PDF Dergi - Köklü Değişim

advertisement
KÖKLÜ DEĞİŞİM
www.kokludegisimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
3
SADECE RUS UÇAĞI DÜŞTÜ,
MOSKOVA DEĞİL!
TAKDİM
Köklü Değişim Dergisi “SADECE RUS UÇAĞI DÜŞTÜ,
MOSKOVA DEĞİL!” başlıklı Aralık sayısıyla okuyucularıyla
buluşuyor. Sömürgecilerin Suriye’de gerçekleştirdikleri
operasyonlardan
kaynaklanan
Rusya-Türkiye
sürtüşmesinin yansımaları, “One münite” vakıasını akıllara
getirdi. Önce kabadayılıklar, sonra teker teker söylenenleri
geri almalar. Süleyman UĞURLU konuyu medyanın
gözlerden kaçırdığı yönleriyle ele aldı. Makalesi “Sadece
Bir Uçak Düştü Ya Düşmeyen Uçaklar” başlığını taşıyor.
Yine aynı sürecin getirisi olarak enerji kaynakları
konusunu gündeme taşındı. Gerçekten enerji kaynakları
konusunda bu kadar çaresiz miyiz yoksa dünyanın en
önemli enerji kaynaklarının üzerinde, onlardan mahrum
mu bırakılmaktayız, işte bu konuyu Ahmet SAPA
“Müslümanların Kendilerine Has Enerji Politikası
Nasıl Olmalıdır” başlığı altında inceledi.
Mehmet ÇETİNBUDAK “Gayrimüslimden Önce
Müslüman Kardeşine Hoşgörü Göster” şeklinde
attığı başlık altında yitirilen İslami bakışı açısını
okuyucularına tekrar hatırlattı.
İslam ümmetinde mefhumu değişen saadet
anlayışını “İslam’da Mutluluk” başlığı altında
Abdullah İMAMOĞLU kaleme aldı.
Seçimlerin akabinde tekrar gündeme gelen
anayasa değişikliklerini Murat SAVAŞ irdeledi.
Makalesi “Öncekiler Gibi Yeni Anayasa Da Meşru
Olmayacak!” başlığını taşıyor.
Yazarlarımız arasına yeni katılan İsmail GÜRBÜZ
İslam davetinin esaslarından olan hilm konusunu
“İslâm’a Davette Hilm Sahibi Olmak” isimli
makalesinde ele aldı.
Köklü Değişim bu ayda birbirinden ilgi çekici
konularıyla sizlerle buluşuyor… Köklüdeğişim
Suskunluğun Kırılma Noktası...
www.kokludegsimdergisi.com
4
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
06
10
44
34
48
30
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
5
KÖKLÜ DEĞİŞİM
İÇİNDEKİLER
06
10
20
24
30
34
38
44
48
52
Sadece Bir Uçak Düştü Ya Düşmeyen Uçaklar!
Müslümanların Kendilerine Has Enerji Politikası Nasıl Olmalıdır?
Öncekiler Gibi Yeni Anayasa Da Meşru Olmayacak!
Gayrimüslimden Önce Müslüman Kardeşine Hoşgörü Göster
Özgürlüğe Kul Olma Ey Müslüman!
İslam’da Mutluluk
İslâm’a Davette Hilm Sahibi Olmak
El-Nakba Büyük Kudüs Felaketi
Kapital Huzur
Âli İmran Suresi 146-150. Ayetler
Köklü Değişim Dergisi, sahih İslamî fikirlerin doğru algılanmasını, taşınmasını ve en önemlisi
de yaşanmasını esas almış bir kuruluştur. Bu cihetle Köklü Değişim, İslam’ın fikri ve siyasi
yönünü toplum nezdinde var edebilmek için İslami bir bakış açısıyla olaylara bakmayı ve İslami çözümler ortaya koymayı amaç edinmiştir. Köklü Değişim, Suskunluğun Kırılma Noktası…
www.kokludegsimdergisi.com
6
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
SADECE BİR UÇAK DÜŞTÜ
YA DÜŞMEYEN UÇAKLAR!
SÜLEYMAN UĞURLU
Tam da yeni kabinenin açıklanacağı gün 24 Kasım 2015 tarihinde Rusya’ya ait bir savaş uçağı Suriye sınırında düşürüldü. Genel Kurmay Başkanlığı
olayın hemen akabinde şöyle bir açıklamada bulundu: “Saat 09.20 civarında Hatay Yayladağı bölgesinde Türk hava sahasını ihlal eden milliyeti bilinmeyen
bir uçak beş dakika içerisinde 10 kez ikaz edilmesine
rağmen Türk hava sahasını ihlal etmiştir. Söz konusu
uçağa angajman kuralları çerçevesinde 24 Kasım 2015
saat 09.24’te bölgede hava devriye görevinde bulunan
iki adet F-16 uçağımız tarafından müdahalede bulunulmuştur.”
Bu olayın vukuu bulmasının ardından açıklamalar
peş peşe geldi. Angajman kuralları (çatışma kuralları), egemenlik, kimse sınırlarımızı ihlal edemez derken açıklamalar yavaş yavaş evrimleşmeye başladı.
Nihayet Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Rus uçağı olduğunu bilseydik farklı davranırdık.” diyerek aslında meseleyi açıklığa kavuşturdu.
Mesele bizim nezdimizde net ama daha netleşmesi için şu soruların cevaplarını birlikte arayalım:
Uçağın düşürülme emrini kim verdi?
[email protected]
facebook.com/suleyman.ugurlu.kd
twitter.com/ugurlu_kd
AK Parti grubunda konuşan Başbakan Davutoğlu, Rus uçağının Türk jetleri tarafından vurulmasıyla
ilgili “Emri bizzat ben verdim.” açıklamasında bulundu. (Ajanslar)
Medya tarafından oluşturulan kamuoyuna göre
uçağın düşürülme emri bizzat Davutoğlu tarafından verildi. Nitekim yukarıda alıntıladığımız üzere
Başbakan’ın açıklaması da bu yönde. Şimdi Genel
Kurmay’ın açıklamasına tekrar dönelim ne demişti
Genel Kurmay: “… uçak beş dakika içerisinde 10 kez
ikaz edilmesine rağmen….” demek ki olay 5 dakika
içerisinde gerçekleşmiş. Beş dakika içerisinde Hava
Kuvvetlerine ait uçaktaki pilot durumu merkeze bildirecek; merkez, Hava Kuvvetleri komutanına, o Genel Kurmay Başkanına, o da Başbakana. Başbakan
“Vurun!” diyecek aynı emir komuta tekrarlanacak ve
en son pilota iletilecek ve bunların hepsi 5 dakika
içerisinde olacak. Bu mümkün mü? Dolayısıyla uçağın vurulma emrini Başbakan bizzat kendisi verme-
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
miştir. Ha, “angajman kurallarımız bunlardır bunları ihlal eden kim
olursa vurun” diye bir talimatı daha önceden Genel Kurmay’a vermiş olabilir. Ancak bu emir ile uçağın düşürülme emri bir birinden
tamamen farklıdır. Peki uçağı kim düşürmüştür? Elinde genel bir
emir olan subaylar özellikle Türkmen Dağındaki Rusya, İran, Esed
ortak yapımı katliamlardan rahatsız olmuş ve eline geçen fırsatı
değerlendirerek Rus Savaş uçağını düşürmüştür.
2015
7
Rusya ile Türkiye arasında gizli bir anlaşma var mı?
Bilindiği gibi Putin ilk açıklamasında “Sırtımızdan bıçaklandık”
dedi. Bunun anlamı şu olsa gerek; Rusya ile Türkiye, Suriye konusunda bir anlaşma yaptılar. Rusya, Suriye’de askeri operasyonlar
düzenleyeceğini Türkiye’ye bildirerek bu konu hakkında kendilerine yardımcı olunmasını istedi. Türkiye ise Rusya’nın bu talebine
olumlu yanıt verdi. Ancak Rusya, Suriye’deki askeri operasyonlarını geniş bir alana yayınca Türkiye ve ABD bundan rahatsız oldu.
Bu rahatsızlık neticesinde askere angajman kuralları bildirildi ve
sınır ihlali yapan uçakların düşürülmesi istendi.
ABD bu olayın neresinde?
ABD, Suriye olaylarında her daim merkezde olmuştur. Rusya’nın Suriye’ye girmesinde de ABD öncü rol üstlenmiştir. Zira
Rusya, ayrım gözetmeden tüm muhalifler için yeni bir cephe ve
yeni bir düşman demektir. Esed’in askeri durumu ortadadır. Esed
ile savaşmak için ABD’ye ihtiyaç duyulmazken Rusya ile mücadele edebilmek için mutlak surette en az onun kadar güçlü bir devletin korumasına ihtiyaç duyulmaktadır. Hal böyle olunca ABD tıpkı
Afganistan’da yaptığı gibi Rusya ile savaşanlara destek verme
bahanesiyle Suriye’de yeni müttefikler kazanmak istemektedir.
Dolayısıyla ABD, Rusya’nın Suriye’de katliamlar yapmasına göz
yumarken sınırlı alanlarda hareket etmesini istemektedir. Zira Suriye, Rusya’ya terk edilemeyecek kadar önemlidir. Suriye’nin önemi Suriye sınırları ile kayıtlı değildir. Bilakis tüm Ortadoğu’nun kaderini etkileyecek bir öneme sahiptir. Bu nedenle ABD için Suriye
vazgeçilmezdir.
Türkiye neden çark etti?
Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı açıklamada uçağın Rusya’ya
ait olduğunu bilmiş olsaydık farklı davranırdık diyerek pişmanlığını deklare etmiştir. İlk başta ahkâm kesenlerin bir müddet sonra böyle eğip bükmeye başlaması beklediği desteği alamadığının
da bir işaretidir. Peki Türkiye kimden destek beklemektedir? Hiç
kuşkusuz ABD’den. ABD Türkiye’nin her ne kadar yanında olduğunu göstermiş olsa da Türkiye’nin beklediği seviyede bir destek
vermemiştir. Zira ABD yukarıda bahsettiğimiz üzere Rusya’nın Suriye’de acımasız katliamlara imza atmasını can-ı gönülden arzu
etmektedir. İşi bitmeden Rusya’nın geri adım atması ABD planlarına aykırıdır. Bu nedenle Türkiye’yi kaybetmemek için Türkiye’nin
yanında olduğunu söylemiş olsa da Rusya’ya da kuvvetli bir tepki
vermemiş ve Türkiye ile Rusya arasında yaşanan diplomatik savaşta tarafsız kalmıştır.
Bu yazının yazıldığı tarihte Rusya ile Türkiye arasındaki kriz
halen devam etmekteydi. Rusya tehditler savurmaya Türkiye’de
kendini haklı çıkarmaya çalışmaktaydı. Netice itibariyle bu durum
bir prestij meselesi halini almıştır. Rusya prestijinin sarsılmaması
www.kokludegsimdergisi.com
Cumhurbaşkanı
Erdoğan yaptığı
açıklamada
uçağın Rusya’ya
ait olduğunu
bilmiş olsaydık
farklı davranırdık
diyerek
pişmanlığını
deklare etmiştir.
İlk başta ahkâm
kesenlerin
bir müddet
sonra böyle
eğip bükmeye
başlaması
beklediği desteği
alamadığının da
bir işaretidir.
8
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
için illaki yaptırımlar uygulayacaktır. Türkiye’de bu yaptırımlara karşı
kendi çapında bir takım girişimlerde bulunacak ve kriz zamana yayılarak unutulmaya terk edilecektir. Ne Rusya’nın Türkiye ile ne de Türkiye’nin Rusya ile savaşacak gücü, kuvveti ve de iradesi yoktur.
Uçağın düşmesi Türkmen Dağı’ndaki ve Suriye’deki katliamları
durdurdu mu?
Tabii ki hayır! Rus uçağının düşürülmesinin ardından
yaşanan krizde Rusya hem Türkmen Dağı’nı hem de Suriye’nin diğer bölgelerini bombalamaya devam etti. Allah yardım etti de hava şartlarından ötürü uçaklar havalanamadı.
Yoksa bombalama hız kesmeden devam ediyordu. Sadece
uçaklarla değil Rusya’nın boğazlardan geçirdiği savaş gemileri de bombardımana iştirak etti. Nitekim krizin birkaç
gün sonrasında bir Rus savaş gemisi boğazları geçerek
Suriye açık sularına yanaştı. Buradan ölüm yağdırmaya devam etti. Yani Rus uçağının düşürülmesi ile Suriye’de akan
Müslüman kanı durmadı. Buna rağmen medyanın aşırı manipülasyonu sayesinde öyle bir hava oluşturuldu ki sanki
Türkiye ile Rusya savaştı ve Türkiye Moskova sınırlarına
dayandı.
Türkiye ne yapmalı?
Savaş uçağının düşürülmesi gösterdi ki hem Türkiye
ordusunun içinde hem de Türkiye halkının arasında azımsanmayacak derecede bir çoğunluk Suriyeli Müslümanların
yanında olma isteği ve arzusu taşımaktadır. Onlara yardım
etmek ve onları zalimlerin elinden kurtarmak için her türlü
fedakârlığı gösterecek nice yiğit insanlar mevcuttur. Türkiye’nin yöneticileri artık halkındaki potansiyeli görmeli, hal-
Savaş uçağının
düşürülmesi gösterdi ki
hem Türkiye ordusunun
içinde hem de Türkiye
halkının arasında
azımsanmayacak
derecede bir çoğunluk
Suriyeli Müslümanların
yanında olma isteği ve
arzusu taşımaktadır.
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
9
kına güvenmeli ve Osmanlı Hilafeti’nde olduğu gibi İslam ümmetine sahip çıkmalıdır. Artık korku duvarları yıkılmalı, reel politik
safsatalarından uzaklaşılmalı, düşman tespiti doğru yapılmalı
ve sömürgeci kâfirler karşısında ezik politikalardan, boyun bükmelerden vazgeçilmelidir. Biz Osmanlı Hilafet Devleti’nin tebaası ve mirasçısıyız. Osmanlı ruhu sadece seçim dönemlerinde oy
devşirme aracı olarak kullanılmamalı bilakis hayatın merkezine
yerleştirilmelidir. Dizilerde değil hayatın içinde yaşanmalıdır.
Türkiye’nin yöneticileri başta ABD olmak üzere tüm sömürgeci kâfirlerle olan dostluklarından vazgeçmeli ve bir an evvel
İslam ümmetini kucaklamalıdır. İslam ümmeti böyle bir kucaklamaya hasrettir ve böyle bir buluşmayı beklemektedir. Daha önce
Davos’ta “one minute” hadisesinde bunu gördük, şimdi de Rus
savaş uçağının düşürülmesinde aynı şeyi gördük. İslam ümmeti
kâfirlere karşı dik duran her yöneticiyi bağrına basmaya hazırdır.
İhtiyacımız olan şey azıcık cesaret!
Farkındayız ve kolay olacağını söylemiyoruz. Bilakis zor olacak ama olduğu zaman tarihin akışı değişecek. Kâfirlere uşaklık
eden tüm yönetimler bir bir devrilecek. İslam ümmeti tek bir devlet çatısı altında birleşecek. Tek ümmet, tek ordu, tek ekonomi,
tek hedef ve tek yürek. Sömürgeci devletler bu manzara karşısından topraklarımızdan kaçışacak. Ortadoğu denilen bölgenin
yanından bile geçmeye cesaret edemeyecek. İhtiyacımız olan
şey İslam ümmetindeki gücü keşfetmek.
Biliyoruz, karşı çıkacaklar. Fitne ateşlerini yakacaklar. Tehdit
edecekler belki de savaş açacaklar. Ancak kazanan biz olacağız!
Zira biz yardımı ve zaferi beşeri bir güce nispet etmeyiz. Bilakis
yardım ve zafer Allah’a aittir, deriz. O Allah ki bir şeyin olmasını
dilediği zaman sadece “ol” der, o da hemen oluverir. O Allah ki,
yerlerin ve göklerin Rabbidir. O Allah ki, rüzgârı istediği yöne estirendir. O Allah ki bulutları istediği şekilde hareket ettirendir. O
Allah ki, yer yüzünü alt üst etme kudretinin yegâne sahibidir. O
isterse her şey olur, O istemezse hiçbir şey olmaz. Ve O şöyle
buyurmaktadır:
َ‫ص ُر ْال ُمؤْ ِمنِين‬
ْ َ‫علَ ْينَا ن‬
َ ‫َو َكانَ َحقًّا‬
“Mü’minlere yardım etmek bizim üzerimize bir haktır.” (Rum
Suresi 47)
SADECE BİR UÇAK DÜŞTÜ
YA DÜŞMEYEN UÇAKLAR!
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
10 kasım
2015
AHMET SAPA
[email protected]
facebook.com/ahmet.sapa.3
twitter.com/ahmetsa013
MÜSLÜMANLARIN KENDİLERİNE HAS
ENERJİ POLİTİKASI NASIL OLMALIDIR?
24 Kasım 2015 tarihinde Rus savaş uçağının Türkiye
tarafından düşürülmesinin ardından bir yaygara kopartıldı. Ya Rusya doğalgazı keserse diye başlayan cümleler
hayatın rahatlığına bağımlı hale gelmiş ruh halini bir anda
gözler önüne serdi. İslam akidesi ve bu akideden çıkartılmış hükümler insandan uzaklaştığında nasıl da menfaatperest ve nasıl da insan dışı bir hal aldığını açık bir şekilde
görmüş olduk. Bir tarafta dağlarda soğuktan donmak üzere olan ve üzerlerine bomba yağdırılan Suriyeli Türkmen
Müslümanlar diğer tarafta doğalgazı kesilir ise soğuk
suyla nasıl abdest alacağını düşünen ve hayıflanan Müslümanlar.
Müslümanlar
kâfirlerin
tasallutundan ve
aşağılamasından
kurtulmak istiyorsa
mutlak surette
kendilerine has bir
enerji politikası
üretmek zorundadır
Rusya’nın doğalgazı kesip kesmeyeceği tartışmaları
enerji politikalarını bir kez daha gündeme getirdi. Müslümanlar kâfirlerin tasallutundan ve aşağılamasından
kurtulmak istiyorsa mutlak surette kendilerine has bir
enerji politikası üretmek zorundadır. İşte bu gerçeği Köklü Değişim tarafından yayınlanan araştırma dosyasında
ele almıştım. Gündeme binaen tekrar hatırlatmakta fayda
olacağını düşünerek kısaltılmış halini sizlerin beğenisine
sunuyorum.
Doğalgaz
Dünya da enerji tüketiminde doğalgaz %23,8 oranla
petrol ve kömürün ardından üçüncü büyük paya sahip fosil yakıttır. 2011 yılı sonunda dünyadaki doğalgaz rezervlerine bakıldığında “80 trilyon m3 ile %38,4’ü Ortadoğu’da,
74,7 trilyon m3 ile %35,8’i BDT’nda ve Rusya’da, 16,8 trilyon
m3 ile %8’i Asya Pasifikte, 14,7 trilyon m3 ile %7’si Afrika kı-
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
11
tasındadır.”1 ABD dünya doğalgaz rezervlerinin %4’üne sahip
olmasına rağmen dünya doğalgaz üretiminin yaklaşık %20
’sini gerçekleştirmektedir. 2011 yılı sonu itibariyle dünyada
toplam 3,2 trilyon m3 doğalgaz üretilmiş, bu oranın 651 milyar m3’ünü ABD tek başına üretirken, Rusya 607 milyar m3’le
ikinci sıradadır. ABD’nin özellikle son yıllarda kaya gazı üretiminde birçok atılım gerçekleştirmesiyle önümüzdeki yıllarda
önemli bir gaz ihracatçısı olacağı öngörülmektedir.
Türkiye’de Doğalgaz, petrolde izlenen politikalara benzer
bir yapı arz etmektedir. Türkiye’de mevcut aramalar neticesinde yaklaşık 7 milyar m3 doğalgaz rezervinin vardır. Bu
rakamı Türkiye’nin yıllık tükettiği doğalgazla eşleştirildiğimizde oldukça küçük bir rakam olduğu ortaya çıkar. Türkiye
2011 yılı itibariyle 44 milyar m3 gaz tüketmiş bu gazın %58’i
Rusya’dan, %19’u İran’dan, %9’u Azerbaycan’dan, %9’u da
Cezayir’den, geriye kalan %3’ü ise farklı ülkelerden ithal edilmiştir. Toplamda tüketilen gazın %98’i ithal yolla karşılanmaktadır. İthal edilen gazın 2011 sektörlere göre dağılımı:
Elektrik %47.89, konut %25.64, sanayi %26.46’dır.
Türkiye’de genel enerji tüketiminin en büyük payı tamamına yakını ithal edilen doğalgaza aittir. Genel enerjideki
oranı %32’dir. UEA’nın 2011 son raporuna göre ülkelerin
2011-2035 yılları arasında enerji sektörüne toplam 38 trilyon dolar yatırım yapılacağı tahmin edilmektedir. Bunun 10
trilyon doları petrol sektörüne, 9,5 trilyon dolarının ise doğalgaz sektörüne yapılacağı ön görüsü mevcuttur. Bu bilgiler
ışığında özellikle küresel ve bölgesel devletlerin enerjiye ne
kadar büyük bir önem verdiklerini göstermesi açısından oldukça önemlidir.
Türkiye’nin petrol ve doğalgazdan yoksun olduğunu kabul etsek dahi ülkenin bulunduğu özel konumu itibariyle yani
dünya petrol rezervlerinin %65’i ve dünya doğalgaz rezervlerinin %70’inden fazlası Türkiye’yi çevreleyen Ortadoğu, Hazar Havzası ve Rusya Federasyonunda bulunmaktadır. Bu
doğrultuda, bu petrol ve doğalgazın dünya pazarlarına ulaştırılması hususunda çeşitli projeler geliştirilmiştir. Bunların belli başlı olanları şunlardır:
Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) ham petrol ana ihraç
boru hattı. Doğu batı enerji koridorunun en önemli
hatlarından biri olup bu proje 2006 yılında faaliyete
girmiş günlük yaklaşık 700 bin varil ham petrol, hazar havzasından Ceyhan terminaline taşınıp buradan dünya pazarına ulaştırılmaktadır. Bu hatta gerek Azeri gerek Kazak gerekse de Türkmen petrolü
sevk edilmektedir.
Uluslararası doğalgaz boru hattı projeleri
Samsun-Ceyhan ham petrol boru hattı projesi. Kuzey güney enerji koridoru olarak tasarlanan bu proje
özellikle Türkiye boğazlarının yılda milyonlarca ton petrolün
gemilerle taşınmasının ciddi tehlike oluşturmasından dolayı
ortaya konulmuş bir projedir. Fakat proje hala nihayetlenmemiştir. Bu konuda Rusya ile müzakereler devam etmektedir.
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
12 kasım
2015
Hazar-Türkiye-Avrupa doğalgaz boru hattı (DGBH) projesi. BTC boru hattına paralel olarak inşa edilen bu hat Hazar
bölgesi ülkelerinde üretilecek doğalgazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınmasını hedeflemektedir. Bu hattın yıllık
doğalgaz taşıma kapasitesi 20 milyar m3 olup doğu-batı
enerji koridoru açısından önemlidir. 2007 yılında (Şah Deniz Projesi, Bakü- Tiflis- Erzurum) hattı faaliyete girmiştir.
Türkiye-Yunanistan doğalgaz boru hattı (ITGI) projesi. 2007 yılında devreye giren bu proje, Güney Avrupa gaz
ringi hattının ilk ayağını oluşturmakta, Türkiye bu hatlarla
doğu-batı arasında bir köprü vazifesi görmektedir. Projenin
diğer ayağı olan Azerbaycan (Şah Deniz Faz II) ayağının
tamamlanmasıyla bu hat Yunanistan’dan İtalya’ya uzanacaktır.
Nabucco doğalgaz boru hattı projesi. Ortadoğu ve Hazar bölgesi doğalgaz rezervlerini Avrupa pazarlarına ulaştırmayı ön gören bu proje, Türkiye-Bulgaristan-Romanya–
Macaristan ve Avusturya güzergâhlarını içine almaktadır.
Hattın uzunluğu 4.000 km olup yılda yaklaşık 30 milyar m3
doğalgaz taşınması ön görülmektedir. Proje yatırım maliyeti 8 milyar Euro’dur. Bu projenin 2017 yılında ilk kapasitesinin devreye alınması ön görülmekte fakat şu ana kadar bu
proje hayata geçirilememiştir. Bu hatta paralel olarak Rusya’nın Güney Akım projesini ortaya koyması Nabucco’nun
hayat bulmasının önündeki en büyük engel olarak durmaktadır.
Trans Anadolu doğalgaz boru hattı (TANAP) projesi. Şah
Deniz II havzasından çıkan doğalgazın Türkiye üzerinden
Avrupa’ya transit taşınması ön görülmektedir. 2012 yılında
Türkiye-Azerbaycan arasında imzalanan anlaşmayla projenin 2018’de hayata geçirilmesi hedeflenmektedir.
Irak-Türkiye doğalgaz boru hattı projesi. Irak doğalgazının Türkiye ve Avrupa’ya taşınması hedeflenmektedir. Bu
doğrultuda 2009 yılında Türkiye ve Irak arasında bir mutabakat zaptı imzalanmış, bu zapta göre Irak doğalgazı önce
Türkiye’ye sonra da Türkiye üzerinden Ceyhan’a kurulacak
LNG terminali vasıtasıyla Avrupa’ya ve dünya pazarlarına
taşınması hedeflenmektedir. Proje hayata geçerse yıllık 12
milyar m3 gaz taşınmış olacaktır.
Türkiye 2005-2012 yılları arası enerji ithaline toplamda 313 milyar dolar para harcamıştır.
Bu kadar önemli enerji kaynaklarının bulunduğu
bir çevrede olan Türkiye, özel konumunun sağladığı
onlarca avantaj enerji hattı projesine ev sahipliği yapmasına rağmen, enerjinin Türkiye’de hâlâ en önemli
sorun olarak durması bu enerji koridorunu kullanamadığının göstergesidir.
Uluslararası doğalgaz boru hattı projeleri
İSLÂM DÜNYASI VE ENERJİ
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
İslâm beldeleri, bir asrı aşkın bir süredir sömürgecilik çatışmasının
merkezi olmuştur. Zira sanayileşme için esasi olan enerji kaynakları açısından zengin bir yerdir. Bununla birlikte İslâm beldelerine üstünkörü bir
bakış, ne yazık ki çelişkilerle dolu bir tablo ortaya koymaktadır. İslâmî
toprakların sahip olduğu kuvvetler özetle şöyledir:
- Dünya petrol rezervlerinin %70’i, yani dünyanın geri kalan rezervlerinin toplamının iki katı İslâm beldelerindedir.
- Dünyanın günlük petrol talebinin %42’si İslâm beldelerinden karşılanmaktadır.
- Dünya doğalgaz rezervlerinin %54’üne sahiptir.
- Dünyanın en büyük petrol sahası olan Ğavâr petrol
sahası Suudi Arabistan’dadır.
- Dünyanın en büyük doğalgaz sahası olan Güney
Fars yataklarının kuzey kesimi İran ve Katar’dadır.
- İran dünyanın en büyük doğalgaz rezervine sahip ülkedir. Dünya toplam
doğalgaz rezervinin % 15’i
İran’dadır.
- Şuaybe enerji santrali
ve rafineri tesisleri; Suudi
Arabistan’daki petrol yakıtlı
bir CCGT (kombine doğalgaz çevrim türbini)2 enerji
ve rafineri kompleksidir ve
dünyanın en büyük fosil yakıtlı enerji santrali ve dünyanın üçüncü büyük entegre
su ve enerji tesisidir.
- Kazakistan, Avustralya’dan sonra dünyanın en
büyük uranyum üreticisidir
ve yine Avustralya’dan sonra dünyanın en büyük uranyum rezervlerine sahiptir.
Kazakistan tek başına dünya uranyum rezervlerinin
%20’sine sahiptir.
- Pakistan, resmî olmamakla birlikte ABD’den sonra dünyanın en büyük kömür rezervlerine sahiptir. Sind eyaletindeki Thar kömür sahası,
dünyanın en büyük kömür sahasıdır.
- 1972’de kurulan Brunei sıvılaştırılmış doğalgaz tesisi, dünyanın en
büyük sıvılaştırılmış doğalgaz tesisidir.
- Katar, Endonezya ve Malezya, dünyanın en büyük sıvılaştırılmış doğalgaz ihracatçısıdırlar.
www.kokludegsimdergisi.com
2015
13
KÖKLÜ DEĞİŞİM
14 kasım
2015
İslâmî topraklar, sahip olduğu bu muazzam kuvvetlere rağmen
pek çok yere elektrik ulaştıramamış derme-çatma bir enerji altyapısına sahiptir. Suudi Arabistan ve Körfez devletleri gelişmiş enerji altyapılarına sahip oldukları halde halklarının çoğu fakirlik içinde
yaşamaktadır. Basra Körfezi ve Hicaz’daki enerji altyapısının önemli
bir kısmı İngiltere ve Amerika tarafından kurulmuş, oldukça kısıtlı bir
teknoloji transferi yapıldığı için bölge ağırlıklı olarak Batı’ya bağımlı
hale getirilmiştir.
Dikkat etmek gerekir ki her petrol aynı değildir. İncelik-kalınlığı ve
kimyasal bileşimi açısından bölgeden bölgeye farklılık göstermektedir. Ortadoğu’dan pompalanan petrol, kalite açısından tercihe şayandır. Çünkü ham petrolün hafif “sweet” (kükürtsüz) türünden olduğu
için çıkarılması nispeten daha kolay, rafine edilmesi daha ucuzdur.
Tam aksine Hazar havzasından çıkarılan daha ağır olan ham petrolün çıkarılma ve rafine edilme maliyeti hem daha fazla hem de çevre
kirleticidir.
En büyük enerji servetlerine sahip İslâm beldeleri Ortadoğu ülkeleridir. Özellikle İran ve Katar’ın son derece muazzam doğalgaz
rezervleri vardır. Endonezya petrol üretiminde 1970’lerde pik yapmış olsa da dünyanın en büyük sıvılaştırılmış doğalgaz ihracatçıları
arasındaki yerini korumaktadır. Nijerya, Çad ve Gambia’nın da kayda
değer petrol ve doğalgaz rezervleri vardır ancak kıyıdan uzak derin
deniz kuyularında hapsolma eğilimi göstermektedir. Türkiye ve Pakistan nispeten fakir petrol kaynaklarına sahip olsalar da Pakistan’ın
henüz çıkarılmamış muazzam doğalgaz ve kömür rezervleri vardır
ve Türkiye’nin de keşfedilmeyi bekleyen muazzam rezervleri olduğu
sanılmaktadır. Orta Asya ve Hazar havzaları, Ortadoğu’ya alternatif
kaynaklar olarak yansıtılmış olsa da oradaki kaynakların çıkarılmasındaki meşakkatler, pek çok özel şirketin yatırımdan çekinmesine
neden olmuştur. Kazakistan ve Azerbaycan’da muazzam petrol ve
doğalgaz rezervleri vardır, ardından Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan gelmektedir.
Petrol üretiminin artmaya devam etmesine ve tüketimin yükseliş trendinde olmasına rağmen, dünya çapında son 30 yılda oldukça
az sayıda rafineri tesisi kurulmuştur. Dünyanın en büyük petrol rezervlerine -ki bu %61 civarındadır- sahip ve dünya petrolünün %31’ini
pompalayan Ortadoğu bölgesi, petrolün yalnızca %8’ini rafine edebilmektedir. Artan petrol talebine rağmen dünya petrolünün %76’sı,
oldukça az petrole sahip bölgelerde rafine edilmektedir. ABD dünya
petrolünün %20’sini, Avrupa %22’sini ve Uzakdoğu %27’sini rafine etmektedir.
Sonuçta İslâm beldeleri petrolde aslan payına sahip olduğu halde petrolü rafine etmekten aciz kaldığı, o nedenle petrolün çoğunu
Uzakdoğu ve Avrupa’ya rafine edilmek üzere pompalayıp sonra elde
edilen petrol ürünleri İslâm dünyasına yeniden satıldığı için bu kadar
rezerve sahip olmak esas itibariyle işe yaramaz hale gelmektedir.
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
Hilâfet Devleti’nin Enerji Politikası
İslâm âleminin sanayileşmekten aciz durumda oluşunun,
madenî servetlerinin avantajını değerlendiremiyor oluşunun
asıl sebebi Müslümanların başındaki yöneticilerin Müslümanların bu düşük durumunu yükseltmeye dönük hiçbir
istek ve niyete sahip olmamasıdır. Bu yönlendirme eksikliği, ortaya çelişkilerle dolu bir İslâm âlemi çıkarmıştır. Suudi
Arabistan, petrol kaynaklarının muazzam miktarına bakılırsa
bugün dünyanın süper güçlerinden biri olmalıydı. Oysa isteksizlik ve yabancı müdahale sonucu Suudi Arabistan, başlangıçta İngiltere, şu anda ise Amerika etrafında dönen bir uydu
devlet haline gelmiştir. Tıpkı diğer devletçikler gibi…
İslâm Halife’ye Ümmet’in işlerinin sorumluluğunu üstlenmesini emretmiş, bu hususta onun hesaba çekileceğini bildirmiştir. Pek çok Kur’an ayetinde Allah Subhanehû ve Teâlâ
Ümmet’e İslâm’ı tüm dünyaya yaymalarını, insanları küfrün
ve zulmün karanlıklarından İslâm’ın aydınlığına çıkarmalarını
emrederken diğer pek çok ayet de İslâm Ümmeti’ni, bu karakterlere uygun olmak üzere insanlar için çıkarılmış en hayırlı
Ümmet kılmıştır. İslâm’a davet, küresel olarak bir kuvvetlilik
imajı projeksiyonuyla gerçekleştirilir. Öyle ki Ümmet üzerinde plan ve entrika kuranlar, onun “saldıralım mı, saldırmasak
mı acaba?” dedirtecek caydırıcı gücünü hesaba katmadan
kımıldayamasınlar. Bu yöndeki birçok ayet Hilâfet Devleti’nin,
tüm vatandaşları için ulaşılabilir kılmak amacıyla enerji kaynakları üzerinde hâkimiyet sahibi olmasını gerektirmektedir.
Enerji Politikası
Petrol ve doğalgaz dünyanın en önemli emtialarıdır. Modern hayattaki motorlar, günümüz toplumlarının fonksiyonel
her alanıyla bağlantılı hâle gelmiş durumdadır. Sanayileşme
oranı ise enerjiye ulaşılabilirlik oranına bağlıdır. Hatta modern tarım alanları dahi, üretilen gübre yoluyla doğalgaza
bağımlıdır. Fakat petrol ve doğalgaz sınırlı kaynaklardır ve
yenilenebilir değildir. Toplum yaşamı için kaçınılmazdır. Bu
da maslahatları gereği bunların toplum tarafından paylaşılması ve özelleştirilmemesi gerektiği anlamına gelmektedir.
Hilâfet’in enerji politikası, aşağıdaki realiteler göz önünde
bulundurularak benimsenecektir:
- Enerji sanayileşme için kaçınılmaz olduğundan Hilâfet’in
enerji politikasına bakışı bu yönde olacaktır. Yani enerjinin en
fazla tüketiminin gerçekleştiği yer olan sanayinin hızlı, büyük
ve de her alanı kapsayacak çeşitlilikte olmasının en önemli
basamağını oluşturan enerjinin kesintisiz, güvenli, hızlı ve
de en az maliyetle üretilmesi meselesi hayati öneme sahip
olacaktır. Bu meyanda ister İslâm coğrafyasının farklı bölgelerinden çıkarılan, çıkarılabilecek kömür, uranyum, toryum
gibi kaynakların birinci elden enerjide kullanılması meselesi
olsun, isterse petrol, doğalgaz gibi kaynakların ihtiyaca göre
ikinci derecede enerji elde edilmesinde kullanılması meselesi olsun, isterse de alternatif enerji kaynaklarının doğrudan
kullanımını sağlamak amacıyla bu kaynakların verimliliğini
15
İslâm Halife’ye
Ümmet’in işlerinin
sorumluluğunu
üstlenmesini
emretmiş, bu
hususta onun
hesaba çekileceğini
bildirmiştir. Pek
çok Kur’an ayetinde
Allah Subhanehû
ve Teâlâ Ümmet’e
İslâm’ı tüm dünyaya
yaymalarını,
insanları küfrün
ve zulmün
karanlıklarından
İslâm’ın aydınlığına
çıkarmalarını
emrederken diğer
pek çok ayet de
İslâm Ümmeti’ni,
bu karakterlere
uygun olmak
üzere insanlar için
çıkarılmış en hayırlı
Ümmet kılmıştır
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
16 kasım
2015
yükseltip bunlardan maksimum düzeyde istifade edilmesi meselelerinin tamamı özellikle
oluşturulacak ağır sanayi bölgelerine enerji temin etmek adına, tamamından en yüksek değerden istifade edilecektir.
- Enerji yurtiçi pek çok ihtiyaç için vazgeçilmez olduğundan Hilâfet Devleti’nin, İslâm beldelerindeki mevcut enerji altyapısını inşa etmesi gerekecektir. Sanayi’nin temel unsurlarından olan, ısıtma, soğutma, aydınlatma, ulaşım gibi fonksiyonel olan enerjinin yeterli, sağlıklı,
zamanında ihtiyaca cevap verebilmesi mutlak suretle güçlü bir enerji alt yapısının inşasıyla
mümkün olacaktır.
Bunun için öncelik olarak enerji ihtiyacı olan bölgelerin, bölgede bulunan su, kömür, rüzgâr gibi kaynaklardan yararlanması amacıyla baraj, santral, panel, kolektör gibi enerji üretim
istasyonlarının yapılıp buralardan üretilen enerjinin dağıtımının en verimli olması ve bununla
ilgili her türlü araç gereç, mühendislik, teknik donanımın hazırlanması sağlanmalıdır. Ayrıca
ileri teknoloji isteyen nükleer santrallerin kurulumu için yetişmiş kalifiye insan gücü temini,
kullanılacak malzemelerin ihtiyaca cevap verebilecek kabiliyette olmasının tedariki, hammaddenin devamlı ve güvenli bir şekilde olması için, güçlü organizasyonların oluşturulması gibi
her alanı kapsayacak çalışmaların yapılması elzemdir. Yine bölgede bulunan her türlü kaynağın en zararsız ve en doğru şekilde kullanılması için gerekli araştırma geliştirme çalışmaları
için her türlü donanımın hazırlanması Hilâfet Devleti’nin bütün kaynaklarını en doğru ve etkili
kullanabilme adına enerji alt yapısının uzun vadeli, istikrarlı, güvenli bir zemine oturtulması
gerekecektir. Bu alt yapı batıdaki gibi merkezî bir sistemi ön görmeyecek, çünkü bir saldırıda
tüm sanayi, aydınlatma, ısıtma, soğutma gibi alanlar felce uğrar ki bu hiçbir şekilde kabul
edilebilir olmaz. Yine bugün tamamıyla İslâm coğrafyasındaki gibi bir düzensizlik de olmayacaktır. Çünkü belli bölgeler sadece sanayi merkezleri haline getirilirken buraların ihtiyacı olan
enerji yüzlerce hatta binlerce km uzaktaki bölgelerden temin edilmekte, bu durum enerjinin
verimli kullanılması adına ciddi problemler oluşturmaktadır. Her bölgede, yörede buraların
ihtiyacı olan enerjinin karşılanması adına yerel enerji hatları oluşturmak, Hilâfet Devleti’nin
enerji alt yapısındaki önceliği olacaktır.
- Petrol ve doğalgaz; hammadde, plastik türevler, tarım, petrokimya gibi şu anda başka alternatifleri olmayan zorunlu kullanım alanları için tahsis edilecektir. Kurulacak Hilâfet Devleti’nin enerji kaynakları muazzam derecede çeşitli olacağı için bunlar gerek fosil yakıtlar olsun
gerekse de yenilenebilir kaynaklar bakımından olsun enerji temininde oldukça fazla alternatif
sunacaktır. Bu kaynakların kullanımı, ihtiyaç, kaynağın stratejik önemi gibi özellikler dikkate
alındığında petrol ve doğalgazdan enerji elde etmekten ziyade bu kaynakların olmaması veya
tükenmesi durumunda birçok alanda sıkıntı baş göstereceği göz önünde bulundurularak,
özellikle petrol gibi, kullanım alanı çok geniş olan, taşıtların yakıtından sağlığa, tarım, temizlik
ürünleri, ulaşım gibi birçok alanda öncelik bu alanların doyurulması olacaktır. Enerji elde etme
noktasında diğer alternatifler devre dışı bırakılarak petrolden enerji elde etme yoluna gitme
isabetli bir siyaset olmayacaktır.
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
Dünya devletleri
için stratejik
öneme sahip
kaynaklar
Hilâfet Devleti
tarafından siyasi
ve iktisadi bir
güç olarak
kullanılacaktır.
17
- Petrol ve doğalgaz, şu anda esas olarak bunlara dayalı mevcut teknolojiler olan taşımacılık ve enerji üretimi için de kullanılacak, ancak alternatifleri araştırılacaktır. Bu yaklaşım, Hilâfet’in bu kaynaklardan daha
sürdürülebilir bir istifade ile yararlanmasına, gelir elde etme bakımından
petrol satışının esnekliğini sağlamasına ve İslâm’a sempatiyle bakıp
kucak açmalarına imkân vermek üzere diğer halklara destek olmasına
yardımcı olacaktır. Bugün petrolün enerji elde etme dışında özellikle
ulaşımda da yoğun bir şekilde kullanılması petrol tüketimini daha da
hızlandırmaktadır. Kurulacak Hilâfet Devleti özellikle ulaşım noktasında araçlarda yakıt olarak petrol ve doğalgaza alternatif olan elektrik
enerjisi, yine bugün gemilerin hareketini sağlayan nükleer yakıtın, tüm
ulaşım araçlarında kullanılabilmesini sağlama vb. çalışmaların yoğunlaştırılmasına yönelik çalışmalar yapılacaktır. Tabii ki ihtiyacın kaçınılmaz olduğu yerlerde petrol ve doğalgazdan enerji üretilecektir. Petrol
ve doğalgazın yerinde kullanılması elbette İslâm Ümmeti’ne fazlasıyla
yetecek duruma gelecektir. Dünya devletleri için stratejik öneme sahip
bu kaynaklar Hilâfet Devleti tarafından siyasi ve iktisadi bir güç olarak
kullanılacaktır.
Allah’ın izniyle kurulduğu zaman Hilâfet Devleti, daha ilk günden itibaren üç temel sıkıntıyla karşılaşacak, bunlarla başa çıkması gerekecek
ve Hilâfet’in enerji politikasını bu eksen belirleyecektir:
1. Hilâfet Devleti, daima muharip konumda bulunması itibariyle kuvvetle muhtemelen hızla sanayileşen bir devlet olacak, bu da enerji kullanımını kritik önemde tutacaktır.
2. ABD’nin ve dünyanın küresel güç çıkarlarının, hâkimiyetinin korunması adına kuvvetle muhtemelen askerî saldırı durumu söz konusu
olacaktır.
3. Sanayileşme oranı, enerjiye ulaşılabilirlik oranına bağlı olduğu için
pek çok İslâm beldesindeki oldukça zayıf enerji akımı ve elektrik altyapısı, ağır sanayilerin ihtiyaçlarını karşılayacak baz yükünü (minimum
enerji ihtiyacını) temin edebilecek hale getirilmeyi gerektirecektir. Üstelik İslâm beldelerinin pek çoğunda yerel ve ulusal şebekelerin merkezî
yapısı, elektrik santrallerine düzenlenebilecek muhtemel bir saldırıda
çoğu yeri elektriksiz bırakabilecektir.
Birinci sıkıntı, ancak Hilâfet Devleti’nin petrol, doğalgaz ve diğer enerji kaynaklarını bizatihi tedarik etmeyi güvence altına almasıyla aşılabilir. Şayet Hilâfet Devleti, Ortadoğu dışında başka bir yerde kurulursa,
başlangıçta enerji tedarikini güvence altına almakta birtakım zorluklarla karşılaşmaya başlayacaktır. Bir örnek verelim, Bangladeş’in mevcut
doğalgaz rezervleri, şu anki tüketim oranlarına göre önümüzdeki 40 yıl
ülkeye yetecek tedarike sahiptir, ancak Hindistan ile ihracat anlaşmasının gerçekleşmesi halinde bu süre 12 yıla düşecektir. Mevcut rezervler,
mevcut durumdan daha hızlı boşalacaktır. Buna benzer sebeplerden dolayı hem Venezuela’da Hugo Chavez, hem de Rusya’da Vladimir Putin,
kaynakları için böyle bir millileştirme politikası izlemişler, kaynaklarını
Batı’ya pompalamaktan ziyade ülkenin ekonomik kalkınmasına yönlendirmişlerdir.
İlk andan itibaren petrolün kullanımı, silahlı kuvvetlere, petrokimya
endüstrilerine, taşımacılık, havacılık ve tarımsal üretime tahsis edilecektir. Hâlihazırda dünya çapında taşımacılığın %90’ının petrole bağımlı
olduğu dikkate alınırsa alternatif taşımacılık imkânlarının geliştirilmesi
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
18 kasım
2015
gerekecektir. Bu, kamu araçlarının ve kişisel otomobillerin sıvılaştırılmış doğalgaz (CNG) kullanımını da
içermektedir. Pakistan’ın yaklaşık 25,1 trilyon ft3 (feetküp) ispatlanmış doğalgaz rezervleri vardır. Dünyanın doğalgazlı araç kullanıcılarının en fazla olduğu
yarışta Brezilya ve Arjantin’i geride bırakan Pakistan,
sıvılaştırılmış doğalgazla (CNG) çalışan araçların en
fazla bulunduğu ülke olmuştur.
Bu da gaz rezervlerinin enerji sektörleri için değil
taşımacılık için korunması gerektiği anlamına gelmektedir. Böylelikle elektrik üretimi, kömür, nükleer
enerji ve yenilenebilir kaynaklara bağlı hale getirilmiş
olur. Öte yandan Hilâfet Devleti’nin, muazzam enerji
programı için nükleer enerjiyi kullanması gerekecektir. Çünkü nükleer enerjide Hilâfet’in yeni sanayi
alanlarının gereksinim duyacağı
masif enerji üretim kapasitesi
vardır. Yukarıda da belirttiğimiz
üzere enerji kaynaklarının çeşitliliği ve bolluğu Hilâfet Devleti’nin
sanayisi ne kadar genişlerse genişlesin tamamına sorunsuz bir
şekilde enerji sağlamaya kadir
potansiyele sahiptir.
Böylesi bir politika, Hilâfet
Devleti’nin karşılaşabileceği diğer
sıkıntılarla daha fazla başa çıkabilmesini mümkün kılacaktır.
Amerika daha geniş bir alanla uğraşmak durumunda
kalacaktır. Yine Müslümanların başındaki yöneticiler
tarafından Amerika’nın hizmetine sunulmuş çok sayıda üs bulunduğu, bu tür tedarik hatlarının kesilmesi
halinde Amerika’nın hareket kabiliyetlerinin oldukça
kısıtlanabileceği de göz önünde tutulmalıdır.
Böyle bir saldırı olsa dahi İslâm Ümmeti birlik
beraberliği ile ellerindeki imkânları kullanarak onları caydıracak güce sahiptir. Nitekim Afganistan’da,
Irak’ta her türlü iğrençlikler yapılmasına rağmen
kâfirlerin Müslümanların ortaya koyduğu irade sayesinde nasıl aciz kaldıklarını biliyoruz. Yine bu Ümmet’in ecdatları, sayı, silah bakımından çok daha
zayıf oldukları dönemlerde dahi
bugünkü kâfirlerin ecdatlarına
nasıl korkular saldıklarını, Müslümanlar da, kâfirler de çok iyi
bilmekteler.
Hilâfet,
kurulduğu
ilk günden
itibaren merkezî
olmayan bir
enerji altyapısı
inşa etmek
durumunda
olacaktır
Hilâfet, kurulduğu ilk günden itibaren merkezî olmayan
bir enerji altyapısı inşa etmek
durumunda olacaktır. Merkezî
olmayan altyapıda, çok sayıda
küçük çaplı santraller yoluyla
yerel enerji üretimi önceliklidir.
Merkezî şebekede ise bunun
aksine tüm ülke az sayıda ancak büyük çaplı santrallere bağımlıdır.
İkinci sıkıntı olarak AmeriMerkezî enerji altyapısına
ka’nın saldırması ihtimali elbette
nispetle, merkezî olmayan enermevcuttur. Nitekim dünyadaki
ji altyapısının Hilâfet Devleti’ne
en büyük rezerv olan Körfez petrolü ve doğalgazı, kazandıracağı pek çok avantaj vardır:
ABD’nin stratejik varlıkları olarak ilk kez tehdit edil- Hilâfet, genişleyen bir devlet olacaktır. Bilhassa
miş olacaktır. Hatırlanmalıdır ki Amerika’nın bir dizi
genişlemeyle birlikte enerji santrallerinin talep gelen
füzeler kullanarak uzun süreli bir saldırıya geçme kayerlerden uzaklığı arttıkça şebeke ağlarının genişlepasitesi vardır.
tilmesi daha zor, daha pahalı ve daha verimsiz olaAncak bu ikilemin kestirme bir cevabı yoktur. caktır.
Hilâfet Devleti, böylesi bir saldırının gerçekleşme ih- Hilâfet Devleti, kuvvetle muhtemelen yabancı bir
timallerini sıfıra indirmeye çalışacaktır. Bu da Hilâfet
saldırıya maruz kalacak; bu durumda merkezî olmaDevleti’nin özellikle Ortadoğu bölgesinde neşet etme
yan şebeke sayesinde yerel enerji üretimi bölgesel
durumu söz konusu olursa, yüz milyonlarca Müslüçapta yeniden başlatılabilecek, herhangi bir bölgede
man’ın desteğini alacak olması, bölgenin özellikle
enerji kesintisi yaşansa da diğer bölgelerde enerjinin
enerji kaynaklarının odağında olması, bu kaynakların
sürekliliği daha kolay sağlanabilecektir.
kontrolünün sağlanması başta ABD olmak üzere eko- İslâmî toprakların çoğunda, nüfusun büyük bir
nomilerinin tamamı borsaya dayalı ülkelerde çok büyük krizlere yol açacağından, onlar da kendi içlerinde oranı kentlerden ziyade kırsalda yaşamaktadır, dobirçok problemle uğraşmak durumunda kalacaklar layısıyla merkezî olmayan enerji altyapısı, günümüz
ki, bu da onları saldırı düşüncesini bir kez daha göz- dünyasında görülen yoğun nüfuslu mega şehirlerin,
den geçirmek durumunda bırakacaktır. Yine oldukça metropollerin veya şehirlerin birleştiği genişlemelesüratli ilhak ve genişleme politikası izlenmesiyle, rin ortaya çıkmasını önleyecektir.
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
19
- Yerel şebekeler, enerjiden mahrum bölgelere elektrik sağlamasında
anahtar faktördür.
- Uzun mesafelere enerjinin gönderilmemesi sayesinde daha büyük
elektrik santrallerine, ağır sanayi kompleksleri ve hassas tesislere güvenli
bir tedarik imkânı kazandıracaktır.
Şebekenin stabilizesi, kombine doğalgaz çevrim türbinleri (CCGT)
ve kömür sayesinde baz yük üretimiyle güvence altına alınacak, Hilâfet
Devleti nükleer enerji alanında ilerledikçe doğalgazın rolü sınırlanacaktır.
Fakat dikkat edilmelidir ki nükleer enerji mümkün olan en stabil baz yük
üretim yolu olsa da, nükleer enerji santrallerinin kurulum ve söküm maliyetleri, aşırı derecede pahalıdır. Sanayileşme güçlendikçe, Hilâfet’in enerji
tüketim hızı artacak, bu ihtimalle baş edebilmek üzere Hilâfet Devleti’nin
alternatif enerji kaynaklarına dönük bir araştırma politikası geliştirmesi
gerekecektir.
Merkezî olmayan şebeke sayesinde yerel enerji üretimi, yenilenebilir
kaynakların kullanımı yoluyla da sağlanabilecektir.
Yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı, kullanılacağı bölgenin iklimsel ve coğrafi koşullarına bağlıdır. Rüzgâr, yenilenebilir teknolojilerin
en olgunu iken, biyokütle üretimi en istikrarlı olanıdır. Merkezî olmayan
bir şebekede en ideal çözüm, her yapının kendi enerji kaynağına sahip olmasıdır. Bu da Hilâfet Devleti’nin benimseyeceği yapı inşaat standartları
yoluyla sağlanabilecek, inşa edilecek her yeni yapı, güneş enerjisi, kombine ısı ve elektrik birimleri gibi mikro jeneratörler yoluyla kendi enerji ihtiyacının belirli bir yüzdesini üretmek zorunda kalacaktır. Nitekim Pakistan,
Bangladeş, İran, Türkiye daimi akarsuları ve yeryüzü şekillerinin uygunluğu sayesinde muazzam hidroelektrik potansiyelleri, Endonezya ve Malezya’nın muazzam rüzgâr enerjisi potansiyelleri ve aynı zamanda Ortadoğu’nun muazzam bir güneş enerjisi potansiyeli vardır. Dünyada güneşten
elde edilecek enerji, tüm fosil yakıtların sağlayacağı enerjiden fazla bir
potansiyel barındırmaktadır. Fakat bu muazzam enerji kaynağından yararlanmanın bugün çok düşük değerlerdedir. Özellikle Ortadoğu’nun coğrafi
konumundan dolayı güneş her zaman yüksek açıyla gelmekte ve çöller
güneş enerjisi yönünden oldukça büyük bir potansiyeli bünyesinde barındırmaktadır. Sadece bu kaynakların kullanılması gerekmektedir ki bunu
da Hilâfet Devleti en verimli şekilde kullanacaktır. Tüm bu potansiyellere
rağmen elbette kurulacak devletin ilk aşamada bir takım sıkıntıları olacak
fakat devlet ve tebaanın birlikteliği, ortaya çıkacak tüm olumsuzlukları en
kısa sürede ortadan kaldırabilecektir. Yine her bölgede kullanılabilecek
enerji kaynakları çeşitliliği, yerel enerji santrallerinin kurulumunu oldukça
kolaylaştıracak, buraların ihtiyacı olan enerji çok kısa sürede temin edilebilecek ki bu da üretimin kesintisiz bir şekilde devamını sağlayacaktır.
1
Kaynak: BP Stalistical Review of World Energy June 2012
2
Kombine doğalgaz çevrim türbini (Combines cycle gas türbine - CCGT): Elektrik üreten
bir türbindir ve açığa çıkan atık ısı, fazladan elektrik üretmek üzere buhar türbininde buhar üretmek
için kullanılmak suretiyle etkinlik ve verimlilik katlanmış olur.
MÜSLÜMANLARIN KENDİLERİNE HAS
ENERJİ POLİTİKASI NASIL OLMALIDIR?
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
20 kasım
2015
ÖNCEKİLER GİBİ YENİ ANAYASA DA
MEŞRU OLMAYACAK!
MURAT SAVAŞ
[email protected]
facebook.com/murat.savas.7121
1 Kasım seçimleri sonrası mecliste çoğunluğu ve tek başına iktidar olmayı bir kez daha elde eden AK Parti, daha hükümeti kurmadan ilk olarak başkanlık sistemi ve yeni anayasa
konusunu gündeme getirdi. Zira 7 Haziran seçimleriyle birlikte
bunun kendilerine verilmiş son fırsat olduğunu görmüş oldular.
Beş aylık bu süreçte AK Parti güvenlikçi politikalarla
ve milliyetçi söylemlerle direkten dönen iktidarlık fırsatını yeniden elde etti. AK Parti anayasa değişikliği
yapmak için ezici çoğunluğu (367) elde edemese de,
artık bu amacın gerçekleşmeyeceğinin farkında olup,
referandum yoluyla bu dönem anayasayı değiştirmek
gerektiğini anladı. Bu vesileyle anayasanın değişmesi
gerekip-gerekmediği, anayasa ve yasa yapma keyfiyeti, anayasa ve yasaların kaynağının ne olması gerektiği ve anayasayı yapma ehliyetinin kimde olduğu gibi
konularda kamuoyuna aydınlatıcı fikirler sunmak bir
gereklilik olmuştur. Bu maddelerin her biri ayrı bir makale konusu olmakla birlikte özlü bir şekilde bu konularda bir bakış kazandırmak için bu makalede hepsini
ele almaya çalışacağım.
Anayasanın kaynağı ne
olmalı konusu esasında
diğer konuları da
açıklığa kavuşturacak
nitelikte bir konu olup
hak ve bâtılı, meşru ve
gayrimeşru olanı birbirinden ayırt edecek
esasi bir konudur
Öncelikle belirtmek isterim ki anayasanın kaynağı
ne olmalı konusu esasında diğer konuları da açıklığa kavuşturacak nitelikte bir konu olup hak ve bâtılı,
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
meşru ve gayrimeşru olanı bir-birinden ayırt edecek esasi bir konudur.
Bu nedenle öncelikle bu konu üzerinde durmak istiyorum. Malumdur
ki kanun devlet otoritesinin insanları uymak zorunda bıraktığı emridir.
Anayasa ise kanunla aynı anlamda olup devletin yönetim şeklini, organlarını ve her bir organın yetki ve sınırlarını belirten, diğer yasa ve kanunları kapsayıcı nitelikte olan yasaya deniyor. Devlet otoritesinin insanları
uymak zorunda bıraktığı emri eğer genel hükümlerden ise anayasa, özel
hükümlerden ise kanun olarak isimlendirilir. Hiçbir yasa ve kanun anayasaya aykırı olamayacağı gibi her biri de bizatihi anayasaya dayanmak
zorundadır. Yasalar ticaret, sanayi, ziraat ve denizcilik gibi ekonomik konularda olduğu gibi evlenme, boşanma, velayet, nafaka ve mihr konuları
gibi kadın-erkek ilişkilerinden olan içtimai hayat hakkında ve bunun gibi
hayatın tüm alanlarında olur. Meseleye daha da özlü bakacak olursak,
yeme-içme, giyinme, ahlak, itikat ve ibadet, muamelat ve ukubat gibi insandan sadır olan sorunların toplumsal düzene entegre bir şekilde ve bizatihi bu toplumsal düzenin keyfiyetini çözümleyen cevaplardır yasalar.
Burada anahtar mesele insanın açlıklarını nasıl duyurması gerektiği
konusudur. Çünkü yasalar insan odaklı ve onun açlıklarının doyum keyfiyetini belirleyen nitelikte olurlar. Askıda kalacak pratiksiz yasa olmayacağı gibi insani ameli hedef almayan yasa da olmaz. Buna göre yasa
yapmaktan kasıt insana ait açlık ve ihtiyaçların oluşturduğu sorunları
çözmektir. Öyleyse insanın açlıklarını nasıl doyuracağı ya da ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağı noktasında çözümleri kimin koyacağı önemlidir.
Bu konuda insan aklı değişkenliğe, ihtilafa ve çelişkiye düştüğü gibi
vakıalar hakkında hüküm verirken yaşadığı çevrenin etkisine de maruzdur. Ön bilgi ve hissinin artmasıyla meseleye verdiği hüküm de değişir.
Halet-i ruhiyesine göre vakıalar hakkındaki verdiği hüküm bazen ihtilaflı
olurken bazen de çelişkili olur. Zira insan duygusal bir varlıktır ve sık-sık
duygularını esas alarak hüküm verdiği bilinen bir şeydir. Velev ki duygularından tamamen soyutlanmış olsa bile –ki bu mümkün değildir- akıl
ön bilgi ve his noktasında sınırlıdır. Bu yüzdendir ki insan aklına dayalı
anayasa ve yasalar bir türlü sabite olamamış ve elbise değiştirir gibi
değişime maruz kalmıştır. Yasanın kendisinin adil olup olmadığı ayrı bir
konu, bir yasanın bazı kimseler üzerine uygulanırken bir anda alınan bir
kararla değiştirilen yasa sebebiyle aynı tür fiillerde bulunan bazı kimselere uygulanmaması bizatihi adaletsizliğin kendisidir. Bunun içindir
ki yasa ve anayasa sadece insanı en iyi tanıyan Allah Azze ve Celle’nin
indirdiği şer-i hükümlerden alınmalıdır. Yani anayasa ve kanunların kaynağı Allah’ın dinine dayanmalıdır ki değişiklik, ihtilaf ve çelişki olmasın.
Çevre faktörü ve duygularla hareket etmek söz konusu olmasın. Böylece, anayasa ve kanunlar insanların sükût edip boyun bükeceği merciden
kaynaklanıp meşru olsun…
Meşru demişken belirtmekte fayda var. Bir şeyin meşru olabilmesi
ancak ve ancak onun Şar-i’den gelmesiyle olur. Meşru kelimesi ‘Şar-i’
kökünden gelmekte olup Şer-i hüküm olan, yani Şar-i’den gelen anlamındadır. Her ne kadar TDK ve Ekşi sözlük gibi bazı sözlüklerde meşru kelimesi “Yasaya ve dine uygun olan, toplumun yanlış karşılamadığı şey”
şeklinde ifade edilse de bir şeyin meşruluğu sadece dine yani İslam’a
uygun olmasıyla ölçülebilir. Nitekim eğer yasanın kaynağı din değilse
çoğu zaman yasaya uygun olan dine uygun olmaz. Örneğin zina yasalara uygun olarak suç değilken bu İslam’a göre toplumun muhafazasına
yönelik yüksek hedeflere karşı yapılan büyük bir suçtur. Ya da toplumun
normal karşıladığı bazı şeyler dine uymayabilir. TDK ve sözlükler meşru
kelimesini burada saptırıp dine uygun olma durumuna yasa ve toplumu da ekleyerek mevcut bozukluklara meşruiyet kazandırmayı ve muwww.kokludegsimdergisi.com
2015
21
Yasa ve
anayasa
sadece insanı
en iyi tanıyan
Allah Azze
ve Celle’nin
indirdiği şer-i
hükümlerden
alınmalıdır.
Yani anayasa
ve kanunların
kaynağı
Allah’ın dinine
dayanmalıdır
ki değişiklik,
ihtilaf ve çelişki
olmasın
KÖKLÜ DEĞİŞİM
22 kasım
2015
galâtayı hedeflemiştir.
Dolayısıyla şer-i hükümlerden alınmayan hiçbir şey meşru olmadığı gibi anayasa ve kanunlar da İslam’dan alınmadıkça meşru olamaz. Zaten İslam ümmeti
de faiz, kumar ve zina gibi birçok şey yasal olsa bile onları meşru olarak görmez,
hatta fiilen onu yapan için bile böyledir.
Bu bakışla bakıldığında hâlihazırdaki anayasa ve kanunlar gerek devletin yönetim şekli, organları, organların görev ve yetkileri gibi yönetimle alakalı olanlar
olsun, gerek şirketler, kooperatifler, miras, ticaret ve çalışma gibi ekonomiyle ilgili
olsun ve gerekse eğitim, sağlık ve içtimai hususlar gibi hayatın diğer alanlarıyla
ilgili olsun bâtıl, fasit ve gayrimeşrudur. Çünkü mevcut anayasa İslam kaynaklı
değildir.
Mevcut anayasanın darbe anayasası olması, erklerin birbirinin ayağına pranga
vurması ve gereğinden fazlaca bürokrasi olması bozukluğun asıl kaynağı değildir. Her ne kadar bu etkenler söz konusu olsa da bozukluğun esas sebebi onun
kaynağının bâtıl olmasıdır, referandum yoluyla çıkarılmış olsa bile. Şimdi küçük
bozuklukları öne sürüp mevcut anayasanın bozuk olduğunu ifşa etmekle birlikte
onun kaynağının bâtıl olduğunu göz ardı etmek, gizlemek ve mugalâta yapmak
neyin nesidir? Tuz kokmuş olduktan sonra etin bozukluğunun ne önemi var ki?
Peki, mevcut anayasa bozuk, bunu anladık. Bununla birlikte
gündeme
getirilen
yeni anayasa sahih
ve meşru mu olacak?
Birinin bozukluğu ve
değişmesi gerekliliği
diğerinin aklanıp paklanmasını sağlar mı?
Sözün özü şudur;
mevcut anayasa bozuk ve bâtıl olduğu
gibi yeni anayasa da
meşru olmayacaktır.
Çünkü anayasanın çıkartılma keyfiyetinde
değişen hiçbir şey olmayacak. Yine insan
aklından çıkıp Batılıların bize pazarladığı
dinden kopuk olmakla
kalmayıp onunla çelişki içerisinde olan
bir anayasa yapılacak. Demokrasinin kokuşmuş İngiliz versiyonundan (parlamenter sistem) zehirli Amerikan modeline (başkanlık sistemi) geçiş yapılacak. Ta ki
Türkiye’de İngiliz nüfuzu sökülüp atılabilsin ve yerine ABD yerleşsin.
Evet, mevcut anayasa değişmeli, ancak kalıbı olan demokratik rejimle birlikte
değişmeli ki kalkınma olabilsin. Laiklikle birlikte değişmeli ki rektefiye ve revizyon
değil inkılap ve devrim olsun. Kalıbı, ideolojisi ve kaynağı değişmediği sürece anayasanın değişmesi İslam ve ümmetin isteği adına hiç bir şeyi değiştirmeyecektir. Öyleyse değişim mevcut düzenin bekçileri olan demokratik yöneticilerle değil,
takvalı, muhlis ve ihlaslı adamları olan sahih İslami bir kitle ile olmalıdır. Sadece
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
anayasa değil, onun da içerisinde bulunduğu rejim
değişmesi gerekiyor. Bu ise ancak Hilafet’in ilanıyla birlikte Kur’an ve Sünnet kaynağından çıkan İslam’ın anayasası ile ilan edilecektir.
Bu anayasa yapılırken takip edilmesi gereken
keyfiyet ise iki türlü olmaktadır. Birinci tür keyfiyet
bizatihi kaynağından teşri edilen keyfiyettir ki bir
akideye dayalı olarak o akidenin gösterdiği kaynaktan çıkarma ile anayasa ve kanunlar konulur.
Bu yöntemde benimsenen akideye göre kaynaklar;
adetler, üs mahkeme kararları, hukukçuların görüşleri, din ve adalet ve insaf prensipleri gibi kaynaklardır. İslam akidesinin gösterdiği kaynakların dışındaki kaynaklardan çıkmış anayasalar bâtıl olmakla
birlikte yöntem olarak
doğru olan budur. Bu
yönteme göre; insani
sorunlar etüt edilip,
bunlara yönelik genel
külli kaideler olacak şekilde genel bir anayasa
çıkarılır. Bu anayasanın
çıkartıldığı kaynağı, çıkartılma keyfiyetini ve
her bir maddenin delilini açıklayan esbâb-il
mûcibesi hazır bulundurulur ki bu hükümlerin muhatabı olan yönetici ve
hâkimler anayasa maddelerinin maksadını ve kapsamını iyi bilsinler. Kanunlarda ise, cezaların, hakların, beyyinelerin ve diğerlerinin kaynağı anayasada olduğu gibi delilline ve kaynağına işaret ederek
anayasa uyarınca tasarılar halinde konulur. Ayrıca
kanunlar benimsenirken her bir tali mesele ve her
şey hakkında özel olmayıp genel kaideler şeklinde
yapılır ki yönetici ve hâkimler özel ve cüzi hususları
kendi içtihatlarıyla çözerken bunları dayanak mercii
yapsınlar.
İkinci tür keyfiyet ise; anayasa ve kanunların
kaynağından çıkartılmayıp bizzat çıkartılmış halinin
alındığı ya da nakledildiği tarihi kaynaktır. Bu anayasa yapma keyfiyeti kolay ve basit olmakla birlikte
ancak bir ideolojisi olmayıp başka toplumları taklit
eden uydu ve tâbi devletlerin işidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin mevcut anayasa ve kanunlarını ya
da değiştirilmiş öncekileri inceleyen görür ki bunların hepsi ya İsviçre’den, ya İtalya’dan ya da Fransa
gibi Batılı başka devletlerden alınmıştır. Alınan bu
23
anayasa ve kanunlar şimdiye kadar bir istikrar, ilerleme ve kalkınma meydana getirmemiş ve de en
önemlisi birinci türdeki anaya ve kanun yapma keyfiyetine olanak sağlayan bir akidemiz olduğu halde
şimdi yine taklit yoluyla yeni bir anayasa yapılmak
isteniyor. Her ne kadar cumhurbaşkanı Erdoğan; diğer devletlerin aynısı olacak diye bir şey yok, oturup kendimiz en uygun olanı tasarlayalım mealinde
sözler söylese de, başkanlık sisteminin ön kabul ile
kabul edilmesi yeni anayasada devletin yönetim
şeklinin değil, işleyiş şeklinin değiştirilip rejimin tartışmasız devamından yana olduğunu göstermiştir.
Şu halde yeni anayasa bâtıl ve fasit olmakla birlikte
teşrii yönteminden de uzak ikincil tür anayasalardan olacaktır.
Buna rağmen bazılarının “Erdoğan’ın Hilafet’i kurması için önce
başkanlık gelmesi ve Erdoğan’ın başkan olması
gerekir.” şeklinde sözler söylemesi absürtlüğün,
mugalâtanın,
zırvalığın ve cahilliğin
bir arada bulunması
halidir. Bu küfürle İslam’a ulaşılmaz ancak
şu küfürle ulaşılır gibi bir saçmalıktan başka bir şey
değildir. Allah’ın Rasul’ü Muhammet SallAllah Aleyhi
ve Sellem buyurmuştur ki; “Küfür tek millettir.” Küfrün İslam’a yakını, uzağı, şerlisi, az şerlisi ve İslam’ın
gelişine olanak sağlayanı, sağlamayanı olmaz. Her
şeyden önce İslam’da gaye vasıtayı meşru kılmaz.
İslam ancak kendisinin dosdoğru metodu ile dosdoğru adamlarla ve dosdoğru destekçilerle gelir.
Makalemi inceleyip ibret almak, İslami zihniyetle
tefekkür etmek ve kulak verip işitmek isteyenler için
İslami bir anayasa olan tasarıdan bir madde ile sonlandırmak istiyorum.
İslami anayasa tasarısından, genel hükümlerden
bir madde: İslam akidesi devletin esasını oluşturur.
Devletin yapısında, kuruluş ve kontrolünde ya da
devletle ilgisi olan diğer bütün alanlarda İslam akidesi esas kılınır ve başka hiçbir şeyin varlığı geçerli
olmaz. Aynı zamanda İslam akidesi şer-i kanunlar
ve anayasanın esasını oluşturur. İslam akidesine
aykırı olan kanun ve anayasa ile ilgili hiçbir şeyin
bulunmasına müsaade edilmez.
ÖNCEKİLER GİBİ YENİ ANAYASA DA
MEŞRU OLMAYACAK!
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
24 kasım
2015
MEHMET ÇETİNBUDAK
[email protected]
facebook.com/mncetinbudak
twitter.com/MNCetinbudak
GAYRİMÜSLİMDEN ÖNCE MÜSLÜMAN
KARDEŞİNE HOŞGÖRÜ GÖSTER
Bir kısım Müslümanların ya da Müslüman görünen
münafıkların yaptıkları yüzünden, diğer insanların bu
yapılanları İslam’a mal edip, Müslümanların kusurlarını
sıralamak için yarıştığı, Müslüman kardeşini yerin dibine
sokarken, gayrimüslimlere toz kondurmamayı anlamıyorum. Müslüman kardeşinin iyiliklerini görmeyerek, hatalarından dolayı eleştiri mızraklarını fırlatırken,
gayrimüslimlere maksimum hoşgörüyle yaklaşmayı anlamıyorum.
Günümüz Müslümanı, çevresini kuşatan her
din ve ırktan fert ve topluluklara karşı nasıl bir
tavır takınacağını bilmemenin şaşkınlığı içerisinde bocalamaktadır. Bu şaşkınlık ve bocalama, ölçüsüzlüğe yol açmakta; laiklik perdesi altında dinsizliği, demokrasi ve özgürlükler perdesi altında diktatörlüğü ve zulmü ön plana çıkaran; hoşgörüsüz tavırlarıyla dikkatleri çektikleri
halde Müslüman kesimden sonsuz bir hoşgörü
ve anlayış bekleyen; dinde lakayt, muhakeme-i
akliyeden mahrum şahıslara karşı ya ifrat ya da
tefriti doğurmaktadır.
İslamiyetin bir istikamet, adalet ve hak dini
olduğu nazara alınacak olursa, elbette onun
Müslüman kardeşinin
iyiliklerini görmeyerek,
hatalarından dolayı
eleştiri mızraklarını
fırlatırken,
gayrimüslimlere
maksimum hoşgörüyle
yaklaşmayı anlamıyorum
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
kim olursa olsun herkese belli prensipler çerçevesinde
dostluk ve düşmanlık ilişkilerini düzenlemiş olduğu layıkıyla anlaşılır. İşte ben bu makalemde İslâm’ın dünya
toplumlarında yaşayan her kesimden insana hoşgörünün ve düşmanlığın sınırlarının çerçevesini çizmeye
çalışacağım.
َّ ‫َل يَ ْن َها ُك ُم‬
‫ار ُك ْم أَن‬
َ ُ‫الل‬
ِ َ‫ِين َولَ ْم ي ُْخ ِر ُجو ُكم ِ ّمن ِدي‬
ِ ّ‫ع ِن الَّذِينَ لَ ْم يُقَاتِلُو ُك ْم فِي الد‬
ْ
َّ
ُ ‫تَبَ ُّرو ُه ْم َوت ُ ْق ِس‬
َّ ‫ِطينَ إِنَّ َما يَ ْن َها ُك ُم‬
َّ ‫طوا إِلَ ْي ِه ْم إِ َّن‬
‫ع ِن الذِينَ قَاتَلُو ُك ْم‬
ِ ‫اللَ ي ُِحبُّ ال ُم ْقس‬
َ ُ‫الل‬
َ
َ
ُ
ُ
ْ
‫اج ُك ْم أَن ت ََولَّ ْو ُه ْم َو َمن يَت ََولَّ ُه ْم‬
‫ر‬
‫خ‬
‫إ‬
‫ى‬
‫ل‬
‫ع‬
‫وا‬
‫َر‬
‫ه‬
‫ا‬
‫ظ‬
‫و‬
‫م‬
‫ك‬
‫ار‬
‫ي‬
‫د‬
‫ن‬
‫م‬
‫م‬
‫ك‬
‫و‬
‫ج‬
‫ِين َوأ َ ْخ َر‬
ِ
ِ
ُ
ُ
ّ
َ
ِ َ ِ َ
ِ ّ‫فِي الد‬
َ ْ ِ
َّ
ُ
َ‫فَأ ُ ْولَئِكَ ه ُم الظا ِل ُمون‬
“Allah, din uğruna sizinle savaşmamış ve sizi yurtlarınızdan sürmemiş kimselerden, onlara iyilikte bulunup adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Allah
sizi ancak o kimselerden, onlarla dostluk kurmaktan
sakındırır ki bunlar din uğruna sizinle savaşmış ve sizi
yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarma uğruna birbirine
yardım etmişlerdir. Bunları artık kim dost edinirse zalimlerin ta kendileridir.” [Mümtehine 8-9]
Sekizinci ayette Allah bazılarının fasit istidlallerle
çıkardığı saygı ve değer vermeyi değil, o kâfirlere iyilik
etmemizi ve adaletli davranmamızı yasaklamadığını,
buna izin verdiğini bildiriyor.
Kâfire saygı ve değer telkin eden davranışlarda bulunmak onu inanç/inkârındaki ölümcül hatasını anlamaktan alıkoyar ve kendi adi itikadına devamla küfründe derinleşmesini sağlar. Bu ise ona dalaletinde aynen
yardımcı olmak ve hidayetini güçleştirmektir.
Kâfirlerin müminlerin kendilerine karşı bu tür sevgi
ve saygı hissettirmeyen türden davranmalarının sebebini böyle bilmeleri gerekmekte. Yani anlamalılar ki
Müslümanlar itikadımızdaki şirkten ötürü bize karşı
soğuk ve mesafelidirler yoksa kendi aralarındaki tutumları gösteriyor ki aslında çok sevecen, cana yakın
ve yardımseverdirler. Evet, müminlerin soğukluğunu
hissedip sebebini böyle bilmeliler ki kabahatlerinin farkına varsınlar ve küfürden vaz geçip iman etme yolunu
tutsunlar.
Kâfire saygı ve
değer telkin eden
davranışlarda
bulunmak onu
inanç/inkârındaki
ölümcül hatasını
anlamaktan
alıkoyar ve kendi
adi itikadına
devamla küfründe
derinleşmesini
sağlar. Bu ise ona
dalaletinde aynen
yardımcı olmak
ve hidayetini
güçleştirmektir
“Müslümanlar güzel ahlakları ve engin hoşgörüleriyle
kâfirlere örnek olup onları fiilen İslam’a özendirmeli” fikrine gelince; doğrusu Müslümanlar kendi aralarında
şefkat, hürmet ve muavenetle kâfirleri İslam dairesi
içine girmeye özendirmektedir. Yoksa bugün yapılmakta olan küfür ehline saygı ve hoşgörüler gösterdi
ki bu aksi muamele kâfirleri İslam’a özendirmediği gibi
tersine onların Müslümanlara karşı taşıdıkları yükseklik komplekslerini pekiştirmiştir. Kibir ve kendini
beğenme ahlakı seyyieleri kalpte bulunduğu sürece
hidayet mümkün değildir. Demek ki bu kibir ve ucubu
kırmak gerek.
Kur’an-ı Kerim, küfür üzere hayatını geçiren ve inkâr
www.kokludegsimdergisi.com
25
KÖKLÜ DEĞİŞİM
26 kasım
2015
içinde ölen kâfirlerin acıklı bir azaba duçar olacaklarını, ebedî olarak cehennemde kalacaklarını bildirmek suretiyle Allah’ın imansız bir halde ahirete
göçenlere müsamahasının olmayacağına işaret
etmektedir. Ancak dünyada Allah’ın ayırım yapmaksızın herkese rızkını vermesi, dünyanın bir imtihan
yeri olduğu anlamına geldiği gibi, Allah’ın onlara
mühlet verdiği ve müsamaha ettiği manasına da
gelebilir.
Burada cenabı Allah’ın kâfirlere müsamahasından, onların dinsizliklerini “hoş görmesi” gibi yanlış
bir anlam çıkarılmamalıdır. Buradaki müsamaha,
yaşamalarına, nimetlerden istifade etmelerine “müsaade”, “izin” manasında kullanılmaktadır.
Bu arada Kur’an’ın kâfirlerden bahsederken onların girecekleri cehennemi dehşetli bir şekilde tasvir
etmesi, azabın elemini hissedip korkarak inkârdan
vazgeçmelerini sağlamak maksadını taşımaktadır. Tıpkı bir annenin korkuttuğu çocuğunun tekrar
onun şefkat sinesine atılması gibi, cenabı Allah da
ateistleri cehennemle tehdit edip rahmetine celbetmek istemektedir.
le yukarıdaki ayette müminlerin vasıfları sayılırken, “kâfirlere karşı şiddetlidirler” ifadesi kullanılmaktadır. Ayetin devamında ise, “kendi aralarında
merhametlidirler” denmektedir. Şiddetten maksat,
onlardan hiçbir saldırı vaki olmadan her yerde dövülmeleri, öldürülmeleri değildir. Burada müminlere
bir ölçü verilmektedir. O da, müminlerin duygu ve
düşüncelerini yalnız ve yalnız “akide esası” üzerine
bina etmeleri prensibidir. “Allah için sevmek, Allah
için buğzetmek” hadis-i şerifi de buna paralellik arz
etmektedir.
Ayetten anlaşılan mana, kâfirin küfrüne karşı bir
hoşgörüsüzlük ve buğz olduğu gerçeğidir.
Hiç kimse İbrahim Aleyhi’s Selam’dan daha güzel ahlaklı değil, hiçbir kâfir size İbrahim Aleyhi’s
Selam’ın babasından daha evla değil. Böyle iken Allah’ın beğendiği ve takdir ettiği ahlak işte Kur’ân’da
budur; Allah’ın düşmanı olduğunu anladığın an baban da olsa ondan alakayı kesmek.
Şu halde hareket tarzımız şu olmalı: Evvela muhatabınıza Allah’ın dinini, tevhidi güzelce anlatırsınız, bakarsınız ilgisi var mı, dinliyor mu, hakka meylediyor mu? Bir ışık yanar, bir
işaret verirse devam eder daha
derin, üst konulara geçersiniz.
Alakası yok dinlemek istemiyorsa biraz mühlet verir farklı
bir ruh halini gözetirsiniz.
Sonra yine anlatmayı dener
ve hakka davetinizi yenilersiniz, baktınız oralı değil dalaletinden memnun ve kararlıdır,
anlaşılmıştır ki bu Allah’ın düşmanıdır gayrı bundan teberra
edersiniz. Bundan sonra bu kişiyle dostluk haramdır. Allah’ın
dinini ihlaldir, Peygamberlerin
yolundan ayrılmak ve bidat
yollara sapmaktır.
Peki, Dinde zorlama var mı?
Fetih Suresi’nde, Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
َّ ‫سو ُل‬
‫ار ُر َح َماء بَ ْينَ ُه ْم‬
ُ ‫ُّم َح َّمدٌ َّر‬
َ ‫اللِ َوالَّذِينَ َمعَهُ أ َ ِشدَّاء‬
ِ َّ‫علَى ْال ُكف‬
“Muhammed Allah’ın Resulüdür, beraberinde
olan müminlerse küffara karşı çok şiddetli ve çetin,
birbirleri arasında ise çok yumuşak ve merhametlidirler.” [Fetih 29]
Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyet-i kerimede Allah’ın
kâfirlere gazabından bahsedilmektedir. Bu sebep-
Bakara Suresi’nin 256. âyetinde mealen şöyle
buyrulur:
ُّ َ‫ِين قَد تَّبَيَّن‬
ِ ّ‫الَ إِ ْك َراهَ فِي الد‬
ّ َ‫الر ْشدُ ِمنَ ْالغ‬
ِ‫ي‬
“Dinde ikrah [zorlama] yoktur. Muhakkak ki,
iman ile küfür apaçık ortaya çıkmıştır.”
Ona göre iman etmek, ihtiyar iledir, icbar ile değildir. Allah tevhit delillerini gösterdikten sonra, kâfirin
özür ve bahanesini ortadan kaldırmıştır. Bir imtihan yeri olan dünyada bir kâfirin imana zorlanması
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
27
mümkün değildir.
Mümin, kardeşini
sever ve sevmeli.
Fakat fenalığı
için yalnız acır.
Tahakkümle
değil, lütufla
ıslahına çalışır.
Hoşgörü,
kötülükleri
görmezden
gelmek veya hoş
görmek değil,
görüp acımak ve
lütufla ıslahına
çalışmaktır.
Burada ıslahın
adavete
dönüşmemesi
için, “üslûp”
meselesine
dikkat etmek
gerekmektedir
“Dinde zorlama yoktur” gayrimüslimlerin İslam’a iman etmesi için zorlamanın bütün nevilerini nefyediyor. Zorlama cinsinden bütün hareketleri yasaklıyor.
Fakat bunun iman eden Müslümanlar için, Allah’ın emirlerine uymaları noktasında bir kaçış kapısı olarak görmek ise
ahmaklıktır.
Hırsızın elinin kesilmesi; zina edenlere, namuslu kadınlara iftirada bulunanlara, içki içenlere cezaların tatbik edilmesi, tamamen İslâm devlet otoritesinin elindedir. Bu otoritenin
olmadığı zamanlarda, hiçbir şahsın başka şahıslara, İslâm’ın
emirlerini yerine getirmiyor diye ceza vermeye kalkışması caiz
değildir. Çünkü bu anarşi ve kargaşaya sebep olur, hukukî bir
davranış olmaz. İslâm bir hak ve hukuk dini olduğundan dolayı, buna asla cevaz vermez. Bir hadis-i şerifte belirtilen “Bir
kötülüğü elle (yani güçle) düzeltme” yetkisi devlete ve ona bağlı
kurumlara verilmiştir. Ama onu dil ile düzeltme görevi bütün
Müslümanlarındır. Çünkü İslâm bir ruhbanlar sınıfını kabul
etmediğinden, İslâm dinini tebliğ etmekle bütün müminler
tavzif edilmişlerdir. Dil ile kötülükleri düzeltmeye çalışmanın
yasaklandığı zamanlarda ise, Müslümanlar kalbi ile o kötülüğü benimsemediğini hissedecek, iliklerinde duyacak ve buğz
edecektir. Kötülükleri diliyle düzeltme fırsatı varken, kalp ile
buğzla yetinmek, imanın zayıflığındandır.
Bu bölümü toparlamamız gerekirse şöyle diyebiliriz: “Dinde
zorlama yoktur” âyeti, tebliği esas alan İslâm dininin kâfirlere karşı bir hoşgörüsü olarak değerlendirilebilir. Hatta bunun
da ötesinde dinimizde kalplerini İslâm’a ısındırmak için kâfirlere sadaka verileceğinin belirtilmesi, onların hikmet ve güzel
öğütle Allah yoluna davet edilmesinin istenmesi, bu hoşgörülü
davranışın asıl amacının İslâm’ın güzelliklerini “fiiller ile” gösterip onların hidâyetine çalışmak olduğuna işaret etmektedir.
“Ancak mü’minler kardeştirler. Siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete erişesiniz.”
“Kötülüğe iyiliğin en güzeli ile karşılık ver; bir de bakarsın,
aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.”
“O takva sahipleri, bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar,
öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir. Allah da iyilik yapanları sever.”
Mümin, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, lütufla ıslahına çalışır. Hoşgörü,
kötülükleri görmezden gelmek veya hoş görmek değil, görüp
acımak ve lütufla ıslahına çalışmaktır. Burada ıslahın adavete
dönüşmemesi için, “üslûp” meselesine dikkat etmek gerekmektedir. Lütufla ıslah, incitmeden ıslahtır. Hatalı şahsın deşifre edilmemesi, hatasının o şahıs yalnız iken düzeltilmesi de
bu üslûbun içerisine girmektedir. Üslûp sert, zaman ve zemin
de uygun olmadığı takdirde, “ıslah” yerine, “ifsad” yapılmış
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
28 kasım
2015
olabilir. Burada mü’minin mü’mine karşı hoşgörüsünün onun hatasını
mümkün olduğu kadar örtmekle gerçek anlamına kavuşacağı söylenebilir.
Mü’minlerin birbirlerine “adalet-i ilahiye”nin gözlüğü ile bakmaları gerekmektedir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de zerre kadar hayır işleyenin
de, şer işleyenin de bunun karşılığını göreceği belirtilmektedir. Buradan da anlaşılmaktadır ki, adalet-i ilahiyede “toptancılık” yoktur. Bazı
kötülükler yüzünden iyilikler görmezden gelinmemektedir. Bu sebeple
hadis-i şeriflerinde mü’minlerin birbirlerinin hatalarını örtmeleri tavsiye
edilmektedir. Hatalar örtbas edildikçe cemiyette kötü örnekler çoğalmayacak, kötülüğü yapanlar da bir gün bu yaptıklarından utanıp vazgeçebileceklerdir. Bu, İslâm’ın yüce bir hoşgörüsüdür. Bu, kötülüğü hoş
görmek değil; kötülüğün, fitneye vesile olabileceğinden dolayı, yayılmamasını hoş görmek demektir. Bugün toplumda bu İslâmî prensibin
tersine işletildiğini görüyoruz. Medya tarafından, “haber alma hürriyeti” adı altında, nazarlara verilmediği takdirde kendiliğinden etkisi kaybolacak olan bir hata, bütün insanların gözleri önüne getirilmekte ve
böylece toplumda insanların birbirlerine karşı güvensizlikleri artmakta,
daima hatalar manşetlere ve ekranlara yansıtılmaktadır. İslâm’ın hoşgörüsü karşısında, İslâm’ı her fırsatta eleştirenlerin “hoşgörüsüzlüğü”
de böylece su yüzüne çıkmış olmaktadır.
Peygamberimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem “Gördüğü iyilikleri gizleyip,
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
29
gördüğü kötülükleri teşhir eden kötü komşudan Allah’a sığının.” buyurarak, bu hoşgörünün ölçüsünün kaynağını bildirmektedir. “Söz araştırmayın, gözünüzle kusur aramayın,
ayrılmayın, birbirinize arka çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun.” hadis-i şerifi de
aynı manayı kuvvetlendirmektedir.
Nitekim “Din kardeşinin ayıplarını örten kimsenin, Allah
Kıyamet Günü’nde kusurlarını örter” hadisi de “kusur örtme” hoşgörüsünün dinimizde ne kadar ciddi bir davranış
olduğunu göstermektedir.
Diğer bir mühim husus da, hoşgörünün “fenalığa iyilikle mukabele etme” yönüdür. Ancak bu prensip, “şahsımıza karşı yapılan kötülüklere müsamaha” şeklinde
anlaşılmalıdır. Buna göre bir mü‘minin şahsına bir başka
mü’min tarafından elinde olmayan sebeplerle bir kötülükte bulunulmuşsa, onu affetmek, onu hoş görmek faziletli
bir ameldir. Ama umumun mukaddes malı olan İslâm’a
bir saldırı vaki olmuşsa, Kur’an’a bir saldırı meydana gelmişse onu affetme, hoş görme cüretini hiçbir mü’min
gösteremez, gösterirse bu hıyanet olur. İşte bu inceliğe
dikkat edilmediği takdirde, İslâmî şiarları tağyir eden, dini
ortadan kaldırmaya çalışan ve nifakla hareket eden bazı
dehşetli canilerin “alicenâbâne affedildiği” görülebilmektedir. Böyle bir affetmenin hıyanet olduğunu tekrar hatırlatalım.
Kardeşlik çerçevesindeki hoşgörünün bu boyutunu,
“Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman,
izzet ve şereflerini muhafaza ederek, oradan geçip giderler.” ve “Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, muhakkak ki, Allah da çok bağışlayıcı ve çok
merhamet edicidir.” âyetleri teyit etmektedir.
Cemaatlere karşı hoşgörü konusuna eğilecek olursak,
Kur’ân ve Sünnet’e uymaları şartıyla birbirlerini tenkit etmemeli, kusur ve ayıplarıyla meşgul olmamalıdırlar. İttifak noktalarının Uhud Dağı azametinde ve mübarekiyetinde, ihtilaf noktalarının ise
küçük çakıl taşları hükmünde olduğunu unutmadan, birbirlerinin hizmetlerine engel
değil, yardımcı ve duacı olmalıdırlar.
Günümüzde estirilmek istenen havanın aksine, İslâm bir hoşgörü dinidir. Ancak bu
hoşgörü sınırsız değildir.
Diğer taraftan Müslümanların birbirlerine olan hoşgörüsü de düşmanlık değil, kardeşlik; hataları deşifre etmek değil, örtmek; kötülüklere kötülükle mukabele değil, iyilik etmek temelleri üzerine oturmaktadır. Bu hoşgörülü ortam, Müslümanlar arasındaki birlik, beraberlik ve güveni artıracak, toplumda kötü örneklerin değil, çok muhtaç
olduğumuzun iyi örneklerin çoğalmasına sebep olacaktır. Böylece toplumun bütün
katmanlarında bir hoşgörü meltemi esecek, herkesi huzur ve mutluluğa eriştirecektir.
GAYRİMÜSLİMDEN ÖNCE MÜSLÜMAN
KARDEŞİNE HOŞGÖRÜ GÖSTER
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
30 kasım
2015
ÖZGÜRLÜĞE KUL OLMA
EY MÜSLÜMAN!
CAHİT TOPRAK
Modern çağın gereklerine uymak, kavramlarına, değerlerine ve tanımlamalarına sahip çıkmak, Müslüman
entelektüel simaların, âlimlerin, filozofların, düşünür ve
yöneticilerin işi oluvermiş. Başka ideolojilerin ortaya çıkardığı, İslam ile zıt mefhumlar, İslami değerlerle tefsir edilmeye
veya İslami değerler başka ideolojilerin
kavramlarıyla bulandırılarak yaldızlı ama
ucube anlamlar yüklenmektedir. Ne olduğu belirsiz ve adeta ortada duran sahipsiz
kavramlarımız Batılı müşriklerin kendi kavramlarına teşne olmuş.
Bu coğrafyanın sahipsiz, yetim ve çürümüş akılları; üretemez, düşünemez, çözüm
sunamaz hale geldiler. Çözüm iddiasıyla
meydanı boş bulanlar ise onların düşünce
dünyasından istifade ederek sözde ümmete liderliğe soyunmaktadırlar. Modern aklın
ürettiği düşük mamuller ucuz ve sevimli
gelmekte ve çaresizce sahiplenilmektedir.
[email protected]
facebook.com/CahitToprak630
twitter.com/Cahit_Toprak_
Bu coğrafyanın sahipsiz, yetim
ve çürümüş akılları; üretemez,
düşünemez, çözüm sunamaz
hale geldiler. Çözüm iddiasıyla
meydanı boş bulanlar ise
onların düşünce dünyasından
istifade ederek sözde ümmete
liderliğe soyunmaktadırlar.
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
31
Bugün şu farkındalığın geliştirilmesi bir zarurettir. İslami esaslı akli
meleke dumura uğramış ve Müslümanlar ise varlık içinde açlık grevi
yapar hale gelmiştir. İslam her zamankinden daha fazla sahaf ürünlerini gün yüzüne çıkaracak cesur âlimlerini beklemektedir. Paha biçilmez mirasımız olan İslam kültürüne ait kavramlarımız Batılı kâfirlerin
sansürüne ve anlamları tahrif eden saldırılarıyla yüz yüzedir. Fakat şu
gerçeği elbette göz ardı etmiyoruz. Topyekûn bir savaş verilmektedir
ve izleri ise kendi evlatlarımızda ve dahası gelecek neslin İslami gençliğinde dahi çıplak gözle şahit olduğumuz bir gerçeğe dönüşmüştür.
Tüm bunlar gerçek olandır. Hali hazırda yaşadığımız, belki de izleri bir asır sürecek olan bir gerçektir. Yüz yüze olduğumuz bu vakıa
karşısında ne yapılması gerekir? Bu soruya verilecek cevap yüzeysel, sonuç odaklı ve kısa vadeli olmamalıdır. Unutulmamalıdır ki bu
noktaya, son bir yılda, son on yılda yahut son yarım asırda varılmadı.
Belki yüzyılın akıbeti ve sonucudur bu kötü tablomuz.
Hakikat şu ki İslam’ın kendine has mefhumları, kendine has kültürü, kendine has kavramları ve kendine has bir iskeleti vardır. Sorun,
sahih bir yöntem ile işin esasına inerek ve derin bir şer’i düşünüş
ile bu sorunun giderilmesi sorunudur. Bu paragraftan sonra inşallah
meseleyi tasnif edelim.
Öncelikle şunu belirtelim. Batı aklı kendi bâtıl mefhumlarını yaymada ve İslam ideolojisine ait olan mefhumları tahrif etmede üç esasi yöntem uygulamaktadır.
Birincisi; bir ideoloji olarak İslam’a ait olan mefhumları tek tek
ele almış ve bunların bulandırılması, içinin boşaltılması, çağa hitap
etmiyor görüntüsünün verilmesi veya çağın gereklerine cevap veremeyen nakıs yönü olduğu şeklinde Müslümanlara takdim edilmiştir.
Cihad, tağut, hüküm, emir, hilafet, şeriat gibi...
İkincisi; kendi Batılı ideolojilerine ait olan kavramları vazgeçilmez,
çağdaş, tek çözüm, uluslararası kabul görmüş bir değer ve ortak
mefhum olarak diğer halklara ve ümmetlere pazarlamışlardır. Özgürlük, demokrasi, çoğulculuk, insan hakları kavramları gibi…
Üçüncüsü ki en tehlikeli olan da budur. Kendi bâtıl değerlerini İslami mefhumların içine sokuşturarak İslam’ın bu mefhumlara zıt olmadığı ve Müslümanların bu fikirleri benimsemesi gerektiğini ifade
ettikleri kavramlardır. Şura, Seçim, Cumhuriyet kavramları gibi…
Bu üç esasi yöntemle Müslümanlar maalesef ideolojik bakış
açısıyla hemhal olmaktan uzaklaştılar. Batılı kâfirlerin belki de İslam
ümmetinde en yıkıcı tahribatı yaptıkları kavramların en önemlisi ‘özgürlük’ olmuştur.
İslam coğrafyasında bulunan Batı aşığı kukla yöneticiler ve onların uyguladığı baskıcı politikalar ve alçakça tutumlar yüzünden, bu
ümmetin geri bırakılmış yığınlarını tepki veremez noktaya taşımış ve
susmayı adet haline getiren bir şahsiyet kazandırmıştır. “Denize düşen
ümmetin yılana sarılması” istenmiş ve bunda göreceli bir başarı elde
edilmiştir. Öyle ya! Hürriyet ve özgürlük her kölenin hakkıdır. Kralların
ve rahiplerin “Tanrı adına” köleleştirdikleri Batı toplumu için vazgeçilmez olan özgürlük, İslam ümmeti için bir zulme ve temel dünya görüşlerini dinamitleyen bir silaha dönüşecektir. Nitekim öyle de oldu.
www.kokludegsimdergisi.com
Hakikat şu ki
İslam’ın kendine
has mefhumları,
kendine has
kültürü, kendine
has kavramları
ve kendine has
bir iskeleti vardır.
Sorun, sahih bir
yöntem ile işin
esasına inerek
ve derin bir
şer’i düşünüş
ile bu sorunun
giderilmesi
sorunudur
KÖKLÜ DEĞİŞİM
32 kasım
2015
“Özgürlük yılanı” İslam ümmetini çoktan zehirlemiş, malını, mülkünü, evlatlarını, geleceğini, düşünme şeklini, hesap soruş şeklini, tepkilerini ve değerlerini istila etmiş ve
hayatını kapkaranlık bir dehlize çevirmiştir.
Hatta bu kavramı meşhur kılan o kadar çok cümle piyasaya sürülmektedir ki; İslami
kültürle uzaktan yakından bir alakası kurulamayacak düzeydedir.
Şöyle denilmektedir: “Özgürce, dilediği gibi bir yaşam sürmesini yaratıcı neden yasaklasın ki!. Özgürce düşünmesine, özgürce ve dilediği gibi malını çoğaltmasına, istediği fikri
benimsemesine ve hayatını dilediği gibi yaşamasına yaratıcı neden karışsın ki! Hem o yaratıcı değil mi ‘dinde zorlama yoktur’ diyen, hem hak ile bÂtıl arasında tercih hakkını yarattığı
kuluna veren yaratıcı, neden onları ibadete zorlasın ki! Madem aklı yaratıcı vermiş o halde
dilediği kararı vermesine neden mani olsun ki! Başkasının özgürlük alanına engel olmadan
dilediği gibi yaşamak neden yanlış olsun değil mi ya! Bir de şu gerçek var değil mi? ‘Gerçek
özgürlük zaten Allaha kulluktur!’”
İşte tüm bu saptırıcı ve İslami zihniyeti sarsan cümleler, son yüzyılın en ağır tahribatını ümmet üzerinde maalesef göstermiştir. Adeta ‘özgürlük’ temel bir düşünce, fikir
özgürlüğü, şahsi özgürlük, mülk edinme özgürlüğü ve din seçme özgürlüğü de alt başlıklar halinde toplumun büyük bir kesimini, hatta Müslümanların yaşadığı tüm coğrafyayı etkilemiştir.
Eğer bir Müslüman hesap soracağı ve kızacağı ve öfke duyacağı bir şey varsa o da
sadece ve sadece “başkasının özgürlük alanına müdahale edenlere” olmalıdır. Namazını kılmayanlara, dini vecibelerini eda etmeyenlere, tesettüre riayet etmeyenlere nasihat,
bağnazca bir yaklaşım ve ötekileştirme oluverecektir.
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
İslam’ın “kulluk” şuurunu helak eden “özgürlük”
katili, Müslüman bireyin hayatının merkezine heva
ve hevesleri yerleştirmiştir. İbadette özgür olduğunu düşünen Müslüman kardeşim, namazına, orucuna, infakına, haccına, faizine, içkisine sınırsız bir
özgürlük tanımıştır. “Yapılsa da olur yapılmasa da!”
demeye başlamıştır. Özgürlük sayesinde, farz olan
ve bir Müslüman olarak mükellef olduğumuz birçok
ibadet mubah derecesine inmiş ve haramlar kişinin
tercihine bırakılmıştır.
Oysa kul olmak nedir Müslüman için? Kulluk
ile özgürlük arasında nasıl bir ilişki vardır? Tüm bu
kavram kargaşası, kulluk kavramını bireyle sınırlı tutan ve özgürlüğü din seçme hürriyeti olarak takdim
eden Batılı aklın ürettiği bunalımının sonucudur.
Hakikat şu ki; tercihini yapmış olan, kabulleniş
aşamasını çoktan geçmiş olan ve iman ettikten
sonra mükellefiyetlerini eda etmesi beklenen bir
Müslümandan bahsedilmektedir. Böyle bir Müslüman için artık kendi hevasına ve arzularına göre
tercih hakkı yoktur. İnisiyatif alamaz ve hayatı hakkında karar veremez. Nasıl kulluk yapacağına, kendisine sınırsız özgürlük hakkı tanıyan devlet karar
veremez. Sanki “özgürlük” kulluğun şeklini belirler
bir pozisyona getirilmiştir. Oysa teklif-i irade kulun
din seçmesi için verilmiştir. Bu ise Allah Subhanehû
ve Teâlâ’nın kuluna tercih sunup akıbetine katlanabilir ise şayet, verilen sınırlı bir alandır ve iman edip
reddetmeyle alakalıdır.
Kişiye sunulan teklif iman ile alakalıdır. İman ettikten sonraki aşama ise tamamen yaratıcının emirleri ve yasaklarıyla muhatap olmasıdır. Orada bir özgürlük alanı yoktur. “Benim aklım almıyor, ben neden
akşama kadar aç kalıyorum.” diyemez. “Cebimdeki
paramı neden fakir fukaraya vermek zorundayım.” diyemez. “Kazançlı çıkacağım halde, neden faizle kazanmayayım ki.” diyemez ve “Allah yolunda ölmek neden
en yüksek mertebe olsun, oysa hayat güzel.” diyemez.
Çünkü bunlar iman ettiği ve benimsediği akidesinin
öngördüğü değerlerdir.
Nasıl ki kapitalizm toplumsal hayatta bireyin
davranışlarını “özgürlük” kavramıyla genişletip, her
yaptığı fiili, başkasının özgürlük alanına müdahale
etmediği sürece mubah olarak görüyorsa, İslam da,
33
toplumsal ve bireysel hayatında insanı “kulluk” ile
sınırlandırıyor ve her davranışını, tek ve bir olan Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın çizdiği hayat programına
göre şekillendirmektedir. Bunda şaşılacak bir şey
yoktur.
Şimdi asıl sorun şudur. Günlük konuşmalarımızda bile varlığını hissettiğimiz Batı menşeli kavramlar Müslümanlar tarafından özümsenmiş midir?
Aslında bu sorunun cevabı, toplumsal bir vakıa gerçekleştiğinde Müslümanların reflekslerine ve tepkilerine bakılarak öğrenilebilir.
Hatırlarsınız Hrant Dink için “Hepimiz Ermeniyiz”
diyen aydınlarımız olduğu gibi, LGBTİ adı verilen
sözde “Qnur yürüyüşü”ne tek bir muhalif söz söylemekten bile aciz, onurdan uzak kalemşorlarımız
vardı.
Başörtüsünü savunurken bile “Her kesin özgürce
giyinmeye hakkı vardır.” diyen âlimler, demokrasinin
kılık kıyafet özgürlüğü teorisini, Allah’ın emrini söylemekten bile daha cesurca savunmaktadırlar. “İsteyen içkisini içsin, isteyen camisine gitsin.” diyerek kapitalizmin şahsi hürriyet teranesini, Allah’ın haram
kıldığı bir hükmü söylemekten bile aciz, kötürüm
kalmış, tefessüh etmiş, nefsine zulmetmiş, akil olmayan düşünürlerimiz var.
İşte tüm bu olaylara karşı gösterilen cılız tepkiler veya tepkisizlikler küfrün cesaretini arttırmış ve
daha fazla hakaret etmelerine “Fikir özgürlüğü” kılıfıyla kapı aralamıştır. Uzun yıllar önce bir söz işitmiştim, işte bugün o söze belki de sahip çıkmanın
günüdür. “Mazlumlar zalimler kadar cesur olmalı…”
Kötü bir tablo çizmek istemezdim ama ümitsiz
de değilim. Rabbim nusreti ve zaferiyle kelimesini
yüceltecektir. Hem de ümmete nezih fikirleri taşıyacak salih kullarıyla, hak ile bâtılı birbirinden keskin
çizgileriyle ayıracaktır.
ّ ْ‫يِا أَيُّ َها الَّذِينَ آ َمنُواْ إَن تَتَّقُوا‬
‫س ِيّئ َاتِ ُك ْم‬
َ ‫اللَ يَجْ عَل لَّ ُك ْم فُ ْرقَانا ً َويُ َك ِفّ ْر‬
َ ‫عن ُك ْم‬
ّ ‫َويَ ْغ ِف ْر لَ ُك ْم َو‬
‫ض ِل ْالعَ ِظ ِيم‬
ْ َ‫اللُ ذُو ْالف‬
“Ey iman edenler, Allah’tan korkup sakınırsanız,
size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış
(furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar.
Allah büyük fazl sahibidir.” (Enfal Suresi 29)
ÖZGÜRLÜĞE KUL OLMA
EY MÜSLÜMAN!
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
34 kasım
2015
ABDULLAH İMAMOĞLU
[email protected]
facebook.com/abdullahimamoglu.kd
twitter.com/a_imamoglu_
İSLAM’DA MUTLULUK
Seçimlerden sonra ortaya çıkan sonuç aslında bu konuyu makaleme taşımamda ilham kaynağı olmuştur. Bilindiği üzere AKP % 49,5 oy oranıyla yeniden iktidar olmuş ve halk yeniden “istikrar” demiştir. Halkın kahir ekseriyeti
AKP’nin sandıktan tek başına iktidar çıkmasını mutluluk kaynağı olarak görmüş hatta bazı İslami cemaatler kazanılan bu zaferin ve elde edilen bu mutluluğun şükür namazıyla eda edilmesi gerektiğini söylemişlerdir.
Evet, mutluydular ve muzaffer bir ordu edasıyla sokaklara akın
ettiler. Mutluluktan çalınan araç kornaları gecenin sessizliğini
bozmaya yetmişti. Bayram havası hâkimdi adeta Türkiye’nin
birçok bölgesinde… Kısaca mutluydu insanlar… Naçizane seçime giden seçmenin düşüncesini sandığa zımnen şu şekilde
yansıttığını düşünüyorum; “mutluluk ve huzur için istikrar.”
Saadet,
Allah’ın rıdvanını
kazanmaktır,
yoksa insanın
açlıklarını
doyurmak değil
Peki, bir Müslüman için mutluluk kaynağı nedir? Ekonomik
istikrar mutluluk kaynağı olabilir mi? Daha da ötesi Müslüman
ne ile ve nasıl mutlu olmalıdır?
Saadet, Allah’ın rıdvanını kazanmaktır, yoksa insanın açlıklarını doyurmak değil. Zira insanın, uzvî ihtiyaç ve içgüdülerinden olan bütün açlıklarını doyurmak; insanın zatını muhafaza
için elzem bir vesiledir, yoksa bunların varlığı ile saadet elzem
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
35
(garanti) olmaz. Bu tariften hareketle Müslümanın nazarındaki
saadet anlayışı ile Kapitalist bir kimsenin saadet anlayışı farklıdır. Çünkü Kapitalistler saadetin maddi haz olduğuna inanırlar.
Hâlbuki İslam’da böyle değildir. Bir Müslüman açısından saadet
anlayışı Allah’ın rızasıdır. Maddi anlamda zararları olsa da Allah katında kazandıysa onun için sevinç kaynağı olması bakımından yeterlidir. Çünkü Müslüman mutluluğu sadece Allah’ın
rızasında arar. Ne zaman ki bunu gerçekleştirdi o zaman o kişi
saadete ermiştir. Kısacası Müslümanın mutluluk/saadet anlayışı Allah Azze ve Celle’nin rızasını kazanmış olmaktır. Eğer Allah’ın rızası kazanılamadıysa Müslüman için üzüntünün kaynağı
olması bakımından yeterlidir. Dünyaları önüne sersen ve desen
ki buna mukabil Allah senden razı değildir, Müslüman odur ki
dönüp bakmayacak, uğrunda Allah’ın rızasını yitirdiği dünyalıklara tenezzül dahi etmeyecektir. Yani bir Müslüman için saadet
Allah’ın rızasındadır. Çok kıymet verdiğim hocamın bir sözü aslında tüm meramımı anlatır niteliktedir. Şöyle demişti: “Allah’ın
rızasından uzaklaşmaktansa, O’nun razı olmadığı bir yaşam sürmektense felç olmayı tercih ederim.” Hakikaten ağırlığı olan bir
cümle. Söyler misiniz kim ister felç olmayı? Hangimiz ömrümüzün kalan kısmını yatağa mahkûm bir vaziyette geçirmek ister?
Ama anlatmak istediği gayet açık; benim için felç olmak Allah’ın
rızasından uzaklaşmaktan daha sevimlidir.
Kişinin sahip olduğu mutluluk anlayışına göre hayatında yapacağı tercihler de değişkenlik arz edecektir. Saadetin, parada,
maddi hazlarda olduğuna inan bir kimse kendisine mutluluk getireceğine inandığı şeyin ardına düşecek ve o minvalde bir hayat
idame edecektir. Lakin saadetin Allah’ın rızasında olduğuna inanan kimse ise O’nun rızasını kazanabilmek adına bütün fırsatları
kollayacaktır. Dolaysıyla kişilerin sahip oldukları saadet anlayışına göre de farklı hayat tarzları çıkacaktır, çıkması kadar da doğal
bir şey yoktur.
Müslüman için saadetin Allah’ın rızasında olduğunu söylemiştik. Eğer kazanımlarımızda Allah’ın rızası yoksa Müslüman
bu kazanıma sevinmemelidir. Menfaatine olsa da eğer ki Allah
hoşnut değilse Müslümana yakışan ondan beri durmaktır. Çünkü Müslüman saadeti maddi menfaatlerde değil, Allah’ın rızasında aramakla memurdur. Faizle ev satın alıp daha konforlu ve
lüks bir eve sahip olma imkânı olmasına rağmen, haramı tercih
etmeyip yıkık, eski ve kiralık bir evde oturmayı tercih etmesi ve
bu tercihinden ötürü Allah’ın rızasını kazanmış olduğunu bilmesi o kişi için saadetin ta kendisidir.
Müslümanın saadeti Allah’ın rızasında araması gerektiği gerçeğini Sahabelerden vereceğim birkaç örnekle daha da pekiştirmek istiyorum. Bakınız Halid bin Velîd için saadet neredeymiş;
Halid bin Velîd RadiyAllahu Anh için, Allah yolunda cihad etmek,
Allah Azze ve Celle’nin dini en üstün olsun diye cihad meydanlarına akın etmek her şeyden daha sevimliydi.
Kendisi bunu şu cümleleriyle ne kadar da muhteşem ifade
etmiş: “Allah yolunda cihada çıktığım bir gece benim için bir düğün
gecesinden ya da bir oğlan çocukla müjdelenmekten daha sevimlidir.”
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
36 kasım
2015
Şimdi sizlere Allah’ın rızasını sahip olduğu her şeyden daha üstün tutan, Allah’ın rızasıyla sevinen ama gadabıyla üzülen bir Sahabeden örnek
vermek istiyorum.
َّ ‫ب ب ِْن َع ْب ِد َش ْم ٍس َجا َء ِإلَى َر ُسو ِل‬
َّ ‫ يَا َر ُسو َل‬: ‫ فَقَا َل‬، ‫اللُ َعلَ ْي ِه َو َسلَّ َم‬
َّ ‫صلَّى‬
ِ ‫َع ْم َرو بْنَ َس ُم َرة َ ب ِْن َح ِبي‬
ِ‫الل‬
َ ِ‫الل‬
َ
َ
َ
َّ
َ
َ
َّ ‫صلَّى‬
‫ ِإنَّا ا ْفتَقَ ْدنَا َج َم ًل‬: ‫ فَقَالُوا‬، ‫اللُ َعلَ ْي ِه َو َسلَّ َم‬
‫ي‬
‫ب‬
‫ن‬
‫ال‬
‫م‬
‫ه‬
‫ي‬
‫ل‬
‫إ‬
‫ل‬
‫س‬
‫ر‬
‫أ‬
‫ف‬
،
‫ي‬
‫ن‬
‫ر‬
‫ه‬
‫ط‬
‫ف‬
ْ
َ
ِ
ْ
ْ
ّ
َ ُّ ِ ُ ِ ِ َ
ِ ‫ ِإنِّي َس َر ْقتُ َج َم ًل ِلبَنِي فُ َل ٍن‬ ،
ُ ‫ أَنَا أ َ ْن‬: ُ‫قَا َل ث َ ْعلَبَة‬. ُ‫ت يَدُه‬
ْ َ‫ظ ُر ِإلَ ْي ِه ِحينَ َوقَع‬
ْ َ‫اللُ َعلَ ْي ِه َو َسلَّ َم فَقُ ِطع‬
َّ ‫صلَّى‬
: ‫ت يَدُهُ َوه َُو يَقُو ُل‬
َ ‫ فَأ َ َم َر ِب ِه النَّ ِب ُّي‬، ‫لَنَا‬
َ
َ
َ ‫ْال َح ْمدُ ِ َّلِ الَّذِي‬
ُ
ْ
. ‫ار‬
ِ ‫ أ َر ْد‬، ‫ط َّه َرنِي ِمن ِك‬
َ َّ‫ت أ ْن تد ِْخ ِلي َج َسدِي الن‬
“Amr b. Semure adlı biri Hz. Peygamber’e gelerek: Ey Allah’ın Rasulü, ben
falancaların devesini çaldım. Beni arındır (tahhirni)! dedi. Peygamber deve
sahiplerine haber gönderip olayı doğrulattı. Suçlunun, ısrarlı yalvarışlarla cezalandırılma talebini kabul etti. Olayı aktaran Sa’lebe diyor ki: Ben onun eli
koparıldığında onu izliyordum, o kopan koluna dönerek şöyle diyordu: Beni
senden temizleyen Allah’a hamdolsun. Sen cesedimi cehennem ateşine
sokmak istedin!”1
Düşünebiliyor musunuz kıymetli kardeşlerim, kesilen elinden
ötürü hamd ediyor ve mutluluğunu dile getiriyor. İlginç olanı
normalde kolu kesilen adamın saadetli/mutlu olması beklenemezken Amr bin Semure mutluluğunu Allah’a hamd ederek dile getiriyor olmasıdır. Peki, nasıl oldu bu? Girizgâhta
da ifade ettim; bu tamamen saadeti nerede aradığınıza
bağlıdır. Sahabenin fiziksel kaybına mukabil Allah razıdır
ve bu onun için saadettir. Mutluluğun ta kendisidir. İnanın kardeşlerim o mübarek Sahabe de kolu kesilince acı
hissetmiştir. Lakin bilir ki Allah’ın gadabı onu daha çok
acıtacaktır.
Şimdi sizlere bir örnek paylaşmak istiyorum. Bu örneğin özellikle farklı saadet anlayışlarını resmeden nadir örneklerden olduğuna inanıyorum.
İslam’dan önce ve İslam’la müşerref olduktan sonraki hali iki farklı duruş
ve hayata bakış açısı olan Hansa Hatun…
Amr b. Hâris’in kızı meşhur şair Hansa RadiyAllahu Anha şiirde dev
bir kadındı, İslamiyeti kabul etmeden önce felakete/musibete tahammül edemezdi. Hansa, kardeşinin ölümü üzerine yazdığı mersiyelerle cihanı ağlatmıştı. Hansa’nın kardeşi Sahr için ne kadar gözyaşı döktüğü
malumdur. Günlerce, aylarca kabri başında yas tutmuştur. Hatta onun
üzüntüsü Araplarda, Arap dilinde kendisine yer bulmuştur. Kişi bir şeye
çok üzüldüğü vakit Hansa’nın üzüntüsü örnek olarak verilir ve ‫اشد حزنا من‬
‫“ الخنساء علي صخر‬Üzüntüsü Hansa’nın (kardeşi) Sahr’a olan üzüntüsünü geçti.” Denir. Hansa kendisine isabet eden bu musibete o kadar gözyaşı dökmüştür, ağlamaklı olmuştur ki, yüzünde bazı izlerin gözyaşı dökmekten
olduğuna dair tarih kitaplarında kayıtlar vardır.
Hansa Hatun o gün için henüz cahiliyenin karanlıklarından kurtulamamış, âlemlere rahmet olsun diye gönderilen Rasulullah Sallallahu Aleyhi
ve Sellem’in getirdiği hidayet rehberiyle müşerref olmamıştı. Yani onun
nefes alıp verdiği atmosferin adı “cahiliye” idi. İslam’la müşerref olduğunda birdenbire değişti. Çünkü İslam onu baştan inşa etmiş ve ona İslamî Şahsiyet kazandırmıştı. Artık dünyaya başka pencereden bakıyor
ve dolaysıyla mutluluğu/saadeti Allah’ın rızasında arıyordu. Hem de nasıl değişti! Cahiliyede iken kardeşine mersiyeler düzen, kardeşinin kabri
başında üzüntüsünden harap olan Hansa Hatun daha sonra Müslüman
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
37
olduğunda, saadet anlayışı değiştiğinde daha doğrusu mutluluğu Allah’ın rızasında aramaya başladığında dört oğlunu birden Kadisiye
Muharebesi’ne gönderebiliyor ve bundan da zerre miktarı pişmanlık ve
hüzün duymuyordu. İbn Esîr’in Üsdü’l Gâbe adlı eserinde geçtiği üzere
nakledecek olursak oğullarıyla geçen konuşma şu şekildedir:
Saadet anlayışı
hayata bakış
açısına göre
farklılık arz
etmektedir.
Mutluluğu
maddi hazlardan
ibaret görenler
mutluluk
verecek olan
şeylerin ardına
düşerlerken,
mutluluğun
Allah’ın rızasında
olduğuna
inananlar ise
O’nu razı etmek
adına bütün
fedakârlığı
yaparlar
“Benim kahraman evlatlarım! Gireceğiniz savaşta bu asaletinize uygun
bir cesaret ve kahramanlık bekliyorum. Din düşmanlarına ilk hücum eden
sizler olmalısınız. Sizlerin arkada değil, daima en ön safta çarpıştığınızı
duymalıyım. Bu sözlerden sonra çocuklarını ayrı ayrı kucaklayan Hansa
Hatun, ilave ederek diyor ki: Ya İslam’ın zafer bayrağını Kadisiye’de dalgalandıracaksınız yahut da din uğruna şehit olduğunuzu duyacağım! Nitekim öyle olmuştu. Hasta yatağında yatarken dört oğlunun şahadet haberi
getirilince: Yani ben simdi şehit anası mı oldum? diye soruyor, evet, dört
şehit anası... diyorlardı. Tekrar soruyordu: Zafer kimlerde? Zafer Müslümanlarda, şimdi Kasidiye’de İslam’ın bayrağı dalgalanıyor. İslam’ın bir zaferi için dört oğlum feda olsun diyen Hansa Hatun ellerini açarak şöyle yalvarıyordu: Ya Rabbi! Bana emanet ettiğin dört kahramanı yine senin dinin
uğruna feda etmiş bulunuyorum. Artık beni şehit anaları defterine kaydet.
Benim için şehit anası olmak kâfi ikramdır. Bunu Benden esirgeme!”
Nereden nereye… Evlatlarını Allah yolunda toprağa vermiş olmasını
bir ikram olarak görüyor.
Görüldüğü üzere saadet anlayışı hayata bakış açısına göre farklılık arz etmektedir. Mutluluğu maddi hazlardan ibaret görenler mutluluk verecek olan şeylerin ardına düşerlerken, saadetin/mutluluğun
Allah’ın rızasında olduğuna inananlar ise O’nu razı etmek adına bütün
fedakârlığı yaparlar.
Hal böyleyken -özellikle seçim sonrası için söylüyorum- maalesef
demokrasi kazanımı mutluluk naralarıyla karşılandı. Düşünebiliyor
musunuz mutluluğu Allah’ın rızasında aramakla memur olan Müslüman Allah’ı hayat sahnesinden kovan Demokrasinin kazanmasına
sevinebiliyor, bundan mutluluk duyabiliyor? Söyler misiniz bu neyle
izah edilebilir? Mademki Müslüman için mutluluk Allah rızası idi, öyleyse nasıl olur da kâfirlerle her türlü ticari, askeri anlaşmalar yaparak
Allah’ın gadabına müstahak olan bu yöneticilerin iktidar olmasından
mutluluk duyulabilir?
Allah’ın rızasının olmadığı yerlerde saadet aramak arzu edilen değildir. Arzu edilen Allah’ın razı olduğu yerlerde mutluluğu aramaktır
velev ki bu menfaatlerimizle çatışıyor olsa bile. O zaman siz söyleyin
kazanan demokrasi olduğuna göre ne yapmalıyız? Mutlu mu olmalıyız? Yoksa gadaplanmalı mıyız?
1
Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Hudud
İSLAM’DA MUTLULUK
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
38 kasım
2015
İSLÂM’A DAVETTE
HİLM SAHİBİ OLMAK
İSMAİL GÜRBÜZ
[email protected]
Hilm, yumuşak huylu olma, sabırlı ve temkinli olma, vakarlı ve ağır başlı olma, kendine hâkim olma, teenni ile hareket etme, acele etmeme anlamlarına gelmektedir.
İslâm’a davette hilm sahibi olmak, insanları etkileme ve onların gönüllerini almayı sağladığı gibi, onları kazanma ve davetçinin kendisine karşı insanlarda bir sevgi, sıcaklık ve yakınlık
verir.
Çünkü insanları kazanmanın ve onları etkilemenin en başta gelen unsurlarından biri de
yumuşak huylu ve tatlı dilli olmaktır.
Allah Subhanehû ve Teâlâ Şöyle buyurdu:
ًّ َ‫اللِ ِل ْنتَ لَ ُه ْم َولَ ْو ُك ْنتَ ف‬
َ ‫ظا غ َٖلي‬
ّٰ َ‫فَبِ َما َرحْ َم ٍة ِمن‬
َ‫عزَ ْمت‬
ِ ‫ظ ْالقَ ْل‬
ُ ‫ب َل ْنفَضُّوا ِم ْن َح ْولِكَ فَاع‬
َ ‫ع ْن ُه ْم َوا ْست َ ْغ ِف ْر لَ ُه ْم َوشَا ِو ْر ُه ْم فِى ْالَ ْم ِر فَ ِاذَا‬
َ ‫ْف‬
ّٰ ‫اللِ ا َِّن‬
ّٰ ‫علَى‬
َ‫اللَ ي ُِحبُّ ْال ُمت ََو ِ ّك ٖلين‬
َ ‫فَت ََو َّك ْل‬
“Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli
olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan
bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık
Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.”1
İbnu Abbâs RadiyAllahu Anh anlatıyor: “Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam Eşecc el-Asarî’ye: Muhakkak ki sende Allah’ın sevdiği iki haslet var: Hilm ve hayâ, buyurdular.”2
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
39
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Hazreti Aişe validemize
hilmi tavsiye ederek şöyle buyurmuştur:
“Ey Aişe, yumuşak davran. Zira yumuşaklık bir şeyde bulunursa
mutlaka onu süsler, bir şeyden çıkarsa onu da çirkinleştirir.”3
İslâm’a davet etme hususunda son derece nazik ve yumuşak
olunmalıdır. Çünkü insanlar kaba ve kalbi katı olan insanlardan
hoşlanmaz ve nefret ederler. Nazik olmak, yumuşak olmak insanların sizi dinlemesini ve düşünmesini sağlar.
Davetçi,
tartışmalarda
muhatap haddi
aşıp zulme
sapmadıkça,
İslâm’la alay
edip, hakaret
etmedikçe,
yumuşak ses
tonuyla, sabırlı
ve vakarlı
bir şekilde
konuşmasını
yapmalıdır
Müfessir Fahruddîn er-Râzî, davette yumuşak davranmanın
kalp ve gönüllere daha çok tesir edeceğini buna mukabil kaba ve
sert davranışın da nefreti ve kabul etmemeyi netice vereceğini
söylemektedir.
İslâm’a davette muhatap kim olursa olsun hilm ile hareket
edilmelidir.
Allah Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyurdu:
َ ‫س ٖبي ِل َر ِبّكَ بِ ْال ِح ْك َم ِة َو ْال َم ْو ِع‬
‫سنُ ا َِّن َربَّكَ ه َُو ا َ ْعلَ ُم‬
ُ ‫ا ُ ْد‬
َ ‫ع ا ِٰلى‬
َ ‫ظ ِة ْال َح‬
َ ْ‫ِى اَح‬
َ ‫سنَ ِة َو َجاد ِْل ُه ْم بِالَّ ٖتى ه‬
ْ
َ
َ‫س ٖبي ِل ٖه َوه َُو ا َ ْعل ُم بِال ُم ْهتَدٖ ين‬
َ ‫بِ َم ْن‬
َ ‫ض َّل‬
َ ‫ع ْن‬
“Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en
güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi
bilendir.”4
İşte davetçi, en güzel şekilde, güzel hitap ile nezaket ve yumuşaklık ile hitap etmelidir. İslâm’ı, Kur’an ve Sünnet’i muhataplarına ulaştırırken güzel hitap sınırlarını aşmamalıdır.
Davetçi, tartışmalarda muhatap haddi aşıp zulme sapmadıkça, İslâm’la alay edip, hakaret etmedikçe, yumuşak ses tonuyla,
sabırlı ve vakarlı bir şekilde konuşmasını yapmalıdır.
İslâm, kendisine tâbi olanların yumuşak huylu, nazik olmalarını ister, fakat onlara zalim ve günahkârların kendilerini hiç dikkate almayacakları şekilde zayıf ve pısırık olmalarını da istemez.
Amaç karşıdaki kişinin düzeltilebilmesi için sabırlı bir şekilde,
güzel bir dilde, ölçülü bir şekilde mücadele etmektir. Çünkü muhatabımızı etkilemek onun gönlünü kazanmak ve kalbini uyandırmak, ona hakkı ulaştırmak ve onu doğru yola getirmek ona
rahmetle ve yumuşak davranarak mümkündür.
Allah Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyurdu:
‫ى‬
َّ ‫سنَةُ َو َل ال‬
َ ُ‫سنُ فَ ِاذَا الَّذٖ ى بَ ْينَكَ َوبَ ْينَه‬
َ ‫َو َل ت َ ْست َ ِوى ْال َح‬
َ ْ‫ِى اَح‬
ٌّ ‫عدَ َاوة ٌ َكاَنَّهُ َو ِل‬
َ ‫س ِيّئَةُ اِ ْدفَ ْع بِالَّ ٖتى ه‬
‫َح ٖمي ٌم‬
“İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav.
Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse
sanki sıcak bir dost oluvermiştir.”5
İbn Abbas dedi ki: “Yani halim (kötülüğe kötülükle karşılık vermemek) ol­mak suretiyle sana karşı cahillik edenlerin cahilliğini defet.” Yine ondan ri­vayete göre: “Bu, bir kişiye sövüp de, kendisine
sövülen diğer kişinin: Eğer söylediklerin doğru ise Allah beni bağışlasın. Eğer söylediklerin yalan ise Al­lah seni bağışlasın, diye cevap
vermesidir.”
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
40 kasım
2015
Yine rivayete göre Ebu Bekir es-Sıddîk RadiyAllahu Anh bunu kendisine kötü söz söy­leyen
bir adama söylemiştir. Mücahid ayette geçen “En güzel bir şekilde sav.” Kısmını “Kendisine
düşmanlık eden kimse ile karşı­laştığı vakit ona selam vermek.” diye açıklamıştır.
Bir başka görüşte de bu musafahalaşmak (tokalaşmak) olarak ifade edilmiştir. Nitekim
rivayette: “Musafaha yapınız, bu (kalplerdeki) kini giderir.” denilmektedir.
İyilikten, aftan yana olmak, kötülük yapan kimselere karşı kötülük yapma imkânına sahip
olduğumuz halde kötülük yapmamak, kötülük yapana, kötülükle mukabelede bulunmamak
ve üstelik onlara iyilikte bulunmak, işte bu hasletler İslâm’ın gönüllere nüfuzunu sağlayacaktır.
Bu hilm karşısında en zalim insanlar, en katı kalpliler bile eriyecek ve sonunda size düşmanlık besleyen insanların size sıcak bir dost olduğunu ve davanıza gönül verdiğini göreceksiniz.
Böyle gözü dönmüş, size kötülük yapmak isteyen birine karşı o anda söylenecek güzel
bir söz, tatlı bir tebessüm, sakin bir konuşmanın, o anda birdenbire ortamı değiştiriverdiği,
kötülük yapmak isteyenin bile utanarak bu kötülükten vazgeçtiği çok görülmüştür.
Evet, bu iş gerçekten zor bir iştir ve insanlara ağır gelir.
Allah Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyurdu:
ّ ٍ ‫صبَ ُروا َو َما يُلَقّٰی َها ا َِّل ذُو َح‬
‫ع ٖظ ٍيم‬
َ ‫ظ‬
َ َ‫َو َما يُلَقّٰی َها ا َِّل الَّذٖ ين‬
“Bu güzel davranışa ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan ve olgunluktan) büyük payı olanlar kavuşturulur.”6
İşte bu iş ancak, kendinden çok davasını düşünen, insanların da İslâm davasına gönül
vermesini isteyen ve bunu ön planda tutan ve davası uğrunda her şeyini feda edecek olan
sabır erlerinin işidir.
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
“Kendisine yumuşaklık verilen kimseye dünya ve ahiret iyilikleri verilmiştir. Yumuşaklıktan
mahrum olan kimse ise dünya ve ahiret iyiliklerinden mahrum olur.”7
Buhari ve Müslim, Ebû Said el-Hudrî’den rivâyet ediyorlar: “Zü’l-Huveysira adında birisi Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e geldi. Allah Rasulü, o esnada ganimet malları taksimin-
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
Yumuşaklık ve
yumuşak kalpli
olmak Allah’ın
bir rahmetidir.
İnsanlar yumuşak
kalpli olanların
etrafında
toplanırlar ve onu
dinlerler. Katı
kalpli ve kaba
insanlar herkesin
kötü ve yalnızca
kendisinin
doğru olduğunu
zannederler
ve kimseyi de
etraflarında
bulamazlar. Çünkü
yumuşak söz
insana tesir eder
ve onu etkiler
41
de bulunuyordu. Efendimiz’e hitaben küstahça şöyle dedi: Ya
Muhammed, adaletli ol!. O sırada orada bulunan Hz. Ömer, bu
saygısızca hitap karşısında birden kükrer ve: Bırak beni şu münafığın başını alıvereyim, yâ Rasûlallah!, der. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Hz. Ömer’i ve diğer sahabeleri teskin
ettikten sonra bu adama döner ve sadece şunu söyler: Yazık
sana! Eğer ben de âdil olmazsam, başka kim âdil olabilir ki?”8
Aynı şekilde Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem kendisine karşı büyücü, şair, sihirbaz diyen insanlara karşı Allah’ın
rahmeti sayesinde yumuşak davranarak davasına hayatını
verecek erler yetiştirmiştir.
Yumuşaklık ve yumuşak kalpli olmak Allah’ın bir rahmetidir. İnsanlar yumuşak kalpli olanların etrafında toplanırlar
ve onu dinlerler. Katı kalpli ve kaba insanlar herkesin kötü ve
yalnızca kendisinin doğru olduğunu zannederler ve kimseyi
de etraflarında bulamazlar. Çünkü yumuşak söz insana tesir
eder ve onu etkiler.
Tıpkı Musab bin Umeyir örneğinde olduğu gibi. Musab
bin Umeyir, nazik ve yumuşak huylu, son derece zeki ve güzel konuşan biri idi. Nitekim bu özellikleri Medine’de yapmış
olduğu davet çalışmasında etkisini göstermişti.
Musab bin Umeyir ve İslâm’ı tebliğ için Medine’de Es’ad
b. Zürare, Benî Zafer mahallesindeki evde etrafında toplanan
insanlara Kur’an okurken tam bu sırada yanlarından geçen
Sa’d b. Muaz gördüğü manzaraya çok kızar. Sa’d b. Muaz
oradaki masum topluluğu dağıtmak için Hz. Mus’ab’a bir kötülük yapmaya karar vermişti. Ancak o, halasının oğlu olan
Es’ad İbn Zürare’nin misafirine de uygunsuz davranışta bulunmayı şahsiyetine yakıştıramıyordu. Bu işe bir çözüm bulmaya çalışan Sa’d b. Muaz, Medine’nin önde gelenlerinden
yiğit arkadaşı Useyd İbn Hudayr’a giderek düşündüklerini
ona yaptırmaya karar verdi. Bu defa, Hz. Useyd arkadaşı tarafından verilen vazifeyi yapmak için büyük bir hiddetle Hz.
Musab’ın yanına vardı. Ancak, onun yumuşak davranmasıyla sakinleşen Useyd b. Hudayr, bir süre dinlediği Kur’an ile
kalbinde büyük değişiklikler meydana geldi ve hemen oracıkta Müslüman oldu.
Hz. Sa’d o yiğit arkadaşının yapacaklarını merakla beklerken, uzaktan, onun yanına doğru yaklaştığını görür. Ancak,
az önce yanından giden bu adamın yüzündeki hiddet ifadelerinden eser yoktur. Aksine, yüzünde bir mülayimlik vardır.
Bunu görünce Sa’d yanındakilere: “Yemin ederim ki, Useyd
yanımızdan gidişinden çok farklı bir yüzle geliyor.” der.
Hz. Useyd, az önce duyup iman ettiği Kur’an hakikatlerini,
arkadaşına ulaştırmak için sabırsızlanıyordu.
Hz. Musab b Umeyir’e, “Benim bir arkadaşım var. O, Sa’d b
Muaz’dır. İman ederse, kavminden hiç kimse onun yoluna girmekten geri kalmaz. Ben onu hemen size gönderirim.” demişti.
Hz. Sa’d yanına gelen dostuna hemen sorar: “Neler oldu
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
42 kasım
2015
bana anlat!” deyince, Hz. Useyd: “O iki şahısla konuştum. Allah’a yemin ederim ki, onların okuduklarında ve
anlattıklarında zararlı bir şey görmedim.”
Bu cevap Sa’d’ın kızgınlığını tahrik etmişti. Sa’d,
toplantının yapıldığı yere doğru gider. O’nun gelmekte olduğu gören Hz. Es’ad, Hz. Mus’ab’a: “Bu gelen
şahıs kavminin ileri gelen büyüğüdür. O, senin anlattıklarına bağlanırsa çevresindekilerden iki kişi dahi sana
karşı çıkmaz.” dedi.
Sa’d oraya gelip Hz. Mus’ab’ı
görür görmez onu rencide edici
sözler söyledi sonra da sözlerine şöyle devam etti: “Sen buralara, içimizdeki zayıf insanların
inançlarını bozmak için mi geldin? Hoşumuza gitmeyen şeyleri
mi aramıza sokacaksın? Bundan
sonra buralarda bir şeyler yaptığını bir daha görmemeyim!”
Sa’d konuşması bitirince
Hz. Mus’ab tatlı bir sesle: “Biraz
oturmaz mısınız? Anlatacaklarımı biraz dinleseniz. Eğer hoşunuza gitmezse beni dinlemeyebilirsiniz.” dedi.
Hz. Sad’ın bu konuşması, kabilesi üzerinde hemen tesirini göstermiş ve o gü­nün akşamına kadar,
Eşheloğullarından erkek ve kadın, Müslüman olmayan kimse kalmamıştı.9
İşte bu şekilde davetin insanlara sağlıklı bir şekilde ulaşması için bu iki özelliği taşımamız son
derece elzemdir. Kaba olmamalıyız, yumuşak huylu
ve yumuşak sözlü olmalıyız. Katı kalpli olmamalıyız,
merhametli ve iyi niyetli olmalıyız. Allah da bu iyiliklerimizin karşılığını ziyadesiyle bizlere lütfeder
inşaAllah.
Kaba olmamalıyız,
yumuşak huylu
ve yumuşak sözlü
olmalıyız. Katı
kalpli olmamalıyız,
merhametli ve iyi
niyetli olmalıyız.
Allah da bu
iyiliklerimizin
karşılığını
ziyadesiyle bizlere
lütfeder inşaAllah
Yapılan bu teklifi uygun
bulan Hz. Sa’d, elindeki mızrağını yere saplayıp dinlemeye
başladı. Kur’an okunurken Hz.
Sa’d b. Muaz’ın iç dünyasında
büyük değişmeler meydana
geliyordu. Onun bu hâli yüzüne
de yansımaktaydı. Nitekim Hz.
Es’ad, Sa’d b. Muaz’ın yüzünde meydana gelen değişmeyi, daha sonraki günlerde, “Okunan Kur’an biter
bitmez onun yüzünde İslâm’ın nurunun parladığını ve
içindeki güzel duyguların dışa yansıdığını görmüştük.”
sözleriyle anlatacaktır.
Hz. Sa’d, Hz. Mus’ab’ın okuduğu Kur’an’ı dinledikten sonra: “Allah’a yemin ederim ki, şimdiye kadar
hiç duymadığım bir şeyi dinledim.” diyerek İslâm’a girmişti.
Vakit kaybetmeden doğrudan kabilesinin yanına
gidip onların hepsini topladıktan sonra: “ Ey Benû
Eşhel! Siz beni nasıl tanıyorsunuz? deyince, onlar: Sen
bizim efendimizsin. En üstün görüşlümüz, en temiz
yaratılışlı olanımızsınız, dediler. Bu sözler üzerine Hz.
Sa’d: Bilin ki, ben Müslüman oldum. Allah’a ve O’nun
Rasulü’ne iman edinceye kadar sizin erkekleriniz ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun.” dedi.
Abdülazîm
Münzirî
“Et-Tergîb vet-Terhîb” adlı
eserinde şu hadîs-i şerîfleri
rivayet etmiştir:
“Bir kimse, Rasulullah’a:
İşlerin en iyisi hangisidir? diye
sorunca: Güzel huylu olmaktır,
buyurdu. O kimse kalkıp biraz
sonra sağ tarafından gelip,
aynı soruyu sordu. Yine: İyi
huylu olmaktır, buyurdu. Gidip, sonra sol tarafına gelip:
Allah’ın en sevdiği iş nedir?
diye sorunca, yine: İyi huylu
olmaktır, buyurdu. Sonra tekrar arkadan gelerek: En iyi, en
kıymetli iş nedir? dedi. Hazreti
Peygamber, ona karşı dönüp:
İyi huylu olmak ne demektir
anlayamadın mı? Elinden geldiği kadar kimseye kızmamaya çalış! buyurdu.”
“Kimse ile münakaşa etmeyen, haklı olsa bile, dili ile kimseyi incitmeyen Müslümanın Cennet’e gireceğini size söz veriyorum. Şaka
yapmak, yanındakileri güldürmek için olsa bile yalan
söylemeyenin Cennet’e gireceğini size söz veriyorum.
İyi huylu olanın, Cennet’in yüksek derecelerine kavuşacağını size söz veriyorum!”
“Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huylu olmak, insanın
günahlarını eritir, yok eder. Sirke balı bozduğu, yenilmez hâle soktuğu gibi, kötü huylu olmak, insanın ibadetlerini bozar, yok eder.”
“Allahu Teâlâ yumuşak huylu olanları sever ve onlara yardımcı olur. Sert ve öfkeli olanlara yardım etmez.”
“Yavaş ve yumuşak davranmak, Allah’ın kuluna verdiği büyük bir ihsandır. Aceleci, atak olmak, şeytanın
yoludur. Allahu Teâlâ’nın sevdiği şey, yumuşak ve ağır
başlı olmaktır.”
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
43
Allah Subhanehû ve Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de çok dikkat çekici bir ayette Hz. Musa ve Hz. Harun Aleyhi’s Selam’a yönelik
olarak şöyle buyurmaktadır:
Davet hususunda
yumuşak sözlü
olmak davetçinin
en önemli
vasıflarından
birisidir. Çünkü
en sert ve en katı
insanlar dahi
tatlı dil ve güler
yüz karşısında
yumuşama
göstermiş ve
verilen nasihati
dinlemişlerdir.
َ ُ‫ع ْونَ اِنَّه‬
َ ُ‫ط ٰغى فَق‬
‫ول لَهُ قَ ْو ًل لَ ِيّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَ َّك ُر ا َ ْو يَ ْخ ٰشى‬
َ ‫اِ ْذ َهبَا ا ِٰلى فِ ْر‬
“Fir’avna gidin. Çünkü o, hakikaten azdı. (Gidin de) ona
yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler yahut (Allah’tan)
korkar.”10
Allah Subhanehû ve Teâlâ, Musa Aleyhi’s Selam’a Firavun’a
karşı yumuşak söz söylemesini ve nazik olmasını söyledi. Firavun, o kadar azmıştı ki, kendini Rab ilan etmişti. “Ben sizin
en büyük rabbinizim.” diyordu. Firavun davet karşısında zamanının en azılı düşmanıydı.
Allah Subhanehû ve Teâlâ buyuruyor ki, “Ona gittiğin zaman,
ona karşı yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler yahut
Allah’tan korkar.”
İşte bu şekilde Allah’a davet hususunda kabalık ve sertlik
terk edilerek yumuşak ve latif söze yer verilmesi gerekmektedir.
Çünkü Allah’a davet hususunda yumuşaklık ve nezaket,
düşünmeye, Allah’tan korkmaya ve verilen nasihati dinlemeye
sevk edecektir.
Tabii ki burada şu husus da unutulmamalıdır. Muhatap
haddi aşıp zulme sapmadıkça, İslâm’la alay edip, hakaret etmedikçe, bizler yumuşak ses tonuyla, sabırlı ve vakarlı bir şekilde konuşmalarımızı yapmalıyız.
O halde davet hususunda yumuşak sözlü olmak davetçinin en önemli vasıflarından birisidir. Çünkü en sert ve en katı
insanlar dahi tatlı dil ve güler yüz karşısında yumuşama göstermiş ve verilen nasihati dinlemişlerdir.
Rabbim bizleri rahmetiyle
yumuşak huylu, yumuşak sözlü 3
ve geçimi kolay olanlardan ey- 4
5
lesin inşaAllah.
1
2
Âli İmran Suresi 159
Müslim
6
7
8
9
10
İSLÂM’A DAVETTE
HİLM SAHİBİ OLMAK
www.kokludegsimdergisi.com
Müslim, Ebu Davud
Nahl Suresi 125
Fussilet Suresi 34
Fussilet Suresi 35
Müslim, Ebu Davud, Tirmizî
Buhari, Müslim
İbnu’l-Esir
Taha Suresi 43-44
KÖKLÜ DEĞİŞİM
44 kasım
2015
EL-NAKBA
BÜYÜK KUDÜS FELAKETİ
Sizce makaleye böyle bir başlık atmak için bugün Filistin’de ne
yaşanmış olabilir? Acaba gasıp Yahudi varlığı Gazze’ye mi yoksa
mescidi Aksa’ya mı saldırdı? Hayır, felaketin adı ne Gazze ne de
mescidi Aksa değildir, zira ele alacağımız mesele bunlardan daha
vahim ve daha derindir.
Kadim İslam beldesi Kudüs ile Müslümanların münasebeti Allah
Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem İsra ve Miraç mucizesiyle başlar.
Kudüs Müslümanlar eliyle ilk kez M. 638’de Hz. Ömer komutasında
Sahabe ordusu ile fethedilir. İslam ile müşerref olmadan önce Bizans toprağı olan Kudüs bu kutlu fetihten sonra Fatımiler, Selçuklular, Eyyubiler, Memlukler ve en son Osmanlı toprağı olarak hep İslam
ümmetinin göz bebeği olmuştur. Bilahare mukaddes belde Filistin
1099’dan 1187’ye kadar ikinci kez Hristiyan esaretini yaşar. 88 yıllık
bu esarete büyük İslam komutanı Selahattin Eyyubi son verir. Filistin bu ikinci fetihten sonra 9 Aralık 1917’ye kadar da Osmanlı İslam
toprağı olarak kalır.
www.kokludegsimdergisi.com
MURAT ALTIN
[email protected]
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
45
Zira Kudüs’te büyük felaket, Osmanlının bin bir tefrikayla girdiği I. Dünya Savaşı’nda akla hayale gelmeyecek
entrika ve ihanetlerle yenik ayrılmasıyla yaşanacaktır. Osmanlı bu hezimetin bedelini haçlıların düzenlediği bir dizi
mizansenle çok ağır ödeyecek, Batı’da başlayan toprak kayıplarına Doğu’da Mukaddes belde Kudüs de eklenecekti.
Haçlılar Filistin’de
kazanılan bu büyük
zaferi perçinlemek
ve bu topraklarda
ilelebet kalabilmek
için şerir planlar
kuruyorlardı.
Özellikle İngilizler
siyonistlere verdiği
sınırsız destekle
Filistin’de bir
Yahudi yurdu
kurulmasını
öngörüyordu.
Yahudi ve haçlılar
arasındaki bu
ittifakın temelinde,
aşırı sağcı
Hristiyanların
kutsal kitaplarında
anlatılan geçmişin
yeniden vücuda
getirilmesi ile ilgili
teoloji yatıyordu
Cebren mukaddes beldeyi İngiliz mandasına teslim
eden Osmanlı mümkün olan en kısa zamanda Kudüs’e
geri dönmeyi planlıyordu.
“…Osmanlı Hükümeti, kutsal mekânları yıkım ve tahribattan korumak için askerlerini kentten çekmiş ve bir takım yetkilileri Kutsal Kabir ve Aksa Camii gibi mekânlara göz kulak
olmakla görevlendirmiştir. Sizin de benzer bir muamele göstereceğiniz umuduyla …”1
Lakin Osmanlı ölümcül bir hata ile çekilmek zorunda
kaldığı mukaddes topraklara bir daha asla geri dönemeyecekti. Çünkü İngilizlerin mandası önce Kudüs’ün işgaline, sonrasında Siyonist rüyanın gerçeğe dönüşmesine yol
açacaktı.
Bizatihi Osmanlı’dan mandacı İngilizlere yazılan yukarıdaki mektuptan hemen sonra, İngiliz General Edmund Allenby muzaffer bir edayla Kudüs’e girecek “İşte şimdi Haçlı
Savaşları sona erdi.” diyecekti. Dönemin İngiltere Başbakanı David Lloyd George, Kudüs’ün ele geçirilmesini “İngiliz
halkına verilmiş bir Noel hediyesi.” olarak nitelendirecekti.
Yine İngiliz basınında işgal geniş yer alıyordu. Gazetelerde “Aslan Yürekli Richard” yukarıdan Kudüs’e doğru bakıp
memnuniyetle başını sallayarak “Hayalim gerçek oldu.” diyordu. Çanakkale’de 1915’te Osmanlı tokadı yiyen Fransız
komutan Henri Gouraud, bu tokadın hesabını Şam’da Selahaddin Eyyubi türbesini tekmeleyerek “Uyan Selahaddin
geri geldik. Burada bulunmam Haç’ın Hilal karşısındaki zaferini kutsuyor.” diyordu. Oysaki İngilizler mukaddes belde
Kudüs’e girene kadar ne “Kutsal savaş” ne de “Haçlı seferi”
sözünü hiç kullanmamışlardı. Hatta İngiliz kurnazlığıyla
sömürgelerden Kudüs’e getirilen Müslüman askerlerle son
anda çıkacak olası Osmanlı sürtüşmesi bile önlenmişti.
Haçlılar Filistin’de kazanılan bu büyük zaferi perçinlemek ve bu topraklarda ilelebet kalabilmek için şerir planlar
kuruyorlardı. Özellikle İngilizler siyonistlere verdiği sınırsız
destekle Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulmasını öngörüyordu. Yahudi ve haçlılar arasındaki bu ittifakın temelinde,
aşırı sağcı Hristiyanların kutsal kitaplarında anlatılan geçmişin yeniden vücuda getirilmesi ile ilgili teoloji yatıyordu.
Bu dünya görüşüne göre, Hz. İsa Aleyhi’s Selam’ın “Yeniden Doğuşu” beklentisinin gerçekleşmesi için siyonizm bir
sıçrama tahtasıydı. Böylece “İsrail” Avrupa’nın yerleşimci
sömürge politikalarına göbekten bağlı olmak kaydıyla, İngilizlerin kucağına doğuyordu.
Batı beslemesi Yahudilerin Filistin’e yönelik yerleşme
planları, önceleri Batılı Yahudi zenginlerinin Filistin’den
para ile Osmanlı’dan toprak satın alma girişimleri ile baş-
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
46 kasım
2015
ladı. Yahudiler bu amaçlarına ulaşabilmek için siyonizmin babası sayılan Theodore Hertzl’i 1896-1902
yılları arası tam beş defa İstanbul’a
gönderecekti. O dönemin kudretli
Osmanlı halifesi II. Abdülhamit Han
Theodore Hertzl’in bu husustaki randevu tekliflerini dahi kabul etmeyecek, vaat edilen para ve medya desteğini kesin bir dille reddedecekti.
Son derece vahim bu teşebbüslerin
ardından, Osmanlı İslam halifesi II.
Abdülhamit Han, Theodore Hertzl’e
şu ültimatomu göndermiştir:
“Bay Hertzl bu meselede ikinci bir
adım sakın atmayasın. Ben bir karış
dahi olsa size İslam toprağı satmam.
Zira bu topraklar bana değil, İslam ümmetine aittir. Müslümanlar bu toprakları kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır
o bizden ayrılıp uzaklaşmadan, tekrar
kanlarımızla önleriz. Benim, Suriye ve
Filistin alaylarımın askerleri birer birer
Plevne’de şehit düşmüşlerdir. Bir tanesi bile geri dönmemek üzere hepsi
muharebe meydanında kalmışlardır.
Osmanlı Hilafet’i bana ait değil Müslümanlarındır, ben onun hiç bir parçasını veremem. Bırakalım Musevilerin
milyonlarını kendilerine kalsın. Benim
devletim yıkılıp, parçalandığı zaman
Filistin’i karşılıksız ele geçirebilirler.
Lakin bizim cesetlerimizi parçalamadan Osmanlıyı taksim edemezler, Zira
ben, canlı bir beden üzerinde ameliyat
yapılmasına asla müsaade etmem.”
İslam Halifesi II. Abdülhamit Han
tarafından net bir dille ret edilen bu cüretkâr teklif,
daha sonraki yıllarda Osmanlı’da yaşanan vahim gelişmelerle yeni bir boyut kazanıyordu. Evvela İngilizlerin sömürgeleştirme projesiyle Filistin’de bir “Yahudi
Devleti” kurulmasına izin veren 1917 Balfour Deklarasyonu yayınlanıyor. Ardından Müslümanların aleyhinde
ilerleyen talihsiz süreç 1924’te Osmanlı Hilafeti’nin
lağvedilmesiyle son buluyordu. Böylece Yahudilerin
Filistin’de yurt edinmelerinin önünde hiçbir engel kalmıyordu. B.M. nezdinde 14 Mayıs 1948’de, Tel Aviv’de
toplanan Yahudi Milli Konseyi yayınladığı bir bildiri ile
“İsrail”in kurulduğunu dünyaya ilan ediyordu. İlanıyla
İslam ümmetinin kalbine zehirli bir hançer gibi saplanan “İsrail” 700 bin Filistinliyi topraklarından sürecek,
www.kokludegsimdergisi.com
İslam Halifesi II. Abdülhamit Han
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
47
500’den fazla Filistin köyünü haritadan silecek, binlerce masum
Müslüman’ı da katledilecekti. Yahudileri Filistin’den söküp atmak için Arap birliği “İsrail” üzerine Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak
ordularını harekete geçirecekti. Lakin 1948 I. Arap “İsrail” savaşı
sonunda koskoca Arap birliği ordusu, hepi topu bir avuç Yahudi’ye boyun eğeceklerdi. II. Arap “İsrail” gerginliği tarihe “1967
Altı Gün savaşları” olarak
geçecek; maskaralıklarla
Arap Birliği yine yenilecek
ve böylece Yahudilerin Filistin’de varlığı tescillenecekti.
Kuşkusuz Yahudiler karşısında yaşanan bu hezimet sadece Arapların değil,
52 parçaya bölünmüş İslam ümmeti ve hain yöneticilerin ortak hezimetidir.
Ey büyük İslam ülkelerinin kahraman orduları! Dün
Filistin direnişiyle simgeleşen Yahudi tankına taş
atan çocuk resmine, bu
gün mescidi Aksa’ya siper
olmak için şehit edilen bacılarımız eklenmiştir.
Hala harekete geçmeyecek, yine izlemekle mi yetineceksiniz?
Ey büyük İslam ümmeti!
Hilafet’in yokluğunun
acı faturasını sadece
Kudüs’te değil bütün
İslam beldelerinde en
ağır biçimde ödüyoruz
Hilafet’in yokluğunun acı faturasını sadece Kudüs’te değil
bütün İslam beldelerinde en ağır biçimde ödüyoruz. Onun için
El-Nakba “Büyük Felaket” günü sadece Filistinlilerin yas tuttuğu bir gün olmamalıdır. Çünkü Ümmetin büyük felaketi “Yahudi
Devleti” kurulduğunda değil, kalkanı kırıldığı gün yaşanmıştır.
Öyleyse hilafet çatısı altında birleşmenin zamanı daha gelmedi mi? Zira ümmetin tek kurtuluşu yakında kurulacak olan II.
Râşidî Hilafet’tir. Aksi halde ne Filistin’in ne de İslam ümmetinin yaşadığı yüzyıllık esaretin izlerini silmek mümkün olmayacaktır.
1
İsa El Safari, Filistin El Arabiya
EL-NAKBA
BÜYÜK KUDÜS FELAKETİ
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
48 kasım
2015
KAPİTAL HUZUR
TİMUR KIZILIRMAK
[email protected]
twitter.com/timurkizilirmak
Kapitalizmin günümüzdeki acı meyvelerinden biri olan ve ümmetimizi
olumsuz etkileyen bir unsur olarak karşımıza çıkan “Huzurevleri” hakkında
ne kadar bilgiye sahibiz! İlk huzurevi hangi amaçla ve ne zaman kuruldu, günümüzde ise bu amacın dışına çıkıldı mı yoksa masumane bir kurum olarak
mı hizmet sunmakta kısaca bu konulara değinelim.
Müslümanların tarihinde ilk olarak düşkünlere yaşlılara hizmet ve refah
içeren bir yaşam sunabilmek adına Darülaceze kurulmuştur.
Darülaceze’nin kuruluş süreci 1877 Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar uzanmaktadır. Bu savaşın ardından, göçler başlamış 1877-79 tarihleri arasında
İstanbul’a dört yüz bine yakın göçmen gelmiştir. Sokaklarda evsiz, barksız,
hasta, kimsesiz çocuk ve dilenciler artmıştır.
İstanbul’daki dilencileri, sokaklarda başıboş gezen kimsesiz çocukları,
cami avlusunda yatan kimsesiz muhtaçları bir araya toplayıp ıslah ederek
sanat sahibi yapmak, kimsesizlerin son ömürlerini huzur içinde yaşamalarını sağlamak maksadıyla zamanın Halifesi II. Abdülhamid Han, bir Darülaceze kurulmasını ferman ile emir buyurmuştur. Bu ferman sonrası oluşturulan
komisyonun tetkikleri neticesinde, Darülaceze’nin Okmeydanı’nda kurulmasının muvafık olacağı ve inşaatının 72.000 altın liraya çıkabileceğini halifeye arz etmişlerdir. Bunun üzerine Darülaceze’nin Okmeydanı’nda inşasına
başlanması halifenin 25 Mart 1306 (6 Nisan 1890) tarihli fermanı ile emir
buyrulmuş ve bu ferman 30 Mart 1306 (11 Nisan 1890) tarihli Resmî Tebliğ
ile yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
Sultan Abdülhamid Han, Darülaceze’nin kuruluş
masraflarını karşılamak üzere 7.000 altın lira kıymetindeki eşyasını hediye etmiş, 10.000 altın lira da nakit olarak bağışlamıştır. Ayrıca yardım kampanyası
düzenlenmiş, geniş bir katılım sağlanmış ve toplanan teberrularla 50.000 altın lira toplanmıştır.
Böylelikle temin edilen inşaat parası ile 6 Ekim
1892 tarihinde 21 koyun kesilerek Darülaceze’nin temeli atılmış ve Sultan Abdülhamid Han’ın cülusunun
sene-i devriyesi olan 19 Ağustos 1895 tarihinde binaların inşaatı tamamlanarak fotoğraflardan oluşan
iki albümle birlikte anahtarları Sultan Abdülhamid
Han’a teslim edilmiştir. Darülaceze’nin resmî açılışı
31 Ocak 1896 tarihinde yapılmıştır.
Günümüzde ise Türkiye Cumhuriyetine bağlı huzurevleri sayısını sizlere aktarmak istiyorum. Aile ve
Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlı Engelli ve Yaşlı
Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün sağladığı verilere
göre Türkiye’deki huzurevi sayısı aşağıdaki gibidir.
HUZUREVİ
KAPASİTE
SAYISI
Bakanlığa Bağlı Huzurevleri
Diğer Bakanlıklara Bağlı Huzurevleri
Belediyelere Ait Huzurevleri
Dernek ve Vakıflara Ait Huzurevleri
Azınlıklara Ait Huzurevleri
Özel
TOPLAM
107
2
20
31
7
130
297
www.kokludegsimdergisi.com
BAKILAN
YAŞLI SAYISI
11717
566
2013
2556
920
6422
24194
10692
566
1409
1789
644
4495
19596
49
KÖKLÜ DEĞİŞİM
50 kasım
2015
Bu huzurevlerine ek olarak, Genel Müdürlüğe bağlı
5, özel sektöre ait 1 adet de gündüz bakım evi bulunmaktadır. Böylece Türkiye’de yaşlı bakım hizmeti sağlayan kuruluş sayısı toplamda 303 olmaktadır. Toplam
bakılan yaşlı sayısı ise 20,711’dir.
İlk olarak kurulan huzurevinin amacını ve ne gibi
şartlarda kurulduğunu yukarıda sizlere bildirmeye çalıştım. Günümüzdeki huzurevi sayıları ise ortadadır.
Şimdi kendimize şu soruyu soralım son yıllarda ne
oldu da bu sayı bu denli artış gösterdi ve ilk amacından neden saptırıldı!?
Bunun tek bir nedeni var o da elbette ki kapitalizmin toplumumuza sunmuş olduğu özgürlükler ve
daha rahat bir yaşam arzusudur. Burada bireyler her
nedense anne ve babalarını hayatlarında ağır bir yük
olarak görmekte, bu yükten kurtulmanın yolu ise, onları huzurevlerine bırakmaktan geçmektedir. Bunu ya
bizzat terk ederek ya da anne ve babasına eziyet ve
cefa çektirerek sözde kendi istekleri ile gitmelerini zorunlu kılmaktalar.
İşte bu nedenle ülkemizdeki huzurevleri sayısı artmakta ve nedense hiç de huzurlu bir ortam oluşturmamakta. Evet, ne yazık ki günümüz evlatlarını bu denli
vahşi, acımasız ve vicdansız hale getiren KAPİTALİZM’in ta kendisidir.
Bunun tek bir nedeni var o
da elbette ki kapitalizmin
toplumumuza sunmuş
olduğu özgürlükler ve
daha rahat bir yaşam
arzusudur. Burada bireyler
her nedense anne ve
babalarını hayatlarında
ağır bir yük olarak
görmekte, bu yükten
kurtulmanın yolu ise,
onları huzurevlerine
bırakmaktan geçmektedir
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
51
Şu gerçek bir kez daha
gün yüzüne çıkmaktadır
ki bu aşağılık nizamdan
bir an evvel kurtulmalı ve
yerine ise gerçek huzuru
ümmete sağlayacak
olan İSLAM NİZAMI’nı
getirmek için çaba
harcamalıyız
Şu gerçek bir kez daha gün yüzüne çıkmaktadır ki bu aşağılık nizamdan bir
an evvel kurtulmalı ve yerine ise gerçek huzuru ümmete sağlayacak olan İSLAM
NİZAMI’nı getirmek için çaba harcamalıyız.
Unutmayalım ki Kuran-ı Kerimimizde Allah Subhanehû şöyle buyurmaktadır:
َ‫ف َوال‬
ٍ ّ ُ ‫سانًا إِ َّما يَ ْبلُغ ََّن ِعندَكَ ْال ِكبَ َر أ َ َحدُ ُه َما أ َ ْو ِكالَ ُه َما فَالَ تَقُل لَّ ُه َمآ أ‬
َ َ‫َوق‬
َ ْ‫ضى َربُّكَ أَالَّ ت َ ْعبُدُوا إِالَّ إِيَّاهُ َوبِ ْال َوا ِلدَي ِْن إِح‬
َّ
ُّ
ْ ‫و‬ ‫ا‬
‫يرا‬
ْ ‫اخ ِف‬
ْ ِ ّ‫الرحْ َم ِة َوقُل َّرب‬
َّ َ‫ض لَ ُه َما َجنَا َح الذ ِّل ِمن‬
ً ‫ص ِغ‬
َ ‫ار َح ْم ُه َما َك َما َربَّيَانِي‬
َ ‫ت َ ْن َه ْر ُه َما َوقُل ل ُه َما قَ ْوالً ك َِري ًم‬
“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, annenize ve babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında
yaşlanırsa, kendilerine öf bile deme! Onları azarlama! İkisine de güzel söz söyle! Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de Sen onlara (öyle) rahmet et
(diyerek dua et!)” (İsra Suresi 23-24)
EbuHureyreRadiyallahuAnhşöylededi:“NebiSallallahuAleyhiveSellemşöylebuyurdu:
Burnu yerde sürünsün, burnu yerde sürünsün, burnu yerde sürünsün!
Sahabeler: Ya Rasulallah! Kimin? dediler. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
Ana babasına, ikisinden birine yahut her ikisine birden ihtiyarlık zamanlarına yetişip de
Cennet’e giremeyen kimsenin.” (Müslim 2551/9, Buhari Edebü’l-Müfred 21)
KAPİTAL HUZUR
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
52 kasım
2015
ÂLİ İMRAN SURESİ
146-150. AYETLER
Bu ayetlerde şu hakikatleri keşfedeceğiz:
-
Rabbani olanların sıfatları
-
Rabbani olanların kazanması
-
Kâfirlere uymanın neticeleri
-
Zaferin sebepleri
ESAD MANSUR
[email protected]
ّ ‫ستَكَانُواْ َو‬
ّ ‫س ِبي ِل‬
َ ‫اللِ َو َما‬
ْ ‫ضعُفُواْ َو َما ا‬
‫اللُ ي ُِحبُّ الصَّا ِب ِرينَ َو َما كَانَ قَوْ لَ ُه ْم إِالَّ أَن قَالُواْ ربَّنَا‬
َ ‫َو َكأ َ ِيّن ِ ّمن نَّ ِب ّي ٍ قَات َ َل َمعَهُ ِر ِبّيُّونَ َكثِيرٌ فَ َما َو َهنُواْ ِل َما أَصَابَ ُه ْم فِي‬
ْ
ْ
ْ
ْ
َ
َ
َ
ُ
ُّ
َ
ّ
ّ
ْ‫ح‬
َ‫س ِنينَ يَا أَيُّهَا الَّ ِذين‬
َ‫ْن‬
َ‫ين‬
ُ
‫م‬
‫ال‬
‫ُح‬
‫ي‬
‫الل‬
‫و‬
‫ة‬
‫ر‬
‫اآلخ‬
‫ب‬
‫ا‬
‫و‬
‫ث‬
‫س‬
‫ح‬
‫و‬
‫ا‬
‫ي‬
‫ن‬
‫د‬
‫ال‬
‫اب‬
‫و‬
‫ث‬
‫الل‬
‫م‬
‫ه‬
‫ا‬
‫ت‬
‫آ‬
‫ف‬
‫ر‬
‫ف‬
‫َا‬
‫ك‬
‫ال‬
‫علَى ْالقَوْ ِم‬
َ ‫اغفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا َو ِإس َْرافَنَا ِفي أَمْ ِرنَا َوث َ ِبّ ْت أ َ ْقدَا َمنَا وانصُرْ نَا‬
ُّ‫ب‬
ِ ُ
ِ ُ َ ِ َ ِ ِ َ
َ َ ُ ُ
َ َ
ِِ
َّ
َ
َ
َّ
ْ
ْ
ْ
ْ
ُ
َ
َ
َ
َ
ُ
ُ
َ
َ
ْ
َ
ّ ‫س ِرينَ بَ ِل‬
َ‫اص ِرين‬
َ ‫آ َمن َوا إِن ت ِطيعُوا ال ِذينَ َكف ُروا يَ ُردُّو ُك ْم‬
ِ ‫على أعقابِ ُك ْم فتَنق ِلبُوا خا‬
ِ ‫اللُ َموْ ال ُك ْم َوه َو خي ُْر الن‬
“Nice peygamberler vardır ki onlarla beraber çok rabbani kimseler savaşmıştır. Allah uğrunda kendi başlarına gelen musibetlerden dolayı gevşemediler, zaaf göstermediler ve boyun eğmediler. Allah sabredenleri
sever. Onların sözleri; ancak şöyle demekten ibarettir: Rabbimiz günahlarımızı ve işlerde israflarımızı bağışla, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfir kavimlerine karşı bize zafer ver. Bu nedenle Allah onlara dünya sevabını ve
ahiretin en güzel sevabını verdi. Allah ihsan sahiplerini sever. Ey iman edenler kâfirlere itaat ederseniz onlar
sizi gerisin geri döndürürler ve böylece hüsrana uğrayanlardan olursunuz. Hâlbuki sizin mevlanız Allah’tır, en
hayırlı yardımcı ve zafer veren O’dur.” (Âli İmran suresi 146-150)
Allah bu ayetlerde müminlere, peygamberleri yanındaki o eski müminlerin savaşmaları ve sebatlarından
örnek verdi. Zira daha önceki ayetlerde müminlerin bir kısmı Uhud Savaşı’nda Resullah SallAllahu Aleyhi ve
Sellem öldürüldü denilince gevşeklik ve zaaf gösterip savaştan kaçtılar. Bunlar dünyayı tercih ettiler. Ama müminlerin öbür kısmı bunu duyunca sebat gösterip şöyle dediler: “Allah zaferi verinceye kadar veya Resulullah’a
yetişinceye (ölünceye) kadar savaşacağız.” Bunlar ahireti tercih ettiler. Bu nedenle hem dünyayı hem de ahireti
kazandılar. Başka bir ifadeyle hem zaferi hem de Cennet’i kazandılar. Allah Subhanehû ve Teâlâ önceki müminlerin misalini verirken “Allah onlara dünya sevabı (iyiliği) ve ahiretin en güzel sevabını verdi.” dedi. Arapçada
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
sevabın manası ödüllendirmektir. Dünya sevabı ise
dünya ödülünü kazanmaktır. Bu ise; Allah’ın zaferi
ve yardımıdır. Uhud Savaşı’nı kaybederlerse tamamen yenildiler veya kaybettiler demek değildir. O bir
meydan muharebesi veya bir raunttur. Geniş manada savaş veya harp bir taraf başka tarafın varlığını
yok edinceye kadar meydan muharebelerinden ibarettir. Bir savaşı veya bir muharebeyi kaybedersen
ikincisini kazanabilirsin, ondan dolayı ilerde bu surede tefsir edeceğimiz 165. ayette Allahu Teâlâ müminlere bunu hatırlattı ve onlara dedi ki eğer Uhud
Savaşı’nı kaybetmişseniz, siz Bedir Savaşı’nı kazanmıştınız, hem de düşmanlarınızın kazandığının iki
katını o savaşta kazandınız. Yine daha önce tefsir
ettiğimiz 140. ayette Allah Celle Celâlehû müminlere
şunu hatırlattı: “Eğer acı çekiyorsanız karşı taraf da
acı çekiyor, öyleyse niye üzülüyorsunuz ve sabretmek istemiyorsunuz?” Ayrıca “Günleri insanlar arasında değiştiririz.” buyurarak müminlere bunu hatırlattı. Başka ifadeyle bir gün lehinize ve başka gün
de aleyhinize olur. Bu Allah’ın kanunudur. Nitekim
Enbiya Suresi 35. ayette duyurduğu gibi insanları
hayırla ve şerle yani; insanın sevdiği ve insanın nefret ettiği şeyle imtihan edeceğini bildirdi. Böylece
Allah sabredenleri ortaya çıkartır. Zira Allah sabredenleri sever, sabırlarına karşı onlara bir gün yardım
edecek ve ahirette bol sevap verecek, günahlarını
silecek ve Cenneti’ne sokacaktır.
Allah bu ayetlerde rabbani kimselerin kim olduklarını tanıttı; Onlar Allah uğrunda savaşırlar, bu
uğurda kendi başlarına gelen musibetlerden dolayı
gevşemezler, zaaf göstermezler ve kâfirlere boyun
eğmezler. Allah bunu gösterirken müminlerin rabbani olmalarını talep ediyor. Rabbani kelimesi Rabbe
nispettir, Rabbe mahsustur. Rab ise Allah’tır. Böylece rabbani kimse Rabbine bağlı olup sırf onun için
mücadele eden, hak mücadelesinde zaaf ve gevşeklik göstermeyendir. O insanlardan korkmadığı ve
yalnız Allah’tan korktuğu, ahireti de düşündüğü için
Allah uğrunda savaşır ve başına ne musibet gelirse
gelsin aldırış etmez. Onlar sabredenlerdir. Zira Allah
sabredenleri sevdiğini ve onlara yardım edeceğini
ilan etti. Musibetlere karşı Allah’a isyan etmeden
ve ümitsizliğe kapılmayan kimseleri sever. Bu kimselere hem ileride zafer verir hem de ahirette onları
Cenneti’ne koyar. Bu nedenle kuvvetli mümin veya
rabbani olan kimse savaşta ve mücadelede hiç
zaaf ve gevşeklik göstermez, kâfirlere ve küfür güçlerine boyun eğmez. Uhud’da sebat gösterenlerin
söyledikleri gibi söyler: “Ya Allah bize zafer verir ve
böylece bizimle dinini yükseltir ya da O’nun uğrunda ölürüz veya Resulümüze yetişiriz ve Cennet’te
53
O’nunla buluşuruz. Nitekim biz ondan hayırlı değiliz,
O ne Mekke’de küfür sistemi ile mücadele ederken
ne de Bedir, Uhud ve sair savaşlarda hiç gevşeklik
ve zaafiyet göstermedi, kâfirlere, onların isteklerine
ve önerilerine uymadı ve hiç taviz vermedi. Onlara
meydan okuyarak İslam’ı sundu. Onların yöneticilerine karşı dikildi, imanı ve ondan fışkıran sistemi arz etti. O’na ve kitlesine ambargo uyguladılar,
onlara işkence çektirdiler ve bazılarını öldürdüler.
Buna rağmen hiç gevşemediler, zaaf göstermediler
ve kâfirlere boyun eğmediler. O bizim için en güzel
örnektir. Nitekim Allah Ahzab Suresi’nde 21. ayette: “Allah’ı ve ahireti düşünüp arzu edenler ve Allah’ı
çokça hatırlayanlar için Resulullah güzel örnektir.”
diyerek bizim Resulü örnek almamızı kesin olarak
emretmektedir.
Ayette “Onların sözleri; ancak şöyle demekten
ibarettir…” ifadesinden şu husus anlaşılıyor; onlar
başına gelen musibetlere rağmen ah demediler,
şikâyet etmediler ve Allah’a isyan etmediler ve emrine itiraz etmediler. Ancak Allah’a dua ederek şöyle
dediler: “Rabbimiz günahlarımızı ve işlerde israflarımızı bağışla, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfir olanlara
karşı bize zafer ver.”
Ayetten şu husus da anlaşılır; dua etmek ancak
savaşmak ve mücadele etmekle beraber olmalıdır.
Hiç mücadele etmeden dua etmek uygun değildir.
Biri böyle mücadele yapmadan duada bulunursa ne
kadar uygun olur? Allah için mücadele ederse kendi
uğrunda mücadele ettiği veya savaştığı için onun
günahını siler, işlerde yaptığı israfları bağışlar, ona
sebat verir ve kâfirlere karşı da zafer verir. Duasına
icabet edilmeyi hak etmiş olur.
İsraf etmenin manası haddi aşmaktır veya taşkınlık yapmaktır. Burada işlerde israf etmenin manası, insanın herhangi bir iş yaparken Allah’ın çizdiği hat ve sınırlarını aşmasıdır. Bunlar ise Allah’ın
haram kıldığı veya yasakladığı amellerdir. Kim Allah’ın bir nehyini geçerse veya bir emrine muhalefet ederse onun sınırını aşmış olur ve böylece israf
etmiş olur. Bu sadece para hususunda değildir. Zira
haramda az olsa da para harcarsa israf etmiş olur.
Yine zina yaparsa, içki içerse, demokrasi ve laiklik
gibi küfür sistemini uygularsa, namazı terk ederse,
riba veya faiz yerse, bir farzı yerine getirmezse israf
etmiş olur. Nitekim Allah birçok ayette günah işleyenlerin israf yaptıkları ve müsrif olduklarını göstererek kötüledi. Bazı âlimler büyük günah işlemek israf olur dediler. Hâlbuki Allah’ın herhangi bir emrine
muhalefet etmek günah sayılır ve bu Allah’ın çizdiği
sınırları aşmak demektir.
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
54 kasım
2015
Müminler Allah uğrunda savaşmak ve mücadele etmenin en büyük
farzlardan olduğunu bilirler ve bu nedenle en fazla sevap aldıkları ve günahları silme vesilesi olduğunu bildikleri için Allah’tan işledikleri küçük
olsun büyük olsun bütün günahlarını silmesini umarak dua ederler. Nitekim en fazla kabul edilen dua Müslüman ya büyük ve zahmetli farzı yerine
getirirken ya da Allah için sabırla büyük
musibetler ve meşakkatleri çekerken
ettiği dualardır. Bu nedenle müminler
Allah uğrunda savaşırken ve mücadele
ederken, işkence görürken, cezaevine
atılırken ve zalim rejimin zulmüne uğrayıp her eziyete karşı sebat gösterirken
dua ederlerse Allah’ın onların dualarını
kabul etmesi daha yakındır.
Nitekim Allah dua etmeyi amelle
beraber mezcetmek istedi. Buna göre
Müslüman Allah’ın emrini yerine getirirken veya Onun emrine göre kendi
işlerini yürütürken dua eder, bir iş yapmadan dua etmek kendisine uygun değildir. Ancak aciz veya güçsüz
olursa veyahut çaresiz kalırsa başkadır. O zaman da bol bol acizlikten
kurtulmak ve çare bulmak için Allah’a dua eder.
Allah
müminleri
kâfirlere itaat
etmekten veya
uymaktan
sakındırdı.
Bu ise bir
nehiydir ve
yasaklamaktır
Allah müminleri kâfirlere itaat etmekten veya uymaktan sakındırdı.
Bu ise bir nehiydir ve yasaklamaktır. Bunun karinesi ise kâfirlere uymak
veya itaat etmenin dinden ya tamamen çıkmasıdır ki bu durumda o kimse laik kimse olur, ya da kısmen dinden döner, İslam’ın uygulanmasına
inanır ama küfür sistemine uyar, bu kimse fasık ve zalim olur. Fakat ikisinin akıbeti de hüsran ve ziyandır. Zira her emir bir şey yapmak ve her
nehiy bir şeyden vazgeçmek için bir taleptir. Bir karine geçince bu emir
veya nehyin kesin olup olmadığı anlaşılır. Bu usulû fıkıhta bir asıl ve bir
kuraldır. Burada geçen karine ise kesinlik ifadesini taşır. Buna göre kâfirlere itaat etmek günahtır. Hem de büyük günahtır. Çünkü onlara itaat
etmenin neticesi gerisin geri dinden dönmek, dünya ve ahireti kaybetmektir. Oysa önceki ayet Allah’a ve Resulü’ne itaat etmenin neticesinin
dünya ve ahiretini kazanmak olduğunu kesin karine ile vurguladı. Bunların ihsan sahipleri olduklarını duyurdu. İhsan ise iyilik ve güzelliktir.
İşte ihsan sahipleri, yani; güzellik ve iyilik yapan müminler ise; Allah ve
Resulü’ne itaat edip onlarla beraber Allah’ın uğrunda dinini yükseltmek
ve hâkimiyetini kurmak için kâfirlere boyun eğmeden, herhangi bir taviz
vermeden, herhangi bir zaaf ve gevşeklik göstermeden, sabırla, kuvvetle ve sebatla ya ölüm ya da zafer diyerek savaşırlar. Ama zaaf ve gevşeklik gösteren kişiler çirkin iş yaparlar; kâfirlere itaat ederler, değişik
bahaneler göstererek onların önerilerine ve isteklerine uyarlar. Bu nedenle kâfirlerin demokrasi sistemlerine katılmayı kabul ederler ve küfür
kanunlarını uygulamaya başlarlar, dinlerini uygulamaktan vazgeçerler.
Bu şekilde gerisin geri döndürülmüş olurlar ve hüsrana uğrarlar. Bunlar
hem dünyayı hem ahireti kaybederler. Bunlar rahatı, malı ve makamı
sevdikleri, yaptıkları işin akıbetini, ahireti ve Allah’ın azabının ne kadar
ağır olduğunu düşünmediklerinden dolayı böyle davranırlar. Böyle davranan kimselerin imanları pek zayıftır. Zira Allah uğrundaki zahmeti,
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
kasım
2015
meşakkati, zorlukları ve eziyeti çekmeye ve zarar
görmeye hazır değiller. Bu durumlarla karşılaşınca
hemen kaçarlar. “Niye eziyet ve zararı görelim, niye
ölelim, bunun faydası nedir, ne netice getirir ki, bu küfür sistemi olan demokrasinin içinde daha iyi iş yaparız, hem de hiç zarar ve eziyet görmeden hizmet yaparız.” diyerek ve buna benzer sözler söyleyerek zayıf
nefse sahip olanlar şeytanın vesveselerine uyarlar,
kendi kendilerini bu sözlerle teselli ederek ve kandırarak yaşamaya çalışırlar. Hatta Demokrasiyi reddedip Allah’ın ve Resulü’nün emrettiği şekilde hiç
taviz, zaaf ve gevşeklik göstermeden mücadele eden ve
ihsan sahibi olan müminleri
kınamaya başlarlar, daha ziyade de onlara karşı mücadele edio, değişik ithamlarla
suçlarlar. Çünkü şeytan onların kötü işlerini nazarlarında
süslü gösterdi, böylece yaptıkları kötü işleri kötü olarak
görmez oldular, şaşkın oldular. Enam 43, Enfal 48, Nahl
63, Neml 24 ve Ankebut 38.
ayetlerinde Allah Celle Celâlehû onların bu durumu bize gösterdi. Muhammed
Suresi 14. ayette “Allah’tan bir delile göre amel
yapan kimseler ile heva ve heveslerine uyup kötü
amelini güzel gören kimseler bir olur mu?!” ve Fatır
Suresi 8. ayette “Kötü işini kendisine güzel gösterilen kimseleri gördün mü?!” sözleriyle Allah Azze ve
Celle müminleri uyarıyor.
Bundan sonra Allah Celle Celâlehû müminlere
şunu duyuruyor: “Hâlbuki sizin mevlanız Allah’tır, en
hayırlı yardımcı ve zafer veren O’dur.” Bunun manası
“Sizin mevlanız kâfirler değil, Rabbiniz olan Allah’tır.”
En hayırlı yardımcı O’dur, zafer veren O’dur, öyleyse
niye kâfirlere itaat edip onları mevla edinirsiniz?!
Mevla yardımcı ve zafer verendir. Müminler için zafer sadece Allah’ın yardımıyla gerçekleşir. Zira zafer
sadece O’nun katındadır. Daha önce tefsir ettiğimiz
Âli İmran Suresi 126. ayete bakın. Yine Enfal Suresi
10. ayete bakın. Hatta Rum Suresi 47. ayette “Müminlere zafer vermek bizim üzerimize bir haktır.”
diye buyurmaktadır. Gafir (Mümin) Suresi 51. ayette
55
“Hem dünyada hem ahirette muhakkak müminlere
yardım ve zafer vereceğiz.” diye buyurdu. Ama Allah’ın yardım ve zaferinin şartı ise kendi dinine bağlanıp yardım etmek ve O’nun uğrunda savaşmaktır.
Allah bunu Muhammed Suresi 7. ayet, Hac Suresi
40. ayet ve Tevbe Suresi 14. ayette bildirdi. Bütün
bu ayetlerden sonra nasıl bir Müslüman kâfirlerin
oyununa gelip onlara uyar, demokratik sistemlerine
katılır ve küfrü uygulamaya başlar. Bu kişi gerisin
geriye döndürüldüğü ve hüsrana uğradığının farkında değil midir? İşte Türkiye,
Mısır, Cezayir, Pakistan, Sudan ve diğer Müslüman beldelerde demokratik sistemlere uyan kimselerin akıbetini herkes gördü? Pek kötü
idi, ne iktidarda kalabildiler
ne de İslam’ı uygulayabildiler. Tersine hem iktidardan
olup rezil hale geldiler hem
de Allah’ın kızgınlığına uğradılar. Buna rağmen bazıları
hala kötü amellerini güzel
görmektedir ve yaptıklarında ısrarlıdırlar.
Allah kendisini en hayırlı yardımcı olarak vasıflarken başka yardımcıların varolduğunun manasını
da taşır. Çünkü diğer insanlar sana yardım etmeye
kalkışırlar böylece bir yardımcı gözükür. Fakat bunların yardımları pek sınırlıdır. Oysa en büyük yardım
Allah’ın yardımıdır, o yardım edince hiç yenilgiye
uğramazsın. Âli İmran Suresi 160. ayette: “Eğer Allah size yardım ederse hiç mağlup olmazsınız, hiç
bir kimse size galip gelemez.” diye ilan etti. Allah’ın
yardımının neticeleri kesindir, zaferdir. Diğerlerinin
neticeleri kesin değildir, şüphelidir. Allah müsaade
etmezse netice veremez.
İşte zaferin sebepleri bunlardır; sırf Allah için
savaşmak, savaşırken başına gelen musibetlere
hiç aldırış etmemek, sebat göstermek, gevşeklik ve
zaaf göstermemek, kâfirlere ve isteklerine boyun
eğmemek, onlara itaat etmemek ve yalnızca Allah’a
tevekkül etmek ve de O’ndan yardım dilemektir.
ÂLİ İMRAN SURESİ
146-150. AYETLER
www.kokludegsimdergisi.com
KÖKLÜ DEĞİŞİM
www.kokludegisimdergisi.com
AKDENiZ PROGRAMIMIZ TAMAMLANDI
MERSİN – KAHRAMANMARAŞ – HATAY - ADANA
Download