T.C. NİŞANTAŞI ÜNİVERSİTESİ MESLEK YÜKSEKOKULU ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ-I DERSİ NOTLARI 3. KISIM 4- YENİ OSMANLILAR HAREKETİ Her ne kadar bir önceki yüzyıla göre daha olumlu görünse de Osmanlı Devleti’nde 19. asır reform hareketleri sistemli bir plan çerçevesinde hayata geçirilememişti. Genel olarak Tanzimat dönemi devlet adamlarının zihinlerinde reformların, Batılılaşma yoluyla gerçekleşeceğine dair yanlış bir kanaat hakimdi. Bu kanaat, Batılı toplumlara özgü yöntemlerin, Osmanlı toplumuna uygulanmak istenmesine neden oluyor, kalkınma yolunda kısmi ve göreceli bir gelişme yaşanırken toplumsal dinamikler temelinden sarsılıyordu. Tarihsel sürecin gerektirdiği değişimler bariz bir gecikmeyle gerçekleşiyor ve bunlar başarı olarak kabul ediliyordu. Misal olarak Osmanlı Devleti’nde Batı tipi ilk ve orta öğretimin yaygınlaştırılmaya çalışıldığı yıllarda Batıda üniversite ve akademilerde ciddi bilimsel çalışmalar yapılıyordu. Tanzimat döneminde Osmanlı Devleti’nde beklenen kalkınma ivmesi yakalanamadı. Eksik ve hataları olsa da yapılan reformların tabana yayılmasında ciddi sıkıntılar yaşanıyordu. Reformları yürüten “Tanzimatçı” devlet adamları ve devlet mekanizmasına eklemlenmiş olan aydınlar bu sorunların Batılılaşma sayesinde aşılabileceğini savunuyorlardı. Bu görüşlere karşı çıkan ve kendilerine Yeni Osmanlılar adı verilen aydınlar ise Tanzimat döneminde uygulanan yöntemleri tartışmaya açtılar. Osmanlı devlet mekanizmasının ve toplumunun kendi iç dinamikleri içerisinde yeniden yapılandırılması gerektiğini savunan Yeni Osmanlılar, rejimin değişmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Yeni Osmanlılar yapılacak değişim için referans olarak Batıyı değil İslam’ı esas alıyorlar; meşveret yani danışma mekanizmasının işlevsel hale getirilmesi yoluyla idari değişiklikler yapılabileceğini ileri sürüyorlardı. Onlara göre bu esaslar çerçevesinde hazırlanacak bir anayasa ve kurulacak bir parlâmentonun yer alacağı meşruti bir idare sorunların çözülmesini sağlayacaktı. Batıya ait argümanları değil daha ziyade İslami referansları esas alan Yeni Osmanlıların, yönetime karşı toplumsal destek sağlayarak yapılacak değişiklikleri tabana yaymak istedikleri anlaşılıyordu. Aralarında Şinasi, Namık Kemal, Ali Suavi ve Ziya Paşa gibi devrin önemli aydınlarının bulunduğu Yeni Osmanlılar basın ve yayın yoluyla düşüncelerini halka anlatmayı tercih ettiler. Tercüman-ı Ahval, Tasvir-i Efkâr ve Muhbir gibi gazeteler aracılığıyla düşüncelerini yaymaya çalışan Yeni Osmanlılar, 1865 yılında kurdukları Yeni Osmanlılar Cemiyeti etrafında örgütlenmeye çalışırken mevcut rejim ve taraftarları ile karşı karşıya geldiler. Yeni Osmanlılar hareketini daha iyi anlayabilmek için bu hareketin ileri gelenlerin yetiştikleri şartlar, yaptıkları görevler ve düşünceleri çok iyi bir şekilde tahlil edilmelidir. 4.1- Mustafa Fazıl Paşa’nın Desteği ve Yeni Osmanlıların Avrupa’daki Faaliyetleri Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunu olan Mustafa Fazıl Paşa 1846 yılında İstanbul’a gelmiş, üst düzey memuriyetlerde görev almıştı. Önce maarif daha sonra maliye nazırlığına atanan Mustafa Fazıl Paşa, başarılı olmasına rağmen Sadrazam Ali Fuad Paşa ile anlaşamadığından görevinden alındı. Bundan sonra Meclis-i Âli-i Hazâin Başkanlığı’na atanan Mustafa Fazıl Paşa, padişaha bir tezkire yazarak hükümetin mali politikalarını eleştirmesinden dolayı görevinden azledildi ve paşanın İstanbul’dan ayrılması istendi. Mısır Hidivi olan ağabeyi İsmail Paşa, onun Mısır’a dönmesine izin vermeyince Avrupa’ya gitti. Bu sırada padişah iradesiyle Mısır’da veraset sisteminin değiştirilmesi (hanedanın en büyük çocuğu yerine, hidivin oğlunun tahta geçmesi) nedeniyle Mustafa Fazıl Paşa hidiv olma hakkını da kaybetti. Bütün bunlardan dolayı Osmanlı Hükümeti’ne karşı bir tavır sergileyen Mustafa Fazıl Paşa, padişaha bir mektup yazarak yapılan yüzeysel ıslahatların devletin kurtuluşu için çözüm olamayacağını ve idarenin değiştirilmesinin gerekli olduğunu bildirdi. Ayrıca Paşa, Paris’e davet ettiği Yeni Osmanlı Hareketi ileri gelenlerine destek vaat etti. Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi Paris’e giderek Mustafa Fazıl Paşa’nın desteğiyle mücadelelerini yurtdışından sürdürmeye başladılar. 4.2- Yeni Osmanlılarla Rejim Taraftarları Arasındaki Fikir Çatışmaları Rejim taraftarlarını kendi aralarında kategorize etmek mümkündür. Eski rejim sayesinde nemalanan ve meşrutiyetin ilan edilmesi halinde muhtelif menfaatlerini kaybedeceklerini düşünen mevki ve makam sahipleri, gayrimüslimler devlet idaresine katılacağı ve halifenin yetkileri sınırlandırıldığı için meşruti sistemin Şeriata aykırı olduğunu savunanlar ve meşrutiyet için toplumun yeterli olgunluğa erişmediğini ileri sürenler. Rejim taraftarlarının destekledikleri Ali Paşa Hükümeti, Yeni Osmanlılar tarafından savunulan fikirleri değerlendirmeye tabi tutmak yerine 5 Mart 1867 tarihinde çıkardığı bir kararname ile sansür uygulayarak bu fikirleri yasaklamayı tercih etti. Yeni Osmanlılar temelde Tanzimat dönemi yeniliklerine karşı olmadıkları gibi bu yeniliklerin yeterli olmadığını temel hak ve hürriyetler dikkate alınarak geliştirilmesini gerektiğini savunuyorlardı. Onlar, Tanzimat döneminde benimsenen zihniyetle birlikte yeniliklerin tatbikat tarzına muhalefet ediyorlardı. Tanzimat yeniliklerinin yüzeysel bir batılılaşmaya yol açtığını savunan Yeni Osmanlılar, bu dönemin ortaya çıkardığı bürokrasi anlayışına da karşı çıkıyorlardı. Yeniliklerin Batılıların dayatması ile yapılması da ayrı bir eleştiri konusuydu. Yeni Osmanlılar bu nüansın Osmanlı Devleti’nin Avrupalıların vesayeti altına girmesine yol açacağını ileri sürüyorlardı. Bilhassa Islahat Fermanı ile hayata geçirilmeye çalışılan yeniliklerin, gayrimüslimler lehine ayrımcılık sağladığı bundan dolayı Müslümanların ihmal edildiği düşüncesi de Yeni Osmanlı çevrelerinde yaygın bir kanaat olarak kabul görmekteydi. Bu noktada gayrimüslimlere hak verilmesine karşı olmayan Yeni Osmanlılar gerçek bir eşitlik istiyorlardı. Tanzimat’ın Batı tarzı hukuk anlayışına da itiraz eden Yeni Osmanlılar, İslami esaslar temel alınarak tesis edilecek bir hukuk sisteminin, hem Osmanlı toplum yapısına daha uygun olacağını hem de toplumsal tabanda destek bulacağını böylelikle daha başarılı olacağını ileri sürüyorlardı. Birbirinden farklı düşüncelere sahip olmakla birlikte Yeni Osmanlılar, İslami esaslı köklü reformlar yapılması, siyasi hak ve hürriyetlerin tanzim edilmesi halinde Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumdan kurtularak gelişeceğine inanıyor bunun için de meşrutiyet rejimini gerekli görüyorlardı. 4.3- Padişah Abdülaziz’e Karşı Muhalefet Yeni Osmanlılar ve onları destekleyen Mithat Paşa, Padişah Abdülaziz’e ve onun kurdurduğu hükümetlere karşıydılar. Hükümetlerin icraatları baskı ve zulüm olarak değerlendiriliyordu. Bu sırada farklı sebeplerle bazı devlet adamları Abdülaziz’e karşı gizlice faaliyette bulunuyorlardı. Bu durum onları Yeni Osmanlılarla işbirliğine itti. Bu arada kendisine karşı bir komplo düzenlenmesinden ve tahttan indirilmesinden endişelenen Padişah, Midhat Paşa’ya bu durumda neler yapılması gerektiğini sordu. Mithat Paşa, Padişaha bir rapor sunarak memleketin içinde bulunduğu bunalımların nedenlerini açıkladıktan sonra bütün Osmanlı uyruğunun hür ve eşik kılınması, iktidarda bulanan devlet adamlarının yetki ve sorumluluklarını belirleyen bir kanunun çıkarılması halinde sorunların ortadan kaldırılabileceğini izah etti. Ancak padişah bu tavsiyeler doğrultusunda bir adım atmadı. 4.4- Uluslar arası Faktörler; Londra Sözleşmesi (1871) Prusya’nın 1870-71 yılında Fransa’yı yenerek Alman birliğini sağlaması ve Avrupa’da büyük bir güç haline gelmesi uluslar arası rekabete yeni bir boyut kazandırdı. Merkezi Avrupa’da yaşanan gelişmeleri fırsata çevirmeyi planlayan Rusya, Kırım Savaşı ve Paris Antlaşması ile engellenen taleplerini yeniden gündeme getirdi. Almanya’yı ciddi bir tehdit olarak gören İngiltere ve Fransa’nın taleplerini geri çevirmesi Rusya’yı, Almanya ile ittifaka götürebilirdi. Bu nedenle İngiltere ve Fransa, Rusya ile uzlaşma yolunu seçti. Yaklaşık iki ay süren müzakereler neticesinde imzalanan Londra Sözleşmesi ile İngiltere, Fransa ve Rusya arasında mutabakat sağlandı. Buna göre; Rusya’nın, Karadeniz’de tersane bulundurması ve bu tersanelerde savaş gemisi inşa ederek Karadeniz donanmasını yeniden kurması kabul edildi. Bu mutabakatla Osmanlı Devleti, Rusya karşısında yalnız kalıyordu. Nitekim Rusya, bundan böyle Osmanlı topraklarında yaşanan gelişmelere doğrudan müdahale etmekte hiçbir sakınca görmeyecekti. 4.5- Ulusal Ayaklanmalar 1875 yılında Hersek’in Nüvesin kasabasında vergi vermek istemeyen Hıristiyan tebaa ile Osmanlı zabıtası arasında çıkan münazaa genel bir isyana dönüştü. Hersek’ten Bosna’ya oradan Bulgaristan’a sirayet eden ayaklanmalarla Osmanlı Devleti son derece zor durumda kaldı. O sıralarda Osmanlı Devleti’ne bağlı Sırp ve Karadağ prenslik kuvvetleri bu ayaklanmalara müdahil oldular. Başta Rusya olmak üzere güçlü Avrupa devletleri de bu gelişmelerle yakından ilgileniyor, Osmanlı Devleti’nin Balkan milletlerine bilhassa gayrimüslimlere zulüm yaptığını ileri sürüyorlardı. Yeni Osmanlılar ve duyarlı devlet adamları, ayaklanmalara neden olan etkenleri ortadan kaldırmak, yeni bir hukuki ve siyasi düzen kurarak dış müdahaleleri engellemek amacıyla meşrutiyet idaresinin tesis edilmesini savunuyorlardı. 4.6- Abdülaziz’in Tahttan İndirilişi V. Murad’ın Tahta Çıkarılışı Sadrazam Mütercim Rüştü Paşa, Midhat Paşa, Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Süleyman Paşa gibi bürokratlar devletin içerisinde bulunduğu durumun sorumlusu olarak gördükleri Sultan Abdülaziz’den ve hükümetinden memnun değillerdi. Muhalif devlet adamlarının kışkırtmalarıyla 11 Mayıs 1876 tarihinde Fatih, Bayezıt ve Süleymaniye medreselerindeki öğrenciler dersleri boykot ederek ayaklandılar. Halkın da desteğiyle Bab-ı Âli’ye doğru yürüyen kalabalık Padişah’tan, Sadrazam Mahmud Nedim Paşa ile Şeyhülislâm Hasan Fehmi Efendi’nin azlini istedi. İstekleri kabul edildi. “Softalar Kıyımı” olarak bilinen bu olaydan sonra Sultan Abdülaziz, sadrazamlığa Mütercim Mehmet Rüştü Paşa’yı, Seraskerliğe Hüseyin Avni Paşa’yı atadı. Midhat Paşa’da Heyet-i Vükelâ’ya tayin edildi. Padişah’ın bu hamleleriyle muhalefet sona ermediği gibi daha da güç kazandı. Bu kez muhalifler Midhat Paşa’nın konağında toplanarak Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi’ye “Padişah mülk ve milleti tahrip ve devlet hazinesini israf etti, milletin durumunun ıslahı için tahttan indirilmesi tasavvur olunur, buna cevaz var mıdır? Şeklinde bir soru yönelttiler, Şeyhülislam’ın "Bu hayırlı işe çarşaf kadar fetva veririm" şeklindeki cevabı üzerine ordu ve donanma elde edilerek Abdülaziz tahttan indirildi. Meşruti bir idare kurulmasını kabul edeceğine dair söz alındıktan sonra Veliahd Murat Efendi (V. Murad) tahta çıkarıldı. Abdülaziz’in tahttan indirilmesi konusunda hemfikir olan devlet adamları meşrutiyetin ilanı konusunda fikir ayrılığı içerisindeydiler. Dolayısıyla yeni padişaha karşı ortak bir cephe kurulamıyordu. Bu arada iyileşemeyecek derecede akıl hastalığına yakalandığının bir raporla beyan edilmesi nedeniyle V. Murad 93 günlük saltanatının ardından tahttan indirildi. Bu kez meşrutiyeti ilan edeceğine söz veren II. Abdülhamid tahta çıkarıldı. 5. I. MEŞRUTİYETİN İLANI (1876) Meşruti sisteme geçmeye söz veren II. Abdülhamid, acele davranmak istemiyordu. II. Abdülhamid, bir yandan Fransız anayasasını tercüme ettirirken diğer yandan Anayasayı hazırlamak üzere özel bir komisyon kurulması için irade yayınladı(24 Eylül 1876). Ne var ki; Anayasayı hazırlayacak olan komisyonda meşrutiyet yanlısı Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi aydınlardan başka Mütercim Rüştü Paşa ve tarihçi Cevdet Paşa gibi meşrutiyete karşı üyeler dâhil çok farklı fikirlere sahip şahıslar bulunmaktaydı. Neticede şiddetli tartışmalar neticesinde hazırlanan ve komisyon üyelerinin hiç birini tatmin etmeyen Kanun-ı Cedid adlı bir Anayasa taslağı 19 Aralık 1876 tarihinde padişaha sunuldu. Taslakta yürütme gücüne sahip bir padişah karşısında, yasama yetkisine tamamen sahip olmayan bir Heyet-i Mebusan öngörülmekteydi. Taslağa göre 120 üyeden oluşacak bu meclis üyelerinin üçte ikisi halk, üçte biri hükümet tarafından atanacaktı. İç ve dış borçlanmalar dahil mali konularda meclise geniş yetkiler veren bu taslağa göre hazırlanan kanunlar meclis üyelerinin salt çoğunluğuyla kabul edilmesi halinde padişaha sunulacak ve tasdik edildikten sonra yürürlüğe girecekti. Padişahın onaylamadığı kanunlar ancak mebuslar yenilendikten sonra tekrar görüşülebilecekti. Padişah’a sınırsız yürütme yetkisi veren taslak toplanma, dernek kurma, ticaret yapabilme haklarını ve fikir hürriyetini düzenliyordu. Ancak Padişah “memleketin usul ve istidadına uygun olmadığını” ileri sürerek bu taslağa itiraz etti. Bundan sonra Padişah, hazırlanan taslak üzerinde gerekli gördüğü değişiklikleri yaptırarak bu metni Kanun-ı Esasi olarak onaylayarak ilan etti. 5.1- İstanbul (Tersane) Konferansı (1876) 1876 yılı ortalarında Osmanlı Devleti çok ciddi iç ve dış sorunlarla karşı karşıya kaldı. 1876 yılı Temmuz ayında Sırbistan ve Karadağ’ın Osmanlı Devleti’ne savaş açarak yenilmeleri üzerine Rusya devreye girerek Osmanlı Devleti’ni mütareke yapmaya zorladı. Rusya'nın bu meseleyi kendi menfaatleri doğrultusunda çözüme kavuşturmasından endişelenen İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya devletleri İstanbul'da bir konferans toplanmasını kararlaştırdılar. 23 Aralık 1876 tarihinde açılacak olan ve "Tersane Konferansı" olarak bilinen bu konferansta hem Balkanlarla ilgili meseleler hem de Osmanlı Devleti’nden istenen ıslahatların görüşülmesi kararlaştırılmıştı. Batılı ülkeler üzerinde çok büyük bir tesiri olacağına inanılan Kanun-ı Esasi’nin ilan edildiği, konferans açıldığı gün top sesleri arasında Hariciye Nazırı Saffet Paşa tarafından Batılı temsilcilere bildirildi. Saffet Paşa, “Meşrutiyet rejimi ile devleti oluşturan etnik unsurların hak ve özgürlüklerinin güvence altına alındığını ve bu inkılâp karşısında toplantının amacının ortadan kalktığını” ifade etti. Bundan sonra Osmanlı delegeleri konferansı terk ettiler. “Bir açılış gösterisi” olarak nitelendirdikleri bu olaydan etkilenmeyen yabancı temsilciler, Tersane (İstanbul) Konferansı’nda aldıkları kararları Osmanlı Hükümeti’ne ilettiler. Buna göre Osmanlı Devleti’nin mağlup ettiği Sırbistan, bilhassa Karadağ’a toprak vermesi, Bosna ve Hersek vilayetlerinin birleştirilerek muhtar tek bir vilayete dönüştürülmesi ve başına büyük devletlerin muvafakati ile Babıâli tarafından bir vali atanması, Bulgaristan’ın doğu ve batı olmak üzere iki muhtar vilayete ayrılması ve bunların başına büyük devletlerin muvafakati ile Babıâli tarafından Hıristiyan valiler atanması gerekiyordu. Ayrıca yeni tesis edilecek Bosna-Hersek, Doğu ve Batı Bulgaristan vilayetlerinde yapılacak ıslahatları denetlemek amacıyla uluslar arası komisyonlar görev yapacak ve tarafsız bir devletin (Belçika’nın) askerlerinden müteşekkil 4 ilâ 6 bin kişilik bir jandarma kuvveti bu komisyonları muhafaza edecekti. 19 Ocak 1877 tarihinde Meclis-i Umumi’nin bu kararları reddetmesi ve padişahın da bu kararı onaylaması üzerine yabancı temsilciler bundan sonra yaşanacak olanlardan sorumlu olmadıklarını bildirerek İstanbul’u terk ettiler. 5-2- I. Meşrutiyete Karşı Muhalefet I. Meşrutiyet’e karşı çok ciddi bir direniş olmasa da sokaklara meşrutiyet karşıtı imzasız bildiriler atıldı ve duvarlara afişler yapıştırıldı. Halkı meşrutiyete karşı kışkırtmaya yönelik bu eylemleri soruşturan Midhat Paşa, aldığı bir jurnal üzerine aralarında Kazasker Gürcü Şerif, Dağıstanzade Muhyeddin Efendi ve Ramiz Paşa’nın bulunduğu yirmiden fazla şahsın sürgüne gönderilmesi için II. Abdülhamid’e müracaat etti. Yargısız kimseyi sürgüne gönderemeyeceğini açıklayan padişahı istifa etmekle tehdit eden Midhat Paşa, bu talebinin, Kanun-ı Esasi’nin 113. maddesine uygun olduğunu dile getirdi. Neticede sürgüne gönderilen muhalifler etkisiz hale getirildiler. İleride Padişah aynı metodu, başta Midhat Paşa olmak üzere ileri gelen Yeni Osmanlıları etkisiz hale getirmek için kullanacaktı. 5.3- Midhat Paşa’nın Azli Onayına sunulan bir nizamname tasarısının uzun süre padişah tarafından onaylanmaması üzerine Mithat Paşa, ağır dille bir yazı kaleme alarak padişahı görevi ile ilgili olarak tenkit etti. Bunu gerekçe gösteren II. Abdülhamid, Midhat Paşa’yı sadaretten azlederek Avrupa’ya sürgüne gönderdi. Akabinde Namık Kemal de Midilli’ye sürüldü. Midhat Paşa'nın ülkeyi terk etmesini emretti. Avrupa'ya giden Midhat Paşa’nın Girit'e dönmesine izin verildi. 1878 yılında Suriye valiliğine atanan Midhat Paşa, Padişah Abdülaziz'in öldürülmesi ile suçlandığından İzmir'de Fransız Konsolosluğuna sığındı. Hükümetin güvencesi üzerine teslim olan Midhat Paşa yargılandı ve Abdülaziz'in ölümüne neden olmaktan suçlu bulunarak ölüm cezasına çarptırıldı. İngiltere'nin müdahalesiyle cezası ömür boyu hapse çevrilen Midhat Paşa Taif'e gönderildi ve burada öldürüldü. 5.4- Kanun-ı Esasi’nin Temel Özellikleri 1. Bir kurucu meclis ya da parlamento tarafından hazırlanmadığı için Kanun-ı Esasi "Ferman Anayasa" özelliği taşır. 2. 12 kısım ve toplam 119 maddeden oluşan Kanun-ı Esasi’de; devlet monarşik yapısını muhafaza ediyordu. Saltanat hakkı Osmanoğulları soyuna ait olup, onların bütün hakları umumun kefaleti altındaydı. 3. Devlet yapısı teokratik karakterini muhafaza ediyordu. Devletin dini İslam’dı. Aynı zamanda halife olan Padişah şeriat kurallarının uygulanmasından sorumluydu. Ayrıca devlet örgütü içerisinde Şeyhülislam'ın da özel bir yeri vardı. Kanunlar dini kurallarına aykırı olamazdı. Şer'iye mahkemeleri de varlığını sürdürüyordu. 4. Yetkileri son derece geniş olan padişahın; sadrazamı, vekilleri, şeyhülislamı seçme ve atama hakkı vardı. 5. İki meclisli olan yasama organından (Meclis-i Umumi) Heyet-i Ayan kanadının üyeleri doğrudan padişah tarafından seçilirlerdi. Genel seçimlerle oluşan Heyet-i Mebusan'ın yetkileri ise kısıtlıydı. 6. Heyet-i Vükela üzerinde padişahın mutlak söz ve etkisi vardı. Vekiller de meclise değil, padişaha karşı sorumluydu. 7. Kanun tanzimine ya da mevcut kanunlardan birinin tadiline dair teklif yapma hakkı Padişah tarafından atanan Heyet-i Vükela’ya aitti. Heyet-i Mebusan’ın bu yöndeki bir teklifinin görüşülebilmesi için padişah iradesi ve Şura-yı Devlet kararı gerekiyordu. Heyet-i Mebusan’da kabul edilen bir kanun, önce Heyet-i Ayan’ın ardından padişahın onayına sunulurdu. Heyet-i Ayan’ın veto ettiği yasa o toplantı yılında gündeme getirilemezdi. Padişahın yasayı veto ettiği durumlarda yasanın yeniden gündeme gelebilmesi için meclisin yenilenmesi şarttı. 8. Padişahın basit gerekçelerle Heyet-i Mebusan'ı feshetme yetkisi de vardı. 9. Meclislerin toplantı halinde bulunmadığı dönemlerde, yürütme organları (Heyet-i Vükela ve padişah)ülkeyi kanun kuvvetindeki kararlarla yönetebilirdi. 10. Geniş yetkilere sahip bulunan padişah "kutsal ve sorumsuz" da sayılmıştı. 11. Yasama ve Yürütme organlarının yetkileri ile ilgili olumsuz hükümlere karşın Yargı organının bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlamaya yönelik hükümler dikkat çekmekteydi. Kanun-ı Esasi, kimsenin yasayla bağlı olduğu mahkemeden başkasına gitmeye zorlanamaması, bir davaya ancak ait olduğu mahkemede bakılabilmesi, mahkemelerin kendi görev alanlarına giren davalara bakmaktan kaçınamamaları, var olan belli mahkemeler dışında olağanüstü yargı mercileri ya da yargı kararı vermeye yetkili özel komisyonlar kurulmaması, yargılamanın aleni olması, herkesin mahkemelerde kendisini ve davasını savunabilmesi, işkence ve eziyetin yasaklanması gibi konularda düzenlemeler içeriyordu. 12. Kanun-ı Esasi, Osmanlı Devleti uyruğu olan herkesi, din ve mezhebi ne olursa olsun "Osmanlı", yasalar önünde de "eşit" saymakta, kişi özgürlüğüne ve kişi dokunulmazlığına, din ve ibadet özgürlüğüne yer vermekteydi. Ancak Kanun-ı Esasi’de düşünce özgürlüğünden bahsedilmemekte "basım kanun dairesinde serbesttir" şeklinde genel bir hüküm bulunmaktaydı. 13. Yargı ve temel haklar konusunda Kanun-ı Esasinin en olumsuz hükmü ise padişaha, "hükümetin emniyetini ihlal ettikleri" bir polis soruşturması sonucu anlaşılan şahısları sürgüne yollama yetkisini veren 113'ncü madde idi. 14. Ekonomik alanda mal ve mülk güvenliğini koruyan Kanun-ı Esasi, ortaklıklar kurabilme hakkını tanımakta, vergilemede kanunilik ve herkesin "kudreti nispetinde" vergi ödemesi ilkelerini kabul etmekteydi. 15. Kanun-ı Esasi’de, hiçbir hükmünün hiçbir sebep ve bahaneyle askıya alınamayacağı, uygulamadan düşürülemeyeceği bildirilmekle, “görünüşte Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesi” benimsenmekteydi. Fakat gerçek bir güvence yoktu. 5.5- Meclis-i Umumi, Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Âyan Kanun-ı Esasi’ye göre yasama görevini yerine getirecek olan Meclis-i Umumi, Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Âyan adlı iki heyet(meclis)ten oluşacaktı. Bu heyetlerden birinin toplanamadığı durumlarda diğeri de toplanamayacaktı. Kanun-ı Esasi mebus seçiminin özel bir yasa (kanun-ı mahsus) ile yapılmasını gerekli kılıyordu. Kanun yapma yetkisi verilen meclis, toplanmadan böyle bir yasa yapamayacağından hukuki bir boşluk ortaya çıktı. Midhat Paşa bu boşluğu doldurabilmek amacıyla bir geçici talimat hazırladı. Padişah tarafından 28 Ekim 1876 tarihinde onaylanan bu talimatnameye göre meclise, 80’i Müslüman 50’si gayrimüslim olmak üzere toplam 130 mebus seçilecekti. Mebus sayıları iller arasında paylaştırılmıştı. Mebus seçilebilmek için şu niteliklere sahip olmak gerekiyordu; 1. İyi halli olmak 2. 25 yaşından büyük olmak 3. Resmi dil Türkçeyi bilmek 4. Seçildiği ilin ahalisinden olmak 5. Ağır hapis cezasına çarptırılmamış olmak 6. Türkiye’de az çok emlak sahibi olmak İlginçtir; geçici talimatnamedeki koşullar ile Kanun-ı Esasi’dekiler birbirleri ile çelişmekteydi. Talimatnamede bahsedilmeyen bazı koşullar Kanun-ı Esasi’de yer almaktaydı. Ayrıca Kanun-ı Esasi’ye göre seçilme yaşı 30 idi. Kanun-ı Esasi’de 4 yılda bir yapılması planlanan iki dereceli seçim sistemi öngörülmekteydi. Doğrudan mebusları seçme hakkı tanınmayan seçmenler, ikinci seçmenleri seçeceklerdi. İkinci seçmenler de mebusları seçeceklerdi. Yalnız Heyet-i Mebusan’ın kısa bir süre içerisinde toplanabilmesi için bu kural uygulanmayacaktı. Bu seçimlerde il, liva ve ilçelerin idare heyeti üyeleri ikinci seçmen sayıldılar. Bunlar gizli oyla mebusları seçtiler. Hazırlanan bir beyanname ile İstanbul’da ise özel bir seçim yöntemi uygulandı. İstanbul 20 seçim dairesine bölündü. Her dairede seçmenlere iki tane ikinci seçmen seçtirildi. İkinci seçmenler 5’i Müslüman 5’i gayrimüslim olmak üzere 10 mebus seçtiler. Seçimler neticesinde her vilâyet belirtilen sayıda mebus seçerek İstanbul’a gönderemedi. Çeşitli kaynaklara göre mebus sayısı 115 ile 117 arasında değişmektedir. Bunların 69’u, Müslüman, 46’sı gayri müslimdi. Tunus, Mısır, Romanya, Sırbistan Karadağ, Sisam, Umman ve Necid gibi iç işlerinde serbest hareket edebilen vilayetlerden tek mebus dahi seçilmedi. Padişah Heyet-i Mebusan Başkanlığı’na Kanun-ı Esasi’deki seçim usulüne aykırı bir şekilde doğrudan Ahmet Vefik Paşa’yı atadı. Heyet-i Âyan için 26 üye padişah tarafından 40 yaşından büyük yüksek dereceli memurlar arasından seçilecekti. Padişah 32 üye seçtiği Heyet-i Âyan başkanlığına Server Paşa’yı atadı. 20 Mart 1877 tarihinde toplanan Meclis-i Umumi, 28 Haziran 1877 tarihinden kadar yaklaşık üç buçuk ay çalıştı. 5.6- 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı (93 Harbi) ve İkinci Dönem Meclis-i Umumi İstanbul Konferansı’ndan bekledikleri neticeyi alamayan İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya, 31 Mart 1877 tarihinde kendi aralarında Londra Protokolü’nü imzalayarak bazı Balkan Hıristiyanları için ıslahat talebinde bulundular. Osmanlı Hükümeti’nin bu istekleri reddetmesi üzerine Rusya 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etti. Bunu üzerine II. Abdülhamid, mebusların memleketlerine dönmelerini bildirdi. Böylece Heyet-i Mebusan’ın ilk dönemi kapandı. Yayınlanan irade ile yeni bir meclis için çalışmalara başlandı. Yapılan yeni seçimle Meclisi Umumi 13 Aralık 1877 tarihinde ikinci dönem çalışmalarına başladı. İkinci dönem mebusların sayısı daha da düştü ve 130 olması gereken mebus sayısı 56’sı Müslüman, 40’ı gayrimüslim olmak üzere 96’da kaldı. Buna karşın Padişah, Ayan Heyeti’ne 38 üye atadı. Bu koşullar altında ikinci dönem meclisi yaklaşık üç ay kadar çalışmalarını sürdürebildi. 5.7- Meclisin Tatili 14 Şubat 1878 tarihinde Padişah, Meclis-i Vükela’nın da teklifini dikkate alarak 93 Harbini gerekçe göstererek Meclis-i Umumi’nin tatil edildiğini ilan etti. Seçilen mebuslar seçim bölgelerine gönderilirken Ayan üyeleri ise ölünceye kadar tahsisatlarını almaya devam ettiler. Şunu da belirtmekte fayda vardır ki; kapanışından itibaren 30 yıl kadar açılmamış olsa da devlet tarafından her yıl yayınlanan salnamelerde adından bahsedildiği için en azından meclisin hukuki varlığı kâğıt üzerinde sürdürüldü. 5.8- 93 Harbi’nin Sonuçları Rus ilerleyişi karşısında İngiltere’den destek isteyen Osmanlı Devleti, beklediği desteği bulamayınca Yeşilköy önlerine kadar gelen Ruslarla anlaşmak zorunda kaldı. İngiltere ve Fransa’dan aradığı desteği bulamayan Osmanlı Devleti Rusya ile Ayestefanos Antlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Anlaşmaya göre, Romanya, Sırbistan, Karadağ tam bağımsız oluyor, ayrıca Karadeniz'den Ege Denizi'ne kadar inen büyük bir Bulgaristan devleti kuruluyordu. Bosna-Osmanlı toprakları ile kara bağlantısı kesilen Hersek ve Arnavutluk Osmanlı Devleti’ne bırakılıyordu. Rusya’ya savaş tazminatına karşılık Kars, Batum, Ardahan verildi. Ancak bu noktadan sonra menfaatlerinin zedelendiğini düşünen İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya, bu antlaşmada tadilata gidilmesini isteyince Berlin Konferansı toplandı(13 Haziran 1878). 13 Temmuz1878 tarihinde hazırlanan Berlin Antlaşması’yla Romanya, Sırbistan, Karadağ bağımsızlıklarını korudular. Bulgaristan devleti ise küçük bir prensliğe indirildi ve bu prenslik ile Osmanlı Devleti arasında "Doğu Rumeli" adında bağımsız bir yönetim kuruldu. Şeklen Osmanlı egemenliğinde görünmekle beraber, Bosna-Hersek Avusturya'ya devredildi. Savaşta ve barış müzakerelerinde yer almadığı halde Yunanistan'a da yeni topraklar verildi. Osmanlılara bırakılan Girit adasında reform yapma zorunluluğu getirildi. Bu reform, yalnız Giritlilere mahsus olmayıp Balkanlar başta olmak üzere tüm Osmanlı ülkesinde, Ermenilerin de yararlanacakları bazı düzenlemeler yapılacaktı. Batum, Kars ve Ardahan Ruslarda kalırken Osmanlı Devleti’nin Rusya'ya yüklü bir savaş tazminatı ödemesine karar verildi. Kıbrıs da sıradan bazı koşullarla İngiltere'ye bırakıldı. Her ne kadar İngilizler, gerek savaş ve gerekse konferans esnasında, İstanbul Konferansı ve akabinde Londra Protokolü’ndeki hükümlerin kabul edilmemesi nedeniyle Osmanlı Devleti’ne yardım etmeyeceklerini açıkladılarsa da esas olarak Avrupa’da Almanya’nın yükselişi karşısında yeni bir hareket tarzı geliştiren İngiltere, Osmanlı topraklarına yönelik Rus taleplerini kısmen kabul etmişti. Bu da Osmanlı Devleti’ni Rus yayılması karşısında yalnız bıraktı. Dış politikada yalnızlaşan Osmanlı Devleti’nin yükselişe geçen Almanya ile yakınlaşmasından başka çare kalmadı. 5.9- Çırağan Sarayı Vakası (20 Mayıs 1878) II. Abdülhamid’in meclisi tatil etmesini ve istibdat idaresi kurduğunu gerekçe gösteren ve teknelerle çıkarma yaptıkları Çırağan Sarayı’nı basarak eski padişah V. Murad’ı tahta çıkarmayı hedefleyen Ali Suavi ve 150 kadar arkadaşı, muhafızları etkisiz hale getirdikten sonra V. Murad’ı odasından çıkarmayı başarmışlarsa da olay mahalline gelen Beşiktaş Muhafızı Yedisekiz Hasan Paşa’nın elindeki sopayla kafasına vurmak suretiyle Ali Suavi’yi öldürmesi ve arkadaşlarını etkisiz hale getirmesi üzerine isyan başarısızlıkla sona erdi. Yalnız bu eylemin Yeni Osmanlılar tarafından planlanmadığı ve görevinden azledilen Ali Suavi’nin kişisel hırslarından kaynaklandığı düşünülmektedir.