1 ENERJİ, EKOLOJİ ve İSLAM 9 Kasım 2012 CAMİ TASARIMI ÜZERİNE.. Enerji ve Ekoloji, yeryüzündeki yaşamın temel taşları ve canlılığı sürdürebildiğimiz ortamın olmazsa olmazları ise, İslami düşüncenin bunu görmezden gelmesi mümkün değildir. Bu konuda bize sunulan nimetlerin hem farkına varılması hem de değerlendirilmesidir şükrün en anlamlı ifadesi.. Kendimizi çaresiz sanarak; her türlü barınma ihtiyacımızı karşılarken, yanlış malzeme ve teknolojilere başvurduğumuz için, taşınamaz giderlere yol açan ya da deprem olduğunda tepemize çöken yapıların sorumluluğunu “Allah’ın takdiri !” ifadesine bağlamak, kutsal kitabımızda tanımlanan kulluğa sığmaz. Tedbir alınmadan katlanılan kadercilik değildir Müslümana yakışan tavır. Sunulan nimetleri ve olanakları göremeyip, alamadığımız tedbirlerin sonucunda doğan inanılmaz israfın ve yıkımın sorumluluğunu; yaratana izafe etmek en büyük yanlıştır... İnşa ederken de içinde yaşarken de; doğal malzemeleri, zaten var olan doğal yöntemleri bilmeli ve hayatımıza dahil etmeliyiz. Hiçbir yapı; hayata risk katmamalı ve topluma yük olmamalıdır.. Bu bir ibadet alanı da olsa !.. Çünkü en doğru ibadet; nimetin farkındalığı ve idraki ile yapılan şükürdür. Yıllardır ısrarla sürdürdüğümüz, altını doldurmaya ve örnekler oluşturmaya çalıştığımız “enerji mimarlığı” yolculuğunda görülmüştür ki; herhangi bir yapı, sadece doğru yön, doğru malzeme ve doğru tasarımdan yola çıkabildiğinde, işin yarısını halledebilmektedir. Yani bu aşamada enerjiden tasarruf ve ekolojiye katkı oranı % 50’dir. Çağdaş teknolojinin ona sunduğu bazı elektronik ve mekanik çareleri de yaşamına katabildiğinde; kendisini % 100 oranda hem ısıtacak hem soğutabilecek, hem aydınlatacak, hem havalandıracak hem de atıklarını kontrol edebilecektir. Ayrıca, yağmur suyunu yaşam döngüsüne katarak kendi bünyesinde değerlendirebilecektir. Bütün bunlar için artık hiçbir bedel ödemeyecektir. Yani kendisine daima yetebilecektir. İlaveten, doğru malzeme ve sitemler aracılığı ile, deprem risklerini de büyük ölçekte yok edebilecektir. Hatta sıfıra yaklaştırabilecektir. Yani içinde bulunduğu toplumun ve yönetimin başına dert olmayacaktır.. Bu savımızı doğrulayan ve 40 yıldır yaygınlaşmakta olan dünya örneklerine, ne mutlu ki “öncü uygulamalarının içinde bulunduğumuz” ülkemizdeki örnekler de hızla katılmaktadır. Dileriz böyle bir cami, bu kulvarda Müslüman aleminde de, ibadet mekanı olarak dünyaya da ilk örnek olsun.. 1. GÜNEŞ ve ENERJİ Türkiye özelinde kıbleyi yön olarak kullanan camilerin, Edirne’den Kars’a -10 + 40 derece ortalaması ile 50 derecelik bir açı içinde, daima doğu batı çizgisinin altına doğru ve ağırlıklı olarak güney yönüne bakıyor olmalarını sadece basit bir şekil şartı olarak görmek, İslamiyet’in özüne aykırı olur. “Düşünesiniz diye !” denmişken düşünemiyor olmaktır. Neden böyle söylüyorum ?.. Çünkü güney demek güneş demektir ve güneş demek de enerji demektir.. Hem kolayca ısıtabilmek hem soğutabilmek demektir. Peki hangi camimizde bu yönü ile ele alınmıştır güneş ?.. Bu güne kadar hiçbirinde !.. Işığı akıllıca kullanmak adına zaman zaman pencere düzenlerine dikkat edilmiş ama o da sadece hava aydınlık iken elde edilen performansı arttırıcı olmuştur. Sabah namazının erken saatleri ile akşam sonrası ve yatsı namazına hiç faydası olmamıştır.. 2 Halbuki o güneş, söz konusu karanlık zamanlar için de çareler sunmakta idi.. Kim gördü ve kim kullandı. Hiç kimse !.. Tek tük örneklerde görüldüğü gibi cami dışına üç-beş panel koyup elektrik ve sıcak su üretmekten bahsetmiyorum. “Enerji Mimarlığı” diye yıllardır anlatmaya çalıştığım biçimde, doğrudan mimarinin ürettiği, yapının eklentisi değil ögesi, ayrılmaz parçası olan çözümlerden, bütüncül bir davranıştan ve çağdaş tekniklerden bahsediyorum. Camilerimizde, hem güney hem de güneydoğu ve güney-batı yönlerine bakan yapı örtüsü, PV paneller ile kaplanabilir örneğin. Avluyu çevreleyen yapılarda da yine aynı yönler bu amaçla kullanılabilir. Panel yüzeyleri için yeni bir alt yapıya dahi gerek duyulmadan, sistem aynı zamanda mimari tasarımın ögesi olarak, bir “dış örtü” olarak değerlendirilebilir.. Bu yolla elde edilebilecek üretim kapasitesi; camilerimizin; ısıtma soğutma, aydınlatma dahil kendi ihtiyacını karşılamanın dışında, devlete elektrik satışı yapıp gelir elde etmesine bile vesile olabilecek düzeyde olacaktır. Artık kanunlar buna müsaittir ve çift saat uygulaması başlamıştır. Teknik projelerin çözümü ile elbette abdest amaçlı kullanım sularının da yine mimari çatı örtüleri ile entegre olabilmiş, yapı ile bütünleşebilmiş, çatıda çanak anten gibi durmayan kolektörler vasıtası ile ısıtılabilmesi de çok kolaydır. Eğer İslamiyet’i anlaşılmaz bir bağnazlıkla; en erken iki yüz yıl öncesi teknik koşullarının doğurduğu biçimsel fotoğrafa endekslemeye çalışırsak, bence yine dinimizin özünde mevcut olan gelişmeye ve yeniliğe açık, yani Allah’ın nimetlerinin her yeni tezahürüne ve idrakine ışık tutan tavrına ters düşmüş oluruz.. Örneğin kiliseler için değişmez yön; doğu iken, camilerimizin güneşi en çok kullanan güneye yönelmesinde bir neden aramamak ve bu koşuldaki sırrı göremeyip, fayda üretememek kulluğun bile idraki değildir.. 2. RÜZGAR ve ENERJİ Diğer yandan, ezanın duyulabilmesi amacı ile bir yükselti gereksinimi ile doğan minareleri de, bir şekil şartı endişesi ile “hiçbir zaman kullanılmayan” gereğinden çok şerefelerle süsleyerek yine İslamiyet’in özünde mevcut olan “israf haramdır” anlayışına ters düşmeyi göze almak anlaşılmaz bir tavırdır.. Buna mukabil, hazır yükselmişken yukarılarda daima yer düzlemine göre katlanarak artan hızlarda mevcut olan rüzgardan yararlanmayı düşünmemek, bir akıl tutulmasıdır.. Yine, bir başka nimetin farkında olmamaktır. Elbette; bir yatay rüzgar türbini edası ile direk dikmekten değil, mimari tasarım marifetini çağdaş teknolojiyle harmanlayarak, minareyi aynı zamanda rüzgardan enerji elde eden bir yapı elemanı gibi çözebilmekten bahsediyorum. Düşey eksenli yeni türbinlerde ulaşılan, düşük hızlardan itibaren enerji üretebilme marifeti, 20-30 metrelerden sonra bile birçok minarede verim alabilme şansı verirken, özel konumlara sahip, örneğin doğal yükseltilerin üstünde yer alan camilerde, 100 metre yüksekliklerde 10 metre saniyeye ulaşabilen rüzgar hızları, bu yaklaşım için bulunmaz bir nimet olacaktır.. O yüzden tasarımlarımızda, minarelerin külah altlarının belli bölümlerinde, minare ile aynı çapta, minare adedince düşey eksenli rüzgar türbinlerine yere verebileceğimiz unutulmamalıdır.. Minare adedince rüzgar türbininin üretimini de dahil ettiğimizde, akıllıca bir enerji kullanımı ile, ısıtma soğutma ve aydınlatma için gereksinimiz olan ortalama ihtiyacın hayli fazlasını üretebileceğimiz ve devlete geri satabileceğimiz tekrar çıkar ortaya.. 3. VENTURİ BACASI ve RÜZGAR KEPÇESİ Küçük büyük birçok camimizde yaşanan bir sorun vardır. Özellikle sıcak günlerde eğer cemaat sayısı da beklenenin üzerine çıkmış ise, içeride sıcaklık hayli yükseldiği gibi, hava kalitesi de bozulmaktadır.. Bilindiği gibi 3 ısınan hava yükselir ve genellikle kubbesel mekanların en üst noktasında birikir. Fakat maalesef oradan bir tahliye şansı bulamaz.. Halbuki tasarımlarımızda; büyük kubbenin tepesinde “Venturi bacası sisteminde olduğu gibi”; hafif esen bir rüzgarın bile yaratacağı vakum etkisi ile, o noktadan hava tahliyesi kolayca sağlanabilecektir.. Aynı çözüm içinde, tarafımızdan bir geliştirme patenti konusu haline gelen fakat kullanımı herkese açık rüzgar kepçemiz vasıtası ile de, temiz havanın iç mekana alınması kolaylaşacaktır.. Bu eylemler için bir mekanik takviyeye bile gerek yoktur.. Sadece bu vantilasyonları güçlendirmek için, yine enerjisini kendimizin üreteceği fanlar, takviye olarak devreye alınabilecektir.. Bu düzen; elbette sadece olağandışı zamanlarda değil, olağan sıcak günlerde de; kuzey yönünden ya da toprağın üç metre altına kolayca döşenebilen hava kanallarından çekilen; ortalama +- 5, 15 derece hava ile, iç mekanda bir esinti, klimaya hiç ihtiyaç duyulmayan bir serinlik ve her koşulda temiz hava elde etmenin çaresi olarak da daima gündemde kalacaktır. 4. SUYUN FİZİKSEL KULLANIMI Camiler, büyük çatı alanları ve avlu yüzeyleri demektir. Toplam taban yüzeyimiz; kaldırımlar dahil ne kadardır, hiç merak etmekte miyiz ?.. Yani bu alan kaç ton aylık ve yıllık su kapasitesine işaret eder. Hiç hesapladık mı ?..Benzer bir su toplama tesisinin daha önce yapılan fizibilite çalışmalarına göre dört yıl içinde kendisini amorti ettiği görülmüştür. Yani böylece artık suyumuz da bedava olacaktır. İstanbul için aylık ortalama yağmur miktarı 52.73 kg/m2’dir. ( 1970-2011 ortalaması ) Örneğin 2000 m2 toplam çatı ve çevresel yüzeyi olan İstanbul’daki bir cami; 2.000 x 52.73 = 105.46 ton aylık x 12 = 1265.52 ton yıllık su kapasitesine işaret eder. O zaman geldik yine israf etmeme kuralına. Tasarımlarımız kendi yüzeyine düşen tüm suyu, oluklarla, menfezlerle ve teknik yollarla toplayarak depolamalıdır. Yağmur suyunu, arıtarak abdest almak için kolaylıkla kullanabileceğiz. Abdest alınan ve tuvaletlerde kullanılan suları da biyolojik ya da nano-menbran arıtma sistemleri ile temizleyecek, rezervuarlarda geri kullanım sağlayabileceğiz. Bu alanlarda ayrıca, yapımızın kendi olanakları ile ısıttığı suyu kullanarak hizmet verecek olan özel duşlar ve soyunma odaları ile, belli bir büyüklükten sonra küçük bir klinik donanımın ya da sağlık tesisinin de bir cami külliyesine yakışacağı kanaatindeyiz.. Hem acil hem sürekli hizmetler için bir güven ve çekim alanı yaratacaktır.. Böyle bir cami, yağmur sularını ayrıca temizlik amaçlı değerlendirebilecek, ilaveten; bünyesindeki ve çevresindeki doğal örtünün damlama sulama sisteminde kullanabilecektir.. Bizce, eko denge adına; bir caminin hem kendisine düşen vazifesidir, hem de çevresel eğitim adına çok önemli bir görevidir bu.. Hangi camimizde böyle bir düzen vardır. Yine hiçbirisinde !.. 5. SUYUN YAPISAL KULLANIMI Camilerimizin tabanında, kendi ürettiğimiz ve toplayabildiğimiz yağmur suyunu kapalı devre olarak kullanabilen bir su figürü, fıskiyeler ya da minik şelaleler sayesinde iç mekanlarda; bedeni ve havayı temizleyen oksijeni üretebilecektir. Sirkülasyon sayesinde de, depolanan suda mikrop üremesi engellenmiş olacaktır.. Bilindiği gibi su; İslami açıdan da büyük bir nimettir. O yüzden, sesi ile huzur veren ve manevi anlamda ruhumuzu da temizleyen bir figür ve toplama gayretimiz sayesinde “hak edilmiş bir nimet” olarak yer alabilecektir tasarımımızda.. 6. YAPI ELEMANLARI Beton, 20. Yüzyılın başlarında; asrın icadı olarak takdim edildiğinde, ömrünün sonsuz olduğu ve giderek mukavemetini yükselttiği anlatılırdı. Artık anlaşılmıştır ki bilimsel ömrü 4 60 yıl, fiziki ömrü ise ancak 100 yıldır.. Marmaray için üretilen üstün kaliteli betonun bile, ancak 100 yıl ömrü olduğu imalatçısının itirafıdır. En az iki üç yüz yıl ömrü olacağını öngörmemiz gereken bir caminin, betonarme dışında bir çözüm aramaması, ya da kompozit bir sistem önermemesi kabul edilemez. Torunlarımıza bırakacağımız bir eserin; malzeme yorgunluğu ve deprem risklerini düşünmeden inşası; maalesef yeni inşa edilen tüm camiler için de söz konusu olan bilimsel bir ayıp ve mesleki bir suçtur.. Bilinmelidir ki ahşap teknolojisi artık 200 metre açıklık sınırlarını çoktan aşmış, yangın ve deprem riski hiç taşımayan olanaklara kavuşmuştur. Dünya genelinde tüm kamusal ve sportif alanları örtüsü, artık ihale şartı olarak ahşaptır. En yüksek oranda güvenlik gereksinimi taşıdığı için, Avrupa Birliği Parlamentosunun bile çatısı ahşaptır. Amerika’daki tüm konutların % 90’ı yine aynı sebeplerden ahşaptır. Bütün bunları bir yana bırakalım, ülkemizde mevcut 8 adet caminin ahşap olduğunu ve ortalama 600 ila 700 yıldır ayakta durduklarını hatırlamak zorundayız. Dünyaya ahşabın tekniğini ve mühendisliğini de atalarımızın öğrettiği, önemli yabancı uzmanların ağzından şahit olduğum ve daima tekrarlanan bir itiraftır.. Taş yapım yığma camilerin bir kısmı; tarihsel süreçte kısmen ya da tamamen yıkılırken ahşap camilerimiz tüm depremlere dayanmıştır. İşte burada yine: “Bilesiniz diye !” ikazı bizi düşünceye sevk etmelidir. Tasarımlarımızda beton; belki sadece çevresel taşıyıcı sistemde fakat yine ahşapla birlikte kompozit olarak kullanılmalıdır. Çünkü dış etkilere karşı iyi korunabildiği takdirde betonun en iyi ve yegane özelliği basınca dayanımıdır. Ama merkez yüksekliği ve kubbe çapı zorlayıcı ölçülerde olan açıklıkların, mutlaka ahşap kirişlerle geçilmesi gerekir. Böylece betonun kendi ağırlığının hamallığını yapması da, depremde çökme riski de bertaraf edilmiş olacaktır.. Ayrıca, minarelerimizde bile ahşabın genel mukavemet ve depreme karşı elastikiyet temini amacı ile kompozit bir çözümle projelerimizde yer almasını önermekteyiz.. Bu konu; başlı başına bir ar-ge konusudur ve dünyaya verilecek önemli dersleri içermektedir.. Yani bu vesile ile camimiz, son dinin mekanı olarak, teknolojik çözümlerinde de son noktayı koymuş olacaktır. En az elli yıllık bir inşaat gözlemcisi olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu hesabı ve imalatı yapabilecek mühendislere çok şükür sahibiz bu ülkede.. Henüz yapılmakta olan ve maalesef beton kalitesi çok düşük görünenlerden başlayarak gerekli önlemleri almak zorundayız. Aksi takdirde 50-60 yıl sonra olabilecek bir depremin namaz vaktine isabet etmesi sonucu oluşabilecek kayıpların sayısı şimdiden uykularımızı kaçırmalıdır. Bu işin vebalini, düşünmek zorundayız.. SÖZÜN ÖZÜ.. Yine geldik Allah’ın zaten verdiklerine ve bir gerçek Müslümanın bu nimetleri idrak mecburiyetine.. Aynen çocuklar için verilen ruhsatta olduğu gibi; aklen gelinmeyen idrake ait bilgilerden sorumluluk elbette yok. Ama madem ki bizler artık bilme noktasındayız, uygulama vecibesi omuzlarımızdadır.. Bütün sorun; din kültürünün en önemli mekanını mimarca ve mühendisçe yorumlarken, ortaya bir makine kuruluğunda tasarım değil, “modern mimari uygulamasıdır zannı ile !..”, kişisel kaprislerin; olur olmaz malzeme seçimleri ile biçime yansıması hiç değil, geleneksel kültürümüzün imbiğinden geçmiş, bugünün estetiğini ve olanaklarını da ustaca kullanan; “kalıcı, huzur verici ve davetkar” bir mekan yaratabilmenin marifetine ulaşmaktır.. 1997 yılında kaleme aldığım 9 sayfalık “İbadetin Mekanı” başlıklı makalemde de bu üçlemeye dikkat çekmiştim ve o günlerin din bilginleri ile mutlulukla paylaşıp desteklerini almıştım. 5 O yazımda şunu demeye çalışmıştım: “Caminin kapısından, bütün bu ögelerin katkısı ile davetkar bir mekan yaratılarak içeri alınabilen insan, artık yaratanı ile baş başadır ve maksat hasıl olmuştur !..” Bu anlatım; işin felsefi alt yapısı ve manevi açıklaması idi benim için. Bence, şimdiki yazımda açıklamaya çalıştığım “hayatta ve ayakta kalma” koşulları da bundan böyle, yeni cami projelerinin olmazsa olmazıdır. Mimarlar bilmelidir ki; bu koşullar, bireysel bir seçenek ya da farklı bir tasarım yolu değil, mecburiyettir... Ülkemizin ayakta kalma mecburiyeti !.. Gerçek bağımsızlığı !.. Çağdaş, güncel ve acil bir gereksinim.. Aynı zamanda; evrensel bir sorumluluk !.. Cami tasarımına soyunduğumuzda, tabii şunu da unutmamak gerek: Sadece biçimsel farklılık adına, kerameti kendinden menkul bir görsellik yaratmak da hiç değildir çağdaş mimarlık.. Tarihi süreçte; yaşamın en yakışan elbisesi olmanın yanında, ancak en işlevsel kılıfı ise itibar görebilmiş ve o toplumun kültür ögesi olabilmiştir bu gayret. Mimarlığı; ülke, iklim, kültür farklılıklarını tamamen göz ardı edip, enerji ve ekoloji önceliklerine boş verip, global moda eğilimlerin takipçisi olmayı gözeterek sürdürenler doldurdu her yanı.., Mesleğini; “canım istedi” kolaylığında bir görsel sanattan ibaret sanan hayli mimar var ülkemizde.. Belki de “mimar geçinen !” demek daha doğru olacak.. Dünya genelinde ibadet mekanları; kültürel mirası akıllıca kullanırken, geleceğe de referanslar verebilecek teknik güçte ve estetik değerde yapılar, yani “uç örnekler” olarak öne çıkmaktadır.. Onlar için bu yolda elde edilen teknik ve sanatsal başarı, aynı zamanda o ülke için gurur kaynağıdır. Bizde ise tam tersidir maalesef. Bu tasarımlar, piyasanın koşullarına ve hepsine yetişme gücü ve salahiyeti olmadığı bilinmesine rağmen; diyanetin gayretine terk edilmiştir. Hiçbir üniversitenin mimarlık bölümünde, sanat tarihi amaçlı olanlar hariç, ibadetin mekanına dair ne bir sürekli araştırma ne bir felsefi yaklaşım ve bütünsel sorgulama ne de bir proje beklentisi vardır.. Bu konu, üniversitelerimizin bir ayıbıdır. Hatta ele alınması sakıncalı, korkulu rüyasıdır adeta.. O yüzden, şimdilik bize düşen bir görev olarak burada söylemeliyiz ki; özellikle yeni bir cami tasarlarken, elbette ilkin İslamiyet’in özü kavranmalı, ibadetin neden ve sonuç ilişkileri masaya yatırılmalıdır. Ve ardından yine elbette, bu alanda bize büyük bir zenginlik sunan; Selçuklunun, Osmanlının süzgecinden geçen tasarım eğilimleri ile kültürel ögeler göz ardı edilmemelidir. Ama hedef daima; çağdaş teknik çözümleri de bünyesinde barındıran, yani “yaşadığı asrı temsil ederken geleceğe de güçlü göndermeler yapabilen” bir proje elde etmeye çalışmak olmalıdır !.. Aklın yolunda buluşacağımıza inanıyorum.. Y.Mimar Çelik ERENGEZGİN [email protected] www.erengezgin.net