ÜNİTE ÜNİTE

advertisement
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
DİN, TASAVVUF VE EDEBİYAT
İLİŞKİSİ
•
•
•
•
•
Din
Dinin Kaynağı
Din ve Edebiyat
Tasavvufun Kaynağı
Tasavvuf ve Edebiyat
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
Prof. Dr. Süleyman ÇALDAK
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İnsanların neden tanrıya inandıklarını
kavrayabilecek,
• Din ile edebiyat ilişkisini anlayabilecek,
• Tasavvufun çıkış ve gelişim sürecini
öğrenebilecek,
• Tasavvuf ile edebiyat ilişkisini
kavrayabileceksiniz.
ÜNİTE
ÜNİTE
11
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
GİRİŞ
İnsanlık tarihinin en eski kurumu dindir. Din veya dinin yerine ikame edilen
mistik anlayışlara sahip olmayan toplum neredeyse yoktur. Din ve tasavvuf aynı
şeyler değildir; ama biri diğerinden ayrı da düşünülemez. Bunların her biri aynı
hakikatin bir yüzünü temsil eder. Din; zahirî (egzoterik), tasavvuf ise bâtini
(ezoterik) bir mahiyet arz eder.
Din ve bâtini öğretiler kadar eski bir kurum da edebiyattır. İlk edebî ürünlerin
dua ve ibadetlere dayandığı kabul edilir. Edebiyat, aynı zamanda din ve tasavvufun
dile getirilmesi, tebliği ve aktarılması için kullanılan en etkin araçtır. Edebiyat, bir
yandan din ve tasavvuftan beslenirken, öte taraftan da dinî ve tasavvufi düşünüş
ve yaşayış biçimini besler.
DİN
Din; insanın Tanrı, evren ve insanlar karşısındaki konumunu belirleyen,
onlarla olan ilişkilerini düzenleyen kurallar bütününe verilen addır. Dolayısıyla din
insanla var olmuş ve onunla devam ede gelmiştir. İnsanlık tarihi boyunca içinde
bulunduğu dönem, toplum ve coğrafyaya göre çeşitlilik arz eden dinler, toplumun
her davranışına kök salmış en etkili kurumlarından biridir.
Dîn, (d.y.n.), Arapçada “deyn” kökünden türemiş mastar ya da isim olarak
kullanılan bir kelimedir. “Ceza, karşılık, âdet, örf, inkıyat, hâkimiyet, saltanat,
millet, şeriat vb.” anlamlarda kullanılan din kelimesinin terim anlamı, Tanrı’ya,
doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren ve
bu nitelikteki inançları, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde düzenleyen
değerler bütünüdür.
Kuran’da din kelimesi, üçü kelimenin ayrı türevi olmak üzere doksan iki defa
geçmektedir. Bu kelime Kuran’da genellikle “yönetme, yönetilme, itaat, hüküm,
tapınma, tevhit, İslam, şeriat, hudut, âdet, ceza, hesap ve millet” anlamlarıyla
karşımıza çıkar. Surelerin nüzul kronolojisi çerçevesinde “din” kavramının, değişik
anlamlara delalet etmiş olması dikkat çekmektedir.
Kuran’da, din genel anlamıyla bütün inanç sistemlerini de ifade edecek
şekilde kullanılmakla beraber, özel anlamda “din” kavramıyla kastedilen
İslamiyet’tir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
“Kim, İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla
kabul edilmeyecek ve o, ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 3/85)
“…İbrahim’in, Allah’ı bir tanıyan dinine tabi olan kimseden dince daha güzel
kim vardır.” (Nisâ, 4/125)
“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için
din olarak İslam’ı beğendim.” (Mâide, 5/3)
Dinin Kaynağı
Ruh ve bedenden mürekkep insan, yaratılışı itibarıyla dine muhtaçtır. Ruhi
melekeleriyle oldukça gelişmiş, derin ve karmaşık bir yapıya sahiptir. Bu yüzden
insan, evrende görünen ve görünmeyen her şeye, hatta fizik ötesi âlemlere ilgi
duyar. Fiziki yapısı bakımından oldukça mükemmel bir mekanizmaya sahip
olmasına karşın, diğer canlılara göre daha savunmasız ve donanımsızdır. Diğer
canlılar hayatlarını sürdürebilmek için az şeye ihtiyaç duyarken, insan neredeyse
var olan her şeye muhtaçtır.
Maddi ve manevi pek çok şeyle irtibatı bulunan, yaşamını sürdürmek için
sayısız şeye muhtaç olan insanın sahip olduğu araç ve imkânlar ihtiyaçlarını
gidermeye yeterli değildir. Diğer yönüyle, birçok tehditle karşı karşıyadır; oysa bu
tehdit edici unsurların tehlikesini savacak donanıma da sahip değildir. Bu sebeple
insan, ihtiyaçlarını görüp sesini işitecek, gereksinimlerini bilip temin edebilecek güç
ve iradeye sahip yüce bir varlığa yönelir, ondan yardım ister. Yine şu evrende insanı
tehdit eden pek çok unsur karşısında sığınacağı, dayanacağı ve güveneceği, her
şeye gücü yeten bir kudrete dua ve niyaz ile iltica etmek zorunda kalır. Tam bu
noktada tanrı kavramı ve din olgusu kendini gösterir. İnsan, umduğuna
kavuşturacak üstün bir güçten dua ile ister; korktuğundan emin edecek bir güce
niyaz ile sığınır. İnsan ruhunun derinliklerinde yer alan bu eğilimler, korku ve umut
duyguları olarak tezahür etmiştir. Bu iki duygu insanda öylesine güçlüdür ki, tarih
boyunca bütün insanların şöyle veya böyle, bir nesne, kişi ya da varlığa kutsallık
atfederek bağlanmasına sebep olmuştur.
İşte olguculuk (pozitivizm) ve maddeciliğin (materyalizm) etkisinde kalan
çağımız bilim adamları, insanın yaratılışındaki bu köklü duygulardan hareketle
dinlerin kaynağını ve gelişim sürecini evrimci (tekamülcü) teoriye göre açıklamayı
tercih ederler. Onlar; arkeolojik, antropolojik ve paleontolojik araştırmalarda elde
ettikleri bulgulara dayanarak dinlerin kaynağı hakkında farklı teoriler ileri sürerler:
Kimi, tarih öncesi toplumlarda insanların doğada muhatap oldukları bazı olay ve
nesnelerin kendi hayatlarında bıraktıkları derin izlerin etkisiyle onlara kutsallık
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
(natürizm) atfettiklerine inanır. Kimi, işleyişini kavrayamadığı olaylar karşısında,
ilkel insanların, çevrelerindeki canlı cansız her varlığı yöneten bir cevherin
(ruh/kişilik) varlığına ve özellikle ölü ruhların bedensiz varlıklarını sürdürdüklerine
olan inancın ise, atalarının ruhlarına tapınma (animizm) kültünü doğurduğunu ileri
sürer. Kimi, ilkel klanlarda insan ile bitki, hayvan vb. varlıklar arasında bir akrabalık,
ruh birliği ve özdeşliğin olduğuna inanılarak o varlıklara kutsallık (totemizm)
verildiğini ve bu inanışların bütün dinlere kaynaklık ettiğini iddia eder.
Evrimci nazariyeyi savunan bilim adamlarına göre dinler, insanların birey ve
toplum olarak benimsedikleri inançlardan ibarettir; tanrı ve dinler insan
muhayyilesinin ürünüdür. Buna göre, kendilerini tehdit eden kontrol edilemez
doğa unsurlarına bir kutsallık vererek onun şerrinden emin olacaklarına; muhtaç
oldukları unsurları da kutsallaştırarak umduklarına ulaşabileceklerine inanmışlardır.
İlk çağlardan günümüze, insanlar, içgüdüsel olarak kutsallaştırdıkları şeylerin
etrafında oluşturulan hurafe, asılsız inanç ve kabuller kendilerinin kültür ve
bilinçlerinin takip ettiği çizgiye paralel bir gelişim ile tek tanrılı inanca ulaşmıştır.
Onlara göre, animizmle başlayan din, fetişizm, totemizm, paganizm, politeizm,
düalizm ve monoteizme doğru hareket eden bir evrim geçirerek günümüze kadar
gelmiştir.
Kutsal kitaplar, semavî dinlere mensup düşünürler ve İslam bilginleri, hak
dini benimseme eğiliminin insanlarda fıtri (doğal) olduğunu ifade ederler. Dinin
insanlarda fıtri olduğu Kuran’da şöyle ifade edilmektedir:
“(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah’ın fıtratına (insanları hangi
fıtrat üzere yaratmış ise ona) çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte
dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm 30/30)
İnsanlarda, her düşmanı alt edecek güce sahip “kadir-i mutlak” bir tanrıya
dayanmak, her ihtiyacı temin edecek ve sonsuz servete malik “rahim-i mutlak” bir
ilaha sığınmak şeklinde kendini gösteren bu fıtri temayül, bilim adamlarının
iddialarının aksine hak dinin varlığının bir kanıtıdır. Çünkü insanların fıtratında yer
alan bu köklü duygu, gerçek bir dinin, hak bir tanrının var olduğunu gösterir.
Nitekim dünyaya gelen her yavrunun, besin ihtiyacını karşılamak için besin
kaynaklarına yönelme içgüdüsüne ve onlardan yararlanmak için gerekli donanıma
sahip olması, dış âlemde bu ihtiyacı giderecek besin kaynaklarının varlığını gösterir.
Kimi bu dürtü sonucu ihtiyacını karşılamayacak (biberon, emzik vb.) bir nesneye
yapışır, kimi gerçek kaynağa ulaşır. Her ne olursa olsun besin kaynağına yönelme
dürtüsü, gerçek bir kaynağın mevcudiyetinin kesin kanıtıdır. İnsanlarda din inancı,
tanrıya inanma ve dayanma fıtri bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç, gerçek bir tanrının ve
dinin varlığını gösterir. İnsanların bir kısmı ancak bu gerçek kaynağa ulaşır; diğerleri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
ise, gerçeğin yerine ikame ettikleri birtakım inanç sistemlerine saplanıp kalırlar.
Yeni bazı bilimsel araştırmalarla elde edilen veriler de kutsal kitapların tezini
destekler niteliktedir. Bu veriler, evrimci bilim adamlarının dinlerin oluşum süreci
hakkında ileri sürdükleri tezlerin tam aksini ortaya koymaktadır. İnsana, yüce bir
varlığa bağlanma ve güvenme fıtratını veren Allah, onun bu ihtiyacını karşılayacak
olan inanç sistemini de vahiy yoluyla ona bildirmiştir. Yani “ahsen-i takvim” üzere
yaratılan insanlar, önce tek tanrılı “tevhit” dinine sahip idiler; daha sonra asli
kaynağından uzaklaşan bu hak din, ilk safiyetini kaybederek hurafelerle dolu “çok
tanrılı dinler” hâline dönüşmüştür. Genelde dinler, oluşum süreçlerinin başında,
mutlak kudret sahibi yüce bir varlık inancını özlerinde barındırdıkları hâlde, tarihîkültürel değişmeler sonucu politeizm, animizm vb. inançlara dönüşmüştür. Bilimsel
verilerde tevhidî dinlere ait izlerin bu muharref dinlerde hâlâ mevcut olduğunu
göstermiştir.
Semavi dinlerin sonuncusu, Hz. Muhammed (s.a.v)’in tebliğ ettiği en
mütekâmil din olan İslam’dır. O, Allah tarafından insanlık âlemine gönderilen son
ilahî kanundur. İslam, kıyamete kadar insanların ruhani ve cismani bütün
gereksinimlerine cevap verecek ve hayatlarını düzenleyecek güce sahip bir
sistemdir. İslam, telkin ettiği inanç esasları, ibadet şekilleri ve ahlak sistemi ile
insanın asli fıtratına dönüşüdür.
İnanç, ibadet, ahkam ve ahlaki değerleriyle bir bütünlük arz eden İslam
dininin dört temel kaynağı bulunmaktadır: Kitap (Kuran), sünnet, kıyas-ı fukaha ve
icma-ı ümmet.
Din ve Edebiyat
Tarih boyunca bütün toplumlarda evrensel bir olgu olarak kendini gösteren
din, insanı her yönüyle kuşatan; onun ahlak, karakter, inanç, düşünce ve
davranışlarını şekillendiren en etkin disiplindir. Kişi, iç dünyası ve dış dünyasıyla
belli değerler çerçevesinde gelişimini tamamlayarak, erdemli ve olgun bir insan
düzeyine din sayesinde ulaşır. Şu hâlde insan; yalnızlık, çaresizlik; korkular, tasalar,
hastalıklar, bela ve felaketler karşısında en büyük umut ve dayanağını dinde bulur.
İnsan, diğer insanlarla ilişkilerinde nasıl davranacağını; evreni nasıl algılayacağını ve
nasıl yorumlayacağını; Allah’a karşı sorumluluklarının ne olduğunu din aracılığıyla
öğrenir.
Toplumların tarih boyunca ürettikleri değerlerde de dinin büyük bir payı
vardır. Mimari, heykeltıraşlık, musiki, resim, edebiyat vb. güzel sanatlara ait
eserlerde; kişi ve yer adları, örf ve âdetler, hukuk ve siyaset, askerlik ve ekonomi
gibi bütün sosyal, kültürel alanlarda dinî öğe ve motiflerin izlerini görmek
mümkündür. Hatta bazı bilim adamlarına göre; mimari, heykel, resim, müzik, dans
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
vb. sanat dalları önce dinî ayinlerden doğmuş, uzun süre tamamen dinî bir etkinlik
olarak devam etmiştir. Bu güzel sanatlar, hâlen de ilhamını doğrudan veya dolaylı
olarak dinden alır, ondan beslenir ve onun etkisiyle şekillenir.
Bunu somut örneklerle açıklayacak olursak, her şeyi hikmet ve maslahat
gözeterek sanatla yaratan Hakîm ve Sâni bir yaratıcıyı kabul eden kişi, bütün
evrenin bir tasarım ve hikmetin eseri olduğunu kabul etmiş olur. Bu bakış açısı,
bütün sanat dallarında düzen, oran, ahenk ve işlevsellik gibi klasik estetik ölçülerin
geçerli olmasını zorunlu kılar. Sözgelimi; İslami dönem klasik edebiyatımızda, nazım
ve nesir bütün tür ve şekilleriyle belirlenmiş olup sıkı kurallarla disipline edilmiştir.
Vezinde uzun-kısa, açık-kapalı heceleri esas alan ritimli, ahenkli ve armonik
oluşuyla öne çıkan aruz kabul edilmiştir. Kafiyesiz şiirin olabileceği akla
getirilmemiş, kafiye de kesin kurallarla sınırlandırılmıştır. Edebî sanatlar, teorik
altyapılarıyla kesin çizgiler hâlinde ortaya konmuş ve titizlikle uygulanmıştır. Klasik
edebiyatımızdaki kaside, gazel, mesnevi, rubai vb. nazım şekillerinin; biçimleri,
içerikleri, işlevleri gibi özellikleriyle, hatta divanların içindeki hiyerarşik
makamlarıyla kurallara bağlanmış olması hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayan bu tevhit
inancının bir sonucudur. Bütün bunlar, hayatın en uç detayını oluşturan bir sanat
faaliyetinde bile dinin, ne denli köklü ve kesin etkilere sahip olduğunu gösterir.
Güzel sanatlar içinde din ile en çok irtibatlı olanı kuşkusuz edebiyattır. Zira
insanlığın ilk edebî ürünlerinin dinî ayinlere, ibadet ve dualara dayandığı
bilinmektedir. İnsanlar tanrıya yalvarırken, çaresizliklerini itiraf ederken, onu tazim
ederken, ondan bir şey isterken edebî değere sahip, şiirselliği bulunan ezgili ve
ritimli sözler kullanmışlardır.
Dinlere ait kutsal metinlerin pek çoğu aynı zamanda edebî değere sahip
metinlerdir. Özellikle İslamiyet’in kutsal kitabı Kuran’ın en önemli özelliklerinden
biri icazıdır; yani insanların bir benzerini ortaya koymaktan aciz oldukları değerde
belagat ve fesahatin zirvesini temsil eden bir üsluba sahip olmasıdır. Kuran, kutsal
kitaplar arasında edebî değeriyle en mümtaz eser olduğunu beyan etmiş, bizzat bu
yönüyle, muhaliflerine meydan okumuştur. Tarih boyunca da Kuran’ın bu mucizevi
özelliği karşısında beşer aciz kalmıştır.
İslam’dan önce edebiyat ve şiirde önemli bir düzeye ulaşmış olan Araplar,
Kuran’ın etkisiyle edebî yeteneklerini ve onun ürünü olan eserleri daha da ileriye
taşımışlardır. Özellikle Kuran model alınarak edebiyat teorilerinin temeli atılmış,
ulaşabilecekleri en üst düzeye taşınmıştır. Edebiyat dinden iki kanalla beslenir:
Bunlardan ilki, tamamen din (Kuran, hadis)den ve dinî (tefsir, kelam, siyer
vb.) ilimlerden beslenen şair/yazarların dinî heyecanlarının ifadesi olarak kaleme
aldıkları; dini öğretmek, din duygusunu ve heyecanını aşılamak amacıyla ortaya
koymuş oldukları edebî ürünlerdir. Belli bir din bilincine sahip yazar ve şairler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
eserlerini de bu doğrultuda vermeye gayret etmişlerdir. Klasik edebiyatımıza ait
konu ve türler çerçevesinde bu yazar ve şairler tarafından kaleme alınmış birçok
eser bulunmaktadır. “Tevhit, münacat, esma-i hüsna, naat, esma-i nebi, siret-i
nebi, mucizat-ı nebi, hicretname, miracname, mevlid, hilye vb.” pek çok edebî tür
tamamen dinî amaçlarla kaleme alınmış edebî metinlerdir.
İkinci olarak şunu söylemek mümkündür: Dinin edebiyatla ilgisinden söz
edilirken sadece “dinî edebiyat” anlaşılmamalıdır. Dinî bir eğitim ve kültür
ortamında yetişen şair ve yazarların düşünce dünyaları, inanç sistemleri hep dinin
etkisiyle şekillenir. Bu sanatçıların evreni algılama biçimleri, olayları yorumlama
tarzları ve insanlarla olan ilişkilerinin dinî bir perspektife sahip olması kaçınılmazdır.
Eserlerinde dinden hiç söz etmedikleri hâlde, onun dünya ve ahlak görüşünü
paylaşan, fakat dinin propagandasını yapmayan pek çok yazar ve şairin varlığı
unutulmamalıdır.
İslam kültürüyle yetişmiş şairler, kâinatta hiçbir şeyin hikmetsiz ve anlamsız
olmadığına inanırlar. Onların nazarında kâinat, hikmetle dolu bir kitaptır. Bütün
yaratılmışlar ilahî sanat eserlerini “lisan-ı hâl” ile anlatan yazılardır. Mesela,
aşağıdaki beyitlerde şairler, dinî bir duyguyu dile getirmek amacını
taşımamaktadırlar. Şair, bir olay karşısında yoğunlaşan duygularını, bilinçaltına
hâkim olan dinî bakış açısının prizmasından geçirerek dile getirir. Ancak bu, şairin
bilinçli olarak yaptığı bir eylem değildir:
Bu âlem bir kitâb-ı hikmet-endûz-ı hakâyıktır
Me’âlin her kim istihrâc ederse âferin bâdâ
Nabi
*Bu âlem, içinde hikmet barındıran bir hakikatler kitabıdır; anlamını bulup
çıkarana aferin.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
Sevâd-ı mümkinât âsâr-ı sun’ı bî-sühan söyler
Kitâb-ı kâinât esrâr-ı Hakk’ı bî-dehen söyler
Nabi
*Mümkinat (sonradan var edilenler) defteri, (Allah’ın) sanat eserlerini sözsüz bir
şekilde söyler. Kâinat kitabı, Hakk’ın sırlarını ağız olmaksızın söyler.+
Hâl-i âlem ezelî böyle perişân ancak
Kimi handân kimi giryân kimi nâlân ancak
Baki
*Dünyanın hali ezelden böyle perişandır (farklılıklar arz eden, karışık); ancak,
kimi güler, kimi ağlar, kimi(de) inler.]
Ser-â-pâ çeşm-i ibretten geçirdim nüsha-i dehri
İçinde ma’ni-i ârâma dâir bir ibâret yok
Nabi
*Felek/dünya nüshasını baştanbaşa ibret gözüyle inceledim, içinde rahatlık
ifade eder
bir ibare
bulamadım.+
Allah herkesinanlamını
rızkına kefildir;
kimse
rızkından
fazlasını elde edemez. Onun
için kanaat etmek gerekir. Allah neyi dilemişse şüphesiz o olacaktır, kimse onu
engelleyemez. Öyleyse bugünün tasasını, yarının endişesini çekmeye gerek yok:
Yok sende kanaat gözün aç olduğu oldur
Rızkın irişür yoksa eger subh u eger şâm
Ruhi
*Açgözlü olduğun için sende kanaat yok, yoksa rızkın ya sabah gelir ya da
akşam.+
Çün kâr-ı nihânî-i meşiyyet ola ma’lûm
Çekme gam-ı imrûz ile endîşe-i ferdâ
Sami
*İlahî iradenin gizli işlerini nereden bilebilirsin; bugünün tasasını yarının
endişesini çekme.+
Sıdk ile rızâ-dâde-i takdîr-i Hudâ ol
Virme halecân kalbine tedbîr ile asla
Sami
*Allah’ın takdirine gönülden razı ol, tedbir ile asla kalbine heyecan verme.+
TASAVVUF
Tasavvuf kelimesinin kökeni hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ancak
bütün görüşler arasında köken bilimi (etimolojik) açısından kabul edileni, kelimenin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
Tasavvuf tamamen
edepten ibarettir.
Ebu Hafs
“yün” veya “yün elbise” anlamındaki “suf”tan geldiğidir. İslam’ın ilk dönemlerinde,
bazı müslümanlar, saf bir dinî hayat yaşamak için dünya ve lezzetlerinden uzaklaşır;
züht ve takvayı ilke edinerek fakir halkın giydiği “kaba yün elbiseler” giymeye
başlar. Bundan dolayı “sufi” diye adlandırılırlar. Bu kıyafet zamanla dünyadan elini
eteğini çekmenin bir sembolü hâline gelir.
Aslında bu giysinin Peygamber zamanında da kullanıldığı söylenmektedir.
Çünkü kaynaklarda, Hz. Peygamber ve ashabının tevazu ve zühtlerinin bir delili
olarak “yün elbise giydikleri” ifade edilir. İlk iki asra ait metinlerde rastlanan
“Lebise’s-sûf” (yün elbise giydi) ifadesi, özellikle “dünyayı terk eden ve züht
hayatını benimseyen kişiler” için kullanılır. Zühdün tasavvufa dönüştüğü dönemde
ise bu ibare, “sufi oldu”, anlamını ifade eder.
Terim olarak tasavvufun tanımı şöyledir: Tasavvuf, Kuran ve sünnete uygun
ahlak ve davranışlar edinip Allah’ın rızasını kazanmak; nefis ve kalbin
arındırılmasıyla Hakk’ın tecellilerine mazhar olup ilahî sırlara, manevi hakikatlere
vakıf olmaktır.
Her sufinin kendi meşrebine göre farklı bir tasavvuf tanımı vardır:
Tasavvuf, gerçekleri almak, mahlukatın elinde olan şeylere gönül bağlamamak
ve eşyanın hakikatine bakıp, bilgisini terk etmektir.
Maruf el-Kerhi
Tasavvuf, az yemek, Cenab-ı Hakk’ın huzurunda rahata kavuşmak ve
insanlardan kalben uzaklaşmaktır.
Sehl b. Abdillah et-Tüsteri
Tasavvuf, Hakk’ın seni senden gidermesi ve kendisiyle ihya etmesidir.
Cüneyd el-Bağdadi
Tasavvuf, emeli ihmal ve amele devam etmektir.
Ebu’l-hasan el-Büşenci
İnisiyasyon: Bireyin ruhi
gelişimi için rehber
eşliğinde disipline
edilerek eğitilmesi.
Tasavvuf, yabancı araştırmacılar tarafından genellikle mysticisme (mistisizm)
veya İslam mistisizmi kelimeleriyle karşılanır. Ancak Rene Guenon, tasavvufun
mistisizmle aynı şey olmadığını iddia ederek şöyle der: “Batıya, özellikle
Hıristiyanlığa özgü mistisizm kavramının, doğunun bâtıni (ezoterik) ve irşadi
(inisiyatik) hareketleri için kullanma yanılgısı, doğubilimcilerin her şeyi Batıya ait
bakış açısına indirgeme eğiliminden kaynaklanmaktadır.” (Guenon 2003, I/ 17.)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
Tasavvufun Kaynağı
Tasavvuf hareketi veya anlayışının kaynağı hakkında pek çok şey
söylenegelmiştir. Tasavvufta görülen bazı düşünce, davranış ve metotların Budizm,
Hıristiyanlık, Yahudilik, Yunan felsefesi gibi sistemlerle bir benzerlik arz etmesi,
tasavvufun bunların etkisiyle oluştuğu düşüncesini doğurmuştur. Tasavvufun çıkış
noktasının İslamiyet olduğu, ancak gelişim sürecinde, doğup geliştiği coğrafyada
yüzyıllardır varlıklarını sürdüren din ve mezheplerin etkisinde kaldığı
araştırmacıların çoğu tarafından kabul edilmiştir.
Tasavvuf ismi ve hareketi İslamiyet’in ilk kuşakları (sahabe, tabiin, tebeü’ttabiin) arasında açık bir şekilde görülmez. Ancak o dönemde bu anlayışın nüvesini
oluşturacak münferit eğilimlerin varlığı bilinmektedir.
Tasavvufun temel amacı göz önünde bulundurulduğunda asıl kaynağının
Kuran, sünnet ve erken dönem Müslümanlarının uygulamalarına dayandığı
söylenebilir. Daha sonraki mutasavvıfların uygulama ve metotlarında, Mısır,
Mezopotamya ve Horasan bölgelerinde varlıklarını sürdüren kadim dinlerden,
ezoterik (bâtıni) ve gnostik (sezgi ve tefekkür yoluyla bilgilenmeyi esas alan, irfani)
mezhep ve akımlardan etkilenmiş olmaları mümkündür.
Mutasavvıflar uygulamalarının kaynağı olarak “Cibril” hadisini gösterirler:
Bir gün Resulullah’ın huzurunda oturmakta iken elbiseleri bembeyaz, saçları
simsiyah, üzerinde yolculuğun izleri görülmeyen ve aramızdan kimsenin tanımadığı
bir adam çıkageldi. Resulullah’ın önünde oturdu. İki dizini onun dizlerine dayadı,
ellerini dizleri üzerine koyarak şöyle dedi: “Ya Muhammed, bana İslam hakkında
haber ver.” Resulullah şöyle buyurdu: "İslam, Allah'tan başka ilah olmadığına,
Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik etmen, namazı dosdoğru kılman,
zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman, gücün yettiği takdirde Beytullah’ı
haccetmendir." Adam: “Doğru söyledin.”, dedi. Adama hayret ettik. Hem soru
soruyor, hem de söyleneni doğruluyordu. Yine sordu: “O hâlde bana imandan
haber ver.” Resulullah şöyle buyurdu: "İman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine ve ahiret gününe iman edip hayrıyla, şerriyle kadere de
inanmandır." Adam: “Doğru söyledin.”, dedi. Bu sefer: “O hâlde bana ihsana dair
haber ver.”, dedi. Peygamber buyurdu: “İhsan, Allah'a onu görüyormuşsun gibi
ibadet etmendir. Sen onu görmüyorsan da o seni görür." Sonra o adam geçip gitti.
Bir süre sonra Resulullah buyurdu: "Ya Ömer! O soru soran kişinin kim olduğunu
biliyor musun?" Ben: “Allah ve Resulü daha iyi bilir.”, deyince şöyle buyurdu: "O,
Cibril idi. Size dininizi öğretmek üzere geldi. (Müslim, İman,1; Nesâi, İman, 6)
Mutasavvıflar, bu hadisin nefis terbiyesinde izledikleri seyr ü sülukun bir
özeti olduğunu iddia ederler. İslamı “zahir”, imanı “batın”, ihsanı da “zahir ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
batının hakikati” diye yorumlayan bu sufiler, tasavvufta önemli bir yeri olan
murakabeyi de bu hadise dayandırırlar. Aslında hadiste “Allah’a, onu görüyor gibi
ibadet etmen” diye tanımlanan “ihsan” tam da ilk sufilerin ulaşmak istedikleri
şeydir.
Tasavvufi hareket, uygulama ve düşünce boyutunda ilk başladığı sadeliğinde
kalmaz. Zamanla gelişerek söylem ve uygulamada günden güne, bölgeden bölgeye
değişime uğrayarak geniş kitlelerin ilgisini kazanır. Zamanla toplumun hemen
hemen her katmanını, hatta yönetimleri de etkisi altına alır. Bu toplulukların içinde
yetişen bazı şahsiyetler, zamanla birer manevi otorite hâline gelerek İslam toplumu
içinde birer model hâlini alır.
Bütün çeşitliliğine rağmen tarihî gelişim sürecinde gösterdiği değişim çizgisi
esas alınacak olursa tasavvufu, genel hatlarıyla üç dönemde deüerlendirmek
mümkündür:
1. Züht dönemi: H.II. (M. VIII.) asrın sonuna kadar süren bu dönemde
tasavvufun temel niteliği, maddi değerlerden yüz çevirme ve katışıksız bir dinî
hayatı gerçekleştirme çabasıdır. Hz. Peygamber ve ashabının temsil ettiği saf
dindarlık anlayışı ve ahlaki sorumluluk bilinci, İslam'ın ilk yüzyılı içinde gelişen bu
hareketin özünü oluşturur. Hz. Peygamber’in vefatından sonra iç çekişmeler ve dış
fetihler şeklinde baş gösteren sosyal ve siyasal olayların etkisiyle dünya eksenli bir
yaşam tarzına tepki gösteren insanlar, züht yolunu tercih ederler. Bu zahitler
kendilerini toplumdan soyutlayarak (uzlet/inziva) sade bir hayata yönelirler. Bu
hayat biçimi; zamanla tevekkül (mutlak manada Allah'a teslimiyet), riyazet ve
mücahede (nefsin arındırılmasına yönelik çile ve yoğun ibadet), sabır (belaları
kabullenme, günahlara direnme ve ibadette devamlılık), haşyetullah (Allah’ın
gazabından korkma), aşk (Allah'a duyulan sınırsız sevgi), vera (günah kuşkusu olan
şeylerden uzaklaşma) ve hüzün (geçmişte yapılan iş ve davranışlardan dolayı
pişmanlık, geleceğe duyulan endişe) gibi öğelerle beslenerek zenginleştirilir.
Bu dönemin tasavvuf erbabı; zahit, abit (kulluk eden), nâsik (boyun eğen,
ibadet eden), kurra (okuyan, kendini ibadete veren), bekkaun (Allah aşkıyla
ağlayanlar) ve haifun (Allah'tan korkanlar) gibi adlarla anılırlar. Bu dönemde
tasavvufi hayatı temsil eden bazı zahitler daha sonraki dönemlerde de etkili olmuş,
pek çok mutasavvıf için örnek kabul edilmişlerdir. Bu zahitler şunlardır: Üveyse’lKarani (ö. 37/657), Hasanü’l-Basri (ö.110/728), Caferu’s-Sadık (ö. 148/769),
İbrahim bin Ethem (ö. 161/777), Süfyanü’s-Sevri (ö. 161/777), Şakiku’l-Belhi (ö.
164/7803), Davudu’t-Tai (ö. 165/781), Fudayl bin İyaz (ö. 187/802) ve Rabiatu'lAdeviye (ö. 185/801).
2. Vect Dönemi: H. III. (M. IX.) yüzyılın başından itibaren üç asır boyunca
tasavvuf, sistemleşme sürecine girer. Bu sistemleşme, züht dönemine oranla bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
farklılaşmayı da beraberinde getirir. Büyük sufilerin yetiştiği bu dönemde,
tasavvufla ilgili birtakım eserler kaleme alınır. Tasavvuf ehlinin düşünceleri, ruhi
deneyimleri sayesinde gelişen tasavvufi hayat biçimi temel ilkeleriyle yazılı hâle
getirilir.
Maruf el-Kerhi (ö.200/815), Seri es-Sakati (ö.251/865), Haris el-Muhasibi
(ö.243/857), Cüneyd el-Bağdadi (ö.296/909) gibi büyük şahsiyetler, Irak bölgesinde
tasavvuf adıyla İslam’ın daha samimi duygularla yaşanması için çaba gösterirler.
Horasan bölgesinde ise, Hamdun el-Kassar (ö.271/884) melâmet adı altında bu dinî
yaşantının farklı bir yorumunu ortaya kor. Ebu Hafs (ö.270/883), Ahmed b.
Hadraveyh (ö.240/854) ve Şah Şuca-ı Kirmani (ö.276/889) gibi Horasanlı sufiler ise,
daha çok fütüvvet ve mürüvvet kavramlarında yoğunlaşırlar. Melameti savunanlar
ihlas ve riya konusuna vurgu yaparken, fütüvvet ehli ise özellikle insan şahsiyeti
üzerinde dururlar.
Bu dönemde tasavvuf, yalın ve sade olmakla beraber derin ve anlamlı bir
manevi yaşam biçimidir. Geniş ölçüde uygulamaya dayanan bu tasavvuf anlayışının
nazari yönü oldukça sınırlıdır. Bu dönem sufileri; hâl, makam, his, varidat gibi daha
çok vect hâlinin bir sonucu olan ve din psikolojisi açısından büyük önem arz eden
ruhi ve kalbî bir hayat tarzını vurgulu bir şekilde ön plana çıkarırlar.
Bu döneme ait tasavvufi söylem ve öğretilerde felsefe ve kadim kültürlerin
etkisi oldukça azdır. Ancak sufilerin manevi tecrübelerinden ve bu tecrübelerle ilgili
yorum ve ifadelerinden ortaya çıkan bir tasavvuf felsefesi de oluşmuştur. Sufilerin
bireysel deneyimleri sonucu ortaya koydukları bu özgün felsefe ve yaşam biçimi,
özde İslami geleneğe bağlı kalmıştır. Bundan dolayıdır ki, bu sufiler başta İbn
Teymiyye (ö. 728/1328) ve İbnü’l-Kayyim (ö. 691/1299) olmak üzere bu hareket ve
düşüncenin bazı yönlerini sert bir şekilde eleştiren fakihler tarafından da saygı ve
takdirle karşılanmıştır.
Bu dönemde, tasavvufla ilgili olarak kaleme alınan ve sonraki dönem
mutasavvıflarının referans aldıkları eserlerden en tanınmışları şunlardır:
Theos (Tanrı) ve sophia
(bilgelik) kelimelerinden
türetilen teosofik,
tanrının bilgisine
ulaşma yolu demektir.
Haris el-Muhasibi (ö. 243/857) er-Riaye li-hukuki’llah, Cüneyd el-Bağdadi
(ö.297/909) Resail, Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (ö. 283/896) et-Tefsir, Hakim etTirmizi (ö. 320/932) Hatmü’l-velaye, Hallac-ı Mansur (ö. 309/921) Kitabu’t-tevasin,
Ebu Nasr es-Serrac (ö. 378/988) el-Lum’a, Kelabazi (ö. 380/990) et-Taarruf, Ebu
Tali el-Mekki (ö.386/996) Kutu’l-kulub, Kuşeyri (ö.465/1072) er-Risale, Hücviri (ö.
470/1077) Keşfu’l-mahcub, Gazzali (ö. 405/1111) İhyau Ulumi’d-din.
3. Teosofik Dönem: Tasavvuf, önceki dönemlerde daha çok bir manevi hayat
tarzı olarak ön plana çıkmıştı. Bu dönemde ise tasavvuf, ilke, kural ve yöntemleri
bakımından sistematik bir yapıya kavuşmuştur. Ayrıca tasavvufi hareketler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
örgütlenerek kurumsallaşır. Tasavvuf sistemleştirilirken çözüm bekleyen sorunlar
ve cevabı aranan sorular bir arayışı zorunlu kılmıştır. Bu sorunlar çözüme
kavuşturulurken ve sorular cevaplandırılırken zaman zaman kadim kültürlere ve
Yunan felsefesine başvurulmuştur. Böylece tasavvufun hem uygulamaya ait
prensipleri hem de onların teorik altyapıları belli bir oranda bu kadim geleneklerin
etkisi altına girmiştir. Aslında bu etkiler, İslam dini tarafından reddedilmeyen ve
onun temel değerleriyle çelişmeyen öğeler olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla bu
yeni unsurlara Kuran, sünnet ve ilk dönem Müslümanlarının uygulamalarında
referans bulmaya özen gösterilmiştir. Bu kavramlar için kullanılacak terimler de
yine İslami gelenekten alınmıştır.
.
Bilal KEMİKLİ,Dost İlinden
Gelen Ses
Bu dönemde mutasavvıfların iki temel sorun üzerinde yoğunlaştıkları
görülür. Bunlardan ilki bilgi nazariyesi (marifet, epistemoloji); diğeri ise, varlık
nazariyesi (vücut, ontoloji)dir. Duyu ve akıl ile elde edilen bilginin yetersizliğine ve
yanıltıcı olduğuna inanan sufiler, sezgi yoluyla, onların ifadesi ile kalp ve ruha gelen
ilham, işrak ve feyizle elde edilen bilginin daha sağlıklı olduğunu kabul ederler.
Buna ulaşmanın usulü ise nefsin arındırılması, kalbin tasfiyesi ve ruhun inkişafıdır.
Bunlar da ancak dünya sevgisinden, nefsin heva ve hevesinden, günahların
lekesinden uzaklaşmakla gerçekleşir. Kendi nefislerini hakikatiyle tanıyabilmek;
evrenin, yani kesretin asıl mahiyetini öğrenmek, Allah’ın zatı, isim ve sıfatları
hakkında gerçek bilgiye ulaşmak için “ilm-i ledün” de denen bu sezgisel bilgiye
ulaşmak gerekir. Bunun yöntem ve yorumları hakkında mutasavvıflar arasında pek
çok farklı eğilimler belirir.
Diğeri ise, varlık (ontoloji) sorunudur. Mutasavvıfların, özellikle İbn Arabi’nin
bu soruna getirdiği yorum, bir derece “Yeni Eflatunculuk”un etkisindedir. Onların
“vücud-ı mutlak” ve evrenin oluşumunda kabul ettikleri “sudur nazariyesi” model
alınarak, Kuran’daki “halk ve ca’l” kavramlarının yerine; “tecelli ve feyiz” nazariyesi
geliştirilmiştir:
Allah, ezeli ve ebedi olup vücudu zorunlu (vacibü’l-vücud)dur. Zatında hiçbir
şeye muhtaç değildir. O, isim ve sıfatlarıyla gizli bir hazine idi. O vardı, başka bir şey
yoktu. Şu görünen âlemdeki (âlem-i şahadet) nesneler, ilmî suretleriyle, yani a’yanı sabite denen potansiyel varlıklarıyla onun zatında meknuz (gizli, saklı) idi. Kemal
ve cemalini görmek ve göstermek istedi. İşte Cenab-ı Hakk’ın bu “aşk-ı zati”si,
âlemin yaratılmasına sebep oldu. Bunun üzerine kâinat aynasında tecelli etti, yani
zatında bâtın (gizli) iken kâinatla zahir oldu. Aynada yansıyan her suret nasıl bir
gölge, bir görüntüden ibaretse, kesret (tek olan mutlak varlığın aynalardaki farklı
görüntüleri) denen bütün bu şeyler de gerçek varlıklar olmayıp birer hayalden
ibarettir. O, kesintisiz bir şekilde şahadet âleminin sayısız suretlerinde tecelli
etmektedir. Suretlerden başka bir şey olmayan evren, bu tecelli ile her an yeniden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
tezahür eder. Cenab-ı Hak bir an tecelli etmemeyi dilese, aslında birer görüntü ve
suret olan bütün bu varlıklar mutlak yokluğa düşer.
Mutasavvıflar tecellinin keyfiyeti ve safhaları hakkında farklı görüşler ileri
sürerler. Bu tecelli ve feyiz, çeşitli merhalelerden geçerek kemale erer. Genelde
tecellinin; “gayb-ı mutlak, ceberut, melekût, şehadet ve insan-ı kâmil” olmak üzere
beş mertebede tahakkuk ettiği kabul edilir. Bu insan-ı kâmil mertebesi diğer dört
mertebeyi de içerir. Bütün kâinatta ayrıntılı ve dağınık (tafsilen) bir şekilde tecelli
eden isim ve sıfatları bir noktada temerküz edip insan olarak tezahür etmiştir.
İnsan görünürde küçük bir âlem (âlem-i asgar), özünde ise büyük bir âlem (âlem-i
ekber)dir. İnsan, hem kâinatın küçük bir kopyası hem de yaratılış ağacının (hilkat
şeceresi) en mükemmel bir meyvesidir. İnsan, iniş zincirinin (kavs-i nüzul) son
halkasıdır.
İnsanlar, mutlak anlamda çok değerli ve yüce olmakla beraber hepsi aynı
derecede değildir. Sufiler insanı üç gruba ayırırlar: Son mertebeye varan kâmil
insan, seyr ü süluka başlamış insan (salik), bunların dışında ve henüz yola girmemiş
(dalalette) olan insan. Kamil insan mazhar olduğu tecellilerin farkında olup
yaratılışında taşıdığı aşk ile Hakk’a kavuşmak için dönüş yoluna (seyr ilallah) girer.
Önce dalaletten, masivadan (Allah’tan başka her şey), her türlü dünyevi
bağlantılardan, benlikten (ene) kurtularak nefsine hâkim olması gerekir. İşte insan,
bütün bu merhalelerden geçerek fenafillah ve bekabillah makamına ulaşarak
dönüş zincirinin (kavs-i uruç) halkalarını tamamlamış olur.
Sevgiliyi anarak sürekli
şarap içtik.
Onunla sarhoş olduk,
daha üzüm bağı
yaratılmadan.
İbn Farız
Salik, Hakk’a giden yola (seyr ü süluk) girince önünde en büyük engel olan
nefsini, masivayı gerçek mahiyetiyle tanıması gerekir. İlme’l-yakin ve ayne’lyakinden hakka’l-yakine ulaşan bu bilgi, kalp ve nefsin arınmasından sonra ilham,
müşahede ve varidat ile kazanılan marifettir. Bu bilgi, salikin manevi âlemlerdeki
bireysel tecrübe ve müşahedesine dayandığı için kişiden kişiye değişiklik arz eden
bir öznelliğe sahiptir. Sufilerin nefis ve evren hakkındaki ontolojik (varlık bilgisine
dair) açıklamaları bu ruhi deneyim ve müşahedelerinin ürünü olduğundan biri
diğerine uymaz. İbn Arabi’nin de varlığın birliği üzerine söyledikleri bu tür bir
tecrübenin felsefi formda ifade edilmesinden ibarettir.
Hakk’a yöneliş yolunda, salik için en büyük araç aşktır. Çünkü tecellinin ilk
sebebi aşk idi, yine insanı vuslata götürecek olan da aşktır. Mutasavvıfların, hadis-i
kutsi olarak sıkça referans gösterdikleri, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim.
Onun için kâinatı yarattım.” (el-Acluni, 1352, 2/132) sözü, mutlak cemal sahibi olan
Cenab-ı Hakk’ın, mutlak hüsün ile mutlak aşkı birlikte zatında barındırdığını ifade
eder. Hüsün ile aşkın ehadiyet makamındaki bu birlikteliği kâinatta ayrıntılı bir
şekilde, insanda ise öz olarak tecelli etmiştir. Parça bütüne iştiyak duyduğu gibi, bu
aşk da aslına özlem duyar. İnsan, ilkin kâinatta somutlaşmış cüzi güzellikleri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
farkeder. Riyazet ve mücahede ile nefsi arınıp kalbi aydınlanınca eşyanın hakikatini
görür, o güzellerin ve güzelliklerin aslında birer gölge ve görüntüden ibaret
olduğunu idrak eder. Mutlak ve mücerret hüsne yönelir, gerçek aşkı bulmuş olur.
Tasavvufi düşüncede aşk, insanın bütün benliğini kuşatarak sadece maşuka
odaklanmasını sağlayacak yegâne duygudur. Gerçek aşk, insan ruhunun Allah’a
karşı duyduğu şiddetli iştiyaktır.
Aşk hakkındaki bu tasavvufi yorumlar şiirlerde mazmun olarak sık sık
kullanılmıştır. Aşkın bu yorumu divan şairlerinin dilinde şöyle ifadesini bulmuştur:
Yâr kendin görmeğe âyîne îcâd eylemiş
Sûret-i îcâd-ı âlemden bu ma’nâdır garaz
Fuzuli
(Âlemin yaratılış suretinden maksat şu manadır: Sevgili kendisini görmek
için ayna icat etmiş.)
Kendi hüsnün hûblar şeklinde peydâ eyledin
Çeşm-i âşıktan dönüp sonra temâşâ eyledin
Yenişehirli Avni
(Kendi güzelliğini güzeller şeklinde ortaya koydun, sonra dönüp aşığın gözünden
kendi güzelliğini seyrettin.)
Çünki sen âyîne-i kevne tecellâ eyledin
Öz cemâlin çeşm-i âşıktan temâşa eyledin
Yenişehirli Avni
(Sen, kainat aynasına tecelli edince kendi güzelliğini aşığın gözünden seyrettin.)
Tasavvufun kazandığı bu yeni biçim, fakihler tarafından şiddetli bir eleştiriye
tabi tutuldu. Kimi mutasavvıflar zındıklıkla suçlanarak cezalandırılsa da bu tasavvuf
anlayışı gelişimini sürdürerek felsefi bir niteliğe büründü. Özellikle Muhyiddin İbn
Arabi’nin (ö. 637/1239) geliştirdiği varlığın birliği (vahdet-i vücud) öğretisi,
öğrencisi ve evlatlığı Sadreddin Konevi’nin (ö. 673/1274) yorumlarıyla sistematik
hâle geldi. Tasavvufun bu yeni oluşumuna katkıda bulunan mutasavvıfların önde
gelenleri şunlardır: Feridüddin Attar (ö.620/1220), Mevlana Celaleddin Rumi (ö.
672/1273), Sadreddin Konevi (ö. 673/1274), Fahreddin Iraki (ö.688/1493),
Abdulkerim el-Cili (ö.805/1402), Kemaleddin Kaşani (ö.730/1330), Şebüsteri (ö.
720/1320), Abdullah Bosnavi (ö. 1054/1644).
Sufi şairler tarafından büyük bir coşkuyla işlenen bu varlığın birliği (vahdet-i
vücud) anlayışına yöneltilen şiddetli eleştiriler ikinci bir anlayışın gelişmesini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
Allah ki mucid-i
cihandır.
Bin türlü nikaptan ıyandır
Kesrette hezar renge
girmiş
Her mazhara başka reng
vermiş
Muallim Naci
sağladı. İslam’ın değer yargıları açısından yeniden yorumlanan bu kurama (vahdet-i
vücud) alternatif olarak, görülenlerin birliği (vahdet-i şuhud) anlayışı geliştirildi.
Birinciler düşüncelerini “Lâ mevcûde illa hû: Ondan başka mevcut yoktur.” sözüyle,
ikinciler de “Lâ meşhûde illa hû: Ondan başka görünen yoktur” ibaresiyle formüle
etmiştir. Bu anlayışın en önemli temsilcisi İmam Rabbani’dir (ö. 1034/1625) .
Tasavvuf, H.VI./M.XII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir taraftan
sistemleşerek kuramsal gelişimini tamamlarken, öte yandan kurumlaşma,
örgütlenme sürecine girer. Sufilerin çeşitli farklılıklarla ortaya koydukları kural ve
yöntemleri, yavaş yavaş genellikle kendi adlarıyla anılan tarikatlara dönüşür.
Tasavvufun geniş halk kitleleri arasında daha etkin ve daha hızlı bir biçimde
yayılmasını sağlayan bu tarikatlar, varlıklarını tüm İslam dünyasında günümüze
kadar sürdürdüler. Tarikat kurucusu sufilerin en ünlüleri şunlardır: Abdulkadir
Geylani (ö. 561/1165, Kadiriye), Ahmet Rıfai (ö. 578/1182, Rıfaiye), Necmeddin
Kübra (ö. 618/1221, Kübreviye), Sühreverdi (ö. 632/1235, Sühreverdiye), Ebu'lHasan eş-Şazili (ö. 632/1273, Şaziliye), Mevlana Celaleddin Rumi (ö. 672/1273,
Mevleviye), Bahaeddin Nakşibend (ö. 791/1388, Nakşibendiye), Hacı Bayram Veli
(ö. 833/1429, Bayramiye).
Tasavvuf ve Edebiyat
Bir hayat tarzı olarak başlayıp felsefi bir yapıya bürünen tasavvufun dile
getirilişi daha çok edebiyat ile gerçekleşir. Felsefe aklı referans alır, bundan dolayı
da mantıksal delil ve kıyaslar üzerine kurulmuş kendine özgü bir dil kullanır.
Hâlbuki sufi, kendi iç dünyasında, farklı bir varlık boyutunda yaşadığı tecrübe
(zevk), vect (aşkınlık) ve müşahedelerini yorumlarken; bunları yaşamayan,
hissetmeyen ve tatmayan kitlelere aktarırken edebiyat/şiir dilini kullanmak
zorunda kalır. Çünkü edebiyat, özellikle şiir, kalbin dilidir; düşünceden ziyade
duyguların ifade biçimidir. Şiir, özel bir iletişim kanalıdır. Şiirin amacı, anlatmak
değil, bir hâli, bir anı hissettirmek, yaşatmaktır.
Mutasavvıflar, öğretilerini geniş halk kitlelerine ulaştırmak ve müritlerine
talim etmek için araç olarak edebiyatı kullanmışlardır. Bir sohbetinde, “Yanıma
gelen dostlar benden hep şiir istiyorlar, yoksa şiir nerde ben nerde.” (Mevlana,
1994: 70.) diyen Mevlana (ö. 672/1273), şiirin bu didaktik amacına dikkat çeker.
Hayat felsefeleri doğrultusunda suretten çok manaya, biçimden çok içeriğe
önem veren sufiler, çoğu zaman edebiyatın ifade kalıplarını aşarak anlama
yoğunlaşırlar. Anlam için en uygun kalıp da şiirdir. Sufinin kalbine gelen ilhamlar,
şiir kalıbıyla dile gelir; çünkü şiir ilhamın ifade biçimidir. Bu yüzden şair olmadıkları
hâlde sufilerin çoğu şiir söylemiştir. Bunun en güzel örneği Mevlana, tasavvufi
hayat tarzını benimsedikten sonra şiir söylemeye başladığını şöyle ifade eder:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
Aşkın gönlüme dolduğundan beri
Aşkından başka neyim varsa hep yandı
Aklı, dersi, kitabı hepsini rafa kaldırdım
Ama şiirler, gazeller, rubailer öğrendim
(Mevlana 1997: 465)
Tasavvuf düşüncesi ve hareketine yön veren büyük sufilerin neredeyse
tamamı, edebiyat ve şiire ilgi duymuştur. Arapçada Hallac-ı Mansur (ö. 309/921),
İbn Farız (ö. 395/1004), İbn Arabi (ö. 638/1240); Farsçada Baba Tahir (ö.
410/1019), Senaî (ö. 525/1131), Attar (ö. 625/1223), Mevlana (ö. 672/1273),
Fahrettin-i Iraki (ö. 688 /1289), Cami (ö. 898/1492); Türkçede Ahmed Yesevi (ö.
562/1166), Yunus Emre (ö. 720/1320), Yazıcıoğlu Ahmed (ö. 855/1451), Eşrefoğlu
Rumi (ö. 874/1469), Sunullah Gaybi (ö. 1087/1676), Niyazi-i Mısri (ö. 1150/1737)
vb. sufiler tasavvufi edebiyatın temellerini atarak bu edebiyatın dilini inşa
etmişlerdir.
Edebiyatın mensur (düz yazı) formlarının yanı sıra manzum (şiir) formlarının
tamamını kullanan sufiler, nazmın sadece tasavvufa özgü menakıpname,
fütüvvetname, hikmet, devriye, şathiye, nefes gibi şekil ve türlerini de
kullanmışlardır. Şekillerle meşgul olmayan sufiler, aruzu hece ile, gazeli koşmayla,
mesneviyi mani ile buluşturmuşlardır.
Kalbî ve ruhi tecrübeleriyle mana âleminde elde ettikleri bâtıni (ezoterik)
bilgileri ifade etmede dilin ve muhatapların yetersizliğinden kaynaklanan zorluklar
sufileri, sembolik bir dil kullanmaya mecbur etmiştir. Özellikle ilahî aşk düzleminde
yaşananlar ve hissedilenler dile getirilirken reel dünyanın kavramları tercih
edilmiştir. Tezkiretü’ş-şuara yazarı Latifi bu durumu şöyle ifade eder:
“Şairlerin kullandıkları def, ney, maşuk, mey vb. söz ve istiareleri görüp de şarap
ve güzeli betimledikleri zannedilmesin. Tarikat erbabı ve hakikat ehli yanında,
her sözün bir manası, her ismin (gösterge) bir müsemması (gösterileni), her
söylenenin bir tevili (yorumu), her tevilin bir temsili olur. Sözleri zahiren
güzellerin evsafı gibi görünür amma hakikatte yüce yaratıcıya hamd ü senadır.”
(Latifi 2000: 83).
Burada iki kavram ön plana çıkar: Hüsün/güzellik ve aşk. Bu iki kavram
çevresinde mazmun ve mefhum diye adlandırılan birtakım semboller oluşur. Bu
semboller, aşk ve şarap şiirlerinden alınan kavramlara tasavvufi anlamlar
yüklenerek elde edilmiştir. Bu tasavvufi semboller, durağan (statik) değil değişken
(dinamik) bir yapıya sahiptir. Tasavvufi şiirlerde mazmun ve mefhum olarak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
karşımıza çıkan bu sembollerin, bağlamına göre farklı gösterilenlerin göstergesi
olarak kullanıldıkları göz ardı edilmemelidir.
Hüsün için, cinsiyet gözetilmeksizin insan güzelliği model kabul edilir. İnsana
ait güzellik unsurları da ilahî tecellilerin mertebe ve dereceleri için birer
gösterge/sembol olarak kullanılır. Mutasavvıf olmayan şairlerin de sıkça
başvurdukları bu mazmunlardan en yaygın olanları şunlardır:
bazû: Bilek; ilahî irade ve kudretin
zuhuru.
bûs: Öpmek, suri ve manevi kelamın
keyfiyetini kabul ve bu yeteneğe
sahip olma.
bûse: Öpücük, batının feyiz ve
cezbesi.
büt: Put, sevgili, nefs-i emmare;
vahdet; salikin mana aleminde
yaşadığı hâller.
bütgede: Puthane; mabet; tekke;
mecazi aşktan kurtulamamış salikin
kalbi.
cânân: Sevgili; kayyum sıfatı.
cemâl: Güzellik; yüz; vahdet makamı.
çâh-ı zekan/zenah: Çene çukuru;
müşahede sırlarının anlaşılmazlığı.
çehre: Sima; maddedeki tecelliler.
çehre-i gülgun: Gül renkli sima; ilahî
tecelli nurlarının zuhuru.
çeşm: Göz; Allah’ın basar ve cemal
sıfatı.
çeşm-i ahû: Ceylan gözü; salikin
istidraçtan hâli olmayan makamı,
kusurlarının örtülmesi.
çeşm-i mest: Mahmur bakış; salikin
mazhar
olduğu
ilahî
hâllerin
gizlenmesi.
dehan: Ağız; Hakk’ın konuşması.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
dîde: Göz; Hakk’ın her şeye ıttılaı.
dilber: Sevgili;
tutukluluk) hâli.
kabz
(manevi
dildâr: Sevgili; bast (manevi inkişaf)
hâli.
ebru: Kaş; salikin manevi düşüşü;
ehadiyet ve cemal sıfatı.
gabgab: Gerdan; ilahî işaretin zevki,
hazzı.
gisû: Saç; zat-ı ehadiyetin sıfatı.
had: Yanak; ilahî tecellinin aynaları.
hâl: Yüzdeki siyah nokta, ben; zat-ı
ilahî; hakiki vahdet noktası; günah
karanlığı.
ham-ı zülf: Saç kıvrımı; ilahî sırlar.
hat: Yüzdeki ince tüyler, ayva tüyleri;
gayb alemi.
işve: Cilve; cemal tecellisi.
kad: Boy; Hakk’ın salike tecellisi.
la’l: Kırmızı dudak; dervişin gönlü.
leb: Dudak; kelam; hayat sıfatı.
maşuk: Sevgili; Allah.
mû-miyân: İnce bel; tarikatin ince
sırları.
sîb-i zenah: Çene; ilm-i ledün.
zülf: Saç; kesret.
18
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
Aşkın ruhi ve fiziki etkileri şarabın etkisi (sekr: sarhoşluk) ile özdeştirilerek
“aşk” kavramı için “şarap” kelimesi sembolleştirilir. Bu sembol, sarhoşluk ve
meyhane kavramları çevresinde yeni mazmunların oluşmasını sağlar. Aşk kavramı
çevresinde oluşturulan sembollerden en yaygın olanları şunlardır:
bade: Şarap, sülukun başındaki aşk.
humâr:
Sarhoşluk;
bade-fürûş: İçki satan, mürşid
makamından isteyerek dönmek.
câm: Kadeh; âşıkın kalbi; hâller.
humhane:Şarap mahzeni; tecellilerin
cür’a: Kadehin son yudumu; tortu;
inişi; salikin kalbi.
salikten gizlenen sırlar, makamlar.
kadeh: Âşığın kalbi; cezbe.
hammâr:Meyhaneci; insan-ı kamil;
mest: Sarhoş; cezbe, coşkunluk, vect
salik; âşık; mürşit.
hâli.
harabât: Viranelik; alem-i nasut;
mey:
tekke; beşeriyetin perişanlığı.
meydana gelen zevkler, aşk hâli.
hum: Şarap küpü; âşığın kalbi.
meykede: Meyhane; tekke; gönül;
Şarap;
salikin
vücut
kalbinde
manevi sığınak.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
meyhane: Tekke; salikin marifetle
sâki: Mürşit; mana âlemine yol
dolu kalbi.
gösteren ve teşvik eden.
muğbeçe: Meyhaneci yamağı; mürit.
sak-i bezm-i elest: Elest meclisinin
pîr-i
sakisi; Allah.
mugân:
Ateşgede
rahibi;
meyhaneci; mürşid-i kamil.
sekr: Sarhoşluk; cemal tecellileriyle
peymâne: Kadeh; gayb nurlarının
kendinden geçme.
müşahede edildiği yer.
şarap: İlahi aşk; aşkın coşkusu.
piyale: Kadeh; sevgili.
şaraphane: Âlem-i melekut; arifin
sagar: Kadeh; arifin gönlü; gayb
şevkle dolu bâtını.
nurlarının müşahede edildiği yer.
şürb: İçme; keşf ve tecelli sonucu
oluşan haz.
Örnek beyitler:
Çıktım erik dalına anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıdı der ne yersin kozumu
Erik, şeriat; üzüm, tarikat; koz (ceviz) ise hakikattir. Bostan sahibi mürşid-i
kâmil, müridin şeriat ağacından tarikat meyvesini yemeye kalkışmasına
kızıyor. Beyitte, her bilgi ve marifete ulaşmanın kendine has bir yolu olduğu
vurgulanmaktadır.
Yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez
Münafıklar elinden örter mana yüzünü
Görünürde anlamsız olan bu sözler hakikatte ilahî sırları barındırmaktadır.
Güzeller, namahremlerden gizlenmek için yüzlerine peçe örttükleri gibi, ehil
olmayandan korumak için bu ince manalar sembollerle perdelenmiştir.
(Tatçı 2005)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
Esrâr-ı kâinâta ezel cür’adân iken
Ben hânkâh-ı aşkda hayran idüm sana
Hayali
*Ezel, kâinatın esrarına hokka (esrarın konduğu kap) iken ben aşk tekkesinde
sana hayran idim.]
Esrar, sırlar ve uyuşturucu madde; cür’adan, esrar vb. maddelerin saklandığı
hokka, kap; hankah, tekke; hayran, beğeniyle seyretmek, esrar komasına
girmek demektir. Sufiler, Allah, “elest” meclisinde cemalini gösterdiğinde
ruhların bu olağanüstü güzellik karşısında kendilerinden geçerek sarhoş ve
hayran olduklarına inanır. İşte şair bu durumu, esrar ile ilgili kavramları
kullanarak anlatır: Allah’ın cemal sıfatının, kesret denen kâinatta henüz tecelli
etmediği ve gizli olduğu “ezel” gününde, kaptaki esrarı kullanmadan komaya
giren kişi gibi ben de aşk makamında sana hayrandım.
(Şentürk 1999)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Özet
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
•Yaratılışı itibarıyla İnsan, yüce bir tanrıya inanma eğilimindedir.
Bunun bir sonucu olarak, ya hak bir dine ya da, onun yerine ikame
edilen herhangi bir inanışa bağlanır.
•Dini daha derinden ve samimi duygularla yaşamak isteyen insan,
bireysel ruhi tecrübeye dayanan, gizemli bir hayat biçimini arar. Duygu
ekseninde gelişen bu yaşam biçimi, aşkın (transandantal) hâlleri ve
davranış biçimleriyle kendisine özgü uygulamaları, ilke ve kuralları
bulunan kurumları oluşturur. İslam kültürü dairesinde gelişen bu
düşünce ve kurumlara genel olarak tasavvuf denir.
•Din ve tasavvufun toplum üzerindeki etkisi tartışılmazdır. Bu
kurumların, birey ve toplulukların duygu, düşünce, davranışlarından
bilinçaltlarına kadar uzanan köklü etkileri bulunmaktadır. Bu etkilerin
sanat ve kültür alanına yansıması kaçınılmazdır.
•Din ve tasavvufun güzel sanatlar içinde en çok ilgili olduğu alan
edebiyattır. Öğretilerin geniş kitlelere ulaştırılması ve sonraki nesillere
aktarılması için edebiyat en uygun kanaldır. Tasavvuf kültürü dairesinde
yetişen pek çok şair ve yazar, geliştirdikleri sembolik bir dil ile duygu ve
heyecanlarını dile getirmişlerdir. Hatta dinî olmayan konuları işleyen
(profan) şairlerin, şiirlerine bir derinlik ve gizemlilik kazandırmak için bu
tasavvufi sembolleri kullandıkları görülmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi “din” kelimesinin anlamlarından değildir?
a) Ceza
b) Saltanat
c) Kıraat
d) İtaat
e) Millet
2. İnsan ile hayvan ve bitki gibi varlıklar arasındaki ruh özdeşliğine dayanan
inanış aşağıdakilerden hangisidir?
a) Natürizm
b) Materyalizm
c) Totemizm
d) Animizm
e) Pozitivizm
3. Ataların ruhuna tapınma kültüne ne ad verilir?
a) Paganizm
b) Totemizm
c) Monoteizm
d) Şamanizm
e) Animizm
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
4. Tasavvuf kelimesi aşağıdakilerden hangisinden türemiştir?
a) Safa
b) Suffe
c) Suf
d) Sofos
e) Saff
5. Sufilerin benimsedikleri
hangisidir?
hayat
tarzının
kaynağı
aşağıdakilerden
a) Yunan felsefesi
b) İslamiyet
c) Yahudilik
d) Budizm
e) Hıristiyanlık
6. Aşağıdakilerden hangisi tasavvuf hakkında doğru değildir?
a) Katışıksız bir dinî hayat yaşamaktır.
b) Manen yükselerek Tanrı ile bütünleşmektir.
c) Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaktır.
d) Dünya lezzetlerini terk etmektir.
e) Eşyanın hakikatini bilip, bilgisini terk etmektir.
7. Varlığın birliğini savunan ve bunu “Lâ mevcûde illâ hû” formülü ile ifade
eden tasavvufi düşünce hangisidir?
a) Melamilik
b) Vahdetü’l-vücud
c) Mistisizm
d) Vahdetü’ş-şuhud
e) Egzoterizm
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
8. Tasavvufi bir terim olan “Kavs-ı nüzul” aşağıdakilerden hangisini ifade
etmektedir?
a) Kâinatın yaratılış evrelerini
b) Salikin seyr ü sülukta takip ettiği yolu
c) Ayetlerin nüzul sırasını
d) Tarikattaki örgütlenmenin düzenini
e) Sufilerin kalbine ilhamın inişini
9. Tasavvuf şairleri neden sembolik bir dil kullanma ihtiyacını duymuşlar?
a) Şiirlerini gizemli hâle getirmek
b) Geniş kitlelerin dikkatini çekmek
c) Öğretilerini daha anlaşılır kılmak
d) Ruhi tecrübelerden kazandıkları bâtıni bilgileri başka türlü ifade
edememek
e) Kendilerini farklı göstermek
10. “Şarap” kelimesinin tasavvuf
aşağıdakilerden hangisidir?
edebiyatında
ifade
ettiği
anlam
a) Sevgiliye duyulan aşk
b) İlahi nurların kalbe gelmesi
c) Alkollü içecekler
d) İlahi aşk
e) Dünya sevgisi
Cevap Anahtarı
1-c, 2-c, 3-e, 4-c, 5-b, 6-b, 7-b, 8-a, 9-d, 10-d
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
YARARLANILAN KAYNAKLAR
el-Aclunî, İsmail b. Muhammed, (1352), Keşfü’l-hafâ ve Müzîlü’l-ilbâs: Beyrut.
Algül, Hüseyin vd., (1998), İlmihal-İman ve İbadetler: İstanbul:
Eliot, Thomas Stearns, (2007), Edebiyat Üzerine Düşünceler: İstanbul.
Gener, Cihangir, (2007), Ezoterik-Batınî Doktrinler Tarihi: Ankara.
Gibb, E.J.Wilkinson, (1999), Osmanlı Şiir Tarihi, (Çev. Ali Çavuşoğlu): Ankara.
Güzel, Abdurrahman, (2004), Dinî Tasavvufi Türk Edebiyatı: Ankara.
Guenon, Rene, (2003), İnisiyasyona Toplu Bakışlar, (Çev. Mahmut Kanık), C.I:
Ankara.
el-Hekim, Suad, (2004), İbnü’l-arabî Sözlüğü: İstanbul.
İz, Mahir (1997), Tasavvuf: İstanbul.
İzutsu, Toshihiko, (2005), İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar, (Çev.
Ahmed Yüksel Özemre): İstanbul.
Kemikli, Bilal, (2004), Dost İlinden Gelen Ses: İstanbul.
Kemikli, Bilal, (2009), Şiir ve İrfan: İstanbul.
Kılıç, Mahmut Erol, (2004), Sufi ve Şiir: İstanbul.
Kırkkılıç, Ahmet, (1994), Başlangıcından Günümüze Tasavvuf: Erzurum.
Köprülü, M. Fuad, (1981), Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul.
Köprülü, M. Fuad, (1976), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar: Ankara.
Kuşeyrî, Abdülkerim, (2009), er-Risâletü’l-Kuşeyriyye fi’t-tasavvuf, (Çev. Dilaver
Selvi): İstanbul.
Latifî, Abdüllatif,(2000), Tezkiretü’ş-şu’arâ, (Haz. Rıdvan Canım): Ankara.
Levend, Agâh Sırrı, (1984), Divan Edebiyatı: İstanbul.
Mevlana, Celaleddin, (1994), Fihi Ma Fih, (Çev. Ahmed Avni Konuk): İstanbul.
Mevlana, Celaleddin, (1997), Mevlana’nın Rubaileri, (Çev. M. Nuri Gençosman):
İstanbul.
Nicholson, R. A., (2004), Tasavvufun Menşei Problemi, (Çev. Abdullah Kartal):
İstanbul.
Rabbanî, (İmam) Ahmed el-Serhendi, (2006), Mektubât: İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi
Şentürk, Ahmet Atilla, (1999), Osmanlı Şiiri Antolojisi,: İstanbul.
Şerif, M.Mardin, (1990), İslam Düşüncesi Tarihi, (Haz. Mustafa Armağan): C.I.
Tatçı, Mustafa, (2005), Yunus Emre Şerhleri: İstanbul.
Tümer, Günay, (1994), “Din”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.9: İstanbul.
Vergote, Antoine, (1999), Din, İnanç ve İnançsızlık: İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
TÜRK İSLAM EDEBİYATININ
KAYNAKLARI
• Muhteva Kaynakları
• Tarihsel Kaynaklar
• Biyografik kaynaklar
• Bibliyografik Kaynaklar
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
Yrd. Doç. Dr. Mehmet GÖKTAŞ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Türk İslam Edebiyatının Kaynaklarını kavrayabilecek,
• Bu kaynakların edebiyatımız açısından ne kadar
önemli olduğunu anlayabilecek,
• Şair ve yazarların bu zengin kaynaklardan nasıl
ustaca yararlandıklarını görebilecek,
• Sanatkâr ve eseri hakkında hangi kaynaklara
müracaat edilmesi gerektiğini öğrenecebileceksiniz.
ÜNİTE
2
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
GİRİŞ
Türk milletinin, fikrî, edebî ve ideolojik hayatı üzerinde büyük değişiklikler
yapan İslam medeniyeti dönemi, milletimizin ilim, fikir ve edebiyat tarihi açısından
da çok önemli bir dönüm noktasıdır. Nitekim dikkat çekici ilk değişme dilde
olmuştur. Türkler, İslam medeniyetini ve bu medeniyeti tesis eden Kuran’ı çok iyi
anlayabilmek için Arapçayı ve klasik İslami edebiyat dili Farsçayı kısa zamanda
öğrendiler.
İslamiyet’ten sonraki Türk edebiyatında mevzu, tema, kültür ve ideoloji
değişikliği dil değişmelerinden daha fazladır. İslam’ın kabulüne kadar yerli ve kavmî
bir edebiyat yaparak birbirine benzer şifahi terennümler ile yetinen Türkler,
İslamiyet’ten sonra beşerî çehresi, millî çehresinden daha zengin, sosyal ve coğrafî
çizgileri eskisinden daha başka bir edebiyat meydana getirmişlerdir.
Bilindiği gibi, hicri ikinci asırdan itibaren İslami ilimler oluşmaya başladı. Bu
dinin kutsal kitabı Kuran’ın şerh ve izahı için tefsir ilmi, Hz. Peygamberin söz, fiil ve
davranışlarının tespiti için hadis ilmi, Kur’an ve Hadis’e dayalı olarak dünyada
kişinin leh ve aleyhine olan hükümleri bilmesi demek olan fıkıh ilmi ortaya çıktı.
Ayrıca temel inanç esaslarının doğru bir şekilde tespit ve izahı için akaid ve kelam
ilimleri ortaya çıktı ve bu çerçevede farklı görüşlere bağlı olarak ekoller oluştu. Hz.
Peygamber ve ashabının yaşadığı hayata bir özlemin tezahürü olarak tasavvuf,
geniş kitleler üzerinde etki yapan bir fikir ve disiplin olarak sistemleşti.
Türklerin İslamiyet’i kabulünden günümüze uzanan çizgide bu ilimleri âlimler
izah için uğraşmışlar, kitaplar telif etmişler, her biri çok iyi eğitim almış olan şairler
bu ilim ve fikirlerden aldıkları ilhamlarla duygu ve düşüncelerini en güzel şekilde
ifadeye çalışmışlardır.
MUHTEVA KAYNAKLARI
Kuran-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler
Her büyük edebiyatın kendisini meydana getiren medeniyete uygun, bir
sanat anlayışına, bir ilim ve tefekkür kaynağına dayandığı görülür. İslami Türk
edebiyatının ilim ve fikir kaynağı bizde tamamıyla Kuran’dır. Kuran, Hz.
Peygamber’e vahyedildiği asır Arap dünyası dikkate alındığında muazzam bir
mucizedir. İslam medeniyeti bu muazzam mucizeyle başlamış ve devam etmiştir.
Fuzuli, Kur’an’ın bu yönüne temas eden bir beytinde şöyle der;
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Bireysel
Etkinlik
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
• Mehmet Âkif ERSOY’un Kur’an’a Hitap başlıklı manzumesini
Safahat isimli esrinden bulup okuyunuz.
Bâkî-i mu’ciz ne hâcet dîn-i hakk isbâtına
Âlem içre mu’ciz-i bâkî yeter Kuran sana
Fuzuli
Kuran-ı Kerim’de, Allah’a, dünyanın ve insanın yaratılışına, meleklere,
kıyamet gününe, cennet ve cehenneme, ibadetlere, geçmiş peygamberler ve
ümmetlerine, hukuka, ahlaka, faziletlere, suçlara ve onlara verilecek cezalara ait
bölümler ve bilgiler vardır.
İktibas; bir şair veya
yazarın kendi eserine
âyet veya hadislerden
birini katmasıdır. Bu
yolla anlamı
pekiştirmek, söze
güzellik ve güç katmak
amaçlanır.
(Bilgegil 1989:268)
Kuran’ın ayetlerini ya doğrudan doğruya yahut ilk ve en manalı kelimeleri ile
edebî eserlerde zikretmek, İslami Edebiyatın iktibas adı verilen ve sözün kıymetini
ışıklandıran geleneklerinden olmuştur. Bu yolla söze manevi bir güzellik veya
ilahilik verilmek istenmiştir. Tam ve kısmi veya manevi ve lafzi iktibas şeklinde
kullanımı bulunmaktadır. Bir sözün tamamı alınmışsa iktibas-ı tam (tam iktibas),
yarısı veya bir parçası alınmışsa iktibas-ı gayr-ı tam (yarım iktibas) meydana çıkar.
Bî-bekâdır bu menzil ey ahbâb
Fettakullâhe yâ uli’l-elbâb
Ahmed Paşa
Şair, burada Maide suresinin 100. ayetinde geçen “Ey akıl sahipleri Allah’a
karşı gelmekten sakının”, kısmını aynen lafzi olarak iktibas etmiştir.
Rûz-ı mahşerde nidâ cennetten ere ümmete
Hâzihî cennâtu adnin fe’dhulûhâ hâlidîn
Muhibbî
Muhteşem Süleyman olarak bilinen Kanuni Sultan Süleyman, aynı zamanda
“Muhibbî” mahlaslı bir divan şairidir. Yukarıdaki beytinde Fatır Suresi’nin 33 ve
Zümer Suresi’nin 73. ayetlerinden iktibaslarda bulunmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Mehmet Akif de; “İnsan için ancak çalıştığı vardır” (Necm, 3/39),
mealindeki ayeti lafzen iktibas eder:
Leyse li’l-insâni illâ mâ se´â derken Hudâ;
Anlamam hiç meskenetten sen ne beklersin daha;
Mehmet Akif
Hz. Peygamber’in sözleri, filleri ve davranışları anlamına gelen hadis, Türk
edebiyatının muhteva kaynaklarından biridir. İslam kültürü etkisinde gelişen Türk
edebiyatının gösterdiği özellikler açısından, divan edebiyatı, tekke edebiyatı
(tasavvuf edebiyatı) ve halk edebiyatı olmak üzere üç kolda gelişme gösterdiğini
görüyoruz. (Şener ve Yıldız 2010: 34) Bu üç kolda eser veren şairler çok zengin bir
hazine olan ayet ve hadisleri telmihen, mealen yahut aynen eserlerine almışlardır.
Vezin zaruretinden kaynaklanan sebeplerle bu alıntılarda ufak bazı değişiklikler de
yapmışlardır.
“El-fakru fahrî el-fakru fahrî”
Demedi mi ol âlemler fahri
“İlimsiz şi’r esası yok divâr
kimi olur ve esassız divâr
gâyette bi-itibâr olur.
Pâye-i şi’rimi hilye-i
ilimden muarrâ olmağı
mûcib-i ihânet bilüp ve
ilimsiz şi’rden kaleb-i birûh kim teneffür kılup bir
müddet nakd-i hayâtım
sarf-ı iktisâb-ı fünûn-ı ilm-i
aklî vü naklî ve hâsıl-i
ömrüm bezl-i iktisâb-ı
fevâid-i şâhid-i nazmıma
pirâyeler mürettep kıldım
ve tedric ile tetebbu-i
tefâsir ü ehâdis edip
fazilet-i şi’re mezemmet
isnâdı naks-i himmet
olduğunun hakikatin
bildim.”
Fuzuli
Hacı Bayram Veli
Şair, “Fakr (her an Allaha muhtaç olma hâli), benim övüncümdür; ben onunla
övünürüm”, hadisini aynen iktibas etmişir.
Naklidüp bu kelâmı didi Nebî
“Sebakat rahmetî ´alâ gadabî”
Taşlıcalı Yahya
Aşkiyâ ölmezden ön öl kim hadîs-i aşkda
Âşıkın sanındadır “mûtû ve kable en temût”
Aşki
“Ölmeden önce ölünüz” mealindeki hadis bu beyitte hem anlam olarak, hem
de metin olarak verilmiştir.
Aşağıya aldığımız beyitte hadis mana olarak iktibas edilmiştir.
Karı tatlîki için bak ne diyor Peygamber
“Bir talâk oldu mu dünyada semâlar titrer”
Mehmet Akif
Türkçe Divan Önsözünden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Dinî İlimler
Çoğu, yaşadıkları dönem itibariyle, iyi bir eğitim almış olan şairlerin Tefsir,
hadis, fıkıh, akaid, kelam, siyer ve tasavvuf gibi İslam kültürünün bilim dallarından
istifade etmeleri ve sanat telakkisiyle eserlerinde bu ilimlerden telmih ve iktibas
yoluyla bahsetmeleri çok tabiidir. Özellikle tevhid, münacat, naat ve benzeri
türlerde bu ilimlere dayalı fikir ve düşüncelere sıkça yer verilir. Ehl-i sünnet inanç
ve akideleri yanında, bazı bâtıni mezhep görüş ve düşüncelerine de şairler
tarafından yer verildiği görülür.
Allah’ın Hz. Âdem’i yarattıktan sonra meleklerin ona secde etmelerini
emretmesi şair tarafından şöyle ifade edilir:
Envârının olduğu müsellem
Mescûd-ı melâ`ik oldu Âdem
Nabi
İnsanlar Allah’ın verdiği had ve hesaba gelmez bunca nimetin kadrini
bilmezler ve şikayet etmekten de geri durmazlar. “Allah’ın nimetlerini saymaya
kalksanız sayamazsınız. Şüphesiz insan çok zalim ve çok nankördür” (İbrahim,
14/34), ayetini hatırlatan Nabi’nin şu ifadeleri çok manidardır:
Bu denlû n i’met-i bî imtinânın kadrini bilmez
Aceb küfrân-ı nâ-şükrândır ekser merdüm-i dünyâ
Bu denlû ni’met-i ma’lûme vü meçhûleden sonra
İder takdîrden bast-ı şikâyet itmez istihyâ
Nabi
Katl ile zulm-i beşer eylemeden eyle hazer
“Beşşiri’l-kâtile bi’lkatli” didi Peygamber.
Laedri
beytinde İslam hukukunda kasden bir kişiyi öldürenin kısas hükmü gereği
öldürüleceğini bildiren bir kaideyi sanat zemininde ifade etmiştir.
İslam inanç esaslarından biri de “kadere imandır.” Mukadder olan başa gelir.
Takdire boyun eğmekten başka çare de yoktur. Takdiri değiştirmek de mümkün
değildir.
Çâre yok şîve-i takdîre rızâdan gayri
Fehmolunmaz hikem-i sırr-ı hafiy-yi Bârî
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Sami
Kadere itiraz ve şikayet eder tarzda ifadeler de doğru değildir.
Deme şu niçin şöyle
Yerincedir ol öyle
Bak sonunu sabreyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Erzurumlu İbrahim Hakkı
Kelam, Allah’ın varlığından, birliğinden, sıfat ve isimlerinden bahseden
ilimdir. Özellikle tevhid, münacaat ve tazarrunamelerde Cenab-ı Hakk’ın güzel
isimleri, kudretinin sonsuzluğu, fiilleri ve sıfatları sürekli işlenen mevzulardır.
Kelâm, uluhiyyeti bir sistem dahilinde ispata çalışır. Hudus ve imkan delili bu
ilmin konularındandır.
Mükevvenât-ı hudûs ol Kadîmdendir kim
Kemâl-i zâtına mümkin değil kabûl-i fenâ
Fuzuli
Şair bu beytinde hadis olan her şey, Kadim olan Allah’tandır; Allah fani
değildir, diyor.
Kainatı Allah yaratmıştır ve Allah mekândan münezzehtir. Allah’ı bu beden
gözüyle görmek mümkün değildir. Ancak basiret gözü tüm varlıkların yüzlerinde
Allah’ın nurunu hissedebilir.
Ey İlâh-ı kâinat ey masdar-ı sun'-ı kemâl
Varlığındır var olan yoktur o varlıkta zevâl
Ey cenâb-ı kibriyâ bizler gibi âcizlere
Kibriyâ-yı Zât'ını mümkün müdür etmek hayâl
Nigar Hanım
Samed, Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarından biridir. Bütün varlıklar varlıklarını ve
varlıklarının devamını ona borçludurlar, ona muhtaçtırlar. O hiçbir şeye muhtaç
değildir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Olsa her saat dilimde “kul hüva’llâhu ehad”
Kalbimi eyler münevver nûr-ı “Allahu’s-samed”
Bireysel
Etkinlik
Aşki
• 1. uniteye yeniden değerlendiriniz.
Tasavvuf, Hz. Peygamber’in ve ashabının yaşadığı hayata özlemin bir neticesi
olarak ortaya çıkmıştır. Muhteva kaynakları bağlamında edebiyatımızda müstesna
bir yeri olan tasavvufun manzum olarak birçok tarifleri de yapılmıştır.
Bidâyette tasvvuf sûfi-i bî-cân olmağa derler
Nihâyette gönül tahtında sultân olmağa derler
Tasavvuf “urvetü’l-vüskâ” yükün cân ile çekmektir
Tasavvuf mazhar-ı âyât-ı gufrân olmağa derler
Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi
Her fikrin en güzel
ifadesi ancak edebiyatla
mümkündür.
Tasavvuf, hicri beşinci asırda çok güçlenmiş ve birçok mutasavvıf
yetişmiştir. Bu akımın zamanla edebiyata intikal ettiğini görülmektedir. Her fikrin
en güzel ifadesi ancak edebiyatla mümkündür. Bu itibarla tasavvufun en güzel
ifadesini de edebiyatta görmek mümkündür. İslam’ın kabulünden sonra üç kolda
gelişme gösteren edebiyatımızda bütün fikir ve akideleri sembollerle ifade eden
tasavvufi edanın estetik bir kıymeti vardır. Divan edebiyatımız da, halk
edebiyatımız da tasavvufun tesiri altında kalmıştır. Tasavvuf, Melamilik, Mevlevilik,
Rufailik, Kadirilik, Nakşibendilik ve Halvetilik gibi birçok tarikatın meydana
gelmesine vesile olmuştur.
Kâdirî’yiz döneriz aşk ile devrânîyiz
Mest-i şûrîde-ser-i neşve-i Geylânî’yiz
Hersekli Arif Hikmet
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Tasavvufi düşüncede “vahdet-i vücut” nazariyesi önemli bir yer tutar. Buna
göre, yegâne varlık Allah’tır. Eşya ve mevcudat, Allah’ın muhtelif tecellisinden
ibarettir hakikî ve müstakil bir mevcudiyete malik değildir.
Ben bilmez idim gizli ıyan hep sen imişsin
Canlarda vü tenlerde nihan hep sen imişsin
Senden bu cihan içre nişan ister idim ben
Âhir bunu bildim ki cihan hep sen imişsin
Naili
Kâinat ve insan bir aynadır. İnsan nasıl kendini görmek için aynaya bakarsa,
Cenab-ı Hak da bütün güzelliklerin kaynağı olan cemalini temaşa için kâinatı ve
insanı yaratmıştır.
Yâr kendin görmeğe âyîne îcâd eylemiş
Sûret-i icâd-ı âlemden bu ma’nâdır garaz
Laedri
İnsan, ilahi sırlar hazinesidir. Allah’ın güzel isimleri diğer varlıklarda tafsilen
dağınık bir surette bulunduğu halde, insanda mücmel, fakat tam olarak bulunur.
Afakta olan her şey kevn-i cami olan insanda da mevcuttur.
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Şeyh Galip
Haberdâr olmamışsın kendi zatından da hâlâ sen
“Muhakkar bir vücûdum” dersin ey insan fakat bilsen…
Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir:
Avâlim sende pinhândır cihânlar sende matvîdir:
Mehmet Akif
Bütün tarikatların müşterek esası zikirdir. Zikrin de kısımları vardır.
Tarikatlardan her birinin kendine mahsus ayini, erkan ve adabı olduğu gibi her
birinin hususi kisvesi, zaviyesi ve kabul töreni de vardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Her nefeste zikr-i Hakk tevfîk-i Rahmân’dır bize
Âyet-i “zikren kesîren”emr-i Kuran’dır bize
Hoca Halil Ağa
İslam Tarihi ve Peygamber Kıssaları
İslam Tarihi Hz. Âdem ile başlar ve Asr-ı Saadet’te kemal bulur. Bir sanatkâra
çok zengin malzeme sunan İslam tarihi ve peygamber kıssalarına şairlerin kayıtsız
kalması elbette düşünülemez. Şair tarih içindeki önemli olayları, kişileri, savaşları,
değişimleri, fikir akımlarını vs. sanat içinde ele alır; topluma bir ibret ve örnek
olarak takdim eder.
Hz. Âdem ’ın yasak meyveden yemesi ve dünyaya gönderilişi;
Hoş-dem idi Hazret-i Âdem ezel
Zevkine dünya gamı oldu bedel
Taşlıcalı Yahya
Hz. Nuh ’ın kendisine inananlarla birlikte tufandan kurtuluşu,
Sensin bizi muhlis yine garkâb-ı fenâdan
Ne zevrak u ne Nûh u ne tûfân bilürüz biz
Naili- Kadim
Hz. Eyyub ’un yıllarca bir imtihan vesilesi olarak yara bere içinde kalması;
Eyyûb’u illet-i beden inletti zâr zâr
Ziya Paşa
Hz. İbrahim ’ın, kaybolup gidenlerin ilah olamayacağı; Allah’ın ezelî ve ebedî
oluşunu ispat sadedinde Kur’an’da geçen kıssası;
Âftâb-ı hüsn-i hûbân âkibet eyler ufûl
Ben muhibb-i lâ-yezâlim“lâ uhibbu’l-âfilîn”
Laedri
Üzerine gece karanlığı basınca, bir yıldız gördü, “İşte Rabbim!” dedi.
Yıldız batınca da, “Ben öyle batanları sevmem” dedi. (Enam 6/76)
Hz. İsmâil’in, babası İbrahim tarafından Allah’a kurban olarak sunulması,
Gerçi İsmâîl’e kurbân gökten inmiş kadr içün
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Hakk bilür kadr içün İsmâîl ana kurbân olur
Fuzuli
İsmâ’il’em Hakk yoluna cânımı kurbân eylerem
Bil ki bu cân kurbân imiş koçu kurbânı neylerem
Yunus Emre
Hz. Davud’un sesinin güzelliği ve Zebur’dan ayetler okuması esnasında
kuşların onu dinlemeye gelmesi;
Hüsn-i sadâ ile okurdu Zebûr
Dinlemeye cem’ olur idi tuyûr
Taşlıcalı Yahya
Hz. Süleyman’ın mucize eseri olarak kuşların dilini bilmesi ve onları istihdam
etmesi;
Süleyman kuş dilin bilür dediler
Süleymân var Süleymân’dan içerü
Yunus Emre
Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelişi; Cebrail’in Hz. Meryem’e ruh üflemesiyle
hamile kalmasına işaret eden aşağıdaki beyit;
Sûrette n’ola zerre isek ma’nîde yuhuz
Rûhu’l-kudüs’ün Meryem’e nefhettiği rûhuz
Ruhi–i Bağdadi
Yine yukarıda bir kısmına temas ettiğimiz örneklerde de ifade edildiği gibi
peygamber kıssaları şairlerimiz tarafından sanat zemininde işlenir.
Akşemseddin’in telmih ve iktibaslarla anlattığı peygamber kıssalarına temas
eden manzumesini toplu bir örnek olması sebebiyle buraya alıyoruz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
AĞLAR
Düşelden ten kuyusuna,
Gözüm Yûsuf’layın ağlar,
Örnek
Kalup kurbet diyârında,
Gözüm Yâkûb’layın ağlar.
Bana dostum belâ saldı;
Meger inildimi sevdi;
Direm “messeniye’z-zurru;
Gözüm Eyyûb’layın ağlar.
Bu cân kuşı kafes tende,
Diler uça gide anda;
Sanasın batn-ı balıkda,
Gözüm Yûnus’layın ağlar.
Ezel görüp biz işidüp,
Terânî vâdesin dostun,
Yine görem diyu dün gün,
Gözüm Mûsâ’layın ağlar.
Bu Şemseddîn diler cânı,
İçe ol âb-ı hayvânı,
Temâşâ eyleye ânı,
Gözüm ırmaklayın ağlar.
Akşemseddin
Hz. Muhammed, edebiyatımızda en çok işlenen konuların başında gelir. Hz.
Âdem’le başlayan peygamberlik silsilesi Hz. Muhammed’le son bulmuştur. O,
peygamberlerin en faziletlisidir. Kur’an ona nazil olmuştur. Müslümanlıkta ilk
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
mevzu, kelime-i şehadette de ifadesini bulan, vahdaniyyet-i ilahiyye ve risalet-i
Muhammediye’dir. Türklerin İslam’ı kabulünden sonra yazılan mensur ve manzum
eserlerin, “besmele, hamdele ve salvele” ile başlaması bir gelenekti. Manzum
eserlerde bu sıra “besmele, tevhid, münacat, naat” şeklindedir. Hemen hemen
bütün nazım şekillerinde yazılan naatlarda Hz. Peygamber’in çeşitli meziyetleri,
bütün güzel sıfatları, ümmiliği, yetimliği, beşerin en hayırlısı oluşu, doğduğu sırada
meydana gelen hadiseler, makam-ı mahmud sahibi oluşu, şefaat talebi, Kuran’da
zikredilen hususiyetleri, şemaili ve gösterdiği mucizeleri gibi birçok sebep
vesilesiyle bahse konu edilir.
İltifât ibrâz edip, ey mefhar-ı devrân sana
Nezdine da´vette ikrâm eyledi Yezdân sana
Hâk-i pây oldu efendim çarh-ı nûr-efşân sana
Hâke indi gökten istikbâl için Kuran sana
Makbule Leman
Levlâk ile zât-ı pâki mevsûf
Kuran’a sıfâtı zarf u mazrûf
Şeyh Galip
Peygamberlerden başka raşit halifeler, ehl-i beyt, ashab-ı kiram, Kerbela
olayı, ünlü İslam büyükleri temayüz eden yönleriyle ele alınırlar. Hz. Ebubekir ilk
Müslümanlardan oluşu, “sıddik” sıfatı ve mağara arkadaşlığı sebebiyle; Hz. Ömer
adaletiyle; Hz. Osman hayası; Hz. Ali, cesareti, ilim şehrinin kapısı olması, şah-ı
velayet oluşu gibi özellikleriyle bahse konu edilir;
İlk Müslümân, Hadîce,
Haberi öğrenince
Teslîm oldu büsbütün…
Ardından Ebûbekir
İspâtı aşan fikir,
His ki, akıldan üstün…
Necip Fazıl
Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu!
Mehmet Akif
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Düştü Hüseyn atından sahrâ-yı Kerbelâ’ya
Cibrîl var haber ver Sultân-ı enbiyâ’ya
Kazım Paşa
Mucizeler ve Kerametler
Peygamberlerin peygamberliklerini ispat, münkirleri de ikna sadedinde vaki
olağanüstü hâller olan mucizeler, şairlerin asla ihmal edemeyeceği ve bir sanatkâra
çok fazla malzeme sunan kaynaklardır. Şairler yeri geldikçe telmih yoluyla, başta
Hz. Peygamber olmak üzere diğer peygamberlerin mucizelerinden ve evliyaullahın
kerametlerinden bahsetmeleri şiire bir inanç ve hayal zenginliği katar.
Hz. Peygamber’in parmağının işaretiyle ayı ikiye bölmesi (şakku’l-kamer),
parmaklarından suyun akması, hayvanlarla konuşması, kuru direğin ve taşların
konuşması, ölüleri diriltmesi, duasının bereketiyle yemeğin çoğalması, miracı gibi
yüzlerce mucizenin yanında Hz. Musa’nın asasının ejderha olması, yed-i beyza,
taştan su çıkarma ve Kızıldeniz’i yarması, Hz. İbrahim’i ateşin yakmaması, Hz.
İsmail’i bıçağın kesmemesi, Salih’ın devesi, Hz. Davud’un demiri hamur gibi
yumuşatması, Hz. Süleyman’ın kuş dilini bilmesi, Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi,
hastaları iyileştirmesi gibi daha burada sayamayacağımız nice mucizeler, raşid
halifelere, evliyaullahın büyüklerine ait kerametler, telmihlerle teşbihlerle öğüt
vermek maksadıyla bahse konu edilir;
Hayret ilen parmağın dişler kim itse istimâ’
Parmağından virdiği şiddet günü Ensâra su
Fuzuli
Tabîb-i kâinâta redd-i rûh-ı mürde bir şey mi
İzzet Molla
Mukaddes parmak göğe doğru… Ve ay iki şakk;
Vurduğu granit kaya, külden daha yumuşak.
Necip Fazıl
Tarihî ve Efsanevi Kişilerin Maceraları
Tarihin kaydettiği birçok meşhur alim, şair ve bilge kişilerle birlikte, zenginliği
cömertliği, adaleti, cesareti efsane hâline gelmiş kahramanların adları ve özellikleri
edebiyatımızda sık sık geçer. Bu efsanevi kahramanların şöhretlerine sebep olan
hususiyetlerine telmihler yapılır. Pek çok ilmî ve dinî kitapta bahsedilen bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
kahramanlar ve özellikleri zengin bir hayal dünyasına sahip şairler için vazgeçilmez
bir kaynaktır.
Bu başlık altında ele almayı düşündüğümüz konular “Varlık ve İnsan” başlıklı
ünitede ayrıntılı olarak işlenmiştir (Ünite 9). Burada sadece Kuran’da da bahsi
geçen Karun’dan bahsetmekle yetineceğiz. Karun, Hz. Musa ’nın muasırıdır.
Zenginliği ve hasisliğiyle meşhurdur. Kuran’da kıssası anlatılan Karun, servetiyle
beraber yere batırılmıştır.
Tecrîd ile felekte oldum Mesîh-i sânî
Mâlıyla yere geçsün Kârûn’a minnetim yok
Fakri Dede
Sen Ferîdûn hazînesin Nûşirevân genciyle
Kârûn malını alıp bunca mala kattın tut
Yunus
“Şüphesiz Karun, Musa’nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz ona,
anahtarlarını (bile taşımak) güçlü bir topluluğa ağır gelecek hazineler verdik...”
(Kasas, 28/76)
“Sonunda onu da, sarayını da yerin dibine batırdık.” (Kasas, 28/81)
Çağın İlimleri
Gerek pozitif (müsbet) ilimler, gerekse felsefi ve batıl ilimler; hemen hepsi
biligili, kültürlü, iyi eğitim almış şairleri ilgilendiren konulardı. Eğitim gördükleri
medreselerde Arapça ve Farsça’yı öğrenmekle birlikte yaşadıkları çağın bütün ilim
dallarını da ders olarak görmekteydiler. Şairler doğu kültürüyle beslenmiş bu
ilimlere yönelik faâliyetlerini veya halkın bildiği ve ilgilendiği yaygın konuları sanat
düşüncesi içerisinde eserlerinde söz konusu etmişlerdir. Şair ve yazarların
eserlerine kaynaklık eden ilimlerin başlıcaları şunlardır: Hikmet-i kadime, felsefe,
mantık, tıp, astronomi, eczacılık, kimya, geometri, tecvit, gramer, remil, ilm-i
nücum, ilm-i kıyafet, rüya tabiri, musiki, riyaziye gibi. Şair, gerek ilgi alanı, gerekse
aldığı eğitimin neticesinde bu ilimlerle ilgili terim ve deyimleri, herkesin bilebileceği
birtakım gerçekleri ele alır ve sanatla işler.
Mübtedâsından olmayan haberi
Oldu hayvân-ı nâtık-ı âlem
Taşlıcalı Yahya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Bu beyitte şair, medreselerde okutulan eski Yunan düşüncesinin insana ait
bir tanımı zikrederken, Arap dilinin gramer kaidelerinden olan mübtedâ ve haber
konusuna da işaret eder.
İslam’da fal, sihir, büyü, yıldızlardan hareketle gayba ait birtakım hükümler
vermek haramdır. Şairlerin yukarıda sayılan batıl ilimlerle ilgili beyanları İslami
düşünce doğrultusundadır.
Remlin ahkâmını gerçek sanma
Gaybı Allah bilir aldanma
Nabi
Organların şeklinden, renginden ve hususiyetinden insanın ahlak ve tabiatını
tanıma ilmi olan kıyafet de şairlerin ilgilendiği mevzulardandır. Bu husuta,
Hamdullah Hamdi ve Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi, müstakil kıyafetname kaleme
alan sanatçılar vardır.
Kim ki boyudur tavîl
Sâde-dil olur cemîl
Kim ki vasat boyludur
Âkil ü hoş huyludur
İbrahim Hakkı
Kuran-ı Kerim’i usulüne bağlı kalarak okuma ilmi olan tecvitin bir kuralı olan
medd-i muttasıla Fuzuli bir beytinde şöyle temas eder;
Sadâ-yı seyl çeker meddi muttasıl ya’ni
Ki meddi muttasıl ile olur kırâat-i mâ`
Fuzuli
Sağlığa, hastalığa ve tedaviye ait olan düşünce ve tavsiyeleri edebiyatımızda
çokça görmek mümkündür. İnsan sağlığıyla ilgili olan tıp ilmi bütün asırlarda en
cazip ilim dallarından olmuştur.
Mü’mine farzdır eyâ rûh-ı revân
İlm-i ebdân ile ilm-i edyân
Tıbdır akvâ-yı mühimmât-ı fünûn
Anı münkir değil illâ mecnûn
Nabi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Kültür
Herhangi bir edebiyatın, bulunduğu dönemin hayatını yansıtmaması
mümkün değildir. Şair ve sanatkârlar da yaşadıkları dönemin ve içinde doğdukları
toplumun değer yargılarından, hayat telakkilerinden, kültüründen etkilenirler ve
bu etki onların eserlerine de yansır. Bu yönüyle edebiyat toplum biliminin en temel
kaynakları arasında yer alır. Kültürel düzeyi yüksek ediplerimiz, toplum düzenini,
dönemin siyasi durumunu, sosyal değişmeleri ve çevrelerinde olup bitenleri çok iyi
değerlendirmişlerdir. Yaşadıkları toplumda hayatın bütün renklerini eserlerinde
yansıtırlar. Hayat ile edebiyatı yoğururken ramazanı, bayramı, düğünü, ölümü,
merasimi, mektebi, medreseyi, eğlenceyi, zamaneden şikayeti şiirlerine
nakşederler. Onlar da insandır; şaka yapar, eğlenir ve üzülürler. Beşerî duygularını
dolduran olayları şiirlerinde zevkle ifade ederler (Pala, 1992:52). Duygu ve
düşünceler, özellikle Osmanlı toplumunda, çoğunlukla şiirsel söylem içinde ifade
edildiğinden şairler aynı zamanda yaşadıkları dönemin bilgesidirler.
On iki ayın sultanı olan ramazan, iftarıyla, sahuruyla, mahyalarıyla,
mukabeleleriyle, teravihiyle, bu aya mahsus olarak tesis edilen eğlence
mekânlarıyla, büyükküçük herkesin hoşça vakit geçirecek vesileler bulduğu
mübarek bir aydır.
Böyle bir mâh-ı mübârek ola mı mü’mine hîç
Şem’-i gufrân-ı Hudâ her şeb olur şu’le-feşân
Vasıf
Ramazânda bir âli-şan ederler
O şehr-i sıyâmı zîşân ederler
Fukarâ gönlünü gülşen ederler
Mevlâya emanet olsun Erzurum
Alvarlı Muhammet Lutfi
Ramazanın sonu bayramdır. İki ay on gün sonra da Kurban Bayramı idrak
edilir. Bu her iki dinî bayram kendine özgü hususiyetleriyle bahse konu edilir.
Âfâk bütün hande, cihân başka cihândır;
Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamândır!
Mehmet Akif
Merhamet eyleye merhamet kânı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Iyd-i udhiyeniz mübârek olsun
Alvarlı Muhammed Lutfi
Edipler zaman zaman devirlerinde işlenen kötülüklerden, haksızlıklardan,
olumsuzluklardan şikayet ederler.
Asrda zındık-sîmâ şeyhler
Müstecâb’üd-da’valıkla laf atar
Gaybden mansıb virüp tâliplere
Aldatup halkı velâyetler satar
Nabi
Bir alay mekteb-i âlî denen yerler var;
Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar.
Şu ne? Mükiyye. Bu? Tıbbiyye. Bu? Bahriyye. O ne?
O mu? Baytar. Bu? Zirâ’at. Şu? Mühendishâne.
Çok güzel, hiçbiri hakkında sözüm yok; yalnız,
Ne yetişdirdi ki şunlar acaba? Anlatınız.
Mehmet Akif
“Her nefis ölümü tadacaktır.” ayetinde ifade edildiği gibi ölümden kurtuluş
yoktur. Hadisteki ifadesiyle ölüm, hâdimül’-lezzât’tır; yani lezzetleri acılaştırandır.
Hayattan daha gerçektir.
Kanı ol ışk eri heyhât kanı ol merd-i pür tâ`at
Hayıf kim hâdimü’l-lezzet bize her nef’i zarr kıldı
Kemal Ümmi
Şu yalan dünyaya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Yunus
Büyük randevu ne zaman, saat kaçta?
Tabutumun tahtası bilsem hangi ağaçta?
Necip Fazıl
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Bireysel
Etkinlik
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
• Yahya Kemal BEYATLI’nın “Sessiz Gemi” başlıklı şiirini bulup
okuyunuz.
Dil
Edebiyatın ana malzemesi dildir. Dilin inceliklerinden faydalanan sanatkâr,
kendine has bir tarz ve üslup edinir ve eserine çekicilik kazandırır.
Atasözleri, vecizeler, deyimler, tabirler; ayet ve hadislerde olduğu gibi iktibas
yapılır. Çoğu zaman irsal-i mesel (örnek getirme) yöntemiyle ele alınır; anlam
çağrışımlarıyla birlikte hatırlanırlar. Hem Arapça ve Farsça’da mevcut olan
atasözleri, hem de halkın dilinde dolaşan anlamlı söz ve deyimler, anlatıma canlılık
ve zenginlik kazandırdığı için tercih edilir.
“Safâyı al, kederi (sana üzüntü vereni) bırak” manasına gelen, “Huz mâ-safâ
da’ mâ -keder” sözünü şair bir beytinde şu şekilde kullanır;
Al ele câm-ı safâyı kahve fincanın gider
Bu mesel meşhurdur “huz mâsafâ da’ mâ keder”
Mehmet Çelebi
Farsça “dest ber bâlâ-yı dest” olarak ifade edilen “el elden üstündür”
atasözünü bir beyitte lafzan iktibas edilerek şöyle ifade edilir;
Pençe-i şîr olsa pençen âhir eylerler şikest
Bu mesel meşhûrdur kim “dest ber bâlâ-yı dest”
Şairler, halk dilinde mevcut olan ve herkes tarafından tekrar edilegelen
Türkçe atasözlerinden de çokça istifade etmişlerdir. “Sabırla koruk helva olur”
sözü, şair tarafından bir beyitte şu şekilde işlenir;
Sabrı elden komamaktır evlâ
“Ki olur sabr ile koruk helvâ”
Taşlıcalı Yahya
Bunlardan başka kendileri atasözü hâline gelmiş, müstesna güzellikte
beyitler ve mısralar da vardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi
Muhibbi
İnsana sadâkat yakışur görse de ikrâh
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allâh
Ziya Paşa
Şairler, halk arasında kullanılan tabirlere, ifadeyi güzelleştirme adına, sıkça
başvururlar. “Ekmeğini taştan çıkarmak” tabiri de bir beyitte şu şekilde işlenir;
Âkil isen rızk içün gerdûn-ı dûna eğme ser
Âsiyâb-âsâ yürü var “ekmeğini taştan çıkar”
Bursalı Haşimi
Tarihsel Kaynaklar
Türk edebiyatının tarihsel kaynakları, sanatkâr ve eseri hakkında bilgi veren
kaynaklardır. Bunlar; biyografik kaynaklar ve bibliyografik kaynaklar olmak üzere
iki şekilde ele alınabilir.
Biyografik Kaynaklar
Biyografik kaynaklar, sanatkâra ilişkin kişisel bilgilere ve sanatına dair
değerlendirmelere yer veren kaynaklardır.
Türk edebiyatının biyografik kaynakları kısaca şunlardır:
Şair Tezkireleri: Şairler hakkında bilgi veren önemli kaynaklardır. Bunlardan
başka Mevlevî şairler, Enderun şairleri, illere mahsus olmak üzere bir ilin şairlerini
toplayan ve o ilin ismiyle anılan şair tezkireleri gibi, şairleri ayrı ayrı toplayan
tezkireler de vardır (Levend, 1988: 249) .
Şair tezkirelerinde şairler hakkında kısa bilgiler bulunur. Bazen şairin sadece
adını zikreden tezkireler vardır. Şair hakkında kısa bilgiden başka, şiirlerinden
örnekler vererek şairliğine dair bir iki cümle de olsa değerlendirme yapan tezkireler
de vardır. Bu bakımdan klasik şiirin eleştiri kaynakları olarak da tezkireler ayrıca
önemlidir (Kemikli, 2010: 34) . Bunlardan bazılarına yazarları ile birlikte aşağıda
kısaca işaret edilmiştir.
 Mecâlisü’n-Nefâis: Türk edebiyatında bilinen ilk tezkire, Ali Şir Nevai’nin (14411501) 1491’de kaleme aldığı eseridir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
 Heşt Behişt: 1538 yılında, Edirneli Sehi Bey (ö. 1548) tarafından yazılmıştır. Sehi
Tezkiresi olarak da adlandırılır.
 Tezkiretü’ş-Şuarâ: Latifi (1491-1582) tarafından yazılmıştır. Türkiye Türkçesiyle
yazılan ikinci tezkiredir. 1546 yılında yazılarak Kanuni’ye sunulmuştur. Latifi
Tezkiresi olarak da bilinir.
 Meşâiru’ş-Şuarâ: Âşık Çelebi (1519-1571) tarafından kaleme alınmıştır.
Son asırda:
 Bursalı Mehmed Tahir’in Osmanlı Müellifleri,
 İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Son Asır Türk Şairleri,
 Sadettin Nüzhet Ergun’un Türk Şairleri,
 Nail Tuman’ın Tuhfe-i Naili adlı eseri, tezkirecilik geleneğini devam ettiren
önemli kaynaklardır.
Sakıb Dede’nin Sefine-i Mevleviye’sinde olduğu gibi sadece Mevlevileri
anlatan; Kilari Ahmed Refi’nin manzum olarak kaleme aldığı Enderunlu Şairler,
Hattatlar, Musikişinaslar Tezkiresi’nde olduğu gibi sadece Enderunda yetişen
şairleri işleyen; yine Ali Emiri’nin Diyarbakır’da yetişen şairleri tanıttığı Tezkire-i
Şura-yı Amid’de olduğu gibi, sadece bir şehirde yetişen şairleri ele alan tezkireler
de vardır.
Şekâiku’n-Nu’maniyye, Çeviri ve Zeyilleri: Osmanlı’nın kurucusu Osman
Gazi’den başlayarak her padişah zamanında yetişen âlimlerin, şeyhlerin ve şairlerin
biyografisini toplayan, hayatları hakkında bilgi veren önemli bir kaynaktır.
Meşhur kişilerin ölüm tarihlerini ve yerlerini bildiren eserler: Vefeyat,
Hadikatü’l-Cevami.
Mecmuâtu’t-Terâcimler: Alim, şair, sufi, devlet adamı gibi toplum içinde
temayüz etmiş şahısları anlatan muhtelif biyografik eserlerdir.
Biyografik-Bibliyografik kaynaklar: Keşfu’z-Zünun ve Esmaü’l-Müellifin gibi
eserler (Kemikli 2010: 33).
Bibliyografik Kaynaklar
Edebî eser hakkında bilgi veren kaynaklarımız çok azdır. Bunlar, Mevzu`atu’lUlum, Keşfü’z-Zünun ve zeyilleri, Mahzenü’l-Ulum’dur.
Mevzuâtu’l-Ulûm, Arapça yazılmış olan Miftahu’s-Saade ve Misbahu’s-Siyade
adlı eserin, Taşköpri-zade Ahmed Efendi’nin Kemali mahlaslı oğlu Kemaleddin
Mehmed (1551-1620) tarafından yapılan çevirisidir.Eser, iki cilt hâlinde basılmıştır.
Keşfü’z-Zunûn an Esâmi’l-Kütübi ve’l-Fünûn, Katip Çelebi tarafından Arapça
olarak yazılmıştır. Eserde 15.000’e yakın kitap, 10.000 kadar da yazar adı vardır.
300’den çok bilimin de konuları gösterilmiştir. Katip Çelebi, kitaplıklarda görüp
okuduğu binlerce kitap ile yirmi yıldır sahaflarda rastladığı kitapları eserine almıştır.
Daha sonraki dönemlerde bu eserin zeyilleri de yazılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
Özet
Mahzenü’l-Ulûm, Sergis Orpilyan ve Seyyid Abdülaziz-zâde Mehmed Tahir’in
birlikte gerçekleştirmek istedikleri bu eserin ancak birinci bölümünü kapsayan ilk
cildi basılabilmiştir (Levend 1988: 444) .
•Türk İslam edebiyatının kaynakları iki açıdan ele alınıp incelenebilir:
•1. Sanatkârı ilmî ve fikrî düzeyde besleyen kaynaklar,
•2. Sanatkâr ve eseri hakkında bilgi veren kaynaklar.
•İnsanlar gibi medeniyetler de birbirlerini etkileme ve etkilenme
özelliğinden uzak değillerdir. Türk İslam edebiyatı, İslam medeniyeti
etkisi altında gelişen bir edebiyattır. Edebî eserin muhtevasına
kaynaklık eden pek çok amil vardır.
•Türk İslam Edebiyatı, İslâm dininin ve özellikle tevhit inancının
oluşturduğu telakkiler, kavramlar ve bilgilerden yararlanarak gelişmiş
bir edebiyattır.
•İslam medeniyeti havzasında gelişen ilimler, İslam estetiğini ve sanat
telakkisini beslediği gibi, edebî eserin muhtevasını da oluşturmuşur.
•Türk İslam edebiyatı, genel olarak kitabi ve mücerret bir edebiyattır. Bu
bakımdan lafzi ve manevi iktibas yoluyla Kuran ve hadis metinleri,
peygamberlerin kıssaları ve mucizeleri, tarihî ve efsanevi kişiler ve
maceraları, dinî ve felsefî telakkiler, çağın batıl ve hakiki olmak üzere
tüm ilimleri, kültür ve dil bu edebiyatın muhteva kaynakları arasında
yer alır.
•Sanatkâr ve eseri hakkında bilgi veren kaynaklara tarihsel kaynaklar
denir. Bu kaynaklar da iki grupta ele alınmaktadır:
•1. Şaire ilişkin şahsi bilgilere ve sanatına dair değerlendirmelere yer
veren Biyorafik kaynaklar,
•2. Edebî eser hakkında bilgi veren Bibliyografik kaynaklar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Bir şair veya yazarın eserinde ayet veya hadise yer vermesine ne ad verilir?
a) İntihal
b) İktibas
c) İntibak
d) İnikas
e) Hiçbiri
2. Aşağıda boş bırakılan yere gelmesi gereken ifadeler hangi seçenekte doğru
olarak verilmiştir?
İslam kültürü etkisinde gelişen Türk edebiyatının gösterdiği özellikler
açısından, ………………………, ………………………………….. ve ……………………………
olmak üzere üç kolda gelişme gösterdiğini görüyoruz.
a) Tekke edebiyatı-Tasavvuf edebiyatı- Dinî edebiyat
b) Enderun edebiyatı- Eski Türk edebiyatı- Yüksek zümre edebiyatı
c) Divan edebiyatı- Tekke/Tasavvuf edebiyatı-Halk edebiyatı
d) Halk edebiyatı-İran etkisinde gelişen Türk edebiyatı
e) Hiçbiri
3. “Remlin ahkâmını gerçek sanma/Gaybı Allah bilir aldanma” beytinde
edebiyatımızın muhteva kaynaklarından hangisine temas edilmiştir?
a) Kur’an
b) Hadis
c) Peygamber kıssaları
d) Çağın ilimleri
e) Mucize ve Kerametler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
4. Aşağıdaki beyitte şair, hangi İslami ilim dalına ait kavramlara işaret
etmektedir?
Mükevvenât-ı hudûs ol Kadîm’dendir kim
Kemâl-i zâtına mümkin değil kabûl-i fenâ
a) Kelam
b) Hadis
c) Akaid
d) Tefsir
e) Fıkıh
5. Aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
a) Şair tezkirelerinde şairler hakkında kısa bilgiler bulunur.
b) Bazen şairin sadece adını kaydeden tezkireler vardır.
c) Klasik şiirin eleştiri kaynakları olarak da tezkireler ayrıca önemlidir.
d) Şairlerin şiirlerinden örnekler vererek şairliğine dair bir iki cümle de
olsa değerlendirme yapan tezkireler de vardır.
e) Tezkireler şairleri; meslek, meşrep ve bölge ayrımı gözetmeksizin
toplamış önemli kaynaklardır.
Tabîb-i kâinâta redd-i rûh-ı mürde bir şey mi?
6. mısraında edebiyatın hangi kaynağına gönderme yapılmıştır?
a) Tıp ilmine
b) Haşir akidesine
c) Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi mucizesine
d) Öldükten sonra dirilmenin sadece ruhen olacağına
e) Diriltme mucizesine
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
7. Türk edebiyatında bilinen ilk tezkire ve yazarı hangi seçenekte doğru
olarak verilmiştir?
a) Osmanlı Müellifleri- Bursalı Mehmed Tahir
b) Sehi Bey Tezkiresi- Sehi Bey
c) Mecalisünnefais- Ali Şir Nevai
d) Meşairuşşuara- Âşık Çelebi
e) Hiçbiri
8. Boş bırakılan yerlere gelmesi gereken uygun kelimeler hangi seçenekte
doğru olarak verilmiştir?
Türk edebiyatının tarihsel kaynakları, sanatkâr ve eseri hakkında bilgi veren
kaynaklardır. Bu kaynaklar …………………. ve ………………… olmak üzere iki
şekilde ele alınabilir.
a) Tezkire ve tezakir
b) Biyografik ve bibliyografik
c) Panoramik ve biyografya
d) Hayat ve hatırat
e) Kuran ve hadis
9. Aşağıdaki eser ve yazar eşleşmelerinden hangisi yanlıştır?
a) Bursalı Mehmed Tahir-Osmanlı Müellifleri,
b) İbnülemin Mahmud Kemal İnal-Son Asır Türk Şairleri
c) Sadettin Nüzhet Ergun -Türk Şairleri
d) Nail Tuman-Tuhfe-i Naili
e) Sakıb Dede-Mevzuatululum
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
10.Edebî eser hakkında bilgi veren tarihsel kaynaklarımız çok azdır. Bu
kaynaklar hangi seçenekte doğru olarak verilmiştir?
a) Mevzuatululum-Keşfüzzünun ve zeyilleri-Mahzenülulum
b) Mevzuatululum-Mucemulüfehres-Silsilename
c) Mahzenülulum–Heştbehişt–Müellefat-ı Osmani
d) Keşfüzzünun ve zeyille –Vefeyat–Atrabulasar
e) Menakıb-ı Hünerveran-Tuhfetül-Hattatin-Tezkiretülevliya
Cevap Anahtarı
1-b, 2-c, 3-d, 4-a, 5-e, 6-e, 7-c ,8-b, 9-e, 10-a
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Türk İslam Edebiyatının Kaynakları
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akkuş, Metin (2000), Divan Şiirinde İnsan-I Dinî Kişilikler: Erzurum.
Akyüz, Kenan vd., (1990). Fuzûlî Divanı: Ankara.
Eraydın, Selçuk (1994), Tasavvuf ve Tarikatlar: İstanbul.
Ersoy, Mehmet Âkif (2006). Safahat: İstanbul.
Göktaş, Mehmet (2003), Divân Şiirinde İnsan Telâkkisi (Basılmamış Doktora Tezi):
Erzurum.
Güzel, Abdurrahman (2009) Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı El Kitabı: Ankara.
Kemikli, Bilâl(2010), Türk İslâm Edebiyatı Giriş: İstanbul.
Kısakürek, Necip Fâzıl (1993), Es-selâm, Mukaddes Hayattan Levhalar: İstanbul.
Levend, Âgâh Sırrı (1988), Türk Edebiyatı Tarihi: Ankara.
Levend, Âgâh Sırrı (1984), Divan Edebiyatı, Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve
Mefhumlar: İstanbul.
Lutfi, Hace Muhammed (1996), Hulâsâtü’l-Hakâyık ve Mektûbât-ı Hâce
Muhammed Lutfî: İstanbul.
Pala, İskander (1989), Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü: Cilt: I-II. Ankara.
Pala, İskander (1996), Divan Edebiyatı: İstanbul.
Pekolcay, Neclâ (2002), İslâmî Türk Edebiyatı: İstanbul.
Şardağ, Rüştü (1976), Klasik Divan Şiirimiz: İstanbul.
Şener, H. İbrahim ve Âlim Yıldız (2010), Türk İslâm Edebiyatı: İstanbul.
Tolasa, Harun (1973) Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası: Ankara.
Yılmaz, Mehmet (1992), Edebiyatımızda İslâmî Kaynaklı Sözler: İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
İÇİNDEKİLER
NAZIM ŞEKİLLERİ
• Beyit Esasına Dayanan Nazım
Şekilleri
• Bent Esasına Dayanan Nazım
Şekilleri
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
HEDEFLER
Doç. Dr. Alim YILDIZ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Türk İslam Edebiyatı'nda şiirin önemini
kavrayabilecek,
• Beyit esasına dayalı nazım şekillerinden mısra, beyit,
gazel, kaside, mesnevi vb. gibi nazım şekilleri
hakkında bilgi sahibi olabiecek,
• Bent esasına dayalı nazım şekillerinden rübai, tuyug,
murabba, muhammes, müseddes, terkib-i bent ve
terci-i bent vb. nazım şekilleri hakkında bilgi sahibi
olacabileceksiniz .
ÜNİTE
3
Nazım Şekilleri
GİRİŞ
Birçok kimse tarafından çeşitli tanımlamaları yapılan şiirin, herkes tarafından
kabul edilen bir tarifi bulunmamaktadır. Bu yüzden şiir, tarifini yapan kimselere
göre farklı bir yönüyle karşımıza çıkmaktadır. Bu durumu da doğal karşılamamız
gerekir. Çünkü herkesin üzerinde mutabık kalacağı bir tarif, şiirin kendi özünü,
anlamını ya da varoluş sebebini ortadan kaldırmak olacaktır. Şiir dört duvarla
sınırlanacak bir obje veya nesne değildir. Şiir hayaller dünyasına olduğu kadar hayal
ötesine uzanan, akıl ve mantığın sınırlamalarına aldırmayan bir süreçtir. Şair,
hayallerini kullanmak suretiyle, aklına estiği anda kendine has mükemmel bir
dünya kurar; kendine hayranlıkla bakan insanlara oradan seslenir. Olmazları olur,
düşünülmezleri düşünülür hâle getirir.
Şair, bakan değil baktığını gören hem de başkalarının görmediklerini gören
kimsedir. Bütün bunları yaparken kelimelerin sihrinden yararlanır. Az sözle çok şey
anlatır. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı şiir, insanlık tarihi boyunca edebiyatın en
önemli ve en vazgeçilmez kısmı olmuştur. Türk İslam edebiyatında da şiir,
edebiyatın en önemli konusunu oluşturur.
Manzumelerin mısra sayısı, bent sayısı, bunların sıralanış şekli, kafiye
örgüleri, kompozisyonu gibi dış yapıları ile ilgili kuruluş özelliklerine göre aldıkları
isme nazım şekli denir. Eski edebiyatımızda mısra esasına dayalı bir nazım
şeklinden bahsetmek gerekir. Esasen nazım, nesir mukabili olarak, “vezinli ve
kafiyeli söz” demektir. Divan şiirinde nazım şekilleri beyit veya bentlerden
meydana gelmekte, beyit ve bent sayılarına göre de farklı isimler almaktadır. Biz de
bu ünitede, beyit esasına göre nazım şekilleri ve bent esasına göre nazım şekilleri
olmak üzere iki ana bölüm hâlinde konuyu ele alacağız.
BEYİT ESASINA DAYALI NAZIM ŞEKİLLERİ
Divan şiirinin asıl nazım birimi beyittir. Beyit ise, iki mısradan oluşur. Beyt,
“ev” anlamına gelen Arapça bir kelimedir. Böyle olunca her bir mısra da birer
kapıya benzetilir.
Nazım şekillerinin büyük bir kısmı, beyit sayı ve kafiyelenişine göre
isimlenirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Nazım Şekilleri
Âzâde Mısra
Azade, ikinci mısraya ihtiyaç duymayan ve tam bir anlam ifade eden
mısradır. Muallim Naci’nin, kendi resmi altına yazdığı “Muzhıkât-ı dehre ben ölsem
de tasvîrim güler” mısraı, azade mısraya güzel bir örnektir.
Azade adı verilen mısralar, genelde, ders alınması gereken veya nükte
yapılmış olan sözlerdir. Aşağıdaki azadeler Ragıb Paşa’ya aittir:
“Şecâ‘at arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler”
“Eğer maksûd eserse mısrâ‘-ı berceste kâfîdir”
“Ne ararsan bulunur derde devâdan gayri”
Beyit
Aynı vezinle yazılmış, anlamca birbirine bağlı iki mısradan oluşan nazım
birimine beyit denir.
Bu tanıma göre beyit, aynı vezinde olan iki mısradan meydana gelmelidir.
Vezinleri farklı olan iki mısraya beyit denilemez. Ayrıca, beyti oluşturan mısraların
birbirleriyle kafiyeli olması da gerekmemektedir.
İki mısraı da birbiriyle kafiyeli olan beyte musarrâ‘ adı verilir. Bir şiirde
musarrâ‘ olan ilk beyte Matladenir.
Beyit, tek başına bulunabildiği gibi, bir şiirin parçası da olabilir.
Kimesne çekdiğim bilmez benim Allâh’dan gayrı
Nice mihnet çeker gönlüm kemend-i âhdan gayrı
Enveri
Kesb-i mahâret eylemeyince tüfengle
Mümkün mü kimse gâlib ola hasma cengle
Şeyhülislam Arif Hikmet
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Nazım Şekilleri
Ferd
Divanların sonlarında yer alan beyitlerdir. Buna müfred de denir. Müfredler,
genel olarak, bir nükte veya hikmeti içerir. İlk mısra ile ikinci mısra arasında kafiye
şartı aranmaz.
Bu âlemde kimesne gamsız olmaz
Eger olsa benî âdem degildir
Hamdullah Hamdi
Cemâlin zeyn eden hep dilber olmaz
Her âyîne düzen İskender olmaz
Cem Sultan
Bileydim sevmez idim sevdiğimi bilmedi bilmem
Gözüm görmüş gönül sevmiş özüm bilmişdir bilmem
Esrar Dede
Gazel
Arapça kökenli olan gazelin kelime anlamı: “Mahbûbenin hüsn ü hâlini medh
ederek kendine takılma, bu yolda şiir söyleyerek mahbûbe ile eğlenme” ve “Güzel
kadınlar sözü ve medhi ve dahi kadınlar musâhabetin sevmek” demektir.
Kadınlarla sevgi üzerine konuşmak, söyleşmek anlamına gelen gazel, Arap
edebiyatında ayrı bir nazım şekli olmayıp kasidelerin başında “aşktan, sevgiliden”
söz eden bölümlere verilen addır ve nesip karşılığında kullanılmıştır. Daha sonraki
zaman içerisinde, şairin aşk, sevgili, şarap, bahar gibi coşkulu durumlar karşısındaki
duygularını anlatan uzun yahut kısa şiirlere gazel denilmiştir.
İran’ın İslam’ı kabulünden sonra gazel, Arap edebiyatı etkisinde gelişen; İran
edebiyatında lirik şiirin en beğenilen nazım şekillerinden biri olmuştur.
Gazel, köken itibariyle, kaynağı eski Arap şiirine dayanmaktadır. Oradan İran
edebiyatına geçmiş olup bağımsız bir nazım şeklini kazandıktan sonra, aynı
niteliklerle Türk edebiyatındaki özel yerini almıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Nazım Şekilleri
Divan şiirinin en yaygın nazım şekillerinden olan gazelin kafiye örgüsü “aa
/ba /ca /da” şeklinde olup bazı beyitlerle içindeki kısımlara özel isimler verilmiştir.
İlk beyit kendi arasında kafiyeli (musarra‘), sonraki beyitlerin ilk mısraları serbest;
ikinci mısraları ilk beyitle kafiyeli olan gazelin ilk beytine matla, son beytine
maktadenir. İkinci beytine hüsn-i matla, sondan bir önceki beyte de hüsn-i
maktaadı verilir. Bu beyitlerin matlave maktabeyitlerinden güzel olmasına özen
gösterilir. İlk beytin mısralarından biri, maktada ikinci mısra olarak tekrar edilirse
buna redd-i matla, aynı yerde diğer mısralardan biri tekrar edilirse redd-i mısra
denir. Bu şekil gazel, daha çok Tanzimat döneminde görülür. Şair, mahlasını son
veya sondan bir önceki beyitte söyler; bu beyte mahlas beyti veya mahlas-hâne adı
verilir. Mahlas edinmeye “tahallus etme” denir. Şairin, mahlasını son iki beyitten
önceki beyitlerde de söylediği vakidir.
Gazelin ilk beytinden sonraki iki beyit kendi aralarında kafiyeli olursa bu
gazele gazel-i dü-beyt; üç beyit kendi aralarında kafiyeli olur ise, buna da zâtü’lmetâli‘ veya zü’l-metâli‘ adı verilir.
Gazel, genel olarak, 5-15 beyitten oluşur. Beyit sayıları, daha çok 5, 7, 9, 11
olan gazeller çoğunluktadır. Beyit sayısı 15’ten fazla olursa buna mutavvel gazel
denir. Eger şair, mahlasının geçtiği beyitten sonra zamanın padişahını, bazı tarikat
ulularını över ise, bu tip gazellere müzeyyel gazel adı verilir. Gazel beş beyitten az
ise, buna nâ-tamam (eksik) gazel denir. Gazelin en güzel beytine beytü’l-gazel veya
şeh beyit adı verilir. Şair, gazelin bütün beyitlerini en güzel şekilde yazmaya özen
gösterir. Her beyti aynı güzellikte olan gazellere yek-âvâz; tamamında tek konu
işlenen ve anlam bakımından birbirini tamamlayan gazellere de yek-âhenk adı
verilir. Bir mısraı veya mısraın bir kısmı Arapça veya Farsça yazılmış gazellere de
mülemma‘ gazel adı verilir.
Musammat gazel adı verilen bir gazel çeşidi vardır. Mısra sonlarında olduğu
gibi, mısra ortalarında da iç kafiye bulunan gazellere musammat gazel denir.
Musammat gazeller, genel olarak, aruzun iki eşit parçaya bölünebilen kalıplarıyla
yazılır. Bu kalıplar, daha çok 4 mefâ‘îlün veya 4 müstef‘ilün kalıplarıdır. İlk veya
ikinci beyitten başlayarak bu eşit parçalardan ilk üçü kendi aralarında kafiyelenerek
her beyit küçük bir dörtlük şeklini alır. Buna göre kafiye şeması: aa/xa/xa/xa/xa
olan
bir
gazelin
kafiyelenişi:
xaxa/bbba/ccca/ddda/eeea
veya:
baba/ccca/ddda/eeea şeklini alır. Bir örnek:
Beni cândan usandırdı - cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhumdan - murâdım şem’i yanmaz mı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Nazım Şekilleri
Kamu bîmârına cânan - devâ-yı derd eder ihsân
Niçün kılmaz bana dermân - beni bîmâr sanmaz mı
Gamım pinhân dutardım ben - didiler yâre kıl rûşen
Disem ol bî-vefâ bilmem - inanır mı inanmaz mı
Şeb-i hicrân yanar cânım - döker kan çeşm-i giryânım
Uyarur halkı efgânım - kara bahtım uyanmaz mı
Gül-i ruhsâruna karşu - gözümden kanlu akar su
Habîbim fasl-ı güldür bu - akar sular bulanmaz mı
Değildim ben sana mâil - sen itdin aklımı zâil
Bana ta‘n eyleyen gâfil - seni görgeç utanmaz mı
Fuzûlî rind-i şeydâdır - hemîşe halka rüsvâdır
Görün kim bu ne sevdâdır - bu sevdâdan usanmaz mı
Divan şiirinde gazele fevkalâde önem verilmiştir. Çünkü bir şairin şairliği,
yazdığı gazel ile ölçülür. Fuzuli, bu hususa şu beyitlerle işâret eder:
Gazel bildirir şâ‘irin kudretin
Gazel artırır nâzımın şöhretin
Ki her mahfilin zînetidir gazel
Hıredmendler san‘atıdır gazel
Gazeller, işlenen konulara ve bu konulara bağlı üsluplara göre, şu isimleri
alır:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Nazım Şekilleri
Aşkla ilgili her türlü acı, sıkıntı, mutluluk, sevgi, yakarış ve benzeri içli
duyguların anlatıldığı gazellere “âşıkâne gazel” denir. Fuzuli ’nin gazelleri gibi. İçki
ve şarap ile ilgili çeşitli düşünceler, dünya ve hayata aldırış etmeme, yaşamaktan
zevk alma ve benzeri konulu gazellere “rindâne gazel” denir. Baki ’nin gazelleri gibi.
Kadın ve ten zevklerinin ağır bastığı bir aşkı anlatan gazellere “şûhâne gazel”
denilir. Nedim’in gazelleri gibi. Hayat dersi veren, öğretici ve veciz söyleyişli
gazellere de “hakîmâne gazel” adı verilir. Nâbî ’nin gazelleri gibi.
Bestelenmek üzere yazılmış gazeller de vardır. Gazelleri makamla okuyan
kişilere gazelhân adı verilir. Gazel şeklinde şiir yazan usta şairlere gazelserâ adı
verilir. Türk şiirinin en ünlü gazelserâları; Fuzuli, Baki, Nevi, Şeyhulislam Yahya,
Nâbî, Nedim ve Sebk-i Hindî tarzı gazeller yazan Şeyh Galip’tir.
Kasîde
Bilerek ve isteyerek bir işe teşebbüs etmek, girişmek anlamına gelen kaside,
“belli bir amaçla yazılmış manzume” şeklinde tarif edilmektedir. Bir başka tarifi de
şöyledir: “İkişer mısralık ve son mısraları birbiri ile kafiyeli beyitlerden müteşekkil,
emek mahsulü manzumeler olup, aynı zamanda muayyen mevzuların dahilî bir
tertip ve nizam içinde işlenmesini de gerektiren bir edebî nevidir.” Türk
edebiyatında, din ve devlet büyüklerini övmek maksadıyla, belirli kurallar içinde
yazılan uzun şiirlere kaside denir. Kasideler yazıldıkları devrin insanlarının; yönetici
ve büyüklere karşı bakış açılarını, onları nasıl gördüklerini ve onlara nasıl hitap
ettiklerini göstermesi bakımından da kültür tarihimize ışık tutan önemli
eserlerdendir.
Kaside, Arap edebiyatında ilk dönemlerden beri var olan bir nazım şeklidir.
Rivayete göre, ilk kasideyi Arap şairlerinden Mühelhil b. Rebî‘a et-Tağlibî
söylemiştir. R. Blachèr’e göre, muhtemelen kaside, miladi V. Yüzyılın ortalarında
Doğu Arabistan’da Bekir ve Tağlib kabileleri arasında gelişmiş, Hira muhiti
vasıtasıyla yayılma imkânı bulmuştur.
Kaside, önce İran edebiyatına, buradan da Türk edebiyatına geçmiştir.
Kaside, beyitlerle yazılan bir nazım şeklidir. Kafiyelenişi, gazel ile aynıdır.
Ancak, gazelden çok uzundur. Kasidenin ilk beytine matla, son beytine makta
denir. Matlatekrar edilir veya yenilenirse buna redd-i matla veya tecdîd-i matla
denir. Bu matlalar birden fazla olursa, bunlar, sırasıyla, matla-ı evvel, matla-ı sânî,
matla-ı sâlis adını alırlar. Böyle kasidelere zü‘l-metâli veya zâtü’l-metâli denir.
Şairin mahlasının geçtiği beyte tâc beyt adı verilir ve son beyitlere doğru
bulunur. Kasidenin en güzel ve anlamlı beytine ise, beytü’l-kasîd denir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Nazım Şekilleri
Kasidede beyit sayısı en az 31, en fazla 99’dur. Beyit sayısı 31’den aşağı olan
Kaside olduğu gibi, 99’dan yukarı olanlar da vardır. Arap edebiyatında ise, bu sayı
30-120 arasında olmakla beraber, İbnü’l-Fârız’da görüldüğü gibi 700 beyti aştığı da
olmuştur.
Beyitler hâlinde yazılan kasidenin ilk beyti kendi arasında, sonraki beyitler ise
ilk beytin ikinci mısraı ile kafiyeli olup kafiye şeması: (aa/ba/ca/da..) şeklindedir.
Türk şiirinde kaside, XV. Yüzyıldan itibaren kendini gösterir. Şeyhi ve Ahmed
Paşa’nın kasideleri, bu yüzyılın başta gelen örnekleridir. XVI. Yüzyılda Hayali, Fuzuli,
Nevi, Baki ve Ruhi gibi şairlerin elinde gelişen Türk kasideciliği; XVII. Yüzyılda en
büyük kaside ustası olan Nefi’yi yetiştirmiştir.
Kaside, nesip (teşbip), girizgah (giriz), methiye, tegazzül, fahriye, dua olmak
üzere altı bölümden oluşmaktadır.
Nesîb-Teşbîb
Kasidenin girişi ve şiir yönü en ağır basan bölümüdür. Beyit sayısı 15-20
arasındadır. Kasidede asıl amaç bir büyüğü övmektir. Fakat şair doğrudan övgüye
başlamaz kasidenin mukaddimesi sayılan nesip bölümüne bir tasvirle başlamak
ister. Nesibin konusu ise, bahar, kış, gece, savaş alanı, at, bir güzelin anlatılması,
tasviri gibi çok çeşitlidir. Kasideler, genel olarak, nesip bölümünde işlenen konulara
göre isimlendirilir. Bazen da redifi, redif yoksa kafiyesine göre ad verilir. Nesip
bölümünde anlatılan konulara göre şu isimleri alır: bahariye, şitaiye, temmuziye,
ramazaniye, ıydiye, nevruziye, rahşiye, hammamiye, dariye, cülusiye, kudumiye
(istikbaliye), fethiye, sulhiye” adlandırmaları da, kasidelere başlık olan diğer edebî
tür adlarıdır.
Bazı kasideler de rediflerine göre; gül, sünbül, kerem, güneş, su, tig, kalem
(kasidesi) şeklinde adlandırılırlar.
Girîzgâh (Girîz)
Kasidelerin nesip bölümünden methiye bölümüne geçerken söylenen beyit
veya beyitler demektir. Mensur yazılarda veya hutbelerdeki “ammâ ba‘d” sözüne
mukabil, kasidedeki girizgah beyti, gelişigüzel söylenmeyip yerine göre uygun
nükteli bir veya iki beyitle methiye bölümüne geçer. Bu işin ustası Nedim ve
benzeri şairlerdir.
Medhiyye
Kasidenin asıl bölümü, methiye kısmıdır. Çünkü kaside, büyükleri övmek,
medh etmek maksadıyla yazılır. Bu bölümde şair, kendi becerisini ve şiir yeteneğini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Nazım Şekilleri
göstermek için, övülen kişide dile getirdiği özelliklerin olup olmadığını dikkate
almaksızın övgüler söyler. Şair, bu bölümde bütün maharetini gösterir. Edebî
sanatlardan teşbih sanatı, en çok bu bölümde kullanılır. Bu da, kendine kaside
yazılan kişiyi lutuf ve ihsanı, cömertlik, adalet, güç, kuvvet ve haşmetiyle tanınmış
tarihî ve efsanevi kahramanlarla karşılaştırarak yapılır. Bu bölümün şiir yönü
oldukça zayıftır. Dil, diğer bölümlere nazaran daha ağır ve ağdalıdır.
Tegazzül
Tegazzül, Arapça olup, gazel söyleme, gazel tarzında şiir söyleme anlamına
gelmektedir. Kasidenin bir bölümü olması nedeniyle, genel olarak nesip (teşbip)
bölümünden sonra yazılır ve tecdîd-i matla ile başlar, mahlas beyti ile sona erer.
Şair, bir fırsatını bularak, aynı ölçü ve kafiyede bir gazel söyler. Şair, gazel
söyleyeceğini, duruma uygun bir beyitle haber verir.
Fahriyye
Övünülecek şey anlamına gelen fahriye, şairin kaside içinde kendini övdüğü
bölümdür. Şemseddin Sami fahriyeyi, “Şairin eski Arab usûlü üzre kendi evsâf ve
fezâilini ve ale’l-husûs şecâ‘at, kerem ve sehâvetiyle fesâhatını ta‘dâd ve medh
yolunda söylediği kaside”, diye tarif etmektedir. Şair, methiye bölümünde
kullandığı benzetmeleri, bu defa fahriye bölümünde, İran şairleriyle kendini
karşılaştırmak suretiyle yapar. Böylece kendini İran şairlerinden üstün göstererek
övülen kişiyi sıradan bir şairin değil, usta bir şairin övdüğünü söylemek ister.
Kasidenin bu bölümünde de, en başarılı şairin, kaside ustası Nefi olduğu
görülmektedir. Nefi, fahriye bölümünde sadece kendini değil, şiiri ve şairliği de
önemli bir sanat olarak övmüştür. Nefi, bununla da kalmamış, bazı kasidelerine
fahriye ile başlamıştır ki, nesip bölümü bulunmayan bu kasideler de bir nevi
methiye demektir.
Du’â
Kasidenin son bölümü olan dua, birkaç beyitten ibarettir. Bu bölümde şair,
övdüğü kişinin işlerinde başarılı, ömrünün uzun; talihinin iyi ve açık olması
dilekleriyle dua eder. Şair, dua bölümüne geçtiğini uygun bir beyitle belirtir.
Kasideler içerisinde musammat kaside tarzında yazılmış kasideler de vardır.
Musammat gazellerde olduğu gibi, musammat kasideler de genel olarak iki eşit
parçaya bölünebilen kalıplarla yazılırlar. Bu kasidelerin dış kafiyelerinden başka, iç
kafiyeleri de bulunur. Beyitlerde bulunan iç kafiyeden sonraki kısımları, beyitlerin
altına gelecek şekilde yazıldığı zaman, halk edebiyatı nazım şekillerinden koşma
tarzına dönüşmüş olur. Bu husus, gazellerde daha çok görülür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Nazım Şekilleri
Mesnevî
Klasik Türk edebiyatında değişik konuların işlenmesinde çok kullanılmış olan
nazım şekillerinden biri de mesnevidir. Bir edebiyat terimi olarak mesnevinin ilk
olarak İran edebiyatında kullanıldığı söyleniyorsa da, bu nazım şeklinin ilk örnekleri
Arap edebiyatında görülmektedir. Buna göre Araplar, kendi arasında kafiyeli
beyitlerden oluşan mesnevi nazım şekline müzdevice, aruzun recez bahri ile
yazıldığı için de recez veya bunun çoğulu olan urcuze kelimesiyle ifade etmişlerdir.
Urcuze, aruzun kısa bahirleriyle yazılan şiir demektir.
Divan edebiyatında kaside ve gazelden sonra en yaygın nazım şekli olan
mesnevi, “her beyti kendi arasında kafiyeli olan manzumeler” demektir. Konuları
uzun eser ve hikayeler bu nazım şekliyle yazılır. Çünkü bu nazım şeklinde kaside ve
gazeldeki gibi kafiye sıkıntısı yoktur.
Mesnevi, bir terim ve bir nazım şekli olarak Türk edebiyatına İran
edebiyatından geçmiş; XI. Yüzyıldan XIX. Yüzyıla kadar bu türde sayısız eserler
verilmiştir. İran edebiyatında, ilk zamanlarda, daha çok, destani konuların
işlenmesinde mesnevi nazım şeklinin gelişmiş ilk örneği Firdevs-i Tusi’nin Şeh-nâme
(X-XI. Yy.) isimli eserinin etkisi vardır. Mesnevi nazım şekli, sadece destani
eserlerde kullanılan bir nazım türü olarak kalmamış, tasavvufi ve ahlaki konularla
aşk ve macera hikâyeleri de bu nazım şekliyle yazılmıştır.
Mesnevi, kendi arasında kafiyeli beyitlerden oluşan bir nazım şekli olup
kafiye şeması (aa/bb/cc...) şeklinde devam etmektedir. Beyit sayısında, diğer nazım
şekillerinde olduğu gibi, her hangi bir kısıtlama olmaması, beyitler arasında kafiye
bağlantısı bulunmaması, şairlere, işledikleri konuları istedikleri genişlikte işleme
serbestîsini vermiştir. Mesnevi nazım şeklinin çok kullanılmasının sebepleri başında
da bu gelmektedir.
Kıt`a
Aynı vezinde iki beyitten ibaret ve başlı başına bir anlam ifade eden
nazımdır. Kıtalarda, daha çok 2. ve 4. mısralar kafiyeli olur. Kıtalarda matla ve
mahlas beyti bulunmaz. Kafiye şeması, gazelde olduğu gibi, (xa/xa) şeklindedir. İki
beyitli kıtaların (ab/ab) şeklinde kafiyeli olanları da vardır. Beyit sayısı 35-40 beyte
varan kıtalara kıta-i kebîre denir. Matla beyti olmayan bir gazel gibidir. Tarihler,
genel olarak, kıta nazım şekliyle yazılır. İlk beyti kafiyeli olanlara nazım adı verilir.
Kıtalarda beyitler arasında anlam bütünlüğü vardır ve beyitler birbirini tamamlayıcı
niteliktedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Nazım Şekilleri
Kıtalarda, felsefi ve tasavvufi fikirler, bir kişiyi övme veya yerme, bir olayın
tarihi, bir hayat görüşü, bir nükte gibi çeşitli konulara yer verilmiştir. Uzun kıtalarda
bazan şairin mahlasını da söylediği görülür.
Kıta ile rübai çoğu zaman karıştırılır. Kıtanın en bariz özelliği, ilk beytinin
kafiyeli olmayışıdır.
Yâ Rab ne eksilirdi deryâ-yı rahmetinden
Peymâne-i vücûda zehr-âb dolmasaydı
Âzâde-ser olurdum âsîb-i derd ü gamdan
Ya dehre gelmeseydim ya aklım olmasaydı
Ziya Paşa
Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahrîrün
Ki fesâd-ı rakamı sûrumuzu şûr eyler
Gâh bir harf sükûtıyla eder nâdiri nâr
Gâh bir nokta kusûrıyla gözi kûr eyler
Fuzuli
Müstezâd
Bazı manzumelerde, özellikle gazellerde mısraların sonuna kısa ve manzum
bir parça eklenir. Bu parçalara ziyade adı verilir. Böyle ziyadeli manzumelere
müstezat denir.
Eklenmiş anlamına gelen müstezat, gazelden türemiştir. Çoğunlukla aruzun
(mef‘ûlü/mefâ‘îlü/mefâ‘îlü/fe‘ûlün) kalıbıyla yazılır, her mısradan sonra bu kalıbın
ilk ve son tefileleri olan (mef‘ûlü/fe‘ûlün) kalıbına uygun ve ziyâde denilen bir kısa
mısra söylenir. Böylece müstezatın her beyti iki kısa mısra ilavesiyle dört mısradan
oluşur. Bu nazım şekli, divan şiirinin sanatlı şekillerindendir. Kısa mısralar okunsa
da okunmasa da beytin anlamı bir bütünlük arz eder. Bu bakımdan uzun ve kısa
kalıplarla yazılmış iki ayrı gazelin içiçe girmiş hâli gibidir. Müstezatın bu şekline
müstezat-ı südâsiye adı da verilmektedir. Bu müstezata südâsiye (altılı) denmesi
ise, uzun ve kısa mısralardaki tefilelerin toplamının altı tane olmasındandır.
Sayıları az da olsa, bazen her uzun mısradan sonra iki ziyâdeli müstezatlar da
söylenmiştir. Böyle olan müstezatın kafiye şeması:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Nazım Şekilleri
Aaa Aaa/BbbAaa/CccAaa/... şeklinde olur. Ziyadesi bir olan müstezatlara
sade, iki mısra olanlara ise çift adı verilir.
Bu nazım şekli, halk edebiyatında divan edebiyatından daha çok kullanılmış
ve ziyade yerine yedekli-ayaklı gibi isimlerle yaygın bir nazım şekli hâline gelmiştir.
Servet-i fünun edebiyatıyla ortaya çıkan serbest müstezat ise, aruzun hemen
her kalıbıyla yazılmış olup klasik müstezat ile uzun ve kısa mısralı oluşundan başka
benzer tarafı bulunmamaktadır.
Keçecizade İzzet Molla’nın bülbüle hitaben söylediği şu şiir bir müstezattır:
Bülbül, yetişir bağrımı hûn etti figânın
Zabt eyle dehânın
Hançer gibi deldi yüregim tîg-ı zebânın
Te’sîr-i lisânın
Âh etse n`ola bülbül-i dil meşhedim üzre
Tâ mahşer olunca
Çok çekdi gam-hârını gülzâr-ı cihânın
Bu bâğ-ı fenânın
İki ziyadeli müstezata örnek olarak da şu şiiri verebiliriz:
Hey hey ne acâib bezemiş hüsn ile Bârî
Bu sûret-i yâri
Bu nakş-ı nigârı
Her ehl-i nazar kim göre tahsîn ola kârı
Bu çeşm ü izârı
Kalmaya karârı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Nazım Şekilleri
Ey mutrib-i dil-keş ele al çeng ü rebâbı
Çâk eyle hicâbı
Ref‘ eyle nikâbı
Ey sâkî-i meh-veş taşa çal şîşe-i ârı
Sun câm-ı ukârı
Def‘ eyle humârı
Uşşâkı katâr eyledi aşk içre Muhammed
Ol şâh-ı mümecced
Ol matlab-ı maksad
Ey üştür-i dil sen olagör pîş-i katârı
Çek aşk ile bârı
Ye derd ile hârı
Müstezatın bir başka şekli de, başka bir şairin gazeline ziyadeler ilave ederek
yazılan müstezattır. Adli’nin gazeline, Osmanzade Taib mizahi anlamlı ziyadeler
ekleyerek bir müstezat oluşturmuştur. Bu şiirin ilk beyti şöyledir:
“O dem ki mültefit-i yâr-ı dil-firîb olurum”
Dürüst söyleyemem
“Fenâ-resîde-i ser-mâye-i rakîb olurum” (Adli)
Fenâ-resen diyemem (Osmanzade Taib)
BENT ESASINA DAYALI NAZIM ŞEKİLLERİ
Rübâ´î
Dörtlü demek olan rübai, dört mısralık ve kendine has vezni olan, bağımsız
bir nazım şeklidir. 1, 2 ve 4. mısralar kafiyeli, 3. mısra serbesttir. Kafiye şeması
“aaxa” şeklindedir. Rübainin üçüncü mısraı kafiyesiz olması nedeniyle hasi (hadım)
denilmiştir. Rübaiye Farsça olarak; terane, dü-beyt, çar-mısra/çehar-mısra adları da
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Nazım Şekilleri
verilmiştir. Dört mısralı nazım ve tuyugdan ayrılan yanı, kendine has vezinlerle
yazılmış olmasıdır.
Kendine has vezinlerle yazılan rübainin, bahr-i hezecden yirmi dört kalıbı
vardır ki, bunlar: ahrem ve ahreb diye ikiye ayrılır. Her ikisi de on ikişer kalıptır.
(Mef‘ûlü) tefilesiyle başlayanlara ahreb, (mef‘ûlün) tefilesiyle başlayanlara da
ahrem denir. Türk edebiyatında daha çok ahreb kalıpları ve bunların da ahenkli
olanları kullanılmıştır. Şair, hepsi ahreb kalıplarından olmak üzere, rübaide ayrı ayrı
kalıpları karışık olarak kullanabilir. Rübainin her mısraı ayrı ayrı vezinde olabildiği
gibi, dört mısraı da aynı vezinde olabilir.
Genel olarak, bir rübaide iki kalıp kullanılmıştır. Bu iki kalıptan biri 1, 2 , ve 4.
mısrada, diğeri ise 3. mısrada kullanılır ki bu tertip, rübainin 3. mısrada en güçlü
düşünceyi söyleme ve uyumu sağlama ilkesine uygundur.
Rübailer, divanların tertibinde “Rubâiyyât” bölümünde kafiyelerine göre
sıralanırlar.
Rübai nazım şekli, edebiyatımıza İran edebiyatından geçmiştir. Değişik
konularda yazılan rübailerde şairler, dünya görüşlerini, felsefelerini, dinî ve
tasavvufi düşüncelerini, rindane tavırlarını, maddi ve manevi aşk anlayışlarını kısa
ve özlü bir şekilde ancak rübaide anlatabilirler.
Rübai nazım şekli, Türk edebiyatında XIV. Yüzyıldan sonra görülmeye
başlamıştır. Rübai denilince akla gelen ilk şairler, Arap edebiyatında İbnü’l-Fârız;
İran edebiyatında Ömer Hayyâm; Türk edebiyatında Azmizade Haleti’dir. XX.
Yüzyılda ise, Yahya Kemal ile Arif Nihat Asya ilk akla gelen şairlerimizdir. Azmizade
Haleti’nin rübai söylemede olan ustalığı hakkinda Nedim; “Hâletî, evc-i rübaide
uçar ankâ gibi”, demiştir.
Rübai nazım şekli, ince duygu ve düşüncelere, nükteli buluşlara çok uygun
olması sebebiyle, divan edebiyatı nazım şekilleri içinde, günümüze kadar gelebilmiş
nadir rastlanan nazım şekillerindendir.
Bir de rübai-i musarra vardır ki, dört mısraı da birbiriyle kafiyeli olan
rübailerdir. Şeması (aaaa) şeklindedir. Ancak, böyle olan rübailerde, aynı kafiyede
olması sebebiyle 3. mısrada kafiye değişikliği olmadığından, 4. mısrada asıl
söylenmek istenen duygu ve düşünce tam bir tesir bırakmaz.
Rübai vezniyle yazılan şiirler dört mısraı geçmezken, XVII. Yüzyıl gazel ustası
Şeyhülislam Yahya, rübai vezniyle bir gazel yazarak, bu alanda bir yenilik getirmeye
çalışmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Nazım Şekilleri
Derd ehli odur ki sormayup râh-ı necât
Yanında bir ola hâr u gül zehr ü nebât
Hükmün viremez bu kâr-ı zâr-ı aşkın
Şemşîr-i belâyı bilmeyen âb-ı hayât
Azmizade Haleti
Yâ Rab dilimi sehv ü hatâdan sakla
Endîşemi tezvîr ü riyâdan sakla
Basdım reh-i vâdî-i rubâ‘îye kadem
Ta‘n-ı har-ı nâdân-ı dü-pâdan sakla
Nefi
Âlemde huzûr etmege bir dem yoğimiş
Âzâde-i gam aceb bir âdem yoğimiş
Ya hep var imiş anlamadık biz yâhûd
Âdem yoğimiş dem yoğimiş gam yoğimiş
Ziya Paşa
Tuyug
Tuyug, kafiye şekli rübai gibi aruzun sadece (fâ‘ilâtün/fâ‘ilâtün/fâ‘ilün)
vezniyle yazılan 4 mısralık bir nazım şeklidir. 1, 2 ve 4. mısraları kafiyeli, 3. mısra
serbesttir. Şeması ise, rübaide olduğu gibi, (aaxa) şeklindedir. Az da olsa (aaaa)
tarzında yazılmış tuyuglar da vardır. Dört mısraı da kafiyeli olan bu tuyuga musarra
tuyug denilmektedir. Halk edebiyatında, on birli hece ölçüsüyle yazılan mâni
şeklindeki dörtlüklere de tuyug denmektedir. Tuyug, Türk edebiyatına mahsus tek
bentli bir nazım şeklidir. Halk edebiyatındaki mani karşılığı sayılır. Manide olduğu
gibi, tuyugta da, genellikle, cinaslı kafiye kullanılır. Ancak bu tarza, daha çok Azeri
ve Çağatay edebiyatlarında tesadüf edilmektedir.
Edebiyatımızda tuyugun başta gelen temsilcisi olarak Kadı Burhâneddin
kabul edilmektedir. Divanı’ndaki tuyug sayısı 169’dur. Tuyuglarıyla tanınmış olan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Nazım Şekilleri
diğer şairler Nesimi, İvaz Paşazade Atayi ve Ali Şir Nevai’dir. Tuyugta da, rübaide
olduğu gibi, önemli fikir ve düşünceler özlü bir şekilde söylenir, mahlas söylenmez.
Aşağıdaki örneklerden ilki normal tuyuga, diğeri musarra tuyuga örnektir.
Gönlüm oldu aşkının âvâresi
Gamzenin gitmez gönülden yâresi
Derdime çok istedim dermân velî
Yoğ imiş la‘linden özge çâresi
İvaz Paşazade Atayi
Âlemi yüzün gülistân eylemiş
Bülbülü ser-mest ü hayrân eylemiş
Anberîn zülfün perîşân eylemiş
Mâhını ebrinde pinhân eylemiş
Nesimi
Murabba‘
Murabba, bent adı verilen dört mısralık kıtalardan oluşur. Genel olarak
kafiye şeması (aaaa/bbba/ccca/ddda...) şeklindedir. İlk bentin ilk üç mısraı kendi
aralarında kafiyeli olabilir. Buna göre kafiye şeması (bbba/ccca/ddda/eeea..)
şeklinde olur. Bu durumda dördüncü mısranın, diğer bentlerin dördüncü
mısralarıyla kafiyeli olması gerekir. Birinci bentin dördüncü mıraı diğer bentlerin
dördüncü mısraı olarak tekrar ederse, böyle murabbalara murabba-ı mütekerrir,
her bentte değişik ise buna da murabba-ı müzdevic denir. Şairin mahlası son bentin
her hangi bir mısraında geçer.
Murabbaın bent sayısı 3-7 arasında değişir. Her konuda murabba yazılabilir.
Murabba-ı mütekerrir’e örnek:
Perîşân hâlin oldum sormadın hâl-i perîşânım
Gamından derde düşdüm kılmadın tedbîr-i dermânım
Ne dersin rûzgârım böyle mi geçsin güzel hânım
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Nazım Şekilleri
Gözüm cânım efendim sevdiğim devletlü sultânım
...
Esîr-i dâm-ı aşkın olalı senden vefâ görmem
Seni her kanda görsem ehl-i derde âşinâ görmem
Vefâ vü âşinâlık resmini senden revâ görmem
Gözüm cânım efendim sevdiğim devletlü sultânım
Fuzuli
Şarkı
Türk edebiyatının ürünü olan ve şekil bakımından murabbaya benzeyen
şarkı, dörtlüklerden kurulur ve temel kafiye, her dörtlüğün dördüncü mısraında
tekrarlanır. Genel olarak kafiye şeması (aaaa/bbba/ccca/ddda..) şeklindedir. Bu
ana kafiye, bazen ilk dörtlüğün 2. mısraında da olur. Bu durumda ilk dörtlüğün 2.
ve 4. mısraları, diğer dörtlüklerin 4. mısraı olarak takrarlanır ki, buna nakarat denir.
Kafiye şeması (aa aa/bbba/ccca/ddda...) şeklindedir. Nakaratsız şarkılar da vardır.
(baba/ccca/ddda/eeea..). İlk dörtlüğün 3. mısraı kafiyesiz olan şarkılar da bulunur.
Bunların kafiye şemaları (aaxa/bbba/ccca/ddda..; aaxa/bbba/ccca/ddda...)
şeklindedir.
Bestelenmek için yazıldıklarından dolayı bent sayısı azdır. Bu amaçla yazılan
şarkılar, daha çok, (mef‘ûlü/mefâ‘îlü/mefâ‘îlü/fe‘ûlün) kalıbıyla yazılır. Şarkıda 3.
mısraya miyan veya miyanhane adı verilir. Söz ve bestenin en dokunaklı yeri
miyana denk getirilir. Divan edebiyatında şarkı ustası olarak Nedim bilinir.
Şarkılarının dili oldukça sadedir. Nedim’den başka Enderunlu Fazıl ve Enderunlu
Vasıf da şarkı yazmışlardır. Ancak, Nedim’in şarkıları kadar başarılı değildirler.
Şarkılarda konu, genelde, aşk, sevgili, şarap ve eğlencedir.
Sevdiğim cânım yolunda hâke yeksân olduğum
İyddir çık nâz ile seyrâna kurbân olduğum
Ey benin aşkıyla bülbül gibi nâlân olduğum
İyddir çık nâz ile seyrâna kurbân olduğum
Nedim
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Nazım Şekilleri
Yeni Türk edebiyatı döneminde yazılan şarkılar, genel olarak, iki bentli
ve nakaratlıdır.
Kalbim yine üzgün seni andım da derinden,
Geçtin yine dün eski hazân bahçelerinden!
Üzgün ve kırılmış gibi en ince yerinden,
Geçtin yine dün eski hazân bahçelerinden!
Senden boşalan bağrıma gözyaşları dolmuş!
Gördüm ki yazın bastığımız otları solmuş.
Son demde bu mevsim gibi benzim de kül olmuş,
Geçtin yine dün eski hazân bahçelerinden!
Yahya Kemal
Terbi‘
Terbi kelimesinin sözlük anlamı “dörtleme, dörtlü hâle getirme” demektir.
Bir gazelin beyitlerinden önce, başka bir şair tarafından, aynı vezin ve kafiyede
ikişer mısra eklenerek yapılan murabbaya denir. Gazelde matladan sonraki
beyitlerin birinci mısraları serbest olduğundan terbi, o mısraın kafiyesine göre
yapılır. Kafiyelenişi şöyledir: aaaa/bbba/ccca/ddda/ eeea.
Eklenen beyitlere zamime denir. Bu zamîmenin, eklendiği beyitle anlam
bakımından birbiriyle kaynaşması gerekir. Az kullanılmış bir şekildir.
Muhammes
Her bendi beş mısradan oluşan nazım şekline muhammes (beşli) denir. İlk
bentin 4. ve 5. veya sadece 5. mısraı diğer bentlerin sonunda tekrar ediyorsa buna
muhammes-i mütekerrir denir. Bu iki durumda da kafiye şeması şöyledir: (aaaan
/bbban /cccan /dddan an...) , (aaaaan/bbbban/ccccan/ddddan..).
Bazan her bendin ilk üç mısraı kendi aralarında kafiyeli olduğu hâlde, son iki
mısra bütün bentlerde aynı şekilde kafiyelenir. Bu durumda ise kafiye şeması şöyle
olur: (bbbaa/cccaa/dddaa/eeeaa...). 4. ve 5. mısralar nakarat olarak da tekrar
edebilir. Bentlerin beşinci mısraları değişiyorsa, buna muhammes-i müzdevic denir.
Kafiye şeması şöyledir: (aaaaa/bbbba/cccca/dddda...).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Nazım Şekilleri
Muhammeslerde hemen her konu işlenebilir. Ayrıca muhammes şekliyle
şarkı da yazılır ki, bu tarzda yazılan şarkılara muhammes şarkı adı verilir. Aşağıya iki
bendini aldığımız Enderunlu Vasıf’ın muhammesi, muhammes şarkıya örnektir.
Bir nihâl-i nev-edâ
Sevdim ammâ bî-vefâ
Tarz u tavrı dil-rübâ
Kaddi mevzûn ince bel
Kıt`ası gâyet güzel
....
Zülfü sünbül destedir
Vâsıfâ dil-hastedir
Dahi pek nevrestedir
Kaddi mevzûn ince bel
Kıt`ası gâyet güzel
Tardiyye
Beşer mısralık bentlerden oluşan tardiye, muhammesin özel bir şeklidir.
Muhammes, aruzun her kalıbıyla yazıldığı hâlde, tardiye sadece
(mef‘ûlü/mefâ‘ilün/fe‘ûlün) kalıbıyla yazılır. Tardiyyenin muhammesten ayrılan
diğer özelliği ise, temel kafiyenin bentlerin sadece 5. mısralarında olmasıdır. Kafiye
şeması şöyledir ve başka şekli yoktur: (bbbba/cccca/dddda/eeeea.)
Tardiyeye tard u rekb de denir. Mesnevilerde şairler, eseri monotonluktan
kurtarmak için, olayın kahramanlarının ağzından yer yer gazel, murabba gibi
manzumeler söylerlerdi. Bunlara da tardiye denilirdi.
Türk edebiyatında tardiye oldukça az kullanılan bir nazım şeklidir. Ancak,
Şeyh Galip tardiyeye özel bir değer vermiş ve Türk edebiyatının en güzel
tardiyelerini yazmıştır. Aşağıda ilk ve son bendini verdiğimiz tardiye Hüsn ü Aşk
mesnevisindendir.
Hoş geldin eyâ berîd-i cânân
Bahş et bana bir nüvîd-i cânân
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Nazım Şekilleri
Cân ola fedâ-yı îd-i cânân
Bî-sûd ola mı ümîd-i cânân
Yârin bize bir selâmı yok mu
….
Dil hayret-i gamla lâl kaldı
Gâlib gibi bî-mecâl kaldı
Gönderdiğim arz-ı hâl kaldı
El-ân bir ihtimâl kaldı
İnsâfın o yerde nâmı yok mu
Şeyh Galip
Tardiye, Şeyh Galip’ten önce Nedim tarafından da kullanılmıştır. Abdülhak
Hamit ise, Şeyh Galip’ten çok etkilenerek, Eşber isimli manzum tiyatrosunda iki
yerde tardiye kullanmıştır.
Tahmis
Sözlük anlamı “beşleme, beşli duruma getirme” demek olan tahmis, bir
gazelin beyitlerinin önüne aynı vezin ve kafiyede üçer mısra ekleyerek yazılmış olan
muhammes
demektir.
Kafiye
şeması
ise
şöyledir:
(aaaaa/bbbba/cccca/dddda/eeeea.)
Gazelde matladan sonraki beyitlerin ilk mısraları serbest olduğundan, tahmis
o mısraın kafiyesine göre yapılır. Şayet serbest olan mısraın son kelimesi kafiyeye
uygun gelmezse, ondan evvelki kelime ile kafiye yapılır, son kelime ise redif olarak
kalır. Tahmiste, ilave mısraların, gazelin beyitleriyle anlam ve değer itibariyle
kaynaşmış olması gerekir. Aksi takdirde ek mısralar birer yama gibi kalır ve
başarısız bir tahmis yapılmış olur. Gazelin makta beytinde şairin mahlası geçtiği
gibi, tahmis yapan şair de aynı bentte mahlasına yer verir.
Tahmis, daha çok gazellere yapılmakla birlikte kasidelere de tahmis
yapılmıştır. Tahmis, divan edebiyatında muhammesten daha çok benimsenmiş bir
nazım şeklidir. Çoğu şair, kendinden önceki ve çağdaşı şairlerin birkaç gazelini
tahmis etmiştir. Ayrıca kendi gazelini tahmis ederek muhammes hâle getiren
şairler de vardır. Bu nevi tahmislere divanlarda “tahmîs-i gazel-i hod” başlığı
altında yer verilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Nazım Şekilleri
Tahmis edilen gazel, musammat bir gazel ise, tahmis de musammat olarak
yapılır. Baki’nin, Fuzuli’nin musammat gazeline yaptığı tahmisinin ilk iki bendi
şöyledir:
Aceb ol şâh-ı zâlim âşıkın hûnına kanmaz mı
Bu denlü nâle bir gün ana te‘sîr ide sanmaz mı
Kıyâmet yok mudur sanır yâhûd haşre inanmaz mı
“Meni cândan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı”
Felekler yandı âhımdan murâdım şem‘i yanmaz mı”
Dem-â-dem ol gül-i handân ider cân bülbülün seyrân
Nasîbi illerin ihsân benim endûh-ı bî-pâyân
Eder gayrileri handân beni bin derd ile giryân
“Kamu bîmârına cânân devâ-yı derd ider ihsân”
Niçin kılmaz bana dermân beni bîmâr sanmaz mı”
Taştir
Taştir; terbi, tahmis ve tesdisin başka bir şeklidir. Kelime anlamı ikiye
ayırmak, demek olan taştir, her hangi bir şairin beyit esasına göre kurulmuş
manzumesinin, özellikle gazelinin her beytini ikiye ayırarak ortalarına iki veya daha
fazla mısralar ilave etmek, demektir. İki mısra ilavesiyle murabba, üç mısra
ilavesiyle muhammes, dört mısra ilavesiyle de müseddes yapılmış olur.
Taştirde, ilave edilen mısraların vezin, kafiye ve beytin ihtiva ettiği anlam
yönüyle asıl beyit ile uyuşması, kaynaşması gerekir.
Taştirin kafiye şeması “AaaaA/BbbbA/CcccA/DdddA/EeeeA.” şeklindedir.
Şair, mahlasını, ötekilerde olduğu gibi yine son bentte söyler.
Baki’nin bir gazeline Yahya Kemal’in yaptığı bir taştirin ilk iki bendi şöyledir:
“Fermân-ı aşka cân iledir inkıyâdımız”
Pürdür hayâl-i yâr ile her lâhza yâdımız
Mevkûfdur o mâha samîm-i fuâdımız
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Nazım Şekilleri
Âhir varınca haddine hestî-i şâdımız
“Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdımız”
“Baş eğmeziz edânîye dünyâ-yı dûn içün”
Ettik fedâ zevâhiri şevk-i derûn içün
Sattık metâ‘-ı ömrü mey-i la‘l-gûn içün
Nevbet çalınca rihlet-i milk-i sükûn içün
“Allâhâdır tevekkülümüz i‘timâdımız”
Müseddes
Altılı demek olan müseddes, bentleri altışar mısradan oluşan nazım şekline
denir. Kafiyelenişi, daha çok (aaaaaa /bbbbba /ccccca /ddddda…) şeklinde olan
müseddeslere müseddes-i müzdevic denir. (aaaaaa /bbbbcc /ddddee /ffffgg…;
bbbbca /ddddca /eeeeca/ffffca…) şeklinde kafiyelenen müseddes-i müzdevicler de
vardır.
Eğer, ilk bendin 5. ve 6. mısraı veya sadece 6. mısraı öteki bentlerde
tekrarlanıyorsa buna müseddes-i mütekerrir denir.
Müseddes, çeşitli konularda yazılabilir. Naili-i Kadim’in bir müseddes-i
mütekerrinin ilk iki bendi şöyledir:
Firâşım seng-i hârâ pûşişim şevk-i kıtâd olsun
Yerim beytü’l-hazen kârım figân-ı girye-zâd olsun
Ten-i mecrûhuma ta‘n-ı adû zahm-ı ziyâd olsun
Edenler gönlümü âzürde mesrûru’l-fuâd olsun
Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı yâ Rabbi şâd olsun
Benim-çün nâ-murâd olsun diyenler ber-murâd olsun
Sipihr-i kîne-cûdan bî-vefâlık resm-i âdîdir
Felekden bî-niyâz olmak dahi bir özge vâdîdir
Verâ-yı kâm-cûyân-ı mahabbet nâ-murâdîdir
Gönül bu matla‘ın memnûn-ı ma‘nâ-yı ma‘âdîdir
Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı yâ Rabbi şâd olsun
Benim-çün nâ-murâd olsun diyenler ber-murâd olsun
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Nazım Şekilleri
Naili-i Kadim
Tesdis
Altılama, altıya tamamlama demek olan tesdis, tahmis gibidir. Sadece
gazelin beyitleri üstüne 3 mısra yerine, aynı vezin ve kafiyede dört mısra ilave
edilerek yazılan nazım şekline tesdis denir. Az kullanılmış bir nazım şeklidir. Kafiye
şeması ise şöyledir: (aaaaaa/bbbbba/ccccca/ddddda.)
Müsebba‘
Yedili anlamına gelen müsebba, bentlerinin mısra sayısı yedi olan nazım şekli
demektir. Çok nadir kullanılmıştır.
Müsemmen
Sekizli demek olan müsemmen, bentlerinin mısra sayısı sekiz olan bir nazım
şeklidir. Kafiye şeması şöyledir: (aaaaaaaa/bbbbbbba/ccccccca/ddddddda.) Şu
şekilde kafiyelenenler de vardır: (aaaaaabb/ccccccdd/eeeeeeff/gggggghh.)
Mütessa‘
Dokuzlu anlamına gelen mütessa, bentleri dokuz mısra olan bir nazım
şeklidir. Hemen hemen hiç kullanılmamıştır.
Muaşşer
Onlu anlamına gelen muaşşer, bentlerinin mısra sayısı on olan nazım şeklidir.
Nadiren kullanılmıştır. Hayali’nin bir muaşşerinin ilk iki bendi şöyledir:
Bir güzel gördüm ki reşk-i sûret-i büt-hânedir
Kendisinden gayriye âteş gibi bîgânedir
Kim zebânından gelen efsûn ile efsânedir
Mü’min ü küffâr ile hem-sohbet ü hem-hânedir
Câm-ı zerrîn nûş ider bir bî-vefâ mestânedir
Nûş iden bir cür‘asın bin yıl yeri meyhânedir
Tuğ çekmiş bir dil-âverdir ki kasdı cânadır
Nûr-ı tab’ımdan çerâğın yakmamışdır yâ nedir
Râstı ben şem‘-i dil-sûzem adû pervânedir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Nazım Şekilleri
Kim dolaşsa âteşe pervâne yâ dîvânedir
Bir nihâlem kim bana berg-i hazân oldu nasîb
Sûd içinde gayriler bana ziyân oldı nasîb
Cismden âr eyler oldum tâ ki cân oldı nasîb
Bir Hümâ-yı nûr-bâlem üstühân oldı nasîb
Gel haber ver aşkdan çün kim zebân oldı nasîb
Sûz-ı hasret âşkârâ vü nihân oldı nasîb
Bana yanmak bî-tereddüd bî-figân oldı nasîb
Kendi hâlimden bana çün kim beyân oldı nasîb
Râstı ben şem‘-i dil-sûzem adû pervânedir
Kim dolaşsa âteşe pervâne yâ dîvânedir
Hayali
Terkîb-i Bend ve Tercî-i Bend
Terkîb-i Bend
Bentlerden kurulmuş olan uzun bir nazım şeklidir. Her bent iki bölümden
oluşur. Birinci bölüme terkib-hane adı verilir. Buna kıta da denmiştir. Genel olarak
kısaca bent tabir edilir. Her bent, sayısı 5-10 arasında değişen beyitlerden oluşur.
Bentlerin kafiye şeması gazele benzer. Bazan bentlerin bütün mısraları her bentte
ayrı ayrı olmak üzere kendi aralarında kafiyelenir. Bent sayısı 5-10 arasında değişir.
Daha fazla da olabilir. Bendin son beytine vasıta beyti veya bendiye denir. Bu beyit
her bendin sonunda değişir ve mutlaka kendi mısraları arasında, bentten ayrı
olarak, kafiyelenir. Terkib-i bendin kafiye şeması şöyledir: (aa xa xa xa xa bb/cc xc
xc xc xc dd..). Şu şekilde de olabilir: (aa aa aa aa aa bb/cc cc cc cc cc dd..). Her iki
şekilde de kafiyeleri “bb” ve “dd” harfleriyle gösterilen beyitler vasıta beytidir.
Terkib-i bentlerde, genel olarak, talih ve hayattan şikayetler, dinî, tasavvufi,
felsefi düşünceler anlatılmış, toplumla ilgili yergi niteliğinde tenkitlere yer
verilmiştir. Mersiyeler de genel olarak, terkib-i bentle yazılır.
Terkib-i bent ve terci-i bentte beyit sayısı çok olursa bunlara terkib-i bend-i
kebir ve terci-i bend-i kebir adı verilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Nazım Şekilleri
Altılı (müseddes), yedili (müsebba), sekizli (müsemmen), dokuzlu (mütessa)
ve onlu (muaşşer) musammatlar küçük bir terkib-i bent ve terci-i bende benzerler.
Bundan dolayı bunların müzdevic olanları terkib-i bent, mütekerrir olanları da
terci-i bent diye de isimlenir. Terkib-i bend-i müseddes, terci-i bend-i müseddes
gibi.
Konusu toplumla ilgili yergi olan en meşhur terkib-i bent Bağdatlı
Ruhi’nindir. Kendi döneminde büyük bir üne kavuşan bu Terkib-i bende üç yüzden
fazla nazire yazılmıştır. Bunlardan en güzeli ve yaygın olanı da Ziya Paşa’nın Terkib-i
bendidir.
Bağdatlı Ruhi’nin terkib-i bendi yedi beyitlik (vasıta beyti ile sekiz) on yedi
bentten oluşmaktadır. Ziya Paşa’nın Terkib-i bendi ise on, beyitlik (vasıta ile on bir)
on iki bentten müteşekkildir.
Tercî-i Bend
Şekil ve kafiye yönünden terkib-i bent gibidir. Ancak, tercî-i bentte, bentleri
birbirine bağlayan vasıta beyitleri, her bendin sonunda tekrarlanır. Her biri on
beyte yakın, 10-12 bentlik bir şiirde bütün bentlerin böyle tek beyte bağlanabilmesi
için, anlam bakımından hepsinin bu beyitli ilgili olması gerekir.
Vasıta beytinin her bendin sonunda tekrarlanması şiire bir monotonluk
verdiği gibi, anlam ilgisi kurma yönünden de güçlük doğurur.
Terci-i bentlerde, genel olarak, Allah’ın kudreti, kainat sonsuzluğu, tabiatın
ve hayatın zıtlıkları gibi konular işlenmiştir. Şeyh Galip’in bir terci-i bendinin iki
bendi şöyledir:
I
Kabûl eyler mi yâ Rab zahm-ı pür-nâsûrrumuz bih-bûd
Kalır mı yoksa bu âteşle dâğ-ı dil gibi pür-dûd
Alırsa pençeye yazık beni bu baht-ı nâ-mes‘ûd
Kıyâmet kopsa gevher tutsa âlem olmayam hoşnûd
Ferah nâmın dahi yâd idemez bu cân-ı zehr-âlûd
Rızâdır çâresi her ne dilerse Hazret-i Ma‘bûd
Belâ mevc-âver-i girdâb-ı hayret nâ-Hudâ nâ-bûd
Adem sâhillerin tutdu dirîgâ bâng-i nâ-mevcûd
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Nazım Şekilleri
II
Düşüp dâm-ı hevâya hasret-i gül-zâr kaldım ben
Gidip nefh-i Mesîhâ-veş sabâ bîmâr kaldım ben
Gül-i ümmîd soldu mübtelâ-yı hâr kaldım ben
Bu gülşen külhân oldu çeşmime nâ-çâr kaldım ben
Şarâb-ı ye’se düştüm teşne-i dîdâr kaldım ben
Başımdan aştı seyl-âb-ı keder bîzâr kaldım ben
Belâ mevc-âver-i girdâb-ı hayret nâ-Hudâ nâ-bûd
Adem sâhillerin tutdu dirîgâ bâng-i nâ-mevcûd
Şeyh Galip
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Bireysel Etkinlik
Nazım Şekilleri
•Aşağıda web adresi ve görüntüsü verilen eseri özellikle kaside
ve diğer nazım şekilleri açısından değerlendiriniz.
•Nefi Divanı (Akkuş 1993).
•http://www.idefix.com/kitap/nefi-divani-metinakkus/tanim.asp?sid=PWPNHNP1NN2ACUG1XHAV
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Özet
Nazım Şekilleri
•Edebiyatımız, şiir ağırlıklı bir edebiyattır. Osmanlı döneminde meydana
getirilen edebi eserlerden büyük çoğunluğu manzum olarak kaleme
alınmıştır.
•Edebiyatımızda görülen nazım şekillerini genel olarak iki ana kısımda
incelemek mümkündür. Bunlardan ilki "Beyit esasına dayanan nazım
şekilleri", ikincisi ise "Bent esasına dayanan nazım şekilleri"dir.
•Beyit esasına dayanan nazım şekilleri denildiğinde akla ilk gelen kaside,
gazel ve mesneviler olacaktır. Bunların dışında kıtalar, müfred ya da
ferdler ile müstezatlar da bu nevi içerisinde yer alan nazım şekilleridir.
•Bent esasına dayanan nazım şekilleri denildiğinde farklı sayıdaki
mısralardan müteşekkil bendlerden oluşan şiirler akla gelmektedir.
Musammat da denilen bu nazım şekilleri bentlerdeki mısra sayılarına
göre farklı adlarla anılmaktadırlar. Murabba, rübai, terbi, şarkı,
muhammes, müseddes, terci-i bent ve terkib-i bent vb. gibi isimlerle
anılan nazım şekilleri bunlardandır.
• Hemen her konudaki şiirler bu nazım şekilleriyle kaleme alınmaktadır.
Bent esasına dayanan nazım şekillerinden bazılarının örnekleri nadir
olarak görülür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Nazım Şekilleri
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. İkinci bir mısraya ihtiyaç duymayan ve tam bir anlam ifade eden mısraya
ne ad verilir?
a) Beyit
b) Gazel
c) Azade
d) Kaside
e) Girizgah
2. İki mısraı da birbiriyle kafiyeli olan beyte ne denir?
a) Mutavvel
b) Müzeyyel
c) Makta
d) Musarra
e) Tegazzül
3. Sevgili, aşk, şarap, bahar vb. gibi konuları anlatan nazım şekli hangisidir?
a) Gazel
b) Kaside
c) Mesnevi
d) Terci-i bent
e) Murabba
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Nazım Şekilleri
4. Aşağıdakilerden hangisi övgü şiiridir?
a) Gazel
b) Kaside
c) Mesnevi
d) Terkib-i bent
e) Muhammes
5. Mısra sonlarında olduğu gibi mısra ortalarında da iç kafiye bulunan gazel
çeşidi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Mutavvel gazel
b) Müzeyyel gazel
c) Na-tamam gazel
d) Yek-ahenk gazel
e) Musammat gazel
6. Aşağıdakilerden hangisi beyt esasına dayalı nazım şekillerinden biri
değildir?
a) Gazel
b) Kaside
c) Kıta
d) Mesnevi
e) Rübai
7. Aşağıdakilerden hangisi kasidenin bölümlerinden biri değildir?
a) Nesib
b) Girizgah
c) Kudumiyye
d) Dua
e) Fahriye
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Nazım Şekilleri
8. Kafiye şekli “aaxa” olan ve aruzun sadece “fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün”
vezniyle yazılan dört mısralık nazım şekli aşağıdakilerden hangisidir?
a) Rübai
b) Tuyug
c) Murabba
d) Şarkı
e) Terbi
9. Aşağıdakilerden hangisi bent esasına göre yazılan nazım şekillerinden biri
değildir?
a) Murabba
b) Muhammes
c) Taştir
d) Kıta
e) Tardiye
10.Sekizer mısralık bentlerden oluşan nazım şekline ne ad verilir?
a) Müsemmen
b) Müsebba
c) Mütessa
d) Tesdis
e) Tesbi
Cevap Anahtarı
1-c, 2-d, 3-a, 4-b, 5-e, 6-e, 7-c, 8-b, 9-d, 10-a
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
Nazım Şekilleri
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ahmed Cevdet (1311), Belâgat-ı Osmâniye: İstanbul.
Aksoy, Hasan (1987), “Kınalızade Ali Çelebi ve Mülema’ Na’tı”, M.Ü. İlahiyat
Fakültesi Dergisi: İstanbul.
Ali Cânib (1340), Edebiyat (Nesir-Nazım): İstanbul.
Banarlı, Nihat Sami (1997), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul.
Cengiz, Halil Erdoğan (1983), Divan Şiiri Antolojisi: Ankara.
Çavuşoğlu, Mehmet (1986), “Kaside”, Türk Dili Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan Şiiri),
Sayı: 415, 416, 417: Ankara.
Dilçin, Cem (1986), “Divan Şiirinde Gazel”, Türk Dili Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan
Şiiri), Sayı: 415, 416, 417: Ankara.
Dilçin, Cem (1983), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi: Ankara.
İpekten, Haluk (1996), “Gazel”, DİA: İstanbul.
Kemikli, Bilal (2010), Türk İslam Edebiyatı Giriş: Bursa.
Akyüz, Kenan (tsz.), Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi: İstanbul.
Muallim Naci (1307), Istılâhât-ı Edebiyye: İstanbul.
Pala, İskender (2001), “Kasîde (Türk Edebiyatı)”, DİA: İstanbul.
Şener, Halil İbrahim ve- Yıldız, Alim (2003), Türk İslam Edebiyatı: İstanbul.
Ünver, İsmail (1986), “Mesnevî”, Türk Dili (Türk Şiiri Özel Sayısı) II (Divan Şiiri), S.
415,416,417: Ankara.
Yazıcı, Tahsin - Kurnaz, Cemal (1997), “Hamse”, DİA: İstanbul.
Yıldız, Alim (2011), Şiirin Gölgesinde: İstanbul.
Yıldız, Alim (2011), Şuarâ Meclisi: İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
EDEBÎ TARZLAR
• Edebî Tarzlarla İlgili Temel
Kavramlar
• Fahriye
• Firkatname
• Hasbihal
• Hicviye
• Methiye
• Muamma
• Münacat
• Münazara
• Nasihatname
• Tarih Düşürme
• Tasvir
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Tür-tarz ilişkilerini anlayabilecek,
• Tür ve tarz kavramlarını ayırtedebilcek,
• Tarzın metinler içindeki görünüşlerini tespit edebilecek
• Tarzların tarihî süreç içindeki gelişimini takip edebilecek,
• Tarzların örnek metinlerini görebilecek,
• Metinler içinde belirlenmemiş tarzları tanımlayabilecek,
• Tarzların insani ihtiyaçları nasıl karşıladığına tanıklık
edebilecek,
• Tarz örneği metinler üzerine yazılmış kaynakları
tanıyabilecek,
• Klasik edebi gelenek içinde yer alan tarzların modern
Türk edebiyatında da temsil edildiğini görecebileceksiniz.
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
Prof. Dr. Metin AKKUŞ
ÜNİTE
4
Edebî Tarzlar
GİRİŞ
Edebî kavramların kümelere ayrılarak öğretilmesi bilginin özümsenmesinde
kolaylık sağlar. Klasik Türk edebiyatının temel kavramları; nazım şekilleri, edebî
sanatlar, mazmunlar vb. kümelendirme başlıklarıyla değerlendirilmiştir. Aynı
şekilde, edebî türlerin ve edebî tarzların da, ayrı başlıklar altında değerlendirilmesi,
edebî metinlerin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.
Edebî tür başlığı, yakın dönem araştırma çalışmalarında açılmış yeni
başlıklardandır. Son yıllarda yazılan klasik Türk edebiyatı el kitapları bu başlığı
eserin bir bölümü olarak işlemişlerdir (Bk. Kaynakça).
Klasik edebiyat çalışmalarında edebî tür ve tarzlar, diğer
kümelendirmelerden bağımsız olarak henüz iki araştırma eserinde
değerlendirilmiştir. Bu eserler; Klasik Türk Şiirinin Anlam Dünyası/Edebî Türler ve
Tarzlar (2008) ve Divan Edebiyatında Türler (2010) künyeli araştırma çalışmalarıdır.
Tür ve tarz konusu bu çalışmalarda bir arada değerlendirilirken, ilk defa bu
ders notlarında ayrı ayrı üniteler hâlinde incelenmiştir. Bu bölüme ad olan
kavramla birlikte, üslup ve stil de, yakın anlamlarıyla birbirinin yerine kullanılır.
Türkçe karşılıklarıyla, anlatım tarzı/biçimi/şekli veya ifade tarzı/biçimi/şekli
adlandırmaları da edebî tarz yerine kullanılacaktır. Bu adlandırmalarla kastedilen
de, bir metnin okuyucuya nasıl aktarıldığını göstermektir.
http://www.kidap.com.
tr/klasik-turk-siirininanlam-dunyasi-edebiturler-ve-tarzlar-metinakkus-k69168.kitap
Metin Akkuş, Klasik
Türk Şiirinin Anlam
Dünyası/ Edebî Türler
ve Tarzlar (2008)
Türk İslam edebiyatında, bir metnin okuyucuya aktarılma biçimleri, yaygınlık
sırasına göre; methiye, fahriye, hicviye, münacat, nasihatname, hasbihâl,
münazara, muamma/lügaz, tarih düşürme, tasvir ve firkatname gibi çeşitli
başlıkları oluşturur. Bu kavramlar, Türkçedeki; övme, övünme, öğüt, yerinme,
tartışma, söyleşi ve bilmece gibi adlandırmaların karşılıklarıdır.
Bilim çevrelerinde henüz tüm ayrıntılarıyla tartışılmamış niyazname,
istimdadname, mededname, duaname, şefaatname, pendname, firakname,
gurbetname, hecrname, tahassürname, tavsif, tazallüm ve arzıhâl gibi terimler de,
ilgilerine göre bu ana başlıklar altında değerlendirilmiştir.
Edebî türlere ve tarzlara ait kavramlar temel olarak, metnin içeriği ve metnin
sunuş biçimi ile birbirinden ayrılabilir. Bu ders notlarında, edebî eserin neden
bahsettiği, edebî tür; eserin nasıl anlatıldığı, edebî tarz kavramlarıyla
adlandırılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Edebî Tarzlar
Edebî Tarzlarla İlgili Temel Kavramlar
Fahriyye
http://kitap.antoloji.co
m/kisi.asp?CAS=132871
Rıdvan Canım, Divan
Edebiyatında Türler
(2010)
Arapçada fahr, öğünülecek şey; övülmeye layık kişi; böbürlenme,
büyüklenme ve övünme anlamındadır. Edebiyatta fahriye ise, kendini övme ve
yüceltmeye dair metin anlamına gelen bir kavramdır. Doğu edebiyatlarında çokça
kullanılan fahriyelere, Türk edebiyatında, Orhun Abideleri’nden itibaren yazılmış
birçok manzum ve mensur eserde, değişik ölçü ve içeriklerde rastlanır. Mensur
eserlerin dibacelerinde de, tevhit, münacaat, naat gibi, genellikle kaside nazım
şekliyle oluşan yapılar arasında, küçük birimler hâlinde bulunabilir.
Klasik edebiyatta fahriyeler çoğunlukla, şairlerin kendi sanat özelliklerini
övdükleri bağımsız şiirler veya şiirlerin bir bölümüdür. Şair, kendi sanatıyla diğer
şairlerin şiir yeteneğini ve başarısını karşılaştırır, kendi sanat gücünü ve
üstünlüğünü savunur. Şair/yazarın kendi yetersizliğini ve ihtiyaç içinde olduğunu
vurgulayan tazallüm (yerinme) tarzı eserler de, fahriye tarzını zenginleştiren
anlatım biçimleridir.
Fahriyeler ayrı yazılabileceği gibi, kasidelerin bir bölümü de olabilirler.
Fahriye, konuyu işleyiş bakımından kasidenin dört ana bölümünden üçüncüsüdür.
Kasidenin bir bölümü olarak düzenlendiğinde ancak birkaç beyitten oluşmakla
birlikte, XVII. Yüzyıl
şairi Nefi, bu bölümü zenginleştirmiştir. Kasidelerin
methiyeden sonra gelen bir bölümü olarak düzenlendiklerinde, şairin kendini
övdüğü birkaç beyitle sınırlandırılır. Bir kaside, fahriye bölümü ile de başlatılabilir.
Gazellerde mahlas beytinde, şairin kendinden söz etmesi, küçük bir fahriye örneği
oluşturur. Gazel ve kıtalarla da fahriye yazıldığı gibi, mensur eserlerde de bu tarzın
örnekleri vardır.
Fahriyelerde asıl amaç, şairin söz sanatındaki ustalığının sergilenmesidir.
Şair/yazarın övünmeleri söz çevresindedir. Fahriyeler, ilgili oldukları toplum
hareketlerinin de yansıtıcısı olabilir. Bu durumda şair, kendinden ve mensubu
olmakla gurur duyduğu gruplar ve yaşadığı yerleşimin özellikleriyle övünür.
Fahriyeler, klasik Türk musikisinde de bestelenmiş metinlerdendir. Bu anlatım
tarzında, abartma (mübalağa) ve benzetme (teşbih) sanatlarına çokça yer
verilmiştir.
Bir fahriye beyti örneği:
Kim bilirdi şu’arâ olmasa ger sâbıkta
Dehre devletle gelip yine giden şâhânı
Nefi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Edebî Tarzlar
Türk edebiyatında fahriyenin usta şairi Nefi’dir. Bu üslup onun kasidede
takipçisi olan Nedim’de de görülür. Kendini övme, başkalarını yerme ile de,
fahriye-hicviye-methiye tarzları bir arada kullanılabilir.
Örnek
Naat Türünde, Fahriye Tarzıyla Yazılmış Kaside:
DER NA’T-İ SEYYİD-İ KÂİNÂT
(’ALEYHİ EFDALÜSSALEVÂT)
‘Ukde-i ser-rişte-i râz-ı nihânîdir sözüm
Silk-i tesbîh-i dür-i seb’a’l-mesânîdir sözüm
Bir güherdir kim nazîrin görmemişdir rûzgâr
Rûzgâra âlem-i gayb armağanıdır sözüm
Rûzgâr ihsânımı bilmiş benim yâ bilmemiş
Âleme feyz-i hayât-ı câvidânîdir sözüm
Ehl olan kadrin bilir ben cevherim medh eylemem
Âlemin sermâye-i deryâ vü kânıdır sözüm
Bî-araz bir cevher-i sâfîdir ammâ muttasıl
Ehl-i tab’ın zîver-i tîg u sinânıdır sözüm
Ya’nî kim endîşe-sencân-ı cihânın dâ’imâ
Hem sarîr-i kilki hem vird-i zebânıdır sözüm
Bir benim gibi ciger-dâr ehl-i tab’ olmaz dahi
Cevher-i tîg-ı kazâ-yı nâgehânîdir sözüm
Gamze-i dilber n’ola reşk eylese endîşeme
Hırz-ı bâzû-yı dil-i sâhib-kırânîdir sözüm
Ol kadar pür-şîvedir gûyâ ki bikr-i fikrimin
Gamze-i merd-efgen-i nâ-mihribânıdır sözüm
Ol kadar dil-dûzdur gûyâ ki bir şûh âfetin
Nâvek-i müşgîn-kemân-ı ebruvânıdır sözüm
…
Nefİ
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Bireysel Etkinlik
Edebî Tarzlar
• Tuba Işınsu İsen (2002), Divan Şiirinde Fahriye, BÜ, SBE,
YLT. kayıtlı kaynağı web ortamında araştırınız.
Firkat-nâme
1884-1934 yılları
arasında yaşamış
mürettep divan sahibi,
Kıratoğlu Emin’in
Firakiyye adlı eseri, Hz.
Peygamberin ölümüyle
duyulan üzüntünün
anlatıldığı bir
mersiyedir. 613 beyitle
İslam Peygamberi’nin
vefatı anlatılmıştır
(Değirmençay 2006:79).
Ayrılık acısını dile getiren metinlerdir. Firak, ayrılma ve bedenen ayrılık
demektir. Ayrılık acısının anlatıldığı metinlerin anlatım tarzı olan firkatnamelere,
firakname, firkatname, iftirakname, firakiyye gibi, aynı kökten türetilmiş kelimeler
başlık olmuştur. Yine, hemen hemen aynı anlamlara gelen gurbetname, hecrname,
tahassürname ifadeleri de bu anlatım tarzıyla yazılmış metinlere ad olabilir.
Fürkatname (Âşık Paşa), Fürkatname (Halîlî), Hecrname (Bursalı Celilî); Firâkı Mahmut Paşa, Firâkname (Kadı Hasan bin Ali, Bursalı Lamii Çelebi), Firâk-nâme-i
Sultan Bâyezid, İftirâkname (Adile Sultan), Mersiye-i Mahsûsa-i Firkat-nümâ der
hakk-ı Cenâb-ı Hüseyn-i Şehid-i Kerbelâ, Firâkiyye (Kıratoğlu Emin), Şikâyet-i Hicr,
Tercî-i Bend ender Şikâyet-i Mehcûrî ve Dûrî, Der-Şikâyet-i Hasret ü Firâk, DerŞikâyet-i Fürkat-ı Iztırârî (Hayreti) gibi başlıklı bağımsız eserlerde ve küçük çaplı
metinlerin adlandırılmalarında bu çeşitlilik açıkça görülmektedir.
Çoğunlukla otobiyografik bilgilere yer verilen tarzın örnekleri, metni yazanın
veya bir kişinin; vatanından, yaşadığı yerden, görevinden veya sevdiği birinden
ayrılmasını ifade eder. Aşığın sevgiliden ayrılıp gurbete düşmesi, sevgiliye yazılan
mektuplar; eş, dost, akraba veya tanıdıkların ölümündeki ayrılık acısı ve
şikayetlenmeleri, padişahların tahttan indirilmeleri, devlet adamlarının bulunduğu
makamdan ayrılmaları, azledilmeleri, ölümü veya öldürülmeleri nedeniyle yazılan
ağıt özelliğindeki metinler de bu özelliktedir (Tavukçu 2004: 90).
Firkatnameler, klasik Türk edebiyatında sergüzeştname veya hasbihâl
başlıkları altında değerlendirilmişlerdir. Tarzın örnekleri bağımsız kitap örnekleri
olabildiği gibi, çeşitli nazım şekilleriyle yazılmış şiirler veya düzyazı örnekleri olarak
da düzenlenmiştir. Mersiye/maktel, sergüzeşt ve azliye türlerinin yaygın anlatım
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Edebî Tarzlar
tarzlarıdır. Şikayet, tazallüm, hicviye ve hasbihâl tarzlarıyla aynı metinde bir arada
kullanılırlar.
Adile Sultan Divanı’nda
İftirâk-nâme başlığıyla
yer alan 22 beyitlik
mesnevi, yakınlarını
kaybetmenin acısıyla
yazılmış bir mersiyedir.
Bu şiirde ölüm, daha
çok bir ayrılığa sebep
olması yönüyle ele
alınmıştır
(Koçak, 1996: 19)
Tarzın örnekleri, şiir ve düzyazıyla verilmiştir. Düzyazıda, mektup; şiirde,
mesnevi, musammat (murabba, terci-i bent) ve kıta nazım şekilleriyle
yazılmışlardır.
Klasik Türk edebiyatında bu tarzın bilinen ilk eseri Âşık Paşa’nın mesnevisidir.
Gurbette sevgiliden ayrı kalmanın zorluğu; Fatih’in meşhur sadrazamı Mahmud
Paşa’nın görevden azli ve öldürülmesi; Sultan II. Bayezid’in, oğlu Yavuz Sultan Selim
tarafından tahttan indirildikten sonra zehirlenerek öldürülmesi, bu tarzın
edebiyatımızdaki diğer eserlerinde yer alan temalardır. Halilî’nin Fürkatname adlı
mesnevisi, ayrılık çerçevesinde şairin hayatının 1334 beyitte anlatıldığı bir
sergüzeştname; Bursalı Celilî’nin, Hecrname adlı eseri ise, Halilî’nin taklitidir.
(Tavukçu 2004: 92-117).
Hasb-i Hâl
Anlatıcının, yaşanan durumları, iç konuşmalarla veya bir muhataba
yönlendirerek anlattığı metinler hasbihâl veya arzıhâl tarzını oluştururlar.
Günümüzde, hâlini, derdini anlatma, arzıhâl; durum hakkında sohbet, görüşme,
dertleşme, hâlleşme; sohbet tarzında konuşma ve söyleşi de hasbihâl terimlerinin
karşılığıdır. Aynı tavır ve ruh hâlini yansıtan hatırını sorma, ziyaretinde bulunma ve
hasta ziyareti de ıyadet teriminin karşılığıdır.
Edebiyatta hasbihâl, şairin kendi hâlinden söz ettiği veya samimi bir
sohbet ortamı, hâl hatır sorma tavrını ifade eden metinlerdir. Anlatıcı (şair/yazar),
ikinci şahıslarla konuşabildiği gibi, teşhis yoluyla rüzgar, felek vb. varlıkları da
muhatap olarak alabilir. Sohbet bir iç monolog hâlinde, şairin kendi kendiyle
konuşması şeklinde de düzenlenebilir. Hasbihâllerde şair, kendi hâlini anlatır,
şikayetlerini dile getirir, hâlinden dert yanar. Döneminden, zamandan yakınır,
başından geçen olaylara yer verir. Bu durumda bir özel ad gibi kullanılan
şikayetname, hasbihâl veya arzıhâlin bir alt basamak tarzıdır. Hasbihâllerde içten
anlatım, açık ve yalın bir cümle kuruluşu vardır.
Tarzın örnekleri, divanlarda daha çok kaside teşbipleriyle verilmiştir.
Teşbiplerdeki hasbihâller konuşmaya dayalı anlatım tekniklerindendir (Mengi
2000: 137). Bu tarz, bağımsız eserlerin de anlatım biçimidir. Klasik edebiyatta
sergüzeştname türü hasbihâl tarzıyla birlikte anılır olmuştur. Tasvir, tahkiye,
nasihatname, firkatname gibi tarzlarla hasbihâl iç içe veya birbirini takibeden
metinler hâlinde işlenebilmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Edebî Tarzlar
Tanınmış eserlerde tarzın başlıkları:
Bağımsız mesnevi örneklerinde: Hasbihâl , Nevî, Edirneli Güfti, Safi.
Bireysel Etkinlik
Divan’lardan başlıklar: Der-Iyâdet-i Şâh-ı Devrân, Ahmet Paşa, Cem Sultan;
Manzûme-i Hasb-i Hâl ve Sitâyiş-i Seyyid Mehmed Gâzî, Fuzuli; Kasîde-i Hazâniyye-i
Latîfe, Nev’î; Kasîde Der-Hasb-i Hâl-i Zamâne Gofte Şod, Bağdatlı Rûhî; Kıt’a Der
Hasbihâl-i Hod-Gûyed, Nef’î.
• Selami Ece ( 2006), “Hasbihâl Türü ve Örnekleri”, Muyî,
Nalân u Handân, s. 16-18
Hicviyye
Türkçe adıyla yergi, edebiyatta, biriyle, şiir yoluyla alay etme, şiir yoluyla
birini gülünç hâle koyma, yerme anlamındadır. Arapça hecâ’, Osmanlı Türkçesinde
hicv şekliyle kullanılmıştır. Çokluk şekli hicviyyattır. Halk kültüründe taşlama bu
tarzın karşılığıdır.
Heca-gu, şiir veya nesir
yoluyla birinin
aleyhinde bulunan,
birini zemmeden,
hicveden, yeren;
heccav, çok hicveden,
çok yeren; hicvi, hicivle
ilgili, yermeli terimleri
de hecv’in farklı
türevleridir.
Klasik Türk edebiyatında, mizah (gülmece) ve hiciv (yergi) iç içe geçmiş
anlatım biçimleridir. Hicvin, alay, küçümseme anlamları gibi, eleştirme anlamına da
gelmesi, mizah ve yerginin birbiri yerine kullanılma nedenidir. Klasik kültürde
gülmece ve yerginin farklı aşamalarının karşılığı olan, mezemmet (kınama, yerme,
yerilecek, kınanacak), hezliyat, letaif, nükte, mutayebe, şathiye ve fıkra da tarzın
farklı adlandırmalarındandır.
Hicviyeler, şiir ve düzyazı ile oluşturulur. Örnekleri daha çok şiirle verilmiştir.
Şiirde; mesnevi, kaside, gazel, musammat ve dörtlük şekilleri kullanılmıştır. Ancak,
hafızalarda kolayca yer etmesi ve kolay yayılma özellikleri nedeniyle dörtlükler
özellikle tercih edilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Edebî Tarzlar
Örnek
Hicviyelerde genellikle açık ve basit bir dil kullanılır. Usta şairler ise, telmih,
tariz, tevriye, cinas, kinaye, iham gibi muhtelif sanatlardan geniş ölçüde
yararlanmışlardır.
Siham-ı Kaza’dan, hicviye tarzında kaleme alınmış bir kaside:
Gürcü hınzîri a samsûn-ı muazzam a köpek
Kande sen kande nigehbânî-i âlem a köpek
Vây ol devlete kim ola mürebbîsi anın
Bir senin gibi denî cehl-i mücessem a köpek
Ne güne kaldı meded Devlet-i Âl-i Osmân
Hey yazık hey ne musîbet bu ne mâtem a köpek
Ne ihânetdür o sadra bu zamânda ki anın
Olmaya sahibi bir Âsaf-ı ekrem a köpek
Hidmet-i devlete sâ`ir vüzerâdan göreler
Bir fürûmâye koca ayıyı akdem a köpek
Bu mahallerde ki Bagdâdı ala şâh-ı Acem
Arz-ı Rûmı ede teshîr Abaza hem a köpek
Satdınuz iki …sız bir olup hânlıgı
Kimseyi etmedinüz bu işe mahrem a köpek
Pâymâl eylediniz saltanatın ırzını hem
Yok yere oldu telef ol kadar âdem a köpek
Hîç hânlık satılır mı hey edebsiz hâ`in
Tutalım olmamış ol fitne muazzam a köpek
Gide Bagdâd'a kıra askeri hân-ı Tâtâr
Olasın sen yine düstûr-ı müfehhem a köpek
…
Nefi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Edebî Tarzlar
http://www.akcag.com
.tr/default.aspx?_Args
=ProductImage,304,Od
esisMc,305
Hicviye, Arap cahiliye döneminde kabileler arası çatışmaları konu edinir.
İslamiyet döneminde hiciv, Müslümanların savunma silahıdır. Hassan bin Sabit,
Abdullah b. Ravaha, İslamiyeti ve Müslümanları hicivleriyle sürekli rahatsız eden
Mekkelileri hicvetmişlerdir.
İran edebiyatında yergi ve mizah iç içedir. Tayyibat (şaka şiirleri), küfriyat
(sövgü şiirleri), hamriyat (içki, şarap şiirleri), hezliyat (nükte, alay şiirleri) ve
düzyazıda latife veya letaif birer anlatma biçimi ve edebî tür olarak anılan
örneklerdir.
Türk edebiyatındaki hiciv örneklerinde, bireysel olarak kişiler, bir grup veya
grup davranışı yerilmiştir. Âşık ve rakibin anlaşmazlıkları; rind ve zahidin
geçimsizliklerinin yergisi hiciv ve mizah eserlerinin ana başlıklarıdır. Zamandan,
felekten ve dünya hâllerinden şikayet tarzındaki eserler de yergi tarzının bir başka
görünüşüdür.
Arap edebiyatında Başşar, el-Farazdak; Fars edebiyatında Zakanî, Yağma;
Osmanlı sahasında ise , Nefi ve Haşmet tarzın tanınmış şairleridir.
Edebiyatımızda yergi üslubunun en meşhur eseri, XVII. Yüzyıl şairi Nefi’nin,
Sihamıkaza (Kaza Okları) başlıklı hiciv mecmuasıdır. Eserde, devlet adamları, sanat
erbabı, şair ve yazarlar yergi ve gülmece tarzındaki şiirlere konu olmuştur. Eser
seçmeler hâlinde basılmıştır. (Saffet Sıtkı *Bilmen+, 1943; Metin Akkuş, 1998)
Şeyhi, Bağdatlı Ruhi, Tokatlı Ebubekir Kani de bu tarzın farklı yönlerini
örnekleyen eserlerin sahipleridir. Son dönem Türk edebiyatı şairlerinden Namık
Kemal; Akif Paşa, Ziya Paşa, ve Direktör Ali Bey’in farklı türlerdeki eserleri, bu
anlatım biçimini devam ettiren örneklerdendir.
Medhiyye
Medh, Arapça bir kelimedir. Övme, övgü kelime karşılığıyla; birinin iyiliğini
söyleme anlamına gelir. Aynı kökten türetilmiş medhiyye de övgü demektir. Halk
edebiyatında, meddah (öykü anlatan sanatçı) aynı kökten türetilmiştir.
Methiye, bir kimseyi veya bir kişiyi övmek için yazılmış metinlerin anlatım
tarzıdır. Yerleşim veya varlıkları övmek için yazılmış örnekleri de vardır.
Methiye öncelikle kasidenin bir bölümünün adıdır. Girizgah bölümünden
sonra yer alır. Maksad yahut maksud olarak da adlandırılır. Mesnevi, gazel;
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Edebî Tarzlar
musammat, terci-i bent, şarkı vb. farklı nazım şekilleriyle de yazılmışlardır.
Müzeyyel gazel ve mutavvel gazel çeşitleri methiyenin işlendiği şiirlerdir. Müzeyyel
gazeller, zeyl bölümleri övgü (medh) konusuna ayrılmış manzumelerdir. Methiye,
terkip ve terci-i bentlerin özel sunuş tarzları arasında yer alır.
http://www.kidap.com
.tr/mevlanamethiyeleri-halukgokalp-k116883.kitap
Methiyeler kaside şeklinde ise, genellikle Farsça başlıklıdır: Der Medh-i
Sultân…; Der-Medh-i Vezîr-i A`zam…; Der-Sitâyiş-i Sadr-ı A`zam…; Bahâriyye DerMedh-i Şeyhülislâm…; Der-Medh-i Âğa-yı Darüssa`âde…; Berây-ı Sultân... vd. bu
başlıkların en yaygınlarındandır. Methiye, kasidenin bir bölümü olarak
düzenlenmişse, bu bölüme geçilmeden önce mevsimlerden, sosyal yaşam vb.
konulardan söz açılarak bir döşeme yapıldıktan sonra övgü kısmına geçilir.
Kasidede övülen kişiye memduh denir. Memduh, erdemlerle donanmış
seçkin kişidir. Övülen bir devlet adamı ise, büyüklüğü, bağışı, cömertliği; bilgeliği,
ileri görüşlülüğü; adalet, kuvvet ve haşmetiyle tanınmış tarihî ve efsanevi
kahramanlarla karşılaştırılır. Methiyeler, Padişah, sadrazam, vezir, dört halife, din
ve devlet büyüklerini övme amacıyla yazılmış bir anlatım tarzıdır. Bağımsız bir
örnek olarak yazılmış bir methiyede, girizgah, nesip, taç, tegazzül, fahriye, dua gibi
kasideye mahsus bölümler bulunmaz.
Methiyeler, mürettep divanlarda dinî içerikli kasideler veya dört halife,
Mevlana vb. tasavvuf uluları ile ilgili kasidelerden sonra yer alırlar.
Genellikle şiirde tercih edilen methiye anlatım tarzının düzyazı örnekleri
de vardır. Bazı methiyeler klasik Türk müziğinin güfteleridir. Klasik edebiyatta,
överken yerme veya yererken övme tarzında yazılmış eserler de methiyelerin
farklı görünüşleridir.
Allah ve Peygamber için yazılmış eserlerin dışında kalan şiirlere halk şairleri
ilahi, aruz şairleri istigase (yardım isteme), saz şairleri methiye derler (Onay, 1996:
225). Alevi-Bektaşi edebiyatında On İki İmam övgüsü, tarikat ehli şairler tarafından
tarikat uluları için söylenen bazı nefesler de böyledir. Din ulularının övgüsü için
yazılan bu tarz şiirlerin amacı, söz konusu kişilerin ruhlarından yardım almak ve
şefaatlerine ulaşmaktır.
Methiyeler, klasik edebiyatta en yaygın anlatım tarzlarındandır. Ahmet
Paşa, Fuzuli, Baki, Yahya Bey, Nefi, Nedim ve Şeyh Galip gibi pek çok şairin
divanında bu anlatım tarzıyla yazılmış çok sayıda örneğe rastlanır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Saz şiirinde, muamma
asma- muamma
indirme terimleri, şiirle
sorulmuş olan
bilmecenin, başka
âşıklar tarafından,
bilinmezse kendisi
tarafından çözülmesi ve
toplanan bahşişle
ödüllendirme
geleneğini ifade eder.
Bireysel Etkinlik
Edebî Tarzlar
•Yaşar Aydemir, (1996), “Kasidede Muhteva Unsurları”, GÜ, FEF, SBD,
1, 137
•Kadir Güler, (1996), “19. Asır Şuarasından Arifî ve Pesendî’nin
Kütahya Methiyeleri”, EÜ, SBED, 7, 279.
•künyeli metinleri web sahifelerinden bulup okuyunuz.
Muammâ
Muamma ve lugaz, günümüz Türkçesinde bilmece demektir. Arapçada lugaz;
bilmece, bulmaca, yanıltmaca; edebiyatta, manzum bilmece demektir. Elgâz
çokluk şeklidir. Halk dilinde, hece vezni ile yazılmış olan bilmeceler de bu adla
anılır. Saz şiiri geleneğinde, her türlü soru şiiri muammadır.
Edebî tarz olarak lugaz, bir şeyin özelliklerinin sıralanarak ne olduğunun
bilinmesini istemek amacıyla kaleme alınan şiirlerdir. Muamma ise, usulüne göre
düzenlenmiş ve çoğu defa bir ada gönderme yapan bilmece, yanıltmaca
anlamındadır.
Ali Fuat Bilkan (2000),
Türk Edebiyatında
Muamma: Ankara.
http://www.idefix.com
/kitap/turkedebiyatindamuamma-ali-fuatbilkan/tanim.asp?sid=I
Q5IGRRFVE1EPVPRUD7
A
Günlük dilde muamma, anlaşılmaz iş, gizli ve güç anlaşılır söz, şekil vb. mecaz
anlamıyla yaygınlaşmıştır. Kelimelerin çokluk şekilleri, elgâz ve muammeyât,
divanların genellikle sonunda yer alan bilmece tarzında düzenlenmiş metinlerin
bölüm başlığıdır. Muamma ile lugaz arasındaki temel fark şudur: Muammada,
bulunması istenen gizli ad, Allah’ın sıfatlarından biri veya bir insan adıdır.
Muammada sorular arkasındaki kişi, bir devlet veya din adamı, bir tasavvuf ulusu
veya sevgilidir. Lugazde ise, varlık; canlı ya da cansız; somut ya da soyut bir kavram
veya eşya sorulur. Şiire; Ol nedir ki… şeklinde bir kalıpla başlanması gelenek hâline
gelmiştir. Bilmecelerin nasıl çözümleneceğine dair eserlerin yazılması da bir başka
gelenektir.
Bilmece tarzının klasik edebiyattaki örnekleri beyit, kıta gibi kısa; kaside ve
mesnevi gibi uzun soluklu manzumeler hâlindedir. Fars edebiyatında Cami’nin
konu hakkında üç eseri vardır. Türk edebiyatında ilk örnekleri XV. Yüzyıldan
itibaren verilmiştir. Türk edebiyatında, Edirneli Emri, alfabetik düzende, 600’ü
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Edebî Tarzlar
aşkın muammasıyla bu tarzın ustasıdır. Fuzuli, Nabi, Kınalızade Ali Efendi,
Sünbülzade Vehbi ve Fıtnat Hanım da, çok sayıda muamma örneği yazmış
şairlerdendir.
Nabi, kendi mahlasını şu beyitle bilmeceye dönüştürmüş:
Bende yok sabr u sükûn sende vefâdan zerre
İki yoktan ne çıkar fikredelim bir kerre
Mir Hüseyin
Muammayi, ömrünü
muammaya adamış
şairlerdendir.
Bireysel Etkinlik
[Cevap] Nâ-bî
• İlgilendiyseniz, Cem Sultan’ın Türkçe Divanı'nın
(Ersoylu 1989: 234-241) Fi’l-Mu´ammeyât
bölümündeki beyitlerde özellikle kişi adları
bilmeceleri ve diğerlerini de siz okuyup
değerlendiriniz.
Münâcât
Şair ya da yazarın sığınma, yardım dileme, korunma ihtiyaçlarını dile
getirdiği metinlerin genel başlığı niyaznamedir. Kulun yaratıcı karşısındaki konumu
(münacat); müminin Peygamber’i karşısındaki durumu (şefaat) ve vatandaşın,
egemen güç sahibi yönetici karşısındaki hâli (tazallüm); aralarında küçük uygulama
ve ifade farklılıkları olan çeşitli anlatım tarzlarını oluştururlar.
Şairin, kul olarak kendinin ve insan soyunun yaratıcı karşısındaki
yetersizliği, ihtiyaçlarına karşılık dilemesi münacat/tazarru adlı metinlerin anlatım
tarzıdır.
Müminin Peygamber, din ve tasavvuf ulularından beklentilerini dile
getirdiği metinler şefaatname tarzının örnekleridir. Bu tarzdaki metinlerde, şair, bir
din ve tarikat ulusundan yardım talep ediyorsa bu dilek ve temenniler ulu
şahsiyetin manevi şahsiyetine sığınma ve yardım dileme şeklindedir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Edebî Tarzlar
(mededname/istimdadname). Kaside ve mesnevi benzeri metinlerin dua,
bölümleri; bireyin kendini acındırma tavrıyla içinde bulunduğu hâlleri ifade ettiği
yerinme, kendini acındırma tarzındaki; tazallüm ise, daha çok varlık ve güç sahibi
devlet adamlarının koruması altında olma dileği ve şairin ihtiyaç içinde olduğunu
ifade ettiği metinlerdir.
Tarzın en meşhur örneği münacattır. Birinin kulağına bir şey söyleme,
fısıldama; Allah’a gizlice yalvarma, yakarma, dua etme anlamındaki münacat,
edebiyatta; Allah’a yakarış, yalvarma, af dileme ve dua içerikli metinlere ad
olmuştur. Tazarru ve çokluk şekli tazarruat (yalvarmalar) da aynı anlamdadır.
Şairler, günahlarının çokluğunu ve büyüklüğünü dile getirerek yaratıcının
sınırsız bağışlayıcılık sıfatına sığınır; benlik ifadelerinden uzak samimi duygularını
dile getirirler. Metinlerin başlangıcında İlâhî! Hudâyâ! vb. seslenişler vardır. Tarzın
düzyazıdaki tanınmış örneği, Sinan Paşa’nın Tazarruname (Tazarruat) adlı eseridir.
Münacatlar manzum ve mensur olarak yazılırlar. Yakarış tarzındaki şiir örnekleri;
beyitler, kaside, mesnevi, terkip, terci ve diğer musammatlar; kıta ve rübai nazım
şekilleriyle yazılmışlardır.
Klasik şiir geleneğinde münacat, divan ve mesnevilerin başında yer alır.
Yusuf Has Hacib (Kutadgubilig), Hoca Ahmet Yesevi (Divan-ı Hikmet), Ali Şir Nevai,
Süleyman Çelebi, Larendeli Hamdi, Yahya Bey ve Hamdullah Hamdi, bağımsız
eserler olarak yazdıkları mesnevilerinde, münacat tarzında şiirlere yer ayırmış
şairlerdir. Fuzuli, Nabi, Hâletî, Hersekli Arif Hikmet (Tazarru), Nigar Hanım da farklı
nazım şekilleriyle münacat örneği vermiş şairlerdendir.
Gelenek, Tanzimat’tan sonra da; Ziya Paşa, Muallim Naci ve Şinasi
tarafından devam ettirilmiştir.
Münacat metinlerinin bestelenmiş örnekleri de vardır. Daha çok tekke
edebiyatı örnekleri, tasavvuf musikisi örnekleri olarak seslendirilmiştir. AleviBektaşi kültüründe muharrem ayının matem günlerinde dua kabilinden okunan
tercümanlar da, münacat veya selamname olarak anılmıştır.
Tazarruname (Tazarruat).
XV. Yüzyıl yazarı Sinan Paşa’nın tasavvuf konulu mensur eseri. Manzum
örneklere de yer verilmiştir. Tanrının sıfatları ve Tanrı aşkı işlenmiştir. Tazarruat,
aşk konusunun işlendiği eserin birinci kısmıdır. Eser; Allah’ı birleme (tevhit),
yalvarma (münacat), peygamberi (naat) ve diğer din ulularını övme (medh) gibi,
edebî tür ve tarz uygulamalarıyla birlikte, zengin hikaye ve öğüt bölümleriyle de
varlık problemini işler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Edebî Tarzlar
Şefaat, Yaratıcı-kul arasındaki ilişkilerde, birinin suçunun affedilmesi veya
dileğinin yerine getirilmesi için yapılan aracılık anlamındadır. İslam inancında, İslam
Peygamberi’nin, diğer peygamberler, melekler, şehitler, bilginler; tutulan oruç,
okunan Kuran ve salih kullar, aracı sayılmışlardır.
Edebî metinlerde, İslam Peygamberi vasfında yazılmış olan naatlerin dua
mahiyetindeki bölümleri şefaatname olarak düzenlenebilir. Şefaatnameler, daha
çok kaside düzenindeki naatlerde yer alır. Şairler, peygamberin sıfatlarını sayar,
yerinme üslubuyla da, kendi günahlarını, acizliklerini ve affedilmelerine aracı
olunmasını isterler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Edebî Tarzlar
Örnek
Mesnevi nazım şekliyle münacat
Ey kamû kâsıda olan maksûd
Âbidi nûra gark eden ma´bûd
Çünkü lutfundan erdi bize vücûd
Bizde ilm olmadın dahi mevcûd
Şimdi kim fazlına tutaram ümîd
Bizi hâşâ kim edesin nevmîd
Evvel âhir çü senden oldu kerem
Senden âhir sa´âdet dilerem
Ayn-ı afvınla ol bize nâzır
Sözümüz budur evvel ü âhır
Hamdi Çelebi, Kıyafetname
Ahmet Yesevi’nin
Divan-ı Hikmet’inde
uzun soluklu bir
münacat vardır.
Münâzara
Münazara, karşılıklı konuşma; bilimsel tartışma demektir. Klasik Türk
edebiyatında, birbirine zıt iki konunun tartışıldığı temsili hikayelerdir. Ancak, daha
Tam metin için Bk.
http://www.divanihikm
et.net/munacat.html
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Edebî Tarzlar
çok, kaside nazım şeklinde kullanılan bir anlatım tarzı olarak yaygınlaşmıştır. Âşık
edebiyatında deyişmeli destanlar ve atışmalar da bu tarzın örnekleridir.
Klasik Türk edebiyatında birbirine zıt kavram ve varlıklar arasındaki zıtlıklar
kıssalarla zenginleştirilir. Örnekleri manzum, mensur veya karışık olarak verilmiştir.
Temsil yardımıyla, savunulan düşünce daha güçlü işlenir, karşıt fikir yetersiz ve
zayıf bırakılır. Genel olarak küme oluşturan varlık, nesne, hayvan ve bitkiler tarzın
sembolik tipleridir. Mizah, ahlak, tasavvuf, hikmet, tarzın tercih edilen konu
başlıklarıdır. Örnekleri, 15.-18. yüzyıllar arasında verilmiştir. Tarzın oluşumunda,
Kelile ve Dimne, Marzubanname benzeri, çeviri eserlerin etkisi vardır.
Münazara tarzı, teşhis ve intak sanatlarının anlatım imkanlarından yararlanır.
Zengin örnekleri, Çağatay Türkçesiyle verilmiştir.
Klasik Türk edebiyatında, Lamii Çelebi’nin, Münazara-i Sultân-ı Bahâr bâŞehriyâr-ı Şitâ, Münâzara-i Nefs ü Rûh (mensur); Fuzuli’nin, Rindüzâhid ve Beng ü
Bâde (manzum) tarzın meşhur örnekleridir.
Meşhur münazara başlıkları: Münazara-i Ganî vü Fakîr; Münâzara-i Tîg u
Kalem; Münâzara-i Gül ü Mül, Münâzara-i Şeb u Rûz, Beng ü Çağır; Münâzara-i
Gül ü Husrev; Ok-Yay Münâzarası, Münâzara-i Savm u Îd, Münâzara-i Tûtî Be-Zâg;
Münâzara-i Seyf ü Kalem.
Nasîhât-nâme
Nasihat ya da pend, öğüt anlamındadır. Edebiyatta nasihatnameler, İslami
temellere dayalı ahlaki davranış kurallarını öğretici, öğüt kitaplarıdır. Mutluluk
bilgisini öğretmeyi, bireyin ruh ve ahlak eğitimini esas alır. Düzyazı ve şiirle
yazılmışlardır. Farsça, pend-name de bu tarzın diğer adlandırmasıdır.
Nabi’nin Hayriyye (Halep, 1701) adlı eseri, bir öğüt kitabıdır. Şair, oğlu
Ebulhayr Muhammed için yazmıştır. Eser bir mesnevidir. Şair, yaşamdan edinilen
tecrübe ve yaşamın anlamına dair kanaatleriyle dönemin insan tipini çizmiştir.
Eser, İslam’ın şartları, çeşitli ilimlerin öğrenilmesi; istiğna, ahlak, şiir, eğlence,
ziraat, tıp; divan katipliği, kaza, kader konularında genç kuşağa öğüt
mahiyetindedir.
Nasihatnameler, bağımsız manzum eserler hâlinde düzenlendiklerinde
mesnevi olarak kaleme alınmışlardır. Diğer örnekleri, divanlarda kaside; kıta ve
musammat nazım şekilleriyle yazılmıştır. Tarzın ilk örnekleri yazıtlar ve
atasözleriyle zenginleştirilmiş destanlardır.
Kutadgubilig, Atabetülhakâyık, Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri, Yunus Emre’nin
Risâletünnushiyye’si, Sinan Paşa’nın, Maârifname’si, Güvahi’nin Pendnâmesi,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Edebî Tarzlar
Nabi’nin Hayriyye’si, Sünbülzade Vehbi’nin Lütfiyye’si tarzın İslamiyet sonrası
bağımsız örnekleridir.
Fars edebiyatında Attar’ın ,din ve tarikat ulularının da sözlerine yön veren
iyi ahlaklı insan olmanın kurallarını öğreten öğüt kitabı (Pendname), klasik Türk
edebiyatında bu tarzda eserlerin yaygınlaşmasında etkili olmuştur (AB 1989:
17/504). Eser, mesnevi nazım şekliyle yazılmıştır.
Sinan Paşa’nın,
Nasihatname olarak da
bilinen Maarifname adlı
eseri (Hikmet Ertaylan,
tıpkıbasım, İstanbul
1961), ahlaki konuların
ele alındığı dinî
tasavvufi, lirik
örneklerdendir.
Klasik Türk edebiyatında nasihatnameler, öncelikle siyasetname
türünde tercih edilmiştir. Gelibolulu Ali, Nasîhatüsselâtin; Defterdar Sarı
Mehmed Paşa Nasîhatülvüzerâ; Kâbusname bu anlatım tarzıyla yazılmış
siyasetname örnekleridir. Fütüvvetname benzeri türlerde de nasihatname
tarzı tercih edilmiştir.
Öğüt kitapları, atasözleri ve deyimler açısından zengin kaynak
eserleridir. Günümüzde kullanılan atasözleri ve deyimlerin eski dildeki
şekillerini ve zengin metin örneklerini içerirler. Şiirde atasözü kullanma
alışkanlığı olan Necati, Edirneli Hıfzi, Nabi, Sabit, Ragıp Paşa gibi pek çok şair
bu tarzı zenginleştirmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Örnek
Edebî Tarzlar
Yazıldığı dönemin ahlak anlayışlarından bir
mesneviye yansıyan öğütler:
Annenin oğula öğüdü (Mecnun’a öğüt): Baş
olacak adam hükümdarların yolunu tutar, kahraman
olur; itikadın güçlü olsun! Bir güzele takılırsan onun
çirkinliklerini de görmeye çalış! Arzularının esiri olma!
Bağımlı olmayı değil, özgürlüğü tercih et! Güzele ve
güzelliğe düşen iman ve aklını kaybeder; Şiire
heveslenme, yalandan ibarettir. Yaban yolu tutma,
soyunla ilişiğini kesme (s. 160-164);
Babanın öğüdü: Her yaşta kendine yakışanı yap!
Gençlikte aşk bir marifettir, olgunlaştırır; Olgun yaşta
ayıplanmaktan sakın, aklını başına devşir! Devamlı
kendinde olmayış bir utançtır; sözünde duran güzeli sev!
Aşk oyunundan vaz geç! Canını ateşe atma! Eninde
sonunda ayrılacağın sevgiliye kavuşmayı düşünme!
Allah’a yönel; dünyada bir işle meşgul ol! Tembel olma,
iş gör! Malı mülkü yabancıya kaptırma! Kimsesiz ve
muhtaç olursun! Umutlarını kırma, ileri görüşlü ol! (s.
344-350)
Fuzûlî, Leylâ ve Mecnûn (Doğan 2000).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Şeyh Galip, Divanı’nda
(Haz. M. Muhsin
Kalkışım, Ankara 1994)
beyit, kıta, gazel ve
kaside şekilleriyle
tarihler düşürmüştür.
Divan’da tarih düşürme
örneği 70 şiir
bulunmaktadır.
Bireysel Etkinlik
Edebî Tarzlar
•Hayriyye- i Nabi (Haz. Mahmut Kaplan), Ankara, 2008 künyeli öğüt
kitabının tanıtım bilgilerine ulaşınız:
•http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=462458
Tarih Düşürme
Klasik edebiyatta harflerin rakam değerleri esas alınarak oluşturulan
metinler bir olayın gerçekleşme tarihini gösterir. 28 harften oluşan Arap harflerinin
ilk üçünün okunmasından oluşan ebced ve bu kısaltma kullanılarak oluşturulan
ebced hesabı, klasik edebiyatta tarih düşürmenin karşılığıdır. Tarih söyleme, tarih
deme ve tarih yazma da aynı uygulamanın farklı adlandırmalarıdır.
Geleneksel tarih düşürme metinleri, hicri tarihe göre düzenlenirler.
Şairin bir vesile ile tarihini söylemek istediği bir olay, bu uygulamanın temel
görünüşüdür. Doğum, ölüm, doğal afetler, imar faaliyetleri, savaş, hastalık vb.
toplumsal olaylar, düzenlenen şiirin son beytinde bir tarih kaydıyla yer alır.
Tarihler, tarih metnini oluşturan dizeldeki kelimelerin, noktalı-noktasız
(mu’cem-mühmel) oluşuna; dizede tarih belirten ifadenin açıkça söylenmesi
(lafzen tarih) veya kodlanmasına (ma’nen tarih); ibarenin tam (tam tarih) veya
eksiltmeli oluşuna (tamiyeli tarih) veya bir dizede tarihin iki ibarede yer almasına
(dütâ/dübâlâ) göre çeşitlendirilir ve farklı adlarla anılırlar.
Tarih düşürme örnekleri, klasik edebiyat geleneğinde, şiir kitapları
divanların kasidelerden sonraki bölümünü oluşturur. Bu bölüm kıta-i
kebirelere ayrılmıştır. 17. Yüzyıldan sonraki divanlarda daha çok tevârîh
bölüm başlığı ile toplanmışlardır.
Tarih metinleri, beyit, kıta, gazel ve kaside gibi, çeşitlilik arzeden
nazım şekilleriyle yazılırlar. Ancak en yaygın kullanım kıta-i kebire
lehindedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Edebî Tarzlar
Süruri, Nefi, Cevri, Şeref Hanım, Şeyh Galip, Enderunlu Fazıl, divanlarında
tarih düşürme örnekleri veren şairlerden bazılarıdır.
Dariye, pendname, sıhhatname gibi bir çok metinde de, tarih düşürme
tarzına yer verilmiştir. Hicri veya kamerî yılbaşını kutlama ve yeni yılı tespit
(tevarih-i sal: ebcet hesabıyla yeni yılı gösterme) amacıyla kaleme alınmış
saliye/salname şiirleri, aynı zamanda tarih düşürme örneği metinlerdir.
Mesela, Cevri, Sadi, Ayni, Şeref Hanım, surname türünde tarih düşürme örnekleri
vermişlerdir (Aslan 1999: V-VI).
Bireysel Etkinlik
Tarih düşürme metinleri, toplumsal gelişmelerin edebî metinlerde
takip edilmesinde önemli bir görev yüklenmişlerdir. Mesela, bir sanat yapısı
olarak bir sarayın hangi tarihte yapıldığını, tarihî gelişim içerisinde saraya
yapılan eklemeleri, çıkarmaları; onarımları, farklı dönemlerin şairleri
tarafından aynı bina için düşürülen tarihlerden takip etmek mümkündür.
•Târih-i Cülûs-ı Sultân Bâyezîd
•(Sultan Bayezit’in Tahta Çıkışına Tarih Düşürme)
•…
•Yazdı levh üzre kalem târihini
•Kayser oldu Ruma Sultân Bâyezîd (886/1481)
•(Tamamı 39 beyittir)
•Ahmet Paşa, Divan, Tr 2
•Kaside nazım şekliyle, tarih düşürme örneği olarak düzenlenmiş
cülusiye türünde tam metin örneği için bkz.
•Ali Nihat Tarlan, Ahmet Paşa Divanı, Ankara, 1992.
Tasvîr
Bir şeyi söz ve yazıyla anlatım tarzına tasvir denir. Söz ve yazıyla resim
yapma, fotoğraf çekme işlevindedir. Tarzın malzemesi, kişi, mevsim, tabiat, mekan,
varlık, olay, mekan ve nesnelerdir. Klasik Türk edebiyatında, tasvir terimi yerine,
vasf, evsâf, tavsîf, ta’rîf kelimeleri de bu görevle metinlere başlık olmuştur.
Mesnevi ve kaside gibi uzun soluklu anlatmalarda felekler, gün, doğa, tabiat
olaylarına bakış, okuyucuyu metne hazırlayıcı veya rahatlatıcı bölümlerdir. Asıl
konuya geçiş veya konuyu anlatıştaki tek düzeliği kırma; anlatıma güç
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Edebî Tarzlar
kazandırmada bir süsleme öğesidir. Daha çok kasidelerin giriş bölümleri sayılan
nesip de teşbip de tasvir ağırlıklıdır. Nesipler, çoğu zaman tasvir, zaman zaman da
tahkiye, hasbihâl ya da fahriye tarzlarına geçmek için hazırlık mahiyetindedir.
Bireysel Etkinlik
Klasik Türk edebiyatında tarzın zengin örnekleri dariye, bahariye vb. tasviri
anlatıma dayalı metinlerde yer almıştır. Tasvir örneklerine ilk yazılı ürünlerimizden
itibaren rastlanabilmektedir. Atabetülhâkayık’ta Kün Togdı tasviri bir bahariye
örneğidir.
•Lamii Çelebi’nin Bursa Şehrengizi’nde, 545-571. beyitler bahar
tasvirine yer verilmiştir. (Metin AKKUŞ, Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Bursa Şehr-engizleri, AÜ, SBE, Yüksek Lisans Tezi, Erzurum
1987, 207s. (Yön.: Doç. Dr. Haluk İPEKTEN), AÜ, Edebiyat Fakültesi,
Araştırma Merkezi, +549/T11; s. 134-137).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Özet
Edebî Tarzlar
•Klasik Türk edebiyatı çalışmalarında tür ve tarz başlıkları yeni açılmış
başlıklardandır. Edebî türlere ve tarzlara ait kavramlar, temel olarak,
metnin içeriği ve metnin sunuş biçimi ile birbirinden ayrılabilir. Edebî
eserin neden bahsettiği, edebî tür; eserin nasıl anlatıldığı, edebî tarz
kavramlarıyla adlandırılabilir. Edebî tarzlar, günlük konuşma dilinde
kullandığımız bazı kavramların, edebiyatta Arapça, Farsça kavramlarla
kullanılmasından ibarettir. Türkçede , övme, övünme, yerme, eleştirme,
söyleşi, öğüt, sohbet vb. kavramlar edebiyatta; fahriye, medhiye, hicviye,
nasihatname, hasbihâl gibi kavramlarla karşılanmıştır. Şair/yazar anlatıcı,
edebî metinde bir yönüyle insanı olaylara, çevresine, doğaya; kısaca,
kendine ait her şeye olumlu veya olumsuz bakışına göre bir tavır belirler.
Buna göre, klasik edebiyatta anlatıcı beğenilerini, medhiye-fahriye;
hoşlanmadıklarını, hicviye-tazallüm-firkatname gibi edebî kavramlarla
ifade etmiştir. Nasihat-münazara-hasbihâl vb. tarzdaki pek çok metinde
ise, beğenme veya beğenmeme tavırları birleştirilir. insanın yaşam
içindeki temel davranışları, edebî metindeki üsluba dönüştürülür. Bu
temel insani tavırların zamana, mekana, döneme ve insana göre
gösterdiği değişkenlikler de, edebî metinlerde temel kavramların alt
başlıklarındaki kavramlarla karşılanmışlardır. Henüz yaygın olarak
bilinmeyen hasret, gurbet, ölüm, acı, ayrılık gibi, temel insani güdülerle
düzenlenmiş onlarca metin de, çağdaş kuşakların keşif ve ilgilerini
beklemektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Edebî Tarzlar
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Fahriye tarzının usta şairi kimdir?
a) Nabi
b) Ahmet Yesevi
c) Yusuf Has Hacib
d) Nefi
e) Hiçbiri
2. Aşağıdakilerden hangisi, hasbihâl tarzıyla iç içe geçen veya birbirini takip
eden metinler hâlinde işlenen edebî tarzlardan biri değildir?
a) Tasvir
b) Tahkiye
c) Nasihatname
d) Firkatname
e) Muamma
3. Aşağıdaki kavramlardan hangisi, klasik Türk edebiyatında, hicivle iç içe
geçmiş anlatım biçimidir?
a) Mizah
b) Firkatname
c) Fetihname
d) Kısasıenbiya
e) Nevruziye
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Edebî Tarzlar
4. Edebiyatımızda yergi üslubunun en meşhur eseri, hangi seçenekte
verilmiştir?
a) Hüsnüaşk
b) Heştbehişt
c) Sihamıkaza
d) Tuhfei Nailî
e) Vesiletünnecat
5. Kasidede övülen kişiye ne ad verilir?
a) Heccav
b) Memduh
c) Taşlamacı
d) Madih
e) Meddah
6. Türk edebiyatında, alfabetik düzende, 600’ü aşkın örnek vermiş olan
muamma tarzının usta şairi kimdir?
a) Fuzuli
b) Sünbülzade Vehbi
c) Fıtnat Hanım
d) Edirneli Emri
e) Nabi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Edebî Tarzlar
7. Hangisi münacat tarzıyla aynı işlevi yüklenen edebî tarz kavramlarından
değildir?
a) Niyazname
b) Tazarru
c) Şefaatname
d) Mededname
e) Münazara
8. Klasik Türk edebiyatında, Münâzara-i Sultân-ı Bahâr ba Şehriyâr-ı Şitâ
adlı eser, aşağıdaki şairlerden hangisine aittir?
a) Nabi
b) Seyyid Vehbi
c) Fıtnat Hanım
d) Lamii Çelebi
e) Fuzuli
9. Klasik Türk edebiyatında nasihatname tarzı, hangi edebî türde öncelikle
tercih edilmiştir?
a) Cülusiye
b) Gazavatname
c) Surname
d) Bahariye
e) Siyasetname
f)
Münacat
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Edebî Tarzlar
10. Hangisi, firkatname tarzının metinde bir arada kullanılabildiği edebî
tarzlardan değildir?
a) Şikayet
b) Hasbihâl
c) Tazallüm
d) Hicviye
e) Tasvir
Cevap Anahtarı
1-d, 2-e, 3-a, 4-c, 5-b, 6-d, 7-e, 8-d, 9-d, 10-b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Edebî Tarzlar
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Aça, Mehmet vd. (2009), Başlangıçtan Günümüze Türk Edebiyatında Tür ve Şekil:
İstanbul.
Ahmet Talat [Onay+ (1996), Halk Şiirlerinin Şekil ve Nev‘i (Haz. Cemal Kurnaz):
Ankara.
Akkuş, Metin (1998), Hicvin Ankaları : Nefi ve Sihâmı Kazâ: Ankara.
Akkuş, Metin (2008), Klasik Türk Şiirinin Anlam Dünyası/Edebî Türler ve Tarzlar:
Erzurum.
Ana Yayıncılık (1987), Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, 22 c: İstanbul.
Aslan, Mehmet (1999), Türk Edebiyatında Manzûm Sûr-nâmeler: Osmanlı Saray
Düğünleri ve Şenlikleri: Ankara.
Batislam, H. Dilek (2005), “Tarih ve Kültür Kaynağı Olarak Hasb-i Hâller", Gazi
Üniversitesi, Gazi Türkiyat Araştırmaları Merkezi I. Türkiyat Araştırmaları
Sempozyumu (11-13 Mayıs): Ankara.
Bilgin, Azmi (1998). Terceme-i Pendnâme-i Attar: İstanbul.
Bilkan, Ali Fuat (2000), Türk Edebiyatında Muamma: Ankara.
Canım, Rıdvan (2010), Divan Edebiyatında Türler: Ankara.
Değirmençay, Veyis (2006), “Kıratoğlu Emin ve Firakiyyesinden Birkaç Şiir”, Klasik
Türk Edebiyatı Sempozyumu, Prof. Dr. Abdulkadir Karahan’a Armağan, s. 72-83:
Şanlıurfa.
Dilçin, Cem (1983). Örneklerle Türk Şiir Bilgisi: Ankara
Doğan, Muhammed Nur (2000), Fuzûlî, Leylâ vü Mecnûn: İstanbul.
Ece, Selami (2006), Muyî, Nâlân u Handân (Hasbıhâl): Erzurum.
Ersoylu, İ. Halil (1989), Cem Sultân’ın Türkçe Divanı: Ankara.
Gökalp, Haluk (2006); “Divan Şiirinde Sıhhat-nâmeler”, Türk Kültürü İncelemeleri
Dergisi, 14, 101-130 : İstanbul.
Gökalp, Haluk (2009) Eski Türk Edebiyatında Manzum Sergüzeşt-nâmeler: İstanbul.
Gökalp, Haluk (2009); Divan Şiirinde Hasb-i Hâller ve Mûyî’nin Nâlan u Handân’ı :
Adana.
Gökalp, Haluk, (2009) Mevlâna Methiyeleri: İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Edebî Tarzlar
Güzel, Abdurrahman (2006), Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı: Ankara.
Hengirmen, Mehmet (1983), Güvahî, Pendname (Öğütler ve Atasözleri): Ankara.
İsen, Mustafa (1993). Acıyı Bal Eylemek: Ankara.
İsen, Mustafa vd. (2003), “Türler”, Eski Türk Edebiyatı El kitabı, s. 245-265: Ankara.
İsmail Habib *Sevük+ (1942), “Divan Edebiyatında Neviler”; “Nesirde Edebî Neviler”,
Edebiyat Bilgileri, 147-172; 281-342: İstanbul.
Levend, Âgâh Sırrı (1984). Türk Edebiyatı Tarihi: Ankara.
Mengi, Mine (2000), “Kaside Nesiplerinde Hasbihâller Üzerine”, Divan Şiiri Yazıları,
122-138: Ankara.
Mermer, Ahmet vd. (2006), Üniversiteler İçin Eski Türk Edebiyatına Giriş: Ankara.
Mermer, Ahmet ve Neslihan Koç Keskin (2005), Eski Türk Edebiyatı Terimleri
Sözlüğü: Ankara.
Nazımdan Nesire Edebî Türler-Bildiriler (2009), (Haz. Hatice Aynur vd.), Eski Türk
Edebiyatı Çalışmaları 4, (25 Nisan 2008)
Okuyucu, Cihan (2009), Klâsik Dönem Osmanlı Nesri: İstanbul.
Pakalın, M. Zeki (1993). Osmanlı Tarih Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü: Ankara
Pala, İskender (1995). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü: Ankara
Saffet Sıtkı *Bilmen+ (1943), Nef’î ve Sihâmı Kazâsı: İstanbul.
Tahirü’l-Mevlevî (1994). Edebiyat Lûgati: İstanbul.
Tavukçu, O. Kemal (1993), Halîlî, Firkat-nâme (inceleme-metin), AÜ, SBE, YLT:
Erzurum.
Tavukçu, O. Kemal (2004), “Türk Edebiyatında Firâk-nâme Adlı Eserler”, Türk
Kültürü İncelemeleri Dergisi / The Journal of Turkish Cultural Studies, 10, 89-122.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
TÜRLER
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
DİNÎ TÜRLER
Tevhit
Esma-i Hüsna
Naat
Mevlit
Miraciye
Kırk Hadis
Hilye-i Şerif
Esmi-ı Nebi
Siyer-i Nebi
Hicretname
Ramazaniye
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
Doç. Dr. Ömer ÖZKAN
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Türk İslam edebiyatında tür kavramını tanıyacak ve
kavrayacak,
• Dinî türleri diğer edebî türlerden ayıran temel
özellikleri öğrenerek bunlar arasındaki benzer ve
farklı yönleri ayırt edebilecek,
• Dinî türlerin genel özelliklerini
değerlendirebileceksiniz.
ÜNİTE
5
Türk İslam Edebiyatında Türler
TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA TÜRLER
Türk İslam edebiyatı, Türklerin İslamlaşması sonrasında ortaya çıkan bir
edebiyattır. İlk eserler dikkate alınırsa, bu edebiyat, 12. Yüzyıl sonları ile 20. Yüzyıl
başlarını kapsayan geniş bir yelpazeyi içine alır. Bu edebî saha, özellikle Osmanlı
döneminde klasikleşmiştir. Aynı zamanda bir imparatorluk geleneği niteliğindeki bu
uzun soluklu edebî dönem içerisinde, şuara tezkirelerinde yer almayanlar da dahil,
divanı elimizde olsun olmasın, bütün şairler dikkate alındığında yaklaşık 5000
civarında şairle karşılaşırız. Bu şairler topluluğundan miras olarak bugün elimizde
binlerce divan ve farklı konularda kaleme alınmış binlerce eser vardır. Bu eserlerin
tasnifi ve tedkiki konusunda ise son bir asırdır önemli aşamalar kat edilmiş;
yüzlerce eser günümüz Türkçesine aktarılmış ve bu edebî geleneğin sanat anlayışını
ve değişik konularını irdeleyen sayısız çalışmaya imza atılmıştır.
Divanlar konusundaki incelemeleri saymazsak, bu çalışma ve araştırmaların
önemli kısmını “türler” bahsi teşkil eder. Türk İslam edebiyatında türler
denildiğinde daima, manzum veya mensur olmasına bakılmaksızın ortaya konulan
eserlerin konularına göre adlandırılması hususu anlaşılmıştır. Osmanlı klasik
edebiyatı geleneği üzerindeki yorum ve değerlendirmelerin neredeyse tamamı
nazım üzerinden yürütüldüğünden, türler konusu da kaynak kitaplarda çoğunlukla
“nazım türleri” başlığı altında ele alınmıştır. Oysa seyahatname, tezkire ve münşeat
örneklerinde olduğu gibi, kimi türlerin ağırlıklı olarak mensur örnekleriyle
karşılaşırız. Yine, Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediyye’si, Süleyman Çelebi’nin
Vesîletü’n-necât’ı gibi, kimi türler müstakil kitaplar olarak, kimi türler ise, Fuzuli’nin
Su Kasidesi, Şeyh Galip’in Naat’ı gibi divanlarda yer alan şiirlerin ana konusu olarak
veya Baki’nin Bahariyye’si gibi, şiirlerin bir parçası olarak karşımıza çıkarlar.
Dolayısıyla, esasında türlerin tasnifi ve adlandırması konusunda henüz, efradını
cami ağyarını mani (eksiksiz ve fazlası) bir çerçeveden söz etmek güçtür. Bu
hususta araştırmacılar arasında değişik görüş ve tartışmaların hâlen devam ettiğini
burada belirtmek gerekir.
Biz tüm bu tartışmaların dışına çıkarak, Türk İslam Edebiyatında türler
bahsini, manzum ya da mensur olmasına bakmaksızın, içeriğini esas alarak; Dinî
Türler ve Muhtelif Konularda Yazılmış Diğer Türler olmak üzere iki ana bölümde
inceliyoruz.
Bilindiği gibi, klasik edebiyat ağırlıklı olarak İslam kültürünün hinterlandı
içindedir. İslam dininin temel kitabı olan Kuran başta olmak üzere peygamberler
tarihi, mucizeler, hadis, fıkıh, kıssalar ve diğer dinî ilimlerin yoğun tesiri altındadır.
Bu yüzden tevhid, Esma-i hüsna, hilye-i şerif, kısas-ı enbiya, naat gibi önemli miktar
ve çeşitlilikte dinî içerikli türün yazıldığını görürüz. Diğer türler ise kıyafetname,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Türk İslam Edebiyatında Türler
gazavatname, surname gibi türlerde sosyal hayat; bahariye, hazaniye gibi türlerde
ise, tabiat, çok farklı yönleriyle ele alınarak yazılmışlardır.
DİNÎ TÜRLER
Türk İslam edebiyatındaki türlerin büyük çoğunluğunu dinî türler oluşturur.
Bunları da Allah ile ilgili olanlar, Hz. Peygamber etrafında geliştirilenler ve diğer dinî
konulardan müteşekkil türler olmak üzere üç temel gruba ayırabiliriz. Allah ile ilgili
türleri; tevhid, esma-i hüsna, kırk ayet tercümeleri; Hz. Peygamber etrafında
geliştirilen türleri; naat, mevlid, miraciye, kırk hadis, hilye, siyer-i nebi, hicretname,
şefaatname; diğer dinî konulardan oluşan türleri ise; ramazaniye, kısas-ı enbiya
olarak sıralayabiliriz. Şimdi bu türleri genel olarak tanıyalım.
Tevhîd
Sözlüklerde “bir etme, birleme” anlamlarına gelen tevhidi dinî türlerin en
başında zikretmek gerekir. Çünkü İslam dininde her şey tevhid yani Allah’ın bir ve
tek olduğunu kabul ile başlar. Dolayısıyla, kelime-i tevhidi, lâ ilâhe illallâh, dil ile
söyleyip kalp ile tasdik eden Müslümanlar, Allah’ın bütün sıfat ve fiilleriyle tek ve
benzersiz olduğuna iman etmiş olurlar.
Bir edebiyat terimi olarak tevhid ise, Allah’ın varlığına, birliğine, bütün sıfat
ve fiilleriyle kudretine, azametine dair, övgü mahiyetinde kaleme alınmış manzum
ya da mensur eserlere denilir. Edebiyatımızdaki tevhid örnekleri, müstakil kitaplar
olmaktan ziyade, daha çok kaside, gazel, kıta şeklindeki şiirler olarak veya Leylâ ve
Mecnûn, Hüsn ü Aşk gibi müstakil kitaplar şeklindeki uzun mesnevilerin ve muhtelif
konulu mensur eserlerin baş kısmında kısa bölümler olarak karşımıza çıkarlar. Nasıl
ki Müslüman toplumlarda tevhid inanışı zihniyet dünyasının en tepesinde yer alıp
şehir düzeni, mimari vs. sosyal yaşamı şekillendirmişse; sanat faaliyetlerinde de
hiyerarşik yapının başında yer almayı sürdürmüştür. Şöyle ki, her şeyden evvel,
divan edebiyatı geleneği içerisinde tevhid türüne yer vermeyen şair yok gibidir.
Hangi divanı açsanız, divanın en başında mutlaka tevhid şiirlerini görürsünüz.
Divanlar dışındaki hangi esere baksanız, mutlaka ya besmeleyle başlar veya Allah’ın
yüceliğine ve kudretine atfedilmiş bir bölüme girişte yer verir. Mensur eserlerin
giriş kısmındaki, tevhidi de içeren bölüme hamdele de denmiştir.
Bir tevhid şiirinde genellikle Allah’ın zati ve sübuti sıfatlarının övgüsü,
bunlara dair yorumlar ve münâcât ifadeleri yer alır. Bazı tevhidlerde ise, kelime-i
tevhid lafzına yer verildiğini görürüz ki, bunların en meşhuru 15. Yüzyıl şairlerinden
Şeyhi’nin meşhur lâ ilâhe illallâh redifli tevhid kasidesidir. Tasavvufi yönü ağır
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Türk İslam Edebiyatında Türler
basan kimi tevhidlerde de şairlerin zaman zaman kâinatın başlangıcı, yaratılış ve
varlığın birliği (vahdet-i vücut) gibi teolojik konulara girdikleri görülür.
İslami dönemin ilk eseri kabul edilen Yusuf Has Hacip’e ait Kutadgu Bilig’deki
tevhid bölümünden başlayarak günümüze kadar sayısız tevhid örnekleriyle
karşılaşırız. Cem Sultan (15. Yy.), Fuzuli (16. Yy.), Ruhi (16. Yy.), Niyazi-i Mısri (17.
Yy.), Nabi (17. Yy.) gibi çok sayıda isim tevhid türüne şiirlerinde yer vermişlerdir.
Cem Sultan’a ait kaside şeklinde kaleme alınmış şu tevhid bunların bir nümunesi
kabul edilebilir.
Tevhid Kasidesi
Ey emîr-i bî-vezîr ü ey alîm-i bî-misâl
Örnek
V’ey habîr-i bî-nazîr ü ey rahîm-i Zü’l-celâl
Senden umar iki âlem halkı rahmet ey rahîm
Kim kadîm-i lem-yezelsin hem hakîm-i lâ-yezâl
Cümle mahlûk-ı zemâne zikrini tesbîh eder
Cümle âlem halkı eyler emrin üzre imtisâl
Kuru ney içini kıldı kudretin tolu şeker
Seng-i hârâdan akıtdı hikmetin âb-ı zülâl
Hükmün ile mihri eylersin felekde bî-karâr
Emrin ile mâh’edersin gâh bedr ü geh hilâl
İbtidâna yok nihâyet intihâna hem-çünân
Müddeti yokdur bekânın ey kerîm-i bî-misâl
Hükmün ile oldı gül gülzârda şâh-ı çemen
Kudretinle buldı bülbül bâgda nutk u makâl
Cümle mahlûkun görürsün dâ’imâ ahvâlini
On sekiz bin âlemin rızkın verirsin bî-su’âl
Cümle eşyâ birligine şâhid olupdur senin
Cümle varlık varlıgına âlem içre oldı dâll
Akl-ı küll cehd eyleyip mâhiyyetini bilemez
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kimsene eyleyemez keyfiyyetinde kîl ü kâl
İbtidâsı yok bekânın ey hudâvend-i kadîm
Ger devr eyler felekler gerdiş eyler mâh u sâl
Kudretinden oldı keyvân çarh üzre pâs-bân
Hikmetinden oldı mirrîh âsmânda kût-vâl
Mihri lûtfunla felekde şâh-ı encüm eyledin
Hikmetini gösterip bagışladın ana kemâl
Zâtının mâhiyyetine eremez fehm ü ukûl
Hikmetinin kudretine eremez vehm ü hayâl
Çün günehkâr oldı Cem olgıl Hudâya dest-gîr
Kıl inâyet olmasın mahşer gününde pây-mâl
Cem Sultan
Esmâ’-i Hüsnâ
Allah’ın “en güzel isimler”i anlamına gelen esma-i hüsna terkibi, Allah’ın,
Kuran ve hadis kitaplarında geçen 99 güzel ismine delâlet eder. Mutasavvıflar,
kâinattaki her şeyin Allah’ın, celal ve cemal sıfatları şeklinde iki gruba ayrılan bu
isimlerinin tecellisinden ibaret olduğunu söylerler. Bu güzel isimler şunlardır: Allâh,
Er-Rahmân, Er-Rahîm, El-Melik, El-Kuddûs, Es-Selâm, El-Mü’min, El-Müheymin, ElAzîz, El-Cebbâr, El-Mütekebbir, El-Hâlik, El-Bârî, El-Musavvir, El-Gaffâr, El-Kahhâr,
El-Vehhâb, Er-Rezzâk, El-Fettâh, El-Alîm, El-Kâbız, El-Bâsıt, El-Hâfız, Er-Râfi’, ElMu’izz, El-Müzill, Es-Semî’, El-Basîr, El-Hakem, El-Adl, El-Latîf, El-Habîr, El-Halîm, ElAzîm, El-Gafûr, Eş-Şekûr, El-Aliyy, El-Kebîr, El-Hâfız, El-Mukît, El-Hasîb, El-Celîl, ElKerîm, Er-Rakîb, El-Mucîb, El-Vâsi’, El-Hakîm, El-Vedûd, El-Mecîd, El-Bâ’is, Eş-Şehîd,
El-Hakk, El-Vekîl, El-Kaviyy, El-Metîn, El-Veliyy, El-Hamîd, El-Muhsî, El-Mübdî, ElMu’îd, El-Muhyî, El-Mumît, El-Hayy, El-Kayyûm, El-Vâcid, El-Mâcid, El-Vâhid, EsSamed, El-Kâdir, El-Muktedir, El-Mukaddim, El-Mu’ahhir, El-Evvel, El-Âhir, Ez-Zâhir,
El-Bâtın, El-Vâlî, El-Müte’âlî, El-Berr, Et-Tevvâb, El-Müntekim, El-Afüvv, Er-Ra’ûf, ElMâlik’ül-Mülk, Zü’l-Celâli Ve’l-İkrâm, El-Muksıt, El-Câmi’, El-Ganiyy, El-Mugnî, ElMâni’, Ed-Dâr, En-Nâfi’, En-Nûr, El-Hâdî, El-Bedî, El-Bâkî, El-Vâris, Er-Reşîd, EsSabûr.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kültürümüzde bu kutsal isimlere müstesna bir yer verilmiş, hattatların
kaleme aldığı esma-i hüsna levhaları evleri ve camileri süslemiş ve asırlardır, bu
isimleri anlamlarını bilerek ezberleyip dua şeklinde okumak sevap; hatta kimi
dertler için de deva kabul edilmiştir.
Esma-i hüsna, bir edebî tür olarak da kültürümüzde önemli yer etmiş;
manzum ve mensur olmak üzere Allah’ın güzel isimlerini konu edinen değerli
eserler kaleme alınmıştır. Esma-i hüsnanın açıklama ve şerhini esas alan bu
eserlerde Allah’ın güzel isimleri, “Der-İsm-i Hallâk”, “Der-İsm-i Sübhân”, “Der-İsm-i
Feyyâz” gibi başlıklar altında, kendine mahsus hikmet ve yönleriyle tasvir edilir.
İlyas bin Saruhani’nin (16. Yy.) Beyân-ı Şerâit-i Esmâ adlı eseri türün en
meşhur örneğidir. Yine Lamii Çelebi’nin (16. Yy.) Şerh-i Mu’ammeyât Alâ Esmâ’ilHüsnâ’sı ve Bursalı Subhî Mehmed Ali Çelebi’nin manzum Esmâ-i Hüsnâ Şerhi de
türün dikkat çeken örneklerindendir.
Na’t
Bir şeyi medhederek anlatma, vasıflandırma anlamlarına gelen naat; Hz.
Peygamber’i konu alan en meşhur türlerdendir. Bilindiği gibi peygamber sevgisi
kültürümüzün en belirgin vasıflarındandır. Nitekim edebiyatımızda en çok tür Hz.
Peygamber etrafında oluşturulmuştur.
Ka’b Bin Zübeyr’in Kasîde-i Bürde diye bildiğimiz eseri, içerisinde Hz.
Peygambere övgülerin de yer alması nedeniyle, naat türünün Arap edebiyatındaki
en tanınmış örneği kabul edilir. Naatler Hz. Peygamber övgüsünü konu edinen
şiirlerdir. Fakat şairlerin zaman zaman, dört halife için yazdıkları medhiyelere
“Na’t-i Çâr-yâr”, “Na’t-i Hulefâ-yı Râşidîn”, “Na’t-i Ali” gibi başlıklar koymaları,
“naat” teriminin dört halife medhiyeleri için de kullanıldığını gösterir.
Arap edebiyatından Fars edebiyatına ve daha sonra da Türk edebiyatına
geçmiş olan naatin Türk edebiyatındaki ilk örneği Yusuf Has Hacip’in Kutadgu
Bilig’inde yer alır. Bu eserden günümüze gelinceye kadar sayısız naat örneği
kaleme alınmıştır.
Divan edebiyatı geleneğinde naatlerin hemen hemen tamamı manzum
olarak ve kaside nazım şekliyle dile getirilmiştir. Genellikle divanlarda tevhid
şiirlerinden sonra gelseler de Nefi (17. Yy..), Nedim (18. Yy.) ve Şeyh Galip (18. Yy.)
gibi kimi şairler divanlarına doğrudan naat şiirleriyle başlamışlardır. Ayrıca,
müstakil kitaplar olarak yazılan; Garibname, Leyla ve Mecnun, Yusuf u Züleyha, Can
u Canan gibi hemen hemen bütün mesnevilerin giriş kısmında da mutlaka naat
örnekleri bulunur. Ancak, Yazıcıoğlu Mehmed’in (15. Yy.) Megâribü’z-Zamân adlı
Arapça mensur eserinden yine kendisinin nazmen tercüme ettiği 9008 beyitlik
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Türk İslam Edebiyatında Türler
Muhammediye, Hz. Peygamber’in hayatını anlatan bir siret olmasına rağmen;
eserin adından ve “Kitâb-ı Muhammediye Fî-Na’t-i Seyyidi’l-Âlemîn Habîbullâhi’lAzîm” başlığından anlaşıldığı gibi bütün tahkiyeli yönleri yanında baştan sona
müstakil bir naat görünümündedir. Neticede, Yazıcıoğlu’nun Muhammediye’si
müstakil hacimli bir siret şeklinde yazılan naat türünün yegâne örneğidir (Yeniterzi,
1993:46).
Fuzuli’nin (16. Yy.) Su Kasidesi ve Şeyh Galip’in “efendim” redifli müseddesi
edebiyatımızdaki en tanınmış naatlerdir. Yakın dönem şairlerimizden Arif Nihat
Asya’nın Naat’i ise, türün, son dönemde kaleme alınmış en etkili ve güzel örneği
kabul edilebilir.
Hz. Peygambere duyulan muhabbet, sadece manzum veya mensur naatler
kaleme almakla kalmamış, aynı zamanda hattatlar tarafından naat levhaları
yazılması; musiki erbabınca naatlar söylenip bestelenmesi ve camilerde, dinî
merasimlerde terennüm edilmesi şeklinde bir gelenek de meydana getirmiştir.
Itri’nin rast makamındaki, “Yâ hazreti Mevlânâ Hak dost” diye başlayan meşhur
bestesi, yıllarca okunup dinlenmiştir. Yine, Dede Efendi ve Hafız Post gibi nice
musiki ustası nadide besteler yapmışlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Türk İslam Edebiyatında Türler
Müseddes-i Na’t-ı Şerîf-i Nebevî
Örnek
Sultân-ı rusül şâh-ı mümeccedsin efendim
Bî-çârelere devlet-i sermedsin efendim
Dîvân-ı ilâhîde ser-âmedsin efendim
Menşûr-ı le'amrükle mü'eyyedsin efendim
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim
Tâbiş-dih-i ervâh-ı mücerred güherindir
Mâlişgeh-i ruhsâr-ı melik hâk-i derindir
Ayîne-i dîdâr-ı tecellî nazarındır
Bû Bekr Ömer Osmân ü Alî yârlarındır
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim
Hutben okunur minber-i iklîm-i bekâda
Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-ı cezâda
Gül-bâng-ı kudûmün çekilir Arş-ı Hudâda
Esmâ-i Şerîfin anılır arz u semâda
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim
Ol dem ki velîlerle nebîler kala hayrân
Nefsî deyü dehşetle kopa cümleden efgân
Ye's ile usâtın ola ahvâli perîşân
Destûr-ı şefâ'atla senindir yine meydân
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim
Bir gün ki dalıp bahr-ı gama fikrete gitdim
İlden getirip kendimi bî-hodluğa yitdim
Atatürk İsyânım
Üniversitesi
Açıköğretim Fakültesi
anıp âkıbetimden hazer itdim
Bu matla'ı yâd eyledi bir seyyid işitdim
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
8
Türk İslam Edebiyatında Türler
Mevlid
Doğum, doğum yeri ve doğum zamanı gibi anlamlara gelen mevlid; Hz.
Peygamber’i konu alan, naatten sonraki en yaygın türdür. Çoğunlukla manzum ve
mesnevi nazım şekliyle yazılmış örneklerine rastlanır.
Mevlid, Arap edebiyatından aldığımız bir türdür, ancak İslami edebiyatlar
içerisinde en fazla gelişmeyi ve rağbeti Türk kültür ve edebiyatında bulmuştur. Zira
kültür tarihimize baktığımızda mevlid metinlerinin ve törenlerinin asırlardır ibadet
vecdiyle kabul gördüğüne şahit oluruz.
Hz. Peygamber’i konu alan naat, hilye, miraciyye ve esma-ı nebi gibi türler
mevlid türü ile daima ilgi hâlindedir. Çünkü mevlid metinlerinin içerisinde mutlaka
bu türleri de kapsayan bölümler, parçalar yer alır. Ancak bir mevlid metni
genellikle, Hz. Peygamber’in doğumu (viladet), peygamberliği (risalet), göğe
yükselişi (miraç) ve vefatı (rıhlet) temel bölümlerinden oluşur. Edebiyatımızdaki ilk
ve en mükemmel mevlid, Vesîletü’n-Necât adıyla Süleyman Çelebi (15. Yy.)
tarafından kaleme alınmıştır. 730 beyitlik bu eser o kadar benimsenip sevilmiştir ki,
edebiyatımızda onlarca mevlid metni kaleme alınmış olmasına rağmen, mevlid
denildiğinde hemen daima Süleyman Çelebi’nin eseri anlaşılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Türk İslam Edebiyatında Türler
Rivayete göre, bir vâiz Bakara suresinde geçen bir ayete dayanarak Hz.
Peygamber’in diğer peygamberlerden bir farkı ve üstünlüğü olmadığını uzun uzun
anlatıp yorumlamış. Vaazı dinleyenlerden birisi buna karşı çıkmış ve vâiz hakkında
fetvalar almışsa da halkı vâzin haksızlığına dair ikna edememiş. İşte bu olayı duyan
Süleyman Çelebi çok üzülmüş ve Vesîletü’n-Necât’ı yazmaya başlamış.
Bu eserin Anadolu’da bir “mevlid çığırı” açtığı ve kendisinden sonraki eserleri
etkilediği açıktır. Sinanoğlu (15. Yy.), Ebul-Hayr (15. Yy.), Halil (15. Yy.), Hamdi (15.
Yy.), Şemseddin Sivasi (16. Yy.) ve Şahidi (16. Yy.) gibi, nice şair mevlidler
yazmışlardır. Bunlardan Hamdullah Hamdi’nin Ahmediyye adlı mevlidi de Süleyman
Çelebi’nin eserine yakın bir ilgiyle rağbet görüp model alınmıştır. Yine meşhur
“Merhabâ ey …” faslını yazdığı öne sürülen, Süleyman Çelebi ile çağdaş Ahmed
isimli şairi de burada anmak gerekir.
Mevlidhanlar tarafından, devam eden asırlarda tüm mevlidlerden seçmeler
yapılarak mevlid, bir anlamda anonimleştirilmiş; mevlid kandillerinde camilerde
yapılan merasimlerden, doğum, ölüm, düğün, bayram ve askere uğurlama
âdetlerine varıncaya kadar pek çok yerde okunmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Türk İslam Edebiyatında Türler
Mevlid’den
Allâh adın zikr idelüm evvelâ
Örnek
Vâcib oldur cümle işde her kula
Allâh adın her kim ol evvel ana
Her işi âsân ide Allâh ana
Allâh adı olsa her işin öni
Hergiz ebter olmaya anun sonı
Her nefesde Allâh adın di müdâm
Allâh adıyla olur her iş temâm
Bir kez Allâh dise aşk ile lisân
Dökülür cümle günah misl-i hazân
İsm-i pâkin pâk olur zikr eyleyen
Her murâda irişür Allâh diyen
Aşk ile gel imdi Allâh diyelüm
Derd ile göz yaşile âh idelüm
Ola kim rahmet kıla ol pâdişâh
Ol Kerîm ü ol Rahîm ü ol ilâh
Birdür ol birligine şek yok durur
Gerçi yanlış söyleyenler çok durur
Cümle âlem yog iken ol var idi
Yaradılmışdan Ganî Cebbâr idi
Var iken ol yog idi ins ü melek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Türk İslam Edebiyatında Türler
Arş u ferş ü ay u gün hem nüh felek
Sun’ ile bunları ol var eyledi
Birligine cümle ikrâr eyledi
Ol didi bir kerre var oldı cihân
Olma dirse mahv olur ol dem hemân
Varı yok yogı var iden ol durur
Dünyede her olanı ol oldurur
Bârî ne hâcet kılavuz sözi çok
Birdür Allâh andan artuk Tanrı yok
Haşre dek ger dinilürse bu kelâm
Niçe haşr ola bu olmaya temâm
Pes Muhammed’dür bu varlıga sebeb
Sıdk ile anun rızâsın kıl taleb
Ger dilersiz bulasız oddan necât
Aşk ile derd ile eydün es-salât
İy azîzler uşda başlaruz söze
Bir vasiyyet kıluruz illâ size
Ol vasiyyet kim direm her kim tuta
Misk gibi kokusı cânlarda tüte
Hak Teâlâ rahmet eyleye ana
Kim beni ol bir duâ ile ana
Her ki diler bu duâda bulına
Fâtiha ihsân ide ben kulına
Süleyman Çelebi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Türk İslam Edebiyatında Türler
Mi’râciyye
Hz. Peygamber’in Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i
Aksa’ya gelişine İsra; Mescid-i Aksa’dan Sidre-i Münteha’ya kadar devam eden
manevi yolculuğuna da miraç denmiştir. Kuran’da İsra Suresinde “Bir gece
kendisine bazı delillerimizi gösterelim diye kulu Muhammed’i, Mescid-i Aksa’ya
götüren o zatın şanı yücedir, bütün eksikliklerden uzaktır. Gerçekten her şeyi gören
odur.” ifadeleriyle geçen miraç olayının gerçek anlam ve mahiyeti tam olarak
bilinemese de etrafında pek çok rivayet ve hikaye oluşmuştur. Miraç hadisesinin
gerçekleştiği Recep ayının 27. gecesi kutsal ve ulvi bir vakit olarak kabul edilmiş ve
Miraç Kandili olarak halk tarafından asırlardır kutlanmıştır. İnanışa göre, namaz
vakitlerinin belirli olarak farz oluşu, Bakara suresinin son iki ayetinin nazil oluşu ve
tahiyyat duasının müminlere hediye edilişi bu gece vesilesiyle olmuştur.
İşte, İslami edebiyatlarda miraciye olarak adlandırılan tür de Hz.
Peygamber’in bu büyük mucizesini anlatan eserlere denir. Edebiyatımızda
çoğunlukla manzum ve kaside nazım şekliyle kaleme alınan bu türün, az da olsa
müstakil kitaplar şeklindeki örneklerine rastlanır.
Lamii Çelebi (16. Yy.), Ganizade Nadiri (17. Yy.), Neşati (17. Yy.), Nahifi (18.
Yy.), Sabit (18. Yy.), İzzet Molla (19. Yy.) ve daha birçok şairin divanında güzel
miraciye örnekleri bulmak mümkündür. En meşhur miraciyenin Ganizade Nadiri’ye
ait olduğu ve bu eserin birçok şairi etkilediği kabul edilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Türk İslam Edebiyatında Türler
Mi‘râc-nâme-i İbrahim Beg’den
…
Müşerref kıldı cümle hâs u ‘âmı
Örnek
Ki böldi kısmını Rûmî vü Şâmî
…
Hakîkat zâhir oldı hem şerî‘at
Şerî‘at neyise oldur hakîkat
Hakîkat hâli oldı şer‘ kâli
Birikdi vahdet ile kâl ü hâli
İbâret kâbe kavseyn andan oldı
İkiden geçdi ev ednâyı buldı
İki bahr arasında berzah oldur
Agac u yaprag arasında güldür
…
Teniyle ol sebebden kıldı mi‘râc
Delîle olmayavuz dahı muhtâc
İrişdi bir gice Cibrîl-i derrâk
Burâk-ı berk elinde cüst ü çâlâk
Didi iy şâh selâm itti ilâhun
Sa‘âdet matla‘ında togdı mâhun
Okur ummâna sen dürr-i yetîmi
Gidergil tizcek üstünden kilîmi
Bu âyet vaktidür ola münebbih
Ki sübhânellezî esrâ bi-‘abdih
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Türk İslam Edebiyatında Türler
İrişdi vahy-i ikra' b'ismi rabbik
Hilâfet sancagın ‘arş üstine dik
…
Nebîler cânı sana muntazırdur
Visâlün bahşişine müftekırdur
Müdebbirler cemâlün görmek ister
Ayagun yüzlerine sürmek ister
Göz açup gözedürler cümle yılduz
Ki kankı yoldan ire şâh-ı pervîz
Var altunlarını saçu saçalar
İlerü yüriyib kapu açalar
Elüne dizginin algıl Burakun
Bilürem hadden aşdı iştiyâkun
Pes imdi vaktidür kılgıl azîmet
Visâle degşürülsün cümle fürkat
Egerçi olmadum ben senden ayru
Kaçan sen dahı olduñ benden ayru
Göñülden her nefes mi‘râc idersin
Bu zâhir sûreti koyup gidersin
İrer bî-vâsıta saña kelâmum
Kelâmıla tahıyyât u selâmum
Velî na‘lînüñe müştak durur ‘arş
Ayagun altına olmak diler ferş
Bu kudsî ‘âleme irsün şerefler
Bu bahr içinde dürr bulsun sadefler
Makâmı her resûlüñ bir felekde
Kalıpdur her birisi bir dilekde
…
(Duman 1997)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kırk Hadis
Arapçada hadis-i erbain, Farsçada, çihil hadis olarak adlandırılan kırk hadis,
Hz. Peygamber’in hadislerinden 40 tanesini seçip manzum ya da mensur olarak bir
araya getirmektir. Bu tür eserlerin kaynağı, Hz. Peygamber’in “Her kim benim
hadislerimden kırk tanesini belleyip başkalarına da öğretirse, kıyamet gününde
Allah onu bilginler ve fakihler arasında diriltsin.” mealindeki hadisidir. Bu hadis
gereği, Hz. Peygamber’in bu müjdesine nail olmak için sayısız sanatkâr, onun
sözlerinden seçmeler yaparak kırk hadis türünden eserler meydana getirmiştir.
Kırk hadislerde İslamın şartlarına dair, Kuran’ın faziletiyle ve diğer akaid
konularıyla ilgili vs. yaklaşık her farklı konudaki hadisler derlenmiş ve çoğu zaman
ise bu hadis metinleri birebir tercüme edilmeyip izahlara da yer verilmiştir.
İslam edebiyatlarında ilk kırk hadisin Abdullah Mervezi (8. Yy.) tarafından
tertip edildiği, fakat bu eserin sonradan kaybolduğu söylenir. Ebu İsa Muhammed
Tirmızi (9. Yy.), İbn Veda (11. Yy.) ve Ebu Tahirüs-Selefi (12. Yy.) de kırk hadis
yazmışlardır. Türün en muhteşem örneği ise, Muhyiddin Nevevi (13. Yy.) tarafından
kaleme alınmıştır. Bu eserin pek çok kez çevirisi ve şerhi yapılmıştır. İran
edebiyatında ise, en meşhur ve etkili kırk hadis Molla Cami (15. Yy.) tarafından
yazılmıştır.
Edebiyatımızda kırk hadis geleneği naat ve mevlid türleri gibi ilgi görmüş ve
pek çok şair Arapça ve Farsçadan kırk hadis tercüme etmiş veya derleme eserler
meydana getirmiştir. Mahmud bin Ali (14. Yy.), Kemal Ümmi (15. Yy.), Usuli (16.
Yy.), Fuzuli (16. Yy., Mecdi (16. Yy.), Ali (16. Yy.), Feyzi (17. Yy.), Hakani (17. Yy.),
Nabi (17. Yy.), Osmanzade Taib (18. Yy.) ve Müstakimzade S. Sadettin (18. Yy.) gibi
şairler bu türün güzel örneklerini vermişlerdir.
Hilye-i Şerîf
Sözlüklerde “zinet-i çehre”, “suret” ve “heyet” gibi anlamlar verilen hilye
kelimesi, bir edebiyat terimi olarak Hz. Peygamber’in ve dört büyük halifenin iç ve
dış güzelliklerini, örnek davranış biçimlerini tasvir eden eserlere verilen addır.
Kaynaklarda bu tür için zaman zaman, şemail-i şerif, şemail-i nebi veya şemailname
gibi ifadeler kullanılsa da kast edilen aynı türdür. Ancak bu eserlere karşılık olarak
daha çok hilye-i saadet veya hilye-i şerif terkibi tercih edilmiştir.
Söz konusu olan Hz. Peygamber ve dört halife olduğundan, bu tür eserlerin
ana kaynağı hadisler olmuştur. Zaman içerisinde, Hz. Peygambere dair hilye
niteliğindeki tüm hadis ve rivayetleri toplamak ve ezberlemek, duvara vs. asmak
kutsal kabul edilmiştir. Hatta etrafında, kimi âfetlere iyi geleceğine dair inançlar
oluşmuştur. Aynı inanç ve geleneğin günümüzde devam ettiği görülmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Türk İslam Edebiyatında Türler
İslami edebiyatlar içerisinde ilk hilye eş-Şemâ’ilü’n-Nebeviyye ve’l-Hasâ’isü’lMustafaviyye adıyla ve Arapça olarak İmam Tırmizi (9. Yy.) tarafından yazılmıştır.
Yıllar içerisinde bu esere çok sayıda şerh ve hâşiye yapılmıştır.
Edebiyatımızda manzum ve mensur örneklerine rastlayabileceğimiz çok
sayıda hilye kaleme alınmıştır. Hakanî Mehmed Bey’in (16. Yy.) Hilye-i Hâkânî isimli
hilyesi bunların ilki ve en meşhurudur. İnsanlar tarafından yıllarca hürmetle kabul
edilip ezberlenen bu eser, pek çok şairi de etkilemiştir. Süleyman Nahifi (18.
Yy.)’nin Hilyetü’l-Envâr’ı ve Nesimi Mehmed’in Gülistân-ı Şemâil’i de yine
edebiyatımızda çok beğenilmiş hilyeler arasındadır.
Başlangıçta sadece Hz. Peygamber’i konu edinen hilye türünün zaman
içerisinde kapsamını genişleterek diğer peygamberleri ve dört halifeyi de içerdiği
görülür. Cevrî İbrahim Çelebi’nin (17. Yy.) Hilye-i Çehâr-yâr-ı Güzîn’i ve Neşati
Dede’nin (18. Yy.) Hilye-i Enbiyâ’sı bu durumun güzel örnekleridir.
Hilye-i Hâkânî’den
Örnek
Ol görür gözleri masnû’âtun
Muktezâsıyıdı tecelliyâtın
Anı göz nûrı gibi seyr-i cemâl
Bî-misâl etmiş idi bi’l-icmâl
Çeşm-i hâk-bîni inen ahsen idi
İki şehbâz-ı şikâr-efgen idi
Görinürdi gözi dâim mekhûl
Hadd-i zâtında siyeh-çeşm idi ol
Şîve-i gamze-i lâzım nâzı
Âlemün olmış idi mümtâzı
Gûşe-i çeşm ile etdükce nigâh
Gaşy olurlardı sürûş-ı dergâh
Hîn-i ru’yetde açardı nazarı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Türk İslam Edebiyatında Türler
Nükte-i sırr-ı ke-lemhi’l-basarı
Gark-ı hûn etmiş idi nâfe-misâl
Hoten âhûların ol çeşm-i gazâl
Örnek
Gözinün ağı beyâz idi katı
Kâbil-i vasf değüldi sıfatı
Hem siyah idi gâyetde şedîd
Bir idi ana karîb ile baîd
Hem rivâyetdür o tâvûs-ı cinân
Olsa bir cânibe gâhî nigerân
Vâsî-i hûb u latîf idi gözi
Nûr-ı mahz idi saâdetlü yüzi
Kuvvet-i bâsıra-i Mustafavî
Gece gündüz gibi görürdi kavî
Ol iki dîde-i bî-sürme siyâh
Dâim olmışdı nazargâ-ı İlâh
Müteveccih olup a’zâsı ile
Cism-i pâkiyile dönerdi bile
Serine tâbi ederdi cesedi
Bunı terk etmemiş idi ebedî
Dönüp etrafına kıldukca nazar
Secde eylerdi cemâdât u şecer
Nereye dönse o kadd-i çâlâk
Hâsılı bile dönerdi eflâk
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Türk İslam Edebiyatında Türler
Esmâ-i Nebî
Allah’ın güzel 99 ismini konu alan esma-i hüsna adlı eserlerdeki gibi, kimi
sanatkârlar da esma-i nebi adıyla kaleme aldıkları eserlerinde Hz. Peygamber’in 99
isim ve sıfatından söz etmişlerdir. Manzum ve mensur örnekleri bulunan ve fakat
müstakil kitaplar olarak karşımıza çıkmayan esma-i nebiler daha çok muhtelif
konulu eserlerin bir bölümü şeklindedirler. Hasib Efendi 1000 beyitlik bir esma-i
nebi yazmıştır (Çelebioğlu 1988:357).
Siyer-i Nebî
Siyer, “tavır, hareket, ahlak ve gidiş” anlamlarına gelen siret kelimesinin
çoğuludur ve bir terim olarak, Hz. Peygamber’in ahlak ve yüksek vasıfları ile birlikte
hayatını konu edinen eserlere verilen isimdir. Kaynaklarda bu türden eserler için
bazen, siretü’n-nebi terkibi kullanılsa da siyer-i nebi adlandırması daha yaygındır.
Erzurumlu Mustafa Darir’in (14. Yy.) Arapçadan dilimize çevirdiği, oldukça
hacimli olan mensur Siyer-i Nebî’si bu türün edebiyatımızdaki ilk örneklerindendir.
Ancak bu konuda kaleme alınmış en meşhur örnek Yazıcıoğlu Mehmed’in (15. Yy.)
Megâribü’z-Zamân adlı Arapça mensur eserinden yine kendisinin manzum olarak
çevirisini yaptığı 9008 beyitlik Muhammediye’sidir. Siyer-i Nebi türünde kaleme
alınan eserler hiç şüphesiz ki Hz. Peygamber’i konu alan diğer naat, mevlid ve
miraciyye gibi türlerle iç içedirler. Nitekim Yazıcoğlu’nun bu eseri, önemli bir kısmı
naat niteliği taşıdığından, naatler konusunda kapsamlı çalışması bulunan Emine
Yeniterzi tarafından müstakil bir naat kitabı gibi kabul edilmiştir (Bk. Na’t).
Veysi’nin (17. Yy.) Dürretü’t-Tâc fî Sâhibi’l-Mi’râc isimli, Siyer-i Veysî
terkibiyle meşhur olmuş mensur eseri de oldukça beğenilmiş ve defalarca
çoğaltılan bu esere zeyller yazılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Türk İslam Edebiyatında Türler
Muhammediye’den
…
Eger ismin okudunsa müsemmâsın taleb eyle
Örnek
Yücede istegil ayı ki suda aksidir ednâ
Musaffâ ol sıfâtından nitekim açılır âhen
Göresin zâtını sâfî açıla âyine asfâ
Bulasın gönlün içinde ulûm-ı enbiyâyı sen
Kim anda ne kitâb ola ne ders ola ne hod fetvâ
Erişe cânın ol nûrun makamına hakîkat bil
Ki Peygamber buyurmuşdur ki nûrumdur benim ebhâ
Göriser ümmetim cânı beni şol nûr ile dedi
Ki ben ol nûr ile her dem görürem onları esnâ
Onun ol nûr-ı lâhûtu ihâta kıldı nâsûtu
Egerçi ol yüce zâtı gözükdü oldu hem ahfâ
Olupdu elli üç yıl Mekke menzil
Medîne’de hem on yıl oldu nâzil
Çü yaşı altmış üç oldu Resûlün
Hilâli bedr olup doldu Resûlün
Pes indi âhir âyet işbu Furkân
Tamâm oldu onunla cümle Kur’ân
Ki korkun çün kim âhir ölisersiz
Şu gün kim Hakk’a râci’ olısarsız
Bulısar küllü nefs nice kılına
Ki Hak zulm eylemez aslâ kuluna
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Türk İslam Edebiyatında Türler
Çü Cebrâil gelip Hak’dan bu vahyi eyledi pertâb
Bu âyetden Resûlullâh ecel hükmün edip deryâb
Bilâl’e emr kıldı kim namâza cem’ ede halkı
Derildiler dolup mescid oturdular kamu ashâb
Çıkıp minberde Allah’ın kemâline senâ etdi
Nihâyetçe belâgetde hitâbet eyledi îcâb
Cinâna eyledi teşvîk cehennemden edip tahzîr
Cihâda eyledi tahrîz nasîhatde edip itnâb
Şu resme korkdular ashâb ki kanlı yaş akıtdılar
Dediler yâ Resûlullâh bu hâli etdin isti’câb
Dedi kim bilin ey ashâb vedâ idervenin size
Ki sâdıklardınız dinde size olmuş idim nessâb
…
Hicret-nâme
Arapça “hecr” kökünden gelen hicret, bir yerden başka bir yere göç etmek
anlamına gelir. Ancak bildiğimiz gibi, hicret denildiğinde asırlardır, Hz.
Peygamber’in 622 yılında Mekke’den Medine’ye göç etmesi anlaşılmıştır. Hicri yılın
da başlangıcı kabul edilen bu olay, bütün ayrıntılarıyla manzum ve mensur eserlere
konu olmuştur. İşte hicretname dediğimiz tür de Hz. Peygamber’in hicretini konu
edinen eserlere denmiştir.
Edebiyatımızda diğer dinî türler kadar yaygın olmasa da manzum ve mensur
örneklerine rastlanır. Süleyman Nahifi’nin (18. Yy.) yaklaşık 800 beyitten oluşan
Hicretü’n-Nebî isimli eseri bu konudaki en meşhur müstakil kitaplardandır. Bunun
dışında hicret konusuna, pek çok manzum ve mensur eserin içerisinde kısa da olsa
değinildiği görülür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Türk İslam Edebiyatında Türler
Hicretü’n-Nebî’den
Bismillâhirrahmânirrahîm
Rehber-i ferhunde-i bî-havf u bîm
Örnek
Oldı Ebû Bekr’e çü Fahrü’l-beşer
Çünki haber-dâde-i emr-i sefer
Menzil-i pür-nûrına ol reşg-i mâh
Geldi yine itmege tedbîr-i râh
Didi Alî’ye o nebiyy-i enâm
Eyle bu şeb hâb-gehimde menâm
Pûşiş idüp bürde-i pâkimle sen
Çekme elem düşman-ı gaddârdan
Hakka tevekkül idüp eyle sebât
Eyleme ol hâr u hasa iltifât
Virdi ana cümle emânetleri
Didi benim zimmetim eyle berî
Her birin ashâbına teslîm kıl
Tavsiyemi vak’amı tefhîm kıl
Olmak ile zimmet ü ahdi emîn
Herkes emânâtın iderdi rehîn
Vakt-i ışâ geçdigi sâ’at hemân
Oldu adû dâr-ı nebîye revân
Eylediler anda tarassud tamâm
Cem’ ola tâ müfterikân-ı hısâm
Oldu abâ-pûş-ı tevekkül o mâh
Eyledi bâ-avn-i Hudâ azm-i râh
Virdin idüp âyet-i lâ-yübsirûn
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Türk İslam Edebiyatında Türler
Hak-fişân oldu o mu’ciz-nümûn
Her kime itdiyse isâbet o hâk
Ma’reke-i Bedr’de oldu helâk
Hasm arasından o şeh-i dil-sitân
Berk misâli güzer itdi hemân
Gâlib olup her birinün gafleti
Görmedi kat’â biri ol hazreti
…
Ramazâniyye
Kamerî ayların dokuzuncusu ve on bir ayın sultanı veya ramazan-ı şerif
olarak vasıflandırılan Ramazan, İslam dünyasının en kutsal ayıdır. Zira Kuran bu
ayda inmeye başlamıştır. Müslümanlar, Kuran’ın emriyle, şehr-i sıyam veya oruç ayı
diye de adlandırılan bu ayı oruçlu geçirirler ve sonunda bayram ederler. Ramazanın
başlayışı ayın görünmesiyle ve bitişi de şevval hilalinin ortaya çıkışıyla olduğundan
İslam dünyasında asırlardır, özellikle bu aylarda ayın hareketleri büyük bir dikkatle
takip edilmiştir.
Oruç ibadetinin farz olmasından bu yana Ramazan, her Müslüman toplumda
iftar sofraları, eğlence hayatı, sahurları, imsakları, mahyaları, kandilleri ve
teravihleriyle kendine mahsus bir gelenek ve iklim oluşturmuştur. Ancak Osmanlı
toplum hayatında, başta Osmanlı sultanı ve saray çevresi olmak üzere, bütün halk
nezdinde mümtaz bir yer edinmiş ve her yıl artarak devam eden bir ibadet aşkıyla
ve festival neşesiyle kabul görüp idrak edilmiştir.
İşte edebiyatımızda ramazaniye veya ramazanname diye adlandırdığımız
edebî tür de bu kültürün sanat cephesindeki yansımalarındandır. Ramazaniye, çok
genel bir tanımla, ramazan hayatını konu edinen şiirlere denmiştir. Kaynaklar
ağırlıklı olarak kaside nazım şekliyle kaleme alınan bu türden şiirlerin eskiden daha
çok, öncelikle sultan olmak üzere, devlet büyüklerine, çeşitli vesilelerle takdim
edildiğini kaydederler. Enderunlu Fâzıl (18. Yy.) bu şairlerin en meşhurudur. Zira,
III. Selim’e ve diğer devlet erkanına pek çok ramazaniye takdim etmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kaside nazım şekli dışında gazel, mesnevi, terkib-bent; hatta mani formunda
ramazan şiirleri yazılmıştır. Bunların tamamı birer ramazaniye örneğidir. Süleyman
Nahifi’nin (18. Yy.) Fazîlet-i Savm isimli eseri, mesnevi formuyla müstakil olarak
yazılmış yegâne örnektir. Nabi’nin (17. Yy.) Hayriyye adlı mesnevisinin Der-Beyân-ı
Şeref-i Farz-ı Sıyâm isimli bölümü ramazaniye niteliğindedir. Cafer Çelebi (15. Yy.),
Fuzuli (16. Yy.), Zati (16. Yy.), Ruhi (16. Yy.) ve daha pek çok şairin divanında ise
gazel formuyla yazılmış ramazaniye örnekleri yer alır. Enderunlu Fazıl’ın 13 beyitlik
bir terkip-bendi ramazaniye özelliği taşır.
Edebiyatımızdaki en güzel ramazaniye örneğinin ise Sabit’in (18. Yy.) Baltacı
Mehmet Paşa’ya sunduğu kaside olduğu söylenir. Yine 18. asır şairlerinden Nedim,
Sami, Seyyid Vehbi de bu türün güzel örneklerini vermişlerdir.
Ramazânİyye Der-Sitâyiş-i Sadr-ı a'zam
İbrahim Pâşâ
Örnek
Bağteten sabit olup gurre firâşında imâm
Hâb içün yatmış iken etdi terâvîhe kıyam
Baş kaldırmadılar öğleye dek uyhudan
Yevm-i şek zevkına hazırlanan ahbâb-ı kiram
Serdi-i fasl-ı bahar etmiş iken tab'a eser
Ataş-ı rûze ana kıldı mükâfat tamâm
Şu soğuk günlere bir pare ısındırdı bizi
Bir gün evvel erişüp geldi hele mâh-ı siyam
Pâsban verdi kudûmiyle cevâb eyleyene
Ramazan geldi mi âyâ diyerek istifham
Çeşm-i Zerkâ-yı Yemâmeyle mi bakdı bilmem
Nazar-ı şahide ahsentü zihî dikkat-i tâm
Bilemem ben de ki şâhidde mi takvimde mi
Hele bir kizb var ortada budur sıdk-ı kelâm
Ehl-i keyfin birisi der ki behey sultânım
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Türk İslam Edebiyatında Türler
Aydın ay bellü hesâb olmadı şa'bân tamâm
Bir iki meblağ-i berş ile urup öldürecek
Geldiler eylediler böyle cihanı sersâm
Olacak oldu heman çâre ne şimden sonra
Edelim hükm-i kaza destine teslîm-i zimâm
Şevkimiz şimdi ana düşdi ki in-şâ'a'llah
Ola sıhhatle selâmetle meh-i rûze tamâm
Kıla erbâb-ı dili âb-ı hayâta sîr-âb
Erişüp Hızr gibi âh mübarek bayram
İbtidâ ıyd gün icrâ-yı merasimle geçüp
Gecesi dahi olup maslahat-ı hâb tamâm
Çün ikinci gün ola böylece ahd eylemişdim
Yine sabr eyleyim ol gün ne direng ü ârâm
Çekdirüp pek seheri doğruca Sa'd-âbâda
Tutayım zinde iken cennet-i a'lâda makam
Varayım hâk-i tarab-nâkine yüzler süreyim
Bir gün olsun alayım bari felekden bir kâm
Havzdan kevser-i pâkîzeyi nûş eyleyeyim
Kasrdan bûy-ı cinânı edeyim istişmâm
Iyd ola fasl-ı bahar ola da Sa'd-âbâdın
Zevkini eylemeyim sıhhat olur bana haram
…
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Türk İslam Edebiyatında Türler
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdaki edebî türlerden hangisi dinî türler sınıfına girmez?
a) Tevhid
b) Naat
c) Hilye
d) Esmaihüsna
e) Şehrengiz
2. Divan edebiyatına ait aşağıdaki edebî türlerden hangisi Hz. Peygamber ile
ilgili türlerdendir?
a) Tezkire
b) Miraciye
c) Esmaihüsna
d) Mersiye
e) Tevhid
3. Dinî edebiyatın türleri arasında yer alan ve Hz. Peygamber başta olmak
üzere dört halifenin övgüsü esasına dayanan eserlere ne ad verilir?
a) Miraciye
b) Naat
c) Esmaihüsna
d) Mevlid
e) Kırk Hadis
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Türk İslam Edebiyatında Türler
4. Hz. Peygamber’in iç ve dış güzelliklerini tasvir ederek anlatmayı konu
edinen ve kaynaklarda zaman zaman şemail-i şerif diye de geçen tür
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Esmainebi
b) Siyerinebi
c) Hilye
d) Hicretname
e) Şefaatname
5. İçerisinde Hz. Peygamber’e övgülerin de bulunduğu, naat türünün Arap
edebiyatındaki en meşhur örneği olarak gösterilen eser aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Na’t-i Çâr-yâr
b) Na’t-i Ali
c) Cân ü Cânân
d) Kaside-i Bürde
e) Su Kasidesi
6. Edebiyatımızda bilinen ilk ve en mükemmel mevlid olarak kabul edilen, 15.
yüzyılda kaleme alınmış Vesîletü’n-Necât isimli eser aşağıdaki şairlerden
hangi şaire aittir?
a) Evliya Çelebi
b) Katip Çelebi
c) Süleyman Çelebi
d) Musa Çelebi
e) Fuzuli
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Türk İslam Edebiyatında Türler
7. Doğum, doğum yeri ve zamanı anlamına da gelen, Hz. Peygamber’i konu
alan naatten sonraki en yaygın tür aşağıdakilerden hangisidir?
a) Miraciye
b) Hilye
c) Şefaatname
d) Esmainebi
e) Mevlid
8. Yazıcıoğlu Mehmed’in, Megâribü’z-Zamân adlı Arapça mensur eserinden
yine kendisinin manzum olarak Türkçeye çevirdiği, siyer-i nebi türünün en
meşhur örneği kabul edilen eserinin ismi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Muhammediye
b) Hicretünnebi
c) Gülşen-i Raz
d) Gül-i Sadberg
e) Kaside-i Bürde
9. Aşağıdakilerden hangisi, tevhid ve naat türünün ortak yönüdür?
a) Allah’ın varlık ve birliğini temel alır.
b) Temel olarak, Hz. Peygamber’in medhini yapar.
c) Dinî içeriklidir.
d) Hz. Peygamber’in iç ve dış özelliklerini tasvir eder.
e) Allah’ın 99 güzel isminden bahseder.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Türk İslam Edebiyatında Türler
10.Aşağıdaki dinî türleri kendi içerisinde gruplara ayırdığımızda hangisi
dışarıda kalır?
a) Tevhid
b) Esmaihüsna
c) Naat
d) Miraciye
e) Ramazaniye
Cevap Anahtarı
1-e, 2-b, 3-b, 4-c, 5-d, 6-c, 7-e, 8-a, 9-c, 10-e
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Türk İslam Edebiyatında Türler
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Akar, Metin. (1980).Türk Edebiyatında Manzum Miracnâmeler.( Doktora Tezi).
Ankara: Hacettepe Üniversitesi
Akkuş, Metin (2006). Klasik Türk Şiirinin Anlam Dünyası, Edebî Türler ve Tarzlar.
Ankara
Akkuş, Metin (1998). Nef’î, Siham-ı Kazâ. Ankara
Arslan, Mehmet (1999). Türk Edebiyatında Manzum Surnameler. Ankara
Ateş, Ahmet (1954). Vesiletü’n-Necat, Mevlid. Ankara
Aymutlu, Ahmet (1995), Süleyman Çelebi ve Mevlid-i Şerîf, İstanbul
Banarlı, Nihat Sami (1987). Resimli Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul
Bilgin, Azmi (1998). Terceme-i Pendnâme-i Attar. İstanbul
Bilkan, Ali Fuat (2000). Türk Edebiyatında Muamma. Ankara
Canım, Rıdvan (2010). Divan Edebiyatında Türler. Ankara
Canım, Rıdvan (2000). Latîfî/Tezkiretü’ş-Şuarâ. Ankara
Coşkun, Menderes (2002). Manzum ve Mensur Osmanlı Hac Seyahatnâmeleri ve
Nâbi’nin Tuhfetü’l-Haremeyn’i. Ankara
Çavuşoğlu, Mehmet (1982). Şehzade Mustafa Mersiyeleri. İstanbul
Çelebioğlu, Âmil. Ramazannâme. İstanbul
Çelebioğlu, Âmil (1988). Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları. İstanbul
Çavuşoğlu, Ali (2004). Kıyafetnameler. Ankara
Dilçin, Cem (1983). Örneklerle Türk Şiir Bilgisi. Ankara
İsen, Mustafa (1993). Acıyı Bal Eylemek. Ankara
İsen, Mustafa (1998). Heşt Behişt. Ankara
İsen, Mustafa-Macit, Muhsin (1992). Türk Edebiyatında Tevhidler. Ankara
Kara, Mehmet (1998). Bir Başka Açıdan Kutadgu Bilig. Ankara
Kılıç, Filiz-Macit, Muhsin (1995). Türk Şiirinde Ramazan ve Ramazaniyeler. Ankara
Köksal, M. Fatih (2009). Mevlidnâme, Türk Edebiyatında Mevlid Türü ve Yeni
Mevlid Metinleri. Kırşehir
Kurnaz, Cemal (1997). Divan Edebiyatı Yazıları. Ankara
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kürkçüoğlu, Kemal Edip (1951), Fuzuli, Kırk Hadis Tercümesi. Ankara
Levend, Âgâh Sırrı (2000). Gazavâtnâmeler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavâtnâmesi.
Ankara
Levend, Âgâh Sırrı (1958). Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Şehrengizlerde
İstanbul. İstanbul
Levend, Âgâh Sırrı (1984). Türk Edebiyatı Tarihi. Ankara
Mermer, Ahmet vd. (2006). Eski Türk Edebiyatına Giriş. Ankara
Öztoprak, Nihat (1993). Klasik Türk Edebiyatında Manzum Yüz Hadisler. İstanbul
Pakalın, M. Zeki (1993). Osmanlı Tarih Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü. Ankara
Pala, İskender (1995). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. Ankara
Pekolcay, Necla (1993). Mevlid. Ankara.
Tahirü’l-Mevlevî (1994). Edebiyat Lûgati. İstanbul
Timurtaş, F. Kadri (1990). Mevlid, Süleyman Çelebi. Ankara
Yeniterzi, Emine (1993). Divan Şiirinde Na’t. Ankara
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
TÜRLER
• TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA MUHTELİF
KONULAR
• Bahariye
• Bahname
• Gazavatname
• Fetihname
• Kıyafetname
• Mersiye
• Sakiname
• Sefaretname
• Selimname
• Seyahatname
• Siyasetname
• Surname
• Süleymanname
• Şehrengiz
• Şitaiye
• Tezkire
• Zafername
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Muhtelif konularda yazılmış türlerin genel
özelliklerini tanıyabilecek,
• Bu türlerin, birini diğerinden ayıran farklılıkları
ve dinî türlerden ayrıldıkları yönleri kavrayacak
ve değerlendirebileceksiniz.
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
Doç. Dr. Ömer ÖZKAN
ÜNİTE
6
Türk İslam Edebiyatında Türler
TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA MUHTELİF KONULAR
Klasik Türk edebiyatı geleneğindeki türlerin tasnifi konusunda tartışmaların
hâlen devam ettiği bir önceki ünitede belirtilmişti. Belki de bu tasnifin en zor
kısmını, burada üzerinde durulacak türler oluşturmaktadır. Zira, Dinî Türler başlığı
altında ele aldığımız eserleri belirli gruplara ayırmamız daha kolaydır. Allah ile ilgili
olanlar, Hz. Peygamber’le ilgili olanlar ve diğer dinî konuları kapsayanlar. Neticede,
edebiyat tarihimizde, dinî içerikli manzum veya mensur herhangi bir eserle
karşılaştığımızda bu eserin bu üç gruptan herhangi birine aidiyeti konusunda çok
güçlük çekmeyiz. Ancak burada ele alacağımız türler için böylesine kapsayıcı bir
gruplandırma yapmak şimdilik çok da kolay görünmemektedir. Bu hususa işaret
eden çalışmalara baktığımızda, dinî muhtevalı türlerin tasnifinde büyük ölçüde
ittifakın olduğu, fakat diğerleri konusunda çeşitli tasnif denemelerinin bulunduğu
görülür.
Bu farklılığın en önemli nedeni edebiyatımızdaki konu zenginliğidir. Farklı
konulu türler olunca bunların müşterek bir gruba dâhil edilmesi de hâliyle kolay
değildir. Bu türler sınıflandırılmak istendiğinde neredeyse eser ismi kadar grup ismi
yazmak gerekecektir. Bu sebeple burada, dinî muhtevalı türlerin dışında kalan
diğer türler Muhtelif Konular başlığı altında alfabetik olarak incelenmiştir.
Bahâriyye
Dilimize Farsçadan geçen “bahar” kelimesi, bilindiği gibi bütün bitkilerin ve
canlıların yeniden dirilip yeşerdiği mevsimi ifade eder. Bu kelimeden mülhem
olarak kullanılan bahariye ise, nesip bölümlerinde bahar tasvirine yer veren
kasideler için kullanılan bir terimdir. Aynı zamanda bir çiçekler resmî geçiti olan
divan edebiyatı dünyasının vazgeçilmez mevsimidir bahar. En başta lale ve gül
olmak üzere sünbül, nilüfer, gelincik, nergis ve sûsen gibi daha nice çiçek hangi
divanı açsanız yüzünüze bir bahar esintisi gibi çarpıverir. Şairlerin hayallerini
süsleyen bu çiçekler bin bir hayale konu olur. Bahar, elbette sadece çiçekleriyle
değil yağmur, bulut vb. diğer tabiat unsurlarıyla da şiire dahil olur.
Kaynak kitaplar, her ne kadar bahariye terimini kasidelerle sınırlamış olsalar
da, divanlarda zaman zaman, baştan sona bahar tasviri yapan gazel veya diğer
nazım şekilleriyle karşılaşırız ki, bunları da bahariye olarak değerlendirmek gerekir.
Edebiyatımızdaki ilkbahar tasvirlerini, 11. Yüzyıl eserlerimizden Kutadgu
Bilig, Dîvânü Lûgati’t-Türk ve Atabetü’l-Hakâyık’ta görürüz.
Sultanüş-şuara Baki’nin (16. Yy.), “Rûh-bahş oldu Mesîhâ-sıfat enfâs-ı bahâr“
masrasıyla başlayan bahariyesi, Türk edebiyatının en usta kaside şairi kabul edilen
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Türk İslam Edebiyatında Türler
Nefi’nin (17. Yy.), “Esdi nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem” mısrasıyla
başlayan bahariyesi edebiyatımızda öne çıkan bahariye örneklerindendir.
Kasîde-i Bahâr Berây-i Sultân Süleymân Hân
Hâb-ı gafletde iken oldu göz açıp bîdâr
Kudret-i Hakka nazar kıldı uyûn-ı ezhâr
Örnek
Her şükûfe dehen ü berg zebândur gûyâ
Zikr eder Hâlikini hâl diliyle eşcâr
Gönlü katılara erse yeridir neşv ü nemâ
Bu fusûl içre ki sebze bitiriptir ahcâr
Çekti âvâze-i Dâvûdunu her bülbül-i mest
Yed-i Beyzâsını arz eyledi gül Mûsâ-vâr
Bâd tahrîk edicek nâyı sadâ eyle deyu
Nefesin tutdu o dem çaldı biraz mûsikâr
Gece bâlîn-i ferâgatde yatarken nâgeh
Hâtif-i gayb dedi sem'ime cân gözün uyar
Bir nazarla gör iki âlemi nergis-mânend
Başına ister isen giymege tâc-ı zerkâr
Bu kadar ömr içün goncayı dil-teng görüp
Sahn-ı gülşende eder ağız açıp hande enâr
Şâha arz etmeğe mülk-i çemenin mahsûlün
Elde evrâk tutar güller olup defterdâr
…
Nice kim cünd-i şitâ gâret edip gülzârı
Eyledikçe anı mağlûb şeh-i mülk-i bahâr
Düşmanının ola pejmürde bahâr-ı ömrü
Vird edindi Hayâlî bunu leylen ve nehâr
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Türk İslam Edebiyatında Türler
Bâh-nâme
Şehvet, anlamına gelen “bah” kelimesiyle bağlantılı olan bahname, bir
edebiyat terimi olarak, içerisinde cinsel içerikli bilgi ve figürlerin bulunduğu
eserlere denmiştir. Manzum ve mensur biçimlerine rastlayabileceğimiz bu türün
edebiyatımızda çoğunluğu Arapça veya Farsçadan tercüme olan örnekleri
mevcuttur.
Bir nevi tıp kitabı niteliğindeki bu eserlerde tenasül hastalıkları, hamilelik,
bunları önleyici ilaçlar, doğum, hamilelik esnasında ve sonrasında ortaya çıkan
rahatsızlıklar, sebepleri, tedavi usulleri, yeni doğan çocuklarla ilgili çeşitli tıbbi
bilgiler, çocuk yetiştirme ve terbiyesi hakkında tavsiyeler, çeşitli bölümler hâlinde,
bu tür kitaplarda yer almıştır (Canım 2010: 25-26).
Edebiyatımızdaki ilk örnek, Selahaddin (14. Yy.) adlı bir sanatkâr tarafından
Saruhanoğlu Yakup Bey adına, Nasuriddin Tusi’nin Farsça olan eserinden tercüme
edilmiş Bâhnâme-i Pâdişâhî isimli eserdir. Nasuriddin Tusi’nin bu eserinin ikinci bir
tercümesi de daha sonra, Musa bin Mesud tarafından II. Murad adına yapılmıştır.
Gazali Mehmed’in (16. Yy.), Ebu Bekir bin İsmail’den tercüme ettiği Dâfi’u’lGumûm ve Râfi’u’l-Hümûm adlı eseri; Şeyhülislam Kemalpaşazade’nin (16. Yy.),
Yusuf et-Tıfaşi’nin Rücû’u’ş-Şeyh ilâ Sıbâh fi’l-Kuvveti Ale’l-bâh isimli eserini çevirisi
ve Gelibolulu Ali’nin (16. Yy.) de et-Tıfaşi’nin aynı eserini Râhatü’n-Nüfûs ismiyle
yaptığı tercümesi; Katibzade Mehmed Refi’nin (18. Yy.) Risâle fi’l-Bâh’ı türün
tanınmış örneklerindendir.
Gazavât-nâme
Gaza, kutsal amaçlar doğrultusunda din düşmanlarıyla yapılan savaşlara
denir ki, Türk edebiyatında bu savaşların konu edildiği eserlere; eğer tek bir savaş
söz konusu ise, gazaname; birden çok savaş anlatılıyorsa gazavatname adı
verilmiştir.
Gazavatname türündeki bu eserlerin ilk örnekleri, Batı Hıristiyan dünyasına
dönük Osmanlı akınlarının yoğun şekilde yaşandığı 15. yüzyılda görülür. İlerleyen
yüzyıllarda, özellikle de Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman zamanında
en verimli dönemini yaşar. Konusunu gazalardan alan bu türler, doğal olarak,
Osmanlı akınlarının azaldığı ilerleyen yüzyıllarda ise son örneklerini verir. Agah Sırrı
Levend, Gazavat-nâmeler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavât-nâmesi adlı eserinde
Osmanlı döneminde kaleme alınmış bu eserlerin pek çoğunu listelemiş ve her biri
hakkında bilgiler vermiştir.
Türk edebiyatında eski destanların bir nevi devamı sayılan gazavatnameler,
edebî eser olmalarının yanında, geçmiş devirlerdeki savaşları ve kahramanlıkları ele
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Türk İslam Edebiyatında Türler
almaları, bu sayede pek çok tarihî şahsiyete ve olaya tanıklık etmeleri
münasebetiyle tarihî vesikalar olarak da değerlendirilirler.Gerçi bu eserler Tevarîh-i
Âl-i Osmân’lar, vakanüvis tarihleri ya da değişik adlar altında yazılmış klasik tarih
kitapları gibi değillerdir. Nitekim gazavatnamelerin dili genellikle epik bir karakter
taşır ve olayların ele alınışında hamaset ve abartı hâkimdir. Eser sahiplerinin
tarihçilik yönlerinden ziyade edebî yönleri ön plandadır. Bu bakımdan bu eserlerde
anlatılanları birebir tarihî doğrular olarak kabul etmek yanıltıcı olabilir. Ancak
yazıldıkları devrin zihniyet dünyasının birer ürünü olduklarından mutlaka tarihî
gerçekleri de içerirler. Çünkü her edebî metin, mutlaka onu üreten devrin
gerçekliğini yansıtır.
Suzi Çelebi’nin (15. Yy.) Gazavâtnâme’si, II. Murad devrindeki gazaları
anlatan yazarı bilinmeyen Gazavât-ı Sultan Murâd adlı eser, Gubari’nin (16. Yy.)
Gazavatnâme-i Midilli’si, Uzun Firdevsi’nin (16. Yy.) Kutbnâme’si, Vuslati’nin (17.
Yy.) Gazânâme-i Çehrin’i edebiyatımızdaki gazavatname örneklerindendir.
16. asrın hemen başında, II. Bayezid’in saltanat yıllarındaki Midilli
savaşlarından canlı bir savaş sahnesini tasvir eden şu ifadeler Gubari’nin 1418
beyitlik eserinden alınmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Türk İslam Edebiyatında Türler
Gazavatnâme-i Midilli’den
…
Hisâr ehlini kıldılar haberdâr
Örnek
Olurlar uykudan bir lahza bîdâr
Donatdılar çü şem’ ile hisârı
Temâşâ-gâha geldi cümle vârı
Hisârı küllî tezyîn eylediler
Edâ-yı resm ü âyîn eylediler
Erenler çagırurdı Allâh Allâh
Bize sensin kuruda yaşda hem-râh
Kuruda vü gemiler içre küffâr
Hisârun şenliginden oldı bîdâr
Adûnun arasına düşdi korhu
Dutarlar bir zamân gönülde kaygu
Oturup her biri hâlinde hâmûş
Olur barçaya nâgâh gözleri tuş
Yanar kumbaradan atdukları od
Dutar barça içini âteş ü dûd
Yanar içindeki esbâb u âlet
Adû makhûr olup düşdiler âlet
Direk başına işlerdi çâg âteş
Yenilmeyip olurdı şöyle serkeş
Gubari
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Türk İslam Edebiyatında Türler
Fetih-nâme
Aslı Arapça olan fetih/feth kelimesi sözlüklerde “açma, açılma, zapt etme”
anlamlarına gelir. Fetihname ise, yapılan gazalar neticesinde ele geçirilen yerleri,
diğer ülkelerin ve hanlıkların hükümdarlarına ilan eden mektuplardır.
Edebiyatımızda ayrıca, nesip bölümünde, bir yerin fethedilmesini tasvir eden
kasideler de kaleme alınmıştır ki, bunlara da fethiye denmiştir.
Eskiden hemen her devlette, bilhassa şarkta İslam devletlerinde fetihname
göndermek adettendi. Osmanlıda fetihnameler Türkçe, Arapça ve Farsça yazılırdı.
Fetihnamelerin bilhassa baş tarafları mukaddime hükmünde olup name, icabına
göre mahal ve mevkie münasip ayet-i kerime, hadis-i şerif ve Arapça hikemi
cümlelerle süslenirdi. Bu yazılar dost devletlere müjde amaçlı yazıldığı gibi, bazen
de düşman devletlere onları müteessir etmek için kaleme alınırdı. Fetihnameler
resmî memurlar tarafından yazıldığı gibi hususi kişiler tarafından da kaleme alınırdı.
İstanbul’un fethi Fatih tarafından Molla Gürani’ye kaleme aldırılıp Mısır
hükümdarına gönderilen name resmî, Nişancı Tâcizade Cafer Çelebi’nin yazdığı
Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi de hususi birer fetihnemedir (Pakalın 1993: I/614615).
Fetihnameler, saltanatın ihtişamını da temsil ettiklerinden özenli ve
gösterişli bir dille yazılırlardı. Bu bakımdan edebî bakımdan da kıymet taşırlardı.
Şeklen de gerek yazıldıkları kağıt olsun, gerekse kullanılan yazı çeşidi olsun sıradan
yazılardan ayrı hususiyetler gösterirlerdi.
Sayi’nin Feth-i Kal’a-i Belgrad, Bahârî’nin Fetihnâme-i Engürüs’ü,
Karaçelebizade Abdülaziz Efendi’nin Târîh-i Feth-i Revân ü Bagdâd’ı, Vak’anüvis
Raşid’in Fetihnâme-i Cezîre-i Mora’sı, Kıvami’nin Fetihnâme-i Sultan Mehmed’i belli
başlı fetihname örneklerindendir.
Hayali’ye (16. Yy.) ait, Kanuni Sultan Süleyman’ın Rodos’u fethi üzerine
kaleme alınan şu kaside önemli bir fethiye örneğidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kasîde-i Feth-i Rodos Berây-i Sultân Süleymân Hân
Burûc-ı kal'a-i gerdûnda yine vakt-i seher
Örnek
Dikildi sancak-ı zerrîn-i husrev-i hâver
Sipâh-ı zengî şeb oldu münhezim nitekim
Adû-yı Husrev-i rûşen-dil ü Ferîdûn-fer
Meh-i sipihr-i şeref Hazret-i Süleymân Hân
Ki devleti güneşi kıldı âlemi enver
Giderdi zulmet-i küfrü zamâneden tîgi
Şuâ-ı mihr gibi tuttu dehri ser-tâ-ser
Havâyi topu Şehün oldu âsumânî kazâ
Rodosu eyledi bir dem içinde zîr ü zeber
Egerçi kanzil olup döktü zehrini küffâr
Ve lîk çanına ot tıktı top-ı ejder-ser
Tükendi dâneleri kiştzâr-ı mihnette
Kamusu girye ile tohm-ı eşk-i dîde eker
Havâyi top varıp yıktı âsiyâlarını
Yerinde şimdi hemân her birisinin yel eser
Şehâ Hayâlî ayağın tozuna kıldı nisâr
Hazâyin-i dil ü cândan hezâr dürr ü güher
…
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kıyâfet-nâme
Kıyafet, “şekil, heyet, suret” anlamlarına gelir, kıyafetname ise bir edebî tür
olarak; insanların dış görünüşlerine bakarak karakterleri ve huyları ile ilgili
yorumlar, tespitler yapan eserlere denir. İslamî literatürde bu ilme, ilm-i kıyafet
veya bilmek, basiret sahibi olmak anlamına gelen firaset ya da ilm-i firaset
denmiştir.
Esasında, insanın dış yönüyle iç yapısı arasındaki ilişki eskiden beri bütün
kültürlerde merak konusu olmuş; konu etrafında çeşitli araştırmalar ve çalışmalar
yapılmıştır. Eski Mısır, Hind ve Yunan uygarlıklarında görülen bu ilim, Batı
dünyasında fizyonomi kelimesiyle ifade edilmiştir. Hipokrat, hastalarını bu ilimden
faydalanarak tedavi edermiş. Yine Aristo, Eflatun ve diğer birçok filozof da bu ilim
dalıyla iştigal etmişlerdir.
İslam dünyasında, bu konudaki ilk çalışmanın İmam Şâfî’ye ait hacimce küçük
bir kıyafetname olduğu kaydedilir. El-Kindi, Aristo’nun bu konudaki bir kitabını
Arapçaya çevirmiştir. Yine, İbni Sina’nın da bu hususta bir eseri olduğu rivayet
edilir. Fahrüddin Razi’nin Kitâbü’l-Firâset isimli eseri türün önemli
örneklerindendir. Meşhur sufi Muhyiddin Arabi de bu hususla ilgili çalışmalar
yapmıştır. Onun et-Tedbîrâtü İlâhiye fî Islâhi’l-Memleketi’l-İnsâniye’sinin bir
bölümü firasetnamedir.
İslami Türk edebiyatında ilk kıyafetname örneklerine Kutadgu Bilig’de
rastlarız. Yusuf Has Hacib’in didaktik bir karakter taşıyan bu eserinde zaman zaman
insanların şekil özellikleri ve karakter yapısı arasında ilgi kurmak şeklinde
tavsiyelerde bulunduğu görülür. Bedr-i Dilşâd’ın (15. Yy.) Muradnâme adlı
mesnevisi de yine bu konudaki ilk örnekleri muhtevidir. Edebiyatımızda bu
konudaki ilk müstakil kitap ise, Hamdullah Hamdi’nin (15. Yy.) Kıyafetnâme’sidir.
Ayrıca Uzun Firdevsi’nin (15. Yy.) Firâsetnâme’si, İlyas bin Saruhani’nin (16. Yy.)
Kıyafetnâme’si, Balizade Mustafa’nın (16. Yy.) Kıyafetnâme’si ve Erzurumlu
İbrahim Hakkı’nın
(18. Yy.) Mârifetnâme’nin bir bölümünü teşkil eden
Kıyâfetnâme’si de bu türün önemli eserlerindendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kıyâfetnâme’den
Kim ki boyudur tavîl
Sâde-dil olur cemîl
Kim ki boyudur kasîr
Örnek
Hilesi vardır kesîr
Kim ki vasat boylıdur
Âkıl ve hoş huyludur
Kim ki saçı sarıdır
Kibr ve gazab kârıdır
Kumral ise saç güzel
Sâhibidir bî-bedel
Saçı az olan latîf
Oldu ârif ü zarîf
Başı küçük aklı az
Olsa ana deme râz
Başı büyük olanın
Aklı çok olur anın
Yassı ise fark-ı ser
Sahibi çekmez keder
İnce olan kaş ucu
Fitnedir işi gücü
Kaşta çok olan kılı
Mükesser olur gussalı
Kaşı açık dogrudur
Çatma ise ugrudur
İnce kaş olur cemîl
Kibre tavîli delil
Kaşı mukavves olan
Dilber olur her zaman
Göz çukur olsa kalîl
Olur o kibre delîl
Erzurumlu İbrahim Hakkı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Türk İslam Edebiyatında Türler
Mersiye
Mersiye sözlüklerde “sagu, ağıt” anlamlarına gelen mersiye; bir edebiyat
terimi olarak, ölmüş kişilerin arkasından onların güzel hasletlerini saymak ve
ölümden duyulan üzüntüyü dile getirmek maksadıyla kaleme alınan manzumelere
denir. Divan edebiyatının en yaygın türlerinden bir tanesidir. Türk edebiyatında bu
tür şiirler hemen hemen daima terkib-i bent nazım şekliyle yazılmışlardır.
İslami edebiyatlar içerisinde en çok mersiye hiç şüphesiz ki, Hz. Hüseyin için
tertip edilmiştir. Divan edebiyatındaki mersiyelerin büyük çoğunluğunun konusunu
ise padişahlar, şehzadeler ve diğer devlet erkânı oluşturur. Ancak bunların dışında
başka kişilere ve diğer canlılara; hatta kaybedilmiş şehirlere yazılmış mersiyeler
dahi vardır.
Hakkında en çok mersiye yazılan devlet adamı ise, gerçekten ölümüyle
bütün memleketi yasa boğan, o esnada Osmanlı topraklarında olan kimi yabancı
seyyahların dahi kitaplarında elemle uzun uzun bahsettikleri Kanuni Sultan
Süleyman’ın oğlu Şehzade Mustafa’dır. Şair Yahya Bey’in onun ölümüne yazdığı,
“Meded meded bu cihânın yıkıldı bir yanı / Ecel Celâlîleri aldı Mustafa Hân’ı” diye
başlayan mersiye oldukça etkileyicidir. Şehzadenin öldürülmesi şairi derinden
sarsmış olmalı ki, mersiyenin dili son derece dokunaklı ve bu olaya neden olanları
suçlayıcıdır. Hatta bu yüzden şairin Rüstem Paşa tarafından ölümle tehdit edildiği
bile rivayet olunur.
16. yüzyıl şairlerinden Sultanüş-şuara Baki’nin Kanuni Mersiyesi diye
bildiğimiz eseri ise, sadece bu türün değil belki de edebiyatımızın
şaheserlerindendir. Bilindiği gibi Kanuni Sultan Süleyman, Batının Suleiman The
Magnificent dediği muhteşem bir hükümdardı. Yaşadığı çağda yeryüzünün en
önemli komutanı ve hükümdarı durumunda idi. Kanuni’nin yakınında bulunan Baki
ise, söz ülkesinin hükümdarı idi. Sultan Süleyman hükümdarlığını eserleri ve
hizmetleriyle süslerken Baki de bunları şiirlerine katarak ölümsüzleştiriyordu. İşte
böylesi bir hükümdarın ölümü, onun hemen yakında bulunan, Türk edebiyatının en
önemli şairlerinden Baki’yi çok müteessir etmiş ve Baki bu ulu hakanın ardından
büyük bir vefa göstererek, adeta her şeyi mateme davet eden harika bir mersiye
yazmıştır.
Edebiyatımızda ayrıca Ahmedi (14. Yy.), Necati Bey (15. Yy.), Hayali Bey (16.
Yy.), Atayi (17. Yy.), Neşati (17. Yy.), Şeyh Galip (18. Yy.), Leyla Hanım (19. Yy.),
Şeref Hanım (19. Yy.) da güzel mersiyeler yazmışlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kânûnî Mersiyesi’nden
Örnek
Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm u neng
Tâ key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng
An ol güni ki âhır olup nev-bahâr-ı ‘ömr
Berg-i hazâne dönse gerek rûy-ı lâle-reng
Âhır mekânun olsa gerek cür’a gibi hâk
Devrân elinden irse gerek câm-ı ‘ayşa seng
İnsân odur ki âyine-veş kalbi saf ola
Sînende n’eyler âdem isen kîne-i peleng
İbret gözinde niceye dek gaflet uyhusı
Yitmez mi sana vâkı’a-i Şâh-ı şîr-ceng
Ol şeh-süvâr-ı mülk-i sa’âdet ki rahşına
Cevlân deminde ‘arsa-i âlem gelürdi teng
Baş egdi âb-ı tîgina küffâr-ı Üngürûs
Şemşîri gevherini pesend eyledi Freng
Yüz yire kodı lutf ile gül-berg-i ter gibi
Sandûka saldı hâzin-i devrân güher gibi
II
Hakkâ ki zîb ü zînet-i ikbâl ü câh idi
Şâh-ı Sikender-efser ü Dârâ-sipâh idi
Gerdûn ayagı tozına eylerdi ser-fürû
Dünyâya hâk-i bâr-gehi secde-gâh idi
Kem-ter gedâyı az atası kılurdı bay
Bir lutfı çok mürüvveti çok pâdişâh idi
Hâk-i cenâb-ı hazreti der-gâh-ı devleti
FazI u belâgat ehline ümmîd-gâh idi
Hükm-i kazâya virdi rızâyı egerçi kim
Şâh-ı kazâ-tevân u kader-dest-gâh idi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Türk İslam Edebiyatında Türler
Gerdûn-ı dûna zâr u zebûn oldı sanmanuz
Maksûdı terk-i câh ile kurb-ı İlâh idi
Cân u cihânı gözlerimüz görmese n’ola
Rûşen cemâli ‘âleme hûrşîd ü mâh idi
Hûrşîde baksa gözleri halkun tola gelür
Zîrâ görince hâtıra ol meh-likâ gelür
…
Baki
Sâkî-nâme
Saki, sözlüklerde “kadeh, içki sunan, su dağıtan” anlamlarına gelir. Edebî bir
terim olarak sakiname ise, içki ve eğlence meclislerini tasvir eden eserlere verilen
genel isimdir. Arap edebiyatındaki hamriye isimli tür, gerek Fars gerekse Türk
edebiyatındaki sakinamelerin kaynağını teşkil eder.
Fars edebiyatında sakiname türünde çok sayıda örnek bulmak mümkündür.
Nizami, Hüsrev-i Dehlevi, Hacu-yı Kirmani, Hafız-ı Şirazi ve Zuhuri bu türün İran
edebiyatındaki güzel örneklerini vermişlerdir.
Sakinamelerde içki meclislerinin canlı şekilde tasvirleri yer alır ve bu hususa
dair zengin bir terminolojiye yer verilir. Yine bu meclislerin ayrılmaz parçalarından
olan musiki ile ilgili de geniş bir kelime kadrosuyla karşılaşırız. Sakinameler daha
çok mesnevi nazım şekliyle yazılmış olsalar da terkib-i bent, terci-i bent, kaside vs.
diğer nazım şekilleriyle kaleme alınmış örnekleri de vardır.
Şarap, tasavvufta İlahi aşkın sembolüdür. Bu bağlamda kimi sakinamelerin
tasavvufi içerikli olduğunu söyleyebiliriz. Şeyhülislam Yahya (17. Yy.), Sabuhi (17.
Yy.), Şeyhülislam Bahayi (17. Yy.) ve Şeyh Galip’in (18. Yy.) sakinamelerini bu
yönüyle düşünmek gerekir.
Sakiname türünün Anadolu sahası Türk edebiyatındaki ilk dikkate değer
örneği Edirneli Revani’nin (16. Yy.), Yavuz Sultan Selim’e takdim olunan İşretnâme
adlı mesnevisidir. Ayrıca Hayreti’nin (16. Yy.) Sâkînâme’si, Fuzuli’nin (16. Yy.) Beng
ü Bâde ve Sâkînâme’si, Yahya Bey’in (16. Yy.) Sâkînâme’si, Faizi’nin (17. Yy.)
Sâkînâme’si türün diğer önemli örneklerindendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Türk İslam Edebiyatında Türler
İşretnâme’den
…
Dahı artuğa tâlib olduğınca
Örnek
Şarâb içmeğe râgıb olduğınca
Anunla irişür 'akluna hiffet
İder divânelik ana sirâyet
Olur Mecnûn gibi hâli diger-gûn
İder yazıları nice ki meymûn
N´idem kim başa çıka mı bihârı
Kişinün gider elden ihtiyârı
Gözi atun döner rengin akîka
Yümn seyrân eyler fi'l-hakîka
İder durduğı yirde hây u hûyı
Ki bir dem durmaz akar ağzı suyı
Katı mest ola tutmaz anı zencîr
Düşirür halkı ızdırâba çün şîr
Aşuran şürbünü hadden ziyâde
Virirmiş 'aklunı bâdıyla bâde
Ki dayim hem kadeh olur kabağa
Uyuklayup kalur başı aşağa
Geçüben kendüden kalur yabânda
Yatur hınzîr gibi horlar anda
Bu çâr evsâf ki oldı bunda merkûm
Biri zevk ehli içre hayli mezmûm
Anun üç vasfıdur insâna lâyık
İdün dördünciden kat'-ı 'alâyık
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Türk İslam Edebiyatında Türler
Ne hâcet sarhoş olup cenk idesin
Kamu bezm ehlini dil-teng idesin
İdesin sohbet içinde yavuzluk
Yaraşmaz âdem olana tonuzluk
Revânî sözlerini gûş eylen
Anunla hâtırımız hôş eylen
Sefare-t-nâme
Sefir, elçi; sefaret de elçilik demektir. Sefaretname ise, herhangi yabancı bir
ülkeye sefir olarak gönderilen kişilerin bu ülkedeki siyasi, sosyal, ekonomik vs.
gözlemlerini, siyasi tecrübelerini aktardıkları eserlere denir. Bu tür eserlerde, söz
konusu ülkenin sosyal yapısıyla ilgili her türlü bilgiyi bulmak mümkündür. Bu
bilgilerden bir kısmı resmî görev gereği hazırlanan raporlar olabildiği gibi, sefirin
kişisel gözlemlerinden de oluşabilir.
Edebiyatımızda sefaretname türündeki eserler çoğunlukla 18. yüzyıldan
itibaren görülür. Bunun temelinde, Osmanlı Devleti’nin artık bu asırdan itibaren
Batı karşısında gerilediğini kabul edip yeniden derlenip toparlanmak için dışarıya
açılma ve özellikle de Batı’nın tecrübesinden yararlanma politikası bulunmaktadır.
Osmanlı Devleti’nin her dönemde değişik ülkelerde elçileri bulunmuş olsa da
elimizdeki ilk sefaretname örneği 17. Yüzyılda Kara Mehmet Çelebi tarafından
yazılan Viyana Sefaretnâmesi’dir. Sefaretname türünün Osmanlıdaki ilk önemli
örneği ise, 18. Yüzyılda Yirmisekiz Çelebi Mehmet tarafından yazılan Fransa
Sefâretnâmesi’dir.
İbrahim Paşa’nın (18. Yy.) Viyana Sefâretnâmesi, Nişli Mehmet Ağa’nın (18.
Yy.) Rusya Sefâretnâmesi, Ahmed Dürrî Efendi’nin (18. Yy.) İran Sefâretnâmesi,
Mehmet Efendi’nin (18. Yy.) Lehistan Sefâretnâmesi, Abdürrezzak Bahri Efendi’nin
(19. Yy.) Paris-Londra Sefâretnâmesi türün belli başlı örneklerindendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Türk İslam Edebiyatında Türler
Selim-nâme
16. yüzyıl hükümdarlarından Yavuz Sultan Selim’in saltanatını, genellikle
şehzadeliğinden vefatına kadar konu edinen, onun devrindeki belirli olayları tasvir
eden manzum veya mensur eserlere verilen isimdir. Edebî bakımdan oldukça
kıymetli olan bu tür eserlerin, tarihî olarak da değeri büyüktür.
İlk Selimname örneği İshak Çelebi (16. Yy.)’ye aittir. Eser, İshaknâme adıyla
da bilinmektedir. Keşfî Mehmet Çelebi’nin (16. Yy.) Selimnâme’si de bu türün ilk
örneklerinden sayılır. İdris-i Bitlisi (16. Yy.), bizzat padişahın isteği doğrultusunda
Farsça bir Selimnâme kaleme almıştır. Celalzade Mustafa Çelebi’nin (16. Yy.)
Selimnâme’si, Kemalpaşazade’nin (16. Yy.) Selimnâme’si, Muhyî’nin (16. Yy.)
Selimnâme’si de türün önemli örneklerindendir.
Yakın dönem şairlerinden Yahya Kemal Beyatlı’nın da Selimnâme isimli bir
şiiri vardır. Şair burada, tıpkı diğer selimnamelerdeki gibi, Yavuz Sultan Selim’in
zaferlerini coşkulu bir dille anlatır.
Seyahat-nâme
Gezilip görülen yerlerin anlatıldığı eserlere verilen isimdir. Sefaretnameler
de bir çeşit seyahatname özelliği gösterseler de, sefirler (elçi) tarafından kaleme
alınmış olmaları ve resmî yönleri bulunması sebebiyle seyahatnamelerden
ayrılırlar.
Pîrî Reis’in (16. Yy.) Mir’atü’l-Memâlik ve Kitâb-ı Bahriye’si, Ahmed bin
İbrahim’in (16. Yy.) Acâibnâme-i Hindistan’ı, Trabzonlu Mehmed Âşık’ın (16. Yy.)
Menâzırü’l-Avâlim adlı eserleri seyahatname türünün edebiyatımızdaki ilk
örneklerindendir. Katip Çelebi’nin (17. Yy.) Cihannümâ’sı da kısmen seyahatname
özelliği taşır.
Seyahatname türünün edebiyatımızda çok fazla örneği bulunmaz. Ancak 17.
yüzyılın ve bütün bir Türk kültür ve tarihinin en önemli simalarından olan Evliya
Çelebi tarafından kaleme alınan oldukça hacimli Seyâhatnâme, belki de bu çeşit
eserlerin dünyadaki en önde gelen birkaç örneğindendir. Meşhur hikâyeye göre
Evliya Çelebi, Hz. Peygamber’i rüyasında görmüş ve “Şefaat ya Rasulallah!”
diyeceği yerde sehven “Seyahat ya Rasulallah!” deyivermiş ve bu isteğinin kabul
görmesi neticesinde seyyah olmuş ve ünlü eserini meydana getirmiştir.
Ayrıca 17. asrın ünlü şairi Urfalı Nabi’nin hac yolculuğunu ve Mekke ile
Medine’yi anlattığı Tuhfetü’l-Haremeyn’i, Keçecizade İzzet Molla’nın (19. Yy.)
Keşan sürgününü anlattığı Mihnet-i Keşân’ı, Hayrullah Efendi’nin (19. Yy.) Yolculuk
Kitabı edebiyatımızdaki önemli seyahatnamelerdendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Türk İslam Edebiyatında Türler
Örnek
Nehr-i Tuna’nın İslambol’a cereyân etdigin beyân ider
Bu uyûn-ı Bınarhisar hakkında müverrihân-ı Rûm ve
Latin kavilleri üzre bu nehir tâ Tuna Demirkapusundan gelir,
derler, muhakkakdır, zîrâ bu hakîr Tuna Fethülislâmı yanında
bir demir kapu vardır. Rûm ve Arab ve Acem seyyâhânları
mâbeynlerinde meşhûrdur. Kaçan kim nehr-i Tuna’nın
tenezzülde olsa ol demir kafes kapu nümâyân olur. Bu
kapudan nehr-i Tuna ejdehâ gibi kıjgırup (girüp) tâ on konak
yer altından cereyân edüp bu Bınarhisâra gelir. Ve Çelebi
Sultan Mehmed ibn Yıldırım Hân evkâfnâmelerinde yazar kim
kaçan kim Mehemmed Hân Tuna kenarında Urusçuk kal’ası
mukâbelesinde Tuna aşırı Yergöğü kal’asın Eflak tarafında
binâ ederken gemiler ile Tuna sevâhillerin temâşâ ederek
mezkûr demir kapuyu görüp su’âl etdikde, Pâdişâhım
İslambol’u binâ eden Yanko ibn Madyan’ın karındaşı Yanvan
Kral, Makedonya yani İslambol’da benim de bir hayrâtım
olsun deyü var kuvveti bâzûya getirip bu demir kapudan
yarup tâ İslambol’a ka’r-ı zemînden yollar edüp İslambol’un
Terkoz ve Âzâdlı dağlarından geçüp Dâvûdpaşa kırlarından
Yenibağçe içre cereyân ederek Aksaray mahallesinden geçüp
Lanka kapusu dibinde Bahr-i Rûm’a nehr-i Tuna mahlût olup
yedi sene kâmil İslambol içre nehr-i Tuna’nın bir tar’ası
cereyân ederdi. Ba’dehû Yanvan Kral karındaşı Yanko Kral ile
buluşdukda, İşte bürader, nehr-i Tuna’yı avret gibi saçından
çeküp senin Makedonya şehrine akıtdım, deyince hemân biemr-i Hayy u Kadîr kuvvet ve kudret-i azamet-i sun’un izhâr
içün emr-i Hak ile Tuna gerüye dönüp Büyük Çekmece ve
Küçük Çekmece yolunda Tuna nehri zâhir olup andan deryâya
girüp ol zamanlar bu heyre-i Çekmeceler bend olmuştur…
Evliya Çelebi, Seyâhâtnâme’den
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Türk İslam Edebiyatında Türler
Siyaset-nâme
Siyaset, aslen Arapça bir kelimedir ve “idare etme, politika, diplomasi”
anlamlarına gelir. Bir edebî tür olarak siyasetname ise, devlet yönetimi hakkında
yöneticilere bilgi vermek maksadıyla kaleme alınmış, didaktik karakterli manzum
veya mensur eserlere verilen isimdir.
Arapça, Farsça ve Türkçe kaleme alınan siyasetnamelerde, işlenen konuyla
bağlantılı şekilde, ağırlıklı olarak Kuran’dan ayetler veya hadisii şeriflerden
yararlanıldığı görülür. Bu eserlerin üslubu; hükümdara veya devlet büyüklerine
direktifler vermek şeklinde değil de daha çok, tavsiyelerde bulunmak ve ilgili
hususlarla bağlantılı eski tecrübeleri aktarmak biçimindedir.
Edebiyatımızdaki ilk örnek 1069 yılında Yusuf Has Hacib tarafından tertip
edilerek Karahanlı hükümdarı Tavgaç Bugra Han’a sunulan Kutadgu Bilig adlı
eserdir. Ünlü Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün (11. Yy.) Siyâsetnâme’si ve
Keykavus’un (11. Yy.) Kâbusnâme’si de Farsça yazılmış olmalarına rağmen bu türün
en etkili örneklerindendir.
Yine Osmanlı Devleti’nin özellikle gerileme
dönemlerinde devlet yönetimine sunulan layihaları da siyasetname türünden
eserler olarak değerlendirmek gerekir.
Bursalı Mehmet Tahir, Siyasete Müteallik Âsâr-ı İslâmiyye isimli eserinde 172
adet siyasetnameden söz eder. Bunlardan bir kısmı Arapça, bir kısmı Farsça ve bir
kısmı da Türkçeye tercümedir.
Lütfi Paşa’nın (16. Yy.) Âsâfnâme’si, Gelibolulu Ali’nin (16. Yy.) Nasîhatü’sSelâtîn’i, Kâtip Çelebi’nin (17. Yy.) Düstûru’l-Amel li-Islâhi’l-Halel’i, Sarı Abdullah
Efendi’nin (17. Yy.) Tedbîrü’n-Neş’eteyn ve Islâhu’n-Nushateyn’i, Pertevi Ali
Efendi’nin (17. Yy.) Düstûrü’l-Vüzerâ’sı, Nahifî Süleyman Efendi’nin (18. Yy.)
Nasîhatü’l-Vüzerâ’sı, İsmail Hakkı Bursevi’nin (18. Yy.) Sülûkü’l-Mülûk’ü türün
edebiyatımızdaki önemli örneklerindendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kutadgu Bilig’den (Kara 1998)
Örnek
Biligsiz bile hiç sözüm yok mening
Ay bile özüm uş tapugçı sening
…
Bu birkaç neng ol kör kişike yavuz
Munı bilse yalnguk ılıkar et öz
…
Bularda birisi bu til yalganı
Munıngda basası sözüg kıygan
…
Bu yalgan kişiler vefasız bolur
Vefasız kişi halkka tengsiz kılur
…
Kişi yalganında tileme vefa
Bu bir söz sınanmış öküş yılkı ol
(Benim bilgisiz ile hiç sözüm yoktur, ey bilgili işte ben senin kulunum.)
(Bak, şu birkaç şey insan için kötüdür, insan bunları bilirse kendisini
korumuş olur.)
(Bunlardan birisi, yalan söylemektir, ikincisi, verilen sözden dönmektir.)
(Yalancı insanlar vefasız olur, vefasız kimseler halkın hayrına uygun
olmayan işler yaparlar.)
(Yalancı adamdan vefa bekleme, bu uzun yıllardan beri tecrübe edilmiş
bir sözdür.)
Yusuf Has Hacip
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Türk İslam Edebiyatında Türler
Sur-nâme
Aslı Farça olan “sur” kelimesi, “düğün, ziyafet, şenlik” anlamlarına gelir.
Surname ise, şehzadelerin düğün törenleri ile hanım sultanların doğum ve evlilik
törenlerini konu alan manzum veya mensur eserlere denir. Bu türden eserler
genellikle müstakil kitaplar şeklinde olmakla birlikte kimi divanlarda da bazen
kasidelerin giriş kısımlarında düğünlerin tasvir edildiğini görürüz ki, bu tür
kasidelere de suriyye kasidesi denmiştir. Yine kimi divanlarda şehzade düğünlerini
veya doğum şenliklerini anlatan tarihler de vardır ki, bunlar da suriyye tarihleri
olarak adlandırılır.
Surnameler, sadece padişah ve çevresinin şenliklerini konu edinmesine
rağmen; suriyye kasideleri saray çevrisinin dışındaki şenlikler için de
yazılabiliyordu. Mesela Nevi’nin Der-Vasf-ı Sûr-ı Sünnet-i Mahdûm-ı Muhammed
Çelebi Merhûm başlıklı 25 beyitlik kasidesi bunun örneğidir (Arslan 1999: 6).
Surnameler de diğer pek çok edebî tür gibi, belki onlardan daha fazla
düzeyde, Osmanlı sosyal hayatına ve kültür tarihine dair malzemeler içerir. Bilindiği
gibi, saray tarafından tertip edilen düğünler büyük bir festival havasında geçiyor ve
İstanbul halkının büyük çoğunluğu bu törenlere iştirak ediyordu. Günlerce süren bu
eğlencelerde yüzlerce çeşit gösteriler tertip ediliyor, ziyafetler veriliyor, sarayın
ihtişamı ve zenginliği, bir anlamda halkla paylaşılıyordu.
Sur-ı Hümayun denilen bu saray düğünleri, elbette tarih kitapları tarafından
da kaydediliyordu. Ancak tabii ki şairler bu sıra dışı kutlamalara vakanüvislerden
farklı olarak daha estetik ve edebî bir üslup çerçevesinde yer veriyorlardı.
Figani’nin (16. Yy.) Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadeleri için yazdığı 41 beyitlik
Suriyye Kasidesi edebiyatımızdaki ilk örnek olarak gösterilir.
Hayali Bey’in (16. Yy.) İbrahim Paşa’nın düğünü ve Kanuni’nin şehzadelerinin
sünnet düğünü için yazdığı Sûriyye Kasideleri, Nevi’nin (16. Yy.) III. Murad’ın
şehzadeleri için yazdığı Suriyye Kasideleri, Gelibolulu Ali’nin (16. Yy.) Câmi’ü’lHubûr Der Mecâlis-i Sûr adlı eseri, İntizami’nin (16. Yy.) mensur Sûrnâme-i
Hümâyûn’u, Nabi’nin (17. Yy.) Sûrnâme’si, Abdi’nin (17. Yy.) Sûrnâme’si, Seyyid
Vehbi’nin (18. Yy.) Sûrnâme’si, Rıfat’ın (19. Yy.) II. Mahmud’un kızının evlenmesi
münasebetiyle yazdığı Gülşen-i Haremî adıyla bilinen Sûrnâme’si edebiyatımızın
önemli örneklerindendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Türk İslam Edebiyatında Türler
Kasîde Der Sûr-ı İbrâhim Paşa
Örnek
Gözüm tuş oldu eylerken seher vaktinde seyrânı
Semend-i nâza binmişlerle dolmuş At Meydanı
Dem-i sûrnâ sadâ salmış bu mehterhâne-i çarha
Dögülür kûslar güm güm kurulmuş taht-ı sultanî
Temâşâ eyler iken cân gözüyle nâgehân gördüm
O taht üzre oturmuş bir saâdet mülkünün hânı
Gözü yağmacı şehr-âşûblarla çevresi dolmuş
Sanasın ortaya yıldızlar almış mâh-ı tâbânı
Güneş gibi bu çarh-ı lâciverdîden olup peydâ
Şuâ-ı nûr-ı hüsnü birle kılmış dehri nurânî
Temâşâ eyledim bişmiş hezârân türlü nimetler
Cemi-i halka bahş oldu o demde hân-ı ihsânı
Felek gûyâ döşenmiş sofra idi ol konuklukta
Kim anun olmuş idi kurs-ı mihr ü meh iki nânı
Pilavın günbedin sarı yağını çünki seyr ettim
Temâşâ eyledim er türbesinde nûr-ı yezdânı
Tekellüfsüz yenirsin sen dediği'çin ana eller
Hacâletten kızarmıştır be-gâyet kuzu biryânı
Çörek bir buğday anlu lâle-ruh mahbûbtur gûyâ
K'anın bâdâmı olmuştu yüzünde çeşm-i fettânı
Bu ni'metler yenip çünkim içildi sâfi şerbetler
Şebîhûn etti şâh-i rûza ceyş-i leyl-i zulmânî
Geceyi gündüze katıp safâ vü zevk kılmağa
O bezmin yaktılar her gûşesinde şem'-i tâbânı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Türk İslam Edebiyatında Türler
Şu donlu âsumânîler atıldı her yanadan kim
Şirâr-ı âsumânîlerle çarhın doldu dâmânı
Suâl ettim nedendir bu temâşâ deyu bir ehle
Dedi ol dem cevâbın verip ol dehrin suhan-dânı
Vezîr-i Azam İbrâhim Paşanın düğünüdür
Ziyâfet etmek için da'vet etti Şâh-ı Devrânı
…
Süleyman-nâme
Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanat yıllarını konu alan, onun dönemindeki
belirli olayları anlatan manzum veya mensur eserlere verilen isimdir. Hz. Süleyman
anlatmalarına yer veren eserlerden bazıları de bu adla anılmıştır. Selimnameler
gibi, bu tür eserler de hem edebî hem de tarihî bakımdan kıymetlidirler.
Türk edebiyatında yazarı bilinen veya bilinmeyen elli civarında
Süleymanname yazılmıştır (Pala 1995). Bunlardan dikkate değer olanlarını şöyle
sıralayabiliriz: Mustafa Bostan Çelebi (16. Yy.), Culûs-ı Sultan Süleymân; Sadi (16.
Yy.), Süleymânnâme; Ferdi (16. Yy.), Süleymannâme; Şemseddin Sivasi (16. Yy.),
Süleymânnâme; Karaçelebizade Abdülaziz (17. Yy.), Süleymânnâme.
Ayrıca Firdevsi-i Rumi ve Firdevsi-i Tavil (Uzun Firdevsi) lakaplarıyla bilinen
Firdevsi (16. Yy.) de bir Süleymânnâme kaleme almıştır; fakat bu eser Hz. Süleyman
hakkındadır.
Şehr-engîz
Arapça, belde ve kent anlamındaki “şehr”; Farsça, karıştıran ve koparan gibi
anlamlara gelen “-engiz” kelimelerinden oluşan şehrengiz, bir edebiyat terimi
olarak, bir şehrin güzel ve güzelliklerini anlatan eserlere verilen genel isimdir.
Çoğunlukla mesnevi nazım şekliyle yazılmış örneklerine rastladığımız şehrengiz,
sadece Türk edebiyatında gelişmiş bir türdür.
Divanlarda, küçük mesneviler şeklinde kaleme alınmış şehrengizler olduğu
gibi müstakil kitaplar şeklinde tertip edilenler de vardır. Şehrengizler, divanlarda
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Türk İslam Edebiyatında Türler
gazel, dörtlük benzeri küçük metin örnekleri olarak da düzenlenmişlerdir.
Şehrengizlerin büyük çoğunluğu, mesnevi nazım şekliyle yazıldığından,
bölümlenmesi de tevhid, naat ve konunun işlendiği bölüm ve dua şeklinde, klasik
mesnevi tertibine uygundur.
Hakkında şehrengiz veya şehrengizler yazılan şehirler elbette sıradan
mekanlar değildir. Bunlar daima, başta İstanbul olmak üzere Bursa, Edirne gibi
Osmanlı Devleti’nin kültürel merkezi durumunda olan ya da bir özelliğiyle mutlaka
ön plana çıkmış şehirler olmuştur. Bir şehrengizde sadece söz konusu şehirle ilgili
mimari bilgiler yer almakla kalmaz o dönemin sosyal ve ekonomik hayatına; yer ve
kişi adlarına, yemek ve çiçek isimlerine varıncaya kadar pek çok bilgi yer alır.
Ayrıca, bu eserlerde yer alan mizahi üslubun, onları tarih kitabı olmaktan çıkaran
önemli bir husus olduğunu da zikretmek gerekir.
Bütün kaynakların ittifakla zikrettiği gibi, edebiyatımızdaki ilk şehrengiz, 15.
asrın ünlü şairi Mesîhî tarafından, Edirne şehri hakkında yazılan ve şairin divanında
yer alan 178 beyitlik Edirne Şehrengizi’dir.
Zati’nin (16. Yy.) Edirne Şehrengizi, Hayreti’nin (16. Yy.) Belgrat Şehrengizi
ve Yenice Şehrengizi, Yahya Bey’in (16. Yy.) Edirne Şehrengizi, Lamii Çelebi’nin (16.
Yy.) Şehrengiz-i Bursa’sı, İshak Çelebi’nin (16. Yy.) Bursa Şehrengizi ve Üsküp
Şehrengizi, Neşati’nin (17. Yy.) Edirne Şehrengizi, Beliğ’in (18. Yy.) Bursa
Şehrengizi, Vahid-i Mahtumi’nin (18. Yy.) Yenişehir Şehrengizi Türk edebiyatındaki
bilinen önemli şehrengizlerdendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Türk İslam Edebiyatında Türler
Edirne Şehrengizi’nden
Çün ol gün mu'tedil gördi cihânı
Örnek
Göçüp Şâh itdi tebdîl-i mekânı
Devâm-ı devlet ile bir iki yıl
İdindi Edrine şehrini menzil
Çü ihsânından irmiş idi behre
Sürünerek bile geldüm bu şehre
Aceb şehr ol ki anun bâğ u râğı
Virür kişiye cennetden ferâğı
İçinde suları mevzûn u reftâr
Bulutlar başı ucında havâ-dâr
Temâşâ eylesen her bir minâre
Dönüpdür serv-kâmet bir nigâra
Soyınup Tunca’ya girer güzeller
Açılur ak göğüsler ince beller
Siyeh futa kuşanur ak dilber
Olur san gice vü gündüz berâber
Futada Hak komış bir sırr-ı gaybı
Ki örter dâmeniyle görse 'aybı
Su içre bunlara kılsan nigâhı
Görürsin burc-ı âbî içre mâhı
Bulardan vasl uman abdâla benzer
Ki bunlar suya düşmiş bala benzer
Gözün yaşı Merîç olsa nazarda
Ne mümkin biri kol boynuna Arda
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Türk İslam Edebiyatında Türler
Gören bu şehri bu resme kıyâmet
Sanur bununla tokuz oldı cennet
Zihî cennet ki girer her güneh-kâr
Görür 'âsî vü 'âbid anda dîdâr
İçinde var anun bir kaç melekler
Ki mislin görmemiş devr-i felekler
Bugün meydân-ı hüsn içre ser-âmed
Güzel dirsen Na'l-bend-oğlı Ahmed
Cemâli kıble-i ashâb olupdur
Dükânı na'lden mihrâb olupdur
…
Mesihi
Şitâiyye
Aslen Arapça olan “şita” kelimesi, kış anlamına gelir. Bir edebî tür olarak
şitaiye ise, giriş kısmında kış tasvirlerine yer veren kasidelere denmiştir. Bu türden
kasideler bazen de Farsça, kar anlamına gelen “berf” kelimesine nispetle berfiye
olarak anılır. Doğrusu, divan edebiyatı geleneği içerisinde, şairlerin hayallerine
konu olan en yaygın mevsim bahardır. Gül, bülbül ve diğer pek çok bitki baharla
bağlantılı olarak şiirlerde yer alır. Dolayısıyla, kış konusunun çok sık işlendiği
söylenemez. Ancak bu konuda Lamii Çelebi’nin Münâzara-i Bahâr bâ-Şehriyâr-i
Şitâ’sı önemli bir eserdir (Eğri 2001).
Tezkire
Kamus-ı Türki’de “Yad etmeye vesile olan kâğıd” anlamı verilen tezkire, Fars
ve Türk edebiyatlarında biyografik nitelikli edebî eserleri ifade eder. Edebiyat tarihi
kitaplarının ilk örnekleri sayabileceğimiz bu eserler biyografisi verilen kişilere veya
meslek gruplarına göre de farklı adlar almışlardır. Ermiş kişileri anlatanlara
tezkiretü’l-evliya, hattatları konu edinenlere tezkiretü’l-hattatin ve şairlerden
bahsedenlere tezkiretü’ş-şu’ara denmiştir (İsen 1997). Bu türdeki eserlerin ilk
örneği Fars edebiyatında 13. yüzyılda, Muhammed Avfi’nin yazdığı Lübâbü’lElbâb’dır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Türk İslam Edebiyatında Türler
Türk edebiyatında 30’ya yakın tezkire yazıldığı kaydedilir. Anadolu
sahasındaki ilk tezkire ise, 16. yüzyılda Sehî Bey tarafından kaleme alınan Heşt
Behişt’tir. Bu eserin devamında aynı devirde Latifi, Âşık Çelebi, Hasan Çelebi,
Beyani, Gelibolulu Ali gibi şairler de tezkireler yazmışlardır. Bu eserlerin pek çoğu,
gerek tertip tarzı bakımından gerekse şairlerin ele alınış tekniği açısından ortak
yönler taşırlar. Bu durum, Anadolu sahasında kaleme alınacak sonraki tezkireleri de
etkileyecektir. Araştırmacılar, bu ilk tezkirelerin ve doğal olarak sonraki dönemlere
ait diğer tezkirelerin, Çağatay sahasında Herat Ekolü diye isimlendirilen tezkirecilik
geleneğini model aldıklarını vurgularlar. Molla Cami Bahâristân’ında şairlere bir
bölüm ayırır. Yine Devletşah’ın Tezkiretü’ş-Şua’arâ’sı vardır. Ali Şir Nevai’nin de
Mecâlisü’n-Nefâis adı verilen meşhur bir tezkiresi bulunmaktadır. Herat Ekolü’nü
temsil eden bu üç tezkire şairlerin ele alınış tarzı ve eserin tertip şekli gibi birçok
bakımdan Anadolu’daki tezkireleri etkilemiştir.
Sehi Bey, eserinde “Bu fakîr ve hatırı kırık hakîr, adı geçen kitapları elden
geçirip inceleyince Mecâlisü’n-Nefâis ile gamlı gönlüm dost ve gönül çeken
Baharistân ile nemli gözüm mûnis oldu. Bunların her birinin incelemesinden cana
rahat ve hasta gönle sıhhat ulaşıp yaratıcı gönle hâtıralar ve heyecanlar hücûm
etti. Keşke Anadolu’da yetişip şöhret bulan değerli şairlerin adına da bir kitap
yazılsa ve zamanın geçmesiyle bunların adı, gaddar zaman ve zâlim feleğin eliyle
zamane defterinden kazınmasa, devran mecmualarında ayrılmayıp, unutulmasa
diye düşündüm. Bu iş gönül defterine saplanmıştı ve gücümün yettiği kadarıyla
onları yazıp kâğıda geçirmek en büyük arzumdu …” (İsen 1998: 37-38)
ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, Heşt Behişt’i yazma fikrinin Herat Ekolü’nün
çalışmalarından mülhem olduğunu dile getirir. Benzeri söylemler Latifi ve diğer bazı
tezkirelerde de dile getirilir. Latifi de eserinin mukaddimesinde önce
Bahâristân’dan, daha sonra Mecâlisü’n-Nefâis’ten söz ederek bu çalışmaların,
şairlerin varlıklarını ihya kılan, isim ve şanlarını fani dünyada ebedîleştiren önemli
kitaplar olduğunu vurgular; kendinin de Anadolu’daki şairleri ölümsüzleştirmek ve
adlarının daima hayır dua ile anılması niyetiyle böyle bir çalışmaya giriştiğini
kaydeder (Canım 2000: 88-89).
Böylelikle, Sehi Bey ve Latifi’nin Herat’taki eserleri model alarak meydana
getirdikleri tezkireleriyle Anadolu sahasında da şairler tezkiresi yazma geleneği
başlamış olur. Türk edebiyatında, İbnülemin Mahmut Kemal’in 1930-42 yılları
arasında basılan Son Asır Türk Şairleri’ne ve Nail Tuman’ın 1949 yılında
tamamladığı Tuhfe-i Nâilî’ye varıncaya kadar otuz civarında tezkire kaleme alındı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Türk İslam Edebiyatında Türler
Örnek
Gülşen-i Şu’arâ’dan
Rûhî: Bagdâdîdür ammâ asl-ı pâk-nihâdı ve neseb-i ferruhnijâdı Rûmîdür. Zîrâ ki vâlid-i ekremi sâbıkan merhûm Sultân
Süleymân zamânında vilâyet-i Bagdâda beglerbegi olan Ayas Paşanun
bendelerinden olup Bagdâdda gönüllü bölügüne geçüp te'ehhül
itmişler. Mezkûr Rûhî Bagdâdda vücûda gelmegin Bagdâdî yâd olundı.
Nâm-ı vâcibü'l-ihtirâmı Osmân ve zât-ı huceste-kirâmı pesend-i yârân
ve zihn-i mustakîmi çâlâk ve kadd-i bülendi letâfet gülşeninün nâzüknihâli ve rûy-i ferah-bahşı ma'rifet gülzârınun gül-i âli ve gülistân-ı
nazmda tab'-ı nüktedânı gonce gibi zîver-i hüner ile ârâste ve bustân-ı
ma'rifetde vücûd-ı latîf-i zarîfi ma'lûmât ile pîrâstedür. Rûz u şeb
tetebbu'-ı eş'âr-ı şu'arâ-yı nâmdâr ve dem-be-dem peyrev-i fusahâ-yı
suhen-güzâr olup yârân-ı suhen-güster ile hem-dem-i tûtî-i şîrîn-dem
olup her vechile gazel dimek tab'-ı pâkine müsellem ve tabi'at-ı
şi'riyyesi hûb ve ebyât-ı nâzügi mergûbdur. Ekser bu diyâra gelen
dervişân u şâ'irân-ı dil-rişân ile eş'âr-ı dürer-bâr ve nazm-ı belâgatdisâr dimege meşgûl ve erbâb-ı kemâl içre söyledügi eş'âr makbûldür.
Bu bir nice beyt ve gazel-i âbdâr anlarundur tahrîr oldı...
Ahdi
Zafer-nâme
Kazanılan savaşlar neticesinde kaleme alınan manzum veya mensur eserlere
verilen genel isimdir. Bu tür, gazavatname ve fetihname ile benzer özellikler taşısa
da sadece zaferle sonuçlanan savaşları konu alması bakımından onlardan ayrılır.
Kemalpaşazade’nin (16. Yy.), aynı zamanda Tevârîh-i Âl-i Osman adlı eserinin
bir bölümü olan Zafernâme-i Sultan Süleyman’ı, Abdullah Çelebi’nin (17. Yy.)
Zafernâme-i Kal’a-i Üstüvâr’ı, Karaçelebizade Abdülaziz’in (17. Yy.) Zafernâme’si,
Sabit’in (18. Yy.) Zafernâme’si belli başlı zafernâme örneklerindendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Türk İslam Edebiyatında Türler
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Kimi kasidelerin nesip yani giriş kısımlarında bahar tasvirleri yapılır. Bu tür
şiirlere edebiyatımızda ne ad verilir?
a) Bahname
b) Gazavatname
c) Bahariyye
d) Kaside
e) Selimname
2. Gazalar neticesinde ele geçirilen yerleri, diğer ülkelere, hanlıklara vs.
hükümdarlara ilan eden mektuplar, aşağıdaki edebî türlerden hangisinin
kapsamına girer?
a) Selimname
b) Gazavatname
c) Fetihname
d) Bahname
e) Sakiname
3. İnsanların dış görünüşlerine bakarak karakterleri ve huyları ile ilgili
yorumların, tespitlerin yer aldığı edebî türlere ne ad verilmiştir?
a) Sakiname
b) Surname
c) Siyasetname
d) Kıyafetname
e) Şehrengiz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Türk İslam Edebiyatında Türler
4. Hemen hemen daima terkib-i bent nazım şekliyle yazılan; ölmüş kişilerin
arkasından onların güzel hasletlerini saymak ve ölümüne duyulan
üzüntüyü dile getirmek maksadıyla tertip edilen manzumelere ne ad
verilir?
a) Mersiye
b) Sakiname
c) Süleymanname
d) Bahname
e) Seyahatname
5. Aşağıdakilerden hangisi, bir şehrin güzellerini ve güzelliklerini konu edinen
ve genellikle mesnevi nazım şekliyle kaleme alınan edebî türdür?
a) Seyahatname
b) Sefaretname
c) Şehrengiz
d) Bahname
e) Surname
6. Aşağıdakilerden hangisi seyahatname türünde kaleme alınmış bir eser
olarak kabul edilemez?
a) Miratül-Memalik
b) Cihannüma
c) Tuhfetül-Haremeyn
d) Mihnet-i Keşan
e) Kabusname
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Türk İslam Edebiyatında Türler
7. Devlet yönetimi hakkında yöneticilere bilgi vermek maksadıyla kaleme
alınmış, didaktik karakterli manzum veya mensur eserlere ne ad verilir?
a) Bahname
b) Süleymanname
c) Surname
d) Sefaretname
e) Siyasetname
8. Aşağıdakilerden hangisi, bir padişahın saltanat yıllarında meydana gelen
savaşları ve çeşitli olayları konu edinen türler sınıfına girer?
a) Gazavatname
b) Fetihname
c) Zafername
d) Süleymanname
e) Sefaretname
9. Aşağıdaki edebî türlerden hangisinin içeriğinde savaş konusu yoktur?
a) Zafername
b) Gazavatname
c) Fetihname
d) Süleymanname
e) Surname
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Türk İslam Edebiyatında Türler
Fars ve Türk edebiyatlarında biyografik nitelikli eserlere tezkire denilmiştir.
Bu eserler, biyografisi verilen kişilere ya da meslek gruplarına göre farklı
isimler alırlar.
10.Aşağıdakilerden hangisi şairleri konu edinen tezkireler sınıfına girmez?
a) Heşt Behişt
b) Mecalisün-Nefais
c) Tezkiretül-Hattatin
d) Gülşen-i Şuara
e) Tezkiretüş-Şuara
Cevap Anahtarı
1c 2c 3d 4a 5c 6e 7e 8d 9e 10c
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
İÇİNDEKİLER
AHENK UNSURLARI
•
•
•
•
•
•
•
Ses Tekrarları
Kelime Tekrarları
Mısra Tekrarları
Vezin
Kafiye
Redif
Ahenge Katkı Sağlayan Tekrar
Sanatları
TÜRK İSLAM
EDEBİYATI
HEDEFLER
Prof. Dr. Ahmet MERMER
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Ahenk kavramının ne olduğunu kavrayabilecek ,
• Türk edebiyatında ahengi sağlayan unsurları
tanıyabilecek,
• Bir şiir metninde kafiye, redif ve vezni
bulabileceksiniz.
ÜNİTE
7
Ahenk Unsurları
GİRİŞ
Şiir dilinin en önemli ögelerinden biri ahenktir. Şairler; kafiye, ses ve söz
tekrarları, vezin yardımıyla belli bir müzikalite yakalamaya çalışırlar. Bu
müzikalitenin okuyucuda bir etki bıraktığı onu farklı bir atmosfere soktuğu açıktır.
Bundan dolayı özellikle mutasavvıf şairler şiirdeki müzikalitenin vecd hâli
oluşturucu özelliğinden sıkça yararlanmışlardır. Bu ünitede şiirin önemli
niteliklerinden biri olduğu için ahenk üzerinde durulacaktır. Ayrıca Türk İslam
edebiyatı çerçevesinde kaleme alınmış ürünlerde dikkati çeken ahenk unsurları
örnekler ışığında tanıtılmaya çalışılacaktır.
ÂHENK
Ahenk, sözlü ve yazılı anlatımlarda “duygu, düşünce ve hayalin etkili
kılınması için, kelime ve cümlelerin kulağa hoş gelen uyumu” anlamına gelen bir
terimdir. Şiir üslubunun önemli bir unsuru sayılan ahenk kelimesi, sözlük anlamıyla
musiki terimi karşılığı kullanılır. Ahenk, şiiri musikiye yaklaştıran bir özellik taşır.
Fakat bu musiki, saf musiki değildir. Şiir hiçbir zaman gerçek musikinin ses
zenginliği ile yarışamaz. Şiirde ahenk büyük oranda kelimelerin ses değerlerinden
sağlanır. Birden çok kelimenin bir araya gelmesiyle edebî metinde kelimelerin ses
değeri yüksek olanlardan seçilmesi bunların bir kompozisyon hâlinde istif edilmesi
önem arz eder. Klasik Türk edebiyatında ahenk, fesahat kavramı ile ifade edilmiştir.
Ayrıca tezkire, divan ön sözleri ve bazı gazellerin mahlas beyitlerinde yine ahengin
karşılığı olarak insicâm, tecânüs, teellüf, elfâz, edâ, mevzûn, selîs ve selâset gibi
kavramlar kullanılmıştır. Mesela Âşık Çelebi, Tezkire’sinde, Bîdârî adlı şairin
aşağıdaki matlaını, gerek tekrarlar ve gerekse aynı anlamlı kelimelerin bir arada
kullanılması açısından “selîs” olarak nitelemiştir:
Göz göz itdüm cism-i zârı nâvek-i dildârdan
Ser-be-ser çeşm oldum ammâ toymadum dîdârdan
Bu kavramların yanı sıra ahenksiz ifadeler için, özellikle Âşık Çelebi ve
Gelibolulu Âli’nin tezkirelerinde rekâket terimi kullanılır. Ahengi edebî terim olarak
ilk defa kullanan Recaizade Ekrem, bu terimi tek başına değil, harmonie/ahenk
karşılığı olarak âheng-i selâset tamlaması içinde zikreder. Recaizade ve sonrasında
gelen yazarlar ahengi; kelimede ahenk, cümlede ahenk ve taklidî ahenk şeklinde üç
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Ahenk Unsurları
bölümde inceler. Bu sınıflandırma açısından bakıldığında Klasik Türk edebiyatında,
taklidî ahenk ön plandadır. Mesela Şeyh Galip’in şu beyti buna tipik bir örnektir:
Güm güm öter âsmân sadâdan
Güm-geşte zemin bu mâcerâdan
Ahenk, sözlü ve yazılı
anlatımlarda “duygu,
düşünce ve hayalin
etkili kılınması için,
kelime ve cümlelerin
kulağa hoş gelen
uyumu” anlamına gelen
bir terimdir.
Bu beyitte bir fırtınadaki gök gürültüsü “güm güm” kelimeleri ile kaybolmuş
anlamında “güm-geşte” bir araya getirilerek ahenk sağlanmaya çalışılmıştır. Türk
edebiyatında ahengi sağlayan unsurlar; söz tekrarları, ses tekrarları, vezin, kafiye
ve redif olarak sıralayabiliriz.
Ses Tekrarları
Aliterasyon: Mısra, beyit, bend veya bir ifadede ünsüz harflerin konuya ve
anlama uygun biçimde birden fazla tekrarıyla elde edilen ahenktir. Bu çeşit
ahenkten akılda kalıcılığa yardımcı olması sebebiyle yalnızca şiirde değil, reklam
kampanyalarından atasözlerine varıncaya kadar yararlanılır.
Şeyhülislam Yahya’nın şu beytinde, “s” harfinin bilinçli tekrarıyla bir ahenk
elde edilmiştir.
Sun sâgarı sâkî bana mestâne disünler
Uslanmadı gitdi gör o dîvâne disünler
Aliterasyon: Mısra,
beyit, bent veya bir
ifadede ünsüz harflerin
konuya ve anlama
uygun biçimde birden
fazla tekrarıyla elde
edilen âhenktir.
Yine Necip Fazıl’ın şu mısralarında “s” ünsüzünün tekrarı dikkati
çekmektedir.
Sırma renginde pislik dünyanın süsü püsü
Bende tek aziz eşya annemin başörtüsü
Aşağıdaki bentte ise, Nedim ses ve anlam bütünlüğünü güzel bir şekilde
oluşturmuştur.
Sînemi deldi bugün bir âfet-i çârpâreli
Gül yanaklı gülgüli kerrâkeli mor hâreli
Çifte benli sîm gerdenli güneş ruhsâreli
Gül yanaklı gülgüli kerrâkeli mor hâreli
Asonans: Mısra, beyit, bend veya bir ifadenin ünlü harflerinin birden fazla
tekrarıdır. Ünlü harflerin tekrarından amaç bir uyum ve müzikalite yakalamaktır.
Cahit Külebi aşağıdaki mısralarda “a” ünlüsünü on beş kez kullanarak
ahenge bir zenginlik kazandırmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Ahenk Unsurları
bent veya bir ifadenin
ünlü harflerinin birden
fazla tekrarıdır.
Örnek
Karaydı ölüm haberi kara
Asonans: Mısra, beyit,
Serildi yataklara
Herkes döküldü sokaklara
Ağlayanın bini bin para
Gömüldü topraklara
Aşk olsun hatırlayacaklara
Hasretin türküsü duyulur
Kırlar boyunca bir garib söyler
Dumanlar yükselir bacalardan
Dumanlar gibi tüter köyler
Cahit Külebi
Kelime Tekrarları
Mısra Başı Tekrarları: Hitabette aynı kelimenin cümle başında, şiirde bir
kelimenin veya kelimelerin art arda gelen mısralarda tekrarıdır. Bu durum tek
kelimenin, bağlacın veya iki kelimenin yinelenmesiyle elde edilir. Necip Fazıl’ın şu
dörtlüğünde mısra başı tekrarını görürüz.
Mısra Başı Tekrarları:
Hitabette aynı
kelimenin cümle
başında, şiirde bir
kelimenin veya
kelimelerin art arda
gelen mısralarda
tekrarıdır.
Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır
Kaldırımlar, duyulur ses kesilince sesi
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır
Sezai Karakoç’un şu mısralarında ise iki kelimelik mısra başı tekrarını
görürüz.
Birinin sesi sanki atlardan örülen kemerdi
Birinin sesi çılgın atlara vurulmuş bir eğerdi
Birinin sesi kubbe kurşunlarından ağır
Birinin sesi lâğımlar birliği gibi akıyordu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Ahenk Unsurları
Birinin sesi bütün aynaları paslandırıyordu
Yine Yunus Emre’nin şu beytinde mısra başında iki kelime tekrarı vardır:
Bir dem sanasın kış gibi şol zemheri olmuş gibi
Bir dem beşâretten toğar hoş bâğ ile bostân olur
Mısra İçi Kelime Tekrarları: Bir kelimenin bir mısra içinde birden çok tekrar
edilmesidir. Bazen şairler aynı kelimenin tekrarıyla bir mısraı oluşturur. Aşağıdaki
beyit aynı kelimenin mısra başı ve sonunda tekrarına örnektir.
Mısra İçi Kelime
Tekrarları: Bir
kelimenin bir mısra
içinde birden çok tekrar
edilmesidir.
Kamuya bencileyin sen dirîğ kamulara
Yiğ ise âlemün ayruklarıyla âh bana
Ahmed Paşa
Bu örnekte ise; aynı kelimenin mısra boyunca tekrarı söz konusudur.
En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz
Ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz
Ziya Osman Saba
Bir Şiir Bütününde
Görülen Kelime
Tekrarları: Tekrar eden
kelime veya kelimelerin
birden çok mısra veya
beyitte yaygınlık
kazanmasıdır.
Örnek
Bir Şiir Bütününde Görülen Kelime Tekrarları: Tekrar eden kelime veya
kelimelerin birden çok mısra veya beyitte yaygınlık kazanmasıdır.
Güzeller geldi bayrama beg olmuş
Donanmış bir birinden yig olmuş
Güzeller gibi bayram ile nevruz
Bezenmiş bir birinden yek-renk olmuş
Güzeller gibi bayram ile nevruz
Semenler sebzede gönlekcek olmuş
Güzeller ârızından yandı lâle
Libâsı ana oddan gönlek olmuş
Güzel sâki yükin yitirdi halkun
Yine sâfî ile sofu hek olmuş
Güzeller yine sûret verdi aşka
Dediklerin Necâtî gerçek olmuş
Necati
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Ahenk Unsurları
İkilemeler: Şiirde anlamı pekiştirip ahengi sağlamak için aynı kelimenin yan
yana kullanılmasıdır. Aşağıdaki beyitlerde ikileme örneklerini görmekteyiz.
İkilemeler: Şiirde
anlamı pekiştirip,
ahengi sağlamak için
aynı kelimenin yan yana
kullanılmasıdır.
Ne tâze tâze zeminler bulurdu Gâlib-i zâr
Sözün felekde melekler pesend edinceye dek
Şeyh Galip
Kadem kadem gece teşrîfi Nâilî o mehin
Cihân cihân elem-i intizâra değmez mi
Naili
Pâre pâre yüreğimi rîze rîze bağrımı
Tîğ-i hicrinle nice bir şerha şerha yarasın
Necati
Kedim, ayak ucuna büzülmüş, uyumakta,
İplik iplik sarıyor sükûtu bir yumakta,
Hırıl hırıl
Hırıl hırıl
Necib Fazıl
Mısra Tekrarı:Bir şiirde mısra ve beyitlerin birden çok tekrar edilmesidir. Bu
tür tekrarlara nakarat denir. Halk şiirinde nakarat kavuştak veya bağlama olarak
adlandırılır.
Mısra Tekrarı: Bir şiirde
mısra ve beyitlerin
birden çok tekrar
edilmesidir.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgâr esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Orhan Veli Kanık
VEZİN/ÖLÇÜ
Şiir sanatının en temel öğelerinden biri kabul edilen vezin, edebiyat tarihimiz
içinde önemli bir yere sahiptir. Günümüzde etkisi azalsa da varlığını
sürdürmektedir. Türk şiirinin hece ve aruz olarak iki temel vezni vardır. Türklerin
İslamiyeti kabulü öncesinden günümüze gelen hece vezni; mısraları meydana
getiren hece sayılarını esas olarak kabul eder. İslamiyetin kabulü sonrası Arap ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Ahenk Unsurları
Fars edebiyatlarından şiirimize giren aruz vezni ise; hecelerin uzunluk-kısalık ve
açıklık –kapalılığından doğmuştur. Günümüz şiirinde aruz ve hece vezninin yanında
serbest vezin de kullanılmaktadır. Veznin şiirdeki, asıl varlık sebebi sözü ahenkli
hâle getirmektir.
Arûz
Türk şiirinin hece ve
aruz olarak iki temel
vezni vardır.
Arûz, her mısra‘ın
baştan sona kadar tüm
hecelerinin, kendinden
sonra gelen bütün
mısraların aynı hizadaki
heceleriyle açıklık ve
kapalılık noktasında
denk olma durumudur.
Sözlükte “yön/taraf, yol, usûl, Mekke, Medine ve etrafı, serkeş deve, çadırın
orta direği…” gibi anlamlara gelen aruz, Arap dili ve edebiyatının veznine ve bir
beytin birinci mısraının son tef’ilesine/parçasına verilen addır. Aruz, her mısraın
baştan sona kadar tüm hecelerinin, kendinden sonra gelen bütün mısraların aynı
hizadaki heceleriyle açıklık ve kapalılık noktasında denk olma durumudur. Aruz
vezni, Arap edebiyatında doğmuş, onun dil yapısına, edebî geleneğine ve zevkine
göre, değişikliklere uğrayarak başta Fars ve Türk edebiyatları olmak üzere, İslam
medeniyetine/Doğu edebiyatlarına girmiştir. Aruzun Cahiliye Devri’ne kadar
uzanan bir geçmişi vardır. İlk zamanlarda aruz, dağınık ve düzensizdi. Büyük Arap
alimi olan İmam Halil, IX. yy.da bu vezni sistemleştiren ve tertip eden kişidir. İmam
Halil, aruz kalıplarını bahir adıyla gruplandırıp bunların birbirlerine olan
yakınlıklarını ve birbirleriyle ilişkilerini bir daire üzerinde göstermiştir.
Arap aruzunda 15 bahir vardır. Bunlar beş dairede toplanmıştır. Aruz,
Araplarda başlı başına bir ilim sayıldığından dolayı terim noktasında çok zenginlik
gösterir. Farslar, aruzu oldukça değişikliğe uğratmıştır. Türkler de Fars edebiyatında
değişikliğe uğrayan ve gelişen aruzu almıştır. Türkler, İslamiyet’i kabul ettikten
sonra bu vezni kullanmaya başlamış ve yakın zamana kadar da kullanmaya devam
etmişlerdir. Aruz vezninde pek çok kalıp var ise de, Türk edebiyatında tamamı
kullanılmamıştır. Edebiyatımızda kullanılan aruz kalıpları Türkçe’nin snyleyişine ve
zevkine uygun olarak seçilmiştir.
Aruz vezni bir ahenk unsuru olduğu kadar, nazımda metni doğru okumanın
da başka bir aracıdır. Müzikte “usul” ne ise, şiirde de aruz odur. Türk edebiyatında
düz/basit kalıplar ile karışık/muhtelif kalıplar ön planda tutulmuştur. Türk
edebiyatında kullanılan kalıplardaki tefilelerin/kalıp parçalarının adları şunlardır:
- + - - fâ’ilâtün
- + - + fâ’ilâtü
+ + - - fe’ilâtün
+ - + - mefâ’ilün
+ - - - mefâ’îlün
+--+ mefâ’îlü
- - + mef’ûlü
--+-++++-++-++-
müstef’ilün
müfte’ilün
mütefâ’ilün
müfâ’aletün
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
- + - fâ’ilün
+ + - fe’ilün
+ - - fe’ûlün
- - fâ’lün
fâ’
7
Ahenk Unsurları
Daha önce de belirtildiği gibi aruzda hecenin niteliği/açık – kapalı ve uzunlukkısalık durumu söz konusudur.
Aruz vezni bir ahenk
unsuru olduğu kadar,
nazımda metni doğru
okumanın da başka bir
aracıdır. Müzikte “usul”
ne ise, şiirde de aruz
odur.
Açık Hece: Aruz vezninde sonu kısa ünlüyle biten heceye açık hece denir.
Açık hece bazı kaynaklarda kısa hece, muallak adıyla da anılır. Eski yazıya göre bir
harf ve üstündeki bir harekeden oluşan hecedir: A-na-do-lu gibi. Bu çalışmada, aruz
vezinlerini gösterirken açık/kısa heceler (+) işaretiyle belirtilmiştir.
Kapalı Hece: Sonu ünsüz veya uzun ünlü harfle biten hecelere kapalı hece
denir. Bu tip heceye mutavassıt, uzun hece, tam hece de denir. Aruz vezninde (-)
işaretiyle gösterilir. Kâ-tip, tan-bûr gibi. Mısraların son heceleri ister açık ister
kapalı heceyle bitsin, kural olarak daima kapalı hece ile gösterilir.
Türkçede bazı kelimeler aruz veznini kullanmayı güçleştirmektedir. Bu
bakımdan şairler aruzu rahat kullanabilmeleri için, kendilerine bazı yollar
bulmuşlardır. Bu yollar ise, imale, ulama ve zihaf’tır.
Mısraların son heceleri
ister açık ister kapalı
heceyle bitsin dâimâ
kapalı hece ile
gösterilir.
Ulama: Eskiler vasl olarak adlandırırlar. Aruz terimi olarak, bir kelimenin
sonundaki sessiz harf ile ardından gelen kelimenin başındaki sesli harf birleşir ve
hece kısa/açık hece hâline getirilirse vasl/ulama yapılmış olur. Konuşma dilimizde
sonu sessiz harfle biten kelimelerin o harfini, sonraki kelimenin ilk harfi ünlü ise
ona birleştirerek konuşuruz. Aruzla şiir yazan şairlerimiz dilimizin bu özelliğine sıkı
sıkıya uymuşlardır.
İmâle: Bir hece aslında açık olduğu hâlde vezin zoruyla medli/uzun okunursa
bu okunuşa medli/imale denir. Beyitlerde (↑) işaretiyle gösterilmiştir. Mesela
Nefi’nin:
Tûtî-i mu‘cize-gûyem ne disem lâf degül
↑
↑
Çerh ile söyleşemem âyinesi sâf degül
beytindeki ile kelimesindeki “le” hecesi ve âyinesi kelimesindeki “si” hecesi
böyle imaleli okunan hecelerdir.
Edebiyat teorisyenleri, bunu genellikle aruz kusuru saymış iseler de, aslında
her zaman kusur sayılmamalıdır. Tam tersi hüner sayılmalıdır. Meselâ Baki’nin şu
beytinde anlamı güçlendiren bir unsur olarak bilerek imale yapılmıştır:
↑
Nâm u nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan
↑
Düşdi çemende berg-i dıraht itibârdan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Ahenk Unsurları
Bu beyitteki u hecesi ve di edatı uzun okunmalıdır.
Zihâf: İmalenin aksine, uzun/kapalı (medli) okunması gereken bir heceyi
kısa, açık hece gibi okumaya zihaf adı verilir. Aruzda kusur sayıldığından çok az
rastlanılır.
İmâle: Bir hece aslında
açık olduğu halde vezin
zoruyla medli/uzun
okunursa bu okunuşa
medli/imâle denir.
Sekt-i Melih: Güzel duraklama anlamına gelen sekt-i melih, bir aruz terimi
olarak mefûlü/ mefâilün/ feûlün kalıbının mefûlün/ fâilün/ feûlün şekline
dönüşmesi ve böylece bir hecenin eksilmesine verilen addır.
Arapça ve Farsçadan dilimize geçmiş bazı kelimelerde sonu sessiz harfle
biten hecelerde, sonraki sessiz harften önce (dâr, çâk, pâk, rûh, tîğ) örneklerindeki
gibi bir imaleli harf veya (çarh, fakr, derd, zırh, murg) örneklerindeki gibi sonunda
iki sessiz harf bulunursa, o hece bir kapalı bir açık iki hece gibi okunur. Yukarıdaki
beytin ikinci mısraındaki “sâf” kelimesi bir kapalı bir açık hece *- +] gibi
değerlendirilir. Buna bir buçuk hece veya medli hece adı verilir.
Farsça tamlamaları bağlayan, gramer özelliği olan “-ı, -i” gibi harflerle,
kelimeleri birbirlerine bağlayan “–u, -ü” harfleri, veznin durumuna göre bazen kısa,
bazen uzun okunurlar.
ARÛZ VEZİNLERİ
Aruzun pek çok kalıbı vardır. Bunlardan Türkçeye uyan ve Türk İslam
edebiyatında sık kullanılan vezinler şunlardır:
Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün
Aruz terimi olarak, bir
kelimenin sonundaki
sessiz harf ile ardından
gelen kelimenin
başındaki sesli harf
birleşir ve hece
kısa/açık hece hâline
getirilirse vasl/ulama
yapılmış olur.
(+ - - - / + - - - / + - - - /+ - - -)
Türk edebiyatında çok kullanılan kalıplardandır. Divan şiirinde en çok
musammat kasideler, musammat gazeller, kıtalar ve şarkılar bu kalıpla yazılmıştır.
Hâyâl-i yârdan dûr olsa bir dem cânım eylenmez
Ne çâre hâtırım vîrânedir sultânım eylenmez
Şeyh Galip
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Ahenk Unsurları
Mef`ûlü Mefâîlü Mefâîlü Feûlün
(- - + / + - - + / + - - + / + - -)
Türk şairlerinin çok sevdikleri ve çok kullandıkları vezinler arasında yer alan
bir kalıptır. Ayrıca aruzun hareketli ve ahenkli kalıbıdır. Divan edebiyatında
müstezatlar bu kalıpla yazılır, eklemeler (--+/+--) şeklindedir. Halk edebiyatının âşık
tarzında özel bir beste ile okunan kalenderilerin de bu kalıpla yazıldığı görülür.
Ayrıca bu kalıbın bir başka şekli de şudur: mef`ûlü fâilâtü mefâîlü feûlün
Döndürdü felek men’-i semâ’ eylediğinden
Devrâne müdârâya kıyâm eyledi vâiz
Şeyh Galip
Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün
(- - + - /
--+- / --+-
/ --+-)
Divan edebiyatında mısraın oldukça uzun, iki eşit parçaya ayrılmasına uygun,
İç kafiyeli musammat kasîde ve gazellerde uygulanan bir kalıptır. Bu kalıbın
mesnevîlerde görülen ikili şekli de yer alır.
Gördüm bu vechin Hakkını ayne’l-yâkîn yâ Hû derem
Ger sûfî lâdan dem urur ben her dem illâ Hû derem
Akşemseddin
Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün
(- + - - / - + - - / - + - - / - + -)
Türk şiirinde çok kullanılan kalıplardan biridir. Divanlarda yer alan şiirlerin
kalıplarına göre, önde gelen bir aruz kalıbıdır. Âşık edebiyatında muayyen bir
besteyle söylenilen divanlar bu vezinle yazılırdı.
Sâlikin matlûbu Hû’dur ârifin irfânı Hû
Âşıkın mâ’şûku Hû’dur tâlibin seyrânı Hû
Yunus Emre
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Ahenk Unsurları
Feilâtün (Fâilâtün) Feilâtün Feilâtün Feilün (Fa’lün)
(+ + - - (- + - -) / + + - - /+ + - - /+ + - (- -) )
Türk şiirinde failatün tefileleriyle oluşan kalıptan sonra, bu kalıp da çok
kullanılanlar arasındadır. Bu kalıbın ilk parçası feilâtün yerine fâilâtün de olabilir.
Divan şiirinde daha çok bu şekli tercih edilirdi.
Âteş-i hüsni gönüllere kodı cilve-i aşk
Sâgara şu’le-i hâlkerde kodı cilve-i aşk
Şeyh Galip
Feilâtün (Fâilâtün) Mefâilün Feilün (Fa’lün)
(+ + - - (- + - -) / + - + - / + + - (- -) )
Duhteriz def-i zahm-ı endûha
Gül gibi bir tabîbdir dirler
Raşit
Mefâilün Feilâtün Mefâilün Feilün (Fâ’lün)
(+ - + - / + + - - / + - + - / + + - (- -) )
Bu iki kalıp Türkçeye en uygun bahirlerden biridir. Türk şiirinde çok kullanılan
bir kalıptır.
Görünce şu’le-i rûyunda dûd pervâne
Yanardı nâr-ı gama hem-çü ‘ûd pervâne
Şeyh Galip
Mef’ûlü Fâilâtü Mefâîlü Fâilün
(- - + / - + - +/ + - - + /- + -)
Ser-geştegân-ı aşkı kayırmaz mı rûzgâr
Çarh ile bir hesâb çevirmez mi rûzgâr
Şeyh Galip
Burada konuyu bitirmeden şu önemli noktaları belirtmeye çalışalım:
Fâ‛ilâtün’lü kalıpların sonu, fâ‛ilün (-+-); fe‛ilâtün’lü kalıpların sonu fe‛ilün (++-) ile
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Ahenk Unsurları
biter. Mısraların sondan bir önceki hecesi kendiliğinden kapalı ise, fâ‛ilün (- +-),
fe‛ilün (++-)=fa‛lün(- -)dür.
Aruz kalıpları incelendiğinde karışık kalıplarda şöyle bir durum vardır:
Birbirinden farklı iki kalıp parçası yan yana gelmiş ise, bir mısrada aynı sırada aynen
bir kere daha tekrar edilir. Böyle kalıplara karışık kalıplar adı verilir. Mesela mef‛ûlü
fâilâtün mef‛ûlü fâilâtün gibi.
RUBÂÎ KALIPLARI
Rübai kalıplarından on
ikisi –Mef’ûlü- cüz’iyle
başlar ki, Ahreb
vezinleri adını alır.
“Mefûlün” ile başlayan
diğer on ikisine de
Ahrem vezinleri denir.
Rubai tarzı İran edebiyatından doğmuş ve oradan Arap edebiyatına ve Türk
edebiyatına geçmiştir. Rubainin 24 vezni vardır. Bunlardan on ikisi –mef’ûlücüzüyle başlar ki, ahreb vezinleri adını alır. Bunlar arasındaki bir takım önemsiz
farklar bir tarafa bırakılarak altıya indirilmişlerdir.

mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûl
- - + / + - - +/ + - - + / + -

mef’ûlü mefâîlün mef’ûlü feûl
--+ / +--- / --+ /+-

mef’ûlü mefâilün mefâîlü feûl
- - + / + - + - / + - - +/ + -

mef’ûlü mefâîlü mefâîlü fâ’
- - + / + - - +/ + - - +/ -

mef’ûlü mefâîlün mef’ûlün fâ’
--+ / +--- / --- / -

mef’ûlü mefâilün mefâîlü fâ’
--+ / +-+-/ +--+ / -
“Mef`ûlün” ile başlayan diğer on ikisine de ahrem vezinleri denir. Bunlar da
aynı şekilde altıya indirilmiştir.

mefûlün mef’ûlü mefâîlü feûl
- - - / - - + / + - - +/+ -

mef’ûlün mef’ûlün mef’ûlü feûl
--- / --- / --+ / +-

mef’ûlün fâilün mefâîlü feûl
- - - / - + - / + - - +/+ -

mef’ûlün mefûlü mefâîlün fâ’
--- /--+ /+--- /-
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Ahenk Unsurları
Hece vezninin esası
mısralardaki hece
sayısına dayanır.

mef’ûlün mef’ûlün mef’ûlün fâ’
--- / --- / --- /-

mef’ûlün fâilün mefâîlün fâ’
--- / -+-/+--- /-
Rubaide ahreb ve ahrem vezinlerinin karıştırılması uygun değildir. Fakat
aynı türden altı veznin birkaçı bir tek rubai içinde bulunabilir. Bununla beraber her
iki kısmın vezinlerini bir rubaide toplayan şairler görülmüştür. Bizim divanlarımızda,
dört mısralık kıtaların başında bazen rubai yazıldığı görülür. Kıta, rubai vezninde
olmadığı hâlde böyle yazılması “dörtlük” anlamında olmasından ileri gelmektedir.
Hece Vezni
Hece ölçüsünün
esasında mısraın belli
yerlerinden bölünmeler
olur, bu bölümlere
durgu denir.
Türk dilinin kendi ölçüsü hece veznidir. Bu veznin esası mısralardaki hece
sayısına dayanır. Kelimelerde hecelerin değerleri göz önüne alınmaz, sadece hece
kümelerinin sayısı göz önüne alınır. Bu vezin Türk dilinin tarihi boyunca
kullanılagelmiştir. Mısralarda heceler parmakla sayıldığından ayrıca bu vezne
parmak hesabı/hisâb-ı benân adı da verilir.
Hece ölçüsünün esasında mısraın belli yerlerinden bölünmeler olur, bu
bölümlere durak denir. Mesela 11’li hece ölçüsüyle yazılan bir mısrada 6+5/4+4+3
olmak üzere iki ve üç durgu vardır. Bu vezindeki durgular rakamla gösterilir. Bu
durgular şairin tercihine göre ayrılan bölünmeler değildir. Şiirdeki söyleyiş ahengi
ve akıcılığına göre doğal söyleyişe yakın veya uygun olmalıdır. Bir başka söyleyişle
kalıp şairin tercihi olduğu kadar, durgular sözün gerektirdiği bir durumdur. Mesela
11 heceli olan,
Bir rüyadan artakalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden
Mısralarının ilki 6+5 ile durgulanmıyor ancak bu mısra 4+7’li bölünürse doğal
söyleyişe veya hece ölçüsünün kuralına uygun düşüyor. Şair bu duraklarla sözün
ritmini sık sık değiştirip zenginleştirmesini sağlar.
Hece ölçüsünde hece sayısı 2-17 heceli kalıplar görülmüştür. Bu kalıplar
durgulu kullanıldığı gibi durgusuz da kullanılabilir. Hece ölçüsünün eskiden beri çok
kullanılmış ve örneklerine sıkça rastlanılan hece ölçüsünün belli başlı kalıpları
şunlardır:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Ahenk Unsurları
Yedi Heceliler
(3+4)
(4+3)
Çağırdım/erenlere
Ecel geldi/cihane
Bu derdi verenlere
Baş ağrısı bahane
Bu derdi verdi bana
Arsız neden arlanır
Vermesin yarenlere
Çaput giyer sallanır
Sekiz Heceliler
(4+4)
Ben susadım/yandı yürek
Gönlüm düştü/bir sevdâya
Gitmek oldu ilden gerek
Gel gör beni aşk n’eyledi
Anam babam eyler firak
Başımı verdim gavgâya
Sefer düştü gider oldum
Gel gör beni aşk n’eyledi
Şeyh Mehmed
Yunus Emre
On Heceliler
(5+5)
Padişah oldun/taht senin değil
Satın alırsan kul senin değil
Emanet beslenir can senin değil
A dünya senin neni övsünler
On Bir Heceliler
(6+5)
Urum abdâlları/gelür dost diyü
Geydükleri nemet ile post diyü
Hastalarda gelür dermân isteyü
Saglar gelür Sultan Abdâl Musa’ya
Kaygusuz Abdal
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Ahenk Unsurları
On Dörtlü
(7+7)
Cânını terk etmedin/cânânı arzularsın
Zünnârını kesmedin îmânı arzularsın
Şol uşacuklar gibi binersin ağaç ata
Çevgân ile topun yok meydânı arzularsın
…
Var sen Niyâzî yüri atma okun ileri
Derd ile kul olmadın sultânı arzularsın
Niyazi-i Mısri
SERBEST VEZİN
Kafiyesiz, ölçüsüz ve sabit nazım şekillerine bağlı olmayan mısralardan
meydana gelmiş şiirlerdir. Bu tür şiirlerde ahenk genellikle iç ritimle oluşturulur.
Özellikle 1930’lu yıllardan sonra yaygınlaşmaya başlayan serbest şiir günümüzün
en çok tercih edilen şiir şeklidir.
Ayna
Örnek
Serbest şiirler, kafiyesiz,
ölçüsüz ve sabit nazım
şekillerine bağlı
olmayan mısralardan
meydana gelmiş
şiirlerdir.
Ve gözüm eşyamda değil
Yoruldum maddemden
Tâ ki dünya bitti
Köşk kurdum sâkin oldum
…
Büyük yeni bir hayat bildim
Yeni yeni bildim yoksa ölüyordu bir şey
İnsan binası yıkılıyordu durmadan
Cahit Zarifoğlu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Ahenk Unsurları
KÂFİYE
Mısra sonu ses
tekrarları bize kafiyeyi
verir.
Mısra sonu ses tekrarları bize kafiyeyi verir. Uyak olarak da adlandırılan
kafiyeye halk şiirinde ayak da denilmektedir. Eski Türk şiirinde kafiye sistemi
çoğunlukla mısra başındaydı. Buna “baş kafiye” veya “ön kafiye” denmekteydi.
Türk şiirinde göz için kafiye ve kulak için kafiye olarak iki farklı yaklaşımın
benimsendiği göze çarpar. Divan şiirinde kafiyenin göze hitap etmesi amaçlanırken,
kafiyeli kelimelerin aynı kelime türünden olmasına dikkat edilirdi. Kafiye divan
şiirinde meydana getirilirken kelimelerin ses değerleri üzerinde durulmayıp bir çizgi
sanatı gibi şiir göze yönlendirilir. Divan şiirinde kafiyeyle ilgili kavramlar ve kafiye
çeşitleri konusunda çok fazla terim vardır.Burada divan şiirindeki bu geniş terimler
ve kavramlar dünyasından bahsedilmeyip daha çok günümüz sınıflandırmasına
göre kafiye çeşitlerinden bahsedilecektir.
Kafiye Çeşitleri
Mısra sonundaki ses tekrarı ve tekrarı oluşturan harflerin sayısına göre
kafiyeyi şu şekilde tasnif edebiliriz.
Yarım Kafiye: Tek ses benzerliğine dayanan kafiye çeşididir. Yarım kafiye
Tek ses benzerliğine
dayanan kafiye
çeşididir.
çoğunlukla Halk şiirinde karşımıza çıkar. Halk şairleri ayak adını verdikleri kafiye
hususunda daha rahat bir tavır göstermişlerdir. Halk şiirinin sazlı ve sözlü olması
onların kulakta bir ahenk oluşturan her ses benzerliğini kafiye olarak
değerlendirmelerine yol açmıştır. Yarım kafiye halk şiirinin tesiriyle Cumhuriyet
döneminde de benimsenmiştir.
Canlı bir yüz bana yaklaştı mehâbetle dolu
Kim bu? Nerden geliş? Hangi yolun yolcusu bu
Faruk Nafiz Çamlıbel
Ben çektiğim kimler çeker
Gözlerim kanlı yaş döker
Bulanık bulanık akar
Dağların seliyim şimdi
Kul Mustafa
Tam Kafiye: Türk şiirinde en çok kullanılan kafiye çeşidi olup bir ünlü ve bir
ünsüzün ses benzerliğine dayanır. Fakat kökeni Arapça ve Farsça olan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Ahenk Unsurları
kelimelerdeki uzun â, û, î seslileri iki ses sayıldığından bunlar da tam kafiye olarak
düşünülmelidir.
Türk şiirinde en çok
kullanılan kafiye çeşidi
olup, bir ünlü ve bir
ünsüzün ses
benzerliğine dayanır.
Şiir ve onu oluşturan kelimeler Arap harfleriyle yazıldığında harflerin
sayılarında farklılık oluşmaktadır. Bundan dolayı kafiyeyi meydana getiren sesleri
tespit ederken şiirin Latin harfleriyle yazılışını esas almak daha uygun düşecektir.
Sizleri görüyorum bahçemizdeki çamlar
Bütün gün gölgesinde oynadığım dost badem
Derken dallardan, ılık iniveren akşamlar
Evine dönen babam, cam da bekleyen annem
Ziya Osman Saba
Elinden dal gibi düşerken ümit
Ne bir hasret dinle, ne bir âh işit
Bir yaprak ol esen rüzgârlarla git
Kırık bir tekne ol dalgalarla gel
Necip Fazıl Kısakürek
Zengin Kafiye: Mısra sonlarında ikiden fazla ses benzerliğine dayanan
Mısra sonlarında ikiden
fazla ses benzerliğine
dayanan kafiye
çeşididir.
kafiye çeşididir. Kafiyeli kelimelerden biri diğer kelimenin sonunda tekrarlanıyorsa
bu tür kafiyeye tunç kafiye de denir.
Bir çözülmez bilmece;
Hep sayı, harf ve hece…
Necip Fazıl Kısakürek
Şüpheler bağrımda yara
Ellerim boş yüzüm kara
Çağır beni ışıklara
Zaman ve mekân, efendim!
Halide Nusret Zorlutuna
Cinaslı Kafiye: Ses bakımından aynı, anlam, yönünden farklı kelimelerin
oluşturduğu kafiyedir. Halk şiirinde özellikle mânilerde karşımıza çıkar. Divan
şiirinde ise gazellerin matla beyitlerinde cinas kullanımı yaygındır. Baştan sona
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Ahenk Unsurları
cinasla örülü gazellerle de karşılaşırız. Cinas daha çok bir söz oyunu sayılır ve ince
bir mizaha dayanır.
Ne var ne var âlemde
Ses bakımından aynı,
anlam, yönünden farklı
kelimelerin oluşturduğu
kafiyedir.
Belâ kadar çekici
Örse benzer kellemde
Belaların çekici
Necip Fazıl Kısakürek
Ayırma beni senden Yaradan
Düştüm ölürüm ben bu yaradan
Yunus Emre
REDİF
Sözlük karşılığı arkadan
gelen olan redif,
mısraların sonunda
kafiyeden sonra gelen
ses benzerlikleridir.
Sözlük karşılığı arkadan gelen olan redif, mısraların sonunda kafiyeden sonra
gelen ses benzerlikleridir. Kafiyenin sonunda yazılışları, anlamları, görevleri aynı
olan ek, kelime, ek kelime, ek kelime grupları bize redifi verir. Özellikle redif divan
şiirinde simetrik tekrarı ile şiiri belli bir kavram ve konu etrafında toplar. Şaire geniş
bir çağrışım zenginliği kazandırır. Redif şiirde kafiyenin bütünleyicisi ve
zenginleştiricisidir. Redif, divan ve halk şiirindeki önemli yerini yeni Türk şiirinde
önemli ölçüde yitirmiştir.
Bu beyitte mısra sonlarındaki olsunlar kelime redife örnektir.
Nice bir mübtelâ-yı aşka hicrân-ı belâ olsun
İlâhi kendü gibi bî-vefâya mübtelâ olsun
Baki
Yine aşağıdaki dörtlükte kelime redif vardır.
Lâleyi, sümbülü, gülü hâr almış
Zevk ü şevk ehline âh u zâr almış
Süleyman tahtını sanki mâr almış
Gama tebdîl olmuş ülfetin çağı
Bayburtlu Zihni
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Ahenk Unsurları
Bu beyitte ise; -dan gayrılar ek kelime rediftir.
Dime kim yârda yok cevr ü cefâdan gayrı
Ne dilersen bulunur mihr ü vefâdan gayrı
Necati
Karamanlı Ayni’nin aşağıdaki beyti kelime grubu redife güzel bir örnektir.
Gönül bedrin hilâli aldı gitti
Dili fikr-i mahâli aldı gitti
Karamanlı Ayni
AHENGE KATKI SAĞLAYAN TEKRAR SANATLARI
Seci, kalb, iştikak, iade,
akis, tasri, irsat, cinas,
tedvir, tekrir, tensik gibi
sanatların da ahenge
katkıları söz konusudur.
Seci, kalb, iştikak, iade, akis, tasri, irsat, cinas, tedvir, tekrir, tensik gibi
sanatların da ahenge katkıları söz konusudur. Bu sanatlarla ilgili tanımlamalar ve
örnekler bu ders kitabının Edebi Sanatlar ünitesinde verilecektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Özet
Ahenk Unsurları
•Ahenk, duygu düşüce ve hayalin etkili olabilmesi için ses, kelime ve
cümlelerin kulağa hoş gelecek biçimde uyumlu sıralanışıdır. Edebî
metnin vazgeçilmez unsurlarından olan ahenk söz tekrarları, ses
tekrarları, vezin, kafiye, redif ve bazı edebî sanatlarla karşımıza çıkar.
Türk İslam edebiyatı anlayışı çizgisinde eser veren şair ve yazarlar
okuyucu üzerinde belli bir etki bırakmak ve onu farklı bir atmosfere
sokmak için ahenk unsurlarına başvururlar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Ahenk Unsurları
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi ahenk unsurlarından biri değildir?
a) Aliterasyon
b) Kelime tekrarı
c) Kafiye
d) Aruz ölçüsü
e) Telmih sanatı
2. “Bir edebî metinde ünlü harflerin birden fazla tekrarı” tanımına uygun
düşen edebî terim aşağıdakilerden hangisidir?
a) Assonans
b) Redif
c) Aliterasyon
d) Hece ölçüsü
e) Mısra tekrarı
3. Aşağıdaki aruz kalıpları içinde rubai kalıbını bulunuz.
a) Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
b) Müstefilün müstefilün müstefilün müstefilün
c) Mefûlü mefâîlü mefâîlü feûl
d) Mefûlü fâilâtü mefâîlü fâilün
e) Fâilâtun fâilâtun fâilâtun fâilun
4. Aşağıdakilerden hangisi bir aruz kusurudur?
a) Açık hece
b) Zihaf
c) Kapalı hece
d) Aruz bahri
e) Tefile
5. Aşağıdaki beyitlerin hangisinde cinas vardır?
a) Ne kâdir itmege bahs-i neşat ehl-i gama
Sıkılmayan bu harâbâtda usâre gibi
b) Her gören ayb itdi âb-ı dîde-i giryânumı
Eyledüm tahkîk görmiş kimse yok cânânumı
c) Bulur encâm gerçi cevr-i felek
Sabr-ı eyyûb ömr-i nûh gerek
d) Kısmetündür gezdiren yer yer seni
Arşa çıksan âkibet yer yer seni
e) Göz gördi gönül sevdi seni oy yüzü mâhum
Kurbânun olam var mı benüm bunda günâhum
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Ahenk Unsurları
6. Aşağıdaki dörtlüklerin hangisinde kelime redif vardır?
a) Buralardan çok uzakta bir köydü
Beyaz billûr bir derecik içinden
Hıçkırırdı sevinerek geçerken
Kenârında vardı birçok söğüdü
b) Hiç kalmadı asla ağıt tutanım
Sıra ile kol üstüne yatanım
Mecnûn oldum terk eyledim vatanım
Bizim eller nere bilmem ağlarım
c) Dün ü gün fikrim budur kim aceb erkân nedir?
Ten nedir aslı nedir ten içinde cân nedir?
Yerleri gör kim niçin toprağa urmuş yüzün
Bulutlarda dün ü gün gerdiş-i gerdân nedir?
d) Her kim merdâne
Gelsin meydâne
Bakmasın cane
Kimde hüner var
e) Sükût indi karanlıkla yorgun denize
Ufuklarda uğuldayan rüzgâr uyudu
Ay gecenin elinde bir sedef yelpaze
Ölgün sular gök halkının rüyalı yurdu
7. Aşağıdakilerden hangisi ahengi sağlayan tekrar sanatlarından biri değildir?
a) Hüsn-i talil
b) İştikak
c) Akis
d) Kalb
e) İrsat
8. Aşağıdakilerden hangisi durgu terimini tanımlamaktadır?
a) Sonu ünsüz veya uzun ünlüyle biten hecedir.
b) Edebî metin içinde ünsüz harflerin birden fazla tekrarıdır.
c) Mısra sonunda kafiyeden sonunda gelen ses benzerlikleridir.
d) Hece ölçüsüyle yazılmış mısraların belli yerlerinden bölünmesidir.
e) Mefûlün cüzüyle başlayan aruz vezinlerine denir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Ahenk Unsurları
9. Aşağıdaki beyitlerin hangisinde kelime tekrarı vardır?
a) Cânâ ne var garibüne itmezsin iltifât
Vuslat sizün diyârda âdet degül midir
b) Dûd-ı âhum ne aceb göklere tutsa yüzüni
Âşıkun kimisi var ola Hudâ’dan gayrı
c)
Ölüm işi Hak işidir ondan kim incinir
Yâr Necâtî gayr ile görmekdür ölüm
d) Varlığın bile ne hâcet küre-i âlem ile
Yeter isbâtına halk ettiği bir zerre bile
e) Bülbüller öter güller açar şâd gönül yok
Hiç böyleliğin görmemişüz fasl-ı bâhârın
10. Aşağıdaki beyitte görülen kafiye ve redif ile ilgili aşağıdaki
eşleştirmelerden doğru olanı bulunuz?
Dinle neyden hikâyet kılmada
Ayrılıklardan şikâyet kılmada
a)
b)
c)
d)
e)
Yarım kafiye-kelime redif
Zengin kafiye-kelime redif
Tam kafiye-kelime grubu redif
Yarım kafiye-ek redif
Zengin kafiye-kelime grubu redif
Cevap Anahtarı
1-e, 2-a, 3-c, 4-b, 5-d, 6-c, 7-a, 8-d, 9-c,10-b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Ahenk Unsurları
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Aksan, Doğan(1999). Şiir Dili ve Türk Şiir Dili: Ankara.
Ayyıldız, Mustafa ve Hamdi Birgören (2005), Edebiyat Bilgi ve Teorileri: Ankara.
Cengiz, Halil Erdoğan(1983), Divan Şiiri Antolojisi: İstanbul.
Coşkun, Menderes (2010), Sözün Büyüsü Edebî Sanatlar: İstanbul.
Çetin, Nurullah(2003), Şiir Çözümleme Yöntemi: Ankara.
Çetişli, İsmail (1998), Cahit Külebi ve Şiirleri: Ankara.
Çetişli, İsmail (2004), Metin Tahlillerine Giriş/1 Şiir: Ankara.
Dilçin, Cem(2000), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi: Ankara.
İpekten, Haluk (1999), Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri ve Arûz: İstanbul.
Kısakürek, Necip Fazıl(1989), Çile: İstanbul.
Külekçi, Numan (2005), Edebî Sanatlar: Ankara.
Macit, Muhsin(1996), Divan Şiirinde Ahenk Unsurları: Ankara.
Mermer, Ahmet vd. (2010), Eski Türk Edebiyatına Giriş, Ankara.
Mermer, Ahmet ve Neslihan Koç Keskin (2005), Eski Türk Edebiyatı Terimleri
Sözlüğü: Ankara.
Miyasoğlu, Mustafa(1999), Ziya Osman Saba: Ankara.
Onay, Ahmet Talat(1996), Türk Şiirlerinin Vezni, (Haz.Cemal Kurnaz): Ankara.
Pala, İskender (2010), Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü: İstanbul.
Saraç, Yekta (2006). Klasik Edebiyat Bilgisi Belagat: İstanbul.
Şafak, Yakup (1996), “Fars ve Türk Edebiyatlarındaki Arûz Vezinlerinin Ritmik
Yapıları Üzerine Düşünceler”, Yedi İklim, X (70), 31-34.
Tarlan, Ali Nihat (1992), Necâtî Bey Divanı: Ankara.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Download