cinsel ilişki ile bulaşan hastalıkların demografik özellikleri

advertisement
T.C.
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ
CERRAHPAŞA TIP FAKÜLTESİ
DERİ VE ZÜHREVİ HASTALIKLARI ANABİLİM DALI
CİNSEL İLİŞKİ İLE BULAŞAN HASTALIKLARIN
DEMOGRAFİK ÖZELLİKLERİ: RETROSPEKTİF 5 YILLIK
POLİKLİNİK DEĞERLENDİRMESİ
UZMANLIK TEZİ
Dr. Gürkan YARDIMCI
Tez yöneticisi: Prof. Dr. Server SERDAROĞLU
İSTANBUL-2012
ÖNSÖZ
Uzmanlık eğitimim süresince tüm bilgi ve deneyimlerini benimle paylaşarak eğitimime
büyük katkı sağlayan, mesleğimi daha iyi yapabilmem için bana yol gösteren Anabilim Dalı
başkanımız sayın Prof. Dr. Yalçın TÜZÜN başta olmak üzere, sayın Prof. Dr. Ertuğrul H.
AYDEMİR’e, sayın Prof. Dr. Server SERDAROĞLU’na, sayın Prof. Dr. M. Cem MAT’a,
Prof. Dr. Oya OĞUZ’a, Doç. Dr. Burhan ENGİN’e ve Uzm. Dr. Zekayi KUTLUBAY’a
sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Aramızdan erken ayrılması nedeniyle çok büyük üzüntü duyduğum saygıdeğer hocam
Prof. Dr. Aydın İŞÇİMEN’e, bana verdiği destek ve aktardığı deneyimlerinden dolayı
teşekkür etmek istiyorum.
Tez danışmanım sevgili hocam Prof. Dr. Server SERDAROĞLU’na tezimin
oluşturulmasında ve yazılmasındaki katkılarından ve yönlendirmelerinden dolayı ayrıca
teşekkürlerimi sunarım.
Birlikte çalışmaktan çok büyük memnuniyet duyduğum, hayatım boyunca asla
unutamayacağım tüm asistan arkadaşlarıma, özellikle de bir an olsun yanımdan ayrılmayan
Dr. Özge KARAKUŞ’a ve uzak-yakın demeden yanımda olduğunu devamlı bana hissettiren
Uzm. Dr. Murat KÜÇÜKTAŞ’a, her durumda verdikleri yardım ve desteklerinden dolayı
teşekkür etmek istiyorum.
Son olarak uzmanlık eğitimime başlamadan önce ve uzmanlık eğitimim boyunca her
konuda bana destek olan, hayatımın bu yolculuğunda karşılaştığım tüm zorlukları aşmamda
ve başarılarıma ulaşmamda en büyük destekçilerim olan, başta kısa bir süre önce
kaybettiğimiz çok sevgili annem olmak üzere babam ve ağabeyime, tezimin hazırlanmasında
yardımlarını benden esirgemeyen Ahmet DURSUN ve Gurbet İLHAN’a sonsuz sevgilerimi
ve teşekkürlerimi sunarım.
Dr. Gürkan YARDIMCI
i
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
i
TABLO LİSTESİ
iii
ŞEKİL LİSTESİ
iii
KISALTMALAR
iv
ÖZET
1
SUMMARY
2
1. GİRİŞ VE AMAÇ
3
2. GENEL BİLGİLER
6
2.1 Anogenital Siğiller
6
2.2 Herpes Genitalis
10
2.3 Genital Molluskum Kontagiyozum
12
2.4 Sifiliz
14
2.5 Granüloma İnguinale (Donovanozis)
17
2.6 Lenfogranüloma Venereum (LGV)
19
2.7 Pedikülozis Pubis
21
2.8 Ulkus Molle (Şankroid)
22
3. GEREÇ VE YÖNTEM
23
4. BULGULAR
24
5. TARTIŞMA
33
6. SONUÇ
36
7. KAYNAKLAR
37
ii
TABLO LİSTESİ
Tablo 1. HPV genomunun kodladığı proteinler
Tablo 2. HPV tiplerinin kansere yol açma risklerine göre dağılımları
Tablo 3. Sifiliz tanısında kullanılan serolojik testler
Tablo 4. Anogenital siğil tanılı hastaların yaş gruplarına göre cinsiyet dağılımı
Tablo 5. Genital herpes tanılı hastaların yaş gruplarına göre cinsiyet dağılımı
Tablo 6. Genital molluskum kontagiyozum tanılı hastaların yaş gruplarına göre cinsiyet
dağılımı
Tablo 7. Sifiliz tanılı hastaların yaş gruplarına göre cinsiyet dağılımı
ŞEKİL LİSTESİ
Şekil 1. Yıllara göre polikliniğe başvuran toplam hasta sayıları
Şekil 2. Anogenital siğil tanılı hastaların cinsiyete göre dağılımı
Şekil 3. Anogenital siğil tanılı hastaların yaş gruplarına göre cinsiyet dağılımı
Şekil 4. Herpes genitalis tanılı hastaların cinsiyete göre dağılımı
Şekil 5. Genital herpes tanılı hastaların yaş gruplarına göre cinsiyet dağılımı
Şekil 6. Genital molluskum kontagiyozum tanılı hastaların cinsiyete göre dağılımı
Şekil 7. Genital molluskum kontagiyozum tanılı hastaların yaş gruplarına göre cinsiyet
dağılımı
Şekil 8. Sifiliz tanılı hastaların cinsiyete göre dağılımı
Şekil 9. Sifiliz tanılı hastaların yaş gruplarına göre cinsiyet dağılımı
iii
KISALTMALAR
HSV
:Herpes simpleks virüs
LGV
: Lenfogranüloma Venereum
DSÖ
: Dünya Sağlık Örgütü
AIDS
: Acquired Immuno Deficiency Syndrome
HIV
: Human Immunodeficiency Virus
CDC
: Centers for Disease Control and Prevention
ABD
: Amerika Birleşik Devletleri
HPV
: İnsan Papilloma Virüsü
DNA
: Deoksiribonükleik asit
CIN
: Servikal intraepitelyal neoplazi
VIN
: Vulvar intraepitelyal neoplazi
NHANES
: Ulusal Sağlık ve Beslenme Değerlendirme Çalışması
İ.Ü.
: İstanbul Üniversitesi
TCA
: Trikloroasetik asit
BCA
: Bikloroasetik sit
5-FU
: 5- fluorourasil
MKV
: Molluskum kontagiyozum virüs
VDRL
: Venereal Disease Research Laboratory
RPR
: Rapid Plasma Reagin
USR
: Unheated Serum Reagin
TRUST
: Toluidine Red Unheated Serum Test
FTA-ABS
: Floresan Treponemal Antikor-Absorpsiyon
TPHA
: Treponema Pallidum Hemaglutinasyon Assay
TPPA
: Treponema Pallidum Partikül Aglutinasyon Assay
IgG
: İmmünglobulin G
IgM
: İmmünglobulin M
MU
: Milyon Ünite
PCR
: Polimeraz Zincir Reaksiyonu
iv
ÖZET
Cinsel ilişki ile bulaşan infeksiyonların tüm dünyada çeşitli coğrafik bölgelerdeki
sıklığı konusunda farklı sonuçlar bildirilmektedir.
Bu çalışmada Kasım 2007-Aralık 2011 tarihleri arasında İstanbul Üniversitesi
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıkları polikliniğine başvuran hastalar
arasından cinsel ilişki ile bulaşan infeksiyonların demografik özelliklerini araştırdık.
Anogenital siğil, herpes genitalis, genital molluskum kontagiyozum, sifiliz, granüloma
inguinale, lenfogranüloma venereum, pedikülozis pubis ve ulkus molle tanısı alan hastalar
retrospektif olarak değerlendirildi.
Bu hastalıklar arasında anogenital siğil en fazla tanı alan (%0,46) cinsel ilişki ile
bulaşan hastalık idi. Daha sonra sırasıyla herpes genitalis (%0,069), genital molluskum
kontagiyozum (%0,037) ve sifiliz (%0,026) gelmekte idi. Granüloma inguinale,
lenfogranüloma venereum, pedikülozis pubis ve ulkus molle tanısı alan hasta kaydı
bulunamadı. Bu hastalıklar sıklıkla genç erişkin yaş gruplarında görülmekte idi.
Çalışmamıza dahil edilen hastalıkların dermatolojik hastalıklar içindeki sıklığını
tahmin ettiğimizden düşük bulduk. Cinsel ilişki ile bulaşan bir hastalığı olan bireyler Deri ve
Zührevi Hastalıklar kliniğinden başka Üroloji ve Kadın Hastalıkları ve Doğum kliniklerine
başvurmaktadırlar. Bu yüzden epidemiyolojik verileri doğru değerlendirebilmek için tek bir
klinik bazında yapılan çalışmaların yetersiz olacağını düşünmekteyiz.
1
SUMMARY
Incidence of sexually transmitted infections in various geographic regions are reported
different results all over the world.
In this study, we investigated the demographic features of sexually transmitted
infections among patients who referred I.U. Cerrahpaşa Medical Faculty Dermatology and
Venerology Department outpatient clinic from November 2007 to December 2011. Patients
with diagnosed anogenital wart, herpes genitalis, genital molluscum contagiosum, syphilis,
granuloma inguinale, lymphogranuloma venereum, pediculosis pubis and ulcus molle were
retrospectively evaluated.
Anogenital wart (0,46%) was the most commonly diagnosed sexually transmitted
infection. Subsequently herpes genitalis (0,069%), genital molluscum contagiosum (0,037%)
and syphilis (0,026%) were seen respectively. Patient’s records with diagnosed granuloma
inguinale, lymphogranuloma venereum, pediculosis pubis and ulcus molle were not found.
These diseases are often seen in young adult age groups.
The prevalence of the diseases included in this study among dermatological diseases
was lower than we thought. Individuals who have a sexually transmitted disease are consulted
to Urology clinics and Obstetrics and Gynecology clinics other than Dermatology and
Venerology Department. Therefore, we think it would be insufficient of trials conducted on
the basis of a single clinic in order to evaluate the epidemiological data correctly.
2
1. GİRİŞ VE AMAÇ
“Cinsel ilişki ile bulaşan infeksiyonlar” bir insandan diğerine cinsel ilişki sonucu bulaşan
bir grup hastalık olarak tanımlanmaktadır. Günümüzde bu terim, “cinsel ilişki ile bulaşan
hastalıklar”
terimiyle
yer değiştirmiş
olmasına rağmen
eski
adı
halen
sıklıkla
kullanılmaktadır (1, 2).
Cinsel ilişki ile bulaşan infeksiyonlar ile ilgili raporlar çok eskiye dayanmaktadır. Ebers
papirüsünde bu infeksiyonlar tanımlanmıştır. Hipokrat, Celsus, Galen (gonore kelimesini
vermiştir), Arateus (vaginal gonoreyi basit akıntıdan ayırmıştır) ve Soranus (hastalığı
tanımlamıştır) gibi eski Yunan ve Romalı otoriteler cinsel ilişki ile bulaşan infeksiyonları
tanımlamışlardır. İslamiyetin altın çağında (MS 900-1100) Abu Ali al Hussein İbn Sina
Avicenna (980-1037) tarafından örneklerle açıklanmıştır. Tüm sistemik ilaçları ele aldığı
muazzam eserinde “Tıbbın Kanunu (El Kanun fi’t Tıb)” üretral akıntıda irrigasyonu
önermiştir. Sonra Maimonides (Musa İbn Meymun) “Aphorisms” adlı eserinde gonoreyi
ereksiyon ya da zevk hissi vermeden kaçan hamurumsu sıvı olarak tanımlamıştır. Orta çağ
Avrupa’sında gonore ile ilgili bilgilerde ilerlemeler yaşandı. Gonorenin doğal seyri ve neden–
sonuç ilişkisi üzerine yazılar yazılmış olup bu hastalıkla ilişkili üretrit, epididimit ve vaginit
durumları tanımlanmıştır. Onbirinci ve 15. yüzyıllarda gonorenin bulaşıcılığı genel olarak
kabul edilmiş ve infeksiyonu taşıyan fahişelerden korunmak için kurallar belirlenmiştir (1).
Deri ve genital bölgedeki siğiller eski Yunanlılar ve Romalılar tarafından iyi bilinmekte
ve özellikle genital siğillerin cinsel sorumsuzluk sonucu oluştuğu ve bulaşıcı olduğu
düşünülmekteydi. Sıradan siğillerin bulaşıcı olduğu 1800’lü yılların sonlarına doğru rapor
edilmişse de deneysel kanıtlar 1900’lü yılların başlarında gösterilmiştir (3, 4). Genital herpes
ile ilk bilgiler 2000 yıl öncesine dayanmaktadır. Herpesin genital infeksiyonların bir nedeni
olduğu ilk kez 18. yüzyılda Astruc tarafından belirlenmiştir. 1893’te Vidal Herpes simpleks
virüs (HSV) infeksiyonunun insandan insana yakın temasla bulaşabileceğini bildirmiştir. 1967
yılında ise cinsel ilişki ile bulaştığı doğrulanmıştır (5). Bateman 1817 yılında molluskum
kontagiyozum infeksiyonun karakteristik lezyonlarını tanımlamış ve hastalığın ismini
vermiştir. 1841 yılında ise Handerson ve Paterson, “molluskum cisimleri” veya günümüzde
kendi isimleriyle “Handerson-Paterson cisimleri” olarak bilinen intrasitoplazmik inklüzyon
cisimlerini tanımlamışlardır. Etkenin bulaşıcılığı 1905 yılında Juliusberg tarafından
gösterilmiştir (6).
3
Sifiliz hastalığının belirtilerine Mısır ve Anadolu’da bulunan kemiklerde rastlandığı ileri
sürülse de bu görüş genel olarak kabul edilmemektedir. Kabul edilen genel görüşe göre
hastalık Christophe Colomb’un gemicilerinin Haiti adasını ziyaretinin ardından 1493 yılında
Avrupa’ya taşınmış ve 50 yıl süre ile epidemiye yol açmıştır. Colomb’un oğlu Ferdinand’ın
1509 tarihinde yazdığı biyografide Haiti adasında sifilizin yayılmış olduğu ve babasının
gemicilerinin bu hastalığın belirtilerini gösterdikleri bildirilmiştir. Hastalığın İspanyol
kadınlarına
ve
askerlerine
bulaştığı,
askerler
vasıtasıyla
da
Avrupa’ya
yayıldığı
düşünülmektedir (7). Wöhrle’ye göre sifiliz için 400’ten fazla isimlendirme kullanılmıştır.
Girolamo Fracastoro 1530 yılında yazdığı “Syphilis sive morbus gallicus” isimli eserinde
“sifiliz” kelimesini kullanmış ve hastalığın modern ismini vermiştir (8).
Cinsel ilişki ile bulaşan bakteriyel infeksiyonlardan Donovanozis ilk kez 1882 yılında
McLeod tarafından Hindistan’da “serpijinöz ülser” olarak tanımlanmıştır. Bu tarihten itibaren
hastalık “venereum granuloma”, “ülsere granülom” ve “kronik veneryal ülser” olarak
isimlendirilmişse de günümüzde sadece “granüloma inguinale” ve “donovanozis”
isimlerinin kullanımı devam etmektedir (9). Lenfogranüloma venereum (LGV) ise ilk olarak
1883 yılında Wallace tarafından tarif edilmiştir. 1913 yılında Durand, Nicolas ve Favre
hastalığın klinik ve patolojik özelliklerini tanımlamışlardır. 1925 yılında Frei deri testinin
kullanılmaya başlanmasıyla tanı koymada önemli bir ilerleme sağlanmıştır. 1936’da Raoul
Bensaude homoseksüel erkeklerde lenfogranüloma venereumu ilk kez akut primer proktit
tablosu şeklinde tanımlamıştır (10, 11, 12). Ulkus molle olarak da bilinen şankroid ilk kez
1852 yılında Leon Bassereau tarafından sifilizin indüre şankırından ayrı bir antite olarak
tanımlanmıştır (13). Özellikle tropikal bölgelerde yaygın olarak görülür. Ancak zaman zaman
Avrupa’da ve ülkemizde epidemiler yapmıştır. 1976 yılı başına kadar ülkemizde hiç ulkus
molle olgusu görülmemesine rağmen, Aydemir ve Kotoğyan tarafından 1976-1977 yılları
arasında 116 ulkus molle olgusu bildirilmiştir. Bu olguların 114’ünün erkek ve 2’sinin kadın
olduğu rapor edilmiştir (14). Ülkemizde 1977 yılından sonra ulkus molle olgularında düşüş
gözlenmiştir. 1980 yılında hafif bir artış gözlenmişse de sonraki 2 yıl süresince tekrar düşüş
bildirilmiştir. Aydemir ve ark.’nın yaptığı bir çalışmada 1976-1982 yılları arasındaki 225
ulkus molle hastasının 213’i erkek ve 12’si kadın olarak rapor edilmiştir. Yaş gruplarında ise
genç erişkin yaş grubunda (15-44) yoğunlaşma olduğu bildirilmiştir (15).
Parazitik bir hastalık olan Pedikülozis pubis 10,000’lerce yıldır baş ve gövde biti kadar
olmasa da insanlarda enfestasyona neden olmuştur. Günümüzde daha sık bildirilmesine
4
rağmen orta çağ sonrası İzlanda’da ve 18. yüzyıl Londra’sında az sayıda bildirilmiş arkeolojik
çalışma mevcuttur (16, 17).
Cinsel ilişki ile bulaşan infeksiyonların sıklığındaki değişiklikler sosyoekonomik
durumların değişmesi, var olan kültürel standartlar ve etkili tedavinin kullanılabilirliği ile
açıklanmıştır. Örneğin her iki dünya savaşından sonra Almanya’da sifiliz ve gonore insidansı
oldukça artmıştır. 1960’ların sonuna doğru cinsel özgürlüğün artması nedeniyle batı
ülkelerinin çoğunda cinsel ilişki ile bulaşan infeksiyonlarda yine bir artış olmuştur.1981
yılında New York ve Kaliforniya’da ilk kez homoseksüel erkeklerde AIDS’e (Acquired
Immune Deficiency Syndrome) rastlanılmıştır. Kısa bir süre sonra bu infeksiyonun cinsel
ilişki dışında infekte kanla ve doğum sırasında bulaşabileceği anlaşılmıştır. Alınan koruyucu
önlemler sayesinde cinsel ilişki ile bulaşan infeksiyonların insidansında tekrar bir düşüş
olmuştur (1, 2).
Sürekli olarak kamu bilincinin arttırılmasına, tanı ve tedavilerin devamlı olarak
geliştirilmesine rağmen cinsel ilişki ile bulaşan infeksiyonlar tüm dünyada akut ve kronik
morbidite ve mortalitenin önemli bir nedeni olmaya devam etmektedir. Dünya Sağlık
Örgütü’nün (DSÖ) tahminlerine göre her yıl 300 milyondan fazla kişide tedavi edilebilen
cinsel ilişki ile bulaşan infeksiyonlar (AIDS hariç) görülmektedir. Genital ülserasyonla
birlikte giden cinsel ilişki ile bulaşan bakteriyel ve viral infeksiyonların çoğu HIV (Human
Immunodeficiency Virus) bulaşmasını kolaylaştırmaktır. Ayrıca bazı ülseratif cinsel ilişki ile
bulaşan hastalıklar (özellikle genital herpes) HIV infeksiyonunun sürecini olumsuz bir şekilde
etkileyebilir (18).
Ayrıca bu hastalıklar nükleer silahlanma, çevre kirliliği, iklim değişikliği, savaş, kıtlık ve
yerinden edilmiş toplumlar gibi kritik konularla başa çıkmaya çalışan küresel topluma da
inanılmaz derecede ekonomik yük olmaktadır. Hastalıkları Önleme ve Kontrol Merkezi
(Centers for Disease Control and Prevention- CDC) cinsel ilişki ile bulaşan infeksiyonlar için
sadece ABD’de 13 milyar dolardan daha fazla direk sağlık maliyeti olduğunu tahmin
etmektedir. Cinsel ilişki ile bulaşan infeksiyonların insidansında ve prevalansında yavaş ama
kararlı bir artışın olduğu göz önüne alındığında, ABD’de bu hastalıklarla ilgili maliyetin
giderek artacağını söyleyebiliriz (18).
CDC’ye göre 1957 yılından bu yana primer ve sekonder sifiliz olgularında genel bir artış
rapor edilmektedir. Bu oran 1990 yılında en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Bu tarihten itibaren
oran giderek azalmıştır ve 1995 yılında ABD’de sadece 16,500 primer ve sekonder sifiliz
5
vakası rapor edilmiştir. Bu oran 1960 yılından beri en düşük rakam olmuştur. Tüm bu
rakamlara rağmen sifiliz ABD’nin belirli bölgelerinde, özellikle belirli etnik gruplar arasında,
devam eden bir problem gibi görünmektedir. Primer ve sekonder sifiliz AfrikanAmerikanlarda beyazlara göre 60 kat daha sık görülmektedir. Hispaniklerde ise bu oran
beyazların 4 katıdır. Ayrıca ulkus molle, gonore ve HIV gibi diğer infeksiyonlar da AfrikanAmerikanlarda ve Hispaniklerde artmaktadır (19).
Adölesanlar ve genç erişkinler cinsel ilişki ile bulaşan hastalıklar için yüksek riskli
gruptur. Bunun nedeni çok sayıda cinsel partnerin olması, cinsel ilişkiyi deneme ve bulaşma
riskini kabul etmeme olabilir. Tüm yeni olguların %85’i 15-25 yaş arasındadır. Ancak yaşlı
popülasyonda da cinsel ilişki ile bulaşan infeksiyonların olası riskini göz önünde
bulundurmak önem taşır. Çoğu yaşlı hasta ilerleyen yaşlarında da heteroseksüel ya da
homoseksüel ilişkilerini devam ettirmektedir. Ayrıca üreme çağından sonra bu kişiler nadiren
koruyucu bariyer kullanırlar. Postmenopozal kadınlar vaginal mukoza atrofisinden dolayı
mukoza yaraları için yüksek bir yatkınlık gösterirler. Ek olarak bu yaş grubu infeksiyona
genel bir yatkınlık gösterir. Bu yüzden yaşlı insanlarda cinsel öykünün alınması, danışmanlık
ve eğitim verilmesi son derece önem taşır (19).
Eskilerden beri bilinen bu infeksiyonların tüm dünyada farklı coğrafik bölgelerdeki sıklığı
konusunda farklı veriler bildirilmiştir. Biz de çalışmamızda İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Deri ve Zührevi Hastalıkları genel polikliniğine 2007-2011 yılları arasında başvuran hastalar
arasından anogenital siğil, herpes genitalis, genital molluskum kontagiyozum, sifiliz,
granüloma inguinale, lenfogranüloma venereum, pedikülozis pubis ve ulkus molle tanısı
alanların demografik özelliklerini değerlendirdik.
2. GENEL BİLGİLER
2.1 Anogenital Siğiller
Anogenital siğiller İnsan Papilloma Virüsünün (Human Papilloma Virus-HPV) neden
olduğu, cinsel ilişki ile bulaşma sonrası anogenital bölgede görülen viral bir infeksiyondur
(20, 21).
Papillomavirüsler Papillomaviridae ailesinde yer alan, zarfsız, çift sarmallı DNA
virüsleridir. 200’den fazla tipi olan bu virüsler cins, tür, tip, alt tip ve varyant olarak detaylı
6
bir şekilde sınıflandırılmıştır. HPV’ler alfa, beta, gamma, mü ve nü cinslerine sahiptir. Genital
ve mukozal HPV tipleri alfa cinsi altında sınıflandırılır. HPV 16 tür 9'da, HPV 18 tür 7'de,
HPV 6 ve 11 ise tür 10'da yer almaktadır (10). Sekiz tane gen kodlayan küçük genomlu
HPV’nin 6 adet yapısal olmayan erken proteini (E1, E2, E4, E5, E6, E7) ve 2 adet yapısal
veya geç proteini (L1, L2) bulunur. Özellikleri iyi bilinen yaklaşık 100 HPV tipinden 40’ı
insan genital sistemini infekte edebilmektedir ve çeşitli lezyonlara yol açmaktadır. HPV
genomunun kodladığı proteinler Tablo 1’de özetlenmiştir (4, 22, 23).
Tablo 1. HPV genomunun kodladığı proteinler
Erken (yapısal olmayan) proteinler
E1, E2, E4, E5, E6, E7
Geç (yapısal) proteinler
L1, L2
Genital HPV’ler serviks kanserine yol açma riskine göre yüksek riskli ve düşük riskli
olarak sınıflandırılmaktadır. HPV tip 16, 18, 31, 33, 35, 39, 45, 51, 52, 56, 58, 59, 68, 73 ve
82 anogenital bölgede kanser oluşturma ihitimali en yüksek olan tiplerdir. Tip 26, 53 ve 66 ise
muhtemel yüksek riskli grupta yer alır. Düşük riskli grupta ise tip 6, 11, 40, 42, 43, 44, 54, 61,
70, 72, 81 ve CP6108 bulunur. Dünyada serviks kanserlerinin %64-79’undan HPV-16 ve 18
sorumludur. Anogenital bölgeyi tutan kondilom ile serviksin ve vulvanın düşük dereceli yassı
hücreli
intraepitelyal
lezyonları
(cervical
intraepithelial
neoplasia-CIN
ve
vulvar
intraepithelial neoplasia-VIN) gibi daha benign durumlardan HPV-6 ve 11 sorumludur.
Eksternal genital siğillerin tümü HPV infeksiyonu sonucunda oluşur ve bunların %90’ı HPV6 ve 11 tarafından oluşturulmaktadır (23, 24). HPV tiplerinin kansere yol açma risklerine göre
dağılımları Tablo 2’de özetlenmiştir.
Tablo 2. HPV tiplerinin kansere yol açma risklerine göre dağılımları
Kansere yol açma riski
HPV tipi
Yüksek
16, 18, 31, 33, 35, 39, 45, 51, 52, 56, 58, 59, 68, 73, 82
Muhtemel yüksek
26, 53, 66
Düşük
6, 11, 40, 42, 43, 44, 54, 61, 70, 72, 81 ve CP6108
7
HPV yalnızca epitel içerisinde barınabilen bir patojendir ve kültürü mümkün değildir.
Temas sırasında epitelde meydana gelen mikroabrazyonlar veya yırtıklardan bazal
keratinositlere ulaşır. İn situ hibridizasyon çalışmalarında virüs en yoğun olarak yüzeyel
spinöz tabakada çoğalırken granüler tabakada virüs partiküllerinin toplandığı gösterilmiştir.
Ayrıca virüs düşük seviyede de olsa bazal keratinositlerde çoğalmaya devam eder ve böylece
dokularda latent fazda kalır. Bazal hücreler farklılaştıkça HPV genomu E1 ve E2 proteinleri
aracılığıyla çoğalır. Ardından E6 ve E7 proteinleri eksprese edilir ve bunlar epitel hücrelerinin
doğal farklılaşmasını geciktirirler. Daha sonra konak hücrenin DNA yapısı kullanılarak L1 ve
L2 proteinleri sentezlenir ve viral yapılanma sağlanır. E6 ve E7’nin etkisinden dolayı infekte
hücreler infekte olmayanlara göre daha fazla çoğalır ve displazi, siğil veya tümör oluşur. Bu
olay sonucunda yeni virüs parçacıkları epitelden dökülürler. Dökülen her koilositte (HPV ile
infekte olmuş, piknotik nukleusu ve bu nukleusun çevresinde şeffaf bir halosu bulunan hücre)
50-100 virion bulunmaktadır (23, 25).
HPV infeksiyonları günümüzde en sık tanı konulan cinsel ilişki ile bulaşan
hastalıklardır. DSÖ tüm dünyada 630 milyon insanda genital HPV infeksiyonu olduğunu ve
prevalansının %9-13 arasında olduğunu tahmin etmektedir. ABD’de 18-49 yaş arasında cinsel
olarak aktif kişilerin %1’inin görünür genital siğillere sahip olduğu ve ek olarak %15’ten fazla
kişinin subklinik infeksiyona sahip olduğu bildirilmektedir. En yüksek genital HPV
infeksiyonu oranları 25 yaş altı cinsel aktif kadınlarda rapor edilmektedir. Her 2 kişiden biri
hayatlarında bir kez genital HPV infeksiyonu geçirecektir. Elli yaşına varıldığında bu oran
kadınlarda %80’i bulmaktadır. ABD’de 14-44 yaşları arasında her yıl 6,2 milyon yeni
infeksiyon oluştuğu tahmin edilmektedir. Genel popülasyonda asemptomatik kadınlarda HPV
infeksiyonun prevalansının %2-44 arasında olduğu tahmin edilmektedir. Amerikan Ulusal
Sağlık ve Beslenme Değerlendirme Çalışması (National Health and Nutrition Examination
Survey-NHANES) 14-59 yaş grubu kadınlarda HPV prevalansını %26,8 olarak saptamıştır.
En yüksek prevalans 20-24 yaş arası kadınlarda (%44,8) görülmüş olup bu oran 14-19 yaş
arasında %24,5, 25-29 yaş arasında ise %27,4 olarak bulunmuştur. İngiltere ve
İskandinavya’dan bildirilen verilerde ise 18-25 yaş arası genç erkek ve kadınlarda insidans
%0,5-2 olarak gösterilmiştir. HPV prevalansı 14-24 yaş arasında giderek artmaktadır ve daha
ileri yaşlarda azalmaktadır. Erkeklerde ise en sık görülme yaşı 25-29 arasıdır (21, 24, 26, 27,
28).
Ülkemizde İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde 2008-2009 yılları arasında yapılan bir
çalışmada yaşları 18-60 arasında değişen anogenital siğil tanılı 83 hastanın 70’i (%84,3)
8
erkek, 13’ü (%15,7) kadın olarak kaydedilmiştir. Tüm hastaların yaş ortalaması 35,8±9,33,
erkeklerin yaş ortalaması 35,33±7,95, kadınların yaş ortalaması ise 32,14±12,69 olarak
bildirilmiştir. Hastaların hemen hemen yarısının (%48,2) 26-35 yaş grubunda olduğu rapor
edilmiştir. 25 yaş altında 8 hasta (%9,6), 36-45 yaş grubunda 20 hasta (%24,1), 46-55 yaş
grubunda 9 hasta (%10,8) ve 55 yaş üzerinde 2 hasta (%2,4)
bildirilmiştir. Hastaların
çoğunun genç yaşta görüldüğü sonucuna varılmışsa da yaş dağılımının 18-60 yaş arasında
değişmesi nedeniyle anogenital siğillerin her yaş grubunda görülebileceğine dikkat çekilmiştir
(29).
Çocuklarda anogenital siğil sıklığı 1990’lı yıllardan itibaren dramatik bir şekilde
artmaktadır. 1990 yılından önce sadece 136 anogenital siğili olan çocuk olgu rapor edilmişken
sadece 1990-1994 yılları arasında en az 326 yeni olgu bildirilmiştir. Çocuklardaki anogenital
siğillerin insidansındaki artış erişkinlerdeki anogenital siğillerin insidansındaki artış ile
paraleldir. HPV infeksiyonlarının CDC’ye bildirimi zorunlu olmadığı için erişkinlerde ve
özellikle çocuklarda HPV’nin epidemiyolojik bilgilerini değerlendirmek zordur (20).
Erişkinlerde genital HPV’nin bulaşması öncelikle cinsel yolla olmaktadır. Genitalgenital temas, genital-anal temas, orogenital temas, sevişme ve parmağın anal/genital
penetrasyonu HPV’nin bulaşmasına neden olabilir. Çocuklarda bulaşma şekli çok anlaşılmış
değildir. Cinsel yolla bulaşma çocuklar için bir olasılık olsa da başka bulaşma şekilleri de
bildirilmiştir. HPV virüsü infekte anneden bebeğine vertikal yolla bulaşabilir. Şüpheli cinsel
istismarın tıbbi bulguları olmadığı durumlarda perinatal bulaşma düşünülmelidir. Vertikal
bulaşma doğumdan önce kan yoluyla veya doğum sırasında infekte doğum kanalından
ilerlerken gerçekleşebilir. Sezaryen ile doğum HPV’nin vertikal bulaşma olasılığını ortadan
kaldırmaz. Erken membran rüptürü olmaksızın sezaryen sonrasında görülen konjenital
kondilom raporları vardır. Syrjanen ve Puranen HPV’nin semen yoluyla, annenin genital
bölgesinden yukarı doğru ilerlemesiyle ya da transplasental olarak bulaşabileceğini
bildirmişlerdir. Anogenital siğiller otoinokülasyon yoluyla da bulaşabilir. Elinde ya da
vücudunun herhangi bir yerinde sıradan siğili olan bir çocukta siğile dokunma sonrası tekrar
genital bölgeye temas gerçekleşirse bulaşma olabilmektedir. HPV ayrıca genital veya sıradan
siğili olan bakıcılardan da bulaşabilir. Örneğin genital HPV infeksiyonu olan bir bakıcı genital
bölgesine dokunduktan sonra elini yıkamadan bebeğin bezini değiştirirse ya da çocuğun
tuvalete girmesi sırasında yardımda bulunursa virüsü çocuğun genital bölgesine bulaştırabilir.
HPV ile infekte materyaller aracılığıyla da bulaşma olabilmektedir. HPV infeksiyonu
olanların iç çamaşırlarında virüs bulunmuştur. İnfekte olmuş iç çamaşırları ilk infeksiyon
9
kaynağı olabilirken reinfeksiyona da yol açabilir. İç çamaşırlarını sık değiştirmeyen kişilerde
reinokülasyon gelişebilir (20).
HPV tipleri erkek ve kadınların genital bölgelerinde çeşitli lezyonlara neden olur (30).
HPV infeksiyonların en sık görülen klinik tablosu kondiloma aküminatadır. Kondiloma
aküminata’nın büyük çoğunluğu klinik olarak benigndir ve HPV-6 ve HPV-11 ile
bağlantılıdır. Bunun dışında sıklıkla HPV-16’nın neden olduğu bowenoid papülozis ile HPV6 ve HPV-11’in neden olduğu Buschke-Löwenstein tümörü de görülebilen diğer klinik
tablolardır (31). Tanı genellikle klinik olarak konulur (32). Kondiloma lata, molluskum
kontagiyozum, herpes genitalis, incimsi penil papüller, vulvar papillomatozis, Fordyce
lekeleri,
fibroepitelyal
polip,
seboreik
keratoz,
nevüs,
VIN,
vulvar
karsinom,
ekstramammarial Paget hastalığı, melanom dışı deri kanserleri ve melanom ayırıcı tanıya
giren hastalıklardır (26). Tedavide kriyoterapi, elektrocerrahi, cerrahi eksizyon, lazer,
podofilin, podofilotoksin, imikimod, sidofovir, interferon, trikloroasetik asit (TCA),
bikloroasetik asit (BCA), 5-fluorourasil (5-FU), yeşil çay ekstresi ve fotodinamik tedavi
kullanılabilir (27, 28, 33, 34, 35).
Birden fazla cinsel partneri olmak, erken yaşta cinsel ilişkiye başlamak, kondom
kullanmamak ve cinsel ilişki ile bulaşan bir hastalık öyküsüne sahip olmak HPV bulaşma
riskini arttıran faktörlerdir. Hastalıktan korunma amacıyla HPV L1 kapsid proteinine karşı
türetilmiş iki aşı bulunmaktadır. Bunlar HPV-6, 11, 16 ve 18’e karşı koruyucu olan
kuadrivalan rekombinant HPV aşısı (Gardasil) ve HPV-16 ve 18’e karşı koruma sağlayan
bivalan HPV aşısı (Cervarix)’tir. Bu aşıların %100’e yakın oranda koruma sağladığı
bildirilmektedir (36).
2.2 Herpes Genitalis
Herpes Simpleks Virüs (HSV) tip 1 ve 2’nin neden olduğu, tekrarlayıcı veziküller ile
karakterize, kesin tedavisi olmayan ve genellikle cinsel ilişki ile bulaşan bir infeksiyondur
(37).
HSV yaklaşık 100 nm çapında, zarflı, çift zincirli lineer DNA içeren bir virüstür. HSV
infeksiyonu, virüsü derisinden veya genital sekresyonlarından yayan infekte kişi ile yakın
temas sonucu kazanılır. Deri veya mukozanın primer infeksiyonundan sonra virüs sinir
uçlarına girer. Buradan latent infeksiyon oluşturduğu sinir köklerine geçer. Latent halde
bulunan HSV reaktive olunca sinir yoluyla tekrar deri ve mukoza yüzeyine gelir (38).
10
ABD’de HSV-2 seroprevalansı %16-17 arasında olmakla beraber bunların sadece %10 ila
%25’i resmi tanılıdır. Çoğu seropozitif hasta bulaştırıcı olduğundan habersizdir (39). 1976
yılından itibaren ABD’de CDC, NHANES aracılığıyla HSV-2 seroprevalansını tarayarak
genital herpes prevalansını hesaplamaktadır. 1988-1994 yılları arasındaki en yüksek oran
%21’dir. Bu tarihten itibaren HSV-2 seroprevalansı %16’ya düşmüş ve son 10 yılda istikrarlı
bir şekilde devam etmiştir. Son yıllarda ABD’de HSV-2’den en çok etkilenenler ise kadınlar
ve Hispanik olmayan siyahilerdir. Kadınlar (%20,9) erkeklere (%11,5) göre yaklaşık 2 kat
daha fazla etkilenmiştir. Hispanik olmayan siyahilerde ise en yüksek oran %39,2 olarak
bulunmuştur. Hispanik olmayan siyahiler arasındaki oran hispanik olmayan beyazlardan 3
kat, Meksikalı Amerikalılardan ise 4 kat daha yüksektir. Etnik gruplar arasındaki bu belirgin
fark ise tam olarak anlaşılamamıştır (40).
Son yıllarda özellikle adölesan yaşlarda HSV-1’e bağlı genital herpes olgularında artış
olmuş ve yeni olguların %80’inin HSV-1’e bağlı geliştiği bildirilmiştir. Epidemiyolojik
çalışmalar bu durumun gerçekleşmesinde oral-genital temasın bir risk faktörü olabileceğini
desteklemiştir (41). ABD’de HSV-1 prevalansı ise adölesan kadınlarda %53,1, adölesan
erkeklerde ise %49,4 olarak bildirilmiştir. ABD dışında HSV-1 prevalansı ülkeye göre
değişmektedir. En düşük oranlar İspanya (%39,8-52,5) ve İsveç’te (%34-41) iken en yüksek
oran %94,9 ile Uganda’dadır (42). Türkiye’de Dolar ve ark.’nın (43) yaptığı bir çalışmada
cinsel açıdan aktif olan 725 kişinin %85,3’ünde; 264 otel personelinin %97,3’ünde; 483 seks
işçisinin %99’unda; genital siğilin birlikte bulunduğu 110 hastanın %93,6’sında; 300 gebenin
%98’inde ve 200 kan bağışçısının %96’sında HSV-1 IgG antikoru saptanmıştır. İngiltere’de
1995-2004 yılları arasında ilk defa genital herpes atağı geçirenlerin oranında %15 artış
görülmüştür (44). Bölgelere göre farklılık göstermekle birlikte gebelerde HSV-2
seroprevalansı %7-40, HIV ile infekte bireylerde ve kadın seks işçilerinde ise %60-95
arasında değişmektedir (45).
Herpes genitalis ülkemizde de tahmin edilenden daha sık rastlanılan bir hastalıktır. Bu
konuda az sayıda çalışma yapılmışsa da sonuçlar hastalığın sık görüldüğünü desteklemektedir.
Derviş ve ark.’nın (46) yaptığı bir çalışmada 50 genital ülserli hastanın 5’inde (%10) aktif
genital herpes, 1’inde (%2) Behçet hastalığı ile birlikte olan genital herpes görülmüştür.
Hastaların %34’ünde ise HSV-2 IgG pozitifliği saptamışlardır. HSV-2 IgG pozitifliği
saptanan hastaların %16’sını 21-30 yaş arası, %12’sini 31-40 yaş arası ve %6’sını 41-50 yaş
arası oluşturmuştur. Toplamda 22 hastanın (%44) HSV-2 IgG antikoru taşıdığı rapor
edilmiştir. Dolar ve ark.’nın (43) yaptığı daha geniş kapsamlı bir başka çalışmada ise cinsel
11
açıdan aktif olan 725 kişinin %4,8’inde; 264 otel personelinin %8,3’ünde; 483 seks işçisinin
%60’ında; genital siğilin birlikte bulunduğu 110 hastanın %17,3’ünde; 300 gebenin %5’inde
ve 200 kan bağışçısının %5,5’inde HSV-2 IgG antikoru saptanmıştır. Cinsel açıdan aktif olan
erişkinler arasında erkeklerin %4,8’inde ve kadınların ise %4,7’sinde HSV-2 seropozitifliği
tespit edilmiştir. En sık görüldüğü yaş aralığı ise %5,5 ile 31-35 yaş arası olarak bulunmuştur.
HSV infeksiyonun klasik klinik görünümü dış genital bölgede eritemli zeminde bilateral
yerleşmiş veziküller şeklindedir (47). Tanı klinik olarak konulabilir (48). Tzanck yayma,
immünfloresan boyama, viral kültür, serolojik testler ve PCR tanının kesinleştirilmesi için
kullanılan yöntemlerdir (49). Genital bölgede ülser yapan diğer hastalıklardan ayrımı
yapılmalıdır. Sifiliz, ulkus molle, lenfogranüloma venereum, granüloma inguinale, Behçet
hastalığı, fiks ilaç erüpsiyonu ve folikülitler ayırıcı tanıya giren hastalıklardır (5). Primer ve
rekürren herpes genitalis tedavisinde semptomları ve lezyon süresi azaltan, iyileşmeyi
hızlandıran, viral yayılımı azaltan etkili sistemik antiviral ajanlar bulunmaktadır. Bu
ilaçlardan en önemlileri asiklovir, valasiklovir ve famsiklovir’dir (50).
2.3 Genital Molluskum Kontagiyozum
Molluskum kontagiyozum deri ve mukozanın son derece bulaşıcı viral bir infeksiyonudur.
Sıklıkla 2-11 yaş arası, immün sistemi baskılanmış çocuklarda görülmekle birlikte
erişkinlerde de görülür. Etkeni çift zincirli DNA içeren Molluskum Kontagiyozum Virüstür
(MKV) ve klinik olarak göbekli papüllerle karakterizedir (51, 52).
MKV’nin 3 alt tipi (MKV tip 1, MKV tip 2, MKV tip 3) tespit edilmiştir. En sık görülen
MKV tip 1’dir. Bir çalışmada 147 molluskum kontagiyozumlu hastanın %96,6’sının MKV tip
1, %3,4’ünün ise MKV tip 2 ile infekte olduğu gösterilmiştir. Farklı hasta gruplarının analiz
edildiği bir çalışmada ise MKV tip 1, 2 ve 3’ün oranları sırasıyla %86,6, %12,3 ve %1,1
olarak rapor edilmiştir. MKV’nin alt tiplerinin yerleşme yeri ile ilgili özel bir seçimleri
olmadığı bildirilmesine rağmen son yıllarda yapılan çalışmalarda MKV tip 2’nin erişkinlerde
daha sık görüldüğü, bunun nedenin de cinsel temas ile bulaşma özelliği olduğu bildirilmiştir.
Ayrıca HIV ile infekte kişilerde, MKV tip 2’nin daha yaygın olma eğiliminde olduğu ve
özellikle anogenital bölgeye yerleştiği bildirilmiştir (53, 54).
Molluskum kontagiyozum tüm dünyada görülmekle birlikte Fiji, Kongo ve Papua Yeni
Gine gibi sıcak iklimlerde daha sık görülmektedir. Tipik olarak 2-5 yaş arasında görülürken, 1
yaş altında nadiren görülür. Fiji’de 2-3 yaş arasında, Kongo’da ise 1-4 yaş arasında pik
12
yaptığı rapor edilmiştir. Papua Yeni Gine’de 10 yaş altında yıllık atak oranı %6 olarak
bildirilmiştir. Anaokulu ve ilköğretim okullarında okuyan çocukların aileleri arasında yapılan
büyük bir anket çalışmasında molluskum kontagiyozum prevalansı sırasıyla %5,6 ve %7,4
olarak rapor edilmiştir. Kapalı toplumlarda salgınlar sırasında çok daha yüksek prevalans
oranları bildirilmiştir (55).
ABD’de 1990 yılından 1999 yılına kadar molluskum kontagiyozumun yıllık rakamının
280,000 olduğu tahmin edilmektedir. On beş yaşına kadar her 6 Hollandalı çocuktan biri en az
bir kez doktoruna molluskum kontagiyozum için başvurmuştur. Erkek-kadın arasında sıklık
açısından genellikle bir fark yoktur. Ancak Japonya, Alaska ve Fiji’den bildirilen sonuçlarda
erkeklerin daha sık etkilendiği gözlenmiştir. Bu durumun yüzme gibi infeksiyonun
yayılmasına eşlik edebilen alışkanlıklarla ilişkisi olasıdır. Birlikte yüzen veya banyo yapan
çocuklar arasında salgınlar görülebilir. Avustralya’da molluskum kontagiyozumlu çocukların
%62’sinde ekzema öyküsü bulunmuştur. Adölesanlarda ve erişkinlerde ise cinsel yolla
bulaşma önem kazanmaktadır. Bir çalışmada 15 yaş üstü molluskum kontagiyozum tanılı
hasta sayısı 1966 yılında 10,600 iken 1983 yılında bu sayı 113,800 olarak bildirilmiştir. HIV
ile infekte olan hastalar molluskum kontagiyozum infeksiyonuna daha yatkındır ve sıklığı
%5-18 arasında değişir (55, 56).
Ülkemizde genital molluskum kontagiyozum sıklığı hakkında yapılmış az sayıda çalışma
mevcuttur. Şaşmaz ve ark.’nın (57) yaptığı bir çalışmada 925 er ve erbaş cinsel ilişki ile
bulaşabilen hastalıklar açısından değerlendirilmiştir. Cinsel ilişki ile bulaşabilen hastalıklar 60
(%6,5) askerde saptanmış olup ilk sırayı uyuz (%56,7), ikinci sırayı kondiloma aküminata
(%20) ve üçüncü sırayı genital molluskum kontagiyozum (%11,7) almıştır. Saral ve ark.’nın
(58) yaptığı başka bir çalışmada yaşları 3-52 arasında değişen molluskum kontagiyozum tanılı
40 erkek ve 21 kadın hastada MKV tipi araştırılmıştır. Olguların 13’ünde genital molluskum
kontagiyozum lezyonu saptanmıştır. Genital molluskum kontagiyozum da dahil olmak üzere
tüm hastalarda sadece MKV tip 1 saptanmıştır.
Klinik olarak deri üzerinde ayrık, inci tanesine benzeyen, 1-5 mm çaplı, deri renginde,
düzgün yüzeyli papüller tek tek veya grup yaparak görülebilir. Çoğu zaman doğrusal olarak
(psödo-Köbner fenomeni) yerleşir ve beyaz, sarı veya pembe renklidir. Bulaşma insandan
insana veya otoinokülasyon ile olur. Virüs deriye epitelyal bir defektten direkt olarak ya da
giysiler, havlular ve mendiller vasıtasıyla indirekt olarak girer. İnkübasyon periyodu 2 ila 8
hafta arasında değişir. Lezyonlar vücudun herhangi bir bölgesinde yerleşebilirse de yüz, göz
13
kapağı, boyun, aksilla, dirsek çukuru, uyluk, anogenital bölge (erişkinlerde) tutulmaya
eğilimli olan bölgelerdir (59). Tipik merkezi göbekli papüllerin görülmesiyle tanı klinik
olarak konulur. Ayrıca papül içeriğinin mikroskobik olarak değerlendirilmesinde HandersonPaterson cisimlerinin gösterilmesiyle tanı doğrulanır (56). Tek lezyonu olan hastalarda
piyojenik granülom, keratoakantom ve epitelyoma ayırıcı tanıya girer. Bu hastalıkların
dışında trikoepitelyoma, bazal hücreli karsinom, ektopik sebase bez, siringom, hidrokistoma,
warty diskeratom, siğiller, suçiçeği, milyum, papüler granüloma anüler, kondiloma
aküminatum, papüler müsinöz, kutanöz kriptokokkoz ve histoplazmoz da ayırıcı tanıda
düşünülmesi gereken hastalıklardır (6, 59, 60, 61).
Küretaj, kriyoterapi, kantaridin, podofilin, podofilotoksin, imikimod %5 krem, salisilik
asit/laktik asit, fenol, tentürdiyot, tretinoin krem/jel, gümüş nitrat, trikloroasetik asit, %10
potasyum hidroksit, kandida antijeni ile intralezyonel immünoterapi, oral simetidin, bandın
tekrarlanarak yapıştırılıp kaldırılması, künt uçlu forseps ile sıkma, diatermi, CO2 lazer,
pulsed-dye lazer ve topikal fotodinamik tedavi uygulanabilecek tedavi seçenekleridir (6, 62,
63, 64).
2.4 Sifiliz
Treponema pallidum’un neden olduğu, akut ve kronik olan, cinsel ilişki ile bulaşan bir
hastalıktır. Akut fazda deri ve müköz membranlar etkilenirken, kronik fazda kemikler ve iç
organlar etkilenir, hatta kardiyovasküler ve nörolojik hastalıklar meydana gelir (65).
Treponema pallidum genital bölgedeki inokülasyon yerinden birçok organa hızlı bir
şekilde yayılabilen, cinsel ilişki ile bulaşan bir spirokettir. Kalıcı olabilen hatta ömür boyu
sürebilen bir infeksiyon meydana getirebilir (66). T. pallidum’un ince, sarmal şeklinde bir
morfolojisi vardır ve karanlık alan mikroskobisinde dönerek sürüklenme şeklinde (tirbüşon)
bir hareket gözlenir. Bilenen tek doğal konağı insandır ve insan vücudu dışında yaşayamaz.
Çünkü metabolik kapasitesi sınırlıdır. Glikoliz için gerekli enzimleri kodlayan genlere sahiptir
ancak trikarboksilik asit, elektron transport sistemi, nükleotid, amino asit ve lipid sentezi ile
ilişkili çoğu genden yoksundur. İn vitro olarak sadece tavşan epitelyum hücrelerinde
üretilebilir (67, 68).
Sifiliz ABD’de 1941 yılından beri rapor edilen bir hastalıktır. Primer, sekonder ve erkengeç latent sifiliz olgularının hepsi rapor edilmiştir. En geniş olgu sayısı 1943 yılında kayıt
edilmiştir. Bu tarihten itibaren rapor edilen toplam infeksiyonların yıllık insidansı 1991 yılına
14
kadar azalmıştır. 1943 yılında infeksiyon oranı 63,8/100,000 olarak bildirilmiştir. 1959’dan
1990 yılına kadar artış eğiliminde olan hastalığın oranı 1990 yılında 20,3/100,000 olmuştur.
1990’dan 2000’e kadar primer ve sekonder sifiliz hastalarının oranında %90 azalma olmuş ve
ABD’deki en düşük oran 2,1/100,000 olarak bildirilmiştir. Ancak 2000 yılından itibaren her
geçen yıl hastalık oranında hafif bir artış (2001’de 2,2, 2002’de 2,4, 2003’te 2,5) gözlenmiştir.
1999 yılından itibaren rapor edilen kadın olguların oranı azalırken erkek olguların sayısı
artmıştır (65).
Toplam sifiliz oranları dünya genelinde de artış göstermiştir. Kanada’da 1997 yılındaki
oran 0,3/100,000 iken 2001 yılında bu oran 0,9/100,000 olarak bildirilmiştir. Sovyetler
Birliği’nin yıkılmasından itibaren Rusya ve Doğu Avrupa’da sifiliz olgularında dramatik bir
artış görülmüştür. Seks işçilerinin Batı Avrupa’ya kolay geçmesi nedeniyle 1990’ların
ortasından itibaren çoğu Avrupa ülkesinde hem homoseksüller hem de heteroseksüeller
arasında sifiliz prevalansı artmıştır. Almanya’da 1995-2000 yılları arasında rapor edilen yıllık
sayı 1120 ile 1150 arasındadır. 2001 yılının başlarından 2002 yılının ortalarına kadar 2738
sifiliz olgusu tespit edilmiştir (69).
ABD’de konjenital sifiliz oranı 1990 yıllarından beri giderek azalmaktadır. 2000-2001
yılları arasında da düşüş devam etmiş ve oran 14/100,000’den 11,1/100,000’e düşmüştür.
Primer ve sekonder sifilizde erkek:kadın oranı giderek artmaktadır. 1996 yılında oran 1,1:1
iken 2001 yılında 2,1:1 olmuştur (69).
Maity ve ark.’nın (70) Hindistan’da yaptığı bir çalışmada 2004-2008 yılları arasında cinsel
ilişki ile bulaşan hastalıklar kliniğine başvuran hastaların %8,2’sinde sifiliz seropozitifliği
tespit edilmiştir. 2004 yılındaki oran %10,8 iken 2008 yılında %3,6 olmuştur. En yüksek
seroprevalans 20-24 yaş arasında (%16,3), en düşük seroprevalans ise 45-49 yaş arasında
(%3,3) gözlenmiştir.
Ülkemizde ise Aktürk ve ark. (71) 1994 yılında 4,61/100,000 olan sifiliz insidansının 1996
yılında 4,43/100,000’e düştüğünü bildirmişlerdir. 1996 yılından sonra sifiliz insidansında artış
gözlenmiş olup insidansın 1997 yılında 5,02/100,000; 1998 yılında 5,35/100,000; 1999
yılında 5,18/100,000 ve 2000 yılında 4,95/100,000 olduğu rapor edilmiştir. Trabzon ilinde
Apaydın ve ark.’nın (72) yaptığı bir başka çalışmada 1992-1996 yılları arasında 82 hasta
sifiliz tanısı almıştır. Olguların 19’u kadın, 63’ü erkek hasta olarak bildirilmiştir. Erkek:kadın
oranının 3,3:1 olarak rapor edildiği bu çalışmada kadınların ortalama yaşı 34,9, erkeklerin
ortalama yaşı ise 32,9 olarak kaydedilmiştir.
15
Sifiliz ile HIV infeksiyonunun birlikteliği sıktır. Sifiliz tespit edilen her hastada HIV, HIV
tespit edilen her hastada da sifiliz araştırılmalıdır. HIV prevalansının yüksek olduğu
bölgelerde, primer sifilizli hastaların ilk HIV testinin negatif olduğu durumlarda testler 3 ay
sonra tekrarlanmalıdır. Epidemiyolojik çalışmalarda sifiliz infeksiyonunun HIV bulaşmasını
kolaylaştırdığı kanıtlanmıştır. HIV (+) hastalarda sifiliz serolojisinin pozitif olma olasılığı
yaklaşık 8 kat artmıştr (73).
Edinsel sifiliz erken sifiliz (primer ve sekonder sifiliz), latent sifiliz (erken ve geç latent)
ve geç sifiliz (tersiyer sifiliz) olarak gruplandırılır (74). Genellikle 3 haftalık (9-90 gün)
inkübasyon periyodundan ardından spiroketin inoküle olduğu bölgede ülser veya şankır
görülmeye başlar (75,76). Şankır keskin sınırlı, oval şekilli, bakır kırmızısı renginde, zemini
temiz ve parlak bir lezyondur (77). Tedavi edilmeyen olgularda ülser genellikle 4-5 hafta (310 hafta) içerisinde kendiliğinden iyileşir (76). Primer şankırın gerilemesi ve sekonder sifilitik
döküntülerin ortaya çıkması arasındaki süre genellikle 5-7 haftadır. Tedavi edilmemiş
hastaların yaklaşık %25’inde sekonder sifiliz gelişir (65, 77). Sekonder sifilizin deri ve
mukoza bulguları çok çeşitlidir ve diğer deri hastalıklıklarına benzerlik gösterir. Hastaların
%75’inde deri bulguları gözlenir. Maküler/makülopapüler, nodüler, nodüloülseratif, püstüler,
mukozal lezyonlar ile saç kaybı ve tırnak değişiklikleri sekonder sifilizde görülebilen
erüpsiyonlardır. Sekonder sifiliz belirtilerinin iyileşmesinden sonra semptomların olmadığı
ancak serolojinin pozitif olduğu latent dönem görülür ve ardından tersiyer sifiliz gelişir (77).
Sifiliz tanısı klinik değerlendirme, etkenin gösterilmesi ve seroloji ile konur. Sifiliz
lezyonlarının çeşitliliği ve atipik görünümlerin sıklığı nedeniyle organizmanın gösterilmesi ve
serolojik tanı mutlaka gereklidir (78). Serolojik testler non-treponemal (VDRL, RPR, USR,
TRUST) ve treponemal (FTA-ABS, TPHA, TPPA, Captia sifiliz IgG ve IgM) testler olmak
üzere 2’ye ayrılır (65, 79). Sifiliz tanısında kullanılan serolojik testler Tablo 3’de
gösterilmiştir.
Tablo 3. Sifiliz tanısında kullanılan serolojik testler
Non-treponemal testler
VDRL
RPR
USR
TRUST
Treponemal testler
FTA-ABS
TPHA
TPPA
Captia sifiliz IgG/IgM
16
Sifiliz tedavisi hastalığın evresine, hastanın yaşına, penisilin alerjisi olup olmamasına,
gebe olup olmamasına ve HIV (+) olup olmamasına göre değişir. Tedavide ilk tercih edilmesi
gereken ilaç penisilindir. Gelişmekte olan ülkelerde esas tedavi 2,4 milyon ünite (MU)
intramusküler benzatin penisilin tek doz ya da haftada bir 2-3 hafta süreyle kullanılır.
Penisilin alerjisi olanlarda oral doksisiklin 2x100 mg/gün, 2 hafta süreyle; tetrasiklin 4x500
mg/gün, 2 hafta süreyle veya azitromisin1x500 mg/gün, 1 hafta süreyle kullanılabilir (74, 80).
2.5 Granüloma İnguinale (Donovanozis)
Granüloma inguinale, “Klebsiella granulomatis” ya da eski adıyla “Calymmatobacterium
granulomatis”in neden olduğu, genellikle genital ve perianal bölgeleri etkileyen, ilerleyici,
kronik bakteriyel bir hastalıktır. Klinik olarak bölgesel lenfadenopatinin eşlik etmediği,
oldukça vasküler ve temasla kolayca kanayan ağrısız ülserler görülür. Düşük düzeyde bulaşıcı
olan bu hastalık genellikle cinsel yolla bulaşır (81, 82, 83).
K. granulomatis sıklıkla monosit/makrofajlarda intraselüler yerleşen, eliptik şekilli,
pleomorfik, kapsüllü, hareketsiz gram (-) bir basildir. Tam bir insan patojenidir ve yapay
ortamda üretilmesi zordur. Wright boyasıyla koyu mor boyanan inklüzyon cisimleri
sitoplazmada yerleşir ve Donovan cisimleri olarak adlandırılır (82, 83).
Çok sık rastlanan bir hastalık olmaması nedeniyle sıklığı konusunda net bir bilgi yoktur.
Afro-Amerikanlarda, sosyoekonomik durumu düşük olan kötü hijyenli kişilerde sık
görülmesine rağmen gelişmiş ülkelerde sıklığı giderek azalmaktadır. Papua Yeni Gine,
Brezilya, Fransız Guyanası, Avustralya, Güney Afrika, Zambia, Fas, Madagaskar, Karayipler
ile Endonezya, Hindistan ve Çin’in bazı kesimleri gibi tropikal ve subtropikal iklimi olan
ülkelerde endemik olarak görülmekle birlikte sporadik olgular da mevcuttur. ABD’de bir
yılda 100’den daha az vaka görülmektedir. Bu olguların çoğu endemik bölgelere seyahat
edilmesi sonucunda meydana gelmektedir. Bugüne kadar rapor edilen en büyük endemi Papua
Yeni Gine’de Marind-Anim halkında görülmüştür. 1922-1952 yılları arasında 15,000 nüfusun
10,000’inde hastalık görülmüştür. Ray ve ark.’nın Hindistan’da yaptığı bir çalışmada 19901993 yılları arasında granüloma inguinale sıklığı %3,9 iken, 2002-2004 yılları arasında bu
oran %0,2 olarak bildirilmiştir (9, 83, 84, 85, 86).
O’Farrell hastalığın yaygın olarak görüldüğü bazı yerlerde tanının küçümsendiğini öne
sürmüştür. Morrone ve ark. ise gelişmiş ülkelerde tropikal hastalıkların tanısının deneyim
eksikliğinden dolayı az olabileceğini ileri sürmüştür. Tanının konulamamasındaki diğer bir
17
olasılık ise daha önceden antibiyotik kullanarak istemeden de olsa hastalığın tedavi edilmesi
olabilir (83).
Genellikle cinsel yolla bulaşan bir hastalık olarak kabul edilen granüloma inguinale fekal
yolla veya otoinokülasyon ile de bulaşabilir. Hastaların çoğunda lezyonlar ortaya çıkmadan
önce cinsel ilişki öyküsünün olması, erişkin yaşta daha fazla görülmesi, lezyonun sadece
servikste görülebilmesi, homoseksüel erkeklerde anal bölgede lezyon görülmesi, diğer cinsel
yolla bulaşan hastalıklarla birliktelik, spesifik bir seks işçisi ile ilişkili olan salgınlar
bulaşmanın cinsel yolla olduğunu destekleyen verilerdir. Daha küçük çocuklarda ve cinsel
yönden aktif olmayan erişkinlerde görülmesi, seks işçilerinde daha nadir görülmesi, hastalığı
olan kişilerin eşlerinde nadir görülmesi, primer non-genital lezyonun sıra dışı yerleşimi ve iyi
tanımlanmamış inkübasyon periyodu ise hastalığın cinsel ilişki ile bulaşmadığını destekleyen
verilerdir. Ancak bu durumlar etkenin bulaşıcılığının düşük olmasıyla da ilgili olabilir (85).
Bulaşıcılığı düşük olan bu hastalığın evli kişiler arasındaki bulaşma oranı %0,4 ila %52
arasında değişmektedir. Hastaların %70’den fazlası 20-40 yaş arasındadır ve en yüksek
insidans üçüncü dekadda görülür (56). Ancak nadiren bebeklerde de görülebilir. Bowden ve
ark. (87) Avustralya’da, Govender ve ark. (88) ise Güney Afrika’da servikal lenfadenopatisi
olan 5 aylık ve 4 aylık olan iki bebekte donovanozis olgusu rapor etmişlerdir. Çocuk olguların
cinsel istismardan ziyade infekte kişilerle temas sonucu meydana geldiği düşünülmektedir
(83).
Cinsiyetler arasındaki görülme sıklığı açısından çelişkili sonuçlar bildirilmiştir. O’Farrell
ve ark.’nın yaptıkları çalışmalarda (89, 90) genital ülseri olan 100 erkek ve 100 kadın hasta
içinde donovanozis sıklığı sırasıyla %11 ve %16 olarak rapor edilmiştir. Lal ve Nicholas’ın
yaptığı çalışmada (91) ise erkek:kadın oranı 2,3:1 olarak bildirilmiştir.
Ülkemizden ise Bozbora ve ark. (92) tarafından sistemik antibiyotik tedavisine yanıt
vermeyen ve cerrahi tedavi uygulanan 2 granüloma inguinale olgusu rapor edilmiştir.
Hastaların ikisi de erkek olup yaşları 27 ve 40 olarak bildirilmiştir.
Granüloma inguinale, HIV infeksiyonu için bir risk faktörüdür. Güney Afrika’da
granüloma inguinale infeksiyonu olan erkeklerde HIV infeksiyonunun bulaşma riskinin çok
yüksek olduğu gösterilmiştir. Güney Afrika’da yapılan bir çalışmada 123 donovanozisli kadın
hastanın %16’sında HIV seropozitifliği saptanmıştır. Güney Hindistan’da yapılan bir başka
18
çalışmada ise granüloma inguinale tanılı hastaların %15,1’inde HIV seropozitifliği
bildirilmiştir (93).
İnkübasyon süresi genellikle 8 gün ile 12 hafta arasında değişmektedir (94). İnokülasyon
bölgesinde papül ya da subkutan nodül olarak başlayan primer lezyon ilerleyerek yüzeyel bir
ülsere dönüşür. Bu ülserler ağrı olmadan, yavaş bir şekilde merkezden çevreye doğru genişler
ve sonunda iyi sınırlı, granülomatöz, sirküler veya yılansı şekilli, kolayca kanayabilen
lezyonlar haline gelir. Nodüler lezyonlar lenfadenopati ile karışabilir ve bu “psödobubo”
olarak bilinir. Granüloma inguinale’de tipik olarak gerçek adenopati bulunmaz (83). Hastalık
dört farklı klinik tipte karşımıza çıkabilir: i) nodüler tip’te, parlak kırmızı granülasyon yüzeyi
oluşturan yumuşak, kırmızı nodüller bulunur; ii) ülserevejetatif tip, nodüler olarak başlar ve
sonrasında geniş ülserler gelişir; iii) hipertrofik tip, büyük vejetatif lezyonlarla karakterizedir;
iv) sikatrisyel tip, hastalığın yayılımı sonucu gelişen bir klinik tablodur (95). Granüloma
inguinale’nin endemik olduğu bölgelerde tanı klinik olarak konulabilir. Eğer klinik olarak
şüphe varsa doku örneklerinde Donovan cisimlerinin gösterilmesiyle tanının doğrulanması
gerekir (9, 85). Primer sifiliz, şankroid, kondiloma aküminatum, layşmanyazis, derin mikozlar
ve kutanöz amebiyaz ayırıcı tnaıya giren hastalıklardır (9). Granüloma inguinale tedavisinin
temelini antibiyotik tedavisi oluşturur. Azitromisin, doksisiklin, eritromisin, tetrasiklin,
sülfametoksazol/trimetoprim kullanılan antibiyotiklerdir. Hastanın takibinin bulgu ve
belirtiler tamamen gerileyinceye kadar yapılması önerilmektedir (83).
2.6 Lenfogranüloma Venereum (LGV)
Nicolas-Favre hastalığı olarak ta bilinen LGV Chlamydia trachomatis’in L1, L2 ve L3
serotiplerinin neden olduğu cinsel yolla bulaşan bir hastalıktır. Her iki cinsiyeti de etkiler.
Başlangıçta genital bölgede tek ya da çok sayıda ülser, daha ileri evrelerde ise inguinal
lenfadenopati gelişimi ile karakterizedir (96).
Chlamydia türleri gram (-), aerobik, zorunlu hücre içi bakterilerdir (97). LGV
patogenezinden sorumlu olan Chlamydia trachomatis’tir. Majör dış membran proteini
epitoplarının spesifitesine göre 19 farklı serotipe ayrılır. Serotip A, B, Ba ve C trahom
hastalığının etkenleridir. Serotip D-K (D, Da, E, F, G, Ga, H, I, Ia, J ve K) en sık cinsel yolla
bulaşan bakterilerdir. LGV’nin etkeni ise serotip L1, L2 ve L3’tür (98, 99).
ABD’deki gerçek sıklığı bilinmemektedir. Castro ve ark.’nın Güney Florida’da yaptığı bir
çalışmada 2007-2010 yılları arasında 2596 rektal sürüntü incelenmiş ve 8 LGV tanısı
19
konulmuştur. Bu vakaların 1 tanesi 2009, diğer 7 tanesi ise 2010 yılında görülmüş ve
LGV’nin son yıllardaki artışına dikkat çekilmiştir (100). Kamarashev ve ark. (96) 2003-2007
yılları arasında 262 proktit tanılı hastanın rektal sürüntülerinde PCR yöntemiyle C.
trachomatis araştırmışlar ve 11 hastada L2 serotipi tespit etmişlerdir. 2010 yılında Castro ve
ark. (101) 9 kronik proktit hastasının 2’sinde L2b serotipi tespit emişler ve bu 2 olguyu
Portekiz’de görülen ilk LGV olguları olarak rapor etmişlerdir. Jebbari ve ark. (102) 20042007 yılları arasında İngiltere’de 492 LGV olgusu bildirmişlerdir. Olguların hepsinin erkek,
%99’unun homoseksüel olduğu ve sıklıkla (%91) beyaz ırkta görüldüğünü rapor edilmiştir.
Artan sıklığı gösteren bu yayınlardan başka LGV sıklığının az olduğu yayınlar da mevcuttur.
Li ve ark. (103) Çin’de 145 homoseksüel erkekten aldıkları örneklerden hiçbirisinde LGV
serotipi tespit etmemişlerdir. Twin ve ark. ise (104) Avustralya’da 2004-2008 yılları arasında
C. trachomatis’in pozitif olduğu 612 anal ve idrar örneklerinin sadece 1’inde LGV tespit
etmişlerdir. Rönn ve Ward tarafından yapılan bir çalışmada (105) LGV olguları arasında HIV
prevalansı %67-%100 olarak bulunmuş ve LGV ile HIV arasında önemli bir birliktelik olduğu
bildirilmiştir.
LGV genellikle 15-40 yaşları arasında görülür ve erkeklerde daha sıktır. Erkeklerde
sıklıkla akut tablolar görülürken kadınlarda genital elefantiyazis, darlıklar, üretra ve rektumun
fistülleri gibi geç dönem komplikasyonlar şeklinde karşımıza çıkar (94). Hastalık primer,
sekonder ve tersiyer evre olmak üzere 3 farklı evreden oluşur (106). Hastalığın tanısını
koymak zordur ancak infekte sekresyonla temas öyküsü, genital ülser, perianal fistül ve
buboları olan her hastada şüphelenilmelidir. Klinik olarak tanı koymanın doğruluğu %20
civarındadır. Tanıda laboratuar testleri önemli yer tutar (107). Ulkus molle, sifiliz, genital
HSV infeksiyonu, granüloma inguinale, travma, kutanöz layşmanyazis, fiks ilaç erüpsiyonu
ayırıcı tanıda düşünülmesi gereken hastalıklardır. Generalize lenfadenopati varlığında
lenfoma ve HIV infeksiyonu akla gelmelidir (106). Tedavi hastalığı iyileştirir ve doku
hasarına gidişi engeller. Tedavisiz olgularda ise sikatris gelişebilir. İnguinal veya femoral
ülserasyonu önlemek için bubolar aspire edilmelidir. CDC hastalığın oral doksisiklin (2x100
mg/gün, 21 gün) ile tedavi edilmesini önermektedir. Alternatif tedavi olarak oral eritromisin
4x500 mg/gün 21 gün süreyle verilebilir. Oral azitromisin 1 gr/hafta, 3 hafta süreyle etkili
olabilir ancak klinik veriler yetersizdir (108).
20
2.7 Pedikülozis Pubis
Kasık biti olarak ta bilinen pedikülozis pubis sıklıkla cinsel temas ile bulaşan, başta pubik
bölge olmak üzere perianal bölge, göğüs, karın ve koltuk altındaki kalın kılları tutan bir
enfestasyondur (109).
Parazit yaklaşık 0,8-1,2 mm boyundadır. Üç çift bacağı vardır. Yaklaşık olarak 2 hafta
yaşar. Dişi parazit bu süre içinde 25 yumurta bırakır. Sirkelerin inkübasyon süresi 1 haftadır.
Bu sürenin sonunda ortaya çıkan nimfler olgunlaşmaya başlar ve yaklaşık 2 haftada olgun
parazit haline gelir (110).
Dünyada erişkin popülasyondaki sıklığı yaklaşık %2’dir. Bu kayıtlar genellikle cinsel
ilişki ile bulaşan hastalıklar kliniklerinin raporlarıdır (16). Poudel ve Barker’ın (111)
Nepal’de yaptığı bir çalışmada kasık biti prevalansı baş biti ile birlikte olanlarda %7, gövde
biti ile birlikte olanlarda ise %6 olarak bildirilmiştir. Varela ve ark.’larının (112) yaptığı 14
yıllık (1988-2001) bir prospektif çalışmada, İspanya’da cinsel ilişki ile bulaşan hastalıklar
birimine başvuran 9093 hastanın 197’sine (%2,2) pedikülozis pubis tanısı konulmuş ve bu
hastalığın erkek:kadın oranı 1,8:1 olarak bildirilmiştir. Yıllık enfestasyon oranının %1,3 ile
%4,6 arasında değiştiği, olguların %80’den fazlasının 35 yaş altı olduğu ve homoseksüel
erkekler arasında daha sık görüldüğü rapor edilmiştir. Mimouni ve ark.’larının (113) İsrail
askerleri arasında yaptığı bir başka çalışmada ise 1972-1984 yılları arasında pedikülozis pubis
olgusunun 3,96 kat arttığı ancak 1984-1999 yıllları arasında belirgin bir düşüş olduğu
bildirilmiştir. Hart (114) 1988-1991 yılları arasında Güney Avustralya’daki pedikülozis pubis
insidansını erkeklerde %1,7, kadınlarda ise %1,1 olarak rapor etmiştir.
Pedikülozis pubis sıklıkla cinsel ilişki ile bulaşır ve diğer cinsel ilişki ile bulaşan
hastalıklarla birlikte görülebilir. Pubik bölgenin dışında karın, göğüs, bacak ve kalça kıllarına
da tutunur. Nadiren saçlı deri, kaşlar ve kirpikler de etkilenebilir. Enfestasyonun karakteristik
deri bulgusu maculae ceruleae adı verilen, bitin ısırığına bağlı karın alt bölgesinde ve
uyluklarda görülen mavimsi-gri maküllerdir. En sık görülen semptom kaşıntıdır. Ayrıca klinik
olarak canlı bitler veya sirkeler görülebilir. Kıllarda boş sirkelerin olması aktif enfestasyonun
olmadığını gösterir. Pedikülozis pubis tanısı canlı bitin ve sirkelerinin gösterilmesiyle konur.
Pubik kılların üzerine yerleşmiş sirkeler beyaz piedra ve trikomikozis pubis ile karışabilir.
Şiddetli ekskoryasyon varlığında uyuz ve kontakt dermatit mutlaka akla gelmelidir. Bazı
hastalara ise uyuz eşlik edebilir. Permetrin %1 krem, lindan %1 şampuan ve piperonil
butoksid içeren piretrinler ilk tercih edilen ilaçlardır (16, 110, 115, 116).
21
2.8 Ulkus Molle (Şankroid)
Gram (-) ve fakültatif anaerob bir bakteri olan Haemophilus ducreyi ile oluşan, cinsel
ilişki ile bulaşan bir hastalıktır (117).
Hastalık Asya ve Afrika’da yaygın görülmekte olup ülkemizde de zaman zaman
epidemiler bildirilmiştir. 1976 yılı başına kadar ülkemizde hiç ulkus molle olgusuna
rastlanmamıştır. Aydemir ve Kotoğyan tarafından 1976-1977 yılları arasında 116 ulkus molle
(114 erkek, 2 kadın) olgusu bildirilmiştir. 1977-1980 yılları arasında ulkus molle olgularında
düşüş gözlenmiştir. 1980 yılında hafif bir artış gözlenmişse de sonraki 2 yıl süresince tekrar
düşüş bildirilmiştir. Aydemir ve ark. 1976-1982 yılları arasındaki 225 ulkus molle olgusu
rapor etmişler ve bu olguların 213’ünün erkek ve 12’sinin kadın olduğunu bildirmişlerdir. Yaş
gruplarında ise genç erişkin yaş grubunda (15-44) yoğunlaşma olduğu belirtilmiştir (14, 15,
117).
Hastalık 2-3 günlük inkübasyon süresinin ardından papül olarak başlar ve giderek
ülserleşir. Hassas, ağrılı, dekole ve indüre olmayan ülser hastalığın karakteristik lezyonudur.
Olguların %50-60’ında ülser oluşumundan sonraki günler-haftalar içinde genellikle tek taraflı
olan inguinal lenfadenopatiler gelişir. Süpürasyon gelişen ve hassaslaşıp bir araya gelerek
abse şeklini alan lenf nodüllerine klinikte “bubo” adı verilir. Hastalığın tanısı etken
organizmanın gösterilmesi ile konur.
Genital ülserasyona neden olan diğer hastalıklarla
(sifiliz, herpes genitalis, granüloma inguinale ve lenfogranüloma venereum) ayırıcı tanı
yapılmalıdır. Trimetoprim-sülfametoksazol, eritromisin, amoksisilin-klavulonat, streptomisin
siprofloksasin ve seftriakson hastalığın tedavisinde kullanılan ilaçlardır (117).
22
3. GEREÇ VE YÖNTEM
Bu çalışmada İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıkları Anabilim
Dalı’nın poliklinik ünitesine 01.11.2007-01.12.2011 tarihleri arasında başvuran toplam 63206
hasta içerisinden anogenital siğil, herpes genitalis, genital molluskum kontagiyozum, sifiliz,
granüloma inguinale, lenfogranüloma venereum, pedikülozis pubis ve ulkus molle olguları
retrospektif olarak incelendi.
Anogenital siğil, herpes genitalis, genital molluskum kontagiyozum tanıları detaylı
dermatolojik ve genital bölge muayeneleri yapılarak konuldu. Herpes genitalis tanısının kesin
olarak konulamadığı durumlarda, tanı HSV-2 IgG antikor pozitifliği ile doğrulandı. Sifiliz
tanısı ise tüm hastalarda serolojik testler yapılarak konuldu. Aynı tanı ile bir kereden fazla
gelen hastalar için ilk geliş tarihi esas alındı.
Tüm hastalıklarda;
 Sıklık,
 Yaş,
 Cinsiyet,
 Yaşa göre cinsiyet dağılımı ele alındı.
Tüm bu verilere ulaşmak için hastanemizdeki ICD (International statistical clasification
of diseases and related health problem) tanı kodu sistemini baz alan bilgisayar veri giriş
programında kayıt edilen veriler retrospektif olarak tarandı. Elde edilen veriler istatistiksel
çalışma ile değerlendirildi.
İstatistiksel analizler SPSS V.15.0 ve NCSS 2007 programı kullanılarak yapıldı. p<0.05
değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Analizlerde Ki-Kare (Chi-Square) testi
kullanıldı.
23
4. BULGULAR
Çalışmamızda cinsel ilişki ile bulaşan hastalıklar arasından anogenital siğil, herpes
genitalis, genital molluskum kontagiyozum, sifiliz, granüloma inguinale, lenfogranüloma
venereum, pedikülozis pubis ve ulkus molle tanılı hastalar retrospektif olarak değerlendirildi.
Bu tanılardan granüloma inguinale, lenfogranüloma venereum, pedikülozis pubis ve ulkus
molle tanılı hasta kaydı bulunamadı.
01.11.2007-31.12.2011 tarihleri arasında İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi
Hastalıkları Anabilim Dalı polikliniği’ne toplam 63206 hasta başvurmuştur. Yıllara göre
polikliniğe başvuran toplam hasta sayıları Şekil 1’de gösterilmiştir.
Şekil 1. Yıllara göre polikliniğe başvuran toplam hasta sayıları
63206 hastanın 297’sine (%0,46) anogenital siğil tanısı konulmuştur. Bu hastaların
231’ini (%77,8) erkek hastalar, 66’sını (%22,2) kadın hastalar oluşturmakta idi. Kadın-erkek
dağılımı arasında anogenital siğiller erkeklerde daha sık görülmekte idi. Bu fark istatistiksel
açıdan anlamlı bulundu (p<0,001). Anogenital siğil tanılı hastaların cinsiyete göre dağılımı
Şekil 2’de gösterilmiştir.
24
Şekil 2. Anogenital siğil tanılı hastaların cinsiyete göre dağılımı
Anogenital siğil tanılı hastaların yaşları 3-80 (ortalama:34,58±12,64) arasında
değişmekte idi. Hastalar yaşlarına göre 9 gruba ayrıldı. Hastalığın görülme sıklığı yaş grupları
arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark göstermektedir (p<0,001). Anogenital siğil
hastalarının en sık görüldüğü yaş grubu 30-39 yaş grubu (%34,3), ikinci sıklıktaki yaş grubu
ise 20-29 yaş grubu (%31,3) idi. Yaş grupları arasında cinsiyet açısından istatistiksel olarak
anlamlı bir fark saptandı (p<0,001). Erkekler arasında hastalık en sık 30-39 yaş grubunda
(%36,4) gözlenirken kadınlar arasında en sık 20-29 yaş grubunda (%36,4) saptandı.
Anogenital siğil tanılı hastaların %81,8’i 20-49 yaş arasında bulundu. Anogenital siğil tanılı
hastaların yaş gruplarına göre cinsiyet dağılımı Tablo 4’de ve Şekil 3’te gösterilmiştir.
25
Tablo 4. Anogenital siğil tanılı hastaların yaş gruplarına göre cinsiyet dağılımı
Yaş
grupları
0-9
10-19
20-29
30-39
40-49
50-59
60-69
70-79
80-89
Toplam
Frekans
%
Frekans
%
Frekans
%
Frekans
%
Frekans
%
Frekans
%
Frekans
%
Frekans
%
Frekans
%
Frekans
%
Cinsiyet
Erkek
Kadın
0
10
,0%
15,2%
5
2
2,2%
3,0%
69
24
29,9%
36,4%
84
18
36,4%
27,3%
44
4
19,0%
6,1%
18
6
7,8%
9,1%
8
2
3,5%
3,0%
2
0
,9%
,0%
1
0
,4%
,0%
231
66
100,0%
100,0%
Toplam
10
3,4%
7
2,4%
93
31,3%
102
34,3%
48
16,2%
24
8,1%
10
3,4%
2
,7%
1
,3%
297
100,0%
Şekil 3. Anogenital siğil tanılı hastaların yaş gruplarına göre cinsiyet dağılımı
26
63206 hastanın 44’üne (%0,069) herpes genitalis tanısı konulmuştur. Bu hastaların
22’sini (%50) erkek hastalar, 22’sini (%50) kadın hastalar oluşturmakta idi. Kadın-erkek
dağılımı arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir fark saptanmadı (p:1,000). Herpes genitalis
tanılı hastaların cinsiyete göre dağılımı Şekil 4’te gösterilmiştir.
Şekil 4. Herpes genitalis tanılı hastaların cinsiyete göre dağılımı
Herpes genitalis tanılı hastaların yaşları 1-68 (ortalama:33,3±14,91) arasında
değişmekte idi. Hastalar yaşlarına göre 7 gruba ayrıldı. Hastalığın görülme sıklığı yaş grupları
arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark göstermektedir (p:0,003). Genital herpes
hastalarının en sık görüldüğü yaş grubu 30-39 yaş grubu (%27,3), ikinci sıklıktaki yaş grubu
ise 20-29 yaş grubu (%25) idi. Yaş grupları arasında cinsiyet açısından istatistiksel olarak
anlamlı fark saptanmadı (p:0,436). Erkekler arasında hastalık en sık 30-39 yaş grubunda
(%36,4) gözlenirken kadınlar arasında en sık 20-29 yaş grubunda (%31,8) saptanmıştır.
Genital herpes tanılı hastaların %75’i 20-49 yaş arasında bulundu. Genital herpes tanılı
hastaların yaş gruplarına göre cinsiyet dağılımı Tablo 5’te ve Şekil 5’te gösterilmiştir.
27
Tablo 5. Genital herpes tanılı hastaların yaş gruplarına göre cinsiyet dağılımı
Yaş
grupları
0-9
10-19
20-29
30-39
40-49
50-59
60-69
Toplam
Frekans
%
Frekans
%
Frekans
%
Frekans
%
Frekans
%
Frekans
%t
Frekans
%
Frekans
%
Cinsiyet
Erkek
Kadın
1
3
4,5%
13,6%
2
0
9,1%
,0%
4
7
18,2%
31,8%
8
4
36,4%
18,2%
4
6
18,2%
27,3%
2
1
9,1%
4,5%
1
1
4,5%
4,5%
22
22
100,0%
100,0%
Toplam
4
9,1%
2
4,5%
11
25,0%
12
27,3%
10
22,7%
3
6,8%
2
4,5%
44
100,0%
Şekil 5. Genital herpes tanılı hastaların yaş gruplarına göre cinsiyet dağılımı
28
63206 hastanın 24’üne (%0,037) genital molluskum kontagiyozum tanısı konulmuştur.
Bu hastaların 10’unu (%41,7) erkek hastalar, 14’ünü (%58,3) kadın hastalar oluşturmakta idi.
Kadın-erkek dağılımı arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir fark saptanmadı (p:0,414).
Genital molluskum kontagiyozum tanılı hastaların cinsiyete göre dağılımı Şekil 6’da
gösterilmiştir.
Şekil 6. Genital molluskum kontagiyozum tanılı hastaların cinsiyete göre dağılımı
Genital molluskum kontagiyozum tanılı hastaların yaşları 3-48 (ortalama:20,29±12,24)
arasında değişmekte idi. Hastalar yaşlarına göre 5 gruba ayrıldı. Hastalığın görülme sıklığı
yaş grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark göstermektedir (p:0,002). Genital
molluskum kontagiyozum hastalarının en sık görüldüğü yaş grubu 20-29 yaş grubu (%45,8),
ikinci sıklıktaki yaş grubu ise 0-9 yaş grubu (%33,3) idi. Yaş grupları arasında cinsiyet
açısından anlamlı fark saptanmadı (p:0,329). Erkek ve kadın cinsiyetleri ayrı ayrı
değerlendirildiğinde hastalık her iki cinsiyette de en sık 20-29 yaş grubunda (erkek:%40 ve
kadın:%50) gözlenmiştir. Genital molluskum kontagiyozum tanılı hastaların yaklaşık yarısı
(%45,8) 20-29 yaş arasında bulundu. Genital molluskum kontagiyozum tanılı hastaların yaş
gruplarına göre cinsiyet dağılımı Tablo 6’da ve Şekil 7’de gösterilmiştir.
29
Tablo 6. Genital molluskum kontagiyozum tanılı hastaların yaş gruplarına göre cinsiyet
dağılımı
Yaş
grupları
0-9
10-19
20-29
30-39
40-49
Toplam
Frekans
%
Frekans
%
Frekans
%
Frekans
%
Frekans
%
Frekans
%
Cinsiyet
Erkek
Kadın
2
6
20,0%
42,9%
1
0
10,0%
,0%
4
7
40,0%
50,0%
2
1
20,0%
7,1%
1
0
10,0%
,0%
10
14
100,0%
100,0%
Toplam
8
33,3%
1
4,2%
11
45,8%
3
12,5%
1
4,2%
24
100,0%
Şekil 7. Genital molluskum kontagiyozum tanılı hastaların yaş gruplarına göre cinsiyet
dağılımı
30
63206 hastanın 17’sine (%0,026) sifiliz tanısı konulmuştur. Bu hastaların 10’unu
(%58,8) erkek hastalar, 7’sini (%41,2) kadın hastalar oluşturmakta idi. Kadın-erkek dağılımı
arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir fark saptanmadı (p:0,466). Sifiliz tanılı hastaların
cinsiyete göre dağılımı Şekil 8’de gösterilmiştir.
Şekil 8. Sifiliz tanılı hastaların cinsiyete göre dağılımı
Sifiliz tanılı hastaların yaşları 20-78 (ortalama:43,82±14,16) arasında değişmekte idi.
Hastalar yaşlarına göre 6 gruba ayrıldı. Hastalığın görülme sıklığı yaş grupları arasında
istatistiksel olarak anlamlı bir fark göstermektedir (p:0,017). Sifiliz hastalarının en sık
görüldüğü yaş grubu 30-39 yaş grubu (%47,1), ikinci sıklıktaki yaş grubu ise 50-59 yaş grubu
(%23,5) idi. Yaş grupları arasında cinsiyet açısından anlamlı fark saptanmadı (p:0,342).
Erkekler arasında hastalık en sık 30-39 yaş grubunda (%60) gözlenirken kadınlar arasında en
sık 50-59 yaş grubunda (%42,9) saptanmıştır. Sifiliz tanılı hastaların %82,4’ü 30-59 yaş
arasında bulundu. Sifiliz tanılı hastaların yaş gruplarına göre cinsiyet dağılımı Tablo 7’de ve
Şekil 9’da gösterilmiştir.
31
Tablo 7. Sifiliz tanılı hastaların yaş gruplarına göre cinsiyet dağılımı
Yaş
20-29 Frekans
Grupları
%
30-39 Frekans
%
40-49 Frekans
%
50-59 Frekans
%
60-69 Frekans
%
70-79 Frekans
%
Toplam
Frekans
%
Cinsiyet
Erkek
Kadın
0
1
,0%
14,3%
6
2
60,0%
28,6%
1
1
10,0%
14,3%
1
3
10,0%
42,9%
1
0
10,0%
,0%
1
0
10,0%
,0%
10
7
100,0%
100,0%
Toplam
1
5,9%
8
47,1%
2
11,8%
4
23,5%
1
5,9%
1
5,9%
17
100,0%
Şekil 9. Sifiliz tanılı hastaların yaş gruplarına göre cinsiyet dağılımı
Polikliğinimize
başvuran
63206
hastanın
hiçbirisinde
granüloma
inguinale,
lenfogranüloma venereum, pedikülozis pubis ve ulkus molle tespit edilmedi.
32
5. TARTIŞMA
Cinsel ilişki ile bulaşan infeksiyonlar dünyanın her yerinde, 15-49 yaş arası erkek ve
kadınlarda çok sık görülmektedir. Her yıl 340 milyon yeni olgunun tedavi edilebilir
infeksiyonlar tarafından etkilendiği tahmin edilmektedir. Tedavi edilebilir infeksiyonlara
ek olarak her yıl milyonlarca insanda cinsel ilişki ile bulaşan viral hastalıklar (HIV, herpes
virüs, HPV infeksiyonları) meydana gelmektedir. Bu viral infeksiyonlar günümüzde
uygulanan tedavilerle eradike edilememektedir. Tedavi edilebilmelerine rağmen bazı
cinsel ilişki ile bulaşan hastalıklar hem gelişmiş ülkelerde hem de gelişmekte olan
ülkelerde önemli bir halk sağlığı sorunu olmaya devam etmektedir (118).
Cinsel ilişki ile bulaşan infeksiyonlar başlıca Güney ve Güneydoğu Asya’da, Sahra altı
Afrika’da, Latin Amerika’da ve Karayipler gibi gelişmekte olan ülkelerde görülmektedir.
Gelişmiş ülkelerin çoğunda ise düşük infeksiyon oranları ile bir dengeye ulaşılmıştır
(118).
Ülkemizde başta anogenital siğil ve herpes genitalis olmak üzere cinsel ilişki ile
bulaşan hastalıkların bir kısmı sık görülmekte iken granüloma inguinale, lenfogranüloma
venereum, ulkus molle gibi cinsel ilişki ile bulaşan bakteriyel infeksiyonlar daha az
görülmektedir.
Çalışmamızda Kasım 2007-Aralık 2011 tarihleri arasında İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıkları polikliniğine başvuran 63206 hastanın 297’sine
(%0,46)
anogenital
siğil
tanısı
konuldu.
Verilerimizi
literatürdeki
veriler
ile
karşılaştırdığımızda cinsiyet açısından farklı olarak saptadık. Genel olarak kadınlarda
daha sık gözlenen anogenital siğil olguları bizim çalışmamızda daha düşük olarak bulundu
(%77,8 erkek, %22,2 kadın). Literatür verilerine benzer şekilde kadın hastalarımızın en
sık (%36,4) görüldüğü yaş grubu 20-29 olarak saptandı. Erkeklerde ise 25-29 yaş arası en
sık yaş grubu olarak bildirilmişse de bizim çalışmamızda erkek grubunda 30-39 yaş arası
çoğunluktaydı (%36,4). Anogenital siğil tanılı hastaların %81,8’i 20-49 yaş arasında
olması hastalığın genç erişkin kişilerde sık görüldüğünü destekler niteliktedir. Sıklık
açısından elde ettiğimiz veriler tahmin ettiğimizden daha düşük bulundu. Bunun nedeni
olarak anogenital siğili olan erkek hastaların üroloji kliniğine, kadın hastaların ise
jinekoloji polikliniğine de başvuruyor olması ile açıklanabilir. Yine Türk toplumunun
genital bölgeyi etkileyen hastalıklar açısından kendini toplum baskısı altında hissetmesi ve
33
utangaçlık duygusu nedeniyle başvuruda bulunmaması veya özel merkezlerde çare arıyor
olması da hastalığın sıklığının düşük çıkmasındaki diğer faktörler olabilir.
Herpes genitalis’in hangi cinsiyette daha sık görüldüğü çok net anlaşılamamışsa da
kadınlarda erkeklerden daha sık gözlendiğini bildiren yayınlar mevcuttur (40, 45). Bizim
çalışmamızda erkek ve kadın cinsiyet eşit olarak dağılmıştı. Genital herpes hastalarının en
sık görüldüğü yaş grubu 30-39 yaş grubu (%27,3), ikinci sıklıktaki yaş grubu ise 20-29
yaş grubu (%25) idi. Hastaların 3/4’ünün 20-49 yaş aralığında olması hastalığın genç
erişkin yaşlarda daha sık görüldüğü bilgisiyle uyumlu olarak bulundu. Genital herpes
infeksiyonunun popülasyonda daha sık görüldüğü kanısındayız. Anogenital siğile benzer
şekilde kadın hastaların jinekoloji polikliniğine de başvurması dermatoloji polikliniğine
başvuru sayısını azaltabilir. Ayrıca genital herpesin rekürren atakları çok fazla
semptomatik olmadığı için ya da asemptomatik olabildiği için hastalar tarafından ihmal
edilebilmektedir.
Genital molluskum kontagiyozum sıklığı ile ilgili literatürde fazla bir veri bulamadık.
Ülkemizde yapılan bir çalışmada (57) 625 erişkin erkeğin 60’ında (%6,5) cinsel ilişki ile
bulaşan hastalıklar saptanmış ve bunların da %11,7’si genital molluskum kontagiyozum
olarak rapor edilmiştir. Biz de 5 yıllık retrospektif çalışmamızda genital molluskum
kontagiyozum oranını %0,037 olarak saptadık. Cinsiyet açısından kadınlarda biraz daha
fazla görülse de istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptamadık. Genital molluskum
kontagiyozum hastaları en sık 20-29 yaş grubunda (%45,8) görülse de 0-9 yaş grubunun
ikinci sık (%33,3) gözlenen grup olması dikkat çekici idi. Erkek ve kadın cinsiyetleri ayrı
ayrı değerlendirdiğimizde hastalık her iki cinsiyette de en sık 20-29 yaş grubunda
(erkek:%40 ve kadın:%50) gözlenmiştir. Bu da hastalığın daha çok cinsel ilişki ile
bulaştığının bir kanıtı olabilir. Ancak 0-9 yaş grubuna dahil olan hastaların sıklığındaki
artış bu hastalıkların giderek daha düşük yaş gruplarında da görülebileceğini
düşündürmüştür.
Sifiliz sıklığında dönem dönem yükselme olmakla birlikte genel olarak son yıllarda bir
düşüşten bahsedilmektedir (65). Cinsiyet açısından bakıldığında ise son yıllarda yurt içi ve
yurt dışından bildirilen verilere göre erkeklerde kadınlara göre daha sık görüldüğü
bildirilmektedir (69, 72). Çalışmamızda sifiliz sıklığı %0,026 olarak bulunmuştur.
İstatistiksel olarak anlamlı bir fark saptamasak da erkeklerde (%58,8) kadınlara göre
(%41,2) daha sık görüldüğünü saptadık. Bu verimiz son yıllarda bildirilen erkek:kadın
34
oranındaki artışı destekleyebilir. Sifiliz hastalarının en sık görüldüğü yaş aralığı 30-39 yaş
grubu (%47,1) olarak bulundu. Sifiliz tanılı hastaların %82,4’ü 30-59 yaş arasında
bulundu. Diğer hastalıklarımızla uyumlu olarak sifiliz de erişkin insanlarda gözlenmiştir.
Gözlemlerimiz sonucunda sifiliz tanısı alan hastaların çoğu tesadüfen yapılmış sifiliz
serolojisi sonrasında tespit edilmiştir. Bu durum hastaların primer evre ve sekonder evrede
hastaneye başvurmadıklarını düşündürmüştür.
Çalışmamıza dahil edilen granüloma inguinale, lenfogranüloma venereum, pedikülozis
pubis ve ulkus molle’nin hiçbir hastada tespit edilememesi bu hastalıkların ülkemizde sık
görülmediğini düşündürmüştür. Ancak az rastlanan bu hastalıkların deneyimli olmayan
hekimlerin gözünden kaçabileceği ve tanıyı kolayca atlayabilme olasılığı, ayrıca tanının
doğrulanması için gerekli olan laboratuar testlerinin bir kısmının hastanemizde mevcut
olmaması da bu hastalıklara tanı konulamamasındaki sebepleri oluşturabilir.
Tüm hastalıkların sıklığının düşük olmasındaki diğer nedenler ise hasta kayıt ve takip
sisteminin yeteri kadar düzenli işlememesi, hastanemizin üniversite hastanesi olması
nedeniyle kliniğimizin hastalar tarafından ilk başvuru noktası olarak görülmemesi,
hastaların hastalıklarından psikolojik olarak etkilenmesi ve bunu suçluluk hissiymiş gibi
algılamaları, dolayısıyla da bilgilerin gizli tutulmasının istenmesi nedeniyle özel hastane
ve/veya tıp merkezlerine başvurular sayılabilir.
35
6. SONUÇ
Cinsel ilişki ile bulaşan hastalıklar tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de sık
görülmektedir. Hastalıklar genellikle genç erişkin yaştaki insanları etkilemekte olup
cinsiyet açısından farklılık gösterebilmektedir. Bu hastalıkların sıklığının artmasını
önlemek için toplumun kondom kullanma alışkanlığının yaygınlaştırılması ve toplumun
cinsel ilişki ile bulaşan hastalıklar hakkında bilgilendirildirilmeleri gerektiğini
düşünmekteyiz. Ayrıca son yıllarda kullanımları giderek yaygınlaşan HPV aşılarının
ülkemizde de giderek yaygın bir şekilde kullanıma girmesi anogenital siğil sıklığını
düşürecektir.
Çalışmamıza dahil edilen hastalıkların dermatolojik hastalıklar içindeki sıklığını
tahmin ettiğimizden daha düşük bulduk. Beklediğimiz üzere en sık tanı konulan cinsel
ilişki ile bulaşan hastalık anogenital siğil idi. Diğer hastalıkların sıklık sırası herpes
genitalis, genital molluskum kontagiyozum ve sifiliz şeklinde idi. Bu hastalıkların genç
erişkin yaşlarda daha sık görülmesi yine beklediğimiz bir bulgu idi. Granüloma inguinale,
lenfogranüloma venereum, pedikülozis pubis ve ulkus molle hastası saptamadık.
Ülkemizdeki hastanelerin çoğunda cinsel ilişki ile bulaşan infeksiyonlar veya
hastalıklar için özel olarak kurulmuş kliniklerin olmaması nedeniyle cinsel ilişki ile
bulaşmış bir hastalığı olan bireylerin çoğu Deri ve Zührevi Hastalıkları kliniği, Üroloji
kliniği ve Kadın Hastalıkları ve Doğum kliniklerine başvurmaktadır. Tek bir klinik
bazında yapılan epidemiyolojik verilerin doğru ve sağlıklı sonuç vermeyeceği
kanısındayız.
36
7. KAYNAKLAR
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
12.
13.
14.
15.
16.
17.
18.
Waugh M. History of Sexually Transmitted Infections. Sexually Transmitted
Infections and Sexually Transmitted Diseases’de. Ed. Gross G, Tyring S. 1.
Baskı. Berlin, Springer, 2011; 3-11.
Kohl PK. Sexually Transmitted Diseases: Introduction. Braun-Falco’s
Dermatolgy’de. Ed. Burgdorf WHC, Plewig G, Wolff HH, Landthaler M. 3.
Baskı. Münih, Springer, 2009; 243-246.
Zur Hausen H. Papillomaviruses in the causation of human cancers – a brief
historical account. Virology 2009; 384: 260-265.
Onon TS. History of human papillomavirus, warts and cancer: what do we know
today? Best Pract Res Clin Obstet Gynaecol 2011; 25: 565-574.
Serdaroğlu S. Herpes genitalis. Dermatoloji’de. Ed. Tüzün Y, Gürer MA,
Serdaroğlu S, Oğuz O, Aksungur VL. 3. Baskı. İstanbul, Nobel Tıp Kitabevleri,
2008; 505-513.
Diven DG. An overview of poxviruses. J Am Acad Dermatol 2001; 44: 1-16.
Tüzün Y, Hot İ. Sifiliz: Tarihçe. Dermatoloji’de. Ed. Tüzün Y, Gürer MA,
Serdaroğlu S, Oğuz O, Aksungur VL. 3. Baskı. İstanbul, Nobel Tıp Kitabevleri,
2008; 459-464.
Meyer C, Jung C, Kohl T, Poenicke A, Poppe A, Alt KW. Syphilis 2001—a
palaeopathological reappraisal. Homo 2002; 53: 39-58.
Lupi O, Madkan V, Tyring SK. Tropical dermatology: bacterial tropical
diseases. J Am Acad Dermatol 2006; 54: 559-578.
Karaca Ş. Lenfogranüloma venereum. Dermatoloji’de. Ed. Tüzün Y, Gürer MA,
Serdaroğlu S, Oğuz O, Aksungur VL. 3. Baskı. İstanbul, Nobel Tıp Kitabevleri,
2008; 499-502.
Stary G, Stary A. Lymphogranuloma venereum outbreak in Europe. J Dtsch
Dermatol Ges 2008;6: 935-940.
Halioua B, Bohbot JM, Monfort L, Nassar N, de Barbeyrac B, Monsonego J ve
ark. Ano-rectal lymphogranuloma venereum: 22 cases reported in a sexually
transmited infections center in Paris. Eur J Dermatol 2006; 16: 177-180.
Hammond GW. A history of the detection of Haemophilus ducreyi, 1889-1979.
Sex Transm Dis 1996; 23: 93-96.
Aydemir EH, Kotoğyan A. Ulcus molle. Deri Hast Frengi Arş 1980; 14: 137141.
Aydemir EH, Tüzün Y, Mat C, Kiremitçi Ü. Ulcus molle epidemisi. Deri Hast
Frengi Arş 1983; 17: 85-88.
Anderson AL, Chaney E. Pubic lice (Pthirus pubis): history, biology and
treatment vs. knowledge and beliefs of US college students. Int J Environ Res
Public Health 2009; 6: 592-600.
Kenward H. Pubic lice in Roman and medieval Britain. Trends Parasitol 2001;
17: 167-168.
Rosen T, Vandergriff T, Harting M. Antibiotic use in sexually transmissble
diseases. Dermatol Clin 2009; 27: 49-61.
37
19.
20.
21.
22.
23.
24.
25.
26.
27.
28.
29.
30.
31.
32.
33.
34.
35.
36.
37.
38.
Rosen T, Brown TJ. Cutaneous manifestations of sexually transmitted diseases.
Med Clin North Am 1998; 82: 1081-1104.
Hornor G. Ano-genital warts in children: Sexual abuse or not? J Pediatr Health
Care 2004; 18: 165-170.
Beutner KR, Reitano MV, Richwald GA, Wiley DJ. External genital warts:
report of the American Medical Association Consensus Conference. AMA
Expert Panel on External Genital Warts. Clin Infect Dis 1998; 27: 796-806.
Hoory T, Monie A, Gravitt P, Wu TC. Molecular epidemiology of human
papillomavirus. J Formos Med Assoc 2008; 107: 198-217.
Paavonen J. Human papillomavirus infection and the development of cervical
cancer and related genital neoplasias. Int J Infect Dis 2007; 11 Suppl 2: 3-9.
Steben M, Duarte-Franco E. Human papillomavirus infection: epidemiology and
pathophysiology. Gynecol Oncol 2007; 107: 2-5.
Cardoso JC, Calonje E. Cutaneous manifestations of human papillomaviruses: a
review. Acta Dermatovenerol Alp Panonica Adriat 2011; 20: 145-154.
Forcier M, Musacchio N. An overview of human papillomavirus infection for
the dermatologist: disease, diagnosis, management, and prevention. Dermatol
Ther 2010; 23: 458-476.
Sonnex C, Lacey CJ. The treatment of human papillomavirus lesions of the
lower genital tract. Best Pract Res Clin Obstet Gynaecol 2001; 15: 801-816.
Mayeaux EJ Jr, Dunton C. Modern management of external genital warts. J Low
Genit Tract Dis 2008; 12: 185-192.
Serdaroğlu S, Akkurt M, Kuşkucu M, Midilli K, Bahçetepe N, Yılmaz G.
Anogenital siğillerde HPV tip tayini ve nüks ile ilişkisinin araştırılması.
Dermatoz 2010; 1: 173-176.
McMurray HR, Nguyen D, Westbrook TF, McAnce DJ. Biology of human
papillomaviruses. Int J Exp Pathol 2001; 82: 15-33.
Ahmed AM, Madkan V, Tyring SK. Human papillomaviruses and genital
disease. Dermatol Clin 2006; 24: 157-165.
Gormley RH, Kovarik CL. Human papillomavirus-related genital disease in the
immunocompromised host: Part I. J Am Acad Dermatol 2012; 66: 867.e1-14.
Dupin N. Genital warts. Clin Dermatol 2004; 22: 481-486.
Kennedy CM, Boardman LA. New approaches to external genital warts and
vulvar intraepithelial neoplasia. Clin Obstet Gynecol 2008; 51: 518-526.
Nucci V, Torchia D, Cappugi P. Treatment of anogenital condylomata
acuminata with topical photodynamic therapy: report of 14 cases and review. Int
J Infect Dis 2010; 14: 280-282.
Juckett G, Hartman-Adams H. Human papillomavirus: clinical manifestations
and prevention. Am Fam Physician 2010; 82: 1209-1213.
Thomas DJ. Sexually transmitted viral infections: epidemiology and treatment. J
Obstet Gynecol Neonatal Nurs 2001; 30: 316-323.
Watanabe D. Medical application of herpes simplex virus. J Dermatol Sci 2010;
57: 75-82.
38
39.
40.
41.
42.
43.
44.
45.
46.
47.
48.
49.
50.
51.
52.
53.
54.
55.
56.
Lee AJ, Ashkar AA. Herpes simplex virus-2 in the genital mucosa: insights into
the mucosal host response and vaccine development. Curr Opin Infect Dis 2012;
25: 92-99.
Westhoff GL, Little SE, Caughey AB. Herpes simplex virus and pregnancy:
a review of the management of antenatal and peripartumherpes infections.
Obstet Gynecol Surv 2011; 66: 629-638.
Gardella C, Brown ZA. Managing genital herpes infections in pregnancy. Cleve
Clin J Med 2007; 74: 217-224.
Auslander BA, Biro FM, Rosenthal SL. Genital herpes in adolescents. Semin
Pediatr Infect Dis 2005; 16: 24-30.
Dolar N, Serdaroglu S, Yilmaz G, Ergin S. Seroprevalence of herpes simplex
virus type 1 and type 2 in Turkey. J Eur Acad Dermatol Venereol 2006; 20:
1232-1236.
Sen P, Barton SE. Genital herpes and its management. BMJ 2007; 334: 10481052.
Gupta R, Warren T, Wald A. Genital herpes. Lancet 2007; 370: 2127-2137.
Derviş E, Aksu AS, Ersoy L, Karaoğlu A. Genital ülserlerde genital herpes
sıklığı. TURKDERM 2001; 35: 32-36.
Steben M. Genital herpes simplex virus infection. Clin Obstet Gynecol 2005; 48:
838-844.
Brugha R, Keersmaekers K, Renton A, Meheus A. Genital herpes infection:
a review. Int J Epidemiol 1997; 26: 698-709.
Nath AK, Thappa DM. Newer trends in the management of genital herpes.
Indian J Dermatol Venereol Leprol 2009; 75: 566-574.
Viera MH, Amini S, Huo R, Konda S, Block S, Berman B. Herpes simplex virüs
and human papillomavirus genital infections: new and investigational
therapeutic options. Int J Dermatol 2010; 49: 733-749.
Brown J, Janniger CK, Schwartz RA, Silverberg NB. Childhood molluscum
contagiosum. Int J Dermatol 2006; 45: 93-99.
Tariq A, Ross JD. Viral sexually transmitted infections: current management
strategies. J Clin Pharm Ther 1999; 24: 409-414.
Birthistle K, Carrington D. Molluscum contagiosum virus. J Infect 1997; 34: 2128.
Agromayor M, Ortiz P, Lopez-Estebaranz JL, Gonzalez-Nicolas J, Esteban M,
Martin-Gallardo A. Molecular epidemiology of molluscum contagiosum virus
and analysis of the host-serum antibody response in Spanish HIV-negative
patients. J Med Virol 2002; 66: 151-158.
van der Wouden JC, van der Sande R, van Suijlekom-Smit LW, Berger M,
Butler CC, Koning S. Interventions for cutaneous molluscum contagiosum.
Cochrane Database Syst Rev 2009 7; (4): CD004767.
Brown TJ, Yen-Moore A, Tyring SK. An overview of sexually transmitted
diseases. Part II. J Am Acad Dermatol 1999; 41: 661-667.
39
57.
58.
59.
60.
61.
62.
63.
64.
65.
66.
67.
68.
69.
70.
71.
72.
73.
Şaşmaz S, Çalka Ö, Altınyazar C. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Görev
Yapan Askerlerde Cinsel Yolla Bulaşabilen Hastalıkların Sıklığı. Çukurova
Üniv Tıp Fak Derg 2003; 28: 88-93.
Saral Y, Kalkan A, Ozdarendeli A, Bulut Y, Doymaz MZ. Detection of
Molluscum contagiosum virus (MCV) subtype I as a single dominant virus
subtype in Molluscum lesions from a Turkish population. Arch Med Res 2006;
37: 388-391.
Husar K, Skerlev M. Molluscum contagiosum from infancy to maturity. Clin
Dermatol 2002; 20: 170-172.
Waugh MA. Molluscum contagiosum. Dermatol Clin 1998; 16: 839-841.
Feliciani C, Pennacchia I, Massi G. Adult self-healing papular mucinosis on
genital skin. Clin Exp Dermatol 2009; 34: 760-762.
Al-Mutairi N, Al-Doukhi A, Al-Farag S, Al-Haddad A. Comparative study on
the efficacy, safety, and acceptability of imiquimod 5% cream versus
cryotherapy for molluscum contagiosum in children. Pediatr Dermatol 2010; 27:
388-394.
Short KA, Fuller LC, Higgins EM. Double-blind, randomized, placebocontrolled trial of the use of 10% potassium hydroxide solution in the treatment
of molluscum contagiosum. Pediatr Dermatol 2006; 23: 279-281.
Enns LL, Evans MS. Intralesional immunotherapy with Candida antigen for the
treatment of molluscum contagiosum in children. Pediatr Dermatol 2011; 28:
254-258.
Little JW. Syphilis: an update. Oral Surg Oral Med Oral Pathol Oral Radiol
Endod 2005; 100: 3-9.
Radolf JD, Desrosiers DC. Treponema pallidum, the stealth pathogen, changes,
but how? Mol Microbiol 2009; 72: 1081-1086.
Ficarra G, Carlos R. Syphilis: the renaissance of an old disease with oral
implications. Head Neck Pathol 2009; 3: 195-206.
Ho EL, Lukehart SA. Syphilis: using modern approaches to understand an old
disease. J Clin Invest 2011; 121: 4584-4592.
Zeltser R, Kurban AK. Syphilis. Clin Dermatol 2004; 22: 461-468.
Maity S, Bhunia SC, Biswas S, Saha MK. Syphilis seroprevalence among
patients attending a sexually transmitted disease clinic in West Bengal, India.
Jpn J Infect Dis 2011; 64: 506-508.
Aktürk AS, Bilen N, Demirsoy EO, Kiran R. The increase rates of syphilis in
Turkey in the beginning of the third millennium. J Eur Acad Dermatol Venereol
2009; 23: 1209-1210.
Apaydin R, Bilen NG, Gül U, Bahadir S. Increased number of the cases of
syphilis in Trabzon, a trade city in the Black Sea region of Turkey. Sex Transm
Infect 1998; 74: 377.
Karp G, Schlaeffer F, Jotkowitz A, Riesenberg K. Syphilis and HIV coinfection. Eur J Intern Med 2009; 20: 9-13.
40
74.
75.
76.
77.
78.
79.
80.
81.
82.
83.
84.
85.
86.
87.
88.
89.
90.
91.
92.
93.
94.
Tüzün Y, Serdaroğlu S. Sifiliz: Etyoloji. Dermatoloji’de. Ed. Tüzün Y, Gürer
MA, Serdaroğlu S, Oğuz O, Aksungur VL. 3. Baskı. İstanbul, Nobel Tıp
Kitabevleri, 2008; 466-474.
Zetola NM, Engelman J, Jensen TP, Klausner JD. Syphilis in the United States:
an update for clinicians with an emphasis on HIV coinfection. Mayo Clin Proc
2007; 82: 1091-1102.
French P. Syphilis. BMJ 2007; 334: 143-147.
Dourmishev LA, Dourmishev AL. Syphilis: uncommon presentations in adults.
Clin Dermatol 2005; 23: 555-564.
Wicher K, Horowitz HW, Wicher V. Laboratory methods of diagnosis of
syphilis for the beginning of the third millennium. Microbes Infect 1999; 1:
1035-1049.
Lautenschlager S. Diagnosis of syphilis: clinical and laboratory problems. J
Dtsch Dermatol Ges 2006; 4: 1058-1075.
Goh BT. Syphilis in adults. Sex Transm Infect 2005; 81: 448-452.
Amankwah Y, Haefner H. Vulvar edema. Dermatol Clin 2010; 28: 765-777.
Lagergård T, Bölin I, Lindholm L. On the evolution of the sexually transmitted
bacteria Haemophilus ducreyi and Klebsiella granulomatis. Ann N Y Acad Sci
2011;1230: 1-10.
Velho PE, Souza EM, Belda Junior W. Donovanosis. Braz J Infect Dis 2008; 12:
521-525.
Manders SM, Baxter JD. Granuloma inguinale and HIV: a unique presentation
and novel treatment regimen. J Am Acad Dermatol 1997; 37: 494-496.
O'Farrell N. Donovanosis. Sex Transm Infect 2002; 78: 452-457.
Ray K, Bala M, Gupta SM, Khunger N, Puri P, Muralidhar S ve ark. Changing
trends in sexually transmitted infections at a Regional STD Centre in North
India. Indian J Med Res 2006; 124: 559-568.
Bowden FJ, Bright A, Rode JW, Brewster D. Donovanosis causing cervical
lymphadenopathy in a five-month-old boy. Pediatr Infect Dis J 2000; 19: 167169.
Govender D, Hadley GP, Donnellan R. Granuloma inguinale (donovanosis)
presenting as a neck mass in an infant. Pediatr Surg Int 1999; 15: 129-131.
O'Farrell N, Hoosen AA, Coetzee KD, van den Ende J. Genital ulcer
disease in men in Durban, South Africa. Genitourin Med 1991; 67: 327-330.
O'Farrell N, Hoosen AA, Coetzee KD, van den Ende J. Genital ulcer
disease in women in Durban, South Africa. Genitourin Med 1991; 67: 322-326.
Lal S, Nicholas C. Epidemiological and clinical features in 165 cases of
granuloma inguinale. Br J Vener Dis 1970; 46: 461-463.
Bozbora A, Erbil Y, Berber E, Ozarmağan S, Ozarmağan G. Surgical
treatment of granuloma inguinale. Br J Dermatol 1998; 138: 1079-1081.
Sardana K, Sehgal VN. Genital ulcer disease and human immunodeficiency
virus: a focus. Int J Dermatol 2005; 44: 391-405.
Wu JJ, Huang DB, Pang KR, Tyring SK. Selected sexually transmitted
diseases and their relationship to HIV. Clin Dermatol 2004; 22: 499-508.
41
95.
96.
97.
98.
99.
100.
101.
102.
103.
104.
105.
106.
107.
108.
109.
110.
Karaca Ş. Granüloma inguinale (Donovanozis). Dermatoloji’de. Ed. Tüzün Y,
Gürer MA, Serdaroğlu S, Oğuz O, Aksungur VL. 3. Baskı. İstanbul, Nobel Tıp
Kitabevleri, 2008; 503-505.
Kamarashev J, Riess CE, Mosimann J, Läuchli S. Lymphogranuloma
venereum in Zurich, Switzerland: Chlamydia trachomatis serovar L2 proctitis
among men who have sex with men. Swiss Med Wkly 2010; 140: 209-212.
Manavi K. A review on infection with Chlamydia trachomatis. Best Pract Res
Clin Obstet Gynaecol 2006; 20: 941-951.
Kapoor S. Re-emergence of lymphogranuloma venereum. J Eur Acad Dermatol
Venereol 2008; 22: 409-416.
Bébéar C, de Barbeyrac B. Genital Chlamydia trachomatis infections. Clin
Microbiol Infect 2009; 15: 4-10.
Castro JG, Ponomareva O, Alcaide M, Rosa-Cunha I, Dilanchian P, Willis D.
Increase in Lymphogranuloma Venereum Cases in South Florida. J Int Assoc
Physicians AIDS Care (Chic). 2012 Jun 4.
Castro R, Baptista T, Vale A, Nunes H, Prieto E, Araújo C ve ark.
Lymphogranuloma venereum serovar L2b in Portugal. Int J STD AIDS 2010;
21: 265-266.
Jebbari H, Alexander S, Ward H, Evans B, Solomou M, Thornton A ve ark.
Update on lymphogranuloma venereum in the United Kingdom. Sex Transm
Infect 2007; 83: 324-326.
Li JH, Cai YM, Yin YP, Hong FC, Shi MQ, Feng TJ ve ark.
Prevalence of anorectal Chlamydia trachomatis infection and its genotype
distribution among men who have sex with men in Shenzhen, China. Jpn J Infect
Dis 2011; 64: 143-146.
Twin J, Moore EE, Garland SM, Stevens MP, Fairley CK, Donovan B ve ark.
Chlamydia trachomatis genotypes among men who have sex with men in
Australia. Sex Transm Dis 2011; 38: 279-285.
Rönn MM, Ward H. The association between lymphogranuloma venereum and
HIV among men who have sex withmen: systemic review and meta-analysis.
BMC Infect Dis 2011; 11: 70.
Mabey D, Peeling RW. Lymphogranuloma venereum. Sex Transm Infect 2002;
78: 90-92.
Ghosn SH, Kurban AK. Lymphogranuloma Venereum. Fitzpatrick’s
Dermatology in General Medicine’de. Ed. Wolff K, Goldsmith LA, Katz SI,
Gilchrest BA, Paller AS, Leffell DJ. 7. Baskı. New York, The McGraw-Hill
Companies, 2008; 1987-1990.
Workowski KA, Berman S; Centers for Disease Control and Prevention (CDC).
Sexually transmitted diseases treatment guidelines, 2010. MMWR Recomm Rep
2010; 59: 1-110.
Puri PK, House NS, Williams L, Elston D. The histopathology of Phthirus pubis.
J Cutan Pathol 2009; 36: 80-81.
Ko CJ, Elston DM. Pediculosis. J Am Acad Dermatol 2004; 50: 1-12.
42
111. Poudel SK, Barker SC. Infestation of people with lice in Kathmandu and
Pokhara, Nepal. Med Vet Entomol 2004; 18: 212-213.
112. Varela JA, Otero L, Espinosa E, Sánchez C, Junquera ML, Vázquez F. Phthirus
pubis in a sexually transmitted diseases unit: a study of 14 years. Sex Transm
Dis 2003; 30: 292-296.
113. Mimouni D, Grotto I, Haviv J, Gdalevich M, Huerta M, Shpilberg O.
Secular trends in the epidemiology of pediculosis capitis and pubis among Israeli
soldiers: a 27-year follow-up. Int J Dermatol 2001; 40: 637-639.
114. Hart G. Factors associated with pediculosis pubis and scabies. Genitourin Med
1992; 68: 294-295.
115. Leone PA. Scabies and pediculosis pubis: an update of treatment regimens and
general review. Clin Infect Dis 2007; 44: 153-159.
116. Wendel K, Rompalo A. Scabies and pediculosis pubis: an update of treatment
regimens and general review. Clin Infect Dis 2002; 35: 146-151.
117. Serdaroğlu S. Ulkus Molle (Şankroid). Dermatoloji’de. Ed. Tüzün Y, Gürer MA,
Serdaroğlu S, Oğuz O, Aksungur VL. 3. Baskı. İstanbul, Nobel Tıp Kitabevleri,
2008; 497-499.
118. Gewirtzman A, Bobrick L, Kelly C, Tyring SK. Epidemiology of Sexually
Transmitted Infections. Sexually Transmitted Infections and Sexually
Transmitted Diseases’de. Ed. Gross G, Tyring S. 1. Baskı. Berlin, Springer,
2011; 13-34.
43
Download