Dünya Sisteminin Küresel Taarruzu Karşısında İsmet ÖZEL`de

advertisement
Uluslararası Alanya İşletme Fakültesi Dergisi
Yıl:2016, C:8, S:2, s. 217-228
International Journal of Alanya Faculty of Business
Year:2016, Vol:8, No:2, s. 217-228
Dünya Sisteminin Küresel Taarruzu Karşısında İsmet ÖZEL’de Dirilen
Vatan Düşüncesi
Recurrection Of The Homeland İdea İn İsmet ÖZEL Due to The Global Assault Of World System
Arif AYTEKİN
Yrd. Doç. Dr., Akdeniz Üniversitesi, Manavgat Meslek Yüksek Okulu ([email protected])
ÖZ
Anahtar Kelimeler:
İsmet Özel, İslam,
Vatan, Dünya sistemi,
ulus-devlet
Ulus-devletler üzerindeki küresel taarruzlar gittikçe artmaktadır. Bir taraftan kapitalizm veya dünya
sisteminin ürettiği çokuluslu şirketler öbür taraftan mikro milliyetçilikler aracılığı ile iki koldan kuşatma
altında kalan ulus-devletler varlık mücadelesi ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Dünya sistemi sahip olduğu
küresel araçlarla ulus-devletleri sadece ekonomik, askeri ve siyasi olarak denetim altına almakla
yetinmemekte, aynı zamanda ürettiği “mütehakkim zihin çevreleri” aracılığı ile onları içeriden de denetim
altına almaktadır. Siyasal bir organizasyon ve askeri bir güç olarak İslam bayrağı altında kurulan Türkiye
Cumhuriyeti de Dünya sisteminin taarruzlarıyla karşı karşıya kalmaktadır. Dünya sisteminin keşif kolu gibi
çalışan “mütehakkim zihin çevresinin” entelektüel taarruzlarını püskürtme bakımından İsmet Özel’in
düşünceleri dikkate değerdir. Özel, Türkiye’nin tarihin bir evresinde Müslümanların bir vatanı olması ve
bundan sonra da Türklerin/müslümanların vatanı olarak kalabilmesini, Türkiye’deki insanların aidiyet
bilincine bağlamaktadır. Türkiye hangi sebepten 13. Yüzyılda Türklerin vatanı olabilmişse bugün de aynı
sebebe bağlı kalarak ancak vatan olmasını sürdürebilir. Bu bağlamda İstiklal marşımızın bize önerdiği
ideoloji, bize aidiyet bilincimizin ne olması gerekir konusunda önemli işaretler vermektedir. Bu işaretler takip
edildiğinde mütehakkim zihin çevresinin müphemleştirdiği aidiyet bilinci belirginlik kazanır.
ABSTRACT
Keywords:
İsmet Özel, İslam,
Homeland, World
System, Nation-States
The attacks on the nation-states have been gradually increased. The nation-states are struggling for existence
against micro-nationalism, capitalism, and multi- national corporations created by the world system. The
world system is keeping nation-states on a tight leash not only in the economic, military, political areas with
the global means but also in the internal affairs with the help of created intellectual authorities. The Turkish
Republic, which was established under a Islam flag as a political organization and a military power, has
been facing the attacks of the world system as well. The intellectual attacks of the intellectual authorities
whose mission is the patrol activities for the world system have been repulsed by İsmet Özel, whose ideas are
worthy of consideration. Özel thinks that sense of belonging is the main reason for keeping Turkey as a
Muslims' homeland till now and keeping it as a Turkish people's homeland from now on. The reason how
Turkey has survived as the Turkish people's homeland in the 13th century is still valid today. Concordantly,
the Turkish National Anthem gives us significant messages about the ideology it offers and how the sense of
belonging should be. As long as those messages are followed the sense of belonging concept, which became
ambiguous by the intellectual authorities, will be certain.
1. GİRİŞ
Aydınlanma ideali ve modernleşme politiklarının hedefleri doğrultusunda imparatorlukların kalın duvarlarını yıkıp yerine
ulus-devletlerin inşasında aktif rol alan kapitalizm veya dünya sistemi, günümüzde postendüstriyel dönem olarak nitelenen
yeni versiyonu ile yenilenerek ulus-devletleri çift yönlü kuşatma altına almaktadır. Özgürlükler söylemi ile bir taraftan
bireysel haklar öbür taraftan etnik temelli haklar perdelemesi ile dünya üzerinde demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa
politikalarının eşgüdümünde, sermaye akışkanlığının tüm dünyaya yayılması aktif bir politika olarak yürürlüktedir. Bu real
politika önünde engel olarak görülen ulus-devletler küresel ölçekli bürokratik mekanizmalar, örgütler ve hukuk sistemleri
aracılığı ile ana sermayenin talepleri doğrultusunda yaptırımlara tabi tutulmaktadırlar. Bu talepleri, karşılamakta direnen
ulus-devletler doğrudan fiili baskıya maruz bırakılmaktadırlar. Bu süreçte dünya sistemi veya kapitalizm denilen oluşumun
yörüngesinde gelişen mütehakkim zihin çevrelerinin ürettiği politik söylemler, küresel şirketlerin önündeki engellerin
kaldırılması ve şirketlerin egemenliklerinin kurulması için ulus-devletlerin küçültülmesi ve bürokratik her türlü engelin
kaldırılması gaye edinilmektedir(Kazgan, 2009: 4).
Bugün adına dünya sistemi veya kapitalizm denilen düzen bir bakıma tarihte Türklerle girilen çatışmaların neticesinde filiz
vermiş bir yapı olarak İsmet Özel tarafından nitelenmektedir. Türklerin/Müslüman içinde olmadığı modern dünya tarihinin
yazımı, eksik olmanın ötesinde imkân sınırlarını zorlamaktadır. Bir bakıma modern dünyanın, diğer bir ifadeyle
AYTEKİN
kapitalizmin 14. yüzyıldan itibaren, İtalya site devletlerinde başlamasıyla daha sonra 17. Yüzyılda Hollanda (Amsterdam),
19. Yüzyılda İngiltere (Londra) ve 20. Yüzyıldan itibaren ABD (Washington / Wall Street) merkezi konumu işkâl etmesine
kadar bütün bu dönemlerde; Türkler / Müslümanlar, dünyanın en gözde ve imrenilen yerlerinde mukim olmalarından dolayı
batıyla tahterevallinin iki kolundan biri olma konumundaydılar. Bu bakımdan modernleşme denilen hadisenin Avrupada
patlak vermesinin tesadüfî olmadığı, Türk tehtidi karşısında oluştuğu tezi Özel’in ısrarla vurguladığı bir husustur(Özel,
2015: 178). Batı, Türkleri geriletebildiği oranda kapitalizmin yayılmasını sağlamıştır. Batıda kapitalizmin merkez üssü
olmuş bugünün tabiriyle bütün megapollerin birincil karşıtı hep İstanbul olmuştur. İster 14. yüzyıl İtalya site devletlerinden
Venedik, Cenova, Floransa, ister 17. Yüzyıl Hollanda’sının Amsterdam’ı, ister 19. Yüzyıl İngiltere’sinin Londra’sı olsun,
bu megapollerin hepsinin birincil muhatabı, tahterevallinin öbür ve ağır kolu hep İstanbul olmuştur. Tartışma, 20. Yüzyılda
II. Dünya Savaşından sonra kapitalizmin merkez üssü olma konusundaki durumu pekişen ABD’nin (Washington’un / Wall
Street’in) muhatabının, Türkiye’nin / İstanbul’u olup olmadığı ile ilgilidir(Özel, 2010b: 179).
Küresel bir dünya sistemi diyebileceğimiz kapitalizmin, içinde bulunduğumuz şartlar itibariyle teknolojinin verdiği
imkânlarla her yere ekonomik, siyasi, kültürel ve askeri ağlarla ulaşabilen bir aşamaya geçtiğinden sözetmek
mümkündür(Şaylan, 2002: 39). Bilgi/güç, söylem/iktidar kavramlarının merkezi yer işkâl ettiği dünya sisteminin bu yeni
evresi bilişsel kapitalizm, post fordizm, post modernizm veya post endüstriyel dönem gibi kavramlarla nitelenebilir.
Gencay Şaylan’ın Lyotard’an aktarımına göre, kapitalizmin bu yeni evresinde ulusallık ve ulus-devlet önemli ölçekte
aşılmış kabul edilmektedir(Şaylan, 2002: 294). Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması ile tarihin hiçbir evresinde söylemin
gücü bu kadar küre üzerinde yaygınlık göstermemiştir. Batı merkezli bu söylemlerin meşrulaştırıcı aracı olarak dolaşımda
olan nötr görünümlü “medyanın gücü” tabirinin/söyleminin gerisinde “gücün medyası vardır” önermesi/iddiası yabana
atılmamalıdır.
Edward Said, “modern oryantalizmi” söylem analizi bağlamında kapitalizmin bir parçası olarak nitlemektedir. Özel’in
“mütehakkim zihin çevreleri” kavramıyla işaret ettiği de temelde dünya sistemin yörüngesinde gelişen, onun çıkarını
gözetip ona hayat veren, moda, edebiyat, sinema, sanat, siyaset, bilim, felsefe gibi kültür ile ilgili bütün düşünce ve
faaliyetleri kapsamaktadır. Kapitalizm, gerek Avrupa da ve gerekse Atlantik ayağında, genelde bütün milletler üzerinde
bilhassa doğudaki milletler üzerinde ilk hegemonya sınavını söylem üzerinden ve “mütehakkim zihin çevreleri” aracılığıyla
vermektedir. Bu bakımdan her iktidarın/gücün gerisinde büyük bir söylemin olduğu yargısı yadsınamaz. Bir bakıma iktidar,
soyut ideal bir söylemin somutlaşmış/gerçekleşmiş halini temsil eder. İnsanlar/bireyler bu ağlarda üretilen söylemlerle
düşünmekte, konuşmakta ve hayal edip yaşamaktadırlar. Her iktidar/söylem verili kavramları kendi politikaları
doğrultusunda yeniden anlamlandırır. Said’in vurgulamasıyla söylem dinamik bir yapı arzetmektedir(Said, 1998:8-26).
Özel, Avrupada doğan kapitalizmin mali imkânlarının yanısara, ona asıl can veren, emzirip büyüten sütanasının kültür
olduğunu ileri sürmektedir(Özel, 2015:178). Bu bağlamda Mehmet Akif’in “Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın”
dizesinde işaret edilen “hayâsızca akın” ifadesini günümüzde artık batının ürettiği “söylem” olarak yorumlamak yanlış
sayılmamalıdır(Ersoy, 1993:7).
Bir konuşmasında İsmet Özel, Bizim toplumumuz için kutup yıldızı görevini gören “filozoflarımız, bilim adamlarımız,
politikacılarımız yok; ama şairlerimiz var” ifadesini kullanmaktadır(Özel, 2010a: 317). Türk düşünce hayatı bakımından
şairler, her toplumsal kesimde gerek sağ düşünce geleneginde gerek sol ve gerekse İslam düşünce geleneğinde, hep merkezi
bir yere sahip olmuşlardır. Bu çerçevede Mehmet Akif, Nazım Hikmet, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç gibi yakın
dönem şairlerini saymak, önermenin doğruluğu için yeterli örnekler olarak görülebilir. Bu bağlamda bir toplumdaki
belkırılmasını fark etme bakımından şairlerin daha fazla sezgiye sahip olduğu düşüncesiyle ve daha önemlisi bir düşün
insanı olarak modern Türk şiirinin önemli şairlerinden İsmet ÖZEL’in düşünceleri, kapitalizmin son evresinin Türkiye’yi
etkisine alan söylem dalgasını tersine çevirme gücüne sahip bir düşünce damarı olarak araştırmacı tarafından
önemsenmektedir. İsmet Özel hakkında genel kanaat, şiirlerine diyecek yok ancak toplumsal hayata dair söyledikleri
konusunda Türkiyenin en temel toplumsal kesimleri ve onların temsili konumundaki düşünce çevreleri tarafından aşırı ve
sert bir tepki ile karşılanmaktadır. Gerek sosyalist, gerek İslamcı ve Gerekse milliyetçi çevreler Özel’in savunduğu tezleri
sosyalist iken “ütopik”, ihtida edince, (soyalist düşünceden İslami düşünceye geçiş) “aşırı”, millet ve vatan kavramlarını
merkeze alan düşünceler geliştirince, “kalın türk” olması hesabiyle, “faşist” ya da en azından “milliyetçi” olarak
nitelendirilmiştir. Her üç ana düşünce damarının Özel’in toplumsal alana dair söyledikleri karşında mütereddit kaldığı,
düşüncelerini korku ve endişe ile karşıladıkları ve ona karşı mesafeli durdukları ileri sürülebilir. Yasin Aktay bu durumu,
“Dostlar Eşiğinde Diaspora”, makale başlığı ile kavramsallaştırmıştır (Aktay, 2014:782). Türkiyedeki toplumsal
kesimlerin Özel’in fikirlerine yaklaşım biçimleri, korku ve endişelerine dair sebepler bu çalışmanın kapsamı dışında
tutulmaktadır. Özel’in şiirlerinin yanında, düz yazı diyebileceğimiz düşünce kitapları görkemli bir külliyata ulaşmıştır.
Düşünceleri göreli olarak her üç toplumsal kesim tarafından korku ve endişe ile karşılandığı düşünülen İsmet Özel’in Türk
toplumunun “mutabakat” yerinin neresi olduğu, vatan olarak kabul edilen bu topraklara asıl büyük saldırıların nereden
geldiği ve bu topraklarda bağımsız bir ülke olarak varlığımızı gelecekte nasıl koruyabileceğimize dair düşünceleri
araştırmacı tarafından önemsenmektedir. Özel’in dünya sistemi karşısında bağımsız bir “vatan” etrafında önerdiği
düşünleri, “kapitalist dünya sisteminin, genelde islam dünyanın bilhassa Türkiyenin, medeniyet tasavvur ve iddiasını yok
edici / yıkıcı, başka bir ifade ile “mütehakkim zihin çevrelerinin” saldırılarına karşı koymada diri bir söylem mekanizması,
zihinleri bu doğrultuda dirilişe geçirebilecek, onları diriltecek bir düşünce biçimi olarak İ. Özel’in bu konuya ilişkin
yaklaşımları, edebiyat sosyolojisinin anlama imkânları ile sosyal bilim çevrelerinin istifadesine sunmak, bu çalışmanın
temel gerekçesi olarak düşünülebilir.
218
ULUSLARARASI ALANYA İŞLETME FAKÜLTESİ DERGİSİ 8/2 (2016)
“Vatan” kavramının Türkler/müslümanlar için ne anlama geldiğini 50 yıllık zaman dilimleriyle geriye doğru inceleyen
araştırma sonuçları elimizde yoktur. Ancak vatan kavramının anlam ve öneminin, kapitalizmin küre üzerinde yayılmasına
koşut olarak müphemleştiği/belirsizleştiği izahtan varestedir. Genelde İslam coğrafyasında bilhassa Türkiye’de dünya
sistemi veya kiptalist düzenin gücü yörüngesinde uygulanan askeri ve siyasal modernleştirme poltikaları, belli düzeyde
Müslümanların kendi vatanlarına karşı yabancılaşma duygusunu tetiklemiştir. Bu durum Yasin Aktay’ın tabiriyle
“diasporik bir edebiyatla” hem Mehmet Akif Ersoy’da, “vatan cüda değilim, fakat firakıyla / muhacirane gezer ağlarım öz
diyarımda” hem de Necip Fazıl Kısakürek’te, “özyurdunda garip, öz vatanında parya”, dizeleri ile karşılık
bulmuştur(Aktay, 2014:77). Günümüze gelindiğinde kapitalist dünya sisteminin serbest piyasa uygulamalarında vardığı
mesafe, bilgi, teknoloji, iletişim kaynaklarına hâkimiyeti, tüketim olanaklarını arttırma, insan hayatının bütün alanlarına
bilhassa kültürel alanına müdahaleyle nelerin tüketileceğine dair serbest piyasanın sponsorluğuyla doğallaşmış otoritelerin
konumu dikkate alındığında ve buna ek olarak ortalama insanların geçim telaşları da hesaba katıldığında, şairlerin içinde
kendilerini “muhacir”, “parya” algılamalarının ötesinde bir vatan algısının dolaşımda olduğu açıktır. Artık insanlar
günümüzde, bir vatan içinde özgür olmanın değil, bir şirkete girerek özgürlüğün tadına varmaya çabalamaktadırlar.
Türkiyede “vatan sahibi olmadan Allaha kul bile olunamayacağı” düşüncesini gündemine alan aydınlardan, bilhassa
Müslüman aydınlardan haber yoktur. Oysa bu topraklar, Allaha karşı kulluk bilincine sahip insanlar sebebiyle Türklerin
vatanı oldu. Bu toprakların bundan sonra da Türklerin(Müslümanların) vatanı olarak kalmasının şartları her Türk
vatandaşını dolaylı, aklı eren Türkleri doğrudan ilgilendirmektedir. “Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı” dizesini
hatırlatan ve İstiklal Marşını Türkiye için bir ideoloji ve toplumsal bütünleşme için “mutabakat metni” olarak öneren İsmet
Özel, bir bakıma sahip olduğu fikirlerle batının Türkiye üzerindeki söylem gücünü teryüz etme, püskürtme potansiyelini
içinde barındırmakta, bu yönüyle tek kişilik bir entelektüel çevre olarak görülmektedir(Ersoy, 1993:7).
Özel’in “şiirlerine diyecek yok” ama siyasi, toplumsal sorunlara dair düşüncelerini görmemezlikten gelen çevrelere; aidiyet
konusunda tereddütler yaşayan Türkiye’nin ideolojik bir mutabakat zeminini yakalaması, bir çıkış yolu bulması için O’nun
vatan kavramı çerçevesinde geliştirdiği fikirleri önemli bir imkân olarak değerlendirilmektedir.
2.
ULUS-DEVLETİN MİADINI DOLDURDUĞU TARTIŞMALARI EKSENİNDE VATAN MEFHUMUNUN
BUHARLAŞMASI
Kavramların da canlı organizmalar gibi olduğu, zamanla büyüyüp serpildiği, gelişip olgunlaştığı ve sonra tarihin aktüel
arenasından çekilip araştırmacıların veya ilgililerin merakına konu olacak şekilde sözlüklerde ya da kitaplardaki yerlerine
çekildikleri veyahut değişime ayak uydurarak bazı değişikliklerle; anlam genişlemesi, daralması gibi olaylarla hayata
tutunup miadını bekledikleri genel olarak kabul edilmektedir. Bilindiği gibi bütün kavramlar için “anlam” belli bir tarihte
ve mekanda, yani kullanımda var olur, oluşur ve sonra aynı biçimde tarihi bir seyirle silikleşme, buharlaşma yoluna gider.
Vatan ve bayrak gibi kavramların tarihi seyir içinde kazandığı anlamlar, doğu toplumlarında özellikle İslam dininin etkisi
ile anlam dünyası şekillenen toplumlarda, zaman içerisinde aktüel dünyanın ötesinde belli anlam biçimlerine bürünerek ve
sürekli değişerek günümüze kadar gelmişlerdir. Gerek kurumsal olarak ve gerekse söylem olarak bu iki kavramın sahip
olduğu anlam, klasik İslam toplumlarındaki hali ile günümüz toplumlularındaki hali arasında belirgin farklar olduğu
düşünülmekte ve özellikle kurumsal olarak vatan-şirket veya bayrak-logo dikotomisinde bayrağın ve vatanın insan
tasavvurunda oluşturduğu anlam yerini büyük ölçüde dünya sisteminin izdüşümü olarak görülebilen şirket, logo ikilisine
bıraktığı söylenebilir.
Kapitalist dünya sisteminin yörüngesinde gelişen şirket, marka veya logo gibi kavramların tarihi düşünüldüğünde bu
kavramların göreli olarak endüstri sonrası toplumlarda gün yüzüne çıktıkları, kapitalizmin veya dünya sisteminin küre
üzerinde hakimiyet alanının genişlemesine koşut olarak yaygınlık kazandıkları açıktır. Bugün artık şirketlerin yönettiği,
şirketlerin merkez pozisyonunu icra ettiği ve bir bakıma periferiyi belirlediği bir düzenden sözedilebilir. Post endüstriyel
dönemde bir çok markanın veya şirket flamalarının (logo) ülke bayraklarından daha çok görünür olduğunu ve ülke
bayraklarına kıyasla sadece belli, sınırlı topraklarda değil, küre üzerinde dalgalandığına hepimiz şahit olmaktayız. Bu
değişimi olağan, doğal olarak görmenin safdillik olduğu, bunun gerisinde mutlaka siyasi, ekonomik ve stratejik sebeplerin
olduğu göz önünde tutulmalıdır. Artık içinde bulunduğumuz dünyada her yıl sınırları değişen ulus-devletlere veya bunlara
direnen siyasal yapıların, gerek ekonomik ve siyasi olarak, gerekse askeri olarak abluka altına alınarak ortadan
kaldırıldığına şahit olmaktayız. Bu bakımdan yakın komşularımız veya Osmanlı bakiyesi diyebileceğimiz birçok devlette
yapısal değişmelerin meydana geldiğini ve bütün bu değişmelerin sadece o devletin dayandığı toplumsal yapısı ve
dinamikleri ile açıklanamayacağı aşikârdır. Eğer bu değişimlerin gerisinde küresel güçler, dünya sisteminin veya kapitalist
dünya düzeninin aktörleri etkili ise, ki bunda artık şüphe gittikçe yok olmaktadır; Bu düzenin, küresel dünya sisteminin,
kendisine karşı oluştuğu tarihsel olarak bütün verileri ile ortada olan Türk/müslüman varlığına, Türkiye Cumhuriyetine
yönelmemesi muhaldir(Özel, 2010b: 179). Serbest piyasaya dayalı ekonomik politikalar, demokrasi ve insan hakları
perdelemesi ile ulus-devletler üzerinde projelere dönüşerek, iri görünen ulusal yapıları küçültülerek şirketlerin egemenlik
alanlarının önündeki bütün bürokratik engellerin ortadan kaldırıldığı, şirket logolarının lehine bir tür mıntıka temizliğinin
yapıldığı tarihi bir vetireden geçmekteyiz. Bu tarz önermeler/düşünceler bazı akademisyenlerce, ya detayları
bilinmediğinden veyahut bilinçli olarak komplo teorisi ya da hezeyan olarak algılanabilir. Bu algıya sahip akademisyenler
için araştırmacı, Wallerstein’in metinlerinden “dünya sistemi” ve “kapitalizmin tarihi” gibi kavramları, Edward Said’in
“Oryantalizm” kitabını ve Foucault’u söylem/güç/iktidar ilişkisi bağlamında yeniden okumalarını, ulus-devletlerin karşı
219
AYTEKİN
karşıya oldukları tehlikenin/tehtidin boyutlarının farkedilmesinde hayati önem atfetmektedir. Bu çerçevede kapitalizmin
daha az güç sahibi olduğu bir evrede, Amerika kıtasındaki kadim yerli medeniyetleri iki asırlık kısa denilebilecek bir sürede
yok edip, yerine avrupa medeniyetini yerleştirmesi; o bölgelerde konuşulan dilin ispanyolca, yaşanılan dinin hiristiyan
olması veyahut bunları kabul etmeyenlerin imha edilmesi ile “ticari kapitalizmin genişlemesi„ arasındaki ilişkiyi
Wallerstein, kapitalizmin I. safhasında dolaylı değil, doğrudan kurmaktadır(Wallerstein, 2005: 16-17).
Uluslar arası şirket ya da Örgütleri Wallerstein’in de vurguladığı gibi, dünya sisteminden veya kapitalizmden bağımsız
olarak değerlendirmek mümkün değildir. Siyasi olarak ulus-devlet formülasyonu, ekonomik olarak kapitalizm ve askeri
gücün belirleyici etkisi ile oluşan dünya sisteminin günümüzdeki örgütsel yapılanma ve ilişkilerin dışında kaldığını, onlara
etki etmediğini düşünmek ancak belli söylemlere angaje olmuş zihinler için mümkün olabilir. Bu bağlamda Wallerstein,
kapitalizmin serpilip gelişmesini modern devletin etkin rolüne bağladığını hatırlatmada yarar vardır(Wallerstein, 2012: 50).
Örgüt kuramlarından “kaynak bağımlılık kuramı„ örgütlerin bir şekilde çevreyi ve kaynakları kendi çıkarları doğrultusunda
yönetme isteğinde olduklarını ve aynı şekilde “çevrenin yarattığı baskılara ve getirdiği kısıtlamalara bağlı olduklarını” ileri
sürmektedir(Sargut vd., 2007: 79). Bu sebeple örgütlerin yani uluslar arası şirketlerin dünya sisteminden bağımsız ve kendi
doğal imkânları ile gelişen yapılar olmadıklarını göz önüne sermektedir. Bu da, araştırmacılara uluslar arası
şirketlerin/örgütlerin bayraklarının dalgalandıkları yerlerde aynı zamanda dünya sisteminde merkezi konumu işkâl eden
devletlerin bayraklarının siluetini arama görevini yüklemektedir. Bir bakıma dünya sisteminde merkez devletler,
periferideki ulus-devletleri örgüt logoları ile perdeleyerek nüfuz etmektedirler. Bu sebeple kapitalist dünya sisteminde
bugün talimatlar, hukuki düzenlemeler yukarıdan aşağı gelir; nimetler, gelirler, kazançlar aşağıdan yukarıya doğru gider.
Ulus-devlet veya modern devlet siyasal organizasyonu ile kapitalizm arasındaki ilişki nedensel, tek taraflı bir ilişkiden
ziyade karşılıklı bağımlılık ilişkisi olarak görülmektedir. Bu sebeple kapitalizmin ilk safhasında modern ulus-devletlerin
kurulması kapitalist dünya sistemi tarafından destek gören siyasi oluşumlardı. Çünkü büyük imparatorlukların kalın
duvarlarına çarpan sermaye merkezli kapitalist sistem, imparatorluk duvarlarını, Osmanlı İmparatorluğu gibi, aşmak için
ulus-devlet modelini işlevsel olarak görmekteydi. Kapitalizmin son safhası olarak nitelenen günümüzdeki serbest piyasa
ekonomisinin mikro milliyetçilikleri desteklemesi de aynı sebeptendir. Bu dönemde, yani kapitalizmin son safhasında
mikro milliyetçiliklerin yerini ilk sahfada ulus-devletler; ilk safhadaki İmparatorlukların yerini de şimdiki ulus-devletler
almaktadır. İmparatorlukların yıkılması hangi sebepten kapitalizm için önemli idiyse, aynı sebepten bugün ulus-devletlerin
zayıflatılması, mikro milliyetçiliklerin desteklenmesi serbest piyasa ekonomisi için hayatiyetini sürdürmektedir.
Gülten Kazgan’ın tespitine göre, bu süreçte ulus-devletler bir taraftan (üsten) ulus-üstü örgütler tarafından yetkileri
aşındırılmakta, öbür taraftan (alttan) ise yerel yönetimler giderek güçlendirilmekte mali, idari ve ekonomik özerkliklerle
ulus-devlet “tepeden ve tabandan” yetkileri aşındırılarak sınırlı bir ara örgüte dönüştürülmektedir (Kazgan, 2009: 18).
İnsanların aidiyet duygusu ile bağlandıkları ve kendilerini güven içinde hissettikleri vatanları iki koldan kuşatma altına
alınmaktadır. Özellikle Türkiye gibi halkının bağımsızlığı uğruna seferberlik (istiklal savaşı) ilan ettikleri ve sahip oldukları
her şeylerini feda etmeye hazır oldukları vatanları ve vatan mefhumları, “mütehakkim zihin çevreleri” tarafından ve birçok
koldan kuşatma altına alınmaktadır. Gerek yerel yönetimler gerekse mikro milliyetçiliklerle aşındırılan ulus-devletlerin
yetkileri giderek merkez sermayenin beslemesi veya “mütehakkim zihin çevresi” diyebileceğimiz örgütlere danışıklı bir
biçimde devredilmektedir.
Tarihsel olarak 11. yüzyıldan 19 yüzyıla kadar Türkler/müslümanlar Batı denilen Hiristiyan dünya ile karşı karşıya gelerek,
çatışarak yer edinmişlerdir. Bir bakıma her iki karşıt güç bir birini geriletebildiği oranda yerini temin etmiş oluşumlardır.
Nezih Uzel’in ifadesi ile 20. Yüzyıla girildiğinde dünya da bağımsız tek islam devleti Osmanlı İmparatorluğu idi(Said,
1998:8). Bu sebeple, Türklerin/müslüman batı ile karşıtlığı, İran veya diğer müslüman vatanların batı ile karşıtlıkları
tarihsel veriler bakımından farklılık arzetmektedir. Avrupa medeniyetinin ötekisi İran, Suudi Arabistan veya başka bir ülke
olamaz, Osmanlı/Türkiye’den başka bir ülke tarihsel olarak Avrupa medeniyetinin karşıtı/ötekisi olma imkanlarından
yoksundur. İradi olarak Türk (İslam) siyasal organizasyonuna karşı geliştirildiğine şüphe gittikçe azalmakta olan “dünya
sistemi” ya da “kapitalist dünya sisteminin” genelde İslam toplumlarında bilhassa Türk toplumunda görünürlülüğü arttıkça
“vatan ve bayrak” kavramının yerini “şirket ve logo” kavram ikilisinin aldığı aşikardır. Türklerin/Müslüman Anadolu,
İstanbul gibi tarih sahnesinin ön cephesinde ve dünyanın gözde yerlerini vatanlaştırmalarından itibaren batının buna
karşılık olarak “kapitalist dünya sistemini” geliştirdiği ve olgunlaştırdıkça yaygınlaştırdığı, buna karşılık Türk/islam
etkisini gerilettiği ileri sürülebilir. Çağlar Keyder’e göre; Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa Kapitalizminin siyasi-iktisadi
mantığına dâhil olmasını kurumsallaştırma yolunda atılan ilk adım, 1838 İngiltere ile yapılan ticaret antlaşmasıdır (Keyder,
1999: 44). Bu çerçevede İsmet Özel, Dünya Sisteminin veya diğer ifade ile kapitalizmin, XIII. yüzyıldan beri Türklerle
çatışarak genişleyen bir yapıya sahip olduğunu ifade etmektedir. O, dünyada anti-kapitalist bir hayat tarzını, başını dik
tutarak bulabilmiş tek milletin Türkler olduğuna dikkat çekmektedir. Dünya Sisteminin Türkiye’yi kendisine entegre etme
sürecinde, başta 1838’de İngilizlerin Osmanlı ile yaptığı ticaret antlaşması ve ardından gelen Tanzimat Fermanı, 1908
İkinci Meşrutiyet Devrimi, I. Dünya Savaşı - kapitalizmin pürüzlerini giderme teşebbüsü idi, savaşı büyük sermayeyi elinde
tutanlar çıkarmıştı - 1960 İhtilali, ardından 1980 İhtilali, 24 Ocak kararları gibi bazı tarihi olaylarla bu sürecin devam
etmekte olduğuna dikkat çekmektedir(Özel, 2011a: 84).
İslam dininin etkin olduğu coğrafyada anlam ve tasavvur dünyasının şekillendiği düşünülen “vatan-bayrak” kavramları
kapitalist dünya sisteminin hâkimiyeti ve yaygınlığı artıkça, piyasanın etkisi ile yerini daha dünyevi ve piyasa ilişkilerine
bağlı bir anlama evirildiği görülmektedir. İslam dini ile mayası oluşan “vatan-bayrak” gibi kavramlar, gerek Selçuklular,
220
ULUSLARARASI ALANYA İŞLETME FAKÜLTESİ DERGİSİ 8/2 (2016)
gerek Osmanlılar ve gerekse İstiklal savaşı döneminde, maddi bir menfaat temin etmediğinde bile uğruna savaşılan soyut,
ideal bir anlamı içlerinde barındırmaktaydılar. Kapitalizmin veya serbest piyasa ekonomisinin Türkiyenin milli pazarına
nufüzüna koşut olarak “vatan” kavramının Türk toplumundaki ideal anlamının müphemleştiği gözlemlenmektedir.
Özel, dünyevi menfaat ve taktiklerle geliştirilen devlet anlayışından uzak, dünyadaki insanların dünyevi iktidarlardan
kurtarılarak yalnızca Allaha kul olmalarının temin edilmesi için İslam inancına dayanan bir vatan idealinin zorunluluğuna
dikkat çekmektedir. Remzi Oğuz Arık “Vatan, kendimize madde olarak menfaat temin etmediği zaman bile yolunca can
verilen topraktır” (Arık, 1969: 5-14). Sait Halim Paşa’nın “bir müslümanın vatanı, şeriatın hüküm sürdüğü yerdir”, gibi
düşüncelerin muadilini Özel’in birçok metninde ifade edilmektedir. “…Yüzümüzü kıbleye çevirebilmek için ayaklarımızın
bir yere basması lazım. Hür bir insan kıbleye yöneldiğinde ayaklarının bastığı yer onun vatanıdır.” Bu bakımdan Özel, “bir
insan eğer vatansızsa, kul da olamaz” diyerek vatan sahibi olmanın ve sahibi olduğu vatanın da bağımsız olmasının bir
Müslüman için ne kadar önemli görülmesi gerektiğine dikkat çekmektedir. “Türkiye ahiretin tarlasıdır”, “Türkiye'nin
sınırları, Türk'ün itikadî sınırlarıyla irtibatlıdır. Allah Resulü'nün (sav) “Vatan sevgisi imandandır” sözünü işittiğimiz
zaman, vatan sevgisinin ne olduğunu bilmek için, önce 'vatan'ın ne olduğunu bilmek gerekir. Bu önermelerle Özel, “vatan”
ile “itikad”, “kulluk” ve “din” arasında doğrudan zorunlu bir ilişki kurmaktadır. Türkiye’nin vatanlaşmasında “Müslüman
ve özgürlük” kelimelerinin altını çizen Özel’e göre, “Türkiye’yi vatan haline getirenler giriştikleri işin altından “özgür ve
Müslüman” olmayı her şeyin üstünde tuttukları için kalkabildiler”(Özel, 2011a: 84). Bu çerçevede İstiklâl Harbimizin
başlangıcında Cuma namazını kılmak üzere gelen insanlara Sütçü İmam’ın Fransız bayrağını işaretle, “Bu bayrak burada
olduğu sürece Cuma namazı kılamazsınız!” uyarısı, Vatan-bayrak gibi kavramların İslam dininin etkisi ile maddi menfaat
teminin ötesinde soyut bir ideale işaret ettiği görülmektedir. Türkiye de gerek toplumsal kültür olarak ve gerekse siyasal
organizasyonun motivasyon zemini olarak islam her zaman son dayanak noktası olma özelliği taşımaktadır. Özel, islamın
bu dayanak zemini olma halini hem 12. Yüzyılda, hem İstiklal harbinde hem de günümüzde de hayatini koruduğu görüşünü
ileri sürmektedir:
“Biz bu toprakları Müslüman kalmamızın mukabili olarak vatanlaştırdık; 13. asırda da bu böyle
oldu, 20. asırda da bu böyle oldu. Bizler Kâbe‟yi müdafaadan aciz kalmış, kendi yaşama
bölgelerini kâfir tasallutundan arıtmış insanlar olarak mana sahibiyiz; eğer böyle değilse
manasız böcekleriz. Biz Mekke ve Medine‟yi vatan tutmaktan aciz kalmış insanların, “Madem
bunu yapamadık, hiç olmazsa canımızı kurtaralım.” endişesi ile vatanlaştırdığı bir alanı kendi
alanımız kabul ettirdik. Onun için hemen Cumhuriyetin ilânı ile beraber Teşkilât-ı Esasiye
Kanunu’nda, “Türkiye Devletinin dini, din-i İslâm’dır” hükmü yer aldı. Eğer bu işler böyle
olmasaydı, bu ifade böyle zikredilmezdi. Netice itibari ile bizim bir vatanımız var, “Bu vatan
bizim” diyebilmek için(2010, Kasım 23).
Özel, dünya sistemi ile entegre bir Türkiye politikasını tek yol olarak öne çıkaran Tanzimat ve cumhuriyet aydınlarının
aksine; Türkün vatan sahibi olmasının ancak İslam ile olabileceğini ve dolayısıyla dünya sisteminin söz geçiremeyeceği bir
alanı temin etmekle Türk varlığının sıhhat bulacağına dikkat çekmektedir. Bu çerçevede Özel de, Topçu ve Mehmet Akif
gibi “vatan ile dini, milli birliğin temel unsuru olarak kabul eder.” Topçu‘nun istediği, Türklüğün mayası, ruh ve
ahlakımızın temeli olan İslam’ı canlandırmak ve onunla milletimizi yükseltmektir”(Topçu, 2010: 52). İsmet Özel de
Akif’in “ahlak” kavramına yüklediği anlama karşılık gelecek biçimde; “tarihi rol”, “karakter” ve “takva” kavramlarını
öne çıkarmaktadır. İsmet Özel’in Türk; “İslam’ın bedeni”, “İslam’ın kılıcı” gibi sözleriyle; Akif’in, “Bedrin aslanları
ancak bu kadar şanlıydı” dizesinde vurguladığı anlamı akla getirmektedir. Her iki Türk şairi ve düşünürünün; özgür bir
vatanın kurulması ile Allah’a kulluğun tamamıyla yapılabilmesi arasında kopmaz bir bağın olduğu, önermesine vurgu
yaptıkları görülmektedir.
Anlaşıldığı kadarı ile Özel’in vatan savunmasını veya Türkiye’nin gelecek meselesini “İslam” ile ilişkilendirerek
temellendirmesi İslam akaidinin bir müslümana biçtiği görevin yanında, bu temellendirmenin, stratejik boyutlarının da
gözden kaçmaması gerektiği ile ilgilidir. Müslüman Türkler hem Selçuklular hem de Osmanlı’lar döneminde, Kâbe’nin
savunmasını kendilerine bir görev veya hedef olarak seçmelerinden sonra bu hedef, bir şekilde Türklerin(Müslümanların)
tarihsel akışın merkezine oturmalarına sebep olmuştur. Türklerin, kabaca 13. ve 19. Yüzyıllar arasında tarih sahnesinde
edindikleri bu merkezi konum ile hedef olarak seçtikleri “Kâbe’nin savunması” ideali arasında sıkı bir ilişkinin olduğu, 19.
yüzyıldan geriye doğru bakıldığında son 600 yıllık tarihi süreçte edindikleri merkezi konum ispatlamıştır. Bir diğer önemli
nokta; günümüzde “İslamın” Türkiye’nin toplumsal bütünlüğüne ve stratejisine sağladığı imkânların daha da pekiştiği
yönündedir. İslamın Türkiye için başka bir ideoloji veya strateji ile karşılanması mümkün olmayan imkânlara zemin temin
ettiğini düşünüyorum.
Şairler bir toplumdaki “ana omurganın” veya “bel kırılmasını” fark etme bakımından diğer disiplinlerdeki kavrayış
imkânlarından çok daha fazlasına sahiptirler. İslamın Türk toplumu için sağladığı “omurga” pozisyonunu gerek sol şiir
geleneğinden Atilla İlhan’da ve gerekse öbür tarafta Mehmet Akif, Necip Fazıl Kısakürek ve İsmet Özel gibi şairlerde
görmek mümkündür. Bu bakımdan şairin veya şiirin bir toplum için ne kadar önemli olduğuna dair Mehmet Emin’in şu
dizesi önemlidir(Kolcu, 2009:15):
Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir
221
AYTEKİN
3.
İSMET ÖZEL’DE VATAN MEFHUMU
İsmet Özel, vatan kavramı çerçevesinde yaptığı yorumlar ve değerlendirmelerde, esastan üzerinde durduğu zemin, yukarıda
değinildiği gibi küresel güçlerin bir şekilde kuşattığı vatanı, bu kuşatmadan kurtarmak için neler yapılabileceğine dair
düşünceler ileri sürme yönündedir. Bu çerçevede Özel, Türklerin/müslümanların istiklal savaşı döneminde “yedi düvelden”
gelen bir taarruzu bu topraklarda hangi imkânlarla püskürtmüşse, aynı imkânların bugün de küresel kapitalizmin taarruzunu
geri çevirmede, püskürtmede geçerli olduğuna dikkatleri çekmektedir. Nasıl ki istiklal harbinde İslam şemsiyesi
bütünleştirici, stratejik bir kurtuluş imkânı sunmuşsa aynı şekilde; Türkiye’nin Dünya Sistemi ile mücadelesi, varlığının
idamesi, geleceğinin teminatı için aynı stratejinin bugün de geçerli olduğunu Özel, açık seçik beyan etmektedir. Özel,
Türkiye için bir hedef gösterme, Türkiye’nin geleceğinin nerede olduğuna dair görüşler serdetmekten geri durmamakta ve
Türkiyenin geleceği için “İslamı” tek çıkış yolu olarak ileri sürmektedir. Ona göre, istiklal harbi ile vatanın bir kısmının
düşmandan, yedi düvelden kurtarıldığını, ancak yeni kurulan Cumhuriyetin kurucu kadrolarının politik tercihleri ve
uygulamaları ile bu “milletin ruhu”, onun varlık ve dirlik sebebi şehit edilmiş veya gazi bırakılmıştır. İsmet Özel’in çabası,
şehit edilen veya gazi bırakılan bu “millet ruhunu”, onun özünü yeniden gürleştirmeye yönelik okunmalıdır.
Özel, Anadolu’nun vatanlaşmasına dair iki tarihi vetirenin önemini vurgulamaktadır. Bu vetireler; birincisi XI. asırda
Malazgirt Savaşı’ndan sonra Müslümanların Anadolu’da Roma Hıristiyanlığını gerileterek varlık kazanması ile olmuştur.
İkincisi ise, İstiklal Harbi esnasında bir bakıma Roma’nın ve başarısız kılınan Haçlı seferlerinin intikamını alırcasına “tek
dişi kalmış canavar” metaforu ile anlatılan Batı’nın, İslam’ı “bir siyasal organizasyon ve askeri güç” olarak dünya
sahnesinden kaldırmak üzere yaptığı girişimi geri püskürten Müslüman/Türk’ler eliyle olmuştur. Özel, “Daha önce iki kez
vatanlaşan Türkiye'nin üçüncü kez vatan olma ihtimalinin” ortadan kalktığı bir tarihi döneme girildiğine işaret ederek
tehlikenin boyutuna dikkat çekmektedir(Özel, Nisan 2010). Türkiye/Anadolu, tarihi arka planın yanısıra coğrafi, jeokültürel
ve jeostratejik olarak çatışmanın ve savaşın eksik olmadığı; her yönüyle önemli bir kavşağı tuttuğundan, birçok
medeniyetin ve devletin hem filizlenip büyümesine hem de gerileyip yok olmasına şahitlik etmiş bir bölgeyi temsil
etmektedir. “Bizim vatanımız kâfirle çatışmanın ve ona galebe çalmanın hayat temin ettiği bir yaşama alanıdır. Dünyanın
başka hiçbir yeri, kâfirle hesaplaşmanın ve sadece Müslüman’ın sözünün geçmesi sebebiyle vatanlaşmamıştır”(Özel, Şubat
2010). Bu önermelerle, Türkiye’nin, yani vatanımızın biricik olduğunu beyan eden Özel, Türkiye’nin “vatan” olma şartını
da “Dar-ül İslam” olmasına bağlamaktadır:
“İstiklâl Marşı milletin ruhunun Mehmet Akif‟in bedenini kullanarak çıkardığı bir şeydir.
Milletin ruhu nasıl oldu da Mehmet Akif‟in bedenine girdi? Bu sualin cevabına nail olursanız;
Türk toplumunun mayasının niçin İslâm olduğunu da anlarsınız. Bu büyük gerçeği doğru anlamak
için de bizim Türkiye topraklarını ikinci ve son kez vatanlaştırmamızın manasını kavramamız
zaruridir. Türkiye toprakları ilk kez XIII. asırda Türklerin vatanı oldu. Türkler bu toprakları
vatanlaştırdılar. Ve tecelli odur ki, bizim ilk vatanlaştırdığımız topraklar son vatanımız oldu aynı
zamanda…” (Özel, Ağustos 2010).
Cumhuriyet elitleri, Türk toplumunun omurgası konumundaki İslamı modernleştirme politikaları ile köklerini kazıma veya
“itina ile temizleme” hedeflerine yöneldiler (Koçak, 2010, 10). Şinasi'nin, “Milletim nev-i beşerdir vatanım rûy-i zemin”
(Mardin, 2012, 62), dizeleri ile özenilen batı pozitivizmi cumhuriyet elitleri ile radikalleşerek “en hakiki mürşit ilimdir”
parolası ile diğer değerleri ya da kültürel kodları silme uygulamalarına dönüşmüştür. Bu bağlamda toplumun tabi tutulduğu
modernleşme politikaları önemsenmelidir. Özel, Osmanlı modernleşmesi ile Cumhuriyet modernleşmesinin toplumsal
hedefleri bakımından birbirlerinden ayrıldığına dikkat çekmektedir. Ona göre; “Osmanlı batılılaşması, kökeni İslam olan
bir toplumun modernleşmiş bir dünyada kendine bir yer açmaya çalışması çabalarını yansıtıyordu. Cumhuriyet
batılılaşması toplumun kökeninde İslam olduğu gerçeğini göz ardı etmekten beynelmilel bir destek ve iltimas bulma
ümidiyle başlatıldığını savunmaktadır” (Özel, 2011a: 81):
“Bize göre, Türkiye Cumhuriyeti medeniyetin yeryüzündeki son müstakil İslam odağını yok etmek
isteyen iradesine karşı çıkmanın bir biçimiydi, medeniyete, o tek dişi kalmış canavara verilmiş bir
cevaptı. XIII. yüzyılda Dar-ül İslam haline gelmesi suretiyle vatanlaştırdığımız ve sıktığın zaman
şehitlerin fışkırdığı toprakların yine Dar-ül İslam kalarak yeniden vatanlaştırılması Cumhuriyet
ile mümkün olacaktı. Ruh buydu ve fakat bedenin aldığı şekil Türkleri hüsrana uğrattı(Özel,
2011a: 84).”
Özel, İstiklal Harbinin, “özgür ve Müslüman” halkın İstiklal Marşı’nın gösterdiği hedef ve heyecanla zafere ulaştığını;
fakat savaşta bu insanların çoğunun şehit düştüğünü, geriye “asker kaçaklarının ve ikbal avcılarının” (Özel, 2011a: 82-86).
kaldığını, bir bakıma bunların Türkiye için bir hedef koymadığını/koyamadığını, İngilizce yazılmış modernleşme
programlarını uygulamak suretiyle Türk’ü, kendi otantik, asli tarihi rolü ekseninden kopartarak, Batı’ya eklemleme
girişimiyle bugünlere gelindiği anlamına gelecek ifadelerde bulunmaktadır. İstiklal Marşı, bir bakıma bir İslam devleti
olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletine ideoloji olarak nereye dayanması gerektiğine dair bir programın kodlarını
imlemektedir. Ancak, cumhuriyet elitlerinin modernleştirme politikalarını uygulamak için güç devşirdiği batılı odaklar,
istiklal marşının öngördüğü ideolojinin rafa kaldırılmasını, Mehmet Akif’in de yurtdışına çıkarılmasını sağladı.
222
ULUSLARARASI ALANYA İŞLETME FAKÜLTESİ DERGİSİ 8/2 (2016)
Özel, bugün Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı durumun daha net anlaşılması için İberik yarımadasını uzun yıllar idare eden
Arap Müslümanlarını örnek vermektedir. Müslüman Araplar’ın sekiz yüz sene yönettikleri İberik yarımadasında, kültürel
tesirlerinden 2800 civarında kelime Arapçadan İspanyolcaya geçmiştir. Fakat 1492 yılından itibaren rüzgar tersinden
esmeye başladı ve müslüman Endülüs’ün son parçası da yok edildi. O zamandan bu yana Müslüman bir İspanya’dan
bahsetmek mümkün değil. İspanya’da Müslüman Arapların başına gelen tarihi olayın Türkiye’deki Müslüman Türklerin
başına gelmemesi için, Türkiye’nin nasıl vatanlaştığını, neye rağmen vatanlaştığının milletçe bilinmesine bağlayan Özel,
şuna dikkat çekmektedir:
“Biz kendimizin ne olduğunu, kim olduğumuzu hatırlamayacak olursak, bunu Türkiye için
fazlasıyla yapacaklar. Çünkü biz bu toprakları vatan ederken Hıristiyan toprağı olmaktan
çıkardık. Hıristiyanlık yayılırken bugün yaşadığımız toprakları zemin, üs kabul etmişti. İnsanlar
kendilerine ilk defa Antakya’da „Hıristiyan‟ dediler. Bugün Kapadokya dedikleri yerde
gördüğünüz yeraltı kiliseleri kilise değil, ilahiyat fakültesidir. Onlar oradan bütün dünyaya
Hıristiyanlığı yaymak üzere faaliyet gösteriyorlardı. Meryem Ana’nın Efes’teki mezarı… Alaşehir
ismindeki ilçemizin orijinal adı „Philadelphia‟… Bu toprakları(Türkiyeyi) Hıristiyanlar,
İspanya’dan daha önemli sayarak temellük edeceklerdir”(Özel, 17 Mart 2012).
İsmet Özel’e göre, Türk toprağı denilince Türkiye anlaşılır. Bu topraklar (Anadolu) ile irtibatımızın din(İslam) sebebiyle
kurulduğunu ısrarla vurgulayan Özel, bu topraklarda bir milletin olduğunu ancak dine müracaat ederek
doğrulayabileceğimize işaret etmektedir. Ona göre, “Bu topraklarda bir millet yaşıyor ve onların aynı milletten oluşunu
İslamiyet’ten başka bir şey açıklayamıyor”(Özel, 2010b: 193-194). Bu bakımdan Türk milleti ile İslamiyet’in birbirine
yapışık olduğunu, Türk-İslam gibi ifade edilen senteze de karşı çıkmaktadır. Çünkü O, “Türk” kavramının zaten bir sentez
olduğunu savunarak, “Türk-İslam” sentezi kavramını ileri sürenleri, sentezin sentezini yaptıklarını ifade ederek onları
saçmalamakla itham etmektedir (Özel, 2010b: 213). Bu ifadelerle bir şair olmasına rağmen Özel’in düşüncelerini, kendi
hayalinde oluşturduğu, büyüttüğü Türk kavramını, hayali bir cemaatten öte, aynı zamanda tarihte müşahhas olarak oluşmuş
kadim bir milletin tarihi rolü olarak görmek yerinde olacaktır. Özel’in dikkat çektiği Türk Milletini, Kapitalizm veya
dünya sistemi denilen bir olgunun genişlemesi karşısında sed görevi görmüş, müşahhas, tarihi bir varlık olarak yorumlamak
mümkündür. Özel’in vurguladığı tarihi rol olarak Türklük, hayali bir gelecek kurgusundan ziyade tarihte yaşanmış
mücadelelere dayandırılmaktadır.
Özel, kapitalizm veya dünya sistemi kavramı karşısında, onunla çatışarak kazanılmış “vatan” için dayanak noktası olarak
İstiklal Marşına dikkat çekmektedir. Ona göre; İstiklal Marşı, millet olarak Türk’ün nerede duracağına dair Onun yerini,
kodlarını netleştirmiştir. O, “Çelik zırhlı duvar” terimiyle, yani “teknoloji” olarak temsil edilen “Batı” ile Türk/Müslüman
arasındaki farkın, “garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar”, “Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var”, dizelerinde
de ifade edildiği gibi, “iman” ile açığa çıktığını vurgulamaktadır (Özel, Mart 2012).
Özel, Batı’yı tam cepheden karşılayan/göğüsleyen, kendi kadim/otantik geleneğimize, kaynaklarımıza yönelerek, onları
temel alarak bir toplum ve siyaset alanının oluşturulabileceği tezini savunmaktadır. Bunu Türkiye’nin küresel dünyada
varlık sebebi, küresel taarruzu püskürtme stratejisi olarak ileri sürmektedir. Bu bakımdan eklektik ve taklit ederek girilen
tüm yolların kapalı olduğunu, Türkiye’nin varlık sebebini tehlikeye düşüren Onu, kendisi olmaktan çıkaran seçenekler
olduğunu ileri sürmektedir.
Özel’e göre, Türkiye dediğimiz ülke sınırdaş olduğu hiçbir ülkeyle kıyas edilemez. Ne Bulgaristan’la ne Yunanistan’la ne
Suriye’yle ne Irak’la ne İran’la ne Ermenistan’la ve ne de Gürcistan’la... Bunlar bizim sınırdaş olduğumuz ülkeler. Bunlarla
Türkiye kıyas edilemez. Neden? Çünkü Türkiye’yi kuşatan bütün bu ülkeler, birebir Dünya Sistemi’nin ürettiği ülkelerdir.
Bunların hiçbiri halkları tarafından hak edilmiş ülkeler değildir. Sadece Türkiye, “Hakkıdır Hakk'a tapan milletimin
İstiklâl” diyebilen yerdir.” I. ve II. Dünya Savaşlarından sonra Dünya Sistemi karşısında büyük güçlerin kalmadığını,
Sovyetlerin dağılmasıyla küreselleşme politikalarının devreye sokulduğuna işaret eden Özel, bu yeni dönemin üç temel
üzerine inşa edildiğini ifade etmektedir. Bunlar; “serbest piyasa ekonomisi, insan hakları, demokrasi” gibi kavramlarla
ifade edilen paket programlardır. Kapitalizmin bir şekilde bu üç unsurun “birbirlerine güç vererek işleyeceklerini bütün
insanlara kabul ettirdiğini” ifade eder. Parayla işlerin döndüğü kapitalist sistemde insanlar kendilerine bir gelecek ararken,
kapitalist sistemin dayatmalarını reddettikleri takdirde patronun asla kendilerine yüz vermeyeceğini bildiklerinden çoğu
ülkenin yönetim kademesi, seçkinleri, bürokratları kendi geleceklerini batı’dan gelen ödüllere bağladıklarından, bu
dayatmaları kabul ettiklerini ileri sürmektedir(Özel, 2011a: 3) .
Özel’in; “vatan” kavramı üzerindeki hassasiyetinin sonradan gelişmediğini, ömrünün her aşamasında “önce vatan”, vatan
olmadan diğer başka şeylerin de olamayacağı düşüncesini hep savunduğu gözlemlenmektedir. 1978 yılında Yeni Devir
gazetesinde “Düşüncenin Vatanı” (Özel, 2009b: 236) başlıklı yazısında Türkiye’de okumuş insanlar arasında “müşahhas
bir vatan duygusundan, mücerret bir vatan duygusuna” doğru, olumsuz bir eğilimin olduğuna dikkat çekmekteydi. “Vatan”
kavramının okumuş veya solcu çevrelerde aksesuar malzemesi mesabesinde değerlendirildiğini; ancak daha vahim olanın
Türkiye’de Müslüman çoğunluluğun da “üzerinde yaşadıkları toprak ile kendi mevcudiyetleri arasındaki irtibatı yeterince
kavramadıklarından” sürekli şikâyetçi olduğu, metinlerinde gözlemlenmektedir. Bu düşüncesini, 1984’te yazdığı “Zor
Zamanda Konuşmak” kitabında da sürdürdü. O, Türk aydınının ideolojik propagandanın etkisinde kalarak “soyut vatan
duygusu” kavramını geliştirdiğini ileri sürmektedir(Özel, 2009a: 35). Bu çerçevede Özel’in en temel eleştirisini ve bu
223
AYTEKİN
toprakların nasıl vatan kılındığına dair düşüncelerini 1995 yılında Milli Gazete’de yayımladığı, “Bir Vatanı Hak etmek”
başlıklı yazısında görmek mümkündür:
“Türkiye ne sularla ne de sıra dağlarla çevresinden ayrılmış bir ülke değil, Tabii sınırlarının
temel taşı olabilecek sıradağları da yok, Medeniyet karşı “kültür” da üretmedi Türkiye,
Topraklarını vatan kılmak için şehitlerinden başka hiçbir tutamak noktasına başlangıç yerine,
sınır çizgisine sahip değil. Vatanı savunmak, vatanı geliştirmek için şehitlerin bize hediye
ettiklerine neler eklediğimiz yani, onların çabaları doğrultusunda neler yaptığımız bu toprakların
ne kadar vatanımız olduğunu belirleyecek. Eğer şehitlerin istikametinde bir şey yapmamışsak
buraların bizim vatanımız olduğunu ne yâre, ne ağyâre gösteremeyiz”(Özel, 2010d: 73)
Şehitlerin, bu toprakları Hıristiyan Roma’yı gerileterek kanları pahasına “dâru’l-İslâm” yaptığını ve bu sebeple bu
toprakların birilerinin vatanı olduğunu vurgulayan Özel, aynı şekilde, bu topraklar Dâru’l-İslâm kaldığını, dâru’l-İslâm
vasfını kaybetmediği için İstiklâl Harbinin başarı ile neticelendiğini ileri sürmektedir. Ona göre, 1922’de Sakarya Meydan
Muharebesi’nin kazanılmasıyla beraber, bu toprakların Türk vatanı olduğu bir kez daha tasdik edildi. Yani Sakarya
Meydan Muharebesi’nin kazanıldığı gün, bu toprakların “Türkiye” adından başka bir adla adlandırılamayacağının kanla
yazıldığı gün olarak görülmektedir. Bir bakıma Özel; eğer Sakarya Savaşı’nı Türkler kaybetseydi, bu toprakların Türkiye
olarak anılmayacağını iddia etmektedir. Bu toprakların Dıyar-ı Rum olarak değil, Türk toprakları olarak adlandırılmasının
veya buraların mana kazanmasının sebebi Türklerin tarihte aldıkları tarihi roldür(Özel, 2015:161).
Özel, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir İslam Devleti olarak ancak kurulabildiğini, hatta Birinci Mecliste bazı bölge
milletvekillerinin bölge ismi ile anılmasını da “İslami” olanın tercih edilmesine bağlamaktadır. Kürdistan mebusu tabirini,
Ermenistan ismini kullanmamak, Lazistan Mebusu tabirini de Rum Pontus tabirini kullanmamak için bilinçli olarak,
buraların bir “Dar’ül İslam” beldesi olduğunun vurgulanması için İslami olanın seçildiğini iddia etmektedir. Bugün bu
topraklarda bir Türk, Türkiye varlığından söz edilebiliyorsa, bunu Cumhuriyetin İslami olanı tercih etmesine
bağlamaktadır. Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında İslami olanın seçilmesinin stratejik önemini bu kadar öne çıkaran Özel,
İstiklal Marşının gösterdiği hedeflerin rafa kaldırılması ve İslami olan her şeyin bu topraklardan silinmesi yönündeki
modernleştirme politikalarına söz gelince Cumhuriyet elitlerinin tercihlerini aynı kararlılıkla İslami olana
bağlayamamaktadır. Bu durum, sadece Cumhuriyet elitlerinin bir çelişkisi olarak mı görülmeli, yoksa ulusal/Türk vurgusu
ağır basan Müslüman aydınların bazı sorunları bir şekilde göz ardı ettikleri şeklinde mi yorumlanmalı? Sorusu dikkatlerden
kaçmamalıdır. (Özel, 2010b: 183).
Alışıla gelen düşüncelere yatkın zihinleri tedirgin edecek bir eda ile Özel, şaşırtıcı bir biçimde İslamın bu topraklarda bir
daha dirilmemesi, parlamaması için 1973 yılından itibaren Türkiye’de “Siyasal İslâm’ın” bir bakıma “pseudo bir İslam”
olarak icat edildiğini, böylelikle Türkiye’de ısmarlama Müslümanların önünün açıldığını ileri sürmektedir. Batılılaşma
illetinin Türklerin, kimin ısmarlama Müslüman olduklarını teşhis etmelerine engel olduğunu ifade eden Özel; Türklerin
birbirlerini taşıyabilme, yüklenip götürme, böylelikle istiklale kavuşma azminden uzak kaldıklarını belirtmektedir. Söylem
üretmede mahir olan batılı çevreler, batının keşif kolları ya da Türk düşmanları; hemen ve derhal İslâm’ın Türklükle,
Türklüğün de İslâm’la bir arada bulunamayacağı tezlerini icat edip, buna uygun çevreler aracılığı ile bu tezleri yürürlüğe
koymaya başladıklarını ileri sürmektedir. Oysa bu topraklar niçin ve nasıl vatan olduğu sorusu sorulduğunda, sözü
dolandırmadan Özel’in verdiği cevap: “ Türkiye, Daru’l İslam olduğu için vatandır”(Özel, 2010c: 127).
Özel, “Türk” ile diğer milletler arasındaki farkın gittikçe ortadan kalkması meselesinin sadece “din ve dil” ile sınırlı
kalmadığını, toplumsal hayatın birçok alanı müdahaleye açık bırakılacak şekilde oluşturulduğunu ifade etmektedir. Ona
göre, kapitalizm sadece egemenlik ilişkileri oluşturarak uluslar arası bir denetim mekanizması üretmediğini, aynı zamanda
ulus içinde de işlerin “para” ile görüldüğü bir gayri ahlaki mekanizma üreterek toplumsal dokuyu tahrip ettiğini ileri
sürmektedir. Bu önermeler ışığında şu şaşırtıcı iddiayı ileri sürmektedir: Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş dönemindeki
devrimlerle kaportasını, 24 Ocak kararlarını uygulamakla 1980’den sonra motorunu, 2000’den sonra da hız yapmak için
tekerlerini değiştirdiğini ve bütün bu değişimlerin dünya sistemi tarafından dayatıldığını iddia etmektedir. Bu dayatmaları
uygulayacak veya daha iyi yürütecek partilerin önünün açıldığı bir mekanizmanın varlığını imleyen Özel, İslamcı, solcu
veya milliyetçi denilen kesimler veya partiler arasında, bu bakımdan pek farkın olmadığını da beyan etmektedir (Özel,
2011b: 83-85). Bütün bu açıklamaların “vatan” ile doğrudan irtibatlı olduğu, çünkü kapitalizmin bir şekilde uyguladığı
programlarla; vatan, millet, din veya ahlaki değer gibi kavramların küre üzerindeki geçerliliğini tahrip etmek suretiyle
bütün bireyleri kendisine açık, korunaksız, savunmasız tüketim öznesi ya da kölesi haline getirmektedir. Bu durum gittikçe
tüketilen nesneler bakımından Müslüman Türk ile gâvur arasındaki farkın kapanmasına kadar genişlemektedir. Bütün
bunları, dünya sistemi tarafından yönetilmesi kolay özneler oluşturma bakımından, düzenli işleyen bir çarkın sonucu olarak
yorumlamayı Özel’in bize önerdiğini söylemek yanlış sayılmamalıdır. Sonuç olarak “önce vatan” diyenlerin de dikkat
çektiği gibi, “vatan” sahibi olma bilinci ne kadar gelişirse dünya sisteminin bu topraklar üzerindeki emelleri o kadar
hüsrana uğrar. Çünkü “mütehakkim zihin çevresi” veya kapitalizmin “keşif kolu” önce zihinleri, sonra da bedenleri kontrol
ediyor. Kontrol mekanizmalarının dışına çıkmak, yeniden istiklale ulaşmak için özü gür bir zihne, zihniyete sahip olmamız
şart.
224
ULUSLARARASI ALANYA İŞLETME FAKÜLTESİ DERGİSİ 8/2 (2016)
İsmet Özel, “bu topraklarda Müslümanın sözünün geçmesini esas alarak yaptığı analizde”, Osmanlı Devleti’nin 1839
yılında Tanzimatla birlikte bir İslam devleti olmaktan çıktığını; buna karşılık Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 yılında bir
İslam devleti olarak kurulduğunu ve 1923 yılında “1921 anayasasının” yani Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nun 2. maddesinin
“Türkiye devletinin dini, dini İslam’dır” şeklinde değiştirildiğini iddia etmektedir. Ancak daha sonra “asker kaçakları ve
oturaklılar” diye vasıflandırdığı bazı kimselerin yönetimi bir şekilde ele geçirdiklerini ve bundan sonra da, bu toprakların
bir vatan olması için şehit düşenlerin hedeflerinden, özellikle İstiklal Marşının gösterdiği hedeflerden farklı, hatta ters
politikaların uygulanmaya konulduğunu imleyen açıklamalarda bulunmaktadır. Türkiye topraklarının Türklerin vatanı
olmasında İslam dininin belirleyici olmasına rağmen; “Cumhuriyetin ilânından beş yıl sonra Türkiye’de, Türkçe’nin Latin
alfabesi işaretleriyle yazılacağı hükmünün esas kabul edildiğini, Anayasa’da “Türkiye Cumhuriyeti devletinin dini, “din -i
İslâm’dır” ibaresi ile “İslam alfabesini” birlikte kaldırdığını ileri sürmektedir. Özel’in metinlerinde yoğun imgeler,
metaforlar kullanılarak okuyucuda “anlamın” canlanması veya karşılık bulması şeklinde bir yazı tekniğinden söz edilebilir.
Bu sebepten, Özel’in metinlerinde çok net ifade edilmese de “asker kaçakları ve oturaklılar” olarak ifade edilen kişilerin,
dünya sistemi yörüngesinde/gölgesinde Türkiye’de modernleşme politikalarını, “Türkü” Türksüzleştirme şeklinde
yürüttüklerini yorumlamak mümkündür. Oysa Özel, ısrarla biz bu toprakları müslüman olduğumuz için vatan kılabildik,
istiklal savaşının kazanılma şartı müslümanlığımızdır. Bir bakıma, müslümanlık Türk milletinin elinden alındığı zaman bu
toprakların vatan olarak savunulabilme ihtimali ortadan kalkar. Bu sahici anlayışın Türk milletinden, kamuoyundan bilinçli
bir şekilde uzak tutulduğu düşüncesi Özel’in düşüncesinde ağırlıklı bir yer tutmaktadır(Özel, 2010a: 414). Özel’in
yorumuyla Batılılar için İslamdan ayrı düşünülmeyen Türkler, “Zehir Türkler” ya da “Konuşulmaz Türklerdir.” Oysa
onlar için İslamdan uzaklaşmış Türkler, “lokum Türklerdir”, tadına doyum olmaz bu Türklerin.
Özel’in dünya sistemi karşısında vatanı savunma konusunda nöbet yerini değiştirmediği ve hep “vatanı koruma nöbeti
tuttuğu” tezi bu çalışmanın da temel tespitlerindendir. Özel 1965’te henüz 21 yaşında iken yazdığı imge yoğunluklu
“Partizan” şiirinde “…ölünce bir partizan gibi ölmeliyim… Çocuklar aşkına berrak bir gökte savaşmak... Azgın bir gebelik
halinde…1967 Sevgilim Hayat Şirinde, …Uzak Asya’dan çekik gözlerimiz, küba’da kıvırcık sakallarımızla savaşmasak,
güm güm vurur mu kömürün kalbi kozlu’da Ke San’da, kandehar’da ümüğüne basılır mı vahşetin…” dizelerine yer
vermektedir. Şairler için dizeyi yazmak yeterli olsa da bilimsel faaliyette bulunanlar için anlamı belirginleştirmeye ihtiya ç
vardır. Elbette bazı nesnel ölçülerle, şair bu dizelerde şunu anlatmıştır sığılığı ile şiir açıklanmaz… Ancak şairin şiir
dışındaki yazıları ve şiirleri hakkında yazdığı “şiir okuma kılavuzu” bize bir nebze de olsa bu dizeleri aşağıdaki gibi
anlamlandırma imkânı vermektedir. Bu dizelerde işaret edilen ve ümüğüne basılması gereken bir “vahşet” sözkonusudur.
Bu vahşetin kaynağı “tek dişi kalmış canavar”dan farklı değildir. Farklı coğrafyalarda ayrı şehirlerde sözü edilen vahşeti
durdurmak ve o vahşetin ümüğüne basmak için bir savaş veya mücadeleye vurgu yapılmaktadır. Dünya sistemi veya
kapitalizm denilen ve tarihte Türke/Müslüman karşı oluşan bu düzene karşı İsmet Özel’in mücadelesi, tepkisi kesintisiz
devam etmiştir. 70 yaşını geride bıraktığı hayatının her döneminde “darül İslam” olduğu için vatan olabilmiş bu topraklara
dair milli duruşu hep agah kalmıştır. 70 yaşında bile konferanslarında veya şiir programlarında sahneye çıktığında giydiği
tişörtünün üstünde “Amerikalı olmadım, asla olmayacağım” yazısıyla çıkmaktadır. 20 li yaşlardaki genç aktivistlere
yakıştırılabilen bu tavrın O’nun gerek 21 yaşında iken yazdığı “Partizan” şiirinde ve gerekse 2015’te yazdığı “Türk
Olmadıysan Oldun Amerikalı” kitabında hep aynı şarkıyı terennüm ettiği ve nöbet yerini hiç terketmediğinin ıspatıdır.
Özel’in bu bağlamdaki fikirlerinin değişmediği konusunda benzer bir tespiti, Modern Türkiye’de siyasi Düşünce serisinin
İslamcılık bahsinde, Yasin Aktay da yapmaktadır(Aktay, 2014:794). Ancak, Aktay makalesinin hâkim görüşü itibari ile
“bütüncül ve tutarlı” bir İsmet Özel portresinin imkânsız olduğunu ileri sürmektedir. Aktay’ın bu tespitine katılmamakla
beraber çalışma sınırlılığından bir iki noktaya değinmekle yetinilecektir. Modern dünyada yazdıkları ile yaşadıkları
arasındaki uyum bakımından çok az insan veya entelektüel İsmet Özel’in işkâl ettiği onurlu pozisyona sahiptir. Kirletilmez
bir inatla dönen dünyaya, son Peygambere kulak vererek ona, “alçak dünya!” dediği günden beri dünyaya tamahkâr bir
alıcı gözle bakmadığının kaydını, Onun hayatı tutmaktadır. Hayatı ile yazdıklarının ayrı düşünülemeyeceği, Onun
savunduğu ilkeleri Gelileo gibi bilimsel bir tavırla sonradan vazgeçebileceği şeklinde değil; Sokrates, Bruno gibi hayatı
pahasına savunduğu, bu sebeple vahiy almış gibi konuştuğu ve ilkelerinden vazgeçmeyi en hafif ifade ile ölmek olarak
telakki ettiği görülmektedir. Kendisine dair en sahici dili şiirde bulmasının yanında hesabın “ahlak” ile Allaha verileceğini,
en üstün ilke olarak ahlakı hayatının her aşamasında savunduğu, bu çerçevede birçok araştırmacının onda gördüğü ya da
tutarsızlık sandığı şeyin, “konu, yöntem ve uslup” ile ilgili olduğunu, görünüşte/yüzeyde Özel’in değiştiği söylense de;
temelde, esasta hep aynı kalan sabitelerinin olduğunu söylemek mümkündür. Bu durum bir bakıma takımada metaforunda
olduğu gibi, yüzeysel bakıldığında her tarafı suyla çevrili birbirinden bağımsız adalar olarak görünen tepeciklerin, suyun
çekilmiş hali düşünüldüğünde aynı dağ zemininde durdukları anlaşılır. İsmet Özel’in hangi dönemi kazınırsa kazınsın
karşılaşılacak manzara esasta aynıdır. M. Akif, Nurettin Topçu ve Sezai Karakoç’un şahsında da temsil edilen ahlaki
tutarlılğının yanında siyasi ve kültürel olarak milli/islami bir çizgi, takımada metaforundaki dağ silsilesi gibi Özel’in
1970’den günümüze değin her döneminde en kalın düşünce damarı olarak görülmektedir. Hak edilmiş bir vatan olarak
Türkiye üzerindeki titizliği, onu bir dönem sosyalist daha sonra İslami ve en sonunda aidiyet bağlamında Türklük/milli
düşünceden bir istiklal ışığı, filizi yükseltir ümidi ile yakınlaştırmıştır. Bu minvalde Özel, kendisinin sosyalist olma sebebi
ile Müslüman olma sebebini aynı şarta bağlamaktadır(Özel, 2010c: 53).
Özel’in dünya sistemi veya kapitalizm üzerine yazdıkları dolayısıyla, bazı İslamcı sosyologlar tarafından “komplocu
yaklaşım”, “komplocu düşünce” olarak nitelendirilmektedir(Aktay, 2014:793). Elbette böyle bir tespite Özel’in kişilik
özellikleri, bazı akedemik çalışmalarda Sokrates ile kıyaslanacak kadar Filozof(Öztürk, 2015: 42). Türk dilinin şiir
225
AYTEKİN
imkânını zirvede temsil eden bir şair ve konuşurken “vahiy almış bir üstat” edası ile konuşması gibi zıtlıkları içinde
barındıran hususiyetler buna imkân tanımaktadır. Ancak bütün bu hususiyetlerin yanında, Sokrates’in kendisine “Atina’nın
at sineği” yakıştırmasına benzer bir tutumu Özel’in gerek dünya üzerinde kurulu sistemden beslenen aydınlara ve gerekse
Türkiye içinde verili/kurulu düzenden fayda temin eden her cenahtan aydına yönelik sert eleştirilerinin, ahlak kılıcını
elinden bırakmamasının, de etkili olduğu düşünülmektedir. Bu bağlamda, Özel, Türkiyede solcu geçinenlerin sosyalist bir
dönüşümün, Müslüman geçinenlerin de İslami bir dönüşümün imkânlarını tamamen yok ettiğini, metinlerinde
konuşmalarında sıkça vurgulamaktadır(özel, 2015:160). Dahası 2000 den sonra yazdığı Türklük ve aidiyet konusundaki
metinlerin çoğunda Türkiyede siyasal islamın dünya sistemi yörüngesinde geliştiği tezi ve siyasal iktidarın sunduğu tüketim
imkânlarına sonradan ulaşan, pahalı zevklerin sahibi, siyasal İslamcı şehir ehalisine yönelik, “İslami hareket pastanın
peşinde” gibi sert eleştirilerinin etkili olduğu düşünülmektedir(Özel, 2010c: 51). Bu “komplocu düşünce” etiketinin İsmet
Özel’e yakıştırılması, Onun sosyalist düşünceden İslami düşünceye geçiş döneminde sol çevrelerin eleştirilerine karşılık
yazdığı düşünülen,…Boynumda bana yargı yükleyenlerin utançlarından yapılma mücevherler…, dizesini
hatırlatmaktadır(Özel, 2011b: 222).
4.
SONUÇ
İsmet Özel’de “Vatan” fikrinin ne kadar önemli olduğu şu motto deyişler net açıklamaktadır: Bazı filozofların bir olgunun
önemini vurgularken kullandıkları, “Dünya tarihi sınıfların çatışması veya dinler tarihidir”, gibi önermelere benzer biçimde
Özel bir şair edasıyla; “Âdem Aleyhisselam’dan bu yana dünya tarihinde istikamet tayin edici iki benzersiz hadisenin
olduğunu söylemektedir. Bunlardan birincisi, “Kur’an-ı Kerim’in nazil olması”, ikincisi de “Türklerin bir vatan sahibi
olması” olduğunu ifade etmektedir. Bu motto düşünceler, Özel’in Türklüğün başlangıç yeri olarak izah ettiği ve benim de
başka makaleye konu ettiğim “Dırar Mescidi” hadisesinde anlatılanlarla doğrudan ilişkili olduğu kayda geçmelidir.
Türkiye eğer tarihin herhangi bir evresinde bir millet olmuşsa veya olabilmiş ise; bu ancak Türklerin müslüman olmaları,
İslam Dini ile mümkün olabilmiştir. Buna benzer bir durum Türkiye denilen toprakların, Türklerin/müslümanların vatanı
olması için de geçerlidir. Gelecekte de bu toprakların vatan olma şartı aynı sebebe bağlıdır.
Özel’in metinleri dikkatle incelendiğinde Onun, Türk ile İslam arasındaki bağı zayıflatmaya dönük, İslam’ı dışlayan
milliyetçiliklerin Batı’nın, yani Türk düşmanlarının hedeflerine hizmet anlamına geldiğini ileri sürdüğü görülecektir. Bu
çerçevede cumhuriyet dönemi ile gündemimize giren radikal modernleşme politikalarına şüpheci bir gözle bakmaktadır.
İstiklal Marşının önerdiği ve İstiklal savaşının kazanılması ile perçinlenen, İslamın siyasal bir organizasyon ve askeri bir
güç olma halinin bu topraklardan silinemeyeceği düşüncesi, Cumhuriyet elitlerince istiklal marşının önerdiği hedeflerin
rafa kaldırılması sonucu tanzimattan bu yana kazanılan yegane imkanın da heba olmasına sebep olmuştur.
O, birçok kişinin alışılagelen fikirlerini, bilgilerini ters yüz edercesine şu tespitlerde bulunmaktadır: Özgürlüğü temsil
eden ve bugün hala dalgalanan bayrağımızın bu topraklarda kazanıldığına işaret ederek, Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığını
cumhuriyet dönemi devrimleriyle izah edilemeyeceğini, Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığını, ancak İstiklal Harbi ile izah
edilebileceğine dikkat çekmektedir. Ona göre, hiç kimse “Atatürk devrimleri olmasaydı Türkiye de olmazdı”
diyemeyeceğini, herkesin “İstiklal Harbi olmasaydı Türkiye Cumhuriyeti olmazdı” demek mecburiyetinde olduğunu, bunun
aksinin telaffuz bile edilemeyeceğini ileri sürmektedir. Özel, Türkiye’deki insanların veya eli kalem tutanların, hangi
cenahtan olursa olsun sözbirliği içinde dolma yutmuş gibi; “İslam’ın, Türk’ün bu topraklarda kalıcı olması için ne kadar
mühim olduğu gibi bir bilgiyi, göz ardı ettiklerini ve bunu büyük ölçüde dünya sisteminin lehine, belli programların
neticesi olarak yaptıklarını iddia etmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin kurucu iradesinin “İstiklal Marşı” olduğunu, laiklik
gibi ilkelerin Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan çok sonra (1937) gündeme geldiğini, bu bakımdan bu ilkelerin kurucu
ilkeler sayılmaması gerektiğini savunduğu görülmektedir.
Özel, her fırsatta İslamın Türk toplumunun başat kültürü olduğu veya Türkiye toplumunun en temel kültür dokusunun
islama dayandığını ifade etmektedir. “Türk ve İslamı birbirine karıştırmamak lazım”, bağlamında ifade edilen
düşüncelerin, Türkleri rahat bir şekilde hakimiyetleri altına almak isteyen batılı güçlerin ürettiği, zihin karıştırıcı söylemler
olduğunu, Özel’in metinlerinden yorumlamak mümkündür. Özel’in tezlerine göre, Bu toprakların Türk vatanı olmasında
gerek Roma hristiyanlığının gerileterek gerekse yedi düvele karşı verilen İstiklal savaşında, başarılı olmanın en temel
motivasyon kaynağı İslam dinidir. Gelecekte de bu toprakların Türk/müslüman vatanı olmasının aynı şarta bağlı olduğunu,
bu durumun aynı zamanda millet ve aidiyet konusunda stratejik bir mesele olduğunu Özel, her fırsatta dile getirmektedir.
Bunun yanında Özel, Türklerin müslüman oldukları için tarih sahnesinin en görünür yerinde yer aldıklarını, batı merkezli
dünya sisteminin veya kapitalizmin yayılması önünde sed olduklarını; bu seddi aşmak yada Türkün tarihte doldurduğu
boşluğa itiraz sonucu bugün batı medeniyeti dediğimiz bir oluşumun ete kemiğe büründüğü gibi önermelerin, Özel’in temel
tezleri olduğunu tespit etmek mümkündür. Bu önermeler başka ifadelerle şöyle dile getirilebilir. Türklarin/müslümanların
olmadığı bir modern Avrupa Tarihi yok hükmündedir. Bu bakımdan Türk unsuru dikkate alınmadan Avrupa tarihi
yazılamaz, gibi iddialar Özel’in bir çok konuşmasında tekrar edilen düşüncelerdir.
Özel’in genel başkanlığını yaptığı İstiklal Marşı Derneği’nin temel tezlerinin (aforizmalar) ifade edildiği bölümde, “diline
doladığıdır-10” da şu düşüncelere yer vermektedir: “İstiklâl Marşı, “eğer Müslüman vasıflarına sadık kalırsa, Türk Milleti
226
ULUSLARARASI ALANYA İŞLETME FAKÜLTESİ DERGİSİ 8/2 (2016)
tarihten silinmeyecek” diyor. Biz, 'ideolojimiz İstiklâl Marşı'nın ideolojisidir' diyor ve sual ediyoruz: 'Seninki ne?” Özel’in,
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesi, ideolojisi olarak İstiklal Marşını önerdiği açıkça görülmektedir. 12. aforizmada
“İstiklâl Harbi, bize Tanzimat’ta yutturulan, gayri müslimlerle eşit olma dolmasını kusuyoruz, biz gayri müslimlere olan
üstünlüğümüzü alenen gösterip tekrar dünyaya kabul ettirmek istiyoruz' diyen insanların başarısıdır.” Özel, ömrünün her
kesitinde, bu hususiyetinin teminatını nimet bilip kaderini güler yüzle karşıladığını ifade ederek, kırk yaşına varıncaya
kadar intiharı, bu dünyayı hepten terk etmeyi hiç aklından çıkarmadan yaşadığını ve keşke dünyanın bir başka yerinde
olsaydım düşüncesini bir gün bile aklından geçirmediğini ifade etmektedir. Ekmeğiyle suyuyla vatanında, kendi insanları
arasında olmanın, bu dünyada bulunmanın en iyi hissini kendisine verdiğini beyan ederek, kendisi için ait olduğu yere
mensup olmaktan daha iyisi yoktu, diyerek vatan üzerindeki hassasiyetini, titizliğini dile getirmektedir.
Özel’in hayat macerası için çoğu Aydının, O’nun hakkında iddia ettiği gibi “değişim” kavramının değil, “duruş”
kavramının merkezi yer tuttuğunu, kendisinin aynı yerde durduğu ve nöbet yerini değiştirmediği tespiti rahatlıkla
yapılabilir. Bu bakımdan bilhassa özgür bir vatan sahibi olmanın önemi konusundaki hassasiyetinin, gerek sosyalist iken
gerek ihtida ettiği dönemde ve gerekse 2000 li yıllardan sonra üzerinde yoğunlaştığı millet, aidiyet meselesinde Özel’in
düşüncesinin değişmediği, öneminin hiçbir dönem azalmadığı görülmektedir. Özel’in düşüncesi, duruşu için en rahat
yapılabilecek tespit: onun her üç dönemde de dünya sistemi veya kapitalizm denilen oluşum karşısında her daim milli bir
duruş sergilemiş olmasıdır. O, bu durumu, “nöbet yerimi hiç terk etmedim, hep aynı şeyi söyledim” şeklinde ifade
etmektedir.
KAYNAKÇA
KOLCU, A. İhsan, (2009), İsmet özel’in Poetikası, Erzurum, Salkımsöğüt, Yayınları
AKTAY, Y. – ERTAN, Ö., (2014). İsmet Özel: Dostların Eşiğinde Diaspora, İstanbul, İletişim Yayınları.
AYTEKİN, A. (2014). Ulus-Devlet ve Küreselleşme Bağlamında İsmet Özel’in Toplum, Millet ve Vatan Tasavvuru,
(Yayımlanmamış doktora Tezi), Isparta: SDÜ
ERSOY, M. Akif, (1993). Safahat, İstanbul, Huzur Yayın-Dağıtım.
ÖZTÜRK, F. (2015). Sokrates ve İsmet Özel, Ankara, Harf Yayınları.
KAZGAN, G. (2009). Küreselleşme ve Ulus-devlet Yeni Ekonomik Düzen, İstanbul: Bilgi Üniv. Yayınları
KEYDER, Ç. ( 2003). Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İstanbul: İletişim Yayınları.
MARDİN, Ş. (2012). “Türk Modernleşmesi Makaleler-4”, İstanbul: İletişim Yayınları.
KOÇAK, C. ( 2010). Geçmişiniz İtina İle Temizlenir, İstanbul: İletişim Yayınları.
MERİÇ, C., (1993), “Sosyoloji Notları Ve Konferanslar”, İstanbul, İletişim Yayınları.
ÖZEL, İ., (2009a), Zor zamanda Konuşmak, İstanbul, Şule Yayınları.
ÖZEL, İ., ( 2009b), Bileşenleriyle Basit, İstanbul, Şule Yayınları.
ÖZEL, İ., (2010a), Toparlanın Gitmiyoruz I, İstanbul, Ebabil Yayınları.
ÖZEL, İ., (2010b), Toparlanın Gitmiyoruz II, İstanbul, Ebabil Yayınları.
ÖZEL, İ., (2010c), Toparlanın Gitmiyoruz III, İstanbul, Ebabil Yayınları.
ÖZEL, İ., (2010d), Evlenseydik Boşanacaktık, İstanbul, Şule Yayınları.
ÖZEL, İ., (2010e), "VE‟L – ASR", İstanbul, Şule Yayınları.
ÖZEL, İ., ( 2011a), Henry Sen Neden Buradasın II, İstanbul, Şule Yayınları.
ÖZEL, İ., ( 2011b), Erbain, İstanbul, Şule Yayınları.
ÖZEL, İ., ( 2015), Türk Olmadıysan Oldun Amerikalı, İstanbul, TİYO Yayınları.
SARGUT, A. S., Özen, Ş.(2007). Örgüt Kuramları, Ankara: İmge Kitapevi Yayınları
ŞAYLAN, Ş., (2002), Postmodernizm, Ankara, İmge Kitapevi.
TOPÇU, N., (2010), Bütün eserleri 10, Mehmet Akif Ersoy, İstanbul, Dergah Yayınları.
WALLERSTEİN, I.(2005). Modern Küresel-Sistem, İstanbul: Pınar Yayınları.
WALLERSTEİN, I.(2012). Tarihsel Kapitalizm Ve Kapitalist Uygarlık, İstanbul: Metis Yayınları.
Elektronik Kaynaklar
ÖZEL, İ., (2007, Haziran 09), “Kâfirden Kaçırılmış Metin: “İstiklal Marşı”,
http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/
ÖZEL, İ., (2008,Ağustos,16). "İstiklâl Marşı: Abide Milletin Kaidesi"
http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/
ÖZEL, İ., (2009, Mayıs 19), “Türkiye Niçin Vatan?”
http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/
ÖZEL, İ., (2009,Aralık,05). "Milli Pazar Olmadan, Milli Birlik Olmaz"
http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/
ÖZEL, İ., (2010,Şubat 06), “Harç Bitti Yapıya Devam”
http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/
ÖZEL, İ.,(2010,Kasım,10). “Uçbeyi? Uç Uç Böceği? Türksüz İslam Kimin Neyi.”,
http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/
ÖZEL, İ., (2010, Nisan 10), Hududu Aşmak, Hududu Korumak”
http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/
227
AYTEKİN
ÖZEL, İ., (2010, Mayıs 20), “Önce Millet Olduğumuzu Ortaya Koyalım”,
http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/
ÖZEL, İ., (2011, Ocak 29), “Ne Kaçaklara, Ne Oturaklılara Marş Gerektir”,
http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/
ÖZEL, İ., (2011, Mart 12), “İstiklâl Marşı‟nın Hayatımızdaki Yeri”,
http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/
ÖZEL, İ., (2012, Mart 17),“Bereketsiz İhanetler",
http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/
ÖZEL, İ., (2012, Mart 31), “Tapon Mallara Para Kaptıranın Anası Ağlasın”,
http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/
228
Download