehlivanoğlu
imzaladığı 10. yıl marşı hala dillerimizde söylenegelmektedir. Bu
marşın güftesini aşağıya alıyorum:
CUMHURİYETİN ONUNCU YIL MARŞI
Çıktık açık alınla on yılda her savaştan,
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan
Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan,
Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan.
Türk’üz Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!...
Bir hızla kötülüğü geriliği boğarız;
Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız.
Türk’üz bütün başlardan üstün olan başlarız;
Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız.
Türk’üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!...
Çizerek kanımızla öz yurdun hartasını
Dindirdik memleketin yıllar süren yasını,
Bütünledik her yönden İstiklâl kavgasını;
Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını.
Türk’üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!...
Örnektir milletlere açtığımız yeni iz;
İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz.
Uyduk görüşte bilgi, gidişte ülküye biz;
Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz.
Türk’üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!
(6)
6
Hacı Angı: Çocuk Gözüyle Atatürk, Ank. – 1977, s. 82
299
Saz şairlerimizin de Cumhuriyet sevgisini dile getiren
şiirlerinden ikisini aşağıya alalım:
CUMHURİYET BAYRAMI
Tarihe şan veren büyük milletim,
Bugün senin cumhuriyet bayramın.
Bize önder olan aziz Atamız,
Bugün senin cumhuriyet bayramın.
Dalgalan bayrağım, selâmlar sana,
Seni gören düşman kaçar her yana.
Her an için şan verirsin vatana,
Bugün senin cumhuriyet bayramın.
Bugün milletimi sevinçli gördüm,
Bir baştan bir başa süslenmiş yurdum.
Hazır ol selâma, kahraman ordum,
Bugün senin cumhuriyet bayramın.
İstiklâl yolunda savaşan bacım,
Demedin kimseye yorgunum, acım.
İlelebet sensin başımda tacım
Bugün senin cumhuriyet bayramın.
Okunsun marşımız hoş avaz ile,
Atamın eseri bitmez söz ile.
Merdanoğlu, coşmalısın saz ile,
Bugün senin cumhuriyet bayramın. (7)
Aşık Musa Merdanoğlu
7
Fevzi Halıcı: Saz Şairlerinin Diliyle Atatürk, Ank. – 1981, s. 185
Rasim Pehlivanoğlu
300
CUMHURİYET
Güneş gibi ışık olduk,
Var olasın cumhuriyet.
Her işine aşık olduk
Var olasın cumhuriyet.
Vücuttaki kanımızı,
Kutsal olan dinimizi,
Şen eyledin canımızı
Var olasın cumhuriyet.
Güneş oldun başımıza,
Toprak ile taşımıza.
Erdik, ekmek, aşımıza
Var olasın cumhuriyet.
Atamızdan armağansın,
Seviyoruz, yadigârsın.
Halkımıza vefakârsın.
Var olasın cumhuriyet.
Der Ummani, geldik coşa,
Türkiye’miz baştan başa,
Bayrağınla sonsuz yaşa
Var olasın cumhuriyet... (8)
Aşık Ummani Saraç
8
a.g.e., s. 197
301
Soyadı İnkılâbı ve Diğerleri
1934 yılında çıkarılan soyadı kanunu da önemli bir İnkılâp
hareketidir. Bu kanun ile: Ağalık, paşalık, şuralı buralı olmak,
şunun oğlu ya da bunun soyundan bulunmak... gibi paye verilen
sıfatlar kaldırılmıştır. Onun yerine herkese birer soyadı verilerek
ismiyle beraber söylenmesi ve bu sıfatla anılması sağlanmıştır. Kör
Cemal, Topal İsmail, Çolak İbrahim, Sarı Ahmet gibi takma adlar da
kendiliğinden sona ermiştir.
TBMM, Gazi M. Kemal’e de şanına uygun bir soyadı
verilmesini düşünmüş ve bulmuştur: 24 Kasım 1934 günlü
toplantısında büyük öndere Atatürk soyadı verilmiştir. Böylece,
TBMM tarafından da Türkün atası olduğu ilan edilmiştir. Bu tarihten
itibaren, geçmişi şanlarla dolu M. Kemal adı yavaş yavaş bırakılmış,
sadece Atatürk adıyla anılır olmuştur. İmzasını da Kemal Atatürk
olarak atmıştır. Bizde bundan sonraki yazılarımızda, büyük
Gazimizi, TBMM tarafından verilen Atatürk soyadıyla anacağız.
Atatürk sağlığında, Türk sosyal ve ekonomik hayatının
gerektirdiği çok sayıda İnkılâplar yapılmasını sağlamıştır.
Hukukta, eğitimde, alfabede, dilde, ekonomik hayatta, kadın
haklarında ve daha başka sahalarda yapılan İnkılapları burada tek
tek anlatmak konumuz dışıdır. İleride (üçüncü kitapta) “Atatürk’ün
Kişilik Özellikleri” anlatılırken yeri geldikçe ve gerektikçe
bunlara da değinilecektir.
Atatürk çok daha önemli hizmetler ve İnkılâplar
yapabilecek yaşta ve olgunluktaydı. Büyük tasarıları vardı... Ama
ecel erken yakalamıştı...
“İnsanları
mesut edecek yegâne
vasıta, onları
birbirlerine yaklaştırarak, birbirlerini sevdirerek, karşılıklı maddî
ve manevî ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve faaliyettir.”
K. ATATÜRK
302
Rasim Pehlivanoğlu
Yusuf Ziya Ortaç’ın 1928’de yazdığı “GAZİMİZ” başlıklı
destanının giriş bölümündeki beş kıta aşağıya alınmıştır:
GAZİMİZE
Gel, seni genç ihtiyar ellerinde taşısın:
Sevinçten ağlıyoruz gözümüzün yaşısın!
Kara günlerimizde bize can yoldaşsın,
Sen dünyalar durdurça bu milletin başısın!
Yeniden şan ver bize! Yeniden can ver bize,
Sensin Reisicumhur, bu şeref yeter bize!
Görün ey nur bakışlım, yüzünü göster bize,
Gel, seni genç ihtiyar ellerinde taşısın!
Sen sağken gönlümüzün ufku değil bulutlu,
Sana da kutlu olsun bu gün bize de kutlu!
Halka böyle saadet, böyle talih ne mutlu!
Sevinçten ağlıyoruz gözümüzün yaşısın.
Yüzümüzü ağartan sensin dünyada asıl,
Dudaklarda geziyor menkıben fasıl fasıl,
Millet seni göğsünden nasıl bırakır nasıl:
Kara günlerimizde bize can yoldaşsın!
Gönlümüz gamlı değil, kalbimiz küskün değil,
Bu düğün yer yüzünde görülmüş düğün değil.
Ey yüceler yücesi! Dün değil, bugün değil,
Sen dünyalar durdukça bu milletin başısın. (9)
9
Prof. M. Kaplan ve ark.: Atatürk Şiirleri Antolojisi, Ank. – 1986, s. 24
303
Halide Nusret Zorlutuna şiiriyle Türk çocuğuna Atatürk’ü
tanıtıyor:
ATATÜRK
Türk çocuğu! İyice bak ve tanı:
İstiklâl güneşi bu baştan doğdu;
Salgından kurtardı güzel vatanı,
Bütün düşmanları yurdundan kovdu.
TÜRK KIZI! Yüksel de göklere kadar,
Altın yıldızlardan işle bir çelenk;
Ayın bahçesinden çiçekler kopar,
Atatürk’ün önüne ser; ışık renk.
Türk oğlu rüzgârlar olsun sana at,
Doğudan batıya müjdeler taşı,
Atatürk’ü gönlün içinde yaşat;
De ki: zafer olsun onun yoldaşı!
Cihan tarihini süsledi adı,
Ey büyük ulusum, övün ve sevin,
Bir benzeri daha yaratılmadı,
Dünyada bir tane senin “Kemal’in”! (10)
10
Avni Altıner: Her Yönüyle Atatürk, İst. – 1961, s. 324
304
Rasim Pehlivanoğlu
B- ATATÜRK’ÜN HASTALIĞI, ÖLÜMÜ
ve UNUTULMAZLIĞI
“Benim naçiz vücudum bir gün elbet
toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti
ilelebet pâyidar kalacaktır.” K. ATATÜRK
Yenilmez bir kumandan olarak büyük savaşlar kazanmış,
kurtuluş savaşımıza öncülük ederek yurdumuzu düşman
işgalinden kurtarmış olan büyük insan Atatürk, zaferden sonra
Devlet Adamı olarak da büyük işler başarmıştır. Harabe haline
dönen vatan topraklarının yeniden imarında önemli hizmetler vermiş;
çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma yolunda önemli adımlar atmıştır.
Atılımlarıyla bütün dünya devletlerinin dikkatlerini üzerine
çekmiştir. Dünyanın en çok saygı duyulan bir devlet adamı olarak
sevilen Atatürk, mensubu olduğu Türk Milletine de büyük
saygınlık kazandırmıştır.
Buna rağmen, Atatürk de bir insandı. Fâni olan her insan
gibi, fazla çalışmanın ezginliğiyle yorgun düşebilir, o da hastalanabilir
ve bir gün gelip o da dünyasını değiştirebilirdi. Nitekim öylede
olmuştu. Bu kaçınılmaz gerçeğin pençesine Atatürk de düşmüştü.
1938 yılı Ocak ayında yaptığı Yalova, Bursa gezisi
sırasında, kendisini üşütmüş ve hastalanmıştı. Mayıs ayı başlarında
iyileşerek yurt gezilerine çıkmıştı. Yorgun düşmüş ve yeniden
hastalanmıştı. Mayıs ayı sonlarında tedavi ve istirahat için
İstanbul’da Dolmabahçe Sarayına yerleşmişti. SİROZ hastalığına
yakalandığı anlaşılmıştı.
Doktorların tavsiyesine uyarak, Savorana Yatı ile boğazda,
Florya’da gezintiler yapmıştı. Gösterilen bütün ihtimamlara rağmen,
Hastalığı fena akıbete doğru ilerliyordu. Çok istediği halde, 1938 yılı
Cumhuriyet Bayramı törenlerine katılamamıştı.
Beni Çağırıyorlar
Cumhuriyetin 15. yılı şenlikleri yapılırken, hasta
yatağındaki Atatürk, dışarıda patlatılan maytap seslerini işitmişti.
Yüzünde nurani bir hal oluşmuştu. Bu sırada sarayın önüne gelen bir
vapur da İstiklâl Marşını çalmıştı. Atatürk dinledi, sonradan
gülümseyerek gözlerini açtı:
– Beni çağırıyorlar” dedi ve ilave etti.
305
– Seviniyorlar... Sevinecekler tabii... Sevinmekte
haklıdırlar. 15 yıllık cumhuriyet. Bu sevinilecek neticedir” demişti.
(1)
1- Hastalığın İlerlemesi ve Ölümü
Kasım ayı başlarında hastalık şiddetini arttırmıştı. 8 Kasım
günü, kurtuluş ümitlerini söndürecek bir duruma girmişti... 10 Kasım
Perşembe günü saat 09’u 5 geçe hayata veda etmişti... Fâni âlemden
ebedî aleme göçmüştü.
Atatürk’ün ölümü duyulunca bütün yurt matem havasına
bürünmüştü. Genç ihtiyar, kadın erkek, çoluk çocuk demeden
herkes üzülmüş ve herkes hıçkırarak ağlamıştı. O yıl 10 yaşında
bir çocuktum. Köyde yaşıyordum. Ölümü öğrenen köy halkının
sokaklara dökülerek hüngür hüngür ağlaştıklarına ve sel gibi
gözyaşı döktüklerine tanık olmuştum. Biz çocuklarında katıldığı o
elîm manzara halâ gözlerimin önünde canlanmaktadır. Sadece bizim
köyde değil, bütün köyler, kasabalar ve şehirlerimiz, hep böyle
gözyaşları boşanan hıçkırıklı ağıtlara sahne olmuştu.
Gazetelerde yayınlanan ve sonra kitaplara geçen; gençlerin,
kızlı erkekli öğrencilerin, anneler ve babaların ve de çocukların
gözyaşları dökerek ağlayan resimlerini görenler, sanıyorum
milletimizin o günkü hüzünlü duygularını gözleri önünde ve
hayallerinde canlandırmış olacaklardır.
Atatürk öteki âleme göçmüştü. Ama devlet işlerinin
aksamadan yürümesi gerekiyordu. Ertesi gün (11 Kasım 1938’de)
toplanan TBMM, yeni Cumhurbaşkanlığı seçimini yapmış, ve
Atatürk’ün en yakın silah arkadaşı İsmet İnönü’yü
Cumhurbaşkanlığına getirmişti.
Atatürk’ün ölüm haberini öğrenen bütün dünya devletleri
tâziye telgrafları çekmişler ve cenaze törenine katılmak üzere -çoğu
devlet başkanı olan- temsilcilerini Ankara’ya göndermişlerdi.
2- İstanbul’dan Ankara’ya
19 Kasım’da İstanbul’dan yola çıkarılan Atatürk’ün cenazesi,
20 Kasım günü Ankara’ya gelmişti. Bütün bir dünya o eşsiz
varlığı bekliyordu. Yendiği ülkelerin önemli devlet adamları ve
büyük komutanları da dâhil olmak üzere, bütün dünya
devletlerinin temsilcileri, son saygılarını sunabilmek için, TBMM
önüne yerleştirilen katafalkın önünden, o büyük önderin
cenazesini selamlayarak geçmişlerdi...
1
Avni Altıner: Her Yönüyle Atatürk, İst. – 1961, s. 259
Rasim Pehlivanoğlu
306
Şair Orhan Seyfi o günkü duygusunu şöyle ifade ediyordu:
TABUTUNUN ARKASINDAN
Gidiyor rast gelemez bir daha tarih eşine,
Gidiyor, on yedi milyon kişi takmış peşine!
Gidiyor, sonsuz olan kudreti sığmaz akla,
Gidiyor, Göğsünü çepeçevre saran bayrakla!
Gidiyor, izleri üstünde birikmiş yaşlar,
Gidiyor, yerde kılıçlarla eğilmiş başlar...
Gidiyor, harbin o en korkulu arslan yelesi,
Gidiyor, sulhum ufuklarda yanan meş’alesi...
Yine bir devr açacakmış gibi en başta o var,
Hıçkıran seste o var, sessiz akan yaşta o var!
Siliyor ruhunun ulviliği fâni etini,
Çiziyor ufukta batan bir güneşin heybetini:
Büyüyor gökten inip toprağa yaklaştıkça
Büyüyor gitgide göklerden uzaklaştıkça!... (2)
18.10.1938
21 Kasım 1938 Pazartesi günü hafiften yağan yağmur altında
yapılan cenaze töreni sonunda, O ölümsüz insanın cenazesi,
Etnografya müzesinde hazırlanan geçici kabrine konmuştu.
Aradan 15 yıl geçtikten sonra da 10 Kasım 1953’te geçici kabrinden
alınarak, büyük bir törenle, ebedi istirahatgâhı olan bugünkü
Anıtkabir’e nakledilmişti.
Atatürk sağlığında: “NEREYE İSTERSE ORAYA GÖMSÜN
MİLLETİM BENİ. FAKAT YETER Kİ UNUTMASIN!” demişti...
Unutulmadı. Unutulmayacaktır...
2
a.g.e., s. 322
307
3- CUMHURBAŞKANI İSMET İNÖNÜ’NÜN
BEYANNAMESİ
21 Kasım 1938 günü yapılan cenaze töreninden sonra, yeni
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, yaslı milletimize duygulu bir
beyanname yayınlamıştı. O beyannamenin önden ve sondan iki
bölümünü gerekli gördüğümden aşağıya alıyorum:
“Büyük Türk Milletine:
Bütün ömrünü hizmetine vakfettiği sevgili milletinin
ihtiram kolları üzerinde Ulu Atatürk’ün fani vücudu istirahat
yerine tevdiğ edilmiştir. Hakikatte yattığı yer, Türk milletinin
onun için aşk ve iftiharlarla dolu olan kahraman ve vefalı
göğsüdür.
Atatürk tarihte uğradığımız en zalim ve haksız itham
gününde meydana atılmış, Türk Milletinin masum ve haklı
olduğunu iddia ve ilan etmiştir. İlk önce ehemmiyeti kavranmamış
olan gür sesi, asla yıpranmayan bir kuvvetle nihayet cihanın
şuuruna nüfuz etmiştir.
En büyük zaferleri kazandıktan sonra da Atatürk, ömrünü
yalnız Türk Milletinin haklarını, insaniyete ezeli hizmetlerini ve
tarihe hakettiği meziyetlerini ispat etmekle geçirmiştir. Milletinin
büyüklüğüne, kudretine, faziletine, medeniyet istididadına ve
mükellef olduğu insaniyet vazifelerine sarsılmaz bir itikadı vardı.
“Ne mutlu Türküm diyene!” dediği zaman kendi engin
ruhunun hiç sönmeyen aşkını en manalı bir şekilde hülasa etmişti.
........................................
Türk Milletinin aziz Atatürk’e gösterdiği sevgi ve saygı,
onun niçin Atatürk gibi bir evlat yetiştirebilir, bir kaynak
olduğunu bütün dünyaya göstermiştir.
..................................
Devletimizin banisi ve milletimizin fedâkar, sadık hâdimi
(hizmetkarı), insanlık idealinin aşık ve mümtaz siması kahraman
Atatürk:
Vatan sana minnettardır!
Bütün ömrünü hizmetine verdiğin Türk milleti ile beraber,
senin huzurunda tâzim ile eğiliyoruz.
Bütün hayatında, bize ruhundaki ateşten canlılık verdin.
Emin ol, aziz hatıran sönmez meş’ale olarak ruhumuzu daima
ateşli ve uyanık tutacaktır.”
Reisi Cumhur: İsmet İNÖNÜ
308
Rasim Pehlivanoğlu
Minnettar Kaldığımız Atatürk
Minnettar kaldığımız, bizlerden birisi olan Atatürk’e
sadece milletimiz değil, bütün dünya milletleri sahip çıkmış ve
onun hakkında övücü çok güzel şeyler söylemişlerdir. Atatürk,
dünyanın benimsediği ve örnek aldığı büyük bir liderdi. Dünyada
yetişen başarılı devlet adamlarından pek çoğu Atatürk’ü kendisine
rehber edinmişlerdir. Her devletin ileri gelenleri onu takdir etmişler
ve çalışmalarını örnek almışlardır.
Atatürk, esir milletlere de örnek olmuş ve esaretten
kurtulmalarında onlara yol göstermiştir...
Ama Atatürk, her şeyden önce bizim Kemalimizdi.
O, Türk milletinin bir fedaisiydi.
O, yenilmez bir Türk Komutanıydı.
O, iyi yetişmiş bir Türk büyüğüydü.
O, en büyük Türk Milliyetçisiydi.
O, çok yönlü, ön görüşlü büyük bir liderdi.
O, eserleriyle ölümsüzleşmiş büyük bir insandı.
O, başarılı büyük devlet adamıydı.
O, içimizden yetişen şanlı büyüğümüzdü.
O, sevincimiz, gururumuz ve her şeyimizdi.
Ve o sadece bizlerden biriydi...
Şair’in deyişiyle:
Bizdendi sevinci, bizdendi derdi.
Biz uyurduk, O bizi beklerdi.
Uyudu! Nöbeti bizlere verdi...
Evet nöbet bizlere geçmiştir. Ama devraldığımız nöbeti,
Atatürk’ün istediği şekilde yerine getirebiliyor muyuz?...
309
4- Atatürk’ün Ölümünü Takiben Yazılan Şiirler
Atatürk’ün ölümüyle ilgili o günlerde çok sayıda yazılar ve
şiirler yazılmıştı. Şiirlerden birkaçını aşağıya alalım:
Şair Zeki Ozan acısını şiiriyle belirtiyordu:
ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜ
Dokuz yüz otuz sekiz yılının Kasım ayı,
Bir matem sardı yurdu, hattâ bütün dünyayı.
Ölmüş dediler Ata, ne olur sağ olsaydı
Her sabah güneşle birlikte o da doğsaydı.
Şehirde hep caddeler sel gibi insan dolu,
Bir tabut ilerliyor, şeref dolu, şan dolu.
Denizlerde, yollarda, havalarda, karada,
Eşsiz tören yapıldı İstanbul, Ankara’da.
Sanmayın arkasından sade Türk ağlıyordu,
Dünya derdine düşmüş, peşinden çağlıyordu.
Düşmanların elinden yurdu kurtardı O,
Sıra sıra inkılâplar başlatandı O,
Bugün, yarın, öbür gün, tarihte her büyük gün,
Bu yurtta her ne varsa, Atatürk’tür gördüğün,
Ölüm olur mu ona, içimizde yandıkça,
Şafaklarda al sancak böyle dalgalandıkça. (3)
3
Avni Altıner: Her Yönüyle Atatürk, İst. – 1961, s. 323
Rasim Pehlivanoğlu
310
Şair Mustafa Can Atatürk’le övüncünü dile getiriyordu:
ATATÜRK
Zirvesi bulutlarda öpüşen bir taktı O,
Kem gözlere saplanan bir alev mızraktı O.
Mucizeler pekiydi, zaferler gölgesiydi;
Adaletti, şerefti, hakikatti, haktı O,
Mezar sessizliğine bürünmüşken bu iller
Gökler gibi gürledi, şimşek gibi çaktı O;
Kartallar ülkesine göz diken baykuşları
Bir ilâhi yıldırım gibi çarpıp yaktı O;
Bozkurdun dolaştığı yalçın dağlardan kopan
Gümrah bir çağlıyandı, nurdan bir ırmaktı O:
Zafer şahinleriyle, barış güvercinin
Yanyana su içtiği mukaddes kaynaktı O;
Muztarip insanlığın hicraniyle yandığı
Teselliydi, ümitli, mihraptı, mihraktı O;
Türk’ün yanar dağlardan yalçın iradesiydi
Ülküydü, İnkılâptı, hamleydi, bayraktı O;
Her mısra bir şehit kanıyla türbeleşen
Destanlar kitabında en şanlı yapraktı O; (4)
4
a.g.e., s. 323
311
Üstün meziyetlerine rağmen Atatürk de bir insandı. İnsan
Atatürk’ü Nüzhet Erman’dan dinleyelim:
İNSANÜSTÜ DEĞİLDİ
Atatürk de, et artı kemik ve artı kandı.
İnsanüstü değildi Atatürk.
Atatürk, her şeyden evvel:
Herkes gibi kusurları olan, küçük, büyük
Ve çirkin de olabilirdi, ama güzeldi;
,
Atatürk, yorgunluk kahvesini
Bir su başında yudumlamayı,
Serhat türkülerini, alaturkayı,
Meselâ, Safiye Aylâ’yı
Ve meselâ, yemeklerden fasulye pilâkisini
Seven, güzel konuşan bir İstanbul Efendisi,
(Aşık ve şair, mahcup ve ürkek);
Ama bir Adanalı kadar sıcak kanlı,
Karadenizli değil ama, Karadeniz kadar canlı,
Bir Aydınlı kadar oturaklı ve zeybek
Velhasıl
Bizim mayamızdan, bizim kumaşımızdandı,
İnsanüstü değildi yani Atatürk,
Tam insandı. (5)
5
Nüzhet Erman: G. M. K. Atatürk, Ank. – 1981, s. 12
312
Rasim Pehlivanoğlu
Atatürk Nerede diye soran Şair Hakkı Altıner, cevabını
kendisi veriyor:
ATATÜRK NEREDE?
Soruyorum Mustafa Kemal nerede?
Bakıyorum Selânikte, pembe boyalı evde.
Soruyorum Mustafa Kemal nerede?
Bakıyorum derslerinde birinci,
Şemsi Efendi mektebinde.
Soruyorum Mustafa Kemal nerede?
Bakıyorum Trablusgarpta, Çanakkale’de?
Soruyorum Mustafa Kemal nerede?
Bakıyorum Samsunda,
Erzurum, Sivas kongrelerinde.
Soruyorum Mustafa Kemal nerede?
Bakıyorum 23 Nisan 1920 de, TBMM de.
Soruyorum Mustafa Kemal nerede?
Bakıyorum Sakarya, Dumlupınar harplerinde.
Soruyorum Mustafa Kemal nerede?
Bakıyorum 9 Eylülde, İzmir’de.
Soruyorum Atatürk nerede?
Bakıyorum Cumhuriyet kurulmuş,
Türk milleti ilerlemede.
Soruyorum Atatürk nerede?
Bakıyorum Ata Hasta, Dolmabahçede.
Soruyorum Atatürk nerede?
Bakıyorum Ata ölmüş, Anıtkabirde!
Sordum nerede? Nerede? Atam Nerede?
Anlıyorum ki O yaşıyor,
Bütün milletin kalbinde!... (6)
6
Avni Altıner: Her Yönüyle Atatürk, İst. – 1961, s. 187
313
5- Atatürk Hakkında Yazılanlar ve Söylenenler
Ölümünden sonra Türk ve dünya basını Atatürk hakkında
övgü dolu yazılar yayınlamıştı. Bunlar toplanırsa kitaplar doldurur.
Yaptıkları, bıraktıkları hakkında dünyada en çok eser ve makale
yazılan büyük insanların başında Atatürk yer almıştır. Atatürk
devrinde yaşayan, onu yakından veya uzaktan tanıyan dünyanın
önde gelen kişilerinden ve o günlerin dünya basınında yayınlanan,
Avni Altıner’in “Her Yönüyle Atatürk” isimli kitabında yer alan
bazı görüşleri aşağıya alalım:
“Benim teessürüm iki türlüdür. Birincisi böyle büyük bir
adamın kaybından dolayı bütün dünya gibi müteessirim. İkinci
teessürüm ise bu büyük adamla tanışmak hususundaki şiddetli
arzumun yerine gelmesine artık imkân kalmamış olmasıdır...”
(O günlerde sağ olan) ABD
Başkanı Roosevelt
“Onun ruh kuvveti, azim ve iradesi, kim olursa olsun, diğer her
hangi bir şefi sarsabilecek zorlukları yenmesine yardım etti. Onun
daha evvel Gelibolu yarımadasındaki destani mücadelede İngiliz
müstevlilere karşı, tarihi tersine çevirmiş olan askeri dehası,
nihayet kendi davasına tam ve parlak bir zafer sağlamıştır...”
Ünlü İngiliz gazetesi TİMES
“Atatürk’ün birçok insanların maddeten başarmağa
muktedir olamadıkları işleri başarmakta gösterdiği azim ve
cesarete ve elde ettiği başarılara bütün Amerika hayrandır...”
Amerikan Generali Sherill
“İsmi yeni Türkiye’nin bütün kurtuluş hareketlerine bağlı olan
Kemal Atatürk’ün ölümü, Türk milleti için büyük bir zayidir.
Müstakil Türkiye’nin bütün samimi dostları, bu yüksek adamın
ve devrimizin bu dikkate değer şahsiyetinin ölümünden bir surette
elem duymuşlardır...”
Sovyet gazetesi İzvestiya
“Gazi, 1918 de ölen milletler grubu arasında azimli bir
hareketle milletini tahammül edilmez bir diktadan kurtaran ve
bütün dünyanın hayran kaldığı bir kalkıntı yapan ilk devlet
başkanı olmuştur...”
Alman gazetesi Volkisher Beobachter
314
Rasim Pehlivanoğlu
“Ölüm, yenilgi nedir bilmeyen bu adamı mağlup etti. Fakat
onun muazzam eseri bakidir. Ve Türkiye Cumhuriyetinin geçmişi,
geleceği için bir dayancadır...”
Fransız gazetesi Le Temps
“Atatürk’ün ölümü herkeste hayranlık uyandıran Türkiye
için çok büyük bir kayıptır. Onun kahramanlığı ve dehası, o
memleketin istiklalini yaratmış ve kalkınmasını sağlamıştır. Bu kayıp,
Fransa için de çok acıklıdır. Çünkü Atatürk onun sadık ve dürüst
bir dostu idi. Gene bu kayıp, barış davası için de elimdir. Çünkü bu
Büyük devlet şefi, yorulmaz bir surette bu davanın korunmasına
çalışmaktaydı.”
Fransa’nın eski Ankara elçisi ve
İçişleri bakanı Alber Saro
“Muhakkak ki, Atatürk, zamanımızın en azimkâr bir
inkılapçısı idi. Milletine bir millet şuuru veren Atatürk için şimdi
bütün millet ağlamaktadır.
Atatürk’ün büyük eserinin bundan sonra da devam etmesini
gerek Türkiye adına, gerek Avrupa adına dileyelim.”
Belçika gazetesi Belge
“Tarih silinmez harflerle bu büyük devlet adamının adını
hakedecektir. Atatürk bir halk adamıdır. Kırılmaz azmi, kudretli
zekâsı kendisini mağlup ettiği mukadderatı önüne getirmiş ve bu
suretle yeni Türkiye’nin başlangıcı olmuştur.”
Yugoslav gazetesi Vreme
“Atatürk ölürken bütün memleketin politik, ekonomik ve
sosyal sahalardaki faaliyetini sevk ve idare etmekte olan bir adam,
yirmi yılda Türkiye’de yeni bir zihniyet yaratmış olan bir adam
ölmüştür.”
İtalyan gazetesi Korriere Della Lera
“Dünya, bu savaş ve barış kahramanı büyük adamın ölümü
ile fakir düşmüştür. İktidarı, azmi ve bahadırlığı ile aman bilmeyen
galiplerin takibine kalkıştıkları pranga siyatesini ilk kıran Atatürk’tür.”
Macar gazetesi Peşter Lloyd
“Ben Ankara’da iken daima güneşe bakardım. Fakat
güneşi ufukta değil, Çankaya’da görürdüm. Çünkü asıl güneş
Çankaya’daki Atatürk denilen güneşti. Atatürk’ün ölümü yalnız
Türkiye için değil, bütün dünya için büyük bir kayıptır.”
315
Belçika eski Ankara Elçisi Dervimon
“Atatürk’ün ölümünden dolayı Amerika Hükümeti pek çok
üzgündür. Bu kayıp yalnız Türk milletine ve hudutlarına inhisar
etmemiştir. Yayıldığı yerler çok geniştir.
Amerika eski Harciye
Vekili Kordel Hall
“Atatürk, istiklâl hissini taşıyan bütün milletler için ölmez
bir semboldür.”
Alman Basını
“Atatürk şahsiyetlerinin kuvvetiyle milletleri dâhilen ve
haricen değiştiren harp sonları seferi arasında daima hususi bir
mevki işgal edecektir. O, yeni Türkiye’nin yaratıcı ve kurucusu
olmuştur. Yakın Doğunun şimdiki çehresini bu adam tespit etti.”
Alman Basını Germania
“Atatürk’ün birçok insanların başarmağa maddeten
muktedir olamadıkları işleri başarmakta gösterdiği azim ve
cesarete ve elde ettiği başarılara bütün Amerika hayrandır.”
Amerikan Basını
“Bu müstesna ve büyük adamın ölümünden sonra dünya,
artık eskisi kadar enteresan değildir.”
Bulgar Basını
“Atatürk
bırakmıştır.”
arkasında
istikbalinden
emin
bir
devlet
Çek Basını
“Büyük bir milletin çok sevilen Atasının ölümü yalnız
Türkiye’de değil, aynı zamanda bizim kıtamızda ve bütün bir
dünyada büyük bir boşluk bırakmaktadır.”
Çin Basını Tahung – Pao
“Atatürk tarihi bir iş başarmıştır. O, Müslümanlık dünyasını
modern medeniyete yaklaştırdı. Büyük yenilikler yaptı. Kadının
sosyal durumunu düzeltti.”
Estonya Basın Postimees
“Atatürk, şecaat ve kabiliyetin en büyük sembolüdür. O
yirminci yüzyılın en büyük gerçeğini yaratan adamdır.”
Danimarka Basını Nasyonal
316
Rasim Pehlivanoğlu
“Atatürk gibi dehalar ancak görünüşte ölürler. Öyle
insanlar, bir nesil için doğmadıkları gibi, muayyen bir devir için
de doğmazlar.”
Paris Ajansı
“Milletimiz en büyük Türk’ün karşısında kederli bir
saygıyla eğilmektedir.”
Romen Basını
“O’nun ölümü bütün dünya için de derinliği ölçülmez bir
kayıptır.”
Rus Basını
“Atatürk bir çocuk bırakmadı. Lâkin kendisine daima “Sen
benim babamsın, hayatımın sebebisin” diyecek büyük bir millet
bıraktı.”
Irak Basını
“Atatürk öldü. O milletin babası ve son asırların
yetiştirdiği en büyük adamdı.”
Mısır Basını
“Atatürk şahsiyetlerinin kuvvetiyle milletlerin iç ve dışını
değiştiren harp sonrası şefleri arasında daima hususi bir yer
tutacaktır.”
Berlin Germania
(7)
Yukarıdaki yazılanların hepsi de Avni Altıner’in yayınladığı
Her Yönüyle Atatürk kitabının 260 ve 261. sayfalarından alınmıştır.
Atatürk’ü öven bu kadar güzel sözlerin sonuna, kendi mücadele
arkadaşının da bir sözüne yer verelim:
Biz hiçbirimiz olmasaydık, O, yaptığını yine yapardı. O
olmasaydı, hiç birimiz, Mustafa Kemal’in yaptığını yapamazdık.”
Rauf Orbay
7
a.g.e., s. 260-261
317
C- ATATÜRK’LE İLGİLİ FIKRALAR
“Atatürk’ün Üstün Kişilik Özellikleri” adıyla hazırlanmış
olan büyük hacimli ikinci kitapta, onun çok yönlü kişiliğini tanıtan
gerekli bilgi ve görüşler anlatılırken, gerektikçe ve yeri geldikçe çok
sayıda nükte, fıkra ve hatıralara da yer verilmiştir.
Söylenegelen anlamlı fıkralardan bir kısmı toplu olarak bu
kitapta da yer almıştır. Aşağıda görelim:
Hattı Müdafaa Yoktur, Sathı Müdafaa Vardır
Yusuf İzzet Paşaydı telefon eden.
Kolordu Komutanı soruyordu O’na:
– Paşam!
Gizli emirlerinizi bildirmediniz.
Geri çekilme gerekirse yani,
Emriniz ne yolda, nedir istikametiniz?
Mustafa Kemal, daha savaşa girmeden
Kaçmayı düşünen Komutana:
– Gizli emir mi dediniz?
Geri çekilecek olan kim?
Paşa! Paşa! Senin kemiklerinin
Orada gömülmesidir gizli emrim! (8)
Sabiha Gökçen Anlatıyor
Yanına girdim ve ayakta
Bir süre bekledim o gün.
(Adet haline gelmişti, her sabah
Elini öpmem Atatürk’ün.)
İşleriyle meşguldü Ata.
Derin bir iç geçirdi birden dedi: –Allah!”
Değişik bakmış olacağım ki, sordu:
– Dindar mısın sen?”
Doğrusunu söylemek gerekiyordu:
– Evet!” dedim hiç düşünmeden,
Ve ne diyecek diye yüzüne
Baktım ürkek ürkek.
Hoşuna gitmişti cevabım:
– Çok iyi! Büyük bir kuvvettir Allah ve
Daima inanmak lazımdır, O’na!” (9)
8
9
Nüzhet Erman: G.M.K. Atatürk, Ankara – 1981, s. 63
a.g.e., s. 99
318
Rasim Pehlivanoğlu
Atatürk’ten bir hatıra:
Bir gün “belli zevat” ile sofrada oturmuşlar, yemeklerini
yerken Gazinin birdenbire aklına gelir ve sorar:
– Deyin bakalım, öldükten sonra benim hakkımda neler
söyleyecekler?”
Böyle bir sual, elbette ki sofrada göze girmek isteyenler için
bulunmaz bir fırsattır. Nitekim övgü dehalarını birer birer döküp
saçmaya başlarlar. Kimi der: “Ölmüş Türk milletini, Hz. İsa gibi
diriltti” diyecekler. Kimi der: “Onun gibisi insanlık tarihinde bir daha
gelmedi” diyecekler. Kimi der: “Fatih, Yavuz, İskender, Cengiz ve
Napoleon, Gazinin eline su dökemezdi” diyecekler.....
Atatürk, böyle daha on tanesini dinledikten sonra, eli ile onları
susturur. Öfkesini acı bir nükte halinde dökerek:
“–Bilemediniz! Hiçbirisi değil... Benim milletim ben
öldükten sonra diyecektir ki:
“Mustafa Kemal, memleketin çok felâketli bir zamanında,
üstüne düşen büyük teşkilâtlandırma ve kurtarma işini hakkıyla
başarmıştır. Ancak, eğer etrafında kendisini yanıltmaya ve
nabzına göre şerbet vermeye kalkan filan filan (sofradakileri
sayar)..........ler olmasaydı, muhakkak ki, bu milletin pek çok
seveceği daha nice işler başaracaktı...” der. (10)
Hilmi Yücebaş’ın Kitabından Alınan Fıkralar
Hilmi Yücebaş tarafından derlenen “Atatürk Nükteleri,
Fıkraları, Hatıraları” isimli kitabın çeşitli sayfalarından seçilerek
alınan nükte, fıkra ve hatıralar aşağıda yer almıştır. Zevkle
okunacağına inanıyorum.
Atatürk’ün kendi sözüyle kitaptaki ilk fıkraya başlamış olalım:
“Şahsımız İçin Değil Millet İçin Çalışmalıyız”
Şahsınıza alt bir buluşun başkaları tarafından kullanılmasından
ve mesut neticelerinin isminize değil mensup olduğunuz cemiyete ve
millete maledilmesinden endişeniz olmasın. Millet bunun kadrini
bilir. Millet sevgisi kadar büyük mükafat yoktur. İstiklâl harbinde
benim de milletime ettiğim bir takım hizmetler olmuştur, zannederim.
Fakat bunlardan hiç birini kendime maletmedim. Yapılanların
hepsi milletin eseridir dedim. Aranacak olursa doğrusu da budur.
Mazide sayısız medeniyet kurmuş bir ırkın ve milletin çocukları
10
4 Eylül 1981 Tarihli Tercüman Gazetesinden
319
olduğumuzu ispat etmek için yapmamız lâzım gelen şeylerin hepsini
yaptığımızı ileri süremeyiz. Bugüne ve yarına bırakılmış daha birçok
büyük işlerimiz vardır. İlmi çalışmalar da bunlar arasındadır. Beni
seven arkadaşlarıma tavsiyem şudur; “Şahsımız için değil, fakat
mensup olduğumuz millet için elbirliğiyle çalışalım. Çalışmaların
en yükseği budur.” (11)
K. Atatürk
Atatürk’e Bir Köylünün Cevabı
Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan baş
kaldırıp ne memleketi imar edebilmişiz, ne de kendimizi refaha
kavuşturmuşuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuzda olduğu kadar
düşmanlarımızdadır da. Çünkü başta Moskoflar olmak üzere
düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi:
– Türklere rahat vermemeli
ilerleyemesinler...” diye düşünürler.
ki,
başka
sahalarda
Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar
açarlar, Balkan milletlerini “İstiklâl diye kışkırtırlardı. Biz böyle
durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan Gayri
Müslimler durmadan zenginleşirlerdi.
Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir
köylü, Atatürk’e verdiği kısa bir cevap ile gayet veciz olarak izah
etmiştir.
Atatürk, Mersin’e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde
gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş:
– Bu köşk kimin?
– Kirkor’un...
– Ya şu koca bina?
– Yorgo’nun...
– Ya şu?...
– Salamon’un...
Atatürk biraz sinirlenerek sormuş:
– Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz?
Toplananların arkalarından bir köylünün sesi duyulur:
– Biz mi nerede idik? Biz Yemen’de, Tuna boylarında,
Balkanlarda, Arnavutluk dağlarında, Kafkaslarda, Çanakkale’de,
Sakarya’da savaşıyorduk Paşam...”
Atatürk bu hatırasını naklederken:
– Hayatımda cevap veremediğim yegâne insan bu aksakallı
ihtiyar olmuştur” der dururdu. (12)
11
12
Hilmi Yücebaş: Atatürk (nukteler, fıkralar, hatıralar), İstanbul – 1963, s. 4
a.g.e., s. 18
Rasim Pehlivanoğlu
320
Umulmadık Adamdan
Neş’eli bulunduğu bir zamanı seçerek:
– Paşam...” demiştim, şu danıştıklarının içinde bazan öyleleri
var ki, şaşırıyorum. Bunların mütalaalarına nasıl olsa; sonunda iştirak
etmeyeceksin. Kararını önceden vermiş olduğun da malûm... O halde,
ne diye onları birer birer çağırıp karşında söyletirsin?
Atatürk, yüzüme, alaycı bir eda ile bakıp şu cevabı vermişti:
– Bazan hiç umulmadık adamdan ben çok şeyler
öğrenmişimdir; hiçbir kanaatı hakir görmemek lazımdır.
Neticede, kendi fikrimi tatbik bile edecek olsam, herkesi ayrı ayrı
dinlemekten zevk alırım.” (13)
Salih BOZOK
Asıl Kurtarıcı Kim?
Tarih dersinde, Atatürk, dersini anlatıp bitiren öğrenciye
sordu: “Bir şeyi söylemeyi unuttun! Türk Milletini kim kurtardı”
Öğrenci, şu cevabı verdi: “Atamız kurtardı...” Atatürk, bu cevabı
kabul etmedi: “Hayır, çocuğum! Türk Milletini kendi kanı
kurtardı...” (14)
Dahi Kime Derler
Her zaman Atatürk sual sormaz veya imtihana çekmez ya! Bir
gün de, sofrada neş’eli bir zamanında Atatürk’ü imtihana çektiler.
Arkadaşlarından biri sordu:
– Lütfen cevap verin bakalım, dahi kime derler?”
Atatürk tereddüt etmeden ve kendisinin imtihana çekilmesini
yadırgamadan cevap verdi:
– Dahi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği
şeyleri ilk ortaya koyduğu vakit herkes onlara delilik der.” (15)
Atatürk ve Anası
Atatürk ziyaretlerinin her birinde annesinin mübarek elini
büyük bir saygı ile öperdi. Sonra anasının karşısında o büyük adam
küçülür, Mustafa, hatta Mustafacık olurdu.
13
a.g.e., s. 23
a.g.e., s. 23
15
a.g.e., s. 28
14
321
Çankaya’da bu ana oğul görüşmelerinin birinde şahit olduğum
bir vaziyeti, kıymeti hudutsuz olan Bayan Zübeyde’nin faal zekâsının
bir numunesi olarak arzedeceğim.
Atatürk, anasının elini öptü, Bayan Zübeyde oğluna elini
uzatırken coşkun sevgisinin gözlerinde toplanan bütün ifadesiyle
Atatürk’ü bağrına basmak istiyordu. Onu kucakladıktan sonra, aziz
Türk milletine eşsiz bir halâskâr kahraman veren ana olmak
itibariyle gururlanmalıydı. Fakat öyle olmadı, bahtiyarlığını gülen
ve şirin yüzünden okurken o büyük Türk anası kolları arasından
uzaklaşan ciğerparesinin eline sarıldı. Atatürk:
– Ne yapıyorsun anne” dedi... Elini çekmek istedi.
Bayan Zübeyde, sükûnetle ve kat’i bir ciddiyetle:
– Ben senin ananım, sen benim elimi öpmekle bana karşı
olan vazifeni yapıyorsun, fakat sen vatanı ve milleti kurtaran bir
devlet reisisin. Ben de bu aziz milletin bir ferdiyim ve onun
teb’asıyım. Elini öpebilirim.” cevabını verdi.
Oğlunun elini öpmekten ziyade, Bayan Zübeyde, bu
hareketiyle oğlunun mevkiinin en büyük ihtirama layık olduğunu
etrafındakilere işaret ediyordu. (16)
Cevat Abbas GÜRER
Vatanımın Toprağı Temizdir
Kral Eduard İstanbul’a geldiği zaman, yatından bir motöre
binerek Dolmabahçe Sarayına yanaştı. Atatürk de rıhtımda onu
bekliyordu. Deniz dalgalı idi... Kralın bindiği motör inip çıkıyordu.
İmparator rıhtıma çıkmak istediği bir sırada eli yere değdi ve
tozlanmış bulunuyordu. Bunu gören Kral bir mendille elini silmek
istediği bir anda Atatürk:
– Vatanımın toprağı temizdir, o elinizi kirletmez!”
Diyerek, elinden tutup rıhtıma çıkarıverdi. (17)
Geçmiş Olsun
Yugoslavya Kralı Alexandr Atatürk’ü ziyarete gelmişti.
Atatürk Kralla odalarına çıkarlarken, Kral Alexandre:
– Size bir sırrımı söyleyeceğim!”
Dedi. Biraz sonra misafir odasında koltuklara oturdular, Kral:
16
17
a.g.e., s. 30
a.g.e., s. 31
Rasim Pehlivanoğlu
322
– Eğer, bazı Avrupa devletlerinin vaatlerine inanmış
olsaydık, Yunanlıların yerine Anadolu’ya biz çıkacaktık...”
Atatürk gülerek Kralın elini sıktıktan sonra:
– Geçmiş olsun Kral hazretleri!” dedi. (18)
Enver Behnan ŞAPOLYO
Hazreti Muhammed
Bir gün kendisine sordum:
– Hazreti Muhammed hakkındaki fikriniz nedir?”
Tek kelime ile cevap verdi:
– Samimidir.” (19)
Orgeneral Fahreddin ALTAY
Bir Türk Dünyaya Bedeldir
Atatürk, Türk askerinin ölçülmez kıymeti hakkındaki fikrini
tarihi bir cümlesiyle ifade etmişlerdi. 1925 yılı Ağustosun da,
Kastamonu’nda asker koğuşlarını teftişten çıkarken: “Bir Türk, on
düşmana bedeldir” yazılı bir levha gördü. Zabite levhayı göstererek
sordu:
– Öyle midir?”
– Evet Paşam.”
Atatürk elini yükselterek:
– Hayır çocuğum, bence öyle değildir. Bir Türk dünyaya
bedeldir.” (20)
Ne Çare ki...
Geceli, gündüzlü tam yirmi iki gün süren ve hasmın
mağlubiyetinde yegane amil olan savaş “Sakarya Meydan
Muharebesi” dir ki; onu kazandığı için “Mustafa Kemal Paşa” ya
“Büyük Millet Meclisi” “Mareşal” lık rütbesi tevcih etmiştir.
Bu harp de düşman bütün gayretiyle savaşmıştır. Atatürk;
onların bu gayretini teslim edecek kadar medeni bir asker olduğunu şu
sözleriyle ispat etmişti:
18
a.g.e., s. 31
a.g.e., s. 41
20
a.g.e., s. 50
19
323
– Düşman çok cesaretle dövüştü!... Bütün enerjisini
sarfederek, ölümden gözlerini kırpmaksızın; ne kadar inat
göstermek lâzımsa, hepsini göstererek harbetti... Ne çare ki...”
Hafifçe gülümseyen Atatürk, burada susmuştu. Maiyetindeki
zevatın merakla baktığını görünce ilave etti:
– Evet... Ne çare ki; karşısında Türk vardı!...” (21)
Napolyon
Savaş sırasında Adana’ya gelen İngiliz Generali Tawsend bir
konuşmasında M. Kemal’e:
– Siz Napolyon’a benziyorsunuz” dedi
Mustafa Kemal bu benzetmeyi reddetti:
– Napolyon arkasına bir sürü muhtelif milliyetteki insanı
toplayarak macera aramağa çıktı. Ve bunun içindir ki yarı yolda
kaldı. Ben bir anadan bir babadan gelen kardeşlerimle kendi
vatanını kurtarmak davası yolundayım. Ve muvaffak olacağım”
cevabını verdi. (22)
Kabahat
Zaferden önce nasılsa mebus olmuşlardan biri Ankara’da millet
meclisinde şöyle konuşuyordu:
– Memlekette bir dikili ağacı bile olmayanlar mebus
olmasın.”
Bu yersiz ve boş lafa karşı Gazi kürsüye gelerek, sakin:
– Okuldan subay çıktıktan sonra; yurdumun sınırlarına
koşmaktan, kendi hesabıma bir tek ağaç dikemedim. Mebus bey,
bu kabahatimi affetsinler(?)” dedi. (23)
Güzel Gözler
Anadolu hareketinin ilk zamanlarında siyasi hırslarıyla mâruf
olan bir hanımla konuştuğu sıralarda, ona şu sözleri söylemiş:
– Hanımefendi, sizin çok güzel gözleriniz var; ben de güzel
gözleri çok severim. Buna rağmen, söyleyeyim: Eğer siz,
gözlerinizin kuvvetine güvenerek siyasi bir rol oynamak isterseniz
haber vereyim ki muvaffak olamazsınız. Çünkü ben siyaseti güzel
21
a.g.e., s. 51
a.g.e., s. 53
23
a.g.e., s. 56
22
Rasim Pehlivanoğlu
324
gözlü hanımefendilerden çok fazla severim!” (24)
Muhiddin BİRGEN
Memleketin Efendisi
Bir gece beraber oturuyorduk. Yanımızda Siirt Mebusu
Mahmut, şimdiki Macaristan elçimiz Ruşen Eşref, bir de Soysallı
vardı. Atatürk, ertesi günü Büyük Millet Meclisinde okuyacağı nutku
hazırlıyordu. Mahmut’la Ruşen Eşref not tutuyorlardı. Atatürk ara
sıra bana da “Ne dersin?” diye soruyordu. Ben ne diyebilirdim?
Hiç... Sonra Atatürk bana döndü ve dedi ki:
– Bu memleketin efendisi kimdir?”
Düşündüm. Cevabı O verdi:
– Türk köylüsüdür” dedi.
Ve devam etti:
– Türk köylüsü “EFENDİ” yerine getirilmedikçe memleket
ve millet yükselemez!...” (25)
Mahmut Esat BOZKURT
Memleket İçin
Bir gün milli menfaatleri şiddetle ilgilendiren bir meselede,
şahsı dostluğu olan birisine karşı nasıl hareket edileceğini sormuştum:
– Memleket ve millet meseleleri karşısında şahsi
dostlukların ve şahsi duyguların yeri olamaz bey” dedi. (26)
Arif ORUÇ
Yaşamalısın
Atatürk’ün en büyük zevki, umumi toplantılarda rastladığı
her hangi birine ani bir sual sormak ve alacağı cevaba göre o
şahsiyetin kıymetini takdir etmekti.
Bir cumhuriyet balosunda yaverlerinden Nihat Beye şu suali
sordu:
– Ben ölürsem, ne yaparsın?”
– Ben de ölürüm, Paşam!...”
24
a.g.e., s. 56
a.g.e., s. 59
26
a.g.e., s. 60
25
325
Ata, aldığı cevaptan memnun kalmamıştı. Sert bir ifade ile
şunları söyledi:
– Eğer beni hakikaten seviyorsan, ölmemen lâzım.
Yaşamalısın ve benim telkin ettiğim ideallerin benden sonra da
gerçekleşmesine, yaşamasına çalışmalısın. Hakiki sevgi budur...”
(27)
Suikast
(s. 71)
İzmir’de hazırlanan suikastta, Atatürk’ü öldürmeğe memur
edilenlerden birini, suikast meydana çıkarıldıktan sonra, Atatürk,
yanına çağırdı, ona bazı şeyler sordu. İşin garip tarafı, adam
Atatürk’ü tanımıyordu.
Atatürk, cebinden tabancasını çıkararak adama uzattı:
– Mustafa Kemal benim! Al, öldür!”
Bahtsız adam, dizüstü çökerek hüngür hüngür ağlamaya
başladı. (28)
Selahattin GÜNGÖR
Cumhuriyet
Bir gün, Erzurum Kongresinde; Mazhar Müfit Kansu
Atatürk’e:
– Bu hareketin sonu ne olacak?” demiş.
Atatürk şu cevabı vermiş.
– Ne olsun, istiyorsun?”
Mazhar Müfit:
– Cumhuriyete mi gidiyoruz.”
Atatürk:
– Bunda şüphen mi var?” (29)
Mahmud Esad BOZKURT
27
a.g.e., s. 70
a.g.e., s. 71
29
a.g.e., s. 78
28
Rasim Pehlivanoğlu
326
Anibal
Kartaca’nın ünlü amirali Anibal, Gebze’de Anibal tepede
yatar. Halk orada buraya “kuru servi” der. Mezarı başında yetişen
ihtiyar servi ağaçlarından birini kurtuluş savaşında düşman askeri
yakmış öteki de kocayıp, ihtiyarlamış ama, halâ yerinde durur. Tarihe
çok merakı olan Ata, bir gün burayı gezerken: mezarın
şenletilmesi için bu tepe etrafına yeniden genç serviler dikilmesini
istedi. Yanındakilerden biri:
– Anibal, Türk değil.”
– Ama, o da hürriyet için milleti ile beraber çalışan büyük
bir kahraman” dedi.
O zaman, O’nun işareti üzerine buraya dikilen genç servi
ağaçları, şimdi nazlı sallanışları ile, Atanın aziz hatırasını yaşatır,
durur. (30)
Yedi Düvel
Bir seyahatinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı
bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve iltifat etti. Sordu:
– Sen güreş bilir misin?”
Yanındakilerden
güreştirdi.
en
kuvvetli
görünenlerle
Mehmetçiği
Genç asker daima galip geliyordu. Çok neş’elendi, ayağa
fırladı. Ceketini çıkarıp Mehmet’e ense tuttu:
– Haydi, bir de benimle güreş!”
Saf ve temiz Anadolu çocuğu Atasının yüzüne hayranlıkla
baktı:
– Atam” dedi. “Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir
Mehmet mi bu işi başarır?”
Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeğe çalıştı. (31)
Tahsin UZER
Prensip
Gazi Mustafa Kemal, bu işler için muhakkak ki hukuk
kitapları okumuştur. Fakat onların hiç birisini, aynen tatbik
mevkiine koymamıştır.
30
31
a.g.e., s. 80
a.g.e., s. 83
327
Hattâ bir gün kendi anlattığından işittiğime göre, meşhur bir
Türk hukukçusu, kendisine: “Bu tatbik ettiğiniz esaslar hiçbir
hukuk kitabında yoktur” diyor. Mustafa Kemal’in cevabı şudur:
– Tatbik edilip tecrübe edilen işler, kaide ve prensip haline
gelirler. Ben yapayım, siz kitaba yazarsınız.” (32)
Prof. Dr. Afet İNAN
Kubilay
Devrim düşmanı geri düşünceli yobazlar, Menemen’de
ayaklanarak, öğretmen Kubilay’ı şehit etmeleri üzerine, öfkelenen
Ata:
– Menemen, top ateşine tutulsun, taş taş üstüne kalmasın,
istasyona yeniden bir kasaba kurulsun” demiş ise de, buna karşı
Fevzi Paşa:
– Bütün halkın suçu yok, mahkeme kuralım, suçu olanları
cezalandıralım” demesi üzerine, çok sevdiği ve her zaman “benim
dağım” dediği Fevzi paşanın bu arabulma davranışını iyi
karşılamış, biraz yumuşayarak:
– Devrimlere karşı gelenlere acınmaz, ilerlemeyi
köstekleyen bu geri görüşlü kimseler, millet hainidir. Sizin
sözünüz doğru, ben de buna uyarım” dedi. (33)
32
33
a.g.e., s. 91
a.g.e., s. 131
328
Rasim Pehlivanoğlu
D- SAZ ŞAİRLERİMİZİN ŞİİRLERİNDE ATATÜRK
Biraz da, ülkemiz saz şairlerinin diliyle Atatürk’ü tanımaya
çalışalım:
Atatürk’ün 100. doğum yılı nedeniyle, 11 – 14 Mayıs
1981’de Konya’da yapılan “15. Geleneksel Türkiye Aşıklar
Bayramı”na katılanlardan, şiir yazma dalında 52 saz şairi
yarışmaya katılmıştır. İki şiirle katılanlar da olduğundan 61 şiir
incelemeye alınmıştır. Sonuçta 7 şiir dereceye girmiş ve ödül
almıştır.
İncelenince görüleceği üzere dereceye giren veya girmeyen
şiirlerin hepsi de birbirinden güzel ve anlamlıdır. Şair ve yayıncı olan
Sayın Feyzi Halıcı’nın hazırladığı ve kültür bakanlığına
yayınladığı “SAZ ŞAİRLERİNİN DİLİYLE ATATÜRK” isimli
kitapta yer alan bu duygulu şiirlerden dereceye giren 7 şiir ile kitapta
yayınlanmayı hak eden diğer şiirlerden bir kaçını okuyucularımın
takdir ve ilgisine sunmak üzere aşağıya alıyorum.
Atatürk’ü çeşitli yönleriyle tanımamıza yardımcı olacak bu
duyarlı şiirleri, sanıyorum okuyucularım zevkle okuyacaklardır. Saz
Şairlerinin Diliyle Atatürk isimli kitapta yer alan ve aşağıya
alınan şiirlerin kitaptaki sayfa numaraları başlıkların yanında
gösterilmiştir.
BİRİ ANADOLU BİRİ ATATÜRK
Biri bülbül oldu, birisi güldür:
Biri Anadolu, biri Atatürk...
Biri sevgilidir, biri güzeldir,
Biri Anadolu, biri Atatürk...
Biri aranılan, birisi soran,
Biri kucaklıyan, birisi saran,
Biri kurtarılan, biri kurtaran,
Biri Anadolu, biri Atatürk...
Biri arı oldu, birisi kovan,
Biri büyük asker, büyük kumandan
Biri yaralının derdine derman,
Biri Anadolu, biri Atatürk...
Biri örnek oldu bütün cihana,
Biri Türk milleti adına, ana.
Biri can adadı nazlı vatana,
Biri Anadolu, biri Atatürk...
329
Biri bize kurdu Cumhuriyeti,
Biri ecdadımın yurdu, cenneti.
Biri bize verdi bu hürriyeti,
Biri Anadolu, biri Atatürk...
Biri insanlığa örnekler katar,
Biri bu Şeref’in kalbinde atar,
Biri birisinin bağrında yatar,
Biri Anadolu, biri Atatürk... (34)
Aşık Şeref Taşlıova
ATATÜRK VAR
Bin dokuz yüz seksen birde,
Yılımızda Atatürk var.
Gezip dolaştığım yerde,
Yolumuzda Atatürk var.
Öğün, çalış, güven dedi,
Bizi o irşad eyledi.
Türkiye’de altmış yedi,
İlimizde Atatürk var.
Okulların bahçesinde,
Gelinlik kız bohçasında,
Türkçemizin lehçesinde,
Dilimizde Atatürk var.
Evimizde, aramızda,
Safımızda, sıramızda,
Cebimizde, paramızda,
Pulumuzda Atatürk var.
Sancakların gölgesinde,
Kalbimizin köşesinde,
Sazların yanık sesinde,
Telimizde Atatürk var.
Zafer meşalesi yakan,
Esarete karşı çıkan;
Cepheden cepheye akan,
Selimizde Atatürk var.
34
Fevzi Halıcı: Saz Şairlerinin Diliyle Atatürk, Kültür Bakanlığı Yayınları Ank. –
1981, s. 81
Rasim Pehlivanoğlu
330
Caddelerde, geçeklerde,
Yalan değil, gerçeklerde,
Parklardaki çiçeklerde,
Gölümüzde Atatürk var.
Vahap bu mübarek toprak,
Destan tüter yaprak yaprak,
Dalgalanır bayrak bayrak,
Elimizde Atatürk var. (35)
Aşık Abdulvahap Kocaman
DEĞİL Mİ?
Evvel – Allah bugün hür yaşıyorsak
Atatürk’ün sayesinde değil mi?
Bir bayrak altında birleşiyorsak,
Atatürk’ün sayesinde değil mi?
Yedi devlet yedi yerden saldırdı,
Askerini yurdumuza doldurdu.
Milletimiz esareti kaldırdı,
Atatürk’ün sayesinde değil mi?
Cumhuriyet geldi, saltanat kaçtı,
Demokrasi ilmin yolların açtı.
Kadın, erkek aynı hakkı paylaştı,
Atatürk’ün sayesinde değil mi?
Dünyaya bedeldir Türk’ün her ferdi,
Bunu bir söz ile tarif ederdi.x
Cihan sulha, yurdum barışa erdi,
Atatürk’ün sayesinde değil mi?
Hacım der ki, başka yolu nideriz?
Hürriyet var, her tarafa gideriz.
Elli yedi yıldır bayram ederiz,
Atatürk’ün sayesinde değil mi? (36)
Aşık Hacı Karakılçık
35
36
a.g.e. s. 82
a.g.e. s. 84
331
İYİ BAK
Gerçek önder arıyorsan evlâdım,
Yanımızda Atatürk var, iyi bak.
Işık tutan soruyorsan bizlere,
Önümüzde Atatürk var, iyi bak...
Sakın uyma insanları ezene,
Canım kurban, hürriyetli düzene.
Başkasının önderinden bize ne?
Konumuzda Atatürk var, iyi bak...
Duymayana değil, duyana sözüm,
Dosdoğru yoluna git, iki gözüm.
Aslımız, neslimiz tertemiz bizim,
Kanımızda Atatürk var, iyi bak...
Türk – oğluyuz, her oyunu biliriz,
Geçmiş tarihlerden hisse alırız.
Vatan için göz kırpmadan ölürüz,
Canhımızda Atatürk var, iyi bak...
Merdanoğlu der ki; böyle evladım,
Sen de evladına söyle, evladım.
Tarihine dikkat eyle, evladım,
Şanımızda Atatürk var, iyi bak... (37)
Aşık Musa Merdanoğlu
ATATÜRKÜM
Ya istiklal, ya da ölüm buyuran,
Atatürküm, can Mustafam, Kemalim...
Türk gücünü tüm dünyaya duyuran,
Atatürküm, can Mustafam, Kemalim...
Esaretin zincirini kıranım,
Bayrağıma siper olup, duranım.
Demokrasi temelini kuranım,
Atatürküm, can Mustafam, Kemalim...
Bayrak bayrak bir rüzgar eser, burda,
Nice şehit kan döktü bu uğurda.
Kendini adadın bu cennet yurda,
Atatürküm, can Mustafam, Kemalim...
37
a.g.e. s. 85
Rasim Pehlivanoğlu
332
Erdemli der, konuşursam dilimsin,
Çağlar boyu kanadımsın, kolumsun.
Amacımda, düşüncemde yolumsun,
Atatürküm, can Mustafam, Kemalim... (38)
Aşık Erdemli
GÖRDÜM
Dünyaya gözümü açtığım zaman,
Düşmanı süngüye takılmış gördüm.
Mustafa Kemal’in gök gözlü resmi,
Boy boy duvarlara çakılmış gördüm.
Halâ belli gibi ayak tozları,
Gençliğime hitap eder sözleri.
Savaş yerlerinde gülle izleri,
Üzerine ekin ekilmiş gördüm.
Kendime geldim ki kim bize çatar,
Dediler, toprakta çok şehit yatar.
Düşmanın gözüne ok gibi batar,
Meydanlarda büstü dikilmiş gördüm.
Dedim, dedem nerde? dediler, şehit,
Dedim, gerçek midir? Yaradan şahit.
Dedim, ben de olsam böyle mücahit,
Sevinçten gözyaşım dökülmüş gördüm.
Hemen Eyyubi’de yola döşensin,
Ecdadın kanından gelen nişansın.
Gölgesinde asırlarca yaşansın,
Al bayrağı ufka çekilmiş gördüm. (39)
Aşık Eyyubi
38
39
a.g.e. s. 86
a.g.e. s. 87
333
ATA’YA ÖVGÜ
Dünyada var ise bir güzel insan,
Sen ondan da çok güzelsin, Mustafam...
Merih yıldızıdır, evrende dönen,
Sen ondan da çok güzelsin, Mustafam...
Dilde ağız, ağızda dil güzeldir,
Gülde bülbül, bülbülde gül güzeldir.
Elde kına, kınada el güzeldir,
Sen ondan da çok güzelsin, Mustafam...
Gaziler şanına gazel söylenir,
Gerçekler ezeli, ezel söylenir.
Dilde kahramanlar güzel söylenir,
Sen ondan da çok güzelsin, Mustafam...
Destanda dil, dilde destan güzeldir,
Şanda tarih, tarihte şan güzeldir.
Kanda bayrak, bayrakta kan güzeldir.
Sen ondan da çok güzelsin, Mustafam...
Gönülden sevdiğim yarim güzeldir,
Aşk – elinden ahuzarım güzeldir.
Sazda, sözde yoğum – varım güzeldir,
Sen ondan da çok güzelsin, Mustafam...
Aşık Reyhaniyim, akar gözyaşım,
Sana borçluyum, daima başım.
Çocuklarım, arzum, hülyam savaşım,
Sen ondan da çok güzelsin, Mustafam... (40)
Aşık Reyhani
40
a.g.e. s. 88
Rasim Pehlivanoğlu
334
ATATÜRK
Vatanıma göz diken düşmanları,
Ezen sensin, yakan sensin, Atatürk...
Milletin çektiği tüm kaygıları,
Sezen sensin, söken sensin, Atatürk...
Kurtardık vatanı, can vere vere,
Hayattayken göremedim bir kere.
Cumhuriyet kelimesin kalplere,
Yazan sensin, sokan sensin, Atatürk...
Sen attın barışın temellerini,
Bu vatan unutmaz Kemallerini.
Hain düşmanların emellerini,
Bozan sensin, yıkan sensin, Atatürk...
Atamı söylettim sazla, tellere,
Senin sevgin renktir, konca güllere.
Yüzüncü yılında tüm gönüllere,
Sızan sensin, akan sensin, Atatürk...
Türklük aşkı ile dolu beynimiz,
Vatan, millet için çarpar göynümüz.
On kasımda eyik durur boynumuz,
Üzen sensin, büken sensin, Atatürk...
Gül Ahmedim der ki, senden aldık şan,
Senin sevgin ile yanıp tutuşan,
Türk gencinin damarında dolaşan,
Gezen sensin, o kan sensin Atatürk... (41)
Aşık Gül Ahmet
41
a.g.e. s. 89
335
TÜRK DERLER
Aslan yurdu derler bizim toprağa,
Bu bahçede bitenlere Türk derler.
Kara karga girmemiştir bu bağa,
Şahin gibi ötenlere Türk derler.
Görmek istiyorsan bir arkana bak;
Aç oku tarihten sen yaprak yaprak!
Vermedi yurdundan bir avuç toprak,
Toz dumana katanlara Türk derler.
Tekbirle kurulmuş Türk’ün binası,
İlim kaynağıdır Türk’ün yuvası,
Bülbülden şirindir Türk’ün nağmesi,
İlim irfan satanlara Türk derler.
Yanguni çok şükür yoktur derdimiz,
Cennete emsaldir güzel yurdumuz.
Üstünde var olsun şanlı ordumuz,
Al bayrağı tutanlara Türk derler. (42)
Aşık Paşa Yanguni
42
a.g.e. s. 92
Rasim Pehlivanoğlu
336
ATATÜRK’TEN İLHAM AL
Bayram oldu bize ey Türk evlâdı,
Sen sen ol da Atatürk’ten ilham al!
Değmeden kem göze ey Türk evlâdı,
Sen sen ol da Atatürk’ten ilham al!
Mutluyum bin şükür Ata’dan yana,
Faydalı olalım güzel vatan.
Aldanma şöhrete geçici şana,
Sen sen ol da Atatürk’ten ilham al!
Hakka yürü gönül yıkarak gezme,
Sakın hiç kimseyi incitip ezme!
Adaleti tac et ceddini üzme,
Sen sen ol da Atatürk’ten ilham al!
Dinle geçmiş zaman neler söylüyor,
Atamız vatana hizmet eyliyor.
Yetmiş iki millet seni biliyor,
Sen sen ol da Atatürk’ten ilham al!
Türk’tür yurdu için durmadan koşan,
Türk’tür cesarete en büyük nişan.
Türk’tür yurdu için kaynayıp taşan,
Sen sen ol da Atatürk’ten ilham al!
Yaptığın bir fiil kalmaz yanına,
Yiğitsen hizmet et gel vatanına!
Diyarî seslenir her Türkoğluna,
Sen sen ol da Atatürk’ten ilham al! (43)
Aşık Ali Diyarî
43
a.g.e. s. 146
337
ATATÜRK
Hasta adam gibi olmuştu vatan,
Çabucak hissedip gördün Atatürk.
Aklın ilaç oldu düşüncen lokman,
Çok büyük yaralar sardın Atatürk.
Bir ses geliyordu Trablusgarp’tan,
Dünya örnek aldı bu büyük harpten.
Ey batan gemiyi kurtaran kaptan,
Bize yeni hayat verdin Atatürk.
Batan gemi değil aziz vatandı,
Bir şafak misali ağaran tandı.
Her bir Mehmetçiğin birer arslandı,
Çelik çemberleri yardın Atatürk.
Dikilmişti gözleri ülkemize,
Düşman ile gelmiş idik göz göze.
Hepsini bir anda getirdin dize,
Akdeniz’e kadar sürdün Atatürk.
Memleket kurtuldu geldi istiklâl
Yurtta dalgalandı yıldızlı hilâl.
Gönüllerde yatan Mustafa Kemal,
Bize cumhuriyet kurdun Atatürk.
Yapıldı fabrika, tüttü bacalar,
Örnek aldı öğrenciler hocalar.
Gündüz oldu o karanlık geceler,
Karanlıktan doğan nurdun Atatürk. (44)
Aşık Hikmet Arif Ataman
44
a.g.e. s. 149
Rasim Pehlivanoğlu
338
KEMAL ATATÜRK
Emsalsiz kahraman Türk kumandanı,
Yüzün mana dolu Kemal Atatürk.
Bakışların titretiyor cihanı,
Gözün mana dolu Kemal Atatürk.
Ünvanın gazidir Mustafa adın,
Dünyanın sırrını çözdün anladın.
En hakiki mürşit ilimdir dedin,
Sözün mana dolu Kemal Atatürk.
Zekâda eşsizsin ne dense yeri,
Sen yüce milletin büyük önderi.
Hedefimiz Akdeniz’dir ileri,
Emrin mana dolu Kemal Atatürk.
Ülkümüz andımız yol karış karış,
Uyan Türk milleti durmadan çalış.
Dedin yurtta barış cihanda barış,
Arzun mana dolu Kemal Atatürk.
Görüşün muhteşem sözlerin aydın,
Hürriyet sözünü dünyaya yaydın.
Yeni Türkiye’ye bir düzen koydun,
İzin mana dolu Kemal Atatürk.
Ruhaniyim gönlüm sevginle dolu,
Meseldir dünyaya Türk’ün Kemal’i.
Bu yıl doğumunun yüzüncü yılı,
Özün mana dolu Kemal Atatürk. (45)
Aşık Mustafa Ruhanî
45
a.g.e. s. 161
339
TÜRKLÜK YOLU
Türküm, hürriyetim cumhuriyettir,
Cumhuriyet bize büyük nimettir.
Zaferi yaratan aziz millettir,
Tarihe mal olan istiklalinden,
Türk milleti yürür Türklük yolundan.
Ecdadım Asya’dan boşa gelmedi,
Savaş savaş usanmadı, yılmadı.
Asla bir düşmana mağlup olmadı,
Sardı vatanımı ana belinden
Arş dedi, yürüdü Türklük yolundan.
Yeni bir gün doğdu, meclis kuruldu,
İncelendi eşit haklar soruldu,
Herkese hürriyet hakkı verildi,
Atam sordu Kara Fatma gelinden
Dedi, top taşırım Türklük yolundan.
Yıllar boyunca çok şeyler düzeldi,
Gençlik ilerledi, bugüne geldi.
Göklere yükseldi, dağları deldi.
Doğudan, batıdan, Anadolu’dan
Öylece yürürüz Türklük yolundan.
Gökte uçak, yerde trenlerimiz,
Kendi servetimiz, kendi varımız.
Elimiz emeği, alınterimiz,
Kulak ver başkente, sor Kemal’inden
Sözü Anayasa Türklük yolundan.
Aç ve susuz kaldık, ne günler çektik,
Bu nazlı toprağa kan, tohum ektik.
Hudutlar kesildi, direkler diktik,
Ak Yaka’nın, Kızıltaş’ın çölünden,
Türk bekler nöbetin Türklük yolundan.
Daim var – olasın, yüce Atatürk,
Bize mesken oldu sayende bu mülk.
Bir destan bıraktın bize çok büyük,
Bir destan ki al bayrağın alından,
Gururla yürürüz Türklük yolundan. (46)
Aşık İlhami Demir
46
a.g.e. s. 192
Rasim Pehlivanoğlu
340
Not:
“Atatürk’ün Üstün Kişilik Özellikleri” adı ile hazırlanmış
olan ikinci kitapta, yeri geldikçe, Atatürk’ün önemli görüş, duyuş ve
hizmetlerinden, değerini hiç kaybetmeyen öz sözlerinden, hakkındaki
övgülü yazılardan, konuyla ilgili anlamlı fıkralardan, objektif
eleştirilerden de örnekler verilerek açıklamalar yapılmıştır.
İşlenilen konuyla ilgili olarak verilmek istenilen mesajları
destekleyen çok sayıdaki şairlerimizin duyarlı şiirlerinden de alıntılar
yapılarak esere canlılık katmıştır.
341
BİBLİYOGRAFYA
1- Akçakayalıoğlu, Cihat: ATATÜRK - Gen. Kur. Askeri Tarih
ve Stratejik Etüt Bşk.lığı Yay. - Genkur Basımevi - Ank. 1980
2- Angın, Hacı: Çocuk Gözüyle Atatürk - Angı Yayıncılık Ankara 1977
3- Altıner, Avni: Her Yönüyle Atatürk - Bakış Matbaası ve
Kütüphanesi - İst. 1961
4- Bayar, Celal (Derleme İsmet Bozdağ): Atatürk’ün Metodolojisi
ve Günümüz - Kervan Yayınları - İstanbul 1978
5- Dündar, Erhan - Orhan: M. K. Atatürk 1 - (Resimli) Selanik’te
Doğan Güneş - M.E.B. Yayınları - Ankara 1995
6- Dündar, Erhan - Orhan: M. K. Atatürk 2 - (Resimli) Asker
Mustafa - M.E.B. Yayınları - Ankara 1995
7- Dündar, Erhan - Orhan: M. K. Atatürk 3 - (Resimli) Kurmay
Yüzbaşı M. Kemal - M.E.B. Yayınları - Ank. 1996
8- Dündar, Erhan - Orhan: M. K. Atatürk 4 - (Resimli) Vatan ve
Hürriyet - M.E.B. Yayınları - Ank. 1996
9- Dündar, Erhan - Orhan: M. K. Atatürk 5 - (Resimli) İkinci
Meşrutiyet - M.E.B. Yayınları - Ank. 1997
10- Dündar, Erhan - Orhan: M. K. Atatürk 6 - (Resimli)
Balkan Harbi - M.E.B. Yayınları - Ank. 1997
11- Dündar, Erhan - Orhan: M. K. Atatürk 7 - (Resimli) 1. Dünya
Savaşı - M.E.B. Yayınları - Ank. 1999
12- Dündar, Erhan-Orhan: M. K. Atatürk 8 -(Resimli) Çanakkale
Geçilmez - M.E.B. Yayınları - Ank. 1999
13- Dündar, Erhan - Orhan: M. K. Atatürk 9 - (Resimli)
İmparatorluğa Veda - M.E.B. Yayınları - Ank. 1999
14- Erendil, Muzaffer (Em. Tümg.): Çok Yönlü Lider Atatürk –
Genkur Basımevi - Ank. 1986
15- Erman, Nüzhet: Gazi M.Kemal Atatürk - Kültür Bak.
Yayınları - Ank. 1s981
16- Eroğlu, Hamza: Türk İnkılap Tarihi - M.E. Basımevi -İst.
1982
17- Ersoy, Mehmet Akif: Safahat – M.Eğitim Basımevi - İst.
1996
18- Eryalaz, Zekayi: Söz Vatan Olunca - Diyanet Bşk. Yayınları Emel Matbaası - Ank. 1986
19- Fevzioğlu, Osman Güngör: Atatürkçe (şiirler) - Tekışık
Matbaası – Ank. 1983
20- Gökalp, Ziya: Kızılelma - Kültür Bak. Yayınları - Ank. 1976
21- Göksel, Burhan: Atatürk’ün Soy Kütüğü - Kültür Bakanlığı
Yayınları - Başbakanlık Basımevi - Ank. 1995
22- Güngör, Selehattin: Yakınlarının Ağzından Atatürk - Gençlik
342
Kütüphanesi - 1944
23- Güney, Eflatun Cem: Atatürk Hayatı ve Eserleri - Milli
Eğitim Basımevi - İst. 1963
24- Halıcı, Fevzi: Saz Şairlerinin Diliyle Atatürk - Kültür
Bakanlığı Yayınları - Güven Matbaası - Ank. 1981
25- Kaplan, Mehmet ve Arkadaşları.: Devrin Yazarlarının
Kalemiyle Milli Mücadele ve M. Kemal 1 - Kültür Bak.
Yayınları - İst. 1981
26- Kaplan, Mehmet ve Arkadaşları.: Devrin Yazarlarının
Kalemiyle Milli Mücadele ve M. Kemal 2 - Kültür Bak.
Yayınları - İst. 1981
27- Kaplan, Mehmet (Prof.) ve Ark.: Atatürk Şiirleri Antolojisi –
Kültür Bakanlığı Yayınları - Gaye Matbaası - Ank. 1986
28- Kocatürk, Utkan (Dr.): Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri –
Ayyıldız Matbaası - Ank. 1971
29- Kocatürk, Utkan (Prof.): ATATÜRK - Kültür ve Turizm Bak.
Yayınları - Ank. 1987
30- Kurnaz, Şefika: Balkan Harbinde Kadınlarımız - Milli Eğitim
Basımevi - İst. 1993
31- Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Folklor Ar. Da. Yayınları:
Türk İstiklal Savaşı Destanları, Ankara - 1982
32- Omurtak, Salih ve 6 Arkadaşı: ATATÜRK - Milli Eğitim
Basımevi - İst. 1970
33- Orhan, Halil: Bahçemdeki Çiçekler (şiirler) - Milli Eğitim
Basımevi - İst. 1988
34- Parlatır, İsmail ve 5 Arkadaşı: Oğuzdan Bugüne - Türk Dil
Kurumu Yayınları - Ank. 1996
35- Parmaksızoğlu, İsmet: T.C. İnk. Tarihi - Oğul Matbaacılık –
İst. 1982
36- Sakarya, H. İbrahim: Ben Öğretmenim - M.E. Basımevi - İst.
1990
37- Serdarlar, Neriman ve Arkadaşı F. Çetinkaya: T.C. İnk. Tarihi
- Aka Kitabevleri - İst. 1968
38- Su, Mükerrem Kamil: T.C.Tarihi - Kanaat Yayınları -İst.1971
39- Şapolyo, Enver Behnan: T.C.Tarihi - Baha ve İsmet Matbaası
- İst. 1966
40- Şimşek, İbrahim: Mustafa Kemal Bir Destan – Binoğlu
Yayınları – İst. 1992
41- Tan, Nail (Derleyen): Türk İstiklal Savaşı Destanları –
Başbakanlık Basımevi - Ank. 1982
42- Tansel, Fevziye Abdullah: M.E.Yurdakul (şiirleri) - Türk
Tarih Kurumu Basımevi - Ank. 1989
343
43- Talas, İ. Hakkı: Bütün Şiirlerim – Yeni Okul Bilgisi Yayınları
- İst. – (Eski Yıllar)
44- Tümay, Bekir: Gazinin Doğuş Destanı - Ankara - 1981
45- Yazar, M. Behçet: Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı –
Kanaat Kitabevi – İst. 1938
46- Yazıcı, Seyfettin: Milletimize Sesleniş - Diyanet İşleri Bşk.
Yayınları - Ank. 1997
47- Yiğit, Mehmet: Mustafa Kemal’le Olmak - Milli Eğitim
Basımevi - İst. 1993
48- Yücebaş, Hilmi: ATATÜRK (Nükteler, fıkralar, hatıralar) –
Yeni Matbaa - İst. 1963
Not: Ayrıca çeşitli sözlükler, ansiklopediler gazete küpürleri ve
başka kaynaklardan da faydalanılmıştır...
Download